Kendi Bilincimizin “Yoklanmasına” İzin Verelim ki

Transkript

Kendi Bilincimizin “Yoklanmasına” İzin Verelim ki
SERÇEÞME
BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
ALEVİLİĞİN İNANÇ YANI DİN DEĞİL AŞKTIR
Bu Sayida
Velyettn Ulusoy: Ebuzer Giffari
Kelme Ata’nin Ktabi - Alevilerin İlk Siyasal
Denemesi: (Türkiye) Birlik Partisi
Ahmet Koçak Kelime Ata ile Söyleştik
Al Balkız Hüzün Dolu Bir Deney
Kelme Ata Birlik Partisi-Sosyalist Tarladan
Hasat Stratejisi
Nadre Ana Hakk’a Yürüdü
Fkret Otyam Sizin “Hrant
Ağabeyiniz” Oldu mu?
Esat Korkmaz Kadın Sorunu
İsmal Kaygusuz Alamut
İsmaililiği - Bölüm I
Veysel Kaymak CHP ve Sol
Seçenek ya da Halkla İnatlaşmak
Fuat Bozkurt Alevilikte Zaman ve Uzam
Kâml Dern ABF’de Haksız Rekabete Hayır
Nafz Ünlüyurt Türbeler Yeniden Açılsın mı?
Feramuz Acar Kişisel Görüş ve Önerilerim
Enver Cemal Şahn Aleviler ve Siyaset
Fevz Gümü ABF Yöneticilerinin Samimiyetsizliği
Al İhsan Doan İnandırılmak
Hasan Harmancı Ocaklar ve Dedelik Sempozyumu
Sirri Öztürk Dersim... Dersim...
İsmal Özmen Anadolu Aydınlanması
Ahmet Koçak Kadın Ozanlarımız: Ayhan Kaleli
Seda Cokun Selahattin Akarsu ile Söyleştik
. Abant Platformu Değerlendirme Metni
PSAKD Basin Açıklaması Gazi Katliamı
Ceyhun Günal Ateş Düştüğü Yeri mi Yakar?
Metn Özdemr Selçik Köyü SYD Derneği
Aylık Derg
Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz
Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti.
adına Ahmet Koçak
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak
Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54
Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul
Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35
E-posta: [email protected]
Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 Nurtepe
Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00
Yayın Türü: Yerel - Süreli
Fyati: Ytl  /   /  
Mart  Sayi:
27
Kimileri Alevilikle-Sünniliği “görücü” usulüyle evlendirmeye kalkıyor:
Biz diyoruz ki bu “evlilikte bir tecavüz olayı” var.
Aymazlığımızı sürdürürsek yakın gelecekte
bu “tecavüz olayı”nın çocukları
“Ben Aleviyim”, diye karşımıza çıkacak ve
bizleri “mekândan kovacaktır”.
Kendi Bilincimizin “Yoklanmasına” İzin Verelim ki
Başkalarının Bilincini “Yoklayabilelim”
Esat Korkamaz, Genel Yayın Yönetmeni
B
ana göre “yazmak”, “bilinci yoklamak” anlamına gelir: Bilinci yoklamayan her
yazma eylemi “kolay”ı anlatır. Biz biliyoruz ki “kolay güzel değildir”; her zaman “zor güzeldir” demek de doğru olmayabilir; “güzel” ayrımına varamadığımız herhangi bir yerde ya da yanı başımızdadır, sakındığımız yerdedir, suçladığımız mekândadır, günahkâr kabul ettiğimiz şeyin içindedir. Yazmak “değiştirme kültürünün” bir parçası ise eğer “yaşamanın sonucudur”. 1980’den bu yana “yazmak
için yaşadım” ya da “yaşamak için yazdım”: Yazgımın, yazgımın “göbeğinde” yaşamımın
“gündemine” göre yazdım. Yeri geldi “öleyazdım”; yittim, çıktım. Ne çare yaşam “gerçek”ti,
yani her gerçek gibi “iki yüzlü”: Çoğunluğun bulunduğu “yüzde” değil de karşı “yüzde”
oyalanmayı yeğledim. “Karşı yüz” bir “sır” alanıdır; onun her şeyini “iletişime” sokamazsın;
sokarsan, “sır sır olmaktan çıkar”.
O zaman düşündüm: Ben de bu “iki yüzlü gerçeğin” bir “felsefesi” olsun dedim. Yaşamın içerisindeki amaçlı yürüyüşüm, dışarıdan bir “savrulma” olarak algılansa da ben; “iki
yüzlülüğü” bir “erdem” olarak gören ya da yetişmişliğin “kanıtı” kabul eden bir “sûfi” gibi
algılanmayı yeğledim. Doğru mu yaptım yanlış mı yaptım bilemem: Ama yaşamımın hiçbir
anında ne kendimi “aldattım” ne de “sattım”.
Ruhumuz da Alanlardan ve Hacimlerden Oluşur
İnsanın bedeni bir “mekân”dır; yani, bir “alanlar” ve “hacimler” bütünüdür: Ruh “ayağını yere basmak” zorunda olduğuna göre o da “alanlardan ve hacimlerden” oluşan bir
“mekân”dır. Bugün Alevilik kendini “koruma” konusunda “yüksek bir gerilim” yaşıyor:
Böylesi durumlarda ortaya çıkan “bilinç yırtılmaları”, giderek bilincin “dağılması” ve her
Alevi ile çevresi arasına bir “yabancılaşma” girmesi sonucunu doğuruyor. Köktendinci
inançlardaki “din” terimini karşılayan Alevilikteki “aşk” terimi, “kültürel” yanından arındırılarak “utanç verici fizyolojik bir eylem”e indirgeniyor.
Bilinç “aydınlık” bir şey olarak algılanır ve doğal olarak “anası-atası” karanlıktır: Kendisini en iyi yetiştirmiş insanın bilinci bile “kendi cahilliğini, yani kendi karanlığını algılamaya yeter” deriz. Öyleyse bilinç “karanlık bir yumak”tır; “gönül evi”nin hangi penceresinden
bakarsak bakalım bu “karanlıkla” karşılaşırız. Bizi işlevli kılan ve “apaçık” olan duygularımız bu “yumağın” içine taşındığında “boş bir oda”ya ya da “gönül evi”nin şurasına burasına
yerleşmiş “hayaletlere” dönüşür. Odanın altında “patlamaya hazır”, al bir “top” biçiminde
bir kalp vardır sanki. Herkesin gönlü birbirine eklendiğinde “toplumsal vicdan” anlamında
bir “iç uzay” elde edilir ki bilinç dediğimiz şey bu “uzayda” bir “noktadır” sadece. Tam da
bu nedenle biz işte bu “nokta” olmak için çabalarız.
Bâtıni yabancılaşmanın “maya tutmaya” başladığı günümüz koşullarında hemen herkesin tapındığı “anonim saçmalıklarla” baş edemiyoruz: Bir çıkış bulabilmek için kıvranıyoruz. Bize göre her şeyin her şeye göre bizim “anlam ve içerik” yitirdiği/yitirdiğimiz ve adına
yaşam dediğimiz “sürüklenmede” görünürde yan yanayız, belki her zamankinden “daha
yakınız” birbirimize.
İnsan bâtıni kültürde kendi yapısında var olan “düşman” durumundaki “karşıtların” ayrımına varması gerekir: Varır varmaz da kendisinin “ağlayan, gülen, koşan, yeri geldiğinde
adam gibi konuşan, durup dururken saçmalayan bir bomba” olduğunu kavrayıverir. Bu
(Devamı 2. Sayfada)
SERÇEÞME
Sizin “Hrant Ağabeyiniz” Oldu mu?
(Baştarafı 1. Sayfada)
“bombayı kim imha edecek”: Kendisi mi yoksa
dışarıdan insanlar mı? Doğrusu bu “bombayı”
kişinin kendisinin “imha” etmesidir: Bu enerjiyi “üretken” biçimde tüketmesidir. Ancak kişi
kendisini imha edecek denli bilgiye sahip değilse; imha edeceğim diye “orasını-burasını”
karıştırırken birden kendisini “patlatıverir”:
Enerjisini boşu boşuna harcar. Sistem kafalarımıza bir “ezber” veriyor: Herkesin kendini
“imha” etmesi, yani var olan enerjisini “düzen”
yararına tüketmesi için. Bilinçlere yönelik bu
“yapı bozumu”, belletilmiş toplumsal yaşam
tarafından her birimizin “ele geçirilmesi” sonucunu üretiyor. Böylesi bir durumda “işgal”
ediliyor beyinlerimiz; nasıl konuşacağımız,
nasıl davranacağımız “beyin defteri”ne kaydediliyor.
Alevilikte “sözel taşınma” kanalları tıkanınca baba ile oğul, dede ile torun arasındaki
ilişki birbirlerine benzemekle birlikte birbirinden “sakınan”, yani “anlamsızlığa açılan iki
kara deliğe” dönüşür: Bu nedenle “örgüt üyesi
ile yönetici” arasındaki ilişkiyi, “tıkanan sözel
taşınma kanalları”nın işlevli “çağdaş karşılığı” olarak yaşama geçirmemiz gerekirdi. Beceremedik: Onu da “iki kara deliğe” benzettik.
Nereden bakarsak bakalım hiçbir şey görünmüyor. Geçmişte örgüt yöneticisi ile örgüt üyesi arasındaki ilişki “çocuksu” idi; şimdi “mahcup”; işlevsel değil, “tersine dönüşümle” emir
alma-emri yerine getirmeyle belirgin “memurlaşmış bir iletişim” dili egemen artık.
Eğri oturalım ama doğru konuşalım: AleviBektaşi zeminde ruhlar “kirlenmiş” durumdadır; “temizlenmeden” Alevi-Bektaşi “yeniden
doğuşunun” altından kalkmak olanağı yoktur.
Bedenini terk edebilen, yani canını “soyut”
olarak avucunun içine alabilen bir kimlik onu,
“sonsuz yaşam” içinde “saklar”. Sonsuz yaşam
kaynağı can, yeri-zamanı geldiğinde ıslak toprakta fışkıran bir ot gibi yeşeriverir “yeni bedenlerde”.
“İlahi ciğer” ruhla bedeni birleştirdiğinde,
“bilmeyiş erdeme” dönüştü; ruh-beden bütünleşmesinin “içe-dışa vurumu” olarak algılanan
görme-duyma-hissetme vb’ye yönelik “sevgiaşk” bilgiden “uzaklaşma” yeteneğini göstermez. Bedeni “küçümser”, ruhu “tanımazsak”,
bilginin kaynağı “kurur”; aşk da sevgi de “matematik formüllere” dönüşür: Unutmayalım ki
ruhlar da “buharlaşır”. Buharlaşan ruh, “dahileşir”; dahileşen ruh, kimliği “egemenliği
altına” alır. Biz, ruhumuzun “efendisi” olmak
istemiyor muyuz? Öyleyse ruhu “su” gibi içimizde tutmasını öğrenmeliyiz.
Y
Fikret Otyam
AZDIM geçenlerde, seksen bir yaşımda, yazılarımı artık q ile başlayan dizinle yazıyorum!
Dile kolay, 1953 yılından bu yana a ile başlayan Fransız dizini ile yazmışım, bu alışkanlığı
kırmak kolay mı sanırsınız? Tastamam yedi yıldır her hafta politik bir dergi olan Aydınlık
Dergisi’ne yazıyorum ve yıllar içinde yazısını daktilo ile yazan bir bu can kalmış iyi mi? Yazımı
dizen arkadaş izinli olduğu zaman, yazım tastamam yazılıktan çıkıyor ve bu can da zıvanadan!
Suudi Kralı Hazretleri ülkeye geliyor “yanında, üç yüz kişi, içlerinde tek kadın yok”; yazımda ise
bu, “içlerinde tek kalem yok” olduruluyor! Kral Hazretleri Kâbe’ye doğru işemezmiş ise “kral
hazretleri Kabe’ye işemezmiş” oluyor ve yedi yıl içinde salt bu yüzden okur canlarıma üçüncü kez
“eyvallah” dedim, yok yahu, dedirttiler!
Evet daha önce de yazdım, Çorum’lu Alevi iki canın Haşim ve Levent’in bilgisayar kuruluşu
AK-BİM imdadıma yetişti en son model ve dahi en yetenekli cihazları atölyeme kurdular, para
peşin kırmızı meşin, üstelik zorla!..
Bu yaşta benim için akıl sır ermez aletlerle(!) boğuştum durdum haftalarca ve dahi boğuşuyorum! Öğrenmenin sonu yokmuş ya, bu da öyle, Kâbe derken a’nın üzerine inceltme simgesini
tastamam uygulayamıyorum; ya sevgili Ahmet Koçak ya da sevgili Esat Korkmaz can bunu hallederler, eyvallah….
Aydınlık’a ceza(!) bitti ve ilk yazımı yazdım, başlığı yukarıda: “Sizin ‘Hrant Ağabeyiniz’ Oldu
mu?” Gösterilen yere yerlere gerekeni yazdım e-posta. Yazım bir dakika sonra İstanbul’daydı!
Hani lokma, lokmalar vardır, sevdikleriniz düşer aklınıza da o lokma boğazınızdan geçmez olur,
tutun ki bu yazım bir lokma, o dergi başka, bu dergi başka, herkesin yüksek hoşgörüsüne sığınarak
çıkan yazımı burada da tekrar ediyorum, gerçeğe hü... Yönetici canlar bu kelli yazımın uzunluğunu da bağışlaya, eyvallah..
Aydınlık Dergisi, Sayı: 1022, 18 Şubat 2007
Sizin “Hrant Ağabeyiniz” Oldu mu?
A
KSARAY’DA Halk Eczanesi sahibi Vasıf İbrahim Bey’in eczanesinin karşısındaki evinden
haber geldi, eczacı iki dakika sonra evindeydi. Uzatılanı kollarına aldı öptü. Sonra Kuran’ın
iç kapağına yazdı:
“Bugün bir oğlum daha oldu, adını Fikret Vesim koydum. 19.12.1926”
Eczaneye dönünce çalışanlarına müjdeyi verdi. Genç kalfa adayı Hrant (Maraşlıyan) da hemen
eve koştu. Anam Naciye belki bin kere anlattı: “Seni, babandan sonra Horont aldı kucağına.”
Ona hiçbir zaman Hrant diyemedi. Altı yedi yaşlarındayım, babam öteki kardeşlerimde olduğu
gibi bana da beyaz gömlek diktirdi, eczanede çalışmaya başladım. Bu, ilaç kutularına ve şişelerine
yapıştırılacak etiketleri kesmekti. Çok parlak elişi kağıtlarına basılmış yuvarlak ve dikdörtgen
etiketleri tek tek kesmektense harika bir buluşla üç dördünü üst üste koyup kesmek marifetini gösterdim, ne ki hergele elişi kağıtları kayı kayıvermiş, halkın Koca Vasıf dediği babam “işini doğru
yap bakalım” deyip ense köküme ilk şaplağı patlatmıştı! Bu beklenen dayaklar uzun sürerse imdadıma Hrant ağabey yetişir, “Baba bir daha yapmaz” garantisiyle dayağı sonlandırırdı. Görmezdi
bir gözü, sormadım, öğrenemedim nedenini. O tek gözü hep, ama hep sevgiyle bakardı insanlara
ve gülen gözü Hrant Ağabeyim’in o tek gözünde gördüm.
Kocaman adam oldum Hrant Ağabeyin yanında, kardeşi yaşdaşım Aron’a kimi arkadaşlar
Harun da derlerdi. Ortaokulda sıra arkadaşım, siyah önlüklü, beyaz yakalı, kıvır kıvır saçlı resimlerimde olduğu gibi kapkara kaşlı gözlü, birazda tombulca Anahit idi. “Kırsaçlılar” hep siyah
giyinen üç teyzeydi, Aksaray’ın ünlü kadın terzileri. Biz çocuklar nasıl ama nasıl severdik onları,
bişeyler olurdu onlar yumurtaları boyarlardı elvan elvan, kapılarına duranda bizleri öpüp severler,
o boyalı yumurtalarla, kara üzümle karışık ceviz içleriyle, şekerli leblebilerle tıka basa doldururlardı ceplerimizi.
Çarşıda en çok demirci Ohannes Amca’yı severdim. O da Eczacı Vasıf Bey’in yaramaz oğlunu.
Yolda bulduğumuz iki ucu da açık boruyu Ohannes Amca’ya götürüp bir ucunu kapattırdım ve
yakınına da bir delik açtırdım ve hemen biraz barut, evden bez parçaları, azıcık gazyağı ve upuzun bir kavak dalı, ver elini ulu ırmağın yanı, topumuz hazırdı. İlk atış başarılı olmadı, üzerine
“Yüzler ve Gözler”
Fikret Otyam’ın resimleri ve Filiz
Otyam’ın fotoğraflarından oluşan
“Yüzler ve Gözler” sergisi 6 Mart
akşamı yapılan bir kokteyl ile
Toprak Sanat Galerisi’nde açıldı.
30 Mart’a kadar sürecek olan
sergi hafta içi 12-19 saatleri arasında, cumartesi günleri 11-17
saatleri arasında izlenebilir. Ihlamur Yıldız Cad. No: 10 Beşiktaş
İstanbul Tel: 0212.326 35 80.
Açılışta Fikret Otyam Anahtar
Kitaplar’ın sahibi Mehmet Atay ve
Esat Korkmaz ile birlikte.
Filiz Otyam açılışa katılan
konuklarla birlikte
2
Sayı 27
SERÇEÞME
ağır taşlar koydum ve uzun dalın ucundaki gazlı bezleri yaktım evden yürütülen kibritle ve ünlü
naramızı haykırdım:
“Ölüm ölüm bir ölüm, ateş!”
NADİRE DEMİRTAŞ ANA
HAKK’A YÜRÜDÜ
Yer gök gümbürdedi, üçüncü atışı hazırladım tam kibriti çakacağım zaman kıçıma inen baston
adım gibi emindim babamın bastonuydu, özel olarak İstanbul Zaman Ecza Deposu’ndan sık sık gelen! “Ulan yezit yine mi sen?” Üzülmek neye yarar, bendim! Dayak fasıllarında en çok duyduğum
sözcük “yezit”ti… Ben kaçarım, o koca göbeğiyle babam, bir eliyle de küçüğüm Neşecan’ı (Bener)
tutarak kovalar. Epey isabet almıştım… Allah için iyi bir dayaktı, Ramazan ayı dayağı! Duyulan
patlamayı Bayram Tepesi’nden atılan top sanan oruçlu amcalar teyzeler oruçlarını zamanından
önce bigüzel bozuvermişler ve dahi müsebbibinin de Vasıf Bey’in küçük oğlu olduğu anlaşılmış,
haberdar edilen kişi de o sırada eczanede olan küçük Neşecan ve okkalı göbeğiyle dışarı fırlamış,
şikayet edileni suçüstü yakalar yakalamaz ilk bastonu başarıyla indirmişti… Bu, aşağı yukarı yetmiş beş yıl önceki unutamadığım dayaklardan en coşkulusuydu ve yaşam tarihimde “Ramazan’da
millete oruçlarını nasıl bozdurdum?” ana başlığıyla yer alır! Ek ceza olarak da on sayfa “göz” için
sarı, on sayfa “dahilen” için beyaz, on sayfa “haricen” için kırmızı, on sayfa da “gargara” için
yeşil etiket kesmek! Bunların çoğunu Hrant ağabeyimin kestiğini açıklıyorum…
Neden? Neden? Neden?
Gün geldi, günler geldi Aksaray da Anahit’siz, Ohannes amcasız, Kırsaçlılarsız, kunduracı Bedros’suz kalıverdi ve daha niceleriyle…
Onlar gitti, anılar kaldı yadigâr…
1956… Artık Ankara’lıyım
Burada en keyifli anlarım, aldıkları kamyonla Anadolu’ya taşımacılığa başlayan İstanbul yerleşimli Hrant Ağabey ile Aron’un Ankara’dan her geçişlerinde bize uğramaları…
Rakı eşliğinde muhabbetin gözün gözüne vururken çocukluğumdaki yaramazlıklar, yediğim
o güzelim dayaklar bikez daha yaşanırken üç kız bebemin katılırcasına gülmeleri “Hrant Amca
nolur daha anlat” demeleri hâlâ kulaklarımda…
“Ya Allah Ya Muhammet Ya Ali”
Hrant ağabeyin el yazısı harikaydı, Fransız stili; eski yazıyı da bilirdi. Bir gelişinde defteri kalemi
uzattım “Hrant Ağabey” dedim, “tablom için gerekli, bana Ya Allah Ya Muhammet Ya Ali yazıversene.” Bir an duraksadı, yukardan aşağıya güzel bir çizgi çekti “bu ‘ya’dır” dedi. Sonra sol tarafa
isimleri sıraladı. Harika olmuştu, nerdeyse kırk yıldır sevgiyle saklarım bunu…
Ey İstanbul İstanbul…
İstanbul’a yolumuz düşende Aronlara gitmemek olur muydu, asla! Aron’un eşi Mayda Yenge ve
kocaman olmuş kızlar iki üç gün önceden hazırlığa başlarlarmış. Aron kıvranarak anlatırdı, “sayende biz de nasipleneceğiz…” O güzelim sofrada neredeyse bir kürdan bile koyacak yer bulunmazdı sanki. Birisinde Hrant Ağabey yoktu, telaşlanınca güldüler, sofraya bakmış bakmış, “tüh
be” demiş, “deli oğlan rakıyı pastırmayla içer…” O yaşında en güzel pastırmayı alıp gelmişti,
boynuna sarıldım, “dur gâvur, dur deli oğlan, biyerimi kıracaksın”, yine gülüyordu tek gözüyle…
Ama fersiz miydi, yaşamasız mıydı? Nereden, nasıl bilebilirdim seksenini aşmış Hrant Ağabeyimi
bir daha göremeyeceğimi? Mayda’dır, Topik ustasıdır, dürtükler durur: “Yesene..”
İki yıl sonra sergimize zor yürüyerek geldi Aron, sonra hep geldi, durmadan “tuvalet” diyordu, koluna girip iki kat aşağıdaki tuvalete indirip çıkarıyorum, “ulan” dedim “başlarım senin
prostatından, bu işe el koyuyorum.” Yukarı çıkar çıkmaz, can dostum, dostumuz Prof. Dr. Tarık
Minkari’yi aradım durumu anlattım, “Aron artık benim hastam, para mara söz konusu bile değil,
söyle ona.” Telefonu uzattım, uzun uzun konuşup kavilleştiler. Ödü kopuyordu ameliyattan, gönül
rahatlığıyla döndük Antalya’mıza. Bir başka sergimize Mayda Yenge, kızlar, damatlar, torunlar
geldiler, ama Aron’suz! Korkudan gitmemiş Tarık Hoca’ya.
Sivas ellerinde Madımak Oteli’nde diri diri yakılanlardan dostum/arkadaşım Şair Metin Altıok
ne diyordu bir şiirinde:
“Bir bir uzaklaşıyor sevdiğim insanlar
Ne zaman bir dosta gitsem
Evde yoklar..”
Şüceattin Veli Dergâhı postnişini
Nevzat Demir taş Dede’nin eşi
Nadire Ana bir dede kızıydı.
Misafirperver, eli açık, ziyarete gelen
herkesle ilgilenen örnek bir Alevi-Bektaşi
kadınıydı. Cemde Dede’nin yanında
yerini alır, benzersiz sesiyle nefesler
okurdu. Talipler Dede’yle birlikte Nadire
Ana’ya da niyaz ederdi.
YATTIĞI YER IŞIK OLSUN.
M. TEVFİK OYTAN
Bektaşiliğin İçyüzü
Dibi, Köşesi, Yüzü ve Astarı
7. Baskı, Mart 2007
ISBN: 975-9944-387-04-0
13,5 x 21 cm boyutunda 544 sayfa, 20 YTL
Demos Yayınları Tel: 0212.526 60 28
Ne Bu Can Anadan Babadan Ermeni,
Ne Hrant Ağabey Anadan Babadan Türk Oldu!
Sivaslı Başbakan Yardımcısı Şener, geçenlerde haykırdı:
“Hepimiz Aleviyiz!”
Haykırmakla, demekle olunmaz ey canlar, olunmaz, ol nedenle kimse uykularını yitirmesin,
bayraklı, tabancalı Kuran’lı yeminler neyim etmesin. Bu yürek katılımıdır, acıysa acıyı kıvançsa
kıvancı bölüşmedir... Bir olmaktır… Diri olmaktır, hepsinden öte sevgidir sevgi, insan sevgisi…
Sevgiye sarılmadır, illa sevgi. Ulus, ırk, renk, dil, din, mezhep, cins şu bu farkı gözetmeksizin illa
sevgi, barış, kardeşlik.
Tüm Hrantlara, Aronlara, Ohanneslere, Kırsaçlılara ve nicelerine Gök Tanrı’dan rahmet diliyorum, kabirleri her daim ışıklı ola.
Gerçeğe Hüü…
Mart 2007
3
SERÇEÞME
HAYVANI ÇOĞALTMAK ANLAMINDA KADIN EVCİLLEŞTİRİLDİ
Kadın Sorunu
Esat Korkmaz
Türkiye sol hareketi içinde ilk kitlesel kadın örgütbirlikte kadın, erkekle “kavga” vereceği “alanı” da yiModern çağda,
lenmeleri 1975’te ortaya çıktı. Yıl içinde hem Ankara
tirmiş oldu. Günümüz sanayi toplumu, kadına, toplum“kadının doğa ve bereketle
Kadınlar Derneği, Adana, Tunceli, Pülümür, Ardahan
sal iş sürecine katılma yolunu “açmış” gözüküyor ama
ve Giresun Devrimci Kadın dernekleri, bu derneklerin özdeşleştirilmesinden sakınıldığı” istisnalar bir yana bırakılırsa “ev işi”, hâlâ bu iş süreciiçin
katılımıyla oluşan Devrimci Kadın Dernekleri Federasnin dışında. Kadının kurtuluşunun ilk koşulu, kadın“ezilenler katında”
yonu kuruldu. Hem de aynı siyasal görüşü paylaşanlarların yeniden kamu işine dönmesinden ve “ev işinin”,
kadının yazgısı
ca “yukarıdan aşağıya” oluşturulan ve özellikle DİSK
toplumsal iş sürecinin bir parçası durumuna getirilmeerkeğin yazgısından
içinde etkinlik gösteren İlerici Kadınlar Derneği(İKD)
sinden geçecekti: Bu koşul yaşama geçtiğinde toplum,
“uzaklaştı”:
örgütlü mücadeleye başladı. İzleyen süreçte Demokra“ev hizmeti”yle ilgi kurmaya başlar, “ev işi” özel hizmet
“Vahşi doğa” erkek,
tik Kadın Birlikleri Federasyonu’nu oluşturacak olan
olmaktan çıkar; kadının baş hizmetçiliği sona erer.
“evcil doğa” kadın oldu
Demokratik Kadınlar Birliği hukuki kimlik kazandı.
Yaşama geçirilen kadın hakları, erkekle kadın araBu kadın örgütlerinde değişik görüşlere sahip binlerce
sındaki “karşıtlığı” ortadan kaldırmaz; tersine, aralakadın, 1975-1980 arasında, anti-faşist mücadele içinde aktif olarak yer
rındaki mücadelenin üzerinde yapılacağı “alanı” hazırlar. Ama ne var
aldılar. Kadınların örgütlü eylemleri; “Faşizmin Maşası Ülkü Ocakları
ki var olan koşulda bu “alan”, sistem ve sistemin taşıyıcısı erkek taraKapatılmalıdır!”(AKD), “Ülkü Ocakları Kapatılsın!”(İKD), kampanfından “işgal” edilmiş durumdadır. Kadının erkekle mücadele edeceği
yaları; “Eşit İşe Eşit Ücret!”, kürtaj sorunu; su, yol, çöp kampanyaları;
“alanı” belirlemeye girişmesi özünde bir “başkaldırı”dır; her başkaldırı
okuma-yazma, biçki dikiş kursları; Medeni Kanunu’ndaki ayrımcı madbir “bedel” ister; kendini bilmek isteyen her kadın bu “bedeli” ödemek
delere karşı mücadele etkinlikleri; konuya ilişkin paneller, seminerler,
durumundadır.
mitingler; işsizliğe karşı mücadele, olarak sıralanabilir.
Anlaşılacağı üzere ataerkillikle birlikte kadın, “özne” olmaktan çıGörüldüğü gibi 1970’li yılların ikinci yarısında, sınıflı toplumda ezikıyor: Artık o, bir “şey” üretmiyor; sadece üretilenlere bakıp, özen göslen ötesinde erkek tarafından hırpalanan, kimliksizleştirilen kadının,
teriyor. Bu durumunu onurlandırırsak, tarihin uzak geçmişinde kalmış
gelecekteki “düşsel” kurtuluşuna kaynaklık edecek düşyapısal tasarım“kapalı ev ekonomisi” anısının canlı bir “anıtı” olarak çıkar karşımıza.
lar yaratabilmiş değildi. Kadınına karşı sevgi göstermekten “utanan” erErkek egemen sistem tarafından “zorlanan” işbölümü, kadına pek “yakekler dünyasında; yabancılaşmış erkeğin, yabancılaşmış gereksinimini
ramamış” gözüküyor. Kadın, biyolojik işlevin “maddeleşme”sine, “tene
karşılamak üzere sistemin bir ürünü olarak ortaya çıkan “vücudunu para
aşkın” ürününe “konaklık” eden “yatağa” dönüşürken, kadına hükmedikarşılığı satan” kadın kimliği, kadınların alçalmasının öcünü, erkeklerin
liş, uygarlığın övünç kaynağı olup çıkıyor. Bu “övünç kaynağı”, “evcilde alçalmasıyla alınmasına aracılık edecek durumda değildi. Yaşanan
leştirilmiş” ya da “evcil doğa”nın, egemen bilinçte yansıyan imajından
süreçte kadın, henüz kendini özgürleştirememişti; doğal olarak erkeğini
başka bir şey değildi. Uyum sağlamayan ya da sağlayamayan, “başına
de özgürleştiremedi: Alçalarak da olsa kendi öcünün alınması sonucunu
buyruk” davranan kadın, buna eşlik eden “ekonomik bir acizlikle” cedoğuran ancak erkeğini de alçaltan “emeğini satma yerine vücudunu sazalandırıldı.
tan” kadın kimliğine, uzantısında bunları üreten sisteme toplu bir karşı
Başlangıçtan bu yana, doğaya sınırsızca hükmetmek, evreni uçsuz
duruş alamamıştı. Erkeklerin asla kadın sıkıntısı çekmediği “erkek egebucaksız bir avlanma alanına çevirmek, insan düşüncesinin temel ideali
men sistemi” sorgulamak, kendilerinin “satın alınma” koşullarını ortaolageldi. Bu düşünce erkek egemen sisteme, ataerkil topluma “uyarlanından kaldırmak konusunda bir bakıma “çocukluk” dönemini yaşıyordu.
ca” varılan sonuç insanlık adına ürkütücü oldu. Erkeğe göre kadın, ufak
tefek ve güçsüzdü; yani erkekle arasında doğasal bir fark vardı. Amaç
doğaya “hükmetme” olunca, biyolojik olarak “güçlü-güçsüz” ilişkisine
Uygarlığın “İcadı” Kadını Modern “Köle” Yaptı
yönelik eğilim yine doğanın kendisi tarafından “uygulamaya” sokulur.
Sonuçta kadın, sömürülmüş doğa karşılığında, egemenlik dünyasına
Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki
ya
da “uygar dünya”ya alınmayı başarır: Galibin zaferi, yani, erkeğin
“çelişmenin” karı-koca evliliği içinde “gelişme”siyle, ilk sınıf baskısıyengisi, kadının “boyun eğişi”yle yaşama geçer. Tersinden düşünürsek,
nın ise dişi cinsin erkek tarafından baskı altına alınmasıyla aynı zamana
kadının yenilgisi, galibin, yani erkeğin zaferi görüntüsü ardında “kutdenk geldiği hiçbir zaman unutulmamalıydı. Egemen anlamda, doğal kosanır”. Bu durumda, “ters dönmüş” bilinç gereği kadının yenilgisi “feşullar üzerine değil de ekonomik koşullar üzerine kurulan tek karı-koca
dakârlık”, umutsuzluğu “yüce ruh”; lekelenmiş yüreği “seven bir kucak”
evliliği, insanlığın evriminde kuşkusuz büyük bir tarihsel ilerlemeydi.
olup çıkar.
Ama ne var ki bu ilerleme, erkeklerin refah ve gelişmesi, kadınların acı
Özetlemeye çalışırsak; toplumsal iş sürecinden kovulmasının bedeve gerilemesiyle elde edilen bir “ilerleme”ydi. Her ilerlemenin aynı zali olarak kadın, “efendi”sinden saygı görür. Zamanla bu “zorunluluk”,
manda bir “gerileme” olduğu bu çağ, kadın-erkek ilişkilerinin, erkeğin
“zorbalık” kadın açısından “gönüllülüğe” dönüşür; kabelirleyici olduğu çıkar zemininden, her iki cins için
dın artık “vahşi doğa”yı, “egemen doğa”yı erkeğe bıraeşitlik üreten “doğal-toplumsal” zemine aktarılamadığı
Önce hayvan
kır; “evcilleştirilmiş doğa”yla kendini bir tutar. Kadın
sürece aşılamayacaktı: İlerleyen erkek, gerileyen kadın
kendi “ben”i hakkında erkeğin değerlerine göre hüküm
olacaktı.
evcilleştirilmişti
vermeye başlar; ne olduğunu ise ataerkil bir ailede “baGünümüzde “teknik akılsallık” egemenin, özelde er“uygarlık” geldi
şına gelenlere” bakarak öğrenir.
keğin akılsallığıydı; bu “akılsallık”, kendine “yabancıevcilleştirilmiş hayvan
laşmış” toplumun ya da kendine “yabancılaşmış” erkeHayvanın Rolüne
ğin “zor” kullanan “niteliği”ydi. “Zor” kullanan “nite“hizmette yetersiz”
lik” nedeniyle “bireyleşme”deki her türden gelişme “bikalınca bu kez
Soyundurulan Kadın
reyselliğin” zararına işlemeye başladı. Sonuçta; yaşam,
“hayvanı
çoğaltmak”
Bu karşıtlık tarihsel sürecinde, dışımızdaki doğada ve
iş yaşamına ve özel yaşama; özel yaşam, mahremiyete;
kendi doğasında “yaşama” geçerken; egemen doğa,
anlamında
mahremiyet, geçimsiz evlilik beraberliğine “bölündü”.
vahşi doğa olarak algılanan erkekler tarafından, hükmeGeriye “kendi amacını izleme kararı”ndan başka bir şey
“kadın” evcilleştirildi.
dilen doğa, evcil doğa olarak bilince taşınan “hayvan”a
bırakmadı: Yalnız başına kalan, kendisiyle ve herkesle
Sonuç mu?
gösterilen ilgi, özen “yetersiz”, “doyurucu” olmaktan
arası açık olan “birey” artık, hem heyecana getiren hem
Uygarlığın
bu “icadı”
uzak bulundu. Çünkü, hükmedilen doğa, evcil doğa,
de hareket eden gizil bir “Nazi”ydi ya da dostluğu “sos“ek-doğa” olarak algılayabileceğimiz insanın toplumsal
yal anlaşma” olarak algılayan “soğuk”, “namert” bir
kadını “modern köle”
yapısını kullanamıyordu da ondan. Yeni “onur” kaynakkent sakiniydi.
yaptı.
ları aranmaya girişildi. Bu kaynak “uygarlıkta” bulunAile biçimi, toplumsal sistemin bir ürünüydü ve onun
du; kadın, “hayvan”ın “rolüne” soyundu ya da soyunkültür durumunu yansıtıyordu. Ataerkil aileyle birlikte
duruldu. Bu nedenle bugün kadınlara düşen görev, kendi sorunlarının
ev yönetimi, “kamusal” niteliğini yitirdi. Artık ev işi, toplumu ilgilendirçözümüne ilişkin “kavganın-mücadelenin” verileceği “alanı” hazırlamez oldu; erkeğin özel bir hizmeti durumuna geldi. Modern karı-koca aimak; bu “alanda” kullanacağı iletişim “dilini” yaratmak; bunu yaparken
lesi, açık ya da gizli, kadının “evcil köleliği” üzerine kuruldu ve giderek
erkekleri de “özgürleştirmek”; erkeğe bu konumu biçen “erkek egemen
kadın, toplumsal üretim sürecinden uzaklaştırıldı. Bu “uzaklaştırma”yla
4
Sayı 27
SERÇEÞME
Erkek dişi sorulmaz muhabbetin dilinde
Hakk’ın yarattığı her şey yerli yerinde
Bizim nazarımızda kadın-erkek farkı yok
Noksanlık, eksiklik senin görüşlerinde
Hacı Bektaş Veli
feminist hareket kendi zemininde “karşıtını” üretmekte gecikmedi: Erkek üs
tünlüğünü tüm insanlığın ezilmişliğinin kökeni kabul eden ve kadın özgürlüğü önünde başlıca engel olduğunu savunan köktenci feminist akım
“boy verdi”.
Türkiye’de 1980’li yıllarla birlikte sosyalist-feminist hareketten çok
temel çelişkiyi kadınla erkek arasında gören, erkeği baş düşman kabul
eden, popülist hezeyanlar eşliğinde, erkeği içine almayan, onunla bir arada bulunmaktan “tiksinen” küçük-burjuva nitelikli köktenci feminist hareket egemen oldu. 1970’lerin sonuna kadar kadın hareketinde sosyalist
nitelik yoktu; sonraki yıllarda ise sosyalist nitelik boğuldu.
Alevilikte Kadın
toplumu” sorgulamak ve genel demokrasi kavgasının “üretici” bir halkasını oluşturmak olmalıdır.
1960’lı yıllarda olduğu gibi 1970’li yıllarda da kadın olsun, erkek olsun “kadın sorunlarına ilişkin” bilincimiz, Engels’in “Devletin, Ailenin,
Özel Mülkiyetin Kökeni” ve Bebel’in “Kadın ve Sosyalizm” kitaplarında
verilen bilgilerle sınırlıydı. Kısaca, kadın sorununun çözümü sosyalizme bırakılıyordu. “Erkeksi devrimcilik” 1970’li yıllarda da “kırılabilmiş”
değildi. Kadınlar değilse bile erkekler hâlâ Engels “Baba”nın sözünden
çıkmıyordu: “Kadın evin ekmeğini kazanan figür rolünü alır, erkek ise
evde oturup çocuk bakar, temizlik ve yemek işleri yaparsa... aile ilişkileri
tersine dönmüş olur ama toplumsal durum değişmez. Böyle bir gelişim,
erkeği erkek olmaktan; kadını da tümüyle kadınlık niteliklerinden uzaklaştırır.... Ve bu, insanoğlunun cinsiyetlere karşı utanç verici ve aşağılayıcı tavrını gösteren bir durumdur.”
Bebel’in “Kadın ve Sosyalizm” kitabı kadınlar için “yaşamaları ve
savaşabilmeleri için umut ve sevinç kaynağı” oldu. Bebel’e göre eşitlik
ve özgürlük kadın için hem kişisel hem de toplumsal bir olguydu; ancak,
toplumsallık baskın olduğundan kadın sorununun çözümü ileri yıllarda
“görülecek”ti; bu da devrim sonrası bir “gelecek” demekti. Peki kadın
sorunlarının çözümü için hiçbir şey yapılmayacak mıydı? Yapılacaktı
elbette: Kadının, topluma eşit haklarla katılımını sağlamak için “kavga”
verilecekti. Bugünden geriye baktığımızda, bu, liberal feministlerin, kapitalist toplumda “cinsiyet eşitliğini” sağlamak için verdikleri kavgadan
başka bir şey değildi. 1970’lerin ikinci yarısında, Türkiye’de, onca kadın
örgütüne karşın kadın sorunlarının saptanmasına ve çözümüne ilişkin
mücadele “liberal feminist” bir kavganın sınırları dışına çıkamadı.
Alevi inancında insanlar cinsiyetlerine göre değil de tasavvufta-inançta
kat ettiği yola göre değerlendirilir. Eğer kişi yetişmişliği ve davranışıyla
tasavvuf-inanç zemininde ilerlemiş ise ister kadın ister erkek olsun o,
sıradan insanlardan daha üst aşamadadır ve “er” olarak tanımlanır.
“Doğrudan demokrasi” temelli yol örgütlenmesinde kadın-erkek “ayrımı”, yani cinsiyet “ayrımı” yapılmadığı için dervişlik makamı dışında
“halife” olan, tekkeleri yöneten, kendilerine bağlı birçok müridi bulunan
kadınların sayısı az değildir: Bunun en çarpıcı örneği “Kadıncık Ana”dır.
Hacı Bektaş Veli’nin Hakk’a yürümesinin ardından O’nun postuna oturur. Halife iken Yol’un birinci piri durumuna gelebilmiştir. Kadıncık
Ana, Bektaşiliğin kurumlaşmasını sağlayan Abdal Musa’yı yetiştirmiştir. Aleviliğin-Bektaşiliğin dört büyük dergâhından birinin adına
bağlandığı ve Kızıldeli olarak bilinen Seyit Ali Sultan da Kadıncık Ana
yetiştirmesidir.
Balkanlar’a geçtiğimizde “Kız Ana” ile karşılaşırız: Demir Baba
Vilâyetnamesi’nde, tekkede oturan kişi olarak anlatılır. Adına kurulan
tekke, bugün de halkın önemli uğrak yerleri arasındadır. Kadınların “post
sahibi” olma geleneği XIX. yüzyılda Tokat’ta yaşayan Hubyarlı Alevilerinin “Anşa Bacı”ya, Afyon/Emirdağ ilçesine bağlı Karcalar köyü Alevilerinin “Zöhre Bacı”ya bağlanmalarıyla sürdürülür. Alevi zeminde kimi
ocak pirlerinin “kadın” olduğunu görmekteyiz: Adıyaman/Çelikan ilçesi
Bulam bucağında “Zebran” (Sarı Gök) ziyareti vardır. Bu ziyaret, “Zebran” adında bir kadın pire ait olup, aynı kandan gelenlerce “ocak” olarak
bilinir. Bu kadın pire bağlı ocaktan gelenler, son dönemlere değin kimi
Alevi gruplara dini hizmet götürdü.(*)
Alevilikte kadının yerini tam olarak algılayabilmek için temel ibadet
biçimi olan “cemlere” bakmak gerekir: Kırklar, Alevi inancında en yük
sek makama ulaşanların oluşturduğu bir birliktir. Kutsal gerekçesinin
Clara Zetkin Sahne Aldı
önemi nedeniyle Alevilikte cem, Kırkların yaptığı muhabbeti “canlan1800’lü yılların sonunda, “sahneye”, bilincine ancak 1980’li yıllarda
dırmak” anlamına gelir. Açıktır ki Kırklar arasında yalınız erkekler devarabildiğimiz Clara Zetkin çıktı: Kapitalist toplumla birlikte kadın soğil kadınlar da bulunmaktadır: Kırklar’ın 23’ünün erkek 17’sinin kadın
rununun “modern” bir sorun olarak ortaya çıktığı saptamasıyla sorunu
olduğuna ve kadınlar arasında Fatma Ana’nın da bulunduğuna inanılır.
sınıf açısından irdelemek gerektiğini söyleyiverdi. O, “Kadın sorunu:
Kırklar’ın içinde kadınların bulunduğu, cemde süpürgecinin okuduğu
Proleter ve orta burjuva kadını için, aydın kadın için ve egemen sınıf
gülbankla bize aktarılır: “Biz üç bacıydık, Kırklar meydanında süpürgekadını için vardır, ancak, sınıfına göre bu sorun değişik şekiller alır”,
ciydik.”
diyordu.
Yol uygulamaları rehberlik hizmetinin özünde bir “kadın hizmeti” olZetkin’in bu yaklaşımıyla o güne değin egemen olan sosyalist tavır
duğunu kanıtlıyor: İnançta ve inanç uygulamasında mürşit, talibin “yol
“yara” aldı; tabular yıkılıyordu. Zetkin’e göre, egemen sınıf kadınının
babası”dır; rehber ise “yol anası” olarak algılanır. Cemlerdeki zâkirlik
sorunu mülkiyetti; mülkiyet sahipliğindeki eşitsizhizmeti kimi ocaklarda ağırlıklı olarak kadınlar taralikti; yaşamından doyum sağlayabilmesi için mülfından
yerine getirilir: Sözgelimi “Ela Ana”, zâkirlik
Âşık olmak,
kiyetleri üzerinde özgür ve bağımsız denetimi ele
yapmıştır. Aynı yörede yaşamış ve evliya aşamasına
geçirmeliydi. Bu amaçla kendi sınıfından erkeklere “acıyla yaşamayı” başarmak taşınmış “Fato”nun uzun süre cemlerde zâkirlik yapanlamına gelir:
karşı bir savaşım içine girdi. Küçük ve orta-burjuva
tığı anlatılır. Adıyaman bölgesinde çerağ hizmetinin,
ile aydın burjuva kadınının sorunu oldukça farklı bir
bir
kadın hizmeti olduğu vurgulanır: Kadınlar, Fatma
Âşık olmak
sosyal biçim sergiliyordu: Buradaki kadının sorunu,
Ana’nın temsilcileri olduğu için “ışık” onlardan gelir.
kolay olmadığına göre
kendi sınıf temelinde cinsiyete dayalı eşitsizlikti; yani
Yine Malatya ve Adıyaman bölgelerinde cemevinin
erkek için
kazanç eşitsizliğiydi; sorunun çözümünü ise iş yaşahazırlanması işleri kadınlara verilir: Doğal olarak cemında, kendi sınıfının erkekleriyle ekonomik eşitlik
mevine gelen mürşit ya da pir, bu kadından “rıza” ala“acı da kolay elde edilir”
talebinde buluyordu. Proleter kadının sorunuysa başka
rak içeri girer. (**)
bir olanak değildir.
bir biçim içeriyordu: Kapitalizmin ekonomik yaşamıKadın-erkek eşitliğini, yaşamda ve ibadette kadınKadın, “modern bir köle”
na girmek için bir kavga vermek zorunda değildi; o
erkek birlikteliğini kanıtlayan bu uygulamalar, “erkek
zaten ekonomik yaşamın içindeydi. Onun, kapitalist
egemen toplum” insanının ya da sisteme uyarlanmış
olarak “acıyı icra” eder;
düzenin kullanımına, sömürüsüne ve olanaklı olan
yabancılaşmış bireylerin anlamakta “zorlanacağı” çok
demek ki
en ucuz emek gücü arayışına “alet olmaktan” dolayı
“demokratik” bir durumu anlatır. Kadının özgürleşmekadın için “acı”
bir kadın sorunu vardı. Proleter kadının temel sorunu
sinde, Alevi kadınının yeri ayrıcalıklıdır. Bu “ayrıcakapitalizmdi; çözümü ise proleter sınıfın politik iktiyaşamın içinde olan
lıklı” durumu yaşama geçirmek hepimizin görevi-sodarını sağlamaktı. Onun yapacağı şey, kendi sınıfının
rumluluğudur.
bir şeydir:
erkeğiyle omuz omuza, onunla “uzlaşmaz” bir çelişkiSon söz olarak, hayvanları “mahkemeye çıkarmaO âşık olduğunda,
ye girmeden kavga vermesiydi.
dan” kesiyoruz (idam ediyoruz); bunu bugün kadına
Bizde “esintisi” görülmese de uluslararası düzeyde fezaten var olan acısını
da aynen “uyguluyoruz” acı olan budur.
minist hareket oldukça boyutluydu: 60’ların sonlarında
“sağlıklı yaşama sanatı”na NOTLAR
Zetkin’in izinde “sosyalist-feminist” bir akımın çıkışı
(*) Daha fazla bilgi için bakınız: İbrahim Bahadır, Kadın
“dönüştürür” o kadar
çok önemli bir gelişme oldu: Anti-emperyalist ve ülke içi/
Dervişler, Su Yayınları, İstanbul, 2005
ülke dışı ilerici hareketlerle dayanışma içine girdi. Ama
(**) Daha fazla bilgi için bakınız: Age.
Mart 2007
5
SERÇEÞME
BREMEN ALEVİ EVİ DERNEĞİ’NİN 8 ARALIK 2006 TARİHİNDE DÜZENLEDİĞİ PANELE YAPILAN SUNUŞ
Alamut (Nizari) İsmaililiği ve Anadolu’da Yaşayan Alevilikle İlişkileri-Etkileşimi
Bölüm I
İsmail Kaygusuz
A
lamut Nizari Aleviliği, yani İsmaililik, Alevi-Bektaşi inancının Anadolu’da sistemleşmesi ve kurumlaşmasında fazlasıyla etkili olmuş ve birçok bakımlardan batınilik bağlamında onun uzantısıdır. Genel anlamda Heterodoks İslam
olarak tanımladığımız Aleviliğin çok önemli bir kolu olan
İsmailiğin Alamut çağı Nizari İsmaililerine ilişkin yanlış, yalan ve iftira
dolu hayali bilgiler yüzyıllar boyu aktarılarak, tarihsel gerçeklermişçesine sunulmuş; sözde tarih araştırmaları, romanlar, öyküler ve film senaryolarıyla bu uydurma ve tarihsel çarpıklıklar hala sürdürülmektedir.
Alamut devleti ve onun kurucusu Hasan Sabbah (1034?-1124) hakkında da akıl almaz kara çalmaları ve aşağılamaları, en ciddi yazar ve
araştırmacıların yazılarında görmek, günümüz tarihçilerinin kaleminden okumak insanı dehşete düşürüyor; bu denli bağnazlık olamaz diye!
Bağnazlık diyoruz, çünkü Avrupa merkezci tarih anlayışı Avrupalı-Hıristiyan kökenli kaynakları güvenirlilik ölçütü alırken; Ortodoks İslam
(Sünni) tarihçi ve din bilginleri; çağdaş saray kronikçileri ve yönetim
erkinin besleme yazar ve bilginlerinin bu yazdıklarını ana kaynak olarak
kullanmaktadırlar. Türk Sünni yazar ve tarihçileri ile Avrupalı Hıristiyan tarihçileriyle birleştiren işte bu bağnazlık anlayışıdır.
Büyük İsmaili Dai’si, döneminin bilgin ve düşünürü, eşi az bulunur örgütçü bir devlet adamı olan Hasan Sabbah’ın, İmam Cafer oğlu
İsmail’in soyundan 19. İmam Nizar’ın adına ve İsmaili Aleviliği inanç
öğretisini daha da geliştirerek, onun özündeki özgürlükçü, barışçıl,
eşitlik ve paylaşımcılık temeli üzerinde kurduğu Alamut devleti 167 yıl
sürmüştür. Pamir’den, Güneydoğu Akdeniz kıyılarına-Filistin’e kadar
uzanan geniş Ortadoğu coğrafyası içinde 300’e ulaştığı bildirilen, baş
Dai’lerin yönetiminde bulunan ortaklaşa çalışıp kazanarak, ortak kazanda aş yenilen ve özel mülkiyetin olmadığı kale yerleşim birimleri Dar
ül Hicra’lardan oluşan bir devletti. Alamut Nizari İsmaili devleti tam
anlamıyla bir Sosyalistik Federe Cumhuriyeti idi. Dar ül Hicra’lar, çok
iyi bir hiyerarşik yapılanma içinde örgütlenmiş, İsmaili Dava’sını yayan
görevli Dai’ler (çağıran, davet eden), Dava’yı açık ve gizli düşmanlara
karşı savunmada canını vermekten asla çekinmeyen Fedai’ler aracılığıyla uygulanan çok güçlü ve geniş propaganda-iletişim-savunma ağıyla
Alamut’a bağlıydı.
İslam dinini ve kutsal kitabını kendi iktidar çıkarlarına uygun biçimde yorumlayarak baskıcı yönetimlerini sürdüren Sünni Bağdat Halifeleri, onların kılıcı olmayı kabul etmiş Selçuklu Sultanları ve diğer prenslere karşı ölümüne direnerek, düşünce ve inançlarını yaymak, dünyayı
değiştirmek ve dünyayı gerçek adalet ve eşitlik içinde, nimetlerini hakça
paylaşarak, yaşanılır kılmak savaşımı veren bir yönetim olarak dünya
sahnesinde çok onurlu bir yeri vardır Alamut Nizari İsmaili Devleti ve
onun kurucusu Hasan Sabbah’ın.
Yaşayan İsmaililik ve İsmaililer
Dokuzuncu yüzyılın ortalarında İmam Zeynel oğlu Zeyd soyundan gelenlerle birlikte, Aleviliğinin girdiği Anadolu, 12. yüzyılın başlarından
itibaren, Batıni inanç olarak Alamut İsmaili-Aleviliğinin yoğun biçimde etki alanında kalmıştır. Bu etki, 13. yüzyılın ortalarından sonra da
(Alamut sonrası dönemde) Anadolu, Azerbaycan, Gilan, Horasan İran
6
ve Hindistan’ın köy, kasaba ve dağlarında açık-gizli, sürekli kılık değiştirerek dolaşan İsmaili İmamları ve Dai’lerinin olağanüstü çabaları
sonucudur. 10-11. yüzyılda Ebül Vefa, 13. yüzyılda Şemseddin Tebrizi
ve Hacı Bektaş’tan başka Alamut sonrası ikinci İsmaili İmamı Kasım
Şah’ın (1310-1370) yaşamının bir bölümünü, Anadolu’da Alevi-Bektaşiler arasında geçirdiğini İsmaili kaynaklarının söylediğini zikredelim.
Ayrıca Kızılbaş Safevi devletinin oluşumunda, dönemin İsmaili İmamlarının, Kızılbaş Türkmen dede-beyleri ve Şah İsmail ile kurdukları yakın siyasi ilişkiler ve savaşçı destekleriyle katkıda bulunmuş olduklarını
biliyoruz.
Bu nedenlerden dolayı Alamut İsmaililiği (Nizarilik) bizi çok daha
yakından ilgilendirir. Ancak Alamut İsmaililiğine adını veren Nizar’ın
(Ö. 1095) kardeşi Mustali billah’ı (Ö. 1101) izleyen İsmaililerin kimler
olduğu e tarihsel süreçlerine de kısaca değinmek gerekiyor. Arif Tamir’i
dinleyelim:
“909 tarihinde Mısır’da Fatımi devletinin kurulmasıyla, 10. yüzyıl
boyunca ve 11. yüzyılın ortalarına kadar çok yoğun bir propaganda (dava) çalışmaları uygulandı. Daha o zaman, İsmailizm gücünü,
Atlantik’ten itibaren İslam dünyasının uzak doğu sınırlarına kadar
gösterdi; özel olarak İran’da, Hazar bölgesi eyaletlerinde, Azerbaycan, Rey, Kum, Isfahan, Fars, Huzistan, Kirman, Kürdistan, Horasan, Kuhistan, Gazne, Mavera-ün Nehir’deki Bedehşan’da yürütme
merkezleri kurdu. İran’da, Ebu Yakub-ül Sicistani (ö. 331/942), Ebu
Hatim-ül Razi (aynı tarihler), Hamid-üd Din-ül Kirmani (ö. 410/1019
civarında) ve El-Muayyad Sirazi (ö. 470/1077 civarı) gibi hareketin
doktrininin gerçek kurucuları olan İsmaili bilgin-filozoflarına ortaya
çıkış olanağı verdi. Nasır-ı Hüsrev (ö. 1085 civarı) ve Hasan Sabbah
(ö. 1124) da bu gruba eklenebilir.
Mısır’da son zamanlarda İsmaililer arasında süren karışıklık ve umursamazlık, Mısır Fatımi İmamları çizgisi çökünceye dek, Mustali’leri
de yönlendirdi. El. Hakim oğlu El-Amir 542/1130’da öldürülünce,
genç oğlu ve halefi El-Tayyib “sır olmak” kavramında yerini aldı.
Son beş Mısır Fatımi halifesi, kendilerini İmam olarak düşünmediler ve son adalet gününde (Kıyamet’te) gelmesi beklenen İmam olan
al-Kaim adına hutbe okundu. Son Fatımi imamı olan çocuk-İmam
al-Tayyib 526/1131 yılında ortadan kayboluyor; babası da otuzunda.
Oniki İmamcı Şiilerin gizli İmamı olan 12. İmamın (Mehdi) babası
Hasan-ül Askeri ile aynı yaşta ölmüştür. El Emir’inkine benzemekten uzak pak, soylu ve yumuşak kişilik sahibi olduğuna inanılır El
Tayyib’in. Bu kayboluşla, İsmailizmin Batı kolu da İmamlığın sır
olması dönemine girdi. Uygulama olarak da, Oniki İmamcı Şiilerinkiyle benzer bir inançsal durum içinde buluştu. Tıpkı bu Şiiler için,
yeryüzünde görünüm alanına çıkan imamlardan onikinci gizli İmam
ile tamamlandığı gibi; aynı şekilde 21. İmam olarak El Tayyib’in sır
olmasıyla, onlara göre Muhammed peygamberden itibaren İmamların üç yedili dönüşüm tamamlanmış oluyordu. İmam’ın sır olmasının birinci sonucu, Fatımi geleneğini izleyen İsmaililerin pratikte
inançsal bağlılıklarını, Nizari İsmaililerin yaptıkları gibi görünür bir
İmama değil, görünmeyen İmamın temsilcisi olan Dai al-Mutlak’a
gösteriyorlardı. ‘Batılı İsmaililer’ denilen bu kol, eski Fatımi İsmai-
Sayı 27
SERÇEÞME
lizmi geleneğini ara vermeden ve yüzyıldan yüzyıla geliştirip yenilemeden sürdürdüler.” (Arif
Tamir, La Qasida Safıya, Texte arabe établi et annoté. )
Bremen’de yapılan panelde
Sefil Ali’nin aşağıdaki nefesi
Mustalilerin yönetim merkezi Yemen’e geçti ve Dai al-Mutlak’lar yönetiminde Yemen’de aşağı
yukarı 500 yıl boyunca belli-belirsiz bir durum içinde tutundu. Ancak 17. yüzyılın başlarında ilk Feyzullah Çınar’ın sesinden dinletildi:
sömürgeciliğin oldukça genişlediği Hindistan’da tamamıyla farklı bir gidiş, bir süreç oluştu. Bu
süreç İsmaili özgün topluluğu için çok önemliydi; Dai’lerin bazılarını Hindistan’a taşınmayı zorunlu kıldı. Orada Davudi İsmaililer adını aldılar. Yemen’dekilere ise Süleymani’ler deniliyordu.
Bugün İsmaililer’in Davudi Bohralar kolu Hindistan ve Kaşmir’de yaşamaktadırlar. Sayıları
otuz bin kadar olduğu bilinen Bohralar, Arif Tamir’in söylediğinin tersine son yıllarda “bir gelişim
ve yenilenme” süreci yaşamaktadırlar. İlerici Davudi Bohralar adı altında reformcu bir hareket,
Bohra inançsal önderi (Dai al-Mutlak) ve onun yönetimine karşı mücadele ermektedir. 70’li yılların ortalarından beri bu mücadelenin başında Dr. Asgar Ali Engineer bulunmaktadır…
Diğer yandan büyük çoğunluğu oluşturan Alamut- Nizari İsmailileri Hindistan, Pakistan, İran,
Afganistan-Pamir, Suriye ve bazı Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde cemaatler olarak yaşamaktadır. Yirmi milyonu aşkın olduğu söylenen bu büyük inançsal topluğun önderi Nizar’ın soyundan
gelen 49. İmam olarak tanınan Kerim Ağa Han’dır. İnanç kimliklerini kabul ettirdikleri ve büyükküçük topluluklar halinde yaşadıkları ülkeler dâhil, İsmaililerin çeşitli Batı ülkelerinde Üniversiteleri, Araştırma Enstitüleri ve geniş Cemaat Örgütlenmeleri bulunmaktadır. Nizari İsmaililerin bir
bayrağı ve anayasası vardır; deyim yerindeyse bu topluluk, başkanı, bayrağı, hazinesi, anayasası
ve –belki meclis ve hükümet gibi kabul edilebilecek(!)– Dai’lerden oluşturulmuş bölgesel ve üst
konseyleri olan, fakat kendilerine ait vatanı bulunmayan devlet örgütüne sahiptir. İmam ailesinin
fertleri prens ve prenses olarak dünya medyasında sıkça geçmektedir.
Günümüz Nizari İsmaililiğinde Zahiri ve Batıni İnanç Kaynaşımı
Kendilerini İsmaili Şiiler olarak tanıtan İsmaili dai’leri ve cemaat önderleri, Kuran İslamı ile tarihsel batıni felsefe ve öğretilerinin sentezi biçiminde bir yapılanmaya reform etmiş görünüyorlar.
Batıni dai’ler aracılığıyla taşınan öğretileri ve inanç kurumlarıyla Anadolu’da batıni Aleviliğin
kökleşmesinde büyük çapta etkili olmuş Alamut Nizari İsmaililiği, bugün Şiiliğe biraz daha yaklaşmış görünmektedir. Gevşek şeriatla da olsa Şiiliğe yakınlaştırılması oranında, Anadolu batıni
Aleviliğinden biraz daha uzağa düşmektedirler.
Şimdi günümüz İsmaili din bilgini ve önderlerinin, Kuran ayetlerinin giderek artırılan zahiri
ve batıni yorumlarına dayalı inançsal yapılanma içinde yenileştirilmiş gibi görülen kuramları ve
tapınma kurumları ve de insanı merkez alan öğretilerine kısaca değineceğiz. Bu yenileştirmeci
ya da geliştirmeciliğin, 1970 yılında Beyrut’ta yayınlanarak Nizar soylu İmam ailesine adanmış
Lübnanlı avukat Dr. Şeyh Hodr Hamawi tarafından yazılmış İsmaililiğe Giriş adlı kitapta kristalleştirildiğini görmekteyiz. Ancak Kuran’ı ve İslam dinini, Şeriat bağlamında dahi, Ortodoks
İslam’dan (Sünnilik ve Oniki İmamcı Şiilikten) çok farklı ve akılcı yorumladıklarını içtenlikle
söyleyebiliriz.
Burada yapacağımız, kitap hakkında İsmaili internet sitesine genişçe bir yazı yazarak onu
tanıtan Ebuali A. Aziz’e dayanarak konuyu özetlemek olacak. Yazarın yakın dostu ve Tanzanya
Dar-üs Selam (Barış Evi) Dai’si olan Ebuali, yazısının başında Dr. Mustafa Galib’in önsözünü
veriyor.
Ebuali, “Dinlerin Karşılaştırmalı İncelenmesi”, “İslam’da Bölünmeler” ve “İsmaili Öğretisi”
gibi üç ana bölüm içeren kitaptaki bütün konuları kısa olarak işleyip tanıtmışsa da, üçüncü bölümü
daha uzun tutmakla kalmamış kitabın yazarının ağzından yazmayı tercih etmiştir. Biz de önce
Mustafa Galib’in önsözünden kısa bir alıntı yapacağız. Sonra da, Ebuali’nin yazısından vereceğimiz sadece üçüncü bölümüne ilişkin çeviri özetinde de aynı yöntemi kullanacağız.
Dr. Mustafa Galib’in İsmaililik İnanç ve Felsefesi Üzerine’de kısaca şunları söylüyor:
“Çeşitli çağlarda İsmaili bilgin ve filozofları, İslam düşüncesinin gelişimi; onu daha etkin daha
verimli yapmak ve tüm dünyada bilgiyi ve bilimi yaymaya daha uygun hale koymak için çok
şey yaptılar. Bazı noktaları ve hedefleri paylaştıkları Caferi mezhebinin kuralları ve kökleri
üzerindeki inançlarına bağlı kaldılar. İsmaililer ve Caferi Şiilerin üzerinde bir araya geldikleri
en önemli nokta İmamlık sorunu ve İmam Ali Bin Abi Talib’in soyundan gelen bir İmam’ın
varlığının gerekliliğidir. Bu inanç her iki mezhebin dinsel anlayışının temeli olarak düşünülür.
Her ikisi de İmamlığın (İmamat), Peygamberliğin (Nübüvvet) devamı olduğuna inanır. Fakat
İsmaililikte Monoteizm (Tanrısal birlik) en önemli ögedir…
İsmaili (Alevi) Öğretisi eylem (iş, amel) ve bilgi, ya da Zahir ve Batın temelleri üzerinde durur.
İsmaililere göre dinin temelleri şunlardır: Dua, temizlik, oruç, hac ve velayet (velilik)tir. Velayet hepsinin en önemlisidir. Çünkü bir mümin Tanrısını bilip, ona saygı gösteriyor, Peygamberin mesajını kabul ediyor ve dinsel görevlerini yerine getiriyor, fakat İmama itaat etmiyor ve
onu inkâr ediyorsa büyük günah işlemektedir, inancı tam değildir. Hac da İmamı ziyarettir. “
Batıni bilgi olan gerçek ibadete gelince; bu aşağıdaki ve yukarıdaki varlıklara ilişkin derin bilgi ve doğru yorum demektir. Ayrıca, monoteizm (Tanrısal birlik) ve ruhsal dünya içindeki ayırt
edicilik hakkında üretilen derin bilgiler ve İsmaililerin ondan çıkarttığı gerçek Nübüvvet nitelikleri, başlı başına bir dinsel felsefedir: Bu evrendeki bütün varlıklar Tanrının iradesiyle ikiye
bölünmüştür: Zahir ve Batın. Kuran ayetlerinin de zahiri ve batıni açıklamaları vardır. Batıni
açıklamaları da İmamlar/Veliler, büyük Dai’lerden başkaları bilemez. Öğretici onlardır
İsmaililer bazı alt bölümlere ayrıldılar. İlk dikkate değer olanı, İmam el Hakim bin Emr Allah’ın
ölümünden sonra bir grup İsmaili tarafından tanrısallaştırılmasıdır; bunlar El Hakim’in ölmediğini ve bir gün dünyanın sonunu getirmek için ortaya çıkacağı ve Tanrısal adaleti sağlayacağını ileri sürüyorlardı. Bu gruba Druziler adı verilir kendileri Lübnan, Suriye ve Filistin’de
yaşamaktadırlar. Fakat İsmaililerin büyük çoğunluğu El-Hakim’in oğlu el-Zahir’i ve İmam
Mustansir Billah’a kadar onun soyundan gelenleri izlediler. Asıl burada İsmaililikte en büyük
bölünme oldu; Mustaliler ve Nizariler!”
Mart 2007
SEFİL ALİ
Nur-u Rahman’ım Ali
Şah-ı Merdan cûşa geldi sırrın aşikâr eyledi
Yağmuru yağdıran benim diye Ömer’e söyledi
Ol dem şimşek yalap oldu yedi semâ gürledi
Hem sâkidir hem bâkidir nur-u Rahman’ım Ali
Ömer vardı ol Muhammed katına eyledi beyan
Ali’midir ya Muhammed arş-ı Âla’da gürleyen
Çark-ı Gerdûn elindedir sırr-ı hikmet söyleyen
Hem sâkidir hem bâkidir nur-u Rahman’ım Ali
Ol Muhammed buyurdu ki yektir Ali bir dedi
Huvel evvel huvel ahir her şeye kadir dedi
Ali’ye şek getirenler mutlaka kâfir dedi
Hem sâkidir hem bâkidir nur-u Rahman’ım Ali
“Kün” deyince vareyledi onsekiz bin âlemi
Hem yazandır hem bozandır
levh-i mahfuz kâlemi
Dertlilerin dermanıdır yar elinin merhemi
Hem sâkidir hem bâkidir nur-u Rahman’ım Ali
“Lahmike lahmi” buyurdu
“cismim Ali demmike”
“Ali benim vechim” dedi Zülcelâl-ı rabbike
Hükmü bâki adîlhamdir ve lailahi gayrüke
Hem sâkidir hem bâkidir nur-u Rahman’ım Ali
Sefil Ali akıl ermez hikmetine Ali’nin
Sarraf olan kıymet biçer gevherine lâlinin
Aşıka Mâşuk göründü aklın aldı delinin
Hem sâkidir hem bâkidir nur-u Rahman’ım Ali
SÖZLÜKÇE:
Yalap oldu: Parıldadı
Sâki: Burada, kevser şarabı sunan veya özündeki
tanrısal ışığı saçan
Bâki: Sonsuza dek
Nur-u Rahman: Acıyan-Esirgeyen (Tanrının) ışığı
Kün: Ol!
Arş-ı Âla: Göğün en yüksek dokuzuncu katı
Çark-ı Gerdûn: Dönen gökler ya da dönen devran
Huvel evvel huvel ahir: Öncesi O, sonrası O’dur.
Şek getiren: Şüphe duyan, kuşkulanan
Levh-i mahfuz: Tanrının insanların kaderini
üzerine yazdığına inanılan gizli levha.
Ya Ali, lahmike lahmi cismûke demmike demmî:
Hadis, tamamı: Ya Ali etin etimden, cismin
cismimden, kanın kanımdandır.
Zülcelâl-ı rabbike: Tüm yüceliklere sahip olan Rab,
Tanrı
Hükmi bâki adîlhamdir ve lailahi gayrüke: Yargısı
adil ve sonsuza kadardır ve gayri Tanrı yoktur.
Gevherine lâlinin: Kırmızı renkli değerli taşın
özüne, onun cevher değeri olup olmadığına…
7
SERÇEÞME
CHP ve Sol Seçenek ya da
Halkla İnatlaşmak
Veysel Kaymak
A
YLARDIR sol ve sosyal demokratların birlikte hareket etmesinden,
seçimlere birlikte katılmasından söz ediliyor. Bütün bu konularda
toplantılar düzenleniyor, düşünceler öne sürülüyor. Birliktelik sağlandığında ise kamuoyu yoklamaları sol ve sosyal demokratların oyunu yüzde
otuzlarda, otuz beşlerde gösteriyor.
DİSK konunun önemini gördüğünden olacak, aylar öncesinden bu
konu ile ilgili bir dizi toplantı düzenledi. Toplantılara katılan, toplumun
hemen her kesiminden insan, bu konularla ilgili düşüncelerini açıkladı.
Sonunda da toplantılarda alınan kararlar, bir bildiri ile kamuoyuna açıklandı.
Toplantıları düzenleyenleri de toplantılara katılarak katkı sunanları
da kutlamak gerek.
Ayrıca bazı sol, sosyal demokrat partiler, demokratik kitle örgüt yöneticileri de solun, sosyal demokratların birlikteliği konularında benzer
görüşler öne sürmekteler.
Ama ne yazık ki CHP’de, bu konulara ilişkin en küçük bir kıpırdama
yok. Yani anlayacağınız, bir halk deyimi ile CHP’de yaprak kıpırdamıyor.
Son zamanlarda yapılan kamuoyu yoklamalarında CHP, barajın etrafında dolaşıyor. Buna da aldıran yok. Öte yandan, CHP’nin seçimlere
yönelik olarak yaptırdığı afişlerde; “küsmekle olmaz” diye bir cümle var.
Peki, küsen halk da küstüren kim? En azından bu afişle, kendilerini ele
verdiklerinin farkında değiller mi?
Bana sorarsanız, küstürmek ne kelime, CHP halkla inatlaşıyor.
Hatırlarsınız, bundan bir süre önce yapılan CHP Kurultayında, Deniz Baykal, toplantının yapıldığı salona, tavandan ışıklı merdivenle indi.
Uzun söze ne gerek var. İşte anlayış bu! Şehir dışına görkemli bir şekilde
yaptırılan genel merkez de bunun bir göstergesi değil mi?
Birilerinin sık sık söylediği gibi, bunların iktidar olma gibi bir düşüncelerinin olmadığı açık. Anlaşılan onların derdi, Halkla bütünleşerek
iktidar olmak değil, zar zor da olsa seçim barajını aşarak, Deniz Bay-
Alevilikte Zaman ve Uzam
Kavramları Üzerine
Fuat Bozkurt
B
EKTAŞİLİK üzerine pek güvenilir olmayan bir kaynakta şöyle bir
saptama geçiyor:
“Nasıl ki Shakespeare’in eserlerinde zaman vardır, mekân yoktur Bektaşi menkıbelerinde de aynı zamanda zaman yoktur, mekân vardır.”
Anlamın karmaşıklığı, yazım yanlışı bir yana bu yargı, bana tümüyle
yanlış, çarpıtılmış gibi geliyor.
Shakespeare’de zaman var, mekân yok demek ne gibi bir kanıta dayanıyor? İngilizce eğitimli kolej çıkışlı meslektaşın, bilimsel araştırma
nitelikli kitabında bu konuyu örneklemesi, en azından bu görüşü kimden
aldıysa, belgelemesi gerekmez miydi?
Ama böyle bir kaygısı yok araştırmacının. Oysa küçük bir bakışla bile
bu sava karşı örneklerle dolu Shakespeare’in oyunları. Ülkemizde Shakespeare üzerine yapılmış en ciddi incelemelerden biri olan Mina Urgan’ın
Shakespeare ve Hamlet çalışması şu an elimin altında. Shakespeare’den
günümüze kalan 36 oyundan tümüne yakınında uzam belli. Toplumsal
içerikli olanların büyük bölümü Elizabeth İngiltere’sinde geçer. Yazar,
toplumun sorunlarını anlatırken bireyin sorunlarını irdeler.
Tarihsel oyunlarda ise uzam çok daha kesin bellidir. Othello,
Kıbrıs’ta, Kral Lear Büyük Britanya’da Hamlet, Danimarka sarayında,
Jul Sezar Roma’da, Antonionus ile Cleopatra Mısır’da, Veronalı İki Centilmen, Verona’da geçer.
Bildiğim ölçülerde Shakespeare’in tüm oyunlarında belirgin uzam
belli. Araştırmacı arkadaşın savının tam karşıtı, zaman daha “belirsizdir”. Hangi yıl geçtiği kesin belirtilmez. Belki de Shakespeare’i zaman
ötesine ulaştıran etkenlerden biri bu. Her neyse konumuz ne Shakespeare, ne de tiyatro. Alevilikte “zaman kavramını” tartışmak istiyoruz bu
yazımızda.
Araştırmacı, Alevilikte -Bektaşilik terimini uygun buluyor- Zaman
kavramının bulunmamasını evliyaların doğum ve ölüm tarihlerinin kesinlik göstermemesine, farklı kaynaklarda, farklılıklar göstermesine
bağlıyor. Bu savın çıkış noktası da 13. yüzyılda yaşayan Hacı Bektaş’ın
doğum ve ölüm tarihinin kesin olmayışı!
8
kal ve arkadaş grubunun meclise taşınıp, sırça köşklerinde yaşamlarını
sürdürmek. Son dönemde sıkça söylenen moda bir deyimle; “yan gelip
yatmak.”
Yine Deniz Baykal, katıldığı bir televizyon programında, sokaklara inmenin, miting yapmanın gerekmediğini de açıklamıştı. Bu nasıl
bir sosyal demokrat anlayıştır. Bana göre asıl sorun da burada yatıyor.
Kendisine sol, sosyal demokrat denilen bir parti de, parti içi demokrasi
işlemiyor. Partili kendini ifade etmekten yoksun. Her şey genel başkanın
iki dudağının arasında. Bu yüzden milletvekilleri de Deniz Baykal’ın
dediğinden çıkamıyor. Böyle bir anlayış, böyle bir sosyal demokrat parti
olur mu? Sonrada, halkın ilgisizliğinden, oy vermediğinden yakınılıyor.
İyi hoş Deniz Baykal’ın böyle bir sıkıntı duyduğu söylenemez. O sürekli
partinin oyunu artırdığından dem vuruyor. CHP’yi yeni kurulan bir parti
olarak gösterip, kendisinin genel başkan olduktan sonra, oylarının arttığından söz ediyor.
Bu ne pişkinlik! Öyle kuruyordun da CHP değil de neden, CMPCSP diye kurmadın, Sayın Baykal. Şunu bilesin ki bütün bu söz oyunları ile bir yere varamazsın. Bir yere varılmıyor. Halk olanları görüyor,
Atatürk’ün partisi diye şimdilik ayakta durabiliyorsun. Daha ne zamana
kadar kendini de Halkı da oyalayacaksın? Halkla inatlaşacaksın? Olacak
şey değil.
Baykal ve ekibinin yıllardır yaptıkları göz önüne alındığında, hiç de
iç açıcı olmadığı görülür. Halk olanları görüyor, yeri geldiğinde tepkisini
gösteriyor ama bunların anladığı yok. Ya da anlamazdan geliyorlar.
Yani CHP bir bakıma görmezden, bilmezden, duymazdan gelerek,
sürekli üç maymunu oynuyor.
Bu günlerde medyada, (Baykal’ın bir zamanlar örnek aldığı) İngiltere Başbakanı Tony Blair’le ilgili haberler yer alıyor. Gazeteler, Tony
Blair’in, anketlerde açıklanan oy kaybına daha fazla sebep olmamak
için, partisinden ayrılacağını yazıyor. Bizimkiler ise yıllardır, büyük bir
pişkinlikle, olanlara aldırmadan üç maymunu oynamaya devam ediyor.
Bütün bu olanlar karşısında ne söylenir bilemem ama bildiğim bir
şey var ki son sözü Halk söyler. Halk ne eylerse güzel eyler. Bundan
kuşkunuz olmasın.
Onlarca yıllık zaman kaybının ve ülkemizin bu durumlara düşürülmesinin sorumlusu, sorumsuz parti başkanları, onların yardakçılarıdır.
Bu böyle biline…
Bu mantıktan yola çıkarsak, Hıristiyanlıkta da Musevilikte de zaman
kavramı bulunmaz. Bu dinlerde bırak herhangi bir evliyayı, peygamber
olarak kabul edilen, Davut, Süleyman, Musa, İsa’nın doğum ölüm tarihleri –hatta kiminin gerçekten yaşayıp yaşamadığı– bilinmez.
Bu gibi uzak geçmişe dayanan kişiler bir yana, yazarın “zaman” bulunduğunu söylediği Shakespeare’nin yaşamı üzerine İngiltere gibi yerleşik yaşama geçmiş toplumda bile yeterli bulunmaz.
Bir araştırmacı böylesine küçük bir olaydan yola çıkarak, nasıl bir
toplumsal sonuç çıkarır, anlamak olanaksız. Böyle bir düşünceyle yola
çıkarsa, tüm geçmiş yüzyıllarda zaman kavramı bulunmaz. Ne eski
Doğu’da ne de eski Batı’da olayları anı anına saptama geleneği var. Hatta
bu bakımdan, Şark Batı’dan daha üstün: Osmanlı’da Vakanüvislik kurumu var: Sarayın resmi görevlisi, günü gününe olayları saptamakla görevli.
Yerleşik toplumlarda yazıya erken geçilmesi nedeniyle, zaman dilimleri
“daha erken” saptanır olmuştur. Göçebeliği sürdüren toplumlarda ise bu
alışkanlık daha geç başlar. Ne ki, böyle alışkanlık toplumlarda “zaman”
kavramının bulunmadığı savını getirmez. Üstelik Bektaşilik kurumlaştığı ve yazılı geleneğe erken başladığı için bu bakımdan Alevilikten de
üstündür. 14-15. yüzyıllardan başlanarak olaylar, yaşantılar belgelenmiş,
günü tarihi belirtilmiştir. Alevilikte ise, anlatı ve söylencelerde yıl-gün
belirtilmese bile “dönem” bellidir. Olayların hangi dönemde geçtiği “Harun Reşit döneminde, Hacı Bektaş Rum’a gelirken”- biçiminde belirtilir. Hani, araştırmacının Massignon’un “Müslüman Şarkta zaman değil
anlar vardır” sözünden yola çıkarak bu kanıya vardığını düşünmek de
sözü doğrulamaz. Son aylarda yazar Zülfü Livaneli’nin Batılı gezginlere
dayanarak yinelediği bu özlü söz, doğum ve ölüm tarihlerinin bilinip
bilinmemesi ile ilgili değildir.
“Profesör” sanı taşıyan meslektaşın, düşünülmeden ileri sürülen savları içeren, tümüyle dağınık iki kitabı var. Kitapları Kültür Bakanlığı
yayınlamış. En küçük sistematikten yoksun, ne dediği anlaşılmayan bu
yayınlarla arkadaşımız sosyal antropoloji dalında “profesör” olmuş.
Hadi, doktora, doçentlik, profesörlük gibi bilimsel sanları -Bağışlanmış Küheylan gibi- sunan öğretim üyeleri buna göz yummuşlar da, bu
arkadaş, böylesine ne dediği anlaşılmayan kitapları nasıl yayınlamış?
Amacım bu kitapları eleştirmek değil. O ayrı bir konu. Ama en azından bir noktayı aydınlatmak istedim.
Yazık ki ülkemizde bilimin konumu bu: Kimsenin en küçük sorumluluk duyduğu yok. Alevilik de “sorumsuzca yapılan yağmanın” içinde.
Bilip bilmeyen herkes kendine göre “kuram” üretiyor.
Sayı 27
SERÇEÞME
A
LEVİ BEKTAŞİ FEDERASYONU (ABF) Genel Başkanı Selahattin Özel imzasını taşıyan, 23 Şubat 2007 tarihli “Kamuoyuna Açıklama” başlıklı “Hubyar Sorunu ve Sağduyu Çağrımız” konulu açıklama
ibreti âlemlik bir belgedir. Zira ABF, bu açıklama ile Alevi inancının
simgelerini, figürlerini, inanç önderlerinin isimlerini ve Alevi ritüel
isimlerini; “Fikri ve Sınai Mülkiyet Hakları” kapsamında değerlendirmekte ve ticari hayatta haksız rekabetin önüne geçmek için kullanılan
patent, marka vb. ticari belgelerin konusu yapılmasını savunmaktadır.
Hatta bunun bugüne kadar yapılmamasını bir “eksiklik” olarak görmekte
ve teşvik etmektedir.
Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Hakları Anlaşması fikri mülkiyet
haklarını; “kişilerin düşüncelerinin ürünleri üzerine verilen haklardır.
Bu haklar genellikle bu düşünceyi yaratan kişiye, onu belirli bir zaman
süresi için münhasıran kullanma hakkı verir” şeklinde tanımlamaktadır. Yine Sınai Mülkiyet Haklarını düzenleyen Paris Sözleşmesi; “sınai
mülkiyeti koruma patent, faydalı modeller, endüstriyel tasarımlar, ticari
markalar, hizmet markaları, ticari unvanlar, kaynak işaretleri ve haksız
rekabetin sınırlandırılması konularını” içerdiğini düzenlemektedir.
Fikri ve Sınai Mülkiyet Hakları; düşünsel çabanın ve yaratıcılığın
ürünü olan buluşları/icatları, yenilikleri, edebi, sanatsal ve bilimsel çalışmaları, yeni tasarımları vb. değerler ile ticari alanda piyasaya sunulan
malların ilk üretici adına tescili suretiyle devlet otoritesi ile korumayı
amaçlamaktadır. Yine bu yöntemle hak sahibi olmayanların bu fikri haklar veya mallar üzerinde hak iddia etmelerinin önüne geçilmesi amaçlanmaktadır.
Fikri ve Sınai Mülkiyet Hakları kavramı; patent, marka, faydalı model belgesi, endüstriyel tasarım vb.ni kapsamaktadır. Marka, “bir teşebbüsün veya bir işletmenin mal ve hizmetlerini, başka bir teşebbüsün mal
ve hizmetlerinden ayırt etmeyi sağlaması koşuluyla, kişi adları dahil,
özellikle sözcükler, şekiller, harfler, sayılar, malların biçim ve ambalajları gibi çizim ve görüntülenebilen veya benzer biçimde ifade edilebilen,
baskı yoluyla çoğaltılabilen her türlü işarettir.” Yani Marka, ürünü/malı
üretme, satma, elinde bulundurma, izinsiz kullanmayı engelleme ve ithal
haklarını sahibine yasal olarak vermekte ve bu hakka tecavüz edilmesini önlemektedir. Yasaların bu alanda güttüğü temel amaç, ticari hayatta
haksız rekabetin önüne geçmektir.
A
LEVİ BEKTAŞİ dünyasındaki gelişmeler dikkat çekici boyutlarda… Muharrem ayı süresince, Alevi Bektaşi toplumunun sergilediği tavır, televizyon kanallarında yayınlanan Muharrem sohbetleri
bir şeylerin habercisi gibi. Alevi Bektaşi inancı çizgisinde yayın yapan
televizyon kanalları arasında gizli bir yarış yaşandı Muharrem Orucu
boyunca. Hacı Bektaş Veli Türbesinden sürdürdüğü yayınla bir ilki gerçekleştiren Yol TV, bu yarışı önde bitirmesini bildi.
Alevi Bektaşi Düşüncesinin önde gelen sanatçıları, yazarları, Alevi
Bektaşi örgüt temsilcileri, kimi dede ve babalar, Hacı Bektaş Veli Dergahında düzenlenen sohbetlere katıldı. Sazlar çalındı. Deyişler söylendi.
Semahlar dönüldü.
Hacı Bektaş Veli Türbe kapılarının televizyon kanallarına açılması,
önemli bir gelişme. Türbe içinden yansıtılan görüntüler, yapılan söyleşiler, edilen niyazlar, Kara kazan yanında dağıtılan aşure, bir yerlere iletilmek istenen mesaj niteliğindeydi sanki.
Hacı Bektaş Veli Türbesinin, Alevi Bektaşi Kuruluşlarına verilmesi
gerektiğini gündeme taşıyanlar, bir adım daha atmış oldular bu eylemleriyle. Bu açıdan bakıldığında başarılı bir organizasyon. Başka bir açıdan
bakıldığında ise durum değişik. Sonu nereye varacağı belli olmayan bir
uygulamanın başlangıcı.
Bu tür yerleri, tarikat ve cemaatlerin dini ayinler yapmaları için kullanıma açma, ne ölçüde doğru. Tartışılması gereken bir konu.
Ümmetçiliğe karşı ulusçuluğu, kulluğa karşı yurttaşlığı, bağnazlığa
karşı çağdaşlığı savunan, Laik, demokratik, çağdaş yaşam biçiminden
ödün vermeyen Alevi Bektaşi toplumu ile tekke ve türbeleri kullanıma
açma düşüncesi nasıl örtüşür?
Yıllardır inanç sömürüsüne, din üzerinden siyaset yapılmasına, irticanın her türlüsüne karşı çıkan, ilkeleri için bedel ödeyen bir topluma,
bunun haklılığı nasıl anlatılabilir?…
Kim daha milliyetçi, kim daha dinci yarışı içerisine girme bizi nerelere götürür iyi düşünülmeli. Bir yarıştır gidiyor. Türban yetmiyor, kara
çarşaf diyoruz. Yetmiyor, Arap alfabesi yeniden kullanılmalı diyoruz.
Yetmiyor, hafta sonu tatilleri Cuma gününe çekilmeli diyoruz. Yetmiyor.
Yetmiyor. Yetmiyor…
Derken kervana Alevi Bektaşi Örgütleri de katılıyor: Tekkeler, türbeler yeniden açılsın, Hacı Bektaş Veli Türbesi kendilerine verilsin istiyor.
“Ne oluyor? Ne yapıyoruz?” diye sorası geliyor insanın.
Tekke ve türbelerin kapatılmaları hiçbir dönemde sorun edilmedi
Alevi Bektaşi Toplumunca. Hacı Bektaş Veli Tekkesi’nin kapatılması ile
Mart 2007
ABF’den Haksız Rekabete Hayır!
Av. Kemal Derin
ABF’nin açıklamasında, “ocak mensubu bir dedenin, ocağının ismini
tescil ettirmesi” diye uygun bulduğu ve Hıdır Temel’in Türkiye Patent
Enstitüsü’ne (TPE) başvurarak almak istediği “marka” ya da “patent”
Sınai Mülkiyet Hakları kapsamında bir belgedir. Marka ya da Patent belgesi bir sahip olma belgesidir.
ABF, toplumumuzun ortak değerleri, inancımızın ve kültürümüzün
taşıyıcısı olan simgelerimizin, figürlerimizin, inanç önderlerimizin isimlerinin ve Alevi ritüel isimlerinin kişilerin malı olmasına ve bu yolla
metalaşmasında bir sakınca görmemektedir. Her ne kadar açıklamada
“önemli olan Alevi değer ve simgelerinin ticari amaç için kullanılmasını
önlemektir” denilmekte ise de, özce değerlerin ticari hayatın belgeleri
ne bağlanması ve bunun savunulması başlı başına simgelerin ticarileştiril
diğini ve her şeyin mal (alınıp-satılan) olarak görüldüğüne açık kanıt
niteliğindedir.
ABF açıklamasında devamla, “ABF olarak her kim ki Alevi değerlerini amacı dışında kullanırsa açıktan karşı duracaktır” diyerek öncelikle
kullanmaya itirazının olmadığını ama kullanmanın şekline itirazının olduğunu ifade etmektedir. Oysa ABF bilmelidir ki, Alevi inancı ve kültürü kullanmaya değil, öğrenmeye ve yeniden üretmeye uygundur.
ABF açıklamasında devamla, “Hubyar’ın isim olarak tescil edilmesi,
bunun ticari amaç için kullanılması durumunda da bu tavrımız geçerli
olacaktır” diyerek bir kişiyi savunma adına büsbütün yörüngesini şaşırmaktadır. Oysa ABF bilmelidir ki, toplumumuzun geçmişi ve geçmişteki yaşamın taşıyıcı müzeleri olan inanç önderlerinin isimlerinin dahi birilerinin malı olması toplumsal bağı koparır. Zira bu müzeler iyi korunup
yeni kuşaklara aktarılmadığı takdirde, toplumun göbek bağı koparılmış
demektir.
ABF’nin açıklaması bir bütün olarak değerlendirildiğinde, ABF’nin
soruna toplumsal değil, kişisel baktığı ve dönemine göre şerbet dağıttığı
açıktır.
Tanrı kimseyi pusulasız bırakmasın. Zira ibresi bozulan pusulanın
sahibine ne zaman nereyi göstereceği belli olmaz.
Türbeler Yeniden Açılsın mı?
Nafiz Ünlüyurt
ilgili aykırı bir görüş de sergilenmedi bu güne dek. Mustafa Kemal’e tek
kem söz bile edilmedi bu süreçte. Çağdaş bir toplumda bu tür kurumların yeri olmamalı görüşü hep destek buldu.
Hacı Bektaş Veli Türbesi Alevi ve Bektaşiler için son derece önemli.
Hıristiyanlar için Ayasofya ne ölçüde manevi değere sahipse, Alevi ve
Bektaşiler için de Hacı Bektaş Veli Türbesi o ölçüde manevi bir değere sahip. Böyle bir yerin polemik konusu yapılması, başta Hacıbektaş
insanı olmak üzere tüm Alevi Bektaşi insanımızı sıkıntıya sokar. Buna
hakkımız olmamalı.
Hacı Bektaş Veli Türbesi, Hacıbektaş insanına emanet edilmiş, manevi değeri ölçülemeyecek ölçüde büyük bir miras. Hiç kuşku duyulmasın, bu güne dek olduğu gibi bundan sonra da bu mirası koruyacak bilinç
ve bilgi Hacıbektaş insanında var.
Alevi Bektaşi toplumunda böylesi önemli gelişmeler yaşanırken, Hacıbektaş olup bitenden habersiz, olanları izlemekle yetinmekte.
Yaşanılan gelişmeler, gösterilen vefasızlık, bu güne dek söylemlerimde ne ölçüde haklı olduğumun kanıtı. Yıllardır sürdürülen yanlış
politikanın günümüzde de inatla sürdürülmesi bizi bu noktalara taşıdığı
artık görülmeli. Nerelerden nereye gelindi? Deniz bitti, kara görünüyor!
Gözlerimiz açılmalı artık. Bu açmazdan kurtulmak zorundayız. Çocuksu kavgaları bir yana itip yeni bir sayfa açma zamanı gelmedi mi?
Kişiye endeksli bir anlayışla bu tür çalışmaların sürdürülemeyeceği
gün gibi ortada. Hacı Bektaş Veli Kültür derneği çatısı altındaki yapılanmayı güçlendirmek zorundayız. Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği hiç
kimsenin tapulu malı değil. Tıpkı Belediye gibi, tüm Hacıbektaş’ın ortak
değeri. Bu gerçeği görmeliyiz artık! Alevi Bektaşi toplumunun serçeşmesi Hacıbektaş’tan güçlü ve de doğru bir sese gereksinim duyuluyorsa,
herkes üstüne düşen görevi yapmalı… Hiç kimse görevden kaçmamalı…
Hiçbir bahane de kaçanları haklı kılmamalı!
Yerel yönetim bu işe sahip çıkıp destek olmak zorunda. Hepimiz
Hacıbektaş için varız. Kendimiz için değil, Hacıbektaş için çalıştığımızı söylüyorsak, hiç kimse bu işte ben yokum deme hakkına sahip değil.
Kişilerin değil, örgütün önde olacağı demokratik bir yapılanma için
başta yerel yönetim olmak üzere herkes görev başına!
9
SERÇEÞME
ABF’NİN, DİYANET’İN AVRUPA’YA GÖNDERDİĞİ DEDELER KONUSUNDA DİYANET’E SORDUĞU SORULAR VE GELEN CEVAP KONUSUNDA
Kişisel Görüş ve Önerilerim
Feramuz Acar
Danimarka Alevi-Bektaşi Federasyonu Başkanı
D
İYANET İşleri Başkanlığı’nın (DİB) verdiği cevapta dikkate değer
bir kaç nokta var:
1. DİB, sorulan beş sorudan sadece, bilinen bir soruya, “altı dede konu-
suna” cevap vermiş. Diğer sorulara da cevap verilmesini, ABF yeniden
istemelidir, yeni soru ve cevapları basına da bildirmelidir.
2.
DİB, sorulan en önemli soruya: “hangi hukuksal gerekçelere dayanarak” dede gönderip, ödeme yaptıkları sorusunu cevapsız bırakılmıştır..
a) Her kamu kurumu bir kanun maddesine göre hizmet yürütür.. O
kurum adına yetkili memur kimse, tüm faaliyet ve özelikle maddi ödemelerini xxx kanunun, xx maddesi ve xxx gerekçeler ile ödeme yaptığına dair not/tutanak tutması gerekir. Yoksa ödeme yapılamaz (kanunsuz
iş yapmış olur)... Bilgi edinme yasasına göre, kamuoyunun bu bilgileri de
isteme hakkı vardır/olmalıdır, bu bilgi/tutanakları da ABF, Diyanetten
yeniden istemelidir..
3.
DİB “hangi hukuksal gerekçelere dayanarak” Avrupa’ya dede gönderildiği sorusuna üstü kapalı cevap vermektedir: “topluma din hizmeti sunarken vatandaşlık esasına ve kamu hizmeti ölçütlerine göre hareket edip birleştirici ve kuşatıcı olmaya azami gayreti sarf etmekte...”
Avrupa’da yaşayan biri olarak, bu konuda TC yasalarını bilmiyorum..
TC’de vatandaşlık esası ve kamu hizmeti ölçütleri diye bir kanun yasa/
lar var mı? Varsa, normalde DİB’in, xxx sayılı yasa/lar uyarınca cevap
vermesi gerekir..
a) Böyle bir yasa olmasa da, bu genel ve doğru bir hukuk prensibidir...
Bu cümlede DİB: bir devlet kamu kurumu olduğunu belirtiyor, ve bu
ülkenin vatandaşı olan herkese, ayrım gözetmeden dini hizmet verme
yükümlülüğü olduğunu bir anlamda kabul ediyor (çünkü herkesin 80 x
yıldır Alevilerin de verdiği vergiden pay/bütçe alıyor/ “besleniyor” başka şey söylemeleri hukuka insan haklarına aykırı olur)..
4. Başka bir unsur, DİB yine dolaylı olarak, bu cevabı ile: Cem Vakfı-
nı, yine yasal bir madde/kanun göstermeden inanç kurumu olarak kabul
etmiş oluyor.. Fakat yasal dayanak yine göstermiyor, cevapta öncelikle
bunu bildirmeleri gerekirdi...
BELGE
TC
Başbakanlık
Diyanet İşleri Başkanlığı’na
4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu gereğince istediğim bilgi
veya belgeler aşağıda belirtilmiştir.
19 Ocak 2007 tarihinde, Ali Rıza Uğurlu, Sinan Boztepe, Davut Ali Savaş, Şükrü Kılıç, Yılmaz Doğan ve Veli Kızıldeli isimli
kişilere Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından, gri pasaportların ve
masraflarının karşılandığını basından öğrenmiş oluyoruz.
DİB kaç Alevi dedesine gri pasaport vermiştir?
Bu kişiler için ayrılan bütçe ne kadardır?
Bu masrafların karşılığı olan miktar kime ya da hangi hesaba
aktarılmıştır?
DİB, kamu ve DİB personeli olmayan, DİB kurumu personel
meslek statüsünde olmayan kişilere, pasaport verme ve masraflarını karşılama yetkisini, hangi hukuksal gerekçelerle dayandırmaktadır?
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Mehmet Görmez, cemevlerinde kuran kursu verilmesi talebi geldiğini basına yansıtmıştır. Bu
talebi dile getiren, cemevi, dernek ya da vakıf hangisidir?
Gereğini arz ederim.
Turan Eser
ABF Genel Sekreteri
NOT: Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yanıtını 26. sayımızın 11.
sayfasında bulabilirsiniz. Ali Yıldırım’ın da bu konuda yaptığı
başvuruya aynı yanıt gelmişti..
10
a) Yoksa dört vatandaş çıkıp “eti sütü boynuzu, işe yarıyor, tanrımız
inek, hocamız öküz, xxx kişi/kişiler bizim ‘imamımız’ bunları bize eğitim
vermesi, inanç hizmeti sunması, için göndermenizi ve masraflarını karşılamanızı, talep ederiz” demek yeterli olmasa gerek (Bence ineğin, tanrı
olarak görmenin sakıncası yok, fakat bir ülkede insan hakları doğrultusunda, kanunen neyin inanç ve inanç kurumu olarak kabul edilebileceği,
yasal olarak belirli olması gerekir, belirlidir). Türkiye’de Hukukçu arkadaşlar bu konuyla ilgilenmelidir…
b) Bence normalde DİB’e şöyle bir yazı yazmaları gerekirdi: xxx TC
yasası uyarınca DİB, dini hizmet veren bir kamu kuruluşu olarak, xxx
tarihinde başvurup, xxx yasası uyarınca inanç/kurumu olarak kabul edilen ve xxx tarihinde Avrupa’ya Dede gönderilmesi talep/başvurusunda
bulunan ve xxx tarihinde, xxx kamu kuruluş yönetim/yetkilisince değerlendirilip, xxx yasası uyarınca ve xxx gerekçelerle, kendilerinin istek
öneri üzerine, xxx Dedelerin bu hizmeti vermeleri kabul olunup, bu iş
için xxx YTL bütçe ayrılmış, xxx kurum adına başvuran kişiye, xxx
tarihinde aldığımız karar bildirilip, xxx. YTL miktarı xxx tarihinde,
xxx kurum/kişi hesabına aktarılmıştır. Avrupa’da bildiğimiz bilgi edinme kanununun gereği budur. (TC’de başka uygulama varsa o başka). Bir
kamu kumru, kişisel bir dava/dosya değilse “değil kamuoyundan her kim
isterse”, istenildiğinde her türlü tutanak ve makbuzları da göndermek
zorundalar. DİB bu xxx’lerin hiç birine cevap verilmemiştir. Bence ortada bir kanunsuzluk keyfi uygulama, “seçim yatırımı”, söz konusudur.
ABF bu xx soruların cevabını istemelidir.
5.
DİB’in verdiği cevaba göre, genel hukuk prensibi “kanun önünde vatandaşların eşitliği ilkesi” vurgulanıyor.. Çok güzel… Bunun üzerine gidilmelidir.. (çünkü bugüne kadar bu yaklaşım sergilenmemiştir)... Bunu
kalıcı kılmak gerek... O zaman örnek: Türkiye’de Avrupa’da herhangi
bir vatandaş (grup)... Bizler, Avrupa’da iki yüze yakın Alevi derneklerimiz... (üç aylık vize sınırı ile) Dede talebinde bulunabiliriz..
a) Masraflarını en az seksen yıl boyunca DİB çeksin. Çünkü seksen
yıldır Alevilerin verdiği, beş kuruş (inanç bazında) Alevilere geri dönmedi...
(Bizim isteğimiz cami yerine mahalle, köyümüze, okul, hastane, yol
vs. yapılmasıdır, bunu diretmek gerek. ‘Biz zaten üç can bir Cemiz’....
Alevi kurumları olarak, ya bu ‘diyanete giden’ vergiyi ödememek, ya da
ödüyorsak geri istemek hakkımızdır... Alır istediğimiz alanda kullanırız.) Bence laik bir ülkede, diyanet tamamen devletten ayrı, fakat yasal
kontrol altından olmalıdır, laik devlette DİB olmaz, olsa da din inanç
ayrımı yapamaz.. Yaptırmayalım...
6.
Hiçbir yasal gerekçe göstermeden (hakim güçler seçim yatırımı olsun diye) DİB aracılığı ile böyle bir uygulama yapıldı. Gördüğüm kadarı
ile bunun, TC yasalarınca yasal dayanağını yok. Aleviler, kurumlarımız
olarak yıllardır Hak mücadelesini biz verdik, veriyoruz. Fakat bildiğimiz,
hakim güçler her zaman yaptıkları (böl parçala yönet) taktiğini güdüyor... Esas kurumlarımızı dışlayıp işine gelene, “kemik” atıyor, Aleviliği
asimile etme ve seçimlere yatırım yapma yolunu seçiyor. Yasal güvence
vermiyor.... Bunu ortaya çıkarıp, bu aldatmaca oyunu bozmamız gerek.
7.
Şimdi anayurdu Türkiye’de, Aleviliği kendi başına özgün bir inanç
olarak kabul ettirmek için, yasal sınırları bir daha zorlama zamanıdır. 21
Mart Nevroz, Hz. Ali’nin doğum günü Avrupa’dan iki yüz derneğimiz,
TC konsolosluklarına standart bir mektupla başvurup üç aylığına Cem
yürütmek, inancımız doğrultusunda bilgi eğitim vermek amacıyla xxx
dedelerimizi istiyoruz diye başvursun.. (TC derneklerimiz de benzeri
başvuruda bulunabilir)... Anya-konya o zaman ortaya çıkar...
8.
Görüşüm ABF’nin DİB’in cevap veremediği beş sorunun cevabını
yeniden istemesi.. Diğer kurumlarımızı bilmiyorum fakat ben DABF
başkanı olarak Türkiye’den kurumlarımıza bağlı bir dedemizi (örnek
Hüseyin Gazi Metin Dedemizi) TC Danimarka konsolosluğuna başvurup, Danimarka’ya getirmek istediğimizi yönetimimin de onayını alarak, başvuruda bulunmayı düşünüyorum...
9.
Ayrıca, Türkiye AB Federasyonumuzun TC kanunlarını gözden geçirip direk, Aleviliği kendine özgü bir inanç ve ABF’yi de bu inancın
kurumu olarak kabul edilmesini sağlamak için, TC yetkili makamlarına
başvurmasını öneriyorum..
Sayı 27
SERÇEÞME
Aleviler ve Siyaset
Enver Cemal Şahin
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Basın Yayın Sekreteri
ÖRGÜT: Türk Dil Kurumu’na göre örgüt:
ettikleri tüm katmanları örgütler ve onların
“Ortak bir amaç ya da eylemi gerçekleştirortak istemlerine cevap verirler.
Kitle örgütlerinde bir araya gelme
mek için, bir araya gelmiş kurumların ya da
Bir siyasal partinin yan örgütü durumuna
nedeni, çıkar ortaklığıdır.
kişilerin oluşturduğu birliktir.” Örgütlemek
düşmüş demokratik kitle örgütleri, öncelikle
Bu siyasi ortaklığa dönüştürüldüğünde,
ise: “Bir bütünün ögelerini teker teker ele
kendi üyeleri arasındaki bölünmeye neden
alarak, tutarlı ve kullanım amacına uygun bir kitle örgütünün yapısında ayrışımlar başlar. olur. Kitlesel birlik bozulur. Bu kitle örgübütün oluşturmak; teşkilatlandırmaktır.”
tünün, herhangi bir siyasal partinin güdüÖrgütün bağımsızlığı ortadan kalkar;
Bireyler ekonomik, toplumsal ve siyasal
münde, ondan direktif alması, onun siyasal
bir siyasi partinin veya grubun
alanda seslerini duyurmak, çıkarlarını korugörüşünü kitle örgütünde hakim kılmaya çamak ve geliştirip güvence altına alınmasını
lışması, kitlesel yığınlaşmayı önler ve yeni böyan kuruluşu olur.
isterler. Tek başlarına sorunların çözümü ve
lünmelere neden olarak, kitlesel birliği bozar.
demokratik merkeziyetçiliği zedelenir,
güvenceye alınma olanağı yoktur. Bu nedenEğer, demokratik kitle örgütlerine, siyasi
eylemleri başarıya ulaşmadığı gibi,
le ortak çıkarları olanlar bir araya gelerek
partinin işlevini yüklemeye ve o gözle görörgütlenirler.
meye çalışırsak, büyük bir yanılgı içerisine
örgütsel güveni ve saygınlığı gölgelenir
Ortak çıkarları doğrultusundaki örgütdüşmüş oluruz. Bunca deneyimin yaşanmalenmeye birkaç örnek verecek olursak: İşçi;
sına karşın, geçmişe dayalı olumsuzluklardan
Memur; Küçük Esnaf; Köylü; Gençlik; Meslek Odaları; Sanayi Odaları;
yeterince ders alınmazsa, sonumuz hüsran olur.
Ticaret Odaları; Coğrafi Temele Dayalı; Dinsel Temele Dayalı; Topluma
Kısaca: Demokratik kitle örgütlerinin yani, sendikalar, meslek odaDayalı, gibi örgütleri sayabiliriz.
ları, derneklerin işlevi bellidir. Kitle örgütlerinde bir araya gelmenin nedeni, politik ve ideolojik ortaklığı değil; ekonomik, sosyal ve demokratik
ortaklığıdır. Bu çıkar ortaklığı, siyasi ortaklığa dönüştürüldüğünde, kitDemokratik Kitle Örgütlerinin Özellikleri
le örgütünün yapısında ayrışımlar başlar. Örgütün bağımsızlığı ortadan
Kitle örgütü olmalıdır
kalkar; bir siyasi partinin veya grubun yan kuruluşu olur. Böylece örgüDemokratik olmalıdır
tün demokratik merkeziyetçiliği zedelenir, etkinlikleri, eylemleri başarıSınıfsal içerikli olmalıdır
ya ulaşmadığı gibi, örgütsel güveni ve saygınlığı gölgelenir.
Bağımsız olmalıdır
Bu olumsuzlukları gidermenin yolu ve yöntemi, kitle örgütlerinin
Demokratik merkeziyetçi olmalıdır.
işlevi ile siyasi partilerin işlevini birbirine karıştırmadan, örgütsel bağımsızlığın korunmasıdır.
Kitle örgütleri ile parti ilişkileri irdelenirken, “kitle örgütleri politiPir Sultan Örgütlülüğü
kayla uğraşmaz” anlamı çıkarılmamalıdır. Kitle örgütlerinin ekonomik,
Bilindiği gibi, dinsel temele dayalı yönetimler ve örgütler laik ve demoksosyal ve demokratik haklarının özü ve çözümü politikaya dayanır. Ayrat olamazlar. Ne kadar ilerici yanı olursa olsun, sınıfsal ve demokratik
rıca, tüm bireyi ve toplumu ilgilendiren temel hakların gelişmesine ve
mücadelenin önünde engeldir. Bilimsel olarak tanımı böyledir. Gerçeği
korunmasına çalışmak, örgütsel ve yurttaşlık görevidir. Belirlenen haklar ve çıkarlar tartışılacaktır, çözümü için kamuoyu desteğini almaya ve
de budur. Anadolu Aleviliğini bir din, mezhep, tarikat olarak değerlendisiyasal iktidarları ve partiler üzerinde örgütsel baskı oluşturmaya çalışıren ve böyle görüntü veren örgütler laik ve demokrat olamazlar. Pir Sullacaktır. Emek, demokrasi, barış, insan hakları, özgürlük gibi konuları
tan Abdal Kültür Derneği, Anadolu Aleviliğini “Din, mezhep, tarikat”
kendine ilke edinen ve içtenlikle uğraş veren siyasi partilerin etkinlikolarak görmüyor ve öyle değerlendirmiyor.
lerine, destek verilmesi doğru bir yaklaşımdır. Gerektiğinde, birbirleriPir Sultan Abdal Kültür Derneği, Anadolu Aleviliğini: Anadolu’da
ne yakın siyasi partiler arasında, eylem ve seçimlerde ittifak sağlamaya
uygarlık kurmuş olan toplumların oluşturdukları, ortak kültür mozaiğizorlanmalıdır. Bu etkinlikler ve uğraşlar siyasi partilere yamanma değil,
nin ürünü olarak tanımlar. Tanrıyı, doğayı ve insanı, iç içe kaynaştırademokratik haklarını ve baskı gücünü kullanmaktır.
rak, insan sevgisinde somutlaştırır.
Bu tür etkinlik ve çalışmalar yapılarken, değişik siyasi düşünceler
Diğer anlamda; Anadolu Aleviliğini: İslam’ın bir mezhebi olarak
birbirini dışlamadan, kendi düşüncesini egemen kılmaya çalışmadan,
değil, Anadolu’nun kültür ve inanç mozaiğinin özümleştirdiği kültür
karşılıklı hoşgörü içinde, demokratik kurallara uyarak yapıldığında,
ve yaşam biçimi olarak algılar. Uğraşlarını bu doğrultuda yönlendirir...
Anadolu Alevilerinin sorunlarının çözümünü, tek yanlı ele almayı değil;
hem kitle örgütünün bağımsızlığı korunur, hem de ilişkilerin sağlıklı oltoplumun ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel sorunlarıyla iç içe kaynaşmasına katkı sağlar.
tırarak ve bir bütün olarak çözümlemeyi amaçlar...
Demokratik kitle örgütlerinin üyeleri, bireysel olarak inandıkları
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, Aleviliği böyle tanımlamakta ve
siyasi partilere üye olma, üye olduğu partinin yönetimine gelme, hatta
değerlendirmektedir.
milletvekili olma gibi hakları en doğal haklarıdır. Bu tür uğraşlar, üyenin
Dinsel temele dayalı sivil örgütlerin tüzüğünde ve amaçlarında “Dedoğal hakkı olduğu gibi, yurttaşlık görevini de yerine getirmiş olmaktamokrasi, laiklik, özgürlük, insan hakları” yazılı değildir. Emperyalizme,
dır. Ancak, siyasi partilerdeki sorumluluğu ve işlevini, örgüt sorumlulufaşizme, ırkçılığa, şeriata, sömürüye karşı değildir. Oysa Pir Sultan Abğuyla ve işleviyle karıştırmadan ayrı ayrı sürdürmelidir.
dal Kültür Derneği’nin tüzüğünde ve amaçlarını belirleyen ilkeler prog18 Şubat 2007 tarihli bu yazı PSKAD Genel Merkezi’nin
ramında, bu konular açık bir şekilde belirtilmiştir. O nedenle, Pir Sultan
internet sitesinden alınmıştır: <www.pirsultan.net>
örgütlülüğü, demokratik bir kitle örgütüdür.
Demokratik Kitle Örgütlerinde Siyaset
Siyasi partilerin hedefi, iktidara gelip ülkeyi yönetmektir. Oysa, sendika
veya derneklerin böyle bir hedefi olamaz.
Ayrıca, siyasi partiler, toplumdaki bütün çelişkilere çözüm aramak
ve bu çelişkilere çözücü yolları göstermek zorundadır. Kitle örgütleri
ise, çelişkilerin bir bölümünün odaklaştığı örgütlerdir.
Bu görüş, yani kitlelerin mücadelelerini ekonomik çember içine hapsetmek demek değildir. Elbette, kitlelerin sınıfsal mücadelelerinde nihai
hedefleri, iktidar olmaktır. Kitle örgütleri bu hedefi gösterecekler, ancak
bu hedefe siyasi partiler yoluyla varılacağı bilincinde olmalıdır.
Bilindiği gibi, siyasi partiler, üyeleri arasında tam bir düşünce ve eylem birliği ararlar. Temsil ettikleri tabakaların en ileri ve militan kesimini öncelikle örgütlerler. Oysa sendika ve dernekler en geniş tabanı arayan ve örgütleyen kuruluşlardır. Siyasal düşüncesine bakılmadan, temsil
Mart 2007
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Sultanbeyli Şubesinin 22 Aralıkta Cemevine
Bir Tuğla da Siz Koyun adı altında yaptığı dayanışma etkinliğinden.
11
SERÇEÞME
ABF Yöneticilerinin Samimiyetsizliği
Av. Fevzi Gümüş
10 Şubat 2007-Cumartesi
11
-12 ŞUBAT 2007 tarihinde yapılacak olan Tüzük hükmü uyarıca
doğal üyesi olduğum ABF Danışma Kuruluna aşağıdaki gerekçelere dayalı olarak katılmadım.
Gündemin “Kurumsal işleyiş ve sorunlarımız” başlıklı maddesi, benim açımdan Olağanüstü Genel Kurul öncesi ve sonrası yaşanan olumsuzlukların tartışılmasına yol açabilecek bir gündem maddesi olmasına
karşın, bu süreçte mevcut ABF yönetimine karşı benimde içinde yer
aldığım alternatif liste çıkartanlara yönelik kullanılan “şer cephesi ve
darbeciler”, “genel kurmay-derin devletin adamları” gibi son derece
çirkin, ahlak dışı, Alevi edep ve terbiyesine aykırı, ‘çamur at izi kalsın’
türünden basit olumsuz kavramlar henüz orta yerde durmaktadır. Bu ifadelerin ABF Olağanüstü Genel Kurulu öncesi ve sonrası yaşanan sıcak
gerilimden kaynaklı olarak kullanıldığı bile hiçbir yerde söylenme ihtiyacı duyulmamıştır. Bu yönde gerekli soruşturma, yüzleştirme ve dahası
dar cemi yapılması talebi karşısında yönetimce gerçekle yüzleşmekten
‘sinsice’ kaçılmaktadır. Alevi hareketinin emektarlarına karşı kullanılan
bu çirkin, ahlak dışı ifadeler ve iftiralar düzeltilmedikçe, iftiracılar, söz
sahipleri hakkında gerekli soruşturma, kovuşturma, yüzleştirme, gerekiyorsa alevi hukukunun gerektirdiği cezalandırma yapılmadıkça ABF
üzerinden yaşanacak kurumsal işleyiş ve sorunların devam edeceği şüphesizdir.
Gündemin, “Aleviler ve Siyaset ilişkisi” başlıklı maddesi, Mersin’de
yapılan AABK ve ABF toplantısı basına açıklaması olarak yapılan açıklamalarda CHP-DSP gibi partilerden kontenjan talep edileceği; taleplerinin kabul edilmemesi halinde genel seçimlere bağımsız adaylarla girileceği görüşü dile getirilerek, ABF’nin tavrı kesinleştirilmiş bir biçimde
açıklanmış durumdadır. Basında çıkan bu minvaldeki haberler yalanlanmamıştır. Hal böyleyken, konu ilk kez ABF bileşenlerinin gündemine
getiriliyormuş gibi bir hava yaratılmak istenmesi, ABF’nin bileşenlerine
karşı samimiyetsiz bir tutum içinde olduğu, en azından alınmış ve kamuoyuna açıklanmış bir kararı, dikte ettirmek maksatlı olarak Danışma
Kurulu’nun gündemine yazdığı sonucunu doğurmaktadır. Ayrıca kendi
açımdan da 1.maddede özetlediğim çirkin, ahlak dışı, Alevi edep ve ter-
DÜŞÜNCE KARANLIĞINA IŞIK TUTANLARA NE MUTLU
HACI BEKTAŞ VELİ
İnandırılmak
Ali İhsan Doğan
Toplumların bilinci geliştikçe katliamların yerini siyasal baskılar almış,
katliamlar insanların düşüncelerine yapılmıştır. Amaç, insan beynini gereksiz bilgilerle doldurup, düşünemeyen, sorgulayamayan tek tip insan
yaratmak ve teslim almaktır. Hegemonyalarını sürdürmek için vakıflar,
dernekler, kurslar, basın yayın kuruluşları, zorunlu din dersi kullanılıyor. Bu olumsuz gelişmeler yaşanırken, kendi inancımızı irdeleyelim.
Alevi-Bektaşilikte aldatma ve kandırma, kadrolaşma yok. Zalime
boyun eğme yok. Biz yüzyıllar önce tanrıyı insanda bulduk. İnsan odaklı inanç sistemi geliştirdik. Kendi nefsimizi, terbiye etmeye çalıştık. Ahlakımızı düzeltmeye çalıştık. İnancımız gereği temiz toplum yaratmak
için katili, hırsızı, zina yapanı düşkün ilan ettik, toplum dışına ittik. Kişiyi yola alırken (ikrar verirken ) yaş sınırı koyduk. ‘Gelme gelme, dönme
dönme’ diyerek düşünme fırsatı sunduk. Bektaşi öğretisine insan sevgisini yerleştirdik. Gönlümüzü açtık, aklımızla birleştirip düşünce gücünü
ortaya çıkardık. Düşünen ve sorgulayan bir toplum yarattık.
Yolumuzun bir güzelliği de eleştiriye açık olmamızdır. Fakat bu zaman zaman dozunu aşarak araştırma yapmadan, yeterli bilgiye sahip olmadan eleştiri yapmaya varmaktadır. Yani sorgulamadan yargılamaktır.
Bu da Bektaşilikte bölünmelere ve kutuplaşmalara yol açmaktadır.
Çeşitli dernek, vakıf ve ocaklar ayrı faaliyet göstermekte. Oysa tarihimize, Anadolu erenleri Sarı Saltuk, Abdal Musa, Dede Garkın, Mahmut Hayrani, Hubyar Sultan, Karaca Ahmet, Pir Sultan Abdal şiirlerine
bakmak yeterlidir. Hepsi Hacı Bektaş Veli ye bağlıdırlar. Yani icazetlidirler. Şemsi Tebrizi’nin Mevlana’yı nasıl irşat ettiği biliniyor. Hacı Bektaş Veli merkez olmuş, bütün ocakzadeleri kendine bağlamıştır. Bu da
Bektaşiliğin gelişme sürecinde çok etkili olmuştur.
O tarihte Bektaşilikte bu kadar farklılaşmalar yoktu. Hacı Bektaş
Veli bugün yaşananları öngörmüştü ve bir de bedduası vardır.(*) O zaman
12
biyesine aykırı, çamur at izi kalsın türünden basit olumsuz kavramların
Alevi hareketinin emektarlarına karşı kullanılmasının altında yatan ihtiras da, 2007 yılında yapılacak Milletvekili Genel Seçimlerinde ‘tek ses’,
‘dikensiz gül bahçesi’ bir alevi örgütlenmesi görüntüsü verilmesi sureti ile mevcut ABF yönetiminden adı artık kamuoyunda açıkça telaffuz
edilmeye başlayan birkaç kişinin, ama asıl yurtdışı örgütlenmesinden
adı birilerince malum olan arkadaş çevresinin meclise taşınacağı yönündeki saf hayalden kaynaklanmaktadır.
Sonu hüsranla bitecek böylesi bir süreçte adımın kullanılmasını
istemediğim gibi, örgütsel bir yönetim görevimin de bulunmaması sebebiyle, Danışma Kurulu’nun uzun tartışmalarla ve müzakerelerle oluşturulduğu varsayılarak kamuoyuna sunulacak olan, oysaki daha önce
belki Köln’de bir televizyon bürosunda, belki Çankaya’da bir restoranda
yazılarak birilerinin diz üstü bilgisayarında kayıtlı bulunan sözde bir
bildirgenin nesnesi de olmak istemiyorum. Yani bu Danışma Kurulu’na
çağrılmamız anlamı da, daha önceden alınmış ve basına da haber olmuş
bir kararı, bizleri bir arka fon olarak kullanıp, kamuoyuna deklere etme
girişiminden başka bir şey değildir.
Ayrıca bu türden yapay, samimiyetsiz ve daha önemlisi gerçeklikten
kopuk süreçlerle Alevi Örgütlenmesinin gerçek ideolojik mücadelesinin
ve enerjisinin, potansiyelinin zaafa uğratıldığını da düşünmekteyim.
‘Siyasete müdahale’ adı altında daha evvel DBH-BP Sürecinde bir
benzeri denenmiş bulunan ve maalesef aynı kişilerce ‘Alevi Örgütlenmesini Bölme’ pahasına yürütülen bu gözü karalığı hak etmediğine inandığımdan da toplantıya katılmak istememekteyim.
ABF tarafından sıkça kullanılan “doğrudan temsil” kavramı da, siyaseten yanlış ve hiçbir temeli olmayan bir kavramdır. Siyasal literatürde,
böyle bir kavram bulunmamaktadır. Temsil ve doğrudanlık ilişkisi birbiriyle çelişirler. Ancak siyasal literatürde, “Temsili demokrasi” ve(ya)
“doğrudan demokrasi” gibi kavramlar kullanıldığı bilinmektedir. ABF,
siyasal literatürde bulunan ve birbirinin alternatifi olan bu iki deyimden
ilk iki sözcüğü alarak, yeni bir kavram uydurmuştur ki, bu kavramın hiçbir anlamı yoktur. Eğer kastedilen Alevilerin siyasette yer alması ise, bu
kavram hem Alevilerin siyasette yer alması prensibini karşılamaz hem
de yaratılan kavram kargaşası nedeniyle istenilen sonuca ulaşılamayacağı için Alevi toplumunda yeni bir hayal kırıklığı yaratılmasına neden
olur.
Neden toplantıya katılmadığımı soranlara ve ilgilenenlerin bilgisine
saygı ile arz ederim.
ki kervan hızıyla yolu bir günlük olanın bir yılda, iki günlük olanın iki
yılda, üç günlük olanın üç yılda, on günlük olanın on yılda bir gelip icazetlerini yenilemeleri gerekmektedir. Gelmediği taktirde ‘yediği haram,
yuduğu murdar, tacı delik, kendi murtattır’ der Hacı Bekaş Veli.
Durum böyleyken şimdiki ocak dedeleri, diğer toplum kuruluşları
neden Hacı Bektaş Veli Serçeşmede birleşmiyorlar? Veliyettin Efendimin birçok kere “Biz yol gösteririz, yönlendirmeyiz” dediğini duydum.
Ekonomik ve sosyal nedenlerden dolayı köylerimiz boşaldı. Köy
Enstitüleri gibi çalışan, büyüklerimizin ‘irfan mektebi’ dediği insan yetiştiren cemevlerimiz sürdürülemez oldu, etkinliğini yitirdi. Bu geleneği
geleceğe taşımak için tek umut sivil toplum örgütleridir. Bu örgütlerden verim alabilmek için tek çatı altında birleşilmelidir. Yolumuzdaki
sevgi ve hoşgörüye dayanarak, menfaati, siyaseti bir kenara bırakıp bir
merkez oluşturmak durumundayız. Aksi durumda farklı sesler ortaya
çıkar, benliğimizle çelişen fikirler üretilir. Bilinen Alevi-Bektaşi yolunu
nereye koyacağını bilemeyenler, Bektaşiliğin içinde tanrıyı kaybedenler,
türbana benzeyen bezlerle bacıların başını bağlayıp cem yaptıran dedeler görüyoruz. Bu farklı tanım ve yorumlar zenginlik anlamına gelmez,
aksine parçalanmaya yol açar. Bazı sivri uçların yada art niyetli insanlar
Alevi-Bektaşiliği bir tarafa çekmek isteyebilir.
Bunların ortadan kalkması için merkezi yönetim gerekmektedir.
Özellikle bu noktaya dikkat çekmek istiyorum. Bütün dernek, vakıflar,
federasyonlar bir noktada toplanırsa temsil hakkı konusunda hukuki açıdan güçlenir. Alternatif oluşturur. Alevi-Bektaşi felsefesini taşımayan
Alevi Din Hizmetleri adı altında faaliyet gösteren vakıf ve dernekleri
reddedebilme gücüne sahip olur.
Bütün evrensel değerleri içinde taşıyan yolumuzu geleceğe taşıyıp
toplumsal birlik için hizmet etmemiz gerekmektedir. Hatasız bildiğim
bu yol kolay kazanılmadı. Bu zamana kadar atalarımız canlarıyla kanlarıyla bedel ödediler. Oysa biz çok kolay tüketiyoruz. Gelecek bizden
hesap soracak bu iyi biline!
Saygılarımla
(*) Kaynak: Ali Celallettin Ulusoy, Hünkar Hacı Bektaş Veli ve Alevi Bektaşi
Yolu.
Sayı 27
SERÇEÞME
HÜSEYİN GAZİ KÜLTÜR VE SANAT VAKFI İLE HÜSEYİN GAZİ DERNEĞİ’NİN DÜZENLEDİĞİ
Ocaklar ve Dedelik Sempozyumu
Hasan Harmancı
H
ÜSEYİN GAZİ Kültür ve Sanat Vakfı ile Hüseyin Gazi Derneği’nin ortaklaşa düzenlediği “Anadolu Aleviliğinde Ocaklar ve
Dedelik Kurumu” sempozyumu 15-16 Aralık 2006 tarihinde Hacı Bektaş Anadolu Kültür Vakfı’nda yapıldı. Aleviliğin son dönem sorunlu
alanlarından biri olarak Ocak ve Dedelik sorunu bu alanda araştırma
yapan araştırmacılar, bilim adamları ve bazı ocakların dedeleri tarafından tartışıldı. Farklı disiplinlerden katılımcılarla gerçekleştirilen Sempozyumda on dokuz bildiri yer aldı ve Türkiye’nin her yerinden farklı
Ocaklardan yirmi dokuz dede konuşmacı olarak katıldı.
Piri Er’in “Anadolu Aleviliğinde Dedelik Kurumu ve Kentleşme Sürecinde Yaşadığı Değişim” ve Ali Yaman’ın “Değişen Ocak Sistemi”
konulu bildirileri ile başlayan Sempozyum dokuz ayrı oturum olarak
gerçekleştirildi.
Ayhan Yalçınkaya, “Eşitlikçi Dışlama Dedelik Soy ve Siyaset”; Ali
Yıldırım, “Ocakların Tarihsel Kökeni”; Yılmaz Soyer, “Bektaşilikte
Mürşid ve ‘Dedelik’, ‘Babalık’”; Ahmet Taşgın, “Buyruklarda Dedelik
ve Günümüze Yansımaları”; Cenk Üçer, “Tokat Örneğinden Hareketle Alevi Ocakları”; İbrahim Bahadır, “Sucaaddin Veli ve Ocağa Bağlı
Gruplar”; Ali Aksüt, “Tahtacıların Bağlı Oldukları Dede Ocakları”;
Dilek Kızıldağ Soileau, “Elif Ana; Gelenek Dışı Bir Ocak İcadı”; Hasan Harmancı, “Erkekler Dünyasında Bir Kadın: Sultan Ana”; Ömer Uluçay, “Nusayrilerde İnanç Önderleri”; Hamza Aksüt,
“Dede Ocaklarında Hiyerarşi”; Hıdır Temel, “Ocaklar ve Dedeler ile İlgili Güncel Bir Değerlendirme”; Gülağ Öz, “Sivrialan Köyünde Alevi İnançları; Ocaklar- Bektaşilik” gibi öne çıkan çeşitli
konular tartışıldı.
Sempozyumun ilk günü konuyla ilgili bildirilere yer verilirken, ikinci gün Ocakları temsil
eden veya ocaklar konusunda yetkin olan Dedeler yer aldı. Çoğunlukla kendi ocaklarının bağlı
olduğu soy ve şecereler üzerinde duran dedeler ellerindeki yeni bilgi ve kaynakları da aktarma
olanağı buldular.
Dedelik Kurumunun ve Ocakların durumlarının disiplinler arası bir çalışma ile gündeme taşınması kuşaklar arasındaki kopukluğun da gündeme alınmasına neden oldu. Ocak ve Dedelik
yapılarının yaşadığı sorunları tespit etmek açısından benzerinin bir süre önce Almanya’da da gerçekleştirilmiş olması ilginçti. Bu kadar yakın dönemde aynı konunun bilimsel yanıyla ele alınması, bu iki yapının yaşadığı sorunların önümüzdeki dönemlerde daha da tartışılacağını göstermektedir. Sempozyumun gelecek yıllarda da tekrarlanacağı düşünüldüğünde, kurumsal çeşitli zaaflar
ve sorunlarla ilgili bütünsel bir yaklaşıma ve çözüme gideceği belli olmaktadır.
Alevilik sorununun iki temel yapısal sorunuyla gündeme gelen konuların sadece bu iki alanla
sınırlı kalmaması ve farklı bilim disiplinleri tarafından bağlı sorunların gündeme taşınması, Alevilik kapsamındaki sorunların ve çözümlerin iç içe geçmiş olduğunu göstermektedir.
Özellikle Dedelik ile ilgili hazırlanan ve Dedelerin yanıtladığı on yedi sorulu form önemli
bir veri oluşmasına hizmet edecek özellikteydi; Ocaklarla ilgili beraatların, kurucu inanç önderlerinin, Ocaklara ait türbeler etrafında oluşan kültlerin, makamların, ne tür Ocak olduklarının
tanımlanmasının istenmesi, talip coğrafyalarının, söylencelerin, ocağın anlatıldığı şiir vb.lerinin
sorulması alana çıkmadan önce edinilmesi gereken ön bilginin toplanmasına, araştırmacıların alana hazırlıklı çıkmasına destek olacaktır.
Kitap olarak da hazırlanacak olan bütün çalışmalar ocakların dağılımı konusunda son dönemde
başlayan tartışmalara yeni boyut kazandıracaktır. Ocak dağılımı ve coğrafyalarının belirlenmesi
için son dönemlerde yapılan alan çalışmaları bu Sempozyuma taşınan boyutuyla da Aleviliğin hem
tarihle hem de veri karmaşasından kaynaklanan eksiklikleriyle yüzleşmesine veri sunacaktır.
Ocaklarla ilgili şecerelerin varlığına rağmen, yazılı kaynak sorunu yaşayan Alevi kültürünün sözlü geleneğinin ‘süren’ renkli ve canlı boyutu olan şiirle yaşaması ocakların kendilerini
Ehlibeyt’e veya Erdebil’e vb. bağlamaları için önemli ve vazgeçilmez kaynak olarak karşımıza
çıktı, bu Sempozyumda da. Neredeyse her Ocak’ın kendisi için söylenegelen şiirlerle kendine tarihi misyon, keramet, Seyit kökenli ve soy bağlantısı kurma çabasında olması sorunun tanımlanmasını zorlaştırmaktadır. Geleneksel Aleviliğin inanç ve kültür noktalarının şiir geleneğine bağlı
olarak ifade edilmesi ve şecerelerin güven vermemesi, doğru belge ve bilginin oluşmasına engel
olmaktadır.
Ocakların kendilerine övünç oluşturmak için talip sayılarını tam olarak bilmemeleri ve tahminlerle hareket ederek abartmaları, ocaklarına fazla keramet yüklemeleri ve Ocaklarını tarihsel
bilgi olarak yanlış sunma çabaları verimliliğin düşmesine neden oldu. Dedelerin hâlâ kendilerini Ehlibeyt’e bağlama çabaları yanında bir kısmının da Şaman gelenek ve kökene bağlı olarak
kendilerini ifade etmeleri ‘öğretilmiş’ bilgi ile hareket ettiklerini göstermektedir. Ortak bir nokta
yakalayamamaları ve Sempozyumda Ocakların kuruluşu ile ilgili bildirilerden çok da etkilenmediklerini gösterdi. Halbuki bu konudaki bildiriler bir anlamda verili bilgileri, yanlışlarını ortaya
koyan ve çürüten içeriklere sahipti. Alevilerin asimilasyondan nasıl etkilendiğinin en açık görüldüğü koşullar bir yönüyle de bu dedelerin bilgi alanında ortaya çıktı.
Öte yandan kadınların Alevilik içindeki önderlik vasıflarının göz ardı edilmesine karşın “Ana”
unvanlı “Kadın Dedelerin” bu Sempozyum’da gündeme gelmesi ve ilgi görmesi yeni çalışmaların
önünü açacak özellikteydi. Elif Ana ve Sultan (Battal) Ana gibi kadınlara ait yaşayan örneklerin
sunulması Dedelik ve Ocak anlayışlarının görünen ve bilinenler dışında “yeniden değerlendirilmesi” için açık kapılar yarattı.
KELİME ATA
Alevilerin İlk Siyasal Denemesi
(Türkiye) Birlik Partisi
ISBN 975-10109-0-2
13 x 19,5 cm boyutunda 352 sayfa
Kelime Yayınevi, Ocak 2007
Tel: 0312.231 4209
Kitabın Arka Kapak Tanıtım
Yazısından
Kırk bir yıl önce bir grup zengin Alevi, Alevilerin ilk siyasal denemesi olan Birlik Partisi’ni
kurdu. İlk genel başkanı istihbaratçı Emekli
General Hasan Tahsin Berkman’dı; sadece
Berkman değil, üç kurucu daha asker kökenliydi. Milli Birlik Komitesi üyesi Sıtkı Ulay’dan,
Alaattin Kıral’a, Sadettin Süataç’tan, Celil
Gürkan’a ve Lütfü Gezer’e kadar çok sayıda
emekli subayın politika yaptığı Birlik Partisi,
on dört yıllık siyasi ömrü boyunca üç genel
başkana sahip oldu; üç kez programını değiştirdi. Sağ eğilimli bir yapıda başladığı siyasi
yolculuğu, demokratik sol çizgiyle devam etti,
1980’lerin sonuna doğru sol örgütlerin yuvası
oldu [...].
İç çalkantıları hiçbir döneminde bitmedi,
sayısız bölünmeye uğradı hatta kendi içinden
bir parti doğdu. Devrimci Alevi gençleriyleAlevi dedelerin iktidar savaşlarına sahne oldu,
Hacı Bektaşi Veli’nin efradı kabul edilen Ulusoy ailesiyle siyasi kan davası yaşadı. CHP’nin,
gerçekleştirdiği operasyonlarla güçsüzleştirdiği parti, devlet tarafından Alevilerin oyunu
soldan koparmak üzere kurdurulduğu ithamından kurtulamadı.
Alevilerin siyasete müdahale etmesi gerektiğine dair tartışmaların olanca sıcaklığı
ile devam ettiği şu günlerde, (Türkiye) Birlik
Partisi, anımsanması gereken bir deneyim.
Türkiye’deki siyasal yaşamı derinden etkileyen, Alevilerin kimlik mücadelesine siyasal
öncülük eden (Türkiye) Birlik Partisi deneyimiyle ilgili bugüne kadar hiçbir akademisyen
ya da araştırmacının çalışma yapmaması ya da
yapamaması ise düşündürücü. [...]
13
SERÇEÞME
YAZARIN SORUN POLEMİK DERGİSİNİN 22–24 SAYILARINDA YAYINLANAN UZUN ÇALIŞMASINDAN ALINTILAR
Dersim... Dersim…
Sırrı Öztürk
B
U YIL altıncısı düzenlenen Munzur Kültür
ve Doğa Festivali’ne katılma kararı alırken
[…] iki konuyu ya da özlemimizi üst üste çakıştırmayı denedik.
Birincisi, bu festivale katılmak, Sorun Yayınları Kolektifi’nin üretmiş olduğu kitap ve dergi
faaliyetlerini bölge halkının yakından tanımasına imkân vermek, okurlarımızla canlı diyaloglar
kurmak, yörenin havasını teneffüs etmek, tarihsel-kültürel önemi olan yerleri bizzat gözlem
yaparak görmek, insanımızın ne yiyip içtiğini,
yüreğinin nasıl çarptığını yakından öğrenmek,
eleştirilerini dinlemek, onlardan da öğrenmek,
vb. gibi siyasî amaçlı duygu ve özlemlerimiz olarak sıralanabilir.
İkincisi, 120 yıl önce bu bölgeden göç eden
Apo Memed Dedemin doğup büyüdüğü köyü,
yöre insanlarını görüp gecikmiş bir hasreti gidermek gibi, kişiselliği ağır basan bir özlem olarak
özetlenebilir. […]
Dersim, yalnızca bugünkü değiştirilmiş adıyla Tunceli ili sınırlarıyla anılmıyor. Kuzeyinde
Erzincan’ın, doğusunda Bingöl’ün, güneyinde
Malatya’nın, batısında ise Sivas’ın (Koçgiri) bazı bölgelerini de içine
alan bir coğrafyanın adıdır Dersim. Bölge halkı İslâmiyet’e ve Arap
adetlerine muhalefet eden Kızılbaş kültürel geleneğinin insanıdır. […]
Dersim; halk hareketleri, isyan-başkaldırıları ve halkının dili, inançları, kültürel gelenekleri, mitolojik zenginliği, tarihi, iklim ve coğrafyası, dağı, taşı, suyu, şelalesi, bitki örtüsü, ormanı, hayvanları, öyküleri,
destanları, türkü ve şarkılarıyla ayrıntılı ve çok yönlü irdelenmeye değer
bir bölge.
Dersim tarihi denilince akla hep gözyaşı, acı, çile ve kan geliyor. Bölgede her hanenin birkaç ölüsü ve onulmaz acılarla dolu öyküsü var. […]
Dersim halkı, Anadolu’da çeşitli uygarlıklar kuran halklardan Ermenilerin toprakları üzerine, göç ederek yerleşmişti. Tehcire kadar
uzun süre de birlikte yaşamışlardı Ermenilerle. Bölgede Ermenilere
ait mezar, ev ve kilise kalıntılarına rastlanmaktadır. Bu kalıntılar, çoğunlukla taşlarından yararlanma ya da define saikiyle tahrip edilmiştir.
Dersim’de ki pek çok köy, dağ, su, dere, köprü isminin kökleri çoğunlukla Ermenice’dir. […]
Büyüklerimizden bizlere aktarılanlara baktığımızda Aile Kolektifimizin ilerici ve devrimci geleneklerini, anne tarafımızdan gelen
Havva Ana ile Eşkiya Apo Memed’in hayatı varlığımızı daha çok biçimlendirmiştir. Apo Memed’in (dedemizin) yedi kardeş olduklarını,
ticaret kervanlarıyla Halep ve Şam’a gidip geldiklerini, onların da ‘eşkiya yatağı’nda silahlı olduklarını, bir müsademede kardeşlerden birinin
ölmüş olduğunu, ölen kardeşin karısı Leyla’ya öteki kardeşlerin sahip
çıktığını, vb. öyküleri büyüklerimizden dinlemiştik. Eşkiya Apo Memed, Dersim Ovacık İlçesi Mıkıko köyünden (şimdiki adı, Eğri Kavak)
geliyor. Anılan köy günümüzde tamamen yakılmıştır. Dedem bir kısım
bölge halkıyla birlikte 1890–1900 yıllarında (kesin tarih kaydı yok)
Erzurum Aşkale Taşağıl Köyü’ne göç ediyor. Dedem ve Nenem kendi
aralarında Dersimîce konuşurmuş. Eşkıya Apo Memed, neden ve hangi gerekçelerle göç etmişti? Veya göçe zorlanmıştı? Eşkıyalık mesleğini
neden seçmişti, neden bırakmıştı? Neden çobanlıkta karar kılmıştı? Hiçbir zaman toprağı ve mülkü olmadığına göre emekçi halklardan yana
ve belki de İnce Memed türünden bir konuma sahipti. Hayatın şu garip
cilvesine bakın ki, 1923’den sonra Dersim-Ovacık-Mıkıko köyünden
Aşkale’nin bir Kürt-Alevi karışımı köyüne göç eden toprak ağası, mütegallibe, halk düşmanı Yehmo Ağa neden ve hangi vukuatından ötürü
Eşkıya Apo Memed’ten “ne olur, ben ettim sen etme, canımı bağışla!...”
diye yalvarıp diz çökmüştü? Köyümüzün yaşlı kuşaklarının aktardığı
anlatımlar dışında ayrıntılı bilgilerle bu süreci bir türlü öğrenemedik.
Eşkıya Apo Memed’in çeşitli tüfekleri, kamaları, eşkıyalık mesleğinin
gümüş kakmalı alet ve edevatları nasıl da kapanın elinde kalmıştı? Yoksulluk, yoksunluk ve öksüzlük ailemizin belini bükünce bu soruların da
tutarlı bir cevabını alamıyorduk. O günün koşullarına göre de “ateist”
sayılan babam neden Molla (Melle) olmuştu?
Ailemiz, inkâr, imha, göç, göçe zorlama şartlarında Dersim’den
Aşkale’ye geldikten sonra da, Osmanlı-Rus Harbinde tekrar göç et-
14
miş, Tokat, Dersim ve Çorum’a gitmişti. Savaşın
sona ermesiyle, tekrar Aşkale, Taşağıl köyüne
gelmişlerdi. Sırasıyla Taşağıl, Saptıran, Pırnagapan köylerinde topraksız, mülksüz bir aile yaşamı içindeyken babam Mehmed, Anam Ayşe’den
olma tam on bir çocuk dünyaya getirmiş. Babam
da cömert ve fukaraydı. Haddinden fazla da diyergâm biriydi. Anam, 13 yaşında iken 55 yaşındaki babama üçüncü eşi olarak kocaya gitmiş
(verilmiş)ti. Anamın 27 yaşında dul ve kimsesiz
kalışı, on bir çocuktan beşinin ‘doğal seleksiyon’
ölüşü, altısının binbir sıkıntıyla bakımı, bütün
bunlar bizlerin düşünce-davranış çizgilerimizi
biçimlendiren etkenler idi.
Apo Memed Dedemin, babamın ölümünden
sonra, göçtüğümüz, daha doğrusu sığındığımız
Erzurum’a anamı ve torunlarını görmeye gelirken
kendisine yapılan bir hakaret sonucu kalp krizi
geçirip ölüşü, cenazesinin belediye tarafından (sahipsizce) kaldırılışı, Nenem’in, Babam’ın ölümü,
Erzurum’daki toprak ağalığına dayanan sömürü
ilişkileri, bölge insanının işsiz, yoksul ve çok korkunç bir baskı ve sömürü altında yaşamış oluşu,
Osmanlı sonu oluşan Cumhuriyet rejiminin de köklü yapısal değişimler yapmadan sosyo ekonomik yapıyı aynen koruyup kollaması, dahası
“devlet eliyle kapitalist yetiştirme” politikası, Gorki’nin Ana’sını aratmayan Ana’mın olağanüstü fedakârlığı,10 Eylül 1920 Bakû’de yapılan I.
Şark Milletleri Kurultayı’na ve Erzurum Kongresi’ne katılan öğretmen
Mehmet Fikri Saygın’ın (Babamın Medrese arkadaşı ve vasiyeti üzerine Aile Kolektifimiz’e bakmakla görevli) bizleri okutmak için insanüstü
çabası, 1936’da kabul edilen “Soyadı Kanunu”na göre irademiz dışında
soyadımızın “Öztürk” konuluşu, öksüzlüğümüz, Dedemin, Nenemin,
Babamın ne bir mezarına ne de bir fotoğrafına sahip oluşumuz, savaşlarda, seferberlikte kaybolan aile fertlerinin akıbetinin bilinemeyişi, bizi
vareden topraklarla buluşup insanlarımızla diyaloga giremeyişimiz, vb.
binbir etken Aile Kolektifimiz’in hamurunu yoğurmuştur.
1950 yılında bir gazeteye ilan vererek ailemizin varsa akrabalarını-köklerini ve seferberlikte, göç sırasında kaybolan Anamın ve Ezem
Nenenin anlatımlarına göre ise kaçırılan kardeşleri Fatma’nın akıbetini
soruşturduk. Bu ilandan hiçbir olumlu cevap alamadık. Fatma Ezem güzelliği ile tanınırmış. O dönem Türkiye’nin nüfusu 30 milyon. Gazete
okuma oranı da yüzde 1–2 civarında. İlanımıza olumlu cevap alamayışımızın sebepleri malum. Bizzat yöreye giderek araştırma-soruşturma
yapacak maddî imkânlara da sahip değildik. Yine o dönem radyodaki
“kayıp ilanları”na başvurduk, Oradan da olumlu bir cevap alamadık.
İşin ilginç yanı o dönem evimizde radyo da yoktu. Komşuların radyosunu dinliyorduk arada bir. Fukara Anam son demlerinde dahi, yakınarak
kardeşi Fatma’yı anıyordu… […]
Rayber ve Rayberlik Kurumu
Sözcüklerde Rayber: Dinî yol gösterici, yol açan olarak kullanılıyor.
Dersim üzerine yazılan hemen hemen bütün anı, roman, şiir, inceleme
ve araştırma kitaplarında bir “Rayber” tipolojisine rastlanır. Bölge halkı
bir zamanlar yaygın biçimde “Rayber” ismini çocuklarına verirlermiş.
Osmanlı’nın Dersim’e uygulayageldiği baskı, terör, kırım ve kıyıcılığı
artırılarak Cumhuriyet dönemine aktarılmış. TC Devleti’nin de devlet
tekelci kapitalist dönemine evrilmesi aşamasıyla birlikte, bölge halkını içinden vurmak, zayıf düşürülmüş karakterli kimseleri para ve altın
karşılığında kullanmak düşüncesi hâkim bir uygulama olarak varlığını
korumuş. Bu uygulama yeni nitelikler kazanarak sürdürülmüş. Özellikle 1938’deki kırım ve katliamlarda Seyyid Rıza, Seyyid Hüseyin ve
Alişer’lerin öldürülmesi gibi olaylarda “Rayber” isimli birinin Ocağına,
aşiret, inanç, kült ve kültürel geleneğine karşı ihbar, jurnal, ispiyon ve
adı ne olursa olsun Kızılbaşlık birikimlerine aykırı kullanılmasıyla birlikte artık bu ismi hiç kimse çocuklarına koymamaktadır. […]
Dersim’e eşim ve ben, bölge halkından “mihmandar” bir yol arkadaşım ve eşi ile birlikte gitmiştik. […] Arkadaşım ilerici, demokrat ve
dürüst bildiği bazı kimselere bendenizin hayat öyküsünü, hapishane deneyimimi, işimi, iyi niyetlerle de olsa bazı abartılarla anlatmadan edemi-
Sayı 27
SERÇEÞM
ERÇESME
yordu. Özellikle de “Mahir, Ulaşlarla hapis yatmıştır...” gibi anlatımları
Bölge’de aleyhte yankı yapabilecek ölçüye varabilirdi. Eşi ise, Kadın-Ata
kültünden olsa gerek, daha gerçekçiydi. Kocasına itidal ve denge tavsiye
ediyordu. Sık sık, “zevzeklik insanın başına iş açar” uyarısında bulunmaktan edemiyordu.
Bölge halkı yüzlerce yıllık deneyimiyle dikkatli ve dengeli olmayı
yeğliyordu. “İç Savaş” yaşamıştı son olarak... Hâlâ da askeri timlerin,
helikopterlerin, savaş uçaklarının, namluların ucundaki demokrasimizde ‘nasıl ayakta kalabilirim’in kavgasını veriyordu. Kuzeyli Kürtlerin
ve Dersimlilerin, özellikle de yoksul köylülüğün, emekçilerin ekmeğini
kazanırken nelere katlandığını, ne yiyip içtiğini, hangi şartlarda üretim
yapmaya çalıştığını herkes bilemez. […]
Tunceli’de bir parkta oturuyoruz. “Bu parkın adı nedir?” sorumuza bölge halkı “İsmet Paşa Parkı” dediğinde, bu ismin parka verilişini
yadırgadığımızı hissettiriyoruz, fakat halk temkinli, “tahrik” dolu eleştirimize hemen cevap vermiyor, gülümseyerek, sağına soluna bakarak
cevap vermeyi yeğliyor. Bölgenin tüm sokak, cadde, okul, meydan,
park, hastane, vb. resmî ideolojinin ve resmî tarih anlayışının uzantısında isimlendirilmiştir. Çoğu Ermenice ya da sonradan Dersimce konulan
köy, mezra, dere, geçit, mağara isimleri de öztürkçeleştirilmiş...
Öztürkçeciliğin büyük bir zevkle tadını çıkaranların hâkimiyetindeki bir bölgede elbette şaka yollu da olsa asla zevzeklik yapamazsın.
“Eline, Diline, Beline Sahip ol!” öğretisine sahip olamazsan, “Rayberlik
Kurumu”nun işbaşında olduğunu unutursan, başına iş açarsın!.. […]
Kadın-Ata Geleneği’nden Üç Örnek
Bir yandan Arap İslâm’ın, bunun üstüne Osmanlı’nın, bunun da üzerine TC Devletinin Kızılbaşlık geleneği üzerine sistemli biçimde uygulayageldiği baskı, terör, kuşatma, kıyım ve kırımlar Dersim’deki KadınAta geleneğinin etkisini kırmayı denemiştir. […]
Ovacık’ın kırsalında ve bazı köylerinde Kadın-Ata geleneğinin uzantılarını aradık. Bulduğumuz örneklerden biri Mıkıko köyü yıkıntılarının
yanıbaşındaki yaylada 85–90 yaşlarındaki karı-koca örneğinde ortaya
çıktı. Kadın-Ata âdeta bir heykel gibi dimdikti. Uzun boylu ve soylu
Kızılbaş geleneğinin bir parçasıydı. Kızılbaş Ana-Ata’larla karşılaştığımızda ellerinin içi ve omuzları öpülüyor (niyaz ediliyor)du. Kızılbaş
Ana-Ata kadınlarımızdan özellikle 1938’i dinledik. Sorunlarını öğrendik. Böyle bir karşılaşmada “mihmandar” yol arkadaşımıza (ki ağır şaka
yapmasını sever) bizlerin kim olduğumuzu sorduklarında: “Bunlar Tırkî
(Türk)” dediğinde uzattıkları ellerini hemen geri çekmiş bizlerle tokalaşmamışlardı. Dersimceyi bilmeyişimiz “mihmandar” arkadaşımızın
muzipliğini kolaylaştırmış ve zor bir sahnenin yaratılmasını tetiklemişti.
Sonradan kimlik ve kişiliklerimizi ve aile kolektifimizin 120 yıllık serüvenini anlatınca sıkılmayan eller daha sıcak bir kabule dönüşmüş birbirimize sarılmış, kucaklaşmıştır. Kadın-Ata örneğindeki Ana’lar gözyaşlarını tutamamıştı. “Bize otuzsekizi hatırlattınız. Yaralarımız derindir. Sen
bizim aşirettensin. Koçgirilisin. Sen bizim Alişer’imizsin. Ne iyi ettiniz de
geldiniz. Lisanımızı konuşamasanız da simanızdan (cemalinizden) bellidir. İyi ki kendinizi korumuş, bu günlere gelmişsiniz” diyen Kadın-Atalar
ile bizim hanım (eşim, hayat arkadaşım) da kırk yıllık Kızılbaş gibi kaynaşmış gözyaşı selinde kucaklaşıp hemhal oluvermişti.
İkinci Kadın-Ata örneğini torunu dünyaya yeni gelen yoksul bir
emekçinin evinde görmüştük. O da heykel gibi duruyordu. Dışarıda
40–45 derece sıcaklık vardı, fakat O mahalli giysileri içinde çok rahat
ve gururluydu. Hane’nin direği ve sözü geçeniydi. Geleneklerin durumu
hakkında pek az şey konuştuk. Giyim ve kuşamı dışında, görsel malzemelere hayranlığımız dışında konuya derinliğine giremedik. Torununun
doğumunu kutladık, görevimizi yerine getirdik ve Hane’sinden ayrıldık.
Üçüncü Kadın-Ata örneğini yılın altı ay yazını Ovacık kırsalında,
altı ay kışını İstanbul’daki oğlunun yanında geçiren bir Ana’da gördük.
Ovacık’a gelir gelmez Kadın-Ata giysileriyle kurum kurum kuruluyordu. Kendisini bu türden giysiler içinde çok daha rahat hissettiğini söylüyordu. […]
Arap İslâm-Kızılbaş Karşıtlığı
[…] Munzur Baba’yı ziyaretimizde, O’nu anlatan kocaman tabeladaki
Türkçe-İngilizce sunumları okuyunca çok irkildik. Munzur Baba, yok
şöyle yapmış da… Okuyup üflemiş de… Kâbe’de sıcak helva yedirmiş
de… türünden sunumlar Kızılbaşlığın kültü ile ters orantılıdır. Kızılbaş-
Mart 2007
lığın kültü ilerici, iyimser, dinamik ve yaratıcı bir yöntemle (Marksist
yöntem) yorumlanmadığı/yorumlanamadığı koşullarda mistisizm, Arap
İslâm ve Devlet bu alana kama sokup gerici-idealist yorumlarla bizim
insanlarımızı uyutmak istemektedir. Bu takdirde Kızılbaş ve Anadolu
Aleviliğinin egemen olduğu yörelerdeki köylere cami yaptırılması, zorunlu din dersi okutulması ve Cemevi kurumsallaşmasına karşı girişimler-saldırılar geri püskürtülemeyecektir. […]
Kızılbaşlık ve Anadolu Aleviliği, tarihsel seyri içinde kendi ürettiği araçları doğrultusunda hareket etmiştir. İnanç, kültür ve geleneklerinin günümüze kadar taşınmasında “Dedelik Kurumu” önemli bir rol
oynamıştır. Bu kurum aynı zamanda ve doğallıkla sınıflı toplumlardaki
sömürü ilişkilerini de bağrında taşıyagelmiştir. Kapitalist yabancılaşmadan önemli oranda etkilenen “Dedelik Kurumu” geleneği de bazı istisnaları dışında yozlaşmıştır. […]
Söylemek zorundayız: Babaî’ler, Hacı Bektaş’lar ve Pir Sultan’lardan
süzülüp gelen inanç, kültür, gelenek ve erdemler günümüzdeki
“Dede”lerde yoktu. Yeni nesillerin de “Dede”lik geleneğine bir ihtiyacı
yoktu. […]
Kızılbaş Batınî kült ve geleneğine olan süregen saldırı ve katliamlar karşısında kimileri susmayı tercih etmiş, kimileri korkmuş, “biz de
müslümanız” diyerek bilinçli karşı koymayı göze alamamıştır. Resmî
din saldırıları karşısında “Öz-Müslüman” savunuculuğuna soyunmuş
Kızılbaş aydınlar, bu türden “arguman”larıyla tarihsel-sosyal-kültürel
haklılıklarını bir türlü savunamamıştır. […]
Alevi topluluğunun örgütlü sözcüleri şunları dile getirmektedir:
“20–25 milyon bir topluluğuz. Siyasî bir parti olarak öne çıkmayı
şimdilik düşünmüyoruz. Toplumsal bir hareket yaratmayı düşünüyoruz. ‘Laik, demokratik, özgür bir cumhuriyet için’ yola çıkıyoruz.
Yalnızca Alevi-Bektaşi topluluğunu değil, emek eksenli solu da yanımıza almayı amaçlıyoruz. AB’yi savunuyoruz. Köyümüze cami yapılmasını istemiyoruz. Din derslerinin okutulmasına karşıyız (kimi
ABD yanlısı Alevi sözcüleri ise, Alevilerin de Sünniler gibi Diyanet
İşleri Başkanlığında bir masa ile temsil edilmesini, yardım almasını
ve okullarda Aleviliğin de din derslerinde okutulmasını talep etmektedir). Cemevlerimizin de Cami statüsünde olmasını, su ve elektrik
paralarının devlet tarafından karşılanmasını, vb. talep ediyoruz...”
Bu ve daha onlarca talepleriyle öne çıkan Alevi kuruluşları, tıpkı
Sol’un içine yuvarlandığı anlamsız yarım-aydın tartışmalarına benzer
biçimde kendi aralarında kıyasıya tartışmaktadırlar. […]
Alevi kuruluşlarından bir sorumlu şu özeleştiriyi yapıyor:
“Biz, 10 milyonluk oy kütlemizle sandığı protesto etmiştik. Oy vermediğimiz için gerici AKP’nin iktidar oluşundan bizler de sorumluyuz. Bu sefer toplumsal muhalefeti emek eksenli bileşimlerle buluşturup iktidara gelmeyi amaçlıyoruz. Şu aşamada siyasî partileri ve
öteki kuruluşları etkilemeyi düşünüyoruz. Siyasî parti kurmayı şu
aşamada düşünmüyoruz. Gerektiğinde böyle bir adım atılmasından
da geri durmayız...”
Bu türden gerekçelerle kurumsal gelenekler yaratılması düşüncesi ve
olayı da elbette siyasetle uğraşmak anlamına gelir. Alevi örgütlerinin
anılan temelde ve doğrultuda çeşitli istişari toplantılar yapması, kurultay
ve konferanslar düzenlemesi, radyo, TV, basın-yayın faaliyetlerinde bulunması, aralarındaki bitmez tükenmez tartışmaları nispeten telif ederek
belli ilke ve amaçlarla bir araya gelişi, onlar açısından “ileri” bir aşama
ve süreçtir. […]
Kızılbaşlık inanç ve kültürleri, her türden otoriterliğe karşı ve “düzen
dışı” olarak nitelenen isyan, başkaldırı ve ayaklanma, ayrıca hak arama
geleneklerini bağrında taşımaktadır. Sömürücü sistemlerin, resmî İslâmın ve sözde laiklerin Kızılbaş Batınîliği “boy hedefi” yaparak saldırmasının temel nedeni budur. […]
Kısaltan: Esen Uslu
Köşeli parantez içinde üç nokta
dergimizde aktaramadığımız bölümleri belirtmektedir.
Yazının tümünü okumak isteyen canlar,
Sorun Polemik dergisinin internet sitesine
başvurabilir: www.sorunpolemik.net
15
SERÇEÞME
Ebuzer Giffari
Veliyettin Ulusoy
E
BUZER Müslümanların yitik vicdanıdır. Kim ki yitirdiği
sosyal adalet duygusunu aramak isterse karşısına Ebuzer
çıkmaktadır. Emperyalizmin ve kapitalizmin bizi parça parça ettiği anlam dünyamızda, gerçekten uzaklaşmış inancın,
tekrar gerçeği bulmak için her geçen gün Ebuzer ve benzerlerine ihtiyaç duyuyoruz. İşte bu noktada hakkı ve sabrı tavsiye eden ve
taviz vermeyen duruşuyla yolumuzu aydınlatıyor.
Ne yazık ki İslam tarihinde Ebuzer’in yaşamı karanlıkta kalmıştır.
Bu gün sadece Alevi-Bektaşi cemlerinde ve pek az bölgede bilinmektedir. Cemlerimizde yaşar ve semahın piri olarak kabul edilir. Kırklar’dan
birisidir, on yedi kemerbestler’dendir.
Ebuzer sosyal adalet ve paylaşımı esas alan düşünceyi sembolize
eder.
Kimdir Ebuzer?
E
BUZER Giffar kabilesindendir. İslam’ın zor ve sıkıntılı dönemlerinde Müslüman olmuş beşinci kişiydi.
Peygamberi duymuş, merak etmiş ve kardeşi Üneys’i Mekke’ye göndermişti. Üneys döndüğünde verdiği cevaplar kendisini tatmin etmemiş,
bizzat kendisinin Mekke’ye gitmesine karar vermişti.
Kardeşi Üneys:
– Tamam. Ancak kavminden sakın. Çünkü onlar o adama düşmanlık
yapıyorlar. O’na karşı buğuzlu, kindar ve kötüdürler.
Ebuzer uzun ve zahmetli bir yolculuktan sonra Mekke’ye ulaştı.
Mescide gidip Peygamberi aradı. Ancak onu göremediği gibi, onunla
ilgili bir şey de duymadı. Çaresiz mescitte güneşin batmasını bekledi.
Gece herkes uyudu. Bu arada Ali tavaf için içeri girdi. Mescidin köşesinde zayıf, uzun boylu, siyah sarıklı, yırtık abalı bir adamın oturduğunu
görünce yanına gelip sordu:
– Sanırım yabancısın
– Evet
– Benimle gel.
Ali ve Ebuzer yola koyuldular. Ebuzer ondan bir şey sormadı. Ali de
bir şey söylemedi. Eve vardılar. Ebuzer geceyi orada geçirdi. Sabah peygamberi aradı ve tekrar mescide geldi. Ne kimse ondan bir şey soruyor,
ne de o kimseden bir şey duyabiliyordu. Akşam yine eski yerine gidip
uzandı. Uyumayı beklerken Ali yine önünden geçti. Onu görünce durdu
ve:
– Hâlâ evini tanıyamadın mı? Benimle gel gidelim.
Ali onu yerden kaldırdı ve birlikte sessizce eve gittiler.
Ali misafirini üçüncü gecede evine götürdü. Ebuzer yine sessizdi.
Sonunda, Ali sordu:
– Ne iş yaptığını ve seni bu şehre getirenin ne olduğunu bana söylemeyecek misin?
– Eğer kimseye söylemez ve bana yol göstereceğine söz verirsen söylerim.
– Peki tamam.
– Burada bir adamın peygamberlik iddiasında bulunduğunu duydum.
Kardeşimi onunla konuşması için gönderdim; ancak döndüğünde işime yarayacak bir haber getirmedi. Kendim onunla görüşme kararı
aldım. Fakat ne onu tanıyorum, ne de onu sormaya cesaret edebiliyorum.
– Kimsin ve nerelisin?
– Adım Cündep-i Cünede, künyem Ebuzer’dir. Giffar kabilesindenim.
– Kurtuluşa erdin, O peygamberdir. Ben şimdi onun yanına gidiyorum. Sen de peşim sıra gel ve dikkatli ol. Nereye girersem sen de
gir.
Ali ve Ebuzer gece karanlığında yola düştüler. Ali, Safa yakınlarında
bir evin kapısının önünde durdu. Ve birlikte içeri girdiler.
Ardından Peygamber ve Ebuzer arasında farklı konularda konuşmalar oldu. Bu konuşmalar Ebuzer’i tam manasıyla tatmin etti ve Müslüman oldu.
Peygamber.
– Ebuzer, bu konuyu gizli tut ve memleketine geri dönüp kavmine
tebliğde bulun, çünkü ben bunların sana zarar vereceklerinden korkuyorum. Ne zaman ortaya çıktığımızı haber alırsan, o zaman gel.
Bu ilk tanışma Ebuzer’in dünyasında bir dönüm noktası oldu. Peygamber yaşadığı müddetçe hep yanında oldu, onun sevgi ve güvenini
kazandı. Orada olgunlaştı ve pişti. Düşüncelerinden ve öğrendiğinden
hiç taviz vermedi, korkusuzca doğruyu ve sosyal adaleti savundu. Hak-
16
sızlıklar karşısında susmadı, bu yüzden halife Osman tarafından çöle
sürgün edildi ve orada öldü.
Peygamberden sonra hep dostu Ali’nin yanında oldu. İlk iki halife
döneminde Ebuzer’in Ali gibi sessizliğini koruduğunu görüyoruz.
***
BUBEKIR’İN ölümünden sonra hanımını ve kızını alıp Şam’a gitti. Şam’da bir gün mescitte oturmuş, halk da etrafında halkalanmış,
sohbet ediyorlardı. İçlerinden biri:
– Ey Ebuzer, sen de Bahreyn Emiri olan Ebu Hureyre(1) gibi bir makama gelmeyecek misin?
Ebuzer:
– Emir olup da ne yapacağım? Bana her gün biraz su ya da süt ve
haftada bir ölçek buğday yeter.
Bir diğeri:
– Ömer’in Ebu Hureyre’ye ne yaptığından haberiniz var mı?
Diğerleri:
– Hayır.
– Ömer onun servetini hesaplayıp ona, “Seni Bahreyn’e göreve gönderdiğimde bir çift terliğin yoktu, şimdi bana ulaşan haberlere göre
1,600 Dinara atlar almışsın!” dedi.
Ebu Hureyre şöyle cevapladı:
– Sahibi olduğum atlar doğum yaptılar, bazıları da hediye geldi.
Ömer:
– Ben senin günlüğünü ve yaşam harcını hesapladım. Bunlar fazlalıktır, geri ver.
Ebu Hureyre:
– Vermem!
Ömer:
– Vallahi belini kırarım, dedi ve sırtını öyle bir kırbaçladı ki, kan
aktı. Sonra şöyle dedi: “Getir onları!”
Ebu Hureyre:
– Allah yolunda verdim.
Ömer:
– Eğer helal yoldan kazanıp kendin verseydin öyleydi, sen Bahreyn’in
son noktasına gelmişsin, vergileri Müslümanlar için değil, kendin için
topluyorsun. Annen sana eşek otlatmaktan başka bir iş vermezdi.
Ebuzer:
– Ömer, Allah ve Resulü’nün hoşnut olacağı şeyi yapmıştır. Çünkü
sorumlu halkın yararına çalışmalıdır. Kendi yararına değil.
***
MER’İN ölürken hilafeti Ali, Osman, Abdurrahman bin Avf, Sa’d
bin Ebi Vakkas, Zübeyr ve Talha’dan oluşan şuraya bıraktığı haberi
geldi. Dostu Ali’nin bu makama en layık aday olduğunu biliyor ve onun
yanında olmak üzere Medine’ye gidiyor. Yolda karşılaştığı bir kervandan
Osman bin Affan’ın halife olduğunu öğreniyor. Medine’ye gelir gelmez
Ali’nin yanına gidip gerçekleri öğreniyor.
Ebuzer Medine’de kaldı. Görüyordu ki, hilafet rejimi saltanat rejimine dönüşüyor, Peygamber’in dostlarının çoğunun da değiştiğini görüyordu. Zübeyr, Talha ve Abdurrahman bin Avf (Osman’a oy verenler.)
birçok mal mülk edinmişler, kendilerine saraylar yaptırmışlardı. Fakir
halk gittikçe fakirleşiyordu.
Ebuzer bu sapmalar karşısında mücadele etmekten başka bir yol bulamıyordu. Zamanın yöneticilerinden korkmadan halkı eşitliğe davet
ediyor, şiddetle Osman’ın kötü davranışlarını eleştiriyordu.
Bir gün Osman’ın Hayber kalesinin tümünü ve Afrika’dan gelen verginin beşte birini amcası Mervan bin Hakem’e (Peygamber’in, kendisini
ve babasını sürgüne gönderdiği kişiye) bağışladığını, yakınlarına yüklü
miktarlarda para dağıttığının haberini aldı.
Ebuzer bunun üzerine mescitte şu ayeti okudu: “Altın ve gümüş toplayıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onlara sonraki hayat için
çok çetin azabı müjdele” (Tevbe Suresi, 9/34)
Mervan, Ebuzer’in kendisine ve Osman’a şiddetle saldırdığını duydu.
Konuyu Osman’a iletti. Osman da Ebuzer’i çağırdı:
– Ey Ebuzer! Seninle ilgili duyduğum şeyden vazgeç!
– Benim hakkımda ne duydun?
– Senin, halkı benim aleyhime tahrik ettiğini duydum!
– Nasıl?
– Duydum ki sen mescitte ‘Altın ve gümüşü biriktirenler’ ile ilgili bir
ayet okumuşsun.
– Ey Allah Resulü’nün halifesi Osman, sen beni Allah’ın kitabını
okumaktan ve onun emirlerini terk edenlere karşı mücadele etmekten men mi ediyorsun?
E
Ö
Sayı 27
SERÇEÞM
ERÇESME
O
SMAN ve Ebuzer arasında devamlı şiddetli tartışmalar oluyordu.
Osman bir gün dayanamayarak onu Şam’a gönderdi.
Ebuzer Şam’a ulaştı. Muaviye binlerce işçiyi çalıştırarak yeşil bir saray yapıyordu. Ebuzer oradan geçerken manzarayı görünce Muaviye’ye
dönüp:
– Muaviye! Eğer sen bu sarayı halkın parasıyla yapıyorsan, ihanettir
ve eğer kendi paranla yapıyorsan israf!
Muaviye cevap vermedi, Ebuzer yoluna devam etti. Mescide gidip
oturdu. Yanına gelen Müslümanlar Muaviye’yi ona şikâyet ettiler ve ne
zamandır maaşlarını alamadıklarını söylediler. Halkın karşısına dikilip
şöyle dedi:
– Öyle olaylar yaşandı ki, ben hâlâ bir şey anlamış değilim. Bu amellerin ne Allah’ın kitabında, ne de Peygamber’in davranışlarında hiçbir yeri yoktur. Hak ortadan kalkmış, batıl canlanmıştır. Yalancılık
doğruluğa yeğ tutulmuştur ve düzensizlik ortaya çıkmıştır. Ey servet
sahipleri! Fakirlere eşit olun!
Bunlar yemeklerini eğlence ve törenle hazırlarlar. O kadar bol çeşitli yemekler yerler ki, bunları hazmedebilmek için ilaç kullanmak
zorunda kalırlar. Oysa Peygamber dünyadan göçene kadar bir gün
bile iki çeşit yemekle karnını doyurmadı. Hurmaya doyduğu gün
ekmeğe doyamıyordu. Peygamber’in ailesi hiçbir zaman üç gün üst
üste sabah ve akşam, arpa ekmeğiyle bile doyamadı. Bazen aylarca
Peygamber’in evinde yemek pişirmek için ateş yanmıyordu.
Ebuzer saldırılarına devam ediyordu. Servet sahiplerini elim bir
azapla müjdeliyor, Muaviye iktidarını titretiyordu. Muaviye ondan nasıl
kurtulacağını ve bu tehlikeli kural tanımazı nasıl ortadan kaldırabileceğini düşünüyordu. Sonunda bu adamı lekelemeye karar verdi. Yapabilirse halkı, Ebuzer’in kendisinin de altın biriktirdiğine ikna edecekti.
Muaviye bir yol bulabilmek için çok düşündü. Beni Ümeyye için önemli
bir durum ortaya çıkmış ve hâkim sınıf için büyük bir tehlike baş göstermişti. Sonunda kendince iyi bir yol buldu. Hizmetçilerinden birine
bin Dinar vererek, onu geceleyin Ebuzer’e gönderdi. Sabah olunca tekrar
aynı hizmetçiyi çağırıp şöyle dedi: “Ebuzer’e git ve de ki Muaviye bedenim yara içinde kalıncaya dek beni dövdü. O parayı başkasına göndermişti. Ben yanlışlıkla paraları sana getirdim.”
Hizmetçi gidip Ebuzer’e Muaviye’nin söylediklerini tekrarladı. Ebuzer: “Evladım! Ona deki vallahi senin gönderdiğin paralardan bir Dinar
bile sabaha kadar bende kalmadı. Üç gün zaman versin, parayı toplayayım.” Muaviye, Ebuzer’in bin Dinarı aldıktan sonra fakirler arasında
paylaştırdığını ve bir gece bile yanında tutmadığını anladı.
***
UAVİYE, Ebuzer’e yumuşak davrandı olmadı; sert davrandı olmadı. Parayla satın almak istedi, başaramadı. Onu Şam’dan uzaklaştırmaktan başka çare yoktu. Osman’a bir mektup yazdı:
M
“Ebuzer’in etrafında toplanmalar var. Beni dara sokup işimi zorlaştırıyor. Etrafındakileri sana karşı ayaklandırmasından korkuyorum.
Eğer Şam halkına ihtiyacın varsa Ebuzer’i buradan al.”
Osman acil olarak Ebuzer’i Medine’ye getirtti. Medine yakınlarında
Ali, Osman ve birkaç kişi daha bir araya geldiler. Osman’ın çehresi öfkeyle kaplandı ve bağırmaya başladı:
– Siz bana söyleyin, ben bu yaşlı ve yalancı adama ne yapayım? Döveyim mi? Öldüreyim mi? O Müslüman topluluğunu birbirinden
ayırmıştır. İslam topraklarından sürgün mü edeyim?
Ali.
– Ben Firavun ailesinden iman etmiş olanların söylediklerini sana
söylerim: “Eğer yalancı ise yalanı kendisine dönecektir. Eğer doğru
sözlüyse sizin için öngördüğü şey başınıza gelecektir.”
Osman bu söz üzerine daha da sinirlendi ve Ebuzer’i Ali’yle işbirliği yapmakla suçladı. Osman sonunda Ebuzer’le oturmayı ve konuşmayı
yasakladı.
Ebuzer susmadı, konuşmaya devam etti. Osman bunun üzerine Abuzer’i getirtti, yanında Kab’ul Ahbar ve birkaç kişi daha vardı.
(Kab’ul Ahbar, Ömer zamanına kadar Müslüman olmayan Yahudi din
adamı, Osman’ın veziri ve danışmanı.) Osman, “Ey Ebuzer! Bu işleri ne
zaman bırakacaksın?” diye sordu.
Ebuzer.
– Düşkünlerin hakları sermayedarlardan alındığı vakit!
Osman:
– Sizce bir insan malının zekâtını verdikten sonra artık onda kimsenin hakkı var mıdır?
Kab’ul Ahbar:
– Hayır, Emirel Mü’minin! Birisi malının zekâtını verdikten sonra,
isterse bir kerpiç altından bir kerpiç gümüşten ev bile yapabilir.
Ebuzer elindeki asayla sertçe Kab’ul Ahbarın göğsüne vurup, “Yalancı Yahudizade, benim dinimi bana sen mi öğreteceksin?” dedi ve Bakara Suresi 2/177 okudu.
Mart 2007
– Görmüyor musun? Allah zekât vermekle, yakınlara, yetimlere, sefillere ve kölelere bağışta bulunmayı ayırmış ve bunları zekâta göre
öncelemiştir. Mal biriktirmeyi men ettiğini ve hayır yolunda infakta
bulunmayı emrettiğini görmüyor musun?
***
İR GÜN Abdurrahman bin Avf’ın mirasını getirip Osman’ın önüne
yığdılar. Bu mallar o kadar çoktu ki, Osman’la orada dikilen adam
arasında engel oluşturmuştu.
Osman:
– Ümit ederim ki Allah, Abdurrahman’a hayır versin. Zira o Sadaka verip misafir ağırlıyordu. Şimdi gördükleriniz de malından geriye
kalanlardır.
Kab’ul Ahbar:
– Doğru söylüyorsunuz ey Emirel Mü’minin! Helal kazandı, helal
harcadı ve ardındakileri helal bıraktı. Allah ona dünya ve ahrette iyilik bağışlamıştır.
Ebuzer:
– Ey Yahudizade! Sen ardında bu kadar mal bırakıp ölen birisi için,
Allah ona dünya ve ahiret hayrı vermiştir mi diyorsun? Abdurrahman
bin Avf’ın bıraktıklarına helal diyorsun, öyle mi? Söyle bakalım, Abdurrahman bu malı nereden getirdi? Allah ona gökten mi gönderdi?
Yoksa halkın hakkından ve milletin elinin emeğinden mi topladı?
Osman:
– Hemen bugün hareket edeceksin, seni Rebeze’ye gönderiyorum.
Ebuzer’i buradan dışarı çıkarın! Onu örtüsüz tahta semeri olan bir
deveye bindirip tam bir sertlikle Rebeze’ye kadar götürün. Orada
hiçbir dostu olmamalıdır.
Osman Ebuzer’i Rebeze’ye götürmesi için Mervan’ı görevlendirdi ve
kimsenin onu uğurlamaması veya birlikte gitmemesi emrini verdi.
Ali, Ebuzer’in sürgün haberini duyunca çok üzüldü; Peygamber’in
vefalı dostuna neler yapıyorlar? O an Ali, Hasan, Hüseyin, kardeşi Akil,
Abdullah bin Cafer ve Ammar bin Yasir’le birlikte Ebuzer’in peşinden
şehirden çıkarak ona yetiştiler. Ali, Ebuzer’le konuşmak için yanına yaklaştı. Mervan araya girip Ali’nin önünü keserek:
– Ey Ali, Emirel Mü’minin, Ebuzer’e kılavuzluk ya da yol arkadaşlığı yapmayı yasaklamıştır. Bilmiyorsan bilmiş ol!
Ali, aldırmadan Ebuzer’e yöneldi. Mervan tekrar Ali’nin yoluna çıkınca Ali kamçısıyla Mervan’ın devesine vurdu ve “çekil kenara!”diye
Mervan’ı azarladı.
Mervan, Ali’nin sinirli ve kararlı olduğunu görünce devenin dizginlerini çevirip, Ebuzer’i onların yanında bırakıp şikâyet etmek için şehre
döndü. Ali ve yanındakiler Ebuzer’le birlikte Rebeze’ye vardılar. Bir süre
konuştular, ayrılık vakti gelince de hüzünlü bir şekilde vedalaştılar.
Rebeze’de şartlar çok ağırdı, Ebuzer zaten çok yaşlanmıştı, bu ağır
şartlara fazla dayanamadı ve Hakk’a yürüdü.
B
Notlar:
(1) Ebu Hureyre Müslüman olmadan önce hayatı hakkında kendi
anlattıklarından başka bir şey bilinmez. Müslüman olduktan sonra
fakirliğinden dolayı Ashab-ı Suffe’den olduğu bilinir. Müslim’in Fezailus
Sahabede’ki 159. bölümünde Ebu Hureyre’nin sırf karın tokluğuna
Peygamber’le beraber olduğu anlatılır. Ebu Hureyre’ye ait 5374 hadis
olduğu söylenir. Buhari bunlardan büyük bir kısmını kitabına almıştır.
Hz. Ali şöyle demiştir: “Yaşayanlar arasında Allah Resulü’ne en fazla
yalan isnat eden Ebu Hureyre’dir.” (İbni Ebul Hadid, Nehcul Belaga,
c. 1, s. 360).
Yine o, “Sevgili dostum bana haber verdi ki” diye Peygamberden
bahsettiğinde Hz. Ali, “Peygamber ne zaman senin sevgili dostun oldu?”
demiştir.
Hz. Ali öldürülmesinden sonra Emeviler dönemi Ebu Hureyre’ye bir köşk
inşa edip arazi vermişlerdir. Buna karşılık Ebu Hureyre Muaviye ile ilgili
şu hadisi uydurmuştur: “Allah’ın Resulü Muaviye’ye bir ok verdi ve şöyle
dedi: ‘Bu oku al ve cennet’te beni onunla karşıla’ ”
Ebu Hureyre’den şu hadis rivayet edilmiştir: Allah’ın Resulü şunu derken
duydum: “Allah vahyini üç kişiye emanet etti: Ben, Cebrail ve Muaviye.”
Tüm bu delillere rağmen “Her sahabe doğrudur” şeklindeki yanlış
inancın hadisçileri sürüklediği nokta ortadadır. Ebu Hureyre kimdir ki,
Peygamber’in en yakınlarının bile nakletmediği en garip uydurmaları
Peygamber’le çok az görüşmesine rağmen nakletmiştir.
Emeviler bu hadislerden(!) hüküm çıkartmış ve gerçeği siyasetleri
doğrultusunda saptırmışlardır.
K AYNAKLAR.
Taberi, Tarih-i Taberi Tercümesi
İmam Ali bin Ebu Talib, Nehc’ül Belaga
Prof. Dr. Ahmet Akbulut, Sahabe Dönemi İktidar Kavgası
A. Gölpınarlı, Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik
Abdullah Aydınlı, “ Ebu Zer el Giffari”, TDV İslam Ansiklopedisi
Ebuzer Ali Şeraiti-Cevdet Es-Sahher
17
SERÇEÞME
“ALEVİLERİN İLK SİYASAL DENEMESİ (TÜRKİYE) BİRLİK PARTİSİ” KİTABI ÜZERİNE
Kelime Ata ile Söyleştik
Ahmet Koçak
Kısaca kendinizi tanıtır mısınız?
Sivas doğumluyum. Üniversite öncesi
Sivas’ta okudum. Üniversite için Ankara’ya
geldim ve kaldım. 1988’den sonra Hürriyet,
Siyah Beyaz, Flash TV ve Gazete Ankara’da
gazetecilik yaptım. Alevi derneklerinde yöneticilik yaptım.
Birlik Partisi üzerine çalışma fikri nereden doğdu? Ne zaman
başladın?
Bu çalışmaya çocukluğumdan kalan izlerle başladım. Mustafa
Timisi’nin sesi zihnime yerleşmişti. İkinci yönü de Demokratik Barış
Hareketi’ne duyduğum meraktır. Kuruluş sürecinde hep Birlik Partisi
örneği veriliyordu; başarısız kaldığı söyleniyordu; partileşmeye karşı
çıkılıyordu.
Birlik Partisi’ne bakma ihtiyacı duydum, ama hiçbir bilgi bulamadım. İlk yazma fikri 1995–96 yıllarında böyle doğdu. Ailevi nedenlerle
2000 yılı sonuna kadar adım atamadım.
O dönemde girişimlerim oldu, örneğin Celil Gürkan’ı aradım. Celil
Gürkan garip bir tepki gösterdi ve “bu konuyu kesinlikle konuşmak istemiyorum” dedi. Bu partide yöneticilik yapmış bir generalin bu konuda
konuşmaması bana garip geldi.
Benzer tepkilerle çok karşılaştım. Yusuf Ulusoy’u aradım, telefonda
sert tepki gösterdi; Derler ya “bir dövmediği kaldı.” Öyle korktum ki
Ulusoylar’a bir daha yaklaşamadım.
Mustafa Timisi de konuşmadı. O partiyle özdeşti, neredeyse Birlik
Partisi eşittir Mustafa Timisi. Parti tarihinde bu kadar önemli yeri olan
Timisi de konuşmak istemedi.
Genel başkan yardımcılığı yapmış emekli general Sıtkı Ulay, anılarını Giderayak adlı bir kitapta yayınlamış. O kitabı tesadüfen buldum.
Tuhaf bir şekilde o da anılarında BP ile ilgili tek kelime bile etmemiş.
Oysa kendisi parti içindeki ciddi tartışmalarda taraf; birçok kişiyle birlikte partiden ayrılıyor, CHP’ye geçiyor. Bu kadar önemli bir olaydan bir
kelime dahi bahsetmemiş.
Bu çalışmayı yaparken kaynak bulmak kolay oldu mu?
Yaklaşık beş yıl çalıştım, 1963 ile 1980 arasındaki gazeteleri taradım. Bulabildiğim parti yöneticileri ve kurucularla görüştüm. Kütüphanelerden resmi belgeleri, parti yöneticilerinden bazı belgeleri edindim.
Sonuçta söyleşiler, yayın taraması ve bulunabilen belgelerden bu çalışma
çıktı.
Partinin kurucu Genel Başkanı bir general. Hangi nedenlerle
kuruldu parti?
Mustafa Timisi’den önce iki tane genel başkan var. Kurucu genel
başkanın emekli tuğgeneral Hasan Tahsin Berkman olduğu pek bilinmiyor. İlginç bir kişi. Ordudan ayrıldıktan sonra 1961 yılında Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nden senatör adayı olmuş. Daha önce NATO’da
görev yapmış, Genel Kurmay’da ve Milli İstihbarat’ta çalışmış. Bunu,
o dönemde partiyi desteklemek üzere çıkarılan Cem Dergisi söylüyor.
Paşa, siyasi görüş olarak sağcı, aşırı Sovyet aleyhtarı, ABD yanlısı bir
general.
Partinin kuruluş nedeni olarak görüştüklerim genellikle Muğla Ortaca olaylarını gösteriyorlar. “Ortaca olaylarından sonra parti kurma fikrine sahip olduk.” diyorlar. Ortaca’da Alevi bir kadına tecavüz edilmesi
çok büyük bir infial yaratıyor. Türkiye’nin birçok yerinde Alevi köyleri
kendilerini korumak için silahlanıyor.
Bunun belirleyici olduğunu düşünmüyorum. Genel sekreter Cemal
Özbey’in 1966’dan önce parti kurmak istediğine dair ipuçları var. Şahin
Ulusoy, “geldi babamla görüştü, ama babam böyle bir şeyi yanlış bulduğu için reddetti” diyor.
Ayrıca Adalet Partisi’nden tasfiye edilen Aleviler var. Demirel, “Aleviler bize oy vermiyor, o zaman biz bunları partiden atalım” diyor. Çok
ağır hakaretler içeren sözler söyleniyor: “Alevi oyları Adalet Partisi’ni
kirletiyor” deniyor. Bu da Alevilerde tepki oluşturuyor.
Alevilerin Demokrat Partiye oy verdiği biliniyor.
O gelenek 1960’tan sonra Birlik Partisi’nin çıkışına kadar devam
ediyor. 1961 ve 1965 seçimlerinde AP’ye ciddi oy akışı var. Çoğu yerde
CHP’den daha fazla oy alıyor.
18
Kurulmasının ardından geleneksel yapının korunduğu bölgelerde
Alevi oyları BP’ne yöneliyor.
Alevilerin TİP’e oy vermesi bir tehlike olarak algılanıyor mu?
Bu çok konuşulan bir tezdir. Çalışmaya başlarken kafamda bu düşünce vardı. Oy dağılımlarında bu tezi destekleyen ipuçları var. 1961
seçimlerinde Alevi oyları AP ve CHP’ye gitmiş. TİP’e oy veren yok mu?
Var, ama az sayıda. Örneğin AP’nin iki yüz yetmiş oy aldığı yerde TİP
on beş oy almış.
Bu, TİP ile Aleviler arasında ilişki yok anlamına gelmiyor. TİP’te
Alevilere yönelik bir kıpırdanma var. Eğitimli Alevi gençlerin TİP’e yönelmesi var.
BP’yi eleştirenler, partinin TİP’e karşı kurulduğunu söylüyorlar, ama
CHP’ye karşı kurulma ihtimali de yüksek.
Genel Başkanlığın Mustafa Timisi’ye geçmesiyle beraber, partide
halkçı bir söylem başlıyor. Bu süreçten bahsedebilir misin?
Parti önceki dönemde AP’nin güdümünde, daha çok CHP ve TİP’e
muhalefet yapıyor, 1969’da Mustafa Timisi genel başkan seçildiğinde,
farklı bir durum ortaya çıkıyor.
Mustafa Timisi gencecik bir insan. Alevilerin toplumsal-ekonomik
koşullarını yansıtıyor. Tuzluçayır’da gecekondu da oturan bir genel başkan. Partiyi demokratik sola açmak üzere girişimde bulunuyor. Bunun
için de TİP’ten gelen Orhan Arsan’a yönetimde yer veriyor. Orhan Arsan, Genel Politika Esasları adı altında genel bir çerçeve veriyor, ama
parti tüzüğüne dokunulmuyor.
Tüzükte partinin Türkçü olduğu, Atatürkçü olduğu söyleniyor. Programda da var bu, “Bizim birinci gayemiz sınıf çatışmalarını gidermektir”
diyor. Toprak reformu konusunda AP’ye yakın bir çizgi savunuyor.
Değişimde tüzük korunuyor, ama program değiştiriliyor. Değişiklik
daha sonra benimsenen on iki ilke ile daha da belirginleşiyor. Sınıfsal bir
yaklaşım geliyor, ezilenler halk olarak görülüyor. Devletçilik konusunda
Ortanın Solu’na yakın bir çizgi benimseniyor. Milliyetçilik sözcüğü kalkıyor, yerine yurtseverlik kavramı getiriliyor.
Mustafa Timisi’nin genel başkanlığı, devrimci Alevi gençlerle, geleneksel yapının çarpışmasını yansıtıyor. Sola eğilimli insanlar partide
egemen oluyor. Bu da bir süre sonra başka sıkıntılara yol açıyor.
Birlik Partisi’nin ilk seçim deneyimine değinir misin?
BP ilk kez 1968 İl Genel Meclisi seçimlerine katılıyor. İlk kez genel
seçime ise 1969’yılında katılıyor. O seçimlerde sekiz milletvekili çıkarıyor.
AP hükümetine güvenoyu verilmesi ne zaman? Beyaz oy verenler
neden partiden ihraç ediliyor?
1970’de beş milletvekili AP hükümetine beyaz oy veriyor ve parti
ihraç kararı çıkarılıyor. Bunu ihraç edenler söylüyor. Bu konu Su TV’de
de tartışıldı. Beş Yol Düşkünü adlı kitaptan dolayı Mustafa Bey’i eleştirdiğimde bana tepkiler geldi, “Ulusoyları savunan kimse nasıl televizyona
çıkıyor” dediler. O zaman bir açıklama yapma ihtiyacını hissettiğimde
Mustafa Bey, “bir daha bu konuyu kesinlikle konuşmayalım, ben on yıl
boyunca kan kustum, lütfen bunu burada keselim” dedi. Ne kadar ısrar
ettiysem de Mustafa Bey konuşmak istemedi.
Bu meselenin hassas bir nokta olduğunu biliyordum. Toplumun bunu
tartışmaya henüz hazır olmadığını fark ettim. İnsanlar, geçmişte yapılan
kimi hataların, yanlışların ortaya çıkmasından endişe ediyorlar.
Ulusoy ailesi ağır ithamlarla karşılaşmış ve kendilerini yeterince savunmamıştır. O dönemde, “kişisel çıkar sağladılar, onun için beyaz oy
verdiler” deniyor. Hayır, böyle değildir! Parti içerisinde yeni bir ideolojik saflaşma oluşuyor. Ulusoy ailesi BP için Orhan Arsan’ın hazırladığı
Genel Politika Esasları’na karşı çıkıyor, “Partiyi TİP’ne dönüştürmek
istiyor” diyorlar.
Bu kavgada diğer taraf da rejimin bekası, onların demokrasinin kurtarılması için AP’yi desteklediğini söylüyor.
İki taraf da bu konuyu fazla konuşmak istemiyor, ama bugün benzer
sorunlar yaşadığımız için konuşulması ve ders çıkarılması gerekiyor.
Dergâhın, Ulusoy Ailesi’nin partileşme sürecindeki rolü ne oldu?
Dergâh, parti kuralım diye karar almış değil. Tam tersine, Dergâh’a
gidiliyor, çünkü Dergâh’sız bir şey yapılamayacağını biliyorlar.
Sayı 27
SERÇEÞM
ERÇESME
Geçmişte yaşanan olaylar ve bu çalışma günümüze nasıl ışık
tutuyor?
Alevilerin örgütlendikleri dernekleri var; vakıfları var; dedeler tekrar itibar kazandı; yeni bir Alevilik inşa ediliyor. Bu, bizim dışımızda,
kontrol edemeyeceğimiz bir süreç. Alevilik yazılı hale getirilmeye çalışılıyor.
Ben siyasete müdahale etme duygusunu anlıyorum. Aleviler haksızlığa uğramışlar; katledilmişler; baskı görmüşler; hakarete uğramışlar.
“Beni ancak bir Alevi anlayabilir, benim derdimi ancak bir Alevi çözebilir” diye düşünüyorlar.
Peki, ezilen bir Kürt, ezilen bir işçi, ezilen bir Alevi’yi anlayamaz
mı? Ya da ezilen Alevi, ezilen Kürdü, ezilen işçiyi anlayamaz mı?
Yanlışlık orada başlıyor. Dergâh’ın bir siyasi parti politikası içerisinde rol almaması gerekir. Siyaset ise başka bir âlemdir. Siyasetin yalın,
çıplak, acı gerçekleri var. Orada kavga, ihtiras, iktidar mücadelesi var.
Dergâh ister istemez bu mücadelenin içine çekiliyor. Bana göre bu yanlış.
Sonra Ulusoy Ailesi’nden dört kişi aday gösterilmiş, çünkü onlar olmadan oy alınamayacağı düşünülmüş. Bu da başlı başına bir zaaftır.
Sonra birdenbire siyasi bir nedenle bu kadar rol verdiğin, misyon
yüklediğin dini yapıyla ters düşüyorsun ve kalkıp, “bunlar beş yol düşkünü” diyorsun. İhraç, düşkünlüğü ifade eder; Alevilikte karşılığı budur.
İnanç ve siyasetin karışması tam da bu anlama geliyor.
Manevi kimlikli insanlardan milletvekili olur mu? Olabilir, ama milletvekili olduğu zaman siyasi dille konuşması lazım. İnsanlar dedesine,
mürşidine mi oy verecek, yoksa bir partinin milletvekili adayına, genel
başkanına mı oy verecek? Bu hassas bir sorudur.
Bugün bile bu tür girişimlerin olduğunu düşünerek geçmişi hatırlatmak istedim. Evet, Ulusoy Ailesi oy getirmiştir, çünkü geleneği temsil
ediyor, manevi otoritesi var. Fakat yetmiş yılından sonra bu durum değiştiği için parti artık eski oyları alamamıştır.
AP hükümetinin bütçesinin desteklenmesi de ayrı bir olumsuzluk
oluyor. İlginç bir durum doğuyor: Kazım Ulusoy aday oluyor, ama seçilemiyor.
Alevilikte başka bir gelişme yaşanıyor, sola bir açılım var. Dolayısıyla, gelenek de yavaş yavaş çözüldüğü için bu taktikler başarılı olamıyor.
Alevilerin BP sürecinden bugüne siyasallaşma, partileşme çabası
ne kadar doğrudur?
Gerçekte ne Birlik Partisi ne de Demokratik Barış Hareketi bir Alevi
partisidir. Toplumsal algılamada ise BP ve DBH Alevilerin partisidir.
İkisi arasında fark olduğunu düşünüyorum.
Parti programlarında Aleviliğe vurgu yapan hiçbir ifade yoktur. Tam
tersi, BP’de kendini milliyetçilik üzerinden sistemle bütünleştiren bir
özellik var.
BP’nin Alevi olduğunu nereden çıkarıyoruz? On iki yıldızı var, aslanı var; kadrolarının büyük bir kısmı Alevi olunca, toplumsal algılama
Alevi partisi şeklinde gelişiyor. Barış Partisi de öyle. Her ikisine de inanç
partisi diyemeyiz, ama toplumsal algı böyle.
İnanç ve siyaset konusunda şunu söyleyebiliriz. İnanç ve siyasetin
birbirine karıştırılması elbette doğru değildir. Birisinde bir Tanrı anlayışı vardır. Tartışırsın, ama çıplak hale getiremezsin. Tartışmanın daha
dar olduğu bir alandır. Öte tarafta da olabildiğince tartışılacak, gündelik yaşamımızda hissettiğimiz sorunlara çözüm bulmaya çalışan siyaset
var. Bir tarafta seçim var, demokratik usuller var; öte yanda inançla ilgili
başka ölçütler var. Bu ikisini birbirinden ayırmak gerekiyor.
Aleviler yıllardır CHP’yi eleştirdiler, kendilerini oy deposu olarak
gördüğünü söylediler. Bugün de demokratik Alevi örgütlerinin
yöneticileri benzer şeyler söylüyorlar. Bu söylem ne kadar doğru?
Siyasete müdahale etmek, Alevi kimliğiyle siyasi arenaya çıkmak
isteyen Alevi kurumlarının önce bir araştırma yapması gerek: Bir Alevi
sandığa gittiğinde hangi düşüncelerle oy veriyor? Eğitim durumu, sosyal
yapısı, sınıfsal kökeni oy vermesinde ne kadar etkili oluyor? Oy verirken
inanç önderlerinin tercihleri ne kadar belirleyici oluyor? Siyasi bir program bu araştırma üzerinden geliştirilse daha gerçekçi olur.
Bir Alevi, sadece Alevi olduğu için bir siyasal tercihte bulunmuyor.
Başka ölçütlere de bakıyor. Özelleştirme yanlısı bir partiye de, karşıt
bir partiye de oy verebilir. Emperyalizm perspektifini göz önünde tutup
tercih yapabilir. Bence Aleviler arasında, “Ben Aleviyim, A partisi de
Alevi aday gösterdi; o zaman benim oyumu da bu Alevi almalı” gibi bir
düşünce yok.
Mart 2007
İşte sorun o. Devletin Alevilere bir bakışı var: Alevileri yok sayıyor.
Bu noktada sadece Alevileri esas alan bir yapılanma, bir düşünce, bir
program sonuç vermez. Doğru da değildir. Bunun çok ciddi tehlikeleri
olduğunu düşünüyorum.
Taleplerin eşitlik temelinde olması gerekiyor. Kanun önünde eşitlik,
yani Alevi’ye, Sünni’ye ya da Ermeni’ye Kürt’e, Türk’e ayrıcalık değil.
Türkiye sınırları içerisinde yaşayan herkesin kimliğini ifade etmesine olanak sağlayan demokratik bir düzen talebiyle ortaya çıkmak gerek.
Böyle bir demokratik düzen ancak eşitlik temelinde mümkün olabilir,
ayrıcalıklarla değil. Demokrasi, zaten ayrıcalığı olanları korumak değildir. Yüz kişinin olduğu bir yerde doksan dokuz kişi aynı şeyi düşünüyor
da bir kişi farklı düşünüyorsa, o bir kişinin hakkını koruyan düzendir.
Dolayısıyla bu ruh halini anlamakla birlikte doğru bulmuyorum. Biz
asla sınıf gerçeğini göz ardı ederek siyaset üretmemeliyiz diye düşünüyorum. Bana göre bu yanlış asıl sorunu gözden kaçırmamıza neden olabilir.
Ama bir siyasi partinin varlığını sürdürebilmesi için oy kaygısı var.
Dolayısıyla çoğunluğa yaslanmak durumunda. Ancak o çoğunluğu
ikna edebilmek gerek. Faklılığın bir zenginlik olduğunu hem devlete,
hem de topluma kabul ettirmek gerek. Düşünsel bir zenginlik, düşünsel
bir açılımın daha doğru olduğunu düşünüyorum.
Bu, Aleviler siyasetle uğraşmasın demek değil. Aleviler zaten siyasetten uzak insanlar değiller ki! Oy kullanmayarak, pasif bir tavır takınarak bile siyasi bir tavır alıyorlar. Unutmayalım oy kullanmamak,
bütün partileri reddetmek anlamına gelir.
BP Alevi toplumuna çok da fayda sağlamadı diyebilir miyiz?
Hayır, BP parlamento düzeyinde başarılı örnek değil, ama Alevi
kimliğinin fark edilmesi, savunulması açısından kazanımlar sağlamıştır.
Barış Partisi için de söylenebilir mi bu?
İkisinin koşulları farklıydı. Bu süreç içinde Birlik Partisi’nin daha
büyük rolü var. Kadro yönünden de daha zengindi. Bugünkü derneklerin, vakıfların ve siyasi partilerin Alevi kadrolarının büyük bir kısmı bu
partiyle ilişkili olmuş insanlardır.
Özetçe kitap neyi anlatmaya çalışıyor?
Bu kitap özünde inanç ve siyaset ilişkisi konusunda yaşanmış bir
örnek üzerinden veri sunuyor.
Kitap çalışmasını bitirdikten sonra şuna kanaat getirdim: İnanç siyaseti ya da alt kimlik üzerinden siyaset anlayışı büyük riskler taşıyor.
Kazanımları olmuyor mu? Evet, oluyor, ama toplumun bütünü açısından baktığında önyargıları arttırıyor. Siyasi bir olayı inançla izah etmeye çalışıyorsun ya da inanca ilişkin bir olguyu siyasi bakış açısından
yorumlamaya çalışıyorsun. Bana göre her ikisi de yanlış.
Kitap tabii ki günümüze atıfta bulunuyor. Aleviler, bazı dönemlerde
yalnız kaldıklarını düşünüyorlar. Bu duyguyu çok iyi anlıyorum. Kimsenin kendilerine sahip çıkmadığına inanıyorlar. Kendilerinin başkalarının anlamadığını düşünüyorlar. Böyle bir refleksle siyaset projesi geliştiriyorlar, yeni bir parti kurma fikrine kapılıyorlar. Bu çok geçerli ve
doğru bir yöntem değil.
Çok ders alınması gereken bir örnek BP. Milletvekillerinin parlamento çalışmalarına bakıyorsun: Hemen hemen hiç yok! Alevilerin cemevleri konusunda şikâyetleri, talepleri var; Diyanet ile ilgili sıkıntıları var.
Bunlar parlamento çalışmalarına yansımıyor. Gündelik olaylarla ilgili
kimi küçük açıklamalar var. Bir tane bile doğru düzgün soru önergesi
bulmak olanaklı değil.
Demek ki Alevi olarak parlamentoda bulunmak, Alevilerin sorunlarının gündeme getirileceği anlamına da gelmiyor.
Hataları ve yaptığı iyi işler ortada, ama umudum Birlik Partisi’nin
daha kapsamlı tartışılması, çünkü tarihimizle yüzleşmemiz gerek.
19
SERÇEÞME
KELİME ATA’NIN “ALEVİLERİN İLK SİYASAL DENEMESİ: (TÜRKİYE) BİRLİK PARTİSİ ” ADLI KİTABINA ÖNSÖZ
Hüzün Dolu Bir Deney
Ali Balkız
K
ÖYDEN KENTE GÖÇ dalgası 1950’li
yıllarda başladı ülkemizde. Göç edenlerin büyük bir bölümü Alevilerdi. Okul yüzü
görmemiş, herhangi bir mesleği öğrenmemiş,
ekonomik birikimden yoksun, köyünden toprağından mecburen kopmuş, kent yaşamına
ayak uydurmaya çalışan kimselerdi onlar.
(İstisnalar elbette vardı her sosyolojik olayda olduğu gibi.) Aleviler kentte bankayı tanıdılar, fabrikayı, çarşıyı,
“Hökümet”i, belediyeyi, somunu, camiyi tanıdılar. İlk kez Sünnilerle
kapı komşu oldular.
Doğayı, toprağı, bağı-bahçeyi, atı ineği, halıyı kilimi, oyayı nakışı,
sazı sözü çok iyi bilirlerdi de mensucatı yeni öğreniyorlardı. Fırını, şoseyi, kuaförü yeni öğreniyorlardı.
Gelip kentlerin varoşlarına bir gecede yaptıkları derme çatma, eğreti
kondularında yaşamaya başladıklarında belediye onlara; yol, su, elektrik, okul, sağlık ocağı getirmeden önce siyaseti getiriyordu. Parti, particilik diye yeni olgular giriyordu yaşamlarına.
Dedelerinden bu yana hiç saray, konak, han, hamam, bedesten, köprü
yapmamışlardı ama mimariyi öğreniyorlardı yeni yeni.
Ne devlet kurmuş, ne ordu beslemiş, ne yasa yapmış, ne meclis açmışlardı. Aslında dergâhları, pirleri, mürşitleri, dedeleri, musahipleri,
yolları, ikrarları, dört kapılan, onun kuralları (hem de kıldan ince kılıçtan keskin) vardı da dernek-vakıf, sandık, kooperatif kurmayı yeni yeni
öğreniyorlardı...
Bu “yeni yeni”ler o denli çoktu ki yaşamlarında; yetişebilene aşk olsun...
Biri “Sünniler” di.
Hiç de sandıkları gibi “Yezit soyundan” değildi onlar. Hele de kapı
komşu olanlar. Basbayağı kendileri gibi emekçilerdi onlar da... Zengin
mahallelerinde oturanlar başka tabi...
Diğeri de şu solcu gençlerdi... Gün yoktu ki evlerinin duvarlarına
yeni bir yazı yazılmamış ola… Üstelik onlar bir de Pir Sultan’ın dilinden
konuşmazlar mı?..
Siyasetle ilk sıcak temasları böyle başladı.
Hepsinden önemlisi devleti tanıdılar, onun sınıf karakterini... Yapısını, işlevini öğrendiler. Öğrendikçe korkuları arttı. Korku gizlenmeyi
getirdi.
Devrimci gençler cesaret aşıladı. “Hep kapıcı, odacı, bakıcı, çaycı mı
olacağız?..” diye sormaya başladılar.
Soru sormanın ne denli tehlikeli bir şey olduğunu sonradan öğrenecek ve ağır bedeller ödemiş olacaklardı.
Atatürk’ün (ki o bir bakıma mehdi idi) yoldaşı da olsa, İsmet Paşa’yı
sevmemişlerdi. Zira o kar-kış dinlemiyor, köylerde cemleri bastırıyordu jandarmaya. Onun için Menderes dediler önce. Hem Doğan Dede de
orada değil miydi?... Sonra ihtilal oldu Cemal Ağa (Cemal Gürsel) başa
geçti... Ayrıca; “Bir söylentiye göre bizdenmiş mübarek adam...” gerçeği
vardı. Âşık Ali İzzet’i de köşke çağırdığına göre...
O Cemal Ağa “bizden” de olsa; hiç kimse Hasan Paşa gibi “özce bizden” olamazdı... Zira partisinin işareti, ne at, ne ok, ne el, ne koç, ne
terazi, ne başka... Basbayağı, açıktan açığa aslan ve onu kuşatmış 12 yıldızdı. Bunlar, Hz. Ali ve on iki imamlardan başka kim olabilirdi?...
Aleviler henüz dün gelmişlerdi kente ama, çok çabuk kavuşmuşlardı
partilerine.
Aslında bu işte bir gariplik vardı ama, sonu inşallah hayrolaydı. Zira
solcu gençlerle TİP farklı şeyler söylüyorlardı bu konuda. Yine de Hz. Pir
yardım ederdi nasıl olsa...
Doğru sandığa koştular, sekiz milletvekili birden çıkardılar.
Bunca oy verdikleri bir partinin tüzük ve programında ne “komünizme karşıyız”, “Türk milliyetçisiyiz” diye yazmalarını önemsediler, ne de
“Komünizm Türk milletinin en büyük düşmanıdır.” diye konuşmalarını.
Ne partinin daha ilk kuruluşu sırasında kimi girişimcilerin gizlice bir oldubittiyle dışlanmasının ne anlama geldiğini anlayabildiler, ne de ilk Genel Başkanları Hasan Paşa’nın (Emekli General Hasan Tahsin Berkman)
bir istihbarat subayı olması, NATO’da çalışması, ordudan resen emekliye sevk edilmesi, henüz Birlik Partisi kurulmamışken sağcı CKMP’den
(daha sonra MHP olacak) Çorum adayı olması düşündürdü onları.
Varsın Demirel, İnönü, Aybar kızıp dursunlardı... Hiçbiri etkilemezdi onları...
Ama ah keşke o kara gün olmasaydı.
Çalkantılı bir yıldı 1969 sonları ve 1970...
20
Mecliste 450 milletvekili vardı. Yarının bir fazlası 226 idi.
AP, Demirel’in önderliğinde 256 sandalye kazanmış olmasına karşın;
Sadettin Bilgiç ve Ferruh Bozbeyli’nin başkaldırısı ile 34 milletvekilini
kaybetmişti. İki kez üstlendiği hükümet kurma görevi, “Güvenoyu” ile
temelli elinden uçup gidebilirdi.
AP’ye; CHP, TİP, Bilgiççiler, en önemlisi 68 Gençliği karşıydı.
Bu kritik güven oylamasında Demirel’in dışarıdan edineceği destek
oylarına şiddetle ihtiyacı vardı. Çalmadığı kapı kalmamıştı. O sıra BP’nin
genel başkanı Mustafa Timisi idi. Timisi, 8 Mart 1970 günü GYK’yı toplamış ve bir karara ulaşmışlardı. İki gün sonra AP hükümetinin güven
oylaması vardı. Karar kesindi: Güvensizlik oyu verilecekti.
Ama öyle olmadı.
Alevi seçmenlerin gurur duyduklan, “Pirimiz”, “Dedemiz”, “Efendimiz” diye ünledikleri beş milletvekili Demirel’e “beyaz oy” verdiler. .
Bu beş kişi niye ise BP’nin 17 Ekim 1966’da kuruluşunu izleyen günlerde Demirel’in; “Kanunlarımız din esasına göre bir siyasi parti kurulmasına izin vermemektedir. (...) İhbarlar gelirse Anayasa Mahkemesi
harekete geçer. Gereken yapılır. Türkiye’nin sahipsiz olmadığı anlaşılır.
Kanunlar herkesi hizaya sokar.” biçimindeki tehdit dolu demecini üç yıl
içinde unutmuşlardı.
Bu beş vekilin kimlerce, nasıl “ikna” edildikleri hâlâ meçhul... Bu
ilginç olay Alevileri derinden sarstı. Güvenoyu gününü (Beyazoyu) hep
“kara gün” diye andılar.
Seçmenler seçmiş, seçilenler “satılmıştı.”
Yara derindi.
Kimilerine göre bu durum; Aslan’ın At’ın dizginlerini ele geçirmesi
iken; kimilerine göre ise, Aslan’ın At’ın ayakları altında ezilmesiydi.
Solcu gençlerin ve TİP’in kaç yıldır söyledikleri gerçek olmuştu.
Alevilerin kentte “yeni yeni” öğrendiklerinin arasına şimdi bir de “siyasi oyunlar” eklenmişti.
Kendi partilerinde bile; ikilik olabiliyor, delegeler sahte olabiliyor,
seçimi ben kazandım, sen kaybettin derken mahkemelere düşebiliyor,
biri az geliyor, iki genel merkezli hale gelebiliyorlardı.
BP, birazcık toparlanabildiğinde, sağ-sol ayırımı olmaksızın bütün
partiler, bütün vekiller aynı kutupta toplanabiliyor, BP’yi bölmek, etkisizleştirmek için elçiler kullanabiliyor, yeri gelince rüşvete, olmadı tehdide başvurabiliyorlardı.
Yaman bir işti şu siyaset işi. Aleviler alışık değildi bu duruma.
Alışamadılar.
Alışamadıkları içindir ki; BP 12 Eylül Askeri Darbesi ile kapatıldıktan sonra oluşturulmaya çalışılan Demokratik Barış Hareketi (Barış Partisi) girişimine yüz vermediler.
Haksız da sayılmazlardı: İlk siyasi deneyimleri büyük bir hüzünle
sonuçlanmış; partileri en sağdan en sola savrulmuş, oy oranları neredeyse sıfıra düşmüştü.
12 Eylül yönetimi diğer tüm partilerle birlikte BP’yi de kapatınca
kurtulmuşlardı bu dertten.
Onlara da dersler kalmıştı; en başa şunu yazdılar:
Din, mezhep, inanç, kültür vb. duyarlılıklara seslenen bir parti oluşumu (yasalar bir yana) Alevi öğretisine yakışmaz.
Laiklik denilen olgu da zaten kabul etmez bunu.
Şu mevcut partiler isterler ki; Aleviler hep seçmen kalsın, oylar hep
onların olsun.
“Siyaset” denilen şey; şu yaşadıklarımız, (ya da bize yaşatılanlar) olmasa gerek. Siyaset; ilkeler, programlar, projeler çerçevesinde, saydamlık, mutluluk, eşitlik, özgürlük, barış, refah, huzur ve bağımsızlık için
çalışmak değil midir?
En önemlisi halk için, ülke için öz menfaatlerini göz ardı ederek çalışmak değil midir?..
Böyle bir siyaseti ve siyasetçileri buluncaya dek aramalıyız. Bulamıyorsak şimdilik, yaratmalıyız...
Aleviler böyle bir deney yaşamışlarken, bu dersleri çıkartmışlarken;
dönüp bir de diğer partilere baktılar elbette: Gördükleri ne ilginç, BP’de
gördüklerinden hiç de farklı değildi. Parti içi ayrılıklar, bölünmeler, kavgalar, ihraçlar, mahkemeler, suçlamalar her birinde neredeyse birebirdi.
Önce bir partinin kendi içinden başlaması, sonra tüm ülkeyi sarması gereken demokrasi kültürü ve ahlakı ne denli uzaklardaydı.
Kelime Ata bize bu titiz çalışmasıyla bir dönemi anımsatıyor. Türk
siyasi yaşamının çok özel bir deneyimine ışık tutuyor. Sadece Aleviler
için değil her yurttaş için bir laboratuardır bu deney. Sonuçları acı da
olsa.
Sayı 27
SERÇEÞM
ERÇESME
“ALEVİLERİN İLK SİYASAL DENEMESİ: (TÜRKİYE) BİRLİK PARTİSİ ” - KİTABIN GİRİŞ BÖLÜMÜNDEN
Birlik Partisi - Sosyalist Tarladan Hasat Stratejisi
Kelime Ata
A
LEVİLİĞİN siyasetle bağlarına dair tartışmaların, hep seçim dönemlerinde gündeme geldiğine, sandığın kalkmasıyla birlikte tartışmaların alevinin de söndüğüne tanık oluyoruz.
Oysa Alevilik ve siyaset, Alevilerin siyasal tercihleri, ideolojik konumlanışları, Türkiye’deki gelişmeleri anlayabilmenin, daha demokratik, çağdaş, laik bir toplum ve devlet yapısı için mutlaka ele alınıp incelenmesi gereken mayınlı alanı oluşturuyor. Bu mayınlı alanlardan biri de
hiç kuşku yok ki, Birlik Partisi’dir.
Birlik Partisi deneyimi, hem Alevilik ve siyaset ilişkisinin en tartışmalı evrelerinden biridir, hem de Alevilerin kimlik mücadelesinde dönüm noktasıdır. Böylesine önem atfedilmesi gereken bir sürecin, akademisyenlerin ya da Alevi araştırmacıların, Alevilerin ilgi alanına girememiş olması düşündürücüdür. Kanımca bunun iki nedeni var: Biri, BP’nin
tarihini araştırmanın güçlüğü diğeri de konunun taşıdığı hassasiyet. [...]
Birlik Partisi, Soğuk Savaş stratejilerinin uygulandığı, komünizme karşı “yeşil kuşak” oluşturulmak istenildiği bir dönemde, 17 Ekim
1966’da kuruldu. İlk nefes alışını, 27 Mayıs Anayasası’nın getirdiği özgürlükçü ortama borçlu olan partinin en önemli özelliği Türkiye Cumhuriyeti tarihinde belli bir inanç kesimine hitap eden ilk parti ve Alevilerin ilk siyasal deneyimi olmasıydı. 27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra
ideolojik mücadelenin keskinleşmesi, yeni sınıf ve kimliklerin siyasete müdahil olması, Demokrat Parti döneminde örgütlenmeye başlayan
Nurculuğun DP’nin mirasçısı Adalet Partisi iktidarlarında devlete ve
topluma nüfuz etmesi, Alevilere saldırıların yoğunlaşması, Alevilerin,
siyaset yaptıkları partilerden dışlanması ve kendi hukuk sistemini asırlarca dağlarda uygulayan ve kapalı bir yaşam sürdüren bu kesimin şehirlerde aktif siyaseti öğrenmeye başlaması, Birlik Partisi’nin doğuşunu
hazırlayan temel faktörlerdi.
Birlik Partisi, [...] ne kitle partisiydi ne de başlangıçta doktriner özelliği vardı; tepkisel bir hareketin ve bu tepki hareketinin 1960 sonrasında
kendisini ifade etme olanağını elde etmesiyle ortaya çıkmıştı. Kurucularının çoğunluğu farklı siyasi partilerde çalışmış ancak başarılı olamamış
kişilerdi.
Alevilerin hak ve taleplerini savunmak üzere siyaset yarışına giren,
barışçıl yollarla iktidara gelmeyi hedeflemekle birlikte, önceliği parlamentoda grup oluşturmak şeklinde belirleyen, bunu da Alevilerin meşruiyetinin sistem tarafından kabulü olarak yorumlayan BP’nin tarihi incelendiğinde iki farklı dönemin varlığı dikkati çeker.
Birinci dönem, Kurucu Genel Başkan Emekli General Hasan Tahsin Berkman’la başlayıp, Hüseyin Balan’la devam eden 1966–1969 dönemiydi. Bu evrede Alevilik vurgusu alabildiğine ön plana çıkartıldı.
Dönemin kadroları, Alevi taban üzerinde yoğunlaşarak siyaset yaptı.
İnancın geleneksel yapısıyla buluşmayı başardı, yerel düzeyde dedelerin
gücünden yararlandı. Türkiye’deki laiklik anlayışının Alevilerin aleyhinde oluşan boyutlarına dikkat çekerken, ekonomik ve sosyal sorunlara
inanç özgürlüğü kadar öncelik tanımadı.
Partinin ikinci dönemi ise Mustafa Timisi’nin genel başkanlığını kapsıyor. 1969–1980 arasındaki on bir yıllık süreyi kapsayan dönemde, BP,
Alevilerin haklarının savunuculuğunu bırakmamakla birlikte, kendisine
daha ideolojik bir rota çizdi ve demokratik sol anlayışı benimsedi, radikal değişiklikler gerçekleştirip sosyalist düşüncelere yelken açtı ve 12
Eylül darbesinden birkaç ay önce de yaptığı tüzük ve program değişikliği ile başlangıçta var olan komünizm karşıtlığını sona erdirdi. Parti bu
dönemde daha baskın biçimde Türkiye’nin tam bağımsızlığını savundu,
NATO’yu, CENTO’yu reddetti, “işbirlikçi burjuvazinin sömürü düzeni
yarattığını” ifade edip dikkatini sınıf çelişkilerine yöneltti.
Ezen-ezilen ilişkisi üzerinden belirlenen bu yeni çizgi, doğal olarak
dedeleri partiden uzaklaştırdı ve devrimci gençleri dinamik güç haline
getirdi.
Geleneksel yapıyla kurulan bağ, partiye 1969 seçimlerinde sekiz milletvekili kazandırmıştı. Mustafa Timisi’nin sosyalist tarladan hasat stratejisi ise, başka sol örgüt ve partilerin daha başarılı performanslarından
dolayı hüsrana uğradı.
Birlik Partisi, kendisine siyasi gelecek arayan politikacıların bir nevi
“siyasi staj” gördükleri ya da kendilerini vitrine çıkardıkları çatı oldu
aynı zamanda. Siyaset tutkunu eski askerler, öteki partilerde varlık gös-
Mart 2007
teremeyenler, tasfiye olmuş siyasi kadrolar zaman zaman 12 yıldızlı aslana yöneldiler ama
kalıcı olamadılar. Bir genel sekreterin en fazla
bir yıl görev yaptığı partide, kadrolar sürekli
değişti, gelenler bir süre siyasi gelecek aradı,
olmadığını görünce de partiyi terk etti. Kadroların değişkenliği başlı başına güvensizlik
yarattı. Buna, maddi olanakların yetersizlikleri, entelektüel birikimin
yokluğu ve tutarlı bir siyasi çizginin olmaması yüzünden konjonktüre
göre davranma tarzı da eklenince Alevilerin niceliksel oyu ile orantılı
başarı hiçbir zaman elde edilemedi.
Birlik Partisi’nin Türk siyaseti ve Aleviler açısından taşıdığı bir değer var. Ne kadar küçük kalmış olsa da her seçimden yenilerek çıksa da
BP, Alevileri, bu inançtaki insanların kimlik mücadelesini ve siyaseti
derinden etkiledi. Bu etkilenmenin iki boyutu var: Birincisi; BP’nin ve
Türk siyasetinin karşılıklı olarak birbirinden ne öğrendiği, ikincisi ise
Alevilerin BP deneyiminden ne kazandığıdır.
BP’nin siyaset sahnesine çıkışı, Alevilerin gerekirse siyasete partileşerek müdahale edebileceğini gösterdi. Bu çıkış, ister istemez öbür partilerin Alevi duyarlılıklarına simgesel anlamlar da taşısa sahip çıkmasına
ortam hazırladı. Özellikle CHP’ye, Alevi isimlerine milletvekili listelerinde daha fazla yer verme zorunluluğunu hissettirdi. BP’nin bir siyasi
rakip şeklinde ortaya çıkışıyla Alevi isimler, diğer partilerin listelerinde
daha çok sayıda yer alır oldu. Siyaset dünyası Alevileri bir denge unsuru
olarak kabullendi.
Dönemin bazı siyasi gruplarınca Türkiye İşçi Partisi (TİP) oylarını parçalamak üzere devlet tarafından kurdurulduğu ileri sürülen BP,
Osmanlı İmparatorluğu zamanında “yok edilen”, Cumhuriyet döneminde “yok sayılan” Alevi-Bektaşi tabana dayandı. Anayasanın laiklik ilkesinin uygulanışının Aleviler açısından doğurduğu sorunları çözmeyi
amaçladı, gerici çevrelerin ve devletin “sakıncalı, kâfir, zındık” değerlendirmelerine muhatap olan Alevilerle ilgili önyargıları yıkmayı ve
bu kimliğin kabulünü Diyanet Teşkilatı ve parlamentodaki temsiliyet
üzerinden sağlayarak meşruiyet sorununu aşmayı hesapladı. 27 Mayıs
Anayasasının sunduğu örgütlenme olanakları çerçevesinde programı,
etkinlikleri ve yürüttüğü hukuk mücadelesiyle toplumdaki önyargıların
kırılmasına kısmen siyasal öncülük etti.
Aleviler ise Birlik Partisi ile siyasi bir deneyim ve etkisi yıllar sonra
ortaya çıkacak bazı kazanımlar edindi. En önemli kazanım –bir bütün
olarak değerlendirildiğinde başarısızlıklar sözkonusu idiyse de– elde
edilen özgüvendir. Siyaset terazisinde denge ağırlıklarından birini oluşturduklarını görmek, Alevilere, oyunun gücünü hissettirdi, partileşme
onlara siyasi bir deneyim kazandırdı. Cesaret ve özgüven özellikle 1980
sonrasında siyasal ve toplumsal düzeyde, devletle olan ilişkilerde Alevilerin, daha talepkâr davranmasının yolunu açtı. Bugün Aleviliğin, devlet
tarafından resmen tanınmasa da kısmen başardığı toplumsal meşruiyette, BP’ye büyük bir hisse ayırmak gerekiyor.
Aleviler, bu süreçte BP deneyiminin olumsuzluklarını da kavradılar. İyi niyetlerle yola çıkılmış ve Alevilik esaslarına dayalı bir devlet
düzeni öngörülmemiş olsa bile inançların siyasete bulaştırılmasının sakıncalarını yaşayarak gördüler. İnanca dayalı bir devlet düzenine taraflar olmamasına rağmen tabanının Alevilerden oluşması, BP’nin Alevi
Partisi şeklinde algılanmasına yetiyordu ki, bu durum yalnızlaştırıcı bir
etki yapmıştı. Oysa Alevilerin sorunları ancak çağdaş, aydınlanmacı,
demokratik çerçevesi geniş bir sistemin kurulmasıyla ve toplumun demokrasi problemi yaşayan öbür kesimleriyle kucaklaşmasıyla çözülebilirdi. BP deneyimi bu açıdan epey öğretici oldu.
Nitekim edinilen bu deneyim Sivas Katliamı sonrasındaki tepkiden
beslenerek 1995 yılında kurulan Demokratik Barış Hareketi ve devamı
niteliğindeki Barış Partisi sürecinde yol gösterici oldu. Siyasi partilerin
Alevi sorunlarının çözümünde samimi davranmadığı, Alevilerin hak ve
taleplerinin ancak Alevilerin kuracağı bir parti ile gerçekleştirilebileceği tezleri ortaya atıldığında, BP örneği anımsandı; Demokratik Barış
Hareketi’ne karşı açık tavır alındı. Çünkü Aleviler, sorunlarının toplumun öteki kesimlerinin sorunlarıyla birlikte çözümlenebileceğinin farkına çoktan varmışlardı. [...].
21
SERÇEÞME
Anadolu Aydınlanması
K
İsmail Özmen, Yargıtay Üyesi
Gerçekte ise, böylesi büyük kurum ve oluşumların
lâsik felsefe tarihine göre aydınlanma
doğru
tanısı, ancak küllerini eşelemekten geçer. Onfelsefesi, aslında bir XVIII. yüzyıl felVeli, âşık ve düşünürlerin
larda ne büyük cevherler varsa, izleri hep o küllerin
sefesidir. Dünyada, ilkin İÖ V. yüzyılda
eski Yunan’da bir antik aydınlanma’nın hazırladıkları aydınlanmanın içinde gizlidir. Böylesi durumlarda, bulunup gidile(Grek aydınlanması) gerçekleştiği bili- oluşturduğu duygu ve düşünce cek temel düşünsel yöntem, sezgisel bir yoldur. Bu
ise, “duymak” ile “dinlemek” arasındaki ilişkiden genir. Grek Aydınlamacıları bilgicilerdir. Anılan bu iki
ortamında kendine özgü
çer. Bu ilişki, tıpkı “bakmak” ile “görmek” arasındaki
aydınlanmada da dogmacılığa karşı çıkılmış, insan
özellikler kazanmış
ilişkiye benzer. Yine böylesi hallerde şunu hiç akıldan
usu bilgi ölçüsü olarak alınıp değerlendirilmiş ve biltemel ilkeleri,
çıkarmamak gerek, “görmek hep konuşmadan önce
ginin geniş halk kitlelerine yayılmasına çalışılmıştır.
Her iki aydınlanmada da spekülâsyonlara sırt çevrilsevgiye, emeğe, alın terine, gelmiştir: Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp
tanımayı öğrenmiştir” (John Berger, Görme Biçimmiş, insan ve kültür sorunlarına eğilinmiştir. XVIII.
dayanışmaya açık, içtenlikli leri). Bütün bunlar “gerçeklik duygusuna varmayı”
yüzyıl aydınlanması İngiliz düşünürü John Locke
ve basit öykü anlatımı
(1632-1704)’la başlar. Hume, Condillac ve Fransız
anlatmak ve sağlamak için kullanılan yöntem ve izözdekçileri bu aydınlanmanın önemli temsilcileridir.
leklerdir. Buradan yola çıkalım. Burada önemli olan,
yollarıyla yansıtıp
Daha sonra Kant, Fichte, Schelling, Hegel gibi Alman
bizim varmak istediğimiz büyük hümanizmanın ışıksevdirmeleri
düşüncecileri bu aydınlanmanın geliştiricileri olmuşlarını hemen başlangıçta söndürmemiz gerekir. Çüneğitim
ve
öğretim alanlarında kü, bizim bilip varmak istediğimiz ve adına aydınlanlar, bu konuda kayda değer eserler vermişlerdir. Gerçek aydınlanma felsefesi ise, Karl Marks ve Friedrich
örnek bir tutum ve davranış ma dediğimiz büyük hümanizma, öyle kolay kolay
Engels’le gerçekleşmiştir.
oluşup ortaya çıkmamıştır, çok yönlü bir oluşumu ve
olarak
İmmanuel Kant (1724-1804)’a göre aydınlanma,
gelişimi olduğu gibi, çok yönlü, karışık dağılım, etkideğerlendirilmelidir
“aklın kendi yol açtığı erginsizlik durumundan kurleşim alanları da vardır, bunların hiçbiri yadsınamaz;
tulması” anlamına gelir. Aslından ise, bireysel açıdan
çünkü, bunlar gerçekten özlerinde, insanlığın öyküaydınlanma ancak, bireyin etnik köken, din, mezhep, toplumsal sınıf ve
sünü taşırlar; ışıkları hep, insanlığın belli dönemlerinde, bazı kesim ve
yöre gibi bağımlılık, dolayısıyla da erginsizlik yaratan “aidiyet ya da
yerlerde şimşekler gibi çakıp parlayan, herkese kurtuluş/ümit vadeden,
mensubiyet”lerden sıyrılıp kurtularak bağımsızlaşmasıyla olanaklıdır.
ferahlık ve mutluluk getiren akıl ışıkları olarak kabul edilir. Gerçeklere,
Aydınlanma anlamında kültürlenme ise, insan aklının evrimi süreoluşa ve tarihsel kaynaklara dayanarak diyebiliriz ki, olay ve olgu bu
cinde bir üst aşamaya çıkarak, örneğin özerklik, özgürlük, barış, kölelik
doğrultuda oluşup gelişmiştir.
ve kutsallığın yok edilmesi, başta yoksulluk olmak üzere, her türlü eşitİşte böyle ışıklı dönemlerden biri de, XIII. yüzyılda Anadolu’da olusizliğin, haksızlığın, acının, farklılığın ortadan kaldırılması durumuna
şarak ortaya çıkan, ne yazık ki, derinlemesine, çok yönlü bir incelenme
ulaşmadır. Zaten insanlık, tüm tarihi boyunca hep, iyiyi, güzeli, doğruimkânına kavuşturulamamış olan özgün Aydınlanma’dır.
yu, gerçeği ve yararlıyı ereklemiştir. Böyle bir düşünce evrensel nitelikO çağa, bu büyük özgün aydınlanmanın ortaya çıktığı döneme az da
lidir. Yani, bundan çıkarılacak sonuç şudur: Her türlü düşünsel etkinlik
olsa, hoşgörülü/iyimser bir açıdan baktığımız zaman, Selçuklu İmparainsan içindir. Bilim de, felsefe de, uygarlık da insan içindir. Bütün buntorluğu yönetimindeki Anadolu’nun bir kısmında, İslâmî tasavvufî dülar insanın araştırılmasına yönelik çalışmalar niteliğindedir; öyle anılıp,
şünce ile bazı genel felsefe deneyimlerinin bir anlamda özgürce yazılıp,
öyle kabul edilmelidir.
şiirle de olsa söylenebildiği, özgürlük tüten bir ortam ve havaya sahip
İşte bu bağlamda İngiliz düşünürü Francis Bacon (1561-1626), pek
olduğunu görürüz; ancak bu hava özünde, ne zaman susturulacağı kesin
yerinde bir girişim olarak kabul gören “yararlıya yönelme” yaklaşımını
olarak bilinmeyen güvensiz, kaygan olgularla dolu bir görünümü de içedüşünce tarihine getiren filozof olarak tanındı. Yine bu bağlamda, her
rip sergiler durumdadır. Doğal olarak bunlar, o çağın Anadolu’sundaki
şey insan içinse, “sadece beni ilgilendiren, gerçekte beni hiç ilgilendiryadsınamaz gerçeklerdir. Bir başka anlatımla Anadolu, XIII. yüzyıl’da
mez” diyebilmek ya da J. Paul Sartre’ın (1905-1980) dediği gibi “İnsan
böyle dinsel yorum özgürlüğü bulunan kısa bir dönem yaşayıp geçirmiştir. Bu ortamda oluşturulan özgün aydınlanmanın baş rolüne soyunmuş
bütün dünyadan sorumludur” sözünde gizli düşünceyi gerçek anlamıyla
kişiler, böyle bir karışık ve kırık bir ortamda yaşamışlar, düşüncelerini
kavrayıp ortaya koymak çok önemlidir. Ancak, insan diğer varlıklardan
böylesi bir ortamda söyleyip yazmışlardır.
ayrı olarak kendini ve dünyayı yenileme potansiyeli taşıdığı için, önem
Aslında ise Anadolu, o çağda büyük kırılmalara gebe, karanlık bir
kazanır ve öne geçer; böylece ilerleme yeteneğini hiçbir zaman yitirmez.
kaos ortamına sürüklenmek üzere, dipsiz bir uçurumun kenarında gezip
Bunun için yaşam her zaman filozofları haklı çıkarmış, otoritelerin tüm
durmaktadır, bu açıdan baktığımızda onun her yanı kıpır kıpırdır, herkes
baskılarına karşın, XV ve XVI. yüzyıllar bir tür aydınlanma sayılan Rönesans dönemi bu şekilde değerlendirilmiş, filozoflar hümanist düşüncehem korku, hem de ümit içinde tedirgin yaşamaktadır; siyaset, zaman ve
nin ilk ışıklarını o yıllarda yakarak dünyaya yaymışlar ve bu hümanist
toplum yapısı yakın geleceklerin kan denizini hazırlama telaşı içindedirdüşünürler tüm insanları kendi duygu ve düşüncelerinde bularak, “ben”
ler, adetâ sessizce buna hazırlanmaktadırlar.
yerine “biz” kavramını koyan insanlar olarak anılmayı hak etmişlerdir
XIII, XIV ve hâttâ giderek XV. yüzyıllara ilişkin Anadolu tarihini,
(Bedia Akarsu, Çağdaş Felsefe).
şöyle kaba hatlarıyla da olsa, gözler önüne getirip serdiğimiz zaman, o
Her aydınlanmanın mutlaka sosyal, duygusal ve düşünsel temellegünleri inceleyen tarihçilerin yapıtlarında, 1071 Malazgirt Savaşı öncesi
rinin olduğunu, başlangıçta bunların çekirdeği beslediğini, çekirdeğin
ve sonrası, hatta tâ X. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya çeşitli Türk kavimbunlara ve benzer olgulara sarılarak oluşup geliştiğini, hüda-yı nabit,
lerinin durmadan kümeler halinde sessizce akışlarını izlediklerini, daha
yani kendiliğinden ortaya çıkmadığını, her düşünce akımının ilk yere
sonraki kanlı Haçlı seferlerini, hemen ardından acımasız, talancı Moğol
bastığı, salt bir başlangıç zemini edindiğini, oradaki kültürel birikiministilalarını, ardı arkası kesilmeyen kaoslu iç isyanları, nedeni, niçini biliden yola çıkarak, böylece ilk hareket noktasını seçtiğini, sonraki aşanen veya bilinemeyen çeşitli karşılıklı vuruşmaları, kör savaşları, çılgınmalarda temel amaçlara götürecek prosedürleri belirlemeye çalışarak
ca saldırıları, yağmaları, talanları, insanların çoluk, çocuk, kadın, erkek
detaylara girip yan ve nüans sayılabilecek erekleri, yol ve yöntemleri
ayırmaksızın öldürülmelerini, daha nice benzer insanlık dışı eylem ve
seçip oluşturduğunu, bu arada çalışma arkadaşları, işçiler bulunduğunu,
davranışları seyredip yazdıklarını, bütün bunları kaygan, güvensiz bir
bunların çoğunu ince eleyip, sık dokuyarak değil de, çoğunu rastlantıortamda insanlığa karşı işlenen suçlar sınıfına sokup öyle nitelendirdiklarla yakalayıp yanına aldığını, sonradan bir kısmından anlaşamayarak
lerini, hepsini umutsuzluğu besleyen karanlık olgu ve olaylar olarak kaayrıldığını, arayıp bulmaya çalıştıklarını ancak akan zaman içinde tanıbul edip değerlendiklerini görür, bu acı gerçekle yüz yüze geldiğimizi
ma fırsatı bulduğunu, böylece hazırladığı ortamda tabakalaşarak, gelişip
anlarız.
beslenerek ana ışığın kaynağı haline geldiğini, hep yeni ürünler verip
Elbette ki, bütün bu belirgin kırıklar, kargaşa, kaos, güvensizlik,
bunlarla hem beslenip hem de kendisinin, ürünlerinin ve gerçek düşünkorku ortamları, büyük çapta işin kötü yönlerini teşkil etse bile, bunun
ce özünün tanımlarını yapmak için büyük uğraşlar verdiğini, okullaşma
yanında, Anadolu’ya gelen Türkler İslâmiyet’i, şöyle ya da böyle, Arapgayreti içinde geleceklere dal budak salmaya çalıştığını söylemeye gerek
Emevi-Bedevî barbar yağmacı ordularıyla ilk ilişkilerinden itibaren,
var mı? Ama yine de, özü yakalayabilmek, akışı kesintisiz görebilmek,
kanlı boğuşmalarla geçen yaklaşık 350 yıl sonra, daha çok bir kısım tasavvufçu kanadın esin ve ümit telkin etmeleriyle benimsemiş oldukları
her şeyi doğru tanıyıp yerli yerine koymak için, işe kalıntılardan, detaylardan başlamak gerek, en doğrusu bu.
kabul edilse bile; yine kim ne derse desin, Anadolu’ya gelen Türklerin,
22
Sayı 27
SERÇEÞM
ERÇESME
AHMET AKAR
Geldim
İslâm öncesi Şamanist ve Budist dönemlerin ve yeni yurtlarındaki yerel dinlerin bazı değer motiflerini ve kurumlarını benimsedikleri, onları İslamî boyalarla süsledikleri, hatta İslâm’ı özgün bir
yoruma tabi tutup, buna göre anlayıp uyguladıkları; bunun yanı sıra, Anadolu’da kendilerinden
önce var olan zengin kültür ve yerel inançlardan da etkilendikleri ve onları bazen de kendilerinin
şu veya bu tarzda etkilemiş oldukları yadsınamaz tarihsel bir durum sayılsa bile, Anadolu’daki bu
büyük aydınlanmayı böyle bir deprem ortamında, kırıklar içinde sağlıklı, doğru ve nesnel biçimde, gerçeğe uygun olarak saptayıp, yanılgıya düşmeden değerlendirmek kolay iş olmasa gerek.
Onun içindir ki, Anadolu Aydınlanması dediğimiz olgu, öyle birden bire bir gecede ortaya çıkmış bir olay da değildir. Uzun bir tarihsel süreç içerisinde, çeşitli ortam ve kültürlerden beslenmek
suretiyle yetişen büyük düşünürlerin düşünce platformunda oluşup gelişmiş; zamanla zenginleşerek kazandığı çeşitlilikler içinde güçlenen bu Türk, İslâm geleneği şeklinde bir kimlik kazanarak
ortaya çıkmıştır. Oysa, İslâm’ın dünyanın diğer bölgelerindeki görünümleri, özellikle Arap, İran
ya da Kuzey Afrika’da yaşayan halkların oluşturdukları İslâm gelenekleri, Anadolu’da oluşturulan bu özgün gelenekten çok ayrı, farklı ve değişik bir kimlik ve içeriktedir. Çünkü, Anadolu’da
anılan yüzyıllarda oluşan İslâmî gelenek, Mevlânâ, Hacı Bektaş Veli, Edebâli, Yunus Emre, Hacı
Bayram-ı Veli, Şeyh Bedreddin, Pir Sultan ve benzeri veli, âşık ve düşünürlerin hazırladıkları
aydınlanmanın oluşturduğu duygu ve düşünce ortamında kendine özgü özellikler kazanmış, geliştirilen temel ilkelerin ışığında oluşan sevgiye, saygıya, emeğe, alın terine, dayanışmaya açık,
içtenlikli ve yeni bu aktöre, zaman süreci içinde, toplumun her kesimine taşınıp yansıtılarak bu
konularda ışıklı, verimli ve doyurucu ürünler verilmeye başlanmış, inanç ve düşüncelerini halkın
düzeyine inerek açıklamayı başaran veliler ile ardıllarının ve yardımcılarının aktöresel bu görüş
ve düşünceleri geniş halk kesimlerine inanılması güç yazılı ve sözlü basit öykü anlatımı yollarıyla
(menâkıpnâmeler gibi) yansıtıp sevdirmeleri eğitim ve öğretim alanlarında örnek bir tutum ve
davranış olarak değerlendirilmelidir.
Zaten Anadolu’daki bu İslâm geleneği, her yanı sevgi dostluk dolu, ılımlı, hoşgörülü, sevecen,
paylaşımcı, gerçekçi ve özünü yitirmeden çağın değişen koşullarına uyum sağlayarak gelişmeyi
ilke edinmiş, insancıl yönü her alanda ağır basan, engin bir tevazu içinde, köleliğe, sömürüye, her
türlü haksızlığa, yabancılaşmaya olanak tanımayan, çirkinliklerle savaşan, tamaha, ikiyüzlülüğe
karşı çıkan, uygulamalarında kadın-erkek ayırımı gözetmeyen, dil, din, ırk, mezhep, cins farklılıkları bilmeyen ve her türlü ayrımcılığa haklı tepkiler gösteren, saygıyı, turablığı yol bilen bir
görünüm sergilemektedir.
Böyle olduğu içindir ki, bir Mevlânâ, Hacı Bektaş Veli, Abdal Musa, Yunus Emre, Pir Sultan
Abdal, Edebali, Hacı Bayram-ı Veli ve daha niceleri, büyük İslâm velileri ve ardılları hiç durmadan kendi dergâh ve ocaklarında, İslâm’ı hümanist ve kültürel açılardan ele alarak, tasavvufun
engin ve yetkin ışıklarında olgunlaştırdıkları binlerce özgün görüş ve düşünceyi, yine binlerce
öykü haline dönüştürerek Anadolu’da binlerce kent, kasaba, köy, tekke, berigâh, dergâh gezerek
durmadan bir bir anlatmak suretiyle tohumlarını ekip yeşerterek, evrensel barış, sevgi ve dostluk
ürünleri olarak bu topraklarda kökleşmeleri için kan, ter ve göz nuru dökerek çalışmışlar, kendilerinden sonra gelen kuşaklara kutsal ve dayanıklı bir kültür ve inanç hamulesi olarak bu aydınlanmayı sunmuşlardır.
İşe bu aydınlanma açısından bakarken, şunu hiç aklımızdan çıkarmayalım ve unutmayalım ki,
elbetteki dinler tarihi, bir bakıma, çok geniş bir zaman ve mekân atmosferinde oluşup gelişen çok
kapılı bir yapının, dinler arası, söyleşim, etkileşim, iletişim süreçlerinin karışımlarının oluşturduğu çok renkli ve değişik kültür yığınları durum ve görünümündedirler. Ancak yine de, kendine
özgü iyi, güzel, sevimli, etik yönler kazanmış, birikimli içerikleri olduğu da yadsınamaz olgulardır, ama bütün bunlara karşın, dinler tarihi, insanlık ve uygarlık tarihi içinde, ne yazık ki, karma
ve eli kanlı bir tarih olarak karşımıza çıkmakta, kendisini akıl almaz, mantık dışı nedenlerle savunmaya çalışmaktadır. İnsan olarak, tarihin karşısında yapılanların acısının verdiği burukluğu
duymamak olanaksızdır.
Kaldı ki, bu olgulara bir de kültür kuramı bağlamından bakarsak, daha değişik durum ve olgularla karşılaşırız. Şöyle ki; maddi kültür nesnelerinin yanı sıra, kişinin toplumsallaşarak bireyselleşmesi aşamalarında, kazanmış olduğu yeteneklerin ve edindiği her türlü bilginin toplamı
onun için, manevi bir kültür oluşturur. Din kültürü de bu genel kültürün bir bölümünü teşkil eder.
Yani, aslında bir toplumun ve kültürün içine doğan insan, tüm insanlığın kültür birikimini önünde
bulur ve gücü ölçüsünde de onu edinmeye çalışır. Bir insanın kendi gücüyle katıksız olarak özünde yarattığı değerler son derece az ve sınırlıdır ama; onun edindiği her şey, başkaları tarafından
üretildiği için de kendisine yabancıdır. Gerçekte her kültür ürününde öz ve yabancı öğeler bir araya
gelir/getirilir. Bu olgu, bir tür özün ve yabancının birlikteliğidir. Ernst Bloch’un anlatımıyla, “İç”,
içliğinin, ya da “öz” özlüğünün ayrımına varabilmek için, “dışı” deneyimlemiş olmak zorundadır.
Öğrenme denilen ve dış etkiyle, ya da etkileşimle gerçekleşen süreç, zaten başka türlü de yürüyemez (Onur Bilge Kula, Kültürel İletişim). O zamanla kişi ve topluluklar üzerinde egemen olsa
bile, yine de onun özel dünyasında belirli, belli bir alanı ve ağırlık kazanır. Ancak, bu ağırlık ve
egemenlik sürekli sayılamaz. Bunun için, öz kültür, ulusal ya da katıksız kültür kavramları görecelidir. Çünkü hepsinin içinde yabancı öge, en azından üzerinde başkasının eli vardır. Dünyada
katıksız, arı, duru bir kültür yoktur. Aslında her kültür bir alaşımdır. Öz ve yabancı denilen öğelerden oluşur, bunlar kaynaşmış, karışmış, kanları, renkleri, kokuları birbirine sinip erimişlerdir.
Bunların bazı değişik nitelik ve özelliklerini görüp saptamak mümkündür, ama bunları tel tel
ayırmak, cımbızlamak imkânsız olduğu gibi şudur budur diye sınıflayıp ayırmak da olanaksızdır.
Bunlar kültür alanında sadece, aidiyet ve mensubiyet duygusu ve algısı yaratan olgular olarak
düşünülüp ele alınmalıdır.
(Devamı 24. Sayfada)
Mart 2007
Aşkı niyaz etmek için
Pirim kalktım sana geldim
Bu yol erenler yoludur
Edeple erkâna geldim.
Gerçekler çekermiş çile
Erişmek için menzile
Aşk odundan döndüm küle
Kerem gibi yana geldim.
Aşk dalgası coşar sende
Goncalar açar seherde
Özüm dâr’da yüzüm yerde
Hü deyip meydana geldim.
Vuslat badesini içip
Gerçeği fark edip seçip
Hurafelerden vazgeçip
İlimle irfanla geldim.
Ahmet Akar çeker yası
Silindi gönlümün pası
Davam Kerbelâ davası
Ol Şahı Merdan’a geldim.
Pir Bana Dedi ki
Hü dedim çağırdım şahlar şahına
Destur gir içeri gel dedi bana
Girdim huşu ile bir niyaz kıldım
Çalış yola layık ol dedi bana
Güzel pirim gül cemalin özledim
Gelir diye yollarını gözledim
Hak Hakikat nedir, kerem kıl dedim
Hakkı öz gönlünde bul dedi bana
Bu yola ser veren yolundan şaşmaz
Yol ehli olanlar benliğe düşmez
İnsanlara gurur kibir yakışmaz
Ölmeden evvela öl dedi bana
Şah Hüseyin için serin verenler
Geri dönmez Hak yoluna girenler
Yolun kurucusu ulu erenler
Her şeyden uludur yol dedi bana
Pirim Pir Sultanım bana kıbledir
Aşk dalgası gelir, dilim söyletir
Ahmet Akar sana kuldur köledir
Yargıla kendini bil dedi bana.
Sükût-u
Harf
Hüseyin Albayrak
ISBN: 9944-986-52-6
15 x 19 cm boyutunda 216 sayfa
Dharma Yayınları
0212.512 8121
23
SERÇEÞME
COŞKUN GÖNÜLLÜ
Sevgi Barış Olmalı
Dostlar çok önemli yüz ifademiz
Duruşunda sevgi barış olmalı
Aslında doğuştan her yürek temiz
Vuruşunda sevgi barış olmalı
Her insana yeter gök deniz kara
Savaş insanlığa cinayet en büyük yara
O zaman silaha harcanmaz para
Kuruşunda sevgi barış olmalı
Hiç kimse almasın yalanı dile
Riyakarlık ekler çileye çile
İnsanın insana elini bile
Sürüşünde sevgi barış olmalı
Ne olursa olsun şöhreti şanı
İnsan olan insan incitmez canı
Bir doğrunun eksik yanlış olanı
Yerişinde sevgi barış olmalı
Vefasız olanlar bilsin vefayı
Herkes mutlu olsun sürsün sefayı
Bilim adamının bilme kafayı
Yoruşunda sevgi barış olmalı
İnsanın özüdür beraber oluş
Eşitçe paylaşmak en güzel buluş
Hep bana hep bana demeden alış
Verişinde sevgi barış olmalı
Gönüllü Coşkun’um demeden benim
Yediğim lokmanın yarısı senin
Her halimde insanım diyen insanın
Her işinde sevgi barış olmalı
AŞIK DAİMİ
Kainatın Aynasıyım
Kainatın aynasıyım
Madem ki ben bir insanım
Hakkın varlık deryasıyım
Madem ki ben bir insanım
İnsan Hak’ta Hak insanda
Arıyorsan bak insanda
Çok marifet var insanda
Madem ki ben bir insanım
Bunca temenni dilekler
Vız gelir çarkı felekler
Bana eğilsin melekler
Madem ki ben bir insanım
Daimi’yem harap benim
Aşk ehline şarap benim
Ayaklara turap benim
Madem ki ben bir insanım
Bu iki nefesin alındığı kaynak:
Av. İsmail Metin, Alevilerde Halk
Mahkemeleri, Cilt 2, Alev Yayınları,
İstanbul, 1995
Esat Korkmaz’ı
20 Mart’tan başlayarak Salı geceleri
saat 9 ile 10 arasında
Dem TV’de Gönül Defteri
programında izleyebilirsiniz.
Türksat 1C - Frekans: 10955 V
SR: 5860 - FEC: 5/6
24
(Baştarafı 23. Sayfada)
Anadolu Aydınlanması
Kişisel kimlik, bireyin din, mezhep, etnisite, ulus, yöre, meslek ve kültür gibi değişik alanlarda
onun öz bilinci temelinde “özü” başkadan, “öteki”nden ayırma uğraşı temelinde oluşturulan bir
olgu sayılmalıdır. Bu yönüyle kimlik bir tekleşme edimidir. Öteki, ona tehlikeli ve düşman olarak
görüle bilir. Böyle karışık ve sürekli bir oluşum ortamında yaşayan kültür de bunlar normal sayılmalıdır.
İşte bu çok yönlü gerçeklere ve olgulara hep açık olan Alevi-Bektaşi topluluklarının, zamanla
çok yönlü ve renkli şekilde oluşup paylaşılan, birikimsel ve dinsel içerikli kültürlerini, önemli
pirlerin ışıklı yol göstericilikleri doğrultusunda, köktencilikten ve katı şekilcilikten uzak tutmaya
çalışarak ve her türlü bağnazlığa, karanlığa çöküp oturmadan, “bilimle gidilmeyen yolun sonunu
karanlık” olduğuna inanarak, böylesi yerlere hiç yanaşmadan, trenini durdurmadan, hep yeniden
biçimlendirdiği alt, üst, ara kültür kimliklerini yeri geldikçe hem koruyarak, hem karıştırarak,
hem birleştirerek kendi özünü, diriliğini, rengini, ayrılığını ve temel kimlik niteliklerini korumak
suretiyle günümüze değin varlığını sürdürmüş bir topluluk olarak karşımıza çıkmaktadır, diyebiliriz.
Toplumsal açıdan baktığımızda kültür, bir insan üretimi olarak, doğuştan gelen, kişisel olgu
ve özelliklerden ziyade, öğrenilen ve kazanılan bilgi ve deneyimlerden oluşur, o hep her türlü nitelik ve koşullarını kendi özünde türeten özgün bir bal arısı gibi çalışır. Ancak, onun bu nitelik ve
özellikleri paylaşılan, edinilen ve yeniden biçimlendirilen türdendir. Zaten kültür çok yönlü, diri
bir oluşumdur. Bütün bunlar yani tarihsel durum,olgu, doğa, coğrafya, iklim ve toplum koşulları,
etnik kökenler ile din, mezhep ya da inanç anlayışı, kültür farklılıkları bir araya gelerek karışık
yöntemlerle hazırlanıp yoğrulur. Bu gibi kavramlarda oluşum hep komplike ve çok yönlüdür.
Bu bağlamda din, sanıldığı gibi, katıksız ve saf sayılamaz; böyle bir alanda da karşılıklı etkileşim alış-verişi ilkesi düzeyinde görünür, öyle de geçerlidir. Kültür alanında etnik köken, ulusal
ögeler, dil, gelenek, görenek ve töreler, tasada, kıvançta, iyi günde, kötü günde ortaklık duygusu
kültür alanındaki temel ana unsurları oluştururlar, hattâ şovenizmden arındırılmış ulusal onur bile
bu sıralamaya dahil edilebilir, bunlar, toplumsal gerçeklerdir, yadsınamazlar. Özetlersek, bunun
yanında “Kültür, soyut ve somut değerliliklerin ve değersizliklerin üretim sürecini de içerir.” Ama
yine de unutmayalım ki, her kültür ürünü, diyalektik ilke gereği, kendi karşıtını da her zaman
içinde taşıyıp barındırır. Tez, anti-tez, sentez oluşumu ve ilkeleri burada da geçerliliğini korur.
XIII. yüzyılda Anadolu’da oluşturulan dinsel ağırlıklı özgün Aydınlanma’nın çekirdeğinde,
harcında, temelinde, binasında ve çatısında yukarıda açıklanmaya çalıştığımız maddi ve mânevi
ögelerin hepsi elbette vardı. Çünkü kültür salt değerlilikleri içermez, bunun yanında, insanın içine, içselliğine de yönelip bakar; oysa, yine onun yarattığı uygarlık öyle değildir; o hep dışa, dıştaki
nesnelere, hak hukuk gibi dış belirleyimcilere yönelir, oralarda uğraş verir. Demek ki, bu yönüyle
de kültür, insanlığın tarihsel gelişimiyle yakından bağlantılıdır; hatta, daha kaba taslak şekilde de
olsa, tarihe şöyle bir göz attığımızda, insanlığın evriminin, düz ve doğrusal bir çizgi izlemediğini, kültürün, insanlığın tarihsel evrimi içerisinde bir üst aşamaya çıkma uğraşının türevi olarak
ortaya çıkıp bağırdığını görürüz. Hatta giderek; İlk Çağ, Orta Çağ, Yeni Çağ ve bu çağın temel
belirleyicilerinin başında bile, Aydınlanma olgusunu öngörecek bazı temel katkıların bulunduğunu söyleyebiliriz.
Bütün bunların yanı sıra, tevhit kavramı etrafında odaklaşan tasavvufun geniş yelpazesi altında, Kuran-ı Kerim’inin üzerindeki simsiyah örtüyü kaldırarak şeriatın ördüğü kalın kabuğu kırarak, İslâm mentalitesinin tevhit kavramının gösterdiği noktada, elele, gönül gönüle, tüm insanların
ayni inançta birleşmesi ve kendi aralarında bir olması ve yine kendi aralarında başka başka fıkralara ayrılsalar bile, sırf bu noktada bir olmaları anlamına gelir ki; bu Alevi-Bektaşi dünyasındaki
inanç ve felsefik anlayışın Tanrı ile bir olmak, varlığın birliği demek sayılan Vahdet-i Vücûdçu
felsefenin özünde şiirleşerek, daha büyüsel bir ortama girmeye başladığının ilk izleri, tohumları
sayılabilir. Yine bu, giderek Anadolu Aydınlanmasının temelindeki atomsal çekirdeği oluşturan
güzel değerlerin çevresinde dönüp dolaşan görüşler olmuş ve daha gerçekçi bir kimlik ve anlamlar
kazanmaya başlamıştı, böyle bir içerik oluşturmuştur.
İşte bu nedenledir ki, Bâtınî felsefesinde, tanrı insan birliği, giderek “Ene-l’Hak” kavramında
gerçek anlamını ve özünü bulmuş, zaman sürecinde her şeyi yoğurup yapan Allah, insanı ve doğayı yaratmakla kalmayıp, bütün bunlarla evrende bir tür kendi görünüm ve yansımasını vermek
suretiyle sözünü ettiğimiz aydınlanmadaki gerçek yerini, anlamını ve önemini kazanıp korumuştur.
Böylece bu özgün aydınlanmada, bütün taşlar yerli yerine oturmuş, sular durulmuş, her şey
yoluna girmiştir. Yine bunun yanı sıra, aydınlanmadaki gizli anlayışta birikip tortulanan, Tanrı
ile olan ilişki, itiraz ve eleştiri şeklinde geniş bir elastikiyet alanı ve içeriği kazanarak beyinlerde
ve gönüllerde görülen aşk ve yârenlik ilişkisi olarak ortaya çıkmıştır. Nitekim Muhyiddin ibn
Arabî, Şahabeddin Suhreverdi ve benzerleri özgülünde oluşan bu felsefe, İslâm’ın kendi içinde
başlayıp derinleşen değişik bir anlam kazanmış, din kendi kendine üzerindeki kabuğu kırarak derinleşmeyi, içtenliği oto kritiği öğrenerek şekilcilikten, sığlıktan, kuruluktan, korkaklıktan hızla
uzaklaşarak derin uçurumlarda koşmaya, yeni anlam ve soluklar kazanmaya, büyük yollar kat
etmeye başlamıştır.
Gerçekte, Vahdet-i Vücûdcu anlayışın esası ile ilk kaynağının Hint Felsefesi olduğu yadsınamaz bir gerçek sayılmalıdır. Ama Vahdet-i Vücût felsefesi, bu yeni açılımlarıyla İslâm’ın kendi
içinde başlayıp derinleşen, çeşitlilikler kazanan yeni bir anlam ve içerik olarak,bu iklimde bütün
azametiyle doğmuş, canlı ve sınır tanımayan bir kültür ürünü olarak kendini günümüze değin
taşımasını bilmiş ve XIII. yüzyıldaki Anadolu Aydınlanması’yla da tarihe adını altın harflerle
yazdırarak sosyal ve kültürel alanda gerçek ve saygın yerini almıştır.
Anadolu’da XX. yüzyılda, 1919-1923 yılları arasında çiçeklenmesi başlayan son aydınlanma,
daha değişik bir kimlik ve daha evrensel nitelikler içermektedir. Ancak, bu son aydınlanmanın
XIII. yüzyıldaki aydınlanmadan etkilendiği, bazı benzer yönleri bulunduğu, her ikisinin de temelde hoşgörü, iyilik, doğruluk, dayanışma, gerçeklik ve sevgi üzerine kurulmuş olduğu açıktır.
Sayı 27
SERÇEÞM
ERÇESME
KADIN OZANLARIMIZ
Ayhan Kaleli (Deli)
Ahmet Koçak
A
YHAN KALELİ 9 Mart 1968 Malatya
doğumlu. İlkokulu Malatya’da, ortaokulu İstanbul’da okudu. Geçim koşullarının zor
olması nedeniyle çocuk yaşta çalışmaya başladı. 1988 yılında evlenen ozanımızın, iki oğlu
var. Ozanımız ilk şiir denemelerine ilkokulda
başlamış. Daha sonraki süreç için şunları söylüyor: “dünya görüşüm, yaşadıklarım ve duygularım olgunlaştıkça şiirlerim de ona göre
şekillendi”.
Ozanımıza Deli mahlasını Malatya
Arguvan’ın Minayık ocağından Hüseyin
Orhan Dede vermiştir.
Ozanımızın halk ozanlığı geleneği üzerine görüşleri ise şöyle: “Halk ozanı olmak,
bütün dünyaya aynı gözle bakabilmek ve
yaşadığın dönemi tarihi bir belge haline
getirebilmek demektir”.
Günümüz kadın ozanlarımızdan Ayhan
Kaleli, kalemi güçlü, tasavvuf ehli bir hak
âşığıdır.
Hak Kelâmı
Hak kelâmı çalar söyler sazımız
Dil bilmeze gayet kolay söz gelir
Muhabbette dosta geçer nazımız
Pişer canı fikri kâmil öz gelir
Damla damla düşer çeşmi yaşımız
Kerbelâ’da şehit mazlum şahımız
Tene değil insanlığa lafımız
Zalim tığlar gözümüzden yaş gelir
Toprak olur ayakaltında kalır
Hakikat sözünden hisseler alır
Gönlünü yok eder menzile varır
Aşılmaz dağları yola çevirir
Gözü değil gönlünü aç
Lazım değil başıma taç
Yol bilirsen gönüldür haç
Bu kafayla yok olursun
Sinesinde gonca güller açtırır
Dostu sever sermayesin artırır
Muhabbetle aşk ateşin yaktırır
Kurumuş dalları güle çevirir
Ne Süleyman ne de Harun
Hükmederdi yok firavun
Yarat bir can sonra savun
Bir zerre ile boğulursun
Deli gibi sevmesini bilirsen
Aşka düşüp buzlar gibi erirsen
İkrarını bir gerçeğe verirsen
Sultan seni turap kula çevirir
Deli demiş sana gardaş
Hoş sineme kurdun bağdaş
Bırak teni canla uğraş
Belki Hakk’a kul olursun
Hüdai
Huylarım
Ardımda bırakıp gittiğim dünya
Söyleyin türkümü diller ağlasın
Ne bir murat aldım ne de bir fayda
Söyleyin türkümü diller ağlasın
Şu kötü huylarım ne de kıymetli
Ölmeden ölmek de ne zor iş imiş
Yaşamak güzel de ölüm heybetli
Arzularım hayal masal düş imiş
Ne nazlı bebeğe ninni söyledim
Ne bir güzel sevdim gönül eyledim
Ne kusur ettim de bilmem ne eyledim
Söyleyin türkümü diller ağlasın
Kıymetin bilmedim geçti baharım
Gezdirdim başımda kara dumanım
Bir işe yarar mı bilmem imanım
Günahım içimde yanan köz imiş
Yüzler sürdüm dergâhların tozuna
Mızrap vurdum erenlerin sazına
Katlanmışım cümlesinin nazına
Söyleyin türkümü diller ağlasın
Yar dediğim acı oldu ömrüme
Yaralarım göz göz olmuş kime ne
Sözler hançer gibi batar sineme
Gözümden dökülen kanlı yaş imiş
Akıl ermez bu dünyanın işine
El etti de düştüm yarın peşine
Deli gibi yandım aşk ateşine
Söyleyin türkümü diller ağlasın
Deli isen akıl başta kuş olur
Arif isen her söz dile hoş olur
Cahil isen başa gelen taş olur
Hak bilene yalan dünya boş imiş
Yağmur Gibi Düştük
Toprak Üstüne
Can bedende gezip gördük elleri
Baldan tatlı bize dostun dilleri
Yağar üstümüze dostun gülleri
Atar başımıza elden taş gelir
Yağmur gibi düştük toprak üstüne
Çamur olup bir bedene ten olduk
Nefes verilince gönül köşküne
Akıl aldık cennetinden men olduk
Cam değil ki, gönül canda kırılmaz
Hak deyince dost ayrılmaz
Bir olmadan hak yoluna varılmaz
Deli derler her sözümüz boş gelir
Ayrı değil farklı farklı düşünce
Eldir deyip ikiliğe düşünce
Uğraşırsın bütün ömrüm boyunca
Gelip giden mihmanlara han olduk
Turap
Allah birdir neden dinler övülür
Hak katında canlar eşit görülür
İnanmayan aşk narına gömülür
Piştik ateşinde şükür can olduk
Turap olmak arifliğin nişanı
Talip olan yüzün Hakk’a çevirir
Erenlerin engin olur lisanı
Acımış dilleri bala çevirir
İkrar verdik Şah-ı Merdan Ali’ye
Süre geldik Hacı Bektaş Veli’ye
Beyan etmek nasip oldu Deli’ye
Baba Mansur evladına cem olduk
Mart 2007
Ah Çeke Çeke
Karardı gül bahtım geceye döndüm
Yar senin derdini ben çeke çeke
Çıra gibi yaktın gidince söndüm
Yüreğimde derdin ah çeke çeke
Coşkun seller ile kaynadım coştum
Bir köle misali peşine düştüm
Ne dedim de yârim sen bana küstün
Ölürüm derdinden ah çeke çeke
İstersen aşkıma Deli deyip gül
Ben sana yanmışım yalnız bunu bil
Beni anlamadın sen dengini bul
Yar birazda sen yan ah çeke çeke
Vay
Kendini unutup ele karışma
Ararda kendini bulamazsın vay
Bilmediğin sözle kemle konuşma
Söz ile menzile varamazsın vay
Kul Olursun
Herkes ateşini içinde taşır
Başı kirlenenin tırnağı kaşır
Yükü taşımaktan her yeri nasır
Bu hal ile turap olmazsın vay
Hazır yapılmış dünyaya
Sanki senin kurulursun
Gücün yetmez Hak olmaya
Taşıyamaz yorulursun
Alev alev yanar ocağın közü
Sanma imdat eder gerçeğin özü
Genç iken gezip de görünce güzü
Elin ateşiyle pişemezsin vay
Saza vurdun üç beş mızrap
Eller yazmış olma kitap
İnsanlığa eyle hitap
Fikri paksan var olursun
Eşilir mezarın gayet çok derin
Sızılı kesilir inan bedenin
Cehennem mi derin cennet mi serin
Başında bir duman dolanırsın vay
Koyun güden çoban olma
Hep sözlerin elden alma
Sonra sacın başın yolma
Cennetimden kovulursun
Gidip gelen var mı bilsen ahrete
Deli deyip gülme düşme hayrete
Halin ne olacak sor bir millete
Sonra kâinatta yok olursun vay
25
SERÇEÞME
BEN OZANIM / ANKARA’YA ADLI ALBÜMÜ YENİ YAYINLANAN
Selahattin Akarsu ile Söyleştik
Seda Coşkun
O
ZANLIK geleneğinin önemli temsilcilerinden Selahattin Akarsu’yla sıcak, samimi bir sohbet gerçekleştirdik. Ben Ozanım
/ Ankara’ya adını taşıyan yeni albümünde toplumsal sorunlara, haksızlıklara, eleştirel ve yalın bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Diğer albümlerinde olduğu gibi bu albümde de gelenekten
beslenip, anonimleşen türküler görüyoruz ve
yine Selahattin Akarsu besteleri önemli bir
yere sahip. Selahattin Akarsu, ozan olmanın,
kişiye yüklediği sorumlulukların bilinciyle
hareket ediyor ve yetkin, usta bir dille; sazını, sesini, sanatını hissetmemizi, sevmemizi
sağlıyor. Halkın derdini, kendi derdi edinmiş,
korkusuzca sazın teline vuran ozanımıza kulak verelim:
Öncelikle siz tanıyarak başlayalım
söyleşimize. Selahattin Akarsu kimdir?
Ben Sivas’ın Kangal İlçesinin Minerakaya
Köyünde doğmuşum. Evli ve 3 kız çocuğu
babasıyım. İstanbul, Örnektepe’de ikamet ediyorum. Sanatçılara uygulanan geriye dönük
borçlanma yasasından emekli oldum. Şu anda
Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı İstanbul Şubesi-Okmeydanı Cemevi’nde, yönetim
kurulu üyesi olarak kültür sanat çalışmalarını
yürütüyorum.
Muhlis Akarsu’nun yeğeni olmanız,
ondan etkilenmeniza neden oldu mu?
Nasıl etkilenilmez ki, çok büyük bir ozanın
yeğeni olmam dolayısıyla, bir kere kan bağım
var. Kendimi bildim bileli ben Muhlis Akarsu dinlerim. Ona benzersiz bir sevgi ve saygı
besliyorum. Her şeyiyle benim hayranlık duyduğum ve örnek aldığım bir ozandır. Onun
dışında müziğe olan büyük bir aşkım var. Bu
duygularımı şöyle dile getireyim; ben çocukluğumdan beri, Muhlis Akarsu’nun plaklarını dinleyerek büyüdüm -Muhlis Akarsu’nun
dışında büyük ozanlarımızdan, Mahsuni’nin,
Aşık Daimi’nin, o büyük üstatların plaklarını, kasetlerini de dinleyerek-. Kasetlerimde
de Akarsu türküleri okudum. Son dönemlerde
kendim yapıyorum türkülerimi. Ne demişler
“Göl yerinde su eksik olmaz”
Yeni kasetiniz çıktı. Hem Alevi Bektaşi
deyişlerinin gelişiminden hem de yeni
kasetinizden konuşalım.
Ben bir Alevi çocuğuyum, Alevi dedesinin
çocuğuyum. Bizim soyumuzda dedelik var,
seyitiz biz, baba tarafından ocakzadeyiz, Kocaleşker oğullarındanım. Alevi Bektaşi geleneğinden geldiğim için deyişlerin ben de çok
büyük yeri vardır. Köyümüzde yıllar önce
yapılan, cemlere katılırdım, Alevi dedelerin
cemlerini hatırlıyorum. Gerçi çok fazla cem
olmazdı, senede bir iki defa perşembe günleri cem yaparlardı, o yoksulluktan dolayı, ama
aklımdadır. Alevi deyişlerini hep o dedelerden
dinlerdim. O zaman Muhlis Akarsu’da zakirlik
yapardı. Bizim köylerde de, yakın köylerde de
dedelerle birlikte, zakirlik yapardı, deyiş, mersiye okurdu.
Ben dayım Muhlis Akarsu’nun, sağlığında bir iki tane kaset çıkardım. Onun beste ve
deyişlerini seslendirdim. Bana kendisi şöyle
derdi: “Bir gün gelecek sen benim tahtıma oturacaksın” Tabii böyle bir şey mümkün değil,
kimse kimsenin yerini alamaz. Ama söylediğim gibi üzerimde etkisi çoktur. Onun kasetleri, plakları, beni söz ve türkü yazmaya da itti.
Daha sonra, türkü yazmaya başladım. O talihsiz olaydan, Sivas katliamından sonra, türkü
çalışmalarıma ağırlık verdim. Çok severek,
Akarsu’nun plağını dinlerdim, bir arkasını, bir
önünü. Annem bazen kaygılanırdı, şöyle derdi:
“Oğlum bu kadar sık dinleme, sana bir şey olacak” Daha sonra da ASM’de dayım Akarsu’nun
anısına bir kaset yapmam zorunlu oldu. Onun
anısına ithaf edilen bir kaset çalışması yaptık.
Bu gelinen süreçte ise iki sene arayla bir kaset
yaptım ve son olarak da beşinci kaset-CD piyasaya çıktı. Beşinci ve son kasetim, Ben Ozanım
/ Ankara’ya adını taşıyor
Bu albümde toplumsal ve siyasal
sorunlarımızı dile getiren taşlamalara,
yergilere rastlıyoruz.
Oluşturduğum eserlerimde bu özellikler var.
Bir eseri yazarken, ona hazırlanmıyorsun, bir
anda geliyor. Dünyada olan biteni büyük bir
merakla izliyorum, dünya insanlığının gelişmesine kayıtsız değilim. Örneğin orada dinlediğiniz Ankara’ya türküsünde;
“Bir oyum vardı vermiştim
Çekip gitti Ankara’ya
Elimden aldı lokmamı
Yutup gitti Ankara’ya
Ankara’ya Ankara’ya
Yazık oldu fıkaraya
Boş verirsen bu dünyaya
Her zaman kalırsın yaya”
Bu bir anlık bir şey. Beş dakika ya da on
dakika içerisinde dörtlükler meydana geliyor.
Bu eserlerimizi sağlığımızda anlamazlarda, öldükten sonra değer verirler. “Ne güzel yazmış,
söylemiş” derler. Bu hep böyle olmuştur. Toplumsal içerikli yönleri olan türkülerim ağırlıkta olacaktır, türkülerimde belli bir noktada
Akarsu tarzı hakim, bu çizgide yürüyorum.
Albümünüzün geneline baktığımızda
neler var?
Usta malı deyişler, türküler var. Diğerleri
bana ait eserler.
Halk ozanlarının geleneği ve kültürü
yaşattığına inanıyor musunuz? Hala
devam ediyor mu ozanlık geleneği?
Hala devam ediyor. Ancak koşullar insanları
biraz uzaklaştırmış denilebilir. Yoksa ozanlık
ölmedi ki, ölmez de, mümkün değil. Bakıyorsunuz geçmiş dönemdeki ozanların yazdıkları,
hala türkülerde, sanatçılar tarafından da okunuyor. Bu işte olumsuz gördüğüm taraf ise yenilik yapılmaması. Buna rağmen pek çok yazan
ozan var, ama ismi, duyulmamış, tanınmamış.
Pek çok kitap var, bestelenmemiş şiirler mevcut, türkü olacak kalıplarda, türkü motifinde
yazılmış. Sürüyor ozanlık, sürecek de. Yaşanan
durgunluk, teknolojiden mi, dünyada gelişen
olumsuz olayların etkisi mi bilinmez. İnsanlar
artık eskisi gibi ilgilenmiyor, türkülerin içinde
yaşamıyor gözükse de türküler ölümsüzdür biliyorsunuz, ama üretkenlik yok, bu bir gerçek.
Mahsuni Şeriflerin, Pir Sultanların, o büyük
ozanların yazdıklarını şimdi insanlar yazamıyor. Niye yazamıyor; o hayatı yaşamadığı için,
onların yaşamı çok farklıydı, şimdiki durum
ise biraz daha farklı. Yazılmıyor, eski ozanlarımız da olduğu gibi yazılmıyor, yazanlar da
seslerini duyuramıyor.
İnsanların belki birbirlerine
bağlılıkları azaldı.
Evet, insan ilişkilerinde kopukluklar var
ve ne yazık ki günden güne zayıflıyor. Dayanışma, insan sevgisi yok oluyor ve genel bir
bencillik söz konusu. Günümüzde hakim olan
globalleşen, rezilleşen bir sürece doğru gidiyoruz. Bu bizi derinden etkiliyor. Bizim üretkenliğimizi olumsuz bir şekilde etkileyen nedenlere olumlu çözümler üretmek lazım. Bugün
hala Mahzuni’nin, Muhlis Akarsu’nun, Aşık
Daimi’nin, bildiğimiz ozanların, türküleri günümüzde yaşıyor, farkındaysan hiç yeni üretim
yok, ya da son derece az.
Örnek aldığınız diğer sanatçılar
kimler?
Muhlis Akarsu, Mahzuni Şerif, Davut Suları. Çok fazla yok diyebilirim. Ama en çok etkilendiğim; Muhlis Akarsu ve Mahsuni Şerif.
Yön FM’deki programınızdan
bahsedelim, Aşıklar Meclisi’nden.
Selahattin Akarsu,
Yılmaz Güney’in
Paris’te, Père Lachaise
Mezarlığındaki
kabrinin başında
26
O program kendiliğinden oluştu. Radyolar
kuruldu, 1993 yıllarında, Yön FM’nin dışındaki diğer radyolarda da peş peşe gelişti. Diyebiliriz ki, halk müziği çalan, Alevi deyişleri çalan radyoların içinde emekten yana tavır
koyan bir Yön FM’di. Orada arkadaşlarımız,
Sayı 27
SERÇEÞM
ERÇESME
ALİ İHSAN DOĞAN (KUL İHSAN)
Duaz
akademik çalışma yok, diksiyon yok, bu şartlar
altında teklif ettiler.
Ben programcılığı bilmem, ne yapacağım
dediğimde: “Sazını alıp geleceksin, iki tane de
konuk bulacaksın, sohbet edeceksin, bu kadar”
dediler. “Kolay” dedim o zaman. Yön FM’de
Aşıklar Meclisi isminde. Sevgili yönetmenimiz, Murat Taylan’ın da burada çok emeği var.
İlk radyo programcılarından, ayrıca genel yayın yönetmenimiz. Aşıklar Meclisi çok uzun
sürdü, nasıl oldu, ben de anlayamadım, orası
bir okuldu ve o okulda yetiştim sanki.
Kaç yıl sürdü?
On yıl sürdü, kesintisiz, orada arkadaşlarımız “yeter artık” demediler, ben dedim. On yıldır, bu program sürüyor, Aşıklar Meclisi, “yeter
artık, ben yapmayacağım” dedim ve bıraktım.
Dönüp baktığımda çok da iyi geçtiğini düşünüyorum. Hemen hemen bütün ozanları konuk
ettim. Mahzuni Şerif’ten, Ali Ekber Çiçek’e
kadar. Aşık tarzında okuyan, ya da aşıklama
okuyan insanların çoğunu. Ben bile unuttum
sayısını. Aşıklar Meclisi adlı programı biz Yol
Televizyonu’nda gerçekleştirmek istiyoruz, bu
konuyla ilgili görüşmelerimiz sürüyor. Daha
önce Yeditepe Televizyonun deneyim sahibi
olmuştum, önümüzdeki günler içinde de bu
programla sizlerle olmayı umuyorum.
Vakıftaki çalışmalarınızdan
bahsedelim biraz da.
Bildiğiniz gibi Hacı Bektaş Veli Anadolu
Kültür Vakfı yönetimi kurulunda görevliyim.
Çeşitli birimlerdeki arkadaşlarımızla görev
dağılımı yaptıktan sonra, benim yapacağım iş;
kültür sanat, görevi oldu. Vakfın kültür sanat
bölümünde görev yapıyorum şu anda. Sanatsal
alanda; paneller, konserler, dinletiler, periyodik olarak anma günleri düzenleniyor. Anma
günlerimize özellikle önem veriyoruz. Bizim
kültürümüzün en önemli yapı taşlarından,
taşıyıcılarından olan aşıklarımızın, ozanlarımızın, yazarlarımızın konuk edildiği, kitleye,
halka yönelik bilinçlendirme, bilgilendirme
seminerleri ve dinletiler gerçekleşiyor, oldukça
da iyi gidiyor.
Buradaki ilgiden memnun musunuz?
Evet, memnunum. Okmeydanı bölgesi Alevi
halkın, ilerici demokrat insanların yaşadığı bir
bölgedir. Bu bölgede Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı ve cemevi var. On üç yıl oldu
kurulalı, burada yaşayan herkesin de çok büyük emekleri var, halkın ilgisi, sevgisi var.
Halk müziğinin dünden bugüne
gelişimini ve günümüzdeki yerini nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Yenilik yapmamız gerekir. Müzikte tekelleşmeyi kırmamız gerekir, tabii ki zor. Şöyle
ki; müzikteki tekelleşmeyi kırmadıktan sonra,
paylaşımı gerçekleştirmedikten sonra, biz bir
yere varamayız.
Bakıyoruz sanatçı arkadaşlarımızın tavırlarına; birliktelik yok, dayanışma yok, tekrar
yineliyorum; üretkenlik yok. Çok çalışmamız
gerekir, istediğimiz noktada değiliz. Ayrım
var sanatçılar arasında, medyatik sanatçı diye
nitelendirdiğimiz, kendini duyurmuş, kendini
Mart 2007
bir şekilde gündeme taşımış insanların hizip
hastalıkları çok, sanatçı olmaktan, sanatçı duruşundan uzaklar. Diyebilirim ki; kendini ön
plana koymuş, sanatı onun arkasında kalmış.
Bu durum müziğimizi yanlış ve olumsuz bir
tarzda etkiliyor.
Eskilerden güzel örnekler verirsek, Ruhi
Su olsun, diğer bahsettiğimiz ozanlar olsun. Bu
ozanlarımızın kaygıları yokmuş, günümüzde
piyasada yer almak için kaset çıkarmayı yeterli
görülüyor. Sistem de bunu destekliyor. Sistem
sanatçıyı yaratıyor, ancak sanatçılar arasında
da eşitsizlikler yaratıyor, uçurumlar yaratıyor. Kendini duyuran insanlar geriye dönüp
bakmıyor, kimse kimseye yardımcı olmuyor.
Günümüzde bu çelişkiler çok büyük. Gelinen
noktaya ben çok kızıyorum. Sanatçılar sanatını, kafelerde, barlarda yapıyorlar.
Buna karşı mısınız?
Evet, son derece karşıyım. “Yapmalıdır, ekonomik” diyorlar, ama başka olanakları düşünmek gerek. Ben şahsım adına kafe, barlarda
türkülerin dile getirilmesini, özellikle de Alevi
deyişlerinin, içkilere meze edilmesini doğru
bulmuyorum. Bunu bütün içtenliğimle dile getiriyorum; çok yanlış.
Yeni kasetinizin tanıtımı için konserler
düşünüyor musunuz?
Benim en çok yapmak istediğim de, geniş
halk kitlelerine seslenebileceğim konserlerde
yer almak. Bu düşünceyle konserlere ağırlık
veriyorum. Avrupa’da, burada, dernek toplantılarında konserlerim var, televizyon programlarım olacak. Bu şekilde çalışmalarım sürecek.
Ayrıca müzik firmamın da desteğiyle, çeşitli
çalışmalarla halka ulaşacağız. Eskiden ozanların, halka ulaşması gönül birliği yoluyla gerçekleşiyordu. Çünkü dinlemeye istekli, hevesli
halk, ozanını tanıyordu. Köylerden kentlere
ozanlar gelir, plaklar tanıtılırdı. Şimdi medyanın, her konuda desteği gerekiyor. Benim esasen öyle bir derdim yok, ben doğru işi yapıyorsam, kitlelere ulaşacaktır, yeteri kadar olmasa
da ulaştığı kadarı da bana yeter.
Halkın türkülerden, kendi
değerlerinden uzaklaşmasını neye
bağlıyorsunuz?
Kötü yapıtlara bağlıyorum, kötü yorumculara bağlıyorum. Hızlı bir şekilde tüketilme söz
konusu. Hep söyleriz, eskiden çok daha ilgi
vardı, konserlere büyük ilgi vardı. Bir Mahzuni konseri yapıldığı zaman yer yerinden oynardı. Bugün baktığımızda, her yerde, etkinlik ve
konser var, bıktırıldı diye düşünüyorum, halk o
kadar doydu ki, ama o türkü dinleme zevki ve
alışkanlığı hala insanlarda var. Ancak insanlar
artık kötüyü iyiden ayırt etmeyi öğrendi. Gelenekten beslenen ozanlarımız, bu işi hakkıyla
yapan insanlarımız hala büyük bir zevkle dinlenmeye devam ediyor.
Son olarak ne söylemek istersiniz.
Size ve derginize çok teşekkür ederim.
Gelin canlar hu çekelim
Murteza’nın aşkına
Bilinmez mi kimden geldi
Muhammed’in hatemi
İmam Hasan hulk-ı Rıza geçir
gönül köşküne
Mahşere dek unutulmaz
Şah Hüseynin matemi
İmam Zeynel Abidin’le zindan olur
bu günler
Bakır Cafer i Sadık’la
çözümlenir düğümler
Musa Kazım Rıza ile sermest olur gönüller
El aman ey canda canan umman
eyle katremi
Takı Nakı Askeri den demin alır özümüz
Mehdi sır olmuştur derler
onu görür gözümüz
Pir Hacı Bektaş Veli’ye ikrar ettik sözümüz
Kul İhsan’ım medet mürvet
af eyle sen hatamı
ÖZLEM RENDE
Bir Zaman
Bir zaman var
Kimi zaman yakınımdadır
Tutmak isterken elimden kaçıp gider
Kimi zaman gelir uzağımdadır yetişemem
Bir zaman vardır
Beni alıp götürür memleketimin
diyarlarına
Yurdumun güzel insanlarıyla tanıştırır
Anadolu’mun toprak kokan yollarından
geçeriz
Elleri hamur kokan analar görürüz
Orak biçmekten beli bükülen ihtiyar
dedeleri görürüz
Alacakaranlıkta okuma sevdasına düşen
çocuklar görürüz
Bir zaman ki bu ne zaman
Şimdi kapımı çalıp içeri girecek olan
bir misafir
Beklenmedik bir konuktur.
HASAN ÖZTÜRK (BERRAKİ)
Olur Bir Gün
Bir olsa gönüller bayram eğlenir
Kırkların makamı seyran eğlenir
Gönüller hünkâra hayran eğlenir
Ömür mevsim mevsim yaz olur bir gün
İnsanın zulmüne seyre duranlar
Yalan üzerine zemin kuranlar
Haram lokma ile kul doyuranlar
Kırkların ceminden yoz olur bir gün
Berraki bu sesine uyar uyanır
Elini yüzünü yuar uyanır
Sağır sultan bile duyar uyanır
Sivrisinek bile saz olur bir gün
27
SERÇEÞME
ŞÜKRÜ BABA
Sultan-ı Nevruz
Akşamlar aşk olsun bayram gecesi
Bu ayın nurudur Sultanı Nevruz
Fazlı Şahım budur dilek gecesi
Ne Mübarek gündür Sultan-ı Nevruz
Bayram kutlu olsun açılmış güller
Konmuşlar meydana garip bülbüller
Esmai Hayderi zikreder diller
Ne Saadet bize Sultan-ı Nevruz
Muhammet Mustafa Sultanı Cihan
Ali’nin sırrını çün kıldı beyan
Hatice sırrından kamusu şâdân
Ruha Safa verir Sultan-ı Nevruz
Saadet hırkasını büründü Ali
Velayet tacını vurundu Ali
Melek secde etti bilindi Ali
Nübüvvet sırrında Sultan-ı Nevruz
Muhabbet şehrinin nurdan yapısı
On iki imamdır cennet kapısı
Hak’a secde eder kulun hepsi
Dilekler kabuldür Sultan-ı Nevruz
Sakii kevserdir ol Şahı merdan
Sundular kevseri ol demde heman
Süreriz demleri yıkılsa cihan
Şah olur kalbimiz Sultan-ı Nevruz
On dört masumu pak sırrı sırrullah
Ayini cem içre nuru nurullah
Cümlenin muradın verici Allah
Bizi de Şâd eder Sultan-ı Nevruz
Şükrü Baba söyler, bu deme şükür
Nurunu, sırrını kırdı tefekkür
Muhammet Ali’dir dilinde zikir
Ne mürüvvet bize Sultan-ı Nevruz
HÜSNÜ BABA
Nevruz Bayramı
Gönüller Şad oldu ilkbahar geldi
Nevruz bayramına eriştik ya Hu…
Çemen zar şevk ile nüra bezendi
Nevruz bayramına eriştik ya Hu...
Gelin cümle canlar birlik olalım
Arzı niyaz edüp dâra duralım
Muhabbet bezminde zevkler bulalım
Nevruz bayramına eriştik ya Hu... (...)
Hüsnü Baba’m derki Ali’dir Şahım
Ehli Beyt yolunda fedadır canım
Bunlarla kaimdir benim imanım
Nevruz bayramına eriştik ya Hu...
Burada Sonuç Bildirisini Yayımladığımız Abant Platformu’nun Alevilik Üzerine
Toplantısını Gelecek Sayıda Daha Geniş Ele Alacağız
13. Abant Platformu Toplantısı - Değerlendirme Metni
17-18 Mart 2007 tarihlerinde gerçekleşen 13. Abant Platformu toplantısında akademik ve entelektüel çevre ile Alevî toplumunun temsilcilerinden 45 müzakereci ve 100 dolayında gözlemcinin iştiraki ile “Tarihi, Kültürel ve Aktüel Boyutları ile Alevîlik” konusu tartışılmıştır. Toplantı
boyunca aşağıdaki hususların altı çizilmiştir.
İslam tarihi ve Türk-İslam kültürünün önemli ve özgün yüzlerinden biri olan Alevîliğin,
tarihî arka planı, teolojik karakteri, kültürel ve folklorik boyutu ile ilgili gözlenen bilgi eksikliklerinin bir an önce giderilmesi, hem bu mirastan daha geniş çapta yararlanılması hem de
bu yapıya mensup kimselerin haklı taleplerinin sağlıklı çözümlere kavuşturulması ülkedeki
sosyal barışın pekiştirilmesi açısından zaruret arz etmektedir.
Alevîlik, tarihî kökleri itibariyle X. yüzyıldan itibaren İslam’ı kabul etmeye başlayan konar-göçer oymakların, bu yeni dini önceki bazı inanç ve gelenekleriyle, bir biçimde bağdaştırdığı sosyo-kültürel bir yapı olup, XI. ve XIV. yüzyıllarda Anadolu’ya taşınmış, XV. yüzyılda
Safevilik’le birlikte oniki İmam Şiiliği’ne ait bazı kavramları kendi kültürel dokusuna adapte
ederek almış, XVII. Yüzyılın ikinci yarısına kadar Osmanlı merkezi yapısına fiili muhalefette
bulunmuş, daha sonra içe kapanarak varlığını devam ettirmiş, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda diğer kesimler gibi aktif rol oynamış ve bugüne kadar varlığını sürdürmüştür.
Alevîlik, baştan beri İslam’ı bir kimlik olarak benimsemiş, önceki bazı anlayış ve geleneklerini İslamî bir çerçeveye oturtma gayreti içinde olmuş, yol uluları, Anadolu ve Balkanların
İslamlaşmasında önemli katkılar sağlamıştır.
Alevîlik tümüyle, itikadî tartışmalara bağlı olarak ortaya çıkan bir yapı olmadığı için, kendine has sistemli bir teoloji kurma konumunda olmamış, İslam’ın inanç konularını içinden geldiği tarihi surece paralel bir nitelikte algılayıp yorumlamıştır.
Alevîlik, belli ölçüde, diğer dini yapılar gibi, doğup geliştiği ve ulaştığı coğrafi mekânlardaki kimi anlayış ve uygulamaların tesirine maruz kalarak “senkretik” bir niteliğe bürünmüş
olmakla birlikte, ana unsur, belirleyici öğe İslam olmuştur. Bazı akademik çalışmalarda yahut
kimi marjinal kesimlerde önceki inançlara vurgu yapan yahut İslam’ın belirleyiciliğini göz ardı
eden yaklaşım ve çıkışlara, kanaat önderlerinin tamamına yakını ve bu kökenden gelenler tepki
göstermişlerdir.
2005’te Hollanda’da ve 2006’da Karaca Ahmet Sultan’da gerçekleştirilen aynı nitelikteki
toplantıda teyit edilen Alevîlik tanımındaki: “Alevîlik İslam’dır. Hz. Muhammed Ali yolunun
Kırklar meclisinde olgunlaştığı ve Oniki imamlarla devam eden, İmam Cafer-i Sadik’in akil
ölçüsünü rehber olarak alan, Horasan erenlerinin himmetleriyle Anadolu’ya gelen, Hz. Pir’le
ve ulu ozanlarımızın nefesleriyle hayat bulan inancın adıdır şeklinde” tarif ve tespitler gözardı
edilmemelidir. Ayrıca aynı toplantıdaki Alevîliğe göre hayatın amacına yönelik olarak ifade
edilen “Alevîlik inancı hayatın amacını insanın ham ervahlıktan çıkarak insan-ı kâmil olup
özüne dönmek olarak tanımlar. Bunun için de mürşit, pir ve rehber huzurunda ikrar verilerek
4 kapı-40 makam aşamasından geçilir. İnancımızın uygulandığı mekân cemevidir.” tespiti de
vurgulanmalıdır.
Alevîliğin temel kaynakları ve halen uygulanmakta olan erkân (temel ritüeller) ve yukarıda
sözü edilen kanaat önderlerinin tespitleri dikkate alındığında Alevîliğin müstakil bir din yahut
itikadi, fıkhi ve siyasî nitelikli bir mezhep olmadığı, onun İslam kimliği içinde batini ve mistik
bir karakter arz ettiği unutulmamalıdır.
Bazı eleştirilere açık boyutları olmakla birlikte, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Alevî-Bektaşi
metinlerini orijinal nüshalarıyla birlikte yayımlaması takdire şayan görülmüştür.
Alevî toplumunun başta cemevlerinin yasal statüye kavuşturulması olmak üzere bütün taleplerinin anayasanın garanti altına aldığı temel dini inanç ve özgürlükler kapsamında değerlendirilmesi demokrasinin zorunlu gereği olarak kabul edilmelidir.
Türk Alevîliğinin şekillenmesinde saz ve semah hayati önem taşıyan unsurlar olup bu unsurların Türk halk ve tasavvuf müziği ile Türk folkloruna çok önemli katkılarda bulunduğu
gözardı edilmemelidir.
ERDOĞAN AYDIN
Kimlik
Mücadelesinde
Alevilik
Birinci baskısı
“Aleviliği Ne Yapmalı”
adıyla yayınlanan kitabın
ikinci baskısı çıktı
ISBN: 975-9169-40-1
Kırmızı Yayınları, 2007
14 x 20 cm boyutunda 400 sayfa
Tel: 0216.371 36 29
28
Erdoğan Aydın’ın
aynı
yayınevinden
çıkan
diğer
kitapları:
Milliyetçilik: Türkiye’nin Çıkmazı
ISBN 975-9169-44-4, 2006, 3. baskı, 14 x 20 cm, 300 sayfa
İslamcılık ve Din Politikaları
ISBN 975-9169-45-2, 2007, 14 x 20 cm, 290 sayfa
Sayı 27
SERÇESME
PSAKD BASIN AÇIKLAMASI: 12 MART GAZİ KATLİAMI
Gazi Katliamında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
Kararına Uyulmalı ve
Katliamın Arkasındaki Güçler Açığa Çıkartılmalıdır!
12
MART 1995’de görünüşte her şeyin sıradan olduğu bir günün akşamında, işsizliğin, yokluğun, yoksulluğun kol gezdiği, Gazi Mahallesi’nin tıka basa dolu kahvehaneleri ve yörenin
tek Cemevi, faili meçhul kişiler tarafından otomatik silahlarla taranmış; biri Alevi dedesi, iki
canımız katledilmişti. Aslında Gazi Mahallesi’nde gerçekleştirilen bu saldırının benzerleri, 12
Eylül öncesi dönemde Kahramanmaraş’ta, Çorum’da, Balgat’ta, Piyangotepe’de görülen cinstendi.
Ancak ilk defa bir katliam bu kadar açık, herkesin gözü önünde yapılıyordu.
Katliam, polis karakoluna yüz metre mesafedeki bir kahvehanede yapılmış; polis, olay yerine,
saldırı olduktan; mahalle halkı sokağa çıkıp, protestoya başladıktan sonra gelebilmiştir. Geç gelen
polisin, saldırganların peşine düşmektense, protestocu halkı dağıtmayı tercih etmesi, saldırının
adresi açısından manidar bir ipucu niteliğindeydi. Ertesi gün de devam eden protestolar sırasında
güvenlik güçlerinin halkın üzerine ateş açması sonucu on yedi canımız yaşamını yitirmiş; yüzlercesi yaralanmıştı.
Saldırının, Alevilerin çete düzenine karşı yükselttikleri sesin en gür çıktığı ve örgütlenme
bilincinin arttığı yerlerden biri haline gelen Gazi Mahallesi’ni hedeflemesi, örgütlenme bilincini
dağıtmaya yönelikti. Gazi Mahallesi’ne yapılan saldırıyı protesto etmek isteyenlere yönelik şiddet
kullanılması sonucu Gazi ve Ümraniye, Mustafa Kemal (1 Mayıs) mahallelerinde yirmi iki kişi
yaşamını yitirmişti. Otopsi raporları, ölenlerin tümünün arkadan ve tek kurşunla öldürüldüğünü
açığa çıkardı. Buradan da anlaşılıyor ki, Gazi Mahallesi’nde yapılan protestolar sırasında güvenlik
güçleriyle halk arasında bir çatışma söz konusu olmamış; inançlar arasındaki farklılıkların çatışmaya dönüşmesini isteyenlerin provokasyon senaryolarının kurbanı olarak katledilmişlerdir.
Toplumsal bir çatışmanın fitilini ateşleyebilecek bir kışkırtmaya yol açabilmek amacıyla yapılan katliam için Gazi’nin seçilmesinin rastlantı olmadığı sonradan anlaşılacaktı. Alevi kökenli
yurttaşların yoğun olarak yaşadığı, kendi inançlarını gerçekleştirmek için Cemevi’ni kendi olanaklarıyla kurduğu bir ortamda, çalıntı arabayla otomatik silah kullanan faillerin bugüne dek bulunmamaları da, olayın ne kadar “derin” olduğunun işareti olarak algılanmalıdır. Hedef seçilen
yerleri Alevi kökenli yurttaşlar işletmekteydi; hedeflerin arasında Cemevi’nin bulunması da, muhtemelen Kahramanmaraş katliamı, Madımak katliamı gibi bir sonuç elde etme amaçlı olduğunun
işaretini vermektedir.
Gazi’de gerçekleşen katliamın ardından konu yargıya intikal etti. Yirmi polis hakkında dava
açıldı. İstanbul’dan Trabzon’a taşınarak gözden kaçırılmaya çalışılan dava sonrasında polislerden
on sekizi aklandı. Polislerden yalnızca ikisi yirmişer ay hapis cezasına çarptırıldı. Gazi katliamına yol açtıkları iddiasıyla yargılanan polislerin davalarının, yargı sisteminin kadro ve mekân
olarak çok güçlü olduğu varsayılan İstanbul gibi bir ilde değil de, Trabzon gibi bir taşra kentine
nakledilmesi de davanın seyri açısından ilk işaretti. Son dönemlerde, Trabzon ilinde yaşananlar, Trabzon’un neden seçilmiş olduğunun da göstergesidir. Belli ki dava gözlerden ırak tutularak
uygulanmak istenen senaryo gizlenmek istenmişti. AİHM’nin yargılanmanın adil yapılmadığına
ilişkin kararına rağmen, davanın yeniden görülmesinin bir türlü gerçekleşmemiş olması da, bu
katliamın unutturulmasına yönelik bir çabadır.
Bu katliamın izleri sürüldüğünde önce Susurluk’a; ardından da Şemdinli’ye çıktığı açıkça görülecektir. Katliamı yapanların aklanması konusunda gösterilen çaba da bunu kanıtlar niteliktedir.
Nitekim katliama karışanların, “görevleri nedeniyle” karıştıklarına ilişkin savunmalarının kabulü
de, yirmi bir canımızın “görev icabı” öldürüldüğünün resmiyete kavuşturulması anlamına gelmektedir.
Keza, katliamdan on bir yıl sonra aldığı ceza nedeni ile polislik mesleğinden atılan Adem
Albayrak’ın, “Bize ateş etme emrini zamanın Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar, İstanbul Emniyet Müdürü Nejdet Menzir ve İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu verdi” yönündeki gecikmiş
itirafı, gerçeği göz önüne sermektedir.
Tarihe kara bir leke olarak düşmüş bulunan GaziÜmraniye katliamlarını unutmak bir yana; sürekli
olarak hatırlamaya ve topluma hatırlatmaya devam
edeceğiz. Çünkü bu katliamın ucu, her gün ülkemizin başka bir coğrafyasında karşımıza çıkmaktadır.
Susurluk’tan Şemdinli’ye, Uğur Mumcu suikastından,
Hrant Dink cinayetine kadar uzanan bir dizi faili meçhul cinayet ve katliamlar benzer yöntemlerle yapılmış,
esas katillerin bulunup toplumun önüne çıkartılması
ve yargılanması görevi bilinçli olarak hep savsaklanmıştır.
Bu nedenle bundan on iki yıl önce yaşadığımız
Gazi-Ümraniye katliamlarını, perde arkasından organize edenler ile tetikçilerini kınıyor, katliamın arkasındaki gerçek güçlerin ve sorumluların açığa çıkarılarak cezalandırılması; AİHM kararına uyularak, yeniden yargılamanın yapılmasını diliyor ve kamuoyunu, katliamlara karşı duyarlı olmaya davet ediyoruz.
Av. Kazım Genç, Genel Başkan , 12 Mart 2007
Mart 2007
SERÇEŞME
BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
OKUYUCULARININ KATKISIYLA
ÇIKIYOR VE DAĞITILIYOR
Serçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den
niyaz alan okuyucularıdır.
Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt
içinde ve dışında çalışan, emeğiyle
geçinen insanlardır.
Serçeşme canların özverisine,
paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir
ve zorlukları birlikte aşma gücüne
dayanır.
Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan
yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş
bekliyor.
Serçeşme tüm canları temsilci olmaya,
canları abone yapmaya, yörelerine
derginin toplu getirtilmesine ve elden
dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.
TEMSİLCİ CANLAR
YURTDIŞI
Almanya: Berlin Zeki Konuk ...............+49.172.305 92 29
Darmstad Hüseyin Akın .................+49.179.107 88 56
Frankfurt Sedat Bican ...................+49.170.751 25 35
Gladbach Behçet Soğuksu ...........+49.173.510 03 54
Hamburg A. Varol ..........................+49.172.453 14 62
Hanau Kemal Nayman...................+49.173.667 72 91
Kassel Hüseyin Öztürk ..................+49.162.153 33 20
Kiel Erdoğan Aslan ........................+49 174.484 18 34
Oberhausen Mehmet Kaz .............+49.173.612 01 95
Stuttgart Kılavuz Bakır ..................+49.162.909 70 70
Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ..........+43.650 841 55 99
Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan ........+32.473 49 37 12
Fransa: Paris Ahmet Kesik ..................+33.6.82 07 67 16
Hollanda: Schieadam Halil Cimtay ......+31.619 92 22 84
Gelderland Ali Rıza Ağören .............+31.651 25 63 19
İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ....+44.77.9643 5276
İsviçre: Basel İbrahim Bakır ................+41.78. 808 40 07
Kanada: Toronto Ahmet Akkuş .............+1.416.652 98 54
K. Kıbrıs: Lefkoşe A. Muzaffer Şimşek ....0533 845 21 02
YURTİÇİ
Adıyaman: Merkez Serdar Bektaş .........0538.457 34 14
Gölbaşı Kenan Tezerdi .......................0535.949 43 13
Afyon: Sandıklı Metin Özdemir ................0536.886 48 56
Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ...............0535.644 27 25
Ankara: Merkez İsmail Metin ..................0532.644 95 37
Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen ..............0532.313 87 78
Antalya: Merkez Gülçin Akça ..................0532.283 72 80
Burdur: Merkez Mehmet Turan ..............0248.234 37 17
Denizli: Merkez Ziya Gürsoy ...................0258.242 71 09
Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ............0535.872 63 03
Eskişehir: Merkez Bekir Güven ..............0222.233 06 90
Gaziantep: Merkez Haydar Dede ...........0342.250 64 77
Hatay: İskenderun Haydar Kalkan ..........0326.614 26 50
İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse .............0544.305 39 23
4. Levent Hüseyin Düzenli .................0555.204 73 79
Avcılar Mustafa Kılçık ........................0536.552 68 75
Beyazıt Rukiye Güven .......................0212.516 23 14
Çağlayan Ali Ulvi Öztürk ....................0212.224 22 42
İçerenköy Yılmaz Gürbüz ...................0535.524 49 12
Kadıköy Kazım Erol ...........................0533.553 33 86
Kayışdağ Veli Göynüsü ......................0532.687 31 09
Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ...........0532.410 51 79
Soğanlık Hasan Harabati ...................0532.787 70 98
Sultanbeyli Sadegül Çavuş ................0535.491 07 58
Yenidoğan Salih Arslan ......................0535.941 15 09
İzmir: Bornova Hüsniye Çınar ..................0532.512 59 62
Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı .......................0532.252 12 06
Konya: Beyşehir Selman Zebil ................0542.431 56 91
Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya .....0538.218 90 52
Maraş: Elbistan Derviş Şahin ..................0544.217 98 05
Nurhak Hasan Çadır .......................... 0535.511 12 99
Muğla: Yalıkavak Yasemin Sağlam...........0535.826 39 84
Samsun: Terme Emrah Çolak .................0542.341 33 03
Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan ..............0282.263 05 79
Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız ...................0536.212 49 54
Zile Aslı Çıkrıkçıoğlu............................0543.682 38 99
Urfa: Merkez Hakan Güleç ....................... 0542.569 11 26
Akpınar Cafer Özel .............................0543.949 84 07
Kısas Ahmet Aykut .............................0536.777 63 47
Sırrın Sadık Besuf ..............................0537.392 63 75
Zonguldak: Merkez Bahattin Arı ..............0544.246 09 17
Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu ..0532.740 42 50
29
SERÇEÞME
Ateş Düştüğü Yeri mi Yakar Her Zaman?
Ceyhun Günal
Alevionline İnternet Sitesinin Koordinatörü <www.alevionline.com>
Ö
MER SEYFETTİN. Çocukken hemen hepimiz bir öyküsünü
okumuşuzdur. Çocuk kitabı yazmak zor iştir. Çünkü yazarlar
komplike düşünür. Roman yazmak, öykü yazmak basit düşünme
yeteneğinden daha fazlasını gerektirir. Çocuklar için öykü yazan bir yazar ise komplike düşünüp basit şekilde anlatmak zorundadır. Ama Ömer
Seyfettin başarılı bir çocuk öykücüsü sayıldığına göre belki de bu tezimi
gözden geçirmeliyim.
Demek ki, çocuklara roman yazmak için “basit olmak” da yeterli olabiliyormuş. Bir topluluğa kara çalmak, iftira atmak; bir edebiyatçı için
bu kadar “basit” olduğuna göre, sadece çocuklar için basit düşünme gibi
bir olgu yokmuş, bu yazarda. Her neyse. Ömer Seyfettin’in durumu da
aslında yaşadığı çağlardaki bilinç, haberleşme olanakları, bilgi kaynaklarının azlığı gibi şartlarda değerlendirilebilir. Belki de Ömer Seyfettin’i
kendi yaşadığı çağda değerlendirmek ve aşağıdaki basitliği onun için bir
nebze anlayışla karşılamak da gerekebilir. Harem (Örgün Yayınevi, sayfa 29) [adlı yapıtında] Nazan ile Sermet konuşuyorlar:
“Evvel zamanda, insanlar daha hayvanlara pek yakın iken, ferdi izdivaç yokmuş. Sürü halinde yaşarlarmış. Kabilenin bütün erkekleri,
bütün kadınların müsavi surette kocası imiş.
Nazan şaştı:
Olur iş değil…
Neye? Basit bir teşkilatın basit neticesi? Doğan çocukların anası babası da kabilenin, bütün halkı imiş. Bu hal ayin gibi hala bazı cemaatlerde devam eder. Mesela Kızılbaşlar gibi… Ne ise…”
Ömer Seyfettin’i geçtik. Peki, yukarıdaki satırların Milli Eğitim Bakanlığı tarafından çocuklara tavsiye edilmesine ne diyorsunuz? O bakanlığın başındaki kişi cemlere katılıp Alevilere vaazlar veriyor. Daha
geçenlerde Cem Vakfı isimli kuruluş bu bakanı eski MHP’lilerle birlikte
binlerce yıllık değerimiz olan cemlerimize soktu. Bu bakana kürsüden
Alevi yurttaşlara vaaz verme imkanını tanıdı. Eleştirilere karşı da “Biz
aslında bu insanlara propaganda yapıyoruz” gibi bir mealde cevaplar
verildi. Nedir yaptığınız propaganda? Neyi başardınız? Ceminize çağırdığınız bakanın kurumu önce Alevilere yapılan hakaretleri çocuklara
tavsiye etme politikasını gözden geçirsin. Buyurun işte. Sosyal pedagog
Tamer Dursun bu bilgiyi kamuoyuna ulaştıralı günler geçti. Var mı atılan bir adım?
Veya bir de şu soru geliyor akıllara. “Ben de Aleviyim” diye konuşmalar yapan bir bakanımız daha var. Abdullatif Şener de bilir ki, Alevilere
verilen bir başka isim de Kızılbaş’tır. Demek ki kendisi de bir Kızılbaş o halde. Yukarıdaki Kızılbaş tarifine bir itirazını halen göremedik.
Devlete bağlı bir bakanlık tarafından çocuklara mensubu olduğu Alevi
toplumu bu halde tanıtılıyor.
Ha bir de “kraldan çok kralcı” bir güruh var içimizde her zamanki
gibi. Abdullatif Şener “Ben de Aleviyim” deyince, Alevi temsilcileri tepki
göstermişti. Bir tanesi çıktı, kendisini dernek başkanlarından falan daha
çok “Alevi temsilcisi” gören, “Şener’i asalım mı?” gibisinden kelamlar
etti. Ne anlama geliyorsa bu asmak. Kimsenin asmaya falan kalktığı yok.
Madem Aleviyse sayın bakan, işte buyursun bir samimiyet sınavı. “Hop
kardeşim. Ben de Aleviyim. Buna müsaade etmem.” desin. Ondan sonra
“Alevi dernekleri Alevileri temsil etmiyor” diyen ve asıl Alevi temsilcisinin kendileri olduğunu sanan bu “köşe” yazarları “Bravo bakanım. Yaşa
bakanım. Bakanıma laf söylettirmem.” derler; bize de susmak kalır.
Yukarıda bu “MEB tavsiyeli hakaret” haberi ile ilgili verilmeyen tepkilere değindim. Peki verilen tepkiler nelerdir? Tepki vermesi beklenip
de tepki vermeyenler kimlerdir? Biraz da buraya değinelim.
Bu haberi ilk olarak Pir Sultan Abdal Kültür Derneği resmi sitesi
pirsultan.net’de gördüm. pirsultan.net direkt olarak Tamer Dursun’un
yazısını aktarmıştı. O günlerde bizim Türkülerin Sesi’nde bazı problemler olduğu için bu haberi aktaramadık. İlerleyen günlerde de Tamer
Dursun’un yazısını haberleştirerek yayınladık ve basın yayın kuruluşlarına gönderdik. Bizim haberimizi de Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu sitesi alevi.com ve Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği hubyar.org
yayınladı. Bir de Alevihaber’de gördük yazımızı. Onun dışında başka
Alevi siteleri ve forumlarına da aktarılmış olabilir. Ama konuya değinen
sadece Alevi kuruluşlarının siteleri ve bunlara yakın Alevi siteleri. Bizim sitemizde yaklaşık 700 kez okunmuş. Gönderilen mailleri ve diğer
siteleri de sayarsak bu haber en fazla bin 500, iki bin kişiye ulaştırıldı
bizler tarafından. Ateş düştüğü yeri mi yakıyor denir buna?
30
Aleviler, Türkiye’de her zaman sol siyasetler için “hazır destekçi”
olarak görülmüştür. Hemen hemen bütün sol partilerin oy verenleri, destekçileri büyük bir çoğunlukla Alevilerdir. Bir insan hakkı ihlali olur,
bir işçi direnişi olur, hapishanelerde bir sorun olur hemen Alevi mahallelerinden ses verilir. Duyarlılık gösterilir. Aleviler hiçbir zaman kendi
özel sorunlarını, toplumun genel sorunlarından daha üstün tutmamıştır.
Bu konuda Alevi yayınları da sol yayınlara paralel bir görüntü çizmiştir. Günümüzde açılan Alevi televizyonları, oldukça çoğalan sitelerimiz
bunlara açık örnek.
Peki sol basın yayın organlarının Alevilerin sorunlarına gösterdiği
ilgi ne düzeydedir? Siz Cumhuriyet, Radikal, Birgün veya Evrensel gazetelerinde yukarıdaki konuya değinen bir habere rastladınız mı? Ben
rastlamadım. Hadi bunu geçtik. Gazete ayrı bir olay diyelim. Yayın politikası, yer sorunu falan filan. Peki bu gazetelerin internet sitelerinde veya
sesonline.net, sendika.org gibi sitelerde bu sorunlardan bahsedildiğini
gördünüz mü? Keza benzer bir sorun, sevgili Ali Polat’ın sitemizdeki
Karaağaç Tekkesi ile ilgili yazı için de geçerlidir.
Solun ülkede yaşayan bir toplum kesimine duyarlı olmasının yolu;
solun tabi destekçiliğini bırakıp “Alevicilik” yapmaktan mı geçer? Bazı
etnik gruplara karşı olağanüstü duyarlıdır örneğin sol basın. Bunun sebebi bu kitlelerin kendilerinden kopup milliyetçilik eksenine kaymış
olmaları mıdır? “Solculuk” yapmanın yöntemi, işçiler kaybedildikten
sonra sendikalara ilgi gösterme, Kürtler kaybedildikten sonra Kürtçülük yapma veya Aleviler kaybedildikten sonra Alevilerin sorunlarına yer
ayırmaktan mı geçer?
Günde on, yirmi haber yayınlayan internet siteleri, ülkedeki başka
etnik ve dini sorunlara oldukça duyarlı olan sol basın, dünyanın öbür
ucundaki bir haberi çevirip çevirip yayınlayan kuruluşlar; neden Alevilerin sorunlarına bu kadar duyarsız kalırlar? Milli Eğitim Bakanlığı
tavsiyesiyle ülkedeki bir topluma “sapık” demenin ülkemizde kaç örneği
vardır? Bu durumun haber değeri yok mudur? Bizim sorunlarımıza ilgi
gösterilmesi için bizim de “mezhepçilik” yapmamız mı gerekiyor? Sadece Alevilerin sorunlarını düşünmemiz, kendimiz için partiler kurmamız,
sadece kendimiz için yaşamamız mı gerekiyor? Suçumuz solcu olmak
mıdır? Kayıtsız-şartsız sola destek olmak mıdır? Hiçbir çıkar beklemeden, hiçbir ayrım gözetmeksizin ülkedeki diğer etnik ve dini gruplardan
solcularla aynı idealler altında toplanmamız mıdır? Ateş düştüğü yeri
yakacaksa; bizim kendi öznel sorunlarımızı bırakıp ülkenin tamamındaki sorunlarla ilgilenmemizin anlamı nedir?
İLHAN CEM ERSEVEN’in tutkulu bir çalışmayla incelediği 26
roman, 12 öykü ve bir oyunda, Kızılbaşların, Alevilerin ve
Bektaşilerin nasıl ele alındığını ve nasıl yansıtıldığını çarpıcı
örneklerle sergilediği çalışmasını Türkiye yazını ile ilgili her
okuyucunun mutlaka okumasını salık veririz.
İLHAN CEM ERSEVEN
Çağdaş
Türk Romanı
ve
Öyküsünde
Aleviler
Haziran 2005
15 x 23 cm boyutunda
321 sayfa
Alev Yayınları
Tel: 0212.319 56 35
www.alevyayinlari.com
Sayı 27
SERÇEÞM
ERÇESME
Selçik Köyü Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma
Derneği Kuruldu
Metin Özdemir
Serçeşme Afyon-Sandıklı Temsilcisi
A
FYONKARAHİSAR’IN Sandıklı İlçesi’ne bağlı Selçik köyü canlarının bir araya gelerek kurdukları “Selçik Köyü Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği” merkezi Ankara olmak
üzere Yusuf Yıldırım başkanlığında resmen kuruldu. On iki kurucu üyeyle kurulan dernek, şu
anda geçici yönetim kuruluyla faaliyetlerini sürdürüyor. Selçikliler aralarındaki yardımlaşma ve
dayanışmayı örgütlü bir şekilde sürdürebilmek, sorunlarını birlikte çözmek, inançlarını ve kültürlerini canlı tutarak yaşatmak, gençlerin köyden kopmadan aralarındaki bağları sıkı tutarak yetişmeleri amacıyla yola çıktılar. Derneğin yöneticileri, yakın zamanda genel kurullarını yaparak,
daha güzel bir şekilde çalışmalarına devam edeceklerini bildirdiler. Derneğin 4 Şubat 2007’de
yaptığı ilk yönetim kurulu toplantısında, ilk başta yapılacak öncelikli işlerle ilgili birtakım kararlar alındı. Derneğe üye kayıtları yapılmaya başlandı.
Derneğin ilk olarak kültürümüzü tanıtıcı takvimlerden ve canların gönül rızasıyla verdikleri
bağışlardan elde ettiği gelirlerle, yardıma muhtaç olanların Muharrem ayında değerlerimize yakışır şekilde kışlık yiyecekleri karşılanmaya çalışıldı.
Selçik köyü yaklaşık doksan haneli, iki yüz nüfuslu küçük bir köyümüz. Fakat yurt içi ve yurt
dışında yaşayan köylülerin de, yaz aylarında köye gelmesiyle bu sayı ikiye üçe katlanıyor. Selçik
köyü asimile olmadan, inançlarından bir şey kaybetmeden yaşamlarını sürdüren sadece Alevi
canların yaşadığı, Sandıklı’nın tek Alevi köyü.
“Sarı Selçuk Dede” Türbesi’nin bulunduğu Selçik köyü’nde canlar bir de köylerine cemevi
kazandırma çabası içerisindeler. Sarı Selçuk Dede Türbesi’nin yanına yaptıkları cemevinin inşaatı
halen devam etmekte. Alt katı aşevi olarak kullanılacak olan cemevi iki kattan oluşuyor. Dış yapısı bitmiş durumda olan cemevinin, tabanından tavanına kadar iç dizaynında daha bir çok eksiği
bulunuyor. Şimdiye kadar köylülerimizin ve canların katkısıyla bu kadarı tamamlanabildi. İmkanı
olan dostların da cemevlerine yardımda bulunmalarını bekliyorlar.
Yapılan araştırmalara göre Hicri 1113 yılında kurulduğu bilinen köyün, tarihinin daha eskilere
dayandığı tahmin ediliyor. Köyde türbesi bulunan, halkın “Sarı Dede Sultan” diye adlandırdığı
eren, “Sarı Selçuk” diye de biliniyor. Sarı Dede Sultan’ın köyde âdeta bir birleştirici, toparlayıcı
misyonu da var. Bu sebepten insanlar yerleşimlerini köyün içerisinde bulunan yatırın etrafında
kurmuşlar. Köy ismini Sarı Selçuk Dede’den almaktadır. Yaşamı hakkında kesin bilgiler olmamakla beraber Sandıklı’da da türbesi bulunan Yunus Emre ile aynı çağda yaşadığı bilinmektedir.
Daha çok halk arasında söylencelerle, rivayetlerle anılan Sarı Dede Sultan canların gönüllerinde
de yerini bulmuştur. Türbeye gelen canlar ziyaretlerini yaparak, ibadetlerini ederler. Dilekte bulunanlar gelerek adaklarını kurbanlarını keserler. Canlarla hep birlikte lokmalar yenilerek, dualar
edilir.
Kültürlerinden ve inançlarından hiçbir şey kaybetmeden yaşamlarını sürdüren Selçik köylü
canlar, geçmişten bugüne kadar cemlerini hiç aksatmadan yapmaya devam etmişler. Geçtiğimiz
Muharrem ayı boyunca matemlerini tutarak, ibadetlerini yerine getirdiler. Cemlerini yapan, aşurelerini kaynatan Selçiklilerin yanı sıra, Ankara’da yaşayan Selçik köylüler de bir araya gelerek
aşurelerini kaynatıp, ibadetlerini sürdürdüler.
Geleneksel hale getirerek her yıl yaz aylarında yapacakları Sarı Dede Sultan’ı Anma ve Dayanışma etkinliğinde yurt içi ve yurt dışında yaşayan tüm köylülerini bir araya getirmeyi amaçlayan
Selçikliler, kültürlerini bu şenlikler çerçevesinde sergileyerek bir dayanışma ve birlik ortamı hazırlamayı hedefliyorlar.
Selçik Köyü Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği ilk toplu etkinliğini önümüzdeki
günlerde Nevruz’da gerçekleştirecek. Hz. Ali’nin doğum günü olan Nevruz Bayramı’nı, köy dışında yaşayan köylülerini de bir araya getirerek kutlayacak, baharı dayanışma içinde hep beraber
karşılayacaklar.
Selçik köyündeki Sarı Selçuk Dede Türbesi’nin içi
SERÇEŞME
BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
Açıklık, Kendi Açtığı Yarayı
İyileştiren Kılıçtır
Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu
ilgilendiren tüm fikirlere açıktır.
Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı
kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini
temsil eden yazarlara açıktır.
Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer
aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri
platformu olacaktır.
Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve
örgütsel çekişmelere yer vermez.
Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği
fikirler yalnız yazarlarını bağlar.
Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fikirler
nedeniyle sansür etmez.
Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya
dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir.
Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme
getirmekten kaçınmaz.
Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik
verir, boş sözlerden ve bilinenlerin
tekrarından kaçınır.
Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir.
Yollanan yazıları yayımlamamak,
kısaltarak ya da bölerek yayımlamak
ve düzeltmek hakkını saklı tutar.
Ancak fikirleri değiştirmemeye ve
yazarın onayını almaya özen gösterir.
Serçeşme’ye gönderilen yazılar
yayımlansın, yayımlanmasın iade
edilmez
YILLIK ABONE BEDELI
Türkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50
İngiltere £40
Türkiye’den abone olmak isteyen canlar
lütfen abone bedelini bir postaneden
Genel Ajans Basım Dağıtım
Organizasyon Ltd Şti
Posta Çeki Hesabına (No 1629127)
yollayın.
Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun
Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu,
varsa Faks Numaranızı ve E-posta
adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak,
kapı no, daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu
içeren posta adresinizi
okunaklı olarak yazın
ve ödeme dekontunuz ile birlikte
büromuza fakslayın:
+90.(0)212.519 5635
Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar,
abone bedelini aşağıdaki
adrese yollayabilir:
Avrupa Baş Temsilciliği
Tel: +49.179.107 88 56
Hüseyin Akın
Postbank
Kontonummer: 826 857 303
Bankleitzahl: 25 01 00 30
Mart 2007
31
SERÇEÞME
BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
ALEVİ-BEKTAŞİ ÖRGÜTLERİ PASİF TEPKİ İLE YETİNEMEZ, DEMOKRATİK HAKLAR İÇİN AKTİF MÜCADELE GEREKİR
Aktif Mücadele için Tutarsızlığa ve Kafa Karışıklığına Son
Esen Uslu
İ
NANÇ TEMELİNDE ortak zemini olan Alevi-Bektaşi toplumu, henüz bu zeminde “ortak bir payda” yaratabilmiş değildir. Bunun tarihsel-toplumsal nedenleri vardır; ancak günümüzün somut gerçekliği
budur.
Öte yandan Alevi-Bektaşi toplumu geçmişten farklı olarak toplumsalekonomik yapıya uygun sınıflara bölünmüştür. Toplumsal sınıf demek,
üretim sürecinde farklı, birbirine zıt yerlerde konumlanmak demektir.
Bir yanda üretimin örgütlenmesini, yürütülmesini belirleyen sermaye
sahipleri; öte yanda mal ve hizmetlerin üretimini bilfiil yapan, ama üretimin örgütlenmesinde söz sahibi olmayan işçiler vardır. Sermaye sahibi
sınıf, bu güçle, toplumun üstyapısını, devleti ve diğer kurumları belirler.
Emeklerinden başka satacak şeyi olmayan işçiler ise bu üstyapının kurumlarında, bu çerçevede devlet ve siyasette daha baştan “altta kalan”
durumundadır.
Bu toplumsal sınıfların zıt çıkarları siyasete yansır. Basitleştirerek
söylersek, işçi Alevi-Bektaşi ile patron Alevi-Bektaşinin siyasi tercihleri
farklıdır. Buna ek olarak bir seçim ortamında Alevi-Bektaşiler çok değişik nedenlerle farklı siyasi partileri destekleyebilir. Saydığımız zıt çıkarlar nedeniyle Alevi-Bektaşilerin siyasete yaklaşımının tek ve bütünlük
içinde olması beklenemez.
En geniş kesimleri birleştirmesi beklenen demokratik Alevi-Bektaşi
kuruluşlarının bu farklı çıkarları temsil eden parti siyasetiyle uğraşması, birleştirici işleve aykırıdır. Bu örgütlerin siyasetle uğraşması, zaten
inanç temelinde bile farklılıklar taşıyan Alevi-Bektaşi toplumun bir araya getirebildikleri kesimlerini bile dağıtma, bin bir zorlukla bir araya getirilebilmiş gücü iç tartışmalara yönelterek boşa harcayan bir etki yapar.
Geçtiğimiz yılın ilkbaharından başlayarak Alevi-Bektaşi demokratik
örgütlerinin merkezi yapılarının üst yönetimden kaynaklanan “siyasete
müdahale edeceğiz” yaklaşımı, ne yazık ki bugüne kadar iç tartışmalarla
gücü mirasyedi gibi tüketme, bölünme ve parçalanma dışında bir sonuç
vermemiştir.
Tutarsızlık ve Kafa Karışıklığı
S
EÇİMLER ve parti siyaseti gündeme gelince, Alevi-Bektaşi derneklerinin merkez kuruluşları geçirdikleri örgütsel sarsıntıların etkisiyle
son derece tutarsız davranmışlardır. Bir kez, “siyasete müdahale edeceğiz” dedikten sonra, nereye çekersen gider bu söylemin içini doldurmakta zorlanmışlardır. Yükselen eleştiriler ve artan sorular karşısında,
Demirel’in ünlü, “kendim için bir şey istiyorsam, namerdim” söylemini
andırırcasına, “kendimiz için milletvekilliği istemiyoruz” demişlerdir. Partileşme konusunda yaşanmış olumsuz eski deneyimler hatırlatıldığında,
“bir Alevi partisi kurmayacağız” demişler. Peki, siyasete nasıl müdahale
edeceksiniz sorusunu, “miting ve gösteriler yaparak” diye yanıtlamışlardır. O günden bu yana yapılan eylemler ortadayken, bir demeçlerinde,
“oy vermemek siyasete müdahaledir” deyip, Alevi-Bektaşilerde seçimleri boykot çağrısı mı yapılıyor sorusunu uyandırmışlardır. Ardından,
“Solun birliği için çaba göstereceğiz” diyerek, Alevi-Bektaşilere, bugün
henüz ortada bulunmayan, ileride de oluşup oluşmayacağı bilirsiz bir sol
partiyi ya da seçim bloğunu destekleme çağrısı yapacakları izlenimini
vermişlerdir. Yükselen eleştiriler karşısında bu da yetmemiştir, son günlerde “Aleviler için Mecliste kontenjan” istemini dillendirmektedirler. Bu
tutarsızlıklar kafa karışıklığı yaratmaktan başka işe yararmamıştır.
Böylece demokratik Alevi-Bektaşi kuruluşlarının merkezleri AleviBektaşilere net ve açık hedef göstermemek bir yana, yapmaları gereken
esas görevi savsaklar duruma düşmüştür. Türkiye’de merkezi düzeyde,
uzun soluklu, iyi planlanmış, örgütlenmiş ve ses getirici bir dizi etkinlik
yapılmasının en gerektiği dönemde, örgütler adım atamaz hale getirilmiştir. Yalnız Alevi-Bektaşileri değil, ülke içindeki ve ülke dışından en
geniş aydınları, yazarları, fikir ana-babalarını bir araya getiren sempozyum, konferans, panel gibi toplantılar; buna paralel tutarlı basın-yayıntanıtım çalışması yapılmamıştır. Temel haklar için Alevi-Bektaşileri
sokaklar, meydanlar taşıyarak, diğer demokrasi güçlerini Alevi-Bektaşilerin istemleri çevresinde birliğe çağıran eylemlerle yaşama müdahale
edilememiştir.
Bu asli görevin savsaklanmasından doğan boşluğu, en istenmeyen
siyasi eğilimler doldurmaya başlamıştır. ANAP’tan MHP’ye kadar bütün partiler, Alevi-Bektaşi oylarını yanlarına çekebilmek için diller dökmeye ve kandırmacaya dayalı seçim taktiklerini uygulamaya koymaya
başlamıştır. AKP hükümeti, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kullanarak,
gözüne kestirdiği Alevi-Bektaşi dedelerini örgütlemeye ve talip üzerine
sürmeye(!) başlamıştır. Fettullah Gülenci Abant Forumu bile Aleviliği
gündem yapan toplantılar düzenlemektedir.
Pasif Tepki Değil, Aktif Girişim
G
ÜNÜMÜZÜN patron egemen siyasi ortamında çeşit çeşit siyasi
partiler ya da siyasi çekim merkezleri Alevi-Bektaşilerin oylarına
ağızlarının suları akarak yaklaşırken, demokratik Alevi-Bektaşi örgütlerinin tepkisi “geriden gelmekte”, olay olup bittikten sonra basına yapılan
kuru açıklamalara indirgenmektedir. Demokratik Alevi-Bektaşi örgütlerinin gösterebildiği bu cılız ve pasif tepkiler içimizi acıtmaktadır.
Örgüt merkezlerimizin basın açıklamalarına hapsolmuş cılız ve pasif tepkilerinde dile getirilen bazı görüşler ise birer talihsizliktir. Pasif
bir tepki diliyle konuşulunca, hep aynı tema bildirilerimize sızmaktadır:
Alevi-Bektaşilerin sorunlarının, Aleviler-Bektaşiler dışında konuşulmasına karşıyız! Bu anlaşılmaz ve yanlış bir tutumdur.
Yıllar boyu Alevi-Bektaşileri yok sayanlar, bugün Alevi-Bektaşileri
konuşuyorsa, bu onların değil, Alevi-Bektaşilerin değişmesinden; biraz
olsun örgütlü, iri ve diri bir duruş sergilemesinden kaynaklanmaktadır.
Onlar yaptıkları toplantılarda ne isterse konuşsun, Alevi-Bektaşilere
ne “don” biçerse biçsin! Ellerindeki tüm araçlarla Alevi-Bektaşi toplumunun ezenlerin düzenine muhalif tutumunu törpülemeye çalışsın! Hızır Paşa’lar eliyle Aleviliği-Bektaşiliği kendi içinde eritmeye çalışsın!
Demokratik örgütlerimiz tüm toplum çapında Alevi-Bektaşiliğin demokratik haklarının gerçek sözcüleri olarak kendilerini ortaya koyarsa,
hangi Alevi dinler Fettulahçıları, kim giyer onların biçtiği “donu”?
Demokratik örgütlerimiz, Alevi-Bektaşileri demokratik istemler için
mücadele çevresinde birleştirilebilirse, tarihten gelen direniş ruhuyla donanmış Alevi-Bektaşi emekçiler ezenlerin düzenine destek olur mu?
Alevi-Bektaşilerin istemlerini en geniş kapsamlı demokrasi için mücadele eden tüm diğer toplum kesimleriyle birlikte savunmayı gündemin
başına koyan Alevi-Bektaşi örgütlerimiz, belki içimizden yeni Hızır Paşaların çıkmasını engelleyemez, ancak onların çevresinde bir avuç yol
düşkününden başkasının toplanmasına fırsat vermez!

Benzer belgeler