Yurtsever Orkun Tatar - Riot-web

Transkript

Yurtsever Orkun Tatar - Riot-web
Karşısında iştahla tıkınan kayıkçıya aç gözlerini dikmiş, kürekleri tüm gücüyle
çekiyordu. Anlaşmaları her zamanki gibiydi: Cesetleri mezarlığa taşımasına yardım ederse,
doyumsuz kayıkçının artıklarını yiyebilecekti. Sadece kendini ve kayıkçıyı taşıyor olsa bu kadar
zorlanmazdı ama kayığın arkasına bağlı fıçılarda taşıdıkları cesetlerin yükü, 11 yaşındaki bir
çocuğun sıska kolları için uygun değildi. Zaten Bilgewater’da bir çocuğa uygun fazla bir şey
olduğu söylenemezdi.
Daha doğarken ölümle lanetlenmişti yazgısı. Gencecik yaşında çeteciler tarafından
hamile bırakılan annesi onu doğururken canını vermiş, her gün sayısız bedenin kanlarıyla
yıkanan sokaklarda çaresiz nidalarıyla bir başına kalmıştı. Çığlıklarına kimse aldırış etmezken,
deli bir kadının merhameti onu kurtarmıştı. Balık artıkları ve çöplerin arasında bulduğu yeni
doğmuş yavruda, başka kimsenin göremediği bir işareti seçmişti kadın. Topuğundan başlayıp
dizine kadar yükselen sarmallı doğum lekesi, Yılan Ana’ya bahşedilmiş bir sembol gibiydi.
Beş yaşına kadar bu kaçığın yanında büyüyen Horko, göze batmadan gölgelerde
yaşamıştı. Çöplerden besleniyor, tekmelenme pahasına dileniyor, bazen hırsızlık yapıp canını
tehlikeye atacak kadar çaresiz kalıyordu. Körpe aklı, ona dünyayı öğreten kadının neden
diğerleri tarafından deli olarak görüldüğünü almıyordu. Evet, biraz tuhaf görünümlü
sayılabilirdi: Saçaklanmış saçlarıyla gizlediği kir içindeki yüzünde zaman zaman beliren
sakalları onu diğer kadınlardan farklı kılıyordu. Ve duruma gösterdiği hassasiyet, deliliğin
sınırlarında dolaşan bir takıntıydı belki. Ama bir kancayı andıran karga burunlu bıçağının
keskin ağzı, gölgelerin arasında işin icabına kolayca bakmıştı hep. Horko bir kere onu bu
halde tıraş olurken yakalamış ve hayatının en büyük sopasını yemişti.
Ama bunun dışında, kadının ona bir kere bile kötü davrandığını hatırlamıyordu. Ne
bulurlarsa paylaşıyor, buz gibi gecelerin fırtınalarında birbirlerini sarılıyorlardı. “Ana” diye
hitap ettiği kadının anlattığı hikâyeler ona hayatı öğretiyor, verdiği akıllar minik zihninin
derinlerinde yer ediyordu.
Derken sessiz bir sonbahar gecesinin sabahında, Horko tek başına uyanmıştı. Yoğun
bir tuz tadı taşıyan sis bütün limana çökmüş, görüşü neredeyse sıfırlamıştı. Beş senelik kısacık
hayatı boyunca yanında olan tek kişiyi bulabilmek bir yana dursun, ne tarafa gittiğini
kestirebilmesi bile imkansızlaşmıştı Horko’nun.
İnsanlar sesleriyle yollarını bulmaya çalışıyor, ellerinde taşıdıkları fenerler ancak
kendilerini aydınlatıyordu. Herkeste müthiş bir tedirginlik baş göstermişti. Bütün çetecilerin
Gangplank’in ambarında toplanması için çağrılar yapılıyordu. Horko’nun hissettiği korku ise
tarif edilemezdi. Ana’sının kaybıyla çöken sis sanki onun hüznünden yayılıyordu. Doğum
yarası tuhaf bir sızıyla canını yakıyor, acısına acı katıyordu. Paslı Kancalar dışında herkes bir
yerlere sığınmış, sisin sızamadığı dört duvarlar arasına saklanmıştı. Nereye gideceğini
bilemeyen Horko içgüdüsel bir şekilde Kancalar’ın seslerini takip ediyor, ambara yaklaşarak
canını tehlikeye attığını fark edemiyordu. Neyse ki küçücük boyu ona avantaj sağlıyor, kalın
sis perdesin arkasında kimsenin dikkatini çekmiyordu.
Aceleyle konuşan iki çetecinin seslerini duydu: Yılan Çağıranlar deniz yaratıkları
üzerindeki etkilerini kaybetmiş, iletişim bile kuramaz hale gelmişler!
Antik güçleri bile boğan sis, limanda sadece bir kişinin kanına giremiyordu. Çünkü o
neyle karşı karşıya olduğunu çok iyi biliyordu.
Ambarın mahzeninde romunu yudumlayan Gangplank, yaklaşan felaket için hiç mi hiç
endişeli gözükmüyordu. Ambarın içinde ve dışında nöbet tutan çeteciler, giderek artan bir
uğultunun kulaklarını doldurmasıyla tir tir titrer hale gelmişti. Göğün derinlerinden yayılan
ses, sisi ve denizi de harmoniyle titretiyordu.
Yüzü yara izleriyle dolu olan ikinci kaptan Gangplank’ten gelecek emirler için
kapısında hazır bekliyordu. Gölgeler içinde oturan kaptan, avucunda çevirdiği rom şişesindeki
son yudumunu da yuvarlayıp yavaşça ayaklandı. Dev cüssesiyle her adımda zemini
gıcırdatarak ikinci kaptanının yanında umursamaz bir tavırla geçti ve merdivenleri çıkmaya
koyuldu. Tepeye ulaştığında hışımla kapağı açıp, ambarın en saklı noktasında yokluktan
yükselen bir dağ gibi ortaya çıktı. İçerideki herkes bir anda esas duruşa geçerek dikkat
kesilmişti. Hemen peşinden fırlayan ikinci kaptanı da gören tayfa, şiddetli bir çatışmaya
gireceklerini hissediyordu. Ama ağzını bıçak açmayan Gangplank külçe külçe altınların, koca
ağızlı topların arasında öylece yürüyordu. İyi kapatılmamış olan birkaç rögardan süzülen sis,
kaptanın uzun paltosunun eteklerinde hafif hafif oynaşıyordu.
Yan yana ve üst üste yığılmış sandık yığınının önüne gelen Gangplank, üzerinde
ahtapot ve yılan karışımı bir oymanın olduğu sandığı çekip çıkardı. Oyma dışında oldukça
sade görünen koyu kahverengi sandık, ölü bir bedenin cansızlığıyla önüne düştü. Üzerine
eğilerek boynundan çıkardığı bir kolyenin ucundaki anahtarı dikkatlice sandığın deliğine soktu
ve kimsenin duyamadığı bir mırıltıyı geveleyerek anahtarı çevirdi. Dışarıdaki uğultu, ortalama
ses düzeyindeki konuşmaları bastıracak kadar yükselmişti.
Kendiliğinden aralanan sandıktan, puslu bir kızıllık bir korun ışıltısı gibi dışarı sızıyordu.
Gangplank uzanıp aldı ışığın kaynağını. Kaptanın bir peçeyi andıran avucuna cuk diye
oturmuştu işlemeli kabza. Şöyle bir inceliyor Gangplank, evirip çeviriyor, uzun süredir
hissetmediği mükemmel dengesini tartmıştı bıçağın. Bütün tayfa hayranlıkla bakakalmıştı
Kızılca Hançer’e. Sis, uğultu kısa süreliğine de olsa silinmişti zihinlerinden. Sonra kaptan öyle
bir dönmüştü ki, bıçağın parlak kızıl ucuyla aydınlanan suratı tayfanın ciğerini cızlatan bir
korku salmıştı ortama.
“Açın ana kapıyı!” diye bağırmıştı. “Ben dönene kadar da ambardan ayrılmayın. Takip
eden olursa, canına elveda etsin!”
Aceleyle açmışlardı ana kapının kilitlerini, kanatlar üzerine çöken sisi iki yana
savurmuştu. Sisin içinde solan bir kızıllıkla kaybolan kaptanın nereye gittiğini bilmiyordu
kimse. Sormaya cesaret edebilen de çıkmamıştı. Tek bildikleri, canlarına susamadılarsa
emirlere uymak zorunda olduklarıydı.
Sert bakışları sisi delip geçiyordu sanki kaptanın. Kızılca Hançer’in ışığı, yoğun sisi
bastırıyordu bir şekilde. Ona doğru bakanlar bembeyaz örtünün içinde ilerleyen cehennem
ateşini gördüklerini sanıyordu. Liman halkı arasında dilden dile bir dedikodu yayılmıştı
hemen: Şeytan ve zebanileri çöktü üzerimize, günahlarımızı ödetmeye geldiler! Doğru da
sayılırdı aslında, kaptanın gazabı iblisleri kıskandıracak cinsten olmuştur hep.
Mezbaha Barakaları’nın kan gölünü andıran caddesindeki kızıllığa karıştığında,
ayaklarının altından süzülen kan rampalardan usul usul denize akıyordu. Şafak daha atmadan
av filolarının kalabalığıyla kaynaması gereken koy bomboştu. Hepsi kuyruklarını kıstırıp
saklanmış olmalıydılar bir yerlere.
Emin adımlarla ilerleyen Gangplank, ara sıra bir şeyin bakışlarının üstünde olduğunu
hissediyor ama buna aldırmıyordu. Ufacık bir gölge onun ışığını takipteydi. Çıplak ayakları en
ufak bir ses bile çıkarmıyordu kaldırımlarda.
Bütün liman hayalet bir kasabaya dönüşmüşken, görebildiği tek ışık kaynağını takip
etmekten başka seçenek görememişti Horko. Nereden geldiğini anlayamadığı uğultu
hatıralarında derinlere gömülmüş şeyleri ortaya çıkarırken, neye ait olduğunu bilmediği
ışıltının aldatıcı kızıllığında teselli bulmuştu. Bacağındaki sızıyı bile unutturacak bir teselli.
Yine de temkini elden bırakmıyor, arada bir bembeyaz sisi boyayan kızıllık görünürden
kaybolana kadar bekliyor, sonra bir rıhtım sıçanı kadar sessiz hareket ederek ışığı tekrar
yakalıyordu.
Kasap Köprüsü’nün altından geçerlerken bir Tahm Kench oymasının arkasına saklanıp,
dikkat kesilmişti: Kızıllık görüşünde solarken, aynı zamanda yükseliyordu. Işığın nereye
gittiğine dair aklında bir fikir oluşmuş ama bu düşünceyi kabullenmek istememişti. Ama ışık
siste kayboldukça, kötü anıların keskin canlılığı aklını eline geçirmiş ve gerçekle yüzleşmek
zorunda kalmıştı.
Uyandığından beri hissettiği korku, giderek büyük bir çıldırışa dönüşüyordu. Müthiş
bir ikilemle karışan minik aklı, burada bekleyip artan uğultunun ve düşüncelerin onu
çıldırtmasına izin mi vermeli, yoksa ışığı takip ederek sadece tek bir yere çıkan yokuşu
tırmanmalıydı, karar veremiyordu.
Oraya sadece bir kez, Ana’sıyla beraber çıkmıştı. Limanın yükseklerine tırmanmanın
keyfini yaşayan minik, giderek genişleyen ve bir hakimlik hissi uyandıran manzarayla
büyülenmişti. Ama Ana’sı onu çekiştirerek acele ettiriyor, gördüklerinin keyfine varmasına
izin vermiyordu. Yorucu ama heyecan dolu bir tırmanışın ardından kaba basamakların sonuna
gelmişler, kayalıkların çıkmaz sokağıyla karşılaşmışlardı. Ama Ana’sı onu sürüklemeyi
bırakmamış ve ince bir uçurumun patikasına çekmişti. Aşağıya attığı bir saniyelik bakış,
serbest düşüşün dehşetini salmıştı Horko’ya. Gözlerini korkuyla kapadığında, Ana’sı
kayalıkların arasındaki bir gölgenin içine dalmıştı miniğin elini bırakmadan.
Girdikleri geçitte, Mezbaha Barakaları’ndakini mumla aratacak yoğun bir kokunun
burun deliklerini doldurmasıyla istemsizce tekrar gözlerini açmıştı Horko. Ana’sının dur durak
bilmez adımlarına ayak uydurmaya çalışırken, yırtık çarıkları hızla seğirtiyordu. Gözleri tam
karanlığa alışmışken geçidin aniden kavis yaptığı yerde, köşeyi döner dönmez gizli bir
bahçeyle burun buruna gelmişlerdi.
Kayalıkların çevrelediği yer, ilk bakışta bir bahçeyi andırsa da ayrıntılarını inceledikçe
tek bir giriş-çıkışı olan altarın hipnozuyla karşı karşıya kalmıştı. Yer yer yükselip alçalan
kayaların üzeri rünlerle doluydu. Fark edilemez bir yavaşlıkla solup tekrar parlayan yosunların
fosforlu ışıkları, rünlerin biçimli oyuklarında oynaşıyordu.
Ve sonra boşluğa açılan ağzı fark etmişti Horko. Çevresine örülmüş bir duvardan
yoksun olan kuyu yaklaşan her şeyi yutmaya hazır gibiydi. Ölümle yaşam arasındaki ince çizgi,
kuyunun derin gırtlağındaydı.
Ana’sı gözlerindeki delice bakışlarla kuyunun ağzına yanaşırken, Horko elini kurtarıp
gerisin geri kaçmaya çalışmış ama bunu başaramamıştı. Yaklaştıkça doğum lekesinde bir sızı
baş göstermiş, yamalı pantolonun deliklerinden, yosunların ışığını andıran bir fosfor kendini
belli etmişti. Horko sanki bir kabusu yaşıyordu.
Buraya gelmek bile aklıselim birinin yapacağı şey değilken dosdoğru kuyunun ağzına
gitmek... İlk kez Ana’sının deliliğine kanaat getirmişti ama yapabileceği hiçbir şey yoktu.
Çaresizlikle sürüklenirken kuyunun içine doğru attığı bakış, zifiri karanlığın içinden yayılan
incecik bir uğultuyu beynine doldurmuştu. İçinde büyüyen tarifsiz bir istek, kuyunun daha
derinlerine bakması için bas bas bağırıyordu... İçindeki son direnme emaresi de yok
olduğunda, karanlık ikisini birden yutmuştu.
-----------------------------------------------------Saklandığı Tahm Kench heykelciğinin arkasında geçmişin korku dolu anılarında
kaybolmuşken, kızıl ışığın kuyuya gittiğinden ve onu takip etmek zorunda olduğundan
emindi. Hemen harekete geçen Horko, zeminin ayaklarının altında dikleştiğini hissedene
kadar koşmuş, uzunca bir mesafeyi kat etmesine rağmen ışığın emaresini görememişti.
Merdivenlerin soğuk taşlarına ulaştığında soluklanmak için durmuş, şimdiye kadar
nasıl fark edemediğine şaşırdığı ışığı fark etti. Kızıl ışık değildi gördüğü, bacağından yayılan
fosforlu yeşildi. Hızla yeşerip solan bir cesaret dalgasını her hücresinde hissetmişti. Solukları
düzenlenmeden tekrar koşmaya koyuldu.
Basamakların yol göstericiliğiyle çıktığı yüksekliği fark edemeden koşmaya devam
etmişti. Her adımında ışıltısı biraz daha kuvvetlenen doğum yarası, gelip geçen sancılarla
sızlıyordu. Ama bu sızı canını yakmaktan çok ona güç veriyor, korkusunu kontrol altına
alıyordu.
Son basamağı da çıktığında aniden önüne çıkan kayalığa toslayıp kıçının üstüne
düşmüştü. Kısa bir süre öylece yattıktan sonra kan ter içinde dikilip, pantolonun yamasını
sökerek sağ bacağını ortaya çıkardı. Göz alıcı bir parlaklığa ulaşan leke, yer yer koyu tonlarla
çizgileşen damarlarıyla gittikçe biçimleniyordu. Bir ahtapotun detaylarını net bir şekilde
seçerken, uçları incelmek yerine yumrulaşan dokunaçların her birinde bir yılan başı zehir
saçarcasına parlıyordu. Daha fazla incelemek istese de, acelesi oluşu onu harekete geçirmişti.
Ama incecik patikadan uçuruma yuvarlanmadan nasıl geçeceğini bilemiyordu. Hazır
yerdeyken sürünerek ilerlemesi en güvenlisiydi.
Dizleri ve elleri üzerine tünemiş, sisin perdelediği uçurumdan olabildiğince uzak
durarak ilerliyordu. Tek sıkıntısı tünelin girişini bulup bulamayacağıydı. Kayaların arasına
saklanmış deliğin nerede olduğunu bilmemesi ve üstüne bir de görüşünün yarım metreden
kısa olması büyük bir dezavantaj yaratıyordu. Tek eliyle kayalıkları yoklayarak ilerlemek
mantıklıydı. Eğer olur da kayarsa çıkıntının birine tutabilmesi de kolay olurdu.
Güçle esen rüzgarın ıslığı, kuyudan yayılan uğultuyla karıştıkça çok sesli bir çığlık
ortaya çıkıyordu. Diğer bütün sesler bu çığlıkların arasında boğuluyor, başka hiçbir şey
duyamıyordu. İşitmesi de görüşü gibi büyük oranda sınırlanmıştı. Kalan diğer duyularına
güvenmekten başka şansı yoktu.
Bir süre öylece ilerlemiş ama en ufak bir aralık bile bulamamıştı. Tam tünelin girişini
kaçırdığını düşünmeye başlamıştı ki suratına esen bir rüzgar o berbat kokuyu burun
deliklerine doldurdu. İleriden geliyor olmalıydı.
İyice duvara yapışarak dikkatle süründü ve patikayı yarısına kadar kesen bir kaya
parçasıyla karşılaştı. Parmaklarını bulduğu en derin yarıklara gömerek kayanın diğer tarafına
geçti ve bir deliği andıran tünelin dar girişini buldu. Berbat kokuyu artık her nefesinde
ciğerlerine çekiyordu.
Yine el yordamıyla ilerleyip, giderek incelen sis tabakasının tünelin sonundaki köşeyi
dönmesiyle aniden bıçakla kesilmiş gibi yok oluşuna şahit oldu. Ama karşısındaki görüntü,
sisin yaptığından çok daha güçlü bir şekilde yavaşlatmıştı Horko’yu. Hatta yerine kazıklamıştı.
Görüp görebileceği en iri sırtlardan biri ona dönük, bahçenin girişinde dikiliyordu. Kayalardaki
bütün rünler öyle parlaklaşmıştı ki, sanki canlanıp havaya karışıyorlardı. Yeşil ışığın aurası
korsanın etrafını sarmaya çalışıyor, o savurduğu hançeriyle kızıl kesikler atarak kendine alan
yaratıyordu.
Bu kadar ışık cümbüşünün arasında, kuyunun kapkara ağzından dışarı doğru sürünen
tuhaf bir şey bahçenin zeminini yokluyordu. Diliyle havayı koklayan yılan başı, peşinde
salınan dokunaç gövdesiyle gittikçe dışarı doğru uzanmıştı.
Onu izleyen yılan başlı yedi dokunaç daha ortaya çıkmış, bağlı oldukları koca ahtapot
kafasını tıslamalar içerisinde dışarı çekmişti. Toplamda dokuz kafa ve sekiz dokunacın
birleşimi olan bu kadim yaratık Horko’nun kanını dondurmuştu. Hatta korsanın bile, neyle
karşı karşıya olduğunu tam kavrayabilmesi için bir anlığına duraksaması gerekmişti.
Ahtapotun kafası beş gözü odaksız bakışlarla etrafı süzerken, yılan başları tehlike
saçıyordu. Boş bakışların arkasına gizlenmiş kozmik belirsizlik, derin bir karanlığın dehşetini
taşıyordu. Dışarı çıkarken zifiri bir renkte olan yaratık, şimdi fosforlu yeşile doğru kayıyordu.
Her hareketiyle mekana daha fazla hakim oluyor, korsanı yavaşça sıkıştırıyordu.
Sersemliğini biraz olsun atabilen adam, kılıcını tekrar savurmaya koyulmuştu. Bu
sırada boştaki eli belindeki Yılan Takımyıldızı işlemeli tabancasını çekmiş ve ateşlemişti.
Mekan bir an gürleyen tabancanın ışığıyla kaplanmış, dokunaçlardan birinin ucundaki kafa
havaya uçarken acı dolu bir tıslama duyulmuştu.
Horko şahit olduklarıyla büyülenmişti. Tünelin ucundan kafasını uzatmış, gözlerini
kırpmadan olanları izliyordu. Sanki iki tanrının savaşı onun seyri için sahneleniyordu.
İsabetli atışıyla kendine daha rahat hareket edebileceği alanı yaratan korsan, kılıcıyla
atağa kalkmıştı. Bu kadar büyük cüsseli birinden beklenmeyecek bir çeviklikle aralarındaki
mesafeyi kat etmiş ve koruyucu bir tavırla dikleşmiş olan dokunaçlardan kafasız olanı
biçmişti. Ama bunu yaparken, az daha bir yılan başının ısırığına maruz kalıyordu. Son anda
attığı taklayla bundan kurtulmuş, kuyunun kenarına kaymıştı. Ama hiç durmadan oradan
uzaklaşmış, sırtını duvara vererek yeniden pozisyon almıştı.
Savrulurcasına korsana dönen ahtapotun suratını net bir şekilde gören Horko, en az
korsanınkiler kadar gür olan sakalların ablak görünümüne nasıl bir dehşet kazandırdığını fark
etmişti. Bacağındaki doğum lekesi, bu kadim yaratığın birebir kopyasıydı. Bir an gözleri
bacağına kaymış ve lekenin yaratığı taklit edercesine hareketlendiğini görmüştü. Anlam
veremediği şeyler kafasını kurcalarken, tabancanın bir kez daha gürleyişi dikkatini tekrar
savaşa çekmişti.
Bu sefer mermi ıskalamış ve tünelin ağzından sekerek Horko’nun olduğu tarafa
sıçramıştı. Yerde tüten mermi yaydığı sıcaklıkla kolayca canına kıymış olabileceğini dile
getiriyordu. Kötü bir rüyayı andıran savaşın gerçekliğini ve tehlikesini şimdi daha iyi
kavramıştı.
Ahtapot şimdi parlaklığının son noktasına ulaşmış ve tam bu noktada müthiş bir hızla
kuyudan çıktığındaki zifiri rengine dönmüştü. Bunu o kadar hızlı yapmıştı ki ne korsanın ne
Horko’nun gözleri durumu algılayabilmiş, ortadan yok olduğunu zannetmişlerdi.
Kalan yedi yılan başı çevik ataklarla mürekkebi andıran bir tür zehri korsana doğru
fışkırtmış, düştüğü yeri asit gibi eriten sıvıdan paltosunun geniş kanadını bir kalkan gibi
üstüne çeken korsan ancak korunabilmişti. Yakıcı spreyin bitmesiyle fena halde eriyen
paltosunu üzerinden sıyırıp fırlatmış ve ters tarafa doğru yuvarlanmıştı. Geniş omuzları ve
kaslı kolları, hızla şişip inen göğsüyle birlikte oynaşıyordu.
Topladığı zehri dışarı fışkırtan kadim yaratık, yavaşça tekrar eski rengine dönüyordu.
Salınarak kuyuya doğru sürünüyordu. Korsan ise Kızılca Hançer’iyle tekrar dansa başlamıştı.
Aslında bunu sadece dikkat çekmek için yapıyor, ayağının ucundan başlayıp kuyunun diğer
tarafına doğru uzanan barut çizgisini yakmak için doğru zamanı bekliyordu.
Yaratık istediği noktaya geldiğinde, tabancasını bir kez daha gürletip çizgiyi ateşe
vermişti. Attığı taklalar sırasında gizlice döktüğü barutla önce ufak bir çember çizmiş, sonra
da uzun bir çizgi çekmişti. Anında ateş alan barut ışıldayarak ilerlemiş ve yaratığın etrafını
çeviren bir ateş çemberi oluşturmuştu. Yılan başları gözlerindeki ateş yansımalarıyla
paniklerken, bütün dokunaçlar ahtapot kafasına doğru büzülmüştü. Korsan ise korkusuzca
yaratığa doğru atılmış, ardı arkası gelmeyen bir atağa başlamıştı. Savruldukça alevlerin
ateşiyle iyice kızışan hançer, aldığı yanıklara aldırmayan korsanın hamleleriyle yılan başlarını
tek tek uçuruyordu. Kızıl ve sarı tonlarda ışıklar mekanda oynaşıyor, gölgeleri oradan oraya
kovalıyordu.
Sonra kuyunun ağzında güçlü bir rüzgar çıkıp, barutun keskin kokulu ateşini büyük
oranda söndürmüştü. Ama Kızılca Hançer öyle bir hale gelmişti ki, ucundan lav damlaları
saçıyordu. Attığı kesikler yaratığın bedeninde derin yaralar açıyor, kavrulan etlerin kokusu
etrafa yayılıyordu.
Tüm yılan başlarını bir bir uçurduğunda, gözleri hala oynaşan kelleyi iri botlarıyla
kuyuya doğru tekmelemişti. Dokunaçları ve sakalları savrularak yuvarlanan çaresiz kafa, her
dönüşünde biçimi bozulup değişerek kuyunun ağzına geldiğinde bir kadına dönüşmüştü.
Vücudunun büyük kısmı dağlanmış yaralarla kaplı, is içinde cansızca yatıyordu. Yüzündeki
sakallar yer yer yanmış, etine yapışmıştı.
Neredeyse kusacakmış gibi hisseden Horko, sessiz bir çığlık koyuvermişti. Çünkü
kuyunun dibinde yatan Ana’sıydı. Nasıl bir efsun onu deminki yaratığa dönüştürmüştü
bilmiyordu. Rünler ışıltısını kaybederken korsan cesedin başına gelmiş, gömleğinin cebinden
bir Gümüş Yılan bir de Altın Kraken sikkesi çıkarıp bunları kadının gözlerinin üzerine koymuş
ve onu kuyunun içine itmişti.
Horko yaşlarla dolan gözlerine engel olamıyordu. Ana’sının dönüştüğü şeyin ne
olduğundan emin olamasa da, onu öldüren katilin neye benzediğinden emindi. Adının
Gangplank, Okyanus Şeytanı olduğunu ise daha sonra öğrenecekti.
Gözlerinden süzülen yaşlarla taş merdivenleri inerken, kuyunun oluşturduğu güçlü bir
vakum tüm sisi içine çekiyordu.
---------------------------------------------------Boğazın iç tarafındaki mezarlıktan dönerlerken kayıkçının çıkınından hemen hemen
hiçbir şey kalmamıştı. Küflü bir ekmek parçası, etten yoksun bir kılçık, portakal kabukları...
Bütün fıçıları Horko tek başına dubalara bağlamış, suyla şişmiş cesetlerin kokusuyla kusacak
gibi olsa da midesinde hiçbir şey olmadığından sadece öğürebilmişti. Yoksullara ait naaşların
hepsi mezar taşlarıyla süslenmiş tabutlardan yoksun olduğundan, battıklarında akıntı
sularıyla sürüklenmemeleri için önce toplu halde eski çıpaya bağlamıştı. Sonra hepsine tek
tek okyanus suyu doldurarak yavaşça batmalarını beklemişti.
Kayıkçı ise yüzüne sardığı baharatlı bez ile kayığın ucunda uyuklamıştı. Horko işini
bitirip tekrar küreklerin başına geçtiğinde kayıkçının tek gözünün açık olduğunu fark etmişti.
Yaşlı çakal hep hata yapmasını bekler, ödeme yapmamak için bunları koz olarak kullanırdı.
Ama bu sefer her şeyi nizami yapmıştı Horko. Bunun farkında olan kayıkçı mutsuzca dikilerek
ağzındaki bezi çözmüştü. Yemek artıklarının sarılı olduğu çıkını bacağının altına koymuş,
kıyıya geldiklerinde sırıtarak vermek için sessizce bekliyordu. İçindekileri gördüğünde
Horko’nun yüzünün alacağı ifade ona keyif verecekti.
Horko küreklere asıldıkça gözleri kararacak gibi oluyor, akıntının onları kıyıya taşıması
için dua ediyordu. Kayıkçı onun bu halini gördükçe dökülmüş dişlerini göstererek sırıtıyor,
ucuz romundan küçük yudumlar alıyordu.
Güç bela kıyıya geldiklerinde limanda bir curcuna almış başını gidiyordu. Kimisi
kutlama yapıyor, kimisi ölümüne dövüşüyor, kimisi saklanacak yer arıyordu. Bu kadar bağırış
çağırışın içinde Horko’nun duyduğu bir cümle, bir anda ayılmasına yol açmıştı: Gangplank
öldü!
Şehrin sürüklendiği kaosa şimdi onlar da dahil olmuştu. Horko sevineceğini mi
üzüleceğini mi bilemiyor, açlığının üstüne eklenen karışık hislerle kafası patlayacakmış gibi
hissediyordu. Az ileride bir adamın gırtlağını kesen bir çeteci naralar atarak onlara doğru
koşuyordu. Kıyıya tam olarak yanaşmamış olsalar da kayık adamın atlayabileceği
yakınlıktaydı. Son bir hamle daha yaparak kürekleri çekti ve kendini hemen suya bıraktı.
Yemeğin şişkinliği ve romun ağırlığı üstüne çöken kayıkçı ayaklanana kadar, çetesi tepesine
binip kılıcını göğsüne saplamıştı.
Horko minik balıkların attığı ısırıklara aldırmadan rıhtımın diğer tarafına doğru
yüzmüş, en sakin görünen yerden yukarı çıkmıştı. Hala Ana’sının katilinin öldürüldüğüne
inanamıyordu. O kadar güçlü ve acımasız bir şeytanı kim öldürmüş olabilirdi? Bilgewater’da
büyük değişiklikler olacağı kesindi.
Sokakların gölgelerine karışan Horko vücudunda kalan son gücü kullanıyordu. Uzun
süre önce böyle durumlar için yaptığı zulaya ulaşmaya çalışıyordu. Biraz kurutulmuş kırmızı
eti, kokusunu rıhtım sıçanları almayacak şekilde sarmış ve bir yıkıntıların molozlarına
saklamıştı. Ufak bir bıçağı da bunun içinde sokuşturmuştu. Ama gitmeye çalıştığı tarafta
büyük bir yangın çıkmış, gittikçe yayılıyordu. Az ileriden köşeyi dönen iki Kırmızı Kasketli onun
olduğu tarafa doğru geliyordu. Çaresizce diğer tarafa kaçan Horko izbe bir sokağın
kaldırımlarını aşıp eski bir barakanın içine saklandı.
Ne tarafa gideceğinden, bu toplu delilikten nasıl kurtulacağından emin olmaya
çalışırken sokaktaki evlerden birisinin kapısı aralanıp dev cüsseli bir adamı ortaya çıkarmıştı.
Siluetin hatları o kadar tanıdıktı ki, eksik kollardan birini fark etmese bunun Gangplank
olduğuna yemin edebilirdi. Adam fena halde hırpalanmış gözükse de bu korkutuculuğundan
hiçbir şey eksiltmemiş hatta daha da ürkünçleştirmişti.
Horko saklandığı yerde kıpırtısız silueti izlerken, adam onun olduğu tarafa doğru
geliyordu. Kuyuya açılan geçitteki halini hatırlatan bir donmuşlukla adamı izlerken, onun
Gangplank olduğuna kanaat getirmişti. Korsan direk ona doğru attığı adımlarla yaklaşırken
çığlık atmamak için kendini zor tutuyordu. Ama adam tam önünden geçip gitmişti. Sağlam
elinde kanlara bulanmış bir silindir kumaş taşıyordu. Sonra bunu az ilerideki moloz yığınına
fırlatıp, nefret dolu adımlarla ortadan kayboldu.
Horko’nun merakı korkusunu bastırdığında dikkatlice saklandığı yerden çıkıp, korsanın
fırlattığı şeyi aramaya koyuldu. Kan damlalarını takip etmesi, onu müthiş bir keşfe sürükledi.
Paçavralara sarılı şey bir koldu: Gangplank’in kolu! İri uzuv, büyük oranda parçalanmış olsa
da üzerindeki dövmeler ve biçimi ona ait olduğunu gösteriyordu. Zaten az önce eksik bir kolla
bunu fırlattığına göre başkasının kolu olamazdı.
Demek ölmemişti ama artık bir kolu eksik yaşamaya mahkumdu. Et ve kemik
bulamacı şeyi kucaklayan Horko onu saran deli bir fikrin ateşiyle koşturmaya başlamıştı.
------------------------------------------Kuyunun ağzında dikilirken içine bakmaktan korkmuyor, hatta bundan keyif alıyordu.
Karanlık onu büyük bir içtenlikle sarmalarken, Gangplank’in cansız kolunu kuyunun içine
bıraktı. Verilen adağı memnuniyetle kabul eden kuyu Horko’nun kahkahalarıyla doluyordu.
Bacağındaki ışıltı giderek yükseliyordu.
-----------------------------------------Kopmuş bir kolla gemisine dönmeye çalışan Gangplank, limanı giderek saran sis
perdesini nefret dolu bakışlarıyla fark etmişti. Her şey üst üste gelmese olmazdı zaten.

Benzer belgeler