51.sayıya ulaşmak için tıklayanız

Transkript

51.sayıya ulaşmak için tıklayanız
CMYK
CMYK
Derleniş Yayınları
Kurtuluş Yolu
29’uncu TÜYAP İstanbul
Fuarı’nda
Halkın Kurtuluş Partisi’nden...
Türban Kadının Özgürlüğü değil
Esaretidir!
Halkın Kurtuluş Partisi, 22 Ekim’de Ankara’da
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman
Yalçınkaya’nın türbanla ilgili açıklamasını
destekleyen bir eylem yaptı. Kurtuluş Partililer,
Yargıtay önündeki eylemlerinde, laikliğe karşı
yapılan saldırılara direneceklerini haykırdılar.
30 Ekim-07 Kasım 2010 tarihleri arasında gerçekleştirilecek
Fuar’da, Derleniş Yayınları 3. Salon 509’da.
Basın açıklaması metni 17’de
Arif Damar kavgamızda yaşayacak!
20 Ekim’de bedence aramızdan ayrılan Devrimci Şair
Arif Damar, 22 Ekim’de Çengelköy Mezarlığı’nda
toprağa verildi.
Kurtuluş Partililer’in de katıldığı törende Halkın
Kurtuluş Partisi Genel Başkanı urullah Ankut da
bir konuşma yaptı.
Nurullah Ankut, konuşmasında, Arif Damar’ın ömrü
boyunca devrimci kaldığını ve mücadelesinin mutlaka
zafere ulaştıracağımızı belirtti.
www.kurtulusyolu.org
ISS 1305-8975
Aramızdan bedence ayrılışının 39’uncu yılında
YIL: 5 • SAYI: 51 23 EKİM 2010
15 GÜNLÜK SİYASİ GAZETE
Hikmet Kıvılcımlı yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor
FİYATI: 50 Kr
T
Kurtuluş Yolu/İstanbul
dakikalık saygı duruşuyla
ürkiye Devriminin Önderi Halkın Kurtuluş Partisi Türkiye Devriminin başladı.
Önderi Hikmet Kıvılcımlı’yı bedence
Hikmet Kıvılcımlı, Halkın
Anma toplantısında konuşan
Kurtuluş Partisi tarafından 11 aramızdan ayrılışının 39’uncu yıldönümünde Halkın Kurtuluş Partisi
mezarı başında kitlesel olarak andı.
Ekim 2010 tarihinde, bedence
Başkanlık Kurulu Üyesi ve
aramızdan
ayrılışının
39’uncu
Genel Başkan Yardımcısı
Mustafa
Şahbaz,
yıldönümünde, Topkapı’daki mezarı
yana yanlarında olan Kurtuluş Partililerle
başında kitlesel bir şekilde anıldı.
Kıvılcımlı’nın
teorik
ve
pratik
beraber Hikmet Kıvılcımlı Usta’yı andılar.
Anayasal haklarını kullanarak DİSK
mücadelesinin doğruluğunun bugün bir kez
Topkapı sur içinden mezarlığa kadar
daha kanıtlandığını; bu nedenle ömrünü
Birleşik Metal İş Sendikasına üye oldukları
pankartlar, bayraklar ve sloganlarla coşkulu
insanlığın kurtuluş davasına adayan
için işten atılan ve 47 gündür Direnen yiğit
bir şekilde yürüyen Kurtuluş Partililer,
Mutaş İşçileri de anma etkinliğine katıldı.
Kıvılcımlı Usta’nın her zaman halkların
anma etkinliğine Hikmet Kıvılcımlı
yüreğinde ve bilincinde yaşayacağını
Mutaş İşçileri Direnişin ilk gününden bu
nezdinde tüm devrim şehitleri için bir
söyledi.
Daha sonra kabri Topkapı Mezarlığında
bulunan
Hikmet
Kıvılcımlı’nın
öğrencilerinden, işçi önderi, devrimci
sendikacı İsmet Demir’in mezarı başında
Kurtuluş Partisi Sancaktepe İlçe
Saymanı Erdinç Bin bir konuşma yaptı.
Erdinç Bin konuşmasında, İsmet Demir’in
devrimci sendikacılığını anlattı.
Anma sırasında sık sık “Hikmet
Kıvılcımlı
Yaşıyor,
Yaşatacağız”,
“Kahrolsun ABD AB Emperyalizmi”,
“Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın II. Kurtuluş
Savaşımız” , “Kahrolsun Emperyalizm
Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “İşgal,
Grev, Direniş Yaşasın Kurtuluş
Partimiz”, “Mutaş İşçisi Yalnız Değildir”
sloganları atıldı.
Gazetemiz eski
Yazıişleri Müdürüne
A. Gül’e hakaretten
hapis cezası
Kurtuluş Yolu Gazetesi Eski Sahibi ve
Yazıişleri Müdürü
Av. Doğan Erkan
Abdullah Gül’e Hakaretten 1 yıl 2 ay hapis
cezasına çarptırıldı.
K
urtuluş Yolu Gazetesi’nde yayımlanan ve
kendisinin yazmadığı
bir yazıda yer alan “Abdullah Gül AB ve ABD Emperyalizminin işbirlikçisi ve
uşağıdır” şeklindeki ifade,
Av. Doğan Erkan’ın aynı suçtan ikince kez yargılanmasına ve aynı suçtan ikince kez
ceza almasına sebep oldu.
Av. Doğan Erkan’a kesilen
1 yıl 2 ay hapis cezasına hiçbir indirim (en yüzkızartıcı
suçtan sanık olanlara ve en insanlık düşmanı suçlulara uygulanan 1/6 oranında indirim
dahi) uygulanmadı, paraya
çevrilip ertelenme yoluna da
gidilmedi.
Kurtuluş Yolu Gazetesi’nin 07.09.2007 tarihli
29’uncu sayısında yayımlanan bir yazıda, “AB ve ABD
uşağı Abdullah Gül” ifadesi
geçtiği iddiasıyla Av. Doğan
Erkan İstanbul 2. Asliye Ceza
Mahkemesinde 2007/960 E.
nolu dosya üzerinden yürütülen yargılama sonucunda,
29.07.2008 tarihinde 11 ay 20
gün ceza almış ve hükmün
açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilmişti.
Av. Doğan Erkan duruşmadan çıkar çıkmaz Adliyenin önünde, “AB ve ABD
uşağı Abdullah Gül” ifadeleri
kullanıldığı iddiasıyla Cumhurbaşkanına hakaretten ceza
aldığını açıklamıştı. Ve basına
yargılanma sürecini özetlemişti:
Devamı sayfa 2’de
Haberleri 6-7’de
Yöneticilerimize saldıran
Başbakanlık korumaları
yargılandı
Kurtuluş Partisi İl Başkanı Av. Tacettin Çolak
ve İl Yönetim Kurulu Üyesi Av. Burak
Çelebican’ın bürolarını basan ve kendilerine
saldıran Başbakanlık korumaları yargılandı.
A
KP İl Binasının açılışı
için
30/09/2009
tarihinde İzmir’e gelen
Başbakan Tayip Erdoğan’ın
geçtiği yerlerde tam bir polis
terörü estirilmişti.
Bu terörün estirildiği
yerlerden bir tanesi de İl
Örgütümüzün
faaliyet
gösterdiği Halit Ziya Bulvarı
idi.
O gün tüm cadde trafiğe
kapatıldığı
gibi,
aynı
caddedeki işyerlerine giren
çıkan herkes aramadan
geçirilerek bırakılıyordu. İl
Başkanımız Avukat Tacettin
Çolak, bu polis terörüne karşı
müdahalede bulunmuş ve
“Halkından
korkan
Başbakan
olur
mu?
Sabahtan beri insanlara
zulmediyorsunuz,
artık
yeter!..” diyerek bürosunun
penceresinden uygulama
Devamı sayfa 2’de
Başyazı
Halkın Kurtuluş Partisi’nin Açıklaması:
ESP-ATILIM’ın Sancaktepe’de
Partimize yönelik son saldırısı üzerine
O
nun bu saldırısı ilk değil, dördün- mize 25-30 kişi arasında bir kalabalıkla
cüdür. İlkin Ankara Cebeci Kam- saldırmışlardır. Sopa darbesiyle bir kapusunda, kantinde bir masa başın- dın arkadaşımızın kaşı açılmış, tedavisi
da oturan, çay içip sohbet
için hastanede dikiş
eden arkadaşlarımıza salatılması gerekmiştir.
dırmışlardır. Demir iskeTabiî burada da arkaletli sandalyelerle… Bir
daşlarımız kendilerini
arkadaşımızın başı, sansavunmuşlardır. Arkadalyenin demir bağlantıdaşlarımız döndükten
sının darbesi üzerine, alsonra da yapıştırılan afnından 13 cm eninde, yaişlerimizi sökmüşlerdir.
tay biçimde açılmıştır.
Biz İşçi Sınıfımızın
Arkadaşımız
yüzünün
Uluslararası Birlik-Müanında kana bulanması
cadele ve Bayramının
üzerine alnını eliyle yokkutlanmasına hazırlanır
ladığında,
parmakları
ve o kutsal günün heyealın-kafa derisinin içine
canını yaşarken, bunlar
girmiştir. Ve arkadaşımı- Hitler’in Propaganda Bakanı içlerindeki kötülük tozın başına o yarayı onarhumlarının yarattığı İbGoebbels
mak için tam 34 dikiş
lisçe duygular, düşünceatılmıştır. Yara izi hâlâ belirgindir. Ve ar- ler içindeydiler ve onların gereğini yapkadaşımız, genelde o izin her yerde, her- maya çalışıyorlardı…
kesçe dikkat çekmemesi için şapkayla
Üçüncü saldırılarını Ankara, Hacettedolaşmaktadır. Tabiî arkadaşlarımız da pe-Beytepe Kampusunda yaptılar. Beykendilerinin birkaç katı olan saldırganla- tepe’de öğrenci gençlik içinde yaygınra karşı nefis savunması yapmışlardır. laşmamız bunları deliye döndürdü. Önce
Saldırganlardan da yaralanan olmuştur.
civardaki afişlerimizi sistemli biçimde
İkincisinde, Gazi Mahallesi’nde 1 yırtmaya, uğraşarak sökmeye başladılar.
Mayıs afişlemesi yapan 5 kişilik ekibiDevamı sayfa 10’da
2
Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010
Kurtuluş Partisi’nden
AB-D Emperyalizminin dizayn ettiği
“Yeni CHP”de;
Partinin eski çizgisini savunmak
(türbana karşı çıkmak)
Partiden atılmayı gerektiren
suçlardan oldu
B
ilindiği gibi CHP’nin tek hâkimi
olarak görülen, ondan izinsiz partide yaprak dahi kımıldamayan, bir
zamanlar sözünün üstüne söz söylenmeyen Deniz Baykal; AB-D Emperyalizminin bir operasyonuyla bir daha geri dönmemecesine alaşağı edildi. Yerine, burjuva yazar-çizerler tarafından takılan lakabıyla “Gandi Kemal” getirildi.
Oysa bizim Gandi ile İngiliz sömürgeciliğine karşı Hindistan’ın bağımsızlık
mücadelesini yürütmüş ve başarıya ulaştırmış olan gerçek Gandi arasında (boylarının kısalığından başka) en küçük bir
benzerlik dahi yoktur. Bir başka anlatımla
Gerçek Gandi; Antiemperyalist Kurtuluş Savaşçısıdır, bizdeki (çakma) Gandi
ise hiçbir ulusal değere sahip olmayan
ve kendisine liderlik koltuğunu bahşeden AB-D Emperyalizmine yaranma
uğraşında olan biridir.
İşte bu nedenle CHP’nin lideri olur olmaz verdiği ilk demecinde 27 Mayıs Politik Devrimi’ne saldırmıştır. Oysa bu
referandumla AKP’nin, yapısını değiştirerek kendi hukuk bürosuna döndürmek istediği Anayasa Mahkemesi 27 Mayıs’ın
eseridir. Ardından “28 Şubat’ta . Erbakan direnmeliydi” diyerek kendisini lider yapan AB-D Emperyalistlerine “bana
güvenebilirsiniz” mesajları vermeye devam etti.
Referandum kampanyası boyunca da
içerikle ilgisi olmayan, hemen her gittiği
yerde bir öncekinin tekrarı konuşmalar
yapmaya başladı.
Dahası; Ulusal aidiyet, Laiklik, Emperyalizme karşı olmak ve Antiemperyalist Kurtuluş Savaşımıza sahip çıkmak gibi ülkenin en önemli gündemlerine
ilişkin tek kelime etmedi. Tam tersine; kadınlarımız için esaret simgesi olan ve
Şeriatın bayrağı haline getirilen Türban konusunu kendisinin çözeceğini
söyleyerek, gerici tabandan oy devşirmenin planlarını yaptı.
Bu arada, Avcılar Belediye Başkanı
Kemal Kılıçdaroğlu
Mustafa Değirmenci; içeriğinde “Müslüman kadınların rahibe gibi örtünmesi
için Evet…” yazısının da yer aldığı afişleri yapıştırınca oyun bozuldu. Hemen
gerici basın ortalığı yaygaraya verdi.
“Yeni CHP” yönetimi de gerici basınla
aynı paralelde değerlendirmelerle, M.
Değirmenci’yi kesin ihraç istemiyle Disiplin Kurulu’na sevk etti. Bunu da
“Avcılar Belediye Başkanı’nın tavrı
partiyle uyuşmuyor” diyerek açıkladılar.
Öyle ya, gerçekten de Avcılar Belediye
Başkanını tavrı AB-D Emperyalizmince
yeniden dizayn edilen “Yeni CHP”nin
tavrıyla uyuşmuyor. Bu tavır eski
CHP’nin çizgisidir ve bugün bu çizgiyi
savunmak
da
partiden
atılma
gerekçelerinden biri olmuştur.
Birkaç ay öncesine kadar CHP içinde
bu çizginin ısrarlı savunucuları vardı. Kılıçdaroğlu’nun Tayyipleşmesine ya da
Mustafa Değirmenci
CHP’yi AKP çizgisine çekmesine karşı
bunlardan da hiçbir ses çıkmıyor…
Bir kere bu afişte Müslüman kadınlara
hiçbir hakaret bulunmamaktadır. Bir başka ifadeyle temiz din duygularına sahip
anaların bacıların normal örtünme biçimlerine karşı hiçbir tavır yoktur. Tam tersine özel bağlama biçimleriyle Türbanı
Şeriatın simgesi (bayrağı) haline getiren
Ortaçağcı gericilere yönelik bir eleştiri
vardır. Bunun neresi hakarettir? Ya da
bunda savunulmayacak ne vardır?
“Çarşafçı Gürsel” Tekin, sırf Ortaçağcılardan oy kapmak ve AB-D Emperyalizmine yaranmak için, parti içi oylamada seçilemediği halde, Kılıçdaroğlu’nun isteğiyle parti Merkez Yönetim Kurulu Üyeliği’ne getirilince “Yeni
CHP”de Türbanı, Çarşafı savunmak, 27
Mayıs’a, 28 Şubat’a, Türk Ordusu’na
Tayyipgillerle, Fethulahçılarla, Zekeriya
Öz’lerle, Osman Şanal’larla el ele vererek
saldırmak modasına uyumlu bir kadro
tamamlanmış oldu.
Bu kadronun, Laiklikle, Ulusal
değerlerle, Antiemperyalizmle ilgisi olmadığı gibi, AB-D Emperyalizminin göz
göre göre uygulamaya koyduğu ve hızla
yol aldığı Yeni Sevr Planı’ndan da hiçbir
rahatsızlığı yoktur. Daha doğrusu bu planda rol alan yerli satılmış cephesinin yeni
üyeleridir bunlar. Bu nedenle M. Değirmenci gibi eski CHP çizgisindeki insanlardan kurtulmak istemektedirler.
Böylece kendilerini parti koltuğuna
getiren ve gelecekte de iktidara taşıyacak
olan AB-D Emperyalizmine sadık olduklarını göstermek için hemen her gün gerici bir adım atmaktadırlar. Avcılar
Belediye
Başkanı
Mustafa
Değirmenci’nin Disiplin Kuruluna sevk
edilmesi de bu gerici adımlardan bir tanesidir.
“Yeni CHP” yönetiminin bu girişimi; AB-D Emperyalistleri ve Ortaçağcı
şeriatçılarca ne kadar alkışlanırsa
alkışlansın, bu ülkede önemli bir potansiyele sahip olan ve hiçbir zaman da
bitirilemeyecek olan Devrimciler,
Demokratlar, Yurtseverler, Antiemperyalistler, Laikler, Ulusal Kurtuluşçular ve Mustafa Kemalciler tarafından lanetle anılacaktır.
M. Değirmenci’ye yapılan saldırıları
nefretle kınıyoruz. Bu saldırılara karşı kendisinin yanında olduğumuzu ilan ediyoruz. 13.09.2010
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
Ortaçağcı güçlerin (9eriatın) bayrağı türbana karşı
bilim insanlarımız içinde en net tavrı koyan Amasya Üniversitesi Rektörü
Zafer Eren’i bu cesaretli, kararlı, bilinçli ve yiğit tavrından dolayı kutluyoruz
K
afası
Ortaçağcı
ideolojiyle
doldurulmamış herkesin kolayca
göreceği gibi, ülkemizde Türban
savunusu, Şeriatçı bir anlayışın, Ortaçağcı
bir yaşam biçiminin toplumumuza kabul
ettirilmesini amaçlamaktadır. Bu amaca
ulaşmak isteyen bir avuç meczubun
dışındaki halk kesimlerimiz için Türban,
kadınımızın özgürlüğü değil, esaretidir.
Ancak Şeriatçı ideoloji ile doktrine edilmiş
genç kızlarımız, bu esaretin özgürlük
olduğunu sanmaktadırlar. Yani Afganistan,
İran, Suudi Arabistan gibi ülkelerdeki
kadınlar bu Ortaçağcı cehennemden
kurtulmak için uğraşır/mücadele ederken,
toplumumuzu Ortaçağın karanlıklarına
götürmek isteyen din Bezirgânlarının
etkisinde kalan bizdekiler ise bu cehennemi
kendileri için bir cennet sanmaktadırlar.
Geçtiğimiz yıllarda Türban, AKP ve
MHP tarafından siyasi malzeme yapılmıştı.
Parlamentoda bu iki partinin oylarıyla
yapılan Anayasa değişikliği ile Türbanın
başta Üniversiteler olmak üzere tüm
kamucul
alana
girmesinin
önünü
açmışlardı. Ancak bu değişiklik, o zamanki
CHP ve DSP milletvekilleri tarafından
Anayasa
Mahkemesine
götürülmüş,
mahkemenin 05 Haziran 2008’de 2’ye
karşı 9 oyla aldığı kararla, Türbana geçit
verilmemişti. O günden bu yana Ortaçağcı
irticacıların
Türban
malzemesini
kullanmaları biraz zayıflamıştı. Tâa ki,
referandum konuşmalarında CHP lideri K.
Kılıçdaroğlu’nun; “Türbanı da biz
çözeriz” şeklinde oy devşirme hesaplı
çıkışına kadar…
AB-D
Emperyalizminin
bir
operasyonuyla CHP’nin başına getirilen
Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu çıkışı yerde
bırakılır mıydı hiç?.. Başta Tayyip olmak
üzere, her türden Ortaçağcı hemen atladı
üstüne, Türban birden en önemli gündem
maddesi oluverdi… Bu arada, sahibinin
sesi YÖK Başkanı da İstanbul
Üniversitesine bir yazı göndererek,
“Türban yasağının uygulanmamasını”
istedi. Amacı; bir taraftan öğretim üyelerini
terörize ederek üniversitelerde Türbanı
fiilen serbest bırakmak, diğer taraftan
yoklama çekmek ve diğer Üniversitelerdeki
Rektörlerin, Bilim İnsanlarının tavrını test
etmekti. Zaten göreve geldikten sonra
birçok Üniversite yönetimine kendi
yandaşlarını atamışlardı… Amaç toplumu
da hazırlamaktı…
İşte tam bu aşamada, Amasya’dan
onurlu, yürekli, dirençli ve bilinçli bir ses
geldi.
Amasya Üniversitesi Rektörü Zafer
Eren: “Ben 2547 sayılı yasaya göre görev
yapan özerk bir kurumun başındayım.
Bana hiçbir kanun üniversitede türbanı
serbest bırakmam konusunda bir yetki
vermemiştir. YÖK Başkanı’na da
vermemiştir. Yargıtay’ın kamusal alana
ve üniversiteye türbanla girilemeyeceği
konusunda verdiği içtihat kararları var.
Bu bizim mahkememiz. Öğrencilerin
zarar görmesini istemem. Türbanla
derse girmek isteyen hakkında önce
tutanak
tutulacak,
tekrarlanması
durumunda süreç öğrencinin okuldan
atılmasına kadar işleyebilir.” diyerek ilk
çıkışı yaptı.
Bu çıkış, toplumumuzun Ortaçağın
karanlığına götürülmesine karşı Laikliğe
sahip çıkan, aynı zamanda Birinci
Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın
önderi Mustafa Kemal ve diğer
önderlerimize layık onurlu bir sestir. Bu
nedenle Sayın Rektörü kutluyoruz.
Ancak, ülkemizde Siyasal İslamcı bir
rejim
kurmakla
AB-D
tarafından
görevlendirilen Tayyipgiller Hükümeti, bu
Ortaçağcı gidişe karşı direnç noktası olan,
Antiemperyalist
Birinci
Kurtuluş
Savaşı’nın kazanımlarından olan Laikliği
sahiplenen, ülkemizin Yeni Sevr’e
götürülmesine karşı çıkan güçleri birer
birer tasfiye etmekte, etkisizleştirmektedir.
İlkin, bir CIA planı olduğu artık gün gibi
açığa
çıkmış
olan
“Ergenekon
Operasyonu” ile Ordu saf dışı bırakıldı.
Daha sonra Referandumla birlikte Yargıyı
teslim aldılar. Sıra YÖK eliyle uygulamaya
koydukları Türban uygulamasıyla hâlâ
direnç noktası olmaya devam eden Bilim
İnsanlarımızı teslim almaya geldi.
Ortaçağcıların
henüz
tam
teslim
alamadıkları Bilim İnsanlarımıza yönelik
başlattıkları bu sinsi planda, AB-D’nin
desteği ile CHP’nin başına getirilen K.
Kılıçdaroğlu’na da piyon rolü düşmüştür.
Zira o da AB-D’nin emirlerini uygulamak
için bu konuları gündeme getirmektedir.
Fakat aslı varken taklitlerine kimse itibar
etmez. AKP gibi bir parti, Tayyip gibi
kaşarlanmış bir Şeriatçı varken, kafası
Ortaçağcı ideolojiyle doktrine edilmiş
insanların Kılıçdaroğlu’na oy vermesi
mümkün
müdür?
Tam
tersine,
Kılıçdaroğlu’nun bu gerici tavrı, CHP
içindeki İlerici, Laik, Antiemperyalist,
Mustafa Kemalci insanları küstürmüştür.
Sonuç olarak; bu Şeriatçı gidişin
mantıkî sonucunda kadınlarımız için
Türban yetmez, kara çarşaf ve peçeye
büründürülmek ve bir erkeğin 4 eşinden
biri, hatta sayısız cariyelerinden biri olmak
da var... Yanlarında bir erkek olmadan
sokağa çıkmalarının yasaklanması da var…
Zaten Başbakan Tayyip, son günlerde,
“kadın erkek eşitliği yaradılışa ters” diye
konuşmalar yaparak, son günlerde daha bir
pervasızca bu Şeriat özlemini dile
getirmektedir.
İşte Ortaçağcı İrticacıların gemi iyice
azıya aldıkları, yasa, mahkeme kararı gibi
hiçbir kural dinlemedikleri bu zor günlerde,
Cumhuriyetin en önemli kazanımlarından
olan ve kadınımızın toplumsal yaşama
katılmasını sağlamada en önemli unsur
oluşturan
Laikliğe
sahip
çıkan
açıklamasıyla Ortaçağcılara hukuk dersi
veren Amasya Üniversitesi Rektörü
Sayın Zafer Eren’i bu cesaretli, kararlı,
bilinçli ve yiğit tavrından dolayı
kutluyoruz. Halkın Kurtuluş Partisi olarak
bu haklı mücadelede sonuna kadar yanında
olduğumuzu ilan ediyoruz. 18.10.2010
Baştarafı sayfa 1’de
Bu açıklamayı CD’ye kaydeden polisin
şikâyeti üzerine, Av. Doğan ERKAN hakkında bu sefer de İstanbul 13. Asliye Ceza
Mahkemesinde, gene “Abdullah Gül AB
ve ABD Emperyalizminin işbirlikçisi ve
uşağıdır” dediği iddiasıyla ve gene Cumhurbaşkanına hakaretten kamu davası açılmıştır. Yani Doğan Erkan, bu basın açıklaması nedeniyle aynı suçtan yeniden yargılanmış ve devamında hukuka aykırı şekilde
aynı suç isnadıyla ikinci kez aynı cezayı almıştır.
Müvekkilin aynı suç nedeniyle ikinci
kez yargılanmasının hukuka aykırılığı, yaptığı açıklamada sadece ceza aldığı davayı
özetlediği, bu nedenle bir suç kastı olmadığı şeklindeki savunmalarımıza rağmen anılan cezaya hükmedilmiştir. CD çözümünün
ve dosyanın Öğretim Üyesi Bilirkişilerce
incelenip rapor alınması isteğimiz de kabul
görmemiştir. Av. Doğan ERKAN, avukat
olmasına bakılmadan hiçbir “indirime kanaat getirilmeyerek” yangından mal kaçırılırcasına apar topar cezaya çarptırılmıştır.
Hukuka aykırı şekilde bu kadar ivedi cezalandırılmaya gidilmesi, bu kadar aleyhe kanaat oluşması sadece A. Gül’e, sadece cumhurbaşkanına sahip çıkma saikiyle değil, bunların da gerisindeki bir
ideolojiye, “irticai faaliyetlerin odağı haline gelen bir yapılanma içinde olanlara”
sahip çıkma saikiyle davranıldığını göstermektedir bizce. 27.09.2010
18. Sulh Ceza Mahkemesi’nin 2010/982
E. Sayılı dosyasında KAMU DAVASI
açılmıştı.
Açılan davanın ilk duruşması bugün
(08/10/2010) İzmir 18. Sulh Ceza
Mahkemesi duruşma salonunda yapıldı.
Duruşmada İl Başkanımız Av. Tacettin
Çolak ve İl Yöneticimiz Av. Burak
Çelebican’ın ve olayın görgü tanıklarının
ifadeleri alınmıştır. Sanık polislerin
ifadeleri talimatla Ankara Sulh Ceza
Mahkemesi’nce alınacaktır.
Bundan sonraki duruşma 27/01/2011
tarihinde yapılacaktır.
AKP,
iktidarının
Ortaçağcı
politikalarına karşı çıkan tüm güçlerin
sindirilmeye ve susturulmaya çalışıldığı, en
basit hak arama mücadelesinin zorbalıkla
engellendiği bu günlerde böylesi bir
yargılamanın hukuksal öneminin büyük
olduğunu düşünüyoruz. Dahası bu davanın,
her gittikleri yerde terör estiren bu
korumalar hakkında açılan ve muhtemelen
cezalandırılma ile sonuçlanacak olan ilk
dava olması bakımından da ayrı bir öneme
sahip olduğunu düşünüyoruz.
Partimiz, emekçi halkımıza yönelik her
türlü saldırı karşısında mücadele etmeye
devam edecektir. 08.10.2010
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
Gazetemiz eski Yazıişleri Müdürüne A. Gül’e hakaretten hapis cezası
“Cezaya konu olan yazıda Gül’ün ideolojik görüşleri ve eylemleri eleştirilmiştir.
Zaten Anayasa Mahkemesi de “AKP’nin irticai faaliyetlerin odağı haline geldiği, Gül
ve AKP yöneticilerinin de bu faaliyetlerin
failleri olduğuna” karar vermiştir. Bu nedenle de bu eleştiriler olsa olsa ağır eleştiri
kapsamında değerlendirilmelidir. Yargıtay
kararları da bu doğrultudadır. Kaldı ki bu
eleştiriler Gül’ün Cumhurbaşkanı olmadığı
döneme ilişkindir. Bunlar ve benzeri savunmalarımızla isnat edilen suçun maddi unsurlarının oluşmadığı kanıtlanmıştır. Bu nedenlerle verilen ceza hukuka uyarlı değildir.”
Doğan Erkan’ın irticalen yaptığı basın
açıklaması özetçe yukarıdaki gibidir.
Av. Doğan Erkan Vekilleri
Av. A. Serdar ÇIGI
Av. Ayhan ERKA
İl Başkanımız Av. Tacettin Çolak ve İl Yönetim Kurulu Üyemiz
Av. Burak Çelebican’ın bürolarını basan ve kendilerine saldıran Başbakanlık
Korumaları yargılandı
Baştarafı sayfa 1’de
yı protesto etmişti.
Hemen sonrasında da başta Başbakanlık
korumaları olmak üzere onlarca polis
tarafından bürosu basılmış ve aynı büroda
çalışan İl Yönetim Kurulu Üyemiz Av.
Burak Çelebican’la birlikte çeşitli darp ve
hakaret fiillerine maruz kalmıştı.
Başbakanlık
korumalarınca
gerçekleştirilen bu saldırı nedeniyle İl
Başkanımız ve İl Yöneticimiz tarafından
yapılan şikâyet sonucunda, Başbakanlık
Koruma Müdürü Zeki Bulut, Koruma
Memurları Refik Farsakoğlu, İsmail
Dalkıran ve Aydın Akgül hakkında İzmir
Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: M. Cihan Çakır Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnkılap Cad. ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli
Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah.
Otohan No: 43/129 Fatih-İSTANBUL Telefaks: (0212) 512 43 95
Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30
Halkın Kurtuluş Partisi
İzmir İl Örgütü
internet: www.kurtulusyolu.org
e-posta: [email protected]
3
Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010
Ava giden avlanır...
B
u yazımızda, kamu mallarının yağmalanması ve yerli yabancı Parababalarına peşkeş çekilmesi demek olan
Özelleştirmenin bugün geldiği noktayı ve
özelleştirmenin sonuçlarından bazılarını
göze batırmak istiyoruz. Ayrıca, ekonomik
olarak güçsüz yerli şirketlerin-sektörlerin,
yabancı Parababalarınca nasıl ele geçirildiğini ve bunun sonucunda ekonomimizin
bütün büyük ana sektörlerinde -zaten var
olan hâkimiyetlerinin- nasıl pekiştiğini göstermek istiyoruz.
Özelleştirmede Yerli yabancı
Parababalarına kurban edilen
Kamu Malları
AB-D Emperyalistleri ve yerli ortakları
TÜSİAD’cılar, TOBB’cular, TİSK’çiler,
yıllardır emir veriyorlar, hükümetlere:
Özelleştirin! diye.
Emir tekrarı yapıyor satılmış medyanın
liboşu Taha Akyol, Milliyet’teki, 13 Ağustos 2010 tarihli köşe yazısında: “Özelleştirme iyidir!” diye.
Özelleştirme işiyle görevlendirilen
Özelleştirme İdaresi Başkanlığı da, şöyle
duyuruyordu amaçlarını:
“Özelleştirmenin ana felsefesi, devletin, asli görevleri olan adalet ve güvenliğin sağlanması yolundaki harcamalar ile
özel sektör tarafından yüklenilemeyecek
altyapı yatırımlarına yönelmesi, ekonominin ise pazar mekanizmaları tarafından yönlendirilmesidir.” (Özelleştirme
İdaresi Başkanlığı İnternet Sitesi, Özelleştirmenin Felsefesi)
“Özelleştirmenin temel amacı nihai
olarak, devletin ekonomide işletmecilik
alanından tümüyle çekilmesini sağlamaktır.” (agy, Özelleştirme Programının
Amaçları)
Emir büyük yerden olunca da özelleştiriyorlar Finans-Kapitalistlerin ve TefeciBezirgân Sermayenin hükümetleri; Özelleştiriyorlar dur durak bilmeden; özelleştiriyorlar yeraltı yerüstü kaynakları, fabrika, liman, yol, su, elektrik vb. demeden…
Özelleştiriyorlar; İhale, Doğrudan Satış,
Blok Satış, Hisse Senedi Yoluyla Satış, Yönetim Devri, İşletme Hakkı Devri, Finansal
Kiralama, İmtiyaz Devri, Fiyatlama yöntemi vb… diyerek.
Özelleştirdiler: ERDEMİR, İSDEMİR,
PETKİM, TÜPRAŞ, POAŞ, ÇİTOSAN,
SEKA, Sümerbank, TEKEL, Türktelekom,
Divriği Demir Madeni, Hekimhan Demir
Madeni, İskenderun İsdemir Limanı, Ereğli
Erdemir Limanı, ÇELBOR, Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü (Tasfiye edildi), Amasya Şeker Fabrikası, Kütahya Şeker Fabrikası, Adapazarı Şeker Fabrikası, ESGAZ,
BURSAGAZ, ETİ Elektrometalurji AŞ,
ETİ Gümüş AŞ, ETİ Bakır AŞ, ETİ Krom
AŞ, Çayeli Bakır İşletmesi AŞ, KBİ AŞ
Samsun İşletmesi, KBİ AŞ, Murgul İşletmesi, Seydişehir Eti Alüminyum AŞ, Çeşme Limanı, Kuşadası Limanı, Trabzon Limanı, Dikili Limanı, Şehir Hat. Hiz. ve Gemiler, HAVELSAN AŞ, ASPİLSAN Askeri Pil San. ve Tic. AŞ, MEYBUZ AŞ, İstanbul ve Kütahya’da 3 Arsa ve çeşitli İllerde
24 Taşınmaz, USAŞ Hissesi ve USAŞ’ın 11
Lojmanı, TÜGSAŞ AŞ, Gemlik Gübre San.
AŞ, SAMSUN Gübre San. AŞ, İGSAŞ,
SÜTAŞ, KTHY, EBÜAŞ - 6 adet Taşınmaz,
Deniz Nakliyatı TAŞ 3 Tanker, Başak Sigorta AŞ, Hilton Oteli, Araç Muayene İstasyonları, TCDD İzmir Limanı, TCDD
Derince Limanı, Sümer Holding AŞ’ye ait
Mazıdağı Fosfat Tesisleri, Sümer Holding
AŞ NİTRO-MAK Makine Kimya Nitro
Nobel Kimya Sanayi AŞ, Sümer Holding
AŞ Barit Öğütme Tesislerini…
Son yapılan enerji
özelleştirmeleri:
Elektrik Üretim-Dağıtım
0irketleri-HES’ler-RES’lerDoğalgaz Dağıtım 0irketleri
Özelleştirdiler Elektrik Dağıtımını;
Özelleştiriyorlar Termik, Hidroelektrik,
Rüzgâr ve Doğalgaz santrallerini…
“Dört büyükler satılıyor” diye yazdılar gazeteler. “Boğaziçi, Gediz, Trakya ve
Dicle Elektrik dağıtım şirketleri ihaleye
çıkarılıyor” dediler ve çıktılar.
10 Ağustos’ta gerçekleştirilen ihalelerle,
elektrik dağıtım piyasasının yüzde otuzunu
oluşturan Boğaziçi (İstanbul Avrupa Yakası), Gediz (İzmir, Manisa), Trakya (Edirne,
Tekirdağ, Kırklareli) ve Dicle (Diyarbakır,
Şanlıurfa, Mardin, Batman, Siirt, Şırnak)
Elektrik dağıtım şirketleri özelleştirildi.
Ki o zamana kadar; Van Gölü (Van, Bitlis, Hakkâri, Muş), Fırat (Elazığ, Malatya,
Bingöl, Tunceli), Uludağ (Balıkesir, Bursa,
Çanakkale, Yalova), Çamlıbel (Sivas,
Tokat, Yozgat) Akdeniz (Antalya, Burdur,
Isparta), Toroslar (Adana, Gaziantep, Hatay, Mersin, Osmaniye, Kilis), İstanbul
Anadolu Yakası (İstanbul ili Anadolu Yakası) Başkent (Ankara, Çankırı, Kırıkkale,
Karabük, Zonguldak, Kastamonu, Bartın),
Meram (Konya, Karaman, Aksaray, Niğde,
Nevşehir, Kırşehir), Sakarya (Bolu, Düzce,
Kocaeli, Sakarya) ve Osmangazi (Eskişehir, Afyon, Bilecik, Kütahya, Uşak) elektrik
dağıtım şirketlerinin işini bitirmiş, özelleştirmeleri gerçekleştirmişlerdi.
TEDAŞ’ta kalan son üç dağıtım şirketi
ise; Akdeniz, Toroslar ve İstanbul Anadolu Elektrik dağıtım şirketlerinin özelleştirilmesi de 2010 yılı sonuna kadar tamamlanacak. Böylece elektrik dağıtımı tamamen özel sektörün eline geçmiş olacak.
Peki bu dağıtım şirketlerini kimler, hangi Finans-Kapital grupları aldı?
Bunlardan birkaçını sayalım:
Boğaziçi Elektrik Dağıtım Şirketini; Karamehmet ve Kazancı ailelerinin ortak şirketi MMEKA,
Gediz Elektrik Dağıtım Şirketini; Karamehmet ve Kazancı ailelerinin ortak şirketi
MMEKA,
Başkent Elektrik Dağıtım şirketini; Sabancı Holding ve Avusturyalı Verbund ortaklığı Enerjisa Elektrik Dağıtım AŞ,
Meram Elektrik Dağıtım şirketini; Alarko-Cengiz Holding Ortak Girişim Grubu,
Trakya Elektrik Dağıtım Şirketini; Aksa,
Dicle Elektrik Dağıtım Şirketini; Karavil-Ceylan ortak Girişim Grubu
Osmangazi Elektrik Dağıtım şirketini;
Yıldızlar SSS Holding aldı.
“Bankacılar enerjiye üşüştü” diye yazıyor Günlük Gazetesi 29 Eylül 2010 tarihinde ve:
“Altyapısı ve kurumları hazır olarak
neredeyse bedavaya satılan enerji dağıtım şebekeleri ve üretim tesisleri, tatlı
para kaynağının kokusunu alan bankacıların iştahını kabarttı. Banka sektörü
enerji alanına kayıyor.” diyerek devam
ediyor haber…
***
Kaynaklar açısından bakıldığında, 2009
yılı itibariyle Türkiye’nin toplam elektrik
üretiminin % 48.6’sı doğalgazdan, %
21.7’si yerli kömürden, % 18.5’i hidrolik
kaynaklardan, % 6.6’sı ithal kömürden, %
3.4’ü sıvı yakıtlardan, %0.76’sı rüzgardan
ve % 0.34’ü jeotermal ve biyogazdan sağlanmıştır.
Kamuya ait Elektrik Üretim AŞ
(EÜAŞ)’ın bu üretimde 2008 yılında sahip
olduğu pay % 49.2’den 2009 sonunda %
46.1’e düşerken, özel sektörün payı ise %
53.9’a çıkmıştır.
Elektrik üretiminde ise, EÜAŞ tarafında
2008 yılında yaşanan % 5.84’lük artış, yerini 2009 yılında % 8.46’lık bir düşüşe bırakmıştır. Özel sektörün elektrik üretim rakamları ise 2008 yılında % 1.48’lik bir artışı
gösterirken, 2009 yılında % 3.88’lik bir artışa işaret etmektedir.
2009 yılı sonu itibariyle 194,063 milyar
kWh olarak gerçekleşen Türkiye elektrik
üretimi miktarının 89,453 milyar kWh’si
EÜAŞ tarafından gerçekleştirilmiştir. Kalan 104.61 kWh’si ise yani çoğunluğu ise
Özel sektör tarafından gerçekleştirilmiştir.
Yani Kamunun elektrik üretimi gitgide
ve hızla azalmakta, Özel Sektörün ise gitgide ve hızla artmaktadır. Enerjisa, Zorlu
Enerji, Ak Enerji, Bis Enerji gibi FinansKapital şirketleri bu alanda hâkimiyetlerini
kurmuş durumdalar.
EÜAŞ’ın kurulu gücünde 2008 yılında
% 0.43, 2009 yılında ise % 0.92’lik bir artış
yaşanırken, özel sektörde bu rakamlar 2008
yılı için % 4.75, 2009 yılı için ise % 14.57
olarak gerçekleşmiştir.
Gördüğümüz gibi, Kamunun kurulu gücü bindelik oranlarla artarken, Özel Sektörün ondalık oranlarla artmaktadır.
IMF’nin, Elektrik Piyasası Kanununa
koyduğu yasaklamalardan dolayı EÜAŞ
yeni üretim santrali yapamamaktadır. Dolayısıyla bu sektörde gelecek özel sektörün
olacaktır. Kaldı ki EÜAŞ’nin elindeki elektrik santralleri de çok kısa bir zaman içinde
özel sektöre devredilecektir. Daha doğrusu
peşkeş çekilecektir. Bu kaçınılmaz bir süreçtir. Yani EÜAŞ da Tarihten silinecektir
Tayyipgiller tarafından. Aynen Sümerbank’ta ve diğerlerinde yapıldığı gibi…
İşte sıra geldi kamunun elinde kalan bu
termik santrallerin özelleştirilmesine:
“Elektrik üretiminin üçte biri özelleşiyor
“Avrupa‘nın en büyük üretim özelleştirmesi olan toplam 16 bin megavat kapasiteli 45 santralin özelleştirilmesiyle ilgili elektrik üretim özelleştirmesi stratejisi
belirlendi. (…)
“Küçüklere yol kapalı
“Öncelikli 4 Termik üretim tesisi
portföy gruplarından ayrı olarak özelleştirilecek. Bu tesisler Hamitabat (1.120
megavat-MW), Soma A-B (1.034 MW),
Çan (320 MW) ve Seyitömer (600 MW).
(…) Ayrıca özelleştirme için büyüklükleri 356 MW ile 2.795 MW aralığında değişen 9 portföy grubu oluşturuldu.
“(…)
“- Kömür santralleri kömür havzalarıyla birlikte özelleştirilecek. Bunun için
bir yasa çıkartılacak.” (Milliyet, 10 Mart
2010)
Yani sadece santralleri değil, kömür madeni yataklarını da özelleştiriyorlar. Daha
doğrusu kömür santrali özelleştirmesi adı
altında maden yataklarını da peşkeş çekiyorlar Parababalarına…
Bir de ne diyorlar?
“- 9 ayrı portföyden oluşan santralleri satın alabilmek için büyük yatırımcı
olmak şart. Küçük yatırımcıya özelleştirme yolu kapandı. En küçük portföy 356
MW.”
Gördüğümüz gibi, bir de yağma Hasan’ın böreğinden sadece büyük Parababalarının-vurguncuların (onlar “yatırımcı” diyor) yararlanmasını sağlıyorlar. Öyle herkese de özelleştirme yağmasından pay kaptırmıyorlar…
Enerjide sadece Termik santraller mi
özelleştirildi?
Hayır.
Hidroelektrik
Santraller
(HES’ler) de özelleştiriliyor:
“Aksu, 19 bölgeye ayrılan 52 HES’in
özelleştirmesini gerçekleştirdiklerini hatırlatarak, HES özelleştirmeleri ile enerji sektörüne yatırım yapacak yatırımcı
portföyünün genişlediğini söyledi.”
(ntvmsnbc internet sayfası, 20 Ağustos
2010)
Bu kadar mı?
Hayır. Sırada, RES denilen Rüzgâr
Enerji Santralleri var:
“8 bin 500 megavat için rüzgâr yarışları başlıyor
“Yerli, yabancı birçok şirketin 4 yıldır
beklediği Rüzgâr Elektrik Santralı
(RES) lisans başvurularının önü açıldı
“(…)
“Dev şirketler sırada
“(…) Rüzgâr lisansı bekleyen yabancı
firmalar arasında dünyanın önde gelen
enerji şirketleri bulunuyor. Bu şirketler
arasında Italgen Elektrik Üretim, EDF
Falck Energy, General Electric, AES
Corp, EnBW gibi şirketler bulunuyor.”
(Nevin Donat, Milliyet, 14 Ağustos 2010)
Böylece ülkenin enerji üretiminin (Termiği Doğalgazı, HES’i RES’i ne varsa) çoğunluğu, dağıtımının ise tamamı özelleşmiş
durumda.
balar gibi satarız.”, “Yakında Sümerbank tarihten siliniyor artık, bitirdik.
Elinde bir şey kalmadığı gibi ismini de
kaldırıyoruz.”
Bakın liboş Taha Akyol da, nasıl aynı
kafada, aynı anlayışta K. Unakıtan’la. Aynı
şeyi nasıl tekrarlıyor yıllar sonra:
Doğalgaz 0irketlerinin satışı
da başladı
Sırada Doğalgaz şirketleri var.
Satış başladı:
“Doğum günü hediyesi Başkent Doğalgaz
“Dün doğum gününü kutlayan işadamı Mehmet kazancı, Karamehmet ile
kurduğu MMEKA ile Boğaziçi ve Gediz
elektirik dağıtımının ardından dün de
Başkent Doğalgaz’a 1.2 milyar teklif verdi” ve aldı. (Nevin Donat, Milliyet, 17
Ağustos 2010)
***
Kalan ne?
Köprüler, otoyollar, kalan şeker fabrikaları (Amasya, Kütahya, Adapazarı fabrikaları özelleştirildi), kamu bankaları, Galataport… Kaldıysa gözden kaçan birkaç kurum daha… Sıra onlarda.
Zaten “İtalyanlar 4 milyar dolarlık
otoyol
ihalesini
gözlüyormuş”,
Milliyet’ten Songül Hatısaru’nun, 24 Eylül
2010 tarihli haberine göre.
Özelleştirmenin=Kamu
Mallarının yağmalanmasının
iğrenç savunucuları
Kemal Unakıtan
TC tarihinin en iğrenç, en seviyesiz, en
çirkef bakanlarından, AKP’li Maliye eski
Bakanı Kemal Unakıtan şöyle alçakça sözlerle savunuyordu AB-D Emperyalistlerinin ve yerli Parababalarının emirlerini:
“Kulakları tıkayıp ne varsa satacağım”, “!e banka bırakacağız, ne fabrika, ne de işletme. Liman da bırakmayacağız. Hepsini satacağız.”, “Ülkenin işgal
altına girdiğini söylüyorlar, gelsinler işgal etsinler.”, “Stratejik yer imiş, ne stratejisi, önemli olan müşteri bulmak. Müşteri gece gelsin, pijamayla çıkarım karşılarına. Seviyorum bu işleri arkadaş.”,
“Parayı veren düdüğü çalar. TÜPRAŞ’ı
Ruslar’a satar mısın diyorlar. Satarım,
arkadaş.”, “Satacağız tabii. Kâr edeni de
satacağız. Zarar edeni de satacağız. !eden, devlet sanayici olmaz ondan.”, “Ba-
Liboş Taha Akyol
“Elektrik iletim hatlarının özelleştirilmesine karşı çıkanlar var. “Stratejik
sektör” diyorlar.
“!iye stratejikmiş?..
“Stratejik olsa bile niye özelleştirilmesin?” (Taha Akyol, Milliyet, 13 Ağustos
2010)
Özelleştirdiler, kalanları da özelleştiriyorlar haraç mezat…
***
Özelleştirme ve Türkiye
ekonomisinde yabancı
Parababalarının kurduğu
hâkimiyet
“Avrupalılar Türkiye’de ava çık”mış
Milliyet Gazetesi’nin 10 Temmuz tarihli
haberine göre.
Madem “özelleştirme iyi”, madem Türkiye avlanacak bir alan, öyleyse biz niye
avlanmayalım? diyor yabancı Parababaları
ve avlanmak için beşer onar, yüzer biner
değil, on binlerle geliyorlar:
“Türkiye’de kurulan yabancı şirket
sayısı 25 bini aştı
“(…)
“A.A muhabirinin Hazine Müsteşarlığından derlediği verilere göre, Türkiye’de faaliyet gösteren yabancı şirket sayısı, son 5 yılda 2 kattan fazla artış gösterdi. Ülkemizde 1954-2004 yılları arasında 8 bin 192 yabancı şirket faaliyet
gösterirken bu sayı 2005 yılında 10 bin
743’e, 2006 yılında 13 bin 818’e, 2007 yılında 17 bin 348’e, 2008 yılında 20 bin
685’e, geçen yıl da 23 bin 672’e yükseldi.
Yabancı şirket sayısı bu yılın Ocak-Haziran döneminde ise 25 bin 55’e çıktı.” (Zaman, 10 Eylül 2010)
Yine gördüğümüz gibi, 1954-2004 arasında 8 bin 192 yabancı şirket varken, bu
rakam 2005-2010 arası ( 2010’un ilk altı
aylık dönemi), AKP Hükümeti’nin son 5
yılında, 16 bin 863 şirkete fırlamış… Gelelim, alalım, götürelim, vuralım demişler…
Vurdukları sektörlerden birkaç örnek
verelim mi?
“İtalyanlar 4 milyar dolarlık otoyol
ihalesini (Özelleştirmesini – K. Yolu) gözlüyor”muş. (Songül Hatısaru, Milliyet, 24
Eylül 2010)
Niye “gözl”emesin?
Vurgun var çünkü.
“Sigorta sektörü yabancı akınına uğra”mış. (Vatan, 16 Haziran 2010)
4
Biz de bu “özelleştirme av”ından pay
kapalım diye düşünmüş Japon NKSJ ve Fiba Sigorta’yı 307 milyon dolara satın almış.
Böylece de sigorta sektöründe, emeklilik şirketleri de dahil olmak üzere var olan
55 şirketin 34’ü yüzde 100 yabancı Parababalarının eline geçmiş. 4 şirkette de yabancı Parababalarının payı yüzde 50’nin üzerindeymiş. 4 şirkette de yüzde 50’nin altında payları varmış. Yani sadece 13 şirket
yerli Parababalarının elinde kalmış. Yabancı Parababalarının sigorta sektöründeki payı da yüzde 62’yi bulmuş.
Başka?
“Borsada yabancı payı yüksel”miş.
“Merkezi Kayıt Kuruluşu verilerine
göre, 3 Eylül 2010 tarihinde yabancıların
hisse adedi bakımından borsadaki payı
yüzde 52,33 olurken, piyasa değeri açısından payı ise yüzde 66,74 olarak gerçekleş”miş. (Hürriyet, 06 Eylül 2010)
Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010
yatırım fonu şirketi Riverside gibi isimler de yer alıyor. Yabancıların dikkatini
çeken Türk KOBİ’ler kervanına son katılan ise Depur Kimya oldu. (…)
“Rus devi Mechel, Ramateks ile Balkanlar’a da açılacak
“Geçen yıl 5.75 milyar dolar ciro yapan 83 binden fazla çalışanı bulunan
Rusya’nın en büyük çelik ve kömür üreticilerinden Mechel, geçtiğimiz haftalarda Türk çelik şirketi Ramateks’i 3 milyon dolara almıştı. (…)
“Avrupalı dev Uşak’tan “alo” diyor
48 ülkede 267 çağrı merkezi bulunan
100 binden fazla çalışana sahip Avrupa’nın en büyük çağrı merkezi hizmeti
sunan şirketi Teleperformance da isan
ayında Türkiye’ye şirket alarak girdi.
Uşak ve İstanbul’da çağrı merkezi bulunan Metis’in yüzde 75’ini satın alan Teleperformance’ın Ortadoğu ve Doğu Avru-
oranları Japon ev kadınlarının yüksek
faiz veren ülkelere yatırımlarını (carrytrade) patlatmıştı. Japonya’da neredeyse
sıfır faizle kredi alan Japon ev kadınları,
yüzde 8 civarında getiri vadeden TL cinsi tahvillere yatırım yaparak ciddi paralar kazanıyor...”larmış.
Dolayısıyla, “Japon ev kadınlarının
‘TL aşkı’ bitm”iyormuş… (Vatan, 03 Eylül 2010)
Biter mi bu aşk?..
***
“ABD’li dolandırıcıların da yeni gözdesi Türkiye ol”muş.
“ABD’li dolandırıcılar” kimi kandırıyorlarmış?
ABD’lileri.
Niye? ABD insanı çok saf ya da aptal
olduğu için mi?
Yoo…
Ya nasıl dolandırıyorlarmış?
“Türk Lirası ve Irak Dinarı’na yatırım yapaca”klarını “ve müşterilerine yılda çift haneli gelir getirece”klerini söyleye”rek…
“(…) “Türk Eurobond’lara yatırım
yapıyoruz, yüzde 11 gibi çok yüksek gelir
elde edeceksiniz” diye”rek. (Vatan, 30
Ağustos 2010)
Yalan mı söyledikleri?
Hayır. Doğru! Bu kadar milyon dolar,
milyar dolar “sıcak para” niye geliyor Türkiye’ye? Babasının hayrına mı?..
Ölü soyucu ABD
Emperyalistleri
Başka?
Bankalarda “Yabancıların payı artıyor”muş…
“Başbakan Yardımcısı Ali Babacan,
Türk bankacılık sektöründe yabancıların sermaye payının yüzde 39.8 düzeyine
geldiğini açıkladı. Bu oranın geçen yıl sonuna göre, 2.5 puanlık artış anlamına
geldiğini belirt”miş Babacan. (Vatan,
02.01.2010)
“Türkiye’de 49 adet banka olduğunu
ifade eden (BDDK Başkanı – K. Yolu) Bilgin, ilk 10 bankanın bankacılığın yüzde
90’ın”a hâkim olduğunu söylemiş. (Zaman,
31 Mart 2010)
BDDK Başkanı Tevfik Bilgin, Türk
bankacılık sisteminde bundan 6 yıl önce
yabancıların payının yüzde 3 olduğunu
kaydederek, bugün bu oranın yüzde 40’a
yükseldiğini belirt”miş. (Yeni Mesaj, 19
Haziran 2010)
Biz bankalarımızı böylesine haraç mezat
yabancı Parababalarına satarken, Batılı
devletler “Türk” bankalarının kendi ülkelerinde şube açmalarına bile izin vermiyormuş. Bunu kim söylüyor?
Türkiye’nin en büyük bankalarından,
Türkiye’nin ilk Finans-Kapital şirketlerinden İş Bankası’nın Genel müdürü Ersin
Özince:
“Yabancı bankalara çok davetkâr
davranmışız
“(…) Bugün Avrupa ve Amerika’da
Türk bankalarına aynı hüsnükabulün
gösterildiği kanaatinde hiç değilim. Bilakis bizim yurtdışındaki bankalarımıza
daima yabancı banka muamelesi yapılıyor. Hâlbuki biz birçok yabancı bankayı
bile bağrımıza bastık.” (Milliyet, 26
Ağustos 2010)
Bankalar, borsa, sigorta şirketleri, yukarıda bir kısmının adını saydığımız büyük
şirketler, fabrikalar vb. özelleştirildi. Av
bitmiş mi Parababaları için?
Biter mi bu yağma Hasan’ın böreği?..
“Yabancı gözünü KOBİ’lere dik”miş
şimdi de.
Tabiî… Avcı bu. Avlanacak av varken
durur mu? Avlanacak. Vuralım avı (vurgunu), dolduralım torbayı (kasayı) diye düşünecek…
“Türkiye’de ‘potansiyel var’ diyen
yabancılar şimdi de KOBİ avına başladı.
Son olarak Lübnanlı Baalbaki, Depur
Kimya’yı aldı. Depur’un kurucusu Eron,
‘Türkiye’de fabrika kuracaklar’ dedi
“Global ekonomik krizden en az etkilenen ülkeler listesinde üst sıralarda bulunan Türkiye’de yabancılar rotayı KOBİ’lere çevirdi. 2010’un ilk çeyreğinde
yüzde 11.7’lik büyümeyle rekor kıran
Türkiye’de ekonomik istikrarın süreceğini düşünen yabancı devler küçük ölçekli şirket alıp büyüme stratejine yöneldi. Milyarlarca dolar ciro açıklayan yabancı devler birkaç milyon dolar ödeyerek Türk KOBİ’si alıyor ya da ortak oluyor. Son 1.5 ay içerisinde Türkiye’ye gelen veya ortaklığını büyüten şirketler
arasında Rus çelik devi Mechel, İspanyol
oyuncak üreticisi Imaginarium, ABD’li
pa pazarı Başkanı
orberto Varas,
“Türkiye’ye geliş sürecimizde birçok firmayla görüştük Metis ile büyüyeceğiz”
dedi.
“Kedi-köpek mamasındaki büyümeye
fon ilgisi
“ABD’li yatırım fonu The Riverside
Company, Türkiye’deki ilk operasyonuna kedi ve köpek maması üreticisi Tropikal’i alarak başladı. Goody, Champion
gibi markaları üreten Tropikal’i alan Riverside Company’nin farklı kıtalarda 19
ofisi ve dünya genelinde 182 milyar dolarlık aktifi bulunuyor.
“İspanyol oyuncakçı tek başına büyüyecek
“Krizden en az etkilenen sektörlerin
başında oyuncakçılar geliyor. Ailelerin
çocukların isteklerini dikkate aldıklarını
fark eden İspanyol oyuncakçı Imaginarium, Türkiye’deki operasyonlarını tek
başına yönetmeye karar verdi. Türk ortağıyla birlikte kurduğu Umag Çocuk
Ürünleri’nde yüzde 60 hissesi olan İspanyol dev, firmadaki payını yüzde
99.97’ye çıkardı.” (Kerim Ülker, Sabah,
07.09.2010)
Vah zavallı ülkem vah!.. Parababaları
Hükümeti, “Küçük yatırımcıya özelleştirme yolu”nu “kapa”tır, kamu mallarını çokuluslu yabancı Parababalarına peşkeş çeker, yabancı Parababaları, bunları yuttuktan
sonra elde kalan küçük şirket (KOBİ)’leri
de yutar… Hatırlanacağı gibi, tütün ve sigara üretimi tamamen Amerikan şirketlerine peşkeş çekildi TEKEL yok edildi. Aynen
Sümerbank’ta olduğu gibi…
Elde kalan?
Sen sağ ol sevdiceğim ben de selamet!..
Tayyipgiller İktidarı, satılmadık
vatan toprağı bırakmayacak
Sadece bunlar mı?..
Olur mu?
“Yabancılar 79 yılda edindikleri mülkün 2 katını 2 yılda al”mışlar.
Ne zaman?..
“Sadece isan 2008 ve Mayıs 2010
arasında”…
Yani?..
Tabiî ki Tayyipgiller iktidarında.
“Krizi fırsat bilen yabancılar Türkiye’ye koştu. Cumhuriyet’in kuruluşundan 2002 yılına kadar 11.9 milyon metrekare taşınmaz yabancılara satılırken,
2002-2008 döneminde bu rakam 25 milyon metrekareye çıktı. Sadece isan
2008 ve Mayıs 2010 arasında ise 25 milyon metrekarelik mülk satıldı. Bu alan
başkent Ankara’ya denk geliyor.” (Vatan,
28 Haziran 2010)
Av ülkesi Türkiye’den
vurgun manzaraları
Japon kadınları âşıkmış?
Kime?
Japon erkeklerine değil. TL’ye.
Niye?
“Ülkede yüzde 0’a yakın olan faiz
Bunlar “dolandırıcı”ymış!..
Ya ülkemizin (ülkelerin) neredeyse yeraltı, yerüstü servetlerinin tamamını para gücüyle satan alanlar neci?
Onlar muteber uluslararası büyük çokuluslu şirketler, işadamları, işkadınları, elitler… öyle mi?..
Bunların hepsi dolandırıcı, vurguncu,
soyguncu, sömürücü, insanlıktan nasibini
almamış, insanlık düşmanı zalim tekelci
Parababaları. İşgalci, soykırımcı bunlar…
Kan emici sülükten bile sülük bunlar…
Haydut bunlar…
Bakın nasıl aşağılık işlere imza atıyor
ABD Emperyalistleri. Irak’tan çok güncel
bir örnek vermek istiyoruz bunların alçak
yüzlerini, insanlık dışı yüzlerini göstermek
için:
“İşgal yetmedi tazminat aldılar
“Körfez Savaşı sırasında zarar gören
Amerikalılar, Irak’tan 400 milyon dolar
tazminat ‘kazandı’. Para, ABD’nin el
koyduğu Irak fonlarından ödenecek
“Irak, Saddam rejiminin 1990 yılında
Kuveyt‘i işgalinden sonra Amerikan vatandaşlarına işkence yaptığı ve travmatize ettiği iddiaları karşısında 400 milyon
dolar tazminat ödemeyi kabul etti. Irak
Dışişleri Bakanlığı anlaşmanın geçen
hafta ABD‘nin Irak elçisi James Jefferey
ile imzalandığını açıkladı.
“ABD’nin Irak’ı işgal etmesi ile sayısız sivilin öldüğü Irak Savaşı üzerine
böyle bir anlaşma yapılması tartışma yarattı.
“Anlaşmanın Irak’ın ekonomik ve
sosyal açıdan bu kadar zayıf olduğu bir
zamanda gerçekleşmesi ve Saddam rejimi sırasında yaşananlardan yeni Irak yönetiminin sorumlu tutulması da tepki
çekti. Üst düzey bir Iraklı yetkili, “Saddam rejiminden beri çok kan aktı. Kötü
muamele, mevcut Irak hükümeti ya da
Irak halkı tarafından yapılmadı. Bu adalet değil” dedi.
“(…)
“Kongre onay verdi
Kuveyt işgali sırasında kötü muamele
gördüklerini iddia eden aileler ve onları
temsil eden hukuk firmaları, yıllarca
Amerikan Kongresi’ni, terörü destekleyen yabancı ülkelere karşı dava açılmasına onay vermesi için ikna etmeye çalıştı.
Dava bu yöndeki kararın 2008 yılında
Kongre’den geçmesinden sonra açılabildi. Davacılar arasında Irak-Kuveyt sınırında çocukları kaçırılan iki sözleşmeli
Amerikan askeri, Kuveyt’te tutuklanan
CBS ews televizyonunun muhabiri Bob
Simon ve kameramanı, ülkeden çıkmalarına izin verilmeyen aileler ve Irak televizyonlarında Saddam’ın, “Kahvaltını
beğendin mi?” diye sorarken görüntülenmesi ile akıllarda kalan küçük çocuk
da bulunuyor. Aileler yaşadıkları “duygusal stres” için de tazminat talep ediyor.
Anlaşmaya göre tazminat, ABD’nin savaş sırasında dondurduğu 900 milyon
dolarlık fondan alınacak ve davalılara
dağıtılacak.
“Irak hükümeti ise anlaşmanın, Saddam rejiminden itibaren ülkeye uygula-
Gaziantep’teki Fransız İşgaline karşı savaşın sembollerinden Karayılan’ın Anıtı
nan BM yaptırımlarının kalkmasına yardımcı olmasını umuyor. “Chapter 7” olarak bilinen yaptırımlar Irak’a, Kuveyt
işgali sonrasında “uluslararası barışa
tehdit” oluşturduğu gerekçesi ile uygulanmaya başlanmış ve hiçbir zaman tam
olarak kaldırılmamıştı. Irak bu yaptırımlar çerçevesinde Kuveyt’e 27.6 milyar dolar tazminat ödedi ve hâlâ petrolden elde ettiği gelirin yüzde 5’ini Kuveyt’e vermeye devam ediyor. ” (Milliyet,
12 Eylül 2010)
Sen yalanlar üzerinden bir savaş çıkar
ve bir ülkeyi haksız yere işgal et, sonra da,
o ülkenin el koyduğun fonlarını (paralarını)
kendi ülke vatandaşlarına dağıt “duygusal
stres” yaşıyor diye…
Ya o ülkenin insanları, kadınları, çocukları, yaşlıları hangi “stres”i yaşıyor?.. Kim
yaşatıyor o “stres”i?
Ona bir şey diyen yok.
Niye?
Çünkü o ağababa. Başhaydut. Baş emperyalist…
Satılmış, işgalciye kucak açmış, “Üst
düzey bir Iraklı yetkili”, bir de utanmadan
ne diyor?
“Saddam rejiminden beri çok kan aktı. Kötü muamele, mevcut Irak hükümeti ya da Irak halkı tarafından yapılmadı.
ve Rusya’dan oluşan İttifak Devletleri’ne)
karşı birlikte, aynı saflarda savaşa girdiğimiz Almanya’nın yenilmesi üzerine bizim
de yenilmiş sayıldığımız Birinci Emperyalist Evren Savaşı’ndan sonra, hep bildiğimiz gibi, yurdumuz galip emperyalistlerin
açık işgaline uğradı. Fransızlar, İngilizler,
İtalyanlar yurdumuzun topraklarını aralarında paylaştılar. Av sahası haline getirdiler.
İşte Maraş, Antep, Adana ve Hatay da,
önce İngilizlerin sonra da Fransızların işgaline uğradı. Ve bu yöre Halkı, Çukurovalılar, çocuğundan büyüğüne, kadınından erkeğine kadar Fransız işgalcilerine karşı savaşa giriştiler. Ve kanlı mücadelelerden
sonra onları yendiler. Fransızlar, önce Maraş’tan, sonra da Antep ve Hatay’dan (Hatay’ın bir bütün olarak kurtuluşu 1936 yılıdır.) defolup gittiler.
Bu savaşların sembollerinden, bayrak
isimlerinden bir tanesi, hep bildiğimiz gibi
Antep cephesinde savaşan Karayılan’dır.
Karayılan, Fransızlara karşı verilen savaş esnasında, 24 Mayıs 1920 günü, 19 yoldaşıyla birlikte şehit olmuştur. (Mezarı Antep Karagöz Camii Külliyesi’ndedir.)
Karayılan, bu son savaşına giderken, çetesindeki yoldaşlarına Karagöz Camii’nde
şunları söylemiştir:
Bu adalet değil”…
Alçağa bak!
Biz; Irak Halkını ve meşru Irak Yönetimini, Liderimiz Saddam’ı sattık, ABD’nin
ülkemizi işgal etmesine yardımcı olduk, o
yüzden bunlar başımıza geliyor, demiyor
da, “Kötü muamele, mevcut Irak hükümeti
ya da Irak halkı tarafından yapılmadı.” diyerek işgalci, katliamcı, ölü soyucu ABD
Emperyalistlerini haklı çıkartıyor. Sonra da
utanmadan “bu adalet değil.” diyor.
İşgalci, katliamcı, soykırımcı, ölü soyucu, vurguncu, sömürücü ABD Emperyalistlerinden “adalet” beklemek, istemek, ummak... Ne acı bir durum.
“Arkadaşlar
“Çabuk olunuz. Vakit geçirmeden
düşmana saf duracağız. Düşmana kendimizi göstereceğiz. Düşman bu yurdun evlatlarının ne yaman erler olduğunu bilmelidir. Bizler bugün için dünyaya geldik. Yurdumuzda düşmanın dolaşmasına
tahammül edemeyiz. Aslanlar diyarı Antep’e düşman gelmekle aldanmıştır. Düşmana karşı geleceğiz ve toprağımızda yabancı bırakmayacağız. Onlara bu yerleri
mezar yapacağız.” (Karayılan’ın mezarındaki Kitabe’den alınmıştır.)
Bugün de, Karayılan’ın dediği bir kez
daha gerçekleşecek. Bin yıldır birlikte paylaştığımız, Malazgirt’te, Çanakkale’de, Birinci Kurtuluş’ta omuz omuza savaşarak ortak vatan yaptığımız bu toprakları, Kürt
kardeşlerimizle el ele, bir kez daha temizleyeceğiz. Türk Kürt Halk Cumhuriyeti’ni,
Demokratik Halk İktidarını kuracağız.
Ve o zaman; insan soyunun yüzkarası
AB-D Emperyalistleri, topraklarımızdan ve
Ortadoğu’dan defolup gidecekler. Sadece
bölgemizden değil, dünyanın her neresinde
hâkimiyetleri varsa oradan da defolup gidecekler.
Ve o zaman; kendi İşçi Sınıfları ve halkları o yağmacı, işgalci, soykırımcı, ölü soyucuları başlarından atacaklar, eşit, özgür,
kardeş toplumlar kuracaklar.
Ve o zaman; insanlık Sosyalist bir aile
olacak. Bunu adımız gibi biliyoruz!
Ava giden avlanır...
Bir Türk atasözü: ava giden avlanır,
der.
Yani her av partisi, her zaman avla bitmez. Avlanmak isteyenler de avlanırlar.
Uluslararası Parababaları (AB-D Emperyalistleri) de mutlaka ama mutlaka avlanacaklar. Bu, insanı insanlığından çıkaran
sürek avı sürgit devam etmez. Halklar hep
avlanacak hayvanlar değildir. Halklar
geçmişlerini unutmazlar. Tarihten ders almasını bilirler.
Bizim Tarihimizde de işgalci, katliamcı,
soykırımcı Batılı Emperyalistlere karşı direniş ve zafer vardır. Batılı Büyük Emperyalist Devletlere (İngiltere, Fransa, İtalya
5
Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010
Kahraman Gerilla CHE,
halkların kurtuluş mücadelesinde yaşıyor, savaşıyor!
Bundan 43 yıl önce Kahraman Gerilla Che, CIA tarafından katledildi; 9 Ekim 1967’de. AB-D, O’nun bedenini ortadan kaldırarak Che’yi
öldürebileceğini sanmıştı.
Ancak bedence ölmek gerçek anlamda ölmek değildir. Aradan geçen bunca yıla rağmen dünyanın dört bir yanında emperyalizme karşı
verilen antiemperyalist, yurtsever, sosyalist tüm mücadelelerde Kahraman Gerilla Che’de var.
İnsanlığın başka her şeyin insanlığın kurtuluşuna adayan Che, bugün inancın, bilincin, yiğitliğin, fedakârlığın sembolü.
Ve Che, tüm insanlığın bilincinde yüreğinde, mücadelesinde yaşamaya devam edecek.
Che’nin katlinin ardında yatan gerçekleri, Kübalı gazeteciler Adys Cupull ve Froilan Gonzalez “CIA CHE’YE KARŞI” isimli kitapta belgeleriyle, detaylı bir biçimde ortaya koyuyor. Eski bir CIA ajanı olan Philip Agee’in 1993 yılında bu kitaba yazdığı Önsöz’ü Che’nin bedence aramızdan ayrılışının 43’üncü yılında olduğu gibi yayımlıyoruz.
E
Önsöz
rnesto Che Guevara sağlığında da, ölümünden sonra da başkalarının yaşamı üzerinde inanılmaz büyük bir etki yaratmıştır.
Ben de böyle etkilenenlerden biriyim. Elinizdeki kitabı okurken, ömrümün son yirmi beş yılı
sinema şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyor.
1966 ilkbaharında, Uruguay’da Montevideo’da CIA hesabına çalışıyordum. Kentin en
büyük havaalanında, gelip geçeni kontrol etmek
için yeni bir sistem oluşturmuştum. İsim listeleri gözden geçiriliyor, pasaportların ve yolculuğa
ait diğer belgelerin fotokopileri çekiliyordu. Bu
dönemde, CIA, Che’nin olduğu yeri saptamaya
çalışıyor, ama bunu bir türlü başaramıyordu.
Kongo-Kinshasa’da, Mobutu’ya karşı isyan
edenlere katıldığını biliyorduk. Bu isyanın bastırılmasının üzerinden geçen bir yıla karşın,
Che’nin izine hiçbir yerde rastlanmamıştı. Kimi
yorumcular, onun Küba’ya döndüğünü düşünüyordu, kimi de, müzmin astımını tedavi için
aldığı bayat ilaçlar yüzünden hastalanıp Sovyetler Birliği’nde hastaneye yatırıldığından söz
ediyordu.
Küba’ya karşı operasyonlarını sürdüren CIA
uzmanları, Latin Amerika ve Karaib adalarında
gerilla savaşı başlatmayı hedefleyen Kübalıların eylemlerine, Che’nin de katılması olasılığına karşı tetikteydiler. Özellikle, Küba’nın
Arjantin’de, And Dağlarının doğu yamaçlarında, Tucuman ve Salta’nın kuzey kesimindeki
gerilla hareketlerini desteklediğini gösteren
ipuçları ele geçirilmişti. Ayrıca, Küba’nın istihbarat operasyonlarıyla ilgili veriler elde edilmişti. Küba istihbarat servislerinin Latin Amerika’da görevli ajanlarıyla yaptığı telsiz konuşmaları, CIA tarafından dinleniyordu, bunlardan
kimliği belirlenemeyen biri ya Peru’nun Lima
kentinde yahut da Bolivya’da, La Paz’da çalışıyordu. Ben de Montevideo’da, Küba’ya karşı
yürütülecek operasyonlardan sorumlu CIA
görevlisi olarak, bu iki tür eylem konusunda
bilgi toplamakla yükümlüydüm.
CIA merkez karargâhında, Küba’ya karşı
operasyonlarla ilgili çalışmalar yapan kişiler,
Latin Amerika’nın tüm stratejik noktalarında,
Che’nin bölgeye girme girişimlerini anında
ortaya çıkarmak amacıyla, yolcuların kontrolü
için, özel önlemlere başvurulmasını istiyordu.
Ama bir sorun vardı. Hiç kimse, Che’nin bir
gerilla askeri gibi sakalıyla yolculuk edeceğine
ihtimal vermiyordu. Fakat Che’nin sakalsız
fotoğrafı bulunamamıştı. Teknik servisler, bir
ressamı Che’nin sakalsız resmini yapmakla
görevlendirdi. Bu portrenin kopyaları Latin
Amerika’nın dört bir yanına dağıtıldı. Montevideo’da, bu resimleri tüm polis memurlarına ve
hava alanında göçmenlerle ilgilenen kişilere
dağıttım, hatta onlardan bu yüz çizgilerini
ezberlemelerini istedim. Havaalanında çalışanların yeteneksizliği ve araştırma-soruşturma
konusundaki bilgisizliği yüzünden, Che’yi bu
yoldan yakalama şansımızın çok zayıf olduğunun farkındaydım, ama ne de olsa, hiç yoktan
iyiydi, denemekten zarar gelmezdi.
Bir yıl sonra, 1967 yazında, Meksika’ya
gönderildim. Dünya âlem Che’nin, Bolivya’da
gerilla hareketini yönettiğini biliyordu. Fotoğ-
raflarının dağıtılmasından altı ay kadar sonra,
Che, Uruguaylı kimliği ve sahte belgeleriyle
Montevideo havaalanından transit geçmiş, CIA
ve Amerikan ordusunun özel güçleri, “iki, üç,
daha fazla Vietnam yaratmasını” önlemek
için peşine düşmüştü.
1967’de, Meksika’ya gitmeden önce, CIA
hesabına çalışma hevesim azalmıştı. İstikrarı
koruma adına yaptıklarımızın, bölgede hüküm
süren toplumsal ve ekonomik adaletsizlikleri
daha da arttırmaktan başka
bir işe yaramadığının farkındaydım. Çalışmalarım
bana sıkıcı gelmekle kalmıyor, yaptığımız işi ahlak ve
siyaset yönünden de çok
tartışılır buluyordum. Ciddi
olarak istifayı düşünüyordum, fakat eşinden boşanmış iki çocuklu bir adam
olarak düzenli bir gelire
ihtiyacım vardı.
Meksika’da, olimpiyat
ataşesi olarak çalışıyordum, yani 1968 Olimpiyat
Oyunları’nda, ABD elçisinin yardımcılığını yapıyordum. CIA, bu kılıfın, görünüşü kurtaracağına inanıyordu. Görevim, bir iki yıl
sonra yapılacak Olimpiyat
Oyunlarını organize eden
komite için çalışmaktı ve
bu işler benim Meksika’da
olimpiyatlarla ilgili olarak,
spor, medya, kültür ve politika gibi kesimlerden birçok önemli kişiyle ilişki
kurmamı kolaylaştırıyordu.
Meksika’ya vardıktan
kısa bir süre sonra, New
Yorklu bir kadınla tanıştım. Meksika’da yaşıyordu ve uzun zaman önce Meksika uyrukluğuna geçmişti. Bir Meksikalı ile evlenmiş çocukları olmuş sonra boşanmış ama Meksika’da kalmıştı. Bu genç kadın, bilincimde zaten varolan
siyasi ve ahlaki görüşlerle birlikte, CIA’dan istifa etmemde rol oynayan kişisel etken oldu.
Muriel adıyla anacağım bu kadın, olimpiyatların on dokuz kültür olayından biriyle ilgileniyor ve örgütleme komitesiyle Amerikan
elçiliği arasında ilişki sağlıyordu. İlk günlerden
başlayarak, Birleşik Devletler’in, olimpiyatların kültürel programına katılımını planlamak
için çok sıkı biçimde birlikte çalıştık.
1967 Ekimi’nde, bir akşam, lokantada
yemek yiyorduk. Muriel organizasyon komitesi
için Yunanistan’a yaptığı bir yolculuktan geri
dönmüştü. Konuşmamız sırasında Che’nin adı
geçti, çünkü ölümü Bolivya’da güncel konuydu. Muriel, ummadığım derecede heyecanlı
konuşuyordu, duygulandığı belliydi. Che’yi
soğukkanlılıkla öldüren CIA’ya lanetler yağdırıyordu, oysa hangi koşullarda öldüğü henüz net
biçimde belli değildi. Sonra, o yıl, Yunanistan’da önüne geleni öldüren, işkence yapan
askeri diktatörlüğün iktidara geçişinde CIA’nın
oynadığı rolden söz etti. 50’li yıllarda, Guatemala’da Arbenz hükümetinin devrilip ülkenin
tarihte ilk kez elde ettiği biricik umudun yok
edilmesinde CIA’nın rol almasını eleştirdi.
Sessizce dinliyordum, ama onu işyerinde ya
da dışarıda görebilmem için CIA’da görevli
olduğumu bilmemesi gerektiğinin çabucak farkına vardım. O ana kadar politikadan hemen hiç
söz etmemiştik. Onun sol düşüncelerini hiç bilmiyordum. Che’nin böylesine hayranı olacağı
da aklımın ucundan bile geçmiyordu. Sonraki
aylarda, CIA ile Muriel arasında seçim yapmak
zorunda olduğumu anladım.
Seçimim kolay oldu. Olimpiyatlardan altı ay
önce, 1968 baharında, CIA merkez karargâhından terfi ettiğimi ve oyunlardan sonra yeniden
Meksika’da görevlendirileceğimi bildiren bir
telgraf aldım. İstifa etme zamanımın geldiğine
karar verdim ve merkeze, oyunlardan sonra görevimden ayrılacağımı bildirdim. 1968’in son
günlerinde, CIA’dan ayrılıp Meksika’da yeni
bir hayata başladım.
1968’de, dünyayı sarsan öğrenci ve emekçi
başkaldırısında, Che’nin manevi ve siyasi etkisi
büyüktü. Hemen hepsi, 25 yaşındaki Arjantinli
doktorun, Arbenz yönetimindeki demokratik
Guatemala’da yaşadığı deneyimi ve bu hükümetin 1954’te CIA tarafından devrilmesinin onu
nasıl radikalleştirdiğini biliyordu. Guatemala
deneyiminden sonra, Meksika’da sürgünde
bulunan Fidel Castro ve diğer Kübalı devrimci-
lere katılma kararı, onlarla Granma yatında yaptığı yolculuk ve sonunda, Küba devriminde
belirleyici biçimde Batista diktatörlüğünün devrilmesine yol açan Santa Clara zaferi sırasında
bir gerilla koluna kumanda ettiği de çok iyi biliniyordu. Ama Che, her şeyden önce devrimci
düşünceleriyle, özellikle devrimin, yaratacağı
dönüşümle, çalışmaya özendirici manevi etkenlerin değerini, maddi özendiricilerden daha üst
bir düzeye yükselteceğine derin inancıyla
ünlüydü.
CIA’dan ayrıldıktan iki yıl sonra, yaşamım
tümüyle değişti. Daha önce düşündüklerimizin
tersine, Muriel ile yollarımız ayrıldı. Meksika’nın ulusal özerk üniversitesi UNAM’da,
Latin Amerika tarih ve kültürü konusunda bir
doktora programına yazıldım. Sömürgecilik
çağında fetihlerde yaşanan vahşet olayları ve
kıyam, çağımızda bölgenin Birleşik Devletler
tarafından ezilmesi, Monroe doktrininin hayata
geçirilmesi konusunda okuduklarım, CIA’daki
iş arkadaşlarımla birlikte Latin Amerika’da
yaptıklarımızın yanlışlığı bakımından gözümü
açtı, yepyeni bir perspektif sahibi olmama yol
açtı. Demokrasi ve sosyal adalet getirmek yerine, beş yüz yıldır süregelen sömürü ve baskı
sürecinin daha da uzamasını sağlıyorduk, o
kadar. 1968’deki gösterilerde, yüzlerce göstericinin hükümet öldürülüşünün anılarının tüm
tazeliğiyle yaşandığı üniversitede egemen olan
Che ruhu, bana göre “yeni düşünceyi” temsil
eden bu dönemi, daha da güçlü biçimde vurguluyordu.
Bilmem nasıl oldu, yavaş yavaş kafamda
yeni bir düşünce belirmeye başladı. O güne dek,
aklıma bile getirmezdim böyle bir şeyi, ama
artık kafama iyice takılıyordu. Küba dışında,
tüm bölgede egemen oligarşiler aracılığıyla Birleşik Devletler’in kontrolünü sürdürmek için,
CIA örgütünde, öteki ajanlarla birlikte ne işler
çevirdiğimizi açığa vuran bir kitap yazmak istiyordum. O güne dek, CIA görevlilerinden hiçbiri böyle bir kitap yazmamıştı ve karar vermeden önce benim de birkaç ay düşünmem gerekti.
UNAM’daki profesörlerimden biri, Latin
Amerika’da siyasi düşünce konusunda bir seminer yöneten Leopoldo Zea, üzerimde büyük bir
etki yarattı. Okur, Leopoldo Zea’nın, Che’nin
ölümünün ardından yaptığı konuşmadan bir
alıntıyı kitapta bulacaktır. Seminere yazılmamdan az önce, bu konuşması Meksika’da yayımlanmıştı.
UNAM’da, Küba devrimine daha sıcak bakmaya başladım. Devrim üzerine bulabildiğim
tüm yazıları okudum. Amerikan egemenliğine
son verilmesi, devrimin kazandığı başarılar beni
derinden etkiledi. Küba’da devrimden sonra
eğitime, sağlığa ve diğer toplumsal programlara
verilen önemin de etkisinde kaldım. Latin Amerika’nın öteki ülkelerinde yaşanan yoksulluk ve
çürümüşlüğe kıyasla, Küba, hem uzun vadeli
hedefleri, hem de kısa vadeli girişimleri bakımından, çarpıcı bir karşıtlık yaratıyordu.
CIA’nın oynadığı rolü göstermek için, özellikle daha önce çalıştığım ülkelerde, Latin
Amerika’da yaşanan olaylarla ilgili bilgi araştırmaya, Mexico City kütüphanelerini dolaşmaya, belge toplamaya başladım. Ama emeklerim
boşa gitti ve kitabımı Meksika’da yazamayacağımı anladım. Eğitim almamı sağlayan doktora
programı ile henüz düşünceden öte bir şey
olmayan kitabım arasında seçim yapmak zorundaydım.
Yalnız Latin Amerika’da değil, tüm dünyada hükümetleri deviren, siyasi baskıların artmasına neden olan CIA’nın müdahalelerini durdurmak için, Birleşik Devletler’e karşı girişilen bir
hareket olması umuduyla, kitabımı yazmaya
karar verdim. Kitabın, bir çare olarak, CIA operasyonlarının kurbanlarına yardım etmeye,
ülkelere sızmasını ve düzenlerini yıkmasını
önlemeye de yarayacağını umuyordum. O
dönemde, bu kelimeyi pek bilmezdim ama, bu
bir tür dayanışma eylemi gibi bir şeydi. O
zamanlarda, çoğu kez düş kırıklığıyla biten, olağanüstü olaylarla dolu bir mücadeleye giriştiğimi, fakat mücadelemin şaşırtıcı başarılara ulaşacağını bilmiyordum.
Elinizdeki kitapta adı geçen birçok kişi, izlediğim yolda, benden yardımlarını esirgemedi.
Avrupa’ya gitmek ve araştırma yapmak için
ihtiyacım olan ilk desteği, Paris’ten Fransız
yayıncı François Maspero sağladı. Rejis Debray’in tutuklanmasından sonra özel güçler
Che’nin peşindeyken, Maspero da Bolivyalı
yetkililer tarafından tutuklanmış ve sınır dışı
edilmişti. Daha sonra Maspero, Che’nin Boliv-
ya Günlüğü’nün Fransızcasını yayımladı.
Maspero araştırma yapmak için Küba’ya
gitmemde de yardımcı oldu. Orada, adayı bir
baştan bir başa dolaşırken, Devrimin başarılarını incelerken, Che’nin “Bolivya Günlüğü”nü,
yazılarından çoğunu, “yeni insan” konusundaki makalesini ve Fidel’e “Veda Mektubu”nu
okudum. Bunlar, çalışmalarımı sürdürmem için
beni cesaretlendirdi.
Londralı gazeteci-yazarlar, hepsi de ew
Left Review kolektifi çalışanları olan Robin
Blackburn, Perry Anderson ve Tarık Ali de,
Rejis Debray’in mahkemesinde bulunmak ve
Che ile gerilla grubunu tutsak almayı ya da
öldürmeyi hedefleyen ordunun o güne dek
sonuçsuz kalan çabalarını ortaya çıkarmak için
Bolivya’ya gittiler. Okuyucu, kitapta bu yazarların ve yabancı ülkelerden gelen gazetecilerin
çoğunun Bolivya güvenlik güçlerince tehdit
edildiğini, izlendiğini, baskılara uğradıklarını
görecektir. 1972’de, tüm kaynaklardan yoksun,
çaresiz kaldığım, CIA tarafından gözetim altında tutulduğum kritik bir zamanda, artık kitabımla ilgili çalışmalarımı sürdüremeyeceğimi
sandığım bir dönemde, sözünü ettiğim yazarlar,
o güne dek yaptığım çalışmaları öğrenince,
tanıdıkları olan Penguin Books yayınlarının
sahibiyle ilişkiye geçtiler. Londra’da incelemelerimi sürdürdüğüm sırada da, bana destek verdiler.
Penguin yayınları sahibi Neil Middleton, el
yazısı notlarımı, Penguin yayınevi için Latin
Amerika ile ilgili bir dizi kitap hazırlamakta
olan İngiliz gazeteci Richard Gott’a gönderdi.
Onun önerisiyle, Penguin yayınları benimle
anlaşma imzaladı ve kitabımı bitirmemi sağlayacak olan bir avans alabildim. 1967’de
Che’nin naaşının Valle Grande’ye getirilişini ve
bu olayda CIA ajanı Kübalı sürgünlerin oynadığı önemli rolü Guardian’da haber olarak yazan
gazeteci Gott’ın adı elinizdeki kitapta da geçiyor.
Che’nin naaşının getirilişi sırasında Valle
Grande’de bulunan ve Kübalı sürgünlerin rolünü ortaya çıkaran bir başka gazeteci ise, Christopher Roper’di. Aradan birkaç yıl geçince,
1974 Kasımı’nda, Londra’da Latin America
ewletter’in editörlüğünü yaptığı sırada onun
bürosunda, Meksika’daki CIA ağını açığa vuran
bir telgraf metni yazdım. Roper, isim listesini,
adresleriyle birlikte Interpress kanalıyla göndermiş, CIA’nın adamları işe gitmek için evlerinden çıkarken kapıda röportaj yapmak için
bekleyen gazeteci ve televizyon ekiplerini
görünce şaşırıp kalmışlardı. CIA alelacele birtakım değişiklikler yapmak zorunda kalmış, Meksika’daki operasyonları bundan büyük ölçüde
zarar görmüştü.
O sırada kitabım bitti ve Gabriel Garcia
Marquez ile ilk röportajımı yaptım. Kitap konusunda yazdığı tanıtma yazısını, bu röportajla
birlikte birçok ülkede yayınladı. Garcia Marquez, beni Brüksel’e, Bertrand Russell mahke-
D
mesine, Şili, Arjantin, Uruguay gibi ülkelerde
kudurmuşçasına süren Birleşik Devletler destekli baskı politikası yüzünden açılan davada
tanıklık yapmaya davet etti. Bu olay 1975 Ocağında, kitabımın çıkışının üzerinden henüz bir
ay geçmeden olmuştu ve politik toplantılarda,
dayanışma gösterilerinde, üniversitelerde katılacağım konferanslar ve konuşmalar dizisinin
başlangıcıydı.
Che’nin gerilla kolunda yer alan, tutsak edilen ve uzun yıllar hapis yattıktan sonra serbest
bırakılan Rejis Debray da oradaydı. Yüzlerce
insanın önünde, CIA’nın yöntemlerini ve operasyonlarını açıklayan konuşmalarıma başlamadan önce beni kabul eden ve sakinleşmeme yardımcı olan o idi. Ertesi yıl, Rejis Debray İngiltere’de, Birleşik Devletler’in baskısı sonucu,
beni ulusal güvenlik nedeniyle sınırdışı etme
kararı alınmasını protesto etmek için, ileri gelen
Fransız kişiliklerinin ortak dilekçe imzalama
hareketini düzenledi.
Bu deneyimler, El Guerrillero Heroico
(Kahraman Gerilla) adıyla tarihe geçen Ernesto Che Guevara’dan etkilenen ya da onu destekleyen kişi ve kuruluşların benimle dayanışmalarının bir parçasından başka bir şey değildi. Bana
yardım eden bazı kişiler de Devrim
Meydanı’nda, hükümet merkezinin cephesini
boydan boya kaplayan dev Che portresinin
önünden sık sık geçtiğim Küba’da yaşıyor.
Daha başkaları, Amerikan pasaportum elimden
alındığında, bana yeni bir pasaport veren Granada’da ya da Reagan’ın Granada’yı işgal ettirmesinden sonra, bana pasaport veren Nikaragua’da yahut da Sandinistler arasında bulunuyor. Onlar ve daha birçokları, özellikle Birleşik
Devletler’deki dostlarım, ilk kitabımın redaksiyonunu yapmamı, yazmaya devam etmemi ve
yirmi yıldır, daima Che Guevara geleneğine
dönüşmesini dilediğim, onun öğretisini anlatmamı, her gittiğim yerde bu konuda açıklayıcı
konuşmalar yapmamı sağladılar.
Geçmişten, eski zamanları anmak için değil,
bugün ve gelecek zamanlar için esin kaynağı
olsun diye söz ederiz. 90’lı yıllarda, Küba örneği ve Küba ile dayanışma hareketi, bu görüşün
ne kadar yerinde olduğunu en iyi biçimde kanıtladı. Devrim ve devrimin kazanımları, hiçbir
zaman bugünkü kadar tehdit altında tutulmamıştı. Tarih önünde hiçbir kusuru olmayan
Küba, bu tehditleri hiç de hak etmiyor. Günümüzde, hayatta kalma ve Che’nin katılımıyla
başlayan devrimin gelişim programlarının sürdürülmesi için mücadele eden Küba, tüm ilerici
insanların, tüm iyi niyetli insanların desteğini
hak ediyor. Bu kitabın, bize bu desteği pratiğe
geçirmede, Che’nin öldürülmesinin sorumlusu
CIA’nın yönetimindeki ABD gerici baskı güçlerinin bir kez daha lanetlenmesinde ve bunlara
boyun eğmenin reddedilmesinde esin kaynağı
olmasını diliyorum.
Philip Agee
Venezüella Halkı bir kez daha haykırdı:
“Chavez no seva: Chavez gitmeyecek”
ünya Halklarının umudunu yok etmek
istedi Emperyalistler, Chavez ve Yoldaşları da umut oldular bayır aşağı giden
insanlığa.
Emperyalistler yok etmek için umudu, giriştiler mücadeleye, Venezüella Halkı Chavez’in
önderliğinde rüzgâr olup tüm dünyaya taşıdı
umudu…
“Biz yenilmeyiz, biz güçlüyüz, kimse duramaz karşımızda” dedi Emperyalistler, Venezüella Emekçi Halkı da düşmanın yenilmez değil
yenilebilir olduğunu gösterdi tüm dünyaya.
Sosyalist Kamp’ın yıkılmasıyla geçici olarak Sosyalizm düşünce alta, bir daha üste çıkamayacağına inandı Emperyalistler. Chavez önderliğinde Venezüella Halkı gösterdi insanlığa
sömürü düzeni var oldukça Sosyalizm mücadelesinin sona ermeyeceğini.
Ve Venezüella Halkı ve Yiğit Önderi Chavez
Yoldaş umut olmaya, yol göstermeye, Emperyalistlerin oyunlarını bozmaya ve sol rüzgârları
estirmeye devam ediyorlar.
ABD ve AB Emperyalistlerinin oyunları,
26 Eylül 2010 tarihinde yapılan Genel Seçimlerde bir kez daha bozuldu Venezüella Halkı ve
Yiğit Önderi Chavez Yoldaş tarafından.
Venezüella Halkı; halkların can düşmanı
AB-D (ABD ve AB) Emperyalistlerine ve Para-
babalarına, kendilerine refah ve mutluluk getiren Bolivarcı Devrime ve bu devrimin önderi
Chavez Yoldaş’a sahip çıktığını göstermiş oldu.
Venezüella Emekçi Halkı, Devrim öncesinin acı
çeken, mutsuz ve yoksul insanları durumuna
düşürülmeye izin vermeyeceğini, Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin tüm oyunlarının bozulacağını haykırdı, 26 Eylül’de.
Halkın Kurtuluş Partisi olarak, Yiğit Chavez
önderliğindeki Venezüella Halkının bu önemli
zaferini kutluyoruz. Tüm insanlığın umutlarını
bir kez daha yeşerten bu seçim zaferinin, Venezüella Halkının nihai kurtuluşuna giden yolda
bir adım olacağına olan inancımız tam. O mutlu sona eninde sonunda ulaşacak Chavez önderliğindeki Venezüella Halkı.
Çünkü Venezüella Halkı: “Kapitalizm vahşiliktir. Her geçen gün bunu daha iyi görüyorum.” “Dünyada yoksulluğu ortadan kaldıracak biricik sistem sosyalizmdir” diyen Chavez gibi bir öndere sahip.
Chavez Yoldaş, Sosyalizme giden yolda, yolu kapatan molozların temizlenmesi gerektiğini,
bu molozlar ortadan kaldırılmadan Sosyalizme
ulaşılamayacağını kavrayan bir önder. Bu molozlar, Parababalarının ekonomik düzenidir.
Devrim Biliminin (Bilimsel Sosyalizmin) emrettiği, devrimin başarısı için; yani her türlü sömürünün sona erdirilmesi için bir avuç Parababasının ortadan kaldırılması, sonra halkçı ekonomi sisteminin örgütlenmesidir. Bu da gerçekleşecek, bilimsel olarak bunun başka bir yolu
yok…
Hiçbir güç durduramayacak bu mücadeleyi.
Venezüella Halkı AB-D Emperyalistlerine kafa
tutan yiğit önderinin kutsal davasına sahip çıkmaya devam edecek.
Ve Fidel Yoldaş’ın dediği gibi: Eninde sonunda insanlık tek bir sosyalist aile olacak!
29.09.2010
Halkız Haklıyız Yeneceğiz!
Venceremos!
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
6
Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010
Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür...
Halkın Kurtuluş Partisi İstanbul İl
Başkanı Av. Pınar Akbina:
Değerli Basın Emekçileri,
Değerli Kurtuluş Partililer,
Anayasal haklarını kullanarak sendikalaştıkları için işten atılan ve Mutaş işverenine 47 gündür direnen Yiğit Mutaş
İşçileri,
Bugün; insanlığından başka her şeyini
insanlığın kurtuluş davasına adamış olan,
Yoldaşlar,
Hikmet Kıvılcımlı Usta, 39 yıl önce bugün ayrıldı bedence aramızdan.
Yani bir diğer deyişle 20’nci Yüzyılın
en büyük beyinlerinden ve en büyük yüreklerinden biri durdu.
Yalnızca bedence ayrıldı aramızdan, diyoruz, Usta’mız için.
Biz bunu laf olsun, şairane bir söz söylemiş olalım, süslü, parlak bir söz olsun diye söylemiyoruz.
O, gerçekten sadece bedence ayrıldı
aramızdan
Çünkü kendini halklarının mutluluğuna
adamış, bu uğurda insanlığından başka her
şeyini vermiş Önderler, halklar onların ölmesine izin vermedikçe, ölmezler.
İşte sömürüye, köleliğe başkaldırmış
Spartaküs, bin yıllar öncesinden bugüne
hâlâ yaşıyorsa insanlığın belleğinde ve hâlâ dillerimizdeyse adı bundandır.
Çağını çok aşarak, insanların eşit olmaları gerektiğini savunan ve bu uğurda
idamlara çarptırılan Babek’ler, bizim topraklarımızda yaşamış Şeyh Bedreddin’ler
idamlarıyla belki bedence aramızdan ayrılıp ölüp gittiler ama hâlâ bizimle birlikteler, bizim mücadelemizde yaşıyorlar… O
yüzden kimse onları öldü diyemez…
Sadece bedence ölmek, yalnızca madden ölmektir ama onların düşünceleri, onların idealleri hâlâ bizlerde yaşıyorsa onlar
da bizimle birlikte yaşıyor, savaşıyor demektir.
Yoldaşlar,
İnsanlığın son hayvanlık konağı olan
kapitalizmden, insanlık konağı olan sosyalizme gidişinin bilimini kuran, bunu bilimsel olarak ispat eden Marks-Engels’e öldü
denebilir mi?..
Marks-Engels Ustalar elbette bedence
ayrıldılar aramızdan… Ama onlar için kim
ölmüş diyebilir?
Marksizmin ışığında ilk Sosyalist Devrimi başaran, Sosyalizmin bir ütopya değil,
insanlığın gerçek kurtuluşu olduğunu ispat
eden, Ekim Devrimi’nin Önderi, Devrimler Kartalı Lenin Usta için kim ölmüş diyebilir?
Ve ölümsüz devrimci, Kahraman Gerilla Che ne diyordu, yoldaşlar?
“Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin... Savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve silahlarımız elden ele
geçecekse ve başkaları mitralyöz sesleriyle, savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaklarsa ölüm hoş geldi, safa geldi...”
Böyle bir insan, böyle bir devrimci nasıl ölmüş sayılabilir?..
Onu bedence öldüren emperyalistler ve
ajanları çoktan yok olup gittiler, gidiyorlar.
Ama Che, bütün halkların gönlünde bir
sembol olmaya, bir kurtuluş sembolü olmaya devam ediyor. Demek ki Che hâlâ
yaşıyor!.. Halkların umudu olarak yaşamaya devam ediyor. Edecek…
Demek ki, Kahraman Gerilla Che
ölümsüzdür…
İnsanlığın Sınıflı Toplumlar Tarihinin
kapitalizmöncesini “Tarih-Devrim-Sosyalizm” baş eseri-anıt eseriyle aydınlatan
ve “Toplum Biçimlerinin Gelişimi”, “İlkel Sosyalizmden Kapitalizme İlk Geçiş
“ben insanın hayvan yerine konulmasına
isyan ettiğim için sosyalistim”, diyen; daha 17 yaşında emperyalistlere karşı Birinci
Antiemperyalist
Kurtuluş
Savaşı’mızda silah elde savaşan ve başarılarıyla kısa sürede Köyceğiz Kuvayimilliye Komutanı olan; ömrünü sosyalizm davasına adamış ve bu uğurda 22,5
yıl zindanlarda yatan Usta’mız Hikmet
Kıvılcımlı’nın bedence aramızdan ayrılı-
İngiltere”, “İlkel Sosyalizmden Kapitalizme Son Geçiş Japonya”, “Osmanlı Tarihinin Maddesi”, “Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi” gibi teorik eserleriyle
açan; yaşadığımız toprağın tüm sınıf ilişkiçelişkilerini açıklayıp bize sunan Hikmet
Kıvılcımlı nasıl ölmüş olabilir?
Bütün bu eseleriyle hem dünya insanlığının hem de Türkiye insanının önünü aydınlatmıştır, teorik olarak.
Bize devamlı kullanabileceğimiz paha
biçilmez teorik miraslar-hazineler bırakmıştır. İşte bu yüzden ölümsüzdür. İşte bu
yüzden yalnızca bedence ayrılmıştır aramızdan…
Bizler buradaysak, O’nun huzuruna
gelmişsek; bizler savaşıyorsak, bizler dövüşüyorsak O da bizimle birlikte dövüşüyor, savaşıyor demektir.
(Sloganlar Kıvılcımlı Yaşıyor, Kurtuluş Partisi Savaşıyor!)
Tabiî Hikmet Kıvılcımlı’nın bir özelliğini daha göze batırmalıyız. Kimilerinin
sandığı ya da öyle göstermek istediği gibi,
O sadece teori adamı değildir. O, aynı zamanda yorulmak bilmez bir devrim savaşçısıdır. Devrimci mücadelede dinlenme zamanını, Kerim Korcan Yoldaş’ın aktardığı gibi; yalnızca bir çay içimlik zamana indirgemiş, bir devrim eridir O.
(Slogan: Kızıl Savaş Bayrağı Hikmet
Kıvılcımlı…)
O, bu teorik ve pratik mücadelesinin bedelini, kimsenin dayanamayacağı sayısız
işkencelerden geçerek ödemiştir. Fakat bu
işkencelerden her defasında alnının akıyla,
dimdik çıkmıştır. Kendi deyişiyle “Poliste
direnmeyi en büyük erdem belle”miştir.
Yani bir yoldaşını ele vermektense, Partiye
bir zarar getirmektense ölmeyi yeğlemiştir.
Yine İşçi Sınıfına adadığı, kendi söylemiyle vakfettiği, hayatının 22,5 yılını işte bu
teorik ve pratik mücadelesinin bedeli olarak ödemiştir, “yarı derebeyi” diye isimlendirdiği Türkiye zindanlarında, tek bir
gün bile yakınmadan…
Bu 22,5 yıllık zindan hayatını ise çile
çekerek geçirmemiş, hapishaneleri üniversiteye çevirmiştir. Kendisine 1929 Tevkifatı’nda İzmir Ağır Ceza Hâkimi kendisine
4,5 yıl ceza verdiğinde “kızıl bir profesör
olmak için yeter”, demiştir.
Buraları gerçekten üniversiteye çevirmiş ve kendini “Kızıl Bir Profesör” olarak yetiştirmiştir. Hapishanedeki hayatı,
O’nun nasıl bir iradeye sahip olduğunun
kanıtıdır. Her gün kesintisiz yaptığı beden
eğitimiyle bedenini, bir gün bile ara vermeden yürüttüğü teorik çalışmasıyla ruhunu dipdiri tutmuş, bu emeğin ürünü olarak
da Antika Tarihi aydınlatmış ve sayısı
yüzleri bulan eser yaratmış, bizlere bırakmıştır
Demek ki Hikmet Kıvılcımlı’nın bir
ömür harcayarak bizlere sunduğu teorik ve
pratik silahlar pırıl pırıl elimizdeyse O da
yaşıyor, bizimle birlikte savaşıyor, demektir.
Yoldaşlar,
Bildiğimiz gibi insanlık çok acı günler-
şının 39’uncu yıldönümü.
Bugün bizler Kıvılcımlı’nın öğrencileri olarak onun bayrağını yücelere taşıyan, mücadelesini sürdüren gerçek öğrencileri olarak yine buradayız. Ve 39’uncu yıldönümünde Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın bedence aramızdan ayrılışının anma toplantısını gerçekleştiriyoruz.
Öncelikle hepinizi, Hikmet Kıvılcımlı
nezdinde Antiemperyalist Birinci Kurtu-
den geçiyor. Sosyalist Kamp’ın yıkılmasından bu yana emperyalistler insanlığa,
insanî değerlere ve halkların kanları canları pahasına yüzyıllar süren mücadelelerle
elde ettikleri kazanımlarına pervasızca saldırıyorlar.
ABD Emperyalistleri, AB Emperyalistlerini de kuyruklarına takarak tek kutuplu
gördükleri, daha doğrusu babalarının çiftliği saydıkları tüm dünyada istediklerini yapabileceklerini sandılar, buna hükmettiler
daha doğrusu. Afganistan’ı, Irak’ı işgal ettiler, bu kendilerine güvenle.
Daha doğrusu, edebildiler mi, dememiz
gerekiyor, değil mi, yoldaşlar?..
Belki şeklen işgal ettiler ABD ve AB
Emperyalistleri bu ülkeleri. Ama bu ülke
halklarının direnişi karşısında, işgal ettiklerine bin pişman oldular. Başlangıçta pek
kolayca işgaller gerçekleştirince bunu yürütebileceklerini sandılar. ABD, Vietnam
Halkından yediği tokadı unutacağını, Vietnam Sendromu’ndan çıkacağını umdu.
Ama fena halde yanıldı. Şimdi Vietnam
Sendromu’na bir de Afganistan Sendromu,
Irak Sendromu eklendi. O yüzden İran’a,
Kuzey Kore’ye, Venezüella’ya, Küba’ya
ve sol iktidarların işbaşında olduğu ülkelere müdahale etmeye cesaret edemiyor.
Yediği bu tokatlar yüzünden, adına kısaca BOP dediği ve Kuzey Batı Afrika’dan
Orta Asya’ya kadar uzanan coğrafyada yer
alan 24 ülkenin sınırlarını, yeni çıkarlarına
göre yeniden çizme girişimi olan “Büyük
Ortadoğu Projesi”ni, en azından görünürde askıya almak zorunda kaldılar.
Yine bildiğimiz gibi, bu proje gereği
Türkiye’ye Yeni Sevr’i dayatıyorlar. Yeni
Sevr’i uygulatarak Türkiye’yi en az üç parçaya bölmek istemektedirler. Ve yine biliyoruz ki, bu Türk, Kürt ve Ermeni Halklarının düşmanı ve bu halklar arasında yeni
kanlı savaşlar öngören projenin eşbaşkanı
İspanya Başbakanı ile birlikte bizim Tayyip’tir.
Tayyipgiller’in ne olduğunu anlamak
da Hikmet Kıvılcımlı’yı anlamaktan geçer.
Çünkü O’nun dâhice açıkladığı gibi, Tayyipgiller, Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye
Sınıfının temsilcileridir. Bu sınıf, Ortaçağ’da mutlak hâkim sınıftı. İdeolojisi ise
Şeriattı. İşte o yüzden Şeriatı özler durur,
bu sınıf. Vurgununu en iyi yürüteceği bu
düzeni kurmak, küpünü doldurmak için
satmayacağı değer, ihanet etmeyeceği kutsal yoktur. Vatan, millet kavramları paraya
dönüşüyorsa hiç çekinmeden satılacak şeylerdir, bu sınıf için. Bugün başımıza gelen
de budur. Bu başbakan pekâlâ “Ben vatanımı pazarlamakla mükellefim” diyebilmekte… Demek ne kelime, bu vatanda
halklarımızın alın teriyle oluşmuş, çoğu
Kuvayimilliye yadigârı bütün varlıkları,
kendi deyimleriyle “Babalar gibi sat”tılar.
Babalar sözü lafın gelişidir. Aslında en aşağılık tarzda bir uşaklıkla peşkeş çektiler,
emperyalistlere, yerli-yabancı Parababalarına. Sırf kendileri makam ve servet sahibi
olsunlar yeterdi onlara. Nitekim İETT’de
basit bir işçilik görevinden, bugün Karun
kadar zenginliğe terfi etmiştir, Tayyip…
Tabiî şürekası da…
Ve bu hayâsızca vurgunu, talanı sürdürebilmek için, bu gidişe karşı çıkan, antiemperyalist, ulusalcı ve halkçı bir tavır koyan, NATO’dan çıkmalıyız diyen yurtseverlere karşı, CIA patentli “Ergenekon
Davası” düzenlendi, bildiğimiz gibi. Gerçek Kontrgerilla’yla bir ilgisi olmayan bu
kişiler, kimi Kontrgerillacılarla bir tutularak, böylece kara çalmaya çalışılarak, Silivri Zindanına dolduruldular. Savcılıkla,
hâkimlikle bir ilgisi olmayan Fethullahçı
savcıların ileri sürdüğü suçlamalar ve Özel
Yetkili Mahkemelerce verilen kararlarla
yılları bulan tutukluklarla yürütülmektedir
bu süreç. Bu yöntemle bu yurtsever aydınlara yargısız infaz uygulanmaktadır. Yerliyabancı Parababalarının vurgun ve soygunlarına karşı gelmenin bedeli budur, denilmek isteniyor.
Fakat bir şeyi unutuyorlar!.. Ve fena
halde yanılıyorlar!..
Bu halk, emperyalizme karşı ilk başarılı bağımsızlık savaşını, Kuvayimilliye’yi
başarmış bir halktır. İkinci Kurtuluş Savaşı’mız böylesi oyunlarla engellenemez.
luş Savaşı’nda kaybettiğimiz, sosyalizm
mücadelesinde şehit düşen tüm Devrim
Şehitleri için bir dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum.
Selam Olsun Bizden Önce Geçene
Selam Olsun Savaşırken Düşene
Yol ver çök yıl ey mezar
Bak devrim dev gibi dimdik
(Slogan: Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın
İkinci Kurtuluş Savaşı’mız…)
Biz, Birinci Kurtuluş Savaşı’nda Yörük Ali Efe Çetesi’nde yer almış, daha 17
yaşında Köyceğiz Kuvayimilliye Komutanlığına atanmış Hikmet Kıvılcımlı’nın
öğrencileriyiz. Bu engeller bizi asla yıldıramaz… Vız gelir tırıs gider, halkımızın
deyimiyle.
Kuvayimilliye’deki pratiğiyle de İkinci
Kurtuluş Savaşı’mızda yolumuzu aydınlatıyor Kıvılcımlı Usta! İşte bu yüzden ölümsüzdür O…
Yaşasın Antiemperyalist, Antifeodal,
Antişovenist (Antisömürgeci) İkinci
Kurtuluş Savaşı’mız!
Yoldaşlar,
Yerli-yabancı Parababalarının vurgun
ve soygunları bunlarla bitmiyor. Sosyal kazanımları da birer birer halkların elinden
alınıyor. Bu cennet vatanı halklarımız için
cehenneme çevirdiler. İşsizlik, Pahalılık
halklarımız boynunda bir lanet halkası gibi. Bu zulüm de yetmiyor onlara. Mezarda
emeklilik yasalaştırıldı bildiğimiz gibi. İnsanlarımız artık ancak mezarda emekli olabilecek.
Bu yalnızca ülkemizde uygulanmıyor.
Tüm kapitalizmce geri kalmış ülkeler,
IMF, Dünya Bankası vb. emperyalist finans örgütlerinin kıskacında. Kendilerini
onlara satmış yerli yöneticiler eliyle bu zulüm uygulanıyor. Sosyal harcamalara vereceğiniz parayla bize olan borçlarınızı ödeyin deniliyor. Özelleştirmeler yoluyla yapılan soygunlar yetmiyor. Bir de bu yolla soyuyorlar halkları. Osmanlı’daki Duyun-u
Umumiye artık günlük sıradan uygulama
olmuş durumda.
Bu pervasız saldırı yalnızca geri ülkelerle sınırlı değil. Sosyalizm korkusunu atmış olan emperyalistler, artık anavatanlarında da kendi halklarına saldırmaktan çekinmiyorlar. Bildiğimiz gibi hemen geçen
günlerde, Fransa’da Sarkozy’nin gerici yönetimi, 60 olan emeklilik yaşını 2018’e kadar 62’ye, 2023’te ise 67’ye çıkaran bir yasa çıkardı. Buna karşı Fransa ayağa kalktı.
Ama bu tepkiler, artık Parababalarına “eyvah sosyalizm geliyor” korkusu yaşatmıyor, yoldaşlar, emperyalist anavatanlarda.
Bu yüzden böylesine pervasızlar…
Bilindiği gibi, yüzyılın en büyük krizi
denen emperyalizmin devrevî krizlerinden
birini yaşıyoruz. Bugünlerde Yunanistan,
Portekiz, İspanya ekonomileri iflasın eşiğinde… Parababaları yarattıkları bu yıkımın faturasını emekçi halklara çıkarıyor.
(Slogan: Kahrolsun Emperyalizm
Yaşasın Sosyalizm…)
Bu yüzden özellikle Yunanistan’da biliyorsunuz yer yerinden oynuyor. İşçiler
ayaklandı, kamu çalışanları ayaklandı,
kamyoncular ayaklandı. Kısacası emekçi
kitleler ayaklandı.
Fakat gerçek bir önderlik, Marksist-Leninist bir parti önderliği olmadığı için bu
tepkiler gelgeç oluyor ve bir sonuç almadan bitiyor.
Hikmet Kıvılcımlı’nın Türkiye için
İnsan ateştir yanar
Yanerken yakar
Şimdi
Usta’mız
Hikmet
Kıvılcımlı’nın öğrencilerinden Partimiz
Başkanlık Kurulu Üyesi ve Genel
Başkan Yardımcısı Mustafa Şahbaz
Yoldaş’a sözü bırakıyoruz.
(Slogan:
Devrim
Şehitleri
Ölümsüzdür…)
önerdiği ama aslında evrensel olan “Anarşi Yok! Büyük Derleniş!” şiarının ne kadar önemli olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor. Dağınık sosyalist gruplar bir araya gelip belirli prensipler çerçevesinde birleşip
gerçek Proletarya Partisini kurmazlarsa,
devrim yapmak mümkün olmaz. Emperyalizmin krizleri, kitleleri kendiliğinden ayağa kaldırsa bile, bu tepkiler devrimle taçlanmaz, taçlanamaz.
İşte bu bilinci bize bir amentü gibi adeta vasiyet eden Kıvılcımlı, capcanlı bir şekilde yaşıyor, savaşıyor, bize yol göstermeye devam ediyor…
Yoldaşlar,
Umutsuz olmaya hiç yer yoktur. Çünkü
diğer yandan Kıvılcımlı Usta’nın deyişiyle
söylersek: “İnsan sürgit yük hayvanı yerine konulamaz.” İşte bu yüzden Latin
Amerika’dan
öncülüğünü
Başkan
Chavez’in Bolivarcı Venezüellası’nın
yaptığı sol rüzgârlar esiyor. Bolivya’da
Evo Morales taşıyor bayrağı… Arjantin,
Paraguay, Uruguay, El Salvador, Ekvador,
Brezilya, ve Şili’de sol iktidarlar var. Hatta
Brezilya’da geçen günlerde yapılan başkanlık
seçiminde ilk turda yüzde 47 oy aldı, eski gerilla Marksist Dilma Roussef. İkinci turda
seçilmesine kesin gözüyle bakılıyor.
Latin Amerika’dan esen bu sol rüzgârlar, insanlığın bu son hayvanlık konağına
isyanıdır. İnsanlığın bu son hayvanlık konağından er geç çıkacağının müjdesini veriyor, yolu aydınlatan meşaleyi tutuşturuyor.
İşte Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı, bu
meşalenin bir volkana nasıl dönüşeceğinin
bilimini bilincini veriyor bize, teorisiyle.
Ve pratiğiyle bu amaca ulaşmak için ne
yapmamız, nasıl devrimciler olmamız gerektiğini örnekliyor.
O yüzden ölümsüzdür Hikmet Kıvılcımlı Usta!
Anısı önünde saygıyla eğiliyoruz…
Halkız, haklıyız kazanacağız.
(Sloganlar: Kıvılcımlı Yaşıyor Kurtuluş Partisi Savaşıyor… Kahrolsun AB-D
Emperyalizmi… Davamız Halkın Kurtuluş Davasıdır… Yaşasın Mutaş Direnişimiz…)
Pınar Akbina:
Mustafa Şahbaz Yoldaş’a teşekkür ediyoruz.
Yoldaşlar,
Bugün bir kez daha Usta’mız Hikmet
Kıvılcımlı’nın anısı önünde söz veriyoruz ki, İkinci Kurtuluş Savaşı’mızı da
mutlaka ama mutlaka başarıya ulaştıracak ve eninde sonunda insanlığın tek bir
aile olacağı sosyalizmi kuracağız.
(Sloganlar: Kahrolsun Emperyalizm… Yaşasın Sosyalizm…)
Usta’mızı Anma Programımız burada
bitmiyor. 7 Kasım’da Ankara’da, İnşaat
Mühendisleri Odası Kongre Konferans Salonu Teoman Öztürk Salonu’nda bir anma
gerçekleştireceğiz. Genel Başkan’ımız Nurullah Ankut’un konuşma yapacağı bir Salon Toplantısı yapılacaktır. Biz de buradan
oraya katılım sağlayacağız. Tüm yoldaşlarımızı, arkadaşlarımızı, dostlarımızı oraya
da bekliyoruz…
Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010
Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür...
Pınar Akbina:
Mustafa Şahbaz Yoldaş’a teşekkür ediyoruz.
Yoldaşlar,
Bugün bir kez daha Usta’mız Hikmet
Kıvılcımlı’nın anısı önünde söz veriyoruz
ki, İkinci Kurtuluş Savaşı’mızı da mutlaka ama mutlaka başarıya ulaştıracak ve
eninde sonunda insanlığın tek bir aile
olacağı sosyalizmi kuracağız.
(Sloganlar: Kahrolsun Emperyalizm… Yaşasın Sosyalizm…)
Usta’mızı Anma Programımız burada
bitmiyor. 7 Kasım’da Ankara’da, İnşaat
Mühendisleri Odası Kongre Konferans Salonu Teoman Öztürk Salonu’nda bir anma
gerçekleştireceğiz. Genel Başkan’ımız Nurullah Ankut’un konuşma yapacağı bir Salon Toplantısı yapılacaktır. Biz de buradan
oraya katılım sağlayacağız. Tüm yoldaşlarımızı, arkadaşlarımızı, dostlarımızı oraya
da bekliyoruz…
Yoldaşlar,
Usta’mızın öğrencisi, mücadele arkadaşı, devrimci sendikal mücadelenin öncülerinden İsmet Demir Yoldaş’ımızın mezarı
başında bir anma gerçekleştireceğiz. Daha
sonra anmamız sona erecek. Şimdi hep birlikte oraya geçelim.
(Sloganlar: Kıvılcımlı Yaşıyor Yaşatacağız… İsmet Demir Yoldaş Ölümsüzdür… Yaşasın Devrimci Sendikal Mücadelemiz…)
Yoldaşlar,
Şimdi İsmet Demir Yoldaş’ın mezarı başındayız. Öncelikle sizleri İşçi Sınıfı mücadelesinde yaşamını yitiren Devrim Şehitleri
için saygı duruşuna davet ediyorum.
(Sloganlar: Yaşasın Mutaş Direnişimiz… Direne Direne Kazanacağız…)
Burada da konuşmasını yapmak üzere
Sancaktepe İlçe Saymanı Erdinç Bin Yoldaş’a sözü veriyorum.
Yiğit Kurtuluş Partili Yoldaşlarım;
İsmet Demir Yoldaş, 1925 yılında Eskişehir-Ankara Demiryolu üzerindeki Biçer
İstasyonu’nda dünyaya gelmiştir.
Babası, devlet demir yollarında amelelik
yaparak hayatını devam ettiren, annesi ise
babasına yardım olsun diye hayvancılıkla
uğraşıp evin geçimine katkı sunmaya çalışan bir Anadolu kadınıdır.
İsmet Demir Abimiz, tıpkı Usta’mız gibi, kendi yaşamını çok rahat bir şekilde sürdürebilecek biriydi. Ama O, kendisinin bir
boşlukta olduğunu hissedip bunun doldurulması gerektiğini düşünüp ona göre davrandı:
“İnsanlar kendi kişiliğine kavuştukça,
toplum içindeki yerini aldıkça, çalışma
zevkine daha çok inanıyor”, derdi İsmet
Demir Abimiz
O; Usta’mızın yiğit, fedakâr, inançlı,
cesur bir öğrencisiydi… Her zaman Usta’mızın öğütlerini kendisine örnek almış,
yaşamını, ailesini dahi geride bırakarak,
devrimci kavgaya adamıştı.
İsmet Demir Yoldaş’ımız, Yapı İşçileri Sendikası’nda, örgütlenmenin en zor olduğu işkolunda örgütlenmeler yapmış, İşçi
Sınıfı Mücadele Tarihine şanlı İşgaller,
Direnişler, Grevler armağan etmiştir.
İsmet Demir Yoldaş’ımız, 1965 Ambarlı Santralı, 1966 Amerikan MWK şirketine
karşı Lumnus, İtalyan-Fransız J. V. Entrops-Techint şirketlerine karşı boru hattı
işçilerinin;
1967 İspanyol Dragodos Y. C. şirketine
karşı Kadıncık Barajı İşçilerinin;
1968 Amerikan F. W. şirketine karşı İzmit Petro-Kimya tesisleri İşçilerinin;
1969-1970 Amerikan Bodgar şirketi ve
taşeronuna karşı Aliağa Rafineri Yapım
İşçilerinin;
1974 yıllarında ise İskenderun DemirÇelik Tesisleri Yapım İşçilerinin örgütlenmelerini, grev ve direnişlerini sarı gangster
sendikacılara, Parababalarının ve onların
kolluk kuvvetlerinin baskılarına, cezaevle-
rine karşı başarıyla yürütmüş, doğru önderliği ile başarılar kazandırmıştır.
Biz Kurtuluş Partililer; İsmet Demir
Yoldaş’ımızı, Usta’mızın yiğit öğrencisini
anarken, onun yaşamını örnek almalıyız.
İsmet Demir Abimiz, Cağaloğlu’nda
Yapı İşçileri Sendikası Genel Merkezi’nin
üst katında, bir yatak bir yorgan, altında
ütüsüz pantolon, üzerinde bir parkesi, ayağında asker botuyla grevden greve, direnişten direnişe koşarak Devrimci Sınıf Sendikacılığının yılmaz bir neferi ve uygulayıcısı olmuştur.
İsmet Demir Abimiz, Usta’mızın söylediği gibi; İşçinin aydınlaşması Aydının işçileşmesini savunurdu. Onun için de zama-
nın Devrimci Gençlik Önderi Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının içerisinde olduğu
Devrimci Öğrenci Birliği’ne, Yapı İşçileri
Sendikası’nın bir katını tahsis etmiş, Devrimci gençlere Yapı İşçileri Sendikası’nın
üye kartlarını vermiş, bundan dolayı İçişleri Bakanı huzurunda işkenceli sorgulardan
geçirilmiştir.
Biz Kurtuluş Partililer’in; Usta’mızın
teorisinin aydınlattığı yolumuzda, Usta’mızın öğrencileri ve devamcılarının-önderlerimizin bize gösterdiği yolda, daha fazla
inanç ve heyecanla, enerjimizi devrimci
kavgaya daha fazla harcamamız, daha fazla
sorumluluk almamız gerekiyor.
Bugün Tarih bizlere çok daha büyük sorumluluklar yüklemektedir. Atla it izinin
birbirine karıştığı günleri yaşıyoruz. Dün
bayrak İsmet Demir Abimizin elinde idi,
bugün bayrak onun yoldaşları Kurtuluş Par-
tililer’in elinde, kaldığı yerden yükselmeye
devam ediyor.
Türkiye’de, bu coğrafyada, ender yetişmiş bir devrim Ustasına ve onun devamcısı
önderlere sahibiz.
Biz Kurtuluş Partililer, Usta’mızın öğrencisi-devamcısı İsmet Demir Abimiz gibi
fedakârca, İsmet Demir Abimiz gibi cesaretle, yiğitlikle mücadeleye atılmalıyız. Bu
fedakârlığı göstermemiz gerekiyor. Çünkü
İşçi Sınıfı içerisinde bizim gibi inançlı,
bilinçli, kararlı kadrolara ihtiyaç var.
Hikmet Kıvılcımlı Usta’mızın yetiştirdiği İsmet Demir Yoldaş’ımız, fedakârlık
yaparak, ailesini bile geride bırakmış, tüm
yaşamını devrimci kavgaya adamıştır.
Bizler de öyle olmalıyız. Bütün kişicil saplantılarımızdan arınmalıyız. Günlük yaşamımızdaki geçim sorunlarımızı, mücadelemiz içerisinde olumsuz bir noktaya taşımamalıyız. Daha fazla heyecan, daha fazla
coşkuyla kendimizi devrimci kavgaya adamalıyız.
Yaşamı boyunca bizlere örnek olmuş,
faşizmin zindanlarında Parababalarına asla
teslim olmamış Usta’mızı ve İsmet Demir
Yoldaş’ımızı örnek almamız ve mücadeleye
“zümrüt bir denize dalar gibi” dalmamız
gerekiyor.
Biz Kurtuluş Partililer’e düşen sorumluluk ve görev bugün budur. Bundan sonra
bizden beklenen de budur.
Bugün aramızda adlarını sayamadığımız
fabrikalardan gelen arkadaşlar varsa, Parababalarının her türlü baskılarına, işten atmalarına, karşı direnen işçi arkadaşlarımız
aramızdaysa, doğru yoldayız demektir. Usta’mızı anıyorlarsa, bu bizim daha çok mücadele etmemiz gerektiğini gösteriyordur.
İşçi Sınıfı içerisinde, Devrimci Sınıf
Sendikacılığı anlayışıyla hiçbir engel tanımadan, tüm sorunları, Usta’mızdan ve önderlerimizden aldığımız teorik ve pratik mirasla, inancımızla, heyecanımızla ve cesaretimizle aşacağız!
Buna inanıyor, Usta’mıza, Partimize,
Önderlerimize ve şehitlerimize layık militan birer dövüşçü olacağımıza, bir kez daha, burada, Önderlerimizin huzurunda söz
veriyoruz.
Sosyal Kurtuluş Savaşı’mızı er veya geç
başaracağız, buna adımız gibi eminiz!
(Slogan: Yaşasın Devrimci Sendikal
Mücadelemiz...)
Pınar Akbina Yoldaş:
Yoldaşlar, Mezarbaşı Anma Programımız burada sona ermiştir. Mücadelemiz mutlaka zafere ulaşacaktır.
7
Kıvılcımlı Usta, Kurtuluş
Partisi’nin mücadelesinde yaşıyor
K
urtuluş Partililer olarak
baş eğmez Devrim Savaşçısı Hikmet Kıvılcımlı’yı bedence aramızdan ayrılışının 39. yılında gerçekleştirdiğimiz çeşitli etkinliklerle andık.
Türkiye çapında afişleme
çalışmaları yaparken İzmir, Ankara gibi illerde de basın açıklamaları gerçekleştirdik.
İzmir
İzmir’de Konak YKM
önünde 11 Ekim’de saat
18.30’da yapılan basın açıklamasını Kurtuluş Partisi İzmir İl
Başkanı Av. Tacettin Çolak
yaptı.
“Kıvılcımlı Ölmedi Kavgamızda Yaşıyor”, “Kıvılcımlı Yaşıyor, Savaşıyor”, “Kahrolsun ABD-AB Emperyalizmi”, “Kahrolsun Emperyalizm, Yaşasın
Sosyalizm”, “Emperyalistler, İşbirlikçiler
Geldikleri Gibi Gidecekler”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Tayipgiller Halka Hesap Verecek”, “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın
İkinci Kurtuluş Savaşımız” sloganlarının
atıldığı basın açıklaması “Halkız, Haklıyız
Kazanacağız” sloganlarıyla bitirildi.
Halkın ilgiyle izlediği basın açıklamasıyla
Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’yı ve onurlu mücadelesini bir kez daha İzmir Halkına tanıttık.
Ankara
Bilimsel Sosyalizmin en büyük geliştiricilerinden Hikmet Kıvılcımlı, gerçek devamcıları olan Kurtuluş Partililer tarafından Ankara’da meşaleli yürüyüş ve basın açıklamasıyla anıldı.
Partimiz binasından Sakarya Caddesi’ne
yapılan meşaleli yürüyüşte attığımız “Kızıl Savaş Bayrağı
Hikmet Kıvılcımlı”, “Hikmet
Kıvılcımlı Ölümsüzdür” sloganlarıyla, pankartlarımızla,
yaptığımız afişlerle, Genel Başkan Yardımcımız Av. Metin
Bayyar’ın okuduğu basın açıklamasıyla, Devrimci Önderlerin
nasıl anılması gerektiğini gösterdik. Bir kez daha insanlığın
kurtuluş mücadelesine ömrünü
vakfeden önderlerin, hiçbir zaman unutulmayacağını, unutturulmayacağını haykırdık.
Türkiye Devriminin yol haritasını çıkartan Hikmet Kıvılcımlı Usta’nın, ABD ve AB
Emperyalizmine ve Yerli Satılmışlara karşı verilen İkinci Kurtuluş Savaşı’nda yol göstermeye devam ettiğini vurguladık basın açıklamamızda.
Mücadelesini, her biri kendi alanında orijinal olan 100’ü geçen anıt eserleriyle Bilimsel Sosyalizme yaptığı katkıyı, işkencede direnmeyi en büyük erdem sayıp yoldaşlarını
ele vermediğini ve 39 yıl sonra bile insanlığın
önünü bir ışıldak gibi aydınlattığını anlattık.
Bu sona ermeyecek, bizler anlatmaya, Kıvılcımlı Usta’nın ideolojisi Halklarımızla buluşuncaya, Türkiye Devrimi’ni gerçekleştirinceye kadar bıkmadan, usanmadan, yılmadan anlatmaya, O’nun düşüncelerini savaştırmaya devam edeceğiz.
Konya
Halkın Kurtuluş Partisi Konya İl Örgütü
olarak, 17 Ekim Pazar günü bir Anma etkinliği gerçekleştirdik. Parti binamızda gerçekleştirilen Anmaya, gençliğimizin ve
İşçi Sınıfımızın ilgisi yoğundu.
Özellikle Konya’da son dönemlerde gerçekleştirilen Metal-İş
kolundaki örgütlenmeyle tanıştığımız Mahle Mopisan İşçilerinin
katılımı bizi çok gururlandırdı.
Anma programımız Usta’mız
Hikmet Kıvılcımlı’nın nezdinde
tüm Devrim Şehitleri için bir dakikalık saygı duruşu ile başladı.
Daha sonra açış konuşmasını
yapmak için genç kadın yoldaşlarımızdan Simla Çobanoğlu söz
aldı.
Yoldaşımız; Usta’mızdan aldığımız teorik mirasla, Sevrci
Soytarı Sol grupların bize karşı
yapmış olduğu her türlü alçakça
saldırıya karşı nasıl dimdik ayakta durduğumuzu anlattı.
Sonrasında ana konuşmayı yapmak üzere
İl Sekreterimiz Mehmet Ünver Yoldaş’ımız
söz aldı.
Yoldaşımız konuşmasına, Usta’mızın hayatını kısaca anlatarak başladı. Sonrasında,
daha 17 yaşındayken atıldığı kavgasını ve Parababaları düzenine karşı vermiş olduğu mücadele tarihini anlattı.
Yoldaşımız konuşmasını, ülkemizdeki
güncel sorunların tarihsel sürecini ve Partimizin bu sorunlardaki görüşünü ve çözüm yollarını anlatarak noktaladı.
Gaziantep
Türkiye Devrimi’nin Önderi Usta’mız
Hikmet Kıvılcımlı, bedence aramızdan ayrılışının 39’uncu yıldönümünde Karayılan’ın
memleketi Gaziantep’te de anıldı.
Gaziantep’in bütün semtleri
polis engeline rağmen Usta’mız
Hikmet Kıvılcımlı’nın afişleriyle donatıldı.
Türkiye Sosyalist Hareketinin Teorik-Pratik Önderi Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın
bize bırakmış olduğu devrim
bayrağını Gaziantep’te de dalgalandıran bizler, Halkın Kurtuluş Partisi öncülüğünde, AB-D
Emperyalistleri ve onların yerli
satılmış uşaklarına karşı halk
cephesini örmeye devam ediyoruz.
İzmir, Ankara, Konya ve
Gaziantep’ten Kurtuluş
Partililer
8
Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010
Kurtuluş Partisi Gençliği’nden
Üniversiteler gerici eğitim yuvaları olmayacak!
Ü
niversitelerde yeni bir öğretim yılı daha
başladı. Binbir emekle dershanelere milyarlarca lira para dökerek üniversiteyi
yeni kazanan öğrencileri; okuluna alışmış,
derslerine girip çıkan “bu yıl da bitse” diyen
ara sınıfları, “şimdi nasıl iş bulacağım? KPSS,
ÜDS, ALES’e de çalışmak gerek” diyen son sınıflarıyla üniversiteler yeni bir döneme başladı.
Peki, geçen yıllardan bu yıla üniversitelerde neler değişti?
Bilim yuvası olması gereken üniversiteler
bilimin ışığından uzaklaştı, dini duygular sömürülerek siyasi sembol haline getirilen Türban üniversitelere sokuluyor, laik-demokratilerici-yurtsever öğretim görevlileri-rektörler
görevlerinden alındı, yerlerine okyanus ötesinden g(ü)elen cemaat kararıyla atanmış gerici
kadrolar getirildi, devrimci öğrencilere soruşturmalar yağdırıldı. Bütün bunlar 12 Eylül Fa-
şizminin ucube çocuğu olan YÖK aracılığıyla
yapıldı. Demokratik Halk Üniversitelerine yani özgür düşünen beyinlere tahammülü olmayan Emperyalizm için YÖK, Demokles’in kılıcıydı. Böylelikle Ilımlı İslam projesini ülkemizde uygularken karşısında direnen bir gençlik olmayacaktı.
İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında, AB-D Emperyalistleri, İslam ülkelerini
kontrol edebilmek, Ortaçağın karanlığına hapsetmek, Sosyalizmden uzak tutmak amacıyla
“Yeşil Kuşak Projesi”ni oluşturdu. Böylece de
bu ülkelerde hiçbir devrimci, ilerici, demokrat
hareket gelişemeyecekti. Yarısömürge haline
getirdikleri ülkemizde istediklerini iktidar yapabilen emperyalizmin son gözdesi ise
Tayyipgiller oldu. Emperyalizmin bir dediğini
iki etmeyen Tayyipgiller, daha önce YÖK’e
karşı olmasına rağmen, iktidarı ele geçirdikten
sonra YÖK’te de kadrolaşmasını tamamladı.
Görevinin başına gelir gelmez rengini belli eden Tayyipgiller sözcüsü Yusuf Ziya Özcan’a
harçlar ve kayıt masrafı adı altında toplanan
paralar da yetmedi ve “Özel üniversiteler yetmez, devlet üniversitelerini de paralı hale
getirmek gerekir.” diyerek halk çocuklarına
üniversite kapılarını kapatmak istedi. Oysa
geçtiğimiz Ağustos ayında yaşanan bir olay
bırakın özel üniversite masraflarını karşılamayı, devlet üniversitesinde okuyan öğrenci
arkadaşlarımızın okul harçlıklarını çıkarmak
için çalışmak zorunda kaldığını açıkça gösterdi. Harçlığı için okul inşaatında çalışan
Muğla Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Çağdaş Türk Edebiyatı ikinci sınıf öğrencisi
Ömer Çetin, dördüncü kattan düşerek yaşamını yitirdi. Bu AB-D Emperyalistleri ve Yerli Parababalarının, Tayyipgiller hükümetinin,
Yusuf Ziya Özcan’ların eğitim politikalarının
sonucudur.
Böyle bir sistem içerisinde üniversiteyi
bitirebilen gençleri ise yeni sorunlar bekliy-
or
Kendi verdiği eğitimi yeterli görmeyen devlet bu kez de gençleri işe almak için sınavlara
tabi tutuyor. KPSS bunlardan en çok bilineni.
Hiçbir geçerliliği ve güvenirliliği bulunmayan
bu sınav tam anlamıyla bir eleme sınavı. Öyle
ki KPSS de birinci olan Fizik Öğretmenleri bile
kadro açılmadığı için atanmıyor. Öğrencilerin
kâbusu haline gelen bu sınav bilindiği gibi
16 öğretmenin intiharına yol açtı. 2010 yılında yapılan KPSS ile de sınav rezaleti ayyuka
çıktı. ÖSYM tarafından hazırlanan sınavlarda
kopya çekilmesi bu sınavın geçerliliği ve güvenilirliğinin olmadığını bir kez daha ortaya koydu. Bu kopya rezaletini de kendi lehine çevirmeyi bilen Tayyipgiller “Bu fırsatı kaçırmayız.” diyerek ÖSYM’de de kadrolaşmasını
tamamladı. Vekâleten atanan Prof. Dr. Ali
DEMİR tıpkı Yusuf Ziya Özcan gibi Ortaçağcı
bir zihniyete sahiptir. “Türbana özgürlük”
bildirisine imza atmış olması da safını göstermektedir.
Üniversitenin ve üniversitelilerin sorunları
Gerçek bir devrimci olabilmek-
S
osyalist olmak zordur. Çünkü sosyalizm
yalnızca kürsü savunmacılığı yapılabilecek bir fikir değildir. Bildiğin her şeyi, diyalektik bakışa göre yorumlayıp pratiğe geçirmeyi gerektirir. Yani sadece pelesenk olmuş
bir siyaset olarak görüp savunmaya çalışmak;
başlı başına bir evreni kavrayış olan bilimsel
sosyalizmi küçümsemek anlamına gelir.
Bir kişinin; sosyalistim, devrimciyim diyebilmesi için ön koşul örgütlü olmasıdır. Çünkü
Müslümanın farzı ne ise; devrimcinin farzı da
mücadele etmektir. Bu fikrinin gereğidir. Başlı
başına İşçi Sınıfının hakkı ve tarihsel görevi
olan, üretim araçlarını ele geçirip iktidara gelmesinin ise bireysel bir mücadele ile olamayacağı malumdur. Bir sosyalist örgüt, işte bu kitleler içinde ve kitlelerin önünde mücadele gerekliliğini, devrim gününe inanmış kimseye
sağlar. Bu nedenle örgütsüz kişi, boşuna devrimcilik palavraları okumasın.
Sosyalist kişi için ikinci evre ise, bir devrimcide olması gereken kişisel, sosyal ve kültürel donanımlara sahip olmak evresidir. Sosyalizmi, yani İşçi Sınıfının varlığına ve bu sınıfın iktidarı ele geçireceğini kavramak, bu
ekonomik sistemin yapısını, doğuş sürecini,
insanlık tarihindeki yerini anlamakla mümkündür. Çünkü Kahraman Gerilla Che’nin dediği gibi:
“Bir şeyi yapmak için onu çok sevmelisiniz. Bir şeyi sevmek için ona delicesine inanmalısınız.”
İnanmanın -yani bilincin- özü işte bu bilim
dediğimiz anlayıştan geçer.
Sosyalizmi, sosyalizmin insanlık tarihindeki yerini ve devrimi anlayabilmek için tarihi iyi
yorumlamak gerekir. “Değişmeyen tek şey
değişimin kendisidir” gerçeğinden hareketle,
insanlığın 1.700.000 yıllık geçmişini, bu za-
man zarfında içinden geçtiği ekonomik sistemleri yani İlkel Komünal yapıyı, Tefeci-Bezirgân sistemi, Feodaliteyi, Kapitalizmi, Emperyalizmi ve bu sistemlerin geçiş süreçlerini, nedenlerini yorumlamadan insanlığın bir sonraki
evresi olan Sosyalizm sistemini anlamak
mümkün değildir. Bu nedenle Tarih Bilimine
vakıf olmak gereklidir. Aynı zamanda ekonomi
bilimine da hâkim olmak gerekir ki, bu sistemlerin ilişki ve çelişkilerini, sosyalizmin nereden doğacağını anlayabilelim.
Sosyalizmi ütopik bir sitem olmaktan çıkarıp; sistemli, planlı ve bilimsel bir öngörüyle
insanlığın bir sonraki adımı olarak açıklayan,
19’uncu Yüzyıl’ın Devrim Ustası (birbirlerinden beslendikleri Friedrich Engels ile anılması
gereken) Karl Marks; ütopik sosyalizmi bilimselleştirmiştir. Evreni ve toplumu yorumlayışı
ve daha da önemlisi değiştirmeyi iki esas kökün üstüne temellendirmiştir. Bunlar “Diyalektik Materyalizm” ve “Tarihsel Materyalizm”dir. Yani Tarihsel Maddecilik. İşte bu
disiplin, tüm insanlık tarihinin temelini oluşturur. Bu nedenle Devrimci Teoriye hâkim olunmalıdır.
Saydıklarımızdan hareketle bir devrimci;
iyi bir tarih bilimci, diyalektik materyalist,
ekonomist olmalıdır. Yalnız bu donanımlar ile
bir entelektüelden farkı yoktur. Onu bir entelektüelden farklılaştıran, en başta dediğimiz gibi, bildiklerini pratik yaşama uygulaması yani
mücadele etmesidir.
Devrimciliğin bir diğer gerekliliği ise, kitleler içinde olup Ajitasyon, Propaganda ve
Örgütlenme yapmasıdır. Çünkü devrim, ancak kitleler örgütlenip; Öncüyle (Proletarya
Partisiyle) davrandığı zaman gerçekleşecektir.
Sosyalist siyaset içindeki bölünmelerde bile
son sözü yine kitleler söyleyecektir. Örgütlen-
bunlarla da kalmıyor. Özellikle üniversiteyi
yeni kazanan öğrencilerin en büyük sorunu ise
BARIMA. 27 Mayıs Politik Devrimi’nin
kazanımı olan 1961 Anayasası ile kurulan Kredi ve Yurtlar Kurumunun asli görevi yüksek
öğrenim öğrencilerinin barınma, beslenme,
kredi-burs hizmetleri ile öğrenimlerine; sosyal
kültürel ve sportif faaliyetlerle kişisel gelişimlerine sosyal devlet yaklaşımıyla katkıda bulunmaktır. Ancak YURTKUR her yıl kayıt yaptıran öğrencilerin çoğuna yurt imkânı
sağlamıyor. Birçok ilde YURTKUR’a ait yurt
bile bulunmuyor. Devlet yurtlarının kapasitesinde yıllardır çok az bir artış gözlenmiş
buna karşın özel yurtların sayısı her yıl katlanarak artmıştır. Sayısı 228 de kalan devlet yurtlarına karşın özel yurtların sayısı 3126’dır ki
buna sayısı belirlenemeyen kaçak yurtlar dâhil
değildir. Devlet yurtlarının sayısı bilinçli bir
şekilde arttırılmıyor. Böylelikle de köpeksiz
köyde değneksiz gezen Tayyipgiller; cemaat
evlerine, tarikat yurtlarına bırakıyor meydanı.
2009 yılında yürüttüğümüz “e Cemaat Evi,
e Tarikat Yurdu YURTKUR Uyuma
Öğrenciye YURT KUR!” imza kampanyasıyla bu gerçekliği gözler önüne serdik. İstanbul’dan Ankara’ya bir yürüyüş başlattık.
Ankara’daki YURTKUR Genel Müdürlüğünün
önünde imzaları teslim etmek isteyen
arkadaşlarımıza
Tayyipgiller
yine
“demokratik!” yüzünü gösterdi: 43 arkadaşımız
gözaltına alındı. Ayrıca bu süreçte dönemin
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in
YURTKUR’da yaptığı konuşma esnasında yurt
sorunu dillendiren arkadaşlarımız yurttan atıldı
ve hiçbir neden gösterilmeden bursları kesildi.
Yani arkadaşlarımızı Taraf! olmadıkları için
bertaraf etmiş oldular kendilerince!
Bilindiği gibi demokrasi naraları ile yola
çıkan Tayyipgiller kendisine karşı yapılan en
küçük bir muhalefete bile tahammül
gösteremiyor. Sözde, Kontrgerillayı temizlemek adına ülkedeki ilerici, yurtsever, laik kesimleri Ergenekon maskeli CIA oyunu ile
sindirmeye çalışıyor. Kuvayi Milliye geleneğinden gelen Ordu içindeki ilerici unsurlar
da yine Ergenekon maskeli CIA oyunu ile tasfiye ediliyor. Tayyipgiller, önünde engel olarak
gördüğü yargıyı da demokrasi maskesi adı altında ortadan kaldırmaya çalışıyor. “Hukukun
üstünlüğü, AB standartlarında Anayasa”
söylemleriyle halkımızı kandırarak sözde halk
oylaması yapıldı ve sözde “Demokrasi”
kazandı. Yani Yargı engel olmaktan çıktı
Tayyipgiller için.
Peki, ülkemizde bu oyunlar dönerken biz
üniversiteli aydın gençler ne yapacağız?
Türkiye Aydın Gençliğinin önünde
1945’ten beri iki seçenek vardır; Deniz Gezme söz konusu olduğu zaman, devreye insanın
kişilik özellikleri ve kendini ifade edebilme
gücü girer. Hikmet Kıvılcımlı Usta’nın dediği
gibi: Bir devrimci girdiği ortamda ateş topu gibi yanarken yakmalıdır. Fikirlerini ustaca savunan ve insanları etkileyen bir önder olmalıdır. Dinde nefsini terbiye etmek gibi, küçükburjuva özelliklerden -özellikle kariyerizm
hastalığından- arınmalı, devrim mücadelesinde
bir sıra neferi olduğunu unutmamalı ve insanlık davasında sonuna kadar insancıl olmalıdır.
Gerçek bir devrimcinin taşıması gereken
bir diğer özellik ise dürüst olmasıdır. Kandırmacayla örgütlenen siyasetler, günü geldiğinde
arkalarından gelen kalabalığın yalnızca bir yanıltmaca olduğunu kavrayacaklardır.
Gerçek önder devrimci işte tüm bu sayılan
ve çoğaltılabilecek özellikler ile donanımlı olmalıdır. Aksi takdirde yapılan devrimcilik, toy
bir savunmacılıktan öteye gidemez ki, bu da
uğruna inananlarının can verdiği insanlık davasına zarar vermekten başka bir şey değildir.
Burjuva sosyalistleri, oportünistler ve sahte solun yaptığı da işte tam budur. Sistem içinde sistemin karşıtları gibi görünüp onların ekmeklerine yağ sürerler. Bu soytarıların devrime verecekleri zararları bertaraf edecek, halklarımızı
doğru devrimci hatta örgütleyecek olanlar, biz
Proletarya Sosyalistleriyiz. Yani tüm yük biz
Proletarya Sosyalistlerinin omzundadır. İnsanlığı bir adım daha ilerletecek olan biz Proletarya Devrimcileriyiz. Devrimci özgürlüğe ulaşmak adına bu yolda bizleri bekleyen zorlukları
iyi bilmeliyiz. Marks-Engels, Lenin, Che, Kıvılcımlı Ustaların gerçek birer devrimci olduklarını ve devrimci sıfatını kolay yoldan, kürsü
savunmacılığıyla kazanmadıklarını iyi tahlil
etmek gerekir. Bizler; Ustaların ardılları, onların evlatlarıyız. Ancak onların önümüzde açtığı yolda durmadan koşarak zafere ulaşabiliriz.
Durmadan, dinlenmeden koşarak!
Konya’dan
Genç Bir Yoldaş
miş’in de savunduğu bu gerçekliği, Mahir Çayan 1970’lerde şu cümlelerle ortaya koyar:
“(…) Aydınlar iki alternatifle karşı
karşıyadır.
“Ya, Türkiye’nin bugünkü içler acısı durumunu, mevcut düzeni, ülkenin “değişmez kaderi” olarak, olduğu gibi kabullenip, “böyle gelmiş böyle gider” “bana ne, ben kendi çıkarıma
bakar hayatımı yaşarım” diyerek bu düzenin bir
unsuru olacaklardır.”
“(…)
“Bunlar için tek bir yüce yasa vardır. O da,
kendi çıkarları ve kendi esenlikleridir. Bunlar hayâsızca, bir ulus için kutsal ne varsa,
onu emperyalist pazarlarda açık artırmaya
çıkarmış vatan hainleridir. Ve bunu da ağızlarından hiç eksik etmedikleri vatan-millet
adına yaparlar!
“Gelelim ikinci alternatife: Bu alternatif,
20’nci Yüzyılın ikinci yarısı da dahil olmak
üzere, her tarihî dönemde, ulusun tam bağımsız
olarak yaşayabileceğine inananların, emperyalist boyunduruk altında yaşamaktansa ölmeyi
yeğ tutanların alternatifidir. Bu ikinci yol, hayatı da dâhil olmak üzere her şeyini ortaya
koyarak Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün
“Ya İstiklal Ya Ölüm” parolasını kendisine
şiar edip, “Tam Bağımsız Türkiye” için bitmemiş olan Anadolu ihtilali için savaşanların yoludur.
“Evet, bütün Türkiyeli aydınlar, bu iki alternatiften birisini seçmek zorundadırlar. Birinci alternatifte, rahat bir yaşantı, bu düzenin nimetleri vardır. İkincisinde ise, çeşitli zorluklar,
kan, işkence ve ölüm vardır. Biz, yurtsever kişiler olarak, ikinci yolu seçtik. Seçtiğimiz yol,
Gazi Mustafa Kemal’in açtığı yoldur. O’nun
başlattığı Anadolu ihtilalinin yoludur. Parolamız, “Ya İstiklal Ya ölüm!”
“Hedefimiz,
“İstiklal-i
Tam
Türkiye”dir.” (Latin Amerika’dan Türkiye’ye
Devrimci Kavga, s. 85–88, Derleniş Yayınları)
Türkiye Devrimi’nin Önderi, Usta’mız
Hikmet Kıvılcımlı ise Aydın Gençliği, Türkiye
orijinalitesini de göze batırarak şöyle vurgular:
“Aydın genç; Antika çağın ezik, cahil
köylüsü değildir. Aydın genç, hiçbir zulmün
sindiremeyeceği MODER İŞÇİ SIIFI gibi bir yenilmez devrimci özgücün müttefikidir. Üstelik gençliğimizin tükenmez “GEÇ
TÜRKLER” devrimci geleneği vardır. Yıldırılamaz gençlik.” (Hikmet Kıvılcımlı, Gençliğin Üç Alınyazısı)
“Yıldırılamaz gençlik’’ olarak ülkemiz
üzerinde oynanan bu oyunlarla nasıl mücadele edeceğiz?
Çözüm birlik olmakta, çözüm örgütlü mücadele etmekte. Çözüm okuyan, araştıran,
eleştirebilen gençler olarak tek görevimizin
ders çalışmak olmadığının bilincine varıp okulumuzdaki ve ülkemizdeki sorunlara duyarsız
kalmamakta. Çözüm Demokratik Halk İktidarını kurup halkımızı Sosyalizme götürmektir.
Peki, biz Kurtuluş Partililerin istediği iktidarda eğitim nasıl olacak?
Programımızda da belirtildiği gibi:
“15- ÖĞRETİM SİSTEMİ: Özellikle kol
işiyle kafa işi arasındaki uçurumu doldurma
hedefini güdecek.
İLKÖĞRETİM: Çevre üretimlerinin tarla
ya da fabrika vb. sistemine göre, TEKNİK ve
ORTAÖĞRENİM: Memleket sanayi plânında
ayrılmış o yerin pratik ekonomik ihtiyaçlarına
göre programlanacak.
YÜKSEK ÖĞRENİM: Yabancı yayınları
aşırmalarla rızıklanan kürsü ötülgenliği yerine,
memleketimizin yerüstü, yeraltı, insan, hayvan
bütün varlıklarını inceleyerek, Ekonomi ve üretim şartlarımızı geliştirmeye fiilen yarar ORİJİNAL emeği geçirecek; lâboratuarını tarlalarımıza ve atölyelerimize bağlayarak BİLİM
YAPMA görevini endüstriyel kalkınma hamlemizle taçlandıracak.
16- Eğitim DEMOKRATLAŞTIRILACAK. Ezberciliğe değil, güçlükler karşısında
çözüm yolları bulma, yani bellek yerine zekâyı
işletme prensibi, öğretim ve eğitimin baş prensibi olacak. Ölçü alınarak, kişiye özel, el
yapımı ayakkabı üretir gibi, her öğrencinin kişiliğini ezmeyen eğitim güdülecek.
“Fazla diplomalı bize gerekmez” kaygısı
ile, SINAV’lar öğrenci “turnikesi”, ya da salhanesi (mezbahası, kesimevi) haline sokulmayacak. Dönen (başarısız) öğrenci oranı; öğretmenin, öğretim sisteminin ve öğretim
araçlarının nitelikleriyle kıyaslanacak ve
başarının yükseltilmesi için, saptanan eksiklikler ya da yanlışlıklar hızla giderilecek.
Öğretimin her kademesine her yaş ve cinsiyetten herkes sınav vermek şartı ile girip
belge alabilecek.
Her yerde HALK ÜNİVERSİTELERİ kurulacak.
17- Öğretim ve Eğitim, biçimi ve içeriğiyle
LAİKLEŞTİRİLECEK.
18- Anadilde eğitim serbest olacak. Devlet
ve diğer kamu yönetimleri bu konuda üzerlerine düşen yükümlülükleri eksiksiz yerine getirecek.
19- Yabancı dilde eğitim yasaklanacak.
20- Eğitim bütünüyle bir kamu görevi olacak. Eğitimden para kazanma yasaklanacak.
Herkese eşit, parasız eğitim imkânı sunulacak.”
Demokratik, Laik ve Anadilde Eğitim
veren, tamamen Parasız Demokratik Halk
Üniversiteleri için yürüttüğümüz bu
mücadelede sana da ihtiyacımız var!
Kahrolsun AB-D Emperyalizmi ve Yerli
Satılmışlar Cephesi!
Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi!
Yaşasın Demokratik, Laik, Anadilde
Eğitim Mücadelemiz!
Yaşasın
Halk
Üniversiteleri
Mücadelemiz!
Yaşasın Demokratik Halk İktidarı!
Kurtuluş Partisi Gençliği
Devrimci 2air Arif Damar
Devrimci Mücadelemizde Yaşayacak!
Arif Damar
(23 Temmuz 1925-20 Ekim 2010)
Bir ömür namuslu, devrimci ve halkının yanında oldu.
Halkın Devrimci Kavgasında ve Yüreğinde Yaşayacak!
HALKIN KURTULU2 PARTİSİ
GENEL MERKEZİ
9
Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010
Venezuela bin yıllık hedeflerine ulaşırken:
V
- 1. BÖLÜM –
ULUSLARARASI SOSYAL
BAĞLAMDA VENEZUELA:
enezuela, tıpkı Kurtarıcı Simon Bolivar’ın ifade ettiği gibi, halkımızın
sosyal açıdan tam manasıyla katılımı
ile gerçekleşecek “mutlak sosyal mutluluk”
hedefi ile, evrensel olarak amaçlanan bin
yıllık gelişimi gerçekleştirmeyi ve en üst
seviyeye çıkarmayı sağlayacak plan, prog-
ram ve faaliyetlerinde görülen şekilde kapsamlı olarak çalışmaktadır. Kuzey Amerika
ülkelerinden ve çok taraflı finans merkezlerinden yayılan neoliberal politikaların yıllar
yılı uygulanmasının sonucu, neredeyse
dünyanın bütün ülkelerinde, özellikle Güney Amerika ülkelerinde aşırı oranda eşitsizlik, açlık ve fakirlikteki inanılmaz artışı
olarak ortaya çıkmıştır.
Uluslararası raporlara göre, dünyadaki
her beş insandan biri günlük bir dolardan
daha az bir mebla ile yaşamaktadır ve bu,
yol açtığı sonuçlardan ötürü, dünyanın her
yerinde erkek, kadın, çocuk ve gençlerin
açlıkla savaştığını göstermektedir. Gelişmekte olan ülkelerin 90’lı yıllardaki durumlarının kötüleşmesi; kimi Latin Amerika’da kimi ise Ortadoğu, Asya ve Afrika’da
olmak üzere devletlerin cebren ve hilelerle,
yabancı bayrak altındaki kamplarına ya da
askeri üstlere dönüştürülmüştür.
Bolivarcı Hükümet, fakirliğe son vermek için ortaya koyduğu çabalarını derinleştirme gönüllülüğüyle; kitlelerin aidiyeti,
temsil edilmesi ve aktif katılımcılığı ilkeleri altında; fakirliğin azalmasında çok güçlü
etkiler yaratan ve nüfusun yaşam kalitesini
iyileştiren kamu politikalarında ilerlemeler
kaydetti.
Venezuela
Bolivar
Cumhuriyeti’nce inşaa edilen gelişim modeli, insan merkezli olup dayanışma, adalet
M
ve sosyal katılım, eşitlik, saygı gibi değerler ile insan haklarının hayata geçirilmesi
ve vatandaş katılımı vasıtasıyla korunmaktadır.
BİN YILLIK HEDEFLERE
ULA@MAK İÇİN İ@BİRLİĞİ,
DAYANI@MA, KE@İF ve
BERABERLİK UNSURLARI:
Entegrasyon fenomeni yeni bir olgu değildir. Toplumumuzda fakirlik ve sömürü
seviyelerinin her geçen gün altını çizmek
ve özerklik sahibi zümrelerin çıkarlarını
tatmin etmek için ticari bağlamda nitelendirilen geleneksel bir öğedir. Dünyanın yarısında gözlemlenen entegrasyon önceleri iki
kutuplu sonraları tek kutuplu olmuştur ve
bu sahnelerde kurumlar ve liderler şartlara
göre belirlenmiştir. Latin Amerika ve Karayiplerin entegrasyon amacı taşıyan birçok
girişimde başarı sahibi olamaması coğrafi,
kurumsal, fiziksel ve ticari gümrük şartları
ile orantılıdır. Latin Amerika bölgesi, halkların hayat kalitesinin düşük olduğu geri
kalmış bir bölge olarak terkedilmişliği yaşamıştır. Venezuela, içeride ve bölgesel işbirliği alanında geliştirilen yeni siyasi açılımlarla bu durumu değiştirmenin önünü
açmıştır.
Bu bağlamda, devletler arası bölgesel
yakınlaşmayı sağlayacak yeni girişimler ortaya çıkmıştır ve yine bu bağlamda Venezuela Bolivar Cumhuriyeti, yeni bölgesel
işbirliği mekanizmalarının oluşturulmasında katkı sağlamış; bu katkı esnasında neosömürgecilik, kolonileşme ve uzun süre sömürülmeye bağlı gelişen sosyal engellerin
ortadan kaldırılmasında devletlerin halkları
adına kullandıkları egemenlik ve özgüven
prensiplerine saygı duymuştur.
Venezuela’nın ALCA’ya girişi amacıyla
düzenlenen bir buluşmada Başkan Chavez
emleketimizin her şehri, her kasabası, her
yerleşim birimi tarih kokar… Her nefes aldığımız toprak parçasında insanlığın ortak
birikim izlerine rastlarız. Bu yüzden memleketimiz
değerlidir. Üzerinde yaşayan işçiler, kadınlar, gençler, çocuklar memleketimizi güzel yapan öğeleridir.
Siz hiç insansız memleket tanımlaması gördünüz
mü?
İşte ülkemizin güzel şehirlerinden sadece bir tanesi: Eskişehir… Bu yazıda şehrin tarihi dokusundan, Porsuk Çayı’nın özelliklerinden bahsetmeyeceğim. Bu apayrı bir konu. Eskişehir’de yaşayan insanların nasıl yaşadığına kulak vereceğiz sadece. Aslında Eskişehir’de yaşayan insanların sorunları ya da
Finans-Kapitalin insanlara dayattığı çürümüşlük, ülkemizin çürümüşlüğünün sadece bir bölümü. Her ülkenin kendine özgü şartları vardır ya… Bu haklı değerlendirmeyi şehirlerimize de uyarlayabiliriz. Eskişehir’in orijinalitesine bakalım hep birlikte..
Eskişehir: İç Anadolu’nun incisi, Taşranın modernizmi… Burjuva yazarçizerleri böyle tanımlıyor
Eskişehir’i. Hiçbir gerçekliğe dayanmayan bu uyduruk tanımlamalar gerçekleri örtbas etme çabasının
ürünü. Eskişehir öğrenci cumhuriyeti, öğrenci cenneti… Ne kadar masum bir adlandırma gibi görünüyor… Nicel anlamda Eskişehir’de diğer illerde bulunmayan bir öğrenci potansiyeli vardır doğrudur,
ama yaşanılan bir cumhuriyet değildir… Hele cennet
hiç değildir… Cennet aslında İlkel Sosyalist Topluma duyulan özlemin mistisize edilmiş şeklidir…
Bundan yola çıkarsak Eskişehir cennet hiç değildir..
Öğrencilerin sözü edilmişken birkaç şeye değinmeme müsaade edin… Birçok Eskişehirli öğrenci az
önce bahsi geçen burjuvazinin utanmaz arlanmaz yazarçizer takımların güzellemelerine dayanarak gelir
bu şehre… Hayalleri vardır, okuyacak, adam edecektir kendini… Eline üç beş kuruş para koyacak bir
meslek edinmek için iyidir bu şehir… 2 tane büyük
üniversitesi vardır, ‘ortam’lara girecektir, eğelenecektir okurken de… Şehre ayak basan ilk öğrenci
profili… Ama işler göründüğü gibi değildir… Öğrenci yaşabilmek için ilk önce barınma sorununu
çözmek zorundadır… 3 tane devlet yurdu vardır…
bölgesel bütünleşme adındaki yeni düşüncenin çizgilerini tanıtıyordu ve şöyle dedi:
“Sadece uluslararası ve elit kesime hitap
eden ekonomik bir projeye izin veremeyiz”. Bu şekilde ve elbette çok kutuplu dünya bağlamında, 2004 yılında Amerikalar
için Bolivarcı işbirliği anlamına gelen ALBA kurulur ve halklar için ticaret anlaşması (TCP) imzalanır.
Venezuela, sosyal karakterdeki kamu
politikalarının, güdüsü ve merkezi insan
olan bir odak noktasına sahip olması ve bu
politikaların ayırımcılığı değil eşitliği vurgulaması gerektiğini uluslararası alanda savunmuştur. İç dayanışma ve bölünmez bütünlüğü ekseninde, halkın sosyal katılımı
ve ve temsili entegrasyon kavramı, insan
hakları fikrinin bütününü ve bu fikrin sürekliliğini güvence altına almak devletin
yükümlülüğüdür.
Karşıt öneri ve jeopolitik ve ekonomik
proje olarak ortaya çıkan alternatif sosyal
boyuta öncelik vermektedir. ALBA bu önceliği sosyal ve insanî amaçlara adamaktadır: Fakirlikle savaş, işsizlik ve eşitsizlikle
mücadele, bedelsiz olarak eğitim ve sağlık
imkanlarına erişim ve çevrenin kurulması.
Cumhurbaşkanı Hugo Chavez şöyle der:
“ALBA, sosyalizme, halklar arasındaki
dayanışma ve kardeşliğe hiçbir insan evladının bir diğerinden üstün olmadığına
eşit bir topluma ve insanların kaderine
terk edilmemesine dayanır”.
ALBA, Latin Amerika ve Karayip bölgesinde tarihten bu yana süregelen sosyal
sömürü ve fakirlik ile mücadele esasına dayanır. Başlıca amacı Güney Amerika ülkelerinin aleyhinde yer alan asimetrik düzenlemelerle savaşmaktır ve dayanağını şu Bolivarcı düşünceden alır:
“Dünyadaki herkesten çok Amerika’nın dünyanın en büyük devleti olduğunu görmek isterim; büyüklüğü ve zenginlikleriyle değil, özgürlüğü ve zaferleriyle…”
İNSAN HAKLARI
BAĞLAMINDA, SOSYAL
POLİTİKALARIMIZ:
Venezuela’da, kurumsal ve yapısal reformlar tarafından desteklenen ve on yılı
aşkın zamandır yapılagelen değişiklikler
zinciri dâhilinde, insan haklarını temel alan
sosyal politikalarda önemli sonuçlar elde
edilmiştir.
Bir önceki konuyla alakalı olarak, genelinde kamu politikaları özelinde ise sosyal
politikalar Bolivarcı Hükümet tarafından
gerçek anlamda sosyal bir güçlenmeyi hedefleyen hakların kullanımını garanti altına
Eskimeyen gerçekler
Hadi hasbelkader yerleşemezse bir yurda, eve çıkar… O da olmadı pıtrak gibi çoğalan örümcek ağları gibi yayılan Ortaçağ özlemiyle yanıp tutuşan hayırsever yurt kuran girişimciler vardır… (Ne kadar
onurlu bir eyleme imzamızı attık Kurtuluş Partisi
Gençliği olarak: YURTKUR UYUMA ÖĞRECİYE YURT KUR!)
Barınma sorununu çözmeyi başaran şanslı öğrenci şimdi de beslenme sorununu çözmeli… Yurtta kalan öğrenci ortalama 2 TL’lik limitini aşmamaya çalışarak yemek yer… Limit aşılırsa para çözer sorunu… varsa… yoksa dayanmalı ekmeğe… YÖK ne
demiş zaten: “parası olmayan okumasın kardeşim!”
Öğrenci açlığa alışmak zorundadır… Emir
YÖK’ten…
Üniversite… Mühim mesele… Kampusa ağaç
takviyesi yapmaktan başka tek bir önemli icraatı olmayan rektörüyle, yabancı aşağılık tekellere kendi
aklını satan akademisyenleriyle, yapılan gösterilere
sert müdahalede bulunan burjuvanın kolluk kuvvetlerin özel hale bürünmüş özel güvenlik birimleriyle
üniversite…
Alın size Anadolu Üniversitesinden naçizane bir
örnek:
Anadolu Üniversitesi kasım ayında başlayan bir
gerginliğe sahne oldu… Rektörlük seçimlerinde son
sırayı alan Davut Aydın, Tayyipgiller tarafından küp
doldurma koltuğuna oturdu. Rektör yalnız kendi kesesini doldurmak için oturmadı o koltuğa… Ucundan
kıyısından koklatacak bu asalaklara... Bu duruma
karşı koyan üniversite öğrencileri, Kurtuluş Partisi
Gençliği; bu onursuzluğa dur demek için eylem yaptılar. Bu eylemin tarihselliği vardı… Yeni bir tarih
başlattık bulunduğumuz, bulunacağımız her yerde…
(Lüpçü küpçü Davut Bey, hâlâ koltuğunda ama bir
farkla korkuyla sarılmakta o koltuğa)…
Örnek iki:
Bahar dönemine ise damgasını vuran ne yazık ki
almak için bir zorunluluk olarak görülmektedir.
Bu haklar ışığında fakirlikle mücadele
etik bir tahahhüt ve anayasal bir zorunluluktur. Öyle ki, koruma, sosyal güvenlik,
sağlık, eğitim, eşitlik ve cinsiyet eşitliği,
sosyal düzenleme gibi önemli birçok konu
hak olarak görülmektedir. Anlaşılacağı üzere Venezuela Bolivar Cumhuriyeti’nde insan hakları yerine getirilmesi zorunlu bir
yapıya sahiptir; aynı şekilde evrensellik,
ücretsiz erişim, bütünleyici vizyon bu hakların anlaşılmasında ve uygulanmasında
kullanılan yöntemlerdir. Bu noktadan yola
çıkıldığında evrensellik, ücretsizlik, eşitlik,
dayanışma ve sosyal adalet Venezuela Kamu Politikalarının sağlam haklarını belirlemeye haizdir.
Uluslararası bağlamda Venezuela insanların motivasyonu üzerine odaklanmış bir
içeriğe sahip Venezuela, sosyal karakterdeki kamu politikalarının, güdüsü ve merkezi
insan olan bir odak noktasına sahip olması
ve bu politikaların ayırımcılığı değil eşitliği
vurgulaması gerektiğini uluslararası alanda
savunmuştur. İç dayanışma ve bölünmez
bütünlüğü ekseninde, halkın sosyal katılımı
ve ve temsili entegrasyon kavramı, insan
hakları fikrinin bütününü ve bu fikrin sürekliliğini güvence altına almak devletin
yükümlülüğüdür.
1990-2015 YILLARI ARASINDA
A@IRI YOKSULLUK ORANINI
YARIYA DÜ@ÜRDÜK:
Venezuela’da yoksulluk 90’lı yıllar boyunca 80’li yılların sonundan itibaren ülkede hem ekonomik hem sosyal boyutlarıyla
yanlış uygulanan politikaların olumsuz sonuçlarına bağlı olmuştur. 1989 yılında ünlü
Washington Konsensusu’nun çerçevesini
çizdiği ekonomideki temel fiyatların (döviz
kuru, faiz
oranları, kamu tarifeleri, mülk-maaş ücretleri)
serbestleştirilmesini öngören
bir
makroekonomik ayarlama politikası uygulanmıştır.
1996 yılındaki Venezuela gündemi ziyadesiyle neoliberal içerikli olmuş ve kamu hizmetlerini,
benzin fiyatlarını ve döviz piyasasını serbestleştiren bir hal almış, bunun sonucunda
aşırı yoksulluğun nüfusa dağılımı % 42,5
olmuştur.
yerli yabancı sömürgenler oluyor.
Kampus kampus olmaktan çıkar, reklam alanına döner. Her tarafta hiçbir sanatsal değer taşımayan şarkılarıyla
uyuşturucu bir etki yaratan çöplüğe döner okul. Fakültenize varabilmek için bir yığın insan
yolunuzu keser öğrenciye uygun kredi, öğrenciye uygun apart sesleri eşliğinde varırsınız fakültenize…
Derslerde ise yaşadığımız bu iğrenç sisteme daha
rahat entegre edilmiş bireyler olmamız için okutulur
kitaplar… Ezberci bir zihniyetin kurbanı olursunuz… Üstelik bu dersleri alabilmek öyle kolay değildir. Kitap parası, fotokopi parası derken ay sonunda yolunmuş kanatlılara dönüşürsünüz...
Öğrenci anlamalıdır artık: ‘üniversite okumak, işsiz kalmaya 2-4 yıl ara vermedir’.
Üniversiteden uzaklaşırsak şehrin merkezine dönersek şu gerçekliklere değinmemiz gerekecek…
Emekçiler en az öğrenciler kadar vardır bu şehirde…
Sabahları uykulu gözleriyle otobüslere koşar. Kimi
şeker fabrikasındadır, kimi TÜLOMSAŞ’ta işçidir.
Kimi garsondur, kimi öğretmendir… Yaşamak için
çalışmak zorundadır. Büyükşehir Belediye Başkanı
ise Eskişehir’e deniz getirmekle meşguldur, aşk adasıyla uğraşır. Halkının gözünü bunlarla boyamalıdır
ki, gelecek seçimlerde kendi kızı Eskişehir’i ipotek
altına alarak, heykel yaparak ihalelerle Büyükerşen
sülalesinin cebini akçalı hale getirebilsin…
Direnç… Eskişehir’in en çok ihtiyaç duyduğu hareket direnç göstermek… Bu olumsuzların farkında
olan, insan sevgisiyle dolu olan, devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz diyen bir hareket var..
DİRENÇ: HALKI KURTULUŞ PARTİSİ…
Yoldaşlar başaracağız… Çok çalışacağız, çalışırken öğreneceğiz, bıkmadan, yılmadan çalışacağız…
Eskişehir’e Kurtuluş Partisi Gençliğinin ateşi düşmüştür… Dosta düşmana ilanımızdır. Başaracağız!..
Eskişehir’den devrimci selamlar…
Eskişehir’den Bir Yoldaş
Venezuela, 2006 yılında aşırı yoksulluk
çeken hanelerdeki insan dağılımını düşürme hedefine ulaşmıştır. 1990 yılında var
olan oranın yarısına denk düşen bu yüzde
% 11,1 olmuştur. 2015 yılına kadar gerçekleştirilmesi hedeflenen bu düşüş yüzdesi
1990 yılındaki 24,3’lük yüzdenin düşürülmesini amaçlamıştır.
2009 yılının ikinci yarısında eşitsizliğin
azaltılması ve hanelerdeki maddi gücün artırılmasının sonucu olarak aşırı yoksulluk
çeken insanların toplamı % 7,2’ye düşürülmüştür. Fakirlik çok boyutlu ve çok nedenli bir olgudur. İş piyasasına bağlı olarak
elde edilen gelir temelinde, ekonomik bir
boyuta sahiptir; diğer bir boyut ise devlet
tarafından öngörülen sağlık, eğitim, sosyal
güvenlik ve dayanışmadan oluşan sosyal
mallara etkili erişimdir.
AÇLIK ÇEKEN İNSAN
ORANININ YARIYA İNDİRDİK:
Bu amaç besin açığı (küresel olarak) ve
yetersiz beslenme göstergeleri baz alınarak
değerlendirilmiştir. Bu bağlamda, ülkenin,
bu amacını 2015 yılından önce kısmen gerçekleştirmiş olduğunu belirtmek gerekir. 5
yaşın altındaki kız ve erkek çocuklarında
yetersiz beslenme oranı % 51,9’a, bununla
birlikte, 1990-2008 yılları arası dönemde,
yetersiz beslenme yaygınlık oranı % 45,5’e
düşmüştür. Bu iki durum için de amaçlanan, bu oranları 1990 ve 2015 yılları arası
dönemde % 50’ye çekmektir. Eski sonuçlar
Ulusal Hükümet tarafından yürütülen sosyal politikalar aracılığıyla elde edilmiştir.
5 yaş altı kilo-yaş oranına göre besin
açığı, 5 yaş altı bir kişinin kilosunun yaşı ve
cinsiyetiyle olan orantısıyla ilgilidir. Bu
gösterge 1990 yılında % 7,7 iken 1998 yılında % 5,3 olana kadar sürekli olarak
düşmüştür. Bu oran 2001 yılında Bolivarcı
Hükümet ile % 4,5’e ulaşana dek düşmeye
devam etmiştir. 2003 yılından itibaren beslenme politikalarının yoğunlaştırılmasıyla,
2008 yılında % 3,7’lik bir değer kaydeder.
Venezuela Bolivar Cumhuriyeti
Dışişleri Bakanlığı
KONFERANS
AB-D Emperyalistleri ve
Tayyipgiller Türkiye’yi
nereye götürüyor?
Konuşmacı: Halkın Kurtuluş Partisi
Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı
Tarih: 31 Ekim 2010
Saat: 17:00-18:00
Yer:
İstanbul 29. Kitap Fuarı/
Marmara Salonu
10
Baştarafı sayfa 1’de
Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010
Başyazı
Sonra da bize yönelik, alçakça yalanlar, iftiralar ve demagojiler içeren bir dövizi fakülte camına yapıştırdılar. Arkadaşlarımızın doğal olarak oluşan tepkisi karşısında,
başka siyasetler araya girerek, bu dövizin
oradan anlaşma yoluyla indirileceğine dair
söz verdiler. Arkadaşlarımız ertesi gün okula gittiklerinde, kendilerinin dört katından
bile fazlası olan bir saldırgan grubun taş,
sopa ve demir çubuklarla kendilerini beklediğini gördüler. Oysa Arkadaşlarımız, bir
gün önce verilen söz üzerine işin iyilikle
halledileceği beklentisi içinde okullarına
gitmişlerdi. Daha karşılaşma olur olmaz,
saldırganlar önce taşlarla sonra da ellerindeki araçlarla saldırıya geçtiler. Bir Arkadaşımızın kolu kırıldı sopa darbesiyle. Birkaç
Arkadaşımızın yine sopa ve demir çubuklarla başı yarıldı. ESP’liler bu kez bir hayli
grubu kandırarak oyunlarına getirebilmişler
ve alçaklıklarına alet edebilmişlerdi. HÖC,
TKP-MLP, MKP bu saldırıda yer almamıştır. Bunların dışındaki “Askıcılar”ın hemen
tamamı bu rezil karşıdevrimci saldırıya katılmışlardır. Tabiî arkadaşlarımız burada da
nefis savunması yapmışlardır…
Bu saldırıların sonuncusu da bilindiği
gibi 4 Ekim 2010 günü İstanbul Sancaktepe’de olmuştur.
Sancaktepe ve Kartal ilçe Örgütlerine
mensup Arkadaşlarımız, Usta’mız Hikmet
Kıvılcımlı’nın, bedence aramızdan ayrılışının 39’uncu yıldönümüne ilişkin Anma etkinliklerimizin bir parçası olarak, Sancaktepe Meydanı’nda stant açmışlardır. Usta’mızı tanıtan sözlü ve yazılı (bildiri dağıtımı, eserlerinin sergilenmesi ve görüntülüsinevizyon gösterimi gibi) propaganda çalışması yapmaya başlamışlardır. Etkinliğimizin sonlarına doğru, yakınımızda toplanan 35 kişi kadar bir topluluk, Arkadaşlarımıza hasmane bakışlar atmaya başlamışlardır. Bir saat kadar sonra da bunlardan birkaçı gelerek, bizi; karşıdevrimci, faşist olarak gördüklerini, Sancaktepe’de istemediklerini, bu seferlik uyarmakla yetineceklerini
fakat bir daha benzer bir etkinlik yapmamız
halinde müdahale edeceklerini, söylemişlerdir.
Arkadaşlarımız bu çakal işi, gerçek anlamda faşist işi anlayışın sergilenmesine,
sözle gereken karşılığı verdikten sonra,
“Bir dahaki seferi beklemeyin, hadi ne yapacaksanız yapın da görelim”, demişlerdir.
Bu diyalog sonrasında kapışma-kavga başlamıştır. Bu sefer de ESP ve çevresindekilerin sayısı bizim üç katımız kadardır.
Kavga sonrasında ESP ve yandaşları kaçarak meydanı terk etmiştir. Etkinliğimizse
aksaksız bir şekilde tamamlanmıştır. Yani
etkinliğimiz programlandığı biçimde gerçekleştirilmiştir.
Kavga sonrasında, saldırıya uğrayan biz
olmamıza rağmen, resmi ve sivil polisler
gelerek bizden stant başından iki arkadaşı
gözaltına almıştır. Daha fazla arkadaşımızı
almak istemişler, Arkadaşlarımızın direnişi
sayesinde bunu başaramamışlardır.
Şu gerçeğin altını çizelim ki: polis kavga sonrasında gelmiş olaya müdahale etmiştir.
Kavgada üç arkadaşımızın taş ve sopa
darbeleriyle başı yarılmış, başlarına dikiş
atılmıştır.
Arkadaşlarımız, devrimci tutum gereği
kimseden şikâyetçi olmamıştır.
Karşı taraftan iki yaralı, Arkadaşlarımızdan şikâyetçi olmuştur…
Karşı tarafın yaptığı açıklamalardan onlardan da yaralılar olduğunu öğrendik. Kimi üç diyor, kimi beş-altı.
Bir yaralının 18 yaşından küçük olduğunu öğrendik, karşı taraftan.
Onlara da kendi Arkadaşlarımıza olduğu
gibi üzüldük. Onların da Ana Babalarının
duyduğu acıları düşündük… Empati yaptık… Hepsi için acı duyduk…
Hepsi de Halkımızın çocukları bunların… Sonra, şu an karşı tarafta olan saf, bilinçsiz gençler de bizim potansiyel taraftarlarımızdır. Eğer devrimcilikte kararlı-kalıcı
olurlarsa biz onları da kazanacağız ileride.
Zaten şimdiden, EMEP’inden ESP’sine,
İP’inden CHP’sine ve Yeni Sahte TKP’sine
kadar pek çok gruptan insanlar, bizi tanıyarak, anlayarak oralardan kopmaya ve Partimize gelmeye başlamıştır… Bu süreç büyüyerek devam edecektir... Bundan eminiz…
Tabiî Tayyipgiller’den de ayrılıp bize gelen
İşçi Yoldaşlarımız vardır.
Bu nedenle biz Parababaları partilerinin
ve Sevrci Sahte Sol partilerin, hareketlerin,
tabanlarını düşman olarak, hasım olarak
görmüyoruz. Bizi tanımadığı için, kör ka-
ranlıkta olan; saf, bilinçsiz insanlar olarak,
bir anlamda aldatılmış-kandırılmış insanlar
olarak görüyoruz. Ve onları kazanmamız
gerekiyor diye düşünüyoruz, davranıyoruz.
Tutumumuz hep anlaşılmaya ve iknaya yöneliktir. Çünkü biliyoruz adımız gibi: Sömürücü, vurguncu, namussuz ve kariyerist
olmayan her içtenlikli insan, bizim ideolojimizi anlar. Doğruluğunu görür. Fedakâr ve
cesursa bizden olur, militan olur, değilse
sempazitanımız olur… Her ikisi de gereklidir, bir devrimci hareket için.
Sonra nihayet insandır karşımızdakiler
de… İnsana en azından sevmesek dahi saygı duymak gerekir. Tabiî aslolan insanları
sevmektir. Hayvanları da, bitkileri de, doğayı da… Devrimcilik bunu emreder… İnsan sevgisinden kaynaklanmıyorsa devrimciliğimiz, orada rahatsızlık var, sahtelik var
demektir. Başka hesaplar kitaplar var demektir.
Ayrıca, zulümle, zorbalıkla, vurup kırmakla, asmak kesmekle kimseyi sonuna kadar sindiremeyiz. İkna edemiyorsan, gönlüne giremiyorsan yenilgin kaçınılmazdır.
Zalimlikle, kaba güçle, insanlar hayvan durumuna sonuna kadar düşürülebilseydi, köleci düzenler, feodal düzenler, faşist iktidarlar hep sürer giderdi.
Dayakla adam etme, hizaya getirme,
sindirme metodu faşizmin yöntemidir. Biz
ki, 12 Eylül Faşist Diktatörlüğünün işkencehanelerinden bile başımız dik çıktık. Bu
konuda, Mamak’ta da, Metris’te de, İzmir
ve Konya zindanlarında da nam saldık… O
zamanın devrimcileri bizi bilir. İşkenceciler, “Kıvılcımlı, işkencede konuşulmaz,
konuşan hain durumuna düşer, der.
Bundan konuşmuyorsun, direniyorsun,
değil mi?” demiştir hep Arkadaşlarımıza.
Zalimlik, zorbalık, düşünce ve siyaset
yasakçılığı bilindiği gibi Faşizmin temel
özelliklerinden biridir.
Bu nedenle bize kaba güçle, zorbalıkla
siyaset yasakçılığı dayatmaya kalkışanlar,
aslında bırakalım devrimciliği, demokrat
bile değildirler. Faşist bir ruh ve kafa yapısına sahiptirler. Aslında siyasi ya da devrimci kalitece acınacak haldedirler… Sefalettirler…
ESP, Goebbels’in Nazi
Propaganda yöntemiyle bize
saldırmaktadır
İşin bir diğer ilginç yanı da, ESP ve kandırarak yanına çektiği ve İblisliğine alet ettiği kurbanlarının-yandaşlarının bu saldırılar sonrası yaptıkları açıklamalarda, bizi,
yaşananın tam tersine, hep saldırgan taraf
olarak ilan etmesidir. Düşünebiliyor musunuz, hem saldırıyor alçakça hem de her seferinde, “HKP saldırısı” diye yayın yapıyor.
Tam da Goebbels’in önerdiği şekilde, yani
NAZİ propaganda yöntemiyle… Ayıptır
yahu!.. İnsanda namus, onur, dürüstlük,
mertlik gibi değerler olmalı. İnsanı insan
yapan da bunlar zaten… Bunlarda ne insancıl ahlâk var ne de Aydın namusu-Entellektüel NAMUS…
Biz diyoruz ki, bu tür saldırılar; alçaklıktır, faşistliktir, şerefsizliktir, çakal işidir,
özetçe puşt işidir. Bunları kim yaparsa
yapsın puşttur… Bunların, bırakalım devrimciliği, demokratlığı, insanlıkla da ilgisi
yoktur.
Partimiz, bu işleri yapmayı bırakalım,
düşünemez bile… Düşüncesi bile bize uymaz…
Biz devrimciyiz hem de gerçeği…
Biz insanın daniskasıyız…
Biz şövalyeyiz…
Biz sadece zalimlere karşı, Halklarımızı
ezenlere, sömürenlere, soyanlara karşı devrimci zor-şiddet kullanırız. Sömürü düzenlerini yıkmak için, zulüm mekanizmalarını
kırmak için… Geri dönüş umutlarını yıkmak yok etmek için…
Halklarımıza karşı yalnızca ikna yöntemini, gönlünü kazanma yöntemini kullanırız. Devrimcilik böyle emreder…
Kendini devrimci olarak tanımlayankimliklendiren herkese karşı da, o kimliğin
içi ne kadar boş olursa olsun yine aynısını
yani ikna yöntemini kullanırız. Başka türlüsü devrimciliğe de uymaz, insanlığa da…
Bu son saldırının da, her zaman olduğu
gibi, kışkırtıcısı, organizatörü, başprovokatörü ESP-ATILIM’dır. Bu kez, yalnızca
Partizan grubunu kandırabilmiş, yanına çekebilmiş; sefaletine yandaş-destekçi edebilmiştir. Sancaktepeli Arkadaşlarımızın verdiği bilgilere-açıklamalarına göre saldırıda
MKP de varmış. Fakat sonraki günlerde bize karşı yapılan ortak açıklamada MKP’nin
adı bulunmamaktadır. Buradan anlaşıldığı
kadarıyla, saldırıda bu grup yokmuş. Olsay-
dı herhalde açıklamada imzaları da olurdu.
Dolayısıyla Arkadaşlarımızın ilk bilgileri
bütünüyle doğru değilmiş. Bu durum iyidir.
Bugüne kadar bu her iki grup da bize karşı
ESP’nin kışkırtma ve oyunlarına gelmemişti. Sağduyulu davranmıştı. Bu kez nasıl oldu da ESP, Partizan’ı oyununa getirebildi,
bilmiyoruz. Umarız tekrarlamaz. Çünkü bizimle özel bir hesapları yok bu grupların.
Bu tür işlerin Paçavralara özgü işler olduğunu bilecek kaliteleri de var…
ESP’nin Partimize düşmanlığı
nereden gelmektedir?
Şundan: Bunların şeflerinin ruhiyatları,
şahsiyetleri bozuk. Bu şefler, sınıflı toplumun çamurlarına, pisliklerine bulanmışlar.
Kişilikleri bozulmuş. İp kaçkını olmuşlar.
O nedenle; dürüstlük, mertlik, devrimci namus, ahlâk gibi değerler hiçbir şey ifade etmez olmuş bunlara…
İşte bu sebepten bunlar bize, 1995’te ilk
ihanetlerini ettiler. Tabiî yalnız bize değil,
devrimci anlayışa da... Bunlarla ittifak halinde-dayanışarak, NAKLİYAT-İŞ’te sarılara karşı mücadele ediyorduk. O zaman sarı-
Hasan Cemal
ların yönetimindeydi NAKLİYAT-İŞ. Sonra
bir baktık, genel kongreye birkaç ay kala
bunlar aniden saf değiştirdi. Güçlü ve kongreyi alacak sandıkları sarılarla ittifaka girdiler. Bizi ve İşçi Sınıfını satıp geçtiler. Biz
bunları geri döndüremedik… İşçi Sınıfımızın buradaki kolu-bölümü sarılardan çok
çekmiş, bu nedenle onların içyüzünü görmüştü iyice… Biz bu bilinçli işçi kardeşlerimizle elele vererek bunları kongrede hiç
beklemedikleri bir yenilgiye uğrattık. Tabiî
ondan sonra da bunlar sarılarla birlikte sendikadan defolup gittiler. Bize ve işçilere ettikleri ihanetin cezasını böylece çektiler…
Fakat bunlar yaptıkları ahlâksızlıktan
ders çıkarıp namuslu olmaya çalışacakları
yerde gittikçe şerefsizleştiler, ahlâksızlaştılar. Bize kin bağladılar…
2001’de, Topkapı Ambarları’nda, işçilerin özgür iradesini hiçe sayarak İşçileri zorbalıkla;
hakimiyetinde
olan
sarı
TÜMTİS’te tutmaya çalışan ve bunu sağlamak için üç işçinin canına kıyan, İşçi Katili EMEP’in yanında yer aldılar. Bize karşı
bu eli kanlı sarılarla birlik oldular. Yayın organlarında; aynen bugünlerde olduğu gibi,
yalan, iftira ve demagojilerle saldırdılar bize. O günlerdeki yayınları bu şerefsizliklerinin birer belgesi olarak arşivlerde durmaktadır. ESP-ATILIM’ın bize karşı düşmanlığının kökeni, nedeni budur. O, işte bu
sebepten, diğer sol grupları da zaman zaman yanına çekerek bize karşı saldırılar düzenlemekte, bize Pol Pot karikatürü kafasının ürünü olan siyaset yasakları koymaya
çabalamaktadır. Aklı sıra bizden böylece
intikam alacak. Pis-iğrenç, mide bulandırıcı
hesaplar…
Bunlar düzelmez, alçaklık, rezillik, düzenbazlık, yalan dümen bunların doğaları
olmuş artık… Acınacak durumdaki, insanlıktan çıkmış, insan sefaletleri bunlar. O
yüzden biz, bu ESP şeflerine bir şey demiyoruz… Çünkü söylenecek her söz boş onlar için… Gereksiz çaba olur…
Yalnız, bunların kandırıp oyunlarına getirdikleri saf gençlere ve diğer siyasetlere,
bunları tanıyın, bunların İblisliklerine kanmayın diyoruz…. Tuzaklarına düşmeyin diyoruz…
Olaydan iki gün sonra ESP yine birkaç
grubu kandırıp peşine takarak, Sancaktepe’de bizim varlığımızı protesto eden bir
yürüyüş ve açıklama yaptı. Elli kişi kadar
bir kalabalıkla… Açıklamalarını yayımladılar internet ortamında ya da sitelerinde diyelim… Orada da, hep yaptıkları gibi, yine
gerçeği tersyüz ediyorlar… En adisinden
yalanlar ve düzenbazlıklar üzerine bir söylem metni inşa ediyorlar. Öyle bir söylem ki
imlâya gelir bir tek cümlesi yok.
Önce sloganlarını görelim:
“HKP çetesi Sarıgazi’den defol”, “Çeteler halka hesap verecek”, “Yaşasın dev-
rimci dayanışma”, “Sarıgazi bizimdir,
bizimle özgürleşecek” sloganlarını attı.”
(atilimhaber.org ve diğer Sevrci Sol siteler)
Açıklamayı yapan grupları da şöyle sıralıyorlar:
“AKADER, BDP, ESP, Halk Cephesi,
Partizan ve SDP”.
Bunların tamamı var mıydı bilmiyoruz.
Yazı en adisinden yalanlardan ibaret olunca
insan imzalardan da kuşku duyuyor. Her
neyse…
Bunlar kendilerini devrimci, biziyse
“çete” ilan ediyorlar ve “Sarıgazi’den defol” diyorlar bize.
Daha devrimciliğin de, çeteciliğin de
abc’sinden bihaber olan bu zavallılar güruhu hakkımızda böyle bir hüküm oluşturuyor. Kendi kafalarından… Ve bizi Sarıgazi’den, dolayısıyla da Türkiye’den defediyorlar. Burada çağrışım oldu:
Birileri de yıllardır “Ya sev ya terk et”
diye meydanlarda bağırıyor, duvarlara, kâğıtlara yazılar yazıyor değil mi? Orada kastedilen yani hedef gösterilen Kürt Halkı,
buradaysa biz.
Bağıranlarsa CIA yönetimindeki Kontrgerilla’nın özel faşist örgütü MHP ve bizim
“Sevrci Soytarı Sahte Sol” diye tanımladığımız küçükburjuva grupçuklar. Dikkat
edersek mantıkları-düşünce yapıları aynı.
Çünkü ruhiyatları aynı. Biz hep diyoruz ya
bunlar Pol Pot karikatürleri diye. Bunların
eline fırsat geçse, güçleri yetse Pol Pot’un
yaptığının aynısını yapmaya kalkarlar Türkiye’de. Tabiî asla öyle bir fırsata sahip olamayacaklar. Çünkü bunların ideoloji kayıkçıkları, yaşamın ve biz Gerçek Devrimcilerin Marksist-Leninist ideoloji kayalıklarına
çarptı. Paramparça oldu. Böylece de bunların pratikte var olma hakkı otomatikman ortadan kalktı. Bunlar birer canlı cenaze, birer
hortlak, Holivut diliyle söylersek birer
Zombi…
Sevrci Sahte Solcular bilerek
ya da bilmeyerek AB-D’nin
“Project Democracy”sinin
savunucusudurlar
Birgün Gazetesi yazarı Melih Pekdemir’in, gazetenin geçen 5 Ekim tarihli sayısında “Solcu Zombiler” başlıklı güzel bir
yazısı var. Gerçi o, Taner Akçam, Hasan
Cemal, Cengiz Çandar, Hadi Uluengin gibileri işaret ediyor ama bizim Sevrci Soytarıların da eğer akıllarını başlarına devşirip
adam olmazlarsa yakında varacakları yer
onların yanıbaşıdır. Zaten, biraz ileride konu edeceğimiz gibi, Hrant Dink’in cenaze
töreninde Turhallı Birhallı oldular.
ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Ross Wilson’un ev sahipliğinde düzenlenen merasimde aynı safta buluştular.
Sonra bizim Sevrciler’in, Ermeni Meselesi, Azınlıklar Meselesi, “Ergenekon Davası” Meselesi, Osmanlı’ya, Çanakkale Savaşı’na, Birinci Kuvayimilliye’ye, Mustafa
Kemal’e, Laikliğe bakış gibi konularda savunduğu tezler, Taner Akçam’larla birebir
örtüşmektedir. Daha da özeti, bunların “solculuk, devrimcilik” gibi sadece içi boş kavramlardan ibaret olan söylemlerini bir tarafa koyarsak, savundukları tezlerin hemen
hepsi Taner Akçam’larınkiyle aynıdır. İşin
Taner Akçam
daha da acı olan yönü, Taner Akçam’lar
ideolog, bizim Soytarılar taklitçidir, tekrarlayıcıdır. Tabiî Parababalarının kucağındaki
Taner Akçam’ların, Bilderbergci Hasan Cemal’lerin, Cengiz Çandar’ların da arkasında olan AB-D Emperyalistleridir, onların
casus örgütleridir.
AB-D ve CIA, bunların emrindeki “Düşünce Kuruluşları” Project Democracy’yi
icat eder, üretir. Taner Akçam’lar ve bizim
Sevrciler savunur. Tayyip, Yeni Sevr’i de
kapsayan BOP’un Eşbaşkanı’dır. Bizim
Sevrciler de BOP’un ideolojik arka planı
olan Project Democracy’nin gönüllü savu-
Yasemin Çongar
nucularıdır. Yani Tayyipgiller’le bunlar aynı emperyalist projenin, ayrı yönlerinin de
olsa, sonuçta savunucusularıdır.
Bunlara, yapma Hacivat, etme Hacivat!
Yolunuz yol değil, devrimcilik hiç değil deyince de biz, bize çok kızmakta, katır çifteleri atmaktadırlar. Ne yapalım, “Kader böyle imiş” deyip sineye çekeceğiz. İnşallah
sonunda, yukarıdaki cümleyle başlayan,
olağanüstü güzel, dokunaklı aşk şarkısında
dendiği gibi; “Ne söylesem, ne söylesem
boş!” demeyiz… Neyse geçelim!..
Bunların önderleri, Türkiye Solu’nun
gerçek temsilcilerinin Kıvılcımlı’nın, Denizler’in, Mahir’lerin ortaklaşa savunduğu
devrimci hattan ve devrimci değerlerden
koptular. Terkettiler o hattı. Ve gele gele,
bizim bugün “Sevrci Soytarılık, Sahte
Solculuk” diye tanımladığımız bir yere
geldiler… İşte bu sebepten AB-D Emperyalistleri bunlara alkış tutuyor. Bunları,
“Demokrasi güçleri”, “Umut kaynağı”
olarak ilan ediyor. Bunu, CIA’nın sesi, eşi
de bir CIA şefi olan Yasemin Çongar, bildirdi Washington’dan. O zaman “Milliyet”te yazardı. AB-D Emperyalistleri boşuna mı yaptı bu tespiti, bu değerlendirmeyi?
AB-D, CIA ahmak mı, uyurgezer mi sizler
gibi… Asla. Siz tam da öylesiniz de ondan
dedi. AB-D.
Dürüst, namuslu insan bir durup düşünür yahu! Bu emperyalist haydut devlet bizi niye böyle karakterize etti, diye. Ama
sizde yine hep söylediğimiz gibi uzun kulaklı, masum kadersiz çilekeşler kadar olsun idrak-anlayış, kavrayış yok. O olağanüstü güzel, sürmeli gözlü, masum bakışlı
sevimli hayvancıklar bizim bu kıyaslamamızı duysalar, sitem ederler bize. Bizi niye
onlarla kıyaslıyorsun, biz kimiz, onlar kim,
diye!
İşte o yüzden Hz. Muhammed dahice bir
sezişle şöyle der Kur’an’ı Kerim’de:
“Hiç şüphe yok ki ayaklarıyla yürüyenlerin Allah indinde en kötüsü aklını
kullanmayıp sağır ve dilsiz kalan iki
ayaklı hayvanlardır.” (Enfal Sûresi, 22.
Ayet)
Biz eğer, Ermeni Meselesi’ni, Kürt Meselesi’ni, Ordu Meselesi’ni-Ergenekon saldırısını, Çanakkale Savaşı’nı, Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’nı-Birinci
Kuvayimilliye’yi, İstanbul’un Fethi’ni, Laikliği, Ortaçağcı İrticayı ve Mustafa Kemal’i gerçek devrimci açıdan nasıl değerlendirmemiz gerektiğini, bir eşeğe anlatsaydık çoktan anlardı. Her biri hakkında neredeyse yüzlerce sayfa yazı yazdık, konferanslar verdik, kitaplar yayımladık. Ve de
bizim bu değerlendirmelerimizin MarksEngels’le, Lenin’le, Stalin’le, Mustafa Suphi ve Onbeşler’le, Hikmet Kıvılcımlı’yla,
Denizler ve Mahirler’le birebir uyumlu olduğunu matematiksel bir kesinlikte kanıtladık, gösterdik. Ama yine Lenin Usta’nın
çok sevdiği bir atasözünde de belirtildiği
gibi, “Hiç kimse görmek istemeyen bir göz
kadar kör olamaz”mış.
Sizin önderleriniz göremediği gibi, görmek de istemiyor. Yani onlar hem akılsız
hem namus yoksunu…
Sevrcilerin ortak açıklamasında deniyor
ki;
“Halkın Kurtuluş Partisi’nin daha
önce de defalarca devrimcilere saldırdığını söyleyen Ateşçi, şöyle devam etti:”
(agy)
Sevilay Ateşçi’nin nasıl devam ettiğine
geçmeden önce bu cümledeki yalanına işaret edelim: Biz daha önce de defalarca bunlara saldırmışız. Oysa en azından bu kadarını artık herkes biliyor ki, her seferinde
saldıran kendileri, nefis müdafaası yapansa
biziz. Bu işler puşt işidir, yapmayın, yakışmıyor, aklınızı başınıza alın diyen biziz.
Oradaki insanlar da bunu biliyor. Ama yine
de söylemekten geri durmuyorlar. Dedik ya
Goebbels-Nazi taktiğidir, yöntemidir kullandıkları diye. Ne diyordu Goebbels (Hit
11
Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010
ler’in Propaganda Bakanı): “Yöntem iyi
uygulandığı sürece, kitleler her zaman
beş yaşındadır.”
Yöntemin özünü de şu oluşturur:
“Çok büyük yalan söyleyeceksin, o
kadar büyük olacak ki, kitleler artık bu
kadarı yalan olamaz diyecek. Sonra o
yalanı sürekli tekrarlayacaksın. Böylece
kitleler şartlanacak. Artık onun gerçek
olduğunu sanacak. Gerçeği unutacak,
söylenene inanacak.”
İşte bizim Sevrci Soytarılar da aynen
bunu uyguluyor. Dedik ya bunların ruhiyatları faşist diye. İşte yöntemleri de faşist.
Bizi burada en çok üzen de bu pis yalanların bu kez bir kadının ağzından dökülüyor
olması…
Çocukluğumuzdan bu yana çevremizde
gördüğümüz kadınlardan, siyasi mücadelemizde birlikte savaştığımız kadın yoldaşlarımızdan ve devrimler tarihinden (Paris
Komünü’nden, Büyük Ekim Devrimi’nden
vb.) edindiğimiz bilgilerden, derslerden
dolayı bizde şu kanaat oluştu k; kadınlar
erkeklerden daha dürüsttür, daha namusludur, daha merttir, daha yiğittir, daha delikanlıdır.
Sevilay Hanım’ın (yoldaş veya arkadaş
diyemediğim için böyle diyorum) tutumu
bizi, bir de bu açıdan üzdü, yaraladı. Yakışmıyor, diyelim… Ayıp oluyor, diyelim…
Başka ne diyelim?..
Oysa üç gün önceki açıklamalarında,
bunun tersini söylüyorlardı. En azından saldırıyı, standımıza gelerek kendilerinin başlattığını, dolaylı bir anlatımla da olsa itiraf
ediyorlardı.
Biz o ilk açıklamayı okuyunca, dedik ki,
“Bunlar olayın şokundalar. Daha kendilerine gelememişler. O nedenle, olayın en azından bir yönünü olsun ilk kez doğru söylemişler. Aslında bunların meşrebi bu değil.
Onlara yakışan, her zamanki gibi, “HKP
saldırısı” ya da “HKP devrimcilere saldırdı
olmalıydı.”
Nitekim o açıklamanın başlığı, “Sarıgazi’de HKP Gerginliği” şeklindeydi.
İşte nitekim kendilerine gelince, yine
eski yöntemlerine yani Nazi yöntemine
dönmüş oluyorlar.
Kurtuluş Partisi, halkların
kardeşliğinin en taviz vermez
savunucusudur; bunu kendi
bünyesinde gerçekleştirmiştir
Şimdi gelelim Sevilay Hanım’ın açıklamasının sonraki bölümünde, hakkımızda
neler dediğine:
“Kürtleri, Ermenileri ve diğer halkları yok sayan, Hrant Dink’in cenazesine
katılanları vatan haini ilan edecek kadar
faşist, Ergenekoncu çizgisiyle İşçi Partisi’ni aratmayan, tam da devletin yaratmaya çalıştığı, besleyip büyüttüğü, sonra
da devrimcilerin üzerine saldığı ırkçı,
gerici solcu tipidir.”
Biraz duralım. Bir tek cümleye bu kadar
büyük ve çok sayıda yalanı sıkıştırabildiği
için Sevilay Hanım, bizim ilkin aklımıza
“sıkıştırılmış CD”leri getirdi. Tabiî sonra da
yine Goebbels’i…
Goebbels, kısa bir konuşmaya o kadar
çok yalan sığdırıyormuş ki, bu efendisi olan
A. Hitler’in bile, hoşuna gitmekle birlikte
komiğine de gidiyormuş. Bir keresinde A.
Hitler, hem de bir toplantıda (Tabiî Goebbels’in de olduğu); şöyle deyivermiş:
“Elektrikteki Volt gibi bir de Goebbels Birini var. Volt elektromotor gücün
veya gerilimin birimiyse, Geobbbels
Birimi de bir konuşmada geçen yalanların birimidir.”
Sevilay Hanım’ın Goebbels birimi
yukarıda görüldüğü gibi oldukça yüksek.
Eğer o metni kendisi hazırladıysa, bağlı
olduğu grupçuğun tepesine çıkabilir, önder
konumuna gelebilir.
Yalanları bir bir ele alalım:
Biz “Kürtleri yok say”ıyormuşuz. 3
Ekim Pazar günkü kavgada, standımızı
gören Sevrciler olmuştur herhalde. Bizim
her yerde olduğu gibi, o gün
Sancaktepe’deki standımızda da yayınlarımız arasında Önderimiz Hikmet Kıvılcımlı’nın 1933’te Elazığ zindanında Kürt Sorunu’nu teorik planda bütünüyle çözdüğü
araştırmasının ürünü olan “İhtiyat KuvvetMilliyet Şark” ya da “Yedek Güç: UlusDoğu” adlı anıt eseri de bulunmaktaydı.
Bu yıl yeni bir baskısını yaptığımız bu
eser, bugüne dek aşılamamıştır. Bu eserde
Kürt Sorunu’nun çözümü; “Türk Kürt
Halk Cumhuriyeti” biçiminde formüle
edilir. Biz de bugün aynı çözümü savunuyoruz. Bu savunu hemen bütün konuşmalarımızda, bildirilerimizde, kitaplarımızda ve
hatta Parti Programı’mızda yer alır. Parti
Programı’mızın “Özel Meseleler” başlığı
altında işlenen ve çözümlenen konuların
ilki “Kürt Sorunu”dur.
Yine bizim Programımız, en özet biçimde anlatılmak istenirse şu üç ilkeye-prensibe sığdırılabilir:
1- Antiemperyalizm,
2- Antifeodalizm,
3- Antişovenizm veya Antisömürgeciliktir.
Biz bu ilkelerimizi de sık sık tekrarlarız
çalışmalarımızda, eylemlerimizde…
Bizim İl Başkanlarımızın çoğunluğu
Kürt milliyetindendir.
Partimizin Merkezi Yönetim Kurulu da
Türklerden, Kürtlerden, Arap ve Çerkez
Halklarından olan Yoldaşlarımızdan oluşur.
Partimizin Genel Başkanı, Arap Yoldaşlarımızı zaman zaman şaka yollu eleştirir,
Arapçayı yetkin biçimde kullanmıyorlar,
diye.
Ve Kürt yoldaşlarımızı uyarır, Kürtçeye
tam hakim olun, en iyi şekilde, bütün zenginliğiyle kullanmaya çalışın, diye…
Ve o gün Sancaktepe’deki kavgada,
Türk, Kürt ve Çerkez Yoldaşlarımızdan
oluşuyordu standımızı açan ve sizin saldırınıza uğrayan grubumuz. Daha ne diyelim
bu konuda size?..
Türkçeyi en iyi, tüm zenginliğiyle kullanan sevimli Halk Ozanımız Karacaoğlan
ne güzel söylemiş:
Yüz yalancı ile başa çıkılmaz
İçinden sıdk ile yanan olmalı.
Sizin yalanlarınız düzeltilmez, ancak
teşhir edilir. İçinizden sıdk ile (doğrulukla)
yananlar da bizi bugün değilse bile yarın
anlayacak. Ama ESP önderleri değil…
Onlar, insanlıklarına çoktan havlu atmışlar
çünkü… Onlar için hiçbir umut yok. Ayrıca
onlar, Devrimci Harekete ve Halklarımıza
karşı da suç işlemişlerdir. Bunun hesabını
verecekler.
Şunu da söylemeden geçmeyelim: Partimiz saflarının ortalama yarısı Kürt Yoldaşlarımızdan oluşur…
Gelelim Ermeni Meselesi’ne…
Bu konuda hacimli bir kitabımız var. Bu
eserde, sorun, Lenin’in, Stalin’in, Ekim
Devrimi’nin Bolşevik Ermeni devrimcilerinin, Mustafa Suphiler’in, Kıvılcımlı’nın ve
Denizler’in görüşleriyle birebir örtüşen
şekilde ortaya konur. Konunun tüm yönleri
ele alınır ve olaylara uygun biçimde aydınlığa çıkarılır. Anlamak isteyen her namuslu
insan önyargısızca bu kitabımızı okursa
meseleyi tam olarak kavrar. Ama anlamak
ve görmek istemeyene biz ne yapabiliriz?..
Hrant Dink’in öldürülmesi, katillerinin
kimler olduğu ve cenazesine katılanların
bileşimi ve bunların özellikleri üzerine çok
yazdık. Yazdıklarımızın her satırı tamamıyla gerçeği dile getirmektedir. Bu yazdıklarımız hem elektronik ortamdaki Kurtuluş
Yolu’nun arşivinde, hem de Ermeni Meselesi’ni işleyen “Sevrci Soytarı Sahte Sol
ve Ermeni Meselesi” adlı kitabımızda
mevcuttur. Merak eden, ilgi duyan açar
okur.
Bizim kültürmüzde ölüler her kim olurlarsa olsunlar, iyilikle yadedilmelidirler.
Burada tekrar konuya girmeyeceğiz. Söz
konusu yazılarımızda bu acı, trajik olayın
yalnızca devrimci açıdan siyasi, ideolojik
değerlendirmesini yaptık. Bu tür cinayetlere karşı olduğumuzu da daha yazılarımızın
ilk paragrafında belirttik.
Sevrci Sahte Solcular,
Denizler’in Mahirler’in
kahramanlıklarını utanmazca
sömürür
Şöyle sürdürür Sevilay Ateşçi açıklamasını:
“O kadar pervasızdırlar ki stantlarında devrimci marşlar çalıp, Denizler’den
Mahirler’den İbolar’dan bahseden,
idam sehpasında dahi halkların kardeşli-
ğini savunan Deniz Gezmiş’in adını ağzına alıp, ardından ırkçı söylemlerle devrimcilere saldırmaktan çekinmemektedirler.” (agy)
İnsan size ne demeli bilmem ki? Bunlar,
psikolojide projeksiyon denilen savunma
mekanızmasını kullanıyor. Yani kendi özelliklerini karşısındaki hasmına ya da rakibine yahut da karşıtına yansıtarak onda eleştiriyor. O özellikler onunmuş gibi gösteriyor…
Biz size soralım: Hangi yürekle Denizler’i, Mahirler’i ağzınıza alıyorsunuz… Bu
yiğitlerin, kahramanların mücadelelerini
utanmazca sömürüyorsunuz. Ama savundukları ana düşünceleri bütünüyle reddediyorsunuz. Yine soralım size: Denizler’in,
Mahirler’in Savunmalarını 68’liler Birliği
Vakfı ve bizim standımızın dışında, başka
bir yerde bulmak mümkün mü? Bizim tüm
şubelerimizde ve açtığımız stantlarımızda
bu savunmalar bulunur. İlgilenenlere de
içerikleri
anlatılır.
Mahirler’in
Savunma’sının
adı,
“THKP-C
Savunma”dır. Ve şu anda-bugün itibariyle
yalnızca bizde var. Denizler’inkinin adıysa,
“THKO Savunması”dır. Bizde ve
68’liler’de var. Mevcutları kalmayınca,
68’liler’le görüşerek, onlar ya da biz yeni
basımlarını yapacağız. Tabiî istemeleri
halinde önceliği onlara vereceğiz.
Peki sizde neden yok?
Tabanınızdaki, vole çevirerek kandırdığınız, yanınıza çektiğiniz iyi niyetli gençler
sorsunlar şeflerinize: Bizde neden yok, biz
bu kahramanların mücadelesini sahipleniyoruz da düşüncelerini, ideolojilerini, davalarını neden bilmiyoruz? Bize niye orijinal
kaynaklarından okutmuyorsunuz bu yiğitçe
ölümü kucaklayan önderlerin savundukları,
düşünceleri, tezleri? diye… Sormazlarsa
akıllarını kullanmamış ve Hz. Muhammed’in deyişiyle; “kör ve sağır kalmış”
olurlar…
CIA’nın “TARAF”ında, Yasemin Çongar ve Altanlar’la birlikte yazan Rasim
Ozan Kütahyalı bakın ne diyor size, daha
doğrusu ne yazıyor size hitaben:
68 Kuşağı milliyetçidir. Kanada’da Türkiye’yi tanımayan biri, Denizler’in mektuplarını, savunmalarını okuyan biri der ki,
Türkiye’de 1971’de milliyetçileri asmışlar.
Siz, şimdi geldiğiniz yer itibarıyla çok
iyi bir durumdasınız. 68’liler gibi milliyetçi, şoven değil demokratsınız. Fakat bırakın
artık 68 Kuşağını sahiplenmeyi. Hem
bugünkü olumlu görüşlerinizi savunmak
hem de Denizler’e, Mahirler’e ve 68 kültürüne-anlayışına sahip çıkmak bir çelişki
oluşturuyor. Ayrıca etik de değil.
Kelime kelime böyle olmasa da anlam
olarak böyle diyordu R. O. Kütahyalı,
“Taraf”taki bir yazısında… (Rasim Ozan
Kütahyalı, Taraf, Deniz’lerin yolu bizi
nereye götürür?, 24.05.2008)
Bakın CIA’nın “Taraf”ında aslında
kucağında demek lazım, demokratlık oynayan, insan sefaleti, sermaye uşağı R. O.
Kütahyalı bile sizin Denizler’i, Mahirler’i
savunur görünmenizin aslında bir ahlâksızlık olduğunu görüyor. O, Denizler, Mahirler
kötüydü, yanlıştı, siz iyisiniz, doğrusunuz,
ama onları sahiplenmekten de vazgeçin
artık. Yaptığınız ahlâkî değil, diyor…
O paçavra bile sizden daha az namussuz.
O hiç değilse namussuzluğunda namuslu.
Ama siz namussuzluğunuzda da namussuzsunuz!..
İhanete sapıp, Sevrci Soytarılığın bataklığına kendinizi atmakla bir namussuzluk
yapıyorsunuz. Buna rağmen hâlâ solcuyuz,
devrimciyiz deyip Denizler’e, Mahirler’e
sahip çıkar görünüp, sahip çıkar gibi yapıp,
Onların kahramanlıklarını sömürmekle bir
kere daha yani ikinci bir namussuzluk yapıyorsunuz. İşte bu yüzden de siz namussuz
kere namussuzsunuz. O yüzden de Denizler’in, Mahirler’in yazı, mektup ve savunmaları sizi yakar… Bu nedenle bir hırsızın
hırsızlık yaptığı yerden kaçtığı gibi o yazı,
mektup ve savunmalardan kaçıyorsunuz…
Ya Denizler’i, Mahirler’i dilinize dolamayı bırakın ya da Sevrci Soytarılığı-Sahte
Solculuğu… Adam olun, doğru dürüst devrimciler olun, gerçek devrimciler olun!
Ah keşke böyle namuslu, mert, aklını ve
mantığını kullanan, sadece gerçeklere
önem veren ve onları kavrayan, çözümleyen, doğru kararlar alabilen, böylece de
kendini sürekli geliştiren, yetkinleştiren
gerçek devrimciler olabilseniz. Sizinle derlenirdik Marksist-Leninist prensipler çerçevesinde. Gerçek Proletarya Partisini yeniden örgütlerdik… Bunu sağladık mı da
hızla gelişirdik. Çığ gibi büyürdü kitlemiz.
Halkımız ordulaşırdı Partimiz etrafında.
Yerli-yabancı Parababalarının bu iğrenç
sömürü ve talan düzenini önce titretir, sarsar, sonra da çatırdatır, parçalardık. Halk
iktidarını kurardık. Ve bu süreç çok uzun
olmazdı…
Böyle en pisipisine küçükburjuvaca parçalanışlar yüzünden başarılı olamıyoruz.
Devrimci bir alternatif ortaya koyamıyoruz.
Halk bizi görüp anlayamıyor. Biz güven
verici, herkesin görüp tanıdığı bir seçenek
ortaya koyamıyoruz ki… O yüzden İşçi
Sınıfımız da hiç… Oysa dediğimiz gerçekleşse, gerçek Proletarya Partisi ortaya
çıksa-konsa hep olur… Hem de az zamanda…
Size bunu kırk yıldan beri anlatamıyoruz. Dünyanın her yerinden –oraların devrimcilerinin devrimlerini yaparken yazıp
çizdiklerini- okuyoruz da kendi mücadele
tarihimizi okumuyoruz. Onbeşler’i okumuyoruz, Türkiye’nin kendi Tarihinin, toplumunun, sınıf ilişki ve çelişkisinin tüm yönlerini, Marksizm-Leninizmin şaşmaz metot
ve mantığının ışığında araştırarak orijinal
Devrim Teorisini ortaya koyan Hikmet
Kıvılcımlı’yı, (anlamak için) okumuyoruz.
Tabiî hiç de anlamıyoruz, bilmiyoruz.
Kıvılcımlı’nın teorisi, Lenin sonrasının
Marksizm-Leninizmidir. Ve Türkiye Devrimi’nin biricik orijinal devrim teorisidir. O
mirasa şimdi biz sahibiz. O hazine değerindeki mirasa, Usta’nın bedence aramızdan
ayrılışından sonra biz sahip çıktık. Ve dünyadaki, Türkiye’deki yeni gelişmeleri de o
teorinin ışığında tahlil edip değerlendirerek, o teori hazinesini zenginleştirdik. Onu
sizinle paylaşmak istiyoruz. Birlikte savunalım diyoruz. O teorinin yol göstericiliğinde, Gerçek İşçi Sınıf Partisi çatısı altında
mücadele edelim Parababaları düzenine
karşı, diyoruz. Yoldaş olalım diyoruz. Siz
bize yalan ve demagojilerle, iftiralarla karşılık veriyorsunuz. Üstelik de mafya çakallarının anlayışıyla; sizi okullara, mahallelere sokmayacağız, size siyaset yasağı koyduk, diyerek, fiili, taşlı sopalı, demir sandalyeli saldırılarda bulunuyorsunuz. Yapmayın, ayıptır. Yaptığınızın devrimcilikle,
demokratlıkla hiç ilgisi olmadığı gibi, bu
insanlık da değil…
Bizimki nihayet bir uyarı, eleştiri ve
çağrı… Anlarsın ya da anlamazsın. Uyarsın
ya da uymazsın… Ama beni böyle uyardın,
eleştirdin diye, önce küfürlerle sonra da
kavga araçlarıyla saldırıya geçmeniz insanlık değil her şeyden önce…
Haa, sen kim oluyorsun da bize bu eleştiri, uyarı ve çağrıyı yapıyorsun, seni ezer,
süpürürüz, yok ederiz, derseniz, size hiç
istemesek de kim olduğumuzu gösteririz…
Biz her şeyden önce Türkiye’nin Gerçek
Devrimcileriyiz. Hikmet Kıvılcımlı’nın
öğrencileriyiz… Bir tek kişi kalsak bile
gösteririz… Bu nefis savunmasıdır. Her
onurlu insanın yapması gerekendir.
Bizim şu üç grup insan dışında kimseyle bir alıp veremediğimiz yok.
1- ESP şefleri.
Bunlar CIA’nın oyuncağı olmuşlardır.
CIA Sosyalizmi yapmaktadırlar. Bunda
kararlıdırlar. Provokatördürler. Dört kez
bize saldırıda bulunmuşlardır. Birçok halk
çocuğunun yok yere yaralanmasına ve ailelerinin acı çekmesine sebep olmuşlardır.
Ayrıca bunlar İblisçe hesaplar içindedir.
Bunlar, kan dökülmesi, aramızdan cenazeler çıkmasının şeytanî hesaplarını yapmaktadırlar. Böyle yaparak hem Türkiye
Solu’nu hem de özel olarak kendi tabanlarını bize karşı kemikleştirmeyi, bize onulmaz
düşman kılmayı planlamaktadırlar. Bunlar
böylesine ahlâksızdırlar, vicdansızdırlar…
Yaptıklarının ve yapmayı düşündüklerinin
bedelini ödemelidirler.
2- EMEP’in işçi katili şefleri. Üç Ambar
İşçisinin katliam emrini veren o insanlık
düşmanları da yaptıklarının cezasını çekeceklerdir.
3- CIA Sosyalizminin Türkiye’deki ilk
temsilcileri olan Doğu Perinçek ve 1970’in
PDA şefleri de işledikleri suçun karşılığını
görecek, ettiklerinin hesabını vereceklerdir.
Doğu Perinçek, devrimcilere,
sosyalist harekete ihanet
etmiştir
Bu Tayfa, 70’li yıllarda, devrimcileri,
Parababaları düzenine ve onun polisine
ihbar etmiştir. Muhbirdir, gammazdır, haindir. Bu ihanetin belgeleri zaten o günlerde,
bunların yayın organı olan “Aydınlık”ın
sayfalarında kayıtlıdır. Ayrıca da, son günlerin en çok adından söz edilen yayını olan,
ömrünün kırk yılını antikomünist mücadeleyle geçirmiş ve hâlâ da o işi yapan Hanefi Avcı’nın “Haliç’te Yaşayan Simonlar”
adlı kitabında yer almaktadır, bu ihanetin
Hanefi Avcı
bir belgesi-kanıtı. Komünizme karşı mücadelede, dünyadaki tüm emperyalist casus
örgütlerinin deneyimlerini ve teknolojilerini-mücadele araç gereçlerini Türkiye’ye
getiren ve onların yaygın biçimde kullanılmasını sağlayan kişilerin en önde gelenlerindendir Hanefi Avcı. Bu Parababaları
polisi şöyle demektedir kitabında bu konuya dair:
“Mersin merkezdeki görevlerim
“Mersin’de o zamanki adıyla 1. Şube,
şimdiki adıyla Terörle Mücadele Şubesinde göreve başladım. O zamana kadar
bu şubeler, gelen yabancıları takip eder,
özellikle Mersin limanına gelen Rus
gemilerindeki Rus yolcukları, eskiden
siyasi bir olaya, gösteriye katıldığı için
fişlenen kişileri izlerdi. Ama yeni dönemde birçok ideolojik örgüt ortaya çıkmış,
büyük illerde eylemler başlamıştı. Mersin gibi illerde ise daha çok duvarlara
yazı yazma, afiş asma, Molotof atma
olayları ve gösteriler gerçekleşiyordu.
Ama bunları gerçekleştirenler kimdi, adı
duyulan çeşitli dernek ve dergiler etrafında örgütlenen bu gruplar neyin nesiydi doğru dürüst bilgimiz yoktu.
“Şubede görevli ve benden daha eski
olan başkomiserlerle Aydınlık dergisinin
belli sayılarındaki bilinmeyen sol yayınlarından faydalanarak, hangi örgütün
nerede çıktığı, hangi fraksiyonlara ayrıldığı gibi bilgileri öğrenmeye çalışıyorduk.
“Örgütleri, siyasi hareketleri, fraksiyonları öğrenmek için Emniyetin bu
konuda hazırladığı herhangi bir belge,
kaynak yoktu.
12
“İdeolojik yapıları öğrenmek için Aydınlık haricinde ikincil kaynağımız yakaladığımız örgüt mensupları veya sempazitanlarıydı. Onları sorgularken anlattıkları ile mensubu oldukları grup hakkında bilgi alıyorduk.
“Ülkede siyasi olaylar güvenliği sarsacak boyuttaydı, biz terörle mücadelenin
ekip amiriydik ama mücadele edeceğimiz grupları tanımıyorduk, haklarında
hiçbir şey bilmiyorduk. Devlet bizi 6 yıl
meslek okulunda okutmuş, bunca masraf etmiş, bunca zaman harcamıştı ama
asıl gerekli olan bilgileri bize verememişti.” (agy, s. 51-52)
insanlık dışı oyunlar, Osmanlı’ya mal edilir.
Emperyalistlerin bütün suçu Osmanlı üzerine yıkılır.
Tıpkı emperyalistlerin yaptığı gibi…
Ermeni burjuvalarının, emperyalistlerin
kışkırtma ve desteğiyle; Kürt illerinin tamamında azınlık olmalarına rağmen, ayrı, bağımsız bir Ermeni devleti kurmak için başlattıkları isyanı, “Ermenilerin anti-feodal ve
milli mücadelelerine karşı…” denilerek dolaylı bir anlatımla da olsa meşru kabul edilerek savunulur… Tıpkı bugün sizlerin yaptığı gibi…
O zamanlar, “Ermeni soykırımı” teriminin kullanımı bugünlerdeki gibi moda değildi. O nedenle Doğu Perinçek ve tayfası
da bunu kullanmıyor.
Biz, “Sason İsyanı”nın gerçek yüzünü, o
yıllarda bölgede Rus Çarlığı’nın konsolosluğunu yapan Rus General Mayevsky’nin,
Çarına olayların oluş şekli hakkında bilgi
vermek için hazırladığı ve gönderdiği Raporları’na dayanarak göstermiştik. Bu çalışmamız, gazetemizde ve konuya ilişkin
kitabımızda bulunmaktadır. Rus Generali
Mayevsky’nin Raporları’ndan oluşan kitabı
da stantlarımızda sergilenmekte, Parti şubelerimizde satılmaktadır.
Gelelim Kıbrıs Meselesi’ne:
Doğu Perinçek’in yine “Aydınlık Yayınları”ndan
çıkan 1976 basımı 119 sayfaDoğu Perinçek
lık, “Kıbrıs Meselesi” adlı bir kitabı vardır.
Yani 6 yıllık polis eğitiminde devletin
Bugün sizin savunduğunuz tezin aynısıdevrimciler hakkında veremediği bilgiyi nı işler, çok ayrıntılı olarak. Sizinkiler, Dosözüm ona sol geçinen Aydınlık altın tepsi ğu Perinçek’ten aldığınız tezleri çok yavan
içinde sunuyordu gördüğümüz gibi.
ve kuru biçimde dillendirirler, yazıp çizerDoğu Perinçek ve PDA Tayfası, Paraba- ler. D. Perinçek sizin şeflerinizden-ideologbaları devletine, CIA’ya, MİT’e, Polise et- larınızdan çok daha zeki olduğu için olduktikleri bu hizmetin ve Devrimci Kavgaya, ça süslü biçimde savunur sizin Sevrci tezleHalklarımıza yaptıkları ihanetin hesabını ri. Derin teorik temeller oluşturur onlara.
vermeye mecburdur.
Ustaları da bu saçmalıklarına malzeme olaBunun dışında bu hainler tayfası CIA rak kullanmaya kalkar. D. Perinçek çok zeSosyalizminin bütün tezlerini Türkiye’ye kidir, ama aynı oranda da siyasi namus ve
taşımıştır. O CIA ideolojisiyle doktrine ahlâk fukarasıdır. O yüzden bir türlü tutarlı
edilmiş zavallıcıklar yetiştirmiştir.
olamaz. Bir zaman çok keskin biçimde sa“Sovyet Sosyal Emperyalizmi” ve “Üç vunduğu tezlerin bir zaman sonra tam tersiDünya Teorisi”, bu tezlerin başında gelir. ne sıçrar. Onları da aynı keskinlikte, uç
Bu antimarksist tezler, deneyimsiz genç noktada savunmaya girişir. 1970’lerde,
devrimcilerin kafalarını karıştırmış, onlarda 80’lerde, 90’ın da büyük bölümünde bugün
kalıcı bilinç bulanıklığı yaratmıştır.
sizin de savunduğunuz tezlerin hemen tüBu ekip, AB-D Emperyalistlerinin sal- münü savunuyordu. O cepheyi iyice rezildırgan antikomünist askeri örgütü leştirdikten sonra, bu sefer kalktı yurtsever,
NATO’yu bile savunmuş, Türkiye’nin NA- laik, Kemalist, ulusalcı cepheye atladı, 180
TO’dan çıkmamasını, “Sovyet Sosyal Em- derecelik bir dönüş yaparak. Şimdi de orayı
peryalistleri”nin “Yeni Çarlar”ın Türkiye’yi kirletmekle meşgul…
istilasına karşı kendini bu örgüt aracılığıyla
Kıbrıs Meselesi’ne dönersek; şöyle der
savunmasını önermiştir.
D. Perinçek:
Bir CIA tezgahı olan 12 Eylül Faşist
“Kıbrıs’a yapılan silahlı müdahale,
Darbesini açıktan savunmuştur. Yurt dışın- Doğu Akdeeniz’deki kargaşalığı daha da
da, yurt içinde ve faşizmin askeri mahke- artırmıştır. İki süper devletin Orta Doğu
melerinde yani “Sıkıyönetim Mahkemele- ve Akdeniz’deki hegemonya çatışması
ri”nde. “12 Eylül harekatını savunan tek sol her geçen gün şiddetlenmektedir. Kıbrıs,
örgüt biziz” diye o mahkemelerde nutuklar Süveyş ve Orta Doğu petrolleri bakımınatmışlardır.
dan taşıdığı önem dolayısıyla bu çatışmaSonra da bu ekip, bugün sizin savundu- nın odak noktalarından birini meydana
ğunuz hemen tüm Marksizm dışı zırva tez- getirmektedir. Orta Doğu’da yeni bir salerin Türkiye’deki ilk savunucusudur. Siz, vaşın patlak vermesi ihtimali her geçen
bu zırvalamaları onlardan devraldınız.
gün büyümektedir.
Doğu Perinçek’in; “Kıvılcımlı’nın
“(…)
Burjuva Devlet ve Ordu Teorisinin Eleş“Hakim sınıflar, Kıbrıs’ı işgal etmektirisi” adlı bir kitabı var. Buradaki yazılar o le yurdumuzun başına büyük bir bela açgünkü gazete ve dergilerinde de çıkmıştır.
mışlardır. Türkiye, kargaşalığın gittikçe
Bu kitap ve diğer yayınlarındaki yazıla- merkezine doğru çekilmektedir. Orta
rında Doğu Perinçek, sizin bugün bize yö- Doğu’da iki süper devletin yarattığı karnelttiğiniz demagojik suçlamaların hemen gaşalık ve saldırı tehditleri bugün Türkitamamını Hikmet Kıvılcımlı’ya yöneltir. ye’yi her zamankinden fazla ilgilendirUsta’yı “orducu, darbeci, devletçi, şoven, mektedir.
Kemalist” olmakla suçlar.
“(…)
Ayrıca sizin, bugün savunduğunuz Er“İşgalci siyasete ve şovenizme karşı
meni ve Kıbrıs meselelerindeki tezlerinizi mücadeleyi cesaretle güçlendirmeliyiz.
de Türkiye’ye getiren Doğu Perinçek ve Türkiye hakim sınıflarının, Kıbrıs’a baavenesidir.
rış ve özgürlük götürmek perdesi altında
Bakın Ermeni Meselesi’nde ne derler:
yaptıkları ATO jandarmalığını bütün
“Osmanlı devleti, Hamidiye Alayları- halka açıklamalıyız. Bazı yurtseverler,
nı Kürtleri bölmek ve feodal parçalan- estirilen şoven hava karşısında gerçeklemayı sürdürmek için kullandı.
rin halka açıklanmasına, “sonra tecrit
“(…)
oluruz” gerekçesiyle karşı çıkmaktadır“Ermeni-Kürt çatışması yaratıldı. Er- lar. Devrimciler, her şart altında ve her
menilerin anti-feodal ve milli mücadele- türlü baskıya göğüs gererek gerçekleri ve
lerine karşı Hamidiye Alayları seferber halkın menfaatlerini savunurlar.
edildi. Kürt feodalleri Ermeni-Kürt ça“İşgalci siyasetin halkımızın menfaattışmasını kendi emelleri için körükledi- lerine ne kadar zararlı olduğu, er geç
ler. Ermenilerin mallarını gaspettiler. gün ışığına çıkacaktır ve bugünden çıkErmeni ve Kürt halkları birbirine kırdı- maktadır.” (agy, s. 86-87)
rıldı.
D. Perinçek’in kitabının her sayfası bu
“1894’te Sason talor katliamında on anlamdaki zırvalamalarla doludur. Fakat
binden fazla Ermeni, Hamidiye Alayları görüldüğü gibi D. Perinçek bu saçmalıklatarafından katledildi.” (Türkiye İhtilalci rını devrimci motiflerle süslemeyi asla ihİşçi Köylü Partisi Davası, SAVUNMA, Ay- mal etmez.
dınlık Yayınları, 1974, s. 409-410)
D. Perinçek, AB-D Emperyalistlerinin,
Bu, gerçeği tersyüz ederek ortaya koyan Kıbrıs konusunda bugünkü tezleriyle ana
satırlar şimdi sizin yayın organlarınızda düşünce bakımından tam bir uyum gösteren
tekrarladığınız satırlardır. Hem de kelimesi (Çünkü onlar da bugün Türkiye’yi Kıbrıs’ta
kelimesine değil mi?..
işgalci olarak görmektedirler ve Türk OrduBakın burada Rus Çarlık Emperyalizmi- su’nun Kıbrıs’tan derhal çekilmesini,
nin, İngiliz, Fransız, Alman ve ABD Em- KKTC’nin lağvedilmesini istemektedirler.)
peryalizminin, halkları birbirine boğazlata- tezlerini size iyice benimsettikten sonra,
rak Osmanlı’yı çökertme, parçalama ve 90’lı yılların sonlarına doğru aniden ve birpaylaşma için tezgâhladığı aşağılık, kanlı, den 180 derecelik yön değişikliği yaparak
Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010
karşı cepheye-ulusalcı güçler cephesine
zıpladı.
Şimdi Türk Ordusu’nun Ada’daki varlığının ve KKTC’nin aynı şiddette savunucusudur. “Kıbrıs’ı veren Türkiye’yi de verir”
diyen afişlemeler yapmaktadır.
Siz, D. Perinçek’le 90’lı yılların sonlarına kadar, ideolojik birlik içinde olduğunuz
için, onun geçmişte, 1980 öncesi ve sonrası
yukarıda andığımız ihanetlerini görmezlikten geldiniz. 1992 1 Mayısı’nı onun önderliğinde, rehberliğinde kutladınız, Gaziosmanpaşa Meydanı’nda. Valilik sadece ona
izin vermişti. Biz onu 1970’ten beri CIA
Sosyalizminin Türkiye’deki savunucusu
saydığımız için asla onunla birlikte iş yapmayacağımızı söyledik diğer sol gruplara.
Biz ondan ayrı kutlamalıyız, kutlarız da dedik. Somut yer gösterdik. Ama HÖC hariç
diğerleri sözümüze itibar etmediler. D. Perinçek’in yanına gideceklerini, onunla birlikte olacaklarını, dolayısıyla onun arkasına
sığınacaklarını söylediler.
HÖC de 1 Mayıs’tan bir gün önce bize
gelerek, bize verdiği sözde duramayacağını, kendisinin de D. Perinçek’in arkasına takılacağını bildirdi. Gerekçesini sorduğumuzda da aynen şöyle dedi:
“Bize karşı polisin tavrı biliyorsunuz,
çok sert oluyor…”
Bazı 1 Mayıs’larda, eline tahta tüfekler
verip tırışkadan üniformalar giydirdikleri
gençleri, kaz adımı yürütüp, “Titre Oligarşi
Parti Cephe Geliyor” diye bağırtan HÖC
hazretleri işte bize böyle dedi. Onlardan ve
bizden, bu görüşmeyi yapan Arkadaşlar halen hayattadır ve saflardadır.
Biz o 1 Mayıs’ı, Yurtiçi Kargo Direnişçileri ve Permatik Grevcileriyle birlikte İkitelli’de grev yerinde (yani Permatik’te) kutladık.
Siz, D. Perinçek’in ardına takıldınız ve
onu kürsüden konuşurken huşu içinde dinlediniz…
Şimdi söyleyin bakalım İP’çi kim?..
Yarın eski görüşlerine geri dönse –bu
onun için hiç de zor olmaz- siz yine onunla
birlik olursunuz…
Bizse; o, ben yıllarca Türkiye Solu’na
ihanet ettim, CIA Sosyalizmi yaptım, devrimci harekete ve Türkiye Halklarını karşı
ağır suçlar işledim, bağışlanmamı-beni affetmenizi diliyorum, demedikçe onunla yan
yana gelmeyiz, birlikte iş yapmayız…
Devrimci bir hat için uyarı
ve eleştiri kaçınamayacağımız
devrimci görevlerimizdendir
Bizim işte bu üç grup insanın dışında
kimseyle görülecek bir hesabımız yok.
Herkesle dost olabilirsek Yoldaş olmak
isteriz. Ama sizleri ideolojik olarak eleştirmeye, uyarmaya devam edeceğiz. Bu sizin
iyiliğiniz içindir aslında. Sizi doğru, gerçek
devrimci hatta çekmek istiyoruz.
Sizi, AB-D Emperyalistlerinin “umut
kaynağı” olmaktan çıkarmak, “Halkımızın
umut kaynağı” haline getirmek istiyoruz.
Savunduğunuz bütün tezler, sol söyleminizin dışında, AB-D Emperyalistlerinin
tezleridir. Onların “Yeni Dünya Düzenleri”nin, “BOP”larının, “Yeni Sevr Projeleri”nin tezleridir. Onların “Project Democracy” diye adlandırdıkları ideoloji kapsamına girmektedir. Bunun farkına varın, uyanın, silkinin ve o gerici bataklığı terk edin,
diyoruz.
Bakın, ilkbahar güneşi altındaki karlar
gibi günbegün erimektesiniz. Bu yolda devam ederseniz bitişiniz kaçınılmazdır.
Halkımız artık sizden her geçen gün biraz daha uzaklaşıyor. Dikkat edin, kandırarak safınıza çektiğiniz ve bize saldırttığınız
gençlerin aileleri bile sizden yaka silkiyor.
Gazi Mahallesi Halkı da, Ümraniye Halkı
da sizi istemiyor, sevmiyor. Ve bu istemezlik her geçen gün artıyor. Buna siz de tanıksınız. Sizin için deniz bitti. Tabiî çıkmaz
yolda ısrarcı olursanız…
Bizim diyeceğimiz budur.
Anlarsınız ya da anlamazsınız.
Anlarsanız çok seviniriz. Sizinle dost,
Yoldaş oluruz. Onun için çabalarız…
Eğer anlamazsanız, küçükburjuva gururunuza ve önyargılarınıza yenilirseniz?..
O zaman bizden uzak durun, bizimle uğraşmayın, bize bulaşmayın…
Lütfen!..
Biz de kendi işimize bakalım. Dünya
kadar işimiz var. Yoldaşlarımızın başını kaşıyacak zamanı yok.
AB-D Emperyalistlerinin ve yerli işbirlikçilerinin vurgun, sömürü ve talan düzenine karşı tek başımıza da olsa cepheden mücadele edelim…
Keşke dostlukla diyebilseydik!..
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
Partimize kalleşçe yeni bir saldırı düzenleyen
bütünüyle CIA Sosyalizmine kaymış ESP
Kurtuluş Partililer’den bir kez daha
hak ettiği dersi aldı
H
alkın Kurtuluş Partisi İstanbul
Sancaktepe İlçe Örgütü olarak,
03.10.2010 tarihinde saat
14:00’da, bedence aramızdan ayrılışının 39’uncu Yıldönümünde Türkiye
Devriminin Önderi Hikmet Kıvılcımlı’yı Anma Toplantısı için Sarıgazi
Meydanı’nda Hikmet Kıvılcımlı’yı tanıtan standımızı açtık.
Standımızdaki devrimci faaliyetlerimize devam ederken, kendilerini hâlâ
devrimci sanan Sevrci Soytarı Sahte
Solun aşağılık bileşeni ESP, oyununa
getirerek peşine taktığı diğer iki grubu
da (TKP-ML ve MKP) yanına alarak
saat 18:00 sularında bize gelip: “Siz
karşıdevrimcisiniz, faşistsiniz, sizi
bugün uyarıyoruz. Bundan sonra
burada stant açarsanız size müdahale edeceğiz” dedi.
Biz Kurtuluş Partililer de: “Ulan, biz
sizin gibi AB-D Emperyalizminin
ların kandırılarak tezgâhına düşenler de
bize karşı özel bir düşmanlıkları olmadığını sandığımız TKP-ML ve MKP
yandaşları imiş. Daha başkaları da var
mı şimdilik bilemiyoruz… İlerde öğreniriz elbet... Belki de “babayiğitçe” çıkar biz de vardık deyiverirler... Neyse… Geçelim.
ESP’nin, AB-D Emperyalistlerinin
ve onların casus örgütlerinin yönetimine girmiş paçavra şeflerini uyarmaya
bile gerek görmüyoruz. Onlar için hiçbir umut yoktur. Onlar, biz gerçek devrimcilere ve kandırarak tuzaklarına düşürdükleri ve böyle iblisçe oyunlarına
alet ettikleri saf gençlere karşı işledikleri suçların hesabını bir gün vereceklerdir.
Devrimcilik yaptığını sanarak bunların alçakça oyunlarının kurbanı olmuş bu saf gençleri ve bunlarla ittifak
eden diğer siyasetleri uyarıyoruz: Biz
uşaklarını çok gördük. Sizin, bugünkü
gibi bizim 5-10 katımız olmadan karşımıza çıkacak yüreğe sahip olmadığınızı çok iyi biliyoruz. Yapmayı düşündüğünüzü, hadi yapın da görelim”, dedik.
Bundan sonra kavga başladı.
Sevrci Soytarı Sahte Solcular 35 kişi civarında olmalarına, bizse onların
üçte biri kadar olmamıza rağmen onları arkalarına bakamayacak duruma getirerek kovaladık. Topukları kıçlarını
döverek kaçtılar. Biz meydanda, halkımıza bunların ABD Parababası
Soros’tan beslendiklerini Amerikan ve
Avrupa Birliği Emperyalistlerinin umudu olduklarını, Sevrci olduklarını sözlerimiz ve sloganlarımızla anlattık.
Meydanda zaman zaman Şeriatçılar
stant açtıklarında onlara müdahale edecek yüreğe sahip olmamalarına rağmen, biz gerçek devrimcilere böyle pislik etmelerinin cezasını verdik.
Bu uğurda Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın bize öğrettiği gibi: “VATA
AŞKII SÖYLEMEKTE KORKAK HALE GELMEKTESE ÖLMEK YEĞDİR” sözünü şiar edinerek mücadele ettiğimizi ve edeceğimizi duyurduk.
Programımızın son bölümü olan
slayt gösterimini de geniş halk yığınlarının katılımıyla gerçekleştirerek o
günkü eylemimizi planladığımız şekilde noktaladık. Sevrci soytarıların pisliği nedeniyle programımızda zerre kadar bir aksaklık meydana gelmesine
izin vermedik.
Edindiğimiz bilgilere göre, Partimize yönelik bu provokatif saldırının her
zamanki gibi kışkırtıcısı ve tezgâhlayıcısı, bir polis örgütü haline gelmiş olan
“Atılım” (yeni adıyla ESP) güruhu. Gene edindiğimiz bilgilere göre, bu alçak-
bu tür işlerde hiçbir zaman saldıran taraf olmadık. Bundan sonra da olmayacağız. Bu Devrimci sözüdür, halkımızın deyişiyle delikanlı sözüdür. Fakat
bize yöneltilen böylesine pis, rezil, çakal işi saldırılara kalkışanlar da her seferinde bizden hak ettikleri yanıtı alacaklardır. Bundan kuşku duyulmasın…
Biz, AB-D Emperyalistlerine ve onların işbirlikçisi olan yerli Parababalarına karşı halkımızın kurtuluş mücadelesini veriyoruz. Onların halkımız için
hayatı cehenneme çeviren bu aşağılık
vurgun, soygun ve sömürü düzenlerini
yıkacağız. Bizim mücadelemiz onlarladır.
Biz, 1920’lerde, 1968’de ne söylemişsek, hangi tezleri savunmuşsak, bugün de aynısını söylüyor ve savunuyoruz.
Mustafa Suphi ve Yoldaşları da,
Hikmet Kıvılcımlı da, Denizler ve Mahirler de aynı tezleri savunuyor. Mustafa Suphilerin Yazılarını ve Bildirilerini,
Denizlerin ve Mahirlerin Yazılarını ve
Savunmalarını önyargısızca, sadece anlamak için okuyan herkes bizim bu iddiamızın matematiksel bir kesinlikte
doğruluğunu görür.
Biz, geçmiş mücadelenin tek meşru
mirasçısıyız. Bizden önce geçenlerin
savundukları yüce davayı zafere ulaştıracağız. Türkiye’de devrim, bizim izlediğimiz yoldan giderek zafer kazanacaktır. 04.10.2010
Yeni Sevre Karşı Yaşasın İkinci
Kurtuluş Savaşı’mız!
Kahrolsun AB-D Emperyalizmi!
Halkız Haklıyız Kazanacağız!
Halkın Kurtuluş Partisi
Sancaktepe İlçe Örgütü
13
Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010
Birinci Kurtuluş Savaşı’mız ve Büyük Ekim Devrimi:
Ortak Düşmana Karşı...
Bildiğimiz gibi, Bolşevik Partisi ve Önderi Lenin’in başında bulunduğu Ekim Devrimcileri, Rus Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Federasyonu (RSSFC) yani Sovyetler Birliği,
Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın en büyük destekçisiydi.
Ekim Devrimcilerinin ve Birinci Kuvayimilliyecilerin bu süreçteki karşılıklı ilişkilerinin somut belgelerini, Stefanos Yerasimos’un “Kurtuluş Savaşı’nda Türk-Sovyet İlişkileri (1917–1923)” adlı kitabından aynen aktarıyoruz. (Belgeler birkaç sayı devam edecektir.)
BELGE 34
Çiçerin’in Türkiyeli İşçi ve Köylülere
Çağrısı(1)
13 Eylül 1919
Türkiyeli İşçi ve Köylü Yoldaşlar,
Ülkeniz her zaman bir savaş meydanı olmuştur. Sizden hep “hasta adam” diye söz
eden büyük Avrupa Devletleri, sizi iyi etmeyi
hiçbir zaman düşünmemişler, aksine bile bile
sağlıksız durumunuzun iyileşmesini istememişlerdir ve hepsi de Boğazları ele geçirmek
için sizi Avrupa kıtasından atmaya ya da en
azından kanınızı emmeye, kişiliğinizi yok etmeye, sizi köleleştirmeye uğraşmışlardır.
Aranızda anayurdunuzun Avrupa kıtasındaki yerini kendi gücüyle koruyabildiğine
inananlar varsa yanılıyorlar.
Hayır.
Avrupa kıtasındaki ancak görünüşte özgür
olan varlığınızı coğrafi konumunuz yüzünden
ve size saldıran eşkıyaların çekişmesinden
dolayı koruyabildiniz.
Çiçerin
Size egemen olmak için uğraşan büyük
devletlerin her biri, bu yolda, bu işle en az
kendisi kadar ilgilenen, diğer bir büyük devletin önüne çıkardığı engellerle karşılaşıyor
ve böylece anavatanınızın ölüm fermanı daha
uygun bir zamana erteleniyordu.
Bu zaman şimdi gelip çatmış bulunuyor.
Dünya Savaşı başladı ve egemen sınıflarınız, anavatanınızın kaderini, sizi ilk fırsatta
köleleştirmeye hevesli olan, Almanya’nın kaderine bağladılar.
Aslında, egemen sınıflarınızın Almanya
ile savaşa girmelerinin açık bir nedeni vardı:
savaştan çok zaman önce, Fransa, İngiltere ve
Rusya arasında İstanbul’un, savaşa katılmasının karşılığı olarak, Rusya’ya hediye edilmesi pazarlığı yapılmıştı.
İstanbul’un kaderi daha önce kararlaştırılmıştı.
Hatta bu pazarlıktan önce bile İstanbul sorunu, tarihi bir miras olarak, Rus Çarlarının
fetih planlarına giriyordu. Bundan daha kötüsü II. Nikola’nın tahttan indirilmesinden sonra sahte sosyalist Kerenski’nin hükümeti “İstanbul Rusya’nındır” sloganı altında savaşı
sürdürmek istemiştir.
Sovyet Rusya’nın işçi ve köylü hükümeti,
bir yandan Çarlık Rusyası diğer yandan İngiltere ve Fransa arasındaki tüm gizli anlaşmaları tüm dünyanın gözü önünde yayınlayarak,
bunları yırtıp attı ve “bundan böyle Rusya işçi ve köylü hükümetinin tüm ezilen halkların
dünyanın kapitalist sömürücülerine karşı özgürlük mücadelelerinde yardım edeceğini,
genel olarak hiçbir gizli anlaşmayı tanımadığını ve özellikle İran ve Türkiye hakkındaki
gizli anlaşmaları tanımadığını” bildirdi.
Sonunda kardeşin kardeşi vurduğu dört
yıllık savaş sona erdi ve yöneticilerinizin, çilekeş yurdunuzun kaderini, kaderine bağladıkları Almanya, kendisini İtilâf eşkıyasının
acımasız çelik pençeleri arasında buldu. Yöneticilerinizin son umudu, Almanya, parçalanmış kanlar içinde yatıyor ve büyük acılar
içinde kıvranıyor. İtilâfın soyguncu emellerinin Avrupa’daki tek rakibi, Almanya, İtilâfın
yolunda süpürülmüştür.
Küçüklü büyüklü İslam ülkelerine, köleleştirmek amacıyla el koyma yolu, İngiltere’ye
açılmıştır.
Şimdi
İran’da,
Afganistan’da, Kafkasya’da ve ülkenizde işleri keyfince yürütüyor. Hükümetinizin Boğazları İngilizlere verdiği gün, özgür bir Tür-
kiye’nin, Avrupa kıtasındaki tarihi Türk kenti
İstanbul’un ve özgür bir Osmanlı halkının sonu gelecektir.
Türkiyeli İşçi ve Köylü Yoldaşlar,
Anavatanınızın bu en tehlikeli anında kendi kendinize sordunuz mu; anavatanınız ve
sizler neden bu ağlanacak hale geldiniz? Asya’nın ve Avrupa’nın en korkusuz savaşçı
halklarından birisiniz. Hayatınız boyunca özgürlük için kanlarınızı döktünüz; çaresiz kalınca en sonunda en güçlü müstebiti, Sultan
Hamid’i, tahttan indirerek bir meşrutiyet hükümeti kurdunuz, ancak bütün bunlar bir işe
yaramadı ve bugün İngiliz boyunduruğu altında inlemektesiniz.
Bütün bunlar neden böyle oldu?
Çünkü her zaman olduğu gibi bugün de
anavatanınızın kaderini bir avuç gözü doymaz, para düşkünü adama teslim ettiniz ve
bunlar ülkenizi, ülkenizle birlikte sizi, kadınlarınızı ve çocuklarınızı, hak ve namusunuzu,
en fazla parayı veren büyük Avrupa devletine
satıyorlar ve satmaktadırlar.
Sadrazam İngiltere’den altın alırsa, ülkenin politikasını İngiltere nasıl isterse ona göre ayarlıyor.
Neden yöneticileriniz son zamanlarda
Türkiye’nin kaderini bugün harap olmuş bir
Almanya’nın kaderine bağlamışlardır?
Çünkü gene başınızda, ülkeyi İslamlığın
sahtekâr savunucusu, kendi ülkesini yıkıma
götüren, şerefsiz Wilhelm’in götürmek istediği yere götüren bir avuç adam vardı.
Böylece ülkeniz de kendiniz de her zaman
bir avuç sömürücü paşalar grubunun elinde
oyuncak oldunuz. Ve zavallı meclisiniz de aynı sömürücü paşaların pide altın, mevki, unvan, kölesi oldu.
Kurtuluşunuz nerede?
Ülkenizin ve haklarınızın iç ve dış saldırganlardan kurtuluşu sizin elinizdedir. Ne savaş sırasındaki partiniz, ne de başka bir sözde
demokrasi partisi, sizi kurtarabilir, Scheidemann’ın Sosyal-Demokrat Partisi’nin Almanya’yı Fransız ve İngiliz eşkıya-kapitalistlerinden kurtaramadığı gibi. İttihat ve İttilâf
partileriniz(2) yalnız sizi kurtaramamakla
kalmayacak, özgürlüğünüzün mezarını daha
da derinleştirecektir.
Ülkeniz aç gözlü paşalar ve ilkesiz partiler
tarafından yönetildiği sürece kurtuluşunuz
olanaksızdır.
Siz emekçiler, anavatanınızın bedeni ve
canı olduğunuzu artık kesin olarak anlamalısınız. Ülkeyi besleyen, zenginliğe kavuşturan
ve tehlike anında kanlarınızı akıtarak düşmanlara karşı savunan siz, işçiler ve köylülersiniz.
Bundan çıkan sonuç ülkenin kaderinin ellerinizde olması gerektiğidir; topraklarınızın öz
sahipleri siz olmalısınız ve siz, yalnız siz ülkenizin çıkarı için kendi yasalarınızı kendiniz koyabilirsiniz; emekçi sınıfların sefaletini düşünmek bile istemeyen, asalak sömürücüler, toprak sahibi paşalar, işadamları ve fabrikatörler,
ilkesiz ve kararsız partiler değil. Türkiyeli işçi
ve köylü yoldaşlar.
Rusyalı işçi ve köylü kardeşleriniz, Rusya’yı yabancı haydutlara, Avrupa eşkıyasına
satan bu yerli soyguncu-kan emicilerinin iğrençliğini anladıkları için hükümet yönetimini
kendi ellerine almaya karar verdiler. Ve şimdi,
yaklaşık iki yıldır, kendi hükümetleri, emekçiler hükümeti için mücadele ediyorlar. Sovyet
Rusya’da emeğin sermaye üzerindeki kesin zaferi yakındır ve emek düşmanlarının saldırılarının sonu gelmiştir.
Ama bu yeterli değildir. Dünya halklarını
köleleştirmek isteyenlere karşı, tüm dünya
emekçilerinin birliği gereklidir.
Böylece Sovyet Rusya İşçi ve Köylü Hükümeti, bütün bunları yaşayan Türkiyeli işçi ve
köylülerin, böylesine zor ve tehlikeli bir günde,
güçleri birleştirip Avrupalı soyguncuları dışarı
atmak ve ülkenin içinde mutluluklarını mutsuzluğunuzun üstünde kurmak alışkanlığında
bulunanları yıkmak ve zararsız kılmak için kardeşçe bir el uzatacağınızı umuyor.
(1) DEGRAS, Jane, “Soviet Documenst on
Foreign Policy” (Sovyet Dış Politika Belgeleri), Cilt 1, 1917-1924, Londra 1951, s. 164-167
(2) Söz konusu olan İttihat ve Terakki ile
Hürriyet ve İtilâf Partileridir.
BELGE 42
RSFSC Dışişleri Halk Komiseri’nin
Türkiye Büyük Millet Meclisi
Başkanı
Mustafa Kemal Paşa’ya Mektubu(1)
3 Haziran 1920
No. 111551
Sovyet Hükümeti, her iki milleti tehdit eden
ecnebi emperyalizme karşı ortak mücadeleye
katılma isteğinizi açıklayan ve kendisi ile düzenli ilişki kurmak isteyen yazınızı aldığını doğrulamakla şeref duyar. Başında Ankara Büyük
Millet Meclisi bulunan yeni Türk Hükümeti’nin
dış politikasının temel ilkelerini Rus Sovyet
Hükümeti, büyük bir memnunluk duyarak öğrenmiş bulunmaktadır.
Bu ilkeler şunlardır:
1) Türkiye’nin bağımsızlığının ilanı,
2) İtiraz edilmeyecek kadar Türk toprağı
olan toprakların, Türk devletine bağlanması,
3) Arabistan ve Suriye’nin birer bağımsız
devlet olarak ilanı,
4) Büyük Millet Meclisi’nce alınan karara
göre, Türkiye Ermenistanı’nın, Kürdistan’ın,
Lazistan’ın,
Batum
bölgesinin,
Doğu
Trakya’nın ve bütün Türk-Arap halklarının karma olarak yaşadıkları devlet topraklarına, kendi
kaderlerini kendi eliyle tayin etme hakkının tanınması. Sovyet Hükümeti olarak, mültecilerin
ve istekleri dışındaki sebeplerden dolayı göç etmek zorunda kalan tüm göçmenlerin de bu bölgelerde serbestçe yapılacak bir referanduma
katılabilmeleri için, bunların yerlerine geri getirilmesini doğal sayıyoruz.
5) Büyük Millet Meclisi yönetimindeki yeni
Türk devletine ait topraklarda yaşamakta olan
millî azınlıklara, Avrupa’nın en serbest hükümetlerinde milli azınlıklara tanınan tüm hakların tanınması.
6) Boğazlar sorununun çözümlenmesinin
Karadeniz’de kıyısı olan devletlerce toplanacak
konferansa sunularak görüşülmesi.
7) Ecnebi devletlerin mali kontrolüne ve kapitülasyon rejimine son verilmesi.
8) Her türlü ecnebi nüfuz alanlarının ortadan
kaldırılması.
Rus Sovyet Hükümeti, ezilen halkların kurtuluşu gibi şanlı bir davaya dayanan askerî harekâtlarınızı emperyalist hükümetlere karşı sürdürürken, Büyük Millet Meclisi’nin çalışmalarını ve bu ideallere göre davranma kararınızı
dikkate alıyor. Rus Sovyet Hükümeti, kendi kaderlerini tayin etme olanağına sahip halkların
hakları ve adil bir biçimde, bir taraftan Türkiye,
diğer taraftan Ermenistan ve İran arasında, kesin sınırların çizilmesine, diplomatik görüşmelerin, Büyük Millet Meclisi’ne yardım edeceğini umar. Rus Sovyet Hükümeti, ilgili tarafların
çağrısı üzerine her an, bu işte arabulucu görevini üstlenmeye hazırdır.
Rus Sovyet Hükümeti, Türkiye ile Rusya
arasında iyi komşuluk ilişkilerinin ve sürekli bir
dostluğun kurulması amacı ile doğrudan doğruya diplomatik ve konsolosluk ilişkilerinin kurulmasını önerir. Her halka kendi kaderini tayin
etme hakkının tanınması ilkesine sonuna kadar
bağlı olan Rus Sovyet Hükümeti, Türk milletinin bağımsızlığı ve egemenliği uğruna sürdürdüğü kahramanca mücadelesini, tüm dikkatiyle
izliyor ve Türkiye için çok zor olan bu günlerde, Türk ve Rus Halkını birleştirecek bir dostluğun sağlam temelini kurabilmekten büyük bir
mutluluk duyuyor.
Sayın Büyük Millet Meclisi Başkanı!
Yukarıdaki konuları bilgilerinize sunarken,
İşçi-Köylü Federatif Cumhuriyeti halkı adına,
bağımsızlık için mücadele eden Türk uluslarına
başarı dileğinde bulunmakla şeref duyarım.
Dışişleri Halk Komiseri Çiçerin
(1) “Dokumenti Vneşney...”, Cilt 2. Belge
372. Türkçesi: KARABEKİR. K., İstiklâl Harbimiz, s. 735.
BELGE 52
Ahmet Muhtar Bey’den
G. V. Çiçerin’e(1)
22 Ekim 1920(2)
Sayın Komiser
Bu ayın 6’sındaki telgrafımıza ek olarak,
Erivan Hükümeti tarafından gerçeklerin sürekli olarak çarpıtılmasına ve bize karşı yaydığı iftiralara cevap vermek amacıyla Ermenilere karşı harekâtımızın nedenlerini yeniden
açıklamak gereğini duyuyoruz.
Taşnaklar, Batılı bağlaşıklarının zaferinden bu yana ve en küçük bir nedenin var olmamasına rağmen egemenlikleri altında bulunan İslam halka karşı düzenli bir yok etme
politikasına girişmişlerdir. Geçen 24 Haziran’dan bu yana, Zengi Basar (Zengizor?),
Şuha (Şuşa?), Koleb küçük şûra hükümetlerine(3) karşı sürekli saldırılara girişerek onları
yok ettiler, Rus Sovyet Hükümeti Taşnakların
bu arada giriştikleri korkunç vahşetin bilincindedir. Nahcivan’da bulunan Kızılordu
müfrezesi Ermeni sürülerinin önünden kaçan
çok sayıda göçmenin perişanlığına tanık olmuştur.
Düşmanlarımız aynı marifetleri Doğu illerimizin halkına karşı da uygulamak ve bu
amaca ulaşmak için ileri hatlarımıza saldırmaya başlayınca, onlara boşuna barış çağrısında bulunduk. Bize, Sevr Anlaşmasını imzaladıklarına göre, onun uygulanması için ellerinden geleni yapacaklarını söylediler ve
hemen sonra, Ermenilerin, Yunan saldırılarından faydalanarak ve onlara bağlı olarak, tüm
dünyayı bir oldubitti ile karşı karşıya bırakmak ve başarı durumunda, Fırat ve Dicle vadilerinin ötesinden, Mezopotamya’daki İngiliz birliklerinin güç durumunu(4) bir an önce
düzeltebilmek için onlara el uzatmak amacıyla dört Doğu ilimize el koymak istedikleri
bizce açıkça anlaşıldı. Kuzey Mezopotamya’ya kadar uzanan bir İngiliz mandasına karşı İngiliz parlamentosunda meydana gelen tek
ciddi muhalefetin Asquith’çi liberaller(5) tarafından sürdürüldüğünü ve bunların başlıca
kanıtlarının bu bölgeyi Karadeniz’e kadar
uzanmadan elde tutmanın olanaksızlığından
kaynaklandığını
düşünürsek,
İngiliz
Emperyalizminin kuklası olan Taşnakların,
Batı Anadolu’da bir yeni İngiliz-Yunan saldırısı ya da kıyılarımızdaki bir çıkartma gibi
uygun bir fırsatı kollayıp, karanlık emellerini
eyleme geçirmelerine göz yummakla, Doğu’nun tüm ezilen halklarının davasını ne büyük bir tehlike ile karşı karşıya bıraktığımız
anlaşılıyor.
Öte yandan, General Denikin’in zaferinin
sonuç olarak Ermeni bağımsızlığını tehlikeye
düşüreceği apaçık iken, Taşnakların bu maceracıya gösterdikleri sınırsız destek, Ermenistan’ın bugünkü efendilerinin, İngiliz politikasının ne denli uşağı olduklarını gösterir.
Batı Emperyalistlerinin bizi tümüyle güçsüz sandıkları bir anda Kafkas cephesindeki
ileri harekâtımız ve Batı cephesindeki kararlı
direnişimiz, 1919’da, kurduğu birinci hükümetin ilk günlerinde, ülkemizde İngiliz denetimini kabul eden ve halifeliğin manevi etkisini Londra kabinesinin emrine veren Damat
Ferit Paşa Hükümeti’nin İstanbul’da devrilmesine yol açmıştır.
Türkiye’nin, ordularının ve tüm halkının
kahramanlığıyla, İngiliz Emperyalizmini, geçen 16 Mart darbesiyle(6) hiç çekinmeden devirdiği adamların yeniden İstanbul Hükümeti’ne alınmalarına katlanacak derecede küçük
düşürdüğü bir anda ve Ermenilerin birliklerimize karşı hazırladıkları son umutsuz saldırıyı püskürtmeden önce, Rusya’daki dostlarımıza, ezilen kardeşlerimizin kurtarılışını
amaçlayan kutsal davaya ödün vermez bağlılığımızın güvencesini tekrarlar, ortak direnişimizi bozmak amacıyla İstanbul’da girişilmiş
olan son manevralarla İngiliz diplomasisinin
tezgâhladığı bu karanlık oyunların sonuçsuz
kalacağına inanmalarını dileriz.
Taşnaklara karşı mücadelemizde Rus Sovyet Cumhuriyeti’nin kayıtsız manevi desteğine erişeceğimizi umar, İngilizlerin kiralık yayın organlarının tüm dünyaya yaydıkları ve
saldırgan Ermenileri suçsuz kurbanlar gibi
göstererek, varlığımızı ve barışsever Türk ve
Ermeni halklarının güvenliğini Taşnak çetelerinin kıyımlarına karşı savunan, bizi Kafkaslarda yeniden alevlenen savaşın sorumlusu
olarak göstermek isteyen, kasıtlı haberlerine
karşı Rus basınında savunulacağımızı bekleriz.
Bu umutla, sayın komiser, saygılarımı kabul etmenizi dilerim.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti
Dışişleri Halk Komiseri
Ahmet Muhtar
(1) “Echos de 1” İslam” Gazetesi. Sayı 21,
1 Şubat 1921.
(2) Yukarıda adı geçen gazetede yayınlanan bu belge tarihsizdir, ancak içeriği (21
Ekim’de kurulan Tevfik Paşa Hükümeti’nden
söz etmesi ve 22 Ekimde Bekir Sami Beye
gönderilen talimatla aynı konulara değinmesi
gibi) bu tarihte yazılmış olması gerekliğini
gösterir.
(3) Mondros Bırakışmasından sonra gerek
Elviye-i Selâse’de gerekse Türk ve Ermeni
halklarının karışık yaşadığı Nahcivan gibi
bölgelerde Anadolu hareketi tarafından desteklenen meclis (şûra)lere dayanan küçük hü-
kümetler kurulmuştu.
(4) 1920 Ağustos’unda Irak’ın Arap kabileleri arasında patlak veren bir ayaklanma İngiliz birliklerini güç duruma sokmuş Ankara
Hükümetiyle uzlaşma eğilimlerinin bir nedenini oluşturmuştur.
(5) Herbert Asquith, kendisi gibi liberal
olan Lloyd George’dan önce İngiltere Başbakanı idi.
(6) 16 Mart 1920’de İngilizler İstanbul’u
işgal ederek Anadolu’ya yakın Salih Paşa Hükümeti’ni devirirler.
BELGE 53
Mustafa Kemal Paşa’dan
G. V. Çiçerin’e(1)
22 Ekim 1920(2)
Sayın Komiser,
Türkiye’deki heyetinizin kâtibi tarafından
bana iletilmiş olan 2 Haziran 1920 tarihli
mektubunuzu(3) aldığımı doğrular, Batılı
Emperyalistlerin ittifakına karşı giriştiğimiz
savaş konusundaki içten görüşlerinize candan
teşekkür etmekle şeref duyarım.
Kendi zincirlerini kırmakla yetinmeyip,
dünyanın kurtuluşu için iki yıldan fazla süren,
benzeri olmayan bir savaşı sürdüren ve sömürünün sonsuza dek yeryüzünden silinmesi uğruna, büyük bir istek ve heyecanla, seve seve,
duyulmamış acılara katlanan Rus milletine
karşı Türk milletinin duyduğu hayranlığı size
anlatabilmek, bana çok büyük bir kıvanç vermektedir.
Rus milletinin insanlığın kurtuluşu için
katlandığı fedakârlığın büyüklüğünü, milletimiz layıkıyla değerlendirmektedir. Çünkü
milletimiz de, Avrupalı emperyalistlerin göz
diktikleri Müslüman memleketlerin yardımına koşarak, yüzyıllar boyunca Avrupalı emperyalistlere karşı savaşmıştır. Bir yandan
Batılı emekçiler, diğer yandan ise Asya ve
Afrika’nın sömürülen milletleri, uluslararası
kapitalin, emekçilerin birbirlerini yok etmeleri ve efendilerine en fazla çıkarı sağlamaları,
sömürülmeleri için kullanıldığını anlayacakları ve dünya yığınlarının yüreklerinde ve
akıllarında, sömürge politikasının bir cinayet
olduğu gerçeğinin yerleşeceği gün, burjuvazi
iktidarı yıkılacaktır. Buna kesin olarak inanıyorum ve bu inancıma tüm vatandaşlarımız
katılmaktadır.
Bir yandan RSFSC’nin Avrupa emekçi
çevrelerindeki üstün manevi yetkisinin ve öte
yandan da Müslüman dünyasının Türk milletine karşı duyduğu sevginin, bugüne kadar sabır ve bilgisizliklerinden ileri gelen bir kadercilikle Batı emperyalizmini destekleyenlerin
sıkı işbirliğimiz çerçevesinde emperyalizme
karşı birleşeceklerine kuvvetle inanıyoruz.
Enderin saygılarımın kabul edilmesini dilerim, sayın Komiser.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı
Mustafa Kemal
(1) “Dokumenti Vneşney...”, Cilt III.
Belge 2’ye ek. Türkçesi için bk. ATAÖV,
Türkkaya, Atatürk ve Lenin Arasındaki
Yazışmalar”, “Vatan”, 24 Mayıs 1976.
(2) Bu belgenin tarihi “SSCB Dış Politika
Belgeleri” isimli Rusça yayında 29 Kasım
olarak gösterilmiştir. Ancak Rus arşivlerinde
bulunan Fransızca aslında 22 Ekim 1920 tarihiyle Ali Rıza imzası ve bir Türkçe mühür
vardır. Ali Rıza Bey’in o tarihte Trabzon’daki
3’üncü Fırkanın kumandan vekilliğine atanmış olduğuna göre ve Moskova’ya gönderilen
yazıların o tarihlerde Ankara’dan Trabzon’a
tellenerek orada yazıya geçirildikten sonra
Fırkanın mührü ile mühürlendiğine göre bu
mektubun en geç 22 Ekim’de yazılmış olduğu anlaşılır. Bu tarihten sonra Tuapse’ye gönderilen bu mektup her nedense orada bir
aydan fazla beklemiş ve oraya uğrayan Lazistan milletvekili Osman Bey tarafından 29
Kasım’da Moskova’ya tellenmiştir. Osman
Bey telgrafında aslını ekspres posta ile gönderdiğini de eklemiştir. Bk. KHEİFETS, A.
N., “Sovyetskaya Rossiya...”, s. 136
(3) Bk. Belge 45. Burada sözü edilen elçilik kâtibi Y. Y. Upmal-Angarski Ankara’ya 4
Ekim’de varlığına göre, bu mektubun Mustafa Kemal’in eline cevabın yazılmasından
epey bir zaman önce geçmiş olması gerekir.
14
İ
Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010
Anadilde Eğitim Sorunu
Sınıflarüstü tartışılamaz ve savunulamaz
İnsanın Evrim Süreci ve Dil
nsan dili ile üretimin iç içe olduğunu insanın evrim süreci ve insanlık tarihi ikircikliğe yer bırakmasızın ortaya koymaktadır. Engels Usta, “Maymundan İnsana
Geçişte Emeğin Payı” adlı eserinde, üretim ve dil ilişkisini, insanın evrim süreci bakımından çok çarpıcı bir biçimde ortaya
koymaktadır. Şöyle başlar Usta: “insanın
kendisini emek yarattı” ve devam eder:
“Kıllı atalarımız arasında dik yürüyüş önce kural ve ardından, sonunda bir
zorunluk olduysa, o arada, çeşitli başka
görevlerin ellere geçmek gerekmesi usa
uygundur...
“Maymundan insana geçişin birçok
bin yılı boyunca atalarımızın ellerini
uyarlamayı giderek öğrendikleri ilk işlemler ancak çok basit olabilirlerdi. İlk
çakmak taşına insan, elleriyle bir bıçak
biçimi verilebilmeden önce belki de geçmiş bir zaman dönemine oranla bildiğimiz tarihsel dönem bize önemsiz görünür. Ama kesin adım atılmış, el özgür
kalmış ve ondan sonra gittikçe daha büyük beceri kazanmıştır; böylece edinilen
esneklik soyaçekilip kuşaktan kuşağa artırılmıştır.
“itekim el yalnız emek organı değildir, aynı zamanda emek ürünüdür.
Emek, durmadan yeni işlemlere uyarlanma, kasların, bağların ve uzun zaman
dönemleri boyunca özel gelişim geçirmiş
kemiklerin soyaçekimi ve soyaçekilen bu
inceliğin yeni ve gittikçe daha karmaşık
F. Engels
işlemlerde durmadan yenilenen kullanımı, insan eline bir Raphael’in resimlerinin, bir Thorwaldsen’in yontularının, bir
Paganini’nin müziğinin ortaya konması
için gereken yüksek yetkinliği verdi.”
(Friedrich Engels, Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Payı, Çev. Öner Ünaltan, Başak Yayınları, 1989 s. 5-6)
Engels Usta, dik durmanın, ellerin serbest kalmasının ve dolayısıyla elin üretim
için daha yetkin olarak kullanılabilmesinin,
insanın evrim sürecinde diğer başka gelişimlerini de yani insanı insan yapan özelliklerin kazanılmasını da nasıl etkilediğini
şöyle dile getirir:
“İnsan elinin giderek artan yetkinleşmesi ve ayakların dik yürümeye yeterli
uyarlanması, hiç kuşkusuz, böyle karşılıklı ilişkiden ötürü, organizmanın başka
parçalarına karşı-etki yaptı.
“Elin, organizmanın artakalanına
doğrudan, gösterilebilir etkisi çok daha
önemlidir. Doğaya egemenlik elin gelişmesiyle, emekle başladı ve yeni her ilerlemeyle insanın ufkunu genişletti. İnsan,
sürekli olarak, doğal nesnelerde yeni, o
güne değin bilinmedik özellikler ortaya
çıkarıyordu. Öte yandan, emek gelişimi
dayanışma ve ortak etkinlik örneklerini
artırmakla, bu ortak etkinliğin her bireye yararını açıkça göstermekle, toplum
üyelerinin birbirlerine daha çok yakınlaşmalarına zorunlu olarak yardım etti.
Kısacası, oluşmaktaki insanlar, birbirlerine söyleyecek bir şeyleri olduğu noktaya
ulaştılar. Zorunluk organı (konuşma aygıtını - Kurtuluş Yolu) yarattı.” (agy, s. 7)
Emeğin yani üretimin insanoğlunun konuşma ve toplumsallaşma sürecinde ne
denli kaçınılmaz bir rol oynadığını yine Engels Usta’dan okumaya devam edelim:
“Önce emek, onun ardından ve dolayısıyla onunla birlikte konuşma, bunlar,
etkileri altında, maymun beyninin, bü-
tün benzerliğine karşın çok daha büyük
ve çok daha yetkin olan insan beynine giderek dönüştüğü en köklü iki uyarıdır.
Beynin en doğrudan araçlarının -duyuların- gelişimi onun gelişimiyle el ele ilerledi. Konuşma yetisinin giderek gelişmesi,
kaçınılmaz olarak, işitme organında buna uygun bir incelmeyle birlikte oldu...
“Beynin ve ona hizmet eden duyuların gelişmesinin, artan bilinç duruluğunun, soyutlama ve yargılama gücünün
emek ve konuşma yetisi üzerindeki karşı
etkisi, giderek emeğe, gerek konuşma yetisine daha çok gelişmeleri için durmadan yenilenen iki itki (impulse) verdi...
Bu artan gelişme, bir yandan kuvvetle
ileri itildi ve öte yandan, iyice palazlanmış insanın görünmesiyle birlikte ortaya
çıkan yeni bir öge, yani, toplum ile daha
belirli yönlere doğrultuldu.” (agy, s. 8-9)
Günümüzde bilimdeki (özellikle de biyoloji, antropoloji, arkeoloji, psikoloji ve
dilbilim) yeni bulgular ve gelişmeler, Engels Usta’nın değindiğimiz görüşlerinin
özündeki değerinden herhangi bir şey yitirtmezken, doğal olarak o dönemde açıklanamayan insanın evrim süreci ve dil ilişkisindeki pek çok bilinmeze de ışık tutmaya başlamıştır.
Örneğin, Evrim ile ilgili farklı kuramlar
olmasına karşın güncel olarak ağırlığını koruyan iki kuramdan söz edilebilir: Afrika’dan Çıkış Kuramı ve Çokmerkezli
Kuram. Afrika’dan Çıkış Kuramı, bugünkü insanın ilkin Afrika’da ortaya çıktıktan
sonra Eskidünya’nın her tarafına yayıldığını savunan, temelde fosil buluntulara dayalı Evrim Kuramıdır. Çokmerkezli Evrim
Kuramı ise bugünkü insanın Eskidünya’nın
her yanında aşağı yukarı eş zamanlı olarak
evrimleştiğini fosil bulgulara dayalı olarak
savunan kuramdır (Lewin, 2004). Kuramların savları farklı olmasına karşın, her iki kuram da günümüz insanının ortak atadan evrimleştiklerini ortaya koymaktadır.
Afrika insansı maymunlarıyla insan, insansı (hominid) grubunun hem başlangıcı
hem de sonu olarak görülebilir. İlkin, insan
bugünkü Afrika insansı maymunlarının atası olmadığı gibi, onlar da bizim atamız değildir. İnsan da, Afrika insansı maymunları
da (her birinin soyunun kendisinden evrimleşerek ayrışmış olması gereken) ortak bir
atadan gelmişlerdir. Ancak, çok eksik fosil
belgelere dayalı olarak çıkarabildiğimiz sonuca göre, Afrika insansı maymunlarının,
el parmaklarının dışına dayanarak (setikleyerek) yürümelerinin belki de özel bir amaca yönelik bir uyarlama olmasına karşın,
bunlar insansı maymunlar dünyasına bir örnek olarak ele alınabilirler. İkincisi, insansı
grubun günümüzdeki temsilcisi -Homo Sapiens- evrimsel değişikliklerin yöneldiği
son ürün olarak düşünülmemelidir. Tüm insansı morfolojik özelliklerin tutarlı biçimde, modern insanda görülenler doğrultusunda değişmiş olması elbette söz konusu değildir. Bu iki uyarıyı gözden ırak tutmadan,
“insansı maymunluk” olgusuyla “insanlık”
olgusunu, duruş, genel vücut oranları, diş
yapısı ve beyin hacmi bakımlarından karşılaştırmada yararlanabileceğimiz bir anahtar
işlevini görecek kimi değişikliklere ilişkin
çok kaba ölçütler biçiminde kullanarak, insansıların uyum sağlama olgusunu incelemek mümkündür (Roger Lewin, Modern
İnsanın Kökeni, Çev. Nazım Özüaydın,
TÜBİTAK Yayınları, 2004, s. 18-19)
Moleküler antropoloji alanında 1960’lı
yıllarda etkili olan gelişmelerle birlikte,
modern insanın kökeni konusunda yeni bulgular ortaya kondu. Yine Lewin’den aktarmaya devam edelim:
“Deneylerinde genetik yakınlığı ölçmek amacıyla Goodman, insansı maymunlarla insanlardan alınan kan örneklerindeki protein albüminlerine antikor
yanıtının gücüne dayalı yetkin bir sınama yöntemi kullanmıştır. Buna göre, bu
iki türe ait albümin yapısı aynı ise, yanıtın gücünün de aynı olması gerekirdi. Bu
proteinin yapısı diğerinden ne denli farklı olursa bu yanıtın gücündeki farklılık
da o denli büyük olurdu. Bu testlerin altında yatan varsayıma göre, protein yapısındaki benzerlikler genetik yatkınlığı,
farklılıklarsa genetik uzaklığı belirlemektedir...
“Goodman’ın kalıtım materyalinin
özüne çok yaklaşan serum proteinleri
karşılaştırarak elde ettiği sonuçlarla bir-
likte moleküler antropoloji bilimi gerçek
anlamıyla doğmuş, dolayısıyla, Darwin
kuramı da yeniden işlerlik kazanmış oluyordu. Böylelikle insanın en yakın atası
konusunda antropologlar arasında çoktandır süregelen tartışmalar da böylece
açıklığa kavuşmuştu: İnsanın atası şempanze değil, insanın yanı sıra şempanzelerle gorillerin de ortak atası olan değişik
bir tür kuyruksuz insansı maymundu...
“Bu durumda gerek vücut yapısı, gerekse zaman bağlamında Homo Sapiens’lere “başlangıç”ın genel çerçevesi çizilmiş oluyor. Yaklaşık 7.5 milyon yıl önce orman örtüsünün seyrelmesine bağlı
olarak değişen çevresel koşulların baskısı altında ortaya çıkan insansı maymun
benzeri bir yaratık iki ayak üstünde yürüme yetisi diyebileceğimiz yeni bir devinim geliştirdi” (Roger Lewin, agy, s. 2026)
İnsansıların geliştirdiği en önemli evrimsel yeniliğin, bu grubun özelliğini oluşturan iki ayak üzerinde devinebilmedir. Bu
da yukarıda değinildiği gibi, besin sağlama
biçimimin çevresel koşulların (Coğrafya
Üretici Gücünün) etkisiyle değişmesi sonucu oluştur.
“10 milyon yıl önce Doğu Afrika’da
ormanların seyrekleşmesinin insansı
maymunların alışkın oldukları yaşam
çevresini bozması sonucu, besin sağlamaya elverişli alanlar birbirinden uzaklaştığından, doğal seçilim ya da ayıklanmanın gereği, bu alanlar arasında gidip gelmeye elverişli bir devinim biçimi gelişecekti” demektedir Lewin. (agy, s. 28)
Demek oluyor ki, dik durma bile insanın
evrim serüveninde çevresel koşulların değişmesiyle birlikte, onun yarın hayatta kalmasını olanaklı kılacak enerjiyi sağlamak
için gerekli olan üretim (besin bulma) koşullarına uyum sürecinden başka bir şey değildir. Dik durma, atalarımızın anatomisinde önemli değişikliklere yol açarken, Engels Usta’nın da belirttiği gibi, ellerin de
serbest kalmasını sağlayarak onları üretmeye daha elverişli bir yapıya kavuşturmuştur.
“Homo soyçizgisinde zihinsel yetilerin
gizil gelişimini sağlayan davranış biçimlerinin biri de, üreme ve beslenmeyle ilgili etkinlikleri kapsayan toplumsal gelişmişlik olgusudur. Homo’nun ortaya çıkmasıyla oluşan yeni unsur, diş yapısı, taş
araçlar yapımı ve arkeolojik kazı alanlarında bulunan hayvan kemiklerinden bir
ölçüde anlaşıldığı kadarıyla, beslenme
olgusunun eti de kapsayacak biçimde genişlemesiydi... Avlanma ve bitkisel besinler toplama Homo sapiens’lerin başlıca
beslenme biçimiydi; bu durum 10 bin yıl
önce besin üretme yöntemlerinin benimsenip geliştirilmesine dek sürmüştür.”
(agy, s. 42-43)
Evrim sürecinin ürünü olarak gerçekleşen dik durma, zaman içinde insan anatomisinde önemli değişikliklere yol açmıştır.
Bu anatomik değişimler içerisinde İnsanı
insan yapan en önemli özellik olan konuşmayı gerçekleştirebileceği konuşma aygıtı
organları da yer almaktadır.
Dil-Düşünce ve Dil-Kültür
İlişkisi
Dil, insanın ayrıcalık belgesi olmuştur.
İnsanı insan yapan, onu diğer canlılardan
ayıran konuşabilmesi olmuştur. İnsana böyle bir olanak sunan dil, toplumsal yaşam
içinde iki temel işlev üstlenmiştir. Bu işlevlerden birincisi, birey ile dünya arasındaki ilişkileri düzenlemektir. Dil sayesinde
insanoğlu içinde yaşadığı dünyayı tanımlayabilme ve onunla baş edebilme olanağı
bulmuş, dil sayesinde daha üretici ve yaratıcı olmuştur. Varlıkları adlandırmak, onları kavrayabilme, tanımlayabilme, bilinmezlikten kurtarabilme olanağı sunmuştur
insanoğluna. Dil, birey ile dünya arasındaki
ilişkilerin düzenlenmesine yalnızca adlandırmalar yoluyla yardımcı olmuyor tabiî
ki. O, adlandırdığımız varlıkların durumlarını, hareketlerini, zaman ve mekanla ilişkilendirme olanağı da sağlıyor. Kısacası dil,
bireyin dışında var olan gerçekliğin algılanmasına, yorumlanmasına, aktarılmasına ve
bu gerçeklikle başa çıkılmasına olanak
sağlıyor.
Dilin ikinci temel işlevi ise insanoğluna,
kendi dışındaki bireyler ile ilişkilerini
düzenleyebilme olanağı sağlamasıdır. Bilindiği gibi, doğa ile başa çıkabilmek için,
yaşamsal gereksinimleri karşılayabilmek
için insanların işbirliği zorunludur. Dil bir
yandan insan emeğinin bir ürünü olmuş; ama bir kez de ortaya çıktıktan sonra, birlikte üretmek için, yaşamı başkalarıyla paylaşmak için, işbirliği yapmak için kaçınılmaz
olmuştur. Bu işbirliği süreci İnsanoğlunun
edindiği bilgileri, deneyimlerini, duygu ve
düşüncelerini, isteklerini başkalarına aktarabilmesini zorunlu kılmış ve bu aktarımın,
paylaşımın en etkili aracı da dil olmuştur.
Dil, insanın toplumsallaşma sürecine hizmet ederken, aynı zamanda topluluk üyelerini bir arada tutan temel bağları da oluşturmuştur.
Özetlersek, dil sayesinde insanoğlu,
içinde bulunduğu evreni, gerçekliği algılayabilme, tanımlayabilme, yorumlayabilme ve değiştirebilme olanağı bulmuştur.
Böylelikle, dil düşünmeyi, düşünme de dili
geliştirmiştir.
Dil ve düşünce arasında nasıl bir ilişki
olduğu Antik Yunan’dan başlayarak
günümüze değin birçok düşünür tarafından
sorgulanmıştır. Bazı düşünür ve dilbilimciler, dil ve düşüncenin birbirinden bağımsız
iki ayrı işlevi olduğunu dile getirirken,
bazıları da dil ve düşünceyi birlikte oluşmuş ve birbirlerinden ayrılamaz işlevler olarak görmektedirler. Örneğin, Fransız dilbilimci Martinet, örgütlenmiş bir düşüncenin ancak dil ile var olabileceğini dile getirmektedir (Doğan Aksan, agy, s. 54).
Vygotsky ise bu ilişkiyi şöyle dile getirmektedir:
“Düşünce ile sözcük arasındaki ilişki,
yaşayan bir süreçtir, düşünce sözcükler
Doğan Aksan
onların yaşayış biçimleri hakkında önemli
bilgiler sunar. Yine Aksan’dan alıntılayalım:
“Adın bir başarıya, bir kahramanlığa
dayanması, Türklerde çok eski bir geleneği belirtmektedir: Çocuk bir kahramanlık gösterinceye değin adsız sayılmakta, ilk başarı ya da kahramanlığından sonra kendisine, bununla ilgili bir ad
konmaktadır. Oğuz Kağan Destanına göre Uruz Bey’in oğlu, babasının kendisine
saklamasını buyurduğu şeyi iyi saklayıp,
Oğuz kağan’a teslim ettiği için Kağan ona Saklap adını vermiştir. Yine Kağan’ın
Buz dağına kaçan atını kurtarıp getiren
beye, üstü başı karlı olduğu için Karluk
adının verildiği yazılıdır.” (Doğan Aksan,
Her Yönüyle Dil Ana Çizgileriyle Dilbilim,
TDK Yayınları, 1998, III. Cilt, s. 119)
Bilindiği gibi çocuğun adının onun bir
kahramanlığına, toplum yararına olacak
biçimde yaptığı önemli bir işe dayandırılması İlkel Komünal Toplum geleneğidir.
Aynı durum Kızılderili kabileleri için de
geçerli olmuştur.
Dil ve kültür ilişkisini ortaya koyacak
örnekleri çoğaltmak mümkün. Türklerin akrabalık ilişkilerine verdiği önemi Türkçenin sözvarlığında akrabalık ilişkilerine yönelik sözcüklerin çeşitliliğinde bulmak
mümkündür: hala, amca, dayı, teyze, yenge, kayınbirader, baldız, enişte, elti, görümce, vb. Bir başka dilde, örneğin İngilizcede
bu ilişkileri yansıtan sözcüklerin bu kadar
çok olmadığı, ayrı kavramlar olarak bulunmadığı görülecektir.
Medeniyet-Sınıflı Toplumlar
ve Dilde egemenlik İlişkilerinin
aracılığıyla dünyaya gelir. Düşünceden
Rolü
L. V. Vygotsky
yoksun bir sözcük ölüdür, sözcüklerle cisimlenmeyen bir düşünce, bir gölgeden ibaret kalır... Sözcükler yalnızca düşüncenin gelişmesinde değil, bir bütün olarak
bilincin tarihsel büyümesinde de merkezi bir rol oynarlar.” (L. V. Vygotsky, Düşünce ve Dil, Çev. S. Koray, Topumsal Dönüşüm Yayınları, 1998 s. 216)
Sonuç olarak, dil ve düşünce arasında
son derece diyalektik bir ilişki vardır.
Dil ile kültür arasındaki ilişkiye gelince,
ulusların, halkların dilleri hem onların
kültürlerinin bir parçası, hem de kültürlerinin aktarıcısıdır. Dil kültürü hem kurar,
hem de geliştirir. Toplumların kültürleri de,
yaşayış biçimleri de dillerinde yansımalarını bulur. Bugün yalnızca dil incelemeleriyle bile, bir toplumun yaşayış biçimi
hakkında çok önemli bilgiler elde edebiliyoruz. Dil, toplum biçimlerinin gelişimine
tanıklık eder ve onları aktarır. Kullanılan
sözcükler, deyimler, atasözleri, vb. toplumun yaşayış biçimi, inançları, düşünceleri
hakkında çok önemli kanıtlar sunar. Konuyu Aksan’dan örnekleyelim:
“Bir dildeki kavramlar, çeşitli atasözleri, deyimler, kalıplaşmış sözler incelenir, ilgili oldukları kavram alanlarına göre öbekleştirilirse, kimi alanlardaki ögelerin kabarık olduğu, öbürlerine oranla
fazlalık gösterdiği göze çarpar.
“Örneğin, dilimizin ve edebiyatımızın
en eski ürünleri olan Köktürk yazıtlarında en çok geçen kavramlar bodun ‘kavim, ulus, halk’, kagan ‘kağan’, sü ‘asker, ordu’, şülemek ‘asker göndermek’,
sünüş ‘çarpışma, savaş’, sünüşmek
‘çarpışmak, savaşmak’, yağı ‘düşman’
gibi kavramlardır ki, bunlar Türklerin o
çağdaki, savaşlarla dolu, hareketli
yaşayışının (Barbar Toplum özelliklerinin
– Kurtuluş Yolu) aynasıdır.” (Doğan Aksan, Her Yönüyle Dil Ana Çizgileriyle Dilbilim, TDK Yayınları, 1998,I cilt, s. 65-66)
Toplumların ad verme gelenekleri de
Yine aynı biçimde, egemenlik ilişkileri
ile sınıf ilişki ve çelişkileri de dilde yansımalarını bulur. Konuyu açıklığa kavuşturmak için Kıvılcımlı Usta’nın “Türkçenin
Üreme Yolları ve Dil Devrimciliğimiz”
adlı eserinden bir alıntıyla devam edelim:
“Atalarımız Horasan Erleri, Acem
kapılarından Arap-İslam Medeniyetine
girdikleri için, Anadolu Selçukluları Bilim Dilinde Arapçaya Edebiyat dilinde
Farsçaya kapıldılar. Bu dışarıdan
(halkın dışından) ve yukarıdan (yabancı
medeniyetle temas eden halkın üst tabakalarından) gelme etki ister istemez iğreti kaldı. Türk akınları Anadoluda yerleşir yerleşmez, Türk dili de aşağıdan ve
kendiliğinden Anadolu yığınlarına mal
edildi.
“Selçuklular
yıkılırken,
Türk
kültüründe Kırşehir Üçüzleri öne geçtiler:
“1- Hacı Bektaş; köy çalışkanlarının
teşkilatı,
“2- Ahi Evren; kent çalışkanlarının
teşkilatı,
“3- Aşık Beşe; aydın ülkücüler adına
el ele verdiler.
“Bu üç ülkücünün taşıdıkları bayrak
BİRLİK idi. Onların baş tuttukları
akım, Türkçeyi halk birliğinin RUHU
yaptı. Bu ruhla Selçuk yıkıntılarının
üstünde yepyeni bir yapı kuran Osmanlılık, ister istemez Türkçeyi resmî dil
yaptı. Birliği derleyen Osmanoğulları,
yıktıkları İslam ve Hıristiyan derebeyiliklerinin medeniyetine kul olmayacak
kertede güçlü idiler. Başka dil bilmeyişlerinden utanmayacak ve başka dil kullanmak zorunda kalmayacak ölçüde, çevrelerinde, Türkçe konuşan halkta dayanak
buldular.
“Bu Tarihsel ve Sosyal Durumda,
Türkçenin tutunmaması olamazdı.
İlk Osmanlılık, anadan doğma ilkel
15
Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010
halkçı, Türkü de Türkçeyi de üstün getirdi.
“Sonra Osmanlı’nın ilkel göçebe demokrasisi de derebeyileştikçe, Türkçe de
soysuzlaştı. Üst sınıflar, Türkiye Halkından koptukları ölçüde, Türkçeyi aşağı ve
kötü dil yerine koydular. Türkleri,
“Etrak’i bî idrak” (anlayışsız Türkler)
diye horlamaya dek cüret bulan Arapça;
Medrese, Acemce; Divan sözcüleri, kendileri nasıl halka yad düşerek yükseldilerse, tıpkı öyle, Türkçeye yad düşen ve
yukarıdan bakan bir uyduruk dil icat ettiler. ” (Hikmet Kıvılcımlı, Türkçenin Üreme Yolları ve Dil Devrimciliğimiz, Derle-
Hikmet Kıvılcımlı
niş Yayınları, 1979, s. 49-50)
Kıvılcımlı Usta, bu sınıf ilişki ve çelişkilerinin ürünü olarak ortaya çıkan Osmanlıcanın iki temel ayrım yaptığına değinir:
“1- Arapça-Farsçadan gelme sözcükler Manevî (insancıl, asil, ince, genel,
yüksek, soyut) anlamlara ayrıldı,
“2- O sözlerin Türkçe karşılıkları
Maddî (hayvancıl, bayağı, kaba, pis,
alçak, somut) anlamlara doğru itildiler.”
(Hikmet Kıvılcımlı, agy, s. 50)
Kıvılcımlı Usta, bu tür kullanımlara örnekler de verir. Örneğin, yabancı olan halavet sözcüğünün yüz tatlılığı anlamında,
Türkçe tatlı sözcüğünün ise maddi anlamıyla yeme ve içmede kullanıldığını; yabancı olan elem sözcüğünün ruh acısı anlamında, Türkçe acı sözcüğünün ise maddi
olan beden acısı anlamında kullanıldığını,
Türkçe od varken ateş sözcüğünün Acemden, Türkçe dil varken Arapçadan lisan
sözcüğünün dile yerleştirildiğini dile getirir. Ve şöyle devam eder:
“Lisan sözcüğü kültür dili, insanlarca
konuşulan manevî dil yerine kullanıldı.
Dil dendiğinde ise, ağzımızdaki et
parçası akla getirildi. “Dil” sözcüğü bir
suçlu gibi, yeni yeni rehabilitasyona (itibara) kavuşturulabiliyor. ” (Hikmet
Kıvılcımlı, agy, s. 44-45)
Aksan da Osmanlıcanın etkisiyle kimi
yazar ve aydınlarca (halk düşmanı -Kurtuluş Yolu) yabancı karşılıklarının yeğlenmesi sonucunda çoğu Türkçe sözcüğün unutulduğunu yine aynı örneklere vurgu yapa-
rak dile getirir:
“‘ateş’ anlamında dilde od/ot varken,
Farsçadan gelen ateş bunun yerini almış,
eski sözcük bugün ancak kimi deyimlerde (od yok ocak yok gibi) yaşar duruma
gelmiştir… dil yerine Ar. lisan çok uzun
süre kullanılmıştır.” (Doğan Aksan, agy,
III. Cilt, s. 24)
Aksan da Türkçenin geçirdiği evreleri
(ve Osmanlı’nın derebeyileştiği evredeki
durumunu - Kurtuluş Yolu) şöyle ortaya
koyar:
“Her şeyden önce belirtilmelidir ki,
Türkçe, yalnız biçim özelliklerinden kaynaklanan türetme olanaklarının genişliği
bakımından değil, kavramlar açısından
da zengin bir dil olarak karşımıza çıkar.
Bu zenginlik sözcüğüyle anlatmak istediğimiz, daha en eski dil ürünlerimizin
tanıklığında yapılacak bir incelemede ortaya çıkan, somut ve soyut kavramlardaki çeşitlilik ve bolluktur.
“Türkçenin, daha Köktürkçe evresinde zengin bir dil görünümü taşıdığını, o
dönemin sözvarlığında somut kavramların aşağı yukarı % 67, soyut kavramların ise % 33 oranında olduğunu belirtmiştik. Uygur döneminde ise yabancı kavramların karşılanması için yapılan geniş ölçüdeki türetmelerle dilin anlatım
gücünün ne denli arttığına, yine orada
değindik. Burada kısaca vurgulamak istediğimiz, bu iki evreyi kapsayan Eski
Türkçe döneminin söz dağarcığında dikkati çekecek ölçüde geniş bir eşanlamlılığın varlığı, birbirine yakın, “tam
eşanlamlı” sayılabilecek öğelerin bulunuşu (erk/küç, yinçke/yuqa, tün/kiçe,
yabız/yablaq/anığ gibi), çokanlamlılığın
ve bizim “ileri ögeler” adını verdiğimiz
sözcüklerin göze çarpmasıdır. Ancak
XIII-XIV yüzyıllardan sonra, Arapça ve
Farsçanın güçlü etkisi ve aydınlarımızın
yabancı dillere olan tutkuları nedeniyle,
özellikle soyut kavramlarda yabancılaşma başlamış, temel sözvarlığına kadar
uzanan sözcük ölümleri, Türkçenin
soyut kavramlar yönünden yoksullaşmasına yol açmıştır. Ancak Anadolu
ağızlarında durum başkadır ki buna
aşağıda değiniyoruz..........” (Doğan Aksan, agy, III. Cilt. S. 218-221)
Anadolu ağızları, yazı dilindeki yabancılaşmaya, yüzyıllar boyunca günlük
konuşma diline, aile diline kadar uzanan
güçlü yabancı etkiye karşın, Türkçenin
bütün bu anlatım olanaklarından, yollarından gereğince yararlanmış, yabancı ve yeni
kavramlara karşılıklar türetmiştir. Örneğin
mecra karşılığında bu ağızlarda akak,
akgın, akmaç, akanak, akıntı gibi sözcükler… vardır
Kıvılcımlı Usta, “Türkçenin Üreme Yolları ve Dil Devrimciliğimiz” adlı eserinde,
egemenlik, sınıf ve dil ilişki ve çelişkilerini
şu çarpıcılıkta sorgular:
“Ancak neden hep yabancı sözler ince
ve insancıl anlamlıdır da bunların
Türkçe karşılıkları hep kaba ve hayvancıl duruma sokulmuşlardır?” Yanıt
ise son derece nettir: “Dilimizde fark yaratma, Toplumumuzda Halkı ve Halk
Dilini hor görmekten ileri geldi” (Hikmet
Kıvılcımlı, agy, s. 51)
Aksan “Köktürkçe’den Bugüne
Türkçe’de ödünçlemeler üzerine bir
sözcük istatistiği araştırması” başlıklı
yazısında 100’er sözcüklük metinlere
dayanılarak Türkçenin çeşitli evrelerinde
yabancı ögelerin sayısını saptadığını belirtmekte ve araştırmanın sonuçlarını şöyle
özetlemektedir:
“Köktürkçe
evresinde
yabancı
sözcüklerin sayısı % 1’in altındadır. Uygur döneminde, yapıtların niteliklerine
göre % 2-5 arasında değişmekte, en çok
% 10-12’ye kadar çıkmaktadır. Karahanlı döneminin ünlü yapıtı Kutadgu Bilig’de sayı % 1,9, kimi yerlerdeyse, %
1’den azdır. Buna karşılık, iki yüzyıl sonra yazılan Atebet’ül Hakayık’ta sayı %
20’ye, kimi yerlerde % 26’ya çıkıyor.
Birkaç örnekle gösterecek olursak Yunus
Emre’de % 13, Aşık Paşa’nın Garibname’sinde % 20, Dede Korkut kitabında
son sayfada % 17’dir. Öykülerin anlatılışı sırasında bu oran % 5,3’e düşmektedir. Mevlid’de % 26, Divan Şairlerinden Baki’de % 65, "ef’i de 60, "abi’de 54’tür. Tanzimat döneminde
"amık Kemal’de % 62, Şemsettin Sami’de % 64, Ziya Gökalp’te % 55 yabancı öğeyle karşılaşıyoruz.” (Doğan Aksan, agy, III. Cilt, s. 57)
Aksan’ın ele aldığı; Türk dilinin gelişim
süreci MS 552-659’dan başlayarak 1924’e
değin işleyen, yaklaşık 1400 yıllık bir süreçtir. Türklerin toplumsal şekilleniş tarihidir. İlkel Komuna (Barbar) Türklerin, Orta
Asya’dan kalkıp, göç yollarından Kafkaslar’a, Mezopotamya’ya, Ortadoğu ve Anadolu üzerinden Doğu Avrupa’ya doğru
yayılmaları ve en son derebeyileşmiş Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesiyle
ve 1923 Antiemperyalist Birinci Kurtuluş
Savaşı’yla yeni Türkiye Cumhuriyetini kurmaları sürecidir. Türkler bu süreçte, yolları
üzerindeki tüm medeniyetlerin (sınıflı toplumların) dillerinden, kültürlerinden vs. etkilenmişlerdir. Aksan’ın verdiği örneklerde
görülen değişimler bunun kaçınılmazlığını
ortaya koymaktadır.
Selçuklu ve Osmanlı’da
Türkçenin Durumu
Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı, yine
“Türkçenin Üreme yolları ve Dil Devrimciliğimiz” adlı eserinde, Selçuklu ve Osmanlı’da Türkçenin durumunu şöyle açıklamaktadır:
“Halkımız, Acem ülkesi üzerinden İslam Medeniyetine girdiği için veya Atalarımız Horasan Erleri, Acem kapılarından Arap-İslam Medeniyetine girdikleri
için, Anadolu Selçukluları Bilim Dilinde
Arapçaya, Edebiyat Dilinde Farsçaya
kapıldılar.
“Türkçenin geçmişinde; uydurulmuş
Osmanlıca, halk düşmanı aydınların
Arapça ve Farsça sözcükleri, kayırmalarıyla doğmuştur.
“Barbar toplumlarda konuşulan dil
halkın dili idi. Medeniyetle tanışınca onu
benimsediği ölçüde, medeniyetin dilini
Ortaçağcı Tayyipgiller Öğrenci Seçme ve
Yerleştirme Merkezi’ni de ele geçirdiler
B
ildiğimiz gibi bu yaz eğitim camiasında en çok konuşulan konu Kamu
personeli Seçme Sınavı (KPSS)’de
ayyuka çıkan kopya olayı oldu. Yüz binlerce üniversite mezununun girdiği KPSS sınavında, 350 kişinin daha önce görülmedik
biçimde Eğitim Bilimleri Testinde 120 sorunun tamamına doğru cevap verdiğinin anlaşılmasıyla birlikte, kopya iddiaları gündeme geldi. Medyanın ve birtakım sendikaların da meseleyi sürekli gündemde tutması
ve yapılan araştırmalar kopya iddialarını
doğruladı ve KPSS’de öğretmen adaylarının girdiği Eğitim Bilimleri sınavı iptal
edildi.
Kopya olayının kesinleşmesinden sonra
atama bekleyen yüz binlerce öğretmen haklı olarak Öğrenci Seçme ve Yerleştirme
Merkezi (ÖSYM)’ye yönelik büyük bir tepki duydular. Gerçekten de bu zamana kadar
şöyle ya da böyle meşruiyeti kabul edilen
ÖSYM’nin ve 7 yıldır ÖSYM başkanlığı
yapan Prof. Dr. Ünal Yarımağan’ın güvenilirliği bir anda sıfıra inmiş oldu.
Kopya olayının daha iddia boyutunda
olduğu günlerde Tayyipgiller’den şaşırtıcı
derecede olayın üstüne giden açıklamalar
geldi. Bu açıklamaların şaşırtıcı olmasının
sebebi ise tamamen ellerine geçirdikleri
devlet kurumlarında alenen yapılan yolsuzluklar konusunda son derece inkârcı bir tutum içerisine giren Tayyipgiller’in, bu kez
yine bir devlet kurumu olan ÖSYM’de yaşananlarla ilgili güya “suçlular cezalandırılmalıdır” diyerek haktan, hukuktan, adaletten dem vurmuş olmalarıdır. Zira birkaç yıl
önce, polislik sınavı sorularının Gülen cemaati tarafından çalınması olayında, meselenin hiç üzerine gitmemişlerdi.
Eğitim Bilimleri sınavının iptal edilmesiyle birlikte üzerindeki baskıları kaldıramayan ÖSYM Başkanı Ünal Yarımağan,
YÖK’ün Ortaçağcı Başkanı Y. Ziya Özcan’ın dolaylı tehditleri sebebiyle istifa etmek zorunda kaldı. İşte bu noktadan itiba-
ren meselenin üzerindeki sis bulutları dağılmaya başladı, takke
düştü, kel göründü. Ortaçağcı Y.
Ziya Özcan, henüz Yarımağan istifa kararı bile almamışken, yine
kendisi gibi Ortaçağcı bir akademisyen bozuntusu olan Prof. Dr. Ali Demir’i Ankara’ya çağırarak bir görüşme gerçekleştirdi. Yarımağan’ın istifasıyla birlikte
Ali Demir jet hızıyla Y. Ziya Özcan tarafından vekâleten ÖSYM başkanlığına atandı.
Peki, kimdir Ali Demir?
Kamuoyu Ali Demir’i akademisyen-bilim adamı kisvesine bürünen Ortaçağcı gericilerin hazırladığı “Türbana Özgürlük”
bildirisine attığı imza ile tanımıştır. Yani
Ali Demir de tıpkı Y. Ziya Özcan gibi Ortaçağcıdır, Türbancıdır ve Tayyipgiller’dendir. 7 yıl boyunca ÖSYM başkanlığı yapan
Ünal Yarımağan, en azından sınava türbanla giriş konusunda mahkeme kararlarına sadakat göstererek, türbanla sınava girişlerin
karşısında yer almış, böylece ilerici bir tavır
sergilemiştir. Tayyipgiller’in hazmedemedikleri de işte bu ilerici tavırdır. Bundan dolayı ÖSYM’den Yarımağan’ın ayağını kaydırarak yerine Ortaçağcı bir akademisyen
bozuntusu getirmişlerdir. Kopya olayı baştan sona incelendiğinde, soruların güya acemice, alenen sızdırılmasından, olayın Burjuva ve Şeriatçı medyada yoğun biçimde
yer almasına kadar bütün süreçlerin, baştan
sona planlanmış bir provokasyon olduğu
rahatlıkla iddia edilebilir. Hedef bellidir:
Tayyipgiller’in eski biçimine katlanamadığı ÖSYM’nin Ortaçağcılaştırılması… Ve
ne yazık ki bu amaçlarına da ulaşmışlardır.
üstün gördü. Avrupada modern-kapitalist medeniyet doğduğu anda bu kez
halkın dili kaçınılmazca Millet-Ulus dili
oldu.
“İlk Osmanlılık, anadan doğma ilkel
halkçı, Türk de, Türkçeyi de üstün getirdi. Sonra, Osmanlı’nın ilkel göçebe demokrasisi de derebeyileştikçe, Türkçe de
soysuzlaştı. Üst sınıflar, Türkiye halkından koptukları ölçüde, Türkçeyi aşağı ve
kötü dil yerine koydular.” (Hikmet
Kıvılcımlı, agy, s. 44-50)
Osmanlı’da, 1835’lerden itibaren yerli
kapitalizmin yabancı tekelci kapitalizmin
etkisiyle gelişmeye başlamasıyla beraber,
bu kez de İngilizcenin, Fransızcanın ve Almancanın dilimize girdiğini görüyoruz. Avrupa’da eğitim gören aydınlarımızın ve
devlet temsilcilerimizin Avrupa dillerini
Türkçeden üstün gördüklerine tanık oluyoruz.
Bu nedenle, Türkçenin uyduruk Osmanlıca’dan başka bir de Avrupa dillerinin
baskısı altına alındığını ve aşağılandığını,
hatta devletçe yasaklandığını görüyoruz.
Yine burada da daha ileri medeniyetin-toplum biçiminin üstün, baskın geldiğine tanık
oluyoruz.
Toplumların, ulusların, halkların birbirleriyle ilişkileri kaçınılmaz olduğuna göre,
konuştukları dillerin de birbirlerinin dillerini etkilemeleri kaçınılmazdır. Dolayısıyla,
her dil başka dillerin sözvarlığından ödünçlemeler yapar. Ancak bu durum, ekonomik
sömürü ve siyasi baskılar sonucu bir dilin
bir başka dili kendi doğasından ve düzeneğinden (sistematiğinden) uzaklaştıracak biçimde etkileme, bozma, yasaklama ve hatta
yok etme durumuyla karıştırılmamalıdır.
Anadil Nedir ve Eğitim Neden
Anadilde Olmalıdır?
Doğada ve toplum biçimlerinin gelişiminde evrensellikler vardır. Bu evrensellikler, dillerde de ifadesini bulur. Her dil konuşma seslerinden oluşmakta. Her dilde
sözcükler var ve her dilde bu sesler belirli
kurallar çerçevesinde dizilerek sözcükleri
oluşturuyor. Her dilde, farklılaşmalar olsa
da sözcükler bir duygu, bir düşünce, bir bilgi aktarmak üzere yine belli ve sınırlı sayıda kurallarla bir araya getirilebiliyorlar, dizilebiliyorlar. Her dil soru sormaya, olumsuzlamaya, reddetmeye, rica etmeye olanak
tanıyor. İnsanoğlu merak etmiş, soru sormuş; edindiği bilgiyi başkalarına aktarmak
gereği duymuş, bildirme yapıları oluşturmuş dilinde; inanmamış, karşı çıkmak istemiş, kabul etmemiş, reddetmek gereğini
duymuş ve olumsuzlama yapıları oluşturmuş. Kısacası doğası ve gereksinimleri evrensel olan insanoğlunun diline de yansıyor
bu evrensellikler.
Ancak, her toplumun bu evrensel gidişler içerisinde kendi orijinaliteleri de vardır
ve bu orijinaliteler dile de yansımıştır. Dolayısıyla her dil, onu konuşanlara ayrı bir
algılama ve yorumlama biçimi ve ayrı bir
‘dünya görüşü’ sunar. Yukarıda akrabalık
ilişkilerine yönelik sözcükleri örneklendirmiştik. Başka örnekler de verilebilir: Örneğin Türkçede yeşilin tonlarını somutlamala-
Bundan sonra ÖSYM’nin düzenlediği sınavlarla çeşitli kadrolara yerleşecek olan
adaylar
rahatlıkla
Ortaçağcı
yeni
ÖSYM’nin manipülasyonuna tabi tutulabilecektir. Yani Tayyipgiller açısından Ortaçağa gidişin önündeki engellerden biri daha
ortadan kalkmıştır. Şimdi bu operasyonla
ilgili bir gazete haberine kulak verelim:
“Günlerce tartışılan KPSS skandalıyla ilgili olarak, kopya çekileceğinden emniyet birimlerinin de iki gün önceden haberdar olduğu ortaya çıktı. Sınavdan iki
gün önce 8 Temmuz 2010 tarihinde Ağrı’da Emniyet Müdürlüğü’ne esrarengiz
bir ihbar telefonu geldi. İhbarı yapan kişi polise, KPSS’ye girecek olan adaylara
cevapların cep telefonlarıyla ulaştırılacağını, bunun Ağrı dışında yapılacak bir
organizasyon olduğunu ve muhtemelen
de tüm Türkiye çapında uygulanacağını
bildirdi.” (Radikal 21.09.2010)
Bu haber de göstermektedir ki
ÖSYM’nin bir oyun veya tuzak ile ele geçirilmesi çok önceden planlanmıştır Tayyipgillerce. Ve böylece bir “kale” daha düşürülerek Ortaçağcı güçlerin kontrolüne geçirilmiştir.
Zaten namuslu aydınlarımızın ve yazarlarımızın da açıkça görüp dillendirdikleri
gibi Tayyipgiller’in YÖK’ü Ortaçağcılaştırdıktan sonraki en büyük stratejik hedefi,
ÖSYM’yi bir gerekçe bularak lağvetmekti,
bildiğimiz gibi. Bunu gerçekleştirecek bir
gerekçe bulamadıklarından ÖSYM’yi tamamen ortadan kaldırmak yerine, sınavları
MEB’in yapmasının önünü açan bir yasa
tasarısı hazırlığında idiler. Ama içinde Gü-
ra dayalı olarak belirten ayrı ayrı sözcükler
bulunurken (ördekbaşı yeşil, limonküfü, asker yeşili, fıstıkyeşili, çimenyeşili, yosunyeşili, vb.) bir başka dilde bu kadar ayrıntılı
bir adlandırma görülmeyebilir.
Örneğin, yine Türkçedeki ekmek kavramının başka dillerdeki aynı kavramla toplum açısından eşdeğer bir nitelik taşımadığını söyleyebiliriz. Türklerin ekmeğe
yüklediği değeri ve önemi bu sözcüğün kullanım alanlarından anlayabiliriz. Ekmek parası, ekmeğini kazanmak, ekmeğiyle oynamak deyimleri ve yemek yemek anlamında
kullanılan ekmek yemek ekmek kavramının
toplumsal açıdan sahip olduğu değeri
yansıtmaktadır. Ancak Fransızcada “ekmeğin yerini çorba (soupe) tutmuştur; Germen kökenli olan bu sözcük, Fransızcada
‘yemek, bir lokma ekmek’ anlamına da
gelir. ‘Akşam yemeği yemek’ anlamındaki souper eylemini de türetmiştir.” (Doğan Aksan, agy, III. cilt, s. 152)
Bu örnekler de göstermektedir ki, her dil
onu konuşanlara, dış dünyadaki gerçeklik
aynı olsa da, bu gerçekliği kullandığı dil
yoluyla farklı görmesine, farklı algılamasına ve farklı yorumlamasına yol açar. Dolayısıyla, dil olarak Türkçenin, Kürtçenin,
İngilizcenin ya da Fransızcanın konuşulduğu bir ortama doğan çocuk, düşüncelerini yalnızca içine doğduğu dünyayı, çevreyi
ve ortamdaki olayları gözlemleyerek geliştirmeyecek; aynı zamanda duyduğu anadiliyle, o dilin sözcükleriyle ve dil yapılarıyla da geliştirmeye başlayacaktır. Özetleyecek olursak, yukarıda da değindiğimiz gibi
yeşilin tonlarına (yani çevresine ve dünyaya) kullandığı dil ile bakmaya başlayan bir
çocuğun düşünceleri, dilin kendisi tarafından yönlendirilecektir. Kısacası kendi
dışında var olan gerçekliği, kullandığı dil
yoluyla öyle görecek ve öyle aktaracaktır.
Peki, anadil nedir ve eğitim neden anadilde olmalıdır?
Öncelikle annenin-aile üyelerinin ve içine doğulan topluluğun konuştuğu dildir
anadil. İnsanların birbirleriyle daha kolay,
daha doğru ve güzel Düşünce-Duygu-Dilek
değiştokuşu yapabilmelerini sağlamak için
konuşulan dildir. Çocuğun içine doğduğu
ortamda konuşulan dilde eğitim alması yukarıda dile getirilen nedenlerden dolayı çok
büyük önem taşır.
Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı, anadilin
önemini “Türkçenin Üreme Yolları ve Dil
Devrimciliğimiz” adlı eserinde şöyle ortaya
koymaktadır:
“Bir Toplumda, Düşünceyi yoketmek
mi istiyorsunuz? O Toplumun dilini bozuk plağa çevirin; ortada ne akıl kalır, ne
fikir. Tarihsel gelişim üzerine sağlam bir
fikre sahip olanların; nereden geldiğini
pek iyi görebildiği GERİCİLİK temsilcisi bir habis ruh, Türkçeyi toplum yapımızla ilişiksiz bir çorbaya çevirmekle, bilgini halka, aydınları birbirine ve toptan
herkesi Yaratıcı İnsan Münasebetlerine
ve Emeğine düşman etmiş, Yabancılaştırmıştır.” (Hikmet Kıvılcımlı, agy, s.
5)
Devam Edecek
len Cemaatinin parmağı olduğu aşikâr olan
kopya olayı patlatıp aradıkları fırsatı yaratmış oldular. Artık Tayyipgiller için, yeni bir
yasa çıkarmaya gerek kalmadan devlet kadrolarını kendi yandaşlarıyla doldurmanın
yolu açılmıştır.
Tüm bu gelişmeler AB-D Emperyalistlerinin ülkemizi Ortaçağ karanlığına hapsetmeyi amaçlayan “Yeni Sevr” Projesi
kapsamında atılan adımlardır. Özellikle Ortaçağcıların alenen sanat galerilerine kadar
sıçrayan saldırıları da değerlendirilirse, sözünü ettiğimiz Ortaçağcı gidişin önünün
daha da açıldığını net biçimde görebiliriz.
Özellikle referandumdan sonra gemi iyice azıya alan Tayyipgiller’in önünde ancak
örgütlü halk durabilir. Yapılması gereken
şey, Ortaçağcılığa, gericiliğe, sömürü ve
zulüm düzenine karşı tüm kesimlerin örgütlenerek birlikte mücadele etmesi ve halk
düşmanlarını tarihin çöplüğüne göndermeleridir.
Biz Kurtuluş Partili Kamu Emekçileri
olarak, bugün için savunulması ve korunması gereken en önemli ilkelerden biri olan
laiklik ilkesini savunmaya devam edeceğiz.
Halklarımızın Ortaçağ karanlığına götürülerek daha pervasız bir sömürü ve zulüm
düzeninde yaşamaya mahkûm edilmesine
izin vermeyeceğiz. Bu uğurda gereken mücadeleyi kanımızın son damlasına kadar yürüteceğiz. 29.09.2010
Kurtuluş Partili
Kamu Emekçileri
16
Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010
Kurtuluş Partili Kamu Emekçilerinin Programı
GİRİ-
Antiemperyalizm,
Antifeodalizm,
Antişovenizm,
*KESK, bu üç temel ilkeye sıkı sıkı sarılan;
*Yasak savıcı değil, küçük-büyük ama
mutlaka az veya çok kazanımlarla sonuçlanacak hedeflere ulaşmak için ısrarlı ve
militan bir mücadele hattı izleyen;
*Demokratik merkeziyetçi bir yığın
örgütü olmayı hedeflemeli.
*Bütün çalışmalarında bu üç temel ilkeden, militan mücadele hattından, demokratik merkeziyetçilikten bir milim bile sapmamaya azami özeni göstermelidir.
Antiemperyalizm! Antifeodalizm!
Antişovenizm!
Bu üç temel ilkenin günümüzde nasıl algılanması, altının nasıl doldurulması gerektiğine cevap verebilmek için öncelikle emperyalizmden, feodalizmden, şovenizmden
ne anladığımızın ve emperyalizmin, feodalizmin, şovenizmin günümüzde büründüğü
kılıfların, taktığı maskelerin, saldırı biçimlerinin iyi anlaşılması gerekir. Yani:
I- NASIL BİR DÜNYADA ve NASIL
BİR TÜRKİYE’DE YA-IYORUZ?
AB-D (ABD + AB) Emperyalizminin
Ilımlı İslam (-eriat) maşasıyla
başlattığı Yeni Sevrci bir saldırısı
karşısındayız
Ülkemiz, 1919 yılında başlayan ve 4 yıl
süren bir Ulusal Kurtuluş Savaşı sonucunda
bağımsızlığına kavuşmuştur. O zamanın
deyimiyle “7 Düvele” (yani başta, bugün
Avrupa Birliğini oluşturan emperyalist
devletler
gelmek
üzere
bütün
emperyalistlere) karşı sürdürülen bu
Antiemperyalist
savaşa
halkımız
Kuvayimilliye Savaşı demiştir. Bu savaşta
Türkiye’nin tek dostu, tek müttefiki
Devrimler Kartalı Lenin Usta ve O’nun
önderliğinde kurulan genç Sosyalist
Sovyetler Cumhuriyeti’dir. Kuvayimilliye
mücadelesinin zaferle sonuçlanmasında,
dünyanın
bu
ilk
Sosyalist
Cumhuriyeti’nin ve Lenin Usta’nın
destekleri belirleyici bir rol oynamıştır.
Kuvayimilliye’nin (Kurtuluş Savaşı’nın)
vurucu gücünü her ne kadar Osmanlı’dan
gelen “Devlet Sınıfları”ndan “İlmiye”
(Aydınlar, özellikle de Aydın Gençlik) ve
“Seyfiye” (Ordu, özellikle de Ordu
Gençliği), kitlesini ise Kürdüyle, Türküyle
emekçi halklar oluşturmuşsa da, öncüsü
Anadolu Burjuvazisidir.
Kuvayimilliye hareketi aynı zamanda bir
Demokratik Devrim Hareketidir de. Yani
Antiemperyalist
Kurtuluş
Savaşı
Demokratik Devrimle iç içe geçmiş,
Anadolu burjuvazisi bu savaşla birlikte
kendi Demokratik Devrimini de başarmıştır.
Bu tamamlanmamış bir Milli Demokratik
Devrimdir. Lenin Usta, Antiemperyalist
nitelikte olduğu ve bir Demokratik Devrim
getireceği için, burjuva önderlik altında
sürdürüldüğünü bildiği halde, bu savaşa
Genç Sovyetler’in olanaklarını seferber
ederek olanca desteğini sunmuştu.
Lenin Usta, Aralov’u Türkiye’ye
gönderirken bu gerçeği şöyle ifade
ediyordu:
“(...) Kendimiz fakir olduğumuz halde
Türkiye’ye maddi yardımda bulunabiliriz. Bunu yapmamız gereklidir. Moral
yardımı, yakınlık, dostluk, üç kat değeri
olan bir yardımdır. Böylece, Türk Halkı
yalnız olmadığını hissetmiş olacaktır.” (S.
I. Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye
Anıları, Birey ve Toplum Yayınları, 1985, s.
28-29)
Sovyetler, güç durumdaki Kurtuluş Savaşı devrimcilerine büyük silah ve para yardımında bulundu Kurtuluş Savaşı komutanlarından Kazım Özalp, Anıları’nda Sovyet-
lerin Türkiye’ye 01.09.1920 – 01.06.1922
tarihleri arasında toplam 37.812 tüfek,
44.587 sandık fişek, 324 adet makineli tüfek, 66 adet top, 200.573 adet mermi bağışladığını yazmıştır. (Kazım Özalp, Milli Mücadele 1919-1922 cilt I, Türk Tarih Kurumu,
1988, s. 219)
Bu, Sovyet yardımının bir bölümüdür.
Tamamı da değildir. Ne yazık ki, halkımız
sosyalizme sempati besler kaygısıyla bu yardımların üzeri örtülmekte, gerçekler gizlenmektedir.
Sovyet yazar Bagidov, bunlara ek olarak,
sadece 1921 yılında 20.000 gaz maskesi,
1.500 kılıç ve çok miktarda “başka askeri
malzeme” verildiğinden söz etmektedir. Ayrıca, Bagidov’un belgelerle açıkladığına göre, Türkiye’ye 30 Ekim 1921’de Jivoy ve
Rutkiy adlı iki savaş gemisi bağışlanmıştır.
Bunlara ek olarak, Türkiye’ye 8 adet yük gemisi verilmiştir. Bu yük gemileri, Bagidov’un verdiği bilgiye göre 4.5 milyon altın
lira değerindedir.
Silah ve mühimmatın yanı sıra, Ekim
Devrimi Türkiye’ye yüklü miktarda para
yardımı da yapmıştır. Bunların dökümü resmi olarak ulaşılabilir değildir. Gene Bagidov’un aktardığına göre, 1921 yılında Türkiye’ye 6.5 milyon Ruble değerinde altın bağışlanmıştır. Frunze ise gelirken beraberinde
1 milyon 100 bin Ruble altın bağış getirmiştir. Mayıs 1922’de 3.5 milyon altın daha bağış yapılmıştır. Bagidov, bu yardımların daha sonra da devam ettiğini belirtir. (M. V.
Frunze, Türkiye Anıları, Aktaran: Y. A. Bagidov, Kurtuluş Savaşı Yıllarında Azerbaycan-Türkiye İlişkileri II, Yeni Gün 2000, s.
61-63)
Savaş boyunca Türkiye’nin yakıt ihtiyacının da Sovyet Azerbaycanı’ndan karşılandığını belirtelim.
İşte Sovyetler Birliği’nin maddi-manevi
desteğini alan Kuvayimilliyeciler, dünya
ölçeğinde biri ilk, biri de son olan, iki şeyi
başarmışlardır:
Mustafa Kemal önderliğindeki bu
mücadele, dünyanın zaferle sonuçlanmış
ilk Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı olup,
emperyalizmin zulmü altında inleyen
mazlum milletlere örnek olmuştur.
Emperyalizm aşamasına vardıktan sonra
devrimci barutunu yitiren Burjuvazi,
Demokratik Devrimlerden de elini eteğini
çekmiştir. Bu nedenle özünde bir burjuva
devrimi olan demokratik devrimlere de
bundan
böyle
proletarya
öncülük
etmektedir. Türkiye’de Antiemperyalist
Kurtuluş Savaşı’yla birlikte kotarılan
Demokratik Devrim ise dünya ölçeğinde
burjuva
önderlikli
Demokratik
Devrimlerin sonuncusu olmuştur.
Yalnız, önderliğin burjuva karakteri
gereği (çağın artık emperyalizm çağı olması
ve Anadolu burjuvazisinin son derece cılız
olması da eklenince) Devrim sonuna dek
götürülememiş, güdük kalmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nde kapitalizm,
Batı’dakinden farklı bir gelişim göstermiştir.
Serbest Rekabetçi dönemi yaşayan Batı kapitalizmi, Antika sömürücü sınıf olan Tefeci-Bezirgânlığın kökünü kazıyarak kapitalizm öncesi üretim ilişkilerini tasfiye etmiştir. Batı’daki bu dönemi
yaşayamayan Türkiye kapitalizmi
daha doğarken Tekelci Sermaye
olarak doğmuş ve Antika TefeciBezirgân Sermayeyi yok etmek
yerine, onunla ittifak kurduğu için
kapitalizm öncesi üretim ilişkilerini tasfiye edememiştir.
Bunun nedenlerini bir kez daha tekrarlarsak:
1-Türkiye’ye
kapitalizmin
Tekelci aşamada gelmesi,
2- Türkiye Burjuvazisinin güçsüz, cılız olmasıdır.
Demokratik devrimi tamamlanamayan
Türkiye’de
Kuvayimilliye’nin
“Bağımsızlık” ilkesinden de kerte kerte
uzaklaşılmış ve 1950’li yıllarda Demokrat
Parti’nin iktidarıyla birlikte emperyalizme
bağımlılık
tamamen
perçinlenmiş,
NATO’ya
girilmiştir.
Emperyalizme
bağımlılık her gün artarak Kurtuluş
Savaşı’yla parçalanan SEVR, “Sosyalist
Kamp”ın çökmesiyle günümüzde tekrar
dayatılmaya başlanmıştır.
Türkiye’yi artık Batılı Emperyalistlerin
(uluslararası sermayenin/çok uluslu şirketlerin) kurdurdukları ULUSLARARASI PARA FONU (IMF) - DÜNYA BANKASI DÜNYA TİCARET ÖRGÜTÜ gibi ekonomik ve CIA gibi casusluk örgütleri yönetmektedir.
Türkiye, zaten Demokrat Parti iktidarından bu yana, emperyalistlerin yönettiği bir
ülke durumuna düşürülmüştü. 1950’lerden
bu yana Türkiye’de kimin Başbakan olacağına ABD karar vermektedir. Dahası, değiştirilecek Bakanlar ve yerlerine atanacak
olanlar bile Ankara’daki ABD Büyükelçisinin onay ve görüşleri alınarak gerçekleştiril-
mektedir.
Ekonomimiz, emperyalizmin para gücü
IMF’nin belirlediği programlara göre, yılda
birkaç kez yerinde incelemeler, denetimler,
kontroller yapılarak yönetilmektedir. Harfi
harfine uygulanan bu programlar, yerli yabancı Parababalarının (Finans-Kapitalin) daha fazla kâr etmesi uğruna halkımızın her
geçen gün biraz daha artan İşsizlik-Pahalılık cehennem ateşinde kavrulmasını getirmektedir. Programın hayata geçirilmesi zor
olacak ise emperyalistlerin casus gücü CIA
eliyle
emperyalizmin
ordu
gücü
ATO’nun “Bizim oğlanlar”ına, üç bin masum insanın canı pahasına 12 Mart, beş bin
insanın canı pahasına 12 Eylül Faşist Darbeleri tezgâhlattırılmaktadır.
“Sosyalist Kamp”ın, İşçi Sınıfının Kurtuluş Bilimi olan Marksist-Leninist ideolojinin en temel prensiplerine uymadığı için
1991’de yıkılmasından sonra, başını
ABD’nin çektiği emperyalist haydutlar, sömürülerini arttırmak için dünyanın mazlum
halklarına yeni saldırılar başlattılar. Dünya
ölçeğinde serbest dolaşımının önündeki engelleri tümden kaldırmak ve tüm dünyayı
tek bir pazar ve kâr alanı haline getirmek
için bir dizi ekonomik ve askercil kararlar
aldılar. İnsanlığın açlıktan kırılması pahasına, o da olmadı mı Afganistan, Irak, Filistin’de olduğu gibi en son donanımlı modern
silahlarıyla yaşlı, kadın, çocuk demeden masum insanları acımasızca katlederek bu kararları bir bir uygulamaya başlamışlardır.
Günümüzde emperyalistler, tüm dünyada
İşçi Sınıfına, Ulusallığa ve Halklara dair ne
varsa savaş açmaktadırlar. Sömürünün
önünde hiçbir engel tanımamakta, hiçbir engel görmek istememektedirler. Kendi anavatanlarında dahi İşçi Sınıfının kazanımlarını
geri alma savaşını başlatmışlardır. İşsizlik
sigortasını kaldırmaya çalışmaktadırlar. Birinci ve İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşlarının getirdiği yıkımlar, acılar, dünya halklarının bilincinde, böylesi acıların yaşanmayacağı biricik insancıl düzen olan Sosyalizme sempati doğurmaya başlamıştır. Kitlelerin Sosyalizme sempati duymalarının önünü
kesmek, kendi Halklarının Sosyalizme kayma tehlikesini sekteye uğratmak için emperyalistler ‘sosyal devlet’ aldatmacasına başvurmuşlardır. Ama ne yazık ki “Sosyalist
Kamp”ın çöküşünden sonra, Halkların Devrim ve Sosyalizme yönelişlerinin önünü kesmek için, “sosyalist devletin kitlelere verdiği hak ve özgürlükleri, kapitalizm de verebilir” palavrasıyla icat ettikleri (icat etmek zorunda kaldıkları) “Sosyal Devlet” yönündeki uygulamaları da ortadan kaldırmaktadırlar günbegün. Karşılaştıkları ciddi dirençlere rağmen bu planlarına ulaşmak için inatçı
bir çaba içindedirler.
“Sosyalist Kamp”ın çöküşünden sonra
AB-D (Avrupa Birliği ve ABD) Emperyalistleri, bizim gibi kapitalizme geç geçmiş ve
geri kalmış ülkelere yeni yeni kölelik anlaşmaları dayatmaya başladılar. Bunların en bilineni MAI dedikleri “Çok Yönlü Yatırım
Anlaşması”dır. Bunun anlamı şudur: Uluslararası sermaye bir ülkeye girdiğinde, o ülkenin yasalarına tabi olmayacaktır. Bir anlaşmazlık durumunda “Uluslararası Tahkim Kurulu”nun kararları geçerli olacaktır.
1988’de bu anlaşmaya imza atan Türkiye,
1995 yılında kurulan “Dünya Ticaret Örgütü”ne de üye oldu. Dünya Ticaret Örgütü
(DTÖ) hiç zaman yitirmeden malların ve
hizmetlerin dünya çapındaki dolaşımına ilişkin tüm ülkeler için geçerli olacak bütünsel
bir düzenleme yaptı ve uluslararası ticarete
serbest piyasa normlarını geçerli kılmayı
amaçladığını ilan etti. GATS (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) yukarıda değinilen
sürecin ürünü olan ilk çok taraflı anlaşmadır.
Gerek Uluslararası Anlaşmalarla gerekse
de en son Irak, Filistin ve Lübnan Halkının
başına gelenlerle-getirilenlerle emperyalizm, şu gerçeği uluslara ve halklara dayatmaktadır:
“Ya güzellikle-kulca bizim emperyalist
çıkarlarımız önündeki tüm engelleri kendi
ellerinizle ortadan kaldırırsınız ya da biz
teknolojinin son sözü, en son, en akıllı bombalarımızla meseleyi hallederiz!”
Ölümlerden ölüm beğenmek bu olsa gerek…
AB-D Emperyalistleri, daha fazla kâr
için, insanlığın ve doğal çevrenin yok olması pahasına başlattıkları, insanlık için daha
fazla kan, daha fazla açlık, daha fazla sefalet
ve gözyaşından başka bir şey getirmeyecek
olan bu topyekûn saldırılarıyla, kurmayı hedefledikleri dizginsiz sömürü sistemini “Yeni Dünya Düzeni” gibi cilalı laflarla yutturmaya çalışmaktadırlar bizlere.
AB-D Emperyalistlerinin 1000 devletli
bir dünya hedefleyen “Yeni Dünya
Düzen”lerinin ülkemizin de içinde olduğu
bölge için özel bir projeleri de vardır: Büyük Ortadoğu Projesi (BOP).
BOP, zaten tek ulus olmasına rağmen
20’yi aşkın parçaya bölünmüş Arap Ulusunun daha da parçalanarak lime lime edilme-
si, bölgedeki diğer devletlerin de
üçe-beşe bölünmesi “projesi”dir.
Projenin Irak ayağında Irak’ı üçe
bölerek hedeflerine ulaşan emperyalistler, şimdi Afganistan’ı parçalamaya çalışıyorlar. Yakın sırada İran, arkasından gelecek Türkiye de ısınma odasında parçalanmaya kerte kerte hazırlanıyor.
Ülkemizde Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfıyla domuz
topu olmuş Finans-Kapital hükümetleri de, Uluslararası FinansKapitalin, “Yeni Dünya Düzeni”
için BOP gereği yolladığı tüm
emirlerine secde edercesine boyun eğmekte, dayatılanları hemen
uygulamaya sokmaktadır. Zaten
Tayyip de BOP’un eşbaşkanı değil midir?
Yerli Parababaları, 24 Ocak (1980) Kararları’ndan başlayarak kendi devlet yapısını uluslararası Finans-Kapitalin buyurduğu
gibi yeniden düzenlemiş ve İşçi Sınıfımız
bileğinin hakkına her neye sahipse, emekçi
halkımız her neyi kazanmışsa hepsini yok
etmek için elinden gelen tüm çabayı göstermiştir.
Tayyipgiller, AB-D Emperyalizmine vatanımızı ve halkımızın yarattığı tüm değerleri satarak, ülkemizi yarısömürgeden de öte
tamamen dışa bağımlı açık bir sömürge haline getirmeye çalışmaktadırlar.
AB-D Emperyalistleri, çalışanlarımızı,
yeraltı-yerüstü değerlerimizi her gün, her an
oradan buradan kurt gibi daladıkları yetmezmiş gibi, şimdi de ulusal bağımsızlığımıza,
ulusal onurumuza göz diktiler. Kurtuluş Savaşı’yla tarihin çöplüğüne attığımız, ülkemizi parçalara bölerek kendi sömürge valilerinin yönettiği eyaletler durumuna getirme
planı olan SEVR’i 80 yıl sonra yeniden
önümüze sürmeye başladılar.
AB-D Emperyalistleri, bu Sevrci kuşatmaları karşısında en ciddi direnç noktası olarak Birinci Kurtuluş Savaşı’mızın
Başkomutanı Mustafa Kemal’in Antiemperyalist, Antifeodal, Laiklik ilkelerini
benimsemiş olan Devrimci Gelenekli
“Seyfiye Sınıfını” (özellikle de Ordu Gençliği’ni) ve “İlmiye Sınıfını” (özellikle de
yargı mensubu ve öğretim üyesi aydınları) görmektedir.
İşte bu nedenle dünyada ilk başarıya
ulaşmış Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş
Savaşı’nı zafere ulaştıran Ordu’nun subay
ve askerlerinin başına çuval geçirerek, kaba
davranışlar ve hakaretlerde bulunarak NATO postallarıyla onurlarını (onların nezdinde tüm Türkiye Halkının onurunu) ezdiler.
Ardından da faşist dönemlerinin mahkemelerini-yargılamalarını bile aratan Ergenekon 1, Ergenekon 2, … Ergenekon 12, Balyoz vb. gibi sonu gelmeyen operasyonlarla
Sevrci kuşatmaya karşı çıkan Antiemperyalist-Antifeodal ve Fettullahçı Tayyipgiller’in
“Ilımlı İslam” maskeli Şeriatçı tırmanışına
karşı koyan emekli-muvazzaf paşaları, subayları, gazeteci, yargı mensubu ve öğretim
üyesi aydınları birer birer, onar onar içeri
tıkmaya başladılar.
Bir Amerikan oyunu, bir CIA tezgâhı olduğunu en sıradan insanımızın bile anladığı
bu operasyonları, kendilerine Solcu diyen
bizimse artık Sevrci Solcu dediklerimiz göremiyor. CIA’nın sesi “Taraf” Gazetesinin
zehirleri, Emperyalizmin “Project Democracy”sinin Euro ve Dolarlarıyla beslenen bu
gruplar, “darbeciler hesap verecek” naralarıyla alkışlıyorlar bu aşağılık, vatan ve halk
düşmanı CIA operasyonunu…
Asıl Ergenekon’un, asıl Kontrgerilla’nın,
asıl Süper NATO’nun, asıl Gladio’nun yargılananlar değil yargılayanlar/yargılatanlar
olduğunu göremiyorlar. Kenan Evren gibi
CIA’nın “Bizim oğlanlar” dediği faşist darbecilerin, Mehmet Ağar gibi bin operasyonun komutanı Amerikancı kontraların hiç
birinin yargılanmaması da bu Sevrci Solcuları ayıktırmıyor.
Cezayir’de, Afrika’nın ve Latin Amerika’nın tümünde yerli halklara uyguladıkları
soykırımları tüm insanlığın bilincinde nefretle hatırlanırken, İsviçre ve Fransa’dan
sonra şimdi de parlamentolarında 1915’te
yaşananların bir “Ermeni Soykırımı” olduğunun kabulünü geçiren ABD’de ve İsveç’te
sözde Ermeni Soykırımını reddetmeyi suç
sayan bir yasa çıkartmak üzereler hiç utanmadan. Avrupa’nın demokrat geçinen diğer
emperyalist “medeni” ülkeleri de bu aşağılık
yalana karşı çıkmayı suç sayan aynı faşist
yasayı çıkaracaklardır bir bir. Şimdilik sıralarını beklemektedirler. Her iki halk (hatta
üç: Türk, Kürt ve Ermeni) açısından da acılarla dolu olan bir yarayı kaşıyarak, emperyalizmin oyuncağı olmaktan ve mazlum
halkları birbirine kırdırmaktan öte hiçbir işlevi olmayacak olan Ermeni Milliyetçiliğini
canlandırmaya çalışıyorlar. Balkanlar’da,
Ortadoğu’da ve Kafkaslar’da daha düne kadar Sosyalizm Bayrağı altında kardeşçe yaşayan halkları bugün nasıl birbirine boğazlattırıyorlarsa, bin bir tezgâhla, provokasyonla geçmişte birbirine kırdırdıkları bu
mazlum iki halkı da bugün yine birbirine
kırdırmaya çalışıyorlar.
AB-D Emperyalizmi, dünyanın en mazlum halklarından biri ve 30 milyon civarındaki nüfusuna rağmen hâlâ siyasi bağımsızlığına kavuşamamış dünyadaki en büyük
halk olan dört parçaya bölünmüş, sömürge,
kardeş Kürt Halkı üzerinde de benzer
oyunlar oynamaktadırlar. Hain (caş) Barzani
ve Talabani’yi Irak’taki kanlı işgallerine ortak ederek, Kürt ve Arap Halkları arasında
yok edilmesi oldukça zor düşmanlık tohumları ektiler. Şimdi aynı oyunu Türk ve Kürt
Halkı arasında tezgâhlamaya çalışıyorlar.
Ne acıdır ki, kendine devrimciyim, ilericiyim, demokratım, yurtseverim hatta sosyalistim diyen bazı siyasetler ve kişiler Ermeni Milliyetçiliğini, Kürt Sorunu’nun emperyalist çözümünü desteklemektedirler. Ve gene ne acıdır ki, KESK’in yönetimlerini de bu
anlayıştaki siyasetler oluşturmaktadır. Bu
demektir ki AB-D Emperyalistleri bu provokasyonlarında bir hayli yol almış durumdadırlar.
Pentagon buyuruyor ki: “dünya 1000
devlete bölünmelidir”. Reagan’ın başkanlığında oluşturulan “Project Democracy” tespit ve ilan etmiştir ki: emperyalizme karşı
“ulusal devleti ve ulusal bağımsızlığı savunmak komünizmdir; ulusal bağımsızlık için mücadele verenler teröristtir.”
Bunlara karşı insan hakları, çevre, kadın, eşcinsel, hayvan, çocuk, azınlık, dini cemaat
hakları söylemli, devletten bağımsız ama
ABD Dışişleri Bakanlığı’na bağlı olarak kurulan “sivil örümcek” NGO (Non-Governmental Organization, Türkçesiyle “Devlet/Hükümet Dışı Örgütler”, bizim Sahte
Solcuların deyimiyle “sivil toplum örgütleri”) ağları marifetiyle “turuncu devrimler”
hazırlandı ve yapıldı. Sosyalist Kamp’ın çöküşünde de CIA tarafından yönlendirilen bu
sivil örümceklerin çok önemli rolü olmuştur.
ABD Dışişleri Bakanlığı’na (yani aynı
zamanda CIA’ya da) bağlı çalışan bir birimin kontrolünde “sivil örümceklerin” parasal kaynağını sağlayacak bir fon oluşturuldu. ABD Emperyalistlerinin çeşitli paravan
vakıfları, şirketleri, dernekleri, partileri bu
fona para sağladılar. Bu fon kaynakları kullanılarak bizim gibi ülkelerde dernek, vakıf
adı altında devletten bağımsız ama ABD’ye
bağlı “sivil örümcekler” kuruldu veya kurulu olanların bazıları satın alındı. Bu sivil
örümceklere (kurum veya kişi) yaptıklarıyapacakları “proje”leri (ama ABD’deki ilgili birim tarafından onaylanması kaydıyla)
destekleme adına bu fondan sağlanan yüklü
miktarda çil çil Dolar yardımlar akıtıldı.
Böylece bu örümcekler ideolojice de, midece de tamamen ABD Emperyalistlerine,
CIA’ya tabileştirilerek ajanlaştırıldılar.
Tabiî AB Emperyalistleri de, aynı yöntemleri uyguladılar, uyguluyorlar.
Bunların içyüzünü, Türkiye’de ortaöğrenim görmüş her namuslu insanımızın kolayca anlayabileceği açıklıkta ortaya koyarak
kitaplaştıran araştırmacı-yazar Mustafa Yıldırım’dan, gelinen vahameti gösteren bir
alıntı yapalım:
“Emekli CIA görevlisi, bir dönem
ABD’nin Kıbrıs Arabulucusu, şimdilerde
DI Avrasya sorumlusu Charles elson
Ledsky, Cumhuriyet Gazetesine tam sayfa konuk olduğunda, birçok derin açıklamalarının yanı sıra, Türkiye işlerinden
söz ederken yerli ‘sivil’ örgütlerle ilişkisini açıkça belirtiyordu:
“Farklı zamanlarda farklı projelerle
ilgili çeşitli kuruluşlarla çalışıyoruz. İstanbul’da TESEV, TÜSES, TÜSİAD, Ankara’da Ka-Der, Türk Parlamenterler
Birliği, TESAV, Türk Demokrasi Vakfı
(….) Bazı Meclis Komisyonlarıyla faaliyetlerimiz oldu. (...) İlki Muğla’da MUMİKOM adıyla başlayan Parlamento İzleme Komiteleri’yle çalıştık.” (Mustafa
Yıldırım, Sivil Örümceğin Ağında, s. 48-49)
Ledsky ağa takılanlardan en bilinen bir
kaçını saymaktadır sadece. Bir de her şeyi
açık etmek istememektedir.
Ledsky’nin sözünü ettiği “Sivil Örümcek
Ağı”nı ören hemen akla geliveren bazı örgütler şunlardır:
Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010
ABD Merkezi Hükümetine bağlı ve
onun denetiminde olan ED (National Endowment For Democracy-Ulusal Demokrasi Fonu), AID (Ulusal Kalkınma Ajansı),
DI (Uluslararası İşler İçin Ulusal Demokrasi Enstitüsü) vb. vb…
İsmi ilk akla geliveren ABD’li milyarder (Finans-Kapitalist) Soros gibi, Ford
Vakfı, Rockefeller Vakfı gibi AB-D içinde
aynı işlevi gören birçok kişi ve kurum
NED’le paralel faaliyet yürütmektedir. Ve
bu sivil örümcek faaliyetleri artık o kadar
alenileşmiştir ki, bunların faaliyetleri basında “Turuncu Devrim”, “Soros Devrimi”
gibi yakıştırmalarla, halkların biricik umutları “Devrime” olan sempatilerini istismar
ederek, yaptıkları karşıdevrimler şirin gösterilmeye çalışılmaktadır. Soros’un bizzat
kendisi, sayfa sayfa yapılan röportajlarda
insan hakları, demokrasi şakımalarıyla konuşmasını süslemeyi ihmal etmeyerek “solcu” milyarder pozlarıyla yaptıkları ajanlaştırma faaliyetlerini, bu uğurda akıttıkları
paraları ballandıra ballandıra anlatmaktadır
utanmadan.
AB-D Emperyalizminin bu kurumlarının fonlarından beslenip onların desteği ile
AB-D Emperyalizminin ekonomik ve siyasi çıkarlarına uygun toplantılar düzenleyenlerle, faaliyet yürütenlerle İşçi Sınıfının örgütlerinin, KESK ve benzeri Halk Örgütlerinin, kendine devrimciyim diyen hiçbir kurum ve kişinin işi olamaz, olmamalı. Çünkü NED, AID, NDI, IRI vb. örgütlenmeler;
ABD merkezi hükümetine bağlı, uluslararası Finans-Kapitalistler ve CIA tarafından
finansmanı sağlanan örgütlenmelerdir.
Ama ne yazık ki bugün birçok sol görünen kurum ve kişi para temin etmek için
“proje” bağlantısıyla bu örgütlerle ilişki
kurmaktadır.
Bu sivil örümcekler için “Tam Bağımsızlık” artık demode olmuştur. Azınlıkların
hakları uğruna Sevr’e karşı çıkılmamalıdır.
“Ulusal ve azınlık hakları” uğruna Türkiye
parçalansa kötü mü olur? Anadolu’da Türk
kimliği zaten suni bir kimliktir, bu toprakların sahibi Ermeniler, Rumlar ve Kürtlerdir… vb. gibi görünüşte enternasyonalist
sol söylemlerle kafalar karıştırılarak AB-D
Emperyalistlerine hizmetkârlık yapılmaktadır.
Emperyalistlerin dayattığı bu parçalanmalar, halklar arasına ektiği düşmanlıklar,
ulusal boğazlaşmalar uluslara özgürlük mü
getirmekte, yoksa toptan ve kökten tam bağımlı sömürge eyaletleri mi doğurmakta
(Kuzey Irak’ta, daha doğrusu Güney Kürdistan’da olduğu gibi)? Bu enternasyonalizm
mi
yoksa
emperyalizmin
oyuncağı/maşası olmuş zavallı şovenizm
midir? Tıpkı Balkanlarda ve Kafkaslarda
olduğu gibi…
Bu ajanlaşmış sivil örümceklere göre
“Ortaçağcı Şeriatçılığa karşı çıkarak laikliği savunmak” din özgürlüğüne uymaz.
“Din Özgürlüğü”nü savunmak için bu Ortaçağcılarla her platformda bir araya gelinmelidir. Halkın Kurtuluşu Partisi ve bir iki
siyaset dışında hemen tüm siyasetler, zaten
her eyleme bunları da çağırmaktadırlar.
Hatta bizim itirazlarımızı önemsemeden
onları bize tercih edecek denli şeriatçılarla
yakın ilişki içindedirler. Sanki insanların,
halkların samimi, temiz dini inanç ve ibadet
özgürlüğü, siyasi dinden (ılımlı-ılımsız Siyasi İslam’dan, yani Ortaçağcı Şeriatçılıktan) ayrı değilmiş, laiklik, tam da samimi
dindarlığı siyasi din bezirgânlığından kurtarmak için demokrasinin olmazsa olmaz
koşullarından değilmiş, Şeriatçılık demokrasi gereği kökünün kazınması gereken Antika Tefeci-Bezirgân Sermayenin ideolojisi
değilmiş gibi… Sanki “Yeşil Kuşak” adını
verdiği provokasyonuyla Sovyetler Birliği’ni güneyden kuşatmak için Müslüman
Ülkelerde şeriatçı hareketler kurarak, besleyerek, Siyasi İslamı geliştiren bizzat ABD
Emperyalizminin kendisi değilmiş gibi.
1960’lı yıllarda ülkemizde gelişen Devrimci Hareketin önünü kesmek için ABD Emperyalizminin casus örgütü CIA eliyle, faşist komando teşkilatlarından önce kurulan,
Kanlı Pazar’da devrimci kanı içen “Komünizmle Mücadele Dernekleri”, “İlim
Yayma Cemiyetleri” ve “Yeniden Milli
Mücadele Dernekleri” Ortaçağcı Şeriatçı
örgütler değilmiş gibi… Geçmişte hiçbir
Kurtuluş Partili Kamu Emekçilerinin Programı
devrimcinin bu Ortaçağcılarla ilişki ve ittifaklar kurarak böylesine utanç verici bir alçalma içine düştüğünü hatırlamıyoruz. Ne
değişti?..
“Tam Bağımsız”lık (Antiemperyalizm)
ve “Gerçekten Demokrasi” (Antifeodalizm) ilkelerinden ne kadar uzaklaştığımızın acı gerçekleridir bunlar. Bugün artık ülkemizi emperyalistlere satmakla görevliyim diyen Hâkim Sınıfların temsilcisi Tayyip’le tam bir uyum içinde olan; AB’ı, YENİ SEVR’i, Emperyalist Yeşil Kuşakçılığı
(Siyasi İslamı/Ortaçağcı Şeriatçılığı) savunan gafiller veya hainler ne acıdır ki Devrimci Güçler Cephesinin içine kadar sızmış
durumdadır. Bu hayâsızca gidişin en önemli nedeni Dağınıklığımız, yani Örgütsüzlüğümüzdür. Bu gidişe dur demek için önümüzde duran en acil görev İşçi Sınıfı Partisini yeniden örgütlemek ve Halk Kurtuluş
Cephesi’ni yaşama geçirmektir. Ancak o
zaman AB-D Emperyalistlerinin ve onların
yerli ortaklarının ülkemizdeki sömürü ve
soygun düzenine son verilebilecektir.
Gün, Tam Bağımsız, Gerçekten Laik,
Demokratik Türkiye için, bize Yeni
Sevr’i dayatan, bizi Ortaçağın karanlığına götürmek isteyen AB-D Emperyalizmine karşı İKİCİ KUVAYIMİLLİYE
ruhuyla İKİCİ KURTULUŞ SAVAŞI
sancağı altında DERLEME-BİRLEŞME-SAVAŞMA günüdür!
II. KESK’TE İDEOLOJİK
SAPMALAR
Türkiye sosyalist hareketi içerisinde yer alan burjuva ve küçükburjuva sosyalistleri, Türkiye’deki sınıf ilişki ve çelişkilerini
doğru kavrayamadıklarından dolayı, kamu emekçileriyle ilgili
tahlillerde ve örgütlenme yöntemlerinde de sapmalara düşmüşlerdir. Bu sapmaların meydana
gelmesinde dünyada ve Türkiye’de meydana gelen üç olay belirleyici olmuştur:
Bunlardan birincisi, uluslararası emperyalizmin 1970’lerde
başlayan ekonomik krizidir.
Emperyalizm, bu krizi aşmak için
ilk olarak tüm dünya ülkelerinde
sosyal devlet anlayışının kırıntılarını dahi
ortadan kaldırma saldırılarını başlatmıştır
(özelleştirme saldırıları vb. gibi). Çünkü
sosyal devlet anlayışı kapitalistlere pahalıya mal olmaktadır. Bundan olabildiğince
çabuk kurtulmak gerekmektedir. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte hizmet sektörü ve
bu işlerde çalışan insan sayısı da olabildiğince genişlemiş ve artmıştır. Bu gelişmelerden hareketle kapitalistler, günümüz
dünyasında İşçi Sınıfının niteliğinin ve bileşenlerinin (mavi yakalılar ve beyaz yakalılar olarak) değiştiği görüşünü son derece akıllı politikalarla yerleştirmeye ve yaygınlaştırmaya başlamışlardır. Özellikle
1983 sonrası sendikal alanda yapılan toplu
iş sözleşmelerine bakılacak olursa, sendikacıların altına imza koydukları toplusözleşme maddelerinde bu durumun somutlandığı görülecektir.
Burada göze batırılması gereken önemli
nokta, Parababalarının bu söylemi son derece bilinçli bir biçimde ortaya koyduklarıdır. Burjuvazi, İşçi Sınıfının niteliği değişmiştir derken, bir taşla iki kuş vurmak istemektedir.
Vurulacak birinci kuş, İşçi Sınıfının bu
güne gelinceye dek elde ettiği kazanımlardır. Parababaları, teknolojik gelişmeyle
birlikte artık İşçi Sınıfına olan gereksinimin azaldığını; makinelerin (bilgisayarlar,
robotlar vb.) devreye girmesiyle birlikte eskiden işçilerin yaptığı birçok işi bu modern
araçların üstlendiğini dile getirerek, toplugörüşmelerde işçilerin aleyhine maddeleri
‘çağdaş’ sendikacılara pek güzel yutturmaktadırlar. Hatta sendikacılar (tabiî ki sınıf uzlaşmacı sendikacılar) bu konuda çok
iyi ikna olup, bu görüşleri işçilere benimsetmek için kendilerini paralamaktadırlar.
Vurulan ikinci kuş ise sanayi proletaryasının sınıf içindeki belirleyici rolünün
ortadan kalktığı görüşünü benimsettirmektir. Dolayısıyla Parababaları son derece
bilinçli olarak, sınıf örgütlenmelerinin doğru örgütlenme perspektiflerini yanıltmaya
ve saptırmaya çalışmaktadırlar. Bunda da
başarısız oldukları söylenemez. Nitekim
1980 sonrası burjuva-küçükburjuva devrimcileri arasında, sınıf hareketi açısından
beyaz yakalıların artık sanayi proletaryasından daha önemli rol üstlendiği görüşünü
savunanlar yaygınlık kazanmıştır. Bugün
KESK’in tepesine çöreklenen burjuva-küçükburjuva sosyalistleri de bu anlayıştadır.
Yani Finans-Kapital aydını, sendika aristokrasisini, tencere kapağını bulmuştur…
Sosyalist Hareketimizin yanlışlara düşmesine neden olan olayların ikincisi 12 Eylül yenilgisi,
Üçüncüsü ise Sosyalist Kamp’ın 1990
yılında başlayan dağılışıdır.
Bu çifte yenilgi, bir yandan emperyalistlerin hayâsız saldırganlığını tetiklerken
(özelleştirme, taşeronlaştırma ve sendikasızlaştırmanın artması, emperyalizmin
önündeki tüm ulusal pazar engellerinin kaldırılması, yeni egemenlik biçim ve alanlarının olabildiğince genişletilmesi gibi); diğer
yandan da, bu olguları (biri ulusal diğeri
evrensel olan çifte yenilgiyi) yanlış tahlil
eden sosyalist grupların sağ ve sol sapıtmalarını iyice azıtmalarına, ideolojik ve örgütsel dağılışlarına yol açmıştır.
Hangi birini sayalım?..
Yenilginin Marksist-Leninist ideolojinin kaçınılmaz sonucu olduğu, Martov,
Plehanof, Kautsky, Gramşi, Altuzer,
Trostçki, Bakunin vb. sosyalizmlerinin,
Menşevizm’in daha doğru olduğunu savunarak mürtet kocakarıları hortlatmaya çalışanları mı? AB’nin (Emperyalist
Avrupa Birliği’nin) demokrat olduğunu,
AB (yani emperyalizm) sayesinde ülkeye
demokrasi geleceğini hayal edenleri mi?
AB-D kaynaklı resmi-gayri resmi - Governmental, on Governmental Organization, kısası GO (entel dantel deyimle
“encio”) - vakıf, dernek gibi “sivil”
örümceklerden ”proje” kılıflı alınan çilçil Euro’lar, Dolar’ların bedeli olarak
Yeni Sevr’i savunma hıyaneti içine düşenleri mi? Uluslararası Finans-Kapitalist ABD’li Soros’un “Turuncu Devrim”
denilen karşıdevrimlerini alkışlayanları
mı? Kürt Sorunu’nun çözümünü AB-D
Emperyalistlerine ısmarlayanları mı?
Ortaçağın karanlığına dönmek için çalışan Şeriatçı Tefeci-Bezirgân örgütlerle
“kanka” olanları mı? Hangi birini?..
Maalesef bugün KESK’i bu anlayışlara sahip olanlar yönetmektedir.
İşte bu ideolojik/teorik ve pratik savrulmaların sendikal mücadele alanındaki yansımaları da şunlardır:
1. Emek-sermaye çelişkisi yani sınıflar
savaşı kalkmıştır veya yumuşamıştır.
2. Devrim şart değildir, düzen içi kazanımlarla da bu iş çözülebilir. Bu nedenlerle
sınıf partisine, gerçek Marksist-Leninist
partiye gereksinim yoktur. Çünkü burjuva
demokrasisinde her türlü siyasal örgütlenme açık ve yasal şekliyle serbesttir. Hatta
İşçi Sınıfı Demokrasisine (Proletarya Diktatörlüğüne) de gerek yoktur. Bunların sloganları “Yaşasın demokrasi!” (Tabiî ki burjuva -yani Finans Kapital- demokrasisi)…
“Yaşasın ekonomizm! Yaşasın sendikalizm! Yaşasın çağdaş sendikacılık!” şeklindedir artık.
3. İşçi Sınıfının niteliğinin ve bileşenlerinin değiştiğini söyleyen başka akımlar da
türedi. Bunlar yukarıda değindiklerimizden
farklı olarak Kapitalist üretim yordamı
içinde dolaylıca yer alsalar da kır yoksulları, kent yoksulları, işsizler, memurlar, ev
kadınları vb. tabaka ve zümrelerin de artık,
kapitalist üretim yordamında dolaysızca
yer alan İşçi Sınıfı içerisine sokulmaları
gerektiğini savunmaktadırlar. Dolayısıyla
özgücün-öncünün tanımı yeniden yapılma-
lıdır. Sloganları da: “Yaşasın
anarko sendikalizm!”dir.
Yukarıda değindiğimiz bakış
açıları KESK’te ve bağlı sendikalarda sağ ya da sol sapıtmaları üretmektedir. Sağ sapmayı
temsil eden ve çoğunlukla
KESK’te yönetimlerde olan anlayışlar (Devrimci Sendikal Dayanışma, Sendikal Birlik,
EMEP) “emek”-sermaye çelişkisinin yumuşadığını, toplumsal
dönüşümler (reformlar) yoluyla
ekonomik-demokratik-siyasal
hakların elde edilebileceğini ve
geliştirilebileceğini ileri sürmektedirler (Bakınız: DSD Broşürleri, Sendikal Birlik Broşürleri, EMEP Broşürleri). Bunların bir kısmı
sınıf, sınıf sendikacılığı kavramlarını söylemlerinde halen kullanıyor olsalar da pratikte bu söylemin tamamen karşıtı davranışlar sergilemektedirler. Dolayısıyla bu
anlayışlar, çağdaş sendikacılığı (sınıflarüstü - siyasetlerüstü sendikacılığı) önermektedirler.
Aynı anlayışlar son derece pragmatik bir
yaklaşımla, kendi siyasi partilerinin üstlenmesi gereken görevleri KESK üzerinden
yürütmeye çalışmakta, sendikayla partinin
işlevlerini birbirine karıştırarak örgüt karmaşası yaratmaktadırlar.
Bu sağ sapmanın varacağı kaçınılmaz
sonuç sarı-gangster sendikacılıktır. Onlar
için en doğru slogan “Yaşasın ekonomizm!”dir.
Söylem olarak sınıf sendikacılığı diyen,
ancak gündeme getirdikleri “yeni tip” sendikal anlayışlarıyla bir sürü saçmalıklar
zırvalayanlar da ayrı bir kategori oluşturuyorlar. Bunlar İşçi Sınıfının bileşenlerinin
değiştiğini ileri sürerek, memurları, işsizleri, kır-kent yoksullarını hatta çevrecileri İşçi Sınıfının bir parçası ve hatta toplumsal
mücadelenin özgücü olarak gören ütopik
küçükburjuva ve burjuva sosyalist grupları
olup, Toplumsal Hareket Sendikacılığı,
Birleşik Sendikal Hareket vb. adlarla ortaya
çıkmaktadırlar. (Birleşik Sendikal Hareket
–BSH-, 2003, Sınıf Hareketinde YÖN
2003.)
Onlar, günümüzde emperyalist kapitalizme karşı verilecek savaşta özgüç olarak
yalnızca “klasik İşçi Sınıfının” gücünün
yetmeyeceğini, yedek güçlerin de özgüçle
harman edilmesi gerektiğini savunmaktadırlar. Onlara göre günümüzde özgücün niteliği, bileşenleri, sayısı da değişmiştir zaten(!) Kısacası: İşçileri, memurları, kır-kent
yoksullarını, işsizleri, ev kadınlarını tek
sendikal merkezde örgütle; işte sana particephe… yaşasın toplumsal mücadele… yaşasın devrim!.. Hele, hele bir de bunu dünya ölçeğinde örgütleyebilirsek yaşasın
‘dünya devrimi’!.. demektedirler…
Böylesi bir bakış açısıyla İşçi Sınıfı-özgüç, devrimci sınıf sendikacılığı, parti, halk
cephesi, ittifaklar, müttefikler, stratejiler,
taktikler nedir, nerede başlar ve biter belli
Türban, Kadının
Özgürlüğü değil Esaretidir
O
rtaçağcı Güçlerin (Şeriatın) Simgesi
Türban’ı Bayrak Yaparak Kuvayımilliye Yadigârı Kurumları İşgal Eden
Vatansızlara ve Bu Vatanı Yeni Sevr’e Doğru
Götüren Onursuzlara Karşı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının Onurlu, Cesaretli,
Kararlı, Bilinçli Ve Yiğit Tavrını Kutluyoruz.
Kafası Ortaçağcı ideolojiyle doldurulmuş
meczuplar, AB-D Emperyalistlerine ruhlarını ve bedenlerini satmış hainler ve Türban’ı “inanç özgürlüğü” sanan gafiller
dışında herkesin kolayca göreceği gibi, ülkemizde Türban savunusu, Şeriatçı bir
anlayışın, Ortaçağcı bir yaşam biçiminin
toplumumuza kabul ettirilmesini amaçlamaktadır. Bu amaca ulaşmak isteyen bir avuç
meczubun dışındaki Halk kesimlerimiz için
Türban, kadınımızın özgürlüğü değil, esaretidir. Ancak Şeriatçı ideoloji ile doktrine
edilmiş genç kızlarımız, bu esaretin özgürlük
olduğunu sanmaktadırlar. Yani Afganistan,
İran, Suudi Arabistan gibi ülkelerdeki kadınlar bu Ortaçağcı cehennemden kurtulmak
için uğraşır/mücadele ederken, toplumumuzu Ortaçağın karanlıklarına götürmek isteyen din Bezirgânlarının etkisinde kalan bizdekiler ise bu cehennemi kendileri için bir
cennet sanmaktadırlar.
Geçtiğimiz yıllarda Türban, AKP ve
MHP tarafından siyasi malzeme yapılmıştı.
Parlamentoda bu iki partinin oylarıyla yapılan Anayasa değişikliği ile Türbanın başta
Üniversiteler olmak üzere tüm kamucul
alana girmesinin önünü açmışlardı. Ancak
bu değişiklik, o zamanki CHP ve DSP milletvekilleri tarafından Anayasa Mahkemesine götürülmüş, mahkemenin 05 Haziran
2008’de 2’ye karşı 9 oyla aldığı kararla, Türbana geçit verilmemişti. O günden bu yana
Ortaçağcı irticacıların Türban malzemesini
kullanmaları biraz zayıflamıştı. Tâ ki, referandum
konuşmalarında
CHP lideri K. Kılıçdaroğlu’nun; “Türbanı da
biz çözeriz” şeklinde oy
devşirme hesaplı çıkışına kadar…
AB-D Emperyalizminin bir operasyonuyla CHP’nin başına getirilen Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu çıkışı yerde bırakılır mıydı
hiç?.. Başta Tayyip olmak üzere, her türden
Ortaçağcı hemen atladı üstüne, Türban birden en önemli gündem maddesi oluverdi…
Bu arada, sahibinin sesi YÖK Başkanı da
İstanbul Üniversitesine bir yazı göndererek,
“Türban yasağının uygulanmamasını”
istedi. Amacı; bir taraftan öğretim üyelerini
terörize ederek üniversitelerde Türbanı fiilen
serbest bırakmak, diğer taraftan yoklama
çekmek ve diğer Üniversitelerdeki Rektörlerin, Bilim İnsanlarının tavrını test etmekti.
Zaten göreve geldikten sonra birçok Üniversite yönetimine kendi yandaşlarını atamışlardı… Amaç toplumu da hazırlamaktı…
İşte tam bu aşamada, Bilim İnsanlarımızdan
ve Yüksek Yargıdan onurlu, yürekli, dirençli
ve bilinçli sesler yükseldi. İlk çıkışı yapan
Amasya Üniversitesi Rektörü Zafer
Eren’den sonra, Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya da:
“Dinsel inanç veya dinsel kurallarla
doğrudan ilişki ve bağlantı kurularak
yapılan düzenlemeler, hem devrim
yasalarını, hem de laiklik ilkesini
ilgilendirir. Yükseköğretim kurumlarındaki öğrencilerin giyimlerini düzenlerken
türban kullanımına dinsel inanç nedeniyle
geçerlilik tanımak, kamu hukuku alanındaki bir düzenlemeyi dinsel esaslara
dayandırma suretiyle laiklik ilkesine
aykırılık oluşturur” diyerek, laikliğe karşı
yapılan saldırılara direneceklerini ve teslim
olmayacaklarını haykırıyordu.
Bu çıkışlar, toplumumuzun Ortaçağın
karanlığına götürülmesine karşı Laikliğe
17
değil. Hepsi karmakarışık bir şekilde birbirinin içine geçmiş durumda. Böylesi bir durumun Marksist-Leninist literatürdeki karşılığı anarko-sendikalizmdir, ütopizmdir.
1967 yılında Hikmet Kıvılcımlı Usta’nın meseleyi nasıl koyduğuna bakalım:
“Modern İşçi Sınıfı ekonomik savaşını Sendikacılık ile mi yürütüyor? Antika
sınıflar, hemen daha öngörüşlü atılışlarla
sendikacılığı Allahlaştırdılar. Sosyalizm
de ne imiş? İşçi Sınıfının devrimciliğine
başka bütün öteki sosyal sınıf, tabaka ve
zümrelerin hoşnutsuz devrimcilerini de
katmak ve toplum ölçüsünde milletin bütününü kaplayan bir kurtuluş hareketi
yaratmaktır.
“Antika sınıf artıkları, biraz da Kapitalist Sınıfının kışkırtması ile, sosyalizmi
doğrudan doğruya sendikalar eliyle kurduracaklardır. Lanet olsun şu siyasi partilere. Yaşasın sendikalizm!
“İşçi Sınıfı, sen: sosyalizm mi dedin?
Ben, küçükburjuva: öyle bir Anarşizm
yaparım ki, feleğin şaşsın. İşçi Sınıfı sen:
siyasi parti mi dedin? Ben, küçükburjuva: bir sendikalizm tuttururum ki, senin
partin o yığın örgütleri yanında halt etmiş. İşçi Sınıfı, sen: Grev mi dedin? Dur
ben küçükburjuva: sana bir genel grev
icat edeyim ki, yer yerinden oynasın..
Vb… vb...” (Hikmet Kıvılcımlı, Ekonomik
Mücadele Üzerine, s. 178-179)
Sonuç olarak, böylesi sapmalar içerisinde bulunan ve Bilimsel Sosyalizm ışığında
Türkiye orijinalitesini görmekten uzak olan
bu anlayışların doğru sendikal mücadele
yöntemleri ortaya koyamayacağı açıktır.
Nitekim de öyle olmuştur. KESK’in geldiği
içler acısı durum bunun en somut göstergesidir.
Biz Kamu Emekçileri bir yandan bu
sapmalara karşı mücadele yürütürken bir
yandan da yerli-yabancı Parababalarının
(emperyalistlerin) tezgâhladığı, çalışma
koşullarımızda çok büyük hak gaspları
getiren yeni yasal “düzenlemelere” ve
Faşizan, Şeriatçı uygulamalara karşı en
geniş birlikteliği sağlamalı, tüm gücümüzü mücadeleye seferber etmeliyiz.
Devam Edecek
sahip çıkan, aynı zamanda Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın Önderi Mustafa Kemal ve diğer önderlerimize layık
onurlu bir seslerdir. Bu nedenle onurlu seslerin sahibi bilim insanlarımızı ve yüksek
yargı mensuplarını kutluyoruz. Ancak, ülkemizde Siyasal İslamcı bir rejim kurmakla
AB-D tarafından görevlendirilen Tayyipgiller Hükümeti, bu Ortaçağcı gidişe karşı
direnç noktası olan, Antiemperyalist Birinci
Kurtuluş Savaşı’nın kazanımlarından olan
Laikliği sahiplenen, ülkemizin Yeni Sevr’e
götürülmesine karşı çıkan güçleri birer
birer tasfiye etmekte, etkisizleştirmektedir.
Sonuç olarak; bu Şeriatçı gidişin mantıkî
sonucunda kadınlarımız için Türban yetmez,
kara çarşaf ve peçeye büründürülmek ve bir
erkeğin 4 eşinden biri, hatta sayısız cariyelerinden biri olmak da var... Yanlarında bir
erkek olmadan sokağa çıkmalarının yasaklanması da var… Zaten Başbakan Tayyip,
son günlerde, “kadın erkek eşitliği
yaradılışa ters” diye konuşmalar yaparak,
son günlerde daha bir pervasızca bu Şeriat
özlemini dile getirmektedir.
İşte Ortaçağcı İrticacıların gemi iyice
azıya aldıkları, yasa, mahkeme kararı gibi
hiçbir kural dinlemedikleri bu zor günlerde,
Cumhuriyetin en önemli kazanımlarından
olan ve kadınımızın toplumsal yaşama katılmasını sağlamada en önemli unsur oluşturan
Laikliğe sahip çıkan, 2008 yılında da Tayyipgillere Laiklik karşıtı Ortaçağcı eylemlerinden dolayı derslerini veren, AB-D Emperyalizmi ve yerli işbirlikçilerinin Yeni Sevr
planlarına teslim olmayan Yargıtay
Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’yı bu
cesaretli, kararlı, bilinçli ve yiğit tavrından dolayı kutluyoruz. Halkın Kurtuluş
Partisi olarak bu haklı mücadelede sonuna
kadar yanında olduğumuzu ilan ediyoruz. 22.10.2010
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
18
Mütevazılığa bak!
“B
u ülkede herkes iyi yaşamayı hak
ediyor.” diyor “Türk inşaat sektörünün önde gelen gruplarından
Ağaoğlu’nun Yönetim Kurulu Başkanı Ali
Ağaoğlu”, günlerdir gazetelere tam sayfa verdiği ilanlarda, TV ekranlarındaki reklamlarında.
“İnsanların şöyle böyle değil, kaliteli, güvenli ve en önemlisi hayatını ailesiyle birlikte
daha da güzelleştirecek ortamlarda yaşamasını istiyoruz.” (Gazetelerdeki ilanlardan.)
İnsanların büyük çoğunluğunun, hem de ezici çoğunluğunun, Ağaoğlu’nun ilanlarındaki gibi yaşamadığını biliyoruz. Ağaoğlu’nun da nasıl
yaşadığını biliyoruz.
Nereden?
13.09.2009 tarihli Vatan Gazetesi Pazar
Eki’ndeki bir röportajından.
“Hayattaki tek lüksüm” diye başlıyordu
röportaj.
Bu ilk sözcükleri okuyunca, insanda “acaba
nedir?” diye bir merak uyanıyor. Ve mütevazı
bir “lüks” beklentisi doğuyor. Ama sözcüklerin
devamını okuyunca ister istemez, “Hayattaki
tek lükse bak!” diyor, insan…
Okuyalım mı hep beraber devam eden sözcüğü:
“arabalar…”
Dikkatinizi çekmiştir hemen; “araba” değil,
“arabalar…”
Arabalara gel!
Peki nasıl “arabalar?”
Tofaş, Fiat, Renault, Ford, Hyundai, Opel
vb. mi örneğin?
Yoo!
Ya ne?
“Kendimi bildim bileli hep güzel arabalar
kullanmışımdır. İlk olarak 1973’te bir Mercedes aldım. (…) Arabalarımdan en çok Bentley’in Cabrio’sunu sürmekten keyif alıyorum. (…)
“Son olarak aldığınız özel üretim olan
Rolls Royce Phantom Cabrio’ya 2.5 milyon TL
ödediniz mi gerçekten? Beğendiğiniz arabayı
kaç para olursa olsun alır mısınız?
“Ödediğim rakam biraz daha fazla...
Arabayı beğendiysem alırım, paraya hiç acımam.”
A. Ağaoğlu’nun kaç arabası varmış?
“11 lüks arabam var.”
Nelermiş?
Mercedes (3 tane), Bentley Cabrio, Bentley
Continental Flying Spur, Bentley Continental
GTC, özel üretim Rolls Royce Phantom Cabrio,
Rollls Royce Phantom Drophead Coupe, Lamborghini 140 Gallard Superleggera, Maseratti
Grantursimo, Ferrari California…
Bunların fiyatlarını (kaç on milyon TL olduğunu) hesaplamaya gerek var mı?..
“Hayattaki tek lüks” nasıl sağlanıyormuş?
“Bakın ben her sabah 07.00’de mutlaka
kalkarım, istersem sabah 05.00’te yatmış olayım. eredeyse çaycıdan bile önce gelip işimin başına geçerim. Günde ortalama 16 saat
çalışıyorum.”
İşçi gibi yaşayıp, işçi gibi ölenler
Yalnız, takıldığımız bir nokta var. Binlerce,
milyonlarca, on milyonlarca işçi, memur, köylü,
küçük esnaf, hatta kimi büyük esnaf da sabah
07.00’da kalkıyor. Onlar da, “Günde ortalama
16 saat çalışıyor”.
Doğru mu?
Doğru.
Peki onların da “hayattaki tek lüks”leri “arabalar”ı mı?..
Yoo!
Onlarınki, boğaz tokluğuna yaşam mücadelesi…
Lüküs hayat, lüküs hayat%
Peki konumuz olan “Ağaoğlu Şirketler Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Ali Ağaoğlu”nun
“tek lüks”ü bu muymuş gerçekten?
Olur mu?..
“Bir de helikoptere biner(…), güzel kızlarla gezer(…)”miş!
“Bu kadar çalışan bir insanın o kadar da
lüksü olsun.”muş…
A. Ağaoğlu’nun “lüks”ü bu kadarcık mıymış?
“Trabzon’da yaklaşık 6 milyon dolara bir
ev yaptırdığınızı ama bir gece bile kalamamışsınız. Doğru mu bu?
“Evet, yaptırdım ama zaman darlığından
hiç gidemedim. (…) Söylediğiniz kadar olmasa da iyi para harcadım.”
Mütevazı adamı gördünüz mü?
“Söylediğiniz kadar olmasa da iyi para harcadım.” diyor…
Başka neleri varmış?
“Önümüzdeki günlerde taşınıyormuşsunuz...
“Evet, Amcazade Yalısı’na taşınacağım.
“(…)
“İstanbul’da 5, Bodrum’da 5 olmak üzere
toplam 10 ayrı otel yapıyorsunuz.
“Evet, turizmde büyüyeceğiz. Bodrum’da
10 bin dönümlük bir arazi üzerine 12 ay yaşanabilecek bir turizm şehri kuruyoruz. İçinde sadece bahsettiğiniz 5 otel değil, 2 golf sahası, binlerce villa, alışveriş merkezi, camii
ve kilise olacak. Hedefimiz yurt dışına satış.
Türkiye’nin kurumsal bazdaki en önemli
projesi olarak görüyorum bunu. Sadece 50
milyon dolarlık sera yaptım oraya, ağaç yetiştiriyoruz.
“Uludağ’daki otelinizi kapattınız. e olacak orası?
“Uludağ çok plansız gelişti. Mevcut plan
olmadığı için oteller müşteri ihtiyacına göre
ekler yaptılar. Sonuçta oradaki pek çok tesis,
benimki dâhil kaçak durumuna düştü. Ben
de kızıp kapattım.”
Helikopterler, süper lüks arabalar, yalılar,
villalar, oteller, golf sahaları: “hayattaki tek lüksü” bunlar Ağaoğlu’nun.
Ya bir de gerçekten “çok lüksü” olsa ne olur-
Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010
du?..
Ona herhalde hayallerimiz bile yetişemez…
Peki bu “hayattaki tek lüks”, kime-kimlere
yetermiş?
“Şu anda çalışmayı bıraksanız mal varlığınız torununuzun torununa yeter mi?
“Onun torununun torununa bile yeter!”
(Banu Duran, agy)
E, tabiî, “Günde ortalama 16 saat çalışı”nca
olur o kadarcık(!)
***
Bu haber bizde bir çağrışım yaptı, meşhur
“Lüküs Hayat” operetini…
Lüküs Hayat
Şişli’de bir apartıman
yoksa eğer halin yaman
nikel-kübik mobilyalar,
duvarda yağlı boyalar
İki tane otomobil
biri açık, biri değil
aşçı, uşak, hizmetçiler
dolu mutfak, dolu kiler
Hanım gider, sen gidersin
gündüzleri çaydan çaya
gece olur, davetlisin
ya dineye ya baloya
Hey
lüküs hayat, lüküs hayat
bak keyfine yan gel de yat
ne güzel şey
oh ne rahat
yoktur eşin lüküs hayat
Yaz gelince adadasın
mayo giymiş kumlardasın
etrafında güzel kızlar
canın çeker, burnun sızlar
Hanım motorla dolaşır
hanım serbest, kim karışır
takarsın şeyleri bazı
dünya böyle sen ol razı
Sen de kendi hesabına
topla akşam etrafına
sarıları, esmerleri
kır şampanya kadehleri
Hey
lüküs hayat, lüküs hayat
bak keyfine yan gel de yat
ne güzel şey,
oh ne rahat
yoktur eşin lüküs hayat
***
Biz bu yazıyı (girişteki ilk üç paragraf hariç)
kaleme alalı neredeyse bir yıla yakın olmuştu.
Bir türlü yayımlayamamıştık. Sonra gazetelerde, TV’lerde yukarıdaki girişte okuduğumuz
ilanları gördük, izledik. Çağrışım oldu. Yazımızı tekrar güncellemek istedik. Ve Ali Ağaoğlu’yla, Referans Gazetesi’nden Ayten Güvenkaya’nın 20.08.2009’da yaptığı (o zaman görmediğimiz, okumadığımız) bir röportajı daha oku-
Ekvador’da Halk alanlara çıktı, darbeye karşı durdu
E
kvador’da 30 Eylül’de bir darbe girişimi
oldu. Latin Amerika medyasından bazılarının söylediği gibi bu bir “kurumsal
kriz” değildi. Tersine neredeyse 40 bin kişilik
bir orduya dönüşmüş polisin demokratik yollarla seçilmiş başkana karşı bir ayaklanmasıydı.
Bu durum, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Amerikalararası İlişkilerden Sorumlu Bakan Yardımcısı Arturo Valenzuela’nın iddia ettiği gibi polisin disiplinsiz bir davranışı olarak da değerlendirilemez. Aynı durum ABD’de olsaydı ve polis
Barack Obama’yı darp edip bir hastanede askerler onu kurtarana dek 12 saat rehin tutsaydı,
öldürmek üzere otomobiline ateş etseydi polisin
disiplinsizliği olarak mı değerlendirirdi?
Elbette hayır. Orada asla kabul edilmeyecek
zorbalık bir Latin Amerikalı başkan söz konusu
olduğunda nedense bir eşek şakası gibi değerlendiriliyor.
Oligarşinin basını darbe sözcüğünü kullanmaktan kaçınarak ve olayları çarpıtarak aktardı.
Polisin başkaldırısı olarak nitelemeyi seçtiler.
Sağın eski bir numarası bu: Kendi yandaşlarının
keyfi davranışlarını önemsemezken karşıtlarının yanlışlarını abartmak. Bu nedenle ertesi gün
Başkan Correa’nın, olayları darbeyi gerçekleştirmeye yönelik bir komplo olarak değerlendirdiğini anımsamak gerek. Bir komplo çünkü darbe oluşurken başka aktörlerin de darbeyi desteklediklerini gördük. Ekvador Hava Kuvvetleri’ne bağlı bazı güçlerin Quito Havalanı’nı bloke etmeleri, muhalefet milletvekillerinin sokaklara çıkarak darbeyi desteklemeleri, eski başkan
Guiterrez’in avukatının devlet televizyonuna
zorla girmeye çalışması, Guayaquil Belediye
Başkanı ve Correa’nın baş rakibi Jaime ebot’un despot ve otoriter olduğunu iddia ettiği
Correa ile polis arasında kendisinin kışkırttığı
bir anlaşmazlık olduğunu söylemesi bir rastlantı değil. Yerli hareketi Packakutik’in trajik dönüşümünden söz etmek gereksiz, çatışmanın ortasında tüm yerli örgütlerine ve sosyal hareketlere ulusal bir cephe oluşturarak başkanı düşürmek için sokağa çıkmaları çağrısı yaptılar. Yaşam sürprizlerle dolu, der Pedro Navajo (hayat
ve ölümü anlatan ünlü salsa şarkısı). Ama bu
kadarı fazla. USAID ve NED (ABD yardım kuruluşları) gibi kuruluşların cömert katkılarıyla
son yıllarda Ekvador yurttaşlarını kendi parti ve
örgütleri aracılığıyla ele geçirmekte olduğunu
hatırlamakta yarar var.
Sonuç: Polisin küçük bir grubunun gerçekleştirdiği ayaklanmadan çok öte, Correa’yı
Manta ABD üssünü iptal ettiği Ekvador’un dış
borçlarını ödemeyi reddettiği ve ALBA’ya (Küba, Venezüella ve Bolivya’nın kurduğu Latin
Amerika için Bolivarcı Alternatif) katıldığı için
ve başka pek çok nedenle bağışlamayan yerel
oligarşinin ve emperyalizmin hizmetindeki sosyal ve politik aktörlerin katıldığı bir darbe girişimiydi. Ekvador polisi bölgedeki başka ülkelerde olduğu bibi ABD tarafından eğitilmekte.
Bu eğitimin sivil iktidar güçlerine itaat etmeyi
içermediği açık. Görünen o ki ABD ile Latin
Amerika ülkeleri arasındaki bu türden işbirliğine son vermek gerek. Eğitim kurslarında ne öğrettikleri ortada.
Darbe neden başarılamadı?
Üç basit neden söylenebilir.
Birincisi, hızla ve etkin biçimde sokaklara,
alanlara çıkan, her türden tehlikeye karşın Başkan Correa’yı destekleyen Ekvador Halkı.
Böyle durumlarda olması gerektiği gibi anayasal düzeni korumak için olup biteni seyretmeyip öncü oldular. Sokaklarda, alanlarda onlar olmasaydı Makyavel’in 500 yıl önce uyardığı gibi cumhuriyet olmayacaktı. Kurumsal yapı kendini koruyacak güçte değildir. Sağcıların gücü
çok fazla ve bu yapıya yüzyıllardan beri hükmediyorlar. Yalnızca halktın sokaklardaki militan ve aktif varlığı darbeci planları bozabilir.
İkinci olarak darbe Ekvador Halkının gösterilerine eşlik eden hızlı ve güçlü bir uluslararası
dayanışma sayesinde engellenebilmiştir. UNASUR (Güney Birliği) acilen Buenos Aires’te
olağanüstü toplanmış ve Güney Amerika hükümetlerinin ve bazı Avrupa devletlerinin Correa’yı açık bir şekilde desteklemeleri darbecilere planlarında başarılı olduklarında aforoz edilip ekonomik, politik ve uluslararası alanda dışlanacaklarını gösterdi.
(Sağcı hükümetlerin yönetimindeki Peru ve
Kolombiya bile darbeye cephe almış ve sınırların kapatmıştı. ÇN.) Bir kez daha gördük ki
UNASUR etkin bir birlik olmuş. 2008 Bolivya
krizinde olduğu gibi birlik, sonunu dış güçlerin
müdahalesi olmadan çözebildi.
Üçüncü olarak Correa’nın gösterdiği cesaret.
Kolunu bükmelerine izin vermedi, yaşamı
tehlikede olmasına karşın kararlılıkla direndi.
Ali Ağaoğlu ve arabaları...
duk. O zaman kelimenin gerçek anlamıyla, bir
kez daha çarpıldık: Bir insan, nasıl böyle yüzsüz, utanmaz, arlanmaz, vicdansız olabiliyordu?..
“Ali Ağaoğlu’ndan ürperten itiraflar
“Türk inşaat sektörünün önde gelen
gruplarından Ağaoğlu’nun Yönetim Kurulu
Başkanı Ali Ağaoğlu, 17 Ağustos depreminin
10. yıldönümü ertesinde İstanbul konut yapısına ilişkin şok açıklamalar yaptı. Olası bir
depremde uzmanların açıkladığı 50 bin binadan çok daha fazlasının yıkılacağını, can
kaybının ise milyonları bulabileceğini belirten Ağaoğlu, “Avazım çıktığı kadar bağırıyorum. İstanbul konut inşaat sektörünü en iyi
bilen isimlerden biri olarak söylüyorum ki;
mevcut yapı stokunun yüzde 70’i deprem açısından güvenli değil. 1970’li yıllarda İstanbul’un Anadolu yakasında yapılan yapıların
büyük bir kısmına inşaat malzemesini ben
sattım. Kumları Marmara Denizi’nden, demirleri hurdadan çektik. O zamanın şartlarında en iyi malzeme buydu. Sadece biz değil
tüm firmalar aynı şeyi yapıyordu. Deprem
olursa İstanbul’a ordu bile giremez, ölen şanslıdır” itirafında bulundu.”
Nerede savcılar? Nerede hükümet?..
Yok! Arasak da bulamayız.
Niye?
Çünkü aynılar!
Hepsi vurguncu, talancı bunların… Ağaoğlu
inşaat sektöründe vurgun vuruyor, Tayyipgiller
bütün sektörlerde. Ağaoğlu sözde itiraf ediyor
ama bir yandan da kendini masum göstermeye
çalışıyor:
“Herkes böyle çalışıyordu
“O dönem Anadolu yakasında Bağdat
Caddesi dahil olmak üzere çok sayıda inşaat
yaptıklarını belirten Ağaoğlu, malzeme ve işçiliğin kaliteli olmadığına dikkat çekti. Ağaoğlu, şöyle devam etti: “En lüks semtlerdeki
o süslü püslü binalar için konuşuyorum; çoğu sadece tuğla üstünde duruyor, içleri gitmiş. 1970’li yıllar, sana yağ ve benzinin karneyle alındığı zamanlardı. İbrahim
Tatlıses’in dediği gibi, Urfa’da Oxford vardı
da okumadık mı? Yani o dönemde en iyi malzeme onlardı. Teknoloji yoktu, betonlar kürekle karıştırıldı. Sağdan sola en az beş kere
karıştırılması gerekirdi. Beton işleri de Doğulu ekiplerin elindeydi. İşçilere laf da anlatamazdık. Bir kere çevirip bırakırlardı. Yani
kısaca kum kötü, malzeme kötü, işçilik kötü.
Tüm firmalar böyle çalışıyordu. Belki karamsar bir tablo çiziyorum ama ilkokuldan
bu yana işin içindeyim. İşin mutfağında yetişen biri olarak söylüyorum ki; mevcut yapı
stokunun yüzde 70’i deprem açısından güvenli değil. Binalar resmen iman kuvveti ile
ayakta duruyor. Binaların 17 Ağustos’ta nasıl karton gibi yıkıldığını unutmamak lazım.”
İnsan bir kere insanlıktan çıkmaya, yiv sıyırmaya görsün, artık onda hiçbir değer aranmaz,
aranamaz. Çünkü o bütün değer yargılarını yitirmiştir.
Ne diyor Ağaoğlu?
“(…) o dönemde en iyi malzeme onlardı.
Teknoloji yoktu, betonlar kürekle karıştırıldı.”
Peki binlerce yıl önce, insanlık üstelik bu
topraklarda, bu İstanbul’da, bugün bile yıkılmayan yapılar yapmadı mı?.. Ve o yapılar hâlâ
ayakta, hâlâ kullanılıyor değil mi? Teknoloji o
zaman vardı da 70’lerde mi yok oldu? Kim yaptı Ayasofya’yı? Kim yaptı Sultanahmet’i? Kim
yaptı Selimiye’yi? Kim yaptı kim?..
Ağaoğlu bir de utanmadan işçilere çamur
atıyor, üstelik de “Doğulu” diyerek. Yani bir
yandan da ırkçılık yapıyor:
“Beton işleri de Doğulu ekiplerin elindeydi.
İşçilere laf da anlatamazdık. Bir kere çevirip bırakırlardı. Yani kısaca kum kötü, malzeme kötü,
işçilik kötü.”
Peki, binaları yaptıran kimdi, o malzemeyi
kullandıran kimdi?
Sen! Siz!
O işçiler, üstelik de “Doğulu”lar da dahil, diğer binaları da yaptılar. Niye onlar yıkılmıyor?
***
“Yani kısaca kum kötü, malzeme kötü, işçilik kötü” değil Ağaoğlu. Sen ve sınıf olarak siz
kötüsünüz.
Siz, bir parça kâr ve vurgun için, insanlıktan
çıktınız. İnsanî bütün değerlerinizi yitirdiniz.
Sözde itiraf ediyor, vicdanınızı rahatlatmaya çalışıyorsunuz ama hâlâ çamur atmaktan, kendinizi haklı göstermekten vazgeçemiyorsunuz. Çünkü sizin “malzemeniz kötü”…
Bir gün gelecek, ama mutlaka gelecek, siz
ve sizin gibiler (İşveren sınıfları), Tarih sahnesinden silineceksiniz. Ve Tarih sizi ve sizin gibileri, hiç de hayırla anmayacak. Ders kitaplarında, insanlıktan çıkmış, insanlık düşmanları olarak anlatılacaksınız…
Eğer boyun eğseydi, zayıf davransaydı, korksaydı sonuç çok farklı olurdu.
Bu üç faktörün bileşimi, içerde halkın ayaklanması, uluslararası dayanışma ve başkanın cesareti darbe kışkırtıcılarının dışlanmasına, güçlerinin azalmasına ve böylece silahlı kuvvetlerin başkanı kurtarma girişiminin başarıyla sonlanmasına olanak sağlamıştır.
Bu girişim yinelenebilir mi?
Evet, çünkü Latin Amerika toplumsal yapısında ve ABD dış politikasında darbe planları
hep olmuştur. Yakın tarihe bir göz atacak olursak 2002’de Venezülla’da Chavaz’e kaşı yapılan başarısız darbe, 2008’de Bolivya’da Morales’e karşı yarım kalmış darbe girişimi ve
2009’da Honduras’ta başarıya ulaşmış darbe ve
2010’da Ekvador’da başarısız darbe girişimi.
Bu ülkelerin hepsinin ortak paydaları ekonomik ve sosyal bir değişim geçirmeleri ve ALBA
üyesi olmaları.
Oligarşinin ve emperyalizmin hizmetindeki
hiçbir sağ hükümet darbeyle yıkılmadı. Bu yüzdendir ki dünya insan hakları ihlali şampiyonu
Alvaro Uribe (Kolombiya’nın eski başkanı)
pek çok kayıplara, toplu mezarlara, yargısız infazlara karşın sekiz yıllık yönetimi boyunca asla askeri bir darbe kaygısı taşımadı. Bölgedeki
diğer sağcı hükümetlerin de gelecekte bir darbenin kurbanları olma olasılığı yok.
Halkın tepkisi gecikirse darbe
sürecini geri döndürmek zor
2002’den bu yana yapılan dört darbeden sadece Honduras Başkanı Manuel Zelaya’ya yapılan başarılı oldu. Darbe gece yarısı oldu ve haber ancak ertesi sabah duyuldu, hak sokaklara
döküldüğünde başkan ülke dışına çıkarılmıştı.
Uluslararası tepki geç ve zayıftı. Buradan çıkarılacak ders: Demokratik halk tepkisinin hızı,
darbe sürecini etkilemekte temel unsur. Eğer
halkın tepkisi gecikirse darbe sürecini geri döndürmek çok zor. Aynı şey uluslararası dayanışma için de geçerli. Neyse ki bu koşullar Ekvador’da oluştu ve darbe geri döndürüldü. Ancak
hayalci olmamak gerek. Oligarşi ve İmparatorluk her zaman yeniden ve farklı biçimlerde kendi çıkarları karşısında teslim olmayan hükümetleri devirmeyi deneyecektir.
ot: ALBA ülkelerine yönelik bu darbelere
Haiti’yi de katabiliriz. 2004 yılında Jean Bertrand Aristide de gece yarısı tutuklanıp
ABD’nin kiraladığı bir uçakla Afrika’ya gönderilmişti. Haiti Halkı günlerce sokaklarda Aristide’nin geri dönmesi için gösteri yapmıştı, ama
çok geçti…
(Atilio Boron)
İspanyolcadan çeviren: Engin Demiriz
(Pagna12, Arjantin, 3 Ekim 2010)
19
Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010
Akarsular özelleştirilemez, hidroelektrik santraller yağma edilemez,
yenilenebilir enerji kaynağı olarak halk yararına kurulmalıdır
T
ürkiye’de yenilenebilir enerji kaynağı
olarak güvenilir bulunan ve doğal kaynaklarımıza dayanan hidroelektrik
santraller son dönemde daha fazla tartışılır
hale geldi. Parababaları iktidarı, AB-D Emperyalizminin emirleri doğrultusunda suların özelleştirilmesine karar verince, akarsulardan başlayarak adım attı.
Türkiye’nin Hidroelektrik Santral
(HES)’lere ihtiyacı vardır ve yapılmalıdır.
Peki yenilenebilir enerji kaynağı olan
HES’lere gereken önem veriliyor mu?
Elektrik İşleri Etüt İdaresi tarafından geliştirilen proje sayısı 330 olmak üzere toplam
2030 proje üretilmiştir.
Gene proje peşkeşine örnek olarak söylersek, 2007 yılında bir günde bir günlük sınırlamayla 600 proje başvurusu alınmıştır.
Hazırlık süresi olmadan, teknik incelemeye
tabi tutulmaksızın, ön inceleme yapılmaksızın proje başvurusunun kabul edilmesi yağma örneğidir.
Gördüğümüz gibi, bir anda proje borsası
açılmış, ihaleler peş peşe yapılmış, denetim-
Hayır. 1989 yılında enerjimizin % 60’ını
hidroelektrikten sağlarken, 2005 yılında %
27’sini ve günümüzde % 25’ini sağlıyoruz.
Bu durumda hidroelektriğe önem veriliyor
denemez.
Neden?
Çünkü Türkiye’de doğalgaza, dolayısıyla
yabancı sermayeye bağımlılık artmıştır. Günümüzde enerji ihtiyacının % 43’ü doğalgazdan, % 28’i kömürden, % 25’i hidroelektrikten, % 4’ü fueloilden karşılanmaktadır.
HES’ler, dışa bağımlı olmadan kendi gücümüzle üretebileceğimiz yapılardır. Ancak
günümüzde HES politikası, sermayenin
elinde çevrenin yağmalanmasına dönüşmüştür. Türkiye’de HES yapılmasına karar verilmeyen dere bırakılmamıştır. Çünkü dereler
yağma alanı olmuştur.
Teknik açıdan bakarsak, HES denince
akla iki tip santral gelir: Baraj tipi ve nehir
tipi santraller. Bunları inceleyecek olursak,
baraj tipi santraller kalıcı, akarsular üzerine
kurulan maliyeti yüksek ve kâr oranı düşük
santrallerdir. Nehir tipi santraller ise maliyeti düşük, yapımı kolay, getirisi fazla, dönüşümü kolaydır. 8 yılda maliyetini çıkaran ve
40-50 yıl kâr bırakabilen santral tipidir.
Baraj tipi santraller, Parababalarının iştahını kabartmaz; ama nehir tipi santraller iştahlarını kabartır. Çünkü 4628 sayılı Elektrik
Piyasası Kanunu hükümleri gereği, enerji
üretim tesislerinin yapımı tamamen özel
sektöre verilmiştir. Buna bağımlı olarak
“Elektrik Piyasasında Üretim Faaliyetinde Bulunmak Üzere Su Kullanım Hakkı
Anlaşması İmzalanmasına İlişkin Usul ve
Esaslar Hakkında Yönetmelik”in yürürlüğe girdiği 26 Haziran 2003 tarihinde, hidroelektrik projeler DSİ sitesinde yayınlanarak
özel sektör başvurusuna açılmıştır. Yağmanın başlangıç tarihi budur.
2008 Eylül itibari ile tüzel kişilikler tarafından geliştirilen proje sayısı 1700, DSİ ve
siz, kuralsız yapılan bu ihaleler halkın tepkisini çekmiştir.
Biz devrimciler böyle bir konuda karar
verirken; kamu yararı olup olmadığına ve
çevreye, tarihe, kültürümüze zarar verip vermeyeceğine bakarak karar veririz. Yapılacak
yapıların sağlıklı ve güvenilir olması için yapılması gerekenlerin yapılıp yapılmadığını
inceleriz.
Hidroelektrik santraller doğru yer seçimi
yapılarak kamu eliyle yapılırsa destekleriz.
Son HES’lere baktığımız zaman, nehirlerin su miktarına bakılmaksızın, yer seçimine
dikkat edilmeden, denetimsiz olarak, Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporu istenmeden lisans verilerek şirketlere peşkeş çekildiğini görürüz.
Nehirlerin projelendirmeleri yapılırken,
ÇED raporlarının dikkate alınması gerekiyor. Fakat bu raporlar masa başında hazırlanmış, gerçeklerden uzak, derelerin özgün
konumuna bakılmaksızın ihaleye çıkarılmıştır. Burada da usulsüzlükler yapılmıştır.
ÇED raporu 17 Temmuz 2008 tarihinden itibaren kurallara bağlanmıştır. Kurulu gücü
0,5-25 megavat arası olan santraller için
ÖNÇED raporu, 25 megavat üzerinde ise
ÇED raporu istenmektedir. Ama 17 Temmuz
2008 öncesi tüm nehirlerde lisans alındığı
için, ÇED raporu kuralları işlemez hale gelmiştir. Yani Devlet usulsüzlük yaparak ÇED
raporuna bakmaksızın lisans vermiştir. ÇED
yönetmeliğini daha sonra çıkararak işlemeyen bir sistem kurmuştur. Bu da halkın aleyhine, Parababalarının lehine bir durumdur.
HES ihalelerinde kurallara bağlanmayan
ama yöre halkını birinci derecede ilgilendiren konu nehirlerdeki CANSUYU miktarıdır. CASUYU, derelere bırakılması gereken en az su miktarıdır. CANSUYU miktarı
belirlenmeden ihale yapıldığı için, CANSUYU konusu pazarlığa bırakılmıştır. Bu kesinlikle kabul edilemez. Nedeni nehirlerin
ekolojik yapısını ilgilendiren temel bir konu
olmasıdır. Dereden yararlanacak köylüyü ilgilendiren, yaşamlarını sürdürürken değerlendirecekleri bir konu, şirketlerin insafına
bırakılamaz. Kimi dereler için yüzde 10 oranı belirlenirken, kimisi için ise bir kural da
yoktur. Burada da usulsüz örnekler vardır.
Doğu Karadeniz’de İkizdere’de debi 25
mᶾ/sn iken verilen CANSUYU miktarı 200
lt/sn, Rüzgarlıdere’de debi miktarı 5 mᶾ/sn
iken verilen CANSUYU miktarı 150
lt/sn’dir. Bu çelişki somut bir örnektir. Gerekçesi yoktur ve açıklanamaz. Çözümü bellidir. Akarsuyun debi miktarına göre kurallar
konmalıdır ve buna uyulmalıdır. Debi miktarları da yerinde ve doğru gözlemlere dayanmalıdır.
Köylülerin elektrik ihtiyacını karşılayacak bölgesel HES’ler kamu eliyle kurulmalı
ve yöre halkının ucuz elektrikten yararlanması sağlanmalıdır.
HES inşaatları sırasında çıkan hafriyat
kesinlikle derelere ve ormanlara dökülmemeli, bunun önlemi alınmalıdır. İhalelerde
çıkacak hafriyatın döküleceği yer kesin olarak belirlenmeli ve inşaat sırasında belirlenen döküm yerine bırakılması denetlenmelidir. Buna uymayan şirketlerin ihalesi iptal
edilmeli ve cezalandırılmalıdır.
Derelerde özgürce yaşayan ve üremelerini sürdüren balıkların, HES’ler inşa edilirken, özellikle üreme dönemlerinde yaşamlarını sürdürecek kanallar açılmalı ve yapılıp
yapılmadığı denetlenmelidir.
HES’ler proje aşamasından sonra da denetimden uzaktır. Proje aşamasından bitimine kadar çok sıkı denetimden geçmelidir. Bu
kamu denetimi olmalıdır. Tayyipgiller nasıl
TOKİ’nin inşaatlarını denetimden uzak yapıyorlarsa aynı pervasızlığı HES’lerde de
yapıyorlar. DSİ bu konuda uzmanlaşmış ve
deneyimleriyle baraj tipi santrallerde başarılı çalışmalar yapmıştır. DSİ Genel Müdürlüğü, kadrolarını güçlendirerek HES’leri denetleyebilir. Çünkü birikimi ve teşkilatı bu iş
için uygundur.
HES’lerin doğayı tahrip etmesine izin
verilmemelidir. Yer seçimine çok dikkat
edilmelidir. Örneğin Rize İkizdere
Vadisi’nde bulunan en zengin minerallere
sahip ve 70 derece sıcaklıktaki kaplıcanın altına ve üstüne asla HES kurulmamalıdır.
Çünkü İkizdere Vadisi, kayak yapılan, dağ
yürüyüşüne uygun bir doğal cennet. Burada
20 adet HES yapılarak İkizdere Vadisi endüstri merkezi olacak. 2008 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla Turizm Vadisi ilan edilmiş ve Termal Otel kurulmuştu. İnsanlar
sağlıklarına kavuşmak için İkizdere Vadisi’ne geliyordu.
Ülkemizin her yerinde tahrip edilmemesi
gereken doğal güzellikler var. Bugün yöre
halkları Akdeniz’den Karadeniz’e, Göller
Bölgesi’nden Bursa’ya HES’lere karşı çıkıyorsa bu yağma politikasına ve akarsuların
özelleştirilmesine karşı çıkıştır.
Akarsularımızın kamu eliyle değerlendirilmesine, şimdiye kadar uygulanan tüm
anayasalarda (buna 12 Eylül Anayasası da
dahildir), sahip çıkılmıştır. Tâ ki, Tayyipgiller eliyle özel sektöre peşkeş çekilmesine
izin verilene kadar. DSİ Genel Müdürlüğü,
yıllardır Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığına bağlı iken, bir kararnameyle Çevre ve
Orman Bakanlığına bağlanmıştır. Çevreyi
katledenler, ormanlarda maden arama izni
vererek yok olmasına göz yumanlar şimdi de
HES yağmasına izin vereceklerdir. Ama bu
sürgit böyle gitmeyecektir. Yöre Halkları bu
yağmaya karşı direnişini sürdürecektir. Bilim insanları ve yurtsever yargı bu oyunu
Macaristan’daki alüminyum kazası üzerine...
4
Ekim günü Macaristan’ın Ajka kentinde, MAL Macaristan Alüminyum
Üretim ve Ticaret Şirketine ait Ajkal
Timfoldgyar tesisinin sıvı atık havuzunu
çevreleyen duvarın bir bölümü yıkılmıştır.
1 milyon ton zehirli atık çevreye yayılmış ve selle birlikte çevre felaketine neden olmuştur. Eğer kuzey duvarı yıkılacak
olursa 1.5 milyon tona çıkacak olan zehirli atığın yeraltı suları ile Tuna Nehri yoluyla Karadeniz’e ulaşması kaçınılmazdır.
“Kızıl çamur” adı verilen, çok yoğun biçimde kostik alkali, kurşun ve kısmen radyoaktif maddeler içeren bu sıvı, doğrudan
cilt ile temasta ağır alkali yanıklara ve kuruduktan sonra tozların solunması ile akciğer kanserine neden olmaktadır. Şu ana
kadar 7 kişinin ölümüne ve yüzlerce kişinin yaralanmasına, hayvan ve bitkilerin
telefine neden olmuştur.
Atık ayrıca kurşun, kadmiyum, arsenik
gibi ağır metaller içerdiğinden, suya karıştığında çok tehlikeli olmaktadır. Tuna
Nehri yoluyla Karadeniz’e ulaşması, balıkçılığın çok büyük zarar görmesine neden olacak. Ayrıca halkımızın bu zehirli
balıklarla beslenmesi durumunda sağlığı
tehlikeye girecektir.
Çevre ve Orman Bakanlığı ise 5 Ekim
günü açıklama yaparak:
“Dün Macaristan’ın Ajka şehrindeki bir alüminyum tesisinde atık maddelerin tutulduğu gölet’in iki setinin yıkılması neticesinde meydana gelen atık
çamuru kazasının Türkiye için tehdit
oluşturmadığını bildirdi.”
Bakanlık aymazlık içindedir. Ciddi önlemler alınmalıdır. Bu konu uluslararası
anlaşmalara bırakılamaz.
Macaristan’daki felaketten etkilenen
ülkelerden tarım ürünü ithalatı durdurulmalıdır. Bu altı ülke ile ortak eylem planı
hazırlanmalıdır.
Sanayi Bakanlığı ile Çevre ve Orman
Bakanlığı eşgüdümünde ilgili meslek odalarının birikiminden yararlanarak Kimyasalların Tescili, Değerlendirilmesi, İzni ve
Kısıtlanması (REACH) ve Tehlikeli Maddeler İçeren Büyük Kaza Hasarlarının
Kontrolü (SEVESO II) mevzuatlarının
gereklilikleri yerine getirilmeli, yapılan
çalışmalar kamuoyu ile paylaşılmalıdır.
Türkiye’deki atık depolama alanları,
kapasite durumları ve güvenilirlik dereceleri yerinde incelenmeli, atıkların bertaraf
edilmeleri için hangi önlemler alındığı
halka açıklanmalıdır.
Türkiye’deki tehlikeli kimyasal üreten,
işleyen, taşıyan, depolayan işletmeler üzerinde denetim sıkılaştırılmalı ve kamuoyu
madığı, her alınan mahkeme kararından
sonra yeni yeni idari işlemlerle projelerin
yenilendiği bir süreç ile karşı karşıyayız.
İdarenin hukuk devleti ilkesini ihlal ettiği
her bir eylem ve işlemi için AİHM’e başvurmayı düşünüyoruz. Diğer yandan
bozacaktır.
mahkeme kararlarının uygulanmadığı
İşte bu HES yağmasına ve HES’ler üze- her bir durumda ilgili kamu görevlileri
rine dönen dolaplara, Bakanlıkların duyar- hakkında hem cezai hem de tazminat yösızlığına somut bir örnek daha verelim:
nü ile hukuki girişimlere başlama kararı
“Artvin’in turizm cenneti olarak bakı- aldık.”
lan Karagöl’ü de etkileyecek olan bölge“UESCO, BİYOSFER ALAI OLAdeki HES projeleri arasında yer alan ve RAK TESCİLLEDİ
Gülkar Enerji Üretim ve Ticaret A.Ş. ta“Artvin Macahel Vadisi’nin UESCO
rafından yapılması planlanan 5.05 mega- tarafından ‘Biyosfer Alanı’ olarak tescil
vat kurulu gücündeki Düzenli HES proje- edildiğini vurgulayan TEMA Vakfı Rize
si nedeniyle, bölgedeki 11 ufak derenin su- Temsilcisi evzat Özer de, Dünya Bankayu alınarak 10 kilometrelik tünellerle ta- sı’nın yöreyi Türkiye’nin mutlak korunşınacak.
ması gereken dört bölgesinden biri olarak
“8 FARKLI PROJE
ilan ettiğine dikkat çekerek; “Macahel ay“Karagöl’ü de etkileyecek olan 8 fark- rıca, Dünyaca ünlü ‘saf Kafkas Arısının’
lı projenin yer aldığı Maçahel Vadisi’nin, gen merkezidir. TEMA Vakfı 1998 yılınUESCO tarafından ‘Dünya Biyosfer Re- dan beri bölgede bu yönde çeşitli projeler
zerv Alanı’ olarak ilan edildiğini kayde- yürütmektedir. Bütün bunlar bile Macaden çevrecilerin Avukatı Yakup Şekip hel’i bu vahşi saldırıdan kurtarmaya yetOkumuşoğlu, “Çevre ve Orman Bakanlı- memektedir” diye konuştu.
ğı da söz konusu statüyü tanımakta. An“SORUMLULUK ÇEVRE VE ORcak aynı bakanlık yıllardan bu yana Bi- MA BAKALIĞI’I
yosfer Rezerv Alanlarının nasıl korunaca“Derelerin Kardeşliği Platformu Döğına dair yönetmeliği çıkarmıyor. Yönet- nem Sözcüsü Ömer Şan ise, bölgeyi ve
melik çıkmayınca da ülkenin prestiji ola- yurdun birçok vadisini sarmal altına alan
bilecek Maçehel’in nasıl korunması gere- HES projelerinde rant hesapları ve dayatkeceği, korunacağı belirsizleşiyor. Koru- maların ön planda olduğuna dikkat çekema statüsünün yönetmeliklerle tanımlan- rek, “Maçahel’in dünyada öncelikli ve
mamış olması nedeni ile de işte Dünya Bi- özellikli değerlerini anlamayanlar, halk
yosfer Rezerv alanı gibi bir statüye sahip tepkisini yok sayarak; insanlarımızın doolan Maçahel’de 8 adet HES için izin ve- ğal yaşam alanlarından göç etmesine zerilebiliyor. Diğer yandan, örneğin koru- min hazırlıyorlar. Yargı kararlarını ‘yok’
nan alanlar listesi içinde ÇED Yönetmeli- sayarak, dere ve vadilerimizde katliam
ğinde Dünya Biyosfer Rezerv alanların- yaşatan HES projelerini, temiz ve yeniledan bahsediliyor ama sıra HES’e gelince nebilir enerji üretim kaynağı olarak gö‘yönetmeliği yok’ diye ÇED süreçlerinde ren, çeşitli mesnetsiz söylem ve ifadelerle
‘ÇED Olumlu’ veya ‘ÇED Gerekli Değil- ülkemizin enerjide dışa bağımlılıktan
dir’ kararları verilebiliyor. Keşfini yaptı- kurtulacağı nutuklarını atanlar, bu vebağımız Düzenli HES, 17.7.2008’deki ÇED lin altından kolayca kurtulamazlar. ÜlkeYönetmeliği değişikliğinden önce başvu- mizin bütün vadilerinde HES’lere karşı
rusu yapıldığından ÇED’den muaf. Yani birlik ve bütünlük içerisinde verilen bu
hem ÇED’den muaf, hem Biyosfer Rezerv mücadeleler sadece bir doğa ve çevre müAlanında, hem de 11 derenin suyunu top- cadelesi değil; hukukun üstünlüğünün,
layan ve bu sebeple de benzerlerinden ay- yasa ve yönetmeliklerin ve hatta Anayarılan bir proje. Oldukça geniş bir alanda sa’nın korunması, insan yaşamının doğal
yatağından akan dereciklerin toplanması ve asli unsuru olan sularımıza, tarihi, sosesasına dayandığından, diğer yandan ala- yal ve kültürel değerlerimize sahip çıkılnın vahşi yaşam alanı olmasından dolayı ması anlamında verilen onurlu bir mücahayvanların da su yönü ile zarar göreceği deledir de. Bütün bu olumsuzlukların
bir proje” dedi.
kaynağındaki, sorumlusu konumundaki
“HUKUK DEVLETİ İLKESİ İHLAL Çevre ve Orman Bakanlığı yetkililerini,
EDİLİYOR
bir kez daha ülke genelindeki HES proje“Okumuşoğlu açıklamalarını şöyle lerinden vazgeçmeye, bütün projeleri
sürdürdü: “Ülkenin en önce korunması durdurmaya, su kullanım haklarını ve
gereken Vadisi’nin, bu ve diğer 7 proje ile üretim lisanslarını iptal etmeye çağırıyotelafisi imkânsız zararlar görecekken ve ruz. Hiçbir güç halkın gücünden daha etidari prosedürü tamamlandığından yargı- kili ve üstün değildir” dedi.” (Derelerin
ya taşınan ve halen de yürütülmesi dur- Kardeşliği Platformu Basın Bülteni – 09 Hadurulmuş iki adet HES projesine rağmen ziran 2010)
bir diğer proje olan Uğur 1-2 HES’in de
Evet, hiçbir güç halkın gücünden etkili
ÇED süreci devam etmekte. İdare ise san- ve üstün değildir. Hele bir de halk birleşirse
ki hiç bir şey yokmuş, insanlar mutlu me- onun önünde hiçbir güç duramaz.
sutmuş, yasal alt yapı tamammış gibi ve
Son söz olarak diyoruz ki; akarsuların
üstelik pek çok mahkeme kararına rağ- özelleştirilmesine karşı çıkmak, yarın sularımen, halen de bu vadide ve diğer pek çok mızın özelleştirilmesini önleyecektir. Su tevadide ÇED süreçlerini devam ettiriyor. kellerinin Dünya Su Forumu’nda aldığı kaBu anlayışının yanlış olduğunu, ülkenin rarlar, halkımızın direnciyle geriletilecektir.
tüm değerli ekosistemlerini yok edecek Su meta değildir. Sularımız halkındır. Suyuprojelere imza koyduklarını defalarca na ve doğasına sahip çıkmak için halkımız
kendilerine iletmemize, defalarca verilen doğru önderlikle bütünleşip örgütlü mücadeyürütmeyi durdurma ve iptal kararlarına leye girip bu sömürü ve yağma düzenine son
rağmen ÇED süreçlerini devam ettiren vermek zorundadır. Kurtuluş Partisi bu koÇevre ve Orman Bakanlığı’na bizim artık nuda kararlıdır. Suyun özelleştirilmesine
söyleyecek sözümüz de kalmamıştır. Çev- karşı mücadele bayrağını yükseltecektir.
re ve Orman Bakanlığı, mahkeme kararHalk İktidarı özelleştirmelere ve talana
ları ile hakkında yürütmeyi durdurma ve- son verip, halk yararına HES’leri doğru yerrilen, iptal edilen projeler için bile halen lerde, çevreye ve tarihe saygı göstererek, doyeni ÇED süreçlerini devam ettiriyor. ğayı katletmeden kamu eliyle kuracaktır.
Anayasanın 138. maddesi varken, ‘hukuk
devletiyiz’ derken, geldiğimiz noktada alİzmir’den
dığımız mahkeme kararlarının uygulanBir Yoldaş
bilgilendirilmelidir. Kurallara uymayanlar cezalandırılmalı ve hatta kapatılmalıdır.
TEMA Vakfı’nın dikkat çektiği Turgutlu Çal
Dağı’ndaki Sardes Şirketi’nin Nikel işletmesi sıkı
denetime alınmalıdır. Nikel çıkarılması için yapılan çalışmalar durdurulmalıdır. Turgutlu Halkı tedirginlik içindedir. Macaristan’daki bu çevre felaketinin benzerini
yaşamak istememektedirler. Unutmayalım, Turgutlu’da yaşanacak çevre felaketi
Ege Bölgesi’ni etkileyecek niteliktedir.
Siyanürlü İlç yöntemiyle altın çıkarılmasına karşı çıkanların haklılığını Macaristan çevre katliamı göstermiştir.
Çevre ve Orman Bakanlığı ile Sanayi
Bakanlığı umursamazlığı ve yabancı şirketlerin çıkarlarını korumayı bırakıp; halk
sağlığı için yerinde önlemleri almalıdır.
Macaristan, Hırvatistan, Sırbistan,
Bulgaristan, Romanya ve Ukrayna’dan
yapılan gıda ithalatı durdurulmalıdır.
Karadeniz’de sürekli ölçümler yapılmalı ve balıkçılar uyarılmalıdır.
Halkımız bu konuda duyarlı olmalı,
Temiz Çevre, Yaşanabilir Doğa ve Temiz
Toplum için Kurtuluş Partisi saflarında
mücadele bayrağını yükseltmelidir. 12.10
2010
İzmir’den Bir Yoldaş
CMYK
CMYK
TÜVTURK İşçisi Yalnız Değildir
Y
ıllardır Türkiye İşçi Sınıfı hareketinde doğru bir çizgi izleyen gerçek İşçi
Sınıfı sendikası olan Nakliyat-İş,
Konya’da yine alanlardaydı.
Nakliyat İş Sendikası, TÜVTURK-Koyuncu Taşıt Muayene Yapım ve İşletim AŞ
(KYC)’de örgütlenme çalışması yürütmektedir. Türkiye’nin birçok yerinde işçiler, insanca bir yaşam için en doğal hakları olan
ve Anayasa ile güvence altına alınmış bulunan örgütlenme ve sendikaya üye olma hakkını kullanarak, Nakliyat İş’e üye oldular.
İşçilerin bu haklı hareketine karşı işveren yine doğası gereği engel olmak istedi.
Konya, Niğde, Aksaray, Kırşehir, Nevşehir,
Karaman, Afyon, Burdur ve Isparta’da toplamda 15 işçiyi işten atarak bu örgütlenme-
M
yi kırmaya çalıştı.
Bu durum karşısında Nakliyatİş Konya Bölge Temsilciliği hem
işten atılan işçilere destek olmak,
hem de işverene, işçilerin örgütlü
olarak hareket ettiğinde neler yapabileceğini göstermek için 5 Ekim
Salı günü saat 12.30’da bir eylem
gerçekleştirdi. Konya TÜVTURK
Araç Muayene İstasyonu önünde
bir basın açıklaması gerçekleştirdi.
Eylemin
coşkusu,
TÜVTURK’ün önüne varır varmaz başladı. Kortej halinde ve sloganlar eşliğinde yürünerek TÜVTURK’ün
önüne gelindi.
Basın açıklamasını, DİSK ve akliyatİş Konya Bölge Temsilcisi Ali Özçelik
okudu.
Özçelik, işten atılan işçilerin
hemen işe geri alınması gerektiğini, işverenin bu hareketinin
Anayasal bir suç olduğunu, örgütlenme sürecinde işverenin işçileri nasıl tehdit ettiğinin belgelerle sabit olduğunu belirtti. Özçelik konuşmasını; zamanı geldiğinde bu belgeleri savcılığa
teslim edeceklerini belirterek
noktaladı.
Yaklaşık 120 kişilik bir kitle
Yaşasın Mutaş Direnişimiz!
utaş, Gebze’de metal işkolunda
faaliyet gösteren bir fabrikadır.
Metal saçlar, baklava dilimi, göz
damlası şeklinde biçimlendiriliyor. Türkiye’de bu işi yapan iki fabrikadan biri Mutaş. İhracat da yapıyor.
Mutaş İşvereni, işçileri yoğun bir şekilde çalıştırıyor, sürekli mesai yaptırıyor.
Ancak cumartesi ve pazar günleri yapılan
mesaileri ücret olarak ödemiyor, bunun yerine denkleştirme çalışması adı altında izin
kullandırıyor. İçinde yaşadığımız bu işsizlik, pahalılık cehenneminde aldığı ücretle
zaten zor geçinen işçi kardeşlerimiz yaptıkları mesailerin karşılığını almak istiyor,
ancak talepleri hep reddediliyor.
Bunun üzerine Mutaş İşçileri, anayasal
haklarını kullanarak DİSK’e bağlı Birleşik
Metal-İş Sendikası’na üye oluyor. Üretimde çalışan işçilerin tamamı sendikaya üye
oluyorlar. Sendikanın çoğunluk tespiti için
Bakanlığa başvurmasından sonra işveren,
Sendikadan haberdar oluyor. Anında işçi
ve sendika düşmanı yüzünü gösteriyor ve
26 Ağustos’ta 7 işçiyi, haksız ve hukuksuz
bir biçimde, kıdem ve ihbar tazminatlarını
ödemeksizin işten çıkarıyor. Ardından 9 işçiyi işten çıkaran
işveren, bir süre
sonra 11 işçinin daha işine son veriyor. Böylece Birleşik Metal-İş Sendikası’nda örgütlenen
işçilerin tamamı işten çıkarılmış oldu.
Ancak işçiler bu
duruma sessiz kalmadılar.
İşyeri
önünde Direniş Çadırı kurdular ve 26
Ağustos’tan bu yana
Direnişlerini
sürdürüyorlar. İşlerine sendikalı olarak geri dönmek, ekmeklerini büyütmek
için mücadele ediyorlar. Biz de Kurtuluş
Partisi olarak, örgütlenmenin başından beri Mutaş İşçilerinin yanında mücadelelerine desteğimizi sunuyoruz. Ayrıca birkaç
defa Direnişçi işçi kardeşlerimizi kitlesel
olarak ziyaret de ettik.
Mutaş İşverenine göre; işçi dediğin hak
hukuk, sendika mendika bilmez. Karın
tokluğuna çalışır. Her türlü haksızlık karşısında gıkını çıkarmaz. Aman bu işsizlik ortamında “bu işimi de kaybetmeyeyim” diye, patronun iki dudağı arasındaki iş güvencesi için köle gibi çalışır. Böyle olsa ne
Mutaş İşçileri
Taksim Meydanı’nda,
A
nayasal
haklarını
kullanarak
DİSK/Birleşik Metal-İş Sendikası’na
üye oldukları için işten atılan; Mutaş
İşçileri; seslerini duyurmak ve işten atılmaları protesto etmek amacıyla 21 Ekim saat
11:30’da Taksim Meydanı’ndaydı.
Taksim Meydanı Tramvay Durağında
toplanan kitle, sloganlar eşliğinde Galatasaray Lisesi önüne geldi. Galatasaray Lisesi
önünde gerçekleştirilen basın açıklamasını
DİSK/Birleşik Metal-İş Sendikası Genel
Başkanı Adnan Serdaroğlu yaptı. DİSK
adına ise DİSK Örgütlenme Daire Başkanı
ve Nakliyat-iş Sendikası Genel Başkanı Ali
Rıza Küçükosmanoğlu konuştu.
Küçükosmanoğlu, DİSK ve Birleşik
Metal-İş Sendikası’nın MUTAŞ Direnişinin sonuna kadar arkasında olacağını; MUTAŞ’a sendikanın gireceğini ifade etti.
Basın açıklamasına, Nakliyat-İş Sendikası’nın Yöneticileri, Kocaeli ve İstanbul’da örgütlü olduğu işyerlerindeki üyele-
ri ve işyeri temsilcileri katıldı.
Ayrıca Dev Sağlık-İş Sendikası
yönetici ve üyeleri,
Genel-İş
Sendikası yöneticileri, Limterİş Sendikası ve
Halkın Kurtuluş
Partisi de destek
verdi.
Basın açıklaması ve yürüyüşte; “MUTAŞ İşçisi Yalnız
Değildir”, “MUTAŞ’a Sendika Girecek
Başka Yolu Yok”, “İnadına Sendika, İnadına DİSK”, “İşçilerin Birliği Sermayeyi
Yenecek” sloganları atıldı. “2 Değil 1 Sendikaya Üye Olduk Şimdi? Kapıya Konduk, MUTAŞ İşçileri, DİSK/Birleşik Metal-İş Sendikası” ve “Yaşasın MUTAŞ İşçilerinin Direnişi, İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek, DİSK akliyat-İş” pankart-
ile gerçekleştirilen eyleme basının ilgisi büyüktü. Halkın Kurtuluş Partisi olarak eylemdeydik. Ambar İşçilerinin yoğun katılım gösterdiği, Sosyal-İş, Birleşik Metalİş, SES’in de destek verdiği eylemde sık
sık; “TÜVTURK İşçisi Yalnız Değildir”,
“Gün Gelecek Devran Dönecek TÜVTURK İşçiye Hesap Verecek”, “Koyuncu
Şaşırma Sabrımızı Taşırma”, “İşçilerin
Birliği Sermayeyi Yenecek” sloganları
atıldı.
Eylem, başlangıç yerine kortej halinde
ve sloganlar eşliğinde yürünerek son buldu.
Eylem, sonunda çevik kuvvet polislerinin
gelmesi işverenin örgütlü işçiden nasıl
korktuğunu bir kez daha kanıtladı.
Konya’dan
Kurtuluş Partili İşçiler
güzel olurdu, değil mi? O zaman işte ülkemiz işverenler için dikensiz gül bahçesi
olurdu. Şimdi de bundan farklı değil
ama… Tek amaç nedir? Kâr kâr kâr, daha
fazla kâr...
İşte bu yüzdendir Mutaş İşvereninin
sendika düşmanlığı, işçi düşmanlığı…
Ancak, Mutaş İşvereninin her türlü baskı ve dayatmalarına karşı mücadelelerini
büyüterek sürdürüyorlar Mutaş İşçileri. 11
Ekim 2010’da Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın bedence aramızdan ayrılışının
39’uncu yıldönümü dolayısıyla yaptığımız
Mezarbaşı Anmasına da; “Mutaş İşçisi
Köle Değildir”, “İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız”, “Yaşasın Mutaş Direnişimiz”
dövizleriyle katıldılar. Kurtuluş Partililer
ve Mutaş İşçileri “İnsanları aynı dava
uğruna Mutaş İşçisi yalnız değildir!mücadele etmek kadar hiç bir şey yakınlaştıramaz” sözünü doğrularcasına coşkulu
sloganlarını birlikte haykırdılar, kardeşleştiler.
Kurtuluş Partililer olarak, Mutaş İşçilerini Direnişlerinin 49’uncu gününde selamlıyoruz.
İşçi Sınıfımızı ve Emekçi Halkımızı bu
işsizlik ve pahalılık cehenneminde inim
inim inleten Parababaları elbet gün gelip
hesap verecek, Mutaş Direnişçilerinin Birleşik Metal-İş Sendikası’yla birlikte verdikleri bu haklı mücadele er geç kazanılacaktır! 14.10.2010
İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız!
İşsizliğe Pahalılığa Zamma
Zulme Son!
Halkın Kurtuluş Partisi
Gebze İlçe Örgütü
ları açıldı.
Basın açıklamasından sonra, sloganlarla
Taksim İlkyardım Hastanesi önüne gidildi.
Dev Sağlık-İş Sendikası’na üye olduktan
sonra işten atılan Oğuz Altıntaş için bir basın açıklaması yapıldı. Basın açıklamasında
Dev Sağlık-İş Sendikası Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu ve DİSK Örgütlenme Daire
Başkanı ve Nakliyat-İş Sendikası Genel
Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu birer
konuşma yaptı.
Halkın Kurtuluş Partisi,
bayrağı bu kez de Gaziantep’te
dalgalandırıyor:
Gaziantep İl Örgütü açıldı...
A
B-D Emperyalistlerinin
Yerli Satılmışlar Cephesine karşı Halk Kurtuluş
Cephesi’ni örmeye devam eden
Halkın Kurtuluş Partisi, Gaziantep’te de kuruldu. Daha resmi
kuruluşu yapılmadan faaliyetlerine başlayan, Gaziantep Halkına
eylemleriyle, afişleriyle, bildirileriyle sesini duyuran Gaziantepli Kurtuluş Partililer; 23 Eylül tarihinde, bu kez de bir açılış etkinliğiyle Gaziantep Halkına
“Merhaba” dedi.
Açılış etkinliğinde önce tüm devrim
şehitleri için saygı duruşunda bulunuldu.
Ardından sinevizyon gösterimi yapıldı
Daha sonra Kurtuluş Partisi Gaziantep İl Başkanı Sultan Çelik bir konuşma
yaptı.
Çelik, Gaziantep’te her türlü baskıya
ve yıldırma politikasına rağmen yıllardır
yürüttükleri çalışmaları anlatarak, bundan
böyle daha da örgütlü bir şekilde çalışacaklarını ve mücadelede asla yılmayacaklarını vurguladı.
Yurt genelinde olduğu gibi, Parti olarak Gaziantep’teki Çemen Tekstil Grevine
ve eylemlerine, Tekel eylemlerine destek
olduklarını ifade eden Çelik, “Zulmün ve
haksızlıkların hep karşısında olmaya devam edeceğiz” dedi.
Sultan Çelik, “Hikmet Kıvılcımlı’nın
verdiği Sosyalizm mücadelesine devam
edeceğiz, ABD-AB Emperyalizmine ve
onun uşaklarına karşı mücadelemiz devam edecektir” diyerek sözlerini bitirdi.
Daha sonra, Kurtuluş Partisi Başkanlık Kurulu Üyesi M. Gürdal Çıngı
coşkulu bir konuşma yaparak, hem Gaziantep’in Ulusal Kurtuluş savaşı’mızdaki
önemini anlattı, hem de ülke gündemine
ilişkin değerlendirmelerde bulundu.
Konuşmasına Antiemperyalist Birinci
Ulusal Kurtuluş Savaş’ımızda Fransızlara
karşı yiğitçe mücadele eden, Karayılan’ın,
Şahinbeyler’in memleketi Gaziantep Halkını selamlayarak başlayan Çıngı, Kürt
Meselesi’nden Ermeni Meselesine, Kıbrıs
Meselesi’ne kadar ülke gündemini ilgilendiren birçok konuda emperyalistlerin
planlarını anlatarak, Kurtuluş Partisi’nin
çözümlerini ortaya koydu.
Açılışa, HKP Başkanlık Kurulu Üyesi
M. Gürdal Çıngı’nın yanısıra, MYK Üyesi ve Ankara İl Başkanı Av. Sait Kıran,
MYK Üyesi ve İstanbul İl Başkanı Av.
Pınar Akbina, Mersin İl Başkanı Arif
Çakır, MYK Üyesi Gülden Yuva; İskenderun İlçe Başkanı Ali Görülmez ile
ÖDP Gaziantep İl Başkanı A.Kadir Yalaza, Şahinbey İlçe Başkanı Eyüp Civelek, Eğitim-İş Sendikası Şube Başkanı
Cuma Kılınç ve Yönetim Kurulu üyesi
Meral Küçükosmanoğlu, SES Üyesi
Doç. Dr. Ercan Küçükosmanoğlu ile
partililer katıldı.
Açılış etkinliği, Grup Kıvılcım’ın vermiş olduğu müzik dinletisi ve Mahir Yoldaş’ımızın etkili bir Barak
türküsü ve Gaziantep’in yöresel
yemeklerinin ikramıyla son buldu.
Yaşasın Halkın Kurtuluş
Partisi!
İşgal, Grev, Direniş Yaşasın
Kurtuluş Partimiz!
Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın
İkinci Kurtuluş Savaşı’mız!
Kahrolsun Emperyalizm
Yaşasın
Halkların
Kardeşliği!
Gaziantep’ten
Kurtuluş Partililer
Çizmeci Gıda’da Zafer
direnen işçilerin olacak!
G
ebze Bölgesi’ndeki İşçi Sınıfı Mücadelesine bir yenisi daha eklendi;
Çizmeci Gıda.
Gebze Güzeller Organize Sanayi Bölgesi’nde kurulu bulunan Çizmeci Gıda’da kölece çalışma koşullarına, asgari ücret düzeyindeki ücretlere ve hakaretlere varan baskılara dayanamayıp “artık yeter” diyen işçiler, Tek
Gıda-İş Sendikası’nda örgütlenmeye başladılar.
Yaklaşık 230 işçinin çalıştığı işyerinde, sendika çoğunluğu sağlayarak bakanlığa yetki başvurusunda bulunduktan sonra işveren, Balnak ve Mutaş işvereni gibi, en temel Anayasal hak olan sendikalaşma hakkına karşı saldırıya geçerek
işçileri, sendikadan istifa ettirmeye
çalıştı. İşyerinde Kur’an’a el bastırarak, işçilerin sendikaya üye olup
olmadığını tespit etmeye çalıştı.
Bu baskılar sonucu istifa etmeyen işçilere gözdağı vermek için, 33 işçiyi sözde performans yetersizliğiyle işten attı.
Atılan işçiler fabrika önünde 5 Ekim tarihinden itibaren Direnişe geçtiler.
12 Ekim tarihinde Birleşik Metal-İş
Sendikası üyesi Mutaş Direnişçileri ve
akliyat-İş üyesi Balnak İşçileri, sendikalarının Gebze Şube yöneticileri ile birlikte coşkulu bir ziyaret gerçekleştirerek
Çizmeci Gıda işçilerine sınıf dayanışmasında bulundu.
Parababalarının domuz topu gibi örgütlü olduğu ülkemizde İşçi Sınıfımız ve
Emekçi Halkımızla birlikte Parababalarının
saldırılarına karşı ortak mücadeleyi örmenin gerekliliğini bir kez daha yaşayarak gö-
rüyoruz.
İşçi Sınıfımız artık Parababalarının dizginsizce sömürü ve zulmüne karşı örgütlenmeden başka yolun olmadığını, her geçen gün yeni örgütlenmeler ve direnişler
yaratarak göstermektedir. Özellikle İşçi Sınıfımızın yoğun olduğu bölgemizde her geçen gün sınıf mücadelesi yükselmektedir.
Balnak Lojistik, Mutaş Demir Çelik ve
Çizmeci Gıda İşçileri er geç Parababalarının bu sömürü ve zulmüne karşı açtıkları
mücadele bayraklarını zaferle taçlandıracaklardır.
Zafer Direnen İşçilerin Olacak!
Direne Direne Kazanacağız!
Gebze’den
Kurtuluş Partili İşçiler

Benzer belgeler

93. sayıya ulaşmak için tıklayın

93. sayıya ulaşmak için tıklayın zafere ulaştıracağımızı belirtti. www.kurtulusyolu.org ISS 1305-8975

Detaylı

56.sayıya ulaşmak için tıklayınız

56.sayıya ulaşmak için tıklayınız Nurullah Ankut, konuşmasında, Arif Damar’ın ömrü boyunca devrimci kaldığını ve mücadelesinin mutlaka zafere ulaştıracağımızı belirtti. www.kurtulusyolu.org ISS 1305-8975

Detaylı

62.sayıya ulaşmak için tıklayınız

62.sayıya ulaşmak için tıklayınız www.kurtulusyolu.org ISS 1305-8975

Detaylı