iktibas aralik2012
Transkript
iktibas aralik2012
ISSN: 2147-3862 Sayı: 408 – ARALIK 2012 ALGILAR-GERÇEKLER VE MÜSLÜMANLARIN HATALI OKUMALARI İkili Hayatlar Yaşamaya Devam Edemeyiz ATASOY MÜFTÜOĞLU Söylem ve Eylem Tutarlılığı BÜNYAMİN ZERAN Bu Zamanlarda ‘Hanif’ Olmak! MUSTAFA BOZACIOĞLU Siyaseti Akideden Bağımsızlaştırmak Aylık Dergi 6 TL ŞÜKRÜ HÜSEYİNOĞLU Meal ve Mealcilik HÜSEYİN BÜLBÜL Selam İle Merhaba değerli okuyucularımız... Dünya Müslümanları olarak oyun kurucu olamadığımız için dünyanın her bir yerinde, sevk ve idare edilenler olmaya devam etmekteyiz. Bu yüzdendir ki İsrail’in Gazze’de yaptıklarına, engelleyici hiçbir harekette bulunamamaktayız. İslam ümmeti olarak (ekseriyet itibariyle) bu durumdan memnun olmamakla birlikte, bu komalık durumdan çıkmak, yeniden dirilip ayağa kalkabilmek için de ciddi bir aktivitemiz de bulunmamaktadır. ‘bahar’ olarak algılayanların, sıra Suriye’ye gelince hıyanetten, işbirlikçiliğinden dem vurmaları oldukça manidardır. Bizler Suriye’de bir ‘Arap baharı’ yaşandığı gerekçesiyle değil, orada Müslüman bir toplum katledildiği, evleri başlarına uçurulduğu, namuslarına yönelik ciddi tehditler olduğu için itiraz etmekteyiz. Suriye’deki kanlı saltanat rejimini, orada ölen masum insanlar kadar bile eleştirmeyen kesimler de bir başka ibret vesilesidir. İsrail bir kere daha yapacağını yaptı, Gazze’de bebekleri katletti, Müslümanlara olan kinini bombardıman uçaklarıyla kustu. Bir avuç savunmasız insanın üzerine öfke, nefret, düşmanlık yağdırdı. Amerika Birleşik Devletleri İsrail’in haklılığını(!) bir kez daha deklare etti. Batı dünyası, kendilerine dahil olmamız için muhafazakâr bir Parti eliyle ciddi gayretler sarfedilen Avrupa Birliği ülkeleri, Gazze’de kurşunlanan bebekleri, kadınları ve erkekleri insan olarak görmedikleri için olsa gerek, ‘suskunluk’ görüntüsü altında tasviplerini sundular, Siyonist saldırganlığı onayladılar. ‘İnsan hakları’ndan bir kelimeyle olsun bahis açmadılar. Dünyanın geri kalanı ise, merhum Ahmet Yasin’in boğazına tıkanan çağrısındaki yakıcı sesleniş gibi, “orada kimse olmadığını” göstermiş oldu. Irak adeta patlamaya hazır bir bomba düzeneğine döndürülmüş durumdadır. Türkiye’de ise hükümet, PKK terörü ile Kürt halkını birbirinden bir türlü ayıramayan, ikisini ayrı tuttuğu mesajını tam ve açık olarak veremeyen bir siyasetsizlik girdabında çabalayıp durmaktadır. Suriye’de yine benzer şekilde Müslüman bir halk can vermeye devam etmektedir. Tunus, Mısır ve Libya’da yaşananları Bütün bunlar, Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla biz Müslümanları derin derin düşündürmelidir. Düşündürmeli ki, yüzeysel sorunlarla, kabuklarla değil, gerçek sorunumuzla yüzleşelim, asıl meselemizi doğru keşfedelim. Biz Müslümanlar asırlardır bitkisel hayattayız. İslam’ın hayatı hayat yapan olağanüstü sağaltıcı ruhunu kaybettik, onu, bakkalın günlük hesabı misali, gündelik kazanacağımız sevap ve günahın hesap defterine dönüştürdük. Bunun adına ne dersek diyelim, gerçek budur. Felaketlerimiz sadece Gazze’nin çocukları üzerine yağdırılan bombalardan ibaret değildir. Kendi ülkemizde de İslam, muhafazakâr siyasî kadrolar ve çok ortaklı entelektüel zümreler eliyle sıradan bir tapınak dinine dönüştürülmek istenmektedir. Her geçen gün marufun daha bir yasaklı, münkerin ise daha bir ‘özgür’ hale getirilişini açıkça izlemekteyiz. Buna karşı Müslümanlardan çıkan ses ise oldukça cılızdır. Oysa İslam’ın sesi hiçbir zaman cılız olmamıştır. Şu halde sorun bizde, kendilerini İslam’a nisbet eden toplumlarda, ‘İslam ümmeti’ adını verdiğimiz cansız bedendedir. Bu bedenin bir şekilde mutlaka dirilmesi, Nebevî zamanlardaki cevvaliyetine kavuşması gerekmektedir. Allah’ın Kitabı Kur’an işte bu dirilişin adresidir. Bu duygu ve düşüncelerle sizi dergimizin, 2012 yılının bu son sayısıyla baş başa bırakıyor, Allah’a emanet olmanızı diliyoruz. Mehmet Ali Alan vefat etti Ercümend Özkan’ın dava arkadaşlarından, Niğde Devlet Hastanesi emekli Başhekimi Op. Dr. Mehmet Ali Alan 20 Kasım’da tedavi gördüğü hastanede vefat etti. Merhuma Rabbimizden mağfiret diliyor, ailesine ve dostlarına Sabr-ı Cemil niyaz ediyoruz. İktibas İçindekiler YIL: 32 SAYI:408aralık 2012 Selam İle .......................................................................................................1 ISSN: 2147-3862 Yorum KURUCUSU Ercümend ÖZKAN SAHİBİ Anlam Basın Yayın San. ve Tic. Ltd. Şti. Adına Zafer ÇAM SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Hüseyin BÜLBÜL YAYIN KURULU Mehmed DURMUŞ Abdullah PAMUK Yüksel İSMAİLOĞLU İSTİŞARE KURULU Şükrü HÜSEYİNOĞLU Bünyamin ZERAN Mustafa ATAV Mustafa BOZACIOĞLU SANAT-EDEBİYAT Elif İSMAİLOĞLU Algılar-Gerçekler ve Müslümanların Hatalı Okumaları ...................4 Abdullah Kavram Davranışlarımız ve Bozukluklar .........................................................13 Düşünce İkili Hayatlar Yaşamaya Devam Edemeyiz ........................................21 Atasoy Bünyamin Mustafa Osman İLETİŞİM Tuna Cad. 14/3 06420 Yenişehir/ANKARA Tel: (0312) 435 37 60 Fax: 435 37 61 Dergimizde yayınlanan yazılardan yazı sahipleri sorumludur. web: www.iktibasdergisi.com e-mail: [email protected] Coşkun Sanal Rıza Arayışı Belki de Eksiklik İddiası. .....................................30 Şükrü POSTA ÇEKİ HESABI Anlam Basın Yayın Ltd. Şti. Posta Çeki: 150179 Bozacıoğlu Siz Allah’a Gereği Gibi Kul Oldunuz da Allah Size Zulüm mü Etti?... ......................................................................................................28 BASKI Bizim Repro Ltd. Şti. Büyük San. 1. Cd. No: 99/2 İskitler/ANKARA 0312 341 10 20 HAVALE İÇİN ANLAM Basın Yayın Ltd. Akbank Ankara Mithatpaşa Şubesi IBAN: TR97 0004 6003 5488 8000 0158 08 TL için : 0015808 nolu hesap Euro için : 0041388 nolu hesap Yurt Dışı : Koksal Akyildiz Banka Adı : Sparkasse Essen Konto Nummer: 8157059 BLZ 36050105 IBAN: DE62360501050008157059 Zeran Bu Zamanlarda ‘Hanif ’ Olmak! ..........................................................26 Aykut YILLIK ABONE 2012 Yılı (397 ila 408. Sayılar) Yıllık: 60 TL, Öğrenci: 40 TL. Yurtdışı: 45 Euro E-Dergi (PDF): 30 TL. Müftüoğlu Söylem ve Eylem Tutarlılığı .................................................................24 KAPAK – DİZGİ – TASARIM İktibas YAYIN TÜRÜ Yerel Süreli Yayın Pamuk Akça Siyaseti Akideden Bağımsızlaştırmak ................................................32 Hüseyinoğlu “Ulustan Ümmete” mi Yoksa Şeriattan Laikliğe mi? ........................35 Ahmed Kalkan Bir Kitap - Bir Alıntı Filistin-İsrail (Dünü-Bugünü) ............................................................44 Ercümend Özkan/Dünden Yarına Dünya Çeviri Gazze’nin Sabiteleri ve Değişkenleri...................................................52 Lina el-Şerif/El Cezire/Çeviren: Abdullah Metin Sanat – Edebiyat Sevgili Dostum X ..................................................................................55 Mehmet Mortaş Yazacağım ..............................................................................................56 Dilek Buz Dudaklarımızdan Süzülen Nehirler ...................................................57 Dr. Mehmet Akif Şahin Çocuk ve Yerdeki Resim ......................................................................59 Dilek Buz Mektuplara Cevaplar Meal ve Mealcilik......... .........................................................................60 Hüseyin Bülbül Gündem ......................................................................................................65 Fihrist..........................................................................................................72 Çizgibas.......................................................................................................80 Yorum ALGILAR-GERÇEKLER VE MÜSLÜMANLARIN HATALI OKUMALARI ABDULLAH PAMUK Y aşanılan süreci tüm boyutlarıyla doğru okuyabilmek için öncelikle günümüzün başat, yakıcı, sapkın (telifcieklektik) düşünsel çizginin izini sürmek, tarihi sürekliliği içinde söz konusu düşünce akımının ideolojik kodlarını çözmek, ortaya koymak gerekir. Ki insanımızın kafa karışıklığının arka planını anlamak mümkün olabilsin. 4 Uzun bir süredir insanımızın kafası bir hayli karışık. Maalesef çoğunun ölçütleri/referansları net değil; son dönemlerde giderek yaygınlaşan bir eksen kayması ile sözde evrensel/Batılı değerlerle kendi değerlerini telifi bir çıkış yolu olarak görüyorlar, ne yazık ki… Kur’an akletmemizi, düşünmemizi, yaşanan örnekliklerden ibret almamızı ve sorgulamamızı emrederken bunları kerih gören; aksine sorgusuz sualsiz tâbi olmayı ve/veya taklitçi-şerhçi bir anlayışla Müslümanların sorunlu tarihinden neşet eden temel yanlışları tekrarı öneren bir kesim var. Bunların özellikle sabitlerimizin ne olduğu, değişkenlerin nasıl yorumlanacağı konusunda ciddi açmazları olduğu bilinmektedir. Sabitlerle değişkenler arasındaki kopmaz bağlamı ıskalayan bu anlayış sahiplerinin usuli konularda ve sorunlara çözüm üretmede başarısız oldukları, aynı zamanda güç/siyasi iktidar ile uzlaşma gibi sapkın bir tercih yaptıkları da bilinmektedir. Bu sorunlu İslam anlayışına ve yönteme reaksiyon olarak gündeme gelen ve Müslümanların değerleriyle sözde evrensel değerleri uyumlulaştırmaya çalışan ve modern paradigmalar içinde bir çıkış arayan bir başka anlayışta reel şartların cazibesi ve zorlayıcılığı karşısında demokratik sapkınlığa teslim olmayı insanımıza çözüm olarak sunmaktalar. Ve tarihi bir kırılma döneminin yaşandığı bir süreçte Müslümanların zihinlerinin kuşatılmasına yönelik organize çabalara, uluslar arası boyutta devam eden “ideolojik savaş”a yardımcı olan bir pozisyon almaktalar. Üstelik bunu da baskıcı, otori- ter ve vesayetçi yöntemlerden kurtulmak, kendilerine daha geniş hareket alanı oluşturmak vb. gerekçelerle meşrulaştırmaya çalışmaktalar. Oysa, Nebevi mücadelenin olmazsa olmazı olan temel inançlarda ve küfür karşısındaki duruşta netliği kaybetmenin bir eksen kayması olduğunu, bu yolun insanımızı demokratik sistemlerin bir alt kimliği konumuna sürükleyeceğini görememekteler. İtikadda ve küfür karşısındaki duruşun belirleyici öneme sahip olduğunu ıskalayarak konjonktürel gelişmeler karşısında meşru olmayan bir çıkışı “sistem-içi” mücadelede bulabileceklerini sandılar. Süreç analizi yapamadıkları için de kısa vadede bir başarı gibi görünen gelişmelerin bir zihniyet kuşatması olduğunu, orta ve uzun vade de bu sapkınlığın nelere mal olacağını anlayamadılar, anlamak istemediler… Yaşanılan süreci tüm boyutlarıyla doğru okuyabilmek için öncelikle günümüzün başat, yakıcı, sapkın (telifci-eklektik) düşünsel çizginin izini sürmek, tarihi sürekliliği içinde söz konusu düşünce akımının ideolojik kodlarını çözmek, ortaya koymak gerekir. Ki insanımızın kafa karışıklığının arka planını anlamak mümkün olabilsin. Kur’an merkezli düşünme ve yaşama çizgisinin kırılma noktalarının ilki ve bizce en tahrip edicisi; Müslümanların çeşitli nedenlerle karşı karşıya geldikleri, ilkesel yaklaşımın yerini konjonktürel kaygıların, cahili anlayıştaki hortlamaların, küçük hesapların ve “tavır eksikliği”nin aldığı ve bunun sonucunda da güç/saltanat merkezli düşünen tarafın öne çıktığı süreçtir. Zira bu süreç sonrasında ciddi bir Yorum düşünsel savruluşun ve günümüz sorunlarına da kaynaklık eden çarpık yöntemlerin, kurumların hızla Müslümanları kontrolleri altına aldığını görmekteyiz. Ancak, Müslümanların sorunlu tarihine damgasını vuran gelişmelere, sorunlara, açmazlara ve zamanla ortaya çıkan mezhepçi eksendeki çatışmalara rağmen, tarihte, Müslümanlar uzun bir süre insanlığa öncülük etmiş, hayatın her alanında olmasa da başat güç olmayı başarmıştır. Ne var ki Müslümanların bu sorunlu “din” anlayışı onları içeriden kuşatmış, yeni şartlara uygun çözüm üretemez hale getirmiştir. Kur’an merkezli din anlayışından uzaklaşmanın bu çarpıcı, yıkıcı sonuçlarına karşı “öze dönüş” çabaları sağlıklı bir çıkış için yeterli bir çözüm henüz üretememiştir… Buna karşın Batı medeniyetinin yaşadığı aydınlanma dönemi, her ne kadar reaksiyoner ve fıtrata aykırı özelliklere sahip olsa da insanlığın yeni bir bakış açısına, bir maceraya doğru hızla sürüklenmesinin önünü açmıştır. Bu sürecin ortaya çıkardığı vasatta rönesans ve reform hareketleri ve 1789 Fransız devrimi ile yeni bir döneme giren Batı, tüm açmazlarına rağmen insanlığı peşinde sürükleyen, başat bir medeniyet olarak algılanmaya başlamıştır. Ancak, söz konusu düşünce sisteminin geleneksel yapıları çözmesi ve kendi mantığı içinde dünyaya hakim olması daha yoğun bir şekilde Fransız Devrimi’nin ortaya çıkardığı ulusculuk-milliyetçilik dalgasının önce Avrupa’ya, sonrada tüm Dünya’ya yayılmasıyla mümkün olabilmiştir. Dolayısıyla bu dalga Osmanlı İmparatorluğu’nu da etkilemiştir. Bahse İktibas konu gelişmeler karşısında Osmanlı idarecileri, yeni uluslar arası şartlar ile iç siyasi kültür arasındaki dengeyi kurarak bir çıkış yakalayabilmek adına reform hareketlerine girişmişlerdir. Ki bu reform hareketlerine yön veren siyasi düşünce akımlarından ikisi olan Osmanlıcılık ve Batıcılık’ın doğru algılanması ve günümüze etkileri bizce önemlidir. Malum, Osmanlıcılık, bir taraftan içeride yeni bir kimlik ve vatandaşlık tanımıyla etnik unsurların İmparatorluktan kopmasını engellemeye çalışırken, diğer taraftan da dışarıda yükselen değerlerle uyumlu bir politika geliştirmeye gayret etmiştir. Daha doğrusu buna kendini mecbur hissetmiştir. Burada dikkatimizi çeken en önemli boyut ise batılı değerlerle geleneksel değerler arasında uyumlaştırma çabaları, eklektik yaklaşımdır. Aynı kaygı, Özal’ın 1980’li yıllardaki yeni Osmanlıcı/ikinci Cumhuriyetçi söylemlerinde de söz konusudur. Keza AKP/Ak Parti’nin “ılımlı İslâm” ideolojisi de aynı çizginin bir versiyonudur. Çünkü her iki yaklaşım biçimi de eklektik, pragmatik anlayışla yerleşik kalıpları açmaya çalışmış, Batı ile uyumu öncelemiştir… Aydınlanmacı felsefe ve radikal batıcılık olarak karşımıza çıkan ikinci akım ise 19 y.y’ın son çeyreğinde ilk temsilcileriyle gündemdeki yerini almış, II. Meşrutiyet aydınlarının eliyle yükselişe geçmiştir. Osmanlı bakiyesi üzerine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla da devletin resmi ideolojisi ve modernleşme yöntemi olarak toplumun karşısına çıkmıştır. Jakoben laiklik eksenli bu model, özellikle askeri ve B urada dikkatimizi çeken en önemli boyut, batılı değerlerle geleneksel değerler arasında uyumlaştırma çabaları, eklektik yaklaşımdır. Aynı kaygı, Özal’ın 1980’li yıllardaki yeni Osmanlıcı/ ikinci Cumhuriyetçi söylemlerinde de söz konusudur. Keza AKP/Ak Parti’nin “ılımlı İslâm” ideolojisi de aynı çizginin bir versiyonudur. 5 İktibas H ak-batıl mücadelesi düzleminde gündemdeki yerini hep koruyan klasik yöntemlerle toplumları değiştirmeye çalışan küresel küfrün, felsefesi, değerleri, kavramları aynı olmakla birlikte klasik iki çizgisini İktibas olarak hep dikkatinize sunduk. Bu hatırlatmayı yapmaya çalışırken, aynı zamanda Müslümanlar olarak bu fasit döngüden nasıl çıkılabileceğini, “nefislerdekini değiştirmeden” toplumu değiştirmenin mümkün olmadığının altını çizdik. 6 Yorum sivil bürokrasi, Cumhuriyet elitleri ve dış uzantılarıyla bu coğrafyada etkili olmaya çalışmıştır. Lakin, tarih ve dinden radikal bir uzaklaşmayı öngören aydınlanma felsefesinin tüm kavramları ve değerlerini başta Türkiye olmak üzere bölgeye aktarmaya devam eden bu modernleşmeci çizgi toplumda ciddi bir taban bulamamıştır. Bunun nedenlerinden birincisi, uluslar arası ilişkilerde Batı medeniyeti ile var olan tarihi çelişkileri ortadan kaldırmak ve batı ile uyumlu bir zihniyet ve siyasi kültür oluşumunu sağlamanın ülkenin geleceği için zorunlu gören bu çizginin tepeden inmeci yöntemiydi. Dolayısıyla radikal batıcılığın tarihi sürekliliği hiçe sayması toplumda bir gerilime, çatışmaya yol açmıştır. Ve bu yanlış yöntemde ısrar etmelerinin ana nedeni de batı toplumlarındaki tarihsel tecrübeyi evrensel bir süreç olarak değerlendirmeleridir. Belirli bir felsefi arka plana sahip din ve gelenek gibi kavramları batı tecrübesine göre anlamlandırıyor, İslâm’ın bu kavramlara bakışındaki temel farklılıkları yok varsayıyor ya da modernist okumalarla üstünü örtüyor ve bunları batıyla var olan tarihi ve düşünsel çelişkileri hatırlattığı için bir tehdit, irticai unsurların dayandığı kavramlar olarak değerlendiriyordu, radikal batıcılık. Bu anlayışa göre ancak gerici-irticai unsurların tavsiyesiyle batı ile entegrasyonunun önündeki engeller kaldırılabilirdi… ki bu iki siyasi çizginin özde bir farkının bulunmadığı, yorum, yöntem, üslup ve siyasal model bağlamında karşı karşıya geldikleri hep unutulmaktadır. Tarihteki bu yeni kırılma döneminde de tarihi süreklilik bağlamında modernleşme serüvenini incelediğimizde bu iki çizginin tezahürlerini, söz konusu akımların damgasını taşıyan örgütlenmeleri görmek mümkündür. Dünyadaki ve bölgedeki değişim ve dönüşüm sürecinin yaşandığı günümüzde bu gerçekliği ıskalayan bakış açısı ve değerlendirme sahiplerinin nerelere sürüklendiği de bilinmektedir. İktibas Dergisi olarak biz de, söz konusu hayati konuları gündeme getiriyor, insanımızın ıskaladığını gördüğümüz konularda hatırlatmalar yapıyor, vusatımız nisbetince Müslümanca bir bakış açısıyla gelişmeleri sizin için yorumlamaya gayret etmeye çalışıyoruz, 32 yıldır… Ezcümle Osmanlı bakiyesi Türkiye Cumhuriyeti’nin batılılaşma/modernleşme macerasının her aşamasında bu iki siyasi akımın mücadelesinin izlerini görmek mümkündür. Ne yazık Bu bağlamda… 2012’de İktibas’ın Gündemi: Hak-batıl mücadelesi düzleminde gündemdeki yerini hep koruyan klasik yöntemlerle toplumları değiştirmeye çalışan küresel küfrün, felsefesi, değerleri, kavramları aynı olmakla birlikte klasik iki çizgisini İktibas olarak hep dikkatinize sunduk. Bu hatırlatmayı yapmaya çalışırken, aynı zamanda Müslümanlar olarak bu fasit döngüden nasıl çıkılabileceğini, “nefislerdekini değiştirmeden” toplumu değiştirmenin mümkün olmadığının altını çizdik. *Dünyadaki değişime paralel olarak bölgemizde yaşanan gelişmelerin ideolojik eksenini, iç ve dış dinamiklerini, eski yapı- Yorum ların yerine ikame edilmek istenen düzenlerin niteliğini ısrarla gündemimize taşıdık. Kontrollü değişim-açılımlar ile her ülkenin toplumsal özelliklerine, küresel güçlerin güvenlik kaygılarına duyarlı demokratik rejimlere doğru evrimci bir yöntemle yol alan süreçleri değerlendirdik. “Değişimin güvenliği” kavramının bu süreçteki önemini ve bu kavram çerçevesinde değerlendirilebilecek gelişmeleri tahlil etmeye çalıştık. Güç odaklarının “değişimin güvenliği”ni sağlayabilecek, en azından bir regülasyon (düzenleyici) işlevi görebilecek kurumların/odakların bulunmadığı ülkelerde yaşadıkları krizlerin arkaplanını görmeye gayret ettik… *Rabbimizin iktidarı elden ele dolaştırdığının çarpıcı tezahürlerini yaşamaktayız. Ama/ne yazık ki uluslar arası arenada olması gereken pozisyonundan bir hayli uzak, inancının gerektirdiği misyonu yerine getiremeyen Müslümanların kafa karışıklığı içinde oldukları bir dönem yaşamaktayız. Dolayısıyla dünyadaki ve bölgemizdeki gelişmeler karşısında sağlıklı, Müslümanca bir duruş, tespit ve değerlendirmelerden çok, yorum ve değerlendirmelerde “ideolojik ekseni” net olmayan konjonktürel kaygıların öne çıktığına üzülerek şahit olmaktayız. Oysa denge arayışları içinde olan, yeni dünya düzeni inşa etmeye çalışan ve bu paralelde Müslümanların yaşadıkları coğrafyadaki değişim ve dönüşüm sürecini stratejik düzeyde önemseyen küresel aktörler; bir taraftan Müslümanların merkeze doğru hareket ettikleri analizini yaparlarken İktibas diğer taraftan da yeni “düşman konsepti” olarak İslâm’ı belirlemektedirler. Yaşam biçimleri, sömürüleri ve gelecek hesapları açısından potansiyel bir tehdit olarak gördükleri İslâm’ı ve Allah’ın emirlerine şartsız teslim olmuş Müslümanları, düşman olarak algıladıklarının üstünü örtmek için de kendileriyle uyumlu çalışması mümkün olmayan Müslümanları radikal olarak nitelemekte, bununla da yetinmeyerek “ilkesiz şiddet”/ terörle özdeşleştirerek mahkum etmek için her türlü yolu denemektedirler. Telifci, eklektik, sözde evrensel değerlerle uyumlu kesimi de “ılımlı Müslüman” olarak tanımlamaktadırlar. Tabii bu çarpık değerlendirmelerini kitlelere benimsetmek adına her türlü manipülasyon araçlarını ve algı yönetimi tekniklerini devreye sokmaktadırlar… *Bu çerçevede arap baharı denilen ve bölgenin yeni şartlara uyumlu hale getirilmesi sürecini ifade eden gelişmelerin doğru okunması gerektiğini her fırsatta dile getirdik. Gücün iktidar olduğu, hak ve adaletin olmadığı, insanların ve toplumların iradelerine rağmen egemen güçlerin çıkarlarına aykırı gördükleri hareketlerin her türlü araçlarla bastırıldığı, üstünün örtüldüğü bir dünyada, yaşanan sürecin Müslümanların ağırlıkta olduğu örgütlerce kontrol edildiğini iddia etmek gerçekten zordur. Ne yazık ki karşımıza malum güç odaklarının sürecin bir yerinde bulunduğu, değişimin güvenliğini sağlayacak yapılara destek verdiği ve kendileriyle birlikte çalışabilecek özelliklere sahip örgüt ve kişilerin (adı ne olursa olsun) önünün açıldığı bir manzara durmaktadır. Maa- A rap baharı denilen ve bölgenin yeni şartlara uyumlu hale getirilmesi sürecini ifade eden gelişmelerin doğru okunması gerektiğini her fırsatta dile getirdik. Gücün iktidar olduğu, hak ve adaletin olmadığı, insanların ve toplumların iradelerine rağmen egemen güçlerin çıkarlarına aykırı gördükleri hareketlerin her türlü araçlarla bastırıldığı, üstünün örtüldüğü bir dünyada, yaşanan sürecin Müslümanların ağırlıkta olduğu örgütlerce kontrol edildiğini iddia etmek gerçekten zordur. 7 İktibas T unus ve Mısır’daki değişim ve dönüşüm sürecini “İslâmi uyanış” olarak niteleyen İran, otoriter rejimlerin yıkılarak yerine ikame edilmeye çalışılan yeni rejimlerin ideolojik eksenini ve niteliklerini doğru okuyamamış, hatalı bir duruş sergilemiştir. Libya’da stratejik gelişmelerle tereddütler yaşayan İran yönetiminin sıra Suriye’ye gelince çok farklı bir yaklaşım sergilemeyi çıkarları için uygun gördüğüne şahit olduk. 8 Yorum lesef görüntü bu kadar net iken tarihin bu kırılma noktasında gelişmeleri Müslümanca bir zihinle, basiretle değerlendirmek, yorumlamak yerine, Müslümanca bir duruşun olmasa olmazlığını görmek yerine “sistem-içi” mücadele yöntemlerinin meşrulaştırılmaya çalışılması gayreti içinde ve kaygan bir zeminde yol almakta ısrar edilmekte, hatta giderek daha agresif bir tutum sergilemektedir. Geçmişte üzerinde yürüdükleri yolu/yöntemi bugün konjonktürel gerekçelerle ve hatalı okumalarla geçersiz gören söz konusu çevrelerin uyarılar karşısındaki tavırları da ibret vericidir. Kafire, müşrike göstermedikleri sertlikle Müslümanı, geçmişte aynı şeyleri savundukları insanları itham etmekten geri durmuyorlar. Oysa yapmaları gereken, sürecin ideolojik kodlarını dikkate alan bir okumadan başka bir şey değildir. Görecekler ki “sistemiçi” çözüm arayışlarıyla sürecin ideolojik eksenini, kavramlarını, değerlerini özde değiştirme imkanı yoktur. Olsa olsa, dünyadaki yeni trende/eğilime paralel olarak “ılımlı” bir çizgiye çekmek mümkün olabilir… *Söz konusu sürecin, evrimci, dengeleri gözeten bir tarzda öncelikle Türkiye Cumhuriyetinde yaşandığı malumdur. Jakoben/ radikal laik-batıcı Türkiye Cumhuriyetinin değişen dünya ve bölge dengelerinin taşıdığı yeni konumu ve misyonu yaşadığı ve belirli bir aşamaya gelen değişim ve dönüşüm süreci ekseninde değerlendirildiğinde bölgedeki süreçlerin yönünü kestirmek mümkündür… “Model ülke’’ yeni Türkiye’nin çizgisinde Tunus ve Mısır’da değişimin güvenliğini sağlayan kurumların etkinliğinde kontrollü bir değişim süreci başlatıldı ve ana çizgisinde yoluna devam etmekte. Libya’daki rejimin kendine özgü yapısı, değişimi kontrollü bir şekilde sağlayabilecek kurumların bulunmaması sancılı bir sürecin yaşanıyor olması sonucunu doğurdu. Suriye’de ise Libya’ya benzeyen özellikleri olsa da bu ülkenin stratejik konumu nedeniyle ilave etkenlerin devreye girdiği bir değişim süreci gündeme geldi. Uzun süreli, kanlı ve stratejik çıkarların çatıştığı, bölgesel hesapların uyuşmadığı bir değişim süreci yaşanmakta. Bu düzlemde sürecin Suriye’de krize dönüşmesinin de birkaç nedeni daha söz konusu: Bunlardan birincisi Suriye’de de değişimin güvenliğini sağlayabilecek yapılarla rejimin iç içe girmiş olması; bir başka ifadeyle rejimin esnekliğinin bulunmamasıdır. İkincisi ABD ve AB ülkelerinin çeşitli nedenlerle sürecin uzamasında mahzur görmemeleri, hatta bazı hesapları için gerekli görmeleri. Üçüncüsü, Rusya ve Çin’in stratejik çıkar hesapları ve bölgedeki yeni düzenin inşa sürecinde kendilerinin de dikkate alınmalarını talep etmeleri, pazarlığa açık pozisyon almaları. Bunların dışında Suriye’deki sürecin krize dönüşmesinin de ötesine geçecek bir mezhep savaşı olarak algılanmasında İran’ın hatalı politikalarının belirleyiciliği söz konusu… *Tunus ve Mısır’daki değişim ve dönüşüm sürecini “İslâmi uyanış” olarak niteleyen İran, otoriter rejimlerin yıkılarak yerine ikame edilmeye çalışılan yeni rejimlerin ideolojik eksenini ve niteliklerini doğru okuyamamış, hatalı bir duruş sergilemiştir. Yorum Libya’da stratejik gelişmelerle tereddütler yaşayan İran yönetiminin sıra Suriye’ye gelince çok farklı bir yaklaşım sergilemeyi çıkarları için uygun gördüğüne şahit olduk. Her ne kadar Suriye’nin değişim sürecinin öncelenmesinin arkaplanı ve Suriye-Lübnan eksenindeki stratejik direnç hattının korumak istemesi İran için haklı gerekçe gibi gösterilmek istense de siyasi bilinç seviyesi yüksek, ilkesel ve ahlaki kaygıları olması gereken bir ülke olarak İran’ın Suriye konusundaki yaklaşımı bizce kabul edilemez… Zaten İran’ın bu hatalı politikasının ülke içinden ve Lübnan’daki Hizbullah kadroları tarafından da eleştirilmesinin özünde bu gerekçeler bulunmaktadır. Başlangıçtaki bu hatalı politikaya rağmen zamanla ortaya çıkan bazı gerçekler ve küresel küfrün İran’ın bu stratejik hatasını farklı düzleme taşımak istemesinin komplikasyonları ve özellikle de stratejik direnç hattını korumasının mümkün olmadığının anlaşılmasıyla bu ülke yöneticilerinin yeni bir değerlendirme yapması gerekirken hatalar zinciri devam etti. Kısa vadede kullanışlı görmeseler de orta ve uzun vadede mezhep eksenli duyarlılıkların diri tutulmasını isteyen odaklar bu durumdan memnun oldular. Aynı zamanda İran’ın ve dolayısıyla da Hizbullah’ın Lübnan’da İsrail’e karşı elde ettiği zaferin oluşturduğu itibar büyük oranda kaybedildi. Bunun ise İran’ın çevrelenmesi politikalarının başarılmasında önemli bir adım teşkil ettiğini belirtmemiz gerekir. *Lakin tüm bu istenmeyen gelişmelere, bu vesileyle mezhep eksenli duyarlılıkları kaşıyan İktibas basiretsiz, bilinçsiz ve bağnaz çevrelerin küresel küfrün değirmenine su taşıyan yaklaşımlarına karşın ahirete, hesap gününe inanan tüm Müslümanların unutmamaları gereken bir husus var: Müslümanların sorunlu tarihinden günümüze taşınmış ve ne yazık ki bazı çevrelerde itikad haline getirilmiş kavramların, kavgaların peşine düşmek Müslümanlara yarar sağlamaz. Mezhepçi çizgide yapılan eleştiriler ve değerlendirmelerden özellikle kaçınılması gerekir. Aksi takdirde bunun vebalinin altından kalkmak mümkün görülmemektedir. *“Birlik… Ama ne üzere ?” sorusunu soran ve bu konuda ciddi kaygılar taşıyan Müslümanların kısır çekişmelerden, dönemsel krizlerin ortaya çıkardığı kafa karışıklığından sıyrılarak asıl meselelerimiz üzerine yoğunlaşmaları bugün her zamankinden daha önemli hale geldiği aşikardır. Ana referansımız konusunda netliğin tam oluşmadığı; siyasi bilinç düzeyinin yerlerde süründüğü; ilkesel yaklaşımların yerini duygusal ve reaksiyoner çıkışların aldığı bir vasatta iç ve dış tehditlerin, fitnelerin ortaya çıkardığı tehlikelere karşı her şeye rağmen birbirimizi uyarmamız bir vecibe olsa gerektir. *Algılar ve gerçekler arasındaki farkın kitleler tarafından görülmesini beklemek beyhudedir. Ancak içimizden bir topluluk, tarihin bu kırılma döneminin arkaplanını doğru okuması, insanımıza doğru hedefler göstermesi ve bu hedeflere götürecek sahih/doğru yöntemleri ve bu metodun etkin bir şekilde nasıl uygulanacağı konusunda rehberlik etmesi kaçınılmaz bir M ezhep eksenli duyarlılıkları kaşıyan basiretsiz, bilinçsiz ve bağnaz çevrelerin küresel küfrün değirmenine su taşıyan yaklaşımlarına karşın ahirete, hesap gününe inanan tüm Müslümanların unutmamaları gereken bir husus var: Müslümanların sorunlu tarihinden günümüze taşınmış ve ne yazık ki bazı çevrelerde itikad haline getirilmiş kavramların, kavgaların peşine düşmek Müslümanlara yarar sağlamaz. Mezhepçi çizgide yapılan eleştiriler ve değerlendirmelerden özellikle kaçınılması gerekir. 9 İktibas Yorum ihtiyaç olarak kabul edilmeli ve gereği yapılmalıdır artık. Algı yöntemini profesyonelce kullanan odakların ve yerli işbirlikçilerinin çok boyutlu faaliyetlerine karşı Müslümanların koruma mekanizmaları oluşturulması gerekirken; sağlıklı, güvenilir bilgi kanalları tesis edilmesine ihtiyaç varken hala insanımızın büyük bir kısmının duygusal ve reaksiyoner tepkilerin ötesine geçememesi ya tavırsızlık gibi insan kişiliğini zedeleyen bir yaklaşım biçimini çıkış görmesi kabul edilemez… Hangi konularda net bir duruş gerekli olduğu, hangi konuların tartışılarak netleştirilmesi için uygun vasatın oluşturulması gerektiği birbirine karıştırılmamalıdır… U nutulmamalıdır ki algı yönetimi gerçekleri yansıtma, operasyon güvenliğini sağlama maksatlı kullanılabileceği gibi gerçeklerin üstünü örtme, çarpıtma ve psikolojik yönlendirme amacıyla da kullanılabilmektedir. Bu durumlarda algı yönetimi de mantık yerine duygulara, hassasiyetlere hitap edildiği bilinmektedir. 10 Unutulmamalıdır ki algı yönetimi gerçekleri yansıtma, operasyon güvenliğini sağlama maksatlı kullanılabileceği gibi gerçeklerin üstünü örtme, çarpıtma ve psikolojik yönlendirme amacıyla da kullanılabilmektedir. Bu durumlarda algı yönetimi de mantık yerine duygulara, hassasiyetlere hitap edildiği bilinmektedir. Hedef kitlenin değerleri kültürü ve olaylar karşısındaki tutumu da kritik veriler olarak büyük öneme sahiptir, algı yönetiminde. İSRAİL TERÖRLE DEVLET OLDU AMA TERÖRLE DEVAM EDEMEYECEK Zihinlerin işgali diğer işgallerin önünü açan “ideolojik savaş” ile mümkündür. Postmodern ötesi dünyada çok boyutlu, sofistike yöntemlerle Müslümanların zihinlerinin kuşatılması çok belirgin olarak öne çıkmaktadır. Sözde evrensel değerlerle Müs- lümanların değerlerinin uyumlulaştırılmaya çalışılması ve Müslümanlara yönelik her türlü saldırıya, zulme karşı telifci anlayışla cevap vermeye çalışılması aslında Müslümanlar için çıkış olmaktan öte bir tuzaktır, hatta daha öte anlamlar da taşımaktadır… Bir süredir İsrail’deki radikal, statükocu kadroların İran’ı vurma ihtimali, daha doğrusu spekülasyonları gündemi işgal ederken ABD seçimlerinin hemen sonrasında terörist devlet İsrail’in Hamas’ın askeri kanadı sorumlarından/komutanlarından Ahmed Caberi’yi hedef alan suikast ve sonrasında terörist yöntemlerle abluka altında tuttuğu Gazze’deki sivillerin de dahil olduğu hedeflere bomba yağdırması gündeme geldi. Hem de değişen dünya ve bölge şartlarına rağmen; küresel küfrün bölgedeki çıkarlarını temsil etmeye devam eden terörist devlet İsrail’in yeni şartlara uyumunun hangi formüllerle sağlanacağının tartışılacağı bir zaman diliminde… Yeniden inşa edilmeye çalışılan Ortadoğu’da eski yöntemlerle ayakta kalmanın mümkün olmayacağının net bir şekilde görülmeye başladığı bir konjonktürde bu katliamın yapılabilmesi ve İsrail’i destekleyen malum odakların çeşitli gerekçelerle bu terörist yöntemleri bir ülkenin “Savunma hakkını kullanması” olarak nitelemesinin arkaplanını anlayabilmek için gelişmeleri doğru yorumlamamız gerekmekte… 11 Eylül sonrasında küresel odakların bir kesiminin Ortadoğu’yu yeniden yapılandırma, bölgedeki hakimiyetlerini ve çıkarlarını korumak için başlattıkları süreçte terör devleti Yorum olarak adlandırılan İsrail’in de eski yöntemlerle yaşayamayacağının, yeni güvenli konsepti oluşturulması gereğinin farkındaydılar. Değişen dünya şartları gereği, bölgenin yeniden yapılandırılması sürecinde “değişimin güvenliği” kavramı özellikle İsrail’in güvenliğini de içermekteydi. Ancak başta ABD’nde olmak üzere küresel güçlerin, kendi içlerinde farklı bakışa sahip odaklar bölgedeki uyum sürecinin zamanı ve yöntemi konusunda mutabık değillerdi. Nitekim bu görüş farkının en çarpıcı örneği ABD’ndeki demokratlar ile neo-con’lar arasında yaşanmakta. Ve bunlardan neo-con’ların desteğine sahip radikal-statükocu kadroların yönetimde olduğu İsrail’deki iktidarın ABD yönetimini de zorlayan hamleleri bilinmekte. Buna karşın, eski yöntemlerle; saldırgan politikalarla, iş birlikçi-otoriter yönetimlerle bölgeyi kontrol altında tutamayacakları, bölge insanını karşılarına alarak hedeflerine ulaşamayacakları doğrultusundaki görüşler ağırlık kazanmakta. Dolayısıyla, önceki dönemde, malum odakların bir oyalama aracına dönüşen ve bir türlü sonuçlanmayan Filistin meselesine “iki devletli” çözüm çabası son dönemde daha ciddi düzeyde konuşulmaya başlanıldığı söylenebilir. Ancak bu süreçte iki hususun kabul edilebilir düzeye gelmesi istenilmektedir. Birincisi Filistin’deki grupların “ılımlı laiklik” ekseninde bir araya gelmeleri. İkincisi de daha ofansif-savunmacı (?!) yöntemlerle İsrail’in güvenliğini sağlayacak dengelerin oluşması. Yani terör devleti İsrail’in, korku salarak, işgal ederek, terör estirerek gü- İktibas venliğini sağlama dönemi bitiş sürecine girmiştir. İsrail’in güvenliği artık yine küresel güçler ve onların yerli işbirlikçilerinin “derin devletleriyle” ve değişim sürecinin niteliğine uygun yöntemlerle sağlanacağı bir dengeye doğru evrilmektedir. Bu çerçevede unutulmamalıdır ki her ne kadar son saldırıda destek vermek durumunda kalsa da Obama’nın İsrail’deki yönetim ile kavgalı olması anlaşılabilir bir durumdur. Keza değişen dünya ve bölgelerin zorladığı yeni konum ve misyonla ve buna paralel retoriği ile yeni Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerinin bozuk olması da bu çerçevede algılanması gerekir. Son planda İsrail’deki radikal-statükocu yönetim ile çatışan yeni Türkiye, bölgenin yeni dengelerinde, en azından derin ilişkileriyle İsrail devletiyle iyi ilişkiler geliştirebilecek; İsrail’in güvenliğini bölgesel dengeler açısından önemine uygun davranacaktır… Görünenlerin ötesinde İsrail’de ve Yahudi diasporasında tartışılan asıl konunun, her an yok olacakmış gibi uçurumun kenarında, giderek tedirginliği artan ve terörist yöntemlerle savaş mahkumu bir İsrail mi, yoksa yeni dengelerle güvenliği sağlanmış bir İsrail mi?’ olması bölgedeki yeni şartların kapsayıcılığını ve zorlayıcılığını ortaya koymaktadır. ABD seçimlerinin hemen sonrasında kendisi için uygun vasatın oluştuğunu düşünen İsrail’deki radikal yönetim, terörist saldırılarıyla Ocak-2013’te yapılacak İsrail’deki seçimlerde de avantaj elde etmek üzere Gazze’ye terörist saldırılarını başlattı. Muhakkak söz konusu fırsatlardan yararlanmayı düşünen terör devleti İsrail’in bunların B u süreçte iki hususun kabul edilebilir düzeye gelmesi istenilmektedir. Birincisi Filistin’deki grupların “ılımlı laiklik” ekseninde bir araya gelmeleri. İkincisi de daha ofansif-savunmacı (?!) yöntemlerle İsrail’in güvenliğini sağlayacak dengelerin oluşması. Yani terör devleti İsrail’in, korku salarak, işgal ederek, terör estirerek güvenliğini sağlama dönemi bitiş sürecine girmiştir. 11 İktibas ötesinde başka nedenlerinin de olduğundan bahsedilmektedir. Bunlardan en önemlisi, bölgedeki değişim sürecinin ortaya çıkardığı yeni durumun Filistin’e, özellikle de Gazze’ye, Hamas’a önemli avantajlar sağlamsından duyulan rahatsızlıktır. Bu da hızla sisteme entegre edilmeye çalışılan Hamas’ın güçlenmesinden ve itibarının artmasından duyulan kaygı ile direniş kapasitesini kırmak üzere böyle bir saldırıyı gündeme getirmiştir. İsrail’in Suriye’deki iç savaşın uzun yıllar sürmesini ve savaş sonrasında zayıflamış ve bölünmüş bir yapının ortaya çıkmasını istediği bilinmektedir. Dolayısıyla İsrail’in son saldırılarının Baas yönetimine nefes aldırdığı da söylenebilir… Değişen dünya ve bölge dengelerinin ortaya çıkardığı yeni dinamiklere rağmen İsrail’in terörist yöntemlerle Gazze’ye saldırması, hala eski parametrelerle hareket ediyor olması manidardır; ve bunun Suriye’deki değişim sürecinin kaosa dönüşmesiyle de ilişkisi kurulabilir. Ancak tüm bunların ötesinde bölgedeki değişim sürecinin seyrinden memnun olmayan güç odakları ve onların desteğindeki İsrail yönetiminin Yorum kaygıları asıl etken gibi gözükmektedir. katların etkili olduğunu da ıskalamamak gerekir… Suriye’deki krizin çözümü sürecinde, Türkiye-Mısır ve Katar’ın birlikte hareket etmeleri, bazı çekincelerine rağmen Suudi Arabistan’ın da bu ülkelere katılması önemli bir gelişmedir. Aynı zamanda AKP/Ak Parti kongresinde Hamas liderinin “sen İslam aleminin liderisin” diye hitap ettiği R.Tayyip Erdoğan’ın “one-minute” benzeri söylemlerle İsrail’deki radikal yönetime yüklenmesi şartların giderek hangi yöne değiştiğinin bir göstergesi olarak okunabilir. Ayrıca terör devleti İsrail’in bu saldırıyla başlayacak süreçte yeni şartlara uyumu hızlandıracak gelişmelere gebe olması ve bunu sağlayacak iç ve dış baskılara maruz kalması söz konusu olabilir… “Model ülke” Türkiye’nin değişim yanlısı küresel güçlerle birlikte, en azından onların temel politikalarıyla çatışmayan bir eksende hareket ettiği bilinmektedir. Misyonu gereği Türkiye’nin bölgedeki etkisinin artması ve bunun doğal olarak Filistin’deki gelişmelere de yansıması kaçınılmazdır. Ama R.Tayyip Erdoğan’ın Mısır’da yaptığı konuşmadaki tepkisinin dozajında hiç şüphesiz yetiştiği kültürün ve hassasiyetlerinin etkisini görmek gerekirse de bu yaklaşım ancak Erdoğan’ın ve yeni Türkiye’nin misyonu, hangi ideolojik eksende hareket ettiği, hangi kavramları yücelttiği gerçekliğiyle birlikte değerlendirildiğinde doğru yere oturtulabilir. Aksi takdirde yeni Türkiye’nin misyonu ve bunun gereğini yapan birinin söylemleri reel şartların aldatıcılığında insanımızı yanıltabilir. Zira “bu cadde çıkmaz sokak”tır. AKP ve yeni Türkiye’nin ideolojik kodları ve bu çizginin tüm Müslümanları nereye sürüklemek istediği doğru okunmalıdır. Her şeye rağmen, hangi niyetle ve maksatla yapılırsa yapılsın Filistin konusuna ilginin artması ve yürekleri ferahlatacak söylemlerin gündeme gelmesi önemsenmelidir. Özellikle de bir açık hava hapishanesinde yaşayan Gazze’deki mazlumlar açısından… Ancak bu yapılırken hangi dengelerin, hangi yönelimlerin ve hangi mutaba- Ak parti ve benzer organizasyonların “iki yüzlü” (Jonus yüzlü; hem doğuyu hem de batıyı memnun edebilen) ideolojik kodlarının hala ıskalandığı bir vasatta Müslümanlar olarak ciddi sorunlarımız vardır. Ve Müslümanların/kendini islâm ile tanımlayanların, itikadda ve siyasi duruşta net olmamaları en önemli sorunlarımızdandır… $KPHW.HVJLQ6WDU.DVÕP 12 [email protected] Kavram DAVRANIŞLARIMIZ VE BOZUKLUKLAR* d avranışlar kaynağını düşünceden aldıklarına göre, düşüncede bir insicam (tutarlılık) sağlanmadan davranışlarda bu bütünlüğe ulaşmak mümkün olamayacaktır. Düşüncenin esasını iyi (gereği gibi) kavramak, ona dayalı ikinci derecedeki düşüncelerin de esas düşünceye uygunluğunu sağlamada vazgeçilmez bir zorunluluktur. Davranışlar düşüncenin iş (amel) haline dönüşmüş şeklidir bildiğimiz gibi. Davranış haline gelmeden önce onlar düşünce olarak insanlarda bulunmaktadır. Düşüncelerin ise kökende belirli bir dünya görüşünden üreyen düşünceler olması, düşünceler arasındaki bütünlüğü, aynı kökten oluşu sağlayan temel faktördür. Böyle olması halinde düşüncelerin aynı cinsten, aynı esas düşünceden kaynaklanan düşünceler olması sağlanmış ve tabiidir ki bu düşüncelerin birbirleriyle uyumu da sağlanmış olur. Hayatın her alanına ait düşünceler esas düşünceye nispetle ikinci derecededir. Bu ikinci derecede oluş önemsizliğe değil, belki esas düşünceye uygunlukları ya da ters düşmeleri halinde ortaya çıkaracakları sonuçlar açısından birinci derecede önemi haiz oluşa işaret etmektedir. Tıpkı uzuvların aslı teşkil eden bedene uygunluğu gibi bir uygunluktan söz ediyoruz. Nasıl ki böbrekten mideye, kalpten ciğerlere ve diğerlerine kadar bütün uzuvlar ait oldukları bedenin -örneğin insan bedeninin- özelliklerine uygun olmaları nispetinde verimli bir sonuç alınır ve esas olan(beden)la uyum sağlanırsa düşüncelerin de esas düşünceye uygun olması, bütünü tamamlayan ve ona hayat veren bir sonuç doğuracaktır. Davranışlar kaynağını düşünceden aldıklarına göre, düşüncede bir insicam (tutarlılık) sağlanmadan davranışlarda bu bütünlüğe ulaşmak mümkün olamayacaktır. Düşüncenin esasını iyi (gereği gibi) kavramak, ona dayalı ikinci derecedeki düşüncelerin de esas düşünceye uygunluğunu sağlamada vazgeçilmez bir zorunluluktur. Tali görünen düşüncelerin esas düşünceye aykırılığının ana sebebini esas düşüncenin gereğince anlaşılmamış bulunması teşkil eder. Esas düşünce gereğince kavrandıktan sonradır ki ona aykırı düşünce doğuşu azalacak ve her şeye rağmen çıkacaksa da asıl düşünce ile sağlaması yapıldığında çarpıklık hemen göze çarpacak ve düzeltilmesi kolaylaşacaktır. Bu ameliyenin kolay yapılabilmesi ve olumlu sonuçlar verebilmesi yine de esas düşüncenin gereğince kavranmış olmasıyla mümkündür. İnsan davranışlarındaki uyumluluk esas düşüncenin gereğince kavranmasına bağlıdır demiş ve tersliklerin tespitinin de buna bağlı olduğunu belirtmiştik. Şimdi İslâm Dünya Görüşü’nü esasta kabul etmiş eşyanın gerçeğine ve insanın fıtratına uygunluğu konusunda emin olmuş bulunan bir müslümanın davranışları üzerinde durmak ve İslâm akidesi (esas dünya görüşü)’ne uygunluğu veya ayrılığını incelemek istiyoruz. Kabul edilir ki öncelikle yapılacak şey İslâm Akidesinin ortaya koyduğu temel düşünceleri, değer yargılarını anlaşılır şekilde ve tümüyle ortaya koyabilmek gerekmektedir. Ölçü ne nispette tanınır ve bilinirse ölçüye uyup uymama da o nispette kolay tanınabilir; uyum veya uyumsuzluk o nispette kolay tespit olunur. İslâm’ın ortaya koyduğu en büyük ve anlaşılır gerçek odur ki Yaratan bir (tek) Allah vardır. Her şeyi O yaratmıştır. Kimseye ihtiyacı yoktur. Eşi ve yardımcısı da bulunmamaktadır. Kendine 13 İktibas M üslüman içinde bulunduğu ortam ne olursa olsun, hangi şartlar içinde bulunursa bulunsun kulluğunun sonucu olan Allah’ı razı etme emeline kendisini götürücü işleri yapmak zorundadır. İyi halinde, kötü halinde, neş’eli veya kederli halinde, ferah veya sıkıntılı zamanında insanlarla ilişkilerinde, komşu hukukundan, devlet hukukuna her tür ilişkisinde mutlaka bu sonucu gözetmek zorundadır. 14 Kavram has vasıf (sıfat)’ları vardır. Kudreti öylesine sonsuzdur, öylesine kâdirdir ki O’nun dışındakilerin kudretlerinin toplamını O’nun kudretine katsanız bir şey katmış olmazsınız O’nun kudretine. Her şeyi bilen ve yerli yerince yaratan da O’dur. O’nun yaratıcılığı yoktan var etmedir; O “Ol! der” ve olur her şey. Yarattıklarına bir takım özellikler vermiş ve yaratılanlar bu özellikleriyle işlevlerini sürdürmektedirler. Buna eşyanın tabiâtı veya sünnetullah diyoruz. Kendisinden önce bulunmadığı gibi, sonra da kimse veya hiçbir şey olmayacak, her şey varlığını Kendisine borçlu bulunacaktır. Kimseye hesap vermesi söz konusu bulunmadığından dilediği gibi tasarrufta bulunmakta, dilediğini yaratmış bulunmaktadır. İnsanı da yaratan O’dur. Ona aklı veren ve diğer yarattıklarından üstün ve farklı kılan da Kendisi’dir. Niçin yarattığını da açıklayan yine O’dur ve “İnsi (İnsanı) ve Cinni (Cinleri) bize kulluk etsinler diye yaratan Allah’tır” buyuran da yine kendisidir. emrini dinlediğinin rızasına ve cennete kavuşacak, dinlemez ve hevasına uyarsa Rabbi ondan razı olmayacak ve cehenneme konulacaktır. Ölümden sonraki hayat önceki gibi süreli (geçici) olmayıp ebedidir. Yukarıda belki pek özet halde vermeye çalıştığımız İslâm akidesi (Esas düşüncesi)’ne sahip bulunduğunu bildiğimiz bir kimsenin davranışları bu açıklanan esaslara dayanacak, ondan kaynaklanacaktır. Her ne yaparsa Kulluk etmekle mükellef bulunduğunun rızasını kazanmak için yapacaktır. Men ettiklerinden uzak dururken de, emrettiklerini yaparken de aynı amacın gerçekleştiricisi olacaktır. İnanırken de, amel ederken de Kulu bulunduğunu razı etmek kendisi için belirtilen amaçtır ve bu amacı gerçekleştirmekle yükümlüdür. Gazabından kaçmak ile rızasına talip olmak birbirini tamamlayan tek bir amacın belki iki yüzüdür: Kulluk gerçeğinin iki yüzü... Kendisi’ne nasıl kulluk edilmesi gerektiğini de taa başından beri insanların içinden seçerek gönderdiği Peygamberleri vasıtasıyla duyuran da yine O’dur. Adem (a.s.) ile başlayıp Muhammed (s.a.) ile son bulduğu bildirilen peygamberlerin tümü O’na kulluk edilmesi talimatıyla gönderilen İslâm Peygamberleridir. Müslüman içinde bulunduğu ortam ne olursa olsun, hangi şartlar içinde bulunursa bulunsun kulluğunun sonucu olan Allah’ı razı etme emeline kendisini götürücü işleri yapmak zorundadır. İyi halinde, kötü halinde, neş’eli veya kederli halinde, ferah veya sıkıntılı zamanında insanlarla ilişkilerinde, komşu hukukundan, devlet hukukuna her tür ilişkisinde mutlaka bu sonucu gözetmek zorundadır. Ezcümle insan Allah’ın kuludur. O’nun talimâtına teslim olmak (İslâm olmak)’la yükümlüdür. Kendisine bu dünyadaki ömrü kadar süre (mehil) verilen insan gösterilen kulluk yolu’nda yürürse vasıl olacağı sonuç Aynı hedeften, hem küfür hükümleri altında yaşıyorken ve hem de Dâr-ı İslâm’da yaşıyorken şaşmamak zorundadır. Zira sevap her zaman ve ortamda kazanılır ve kazanılmasına muhtacızdır. Dâr-ı Harbten Dar-üs- Kavram Sulh’a, Dâr-ül Küfr’den Dâr-ül Ridde’ye kadar her ortamda bir müslüman Allah’ın kuludur ve bunu unutmamak durumundadır. Kendisine hangi şartlarda hangi konularda ne türden izin verildiği ise yine Şârî tarafından bildirilmiştir. İzinli olduğu zaman da kendisine izin verenin verdiği kadar ve izni verilen yerde kullanmak durumundadır.. Örneğin seferiliğin dışında namazları kasredemez. Harbediyor olsa bile harbetmeyen düşman tarafın çoluk-çocuğunu öldüremez. Ekinlerini, ağaçlarını yakamaz. Zira düşmana karşı iken de Allah’ın kuludur ve bunu unutmamak durumundadır. Fiili mukatele hali ilan edilen Dâr-ı Harb’te dahi neleri yapabileceği, diğer bir tabirle hangi işleri yapmaya izin verildiği belirlidir. Dâr-ı İslâm’ın harb haline son vermesi halinde bu izinler kaldırılır ve asıl avdet eder. Müslümanın bütün hayatını yaşadığı şartlar ne olursa olsun şaşmaması gereken bir gerçek, bir düstur vardır ki o da mutlaka Rabbini razı etmedir. Bu düşünceden, düşünce planında vazgeçemeyeceği gibi, amel planında da vazgeçemez. Zira Allah rızası, Allah’ı razı etme düşüncesi ile bu düşünceyi gerçekleştirecek davranıştan, bu iki unsurdan oluşabilmektedir. Yalnız başına Allah’ı razı etme düşüncesi (niyeti) bu sonucu doğurmaya kâfi gelmediği gibi, O’nu razı edecek nitelikli bir davranış da Allah’ı razı etme niyeti taşımaksızın yapılması halinde yine bu sonucu hasıl etmeyecektir. Allah’a şirk koşan Hıristiyanların ‘Anti alkolizm’ (alkol aleyhtarlığı) düşünce ve bu düşünceye uygun davranışlarının kendilerine hiçbir rıza kazandırmadığı İktibas gibi... Zira Allah Kendisine, razı olacak şekilde inanmayanların amellerinin boşa gideceğini söylemektedir. Hıristiyan ve Yahudilerin ise Kur’an’da, Allah’a ortak koşanlar olarak tanımlandığını görmekteyiz. Allah’ın razı olacağı amelleri Kur’an’da açıklaması, Resulullah’ın da bunları anlaşılır şekilde sözle veya davranışlarıyla uygulamasını yapması ile görmekteyiz ki esası itibariyle ve hatta yer yer füruu bakımından nelerin O’nu razı edeceği ya da etmeyeceği açıkça belirlenmiştir. Bunları öğrenmek ve gereğince davranmaktır yapılacak olan. Öylesine açıklıkla bilmek gerekir ki ‘hevamız’dan söylemeyenlerden, hareket etmeyenlerden olalım. Allah’ı razı edecek düşünce ve davranışlarla kendimizi ne kadar doldurur isek, o nispette kendimizde bir boşluk bırakmamış olacağız ve bırakmadığımız boşluğa da İslâm dışı düşünce ve davranışlar giremeyecek, davranışlar olarak bizlerden sâdır olamayacaktır. Buna meydan bırakmamak gerekmektedir. İslâm olmaktan amacın kendisinde belirdiği bir kafa, ona ters düşen şeyler karşısında mutlaka rahatsız olacaktır. Rahatsızlığını giderici kontrolden geçirecek kendini ve nefsindeki yabancılığı değiştirecektir İslâm’dan olanla. Nefislerindekini değiştirmek Allah’ın razı olduğundan razı olmak, razı olmadığından olmamak demektir. Bir nefis ki herhangi bir konuda taşıdığı ile Allah’ı razı etmemektedir bu taktirde bu halini değiştirmek durumundadır. Tabiidir ki Allah’ı razı etmeyeni razı edenle değiştirecektir. Kâfir de olsalar yanımızda yaşlanan anne ve ba- M üslümanın bütün hayatını yaşadığı şartlar ne olursa olsun şaşmaması gereken bir gerçek, bir düstur vardır ki o da mutlaka Rabbini razı etmedir. Bu düşünceden, düşünce planında vazgeçemeyeceği gibi, amel planında da vazgeçemez. Zira Allah rızası, Allah’ı razı etme düşüncesi ile bu düşünceyi gerçekleştirecek davranıştan, bu iki unsurdan oluşabilmektedir. 15 İktibas M üslüman Tevhid akidesinin gereğince düşünmeli ve davranmalıdır. Bütün düşünce ve davranışlarında bu bütünlüğü gerçekleştirmeye, bu bütünlüğe ulaşmaya çaba sarfetmelidir. Bu süreç bir ömür boyu sürecektir. Ve her günü geçirdiği, geride bıraktığı diğer gününden daha temizlenmiş, daha arınmış olmakla kazançta olabilecektir. 16 Kavram balarımıza “Öf!..” bile demeden onları hoş tutmamız gerektiğini biliyoruz. ve davranışlar mutlaka üzerine gidilmesi, değiştirilmesi gereken düşünce ve davranışlardır. Yalnızca Allah’a ortak koşma tekliflerini savsaklama, güzel bir şekilde kabul etmemenin dışında onları incitmemenin gereğine işaret eden âyetin talimâtı ile bizim nefsimizdeki farklı ise ve yanımızda yaşlananların hemen her şeyine kafa tutuyor, ukalalık ediyor ve onları üzüyorsak işte bu hal bizdeki değişmesi gereken haldir. Zira Allah’ın hoşuna ebeveyni hoş tutmak, onlara merhametle hareket etmek gidiyorken bizim hoşumuza onlara her şeyde karşı koymak gidiyorsa nefsimizde değiştirilmesi gereken bir şey var demektir. Bu ve benzeri çarpıklıklar insanın kendine yabancılaşması demektir. Müslümanın bu yabancılaşmadan kısa zamanda kurtulması gerekmektedir. Bu kurtuluşu sağlayan mekanizma ‘tevbe’ müessesesidir; işlenilen günahtan dolayı Allah’tan af dileme ve aynı cins günahı bir daha tekrar etmeme, şeklinde açıklanabilir bu müessese... Müslüman yalnızca İslâm’dan etkilenen, esinlenen insandır. İslâm ise Allah’ın kanunları olan Kur’an’dır. Uygulamasını ise Resulullah’ın söz ve hareketlerinde açıklayıcılık olarak buluyoruz. Kanunlara nispetle yönetmelikler gibidir Resulullah’ın sünneti... Kanunların hilafsız uygulanmasını sağlayan açıklamalar. Müslümanın bütün düşünceleri taşıdığı İslâm akidesinin ürünü olmak lazım gelirken, bütün davranışları da kezâ bu akidenin esprisi (ruhu)ne uygun düşmelidir. Bütün düşüncesi aynı cinsten olmak lazım gelirken, bütün davranışları da aynı cinsten olmak gerekir. Bütün düşünce ve davranışlar İslâm’dan kaynaklandığı nispette, birbirleriyle de uyum içinde ve birbirlerinin cinsinden olacaktır tabii olarak... Hangi konuda bir düşüncesi veya tavrı varsa bunlar Allah’ı razı etme hedefine yönelmiş düşünce ve davranışlar olma özelliğini taşıyacaklardır. Bu bütünlüğe aykırı düşen düşünce Müslüman Tevhid akidesinin gereğince düşünmeli ve davranmalıdır. Bütün düşünce ve davranışlarında bu bütünlüğü gerçekleştirmeye, bu bütünlüğe ulaşmaya çaba sarfetmelidir. Bu süreç bir ömür boyu sürecektir. Ve her günü geçirdiği, geride bıraktığı diğer gününden daha temizlenmiş, daha arınmış olmakla kazançta olabilecektir. Bir havuzdaki suyun, içine akıp duran temiz su vasıtasıyla devamlı arınmaya tabi bulunduğu gibi kendi havuzuna devamlı temiz İslâm suyu akıtıp duranlar bu arınmaya ulaşacak, her yeni anı, geçirdiği andan daha arınmış olacaktır. Arınmış müslüman elbette Allah’ın rızası istikametinde düşünen ve hareket eden müslümandır. Resulullah (s .a.) Allah tarafından bizler (ümmeti) için ‘Usvet’ül Hasene-Güzel bir örnek’ olarak gösterilmiştir. Biz Peygamberimizin hemen her konudaki hareketleriyle kendimizinkileri karşılaştırdığımızda aleyhimize bir durum görmekteyiz. Onun güzel davranışlarının yerini bizlerde çirkin hareketler almış durumdadır. O, Allah’ın kitabını ahlak edinir, böylece Allah’ı razı edeceğini bilirken, bizler çoğu kez hevamızdan, Kavram karşımızdakinin bozuk davranışına tepkilerden, içinde yaşadığımız topluma hakim olan İslâm’a esastan karşı hareketlerden etkilenmekte ve kimi zaman da sosyalist kökenli davranışları kirlilikler olarak üzerimizde bulundurmaktayız. Müslümanız dediğimiz halde bizlerde görülen bu çarpıklıklar elbette ki bozukluklar olarak karşımızda durmaktadır ve kişiliklerimizin değerini büyük çapta düşüren defolardır. Biz burada bilhassa radikal-köktenci düşünen ve tavır koymak isteyen müslümanların davranış bozukluklarından bahsetmek istiyoruz. Bunlar akide olarak ‘Tevhid’ üzerindedirler genellikle. Lâkin tevhide gölge düşüren ahval görülmektedir kendilerinde çoğu kez. Müslümanın bilmesi ve şaşmaması gerekmektedir ki “Kimsenin malı kimseye rızası hilafına Mübah olmaz” kaidesi İslâm’ın koyduğu bir kaidedir. Bu kaide asıldır. Ve yalnızca bu asıl geçerlidir. Ne var ki bunun bazı istisnaları vardır. Mesela fiili mukatele (harb) halinde yani İslâm Devletinin kendisine harb ilan ettiği devletin (Dâr-ı Harb) malı müharib müslümanlara, bu malların sahiplerinin rızalarına rağmen mübah olur. Bu mübah oluş yalnızca mukatele (savaş)’nin devam ettiği sürece geçerlidir. Devlet teslim olduğu, şahıs müslüman olduğu veya sulh anlaşması imzalandığı andan itibaren bu ibâhe sona erer ve tahrim yine hükmünü sürdürmeye başlar. Bu hükümler Dâr-ül-Ridde için de geçerlidir ki Dâr-ül Ridde de zaten İslâm iken İslâm otoritesine karşı çıkmaları sebebiyle kendilerine harb ilân edilen (bilvesile Dâr- İktibas ül Harb olan) beldeye verilen isimdir. Dâr’ül Küfr, Dâr’üs-Sulh’da ise yukarıda anlatılan mübâh oluş yoktur. Nitekim Resulullah (s.a.) Mekke’de bulunduğu sürece Mekke Dâr’ül Küfr idi. On üç yıl civarındaki bu zaman zarfında orada ne kendisi ne de müslümanlar içinde yaşadıkları toplumun mallarına da, canlarına da herhangi bir zarar vermediler. Müşrikler ve yönetimleri müslümanların üzerinde her akıllarına geleni yaptıkları halde müslümanlar bunlara mukabelede bile bulunmuyorlardı. Hatta Resulullah’a gelip “Ya Resulallah! Onlar bize sırf Allah’a inandığımız için şöyle, şöyle yapıyorlar eziyet ediyorlar, hakaret ediyorlar.. Müsaade ediniz de biz de onlara karşı mukabelede bulunalım” diyen Mekkeli müslümanlara Resulullah istekleri istikametinde bir cevap vermiyor ve “Allah’ın yardımı yakındır, sabrediniz!” diyordu. Daha da ileri giderek gördükleri eziyetten bizâr olan müslümanlar yine Ona başvurarak “Ya Resulallah! Allah’ın nusreti yakındır, sabrediniz diyorsunuz. Biz sıkıntılara tahammül edemiyoruz, o yardım ne zaman gelecek?” diye sızlanıyorlardı. Bu durum karşısında Allahu Teâlâ onlara “Yoksa siz, sözden önce gelip-geçmiş kavimlerin başlarına gelenler sizin başınıza da gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?...” (2 Bakara 214) buyuruyor ve içinde yaşadıkları toplumdan, düzenden ve fertlerden gördükleri eziyetlerden etkilenerek buna tepki mahiyetinde karşılık vermek istemelerinin esastan karşısına çıkılıyor ve sabr tavsiye ediliyor. Gördüklerinin Sünnetullah gereği ol- M üslümanız dediğimiz halde bizlerde görülen çarpıklıklar elbette ki bozukluklar olarak karşımızda durmaktadır ve kişiliklerimizin değerini büyük çapta düşüren defolardır. Biz burada bilhassa radikalköktenci düşünen ve tavır koymak isteyen müslümanların davranış bozukluklarından bahsetmek istiyoruz. 17 İktibas Kavram duğu vurgulanıyor ve Allah için tahammül etmeleri gerektiği bildiriliyor ve gördükleri zulüm cinsinden tepki göstermelerine cevaz verilmiyordu. İslâm Tarihi ve Hukuku konuya açıklık getiren olaylar ve hükümlerle doludur. T eslimiyet tabiatı gereği bütünlük arzeder. İslâm olma, yani Allah’a, O’nun hükümlerine teslim olma da yine Kur’an’da zikredildiği üzere bu bütünlüğü içinde bulunduran bir mahiyet taşımaktadır. Namazı O’nun dediği için kılıp da orucu başkasının dediği gibi tutmak elbette bütünlük taşımayan bir teslimiyettir. Evet, gerçekten müslüman yalnızca Allah’ı razı etmeyi düşünmeli ve bunu gerçekleştirmeye çalışmalıdır. Bu düşünce onun hayatının tümünü kapsamalı, en küçük bir işteki davranışından en önemli tavırlarına kadar bütün hayatını kapsamına almalıdır. Böylece tam bir teslimiyet (İslâm olma) söz konusu olacaktır ki Allah da kulundan bunu istemektedir. Zira teslimiyet tabiatı gereği bütünlük arzeder. İslâm olma, yani Allah’a, O’nun hükümlerine teslim olma da yine Kur’an’da zikredildiği üzere bu bütünlüğü içinde bulunduran bir mahiyet taşımaktadır. Namazı O’nun dediği için kılıp da orucu başkasının dediği gibi tutmak elbette bütünlük taşımayan bir teslimiyettir. Kısmi, mevzii teslimiyet İslâm olan için söz konusu olamaz. Zira Rabbimiz “Biz insi (insanları) ve cinni (cinleri) bana kulluk etsinler için yarattık” (51 Zariyat 56) buyurmaktadır. Kulluk kapsamlı bir deyimdir ve kapsamına Kulun düşünce-davranışlarının tümünü alıcı bir özellik taşımaktadır. Kendi içinde bütünlüğe sahip olmayan bir fikir (en geniş anlamıyla dünya görüşü) yarımdır. Bıraktığı boşluk çelişkilerle dolar. Bu itibarla yanlış veya doğru her ideolojide bir bütünlük bulunur. İslâm, ikmal edilmiş (Ekmeltü lekum, dinekum...) bir din, bir ideoloji olduğuna göre onda elbette insicamlı bir 18 bütünlüğün bulunması da söz konusudur. Bütünlükten koptuğunuz, bütüne ait bir cüz’den ayrıldığınız zaman ister istemez çelişkiye düşersiniz. Temelde, esasta kabullendiğiniz ve bütününe teslim olduğunuzu söylediğinizin bilahare bir kısmına mümanaat etmiş, karşı çıkmış olursunuz. Bir diğer ve pek açık bir ifade ile Allah’a karşı “söylediklerinin bir kısmına itibar ediyor, diğer bir kısmına ise itibar etmiyorum” demiş olursunuz ki bu durumunuz ister istemez O’nu eleştirmek, itibar etmediğiniz hususta O’nda yanlış bulmak, yanıldığını, en azından o konuda kendiniz O’ndan daha isabetli görüş ve davranış sahibi bulunduğunuzu iddia etmiş olursunuz ki bu O’na teslim olmanın esasına ters düşen, kendinizle de teslim olmanızla da ters düşen bir vakıadır. Ahdinize ters düşmek, ahdinizi bozmak durumuna düşersiniz. Böyle bir durum ise elbette karşınıza bir problem çıkaracaktır ve teslimiyetinizin esasından şüpheniz olduğunu düşündürtecektir. Tecdid-i İman müessesesi burada hatırlanmalıdır. Ki sahabenin, kendi yanlışları karşısında Resulullah (s.a.)’a giderek yeniden itaatlarını tazelemek, biâtlarını pekiştirmek talebinde bulunmalarına şahit olmaktayız zaman zaman... Evet irili ufaklı birçok örnekleriyle örneklendirebileceğimiz davranışlarımızın bozuklukları bizleri Allah’ın razı olacağı kulları eylemekten alıkoyucudur. Herkes kendi nefsini bir gözden geçirdiğinde rahatlıkla bu çelişkilere rastlayacaktır irili ufaklı... Bozuklukların kökenini araştırdığında ise, çoğu kez bunların kendilerinin gördüğü Kavram muameleye karşı bir tepki olarak doğduğunu ve beğenmediği o muamelelerin benzerinin kendisinde, karşısındakine karşı teşekkül etmiş bir tepki olduğunu görecektir. Kaldı ki müslümanda her ne ki teşekkül ederse cümlesinin Allah’ın Kitabı ve Resulünün onu en iyi açıklayan ve uygulayan Sünnetinden esinlenmesi kaynaklanması gerektiği bir İslâmi gerçektir. Bu gerçeğin ışığında davranışlarımızı kontrol etmemiz halinde hem bozukluklar rahatlıkla göz önüne gelecek, bunların teşhisi kolaylaşacak hem de onları düzeltmek mümkün hale gelecektir. Bunu yapabilen ise Allah’ı razı edecektir. Biz burada bozuk davranışların cinslerinden bazı, belki de pek az örnekler verdik. Çoğaltmak elbette mümkündür bunları. Lakin teker teker bozuk davranışları sıralamak yerine, bozuk davranışların neden kaynaklandığını gereğince tesbit etmek, isabetle yapılan teşhisten sonra da esas itibariyle neden esinlenmemiz, kaynaklanmamız gerektiği hususunu her hal ve kârda unutmamak, davranışlarımızın düşünceden fiil haline gelmesinden önce İslâmı’n koyduğu esaslarla sağlamasını yapmak, tutuyorsa fiile intikal ettirmek, tutmuyorsa tutar hâle getirmek zorundayız. Böyle yapmamız, yapabilmemiz bu esası gözden ırak tutmamamız halindedir ki her geçen günümüz bir öncekinden Allah rızasına daha yakın bir mesafeye gelmiş olacak, kendimiz için de, Allah için de bir uyum içinde hareket etmiş olacağız. İslâm’ı kerih (kötü) göstermeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Zira böyle bir hak yoktur. Hele Allah’ın dinini küçük düşürücü, İktibas onu insanların nezdinde kötü imaj bırakıcı uygulayıcıları olmak müslüman olmakla esasta çelişen bir haldir. Özellikle müslümandan sâdır olmaması gereken bir hâl.. Olsa olsa münafığın tavrıdır böyle tavırlar ki onun da tesbit ve teşhisi pek az bir zaman içinde hemen açığa çıkıverir ve sahibini hem insanların, hem de Allah’ın nezdinde rezil rüsvay eder. Müslümanım deyip duranların gerçekten müslüman olmak zorunlulukları vardır, bu unutulmamalıdır. Zira İslâm ya kaynaklarından, ya da müslüman olduklarını söyleyenlerin söz ve tavırlarına bakılarak tanınmaktadır. Bilindiği gibi çoğu kez de (hatta Müslümanım diyenler bile) kaynaklardan ziyade müslümanım diyen ve öyle bilinenlerden İslâm’ı tanımaya başlamaktadırlar. Beğenmesek de gerçek (vakıa) budur. Böyle olunca da bilhassa müslümanım diyenlerin hallerine, hareketlerine çok özen göstermeleri, İslâm ile uyum içinde bulunmaları, çelişkiye düşmemeleri, İslâm olduklarını tekzib (yalanlayıcı) edici olmamaları, görünmemeleri gerekmektedir. Kasdıniz ne kadar iyi olursa olsun, niyyetiniz ne nispette halisâne olursa olsun hareketleriniz kerih olursa, niyyetinizin iyiliğini yok eder, götürür. Zaten niyyet deruni, gizli bir şeydir ve mücerret anlamda iyi veya kötülüğünü tesbit hayli müşkildir. B ozuk davranışların neden kaynaklandığını gereğince tesbit etmek, isabetle yapılan teşhisten sonra da esas itibariyle neden esinlenmemiz, kaynaklanmamız gerektiği hususunu her hal ve kârda unutmamak, davranışlarımızın düşünceden fiil haline gelmesinden önce İslâm’ın koyduğu esaslarla sağlamasını yapmak, tutuyorsa fiile intikal ettirmek, tutmuyorsa tutar hâle getirmek zorundayız. Niyetin iyi veya kötü olduğunu ister istemez niyetin tezahürü (eseri) olarak ortaya konulan davranışın iyi veya kötülüğü belirleyecektir. Davranışlarınız Allah’ı razı edici mahiyette ise ve böyle tezahür ediyorsa niyyet de iyidir. Zira Allah’ı razı edici davranışların müslümandan sâdır olanı elbette Allah’ı razı etmek 19 İktibas Kavram niyetiyle yapılmış olacağından ve Allah’ı razı etmek niyetinin de şaşmaz bir iyilik ölçüsü oluşundan bu böyledir. H ülasa olarak demek istiyoruz ki müslümanlar tavırlarını mutlaka ve her gün gözden geçirmelidirler. Bunların İslâm ile uyum halinde olmalarının sağlamalarını yapmalıdırlar. Çelişik görünenleri kontrol etmeli ve yanlışlarını tashih etmelidirler. Böyle yapanlar felaha (kurtuluşa) ereceklerdir. Rabbimiz böyle buyurmaktadır. 20 Her halde müslüman bütün davranışlarını Allah’ı razı edici ölçüyü gerçekleştirici sonuç alacak şekilde ayarlamak zorundadır. Bu sonucun gerçekleşmesi iki şeyin varlığına, bulunmasına gerek duyurur. Birincisi niyyetin Allah için (Allah’ı razı etmek için) olması, ikincisi ise davranışın tealluk ettiği konuda Allah’ın belirlediği ya özel veya genel ölçülere uygun düşmesidir. Ki Resulullahda bu davranışların ya doğrudan veya dolaylı (esası itibariyle) bir örneğine rastlamak mümkündür. Rastlanılmamış olması halinde ise genel esasların çizdiği daire içinde kalmak suretiyle davranışta bulunmakla sonuç gerçekleştirilmiş olacaktır. Bunun için de Kur’an çokça okunan, anlaşılmaya çalışılan bir Kitab olmalı, Resulullah’ın sünneti de sahihi, sahih olmayanından ayırılabilecek şekilde incelenmeli ve vakıf olunmaya çalışılmalıdır. Sünnetin sahihi derken bize gelen rivayetlerin sıhhatinden söz ediyoruz. Resulullah’ın yaptıklarının sahih olmayanları bulunduğundan değil... Zira Resuller yanlış yapmamalıdırlar, insan olarak yaparlarsa da Allah Resullerin yanlışlarını ibka etmez. Zira insanlar Allah’ın dinini O’nun Resulunden öğreneceklerdir. O da doğrusunu bilmezse, yapmamış olursa kıyamet günü sorgulama ve muhakemede tebliğ edilememiş veya yanlış tebliğ edilmiş bir dinden sorgu söz konusu olacak demektir ki, bu hal gerçeğe de akla da, İslâma da aykırıdır. Allah’ın dini ise bütün bu eksikliklerden müstağnidir. Öyle de olması gerekir ki Allah’a, Allah olmaya yaraşan da eksiksizliktir. Hem Zâtı ile ilgili, hem de kendisinden sâdır olanlarla ilgili velhasıl O’na izâfe edilen O’ndan sâdır olan şeylerde bir mükemmeliyet Zâtı ile, Zâtının sıfatları ile mütenasib olmalıdır ki öyledir de... Evet hülasa olarak demek istiyoruz ki müslümanlar tavırlarını mutlaka ve her gün gözden geçirmelidirler. Bunların İslâm ile uyum halinde olmalarının sağlamalarını yapmalıdırlar. Çelişik görünenleri kontrol etmeli ve yanlışlarını tashih etmelidirler. Böyle yapanlar felaha (kurtuluşa) ereceklerdir. Rabbimiz böyle buyurmaktadır. Diyoruz ki hevanızdan hareket etmeyiniz. Diyoruz ki size yapılanlardan etkilenmeyiniz. Muhatabınızdan etkilenmeyiniz. İçinde bulunduğunuz ortamda câri fikirlerden etkilenmeyiniz. Allah katındaki faturasını ödeyemezsiniz. Yalnızca O’nun Rızasını doğurucu esaslardan hareket ediniz, kaynaklanınız. Hem İslâm’ı, bilmeyenlere, sizde görerek öğreneceklere kötü tanıtmamış olacak, hem de Allah’ı razı etmiş olacaksınız. Böyle hareket edenler hem kendileri razı olacak, hem de Allah onlardan razı olacaktır. Her gün gözden geçiriniz kendinizi, düşüncelerinizi, tavırlarınızı... Göreceksiniz ilerleyen zaman içinde sizin de, Allah’ın da razı olacağınız yere daha da yaklaşmış olacaksınız. *İktibas, C. 5, S. 105-106, EylülEkim, 1985. Düşünce İKİLİ HAYATLAR YAŞAMAYA DEVAM EDEMEYİZ ATASOY MÜFTÜOĞLU G eçmişte yaşananüretilen her şeyi kutsallaştırdığımız için, eleştirel değerlendirmeler yapamıyor, böylece geçmişin şimdi de tutarlı bir biçimde temsilini sağlayamıyoruz. Çöküşün, yanılgılarımızın tarihini de anlamak için çaba harcayabilmeliyiz. Müslümanlar olarak tarihin akışını etkileyebilecek bir bilince, bu bilinci hayata geçirecek bir iradeye ihtiyacımız var. Bu bilinci mitolojik bir geçmiş anlayışı temelinde oluşturamayız. Mitolojik bir gelecek yaklaşımıyla da, sağlıklı bir gelecek yürüyüşü başlatamayız. Bir gelecek yürüyüşü, tayin edici, belirleyici, özgün İslami referanslarla başlatılabilir. Halen içerisinde bulunduğumuz düşünsel/kültürel muğlâklıklarla hesaplaşmadığımız takdirde, hiç bir alanda yol alamayacağımızı bilmek durumundayız. Düşünsel muğlâklıklar içerisinde bulunmak, gereği kadar bağımsız olmadığımız anlamı taşır. Demokratik, seküler, liberal söyleme dahil olmak suretiyle, İslami mücadeleye sırt çevirmiş, İslam’ı bir folklore indirgemiş oluruz. Demokrasi demek sayıların galibiyeti demektir. yapılandırılıyor. Hastalar da, öğrenciler de müşteri haline geliyor. İslami mücadele sahici bir dil, sahici bir kişilik, sahici bir kimlik sahibi olmayı gerektirir. Nerede olursa olsun büyük bir sürü’nün parçası olmak çok kolaydır. Sürü’nün bir parçası olmak demek, hiç bir şey olmak demektir. Yüzeysel bir dil’le, zamandışı mitolojik bir dille, evrensel bir dil oluşturulamayacağını öğrenebilmeliyiz. Yüzeylerle ilgilenmek, yüzeylerin arkasında bulunan etkenlere, müessirlere kayıtsız kalmakla sonuçlanıyor. Geçmişte yaşanan-üretilen her şeyi kutsallaştırdığımız için, eleştirel değerlendirmeler yapamıyor, böylece geçmişin şimdi de tutarlı bir biçimde temsilini sağlayamıyoruz. Çöküşün, yanılgılarımızın tarihini de anlamak için çaba harcayabilmeliyiz. Bugün, zihinsel bir kayıtsızlık ve aktif bir pasifizm içerisinde bulunuyoruz. İslami bütün içerisinde, çok ilkel kutuplaşmalar yaşanıyor. Ümmet bilinci ve ahlakı adına her tür kutuplaşmaya meydan okumamız gerekirken bu konuda sorumsuz davranıyoruz. Etnik asabiyet, mezhep/hizip asabiyeti, Teknik-bilimsel tanımlara indirgenen bir dünya, doğayı bir nesne olarak görüyor, teknoloji için kaynak olarak değerlendiriyor. Böyle bir dünyada insan bireylerin de yalnızca verimli olup olmadıklarıyla ilgileniliyor, ahlaklı ya da nitelikli olup olmadıklarıyla değil. Bu nedenledir ki; günümüz toplumlarında kendileri için yaşayan amaçsız varoluşlar bir çığ gibi büyüyor. Hemen her toplumda neoliberal yaklaşımların bir sonucu olarak eğitim ve sağlık sistemleri piyasa mantığına göre düzenleniyor, Teknik-bilimsel dünyanın öngörülemeyen sonuçları, insanlığı dehşete düşürüyor. Tarih, askeri anlamda, askeri yöntemlerle/ baskılarla/tehditlerle şekillendiriliyor. Evangelist fundamentalizm “iyi”nin, “kötü”ye karşı ölümüne savaşını her durumda gündemde tutabiliyor. Bizler, Müslümanlar olarak bugünün gerçekliğini sorgulamak, bu gerçekliğe karşı koymak yerine bu gerçekliğe boyun eğiyoruz. Fiziksel/askeri şiddete/teröre maruz kalmak kadar rencide edici bir durum olamaz. Fiziksel gücün tahakküm için kullanılması, doğal olarak direnişe yol açacaktır. Maruz bırakıldığımız zulümlerin karşılıksız kalması, cezasız kalması çok daha büyük bir zulümdür. 21 İktibas danışma/dayanışma/kardeşlik ilkelerini imha ediyor. Mezhep karşıtlıklarının, insanları, insanlıktan çıkaracak kadar İslam’a/ Ümmete yabancılaştırması utanç verici bir durumdur. Toplumlarımız bünyesinde, iç savaş kadar yakıcı, yıkıcı, yok edici başka bir şey olamaz. İç savaşlar zihnimizi olduğu kadar ruhlarımızı/bedenlerimizi de yakıyor. Aklımızı, kalbimizi paramparça eden, bizi dilsiz/çaresiz bırakan bu dehşet verici gelişmeler karşısında İslami tercihlerimizi/ duruşumuzu radikal bir biçimde gözden geçirebilmeliyiz. Kendilerini yeryüzünde Allah’ın (c.c.) vekili olarak konumlandırmaları gerekenler, sıradan bir köy primitivizmine dönüştürülen din algısıyla çok yoğun bir şekilde hesaplaşabilmelidir. Bilinçdışı önyargılarla farklı yorum ve tercihleri yaftalamak çok bayağı bir kolaycılık ve düşüncesizliktir. Ümmet bünyesinde yaşadığımız ürküntü verici kopuşlar karşısında zihin ve ufuk açıcı entelektüel kadrolar seslerini ve etkinliklerini yükseltebilmelidir. Mutlak edilgenlik durumu sağlıklı, kabul edilebilir bir durum değildir. Bu kadroların, karşıt uçlar arasında etkileşim sağlayarak, yanıltıcı kategorileri etkisiz hale getirmeleri gerekir. Söylemek istediklerimizi her zaman açık seçik bir biçimde söylemeli, hiç bir gerekçeyle muğlaklığa, kaçamağa ihtiyaç duymamalıyız. Tayin edici bir düşünce ortamı, bağımsız/eleştirel bir çerçeve oluşturabilmeliyiz. Anlaşılmayan şeyler söyleyerek bir otorite oluşturmaya, bir marka haline gelmeye çalışmamalıyız. Düşüncelerimizin kamusallaşması, kamusal alanı etkilemesi konusunda yoğunlaşmalıyız. Aziz İslam; bizlere, hem Allah’a, hem 22 Düşünce kendimize, hem diğer insanlara/ varlıklara karşı, hayata ve tabiata karşı sorumlu olmayı, sorumlu davranmayı öğretir. Varoluşun, hayatın, toplumun, kültür ve medeniyetin maddi/manevi boyutları bir bütünlüğe sahip olmalıdır. Kolonyal düşüncenin zihinlerimiz üzerindeki ağır tahribatını; İslami kimliğimizi, referansları- K endilerini yeryüzünde Allah’ın (c.c.) vekili olarak konumlandırmaları gerekenler, sıradan bir köy primitivizmine dönüştürülen din algısıyla çok yoğun bir şekilde hesaplaşabilmelidir. Bilinçdışı önyargılarla farklı yorum ve tercihleri yaftalamak çok bayağı bir kolaycılık ve düşüncesizliktir. zorunlu kılar. Bir Müslüman’ın koşullar tarafından kurgulanması kabul edilemez. İslam toplumlarında yaşanan pek çok sorun anlaşılabilir, ancak ahlaki geri kalmışlık, düşünsel geri kalmışlık, kesinlikle mazur görülemez. Nerede olursak olalım, niteliğin hakkını vermek zorundayız. En korkunç diktatörlük “aynı” olanların, “farklı” olan üzerinde kurduğu baskıcı egemenliktir. Bu diktatörlük dünyada her şeyin kendisine ait olduğunu ve her şeyi kendisinin belirlemesi gerektiğine inanır. mızı, aidiyet ve meşruiyet kaynaklarımızı özgürleştirerek giderebiliriz, alternatif bir varoluşun mümkün olduğunu kanıtlayabiliriz. Toplumlarımızda askeri, siyasal, kültürel emperyalizm biçimlerine bir biçimde tepki gösterilirken, çok daha derinlerde ilerleyen, kök salan ontolojik emperyalizm karşısında hiç bir şey yapamıyoruz. Modern-seküler zamanlar boyunca “farklı”lar, her durumda, dünyaya/olaylara “aynı”ların ufkundan bakmak zorunda bırakılmıştır. Bu süreç, maalesef bugün de devam ediyor. Aklın ve bilincin olmadığı yerde herkese kolaylıkla hükmedebiliyor. Kendi inanç ve düşüncelerine nihai anlamda bağlı bulunmayanlar, inançları doğrultusunda bir irade oluşturamıyor. İslami çevrelerde propagandacı dil her şeyi yüzeyselleştiriyor, bayağılaştırıyor. Niteliğe dayalı İslami içeriğin yerini, büyüleyici propaganda aldığı için, dini söylem çok ucuz gözlemlerden, yorumlardan oluşuyor. Bu gözlem ve yorumlarla gündelik hayatın gerçekliğini aşmak mümkün olamıyor. Kendi gerçekliklerini kutsallaştıranlar, başka hiç bir çaba’ya etkinliğe ve ufka dönüp bakmıyor. Kuşatıcı İslami niteliklere sahip olmayanlar İslami kimliğe de sahip olamıyor. Bilinçli bir duruşa, tercihe sahip olmak, sürekli olarak, yeniden inşa çabası içerisinde olmayı, İslami umutlarımız içerisinde yaşadığımız tarihin, çağın gerçekliğine kayıtsız kalmamıza Düşünce neden olmamalı, gerçeklikle yüzleşmemizi engellememelidir. Umutlarımızın bir uyuşturucuya dönüşmemesi gerekir. Küresel medya düzeni zihinlerimizi, bilincimizi, ahlakımızı ve vicdanımızı yoksullaştırıyor. Neoliberal hayat tarzı, insanları, toplumları birbirlerine yabancılaştırıyor, güçsüzleştiriyor. Medya’ya maruz kalan, medyalaştırılan, şeyleştirilen topluluklar bilinç/muhalefet/sorgulama üretemiyor. Medya aracılığıyla aptallaştırılan topluluklardan sahici bir tavır sadır olmuyor. Ağır hasarlı hayatlar yaşıyoruz. Tüketimcilik, tüketim manyaklığı, haz manyaklığı, hayat tarzına dönüşüyor. İlkesizlikler insanları hiçliğe sürüklüyor. Neo-liberal akıl-mantık bütün toplumlarda, hayatın tüm alanlarına nüfuz ederek yapısal bir çürümeye neden oluyor. Neoliberal akıl-mantık sebebiyle herkes, her kurum kendisini bir şirket yönetir gibi yönetmeye çalışıyor. Nesne haline getirilen insanlar, kendi düşüncelerine ve hayatlarına sahip çıkamıyor. Bilgi ve enformasyon sermaye tarafından araçsallaştırılıyor. Hayatın her alanında ahlaki tutarlılık ve ahlaki bilinç sahibi olabilmemiz için, ahlaki sorgulamalar yapabilmeliyiz. Yeni ifade biçimleri, teknikleri, yol ve yöntemleri üretebilmeliyiz. Primitif bir geçmiş nostaljisi yerine, gerçek bir geçmiş algısı inşa etmeliyiz. Geçmişin gerçekliği ile, bugünün gerçekliği’nin birbirinden İktibas çok farklı olduğunu bilmek gerekir. Geçmiş eleştiriden muaf olamaz; her hangi bir mezhep, cemaat, alim, cemaat lideri de eleştiriden muaf olamazlar. Kendilerini vazgeçilemez bir referans kaynağı konumunda görenler, bu davranışlarıyla görüşlerini başkalarına dayatmış olurlar. İ nsanların hoşuna gidecek şeyler yazmaktan ve konuşmaktan vazgeçerek, söylenmeye değer olanı yazmaya ve konuşmaya çalışmalıyız. İslam toplumlarında yeni bir politik arayıştan, hareketlilikten söz edilebilir, ancak alternatif politik bir bilinçten söz edilemez. İkili hayatlar yaşamaya devam edemeyiz. Hayatın her alanında ahlaki tutarlılık ve ahlaki bilinç sahibi olabilmemiz için, ahlaki sorgulamalar yapabilmeliyiz. Yeni ifade biçimleri, teknikleri, yol ve yöntemleri üretebilmeliyiz. Primitif bir geçmiş nostaljisi yerine, gerçek bir geçmiş algısı inşa etmeliyiz. Önemli olan fikirlerin yeniliği değil, gerçekliğidir. Ütopyacı özlemler konusunda çok dikkatli olunmalıdır. Ortadoğu’da yaşanan isyanlar, ayaklanmalar ve gösterilerin çok sınırlı etkiler uyandırdığını kaydetmek gerekir. Bütün bu ayaklanmaların niceliği üzerinde değil, niteliği üzerinde durulmalıdır. Ayaklanmalardan, isyanlardan yeni ve özgün bir inşa çıkmıyor. Bu ayaklanmalar sırasında “devrim” fikrinin sorumsuzca bozulduğunu/tahrif edildiğini gördük. Devrimler kurucu bir söylem, kurucu fikirler, kadrolar ister. Devrimler paradigma değişikliklerini gerçekleştirmek üzere yapılır. Mağlup bir medeniyetin çocukları olduğumuz için, niceliksel de olsa, her hareketlilik bizlerde umut ürpertilerine neden oluyor. Ayaklanan, isyan eden, değişim talebinde bulunan kesimlerin nasıl bir dünya, nasıl bir düzen, nasıl bir toplum, nasıl bir siyaset istedikleri konusunda tutarlı hiç bir analiz yapılmıyor. İsyancıların, protestocuların, muhaliflerin alternatif bir sistem önerisi, vizyonu, projesi ve çalışması yok. Politik liderleri değiştirmek mümkün oluyorken, temel yapılar/yaklaşımlar değiştirilemiyor. İnsanların hoşuna gidecek şeyler yazmaktan ve konuşmaktan vazgeçerek, söylenmeye değer olanı yazmaya ve konuşmaya çalışmalıyız. İslam toplumlarında yeni bir politik arayıştan, hareketlilikten söz edilebilir, ancak alternatif politik bir bilinçten söz edilemez. İkili hayatlar yaşamaya devam edemeyiz. Birbirleriyle asla bağdaşmayan sadakat ve aidiyet biçimleriyle bütünleşemeyiz. 23 İktibas SÖYLEM VE EYLEM TUTARLILIĞI BÜNYAMİN ZERAN a llah bireylerin yapmayacağı şeyleri söylememeleri gerektiğini bundan dolayı hesaba çekileceğini söylüyor. Allah söz ile pratiğin uyumunu önemsiyor. Kitabı gereği gibi taşımayanlara (yaşamayanlara) “kitap yüklü eşekler” derken aynı zamanda kendilerine gönderilen vahyi yaşamayanlara ise hiçbir esas üzerinde olmadıklarını hatırlatmaktadır. 24 Düşünce Tarihi inşa edenler, toplumu dönüştürenler ne dediklerini bilenlerdir. “Ağzından çıkanı kulağı duymak” diye bir tabir kullanılır Anadolu’da. Eğer bir kimse ağzından çıkanı kulağı duymuyorsa o kimse makbul bir kimse değildir. Söylenilen her söz sorumluluk getirir. Boş konuşmaya alışmış ya da alıştırılmış bir toplum için ne dediğinin bir önemi yoktur. Önemli olan günü kurtaran konuşmalar yapmaktır. Toplumsal olarak nasıl bu hale geldik sorusunu kendimize sormamız gerekmektedir. Modern dünya hazların yaşanmasını ön plana çıkarır. Her şey insanın hazları içindir. Modernite bireyciliği ön plana çıkardığından toplumu ya da ümmeti merkeze almaz. Modernite Allah’a kulluğu da merkeze almaz. Çünkü kulluk diye tabiri dogma olarak tanımlar ve özgürlüğü kısıtlayan bir öge olarak görür. Dünyada tek gerçek vardır o da kendi nefsî tatminidir. Makyavel hazretleri Rönesans Avrupa’sında hükümdarı tanımlarken; her türlü yalanı söyleyebileceğini, sözünde durmayabileceğini, yaptığı anlaşmalara gerekirse sadık kalmayabileceğini belirtmişti. O dönemde bu sözler kral için söylenmiş olsa da modernite her bireyi kral ilan ettiğinden Makyavel hazretlerinin tanımı aynısıyla her insanın üzerine oturtulmuş oldu. Hiçbir sabitesi olmayan köksüz, ne dediği belli olmayan ve dayandığı hiçbir kutsalı olmayan yeni bir yaşam tarzıyla tanışmış oldu dünya. Bu öyle bir dünya oldu ki toplumsal ve ailesel her türlü bağlılık bir bir çözülmeye başladı. Vahiy ile moderniteyi birbirinden ayıran unsurlardan biri de bu noktaydı. Vahiy daha yolun başında Allah’a kulluk bilinciyle hareket ettiğinden tevhidi mer- keze almış ve Allah’ın dışında kişinin putlaştırdığı ne kadar ilahı varsa hepsini terk etmesi gerektiğini ona vazetmiş bir dindir. Allah’tan başka ilahın olmadığını söyleyebilmek ağzından çıkanı kulağın duyması demektir. Çünkü tevhid sözü İslam’a girişin sözüdür. İslam’a giriş ise kişinin bu sözü söylemeden önceki kötü olan tüm bağlılıklarını, bağımlılıklarını Allah adına terk etmesi demektir. Bu söz bir ahittir, Allah ile sözleşmedir. Tabii ki her sözleşmede olduğu gibi bu sözleşme de verilen söze sadık olmayı gerektirir ki taraflar sözleşme gereği vadedileni yapsın ve onun karşılığındaki ücretini de alabilsin. Allah bireylerin yapmayacağı şeyleri söylememeleri gerektiğini bundan dolayı hesaba çekileceğini söylüyor. Allah söz ile pratiğin uyumunu önemsiyor. Kitabı gereği gibi taşımayanlara (yaşamayanlara) “kitap yüklü eşekler” derken aynı zamanda kendilerine gönderilen vahyi yaşamayanlara ise hiçbir esas üzerinde olmadıklarını hatırlatmaktadır. Yalan söylemek büyük günahlar arasında sayıldığından insanın anını kurtaran sözler gerçeklikten uzak ve pratikten yoksun ise kınanmıştır. Kur’an’da müminlerin üzerine savaş yazılı bir surenin indirilmesini talep etmelerini dahi Allah’ın henüz müminlerin hem güç olarak hem de psikolojik olarak hazır olmamasından dolayı indirmediği hatta bunu ısrarla isteyen müminleri de uyardığı görülmektedir. Çünkü Allah’a verilen her söz sorumluluk gerektirir. Modernite Allah ile kul arasındaki bağlılıkları çözerek işe başladı. Eğer böyle yapmamış olsaydı istediği bir toplumu inşa etmesi de mümkün olmazdı. Çünkü burjuva topluluğu bir şeye bağlı olmayı sevmez. Sü- Düşünce rekli geleceği merkeze alırken geçmişi siler. Hiçbir geleneği yoktur, köksüzdür, sonradan görmedir. Eğer geçmiş bağlılıklarına dönecek olursa burjuva özelliğini kaybeder. Kendini değerli kılan tek şey edindiği servetidir. Onun için reform Avrupa’sında protestanlığı desteklemiş bir kiliseye bağlı olmayı ve bir cemaate bağlı olmayı reddetmiştir. Reformun sponsoru burjuvalar olmuştur. Bu sayede feodalizme galip gelmişlerdir. Aşiret toplulukları ya da ümmet olma bilinci içinde hareket edildiği sürece burjuvalar oluşamayacaktı. Ondan dolayıdır ki bireyci individüalist yaklaşım sanayi Avrupa’sında değer görmüştür ve yükselen değer haline gelmiştir. Modernite için insanın eşrefi mahlukat olabilmesi her türlü duygu ve düşüncenin önüne kendi benliğini geçirebilmesiyle mümkündür. Kısacası hazperest olmasıyla mümkündür. Ancak böylesi bir insan tüketim kölesi haline getirilebilir ve onun keyfi için üretilmiş malları satın alarak insan olmanın hazzına ulaşabilir. Böylelikle bir yandan burjuvanın cebi dolarken diğer yandan kendisinin de üstün insan olduğu duygusuna kapılır. Bir taşla iki kuş vurulmuş olur. Her iki kuşun etini yiyen maalesef burjuva olmuştur. Bireye ise tüketen hayvan olmaktan öte bir unvan kalmamıştır. İslam ümmet olma bilinciyle bir hedef doğrultusunda vahyin çizdiği ölçülerle kardeşler olmayı salık verir. İslam geniş ve güçlü bir aile olmayı hedefler. Bu aile gücünü bugünün dünyasında belirlenen kriterlere göre oluşturmaz. Bu ailenin maddi imkanları olmayabilir, askeri gücü olmayabilir, sayısal anlamda çoğunluğa da sahip olmayabilir. Ama sahip olduğu tek şey Al- İktibas lah’a duyulan sevgi ve Allah için birbirlerine olan bağlılıklarıdır. Bu öyle güçlü bir bağdır ki bu bağı terk etmeleri ancak Allah’ı terk etmeleriyle mümkündür. Allah’ı terk eden kimsenin yeri de ateş olduğundan iman eden kimseler bu terk etmeyi göze alamaz. Bu bağlılık içinde ahde vefa vardır, misak vardır, kendi kazancından infak vardır, salat vardır, İsmaillerin kurban edilmesi vardır vs. Kısacası mümin olmanın vasfını yüklenmeyi taahhüt etmiş kulların sözüne sadâkatleri vardır. Allah için gerçekten ortaya koyacakları bir mazeretleri olmadan bu yükümlülüklerinden feragat edecek kimseler bu ailenin bir üyesi olamayacaklardır. Onun içindir ki müminin sınırları bellidir. Neyi reddedeceği neyi kabul edeceği vahiyle belirlenmiştir. Sınırları belli olan bir adamdır mümin. Onun için güvenilirdir ve ağzından çıkanı kulağı duyan bir kimsedir. Hazlarının değil Allah’ın kuludur. Günlük politikalara kurban gitmez. İslami davayı yüceltirken dahi amaca giden her yolu kutsal saymaz. Çünkü Makyavelci değildir. Eşrefi mahlukat olmak demek mümin için Allah’a sadakatle bağlı olmak, takvalı olmak, günahtan ve kötü olan her şeyden sakınmak demektir. Doğal olarak bu tanım Avrupa zihniyetinin yabancı olduğu bir tanımdır. Çünkü onun kriterlerine göre iyi olan her şeyin karşılığında kâr olmalıdır. İstatistiksel olarak hesaplamalara gelebilecek maddi ölçütler olmalıdır. Çünkü o gayba iman etmez. Ne varsa gözlerinin görebildiği şey ölçüsündedir. Göremedikleri onun için dogmadır. Müminin ise inancının başlangıcı gaybda olana iman etmektir. O’nu birlemek ve O’ndan başkasına kul olmamaktır. O’na kul olmanın kriterleri ise hiçbir istatistiğe konu olmayacak, hiçbir maddi değerle ölçülemeyecek olan günahtan sakınma ve takvadır. Modernite yalan üzere kurulu bir dünyanın resmidir. Bu dünyanın var olmasına hizmet eden araçların başında demokrasi, laiklik ve liberalizm gelmektedir. Kapitalizm ancak bu üçlü sayesinde ayakta kalabilir. Bu üçlünün ürettiği tüm değerler Makyavelizm üzerine bina edilmiştir. İnsanı aşağılayan, insanı bir metanın kulu yapan bu sistem hazlarının peşinde insanı bataklığa mahkum etmiştir. İnsanı tanrı olduğuna inandırarak kendi dışındaki herkesi de kendinin kulu olduğu zehabına kaptırmıştır. Hal böyle olunca tanrının kullarına karşı sorumluluğu değil kulların tanrıya karşı sorumluluğu önde olacaktır. İnsan kendi uydurduğu yalanın ya da ona dayatılan yalana inanmanın kurbanı olacaktır. İşte bu ağzından çıkanı kulağın duymadığı bir dünyadır. Söylem ve eylemin tutarsız olduğu bir dünyadır. Bu dünya mümin olanlara ait bir dünya değildir. Mümin olmak öncelikle böylesi bir dünyayı reddetmek demek ve doğruladığın dünyaya sahip çıkmak demektir. Allah’a verilen söz muhakkak ki sorumluluk gerektirmektedir. Sözüne sadık olmayanlar mümin olamaz. Müminlerin dünyasında güven en önemli unsurlardan biridir. Çünkü verilen her sözün bir karşılığı vardır. Bunu Allah kullarına öğretmiştir. Mallar ve canlar karşılığında cennet vardır. Allah’tan daha çok sözünde duran kimse yoktur. Öyleyse mümine düşen sorumluluk da ahde vefa göstermesi ve anlaşmaya uygun yaşamasıdır. [email protected] 25 İktibas BU ZAMANLARDA ‘HANİF’ OLMAK! MUSTAFA BOZACIOĞLU Düşünce Konumuz ‘hanif ’ olmanın avantaj ve dezavantajlarını, bu kavramın bu zamanlarda neye tekabül ettiğini analiz ederek bir sonuca, kendi payımıza düşen kadarı ile varıp bunu paylaşmak amaçlıdır. Bu analizin akabinde bir tez üretip bunun paylaşılması düşünülmektedir. Hanif kavramı malumunuz, ilkin, Mekke’de karşımıza çıkmaktadır; sosyal içeriği ve bir kitlenin ifadesi/vurgulanması anlamıyla! Daha önemlisi ise bu kavramı ‘..millete İbrahime hanifa’ terkibi ile Kur’an’da, ‘hanif olan İbrahim’in yoluna/dinine’ anlamı ile ve de ‘müşriklikten uzak olmak, tevhid dinine bağlı olmak/kalmak kastı ve vurgusu ile ‘muvahhid’lik kapsamında buluyoruz. S adece toplumun günah atmosferinden uzaklaşmak, kendini tecrid etmek yetmez; toplumun doğru yönde değişimi ve günah yükünden kurtulması için üzerine düşeni de en güzel biçimde ortaya koymalı, toplumun içinde iyiyi ve hakikati temsil etmelisin! Şahitliğini sergilemeli ve farkını fark ettirmelisin! Tercihini açıkça ve açıktan ilan etmelisin! Rengini belli etmelisin! Safını belirlemeli, safa durmalısın! 26 Mekkeli haniflerin bu manada, şirkten/putperestlikten uzak ve fakat ‘tavhid dininin’ farkında, bilgisinde, kapsamında olmayan bir duygu, düşünce ve hal ortaya koymaları ile karşılaşıyoruz. Mekkeli cahiliyyenin şirk ve sömürü düzenlerinin içinde ama ona bulaşmadan, onlardan olabildiğince uzak kalarak, ancak çözüm üretmekten, çıkış yolu bulmaktan, doğruyu ortaya koymaktan mahrum bir vaziyette buluyoruz. Peygamberimizin ‘Hira’ arayışlarını, İbrahim peygamberden tevarüs edilen bazı ibadetlerin içeriği boşal(tıl)mış şeklî görüntüsünü, peygamberimizin dedesinin ‘Ebrehe/fil ordusu’ karşısında develerini talep edip, ‘Kâbe’nin Rabbi onu korur!’ ifadesi ile resmedilen rivayetlerdeki tavrını bu vakıayı tesbit anlamında okuyabiliriz. Biraz farklı da olsa Malcolm X’in namazın bırakın fonksiyonunu, formel kısmının dahi farkında olmayışını bu kapsama, belli çekincelerle dahil edebiliriz! Daha önemlisi Kur’an’da peygamberimize/hepimize hitaben ‘vevecedeke dâllen feheda!’ şeklinde ‘Seni ne yapacağını/yol, yöntem ve yordam bilmez halde bulup doğru yola/çareye/çözüme ulaştırmadı mı?’ ifadesi bu ‘vahiyle uyarılmışlıktan uzak haniflik’ vurgusunu izhar etmektedir. Vahiy ile muhatap olunduktan sonra da kavram, aslî anlamına, ‘tevhid’ ve ‘şirkten uzak olmak’ vurgusuna irca edilmiştir! Ve bu son dinin türedi bir yol olmayıp Yahudi ve Nasara’nın şirk ile malul bir halde iken kendilerini Hz. İbrahim’e atfetmelerinin reddedilip; ona uygun yolu vahye teslim olan müslümanların temsil edebileceğinin, inananların buna layık olduğunun ısrarla vurgulandığını görüyoruz. Bu son vurgu bizlere ve bu güne özetle şöyle seslenmektedir: Sadece toplumun günah atmosferinden uzaklaşmak, kendini tecrid etmek yetmez; toplumun doğru yönde değişimi ve günah yükünden kurtulması için üzerine düşeni de en güzel biçimde ortaya koymalı, toplumun içinde iyiyi ve hakikati temsil etmelisin! Şahitliğini sergilemeli ve farkını fark ettirmelisin! Tercihini açıkça ve açıktan ilan etmelisin! Rengini belli etmelisin! Safını belirlemeli, safa durmalısın! O zamanki hanifler için vahiyle uyarılmamak, önemli bir fark görülebilir! İlla da avantaj anlamına gelmese bile bir mazeret olarak görülebilir! Burada ‘bilginin’ değeri ve önemi de açığa çıkıyor! ‘Ne yapacağını bilmek!’, ‘Niçin yapacağını bilmek!’, ‘Nasıl yapacağını bilmek!’ önem kazanıyor. Bugün artık, ‘bilmemek’ gibi bir lüksümüz yok; dünyanın global bir köy haline Düşünce ge(tiri)ldiği, teknoloji vasıtası ile iletişim hızının arttığı bir vasatta! Tabi ‘hangi bilgi’ ve ‘doğru bilgi’, ‘vahyî bilgi’ nitelemelerini önemsemek gerekiyor. Bizim asıl dikkat çekmeye çalıştığımız noktaya gelirsek: Bilgi ve davranış olarak asıldan uzak bir şekilde, ne yapacağını bilmez vaziyette, dinlerine şirk bulaştırmışlar ile şirki din edinmişlerin arasında gel gitler yaşayan bir sosyal niteleme olarak ‘hanif ’ kavramı, çok olsa ‘nötr’ bir anlam ifade etmekte olup, olumlu, artı değer kazanmamaktadır! Bunu belki ‘mücerred bir iman iddiasına’, ‘imanı, amelden ayrı bir ikrar ve tasdik mesabesine indirgemeye’ kıyas edebiliriz! Bu haliyle ‘hanif ’ olanlar, dışlarında kalan Mekkelilerce içlerine sindirilmiş ve bir tehdit olarak algılanmamış olarak, pekâlâ beraber yaşayıp ilişkiler sürdürülebilmiştir! Bunlardan ‘bilmediğini bilmeyerek, herhangi bir arayışa da ihtiyaç hissetmeden, rahatsızlık da duymadan geçinip gidenlerle ‘bilmediğini bilip, arayışa koyulanlar, rahatsızlık hissedenlerin arasını ayırmamız gerekiyor! Hüküm de buna göre tahakkuk edecektir zira! Bunların birinci guruba dahil olanlarına, yani hiçbir şeyin farkında olmayanlarına, vahyin gizli/bireysel tebliğ ve özümseme devresini aşamayan ve aşmak istemez bir hal içinde bulunanları, rengini belli etmemeyi taktik sananları, uzlaşmacı, tavizkar ve pazarlıklı olarak, çıkar/fayda hesabı yapanları, metod ve yöntem olarak yanlış tercihlerde bulunanları da ekleyebiliriz. Bunlar Mekkeliler için bir ‘öteki’ anlamına gelmediği, talep ettikleri Mekkelileri ve dinlerini İktibas kısıtlayıcı bir istekleri ve kendilerini belli eden bir farklılıkları olmadığı için birlikte yaşamakta herhangi bir sıkıntı oluşmamaktadır. Tabi o zaman malum ‘hicret’ de gündeme gelmemekte ve gerek de kalmamaktadır! Gelelim bize ve bugünümüze; durduğumuz yerden bakarak, sosyolojik boyutu ve edilgen, çaresiz, çözümsüzlük, haydi ‘nötrlük’ haliyle ‘hanif ’ olmayı bir artı değer olarak görebilir miyiz? Belki genelimiz itibarı ile bunu dahi hak edecek evsafta mıyız? Tablonun bütününe baktığımızda durumumuz onlardan daha aşağı, acıtıcı bir haldedir desek yanılır mıyız? ‘Hicretin’ vasatı oluşmuyorsa bu temsiliyyeti açık ve net olarak izhar etmediğimiz anlamına gelmez mi? Kur’an elimizde iken ‘haniflik’ mazereti bir anlam taşır mı? Bizi kurtarır mı? ‘Bilmemek’ ve ‘vahiyle uyarılmamak!’ ne yana düşer? Hele Kur’anî anlamı ve kullanımı ile ‘hanifliğin’, şirkten uzak olmak, dini yalnız Allah’a ait kılmak, muvahhidlik, davasını açıkça ilan etmek, gereklerini yaşamak ve duyurmak görevini üstlenmek, cahiliyyeden beri olmak anlamlarını düşündüğümüzde durumumuz daha mı iyi? Asla! Nerede Kur’an ve onu dikkate alan? Nerede şirk ve cahiliyyeden arınmak, uzak kalmak, yerine tevhidi, Allah’ın dinini ikame etmek isteyen? Nerede bunların bedelini ödemeye hazır ve nazır olan? Nerede ‘hicretin’ anlamını idrak ederek buna göre davranan? Nerede kulluğu yalnız Allah’a hasredip, şirkin renginin/renksizliğinin her tonunu ve miktarını reddederek, doğrunun, hakkın ve hakikatin ödünsüz savunucusu olan? Nerede dinini doğru kaynağından öğrenip; tavizsiz, pazarlıksız, er- telemesiz, indirimsiz ve zamsız kabul ederek oku’yan, anlayan, anlatan, yaşayan, teklif ve öğüt sadedinde sunan? Bu arada ‘hicreti’, ‘toplumsal değişim ve şartları’ olarak da anlayabilir, böyle düşünebiliriz! Yani ‘aktif iyi’ olarak, üzerimize düşeni, elimizden geldiğince temsil etmek! Yaşayan şahitliğini yapmak! Mücadelenin doğru yöntemi ile dosdoğru bir kul olmak ve bu yolda önümüze dikileceklere, karşımıza çıkacaklara, sabırla ve mücadelenin/mücahedenin en güzel biçimi ile en başta Kur’an ile mücahede ederek, tavsiye ve teklifte bulunmak! Mekke’de ilkin ve buradan bakınca ‘hanif ’ olmak bir farklılıktı, mazeretti! Ne zaman ki o insanlar da vahiyle uyarıldılar; uyandılar ve artık hiçbir mazeretleri de kalmadı! Daha önemlisi artık ‘hanif ’ kavramı nötr olmaktan çıktı ve vahiy tarafından aslî anlamı ile vurgulanır oldu; şirkten uzak, tevhid ehli olmak! Artık kavramın çekileceği başka hiçbir taraf yok, olamaz! Kimse kendini kandırıp ‘şartlar böyle, imkanlar kısıtlı, ortam müsait değil, çağın gerekleri farklı..’ gibi ‘hanif ’ rolüne sığınmasın! Bizi kurtaracak olan ‘tevhid için, şirkin ve küfrün bertaraf edilmesi için’ Kur’anî vurgusu ile ‘dosdoğru din’ olarak İslam’a teslim olmak ve onu şirkin her türünden, tonundan ve miktarından uzak olarak, muvahhid bir kimlik ile dini yalnız Allah’a has kılabilmek için uğraşan ‘hanifler’ olarak mücadele ve mücahedeyi elden bırakmamaktır! [email protected] 27 İktibas SİZ ALLAH’A GEREĞİ GİBİ KUL OLDUNUZ DA ALLAH SİZE ZULÜM MÜ ETTİ? OSMAN COŞKUN B izi böyle bir yazı yazmaya sevk eden saiklerin başında bugün Müslüman aleminin yaşadığı zulüm ve işkenceler gelmektedir. Böyle bir durumu kabul etmeleri ve bunu da işin en kötüsü Allah’ın kendileri hakkında takdir edilmiş bir kaderi gibi görmeleridir. Dinin saltanata dönüştürüldüğü Emevilerden itibaren bu teslimiyetçilik ve rıza anlayışı halen günümüzde de devam etmektedir. 28 Düşünce Böyle bir soruya Allah’ın bütün insanlık için bir uyarı, iman edenler için ise bir öğüt olarak gönderdiği Kur’an-ı Kerim’e göre verilecek cevap kesinlikle hayırdır. Zulüm ve zalimlik âlemlerin rabbi olan Allah ve ona teslim olup iman edenlerin özelliklerinden olamaz. Zalimlik ve zulüm yeryüzünde Allah’a rağmen ilahlık iddiasında bulunup kendi yaşam felsefelerini insanlara kurtuluş reçetesi olarak sunan Firavunların Nemrutların ve kıyamete kadar da varlığını sürdürecek ve onların misyonunu yerine getirecek, Allah’ın ve iman edenlerin düşmanlarının özelliğidir. Allah’ın sıfatlarından ve güzel isimlerinden birisi de (el A D L)dir yani adalet sahibi, hiç kimseye haksızlık etmeyen, herkesin yaptığının karşılığını tam olarak ödeyendir. Allah‘ı rab bilip onun gönderdiklerine teslim olup inanmış bir mü’min ne kendisine ne de kendi dışında her hangi bir yaratılmışa zulüm etmez. Allah Âdem (A.S)dan başlayarak son elçisi Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) dahil, göndermiş olduğu dinin adını İslam koymuş. İslam (S-L-M) kök harflerinden oluşan ve barış, esenlik selamet ve emniyet demektir. Böyle bir dinin sahibini zalim ve zulüm, dinin mensuplarını ise terörist, barbar, cani, katil gibi sıfatlarla ilintili hale getirip ilişkilendirmek en hafif tabir ile densizlik ve abesle iştigal olur. Bugün kendi aklınca dünyaya düzen getirip özellikle de Müslüman alemini demokrasi gibi insan heva ve hevesinin bir ürünü olan, uygulandığı ülkelerde Allah ve onun dini adına ne var ise ifsat edip bozan ve tanrısı insan olan bir sistemi yerleştirmeye çalışır iken son yüz yılda uygulamış olduğu zülüm ve katliamları unutturarak bu gün İslam’ın mensuplarını ve onların yaşadıkları coğrafyayı kan gölüne çevirip bu güzelim beldeleri yaşanmaz hale getiren vahşi batının hali affedersiniz “Yavuz hırsız ev sahibini bastırır” ata sözünün ne kadar da haklı olduğunu açıklamaktadır. Tarihin hiçbir döneminde İslam’ın gerçek mensupları hiçbir yaratılmışa zalimlik ve zulüm yapmamışlardır. Onlar bu gün dünyada zulüm yapıp zalimlikte sınır tanımayan Yahudileri bile koruma altına alarak hayatta kalmalarına yardımcı olmuşlardır. Kendileri zulüm görmüş bir millet olarak bu olaydan ders almaları gerekir iken Filistinli ve diğer Müslüman alemi mensuplarına yaptıkları zulümler artık dünyayı yaşanılmaz bir hale getirmiştir. Çok net olarak ifade etmeliyim ki İslam’ın mensuplarının tarihin hiçbir döneminde onların utanç duyacakları ve sicili bozuk bir zaman dilimleri olmamıştır. Bizi böyle bir yazı yazmaya sevk eden saiklerin başında bugün Müslüman aleminin yaşadığı zulüm ve işkenceler gelmektedir. Böyle bir durumu kabul etmeleri ve bunu da işin en kötüsü Allah’ın kendileri hakkında takdir edilmiş bir kaderi gibi görmeleridir. Dinin saltanata dönüştürüldüğü Emevilerden itibaren bu teslimiyetçilik ve rıza anlayışı halen günümüzde de devam etmektedir. Kabul edilen ve Allah’ın Müslüman alemi için böyle bir yaşantıyı reva gördüğüne inananların sayısı maalesef azımsanamayacak kadar çoktur. Oysa Alemlerin rabbi olan Allah kullarına asla zulüm etmeyeceğini son mesajı olan Kur’an-ı Kerim’inde şöyle açıklamaktadır: Düşünce “Bu kendi ellerinizin yapıp öne sürdüğünün karşılığıdır. Allah kullarına asla zulüm etmez.” (3/182). Başka bir ayetinde ise şöyle buyurmaktadır: “Şurası kesindir ki Allah, insanlara zerre kadar zulmetmez. Ne var ki insanlar kendi kendilerine zulmedip duruyorlar.” (10/44). Bu ve bu manaya gelecek Kur’an’da on dört tane ayet vardır. Bu ayetlerin tamamında Allah’ın kullarına asla zulüm yapmayacağı yoruma meydan vermeyecek şekilde açıktır. Aziz Kur’an’da zulüm ve türevleriyle birlikte toplam yüz yirmi beş ayet geçmektedir. Bunların yüz on birinde zulmün faili insan olarak gösterilmektedir. Diğer bir ifade ile zulmün kaynağı ve faili insandır. Bununla ilgili olarak yüce rabbimiz olan Allah şöyle buyuruyor: “Biz halkı zalim olan nice memleketleri kırıp geçirdik ve onlardan sonra başka milletler var ettik.” (21/14) Yine başka bir ayetinde rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ona Bunlar senin ellerinle kazandığın günahlar sebebiyledir denir. Şüphesiz Allah kullarına zulmeden değildir.” (22/10). Ayetlerin vermek istediği mesajların anlaşıldığı kanaatiyle konumuza devam edelim. Bugün Müslüman âleminin içerisinde bulunduğu durumu Allah’ın bir takdiri gibi anlayıp sonrada kıtalar ötesinden gelip Müslümanların ülkesini işgal eden vahşi batının bu cesareti nereden aldığıdır? Bunun da cevabı Müslüman aleminden şeklen onlara benzeyen ancak fikren işgalciler ile işbirliği içerisinde olan yöneticileri kendi başlarına idareci olarak seçip iktidara getirmiş olmalarından kaynaklanmaktadır. Batı yıllarca yapmış olduğu zulüm ve zalimliğini hep içeriden bulduğu İktibas işbirlikçiler ile yapmaktadırlar. İşin vahameti adı Müslüman topluma çıkmış bu insanların hala bu oyunu fark edememiş olmalarıdır. Bundan dolayıdır ki bu gün İslam coğrafyasının her yerinde kan, irin, gözyaşı ve henüz adı konmadık bebekler öldürülmeye devam ediliyor. Bunu kör bir kader anlayışıyla izah etmek Allah’ın gönderdiği son mesajı olan Kur’an’ı mehcur etmek anlamına gelir ki bunun da hesabı çok zor olacaktır. Hak ile batılın fiilen ayrılması gerekir iken maalesef bu gün hakkı batıl ile karıştırmaya devam ediyoruz. Batıl olduğu ayan beyan ortada olduğu halde halen batılın taraftarlarından bir fayda bekliyoruz. Oysa batıl bu gün yeryüzünü kaplamış, hakkın yüzünü perdelemiş. Artık Allah’ın arzında, Allah’ın kullarının hayatına dilediği gibi hükmeden zalimler hüküm sürer hale gelmişlerdir. Peki, ne yapmalıyız? Elimiz kolumuz bağlı oturup bir kurtarıcının (İsa Mesih’in) gelmesini mi beklemeliyiz? Böyle bir sorunun cevabı ebette ki hayır olacaktır. Çünkü Yüce rabbimiz olan Allah şöyle buyuruyor: “Ey Muhammed; Biz senden önce hiçbir insanı ölümsüz ebedi kılmadık. Şimdi sen ölürsen, onlar ebedi mi kalacaklar?” (Enbiya-34) Bu ayetin hükmüne göre bir kurtarıcının gelip İslam âlemini bu zulümlerden kurtarmasını beklemek beyhudedir. Çünkü beklenen kurtarıcı Mesih asla gelmeyecektir. Allah kıyamete kadar şerefli, haysiyetli ve izzetli bir hayat yaşamak isteyen insanlığa kurtarıcısını göndermiştir. O da son Mesajı Kur’an’ı Kerim’dir. Müslüman alemi o kitabın ne demek istediğini anlarlar ve yaşarlar ise o zaman kurtulmaları mümkün olacaktır. Kur’an’ın onlardan inşa edip yaşamalarını istediği hayat tarzı bir ütopya veya hiç yaşanılmamış bir hayat değildir. Allah bütün elçilerine gönderdiği vahyi onların hayatlarına uygulatarak sonradan geleceklerin ileri sürecekleri bir bahaneleri olmasın diye bütün elçilerini insanlardan seçmiştir. Müslüman alemi niye sürekli kaybetmeye mahkum oluyor? Son elli veya altmış yıl içerisinde yapılan savaşlar da özellikle Arap toplumu Siyonist İsrail’e karşı başarılı olamıyor. İsrail canı istediği zaman Müslümanlara ait toprakları bombalıyor her yeri yerle yeksan ediyor. Uluslar arası hukuku hiçe sayarak saldırılarına devam etmektedir. Bu cesareti kendisinden kaynaklanmıyor. Öncelikle Müslüman toplumun tek vücut olarak karşı çıkmayacaklarını pek ala bildikleri için saldırılarına devam etmektedir. Müslüman aleminin bu durumdan kurtulmasının çaresi de Yüce Rabbimizin şu mesajına uymak ve gereğini yerine getirmekten geçmektedir. “Hepiniz Allah’ın ipi olan Kur’an’a sımsıkı tutunun, birbirinizden ayrılmayın. Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini düşünün. Sizler birbirinize düşman iken, o sizin kalplerinizin arasında bir yakınlık ve sıcaklık meydana getirip yaklaştırdı da, nimeti sayesinde uyanıp kardeşler oldunuz. Hem sizler ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz da, o, tuttu. Sizi ondan kurtardı. Şimdi size ayetlerini Allah’a doğru gidebilesiniz diye böyle açıklıyor” (Al-i İmran-103) Selam ve Dua ile. [email protected] 29 İktibas SANAL RIZA ARAYIŞI BELKİ DE EKSİKLİK İDDİASI AYKUT AKÇA a llah her şeyin olduğu gibi, dinin de malikidir. O’nun mülküne O’na rağmen, niyet ve hedef her ne olursa olsun bir şey eklemek pek tabiidir ki her hak sahibi gibi, Allah’ın da hoşuna gitmeyecektir. Ne gariptir ki bu ekleme (bidat) yapanların bir kısmı bunu, Allah’ın hoşuna gider diye yapmaktalar. Bu yazının konusu olmayan eklemeci diğer kısım ise zaten art niyetle, dini bozma adına, Allah’a savaş açma maksadı ile yapmaktalar işlerini. 30 Düşünce Her malik kendi mülkünün kanun koyanıdır. Bu, onun en doğal hakkıdır da. Bu hak, istediği kuralı koymayı ve gerek gördüğünde kendi koyduğu kuralları değiştirmeyi de kapsayan bir genişliktedir. Bir başkası, bahsi geçen mülk sahibine, mülkünü nasıl idare edeceğini, o mülkü hakkında ne gibi tasarruflarda bulunacağını öğretemez, dayatamaz. Öyle ki mülk, malikinin uygun görüp tasarladığı-planladığı hiçbir şeyin değiştirilmesi konusu başkalarının teklif dahi edemeyeceği bir salahiyet alanıdır. Bu tespit sonucunda, iyi ya da kötü, beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz ama her ne sebep ve niyetle olursa olsun hiç bir malikin mülkü hakkında, kendi belirlediği kural ve kaidelerin değiştirilmesinin ya da ek yapılmasının malike hakaret olacağı anlaşılmış oldu. Çünkü bir mülk hakkında, değiştirilme veya tamamlama faaliyeti o mülkün malikinin yetersizliğine delalet edeceği bir gerçektir. Niyet isterse halis/hasen olsun bu böyledir. Allah her şeyin olduğu gibi, dinin de malikidir. O’nun mülküne O’na rağmen, niyet ve hedef her ne olursa olsun bir şey eklemek pek tabiidir ki her hak sahibi gibi, Allah’ın da hoşuna gitmeyecektir. Ne gariptir ki bu ekleme (bidat) yapanların bir kısmı bunu, Allah’ın hoşuna gider diye yapmaktalar. Bu yazının konusu olmayan eklemeci diğer kısım ise zaten art niyetle, dini bozma adına, Allah’a savaş açma maksadı ile yapmaktalar işlerini. Bize kitabında “…dininizi kemale erdirdim, üzerinize nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı beğendim…” (Maide–3) diyen Allah’a ne demeye çalışıyoruz. Hesap günü, kurtuluşumuzun kaynağı olacak şekilde Dinini kemale erdiren Allah, lütfedip bize örnek olsun diye bir de Peygamber göndermiştir. O peygamber ki görevi dini bizzat yaşayarak öğretmektir. Bize düşen ise dine ve öğreticisine gerekli sahiplenmeyi gösterip, öğretilerine iman edip gereğini yapmaktır. Maalesef ki bu sahiplenme konusu, maksadının dışına çıkıp içeriğine yabancılaşmış bir saygı-sevgi sunumuna dönüştürülmüştür. Bu anlayışa göre ne kadar çok sayıp-seviyorsak o kadar sahipleniyoruz anlamına gelmektedir. Lakin doğrusu bu olmasa gerek. Örneğin peygambere saygı, O’nun örnekliğine (sünnetine) değer verip öğrettiklerini sahiplenip yaşamak demektir. Peygamber’in sünneti denince O’nun Din’den/Kur’an’dan anlayıp sahiplendiği şeylere sahiplenip yaşamayı anlamalıyız. Buradan hareketle dönemin ve coğrafyanın zorunluluğu olan giyim tarzını dinden sanıp, sünnet saymak doğru değildir. Çünkü Allah zulmetmez. Örneğin, kutuplarda yaşayan bir Eskimo toplumuna gelmiş bir peygamber olsa ve bu peygambere iman eden bir çöl insanı, sırf peygamberinin kıyafetini dinden-sünnetten sayarak taklit ettiğini düşünebiliyor musunuz? Muhakkak ki Allah Düşünce zulmetmez. Giyim-kuşam, saçsakal sünnet olmaz, olamaz. İlk bakışta Hz. Peygamber ile Ebu Cehil’in giyim-kuşam, saç-sakal olarak aynı görünümde olması başka türlü nasıl açılanabilirdi yoksa. Meseleyi getirmek istediğimiz asıl nokta, sakal-ı şerif ve hırka-ı şerif konusudur. Çok büyük bir kutsallık atfedilen, Hz. Peygambere ait olduğu iddia edilen (velev ki O’na ait olsun) bu sakal kılları ve kıyafetlere gösterilen muamele dinen yanlış bir uygulamadır. Sözde peygambere duyulan saygı-sevgi kaynaklı ortaya çıkan bu uygulamayı o sakalın ve hırkanın sahibi peygamber görse idi eğer hemen yasaklardı. Bu ve benzeri bidatleri ortaya çıkaran şahıslara da sorumluluğu gereği, hemen gereken cezayı verirdi. Eğer din Allah’ın ise ki öyle, o halde akidesinde ve amelinde göndericisinin istemediği hiçbir unsuru barındıramaz. Allah, kitabında nasıl inanıp-amel edeceğimizi belirtip, örnek olsun diye de elçisini göndermiştir. Ne adına olursa olsun kitabın ve resulün öğretmediği bir şeyi dindenmiş gibi kabul edip uygulayamayız. Kitapta ve Resulün örnekliğinde bulunmayan bir şeyi sonradan dine ekleme gayreti dinde eksiklik iddiası anlamına geleceği için dinin sahibine de hakaret anlamına gelecektir. Allah her işini eksiksiz ve kusursuz şekilde yapandır. Hiçbir konuda da ortak kabul etmeyen bizden de böyle bir kabul bekleyendir. Kuşkusuz kurtuluşa erecek olanlar da dine Allah’ın istediği şekilde İktibas tabi olup, dinine O’na rağmen (ne niyetle olursa olsun) müdahale etmeyenlerindir. Bidat-ı hasene tanımı hiç de masum bir tanım değildir. Ne kadar hasen/güzel(!) olursa olsun bidat, bidattir. Bidat çıkaran dine savaş açmıştır. Cehenneme girecek kadar cesareti olandan başka bidate kim yeltenebilir. Din gününün maliki olan Allah, o gün geldiğinde kim dine malikinin istediği özeni gösterip, akidesinin koruyup, ameli ile desteklemişse onu ödüllendirecektir inşallah. E ğer din Allah’ın ise ki öyle, o halde akidesinde ve amelinde göndericisinin istemediği hiçbir unsuru barındıramaz. Allah, kitabında nasıl inanıp-amel edeceğimizi belirtip, örnek olsun diye de elçisini göndermiştir. [email protected] 7DUDI.DVÕP 31 İktibas SİYASETİ AKİDEDEN BAĞIMSIZLAŞTIRMAK ŞÜKRÜ HÜSEYİNOĞLU B âtılı ortadan kaldırıp hakkı ikame etmek, münkerle her alanda savaşmak, Allah’ın hükümlerini hâkim kılıp yeryüzünde fitneyi ortadan kaldırmak gibi temel iddialar nice oldu? Şimdilerde revaçta olan, demokratiklaik işleyişler içerisinde İslam’ın yaşanabileceği(!) alanlar dilenmek, bâtılla ve bâtılın türlü putlarıyla barışık olarak, onlarla kavga etmeden, bâtılın lütfedeceği alanlarda Müslümancılık oyunu oynamak! 32 Düşünce Müslümanların tarihinde yaşanan en büyük felaketlerden biri, imanla amelin bağını kopartan Mürcie anlayışının giderek genel kabul gören bir yaklaşım haline gelmiş olmasıdır. Mürcie’nin “Küfürle birlikte yapılan hiçbir itaat nasıl fayda vermiyorsa, imanla birlikte işlenen hiçbir günahın da imana zarar vermeyeceği” şeklindeki yaklaşımı, farklı bir tonda da olsa Sünni paradigma tarafından da benimsenmiştir. Klasik dönemden bugüne “Ehl-i Sünnet Akaidi” adıyla kaleme alınmış eserlere bakıldığında iman ve amelin iki ayrı cüz olduğundan hareketle “İman kalple tasdik ve dille ikrardır” tanımının yapıldığını ve “Amelsiz imanın makbul olduğu” yaklaşımının savunulduğunu görürüz. Rabbimizin Kitab-ı Keriminde, imanla ameli birbirinin olmazsa olmazı olarak beyan etmesine, iman ve salih ameli hep bir arada zikretmesine rağmen, iman ve amelin iki ayrı mefhum oluşundan yola çıkılarak, bu mefhumlar arasındaki kopmaz bağ koparılıp atılmıştır. Bu yaklaşımın neticesi olarak da, Rabbimizin, “İnsanlar yalnız ‘İman ettik’ demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût, 29/2), “O, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O üstündür, bağışlayandır.” (Mülk, 67/2) gibi apaçık beyanlarına rağmen amelsiz, itaatsiz, bedelsiz olarak cennet mükâfatına kavuşma beklentileri oluşturulmuştur. Son dönemlerde bu yaklaşımın bir benzeri olarak akide ile siyaset arasındaki bağın da koparılmak istendiğini, bu yönde yoğun bir propaganda yapılmakta olduğunu, demagoji ve lafazanlıkla bu iki mefhum arasındaki kopmaz bağın koparılmaya çalışıldığını görmekteyiz. Daha önceleri bu konularda tevhidi söyleme taraftar olan kimi çevrelerce, keskin bir makas değişimiyle ilk olarak “referandum” tartışmaları çerçevesinde dillendirilmeye başlanan bir söylem olarak akide ile siyasetin bağını kopartan yaklaşım, bizlerin hakkı tavsiye eksenli ikazlarımıza rağmen ısrarla sürdürülmektedir. Şirk düzeninin şirk anayasasının revizyonuna destek verilmesinin akidevi açıdan mahzurlu olduğunu, zira doğrudan doğruya egemenlik ilişkilerinin merkezinde bulunan bir yasa koyma faaliyetinin söz konusu olduğunu kardeşane bir yaklaşımla ifade etmeye çalışan Müslümanların bu söylemine karşılık, muhalefet ve taraftarlıklarına sistem içi mücadeleye göre konumlandırmaya yönelen, mevcut siyasi iktidarla giderek artan oranda angajman ilişkilerine giren çevreler, konunun siyasi bir konu olduğunu, dolayısıyla da bu konuda takınılacak tutumun akideyle ilgisi bulunmadığını, ictihadi olduğunu söyleyerek tutumlarını meşrulaştırmaya çalışmışlardı. Biz o dönemde yaptığımız değerlendirmelerde “Hâkimiyet / hükümranlık ve insanların sevk Düşünce ve idaresini konu alan bir yasa yapım işi bile akide ile bağlantılı değilse, hangi konu akideyle bağlantılıdır?” sorusunu sormuştuk. Akide nedir? Tabii bu sorunun cevabını doğru vermek için, önce “akide”nin ne olduğu sorusuna doğru cevap vermek gerekir. Akide; insanın, Âlemlerin Rabbi Yüce Allah ile, O’nun reddedilmesini emrettiği hususları reddetmek ve kabul edip teslim olunmasını emrettiği hususları kabul etmek üzere yaptığı akitleşmedir. Yüce Allah’ın, şartlarını insanlara Kitab-ı Kerim’inde bildirdiği bu akitleşme, kalple tasdik ve dille ikrarın ötesinde, red ve kabul, imha ve inşa olarak hayat alanlarında pratik karşılıkları olan bir akitleşmedir. “Kur’an’da Temel Kavramlar” adlı eserinde Ali Ünal bu durumu şöyle ifade etmektedir: “Allah’a, meleklere, peygamberlere… inandım; namazı kılacak, orucu tutacak, zekâtı vereceğim… Gerektiğinde savaşacak, hırsızlık yapmayacak, yeryüzünde fesat çıkarmayacağım… Ölü eti, kan, domuz eti… yemeyeceğim…’ demek akd’dir, bağlanmadır. Nasıl ahd sorumluluk getiriyorsa, akd de sorumluluk getirir; hatta akd, ahdden daha güçlüdür. Kur’an ‘Ey iman edenler! Akdleri yerine getirin’ (Maide: 1) der. İşte, akdlerin yerine getirilmesi, verilen sözlerin hayata yansıması, akîdenin iman halinde olduğunu gösterir.”1 Evet, akide; kalple tasdik ve dille ikrarın ilerisinde insana bağlayıcı ameli yükümlülükler getiren ve hayatın tüm alanla- İktibas rında pratik karşılığı olan bir mefhumdur. Öyle ki bir mü’min, akidesiz, akidenin sınırlarını gözetmeksizin bir adım bile atamaz. Attığı her adım, yaptığı her amel akidenin onayını aramak durumundadır. Dolayısıyla, son dönemde sıkça tanık olmaya başladığımız, akideyle siyaseti birbirinden tamamen bağımsızlaştıran, bu iki mefhum arasındaki bağları koparan yaklaşımlar çok büyük bir sapmadır. Akidesiz, akideyle bağlarını koparmış, akidenin sınırlarına riayet kaygısından uzaklaşmış bir siyaset anlayışının Allahsız, seküler bir siyaset anlayışı olmaktan başka bir anlamı kalmaz. Bu noktada, akid ile siyaset arasında ayrım yapalım derken ölçü tutturamayıp bu iki mefhum arasındaki bağları koparan ve akideden bağımsız bir siyaset anlayışı önerenlerin yaptığı, klasik dönemde iman ile amelin iki ayrı cüz olduğundan hareketle bu iki mefhum arasındaki kopmaz bağı koparmaya yönelenlerin yaptığının aynısıdır. Terazinin ayarlarına dokunmayın! Bir televizyon programında sorulan “Reel siyaset içinde rol alan insanlar Anıtkabir’de tazimde bulunmak zorundadır. Şimdi kendi değer temelli siyaseti türbe karşısında onu tazime geçirtmezken reel siyaset Anıtkabir karşısında tazim duruşuna geçirtiyor. Bunu nasıl çözümleyeceğiz?” sorusuna, yıllardır Kur’an üzerine sohbetler veren, kitaplar neşreden bir yazarın verdiği cevap, akideyle siyasetin bağını koparma ameliyesinin geldiği boyutu göstermesi açı- A dalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin’in, medyada “Kurban Bayramı da bizim, Cumhuriyet Bayramı da” başlığıyla yer alan açıklamaları, muhafazakâr siyasetin hakla bâtılı birbirine bulama ve aynı potada eriterek sentezleme misyonuna ışık tutması açısından ibretlikti! 33 İktibas sından ibret vericidir. Söz konusu yazar, doğrudan doğruya şirk düzenin temel tapınağındaki şirk ritüellerinin söz konusu edildiği soruya cevabının temelini şu ifadelerle kurabilmiştir: “Bir kez hakikaten biz siyaseti akaidi konuşur gibi konuşuyoruz. Bu çok yanlış bir şey. Akaidi de siyaseti konuşur gibi konuşmak çok yanlış bir şey. Akidede siyah ve beyaz üzerinden konuşulur, siyasette grinin tonları üzerinden konuşulur. Siyasette gelirler ve giderler, fayda ve maliyetler üzerinden konuşulur.” Tabi bu temele dayandırılan bir cevabın devamı nasıl gelmesi bekleniyorsa öyle de gelmiş, yazarımız Hz. Peygamber’in Nebevi örnekliğini de ilgisiz karşılaştırmalara, bâtıl kıyaslara konu ederek, tam anlamıyla fecaat olarak nitelenecek bir cevapla “Amon tapınağı”ndaki tapınma merasimlerine katılanların durumunu meşrulaştırmayı başarmıştır! Görüldüğü gibi yazarımız, akide ile siyasetin iki ayrı mefhum oluşundan hareketle, ölçüyü kaçırarak bu iki mefhum arasında asla koparılamayacak olan, koparıldığında Yüce Allah’ın hükümranlığından bağımsızlaştırılan alanlar ihdas edilmesi sonucuna yol açacak olan kopmaz bağı parçalayıp atmakta, akideden, dolayısıyla Allah’tan bağımsız bir siyaset anlayışı vehmetmekte ve bunun savunuculuğunu yapmaktadır. Bu noktada sormak istiyoruz: Bu nasıl bir akide algısıdır ki, seküler kesimlerin “Din başka, siyaset başka” yaklaşımına benzer şekilde “Akide başka, siyaset 34 Düşünce başka” argümanını üretebiliyor? Bu nasıl bir akide algısıdır ki, Kur’an’ın temel öğretileri durumundaki, cahiliyeden ilkesel kopuş ve ayrışma,2 zulmedenlere asla itaat etmeme3 ve meyletmeme,4 onların sahte ilahlarına asla tazimde bulunmama, aksine bu sahte ilahları yerle yeksan etmek için mücâdele etme5 ve benzeri Rabbani öğretilerin (Mesela Kâfirun Sûresi’nin)6 ve Hz. Peygamber’in, şirke dayalı toplumsal / siyasal işleyişler ve müşrik ritüellerle mücâdele ile geçen hayatının siyasetle bağını koparıp atabiliyor? Tevhid, Allah’tan ve dolayısıyla akideden bağımsız hiçbir alan tasavvur etmemek demektir. Herhangi bir alanı akideden bağımsızlaştırmak, doğrudan doğruya o alanı sekülerleştirmek demektir. Muhatabı olduğumuz şirk düzeninin en temel tapınma biçimi durumundaki Anıtkabir ritüellerine katılıp tazimde bulunulması konusunda bile söz sahibi kılınmayan, “Bu konu siyasetin alanı!” denilip susturulan bir akide, başka nerede konuşacak, hangi konuda tavır alacaktır? Netice olarak şunu söylemeliyiz ki, burada yapılan, tam anlamıyla terazinin ayarlarıyla oynamaktır. Teraziye uymayanları ikaz ederek, teraziye uymaya dâvet etmek yerine, onların durumunu meşrulaştırmak için terazinin ayarlarından çalmaya kalkışmaktır. Ve bu çok tehlikeli bir yaklaşımdır. [email protected] Dipnotlar 1 Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Sh. 103, Kırkambar Yayınları 2 “Onların söylediklerine karşı sabret ve onlardan güzel bir ayrılma tarzıyla kopup ayrıl.” (Müzzemmil, 73/10) 3 “O halde, yalanlayanlara itaat etme! Onlar, senin kendilerine yaranmanı (uzlaşmanı) arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp uzlaşacaklardı.” (Kalem, 68/8-9); “Hayır; ona itaat etme, (Rabbine) secde et ve yakınlaş.” (Alak, 96/19) 4 “Sakın zulmedenlere meyletmeyin. Yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka velileriniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz.” (Hûd, 11/113) 5 “De ki: Şahidlik bakımından hangi şey daha büyüktür? De ki: Allah benimle aranızda şahiddir. Sizi ve kime ulaşırsa kendisiyle uyarmam için bana bu Kur’an vahyedildi. Gerçekten Allah’la beraber başka ilahların da bulunduğuna siz mi şahidlik ediyorsunuz?’ De ki: Ben şehadet etmem. De ki: O, ancak bir tek olan ilahtır ve gerçekten ben, sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım.” (En’am, 6/19); “Yoksa O’ndan başka ilahlar mı edindiler? De ki: Delilinizi getirin. İşte benimle beraber olanların zikri (öğütü) ve benden öncekilerin de zikri (öğütü) budur. Ama çokları hakkı bilmezler, bundan dolayı onlar yüz çevirirler.” (Enbiyâ, 21/24) 6 “De ki: Ey Kâfirler! Tapmam ben sizin taptıklarınıza. Siz de tapacak değilsiniz benim taptığıma. Ben de tapacak değilim sizin taptıklarınıza. Siz de tapacak değilsiniz benim taptığıma. O halde sizin dininiz size, benim dinim bana.” (Kâfirûn Sûresi) Düşünce “ULUSTAN ÜMMETE” Mİ YOKSA ŞERİAT’TAN LAİKLİĞE Mİ? AHMED KALKAN A rpayı metre ile ölçmeye kalktığınızda âdil olamazsınız. Ölçü âletimiz yanlış. Arpa metre ile ölçülmez. Siyaseti ölçeceğimiz metreyi doğru seçiyorsak, problem değil. Önce ölçülerimizi kısaca belirtelim: Allah için sevmek, Allah için buğzetmek; Her insanın hata yapabileceği; hata yapınca mü’minler tarafından uyarılması gerektiği; Hakka bâtılı karıştırmanın büyük bir vebal olduğu ve buna seyirci kalınamayacağı... İktibas Laiklik Bu Değilse, Ya Nedir? Bu yazı, 15 Kasım 2012 Perşembe akşamı, Hilal TV’de yayınlanan Ulustan Ümmete adlı programdaki soru ve cevap üzerine yazılmıştır. O programda sorulan soruyu ve verilen cevabı, özetle hatırlatayım: Soru: “Eğer vahyî ölçüleri gözetiyorsak, amel-iman ayrımı olmaması lâzım. Bu boyutuyla baktığımızda bizim siyaset anlayışımızda meselâ türbeleri Allah’a ulaşmak için vesile kabul etmek, türbelere tâzimde bulunmak olumsuzlanır. Bu, olumlu bir şey değildir. Ama, bir de Türkiye’de reel siyaset içinde rol alan insanlar anıtkabirde tâzimde bulunmak zorundadır. Şimdi kendi değer temelli siyasetimiz, türbe karşısında onu tâzime geçirtmezken, reel siyaset anıtkabir karşısında tâzim duruşuna geçirtiyor. Ben bu çelişkiyi ifade ediyorum. Bunu nasıl çözümleyeceğiz?” Cevap: “Hepsi elde edilemeyenin, hepsi terk edilmez.” “Biz siyaseti Akaid’i konuşur gibi konuşuyoruz. Bu, çok yanlış bir şey. Akidede siyah ve beyaz üzerinden konuşulur. Siyasette grinin tonları üzerinden konuşulur. Siyasette gelirler ve giderler, faydalar ve zararlar üzerinden konuşulur.” Tırnak içinde: “Allah Rasûlü, reel politiği gözetti.” Kimse buradan bir şey çıkartmasın, tırnak içinde diyorum.” “Allah Rasûlünün yüzü Kudüs’e dönük namaz kılarken gönlü Kâbe’ye dönük namaz kılıyordu Medine’de.” “Bazen insanın yüzü ile gönlü farklı yerlere döner. Gönlünüz dönmesin. Yani gönlünüz kıblesini biliyorsa mesele yok.” (Program yöneticisinin sorusu: Gönül de sağlam bir altın terazisi değil ama.” Cevap: Eyvallah.) “Vezinû bi’l-kıstâsi’l-müstakîm” “Müstakîm bir kıstas ile ölçün, tartın.” Arpayı metre ile ölçmeye kalktığınızda âdil olamazsınız. Ölçü âletimiz yanlış. Arpa metre ile ölçülmez. Siyaseti ölçeceğimiz metreyi doğru seçiyorsak, problem değil. Önce ölçülerimizi kısaca belirtelim: Allah için sevmek, Allah için buğzetmek, Her insanın hata yapabileceği, hata yapınca mü’minler tarafından uyarılması gerektiği, Hakka bâtılı karıştırmanın büyük bir vebal olduğu ve buna seyirci kalınamayacağı, “Te’vilin olduğu yerde tekfir olmaz” derler. Siyaset te’vil sanatı aslında. Hiçbir tevilin puthanede putperestliğe ait ritüeller gerçekleştirmeyi ya da bunlara ikrahsız iştirak etmeyi sakıncasız ve hatta sünnet gibi gösteremeyeceği, Allah Rasûlü, Kâbe’ye doğru namaz kılarken Kâbe’nin içinde 360 tane put vardı, bunu unutmuyoruz. Hataya, suça düşman olunması, hatalıya ise hatadan dönmesi için en az dua ile yardımcı olunması… 35 İktibas A nıtkabiri tâzimle ilgili soruya verilen uzunca cevapta, bu uygulamanın tek cümle ile bile olsa çirkinliği, şer’î sakıncası gündeme getirilmeden, hatta tam tersi anlaşılacak şekilde asr-ı saâdetten nice örnekler verilerek bu olayın ruhsatı veriliyor, cevazı anlatılıyor. Düşünce Laiklik Bu Değilse, Ya Nedir? “Vezinû bi’l-kıstâsi’l-müstakîm” “Müstakîm bir kıstas ile ölçün, tartın.”1 Eyvallah, buğdayı metre ile ölçmeyelim, ama putperestliğin hükmünü reel politikanın hizmetindeki akılla ve baştan sona yanlış kıyaslarla hiç ölçmeyelim. Müstakîm terazi vahiy terazisidir, özellikle vahyin ölçülerine göre put ve putperestlik olan hususlarda, vahye ters başka terazi kullanılamaz. İlâhî teraziye göre tümüyle olumsuz olan bir şey, onun yerine başka terazi kullanılarak olumlu hükme ulaşılamaz. Hele Anıtkabirde tâzim gibi genel ölçü olarak vahyin ölçüp biçtiği ve hükmünü bildirdiği hususlarda, vahyin ölçüsüne, hükmüne tümüyle ters ölçü, doğru ölçü olabilir mi? Bu şekilde ölçmek midir kıstâs-ı müstakîm, dosdoğru ölçü? Anıtkabiri tâzimle ilgili soruya verilen uzunca cevapta, bu uygulamanın tek cümle ile bile olsa çirkinliği, şer’î sakıncası gündeme getirilmeden, hatta tam tersi anlaşılacak şekilde asrı saâdetten nice örnekler verilerek bu olayın ruhsatı veriliyor, cevazı anlatılıyor. Anıtkabirdeki tâzimi savunacak, onu meşrû gösterecek bir çizgi, hepimizi derin derin düşündürmesi gereken bir durumdur. Çünkü bunu yapan, düne kadar tevhidi bayraklaştıran bir Kur’an müfessiri. O argümanları dinleyen bir kimsenin varacağı hüküm, şundan başka olmayacaktır: “Demek ki Anıtkabirde yapılan putperest âyinlerine iştirak câizmiş, herhangi bir sakıncası yokmuş; hatta sünnetmiş. Peygamberimiz de benzer davranışlarda bulunmuş.” İk- 36 tidarı savunma amacıyla “reel politik” denilen omurgasızlığı, sâbitesizliği, kırmızı çizgi tanımamayı savunmak, reel politiği savunmak için de putperest âyinleri yapmayı onaylamak… Bu isnatların, bu suçlamaların muhatabı olacak şekilde bir uzlaşmacı çizgiye gelmeden bir yerde frene basmalıydı. “Devletin imanı olmaz, devletin imanı adalettir.” söylemi, bu anlayışa basamakmış demek ki. Savrulmanın yavaş yavaş, adım adım getirdiği noktaya bakar mısınız? Firavunların piramitlerini tapınak edinerek yapılan reel siyasete onay veren çizgiye gelindi. Bu çizgi hayırlı yerlere götürmez, Allah’ın rızasına ulaştırmaz. Peygamber’in tavrı değil bu tavır. Rasûlullah’ın uygulamaları ile putperestliğe eklemlenerek siyaset yapmaya onay verilemez. Kendisinin de doğru olarak ifade ettiği gibi; “Ben putları yıkmak için gönderildim.” diyen Rasûl, putlara tâzimde bulunmamış, bulunmaya hiçbir şekilde onay vermemiştir; aksi görüş O’na bir iftiradır, dine bir iftiradır. Gönlü Allah’tan yana olduğu halde; zâhiriyle, vücuduyla putların karşısında tapınma kabul edilecek hiçbir ritüeli yapmamıştır. Tam tersine, o, çokça putun bulunduğu Mescidi Haram’da sadece Allah’a ibadet etmiş, namaz kılmıştı. Eğer soru, “puta tâzimde bulunmaksızın ve putları da ilkelerini de reddederek Anıtkabir’de namaz kılınır mı?” olsa idi, verilen cevap kısmen doğru olabilirdi. Soru, namaz değil; Anıtkabir’i ve içindeki putu tâzim. Böyle bir soruya verilen cevaba bakıyorsunuz ve şok oluyorsunuz. Muvahhid bir âlimin tavrı böyle olamaz. Dini eğip bükmeden anlatması, siyasi yapılara hakkı tavsiye edip onları şirk ve küfre karşı uyarması Düşünce gereken âlimlerin dünyevî hesaplarla pragmatizmin çürütücü akıntısına kendini kaptırması, siyasî iktidarın hatırını tevhidî hakikatlerin önüne geçirmesi gerçekten “bu gidişiniz nereye?”2 sorusuna âcil cevap aranmasını gerektiriyor. “Putperestlik” gibi İslâm’ın en büyük günah ve affedilmeyecek suç gördüğü bir problemi meşrulaştırmaya kadar götürmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. “Eğer vahyî ölçüleri gözetiyorsak, amel-iman ayrımı olmaması lâzım. (…) Reel siyaset anıtkabir karşısında tâzim duruşuna geçirtiyor. Ben bu çelişkiyi ifade ediyorum. Bunu nasıl çözümleyeceğiz?” sorusuna “Hepsi elde edilemeyenin, hepsi terk edilmez.” şeklindeki meşhur ifadeyle cevap verilmeye başlanması, gerçekten talihsizliktir. “Neyin hepsi elde edilemiyorsa?” Soru anıtkabir tâzimi olduğuna göre, hüsn-i zannınızı zorlayın zorlayabildiğiniz kadar ve uygun bir cevap bulun. Verilen cevabın ikinci delili, “Biz siyaseti Akaid’i konuşur gibi konuşuyoruz. Bu, çok yanlış bir şey. Akidede siyah ve beyaz üzerinden konuşulur. Siyasette grinin tonları üzerinden konuşulur.” Peki, diyelim ki bu sözü doğru kabul ettik, hiç olmazsa bunu söyleyen şahsın buna uymasını beklememiz gerekmez mi? Bakın siyasi bir konuda, siyasi bir soruya verdiği cevap, akaidi de içerecek şekilde dinle, namazla, Rasulullah’la, kıble ile ilgili. Siyasetle ilgili cevap verilir, konuşulurken; hemen hepsinin Akaid’le büyük bağı olan, Akaidsiz düşünülemeyecek olan bu kavramlar konuşmanın içinde geçtiğinde, siyaset Akaid gibi konuşulmuş olmuyor mu? Hani siyasetin renkleri İktibas Akaidin renklerine benzemiyordu, terazisi de ayrı idi. Öyle ise, niye Akaidin renkleri ve terazisi ile cevap verilip örnekler hep o alandan veriliyor? Bu, kişinin daha bir cümle önce söylediği ile çelişmesi değil mi? Konuşulan konu, sorulan soru, tümüyle siyasetle ilgili. Soruyu soranın ifadelerinden yola çıkalım: “Bizim siyaset anlayışımızda”, “Türkiye’de reel siyaset içinde” “siyaset içinde rol alan insanlar”, “anıtkabirde tâzimde bulunmak”, “değer temelli siyasetimiz”, “reel siyaset” terimlerinin geçtiği tümüyle siyasi bir konu ve siyasi bir soru. Cevap da Rasulullah’ın namazı, kıblesi gibi siyah-beyaz renkleri içeren, Rasulullah’ın sünnetinin ölçü olarak kullanıldığı, (yanlış çıkarımlarda bulunulsa da) dinin konuşturulduğu bir terazi kullanılmış. Demek ki söylediği şey, kendisi tarafından bile uygulanamayacak bir husus. Zaten putperestlikle ilgili bir olayı, Akaidi konuşur gibi konuşmayacak, Akaidle bağını kurmadan konuşacaksa insan, o zaman laiklerden ne farkı kalır? Dini devlete karıştırmayan klasik laiklerle reel siyaset terazisi kullanan Akaidi siyasete karıştırmayan anlayış, birbirine benziyor ve Anıtkabirdeki tazimi onaylama gibi nice temel konularda da aynı sonuca varıyor. B akın siyasi bir konuda, siyasi bir soruya verdiği cevap, akaidi de içerecek şekilde dinle, namazla, Rasulullah’la, kıble ile ilgili. Siyasetle ilgili cevap verilir, konuşulurken; hemen hepsinin Akaid’le büyük bağı olan, Akaidsiz düşünülemeyecek olan bu kavramlar konuşmanın içinde geçtiğinde, siyaset Akaid gibi konuşulmuş olmuyor mu? Hani siyasetin renkleri Akaidin renklerine benzemiyordu, terazisi de ayrı idi. “Allah Rasûlünün yüzü Kudüs’e dönük namaz kılarken gönlü Kâbe’ye dönük namaz kılıyordu Medine’de.” Anıtkabir tâzimi konusunda bunların söylendiğini dikkate alarak, burada (tek cümlede) şu benzetmeler yapılmış oluyor: 1-Politikacıların yönelişi, Rasulullah’ın yüzünü döndürmesine, 2-Anıtkabir cephesi, İslâm’ın eski kıblesine, 37 İktibas 3-Politikacıların Anıtkabirde yatana yönelişi, Rasulullah’ın Kudüs’e dönmesine, 4-Putlaştırılan kimseye yapılan âyin, Rasulullah’ın namazına, 5-Bugünkü Ankara, Rasulullah zamanındaki Medine’ye benzetilmiş oluyor. Atatürkçü Düşünce Derneği, hâlâ put, putperest gibi kavramlarla Anıtkabirdeki tazime şirk, küfür demeye devam eden radikalleri değiştirip dönüştürmeye çalışan politikacıların Anıtkabire yönelik kıblelerini onaylayan ve bunu asr-ı saadetteki güzel uygulamalara benzeten yaklaşıma üzerinde anıtkabiri gösteren pusula şeklinde yapılmış “Atatürk Ödülü” vermesi gerekir. Ancak, pes denir bu benzetmelere; Akaidi siyasete karıştırmayı büyük yanlış gören bir anlayışa karşı. Nasıl olsa, siyaseti konuşuyor, biz de kalkıp hangi hakla Akaidle ilgili bir hüküm verelim? Gel de “akaid açısında bu sözün hükmü şudur” demeye kalk; büyük yanlış yapmış olursun. Dini siyasete karıştırma suçunu işlediğimiz, dinle devleti ayırmadığımız, bugünkü tabirle reel politik ile, siyaset ile Akaidi benzer şekilde konuştuğumuz için, mümkün hoca çarpmaz, ama Atatürk çarpar. Üstü örtülü de değil, açık bir laikliktir bu. “Din ayrı, devlet ayrı” demek olan laiklik, “Siyaset ayrı, Akaid ayrı” biçiminde yeniden tedavüle sunuluyor. Akaidden kopuk bir siyaset, siyasetten kopuk bir akaid oluşturulmak, değişik ifade ile akaidsiz, inançsız bir siyaset isteniyor. Yine, siyasetsiz, yönetimsiz bir akaid ve inanç oluşturulmaya uğraşılıyor. Devlet 38 Düşünce talebi olmayan bir dinin, ılımlı İslam anlayışının hatırı için ve reel politik terazinin ölçeği olarak, yerseniz! Laikler, anıtkabir tâzimini Allah’tan ve Akaidden bağımsız gerçekleştiriyorlardı, hatta o inanca alternatif olarak. Siyasetle Akaid arasını ayıranlar ise, anıtkabir tâzimini sünnetten delillerle(!) sakıncası olmadığını, hatta sünnette benzeri uygulamalar olduğunu ileri sürerek, âdeta sünnet olarak kabul edilebileceğini gündemleştirmiş olmuyorlar mı? Artık Müslümanlar da Rasulullah’ın benzeri uygulamalarını dikkate alarak Anıtkabir tâzimine katılabilir, hatta sevap umabilir. Ama bu konu siyaseti, reel siyaseti ilgilendirdiği için Akaid’le ilgili kavramlarla değerlendirmek gibi bir yanlışa zinhar gidilmemelidir. Sözün burasında gel de şu âyeti hatırla(t)ma: “Dikkat et, hâlis din Allah’ındır. O’nu bırakıp kendilerine birtakım dostlar (putlar) edinenler, ‘Onlara, bizi Allah’a yaklaştırsınlar’ diye tapıyoruz’ derler…”3 Bu konuşmadan sonra, gönül kıblesini doğru bilerek, bedenleriyle farklı kıblelere yönelebilirler, aynen gönlünde farklı kıble olan ama farklı yönü kıble olarak kullanan(!) Rasul gibi. Gönül Allah’a yönelip O’na tapsın; bedense tam zıddına putlara yönelip onlara tapsın. Sadece gri değilmiş anlaşılan, laikliğin yeşili de oluyormuş demek ki; laikliğin, siyasetin ve putperestliğin… Allah’ın affetmeyeceği tek büyük suç olan puta tapınma âyini, namaza nasıl benzetilebilir? Allah’ın önceki ümmetlerden miras kalan Muhammed’e (s.a.s.) emrettiği meşrû bir kıble olan Mescid-i Aksâ ile Anıtkabir arasında nasıl bir yakınlık kurulabilir? Allah’ın iki kutsalı arasında Rasul’ün yaptığı bir tercih, Allah’ın en büyük yasağı olan bir davranışa, Kemalist düzenin kutsalını tercihe ve tanrısına tapınmaya nasıl dayanak teşkil edebilir? Aman Allah’ım, bu ne biçim ölçüp biçmedir? Kur’an müfessiri bir zata politikacı kardeşlerine hiç olmazsa ağabeylik yapıp Akaidin kırmızı çizgilerini, siyah ve beyaz renklerini hatırlatıp dinin şirk ve putperestlik dediği uygulamalara karşı uyaracağı yerde; tevil mekânı olan siyasette Akaid diliyle konuşmayıp “reel politik” terazi ile tartarak onların yaptıklarının sünnette yeri olan Peygamber davranışı gibi bir davranış içinde olduklarını söylemek hiç yakışmıyor. Siyasetle ilgili putperestliğe “putperestlik” dememek için önce bir hazırlık gerekiyor: “Siyaseti Akaid gibi konuşmak çok yanlış.” Bu yanlışı vurguladıktan sonra Anıtkabirdeki tâzim için Akaidle ilgili bir değerlendirme yapılamayacaktır. Akaid, Anıtkabirin kapısından giremeyecektir. Nasılsa Mahmut Kaçar eline Kur’an alarak Anıtkabir’e girip âyin yapanlara: “Putlara tapmayın, Allah’a tapın. Allah’tan başka ilah yoktur” diye İbrahim’i (a.s.) örnek alarak haykırdıysa, ne bilsin gariban siyasetle Akaidin karıştırılmayacağını. Demirel de zaten reel siyaseti Akaid diliyle konuşan, böyle büyük bir yanlışlık(!) yapan Kaçar’ı “meczup” diye damgalandırıp bu yanlışı ancak meczupların yapacağını ilan ediyordu. Atalarının dinine uyarak, Rasul’e ve Rasullere kendi dönemlerinin reel politik hesaplarıyla yaptıkları bu ithamı tekrarlamış oluyordu. Düşünce Tırnak içinde: “Allah Rasûlü, reel politiği gözetti.” Kimse buradan bir şey çıkartmasın, tırnak içinde diyorum.” Tırnak içinde söylenen sözden melekler de bir şey çıkartmazlarsa gerçekten ustaca bir siyaset. Sadece konuşan anlam çıkaracak, dinleyen cümlenin ne anlama geldiğini bilerek anlayacak; ama eleştirenler buradan bir şey çıkaramayacak, eleştiremeyecek. Eee, tırnak içinde diyor ya… Ama bir şey çıkarmayalım da, ne diyor: Allah Rasûlü, reel politiği gözetmiş… Demek ki o zaman da Ak Parti benzeri bir siyasi yapılanma varmış, Rasul müfessirimiz gibi reel politiği gözeterek anıtkabirde tâzim benzeri putperestliği onaylayan fetvalar vermiş, vermiş de hoca’dan başka kimsenin haberi olmamış. Reel politiğe uymayan bizim gibiler sünnete de uymayan günahkârlar. Anıtkabire de gitmiyorlar ki, günahlarını affettirecek vesilelere yapışsınlar. Tırnak içine daha fazla girip de, tırnağın içindeki pislikleri daha fazla deşmeyelim, hoca müsaade etmiyor zaten. Siyasi konuları içeren kitaplar şöyle yazar: “Bir politikacı bir seçim sonrasını, bir devlet adamı yüzyıl sonrasını düşünür.” Ben de ilâve edeyim: Bir Müslüman ise ölüm sonrasını, âhireti… “Te’vilin olduğu yerde tekfir olmaz” derler. Siyaset te’vil sanatı aslında.” Bu iki cümleden çıkan mânâ olarak; “siyasette tekfir olmaz.” Siyasetle ilgili bir şahıs tekfir edilemeyeceği ve siyasî bir tavır küfür kategorisine sokulamayacağı için, “siyasette her yol meşrûdur” anlamı çıkaranların vebalini kim taşıyacak? İktibas “Bazen insanın yüzü ile gönlü farklı yerlere döner. Gönlünüz dönmesin. Yani gönlünüz kıblesini biliyorsa mesele yok.” Tv.de bunları söyleyen zat, daha önce şunları söylüyordu: “Bugün bunların izdüşümü ‘sen kalbe bak, kalbim temiz’ diyen cahillerdir. İmanın gayesi vicdanda ya da fikirde hapsolmak değil, hayatı değiştirmek ve güzelleştirmektir. Çünkü insan ‘hilâfet’ görevini ancak bu sayede yerine getirebilir.”4 “Organların ameli, kalbin amelinden bağımsız değildir.”5 “Kur’an, amelin imandan bağımsız olmadığının delilleriyle doludur.”6 “Amel imandandır.”7 “Sonuç: İman hem marifettir, hem tasdiktir, hem ikrardır ve hem de ameldir.”8 “Gönlünüz kıblesini biliyorsa mesele yok.” Bu cümle, siyasetle ilgili ve Akaid diliyle söylenmiş, söyleyeni az önceki yasaklayana şikâyet ediyorum. Demek ki, gönlün yani imanın kıblesi esas. Gönül, yönelinecek kıbleyi bilip bulacak; beden de o kıbleye yönelecek. Kıble, bulunmakla yetinilecek bir şey değil. Kıbleyi bulmak bedenle ibâdet içindir. İbâdet yapılmayacaksa kıbleyi bulmanın ne önemi olabilir? “Gönül doğru kıbleyi bilsin, beden o kıbleye yönelmese de olur, beden başka kıblelere yönelebilir, putlara tapabilir” denilebilir mi hiç? “Biz siyaseti Akaid’i konuşur gibi konuşuyoruz. Bu, çok yanlış bir şey. Akidede siyah ve beyaz üzerinden konuşulur. Siyasette grinin tonları üze- rinden konuşulur. Siyasette gelirler ve giderler, faydalar ve zararlar üzerinden konuşulur.” buyruluyor. Bu ifadeler, “konuşma” kavramı üzerinden gündeme gelse ve söyleyenin kasdı bilinmese bile, Anıtkabirdeki tâzime katılanların iman ve amel konusunda çelişkiye düşmeleri ile ilgili soruya cevap sadedinde olması, bu sözden muhatapların ne çıkaracakları dikkate alınmayınca ne feci neticelere sebep olunacağı tahmin edilmek zorundadır. Akide, hayatın her alanına hükmeder. Gönül, bedenin yöneticisidir. Selim bir kalbin, sâlih amel üretmesi şarttır. Sâlih amel işlemeyen bir kimsede Allah’ın istediği gibi bir gönül bulmak mümkün değildir. “Vücutta bir et parçası vardır; o düzgün olursa bedenin tamamı düzgün olur, bozuk olursa bedenin tamamı bozuk olur. Dikkat edin, o, kalptir.”9 İmanın kalple, kalbin de organların amelleriyle ilişkisi, bir hadis rivayetinde şöyle ifade edilir: “Kulun imanı istikamet bulmaz, ta ki kalbi doğrulmadıkça; Kalbi istikamet bulmaz, ta ki dili doğrulmadıkça.”10 Allah ilişki kuruyor siyasetle ibâdet arasında. Ve sadece Allah’a ibâdet etmek; tevhidin en temel yansıması; Anıtkabirde tâzim ise putperestliğin en ilkel tezâhürüdür. Rabbimiz siyasetle ibâdet arasındaki irtibatı şöyle kuruyor: “Onlar ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler. İşlerin sonu Allah’a varır.”11 Yani, iktidarın gerekçesinin; namaz, zekât gibi ibâdetleri hakkıyla îfâ etmek, insanları sadece Allah’a kulluk yapmaya yöneltmek ve emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker gibi faâliyetlerle sosyal hayatı İslâm- 39 İktibas M ü’minler, kendi aralarındaki anlaşmazlıkları Allah’ın ve Rasûlünün hükmüne başvurarak çözüme ulaştırmak yükümlülüğünde oldukları gibi; onların hükmüne de tam bir teslimiyetle boyun eğmek zorundadırlar. Allah’ın hükmünü kabul etmemek, O’nun hükmü ile hükmetmemek ise, insanı iman dairesinin dışına çıkarır; kâfir, zâlim ve fâsık yapar. Düşünce laştırmak olduğu belirtiliyor. Bu durum da, yönetme hakkının sadece Allah’a ait olduğu, insanın ancak O’nun hükümleriyle hükmetmesi gerektiğini ortaya koyar: “...Onların (göklerde ve yerde olanların) O’ndan başka bir yöneticisi yoktur. O, kendi hükmüne/hükümranlığına kimseyi ortak etmez.”12 Firavun’un “ben sizin en yüce rabbinizim”13 dediğini haber verir Kur’an. Siyasetçilerin rablik iddiasının, bazen dille bazen de halle olacağı mâlumdur. Halleriyle nasıl rablik iddia ettikleri ve edecekleri de Kur’an ve Sünnette açıklanmıştır: Tevbe sûresi 31. âyetin izahı olarak Rasûlullah (s.a.s.), Allah’ın helâl kıldığını yasaklayıp haram kıldığını da serbest kılmayı rablik taslamak; onların bu hükümlerini kabul etmeyi de onları rab kabul etmek olarak açıklar.14 Mü’minler, kendi aralarındaki anlaşmazlıkları Allah’ın ve Rasûlünün hükmüne başvurarak çözüme ulaştırmak yükümlülüğünde oldukları gibi; onların hükmüne de tam bir teslimiyetle boyun eğmek zorundadırlar.15 Allah’ın hükmünü kabul etmemek, O’nun hükmü ile hükmetmemek ise, insanı iman dairesinin dışına çıkarır; kâfir, zâlim ve fâsık yapar.16 “Yoksa onlar (İslâm öncesi) câhiliyye hükmünü (idaresini) mü istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü, hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?”17 “Hüküm yalnız Allah’ındır. O, kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.”18 Kur’an’da siyasetle ilgili, bu âyetlerden başka nice âyet vardır 40 ki, Kur’an bunları Akaid diliyle anlatır: Rab kabul etme, teşrî hakkını verme, velî kabul etme, tâğutu reddetme, itaat-isyan, ulu’l-emr,19 “yu’minûne bi’l-cibti ve’t-tâğut/cibt’e ve tâğuta iman edenler”,20 “abede’t-tâğut/tâğuta kulluk yapanlar”,21 “Vellezine’ctenebu’t-tâğute en ya’budûhâ/tâğuta kulluk yapmaktan kaçınanlar”,22 “Femen yekfur bittâğuti/ Kim tâğuta küfreder, onu inkâr ederse”23… bu kavramlar ve benzeri onlarca ifade, siyasi değil midir ve akaid dili ile hüküm verilmemiş midir? Bizim Siyasetimiz İbâdet, İbâdetimiz de Siyasettir Kur’an’da iki çeşit yönetici vardır. Biri, hoşlanmadığımız durumlarda bile itaat etmek zorunda olduğumuz, Allah’ın indirdiğiyle hükmeden bizden olan yönetici, yani ‘ülü’l-emr’.24 İkincisi, hiçbir halde itaat edemeyeceğimiz, onun iyi taraflarını bile kabul edemeyeceğimiz kötülük odağı, şeytanın siyasal versiyonu ‘tâğut’. İşte bu ikinci yöneticiyi aynı zamanda inkâr etmemiz, iyiliklerini örtmemiz iman için şart koşuluyor.25 Güne kâfirlere ültimatomla başlamamız Peygamberimizin sünneti: Her sabah ilk işimiz namaz kılmak. İlk olarak kıldığımız sabah namazının sünnetinin ilk rekâtında Fâtiha’dan sonra ‘Kâfirûn’ sûresi okumak sünnettir. Bu sûrede ‘De ki: ‘Ey kâfirler! Tapmam sizin taptıklarınıza’ Sizin dininiz size, benim dinim bana!’26 diyerek kâfirlere ve tâğutlara tavrımızı, Allah’ı şâhit tutarak namazımızda ilân ediyoruz. Günümüzü de benzer bilinçle kapatıyoruz: Gece, en son kıldığımız namaz yatsıdan sonra vitir namazı. Onun da en son rekâtında okuduğumuz kunut duası. Bu duada ‘ve nahlau Düşünce ve netrukü men yefcuruk’ diye Allah’a söz veriyoruz. Yani diyoruz ki: ‘(Ey Allah’ım!) Biz Sana isyan eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi (yönetimden, liderlikten) hal’ edip alaşağı ederiz, onu kendi haline terk ederiz.’ Nahlau (hal’ ederiz) derken kullandığımız hal’ kelimesi, ‘ehl-i hal’ ve’lakd’ denilen yöneticiyi azletme ve yeni bir yönetici atama konusunda ehil olan şahısların yaptığı iştir. ‘Yöneticiyi makamından indirmeye, alaşağı etmeye’ hal’ etme denir. Ve netrukü: Terk ederiz, onu yardım(cı)sız bırakır, onunla ilişkilerimizi keseriz, ona destek olmayız, onu inkâr ederiz. İşte, bizim namazımız bile tâğutlara bir ültimatom ve onlara karşı nasıl tavır takınacağımıza dair bir ahid ve söz verme, bir siyasi bilinçtir. İki Hoca: Dünkü Hoca, Bugünkü Hoca. Bugün reel politik takılır ve iktidara şirin gözükmeye özen gösterirken, dün Akaidle siyaset arasında kendisi de ciddi bağlar kuruyor, siyaseti Akaid diliyle konuşuyordu. Dün “İmamlar”dan yana idi, bugün “Sultanlar”dan yana. Dün “Yahûdileşme Temâyülü”nü eleştiriyordu; bugün reelpolitik gereği ve siyasetin tevil sanatı olup Akaidle karıştırılmaması gerektiğinden bahsederek, artık bu temâyülü reelpolitik olarak görüyor. Dünkü konuşup yazdıklarından bir-iki örnek vereyim: “Küfre Hayran Olmak Akide Sorunudur” “İman şereftir. Bugün müslümanın en önemli sorunlarından biri, kimlik bunalımıdır. Bunun farklı tezahürleri olan kişilik erozyonu, şahsiyetsizlik, zillet ve meskenettir. Müslümanın kimlik bunalımı imanını ikti- İktibas dar edemeyişinden, Müslüman oluşuyla iftihar edemeyişinden, daha doğrusu iftihar edebilecek bir imana sahip olamayışındandır. Bu durum, kâfirleri sevmeyi ve onlara gıpta etmeyi getirecektir. Tabii olay, sadece kâfiri sevmek sınırında kalmayacak; onun küfrüne lâkayıtlıkla başlayan süreç küfre rıza ve küfre gıpta etmenin ardından, küfre sevgi ve hayranlığa kadar varacaktır. Küfre rızâ küfürdür, bu kesin! Ya küfre hayran olmak nedir? Evet, bu bir akîde sorunudur ve çözümü de imanla ilgilidir.27 “İnsanları etrafına toplamak için dinin emir ve yasaklarından Allah adına taviz veren bu şarlatanlar geçmişte olduğu gibi bu gün de Şeriat düşmanı yönetimler tarafından teşvikkâr bir müsamahayla karşılanmakta, toplumun dinî duygularını dışarıdan yıkamayanlar, içeriden tahrip etmektedirler.”28 “Nifakın uluslararası ilişkilerdeki adı “diplomasi”, bireylerarası ilişkilerdeki adı “kibarlık/ nezaket”, siyasal alandaki adı da “politika” olmuştur.” “Özgürlük imanın gıdasıdır. İman girdiği bir kalpte tutsak ise, onun orada yaşama şansı azalır. İmanın özgür olduğunun göstergesi de, eyleme yansıması, kendini “amel” diliyle ifade edebilmesidir.”29 D ünkü Hoca, Bugünkü Hoca. Bugün reel politik takılır ve iktidara şirin gözükmeye özen gösterirken, dün Akaidle siyaset arasında kendisi de ciddi bağlar kuruyor, siyaseti Akaid diliyle konuşuyordu. Dün “İmamlar”dan yana idi, bugün “Sultanlar”dan yana. Dün “Yahûdileşme Temâyülü”nü eleştiriyordu; bugün reelpolitik gereği ve siyasetin tevil sanatı olup Akaidle karıştırılmaması gerektiğinden bahsederek, artık bu temâyülü reelpolitik olarak görüyor. “Tevhid İslâm akidesinin mihveridir. Muvahhid bir mü’minin görevi; tevhidi, bir dünya görüşü, bir hayat felsefesi, bir yaşam biçimi, bir bakış açısı, özetle bir varoluş amacı olarak algılayıp, bunu hayatın tüm alanlarına hâkim kılmaktır. Bireysel, toplumsal, sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik, eğitim ve öğretime ilişkin tüm alanlarda tevhidin gerçekleşmesinin ilk şartı “sa- 41 İktibas B akın nasıl bir rasulün ümmetiyiz? Rasulullah, günümüzdeki ile mukayese edilemeyecek derecede büyük baskıların olduğu Mekke döneminin son zamanlarında illegal bir eylem yaparak Kâbe’de asılı birçok putu yerle bir etmiştir. Anıtkabirle ilgisiz şeyleri anlatmak yerine, bu olayı anlatsa ve ona göre hüküm çıkartsa ne doğru iş yapmış olurdu. Düşünce hih bir akide”dir.” “Allah’ım! İktidarsız imandan, imansız iktidardan sana sığınırız.”30 “İmanlarımıza vurulmaya çalışılan… siyasal zincirleri kıracak bir basiret ve feraset lutfet.”31 “İmanın vicdanlara hapsedildiği bir çağda, bundan zarar gören yalnızca mü’minler olmayacaktır. Bilakis bütün insanlık zarar görecektir. Çünkü imanın hâkim olduğu toplumda ahlak, adalet, fazilet, muhabbet, muâvenet, sadakat ve iffet baş tacı edilen değerler olarak yerini alacak; imanın hakim olmadığı toplumda ise rezalet, nefret, sefalet, sefahat, atalet, ihanet, bencillik ve her türlü dalavere ortalığı kaplayacaktır.32 Rasulullah’a İftira Peygamberler ve Peygamberimiz… Gönderiliş gayeleri insanları putperest âyinlerine yönlendirme değildir. Ya nedir? Tam tersi: “Allah’a kulluk edin ve tâğuttan (ona kulluktan) sakının’ diye (emretmeleri için) her ümmete/topluma, bir peygamber gönderdik.”33 Güya Rasulullah da benzer davrandığı için Anıtkabirde tâzim yapabilirmiş particiler rahat rahat. Ve anlatıyor da anlatıyor hiç alâkası olmayan olayları Rasulle ilgili. Meselâ, Kâbe’ye ait bazı alanın Kâbe binasının dışında bırakılması ile Anıtkabir konusunun ne alâkası vardır? Ama kendisi nasılsa bir alâka kuruyor ve “Rasulullah da, Anıtkabirde tâzime benzer uygulamalar yapmıştı” şeklinde çıkarım yapılacak sözlerle peygamberimizi bühtan altına koyuyor. Bu da “Dördüncü Muhammed” demek ki. Anıtkabirdeki tapınmaya benzer tavırlar içindeki Muham- 42 med; Dört Muhammed’in dördüncüsü. Kitabın yeni baskıları artık Üç Muhammed’den değil, Dört Muhammed’den bahsedebilir. Hayır, öyle değil! Bakın nasıl bir rasulün ümmetiyiz? Rasulullah, günümüzdeki ile mukayese edilemeyecek derecede büyük baskıların olduğu Mekke döneminin son zamanlarında illegal bir eylem yaparak Kâbe’de asılı birçok putu yerle bir etmiştir. Anıtkabirle ilgisiz şeyleri anlatmak yerine, bu olayı anlatsa ve ona göre hüküm çıkartsa ne doğru iş yapmış olurdu. Anlatılanları bilmediğini sanmıyorum. Ama ah şu reel politik terazisi… Rasûlullah (s.a.s.), put kıran bir peygamber babanın, put kıran bir peygamber torunudur. Tek başına bir ümmet olan İbrâhim (a.s.), put kıran bir peygamber idi. O zâtın torunlarından biri olan Rasûlullah da, put kıran bir Peygamberdir. Rasûlullah, hem kalplerdeki, hem beyinlerdeki putları ve putlaşmış fikirleri, akîdeleri kırıp parçalamış, hem de müşrik putperestlerin kendi elleriyle yapıp meydanlara diktikten sonra tapınılan put heykelleri paramparça edip kırmıştır. Rasûlullah, hem putçu ideolojileri ortadan kaldırmış, hem de tapınılan ve putlaştırılan şeyleri yok etmişti. Gerek içteki, gerekse dıştaki putları kırmak ile vazifeli olan Rasûlullah’ın, müşrik tâğutların egemen olduğu tevhidin merkezi Mekke’deki bir uygulaması şöyledir: (Bu uygulama, Rasûlullah’ın hicret edeceğine yakın bir sırada gündeme gelmiştir.) Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) anlatıyor: “Ben ve Peygamber (s.a.s.) (karanlık bir gecede, geceyarısı) yürüdük, nihâyet Kâbe’ye vardık. Düşünce Bana: “otur!” dedi. Oturdum, omzuma çıktı, yukarıya kaldırmak istedim. Benim güçsüzlüğümü görünce, indi ve: “Sen, benim omzuma çık!” dedi. Omzuna çıktım, beni kaldırdı, bana öyle bir hal geldi ki, istersem göğe kadar yükselebileceğimi sandım. Nihâyet Beyt’in üstüne çıktım. Bakır ve altından yapılmış birçok heykellerle karşılaştım. Beyt’in sağından, solundan, önünden ve arkasından onları toplayıp bir araya getirdim. Hepsini topladığımda bana, şöyle buyurdu: “Şimdi onları bir bir aşağıya fırlatıp at!” Fırlatıp attım, cam bardaklar gibi kırılıp parça parça oldular. Sonra indim. İnsanlardan birinin bizi görmesinden korktuğumuz için koşarak evlerin ötesine kaçtık, kaybolduk.”34 Müşrik tâğutların egemenliğindeki Mekke’de örnek bir put kırma olayını gerçekleştiren önderimiz Rasûlullah, birkaç yıl sonra fethedilen Mekke’de, gerek Kâbe’nin içinde ve üstünde, gerekse Kâbe’nin etrafında, yani Harem-i Şerif ’teki bütün putları kıracaktı. Soru soran zâtın, bu programın yöneticisi kimliğiyle, Kur’an bilincine tümüyle ters cevapları, hayranlığını gösterecek tarzda gülerek ve tasdikleyerek dinlediği ve kibarca da olsa hiç itiraz etmediği için benzer vebale ortak olduğunu sanıyorum. Çağın en büyük tâğutuna tapınanları kınamak yerine, onları teşvik edecek tarzda tevhid dininden kılıf bulmaya kalkan anlayışa gelinceye kadar ve en azından böyle bir fâcia karşısında uyarmayan; bir müridin, Kur’an’a ters tavırlarında bile hikmet arayıp şeyhine tâbi olmayı sürdürmesi gibi, bu savrulmaları sessizce geçiştiren çevresindeki şahısların da ve- İktibas balleri olduğunu düşünüyorum. Allah için sevgi besleyen, sevdiğinin kendisini de sevenlerini de helâke götürmesine seyirci kalamaz. Çevresinden kimse eleştirmeyince, bunlar ne yaparlarsa doğru yaptıklarını, ne söylerlerse en doğruyu söylediklerini vehmediyorlar. Anayasa referandumuna evet çağrısı yaptıklarından beri çizgi giderek düzene doğru kayıyor. Bunları düzeltmeye çalışmayan çevrelerindeki muvahhid kimseleri Kur’an’ın kendilerine yüklediği göreve davet ediyorum. O televizyon, babanızın malı değil, ümmetin malı, Allah’ın emaneti. Orada kuruluş ilkelerinize de ters programlar yapamazsınız. Biz, muvahhid mü’minlerden toplanan paralarla kurulan bir televizyon kanalında “Ulustan Ümmete” soru soran ve cevap veren beyleri, 15 Kasım 2012 tarihindeki sözleriyle hatırlamak istemiyoruz. Bu görüşlerinden vazgeçmelerini bekliyoruz; âhirette bu sözleriyle yargılanmalarını değil; tevbe etmiş, kendilerini ıslah etmiş ve tekrar tevhidî hakikatleri topluma tebliğ etmiş bir şekilde yaşamalarını istiyor ve bu istikamette Rabbimize dua ediyoruz. İbrâhim’in (a.s.) ve Muhammed’in (s.a.s.) gerçek izinden giden tüm put düşmanlarına selâm olsun! Hz. İbrâhim’in putperestlerin yüzüne haykırdığını, çağdaş putçulara biz de tekrarlıyoruz: “Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Siz aklınızı kullanmaz mısınız?”35 [email protected] Dipnotlar 1 17/İsrâ, 35; 26/Şuarâ, 182 81/Tekvîr, 26 3 39/Zümer, 3 4 M. İslâmoğlu, İman Risalesi, Denge Yay., Ocak 1993, İst., s. 329 5 M. İslâmoğlu, a.g.e., s. 311 6 a.g.e., s. 311 7 a.g.e., s. 315 8 a.g.e., s. 332, yine bk. S. 341 9 Buhâri, İman 39, Büyû’ 2; Müslim, Müsâkat 107; Ebû Dâvud, Büyû’ 3; Tirmizî, Büyû’ 1; Nesâi, Büyû’ 2; C. Sağir, hadis no: 3856 10 Ahmed bin Hanbel, Müsned c. 3, s. 198 11 22/Hacc, 41 12 18/Kehf, 26 13 79/Nâziât, 24 14 Tirmizi, Tefsir (9. Sûre), 10 15 4/Nisâ, 59, 65 16 5/Mâide, 44, 45, 47 17 5/Mâide, 50 18 12/Yûsuf, 40 19 4/Nisâ, 59 20 4/Nisâ, 51 21 5/Mâide, 60 22 39/Zümer, 17 23 2/Bakara, 256 24 4/Nisâ, 59 25 2/Bakara, 256 26 109/Kâfirûn, 1, 2, 6 27 M. İslâmoğlu, İman Risalesi, Denge Yay., Ocak 1993, İst., s. 301-302 28 A.g.e., s. 347 29 A.g.e., s. 350 30 A.g.e., s. 351-352 31 A.g.e., s. 353 32 A.g.e., s. 348 33 16/Nahl, 36 34 Ahmed bin Hanbel, 1/84; Rûdânî, Cem’u’l-Fevâid: Büyük Hadis Külliyatı, c. 3, s. 259, hadis no: 6396-6398; İslâm Tarihi, Mekke Devri, M. Âsım Köksal, c. 6, s. 149 35 21/Enbiyâ, 67 2 43 Bir Kitap - Bir Alıntı FİLİSTİN-İSRAİL (DÜNÜ-BUGÜNÜ) ERCÜMEND ÖZKAN Dünden Yarına Dünya, s.123-132 (Şubat-Mart 1981). Filistin, Ken’an ili… Filistin bu isimle bilinirdi dini literatürde. Resullerine tabi olan kullarına vaad ettiği topraklar. Bu topraklarda oturanlar kendilerine gönderilen Peygamberlere tabi olmamışlar, onlara karşı gelmişler ve hep yalnız bırakmışlardır. Allah’ın Resullerine tabi olmadıkları gibi, onların getirdikleri emirleri de tağyir -değiştirmeetmişlerdir. Üst üste gönderilen Peygamberlerin hemen hepsi Dâvud (a.s.)’dan Süleyman (a.s.)’a, Musa (a.s.)’dan İsa (a.s.)’a kadar Yahudilerin, Allah’ın azarına muhatab olacakları işleriyle karşılaştılar. Yahudiler Allah elçilerinin sözlerine tabi olmaz ve onların kendileri için getirdiklerini değiştirip bozarlarken, diğer yandan “Arz-ı Mev’ûd” -Vaad Edilen Topraklar-a sahip çıkmayı ihmal etmediler. Hep onun hayali ile yaşadılar. T arihleri boyunca belki yalnız Hz. Süleyman (a.s.)’ın zamanında gün gördüler denilebilir. Bunun dışında bulundukları yerde “Fitne-Karışıklık” çıkarmayı meslek edindiklerinden Nabukednazar tarafından yurtlarından çıkarılıp (M.Ö. 593-586) Babil’e sürüldüler ve Babil kulesi ile Asma Bahçelerinin inşasında çalıştırıldılar. 44 Tarihleri boyunca belki yalnız Hz. Süleyman (a.s.)’ın zamanında gün gördüler denilebilir. Bunun dışında bulundukları yerde “Fitne-Karışıklık” çıkarmayı meslek edindiklerinden Nabukednazar (NABUKODONOSOR) tarafından yurtlarından çıkarılıp (M.Ö. 593-586) Babil’e sürüldüler ve Babil kulesi ile Asma Bahçelerinin inşasında çalıştırıldılar. Büyük bir kısmı telef oldu ve yurduna dönebileni olmadı. Daha sonra Romalılarca aynı işler başlarına getirildi. Zira hiçbir zaman oturdukları yerde “fitne” çıkarmadan oturamadılar. Romanlar da yurtlarını başlarına yıktılar, bir kısmını alıp Roma’ya götürerek orada köle olarak çalıştırdılar. Fir’avn zamanı Mısır’da da aynı cinsten muamelelere maruz bırakıldılar. Dünyanın çeşitli ülkelerine yayılan Yahudiler, ortaçağ öncesi İspanya’da kurulan Endülüs İslâm Devleti’nin İslâmi kurallarının kendilerine bahşettiği rahatlığı yaşadılar. Zira İslâm, gayr-i müslim tebeasına da hukuk açısından kendi dininden olanlar gibi “insan” muamelesi yapıyordu. Yahudilerin “Endülüs İslam Devleti”nde yaşadıkları birkaç yüzyıl onların tarihleri boyunca geçirdikleri en iyi ve rahat yıllar olarak bilinir. Daha sonra Endülüs İslam Devleti’nin İspanya’da son bulması Yahudilerin (müslümanlar gibi) de rahatlarının son bulmasıdır. Zira Hıristiyan taassubu ve engizisyonu kendi dinlerinden olmayanları diri diri ateşlerde yakarak yok etme yolunu tutmuştur. Yahudilerden canını kurtarabilenler o günlerde ayağı yer tutmaya ve kökleşmeye başlayan (M.S. 1300’ler ve sonrası yıllar) Osmanlı Devleti’nin İslami müsamahasına sığındılar ve kitleler halinde Osmanlı topraklarına göçtüler. Uzun asırlar Osmanlı ülkesinde “insan” gibi yaşadılar. Devletin tebeasına sağladığı tüm haklardan yararlandılar. Ta ki Osmanlı Devleti’nde İslami anlayışın zayıflaması sonucu çöküşünün hızlandığı yıllara kadar. Artık Yahudiler, zaafa düşen vücuttaki bakterilerin harekete geçişi gibi kıpırdanmaya ve “fitne” çıkarmaya başladılar. Osmanlı Devletini yıkmak için uğraşan başta İngilizler olmak üzere diğer devletlerin de yardımları ile fitnelerini büyütmeye ve yaymaya başladılar. Öyle gün geldi ki teneke teneke altınlarla Bir Kitap - Bir Alıntı “Arz-ı Mev’ûd”u satın almaya bile cür’et ettiler. Devrin Halifesi Abdülhamid ise onlara “Filistin’i ancak atalarının aldığı bedelle -para ile değil-verebileceği cevabını verdi. Bu cevabın verildiği yıllarda Devlet artık elinde bulundurduğu yerleri atalarının oraları aldığı bedelle de koruyamayacak kadar zaafa ve hıyanete maruz bulunuyordu. Odesa’da, Viyana’da kurulan “Arz-ı Mev’ûd”a yeniden kavuşma emeliyle tutuşan Yahudilerin gizli dernekleri Selânik’lerde de (Devletin toprakları içinde de) bu gizli cemiyetlerinin şubelerini açmışlar, Devletin aydınları(!) nı da etkilemeye başlamışlardı. Avrupa’dan gelen ilerici(!) fikirler Osmanlı aydınının Yahudilerle anlaşmasını, kendi devletine hizmet etmesinden çok alakadar eder olmuştu. Siyonist emelli masonik teşkilatlar bir takım sapık tarikatlara bile hulul eder hale gelmişti. Devletin kurtulmasını, onun yıkılmasında ve küçülerek “Batılılaşması”nda arayan aydınların 1908’de iktidara gelmesiyle işler daha da kolaylaştı. Hindistan yolu ve Petrol yataklarında gözü dikili İngiltere’ye karşı Almanları tutan “İttihat Terakki”ci üç paşanın -Enver, Tal’at ve Cemal- eliyle Devlet parçalanmaya itildi. Yıl 1914. Birinci cihan harbi adıyla anılan yıllar. İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar ve cüce Yunanlılar İngilizlerin yüksek himayelerinde gizli ihanet planları ve haince tertiplerle içten ve dıştan uğraşarak bu Devleti yıktılar, parça parça ettiler, nifak tohumları ektiler, nifakın devamını sağlayacak İktibas tedbirleri de aldılar ve böylece dünyayı bir ayrı dünya haline getirdiler. Bu parçalanma ve yok olmada müslüman ismi taşıyan nice “Şerifler, Müftüler, Şeyhler, Komutanlar ve kandırılmış halklar” İngilizlerden daha çok rol oynadı denildiğinde mübalağa edildi sanılmamalıdır. Bilmeyenler, yakın tarihi yeniden gözden geçirsinler, mutlaka göreceklerdir. Ve sonuçta İngilizlerin işgal ettiği toprakların bir parçası olan “Filistin”de bir İngiliz Yüksek Komiserinin görev yaptığını görüyoruz. Her zaman başkalarınca ve işlerine geldiğince kullanılan Yahudiler bu defa da iki bin beş yüz yıldan beri gerçekleşmesini umdukları ve bir türlü vazgeçemedikleri rüyaları “Arz-ı Mev’ûd”a kavuşacakları umudu belirince -ki bunu İngilizler yahudilerden fazla istiyorlardı- İngilizlerin kendilerine gösterdikleri yolu tuttular ve dünyanın çeşitli ülkelerinden peyderpey Filistin’de toplanmaya başladılar. İngiliz Yüksek Komiserliği bu konuda kendilerinin baş teşvikçisi ve yardımcısı idiler. Bir rü’yayı gerçekleştirme heyecanı ile geldiler, geldiler. 1918’lere kadar Filistindeki nüfusları oranı çok düşük idi, bunu artırdılar, zira ileride bu kendilerine lüzumlu idi. İngilizler böyle öğütlediler. Gelenlere İngiliz yönetimi kolaylıklar gösterdi. Bölgede mukim müslümanlarla çıkan ihtilaflarda hep Yahudilere kolaylıklar gösterilerek müslümanlar bezdirilmek, yıldırılmak yolu tutuldu. Ve sonunda 194748’lere gelindi. Bu tarihe kadar bir milyona yakın Yahudi’nin D evletin kurtulmasını, onun yıkılmasında ve küçülerek “Batılılaşması”nda arayan aydınların 1908’de iktidara gelmesiyle işler daha da kolaylaştı. Hindistan yolu ve Petrol yataklarında gözü dikili İngiltere’ye karşı Almanları tutan “İttihat Terakki”ci üç paşanın -Enver, Tal’at ve Cemal- eliyle Devlet parçalanmaya itildi. 45 İktibas 1 947-48’lerdeki olaylardan sonra Yahudileri Birleşmiş Milletler bir devlet olarak tanıdı. Artık Ortadoğu’da bir çıbanbaşı daha meydana getirilmişti, İsrail. Bu oyuncak devlet ve yöneticileri zaman zaman İngiliz ve Amerikan yanlıları olarak içte mücadeleler verdiler. Sonunda Amerika’nın ağır basması ve İngilizlerin güçsüzlüğü onları isteseler de istemeseler de ABD’nin politikası istikametinde harekete zorladı. 46 Bir Kitap - Bir Alıntı Filistin’e her vasıta meşru kabul edilerek yerleştirildiğini görüyoruz. sabına çalışmaya başladı. Halen de devam ediyor, eski parlaklığı kaybolduysa da. İngilizler, dünya çapında menfaatlerine meşruiyet kazandırmak için kurduğu ve çalışmasını bu yönde gerçekleştirdiği “Cemiyet-i Akvâm”ı Yahudilerin Filistin’de yurt edinmesini sağlamak için de kullandı. Ve Filistin Yahudilerin vatanıdır dedi. Halbuki aynı İngilizler Filistin’de Yahudilere devlet kurmayı o kadar mümkün görmüyordu ki onlara “Uganda”yı vatan olarak teklif ediyordu. Demek oluyor ki İngilizler Osmanlı Devleti’nin yıkılmasını herşeye rağmen bu kadar mümkün görmüyordu. Araplardan, Türklerden ve daha başkalarından bulduğu yardımcılar İngilizler için mümkün olmayanı mümkün hâle getirdiler. Filistin’de Yahudilere bir başka “dayı” daha çıkmıştı. Bu defa Yahudiler ABD’nin emelleri için kullanılacaklardı, bölgedeki ABD çıkarlarının aleti olarak... Lakin İngilizlerin bölgedeki nüfuz itibariyle köklü oluşları durumu hemen ABD’nin lehine çeviremedi. İngiliz planları ile Amerikan planları çatışmaya başladı. Bölge devletlerinin İngiliz ve Amerikan çıkarları uğrunda vuruşturuldukları dönem başladı ve İngilizlerin aleyhine olaylar her geçen gün ilerledi, ilerledi. Amerika bölgede İngiliz nüfuzunu kırmak ve kendi nüfuzunu tesis için elinden gelen hiçbir şeyi ardına bırakmadı. Hala bölgede güçsüz de olsa İngiliz yanlıları bulunmaktadır fakat sesleri İngilizler adına eskisi gibi çıkamamaktadır. 1947-48’li yıllara gelindiğinde dünya siyasetine güçlü bir başka kuvvet de dahil oldu, ABD. Artık Filistin’de işler ABD’nin istediği istikamette gelişmeler gösterecek demekti. Kolay olmasa da bu yavaş yavaş böyle olmaya başladı, İngilizIerin “Cemiyet-i Akvâm”ının yerini ABD, “Birleşmiş Milletler” ile doldurdu ve İngilizlerin çıkarlarını meşrulaştırmaktan başka görevi olmayan Cemiyet-i Akvâm’ın pabucunu dama attı. Şimdi yaldızlı hedeflerle dünya milletlerine aynı hizmetleri Amerika adına götürecek “Birleşmiş Millet Teşkilatı” göreve başlayabilirdi ve başladı. Çiğneyenlerince daha çok savunulan ve ne idüğünü yalnız güçlü ve sömürücülerin her zaman değiştirerek belirlediği “İnsan Hakları”, insanlar yalnız “Güçlü ve sömürücüler”den ibaret bulunduğu için onların he- 1947-48’lerdeki olaylardan sonra Yahudileri Birleşmiş Milletler bir devlet olarak tanıdı. Artık Ortadoğu’da bir çıbanbaşı daha meydana getirilmişti, İsrail. Bu oyuncak devlet ve yöneticileri zaman zaman İngiliz ve Amerikan yanlıları olarak içte mücadeleler verdiler. Sonunda Amerika’nın ağır basması ve İngilizlerin güçsüzlüğü onları isteseler de istemeseler de ABD’nin politikası istikametinde harekete zorladı. Şerif Hüseyin’in oğlu, İngilizlerin Osmanlı mirasından kalma malları -toprakları- paylaştıklarından Haşimi Kral Abdullah’ın, Filistin Müslümanları yahudilerle halk olarak savaş verirken onları kandırarak, “kendilerinin Bir Kitap - Bir Alıntı düzenli ordularının yahudileri topraklarından çıkarıp bir hafta sonra evlerinize dönersiniz” deyip savaşmaktan alıkoyarak Filistin’i yahudilere teslim ettiğini görüyoruz. Bu Kral Abdullah şu Türkiye’ye geldiğinde İsmet Paşa’nın caminin kapısında beklerken Hacıbayram’da namaz kılan Abdullah’tır ve kendisinden hiçte aşağı kalmayan Ürdün Kralı Hüseyin’in dedesidir. Kendilerinden (!) olanların vaadleri ile topraklarını terkeden 1 milyondan -1947-48’lerde bu kadardılar- fazla Filistinli müslüman çıkarıldıkları ve bir hafta sonra hemen dönüverecekleri topraklarına 33 seneden beri hala döneceklerdir. Golda Meir’in, o yıllarda gizlice Kral Abdullah’Ia buluşarak yakasından yapışıp “Hani biz Filistin’i ele geçirirken size karşı bir tek Arab’a silah çektirtmem demiştiniz, sözünüzü tutunuz!”* dediğini artık herkes biliyor. İsrail müslümanların kan ve kemikleri üzerinde kurulurken İngiliz adamı Kral Faruk da üzerine düşeni Mısır olarak yapmıştı. O günlerin Suriye yöneticileri ve Suudiler de İsrail’in kurulmasında Kral Abdullah’dan geri kalmadılar. 1956’da İngilizler Mısır’ı ABD lehine kaybettiklerinin acısını Nasır’dan çıkarmak için İsrail’i Mısır’ın üzerine yürüttüler. Fransız ve İngiliz donanmaları da ancak Amerika’nın isteği üzerine araya girerek Londra ve Paris’e nota veren Sovyetlerin müdahalesi ile Akdeniz’de tornistan ettiler. İngilizler de, Amerikalılar da İsrail’in bölge halklarınca kabul İktibas edilmesini hep istediler. Bölgedeki Devletlerin yöneticileri de bunu istedikleri halde müslüman halklara bunu kabul ettirmek bir türlü mümkün olmadı. İsrail’e komşu devletlerin yöneticilerinin de yardımı ile bir plan dahilinde 5 Haziran 1967 harbi başlatıldı. O zamanın İsrailli yöneticileri İngiliz yanlısı kişiler idi. Suriye ve Ürdün de İngiliz yanlılarınca yönetiliyordu. Bunlar Amerikancı Nasır’ı da aldatarak İsrail’in bölgede kabul edilmesini sağlamak için Suriye’den El-Hûlâ vadisi ile stratejik önemi büyük Golan Tepelerini, Ürdün’den Şeria Nehrinin batı yakasını, Mısır’dan da Koca Sina Yarımadasını almasında yardımcı oldular. Nasır’ın, İngilizlerin Kıbrıs’taki üslerinden yaptığı istihbaratı değerlendirerek ve İsrail arması taşıyan İngiliz uçaklarının da yardımı ile alçaktan uçarak henüz havalanmadan bütün uçaklarının meydanlarda telef olması ile işi bitirildi. 5 Haziran’ın hemen birkaç gün öncesinde zaten olanı o kadar olan 50 pilotunu ABD‘ye eğitime gönderen Kral Hüseyin, açıkta bulundurduğu tanklarının da İsrail tarafından telef edilmesini sağladı. Suriyeliler de İsrail Sina’da ilerlerken ve İsrail’deki bir sürü yerleşim merkezi ve stratejik önemi bulunan Akka, Safad gibi şehirleri dururken birkaç Kibutz’dan başka hiçbir şeyin bulunmadığı El Hûlâ vadisinde zafer marşları söyleyerek ilerliyorlardı. İsrail Mısır’ın işini bitirdi, dönüp Suriye ve Ürdün’ün üzerine çullandı, Batı Şeria’yı tümüyle aldığı gibi Şam’a 60 km. yaklaştı. Böylece bir plan gerçekleştirilmiş oldu. Artık Arap yöneticiler halklarına “Görüyorsunuz üçümüz bir İ srail müslümanların kan ve kemikleri üzerinde kurulurken İngiliz adamı Kral Faruk da üzerine düşeni Mısır olarak yapmıştı. O günlerin Suriye yöneticileri ve Suudiler de İsrail’in kurulmasında Kral Abdullah’dan geri kalmadılar. 47 İktibas H içbir ülkenin sağlayamadığı imkanları generallerine ve subaylarına, hatta erIerine sağlayan İran Şahı, 500 bin mevcutlu ordusu ile ve arkasını dayadığı Amerika ile gelişmelere mani olamadılar ve eşya tabiatını icra etti. Şah gitti. Hem de koca dünyada başını sokacak bir yer bulamamacasına gitti. Bir Kitap - Bir Alıntı olduk yine İsrail’in hakkından gelemedik, varlıklarını kabulden başka çare var mı?” diyebilecek duruma gelmiş oldular. Nitekim o gün bugündür mes’ele, İsrail’in 67 harbi öncesi hudutlarına çekilmesi ile ilgilidir. Birleşmiş Milletler de, bölge devletleri de bundan başka bir şey istememektedir. Yani bu demektir ki 1967 Haziran Harbi öncesi İsrail meşru bir devlettir. Hudutlarıyla da... Bunun kabul edilmesine direnmeler İsrail’i yakın zamanımızda Kudüs’ü başşehir yapmaya kadar tırmandırmıştır. Bütün bunlar İsrail’in varlığının kabul edilmesi içindir. Bölge devletleri onun varlığını tanısınlar, karşılıklı diplomatik ilişki kursunlar ve ticaret de yapsınlar, böylece İsrail bölgenin tabii bir devleti olsun. Bu olmayacak şeyi gerçekleştirmek için çok şeyler yapıldı. Yapılmaya devam da ediliyor. Bu amacı gerçekleştirmek için Amerika, Mısır’ı Camp David anlaşmasıyla satın aldı ve aradan çıkardı, ki kendini zayıf hissedecek, diğerleri -birinci planda Ürdün ve Suriye- de ister istemez hallerine razı olsunlar ve İsrail’i tanısınlar. ABD’nin aldığı bu tedbir, işi halletmek yerine büsbütün büyüttü ve Arap aleminin en çok nüfuslu ülkesi Mısır’ı tecrit sonucunu doğurdu. Mısır yalnızlığa itilmiş durumundadır. Velhasıl Mısır’ın işin içinden çıkarılması da hiçbir şeyi halletmedi ve bilakis daha da problemli hale getirdi. Olaylar böyle gelişirken diğer yandan bir başka olay da gelişiyordu, İran olayı. İran, sömürgecilerin kendilerine en itaatli 48 bulageldikleri İran karışmaya başlamıştı. Fakat bu karışıklıktan başlangıçta Batı, pek o kadar tedirgin değildi. Zira buna benzer nicelerini görmüş, bastırmıştı Batı. Fakat bu böyle olmadı. Olaylar birdenbire bastırılamaz boyutlara ulaştı; doğunun da batının da boyunu aştı. Allah, hükmeylediğinin gerçekleşmesini diledi mi böyle olur. Gözler görmez, kulaklar işitmez, basiretler bağlanır ve O’nun dilediği olur. Nitekim öyle oldu. Hiçbir ülkenin sağlayamadığı imkanları generallerine ve subaylarına, hatta erIerine sağlayan İran Şahı, 500 bin mevcutlu ordusu ile ve arkasını dayadığı Amerika ile gelişmelere mani olamadılar ve eşya tabiatını icra etti. Şah gitti. Hem de koca dünyada başını sokacak bir yer bulamamacasına gitti. Koca dünyayı Allah isterse insanın başına nasıl dar getirirmiş bütün insanlar gördü, ders alanlar aldı, almayanlar daha çokta kaldı. İran İslam’a döndü. İlk icraatlarından biri de Tahran’daki İsrail elçiliğini bütün personeli ile hudut dışına çıkardı, siyasi ve ticari tüm ilişkilerini kesti. Elçilik binasını da Filistin Kurtuluş Örgütü’ne verdi. İsrail’in bölgede en büyük ve fiili destekçisi, Şah’ın İran’ı idi. Petrolünü o sağlar, Savak’ı ile Mossad’ına yardımcı olur ve İsrail’i korurdu Pehleviler. Bu hal son buldu. Ve İsrail kurulduğundan beri ilk defa bu derecede varlığından endişeye düştü. Ayrıca İran’daki Yahudilerin de kaynatageldikleri “fitne” kazanının altındaki ateş söndürüldü İran’da. Kesif olarak İran’da çalışan bir Bir Kitap - Bir Alıntı başka fesat ocağı “Bahailik”le birlikte, yahudilerin fesat ocakları da söndürüldü. İran İslam Devrimini takib eden günlerde İsrail ile savaşmak üzere Lübnan’a gitmek isteyen ve bir kısmı da giden İranlı müslüman genç-ihtiyar gönüllüler İsrail için korkulu rüyalar oldu. Zaten İslami bir yönetimin İran’da kuruluşu bütün Batı’ya başta olmak üzere, Sovyetleri ve bölgedeki ajan ve uydu devletleri hele hele İsrail’i çok endişelendirdi. Kurulduğundan bu yana da İran’daki yeni Rejimin yıkılması için bin türlü planlar yapılmakta ve dünya İran İslam Yönetiminin başına yıkılmak istenmektedir. Yeryüzünde Allah ile güç yarışına girenlerin -ABD ve Sovyetler başta olmak üzere- Allah’ın mı, kendilerinin mi daha güçlü olduklarına şahit olmaya başladığımız günler, yıllar yaşamaya başladık. Rehineleri kurtarma(!) operasyonundan, Irak’ı saldırtmaya kadar bütün oyunlarının ayaklarına dolaştığına şahit oluyor ve Allah’ın gücüne olan inancımız daha da güçleniyor. Elbette Allah güçlü ve Kahredici’dir. O’nunla güç yarışına girenler, yeryüzünde rezil ve perişan olacaklardır. Bu her zaman böyle tecelli etmiştir. Sünnetullah böyledir. Eşyanın tabiatı böyledir. İran’ın yeni rejiminden sonra İsrail’in varlığı gerçekten tehlikeye düşmüştür. Bunu en çok hisseden de bizzat Yahudilerdir. Bu sebeble huzurları büsbütün kaçmıştır. 1979 yılının başlarında -İran İslam Yönetimi’nin ilk günlerinde- İsrail meclisi Knes- İktibas set’in bir gizli oturumundan sonra Dışişleri yetkililerinden birinin açıklaması, Yahudilerin neler hissettiklerinin açık bir delilidir. Bu yetkili şöyle diyordu: “Çok değil en geç iki yıl sonra İran İslam orduları İsrail’in hudutlarına gelip dayanacaklar, ne yapacağız, halimiz ne olacak?” Evet bu beyanat üzerinden iki yıl geçmiştir ve henüz İran islam askerleri İsrail’in hudutlarına dayanmamıştır ama Yahudilerdeki bu endişe devam etmektedir ve edecektir. Kurulduğundan bu yana yardakçıları ile birlikte Batı İran’ın ne yapıp yapıp hesabını görmeye, defterini dürmeye niyetlidir. İ srail, bir avuç toprak üzerinde, dünyanın dört bucağından gönüllügönülsüz toplanmış bir avuç insan ile kurulduğundan beri huzursuzdur. Bölgenin müslüman halkları kendilerini hazmedici değillerdir. Besleme bir devletçiktir. Elinden geleni ardına koymamakta, lakin bir türlü bunu becerememektedir. Bütün oyunları ayaklarına dolaşmakta, arzuları kursaklarında kalmaktadır. Allah elbette kendine inanan ve hakimiyeti kendine tanıyanları mahcub edici değildir, yardımı onların üzerindedir. Ne mutlu Allah (c.c.)’ı vekil edinenlere ve yalnız O’na güvenenlere. İsrail, bir avuç toprak üzerinde, dünyanın dört bucağından gönüllü-gönülsüz toplanmış bir avuç insan ile kurulduğundan beri huzursuzdur. Bölgenin müslüman halkları kendilerini hazmedici değillerdir. Besleme bir devletçiktir. Her yıl savunma bütçesinin tamamına yakınını ABD karşılamakta olmasına rağmen ekonomisi alt-üst olmuş durumdadır. Parasının değeri her geçen gün önüne geçilmez bir biçimde değer kaybetmekte, enflasyon olanca hızıyla yükselmektedir. Hiçbir tedbir bu gelişmelere mani olamamaktadır. Rüşvet, hırsızlık, iltimas 49 İktibas E vet, Yahudilerin hal-i perişanı böyledir. Onları, geldikleri yerlere göçmekten başka bir akibet beklememektedir. Batı, yahudilerin eline atom bombası da vermiş olsa -ki vermiştirsonuç bundan başka olmayacaktır. Onları hiçbir kuvvet müslümanların bağrında tutmaya kadir olamayacaktır. Bir Kitap - Bir Alıntı yaygındır. Bilhassa gençler, daha rahat yaşayacak bir vatan istemektedirler. Bunun da İsrail olamayacağının bilinci gelişmektedir. Sosyal çalkantılar yıkımı hazırlamaktadır. Yönetim, durumu düzeltmek için, halkın kullanmadık değerini bırakmamıştır. Fakat bir türlü başarılamamaktadır. İsrail hükümetinin 1975 yılında yayınladığı istatistiklere göre adı geçen yıla kadar dış ülkelerden İsrail’e yılda vasati 60 bin göçmen gelmekte ve yine vasati 20 bin kişi de İsrail’i terk etmekte iken 1975’te İsrail’e gelenlerin sayısı 20 bine düşmüş, gidenler ise 17 bin kişidir. Bu da göstermektedir ki Yahudiler artık İsrail’de istikbal görmemektedirler. Aynı istatistikin verdiği rakamlara göre adı geçen yıla kadar Türkiye’den de İsrail’e toplam 20 bin Yahudi göç etmiş ve 17 bini geri Türkiye’ye dönmüştür. Bütün bunlar göstermektedir ki “Rüya” ile yaşanmamaktadır. Yahudiler de bunu anlamışlardır. İsrail’i terk etmek, büsbütün boşaltmak ve geldikleri, daha rahat yaşadıkları ülkelere tümüyle geri dönmek istemektedirler. Lakin batı, onları bırakmamaktadır. Ve zorla Yahudileri İsrail’de tutmaktadırlar. Düşünülsün ki Adalarda, Modalarda, Suadiyelerde, Sarıyerlerde rahat rahat yaşamak var iken, dünyayı sevmekten ve ondan başka bir şeye değer vermekten başka bir şey bilmeyen yahudiler, bir rü’ya uğruna kızgın çölde, vatanları zorla ellerinden alınmış Müslümanların elinde makinalı tüfekli fedailerinin, hangi gün nereyi basacakları ve kaç kişiyi öldürecekleri, nereye 50 sabotaj yapacakları korkusu ile bir hayat geçirsinler, mümkün müdür? Başlangıçta kendi heveslerinin yeniliği ve o günlerde müslümanların bilinçten yoksun oluşları, rüyalarını yaşayabilecekleri zehabını onlara onlara vermişti ama artık zaman içinde müslümanlar değişti ve kendilerine gelmeye başladılar. Bütün oyunları farkeder oldular, kendi dizginlerini hainlerin ellerinden almaya başladılar ve devam edecekler. Evet, Yahudilerin hal-i perişanı böyledir. Onları, geldikleri yerlere göçmekten başka bir akibet beklememektedir. Batı, yahudilerin eline atom bombası da vermiş olsa -ki vermiştir- sonuç bundan başka olmayacaktır. Onları hiçbir kuvvet müslümanların bağrında tutmaya kadir olamayacaktır. Ya adam gibi “fitne” çıkarmadan zimmet ehli olarak müslümanların arasında otururlar veya çeker giderler. İslam hiçbir zaman onlar için bir jenosit -soykırımı- düşünmemiştir, yapmamıştır da. Onlar fitneleri sayesinde yukarıda da anlatmaya çalıştığımız gibi birçok kere jenosite uğramışlardır. En sonuncusu da Hitler Almanya’sında başlarına gelmiştir. Başkalarının -İngiltere ve şimdilerde ABD- emellerinin aleti olarak Filistin’de yurt edindirildiler. Bunun bir tek sebebi de onların rüyalarının semeliğinin etkisinden yararlanan Batı’nın, “Müslümanların bağrında bir atlama tahtası edinme” düşüncesidir. Buna alet olmuşlar ve Batı’nın oyuncağıdırlar. Akıllarını başlarına toplayıp, kendilerini oyuncak olmaktan çıkarmalı ve uslu uslu durmalıdırlar. Geldikleri yerlere herşeye rağmen geçip Bir Kitap - Bir Alıntı gitmelidirler ve müslümanlara vatanlarını iade etmelidirler. Bunu yapmamaları kendilerine bugün değilse yarın mutlaka çok pahalıya mal olacaktır. Onları Amerika da kurtaramayacaktır. İran düştükten sonra sonra sacayağının bir ayağı kırılmış, denge bozulmuştur. CIA, sacayağına üçüncü ayak olamamaktadır. Zira bölgeden değildir. Amerika şimdilerde Ortadoğu için bir başka Yalta düşünmektedir Sovyetlerle... Bu da gerçekleşmeyecektir. Çünkü dünya uykudaki ve Batı’nın çekip çevirdiği otuz beş yıl önceki dünya değildir. Böyle bir şeyin gerçekleşmesi tüm Ortadoğu’yu değil dünyayı ateşe verecektir. En çok zararı da buna neden olanlar görecektir. Bu nedenle göze alamazlar. Müslümanlar için zaten değersiz olan dünyadan vazgeçmek mutlaka kolaydır. Ama müslüman olmayanlar için var olan herşey ancak dünyadan ibaret bulunduğu içindir ki onlar bundan vazgeçemezler. Ne için vazgeçebileceklerdir, mahvedilmiş bir dünyaya ayakta duracak hali olmadan sahip olmak için mi? Herhalde hayır, Müslümanlar artık oyunlara kolay gelmedikleri gibi tehditlere de kulak asmamaktadırlar. Burada zikretmeyi zorunlu gördüğümüz birşey var: Batı-Sovyetler de dahil, Allah’a dayanmak ve yalnız O’na güvenmenin insanları ne denli güçlü yaptığının bir türlü farkına varamamaktadır. Aklı herşeye erenlerin bu temel konuda basiretleri bağlıdır. İşte bu nedenle de onlar umduklarını bulamayacaklardır. Ne eski kuvvetlerini korumaktan aciz kalmış emirlikler, kral- İktibas lıklar, sultanlıklar, ne de ırkçısosyalist uygulamalı partilerin diktaları ayakta kalamayacaktır. Ortadoğu ve dünyanın mazlum milletlerinin yaşadığı ülkeler sarsılmaktadır. Bir yeni –Kapitalist, faşist ve marksist olmayan- dünya isteği ile… Kimileri aradığının ne olduğunu henüz bilmiyor iken kimileri de -ki büyük bir kitle- bunun farkındadır. Bütün mes’ele hakimiyetin Allah’a tanınması mes’elesidir, bunun dışındaki yollar mutlaka yanlış yollardır. Evet, bütün dünya sarsılmaktadır ve bu sarsıntıda İsrail’de iki taş bile üst üste kalabilecek kadar dayanıklılık gösteremeyecektir. Zira sarsıntının boyutları onların ve arkalarındakilerin düşünemedikleri kadar büyüktür. Bugünler, sarsıntının henüz belirtilerinin açığa çıktığı günlerdir. Yarınlar, bütün dehşetiyle sarsıntının yaşanacağı günler olacaktır. Allah’ın kudreti yeryüzünde “bir fetret devrini daha” geride bırakacaktır. B urada zikretmeyi zorunlu gördüğümüz birşey var: Batı-Sovyetler de dahil, Allah’a dayanmak ve yalnız O’na güvenmenin insanları ne denli güçlü yaptığının bir türlü farkına varamamaktadır. Aklı herşeye erenlerin bu temel konuda basiretleri bağlıdır. İşte bu nedenle de onlar umduklarını bulamayacaklardır. Gelecek aydın günlerini, yalnız Allah’a teslim ve üstünlüğü O’na tanıyanlara gösterecektir. Kendisine inanmayanlar için de en iyi dünya hayatı yine O’nun düzenindedir. Zira fıtrat düzenidir İslam. Dipnot: *Kudüs Ey Kudüs, Larry Collins/ Dominique Lapierre, çev. Aydın Emeç, E yayınları, Birinci Baskı, 1973, İstanbul (sayfa 120). 51 Çeviri GAZZE’NİN SABİTELERİ VE DEĞİŞKENLERİ Lina el-Şerif/El Cezire* ĞǀŝƌĞŶ͗ďĚƵůůĂŚDd7E S abite: İsrail, bu yoğun saldırılarıyla; Gazze’de yaşayan Filistinlileri terörize etmeyi, bu insanların Hamas’ı suçlamasını ve sadece kendilerine değil Direniş’e de sırt dönmelerini sağlamayı hedefledi. Ama bu hedef başarılamadı. Değişken: Geçen süre zarfında Filistin direnişi daha organize ve etkili bir hale geldi. Roketler Tel Aviv’e, Kudüs’e ve Be’er Şeva’ya ulaştı. 52 Gazze taze umutlarla kutsanmış yeni bir şafağa, yeni bir güne uyanıyor. Ölenlerin çoğunu kadınların, çocukların ve yaşlı insanların oluşturduğu İsrail’in 8 günlük vahşi katliamlarının ardından Gazze ayağa kalkıyor. 21 Kasım’da Direniş ile İsrail arasında, İsrail’in yoğun bombardımanına ve karadan müdahale tehdidine son veren bir ateşkes imzalandı. Bu ateşkesle birlikte İsrail, hedef alarak öldürmelerin durdurulması, sınır ötesi saldırıların sona erdirilmesi ve insan ve mal akışının kolaylaştırılması gibi yükümlülüklerle mükellef kılındı. Bundan 4 yıl önce, Dökme Kurşun operasyonunun ardından da Gazze enkazlarla, matemlerle ve umutlarla benzer bir güne uyanmıştı. Dökme Kurşun operasyonu İsrail’in eş zamanlı olarak Gazze’de birkaç yerleşim yerini hedef almasıyla başlamıştı ve bir günde ölen sayısı 200’dü. Bir haftalık yoğun bombardımanın ardından sivil nüfusu öldürmekten başka hiçbir şey ortaya koyamayan kara operasyonu başladı. Gazzeliler 23 gün boyunca elektriksiz ve susuz sabrettiler. Ama bu kez İsrail “Savunma Sütunları” operasyonuyla daha geniş bir bombardıman başlattı ve tabiki yine altyapı, sivil evler, boş araziler ve güvenlik mevkileri hedef alındı. Fakat bu dört yılda sadece Gazze’deki Filistinliler ile İsrail arasında değil, bütün Filistin’de yaşanan olayların gösterdiği bazı sabiteler ve değişkenler var. Direniş ve Caydırma Sabite: İsrail, bu yoğun saldırılarıyla; Gazze’de yaşayan Filistinlileri terörize etmeyi, bu insanların Hamas’ı suçlamasını ve sadece kendilerine değil Direniş’e de sırt dönmelerini sağlamayı hedefledi. Ama bu hedef başarılamadı. Değişken: Geçen süre zarfında Filistin direnişi daha organize ve etkili bir hale geldi. Roketler Tel Aviv’e, Kudüs’e ve Be’er Şeva’ya ulaştı. Tabi ki İsrail’in kitlesel imha yerine hedefleri kesin olarak vurabilen füzeler geliştirmesi karşısında hiç kimse bir güç dengesinden bahsedemez. Ayrıca İsrail’in roketleri durdurabilen Demir Küre’si var, Filistinliler ise buna sahip değiller. Ama Filistin direnişinin karşı savunması İsrail’in karar alma sürecini büyük oranda etkiliyor. Diğer faktörlerle birlikte, gösterilen bu direniş İsrail saldırısının niyetlenilenden daha kısa sürmesini sağladı, Filistinlileri kanlı bir kara saldırısından korumuş oldu ve İsrail ödemeye hazır olmadığı ağır bir faturayla karşılaştı. Sonuç olarak, sonraki suikastlarını eyleme geçirmeden önce Filistinlilerin ve Filistin direnişinin sahip oldukları basit araçlarla kendilerini savunacağını bilen İsrail iki kez düşünmek zorunda kalacak. Hükümetler ve Halklar Sabite: İsrail’in işlediği suçlara dünyanın tepkisi değişmedi. Bir yanda, İngiltere, Amerika ve bunların müttefikleri İsrail’in savunma hakkını kullandığını belirterek İsrail’i destekledi, Çeviri kurbanları ise suçluları teslim etmemekle suçladı. Diğer yanda, dünyanın birçok yerinde insanların sokaklara dökülerek İsrail’i ve onu destekleyen hükümetleri protesto ettiğini gördük. 4 yıl boyunca, artan boykot ve yaptırımlarla birlikte dayanışma daha da güçlendi. Değişken: Bu kez İsrail, bölgede işlediği suçlarını örten en iyi arkadaşından yoksun durumda. 2008 savaşında Gazze sınırını 23 gün boyunca kapalı tutan Hüsnü Mübarek’in yerini, Gazze’nin dostu olan Müslüman Kardeşler aldı. Yeni seçilen Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, sınırın kapatılmayacağını garanti etti. Ayrıca sembolik bir jest yaptı ve İsrail elçisini geri çağırdı. Ateşkesin sağlanmasındaki arabuluculuğuna rağmen, Mısır’ın bölgedeki gücü tam olarak analaşılamadı ve muhtemelen anlaşılabilmesi biraz daha zaman alacak. Saldırılar süresince Tunus, Katar ve Msıırlı yetkililer Gazze’yi ziyaret etti ama neredeyse hiçbir etkileri olmadı. Ama ilk kez, Mısır’dan bir gençlik delegasyonu saldırı sırasında Gazze’ye girdi. İçeride ise Filistin Yönetimi’nin tepkisi aynıydı: boş kınamalar ve Filistin’in statüsünün yenilenmesi için Birleşmiş Milletler’e gitmek gerektiğinin tekrardan dillendirilmesi. Batı Şeria’da ise Filistinliler hem İsrail saldırılarını hem de Filistin Yönetimi’nin işbirliğini protesto ettiler. Protestocular ile işgalci İsrail güçleri arasında patlak veren çatışmalarda İktibas iki kişi hayatını kaybetti. İşgal altındaki Batı Şeria’daki bu protesto dalgası, İsrail’in coğrafi ve siyasi olarak böldüğü bu iki işgal altındaki topraklar arasındaki bağın kopmadığını kesin olarak göstermiş oldu. Medya Sabite: İsrail kendi propagandasını yapmak ve saldırısına destek bulabilmek için geniş bir halkla ilişkiler kampanyası uygulamaya koydu. Avichai Adraee, Ofir Gendelman ve Avital Leibovich gibi İsrail sözcüleri yalanlarla çeşitli platformları işgal ettiler ve Gazze’de başlatılan saldırıyı haklılaştırmaya çalıştılar (aynı şeyi 2008’de de yapmışlardı). Dökme Kurşun operasyonunda İsrail yabancı gazetecilerin Gazze’ye girmesini engellemişti, bu kez izin verdi. Fakat her iki saldırıda da medya ajanslarını hedef aldı ve gazetecileri öldürdü (bu saldırıda üç kişi öldü). Çoğunluğu Amerikan ve İngiliz olan ana akım medya çarpıtılmış bir içerik sunarak, İsrail’in palavralarını anlatmaya devam etti. Değişken: Hikaye çatışmalarının en çarpıcı yanı Filistinlilerin online platformlardaki üstünlükleriydi. Filistinlilerin Dökme Kurşun operasyonu’ndan aldıkları derslerden birisi, ana akım medyanın dinleyip çarpıttığı veya tamamını dinlemedikleri hikayelerine sahip çıkıp bu hikayelerin yegane temsilcileri olmaları gerektiğiydi. İşte burada alternatif medya (ya da sosyal medya) Filistinlilere kendi hikayelerini aktarma özgürlüğü verme noktasında önemli bir hale geldi. A teşkesin sağlanmasındaki arabuluculuğuna rağmen, Mısır’ın bölgedeki gücü tam olarak analaşılamadı ve muhtemelen anlaşılabilmesi biraz daha zaman alacak. Saldırılar süresince Tunus, Katar ve Msıırlı yetkililer Gazze’yi ziyaret etti ama neredeyse hiçbir etkileri olmadı. Ama ilk kez, Mısırdan bir gençlik delegasyonu saldırı sırasında Gazze’ye girdi. 53 İktibas Oysa Facebook, Twitter gibi sosyal medya platformları 2008’de mevcut olmalarına rağmen Gazzeliler bundan mahrum bırakılmıştı ve sadece birkaç ses duyulabilmişti. Ama 2012’de durumun tamamen farklı olduğunu gördük. Dünyaya ulaşabilme adına internet ve sosyal medya önemli araçlar haline geldi. Bu saldırı boyunca sadece Gazzeliler değil, tüm Filistinliler tarafından dakika dakika bilgilendirildik. Fotoğraflar, videolar, ses klipleri ve canlı yayınlar İsrail’in yalanlarını ortaya çıkarmakla kalmadı, yapılan zulmü de gözler önüne serdi. Ve tüm bunlar İsrail’in uydurma hikayelerini köşeye sıkıştırdı ve İsrail’in çok fazla farkedilemeyen suçlarının gözlerden kaçmasını engelledi. İsrail halkla ilişkiler biriminden fazlaca yararlansa da, Filistinliler 54 Çeviri kendi hikayelerini şekillendirip anlatabilme imkanı buldular. Gelecek Değişmeyen şeylerden birisi, İsrail hala Gazze’yi işgal ediyor ve sıkı bir kuşatma altında bulunduruyor. Ateşkes Filistinlileri kanlı bir yüzleşmeden korudu ama tamamen değil (İsrail ateşkesten sonra halihazırda iki Filistinliyi öldürdü). Bu sessizlik oldukça uzun sürebilir, İsrail bir cezayla karşı karşıya kalmadan Filistinlileri baskı altında tutabildiği müddetçe saldırılar ve şiddet kesilmeyecek ve suikastler hala ihtimal dahilinde. 4 yıl önce olduğu gibi, Gazze yine İsrail’in yıktığı yerleri tekrar inşa etmeye odaklanacak. Filistinlilerin 4 yılda inşa ettiğini yıkmak İsrail’in 8 gününü aldı. Tekrar inşa etmek sade altyapı ve evlerle sınırlı değil, sevdiklerinin kaybedilmesi ve travmalarla parçalanan hayatlar da tekrar inşa ediliyor. Saldırı, ölen 163 Filistinli’nin aileleriyle birlikte (42’si çocuk, toplum 450 çocuk yaralı) yaralılar da bıraktı. Asla değişmeyecek olan son sabite Gazze’nin hala ayakta olmasıdır. Direnç ve sabır Dökme Kurşun operasyonu ile kırılamadı, Savunma Sütunları ile de kırılamayacak. Tarih bize öğretti ki, sömürgeci ve sömürülen arasında ikincisi jokerdir. *Yazar: Lina El Şerif, Katar’da meskun Filistinli bir blog yazarı Kaynak: El Cezire Çeviren: Abdullah Metin [email protected] Sanat - Edebiyat SEVGİLİ DOSTUM X MEHMET MORTAŞ g itmek ve sonbaharı peşinden sürüklemek, gitmek ve bebelerin kahırlarını geride bırakmak bu kadar kolay mı sevgili dostum. Fanatizmin savurduğu çılgın benliklerin çılgınlığı, sosyal konumlarının esiri olmak, şuurlarının ekâbiri veya düşüncelerin zulmü ne hazin bir yoldur. Yazılamayan bir düşünce içerisindeyim, sonu görünmeyen aşüfte bir yoldu gittiğim, güneşte titreyen gölgeler altında saçlarımın kuruluğu yazdan kalma, etrafımı çeviren ve yanımda bir anda bitiveren cımbız ile çekilen bulutlar, çekilir zaman parmak uçlarıma kadar aheste aheste. Öykünsem dünyaya yaralı serçe gibi, ıraksayarak koysam benliğimi ortaya beynimin gün görmemiş hücrelerine kadar. Korkak ve ürkek bir acı hatıra kalacak kalbimde, yer olmayacak yaşadıklarımı toplasan hayat denilen yalan dünyada, zaman duygusuz ve hoyrat bakacak gözyaşlarıma. Acıdan baygın düşmüş düşlerimi satamayacağım gecenin hengâmesine, suskun sokaklar çağın kelimeleri ile sulandırılmış, tükettiklerimiz kendini yok edercesine yaşadıklarımızdır. Rüzgâr ağaç yapraklarına randevu vermiyor artık, kalbimizi mesh edecek kelimeler ise hiç uğramıyor sevgili dostum. Biliyorum canlı cansız bütün maddeler hiç yerinde durmadan hareket etmekte, bizler cüzi yeteneklerimiz ve algılarımız ile hepsini görememekteyiz. Belki de madde âleminde her an değişimleri algılamamız delirmemizin en kolay ve kestirme yoludur. Belki de dahi olmak için delirmek gerek, belki de her çocuk doğuştan dahi olarak doğar sonradan hayat boğar. Gökyüzündeki mavilikler gözlerinde birikse siyah bir gökyüzü ile baş başa kalsak, çiçeklerin renklerini teninde toplasan, renksiz tatsız bir dünya bıraksan hiç kimse bilmeyecek renklerin cümbüşünü. Ey dost sanma ki bir çiçeğin katledilişini insanların yüreklerindeki acı kuyuları hissedecek. Sonbaharda çırpınan sarıya çalmış bir yaprağın ölümü reklâm arası kadar dahi vicdanlarda yer etmeyecek. Bir tiyatro seyircisi gibi alkış tutacağız dünya sahnesinde olup bitenlere. Batıdan gelen alkışlarla talan edilecek ruhumuz, elimizde avucumuzda kalmış birkaç anlamını yitirmemiş kelimeler ile dımdızlak ortada kalacağız. Delirmenin dehşetengiz ve esrarengiz ilk kitabını yazmaya başladım sevgili dostum bilesin. Gökyüzüne çocukça bakmalarım olmayacak, öykünmelerim kuytu yerlerde nemalanacak hayata karşı, bulutlar darağaçlarında sallanacak yağmursuz, nefret ettiklerimiz selam verecek kuşluk vakti sabaha. Delirmeyi özlemek, dünyada olup biten vahşet tamtamları kulağımızda yankılanırken adı sanı bilinmeyen katledilen emzikli bebeler midir? Biliyorum zamansız bir zamanın içinde şu dünyada kaybolup, hiçbir şey olmamış ve yaşanmamış bir zaman olarak zihinlerde unutulup gideceğiz. Gitmek ve sonbaharı peşinden sürüklemek, gitmek ve bebelerin kahırlarını geride bırakmak bu kadar kolay mı sevgili dostum. Fanatizmin savurduğu çılgın benliklerin çılgınlığı, sosyal konumlarının esiri olmak, şuurlarının ekâbiri veya düşüncelerin zulmü ne hazin bir yoldur. Bu yollara karşı göğsünü siper etmek, rüzgârın savurduğu yağmura karşı siper etmek gibi değil, soğuktan büzüşmüş ellerini ateşin nedametli yüzüne koy vermek hiç değil, her çocuk peygamber doğar duruşudur asıl olan. Suskun bir efsane olarak hayatımızı ikame etmekteyiz şu günlerde sevgili dostum. Suskun 55 İktibas ve bitap düşmüş bir mecnun profili çizemeden, sıradanlığın sıradanlaştığı tekdüze bir hayatlar ordusu görürsün kafanı kaldırıp biraz baksan etrafına dostum. Sıradan olmayan sıra dışı deliler dolaşabilir etrafında, deli zannettiklerin mazlumların gözyaşlarını bahar rüzgârında denizden esen meltem şiirleri ile yıkayanlar olabilir yanılma. Şiirler ile hemhal değilsen hiçbir yerde ne bir şiir görebilirsin ne de bulabilirsin. Belki de delirmenin en kestirme yolu şiir yazmaktır hayatın hengâmelerine karşı. Ama suskun ve de biçareyiz şehrin ışıkları altında sevgili dostum. Suskun ve metruk kelimeler ülkesinde bir çocuğun gökyüzü mavidir söyleminden korkuyoruz. Korkuyoruz gaybı hatırlatacak içimizdeki devasa reaksiyonların ortaya çıkmasından. Belki de modern dram yaşamak içimizde gaybın hayat sahnesinden uzaklaştırılması demek değil midir? Sevgili dostum x, son sözü söyleyen sözden uzak kaldık, bitap ve harap bir şekilde ruhumuzu tehcir ettiler yağmaladılar. Delirmek hakkını dahi çok gördüler şiirin limanlarında. İnsanlık ve şiiri bir kadavra gibi kullandılar atomun dahi parçalandığı şu çağda. Ah dostum acılar içindeyim ruhumu sükûnete erdirecek bir kelime bekliyorum. [email protected] 56 Sanat - Edebiyat YAZACAĞIM DİLEK BUZ Karanlık gündüzleri kovarken çatık kaşlarımla Hayalde miyim gerçekte miyim bilemiyorum. Yılanlara takarken salça tenekesi Çorbama kattığım ağıya Salça rengini veren Kanayan dişlerim mi? Kimse söylemiyor. Gençliğimi harcadım Yavan ekmeğe, Yağlı hayallere, Kandırıldığımı haber veren ağarmış saçlarım Hiç diklenmediler berber tarağına. Adım adım tükenirken ömrüm, Herkes gibi insan olmaya çalışmanın ve Kendim olamamanın sancısı, Doğum yapan dilsiz kadın gibi bastırırken çığlıklarımı Okşanırken ensem uslu çocuk diye Fünyesi cebimdeki el bombasını Asker ocağına bıraktım, Kayda geçsin. Kalem aldım elime Varamadığım kutsal eve Yol haritası çizsin diye Nehirleri sildim Dağları ufaladım Sınırları kaldırdım Yinede varamadım Kabeye Vardığım ev Tom amcanın kulübesiydi Ayağıma takılan pranga Kalemi hatırlattı bana İhanet eden kalem miydi? Kâğıt mıydı? Ben miydim? Bilemedim. Kölelik işlemişti kanıma sanki Zamanın firavunları İnce belli piramitlerde Türkülerle çalıştırırken beni Sanat - Edebiyat Ellerime tutuştururlarken özgürlük fermanımı Mekânımı mezar olarak tayin ettiler. Firavunda kürek yoktu ama Mezarı kazan ben miydim hatırlamıyorum. Tok karın ve serin mekân, Evlat ve toprak beklerken Kafamda kurarken ütopya Yaklaşırken yevmil kıyamet Kaybederken tövbe durağını Dost edinirken iblisi İnandığım kahve falını yorumlayan kadın Kırmızı kurdeleye layık gören öğretmenim Her gün ezan okuyan müezzin Cırcır böceği Mektup yerine fatura taşıyan postacı Bir gün çalmadıysa kapımı Duymadıysa kulaklarım Görmediyse gözlerim Anlamadıysa aklım Düşmanlığım nemruta değil Ateşten korkan bana olur. Taşladığım kara göl Söndürmez gayrı öfkemi. Kabul görmeyen para kesem Cellâdıma sunamadığım ücret Verilmişse düşman elinden Kılıç kuşanma vakti gelmiştir. Bir kendime sallarım Bir kadere Sağlam kalan yanım, Tövbeye kapanır İmana şart koşmayan yaratan Kapısına gelen sağlam yanıma Rahmet ederse Kevser suyuyla Kana kana içersem kulluk çeşmesinden Uyanmadığım hayallerden ve Saklandığım gerçeklerden Sığınırsam güvenli bir limana Bir kalem alacağım Usanmadan Yazacağım Yazacağım Yazacağım. İktibas DUDAKLARIMIZDAN SÜZÜLEN NEHİRLER DR. MEHMET AKİF ŞAHİN Her gün güneş doğarken yepyeni bir düşüncenin kollarında uyanan zamanın bekçileriyiz. Dünya bizim dışımızda değil, tutkularımızın sayfalarına gömülmüştür. Biz dünyayı alıp satan çocuklar gibi hayatı nefeslerimizin ritmine uydurmuşuz. Her daim umut bekleyen değil, beklenen umutları taşırız. Gürültülü zamanlarda akşamlara düşen zılgıtların eşliğinde, o gün meşhur olan bir şarkının nakaratına alkış çalarak karanlığı ıslıklarız. Neşemizi gün ağarmadan yastıklarımızın altına gizleyip umudu güneşin ışığıyla emeriz. Her gün yükselen bir günün nemli gölgesinde sessizliğimizi besleriz. Oyunlarımız gölgesi büyüyen bir yalnızlığın eşiğine tünemiştir. Kimse dokunmasa hayatımız bir su damlası gibi akışkandır. Aşktan başka kimseyi yüreğinize dokundurmayın. Serbest bir ruhun muştusu her daim yıldızlara tutunur. Berrak bir gökyüzünde bir kelebek kanadı gibi usulca dolaşır. Bir ömre yetecek mutluluğu bir gecede rüyalarımızla anlatacak kadar hayallerimiz vardır. İlkelerimizi çekingen bir ruhun tutsak edilmemiş dudaklarından süzülen bir nehrin içinden çıkarabiliriz. O ilkeler arkası gelmeyen rüzgârın bir fısıltısı gibi yeryüzüne dağılan bir muştuya dönüşür. Bazen bulutlanan bir 57 İktibas havanın ağırlaşan soluğuyla içimize bir tutam sıkıntı düşer. Gökyüzüne dağılan umutlarımız rüzgâra karışır. Rüzgâr yalçın kayalıkların ellerinde esir düşen isyanın köleleşen kalın yüzüne çarpar. Tabiatın uykusuna dadanmış esrarengiz ayrılıklar denizle karanın ayrıştığı yerlerde geceyle gündüzü buluşturur. Med-cezir gibi ruhlarımıza yapışan tedirgin bir kıvılcımın kollarına düşeriz. Elbiselerimizin arasına sızan bu belirsizlik tutkularımıza bir karmaşa bağışlar. O zaman bulanıklaşan gökyüzü gibi ruhlarımız alacalı bir serüvene dönüşür. Biz içimizden kardeş görüp ekmeğimizi paylaştığımız kişileri hasım zannederiz. Yıllarca beraber yaşamış olmak aynı tutkulara sahip olmamız bizi bir arada tutmaya yetmez. Bazen rengimiz değişik diye kavgaya gireriz. Bazı zamanlar dilimiz farklı diye aramıza nifak girer. İnançlarımız aynı olsa bile ibadetlerimiz değişik diye aynı rab için savaşan farklı mevzilerin askerleri oluruz. Aramızda okumuş tahsil gören kişilerimiz bile bu kavgayı körükler. Kendi saflarımızda çıkardığımız bireylerle savaşırız. Bazen farklı partilerin üyesi olmamız ellerimize tutunan bir şamatanın ortasına düşeriz. Farklı cemaatlere gitmek bile bizim için bir kargaşa nedenidir. Onlar bizimle, biz diğerleriyle savaşırız. Bu savaş önce biriken bir hınca benzer, daha sonra engellenemez öfkeye dönüşür, içimize doldurduğumuz ihtiraslarımız sessiz bir iklimin fırtına öncesi homurtusu gibi yavaşça dalgalanır. Bu öfkeyle kabaran dalganın korkusu yüreğimize tutunur. 58 Sanat - Edebiyat Sonra kutsallarımıza sığınırız. İşimize yaradığını düşündüğümüz geleneklerimize yaklaşırız. Sorunlarımız büyümeden çözülsün kaygısıyla her gün yeni bir nehrin sularından içeriz. Evreni yaratanın kuralları bizi dizginler. Kovulanın şerrinden yaratana sığınan nesillerin ellerine yapışır. Yürüdüğümüz tarihin sayfalarına dönüp bir daha bakarız. Her kavim gibi içimizden seçilen önderler gelir. Bizi yönetmek için birilerini seçeriz, ya da seçtiğimizi sanırız, onlar döner bize ihanet eder. Bizim en önde gidenlerimiz en son acılarımıza yetişenimizdir. İçimizden çıkan birileri bizi yönetmeye çalışır, biz neden hiçbir zaman onlara ulaşamayız. Zamanın son dilimine yaklaştığımızda yaşlı dünyanın kanatları saman yolunda çırpınır. Kıyamete ramak kala dünyamızda ve hayatımızda ne acı savaşlar olur, anlatılamayan öyküler yazılır, daha bilmediğimiz neler yaşanır? [email protected] (UFDQ$N\RO0LOOL\HW.DVÕP Sanat - Edebiyat ÇOCUK VE YERDEKİ RESİM DİLEK BUZ Çocuk parkını çevreleyen duvarın üzerinde tuhaf bir adam oturuyordu. Çevreden gören birisi onun sivil polis olduğuna iddiaya bile girebilirdi. Saatlerdir oturduğu yerden kalkmamıştı. Şüpheli bakışlarla etrafı seyrediyordu. Az ileride bulunan Japon pazarından gelen kampanya anonslarını dinliyordu. Yoldan hızla geçmekte olan araçlardan fışkıran müzik seslerini takip ediyordu. Karşı binalardan açılan pencereler de dikkatinden kaçmıyordu. Ara sıra cebinden çıkardığı küçük not kâğıtlarına bir şeyler karalıyordu. Bazen durup gökyüzünü izliyordu. Parktan gelen çocuk seslerini de dinliyordu. Kafasını iki eli arasına alması da bir şeyler planladığının işaretiydi. Kimdi bu adam? Ne yapmaya çalışıyordu? Acaba bir sapık mıydı? Belki de adi bir hırsızdı sadece. Aslında hiçbiri değildi. O bir zavallıydı. Bugün onun izin günüydü, işe gitmemişti. Sabahın ilk ışıklarından beri, tek başına yaşadığı kasvetli evinden kendini dışarı atmış, sokak sokak gezerek rahatlamaya çalışmaktaydı. Sonunda yorulmuş, bir duvarın üstüne oturmuştu. Durgundu, mutsuzdu, ümitsizdi. Kafası karışık, yalnız ve efkârlıydı. Duygularını kontrol edemiyordu. Bir yetişkindi ama çocukların bile neşesini kıskanıyordu. O yeryüzünün en mutsuz ve talihsiz kişisiydi. İktibas İş stresi, geçim darlığı, toplumsal çözümsüzlükler, kitaplarda okuduğu ütopya ile gerçek hayatın zıtlığı iç dünyasını karartıyordu. “Bir yerden başlamalı” diye düşünüyordu. Katmerli acılarından kurtulmalıydı artık. Ama nasıl? Çıkış yolu ne olabilirdi? Bir şey olmalıydı, bir şey... Belki de bilinçli bir şekilde yaşamını sonlandırmalıydı. Basit ve kesin çözümdü aslında intihar. Zindanı andıran yatak odasının duvarlarından, mesainin bittiğini duyuran zil sesinden, otobüs biletine gelen zamlardan ve idealist yazarların yalanlarından böylece kurtulmuş olurdu. Kredi borçlarını ve ödemediği apartman aidatlarını da kendisinden talep eden de olmazdı böylece. Ardından ağlayanı da olmayacaktı zaten. “Yetimhanede büyümenin böyle avantajları var” diye düşündü. “Kimseniz yok, ardınızdan ağlayacak”. “Sorumlu olduğunuz kimseler yok, cevap vereceğiniz.” Koca dünya bile fark etmezdi yokluğunuzu, sessizce çekip gitmiş olursunuz. Kendine karşı sürdürdüğü tartışmayı sonlandıran, kaldırımın önünde, yolun hemen kenarında elinde tebeşirle asfalt üzerine resim çizen çocuk oldu. Parkın duvarlarını şiddetle aşan, müthiş yoğunluktaki çocuk seslerinin cazip çağrısından uzaklaşmış bu çocuk, tek başına resim çiziyordu. Sonunda, hassas elleriyle kendinden bile büyük bir resmi başarıyla çizip bitirmişti. Bir kadın resmiydi yerdeki. Başörtüsünü ve uzun eteğini bile çizmeyi ihmal etmemişti. Belli ki tanıdığı birisini çiziyordu. Sonra daha da tuhaf bir şey yaptı. Ayakkabılarını çıkardı ve resmin tam ortasına gelip yere uzandı. Resmin içine kıvrılmış yatıyordu. Bu çok tuhaftı. Duvarın üzerinde olan biteni şaşkınlıkla izleyen yarı ölü adam dayanamadı. Yerinden kalktı ve şimdi de, usul usul ağlamaya başlayan çocuğa yaklaştı. -küçük, küçük, ne yapıyorsun? -… -neden ağlıyorsun? Söyle bana hadi. -… Asfalt yola uzanmış çocuktan cevap alamıyordu. Çocuk için için ağlıyordu. Karnına doğru çektiği dizlerini daha da sıkılaştırıp küçücük kaldı. Çok acı çektiği belliydi. Tuhaf adam da etkilenmişti. Ağlayan birine hiç dayanamazdı. Yetimhanede en çok duyduğu ses ağlamaktı. Dayanamadı; -lütfen be çocuk, bu resimdeki kadın kim? Çocuk bu soruya cevap verecekti. Çünkü cevaplar ancak doğru sorularla ortaya çıkardı. Ağlamasının önemi yoktu, önemli olan yerde yatanın kim olduğuydu. -“güzel çocuk, bu kadın kim?” -“o benim annem” dedi. -“annene ne oldu?” -“o öldü” -“ne zaman, nasıl?” -“geçen sene…… intihar etti” Çocuk ağlamayı hızlandırmıştı. Tuhaf adam, çocuğu kollarından tutup kaldırdı. Duvarın yanına getirip yanına oturttu. Kendine yavaşça yasladı ve ağlamaya başladı. Artık beraber ağlıyorlardı. … ... [email protected] 59 Mektuplara Cevaplar MEAL VE MEALCİLİK HÜSEYİN BÜLBÜL MUHTEREM YOLCU/KONYA SORU: İktibas dergisi ile yeni tanıştım. Daha önce tanıdığım bir takım mealciler olmuştu ve ben onların anlayışlarını ve Kur’an’a yaklaşımlarını kabul edemedim. Sizlerin de insanların meal okumaları konusunda teşvik edici yazılarınızı görüyorum. Sorum şu: Kur’an’ın mealini okumak ile mealcilik arasındaki farkı kısaca açıklayabilir misiniz? CEVAP: Mealcilik sözü, İslam Literatürü’ne son dönemlerde giren bir kavramdır. Meal: Bir metnin yazıldığı dilden başka bir dile veya dillere yapılmış çevirisine denilmektedir. Şöyle de söylemek mümkündür: Bir dilde telif edilmiş olan bir eserin, o dili bilmeyen anlamayan kimselerin okuyup anlaması için diğer dillere çevrilmiş haline meal denmektedir. K onumuz Allah’ın kitabı Kur’an olduğuna göre, Kur’an’ın gönderildiği dil olan Arapçadan Arapçada ifade ettiği manayı başka bir dilde de ifade edecek şekilde yapılan tercümesidir. Bu ise, insanların duyduğu ihtiyaçtan doğan tabii bir durumdur. 60 Konumuz Allah’ın kitabı Kur’an olduğuna göre, Kur’an’ın gönderildiği dil olan Arapçadan Arapçada ifade ettiği manayı başka bir dilde de ifade edecek şekilde yapılan tercümesidir. Bu ise, insanların duyduğu ihtiyaçtan doğan tabii bir durumdur. Bu sadece Allah’ın kitabı için söz konusu değil tüm kitaplar için gerekli olan bir zorunluluktur. İnsanların bildiği ve anladığı ana dilinden başka bir dille yazılmış olan bir eserden okuyup istifade etmesinin yolu, ya o dili öğrenmek, ya da o dili bilen aynı zamanda çeviriyi yapacağı dili de bilen bir insanın tüm dildaşlarının anlaması için, kendi ana diline tercüme etmesiyle mümkün olacaktır. Bu konuda ilahi mesajı gönderen Allah Teâlâ’nın maksadı da kitabının tüm insanlık tarafından okunup anlaşılması olduğundan, ilk gönderdiği kavmin diliyle göndermiştir. Çünkü bu ilk kavim, kendi dilinden olmayan bir mesajı anlamadan, kabul veya reddetmesi söz konusu olamayacağı için gereklidir. Bu gerekliliği Allah şöyle ifade etmektedir: “Eğer biz onu, yabancı dilden bir Kur’an kılsaydık, diyeceklerdi ki: Ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Araba yabancı dilden (kitap) olur mu? De ki: O, inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuzdur ve şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur’an onlara kapalıdır. (Sanki) onlara uzak bir yerden bağırılıyor (da Kur’an’da ne söylendiğini anlamıyorlar.)” (Fussilet 41/44) Bu konuda kitabın o kavmin diliyle gönderilmesinin yanında kitabı onlara okuyacak olan elçilerin de o kavmin içinden seçilmiş olmasının gerekçesi aynıdır: “Biz, her peygamberi, ancak bulunduğu kavminin diliyle gönderdik ki, onlara apaçık anlatsın. Bu itibarla Allah dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini de hidayete erdirir. O azizdir, hükmünde hikmet sahibidir.”(İbrahim 14/4) Hem elçinin hem de elçinin getirmiş olduğu mesajın ilk gönderildiği kavmin diliyle gönderilmesinin maksadı çok açık olarak bildirildiğini görüyoruz: “Biz onu, anlayasınız diye, Arapça bir Kuran olarak indirdik.”(Yusuf 12/2) ifadeleri bunu göstermektedir. Mektuplara Cevaplar Buna rağmen yapılan itirazlar, peygamberin de içlerinden aynen kendileri gibi bir insan olmasına da yapılmıştır. Halbuki insanlar ancak kendileri gibi bir insanı ancak örnek alma imkanına sahiptirler. Fıtratları gereği bir meleği veya cini veya kendilerinden daha farklı bir varlığı taklit etmeleri, örnek almaları mümkün değildir. Böyle olduğu halde: “Onlara hidayet geldiği zaman; insanları inanmaktan alıkoyan şey, sadece,” Allah peygamber olarak bir insanı mı elçi olarak göndermiştir” demeleridir? İktibas manasının olduğuna varana kadar bahaneler üretmektedir. Burada şunun net olarak bilinmesi gerekir ki meal, bir metnin bire bir tercümesi değildir. Asıl metnin yazıldığı dilde ifade ettiği mananın o dilde vermek istediği mesajı, çevirinin yapıldığı dilde, uygun kelime ve cümlelerle ifade edilmesidir. Bu nedenle bir metnin bu yöntemle tüm dünya dillerine çevrilmesi mümkündür. Nitekim yaşanan hayatta bunun onlarcasının yüzlercesinin yapıldığını da görüp duruyoruz. Bu kitabın Arapça oluşu ilahi sünnetin bir tecellisidir. Gerekçesini gerekçeleriyle birlikte yukarıdaki ilgili ayetlerde açıklamakla birlikte bilinmelidir ki, Arapçanın Allah indinde imtiyazlı bir yeri olduğundan değildir. Gönderilen kavmin konuşmuş olduğu dilin Arapça olmasındandır. Daha önce göndermiş olduğu kitapları da Allah, gönderdiği kavmin o anda konuşup anlaştıkları dil ile gönderdiği malumdur. Tevrat’ın İbranice, İncilin de Aramice oluşunun hikmeti budur. Mesele Kur’an’ın Allah kelamı olduğundan kaynaklanıyorsa, onu da konuşalım. Allah kendine özel “Rabça” bir dil ile gönderdiğini söylemiyor. Bilakis indiği dönemin Arabı’nın konuştuğu Arapça ile indirdiğini (Yusuf 12/2) tüm gerekçeleriyle birlikte zikrediyor. Araplar da aynen bizim gibi bir insan ve Arapça denilen dünya dillerinden bir dili konuşuyorlardı. Herhangi bir dilden dil olarak bir ayrıcalığa, imtiyaza da sahip değildi. Elbette her dilin kendine özgü özellikleri vardır. Fakat böyle oluşu onun anlaşılmasına, tercüme edilmesine, başka insanların da o dili öğrenmesine asla mani değildir. Nihayet tüm diller insan ürünü değil midir? Ayrıca Allah bu farklılığı onaylayarak: Bu konuda şunun da konuşulmasını gerekli görüyoruz. İnsanlar, Allah’ın kitabının başka dillere çevrilmesinin imkânsız olduğunu, çünkü bu kitabın Allah kelamı olduğundan onun ifade ettiği manayı başka bir dile çevrilmiş olan mealinin veremeyeceğini, daha da ileri giderek, onun bir kelimesinin binlerce “Sizin dillerinizin ve renklerinizin farklı oluşu Allah’ın ayetlerindendir “ (Rum 30/22) buyuruyor. Bu nedenle Allah kelamı oluşu onun anlaşılmasına tercüme edilmesine mani olarak görülmesinin geçerli hiçbir sebebi yoktur. Aksi halde tüm insanlığın bu mesajdan istifade etmesinin, İslam olmasının “De ki: Eğer yeryüzünde yerleşmiş dolaşan melekler olsaydı; Biz, ancak onlara peygamber olarak gökten bir melek indirirdik.” (İsra 17/94-95) A llah kendine özel “Rabça” bir dil ile gönderdiğini söylemiyor. Bilakis indiği dönemin Arabı’nın konuştuğu Arapça ile indirdiğini (Yusuf 12/2) tüm gerekçeleriyle birlikte zikrediyor. Araplar da aynen bizim gibi bir insan ve Arapça denilen dünya dillerinden bir dili konuşuyorlardı. Herhangi bir dilden dil olarak bir ayrıcalığa, imtiyaza da sahip değildi. 61 İktibas Mektuplara Cevaplar önüne büyük bir engel konulmuş olurdu. Allah’ın koymadığı engeli kimsenin koyma hakkı yoktur. N amazın nasıl kılınacağına, haccın nasıl yapılacağına, orucun nasıl tutulacağına, zekâtın nelerden nasıl verileceğine, İslam’ın hangi yöntemle tebliğ edileceğine, fert ve toplum olarak Allah’ın hükümlerinin nasıl uygulanıp hayatın düzenleneceğine, savaşta ve barışta nasıl bir yol izleneceğine, inanan ve inanmayan fert ve devletlere karşı izlenecek siyasetin nasıl olacağına, hâsılı Allah’ın nasıl razı edileceğine örneklik etmek için de peygambere ihtiyacımız vardır. Elbette insanlar anladıkları dilden yazılmış olan kitapları okuyup istifade ettikleri gibi, Allah’ın insanlara göndermiş olduğu hidayet rehberi olan Kur’anı da kendi dillerine çevrilmiş olan meallerden okuyarak dinini öğrenecek, Rabbine nasıl kulluk edeceğinin bilincine erecektir. Hal böyle ise “Kitabı Mealinden okumak” niçin Kur’an’ı anlamanın önünde engel olarak görülsün veya meal okuyanlar tasvip edilmesin? Bu konuda kimsenin haklı bir itirazı olamaz. Yapılan itirazlar, “mealcilik” tabelası altında meal okurken bu kitabı getiren Allah’ın elçisinin sünnetini, Kur’anı hayata aktarmadaki örnekliğini, devre dışı bırakılarak, görmezlikten gelinmesinedir. Bu anlayış, ne anlayışla karşılanmayı, ne de anlaşılır bir anlayış olmayı hak etmiyor. Allah, bu kitabı ve gönderdiği her kitabı bir elçi aracılığı ile göndermiştir. Bu bir tesadüfün esri değildir. İnsanlara vermiş olduğu fıtratın gereğidir. İnsan bir sözü gereği gibi doğru anlayabiliyor mu? Anladığının uygulamasını doğru yapabiliyor mu? İnsanoğlu hep hat ile mualleldir. Bu mahzuru ortadan kaldırmak için Allah, insanların içinden bir insanı seçerek ona vahyetmiş; (Şura 42/53) O’na doğru anlayıp doğru uygulamayı öğretmiş; onun eliyle ve diliyle de diğer insanları haberdar edip onlara örnek göstermiştir. “Andolsun ki; sizden, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler 62 için, Allah’ın Resulünde güzel bir örnek vardır.” (Ahzab 33/21) buyurmuştur. Bu örneğe itibar etmemek onu örnek olarak gönderene itibar etmemek olacağından, bir Müslümanın böyle bir şey yapması asla düşünülemez. Mazur sayılamaz. Peygamber ile gönderilen Kitap, adrese teslim edilecek kapalı bir zarf olmadığı gibi, onu getiren Peygamber de postacı değildir. Onun getirdiği hayatın tümünü kuşatan bir yaşam biçimidir. Elçi öncelikle bu dine inananların ilki olmakla onu yaşamakla emrolunan bir kimse olduğu gibi, (Enam 6/163) kendisine geleni insanlara tebliğ etmek, o kitabı insanlara okumak, onlara öğretmek, onları tezkiye edip günahlardan arınmanın yollarını göstermek, kitabı ve hikmeti öğretmeye de memur edilmiştir. (Bakara 2/151) Bu nedenle namazın nasıl kılınacağına, haccın nasıl yapılacağına, orucun nasıl tutulacağına, zekâtın nelerden nasıl verileceğine, İslam’ın hangi yöntemle tebliğ edileceğine, fert ve toplum olarak Allah’ın hükümlerinin nasıl uygulanıp hayatın düzenleneceğine, savaşta ve barışta nasıl bir yol izleneceğine, inanan ve inanmayan fert ve devletlere karşı izlenecek siyasetin nasıl olacağına, hâsılı Allah’ın nasıl razı edileceğine örneklik etmek için de peygambere ihtiyacımız vardır. Çünkü onun ortaya koymuş olduğu örnekliğin vahyin onayından geçerek onaylanmış olmak gibi bir garantisi vardır. Gelen vahiyleri doğru anlamasında hiçbir sorun olmamasına rağmen (ki bu konuda şu ayeti yanlış anladın diye Kur’an’da Mektuplara Cevaplar yapılmış bir ikaz yoktur.) henüz bir hüküm olmayan konularda yapmış olduğu içtihatlarından, ilahi iradeye uygun olmayanlar dahi vahiyle düzeltilmiştir.(Enfal 8/67) böylece kusursuz örnek bir kulluğun prototipi olarak insanlığa rahmet kılınmıştır. Onun dindeki yeri “şekil A”dır. (Şekil A anlatılanın uygun bir resimle cisimleştirilmiş halidir. Örneğin, bir geometri kitabında ikiz kenar üçgenin tanımı yapılıp resmi çizilerek verildiği zaman bütün farklı anlaşılmaların önü alınmış olur. Dinde peygamberin örnekliği ile de yapılmak istenen budur. Yoksa insanlar kadar din anlayışı ortaya çıkardı ki hangisinin Allah’ın dini olduğu anlaşılamazdı.) Bu nedenle itikadda, ibadette, Kur’an’a ve hayata bakış ve anlayışta ona uymayan anlayış ve davranışın Allah indinde bir değeri yoktur. En açık ifadesiyle kıldığımız namaz peygamberin kıldığı namaza benzemiyorsa, kıldığımız namazın namaz olması mümkün değildir. Çünkü Peygamberimiz bizzat , “Namazı benden gördüğünüz gibi kılın” buyurmuştur. Bu nedenle peygamberi uygulamaya uymayan ibadetlerin, sadece hevamızı tatmin etmenin ötesinde bir anlamı yoktur. “De ki, siz gerçekten Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok esirgeyici ve çok bağışlayıcıdır.” (Ali İmran 3/31) Mealcilikle temayüz etmiş insanların Kur’an’a, Peygambere ve onun hadislerine yaklaşımlarında büyük bir sakatlık vardır. Kur’an okumaları Kur’an bütünlüğünden uzak, ayetler İktibas bağlamından kopartılarak lâfzî bir okuma biçimiyle okuyorlar. Bunun içinde İslam’ın gerçeğiyle bağdaşmayan bir anlayışla karşı karşıya kalıyorlar. Örneğin insanı sarhoş edip aklı gideren içkiler konusunda sadece Kur’an’da ismi zikredilen şarabın yasaklandığını, aynı özelliğe sahip adı anılmayan diğer içkilerin haram olmadığını söyleyecek kadar ileri gidiyorlar. İbadetler konusunda örneğin Namaz kılmada peygamber gibi kılmaya ihtiyaç yoktur. Namaz duadır. İnsan bir miktar ayakta, oturarak veya yolda giderken de dua eder ve böylece namazını kılmış olur” şeklinde bir anlayışa sahipler. Peygamberimizin hadislerine yaklaşımda ise, süpürüp atıcı bir yöntem kullanmaktadırlar. Uygulamada hadislere ve Kur’an dışında hiçbir şeye bakmadan düz bir mantıkla hareket etmektedirler. Peygamberi (as) uygulamada örnek olarak almamanın tabii bir sonucu olarak namazlarda rekât sayısı diye bir uygulamaları da yoktur. Bu anlayışta en az tarih boyunca altında hadis yazan sözleri Kur’an’ın eleğinden geçirmeden toplayıp alanların yapmış olduğu yanlış kadar büyük bir yanlıştır. Özellikle Kur’an’ın uygulaması olan fiili sünnetleri göz ardı etmek, kabul edilebilir bir şey değildir. Çünkü Peygamber (as), bu dinin tebliğinden mesul olduğu kadar tebliğ ettiği ayetlerin hayata nasıl uyarlanacağını kusursuz olarak göstermekten de mesuldür. Çünkü O’nda olan bir özellik, Allah tarafından hiç kimseye verilmemiştir. Hayatta iken vahyin devam sürecinde yapmış olduğu şeyler Allah’ın iradesine uygun değilse hataları vahiyle İ tikadda, ibadette, Kur’an’a ve hayata bakış ve anlayışta ona uymayan anlayış ve davranışın Allah indinde bir değeri yoktur. En açık ifadesiyle kıldığımız namaz peygamberin kıldığı namaza benzemiyorsa, kıldığımız namazın namaz olması mümkün değildir. Çünkü Peygamberimiz bizzat, “Namazı benden gördüğünüz gibi kılın” buyurmuştur. Bu nedenle peygamberi uygulamaya uymayan ibadetlerin, sadece hevamızı tatmin etmenin ötesinde bir anlamı yoktur. 63 İktibas düzeltilmiştir. Bu imkân sadece peygamberlere verilmiş bir imkân olduğundan o’nun örnekliği, yapıp ettiklerinin doğru olduğundan ve Allah tarafından kabul edildiğinden eminiz. Bizim veya peygamber (as) dışındaki ona uygun olmayan yapıp etmelerin ise akıbeti meçhuldür. En kestirme olarak şunu kesin olarak biliyoruz ki, Peygamberler asla dinine ihanet etmez. Keyfi olarak bir şey yapmaz. İnsanları zora sokmak için uğraşmaz. “İki şey arasında Rabbim tarafından muhayyer bırakılsam, kolay olanını tercih ederim” sözü onun bu konudaki yaklaşımını ortaya koymaktadır. Allah’tan olmayan bir şeyi dindenmiş gibi bildirmez. Böyle bir durumun olması halinde onu elçi olarak gönderenin nasıl bir tehditle tehdit ettiğini görüyoruz: “Eğer o, bize karşı bazı sözleri uydurup-söylemiş olsaydı, elbette biz onu bundan dolayı kuvvetle yakalardık. Sonra da onun şah damarını keser atardık. Hiçbiriniz de onu koruyamazdınız. Doğrusu Kur’an Allah’a karşı gelmekten sakınanlara bir öğüttür.” (Hakka 69/44-47) Peygamberden olduğundan emin olduğumuz konularda peygambere uymak, İslam’a uymak, Kur’an’a uymak ve dolayısı ile Allah’ın hükmüne uymaktır. Uymamak ise bu saydığımız şeylere uymamak ve Allah’ın hükmünden uzak kalmak anlamına geleceği gayet açıktır. İslam’ın şiarı olan “emri bil mağruf nehyi anil münker” olarak ifade edilen, iyiliği emretmek kötülüğü nehyetmek sadedinden olarak Müslümana yakışan bu insanlara doğruları hatır- 64 Mektuplara Cevaplar latarak yanlıştan dönmelerini sağlamaktır. Kimsenin ayıp ve kusurlarını araştırmak, sayıp dökerek muhasebesini tutmak bizim işimiz değildir. İnanıyoruz ki Allah hiç kimsenin gayretine ihtiyaç duymayacak şekilde herkesin yapıp ettiklerinin muhasebesini tutuyor. Zira yapılan hiçbir şeyi ihmal etmeyip İmhâl ettiğini açıkça bildiriyor.(Yasin 36/12) Gizli ve açık tüm işlerin sonunun Allah’a varacağına inanıyoruz. Onun için kendimizi o güne hazırlamanın gayretinden başka kederimiz yoktur. Şunu çok net olarak bilmeliyiz ki kimsenin meal okumasından rahatsız değiliz çünkü kırk yılı aşkın bir zamandan beri ulaşabildiğimiz insanlara anadillerine çevrilmiş, anladıkları dilden Kur’an okumalarını tavsiye ediyoruz. Dünyanın hiçbir yerinde anlamadıkları bir dilde yazılmış bir kitabın harflerini seslendirmek için kitap okuma biçimi yoktur. Bu sadece Müslümanlara özgü bir okuma biçimidir. Merhum Iraklı âlim Gazali (çağdaşımız) bu gerçeğe parmak basarak, Müslümanların bu gün, bu halde olmalarının yegâne sebebinin bu olduğunu teslim ediyor. Müslümanlar olarak(!) Allah’ın, insanlar okuyup anlasınlar da hallerini düzeltip Allah’ın istediği gibi Allah’a kulluk etsinler diye, açık anlaşılır (Yusuf 12/2)ve öğüt alınması için kolaylaştırdığı (Kamer 54/17-22-32-40) kitabını, örtüp kapatmak için elimizden geleni ardımıza koymuyoruz. Bu işin hesabını vermek herhalde kolay olmayacaktır. Bu nedenle bizim anlaşılmasını istediğimiz, mealcilik yapanların okuma biçiminin yanlışlığını anlatmaktır. Böyle bir okuma ne Allah’ın, ne peygamberin ve ne de Müslümanların razı olacağı bir okuma biçimidir. Elbette dinin kaynağı Kur’an, Şarî ise Allah Teâlâ’dır. Ancak peygamberi de bu dinin birinci elden uygulayıcısıdır. Onu hesaba katmamak, razı olunan uygulamayı hesaba katmamak olacağından, yapılan amellerin kendini tatminden öte bir anlamı olmayacaktır. Akıllı insan akıbetinden emin olmadığı bir işi yapmaktan imtina eder. Zira akıllı olmak bunu gerektirir. Dibini görmediği suya girmenin, yüzmede bilmiyorsa sonucu bellidir. Koruyup kurtaracak bir tedbir almadan insan suya girmez iken; ebediyen kazanıp kaybetmekten emin olmadığı bir yola girer mi? Bu iş ben yaptım olduyla olacak şey değildir. Dünyadaki yanlış hesaplarımız Bağdat’tan dönüyor. Ama dinde yaptığımız yanlışlar ahiretten dönmüyor. Onun için bu işteki yanlış tercihlerimizin düzeltilmesi ise din gününe kalmaktadır. Orada ise düzeltme imkânı yoktur. İnsan ancak yapıp ettiklerinin sonuçlarını kucağında bulacaktır. Ve Rabbimizin şu hitabı her şeyin sonunu getirecektir: “Kitabını oku, bugün, hesap görücü olarak sen kendine yetersin.” “Kim doğru yola gelirse ancak kendi lehine yola gelmiş ve kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmıştır. Kimse kimsenin günahını çekmez. Biz peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz.” (İsra 17/14-15) [email protected] Gündem FİLİSTİN’E NASIL BAKMALI? AKİF EMRE :FOŔɮBGBLt,BTN Filistinlilerin yaşamak zorunda kaldıkları acı ve zorluklar karşısında tarafsızlıktan bahsetmek insan vicdanını iptal etmek demektir. Vicdanı iptal edilmemiş bir insan için Siyonist sömürgeciliğin çektirdikleri karşısında isyan etmemesi düşünülemez. Filistin, bir bakıma insanlığın vicdan testinden geçtiği sınav alanı. İsrail’in, Filistin’in Gazze bölgesine yaptığı saldırının nedenleri, muhtemel sonuçları, tarafların pozisyonu gibi stratejik analizler bolca yapıldı ve bundan sonra da yapılacak. Ne var ki bu saldırı, stratejik boyuta indirgenemeyecek kadar kapsamlı bir insanlık durumuna işaret ediyor. Hem Siyonist saldırının karşısında olanların hem de bunu meşrulaştırmaya çalışanların “Filistin Davası”nı, Filistinlilere katkısı olmayacak hatta onu baltalayıcı bir dil, yaklaşım sergilenmekte. Filistin’e nasıl bakılması konusunda ayrıntı gibi duran esasa ait birkaç not. -Her şeyden önce, saldırı Hamas’a değil Filistin’e yapılmıştır. Gazze, Filistin’in bir parçasıdır. Hamas da buranın meşru seçilmiş hükümetidir. Sanılanın aksine Arap dünyası, Arap baharı sonucunda serbest seçimle tanışırken Filistinliler bunu çok daha önceden uygulamaktaydı. Saldırıyı Filistin’den bağımsız Gazze’ye indirgemek, hedefi Hamas’a yönelik görmek, İsrail’in propaganda savaşına alet olmak demektir. Saldırının şiddeti ne kadar büyük olursa olsun, bütüncül bir işgal edilmiş Filistin fikrinden uzaklaşmak İsrail’in stratejik hesaplarına uygun düşer ve bunu da çok başarılı PR çalışmasıyla yürütmektedir. -Özellikle Gazze’ye yoğunlaşan askeri saldırı ve propaganda savaşının gizlediği gerçek: Filistin meselesi temelde Kudüs meselesidir... Saldırıların hedef bölgesinin seçiminde stratejik gerekçeleri kadar Kudüs’ün statüsü meselesini gündemden düşürmek, bu konuda karartma uygulamak için de kampanya yürütülmektedir. Sadece İslam âlemini değil, tüm renkleriyle Hıristiyan dünyayı da ilgilendiren Kudüs’ün işgal edilmişliği gerçeğinden uzaklaştıkça bu tür saldırılar daha da işlevsel hale gelmektedir. -İsrail, Batı dünyasında özellikle Amerikan yönetimi ve kamuoyunda işgalci konumunu gündeme getirmeden batılıların bilinçaltına hitap edecek ortak tehdit algıları oluşturarak savaş stratejisini özenle kurgulamaktadır. Bu strateji büyük ölçüde tarih boyunca Yahudilere yapılan baskı ile Nazi soykırımının günahıyla yüzleşmekten kaçınan batılıların bilinçaltını rehin almaya dayanmaktadır. Kendi tarihsel hatalarının faturasını Filistin’e ödetenlerin vicdanlarını rahatlatacak “İslam terörü” korkusunu sürekli gündeme getirmektedir. Filistin’e yapılan saldırıların Hamas öne sürülerek meşrulaştırmaya çalışması bu amaca hizmet eder. -İsrail, batılılara karşı mağduriyet söylemini en sefil şekilde işlerken, topraklarını gasp ettiği, savaştığı bölge ülkelerine de mağrur, buyurgan ve oyunun kuralını belirleyen olmak konumunu asla terk etmek istemeyecektir. Bunun için de gerektiğinde her türlü askeri yöntemi kullanmaktan çekinmeyeceği mesajını vermektedir. Bu zamana kadar izlediği yöntem de genelde başarılı oldu. -Bu nedenle Gazze bölgesine yapılan son saldırılar Netanyahu’nun seçim öncesi iç politika malzemesi olmaktan öte anlam taşımaktadır. Elbette bu olayın iç politikaya yönelik bir boyutu vardır ve olacaktır. Ancak büyük resme baktığımızda tartışılmaya başlanan Camp David denklemi başta olmak üzere statükoyu sorgulayan yeni denkleme karşı bir meydan okumadır. Hem Camp David denklemini sorgulanmasını engellemek hem de bunu sorgulama niyetindeki yeni oluşumlara göz dağı vermeyi hedeflemektedir. -İsrail’in bölgedeki en büyük kozu, bölge ülkelerin parçalanmışlığı olduğu kadar bir tehdit olarak İsrail’in varlığı çoğu yönetimlerin meşruiyetini sağlıyor oluşudur. Birbiriyle en küçük stratejik işbirliği yapamayan yönetimlerin İsrail tehdidi ortak paydası altında iktidarlarını korumakta, iktidarları da İsrail’i güvence altına almaktadır. Son saldırı bu 65 İktibas durumu sorgulama niyetinde ki alttan gelen taleplerin tavizsiz ve acımasız bir güçle kesme yönünde kararlılık gösterisidir. -Sanılanın aksine İsrail askeri anlamda da yenilmez değildir. İsrail’le gerçekten savaşmayı göze alan, direniş ruhuna sahip küçük güçlerin bile nasıl sonuç aldığını geçmiş bize göstermiştir. Onlarca Arap ülkesinin acziyetine rağmen FKÖ’nün verdiği mücadele hepsinden daha etkindi. Defalarca İsrail’den dayak yiyen, topraklarını kaybeden devletlere nazaran örgütlü mücadele umut kaynağı olmuştu. FKÖ nün kurumlaşması, ideolojik olarak yabancılaşması direnişin ideolojik yapısını da, yöntemini de değiştirdi. Başta İntifada olmak üzere son Lübnan savaşı yüzbinlerce asker besleyen, milyarlarca dolarlık silaha para yatıran ülkelerin yapamadığını gerçekleştirdi. İsrail açısından buna karşı vereceği cevap, bu örgütlerin terörist olduğuna dünyayı inandırmak olmuştur. -Bölgedeki her parçalanmışlık ortamı İsrail açısından önemli hamlelerin yapılması için kaçırılmayacak bir fırsattır. Şu anda yaşanan çok eksenli kırılmanın sonuçlarını bu açıdan dikkatle izlemekte yarar var. -En başta ve en sonda bir kez daha altı çizilmesi gereken husus: Söz konusu olan, güvenliği tehdit edilen bir devletin teröre karşı meşruu müdafaası değil, toprakları işgal edilen, yurtlarından sürülen halkın sömürgeci bir gücün saldırısına karşı direnişidir. 66 Gündem ARAP BAHARI, DEMOKRATİKLEŞME, BOP VS. EBUBEKİR SİFİL .ŔMMŔ(B[FUFt,BTN Şu an itibariyle dünyanın en hareketli bölgesini Ortadoğu coğrafyası oluşturuyor. Bu hareketlilik sadece kitlelerin zalim iktidarlara karşı sokaklara dökülmesi ile başlayıp iktidarların değişmesiyle neticelenen “siyasî karakterli” bir mahiyet taşıyor değil. Aynı zamanda adı konulmamış bir zihnî değişim ve dönüşüm de söz konusu. Daha önce birkaç defa dile getirmiştim: Arap Baharı diye ifade edilen süreçte kitleleri sokağa döken ve iktidarları değiştiren, Batılı anlamda “demokrasi” talebi ise, bunun kısa vadede olmasa bile orta ve uzun vadede başka çatışmalar doğuracağını öngörmek kehanet olmayacaktır. Bu defaki, zalim iktidarlara karşı birlikte sokağa dökülen insanlar arasında yaşanacak bir “iç çatışma” olacaktır. Şurası açık: Zalim yöneticilerin halk hareketleri sonucu iktidardan uzaklaştırılması, meselenin en fazla görünen yanı. Oysa mesele bundan ibaret değil. Kim ne derse desin, Arap Baharı diye ifade edilen sürecin ana unsuru, baş aktörü Müslümanlardır. Dolayısıyla sürecin merkezinde “İslamî” talep ve beklentilerin bulunması normaldir. Her ne kadar sürece şurasından burasından sızmaya, süreci manipüle etmeye çalışan bir “Batı” unsuru söz konusu ise de, şu anda sahnedekiler, İslamî hassa- siyet taşıyan ya da İslamî hassasiyeti önemseyen kadrolardı. Hal böyle olunca, yönetimi devralan kadroların İslamî hassasiyetleri dikkate alan, daha doğrusu İslamî beklentileri karşılayan politikalar izlemesi eşyanın tabsiatı gereğidir. Oysa bu coğrafyada Müslümanların gerçek anlamda kendi dinamiklerinden kaynaklanan ve bugünün dünyasında özgüvenle savunulabilecek bir siyasî tecrübesi mevcut değil. Batı’nın güçlü biçimde dayattığı ve İslam coğrafyasında hatırı sayılır ölçüde kabul görmüş bulunan “demokrasi/insan hakları” merkezli siyaset ve yönetim anlayışı, kabul edelim ki İslamî referanslara yaslanmıyor. Bu, mezkûr kavramların gerek doğuşu, gerekse pratiğe aktarılışı bakımından Batı’ya ait oluşundan kaynaklanan bir hakikat. Batı bu ve benzeri kavramların “evrensel” olduğunu söylediği zaman, münhasıran “Batı’ya ait” bir durumun, anlayışın ve pratiğin evrenselliğini vurgularken, İslam coğrafyasında bu kavramlara yapılan vurgunun psikolojik arka planında İslam’ın bu kavramları reddetmediği, ihtiva ettiği, hatta “emrettiği” anlayışı yatıyor. Yani modern Batı’nın karakter yapısı gereği “kendisine ait” olanı evrenselleştirmesine/ dayatmasına karşılık, -durumu içselleştirmenin başka bir yolu olmadığı için- biz onun Batı’ya ait olmadığı varsayımından hareket ediyoruz. Ala külli hal şu anda yaşanan, “bize ait” olmadığında şüphe bulunmayan bir teorinin ve pratiğin “bize aitmiş” gibi algılanmasından ve öyle takdim edilmesinden ibaret bir psikoloji. Müslümanlar modern zamanlarda -bilhassa ekonomi ve siyaset Gündem alanında- bir “tarihten kopuş” süreci yaşadı. Kendi tarihsel tecrübelerini modern değerleri merkeze alarak mahkûm ve reddettikleri, buna karşılık kendilerine ait alternatif bir ekonomi ve siyaset pratiği de geliştiremedikleri için modern Batı patenti taşıyan teori ve pratiklere kendilerini mahkûm ettiler. Yaşadığımız aktüel durum şimdilik bu alanda yaşadığımız yabancılaşmayı derinden hissetmemize engel olan sıcak gelişmelerin gölgesinde şekilleniyor. Ancak bir süre sonra sular durulduğunda -şayet böyle bir şey mümkün olursa tabii-, bu alanda yaşadığımız yabancılaşma, bastırılamayacak şekilde kendisini hissettirecektir. O aşamada derin bir çatışmaya ve onun getireceği yeni kırılmalara maruz kalmamak için bugünden bu meseleyi çalışmakta çok büyük faydalar var... İktibas ANITKABİR KÜLTÜ “Anıtkabir kültü”nde “VAKİT”ler var. FARUK KÖSE “Belirlenen saatler” dışında gösteri yapılmaz. “24 saat önce”sinden bildirilen “çelenk koyma” ve “törenler”, “saat 09.00 ile günbatımı arası”nda yapılır. Çelenk koyma ve törenler için, “saatinden 5 dakika önce”, 10 Kasım’da ise 08.40’ta “tören alanı”nda hazır bulunulur. “Saygı duruşu” süresi 10 Kasım’da “2 dakika”, diğerlerinde “1 dakika”dır. “Tören sorumluları” ve “saygı nöbetçileri”, “tören saatinden 15 dakika önce” yerlerini alır. :FOŔ"LŔUt,BTN Önceki yazıda (31.10.2012) devlet erkanının çalışmalarını âdetâ “rapor verircesine Anıtkabir’e arzetme”sine, “protokol gereği” belirli “ritüeller”e uyarak “Anıtkabir’e saygı, bağlılık, minnet, şükran... duyguları”nı sunup “ta’zim”de bulunmasına dikkat çekmiştim. Şimdi “kült” haline getirilen bu ritüellerin niteliklerine değinmek istiyorum. “Anıtkabir Hizmetlerinin Yürütülmesine İlişkin Yönetmelik”e göre, Anıtkabir’de ancak “M. Kemal’e saygı için” tören yapılabilir ve çelenk konulabilir. “Anıtkabir’in manevi varlığı”na yakışmayan her türlü tavır, hareket, söz, yazı ve davranış yasaktır. “Anıtkabir kültü”nde “YASAK”lar ve “İZİN”ler var. “İstiklal Marşı”ndan başka marş ve müzik çalınmaz. Gösteriler “protokol esasları”na uygun yapılır. “Çelenk koyma” ve “törenler”, Devlet Başkanı’ndan Garnizon Komutanı’na uzanan “izin 2VPDQ7XUKDQ=DPDQ.DVÕP 67 İktibas silsilesi”ne bağlıdır. 10 Kasım hariç, törenlere “Tören Bölüğü” ve “Bando” katılmaz. “Mozole”ye törensiz çelenk konulmaz. Kabrin üzerine çıkılmaz. Basın platformu haricinde fotoğraf çekilmez. Tören saatlerinde “protokol dışı ziyaretler” sınırlandırılabilir. Tören olmaksızın toplu ve temsili “saygı ziyaretleri” yapılabilir. “Anıtkabir kültü”nün “RÜKÛN”ları var. Tören için “yetkili kurumdan istek”te bulunulur. Gerçek kişilerle tüzel kişi temsilcilerinin katıldığı törenler “Mozole önü”nden, Protokol üyelerinin katıldığı törenler “Aslanlı Yol’un başı”ndan başlar. Gelen çelenklerin sadece protokolde en büyük kişi ya da kuruluşa ait olanı törenle yerine konur; diğerleri, törenden önce, törensiz olarak yerleştirilir. Törenler, “1, 2 ve 3 Numaralı Törenler” olarak sınıflandırılmıştır. “Hangi haller”de, “hangi tip törenler”in “ne şekilde” yapılacağına dair “tarife”; “tören ve kortej düzeni”ne ilişkin ayrıntılı “yönerge” hazırlanmıştır. Her tören tipi veya toplu ve temsili “saygı ziyaretleri” için ayrı bir “defter” tutulur. “Tören subayı”nın komutasındaki törenler “başlama noktasından” başlar; “ilgili defter” imzalanır; “çelenk”i subaylar taşır; “İstiklal Marşı” dinlenir. 10 Kasım’da 10 Subay tören süresince “saygı nöbeti” tutar. “Anıtkabir kültü”nde “GÖZETMEN”ler var. Bunlar “tören sorumluları” ve “saygı nöbetçileri”dir. Koordinasyonu “Anıtkabir Komutanlığı” sağlar. Herhangi bir “kişi”nin ya da “sosyal grup”un ölülerini kutsaması, ululalaması; büyükleriyle veya önderleriyle onlar öldükten 68 Gündem sonra da irtibatı sürdürmesi, onların dünyada tasarruf sahibi olduklarına inanması, bağlılığını devam ettirip hayatını onların bakışıyla yaşaması, gidip kabir başında yaptıklarına veya yapacaklarına dair ölülerine rapor sunup ta’zimde bulunması, bağlılık yemini etmesi vb. “inanç özgürlüğü”nün gereğidir. “İslam inancı” bakımından mahiyeti ne olursa olsun, bunu yapmak isteyenler bakımından bu bir “inanç hakkı”dır. Benim inancıma ters, ama yanlış, onların yanlışı ve kabul etmesek bile, kimseyi inançlarından dolayı tahkir etmeyiz. Ancak... Hiç kimsenin de, kendi inançlarını başkalarına “dayatma” hakkı yoktur. Hiç kimsenin de başkalarını, kendi “kabir kültünün ritüellerine iştirake icbar” etme hakkı yoktur. Hiç kimsenin de, bunu “devlet düzeni”nin esaslarına koyma, “devlet protokolü” haline getirip siyasi-idari-hukuki bir forma kavuşturarak sürdürme, bütün sosyal kümeleri, toplumsal bütünlüğü, “devletli hayat”a dair bütün unsurları bunu “icraya mecbur” kılma hakkı yoktur. Hiç kimsenin de, bağlılığı “Kur’an”a olan müslümanları, “kendi kutsallarına bağlılık ritüelleri”ne “zorlama” hakkı yoktur. Hiç kimsenin de, hem “müslüman” olduğunu söyleyip, hem de “İslam inancı”na uygun olup olmadığına bakmaksızın, kendilerine dayatılan “atalar ve kabir kültü”ne iştirak ederek “müslümanların kanaatlerini saptırmayanıltma” hakkı yoktur. Gelelim meselenin İslami yönüne... Geçen yazıda “hocaefendiler”e sorduğum sualleri yineliyorum. Sözleriyle, yazılarıyla, sohbetleriyle, fetvalarıyla kanaatleri yönlendiren, ya da çalışmalarıyla ardından şahısları, grupları, kitleleri sürükleyen Muhterem Hocaefendiler! Sosyal hayata, inançlara, ibadetlere, kulluğa ve insanların akıbetine dair görülen aksaklıklara karşı, re’sen harekete geçerek insanları aydınlatmak vazifeniz değil mi? Sizden fetva istiyorum. Ta ki Mahşer gününde “bize sorulmadı” demeyesiniz. Anıtkabir’de icra edilen ritüeller, bu ritüellere iştirak etmek, Anıtkabir Özel Defteri’ne yazı yazmak ve yazılanların içeriği “İslam itikadı”na göre ne anlama gelir? Bunun “Tevhid” veya “Şirk”le, “İman” veya “Küfür”le, “İslam” veya “İsyan”la, “İlim” veya “Cehalet”le olan ilişkisi, bu terimler bakımından mahiyeti nedir? Bunu açıklamak sizin için vebal değil mi? Bir devletin, “işleyişini kabre bağlama”sı, “kabir kültü ritüelleri”ni işleyişine dair protokol kurallarının başına koyması “makul” mü? BİZİM “SANDY KASIRGAMIZ” ŞÜKRÜ HÜSEYİNOĞLU ɗLUŔCBT%FSHŔTŔDPNt,BTN Ercümend abinin (Rabbimin rahmeti üzerine olsun), akidevi ve fikri köksüzlüğe dair verdiği bir örnek vardı. Avrupa’da ağaç- Gündem ların fırtınalarda, kasırgalarda kolayca devrildiklerine dair tanıklığını hatırlatır ve Avrupa’da yağmurun bol yağmasından ötürü ağaçların suya kolay ulaştıklarını ve dolayısıyla kök salmaya ihtiyaç duymadıkları bilgisinden hareketle, akidevi ve fikri köksüzlüğün de benzer bir yüzeysel beslenmeden kaynaklandığını ifade ederdi. Geçtiğimiz ay içerisinde ABD’de yaşanan Sandy kasırgası ile ilgili haberlerde koskoca ağaçların kökleriyle beraber yerle yeksan oluşlarını izlerken, militarist cumhuriyetten demokratik cumhuriyete geçiş sürecindeki liberal-demokratik değişim rüzgârlarının cazibesine kapılarak, yıllarca savundukları hak-bâtıl ayrışması eksenli tevhidi söylemleri terk eden ve o ağaçlar gibi kökünden kopup devrilen kişi ve çevreleri düşündüm. Tevhid eksenli hak-bâtıl mücâdelesinde olmaları gereken yerde sebat eden dâvetçilerin tüm ikazlarına ve “Durun! Bu cadde çıkmaz sokak!” nidalarına rağmen, savrulmaların fren tutmaz bir hızda devam ettiğini ise, her geçen gün tanık olduğumuz yeni çıkışlarla, mevcut cahili toplumsal/siyasal işleyişle bütünleşme yolunda atılan yeni cesur adımlar ve bu adımları meşrulaştıran nevzuhur fetvalarla anlamış oluyoruz. Düne kadar aklımıza-hayalimize gelmeyecek çıkışların, bugünlerde sıradanlaştığını üzülerek müşahede ediyoruz. Nice çınarların yerle yeksan oluşları, akidevi ve fikri ölüm yatağına düşmeleri karşısında hakkı ve sabrı tavsiye yükümlülüğümüz gereğince bir şeyler söylemeye gayret etsek de, kasırganın gürültüsü karşısında İktibas seslerimizi duyurmakta zorluk çekiyoruz. Hak-bâtıl ayrışmasını esas alan tevhid akidesine sahip olduklarını deklare etmelerine rağmen, son yıllarda, sahip oldukları muhafazakâr akide gereği mevcut olanı (bâtılı) muhafaza ederek hakla bâtılı telif etmeye dayalı bir siyaset takip eden muhafazakâr çevrelerin ardı sıra sürüklenmekte olan refiklerimiz, bu durumu fark etmeleri için yapılan tavsiyeleşmeler karşısında ise kulak tıkama tavrını tercih etmektedirler. Bu tutum da, maruz kalınan kasırganın tahribatının artarak sürmesine sebep olmaktadır. Hakla bâtılı tefrik etmek esasına dayalı bir din, bu din adına konuşan kimilerince hak-bâtıl uzlaşmasına dayalı muhafazakâr siyaset anlayışının ihtiyacına paralel olarak eğilip bükülmekte, bâtıla, şirke, şirk mabedlerine ve ritüellerine karşı olan kesin ve keskin tutumu yumuşatılmaya, Yüce Rabbimizin net olarak çizdiği ve Rasulü’nün (s) net olarak örnekliğini yaptığı çizgiler flulaştırılmaya, bulanıklaştırılmaya çalışılmaktadır. Sahip olduklarını deklare ettikleri tevhid akidesinde sebat ederek, muhafazakâr akide sahiplerine merhametle yaklaşıp onları tevhid akidesine çağırmaları, “Dünya ve ahiret kurtuluşu burada” diyecek bir konumda olmaları gerekenler, ne yazık ki liberal-demokratik değişim kasırgalarına yenik düşmüş, dâvetçilik konumundan dâvetin muhatabı olma noktasına gelmişlerdir. Düne kadar hiçbir şeyin tevhidden ve dolayısıyla akideden bağımsız olamayacağını ifade eden, bunun kitaplarını, makalelerini yazan kimileri, bugünlerde “Akide ayrı, siyaset ayrı” noktasına kadar gelebilmişse kasırganın etkisi gerçekten büyük olmuş demektir. Bu nasıl bir akide algısıdır ki, siyaset ve siyaset bağlamında şirk tapınaklarında icra olunan şirk ritüelleri konusunda bile bir sözü olmuyor? Bu nasıl bir akide algısıdır ki, seküler kesimlerin “Din başka, siyaset başka” yaklaşımına benzer şekilde “Akide başka, siyaset başka” argümanına izin veriyor? Bu nasıl bir akide algısıdır ki, Kur’an’ın temel öğretileri durumundaki, cahiliyeden ilkesel kopuş ve ayrışma, zulmedenlere asla itaat etmeme ve meyletmeme, onların sahte ilahlarına asla tazimde bulunmama, aksine bu sahte ilahları yerle yeksan etmek için mücâdele etme ve benzeri Rabbani öğretilerin (Mesela Kâfirun Sûresi’nin) ve Hz. Peygamber’in, şirke dayalı toplumsal / siyasal işleyişler ve müşrik ritüellerle mücâdele ile geçen hayatının siyasetle bağını koparıp atabiliyor? Şirk mabedlerinde icra olunan müşrik ritüellere dâhil olmaya dair net bir sözü olmayan bir akide algısı, akideyi etkisizleştirmek, akidenin hayatla bağını koparmak, hayatı ve siyaseti akideden bağımsızlaştırarak sekülerleştirmek değil midir? Her şeye rağmen, maruz kalınan kasırgaların şiddetine rağmen, izzetin ancak Allah’ın, Rasulü’nün ve mü’minlerin yanında olduğu bilinciyle tevhidi duruşlarında sebat edenlere selam olsun! 69 İktibas DÜZEN KURUCU OLAMADI GİTTİ! 5BSBGt,BTN ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Prof. Dr. Hüseyin Bağcı: Boşluğu Mısır’ın doldurması, Davutoğlu’nun düzen kurucu olma iddiasının sonu anlamına geliyor. İsrail’in Gazze harekâtının sekizinci gününde sağlanan ateşkeste arabulucu olarak Mısır’ın ön plana çıkmasının ardından Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolü tartışma konusu oldu. Taraf ’a konuşan ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Prof. Dr. Hüseyin Bağcı, “Türkiye artık Ortadoğu’da arabulucu değil, taktik sağlayan bir ülke olacaktır” dedi. Bölgede Mısır’ın ön plana çıktığını söyleyen Bağcı, “Öyle görülüyor ki ABD, bundan sonra Arap - İsrail ilişkilerinde Mısır’la hareket edecek. Filistin-İsrail çatışması aslında Arap-İsrail çatışmasıdır. Türkiye’nin ikinci plana düştüğü gidişatı var ama Ortadoğu’da çatışma söz konusu olduğunda bir unsur olarak kalmaya devam edecek” diye konuştu. Daha önce ortaya çıkan boşluğu Başbakan Erdoğan’ın doldurmaya çalıştığını hatırlatan Bağcı, şu ifadeleri kullandı: “Bu boşluk artık Mısır’la doldu. Bundan sonra Amerika ve AB’nin daha çok Mısır ve Müslüman Kardeşler’le işbirliği yapacağını söylemek mümkün. Bu Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Ortadoğu’da düzen kurucu olma iddiasının da sonu anlamına geliyor.” Bağcı, Türkiye’nin ikinci plana düşmesinin nedenlerini şöyle anlattı: “Türkiye’nin söylemi son dönemlerde çatışmacı bir retoriğe dönüşmeye başladı. Filistin konusunda Türkiye çok 70 Gündem fazla taraf oldu. Bu ahlaki bir duruş biçimi ama reel bir politik duruş biçimi değil. Türkiye, Filistin sorununu çözen bir ülke değil. İsrail’in varlığına yönelik her hareketi ABD ve AB önleyecektir. Türkiye’nin çok fazla sertleşen, ön plana çıkan yaklaşımları Amerikan yönetimini rahatsız etmeye başladı ve Türkiye’ye bir ayar yapıldı.” Taraf ’a konuşan CHP Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Faruk Loğoğlu da, bölgede Türkiye’nin safdışı kalmasının “İsrail’le bozulan ilişkilerin son maliyeti” olduğunu söyledi. Türkiye’nin olaylara hamasi yaklaştığını kaydeden Loğoğlu, “Bir tarafta İsrail’le ve Hamas’la konuşan, barış için çalışan Mısır, öte tarafta konuya tek taraflı dahil olan, izlemekle yetinen Türkiye var. Bu yükseliş, Mısır’ın bölgede oynadığı rolün daha başlangıcı” dedi. Loğoğlu, CHP’nin bölgeye heyet gönderme konusunda “Geniş bir girişim düşünüyoruz. Uluslararası bağlantılarımızı kullanıp taraflarla görüşeceğiz” ifadelerini kullandı. OECD ve UNESCO’daki daimi temsilcilikleri ile Mavi Marmara saldırısı için kurulan Uluslararası Komisyon’da Türkiye’yi temsil eden USAK Başkanı Özdem Sanberk, Türkiye’nin bölgedeki politikalarının doğru olduğunu dile getirdi. Ankara’nın arabuluculuk rolünü kaptırdığı ve soruna mezhepsel yaklaştığı iddiasına katılmadığını söyleyen Sanberk, şöyle devam etti: “Ankara, Arap Baharı’nda Müslüman Kardeşleri önemli bir aktör olarak görüyor. Müslüman Kardeşlere yaklaşımı, hareketin dönüşümünde önemli rol oynaması açısından faydalı.” MEŞAL VE ŞALLAH’TAN ZAFER KONUŞMASI 5ŔNFUVSLt,BTN Halid Meşal ve Abdullah Şallah’ın zafer konuşmasında silahın önemine dikkat çekilirken, Mısır istihbaratı ile birlikte çalıştıkları da vurgulandı. Mısır’da ateşkes anlaşmasından sonra basın toplantısı düzenleyen Hamas Siyasi Büro şefi Halid Meşal ve İslami Cihat Lideri Ramazan Abdullah Şallah, Zaferin Filistin’in olduğunu ifade ettiler ve ‘İsrail anlaşmaya uyarsa biz de uyarız uymazsa biz de uymayız’ dediler. işte, Timeturk’ün çevirisi ile her iki liderin konuşmaları: Halid Meşal’in konuşmasından satırbaşları -Anlaşmanın maddeleri uygulamaya geçecek. Gazze Filistin’in bir toprağıdır. Ben ve kardeşim Abdullah bu işi başarıdır. Mısır istihbaratı ile beraber ortaklaşa çalıştık. -25 Şubatın ruhu bu anlaşmanın üzerindedir. Filistin halkının taleplerini Mısır göz önünde bulundurdu. Mısır -Mısır ilk günlerde başbakanını gönderdi. İkinci ve üçüncü gün ulusal ve uluslararası telefon görüşmelerini devreye soktu Mısır. -Biz Mısır istihbaratı ile gece gündüz çalıştık. Bir çok ülke katkı sağladı. Mısır işin başında yer alan ülkelerden biridir. Türkiye ve Katar -Türkiye’nin de yoğun temasları oldu. Erdoğan’a teşekkür ediyoruz. Katar’a aynı şekilde teşekkür ediyoruz. Bir çok İslami kurum ve ülke çabaları esirgemediler. Gündem İran -Elimizdeki silah bize çok büyük katkı sağladı. İran’a teşekkür ediyoruz onlar bu silahları bize verdi. Onlarla biraz ayrı düştük. Onlar halkların taleplerini dikkate alırlar. -İslam ülkeleri Gazze’de silahın önemini bir yerlere not etsinler. -Gazze halkına sabrettiniz ve kazandınız. Sizler Allah’a güvendiniz. Silah tutan mücahitlerden Allah yardımını esirgemedi. İslami Cihat ve Hamas Allah’ın ayeti gereğince görevlerini yerine getirdiler. -Bu mücadeleden başımız dik çıktık. Siyonist liderlerin yüzleri yerlerde süründü. İkimizin yüzlerini karşılaştırın bu zaferi kimin kazandığını anlarsınız. -Ayrılıklarımızı ayaklarımızın altına alacağız ve daha fazla zaferler kazanacağız. Bir lider etrafında tek programla bir araya gelmeliyiz. Bu da direnişe yaslanmalı. Filistin öncelikleri üstünde anlaşsın. Zafer ümmetindir -Gazze’nin bu yaptığını Filistin bazında çok büyük zafer olduğunu kabul ediyoruz. Tüm İslam ümmetinin zaferidir. -Ambargonun kalkması ve sınırların açılmasıyla Özgür Filistin’e kadar beraber ittifak edeceğiz. -İsrail ateşkese bağlı kalırsa biz de bağlı kalırız. Kalmazsa bizde silaha sarılırız. -Elimizdeki maddelere güveniyoruz. Amerikan Devletinin anlaşmada imzası var. Bu önemli. Biz Siyonistlere güvenmiyoruz. Mısır güvencemizdir -Mısır da bu konuda bizim güvencemizdir. Siyonistler ambargonun kaldırılmadığını söylediler. Refah ve Gazze sınır kapılarının açılması ile ilgili madde var, bu da ambargonun kırılmasını sağlayacaktır. İktibas -Hamas bundan sonra da silahlanacak. Bu aşamadan sonra silahlanmaya devam edeceğiz. -Direnen Mücahitlere teşekkür ediyorum, onların ellerinden öpüyoruz. -Bir dahakine esirleri kurtarmak için dosyayı da kapatacağız. ABD yeşil ışık yaktı -İstediklerimizi bu ateşkes maddelerine yerleştirdik. ABD ateşkes için baskı kurdu -ABD, Mısır ve bazı ülkelere baskı kurarak bu ateşkesi istedi. Bu anlaşma bizim İsrail ile ilk defa dolaylı olarak yapılan bir anlaşmadır. -Ateşkes anlaşmasındaki maddelerin takipçisi Mısırlı kardeşlerimiz olacak. İsrail fitne çıkarmak istedi -Siyonist İsrail Gazze’yi ayırarak Filistinliler arasında fitne çıkarmak istemiştir. Gazze mücadeleden ve savaştan hiçbir zaman ayrılmadı. Gazze Filistin toprağıdır ve bütün Filistin toprağı özgürleşinceye kadar mücadeleye devam edeceğiz. -Bu savaşta şundan emin olun, savaş uçakları hedef alınmıştır bu savaşta ve direnişçilerin sınırda hazır bekleyişleri İsrailliler için cehennem kapılarını açacaktı. Biz birkaç saniye içerisinde savaş uçağının uçuşundan sonra onu hedef aldık dedi. Füzeler tam zamanında geldi -Allah’a hamdolsun ki Tel Aviv’e fırlattığımız füzeler tam zamanında geldi. İslami Cihat liderinin konuşmasından satır başları -Halid Meşal kardeşimin söylediklerini onaylıyorum. Bu olaydan sonra birkaç mesaj vermek istiyorum. -Burada Filistin halkına teşekkür ediyorum. Şehitlerimize ve yaralılarımıza ve bu konuda çaba sarf eden Filistinlilere ve katkısı olan bütün ellere teşekkür ediyorum. Şehitlere Allah’tan rahmet diliyorum. -Amerika’nın Siyonist İsrail’e desteği sınırsız destek verdiler. Eğer Amerika’dan yeşil ışık olmasaydı İsrail bunu gerçekleştiremezdi. -Daha önce yapılan ateşkesi ihlal etmesi Amerika’nın yeşil ışığıyla oldu. -Siyonist İsrail Gazze’nin denizde boğulmayacağını öğrenmiştir. Mücahitlerin yağdırdığı füze ve kararlılık karşısında Gazze’nin yenilemeyeceğini öğrenmiştir. Ümmet destek oldu -Ümmetin bütün halkları Gazze’ye destek olmuştur. Filistin halkının yiğitlerinden, duygularından oluşmuştur. -Biz diyoruz ki elimize bir direniş gücüne de büyük bir halka da sahibiz. Eğer bu direniş olmasaydı bu sonucu elde edemezdik. Mısır istihbaratı -Burada isimleri bilinmeyen bir çok insan destek oldular. Biz diyoruz ki bundan sonra biz yeni bir durumla karşı karşıyayız. Mısır istihbaratı bize destek ve katkı sağlamıştır. Mursi’nin liderliğindeki bir duruşla gerçekleşmiştir. -Herkes şunu soruyor, bu ateşkes devam eder mi? Biz diyoruz ki Siyonistler bu ateşkese bağlı kalmayacak. -Biz Mısır’a bütün güvenceleri verdik. Filistin’deki bu kanın durması için bir takım güvenceler verdik. Sahada yiğit direnişçilerimizin cihadından sonra diyoruz ki biz ateşkese bağlıyız. Siyonistler bağlı kalmazsa kendimizi savunacağız. -Hamas ve diğer direniş gruplarıyla birlikte sürdüreceğiz. -Direnişe katkı sağlayan özellikle silah noktasında katkı sağlayan herkese teşekkür ediyorum. 71 Fihrist ɗ,5ɗ#"4:*-'ɗ)3ɗ45ɗ 2012 Yılı [397-408. sayılar] A-YORUM SAYI/SAYFA Suriye İle Sürüklenmenin dayanılmaz Hafifliği / Abdullah Pamuk 397/4 Suriye’deki Gelişmeler ve Yansımaları / Abdullah Pamuk 397/8 Konjonktürel Gelişmelerin Irak’taki Yansımaları / Abdullah Pamuk 398/4 Sistemiçi Mücadele Sürecinde Pozisyon Kaymaları ve Krizler / Abdullah Pamuk 399/4 Suriye’de Yaşanan Katliamlar ve İran’ın Iskaladığı Bölgesel Planlar / Abdullah Pamuk 400/4 Sapkın İdeolojiler Ekseniyle Değişim Süreci ve İran / Abdullah Pamuk 400/6 28 Şubat Süreci ve Netleşen Kırılmalar / Abdullah Pamuk 401/4 Bölgemizde Dönemsel Gelişmelerin Tetiklediği Tehlikeli Yönelimler / Abdullah pamuk 402/4 Yolun sonunu Görenlerin Arayışları / Abdullah Pamuk 403/4 CHP’nin Hamlesi Bir Çözüm Arayışı mı Yoksa Çıkış Arayışı mı? / Abdullah Pamuk 403/8 Değişimin Güvenliği Kavramının Mısır’daki Yakıcı Tezahürleri / Abdullah Pamuk 404/4 Suriye’de Yaşanan Kanlı Değişim Süreci ve Müslümanlar / Abdullah Pamuk 405/4 Düşünce Kuruluşları ve Manipülasyon / Abdullah Pamuk 406/4 AKP ve Yeni Türkiye’nin İdeolojik Kodları mı? Sistemiçi Eleştiri mi?/Abdullah Pamuk 407/4 Algılar - Gerçekler ve Müslümanların Hatalı Okumaları / Abdullah Pamuk 408/4 B-KAVRAMLAR Bu sayıda kavram yazısı bulunmamaktadır Secde / Mehmed Durmuş Şerh-i Sadr / Hüseyin Bülbül Kutlu Doğum / Ahmet Rana Kul (Tekrar 2006/325) Sahabe (Tekrar 2004/311) Anarşizm / Bünyamin Zeran Cemaat / Mehmed Durmuş Eğlence / Tarık Özkan Kıyamet / Mehmed Durmuş İctihad (Tekrar, 1992/158) Davranışlarımız ve Bozukluklar (Tekrar, 1985/105-106) 397/ 398/8 399/9 400/8 401/12 402/9 403/11 404/9 405/12 406/10 407/10 408/13 C-DÜŞÜNCE YAZILARI İhtiraslar ve Muhterisler Çağında Yaşamak / Atasoy Müftüoğlu İçselleştirilmiş Bilgi, Atıf ve İktibas / Cihan Aktaş İslamı Tebliğde Engel Tanımayan Adam / Hüseyin Bülbül Türkiye’de Müslümanca Düşünmede İktibas Dergisinin Misyonu / Nedim Mescioğlu Dergi Değil Mekteb: İktibas / Şükrü Hüseyinoğlu Yeniden Yenilenerek Bilenerek / Mustafa Bozacıoğlu Necip Fazıl Kısakürek ve Ercümend Özkan / Prof. Dr. Mikail Bayram İktibas Dergisi Denilince Bende Anımsattıkları / Bünyamin Zeran Dostlarımız Bize Gül Göndermişler / Elif İsmailoğlu İktibas Dergisinin 32. Yılı / Hikmet Ertürk Anılar Diyarında Gezinti / Memduh Kars 397/11 397/17 397/19 397/23 397/26 397/28 397/31 397/33 397/35 397/37 397/40 72 Fihrist Kavurgalaştırılamamış İnsan: Ercümend Özkan / Zafer Çam İstikrar mı Kalite mi? / Mustafa Atav İktibas / Kübra Kurt Hikmetle Güzel Öğütle Çağrı: İktibas / Mehmed Durmuş Romantik Beklentiler Nostaljik Umutlar / Atasoy Müftüoğlu İddialarımız Vardı Bizim / Şükrü Hüseyinoğlu Modern Dünyanın İslam’la Yeniden Tanımlanmasına Duyulan İhtiyaç/Bünyamin Zeran Mü’minlerin Özellikleri / Nurefşan Erden Kalk ve Yola Koyul İçe ve Dışa Doğru / Aykut Akça Toplumsal Değişim / Mustafa Bozacıoğlu Sınava Dahil Olmak / Hikmet Ertürk Biat kültürü / Selami Saygın İslam Garip Dindir Müşriklerin Gözünde / Oğuz Bakar Tarihsel Zamanları Etkilemek / Atasoy Müftüoğlu Dindar Gençlik / Mehmed Durmuş Küreselleşmenin Geleceğinde Dinin Etkisi / Abdullah Metin Değişim Algısının Değişimi / Mustafa Bozacıoğlu Çağın İlerisinde Ve Gerisinde Olmak ya da Hakka Yakın Durmak / Bünyamin Zeran Dışarıda Kalarak İçinde yaşamak / Talat Özhan Müslüman Olarak Yaşlanmak / Hikmet Ertürk Ahlaksız Müslümanlık mı? / Elmas Şahin Çıkarcı Çılgınlıkların Dünyasında Romantik Sıradanlıklar Yaşıyoruz/Atasoy Müftüoğlu Hakikat-ı Muhammediye: Tanrılaştırılan İnsan / Mehmed Durmuş Allah’ın Elçisi Muhammed / Bünyamin Zeran Peygamber Bizlere Neyi Emretti? / Hikmet Ertürk Artık Fark Etsek / Muhammed Celil Velid b. Muğire / Nurefşan Erden Fikirsel Temizlik Her Şeyden Önce Gelir / Talat Özhan İnananlar kendilerinin Üstün Olduğuna Gerçekten İnanıyor mu? / Osman Coşkun Nebî’ye Veraset / Mustafa Bozacıoğlu Fiziksel Özgürlükler / Atasoy Müftüoğlu Alim Olmak mı, Entelektüel Olmak mı? / Bünyamin zeran Elimizdeki Parça Övünmeye Değer mi? / Osman Coşkun İnadına Özgürlük İnadına Demokrasi / Celal Ceren Mış Miş Gibi Düşünmek Mış Miş Gibi Yaşamak / Mustafa Atav Din’in İktidarla İmtihanı / Erdal Bayraktar Yahudi ve Hristiyanlar da Cennete Gidecekler mi? / Hikmet Ertürk Okudun mu? / Mustafa Bozacıoğlu İnsan-ı Kâmil / Mehmed Durmuş Yeni Dil Üzerine Mülahazalar / Murat Kirişçi Zihinsel Bir Çölde Yürümek / Atasoy Müftüoğlu Bir Düşünce Meşruiyetini Nasıl Kazanır? / Talat Özhan Oruç Gıybeti Yok Etmeli / Hikmet Ertürk Hoş Geldi de Hoş Buldu mu? / Mustafa Bozacıoğlu Batıla Adanmış Hayatlar / Murat Kirişçi Ramazan ve Bir Farkındalığın Şahitliğe Dönüştürülmesi / Şükrü Hüseyinoğlu Peygamberlerin Çağrısına Muhatap Olan İnsanların Sıra Dışı İstekleri / Osman Coşkun İktibas 397/43 397/45 397/48 397/50 398/13 398/16 398/18 398/20 398/23 398/25 398/29 398/33 398/36 399/13 399/17 399/22 399/39 399/45 399/48 399/52 399/58 400/12 400/19 400/30 400/32 400/37 400/40 400/42 400/47 400/49 401/13 401/15 401/19 401/21 401/24 401/27 401/31 401/39 401/42 402/45 403/18 403/23 403/28 403/33 403/38 403/40 403/43 73 İktibas Fihrist Endoktrinasyon Yeni Toplum Mühendisliği Üzerine / Mustafa Atav Alışkanlıkla mı Bilinçle mi? / Muhammed Celil Tehlikeli Yanılsamalar / Atasoy Müftüoğlu Tüketim Toplumundan Tüketilen Topluma / Bünyamin Zeran Hz. Musa’nın Asası / Hikmet Ertürk Sahi Siz İnandığınız Allah’tan Gerçekten Korkuyor musunuz? / Osman Coşkun Evlerimizin İstikameti / Mustafa Bozacıoğlu Ramazan Ayı: Bir İnfak Mektebi / Mehmed Durmuş Zihinsel perişanlıklar ve Mezhep Holiganlıkları / Atasoy Müftüoğlu Hakikate Karşı Duranlar / Murat Kirişçi Dağların Bile Kabul Etmediği Sorumluluğu Siz Kabul Ettiniz / Osman Coşkun Bunları Yazmak Bunları Söylemek Zorunda mıydın? / Mustafa Atav Müslüman Olmam Neyi Gerektirir? / Dilek Buz Eğitimden Öğütüme / Mustafa Bozacıoğlu Şam’ın Faziletleri Rivayetleri ve Tashih Edilmeyi Bekleyen Hadis / Şükrü Hüseyinoğlu Modern Hayatlar İçinde Kendi Mağaramıza Çekilebilme Gerekliliği / Bünyamin Zeran Manipülasyon Nesnesi Haline Getirilen Toplumlarımız / Atasoy Müftüoğlu Kıyamet: Sorumluluk Bilincini Hatırlatan Gerçek / Murat Kirişçi Kıyamet Alametlerinden Müslümanlık Alametlerine / Mustafa Bozacıoğlu Dünya Ekininin Harman Yeri Kıyamet / Bünyamin Zeran Kur’an’ın Kıyamet İnancı İle Genel Kabul Gören Anlayışta Kıyamet / Ahmet Kalkan Sana Saatten Soruyorlar / Mehmed Durmuş Kur’an’a Karşı Bir Postmodern Gürültü: Görecelilik İddiası / Şükrü Hüseyinoğlu Eski İç Sorunlarla Yeni Dış Sorunlar Arasında Sıkışıp Kalmak / Atasoy Müftüoğlu Belam / Mukaddes Özkan Asgari Müşterek / Mustafa Bozacıoğlu Dağların Bile Kabul Etmediği Sorumluluğu Siz Kabul Ettiniz-II / Osman Coşkun Hakla Batıl Birbirine Karılırken Müslümanlar ne Yapıyor? / Şükrü Hüseyinoğlu Çağın Dinamiklerine Karşı Bir Duruş / Bünyamin Zeran İkili Hayatlar Yaşamaya Devam Edemeyiz / Atasoy Müftüoğlu Söylem ve Eylem Tutarlılığı / Bünyamin Zeran Bu Zamanlarda ‘Hanif ’ Olmak! / Mustafa Bozacıoğlu Siz Allah’a Gereği Gibi Kul Oldunuz da… / Osman Coşkun Sanal Rıza Arayışı Belki de Eksiklik İddiası / Aykut Akça Siyaseti Akideden Bağımsızlaştırmak / Şükrü Hüseyinoğlu “Ulustan Ümmete” mi Yoksa Şeriattan Laikliğe mi? / Ahmet Kalkan 403/45 403/50 404/17 404/23 404/35 404/39 404/41 404/45 405/16 405/23 405/26 405/29 405/35 405/40 405/44 405/47 406/15 406/18 406/20 406/23 406/25 406/33 406/41 407/15 407/18 407/20 407/24 407/28 407/31 408/21 408/24 408/26 408/28 408/30 408/32 408/35 D-RÖPORTAJ Müslümanlar Kur’an Okumuyorlar mı? / Akif Emre-Şükrü Hüseyinoğlu Gidenin Yerine Neyin Geldiğiyle de İlgilenmeliyiz / B. Can-Şükrü Hüseyinoğlu 399/26 404/25 E-DOSYA Günlük hayatlarıyla Müslümanlar Dosya hakkında / İktibas Gündelik hayatımız ve Hal-i Pür-Melalimiz / Atasoy Müftüoğlu Günlük Hayatlarıyla Müslümanlar / Metin Önal Mengüşoğlu Günlük Hayatlarıyla Müslümanlar / Mehmet Azimli 402/18 402/20 402/23 402/27 74 Fihrist İktibas Kur’anî Talepleri Hayata Geçirebiliriz / Zülfikar Durmuş Günlük Hayatlarıyla Müslümanlar / Semra Kürün Çekmegil Kitabı Duvardan İndirip Sorunlarımızı Onunla Çözmeliyiz / Mukaddes Özkan İddia Gerçeğe Dönüşmelidir / Ömer Aydın Söylem-Eylem Bağlamı Üzerine Düşünceler / Halil Rahmân Açar Din’i Hayat, Hayatı Da Din Kılmak / Ramazan Yazçiçek 402/29 402/31 402/34 402/37 402/40 402/42 F-DERGİ/KİTAP ALINTI Van Depremi, İlahi İradeden Bağımsız Telakkiler / Ramazan Yazçiçek-Nida Yıl: 2012 Kıyamet Öncesi Son Çağa Girdik mi? / Mehmed Durmuş-Özgün Yürüyüş Atasoy Müftüoğlu İle Söyleşi / Diriliş Saati Hudeybiye Seferi ve Fetih Suresi / Hikmet Zeyveli-Nida Kur’an’ı Okuma Yöntemi Tertil Üzere Okumak / Celaleddin Vatandaş-Esenlik Yurdu İslamcılık Modern Dünyayı Nasıl Anlamlandırıyor? Abdurrahman Aslan-Umran İslamcılık Modern Dünyayı Nasıl Anlamlandırıyor?-II / Abdurrahman Aslan-Umran Kur’an’da Ahiret Alemi / Seyyid Kutub İslamcılık Sözüne Bir Lügat Aranıyor / M. Önal Mengüşoğlu-Umran Filistin-İsrail (Dünü-Bugünü) / Ercümend Özkan-Dünden Yarına Dünya 398/38 400/51 401/51 402/52 403/52 404/47 405/50 406/45 407/35 408/44 G-ÇEVİRİ YAZILAR Medeni İnsan ve Vahşi Arasındaki Savaş / Hamid Dabaşi-Abdullah Metin İsrail, Amerika ve İran Dengeleri / Sholomo Ben Ami-Abdullah Metin Gazze’nin Sabiteleri ve Değişkenleri / Lina el Şerif/El Cezire-Abdullah Metin 406/53 407/45 408/52 H-SANAT-EDEBİYAT Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev / Dilek Buz Şairin Gündönümü / Mehmet Mortaş İnsanın Modern Kaosu / Dr. M. Akif Şahin Zamanın Günlüğü / Mehmet Mortaş Yirmi Sekiz Şubatlar / Mustafa Bozacıoğlu Farklı Hayatlar / Dilek Buz Sır Vermeyen Şehirler / Dr. M. Akif Şahin Şairin Gündönümü III / Mehmet Mortaş Konuşan Kalem / Dilek Buz Güneşin Gözyaşları / Dr. M. Akif Şahin Allah’ın Hikmeti / Dilek Buz Kelimelerin Gölgeleri / Mehmet Mortaş Ses Ver Sesime / Mustafa İnan İki Dünyam Bir Arada / Zarife yasak Cemrenin İçinde Saklanan Bahar / Mehmet Mortaş Geçmişin İntikamı / Dilek Buz Kuşak Çatışması / Dr. M. Akif Şahin Huzur Arayan Kabil’ler / Murat Kirişçi Kudüs: Masum Belde / Murat Kirişçi İçimdeki Zulüm / Mehmet Mortaş Kiralık Hayatlar / Dr. M. Akif Şahin Denge / Mustafa Bozacıoğlu 397/53 397/58 397/59 398/50 398/52 398/53 398/55 399/60 399/61 400/62 400/63 400/65 400/66 401/61 401/64 401/65 401/67 401/68 402/59 402/60 402/61 402/62 75 İktibas Fihrist Kardeşim / Seyyid Kutub-Sümeyye Hamarat Gölbaşı Metem 7. Şiir Şöleni / Mehmet Mortaş İnsanlığın Önemli Bir Erdemi: Direniş / Dr. M. Akif Şahin Ramazan-ı Şerif / Mustafa Bozacıoğlu Okulsuz Toplum İktibas Piknikleri / Mehmet Mortaş Hastanede Bir Gece / Dilek Buz İnşirah Akışında / Murat Kirişçi Taşınıp Düşünürken / Cihan Aktaş El-Bedari Dramı / Seyyid Kutub-Sümeyye Hamarat Bu Gidiş Nereye? / Murat Kirişçi Şair, Şiir, Şiir Şölenleri / Mehmet Mortaş Ayı Oynatmak Yasak Ama Çocuk Oynatmak Değil / Sevda Türküsev Sonbahar’a Serenat / Mehmet Mortaş Sonsuzluğun Çağrısı / Seyyid Kutub-Sümeyye Hamarat Kalk Hatun Kalk Sensiz Çayın da Çorbanın da Tadı Olmuyor / Sevcan Atav Uçsuz Bucaksız Yalnızlık / Dr. M. Akif Şahin Kulluk / Mustafa Bozacıoğlu Kral ve Çizmesi / Dilek Buz Onurun Sesi / Seyyid Kutub-Sümeyye Hamarat Duygusal Kaos / Mehmet Mortaş Güneşin Gözyaşları Hayatın Gri Zonuna Düşer / Dr. M. Akif Şahin Sevgili Dostum X / Mehmet Mortaş Yazacağım / Dilek Buz Dudaklarımızdan Süzülen Nehirler / Dr. M. Akif Şahin Çocuk ve Yerdeki Resim / Dilek Buz 403/59 403/60 403/61 403/63 404/57 404/58 404/60 404/61 404/62 405/60 405/61 405/62 406/57 406/58 406/59 406/61 406/62 407/47 407/50 407/51 407/52 408/55 408/56 408/57 408/59 I-KARİKATÜR Ercan Akyol-Milliyet Latif Demircan-Hürriyet Haslet Soyöz-Milliyet Latif Demirci-Hürriyet Latif Demirci-Hürriyet Ercan Akyol-Milliyet Servet Gürbüz-Sabah Latif Demirci-Hürriyet Haslet Soyöz-Milliyet Van Minat / Habertürk Latif Demirci-Hürriyet Öze Dönüş / M. Akif Şahin Hubel Hubel / Seyyid Kutup-Sümeyye Hamarat Gaye / Mustafa Bozacıoğlu Bizimcity/Salih Memecan-Sabah Açılım-Taraf Dünya Değişebilir-Taraf Van Minüt-Habertürk Sağlam Kafa-Taraf Haslet Soyöz-Milliyet 397/32 397/36 397/49 397/70 398/24 398/37 398/49 398/55 398/71 399/44 399/63 399/64 399/65 399/66 400/41 400/65 401/18 401/22 402/50 402/58 76 Fihrist İktibas Bizimcity-Salih Memecan-Sabah Dağıstan Çetinkaya-Zaman Siyasî Dealog-Taraf Bizimcity-Salih Memecan-Sabah Vedat-Akşam Hayal Alemi-Akşam Bizimcity/Salih Memecan-Sabah Bizimcity/Salih Memecan-Sabah Dağıstan Çetinkaya-Zaman Çok Çalışmak Gerek-Taraf Dağıstan Çetinkaya-Zaman Haslet Soyöz-Milliyet Hayata Dair/Servet Gürbüz-Sabah Organize Siyaset-taraf İnsanlar İstatistiksel Veri Değil-Taraf Duyarlı Vatandaş / Bizimcity-Salih Memecan-Sabah Sayın Başbakan-Taraf Osman Turhan-Zaman Dağıstan Çetinkaya-Zaman Sırdır Söylemem-Taraf Laik Kutlama/Salih Memecan/Bizimcity-Sabah Bayram Şekeri / Haslet Soyöz-Milliyet Savun Kurt / Ahmet Kesgin-Star Siyaset / Taraf Ercan Akyol / Milliyet Osman Turhan / Zaman 402/70 402/72 403/25 403/36 403/49 403/60 403/79 404/16 404/40 404/44 405/24 405/34 405/49 405/59 406/22 406/32 406/56 406/62 407/30 407/44 407/76 407/78 408/12 408/31 408/58 408/67 J-MEKTUPLARA CEVAPLAR Şeref Bülbül-Viyana: İrade; 33/36 / Hüseyin Bülbül Ebu Zehra-Belçika: Ecel; Ömrün Uzaması; Muhlis-Hollanda: Allah’ın Takdiri Suat Özlük-Siirt: Muhammed’e Vaat Edilen Makam / Hüseyin Bülbül Gülşen Taş-Elazığ: Hz. İbrahim’in Ateşe Atılması / Hüseyin Bülbül Peygamberimizin Her Yaptığı Bizim İçin Bağlayıcı mıdır? / Hüseyin Bülbül İnsanlara Verilen Ömrün Eşit Olmaması Adil midir?-Bahaattin Aks /Hüseyin Bülbül Darul Harpte Faiz Almak Caiz midir? / Mecnun Doğru Söyler-Kıbrıs /Hüseyin Bülbül Ayakkabı İle Namaz Kılınır mı? / İsmail Demir-Van / Hüseyin Bülbül İslamcılıktan Ne Anlamalıyız? / Ahmet Ünverdi-Urfa / Hüseyin Bülbül Ouç Nefse Ceza mıdır? / Muharrem Şener/İzmir / Hüseyin Bülbül Her Taş Bir Değildir / İsmail Buzkan/Kütahya / Hüseyin Bülbül Meal ve Mealcilik / Muhterem Yolcu-Konya / Hüseyin Bülbül 397/61 398/57 399/67 400/67 401/69 402/63 403/64 404/63 405/63 406/63 407/53 408/62 K-GÜNDEM Tarihin Sonu Yahut Apolitik Devrim / Akif Emre-Yeni Şafak Amacımız İslamî Grupları Dağıtmaktı / Yeni Şafak Libya Diken Üstünde / Yeni Şafak PKK’daki Çatlak Tasfiyeye Dönüşüyor / Emre Uslu-Taraf Anayasa Kimin Rengini Taşımalı / Mehmed Durmuş-İslamî Yorum 397/67 397/68 397/69 397/70 397/72 77 İktibas Cesede Şapka Giydirmek / Asım Yenihaber-Yeni Akit Hurafe-Bidat’in Vahiy ve Akılla Mücadelesi / Mehmet Maksut-İslam ve Hayat Din, Gelenek ve Modernlik / Ali Bulaç-Zaman Arslan: İslamcılık Nefsi Müdafaa / Serdar Arslan-dunyabizim.com Müslümanların Köylülüğüne Dair / Akif Emre-Yeni Şafak JİTEM Uygarlığından 4 Kafatası Daha Çıktı / Yeni Şafak Hadis Kabulünde Algıda Seçicilik / Serdar Demirel-Yeni Akit İstiklal Mahkemeleri / Ebubekir Sifil / Ebubekir Sifil-Milli Gazete Öğrenciler Umre’ye Gidiyor / Habertürk Maliki Neye Malik? / Nasuhi Güngör-Star 24 Iraklı Öldür Serbest Kal / Star Devleti Savunmak / İhsan Dağı-Zaman Devlet Yardakçılığı ve Ahlak / Ahmet Altan-Taraf New York Polisinden İslam Karşıtı Eğitim / Sabah Başbuğ Tutuklandı Askeri Vesayet Dönemi Bitti mi? / Ergun Babahan-Star Doç. Dr. Mehmet Şahin: Suriye ve Irak’ta Türkiyesiz ve İran’sız Bir Çözüm / Ü. Boz Neyin Kavgasını Verdiğimizin Farkında mıyız Acaba? / Yusuf kaplan-Yeni Şafak Dinin Geleceği / Prof. Dr. Ali Köse-Zaman Kemalist Sureler: Andımız ve Gençliğe Hitabe / Ayşe Hür-Taraf Afganistan’da Ne İşimiz var? / Ali Bulaç Yeni Türk Dizisi: Arap Baharı / Akif Emre-Yeni Şafak Esed Sırpların İzinde / Yeni Şafak Bekir Ağırdır: Halk Eski Egemenlerle İlişkiyi Kesti / Neşe Düzel-Taraf Yaşar Yakış: İsrail Esad’ın Gitmesini İstemiyor / Neşe Düzel-Taraf Figüranları Öldüren Senaryo / Elif Çakır-Star Ümmeti Birleştirmek Farz Bölmek Haramdır / Hayrettin Karaman-Yeni Şafak Üniter-Sekter Kıskacında / Akif Emre-Yeni Şafak Üniter Devlet İslam’ın Şartı mıdır? / Hilal Kaplan-Yeni Şafak Dindarlar ve Kürtler / Ahmet Altan-Taraf Müslüman Olmak Müslümanca Düşünmek İçin Yeter Şart Değildir / A.Tantik-Timetürk Dindar Sanatçı Niye Olmasın? / Cihan Aktaş-Dunyabulteni Obama’dan Rusya’ya Suriye Teklifi / Star Humus’ta Katliam / BBC Herşey Caizdir! / Serdar Demirel-Yeni Akit Arap Baharından Sonra Filistin / Yasir El Zeatire-Dunyabulteni Arap Baharı mı Hazan Mevsimi mi? / Akif Emre-Yeni Şafak Mursi’nin Yaptığı Balkon Konuşmasının Tam Metni / Dunyabulteni İnanıyorum Bu işi Erdoğan Çözer / Hürriyet Cenin Hakları / Ali Bulaç-Zaman Provokatif Örtü / Cihan Aktaş-Taraf Kurmayları Firara Hazır / Taraf Türkiye Kürt Öcüsü İle Korkutulmak mı İsteniyor? / Mehmet Yeğin-USAK Olimpiyat Ateşinde İftar / Akif Emre-Yeni Şafak Bağdat-Erbil Arasında Petrol Krizi ve Türkiye / Ali Semin-Bilgesam Camileri Kapattılar İmamları Astılar / Yeni Şafak Arakan’ı Anlıyor muyuz? Mehmet Özay-Dunyabülteni Numan Kurtulmuş: Ak Parti’ye Yüz Nakli / Emre Uslu-Taraf 78 Fihrist 397/75 397/76 397/78 398/63 398/64 398/65 398/66 398/67 398/68 398/68 398/69 398/70 398/71 398/72 398/73 398/73 399/73 399/74 399/76 400/73 400/74 400/74 400/75 401/75 402/67 402/68 402/68 402/69 402/71 402/73 402/74 402/76 402/76 402/77 402/78 403/69 403/70 403/73 403/77 403/78 403/79 404/69 404/70 404/71 404/75 404/77 404/78 Fihrist İktibas Kağıttan Kaplan Ali Bulaç’tan İslamcı / Mehmed Durmuş Düşünce Kuruluşlarının Etkileri ve Önemi / Murat kirişçi Suriye: Kim Nereyi Kontrol Ediyor? / BBC Türkçe İslamcılık Nedir? / Ali Bulaç-Zaman Kime İslamcı Denir? / Mehmed Durmuş-iktibasdergisi.com İslamı Kapitalizme Biat Ettirmek / Akif Emre-Yeni Şafak Terör Konusunda Bazı Sorular / Deniz Ülke Arıboğan-Akşam Suriye’de Risk Alma Zamanı-Hürriyet İslamcılık ve Bediüzzaman / Ali Ünal-Zaman Özgürlük Sırası Mali’de! / Milli Gazete Hınç Değil Teyakkuz / Cihan Aktaş-Dunyabulteni Tevhid Söylemimiz Neden Kimseyi Rahatsız Etmiyor? / B. Zeran-iktibasdergisi.com Steril Muhafazakarlığın Kurbanları / Akif Emre-Yeni Şafak Birkaç Amerikanvari Palavra / Akif Beki-Radikal Twıtter’da Psikolojik Harp Operasyonu / Yeni Şafak Kanayan Yara Arakan’a Çözüm Önerileri / Serdar Demirel-Yeni Akit Bangsamoro Çerçeve Anlaşması Tamam / M. Osmanoğlu-Dunyabulteni Tevhid İle Teslis Birleşir mi? / Faruk Köse-Yeni Akit İsrail’in Küçük Medeniyet Değeri Yok / Milliyet Dört Soruda Beyrut Patlaması ve Visam el-Hassan Suikastı / Ceren Kenar-Taraf Müslümanlar Artık Mazlum Değil Aktör / Nilüfer Göle-Murat Aksoy-Yeni Şafak Halk İsyanları / İbrahim Kahveci-Star Türkiye’nin Yeni Dünyası / Deniz Ülke Arıboğan-Akşam Peygamber’in Gözyaşları / Gültekin Avcı-Bugün ABD’nin Tunus’a Artan İlgisi: Görünenler ve Nedenler / Fuad Ferhavi-Usak Suriye Hava Kuvvetleri Generali Öldürüldü / Dunyabulteni Türkiye’de Koyunlar Kesilirken Suriye’de İnsanlar / Anberin Zaman-Habertürk Filistin’e Nasıl Bakmalı? / Akif Emre-Yeni Şafak Arap Baharı, Demokratikleşme, BOP v.s. / Ebubekir Sifil-Milli Gazete Anıtkabir Kültü / Faruk Köse-Yeni Akit Bizim ‘Sandy Kasırgamız’ / Şükrü Hüseyinoğlu-iktibasdergisi.com Düzen Kurucu Olamadı Gitti / Hüseyin Bağcı-Taraf Meş’al ve Şallah’tan Zafer Konuşması / Timeturk 405/69 405/74 405/78 405/79 406/71 406/72 406/73 406/74 406/75 406/76 406/78 407/60 407/61 407/63 407/63 407/64 407/65 407/67 407/68 407/69 407/70 407/73 407/74 407/75 407/77 407/78 407/79 408/65 408/66 408/67 408/68 408/70 408/70 L-ÇİZGİBAS Allah’tan Başka İlah Yoktur-Ali Durmuş Erdoğan’ın Gücü(!) Başına Bela Olur-Ali Durmuş Başbakan Modern Dindar Gençliği Anlattı-Ali Durmuş ‘Üç İp’in Hikayesi-Ali Durmuş Ve Rejim Yine Bakıma Girer-Ali Durmuş Türk Lirası Büyük(!) Değişime Uğrar-Ali Durmuş Filler ve Çimenler’i Bilir misiniz?-Ali Durmuş Has Parti Öze(!) Döner… / Ali Durmuş Kur’an Merkezli Bir Eğitim Modeli-Ali Durmuş Demokrasi Atına Şefkatle Binenler-Ali Durmuş The Guardıan: Yeni Atatürk Erdoğan Dönüm Noktasında-Ali Durmuş Fe Eyne Tezhebûn 397/80 398/80 399/80 400/80 401/80 402/80 403/80 404/80 405/80 406/80 407/80 408/80 79 Çizgibas 80 Ayın Başlıkları İSRAİL “SAVUNMA SÜTUNU” ADI ALTINDA 8 GÜN BOYUNCA GAZZE’Yİ BOMBALADI. 175 FİLİSTİNLİ ŞEHİD OLDU, 1399 FİLİSTİNLİ YARALANDI AJANSLAR 27 KASIM BİRLEŞMİŞ MİLLETLER FİLİSTİN YÖNETİMİNE ‘ÜYE OLMAYAN GÖZLEMCİ STATÜSÜ VERDİ. ABD, İSRAİL, KANADA, ÇEK CUMHURİYETİ VE 4 PASİFİK ÜLKESİ ‘HAYIR’ DEDİ AJANSLAR 30 KASIM LONDRA MERKEZLİ İNSAN HAKLARI İZLEME ÖRGÜTÜ’NÜN BİLDİRDİĞİNE GÖRE SURİYE’DE ÖLENLERİN SAYISI 40 BİNİ AŞTI AJANSLAR 24 KASIM ERDOĞAN NATO VALİSİ GİBİ KONUŞTU: “ŞU ANDA BİZİM TOPRAKLARIMIZ DÖRDÜNCÜ MADDEYE GÖRE NATO’NUN DA TOPRAKLARIDIR” MİLLİ GAZETE 23 KASIM ‘MİT İLE MOSSAD ARASINDA İLETİŞİM KANALLARI YENİDEN AÇILDI’ BBC TÜRKÇE 28 KASIM AÇLIK GREVLERİ 67. GÜNÜNDE SONA ERDİ POSTA 18 KASIM ANA DİLDE SAVUNMA YASA TASARISI KABUL EDİLDİ RADİKAL 28 KASIM MURSİ’NİN KARARLARI SONRASINDA MISIR KARIŞTI TRT 23 KASIM GAZZE’DE ATEŞKES SAĞLANDI. CLINTON ‘BÖLGESEL LİDERLİĞİNDEN’ DOLAYI MISIR’I KUTLADI CUMHURİYET 22 KASIM MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞI YENİ KIYAFET YÖNETMELİĞİNİ YAYINLADI. ÖĞRENCİLERİN BAŞI SADECE KUR’AN DERSLERİNDE VE İHL’LERDE KAPALI OLACAK AJANSLAR 27 KASIM MİLLİ EĞİTİM BAKANI ÖMER DİNÇER: İSTESEYDİK TÜMÜYLE SERBEST BIRAKIRDIK YENİ ASYA 29 KASIM BAŞBAKAN ERDOĞAN: TOPLUM İDAMI İSTİYOR CUMHURİYET 4 KASIM SURİYE ULUSAL KOALİSYONU BAŞKANLIĞINA ŞEYH AHMET MUAZ ELHATİB SEÇİLDİ HABERTÜRK 12 KASIM ERDOĞAN BAŞKANLIĞA YENİDEN SEÇİLEN OBAMA’YI KUTLADI, YENİLEN ROMNEY’E TELGRAF ÇEKTİ HABERTÜRK 8 KASIM ANLAM BASIN YAYIN Tuna Cad. 14/3 06420 Yenişehir–ANKARA 5FM t'BLT