Nisan 2014

Transkript

Nisan 2014
18
Ori Soltes, Hizmet
Hareketi’ni anlattı
M. İlhan Atılgan
16
İlhan Berk’ten
şiirli mektuplar
Can Bahadır Yüce
20
Emre Ayvaz
İ LLÜSTRASYON: ZAMAN, ORHAN NALIN
04
Ben Lerner
ile söyleşi
İNCELEME
Turan Karataş
Dünden bugüne
Yunus Emre
yorumları
06
ROMAN
Ömer Ayhan
Dave Eggers’ın
ilk romanı
Türkçede
08
EDEBİYAT
Mehmet Öztunç
Virginia Woolf’un
günlüğü
24
ŞEHİR
Ayşe Başak
İstanbul’u
yok etmek
25
ŞİİR
Ali Galip Yener
Şiir çevirmeni
olarak
Bilge Karasu
38
USTA GÖZÜYLE
Recai Güllapdan
&
İrfan Külyutmaz
Z A M A N G A Z E T E S Ý ’ N Ý N Ü C R E T S Ý Z AY L I K K Ý TA P E K Ý D Ý R . Y I L : 8 S AY I : 9 9 7 N İ S A N 2 0 1 4 PA Z A R T E S Ý
K A PA K 1 0 ORHAN VELİ 100 YAŞINDA
Ortaçağ: Öyle tanıdık, öyle yabancı 26
Sanata dışarıdan bir bakış 28
‘Orta kuşak’ yönetmenden itiraflar 29
Her film yeniden başlamaktır 29
22
Peter Sis
tarafından
resimlenen
,
Feridüddin
Attar’ın
adlı
eserinde anlattığı kadim
otuz kuş hikâyesini çizgilerle
yeniden yorumluyor.
Selçuk Altun,
yeni kitabı
22
’de yine
kültürlü, seyahat etmeyi
seven ve zengin bir
kahramanla ta nıştırıyor
okuru.
27
Sultan III. Murad’ın
yazdığı düşünülen
mektuplar ilk kez
çevriyazıya
aktarıldı. Mektuplar
hem tasavvuf yolunda bir âşığın
ruh ve zihin dünyasını hem de bir
padişahın siyasi sorumluluklarla
örülü iç çatışmalarını yansıtıyor.
Şeyla Benhabib,
28
isimli
kitabında, insan
haklarının
kolayca feda edilebilmesi
durumlarına zihin açıcı
çözümler öneriyor.
Türkiye, darbeler ve azınlıklar 30
Darbeler eğitime nasıl darbe vurdu? 31
Bir müzik yazarının defterinden 31
Askıdaki hayatlar 32
Anadolu’dan eskimeyen notlar 32
Gogol’ün ata hikâyeleri 33
Her parçası bir mucize: Kur’an-ı Kerîm 35
Nasıl futbolun liderleri oldular? 37
100. yaşında Orhan Veli
debiyat tarihindeki bazı isimler,
eserlerinden çok açtıkları yolla,
yaptıkları devrimle hatırlanır.
Şiirimizde etkisi eserinin önüne
geçen isimlerin başında Orhan Veli
Kanık geliyor. Garip’le birlikte şiiri
sokağa indirdi Orhan Veli. 36 yaşında hayata veda etmeseydi, muhtemelen (Garip akımını beraber kurduğu arkadaşları
Oktay Rifat ve Melih Cevdet gibi) şiirini başka bir
yöne çevirecekti. Ama kısa hayatına sığdırdıkları
bile 20. yüzyıl Türk şiirinde silinmez izler bırakmasına yetti. Orhan Veli ve arkadaşlarının ‘Garip’ ile
yaptıkları çıkışı anmadan bir Türk edebiyatı tarihi
yazılamaz. Bu düşünceyle 13 Nisan 1914’te doğan
Orhan Veli’yi 100. yaşında kapağımıza taşıdık.
Bu ay iki önemli söyleşimiz var: Georgetown
Üniversitesi’nden Ori Soltes, Hizmet Hareketi’ni
anlattığı kitabı
üzerine sorularımızı cevapladı. Amerikan edebiyatının genç
yeteneklerinden Ben Lerner, dilimize çevrilen
adlı etkileyici romanı üzerine
Emre Ayvaz’a konuştu.
Dave Eggers’lı, İlhan Berk’li, Virginia
Woolf’lu, Bilge Karasu’lu, Umberto Eco’lu bir sayı...
“Karanlıkta sözcüklerin ağırlığı bir kat daha artar.”
diyordu Canetti. Zor günlerde yoldaşımız kitaplar.
İyi okumalar.
E
İlber Ortaylı
30
’nde,
“Dünya tarihinin
hemen hiçbir safhası, dünya coğrafyasının
hemen hiçbir önemli parçası
yoktur ki orada Türkler olmasın.” tezine deliller getiriyor.
33
Nikolay Vasilyeviç
Gogol’ün
, adı
yazarla özdeşleşmiş bürokrasi
hicvinden uzak dört öyküden
oluşuyor. Eser, Gogol’ün bütün
eserlerine yeni bir gözle bakma
fırsatı da sunuyor.
Prof. Dr. İbrahim
Canan,
34
ÝMTÝYAZ SAHÝBÝ: FEZA GAZETEC L K A. .
GENEL YAYIN MÜDÜRÜ: EKREM DUMANLI GENEL YAYIN MÜDÜR YARDIMCISI:
MEHMET KAMI GENEL YAYIN EDÝTÖRÜ: AL ˙OLAK EDÝTÖR: CAN BAHADIR Y CE
GÖRSEL YÖNETMEN: FEVZ YAZICI SAYFA TASARIM: YUNUS EMRE YILDIRIM
SORUMLU MÜDÜR VE YAYIN SAHÝBÝNÝN TEMSÝLCÝSÝ: HAYR BE ER REKLAM GRUP
BAÞKANI: MELİH KILIÇ REKLAM GRUP BAÞKAN YARDIMCISI: İSKENDER YILMAZ
REKLAM SEKTÖR YÖNETÝCÝSÝ: CENK AYTUĞU REKLAM SEKTÖREEL YÖNETİCİSİ:
KAZIM ARSLAN REKLAM SEKTÖREEL UZMANI: MELEK TINMAZ
YAYIN TÜRÜ: YAYGIN S REL ADRES: ZAMAN GAZETES 34194
YENÝBOSNA-ÝSTANBUL TEL: 0212 454 1 454 (PBX) FAKS: 0212 454 14 96 REKLAM
TEL: 0212 454 82 47 BASKI: FEZA GAZETECÝLÝK A.Þ TESÝSLERÝ HTTP://
K TAPZAMAN .ZAMAN.COM.TR E-POSTA: K TAPZAMAN @ZAMAN.COM.TR
HER AYIN ÝLK PAZARTESÝ GÜNÜ YAYIMLANIR
twitter.com/kitap_zamani
facebook.com/kitapzamanicom
36
adlı kitabında,
dinimizin zamana
verdiği önemi, vaktin boş
geçirilmemesi konusundaki
emirlerini anlatıyor.
Robert ve Carol
Bridgestock
çiftinin birlikte
kaleme aldığı
polisiye roman
Türkçeye
kazandırıldı. Roman, ikilinin
dört kitaplık Dedektif Jack
Dylan serisinin ilk kitabı.
İNCELEME
KÝTAP ZAMANI
7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ
‘Aklım vardı bilim şaştı’
Beşir Ayvazoğlu
adlı kitabında cumhuriyet dönemindeki belli
başlı Yunus Emre yorumlarını inceliyor. Cumhuriyet aydınının, ideolojisine pek yakın
olmayan Yunus’a neden dört elle sarıldığı sorusuna cevap arayan eserde, “Mevlevi”
Yunus’tan “sosyalist” Yunus’a kadar bir dizi temelsiz portre çıkıyor karşımıza.
YUNUS EMRE YORUMLARI, BEŞİR AYVAZOĞLU, KAPI YAYINLARI, 240 SAYFA, 15 TL
B
‘kullanıyoruz’, en hafifinden vesile kılıyoruz. Vicdan, akıl, sezgi, yüksek beğeni,
güzelduyu gibi erdemler kılavuzumuz olmayınca, aynı kişiden ve eserden yüzlerce
‘figür’ ve yargı, yorum üretiyoruz.
Yunus’un o harika deyişiyle “bilimizin şaşması”nda, karşımızdaki varlığın
büyüklüğü, derinliği, çok cepheliliği inkâr
edilemez kuşkusuz. Ne ki, gördüğüm,
Yunus’a bakanların çoğu şaşı bakıyor.
Birkaç insaflı ya da tarafsız adam dışında,
birçok kişioğlu Yunus’a olmadık bühtanlar ediyor, aşırı yorumlar yapıyor. Kimi
“Bektaşi, Batıni, hümanist” elbisesini
giydiriyor ona; kimi o Müslüman bedene
neredeyse papaz kıyafetini reva görüyor.
Mevlevi Yunus’tan sosyalist Yunus’a kadar bir dizi esassız, partal portre çıkıyor karşımıza. “Miskin Yunus”u siyasi
figür olarak görenler de var, ‘metafizik
buhranı’na merhem diye sürenler de. En
zararsızları da, Yunus’u romantik bir hava
boşluğunda gezdirenler.
TURAN KARATAŞ
undan beş altı ay evvel, alanda hatırı sayılır
bir edebiyat profesörüne
sohbet arasında, “Bugün edebiyatımızın en önemli meselesi
nedir?” diye sormuştum. “Yunus Emre”
dedi. Bu kısa cevabın ardından hoca bazı
izahlarda bulundu. Şaşırmadım. Çünkü
2006 yılından bu yana Yunus Emre divanları çevresinde yapmış olduğum okumalardan sonra zaten böyle bir sorunun
girdabına yakalanmıştım. Zihnimin bir
tarafı Yunus’la meşguldü. Hilmi Yavuz
haklıydı, Yunus Emre’nin şiiri “çağımızın
tüm sorunlarını ‘emen’ çağdaş bir şiir”di.
Fakat bu büyük irfan külliyatı çevresinde
bir bilgi kirliliğidir dolaşıp durmaktaydı. Yunus’a ait olduğu söylenen şiirlerin
sayısından tutun da, yazmalardan kaynaklanan ciddi
metin farklılıklarına, Yunus’un
yaşadığı varsayılan efsanevî/
menkıbevî hayata, şiirleri üzerinde
yapılan
şerhlere, yorumlara kadar çöBEŞİR AYVAZOĞLU
zülmesi gereken
bir yığın mesele
vardı önümüzde. Daha doğru dürüst,
güvenebileceğimiz, karşılaştırmalı bir
Yunus Divanı yoktu elimizin altında. Olduğu söylenen yayın, maalesef, ‘alaturka’ bir çalışmaydı. Yunus’un ümmiliği
hususunda bile doyurucu bir açıklamaya
rastlamak güçtü. Yeridir, söyleyelim: Bize
sorarsanız, bu kadar derin manalı sözlerin mübdii bilge bir şair, bilinen anlamda
ümmi olamaz. Ona atfedilen ümmilik,
olsa olsa, peygamberî bir vasıf olabilir.
“Hak bir gönül verdi bana, ha demeden hayran olur” diyebilen bir muhayyile, böyle
bir müktesebatın sahibi bilinç ümmi olabilir mi? Demek ki, şu hakikat ortada duruyor: Edebiyatımızın en soylu, sade, samimi, baştan ayağa aşk boyalı sesi Yunus,
hâlâ ciddi araştırmalara muhtaç.
Beşir Ayvazoğlu, Türk kültürüne ve
edebiyatına taalluk eden birçok meselede öncü çalışmalar yaptı. Ufuk açıcı
eserler ortaya koydu. Kıymetli belgeleri
unutulduğu köşelerden bulup göz önüne getirdi, çözümlemeler yaptı. Bazı
çalışmalarıyla adeta araştırmacılara yol
gösterdi. Sözgelimi, Yahya Kemal üzerine ansiklopedik bir biyografi telif etti
YUNUS ETRAFINDA İDEOLOJİK KAVGA
Yunus Emre Külliyesi’ndeki Yunus heykeli...
tek başına. Benzerlerinin yapılmasını
kışkırtacak, araştırmacıları gıpta ettirecek, belki kıskandıracak değerde bir
eser. Keşke, edebiyatımızın abide şahsiyetlerinin her biri için böyle anıt kitaplar hazırlansa derim. Mesela Yunus için,
Fuzulî, Evliya Çelebi, ne bileyim Galib,
Nedim için birer ansiklopedi yazılsa...
girene huzur bağışlayan bir gül bahçesi. “Elinizdeki kitapta” diyor Ayvazoğlu,
“Yunus Emre’nin hayatını ve felsefesini
değil, Köprülüzâde Fuad Bey’in Yunus
Emre hakkındaki ilk makalesi 1913 yılında Türk Yurdu’nda yayımlandıktan sonra
başlayan ve hâlâ devam eden tartışmaların, sahiplenme yarışının ve birbirinden
farklı Yunus Emre yorumlarının kısa bir
tarihini okuyacak; şiir ve romanlarda, tiyatroda, sinemada ve plastik sanatlarda
bu büyük şairin nasıl anlatıldığı hakkında bazı ipuçları bulacaksınız.”
Kitabı okuyup bitirince, Anadolu’da
yaygın bir söz aklıma düştü. “Cenazede gözyaşı döken, aslında kendi derdine
ağlar” derler. Neredeyse yüzyıllık zaman içinde Yunus Emre’ye dair yazılanlara, onun şiiri çevresindeki okumalara,
yorumlara bakınca, ister istemez böyle
düşünüyor insan. Bu kıratta büyük şahsiyetleri ve eserlerini çok zaman kendi derdimizi duyurmak için, tabir yerindeyse,
CUMHURİYET AYDINI
NEDEN YUNUS’A SARILIYOR?
Ayvazoğlu, son çalışması Yunus, Ne Hoş
Demişsin’de cumhuriyet sonrası Yunus
Emre yorumlarını inceliyor. Elbette belli başlılarını. Bahsin evvelinde bir soru
takılıyor zihne: Cumhuriyet aydını, ideolojisine/ülküsüne çok da yakın durmayan Yunus’a neden dört elle sarılıyor?
Çünkü Yunus, “Koskoca bir medeniyet
tasfiye edilirken ayaklarının altındaki
zeminin kaydığını hisseden ‘bağrı başlı’ aydınların tutunmaya çalıştıkları can
simidi.” Korunaklı bir yapı. Kapısından
4
Beşir Ayvazoğlu, kitabında genel hatlarıyla, benzetme doğruysa, bir algılar haritası koyuyor önümüze. Yoksa kitaptaki
bazı bölüm başlıkları kitap çapında bir
araştırmayı, incelemeyi gerekli kılıyor.
Sözgelimi, “Roman Kahramanı Yunus”
, “Tiyatroda ve Sinemada Yunus” yahut
“Şairlere Göre Yunus” müstakil çalışmalar, geniş araştırmalar gerektiren bahisler.
“Kalın bir sis perdesi ardındaki hayatı ve
şiirlerinin her türlü yoruma elverişli derinliği, düne kadar, Yunus’un adı ve eseri
etrafında ideolojik kavga vermeyi kolaylaştırıyordu. Bugün hem kendisi, hem de
yaşadığı çağ hakkında daha fazla bilgiye
sahibiz. Dolayısıyla bilinmezliğin arkasına sığınıp aşırı yorumlarla ona ideolojik
elbiseler giydirmek epeyi zorlaşmıştır.”
dese de yazar, kanaatimizce bu bahiste
eksik kalan, yapılmayan çok şey var.
Yapılacak olan, en kısa zamanda, adı
değil meselesi, işi, uğraşı Yunus Emre olan
bir enstitü kurulmalı. Önce sağlam, eksiksiz bir kaynakça hazırlanmalı, bütün malzeme bir havuzda toplanmalı. Sonra da bu
salim/sağlam bilgi, belge ve kayıtlar konunun uzmanlarına havale edilmelidir. Aksi
halde, daha çok aslı astarı olmayan Yunus
menkıbeleri dinleriz, Yunus Emre’nindir
diye Âşık Yunus ilahileri söyleyerek mevlit
mevlit gezeriz. En kötüsü de, Burhan
Toprak’ın yerinde tespitiyle, “her mısraının
gayesi tefekkür” olan bu Hak ve hakikat
âşığı Türkmen Kocası’nı kötü niyetli hümanistlerin sözlerine meze yaparız.
ROMAN
KÝTAP ZAMANI
7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ
Edebiyatın harika çocuğu
Yeni kuşak Amerikan edebiyatının güçlü isimlerinden Dave Eggers’ın ilk romanı
dilimize kazandırıldı. İki genç ve şaşkın adamın yolculuğunu
anlatan roman, bir bakıma, yirminci yüzyılı tatmış, başkaldırmaktansa köşesine
çekilmeyi tercih etmiş, apolitik, kırılgan ve bencil X Kuşağı’nın hikâyesi.
D
ÖMER AYHAN
ave Eggers, ilk kitabı Müthiş Dâhiden Hazin Bir Eser’le
ortalığı salladığında henüz 30
yaşındaydı. Bu tuhaf anı/otobiyografi/kurmaca karışımı, kısa sürede okurları kendine çekti ve meraklı kalabalık, soluğunu tutarak yazarın ilk romanını bekledi. İki yıl
sonra yayımlanan Hızımızı Tadacaksınız’la
birlikte yazar, Amerikan edebiyatının altın
çocuğu olarak kabul edildi. Aslına bakılırsa Dave Eggers karmakarışık bir adam.
Yazarlığın yanı sıra dergicilik, yayıncılık,
editörlük gibi edebiyatın mutfağındaki
işlerde zaman geçirmekten hoşlanıyor,
öğrenci ve öğretmenler için kurulmuş
bir vakıftan albüm kapağı tasarımı ve
film senaryolarına (Away We Go) birçok
alanda imzası görülüyor.
Hızımızı Tadacaksınız, 27 yaşındaki iki şaşkın adamın öyküsü. Romanın
anlatıcısı Will’e beklenmedik bir reklam
işinden büyük miktarda para kalır ve bir
haftada dünya turu atarak parayı son
kuruşuna kadar ihtiyacı olanlara dağıtmak üzere can dostu Hand ile yollara
düşerler. Hızımızı Tadacaksınız, genellikle
Jack Kerouac’ın kitaplarıyla kıyaslanmış;
başta Beat Kuşağı’nı çok iyi anlatan Yolda
olmak üzere, kitabın arayış içindeki duyarlı ve kafası karışık gençlerin dünyayı
anlamlandırma çabası diye nitelendirebileceğimiz yolculuk romanlarından
olduğu söylenegelmiş. Burada şunu belirtmekte yarar var: 1950’lerin Amerika’sı
tarih oldu, günümüz insanının yol ile
kurduğu ilişki de bambaşka yönlere evrildi. Günümüz insanı derken bile dikkat
kesilmek gerekiyor, zira Eggers kendi
kuşağını anlatıyor, romandaki zamanın
tahminen 90 sonları ya da 2000’lerin başı
olduğu düşünülürse, bugün 40’lı yaşlarını süren X Kuşağı’dır kitapta sözü edilen.
HUZURSUZ BİR KUŞAK
FOTOĞRAF: AP, TINA FINEBERG
HIZIMIZI TADACAKSINIZ, DAVE EGGERS, ÇEV.: GARO KARGICI, SİREN KİTAP, 382 SAYFA, 24 TL
Douglas Copland X Kuşağı’nı 1991’de yayımlamıştı. Kabaca 1960’larla 1970 başlarında doğan kuşağın hikâyesini anlatan
kitap, geçen zaman içinde kült oldu, günümüzde ise modern klasikler arasında kabul ediliyor. Hızımızı Tadacaksınız’ı
okurken, Kerouac ve arkadaşlarından ziyade Copland’ı hatırlamamın sebebi, bu
kuşakdaşlık olabilir. Öyle ki, kimi pasajların benzerlerini X Kuşağı hatta Komadaki
Sevgilim’de de okuyabilirsiniz.
Peki nasıl bir kuşak bu? Soğuk
Savaş’ın son dönemine tanık olmuş, yirminci yüzyılın biraz zehirli biraz büyülü
Dave Eggers
tadını fazlasıyla almış, başkaldırmaktansa şalteri indirip köşesine çekilmeyi tercih
eden, apolitik, pesimist, bununla birlikte
içe dönüklükten ötürü aşırı duyarlı, kırılgan ve bencil. Kendilerini en rahat müzik
gruplarıyla ifade ediyorlar. 80’lerin ve 90
başlarının müzikleri, salt bir beğeni unsuru yahut geçmişi canlandıran kışkırtıcı
bir anı parçası değil, onlar için adeta birer
temsil alanı. Will ile Hand genç olabilirler
ama bir nostalji buharında acı çekmekten
hoşlanıyorlar: “Bulunduğum bölmenin
dışında uçağın kanadı muhtemelen elli
yıl öncesinde daha mutlu ve sade insanları taşırken olduğu gibi parlak gümüş
rengiydi. Kafalarında pahalı şapkalarla
sigara içer, bağıra çağıra konuşur ve kelimeleri şarkı söylercesine telaffuz ederlerdi. Ne zaman böyle uçmaya başladık biz?
Böyle kibir içinde?” Sosyal medyanın,
Facebook ve Twitter’ın ortalığı salladığı
dönemin başında, hatta biraz öncesinde
Will’in duyduğu tedirginliği nasıl açıklayacağız: “Bir çağın sonu gelmişti ve
ben bunun gerçekleştiğine tanık olmak
istemiyordum. Anonim kalma hakkımızı erişilebilirlikle değişmiştik.” Her
şeyin bunca hızla değiştiği bir dünyada,
yolunu şaşırmış bir kuşağın korkuları
bunlar. Will ve Hand için yolda olmak
önemlidir ama hız çağında yeterince
hızlı davranamadıkları için yolculuğun
tadını gereğince çıkaramazlar. Romanın bir yerinde Will şöyle der: “Gerçekten bir şeyler görüyor muyuz yoksa her
şeyi kaçırıyor muyuz?” Will ve Hand bir
şeyleri kaçırıyor olabilir ama emin olun
roman boyunca biz hiçbir şeyi kaçırmıyoruz. Çünkü Eggers yaman bir anlatıcı.
SAHNE KURMA USTASI
Dave Eggers, bir sahne kurma ustası.
Okurken kitabı sahne sahne tasarlamış
ve sabırla ilerlemiş intibaı uyandırıyor.
Dakar’da bir gece kulübünü mü anlatıyor,
Will ve Hand ile doğruca oraya ışınlanıyorsunuz; Fas’ta tekinsiz bir ara sokak yahut
Estonya’da adamın iflahını kesen buz gibi
bir güneş ışığı, fark etmiyor; Eggers imgeleri, teşbihleri, betimleri her zaman çarpıcı
nüanslarla kullanıp üzerinize boca ediyor.
Kitabın en ilginç yönü, Will’in muhatabıyla
hayalî konuşmaları. Konuşma çizgilerine
sık sık başvurduğu yöntemin özgünlüğü,
6
iç monoloğu hesaba katınca belki tartışılabilir. Yirminci yüzyıl başında büyük ustalar tarafından kullanılan ve kimilerince
hâlâ taklit edilen bilinç akışı yerine böyle
bir yöntemin romana nefes aldırdığı çok
açık. Bu hayalî konuşmalar bizi Will’in
yalnızlığına gönderiyor. Mesela annesiyle
telefon konuşmaları. Birbirlerini iğneleyip
hırpalamaktan zevk alıyorlar, Will kafasındakileri bir türlü söyleyemiyor. İşin
kötüsü, çocukluğundan beri ayrılmadığı
Hand ile de ‘gerçek’ konuşmalarını zihnen gerçekleştirebiliyor. Bu çılgınca dünya
turu, Will’in kendi kendisiyle hesaplaşmasına dönüşüyor. Bir kazada ölen diğer
arkadaşları Jack’in yokluğu, dinmeyen bir
azap. Ama güçlü bir gülmece duygusunun
da eksik olmadığı romanda beni en çok etkileyen, Will’in ailesinde bulamadığı mutluluğu her fırsatta yabancılarda araması
oldu: “Ve ailesini de sevmiştim – kızlarının
sosyal ödevine yardım etmek için topluca
havaalanına giden bir aile kusursuz, müthiş değil de neydi? Onun ailesinin bir parçası olmak, yanlarına taşınmak istedim.”
Hızımızı Tadacaksınız, Eggers’ın selamını almak için ideal bir roman.
EDEBİYAT
KÝTAP ZAMANI
7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ
‘Çok az insan yazarken benim kadar işkence çeker’
Virginia Woolf’un günlüğü yeni bir Türkçe çeviriyle yayımlandı.
İngiliz edebiyatının usta ismi, 4 Ağustos 1918’de tutmaya başladığı günlüğünde yazacağı romanları, denemeleri, eleştirileri
anlatırken trajik ölümünün gölgesi kitap boyunca hissediliyor.
BİR YAZARIN GÜNLÜĞÜ, VIRGINIA WOOLF, ÇEV.: OYA DALGIÇ, İŞ BANKASI KÜLTÜR YAY., 464 SAYFA, 26 TL
B
ler, bilgiler paylaşıyor. Okurun gözündeki o muhteşem, kanık Woolf, en
insani zaaflarıyla karşımızda. Sydney
Waterlow’un, “Yazmanın en kötü
yanı, insanın övgüye çok bel bağlaması.” sözü üzerinden dile getirdiği arayış, aslında onun tutkuyla kovaladığı
bir arzu: “Beni bunalıma sürükleyen
şey, insanların benimle ilgilenmekten
vazgeçmeleri.”
Yazıya sadece ruhunu değil, bedenini, belki de bütün varlığını sunuyor
Woolf. Eleştirilerden sağlığını kaybedecek kadar etkilenmesi de bundan.
Günlüklerin bir yerinde, kurşun yemiş bir tavşan gibi havaya zıpladığını
aktarsa da, “Ben yaban tavşanıyım,
tazılarımın yani eleştirmenlerimin
çok önündeyim.” sözünü söyleyecek
cesareti de gösteriyor. Yaptığı yanlışlıklar karşısında yanaklarının alev
alev yandığını da suçüstü yakalanmış
bir çocuk gibi itiraf ediyor.
MEHMET ÖZTUNÇ
ir yazarın, üzerine ölümün gölgesinin en koyu
haliyle düştüğü günlüklerini okurken, gözlerimin önünden hayatı kadar ölümü de bulutlanıp geçti.
Yaşamdan göçü bu denli romansı olan
yazarın hayatına bakarken ölümünü
görmemek, o hayatı en büyük anlam
parçasından yoksun bırakır. Virgina
Woolf’un Bir Yazarın Günlüğü boyunca aklımdan hiç çıkmayan ölüm fikrini, ona ödemem gereken bir borç gibi
içimde taşıdım. O, 4 Ağustos 1918’de
tutmaya başladığı günlüğünde mutlu bir şekilde, yazacağı romanlardan,
denemelerden, eleştirilerden söz açarken, 28 Mart 1941’de evinin yakınındaki bir ırmakta, canına kıydığı günde
buldum kendimi. Woolf’un o gün için
bilmediği bir kaderi yıllar sonra da
olsa bilmenin zalimliği, çaresizliği ve
hüznüyle zihnim birçok kez 1941 yılına uzandı. Bir Yazarın Günlüğü’nü okudukça bazı hayatların ancak sondan
başa doğru anlam kazanabileceğini
daha derinden duyumsadım. O, yazıyla ördüğü kozasına usul usul çekilirken, ölüm atını dörtnala mahmuzlamış, ona doğru geliyormuş meğer.
BÜTÜN YAZARLAR MUTSUZDUR
BAZEN AYLARCA YAZMAMIŞ
Bir Yazarın Günlüğü, 4 Ağustos 1918’de
tutulan notlarla açılıyor, günlerden
pazartesi. Woolf, daha ilk cümlelerinde bir defter alacak parası kalmadığı
için farklı yerlere yazmaya başladığını, bir defter aldığında bu notları oraya aktaracağını söylüyor. Yazar bazen
aylarca dönüp günlüğün yüzüne bile
bakmıyor. Kırmaktan, ihmal etmekten çekinilmeyen bir dost gibi... Günlük tutma uğraşının kendisi için yazmak anlamına gelmediğini belirtse de
durup düşünmeden, hızlı yazdığından
bu toz yığını arasında pırlanta değerinde birçok malzemenin kaldığını
söylemekten de kendini alamıyor. Aklındaki günlüğü şu sözlerle anlatıyor:
“Seyrekçe dokunmuş olsa da dağınık
olmayan, aklıma geliveren ağırbaşlı,
hafif ya da güzel her şeyi kucaklayacak kadar esnek. Onun eski, geniş
bir masaya benzemesini isterdim ya
da insanın gözden geçirmeden içine
her türlü ıvır zıvırı tıkacağı, her şeyi
alacak kadar geniş bir yolculuk çantasına.” Günlük Jakob’un Odası’nın,
Mrs. Dalloway’in, Deniz Feneri’nin,
Virginia Wolf (1882-1941)
Orlando’nun, Yıllar’ın yazılma süreçlerini, Woolf’un bu romanları kaleme
alırken nasıl bir azap çektiğini gözlemleme imkânı da sunuyor okura. Bir
Yazarın Günlüğü’ndeki saklı pırlanta
parçaları, buna benzer ayrıntılarla görünürlük kazanıyor. Woolf, günlüklerini hızlı yazmasına ilişkin olumlu
yorumlar yaparken romanlarını, eleştirilerini yavaş yazmaktan muzdarip
olduğunu söylüyor: “Yazmak hiç de
kolay bir sanat değil. Ne yazacağını
düşündüğünde kolaymış gibi geliyor ama düşünce buharlaşıyor, oraya
buraya dağılıyor.” Her şeye rağmen
yazının, kendisini sağaltan bir tarafı
olduğunu da ekliyor: “Yazdıkça hüzün
azalıyor. Peki, o zaman niye daha sık
yazmıyorum? İşte, insanın kibri bunu
engelliyor. Kendi gözüme bile başarılı
görünmek istiyorum.” İlerleyen sayfalarda, çektiği azabı Madam Bovary’nin
yazarın ki ile karşılaştırıyor: “Çok az
insan yazarken benim kadar işkence
çeker. Belki yalnızca Flaubert.” Woolf,
Yıllar romanının yazılma sürecinde
çektiği acıyı ise uzun sürmüş bir çocuk
doğurma sürecine benzetiyor.
‘ASIL HAYAT YAZMAKTIR’
Gustave Flaubert, “Yazmak, yaşamın
bir biçimidir.” derken Woolf ise günlüğüne şu notu düşecektir: “Asıl hayat
yazmaktır, budur heyecan veren, okumak değil.” Günlükleri okurken şunu
bütün açıklığıyla görüyorsunuz: Woolf için asıl yaşam yazı, başka bir şey
değil. Yazıyla biçimlenmiş, anlam kazanmış trajik bir ömürde geriye kalan,
ancak küçük teneffüs parçalarından
ibaret. Hayattan çok yazıya yaslandığı için bu günlükler Bir Yazarın Günlüğü ismiyle okura sunuluyor. Hayatı
boyunca kaçındığı öğretmen edasına
rağmen Woolf, hem bir yazar hem de
bir okur için oldukça değerli deneyim-
8
Woolf’un Ulysses hakkında kitabın
laf ebelikleriyle dolu olduğunu, romanı tatsız tuzsuz, buruk, dahası
küstahça bulduğunu söylemesi sanırım, “Hiçbir yaratıcı yazar başka
bir çağdaşını kabul etmez.” sözü etrafında düşünülmeli. Onun eleştirilerinden sadece Katherine Mansfield, Joseph Conrad ve Henry James
gibi çağdaşı yazarlar değil; Shakespeare, Milton, Dante, Cervantes gibi
klasikler de payını alıyor. Sigmund
Freud’dan esinli kötücül bir yorumla, niçin yazdığını ise şu sözlerle dile
getiriyor: “Zaman zaman üzerime
çöken ve bana yaşlı olduğumu düşündüren belli belirsiz hüzün yazdırıyor bana bunları; çirkinim.”
“Bütün yazarlar mutsuzdur. Bu
yüzden de dünyanın kitaplardaki resmi karanlıktır. Sözcükleri olmayanlar
mutlu.” diyen Virginia Woolf’tan bize
kalan son günlük notu 8 Mart 1941
tarihli. Bundan sadece yirmi gün sonra çember tamamlanıyor ve Woolf
sonsuz uykusuna çekiliyor. Bir Yazarın Günlüğü’nün son bölümlerinde
karşımıza çıkan, “ırmak”, “boşluk”,
“umutsuzluk”, “geleceksizlik”, “bunalım”, “hayat denilen cehennem” gibi
sözcük ve ifadeler, hayattan çok ölümün sesi misali yankılanıyor, tıpkı
yazarın son gün kayda geçirdiği şu
cümle gibi: “Bütün renklerim uçuşurken aşağı inmek istiyorum.”
KAPAK
KÝTAP ZAMANI
7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ
Orhan Veli: Muhallebicide buluşmak
Orhan Veli ve arkadaşları ‘devlet’in çizdiği çemberin içinde durmalarına
rağmen, bundan hoşnut olmadıklarını hissettirirler, fakat Ankara’ya
bağımlıdırlar. Ahmet Haşim şiirinin üzerine yürüyen Orhan Veli, ‘Milli
Edebiyat’ın ilkel şiirini es geçer; çünkü bu edebiyat devletindir.
H
evlerin bahçeli ya da sıralı dizildiği, yazları, özellikle akşamüstleri önü süpürülen, serinlesin diye sulanan, buralara iskemle atılıp oturulan evlerin bulunduğu
mahalle, işten dönenlerin biraz duraklayıp ayaküstü hal hatır sorduğu, yarenlik
ettiği mekânlardır. Herkes birbirinin
adını, ne iş yaptığını, o gün evinde ne
piştiğini bilir. Hatta gençlerin gönül maceralarını bile bilir… O toplumsal örgüyü en iyi anlatan da “Söz” şiiridir: “Tak
takıştır,/ Sür sürüştür;/ İnadına gel,/ Piyasa
vakti,/ Muhallebiciye.” Mahallenin kızıyla muhallebicide buluşulur; oysa rezidansta oturan kız muhallebiciye gelmez!
SABİT KEMAL
BAYILDIRAN
er şey değişir, değişmeyen tek yasa “değişme
yasası”dır. Ülkenin toplumsal yapısı değiştikçe elbette şair de,
şiir de değişecektir. Bir kere Orhan Veli ve
arkadaşları Ankara’ya bağımlıdırlar. Artık şairler için, kültür için Ankara merkez
olma savaşımındadır. “Milli Edebiyat”
erk’in İstanbul’dan Anadolu’ya taşındığının farkına varır varmaz Ankara’ya yönelir. Çünkü bizim şairlerimiz ‘devlet’siz
edememişlerdir tarih boyunca. Bugün
bile ediplerimizin büyük çoğunluğu maaşını devletten almaktadır.
Bilindiği gibi, ülkemizde Osmanlı’dan miras olarak sivil toplum yoktur; olmasına da izin verilmemiştir.
Sınırlı bir sivilleşme ancak tarikatlar/
cemaatler aracılığıyla hayata geçmiştir. Cumhuriyet, İttihatçılardan aldığı
merkeziyeti kutsamayı daha da uçlara
taşımış, mahalle muhtarını bile kendisi atamıştır. Ne giyeceğimizle, nasıl
düşüneceğimizle yetinmemiş, estetiği
de ‘devlet’ belirlemiş, şairler bu sınırlar içinde manzume üretebilmişlerdir. Elbette ‘devlet’ bunu sağlamak
için zora başvurmamıştır; oltaya para
takmış, şairler de maişet uğruna bu
zokayı yutmak durumunda kalmıştır.
RESMÎ ESTETİĞİN FORMULÜ
Devletin resmî estetiğinin formülü,
“Batı medeniyeti + folklor” olarak tecelli eder. Ziya Gökalp gençleri heceye
yönlendirmek için her şiire örtülü ödenekten bir altın verir. Resmî estetiği de
kendisi ortaya atmıştır; “hars” ve “medeniyet” gibi iki kavramdan çıkarır bu
bileşimi. Cumhuriyet bu mirası sürdürür. Şiir tarihinde tek şiire yapılan en
büyük ödeme Faruk Nafiz’in 1925’te yayımlanan “Han Duvarları”nadır: 50 lira.
Bu para o günün rayiciyle 50 altındır!
Devletin başındaki büyüklere övgüler
yazan bu şairler ya milletvekili atanır
ya da önemli müdürlüklere getirilirler.
Nâzım Hikmet ‘devlet’in dışında olan
ilk şairdir; onun gölgesinde boy atıp
devlet büyüklerini medh u sena eden
devlet ediplerine saldırarak putları yıkmaya çalışan şairin balta boynuna iner,
devlet bu tutumun bedelini ona ödetir.
‘DEVLET’ ÇEMBERİNİN İÇİNDE
Orhan Veli ve arkadaşları ‘devlet’in çizdiği çemberin içinde durmalarına rağ-
EDEBİ NİHİLİSTLİK
men kenarlarında dolaşarak çemberden hoşnut olmadıklarını hissettirirler.
Fakat resmî estetiğe savaş açacaklarına
Servet-i Fünûn estetiğine, en çok da Ahmet Haşim’e saldırırlar. Servet-i Fünun
estetiği gücünü sembolistlerden alıyor,
Ahmet Haşim post-sembolistlere selam
yolluyordu. Orhan Veli’nin artık müptezelleşmiş olan bu estetiğin en büyük
şairine, Haşim’e şiirlerini tehzil (parodi)
ederek saldırmasının nedeni, ancak bu
yolla dikkati çekebileceğinin farkında olmasıdır. Celâl Sahir Erozan’ın şiirini tehzil etseydi kimsenin dikkatini çekmezdi.
Resmî ideolojinin ‘milliyetçi’ kanadına mensup olanlar, en çok korunanlardı; onlar Batı’ya rağmen Batıcıydılar. Her
bakımdan Batıcı olmalarına rağmen,
Batı’nın Doğu’yu yutma, sömürme çabasına karşı yerlilik özelliğini öne çıkarmaya çalışsalar da kulakları devlet büyüklerinde olduğu için yukarıdan esen
rüzgâra göre yön değiştiriyorlardı. Bu
tutum onlara ikbal kapısı açmıştır. Oysa
Orhan Veli ve arkadaşları, Batı’nın daha
çok aydınlanmacı/hümanist geleneğini sahipleniyor, Kemalist kadro içinde
ulusçuluğa hiç prim vermeyen bir kesimi temsil ediyorlardı. Azra Erhat-Sabahattin Eyüboğlu çizgisini benimsemiş,
Eski Yunan ve Latin kültürüne hayran
olan Orhan Veli, devletin İkinci Dünya
Savaşı sırasında Almanya’ya omuz verdiği, Nadir Nadi’yle çevresinin Hitler’in
doğum gününü kutlamaya gittikleri bir
dönemde, “Hakkınız var, güzel değildir ihtimal/ Mübalağa sanatı kadar/ Varşova’da
ölmesi on bin kişinin/ Ve benzememesi/ Bir
motörlü kıtanın bir karanfile/ ‘Yarin dudağından getirilmiş’” dizelerini yazacak
kadar çizilen çemberin dışına çıkma isteğini ortaya koyar. Elbette bu çemberden çıkamamasının temelinde, henüz
devletin dışında örgütlenmiş bir sivil
toplumun olmaması yatar. Bu dokundurma bile Garipçilerin neden küçük
bir maaşla bohem hayata sarıldıklarını
gösterir; çünkü devlet onları kollamamış ama onlara ihtiyacı olduğu için de
şairleri büsbütün dışarı atmamıştır.
ŞİİRE ŞAPKA GİYDİRDİ
Orhan Veli, “bir sınıfın haklarından ziyade, o sınıfın zevkini” ortaya koymaya
çalışmış, Cemal Süreya’nın mecazıyla,
şiire karpuz yedirmiş, şapka giydirmiştir.
Peki, karpuz yedirmek, şapka giydirmek
hangi toplumsal ortamın sonucudur?
Burada Türkçenin kavram yetersizliği
beni sıkıntıya sokuyor. Ben “şehir” ile
“kent”i farklı kullanmaktan yanayım.
Sert ünsüzlerden oluşan “kent” daha çok
her biri bir “mahalle” olan gökdelenlerin,
rezidansların bulunduğu mekândır. Burada şapka da giyilmez, sokakta karpuz
da yenmez. Toplumsal ilişkinin mekânı,
en fazla “günaydın”, “iyi akşamlar”
denilen asansörlerdir. Bu mekânlarda
mahalle kaybolmuştur artık. Mahalle
şehirlerde kalmıştır; bir ya da iki katlı
10
Garip şiiri benim için ‘edebi nihilistlik’tir.
Nasıl ki “siyasi alanda nihilizm her tür
toplumsal düzenin kötü olup yıkılması
gerektiğini öne süren, egemen bireyin
özgürlüğü adına, otoritenin zorbalığına karşı çıkan tavırda” (Ahmet Cevizci) ifadesini buluyorsa, ‘edebi nihilizm’
de otoriteye karşı (ama gücü yetmeyeceği için ‘otorite’nin dışında durmaya
çabalayan) ‘bireyin özgürlüğü’nden
yana tavır alır. Siyasi nihilizm, her tür
toplumsal düzenin kötü olduğunu söylüyor; edebi nihilizm de her tür ‘şiir
düzeni’nin kötü olduğunu söylemekte,
ona karşı savaş açmaktadır. Başka bir
deyişle, insanlığın şiirdeki bütün birikimi, uyak, ölçü, benzetme, lirizm, abartma vb. reddediliyor; sadece tehzil ve
ironiye sahip çıkılıyor. Paul Verlaine’in
ünlü “musikî her şeyden önce musikî”
dizesiyle başlayan “Şiir Sanatı”nı eskimiş bularak “Eskiler Alıyorum” şiirinde
alaya alır Orhan Veli: “Musiki ruhun gıdasıdır/ Musikiye bayılıyorum.”
Haşim şiirinin üzerine yürüyen Orhan Veli, ‘Milli Edebiyat’ın ilkel şiirini
es geçer; çünkü bu edebiyat devletindir.
Kendisi de zaten Destan Gibi’de bu estetiğe yanaşacaktır. Peki, Orhan Veli’nin
istediği, nasıl bir özgürlüktür? Eli cebinde, bütün sorumluluklardan azade
bir özgürlüktür bu. Malda mülkte gözü
olmayan, bütün kaygılardan azade,
toplumsal değerlerden bütün palamarlarını çözmüş, “Ekmek” şiirinde “Bir
gökyüzü genişliğiyle ruhuma dolar/ Otların içinde sırt üstü yatmanın tadı” diyen,
doğayla özdeşleşmiş bir bireyin özgürlüğüdür bu: “Heeey!/ Ne duruyorsun be,
at kendini denize;/ Geride bekleyenin varmış, aldırma;/ Görmüyor musun, her yanda hürriyet;/ Yelken ol, dümen ol, balık ol,
su ol;/ Git gidebildiğin yere.”
KAPAK
KÝTAP ZAMANI
7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ
Kendini hep yenileyebilen bir şairin çevirileri
Garip manifestosunda vezin ve kafiyenin geçmişin gereksiz kalıntıları olduğunu öne süren Orhan Veli, Fransızca şiirin Pierre de
Ronsard, Victor Hugo ve Alfred de Musset gibi büyük isimlerini
Türkçeleştirirken onların şiirlerini vezinli, kafiyeli çevirmiştir.
19
sard, Victor Hugo ve Alfred de Musset gibi
büyük isimlerini Türkçeleştirirken onların
şiirlerini vezinli, kafiyeli çevirmiştir. Mevlana ve Ömer Hayyam çevirilerinde de
benzer bir hassasiyet söz konusu. Sadece
Fransızca üzerinden ulaşabildiği Çin ve
Japon şiirlerini çevirirken üslup bakımından daha rahattır. Kendi şiirlerinden bildiğimiz eda tekrar Fransız gerçeküstücü
şiir çevirilerinde bulunur. Ama bu, Orhan
Veli’nin o şiirleri özgür bir biçimde çevirdiği anlamına gelmiyor. Çeviriye değindiği
yazılarında, çeviri konusunda çok düşündüğü ve birçok açıdan endişeli olduğu görülür. Örneğin, şairi çok heyecanlandırmış
olan Fransız gerçeküstücülüğünün aykırı
isimlerinden Philippe Soupault’yla buluştuğunda, kendisinin ve Oktay Rifat’ın
Fransız şairinin şiirlerini çevirirken izledikleri yöntemi ona anlattığını ve onun
da uyarlama, yani yerlileştirme taraftarı
olduğunu öğrenince ne kadar sevindiğini 1949’da Yaprak dergisinde aktarıyor. (5)
LAURENT MIGNON
Mart 1946 günü, Türk çeviri tarihinde kayda değer
bir rol oynamış olan Tercüme dergisinde “Çiroznâme” başlığıyla
Charles Cros’nun bir şiirinin çevirisi yayımlandı. Çevirmeni, yeni şiirin yaramaz
çocuklarından Orhan Veli’ydi. Bu şiir Garip
hareketinin kurucusunun kendi yazdıklarını anımsatıyordu, şu alıntıda olduğu gibi:
“Çıktı merdivene derken – yüksek mi yüksek
Mıhladı sivri çiviyi – tak tak da tak tak
Duvarın tâ tepesine – çıplak mı çıplak
Attı çekici elinden –düş Allahım düş
Taktı çiviye sicimi –uzun mu uzun
Astı ucuna çirozu –kuru mu kuru” (1)
Doğal olarak derginin bazı okurları kuşkulandı. Yoksa Orhan Veli edebiyat
dünyasıyla alay ediyor da kendi dizelerini
esrarengiz, adı pek duyulmamış bir Fransız
şairinin şiiri diye mi yayımlıyordu? Doğrusunu söylemek gerekirse, mavi gezegenimizin edebiyat tarihlerinde buna benzer
örnekler yok değil.
“Çiroznâme”nin okuyucularının şaşkınlıkları anlaşılabilir. Yirminci yüzyılın
ilk çeyreğinde Fransız gerçeküstücüleri tarafından yeniden keşfedilmesine rağmen,
bir zamanlar Paul Verlaine, Arthur Rimbaud ve Stéphane Mallarmé’nin refiklerinden olan Cros, Fransa’da bile büyük ölçüde
unutulmuştu. 1946’da onun Türkiye’de
tanınıyor olması pek beklenemezdi. Birçok
yapıtı gibi kabarelerde yüksek sesle sahnede okunmak üzere tasarlanan “Le hareng
saur” adlı şiirinin de Boğaz’ın kıyılarında
büyük ölçüde bilinmemesi olağandı. Belli
ki Orhan Veli, Cros’ta kardeş bir ruh bulmuştu. Onu Türkçeye, özüne ve biçimine
sadık kalarak çevirmekle, belki de istemeden, okurlarının kafasını karıştırmıştı.
GENİŞ BİR COĞRAFYADAN ÇEVİRİLER
Gerçi Orhan Veli haykuları çevirirken, yukarıdaki örnekte olduğu gibi, bu
şiir türünün oldukça katı hece kurallarına her zaman uymamıştır. Fakat şiir çevirisini çeşitli nazım tarzlarını denemek
için bir imkân olarak gördüğü açıktır.
Bunun en güzel örneklerinden biri, Azra
Erhat’la Latinceden çevirdiği Horatius’un
“Vergilius’u Yolcu Ederken” adlı yapıtı. Şiirle birlikte yayımladığı açıklamada
Azra Erhat’la onu sadece “güzel” olduğu için çevirmediklerinin, Latince şiirin
“nazım tekniği hakkında bir fikir vermek
maksadını güt[tüklerinin]” altını çiziyor.
(4)
Burası gerçekten dikkate değer. Çünkü
Garip manifestosunda vezin ve kafiyenin
geçmişin gereksiz kalıntıları olduğunu öne
süren şair, Fransızca şiirin Pierre de Ron-
taklitçiliği ile o kadar suçlanmış bir şairin
en çok bir Japon şairinden şiirler çevirmiş
olması. Bazılarını önce Mehmet Ali Sel
takma adıyla Varlık dergisinde yayımladığı,
sonra Tercüme dergisi için gözden geçirip
hazırladığı Kikaku’nun toplam yirmi haykusunu Türkçeleştirmiştir. Haykunun büyük ustalarından Başo’nun müridi, 1661–
1707 arasında yaşamış Takarai Kikaku’nun
üç dize, on yedi hecede bir anı yakalayabilmesi, kimi dizelerinde yüce olanı, kimilerindeyse sıradan olanı yansıtabilmesi,
minimalizmi ve öznel gerçekçiliğiyle öne
çıkan Orhan Veli’nin ilgisini çekmiştir:
“Erikten bir dal koparıyorum,
Çiçekli bir dal,
Geceme ait hayallerle.” (3)
FRANSIZCADA GEZİNİRKEN
JAPON ŞİİRİYLE KARŞILAŞTI
Tabii şaşırtmaca biraz çevirinin özünde de
var. Çevirmek yeni bir dünya haritası çizmek anlamına geliyor: Sınırların silindiği,
dillerin ve kültürlerin yan yana değil iç içe
olduğu yeni bir dünya. Orhan Veli, şiir çevirmeni olarak, daha çok Fransız edebiyat
geleneği üzerine odaklanmasına rağmen,
Memet Fuat’ın “Orhan Veli’de ‘Haiku’
Edası” başlıklı çalışmasındaki nefis ifadesiyle, “Fransızcada gezinirken Japon şiiriyle
karşılaşmış, Batı’da Doğu’yu bulmuş[tu].”(2)
İlginç olan, bir dönem köksüzlük ve Batı
Paul Verlaine
Stéphane Mallarmé
11
Arthur Rimbaud
Yani Orhan Veli, çevirdiği şaire göre şiir
dilini, tekniğini yenileyebilenlerden. Bu
yüzden çevirmen olarak yaptıklarını küçümsememek lazım. Doğan Kardeş için
çevirdiği Jean de la Fontaine’in masallarından, bugün bile Türkiye’de pek kimsenin
bilmediği, Tang şairlerinden Po Kiu-Yi’ye
kadar geniş bir edebi coğrafyayı ve zaman
dilimini kapsayan çevirileri, onun ne kadar
meraklı ve açık fikirli bir şiir okuru olduğunu gösteriyor bize. Orhan Veli, şiir çevirerek sadece dünyayı yeniden şekillendirip
güzelleştirmiyor, kütüphanesini de bizimle
paylaşıyor. Böylece biz edebiyat okuru
olarak çeviri eyleminin otobiyografik bir
yönü bulunduğunu bir kez daha görmüş
oluyoruz. Ama bu son nokta başka bir
yazının konusu olabilir ancak.
(1) Orhan Veli, Bütün Çeviri Şiirleri, yayına hazırlayan Asım Bezirci, İstanbul: Can Yayınları,
1982 içinde Charles Cros, “Çiroznâme”, s. 76.
(2) Memet Fuat, Orhan Veli, İstanbul: Adam
Yayınları, 2000 içinde “Orhan Veli’de ‘Haiku’
Edası”, s. 107.
(3) Orhan Veli, Bütün Çeviri Şiirleri içinde KiKa-Ku, “Hai-kai’lar”, s. 48.
(4) Aktaran Memet Fuat, Orhan Veli, İstanbul:
Adam Yayınları, 2000 içinde “Orhan Veli’nin
Şiir Çevirileri”, s. 124.
(5) Bilge Ercilasun, Orhan Veli Kanık: Hayatı,
Sanatı ve Eserlerinden Seçmeler, İstanbul
M.E.B.,1994 içinde Orhan Veli, “Philippe Soupault Türkiye’de, Philippe Soupault
Yaprak’ta”, s. 202-3.
KAPAK
KÝTAP ZAMANI
7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ
‘Şiirsokakta’ysa Orhan Veli yaşıyor!
Orhan Veli ‘yoldaki’ adamdır, ‘eve dönüş yolundaki’ adam. Arkadaşları Melih
Cevdet Anday ve Oktay Rifat’la birlikte şiiri ‘havalandırmış’; ona yenilik, tazelik katmış, arı bir nefesle ciğerlerini açmış, öte yandan da şiiri ‘uçurmuş’
adamdır... Şiirin hem nefesini hem de ayaklarını yerden kesmiştir.
1.
HAYDAR ERGÜLEN
Beşir Ayvazoğlu, Yahya Kemal’in “eve dönen
adam” olduğunu söyledi ve
yazdı, Şavkar Altınel’se onun “kültürümüzün oluşturduğu ‘ev’e dönen adam
değil, bu evden ayrılıp bir daha geri gelmeyen adam” olduğunu. Şiir-ev ilişkisi,
yalnızca şair-ev ilişkisine indirgenip oraya
sıkıştırılacak bir ilişki değildir kuşkusuz.
Kitap evse, şiir de sokağa çıkmak isteyendir. Şiir kitaptan sokağa firar ettiğinde belki daha çok farkına, güzelliğine, iyiliğine
varılan bir şeydir. Tabii şiiri bir ‘iyilik öğretisi’, ‘merhamet biçimi’ olarak görüyor,
yazıp okuyorsak. “Şiirsokakta”ysa daha
şiir oluyor ve insan daha insan oluyor.
Oktay Rifat’ın “Garip” hareketini ve şiirini bir mesel olarak anlatmasıyla, bu şiir
harikulâde bir tanıma da kavuşuyor. Temiz, ve nefis, bir hava da bu adlandırmayla, tanımla evin içine dolmuş oluyor. Oktay Rifat’a göre “Garip”, bir “havalandırma
hareketi”dir. Şiire temiz bir hava gelmekle
kalmıyor, öte yandan şiir ‘uçmaya’ da başlıyor, ayakları (uyakları da diyebiliriz) yerden kesiliyor, kısacası ‘havalanıyor’.
2. Orhan Veli ‘yoldaki’ adamdır, ‘eve
dönüş yolundaki’ adam. Arkadaşları Melih Cevdet Anday ve Oktay Rifat’la birlikte şiiri ‘havalandırmış’; ona yenilik,
tazelik katmış, arı bir nefesle ciğerlerini açmış, öte yandan da şiiri ‘uçurmuş’
adamdır, şiirin hem nefesini hem de
ayaklarını yerden kesmiş üç adamdan
biridir. Çoğumuza göre de ilkidir. Yorgun
ama mutlu bir devrimcidir o. Şiiri indirdiği gökyüzünden, tam da arzu ettiği gibi,
şiir yağmaktadır artık, bir ‘Garip’ yağmur yağmaktadır. Devrim tamamlanmamış ama amacına ulaşmıştır. Yahya
Kemal’den sonra, Nâzım Hikmet’in var
mıydı hatırlamıyorum Necip Fazıl’ın olabilir, ilk kez gazetelerin, dergilerin yalnızca kültür-sanat-edebiyat sayfalarında
değil, mizah sayfalarında, karikatürlerde
yer almayı başarmış şairdir. Öyleyse halk
katında da ‘makbul’ bir adamdır artık ve
şiiri de ‘meşru’ bir şiirdir. Öyleyse bütün
büyük devrimciler gibi hayatta, sanatta,
şiirde artık eve dönebilir, onarıma devam
edebilir, daha da önemlisi eski mesleğini
kaldığı yerden yeniden icraya başlayabilir. Terzilik, marangozluk, kunduracılık,
telkâri, hattatlık ve ince yazı. İnce şiir.
3. Kısa şiir. Sevimli şiir. Gülümseyen
ve gülümseten şiir. Güleryüzlü düşünce.
Oktay Rifat’ın meselinin söylediği, Garip hareketinin ve aslında -ayrıca o ünlü
Orhan Veli öğrencilik yıllarında arkadaşlarıyla...
“Önsöz”e, manifestoya gerek var mıydı- o
hareketin manifestosu olan şiirin fazlalıklarını atmasıydı. Şiir üstünü başını çıkardıkça, soyundukça fazlalıklarını da atmaya, ruhunu ve gövdesini havalandırmaya
başlıyor, anayasadan tabiata ya da evden
sokağa doğru bir yolculuğa çıkıyor. Şiir sokağın oluyor. Şimdilerde “Şiirsokakta”ysa,
bu hem Orhan Veli yaşıyor hem de şiirin
sevinmesi demektir. ‘Garip’le birlikte Orhan Veli, şiiri ‘sevindirmiş’tir. Kimi şairler
için “şiiri onurlandırdı” deriz, kimilerinin
şiirin değerini artırdığını söyleriz. Orhan Veli’nin şiiri de işte tam da Dünya
Şiir Günü’nde yazılmış gibidir. Bağ bahçe
bahar içinde yazılmıştır. Şiirin yüzünü
güldürmüştür. Ünlü “İstanbul Türküsü”
şiirinin ilk dizelerini hatırlayalım. Hem
unutulur mu: “İstanbul’da, Boğaziçi’nde,/ Bir
fakir Orhan Veli’yim;/ Veli’nin oğluyum,/ Tarifsiz kederler içinde.” Devamında da bolca
efkâr, hicran, mahzunluk, gariplik geçen
bu şiiri okurken bile keder değil neş’e duyuyorsak ve hatta “İçinde” şiirinin “Denizlerimiz var, güneş içinde;/ Ağaçlarımız var,
yaprak içinde” şenliğini duyuyorsak, bu
‘havalandırma’ işine ‘güneş’i de dahil edebiliriz, ki zaten havalandırma da bir tür güneşlenme, güneşe çıkma işlemidir. Nâzım
Hikmet’in “Bugün Pazar/ Bugün beni ilk defa
güneşe çıkardılar” dizelerinde güneşe çıkan
‘şair’dir, Orhan Veli’nin güneşe çıkardığı, havalandırdığı, ısıttığı, aydınlattığı ise
‘şiir’dir. Üstelik yalnızca kendi şiiri değil,
1940’lardaki mevcut şiir eğilimlerinin pek
çoğu da bu havalandırma ve güneşlenme
işleminden nasibini almıştır.
4. Yorgun ama mutlu bir ‘şiir devrimcisi’ olarak evine dönerken, görevini
yerine getirmiş olmanın sevinciyle olsa
gerek, birden bir ıslık tutturur. Keyiflenir,
ahenkle, adeta o anda tutturduğu ıslığın
müziğine uygun olarak yürümeye başlar. Önce ıslık tutturmuş, sonra ıslığın
müziğiyle bir yürüyüş tutturmuş, biraz
sonra da ıslığa, müziğe ve yürüyüşe uygun sözler mırıldanmaya başlamıştır.
Bir an durmuş ve “Ben ne yapıyorum?”
demiştir ama yaptığı şey aslında hoşuna da gitmiştir. “Galiba eve dönüyorum”
cümlesini tam o anda, orada söylediğine
dair bir rivayet yok ama söylemese de ‘eve
dönüş’ün gereğini yerine getirmeye başladığına da hiç kuşku yok. Yolcu yolunda, şair şiirde gerek deyip başladığı “Yol
Türküleri” adlı uzun şiiri de ona bu yolculukta eşlik edecektir: “Hereke’den çıktım
yola,/ Selam verdim sağa sola,/ Haydi, benim
bu dünyaya garip gelmiş şairim,/ Yolun açık
ola!” Arkadaşları Melih Cevdet Anday ve
Oktay Rifat, kuşkusuz her ikisi de İkinci
Garip ve Üçüncü Garip olarak anılacak
12
bir mesafede durmuşlardır Garip şiirine,
daha önce evin yolunu tutmuşlardı. Evde
onları neredeyse tam kadro bir Yurttan
Sesler Korosu ile senfoni orkestrası beklemektedir. Adeta solistlerini bekleyen
bir koro ve orkestra vardır evde. Onlar da
mahcup bir biçimde, hafif çatallı seslerini temizlemek için bir iki öksürmüşler,
sonra da usul usul şarkılarını söylemeye
koyulmuşlardır. Şarkıları henüz sokağa
taşmasa da, ufaktan ufaktan, ötelerden
duyulmaya başlamıştır. Sanırım Orhan
Veli’nin birdenbire tutturduğu ıslığın
başlangıcını arkadaşlarının şarkılarına bağlamakta yarar var. Onları duyar
duymaz hemen sesine değilse de ıslığına katmıştır, ama her şey “Birdenbire”
olmuştur yine: “Her şey birdenbire oldu./
Birdenbire vurdu gün ışığı yere;/ Gökyüzü
birdenbire oldu;/ Mavi birdenbire.” Kız, oğlan, yollar, kediler, kırlar, insanlar, aşk ve
sevinç de “Birdenbire” olacaktır.
5. Eve Dönüş: Türk aydınının, yazarının, şairinin serencamında bir tür yol hali.
Tanzimat’tan beri eve dönmeyen aydınımız, edebiyatçımız yok gibi. Düşüncede,
edebiyatta, şiirde, resimde, sinemada, müzikte evden çıkmadan, daha doğrusu firar
etmeden, kaçmadan eve dönüş olmayacağını bilenlerin, hissedenlerin ortak macerası. Coğrafyalar farklı, haritalar farklı,
yollar farklı, anlayışlar, arayışlar tümüyle
farklı olsa da hatta firar sebepleri birbirlerininkine hiç benzemese de, dönüş gerekçeleri apayrı olsa da, ‘eve dönüş’ gerçeği,
gerçekten önce isteği, arzusu ve neredeyse
tutkusu hepsini ‘ev’de buluşturuyor. ‘Yol’
ayırır, ‘ev’ buluşturur. Söz sanatları, uyak,
ritim, ahenk, müzik, imge, çağrışım, dize...
Hepsi ya da bazıları. Şiir deyince, şiirin
öğeleri, bileşenleri, buluşanları olarak lirik, epik, pastoral, politik, hangi tarz-ı şiir
olursa olsun akla, sezgiye, kalbe ve şiire
gelen, şiirin payına düşen şeyler. Onları
inkâr değil ama reddetmek de şiire sayılır,
ve bilinir ki çoğu kere, sonunda yine onların kapısına gelinecektir. Nasibini arayan
bir derviş gibidir şair, gurbete çıkacak,
arayacak, umacak, belki bulacak belki bulduğunu sanacak, ama dönüp dolaşıp tekkeye, yani eve, yani artık şiirinin yeni burcuna kavuşacaktır. ‘Garip’ burcunda da
olan budur. Şiire Necatigil’in deyişiyle
“Hikmet Burcu” sayılabilecek bir düzeyden başlamışlardır Orhan Veli ve arkadaşları, ama yolculuğun başında böylesi bir
ustalıkla başlayanların, daha doğrusu ‘ustalığın acemisi’ olarak başlayanların kaçınılmaz yazgısı da budur: Şiiri gökyüzüne
indirip oradan eve dönmek.
KAPAK
KÝTAP ZAMANI
7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ
‘İstiyorum ki dünya da beni unutsun’
Orhan Veli’nin Nahit Hanım’a yazdığı mektuplar
adıyla ilk kez kitaplaştı. Mektuplar yetmiş yıldır edebiyat ortamlarında fısıltıyla konuşulan fakat açıkça dillendirilmeyen bir aşkı gözler önüne seriyor.
edebiyat tarihindeki büyük aşklar
külliyatında yerini alırken, Orhan Veli şiirine ve şairin kişiliğine dair de çok şey söylüyor.
YALNIZ SENİ ARIYORUM: NAHİT HANIM’A MEKTUPLAR, ORHAN VELİ, YKY, 280 SAYFA, 35 TL
O
bir gün bu imkânı temin edebilmek için,
yani sadece sana mektup yazabilmek için
yürüye yürüye İstanbul’a gittim.” Piyango
ve at yarışlarından medet uman Orhan
Veli mektuplarında Nahit Hanım’a at yarışı tahminleri gönderir. Hatta, Sabahattin
Ali aracılığıyla sigara işinden esaslı bir para
kazanmanın peşindedir, zira Ankara’ya
gidecek parası yoktur. “Bir pardösü, bir
ayakkabı, bir de yol parası” tedarik edebilirse yollara düşme niyetindedir. Nahit
Hanım, Orhan Veli’nin şiirleriyle pek ilgilidir ve her seferinde ona yeni şiirinin olup
olmadığını sorar. Orhan Veli “şiir sahasında büyük bir hamle” yapmak arzusunda
olduğunu mektuplarında sık sık dillendirir: “İnsan zaman zaman böyle susuyor.
Mamafih şiiri hiç düşünmüyor değilim.
Bu muhakkak daha büyük bir devir için
hazırlıktır. Yakın zamanlarda mühim şiirler yazacağımı umuyorum.” “İstanbul’u
Dinliyorum” gibi benzersiz bir şiir yazan
Orhan Veli’nin İstanbul izlenimleri ise oldukça şaşırtıcı: “Şehir, çamurlu sokaklarıyla, bulutlu tatsız havasıyla, bana dünyadaki şehirlerin en çirkiniymiş gibi geliyor.”
MUSA İĞREK
rhan Veli’nin Nahit Hanım’a
(1909-2002) yazdığı mektuplar Yalnız Seni Arıyorum adıyla
kitaplaşınca edebiyat tarihinin ölümsüz
aşklarından birinin kapısı aralanmış oldu.
Garip akımının kurucusu Orhan Veli’nin
Nahit Hanım’a 1947-1950 yılları arasında yazdığı bu incelikli mektuplar, yetmiş
yıldır edebiyat ortamlarında fısıltıyla konuşulan fakat açıkça dillendirilmeyen bir
aşkın en büyük hatırası. Nahit Hanım tarafından senelerce saklanan mektuplar ve
Orhan Veli’nin, “Bir de sevgilim vardır, pek
muteber/ İsmini söyleyemem/ Edebiyat tarihçisi bulsun” dizeleriyle anlattığı bu gizemli
“sevgili” resmen gün yüzüne çıkmış oldu.
Peki, kimdi Nahit Hanım? Gazeteci
Zeynep Oral bir yazısında şöyle anlatıyor: “Nahit Hanım kim mi? Bu soru her
sorulduğunda, kendisi şu yanıtı verirdi:
‘Beni bilen bilir. Nahit Hanım dersin, o
kadar…’ (...) Evet, Nahit Hanım’ın Orhan
Veli’nin can yoldaşı, arkadaşı, esin kaynağı, ‘hocası’, büyük aşkı, şiirlerindeki
adı söylenmeyen ‘sevgili’ olduğunu bilen
biliyordu…” Cemal Süreya ise 99 Yüz adlı
kitabında Samet Ağaoğlu’nun Nahit Hanım için “Rönesans gibi kadın” sözlerini
kullandığını söyler ve ekler: “Bin dokuz
yüz yirmi üç gibi kadın da diyebiliriz. Ya
da Cumhuriyet gibi kadın”. Mektupların
bu kadar geç yayımlanmasının sırrı Cemal Süreya’nın şu sözlerinde saklı: “Anılar? Anlatmaz anılarını. O konuda bütün
girişimleri boşa çıkarır, hiçbir tuzağa düşmez; çok şeyi incelikle geçiştirmeyi bilir.”
‘KENDİMİ DE DÜNYAYI DA UNUTMAK İSTİYORUM’
Mektupların yayımlanma hikâyeleri de ilginç... Ömer M. Koç, koleksiyonundaki bu
mektupların yayımlanmasını ister, fakat
şairin kız kardeşi Füruzan Yolyapan ağabeyinin edebi kişiliğinin zedelenebileceği
endişesini taşır. Yayınevi, mektupların bu
iki âşığın hatıralarına saygısızlık gibi algılanmayacağı kanısıyla harekete geçer.
Mektuplar titizlikle incelenerek okurla
buluşur. Kitabın editörü Murat Yalçın giriş yazısında şöyle diyor: “Orhan Veli’nin
hayatının son yıllarının bir hikâyesi, bir
bakıma günlüğü gibidir. Şairin kişiliğinin;
mizacının; dünya görüşünün; düşünce
ve duygularını, tutum ve davranışlarını
belirleyen ruh hallerinin; hayallerinin;
tutkularının ve bu tutkularını dile getirme biçimlerinin bir belgesidir.” Bir telgraf
ve 62 mektubun yer aldığı kitapta Orhan
Veli’nin sekiz şiirinin ilk halleriyle yer alı-
DENİZE NASIL DÜŞTÜ?
yor olması kitabı daha da önemli kılıyor.
Nahit Hanım’ın mektuplardan kimi pasajları 1967’de Papirüs’te, 1980’de Milliyet
Sanat’ta yayımladığını da belirtelim.
Orhan Veli’nin İstanbul’a zorunlu gelişi
ve Nahit Hanım’ın Ankara’da süren hayatı
arasındaki en büyük aracı bu mektuplar:
“İstanbul’da tek zevkim senden mektup almak.” diyor şair. Nahit Hanım’ın “üç dört
satırlık” mektupları Orhan Veli’yi üzer ve
şair sorar: “Ben sana, ‘Mektuplar seyrekleşir seyrekleşir, günün birinde hiçbir şey yazılmaz olur; dostluk da kendiliğinden biter’
derdim. Acaba bu hali kendinde hissetmediğinden emin misin? (...) Yazdıklarım seni
hiç alakadar etmiyorsa boşu boşuna senin
rahatını kaçırmayayım.”
Orhan Veli mektuplarında “ufacık
bir” mübalağası olmadığını söyler: “İçimdekiler yazdıklarımdan çok daha büyük,
çok daha mübalağalı.” Kederli bir aşktır
Orhan Veli’ninki. “Aşkla beraber kendimi de dünyayı da unutmak istiyorum.
İstiyorum ki dünya da beni unutsun.”
diye seslenen şair, kendine beddua edecek kadar derin bir çaresizlik içindedir.
‘ŞİİR SAHASINDA BÜYÜK BİR
HAMLE YAPMAK İSTİYORUM’
Orhan Veli, Nahit Hanım’ın nazına bazen
dayanamaz: “Sana daima iyi mektuplar
yazdım. Halbuki senden iyi mektup aldığım pek nadir oldu.”, “Sen çok huysuz
bir kadınsın.”, “(...) bu çocukça kaprislerden vazgeçsen, bana daha sitemsiz, daha
tatlı mektuplar yazsan olmaz mı? Bütün
mektuplarımız hırgürle dolu.” Nahit Hanım ile Orhan Veli’nin arasını açacak dedikoduların da önü kesilmez. Şairin bir
çorap bile alamadığı, günlerce aç gezdiği
zamanlar varken Nahit Hanım’ın şikayetleri onu bezdirir ve tek yapabildiği,
“Birbirinden ayrı yaşamaya mahkûm iki
insan gibi mektuplaşmak”tır.
Orhan Veli, İstanbul’da büyük bir sefalet yaşar: “Günlerce postaya bir mektup
atacak kadar paran olmuyor mu? diyorsun. İnan, günlerce olmuyor. Geçenlerde
14
Nahit Hanım, Sait Faik’in Orhan Veli’yle
Yedigün’deki röportajını beğenmez. Şair bir
mektubunda Sait Faik’e epey söylenir. Sait
Faik’in bir başka darbesi ise idaresini Orhan Veli’ye bırakmayı düşündükleri yeni
bir gazete işini bozmuş olması. Orhan Veli,
gazetede yayımlanan “denize sarhoşlukla düşmüş” dedikodusunun aslını Nahit
Hanım’a aktarmak zorunda kalır. Haberin aksine denize düşmeleri, Tanpınar ve
beraberindekilerle kayığa binen hanımefendinin kenara basmasıyla gerçekleşmiştir. Herkes kayıktan suya dökülmüştür:
“Hamdi Bey o sırada baş üstüne yatmış
yıldızları seyrediyordu. Ben telaşla, ‘Hocam batıyoruz!’ deyince, o yattığı yerden,
‘Aman, ben yüzmek bilmem, beni kurtarın’ diye bağırmaya başladı.”
Orhan Veli, 10 Kasım gecesi bir haftalığına gittiği Ankara’da belediyenin
açtığı çukura düşerek başından yaralanır.
14 Kasım’da İstanbul’da fenalaşan şair
aynı günün gecesinde hayatını kaybeder. Kitapta, Nahit Hanım’ın 12 Kasım
1950 tarihli Orhan Veli’ye gönderemediği
bir mektup da var. Nahit Hanım, Orhan
Veli’den uzun bir mektup ve yeni şiirler
istese de bu gerçekleşmez.
Yalnız Seni Arıyorum edebiyat tarihindeki büyük aşklar külliyatında yerini
alırken, Orhan Veli şiirine ve şairin kişiliğine dair de çok şey söylüyor.
KAPAK
KÝTAP ZAMANI
7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ
Garip yahut şairin ‘anti kahraman’ olarak portresi
Garip’i ilk terk edenler, akımın kurucu babalarıdır. Orhan Veli çıkışını
yapar ama hayat ona çıkış bırakmaz. Ölümü sahiden ironiktir. Melih
Cevdet Anday ile Oktay Rifat ise başka bir çıkış ararlarken, tarihin bir
başka cilvesi belirir: II. Yeni gelmiştir. Artık onların zamanıdır.
T
V. B. BAYRIL
ürkçenin
sütdişleri
olarak şair (Yunus),
benzersiz bir lirik şikayetçi olarak şair (Fuzuli), bir imparatorluğun vakur ihtişamı olarak
şair (Bâki), rengarenk bir romansın
öznesi olarak şair (Şeyh Galip), bir
medeniyetin lirik muhayyilesini
yeniden inşa eden özne olarak şair
(Yahya Kemal), bir rüya âlemi olarak şair (Haşim)... Türkçenin şairleri
böyle atomik cümlelere indirgenerek tarif edilebilirse eğer, Garip şairlerini de başlıktaki gibi anabiliriz.
Daha anlaşılır kılmak adına
belki bir karşıtlaştırma gerekiyor:
Yahya Kemal’in, Kantçı anlamda
‘Yüce’yi çağrıştıran şiirini düşünelim. Şairin bu şiirdeki konumlanışını hatırlayalım. Bu hatırlamadan
daha ilk bakışta bize kalan neyse,
Garip şiiri işte bunun tam zıddıdır.
KÜÇÜK ADAMIN ŞİİRİ
Soldan sağa: Orhan Veli, Şinasi Baray, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday
FOTOĞRAF: YUSUF ÇAĞLAR ARŞİVİ
XX. yüzyıl Türk şiirini lirik ve yüce
bir imtidat olarak kuran Yahya
Kemal’in klasist edası karşıtını, elbette zayıf fakat buna aldırmayan
bir karşıtını Garip’te bulmuştur.
Bu açıdan Garip’in “küçük adamın
şiiri” olarak anılması kuşkusuz yerindedir. Öte yandan, Türk şiirinin
en popüler şiir akımıdır da Garip.
Dönemin gazetelerinde sarakaya
alınır, karikatürlere konu olur...
Fakat bütün meyhane sohbetlerini,
dost takılmalarını, ironik biçimde
dile düşen mısraları da o üretir.
Şairin lirik bir melankolik/epik
ve romantik kahraman arasındaki bütün o gelgitini bir süreliğine
kesintiye uğratır. İfadeyi, mısrayı, şiiri tüm bilinen araçlarından
arındırır. İster kadim, ister klasik,
ister geleneksel olsun; ölçü, uyak,
istiare, imge, teşbih, daha aklınıza
gelen ne varsa... Geriye günlük
konuşma dili kalır. Bu durum bir
süre şairlerin üzerinden geleneğin veya geçmişin yükünü alır.
Hafi fletir. Yaşama sevincini duyumsatır. Garip’in o gerçekten
garip ve yoğun ‘yaşama sevinci’ bizim şiirimiz için o döneme
kadar karşılaşılmadık derecede
benzersizdir. Kainat karşısında
anlık bir esrime. Türkçe şiirin
böyle bir kesintiye, kısa bir an için
duygu, durum, şiire girmeyecek
hiçbir sözcük kalmamıştır. Yalın,
günlük dil, ironiden çok mizah
ikilisinin ördüğü bir hikâye ya da
durum, hem çoğaltılması hem de
yapılması pek fazla hüner gerektirmeyen bir teknik. Dolayısıyla
da ortalığı gariplikler doldurur.
ATTIKLARINI ŞİİRE GERİ ÇAĞIRDILAR
sanki ihtiyacı var gibidir. Belki de
biraz olsun masa üstü temizlenmiştir. Günlük, gündelik dilin açmazları belirene kadar olsun...
Garip, dönem şairlerinin diline de bir akışkanlık, rahatlık
kazandırmıştır. Sonra belki altı
kalınca çizilecek bir başka özellik, şiirin tematik genişliğine ve
kelime dağarcığına yaptığı olumlu
katkıdır. Garip’ten sonra Türk şiirinde yazılamayacak hiçbir konu,
Garip’i ilk terk edenler de haliyle akımın kurucu babalarıdır. Orhan Veli
çıkışını yapar ama hayat ona çıkış
bırakmaz. Ölümü bu kez sahiden ironiktir. Alkol zehirlenmesi sanılır, oysa
beyin kanamasıdır. Melih Cevdet ile
Oktay Rifat başka bir çıkış ararlarken,
tarihin bir başka cilvesi belirir: II. Yeni
gelmiştir. Onların zamanıdır.
Sonrasında büyük bir kavis gerçekleşir. Reddettikleri şairane tavır,
imge, istiare, teşbih, uyak, ölçü velhasıl şiirin bildiğimiz bütün o kadim, klasik araçları, Anday ile Oktay
Rifat’ın şiirlerini koruyan ve asıl kuran şeyler olarak belirecektir ileride.
Attıkları her şeyi şiire geri çağırırlar.
Bu da şiirin kozmik bir şakasıdır elbette! Ya da ilahi adalet mi desem?
15
Orhan Veli ve ailesi
MEKTUP
KÝTAP ZAMANI
7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ
‘Şiirin yaptığı şu işlere bak’
İlhan Berk’in Enis Batur’a 1975-2005 yılları arasında yazdığı mektuplar gün ışığına çıktı. Noktürn Yayınları tarafından yayımlanan kitapta Berk’in şiir üzerine
gözlemleri, yazma deneyimleri, başka şairler hakkında düşünceleri, yayın dünyasına dair anekdotlar ve günlük hayatıyla yalın bir İlhan Berk portresi var.
ENİS BATUR’A MEKTUPLAR, İLHAN BERK, NOKTÜRN YAYINLARI, 232 SAYFA, 20 TL
M
türünden sözler sanılmasın; bunlar İlhan
Berk’in şiir evrenini daha berrak görmeye
yarayacak yorumlar. Örneğin Necatigil
hakkında: “İnce bir sudur Necatigil, şarıltısını hemen vermeyen, dergide onun şiiri
olsun istiyorum.” Ece Ayhan’dan “tek kıskandığım ozan” diye bahsediyor. Yaşlılığın onu eşiğine getirip bıraktığı şairler, ileri
yaşla gelen buruk duygudaşlığın tarifi mi:
“Bana gelince üç ölüye kaldım (birisi kör
Homeros gibi): Kavafis, Borges, René Char.
Bundan sonra onlarla boğuşacağım artık.”
İlhan Berk’in “Yalnız Montale için bile İtalyanca öğrenirdim.” demesi, dilci ve lirik
şairi az çok tanıyanları şaşırtmayacaktır.
Bu kenar notlarının, şiir üzerine kuramsal gözlemlerin yanında mektuplarda İlhan Berk’in şiire nasıl bir ciddiyetle
yaklaştığını gösteren satırlar var ki, daha
öğretici. Şairin çok yerde kullandığı “yazmak cehennemdir” mottosunun farklı versiyonları diye bakılabilir bunlara.
Örnekse: “Şiirin yaptığı şu işlere bak.
1962’den beri beni dolaştırıyor.” Yıllarca
her gün yazdıklarını yeniden yazan, yırtıp atan İlhan Berk şöyle diyor: “Bir dakikalık boş zamanım yok. Her gün şiirle
cebelleşiyorum.” Şiirimizin “uç beyi” bir
kez daha hatırlatıyor: Şiir ciddiyet ister.
CAN BAHADIR
YÜCE
ektup çağının kapanışına dair o kadar
çok yazılıp çizildi ki,
aynı şeyleri tekrarlamadan mektubun
hayatımızdan nasıl çıktığı hakkında söz
söylemek zor. Yine de bir parantez açılabilir: “Şair mektupları” denilen alttürün
de artık tarihe karıştığı üzerinde pek durulmadı. Orta yaşın eşiğinde veya daha
ileri yaşlarda internetle tanışan kuşağın
mektuplarını, bir geleneğin son örnekleri diye kaydetmek gerekiyor; Petrarca’nınkilerden Ezra Pound-James Joyce
mektuplaşmalarına kadar uzun, göz
alıcı bir gelenek... Kuşku yok, bir Ziya’ya
Mektuplar daha yazılmayacak. Yazmanın
şartları, yazı türlerini de şekillendirmeyi
sürdürüyor çünkü. Noktürn Yayınları’nın
kitaplıklarımıza kazandırdığı, İlhan
Berk’in Enis Batur’a Mektuplar’ı işte bunları akla getiriyor. Kitap, şair mektuplarının
akılda kalacak örneklerinden biri.
“İlhan Berk’le tanıştığımda 20 yaşındaydım. Önce, çok geçmeden, onu
yaşıtım sandım. Sonra, yıllar geçti, İlhan Berk’in bütün genç şairlerin yaşıtı
olduğunu, kaldığını gördüm.” diyor Enis
Batur, kitabın sunuşunda. Mektuplar
Berk’in poetik tavrını, şiire ve şaire nasıl
yaklaştığını özetleyen bu cümleyi doğruluyor. “Çok savruk düzyazı yazıyorum.”
dese de, bir şiir var İlhan Berk’in mektuplarında, tıpkı başka düzyazı kitaplarında,
Uzun Bir Adam’da, El Yazılarına Vuruyor
Güneş’te olduğu gibi. Ama kitaptaki asıl
malzeme, duyurduğu şiirsellikten öte, İlhan Berk’in 30 yıla yayılmış düşünceleri,
deneyimleri, tutkusu.
‘ŞİİR BOMBALARLA YÜRÜR’
Türk şiirinin iki ana damardan (Yahya
Kemal / Ahmet Haşim) aktığı, çok yinelenmiştir; bu ayrımda İlhan Berk’in
Haşim damarına yakın durduğunu biliyoruz. Mektupların satır aralarında
şiiri nasıl algıladığına dair söyledikleri,
genellikle yüzeysel ele alınmış o şiir
damarını daha iyi anlamamızı sağlayabilir. “Bir şiir bombalarla yürür, onlar
şiir boyunca iki üç kez patlamalıdır.”
diyor İlhan Berk. Benzer bir saptama
Glyn Maxwell’in geçtiğimiz haftalarda
Harvard University Press tarafından
yayımlanan On Poetry adlı kitabında
da var; Maxwell “sis şiirleri / duman
şiirleri” ayrımı yaparken buna yakın
bir benzerlik kuruyor. İlhan Berk’in
İLHAN BERK’İN VASİYETİ
Enis Batur-İlhan Berk
evrensel şiir sezgilerine bir işaret sayabiliriz bunu. (Evrenselliği düşünürken,
mektuplarda geçen, “Türkçe, hapishane, yalnız Türkçe mi? Türk olmak da!”
cümlesindeki yakıcılığı da hatırlatayım.) Şiirin bombalarla yürümesinden,
ya da Maxwell’in deyişiyle “duman”
çıkarmasından, ne anlamalı? İlk elde
sesiyle vuran, imgesiyle çarpan, o etkiden sonra üzerinde dumanı tüten bir
şiir. İki örnek dize: “Bize durgun bir
kıştan kalan anılar bunlar”, “Bir kuyunun karşısında gizlilik yemini ettiğimiz gün”. Bir dize şairi olduğunu gizlemiyor İlhan Berk ama bunu neredeyse
bir kusur sayması şaşırtıcı: “Ben dize
çağında yetiştim, ondan belki. (...) Ben
dize şairleri soyundanım sevgili Enis.
Ne yapalım ki öyle...” İlhan Berk’e göre
şiiri yürüten bu “bomba”lar ve bir şiirde en az beş bomba (şah dize) olmalı.
Valéry’nin, “Şiir sesle anlam arasında
uzayan bir kararsızlık.” cümlesini alın-
tılayan Berk’in, şiirde sesin vuruculuğu
kadar açıklık/kapalılık üzerine de kafa
yorması tuhaf değil: “Açıklıkta pek çok
şey yitiyor, biliyorum. Ama açıklığın
karanlığı var. O büyük diyorum.” Bu
mesele ister istemez metafiziğe de kapı
aralıyor, “Metafiziğe geç eğildim, yazık! Ama her şair sonunda buraya geliyor.” diyor bir mektupta. İlhan Berk’in
niçin Necip Fazıl’ı hep çekici bulduğunun, Nâzım Hikmet’e mesafeli yaklaştığının cevabı bir bakıma. Ötesini de
açıyor mektuplarda: “Nâzım şair olarak
(yaptığı çok önemli) bizim için büyük;
ama dünya şiiri yanında öyle ahım şahım bir derinliği yok. Evreni dar, hele
de derin değil. [...] Nâzım’a modern demek zorlaşıyor bende.”
‘İNCE BİR SUDUR NECATİGİL’
Kitapta İlhan Berk’in yalnız Nâzım değil,
başka şairler hakkında da gözlemleri var.
Mektupta pek yadırganmayan, dedikodu
16
Enis Batur’a Mektuplar’da iki şairin dostluk çizgisinin ötesine taşan parçalar da
var. Şair-yayıncı, şair-editör ilişkisinin
sırlarını ortaya seren satırlar; sitemler,
küskünlükler, yakınmalar. Gerçi Enis
Batur kitabın sunuşunda, Berk’in vasiyetini yerine getirdiğini söylüyor ama
bazı mektuplar kitaba alınmasa olur
muydu, sorusu akla gelecektir. Vasiyet
varsa eldeki bütün mektupların yayımlanmasının doğru olduğu kanısındayım,
öte yandan Enis Batur çiğnenen vasiyetler üzerine birden fazla yazı yazmış bir
isim, daha açıklayıcı bir metinle sunmalıydı kitabı, diye düşünüyorum.
Mektuplarda yayına hazırlığın aceleye geldiği izlenimi veren bazı aksaklıklar var. Yazım farklılıklarının İlhan
Berk’in tercihi mi yoksa dizgi yanlışı
mı olduğu anlaşılmıyor, örneğin. Kısaltmaların, göndermelerin dipnotlarla
açıklanması yararlı olurdu. İmladaki,
italiklerdeki tutarsızlıklar ve hatalar da
gözden kaçmışa benziyor. İyi işler yapan
Noktürn Yayınları yeni baskıda bu hataları giderecektir.
Şiirli bir kitap Enis Batur’a Mektuplar, şiir
kitabı gibi okunuyor. Memet Fuat haklıydı,
İlhan Berk’in dokunduğu şiir oluyor.
SÖYLEŞİ
KÝTAP ZAMANI
7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ
‘Fethullah Gülen, muhteşem bir kilim dokuyor’
Georgetown Üniversitesi’nde ders veren Ori Soltes,
adlı kitabında
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin eserlerinin Mevlana’nın fikir dünyası ile benzerliklerini
inceliyor. Hizmet Hareketi’ni Gülen’in eserlerinin pratik hayata yansıması olarak niteleyen
Soltes, Hocaefendi’nin düşünce atlasının köklerini ele alıyor. Prof. Soltes kitabını anlattı.
EMBRACING THE WORLD, ORI SOLTES, TUGHRA BOOKS, 128 SAYFA, $13.95
F
olmadığı anlayış noktasına varmak
bir ölçüde peygamberlerin, Tanrı ile
dolu insanların kelimelerini, öğretilerini çalışarak oluyor ve Müslümanlar
için bu bütün peygamberler, en çok
da Hazreti Muhammed anlamına
geliyor. Hizmet Hareketi kelimeleri
ve düşünceleri eyleme dönüştürüyor.
Kuramsal hale getirmek iyi elbette,
ama hizmeti meydana getiren, onun
dünyada olabilmesi için bunu geliştirmek; bu öğretileri rehber alarak,
kimliği rehber alarak (ki bu Gülen’in
durumunda Müslüman, Türk ve Allah
tarafından diğer yaratılanlara hizmet
etmek için gönderilmiş yaratılmış bir
canlı) geliştirmek. Bu, dünyayı mükemmelleştirme işini aktif olarak üstlenmek demek.
M. İLHAN ATILGAN
ethullah Gülen’in eserleriyle nasıl
tanıştınız? İlk izleniminiz ne oldu?
Gülen’in eserleriyle Washington DC’deki düşünce kuruluşu
Rumi Forum sponsorluğunda Georgetown Üniversitesi’nde düzenlenen
dinlerarası diyalog müzakerelerinde
tanıştım. Gerçek diyalogla din değiştirme gibi gizli bir gündemi olan diyalog çalışmalarını birbirine karıştırmamak konusunda temkinliyimdir. Bu
nedenle doğruyu söylemek gerekirse
başlangıçta ne düşüneceğimi pek bilemedim. Daha sonra bana kendi ilgi ve
uzmanlık alanım çerçevesinde Gülen
hakkında bir kitap yazmam önerildiğinde bunu düşünmek için zamana
ihtiyacım olduğunu söyledim. Fethullah Gülen’in eserlerini daha odaklı ve
ayrıntılı bir şekilde okumaya böylece
ve bu nedenle başladım, bu süreç sonunda onun bütün insanlığa gerçek
bir sevgi ve ilgi besleyen biri olduğu
sonucuna vardım. Hem ciddi ve dindar bir Müslüman, hem de evrensel
insani değerlere destek veriyor.
Hizmet Hareketi’nin kurumlarını ziyaret ettiniz mi? Yoksa kitap sadece teorik malzemeye
mi dayanıyor?
Hem Türkiye’de hem ABD’de bu kurumları ziyaret ettim. Bunu yapmasaydım ve çeşitli yerlerde hareketin
içinden yirmi-otuz kadar insanla
tanışma şansım olmasaydı, kitabım
konusunda içim rahat etmezdi. Hatta
Hizmet’ten bazı insanları son derece
iyi tanıyorum diyebilirim.
Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal,
Hocaefendi’yi çağımızın Mevlana’sı diye tanımlamıştı. Sizi Fethullah Gülen ve Mevlana
üzerine yazmaya iten neydi?
Elbette Özal’ın bu görüşüne katılıyorum. Gülen’in eserlerini tanımaya
başladıkça benim de düşüncem bu olmuştu. Bu nedenle kitabımın merkezine Mevlana ve Gülen’in düşünceleri
arasındaki ilişkiyi aldım.
Kitabın başında Mevlana’dan yaptığınız alıntı,
milliyetleri dışarıda bırakan evrensel bir dil
hakkında. Gülen hareketi hakkındaki bazı eleştirilerde Hizmet’in Türk milliyetçilerinden oluştuğu iddia ediliyor. Gülen hareketinin milliyetçiliğe bakışını siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bana göre Gülen’in bu konuda görüşü şöyle: Türkiye için en iyi şey Müslüman ve Türk kökenlerine sadık ol-
Ori Soltes
masıdır; ki bu Fransa için de, ABD
için de, Rusya için de, İsrail için de
geçerli. Ne olduğunuzu tam anlamak
sizi aynı zamanda bütün insanlığı kucaklamaktan alıkoymaz, aksine buna
yardımcı olur. Çünkü böylece kendinizi kimliğiniz konusunda güvensiz
hissetmezsiniz ve ‘öteki’nden daha az
korkarsınız. Bir Türk, gerçek bir Türk
ve Müslümansa, Tanrı’nın sevgisinin
en iyi şekilde, insanlığa duyulan sevgi
yoluyla ifade edilebileceğini de bilir.
Çünkü Tanrı insanlığı sever. Bu aynı
zamanda ideal bir Türkiye’de Müslüman olmayan Türklerin de kendileri
olabilmeleri anlamına gelir. Milliyetçiliğin Türk, Amerikan veya başka bir
ülkenin şovenizmine dönüşmediği
sürece yanlış bir yanı yok.
alçakgönüllülükleriydi. Hizmet edenlere hizmet ediyorlardı. Okullar konusundaysa şu söylenebilir: Öğrencileri
için daima orada olan, onları gerçekten önemseyen, onlarla sadece okul
saatlerinde değil her zaman ilgilenen
öğretmenler ve idareciler sanırım öğrencileri de başarı için teşvik ediyor.
(Dünyayı Kucaklamak)
mutasavvıfların hayat hakkındaki görüşlerini
de karşılaştırıyor. Hizmet hareketinin Fethullah Gülen’in görüşlerinin hayata geçirilmesi olduğunu savunuyorsunuz. Hizmet’in bu özelliği
hakkındaki görüşünüzü biraz açar mısınız?
Fethullah Gülen’in mistik görüşlerinin, İbn Arabi ve Rumi gibi sufilerin
temsil ettiği görüşleri büyük ölçüde
yansıttığını düşünüyorum. Eğer bir
mistik, ilahi varlıkla dolmak isterse
bunu yapabilmek için kendini benlik
duygusundan arındırmalıdır. Benlikten arındığım zaman Tanrı’yı ve
Tanrı’nın insanlıkla ilişkisini aşırı derecede dar ve taraflı bir şekilde düşünmenin, inancımın merkezine Tanrı’yı
değil egomu –kendi anlayışımı ve yorumumu– koymak olduğunu fark ediyorum. Söz konusu düşünürleri daha
az Müslüman yapan bir şey değil bu
(ya da mistikler bağlamında, bu onları daha az Yahudi, daha az Hıristiyan
yapmıyor). Tam tersine, bu benliğin
Kitapta da bahsettiğiniz gibi, Hizmet’in okulları zengin bir öğrenci yelpazesine sahip, o
okullarda pek çok farklı kültürden öğrenci
yetişiyor. Sizce bu farklı ülkelerdeki okulların
başarısının ardındaki güç nedir?
Bence başarılarının sırrı oldukça basit:
Bu okulların idarecileri hizmet hayatı
sürdürürken Fethullah Gülen’in öğretilerinden ilham alıyor. Hareketin
içindeki insanlarda, okullardaki öğretmenlerde, idarecilerde veya başka
kurumlarda çalışanlarda her defasında gördüğüm şey mütevazılıkları,
18
Fethullah Gülen’i mutasavvıflarla karşılaştırırken başlangıç noktanız “sevgi”. Neden sevgiyi başlangıç olarak belirlediniz?
Sevgi ile başladım çünkü bu: a) Rabiatü’l-Adeviyye sayesinde tasavvufun
en önemli atılımını yaptığını düşündüğüm kavram b) Hem İbn Arabi’nin
hem Mevlana’nın (ki bunlar kitabımın
önemli odakları) yazdıklarında vardığı
noktanın bu olduğunu düşünüyorum c)
Çünkü bunun Gülen’i, düşüncelerini ve
yazdıklarını en açık şekilde tanımlayan,
pek çok kişiye de ilham veren vurgu olduğu görüşündeyim.
Bediüzzaman Said Nursi de kitapta bahsedilen önemli isimlerden biri, Gülen’i de onun
varisi olarak görüyorsunuz. Bediüzzaman ile
Fethullah Gülen arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlarsınız?
Said Nursi’yi Gülen’in düşünceleri için
diğer bir önemli kaynak olarak görüyorum. Sokrates ve Platon ona ilham veren düşünürler, filozoflar arasında. Bilim adamı olarak Einstein onu etkilemiş.
Rabiatü’l Adeviyye, İbn Arabi ve Mevlana ilham aldığı sufiler. Said Nursi ona
hem kendisiyle aynı topraklardan hem
de insanların ruh dünyaları hakkında
endişe eden biri olarak ilham vermiş.
Onu özellikle bilim ve inancın savaş
halinde ya da birbiriyle çelişen şeyler
olmadığı, tam tersine ikisi arasında insanlık için dünyada olmayı daha mükemmel bir hale getirecek bir ortaklık
kurulabileceği noktasında esinlemiş.
Fethullah Gülen, çeşitli iplikleri kullanarak muhteşem bir kilim dokuyor; bu
kilim hem açıkça Nursi ile hem de diğer düşünürlerle örülü, Gülen’in kendisine has bir kilim.
SÖYLEŞİ
KÝTAP ZAMANI
7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ
‘Her yazar bir soyağacına bağlıdır’
Ben Lerner, 1979 doğumlu, Amerikalı ve
çok övülmüş bir şair. Atocha’dan Ayrılış
da 2011’de yayımlanan, İspanya’da geçen
ve bol ödüllü ilk romanı. Kitabın kahramanı Adam Gordon, roman teorisyenlerinin
“güvenilir güvenilmez” diye kategorize ettikleri, gerçeği saklayan ya da çarpıtan ama
okuyucunun ne zaman sakladığını ya da
çarpıttığını bildiği için sözüne güvendiği o
kaypak anlatıcılardan. Ancak Atocha’dan
Ayrılış’ı ilginç yapan, başka güzel roman-
zorunda kaldığı, söylediğini unuttuğu ve
çoğunlukla niye söylediğini kendisinin de
tam çıkaramadığı bir sürü küçüklü büyüklü
yalanın arasında bir şey arıyor. Gerçekten
arıyor ve bazen “araştırmam”, bazen de
“projem” dediği, İspanya’nın
çeşitli şehirlerinde, müzelerinde, parklarda ve trenlerde, yazar, sanatçı ve siyasi
aktivistlerin arasında geçen
bu birkaç aylık arayışının
ATOCHA’DAN AYRILIŞ, BEN LERNER, ÇEV.: HAKAN TOKER
sonunda... Buldukları ya da bulamadıkları
konusunda söylenebilecek çok şey var.
Lerner, haklı olarak, bu konularda ketum.
Ama ben yine de sormak istedim, çünkü
Atocha’dan Ayrılış okuyucuyu hemen
birileriyle, mümkünse bizzat yazarıyla konuşma ihtiyacıyla dolduran kitaplardan.
Ben Lerner’ın ikinci romanı 10:04,
eylül ayında ABD’de yayımlanacak.
Atocha’dan Ayrılış Hakan Toker’in çevirisiyle Jaguar Kitap tarafından yayımlandı.
JAGUAR KİTAP, 216 SAYFA, 18 TL
FOTOĞRAF: MATT LERNER
A
lara benzeyen taraflarından çok, kolayca
başka bir şeye benzetemediğimiz tarafları
ve Adam da başka meşhur kaypak anlatıcılardan (mesela Italo Svevo’nun Zeno’su ya
da Nabokov’un Humbert’ı) pek çok açıdan
farklı. Adam aralarına düştüğü
ve dillerini tam anlamadığı (ya
da işine öyle geldiği için pek anlamıyormuş gibi yaptığı) İspanyol
arkadaşlarına söylediği, bir kere
söylemiş bulununca sürdürmek
EMRE AYVAZ
merikalı edebiyat eleştirmeni James Wood, ilk romanınız
’ın kahramanı Adam Gordon’ı, doğru bir şekilde ama bence
biraz da âdet yerini bulsun diye, Eugene Onegin
ve Dostoyevski’nin Yeraltı Adamı gibi “ümitsiz
Rus karşı-kahramanları”nın “safkan torunu” olarak niteledi. Geo Dyer da benzeri bir heyecanla
Adam’la Hamsun, Pessoa ve Camus’nün “yabancılaşmış” kahramanları arasında bir akrabalık
bulmadan edemedi. Ama bana kalırsa, bu gibi
edebi soyağacı çizme çabaları, bir sanat eserinin
başka hiçbir şeye benzemeyen çekirdeğini görünmezleştirme, onu okuyucu için fazla tanıdık hale
getirerek sıradanlaştırma gibi bir tehlike de içeriyor. Bence
, ilk şiir kitabınız T
’ten bir mısrayla söyleyecek
olursam, “kökenlerine dair soruyu havada yakalayıp yere bırakıyor.” Kökenler, edebi atalar, janrlar sizi bir romancı olarak ne derece ilgilendiriyor?
Bence her yazar edebi bir soyağacına ya
da geleneğe derin bir şekilde bağlıdır –bu
bağlantı bir kopma çabası biçimini almış
olsa dahi. Bir edebi form olarak roman
her zaman geleneksel formların bir karışımıdır, diğer edebiyat yapma yollarını
kendi içine katabilen ve hicvedebilen garip bir edebi janr üretme çabasıdır. Bence
Atocha’dan Ayrılış roman sanatına içkin
geleneksel bir endişeyle derinden ilgili:
Sahtelik endişesi. Sahiciliğine sahteliğini
insafsızca tasvir ederek ulaşan bir karşıkahraman. Tabii aynı zamanda günümüzün küresel mekânını ve yeni dolayım
biçimlerini (uyuşturucular, internet) vs.
tasvir etmekle de ilgileniyorum.
zahmetsizce sahip olduğu imtiyazlar ve
son demlerini yaşayan bir imparatorluğun çözülüşü yüzünden mahvolmuş
bir hayat mı, yoksa Adam, düşe kalka
da olsa kendi kimliğini bulan genç bir
adam mı? Bence “projesi” okuduğumuz
roman olarak da görülebilir: Sahiciliğe
benzeyen bir şeye kavuşmanın bir yolu
olarak kendi sahtekârlığını acı verici bir
açıksözlülükle tarif etmek.
Adam’ın anlatıcı sesinin en çarpıcı özelliklerinden
biri, kendi kendisi hakkında konuşan bir ses olması. Düşündükleriyle söyledikleri arasında bir boşluk, bir kısa devre var. Kendisini “bir şeyler derken
buluyor”, kendi mevcudiyetinden kopukmuş, yapıp ettiklerinin hem faili hem izleyicisiymiş gibi.
Dolayısıyla biz okuyucular da kendimizi aynı anda
iki anlatıcıyla birden özdeşleşmiş hissediyoruz:
Hem Adam’la hem de Adam’ın hayali benliğiyle.
Sizce bu hastalıklı bir hal mi yoksa “insanlık durumu” dediğimiz şey basitçe bu mu?
Güzel bir soru ve bence roman bunun bir
soru olarak kalmasını istiyor: Adam’ın
kendine yabancılaşmışlığı, büyüdüğü
ortamdan ya da denk geldiği tarihsel
andan kaynaklanan kaçınılmaz bir durum mu, yoksa Adam bir tür sosyopat
mı? Yazar olmakla, yani kendi deneyiminizi hayatın değil de edebiyatın içinde derin bir şekilde yaşayabilmek için o
deneyimle aranıza koyduğunuz ve onu
kayıt altına almanızı da mümkün kılan
bir tür mesafeyle mi ilgili? Bence roman
bunlara cevap vermekle ilgilenmiyor.
Romanın amacı bu sorulara bir canlılık,
hayatiyet kazandırmak.
“Atocha’dan Ayrılış”, büyük Amerikan şairi John
Ashbery’nin erken dönem şiirlerinden birinin
başlığı. Adam, Ashbery için “ironi yapmaksızın
‘büyük şair’ diye tanımladığım az sayıdaki kişiden
biri” diyor, ki sizin de kahramanınızla aynı fikirde
olduğunuzu biliyorum. Ashbery’nin Fransızcadan
yaptığı bütün çeviriler önümüzdeki günlerde iki
cilt halinde (düzyazı ve şiir) yayımlanacak: Bu vesileyle bir şeyler söylemek ister misiniz?
Adam Gordon’ın romanda Ashbery hakkında söyledikleri, Ashbery’nin tuhaf
gücü hakkında benim söyleyeceğim şeylere çok yakın.
Adam, “misafir sanatçı” olarak İspanya’da bulunan genç bir şair. İspanyolcası çat pat ve ülkenin
tarihinden de, gündeminden de pek haberdar değil. Öte yandan İspanya İç Savaşı hakkında bir şiir
yazması gerekiyor. Kitabın görünürdeki komedisi
de bu çelişkiden çıkıyor: Adam’ın sürekli meşgulmüş gibi yaptığı “projesi” aslında sahici bir benlik
inşa etme projesi. Doğru mu bu? Sizce aradığı şey
gerçekten “sahicilik” mi?
Aradığı tek şey sahicilik değil, ama sahicilik kitabın merkezinde –sahici bir
estetik deneyim nedir? Hem bugün
yazılan şiirin büyük kısmını hayal kırıklığı içinde okuyup hem de sahici bir
sanatçı olması mümkün mü? İnsanlar arasındaki ilişkileri mümkün kılan
yanlış anlamanın gizemi midir, yoksa
Adam’ın ilişki kurabilmesinin hakiki
bir yolu var mı? Adam’ınki pornografi,
Adam’ın şiir hakkında söylediklerinin aksine, sizin romanınız bir sürü şey hakkında: Benlik, sahicilik, deneyim, sanat, dil, edebiyat, siyaset vs.
Roman yazmadan önce şiir yazıyordunuz, dolayısıyla şu kadim soruyu sorayım: “Bir şey hakkında olmak” ne demektir? Ya da
’ı şiir değil de roman yapan ne?
Ben Lerner
20
KÝTAP ZAMANI
SÖYLEŞİ
Şiir hakkında bir şeyler söyleyebilmek için şiire mesafe almak istedim.
Romanın sevdiğim tarafı zannederim
esnekliği –başka formları, başka edebi
türleri kendi içine katabilen, çok “küratöryel” bir form. Belli şiirleri sunmaktan ya da tarif etmekten çok şiirle
karşılaşma anları sahnelemeyi; estetiğe dair fikirlerin hayatın diğer alanlarına nasıl sirayet ettiğini göstermeyi
istedim. Bir edebi form olarak roman
da bana bu serüven (ya da talihsiz serüven) için uygun göründü.
Adam “derin bir sanatsal deneyim yaşayamamaktan” muzdarip. Düzenli bir şekilde
–ve “araştırmam” dediği şeyin bir parçası olarak– Prado Müzesi’ne gidiyor ve tıpkı Thomas
Bernhard’ın
’ının anlatıcısının ve
isimli ünlü kitabında sanat
tarihçisi T. J. Clark’ın yaptığı gibi uzun uzun
tablolara bakıyor. Ama onlardan farklı olarak,
zavallı Adam’ı müze galerisine tekrar tekrar
götüren şey o deneyimi bir kere daha yaşama
arzusu değil, bu sefer nihayet yaşayabileceğine
dair bir ümit. Sorun nerede? Adam’da mı, müzenin beyaz duvarına asılı sanat eserinde mi,
yoksa ikisinin arasında bir yerde mi?
Yine çok yerinde bir soru, ama bence
romanın cevap vermeye çalıştığı değil,
okuyucuya yöneltmekle yetinmek istediği bir soru bu.
Adam başkalarının deneyimlerini çalıyor
ve bu çalıntı deneyimlerle “dayayıp döşediği” bir sahte benlik kuruyor. Ben Adam’ın
başkalarının deneyimlerini bulunmuş malzemelerle çalışan mutsuz bir sanatçı gibi
“temellük ettiğini”, sahiplenerek kendinin
kıldığını düşünüyorum. Katılıyor musunuz?
Bence bunda bir doğruluk payı var –ve
7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ
bence Adam’ın estetik deneyim yaşama/yaşayamama konusundaki endişesi, kişisel ilişkilerle ilgili endişesiyle
paralellik taşıyor: İnsanların kendi arzularını yansıttıkları bir ekran olması
gerektiğini düşünüyor Adam, çünkü
kendi değerinden şüphe duyuyor.
Kitabın sonlarına doğru, sevgilisinin (daha
doğrusu sevgilisi olup olmadığı belli olmayan
iki kadından birinin, Teresa’nın) evinde aylaklık ederken, Adam içinde kendi şiirlerinden
birinin de olduğu bir Amerikan şiir dergisi
buluyor: “Afalladım, Providence’tayken yazdığım, Topeka’yla ilgili şiirlerin bulunduğu, New
York’ta yayımlanan önemsiz bir derginin burada, Madrid’deki bu enfes dairede ne işi vardı?”
’ın geçtiğimiz günlerde
çok güzel bir Türkçe çevirisi yayımlandı ve ben
Amerika’yla Türkiye arasındaki coğrafi mesafenin mi yoksa kültürel mesafenin mi kafanızı
daha çok karıştırdığını merak ediyorum.
Bence kültürel ve dilsel yerinden oluş
hakkındaki bir kitabı çevirmenin güzel
tarafı, çeviri faaliyetinin beraberinde
getirdiği “sorunların” da o kitabı okuma
deneyiminin bir parçası haline gelmesi.
Türkiye hakkında, kitabın orada nasıl
bir bağlamda okunacağını hayal edebilecek kadar bilgi sahibi olduğumu iddia
edecek değilim. Kitabım kısmen Amerikan tarzı kapitalizmin dünyayı hangi
yollarla tekrar şekillendirdiği ya da şekillendirmeye kalkıştığı, “teröre karşı
savaş” denen şeyin nerelere kadar
uzandığı vs. hakkında ve bunların
Türkiye bağlamında ne gibi bir yankı
bulacağını merak ediyorum. Ama ne
olursa olsun kitabım Türkçe içinde de
var olacağı için çok memnunum.
MERAKLISINA:
Bildiğim kadarıyla John Ashbery hakkındaki Türkçe tek kaynak, 1997 yılında
Yapı Kredi Yayınları’nın davetlisi olarak
İstanbul’a geldiğinde kendisiyle yapılan
söyleşi ve şiirlerinden küçük (Ashbery’nin
aşırı üretkenliği düşünülürse, mikroskobik) bir seçkiden oluşan, şu baskısı
tükenmiş kitap:
(YKY, 1997). Enis Batur’un aynı sıralarda yazdığı “John Ashbery Geldi Kaldı”
başlıklı yazıysa şu kitabında bulunabilir:
(1974-2000)
(Granada, 2013). James Wood’un Türkçede tek bir kitabı yayımlandı (
, Ayrıntı Yayınları, 2010); Geo
Dyer’ın birbirinden tuhaf ve güzel kitaplarının beşi Everest Yayınları’nın, biri de
Sel Yayıncılık’ın yayın programında; en
son Picasso üzerine bir kitap yazan sanat
tarihçisi T. J. Clark’ın takıntılı bir şekilde
anlamaya çalıştığı iki Poussin tablosu
hakkındaki
(Ölümün
Görünüşü) isimli benzersiz kitabıysa
yayıncısını bekliyor. (Emre Ayvaz)
21
EDEBİYAT
KÝTAP ZAMANI
‘Buraları rüzgâr, buraları yağmur’
G
7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ
Kuşların aşka yolculuğu
Selçuk Altun, yeni kitabı
’de
yine kültürlü, seyahat etmeyi seven ve zengin bir kahramanla
tanıştırıyor okuru. Sırlı bir günlüğün etrafında şekillenen anlatıda büyük bir utancın örtbas edilmesi ve adalet arayışı var.
Peter Sis tarafından resimlenen
,
Feridüddin Attar’ın
adlı eserinde anlattığı kadim otuz kuş hikâyesini çizgilerle yeniden yorumluyor. Kitap baştan sona görsel bir şölen niteliğinde.
SOL OMZUNA GÜNEŞİ ASMADAN GELME, SELÇUK ALTUN, SEL YAYINCILIK, 104 SAYFA, 10 TL
KUŞLAR MECLİSİ, PETER SIS, ÇEV.: NAZMİ AĞIL, ALEF KİTAP, 160 SAYFA, 32 TL
“
İNAN ÇETİN
ünlük okumayı röntgenciliğe benzeten Dedem, bana otuzuncu yaş
günümde tuhaf bir günlük armağan
etmişti.” Selçuk Altun’un yeni kitabı
Sol Omzuna Güneşi Asmadan Gelme’nin
açılış cümlesi bu. İçinde yarım yüzyıllık
bir sırrı taşıyan günlüğün rotasında ilerleyen kitap, bir novella. Ülkemizde çok
yazılmamış, hâlâ da pek fazla yazılmayan bir tür olan, buna karşın iyi örnekleriyle öne çıkan novella gerçek bir edebi
zevki de beraberinde getirebiliyor.
Selçuk Altun, baştan beri romanlarında izlediği yollardan birini Sol
Omzuna Güneşi Asmadan Gelme’de de
izlemiş; kurmacanın beslendiği gerçek hayatın kimi öğelerini romanın
bütününe bozmadan yansıtmış. Bu,
Selçuk Altun’un okurları tarafından
benimsenmiş bir üsluptur ki, incelemeye değer. Ama daha önemlisi, kitabın belkemiğini oluşturan sırlardır.
Kimi zaman entelektüel bir arayışın
sonucunda ortaya çıkıp Batı’ya uzanan,
kimi zaman yoksulluk ve töreler kıskacında sıkışıp kalmış öç ve adalet arayışıyla şiddete dönüşüp Doğu’ya uzanan
sırlar, fiziksel gerçekliğin bir tezahürü
gibi önümüzde duruyor. Peki, bu sırların temelinde ne var? Kitabı okuyup
bitirdiğinizde bu ve benzeri sorulara
kendinizce yanıtlar bulacaksınız ama
önemli nokta belki de bu olmayacaktır.
YİNE BİR SEYYAH KAHRAMAN
Kendisine armağan edilen günlüğü
okuduktan sonra günlük tutmaya başlayan kahramanız Alp’in bir dağ tırmanışında yükseklik korkusuna kapılması
ve bu korkunun yol açtığı olay, art arda
gelen sırların kapısını açıyor. Selçuk
Altun’un önceki romanlarında olduğu gibi kültürlü, seyahat etmeyi seven,
zengin bir kahraman Alp. Sadık çalışanı Mem ise yoksul bir güneydoğuludur. Alp, günlükteki işaretleri izleyerek
günlük yazarının kimliğini çözmeye
İngiltere’ye, Mem ise Mardin’e gider.
Altun, Sol Omzuna Güneşi Asmadan Gelme’de kısaca değindiğim bu
olaylar çerçevesinde bir sırlar dünyası
kuruyor; bu dünyanın içinde büyük
bir utancın örtbas edilmesi de, aşk da,
şiddet de, adalet arayışı da var. Quentin Tarantino’nun filmlerini izleyen,
adaletsizliği görüp yaşadıkça içten
içe büyük bir öfkeye kapılan Mem’in
H
Doğu’ya, Mardin’e gitmesi ve haksızlığa karşı öfkesini kusması romana
damgasını vuruyor. Ama Mem bununla yetinmeyecektir; öfkesi büyüyecek,
halka halka yayılacaktır. Bu bakımdan
roman, gerçek olduğunu bildiğimiz bir
toplu tecavüz olayını irdeliyor. Gerçek olduğu içindir ki, Mem’in Quentin
Tarantino’dan rol çalarak haksızlara ve
güçlülere başkaldırmasını anlatan sahneler etkileyici. Mem’in adalet arayışı,
adaleti yerine getirme yöntemi ise bir
başka acı sırrın ortaya çıkmasına vesile olacak, Tarantinovari hesaplaşmalar
Mardin’den İstanbul’a uzanarak Mem
ile hemşerisi Resul aynı kaderin iki yüzü
gibi romanda buluşacaklardır.
Selçuk Altun, bir röportajında, romanın oluşma aşamasında araştırmalar
yaptığını, önce Mardin’e sonra da tarihçi, yazar ve estet John Julius Norwich’in
yeryüzünün en önemli arkeolojik kenti
dediği Afrodisias’a gittiğini belirtiyor.
Alp ile Mem’in hangi kentlerle ve sırlarla ilgili olabileceğini varın siz kestirin...
Adaleti kendi sağlama mecburiyetine
sürüklenmiş bir bireyin acısını hisseden
yazar, niyeti bu muydu bilmiyorum ama,
kahramanın adalete güvendikçe yüzleşmeye dönük çabasını da irdelemiş oluyor.
AZRA İNCİ
ikâye malum, hiç kimsenin padişahsız olmadığını gören kuşlar,
hüthütün öncülüğünde padişahları
Simurg’u bulmak için yola çıkar. Önlerinde aşılması gereken vadiler vardır. Bunlar tama (açgözlülük), aşk,
marifet, istiğna, tevhid, hayret ve son
olarak fakr u fena vadileridir. Elbette
her durakta dökülenler, gönlü başka
şeylerle çelinenler, daha fazlasına
takat yetiremeyenler olur. Öyle ki, o
kadar kuş içinde kala kala otuz kuş
kalır. Ulaştıkları menzilde Simurg’u
sorarlar. Bu sırada bir ulak gelip
önlerine bir kâğıt bırakır. Okudukları, yolculuk boyunca başlarından
geçen maceralardır. Bunun üzerine
kuşlar büyük bir şaşkınlık yaşarken
Simurg’tan bir ses duyulur: “Siz buraya otuz kuş geldiniz [“si” Farsçada
otuz, “murg” ise kuş anlamındadır],
otuz kuş gördünüz. Daha fazla yahut
daha az gelseydiniz o kadar görürdünüz. Burası bir aynadır!”
Bütün kuşlar Simurg’da fani olur,
kendi varlıklarından vazgeçer. Böylece yine kendilerine yani asli hüviyetlerine dönerler. Feridüddin Attar’ın
öyküsü temsilî bir surette Vahdet-i
Vücud felsefesini anlatır. Kuşlar, müritler; Simurg ise mürşittir. Müritler
mürşidin öncülüğünde çıktıkları ilahi aşk yolculuğunda menzile vardıkları zaman Allah’tan geldiklerini idrak edip yine O’nda yokluğa ulaşırlar.
Bu öykü, tasavvuftaki insan-ı kâmil
olma arayışının alegorik anlatısıdır.
İslam’ın parlak zihni Muhyiddin-i
İbn Arabî, “Biz bir şeyi remz ederiz,
lügatleştiririz ama bizim bundan
kastımız başka bir şeydir.” diyor ki,
öykünün kodları bu belirlemenin etrafında düşünülmelidir.
ÇAĞA TANIKLIK
Bazen bir düşünce, bir cümle, bir eğritileme, hatta bir sözcük bile bir romana,
öyküye, kısacası bir edebi metne egemen olabiliyor. Bu yüzden, Sol Omzuna Güneşi Asmadan Gelme’yi yalnızca
gerçekte yaşanmış utanç verici toplu
tecavüz olayıyla yorumlamayız ancak
şunu söyleyebilirim: Kitaptaki sırlarla
örülü hikâyeler, tıpkı aynı kaynaktan
çıkıp kollara ayrılan bir su gibi... Bu kollar akıp aynı yerde birleşiyor ve bize o
büyük utancımızı anımsatıyor. Tabii ki
kurmacanın gerektirdikleriyle, çileci yazın türünün kurallarıyla.
Hep söylendiği üzere, kurmaca metinler bir yanıyla çağıyla ilişki içindedir.
Açık ya da örtülü bir biçimde yazar, çağına tanıklık eder. Sol Omzuna Güneşi Asmadan Gelme işte bu tarihi tanıklığı yapan, hepimize ait acıların kapılarını açan
bir roman. Kitabın 2014’te yayımlanmasının da özel bir önemi var. Oktay Rifat’ın
dizelerinden adını alan novella, Rifat’ın
100. yaşında yayımlandı. Bu vesileyle,
romanın başında da yer alan iki dizesiyle Oktay Rifat’ı da anmış olalım:
“Buraları rüzgâr, buraları yağmur / Sol
omzuna güneşi asmadan gelme.”
ÇİZGİLERLE KADİM HİKÂYE
Peter Sis tarafından resimlenen Kuşlar Meclisi bu kadim hikâyeyi çizgilerle yeniden yorumluyor. Sis, bir
avizenin içini aydınlatan lamba gibi
bugüne değin zihinde oluşan imajlar
cümbüşünü renklendirip ışıklandırıyor. Kitap baştan sona görsel bir
şölen havasında. Peter Sis, hikâyeyi
sadece çizginin diline taşımıyor, ruhunu örselemeden adeta yeniden var
ediyor. Doğu Avrupalı (Çekoslovakya) Peter Sis, ABD’de The New York
22
Times Book Review tarafından verilen
Yılın En İyi Resimlendirilmiş Kitabı Ödülü’nü bugüne kadar yedi kez
kazanmış. Kitabın henüz başında
çizer, Attar’ın bir sabah huzursuz
bir rüyadan uyandığında kendini bir
hüthüt kuşuna dönüşmüş bulduğunu söylüyor. Eğer en sonunda insanın bulacağı padişah kendisinden
başka biri değilse Sis’in, “Krallar,
krallar… Bıktık, usandık krallardan!
Yeni bir krala ne gerek var?” sözünün
hikâyedeki temel arayışı özetler nitelikte olduğunu söyleyebiliriz. Doğu
edebiyatının hüthüt kuşu Attar, klasik Fars, Arap, Türk ve Kürt şiirinin
de en güçlü mayalarındandır. Niyazi
bir şiirinde Attar’ın şairlere kılavuzluğunu şöyle anlatıyor: “Mantıku’tTayr’ın lügat-ı mutlakından söyleriz/
Herkes anlamaz bizi bizler muamma
olmuşuz/ Lafz u sûret cism ile anlamak
isterler bizi/ Biz ne elfazız ne suret, cümle mana olmuşuz”. Yolculuk boyunca Hüthüt’ün katlandığı zorlukları,
sıkıntıları Sis’in çizgileri üzerinden
okuyunca mürşidin (Hüthüt) yaptığı
yolculuğun aslında bütün müritlerin
(diğer kuşlar) yaptığı yolculuğa denk
bir sıklette olduğunu görüyoruz.
MENZİL-İ MAKSUDA ULAŞANLAR...
Feridüddîn-i Attar’ın Mantıku’t-Tayr
(Kuşların Dilinden) kitabının üzerinden dokuz asır geçmiş olmasına rağmen orada anlatılan hikâyeler, özellikle de Simurg hikâyesi insanın
yazgısına ortak olmayı sürdürüyor.
Bu hikâye üzerine düşünürken şaşırtıcı bir biçimde anlatı geleneğimizde
birçok kuşun var olduğunu da fark
ettim. Sözgelimi, Hazreti Peygamber’in kuşu Dacin, Kâbe’yi savunan
ebabiller, Hazreti Musa’nın kavmi
için çöle gönderilen bıldırcınlar, Hazreti Süleyman’ın Hüthüt’ü, Zümrüdüanka, Kaknüs ve daha niceleri...
Kuşun, özellikle de Attar’ın anlattığı
biçimde insanla özdeşleşmesi elbette
birçok bağlamda üzerine düşünülmüş, düşünülecek bir mecaz; sanırım
insanın asli macerasıyla bu denli örtüşen başka bir hikâye ya da mecaz
yoktur. Peter Sis yolculuğun başında
Hüthüt’ü şu sözlerle konuşturuyor:
“Tutkularınızı, gücünüzü ve değer
verdiğiniz her şeyi fırlatıp atın.” Sonuçta menzil-i maksuda ulaşanlar
kendinden arınıp dünyadan paklananlar oluyor. Sadece o gün mü?
ŞEHİR
KÝTAP ZAMANI
7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ
Her yer rant, her yer inşaat
Emine Uşaklıgil’in
adlı kitabını okumak cesaret istiyor; hele de İstanbul’un son 10 yılda yaşadığı
değişime isyan ediyorsanız... Kentin özgün dokusunu tamamen kaybetmeye
doğru sürüklenişini anlatan Uşaklıgil, bu tehlikeye karşı mücadeleyi salık veriyor.
E
FOTOĞRAF: ZAMAN, ALİ ÜNAL
BİR ŞEHRİ YOK ETMEK, EMİNE UŞAKLIGİL, CAN YAYINLARI, 264 SAYFA, 19.50 TL
AYŞE BAŞAK
mine Uşaklıgil’in Can
Yayınları’ndan çıkan Bir
Şehri Yok Etmek: İstanbul’da
Kazanmak ya da Kaybetmek adlı kitabının detaylı bir araştırma neticesinde hazırlandığı aşikâr. Yazar, meramını sıkça
yer verdiği belgeler, edebi metinler, haberler/yayınlar ve uzman görüşleri üzerinden anlatmış. Böylece zenginleşen,
meseleye etraflıca bakma imkânı sunan
kitap, tatminkâr bir okuma vaat ediyor.
En önemlisi kitabın güncelliği; Gezi sürecinin ele alınmış olması ve eserin 17
Aralık’ta patlayan yolsuzluk skandalına
kısaca da olsa atıfta bulunması... Böylelikle cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan
gelişmeleri aktaran Uşaklıgil, bugün bulunduğumuz noktayı da bu süreç içerisinde görmemizi sağlıyor.
Bir okuyucu olarak kitabı önemseme nedenlerimden biri de bu hususta yazılan, ayakları yere basmayan,
romantizm düzeyinde kalan pek çok
eserle kıyaslanamayacak kadar gerçekçi
ve sorumluluk sahibi bir bakışla kaleme alınmış olması. Uşaklıgil, konuya
objektif yaklaşıyor, taraf olduğu tek
nokta İstanbul’un geleceğine sahip çıkmak. Kitap ah u vah etmek için değil;
durumu, önlemleri ve söz konusu talana karşı sergilenebilecek duruşu net
bir biçimde tarif etmek için yazılmış.
RANT POLİTİKALARI
Çalışmanın odağında, kente sadece
toprak ve gayrimenkul olarak, adeta
bir emlakçı hırsıyla bakan rant politikaları var. İstanbul’un uçsuz bucaksız
bir şantiyeye dönüştürülmesi sürecinde alınan hatalı kararlar, göz göre
göre yapılan kanunsuzluklar... Yazar
hiçbir çevre, tarih, estetik değeri içermeyen, hatta yer yer ahlâki kaygı dahi
taşımayan kötü “kentsel” büyümeyi
ele almış. İstanbul’un her bir köşesinin ticari metaya dönüştürülmesinde
rolü olan kişileri ve kurumları tek tek
ifşa ediyor. Ekonomik büyümenin tek
yolu varsayılan inşaat sektörüne kurban edilen ortak değerlerimizi kitabın
satırlarında takip ediyoruz. Böylelikle
inşaat sektörünün kalıcı bir ekonomik
büyüme sağlamaktan uzak yapısını,
sadece kaynakları tükettiğini ve yapay
bir zenginleşme aracı olduğunu görmek
istemeyen iktidarın yol açtığı erozyonun, önüne neleri katıp götürdüğüne
de vâkıf oluyoruz. Bu öyle bir büyüme
ki, kanser gibi şehri içten içe tüketiyor,
İstanbul’un ölümünü hazırlıyor.
Uşaklıgil’e göre hükümetin göremediği, görmek istemediği veya maalesef
sadece umursamadığı olgu ise hiçbir
plana dayanmayan inşaat/rant politikalarının ve buradan elde edilen yapay refahın verimli bir üretim şekline, yüksek
teknolojili yatırımlara evrilemeyeceği.
Hedefleri, ‘hayal’leri, çılgın projeleri basitçe toprak rantından, şehri tüketmekten ibaret kaldıkça İstanbul için bir gelecekten söz etmek çok zor. Uşaklıgil bu
kalkınma modelinin, zengini yoksulu
sömürerek daha da zenginleştiren süper
lüks yollar ve rezidanslar üzerine oturtulmuş olduğunu söylüyor. Ona göre bu
model kimsenin derdine çare olmadığı gibi, Türkiye’ye yatırımcı çekmekten
de uzak bir sermaye transfer modeli.
RANTIN SONU GÖRÜNÜYOR MU?
Uşaklıgil, rant ekonomisinin bir noktada
nasıl tıkanacağını tarif ediyor. Fakat bu
tüketim, şehrin ve bizden sonraki nesillerin geleceğini çalmakta tereddüt etmediği
gibi, kendi geleceğini de hiç umursamıyor. Rant peşinde olanların tek derdi var:
Para kazanmak. Uşaklıgil’in sözleriyle,
“Gerek siyasetçiler, gerek girişimciler,
gerekse arazi rantıyla sınıf atlama fırsatı
yakaladığını düşünen geniş bir kesim için
önemli olan tek şey piyasa canlıyken tutabileceği kadar yük tutmak.”
Kitapta kentsel dönüşüm de rantın
bir parçası olarak enine boyuna işlenmiş.
“Kentsel dönüşümden İstanbul’un bir
kazancı olmadığı ortada.” diyen Uşaklıgil
sözlerine şöyle devam ediyor: “Kuşatılmış İstanbul’da her yeni proje, İstanbulluyu biraz daha nefessiz bırakıyor.” Yazara göre “kentsel dönüşüm” adı altında
İstanbul’un altını üstüne getiren faaliyet,
şehri bir şantiyeye dönüştürürken engel
tanımıyor; yeşil alanlar, ormanlar, tarihî
miras, şehrin belleği ve hatta geleceği
durmaksızın yağmalanıyor.
PEKİ İSTANBUL KİMİN?
Emine Uşaklıgil, İstanbul’u sona yaklaştıran politik süreçleri tarihin akışı içinde ele
alırken İstanbulluluk, vatandaşlık kültürü
ve hukukuyla ilgili meselelere, sorumluluklara da dikkati çekmiş. Diyor ki: “Bu
sorumluluk, başkalarının hayatını kurtarmaktan çok, kendilerinin ve çocuklarının
istikbalini ilgilendiriyor.” Peki, bu sorumluluğa kent nüfusunun ne kadarı sahip?
24
Hiç şüphesiz ranttan payına düşeni alanların, tuzu şimdilik kuru olanların, sınıf atladığını düşünenlerin ve durumun vahametini umursamayanların bu sorumluluğu
almaya yönelik bir gayretleri de, istekleri
de yok. Bir başka kesimin ise bu şehirde
yaşamaktan başka çaresi yok, geçimini
sağlamaktan başka bir şey düşünmüyor.
En azından şimdilik olan bitenin farkında
değil. Oysa yazara göre İstanbulluların sorumluluğu büyük; harekete geçmedikleri
takdirde birkaç yıl sonra İstanbul’a şehir
demek artık imkânsız olacak.
Kitap karamsar bir tablo çiziyor, evet,
ama okuru umutsuz bırakmıyor, bu durumdan çıkmak için yol da gösteriyor. İstanbul için tren henüz kaçmış, kapılar tamamen kapanmış değil ama çok da
vaktimiz yok. Uşaklıgil, kapının aralığından net bir gelecek göremiyor, haklı. Ama
İstanbul’a hâlâ sahip çıkanlara “kent
hakkı”nı savunanlara, yurttaşlara şöyle
sesleniyor: “Yaşam alanlarımızı, evlerimizi, sokaklarımızı, mahallelerimizi, şehirlerimizi savunmak, karamsarlığa kapılıp
teslim olmaktan çok daha zor. Ama emin
olun hepimiz teslim olmanın insanı yiyip
bitiren öfkeye bulanmış hüznü yerine, mücadele halinin neşesini hak ediyoruz.”
ŞİİR-DENEME
KÝTAP ZAMANI
Benliği keşif yolculuğu
Dil ustasından şiir çevirileri
T
7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ
Edebiyatımızın dil ustası Bilge Karasu’nun çeşitli dergi
ve gazetelerde yayımladığı şiir çevirileri, Tunç Tayanç’ın
titiz çalışması sayesinde şiirlerin orijinalleriyle beraber Metis Yayınları tarafından okura sunuldu.
Psikanalist Stephen Grosz’un kaleme aldığı
,
uzun psikanaliz seanslarından derlenen anlatıları bir araya
getiriyor. Yazar, kitabında ‘edebiyat’ı hedeflemese de akademik dile hapsolmadan edebi metinlerden alıntılar yapıyor.
ŞİİR ÇEVİRİLERİ, BİLGE KARASU, HAZ.: TUNÇ TAYANÇ, METİS KİTAP, 116 SAYFA, 10 TL
İNCELENEN HAYATLAR, STEPHEN GROSZ, ÇEV.: BEGÜM KOVULMAZ, YKY, 200 SAYFA, 12 TL
ALİ GALİP YENER
ürkçenin
saygınlığına katkıda bulunmuş
dil ustası; roman, öykü,
masal ve denemeleriyle edebiyatta
kendi adasını inşa etmiş olan Bilge Karasu’nun (1930–1995) külliyatı zenginleşiyor. Edebiyatın şiir
dâhil belli başlı bütün türlerine ilgi
gösteren, kendisiyle hesaplaşmayı
uğraşısının merkezine yerleştiren
Karasu’nun ölümünden bu yana 19
yıl geçmiş olmasına rağmen unutulmadığını, eserlerinin yeniden basıldığını, hakkında yazılan tezlerin
yayımlandığını görmek sevindirici.
ŞİİR ÇEVİRİSİNE KATKISI
Bilge Karasu’nun 1950’li ve 60’lı
yıllarda, başta Federico García
Lorca olmak üzere yedi şairden,
iki dilden (İngilizce ve İspanyolca)
yaptığı şiir çevirilerinin tamamı
ilk kez gün ışığına çıktı. Çok dilli
bir yazar olan, diller arası karşılaştırmalı analizlere özel bir önem
veren Karasu’nun çeşitli dergi ve
gazetelerde yayımladığı şiir çevirileri, Tunç Tayanç’ın titiz çalışması
sayesinde şiirlerin orijinalleriyle
beraber kitap halinde okurlara sunuldu. Tayanç, kitaba yazdığı sunuş
yazısında Karasu’nun şiir dışındaki
çevirilerinin de orijinal metinleriyle beraber önümüzdeki dönemde
yayımlanacağını müjdeliyor. Kitapta Lorca’nın dışında Gustavo
Adolfo Bécquer, William Shakespeare, T. S. Eliot, Rajan, Rayaprol ve
Ezra Pound’dan şiir çevirileri var.
Lorca’nın Türkiye’de 1950’li yıllarda
çıkan süreli yayınlarda dilimize en
çok çevrilen şairlerden biri olduğunu, çok sayıda yazar ve şairin onun
en ünlü şiirlerini Türkçeye kazandırdığını göz önüne aldığımızda
Karasu’nun da döneminden etkilendiğini söylemek mümkün.
Kitaptan güzel bir örneği,
Lorca’nın
“Acı Köke Gazel”ini
sunuyorum: “Bir kök var, acı. / Bir
dünya var bin katlı. // Ellerin en küçüğü bile / Dağıtamaz suyun kapısını.
// Nereye gidersin? nereye? nereye? /
Bir gök var, penceresi binlerce, / -soluk
yüzlü arıların kavgası- / Bir kök var
sonra, acı. // Acı. // Tabanında acısı,
/ Yüzünün içinin, / Geceden yeni kopmuş / Gövdesinde sancısı. // Hey aşk,
İ
düşmanım benim, / Isırır acı kökünü!”
Bu şiirden mülhem midir bilinmez, Karasu’nun 1956’da yazdığı ve
Troya’da Ölüm Vardı adlı ilk kitabında yer verdiği öykünün adı “Acı Kök
Yağmurun Tadında”dır.
“Çeviren: Bilge Karasu” ibaresi
1950’li yılların ilk yarısından itibaren süreli yayınlarda görünür olmuş. Son çevirisi 1990’da yayımlanan yazar, 40 yıl boyunca şiir, öykü,
deneme, eleştiri, roman çevirmiş.
Karasu’nun 1960’lardan sonra şiir
çevirmediği biliniyor. Onun hangi
şairden hangi şiiri çevirmeyi tercih ettiğini bilmek, eserlerine aşina okurların merakını ve şiir okuma iştahını artıracağa benziyor.
A. ESRA YALAZAN
nsan kendi özünü sürekli
arayan ‘tamamlanmamış’ bir
varlıktır. Derinlikli düşünce ve
duygu sisteminin yanı sıra onu
diğer canlılardan ayıran temel özelliği de
budur bana kalırsa. Kendisinden gizlenen
varlığını keşfederken karşılaştığı sınavlar,
kavrayabilen için ‘değişimin’ silik ayak izleridir aynı zamanda. O izleri takip eden
insan, benliğini her hikâyeyle yeniden
inşa eder. Öz aynı kalsa da zihinsel değişim davranışlarımızı etkiler ve bu sayede
yeniden bir hayat icat etmeyiz belki ama
‘hayatı’ yeniden oluşturabiliriz.
Edebiyatın, hikâyelerin, masalların,
sözlü anlatım geleneğinin, tecrübeleri
paylaşmanın bu anlamda önemli bir işlevi
olduğuna inanıyorum. Kendimizle yaptığımız sohbetler, hayallerimiz, günlüklerimiz ve başkalarına anlattıklarımız gün
ışığına çıktığında sadece bizim için değil
başkalarının değişim kapısını aralaması
için de fırsattır. Bu yüzden ‘hikâyelerle’
değişimi gösterebilen kitapları her zaman
kışkırtıcı bir keşif dürtüsüyle okurum.
EDEBİYATI, DİL İŞÇİLİĞİ OLARAK GÖRDÜ
Karasu, iflah olmaz bir okur olduğunu, ömrü boyunca okumaktan asla
vazgeçmediğini, okurluğun öz imgesi ile ilişkili bir şey olduğunu deneme
ve söyleşilerinde sıkça dile getirmiş
bir yazar. Ne Kitapsız Ne Kedisiz adlı
deneme kitabında şöyle diyor: “Ama,
okudum. Yaşamım boyunca, durmamacasına; okumaksızın yaşayamayacağımı duya duya. Birçok şeyin
ölüp gittiği -ölüp gittiği düşünülenbu yaşımda bile, en çılgın çeşitliliği
içinde okumalarımı sürdürmemek,
usumdan geçirebileceğim en büyük
‘olmazlık’. (Özimgemle ilişkili bir şey
olsa gerek.)” Bir yazarın kendisini
öncelikle okur olarak tarif etmesi,
okumadan yaşayamayacağını söylemesi onun dil işçiliğine, edebiyatın
mutfağına ve bir bütün olarak edebiyatın özüne verdiği önemi gösterir.
Karasu, şiirde ve edebiyatın diğer
türlerinde yaptığı özenli çevirilerle
okumalarının bir diğer boyutunu ve
edebiyata verdiği değeri sergilemiş
oluyor. Onun eserlerinde müthiş dil
kullanımı ile karanlık bir dünya inşa
ettiği ve her yeni metninde bu inşa
sürecini başarıyla devam ettirdiği biliniyor. Bu dünyanın farkında olarak,
Bilge Karasu’nun öykü ve romanlarını severek okuyanların şiir çevirilerinde de bir dil işçisinin verimli gayretinin bir parçasına daha şahit
olmaktan haz alacaklarını söylemek
mümkün. Anlatı ustasının çevirdiği
diğer metinlerin yayımlanmasını
beklerken, has edebiyatı tercih eden
okurları bu nitelikli şiir çevirilerinden keyif almaya çağırıyorum.
KENDİMİZİ NASIL BULURUZ?
Stephen Grosz’un İncelenen Hayatlar isimli kitabı gördüğüm zaman merakla elime
alıp karıştırma isteğimin esas sebebi buydu. “Kendimizi Nasıl Yitirir, Nasıl Buluruz” alt başlığı, vaktiyle başucu kitabı
yaptığım, William Randall’ın Bizi ‘Biz’ Yapan Hikâyeler’ini hatırlattı. Randall zengin
içerikli makalelerinden oluşan bu önemli
kaynakta, hepimizin esas itibarıyla birer
hikâye anlatıcısı olduğumuzu, öz yaratımımızı hikâyeler anlatarak gerçekleştirdiğimizi söylüyordu. İşte bu kitap da o
sihirli sürecin ‘dinleyen’ tarafına bakıyor.
Stephen Grosz, hâlen Berkley, Oxford
ve Londra’da ders veren bir psikanalist. Bu
kitabı hazırlarken hedeflediğinin ‘edebiyat’ olmadığı aşikâr. Kullandığı dil bunu
açıkça gösteriyor. Ancak akademik dile
hapsolmadan kimi zaman edebi metinlerden yaptığı alıntılar, içeriği benzerlerinden farklı kılıyor. Uzun psikanaliz seanslarından süzerek derlediği anlatılar, üst
üste yığılan davranış kalıplarının arasından kırılgan duygu kırıntılarını gösteriyor.
Kitaba yazdığı önsözde, bir hastasının, “Değişmek istiyorum, yeter ki değişmeme gerek kalmasın.” cümlesinden
yola çıkarak ‘değişim ve kayıp’ arasındaki
bağlantıyı vurguluyor. Ve sonra felsefeci Simone Weil’in, hapishanede bitişik
hücrelerde kalan ve uzun zaman içinde
25
duvara tık tık vurarak konuşmayı öğrenen iki mahkûmun öyküsünü hatırlatıyor: “Onları ayıran duvar, aynı zamanda
iletişim kurma araçlarıdır.” Her ayrılık
bir bağlantıdır. Bu duvar hikâyesi, bana
iyi yazılmış bir öyküde anlamı esneten
ses ve kelime boşluklarını da hatırlattı.
Kendimize, birbirimize veya bir profesyonele anlattığımız hikâyeler kadar
anlatı üslubumuz da benliğin yeniden
yaratım sürecini etkiliyor. Tematik başlıklarıyla ayrılmış olan bölümler, insanın
hikâyesini anlatarak hayatını anlamlandırması prensibi üzerine kurulmuş. Bu
ilke sadece psikanalizin değil edebiyatın
da temel bakışını gösteriyor. Grosz, ilk
anlatısında (“Dile Getirilmeyen Öyküler
Bizi Nasıl Ele Geçirebilir”) anlatamadığımız öykülerin tutsağı haline gelişimizi hikâyeci, romancı Karen Blixen’in bir
cümlesiyle hatırlatıp okura soruyor: “‘Öyküyü anlatmak bütün üzüntüleri katlanılabilir kılar’. Peki, kişi üzüntüsünün öyküsünü anlatamıyorsa, aksine öyküsü onu
anlatıyorsa?” Bu tuhaf çelişki çoğumuzun
davranışların anlamsız kılan ‘karanlığa’
ışık tutuyor. Yıldızsız zifiri bir gökkubbede
usulca dolaşan o ışık, karasevdanın, sevememenin, sırların, yalanın, seçilmiş gibi
görünen yalnızlıkların, örtülü yakınlıkların, değişimin neden olduğu ve yüzleşemediğimiz kayıpların kuyusuna iniyor.
Bu türden anlatılar okurun kendi gizli
hikâyesiyle tam örtüşmese de bir biçimde buluşup kıvılcımlandığında değerini
daha iyi hissettiriyor. Beni etkileyenlerden biri “Sığınak”tı mesela. Gerçek dünyadan kaçmak için kendine Fransa’da
hayali bir ev kuran bir adamın hikâyesini
anlatıyordu. Eşyasıyla, içine yerleştirdiğimiz yeni bir ‘ben’ duygusuyla korkularımızdan, öfkelerimizden, zaaflarımızdan
kaçıp sığındığımız ‘ev’ nihai yuvamızdır.
Yolculuğun hiç bitmediği, kimsenin bizi
incitemediği bir ‘yer’. Bir başka çarpıcı
hikâyede (“Acı Armağanı”) acı çekmeyi
taammüden unutmuş Matt’in iç burkan
hikâyesine eşlik ettim. Ve acı çekememenin yakıcı boşluğunu hissettim. Acısını, yasını yaşayamadığı için en çok
kendine zarar verenleri düşündüm. Sevilmekten huzursuz olduğu için yakınlık kuramayanları düşünürken hayalî
roman kahramanlarımla konuştum.
Gitmeyi göze alarak değişebilmenin,
değişmeden kalmanın hassas dengesi
üzerinde bir süre salındım.
İncelenen Hayatlar sade ve içtenlikli anlatımıyla okurunun duygularını
kımıldatmayı iyi beceriyor.
TARİH
KÝTAP ZAMANI
7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ
Ortaçağ: Öyle tanıdık, öyle yabancı
Umberto Eco ortaçağa dair incelemelerinin yanı sıra
adlı unutulmaz romanıyla
ortaçağ imajlarının popüler hale gelmesinde önemli pay sahibi olmuştu. İtalyan yazarın yayına hazırladığı
ise bu ilginin, revizyonist bir
tarihyazımı ile ansiklopedik bir mecraya kavuştuğu dört ciltlik önemli bir çalışmanın ilk verimi.
A
FOTOĞRAF: ZAMAN, SELAHATTİN SEVİ
ORTAÇAĞ, UMBERTO ECO, ÇEV.: LEYLA TONGUÇ BASMACI, ALFA YAYINCILIK, 960 SAYFA, 65 TL
EMRAH PELVANOĞLU
vrupa ortaçağlarının günümüz Batılı popüler kültür dünyasında belirleyici
bir rolü var. Walt Disney’in prensler,
prensesler, şövalyeler ve cadılarla dolu
meşhur masal şatosu, Harry Potter ve
arkadaşlarının tipik bir büyücü/skolastik
olan Dumbledore’dan eğitim aldıkları
Hogwarts ya da beyaz şehir Gondor ve
aklınıza gelebilecek diğer bütün kuleli,
burçlu, duvarlı, mazgallı, hendekli şato
ve kale prototipleri bir yönüyle hep ortaçağ kaynaklıdır. Yüzüklerin Efendisi’nden
Game of Thrones’a kadar, Hollywood sineması ile birlikte çarpıtılmış bir görselliğe kavuşan yeni nesil epikler de, Dan
Brown kurmacaları da büyük oranda
genelgeçer ortaçağ klişeleri üzerine kurgulanmıştır. Bu yarı mitolojik ortaçağ
fantezilerinin yanında, engizisyon mahkemelerinde cadıların ve âlimlerin şeytanla işbirliği yaptıkları için yargılandıkları; vebanın, açlığın ve feodal savaşların
ölüme hizmet ettiği; tutucu bir Hıristiyanlığın her türlü doğaya lanet okuduğu
bir karanlık çağ anlatısı da mevcuttur ve
en az diğeri kadar yaygındır. Bu karanlık
çağ anlatısı, İslam’ın aydınlattığı alternatif bir ortaçağ ütopyası ile tezat oluşturur ve ortaya çıkan karşıtlık, modernist
İslamcıların 19. yüzyıldan beri farklı
düzlemlerde en çok kullandıkları söylemsel araçlardan biri haline gelir. Peki,
gerçekten nedir ortaçağ? Aydınlık mıdır?
Karanlık mıdır? Yoksa kimin nereden
baktığına göre değişen uzak, belirsiz bir
zaman aralığı mıdır?
ORTAÇAĞ NE DEĞİLDİR?
Umberto Eco
yımlanmış ve henüz İngilizce çevirisi de
yok. Bu takdire şayan tercihi öncelikle not
etmek gerekiyor.
kotarılmakla birlikte, Frank ve Germen
krallıklarının anlatıldığı bazı bölümler
Ernst Erich Metzner tarafından Almanca
kaleme alınmış ve İtalyancaya çevrilmiş.
Ortaçağ ile ilgili bu bağlamda hemen eklenmesi gereken bazı önemli detaylar mevcut. “tarih”, “felsefe”, “bilim
ve teknik”, “edebiyat ve tiyatro”, “görsel
sanatlar”, “müzik” ana başlıkları altında derlenen kitap, 10’dan fazla yazarın
katkı sunduğu 200’e yakın alt başlıktan
oluşuyor ancak biz kimin hangi makaleyi yazdığını “İçindekiler” kısmından
öğrenemiyoruz. Eco dışında çoğunu tanımadığımız İtalyan uzmanlar hakkında
herhangi bir bilgi bulmak yine kitap bağlamında söz konusu değil ve İtalyan okur
için muhtemelen tanıdık olan bu isimlere
dair ayrıca küçük “Google” taramaları
yapmak gerekiyor. Eco’nun yazarlık popülaritesinin bir heves çekeceği bir kısım
okur için bunlar gereksiz detaylar olabilir
ancak bu önemli çalışmaya hakkını verecek nitelikli/uzman okur için bunlar değerli bilgiler. Kalın ciltli ve sağlam dikişli
AKADEMİSYENLERİN ORTAK ÇALIŞMASI
ORTAÇAĞI POPÜLER HALE GETİRDİ
Umberto Eco (1932) ve 1980 tarihli romanı Gülün Adı, Avrupa ortaçağlarına
dair imajların popüler hale gelmesinde
şüphesiz ki pay sahibidir. 1986 yılında
sinemaya da uyarlanan bu çok satmış
başyapıt, sağlam bir polisiye kurgu ile 13.
yüzyıl manastır yaşantısına ait çok canlı
bir anlatı sunar. Eco’nun ortaçağa ilgisi
bu romanla sınırlı değildir elbet: Ortaçağı Düşlemek, Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve
Güzellik ve Baudolino, Eco’nun bir şekilde
dönemi anlattığı önemli yapıtlardır. 2010
tarihli Ortaçağ: Barbarlar, Hıristiyanlar,
Müslümanlar ise bu ilginin, revizyonist bir
tarihyazımı ile ansiklopedik bir mecraya
kavuştuğu dört ciltlik önemli bir çalışmanın ilk verimi. Leyla Tonguç Basmacı tarafından çevrilen bu 900 sayfalık kaynak,
Alfa Yayınları’nın 2500. kitabı olarak ya-
kitabın iç kapak sayfalarına, ana başlıkların 400-1000 yılları arasında eş süremli
olarak alt alta verildiği bir kronoloji konulmuş. Bu kronolojinin aynı mantıkla daha
detaylı hazırlanmış hali ise cilt sonunda
yer alıyor, 15 sayfa sürüyor ve hayli yararlı. Kitapta dizin mevcut, ancak sadece
adı geçen ortaçağ figürlerini kapsayan bir
özel isimler dizini olarak hazırlanmış; yer
adlarını da kapsayan ayrı bir dizin bilmem ki İtalyanca baskıda mevcut mudur?
Ortaçağ’ın ilk cildi geniş bir başlangıç ve
dönemselleştirme tartışması ve altbaşlık yelpazesi ile birlikte kabaca 400-1000
yılları arasını kapsıyor. “Katedraller, Şövalyeler, Şehirler” başlıklı ikinci cilt 10001200, “Şatolar, Tüccarlar, Şairler” başlıklı
üçüncü cilt 1200-1400, “Keşifler, Ticaret,
Ütopyalar” başlıklı dördüncü cilt ise 14001500 yılları arasına odaklanmış. Takip
eden ciltlerin de çevrilip Ortaçağ ansiklopedisinin Türkçede tamamlanmasını
temenni ediyorum, zira Barbarlar, Hıristiyanlar, Müslümanlar bize diğer ciltler için
de önemli bir perspektif sunuyor. Üçüncü
ciltte ortak editörlerle çalışan Eco, diğer
bütün ciltlerin editörlüğünü tek başına
üstlenmiş ancak ilk ciltteki geniş giriş
yazısını saymazsak yazar olarak katkısı
çok sınırlı. Kitap büyük oranda İtalyan
akademisyen ve uzmanlar tarafından
26
Ortaçağ’ın içeriğine gelirsek, yukarıda da
belirttiğim gibi, kitap Eco’nun ortaçağa
olan özel ilgisinden kaynaklanıyor. Barbarlar, Hıristiyanlar, Müslümanlar’a yazdığı
uzun giriş yazısının daha ilk cümlelerinde Eco, bu ilginin kaynağını ve motivasyonunu açık bir şekilde ortaya koymuş:
“Ortaçağ, Roma İmparatorluğu’nun dağılma döneminde başlayıp, tutkal görevi
gören Hıristiyanlığın yardımıyla, Latin
kültürünü, imparatorluğu yavaş yavaş
istila eden halkların kültürleriyle birleştirerek; uluslarıyla, konuşmaya devam
ettiğimiz dilleriyle ve değişimlerden ve
devrimlerden sonra bile olsa bizim olmaya devam eden kurumlarıyla günümüzde Avrupa dediğimiz yere hayat veren
dönemdir”. Bu bağlamda Eco’nun hem
krizdeki Avrupa kimliği için bir kaynak,
sabit bir tarihsel alan açma çabasında
olduğunu hem de krizi çıkaran Avrupa
merkezci düşünce yapısına karşı revizyonist bir tavır aldığını söyleyebiliriz. Kitap
için belirlenmiş “Barbarlar, Hıristiyanlar,
Müslümanlar” başlığı Avrupa kimliğinin
hikâyesini çizgisel bir 19. yüzyıl büyük
anlatısı olmaktan çıkararak 20. yüzyıl çoğulcu demokrasisi ile uyumlu bir kurguya
oturtuyor. Uzun giriş yazısı boyunca Eco,
ortaçağa dair sıkça tekrar edilen klişeleri,
“Ortaçağ ne değildir?” başlığı altında belirlediği maddeleri takip ederek hem daha
güncel hem de daha tarihsel bir bağlamda, belki dört cilt için de geçerli olacak
yöntembilimsel bir rotada düzeltiyor. Bu
rota ortaçağdan günümüz Avrupa dünyasına kalan kurumlara odaklanırken,
klişeleşen bilgi dağarını da görmezden
gelmiyor. Eco’nun belirlediği perspektifte
ortaçağ, antik tapınak ile manastırın, ışık
ile karanlığın, bağnazlık ile açıkfikirliliğin, köylü ile şövalyenin, ölüm ile hayatın
beraber şekillendirdiği hem çok tanıdık
hem farklı bir dünya.
Ortaçağ, Gülün Adı’ndan fazlasını merak edenler için değerlendirilmesi gereken
bir bilgi kaynağı. Tavsiye olunur.
TARİH
KÝTAP ZAMANI
7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ
Sultan rüya görünce
Sultan III. Murad’ın yazdığı düşünülen mektuplar ilk kez çevriyazıya aktarıldı ve geçtiğimiz günlerde Tarih Vakfı Yurt Yayınları’nca okura sunuldu.
Mektuplar hem tasavvuf yolunda bir âşığın ruh ve zihin dünyasını hem
de bir padişahın siyasi sorumluluklarla örülü iç çatışmalarını yansıtıyor.
KİTÂBÜ’L-MENÂMÂT: SULTAN III. MURADIN RÜYA MEKTUPLARI, HAZ.: ÖZGEN FELEK, TARİH VAKFI YAYINLARI, 392 SAYFA, 40 TL
T
belere Dair Mektuplar” ve “Tezkereler”
olmak üzere iki kısma ayrılıyor. Padişahın mistik deneyimleri görsel, işitsel ve
kalpte vuku bulan deneyimler. Görsel
deneyimlerinin temelini rüyalar oluştururken, bazen hiçbir görsellik olmadan kendisine ilham geldiğine şahitlik
ediyoruz. Gerek görsel gerekse işitsel ve
kalbî olan bu mistik deneyimlerin hepsi
onun Allah’ın seçkin bir kulu olduğunu
gösteren işaretler kabul ediliyor. Sultan
Murad’ın Şiî ve Sünnîlerin hepsini kendi sancağı altında toplamak, bütün bir
İslam âleminin koruyucusu olmak gibi
bir derdinin olduğu düşünülürse, bu rüya
ve ilhamları birer motivasyon kaynağı
olarak görmek mümkün. Hatta babası
Sultan Selim zamanında barış sağlanan
Safevilere karşı tekrar seferler başlatmasının altında yatan nedenlerden biri olarak da aynı İslam halifeliği gayesini bulabiliriz. Aynı dönemde İslam dünyasının
çeşitli coğrafyalarında var olan Mehdi
beklentisinin de bu mektupların derlendiği zamana denk düşmesi şaşırtıcı değil.
NİLAY KAYA
asavvuf geleneğinde mektuplaşmanın yaygın olduğu bilinir. Müritler şeyhlerine, şeyhler
müritlerine, müritler birbirlerine yazdığı
gibi, şeyhin doğrudan halka yazdığı mektuplar da bulunmaktadır. Bu konu şimdiye
kadar etraflıca bir akademik çalışmaya tabi
tutulmasa da tarihçilerin yazdıklarından
yola çıkarak böyle bir bilgiye sahibiz. Örneğin, Risâle yazarı Kuşeyri’nin mektupları halka yazılmış mektuplardır. İlk büyük
mutasavvıflardan Cüneyd-i Bağdâdî, bu
mektupların “avam” diye adlandırdığı
halkla paylaşılmamasından dem vurur.
Bu sakınmanın altında mektupların içeriğinde rüyaların, birtakım mistik deneyimlerin, hatta günümüzde psikanalitik
okumalara elverişli olabilecek mahrem
itirafların ortaya çıkmasından duyulan
kaygı yatıyor olabilir, çünkü müritler şeyhlerine yazdıkları mektuplarda sadece mistik ve dinî meselelere değil; evlilik, seyahat
gibi kişisel konulara da değinir, şeyhlerinden nasihat isterler. Öte yandan, bu yazışmaların, yazıldığı dönemin entelektüel
birikiminin korunması ve yaygınlaştırılması açısından bilinçli olarak neşredildiği
durumlarla da karşılaşırız.
İLK KEZ YAYIMLANIYOR
Osmanlı tarihinde de bu türden mektuplaşmaların varlığı tahmin edilse de, şu
ana kadar sadece XVII. yüzyılda Üsküp’te
yaşamış Asiye Hatun’un şeyhine yazdığı
mektuplar Rüya Mektupları adıyla tarihçi
Cemal Kafadar tarafından yayımlanmıştır. Bunun yanı sıra devrin tarihçisi Mustafa Âlî’nin Künhü’l-ahbâr adlı eserinden
Sultan III. Murad ile şeyhi Şüca Dede arasında böyle bir mektuplaşma olabileceği
bilgisi edinilmiş, bu mektupların kopyalarını bir araya getiren Kitâbü’l-Menâmât
adlı bir elyazması metin bulunmuştur.
Bu metin İstanbul’da Nuruosmaniye
Kütüphanesi’ndedir. Şeyhin Sultan III.
Murad’a yazdığı ya da yazmış olabileceği mektuplar elde yok ancak sultanın
yazdığı düşünülen mektupların tamamı
ilk kez Michigan Üniversitesi’nde doktora tezi olarak bu konuyu ele alan Özgen
Felek tarafından çevriyazıya aktarıldı
ve geçtiğimiz günlerde Tarih Vakfı Yurt
Yayınları’nca basıldı. Böyle bir eserin gün
yüzüne çıkması, Osmanlı tarihinde tasavvuf geleneğini bir müridin bakışıyla
‘BAŞUM ALUB ÇIKUB GİTSEM...’
gözlemlemenin, onu Osmanlı edebiyatı
bağlamında bir değer olarak görmenin
yanı sıra, dünya edebiyatı ve tarihinde de
bir padişahın ya da kralın rüya ve mektup
koleksiyonlarının bildiğimiz kadarıyla
bulunmaması açısından oldukça önemli.
Sultan Süleyman’ın torunu Şehzade
Murad, babası Şehzade Selim Manisa’da
sancakbeyi olarak ikamet ederken dünyaya gelir ve 1574’te, yirmi sekiz yaşında tahta çıkana kadar Manisa’da kalır.
Halvetî şeyhi Şüca Dede ile dostluk kurması ve ona intisap etmesinin Manisa’da
kaldığı dönemlerde olduğu düşünülmektedir. Sultan Murad’ın Şüca Dede’ye
yazdığı mektupları sultanın atlarıyla
ilgilenen Mîrâhûr Nuh Ağa derlemiştir.
Padişahtan izinsiz bu mektupları derlemenin pek mümkün olamayacağı düşünülürse, mektupların Sultan Murad’ın
emriyle derlendiği tahmin edilmektedir.
Mektupların dayandığı temel olan rüya,
Nuh Ağa’nın aktardığına göre, Sultan
Murad’ın Şüca Dede’yle tanışmasının
da nedenidir. Sultan Murad Manisa’da
şehzadeyken ibret dolu bir rüya görür.
Bu rüya, yorumlanması için tasavvuf
ehli kimselere aktarılır ancak içlerinden
Şüca Dede dışında kimse rüyayı tabir
edemez. Şüca Dede ise rüyanın şehzadenin tahta çıkacağına işaret olduğunu
belirtir. Nitekim bu tabirden çok kısa bir
süre sonra şehzade tahta çıkar. Sultan
Murad’ın Şüca Dede’ye intisap etmesi ve
İstanbul’dan Manisa’ya mektuplar göndermesi bu olay üzerinedir.
Nuh Ağa’nın derlediği rüyaların
gerçekten de Sultan Murad tarafından
görülen rüyalar olup olmadığını kesin
şekilde söylemek imkânsızdır. Osmanlı
kültüründe tasavvufi, kişisel, hatta siyasi
meselelerin yorumlanmasında, gerekli
stratejilerin alınmasında rüyaların etkin
bir araç olarak görüldüğü bilinmekte,
edebiyatta ise rüyaların olay örgüsünün
temelini oluşturma gibi bir özelliğine
rastlanmaktadır. Bunun en çarpıcı örneği, Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sini,
Hz. Peygamber’den seyahat izni aldığı
bir rüyayı metnin sebeb-i telifi olarak sunuşuyla başlatmasıdır. Rüyaların gerçekliği ya da kurmaca oluşu bir yana, Sultan
Murad’a ait varsaydığımız bu rüyalar, tasavvuf yolundaki bir padişahın gerek manevi, gündelik, kişisel kaygılarını gerekse
devletle ilgili kaygılarını ‘birinci elden’
vermesi açısından önem taşımaktadır.
Mektupların içeriği, “Mistik Tecrü-
27
Mektuplardaki “Tezkereler” kısmı ise
daha şahsi meselelere dair: Sultanın aile
sorunları, Raziya Hatun’la ilişkisi, annesi Nur Banu Sultan’a olan derin bağlılığı, başkalarının kendisi ve ailesiyle ilgili
gördüğü rüyalardan da etkilenişi dikkati
çekiyor. Edebiyata ve tarihe olan merakı, Hallâc-ı Mansûr’un, İbn Arabî’nin,
Mevlana’nın, Attar’ın Mantıku’t-Tayr
eserinin onun üzerinde bıraktığı etkiler
görülüyor. Bunların yanı sıra, bir padişah
olmanın getirdiği büyük manevi yükün
üzerinde nasıl bir baskı oluşturduğuna
da son derece içten şu sitemleriyle şahitlik ediyoruz: “... âh bir yol bulsam, başum
alub çıkub gitsem, kimesne beni aramasa,
âlemün kahrı ve şerîrliğinden halâs olub
huzûrumda olsam...” (168a:1210)
Geleneksel tabirle bir menkıbe, modern tabirle bir monografi olarak görülebilecek bu metin, hem tasavvuf yolunda bir âşığın ruhanî ve entelektüel
dünyasını, hem bir padişahın siyasi sorumluluklarla örülü iç çatışmalarını,
hem de bir bireyin iç dünyasını sunuyor. Kitâbü’l-Menâmât bu anlamda Osmanlı ve dünya tarihi açısından eşsiz
bir hazine olduğu gibi, rüya ve mektuplara dayalı edebiyat geleneğine de kayda değer bir biçimde dâhil oluyor.
DÜŞÜNCE
Zor zamanda insanı savunmak
Sanata dışarıdan bir bakış
Şeyla Benhabib
isimli kitabında, insan haklarının kolayca feda
edilebilmesi ve tartışmaların sıklıkla çıkmaz sokaklara sapması durumlarına ciddiye alınması gereken çözümler öneriyor.
Vera Zolberg’in
adlı kitabı, sanata teorik bakışın imkânlarını reddetmeyen ama daha bilimsel bir
bakışın nasıl olabileceğini araştıran bir çalışma. Yazar, öncelikle
Batılı kapitalist demokrasilerde üretilen sanatları odağa alıyor.
BUHRAN ÇAĞINDA HAYSİYET: ZOR ZAMANLARDA İNSAN HAKLARI, ŞEYLA BENHABİB,
ÇEV.: BARIŞ YILDIRIM, KOÇ ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI, 358 SAYFA, 28 TL
BİR SANAT SOSYOLOJİSİ OLUŞTURMAK, VERA L. ZOLBERG, ÇEV.: BUKET OKUCU ÖZBAY, BOĞAZİÇİ ÜNİ. YAY., 248 SAYFA, 35 TL
S
A. YAVUZ ALTUN
on yıllarda dünyada
yükselen en önemli kavramlardan biri “insan
hakları”. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu
yana yoğunluklu olarak tartışılan bu
kavram, her türlü yasal düzenlemeye,
imzalanan uluslararası anlaşmalara ve
hukuki mücadeleler sonucunda edinilmiş onca kazanıma rağmen, üzerinde
mutabakat sağlanması zor konuların
başında geliyor. Ekonomik istikrar ve
demokratik kurumsallaşma vatandaşlara ya da topluluklara haklarının sağlanması konusunda bir süre güvence
verse de, kriz zamanlarında ilk unutulan şeylerden biri yine “haklar” oluyor. Zira bahane üretilmesi hayli kolay.
2001’de ABD’deki terör saldırısının ardından inşa edilen “ulusal güvenlik”
duvarı, bunun bir örneği. 11 Eylül’den
bu yana özellikle ABD’de yaşayan Müslümanlar için “insan hakları” kavramı
yamalı bir bohçaya dönmüş durumda.
Gelişmekte olan ülkeler açısından baktığımızda manzara, “gelişmekte olma”
halinin bir çeşit yan ürünü olarak insan
haklarının keyfî kısıtlanması ya da uygulanmaması biçiminde tezahür ediyor. Buralarda ve otoriter yönetimlere
sahip daha zengin ülkelerde tartışma
kısa süre içinde kimliksel çıkarımlara, siyasi gerçekliğe veya Makyavelist zorunluluklara sapıyor. Haliyle
insanların doğuştan sahip oldukları
haklar konusunda ya da Hannah
Arendt’in tabiriyle “haklara sahip
olma hakkı” hususunda evrensel bir
perspektiften uzağız.
İKİ YÖNLÜ AÇMAZ
İnsan haklarının bahanelerden uzak
bir noktaya taşınması adına yapılan
felsefi tartışmalar, hukukla siyasetin
iç içe geçtiği bir düzlemde ele alınırken, güncel hadiselerin zorlayıcı
etkileri sebebiyle, bilerek ya da bilmeyerek bakarkörlük oluşabiliyor.
Bunun için teorik eleştirmenlerin
farklı disiplinlerle kurduğu diyalog
ve halihazırda yaşanan yığınla insan hakları ihlali karşısında verilen
mücadeleler, siyasi denklemler arasında eziliyor. Buna bir de giderek
kozmopolitleşen yaşam alanlarının birbiriyle farklı akslarda çatışan kültür, hukuk, siyaset biçimleri eklenince, birey-hukuk ilişkisi
içinden çıkılmaz hale gelebiliyor.
S
Bu iki yönlü açmaza, yani insan
haklarının kolayca feda edilebilmesi
ve tartışmaların sıklıkla çıkmaz sokaklara sapması durumlarına, Şeyla
Benhabib’in Buhran Çağında Haysiyet:
Zor Zamanlarda İnsan Hakları isimli kitabı, ciddiye alınması gereken çözümler sunuyor. Benhabib, İspanya’daki
zulümden kaçarak Osmanlı’ya sığınan
bir Yahudi ailenin mensubu olarak, hayatının bir kısmını İstanbul’da geçirmiş
önemli bir akademisyen. Şimdilerde
Yale Üniversitesi felsefe bölümünde
çalışmalarını sürdürüyor. Çalışmaları,
insan hakları konusuna felsefi ve siyasi
temellendirmeler bulmanın yanı sıra,
kozmopolit hale gelen yaşam alanlarında ortaya çıkan yeni çatışmaları da
engellemeyi hedefliyor. “Çağdaş kozmopolitizmin trajik kökenlerini anlamak” hususunda yaptığı katkılar, yirminci yüzyıl tarihi boyunca konuşulan
“insan hakları” kavramının bugün için
“sahte totalleştirmeleri engelle[yerek]”
yeniden üretilmesini öngörüyor. Haliyle, çok aktörlü bir “hakkın iade edilmesi” sürecinden bahsediyoruz ki,
Benhabib de sadece mahkemelerdeki
adaleti değil, sivil toplumun ve uluslararası kuruluşların yardımıyla “zayıf
kamusal alanlarda” görülen hak ihlallerinin giderilmesini ele alıyor. Burada
Benhabib’in savunduğu argümanlar,
uluslararası hukuk metinlerinin, insan
hakları beyannameleri ve sözleşmelerinin “işe yaramaz” olduğu iddiasına
cevap veriyor daha çok.
Elbette bu türlü bir “süreç”, bazı yapısal öncelikler gerektiriyor. Hukuki ve
siyasi kurumların, sivil toplum aktörlerinin “iletişim özgürlüğü” çerçevesinde
müzakere oluşturabilmesi bunlardan
ilki. Ardından bireylerin, bulundukları
kamusal alanlarda “hukuk yapıcı” hüviyette görülmeleri. Böylece hukukun
sürekli yeniden yapılanması bekleniyor. Son olarak kozmopolitizm karşısında, hakların sadece gruplar ve topluluklar üzerinden değil, bireyler
üzerinden tanımlanması öngörülüyor.
Zira grup hakkı, bireyleri belirli bir kalıp içerisine hapsederek hakların sınırlarını daraltmaktan öteye geçmiyor.
Benhabib, bütün bunlara ek olarak,
ekonomik kalkınma ile insan haklarının paralel yol alması gerektiğini salıklıyor; “buhran çağı” ile “haysiyet”i
yan yana getiren bir bağlamda, insan
haklarının hiçbir kalkınmaya feda
edilemeyeceğini anlatıyor.
SÜREYYA SU
anat, toplumun postmodern durumunda, modern
durumda olduğundan daha
fazla, gündelik hayatın önemli bir fenomeni haline geldi. Modern durumda
sanat için meşru alan müze ve elit salonları iken, postmodern durumda sanat
sokaklara çıktı. Hatta müze ve galeriler
gibi, sanatın özel alanlarının kamuya
açıldığını görüyoruz. Sanatın toplumsal
hayatın merkezinde yer almaya başlamasında görsel bir rejime geçmiş olmamızın da önemli payı var.
Sanatın toplumsal hayatın merkezinde yer almaya başlaması ve epistemolojik
veya kavramsal bir niteliği haiz olarak
kendini sunması karşısında insan ve
toplum bilimlerinin daha fazla kayıtsız
kalması beklenemezdi. Gerçekten günümüz toplumunun önemli fenomenleri
üzerine ihtisas alanları olarak din sosyolojisi, kent sosyolojisi, göç sosyolojisi gibi
alt disiplinlerin arasında sanat sosyolojisi
de öne çıkıyor. Bu gelişmeye koşut biçimde sanat sosyolojisi alanında yayınların
arttığına şahit oluyoruz. Günümüzde
sanat felsefesi, sanat teorisi, sanat eleştirisi ve sanat tarihi literatürünün arasında
sanat sosyolojisinin kendini ayrıştırarak
müstakil bir disiplin haline geldiğini söyleyebiliriz. Zira erken tarihli sanat sosyolojisi çalışmaları daha karışık bir mahiyet
arz ediyordu. Bunun yerine sanata teorik
bakışların imkânlarını da reddetmeden
ama daha bilimsel bir bakışın nasıl olabileceğine dair araştırmalar yapılıyor. Vera
Zolberg’in Bir Sanat Sosyolojisi Oluşturmak
adlı kitabı işte böyle bir çalışma.
SANATIN TOPLUMSAL VE TARİHSEL BAĞLAMI
Zolberg’e göre, sanat hakkında yaratıcı ve akla yatkın birçok sav ileri sürmelerine rağmen, estetikçiler
ve teorisyenler içe dönük bir bakışla
sanatın sosyolojik kavranışında boşluklar meydana getirmişlerdir. Fikirlerinin birçoğu üstü kapalı biçimde
sanatın oluşumuna dair toplumsal bir
temele işaret etse de, çok yakın bir zamana dek sosyolojik kavramları kullanmaktan özellikle kaçınmışlardır.
Kavrayıştaki boşlukları doldurmak
için sosyolojik sanat çalışmalarının
sunduğu dışa dönük bakıştan bahsetmek anlamlı olacaktır.
Zolberg, kitabında teorilerden
beslenerek sanatın toplumsal ve tarihsel bağlamına yoğunlaşıyor. Sana-
28
tı, üzerine hazır teoriler giydirilecek
bir araç olarak görmekten kaçınmakla
beraber; sanat biçimlerini, tarzlarını,
nesnelerini ve fikirlerini teorik formülleştirmeler ve metodolojik yönelimlerle birleştirirken, estetik, teorik
ve felsefi yaklaşımların güçlü yönlerini daha çok öne çıkaran okumalarla,
bilimsel araştırmayı geliştiren bir sanat sosyolojisi öneriyor.
Yazar, sanattan genel anlamıyla
bahsetse de, bütün sanat biçimlerini
yeterince kapsamak mümkün olmadığı
için, odak noktasında öncelikle Batı’nın
kapitalist demokrasilerinde üretilen,
resim ve heykelleri içeren, plastik veya
görsel sanatlar ile müzik yer alıyor.
Zolberg, çalışmasında tarihsel ve karşılaştırmalı bir yaklaşımı benimsiyor.
Karşılaştırmaları bazen açık bir şekilde, doğrudan yaparken, bazen de kendi
araştırmaları ile diğer kültürel çalışmaların sentezinden yararlanıyor.
SANATIN MAHİYETİNDEKİ DEĞİŞİM
Zolberg’in kitabının ana konularından
biri, sanatın ne olduğu hakkında zaten
toplumda var olan kafa karışıklığını
daha da artıran ve belli bir tanımda mutabakat sağlanmasını giderek zorlaştıracak ölçüde, sanatın mahiyetine dair anlayıştaki değişim. İnsan bilimleri
alanında çalışanların herkese açık çağdaş sanatı kınamasının altında, onu artık yürürlükten kalkmış eski bir mutabakatla karşılaştırıyor olmaları yatar.
Onlar, “büyük” sanatı neyin oluşturduğuna dair sabit bir mutabakat olduğunu
varsayar. Eğer bugün büyük kabul edilen bazı eserlerin hakkı geçmişte verilmediyse, insan bilimleri alanında çalışanlar bu durum için genelde suçu,
eğitimsiz halk veya katı kurumsal otoriteler gibi, sanat dışı faktörlere yükler.
Çünkü düşüncelerinin merkezinde, içe
dönük bir perspektifle yorumlanacak
olan sanat eseri vardır. Her büyük esere,
sanatkârının varlığının eşsiz ve anlamlı
bir ifadesi olarak bakarlar. Dolayısıyla
sanatı Kant’ın eleştirel perspektifinden
görürler. Bu da sanatın ortaya çıkışındaki toplumsal süreçlerin gözden kaçırılmasına neden olur. Pierre Bourdieu,
Distiction’da sanatın oluşumundaki toplumsal süreçleri inceleyerek Yargı Gücünün Eleştirisi’nin sosyolojik boyutunu
tamamlamıştı. Zolberg de Bourdieu ve
diğer sosyologların teorilerinden beslenerek sanata dair sosyolojik bir kavrayış
oluşturmaya çalışıyor.
SİNEMA
KÝTAP ZAMANI
‘Orta kuşak’ yönetmenden itiraflar
7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ
Her film yeniden başlamaktır
“Sinemacılar kuşağı”nın ardıllarından Feyzi Tuna,
adlı kitapta o dönemi açıkyüreklilikle anlatıyor.
gibi filmlerin yönetmeni olan Tuna’nın hatıraları Yeşilçam’ın nispeten az bilinen bir dönemine dair ilginç detaylar barındırıyor.
Theo Angelopoulos’un yönettiği Altın Palmiye ödüllü
filminin senaristi Petros Markaris’in, filmin çekim sürecinde tuttuğu
günlükler 15 yıl sonra Türkçeye kazandırıldı. 9 Mart 1996’da başlayan
günlük, filmin son sahnesinin çekildiği 31 Mart 1998’de sona eriyor.
FEYZİ TUNA: HER FİLM BİR İMTİHANDI, DİLARA BALCI, AGORA KİTAPLIĞI, 304 SAYFA, 25 TL
SONSUZLUK VE BİR GÜNLÜK, PETROS MARKARİS, ÇEV.: ANNA MARİA ASLANOĞLU, İSTOS YAYINLARI, 184 SAYFA, 24 TL
inemamızın ilk kuşağını
oluşturan tiyatrocu yönetmenlerin işleri pek bilinmese
de tarihî açıdan hakları teslim edilir, ardından gelen ve sinema dilini kuran sinemacı
yönetmenler ise zaten hak ettikleri gibi baş
tacıdır. Ancak onlardan sonra yetişen ve
Yeşilçam’ın çöküşüne ramak kala bir şeyler yapmaya çalışan yönetmenlerin ne ismi
ne de filmleri bilinir çoklukla. Dilara Balcı,
onlardan birine, Feyzi Tuna’ya eğitimi esnasında rastlayınca fırsatı kaçırmamış ve
böylece Her Film Bir İmtihandı çıkmış ortaya.
Kuyucaklı Yusuf, Kızgın Toprak, Aşka
Susayanlar gibi filmlerin yönetmeni olan
Tuna’nın hem kişiliği “nev’i şahsına münhasır” denilen türden, hem de anlattıkları
Yeşilçam’ın nispeten az bilinen bir dönemine dair ilginç detaylar barındırıyor.
Misal, nasıl sinemacı olduğu! 1950’lerin
başında, henüz 12-13 yaşındaki bir çocukken Söke’ye film çekmeye gelen efsane
oyuncumuz Muhterem Nur’un koltuğunun altında ilk defa sete girince rüyanın
etkisine de dalıyor tabii. Aslında vazifesi,
hevesinden dolayı kendisine verilen, oteldeki oyuncuların ufak tefek getir götür
işleri... Ama sete gitme hevesini öyle belli
ediyor ki, sonunda Muhterem Nur, bir
sabah “Hadi sen de gel bakalım!” diyerek
büyüsüne kapıldığı o filmlerin çekildiği
mekâna götürüyor Tuna’yı. Böylece o zamana kadar sinemacı olmaya heveslenen
fakat sinemacılığı sadece oyunculuk zanneden Tuna, sette yönetmenin itibarına
şahit olunca rotayı yönetmenliğe çeviriyor.
O kadar kafaya koyuyor ki bunu, dedesinin evinde amcalarına ait olan kitaplığın
“sakıncalı kitaplar için ayrılan zula”sında
Kuyucaklı Yusuf’u okuyup bitirdiğinde ileride romanın filmini yapmaya karar veriyor.
Bu arzu, 1985 yılında hayata geçecektir.
HALİT REFİĞ’İN YAZISI
Fakat elbette bütün bunlar o kadar kolay
değil. O yıllarda ebeveynler şimdiki gibi
çocuklarının şöhretli bir iş bulup ‘yırtma’sıyla değil, elinin ekmek tutmasıyla
ilgileniyor. Feyzi Tuna’nın dinibütün babası da farksız; eğitimini tamamlamasını
istiyor öncelikle. Tuna, akşamları liseye,
gündüzleri de futbol kulübünde antrenmana giderek tamamlıyor bu süreci.
Ara sıra da “dağlara taşlara eleştiriler”
dediği film yazıları yazıyor bir gazeteye.
Yolunun ne yana düşeceğini belli edense Halit Refiğ’in yazdığı bir film eleştirisi
oluyor. Refiğ’in, Serseri Âşıklar filmine dair
D
yazdığı “Dalga’nın Bizim Sahile Vuranı”
başlıklı eleştiriden etkilenen Tuna, atlıyor
otobüse, ver elini İstanbul. Yeni Melek
Sineması’nda 12.00 ve 14.15 seanslarında
Serseri Âşıklar’ı izliyor.
Sonrası, babasının da kerhen kabulüyle, İstanbul’a gidiş ve önce eş dost, ardından da kaleminin kuvvetini ve azmini
gören sinemacılar vasıtasıyla sektöre girme çabaları. İlk olarak Halit Refiğ’e ikinci
asistanlık, daha sonra Semih Evin, Aram
Gülyüz ve Memduh Ün’e asistanlık... Yönetmenin anlattıkları arasında dikkati
çeken; sektörde bir şekilde yer edinmiş
isimlerin kendilerine özgü tarzları ve
Yeşilçam’ın bütün maddi sıkıntıları içinde
çalışırken Tuna’nın ısrarla her şeyi kuralına göre yapma çabası, neredeyse her şeyi
kendi kendine öğrenmek zorunda kalışı,
sürekli sınanışı ve bunlar karşısında pes
etmeme azmi. Belki de sinemacılıktan ziyade bir hayat tecrübesi olarak ibretle okumak gerekiyor. Nihayetinde kendi filmlerini de çekmeye başlıyor Tuna. Söyleşiyi
gerçekleştiren Dilara Balcı’nın sorularından, çok kez Tuna’nın işlerine haddinden
fazla, hatta bazen hiç olmayan anlamlar
yüklediği anlaşılıyor. Yönetmenin bunlara
verdiği cevap ise çok net: “Çünkü bilmiyordum.” Tuna’nın yönetmenliğini üstlendiği ilk filmi Aşka Susayanlar’ı konuşurken
şöyle diyor Balcı: “İlk film olmasına karşın
oldukça yenilikçi bir film. Biçimsel olarak hiç denenmemiş şeyler denemişsiniz.
Teknik olanakların yetmeyeceği kamera
hareketlerini bile denemekten çekinmeyerek adeta bir maceraya atılmışsınız.” Bu
da Tuna’nın cevabı: “Çünkü bilmiyordum!
Ne yapılır ne yapılmaz?”
Feyzi Tuna kendisi hakkında samimi
itiraflarda bulunurken, Yeşilçam’ın peçesi
ardında kalanları açıklamaktan da çekinmiyor. Asistan olarak en çok Memduh
Ün’le çalışan ve onun filmlerinin gece sahnelerini çekmesiyle tanınan Tuna, Ağaçlar
Ayakta Ölür setinde yaşadıklarını bakın
nasıl anlatıyor: “Şöyle bir sahne çekiyorlar:
Köşkün içinde, mutfak gibi bir yerde kötü
adamlar soygun için bir toplantı yapıyorlar.
Hiç unutmuyorum, ramazandı. Danyal
Topatan, Haydar Karaer gibi filmlerde kötü
adam oynayan oyuncular vardı sahnede.
Hepsi de oruçluydu. Memduh Ün, ‘Konuşurken şarap içeceksiniz.’ dedi. Onlar da
‘Memduh abi, oruçluyuz. İftardan sonra
içsek.’ dediler. ‘Yok, ben gece çalışmayacağım. Feyzi çekecek.’ dedi. Hakiki şarap getirtti, adamlara oruçlarını bozdurttu. Ağlaya zırlaya içtiler. Dinî akidesi yüksek
adamlara çok kızardı Memduh.”
ALİ KOCA
ün gibi hatırımda, “Angelopoulos sette kaza
geçirmiş, hastaneye kaldırılmış” diye bir haber düştü ajanslara.
Önemsemedik, ‘set kazası’, ne olabilir
ki? Bileğini burkmuştur usta; 77 yaşında adam, olabilir deyip geçtik. Ertesi
gün acı haberle birlikte olayın detayları
da netleşmişti. Son filmi Öteki Deniz’in
otobanda yapılan çekimleri sırasında, bir
serseri motosiklet gelip Angelopoulos’a
çarpmış ve onun bu dünyadaki misafirliğini sonlandırmıştı. Brechtyen epik tiyatronun sinemadaki en büyük temsilcisi, Yunan tragedyalarını dar geçitlerden,
mağaralardan ve fırtınalı denizlerden
çıkarıp 20. ve 21. yüzyıla taşıyan Angelopoulos yol ortasında bir motosiklet
çarpması sonucu ölmüştü. ‘Theo’, hep
destansı hikâyelerin peşine düşmüştü;
göçlerin ve yolculukların yönetmeninin
bu dünyaya vedası da, tıpkı o çok sevdiği
tragedyalardaki gibi trajikti.
Petros Markaris’in Sonsuzluk ve Bir
Günlük adlı eserini okurken, iki yıl öncesinden kalan bu ‘puslu manzaralar’
netlik kazandı. Angelopoulos’un kadim
dostu, senarist ve yazar Markaris, kitabın
hikâyesine dair ilginç bir ‘sebeb-i telif’
kaleme almış. Yıllardır Angelopoulos’la
senaryo yazma aşamasında keskin tartışmalar yaşayan Markaris, bu tartışmalardan değil ama bunların daha sonra,
olduğundan farklı bir şekilde gündeme
gelmesinden sıkıldığı için günlük tutmaya karar veriyor. Çünkü Markaris’in
anlattığına göre Theo, her seferinde
“Hatırlar mısın, önceki senaryoda da
FOTOĞRAF: REUTERS, FABRIZIO BENSCH
S
GÜNSELİ IŞIK
Theo Angelopoulos
29
böyle çalışmıştık” diyerek kendi yöntemlerinin ve fikirlerinin kabul edilmesi
için ‘taktik’ geliştirirmiş. Petros, “Yanlışın var; öyle çalışmamıştık, başka türlü
çalışmıştık” dese de Theo’nun cevabı hiç
değişmiyor: “Yaşlandıkça unutmaya başlıyorsun!” Halbuki aralarında iki yaş vardır ve büyük olan da Angelopoulos’tur.
BİR FİLMİN GÜNLÜĞÜ
Theo’nun ‘hınzırlığı’, sete gidene kadar
hiç değişmiyor. Hatta sette de zaman
zaman öyle. Fakat Markaris’in kitabın
sonuna ilave ettiği, çekim sürecine dair
belgeler, set hazırlık programları, figüranların kostüm devamlılığı için aldığı
notlar vs. usta yönetmenin titizliğini,
daha ötesi mükemmeliyetçiliğini gösteriyor. Markaris ile Angelopoulos sadece
iki arkadaş değil, aynı zamanda dava ve
kader arkadaşı… Günlüklere yansıyan
sohbetlerinde zaman zaman eski cevval,
atılgan ve heyecanlı günlerinden söz açıyor, sonra yaşadıkları zamana dönerek,
biraz da politikanın etkisiyle umutlarını
söndürüveriyorlar. İki dostu yeniden hayata bağlayan şey, sinema. Günler, haftalar süren konuşmalarında hangi hikâyeyi
anlatacaklarına karar verme aşaması,
gençlik heyecanlarını yeniden buldukları dönemler. Film çekiminde bile devam
eden daha sonraki tartışmalar ise bu yeni
başlangıcın ‘nasıl’ına dair…
Petros Markaris’in, 1998’de Cannes
Film Festivali’nde Altın Palmiye alan Sonsuzluk ve Bir Gün filminin senaryo ve çekim sürecine dair tuttuğu günlük, yaklaşık iki yılı kapsıyor. 9 Mart 1996’da
başlayan günlük, filmin son sahnesinin
çekildiği 31 Mart 1998’de sona eriyor.
Markaris’in iğneleyici kalemi, set ortamının stresini hazmetmek için birebir.
Angelopoulos’la olan dostluğundan sızan
anekdotlarda hemen her sette yaşanabilecek aksaklıklar yer alıyor. Dolayısıyla sinema adına çok parlak ayrıntılardan söz
etmek zor. Fakat bunları Markaris’in kaleminden okumak insanda tarifsiz duygulara ve gülümsemelere yol açıyor. Bir de
şunu anlıyor insan; herkese kadim bir dost
gerekli, amenna! Fakat böylesi sarsılmaz
bir dostluk sinemacı için hayati derecede
önemli. Markaris’in günlüğü, Angelopoulos’un günümüz sinema seyircisine
dair yaptığı tespiti hatırlatıyor: “Bugünün
yalnız bireyleri sinemaya unutmak için gidiyor, hatırlamak için değil.” Sonsuzluk ve
Bir Günlük, hatırlamak için yazılmış bir kitap; unutmamak için okunmalı…
TARİH
KÝTAP ZAMANI
İlber Hoca anlatıyor
Türkiye, darbeler ve azınlıklar
T
7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ
Ahmet Yaşar Akkaya’nın
adlı kitabı, Türkiye’de darbelerin hangi süreçlerden geçerek yapıldığı ve
tarih boyunca verilen güç mücadeleleri içerisinde meşru ile gayrimeşru metotların görülebilmesi için önemli bir çalışma.
İlber Ortaylı yeni kitabı
’nde,
“Dünya tarihinin hemen hiçbir safhası, dünya coğrafyasının hemen hiçbir önemli parçası yoktur ki orada
Türkler olmasın.” şeklindeki tezine deliller getiriyor.
TÜRKİYE’DE DARBELER VE AZINLIKLAR, AHMET YAŞAR AKKAYA, UFUK KİTAP, 557 SAYFA, 25 TL
İMPARATORLUĞUN SON NEFESİ, İLBER ORTAYLI, TİMAŞ, 288 SAYFA, 18.50 TL
KEMAL SUSKUN
ürkiye’de Darbeler ve
Azınlıklar tarihçi ve yazar
Ahmet Yaşar Akkaya’nın
geniş bir ölçekte Osmanlı’dan bugüne darbeler tarihini derlediği, bu
süreçlerde azınlıkların yaşadıklarını
anlatan popüler bir tarih kitabı. II.
(Genç) Osman’ın yeniçeriler tarafından öldürülmesiyle başlayan kitap,
27 Mayıs’a kadar uzanıyor ve bu süreçte piyasadaki bilgilere yeni belgelerle eklemeler yapıyor. Bu eklemeler
daha çok Adnan Menderes dönemi
ve 27 Mayıs’a dair olmakla birlikte,
557 sayfalık kitabın ilk 300 sayfasında azınlıklardan pek bahsedilmiyor.
1955’teki 6-7 Eylül olaylarından itibaren azınlıkların, hükümete yönelik “darbe senaryoları”nda bir yer
edindiğine şahit oluyoruz. 27 Mayıs
darbesinin gerçekleşmesiyle kurulan Yassıada Mahkemeleri’nde de
6-7 Eylül olaylarının Menderes hükümetine fatura edilmesi, bu senaryoların toplumsal boyutlarnı gözler
önüne seriyor. Akkaya’ya göre, 6-7
Eylül’de azınlıklar Menderes hükümetinin değil, toplumsal kargaşa
çıkaran Özel Harp Dairesi’nin ve
askerlerin sorumluluğu olduğu konusunda hemfikir. Yine de Akkaya,
Agos gazetesine verdiği röportajda (21 Mart 2014) Menderes’in de
hataları olduğunu, Kıbrıs meselesini çözmeye çalışırken toplumda
gayrimüslimler aleyhinde oluşan
havayı göremediğini vurguluyor.
MEŞRU VE GAYRİMEŞRU YÖNTEMLER
Akkaya’nın kitabı, darbelerin hangi süreçlerden geçerek yapıldığı ve
tarih boyunca verilen güç mücadeleleri içerisinde meşru ile gayrimeşru metotların görülebilmesi adına
yeterli bir kadraja sahip. 12 Mart
ve 12 Eylül askerî müdahalelerinin
anlatımdaki eksikliği hissedilse de,
bürokrasinin ve özellikle askerlerin
meşru hükümetlere yönelik darbe
girişimleri, popüler bir tarih kitabından bekleneceği ölçüde sarih.
Öte yandan kitabın isminden kaynaklanan, beklentileri karşılayamama sorunu görülebilir. Nitekim
“Türkiye’de Darbeler ve Azınlıklar” başlıklı bir kitabın, daha ziyade
azınlıklara yoğunlaşması beklenir.
Yine de, 1964’te Rumların sürül-
D
“
mesi hadisesinde de görülebileceği
gibi darbe zihniyetinin yan sürümü olan bazı hadiseler de kitaba
dâhil edilmekle, Türkiye’de hâlen
yetersiz sayılabilecek azınlıklarla
ilgili literatüre ciddi katkılar yaptığı
düşünülebilir. Ancak kitabın “darbeler tarihi” ve “azınlıklar tarihi”
gibi başlı başına iki devasa ölçekte
konuyu yer yer kesiştirerek, yer yer
farklılaştırarak ele alması okuyucu
açısından ve yapısal olarak, kitabın
hacmi de düşünüldüğünde, zorlayıcı
bir etken olarak beliriyor.
ALPER SARI
ünya tarihinin hemen
hiçbir safhası, dünya
coğrafyasının
hemen
hiçbir önemli parçası yoktur ki orada
Türkler olmasın.” İlber Ortaylı yeni
kitabı İmparatorluğun Son Nefesi’nde
birbirinden çarpıcı başlıklar altında
bu tezine deliller getiriyor. Özellikle
Osmanlı tarihi üzerine yaptığı tespitlerle Osmanlı ile cumhuriyet dönemleri arasındaki bazı algı boşluklarını
da sade bir üslup ve kısa değerlendirmelerle doldurmayı başarıyor. Kitabın
giriş kısmında Türkiye’deki tarihyazımına getirdiği yoğun eleştirilerde
özellikle dil ve tercüme konuları üzerinde duran Ortaylı, tarih biliminin
birçok yan daldan beslenmesi gerektiğinin altını çiziyor. İlber Hoca’yı televizyon programlarından tanıyanlar,
onun konuşma üslubuna az çok aşina olanlar bu satırlarda aynı üslubun
yansımalarını rahatlıkla göreceklerdir.
LİTERATÜRE KATKI
Gelgelelim, kitabın akademik bir
kitapla popüler bir kitap arasında
gelgitler yaşadığını ancak bunun anlatımdaki belgesel üslubuyla aşılabildiğini söyleyebiliriz. Yazar, darbeler
tarihini, kendinden önceki kitapların
üstüne çıkma gayretiyle ele almadığı
için burada tarihsel bilgileri derlemek
suretiyle yol alırken, özellikle Başbakanlık Arşivi’nde yaptığı çalışmalar
neticesinde elde ettiği belgeleri bu
derlemeye eklemiş görünüyor. Bu da,
dikkatli olmayan okuyucular için belgelerin literatüre katkılarını kavrayamama tehlikesini barındırıyor. Yine
de, bu alanda çalışma yapan tarihçiler
açısından mutlaka görülüp kıymeti
takdir edilecektir.
Türkiye’de darbeler tarihi, eldeki
belgelerin ve tanıkların çokluğu, ortak
ve farklılaşan hikâyelerin bazen bir kitabı aşacak oranda yoğunlaşması sebebiyle, genel manada bir sorunsallaştırma problemine kurban gidiyor. Bu
bakımdan tematik okumaların faydası
olduğu su götürmez. Burada sorun,
içeriğin yetersizliği ya da arşive yeterince gidilmemiş olması değil, tarihin
bir ibretlik hikâyeden öteye, bugüne bir
yapısal yol gösterici olabilmesini sağlayacak ölçüde modeller ve metotlar kullanılmamasıdır. Türkiye’de Darbeler Tarihi ve Azınlıklar bu bakımdan birkaç
adım ötede denilebilir. 27 Mayıs’ta
azınlıkların yaşadıklarını masaya yatırması ve yazarın önceki kitaplarında
da 1950-60 arasında, Menderes döneminde azınlıkların siyasi ve toplumsal
hayattaki rolüne dikkati çekmesi, bu
kitaptaki gayretiyle birlikte okunduğunda, literatüre katkısını göstermekle birlikte, tarihçiler açısından
meselenin kapağının yeni yeni açılmaya başladığını işaret ediyor.
TARİH HAKKINDA YANLIŞ BİLİNENLER
“En utanılacak yönümüz; tarih yaptığımız halde tarih öğrenmemek;
tarih yazmamak konusundaki ısrarımız!” diyen İlber Hoca, kitapta Türk tarihi için her biri köşe taşı
sayılabilecek olay ve kişileri bu bakış
açısıyla ele alıyor. Bazı yanlış bilgileri
düzeltmek ve akılda kalan soru işaretlerini gidermek maksadıyla kimi
alıntı ve hatıralara başvurmayı da
ihmal etmiyor. Türkiye’de tarihyazımının bir yığın eksikle dolu olduğu,
buna rağmen gelişmesi için çaba sarf
edilmediği, Ortaylı’nın en çok yakındığı meselelerden. İlber Ortaylı
bu görüşünü başka ülkelerde yapılan
tarih çalışmaları ile Türk tarihçiliğini kıyaslayarak belirgin bir düzleme
oturtuyor. Ayrıca, başta da değinildiği gibi, Türk tarihinin geniş boyutlarının araştırmacıların daha çalışkan
olmalarını, çok okumalarını, eski ve
yeni birçok dile vâkıf bulunmalarını
gerekli kıldığına işaret ediyor.
Ortaylı’nın, Osmanlı’yı anlamanın yolunun Roma devlet düzenini
anlamaktan geçtiğini savunması kimilerine ilginç gelebilir. Farklı zamanlarda Akdeniz havzasında hüküm sürmüş bu iki imparatorluğun
benzer kurumlar inşa etmesini tesadüften çok bir zorunluluğa bağlayan
Ortaylı, bu güç akrabalığına delil
30
olarak, Roma’nın kullandığı “Semper
Victorious” deyiminin Osmanlı tuğralarındaki “El Muzaffer Daima” ile
olan benzerliğini gösteriyor. Bununla
birlikte kitapta başka ilginç ve tartışmalı konulara da değinen İlber Hoca;
örneğin, Dolmabahçe Sarayı’nın inşasının israftan çok bir gereklilik olduğunu ileri sürüyor. Dolmabahçe
yapılana kadar devlet gücünün sembolü olabilecek büyüklükte bir sarayın
bulunmaması ve İstanbul’daki sefaret
saraylarının bile daha büyük ve gösterişli oluşu Osmanlı’yı bu harcamaya
iten sebepler olarak sıralanıyor. Tanzimat dönemindeki bu harcamaların
yanı sıra; Osmanlı’nın hukuk, eğitim,
ordu, haberleşme gibi birçok alanda
yenileşmeye gittiği ve bu bakımdan
dönemin, devleti yıkılmaktan kurtarma girişimi ve modern Türkiye’ye
geçişte önemli bir basamak olarak
değerlendirilmesi gerektiği de Ortaylı’nın kitapta yer alan görüşlerinden.
LOZAN NE HEZİMET NE ZAFER
19. yüzyılın ortalarında Avusturya
ve Rusya’nın iktidar mücadelesinde
sıkışan Polonya’dan kaçan ve aralarında Nâzım Hikmet’in büyük dedesinin de bulunduğu bazı subayların
Osmanlı’ya sığınmaları; güncel bir
mesele olarak bundan 160 yıl önce de
Batı’nın Kırım için Rusya ile karşı karşıya gelişi ve Osmanlı ekonomisini tüketenin Dolmabahçe’nin inşası değil,
aslında Kırım Harbi olduğu; Mustafa
Kemal’in Bulgaristan’da geçirdiği yıllar süresince ileride Türkiye’de yapacağı inkılâpları bir nevi etüt ettiği; Birinci Dünya Savaşı’nın Osmanlı’daki
genç ve eğitimli kadroları öğüten bir
biçerdöver olarak düşünülebileceği;
Lozan Antlaşması’nın ne hezimet ne
de zafer, sadece mantıklı bir antlaşma
olduğu kitapta öne çıkan başka mühim görüş ve bilgiler.
Tarihin geçmişten aldığını geleceğe aktarmak gibi bir rolü, tarihçinin
de böyle bir sorumluluğu bulunduğunun somut göstergesi olan kitap, İlber
Ortaylı’nın Osmanlı ile cumhuriyet
devirlerinin birbirinden kopuk olmadığı düşüncesi üzerine kurulmuş.
Sade ve keskin ifadeler, yer yer
anekdotlar ve bazı popüler isimlerle
tarih üzerine mülâkatlarla zenginleştirilmiş bir kaynak eser olarak İmparatorluğun Son Nefesi, Türklerin son iki
yüz yılına ışık tutuyor.
HATIRA-MÜZİK
Darbeler eğitime nasıl darbe vurdu?
T
Bir müzik yazarının defterinden
80 darbesinde Samsun’da lise öğretmeni, 27 Şubat sürecinde
ise bir okulda idareci olan, öğrencilik yıllarında haksız yere
Mamak’ta çile dolduran Osman Nuri Süzer,
adlı
kitabında meslek anılarını anlatarak yakın tarihe ayna tutuyor.
Müzik dünyamıza büyük emek vermiş Evin İlyasoğlu,
adlı son kitabında çeşitli
gazete ve dergilerde yayımlanmış söyleşilerini,
portre yazılarını ve denemelerini bir araya getiriyor.
HER MEVSİM KIŞ, OSMAN NURİ SÜZEN, YİTİK HAZİNE YAYINLARI, 168 SAYFA, 7.90 TL
SALKIMSÖĞÜTÜN TÜRKÜSÜ, EVİN İLYASOĞLU, PAN YAYINCILIK, 544 SAYFA, 47 TL
OSMAN İRİDAĞ
ürkiye’nin sancılı yıllarında öğrenci olan;
71 muhtırasında ortaokulda, 80 öncesinde ise üniversitede okuyan bir öğretmen adayının, darbelerin ülke eğitimine
etkisiyle ilgili söyleyecek çok sözü
olsa gerek. Seksen öncesi sağ-sol
çatışmasında bir ülkücü olarak
kendini Mamak’ta bulan ve askerî
cezaevinde yatan Osman Nuri
Süzer’in gözlemlerine dayanarak 12 Eylül’ün, 28 Şubat’ın eğitime zararını anlattığı Her Mevsim
Kış adlı kitabını okurken bugün
yaşananlar geliyor akla. Süzer’in
darbeler sonrasında askerlerin
okullar ve öğretmenler üzerindeki baskısını tarif ettiği bölümde
sanki 2014 Türkiye’sini buluyorsunuz: “Eğitim camiasından isimler (müdürler, öğretmenler, yöneticiler) zaman zaman hayırsever
işadamları tarafından yaptırılan
vakıf okullarında toplanıp sohbet
ederler. Sohbet halkası her geçen
gün genişler, renklenir. Farklı fikirleri olan insanlar aynı çatı altında buluşmaktan mutludurlar.
Ama birden bu kolejlerin, yurtların
meşruiyeti tartışmaya açılır. Milletin özünden çıkan hayırlı bütün
müesseseler hasım görülüyor, hedef alınıyordu. Buralara fitne yuvaları demeye başlayanlar, ‘acımak
yok, merhamet yok, tepeleme var’
hırıltılarıyla mazlumların yüreğini ürpertiyordu. Öyle bir atmosfer
hâkim kılındı ki, sanki o müesseselerde hizmet edenlerle ilişki
kuran herkes, fişlendiği zannına
kapılıyordu. Hizmete muhabbet
duyan insanlarda şüphe ve korku hissi uyandırılıyordu. Baskılar
öyle ağırdı ki, bu müesseseleri çok
iyi bilen ve denetleyen bürokratlar bile bu kurumlardan gelen ve
yerine getirmeleri gereken meşru
işleri görmeye çekinir oldular. Bu
okullar sanki ülkenin gayrimeşru
çocukları haline gelmişti.”
YILLARDIR DEĞİŞMEYEN ZİHNİYET
Bu satırlar 28 Şubatçıların zulmü için kaleme alınmış. Bugün ne
askerî bir rejim ne de askerden gelen tehdit var. Ama hizmet müesseseleri tıpkı 28 Şubat’taki gibi baskı
T
altında. Daha dün alkışlayanlarca
bugün fitne yuvaları olarak görülüyor. Kendi çocukları dahi bu okullarda eğitim görenler tarafından
örgüt evi gibi sunuluyor. 27 Mayıs,
12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat’taki
gibi, bilimsel çalışmanın merkezi
olması gereken kurumlar ayrışmanın, çatışmanın merkezleri haline
getiriliyor. İşte tam da bu yüzden
ne köklü bir eğitim reformu yapılabiliyor ne de tam donanımlı öğretmenler mezun oluyor. Türkiye’nin
neredeyse her 10 yılda bir yaşadığı
darbeler yüzünden okullar bir türlü
asli görevlerini yerine getiremiyor.
Her darbe ya da darbe teşebbüsü
öncesinde çatışmaların ve gruplaşmaların merkezi haline gelen
okullarda yıllık müfredatla eğitim
vermek mümkün olmuyor. Kavgalar ya da çatışmalar nedeniyle
birçok ders boş geçiyor veya boykotlar nedeniyle ders yapılamıyor.
ALİ PEKTAŞ
ürkiye’de müzik üzerine yazıp çizen az sayıda
insan var. Sadece basında
değil, maalesef akademik dünyada
da bu noktada kocaman bir boşluk
görülüyor. Bu durum öncelikle bir
arz-talep meselesi olarak değerlendirilebilir. Müzik yayıncılığı konusunda ülkemizde ilk sıraya rahatlıkla
koyabileceğimiz Pan Yayıncılık’ın
sahibi Ferruh Gençer bir keresinde
şöyle demişti: “Bırakın konservatuar öğrencilerini, hocalar bile müzik
kitabı okumuyor.” Evet, ülkemizde
her türden müzik dinlenmesine ve
icra edilmesine karşın müzik üzerine kitapların okunmadığı bir gerçek.
Ancak yine de müziğe vefa ve gönül
borcu ile sarılıp yazı yazan insanlar
var. Evin İlyasoğlu bunların önde gelenlerinden. Bugün yirmiyi aşan kitabı, onlarca yazı ve röportajı ile müzik dünyamız için gerçekten büyük
emek sarf etmiş bir isim İlyasoğlu.
Özellikle de klasik müzik konusundaki çalışmaları büyük önem taşıyor.
BİNLERCE ÖĞRETMEN SÜRGÜN EDİLDİ
Osman Nuri Süzer’e göre kendileri
bilgilenmeden, eğitilmeden mezun olan öğretmenler öğrenciyi
eğitecek bilgi ve donanımı edinemiyordu. O yıllarda eğitim enstitülerinin ve yüksek öğretmen
okullarının büyük kısmında laboratuvar ve ders ekipmanları eksikti. Gerekli malzemeler olsa da buralarda eğitim alacak şartlar yoktu.
En riskli yerler laboratuvar ve atölyelerdi; karşı gruptan bir öğrenci
her an bir âleti eline alıp diğerine
saplayabilirdi. Yıllarca okula gidemeyen öğrenciler, bulunan bir formülle mezun edildi: Üç yıllık okulu 45 günde bitirdiler. Öyle ki,
eğitim enstitüleri bir yılda üç, bazen dört mezun verdi. Bu şartlar ve
yetersizlikler içinde mezun olan
öğretmenler, sıkıyönetimin dayattığı korkularla yaşamak zorunda
kaldılar. Uydurma ihbarlarla binlerce öğretmen sürgün edilirken,
okullarda herkes birbirinden korkar hale geldi. Darbeciler köklü reformlar yapmak yerine şekilciliğe
takılıp anma törenlerine, giyim
kuşama odaklanmayı tercih edince
Cumhuriyet döneminde eğitim ve
öğretimde bir türlü istikrar sağlanamadı. Sonuç olarak da okullar gelişmiş ülkelerdeki gibi bilimin, aydınlanmanın yeri olmadı, olamadı.
MÜZİKLE YAZIYI BİRLEŞTİRDİ
Evin İlyasoğlu bugüne kadar Yeni
Dergi, Soyut, Somut, Yeni İnsan, Türk
Dili ve Milliyet Sanat dergilerinde, Söz,
Güneş ve Cumhuriyet gazetelerinde
inceleme, eleştiri, söyleşi ve denemeler kaleme aldı. Marmara ve Boğaziçi
üniversitelerinde estetik ve müzik tarihi üzerine dersler verdi, TRT-3 radyosunda yaklaşık yirmi yıl boyunca
program yaptı. İlyasoğlu’nun Salkımsöğütün Türküsü adlı son kitabı söyleşi, portre yazıları ve denemelerden
oluşuyor. Kitap, ismini İlyasoğlu’nun
yazı dünyasına ilk adım attığı denemeden alıyor. Yazar henüz yirmili
yaşlarda Yeni Dergi’nin 1968 Eleştiri
Yarışması’nda bu denemesiyle birinci
olmuş ve sonra yaşamında müzikle
yazıyı birleştirmiş. Müzikle diyorum
çünkü İlyasoğlu yedi yaşında piyano
çalmaya başlamış bir müzisyen aynı
zamanda. Onu yazı sürecine taşıyan,
tam da bu nokta. Çok sevdiği müziği
bir yandan icra ederken, diğer yandan yazmak ve anlatmak onda bir
tutku haline gelmiş.
Salkımsöğütün Türküsü, “Söyleşiler”, “Portreler” ve “Değinmeler”
başlıklı üç bölümden oluşuyor. İlyasoğlu, “Günlük gazete ve dergilerde
31
yayımlanan yazılar çabucak uçup
gider. Yıllar sonra onların derlenmiş halini okumak bir okur olarak
bana her zaman heyecan vermiştir.”
sözleriyle açıklıyor neden bu metinleri bir araya getirdiğini. “Söyleşiler” bölümünde Alexander Rahbari, Cecilia Bartoli, Zubin Mehta,
Itzhak Perlman gibi dünyaca ünlü
müzisyenlerin yanı sıra, Ayla Erduran, Suna Kan, Fazıl Say, İdil Biret
gibi ülkemizin dünya müziğine armağan ettiği isimlerle konuşmalar
yer alıyor. Bu konuşmalar, öncelikle
müzisyen adayları için önemli; hemen hepsinde “İyi müzisyen nasıl
olunur?” sorusunun cevabı gizli.
Neredeyse bütün söyleşilerde açıkça görülen mesaj şu: İyi müzisyen
olmak istiyorsan önce alçakgönüllü
olacaksın. Öte yandan müzisyenlerin kendi çağını değerlendirmesi
de kitaba tarihsel bir boyut katmış.
Yine benim gibi müzik söyleşileri
yapan gazetecilere söyleşi yapma
tekniğini göstermesi bakımından da
önemli bir kılavuz niteliğinde kitap.
MÜZİK, NOTADAN İBARET DEĞİL
Kitabın ikinci bölümünde yine birbirinden önemli müzisyenlerin portreleri yer alıyor. Bu portrelerde her
şeyden önce dil ve üslubun etkileyici
olduğunu söylemeliyim. Betimlemelerinin samimiyeti ve sahiciliği her
portreyi bir biyografi tadında okumamızı sağlıyor. Ayrıca yazarın portreleri kaleme alırken hiçbir ayrıntıyı
göz ardı etmediği ve izlenimlerini
ince ince işlediği görülüyor. Öte yandan kitapta, tarihe mal olmuş anıtsal
portreler kadar çiçeği burnundaki
isimlerin resmedilmesi de önemli.
Son bölüm, yazarın Cumhuriyet
gazetesinde yayımlanan yazılarından oluşuyor. Sadece klasik müzik
konusunda değil, güncel müzik konularında da yaklaşık yirmi yıllık
bir yelpazeyi kapsıyor bu yazılar.
Besteci ve siyaset ilişkisinden Fado
müziğine, arabeskten müzik mitoloji ilişkisine kadar birçok konuda düşünceler... Müzikle ilgilenen herkesin bu yazılardan öğreneceği şeyler
var. Zira kitapta, müziğin sadece
notalardan ibaret olmadığını, içinde
bulunduğu toplumdan ve o toplumun sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel ortamından nasıl etkilendiğini
görmek mümkün.
ROMAN-DENEME
KÝTAP ZAMANI
Askıdaki hayatlar
7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ
Anadolu’dan eskimeyen notlar
Necati Göksel’in ilk romanı
, yeni baskısıyla
okurla buluştu. Altın Kitaplar tarafından yayımlanan
roman, yalın dili ve yüksek gerilimiyle polisiye meraklılarına sürükleyici bir okuma vaat ediyor.
İsmail Habib Sevük’ün cumhuriyetin ilk yıllarında kaleme
aldığı
, coğrafyası ve insanıyla bir bütün
halinde 1930’ların Anadolu’suna şahitlik ediyor. Edebiyat
tarihimizin bu önemli eseri, yeni baskısıyla yayımlandı.
HAYAT ASKIDA, NECATİ GÖKSEL, ALTIN KİTAPLAR, 280 SAYFA, 15 TL
YURTTAN YAZILAR, İSMAİL HABİB SEVÜK, ÖTÜKEN NEŞRİYAT, 496 SAYFA, 26 TL
H
A
ASLIHAN
KÖŞŞEKOĞLU
ayat askıda… Nasıl
anlamalı bu cümleyi?
Duruşu bozulmasın
diye askıya özenle asılmış pardösü gibi
düşünmeli insanı belki. Her zaman öyle
intizamlı durmalı. Ufacık bir darbe askıyı yerinden oynatabilir, pardösünün şekli bozulabilir, hatta yerlerde sürünebilir.
Rengini, dokusunu kaybedebilir. Necati
Göksel’in yeni baskısıyla tekrar okurla
buluşan romanı Hayat Askıda, hayatın
ve insanın işte bu yönüne dikkat kesiliyor. Romanın başkarakteri Metin Kara,
yaşanan ekonomik kriz neticesinde işini
kaybetmiş bir reklam yazarıdır. Hikâye,
onun yaşadığı bu olay sonucu sarsılmasına odaklanıyor önce. Sevdiği kadınının
da onu terk etmesiyle Metin hepten hayattan uzaklaşıyor. Ta ki yaşadığı ilginç
bir olay ve ardından gelen sıra dışı iş teklifine kadar… Sahibi olduğu bankanın
batması sonucu kayıplara karışan bir işadamını izleyecek, şahit olduklarını işadamının babasına iletecektir. Normalde
aklından bile geçirmeyeceği bu teklifi
içinde bulunduğu durumdan dolayı ve
yeniden bir araya geldiği kız arkadaşı
Deniz’in ısrarıyla kabul eder Metin. İşte
onun İzmir’den Ege’nin sahil kasabalarına uzanan macerası böyle başlar. Romanın girişinde sıradan bir takip zannedilen olay, ilerleyen sayfalarda bir kaçış
serüvenine dönüşür.
KAPİTALİZME TEPKİ
Metin Kara, başlı başına iyi okunması
gereken bir karakter olarak karşımıza
çıkıyor. Zaman zaman aklını esir alan
duygularının onu nasıl güçlendirdiği,
karşısındaki insanların hesap edemediği
ayrıntılarla attığı adımlar ve hayata karşı
dik duruşunu görmek eserin daha heyecanla okunmasına katkı sağlıyor. Ayrıca
onun üzerinden bir sistem eleştirisi de
dile geliyor. Metin bazen kendisine bile
yönelttiği eleştirilerle kapitalizmin getirdiği düzene tepkisini gösteriyor.
Roman boyunca hikâyeye dâhil
olan karakterler ve yavaş yavaş çözülen
düğümler gerilimi besliyor. Polisiye romanların belki de en büyük handikabı,
abartının dozunun ayarlanamaması ya
da açılan parantezlerin ilgi çekici ve doğru bir noktada kapatılamamasıdır. Hayat
Askıda, elbette örneğine filmlerde rastlanacak bir hikâyeden besleniyor. Ancak
SEZAİ COŞKUN
nadolu, II. Meşrutiyet’in ardından Türk
edebiyatında bir coğrafya olarak geniş şekilde yer almaya
başlar. Cumhuriyetin ilanının ardından
ise yeni ideallerin taşıyıcısı olur. Faruk
Nafiz, memleketçi edebiyatın poetikası
mahiyetindeki “Sanat” şiirinde, “Başka sanat bilmeyiz, karşımızda dururken/
Yazılmamış bir destan gibi Anadolumuz”
mısralarıyla ütopik bir coğrafyaya işaret
eder. Nitekim bunun yansıması olarak
memleketçi edebiyat yazarları, bir şekilde Anadolu’yu şiirlerinde işlemeye başlar. Ancak bu, itibari bir anlatımın ötesine geçemez. Burada Anadolu, sadece
seyredilen bir coğrafyadır. Mekânın
ruhuna nüfuz eden bir bakış göremeyiz. Çünkü Anadolu hâlâ İstanbul’dan
seyredilen bir mekândır. Bu sebepledir
ki, cumhuriyetin ilk yıllarında kaleme
alınan Anadolu yazıları büyük öneme
sahiptir. İsmail Habib Sevük’ün Yurttan
Yazılar’ı da coğrafyasıyla, insanıyla bir
bütün halinde 1930’ların Anadolu’suna
yaptığı şahitlikle önemli bir eser.
Necati Göksel
kurgusu genel olarak çelişki barındırmıyor. Olaylar birbirini tamamlıyor. Tabii
küçük de olsa anlam verilemeyen, havada kalmış hissi uyandıran detaylar da
var. Mesela, Metin Kara ve arkadaşının
yolda hırsız olduğunu bilmeden arabalarına aldıkları kişi soygun yaptığı çantayı
arabada unutur. İlerleyen sayfalarda hırsızın çaldığı paraların hesabını sorması
beklenirken, bambaşka bir durumla karşılaşıyor okur. Tabii bu, okuru şaşırtmak
amaçlı bir tercih de olabilir…
Eserin belki de en etkileyici yönü bir
film izliyormuşsunuz hissi uyandırması.
Betimlemelerin ve dilin bu etkiyi uyandırmasında yazarın aynı zamanda yönetmenlik yapmasının da etkisi olsa gerek. Hikâyenin tarihi bir güzergâhta
ilerlemesi de görselliğine katkı sağlıyor.
Ayrıca dikkatli bir okuma ile olayın geçtiği güzergâhın tarihi ve doğal güzelliklerine dair de bilgi edinme imkânı bulabilirsiniz. Son olarak romanın ilk
baskısının 2004 yılında yapıldığını, tekrar elden geçirilip, ekleme ve çıkartmalarla yeniden yayımlandığını belirtelim.
Hatta yazar kimi bölümlerini tamamen
değiştirerek yazdığını söylüyor. Necati
Göksel bunu şöyle açıklıyor: “Aslında
Hayat Askıda benim ilk göz ağrım. 2011
yılında kitabın baskısı bile piyasada yokken bir film teklifi üzerine -ki o proje
gerçekleşmedi- kitabı şöyle bir karıştırırken okumaya başladım. Beni mutsuz
eden bazı unsurlar vardı, örneğin yenik
kahramanlara ağıt yakan kitapları eskilerde severdim ama şimdi sevmiyorum.
Bu yüzden kahramanı duygusallıktan
kendini tüketmiş halinden çekip çıkarmam gerekiyordu. Yine anlatımda benim
sade dilimle çelişen kimi noktalar vardı.
Bunları düzelttim ama asıl el attığım husus kitabın temelindeki sistemle hesaplaşmanın eksikliğini gidermekti.”
‘ANADOLU ÇOCUĞU’NUN KALEMİNDEN
İsmail Habib Sevük edebiyat tarihimizde gezi yazılarından çok, 1925 yılında basılan Türk Teceddüt Edebiyatı
Tarihi adlı, edebiyat tarihçiliğimizde
ayrı bir yeri olan eseriyle tanınıyor. Bu
eser, gördüğü ilgiyle kısa sürede Edebî
Yeniliğimiz adıyla tekrar basılır. Gerek
muhabir olarak gerek öğretmenlik
vazifesiyle Milli Mücadele yıllarından
itibaren Anadolu’nun farklı yerlerinde
dolaşan Sevük’ün Cumhuriyet gazetesinde neşrettiği ve Yurttan Yazılar adıyla kitaplaştırdığı seyahat notları yeni
baskısıyla yayımlandı. Sevük, bu yazıları kaleme alışındaki amacını şöyle
anlatıyor: “Bu yazılar ne seyahattir, ne
sistemli bir ilim tetkikidir, ne sübjektif
bir san’attır. Bunlar sadece bir Anadolu
çocuğunun yurt hakkındaki görüş ve
bilişlerini yurttaşlarının önüne sermek
için yazılıyor. Hiç davamız yok, biraz
emeğimiz var, o kadar.”
Kitap, “Fırattan Toroslara”, “Karadeniz Yalıları” ve “Yukarı Doğu Diyarı” başlıklı üç ana bölüme ayrılıyor.
Yirmiyi aşkın şehrin anlatıldığı eserde
İsmail Habib Sevük, tarih içerisinde
uzanan bir coğrafya anlatımına dikkat
eder. Önsözde aydınımızın Anadolu’yu
bilmemesinden yakınır, kendini de bu
32
zümreye dâhil eder. Kastamonu’yu örnek göstererek önyargılarla gittiği bu
Anadolu şehrinin kafasında kurguladığından çok farklı olduğunu görünce
şaşırdığını anlatır: “Memleketi ne kadar
bilmediğimizi Kastamonu’da öğrenmiş
ve öğrenerek utanmıştım.”
Sevük, önemli bir tespit yapar ve bir
seyyah olarak mekâna bakışındaki dikkati dile getirir: “Beldeler ve mekânlar…
Ne yalnız görünüşle biliniyorlar, ne de
yalnız okunuşla. İnsanın mazisi içidir.
Mekânların da içi var. Üzerinde mühim
bir cenk geçen bir toprak sadece toprak
olamaz. Bu yazılarda ‘mazi’ ile ‘müşahede’ beraber yürümeye çalışacak.” Yurttan Yazılar’ın en önemli tarafını burası
oluşturuyor. Yazar, coğrafyaya tarih üzerinden bakarken bu tarihî perspektifte
Anadolu’nun Batı’nın bir parçası olduğuna dönük fikrî arka planın belirleyici olduğu fark ediliyor. Anadolu’nun “tek başına
garba” baktığını söylemesinin ardından
Sevük, “O, oraya sadece bakmıyor, asıl
nimetini de oradan alıyor.” diyerek cumhuriyetin ideolojisini coğrafyaya bakışında belirleyici bir unsur olarak yerleştirir.
Kitabın girişindeki bu vurgunun Anadolu şehirlerinin anlatımına geçildiğinde
pek de öne çıkmadığı ama “bakımsız”
Anadolu’nun Cumhuriyet’le “mamur”
hale geldiği yönündeki algının pekiştirildiği görülür. Örneğin, Erzurum’un konu
edildiği şu satırlar birçok şehrin anlatımında arka planı tayin eder: “Hele şehrin
İstasyon semti; asıl binadan başka, büro,
atelye, hastane, silo ve sair otuz kırk kadar
yapıyla orası da ayrı bir âlem olacak. Büyük su deposu, şelâleden alınan bol elektrik; yalnız demiryolları idaresi, istasyon
semti için iki buçuk milyon ayırdı. Mamurenin nuru, Erzurum’u şimalden garba
gürbüz iki kol gibi kucaklamak üzere…”
Değişim, imar faaliyeti olarak alkışlanır.
Ama mimari değişimin neleri götürdüğü
üzerinde pek durulmaz.
Yurttan Yazılar bir cumhuriyet aydınının Anadolu’ya temasının ifadesi olması bakımından önemli. Bu eser bugün bize ne söylüyor? Evvela, 1930’ların,
henüz hoyratça bir şehirleşmenin girmediği bakir Anadolu coğrafyasını,
cumhuriyetin Anadolu idealini ve insanımızı bir bütün halinde önümüze seriyor. Coğrafyanın fotoğraflanması ise
anlatımın görselliği açısından esere
katkı sunuyor. Dikkati çeken bir başka
nokta ise özensiz diye niteleyebileceğimiz dil kullanımı. Bu dil, eseri zaman
zaman zor okunur hale getiriyor.
HİKÂYE
KÝTAP ZAMANI
7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ
Gogol’ün ata hikâyeleri
Kişisel gelişimin Müslüman’cası
MÜSLÜMANIN YAŞAM KOÇU, SAYEDA HABIB,
UFUK KİTAPLARI, 208 SAYFA, 16 TL
Nikolay Vasilyeviç Gogol’ün
, adı yazarla
özdeşleşmiş bürokrasi hicvinden uzak dört öyküden oluşuyor. Kazak kültürünün izlerini taşıyan bu metinler, Gogol’ün
bütün eserlerine yeni bir gözle bakma imkânı da sunuyor.
Müslümanın Yaşam Koçu,
“lâ-dini” bir rotada
ilerleyen kişisel gelişim kitaplarına İslami
bir alternatif sunuyor.
İngiltere’de yaşayan Müslüman
“yaşam koçu” Sayeda Habib, insanoğlunun içindeki potansiyeli ortaya
çıkarmada İslami usulleri takip ederek
hedefe ulaşabileceğini anlatıyor.
Şimdiye kadar kişisel gelişim kitaplarından beklediği faydayı sağlayamayan
okurlara farklı bir yol öneren kitap,
ilgilisine tavsiye edilir.
MİRGOROD ÖYKÜLERİ, NİKOLAY VASİLYEVİC GOGOL, ÇEV.: KAYHAN YÜKSELERMEHMET ÖZGÜL, EVEREST YAYINLARI, 285 SAYFA, 18 TL
B
TEMEL KARATAŞ
ugün internet arama motorlarına “Gogol” yazdığınızda
“google” sözcüğünü içeren
sonuçlar nicelikte Gogol’ü fazlasıyla aşıyor. Ama dünyada eşine rastlanmayan ve
muhtemel ki rastlanmayacak bir zihindir
Nikolay Vasilyeviç Gogol. Öyle ki, yazdıklarıyla kuşakların ilham kaynağı olmuş,
yeni bir yol açtığı Rus edebiyatının da zirvesini tutmuştur. Ne “Palto” paltodur ne
de “Müfettiş” müfettiştir Gogol’de. Adıyla
birlikte anılan Ölü Canlar da içeriğinin en
az üç mislini anlatır, okudukça yeniden
anlaşılır. Vladimir Nabokov, “Puşkin’in
nesri üç boyutludur; Gogol’ünki ise en
azından dört boyutludur.” derken onun
edebiyatını anlatan en kısa tanımı yapmıştır. “Çağdaşı olan, Öklid’i yerle bir edip
Einstein’ın sonradan geliştireceği kuramların çoğunu bir asır erken keşfeden matematikçi Lobaçevski’yle kıyaslanabilir.” der
Nabokov. Gogol’ün “Palto”da sergilediği
sanatın, paralel doğruların kesişmekle de
kalmayıp solucan gibi kıvrılabileceğine,
karmakarışık hale gelebileceğine işaret
ettiğini söyler. Gerçekten de kendi kendimizle vardığımız fizik ötesi uzlaşımların
da var olmadığı Gogol’ün dünyasında,
bütün bunlar gayet tabii şekilde olup biter.
METAFORLARIN GERÇEKLE ÖRTÜŞMESİ
Onun edebi gücü Gogol okurunu
meydana getiren güçtür aynı zamanda. Gerçek karakterler, gerçek okuru
üretmenin en etkin yoludur. Gogol
Paramparça hayatlar
KAPUTT, CURZIO MALAPARTE, ÇEV.: NEYYİRE
GÜL IŞIK, CAN YAYINLARI, 600 SAYFA, 36 TL
Kırılmış, paramparça, mahvolmuş... Kaputt, Almancada
tam olarak bu anlamlara geliyor. II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’sının o enkaz
hali daha başka hangi sözcükle anlatılabilir
ki? İtalyan edebiyatının önemli isimlerinden
Curzio Malaparte eserini 1941 yazında, Almanların Rusya’ya açtıkları savaşın başında,
Ukrayna’da bir köylünün evinde yazmaya
başlamış. Yalnızca cephelerdeki değil, cephe
gerisindeki vahşeti de cümleleriyle okurun
beynine kazıyan Malaparte, sayfalar boyunca bombardımanların altında, karla kaplı
ormanların derinliklerinde, Nazi liderleriyle
yapılan yemekli partilerde dolaşıyor.
Nikolay Gogol
karakterleri de onun hayal dünyasında gerçek hamuruyla yoğrulmuş,
dört başı mamur öykü/roman kişileridir. Eserlerinde görülen benzersiz
ustalıktaki yergi, tanım ve tasvirler
de bu karakterleri gerçekten daha
gerçek kılar. Everest Yayınları’nın
öykü dizisinden Kayhan Yükseler ve
Mehmet Özgül’ün ortak çevirisiyle çıkan Mirgorod Öyküleri de Gogol edebiyatının örneklerinden biri.
Mirgorod Öyküleri’nin, Ukrayna’da orta
halli toprak sahibi bir ailede dünyaya gelen
Gogol’ün genlerine işlemiş bir kültürün,
coğrafyanın hikâyesi olduğu söylenebilir.
Gerek Ukrayna halk kültürünü evrensel
bir dile dönüştürebilmesi, gerekse Kazak
kültürünü yüzyıllar sonrasına gerçekçi ve
yalın bir halle aktarabilmesiyle yazarlıktaki dehâsını bu hikâyelerde de göstermiştir
Gogol. Dönemin hikâye üslubu olan uzun
tasvirler ve adeta bir yağlıboya peyzajı özgünlüğünde mekân aktarımı Türk klasik
hikâyeciliğine kadar uzanmış, kimi yazarları tam anlamıyla “Gogol’ün paltosu” altına sokmuştur. İki kedinin yakınlaşması
gibi basit bir olayı bile döneminde yalnızca
Gogol bir müfreze askeri ile köylü kızının
ilişkisi metaforuyla aktarabilmiştir: “(…)
Bu kediler ambarın dibindeki aralıktan
Pulheriya İvanovna’nın uysal kedisiyle
uzun süre koklaştıktan sonra onu kandırmışlardı, tıpkı bir müfreze askerin salak
bir köylü kızını ayartması gibi…” (s. 21)
“Eski Zaman Beyleri”, “Taras Bulba”, “Viy” ve “İvan İvanoviç ile İvan
Nikiforoviç’in Nasıl Tartıştıklarının
Öyküsü” adlı dört hikâyeden oluşan
Mirgorod Öyküleri, mizah anlayışı, gerçekçi üslubu ve canlı anlatımıyla Rus
edebiyatında bir yeniliğin öncüsü olmuştu. Öyle ki Gogol, döneminde ve
sonrasında birçok yazara yol gösterdi,
dünyayı sarmalayan Rus edebiyatının
temelini attı. Dostoyevski’nin “Hepimiz Gogol’ün paltosundan çıktık.” demesi de bundandı. Nabokov ise yıllar
sonra, “Gogol, Rusya’nın yetiştirdiği
en tuhaf düzyazı şairidir.” diyecekti.
Türk siyasetinde milliyetçilik
Buzzati’den fantastik bir dünya
MİLLİYETÇİLİĞİN YAKIN TARİHİ, A. BARAN
DURAL, CUMARTEZLERİ YAY., 662 SAYFA, 35 TL
YAŞLI ORMANIN GİZEMİ, DINO BUZZATI,
ÇEV.: YELDA GÜRLEK, TİMAŞ, 192 SAYFA, 14 TL
Görünen o ki, Türk milliyetçiliği üzerinde yürütülen tartışmalar hiç
bitmeyecek. Akademisyen A. Baran Dural, Milliyetçiliğin Yakın Tarihi adlı kapsamlı eserinde Türkiye siyasetinin yakın
döneminde milliyetçiliğin izini sürüyor. Alparslan Türkeş’ten başlayarak
1970’ler ve 1980’lerde merkez sağ siyaseti ile birlikte milliyetçi ‘hareket’in
serüvenini ele alan yazar, meseleyi
2000’ler Türkiye’sine kadar titizlikle takip ediyor. Dural’a göre, gelinen noktada milliyetçilik merkez sağ politikalarını
belirlemedeki etkin rolünü sürdürecek.
Yelda Gürlek’in İtalyanca
aslından çevirisiyle Yaşlı
Ormanın Gizemi, okuru
içindeki çocukla barıştıracak, yaşamın kalbine
dokunduracak fantastik bir öykü. Yaşlı
Orman bir efsanedir: Burası çocukluğun köklerinin salındığı, sınırlarının
bozulmadan korunduğu, ölümsüz bir
güç gibi yaşamı sembolize eden, neşeli, özgür, karşılık beklemeyen bir
ormandır. Bizi inanılmaza inandıran
Buzzati’nin bu fantastik öyküsü, gizemli rastlantıları ve gerçeküstü ayrıntılarıyla kâinatın en kadim meselesini
ele alıyor: İyi ile kötünün savaşı...
33
Deleuze’ün mirası ne söylüyor?
DELEUZE’ÜN FELSEFİ MİRASI, DERLEYENLER: GRAHAM
JONES, JON ROFFE, OTONOM YAYINCILIK, 480 SAYFA, 39 TL
Geçtiğimiz yüzyılın en
önemli felsefecilerinden
Gilles Deleuze’ün her
durumda yenilikçiliğiyle
ayırt edilen felsefe tarihi,
sinema, resim, edebiyat ve politika üzerine
eserleri hakkında yapılan incelemelerin
sayısı her geçen gün artıyor. Yine de
Deleuze’ün kavramsal yaratımlarının dayandığı çok çeşitli kaynakların, bir şekilde
karanlıkta kaldığı ve henüz keşfedilmeyi
beklediği söylenebilir. Önde gelen Deleuze yorumcularından Graham Jones ve
Jon Roffe, Deleuze’ün mirasının bu zengin
kuramsal arka planını gündeme getiriyor.
Modern Avrupa’nın doğuşu
KIRIM SAVAŞI, ALAN PALMER, ÇEV.: MERAL
GASPIRALI, ALFA TARİH YAY., 380 SAYFA, 19 TL
Kırım Savaşı, çoğunlukla
Doğu meselesindeki çarpıcı
olaylardan biri olarak görülür. Rusça, Fransızca ve
İtalyanca kaynaklar ile İngiliz arşivlerinde şimdiye dek işlenmemiş
malzemeyi kullanan Alan Palmer ise bu
olayı modern Avrupa’nın doğuşu olarak
değerlendiriyor. Kırım Savaşı’nı yeni bir
bakışla anlatan kitapta Palmer, Balaklava
Savaşı, Florence Nightingale, Stratford
de Redcliffe’in savaş suçu ve İngilizlerin
yurtseverlik coşkusu gibi kavramlara ilişkin
efsane ve önyargıları ortaya koyuyor.
Bulutlardan fal bakanlar
BULUT FALI, BÜŞRA ERSANLI,
CAN YAYINLARI, 408 SAYFA, 25 TL
Akademisyen Büşra Ersanlı,
‘KCK Davası’ kapsamında yürütülen hukuki bir
sürecin neticesinde 28 Ekim
2011 tarihinde gözaltına alınarak tutuklanmıştı. Ersanlı, tahliye edildiği
13 Temmuz 2012 tarihine kadar cezaevinde geçirdiği zamanı kendi tuttuğu günlük,
gazete haberleri ve en önemlisi “içeridekilere” bir dayanışma duygusu veren çok
sayıda mektup ve kartla dinamik bir kurgu
oluşturarak anlatıyor. Böylece, pek alışık
olmadığımız şekilde renkli bir ‘hapishane
kitabı’ çıkıyor ortaya. Ersanlı’nın ‘tanıklığı’
ülkenin hâlen aşamadığı sorunlar konusunda umut vermeyi amaçlıyor.
DİN
KÝTAP ZAMANI
7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ
Aldandığımız nimet: Zaman
Bir sinema akımı kurmak
Prof. Dr. İbrahim Canan,
adlı kitabında, dinimizin zamana verdiği önemi, vaktin boş geçirilmemesi konusundaki emirlerini anlatıyor. Eserde hayatın Kur’an ve sünnet ışığında
nasıl değerlendirilmesi gerektiğine dair bir yol haritası sunuluyor.
İSLAM’DA ZAMAN TANZİMİ, İBRAHİM CANAN, IŞIK YAYINLARI, 180 SAYFA, 9 TL
“
İ
AHMET DOĞRU
ki nimet vardır ki insanların çoğu onlarda aldanmıştır: Sıhhat ve boş vakit.”
buyuruyor Sertâcımız Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem). Dinimizin önem verdiği konuların başında
zaman geliyor. İslam binasını ayakta tutan rükünlerin pek çoğu zaman
ile mukayyet. Dinin direği namaz
“mevkûten” yani vakitli olarak farz
kılınmış. Beş vakit namazın arasını
tezyin eden teheccüd, işrak, evvabin
gibi nafileler bile vakte bağlı. Oruç
senede bir ay, ramazanda tutuluyor.
Gün içinde de ne zaman başlayıp ne
zaman biteceği belli. Sahuru birkaç
dakika sonraya yahut iftarı birkaç
dakika önceye alsanız, 13-14 saatlik
ibadet bütünüyle boşa çıkıyor. Hac,
malûm aylarda. Zekât, “senevî” olarak veriliyor. Teklif, bulûğ ile başlıyor.
Akıl bâliğ olmanın öncesi ve sonrası farklı hükümlere tâbi. Kısacası
günü, ayı, yılı, bütün bir ömrü tanzim etmeden “Müslüman” sıfatına
hakkıyla bürünmek mümkün değil.
Prof. Dr. İbrahim Canan, İslam’da
Zaman Tanzimi adlı kitabında dinimizin zamana verdiği önemi, hayatın her
dakikasının Kur’an ve sünnet ışığında
nasıl değerlendirilmesi gerektiğini anlatıyor; yılları ay, ayları hafta, haftaları
gün gibi geçen günümüz insanına bir
yol haritası çiziyor. Tanıyanların beyanıyla, 2009 yılında bir trafik kazası ile
âlemini değiştiren merhum İbrahim
Canan’ın 69 yıllık ömrü de bu kitabın
hayata aksetmiş bir numunesi. Hoca
yaşadığını yazmış, yazdığını yaşamış.
VAKİT ‘DOLU’ DEĞİL ‘FAYDALI’ GEÇMELİ
Işık Yayınları’ndan çıkan kitap, 1985
yılında Ankara’da düzenlenen “Gençliğin Durumu ve Dünyadaki Geleceği”
adlı sempozyumda sunulan aynı isimli
bildirinin genişletilmiş hali. Gençliğin
ele alınması gereken problemleri arasında zamanla ilgili olanın başta geldiğini söylüyor İbrahim Canan. Zamanı
değerlendirme adına gençlere aslında
hiçbir faydası bulunmayan, belki de
zararlı olan eğlenmek, oyun oynamak,
rastgele okumak, rastgele gezmek,
spor takımı tutmak gibi bir kısım meşguliyetler tavsiye edildiğine dikkati çekiyor. “Faydalılık ve verimlilik” açısın-
YÜCEL ÇAKMAKLI, DERLEYEN: BURÇAK EVREN,
KÜRE YAYINLARI, 334 SAYFA, 22 TL
1970’lerde çektiği filmler
‘milli sinema’ tanımlamasıyla literatüre
geçen Yücel Çakmaklı,
ilerleyen süreçte bir
tez sinemasına dönüşen bu akımın
ilk örneklerini verdi. Filmlerinin ve
televizyon işlerinin yanı sıra, kendi
hayat tarzı ile eserlerinin uyum içinde
olması Yücel Çakmaklı’yı değerli kılan
en önemli özelliklerden biriydi. Sinema yazarı Burçak Evren, Çakmaklı’yı
gelecek kuşaklara tanıtarak tarihe bir
not düşmeyi ve yönetmenden bugüne dek esirgediklerimizi geç de olsa
verebilmeyi amaçlıyor.
Hayat, sanat, yazı…
SANATA DAİR, HALİD ZİYA UŞAKLIGİL,
ÖZGÜR YAYINLARI, 1040 SAYFA, 58 TL
Sanata Dair, Halid Ziya
Uşaklıgil’i Türk edebiyatı tarihinin yanı
sıra Türk kültür tarihi
ve eleştiri geleneğimiz
içinde de önemli bir konuma taşıyan
bir eser. Kitabı benzerlerinden ayıran
ise didaktizm tuzağına düşmemesi.
Halid Ziya, insan unsurunu merkeze
alan zengin yaşantısı ve hayat tecrübesi ile okura sadece kuru bilgi değil,
hayata dair dikkat çekici ayrıntılar
sunmayı da başarıyor.
Mübadele’den kalanlar
Prof. Dr. İbrahim Canan (1940-2009)
dan ele alınmadığında bunların hiçbir
mana taşımayacağını vurguluyor.
“İslam, zamanın değerlendirilmesinde, pratik olarak günlük plana ağırlık verir.” diyor İbrahim Canan: “Vaktin
boş geçirilmemesinde ısrar eder. Zaruri
çalışmalar dışında kalan vakitleri zikir,
tefekkür, faydalı şeyler öğrenme, aile
efradıyla sohbet, terbiye gibi meşguliyetlerle geçirmeyi emreder. Zamanın plana
bağlanmasında, faydalı meşguliyetleri
planlamak esastır; ibadet, helâl kazanç,
nefis murakabesi ve aile terbiyesi günlük
meşgalenin ana kalemleri olmalıdır.”
Prof. İbrahim Canan’a göre İslam,
tamamen boş geçirilecek bir vakit tanımaz. Hoca bu konuda, “O halde bir
işten ayrıldığında hemen bir başka işe
koyul.” (İnşirah / 7) ayetini zikrediyor, Kur’an’da meşguliyet değiştirilerek dinlenmeye dikkat çekildiğini
söylüyor. Bir başka tabirle, “çalışarak
dinlenme”... Bir işte takat kesilince
başka işe koyulma, işten yorulunca
öğrenmeye, ibadete ara verince duaya
geçme... Canan Hoca’nın anlayışında
namaz kılınmanın mekruh olduğu
vakitler bile ilimle değerlendirilmeli.
BOŞ VAKİTLER HAFIZAYI DA YIPRATIYOR
Boş geçirilen uzun süreli tatillerin hafıza kaybına sebep olması, bir başka
ilginç ayrıntı. Canan’ın Avrupalı bir
bilim adamından yaptığı alıntıya göre,
yan gelip yatarak geçirilen uzun süreli
bir tatilden sonra beynin eski fonksiyonlarını kazanabilmesi için en üç hafta
gerekiyor. Faaliyetsiz geçen bir iki saatlik zaman dilimi dahi insanda ölçülebilir derecede hafıza kaybına yol açıyor.
Kitapta, gün manasına gelen
“yevm”in Kur’an-ı Kerim’de çeşitli
şekillerde 475 defa zikredildiği bilgisi
veriliyor. Günün bir yarısı olan gündüz (nehâr) 57, diğer yarısı olan gece
(leyl) 92 kere zikrediliyor. Gündüzle
ilgili zaman dilimlerini belirten farklı
kelimelerin toplamı 107, geceyle ilgili
kelimelerin toplamı ise 117. İbrahim
Canan, namazdan bahseden ayetlerin
de zaman şuuru veren ayetler sınıfına
dâhil olduğunu belirtiyor. Bütün bunlar Kur’an’da zaman kavramına ne kadar önem verildiğinin işareti.
Kitap, “Kur’an’da Zaman”, “Zamanla İlgili Telakki ve Tedbirler”,
“Peygamberimizin Hayatında Zaman
Tanzimi”, “İslam’da Tatil ve İstirahat”,
“İslam Âlimlerinde Zaman Endişesi”,
“Zamanı Değerlendirmede Püf Nokta:
Alışkanlık” başlıklarını taşıyan altı
bölümden oluşuyor. İbrahim Canan
kitap hakkında şöyle diyor: “Bu çalışma ‘zaman’ gibi kıymetli, hiçbir beşerî
değer ile ölçülemeyecek ilahî cevherin
kıymetini duyurmada; gençliğimize,
zamanı değerlendirmede ipuçları verebilirse hedefine varmış olacaktır.”
34
MÜBADELE, İHSAN TEVFİK, İNKILAP KİTABEVİ,
384 SAYFA, 24 TL
Türklerin ‘mübadele’,
Rumların ‘andalayi’ diye
adlandırdığı, karşılıklı olarak yaklaşık iki
milyon insanın hayatını
etkileyen göç hareketi, dünya tarihinin devletlerarası bir anlaşmayla gerçekleştirilen en büyük nüfus değişim
hareketlerinden biri. Böylesi büyük
ayrılıklar, ister istemez belleklerde acı
izler bıraktı. Mübadele, sadece söz
konusu değiş tokuşa değil, kendinden
önceki ve sonraki ‘büyük’ göçlere de
belge ve fotoğraflar eşliğinde ayna
tutuyor.
Tarihi değiştiren moleküller
NAPOLYON’UN DÜĞMELERİ, P. LE COUTEUR, JAY BURRESON, ÇEV.: RAŞİT GÜRDİLEK, METİS, 376 SAYFA, 28.50 TL
Napolyon’un Düğmeleri,
ismine aldanıp da tarih
kitabı sanılmaya müsait
bir kitap. Ancak gerçek
öyle değil; deyiş yerindeyse iki kimyagerin kendi alanlarına
eğlenceli bir bakışı. Eser, insanlık
tarihini değiştiren on yedi molekül
ve bileşiğin hem hikâyelerini hem de
kimyasal yapılarını anlatıyor, böylece kimyayla tarihi harmanlıyor. Bize
gayet sıradan görünen, varlıklarına
fazlasıyla alıştığımız bu maddelerin
geçmişte ne kadar önemli olayları
tetiklediğini öğreniyoruz kitaptan.
DİN
KÝTAP ZAMANI
Her parçası bir mucize: Kur’an-ı Kerîm
Abdulbaki Güneş’in
adlı eseri
Kur’an’ın ayet ve sureleri arasındaki bütünlüğü konu ediniyor. Eser ayrıca Yüce Kitabımızın tertibi, ayet ve surelerin
irtibatı gibi önemli bir konuyu da genel hatlarıyla ele alıyor.
KUR’ÂN’DA BÜTÜNLÜK MUCİZESİ, ABDULBAKİ GÜNEŞ, NESİL YAYINLARI, 192 SAYFA, 10 TL
K
7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ
Sahaflar arasında
BELGEZAR 2013, YUSUF ÇAĞLAR,
ZAMAN KİTAP, 144 SAYFA, 15 TL
“Kıymetli evrak sepeti”
anlamına gelen Belgezar,
Yusuf Çağlar’ın sahaf
ziyaretlerinden yola çıkarak
kayıt altına aldığı kıymetli
evrakın öykülerini anlatıyor. İlki 2011
yılında yayımlanan kitabın devamında
bambaşka kıymetli evrak hikâyelerine
tanıklık ediyoruz. Aynı zamanda bir hatırat
özelliğini taşıyan eserde, her yazıya tarih
kaydı düşülüyor. Yazarın meraklı okura bir
de müjdesi var: Sahaflar âleminde başlayan
bu kitaplı yolculuk, birbirinden anlamlı kitap sohbetleri, tarih hazinesi hükmündeki
düşünce ve buluşlarla devam edecek.
YILDIRAY YALÇIN
utsala karşı topyekûn bir
savaşın başlatıldığı modern çağda Kur’an’a duyulan güven de sarsılmak istenmiş, onun
sıradan, beşer kelâmı bir kitap olduğu
iddiası seslendirilmiştir. Birçoğu sahih
olsa da yerli-yabancı çok sayıda Kur’an
tercümesiyle Kur’an’ın mucize bir kitap
olmadığı fikri uyandırılmak istenmiştir.
Aleyhdeki iddiaların Kur’an’ın yapısını,
sure ve ayetlerin tertibini hedef aldığı
görülür. Mesela bir zamanlar Fransız hükümeti tarafından yaptırılan bir Kur’an
tercümesinde Avrupalıların sözde fikrî
yapısına uydurabilmek için Fatiha’nın
başa, Bakara suresinin ise sona konulması
düşünülmüştür.
Kur’an’daki ayet ve surelerin tertibi
ve genel yapısı, “Münasebâtü’l-Kur’ân”
ilmi içerisinde incelenir. Hicri VI. yüzyılda ilk meyvelerini veren bu ilim, asrımızda daha fazla bir önem kazanmış
ve çoğu ilim adamının eserlerinde yer
almıştır. Bu âlimlerden bazıları Muhammed Abduh, Mevdudi, Seyyid Kutub, Muhammed A. Draz; ülkemizde ise
Elmalılı Hamdi Yazır ve Bediüzzaman
Said Nursi’dir. Kur’an’daki bütünlük ve
tutarlılığı kabul edip ispatlamaya çalışan
Batılı ilim adamları da yok değildir. Belçikalı araştırmacı Michel Cuypers, Fatiha
ve Maide surelerini Kur’an’daki bütünlüğü ispat etmek amacıyla incelemiştir.
YÜKSEK LİSANS TEZİ OLARAK YAZILDI
Abdulbaki Güneş’e ait Kur’ân’da Bütünlük Mucizesi adlı eser de Kur’an’ın ayet
ve sureleri arasındaki bütünlüğü (münasebet) konu edinen bir çalışma. Yazarın “Kur’ân’da Âyet ve Âyet Bütünlüğü” başlıklı yüksek lisans tezi üzerinde
yaptığı bazı düzenlemeler sonucu meydana getirdiği eser, giriş haricinde dört
bölümden oluşuyor. Araştırmanın konusu, önemi, amaç ve metodu hakkında bilgi verdiği giriş bölümünde yazar,
Kur’an’ın kendi yapısal bütünlüğü içinde değerlendirilmesinin ehemmiyetini
dile getiriyor. Bu bölümde, ayetlerin
siyak ve sibakına uygun bir şekilde,
bütünlük ilkesine riayet edilerek yorumlandığında birçok ihtilafın ortadan
kalkacağını belirten yazar kitabın birinci bölümünde “ayet” ve “sure” kavramları hakkında genel bilgiler veriyor.
“Münasebâtü’l-Kur’an” ilmi, ayet ve
Markalaşmanın tarihi
İLK MARKA HZ. ÂDEM Mİ?, SERHAN OK,
ELMA YAYINEVİ, 269 SAYFA, 19 TL
Marka ve pazarlama
uzmanı Serhan Ok, günümüzde şirketler, hatta
kişiler için bile kaçınılmaz
olan markalaşma sürecinin tarihine dair ilginç bir tez ortaya
atıyor. Markalaşmanın ilk insana, yani
Hazreti Âdem’e kadar uzandığını iddia
eden Ok’un tespitleri ilginç. Marka kavramının insanın doğasından beslenerek
ortaya çıktığını belirten yazar, iddiasını
dinî ve bilimsel verilerle desteklemekle
kalmıyor, bu bakış açısıyla yola çıkarak
bir markanın nasıl ‘yaratılacağını’, yaşatılacağını ve yönetileceğini de anlatıyor.
surelerin mushaftaki tertibinin vahiy
ile belirlendiği (tevkifî olduğu) ilkesine
dayanır. Ayet ve surelerin tertibinin nüzul sırasına göre değil de halihazırdaki
şekilde takdiri, nazarları bu tertipteki
sebep ve hikmetleri aramaya sevk etmiştir. Münasebet ilmi, Kur’an’ın tertibindeki bu hususiyeti anlatmak üzere şu benzetmeyi yapar: “Açık, berrak
bir gecede gökyüzüne bakıyoruz. İlk
bakışta yıldızlar semaya gelişigüzel
serpilmiş gibi görünüyor. Fakat aralarında öyle ince bir nizam ve ahenk var
ki; birinin mihverinden azıcık sapması
halinde hepsinin yerle bir olacağını işin
erbabı söylüyor.” Kur’an’ın mucize olan
nazmını tahlil eden âlimler şu kanaate
varmıştır: “Şayet Kur’an’daki bir lafız
yerinden çıkarılacak olursa bütün Arap
lisanı altüst edilse bile onun yerini tutacak tek bir kelime bulunamaz.”
“Kur’ân’ı Anlamada Bütünlük Paradigması” başlıklı ikinci bölümde yazar
ayet ve surelerin tertibindeki hikmeti konu edinen “Münasebâtü’l-Kur’an”
ilmi hakkında bilgi veriyor. Bu bölümde
“Kur’ân’a Bütüncül Yaklaşımı Engelleyen Faktörler” alt başlığı altında aslında Kur’an’ı doğru anlayıp yorumlamayı
engelleyen faktörler sıralanmış. Kitabın
üçüncü bölümünde sureler arası bütünlüğü ortaya koyan çok sayıda örneğin tahlil
edildiğini görüyoruz. Ayet içi ve ayetler
arası bütünlüğün (münasebetlerin) incelendiği dördüncü bölümde, ayetlerdeki
lafız (ses)-mânâ irtibatını gösteren misaller kitabın en ilginç kısmı.
İslam âlimleri, Kur’an’ın yapısı hakkındaki, “Kur’an nüzul açısından olaylara, tertip açısından da bazı hikmetlere
mebnidir.” hakikatinden yola çıkarak ayet
ve sureler arası münasebetlerdeki hikmetlerin aranması gerektiğini dile getirmiş
ve bu mevzuda birçok eser vermişlerdir.
Fahreddin Razi, “Kur’an’ın inceliklerinin
çoğu, Kur’an’ın tertibinde, ayet ve surelerin irtibatında gizlidir.” der.
Kur’ân’da Bütünlük Mucizesi, Yüce
Kitabımızın tertibi, ayet ve surelerin
irtibatı gibi önemli bir konuyu genel
hatlarıyla ele alıyor. Ayet ve sureler arası münasebetler kimi zaman açık olsa
da çoğu zaman derin bir bakışı gerekli
kılar. Bu nedenle bazen ortaya konan
izahlar tatmin edici nitelikten uzak olabiliyor. Eserde yer alan bazı örnekler (s.
123, 173) bu bakımdan sorgulanabilir.
Ayrıca son bölümdeki kimi başlıkların
içeriği tam ifade etmediği söylenebilir.
Allah kelâmını anlamada günümüz insanı birçok engelle karşı karşıya. Kur’an’ın üslup ve muhtevasını bilmeme bunlardan biri. Elimizdeki
kitap, Kur’an’ın üslup ve muhtevasını
günümüz insanının anlayabileceği bir
sadelikte tanıtmayı hedefliyor. Bu çalışma ile öğreniyoruz ki Kur’an, belli
bir konu esasına göre gitmeyip çeşitli
alanlara ait meseleleri, kendisine has
bir metotla bir arada ele alır. Bu, plansızlık zannedilecek bir dağınıklık olmayıp, beşer mantığını aşan harika bir
münasebetler dokusu sergileyen ilahi
bir telif tarzıdır.
35
Devlet şerik kabul etmez mi?
DİN VE SİYASET, ALİ BULAÇ, İNKILAP
KİTABEVİ, 664 SAYFA, 35 TL
Siyasi tarihimize “Allah
şirk, devlet şerik kabul
etmez” sözleriyle geçen
‘yeni’ bir devlet anlayışını
yaşamaktayız. Din-siyaset
ilişkileri konusunda uzun süredir çalışmalar yapan Ali Bulaç, meselenin köklerine
inerek konuyu temellendiriyor. Bulaç, son
yıllarda ülkemizde tezahür eden garip
devlet anlayışına karşı çıkıyor: “Allah şerik
kabul etmez, devletin ise toplumsal gruplar sayısınca şeriki vardır. Meşru bir hedefe
meşru yollardan gidilir.” Bununla beraber
Ali Bulaç, “Şeytandan ve siyasetten Allah’a
sığınmak” sözünün asıl bağlamından
çıkarılmasına da itiraz ediyor.
Duvarlar yıkılırken
YÜRÜYEN DUVAR, İLHAMİ EMİN,
TEKİN YAYINEVİ, 200 SAYFA, 15 TL
Türkçe kaleme aldığı eserleriyle tanınan Makedon
yazar İlhami Emin, son
romanı Yürüyen Duvar’da
okuru bilmediği topraklarda manevi bir yolculuğa
çıkarıyor. Melamilik, Mevlevilik, Bektaşilik,
Alevilik, Osmanlı, Atatürk ve Yörüklük,
Emin’in romanında kol kola yürüyor.
On yaşındaki Yörük Osman’ın kendini
bulma arayışı, Yelova köyünden başlayıp
Balkanları dolaştıktan sonra Osmanlı
topraklarına varıyor ve nihayet cumhuriyet
dönemine ulaşıyor.
POLİSİYE
KÝTAP ZAMANI
İki yazar bir polisiye
Sherlock Holmes İstanbul’da
Robert (Bob) ve Carol Bridgestock çiftinin RC
Bridgestock adıyla birlikte kaleme aldığı polisiye roman
Türkçeye kazandırıldı. Roman, ikilinin
dört kitaplık Dedektif Jack Dylan serisinin ilk kitabı.
ÖLÜMÜNE TAKİP, RC BRIDGESTOCK, ÇEV.: CELÂL DEMİREL, TREND YAYINLARI, 261 SAYFA, 18 TL
N
YAVUZ ULUTÜRK
itelikli okurun kendine bir
okuma haritası çizmesi gerektiğini düşünmüşümdür
hep. Okur dediğin, belli türleri daha çok
sevmeli ama her türün limanına uğramalı,
vazgeçemediği yazarlar olmalı, çantasında
her zaman ilaç olan migren hastası gibi o
da kitap bulundurmalı. Bir okur olarak
sevmedikleri de olmalı elbette…
Birden fazla yazarı olan kitaplara nedense hep mesafeli durdum. Özellikle de
üniversite ders kitapları ve yardımcı kaynaklara… Bu tarz akademik metinlere
mesafenin nedeni maksadın okumak değil
ders çalışmak olmasıydı belki. Akademik
temelli kitapların çok yazarlı olmaları normal, çünkü birçoğu derleme eserler. Esas
garip olan bir romanın birden çok yazarı
olması galiba. Kurgunun düşünce aşamasında nasıl şekillendiği, karakterlerin
oluşumu, olayların sıralanışı… Her birini bir yazarın bile nasıl başardığı koskoca
bir soruyken iki yazarın bir tek bir romanı
nasıl yazdığını anlamak güç. Gelgelelim
edebiyat tarihi bunun örnekleriyle dolu.
İki yazarlı (co-authored) kitapların popüler olduğu türlerden biri de hiç şüphesiz
polisiye-gerilim. İlk akla gelen herhalde,
polisiye meraklılarının da yakından bildiği Maj Sjöwall ve Per Wahlöö ikilisinin
kaleme aldığı “Martin Beck” serisidir.
Stephen King-Peter Straub ikilisinin yazdığı Kara Ev ve Tılsım romanları da iki
yazarlı kitaplara örnek gösterilebilir. Bir
başka meşhur örnek Neil Gaiman-Terry
Pratchett ikilisinin kaleme aldığı Kıyamet
Gösterisi (Good Omens). İtalyan yazar Rita
Monaldi ve Francesco Sorti çiftinin yazdığı
Imprimatur (Literatür Yay., 2004) tüm dün-
Carol ve Robert Bridgestock
yada olduğu gibi Türkiye’de de ilgiyle karşılanmıştı. Geçtiğimiz aylarda yayımlanan
ve Türkçeye kazandırılan polisiye roman
Ölümüne Takip de iki yazarlı kitaplardan…
RC Bridgestock imzalı roman, iki yazarlı
olduğunu hemen açık etmiyor. İlk bakışta
tek bir yazarın baş harflerinin kısaltması
gibi duran “RC” aslında, Robert (Bob) ve
Carol Bridgestock çiftinin baş harfleri…
BİR ‘KATİL KİM?’ POLİSİYESİ
Ölümüne Takip yıllarca polislik ve dedektiflik yapan Bridgestock çiftinin kaleme
aldığı Dedektif Jack Dylan serisinin ilk kitabı. Kitap, dokuz yaşında bir kızın sokak
ortasında öldürülmesiyle başlıyor. Kafasına
aldığı darbe ile anında hayatını kaybeden
küçük kız, daha yere yığılmadan arabaya
konulup götürülüyor. Önce kayıp vakası
olarak başlayan soruşturma kısa süre sonra
ceset ortaya çıkınca cinayet soruşturmasına
dönüyor. Okur daha kitabın başında şahit
olduğu bu olayın kitap boyunca çözülece-
ğini zannederken çok geçmeden bu sefer 10
yaşındaki bir erkek çocuk için kayıp ihbarı
yapılıyor. Yine ceset çok geçmeden bulunuyor. Geriye tek soru kalıyor: “Katil kim?”
Kitapta, çeviriden mi yoksa metinden
mi kaynaklandığı belli olmayan bozukluklar var. Örneğin, bir ölümün ani olmasında sıkıntı yoktur. Fakat “hızla gelen
darbe kafatasını paramparça ettiğinde”
müteveffanın başının tek parça kalmaması
gerekmez mi? Ya da yere bir damla kan bile
düşmemesi normal midir? Kitaptan aynen
alıntılayacak olursak: “Hızla gelen o darbe
kafatasını paramparça ettiğinde Daisy eve
varmak üzereydi. Cansız bedeni yere hiç
düşmedi. Savrulan bedeni hemen aracın
açılan kapısından içeri çekildi… Başındaki
yaradan sızan parlak kırmızı, ılık kan yere
hiç bulaşmadı.” En basit CSI cinayetlerinde
bile mantıklı bir açıklama vardır. Hal böyleyken katilin cinayeti anlatırken, “arabayla
vurdum” diyerek dedektifleri geçiştirmesi
de ayrı bir tutarsızlık.
Okur, serinin bu ilk romanında Dedektif Dylan’ın soruşturmayı titizlikle yürütmesini takip ederken bir yandan da onu
tanıma fırsatı buluyor. Bu da bir seri polisiye roman için olumlu bir not diyebiliriz.
İngiliz polisiyesinin sevilen yazarları seriye
şimdilik üç kitap daha kazandırmış: Consequences, White Lilies ve Snow Kills. Trend
Yayınları bu kitapları kısa zamanda ve sıra
gözeterek yayımlayacaktır.
Romanın kapağında da yer alan ve
Dylan’ın dedektifliğe başladığından beri
sorgu dosyasında taşıdığı, “Cinayet, caniyi hiçbir suçta olmadığı kadar yeni
suçlara davet eder.” cümlesinden mülhem şöyle diyelim: “Polisiye roman,
okuru hiçbir türde olmadığı kadar yeni
romanlara davet eder.”
Hastane koridorlarında ‘gerilim’
SOĞUK ÇELİK, PAUL CARSON,
ÇEV.: ERDEM ATİK, ALTINBİLEK
YAYINLARI, 376 SAYFA, 20 TL
Tıbbi gerilim meraklıları Paul Carson ismini muhakkak
duymuştur. Son Görev ve Neşter adlı romanları ile Türkçede hayli okur kazanan yazarın Türkçedeki üçüncü
kitabı yayımlandı: Soğuk Çelik. Roman, diğer iki kitapta
olduğu gibi okuru yine hastane koridorlarında gezdiriyor. Roman alışılanın aksine yan hikâyelerden biriyle
başlıyor: Mercy Hastanesi’nin kan hastalıkları uzmanı
Doktor Frank Clancy, laboratuvardan gelen telefonla
hayretler içinde kalır. Telefondaki ses içinde hiç beyaz
hücre olmayan bir kan filminden bahseder. Şaşkınlığında, bu durumun imkânsız olması kadar, vakanın üçüncü kez gerçekleşmesi de etkilidir.
7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ
Doktor Clancy bu esrarengiz ölümlerle uğraşırken Dublin’de bir başka olay meydana gelir. Bir
parkta genç bir kızın cansız bedeni bulunur. Kız,
vahşice ölüme terk edilmiştir. Soruşturma derinleştikçe bunun basit bir cinayet vakası olmadığı
ortaya çıkar. Üstelik, öldürülen kız, hükümetin
en önemli projelerinden biri olan Kalp Vakfı’na ait
Mercy Hastanesi’nin başına getirilen Amerikalı
cerrahın kızıdır. Amerikan hükümeti katilin bir an
önce bulunması için baskı yapmaya başlar. Doktor Clancy’nın elindeki cinayetlerle bu soruşturma bir noktadan sonra birleşmeye başlayacaktır.
36
ABDÜLHAMİD VE SHERLOCK HOLMES, YERVANT ODYAN,
HAZ.: SEVAL ŞAHİN, B. ÖZTÜRK, EVEREST YAY., 923 SAYFA, 40 TL
Yervant Odyan’ın 1911’de
kaleme aldığı Abdülhamid ve
Sherlock Holmes adlı polisiye
roman, yüz yılı aşkın bir süre
sonra ilk kez Latin harfleriyle
yayımlandı. Roman, dünyanın en ünlü dedektifi Sherlock Holmes ile polisiye tutkunu
II. Abdülhamid’i buluşturuyor. Abdülhamid
ve Sherlock Holmes fonda tarihin çalkantılı
dönemlerinden birini, II. Meşrutiyet’in ilan
edilme sürecini mektup, telgraf, fotoğraf
gibi belgeler eşliğinde anlatıyor. Romanın
polisiye kurgusu ise şöyle: Yüzyıl başının
tekinsiz günlerinde, II. Abdülhamid’in hafiye teşkilatına mensup adamları arka arkaya
öldürülmeye başlar. Bunun üzerine kendini
bir anda tehdit altında hisseden “şüpheci”
padişah, cinayetleri aydınlatma görevini dedektiflerin en ünlüsüne verir. Asıl adı McClain olan Sherlock Holmes, olayı çözmesi için
İstanbul’a davet edilir.
Roman kurgusu, anlatımı ve Tolstoy
çevirileriyle meşhur Odyan’ın ustaca kullandığı dil ve üslupla Osmanlı-Türk romanı
tarihinde önemli bir yere sahip. Fakat pek
çok eser veren Odyan, romanda dönemin
Abdülhamid düşmanlığından kopamamış.
II. Abdülhamid’in ‘olumsuz’ bir roman kahramanı olarak yer aldığı eserde, düşmanlık
adeta nefret söylemine dönüşüyor.
Yıllar sonra kaybolan çocuk
ÖLÜMÜN SOĞUK SESİ, JANE CASEY, ÇEV.: AYÇA
SAĞLAM, OLİMPOS YAYINLARI, 520 SAYFA, 21 TL
Daha önce Jane Casey imzalı 5. Kurban (The Burning)
ve Acımasız (The Reckoning)
romanları polisiyeseverlerin ilgisine sunan Olimpos
Yayınları, yazarın ilk romanı Ölümün Soğuk
Sesi’ni (The Missing) de Türkçeye kazandırdı. Sarah Finch küçük bir kızken, ağabeyi
dışarıya oynamaya gider ve bir daha dönmez. Bu olay aileyi darmadağın etmiştir.
Öğretmen olan Sarah, yıllar sonra evine
döner ve alkolik annesiyle yaşamaya başlar.
Ardından on iki yaşındaki Jenny Shepherd
kaybolur ve Sarah öğrencisinin cesedini
evinin yakınındaki korulukta bulur. Sarah,
bu davaya müdahil oldukça kendisiyle ilgili
şüpheler de gitgide artar. Fakat onu takip
eden yalnızca polis değildir.
Casuslar arasında
BEYRUT’TA DÜET, MISHKA BEN-DAVID,
KOTON KİTAP, 304 SAYFA, 25 TL
İsrail’in istihbarat servisi
MOSSAD’da uzun yıllar
görev alan Mishka BenDavid, yeni romanında
casuslar arasında geçen bir
hikâye anlatıyor. Yazar, bu kez Beyrut’un
sokaklarında dolaştırıyor karakterlerini.
İsrail’deki intihar saldırılarından sorumlu
Hizbullah casusuna karşı girişilen başarısız bir suikastın arkasından işten çıkarılan
Mossad ajanı Ronen kayıplara karışır. Yetkisi olmadan kendi başına bir görev üstlendiğinden şüphelenilen Ronen’i kendisine
ve ülkesine herhangi bir zarar vermeden
bulmak ve engellemek eski komutanı
Gadi’ye kalmıştır.
SPOR
KÝTAP ZAMANI
7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ
Nasıl futbolun liderleri oldular?
Mike Carson’un
adlı kitabında ağırlıklı
olarak İngiltere’de önemli başarılar kazanmış teknik adamlara ilişkin değerlendirmeler var. Zengin ve öğretici deneyimlerin yer aldığı kitapta, Galatasaray’ın
tartışılan teknik direktörü Roberto Mancini de önemli yer tutuyor.
THE MANAGER: FUTBOLUN DÂHİ LİDERLERİ, MIKE CARSON, ÇEV.: RECEP ÖZERİN, OPTİMİST YAYINLARI, 302 SAYFA, 30.90 TL
F
DERS VERMİYOR, YAPTIĞINI ANLATIYOR
AHMET ÇAKIR
utbolun dâhi liderleri arasında
Galatasaray teknik direktörü Roberto Mancini’yi de görmek hoş
oldu. Bugünlerde Sarı Kırmızılı takımın
başında kalıp kalmayacağı yolunda tartışmalar bulunan İtalyan teknik adamla ilgili
Mike Carson’ın The Manager adlı kitabında
önemli değerlendirmeler yer alıyor. Gerçi
bunda Carson’ın Manchester City taraftarı
oluşunun da belli bir payının bulunduğu
düşünülebilir ama yine de ilginç. Hatta kitapta onun bizzat söyledikleri ve hakkındaki yorumlar, Mancini’nin bildiğimizden
ya da sandığımızdan daha önemli bir teknik adam olduğunu gösterecek nitelikte.
Mike Carson, onu şöyle anlatıyor:
“Roberto Mancini çelik gibi bir karaktere
sahip, büyüleyici biri ve basit bir felsefesi
var: İyi oyuncular al ve çok sıkı çalış.” (s.
132) Galatasaray’ın şu andaki durumundan hoşnut olmayan bir taraftarsanız, “iyi
oyuncularla babam da başarılı olur!” diye
tepki gösterebilirsiniz ama daha sonra
İtalyan hoca her şeyin bununla bitmediğini ve neler yapmaya çalıştığını uzun uzun
anlatıyor. Ayrıca tek becerisi de bu değil.
Örneğin, City’ye yarım yüzyıla yaklaşan
süre sonra şampiyonluğu getiren temel
etkenin onun taktik dehâsı olduğu söyleniyor. Buyurun, şu bölüme bir göz atalım:
“Mancini’nin çalıştırdığı Manchester City,
2011-12 sezonundaki dramatik şampiyonluk yarışında Ferguson’un Manchester
United’ıyla kafa kafaya gidiyordu. United
bitime iki maç kala gol averajıyla rakibinin
gerisindeydi. City’nin şampiyon olabilmesi için son iki maçını kazanması gerekiyordu. İlk maç, son dönemde seri galibiyetler almış ve güven kazanmış yetenekli
Newcastle takımına karşı deplasmandaydı. Karşılaşmanın bitimine 30 dakika kalmış, golsüz eşitlik henüz bozulmamıştı.
Bütün gözler Mancini’deydi. Şimdi ne
yapacaktı? Hamlesi, oyuna bir ön libero
(Nigel de Jong) sokup dünya çapında bir
forveti (Carlos Tevez) çıkarmak oldu. İzleyen birçok kişiye göre bu, sürpriz bir değişiklik olarak kabul edilse de De Jong’un
oyuna girişi, Yaya Toure’nin hücuma daha
çok katılmasına ve Newcastle savunmasına sorun yaratmasına olanak sağladı. Ev
sahibi adeta gafil avlanmıştı. Yaya Toure
son 20 dakikada iki gol atıp City’ye 2-0’lık
galibiyeti getirdi. Taraftar çılgına dönmüştü; basın Mancini’nin taktiksel dehâsına
övgü yağdırıyordu ve City, son haftadaki maçlar öncesinde şampiyonluğun
en büyük adayı haline gelmişti.” (s. 147)
ROBERTO MANCINI
ALEX FERGUSON
Bilmeyenler için ekleyelim: Son
maçta Queens Park Rangers ile oynadı
Mancini’nin City’si. Son üç dakikaya kadar
2-1 yenik durumdaydı ve şampiyonluğu
kaybetmiş gibiydi. Bu kısacık sürede iki gol
atıp maçı kazandı ve Mancini takımının 44
yıl aradan sonra şampiyon olmasını sağladı.
ARSÈNE WENGER
bilir. Ancak böyle bir önyargıyı bir kenara bırakıp kitabı okuduğunuzda farklı bir
durumla karşılaştığınızı görüyorsunuz.
Anlaşılan o ki, söz konusu tuzağın Mike
Carson da farkındaymış. O nedenle daha
derinlemesine bir iş nasıl yapılabilir diye
düşünmüş ve bunu uygulamış.
Başta Alex Ferguson ve Arsène Wenger
gibi yaşayan efsane menajerler olmak üzere
José Mourinho ve Roberto Mancini’nin de
yer aldığı İngiltere Premier Ligi’nin bütün
önemli menajerlerinin neyi nasıl yapmaya
çalıştıkları araştırılmış. Elbette hepsinin ortak sayılabilecek genel ilkeleri ve buna dayalı yaklaşımları söz konusu. Fakat “her yiğidin yoğurt yiyişi” kabilinden ayrılıklar ve
bunların gerekçeleri kitabı zenginleştiriyor.
Trabzonspor’un eski teknik direktörü Mustafa Reşit Akçay, görevden ayrıldıktan sonra ne yaptığının sorulması
üzerine bu kitabı okuduğunu söylemişti.
Akçay’ın çok okuyan biri olduğu önceden de biliniyordu. Keşke bu kitabı bütün
futbol adamları okuyabilse denilebilecek
kadar önemli bir çalışma elimizdeki.
ORADA DÂHİ, BURADA HANİ?
Konuya ve kitaba en ilginç saydığımız
noktadan girmeye çalıştık doğal olarak.
Bunun dışında da Mike Carson’ın kitabı
için söylenecek çok şey var. Öncelikle kitabın baskısıyla ilgili olumlu görüşümüzü
belirtelim. Açıkçası, “kitap dediğin böyle
olur” denebilecek kadar temiz bir baskısı
var bu çalışmanın. Tabii THY’nin sponsor
oluşu böyle bir imkân sağlamış. Umarız ki
yeni kitaplarla sürer bu türden çalışmalar.
Aslına bakarsanız, bu işle iyi kötü ilgilenenler için Mike Carson’ın kitabında
bilinmeyen bir şey yok. Hatta çalışmanın,
son dönemde moda olan “Nasıl başarılı
ve zengin olabilirsiniz?” konulu kitaplara
benzetilme tehlikesi bile söz konusu ola-
37
Kitap beş bölümden oluşuyor. “Görevin Boyutu” adlı ilk bölümde İngiltere Milli Takımı Teknik Direktörü Roy
Hudgson’ın anlattıkları var. “Kazanan
Bir Ortam Yaratmak” başlıklı ikinci bölümde Carlo Ancelotti, Arsène Wenger
ve Sam Allardyce’ın deneyimleri aktarılıyor. “Sonuç Almak” adlı üçüncü bölümün ağır konukları Roberto Mancini
ve José Mourinho. Mourinho’nun yıldız
oyuncularla çalışırken hiçbir sorun yaşamadığını aktaran beceri ve özgüveni
etkileyici... “Kişisel Liderlik” adlı dördüncü bölümde, Liverpool’da başarılı bir
çizgi yakalamış olan Brendan Rodgers ile
Harry Redknapp’ı görüyoruz. Rodgers’ın
bu işi yapmaya 20 yaşında karar vermiş
olması ilginç... “Büyük Zorluklar” adlı
son bölümde Sir Alex Ferguson, Walter
Smith ve Mick McCarthy’ye kulak veriyoruz. Hepsinin anlattıkları gerçekten
etkileyici ve bu işi yapanlara çok yararlı
olabilecek bilgiler. Üstelik kimseye ders
vermek niyetinde filan değiller, sadece
işlerini daha iyi nasıl yapmaya çalıştıklarını anlatıyorlar.
Hepsinin oralarda boşuna olmadıklarını gösteren önemli ve değerli sözleri
var. En önemlisi değil kuşkusuz ama
Carlo Ancelotti’nin oyuncularına yaklaşımıyla ilgili şu sözlerini aktaralım: “Bir
oyuncu benim işime ve kararlarıma saygı duyduğu sürece arkadaşım olabilir. Bu
çok önemli, çünkü işler değişir ama arkadaşlık kalıcıdır.” (s. 61) Elbette kulüp yönetimleri ve oyuncularla ilişkiler önemli
yer tutuyor onların çalışmalarında. Taraftar ve medyayı da ihmal edemezsiniz.
Neil Warnock’ın medya ile ilişkileri hakkındaki değerlendirmesi eğlenceli: “Gazeteciler böyledir. ‘Laf aramızda’ der ama
yapacağın en ufak bir hatayı cezalandırmak için tetikte bekler.” (s. 41) Şunu da
ekleyelim: “Medyayla çalışmak, jüri üyelerinin gelip omzunuza dürterek sizden
kurtulmaya çalıştığı bir salonda dans etmeye benziyor. Size notunuzu muhabirler veriyor, çünkü genelde kamuoyunu
onlar temsil ediyor.” (s. 42)
The Manager: Futbolun Dâhi Liderleri bu
işle ilgilenmeyenlerin bile yararlanabilecekleri güzel bir kitap. Çevirisi de başarılı.
Recep Özerin belli ki futbol terimlerini biliyor, Türkçesi de kılçıksız. “Sonsöz”deki şu
kısa cümlede üç adet “ve”nin bir araya gelmesi gibi minik kazaların üstünde durmayalım: “Bu kitap, lider ve çalışanlarının
futbol ve ötesinde anlaşılmasına ve gelişimine gerçek anlamda katkı sağlayabilir.”
USTA GÖZÜYLE
KÝTAP ZAMANI
Göbeğe, oburluğa, Gogol’e ve
Ceronetti’ye dair
Efendim, bendeniz son zemanlarda vâfir kilo aldım.
Handiyse, şindilerde “obez” deyorlar ya, o kertede! Fenâ
halde göbeğim çıkdı fakat bir dürlü şu nuhûsetli “yürüme bandı” tâbir olunan âlete ünsiyet peydâ edemedim.
7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ
İnsan sadece ekmekle yaşamaz
Efendiler, insan sadece ekmekle yaşamaz; Allah’ın
rızasıyla ve Allah’ın rızası içün yaşar. İşbu mekale-i
mühimmimden birtakım siyasî mânâlar istihrâc etmeye
kalkışanları ne teşviyk eder ne de onlara mâni olurum.
R
E
C
AD
×
GÖL
L
A
P
AN
ü
R
A
KÖL
YF
U
TN
M
AZ
C
ânımdan
muazzez
kaarilerim,
elyevm tekrar
mülâkiy olduk.
Nasılsınız, eyi misiniz [Süleyman
‘Baba’ Bey gibi söylersem:
“Eyisingiz, eyiiii!”], eyi olmanızı
Cenâb-ı Rabbü’l Alemîyn’den
temenni ederekden lakırdıma
başlayorum.
Efendim, bendeniz son zemanlarda vâfir kilo aldım. Handiyse,
şindilerde “obez” deyorlar ya, o
kertede! Fenâ halde göbeğim
çıkdı. Eh, deyeceksiniz ki, hareket
felan etmeyorsunuz. Fakirhâne,
Hilmi Bey kardaşımın mahdumları Ömer Bey’in ifadeleri ile,
“kütübhâne ve cimnastikhâne”de
mâ’dûd olmasına rağmen bir
dürlü şu nuhûsetli “yürüme
bandı” tâbir olunan âlete ünsiyet peydâ edemedim. Senelerdir
salonun bir köşesinde durayor
ve fekaaaad, bendenizin içimden bir dürlü ona çıkıb yürümek
gelmeyor…
EY GÖBEK, GO BACK!
Her ne ise, muazzez komşum
Şehper Hanımefendi’den de
ihtarlar almaya başladım: “İrfan
Beyciğim bu ne hal! Zaiflamanız
iktizâ edeyor ve derhal!” deyerekden mukaffa’ i’tablarda bulunayor. Bir def’asında da göbeğimi
işaret ederekden, “Ey göbek, go
back!” deyerek dalgasını geçdiği
olmuştur! Ne yapayım! Bir dürlü
geriye gitmeyor!
Efendim, mâlûm-u âlîniz,
göbek ile muktedirler arasında
münâsebet kurulmuşdur:
Bendeniz haatırlayorum, 940’lı
senelerde merhum Cemal Nadir
ve merhum Ramiz’in karikatürlerinde muktedirler daima göbekleri kubbe gibi ileriye fırlamış olarakdan tasvir edilirlerdi. Ramiz
merhum, bu münasebeti aile içi
iktidara da taşımış ve “Tombul
Teyze ile Sıska Dayı” tiplerini
ibdâ’ etmiş idi; Tombul Teyze’nin
ailede muktedir olduğunu gösdermek içün…
Bilirsiniz ya muazzez karilerim,
Rus muharrirlerinin en meşhurlarından biri olan Gogol’ün Ölü
Canlar romanında şöyle yazdığını
haatırlayorum, yani meâlen:
“Gerçekden bu dünyada şişmanlar, işlerini becermek hususunda
zayıflardan çok daha ustadırlar.
Zayıflar hiçbir zeman esaslı bir iş
tutamazlar. Hayatları sudan,
güvenilmez bir hayattır. Halbuki
şişmanlar hiç de öyle eğreti,
önemsiz bir yerlere bağlanmaz;
onlar doğrudan doğruya, en esaslı
yerleri tutarlar…”
Efendim, agleb-i ihtimâl ters
bir zemanda dünyaya geldik!
Eskiden olsa bu göbekle, Gogol
üstâdımızın söyledikleri gibi,
“esaslı bir yer” tutardık! Lâkin
heyhat! Şimdi göbeklilik değil,
zaiflikdir iktidar olan…
YAŞLILIK OBURLUKTA BELLİ OLUR
Efendim, istidrâden arz etmiş olayım: Bendeniz, zemanın evvelinde Paris’de iken, İtalyan kardeşim, muazzez muharrir dostum
Guido Ceronetti ikide birde “La
vieillesse se sentit dans la gourmandise!”, yaniya “Yaşlılık oburlukta
belli olur!’ deyerekden bendenizle
dalga geçerdi, Rue Descartes’deki
Cezayir Lokantası’nda açlıkdan
masada yemek namına ne varsa
kâffesini silip süpürdüğümü
görünce! Yaniya, şunu arz etmek
isdeyorum, bendenizdeki bu şişmanlığının, taaa Paris’den
itibâren tevâli edegelen bir prehistoryası[!] var!
Efendim, lakırdımı burada
hitâma erdireyorum. Telâkiy,
Rabbim kısmet ederse, gelecek
aya inşallah! O vakde kadar
Allah’a emanet olunuz; zâtınıza
hoşca bakınız efendim. Au
Revoir, canlarım benim…
A
ziz kaarilerim, vaktiyle
Nikos
Kazancakis
nâmıyla maruf
Giritli bir muharririn
kitaplarına merak saldım
idi. Türkiya’mızda daha ziyade
Zorba diye bilinen pek eski bir
siyah-beyaz filmiyle iştihar bulmuştur. Bu şahıs, Hıristiyan
ilâhiyatının çok önemli
mes’elelerini muhtelif romanlarında inceden inceye tahlil etmiş ve
bittabbi, “Sen kim olayorsun da üç
buçuk sayfa felsefe tahsil ettim
deyu dinimizi sigâya çekeyorsun?”
diye sinirlenen Kilise ile “papaz”
olaraktan bir mıkdar afaroza uğramış idi.
Kazancakis, Hıristiyanlığı kendi
fikrince cerh ve ta’dil eyler ve
fekat Hazreti İsa Aleyhisselâm’ı da
pek sever. Eserlerine bakıcak onda
hem inanan, aynı zamanda inandıklarını hudut tanımaksızın tahlil
eden asabî ve yüksek bir rûhun
izleri müşahede olunur.
HAZRETİ İSÂ İLE ŞEYTAN
Zannederim Günaha Son Çağrı
nâm romanında -hatâ edeyor olabilirim şu an kitab elimin altında
deyildir- Hazreti İsâ ile Şeytan arasında cereyan ettiği naklolunan ve
Hıristiyan ilâhiyatının esaslarından
birini teşkiyl eden bir hâdiseden
bahsedeyor. Matta İncili’nin 4. kısmında hikâye olunan bu hâdiseye
göre İsâ Aleyhisselâm, İblis tarafından denenmek üzere çöle sevkolunuyor. Kırk gün kırk gece oruç
tuttuktan sonra, hâliyle acıkıyor.
İşte o vakıt yoldan çıkarıcı İblis
görünüp deyor ki: “Eğer ki sen
inanmışlardan isen, ondan niyazda
bulun ki şuradaki taşları senin için
ekmek yapsın.” Hazreti İsâ bunun
üzerine İblis’e şu meşhur cevabı
veriyor:
- İnsan sadece ekmekle yaşamaz fakat Allah’ın inâyetiyle yaşar!
Muhterem kaarilerim, bu söz pek
mâruf, pek meşhur bir sözdür ve
bilcümle ahlâkî umdelerin önünde
gelir. Kur’an-ı Mübînimizde de
buna mümâsil nice âyetler mevcuttur esâsen.
Kıssanın devamı var: Bunun
üzerine İblis, Hazreti İsâ’yı pek
yüksek bir kuleye çıkarıyor ve
deyor ki: “Eğer ki sen Rabbine
güveniyorsan buracıktan kendini
hemen aşağıya atıver, çünkü eğer
dâvânda samimi isen melekler seni
elleri üzerinde taşıyarak sâlimen
yere indireceklerdir.”
Hazreti İsâ Aleyhisselâm’ın
cevabını tahmin edebilir misiniz
aziz kaarilerim deyor ki İblis’e:
- Rabbini tecrübe etmeyeceksin!
Ve nihayet İblis bu iğvâsında da
muvaffak olamayınca Hazreti
İsâ’ya dünyanın bütün memleketlerini, servetini ve süslerini gösterip
şunu teklif edeyor: “Eğer yere
kapanıp bana taabbüd edersen, bu
dünya nimetlerini sana vereyim!”
Hazreti İsa Aleyihsselâm’ın bu çirkin teklife cevabı, Fatiha
Sûremizde mevcuttur; bu şâheser
cevabında deyor ki:
- Ben yalnız Allah’a kulluk eder
ve sadece O’ndan dilerim!
KAZANCAKİS’E SELAM VERİNİZ
İmdi deyeceksiniz ki, Recai Bey bu
mühim kıssayı niyçün nakletmek
lüzûmu hissediyor? Arz edeyim
efendim:
1) Kazancakis’e nazar-ı dikkatinizi
celbetmek; adam sadece eyi
romancı değil, sıkı bir felsefeci ve
mütefekkirdir. Rastgelirseniz selam
veriniz.
2) İncil-i Şerif dahi kitâbımızdır;
her ne kadar itikadımıza nazaran
muharref idiyse de içinde, kendi
kendine parıldayıp duran bir kısım
âyetler vardır ve onlara tesadüf
etmek pek heyecanlı olayor.
3) Ve nihayet efendiler, insan
sadece ekmekle yaşamaz; Allah’ın
rızasıyla ve Allah’ın rızası içün
yaşar.
4) İşbu mekale-i mühimmimden
birtakım siyasî mânâlar istihrâc
etmeye kalkışanları ne teşviyk eder
ne de onlara mâni olurum; huz mâ
safâ, dâ mâ keder!

Benzer belgeler