Altın Kulak

Transkript

Altın Kulak
ALTIN KULAK
Eğilip iğnenin ucuna yakından baktı. Çok ufak da olsa gözle
seçilir bir toz zerreciği elmasa tutunmuştu. Alttaki çekmeceden
çıkardığı, bir sulu boya fırçasını andıran, özel samur fırçanın
ucuyla iğne çubuğunu, son derece dikkatli ve yavaş bir şekilde,
arkadan öne doğru süpürdü. Tekrar bakıp tozun temizlendiğinden
emin olur olmaz bir kuyumcu titizliğiyle küçük levyeyi arkaya
doğru itip, kolun kafayı tutan bölgesindeki narin kulpu kanca
şeklini almış işaret parmağının yan kısmıyla hafifçe kaldırarak
yatay bir seyir yaptırdı ve üstten bakarak vinil plağın
perimetresinin içinde kalan kısmına hizaladı. Eli tekrar ağır
ağır levyeye yöneldi; işaret parmağının ucuyla sap kısmını
arkadan öne doğru hareket ettirdikten sonra kafasını eğip
iğnenin plağın üzerine yumuşak inişini izledi. Yüzünü, yumuşak
bir iniş yaptığı için turist kafilesi tarafından alkışlanan
pilotun memnuniyet ifadesi kaplamıştı.
Bu anın beş dakika öncesinde, parmaklarını müziğin yazılı olduğu
bölüme temas ettirmeden, elini plak kılıfın içine sokmuş, plağı
etiket bölümünden orta üç parmağına taşıtıp, baş parmağının
içini de kenarına dik olarak bastırıp denge sağlayarak yavaşça
dışarı çekmişti. Sonra da iki elinin parmaklarının iç kısmıyla
kenarından karşılıklı olarak tuttuğu plağı ultrasonik yıkama
cihazına dik olarak yerleştirmişti. Bu cihazda özel bir
solüsyonla dört dakika süreyle yıkanan ve kurutulan plak,
üzerinde birikmiş muhtemel statik elektriğin ve manyetizasyonun
boşaltılması için otuz saniye süreyle farklı bir cihazda ikinci
bir işlemden geçmişti.
Zen felsefesine dayanan Japon çay ayinlerinin, harmoni, saygı,
saflık ve sakinlik öğelerinin tümünü plak ile müzik dinlemenin
dingin törenselliğinde bulabiliyordu. 'Harmoni' müziğin
doğasında vardı, müziğe 'saygısı' büyüktü, analog plak 'saflık'
demekti ve 'sakinlik' de içinde bulunduğu durumdu. Plağın
kendisine huzur veren bu özelliğini tartışmasız bir şekilde
CD'nin üzerine çıkan ses performansı kadar seviyordu.
İlk notalar duyulmaya başlandığında devasa boyutlardaki iki
hoparlörüyle hayalî bir eşkenar üçgen oluşturan noktanın bir
metre gerisine yerleştirilmiş rahat mı rahat dinleme koltuğuna
yerleşti. İki hoparlörüne, onları süren lambalı amplilerine, pre
amplisine ve bir sanat eseri görünümündeki pikabına gururla
baktı. Sisteminin kablolarını, cereyan filtrelerini, titreşim
giderici aletlerini, başkalarının büyü diye nitelendireceği
sayısız aksesuarını, özenle tek tek dinleyerek seçmiş ve
eşleştirmişti.
Sisteminin sesini biraz açarak dinlemeyi seviyordu çünkü heyecan
duygusunun doruğa ulaşması ancak gerçekçi volüm seviyeleriyle
mümkündü. Alt ve üst komşusu alışmışlardı, pek sesleri
çıkmıyordu, o da gece 23:00'ten sonra daha düşük volümde
dinlemeye özen gösteriyordu. Yan daireye üç hafta önce yeni bir
komşu taşınmıştı. Henüz hiç karşılaşmamışlardı; apartmanın
"muhtarı" üst komşusu, yeni sakinin kedi fobisi olan yalnız bir
kadın olduğunu söylemişti. Üst komşusunun iki kedisi vardı ve
yeni komşunun fobi açılımı muhtemelen kedilerini kendisinden
uzak tutması için yapılmış bir tür uyarıydı. Acaba müzik fobisi
de var mıydı? İleriki günlerde kapısını çalıp hoş geldiniz
demeliyim ve rahatsızlık verip vermediğimi sormalıyım diye
düşündü.
Bir fısıltı gibi başlayan müzik şimdi tüm odayı kaplamıştı.
Levine yönetimindeki Berlin Filarmoni Orkestrası, enine, boyuna
ve derinlemesine tüm katmanlarıyla "odasının içindeydi." SaintSaëns'ın 3. Senfonisi'ni çalıyorlardı. Kendinden geçti, başını
arkaya yaslayıp gözlerini kapadı. Eseri çok iyi bildiği için
birkaç dakika sonra dikkati dağıldı ve ertesi gün yapacağı
seyahati düşünmeye başladı. Haz duygusu yerini içini kemiren bir
endişeye bırakmıştı. Yaşı kırkı geçmiş olmasına rağmen bu
huyundan bir türlü vazgeçemiyordu: Ne zaman iyi hissetse, kısa
bir süre sonra kendini aşağı çekecek olumsuz bir konu bulmayı
beceriyordu. Ama bu seferki pek de öyle yabana atılacak türden
bir endişe değildi.
*******************
Hakan'ın kulağı çok iyiydi ve kendini bildi bileli müzik
dinlerdi. Ortaokulda, önce gitar, daha sonra piyano dersleri
almıştı ve bugün her iki enstrümanı da iyi çalmaktaydı. Rock
müzikten klasik batı müziğine kadar her tür müziğin iyisini
dinlerdi; seçimi ise o anki ruh hâli yapardı. Tahminen dört bin
CD ve beş bin LP'den oluşan geniş bir arşivi vardı. Sakinleşmek,
huzur bulmak ve farkındalığı artırmak için yapılan
meditasyonların faydaları yadsınamazdı; Hakan da müzik dinlerken
yaşadığını hissediyor, sakinleşiyor, huzur buluyordu ama bütün
bunların ötesinde hiçbir meditasyonla elde edilemeyecek derecede
büyük bir haz duyuyordu. Hakan için, muhtemelen cinsellik de
dahil hiçbir zevk kaynağı müziğin yerini tutamazdı. İçe dönük
bir kişilikti, kış mevsimini yaza tercih ederdi. Yağmurlu,
karanlık, soğuk kış akşamlarında, elinde viskisiyle sisteminin
karşısına oturup plaklarını dinlemeye bayılırdı. Uzun süreli
ilişkiler yaşayamıyordu; bazen kadınlar onu terk ediyor, bazen
de kendisi sıkılıyordu. Onun yanına oturup hiç konuşmadan müzik
dinlemek her kadının yapabileceği bir şey değildi. Zaten ağzı da
çok fazla laf yapmazdı.
Yirmili yaşlarında, Hakan'ın hassas kulağı bir hayat kurtarmıştı
ve bu onun en övündüğü anısıydı.
Sıcak bir yaz gününde babasının teknesiyle Caddebostan'dan yola
çıkmışlardı. Marmara'nın karşı sahiline gidip döneceklerdi.
Hayırsız adaları geçmişlerdi, yaklaşık yarı yoldaydılar. Hava
bunaltıcıydı, hiç rüzgar esmiyordu. Biraz serinlemek için açık
denizin ortasında motoru stop edip birlikte suya atlamışlardı.
Hakan, sudan çıktıktan sonra, çok uzaklardan bir ses duymuştu.
Diğerleri suda sohbet ediyorlardı. "Lütfen bir dakika sessizlik,
galiba bir ses duydum" demişti. "Delirdin mi, açık denizin
ortasında ne ses olabilir (?)" gibi bir cevap vermişlerdi ama
yine de ısrar edip susturmuştu onları. Sonra bir kez daha
duymuştu, duyulabilme eşiğinin sınırında "Heeeyyyy!" gibi bir
sesti. Gözleriyle sesin geldiği yöne odaklanınca, çok uzakta,
suyun üzerinde toplu iğne başı büyüklüğünde bir karaltı
seçebilmişti. Motoru çalıştırıp yanına gittiklerinde, saçları
seyrelmiş, orta yaşlı, bitkin bir erkek suyun üzerinde durmaya
çabalıyordu. Bilinci yerindeydi ama nedense anadan doğma
çıplaktı. Teknede kadınlar da olduğu için merdivenden çıkmadan
önce bir havlu istemişti ve ilk basamağa çıkar çıkmaz da
örtünmüştü. Tüm bu detayları çok iyi hatırlıyordu. Tekneye çıkıp
kurulanmış ve bir kenara oturmuştu. Dalgın duruyordu,
kurtarıldığına sevinmemiş gibiydi. Nasıl olduğunu sorduklarında:
"Gece geç vakit içkiliydik… Arkadaşlarla boğazı yüzerek geçip
geçemeyeceğim üzerine iddialaştık… Sonra suya atladım ve
maalesef akıntı beni buralara kadar sürükledi" demişti. Bu
hikâyeye inanmamışlardı tabii, akıntıyla bu kadar sürede bu
derece uzak bir noktaya gelebilmesi pek mümkün görünmüyordu.
Babasının eski bir şortu ve gömleğini verip, cebine de 20 TL
koyup Büyükada'ya bırakmışlardı adamı. Bu olaydan sonra
yollarına devam etmeyip geri dönmüşlerdi. Dönüş yolunda yapılan
tartışmalarda, bir hesaplaşma sonucu karanlık çeteler tarafından
bir tekneden suya atıldığı veya intihar ettiği görüşleri ağırlık
kazanmıştı.
*******************
Kulak duyarlılığı ve genel müzik kültürünün değerlendirildiği
"Altın Kulak Dünya Şampiyonası" Londra'da 5. kez
düzenlenmekteydi ve ilk kez Türkiye'den bir yarışmacı
katılacaktı. Üyesi olduğu İstanbul Odyofil Derneği oy birliğiyle
Hakan'ı aday göstermişti. Çok heyecanlıydı. Bir hafta önce
Kulak-Burun-Boğaz doktoruna gidip kulaklarını temizletmişti ve
üç gündür kulak tıkacıyla dolaşıyordu. Kulak zarı üzerindeki ses
basıncının belli bir süre düşük tutulması kulağın duyma eşiğini
aşağı seviyelere çektiği için, tıkaç kullanımının duyma
hassasiyetini artırmaktaki yararı büyüktü. Tıkaç çıkarıldığında
çok kısık volümlerde bile mikro detayları duymak mümkün
olabiliyordu. Üç gündür kulağında duran tıkaçları çıkartıp
Saint-Saëns'ın 3. Senfonisi'ni dinlerken daha önce hiç duymadığı
seslerin bilincine varmak Hakan'ı şaşırtmıştı.
Büyük bir sorumluluk aldığını düşünüyor ve başarısız olmaktan
çok korkuyordu. Önceki yılların yarışma sorularını içeren
CD'lerle kendini test etmiş ve bazı sorularda zorlanmıştı. Bir
parçada Amazon ormanının gürültüleri arasına fagot, flüt ve
timpani gibi üç enstrüman gizlemişlerdi. Fagotla timpaniyi
bulmuş ama kuş sesleriyle örtüşen flütü bulamamıştı. Başka bir
soruda Penderecki'nin 2. Keman Konçertosu'nun 3. bölümünden bir
enstrüman (veya entrüman grubu) dijital olarak çıkarılmıştı ve
bu eksik olan entrüman grubunun bulunması isteniyordu. Eksiğin
violalar olduğunu bilmişti. Diğer bir soruda aynı parça üç
farklı elektro gitarla çalınmaktaydı ve modellerin doğru olarak
saptanması isteniyordu; Ibanez JS2400, Fender Telecaster ve
Gibson Les Paul Standard cevabını doğru olarak vermişti. Tahta
kurusunun ağacı kemirme sesini dinlediğinde böceğin cinsini
doğru tahmin edememişti; böcek seslerini daha çok çalışması
gerekiyordu.
Kapı çaldı. Yakın arkadaşı Levent ricasını kırmamış ve yolculuk
öncesinde Hakan'ı son bir kez çalıştırmak için gelmişti. Levent
de bir odyofildi ve doğal olarak son derece duyarlıydı; Hakan'ın
gerginliğini hissedip hemen bir soru patlattı:
"'Selamat malam hadirin sekalian, selamat berpisah dan sampai
bertemu lagi dilain waktu' bu cümle hangi albümde yer alıyor?"
"Elinin körü, bu da nereden çıktı?"
"Bilemeyeceğini tahmin etmiştim. 1977 yılında Voyager gemisiyle
uzaya yollanan ve ileriki bir zamanda başka bir gezegende olması
muhtemel uzaylıların eline geçmesi umulan altın plak üzerine
kazınmış cümlelerden biri. Endonezyaca 'İyi akşamlar baylar ve
bayanlar. Hoşca kalın, tekrar görüşmek üzere' diyor. Sen
anlamadın ama uzaylılar anlayacak."
"Ha, ha, ha!"
"Peki, al sana bir soru daha: Hangi grubun plak şirketi grubun
bir parçasının bu albümde yer almasını reddetmiştir?"
"Böyle bir şey nasıl reddedilebilir ki? Cevap 'Hiçbiri' olmalı"
dedi Hakan.
"Ben de sana katılıyorum ama maalesef Beatles'ın plak şirketi
EMI, grup üyelerinin arzusuna rağmen 'Here Comes the Sun' adlı
parçalarına plakta yer verilmesini engellemiş."
"İnanılır gibi değil!"
"Voyager, ulaşabileceği en yakın noktaya 40.000 yılda varacak;
EMI telif haklarını oralardaki firmalara kaptırmak istemiyor
herhâlde!"
Kahkahalarla güldüler. Levent havayı yumuşatmayı başarmıştı.
"Hadi, ciddi sorulara geçmeden önce güzel sisteminle bir şey çal
da dinleyelim" dedi.
Gitarist Scott Henderson'un grubu Tribal Tech'in konuyla da son
derece ilintili albümü "Rocket Science"dan üç parça dinlediler
ve sonrasında da gecenin geç saatlerine kadar çalıştılar.
Levent ayrılırken Hakan'a sarıldı, iyi şanslar diledi. Hakan
teşekkür etti, kapıyı Levent'in arkasından kapadı, vakit
kaybetmeden valizini hazırladı, kulak tıkaçlarını taktı ve
yatağa girdi.
Ertesi sabah cep telefonunun alarmıyla uyandı, duş yaptı ve
hızlı bir kahvaltı etmek için mutfağa geçti. Taksi 10:00'da
gelecekti. Kulaklarını biraz olsun ferahlatmak için tıkaçlarını
çıkardı. Tıkaçları taksiye biner binmez tekrar takacak ve uçak
yolculuğu boyunca kulağında tutacaktı.
Mutfakta ekmekleri kızartırken bir ses duydu, bavul gibi irice
bir cismin yere düşme sesiydi bu. Komşularının birinden gelmişti
ama sese tam olarak yön verememişti. Düşük frekanslar her yöne
eşit dağıldıkları için yerlerini belirlemek kolay değildi.
Kahvaltısını yerken gazeteye de göz attı. Beatles'ın plak
şirketinin saçma kararı kafasına takılmıştı, "Acaba neden bugüne
kadar hiçbir gazete yazmadı yoksa yazdı da ben mi atladım" diye
düşündü.
Uçak rezervasyoları, elektronik biletler, transferler, otel
rezervasyonu gibi seyahatle ilgili tüm detaylar Londra'daki
yarışma komitesi tarafından organize edilmişti; masraflar ise
İstanbul Odyofil Derneği ile Hakan tarafından yarı yarıya
karşılanmıştı. Uçağı kaçırmak yarışmayı kaçırmak demekti: Taksi
gelir gelmez, tam 10:00'da dışarıda olmalıyım, diye düşündü.
9:50'de odasından valizini alıp kapının önüne taşıdı. Tıkaçlarla
koşullanmış kulaklarının hassasiyeti o derece artmıştı ki,
buzdolabının içinde çatlayan buzun sesini bile duyabiliyordu.
Acaba rakiplerinin de bu metottan haberleri var mıydı?
Terliklerini çıkarıp ayakkabılarını giyerken yan daireden belli
belirsiz bir kedi miyavlaması duydu. "Mümkün değil" dedi yüksek
sesle. Kedi fobisi olan bir kadının evinde kedinin ne işi vardı
(?). Muhtemelen kulaklarımdaki aşırı hassasiyetin getirdiği bir
yanılsamadır, üst kattan gelen sesi yandan geliyormuş gibi
algılamışımdır diye düşündü ama yine de yan duvara kulağını
yanaştırıp bir süre dinledi. Yanılsama değildi, kedi sesi
kesinlikle yan daireden geliyordu. Hemen çıkıp karşı kapının
zilini çaldı. Kapının önüne gelince kedi miyavlaması daha da
duyulur olmuştu ama onun dışında hiçbir ses yoktu. Bir kez daha
bastı zile, içeriye kulak kabarttı, sonra da kapıcıya seslenip
komşusunun evde olup olmadığını sordu. Mehmet Efendi de: "Evet
evde olması lazım; dün akşam geç geldi ve şu ana kadar da dışarı
çıktığını görmedim" diye cevap verdi.
"Mehmet Efendi, hemen bir çilingir çağır!"
Çilingirin gelmesi on dakika sürdü. Taksi aşağıda bekliyordu ama
yarım saatlik bir emniyet payı ayırdığı için biraz oyalansa da
yetişebilirdi. Çilingir beş dakika sonra kapıyı açtı. Önde Hakan
arkada Mehmet Efendi ürkek adımlarla içeri girerken, çilingir
"Hadi bana müsaade" dedi ve ayrıldı.
Eve yeni taşınılmış olduğu besbelliydi; bir kısım eşya salonun
orta yerindeydi ve bazı mobilyaların üzerinde ambalaj kartonları
vardı. Pencerenin yan duvarında konsol tipte bir piyano
duruyordu. Hakan biraz daha içeriye yürüyüp yemek odası tarafına
dönünce o ana kadar yalnızca filmlerde gördüğü bir manzarayla
karşılaştı ve donup kaldı. Genç bir kadın boylu boyunca yerde
sırt üstü yatıyordu. Başının çevresinde iki su bardağını
dolduracak kadar kan birikmişti. Kalp atışlarının şiddeti
kulaklarında öyle bir zonklama yapmaya başlamıştı ki diğer bütün
sesler perdelenmişti. Yine de kadının yanında yere diz çöktü,
eğildi ve sağ kulağını burnuna yaklaştırdı. Zor da olsa nefes
alıp verdiğini duymak kalp atışlarını biraz olsun yavaşlattı.
Cebinden telaşla telefonunu çıkarıp 112'yi çevirdi. Ambulansı
beklemek zorundaydı, kadının yakınlarını araştıracak vakit
yoktu.
Ambulansı beklerken kediyi aramaya koyuldu. Miyavlamalar
kesilmişti. Salonun içinde emekler pozisyonda ilerleyerek
kanepelerin, koltukların altına bakıyor ve bir yandan da "pisipisi" diyordu. Sonunda kedi cevap verdi. Ses piyanonun bulunduğu
taraftan geliyordu. Ardından bir küçük miyav daha duyuldu. Evet,
ses kesinlikle piyanonun içinden geliyordu. Pedalların
üzerindeki dikey kapağı kendine doğru çekip açtığında korkudan
titreyen siyah beyaz bir yavru kedi gördü. Muhtemelen bir
haftalık, küçücük bir kediydi. Yavruyu avuçlarının içine alıp
Mehmet Efendiye:
"Sence bu kedi piyanonun içine nasıl girmiş?" diye sordu.
"Beyim, bayan piyanosunu tamire vermiş, dün akşamüstü getirip
bıraktılar. Herhâlde tamir yapılan yerde içine girdi,
farketmediler. Bayanın kediden çok korktuğunu ben de biliyorum,
kendisi söylemişti."
Hakan, Hercule Poirot edasıyla, eliyle çenesini tutup, "Yarım
saat önce duyduğum gürültü demek buymuş!" dedi ve varsayımlarına
devam etti: "Komşum sabah kalkıp evin içinde kedi sesi duyunca
herhâlde korkudan bayılmış ve düşerken de başını mermer konsolun
kenarına vurmuş." Sonra Mehmet Efendiye döndü: "Kediyi hemen bu
daireden çıkaralım, şimdilik sende dursun, daha sonra üst
komşuya teklif ederiz. O da istemezse piyano tamircisine
götürürüz" dedi.
Önce ambulansın sireni duyuldu, sonra ellerinde sedyeyle iki
görevli koşarak içeri girdi. Yerde yatan kadını hızla muayene
edip, yaralı bölgeye bandaj koydular.
"Gözünüz aydın, yaşıyor ama yarım saat geç kalınsaydı kan
kaybından ölebilirmiş. Şimdi onu en yakın acil servise
götüreceğiz" dediler ve arkadan da: "Bir yakını var mı?" diye
sordular. Komşusunu kapıcıya teslim edip gidemezdi, "Kapı
komşusuyum, ben ilgileneceğim" dedi Hakan.
"O zaman lütfen sizi de alalım, formalitelerle ilgilenmeniz
gerekecek" dediler.
Birlikte dışarıya çıktıklarında kendisini bekleyen taksiyi
gördü, ücretini ödeyip yolladı. O sırada sedyeye yatırılmış
komşusu ambulansın arka kapısından içeri sokuluyordu. Hakan da
ambulansa girip sedyenin yanına ilişti. İsmini bile bilmediği
komşusunun koluna aceleyle serum bağlanıyordu.
Ambulans hareket eder etmez acı bir siren sesi duyuldu. Hemen
eli cebindeki kulak tıkaçlarına gitti ama vazgeçti. Kadının
solgun yüzüne baktı, sanki ilk defa görüyor gibiydi, panikten ve
koşuşturmaktan bakacak zamanı olmamıştı, ya da bakmıştı ama
görmemişti. Yumuşak hatlı makyajsız yüzünün duru bir güzelliği
vardı. 30-33 yaşlarında gibi duruyordu. Kadın, tam o anda,
serumun veya yol sarsıntısının etkisiyle gözlerini açıp korkuyla
Hakan'a baktı. Hakan, elini avuçlarının içine aldı ve gözlerini
gözlerinden ayırmadan "Her şey iyi olacak, merak etmeyin" dedi.
Komşusu hafifçe tebessüm edip tekrar kapadı gözlerini. Yüzünü
dingin bir huzur kaplamıştı, ya da Hakan'a öyle görünüyordu.
Altın Kulak Dünya Şampiyonası başlamadan bitmişti ama Hakan'ın
kulakları ikinci kez hayat kurtarmıştı. "Bundan büyük bir ödül
olabilir mi?" diye düşündü ve ağzı "altın" kulaklarına vardı,
istem dışı.