postmodernizm, özgür bir çağrı mı

Transkript

postmodernizm, özgür bir çağrı mı
BİR ÖZGÜRLÜK YANILSA-T-MASI:
POSTMODERNİZM!
Edebiyat güncelimizin tam ortasına yan gelmiş, darmadağınık bir gülümsemeyle oturuyor
"postmodernizm"... Bir küçük selam mı istediği, bir ömürlük hesaplaşma mı? Belki onunla
yan yana duruşumuz çizecek aynadaki görüntümüzü. Aynadaki kendimizle ondaki kendimizin
oluşturduğu imgenin sırlarını çözmeliyiz diyen bir görev var sanki önümüzde.
Yüzeyel bir bakışla, edebiyatta bir "tarz" ve yöntem tartışması gibi görünür önce
postmodernizm. Üzerine eğildiğimizdeyse, puslar içinde, çok boyutlu, çok yönlü, değişken
düşünce sistemleriyle karşılaşırız. Bilinç, akıl, tarih, toplum, sosyoloji, felsefe, hatta
biyolojinin, insan duyularının, hücre fizyolojisinin tartışılmasına kadar uzanan bir yol çıkar
önümüze. Postmodernizmi tartabilmek için insanoğlunun tüm bedenini, düşünsel
eylemliliğini, ruh serüvenini masamızın üstüne yatırmamız gerekir.
İnsanın diğer canlılara göreceli üstünlüğü, onun algılama çeşitliliğine, genlerle taşınıp yaşamla
zenginlenen belleğine, değişen koşullarla değişen yargılama yeteneğine ve sonuçta tümünün
yönelttiği bilinçli davranma gücüne dayanır. Bu güç, diğer insanların güçleriyle birleşince
katlanır, kanatlanır... Toplu yaşamanın getirdiği kendi türüne yöneliş, birlikte olma, acıma,
yardımlaşma, dayanışma, beğenilme, övülme gibi duygularla donanır, öykünmeden
devşirilmiş arzularla, sanatla renklenir, "öteki"ne yönelmiş dille seslenir, toplumu ileri
götüren, dünyayı yerinden oynatan bir kaldıraç gibi iş görür. (1)
Nörobiyolojinin yeni bilimcil açılımlarla gözlenebilir bir nesnelliğe çektiği insan sosyalliğinin
en temel iki ayağı aşk ve ahlaka yaslanır. Aşk ve ahlakı kurgulayan da, insanın ayrı eşeyliliği
ve akıl etkinliği, etkileşimidir. Nesnel birer gerçeklik olan beyin hücreleri, eşey hücreleri ve iç
salgıların dolayladığı bir yapılanmayla iki metafizik kavrama, aşka ve ahlaka açılır... Aslında
onun biyolojik varlığının birer ürünü olan yapılarla o yapıların oluşturduğu yapıdışı gibi
görünen duygular insan düşünce sistemindeki düğümler oluşur. Tüm bu tartışma ve
karışmaların arka yüzünde insan türünün beyin yapısı ve ayrı eşeyliliği yatar; aynı zamanda
"öteki" diye adlandırılası giderek moda olmuş diğer insanlarla ilişkilerini düzenler,
toplumbilim açısından gereklilikler doğurur, toplumu iteleyen, ileri götüren düşüncelere,
dürtülere kaynak olur.
1
Ayrı eşeyliliğin topluma ve insana kazandırdığı bu itici gücün bilinçdışına atılmış, ya da
bilincimizin örtük alanında kıpırdanan ayrı bir ruhu vardır: cinsel yasak. Cinsel yasak,
açıklanamamış ya da dışa vurulamayan arzularla kamçılar insanı... Cins temeline dayalı, ateşin
korunmasını kadına bırakan ilk cins ayrımlı işbölümü, anaerkil toplumların sosyal
gerçekliğidir. Hayvancıl orta barbar toplumunda, erkek, yüz binlerce yıl toplumun önünde yer
almış kadından iktidarı almaya yönelir.
Üretimin sosyalleştiği kapitalist toplumla birlikte birlikte, doğal yaşamın kendiliğinden
oluşturduğu cinsler arasındaki ayrılıklar insanın aklıyla görebildiği bir olgu durumuna gelir.
İnsanın türü kendi üremesinin iki kanadını, erkeğin ve kadının durumunu tartışmanın yanında
ürettiğinin getirdiği koşulları ve tüketimi, üleşimi de sorgulamaya başlar. Ortaçağın kölelik ve
kapıkulluğundan kapitalist üretimin özgür işgücü gereksinimiyle sıyrılmıştır insan. Sanayi
devrimiyle birlikte, üreten çoğunluk "zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi" olmadığını ve
yeni yaşamın üretim-tüketim zincirinde taşıdığı eşey organının ya da özel iç salgı bezlerinin
pek de anlam taşımadığını görebilmiştir. Üretim, somutça izlenebilen, elden ele ürünün biçim
değiştirdiği, cins ayrımı gözetmeyen bir toplu sürece dönüşmüştür. Bir malın üretilmesi için
yan yana, ya da art arda çalışmaya başlayan insanın kendi türüne olan inancı daha da artar.
Kendi ürettiği değerin ederini de çözmeye, üleşimde adalet aramaya yönelir... Bir yandan da
doğa ve toplum yasalarını çözümlemeye çabalar.
Tüm insanları, Olimpos'tan ateşi çalıp insanlığa sunan bir Prometeus yapabilecek koşullar
aydınlanmıştır artık.
Yeni çağdaki yeni insanın toplum içinde yaşamasının kendine kazandırdığı milyon yıllık
kazanımlardan belki de en önemlisi, insanın kendi geleceğiyle ilgili düşlerini, düşüncelerini,
yaşama geçirebileceği, gerçekleştirebileceği yargısıdır. Tarih öncesinde, bilincin yeterince
çevreyi aydınlatamadığı uzun bin yıllar, yüz bin yıllar boyunca bilinmeyen, görülmeyen
güçlere devredilen evren ve toplum sırları, insan tarafından, toplum içinde, duyularla,
deneyimlerle, bilgi birikimleriyle kuramlaşmış gerçek ışığında insanın kendi malı olur.
Toplum ve öğrenilebilen, sorgulayan akılla çözümlenebilen, aydınlanan gerçek insanın en
güçlü iki silahıdır. Bu iki ayak üzerinde gelecek yapılandırılacak, tarih yazılacaktır.
Taa ki yakın zamanlara, yine insanın kendi ürünü, yapıtı olan tekniğin, iletişimin, geç
kapitalist simge yağmurlarının oluşturduğu gerçek bulanıklıklarına, algılama bozukluklarına
kadar... Tam burada da oyun bir ikileme dönüşür. İnsanın televizyonlar, reklam kampanyaları,
tüketim simgeleriyle şaşkına dönmüştür. Değerler, insan beğenileri başkalarının kurguladığı
2
sistemler tarafından hazır bir şekilde sunulmaktadır. İnsanın seçim sandığı, ya da temsil
sandığı şeyler birer koşullanma, birer yanılsamadır belki. Bu andan itibaren de duyularının
nesnelliğinden şüpheye düşmeye başlayan insan kendi geleceğiyle ilgili yönelmelerden uzak
durmaya, diğer bir deyimle sosyal politika dışı olmaya başlar. Yanılsama, yanıltılma kaygıları
ağır basmaktadır. Bir yandan da tüm adalet arayışlarının ve yeni, daha insancıl bir dünya
düşlerinin, kavgalarının da insanı birer iktidar oyuncağı, birer tutsaklık gerekçesi oluşturduğu
söylenmektedir. Yaşamsa yeryüzü insan çoğunluğu için her geçen gün daha da zorlaşmakta,
dünya kirlenmekte, doğa bozulmakta, yoksulluk artmakta, tedavisi olmayan hastalıklar
çoğalmaktadır.
Günümüz dünyası insana çözülmesi zor karmaşalar, yanılsamalar sunmaktadır.
Algılamalarından şüpheye düşen insan, kendi geçmişinin izlerini karşısında şaşkın bir izleyici
gibi kalmış, kendi sinir hücresinin, elinin, burnunun, dilinin, gözünün nesnelliğini bile tartışır
olmuştur. Yaşam ve evrenin içindeki bilinmeyenlerle bilinemeyecek sanılanlar çoğalmakta,
umutsuzluk çözüme yönelik davranışların önüne geçmektedir. Düşünce sistemleri içinde
kutsal inançlar, teolojik öngörüler, metafizik, mitolojiler güç kazanmaya başlamış, edebiyatta
mistisizm ve fantastizm öne geçmiştir. Dogma mezarından çıkarılıp "reenkarnasyon"a
uğratılmıştır. "Tarih bir tekerrür"e döndü, dönecektir.
Böylesine karmaşık bir yol izlemiş düşünce tartışmalarının çıkış noktası, felsefeden,
sosyolojiden, tarihten önce hep edebiyat olagelmiştir. İnsana olası gelişmeleri çok önceden
sezgileriyle duyumsatan bir derinlik boyutu, bir öncü güç, bir estetik habercidir edebiyat.
Önce edebiyatta tartışılmaya başlanan, sonra diğer düşünsel alanlara geçen toplum ve gerçek
kavramlarını oluşturan ögeler, insanın kendi istenci dışındaki değişmelerle belki de bilincin
kavrama yetilerinin dışına kayabilecek ölçüde anlaşılmaz nitelikler kazanırken, kavramların
yeniden tartışılmasını isteyenlerden bazılarının başka niyetleri vardır. Toplum ve gerçek
ayakları yok edilmiş insan bilinci, şaşkın ördek örneği kendi insan yavrularını ezecek, ezenleri
sessiz bir tanık gibi izlemek zorunda kalacak, yeniden ilk çağların bilinmezlikleri içinde
yitirecektir kendini. Onun için de önce toplum ve gerçek tartışılıyor.
Özgürlük istiyor son yılların ünlenmiş genç yazarları. Yazdıklarına, düşündüklerine
özgürlük... Kendi dışlarındaki toplumun gerçekliğiyle, toplumun önlerine koymaya çalıştığı
görevlerle ilişkilerini tartışıyorlar. En çok da kendilerini baskıladıklarını savladıkları toplum
ve gerçek kavramlarından rahatsızlar. Edebiyatta özgürlük, sanatçı özgünlüğü, baskı ve
önyargılardan uzaklaşma, "meta metin"leri kullanmama gibi gerekçelerle geleneksel biçimi
3
yadsıyan, hatta aşağılayan, içerik ve anlam boyutu olmayan yapıtlar çoğunluk oluyor. Estetik
bir bakış açısıyla, belki de, bir zenginlik, bir çokrenklilik, çokseslilik kazanmış gibi görünüyor
düşünsel yaşam. Kimi zaman insanı çevreleyen nesnel ortamın çeşitliliğinden,
karmaşıklığından kaynaklanan, kimi zaman da birilerince bilinçli olarak körüklenen bir
"karnaval", bir şenlik yaşanıyor. Birilerince "postmodernizm" olarak adlandırılan bu yeni akım
ya da esinti, öncelikle de edebiyat denizinde fırtınalar koparıyor.
Postmodernizm, ısrarla "gerçek" ve algılama kavramlarını bombardımana tutuyor. Gerçek,
mutlaklığını yitirmiş, yeni ve kurgulanabilir bir "hipergerçeğe" dönüşmüştür. Algılamalarımız
aslında bir yanılsama, ya da birilerince güdülenmiş bir "üstkurgu" olabilir!
Kendi duygularından, dışındaki dünyadaki gerçeklik konusundaki algılamalarından şüpheye
düşen insanda ortaya çıkan en önemli değişimlerden biri "algılama kısır döngüsü" dür.
Postmodernizmin de "şizofreni" olarak tanımladığı bu durum, tıp dünyasında önemli bir
hastalık sayılan, ancak insandan insana direk bulaşmayan şizofreninin edebiyat, felsefe,
sosyoloji, tarih sistemleri ile yeni insanlara, sonraki kuşaklara yayılmasının da başlangıcı,
çıkışıdır. Günümüz şizofrenisi söz, yazı ve görsel iletişimle bulaşıcıdır!
Algılama bozukluğunun bir diğer saldırı odağı, toplumsal olaylardaki neden- sonuç ilişkisi ve
insan toplumları geçmişini bu ilişkiyle tanımlamaya çalışan tarih bilimidir. Postmodernizmin
ana karakterlerinden biri olan "tarih yanılsaması", ya da tarihin tamamen bir kurgu olduğu
savlamasıyla tüm insanlık geçmişi, uzayan bir eliptik sarmal, bir kısır döngü içerisinde
bitmeyen yanılgılar, yanlışların da kaynağı olacaktır.
Tarihi neden-sonuç ilişkisinden koparmak, tarihe yeni kan davaları, yeni düşmanlıklar
eklemek demektir belki de... Anadolu tarihini araştırırken 1900'lü yılların başında yaşanmış
Ermeni- Osmanlı, ya da Ermeni- Türk çatışmasında, Kafkas petrolleri gerçeğini, iki halkı
birbirine düşman etmiş Kafkas petrolü ardındaki emperyalizm olgusunu görmeyen bir bakış
açısı, yüz binlerce insanın ölümüyle sonuçlanmış o karmaşada iki halktan birini suçlu, barbar
olarak bulur çıkarır. Bu kısır çekişme içinde savaşın asıl sorumlusu olan kapitalist sistem,
kendi adaletsizliğini, savaşların, yıkımın sorumluluğunu gizleme olanağı sağlamış olur. Bu
bakış açısı yeni algılama bozukluklarının da çıkış noktasıdır.
Her ikisi de Semit soyundan gelme İsrail oğulları ile Araplar arasındaki kavgada kim haklıdır
acaba? Olaya yalnızca bugünkü yüzeyel görüntüsüyle bakıp arkadaki tarih geçmişini nesnel
bir boyutta değerlendiremediğimizde, benzer savaşların, insanlık üzerine yıkılacak yeni
4
ölümlerin, acıların da önüne geçemeyiz. Bitmeyen Arap- İsrail kavgası emperyalizmin
bitmeyen doğal kaynak ve petrol kavgasıdır. İkinci dünya savaşında emperyalizmin en
acımasız yüzü Alman faşizmi tarafından soykırımına uğratılan Yahudiler için de Araplar için
de, emperyalizmin biçtiği yeni kaftan, petrolün unutulduğu ve sürekli ölümün düşünüldüğü
yeni bir Auschwitz, Filistindir. Bir şekliyle de Auschwitz'den çıkış için tek seçenek: Ya ölmek,
ya öldürmektir! İsrail diye bir millet, milliyetin birkaç on yıl öncesinde olmadığı düşünülürse,
emperyalizmin insanlık üzerinde oynadığı olağanüstü hinoğluhin oyunlar daha iyi anlaşılır
olacaktır. Dünya yüzlerce yıl sonra, yeniden dinler, inançlar savaşında kan yitimine, yıkımlara,
acılara uğruyorsa, bu gerçeğin arkasında hem gizli servisleriyle, hem parasıyla, hem kültürel
saldırısıyla emperyalizm durmaktadır. Bir de, her iki yandakilerin de insan oldukları, kutsal
inanışlar adına bile olsa öldürmenin, yok etme güdüsünün insana yakışmayacağı gerçeği...
Aynı zinciri 11 Eylül'de Amerika'da başlayan terörist saldırı ve arkasından gelişen Afganistan
Savaşı, bu savaşın diğer ortadoğu ülkelerine kayma olasılığına da taşıyabiliriz. İkiz Kuleler'in
bombalanmasını Usame Bin Ladin adlı bir teröristin kendi sapkın kafa yapısından
kaynaklanan bir saldırı olduğunu düşünen Batı yanlıları için bu tür saldırıların olmaması için o
kişinin, örgütünün, hatta bu tür eylemlerde hep adı geçen bir din yandaşlarının ortadan
kaldırılması gerekir. "Haçlı Seferi" deyimi, sonradan baskılanmış bir dil sürçmesi değil, Batı
ve emperyalist düşüncenin benlik göstergesidir. Diğer yandan bakıldığındaysa, Amerikan İkiz
Kuleleri dünyayı egemenliğine almış, dünyanın tüm yoksul halklarını ezen, sömüren bir
sistemin, özellikle de Orta Doğu'da Müslüman topraklarına ateşi, kanı, ölümü hak gören
İsrail'in arkasındaki Amerikan emperyalizminin simgesidir. O kulelerin vurulması bir işarettir;
Müslümanlar birleşmelidir, "Cihad!" gereklidir. Kutsal inancın muştuladığı cennete bu yolda
şehit olunarak ulaşılabilir!
Tarihin zincirlerini kıran, olayları neden- sonuç ilişkisinden "kök-sap"larından çekip koparan
postmodernist düşünce sistemi, olayı insanlara böyle yansır işte. Dünyadaki karmaşanın,
toplumcul kördüğümün asıl boyutu bir toz bulutu arkasında gizlenir.
Toplum çoğunluğunun üstünde, ezmeye, sömürmeye yönelmiş çıkarın güdülediği bir avuç
ayrıcalıklı tarafından kırk yerinden bıçaklanmış, kurşunlanarak öldürülmüş insanlık tarihi,
ölüm nedeni bilinmiyormuş gibi, ezilen çoğunluğu cinayetle suçlamak üzere, yeniden otopsi
masasına yatırılmıştır.
Toz bulutunu biraz aralamaya çalışalım istedik...
5
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------1. Günümüz dünyasının egemeni geç kapitalizm ve liberal politikalar, insan sosyalliğini yıkıma uğratırken,
bireyi yalnızlığa, kendi türüyle acımasızca yarışa itelerken Doğada Karşılıklı Mücadele Yasası'nın varlığını
kullanıyor. Hani "Darwin'in doğal seleksiyonu" gibi diyor... İnsanın bunca gelişmenin yaşandığı, milyon yıllık
birikimden sonra türdeşlerini acımasızca dışlamasının insana yakışmayacağı itirazının yanında, hep
yadsıdıkları çok önemli ve büyük bir gerçeklik daha var; doğada, Karşılıklı Mücadele Yasası'ndan daha güçlü
işlediği bile öngörülen, bilimcil çalışmalarla desteklenen Karşılıklı Yardımlaşma Yasası'nın varlığı... Bu yasanın
en acımasız doğa koşullarında ve en ilkel hayvan toplumlarında bile diğerinin (mücadele) çok önüne geçtiği
yapılan araştırmalarla gün ışığına çıkarılmıştır. Kaynak: Pyotr Kropotkin, Karşılıklı Yardımlaşma, Kaos
Yayınları Mart 2001
6
Bölüm 1. Genel Olarak Postmodernizm; Bir Hayalet...
Bölüm 2. Türkiye'de Postmodernist Açılımlar,
ya da "Türk Romanında Postmodernist Açılımlar" üzerine
Bölüm 3. Günümüz öykücülüğünün üstüne düşmüş gölge,
ya da yaşamdan kaçan öykücülüğümüz
7
METAFİZİĞİN YENİ HAYALETİ...
8
insanoğlu; ah o metafizik hayvan!
"İnsanoğlu dışında hiçbir varlık, kendi varoluşu ya da genellikle varoluş
karşısında hayrete düşmez. İnsanoğlu, metafizik bir hayvandır."
Schopenhauer
İnsan beyni ve onun çalışma ürünü olan akıl, insanı bir yandan hem ruhsal, hem bedensel
anlamda geliştirip diğer insanlarla ilişkillendirir, sosyal bir varlık yapar. Bir yandan da bireyin
kendine düğüm attığı bir çıkmaz olur...
Günümüzde akılda sorun var. İnsanın kendi ürünü olan toplumsal yaşam, insanın başından
aşağı içinden çıkamayacağı, algılama bozukluklarına yol açan göstergeler yağdırıyor. İnsan
kendi yarattıklarının tutsağıdır. Zaman ve gerçek kavramındaki değişmeler bilinmezleri
arttırıyor. Bilinmezlerin sorgulanmasından kaçınmanın yolu, mistik ve kutsal önermelerdir.
Bir kez daha ve yeniden dogma'dır! İnsan aklı, çözemediği yahut anlam veremediği, ya da
artık anlam vermeyi düşünmediği bir söylemler ve metinler denizinde yüzüyor.
Yaşam, kendini yitirmiş, ne olduğunu anlayamayan benlikten sıyrılmış, milyarlarla türdeşi
içinde yaşarken yalnız kalmış insanın oynadığı, öznesi olmayan bir eylemdir artık. "Biz" ve
"Ben" sözcüklerinin dilden çıkarılıp atılmasının zamanı gelmiştir. Öznesi olmayan bir
yüklemse yaşam, yeni bir yaşam için özne de kalmamış demektir. Adalet arayışı yalnızca
kutsal kitaplarda, okuru kalmamış bir zamanların devrimci yapıtlarında aktarılan bir eski
masaldır.
Kısacası, dünya değiştirilemez olmuştur!
9
bir hayalet...
1980'lerin başında, "le Monde Dimanche okurlarına manşetten bildiriyordu: Avrupada bir
hayalet dolaşıyor - Bu hayaletin adı postmodernizm" (1)1. (18.10.1981 Le Monde Dimanche,
Alıntılayan Y. Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, s.61)
Bu Avrupa'da dolaşan ikinci hayalettir. İlk hayalet 19. Yüzyıl ortalarında duyurulmuştu.
"Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor - komünizmin hayaleti. Eski Avrupa'nın bütün güçleri bu
hayaleti defetmek için kutsal bir ittifak içine girdiler: Papa ile Çar, Metternich ile Guizot,
Fransız radikalleri ile Alman polis ajanları. "(2) 2. K. Marks- Fr. Ergels, Komünist Parti
Manifestosu, Sol Yayınları 1998, s. 7
Tam, "Tanrıya şükürler olsun!" diyorken, ilk hayalet, komünizm, birleşen Avrupa güçleriyle
onlara umduklarından büyük bir destek veren hatta savaşın öncülüğünü yapan Amerikan
güçleriyle, insan düşünce, moral ve yaşam sistemleri içinden sökülüp atılıyorken, ikinci
hayaletin ürküntüsü bindi insanlığın üstüne.
Aradan biraz zaman geçince anlaşıldı ki, korkacak birşey yoktur! Bu hayalet birincisi gibi
ürkütücü, zebani kılıklı bir şey değil... Ne Avrupa'nın bütün güçleri bu hayaleti defetmek için
bir kutsal ittifak içine girmelerine gerek vardır, ne de Papa'yla yeni çarların, Alman polis
ajanlarının işbirliğine... Amerikan Üniversiteleri'nin, Avrupa başkentlerinin, sermaye destekli
kültür çevrelerinin yeni gözdesiydi yeni hayalet...
"Postmodernizmin büyük bir bölümü ABD'den serpildi ya da en azından orada hızla kökleşti.
Bu durum bu ülkenin en yola gelmez politik sorunlarının bazılarını yansıtmaktadır. (....) Çin,
diyet kola ile birlikte Derrida'yı da ithal ettiğinden, şu anda Pekin Üniversitesinde
postmodern incelemeler üzerinde yoğunlaşan bir enstitü var. (.....)ABD'deki bu tercüme
işlemi, kampüs sınırlarının ötesindeki çatışmaların çirkin biçimde akademik parsaları
savunma ya da destekleme etrafında dönen itiş kakışlara dönüşmesiyle, radikal rakiplerin
düşünsel pazarda kavga etmeleriyle, araştırma fonlarının şu değil de bu avangard girişime
tahsis edilmesiyle sonuçlanır."(3) (Altını biz çizdik) 3..Terry Eagleton, Postmodernizmin
Yanılsamaları, Ayrıntı Yayınları 1999,s. 144-145
10
Hayaletin kişiye, yere göre değişik tanımları yapılıyor. Herkes bu hayalet karşısında kendine
bir yer bulma çabasına giriyor. Kimisine göre, günümüz piyasa egemeni geç kapitalizmin
düşünce alanına düşürdüğü bir görüntüdür postmodernizm. Kimine göre özgürlüktür, tüm
iktidarlara başkaldırıdır, her dönemde yaşamayı başarmış insanın ihtilalci ruhudur... Çin
Masaları'ndan, Binbir Gece'ye, çağlar öncesinden var olan, Cervantes'in kitaplarında, Garcia
Marquez'in yapıtlarında kendini duyurmuş bir aykırılık, bir karşı duruş... Kimine göreyse
kurtulmaktır çevreyle ilgili gereksiz sorumluluklardan, başıboş, özgür yaşayabilmektir.
Yalnızca bir kez yaşanabilen bu yaşamın kendi arzularımızın örgüsünde, kendimizle barışık
sürdürebilmek, bizi baskılayan tüm iktidarlardan, ayıp, yasak, günah kavramlarından,
görevlerden uzak tamamlayabilmektir.
Kafalardaki karışıklığı en aza indirmenin yolu, elbet kavramın adından yola çıkmakta olabilir.
Postmodernizm, adı üstünde, herşeyden önce "modernizmden sonra" gelendi, modernizmin
aşılmasıydı, yerine bir başka şeyin konulma çabasıydı.
11
neydi modernizm?
Modernizm, yüzlerce yıllık bir birikimin, içinde yaşadığı toplumun kural ve gizlerini çözmeye
yönelmiş insanın,toplum karmaşasının ve o karmaşada yaşanmış, kimisi efsane olup yerleşmiş
altüstlüklerin ürünüdür.
Kendi çağında moda karşılığı güncel olan diye tanımlanmasından aldı adını modernizm. Bu
tanım bugün için yetersiz kalmaktadır. En azından bugün moda olan değildir!
Rönesans denen bir değişim çağından reformist eylemlere, yeni coğrafyaların tanınmasından
art arda ortaya çıkan yeni buluşlara kadar ayrı ayrı duran başlıklar birleşir onun içinde.
Üretimin sosyalleşmesiyle birlikte, yan yana üretime geçen, gücünü birleştiren, ürettiğini
elinde duyumsayan ve onun arkasından dünyayı öğrenmeye, değiştirmeye kalkışan insanın
yüzlerce yıllık öyküsüdür modernizm.
Taht, şato ve mihraba yönelmiş, kral, derebeyi, kilise, egemenliğine karşı iktidar kavgası vardı
önce modernizmin içinde. Kapitalist diye adlandırılan yeni üretim biçiminin patronlarının,
kıyasıya rekabet koşulları altında piyasaya egemen olabilmek için ucuza üretme mücadelesi...
Sonra, köle, toprakbendi, yanaşma olmaktan kurtulmuş yığınların aç kalmamak için ölesiye
çalışmak zorunda kalarak tanıştıkları özgürlüğün bir anlamının da, insanın kendi geleceğini
kendi elleriyle kurabileceği gerçekliği... Monarşilere başkaldırırken devrimci olmuş
patronların, iktidar koltuğuna ulaşınca kendini desteklemiş işçi, köylü yığınlarına, orta
sınıflara sırt çevirmesi... Çalışan yığınların kanları pahasına verdikleri iş koşullarının
düzeltilmesi mücadelesinden başlayarak siyasi iktidara uzanan destansı kavgaları. Daha
adaletli bir dünya için küçük ütopyalardan üzerine ciltlerle kitap yazılmış devrimci kuramlara..
Tüm bu birbiriyle ayrı, aykırı görünen eylemliliklerin bir ortak yanı vardı. İnsan eliyle, alın
teriyle, bilinciyle doğaya yeni biçimler verip yeni ürünler yaratırken bir yandan da aklıyla,
dününü, bugününü, yarınını tartışıyor, kendi türünün gönenci için yeni kuramlar geliştiriyordu.
Kutsal sayılan tüm kavramların üstündeki örtüleri kaldıran, sorgulayan insan aklı, tüm
karanlık noktalara uzanmaya çalışıyordu. Neydi Nuhun Gemisi? Eriyen buzulların, yağan
çılgın yağışların yol açtığı seller içinde tüm canlı türlerini yaşama taşıyan bir kutsal simge mi,
yağmacı barbarların tıkanmış bir ticaret yolu üzerindeki antika uygarlık bentlerini yıkmasıyla
oluşmuş sellerin günümüze ulaşmış söylencesi mi? İskender'in kılıcıyla kesip attığı neyin
düğümüydü? Peygamberlerin hangisi haklıydı? Kutsal kitapların yazdıkları tartışılabilir
12
miydi? Sorular yumağıydı binlerce yıl sürmüş antika uygarlık! Barbar akıncılarının bitmeyen
saldırıları, aklın ve mantığın geçerli olmadığı derebeyi egemenlikleri, adaletin kapısından içeri
giremediği Engizisyon Mahkemeleri...
Modernizm, insan düşünce dünyasına yüzbinlerce yıl egemen olmuş tüm bu karmaşadan öte
ve en önemlisi, sorgusuz benimsenmiş dogma'nın egemenliğinin sonuydu. İnsan ancak
gözüyle gördüğüne, eliyle tuttuğuna, ya da kendi türünden birinin deneyler, deneyimlerle
kuramsallaştırdığı akla uygun bilgiye inanabilirdi. Doğanın da toplumun da egemeni insan ve
onun beyninin ürünü akıl olabilirdi. Bilinçli, aydın insan kendi türüyle dayanışarak
düşüncesini, ülküsünü yaşama dönüştürebilir, düşünceye yaşam verebilirdi.
Böylesi bir ortamın düşünce ürünüydü modernizm. Modernist kuramcılardan Leon de
Laborde, John Ruskin ve Violletle-Duc'un o dönemin sanatını ve modernizmi çok iyi anlatan
bir tanımları var: "Doğayı taklit ederek eğri çizgilerin süsleyici değerinin belirginleştirilmesi;
nesnenin biçimini kullanıma uydurma isteği; mimarlık, dekor mobilya arasında bir bireşim
sağlama arzusu; son olarak da 'herkes için sanat' ilkesi ardından, halkın yaşam koşullarını
değiştirebilecek güçte olan toplumsal bir ideali gerçekleştirme tutkusu." (Altını biz çizdik)
Bu tanımın anlattığı iki özellik postmodernizmle birlikte ortadan kalkacaktır. Modernist sanat
ve edebiyattaki birincil özellik, öznenin, yani sanatçının, yazarın nesne (yazılı metin, resim vb.
sanat ürünü) üzerinde, insanın doğa ve toplum üzerindeki belirleyiciliğinin yansımasıdır.
İkincil özellik, yapıtın bir bütünlük oluşturması, gönderilene (okur, izleyici vb.) bir anlam,
içerik, ileti sunmasıdır.
"(....) modernlik terimi çok çeşitli ekonomik, politik, toplumsal ve kültürel dönüşmelere
gönderme yapar. Marks, Weber ve öbürleri tarafından teorileştirildiği haliyle modernlik 'orta
çağlar'ı ya da feodalizmi izleyen çağa gönderme yapan tarihsel bir dönemleştirme terimidir.
Kimilerine göre modernlik, geleneksel toplumların karşıtıdır ve ıslahat, yenilik ve dinamizmle
karakterize olur (Berman 1982). Descartes'le başlayıp Aydınlanma'ya ve bunların
izleyicilerine uzanan teorik modernlik söylemleri, aklı hem bilgi ve toplumdaki ilerlemenin
kaynağı olarak hem de hakikatin (truth) imtiyazlı mevkisi ve sistematik bilginin temeli olarak
görüp alkışladı. Aklın, düşünce ve eylem sistemlerinin üzerine bina edebilecekleri ve
toplumun yenidin yapılandırılabileceği upuygun teorik ve pratik normların keşfedilmesine ehil
(yetkin) olduğu varsayıldı. Bu Aydınlanma projesi feodal dünyayı devirmeye ve akıl ile
toplumsal ilerlemeyi cisimleştirecek adil ve eşitlikçi bir toplum kurmaya girişen Amerikan,
13
Fransız devrimlerinde ve öbür demokratik devrimlerde de işbaşında olmuştur" (3) 3. Toulmin,
1990.- Alıntılayan Steven Best- Douglas Kellner, P.M. Teori, Ayrıntı Yay., s.15
"Modernliğin genellikle Rönesanla ortaya çıktığı savunulur (....) Alman sosyolojik teorisinin
bakış açısından ele alındığında, modernlik geleneksel düzenle karşıtlık içerisinde konulur ve
toplumsal dünyanın ilerici iktisadi ve yönetsel rasyonelleşmesini ve farklılaşmasını içerimler "
(Weber, Tönnies, Simmel, Alıntılayan Mike Furtherstone, a.g.y., s.21-22) "Fransızcadaki
Modernite kullanımı, modernliğin zamanın süreksizliği, gelenekten kopma duygusu, yenilik
duygusu ve şimdinin geçici, yüzer gezer ve olumsal (contingent) doğası karşısında duyarlı
olunmasına yol açan modern hayatın bir niteliği olarak görüldüğü modernlik tecrübesine işaret
eder (Frisby, 1985a) Modern insan kendini sürekli icat etmeye çalışan insandır. " (Mike
Furtherstone, a.g.y., s.23)
Daniel Bell (1976) 'e göre, ".... modernliğin temel kültürel varsayımı, iktisadi alanda burjuva
girişimciyi ve kültür alanında engellenmemiş benlik (bu, ilk ifadesini modernizmde bulur)
doğrultusundaki sanatsal arayışı doğuran kendi kendini belirleyen özerk birey idealidir. (Mike
Featherstone, Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, s. 29)
Modernizmin, özellikle de aydınlanma eylemliliğiyle insan aklının özgürlüğüne açtığı yollar
bir süre sonra aynı aklın, öne çıkanlar adına kullanılarak geride kalanlara ördüğü bir ağ-iktidar
sarmalıyla tutsak edilmesini de getirdi. Modernizmin varoluş yatağı, yaşam bulduğu göze,
insana sunduğu özgürlüğün bir aldatmaca
kapitalizm- iktidar- fabrika bir tutsaklıktır- durmayalım düşeriz
Kapitalizme karşı duruş bir modernizm eleştirisini de kaçınılmaz kılacaktır. Sorumlusu akılsa
yaşananların, dogma bir kurtuluş olarak yeni adres olabilir mi?
14
postmodernizme bir genel giriş
"Postmodernizm, dünya üstüne bir hipotezi olan bir disiplin, kendi başına bir kariyer
olabilecek bir şey olarak görülmemelidir. O bizim yoğun ve hiç azalmayacak
düşünselliğimizin adı, bu düşünselliği düşünmemizin yolu ve coşku verici benzerleri haline
gelmiştir." (4) 4. Steven Connor, Postmodernist Kültür, İkinci Baskı'ya önsöz, Yapı Kredi Yayınları Haziran
2001, 1. Baskı, s.9
"Belki de ne kadar çok postmodernist varsa, o kadar postmodernizm biçimi vardır."
(Featherstone, 1988: 207, Alıntılayan Pouline Marie Rosenau, Post- Modernizm ve Toplum Bilimleri, Bilim ve
Sanat Yayınları/ARK, 1. Basım 1988, s.39)
"Postmodern amaç, alternatif bir varsayımlar kümesi formüle etmek değil, bilgi için bu tür
herhangi bir kuramın imkânsızlığını kaydetmek ( Ashey ve Walker 1990 a: 264 ) ve 'bütün
anakodları gayrimeşrulaştırmaktır.' (Hassan 1987: 169 Alıntılayan a.g.y., s. 26)
Postmodernizm, modernizmin tanımladığı bütünlüklü, tümevarımlı öngörüleri sarsarak çıkar
düşünce alanına. Tarihi, toplumsal gelişimi belirlenebilir bir gidiş içinde göstermeye çalışan
bilimin hareket noktalarına yönelik eleştirilerle başlar işine. Modernizmin tüm sorunları
çözecek bir sihirli güç gibi tapındığı bilimsel temeller, bilmin ayaklarını oluşturan deneyim ve
gözlemin "gerçeklik" karşısındaki yeri tartışılır önce.
"Deneyim her zaman, belli toplumlarda ve bu toplumların değişik bölgelerinde, belli anlarda
geçerli olan çeşitli anlayış ve yorumlama yapıları tarafından -fiilen belirlenmiş olmasa bileen azından önceden yorumlanmış olabilir. Gerçekten, deneyim ve bilgi arasında var olduğu
düşünülen ilişkinin kendisi, böyle bilgi ve anlayış yapılarının bir yansısı da olabilir. Bundan
deneyim ve bilgi arasındaki karşıtlığı, (örneğin) geçicilik ve sabitlik arasındaki bir karşıtlık
gibi gören şimdiki kavrayış tarzımızın kökenini ve tarihini belli bilgi yapıları içinde bulduğu
sonucu çıkar. (......) Aslında, modernist kültürü ve genel olarak moderniteyi nitelemenin bir
yolu onun deneyimi keşfedişine bakmaksa, bir başka yolu da onu özbilincinin deneyimi istila
ettiği uğrak olarak görmektir. Modern bir duyarlılık, deneyim ile bilinç arasındaki
kaçınılmaz, sancılı bölünmeyle ilgili bir anlayışla ve ussal bilinci deneyim yoğunluklarıyla
doldurma arzusuyla niteleniyorsa, bu durumun kendisi, deneyimin bilince ve bilincin
deneyime zorunlu olarak bağımlı olduğunun farkına varılmasına delalet eder. (....) Çağdaş
15
benliğimizi şimdi uğrağında anlamaya çalışırken, "bilim"de, din"de hatta "tarih"te,
tarafsızlığından emin olabiliceğimiz hiçbir gözlem noktası yoktur. Çözümlemeye çalıştığımız
an içinde ve o ana aidiz, bu çözümlemeyi yapmak için kullandığımız yapıların içinde ve o
yapılara aidiz." (5) 5. Steven Connor, Postmodernist Kültür, YKY Haziran 2001, s.16-17
Postmodernizmin insanın öğrenme yollarına, gözleme yönelik eleştirileri, bilimin dayandığı
basamakların sallanmasına yol açar, bilimcil kuralların, kuramların yeniden tartışılmasını
gerektirir. İnsanın kendi deneyimlerini, duyu organlarıyla algılayıp belleğe yazdıklarını, ya da
başkalarınca bir kuram şeklinde kendine sunulmuş bilgileri bir yanılsama, ya da bir
önyargının, bir iktidar istencinin benliği kaplaması olarak algılamasıyla birlikte, herşeyin
üstüne korkunç bir şüphe ve belirsizlik iner. Kendi duyularımızın sorgulandığı bir düşünce
sistemi içinde gerçeğin ne olduğunu anlayabilmek elbet olası olmayacaktır. Beden, kendi
organlarına bile yabancıdır artık. Belirsizlik egemendir. Şekerin tatlı, biberin acı olduğunu
söylemeye kalkmamalıdır kimse. Bir başkasının tersine algılama içinde olabileceği her zaman
düşünülmelidir! Yani benim tatlı dediğime sen acı diyorsan, bu tartışılmaz bir söylem, bir
seziştir! Çevremizdeki herşey bir görecelilikten başlayarak her algılayana göre ayrı bir gerçeği
barındırır. Deneyimler ve genel hükümleri arka arkaya sıralayıp bir kuram geliştirmeye
çalışırsanız, evreni böyle açıklarsanız, bir yanılsama içine düşmüş olabileceğiniz olasılığından
öte, kendinizi ve toplumu baskılayan birilerine, çeşitli iktidarlara da bir araç sağlamış
olacaksınız!
Postmodernizm, doğa ve toplumu devindiren, harekete geçiren, değiştiren yasaları bir bilim
şeklinde sistemleştirmeye uğraşan tüm düşüncelerin, sistemlerin yıkıma uğratılmasıdır. İbn-i
Haldun'dan Marks'a uzanan bir süreçte büyüyen bilinçli insan yorumlamasının "meta metin"
yaftasıyla yadsınmasının, insanın adalet arayışının bir sonudur belki...
20. yüzyıl ortalarından sonra, özellikle de iletişim ve teknikte yaşanan büyük gelişmelerle
düşünsel alanımızda oluşmaya başlayan kaos, postmodernizmi düşünsel alana çağıran en
büyük etkendir. Olay, modernizm diye tanımlanan bir kuramlar demetinin ya da zaman
bölümünün eleştirilmesinin, aşılmasının çok ötesinde bir yenilik, dönüşümdür.
Postmodernizmin kendisi de, kaynaklandığı güncel tüketim simge yağmurunun bir gösterisi
gibidir; bütünlüksüz, paramparçadır.
"(....) birleşik bir postmodern teori ya da tutunumlu bir konumlar dizisi bulunmamaktadır.
Tersine, insan sıklıkla "postmodern" diye bir araya yığılan teoriler arasındaki farklılıklardan
16
ve postmodern konumların -çoğu zaman çatışmalı olan- çoğulluğundan sersemliyor." (6) 6.
Steven Best- Douglas Kellner, Postmodern Teori, Ayrıntı Yayınları 1998, s. 14)
Postmodernizm terimi, bilinçli olarak 1940'lardan sonra kullanılmaya başlansa da, ancak
1970'lerin ortalarından sonra yaygınlaşır, kendini iyice duyurur, aydınlar içinde yandaşlar
edinir. Felsefede, mimaride, sinemada, edebiyatta, değişik kültür alanları ve akademik
disiplinler içinde kimi zaman modernizmin bir gelişimi, modernizme bir katkı, kimi zamanda
modernizme bir eleştiri, karşı çıkış olarak biçimlenen düşünce sistemleri, Jean-François
Lyotard'ın La Condition Postmoderne'i 1979'da yayımlaması, yapıtın 1984'te İngilizceye
çevrilmesiyle postmodernizm adıyla disiplinlerarası bir akım olarak onay bulur, kendi adıyla
anılır olur.
Postmodernizmi bir tek tanımın içine yerleştirebilmek olası değildir. O, birçok karşı çıkışın,
ayrı, aykırı görüşün harman olduğu bir modernizm karşıtlığıdır. Charles Newman'a göre,
"(....) postmodernizm, yalnızca toplumun bütün düzeylerinde ve özellikle de kültür ve iletişim
alanlarında yaşanan bir 'söylem enflasyonu' nun temsil sistemidir. (....) eleştirel ve edebi
dillerin her ikisi de güvenilir kullanım değerleriyle ilişkilerini kasten koparmışlar ve sonu
gelmez bir kendini onaylama döngüsü içinde belirsizlik üstüne belirsizlik inşa etmişlerdir."(7)
7. Steven Connor, Postmodernist Kültür, s. 21
"Lyotard tekrar tekrar, postmodern durumun kendisini güç ve etkinlik merkezlerinin
çoğalmasında ve karmaşık toplumsal etkinlik ve temsil alanının bütünü yönetme iddiasındaki
her türden bütünleştirici anlatının dağılmasında gösterdiğini söylüyordu." (8) 8. Steven Connor,
a.g.y.,s. 22
"Postmodern söylemde, artık hiçbir konsensüs olanağının kalmadığı konusunda büyük ölçüde
konsensüs bulunması, nihai otoritenin ortadan kalktığının otoriter bir tavırla ilan edilmesi ve
bütünlüğün artık düşünülemez olduğu bir kültür durumunun bütünsel ve kapsamlı bir
anlatısının dolaşıma sokulup desteklenmesi gerçekten çarpıcıdır." (9) 9. Steven Connor, a.g.y.,
s.23
Kendi önceli sayılabilecek modernizme, bireyin, aklın, bilimin doğa ve toplum üzerindeki
egemenliğine, ya da egemenlik girişimlerine savaş açan postmodernizm, yıktığının, ya da
eleştirdiğinin yerine yeni bir sistem, bir davranış biçimi önermez. "İnsan bilimlerinin ve
özellikle de postmodern teorinin çağdaş teorik söylemlerinin ünlü 'özdüşünümlülüğüne'
karşın, bilgi- iktidar oluşumlarının araştırılmasına pek fazla ilgi gösterilmemiş olması
şaşırtıcı görünebilir. Sanırım bunun bir nedeni, özellikle son yıllarda, geleneksel 'esnek' insan
17
bilimlerinde akademik kurumların toplumsal güçlerini ve saygınlıklarını gitgide yitiriyor gibi
göründükleri gerçeğine yaygın bir şekilde teslim olunmasıdır." (10) 10. Steven Connor, a.g.y.,s. 25
Başka bir bakış açısıyla da değişik bir yönü göz önüne gelir postmodernizmin... "Ama burada
konu, bütün bu karışıklığa karşın, Britanya ve ABD'de insan bilimlerinin, öğretim ve
toplumsal çalışmalar gibi 'insani' etkinliklerin yanı sıra bankacılık, ticaret, sanayi yönetimi
gibi geleneksel olarak ayrıcalıklı meslek ve toplumsal işlevler için de açıkça görülebilen ve
oldukça başarılı bir onaylama işlevini yerine getirmiş olmasıdır." (11) 11. Steven Connor, a.g.y.,
s.29
Postmodernizmle ilgili bu son alıntıyla birlikte bazı anlamlı ipuçları kendini göstermektedir.
Yeni toplumun, gösterge ve simge yağmurlarının oluşturduğu tüketim değerlerinin bir çeşit
onaylanması, kültürel alanda benimsenmesi uğraşı gibi de görülebilmektedir yeni kuram.
Kendi önceliyle, modernizmle kapışmasının sayılamayacak kadar çok nedenleri arasında en
önemlisi de budur belki... Yeni toplumun yeni ekininde hızlı bir değişim yaşanmaktadır.
Günlük kullanımda bir önceki toplumun sorgulanmasında sık sık karşılaşılan dil ve kavramlar
yok olup gidiverirler birden. Ekonomi politik, üretim ilişkileri, artı değer, sömürü, kullanım
ve değişim değerleri... Bunlar çok eski bir tarihin tozlu sayfalarına terkedilmelidir. Bu kavram
ve olguların çağrıştırdığı adalet arayışlarının da bir gerekliliği, anlamı kalmamıştır yeni
toplumda.
Postmodernizmin insanın kendini ve çevreyi algılamasıyla ilgili tezleri tarihe bakış açısıyla da
ilginç noktalara kayar. Tarih, kimi zaman bir yanılsamadır, kimi zaman birilerince
uydurulmuş bir masal... "Tarihin genel olarak bir ilerleme öyküsü olduğuna inananlar bir
yanda, tarihi genel hatlarıyla bir kıtlık, mücadele ve sömürü öyküsü olarak görenler öbür
yanda yer alır; bir de, postmodern metinlerin birçoğunda olduğu gibi, tarihin hiçbir örgü,
hiçbir olaylar dizisi barındırmadığını savunanlar vardır. (12) 12. Terry Eagleton, Postmodernizmin
Yanılsamaları, s. 49)
18
19
bir doğuş serüveni...
Postmodernizm terimini ilk kez, 1947'de Batı medeniyetinin yeni bir evresi anlamında
Toynbee kullandı. Toynbee'nin sosyal bilimler ve kültürdeki değişimleri tanımlamaya çalışan
bu kullanışı postmodernizmin günümüzdeki içeriğinden elbet çok uzaktı... Sonraki
kullanımlarla anlamını bulmaya başladı. Sanatsal alanda Rauschenberg, Cage, Burroughs,
Barthelme gibi genç sanatçılar, Fiedler, İhaab Hassan ve Sontag gibi eleştirmenlerce
postmodernizm kavramının içi dolmaya başladı, kullanım alanı genişledi.
Postmodernizm, ilk yıllarında, sanat alanında bir yenilik, bir eskiye başkaldırı olarak yeni
düşünsel alanı, bir değişimi adımlıyordu. Müze ve akademilerde kurumsallaştığı düşünülen
"tükenmiş" yüksek modernizmin ötelerine geçişin bir çeşit mücadele ögesiydi. Akademik
beğeni dizelemelerine, sanat yapıtlarının sınırları çizilmiş gösterim nesneleri olarak
kutsanmasına karşı devrimci bir kalkışma olarak değerlendiriliyordu. Bu hareketi 1920'lerden
sonra estetiği yadsıyan, 1960'dan sonra yeniden güncelleşen hareketlerle bağlantılandırmak da
olasıdır. Dada ve Gerçeküstücü hareketler gibi... Genel çıkış noktasında "Yüksek kültür ile
kitle kültürü arasındaki eski ayrımları yerle bir etmek, modernizmin süreklilik kazandırdığı
özerk yaratıcı sanatçı nosyonunu ve sanatın sanatkârane tanımına meydan okumak, sanatın
yalnızca bedende mevcut olmakla kalmayıp kitle kültürünün aşağılanan manzarası da dahil
her yerde olduğunu göstermek. Pop sanatın 1960'lı yıllarda yükselişi ve karşı- kültürün
kabarışıyla bağıntılı bir kültürel kopuş olarak nitelendirilmesi buradan ileri gelir." (Hebdige
1983, Huysen 1981, Martin 1981, Alıntılayan Mike Furtherstone, Postmodernizm ve Tüketim
Kültürü, s. 77-78)
Birinci Dünya Savaşı sonuna doğru serpilen Dada hareketinin üyeleri sanatın tüm kutsallığına,
"sanat için sanat" estetizminin saçmalığına savaş açarak, bu alana yerleşmiş kodları
parçalamaya yöneldiler. Metnin birliği düşüncesi, yanılsatıcı bütünlüklerin oluşmasına neden
oluyordu, metin parçalanmalı, çok anlamlı olmalıydı. Esin kaynakları, kendilerinin de
üzerinde çalışma yaptıkları Nietzche idi. ABD'de 1970'li yıllarda Nietzche'nin yerini Derrida
ve yapıbozumu almıştı. ABD'de gelişip güçlenen yeni eğilimin en genel ve toplu tanımını İhab
Hassan "belirsizlikler doğrultusunda eğilimler" olarak yaptı. Açıklık, çoğulculuk, keyfilik,
20
eklektisizm, tutunumculuk, paralojizm, metinlerarasılık, çoğun bir karşısında önceliği,
içkinlik (içsel dünyalara tutku) belirsizliklerin en belirgin özellikleriydi.
Postmodernist eğilimlerin gelişmesiyle nesne üzerinde etkili birey, öncü, entellektüel kişilik
kavramları geriye itildi. "Entellektüellerin statüsü bundan böyle denetleyemedikleri kültürel
malların üretiminde kaydedilen muazzam genişlemeyle daha da acze uğramıştır ve hatta
'galeri sahiplerinin, yayımcıların, televizyon yöneticilerinin' ve öbür 'kapitalistlerin' ya da
'bürokratların', 'piyasa faillerinin' şeylerin altını oymalarından ötürü entellektüellere
danışılmasına bile ihtiyaç duyulmamaktadır." (Bauman, 1988: 224, Alıntılayan, Mike
Furtherstone, a.g.y., s 80)
21
1. (18.10.1981 Le Monde Dimanche, Alıntılayan Y. Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar,
s.61)
2. K. Marks- Fr. Ergels, Komünist Parti Manifestosu, Sol Yayınları 1998, s. 7
3. Toulmin, 1990.- Alıntılayan Steven Best- Douglas Kellner, P.M. Teori, Ayrıntı Yay., s.15
4. Steven Connor, Postmodernist Kültür, İkinci Baskı'ya önsöz, Yapı Kredi Yayınları Haziran 2001, 1.
Baskı, s.9
5. Steven Best- Douglas Kellner, Postmodern Teori, Ayrıntı Yayınları 1998, s. 14)
6. Steven Connor, Postmodernist Kültür Y.K.Y., s.16-17
7. Steven Connor, Postmodernist Kültür, s. 21
8. Steven Connor, a.g.y.,s. 22
9. Steven Connor, a.g.y., s.23
10. Steven Connor, a.g.y.,s. 25
11. Steven Connor, a.g.y., s.29
12. Terry Eagleton, Postmodernizmin Yanılsamaları, s. 49)
22
Fransa, yapısal- postyapısalcılık çatışmasından postmodernizme
Modernizmin yurdu, 1789 Devrimi ile modernizmin sosyal devrimle kralın yerine taç
giyinişine tanık olmuş Paris... Kahramanlıklarıyla ve özgür insan eylemlilikleriyle ünlenmiş,
yeni çağa adını vermiş, kültür ve sanatta dünya metropolü bu ünlü kent, postmodernizmin de
yaratıcısıdır!
İkinci Dünya Savaşı sonu Fransa, Avrupa'nın en büyük değişiklikler yaşayan ülkesidir. 1950'li
yıllardan itibaren tarımın egemen olduğu ülke endüstri toplumu olma yolunda hızlı adımlar
atmaya başlar... Amerikan etkisinin de itilemesiyle, hem ekonomide, hem kültürel alanda yeni
bir toplumun doğuşu Fransada sahnelendi denebilir. Hızla ortaya çıkan otoyollar, büyük
yapılar, gökdelenler, tüketim toplumu olmaya gidişin doğurduğu kültürel değişiklikler içinde
yeni düşünceler, felsefe grupları da etkinlik kazandılar. 1950- 70 arasının bu hızlı altüstlüğüne
eklenen, belki de bunun bir ürünü olan 1968 gençlik hareketi, önce Fransa'da, sonra Avrupa
ve tüm dünyada yeni bir değişimin, dönüşümün de habercisiydi. Bu tarih, belki de dünyayı
sarsmış ilk hayaletin, komünizmin, tüm Avrupa ülkelerinin başında demoklesin kılıcı gibi
sallanıp duran komünist partilerinin yıkılışının, yirmi yıl sonra da bazı duvarların çöküşünün
başlangıcıydı. Bu yıkılış ve çöküş hızla diğer düşünce sistemlerine, insan bilincine, insanın
kendi geleceğini belirleyebilme yetisine de uzanmakta gecikmeyecekti. İşveren sınıfının
önünü 1789 burjuva devrimiyle açmış Paris sokakları, o sınıfın yeni biçiminin, geç
kapitalizmin de önünü açmalı, engelleri yok etmeliydi...
Savaş sonrası Fransız düşün yaşamında egemen olan Marksizmdi. Fenomenoloji,
varoluşçuluk, Lacan'ın psikanalizi ve Althusser'in yapısalcı Marksizmi, Marksizm'in son altın
çağındaki ayrık gibi duran değişik görüntüleriydi. Bir duraklama ve çöküşün de habercileri...
Yapısalcılık, fenomenleri parça ve bütün çerçevesinde analiz eden ve bir yapıyı ortak bir
sistem içinde parçaların karşılıklı bağlantısı olarak tanımlayan bütüncü çözümlemelerin
düşüncesidir. Yapılar, bilinçdışı kurallar ve kodlar tarafından yönlendirilmektedirler. "Bundan
dolayı yapı, nesnenin (...) görünmez olarak duran birtakım yönlerini ya da diyelim ki doğal
nesnede kavranılmaz olan bir şeyleri açığa çıkaran bir simulacrumudur sonuçta." (1) 1.
Barthes- Alıntılayan St. Best- Douglas Kellner, P.M. Teori, s. 35
23
Yapısalcılığın özellikle Althusser tarafından tartışmaya açtığı özne kavramı ve antihümanizm, diğer düşünceler için de bu alana yapılmış bir çağrı oldu. Özne, dil, söylem,
gösterimsel ve temsile dayalı kuramları içeren yoğun bir tartışma başladı. Özne, yalnızca dilin,
kültürün ya da bilinçdışının bir etkisi olarak betimlenip bir köşeye atıldı ya da radikal ölçüde
merkezsizliştirildi (decentered) ve öznenin nedensel ya da yaratıcı bir etkililiği olabileceği
reddedildi. Yapısalcılık, simge sistemlerinin, bilinçdışının ve toplumsal ilişkilerin öncelik
taşıdığını, bunların karşısında öznelliğin ve anlamın türevsel olduğunu söylüyordu.
Özne, dil tarafından belirlenen bir görecelikten öte bir şey değildi. Dilse, kuramın
anlaşılmasında yaşamsal bir yer taşıyordu. Sözcüğün anlamı ses ve gösterdiğindedir. Dilsel
göstergenin nedensizliği, gösterenle gösterilen arasındaki bağlantının doğal olmayabileceği,
ilişkinin bir olumlama ya da seçmeyle sınırlı kalması gerektiği gibi tartışmalar yapısalcığın
düşünsel alana sürdüğü konulardı. Yapısalcıların başlattığı fenomenoloji, hümanizma,
varoluşçuluk kuramlarıyla dil ve özne kavramları üzerindeki tartışmalar postyapısalcılığın
giderek güçlenen aykırı seslerini duyurdu. Postyapısalcılığın açtığı kapıdan geçense,
postmodernizm oldu. Postyapısalcılar, zihnin doğuştan gelen, evrensel bir yapıya sahip
olduğunu ve mit ile öbür simgesel biçimlerin doğa ve kültür arasındaki çelişkileri çözüme
kavuşturmaya çalıştığını ileri süren yapısalcı savları şiddetle eleştirdiler.
Özerk özne kavramının olası olmadığında iki taraf anlaşır görünüyordu. Ancak,
postyapısalcılara göre, yapısalcılar değişmeyen bir insan doğası varsayımına dayandırdıkları
düşünceleriyle hümanizmayı da yeniden üretmişlerdi. Gösterilen karşısında gösterenin
öncelikli olduğu gerçeği kabul edilmeliydi. Dilin dinamik üretkenliği karşısında anlamın
belirsizliği öncelikle vurgulanmalıydı. Yanılsamaların çıkış noktası da burasıydı işte.
Gösterilen, asla bitmeyen bir anlamlandırma sürecinde bir uğrak olabilecektir yalnızca. Bu
süreçte özne, nesneyle arasındaki temelli, değişmeyen bir bağıntı içinde değil, yalnızca
gösterenlerin sonsuz, metinlerarası oyunu içerisinde üretilir.
Derrida'nın sözleriyle, "Anlamın anlamı sonsuz imadır, gösterenin gösterilene sonu nereye
varacağı belirsiz bir şekilde yaptığı göndermedir... Anlamın anlamının gücü, gösterilen
anlama hiçbir mühlet, hiçbir duraksama tanımayan belli bir arı ve sonsuz müphemliktir...
daima tekrar anlamdırır ve farklılaşır". (2) 2. Derrida, 1973:58, Alıntılayan Postmodernist Teori,
Steven Best- Douglas Kellner, Ayrıntı Yay. Mart 1998, s.37
24
Modern felsefenin tümüne yönelik tüm bu bütünsel eleştiriler içinde Nietze'nin düşünceleri ile
Heidegger'in metafizik eleştirisi önemli yer tutarlar. Belki de tartışmalar özellikle Nietzche'nin
iktidar ve teolojik kabullenimlere karşı çıkan ve nihilizmi çağrıştıran sıradışı görüşlerinin
üstünde gelişmişti. Bu anlamda, Nietzche, postyapısalcıların ve postmodernistlerin bir öncüsü,
önderi de sayılabilir. Özne, temsil, nedensellik, gerçek, değer ve sistem kavramlarını sarsan
görüşler geliştirmişti Nietzshe. Tüm iktidar sistemlerine karşı bir başkaldırının bayraktarlığını
yapmıştı. Nietzche felsefesinde, olgular değil yorumlar, nesnel gerçekler değil çeşitli birey ve
grupların kurgusu belirleyici olmaktaydı. Nietzche, perspektivist, göreceli bir yönelimle
eleştirilerini yapılandırmıştı. Göreceliğin düşüncede sistemli bir kullanımını sağlayan
Nietzche'dir diyebiliriz. Günlük yaşama ve düşünce alanına egemen olmuş tüm felsefe
sistemlerine toptan bir karşı çıkıştı Nietzche. Yeni felsefe yapma, geliştirme çağrılarının ilk
odağıydı... Dilin tamamen bir eğretileme, bir metafor olduğunu, öznenin de yalnızca dil ve
düşüncenin bir ürünü olduğunu söylemişti. Aklın tüm tafralarına saldırmıştı Nietzche; bedenin
arzularını ve toplumsal kuramlar karşısında sanatın yaşamsal- zenginleştirci üstünlüğünü
savunmuştu. "Sanatın yanılsaması olmasa gerçek'ten ölürdük" diyordu Nietzche.
Eleştirdikleri yerine yeni bir sistem önermesi getirmemiş ve yeni bir felsefe kuramının
bütünlüğünü verememiş olsa da, yeni sistemler, yeni önermelerden yana oluşuyla kendini
izleyecek postmodernistlerden ayrılıyordu Nietzche.
Nietzche ve Heidegger daha sonraki postmodern teoriyi etkileyen kapsamlı modernlik
eleştirileri geliştirdiler. Modernizmin temellerini sarsan vuruşlar yaptılar. "Nietzche,
modernliği daha yüksek türlerin rasyonalizm, liberalizm, demokrasi ve sosyalizm tarafından
sıradanlaştırıldığı ve içgüdülerin iyice çöküp derinlerde büzülüp kaldığı bir dekadans hali
olarak görüyordu." (3) 3. Nietzche, Alıntılayan St. Best- Douglas Kellner, Postmodernist Teori, a.g.y., s.39
25
68 ayaklanması, komünist partiler ve Marksizm için bir dönüm noktası...
Mayıs 1968 ayaklanması, postmodernizmin habercisi postyapısalcılığın düşünce alanındaki
kazanımıydı, bedensel bir varlık kazanıp alanlara taşmasıydı. Aynı zamanda, bu tarihten
başlayarak, postmodern kuram, postyapısalcılığı da kapsamına aldı, kendi dağınık tanımının
ögelerini buldu batı dünyasının günceline oturdu.
1968 olayları, bilgi ve eğitimin yoğun bir şekilde tartışılmasıyla başladı denilebilir. Genç
kuşaklar bir iktidar aracı olan ve tüm toplum üzerindeki baskıya aracılık eden eğitim ve bilgiyi
tartışmaya açmışlardı. Üniversite gençliği, forumlarda, alanlarda tartışmaya açtığı iktidar
kavramına saldırıyordu. Eğitim ve bilgiden başlayan tartışmalar özgürlüğün önündeki tüm
engelleri kapsayan bir boyutluluk kazandı. İktidar, yalnızca egemen üretim ilişkisinin patronu
ya da devletin yöneticisi değil, bir sistem içinde insanları bağlayan, belirli kalıp düşünce ve
davranışlara yönlendiren tüm sistemlerdi. Aykırı olduğunu savlayan düzen karşıtı partiler ve
siyasal guruplar da birer iktidar aracı olmaktan öte birer iktidar odağıydılar.
Ayaklanmanın kendisi bir iktidar sorunu olduğu halde, 1968 ayaklanmasının tartıştığı iktidar
sorunu, sonraki dönemler için bir iletidir. 1968'in en önemli özelliği, bir ayaklanma olarak
tüm yeni ayaklanmalara karşı kapıları kapatan bir içerik taşıması, en aykırı olduğunu
savlayanlar da içinde olmak üzere tüm seçenekleri, bütünleştirici sistemleri yadsımasıdır.
Bu tarihten başlayarak, en az iktidar, iktidar araçları, örgütler de ameliyat masasına yatırıldı.
Ameliyatlar, birçoğu otopsiye giden birer süreç olarak yaşandı. Mayıs 1968 böylesi özgürlük
istenci, iktidar karşıtı söylemlerle başladı, insanın kendi geleceğiyle ilgili kuramlara, bilince,
akla, tüm toplumcu kurallara karşı çıkan bir dağınıklıkta, postmodernizmde bitti.
Fransanın ve Dögol'ün NATO'yu tartıştığı, ABD ile Fransa arasındaki ilişkilerin gerginleştiği
bir dönemde patlamıştı gençlik olayları. Aynı zaman kuşağında, Dögol'den yana bir politika
izleyen Fransız Komünist Partisi 1968 olayları ve sonrasında, gençlik içinde Fransız aydınları
arasında değer yitimine uğradı. Bu tarih, adeta, komünizmin hayaletinin yok olacağının, bir
süre sonra bazı duvarların yıkılacağının habercisi, tüm aykırı sistem ve iktidar arayışlarının
sonuydu.
26
1968 olayları sonrasında, düşünsel alanda, ekonomi-politik, sınıf mücadelesi, üretici güçler,
üretim ilişkileri yerine yeni ve başka kavramlar muhalefetin sözcük dağarcığına yerleştiler.
Devrimci düşünce, hem içeriği, hem devrimci gençlerde yaşam bulan davranış görüntüleriyle
yeni biçimlere büründü. Toplumdaki ayrı ve aykırı gruplar, özerk gruplar, alternatif
topluluklar, sınıfların, bütünleştirici tezlerin yerini aldı. Yeni devrimciler, "Gay" ve lezbiyen
örgütlenmelerinde, feministlerde, ekolojik gruplarda, akıl hastanelerinde, tüm mikropolitik
hareketlerde buluşuyorlardı. Toplumdaki muhalefet renk, ses ve anlam değiştirmişti. Ya da
hızla değiştiriyordu.
Parti ve iktidar belki de en çok tartışılan konulardı. 1970'lerden başlayarak Marksizmi bir
terör ve iktidar söylemi olarak niteleyen yeni felsefeciler, Nietzche'nin iktidar, egemenlik ve
baskı karşıtı görüşlerini geliştirdiler; giderek Batılı düşün toplumunun çoğunluğu oldular.
Marksizm, genel olarak geride kalmış bir baskıcı sistem öğretisi olarak tanımlandı. Öyle
tanımlandı, öyle öğrenildi ve öğretildi; öyle anımsanan bir eski düş oldu. Yeni gelişen tüm
düşüncelerin, eğilimlerin ortak eleştiri noktası Marksizmdi!
Bu gelişmelerin yaşanmasında yalnızca Batı'da gözlenen geç kapitalizmin bilinci parçalayan
sanal ortamı, gelişen iletişim, teknoloji sorumlu değildi elbet. Bir duvarın arkasında
yaşananlar da Batı'da yaşanan düşünce değişimlerine en uygun verileri hazırlıyordu. Stalinle
başlayan, parti ve toplumda demokrasiyi, birey özgürlüğünü, istencini hiçe sayan derebeyi
davranışları sosyalizmin tüm insancıllığını, hümanist özünü, çekiciliğini yok ederken insanın
sistem arayışındaki yılgınlığının da bir ölçüde sorumluluğunu taşıyordu.
27
postyapısaldan postmoderne
Postyapısalcılık, yapısalcılıkla süren tartışmasında, postmodernizmin kuramsal yapısını büyük
ölçüde biçimlendirmiş oldu. Düşünce uzanımlarını yaşamın her alanına uzatan, Batı ekinini
neredeyse tümüyle kapsamına alan postmodernizm, postyapısalcılığı bir alt grup gibi aldı
yanına, bir alt başlığı olarak kullandı.
Postmodernizm, ilk kuramcıları tarafından adı konulmadan biçimlendirilirken, modernizme
bir güncel katkı, ya da kimi yanlarının eleştirisi olarak düşün alanına girmişti. "Post" terimi
hem modernden sonra geleni, hem modern olmayanı tanımlarken hem de modernin karşıtı
olarak anlamlar içermiş olsa da, yaşanan süreç, son seçeneğin, ya da modernizm karşıtlığının
postmodernizm olarak bilinmesiyle sonuçlanmıştır. Modernizmden esinlenen ögeler yeni
düşünce sistemi içinde uzun bir süre yer aldılar. Düşünürlerin çoğunluğu kendilerini aynı
zamanda modernist olarak tanımlıyordu. Modernizmin yeni boyutlarını yapılandırıyorlar,
değişen yaşam koşullarına uygun yeni modernist açılımlar oluşturuyorlardı. Günümüze
uzayan tartışmalar sonucu postmodernizm, genelde modernizmi tamamen yadsıyan, onun tam
karşıtı bir kuram ya da öğretiler bütünü olarak kendi tanımına ulaştı.
Postmodern kuramın temellerini atmış, ana söylemlerinin yaratıcısı olmuş kimi düşünürler
modernizmden kopmadıklarını söylemişlerdi. Örneğin Faucalt, kendisini Aydınlanma
geleneğinin bir sürdürümcüsü olarak tanımlamıştır. Deleuze ve Guattari söylemlerinde
kuramsal olarak tamamen postmodernist oldukları halde yerlerini netçe belirlemezler. Lyotard
yansız ve belirsiz bir tutum izler. Laclau ve Mouffe birçok modern politik değere bağlı kalır.
Jameson Marksizmle özdeş görünmeyi sürdürür. Postmodernizmi bir kuram olarak
benimseyen, açıkça tavır koyan ilk düşünür Baudrillard'dır.
28
postmodern edebiyat; postmodernizmin anlatı bütünlüğü!
Modernizm, rönesanstan başlayarak bilim ve teknikteki gelişmelerin, üretimdeki
sosyalleşmenin açtığı kapılardan geçerek 20. yüzyıl başlarına kadar edebiyatın, kültürün,
sanatın, egemeni oldu. Düşüncenin tartışmasız sürükleyicisi bilinçle donanmış "ben",
dogmanın ve tüm teolojik kabullenişlerin elindeki cepheleri bir bir ele geçirerek ilerlerken,
Batı'dan Doğu'ya ilerleyen bu süreç Batı'daki bir nitelik değişimiyle birlikte belki, kendini
tartışmaya başladı... Belki de birikmiş emeğin, sınırlar ötesine uzanan anamalın gereksinimi, o
andaki kendisi gibi olmayan bir insanın kurgulanmasıydı. Dirnemeyen, araştırmayan, içine
çokmüş, herşeyin sonunun geldiğine inanmış bir insan türü... Bu yeni türün bulaşıcı bir
hastalık gibi tüm insan toplumuna yayılması, yaygınlaşması onu taşıyan yeni ekonomik gücün
dünyanın en ırak noktalarına ulaşmasıyla atbaşı gitti denebilir. Olağanüst gelişmiş teknoloji ve
iletişim olanaklarıyla bir bulaşıcı hastalık gibi aynadan aynaya geçti insanın bu yeni insana
bakışı. O eski özne aynaya baktığında artık başka şeyler görüyordu. 20. yüzyılın başlarına
denk düşen bir zaman dilimi yaşamın içinde akıp geçerken egemenin insan değil de zaman
olduğunu görmeye başladı birileri. Ya da insan bir yanılsamadan uyanıyordu.
Düşünsel alanda dünyadaki değişimi tarihi süreç içinde incelemeye aldığımızda, değişimin
belki de en önce edebiyatta yaşandığını, henüz kuram olarak kendini tanımlayamamış, tüm
boyutlarını yapılandıramamış düşüncelerin edebiyat yapıtlarında kendini duyumsattığı
gerçeğini gerçeğin tartışılmaya başlanacağı bir çağın ilk habercisi olarak belirlememiz
gerekecek bu noktada... Edebiyat, tüm düşünsel eylemliliğin bir sezgisi, bir ön habercisiydi ve
belki de insanı aldatmaya çalışmayan tek yalandı... "Edebiyat bizi aldatmayan bir yalandı.
Yalan olduğunu gizlemiyordu." (1) 1. Nilüfer Kuyaş, E Dergisi Aralık 2001, Gerçeklik Nasıl Öldü?
Öznenin, özneyi çevreleyen gerçekliğin, öznenin kendi gerçekliğiyle karşılıklı duruşunun
birbirinden kopuşunun habercisiydi postmodernizm bir tanımla... Ve önce edebiyatta kendine
yakın tanımlarla buluştu. Postmodernizmin ilk ele avuca sığan tanımını da bir edebiyatçı, İhab
Hassan yaptı. İhab Hassan'ın ilk baskısı 1971 yılında yapılan "Orfeus'un Parçalanışı:
Postmodern Bir Edebiyata Doğru" yapıtı bu anlamda tarihsel bir değer taşımaktadır. Yapıt,
hem kapsadığı imgeler, hem gönderilene sunduğu iletilerle postmodernizmin kutsal kitabı
29
olabilme özelliğindedir. Genç erkeklere gösterdiği ilgi nedeniyle kafası koparılan ozan
Orfeus'un öyküsünü bu yüzyılın edebiyatı olarak tanımlar Hassan. Herbus nehrine liriyle
birlikte atılan Orfeus'un kafası şarkı söylemeyi sürdürmektedir. Hassan bu anlatıda, "1914'ten
beri edebiyat geleneklerinin birbirini izleyen kuşaklardan yazarlar tarafından bilinçli bir
şekilde parçalanışı olarak gördüğü şeyi anlamanın bir yolunu bulduğunu düşünür. Hassan'a
göre bu yüzyılın en önemli edebiyat gerçeği, parçalanmaya razı olan ama gene de, 'telleri
olmayan bir lirle' şarkı söylemeye devam eden bir 'sessizlik edebiyatı' olmuştur" (2) 2. Steven
Connor- Postmodernist Kültür, YKY Mart 2001, s. 159
Başlangıçta modernizmin bir yeniden yapılanması, çağcıl uyarlanması, değişen koşullara
uyum ve aykırılığının tanımlanması gibi anlatır Hassan postmodernizmi. "Postmodern ruhun
modernizmin büyük gövdesi içinde sarmalanmış" olduğu şeklinde yorumlarını biliyoruz
Hassan'ın. 1982 yılındaki ikinci baskıdaysa, modernizmden tamamen kopuşun, bir karşıtlığın
yapılanışı gözlenir. Yollar ayrılmıştır artık. İnsan düşüncesinin edebiyata düşen izdüşümünde
ayrılıklar, aykırılıklar, özneyle onu izleyen öznenin bakışlarındaki ayrılık, öznesiz bir
gerçekliğin de var olabileceği gerçekliği, ya da gerçekliğin özne karşısındaki hiçliğiyle aynı
anlama gelen gerçeklik yitimi birlikte varoluşun koşullarında anlaşamamaktadırlar artık.
Postmodernizm adını alan bu yeni durumun modernizmle ayrışan yönünü postmodernizmin
sistemsizliğine karşın bir sistem içinde belirlenebilmesinde sakınca görmez İ. Hassan; örnek
bir tabloyla özetler düşündüklerini...
Modernizm
Postmodernizm
Romantizm/ Sembolizm
Patafizik/ Dadaizm
Form (birleşik, kapalı)
Antiform (ayrışık, açık)
Amaç
Oyun
Tasarım
Şans
Hiyerarşi
Anarşi
Egemenlik / Logos
Tükeniş/ Sessizlik
Sanat Nesnesi/ Tamamlanmış Yapıt
Süreç/ Performans/ Hapening
Uzaklık
Katılım
Yaratım/ Bütünleştirme
Yok etme/ Yapıçözme
Sentez
Antitez
Mevcut olma
Mevcut olmama
30
Toplama
Dağıtma
Tür/ Sınır
Metin/ Metinlerarası
Paradigma
Sentegma
Hipotaksi
Parataksi
Metafor
Metonimi
Seçme
Birleştirme
Kök/ Derinlik
Köksap/ Yüzey
Yorumlama/ Okuma
Yoruma Karşı/ Farklı Okuma
Gösteren
Gösterilen
Okunabilirlik (Okura göre)
Yazılabilirlik (Yazara göre)
Anlatı/ Büyük tarih
Karşı- anlatı/ Küçük Tarih
Ana Kod
Kişisel lehçe
Belirti
Arzu
Jenital/ Fallik
Polimorf/ Androjen
Paranoya
Şizofreni
Köken/ Neden
Farklılık- Farklılaşma/ İz
Metafizik
İroni
Belirlenmişlik
Belirlenmemişlik
Aşkınlık
İçkinlik
(3) 3.İhab Hassan, Steven Connor, Postmodernist Kültür, s. 161
Tablo, çeviri yorumları, 20. yüzyıl başlarındaki geleneksel içeriğinden ayrımlaşmış
modernizmi modernizmin kendisi olarak tanımlanması gibi tartışılabilir yönler taşımakla
birlikte oldukça geniş bir kapsamla yapılmıştır. 20. Yüzyıl başından itibaren tüm düşünce
alanlarında, sanat dallarında ve özellikle edebiyatta ortaya çıkan yeniliklerin, eskiyle
aykırılıkların, ayrımların bir özetini sunmaktadır. Modernizmin değişme, postmodernizmin
doğuş yıllarından başlayarak birçok ayrı düşünürün, edebiyatçının özgün görüşleri de tabloda
kendine yer bulur. Tablodan sonra yaşanan geleşmelerle kimi küçük ayrılıklar ve aykırılıklar
gözlenebilirse de, tablonun oluşturduğu genel anlama çok aykırı şeyler olmayacaktır
değişiklikler. Ve belki de, sonradan konuşulacaklar, yukarda özetlenenlerin kaba ve ayrıntılı
birer yinelenmesi olacaklardır. Tablodeki bazı ayrımlara katılmayanlar, modernist ve
postmodernist kuramlarla ilgili değişik yorumlar yapanların varlığı da sürüp gidecektir bir
yandan...
31
Diğer bir edebiyatçı, Alan Wilde göre ironi ve estetikte her iki sistem arasında bir paylaşım
söz konusudur. İroni aynı zamanda modernizmin malıdır yani. "Zaten ironinin, kendi koyduğu
ikilemi biçimin yüceliği içinde gidip gelmenin dışında bir karara bağlayamayan ya da
çözemeyen, estetik ve estetikleştirici bilinç değil midir?" (4) 4. Alan Wilde, Horizons of Assent:
Modernizm, Postmodernizm and the Ironic Imagination, Baltimore,
40- Alıntılayan Steven Connor,
Johns Hopkins University Press 1981, s.
Postmodernist Kültür, YKY Haziran 2001, s. 166
Postmodernizmde ironi ayırıcı değil "erteleyici"dir. "(....) Postmodernist "erteleyici ironi, en
kötü tutarsızlığın ve yabancılaşmanın katı bir bilinci ile bunlara uysal ve iyi ayarlanmış bir
hoşgörüyü bir araya getiren, modernist hiddet nöbetlerinden türemiş bir sanatın işaretidir.
Şeylerin anlamları ya da ilişkileri konusunda bir kararsızlık, kesinlikle birlikte yaşamaya,
rastgele ve çoğul ve hatta kimi zaman saçma görülen bir dünyayı memnuniyetle karşılamaya
istekli olmayla tamamlanmaktadır. (....) onarılması gereken bir dünyanın yerini
onarılamaycak bir dünya almıştır. "(5) 5. Alan Wilde, a.g.y. s. 40-45, Alıntılayan S. Connor P.M. Kültür
s. 166
Alan Wilde'e göre, "Görünüşten başka birşey olmadığına göre, kişinin görünüşler alanını
oradan inceleme umuduyla kendini yerleştirebileceği ayrı bir konum da yoktur. (....) ve dünya,
eğer bir düzeni varsa gizli, ya da nihai nedenlerle ilgisiz bir şekilde işleyen yerel ve geçici
yapılarda düzenlenmiştir." (6) 6. Alan Wilde, a.g.y., s. 167
32
Postmodernist yapıbozumculuk şiirde kendi gerçekliğine daha yakındır
Postmodernist metin yer ve zaman ötesi bir tutum izler. Savrulgan, dağınık, "gelişigüzel" dir.
Seçicilik azalmıştır. Sesin, sözcüğün daha seçilerek kullanıldığı bir edebiyat türü olan şiirde
postmodernizm daha belirgin bir şekilde "yapıbozumcu" olur. "Postmodernist şiir daha az
yüceltilmiş, daha az benmerkezci bir anlatıya dil ve deneyim içinde gevşek, olumsal,
biçimlenmemiş ve tamamlanmamış bir anlatıya geri döner. Dolayısıyla bu şiir, mektuplar,
gazeteler, yazışmalar, anekdotlar, haberler gibi rastgele ve şiirsel olmayan dil biçimlerini
kucaklar. Perloff"a göre, bu şiir tarzının babası Ezra Pounddur ve Pound'un Kantolar'ı
modernizm içinde tarihe açık bir postmodernist şiirin ortaya çıkışına tanıklık eder; Kantolar,
şiirsel olanla gündelik dil arasındaki ayrımı bulanıklaştırır, 'yazarın kendisi'ni merkeze koyan
romantik ilkeyi ortadan kaldırır ve farklı zaman çerçevelerini çoğaltarak ve bunların arasına
yenilerini katarak tarih sürecine karşı geçirgen, geçici ve bitmemiş olarak kalır." (7) 7. S.
Connor, Postmodern Kültür, s. 172
33
Postmodernist kurgu tüm birikim ve öngörülerden uzak durur
Postmodernist kurgu, dünyanın nasıl bilinebileceğine ilişkin sorular sormaz. Böyle bir sorunu,
sorumluluğu yoktur. Bir sorumluluk olmadan, almadan başlar, savrularak, kimi zaman
raslantısal, kimi zaman mistik etkenlerle yürür, dağılır. "Robbe Grillet'nin Labirent
romanında, bir bombanın patlamasıyla şoka girmiş bir askerin amaçsızca dolaşması gibi,
anlatının şaşırtıcı dolambaçlarını güçlükle izleriz; başka romanlarda ise bu artık hiç mümkün
değildir. (....) Edebi postmodernizm, McMale'in tanımlamayı istediği gibi, birbiriyle çatışan
söylemlerin başkaldıran bir kakafonisi ya da birbiriyle uyuşmayan coğrafyaların
"heterotipisi" olarak tanımlanabilecek bir şeyse, edebi olan kategorisini çözümlenmemiş ve
çözümlenemeyecek bir boşluk olarak ya da her türden bastırmayı kapsamak üzere istendiği
gbi genişleyen elastik bir çerçeve olarak bırakan tuhaf bir tür kısıtlamayla karşı karşıyayız
demektir." (8) 8. S. Connor, P.M. Kültür, s. 177- 178
Postmodernist edebiyat, dogmanın yerini tutarca sıkı sıkıya sarınılmış tarihe saldırıyı kendi
varlığı için zorunlu görecektir elbette. Ancak, bu saldırı bir geleneksel anlayışın yıkılışını
amaçlamaktan öte kendi anlamına ve tanımına en yakın örneklemeleri, tarih bozumlamasıyla,
ya da tarihin öznesiz bir savurganlıkla yeniden yazılmasıyla kavuşur. Tarihin yeniden
yazılması ve her isteyene göre ayrı bir tarih belki de postmodernizmin en güzel tanımı bile
sayılmalıdır. "Postmodernist edebiyatın en önemli karakteristik biçimi "tarihyazımsal üst
kurgu"dur. (9) 9. Linda Hutcheon, A Poetics of Postmodernizm, Routledge, 1988- Alıntılayan S. Connor,
P.M Kültür, s. 178
Salman Rushdie'nin Utanç, D.M Thomas'ın Beyaz Otel, Ishmael Reed'in Mumbo Jumbo,
Robert Coover'in Aleni Yanlış, E. L. Doctorow'un Daniel'in Kitabı bu karakteristiğin ünlenmiş
yapıtlarıdır. Bu yapıtlar, kahramanlarını, karakterlerini tarihten alırlar, tarihi olaylandırırken
bilinen gidişi, ya da aktarılmış gerçekliği bozup dağıtırlar, tarihi çarpıtırlar, bilinçli bir yıkıma
uğratırlar ve kurgusallaştırırlar. Postmodern tarihyazımsal üstkurgu, bir edebiyat konusu
olarak raslantısal bir konu seçimiyle değil, tarihin kendisinin bir kurgu olduğu izleniminin
verilmesi amacıyla özellikle seçilmektedir. Bu metinler tarihi ancak çeşitli temsil ya da anlatı
biçimleri bilebileceğimiz gerçeğini vurgulayarak, tarihle kurgu arasında belirgin bir ayrım
34
yapmanın olanaklı olduğunu reddederler. "Bu anlamda, bütün tarih bir tür edebiyattır."
(Altını biz çizdik. -10) 10. S. Connor, P.M. Kültür, s.178
Postmodernizm, yaşamdan, tarihten yoğunluk sağlayacak adlar ve olayları alır, birbiriyle
ilişkisiz olay akışları ve zaman karmaşası içinde günlük yaşamdan ya da yazılı aktarılmış
biçiminden uzaklaştırır, yeniden kurgular, anlam belirliliği vermeye çalışmadan, yoruma açık
olacak anlatılarla geri döndürür. Tarih ve yaşam, yazanın, görenin dışında da kendi başına var
olabilen bir gerçeklik olarak algılanmamalıdır. Herşey yazana, okuyana göre değişerek ayrı
yönlere akabilir, tarihte ve yaşamda bir belirlilik yoktur. Yaşamamın içinde bulunacak bir
belirliliğin en belirgin özelliği belirsizlik olacaktır. Nesnenin nesnelliği bir olgu değil, duyu
yanılsamasıdır!
Postmodernist anlatının tarih karşısındaki bu tutumu, antika tarih içindeki serüvenleriyle
sonraki kuşaklara hep kötü insan, saldırgan olarak tanıtılmış barbarları bir kez daha
düşünmeye yöneltirken ironik bir anlam kazanıyor... Yazıyı kullanmış ve tarihi kendince
yazmış, yalanla hilenin hep tahtta durduğu antika medeniyet tarihçilerinin tarih yazımının
nesnelliğiyle, postmodernizmin nesnelliğe bakış açıları çağlar sonra ortaya çıkmış bir
karşıtlığın yarattığı anlamlar içermektedir. Uygarlık, barbarlığa yaptığını kendine yapmakta
gecikmemiştir! Postmodernizmin tarihi yazana ve okuyana göre dağıtıp parçalama çabası,
Fransız İhtilali ve 1917 Ekim Devrimi'nde kendi geleceğini kendi örgütlü gücüyle kurma
başarısını göstermiş, en azından bu deneyimi edinmiş insan bilincinin sürekliliğinin toplumcu
gidişte bir ilerleme ö olduğu öngörüsünün de sonudur. Tarihe şüpheci bakış, tarih
yazamayanın aradığı bir adaleti çağrışmaktadır. Düne kadar saldırgan, yağmacı, kendi soyu
dışındakilere en küçük bir insancıl öz taşımayan yabanlıkla kılıç savuran barbarlar, belki de
iyiliğin, adaletin ve tüm güzelliklerin battığı bir güneş tarihiydi. Ya da, tarih anlatana göre
değişecekse, geçmiş üzerine yapılanacak bir gelecek de büyük bir belirsizlik demek
olmayacak mıdır? Bugünden başlayacak, tanıklar gözetiminde yazılacak bir tarihte bile
yazacak olanlar ve tanıklarla değişecek bir ayrım olmayacak mıdır?
Böylesi bir değerlendirmeyle, belirsizliklerin yazgı olacağı bir dünyada, adaletsizliklerden,
haksızlıklardan söz etmenin bir anlamı var mıdır?
Posmodern edebiyatın tarihi yeniden anlatan dağınıklığından sonra kendine en yakışan ve
onun felsefesiyle en iyi örtüşen türü, bilimkurgu ve özellikle "siberpunk" diye bilinen türü
olacaktır. Modernizmin kullandığı bilimkurgu ile postmodernist bilimkurgunun en küçük
benzerliği yoktur. "Kurgu" sözcüğü modern olanda nasıl insanın dışındaki gerçekliğe bir
35
"gibi" bakışı ise, postmodernizmin bilimkurgusunun bilimle ilişkisi ilk denklemdekinin tam
tersi olacaktır. Başka bir deyişle, bilimi olmamış sayan bir kurgu... Modern bilimkurgu
gerçekçi biçimlerin kendisiyle gerçekçi deneyler yapmanın bir yoluydu belki de...
Postmodernizm, bilimkurguyu sanal, akışkan bir uzaya taşır. Zaman ve yer birbirine girmiştir.
Zaman, aklın önceden tanıyabileceği bir sıracalık izleyerek değil, raslantısal değişimlerle çıkar
insanın karşısına. Zamandan zamana geçişin bir açıklanması yoktur, olaylar arasında bir
süreklilik, bağıntı aranmamalıdır. "Siberpunk okuru/ izleyiciyi hem yabancı hale getirmenin
hem de onu bu yabancılık durumuna alıştırmanın yoludur. Böyle kurgular sanki yer
olmayandan (Atopia) geçici bir ideal yer yaratmaktadır (Utopya)." (11) 11. Steven Postmodernist
Kültür, s. 185
Kurgu ve gerçek konusunda, postmodernizmin ana özelliklerini Amerikan "Kurgu Ötesi"
okulunda bulabiliriz. Bu okulun önde gelen adları, Ronald Sukenick ve Raymond Federman'a
göre, roman kendi gerçekliğini "icat etmiştir".
Postmodernist kuramın çeşitli tanımları, Batılı kaynaklarda geniş bir alanda, çok boyutlu
uzamlarda dağılır gider, her gün kendini bir kez daha yaratır. Bu çeşitlilik içinde, yerli
edebiyatımızın kimi yazarlarımızca "özgün" deyişler olarak sunduğu her yönelimin ve
sözcüğün bir batılı örneğini bulmak olasıdır. Sistem tanımayan bir sistem olan
postmodernizm, modernizmi temellerinden sarsarken bizdeki modern öncesiyle, ortaçağ
antikalığyla, Bizantizmle buluşuvermiştir. Yerli postmodernistlerimiz dört elle "özgün" bir
buluş gibi sarılmışlardır yeni kuramın kavram ve söylemlerine... "Öykünme" ve yineleme,
postmodernizmden çok önce de bir "zanaat" olarak toplumuzda vardı zaten. Batı kaynaklı
alıntılarımızda bu özetin içinden çıkıp gelen "yerli" kullanımlar sıkça boy gösterecektir.
"(.....) postmodern kurama özgü olan şey, temsil etmeyle ya da kavramsal düşünceyle
raptedilmeyecek ya da egemen olunamayacak olanı tasarlayıp üretme arzusudur; JeanFrançois Lyotard'ın 'yüce olana doğru tırmanma' diye tanımladığı arzudur. (.....) Burada
irade ve teslimiyet, egemen olma ve feragat, yüce olana yönelmenin bir başka çeşidi olan
sarsılmaz bir sarmal halinde birbirine dolanır. (....) Postmodern teori, hiçbir kenarı,
hiyerarşisi ve merkezi olmayan, ama gene de her zaman varlık kazanmasını istediği kültürel
'heterotipi' görüşüne izin verir. Bu öyle bir teoridir ki, yayılan bir kapsayıcılık ya da
'yaysama' içinde kendi otoritesiyle otoriteyi reddeder, her yerde onun önüne geçer." (12) 12.
Postmodernist Kültür, Steven Connor, YKY s. 33)
36
"Postmodernizmde metinle dünya arasındaki bağlantı, gerçek olana bir geri dönüş lehine
metnin silinmesi yoluyla değil, metinselliğin gerçek olanla örtüşmesini sağlayacak şekilde
yoğunlaştırılması yoluyla yeniden kalıba dökülmüştür. Gerçek olan bir kez söylem haline
getirildi mi, artık metinle dünya arasında kapatılması gereken bir boşluk kalmaz." (13) 13.
Steven Connor, Postmodernist Kültür, s. 179
"Düz bir çizgi izlemeyen anlatımı, oyunculluğu, dermeçatma ve çalakalem üslubuyla büyük
ölçüde alıntılardan ve ünlü isimlerin tartışılmasından oluşan bir pastiş metin inşa eden
çalışmalar demetinde, Hassan, postmodernizmi endüstri kapitalızmi ve Batılı kategori ve
değerlerin bir 'tayin edici tarihsel dönüşümü' olarak karakterize eder. Hassan, postmodern
edebiyatı Batı toplumunun tamamında ortaya çıkan değişimlerin semptomatiği olarak okur. "
(14) 14. Steven Best- Douglas Kellner, Postmodern Teori, s. 25
"Modernist ciddiyet, sofuluk ve bireysellik değerlerine karşı postmodern sanat yeni bir
lakaytlık, yeni bir oyunculluk ve yeni bir eklektisizm sergiler. Tarihsel avangardın
karakteristiği olan sosyopolitik eleştiri öğretilerinin (Burger 1984) ve radikal ölçüde yeni
sanat biçimlerine duyulan arzunun yerine, pastiş, alıntı ve geçmiş biçimlerle oynama, ahlâkı
hor görme, ticarilik ve kimi örneklerde dobra bir nihilizm geçer. Modernist hareketin politik
avangardı, olumsuzlama ve muhalefeti selamlamasına ve sanat ile hayatta devrim yapılması
çağrısında bulunmasına karşılık, postmodernist sanatın büyük kısmı çoğu zaman dünyadan
olduğu haliyle zevk almış ve bir estetik üsluplar ve oyunlar çoğulculuğu içerisinde mutlu bir
şekilde bir arada var olmuştur." (15) 15. Steven Best- Douglas Kellner, Postmodern Teori, Ayrıntı
Yayınları Mart 1998, s. 26
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------1. Nilüfer Kuyaş, E Dergisi Aralık 2001, Gerçeklik Nasıl Öldü?
2. Steven Connor- Postmodernist Kültür, YKY Mart 2001, s. 159
3. Steven Connor, Postmodernist Kültür, s. 161
4. Alan Wilde, Horizons of Assent: Modernizm, Postmodernizm and the Ironic Imagination, Baltimore,
Hopkins University Press 1981, s. 40- Alıntılayan Steven Connor,
Postmodernist Kültür, YKY Haziran
2001, s. 166
5. Alan Wilde, a.g.y. s. 40-45, Alıntılayan S. Connor P.M. Kültür s. 166
6. Alan Wilde, a.g.y., s. 167
8. S. Connor, P.M. Kültür, s. 177- 178
37
Johns
9. Linda Hutcheon, A Poetics of Postmodernizm, Routledge, 1988- Alıntılayan S. Connor,
178
10. S. Connor, P.M. Kültür, s.178
12. Postmodernist Kültür, Steven Connor, YKY s. 33)
13. Steven Connor, Postmodernist Kültür, s. 179
14. Steven Best- Douglas Kellner, P.M. Teori, s. 25
15. Steven Best- Douglas Kellner, Postmodern Teori, Ayrıntı Yayınları Mart 1998, s. 26
38
P.M Kültür, s.
kimlikler, kişilikler
Edebiyatla ilk kuramsal boyutlarını yakalayan postmodernizm, tüm düşünsel alanlarda, tarihte,
sosyolojide, felsefede, hatta belki de algılar üzerine geliştirdiği şüphelerle hücre
sistemlerimize kadar uzanır. Tıp gibi nesnel bilimleri de kapsayarak yeni tartışmalar ve
değişimlerin alanı olur. Yaşamın ve düşüncenin tüm alanlarına uzanan postmodernist
düşüncenin kendi var oluşu içinde, onu oluşturan süreçlerle birlikte iyi kavranabilmesi ve
anlaşılır olması, düşüncenin kaynaklarına kuramı oluşturan kişi ve parçaların tek tek
olabildiğince geniş ele alınabilmesiyle olasıdır. Kişisel bir ayrıştırma, ya da düşünürlerin tek
tek ele alınması böyle bir olanağı da kullanmamızı sağlayacaktır.
Tümü de "(..... ) kendilerini teori ve politikada en yeni avangard olarak sunan, radikalden
daha radikal olduğunu, yeniden daha yeni olduğunu, herradikal ve hiperyeni olduğunu iddia
eden" (1) 1. Steven Best- Douglas Kellner, Postmodern Teori, Ayrıntı Yayınları, Mart 1998,
s.11) Michel Faucalt, Gilles Deleuze ile Felix Guattari, Jean Baudrillard, Jean- Francois
Lyotard, Fredric Jameson, Ernesto Laclau, Chantal Moufe, postmodernizmle birlikte anılan,
onunla ünlenmiş adlardır.
39
Faucalt
"Bizim mevcut kesintilerimizi on dokuzuncu yüzyılın tarihsel ve aşkın geleneği içerisinde
konumlandırmayı sürdürebileceğimize inananlar ile kendilerini bu kavramsal çerçeveden ilk
ve son olarak kurtarmak için büyük bir çaba sarf edenler arasında bir ayrım çizgisi çekmek
zorunlu değil midir? " (Faucalt, 1977:210 Alıntılayan Steven Best- Douglas Kellner,
Postmodern Teori, s. 52)
Modernizme Nietzche'den esinlenerek yapılan eleştirileri günümüze taşıyan, yeni katkılar
sunan öncül adlardan biri Faucalt'tır. Kendini yukarda özetlediği bakış açısıyla ondokuzuncu
yüzyıldan ayırmaya çalışmış, düşünce alanında oluşturduğu kesintilerle bu kopuşun kuramını
oluşturmuştur. Nietzche'nin tanımladığı, gerçeğin bilgi istenci ve iktidar yöneliminden
kopmakta insanın önüne koyduğu bir engel olduğu öngörüsü Faucalt'ın da çıkış noktasıdır.
Gerçeğin insan özgürlüğünün önünde oluşturduğu engelleri aşabilmenin yolu da onun göreceli
oluşunun anlaşılmasına, kabul edilmesine bağlıdır. Gerçek, bilgi, deneyim birikimi,
kuramlardan oluşur. Gerçeği oluşturan tüm bu ögeler görecelidir. Bilgi göreceli, bireye göre
değişen özellikler taşır. Gerçek heterojendir, çoğul bakış açısı gerektirir (Nietzche).
Faucalt, modern iktidar ve bilgi biçimleri arasındaki ortak yüzeyin yeni baskı ve egemenlik
sistemlerinin ortak yüzeyini oluşturduğunu savlamaktadır. Bu doğrultuda, yeni baskı ve
egemenlik sistemlerine karşı durabilmenin yolu, akıl ve ilerlemenin eşitlenmesi önermelerine
karşı çıkmaktan geçer. Akıl, bilim, eşitlik, ilerleme önermelerinin tümü sonuçta bir iktidar
istencine aracılık edecekler ve insan özgürlüğünün önüne dikileceklerdir.
"Faucalt karmaşık ve eklektik bir düşünürdür." (Steven Best- Douglas Kellner, Postmodern
Teori, s. 53)
Faucalt'a göre, akıl, delilik, özne uzlaşımcı değildir. Benzeştirmek, biraraya getirmek yerine
kendi ayrılıkları içinde ele alınmaları en doğru yaklaşımdır. Bunların "soykütüksel" bir
tarihinin yazılması, ayrı bölümlerinde, bir araya getirilmeyecek parelelliklerinde
çözümlenmeleri, tanımlanmaları gerekir.
Felsefeyi soyut, çocuksu, onaylanması olanaksız gerçekler peşinde koşmakla eleştirir Faucalt.
Psikoloji va psikopatolojiye yönelerek davranışın düşünsel köklerini oralarda arar. Aklın
saldırganlığını ve insan davranışları üzerindeki baskılayıcı etkilerini ancak psikopatoloji
çözebilecektir. Bu yola çıkışla, sıradan toplumun hastalık ve psikiatrik bozukluk saydığı insan
40
davranışlarıyla psikiatri klinikleri, Faucalt'a, iktidar baskısına karşı insan başkaldırısının
anlatımını sergilemektedir. Başkaldırıyı, ironik bir deyişle özgürlüğü psikopatolojide bulan
birisi için, aklın, modernizmin, sistemleştirmelerin ve özetçe iktidarın, baskının egemen
olduğu yer olarak görüntü vermeye başlayan örgütler ve politikalarla Faucalt'ın bir ilişkisi
kalmayacaktır elbet. Fransız Komünist Partisi'nden 1951' de ayrılır.
Kendini postmodern olarak tanımlamamakla birlikte modernizme büyük eleştiriler getiren bir
düşünürdür Faucalt. Modern rasyonelliği, onun kurumlarını, modern öznellik biçimlerini
egemenliğin, baskının kaynağı ya da yapılanması olarak görür. Bilginin nesnel, yansız,
evrensel oluşunu savlamaya sürdürenlerin tümü onun eleştirilerine hedef olacaklardır.
Faucalt'a göre, nesnel ve evrensel bilgi, iktidar ve baskının bütünleyici bileşkeleridir.
"Marksizm ve psikanaliz, pratik imalar açısından ingirgeyici ve zorbadırlar." (St. BestDouglas Kellner, a.g. y., s.58) Ona göre tarih ve toplum, bir merkez ya da öz ya da telos
tarafından yönetilen birleşik bütünlüklerdir. Bu bütünlük bozulmalıdır. Özne kurucu bir bilinç
değil kurulmuş bir yapıdır, özne merkezsizleştirilmelidir (decentre). Tarih bilgisi yanlış
oluşmuştur. Tarihsel bir evrim yoktur aslında. Tarihin amacı, (ya da tarih gibi sunulan şeyin)
modern özneyi uyumlama, emek sürecine hazırlamadır. Hümanizma da bireyi eğiten, bütünün
bir parçası olmaya yönlendiren bir anlayışın ürünüdür.
Faucalt'ın temel yönelimlerinden en önemlisi, "farklılıklara saygı duymak"tır. (1973bAlıntılayan, Steven Best- Douglas Kellner, s. 58) Bu farklılıklara yöneliş, giderek tüm
postmodernistlerin ilgi alanı, var olan toplumdan kurtuluş için gösterilen parçalı önermelerin
de kaynağı olacaktır. Şizofrenler, diğer akıl hastaları, homoseksüeller, feministler, lezbiyenler,
düşünsel tartışmaların, felsefenin, sosyolojinin en çok sözü edilecek guruplarıdır.
Modernizmin sınıflarının, işbölümünün doğurduğu ayrımların, üretim ve üleşim içinde
birbirinden ayrışan zümrelerin, aykırılıkların çağı kapanmıştır.
Bir merkezi hareketin ve gerçeği tamamen kavrama iddiasındaki modern felsefenin
düşmanıdır Faucalt. Bu felsefenin önemli köşe taşları da onun eleştirel yaklaşımlarının hedefi
olacaktır elbet. Faucalt'a göre, Hegel ve Marks'ın tanımladıkları evrimsel tarih,
totalleştirmeleri gizleyen, soyutlamalarla yapılandırılmış zorlama bir tanımı kapsar.
Soyutlamaların altındaki karmaşa açığa çıkarılmalı, bütünlük bozulmalı, parçalanmalıdır. Bu
parçalanmaları sağlayacak yollardan biri de arkeolojinin yeniden ele alınması, bulguların bir
sitem oluşturmayı zorlayacak şekilde değil, parçalar içinde değerlendirilmesini gerekli kılar.
Geçimişi bize anlatacak olan, tarih değil arkeolojidir yani...
41
"Arkeolojinin 'birleştirici değil çeşitlendirici bir etkisi var'dır" (Faucalt, St. Best- Douglas
Kellner, a.g.y., s. 63)
Parçalanan tarih yerine arkeoloji ve bütünlük yerine parçaların "soykütük" araştırmaları
düşüncemizin ana yönelimleri olmalıdır. Genel yerine yerel söylemlerle olaylar
açıklanmalıdır.
Hapishane ve hastaneler iktidar baskısının en iyi gözlendiği yerler olduğu kadar, yeni bir
toplum için, yeni önermeler için de ele alınması, çözümlenmesi, yakın durulması, anlaşılmaya
çalışılması gereken bölgelerdir.
Bilgi, pozitivizmin tanımladığı gibi yansız, nesnel ve Marksizmin tanımladığı gibi
özgürleşimci olamaz. Bilgi, iktidar sistemlerinin kopmaz bir parçasıdır. İktidara yönelik tüm
davranışlar baskıcıdır, bir iktidar aracılığıyla öngörülen tüm değişimler, kralın yerine yeni
kralları geçirmekten öte işe yaramayacaklardır.
Sınıf mücadelesini toplumun temeli olarak gören, iki kutuplu Marksist model yerine mikro
düzeyde, hapishane, hastane, düşkünevleri, okullarda yürütülen çoğul, yerel, mikropolitikalar
geçirilmelidir. İktidar değişikliğini amaçlayan makropolitika baskıcıdır. Devrimcinin arı
yasası yoktur. Herbiri ayrı olan direnişler çoğulluğu doğru davranış biçimidir. ( Faucalt,
Steven Best- Douglas Kellner, a.g.y., s. 78)
Baskı altındaki tüm grupları temsil eden genel entellektüeller yerine tikel bir grup ve
mücadele için alçakgönüllü bir danışmanlık görevi üslenecek "özgül entellektüel"ler
geçirilmelidir.
Soykütğünün politik görevi, bütünleştirici, bütün içindeki ayrımları yok edici genellemeler
içinde bastırılmış özerk söylemleri, bilgileri ve sesleri geriye kazanmaktır.
Faucaltçı mikropolitika iki anahtar bileşke içerir. "Bir söylem politikası ve bir biyo-politika.
Söylem politikasında marjinal gruplar, farklılıkların kendi oyunlarını özgürce
oynayabilmelerini sağlamak amacıyla, bireylerin normal kimliklerini deli gömleği içinde
konumlandıran hegomonik söylemlere karşı çıkarlar.(.....) Tüm söylemler iktidar tarafından
üretilir, ama söylemler iktidarın büsbütün kölesi olmayıp "bir direniş noktası ve bir muhalefet
stratejisinin hareket noktası olarak kullanılabilirler. Biyomücadelede bunun tersine bireyler,
disipliner iktidarların pençesini parçalamaya ve yeni arzu ve haz tadları yaratarak bedeni
yeniden icat etmeye girişirler." (Steven Best- Douglas Kellner, a.g.y., s. 80)
42
Deleuze ve Guattari: Şizofrenler, Göçebeler, Köksaplar
"Bugün bizler kısmı nesneler çağında, parçalanıp un ufak olmuş tuğlalar ve artıklar çağında
yaşıyoruz. Bir zamanlar var olmuş ezeli bir totaliteye ya da gelecekteki bir tarihte bizi
bekleyen ezeli bir totaliteye inanmıyoruz artık." (Deleuze ve Guattari, 1983:42- Alıntılayan:
St. Best-Douglas Kellner, P.M. Teori, s.100)
Deleuze, 1950'li ve 60'lı yıllarda Spinoza, Mume, Kant, Nietzche, Bergson ve Proust üzerine
çalışmalar yapan bir felsefe profesörü, Guattari, 1950'li yıllardan başlayarak deneysel psikiatri
dalında çalışan bir pratisyen psikanalisttir.
Gilles Deleuze ve Felix Guattari, kendilerine yönelen postmodernlik yakıştırmasını
kabullenmeyen, birlikte çalışıp ortak yapıtlar üreten iki düşünürdür. Hatta, Guattari'nin
postmodernizmi yeni bir kin dalgası ve tutuculuk olarak niteleyip karşı söylemlerde
bulunduğu bilinir. Ancak gündelik yaşamla ilgili görüşleri, geliştirdikleri kuram, politik
açıklamalarıyla farklılık ve çokkatlılığı savunurken, birlik, hiyerarşi, özdeşlik, temsil ve
öznelliğe yönelik saldırılarıyla postmodernist ilkelerin örnek ve gerçek savunucuları olarak
değerlendirilmeleri yanlış olmayacaktır.
Anti- Ödip (1983, asıl basım 1972) en etkili, adı en çok duyulmuş kitaplarıdır. Burada
modernliği, arzuyu bastıran, devrimci hareketlere bile musallat olan, faşist öznellikleri
dallanıp budaklandıran söylem ve kuramlar olarak tanımladılar, eleştirdiler. Arzunun
özgürleştirilmesi yoluyla radikal bir değişimin olabileceğini savladılar. Baskıcı modernliği,
tıkanmışlığı aşabilmek için bireylerin sürekli oluşum ve dönüşümü arzulayan göçebe yaşam
ilkesiyle davranmaları gerektiğini söylediler.
Faucalt bilgi ve rasyonelliğin eleştirisini çalışmalarının odağı yaparken Deleuze ve Guattari
daha çok kapitalist toplum eleştirisine odaklandılar. Yine de benzer sonuçlara varan
çalışmaları oldu. Diyalektik düşünce sisteminin üçü de karşısında yer almışlardır. Burjuva
hümanist öznesinin merkezsizleştirilip etkisizleştirilmesi (tasfiye) gerektiğini savundular.
Faucalt bunun için özneyi söylemin ve disipliner pratiklerin etkisine indirgedi, eleştirel bir
arkeoloji ve soykütüğünü yöntem olarak seçti. Deleuze ve Guattari ise dinamik bir bilinçdışı
tarafından ego ve superegonun "şizoanalitik" bir yıkımını kullandılar.
43
Psikanalist olan Guattari'den öte tüm postmodernistlerin "şizoid parçalanışlar" yinelemeleri ve
şizofreniyi bir akıl hastalığından çok bireyi parçalayan dış çevreye karşı bir tepki olarak
değerlendirmeleri, onların insan öznesine, bireyin çevreyle olan ilişkisini değerlendirmelerine
en güzel örnektir. "Algılama bozukluğu" olarak tanımlanabilen şizofren bakış açısı,
gerçeklikle ilgili tartışmalara sonsuza uzanan parelellikler ve yeni boyutlar kazandırırken
duyularımızın bizi yanıltmış olabileceklerinden dışımızdaki gerçekliğin bizim dışımızdaki
nesnelliğinin gerçekten var olup olmadığına, o gerçekliği algılayan duyu organlarımızın hangi
özneye yakın durduğuna, ya da bir gerçekliği barındırıp barındırmadığına kadar sonsuza
uzayan bir sorular yumağını da düşün alanına taşımaktadır.
Ancak burada, çok önemli bir şeyin altını çizmenin ve algılama bozukluğunu kabullenmiş
olmanın yol açacağı yıkımları bilmenin yeri de gelmiştir... Genel bir eleştiriye geçmeden önce
yapmak gerekmektedir bu uyarıyı. Bir algılama bozukluğu olarak tanımlanabiler "şizofren"
kabulleniş, hatta içinde saplanılıp kalınmış bir görecelik kavramı, ya da kurgulanabilir bir
evren içinde oluşumuz "gerçekliği", bir yandan da bir kimliksizliği ve silinmeyi
çağırmaktadır. Kapitalist toplumun, özellikle de televizyonu kullanarak oluşturduğu simge
yağmuru içinde insan algılamasını ve insan bilincini kendi tüketim çılgınlığı doğrultusunda
yönlendirmesiyle, insanın kendi duyularından, duygularından şüpheye düşmesi ve diğer
insanlara karşı beslediği, genlerinde taşıdığı sosyal özelliklerin yok sayılması arasındaki ayrım
çok önemlidir oysa... Algılarımızı, yalnızca başkalarınca kurgulanmış gerçekliklerin ya da
devinimlerin bize ulaşması olarak kabullenmemiz ve bilinç oluşumunda yalnızca bu tür
algılamaların etkili olduğunu varsaymamız durumunda, kendimize dünyada yer bulmakta da
zorlanacağız demektir. Belki de, en doğrusu kim olduğumuzu da sorgulamamak olacaktır!
Algılama bozukluğunun çıktığı yer, yargılama ve davranış sapkınlıklarıdır. Ya da olağanüstü
şüphe ve tedirginliğin yol açtığı bir içe çekilme, duraganlık... Şizofren kabulleniş, sonuçta bir
silinme, yok olmadır! Yalnızca sezilerin sızıldandığı bir dışavurumdan öte tüm davranışları
anlamsız kılmaktadır. Bu da, başka bir deyişle, insanın kendi, ya da türüyle ilgili tüm
yaklaşımlarının ve yeni arayışlarının sonu demektir.
Edebiyat dünyamıza yeni güneşler gibi açmış genç yazarlarımızın kürsülerden, köşelerinden
bunca şizoid ve şizofren parçalanışlarla yürek dağlamalarının arkasında yaşam ve
düşüncelerini özetlemeye çalıştığımız Batılı kuramcıların birer parçalarını resimlemeye
çalıştığımız insanlık gözyaşları vardır!
Kişi tanıtımlarını sürdürüyoruz...
44
Deleuze, Nietzche konusunda yaptığı çalışmalarda onun diyalektiğe yönelik eleştirilerini
temel aldı. Diyalektiği totalleştirici, indirgeyici bir düşünce biçimi olarak gördü, çoğulluğu
savundu.
Nietzche' ye göre, güç ve şeyler evrende karşılıklı iktidar istenci ve içsel dinamiklerle birlikte
yer tutarlar. Genel bir ahlak ölçüsü ile "yüksek", "aşağı", "aktif", "reaktif" türlerin birlikte var
oluşuna karşı çıkılmamalıdır. Canlı güçleri farklılaştıran iktidar istenci, gerçekliğin en
kapsamlı ilkesidir. İktidar istencinin tekçiliği, çoğulcu bir tanımlamadan ayrı
düşünülmemelidir. İnsanların bir ve aynı bir insanlık yönelimiyle aynılaştırılmaya çalışılması
bir iktidar baskısını birlikte getirmekle birlikte aynı zamanda çoğulluğun yadsınmasıdır. Bu
çoğulluk ve ayrımlar birlikte var oldukları sürece bir çeşit dokunulmazlık ve özgürlük de
yaşanmış olacaktır. Nietzche'nin bu "çoğul"luk önerimi ve "üst- insan" tanımı Alman Nazileri
için esin kaynağı oluşturmuştur.
Nietzche, diyalektiğin tez anti-tez karşıtlığının bir sentez için var oldukları, ya da karşıtlıkların
yeni bir doğum ya da ölüm gibi sonuçlarla süreklilik göstermesi ilkesini teolojik bir açıklama
olarak görür. Bu anlamda diyalektiği, Marksit felsefeyi, genel belirlemelerle gelecek üstüne
sistem kuran tüm düşünce sistemlerini Tanrı düşüncesi, dinsel inanışlarla bir tutar, tümüne
birden karşı çıkar.
Deleuze, Nietzche felsefesesiyle özdeşleştirir kendini. "Her ikisine göre de, felsefenin görevi,
Batı felsefesinin doğruluklarını (verity) eleştirmek, istikrarlı özdeşlikleri reddedip farklılık,
tesadüf, kaos ve oluşu onaylamak (altını biz çizdik) ve nihilizmi alt ederek yeni düşünce ve
hayat biçimi ve olanakları yaratmaktır. Bu sonuncusu büyük ölçüde, bedenin ezeli güçleri ve
arzuları açısından yaratıcı kapasitelerinin yeniden değerli kılınmasını gerektirir." (Steven
Best- Douglas Kellner, Postmodern Teori, s. 107)
Nietzche'nin tüm varlık teorilerine karşı giriştiği saldırı ve sürekli akış, dönüşüm ve oluşu
kapsayan dinamik anlatısı, Deleuze'nin arzu kavramını boyutlandırmalarında ve Batı
felsefesine yönelik eleştirilerinde temel oluşturdu. Guattari ve Deleuze Nietzche'nin temsil
eleştirisini de kendi felsefelerine değişmez bir kaynak yaptılar. Bu temsil eleştirisinin iki farklı
boyutu vardır. 1. Öznelerin kültür, dil ve fizyolojilerin dolayımları olmaksızın dünyayı
düşüncede doğru bir şekilde yansıtabileceğini iddia eden gerçekçi teorilere saldırı, 2. Bilinçli
var oluş ve temsili şemalar karşısında bedeni ve onun güçlerini, arzularını ve istencini
öncelikli gören bir yaşam felsefesi.
45
"Arzu özü itibariyle devrimcidir" diyen Reichcı aksiyonun da Deleuze ve Guattari'de yeni
açılımlarını, çeşitlemelerini bulmak olasıdır.
Deleuze ve Guattari, düşüncelerine, geliştirmeye çalıştıkları kuramlarına Marksçı felsefeyeyle
benzeşir bir süreklilik kazandırmaya da çaba gösterirler bir yandan. Ancak hem çıkış noktaları
çok ayrıdır, hem de derli toplu bir varış noktası olamayacak bir yoldadırlar. Onlara göre
toplumsal dinamiklerin altında ekonomi politiğin üretim ilişkilerinden çok libidinal toplumsal
makinalar ve arzunun yönlendirdiği diğer toplumsal akışlar etkilidir. Marks'tan çok Freud ve
Nietzche'ye yakın açıklamalar yaparlar. Tarihte malların, gereksinimlerin ve arzunun üretimini
temsil eden üç makina tipi tanımlarlar. "İlkel territoryal makina", "despotik makina" ve
"kapitalist makina". Kapitalizm günümüz egemeni olarak, pazar ilişkilerini her yere genişletir,
toplumsal ve psişik parçalanmanın yanı sıra bir ego/ süperego'yla donatılmış özel bireyi üretir.
Çifte özgürleşme ve yabancılaşma hamlesi içinde bir yandan soyut emeği (politik ekonominin
alanı) öbür yandan soyut arzuyu (psikanalizin alanı) üretir. Arzuyu ve gereksinimleri yaban ve
despotik toplumların yapabildiklerinden çok daha etkili bir şekilde denetleyen kitleyici psişik
ve toplumsal uzamlara doğru yeniden yönlendirir..
Kapitalist yersiz yurtsuzlaştırmanın en önemli örneği şizofreninin üretimidir. Şizofreni bir
hastalık, ya da biyolojik bir durum değil kapitalist toplumsal koşullar içinde üretilmiş,
potansiyel olarak özgürleştirci bir psişik durumdur. Mutlak kod bozumunun bir ürünüdür.
(Deleuze ve Guattari, Steven Best- Douglas Kellner, Postmodern Teori, s. 116)
"Organsız bedeninizi bulun. Bunu nasıl yapmak gerektiğini kavrayın. Bu bir hayat ve ölüm,
gençlik ve yaşlılık, hüzün ve neşe meselesi. Her şey bunun etrafında dönüyor." (Deleuze ve
Guattari, 1987:151- Alıntılayan St. Best- Douglas Kellner, Postmodern Teori, s. 125)
Kapitalizm ve Şizofreni adlı yapıtlarının ikinci kitabı Bin Yayla'dır. Bin Yayla'da avangard
yazı teknikleri kullanılır. Kitabın "biçim"i, "içerik" in parçası haline gelir, ya da bu ayrım
çökertilir. "Anti- Ödip, teorik ve edebi belirtilerden oluşan çılgın bir kolaj yoluyla analiz
ettiği hezeyanı yeniden üreten bir şizo-metin olsa da, her şeye rağmen belli bir anlatı yapısını
muhafaza eder. Bin Yayla buna benzer brikolaj tekniklerini kullanır ama herhangi bir anlatı
ya da argüman serimleme görüntüsü vermeyi bir kenara bırakarak karmaşık kavramsal
akışlardan oluşan bölümlerin ya da 'yaylalar'ın tesadüfi, perspektifsel yan yana konuluşuna
başvurur. Bu yaylalar çeşitli konularda, zaman çerçevelerinde ve disipliner alanlarda
karmakarışık sıralanır ve yazarlar bölümlerin herhangi bir sıra düzeni içerisinde
46
okunabileceğini belirtirler (bunun tek koşulu, 'sonuç' bölümünün, terimler 'sözlüğü'nün en
son okunması gerektiğidir)". (Steven Best- Douglas Kellner, Postmodern Teori, s. 125)
Deleuze ve Guattari, Bin Yayla'da düşüncelerinin bir yöntem, tek bir metafor, bir süreklilik
olarak algılanmasını engelleyebilmek için çoğul ve değişken terimler kullanırlar. Şizoanaliz,
köksap bilgisi, edimbilgisi, diagrammatizm, kartografi, mikropolitika gibi... Bu kavramlar
içsel düşüncenin dışsal gerçekliğe geleneksel felsefi anlamda ayna tutan birer kavram olarak
değil, "sanat, politika ve öbür pratikler arasında akım düzenlecileri oluşturarak gündelik
düşüncenin akışı üzerinde edimde bulunan yeğinlik çizgileri..." (Alıntılayan Steven BestDouglas Kellner, P.M. Teori, s. 16) olarak tasarlanmışlardır. Geneksel Batı felsefesinin
kullandığı ayna metaforuyla oynayarak kendi kuramlarını boyutlandırırlar. Batı felsefesi klasik
aynasında, gerçekliğin bilinçte yarı geçirgen, şeffaf bir biçimde görüntülenmesini kullanır ve
ağaç biçimli örgütlenmiş, merkezleşmiş, katı bilgi temellerine oturmuş, kendisiyle özdeş
birleşik, hiyerarşik büyük kavramlar oluşturur. Bilgi temelleri (kök), bunun dalları (bilgi
dalları) Bu tip ağaçlardan Biçim, Öz, Yasa, Gerçek, Adalet, Hak ve Cagito yaprakları ürer.
Bin Yayla'da bu yapılanma eleştirilir. Platon, Descartes ve Kant'ın (daha birçoklarının)
kullandığı bu biçim ve düşünce sistemi parçalanmadan aralarında Guattari ve Deleuze'in de
olduğu postmodernist (postyapısalcılık belki daha uygun!) düşünürlerin niyetleri, kuramları
anlaşılamaz. Hemen tüm modernist karşıtlarının kullandıkları bu örnek eleştiriye göre, Batı
felsefesi verileri merkezileştirip hiyerarşik bir biçimde zamansallığı ve çokkatlılığı yok
etmektedir. Bin Yayla'da yapılandırılan köksap bilgisi ile Bati felsefesinin kullandığı birbiriyle
bağıntılı kök- bilgi sistemi, tümevarımla bütünleşmiş, tez- antitez çelişkisi ile senteze varıp
tek bir beden gibi olmuş bilgi ve tüm kuramlara cepheden saldırıya geçilir. İki kutuplu karşılık
düşüncesi yapıbozumuna uğratılır. Bilginin kök ve temelleri kazınır, birlikler bozulmaya,
ikilikler alaşağı edilmeye, ayrımlar ve çoğulluklar aracılığıyla yeni bir sistem geliştirmeye
çalışılır.
Bin Yayla, gerçekliği, dinamik, heterojen ikilikten uzak olarak tanımlar. Dili de çokkatlı
göstergebilgisel boyutlar içinde merkezsizleştirir. Köksap sistemi, hiyerarşik olmayan, yersiz
yurtsuzlaşmış çizgilerin öbür çizgilerle raslantısal, düzensiz ilişkiler kurduğu, ya da kurmadığı
sistemlerdir. Yaban çimenler, karıncalar, kurt sürüleri, motosikletli serseriler, şizofrenler
yersiz yurtsuzlaşmış uzamda dolaşan köksap örnekleridir.
47
Deleuzi ve Guattari, modernliği, arzunun köksapçı kaçışlarını daraltan bastırılmış kişilikler
oluşturmak, yere-yurda baskıcı bir şekilde sahip çıkmaya yönelten bir düşünce olarak
değerlendirirler.
48
Baudrillard
Yeni postmodernliğin süper teorisyeni, tılsımı olarak övülür Baudrillard. Postmodernlik
kavramını açıkça benimseyen, şiirsel anlatımlarıyla kapitalizm eleştirisini bir içsel ve şiirsel
sızıntıya dönüştürmeyi başarmış, geniş bir okur kitlesi edinmiş, okuyan tüm edebiyatçıları az
ya da çok etkilemiş üretken bir postmodernisttir.
Baudrillard, modern toplum öncesi, henüz "değer" olarak adlandırılamayan bir dizi simgesel
işlemin, kapitalizmle birlikte kullanım ve değişim değerlerine ayrıldığını, piyasa yasalarının
geçerli olduğu kapitalizmin, kullanım değerini de değişim değeriyle etkileyerek değer
üzerinde direkt etkili olduğunu savlar. Araştırmalarına, geliştirdiği kurama bir modernlik
eleştirisiyle başlar, postmodernizmle buluşur. Baudrillard'a göre, Marks'ın tanımladığı değişim
değeri ve kullanım değeri kavramlarından değişim değeri, değerin asıl belirleyici olanıdır.
Kullanım değerini oluşturan da o şeyin değişim değeridir, ya da değişim değerinin egemen
sistem içindeki yeridir. Marks bunu görememiştir. Ayrıca bu iki ayrım dışında değerin bir de
iktidar tarafından konan yasal yönü vardır. Buna "gösterge değeri" (sign value) denilebilir.
Metaların toplumsal yapı kazanma, yeni bir anlama yönelme ve iktidar gösterme özellikleri
göz önüne getirildiğinde, kullanım değerinin göreceliliği, gereklilikler ve nesneler sistemi
oluşturan değişim değerleri sistemleri kurgusunun asıl belirleyici olduğu daha iyi
anlaşılacaktır. Baudrillard'ın Marksist değer kavramına eleştiri ya da katkısının günümüz
tüketim olanaklarının geniş olanakları ve kurgulanmış bir değerler sistemi içinde yüzen
toplum düşünüldüğünde birçok haklılık payı taşıdığı yadsınamaz.
Baudrillard'da, kullanım değeri, değişim değerinin bir sonucuymuş gibi belirir. Bu değer
kuramından hareketle, Marks'ın çözümleme ve önermelerine katılmaz Baudrillard. Kapitalist
toplumun çözümlenmesini ve kapitalizmin olumsuzluklarının giderilmesini, simgesel değişim
değerine dönüşle olası görür. Baudrillard'ın kapitalizm için öngördüğü çözüm, kapitalizm
önceline dönüştür. Ancak simgesel değişime geri dönüşle, politik ekonominin toplum
üzerindeki rasyoneleştirici, baskıcı egemenliğini kırılabilecektir.
Politik ekonominin Batı felsefesinde anlamını bulmuş değer kuramından hareketle politik
ekonominin ayrıştırdığı yanlardan birinin iktidarıyla değer üzerindeki olumsuzlamalarının
49
sona erebileceğine yönelmiş Marksit ve sosyalist söylemler, Baudrillard'a göre, yeni gösterge
değerleri ve yeni baskılar üretecek önermelerdir.
Simgesel değişime dönüş sağlanmalıdır. Bunun için de kültürel tasarımlar üretilmeli, kodların
parçalanması sağlanmalıdır. Irk ve cins ayrım kodunun parçalanması için siyahlar, kadınlar,
homoseksüeller gibi marjinal grupların ayaklanması, muhalefeti onların sürüklemesi
gerekmektedir. Baudrillard'a göre, kendi değerini ve gereksinimi başat toplumun değerlerinin
ve gereksinimlerinin üstünde gören ve bunlara karşı onaylayan gruplar, çağdaş toplum kodları
içinde iş gören gruplardan daha radikal davranırlar. Lyotard, Deleuze, Faucalt, Guattari'nin de
tanımladıkları mikropolitikalar, bireyi toplumsal baskıdan kurtarabilecek eylemliliklerdir.
Baudrillard, bu kuramsal çalışmalar önermeleriyle diğer öncülleri gibi şizofrenleri, akıl
hastalarını, feministleri, lezbiyenleri, homosükseüelleri, etnik ayrılık ve aykırılıkları kendi
kuramının devrimci unsurları olarak tanımlayıp yeni sistem önermeleri yapılandırmaya, ultrasolcu "Gauchist" söylemler çevresinde tezler geliştirmeye çalışırken süreç içinde bu
düşüncelerinden sıyrıldı, bir çeşik dağınıklık, umutsuzluk içinde tüm politik öngörülerden ve
eleştirilerden uzağa düştü.
Her şeye karşın düşünce dünyasında ve özellikle edebiyatta etkisi sürmektedir. Modernliği
hedef alan düşünceleri çeşitli düşünsel yapıtlara da altyapı, kaynak oluşturmuştur.
Baudrillard'ın yandaş bulmuş ve etkili olmuş düşüncelerini genel bir özet olarak vermeye
çalışabiliriz...
Modernlik eğer kodları ve modelleri endüstri burjuvazisinin denetlediği üretim çağıysa,
bunun tersine postmodernlik, simülasyonlar çağı, modeller, kodlar ve sibernetik tarafından
yönetilen bir göstergeler çağıdır. Göstergeler toplumsal yaşam üzerine baskı kurar.
Postmodern dünyada imaj ya da simülasyon ile gerçeklik arasındaki sınır patlayıp içe
göçmüştür. Bu göçükle birlikte tam da "gerçek"in yaşantılanması ve zemini kaybolmuştur.
Gerçek ile gerçek olmayan arasındaki ayrımın bulanıklaşmasıyla "hipergerçek" ortaya
çıkmıştır. Önceki gerçeğin bir model uyarınca üretilmesiyle ortaya çıkan bu yeni "gerçek"
öncel gerçekten daha gerçek bir gerçektir! Yeniden tazelenmiş, sanrısal bir benzeşlikle
yapılanmış, düzeltilmiş bir gerçektir bu. Disneyland örneğindeki ABD'ye ilişkin modeller,
ABD'nin giderek Disneyland'a benzemesinden ötürü toplumsal yaşamdakinden daha
gerçektir. (1983a:25 ve devamı- Alıntılayan Steven Best- Douglas Kellner, A.G. Y. s.149
Hipergerçek, modellerin gerçeğin yerine geçtiği bir durumdur. Giderek simülasyonlar
50
gerçeği oluşturmaya başlarlar. Bilim, bilgi, eğlence, imge, politika arasındaki tüm sınırlar
çökmüştür. Haber programları birer eğlence programına dönüşmüştür artık.
Medya iletilerinin yayılması ve semiurgy (göstergeseller), toplumsal alanı tıkabasa doldurur,
kitleler sürekli bombardıman altındadırlar, sürekli satın almaya, oy kullanmaya,
çevresindekiler hakkında bir kanı beslemeye ya da toplumsal hayata katılmaya
kışkırtılmaktan bezer, hınç beslemeye başlar. Kitle, tüm anlam, ileti ve kışkırtmaların
yutulduğu bir kara delik olur. Sınıflar, politik ideolojiler, kültürel biçimlerle birlikte
toplumsal olan yok olur (Altını biz çizdik). Gerçekle medya gösterge saldırıları birbirine
karışır. Toplum bütünüyle bir iç göçüş yaşar. (1983b, Alıntılayan St. Best- Douglas Kellner,
PostmodernTeori, s. 151)
Baudrillard, Faucalt'yu cinsellik ve iktidar yapılanmasına saplanıp kalmakla eleştirir. Ayrıca
iktidarın soyutlaştığını görmemekle suçlar. Baudrillard'a göre iktidar artık disipliner değildir,
göstergelerin saptanması olası olmayan dolaşımıyla hareket eder, ölü bir iktidardır. Soyut,
dağınık, nesnellikten arındırılmış bir fenomendir iktidar. Diğer postmodernist kuramcılardan
belli bir aşamadan sonra geliştirdiği görüşleriyle kopar, mikro düzeyde bir politik
mücadelenin de gereksizliğini söyleyerek ayrışır. Arzunun zincirlerinden boşalmasınınsa,
kapitalizmi çoğalttığını söyler.
Tarihin diyalektiğine, ekonomi ya da arzuya dayanan bir sistem, bir anlam devrimi olarak
tanımladığı modernizmi, "Anlamla yaşayan anlamla ölür ." diyerek eleştirir. (Baudrillard,
1984b:38-39, Alıntılayan Steven Best- Douglas Kellner, Postmodern Kültür, s.158)
Postmodern dünyaysa anlamdan yoksundur. Kavram ve kuramların herhangi bir güvenli
limana demirlemeksizin boşlukta aktığı bir nihilizm evrenidir. Gösterge ve biçimler giderek
artan bir hızla dallanıp budaklaşırlar, sınırların ötesine taşarlar, kendi içlerinde dönüp çökerler
ve bir içe göçme yaşanır. "Nietzche'nin (1967: 17 ve devamı) ortaya attığı aktif nihilizmden
farklı olarak Baudrillard'ın nihilizmi neşeden, enerjiden, daha iyi bir geleceğe duyulan
umuttan yoksundur. 'Melankoli' işlevsel sistemlerin, halihazır simülasyon, programlama ve
bilgi sistemlerinin temel tonalitesidir. Melankoli, anlamın gözden yitiş tarzının, işleyimsel
sistemlerde anlamın buharlaşma tarzının bağrında yatan niteliktir (1984b: 39)." (Baudrillard,
Steven Best- Douglas Kellner, Postmodern Teori, s. 159)
Baudrillard'a göre olanaklı tüm sanatsal biçimler işlevler tükenmiştir. "Teori de kendini
tüketmiştir. (....) Her şey olup bitti. Olanaklıların uç noktalarına varıldı. Her şey kendini imha
etti. Bütün bir evreni yapıbozumuna uğrattı. O nedenle geriye yalnızca kırıntılar kaldı.
51
Bundan sonra yapılabilecek tek şey, kırıntılarla oynamaktan ibaret. Kırıntılarla oynamak, işte
bu postmoderndir. (Baudrillard, 1984a:24, Alıntılayan Steven Best- Douglas Kellner,
Postmodern Teori, s.160) Oyun bitmiştir diyordu Baudrillard, öznenin nesne dünyası üzerinde
egemenlik kurma savlarını bırakması, yok etmesi gerekir. "Bizler, nesnelere daha fazla
benzemeliyiz, kendimizi öznellik yanılsamasından ve kasıntısından arındırmamız gerekir."
(Baudrillard (St. Best- Douglas Kellner, a.g.y., s.163)
Baudrillard'a göre tarih de bitmiştir. Değişim, yenilenme, ilerleme ve gelişme çağı
modernlikle birlikte sona ermiştir. Tarihin sonuyla birlikte demokrasi, devrim, sosyalizm,
ilerleme, herkese gönenç gibi düşünceler kuramlar da bitmiştir.
Baudrillard, Transpolitika, Transcinsellik ve Transestetik kavramlarıyla yazı sanat, cinsellik
ve politikada tüm olanakların tükenişine geçişin kuramcısıdır. "Transestetik", estetiğin
ekonomi, politika, kültür ve gündelik yaşamın tamamına işleyerek özgüllüğünü ve özerkliğini
yitirmesidir. Tüm estetik göstergeler bir kayıtsızlık halinde var olurlar ve estetik yargı
olanaksızlaşır. "İş sanata geldiğinde hepimiz bilinemezciyiz (agnostic): Artık herhangi bir
estetik kaygımız yok, herhangi bir estetik öğretiyi savunmuyoruz; bu öğretilerin hepsini
birden savunuyoruz (din karşısında bilinemezci konumun örneğidir bu). " (Baudrillard,
Alıntılayan Steven Best- Douglas Kellner, a.g.y., s.169)
Değişim, yenilenme, ilerleme ve gelişme çağını modernlikle birlikte bitiren Baudrillard, belirli
bir süreç içinde, belki de aldığı eleştirilerin etkisiyle, Cumhuriyet Kitap Eki, 17 Ocak 2002
Perşembe sayısında yayınlanan Amerikan toplumu üzerine yazılmış bir tercüme makalesinde
bu bitişin bir "ironi" anımsatması ve yeni bir başlangıç habercisi olduğunu söylüyor olsa da,
onun pesimist tavrı tüm yapısının bir görüntüsüdür ve postmodernizme de büyük ölçüde
damgasını vurur.
52
Lyotard
Bütünleyici ve evrenselleştirici düşünceye en şiddetli karşı çıkış Lyotard'ınkidir. Ayrılık,
çoğulluk yandaşıdır. Söylemler heterojendir, teorik, pratik ve estetik yargı özerktir, kendine
özgü kuralları ve ölçütleri vardır. Marksizme uğrayıp kopmuş, Nietzche'den de oldukça fazla
etkilenmiş bir düşünürdür Lyotard.
Başlıcı yapıtları: Söylem, Beti, Postmodern Durum, Just Gaming 1985, The differend (1988)
Lyotard'ın Batı felsefesi eleştirisinde çıkış noktaları diğerleriyle çok farklı değildir. Batı
felsefesini, söylem, beti, söylemsel ve duyumsal, söyleme ve görme, okuma ve algılama,
tümellik ve tekillik arasında kurulan bir dizi iki kutuplu karşıtlık çevresinde örgütlenmekle
tanımlar. Bu ikilemlerin ilk anılanlarına hep geleneksel bir öncelik ve ayrıcalık tanınmıştır
der. Bu dizinin değersizleştirilmiş ikinci yanındakileri savunur. Dile tanınan önceliğe karşı
çıkar. Kuram karşısında beti, biçim ve imgeden -başka bir anlatımla sanat ve düş gücündenyanadır.
Freud'un tanımlarından da yararlanır, kuramında Freud'ün psikanalizini, libido, ego
söylemlerini temel noktalar olarak kullanır. Yaşam arzularını özetleyen Eros ve ölüm
içgüdülerini özetleyen Thanatos bilinçdışı kuramında içiçe örülmüştür. Her ikisi de Lyotard'ın
tanımladığı arzuda vardır.
Arzu dilin kuralları tarafından baskılanmıştır. Söylem, arzunun akışını ve yeğinliklerini
donduran, hareketsizleştiren ve kötümserleştiren kuramla bağıntılıdır. Dilden, özellikle de
yazılı dilde anlamlandırmadan kopuş arzuyu akışkan kılacaktır. Söylem karşısında beti ve
görme duyusunu ön plana çıkarmanın gerekliliğini vurgular. "Sözcüklerle resim yapma" ona
göre en uygun yazım biçimidir. Betisel söylemlerle kuram ve egemenlik ardındaki düşünceyi
parçalama amacıyla önceliği düş gücüne, bulanık anlatıma, yazım türleri içinde de şiire verir.
Akıl ve iktidarı aynı şey olarak tanımlar. "Birini diyalektik yoluyla perdeleyebilirsiniz... ama
öbürü tüm edepsizliğiyle karşınıza dikilecektir hâlâ: Hücreler, tabular, halkın refahı, seçim,
soykırım." Lyotard, 1984b:11, Alıntılayan Steven Best- Douglas Kellner, Postmodern Teori, s.
189)
Arzunun aile, işyeri, ekonomi ve devlet yoluyla baskıcı biçimler altında sınırlandırılıp
sabitlendiğini söyler. Lyotard'a göre, Arzunun otoriter toplumsal güçlere bağlanmasıyla
53
birlikte yeğinliği azalır, hayat enerjileri ve dirimselliği yiter. Arzunun yeğinleşmesi için
libidinal ekonomi ile şizoanalitik yöntem kullanılması gerekir. Avangard sanat seçilmelidir.
Müzikte akortsuzlukları, gıcırtılı tiz sesleri, olumlu bir şekilde abartılmış çirkin sessizlikleri
arzuyu yeğinleştiren bir biçim olarak tanımlar. (Lyotard, Alıntılayan St. Best- Douglas
Kellner, Postmodern Teori, s.191)
Yapıtın bütünlüğü yerine tekil yeğinlikler öne çıkarılmalıdır. "Bu olayı dinlemek, onu
dönüştürmektir. Gözyaşlarına, jestlere, kahkahaya, dansa, sözcüklere, seslere, teoremlere,
odanızı yeniden boyatmaya, bir dostunuzun hamlesine yardım etmeye dönüştürmek... (.....) Bir
siyah kedinin Kagel'in Music for Renaissance İnstruments dinlerken bıyıklarının dikleşmesi,
kulaklarının titremesi, müzik dinlenen odada sinsi sinsi gezinmeler. Ses- sedanın yeğinliği;
bir şeyler üretme itkisi..." Lyotard, Alıntılayan St. Best- Douglas Kellner, Postmodern Teori,
s: 191)
"Politik solculuktan daha önemli, yeğinliklerin yöndeşmelerine daha yakın: Değer yasasının
azalmasından dolayı duraksayan, aslında bir patırtıya benzeyen geniş bir yeraltı hareketi.
Üretime engel olmak, tüketim kipleri olarak karşılığı ödenmemiş el koyma (hırsızlıklar)
çalışmayı reddetmek, komüniteler, hapeningler, cinsel özgürlük hareketleri, işgaller, izinsiz
yerleşme, kaçırmalar, sanat eseri olma amacı taşımayan sedaların, sözcüklerin, renklerin
üretilmesi. Bunlar 'cömert insanlar'dır, bugünün 'efendileri'dir: Manjinaller, deneysel
ressamlar, pop, hippiler ve yippiler, asalaklar, deliler, kapatılmış çılgınlar. Onların
hayatlarının bir saati, meslekten bir felsefecinin üç yüz bin sözcüğünün sunacağından daha
fazla yeğinlik ve daha az amaç sunar. Onlar Nietzche'nin okuyucularından daha çok
Nietzchecidir." (Lyotard, 1978a: 53; orijinal basım 1973, Alıntılayan Steven Best- Douglas
Kellner, Postmodern Teori, s. 192)
"Paganizm Dersleri" ile Marksa, Hegel'e, gerçek ve kesinliğe yönelmiş modernliğe saldırır
Lyotard. Paganizmi, "bir kimsenin ölçütler olmaksızın yargıda bulunduğu bir durumun
belirtilmesi" olarak betimler. "adalet, yalnızca yerel, çokkatlı ve geçici olabilir, tartışılmaya
ve dönüşüme açıktır. (....) Postmodern (ya da pagan), kendilerine tahsis edilmiş hiçbir
muhatabın ve düzenleyici idealin olmadığı, ama değerin düzenli olarak deney stokuna
bakarak ölçüldüğü edebiyatların ve sanatların durumu olacaktır. Bunu daha çarpıcı bir
ifadeyle söylersek, değerin malzemeler, biçimler ile duyarlılık ve düşünce yapıları üzerinde
gerçekleştirilen çarpıtmaya göre ölçüldüğü edebiyatların ve sanatların durumu olacaktır.
Burada postmodernin dönemleştirici anlamıyla görülmemesi gerekir. (....) en gelişkin
54
toplumlarda bilginin durumunu incelemek (üzere Kanada hükümeti tarafından sipariş
edilmiştir). Postmodern sözcüğünü bu durumu betimlemek için kullanmaya karar verdim.
Sözcük halihazır Amerika kıtasındaki sosyologlar ve eleştirmenler arasında sıkça
kullanılıyor..." (Alıntılayan St. Best- Douglas Kellner, a.g.y., s. 202)
Postmodernist düşünürlerin tümünü özetledikten sonra genel bir değerlendirmeye girişme
düşüncesi, burada, satır arasında geçen "Kanada hükümeti tarafından verilmiş görev"le
kesintiye uğramak zorunda kalıyor! Batı egemenlerinin postmodernizme hangi gözle
yaklaştıklarını gün ışığına çıkarıveren bu açıklamanın üzerinde kısa bir düşünceden sonra
sürdürebiliriz özetlememizi... Postmodernizmin gelişmiş ülkelerde üniversite kürsülerinin bir
parçası oluvermesi, birilerine konuyla ilgili görevler verilmesi bir raslantı değil elbet.
Lyotard'ın tanımıyla postmodern bilgi, modern bilginin temelini oluşturan öteki anlatılara,
temelciliğe karşı çıkar, büyük onaylama, yasalaştırma tablolarından kaçınır, çok boyutlu,
çoğul, sürekli yenilenen, katılımcıların üzerinde anlaşma sağladıkları yerel kuralların ve kural
koyucu tabloların faydacı yapılandırmasından yana çıkar.
The Differend'da insan dayanışmasını, topluluğu ve evrenselliği anlatan "biz" in karşı
konulmazcasına çatırdayıp parçalandığını ileri sürer. Auschwitz'den sonra insanlığın bir ve tek
olduğunu, evrenselliğin insanlık durumu olduğunu ileri sürmenin sahtekârlık olacağını
savunur Lyotard. (Burada da yerli yazar ve şairlerimizin Auschwitz'le ne denli içli dışlı
olduklarını anımsayıveriyor insan. Auschwitz'in bağışlanamayacak bir insanlık suçu olduğunu
yadsımıyoruz elbet... Ancak yeryüzü hergün yeni Auschwitzler doğuracak bir sistemin
egemenliğindeyken, gelecekle ilgili önermelerden bile kaçınmanın dayanılmaz hafifliği
insanlık suçları karşısında bir utangaçlıktan öte, bir ihanet değil mi? Ve yerli
edebiyatçılarımızın öykünmede ne denli başarılı oldukları...) Tersine, gruplardaki
parçalanma ve birbirinin rakibi olan çıkarlar, postmodern durumu oluşturur ve böylelikle
tartışmacı, şüpheci bilgi (agonistics) çağdaş hayatın kaçınılmaz bir boyutudur. (Steven BestDouglas Kellner, a.g.y., s. 208)
55
Postmodernizmin Marksizm ya da sosyalizmle yan yana fotoğrafı!
Postmodernist kuramcıların bir kısmı yaşadığımız çağ ile modernlik arasında bir süreklilik
olduğunu vurgularlar ve modernizmle bağlarını koparmadan postmodern konumları
benimserler. Laclau, Mouffe, Jameson, Fraser ve Nicholson ile bazı feministler bu
gruptadırlar. Laclau ve Mouffe, Marksizmi reddedip sosyalist ideali "radikal çoğul
demokrasi" çerçevesinde yeniden tanımlamaya çalışırlar. Jameson Marksizmin üstünlüğünü
savunur ve güncelleştirilmiş bir Marksist kuram oluşturabilmek için postyapısalcı ve
postmodern tezleri Marksist kuramla sentezleştirmeye çalışır.
Jameson; Postmodern Marksizm!
Jameson, postmodernizmi kapitalizmin gelişmesindeki bir aşama, küresel Amerikan askeri ve
ekonomik egemenliğinin içsel ve üstyapısal bir dışavurumu olarak tanımlar. Ona göre
postmodernizm ve geç kapitalizm, diyalektik olarak "felaketin ve ilerlemenin biraradalığı"dır.
(1984a:86, Alıntılayan Bteven Best- Douglas Kellner, Postmodern Teori, s.222)
Marksizmi içinde yaşadığımız çağda düşünmeye, çağla ilişkillendirmeye, yeni boyutlar
kazandırma çabasındaki Jameson postmodernizmle Marksizmi kaynaştırmaya çalışmıştır.
Postmodern tarzı, öznenin çağımızdaki yapılanmasını tanımıyla belirginleşir. Şizofrenik ve
parçalı kişilik çöküşlerini kabullenir, öznenin nesne üzerindeki değişen konumuyla
Marksizmin kuramsal yapısından ayrılık noktaları doğar.
Çağımız koşullarının tanımında, Baudrillard, Lyotard'ın toplum tanımlarıyla bağdaşan
düşünceleri vardır. Onlardan ayrıldığı nokta, postmodernizmin en iyi Marksist kuram içinde
kendine yer bulabileceğidir.
Jameson'un açıklamaları, yüksek kültürle aşağı kültür anasındaki katı ayrımın çökmesiyle
modernist eleştirinin yıkıcı temelinden ayrılmasına, yukardan davranış kalıbı sunumu
gereksizliğine, yabancılaşma ve burjuva bireyciliğinin sona ermesi nedeniyle tarihsel geçmiş
ve ayrı bir gelecek düşüncesinin (kötümser) çıkmasına, yön kaybı oluşmuş olmasına
56
(postmodern hiper-uzam oluşmasıyla) dayanır. Genelde diğer postmodernist düşünürlerle
birçok konuda anlaştığı halde, Marksizmi insanlığın kurtuluşu için bir seçenek olarak görmesi
ilginçtir. Bir ölçüde de, kuramında geniş çatlaklar, aykırılıklar oluşturan bir durumdur bu.
Tarihsel geçmişin yeniden değerlendirilmesini ister Jameson. Öznenin şizofrenik bir çöküş
içinde olduğu saptamasına katılır. Jamesonda diğer postmodernistlerden birçoğu gibi
bilinçdışının kapitalizm tarafından sömürgeleştirildiğini, kapitalist egemenliğin ürünü
postmodernist hipergerçekçiliğin de çağımızın egemen kültürü oluşunu benimser. Ancak,
insanın kurtuluşu için yeni sistem önermelerine, kurama, totalleştirici düşüncelere karşı
çıkmaz. Marksist bir yorumbilimi yapılandırmaya çalışır. "Edebi metinlerin politik açıdan
yorumlanması(nın)... tüm okuma ve yorumlamanın mutlak ufku (olduğunu)" söyler. (1981a:
17, Alıntılayan, Steven Best- Douglas Kellner, a.g.y., s. 225)
Diğer postmodernistlerin tarihi yalnızca bir metin olarak algılayışlarına karşı koyar. Yeniden
değerlendirilmesi gerekli olsa bile, tarihin bir kurgu ya da bir alıntı değil, yaşanmış bir olgu
olduğunu söyler.
Feministlerin, siyahların, homoseksüellerin ve diğer ezilen grupların mücadele deneyimlerinin
kapitalizmin eleştirisi yönünden önemli açılımlar sunduğu görüşündedir. Bu grupların da işçi
sınıfı gibi kendi özgün mücadele yöntemlerini geliştirdiklerini, yeni toplumsal hareketin
önemli bir etkeni olduğunu savunur. Kapitalizme karşı direnen grupların bağlaşıklığının
gerekliliğini anlatmaya çalışır ancak yöntem ve biçim konusunda bir açıklama getirmez. Ya da
doğal olarak onca ayrı düşünceyi, aykırılığı biraraya getirmekte zorlanır.
Gene bir bakışta birbiriyle çelişen düşünceler taşıdığı gözlenebilir. Özne- nesne ikileminde
Baudrillardcı bir bakış açısı sergilendiğinde, çökmüş, parçalanmış bir özneyle, bilinç ve
örgütlenmenin öngörüsüne dayanan Marksizmin nasıl gerçekleşeceği sorusu Jameson'da
bilinmez bir karanlık olarak kalır. Bir de, tüm modernizmden kopmamış, bir ayağı
sosyalizme, toplumcu düşünceye yakın düşünürlerde egemen o karanlık; dünyanın
modernizmini tamamlamış sayılan Batı'dan oluşmadığı gerçeği! Bu gerçek (Batı'da televizyon
öncülüğünde gerçeklik yitimine uğramış toplumla, dünyanın diğer yörelerinde gerçekliği
açlık, hastalık, teolojik ve mistik kabullenişler, bombalar, ölümler olarak yaşayan dünyanın
çoğunluktaki diğer kısmının birarada bulunduğu gerçeği) karşısındaki tutumları ne olacaktır
Batılı düşünürlerimizin?
Kapitalizm çözümlemelerinde, tüketim toplumu egemenlerinin bir kez politikayla tüm düşün
dünyasını, hatta yaşamı kurgulayabilecekleri öngörüleri de kapitalizmin kendi dağınık,
57
tekelleşme çağında bile büyük iç çelişkiler barındırmak zorundaki yapısıyla çelişmektedir.
Kapitalizmin yapısı gereği, ne ulusal, ne de uluslararası boyutta tek ve bir izlek doğrultusunda
yönelemeyeceği, piyasanın bir elden yöneltilemeyeceği, "hypergerçek" oluşturucu izleklerin
çoğu zaman birbiriyle çelişen söylemlerin de kaynağı olacağı, kapitalizmin burjuvazinin
karşıtı işçi sınıfını doğurmak zorunda olduğu gibi tüketim toplumu kültürünün de kendi
karşıtını doğurmak zorunda olduğunu görememektedirler. Sorun tüketim toplumunun insanda
oluşturduğu olumsuzlamaların akacağı kanalın ne olduğu konusuna gelip dayanmaktadır.
Kapitalizme ve tüketim toplumuna karşı insancıl bir direniş kapitalizmin başından beri vardır
ve var olmayı da sürdürecektir. Bu, kapitalizmin kendi yarattığı ve kendi dışında da var
olabilen, kendi istenciyle gideremeyeceği günümüz nesnel gerçekliğidir.
Podstmodernizmin kapitalizm eleştirisinde yaya kaldığı, göremediği, belki de görmek
istemediği, kapitalizmin kendi içindeki dağınık, birbiriyle çelişen üretimler ve tüketimler
yaratan pazar sistemindeki çelişkili yapıdır. Simgeler aracılığıyla değişime dayalı bir sistem,
tüm simgeleri tek elden ve tek ölçütte dolaşıma sokamayacağı gibi o simgelerin düşünsel
alandaki imgelemine de sonuna kadar egemen olamayacaktır. Başka bir deyişle, kapitalist
kültür olarak da değerlendirsek, kapitalizme karşı bir karşı koyuş olarak da algılasak, sonuçta,
kapitalizmin kurgulayabilirliğine teslim oluş olarak tanımlayabileceğimiz bir tanımla
özetlenebilen postmodernizm de, kendi karşıtı, nesnel gerçekliğe ayaklarını basabilmiş,
insancıl öze ve adalet arayan insan tözüne uygun direnişçi bir kültürün kendisiyle birlikte var
olmayı sürdüreceğini bilmelidir. Postmodernizm, kendi karşıtıyla, yeni çağa dönüşmüş
modernist temelleri büyük ölçüde saklayan, insan bilinci ve aklın yönelttiği kendi karşıtlığı ya
da karşıtlıklarıyla birlikte yaşayacaktır.
58
Laclau ve Mouffe: Modern ile Postmodern Arasında
Bu iki düşünür, toplumsal gerçekliği söylemsel düşünce sistemleri içinde bir bütün içinde
tanımlamaya çalışırken, tarih, toplum, özne tanımında süreklilik gösteren öncül gereklilikler,
belirlenmiş kuramsallaştırmalara karşı çıkarlar. Kendi deyimleriyle "hem modern, hem
postmodern"dirler. (Mouffe, 1988: 33, Alıntılayan Steven Best- Douglas Kellner, Postmodern
Teori, s.235) Aydınlanma evrenselciliği ve rasyonalizmi şiddetle eleştirirler. Ayrıca Marksizm
karşıtıdırlar. Onlara göre Marksizm, artık toplumun gelişmesini, kuramsallaştırılmasını
engelleyen bir olgu haline gelmiştir. Marksizmi, tarihi ve toplumu üretim ve sınıf sorunlarıyla
açıklamaya çalışırken, özne çoğulluğunu dağıtmakla, tekilleştirmekle (monist olmakla)
suçlarlar. Savaş sonrası yaşanan gelişmelerin eski dayanışma ve toplumsal ayrışmaları
sildiğini, meta ilişkilerinin kişisel hayatı daha çok kavrar olduğunu öne çıkarılması gerektiğini
söylerler. Keynesçi refah devleti uygulamalarının sosyal grupların davranışlarında ve
yönelimlerinde önemli değişiklikler yaptığı görüşündedirler. Bu nedenle toplumsal
mücadelenin eski çalışan yığınlar ya da işçi sınıfı yerine diğer aykırı gruplar üzerine
yoğunlaştırılması gerekmektedir. Feministler, lezbiyenler, homosüksüeller, barış ve çevre
hareketleri gibi... Toplumsal hareketler, sınıf çelişmelerinin tekçil, dar bakış açısından
kurtarılıp çoğul, karmaşık bir yapıya getirilmelidir. İşçi sınıfının ya da başka bir sosyal grubun
öncülüğü, ilericiliği gibi kavramlar "hegemonyacı" eski anlayışın sürdürülmesi demek
olacaktır.
Laclau ve Mouffe'nin önermelerinde ana ögeler olan ayrı grupların kapitalizme karşı
mücadelesinin bir ortak davranış kalıbı ve bağlantısı yoktur. Her grup kendi özgün ve özerk
konumunu sürdürmelidir.
Laclau ve Mouffe'ye göre sosyalizmin amacı bir sınıf öncülüğünde toplumda bir eşitlik
yaratmak değil, burjuvazinin başlattığı demokratik devirimin boyutlarını genişleterek ayrı
sosyal gruplar üzerindeki baskıya son vermek olmalıdır. Böyle bir sosyalizm görüşünün de
sosyalizmden çok liberalizme yaklaşmak demek olacağı çok açıktır. "Bundan dolayı, solun
görevi liberal- demokratik ideolojiyi terk etmek değil; tersine, onu çoğul ve radikal demokrasi
doğrultusunda derinleştirmek ve genişletmektir." (1986: 176, Alıntılayan St. Best- Dog.
Kellner, Postmodern Teori, s. 240)
59
Laclau ve Mouffe'nin de içerisinde olduğu postyapısalcı ve postmodern bakış açısı, toplumsal
alanın açık uçluluğu ve olumsallığını savunma gerekçesiyle, toplumsal kavranabilirlilik,
nedensi kurallılık, genellemeler ve açıklayıcı bağlantıları yadsırlar. Böylece tüm tarih ve
toplum biliminin bir raslantıya dönüşmesine yol açarlar. Söylem kuramı ile diğer
postmodernlere göre daha derli toplu bir kuram geliştirmiş olsalar da, devlet, ekonomik
yapılar, politik hareketlerin dayanak noktaları gibi konularda gerekli çözümlemelerden yoksun
olduklarından, söylediklerinin bir ayağı havada kalır. Özyönetim ve grupların eşitliği dışında,
demokrasi konusunda da ayrıntılı bir düşünceleri yoktur. Burjuva demokrasisiyle sosyalist
demokrasinin nasıl ayrılacağına yanıt vermezler, eşitliğin boyutlarıyla ilgili ayrıntılı bir
açıklamada bulunmazlar. Dünyanın yalnızca Batı'dan oluştuğunu varsayan önermeleri,
kapitalizm çözümlemelerindeki eksiklikle diğer düşünürlerden pek ayrılamazlar.
60
Postmodern Feminizm, Kimlik ve Ayrımlar Politikası
1980'li yıllarda geniş bir yandaş kitlesi bulan postmodern teorinin "postmodern politika" ile
öne çıkardığı cinsiyet, ırk, etnik özellikler ve libidinal özne konumlarına dayalı politika, söz
konusu edilen grupların da postmodern kuramla tanışmalarına, ona ilgi duymalarına yol açtı
Bir anlamda anılan gruplar, orada, kendi anlamlarını, anlatımlarını bulmuş oldular. Halk
deyişiyle, "Tencere yuvarlanıp kapağını bulmuş" oldu!
1980'li yıllardan sonra, baskıcı ve özdeşleştirici olduğu öne sürülen Hegel ve Marksçı görüşler
yerine, yerel, ayrımsal özelliklerin ağırlıklı oldukları kimlik tanımlamaları ve
mikropolitikalarla toplumdaki grupların mücadeleleri öncelik kazandı. Sonuçta, birbiriyle
çelişir gibi görünen kimlik ve ayrım politikalarından oluşan eklektik, bütünleştirilmesi
olanaksız politikalar üretildi. Kendi içinde çelişen söylemler, her küme, özgün kitle içinde bir
diğerine aykırı, bir diğeriyle çatışan düşüncenin parçalanışı ortaya çıktı. Sosyallik ve toplumcu
gerçek bir daha bulunamayacak ölçütte yitirildi belki de...
Bunu ülke ve etnik ayrılıklar boyutuna indirgediğimizde, Yugoslavya ya da Mekadonya
kavramı bütünselci, baskıcı bir anlatımı çağrıştırırken Sırp, Hırvat, Arnavut gibi ayrımların
kendini tanımı, baskıcı, bütünselci bulunmamaktadır! Hele de yüzlerce yıl birbiriyle birlikte
yaşamış halkların, kültürlerin harman olduğu coğrafyalarda, etnik ayrımlar esasıyla yapılacak
çözümlemelerin nereye varacağı çok kanlı örneklerle yaşandı, yaşanıyor. Bu politikanın bir
iktidar ve baskı yadsıması adına yapılabilmesi ve yeni çağın özgürlük yanlısı düşünürlerince
savunuluyor olması ilginçtir. Özgürlükler adına hangi duygularla yaşama haklarının
baskılandığının sorgulanması gerekiyor belki de...
Etnik ayrılıkları, kültürel ayrımları korur görünen bu politika bir yandan egemen ekonomik
yapının sınır tanımaz yapısıyla çelişirken bir yandan da yeni ve karmaşık sorunlara kapı
açmaktadır. İnsanı çevreleyen, tüketim ekonomisinin programlanmış simgeleriyle tüm
benlikleri parçalayan geç kapitalizme karşı, ulusların, geri ülkelerin yoksul insanların
dayanışmasını, direnişini seslendirmeye değil, en küçük ayrılık ve aykırılıkları öne çıkararak
ortak davranışları kösteklemeye yönelmiş böylesi düşünürlerin kapitalizmin olumsuzluklarıyla
savaştığını söyleyebilmek olası değildir.
61
Etnik ayrılık ve aykırılıklar dışında eşey ayrımını, cins seçimini, doğal olmayan yollara
kaydırmış arzu arayışlarının her birini, ayrı ayrı iktidar karşıtı ve özgürlük çıkışı olarak bulan
postmodernist mikropolitikalar, her ayrı grup içinde bir diğeninin eğilimine karşı
kaçınılmazca eleştirel ve birleşmez olacaktır.
Kesişmeyen parelellerle en güzel tanımına oturan postmodern politika, bir arada sonsuza
kadar barış içinde var olacak aykırılılıkların algılamalarımıza yansıttığı kocaman bir
çözümsüzlükten öte bir şey değildir.
Günümüz kapitalist toplumunun bir çözülüşünü, ya da çözümlemesini yaptığını savlayan
postmodernizmin bu yanı, diğer düşünce sistemlerinde olduğu gibi geç kapitalizmin dünyaya
egemen olma politikasına bir karşı koyuşu önerememekte, tersine kültürel boyutta küresel
egemenliğin pekiştirilmesine yardımcı olmaktadır. Tüm tarihsel geçmişinin, muhalif olma
geleneğinin tersine sıçrayan çağımız felsefesinin bu boyutu, değişim önerirken, aslında
değişim yerine durağanlığın, değişmemenin kavgasını vermektedir. Özgürlük diye sundukları
şey, özgürlüğü oluşturan herşeyin birbiriyle çatıştığı, "özgürlük" kavramının kendi anlamını
arar olduğu bir kaosa varmakta, değişim önerimi, bu kaosun sonunda bir değişim karşıtlığına
çıkmaktadır! Bunun adı da devrimcilik, ya özgürlük istenci olmayacaktır sanırız.
Feminizme gelince... Feminizmin günümüzdeki kuramsal yapısı, bir modernist ya da sosyalist
kuram içinde kadına yeterince anlam, yer verilmemiş olmasının eleştirisinden öte, kadının
diğer cins karşısında üstünlüğünü savunmaya, cins ayrımının derinleştirilmesi politikası olma
öngörüsü ya da önyargısını hep taşıyagelmiştir. Cinslerin kendi özellikleri ve nesnel
gerçeklikleriyle oluşmuş ayrımlarının bir "üstünlük" politikasının anlamsızlığıyla çelişen
durumu bir yana, toplumsal yapıdaki cins ayrılıkları ve aykırılıklarını bir diğer cinsin
egemenlik istencine bağlamış politikaların yapay bir izlek çevresinde kuru gürültü
çıkarmaktan öte bir çözüm üretemeyecekleri açıktır.
Feministlerin kadın özgürlüğüne giden yol diye tanımladıkları politikaları, diğer
mikropolitikalarda olduğu gibi, ezildiği, baskılandığı öne sürülen tüm ayrı grupların birbiriyle
didiştiği yeni bir kaosa çıkmaktadır. Burada da, "Özgürlük" bir çıkmaz sokak adı olarak
kullanılmaktadır.
62
Eleştirel Kuram ve Postmodernizm
Modern ve postmodern kuramlar arasında yer alan Frankfurt Okulu temsilcileri, Jürgen
Habermas, Adorno gibi düşünürler, kapitalist toplumda devletle ekonominin içiçe geçişinin,
bireyde yol açtığı baskılanma ve koşullanmaya yönelik ayrıntılı çalışmalarla tanındılar. Asıl
postmodern kitleden diyalektik yöntem kullanmak ve düşüncelerini sürekli bir sisteme
bağlamakla ayrı düşen bir sistemleri vardır. Modernliği tamamlanmamış bir kuram olarak
tanımlarken (Habermas), aynı zamanda modernizmin bireyi baskı altında tutan rasyonellik ve
egemenlik sistemlerine karşıdırlar. Marksçı üretim ilişkileri temelinde geliştirilmiş sınıf
mücadeleleri tezlerine ve proletarya öncülüğüne eleştiriler getirirler. Bilim ve araçsal aklın,
önceleri dinle açıklanan ve körü körüne uyma ve tapınma davranış kalıplarının modern
kuramda determinist politikalar ve birey üzerinde egemenlik kurmayı amaçlayan
yapılanmalarla yeni bir biçim kazandığını söylerler. Devrim teorisini sermayenin egemenliğini
bir kısır döngü gibi yenileyen bir meta sistemi ve ütopya olarak tanımlarlar. Özne merkezli
rasyonalizm geleneğinin karşısındadırlar.
"Felsefenin görevi, ilkin 'amaç barındırmayan gerçeklik'in boyutlarını aydınlatacak birer
takım ya da bileşim haline getirilecek betiler ve imgeler inşa etmektir. "(Adorno, 1977: 127,
Alıntılayan St. Best- Douglas Kellner, Postmodern Teori, s.274) Bu tümcede açığa çıkan
düşünce, tüm modernlik eleştirilerinin bir özeti gibi görülebilir: Geleceğin bugünden
yapılandırılabilmesi ve insanın ortak bir eylemle kendine daha adaletli bir toplum biçimi
kurgulayabilmesi Adorno'nun kuramında kendine değişik anlatımlarla yer bulur... "Amaç
barındırmayan gerçeklik" önyargılardan arınmış bir yaklaşımı dile getirdiği kadar, bir değişim
aracı olarak kullanılması zorunlu tümevarımlara ve toplumcu kaygıları birey karşıtı bir
öncüllüğe götüren yapılanmalara karşı oluşu da içinde barındırır.
Adorno'daysa güçlü bir gerçeklik kavramı vardır. Felsefenin ve sanatın bilişsel içgörünün
birer aracı olması gerektiğini söyler. Adorno'ya göre hem sanat hem de felsefe yalnızca
gerçeği aydınlatmakla kalmayıp, gerçeğin dönüştürülmesine yardım edebilir. (St. BestDouglas Kellner, Postmodern Teori, s. 275) Kesinlik ve temel anlayışlarındaysa,
postmodernistlere yakınlaşır. "(....) 'hakikat için yalnızca tanınması gereken insanüstü bir
nesnelliği onaylama arzusu' aynı zamanda insanüstü bir toplumsal otoritenin, üstün bir
63
Führer'in tanınması ve ona itaat edilmesini de destekleyebilir." (Adorno, 1940:12, Alıntılayan
St. Best- Douglas Kellner, Postmodern Teori, s. 279)
Kuramını bilişsel içgörüye, gerçeğin insan yararına bir sistem içerisinde dönüştürülebileceği
varsayımına dayandırır bir yandan Adorno... Bir yandan da, toplumun, toplumcu egemenliğin
birey üzerindeki bağlayıcı etkinliğini, buyurganlığını yadsır, ona karşı çıkar. Birlikte
mücadelenin zorunlu kıldığı temsiliyet, karşılıklı güven, örgütsel genel eğilim karşısında
bireyin kendi aykırılığını öne çıkarmaması gerekliliği gibi konularda, kısacası toplu mücadele
için gerekli bir yapılanmayla ilgili önermelerden uzak bir kuramdır tanımladığı. Sonuçta,
dünya kadar istenmeyen durumun çözümü için sıfırdan başka bir şeye benzemeyen bir
belirsizlik önerilir.
64
Postmodernizmin kazandırdıkları:
Postmodernizm, tek bir tümceyle, paragrafla, hatta sayfalarla anlatılabilecek bir kuram
değildir. Yapısı gereği, her türlü tümevarıma, bütünleştirmeye karşı çıkışının da etkisiyle, ele
avuca sığmaz bir haşarı çocuk gibi düşünce uçuşturmaları içinde boyutlanır, dallanır
budaklanır. Herşeye karşın postmodernizmin düşünsel alanımıza katkılarını belli özet
başlıklarla bir araya toplamaya çalmayı deneyelim yine de...
Günümüz dünyasının insanı algılama bozukluğu içindedir. Duyu ve duygularımız bizi
yanıltabilir, hatta yanıltmaktadır.
Birey, toplumu değiştirme yöneliminde bulunmamalıdır. Bu bir iktidar istencini ve yeni
baskıları getirebilir. Adalet arayışı yanlıştır.
Öznenin nesne üzerindeki egemenliği gereksizdir, dönemi kapanmıştır. Temsil bir demokrasi
ögesi ya da biçimi olamaz.
Tarih bir yazılım, ya da kurgudur.
Toplumsal gidişte bir belirlilik yoktur. Tüm öngörüler bir baskı ve kısıtlama için
kullanılabilir.
Toplum yapılanmasını açıklayacak bir genelleştirme, geleceği belirleyecek bir ana neden, bir
açıklama yoktur.
Bilgi değişkendir. Dış dünyada gerçek diyerek tanımlanabilecek birşey yoktur. Her şey göreli,
göreceli, değişkendir. Değişken ve kurgulanabilir yeni gerçeğin adı, hipergerçektir.
Bizi yönlendirmesi gereken ana güç "arzu"dur. Arzularımızı engelleyen, kısıtlayan tüm
kurallar ve genellemeler birer baskı aracıdırlar.
Bir varlığın ya da olayın oluşum nedeni değil, biçimi, görüntüsü önemlidir, belirleyici olan
da odur.
Hiçbir doğa ya da toplum olayı neden- sonuç ilişkisi içinde belirlenmez. Dışımızdaki dünyada
kendimizce açıklanamayan şeylerin arkasında gerçeküstü bir şeyler olabilir. Dinler ya da
mistik inanışlar ruhsal dünyamızı dolduracak inanış biçimleridir. Modern çağın metafizik
karşıtı, her şeyi bilimle ve nesnel gerçeklikle açıklamaya çalışan felsefeleri bir yanılsamadır.
65
"Katlanmak", ya da "olanla yetirmek" zorundadır insanlık. Tarihin, sanatın bittiği, insan
duyularının, duygularının kendini yanılttığı, algılama bozuklukları ile kurgulanmış bir
yaşamda umut etmenin, ya da daha iyiyi beklemenin anlamı yoktur. "İyi" nedir sonra?
66
eleştiriye genel bir giriş
ya da postmodernizmin "eleştiri" mantığı üzerine...
Postmodernizm, modernizmin insanı baskılayan tümevarımcı, temsiliyete, öznenin
egemenliğine dayalı olduğunu savladığı yöntemlerine karşı çıkarken bir yandan da dünyayı
açıklayan, çözümleyen anlatımlar geliştirmek zorunda kalmıştır. Ya da yadsınan, aşılmaya
çalışılan modernizmin yerini tutacak yeni bir kuram...
"Postmodernizm, diyelim ki Hegel'in birçok açıdan kapana kısılmış olduğunu iddia edebilmek
istiyorsa, dünyada işlerin nasıl yürüdüğü konusunda bir fikre sahip olmak zorundadır;
dünyada işlerin nasıl yürüdüğüne dair fikirler, eski püskü bir Aydınlanma rasyonelliğine
aitmiş gibi görünecektir. Bu sorunun en kurnaz çözümünü Nietzche önerir: Dünyanın nasıl
tertiplenmiş olduğu hiçbir biçimde özel bir tertiplenme ortaya koymaz; dolayısıyla,
modernliğin hatası, tam da dünyanın kendi içinde bir biçimi olduğunu düşünmesinden
kaynaklanır. Postmodernizm, tarih hakkında hiçbir ilave anlatı sunmaz, yalnızca tarihin
herhangi bir anlamda bir öykü biçiminde olduğunu yadsır. Başka bir deyişle,
postmodernizmin itirazı tarihe şu ya da bu biçimde kavramsal bir deli gömleğinin
giydirilmesi değil, bizzat kavramsal deli gömleğinin giydirilmesinedir.(....) Ama tam da deli
gömleği giydirilmesine yöneltilen bu itirazla ilgili bazı sorunlar var. Bir kere, tarihin izlediği
özel hiçbir yol olmadığını nasıl bilebileceğimize karar vermek kolay değildir. Böyle bir
şeyden emin olabilmek için Olimpos'un hakim konumunda bulunuyor olmanız gerekir.
İkincisi, durum kuşku verecek ölçüde biçimselcidir: Tarihi belli bir kalıba yönelik her her
girişim, başka tür girişimler kadar zararlı mıdır? Sözgelimi, hümanizm de faşizm kadar
zararlı mıdır? (....) Dünyanın kendisi tam da bitimsiz bir farklılık ve özdeşsizlik oyunu olup,
bu oyunu vahşice bastıran her ne varsa en fazla karşı çıkılacak olan da odur. Böylelikle,
Goethe ve Goebbels arasında seçim yapmayı gerektirecek bir şey yokmuş gibi davranmaktan
mahcup olmaksızın, kişi kendi ontolojisini muhafaza edebilir." (Terry Eagleton,
Postmodernizmin Yanılsamaları, s. 47)
Postmodernizmin çözümlemeleri ve önerimleri bir bütünün birbirine benzemeyen parçaları
gibi dağılıp gider düşünce dünyasında... Modernizmin dünyayı, evreni, insanı, tüm toplumsal
67
yaşamı birbiriyle ilişkili bir bütün içinde ele alışının bir ters görüntüsüdür postmodernizm...
Dağınık, parçalı, çözümsüz...
"Postmodernist kendi konumuna ve konumsallığına karşı kördür, çünkü postmodernist olarak
kişinin kendi konumu gibi şeylerin bile temelli bir düşüncenin nesnesi olamayacakları kadar
kararsız ve kimliksiz oldukları bir kısmilik ve akış öğretisine bağlanmıştır." (Paul Rabinow,
Writing Culture: The Politics and Poetics of Ethnography içinde, hazırl. James Clifford ve
George E. Marcus, Berkeley, University of California Press, 1986, s. 252, Alıntılayan Steven
Connor, Postmodernist Kültür, YKY 1.Baskı, Haziran 2001, s. 34)
"Özetlemek gerekirse, 'postmodern' teriminin henüz üzerinde anlaşma sağlanmış bir anlamı
yok -terimin türevleri olan- postmodernlik, postmodernite, postmodernleşme ve
postmodernizmden oluşan terim ailesi sıklıkla kafa karıştıran ve birbirinin yerine geçebilen
tarzlarda kullanılıyor." (Mike Furtherstone, Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, Ayrıntı Yay.
Temmuz 1996, s. 34)
Yukardaki tanımlar ve girişlerin anlattığı gibidir postmodernizm... Elden, düşünceden kayıp
kayıp giden, sınırları, boyutları belirsiz bir düşünce dağınıklığı! Böyle olunca da bütünlüklü
bir eleştiri içinde onu ele alabilmek oldukça güçtür. Önemli olan da bu değildir zaten.
Postmodernizmin kendisinin bir kavram ve anlam olarak eleştirilmesinin yerine, onun içinden
çıktığı geç kapitalizme yönelttiğini savladığı eleştirilerinin eleştirilmesi, postmodernizm için
daha bütünlüklü anlamlar bulabilme olanağı tanıyacaktır.
Postmodernizm, bireyi baskılayan modernizm eleştirisiyle çıktığı düşünsel yaşam yolunda,
yaşadığımız çağın insan üzerindeki olumsuzluklarını tanımlayarak serüvenini sürdürür.
Çoğunlukla, içinden çıktığı geç kapitalizmin bir eleştirisiymiş gibi görünür ama, kapitalizm
eleştirisi, kapitalizmin insana yönelmiş uç uzantılarını parçalara ayırarak, bütünü gözden
kaçırarak eleştirmekten öte geçemez. İnsan ve duygu düşmanı olarak tanımladığı dokuz kollu
geç kapitalizm canavarının bedeniyle değil kollarıyla uğraşır.
Kapitalizm çözümlemeleri ağır bir teslimiyetle sonuçlanır. Kapitalizmin barındırdığı iç
çelişkileri görmezden gelir postmodernizm. Piyasa sisteminin, simge değişimine dayalı
değerlerin yönelttiği sistemin çelişkili yapısının hem simge dolaşımında, hem sistemin ürettiği
imgelemde sonuna kadar egemen olabilecekleri savı bir kocaman bir yanılsama olmanın
yanında, gözden gizlenmeye çalışılan bir teslim oluşu da kapsar dieğr bir deyişle.
68
Medya ve iletişim baskısı eleştirilirken olağanüstü abartılı bir dil kullanılır. Dilden çok sezgi
ve söyleme öncelik tanıyan postmodernist iletiler, insanın çevresindeki herşeye karşı derin bir
şüphe ve belirsizlik içinde donakalmasına yol açar. Bireyde oluşmuş parçalanma, gerçeğin
dağılması, tüm iktidarlara ve rasyonelliğe karşı çıkma adına bir bütünlük gösteremeyen
dağınık söylemlerin arkasında tüm olumsuzlukların sorumlusu devlet, toplum örgütlenmeleri,
kapitalist sistemin ekonomik ve politik yapılanması es geçilir. İnsan olumsuzlayan koşullara
karşı önerilen tek çözüm, insanın libidinal duyguları ve sezgileriyle çocuksu oyalanmalar,
kırıntılarla yetinmeler, yoğun bir melankoli, şizofreni, umutsuzluk, hüzündür.
Diyalektiği, neden- sonuç ilişkisini ve açıklayıcı bütünsel tezleri, kuramları yadsır
postmodernizm. Ayrımcılık, bölük pörçüklük, yerel politikalar, mikropolitikalar savunulur.
Homoseksüel, feminist, lezbiyen ve çevreci örgütlerin mücadeleleri alkışlar, ancak bu ayrı
grupların çabalarını birleştirmek çabasından, toplumsal bir değişim için genel bir yol, yöntem
belirlemek ve belirtmekten ısrarla kaçınır. Mücadelenin bütünlüğünün sağlanması, ya da daha
insanca bir toplumun hangi örgütlenme, ya da yapılanmayla oluşabileceği üzerine hemen
hiçbir şey söylemez. Bölük pörçüklenme (Lyotard), patlayıp içe çökme (Baudrillard) ile
dağılmış özne nasıl kurtulacaktır?
Batı toplumunda, toplumsal yaşam biçimindeki değişikliklere özdeş gelişme izleyen kuramsal
tartışmaların her dönem kapsam değiştirdiği bilinen bir gerçekliktir. 1980'lerin başında
göstergeler ve cinsellik tartışma konusuydu. 980'den sonra cinsellik daha geniş bir gündem
oldu. Feminizmin, homoseksüel eğilimler gibi konuların yanına etnik sorunlar eklendi. Son
yirmi yıldır ayrı tartışmalar yaşansa da, bazı konuların gündemden çıktığının ayrımına
varılamadı nedense; açlık ve küresel dengesizlikler! Postmodernizm açlığa ve adaletsizliğe
karşı olağanüstü hoşgörülüdür. Dünyanın gelişmiş, modernizmini yaşarken özneyle işini
bitirmiş Batı'yla sona erdiğini sanır postmodernizm. Açlığın, yokluğun, yoksunluğun acı bir
gerçeklik olarak dolandığı, ortaçağın birey üzerinde koyu bir karanlık olarak oturmayı
sürdürdüğü dünya çoğulu için postmodernizmin bir Batı fantazisi olmaktan öte anlam
taşımayacağı açıktır. Özgür bir insancıl ses olma savındaki postmodernizmin en büyük
düşmanı, ortaçağ kalıntısı, bireyi baskılayan derebeyi, aşiret, soy ilişkileri, ya da açlık,
adaletsizlik, savaş filan değildir. ... Postmodernizm, değişimden, bir sosyal devrimden yana da
olsa, her türlü "iktidar istenci"ne saldırır sürekli. Her türlü toplumcu, ortak çabanın, sosyal
davranışın arkasında baskıcı iktidarlar bulup çıkarır.
69
Bir yandan alabildiğine özgürlüklerin savunucusudur postmodernizm, bir yandan eleştirdiği,
olumsuzlukların sorumlusu olarak gördüğü insanlar arasındaki yarışa, bu yarışın çoktan bitmiş
sonucuna karşı susar, çözümsüz, önerimsiz kalıverir. Özgürlük haykırışlarının yerini derin bir
sansür karanlığı kalır. Ya da "ölene kadar sus"uşla ellerini önünde bağlayıp saygıyla başını
öne eğer.
Kimi zaman da bu susuş, edilgen bir durgunluk olmaktan çıkar, bir sansüre dönüşür.
"Postmodernizm, Öteki'ne açık olmakla o denli övünmesine rağmen, karşı çıktığı ortodoksiler
kadar dışlayıcı ve sansürcü olabilir pekâlâ. Sözgelimi, genelde insan kültüründen söz edilir
ama sınıf konuşulmaz, beden ele alınır ama biyoloji alınmaz, jouissance'a (haz, keyif, orgazm
-ç.n.-) değinilir ama adalete değinilmez, post-kolonyalizm konu edilir ama küçük burjuvazı
edilmez." (Terry Eagletan, Postmodernizmin Yanılsamaları, s. 41)
Günümüz toplumunda temel bir gerçeklik ya da derinlik boyutundan söz etmek olası değildir
der postmodernistler. Gerçeğin ve değerin tüketim ekonomisince yönlendiriliyor olmasını
gerçeğin parçalanması, nesnel bir gerçekliğin kalmaması olarak tanımlarlar. Kişiden kişiye
değişen göreceliği kanıt göstererek insanın kendi içsel görüşü ya da sezgisi dışında bir
gerçeklik olamayacağı sonucuna varırlar. Postmodernistlere göre, derinliğin silinmesi, tarihi,
deneyimi, birikimi, bilgiyi matlaştırır ve sonuçta, toplumun yeniden yapılanmasına yönelik bir
genel kuramın, makropolitikanın temeli ve anlamı kalmamış olur!
Postmodern kuram, yalnızca bir toplumsal kuram geliştirmeye karşı olmanın yanında,
toplumsal, toplumcu olan her şeye saldırmasıyla asıl tanımını ortaya koyar. Faucalt, Lyotard,
Deleuze ve Guattari'nin birleştikleri en önemli nokta, toplumsallaşma süreçlerinin tümünün
birer birey baskılama araçları olduğudur. Hümanizma da bu süreçlerden birisidir. Öznellik
biçimlerinin, yeni ve aykırı bedenlerin yapılanmasına, yeni arzu ve söylemlerin açığa
çıkmasına engel olmaktadır çünkü. Postmodernistlerin öznellik söylemlerinde, toplumun
onayladığı, ya da genel kanılarla benimsenebilecek bir yaratıcı öznelliğe de yer yoktur.
Yaratıcı öznelliğin verili bir olgu olmaktan çok bir özyaratım sürecinin başarısı olduğunu
söyleyen Sartre'ın kuramı öznellik konusunda postmodernizmin boşluğunu vurgulayan bir
içerik taşır. Kimi postmodernlere göre, öznenin kendisi de bir kurmaca ve yanılsamadır.
Bireyi kendisi ve çevresiyle ilgili derin şüphe ve kaygılara götürür postmodernizm.
"Postmodern medya ve enformasyon toplumunda bir kimsenin olsa olsa 'iki uçlu bağlantının
bir ucu' (Baudrillard 1983d) ya da 'fantastik denetim sistemleri'nin sibernetikleştirilmiş bir
etkisi (Kroker ve Cook, 1986) olduğu savunulur. Baudrillard, öznelerin içe dönük bir infilakla
70
yığınlara karıştığını (1983b) ileri sürerken, Jameson (1984a) bölük pörçük, bağlantısız ve
kesintili bir yaşantı tarzının postmodern öznelliğin temel bir özelliği olduğunu savunur.
Deleuze ve Guattari ise (1983 ve 1987) modern öznenin tuzla buz olmasına değer verirken
arzunun ve öznelliğin şizofrenik, göçebe dağılışlarına alkış tutar." (Alıntılayan Steven BestDouglas Kellner, Postmodern Teori, s. 339)
Postmodernistlere göre, birey, post-liberal bir yapılanmayla estetikleştirilmiş, sürekli
arzulayan bir varlıktır! İnsan aklı ve bilinç, gerçeği yansıtamaz, onu ancak kurar, kurgular!
Kuramlar insan düşüncesini ve insanı temsil edemezler. Bir partinin ya da bir aydının başka
insanlar adına konuşması baskıcı bir bütünleştirme çabasıdır!
Kapitalizm hem bilinci, hem de bilinçdışını sömürgeleştirmiş olduğundan devrimci
tasarımların fitili sökülmüştür. Sanat ve arzu temel politik ilke ve taktikler olmuştur.
(Yorumlayan St. Best- Douglas Kellner, Postmodern Teori, s. 346)
Postmodernizmle birlikte, hümanizmanın da yadsınmasıyla, birey, diğer bireylere ve topluma
karşı tüm sorumluluklardan kurtulmuş olur! Bu, aynı zamanda özerk bireyin sosyal koşullar
içinde yapılanmasının da sonu demektir. "İnsanın ölümü" ile sömürülen, alçaltılan ve ezilen
insanların haklarının ve özgürlüklerinin savunulmasını olası kılan kaygılar, bunu sağlayan dil
de ölmüştür!
Politik kötümserlik, umutsuzluk, pesimizm, düş kırıklığı egemendir postmodernizme.
Lyotard'da hüzün, Baudrillard'da melankoli, tarihe ve günün anlamına en uygun kavramlardır.
Faucalt'a göre ütopyacılık bile var olan egemenlik biçimlerinin genişletilmesine hizmet eden
bir araçtır. "Başka bir sistem hayal etmek, mevcut sisteme katılımımızı genişletmek demektir"
(1977: 230, Alıntılayan Steven Best- Douglas Kellner, Postmodern Teori, s.349)
71
postmodernizm entellektüellerin yapay bir çıkışı mı?
Postmodernizm, tek tek bireylerle toplum arasında olduğu gibi modernleşmenin sürdüğü
yüzyıllar boyunca toplumun öncü ğücü, aydınlatıcısı, eleştirnicisi olmuş aydın ve entellektüel
insanla toplum arasındaki ilişkilerin de yeniden değerlendirilmesini gerektirmiştir.
"Postmodernist" çağda aydının yeri ayrı yorumlarla açıklanmaya çalışılabilir.
Haldun Gülalp'in "Entellektüeller, Modernite ve Postmodernite" adlı makalesinde tanımladığı
yeni entellektüel konumu bir bakış açısını anlamdırır. "Bence, postmodernite, entellektüellerin
(sermayeye ya da emeğe) sınıfsal hizmet verme konumundan çıkıp bağımsızlıklarını ilan
ettikleri durumu ifade etmektedir. Üstelik moderniteden postmoderniteye geçiş ile,
modernitenin temel unsurlarından biri olan 'ilerleme' kavramı ve tutkusu da sarsılmış,
entellektüeller artık bir tarihsel davanın sözcüsü olma yükümlülüğünden de kurtulmuşlardır."
(Haldun Gülalp, Aktaran Bihter Dereli, Yaban ve Kar Romanlarında Aydının Konumu, E
Dergisi Ağustos 2002)
Emekten ve sermayeden bağımsız bir tavır olup olamayacağı, emeğin ve sermayeninin
günümüz toplumundaki belirleyiciliklerinin sorgulanması ayrı tarktışmaların konusu olmakla
birlikte bu bakış açısıyla entellektüel bağımsızlığını ilan etmiş görünürken olaya başka
bakışların varlığını da unutmamak gerekmektedir.
Steven Best- Douglas Kellner'e göreyse, postmodernizm, marjinalleşen, toplumdan ve
insandan kopan entellektüellerin yerlerini korumak amacıyla yaptıkları bir girişimden öte bir
şey değildir. (St. Best- Douglas Kellner, a.g.y., s.354)
"Alanı politekniklerde ve üniversitelerde masa başında araştıran günümüzün ücretli
teorisyenleri birtakım akımlar icat etmek zorundadırlar; çünkü mesleki ilerlemeleri bu
icatlara bağımlıdır -en az madencilerin ya da balıkçılarınki kadar- Ne kadar çok akım
uydururlarsa o kadar çok başarılı olacaklardır." (Pawley, 1986) "Başka eleştirmenler
açısından bu stratejiler sadece entellektüel ve akademik alanlara içsel hamleler değildir; bu
stratejiler 'çağdaş kültürün orta yerindeki hastalık'ın açık saçık işareti ve barometreleridir. O
nedenle "şimdilerde Postmodernizm olarak bilinen kültürel ve estetik eğilimi -sanat ve
mimarideki, müzik ve sinemadaki, tiyatro ve kurmacadaki eğilimi- Batı dünyasını sürükleyen
bugünkü politik reaksiyon dalgasının bir yansıması olarak kavramak için çok çaba harcamak
72
gerekmez" (Got, 1986, Alıntılayan Mike Featherstone, Postmodernizm ve Tüketim Kültürü,
Ayrıntı Yay. Temmuz 1986, s.19,1996)
Callinicos'un bu entellektüel eyleme bakış açısı da benzerlikler taşır. "Postmodernizm söylemi
en iyi, Batılı işçi hareketinin geri çekilmesi ve Reagan- Theatcher dönemindeki kapitalizmin
dinamiği olan 'aşırı tüketim'in başat olduğu bir iklimde, toplumsal bakımdan hareketli
aydınların bir ürünü olarak görülür. Bu bakış açısından, postmodern terimi, onun yardımıyla
bu aydınların, siyasal hayal kırıklıklarını ve özlemlerini tüketim merkezli bir yaşam tarzına
eklemlemeye çabaladıkları havada kalan bir imleyen gibi görünebilir" (Alex Callinicos,
Postmodernizme Hayır, Ayraç Yayınevi, 2001, s. 261, Alıntılayan Ali Galip Yener, Virgül
Dergisi, Mart 2002)
Tüketim kültürünün bir parçası sayılabilecek postmodernizmi, küreselleşmenin önündeki
engelleri yok etmeyi amaçlayan bir kültür öncü kolu olarak değerlendirenler de var..."Küresel
ölçekte bir tüketim kültürünün Amerika Birleşik Devletleri'nin dünyanın iktisadi düzeni
üzerindeki iktidarının genişlemesine parelel yol açtığı sıkça varsayılır (Mattelart, 1979).
Burada tüketim kültürünün her bir ülkenin kendi ulusal kültürünü çökertmeye yönelik bir
evrensel kültür haline geldiği düşünülür. (M. Furtherstone, P.M.ve Tüketim Kültürü, s. 208)
73
tüketim toplumunun ürünü olan postmodernizm, estetiğin yerine tüketim simgesini
geçirir
"Bundan dolayı çağdaş Batı toplumlarında şimdilerde görülen simgesel ürünlerin aşırı arz
edilme evresi ve kültürel başıboşluk ve sınıflandırmaların bozulması yönündeki eğilimler
(kimileri bunu postmodernizm olarak yaftalamaktadır) kültürel sorunları öne çıkarmaktadır;
ve kültür, iktisat ve toplum arasındaki ilişkiyi kavramsallaştırmamız açısından geniş
içerimlere sahiptir. Bu durum tüketim tecrübelerinden kaynaklanan arzu ve haz, duygusal ve
estetik doyumlar sorununun sadece herhangi bir psokojik manipülasyon mantığıyla
yetinilmeyecek şekilde kavramsallaştırılmasına gösterilen ilginin artmasına yol açtı." (Mike
Furtherstone, a.g.y., s.37)
"Klasik iktisatçıların perspektifinden bakıldığında bireylerin giderek genişleyen mallar
dizisini satın alarak doyumlarını ençoklaştırmaya çalıştıkları üretimin tek gayesi tüketim
olarak kabul edildiğinde (....) tüketim için daha büyük fırsatlar yarattığı düşünülür.Kapitalist
üretimin özellikle yüzyıl dönümü civarında bilimsel yönetimden ve 'Fordizm'den aldığı
destekten sonra kaydettiği genişlemenin yeni pazarların inşa edilmesini ve kamuların
tüketicilere dönüştürülmek üzere reklam ve öbür medya yoluyla 'eğitilmesi'ni zorunlu kıldığı
savunulur (Even 1976). (......) Boş zaman uğraşları, sanatlar ve genelde kültür, kültür
endüstrisinin süzgecinden geçer; kültürün yüksek amaçları ve değerleri üretim sürecinin ve
piyasanın mantığına yenik düştükçe kültürün alımlanması mübadele değerinin (exchange
value) buyruğuna girer. Buna göre aile ve özel hayattaki geleneksel aradalık biçimlerinin
yanı sıra yüksek kültürün en iyi ürünlerinin sağlamaya çaba gösterdiği mutluluk ve doyum
vaadi, 'büsbütün farklı bir öteki özlemi', en düşük ortak paydayı hedefleyen yapay, kitlesel
olarak üretilmiş meta kültürüne katılan atomlaşmış, manipüle edilen bir kitle doğurmuştur.
(....) Bu perspektiften bakıldığında, sözgelimi ürünlerin birikiminin mübadele değerinin
zaferine yol açtığını, hayatın tüm boyutlarının araçsal rasyonel hesaba tabi kılınmasının
olanaklı hale gelerek özsel tüm farklılıkların, kültürel geleneklerin ve niteliklerin niceliklere
dönüştürüldüğünü savunmak olanaklı. (....) Söz gelimi Adorno, mübadele değerinin
başatlığının bir kez malların orijinal kullanım değerini yok etmeyi becerdikten sonra nasıl
olup da metanın ikincil ya da yapay (ersatz) bir kullanım değeri edinebilecek şekilde
özgürleştiğinden söz eder (Rose, 1978: 25) Bu durumda metalar geniş bir kültürel
74
çağrışımlar ve yanılsamalar silsilesini üstlenebilecek şekilde özgürleşir. Özellikle reklamlar
bu durumu sömürmeye muktedir olup sabun, bulaşık makinaları, otomobiller ve alkollü
içecekler gibi sıradan tüketim mallarına romantizm sevda, egzotiklik, arzu, güzellik, doyum,
ortaklaşacılık, bilimsel ilerleme ve iyi hayat imgeleri iliştirmektedir. " ( altını biz çizdik- Mike
Featherstone, Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, s. 38, 39)
Postmodernizm üzerine yazılmış bir eleştiriyi uzun alıntılarla postmodernizm üzerine bir
çorbaya dönüştürmek üzere olsak da, çoksesli bir bakış açısının daha anlamlı olacağı
inancındayız. Eleştirinin donanımı, "o öyledir o halde kahrolsun!" bıçkınlığıyla ayrışılan yerde
yeterli olduğunu duyumsatabilecektir. Kurmaya çabaladığımız eleştiri bütünlüğünde, bir
kavramı bir boş anından yararlanıp, zayıf bir yerinden tutup kündeye getirmeyi, onu tuş etmeyi
değil, gündemimize gelmiş, insancıl olduğu için de mutlaka tümümüzü ilgilendiren bir
konuda, o kuramın içindekilerin durduğu yere de bir ışık düşürmeye çalışmayı yeğliyoruz.
Tüketim egemenliğinin sürüklediği yeni toplumda sanatta estetik kaygısı kalkar. Günlük
yaşamla sanat arasındaki sınırların yok olur, sıradan, popüler tüketim simgeleri sanatın yerini
doldurmaya başlar.
"Stuart Ewen (1998) Her Şeyi Tüketen İmajlar başlıklı kitabında Amerika'nın gözde bir büyük
alışveriş mağazası olan Nieman- Marcus için hazırlanmış ve görünüşte karşıtların bir araya
getirildiği bir reklamı tartışır. Bu reklam aynı kadının iki fotoğrafını yan yana koyar. Birinci
fotoğraf Paris'in hauta couture'ü (Yüksek, seçkin, pahalı giyim. Diyor marka gibi.-ç.n.-)
uyarınca giyinmiş üst sınıftan bir kadın imajı sunar; imajın altındaki metin buradaki tutumu
şöyle tarif eder: ' İnsanları gözeten bir eğilim', 'doğru saatte doğru şeylerin giyilmesi' ,
'birilerini hoşnut kılmak için giyinme' (....) İkinci fotoğraf bir Filistin puşisine ve çöl kaftanına
bürünmüş halde düşünceye dalmış bir Musevi kadın imajı sunar. Bir graffiti harf karakteriyle
metin serbestliğin 'dargörüşlü kısıtlanımlardan özgürleşme', 'ruh hali buyurduğunda bir
giysinin yapısını değiştirme', 'evrim' v.b. olduğunu vurgular. Çağdaş kültürde kadınlar ve
erkekler bu iki şıktan birini seçmeye değil, her iki şıkkı bir araya getirmeye davet edilir.
Kadınların ve erkeklerin giyimlerinin ve tükettikleri malların birer iletişim vasıtası, 'sırıf
statülerinin simgeleri' olarak görülebilmesi (Gofman, 1951), giysinin kuşanıcısı/
kullanıcısının uygun davranışlarını, hal ve tavırlarını gerektirir ki, bu da toplumsal dünyanın
çeşitli kişi kategorileri halinde...." ( Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, Mike Furtherstone,
a.g.y., s. 58)
75
Sanatsal çabalarda bireylerin öznel çabalarının değil, bu alana yatırım yapan şirketlerin,
piyasada söz sahibi güçlü medya patronlarının, hatta devlet örgütünün eyilimleri ön plana
çıktığında da, bunu yeni ve karşı çıkılamaz sanat gerçekliği olarak selamlayacaktır
postmodernizm... Eleştirisi yalnızca bir çözümlemedir, insan ruhunun hangi simge yağmurları
altında kaldığının görüntüsünü vermektir. O tablo ki, zaten az çok bildiğimizdir.
"Amerika Birleşik Devletleri'nde devletin desteklediği eğitim ve kültür kurumlarındaki sanatla
ilgili işlerin sayısı da 1965 yılından itibaren hızla arttı. Bunun etkilerinden biri sanat
meslekleri ve öbür meslekler arasındaki mesafenin kapanmasıysa, diğeri de 'sanatsal vizyo'u
sıradan orta sınıfın vizyonuna yaklaştıran güvenli kariyer yörüngelerinin
geliştirilebilmesiydi. (Zukin, 1982a: 436) 'sanat bunjuvaziyi şok etmek şöyle dursun
burjuvazinin estetik vizyonu haline geldi' diye yazar. Bu durum, ufku geniş yenilikçiler yerine
bir uygulayıcılar kuşağının yükselmesine yol açtı. (....) Batı'nın öbür belli başlı kentlerinde,
bölgesel ve ulusal politikacıların izledikleri stratejilerin sonucu olarak sanatın devletten
gördüğü desteğin ve işadamları ve finansörlerin yeni sermaye yatırımı stratejileri
benimsemelerinin bir kombinasyonu yoluyla parelel süreçler başgösterdi. (....) Aslında, New
York'ta Sothebys'deki sözcülere göre taze paranın baskısı altında 'sanat piyasası neredeyse
başka bir iş alanı haline geldiği noktaya ulaşmış bulunuyor" (İndependent, 28 Mayıs 1987,
Alıntılayan Mike Furtherstone, a.g.y., s. 88-89)
Sanatta artık "kurallar yok, yalnızca tercihler var"dır! ( Mike Furtherstone, a.g.y.,s. 91)
"Tercih" ve arzunun belirleyicisi de bu alana yatırım yapan sermayedir elbet.
Tüketim toplumu gerekleriyle yönlenir postmodernizmin sanat, kültür renkleri.
Postmodernizmin çıkışı ve güçlenişiyle birlikte yalnız sanat alanında değil, "Weber'in
modernliğin ayrımlaşma sürecinden kaynaklandığını düşündüğü bilim, hukuk ve ahlâk
alanlarını da içeren" (Mike Furtherstone, a.g.y., s 93) geniş bir değişim ve altüstlük
yaşanacaktır. "Postmodern kültür, ikincil süreçlerden (ego) çok birincil süreçleri (arzu),
sözcüklerden ziyade imajları, mesafenin korunmasının tersine gözlemcinin nesneye dalmasını
ve nesneye arzu yatırımını seçer. (Scott Lash, 1988, Alıntılayan, Mike Furtherstone, a.g.y.,
s.122)
"Postmodernlik klasik hakikat, akıl, kimlik ve nesnellik nosyonlarından, evrensel ilerleme, ya
da kurtuluş fikrinden, bilimsel açıklamanın başvurabileceği tekil çerçeveler, büyük anlatılar
ya da nihai zeminlerden kuşku duyan bir düşünce tarzıdır. Postmodernlik, Aydınlanma'nın bu
76
normlarına karşı dünyanın olumsal, temelsiz, çeşitli, istikrarsız, belirlenmemiş nitelikte ve bir
dizi dağınık kültürlerden ya da yorumlardan ibaret olduğunu bildirir; bu da hakikat, tarih ve
normların nesnelliği, doğanın verili oluşu ve kimliklerin tutarlılığı hakkında belli ölçüde bir
kuşkuculuğu besler. (....) söz konusu görme tarzı Batı'da kapitalizmin yeni biçimini doğuran
tarihsel bir değişikliğin ürünüdür: Hizmet, finans ve enformasyon sanayilerinin geleneksel
imalat sanayi karşısında zafer kazandığı ve klasik sınıf politikasının yerini dağınıklık ve bir
'kimlik politikaları' öbeğine bıraktığı teknoloji, tüketimcilik ve kültür sanayisinin geçici,
merkezsizleşmiş dünyasını doğuran yeni bir kapitalizm biçimi. Postmodernizm, bir çağ
değişikliği yaratan bu değişimi 'yüksek' kültür ile 'popüler' kültür arasındaki sınırların yanı
sıra sanat ile günlük yaşam arasındaki sınırları da bulanıklaştıran derinlikten yoksun,
merkezsiz, temelsiz, özdüşünümsel, oyuncul, türevsel, eklektik, çoğulcu bir sanatta az veya çok
yansıtan bir kültürel üsluptur." (Terry Eaglaton, Postmodernizmin Yanılsamaları, Ayrıntı
Yay., 1999, s. 9-10)
Postmodernizm, "Sanat ve gündelik hayat arasındaki sınırın silinişi; yüksek ve kitle kültürü/
popüler kültür arasındaki hiyerarşik ayrımın çöküşü; eklektisizmi ve kodların
harmanlanmasını destekleyen bir üslup melezliği; parodi, pastiş, ironi, oyunculluk ve
kültürün yüzeyel 'derinliksizliği'nin selamlanışı; sanat üreticisinin özgünlüğünün/ dehasının
gözden düşüşü; ve sanatın ancak yinelenmeden ibaret olacağı varsayımı." (Mike
Furtherstone, Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, s. 28) olarak tanımlanabilir.
Burada yeri gelmişken, güncel edebiyatımızda anlamdan çok estetiğin, biçimin öne çıktığı bir
tarz olarak tanıtılan postmodernizmin aslında estetik diye bir kaygısı olmadığını anımsatmakta
yarar var. Postmodernizmin özünde estetik kaygısı olmadığı birçok kuramcısı tarafından
kezlerce yinelenmiştir. Ayrıca genel önermeleriyle estetik kaygısının çatışacağı da kolayca
anlaşılabilmektedir.
"Baudrillard (1983a) simulasyonların ve modellerin toplumsal dünyayı gerçek ve görünüş
arasındaki ayrımın silinmesine yol açacak ölçüde oluşturmaya başladığı üretimci bir
toplumsal düzenden yeniden üretimci bir toplumsal düzene geçilmesinde, yeni teknoloji ve
enformasyon biçimlerinin merkezi bir rol oynadığını vurgular." (Mike Furtherstone, a.g.y.,
s.22)
Anlam yitimi ve sanatta edebiyatta anlam ve içerik kaygısının yok oluşu, tüketim toplumunun
bir gereği olduğu kadar dünya egemenlerinin isteğidir de... Sanatta anlam ve içerik ardılı
77
olmanın sanata ters düştüğü savı, hem postmodernizmin, hem de onun yaratıcısı tüketim
toplumunun duyarlı insanlara yönelik bir aldatmacasıdır.
"Lyotard'ın özgül ilgisi, toplumun bilgisayarlaşmasının bilgi üzerindeki etkilerine yöneliktir
ve anlatısal bilginin (nerrative knowledge) yerine dil oyunlarının çoğulluğunun, evrenselliğin
yerine yerelciliğin geçmekte olduğuna delalet etmesinden ötürü postmodernlikteki anlam
yitimine kederlenilmemesi gerektiğini savunur." (Mike Furtherstone, a.g.y., s.22)
Beğenileri belirleyen alışkanlıkların, kültürel ürünlerin ve pratiklerin - sanat, yiyecek, tatil,
hobi vb.- uygunluk ve geçerlilikleri bilinçdışı eğilimler, sınıflandırmla biçimlerine, kabul
edilmiş seçimlere gereksinim vardır. "Bedene kazınmış alışkanlık bedenin hacmi, şekli,
duruşu, yürüyüş ve oturuş tarzı, yeme ve içme tarzı, bireyin talep etmeye hakkı olduğunu
hissettiği toplumsal uzam ve zaman, bedene gösterilen itibar, ses tonu, vurgusu, konuşma
örüntülerinin karmaşıklığı, bedensel jestler, bir kimsenin bedeniyle barışıklığı vb. de açığa
vurulur. Kısacası beden, sınıfsal beğeninin maddeleşmesidir. (.....) Burjuvazinin, bedenini
rahatlıkla kullanabilmesine ve bedeniyle barışık olmasına karşılık küçük burjuvazinin
bedeninden rahatsızlık duyduğunu, kendi kendisini bilinçli bir şekilde sürekli gözetim altında
tutup düzeltmeler yaptığını açıkça görürüz. Beden bir araç olarak değil, başkalarına yönelik
bir gösterge olarak ele alındığı beden sağlığını koruma tekniklerinin, California icadı
sporların ve egsersiz biçimlerinin, kozmetiğin ve sağlıklı beslenmenin cazibesi buradan
kaynaklanır. Yeni küçük burjuvazi olduğundan fazlasını isteyen, hayat karşısında yatırımcı
bir yönelim besleyen bir oburdur; pek az iktisadi ya da kültürel sermayeye sahip olmasından
ötürü bu sermayeyi edinmesi gerekir. Bundan dolayı yeni küçük burjuvazi, hayat karşısında
öğrenmeye açık bir kip benimser; kendisini beğeni, üslup ve hayat tarzı alanlarında bilinçili
olarak eğitmektedir.(.....) Bundan dolayı yeni küçük burjuvazi entellektüellerin hayat tarzıyla
özdeşleşir ve entellektüellerin düşüncelerinin daha geniş bir izlerkitleye aktarılmasında aracı
rolü oynar. Ayrıca giderek ciddi analizlere konu edilen popüler müzik, moda, tasarım, tatil,
spor, popüler kültür vb. yeni uzmanlık alanlarının entellektüelleşmesini meşrulaştırmayı
çalışmaları bakımından kendi başlarına birer kültür girişimcileri olarak hareket ederler."
(Mike Furtherstone, a.g.y., s, 153- 154)
Postmodernizmin kültürle sıradan yaşam arasındaki sınırları yıkar görünmesi, sanat ve
edebiyatta entellektüel olmadığı varsayılan kitlelerin bu alanın konusu edilmesi savı, yalnızca
tüketimin toplumu tüm boyutlarıyla, her gün daha da güçlenmiş kollarıyla kavrayıp tutsak
birer tüketici olarak alması anlamında değil, aynı zamanda algılama bozukluğu ve
78
çözümsüzlük olarak özetlenebilecek düşünce yapısını bu sıradan insanlar arasında da
savunulur duruma getirilmiş olmasıyla da sonuçlanacaktır.
Postmodernistlere göre, gündelik yaşamla sanat arasındaki sınır yok olmuştur artık. "
(...)sanat ayrı bir kapalı gerçeklik olmaktan çıkmıştır; sanat üretime ve yeniden üretime dahil
olur; öyle ki her şey, 'şu gündelik ve banal gerçeklik bile aynı nedenden ötürü sanat
göstergesine dahil olur ve estetik hale gelir'. Gerçek boşaltıldıkça ve gerçek ile hayali olan
arasındaki çelişki ortadan kaldırıldıkça çağdaş simülasyon dünyası farklılık, perspektif ve
derinlik yanılmasının sona erdiğini gördü. (....) Ve böylece sanat her yerdedir; çünkü ustalık
gerçekliğin tam merkezinde yer alır. Ve böylece sanat ölmüştür; sadece eleştirel aşkınlığın
geçip gitmesinden ötürü değil, kendi yapısından kopartılamaz bir estetikle tamamen dolu olan
gerçekliğin kendi imajıyla karıştırılmış olmasından ötürü. (Baudrillard 1983a: 151,
Alıntılayan Mike Furtherstone, a.g.y., s. 121)
Postmodernizmin en üretken düşünürlerinden Baudrillard'ın tanımladığı yeni sanat gerçekliği,
tüketim toplumunun düşünce dünyamızdaki izdüşümünün pesimist bir dille
kabullenilmesinden öte bir şey değildir. Sanat, kültür, edebiyat adına tüm direnişlerin bir
kenara atılarak insanlığı tüketim toplumuyla uyuma çağırır postmodernizm. Bir başka deyişle,
umutsuz karanlıklarda bile muhalif ve direnişçi ruhunu yaşatmayı başarmış insanı tüketim
çılgınlığına teslim etmenin diğer adıdır.
79
postmodernizm, kent kültürüdür, tüketim toplumunun kendisidir
Postmodernizmin tüketim toplumunun, geç kapitalizmin ve sonuçta kentsel yaşam biçiminin
bir özdeşi, zamandaşı (üstyapı demiyoruz; modası geçmiş meta sözlerle olayları açıklamaya
çalışıyorsunuz diye gelebilecek karşı çıkışlara engel olabilmek için!) olduğu konusunda tüm
taraflar ve düşünürler fikir birliği içindedirler. Kent kültürü, çağımızın egemenidir, kent
yaşamının ürünüdür. Kentlerin gürültülü, değişken, hareketli, çokkatlı yaşamı, onunla tüm
duygularını aynı anda yaşamış, yaşamakta olan insan için bir çekim noktasıdır artık. Özellikle
de televizyon ve bilgisayarla yetişen, böyle koşullanan, yaşamı böyle kavrayan genç
kuşakların kentten kopabilmeleri olası değildir. Doğa sevgisi, insan sevgisinin odağındaki
diğer insanlarla paylaşma duygusu giderek değer yitimine uğrarken büyük alışveriş
merkezlerinde, hareketli çarşılardaki ışık ve ses oyunları, bireyin kendini bir ses ve renk
karmaşası içinde yitirdiği yaşam biçimi çekim gücünü arttırmaktadır. Yeni yaşam biçimi
sanatın, edebiyatın alt yapısını da zorlamakta, değiştirmektedir. "Günümüz Batı
toplumlarında kültür alanının genel bir genişleme göstermesi sadece kültür ürünleri ve
enformasyon piyasasının genişlediğine işaret etmekle kalmaz, aynı zamanda güya maddi bir
edim olan meta alışverişi ve tüketiminin giderek yaygın kültürel imajların (reklam. ürünlerin
teşhiri ve promosyonlarla yayılan imajların) dolayımından geçmesini ve böylece
göstergelerin tüketilmesinin ya da malların simgesel boyutlarının elde tatminin en önemli
kaynağı haline gelmesine işaret eder (Baudrillard, 1981). Bu bağlamda tecrübelerin ve
hazzın tüketilmesine ağırlık veren boş zaman tüketim biçimlerinin (konulu parklar, turistik
merkezler ve eğlence merkezleri gibi) dikkat çektiğine ve yüksek kültür tüketiminin daha
geleneksel biçimlerinin (müzeler, galeriler gibi) daha geniş bir izlerkitleye hizmet vermek
üzere yenilendiğine ve böylece kutsal patikada yer alan (canonic), hale sahibi sanatın ve
eğitici- biçimlendirici iddiaların önemlerini yitirerek seyirsel, popüler, zevk verici ve
dolaysızca erişilebilir olanın öne çıktığına işaret edilebilir. (...) çok sayıda insan kent
uzamlarına ve tüketim, aylaklık ve eğlence bölgelerine yöneldikçe üslupçu teşhire, modaya
uygun giyime ve benliğin sunumuna (ki sıklıkla güya geleneksel statü oyunlarını aşmaya
çalışan oyuncul ya da parodik bir vurguyu gerektirir) ilgi duyan toplumsal öbekleşmelerin
giderek öne çıkması." (Mike Furtherstone, Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, s. 162-163)
80
Kentin tüketim kültürü, sanatın, insan günlük yaşamının koşullarını belirlerken bir yandan da
öznenin nesne karşısındaki konumunu değiştirir. Bireyin dış dünyayı algılamasını etkiler. "Bu
nitel değişiklik, yüzer gezer göstergeler ve imajlar yığınıyla tüketim- televizyon kültürü
birbiriyle oynayan sonsuz bir simülasyon ürettikçe somut gerçeklik duygusunun yitirilmesine
yol açar. Baudrillard buna "hipergerçeklik" der. Tüketimcilik ve televizyon yoluyla
göstergelerin, imajların ve simülasyonların birbiri üstüne yığılmasının istikrarsız,
estetikleştirilmiş bir gerçeklik sanrısıyla sonuçlandığı bir dünyadır hipergerçeklik.
Baudrillard'ya göre kültürün her yerde olması, toplumsal bünyeyi ve toplumsal ilişkilerin
etkin bir şekilde dolayımlaması ve estetikleştirmesi ölçüsünde kültür etkin bir şekilde yüzergezer hale gelmiştir." (Mike Featherstone,a.g.y., s. 165)
Tüketim kültürünün yönlendirdiği sembolik kullanımların öne çıkışı, seçkin, özne ayrıcalığına
ve avangardlığına dayanan estetik çabanın da küçümsenmesini kaçınılmazca birlikte getirir.
Bu değişim sanatta ve edebiyatta, popüler olanın, tüketime yatkın olanın öne çıkmasını
kolaylaştırır. Postmodernizm, bir sanat ve edebiyat tarzı olmakla birlikte, seçkin sanatın
çöküşü karşısında, tanımlamaları yapan, yenilgiyi kabullenmiş, ölü doğumu kolaylaştıran bir
ebe eli gibi rol alır.
"Buna göre oyuncul yapıbozum ve estetik tarzın imtiyazlı kılınması lehine sosyolojik
sentezden kaçınılması gerekir. Bu şekilde algılanan bir postmodern sosyoloji, genelleştirici
toplum bilimine (social science) özgü hırslarını bir yana bırakacak ve sosyolojik yazıların
ironileri, tutunumsuzlukları, tutarsızlıkları ve metinlerarasılıklarıyla asalakça oynayıp
duracaktır." (Mike Furtherstone, Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, s. 31)
Kapitalizmin düşünce dünyasına bulaştırdığı çamurla ve gerçekliğin üstüne düşmüş tüketim
gölgeleriyle bir çocuk gibi oynar durur postmodernizm. Çamurun kaynağı kapitalizme bir
sistem olarak karşı koymaz, böyle bir çabaya girmez.
"Ama postmodernizm önce davranıp karşıtının planlarını bozmaya uğraşırken, kaçınılmaz
olarak kendi ayakları altındaki halıyı çeker bulur kendisini; böylelikle, sözgelimi faşizme
niçin direnmemiz gerektiği konusunda faşizmin bizlerin Sussex, ya da Sacramento'daki yaşam
tarzımıza uymadığını bildiren cılız pragmatik itirazdan hiçbir neden kalmaz elinde.(....)
Modernizmi evrensel reçeteler yazmakla suçlarken, postmodernizm, evrensel reçetelerle tıka
basa doludur -melezlik arılığa, çoğulluk tekilliğe, farklılık kendi kendiyle özdeşliğe tercih
edilebilirdir- ama böyle bir evrenselciliği baskıcı bir Aydınlanma kalıntısı olarak reddeder."
(Terry Eagleton, Postmodernizmin Yanılsamaları, s.43-44)
81
postmodernizm, sürekli gözetlenen insanın içe çöküşüdür
"En son kertedeki Amerikan paranoyak fantezisi; küçük, doğadan kopmamış bir California
kentinde, tüketim cennetinde yaşayan, birden içinde yaşadığı dünyanın sahte olduğundan,
kendisini gerçek bir dünyada yaşadığına inandırmak için sahnelenen bir gösteri olduğundan,
çevresindeki tüm insanların aslında devasa bir şovdaki aktör ve figüranlar olduğundan
kuşkulanan bireyin fantezisidir. Bunun en son örneği, Peter Weir'in The Truman Show'udur
(1998) (....) 'Amerikan motelleri gerçekdışıdır!/ ..../ gerçekdişi olmak üzere tasarlanmışlardır
özellikle./.... Avrupalılar bizden nefret ediyor, çünkü biz reklamlarımızın içinde yaşamak için
emekliye ayrıldk, tıpkı düşüncelere dalmak için mağaralarına giren münzeviler gibi.'
Christopher Isherwood... " (Slavoj ZIZEK, Gerçeğin Çölüne Hoşgeldiniz!, Varlık Kasım
2001)
Televizyon programlarından sinema gösterilerine, düşünürlerin gerçekle ilgili şizofrenik
parçalanışlarına, yaşamın ve tarihin başkalarınca kurgulanmış ve sanal bir gerçeğe dönüşmüş
kurgu olduğu yönündeki itilişler, yöneticiler ve yaşamı kurgulayanlar tarafından sürekli
izleniyor olma kaygısı, insanı şüpheye, durağanlığa ve kendi libidinal arzuları içinde, içe
çöküşe, parçalanmaya götürür.
Dışımızdaki toplumla, diğer insanlarla ilişkilerimizde, ruhsal dünyamızın belirlenmesinde,
genlerimizle taşıdığımız kalıtsal yönelim ve güdüler dışında, günlük yaşantımız sırasında
algıladıklarımız, çevremizden bize gönderilen simgelerin de etkili olduğu, aklı başında
herkesin bildiği bir gerçekliktir. Bizi çevreleyen toplumun egemeni, tüketimi en çoğa
ulaştırmayı amaçlayan geç kapitalizmdir, tüketim çılgınlığıdır.
"Bugün moda yok, yalnızca modalar var." "Kurallar yok, sadece tercihler var". "Herkes
herhangi biri olabilir". (Stuart ve Elizabeth Ewen, Arzu Kanalları, 1982: 249-51, Alıntılayan
Mike Furtherstone, Tüketim Toplumu ve Postmodernizm, s. 142) "Uzun süre elde tutulan
moda kodlarının çiğnenmiş olduğunun yeknesaklığa savaş açıldığının, anlamın yitirilmesiyle
sonuçlanan bir farklılık bolluğu olduğunun önerilmesi ne anlama geliyor? Burada bizim
özgül gruplara sabitlenen hayat tarzlarının benimsendiği (giysi seçiminde, boş zaman
faaliyetlerinde, tüketim mallarında, bedensel özelliklerde belirgindir bu) sabit statü
gruplarının olmadığı bir topluma geçmekte olduğumuz ima edilir. Enformasyon bolluğuna ve
82
nihai istikrara kavuşturulamayacak ya da sabit toplumsal bölünmelerle karşılıklı ilişki
içindeki bir sistemde hiyerarşik düzene sokulamayacak imajların dallanıp budaklanmasına
yaslanan bir postmodern tüketim kültürü doğrultusundaki bu bariz hareketlenme, toplumsal
bölünümlerin anlamsız olduğunu ve nihai olarak da anlamlı bir gönderi çevresi olarak
toplumsalın sona erdiğini ileri sürecektir." (....) Baudrillard'a göre, tüketim kültürü sonuçta
postmodern bir kültürdür, tüm değerlerin aşırı değerlendiği ve sanatın gerçeklik karşısında
zafer kazandığı derinliksiz bir kültür." ( Mike Furtherstone, a.g.y., s. 145)
"(....) tüketim kültürünün yaygınlığı yaşımız ya da sınıfsal kökenimiz ne olursa olsun
hepimizin kendi kendimizi geliştirme ve ifade etme olanağına sahip olduğumuzu ileri sürer.
Bu dünya, ilişkilerinde ve tecrübelerinde yeninin ve en son modanın peşinde koşan,
maceradan hoşlanan ve hayatın tüm olanaklarını araştırmak için riske girebilen, yaşayacağı
tek bir hayatın olduğunun ve bu hayattan zevk almak, yaşantılamak ve dışavurmak için çok
gayret etmesi gerektiğinin bilincinde olan erkeklerin ve kadınların dünyasıdır. (Winship,
1983; Featherstone ve Hepworth, 1983, Alıntılayan Mike Featherstone, Postmodernizm ve
Tüketim Kültürü, s. 147)
Postmodernist kuramcılardan bazıları kültür ve sanata egemen düşüncelerle ekonomik alt yapı
ya da egemen üretim ilişkisi arasında neden- sonuç ilişkisine dayanır gibi görünen çeşitli
ilişkiler kurarlar, tezlerini ekonomi politiğin Marksizmce konulmuş ilkeleriyle
bütünleştirmeye çalışırlar. Bunun bir örneği de Jameson tarafından yapılır. Jameson,
postmodern yöntemleri benimsemekle birlikte, bütünlüklü önermeler üretmeye çalışır ve
kendini Marksist bir yorumcu sayar. Jameson'a göre, "gerçekçilik piyasa kapitalizmine,
modernizm tekelci kapitalizme ve postmodernizm geç/ çokuluslu/ tüketimci kapitalizme" denk
düşer. "Geç kapitalizmin gösterge, ileti, simge yağmuru ile bombardımana tutulan toplumda
kültürel alanın yarı özerkliği yıkıma uğratılmış, satın alınabilir, tüketilebilir herşey kültür
haline dönüştürülmüştür. Pastiş, simülasyon, biçem çeşitliliği ve çokkatlılık, çokboyutlulukla
gerçek imajlara dönüşmüştür, geçmiş zaman ve tarih bir dizi süreğen şimdi halinde
parçalanmıştır. Göndergenin kökeni yok yok olmuş, özerk özne ölmüş, bireycilik bitmiştir.
(Jameson, Alıntılayan Mike Furtherstone, a.g.y., s. 103)
Postmodernizm, kendini Marksist sayan bir kuramcısında bile bireydeki çöküş ve gerçek
parçalanışları nedeniyle kapitalizme karşı bütünlüklü bir seçenek ve davranış yolu bulmakta
zorlanırken, seçkinciliğe karşı çıkışını bir adaletsizliğin giderilmesinden çok tüketim yoluyla
ayrımların yok edilebileceği yanılsamasına götürür.
83
eski ve bildiğimiz o yaşanan gerçek can yakmayı sürdürüken, din bir kurtuluş olacaktır
Batı'nın tüketim kültürü bir yandan kendi demokrasisinin yalancıktan gülen yüzüne yeni bir
gülücük eklemenin çabası içindedir; kendini bir özgür seçimin egemeni gibi göstermenin...
Bir yandan da yeni seçenekler üretmektedir bunalmışlar için.
"Piyasa sisteminde ekonomik entegrasyon gönüllüdür. (....) Küreselleşmenin, Batı
kültüründen olmayan geleneksel kültürleri tehdit ettiği gibi endişelere kapılmak için bir neden
yok. İnsanlar, silah zoruyla Mc Donalds'ın içine sokulmuyorlar. Ya da Nike ayakkabılarını
giymeyenler hapse girmiyor. İnsanlar böyle şeyleri seçtikleri için alıyorlar, yoksa
küreselleşme onları alın diye zorlamıyor." (The Ekonomist'ten Alıntılayan, Cumhuriyet
Gazetesi, 30Eylül 2001) Elbet bir zorlama yok (Sistemden kopma girişimlerinde ancak bir
zorlama olabilir! Şili'de Allende iktidarına karşı kan döken küresel liberalizmi
tartışmayalım!). Ancak televizyonlarda, radyolarda, sokaklarda markalarla yatıp kalkan
insanların, gece düşlerine kadar tüketim toplumunun simge bombardımanında yaşayan
insanların seçimlerinin nesnel, ya da bir yönlendirmeden uzak olduğunu kim öne sürebilir
acaba?
Sonuçta kültürle toplum arasındaki sınırların yıkılır görüntüsünün yanında, insana aktarılmak
istenilen bir yanılsama da sırıtıp çıkar önermelerin içinden. Kot giyinmekle zengin ve yoksul
bir düzeye gelmiş, bir oluvermiştir işte. Ya da arabeskle, halk müziğini, klasik Batı müziğiyle
popu birlikte dinlemekle, insanlar ve sosyal gruplar arasında ayrım kalmamıştır!
Yaşanan, bu anlatılandan çok ayrıdır, çok daha derin ve ayrı anlamları kapsamaktadır yaşam.
Bir yandan gelişmiş ülkelerle gelişmemişler arasındaki uçurum giderek büyürken, bir yandan
da hem gelişmiş ülkelerde, hem geri kalmışlarda sosyal ayırımlar büyümekte, üleşimdeki
dengesizlikler korkunç boyutlara varmaktadır. Geri kalmış ülkeler, hatta orta düzeyde bir
gelişmişliği yakalamış olanlar bile birbirine kan davalı, parçalı, küçük devletlere
bölünmektedirler. Yüzlerce yıl birlikte yaşamış insanların arasına bitmeyen soykırım
tartışmaları, tarih yanılsatmaları sokulmuştur. Dinler, mistik inançlar körüklenmekte, ölümden
sonraki yaşam, öbür dünya için bu dünyada gözler bağlanmaktadır. Gelişmiş ülkelerde sosyal
84
devlet kavramı zayıflarken tüm dünyada insanın eğitimine, sağlık alanına yapılan harcamalar
azaltılmaktadır.
Gerçek, Batı dünyasının düşüncesinde felsefesinde, üniversite kürsülerinde, devlet ve şirket
destekli yazın dünyasında bulanıklaşıp hipergerçeğe dönüşürken yoksul insanlar için ölüm,
açlık, yoksulluk acısıyla kendini hâlâ o eski, bildiğimiz gerçek olarak anımsatmaktadır.
Tüketim toplumuyla birlikte egemen olan tüketim kültürünün parçaladığı, öznenin bir iç
çöküşle geri çekildiği ruhsal dünyada oluşan boşluğu ne dolduracaktır? Postmodernizm, ya da
onun kuramsal savunucularından bir kısmı, modernizmle birlikte sorgulanan ve toplumsal
yaşamdaki belirleyici yerini yitiren dini bir yeni kurtarıcı olarak sunacaklardır. Özellikle de
Batı'nın yüz yıllar önce bulup tanıştığı modernizme bile ulaşamamış teolojik ve mistik
dünyalarla yaşayan Doğu toplumu ve yoksullar için tüm adaletsizliklere karşı bir ilaç olarak
sunulacaktır din...
"Sözgelimi, Daiel Bell (1976: 28) 'modernliğin gerçek sorunu(nun) inanç" sorunu olduğunu
anlatır bize. Toplumun dinle bağlantısı bir kez kopartıldıktan sonra tinsel kriz açısından
dünyevi anlam sistemlerinin yanılsatıcı çareler olduğu kanıtlanmıştır ve ancak dinsel bir
yeniden canlanma kuşaklararası sürekliliği onarmaya ve bizim varoluşsal belalarımıza
doyurucu bir şekilde seslenebilecek kozmik düzen, tevazu ve özen imgelerini üretmeye
yeteneklidir." (Altını biz çizdik, Alıntılayan, Mike Featherstone, Tüketim Toplumu ve
Postmodernizm, s. 192) "Din, varoluşa ilişkin çekirdek sorulara en tutunumlu yanıtlar
dizisini sağlayan bir inanç sistemi olarak tanımlandığında, dinsel inançtaki bir gerilemenin
zorunlu olarak toplumsal bütünleşmeyi ve toplumsal bağı tehdit etmesi gerekir ve zaten
Bell'in modernizm kültürü konusundaki yargısı da budur." (Douglas, 1982:7, Alıntılayan,
Mike Furth. a.g.y., s. 195)
85
Haz, arzu, keyif; cinsellikten öte bir güzellik yok mu?
Postmodernizm üzerine söylenecek sözlerden biri de, onun çok kullandığı bazı kavramlarla
ilgili olmalıdır. Israrla kullanılan arzu, haz, keyif.... Hazda, arzuda, keyifte, kısacası yaşamın
insan için iyi anılacak tüm yanlarında, yanlızca bir eşeysel ya da libidinal bir köken tanımlar
postmodernizm. Tümünün kaynağı, çıkış noktası cins ayrımıyla, diğer cinse duyulan özlemle,
ya da buluşmayla ilgilidir. Bu bakış açısı, insanı toplumla ilişkilerinde yalnız cinsel
yönelimlerle davranan bir varlık olarak gösterir. Eksikten öte yanlış, insanı insan olmaktan
çıkarıp hayvana yakın kılan bir tanımlamadır bu. Cinsel yasakla birlikte kendi türüne
yaklaşımında, açıklanamamış, baskılanmış cinsel dürtülerin de etkisiyle, daha duyarlı, coşkulu
olmuş insan ruhunun tarihsel süreç içinde toplumcu davranışları da birer haz veren öge olarak
kabullenmesi unutulur, yok sayılır.
Arzu ve hazzı yalnızca libidinal itilerle, ya da televizyon, medya bombardımanı ile
oluşturulmaş simgelerin tüketilmesinde arayan birilerinin çabaları kendileri açısından anlamlı
olsa da, genlerinde adalet arayışını taşımayı sürdüren, Tanrı Dağı'ndan ateşi çalarak
insanoğluna ulaştırmayı başarmış Prometheus bedeninde tanrılaşmış insana inancını
yitirmemiş olanlar için çok anlamlı değildir. İnsan var olduğu sürece, toplumcu davranış ve
bekleyişler, daha insancıl bir toplum istenci hiç bitmeyecek bir özlem olarak yaşamını
sürdürecektir.
86
postmodernizm ne kadar muhalif?
"Bir ilk adım olarak kaba bir yaklaşımı göze alarak, postmodernizmin büyük kısmının politik
açıdan muhalif konumda olmakla birlikte ekonomik açıdan işbirlikçi olduğu söylenebilir."
(Terry Eagleton, a.g.y., s.155-156)
Postmodernizm adıyla birlikte olmasa bile düşünce ortamına getirdiği yeniliklerle, çok yönlü
bir yükselişle dal, budak vererek gelişiyor. Toplumsal ve düşünsel yapılanmayı ne kadar ağaç
yerine "köksap"lı önermelere çevirmeye çalışsa da (Fucault), postmodernizmin günümüz
görüntüsü tüketim toplumundan beslenen çok renkli, çok değişken bir ağaca benzetilebilir.
Dallarından bir kısmı, karşı çıktığı iktidarı, kızgın halklar, milletler, ezilen insanlar
güneşinden koruyacak serinlikler sağlarken, bazı kökleri akıl, bilinç, adalet duygularını
yitirmeden bir yerlerde kalmış bir gönencin arayışı ve davranışı içindedir. Bir özgürlük istenci,
özgürlük arayışıyla yola çıkanlar da tutunmuş ağacın dallarına, dünyanın kurulu düzeninden
hoşnut egemenler de...
Postmodernizm bu karmaşık yapısıyla bir yandan Batı'da kapitalizmin egemenliğine, insan
üzerindeki baskılarına karşı çıkış, bir devrimci eyilimler çeşitliliği gibi algılanırken bir yandan
da kapitalizme karşı direnmek, dünyaya adalet getirmek isteyen insanlığın muhalefet yolunu
kesmiş bir kandırmaca olarak görülebilmektedir. Bu anlamda Feminist hareketlerden çevredoğa korumacılara, Yeşillere, Karnavalizm, Paganizm, Dialogsallaştırma gibi ayrı
tanımlamalarla ortaya çıkmış, bir ayağı muhalefet, bir ayağı eğlence, bir ayağı direniş, bir
ayağı olası kapitalizm karşıtlarına set görevli bir düşün çeşitliliğidir.
Postmodernizmin kurulu düzenle göreceli çatışması, Batı'da, küreselleşme karşıtı gösteri ve
gruplaşmalarda öne çıkan davranış biçimlerinde kendini gösteriyor. Küreselleşme karşıtlarının
postmodernizmin önermelerinden bir kısmını en azından biçimsel olarak kullanmaları,
postmodernizmin tek ilerici, muhalif yönü olarak değerlendirilebilir. Bathkin'in yapıtlarından
esinlenerek bir karnaval havasına bürünen küreselleşme karşıtı gösterilerin bir örgütsel ya da
bireysel önderlik taşımayan yapısı, kullandığı söylemler, postmodernist kuramın bazı
özelliklerini çağrıştırmaktadır. Bu gösteriler, küreselleşmiş kapitalizme karşı olmakla birlikte,
bir sisteme, bir aşkın toplum yapılanmasına, karşıt toplum önermesine de dayanmaz. Ancak
87
sömürüye, baskıya, dünya çoğunluğunun ezilmesine karşı bir çeşit başkaldırmadır ve herşeye
karşın insanın aklını, bilincini, adalet arayışını yitirmediğinin bir göstergesidir.
Şizofrenleri, homoseksüelleri, lezbiyenleri, çifteşeylileri mücadelede ön plana çıkarıp bazı
toplum kesimleri için bir çeşit sapkınlığın ayaklanması gibi görünerek muhalefete zarar veren
bir muhalefet de sayabiliriz postmodernizmi. Üreten ve ezilen sınıflar, zümreler, sosyal
kümeler için doyurucu olmayan bir görüntüdür bu... Karmaşık, sistemsiz, kapitalizmin
saldırgan ve adaletsizlik, eşitsizlik üstüne, çalışanlardan esirgenenler, artı değer sömürüsü
üstüne kurulu yapısını açıklamaktan uzak bir muhalefet...
Çağın gerçekliğinin değişik boyutlarıyla düşün dünyasına bir yansımasıdır postmodernizm...
Postmodernist kuramın ilkeleri, hem muhalifliği, hem uyumu ile geç kapitalizmin, içinde
bulunduğumuz koşulların ürünüdür. İnsan işgücünün, hele de kas gücüne dayalı üretici
insanın günlük yaşam içindeki ağırlığının etkinliğinin azalması, yalnızca kendi işiyle ilgili
olarak uzmanlaşmış, yetkinleşmiş, yaşamın diğer boyutlarına yabancı insanın üretim
zincirinde bilinmedik bir yerde sıkça kendi yalnızlığıyla yaşar olması, onun ruhsal dünyasında
da benzer yapılanışlara kapı açar.
Tüm bireysel içe çöküşe, teknolojinin getirdiği çok boyutlu (bir yanı bilgiye, birikime dayalı
yalnız üretmeye, bir yanı teknolojik ürünleri kişiliğin bir parçası gibi duyumsayıp onlardan
ayrı kalındığında koyulaşan yalnızlığa kadar) yalnızlaşmaya karşın birey, belki de genlerinde
taşıdığı adalet arayışı ve kendi türüne yönelişle yeni arayışlar içindedir. Bu arayış, koşulların
önüne sürdüğü postmodernist muhalefetle tanıştırmaktadır insanımızı. Ve postmodernizm,
"kaba bir bakış açısıyla muhalif" görünmektedir. İlerleme olmasa bile "değişim"den yanadır.
Ancak, bu "değişim"in boyutları insanı olumsuzlayan kapitalist tüketim kültürünü
"istememe"den öte geçmez. Postmodernizmin kapitalizmi istememesini Osmanlı zamanı
aldığı parayı, "ulufe"yi dişine vurarak içindeki altın oranının azaltıldığını duyumsayabilen
Yeniçeri'nin "istemezük" diye kazan kaldırmasına benzetebiliriz. Şiddet içermeyen bir
yeniçeri ayaklanması... Seçeneği olmayan, önerimi çözümsüz kalmaya mahkum...
"İstemezük"leri o günkü vezirlerden biri, ya da ender olarak padişahın kendisiyle ilgilidir.
Onlardan biri inince oturduğu yerden ya da yaşam boyutundan kalkıp gidince, sorun, bir süre
için hasırın altına süpürülmüş olacaktır. Sistemle ilgili bir sorunları, gelecek için yeni bir
sistem önermeleri yoktur. Postmodernizmse, şiddet, öfke içermediği gibi, kelle de istemez, o,
o kadarını bile isteyemeyen bir muhalefettir. Esrik, bulanık...
88
Kapitalizm, postmodernizm ve muhalefet sözcükleri de postmodernizmin kesişmeyen
parelelleri gibi sonsuza kadar birlikte yaşayacak kavramlar olarak birlikte durabilirler.
Postmodernizmin önermeleri, bir dünya değişikliği, yeni ve adaletli bir sistemi kesinlikle
kapsamaz. En önemlisi de birlikte mücadeleden, dünyaya egemen sistemin ezdiği çeşitli
halkların, ya da sınıf, zümre, alt grup, etnik bölünme, cinsel ayrılık vb.nin ortak bir mücadele
etrafında birleşmelerinden yana değildir "kuram"ı.
Programsız ve hedefsizdir, başıboş bir muhalefettir posmodernizm.
Postmodernizmi, temsiliyete karşı çıkışıyla, kullandığı yöntemlerle anarşizmin bir türevi, yeni
bir biçimlenişi olarak görmek de olası. Bu anlamda 19. yüzyıl sonunda "sol" düşünceye
egemen anarşist çizginin, 1. Emperyalist Evren Savşı ve 1917 Rus Devrimi sonrasında
yitirdiği egemenliğini Rusya'da komünist görünen sistemin yıkılışıyla yeniden kuruyor olması
gibi de değerlendiren düşünürler vardır. (David Graeber, Küreselleşme Hareketi: Kimi
Noktaların Açıklığa Kavuşturulması, Varlık Aralık 2001)
Postmodernizmin yaptığı muhalefeti, "küresseleşen sömürü, baskı sistemine karşı, her
yerde, açlığı, hastalıkları, bombalamaları engelleyeceği öngörülen bir ıslık çalma hakkı
gibi..." tanımlayabiliriz.
89
Türkiye'de Postmodernizm Açılımı
ya da,
"Türk Romanında Postmodernist Açılımlar"
üzerine...
90
İnsanın kendi geleceğiyle ilgili bir genel kuram, bir sistem oluşturmayı bir yana bıraktığı
postmodernist düşünce biçimi, kurulu düzenle fazla çatışmayan bir görüntü veriyor. Bu
durum, toplumsal gönencin dünya ortalamasının üstünde olduğu postmodernizme kaynak
olmuş Batı toplumu için düşünüldüğünde, pek de aykırı bulunmayacak gibi görünse de,
"gerçeklik" bu görüntüye aykırı ipuçları veriyor. Gelişmiş Batı toplumunda da, insana,
eğitime, sağlığa ayrılan pay giderek azalıyor. Özgürlükler, çeşitli gerekçelerle (en başta
Batı'dan beslenmiş terörün Batı'ya yönelmesi gibi) yok edilmeye çalışılıyor. Postmodernizm
kendi "ait" göründüğü toplumu olduğunca yansıtmıyor yani... Ayrıca, dünyanın Batı'yla
bitmediğini de anımsamamız gerekli. Dünyanın çoğunluğunu oluşturan, bana ne deyip uzak
duramayacağımız geri ülkelerde, yaşam koşulları giderek kötüleşiyor. Yoksulluk ve
yoksunluk, insanı özgür kılan, geliştiren ögeleri yaşamın dışına atıyor. Milyarlarca insan,
açlığı, hastalığı, ilaçsızlığı, savaşları yazgı gibi görmeye başlıyor. Yaşadığı dünyayı
öğrenemeden bir başka teolojik tanımlı dünya için ölmeye, öldürmeye yöneliyor insanoğlu...
Bir seçim noktasındayız. Arayış, paylaşma, direnme ile teslim olma, geri çekilme, içe çöküş
arasında... Koşullar, postmodernizmden yanadır. Edebiyatımızda postmodernizm önlenemez
bir hızla yayılıyor, yandaş buluyor. Televizyonun toplumdaki etki ve kültürel önderliğinin,
büyük finans çevrelerinin gazete, dergi yayınlarının bunda büyük etkisi var. Edebiyat denizi,
postmodernizmin yelkenlerini doldurmaya çalışan çok güçlü esintilerle çalkalanıyor. Özellikle
de 1990 sonrası edebiyat dünyasında adını duyuran sanatçılarımızdan çoğunluğu bu esintiyle
sürüklenmektedir. Her öykücü, romancı, denemeci, şair, adını öyle koymasa da, kendince
postmodernizmin çeşitli renklerinden birinde uygun bir yer arıyor.
Sanat adına haz verecek yeni renkler, yeni sesler çıkıyor bir yandan; bir karnaval ortamı
yeşeriyor. Bir yandan da kültürel gelişmeyi, sanat çabasını baltalayan davranışlar sergileniyor.
Dilimizdeki arındırma sürecini engelleyen bir özensizlik, hatta bilinçli bir dil
yapıbozumculuğu, ortaçağdan henüz kurtulamamış toplumumuzda dogmayı yeniden yaşama
çağıran teolojik ve mistik yönelmeler, Cumhuriyet kuruluşunu ve toplumun öncü gücü aydın
çevrelerimizi gözden düşürmeye çalışan tarih tahrifatları gibi... Bu tartışma, ayrılık ve
aykırılıklar, doğanın da, sosyal yaşantımızın da bir parçası sayılmalı elbet... Tartışmalar kan
davasına dönüştürülmeden yürütülmeli. Sanatçı insan duyarlılığı, insan dayanışmasına aykırı
devinimlere dayanak olmamalı.
91
Her yiğit elbet kendince yoğurt yiyecektir. Her boyutta, her duruşta insanın sanata gereksinimi
vardır. Sanatın şekli, biçimi, içeriği elbette tartışılmalıdır. Sanatçının bu tartışma içinde
kendine seçeceği yer, "neyi, nasıl ve kiminle" sorusuna vereceği yanıtla belirlenecektir. Böyle
bir soruyla ilgisiz, aydın olma gerekliliği taşımak istemeyen, ileti kaygısından uzak bir
sanatçıya duyulacak saygı, diğerine, yani sanatını kendi toplumcu içtenliğinin bir parçası
sayan, anlam ve içerik yanlısı sanatçıya duyulacak saygıyı da gerekli kılacaktır.
Günümüzdeki edebiyat tartışmaları, zaman zaman, kendi aydınlıklarını karanlık bir ülkenin en
uzak coğrafyasına coşku ve bilinçle yaymaya çalışmış bir dönem edebiyatının dışlanmasını
amaçlayan bir kampanyaya dönüşüyor. Kampanyayı yürütenler, ya bilerek ya da bilmeden bu
kampanyaya katılanlar, sanatçı duyarlılığının gerektirdiği hoşgörüden uzak tavırlar
içindedirler. Bu çevreler, finans kapital'den aldıkları destekle giderek giderek
güçlenmektedirler.
Postmodernist akım, 12 Eylül'ün ekonomide denetlenmezlik ve yağma serbestliği, toplumu
baskılama, sindirme politikasından epeyce kan aldı. Toplumcu davranışlar küçümsendi,
"aptallık" sayıldı. Edebiyatta "içerik ve anlam" değerini yitirdi, insanın toplumcul davranışları
hem sözde hem yazıda geri çekildi.
Tahir Abacı'nın bir değerlendirmesinde bu dönem şöyle anlatılıyor:
"12 Eylül'den sonraki yirmi yıllık süreçte gerek iç etkenler (toplumsal hareketlerin
bastırılması, vb.), gerek dış etkenler (küreselleşme, uluslararası sisteme entegrasyon, vb.)
sonucu yaşanan çöküş/ geçiş ortamına sanatın kendi içinden refleks (tepki mi olmalı?-AA)
geliştirip geliştiremediği sorusu, sanatın bu süreçten içsel etkilenme sorunuyla yakından
ilintili. Eğer sanat kimi kuramcıların öne sürdüğü gibi ayrımsız olarak ve temelinde bir
'olumsuzlama' ise, bu dönemde gelişen kapitalizm ile yoğunlaşan insani değer aşınmasına,
'yabancılaşma'ya karşı güçlü bir feryada dönüşmesi beklenirdi. Oysa bu dönemde büyük
sermaye desteği de kazanan bir çeşit sanatın sisteme entegre olduğunu, kendisini bir çeşit
'oyun'a dönüştürdüğünü, gücünü 'sunum'dan alan bir çeşit 'başarı'ya endekslendiğini ve bu
nitelikleriyle değil feryat olmak, sistemin öteki öğelerinden farksız bir kimlik kazandığını,
bunun da 'postmodernizm' kurumlarıyla meşrulaştırılmak istendiğini gördük." (Tahir Abacı,
'Çöküş, Geçiş ve Sanat', Varlık Aralık 2001)
Postmodernizmin anlam ve içeriğe yönelik yıkımlarında, toplum ve gerçeğe yönelik
saldırılarında kullandığı koçbaşı özgürlük'tür!
92
İstediğimiz özgürlükse, elbette evet, ama...
"Sanıyorum bizim gibi ülkelerde yazarların tepesinde Demokles'in kılıcı (doğrusu Demoklesin
Kılıcı olsa gerek! AA) gibi duran çok önemli bir kavram var: Toplumsal gerçekçilik...
Yazdıklarınız, kendi kendisinin nesnesi olma durumunda bile, içiniz bu yönden rahat olsa bile
o önemli ve iç burkucu kavram peşinizi bırakmıyor. Yıllar değişse de, farklı kılıflarda
karşınıza çıkmaya devam ediyor. Bu noktada hep şunu soruyorum: Toplumsal olan nedir
günümüzde ya da gerçek olan? (....) Bizler de burada yaşıyoruz ve toplumsal şizofrenin her
alanından nasibimizi alıyoruz. Ortaya koyduğunuz etik, politik ve estetik anlamda yepyeni bir
dünya olsa da bu şizo hayattan nasibimizi alıyoruz, evet ve sanırım alması da en sağlıklısı."
(Müge İplikçi TÜYAP 20. İstanbul Kitap Fuarı, Son Dönem Türk Öykücülüğünde Arayışlar,
Yönelişler Paneli, Alıntılayan Cumhuriyet Kitap Eki 616 sayı, 6 Aralık 2001)
Böyle özetliyor içtenlikli olduğuna inandığımız genç yazarımız düşüncelerini. Birileri, tüm
genç kuşağa olduğu gibi ona da Türk edebiyat geçmişiyle ilgili öcü masalları, baskıcı öyküler
anlatmış olmalı. Genç yazarlarımızın edebiyat geçmişimizi bilmedikleri çok açık. Nereden ve
nasıl bugün bulundukları yere geldiklerini, belki de "Eskiye rağbet olsa, bit pazarına nur
yağardı" halk deyişinden fazlaca etkilenip sormamış olduklarından bilmiyorlar. Öldürülmeye,
tutsaklıklara, izlenmelere karşın içindeki coşkuyu insanına taşımayı kendi insancıl ve
toplumcul görevi saymış toplumcu, devrimci yazar, şair, düşünürlerimize yönelik bir karalama
kampanyası böyle yürütülüyor.
Bizce, Toplumsal Gerçekçilik yerine Toplumcu Gerçekçilik deyimini kullanmak daha uygun
düşecek... Bu ad, tanımlanan kuşak edebiyatını daha iyi anlatıyor çünkü. Yazının akışı içinde
zaman zaman Toplumsal Gerçekçilik olarak kullanılsa da asıl kullanılması gerekenin diğer
olduğunu söylemekte yarar var. Toplumcu Gerçekçilik, bir yandan genç cumhuriyet
yönetimininn Anadolu'da egemenliğini sürdüren Tefeci- Bezirgan bağlaşıklığa karşı
demokratikleşme ve insan özgürleşmesi çabasına destek verirken bir yandan da zaman zaman
onunla çelişen, sınıf odaklı sosyalist çözümlemelerle davranan, ölümlere, zindanlara,
kıyımlara uğratılmış bir dönem edebiyatımızın adı, ya da bu tanımın anlattığı genel bir kavram
olarak değerlendirilebilir. Toplumcu Gerçekçiliğin edebiyat tarihimizdeki yerini ve edebiyat
güncelindeki postmodernizmle eski yaraların kaşınmasını anımsatan ilişkisini
93
değerlendirirken, hem bu kavramın aslında hem belli bir dönem edebiyatını o günün
koşullarında değil de bugün bir kez daha değerlendirerk yeni bir çözümlemeyle çökertmeye
uğraşanların, hem de bu tartışma içinde Toplumcu Gerçekçiliğin bir çeşit savunmasını
yapmak zorunda kalanların aslında toplumcu Gerçekçilik dışında, Sosyalist Gerçekçilik,
Eleştirel Gerçekçilik gibi tarz ve adlandırmaların da onunla birlikte değerlendirilmeleri
gerektiğini belirtmekte yarar var. Postmodern edebiyat altüstlüğünün amacı, çoğunluğu ölmüş
bir kuşağın yeniden yargılanarak bu kez bir "idam" ile cezalandırılmaları değildir elbet...
Edebiyat yapıtında, "anlam", "içerik" derinliğinin biçimle ilişkisi, ya da edebiyatçının
topluma, okura karşı tutumu, anlatıcının anlatımdaki yeri, bir sanatçının aydın olup olmama
konusundaki duruşu gibi yazar- metin- okur üçleminde yaşam bulan bir serüvenin çok yönlü
değerlendirilmesidir gündemde olan. Bu tartışmanın bir ucu öznenin ya da yazarın, hatta
kendini arkasında gizlediği ya da öne çıkardığı kahramanının anlatımdaki görüş alanından
yapısalcı ve postyapısalcı kuramların merkezsizleştirdikleri özne kavramıyla yeni metinde ne
olacağına kadar uzayacaktır. Konu estetik, özgürlük, biçim v.b. gibi başka görüntülerle
karşımıza çıkıyor olsa da edebiyat alanındaki bu karmaşanın örtülü gerçekliğini günümüz
tüketim toplumunda özneye, insana biçilen yer, öngörülen değerle özdeş kılacaktır. Ya da bu
yönde bir itilemenin belirtileri kıpırdayacaktır.
Edebiyatın anlamını, daha açık bir deyişle edebiyattan umduğumuzu, beklediğimizi, böyle bir
beklentinin olup olmaması gerektiğini tartışmaya başlamadan, diğer bir deyişle edebiyatın
içini "edebiyat dışı"na atmaya çalışan "özgür metin"ci postmodernizmin konuyla ilgili
çözümlemelerini değerlendirmeye geçmeden önce, dikkat çekilmesi gereken bir diğer nokta
da, Batılı muhaliflerin kullandığı toplumsal gerçeklik kavramının bizdeki Toplumcu
Gerçekçilik'le çok ayrı şeyler olduğudur. "Toplumsal Gerçekçilik"le Batılı yazarların
kullandığı "Toplumsal Gerçeklik"i birbiriyle karıştırılmamalıdır.
Batı toplumunda toplumsal gerçeklik olarak tanımlanan, günümüz tüketim toplumu
egemenlerinin güdülediği, televizyon ve tüketim simgeleriyle doldurulmuş bir yaşam ve kültür
ortamıdır. Batı'nın günümüzdeki tüm muhalifleri "toplumsal gerçeklik"ten bunu anlar, bunu
anlatmak isterler. Bizim postmodernistlerimiz veya "toplum" ve "gerçek" dışında kalmak
isteyenlerimiz ise, Toplumsal Gerçekçilik ile Batı'nın toplumsal gerçekliğini bilerek birbiriyle
karıştırıp aynı şeylermiş gibi göstermeye çalışıyorlar. Böylece kendi cephelerinde kocaman
Batı muhalefetinin de olduğunu söylemek istiyorlar. Bu karmaşanın iyi bilinmesi gerek.
94
Batılı muhaliflerin tanımladığı "toplumsal gerçeklik"le bizim "Toplumsal Gerçekçilik" çok
ayrı şeyler.
Pierre Bourdieu'nun Televizyon Üzerine (YKY; 2000) adlı kitabından bir alıntı yapan Hüseyin
Köse Virgül Dergisi Mart 2002'deki yazısına şöyle başlıyor: "Toplumsal gerçeklik televizyon
setine, oradan da TV ekranına yansırken, görsel bir karmaşalar evreni içinde yitip giden
gerçekte nedir? Bourdieu'nun bu soruya verdiği yanıt, ilk kez Flaubert'in dikkat çektiği 'buyur
edilmiş fikirler'in her bakımdan 'öteki görüşleri' (allodoxia) yerinden ederek, tümüyle ekranı
istila ettiği yönündedir." (Hüseyin Köse, Bourdieu Sosyolojisinde Toplumsal Gerçekliğin
Algılanışı, Simgesel Şiddet ve Medya Eleştirisi, Virgül Dergisi, Mart 2002)
Bourdieu'nun adlandırdığı, Batılı birçok düşünürde de kullanımı olan toplumsal gerçeklik
kavramının nesnel, yaşanan gerçeklikle ayrı şeyler anlattığının da bilinmesi gerekir. Aynı
yazıdan alıntıyı sürdürüyoruz... "Bu suç ortaklığının yoğun bir şekilde oyuna sokulduğu yer
ise, televizyonun 'kulis' alınıdır. Kulis bu anlamıyla her türden toplumsal uzam çeşitliliklerini
değil, sadece söz konusu toplumsal bütünün sınırlanmış ve yeniden düzenlenmiş bir kesitini
yansıtır. Kulis, toplumsal uzamın nesnel gerçeklikten arındırılmış ya da sömürgeleştirilmiş
öznel bir perspektifidir." (Altını biz çizdik- Hüseyin Köse, Bourdieu'dan..., Virgül Dergisi
Mart 2002)
".... yazınsal dünyanın bizzat kendisi bir toplumsal gerçekliktir" diyor Pierre Bourdieu.
Toplumcu gerçekçilik bir çağın karanlığa karşı başkaldırışını, insanın özgün insan olma,
kendiyle hesaplaşma sürecini yapıtta bir coşku ve heyecanla yansıtırken günümüz toplumsal
gerçekliği edilgen yapıta bir iç çöküş ve karamsarlık olarak yansıyor. Sanata, edebiyata,
kültüre, insan ruhuna tüketim toplumunun kurgulanmış gölgesi düşüyor. Burada insan tavrını
belirleyecektir; uyum ya da direniş.
"Toplumsal Gerçekçilik" ile çağcıl toplumsal gerçeklik arasındaki bu ayrıma özellikle dikkat
çekelim istedik. Bu yanılsamadan sıyrılmadıkça, değerlendirmeler "ben" merkezci ve
yanılsatmacı olmaktan kurtulamayacaklardır. Sanatçı özgürlüğünden yana olanların, insan
yaratıcılığının ve estetik düşüncenin tüketim saldırısı karşısında özgünlüğünü savunanların
karşı çıkmaları gereken şey toplumcu gerçekçilik değil, çevremizi kuşatmış günümüz
toplumunun insanı olumsuzlayan gerçekliği olmalıdır.
Edebiyatımızın tartıştığı "toplumsallık" ya da anlamına daha yakın bir anlatımla
"toplumculluk", aslında duygu dünyamızın bir parçası olarak bizi ne kadar ilgilendirse, ya da
95
ilgilendirmese de, bilime yakın hiçbir aklın yadsıyamayacağı ölçüde bir de biyolojik nesnellik
taşımaktadır. Belki de kimi aydın geçinenimiz, sanatçımız için çok aykırı gibi görünse de bu
kavram, yani insanın sosyalliğini temel alan, insanın toplumla ilişkilerini inceleyen bir de
bilim dalı çoktan kuruldu, gelişip güçleniyor, giderek daha sıkı bir şekilde ayaklarını yere
basıyor. "Nörobiyoloji", ahlakın, evrimci bakışın, insanın kendi dışındaki insanla ilişkilerini
inceleyen alanlara gözlenebilir verilerle yürüyor. Metafizik diye tanımlanan karanlıklara
bilimin ışığı düşüyor başka bir deyişle. Bu alanda çalışanlardan biri de, ülkemizde
Descartes'in Yanılgıları adlı çalışmasıyla bilinen Antonio R. Damasio'dur. Damasio,
prefrontal beyin bölgesi bazı nedenlerle yıkıma uğramış, sarsılmış kişilerde entellektüel
etkinliğin sürmesine, hatta psikometrik verilerle yüksek düzeyde zekanın yürümesine karşın
insanın diğer insanlarla ilişkisinin bozulduğunu, çevreye uyumda zorlandığı, toplumsal
olaylarda karar vermekte zorlandığını saptamıştır. Bu doğrultuda yapılmış, yapılmakta olan
insan gözlemleri, hayvan deneyleri vardır. "Toplumcul" olmak bazı dinozor modernistlerin, ya
da Aydınlanmacıların çalmaktan usanmadığı metafizik bir düdük değildir yani. Genlerimizde
var olandır; toplum içindeki ilişkilerle ve dışımızdaki yaşananlarla görüntüsü değişse de
kuşaktan kuşağa geçen bir yapı, bir edimdir. Ve edebiyatla başladığımız tartışma
kaçınılmazca insan beyninin, insan hücresinin, DNA'sının, aminoasit zincirlerinin yapısına
kadar uzanmaktadır.
Yazarlarımızın, şairlerimizin tepesinde "Demoklesin Kılıcı" gibi duran Toplumcu
Gerçekçiliğimiz'i sorgulamaya alan ülkemiz postmodernizmidir. Yazarımızı şizoid
parçalanışlara iten, gerçeği yitirmesine neden olan postmodernizmin kültür dünyamıza,
edebiyatımıza uzanan elleridir. Ne gerçeğin her türlü tüketim simgesi sağanağına, televizyon
baldır bacak gölgesine karşın can yakmayı sürdürdüğünü, Afganistan'da üstüne bomba yağan
çocukların, çuvala sokulmuş kadınların, muştulanmış cennet uğruna diğer insanlarla birlikte
kendini de parçalayan canlı bombaların günümüz gerçekliği olduğunu, ne de sanat yapıtlarının
bunca acıyı yaşayan gerçekliği yadsımasının onun insan özüyle çeliştiğini söylemeye
kalkmayalım. Ya da yazı dilimizle konuşma dilimizi örtüştürmeyi amaçlamış bir devrimle
tanışıklığımızın daha bir yüz yılı bile bulmadığını, yüzlerce yıllık gelişmiş Batı kültürüyle
karşılaştırıldığında bu kısa geçmişine karşın edebiyatımızdaki derinliğin, zenginliğin
arkasında, toplumuna, diline gönül vermiş Toplumcu Gerçekçiliğin çileli çabalarının
olduğunu anlatmayalım. Tüm bunlar, "edebiyat dışı" bulunacaktır birilerince, "edebiyat dışı"...
96
Doltaş ve postmodernizm...
Dünyada postmodernizm tartışmasıyla bizde postmodernizm tartışması zaman zaman ayrı
boyutlar taşıyor. Postmodernizmin ülkemizde tanıtılmasında çaba harcayan, bu doğrultuda
belki de en derli toplu ve kendi içinde bir bütünlük taşıyan yapıt olan Dilek Doltaş'ın
"Postmodernizm Tartışmalar ve Uygulamalar" ını diğer bir yapıttan, Y. Ecevit'in "Türk
Romanında Postmodernist Açılımlar"ından özellikle ayırmak gerekir. Doltaş'ın kitabı, bilimcil
doğrulara (postmodernizmin bu doğrularla ilgili söylediklerini ve epistemolojik yaklaşımlarını
unutmuş görünelim) daha yakın, daha "nesnel" bir anlam taşımaktadır. Önemli bir kaynaktır.
Postmodernizm eleştirisinin belki de bu yapıta yöneltilerek yapılması daha doğru olurdu.
Ancak Y. Ecevit'in "postmodernist açılım" adına yaptıkları, söyledikleri okunduktan sonra asıl
niyeti postmodernizmi tanıtmak değil, edebiyat tarihimizde cadı kazanı kaynatmak ve
edebiyatın içinden, Cumhuriyet tarihinden devrimci bazı eğilimleri temizlemek olan
yapıbozumcu bu çaba kaçınılmazca önceliği aldı.
Kitabın giriş bölümünde yanlı bir bakış açısı içinde olduğunu açıkça gösteren anlatımlar
kullanmaktadır Dilek Doltaş. "Yazılarda bir yandan da postmodern yaklaşımın entellektüel
düzeyden çıkarak yaşama dönüştürülmesinin bizi birbirine bağlı ve çözümü mümkün olmayan
üç sorunla başbaşa bıraktığına dikkat çekilir. Birinci sorun nesnel değerlerin ve nesnel
ölçütlerin yıkılmasıyla ortaya çıkan sınırsız görecelik, ikincisi kavramlarla kimliklerin nesnel
göndermelerden yoksun kalışının getirdiği iletişimsizlik, üçüncüsü ise ilk ikisinin sonucu
toplum ve bireylerin kendilerini içinde buldukları etik yani ahlak boşluğudur." (D. Doltaş,
Postmodernizm Tartışmalar ve Uygulamalar, Telos yay., s. 15) Doltaş bu girişle sorunun
düşünce alanındaki soruları yanıtlamak değil, entellektüel düzeyden yaşama geçmeyi başarmış
postmodernizmin sorunlarını çözmek olduğunu göstermektedir. Postmodernizmin günümüz
tüketim toplumunun gündeme getirdiği bir düşünce sistemsizliği ve dağınıklık olmaktan öte
birilerince kurgulandığının da açık bir anlatımını sergilemektedir Doltaş. Bu bakış açısı
yıllarca önce Karabük Demir Çelik Fabrikalarının 1995 bunalımı sırasında yaşanan kapatılma
kararı ve sonrasında yaşananlar sırasında okuduğum bir Sermaye Piyasası Kurulu Rapqoru'nu
anımsattı. 1985 yılında kaleme alının ve kamuya ait bir örgütün görüşlerini yansıtan bu
yapıtta, kamuya ait, Anadolu toprağından çıkan cevheri çeliğe dönüştüren, on binlerce insana
ekmek kapısı, ülke ağır sanayisinin temel taşlarından biri olan Karabük Demir Çelik
Fabrikalarının özelleştirilebilmesi için hükümet yardımına gerek duyulduğu yazılmaktaydı.
97
1985 yılında, fabrikanın zarar etmediği, bahçe içindeki bir ve iki katlı evleri, merkezden
ısıtması, her türlü sosyal olanağıyla koca bir kenti ayakta tutan ve ülkeye büyük katkıları
bulunan bir fabrikanın neden özelleştirilmesi gerektiği ayrı bir tartışmanın konusu olabilir
belki de burada anlatmak istediğimiz, raporu hazırlayan uzmanların olaya bakış açısıdır.
Hükümet istenilen yardımı yapmakta gecikmedi... Kamu bankalarından para alamayan işletme
özel bankalardan yüksek faizlerle borç aldı, hükümetin Sivas'tan demiryolları ile cevher
taşıma ücretlerini arttırmasıyla iyici zor durumda kaldı. 1989 yılında biraz zorlama perdelenen
iki yıla yaklaşan bir grev, Ege kıyılarında art arda Amerika'dan getirilen hurdayı çubuk demire
dönüştüren özel haddanelerin açılması, buralara elektriğin ucuz sağlanması, ihracat indirimi,
çeşitli "teşvik"ler sonucu birkaç yıllık bir süreç sonunda çelik piyasası Amerikan dış satımı
hurda demiri işleyen özel haddanelerin eline geçti. Bu çelik serüveniyle düşünce alanında
yaşananların belki de bir ve aynı kaynaktan çıkıyor olma olasılğı üzerine kafa yormak değil
istidiğimiz... Dilek Doltaş'ın postmodernizme bakış açısıyla SPK uzmanlarının ve bizim kamu
yöneticilerimizin özelleştirmeye bakışları çok ayrı değildir. Doltaş'ın amacı,
"postmodernizmin sorunlarını çözmek"tir. Yine de bir bilim kadını olduğunu göstermektedir
Doltaş. Yapıtını bir yapıbozumcu saldırı aracına dönüştürmeden düşüncelerini sıralamaktadır.
Yeri geldiğinde de, "Postmodern düşüncenin bu aporia'sı, ancak suskunlukla sonuçlanan
şüpheciliği doğurmakta ve her türlü iletişimi olanaksız kılarak çağımız insanını sonsuz bir
kötümserliğe ve nihilizme itmektedir" deme cesaretini gösteren bir içtenlik taşımaktadır.
Doltaş, Türkiye'de postmodernizm tartışmalarını değerlendiriken Barlas Özarıkça'nın
postmodernizme yönelttiği eleştirileri yanıtlıyor. Özarıkça'nın "postmodernizmin anlamı
çoğaltarak iletişimi olanaksızlaştırması, molekül devrimlere dikkat yoğunlaştırarak toplumu
çok daha önemli konulardan devrimden uzaklaştırması, kitle iletişim araçlarının ürettiği para
düzenini, eşya kültürünü benimsemesi, değersizi överek değersizliği yaygınlaştırması ve son
olarak da postmodern kültürün aslında Amerikan egemenliğinin yeni bir ifadesi olması ve
toplumu yozlaştırması" olarak özetlenebilecek eleştirilerine karşılık Doltaş,
"Postmodernizmin bundan önceki yazılarda da bir ölçüde dile getirildiği gibi dünyayı belli bir
biçimde tanımlamaya çalışan bir kuram değildir; dolayısıyla toplumu yozlaştıracak, onları
Amerikan ya da başka ülkelerin kültürlerinin, politikalarının hâkimiyetlerine boyun eğdirecek
sistematik algılama ya da değerlendirme modelleri üretmez." demektedir (Dilek Doltaş,
Postmodernizm Tartışma ve Uygulamalar, Telos yayıncılık 1998, s.88). "Dünyayı belli bir
biçimde tanımlamaya çalışan bir kuram" olmamak, dünyanın belli bir biçimde belli
98
egemenlerce yok edilmesine, insanın köleleştirilmesine, savaşlara, ölümlere, kısacası bir
tanımda yer alacak tüm olumsuzlukların görmezden gelinmesi değilse nedir? Bunun adı,
önceden belirlenmiş sistemenmiş verilerle hareket etmeme, önyargılardan bağımsız kalma
diye konmaya çalışılsa bile sonuçta tüm adaletsizliklerin, yanıltmaların, yanılsatmaların üç
maymun oyunu ile görmezden, duymazdan, bilmezden gelinmesinden başka birşey olabilir
mi? Daha insanca bir yaşam arayışlarının arkasında hep baskıcı yönelimler kışkırtan
modernist aklın varlığını görüyorsanız başka ne öneriyorsunuz? Amerikan ya da dünyaya
egemen diğer politikalar zaten televizyonları, taketim simgesi yağmurları, destekledikleri
kültür hareketleri ile kendi egemenliklerinin zaten gereklerini yerine getirmektedirler ve dünya
giderek bir tek kültürlü küre olma yönünde dönmektedir. Sanatçıya, aydına, edebiyatçıya bu
kaost bir ses, dil, söylem hakkı yoksa neyi umut edip neyin sözcülüğünü yapacak bu insanlar?
Postmodernizmin sosyal yaşam karşısındaki bu "yansız" ve bilimin epistemolojik temellerini
sorgularken bilimi yadsıdığının ayrımında olup olmadığını bile bilmeyen tavrı bir ayrı konuda
da duyarsızdır... Kendileri belki de dünyadaki yanlışlıkların, baskıların ayrımında olan ve
bunlara karşı direnmeye çalışan, mikropolitikalarla bu direnişin eylemliliğini bile yapan
insanlar olabilirler... Bu da kabulumuz. Peki, dünyada milyarlarca eğitimsiz, okulsuz, ilaçsız
insana, ezilenlere, öteki dünyaları için kendilerini parçalayanlara, din ve medeniyet
savaşlarında piyon olanlara yaşadıkları kaosun nedenini kim açıklayacak? Yaşananların
arkasında tanımlanabilecek bir bibtem yoksa, geçmişte yaşananlar bir yaşanmış birer gerçeklik
değil de birilerinin kurguladığı bir simulakr ise, yarın için de bir sistem öneremiyorsak,
dışımızdaki insanlara "öteki"ne ne diyeceğiz?
Doltaş'ın Batılı postmodernistleri daha yakından tanıtan ve daha nesnel çözümlemeler sunan
kitabı ve onun postmodernizmle ilgili görüşlerine karşı söylenebilecekler Batılı
postmodernizme yapılacak eleştiriyle aynı başlıkları kapsayacak, aynı şeyleri söylemek
gerekecektir. Doltaş "oriyental", doğulu bir söylem içinde değildir ve postmodernizm silahını
kenhdince kullanmaya kalkmamaktadır.
99
Y. Ecevit ve Doğulu Postmodernizm...
Bizim diğer bazı postmodernistlerimizin birincil çabası modernizmi eleştirmek ya da aşmak
değil, "toplum" ve "gerçek" kavramlarından hareketle edebiyatta anlam ve içeriği öne çıkarmış
bir dönem edebiyatını edebiyat sınırları dışına atmak, edebiyatımızı şizofrenik yapıtların
çıkışsız sarmallarıyla sarhoş etmektir.
Postmodernizmin ülkemizdeki en yapıbozumcu, en üretken, en ünlü savunuru, belki de en
sistemli çalışanı demek doğru olacak, Yıldız Ecevit'tir.
Y. Ecevit, çoğunluk postmodern tezleri savunmakla birlikte, kendini modernle postmodern
arasında bir yere koyarak, kaygan, çok boyutlu bir donanım edinir. Toplumcu Gerçekçilik ise
her yerde ve her zaman hedefinde durur! Y. Ecevit, bir bakarsınız modernist, bir bakarsınız
postmodernist olmuş, burası değildir önemli olan, her durduğu yerden yalnızca Toplumcu
Gerçekçilik'e vurur. Kendi anlatımıyla "(Y. Ecevit), tümüyle postmodern bir eleştirmen
kimliği sergilemez. Öğretim üyeliği konumunun etkisiyle çalışmalarını yoğun bir teknik
altyapıyla temellendirme, bol anlatıyla destekleme ve bilimsel düzlemde sistematize etme
çabası gibi modernist özellikler, Ecevit'i daha çok, edebiyat eleştirisinin modernist
bilimsellikle postmodernist oyunculuğun kesiştiği bir noktasında konumlandırır." (Y. Ecevit,
Türk Edebiyat Eleştirisi, Varlık Kasım 2001)
Edebiyat tartışmalarında ilk kullandığı yöntem, metin incelenmesinde ya da metnin kendisinde
"içerik", anlam aramanın, yansıtmanın, kurgulamaya çalışmanın "edebiyat dışı" olduğudur.
Gerçekliğe yakın yorumlamalar, yahut yazarın savunduğu kuramla örtüşen, onun bir çeşit
içselliğine düşen anlatımlar, "toplumcu" iseler "edebiyat dışı"dırlar. Edebiyat yapıtında,
yorumunda "edebiyat içi" olunabilmesi için içerik, anlam ardında koşulmaması, çıkışsız, başı
sonu belli olmayan sarmallarda metnin kurgulanması gerekmektedir.
"18. Yüzyılın aydınlanma çağında eleştiri, edebiyat ürününün niteliğini ortaya çıkarmaktan
çok, ahlaka dayalı bir kültür eleştirisi işlevini üstlenir. Aklı bayrak yapan bu çağın
eleştirmeninin ana amacı edebiyat dışıdır; okuruna edebiyat aracılığıyla aklını kullanmayı
öğretmek ister." (Altını biz çizdik) Y. Ecevit, Türk Edebiyat Eleştirisi, Varlık Ekim 2001,
s.54)
Bu giriş Y. Ecevit'in edebiyata postmodernist bakış açısının ve edebiyat tarihimizi
değerlendirişinin bir özeti gibidir. Aklı bayrak yapan modernist eğilim (ya da onun deyimiyle
100
modernite!) ona göre edebiyat dışıdır. Okura aklını kullanmayı öğretme çabası, hatta yapıtın
bir içerik taşıma kaygısı, olaylarda sebep sonuç ilişkisi araması edebiyat dışı olacaktır. Ona
göre edebiyatın içi çıkışsız sarmallardır, hem katili hem maktulü haklı bulmaktır (Türk
Romanında Postmodernist Açılımlar, s. 165), yapıtta mistik saplantıları kullanmaktır vb...
"Onun metninde, bir roman kişisinin 'bu alemin anlamı ne?' sorusuna Tanrı'nın verdiği yanıt
bile belirsizlik taşır; Tanrı'nın Sır mı ya da Sev mi dediği anlaşılmaz." (Türk Romanında
Postmodernist Açılımlar, s. 165) Tanrı'nın bile gelecekle ilgili birşey söyleyemediği, insanın
dünü "resmi" kaynaklardan yanlış öğrendiği, bugünü algılama bozukluğu nedeniyle yanlış
görüp duyduğu bir dünyada gelecekle ilgili bir düşünce üretmenin, adaletsizliklerle, açlıkla,
sömürüyle mücadele etmenin, ya da sanatt yapıtında böyle bir adalet arayışının içeriğini
bulundurmanın, iyilikten, güzellikten yana olmanın anlamı kalır mı?
Modernist eleştirisini sürdürüyor Ecevit. "İnsanın kendisini siyasal yönüyle tanımaya
başladığı 19. yüzyılda ise eleştiri ideolojik bir boyut kazanır; eleştiri metinleri siyasal
kavgaların edebiyat düzlemindeki arenalarına dönüşür çoğu zaman. Eleştiri etkinliği,
değerlendirme ölçütlerinin edebiyat dışı verilere göre biçimlendiği bir anlayışın
egemenliğinde sürdürülür yüzyıllarca." (Y. Ecevit, Türk Edebiyat Eleştirisi, Varlık Ekim
2001)
Ancak 20. yüzyılın sonlarında rahatlayacaktır Y. Ecevit... "19. yüzyıl başlarından günümüzün
postmodernist estetiğine kadar uzanan süreç içinde ortaya çıkan 'romantik' akımlarda ise
ölçütler tersyüz edilir. Dış gerçeğin/ ahlakın/ ideolojilerin değil de sanatsal ölçütlerin odak
alındığı dönemlerdir bunlar. (....) Edebiyat eleştirisi tarihi, edebiyat dışı gerçeklik (ideolojik/
ahlaksal/ tarihsel/ sosyolojik/ psikolojik/ düşünsel vb. ile sanat yapıtının özgül gerçekliği
arasındaki salınımda soluk alır..." (Y. Ecevit, Türk Edebiyat Eleştirisi, Varlık, Ekim 2001)
Yukardaki anlatımlarda, romantizmin postmodernizmle özdeş gösterilmesi yanlışı bir yana,
gerçekçi bakış açısı ile yapılandırılmış bir edebiyat eserinde sanat yapıtının özgül
gerçekliği'nin bulunmadığı savı, edebiyat dünyamızda yandaş toplamaya çalışan ve bunda
epeyce başarılı olan Y. Ecevit'in şaşırtmacalarından biridir. "(....) Toplumcu Gerçekçiliğin,
yapıtın sanatsal yönünü tümüyle gözardı eden yaklaşamını..." (Y. Ecevit, Türk Edebiyat
Eleştirisi, Varlık Kasım 2001)
Okurun romantik damarlarını okşamaktadır Y. Ecevit. Tüm yazılarında ve yapıtlarında
romantizmden uzak, estetik kaygısı olmayan bir edebiyatçı tanımlayıp belirli bir dönemin
edebiyatçılarına ve onların düşüncelerine saldırır.
101
Akıl ve modernizmle ilgili postmodernist eleştiri, Y. Ecevit'ten başkalarında da kendini
gösterir. Kendini postmodernist olarak açıkça tanımlamayan bazı edebiyatçılarımız da benzer
yaklaşımlar içindedirler. Bu açıklamalar kimi zaman kimi zaman trajikomik yerlere kayar.
Hayalet Gemi adlı derginin yazarlarından Nazlı Ökten, derginin "savaş" konu başlıklı Ocak
Şubat 2002 sayısında, askerlik görevi için asker ocağına giden Anadolu gençlerinin orada
tuvalet sonu temizlikle ilgili uygulamaları öğreneceklerini, o ocağın "itirazsız itiraz"ı öğreten
bir baskılama yeri olduğunu anlatır yazısında. "Askere uğurlanan çocuklar, (....) boyun
eğmeyi, itirazsız itaati öğrenirler. Aklın sözleşmesi olmadan boyun eğmeyi kabullenmek
sadece bizim modernleşmemizin başarısızlığı değildi aslında. Kant, akla itaat etmek diye
tanımlıyordu modernliği ama Faucalt tam da öyle olmadığını gösterdi. Yani akıl gökten
inmiyordu artık, ilahi değildi dolayısıyla sorgulanabilirdi kendisi de." (Nazlı Ökten, Hayalet
Gemi Ocak Şubat 2002, Yalnız Değilsin Yanındayım başlıklı yazı...) Yazıda ülkemiz askerlik
sistemi ironik bir dille eleştiriliyor. Bu arada asker ocağında tuvalet sonu temizlik kuralları
konması örneği bir "aklın sorgulamadığı" baskı olarak anlatılmaktadır. Ülkemizdeki şiddet
eğilimi kaynaklarından biri de "haz" barındırmayan askerlik eğitimidir!
Dergideki yazının hemen karşı sayfasında yer alan "Sanal Alemde Yazının Boyutları" resimli
duyuruda bir elektronik posta adresi veriliyor; -www.altzine.net- Sanal alemlerin metafizik
sarmalların, mistik fantastizmin özgürleştirdiği postmodernizm aklı sorgulayacaktır elbet!
Onun ne denli "sorgucu" olduğu gerçeğini bir kenara bırakıp askere tuvalet sonu temizlik
öğretirken akılla sözleşme yapmamış modernizmin o korkunç baskıcılığının kent kafelerinde
ve paralı üniversite kürsülerinde yaşam üzerine felsefe geliştiren, aydın olma zorunluluğu ve
sorumluluğu taşımayan sanatçılarımızı üzüntüden kahretmekte olduğu "gerçekliği"ne
dönelim. Bu durum, Mustafa Kemal'in "akılla sözleşme" yapmadan, en azından Şeyhülislam,
Padişah efendilerimiz egemenliğindeki Anadolu'yu bir halk oylamasına da başvurmadan
emperyalizme karşı direnişe götürmesiyle, Aydınlanmacı Cumhuriyet edebiyatçılarımızın
Nietzche'ler, Faucalt'lar dururken hümanist, aklın ve bilincin egemenliğinden yana
edebiyatçıları seçmiş olmaları "yanlışıyla" örtüşen bir baskıcı, tepeden inme modernist birey,
özne egemenliğine denk düşmektedir! Aynı anlayış, üniversitelerde Arap tarzı baş bağlamayı
politik gösterilere dönüştüren, çarşaf isteyen, kendini ikinci sınıf insan gören "özgür kadın"
hareketine karşı da türbanı yasaklayarak, her kasabada iki İmam- Hatip, her sokakta iki cami
özgürlüğünü engelleyerek, tüm Anadolu ve Orta Asya'ya kadar doğuyu ve Orta-Doğu'yu
Hocaefendi okullarıyla donatmış Amerikan destekli politikaya karşı çıkarak baskıcılığını
102
sürdürür! Olayın "edebiyat dışı"na kaydırdığı bunca yorumu bir yana, Nazlı Ökten'in Kant'ın
"boyun eğmeye" çağırdığı aklın, bilim aklı, insanın deney, gözlem, bilgi birikimi süzgecinden
geçmiş, her kural ve kuramı alt başlıklarda neden- sonuç ilişkisiyle açıklayan akıl olduğunu
bilmemesi olası değildir. Yazısında Cumhuriyet'e "lütfen" küçücük övgü kırıntıları gönderen
Nazlı Ökten'i Faucalt'ı yeniden okumaya ve olanak bulursa sokaklarında binde bir çarşafına
bürünerek çıkabilmiş kadınların dolandığı Anadolu kasabalarından birinde akılla sözleşme
yapmaya çıkmasını öneriyoruz. Bu arada daha asker ocağına gitmeden, "itirazsız itaat"a gerek
kalmadan Anadolu gençlerine tuvaletten sonra temizlenme üzerine bir postmodern ders verme
olanağı da bulacaktır! Ya da, bir kışlaya kadar gidip "Akıl ve itaat didişip dururlar ve haz
dışlanmıştır" (aynı yazıdan) tümcesiyle şiddet üretmesinin nedenini bulduğu asker ocağına
haz taşımanın başka yollarını aramalıdır.
103
Ah şu bilgisizlik!
Yani "Batı"sızlık...
Y. Ecevit, Türk edebiyat tarihi değerlendirmesinde, yabancı dil eksikliğini bilgi eksikliği ile
özdeş tutar. Aydınlanmacı, devrimci Türk edebiyatı eleştirisinde, bu dönemin önderlerinin 20.
yüzyıl başında Batı'da yıldızı parlamaya başlamış Dadacı, Sürrealist akımlar, Nietzche gibi
modernizmden uzaklaşmış düşünürler yerine Batılı Aydınlanmacıları seçerek yanlış
yaptıklarını anlatmaya çalışır. Ona kalırsa, edebiyatımızın Batı'yı olduğu gibi yansıtan, hani o
kendinin çok sevdiği deyimle, mimetik, yani Batı'ya zaman ve uzamda aynen öykünen (şimdi
postmodernistlerimizin yaptıkları gibi) bir yol izlemesi gerekmekteydi. Batı dünyası
emperyalizmle birlikte, 20. yüzyılın başında, devrimci düşünceyi, öznenin nesne üzerindeki
egemenliğini, aklı, insan bilincini bir kenara atmaya başladı da biz neden geç kaldık demek
ister. 1990 sonlarına kadar bekledik... Batı'nın bir önceki döneminin, Aydınlanma Çağı'nın,
burjuva devrimi etkilerinin yapıtlarını aldık, onları izledik.
"Türk edebiyatında, deneme türü aracılığıyla gerçekleştirilen izlenimci eleştiride
yoğunlaşmanın ana nedenlerinden birinin bilgi eksikliği olduğu su götürmez. Türk edebiyat
eleştirmeni, Batı'da 19. yüzyılın başlarından bu yana edebiyat eleştirisini sistematize etme,
onu kuramsallaştırma yolunda sürdürülen çalışmalar konusunda yeterince bilgi sahibi
değildir. Özellikle 1950'lere değin (Bu tarih hem cumhuriyet tarihi, hem edebiyat tarihi içinde
çok ayrıcalıklı bir yer tutar- bizim notumuz), yabancı dil bilmeme ya da kuramsal düzlemdeki
çeviri etkinliğinin yetersiz olması gibi sorunlar, eleştirmenin, ortamını el yordamıyla
oluşturmasına yol açmıştır." (Y. Ecevit, Türk Edebiyat Eleştirisi, Varlık, Ekim 2001) Oysa,
sorun ne dil eksikliği, ne çeviri eksikliğidir. Genç Türkiye Cumhuriyeti'ni yapılandıran
aydınlarımız bilinçli bir seçim yaparak Anadolu'daki ortaçağ karanlığını kaldırma
uğraşındadırlar. Kapitalizm öncesiyle mücadelede kendi devrimci düşüncelerine denk düşen
Batı düşüncesi, Fransız İhtilalinde, Burjuva Devrimi'nde taçlanmış rönesansçı, Aydınlanmacı
Düşünce'dir. Y. Ecevit'in bilgi eksikliğine yorduğu, önce Batılı tekellerin, onların "itelijans
servis"lerinin ayrımında olduğu bu gerçek, Demokrat Parti çıkışı, Köy Enstitülerinin
kapatılışıyla başlayan akla, bilince karşı hareket, sonra ve şimdilerde edebiyatımızda filiz
vermiş postmodernist düşünceyle gereği yapılmak üzere programa alınmakta gecikmemiştir.
Kaçınılmazca "edebiyat dışı" bir yoruma ulaştık belki ama bizce hiç de edebiyat dışı değildir
olay... Y. Ecevit'in de katılmak zorunda olduğu gibi, "Sanat yapıtı, içinde bulunduğu
104
koşulların bir ürünüdür." (Y. Ecevit, Tark Romanında Postmodernist Açılımlar, İletişim Yay.
2001, s. 17)
Bilgi eksikliği ile eleştirilmesi gereken kendisidir. Ya da bir yorum ve değerlendirme
eksikliği, emeğe, insanca çabaya saygısızlık... "(... ) kurucu halkın konuştuğu dili devletin
resmi dili yapmayıp yerine yeni bir uydurmuş tarihteki tek imparatorluk" ( Demirtaş Ceyhun,
Kavramları Kutsallaştırmak veya "Laisizm"..., Varlık Kasım 2001) toprakları üzerinde
kurulmuş, yazı dilini konuşma diline dönüştürmeyi birkaç on yıl önce başarmış, halkının
%90'ı okur yazar olmayan bir ülkede, çok kısa zamanda büyük yenilikler başarmış, insana
insanca yaşamanın kapılarını açmış bir dönemin düşünce savaşçılarıdır devrimci,
Aydınlanmacı aydınlarımız...
"En çok satan kitapların reel gercekliği anlatan metinler olduğu, siyasal anıların, yakın
tarihle ilgili belgesellerin elden ele dolaştığı bir ülkenin edebiyatında, roman estetiğinin
somuttan soyuta geçişi sancılı olur. Gelenekselin dışına çıkarak yaratan bu yeni romancılar
uzun süre görmezden gelinirler. Bunlar, yabancı dil bilen, bu nedenle de Batı edebiyatındaki
yenilikçi açılımları birinci elden izleme olanağına sahip genç yazarlardır çoğunlukla" Y.
Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, s. 85) Bazı kitapların "en çok" satmasının
ardındaki gerçek, günümüzdeki gibi medya parıldatmaları, "Reha Muhtar Haber Programı"
konuk yazarlıkları değildir. Banka destekli yayınların çarşaf çarşaf reklamları da yoktur
arkalarında. Toplumcu Gerçekçi edebiyatçı, doğru zamanda insanına doğru olanı aktarmayı,
Anadolu uyanışına kendini ve yapıtını katmayı türlü sıkıntılar içinde başarabilmiştir.
Coşkunun ve içinde yaşanılan koşulların iyi değerlendirilmiş oluşunun utkusudur bu!
Dönemin birilerinin çok kıskandığı "çok satan" edebiyatçıları, bilgi eksikliğinden değil,
kendine, kültürüne, bilinçlerine güvenleri nedeniyle dil bilen bazı yazarlarımız gibi Batı
edebiyatına öykünmeye gerek duymamış olamazlar mı? Edebiyata bakış açıları onların
"avangard" aydın tavırlarıyla örtüşmektedir. Aralarında en az günümüzdeki kolejli, yabancı
dille eğitim görmüş postmodern yazarlar kadar iyi yabancı dil bilen, birçok Batılı yapıtı arka
arkaya Türkçe'ye kazandıran edebiyatçılar da vardır.
Batı'yla ilgili seçimin kendilerinin öykünmesini andırmaması gelenekçi edebiyata getirdiği
büyük eleştirilerden biridir. Bu bilinçli seçimin nedenlerini, toplumda oluşturduğu olumlu itiyi
uzun uzun anlatmanın anlamı yok. Ancak, bir kez daha, Aydınlanmacı Cumhuriyet
edebiyatının, Toplumcu Gerçekçiliğimizin Batı'dan yaptığı seçimin bir bilgi eksikliğinden
kaynaklanmadığını vurgulamak için yeni bir örnrek verelim. Onlarca yıl önce Ahmet Haşim
105
Tevfik Fikret'i eleştiriyor... "Ahmet Haşim'in Tevfik Fikret konusundaki düşünceleri
değişkendir. Tevfik Fikret'i ve Fransız şair Sully- Prudhomme'u birlikte değerlendirir. Bu tür
şairleri 'ahlaki, içtimai, felsefi' diye niteler ve 'taşıdıkları koca kanatlara rağmen bir türlü
semaya doğru havalanamayışlarının sır ve hikmetini' eserlerinin düşüncenin biçiminden evvel
hazırlandığı duygusunu vermesinde bulur (Demek ki Batı'da o an hangi edebiyatın önde
olduğunu bilenler de varmış, içerik ve biçim tartışması yeni değilmiş! AA). 'Çünkü ahenk ve
kafiyenin tesadüflerinden doğmayan fikirler sanata mal edilemez' (Yani Y. Ecevit'in
deyimiyle, edebiyat dışı'dırlar!- AA) düşüncesindedir Ahmet Haşim. (....) 'Edebiyat-ı Cedide
etiketi, mütecanis bir zümrenin ismi değildir. Zira Cenab'ın Avrupa'daki modelleri olan
sembolistler nazarında dünyanın en soluk, en tatsız ve mânâsız nâzımı, Tevfik Fikret'in
Avrupalı modeli François Coppe'dir'" (Kemal Özer, Tevfik Fikret'in Şiiri..., Cumhuriyet
Kitap Eki, 27 Aralık 2001)
Demek Toplumcu Gerçekçiliğimiz ve onun Aydınlanmacı, modernist tarzının bir bilinçsizliği,
bilgi eksikliği, ya da zamanın edebiyatçılarının dil konusunda geriliği değildir söz konusu
olan... Batı'dan insanımıza, toplumsal konağımıza uygun olan bir kültürün yapıtları öncelikli
olarak benimsenmiştir. Diğer postyapısalcı ya da modernizmle tam uyuşmayan yeni akımlara
uyan yapıtların da zamanında Türkçeye kazandırıldığını, edebiyatçılar arasında tartışmalar
yaşandığını biliyoruz. Ancak, Toplumcu Gerçekçi edebiyat, halka ait olmayı başarmış, ulusal
denebilecek boyutta bir edebiyatın temelini atmış, bir kaç on yıllık süreç içerisinde on binlerce
okuru olan bir coşkunun yaratıcı olmuştur. Şimdi yeniden geri dönüp Toplumcu Gerçekçiliğin
utkusunu karalamaya kalkışmanın geleceğin toplumcu edebiyatı üzerine gölge düşürme
istencinden başka bir açıklaması olamaz.
Günümüz kimi aydınlarının Batı karşısındaki tavırları, artık seçici, onura, ulusal ve halk
belleğine, yerel kültürlere dayanan bir seçim olmaktan çıktığını, dil bilmeyi, Batı'daki bilim ve
toplumla ilgili ilerlemeyi yakalama çabasını Batı'ya körü körüne uyum, tapınma, öykünme ile
özdeşleştiğini üzülerek görüyoruz. Onur denen şey unutulmuştur. Yalnızca ekonomide,
politikada değil, kültürde, sanatta ve edebiyatta da unutulmuştur... Diğer yandan Batı'nın, hiç
te bu öykünmecilerin bize tanıttıkları ve tapındıkları gibi tekdüze, ilerleme karşıtı,
kürselleşme yandaşı olmadığını da biliyoruz.
"Lyotard'a ve postmodern çağa gelince, burada saçmalıkların veya kendine hizmet eden
anlamsızlığın ötesinde bir şey olduğuna dair bir işaret arıyorum. Yoğun bir laf kalabalığında
gizli birtakım hakikat kırıntıları algılayabiliyorum ama bunlar gerçekten de basit...", ya da
106
"hayattan öğrendiğimiz gibi edebiyattan da öğreniriz" diyen Noam Chomsky Batılı değil mi
acaba? (Robert F. Barsky: Chomsky'nin Meydan Okuması: Bathkin'in Teorilerinin
Uygunluğu, Varlık Kasım 2001)
"Kitleler medya karşısında, Baudrillard'ın iddia ettiğinin aksine, sessiz yığınlar değildirler;
onlar, kendilerini üreten toplumsal koşulların kaçınılmaz bir ürünü olarak, sessizliğin
içindeki 'ses' olarak cisimleşmiş anlamlı şemalardır. Medyatik söylemin zayıf bir söyleme
dönüştüğü yerde değil, aksine söylemin en buyurgan ve baskıcı bir süreç olarak yaşandığı
siyasal/ ekonomik bir çıkarın sonucu olan 'görece konumlanışlar'da ve 'tavır alışlar'da ses
verirler. Kendi kurallarını özerk sözün baskı altına alınması ve görünmez bir Pazar için
edilecek rekabetin kızıştırılmasından yana konmuş medyanın karşısına öncelikle 'soruyu
sorgulayarak başlamak' ve sonu gelmez dil oyunlarının ardında yatan mantığa doğru
çözümleyerek çıkmak gerekir." (Bourdieu, Bourdieu Sosyolojisinde Toplumsal Gerçekliğin
Algılanışı başlıklı yazı, Hüseyin Köse, Virgül Dergisi, Mart 2002. Geniş bilgi için: Pierre
Bourdieu, Televizyon Üzerine, YKY, 2000)
Bu Batılıların ipiyle kuyuya inilmiyor doğrusu. Nerede ne yapacakları hiç önceden
bilinemiyor ki bizim maymuncuklar da önceden davranışlarını belirlesinler. Diyalektiğe
meydan okuyan, "aporia" ile zıtlar karmaşasının diyalektikteki sentez yerine bir çözümsüzlük
süregenliği doğuracağını savlayan yapıbozumcu Derrida, gün gelir Marksizm'in
modernizmine yelken açar. Yaşadığı toplumun bunalımlarından biçimlenen bilincine karşın,
içtenlikli aydın olmanın gereğini namusluca yerine getirir; hakkı olana hakkını verir.
"Yeryüzünde hiçbir zaman bu kadar erkek, kadın ve çocuk kul köle edilip aç bırakılmadı
ya da yok edilmedi (....) Tarihin sona erdiğini söylemenin rahatlığı içinde, liberal
demokrasi ve kapitalist Pazar ülküsünün gelişini şakımak yerine; ideolojilerin sona
erdiğini, büyük kurtarıcı sözlerin bittiğini kutlamak yerine, işte bu çarpıcı gerçekliği
gözden uzak tutmayalım asla!" der Derrida. Ve sürdürür, "Marks olmadan, onun anısı ve
mirası olmadan gelecek olmaz! (....) içinde yaşadığımız dünya, bu mirasın damgasını
taşıyor (.....) Marks'ın mirasçılarıyız biz." (Jacques Derrida, Marksın Hayaletleri, Fayard
Yayınları 1993, Alıntılayan S. Tanilli, Adam Sanat Ağustos 2001)
Konu, toplumsal karmaşa ve dünyadaki haksızlıklara hangi sistemle çözüm bulunacağının
tartışılmasından önce böyle bir sistem tartışmasının gerekip gerekmediğidir! Bizim
postmodernist hipergerçekçilere göre böyle bir tartışma hem anlamsızdır, hem edebiyat
dışıdır!
107
"1950'lere gelinceye değin..." diyordu Y. Ecevit... Bu tarih gerçekten de çok önemlidir. 1947'
basında başlayan bir kampanya ile yedi yıllık bakanlığı döneminde 496 klasiğin Türkçe'ye
kazandırılmasını sağlayan H. Âli Yücel'e karşı yoğun bir basın saldırısı başlatılır önce. Prof.
Dr. Kenan Öner'in başını çektiği bir gruba Nihal Atsız, Necdet Sancar, Talât Cerid
katılmışlardır. Soğuk Savaş yıllarının yerli Mc. Cartyci'leri bir yerden komut almışça
davranmaktadırlar. Köy Enstitülerinin önce işlevsiz kalması, arkasından kapatılması, Pertev
Naili Boratav, Niyazi Berkes, Behice Boran'ın üniversiteden atılmaları, 1948'de Sebahattin
Ali'nin öldürülmesi, Sansaryan Han'da edebiyatçıları sıkça ağırlayan tabutluklar, sürgünler,
hapis cezaları, Tan Gazete ve matbaasının yakılıp yıkılması... Günümüz edebiyatçılarını
"rahatsız" eden Toplumcu Gerçekçilik" o günde başkalarını rahatsız ediyordu demek ki... O
dönem edebiyatını bugün yeniden bıçak altına yatıran Y. Ecevit ve o anlayışın etki alanındaki
edebiyatçılarımıza yakışan davranış, H. Ali Yücel'e karşı mahkemelerde tanıklık eden
edebiyatçı geçinen,birilerinin yanında, sanal bir mahkemede Toplumcu Gerçekçilik'e karşı
tanıklık etmek olabilir. 1947 yılında "komünizm hâmiliği" yapmakla suçlanan H. Ali Yücel
yaptığı savunmada, bakanlığınca çevrilen 496 yapıttan yalnızca 63 tanesinin Rus klasiği
olduğunu, bunların çoğunluğunun da komünizm öncesine ait olduğunu söylüyordu. Y.
Ecevit'in o geçmiş edebiyatımıza yönelik suçlamalarında, belli anlayıştaki kitapların en çok
satan oluşlarının nedeni, alıcılar üzerine bir baskı, ya da şişirilmiş reklam kampanyaları
olmasa gerek. Anadolu karanlığına ışık tutacak yapıtların seçiminde gösterilen özenin
yanında, Anadolu insanının aydınlanma coşkusuna katılışının, onun özündeki göçebe
akıncılığının, ilkel sosyalist kan kardeşliğinin de etkisi olsa gerek.
Cumhuriyet dönemi edebiyatımızda oldukça önemli bir yer tutan Toplumcu Gerçekçilik,
zaman zaman dönemin devlet yeneticileriyle ters düşmüşler. 1946 öncesinde de özellikle
sosyalist yazarlar yargılanmış, çeşitle cezalan almışlardır. Ancak, dönemin hem genelde devlet
yönetimine, hem edebiyata ağır basan kaygısı Aydınlanmanın hümanizmasıdır. Bu payda
kendi içinde çelişiyor gibi görünen güçlerin, ortaçağ karanlığıyla verdikleri mücadelede
ortaklaştığını gösterir. Dönemin en devrimci uygulamalarına adını yazdırmış, Köy
Enstitülerine büyük emeği geçmiş bir devlet yetkilisi, Milli Eğitim Bakanı olan H. Âli Yücel,
"komünizm hâmiliği" ile suçlandığı duruşmasında şöyle diyor: "... Umumi telâkkiye göre eski
Yunan'dan başlayan 'klasik' eserler zihniyetini daha da genişletere, hümanizme anlamını
bütün beşeri eserlere teşmil ederek bunları Türk irfanına kazandırmakla Cumhuriyet Maarif
108
ve münevverleri, Türk kültürüne büyük bir hizmet etmiştir." (H. Ali Yücel, Kenan Öner, Öner
ve Yücel Davası Kenan Matbaası, İstanbul 1947, Cilt 2, s. 121)
109
İlle de "açılım", Türk romanında postmodern açılım!
Y. Ecevit'in çeşitli dergilerde yazdığı yazılar da bize onu tanımak ve postmodernizmin
ülkemiz koşullarında tartışılmasına yardımcı olmakla birlikte Y. Ecevit'in "Türk Romanında
Postmodernist Açılımlar" adlı kitabı (İletişim Yayınları, 2001) onun edebiyat dünyamızdaki
çizgisini, etkilerini anlamak açısından daha derli toplu, bütünsel bir yapı taşımaktadır.
Edebiyatta anlam ve içerik karşıtı olmakla, ilkeler anlamında, tam bir postmodernisttir Y.
Ecevit. Ancak zaman zaman postmodernizmin kullanmadığı "estetik", "romantizm" gibi
silahlara gereksinimi olur Toplumcu Gerçekçiliğe karşı... Bu kez de modernizme sığınır.
Scott Lash'tan alıntılayarak (Kaynak, Scott Lash, Modernite versus Postmodernite, M. Küçük,
Vadi Yayınları, Ankara 1993) Modernite deyimi ile Aydınlanma çağını, Modernizm ile 20.
yüzyıl başlarını tanımlar Y. Ecevit. 20. yüzyıl başındaki yeni Aydınlanmacı saydığı edebiyata
estetik modernizm adını da verir, kendini bu döneme daha sıcak bakan bir modernist olarak
tanımlar. Bir yandan da postmodernizmi kendince tanımlayıp sevimli kılmaya çabalar. Bu
girişin bir manevra olduğu, onun tam yazılarında ve ele aldığımız kitabında "geleneksel
edebiyat"a karşı takındığı tutum, edebiyat eleştirisini aşıp bir saldırıya dönen tavrıyla
çelişmektedir.
Yıldız Ecevit'in "modernistliği" yatsıya kalmadan sönüp gider... Teolojik kabullenmelerle
mistisizmin modernizmde ne işi varsa? "Dinsel/ mistik ögenin estetik düzleme taşınması,
sanat yapıtlarında kullanılması, sanatı yalnızca zenginleştirir. (....) Sanat dinselliği de işler
cinselliği de; önemli olan, yazarın onu nasıl işlediği, nasıl biçimlendirdiğidir." (Y. Ecevit,
Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, s. 236) Ecevit'e göre her şeyi kullanabilirsiniz
yapıtınızda, aklınıza gelen her şeyi... Toplumcu görüşler, gerçekliğin çözümlenmesine
yönelme, ya da okura bir ileti gönderisi, anlamlı bir iç yansıması, bir içerik dışında...
Diyalektik düşünceyi yadsır Y. Ecevit. Toplumu ve olayları sebep sonuç ilişkisi içinde
değerlendirmeya karşı çıkar. Edebiyat ve felsefe düşüncesinin güncel ekonomi-politikten
kaynaklandığını, esin aldığını söyleyenleri eleştirir. Bir yandan da, tüm bunlara karşın
modernist olduğunu söyler. Aslında, Y. Ecevit'in işi, modernist yahut postmodernist olmak,
bir seçim yapmak değildir. O, Toplumcu Gerçekçiliğin yılmaz bir düşmanıdır. Döner dolaşır
aynı yere gelir. Her yazısında bir olanağını bulup oraya saldırır.
110
Estetik....
Estetik tartışmasında estetikten çok şaşırtmaca vardır.
"Sanatsal değerlendirmelerimizi estetik ölçütler çerçevesinde yapmak zorundayız, toplumsal
değil. Edebiyat çevremizdeki en açmazlardan biri, sanatsal görüşlerimiz ile toplumsal
görüşlerimizi birbirine karıştırmamızdır. (Bu ayrımı yapabilmemiz için birer takım göz ile bir
ayrı beyni nerden bulacağız acaba?- bizim notumuz) Sapla samanı birbirine karıştırmak
demektir bu. Özellikle sanat alanındaki kalıpları kırmamız için, insanları ve düşüncelerini
klişeleştirmekten vazgeçmemiz, paranoyayı bırakmamız önkoşuldur. Romanlarında, kırlarda
uçan kelebeklerden söz eden biri, toplumsal yaşamında hızlı bir kollektivist olabilir; belki de
yalnızca kendini kurgusunun büyüsüne bırakmış, yaratma oyununun tadını çıkartıyordur, o
kadar; dönek/yeni sağcı türünden biri olmayıp, yalnızca bir sanatçıdır o." (Y. Ecevit, Türk
Romanında Postmodernist Açılımlar, s. 13) Romanlarında kelebeklerden söz ettiği için kim
eleştirilmiş acaba? Kimdir bu eleştiriyi yapan, kelebeklere, kırlara karşı çıkan sevimsiz, insana
benzemez "toplumcu edebiyatçı"! Sevgili Ecevit'in bize tanımlamaya çalıştığı bu asık suratlı
zebaniyi bir an önce bulup hakkından gelmek gerekir.
"Estetik" konusundaki görüşleriyle, "estetik" kaygısını ön planda tutar görünmesiyle Batılı
postmodernistlerden ayrılır, kendine göre bir postmodernist olur Y. Ecevit... "Estetik"
okşamayla edebiyat okuyucusunu, yazarını kendi yanına çekmeye çalışır.
Y. Ecevit'in bize hoş göstermeye çalıştığı postmodernizmin asıl kaygısı "estetik" değildir!
Postmodernizmin en büyük kuramcılarından biri sayılan Baudrillard geliştirdiği "transestetik"
kavramı ile estetiğin anlamının, estetik beklentisinin değiştiğini söyler. Sanatla sıradan kültür
arasındaki duvarları yıkan postmodernizm, estetiği tüketim ekonomisinin günlük simge
yağmuruna indirger. Televizyon ve medya dünyası aracılığıyla koşullandırılmış "popüler
beğeni" ön plandadır. Yaşamın estetikleştirilmesi adına sıradan davranışlar estetik bir
yorummuş gibi sunulur.
"İş sanata geldiğinde hepimiz bilinemezciyiz (agnostic): Artık herhangi bir estetik kaygımız
yok, herhangi bir estetik öğretiyi savunmuyoruz; bu öğretilerin hepsini birden savunuyoruz."
(altını biz çizdik- Baudrillard, Alıntılayan Steven Best- Douglas Kellner, Postmodern Teori,
s.169) Postmodernizm, tüketim toplumunun estetik seçkiyi yıkan simge saldırıları karşısında
geri çekilmeyi, kabullenmeyi seçmiştir. "Estetik" kaygıdan uzaklaşmıştır.
111
"Özellikle reklamlar bu durumu sömürmeye muktedir olup sabun, bulaşık makinaları,
otomobiller ve alkollü içecekler gibi sıradan tüketim mallarına romantizm sevda, egzotiklik,
arzu, güzellik, doyum, ortaklaşacılık, bilimsel ilerleme ve iyi hayat imgeleri iliştirmektedir. "
(altını biz çizdik- Mike Featherstone, Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, s. 38, 39)
Oysa Yıldız Ecevit, yılmaz bir estetikçi geçinmekte, estetik silahını kullanarak bir dönemin
edebiyatını yerden yere vurmaya çalışmaktadır.
Sonra birden tavır değiştirir... Kendince postmodern bir yapıt saydığı "Fındık Sekiz"
yorumunda geriye atıverir estetik silahını. Popüler bir sıradan söyleyişe dönüşen anlatıyı, bir
arka sokak ağzını ya da mistik saplantıları göklere çıkarır.
"(Postmodernizm), yelpazesi öylesine geniş bir çoğulculuktur ki, bu, geleneksel anlayışın, bir
ürünün sanat düzlemine çıkabilmesi için koyduğu önkoşulları yok sayarak, sanatsal olan ile
olmayan arasındaki sınırları bile ortadan kaldırır; kurmaca ya da değil, tüm yazı ürünlerini
kanatları altına alır. (....) Terry Eagleton ise bir tren tarifesinin sanat ürünü olarak
algılanabileceğini, bunun okuyan kişiye bağlı olduğunu söylüyordur. Binyıllardır süregelen
ana estetik ilkeler postmodernizmde köktenci bir biçimde değişime uğrar." (Y. Ecevit, a.g.y.,
s. 68)
İçeriği boşaltılan edebiyat değil, insandır; insan, benliği tek paydaya irdirgenmiş
milyarlarca sayıda olan bir yalnızlık, içi boşaltılmış ve direnme noktaları yok edilmiş bir
tüketim nesnesidir.
112
Toplumcu Gerçekçiliğin estetiğe bakışı üzerine kısa bir duruş
Estetik, biçim, sanatçıya baskı gibi kavramlar toplumcu edebiyata karşı sıkça kullanılırlar.
Toplumcu Gerçekçiliğin bakış açısıysa hiç te ona yakıştırılmaya çalışıldığı gibi değildir.
Toplumcu Gerçekçi ünlü bir şairin şiirde biçim üzerine söylediklerini aktaralım:
"Sanat bahsinde sekterlik en büyük düşmanımızdır. (.....)Kafiyeli, vezinli şiir yazılmaz
diyenler de, kafiyesiz, vezinsiz şiir yazılmaz diyenler kadar dar kafalıdır. Şiir öyle de yazılır,
böyle de. Edebiyat dili, hele de şiir dili hayallerle, teşbihlerle falanla ortaya çıkar., ancak
böyle bir dil şiir dilidir demek ne kadar yanlışsa, tersini kabul etmek de o kadar yanlıştır.(....)
Ben şimdi bütün şekillerden faydalanıyorum. Halk edebiyatı vezniyle de yazıyorum, kafiyeli
de yazıyorum. Tersini de yapıyorum. En basıt konuşma diliyle, kafiyesiz, vezinsiz de şiir
yazıyorum. Sevdadan da, barıştan da, inkılaptan da, hayattan da, ölümden de, sevinçten de,
kederden de, umuttan da, umutsuzluktan da söz açıyorum, insana has olan her şey şiirime de
has olsun istiyorum. İstiyorum ki okuyucum bende, yahut bizde, bütün duyguların ifadesini
bulabilsin. 1 Mayıs Bayramı'na dair şiir okumak istediği zaman bizi okusun, karşılıksız
sevdasına dair şiir okumak istediği vakit de bizim kitaplarımızı arasın." (Babayef, Nâzım
Hikmet Kendi Şiirini Anlatıyor, Konuşmalar, ss 180-186, Alıntılayan Seçme Şiirler- Adam
Yayınları, Altıncı basım Temmuz 2001, s. 100)
Ya da bir başka Toplumcu Gerçekçi'nin söyledikleri:
"Biçimin önemsiz olduğunu hangi gerçekçi yazar söylemiş? Öz nasıl matematik bir incelikle
kuruluyorsa, biçim de kuruluş gibisine estetik incelikle ele alınmalıdır. Yazarın kişiliğini
çoğunlukla biçim verir. İster üslup deyin adına, ister biçim, yazar kendine özgü bir deyişe
sahip olmalıdır." Orhan Kemal, Alıntılayan Öner Yağcı, Orhan Kemal Öykücülüğü,
Edebiyatçılar Derneği 2000 Ankara Öykü Günleri Yayını
113
romantizm...
Y. Ecevit'e göre, Türk romanı romantizmle ancak çok yakın zamanda, "modernist/
postmodernist" yapıtlarla tanışma olanağı bulmuştur. "Geçmişinde çok uzun yıllar yalnızca
gerçekçi olmuş, romantizmi Batılı anlamda neredeyse hiç yaşamamış Türk romanı,
modernist/ postmodernist biçimcilikte ilk kez romantizmle tanışmaktadır ve bu bana göre
estetik düzlemde gerçekleşen bir devrimdir ve her devrim gibi de heyecan vericidir." (Türk
Romanında Postmodernist Açılımlar, İletişim Yayınları, 2001, s.12) Devrimci (!) Yıldız
Ecevit'in heyecanını anlayabilmek olası değildir. Çünkü, gerçekliğimiz yine ve hiç de onun
söylediği gibi değildir.
Türk romanı, edebiyatı, kısa geçmişine karşın, romantik yapıtlarıyla da zengin bir kapsam
taşımaktadır. Halit Ziya Uşaklıgil'den Kerime Nadir'e, Nezihe Meriç'ten Leyla Erbil'e, Selim
İleri'ye onlarca yıl öncesinden Türk edebiyatçısı kendini kalıplar içine sokmadan, özgürce,
beğenilerek okunulan, hem romantik, hem gerçekçi sayılabilecek onlarca yapıt vermiştir.
Hatta gerçeklikle örtüşmeyen yapıtlar...
13 Aralık 2001 tarihli Cumhuriyet Kitap Eki'nden onlarca yıl önce yazılmış iki
romantik yapıt için Selim İleri'nin yazdıklarını okuyalım:
"Yalnızca para değerlerinin saltanat kurduğu, hüküm sürdüğü, saat başı borsa- döviz
haberlerinin peşinde koşulduğu, gönül inceliklerinin gitgide karardığı, sönüp gittiği şimdiki
aşksız, duygusuz dünyamızda, leylaklar kuşanmış Hıçkırık her şeye karşın hala bir sığınak
olabilir gibime geldi. Hangimiz bizi bizden, hayalsiz ve leylaksız hayatlarımızdan çekip
alacak bir 'romans'a ihtiyaç duymayız ki?" (Selim İleri, Kerime Nadir'in Hıçkırık adlı yapıtı
için)
"Biliyorum., bu romanda anlatılanların hiçbiri gerçeklikte olamaz, olmamıştır, olmayacaktır.
Ama onlar hep olsun isteriz, bütün ömrümüz boyunca dinmez bu istek. Boş hayal, yalan,
aldatmaca, beyin yıkama... ne derseniz deyin, sürüp giden mutlu bir aşka özlem." (Selim İleri,
Muazzez Tahsin Berkand'ın Küçük Hanımefendi adlı yapıtı için)
Romantizmin de estetiğin de Türk edebiyatında kendi göklere çıkardığı yapıtlar dışında da hep
varolageldiği gerçeği onun en büyük eleştirisi anlamına gelir. Y. Ecevit'in aradığı ne
romantizm, ne de estetiktir. Romantizmi de estetik gibi, yalnızca bir silah olarak
kullanmaktadır.
114
O, okuruna, topluma, "çıkışsız, amaçsız, çember sarmallarında dolanan çokkatlı,
hipergerçekçiliğin şizofrenik parçalanışları içinde dağılmış katille maktülü bir tutan" , finans
kapital televizyonlarından, banka dergilerinden şişirilmiş, kendince postmodernist yapıtlardan
yanadır. Hatta edebiyat, yalnızca bu özellikleri taşıyan yapıtların alanıdır, toplumcu, sosyal
içerikli yapıtlar "edebiyat dışı"dır.
Romantizm, estetik başlıklarında olduğu gibi "birey", özne, yani yazar kosunda da
şaşırtmacalı, değişken bir yan tutar Ecevit. Toplumcu Gerçekçi edebiyatın bireyin yaratıcı
çabasına set vurduğunu savlarken bireyi, yani yazarı, şairi savunur görünür. Bu da içtenlikli
bir tavır değildir. Postmodernizm "öznenin nesne üzerindeki egemenliğine, iktidarına son
verme" çağrısıyla patlamış bir düşünce sistemidir. Algılama bozukluğu içinde, hipergerçeğin
şallak mallak ettiği insanın, yazarın, şairin diğer insanlara bir ileti vermesi, yapıtına içerik
kazandırmaya çalışması yanlıştır, yaratıcılığa karşıdır! Y. Ecevit'in kendi anlatımını koyalım...
"Metin artık anlam taşıyan bir birim değildir onlar için (postyapısalcılar ve sonra
postmodernistler- A.A.), yazar ise anlamın üreticisi olma özelliğini yitirmiş kahraman/ özne
ortadan kalkmış, öykü ise anlamlı/ bütünsel bir örgü olmaktan çıkmıştır. Yeni anlayışa göre,
metnin anlam alanı sonsuz bir devinim içindedir; okur ancak metinle karşılaştığı anlam anını
dizginleyebilir; o da sonsuzluk içindeki anlardan yalnızca biridir. ( Altını biz çizdik, Y.
Ecevit, Türk Edebiyat Eleştirisi, Varlık Kasım 2001)
Kitabının sunuş bölümünde kendini tanımlarken oluşturduğu o her yana uzayan yapının bir de
"sol", hatta "sosyalist" yanı vardır. Kendini eleştirenlerin Y. Ecevit'i yeni sağcılık dedikleri bir
kavramla tanımlamaları onu üzmüştür. Sosyalizmin kendisi için en insancıl yaşam biçimi
olduğunu (di'li geçmişi kullanarak! ), "idi" diyerek açıklar. Ancak Y. Ecevit'in kitabın
"Kozmoloji, Gerçeklik ve Sanat" bölümünde yaptığı Marksizm tanımında sola karşı sağcılar
kadar bile insaf taşımadığını görürüz. "Dönemin materyalist felsefeleri, insanı tahtından
indirmiş yerine maddeyi geçirmiştir. Sanatın da - bizim bağlamımızda edebiyatın da- içinde
olduğu toplumsal üstyapı kurumları tümüyle, bir altyapı kurumu olan ekonomi, dolayısıyla
madde tarafından belirlenir bu felsefelerde: 'Altyapı üsyapıyı belirler.' Marks da, Engels de,
Feuerbach da felsefelerinde bu güç değişimi vurgularlar: Madde kimin elindeyse güç de
onundur artık." (Y. Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, s. 25-26) Onlarca yıl
önce, solun gençlik içinde bir umut, bir kurtuluş olarak görüldüğü, sağın çözümsüz ve ilkel
çırpınışlar içinde bunaldığı dönemlerde sola yöneltilmiş örneklerini gördüğümüz, sığ,
saldırgan ve etik olmayan bir sağ bakış açışıdır Y. Ecevit'inki...
115
Kendi deyimiyle "Sanat yapıtı, içinde bulunduğu koşulların bir ürünü" olduğunda, koşulların
içinde insanın günlük yaşamının en önemli parçası, iş koşulları, toplumla ilişkileri, üleşimden
aldığı pay sayılmayacak mı acaba? Bunun adı altyapı olmuyor mu? Marksizm ve diyalektik
maddeci düşüncenin odağında insanın olduğunu, hümanizmanın Marksizm’in ana
özelliklerinden biri olduğunu neden bilmezden gelir Ecevit? Kendi deyimiyle "Rusya'daki
uygulamalar ne olursa olsun...” bir kuramı böyle yalan yanlış tanımlamalarla gözden
düşürmeye çalışmanın adı nasıl solculuk olur anlamadık. Marksizm, "altyapı" yı tanımlarken
üretici güçleri, teknik, coğrafya, tarih ve bunları kullanan, bunlarla içiçe üretimde bulunan
insan olarak ayrı ayrı bölümlerde incelemeye çalışır. Sanayi devriminden sonra tekniğin
üretici güçler içinde öne çıkmış görünmesinin bile onun tek belirleyici olamayacağı, Rusya ve
diğer doğu bloku ülkelerindeki uygulamanın olumsuzluklarıyla kanıtlanmış, bu yorum elli yıl
önce Türk sosyalistlerince bile kezlerce dile getirilmiş, yazılmıştır. (Bakınız: Dr. H.
Kıvılcımlı, Tarih Tezi, Tarih Devrim Sosyalizm adlı yapıtlar).
Sanat, kültür ve özellikle de edebiyat üzerine yapılan bir tartışmada böyle "edebiyat dışı" bir
bölüme giriş kendi istencimizle olmadı... Y. Ecevit'in kendi kullandığında "edebiyat içi"
başkaları kullandığında "edebiyat dışı" diye tanımladığı bu açıklamalar onun tezlerinin iyi
anlaşılabilmeli için zorunlu idi.
Toplumcu Gerçekçi edebiyatı, Türk edebiyat tarihinin ana özelliği gibi yansıtmaya çalışan Y.
Ecevit bir yanılsamaya daha imza atıyor. Toplumcu Gerçekçi yazarlarımız geçmiş on yıllar
içinde belki de sayı olarak azınlıkta olmalarına karşın ortaçağ karanlığına ve onun politikadaki
uzantılarına verdikleri mücadelede çağlarına damga vuracak ölçütte "doğru zamanda doğru
şeyi" söyleyerek başarılı olmuşlardır. Onların yakın edebiyat tarihimizin, ya da Cumhuriyet
edebiyatımızın bir tamamıymış gibi görünmelerinin nedeni budur. Kısa zaman içerisinde çok
geniş yığınlar içinde okunmaya başlamışlar, milyonlarca insanı kitap okumaya, öğrenmeye,
bireyin kendini sosyal bir varlık olarak tanımasına yardımcı olmuşlardır.
Yoğun eleştiri bombardımanı altında, tüm 20. yüzyıl Türk edebiyat geçmişini Toplumcu
Gerçekçiymiş gibi gösterme çabası amaçlı bir politikanın ürünüdür. O geçmişte her renkte, her
seste edebiyat çeşitliliği varıdır. 1938 yılında yayınlanmış Her Ay Dergisi'nden bazı alıntılar
ve edebiyat örnekleriyle verelim örneği.
116
"'Tefelsüf ' (Ahmet Haşim'e, 7 Mayıs 1317) İlyas Macit: 'Aydınlıklar, mavi parıltılar, aşk ve
vefalar görürüz. Bunlar yenilikleri, esiri mümtaziyetleriyle bize namütenahilliğin yeşil
emellerini, mor hayallerini uzatırlar.'
Bu felsefi söz söylemenin ilk bölümüdür. Görüyoruz. Herşey sembolik bir şekilde belirsizleşir.
Anlamlar renk renk rumuzludur: Yeşil= emel, Mor= hülya, Mavi= vefa sayılır. Ya da
bunların tümüyle tersi olur. Örneğin, Edebiyat-ı Cedide bağına geç giren erenlerden Yakup
Kadri, 'Sisler ve buzlar iklimi'ne kaçarken, renkleri bambaşka görür: 'Yeşilde hile, mavide
hiyanet, beyazda matem, siyahta felaket, sarıda mevt, morda melâl bulmuştum ve alda
ihtiras, arzu ve neşat bulmuştum.' (İstimdat)
(.....) Bireysel aşk ideali: Gerçekten, Edebiyat-ı Cedide çağının egemen psikolojisi keskin bir
'libido' yani koyu bir 'aşk' buğusu ile yüklüdür. Onun için, o çağda edebiyatın ruhu sırf ve
sadece, mutlaka ve ebediyen sevişmektir. Şair, her şeyden önce bir 'profesyonel âşık', yani
âşıklığı zanaat haline getirmiş kimse rolünü oynar.
'Severiz, seviliriz. Hayatımızda bir kâinatı saadet çiçeklenir. Yollar hep bahari; hiç katre-i
elem görmeyiz.'
Postmodernizm, libidinal arzu ögesiyle oynarken hiç de yaratıcı değilmiş demek! Bizim
edebiyatımızda ne eşsiz örnekleri var onun!
Sürdürelim edebiyat geçmişimizdeki gezintiyi, 1938 tarihli Her Ay Dergisi'nde...
"'vecd' (Recaizade Ekrem)
'Dalgalar-ki huruşü vahdetine
Veremez kimse inkisarı dernekŞer fürü eyleyip şehametine;
Şöyle derlerdi hep benim âhenk
-Ki bülendi sadada, pesti gâhVahdehu lâ ilahe illâllah!...
Buyrun size en koyusundan "mistik, dinsel ögenin estetik düzleme taşınması"... Kim demişti
ki yıllar geçecek, postmodernizm ve Y. Ecevit adlı bir edebiyat eleştirmenimiz dinin, bazı
mistik eğilimlerin edebiyatta yeterince kullanılmadığını öne sürecek diye...
"Kehkeşane karşı" (Faik Ali 1 Şubat 1314)
117
Fakat gerçek mi takip ettiğim şehrahı tariki
Karanlık bir derinlik vasleder dergâhı mevlaya?"
Bir yandan en koyusundan Bilinmezcilik (agnostisizm) akar edebiyatın satır aralarından. O da
hiç te postmodernizmin malı değilmiş yani...
"Efes" (Ömer Seyfettin)
"İnanma! nefrete, aşka, fenalığa, iyiye,
İnanma, hisse, hayale... inanma her şeye"
Alın bakalım algılama bozukluğunu, şizoid parçalanışı, determinizme karşı olmayı...
Yukardaki alıntılar, Her Ay Dergisi'nin Şubat- Mart 1938 sayılarından. Dr. H. Kıvılcımlı
tarafından yazılmış. (Edebiyat-ı Cedidenin Felsefesi, Gerçek sanat Yayınları, Ekim 1989)
Modernist biçime, içeriğe sonuna kadar karşı olan bu örnekler bizim kendi edebiyatımızdan...
"Fakat, dikkat ediniz, Cedideciler nasıl sanki madde hiç yokmuş ve bütün evren ruhmuş gibi
konuşuyorlarsa, tıpkı öyle..." (Dr. H. Kıvılcımlı, a.g.y., s.55)
Edebiyatçıların tarih değerlendirmeleri, "edebiyat dışı"na da taşıyor elbet. "Sayılmazsa,
dünyanın birçok inkılapları, hatta bizim büyüm Cumhuriyet inkılabımız da sayılmaz. Çünkü
biz resmen sınıf mücadelesini reddediyoruz. " (Peyami Safa, Cumhuriyet Gazetesi, 27
Temmuz 1933, Alıntılayan Dr. H. Kıvılcımlı, Her Ay Dergisi 1 Şubat 1938, a.g.y., s. 63)
Tüm bu ayrı renklere, seslere karşın edebiyat tarihimize yönelen birilerinin bugüne taşımak
istedikleri ve yok etmek istedikleri şey topluma büyük yenilikler getirmiş devrimci edebiyatın
yok edilmesidir. Tüm yakınılan baskıların, özgürlük istençlerinin gizleyemediği çaba ve kırk
türlü şaşırtmacanın altında yatan som gerçekliğimiz budur!
118
dil özensizliği, postmodernizmin kültürümüze yapıbozumcu bir saldırısıdır!
Tartışmanın kuramsal boyutu bir yana, günümüz genç edebiyatçılarının postmodernist akımın
itisiyle dilde gösterdikleri özensiz tavır ve özellikle bazı Finans- Kapital edebiyatçılarının
ısrarla arı Türkçe karşıtı bir kampanya başlatmış olmalarına karşı özel bir duyarlılık
gerekmektedir. İnsanına, sanatına saygılı, kendine ihaneti düşünmeyen bir sanatçının önce
insanlarca anlaşılacak, kendini geliştirebilecek bir dilden yana olmsı gerekmez mi? Arı
Türkçecilik çalışmalarını bir çeşit ayrı baskıcılık, tepeden inmecilik olarak algılayan, böyle
tanıtan birilerine sormak gerek; yukardaki örneklerde, "Edebiyat- ı Cedidenin Felsefesi"nde
karşılaşılan dil çok mu "özgür" acaba?
Edebiyatımız, konuşma diliyle yazı dilini aynı yapmayı ancak seksen yıl önce başarabilmiş bir
genç cumhuriyet toprakları üzerinde yüz yıllardır aynı dili kullanan gelişmiş ülkelerin
edebiyatıyla yarışacak ölçüde zengin, çok boyutlu yapıtlarla donanmış bir edebiyattır. Bu
büyük başarının çilesi, emeği, harcı cumhuriyetin kurucusu devrimcilere ve Toplumcu
Gerçekçiliğimiz'e aittir. Onların yönlendirdiği dilde arılaşma kavgası, kültürümüze katılmış
coşkudur. Şimdi onlarca yıl sürmüş ve sıradan insanların tüm yazılı yapıtları okuyup
anlayabilmelerini sağlamış, dile yeni üreme yolları açmış bu çabayı hiçe sayarak Arapça,
Farsça sözcükleri edebiyat içine sinsice sokma çabaları ve dile gösterdikleri özensizliği bir
özgürlük eylemi, ya da sanatçı özgünlüğü diye nitelendirebilir miyiz? Bu eylemin adı,
bağışlanmayacak bir kültür, sanat ve edebiyat düşmanlığıdır! Halkı sanattan, edebiyattan,
öğrenmeden uzak tutmanın, insanı ucuz işgücü görmenin adı özgürlük de olamaz, özgünlük
de...
İnsanımızı ucuz işgücü, eğitimsiz, dirençsiz, uyumlu köleler durumunda görmek Batılı
egemenlerin isteği olabilir de, bu toplumun edebiyatçılarına ne demeli?
119
gerçeklik ve sanat
"Sanat yapıtı, içinde bulunduğu koşulların bir ürünüdür" der Y. Ecevit. "Sanatçı bin
yıllardır, içinde yaşadığı tarihsel kesitin, yaşama/ doğaya/ evrene/ insana ilişkin sorulara
verdiği doğabilimsel ve düşünsel yanıtlara koşut olarak oluşan estetik değer ölçütleri
çerçevesinde biçimlendirir yapıtlarını. (.....) Her çağın yaşama/uzama/ dünyaya insana bakışı
ve gerçekliği algılayış biçimi; söz konusu zaman kesitinin sanat anlayışına, yukarda
örneklerde görüldüğü gibi, çoğu kez doğrudan yansır." (Y. Ecevit, a.g.y., s. 17-21)
Y. Ecevit bu tanımda bir gerçekliği anlatmaktadır. Altyapı- üstyapı, neden- sonuç gibi
diyalektik ilkelerin sanat yapıtına uygulanması böyle bir tanımı gerektirir elbet. Ancak nedensonuç ilişkisi de, diyalektiği de yadsıyan, hatta onlara cepheden eleştiri oklarını yönelten
edebiyat kuramcımız savını sağlam temellere oturtabilmek için modernizmin bu olmazsa
olmaz, tüm bilimlerin temeli olan ana ilkelerini "yavuz hırsız" örneği, kimseye sezdirmemeye
çalışarak kullanma çabasındadır.
Bu doğru söylemden sonra birden yol ve yöntüm değiştirir Y. Ecevit, kendine başka bir
"gerçeklik" bulur. Bu gerçeklik, kültürü, edebiyatı günlük yaşamın, çevrenin, toplumun dışına
taşımak, aklı, bilimi yaya bırakmak isteyen, kurgulanmış bir gerçekliktir.
"Son birkaç yüzyıldır bilimin neden- sonuç ilişkisini temel alan ve kesinlik/ değişmezlik
üzerine kurulu saptamaları, yerini giderek belirsiz/ olasılık/ görecelik kavramlarının yön
verdiği yeni bir doğabilim eğilimine bırakmaktadır. Bilim artık geleneksel edebiyatın
fantastik diye adlandırdığı türden bir gerçeklik anlayışı sunmaktadır insanoğluna. Kara
delikleri paralel evrenleri, görece zamanlarıyla bu fantastik kozmoloji ve saptanamayan
parçacıklarıyla bu atom içi ilişkiler fiziği, tarihin başındaki mitosları çağrıştırmaktır." ( Y.
Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, s 27)
Oysa, günümüzde yaşanan "gerçeklik", dışımızdaki nesnel gerçeğin tarihteki mitosları
çağrıştırmasından çok, postmodernistlerin, savundukları kuram gereği (ya da yıkmaya
çalıştıkları bilime ve akla öncelik tanıyan bir sanat anlayışının tersine), mitoslara
sarılmalarıdır. İnsan aklını, insan bilincini geleceğiyle ilgili davranıştan uzak tutabilmek için
kendilerince "gerçeklik"ler kurgular postmodernistler. Bu bir yanılsatma çabasıdır. Bilimin
yıkıma uğratılmasıdır. Atom içi ilişkiler fiziğinin, atom fiziğini ortadan kaldırmadığı gerçeğini
120
saklayarak kendilerini haklı kılmaya çalışırlar. Einstein fiziğindeki ışık hızıyla uzam
farkılılaşsa da, ışığın bir hızı olduğu gerçeği, nesneyi algılayanın da insan gözü olduğu, insan
gözünün nesnel verilerle çalışan, bize ait bir organ olduğu gerçeği bizim dışımızda var olan
bir bilginin parçalarıdır. Biz, o bilgiyi algılayarak kendimizce "var" ederiz. İsteyenin istediği
gibi algıladığı, istence bağlı bir gerçeklik olamaz. Dışımızda, bizim algılamalarımızdan uzak
kaldığında da var olabilen bir nesnel gerçeklik vardır.
Postmodernistlerin amacı üzüm yemek değil, bağcı dövmektir. Gerçeğe yapıştırdıkları
görecelik yaftasıyla gerçeğin kendisini saklamaya çalışmaktadırlar. "Gerçeklik" ve insanın
nesneyi algılaması yok olacaktır ki, insanın geleceği değiştirme istenci de bitsin!
İnsan algılamasının bozulduğunu, gerçeğin bulanıklaşıp hipergerçeğe dönüştüğünü, tarihin bir
kurgu olduğunu, insanın adalet ve iktidar yöneliminin baskıcı bir rasyonalizmin kaynağı
olduğu, topluma bir yeni sistem getirme istencinin özgürlükleri kısıtladığı vb. gerekçeleriyle
dünyanın değiştirilmesi doğrultusunda bir mücadeleye karşı çıkan küresel egemenliğin kuramı
"gerçeklik" karşısındaki bu tanımıyla kendi önyargılarını sergilemektedir.
"Gerçek" üzerine "gerçekdışı" yolculuğunu sürdürür Y. Ecevit. "Her geçen gün katlanarak
çoğalan bilimsel buluşların teknolojideki türevleri, bilişim/ iletişim alanlarındaki akıl almaz
gelişmeler ve bunların yaşamla bütünleşmesi, oluşturmaya çalıştığımız yeni gerçekli
panosuna gerçekdışı bir bilim- kurgu tonlaması katar.(.....) Her şeyi yönlendiren/ yöneten
güçlü bir Tanrı olmaksızın ise, yukarıda sözünü ettiğimiz gerçeklik panosunun sütüncül bir
anlamı yansıtması olanak dışıdır." (Y. Ecevit, a.g.y., s28- 29) Ve işte modernizmin bilim,
insan bilinciyle açıklamaya çalıştığı dünyayı neden mistik inançlarla ya da Tanrı'yla
doldurmak gerektiğini böylece anlatıverir Ecevit.
"Neden- sonuç ilişkisinin dışında grotesk/ soyut bir düzlemde soluk alan, konusal bir bütünlük
içermeyen bellek/ bilinç yolculukları kurguluyordur artık yazar. Dış dünyayı teketek yansıtan
ve konturları belirgin bir gerçeği sarsılmaz bir güvenle sunan mimezis- katharsis estetiğinin
de sonudur bu. Sanatçı; tam olarak kavrayamadığı, bu nedenle doğrudan yansıtmasının söz
konusu olamayacağı bu yeni gerçekliği dile getirmenin yollarını aramakta, onu sezgi/
düşgücü aracılığıyla biçimin kıvrımlarında yeniden üretmeyi denemektedir. Yansıtmacı
estetik, 20. yüzyılın modernist edebiyatında yerini büyük ölçüde, bu karmaşık gerçekliği soyut
düzleme taşımaktan başka çıkar yolu olmayan yeni tür bir biçimci estetiğe bırakır." (Y.
Ecevit, a.g.y., s. 29)
121
Bilime, bilince saygılı, hümanizmayı, insanı odak edinmiş modern (ya da Ecevit'in deyimiyle
geleneksel) edebiyat gerçeği kavrayışını, insanın nesne üzerindeki egemenliğini yapıta
taşıdığında, Y. Ecevit tarafından yansıtmacı (mimetik) olmakla eleştirilir. Postmodern sanatçı,
geç kapitalizmin simge yağmurunda şallak mallak olmuş kendi zavalllığını, ya da küresel
patronların kurguladığı yeni parçalanmış gerçekliği, ya da kendi kulluğunu yapıta yansıtınca
mimetik değil de biçimci estetikçi olur ne hikmetse!
"Bu dar anlamdaki gerçekçilik anlayışı, sanat tarihinde realizm diye anılır, gerçekliği
yansıtma biçimlerinden yalnızca bir tanesidir. Türk edebiyatını yıllarca tutsak kılmış bu ana
yanılgı da (Oh be! Meraktan patlamıştık nerede kaldı bu baskıcı, tutsaklayıcı zebaniler diye!),
Türk edebiyat dünyasının realizmi gerçekliğin tek anlatım yolu olarak görmesinden
kaynaklanır." (Y. Ecevit, a.g.y., s. 30) Oysa, kimsenin böyle bir kuruntusu yok! Türk
edebiyatı, kısacık geçmişine karşın çok zengin biçimler, birbirinden ayrı yollarla donanmış bir
çeşitliliği kapsamaktadır.
"Yeni sanat, dünyayı da yaşamı da, gerçekliği de nesnel ya da öznel olarak ele almaz; onu,
soyut/ somut, sezgi/ duygu ayrımı yapmaksızın yaşanılan gerçek olarak algılar. " (Y. Ecevit,
a.g.y., s30)
Nesnel ya da öznel ele alınmayınca elde kalan nedir acaba? Yaşanılan gerçeklik ne nesneldir
yani, ne de öznel, ne yerdedir ne de gökte...
"Yeni sanat, geleneksel görüşün savladığı gibi gerçeklikten uzaklaşmış değildir; oluşmakta
olan bu çok farklı gerçekliğe koşut bir yaşam alanı oluşturmaşa çalışmaktadır kendine
yalnızca. Yeni sanat, yeni bir gerçekliğin ürünüdür, yeni bir gerçekçilik anlayışının estetik
düzlemdeki yansımasıdır." (Y. Ecevit, a.g.y., s. 31) Demek ki bu "yeni sanat" da bir yansıma,
ya da yansıtmaymış! Neyin yansıması olduğunu da öğrendik artık... Küresel egemenliğini
sonsuzluğa uzatmak isteyen geç kapitalizmin yansıması, yansıtması!
"Bu yeni edebiyatın amacı, bilgilendirmek, yol göstermek siyasal ya da düşünsel düzlemde
bilinç oluşturmak değildir. Yeni edebiyatla, geleneksel edebiyat arasındaki en aşılmaz
uçurum budur" (Y. Ecevit, a.g.y., s38) Eski edebiyata ona hiç de uyduğuna inanmadığımız bir
don biçip onu okuyucunun gözünden düşürmeye çalışır Ecevit. Edebiyatın birincil amacı
bilinç oluşturmak ya da yol göstermek elbet olamaz. Edebiyat, insanın yaşamdan ya da düşten
kaynak almış özleminin, öykünmesinin, estetik bir biçimleme, yeniden kurgulanmayla yaşama
ya da düşe geri dönmesi, "öteki"ne yönelmesidir. Amacı kendi politik düşüncesini, kuramını
122
yaymak olan birisinin gideceği yer politik örgütler ya da dergiler olabilir. Olay bir edebiyat
metnine dönüştüğündeyse, dünyada ve metinde bir anlam aramayan ve bulamayanların ne
kadar "edebiyat yapma"ya hakkı varsa, dünyaya hep bir anlam bulmak için bakan, hep bir
anlam vermeye çalışan ve paylaşmayı, her yeni günde bir adım önde olmayı, daha iyi, daha
insancıl bir dünyada yaşamayı amaç edinmişlerin de en az o kadar hakkı vardır. Edebiyat hiç
kimsenin babasının çiftliği değildir yani!
"İçerik anlatmak, görünen somut gerçekliğin, tek ya da en önemli gerçek olduğu bilincinin
metne dönüşmesi demektir. (Bunu kim demiş acaba? Ya da en önemli gerçekle "en önemsiz"
gerçekliğin, somut olanla olmayan gerçekliğin tanımlarını kim yapacak? Demek somut
olmayan bir gerçeklik de var!) Oysa yeni romancı gerçeği, bir modeli örnek alarak
yansıtmıyor, onu baştan yaratıyordur. " (Y. Ecevit, a.g.y., s.38)
Az önce yeni gerçekliği yansıtan Y. Ecevit'in sanatçısı, bu kez gerçekliği yeniden yaratmaya
geçti. Sorun değil... Bizce ikisi de birbirinden çok ayrı, aykırı görünmüyor da, Y. Ecevit'in
kendi kafasındaki sorunu çözmesi gerek. "Gerçek" sorununu... En gelenekçi romanda bile ayrı
gerçek tanımlamaları, ayrı gerçeğe yakın yansıtmalar, ayrı bakış açılarıyla örülmüş yaşam
öyküleri vardır. Her gerçeklik anlatımı, mutlaka mutlak gerçeklikten bir sapma gösterir. Ama
"gerçek" diye tanımlanan dışımızdaki doğa ve olay, değişkenlik gösterse de, değişim, doğanın
ve diyalektiğin ana özelliklerinden biri olsa da, bakan göze, duyan kulağa, tadan dile göre
değişik algılar yaratsa da, bizim ve tüm duyu organlarımızın dışında nesnel bir şekilde vardır.
Sorun, edebiyatın kendi yansıttığı, ya da yeniden kurguladığı gerçeği, nasıl, hangi biçimde,
hangi estetik yaklaşımla paylaşıma sunacağıdır. Bir diğer sorun da, böyle bir "nesnel gerçek"
varlığını Y. Ecevit'in de kabul edip etmeyeceğidir.
"Gerçek" yitimine uğramıştır Y. Ecevit aslında... Batılı postmodernistlerle birlikte... Ne
postmodernistlerin, ne de Y. Ecevit'in gerçek karşısındaki bu tavırları, ya da onların sanatta
gerçek karşıtı duruşları günümüze özgü bir yenilik değildir. Onlar, tarihi bir kurgu sayıp,
edebiyat metnini çıkışsız bir sarmala ya da çembere benzeterek tarihteki ileri gidişi yok ederek
"tekerrür" etiriyorlar. Bu "tekerrür", kendilerini çok eski düşünürlerin bir "tekerrürü"
durumuna sokuyor. 2400 yıl sonra (evet, tam iki bin dört yüz yıl!) Platon'a geri dönüyoruz!
Platon'a göre madde dünyası gerçek değil, görünüş ve algılamadan ibarettir. Gerçek ise
idealardır (kişisel algılayış- bizim notumuz-) Platon' a göre sanatçının görevi aydınlatma
değil gerçekten uzaklaştırmaktır. (Altını biz çizdik.) Çünkü sanatçı şarap ve coşku tanrısı
Dionysos'tan esinlenir, aklı başında değildir, yapıt yalnızca yanılsamalara neden olur. Bu
123
nedenle de Platon ideal devletinde (site) şairlere yer vermez. Toplumu, yönetenler ve demir
sınıfına (çalışanlar, köylüler, askerler, tüccarlar...) ayrıştırır. Postmodernizmin sanatçıya
bakışıyla Platon'un bakışı aynı değil eblet. Ancak sanatçıyı sarhoş sayıp toplum dışına atmaya
çalışmakla çocuk sayıp sanatın devrimci eyleminden caydırmaya uğraşma arasında bir
parelellik, benzerlik de kurulabilir!
Postmodernizmin ve Y. Ecevit'in kendi gerçeğini, yani çağın hipergerçeğini, sanatınızın
kaynaklandığı sosyal çevrenin bir görüntüsü olarak ele aldığınızda, metne yansıttığınızda
edebiyatın da gereğini yapmış, özgürce (!) davranmış olursunuz. Ama tutup da, geç
kapitalizmin yanılsatıcı gerçeklerini benimsemek yerine onlara karşı çıkarsanız, ya da daha
nesnel, daha insancıl bir gerçek bulmaya, bu doğrultuda yaşamı ya da kurguyu kullanmaya
kalktığınızdaysa, ya baskıcı, hazır metinci, özgürlük karşıtı olursunuz, ya da gereği
durumunda "edebiyat dışı"na atılıverirsiniz. Aynı çifte seçki "mimezis", yani yansıtma da da
geçerlidir. Modernist edebiyat, ya da geleneksel edebiyat dışındaki gerçeği yapıta yansıttığında
mimetik olmakla eleştirilir, ama geç kapitalizmin hipergerçeğini, algılama bozukluklarını,
zaman ve uzam karmaşasını metne yansıttığınızda "yaratıcı" olacaksınızdır!
124
Roman Estetiğinde Değişen Değerler
Neymiş roman estetiğinde değişen değerler? Aristo'dan 20. yüzyıla değin yansıtmacı/ mimetik
estetiğin dünyası içinde yaşam buluyormuş metinler. "Görsellik/ duygusallık/ determinizm"
(altını biz çizdik, AA) egemen imiş. Mimetik estetik, doğrudan içeriğin estetiği imiş. 20.
yüzyıla gelindiğinde devleşen bir teknoloji ve anonimleşen (Y. Ecevit, a.g.y., s. 35- bu
anomimleşmeden anladığımız toplumun tümüne mal olma, ya da kaynağın genelleşmesi değil
mi? Başkalarını bilmem ama ben kendi adıma bu küresel soygun ve sömürünün anonim bir
şey olduğunu kabul edemiyorum!-AA) güç odakları karşısında insan önemini iyice yitirmiş,
doğaya ve çevresindeki nesnelere yabancılaşmış. Böyle olunca da elbet, yaşamın içeriğini
nasıl yitirdiyse insan, edebiyat yapıtının de içeriğini yitirmesi kaçınılmaz oluyormuş.
"Sanat yapıtı, içinde bulunduğu koşulların bir ürünüdür" tümcesinden, ya da dayanak
noktasından hareketle, tüm sanat ve edebiyat kuramlarının da yapıtlarının da kaçınılmazca
belli ölçülerde mimetik yani yansıtmacı olduğunu kabul edelim bence... Ancak modernizmle
postmodernizm arasındaki mimezis'lerde bir ayrım var, onu vurgulamadan geçmeyelim.
1. Modernist sanatçı, yaşamı, içinde bulunduğu koşulları, insana yakışan bir sosyallik,
çoğulluk duygusuyla ele alır. Bir öykünmeden de doğuyor olsa, dışındaki insanla örtüşmeli, ya
da ona ulaşmayı amaçlar modernist metin. Dolayımlanan öge ne ise (sevgili, rahatsız edici bir
olay ya da toplumsal yapı) onun tanıtımından başlayan yapıt yazarın ya da sanatçının
benliğiyle buluşur, birlikte ya bir doyuma, ya bir düş kırıklığında kendini anlatan çözüme
gidilir. Modernist sanatçı, kendi arzusuyla okurunu, izleyenini buluşturmaya yönelir. Geleceğe
yönelik umutlar, coşkular bulup çıkarır bireylerin davranışlarından ya da doğadaki
izlediklerinden... Yapıt toplumcul bir ileti de sunabilir, arzusunu yapıta döken benlikten bir iç
sızıntısı, bir serzenişte...
2. Postmodernist genelde pesimist (umutsuz, yaşamı bir çileye benzeten) duygular taşır. "Dün
(tarih) te olduğu gibi bugün ve yarında da bir sistem yoktur, olamaz. Algıladığımız dış dünya
bir yanılsamadır. İnsan algılama bozukluğu nedeniyle şizofrenik parçalanmalar içindedir.
Tarihin, edebiyatın, romanın her şeyin sonununa gelinmiştir. Bir kez yaşayabildiğimize göre
her şeyi bir kenara bırakıp kendi arzularımızı gidermeye, seçici, seçkinci olmamaya
çalışmalı, geleceğe yönelik sistemli düşüncelerden, birileriyle birşeyleri paylaşma
125
kaygısından kaçınmalıyız, tüm bunlar bizi rahatsız edecek iktidar istençleri ve baskılar
doğurabilir..." şeklinde bir tanımlama postmodernizme denk düşebilir.
İki ayrı yansıtmacının yansıttıkları, insana ulaştırdıkları budur. Gönderen de gönderilen de her
iki biçim ya da içerikteki de insandır, içinde bulunduğu koşullarla davranışları üç aşağı beş
yukarı belirlenmiştir. Buna karşı çevresi ve içiyle kurduğu ilişkide sanatçı davranışı ayrı
olabilmektedir. İnsan, herşeye karşın (televizyonlar, tüketim simgeleri bombardımanı v.b.)
aynı nesnel gerçeklik karşısında ayrı çözümlemelere, ayrı arzu yapılanmalarına, ayrı
yönelimlere dağılabilmektedir. Çağcıl olmanın aynı şeyleri duyumsatacağı, tanımlanan bir
şizoid ruh durumu dışındakilerin çağ dışı olduğu varsayımı çağı yansıtmamaktadır. Ayrılık,
insan bilincinin genetik yapısından çok sosyal çevrenin insan üzerindeki etkilerinden
kaynaklanmaktadır. İnsan genetik yapısında, parçalanma, dağılma, içe çöküşten çok
yardımlaşma, dayanışma, paylaşma, karşı koymanın öncelik taşıdığı, postmodernizm benzeri
kuramsal öngörülerden etiklenmemiş sıradan insan tepkileri ile kolayca anlaşılabilir.
İki ayrı anlayış, ya da yorumlama, sanatçı arzusunun yöneliminde, yani yapıtın dış koşullarıyla
iç çözümlemenin buluşacağı adreste kendini gösterir. Bireyselliği bile yok eden bir
parçalanma, uyum, teslimiyet ile karşı duruş, değiştirmeye yöneliş arasındaki ayrım ortaya
çıkar.
Kaldığımız yerden yeniden başlayalım söze. Görsellik/ duygusallık/ determinizm egemenmiş
Aristo'dan bu yana... "Okur, neden- sonuç ilişkisine tümüyle sadık" mimetik yapıtları kolay,
huzurlu, bir çeşit hazıra konarak, tembellik içinde izliyormuş. Allahtan, 20. yüzyılla birlikte
"devleşen teknoloji ve anonimleşen güç odakları" çıkmış ta, gerçek parçalanmış, insan
gerçeğe yabancılaşmış sanatın önkoşulu olan yabancılaşma estetiği doğmuş da sanatta,
edebiyatta yaratıcı yapıtlar bulmuşuz, okur da tembellikten, hazıra konmaktan kurtulmuş!
Görselliğin, duygusallığın olmadığı bir edebiyat yapıtı olası mıdır? Hadi determinist olmasına
karşısınız yapıtın... Yani tarihte hep bir ileri gidiş, insan toplumunda nicel birikimlerin sosyal
yapıyı değiştiren nitel dönüşümlere, devrimlere, ilerlemeye yol açacağı şeklindeki sava
karşısınız, buradan yola çıktınız mı bugünkü adaletsiz dünyanın sömürünün soygunun
savaşların aç insanlara bomba yağdırılmasının da bitmesini isteyeceksiniz... Bunu istemeyiniz
Y. Ecevit, dolayısıyla determinist olmayınız. Gık diyemeyiz size bu seçiminiz, istenciniz için.
Ancak, görsellikten, insanın görme duygusuna seslenmeyen, renkten, coşkudan, hazdan,
hüzünden (duygusallık başka olamaz sanırız AA) yoksun bir edebiyat yapıtı nasıl olacak onu
anlayamadık. Postmodernist sanat yapıtlarından hangisinde görsellik, duygusallık yok acaba?
126
20. yüzyıl başlarında "gerçeği" ve onun yeni sanatını izlemeyi sürdürüyoruz. "Üstelik bu
parçalı/ kopuk algılayış, evindeki yaşam alanının en nadide yerine kurulmuş olan elektronik
medyanın, rantı odak alarak kurgulanmış yönlendiriciliğinde gerçekleşmektedir. Medyanın,
insanla yaşanılan gerçeklik arasına sokuşturduğu bu tampon gerçeklik düzlemi, yüzyılın
sonlarına doğru devleşir ve doğrudan gerçeğin yerini alır. Jean Baudrillard'ın hipergerçek
dediği olgu budur. İnsanın gerçeği yabancılaşması olgusu, 20. yüzyıl estetiğinin ana
taşıyıcılarından biridir. Anlamakta güçlük çektiği bir dünyayla kendini özdeşleştirmekte
zorlanan, ona yabancılaşan insan, yabancılaşmayı sanatsal boyuta taşır, onu bir kurgu
tekniğine dönüştürür. (Y. Ecevit, a.g.y., s. 35-36) Yani çağın sanatçısı, bu "anonimleşmiş"
teknik ve iletişimin, dünyayı egemenliğine almış küresel şaşırtmacaya uyum gösterir, onun
önünde boynunu eğer, hatta boynunu onun önüne uzatır. İnsanlığı kabuğuna çekilmeye, kendi
"libidinal arzu" masturbasyonları içine doğru iteler. Bunun adı da "özgürlük" olur, geleneksel
edebiyatın baskısına bireysel başkaldırı olur!
Şaşırtmaca ve yalpalamaları saymakla bitmez Y. Ecevit'in... "Yabancılaştırma estetiği, somut
görüntüyü yabancılaştırarak yeniden kurgularken özde gerçeklikten uzaklaşmaz; görünürde
alışık olduğumuz, bize yabancı olmayan bir dünyanın özünde yatan kaotik çelişkileri,
belirsizliği, anlaşılmazlığı gözler önüne serer. Bu nedenle de, çağın insana yabancı
gerçekliğiyle örtüşür.(....) Binyıllardır tragedyanın hazır gerçeğini tüketmeye alışkın, kendini
duygularının yönlendiriciliğine bırakmış, edilgin izleyicisi; yabancılaştırma tekniği
aracılığıyla kurmaca gerçeğin büyüsünden uzaklaşır, aklını egemen kılar, eleştiren bilincini
ön plana çıkarır, dünyanın/ yaşamın/ gerçeğin özünün ardındaki etkin bir izleyici konumuna
gelir." (Altını biz çizdik, a.g. y., s.37) Anlayan beri gelsin! Yeniden aklı, insanı egemen
kılıverdi Y. Ecevit. Birden modernist oluverdi. Eleştirel bilinci ön plana çıkarıp gerçeğin
özünün ardında etkin bir izleyici yaptı okuru ya da insanı. Hani gerçek kalmamıştı,
hipergerçek olmuştu, hani eleştirdiği "geleneksel edebiyat" gerçeği olduğu gibi yansıtıyordu
"mimetik" idi. Öyle değilmiş meğer, oradaki "kurmaca gerçek"miş de hipergerçekçi
postmodernistlerin "tarih bitti, edebiyat bitti, herşey bitti- Baudrillard" diyen
postmodernistlerin uyarısıyla insanlık yeniden gerçeğe dönüvermiş!
İnsan düşünce yapısının, buna bağlı olarak sanat ürünlerinin çağın sosyal gerçekliklerine göre
değiştiğini, bilim ve teknikneki gelişmenin sanatı, felsefeyi etkilediğini yadsıyamayız. Bilim
ve teknik gelişirken sanat ve felsefe de değişime uğrar. Bu değişimi sanatta ve felsefede bir
"gelişme" olarak yansıtmaya çalışanlar, kaçınılmazca Y. Ecevit'in düştüğü çukura
127
düşeceklerdir. Sanayi devriminin Batı'da yol açtığı en önemli değişikliklerden biri, özgür
işgücünün tarih sahnesine çıkmasıydı. O güne değin derebeyi- toprakbendi ilişkisi içinde
bilime, sanat, dünyaya uzak kalmış geniş yığınlar, sosyalleşmiş üretimde kendilerine duyulan
gereksinimle okumuya, yazmaya, geleceklerini belirleyecek bir güç olarak kendilerini
tanımaya başladılar. Kültürün toplumun geniş katmanlarına yayılması, daha çok insanın
roman, öykü, şiir gibi edebiyat türlerinde ürün vermeye başlamasıyla, kaçınılmazca, gerek
biçim, gerek estetik olarak birçok yenilikler yarattı edebiyat dünyası. Bu değişim ve dönüşüm
için de uzun bir zaman dönemi gerekti.
Yıldız Ecevit ve bazı niyeti belli edebiyatçılar, edebiyattaki tüm değişimleri, yenilikleri getirip
toplumcu, akılcı, gerçekçi edebiyatın karşısına bir karşı- sav olarak dikerler. Yaşanan çağlar
arasındaki ayrımı hiç düşünmesek bile yapay karşıtlıklar oluşturulmaya çalışıldığı kolayca
görülür. Bu sava göre, Kafka, neden- sonuç ilişkisiyle romanında alay etmekteymiş. Bu bir
yanılgıdan başka birşey değildir. Kafka'nın tüm yapıtlarında neden- sonuç ilişkisi hem
Kafka'nın yaşamından, hem anlatısını, kurgusunu yaptığı olaylarda açıkça yaşanır. Bir
edebiyatçının akıl ve gerçek düşmanı olması çok ender görülen bir durumdur zaten. Baba
baskısını çok yoğun yaşamış Kafka, Değişim romanında Gregor Samsa ile böcekleşir.
Babasının gözünde kendini anlatmaktadır Kafka. Neden- sonuç ilişkisi ile yerine
oturtulabilecek bir biçim değişikliği, bu biçim değişikliğinde benlik savunması
sergilenmektedir. Böceğin tüm davranışları (bir insan gibi düşünmek dışında) bir böcek
gibidir ve kendini günlük yaşamın dışında tutup çevresini eleştirel bir gözle değerlendirir
Kafka... Tıp biliminin yüzlerce yıldır projeksiyon, ya da yansıtma olarak bildiği bu sıkıntıdan
kurtulma biçimi, Kafka tarafından edebiyata ustaca uyarlanmıştır. Psikanalizin nebep- sonuç
ilişkisi içinde değerlendirdiği bu tepkiyi kullanan Kafka'nın geleneksel edebiyat karşıtı bir
kuramın öncüsü olarak değerlendirmek Y. Ecevit'in kendi "hipergerçek" gözlüğünün bir ürünü
olabilir ancak.
Y. Ecevit edebiyat alanına kaçınılmazca yansıyan ayrı kuramsal bakışları bir kan davasına
dönüştürmek ve özellikle de toplumcu kuramı tuşa getirebilmek için elinden geleni yapar.
"Musil de, Broch da, Proust da Joyce da modernizmin rasyonalist/ marksist/ faşist meta
anlatılarını romanlarında boy hedefi durumuna getirmektedirler. Modernist yaşam bilincinin
sözcüsü konumundaki gerçekçi roman estetiğinin eğiten/öğreten/yönlendiren yansıtmacı
yapısına karşı gerçekleştirilmiş sanatsal bir devrimdir söz konusu olan." (Y. Ecevit, a.g.y., s
41) Ya postmodernizmle uğraşmaktan algılama yeteneğimizi yitirdik, ya gözlerimiz yanlış
128
görür oldu. Romanda içerik ve anlam ardında koşmanın sayfalarca eleştirisini yapan Y.
Ecevit, bazı yazarların gerçekçi roman estetiğine karşı başarılarını alkışlıyor, zafer çığlıkları
atıyor. Yani bir roman toplumda faşist, devrimci, ilerici bir içerik savunuyorsa yanlış
yapıyordur, ama savunduğu şey, anti- faşist, karşı devrimci, anti-marksist yahut toplumcu
olmayan bir içerikse, bunun karşıtı bir içerik taşıyorsa (ki bu da bir içeriktir elbette!) yaşasın,
bu sanatta bir devrimdir! Bunun adı bildiğimiz kadarıyla çifte seçkidir, tutarsızlıktır, hatta
(dilimiz varmıyor çünkü çok çektik zamanında bu tür sözcüklerden) oportunizmdir!
Geleneksel estetiğin dün- bugün - yarın zincirini kullanmasını da bir eleştiri ögesi olarak ele
alır Y. Ecevit. Toplumcu Gerçekçi, akıl yanlısı birçok yapıtta bu "zamandizinsel" zincirin
kezlerce kırıldığını, insanın zaman içinde bu türden yapıtlarda da yolculuk yaptığını,
yaptırıldığını görmezden gelir. Zaman kavramının günümüz tekniği ve iletişim olanaklarıyla
önceki dönemlerle aynı olmadığı da düşünülmelidir... Geleneksel estetiğin günümüzdeki
kadar zaman gezintisi yapmamasını bir sanat eleştirisi olarak ileri sürmek olayları at
gözlüğüyle bakmayı seven bir anlayışın ürünü olabilir elbette...
Didaktik, akıcı bir anlatımla alegori, imge, simge konusunda okuru bilgilendirdiği "Modernist
İmge" bölümünde de yerinde duramaz, "İletisini doğrudan vermek isteyen, bu nedenle de
eğretilemenin dolaylı anlatımından hiç hoşlanmayan 18. yüzyılın Aydınlanma edebiyatı her
tür metinsel süslemeyi yasaklarken,.." (Altını biz çizdik, Y. Ecevit, Türk Romanında
Postmodernist Açılımlar, s. 50) der, karşı tarafı bir vuruşta yok etmeyi amaçlayan, "Sanat
ürününün içinde buluduğu koşulların bir ürünü" olduğu gerçeğini gözardı eden o bildiğimiz
tutumunu sergiler. "Yasaklama"nın hangi yıl, hangi yasayla, ya da hangi duyuruyla edebiyat
dünyasına buyrulduğunu da söylemeyerek bizi merak içinde bırakır.
Modernist Seçkinlik ve Estetizm bölümünde, girişte kendi yerini tanımlarken kullandığı
edebiyat türleri arasındaki ayrımı, günümüz edebiyatının olması gerektiği yeri bir kez daha
yineler.
Geleneksel Edebiyat
Modernist Edebiyat
Postmodern
(Aydınlanmacı)
(20. Yüzyıl başı)
(20. yüzyıl sonu)
yansıtmacı
kurgucu, deneysel biçimci
yabancılaştırma estetikçisi
somut, gerçekçi
soyut biçimci
üst kurgucu
yalın, anlaşılır
seçkinci, zor anlaşılır
anlaşılır, oyuncu, populist,
güçlü, tekil özne
çoklu özne
öznesiz, pragmatik
129
akılcı
kuram karmaşık
fantastik, kuramsız, mistik, içeriğin estetikleşmesi
estetik öncelik
anlam önceliği
populist estetik
"yittiğini bile bile anlam!"(Y. Ecevit)
anlamsız
Bu bölümde kendi edebiyat seçimini, Nietzche'nin "sanatın koşulsuz özerkliği" tanımıyla
açıklarken "Hiçbir dış bağlantısı olmayan, yalnızca biçimden gelen içsel gücüyle ayakta
duran bir kitap- Gustave Flaubert-" örneğini verir. Özerklik ve estetik yanlısı tutumuyla
cephe açar göründüğü geleneksel edebiyatın aslında kendi anlattığı kalıplar içinde olmadığını
bu bölümde "itiraf" etmiş olur. Kendi deyimiyle, "Geleneksel edebiyatın önder romancısı"
olan Flaubert hem gerçekçi, hem de olağanüstü romantik bir yazardır! Bu örnek, Y.
Ecevit'in tüm savını yok eden olağanüstü bir anlam taşımaktadır.
130
"Postmodern durum"
Y. Ecevit, "Lyotard'ın tanımladığı 'postmodern durum', olağanüstü bir toplumsal yaşamın
edebiyatıdır." diyor. Bu olağanüstü yaşam, "(....) akılalmaz teknolojik olanaklarının yarattığı
bilişim ortamında yaşanılan gezegensel bir kültün karmaşasının, kültürel/ulusal sınırların
birbiri içinde eridiği bir dönemin adıdır postmodern; geç kapitalizmin/emperyalizmin ulusal
sınırları aşarak, dünya genelinde uluslarüstü monopoller aracılığıyla, tüm dünya insanlığını
yalnızca bir tüketici kitlesine dönüştürdüğü, tinselliğin maddeselliğe indirgenmek istendiği
bir tarihsel kesittir. Ancak bu yoğun bilimsel/maddeci etki çemberi farklı bir gelişmeyi de
birlikte getirir. Kimi yerde Ortaçağ'a özgü gerici dincilik hortlarken, kimi yerde de dinlerin
inanç sistemlerinin yıkıntıları üstünde, bir ucu Uzakdoğu felsefelerine, oradan kozmik
inançlara uzanan, bir ucu da okültizmde son bulan farklı bir mistitizm bu dönemde
azımsanmayacak ölçüde yandaş bulur kendine." tanımıyla son derece akılcı, "neden- sonuç"çu
bir şekilde postmodern durumu açıkladıktan, "insan yaşamının/ kültürünün her alanını
kapsamına alan bir ekonomik, tarih, teoloji, psikiatri, etnoloji, sosyoloji, pedagoji, coğrafya,
dilbilim ve başta mimarlık olmak üzere tüm sanat dalları, yüzyılın postmodern tanımında dile
getirilmeye çalışılan yaşam durumunun etkisi altındadır." (Y. Ecevit, a.g.y., s. 58) dedikten
sonra, kitabın bundan sonraki izleyen tüm bölümlerinde dünya kadar olumsuzluğunu saydığı
"postmodern durum"un ateşli bir yandaşı oluveriyor. 58. sayfa, Y. Ecevit'in onca kayma,
karmaşa ve şaşırtmaca içinde gelip doğruyu bulduğu yerdir. Kalamaz orada, başka yerlere
kayar gider...
"Tüm değerlerin bir hiyerarşi olmaksızın bir arada/ yan yana varlık göstermesi postmodern
yaklaşımının, şimdiye değin görülmedik ölçüde geniş kapsamlı bir demokrasi düşüncesiyle
koşutluk içine girmesine yol açar." Elbette! Tüm dünyayı egemenliğine almış, televizyonların,
gazetelerin, radyoların sahipleri, sömürgen Batılı şirketlerle açlık, yoksulluk, hastalık içinde
kıvranan milyarlarca insanının birlikte yaşadığı bu durumun adı "hiyerarşisiz demokrasi" dir.
Kadınların çuvallara sokulmasından, aç insanların üstüne bomba yağdırılmasından edebiyatın
bir anlam ve içerik taşımaktan vazgeçmesine kadar çok yoğun ve insancıl bir demokrasi
içinde yaşamaktayız! Bir edebiyatçıya, bir sanatçıya düşen de, bu durumun tanımlanmasını
doğru yaptıktan sonra bile, ondan (postmodern durum!) yana tavır almak olmalıdır!
131
Y. Ecevit ve bazı edebiyatçılarımızın postmodernizm karşısındaki tutumları, geç kapitalizmin
küresel saldırganlığını kaçınılmaz ve karşı konulmaz bir durum olarak olarak saptayan ve
küreselleşme yandaşlığı yapan aydınlarımızın, bilim adamlarımızın, liberalizmden yana tavır
alan sosyal demokratlarımızın, AB'nin, ABD'nin Türkiye'ye demokrasi getireceğine inanmış
sosyalistlerimizin tavırlarıyla örtüşmektedir. Oldukça postmodern bir durumdur bu! Y.
Ecevit'in "sol" anlayışı, kendi "Turgut Özal'ın seksenli yılların ilk yarısında kurduğu ve her
türlü siyasal eğilime -buna sol da dahildir- yeşil ışık yaktığı partisi" tanımıyla daha iyi
örtüşmektedir.
Nietzche'nin "doğru, doğruların yanılsama olduğunu unutanların yanılsamasıdır", "Tüm
değerleri tersine çeviremez miyiz? Belki de iyi. kötünün kendisidir, olamaz mı? Belki de Tanrı
yalnızca bir buluş, şeytanın bir hoşluğudur; olamaz mı? Belki de her şey sonuç olarak
yanlıştır; olamaz mı?" (Nietzche, Alıntılayan kaynak: Peter V. Zima...s, 248, Y. Ecevit, a.g.y.,
s. 63) modernizm eleştirisindeki ironiyi bir bilinmezci dünya görüşüne dönüştürür Y. Ecevit,
ona sahiplenir... Bilinmezciliğin egemen olduğu, neyin doğru neyin yanlış olduğu bir dünyada
elbette edebiyatın da bir içeriği kalmayacaktır, insanın toplumda iyilik ve adalet arayışının
da...
Postmodern düşüncenin temeli olan "gerçek" kavramını Baudrillard'ın simülasyon diye
adlandırdığı yeni gerçeklik kavramıyla anlatır Y. Ecevit. "Özde varolmayan, sanal olarak
üretilen bir gerçekliktir bu; bir tür hipergerçektir; ranta/paraya kilitlenmiş medyanın suni
gündem yaratarak, onu topluma benimsetmesidir. Üretilen gerçek, bir süre sonra yaşanan
gerçeğe dönüşür. Egemen güçlerin/ medya patronlarının/ paranın ürettiği yönlendirilmiş
gerçek, içinde yaşadığımız çağın en ürkütücü olgularından biridir." (Y. Ecevit, a.g.y., s. 65)
Bu ürkütücü olgu, edebiyatın kullandığı "gerçek" kavramında da yeni bir anlam kazanır.
Edebiyatçı, yaratılan bu sanal gerçeğin bir parçası olarak efendilerine yardım etmelidir. Ya d,a
kendi yarattığı yeni "gerçek"le okurun simülasyon bataklığındaki debelenişine izleyici
olmaktan öte bir tekme de o atarak yardımcı olmalıdır!
132
postmodern edebiyattan öğrendiklerimiz
Kimse edebiyatla toplumdaki sistem arasında bir benzeşme olmadığını öne sürmesin. Ya da,
edebiyatçının "yarattığı gerçek" in okuru, toplumu etkilemeyeceğini... Allahtan, "Hayattan
öğrendiğimiz gibi edebiyattan da öğreniriz; bunun nasıl olduğunu kimse bilmez ama
kesinlikle olur" (Noam Chomsky, Alıntılayan Robert F. Barsky, Chomsky'nin Meydan
Okuması, Varlık Kasım 2001) diyen, yüzde yüz yabancı (doğal olarak yabancı dili de olan!)
birilerinden alınacak anlatımlar var elimizde. Yoksa "edebiyat dışı" ediverirlerdi
dediklerimizi.
Postmodern edebiyattan neleri öğreneceğimize geçebiliriz artık...
"20. yüzyılın ikinci yarısından sonra postmodern tanımı altında topladığımız eğilimde insan,
modernistlerde olduğu gibi, yaşanmakta olan kaosun çatlaklarından sızacak bir ışık, her şeye
karşın varolduğunu düşündüğü bir anlam aramaktan vazgeçmiştir yaşamda; karşıtlıkları/
çelişkileri kabullenmiş, geleneksel görüşün hiçbir biçimde ortak paydaya alamayacağı
değerleri/ ölçütleri yan yana getirmeyi öğrenmiştir.(....) Mistik felsefenin en rafineleşmiş uç
noktalarında; iyi ve kötünün, giderek Tanrı ve şeytanın bile eşitlendiği, -mistik olmayan
sosyolojik bir tanımla konuşursak- son demokratik bir çoğulculuk göze çarpar. Uzakdoğu
mistisizminde bilge insan; tüm evrenle, onun içerdiği tüm ögelerle birlikte ırmağın içindeki
bir damla gibi karşı koymaksızın akmaktadır. Nirvana, tüm karşıtlıkların dinginliğe ulaştığı
ruhsal yücelmenin adıdır felsefede." (Y. Ecevit, a.g.y., s. 66- 67)
Karşıtlıkların insancıl olan herşeyi böylesine yerle bir ettiği bir toplumun sözcüsü olmak,
insandan yana tavır beklenen sanatçıya, edebiyatçıya nasıl yakıştırılabilir acaba? Şeytanla
Tanrı'nın bilimle mistik saplantıların birbirine karıştırılmasından kazançlı çıkacak olan, elbet
günümüz adaletsizliklerinin egemenleridir. Çağcıl edebiyat adına Y. Ecevit'in soframıza
koyduğu budur.
133
postmodern okuma/ eleştiri
"Çağdaş edebiyatın okuru metnin bir parçası olmuştur artık" diye başlıyor "Türk Romanında
Postmodernist Açılımlar" kitabının bir bölümü. Diğer edebiyatlar -yani geleneksel olan!okuru itelemekte, dışlamaktadır sanki! "O olmadan metnin tek başına olması olası değildir."
(Y. Ecevit, a.g.y., s 79)
Okurun dışındaki dünyanın nasıl değiştiğini anlatıyor Y. Ecevit; "Nükleer fizik; nesnenin
özneden bağımsız düşünülemeyeceği, 'tüm varlıkların (ancak) karşılıklı bağımlılık' içinde var
olabildiği bir evrensel düzenden, giderek yorum açık bir doğadan söz etmektedir." Yukardaki
alıntıyı diyalektik maddeciliği anlatan tüm yapıtlarda, felsefe kitaplarında bulabilirsiniz.
Modernizmin belki de tam sentez anlatımı olan diyalektik maddeciliğin ana ilkelerinden
birinin postmodern edebiyatın çevre koşullarında bir ana etken olarak verilmesi çok ilginçtir
ve Y. Ecevit'in bir dönem edebiyatını yok etmek için her türlü silahı kullanarak yapılandırdığı
kuramı, böyle oraya buraya kayıp giderken kendini yadsır, kendini vurup yok eder.
Metnin her okuyan tarafından ayrı bir anlamda yorumlanması, eleştirinin kendisinin ayrı bir
metin yaratma gibi yapılandırılması, postmodern edebiyatla modernist edebiyatın ayrım
noktaları değil, günümüz yaşam koşullarının ve kullanılan yazı tekniklerinin edebiyattaki
yansımaları olarak değerlendirilmelidir.
Okurun metin karşısındaki duruşu, 20. yüzyıl başından itibaren modernist romanın ve
günümüzde postmodern romanın okuru metnin yeniden yaratılmasına kattığı, ya da çağcıl
edebiyatın metin karşısında bu yönelimde olması gerektiği savı, Y. Ecevit'in söz konusu
kitasında ve eleştiri yazılarında sık sık dile gelir.
Bu değerlendirme de yine "nev'i şahsına münhasır" bir bakış açısından, kişicil ya da parçalı bir
pakış açısından öte bir anlam taşımaz.
Yazarın okurdan istediği nedir acaba? Ya da roman veya başka bir edebiyat metni her okurun
kendince anlamlandıracağı bir alan olsa bile, okur bu anlamlandırmada ne zaman yazarın
içtenliğiyle yakınlaşmış olur? Bu soruların yanıtının çağla, modernizmle bir ilgisi yoktur ve
genel bir yanıt edebiyatın kendi özgürlüğüne, özgünlüğüne aykırı düşecektir. Çağımız önde
gelen edebiyatçılarından Rene Girard'ın Romantik Yalan ve Romansal Hakikat adlı yapıtından
bir değerlendirme özeti yapan Nurdan Gürbilek'in yazısından R. Girard'ın dediklerini
aktaralım... "Roman, okurun kendi ruhsal ihtiyaçları doğrultusunda özgürce doldurabildiği,
134
kendi özgür imgelemiyle yeniden yarattığı bir boşluk değildir. Girard'ı izlenimci okumadan
ya da öznelliğin olanca kuvvetiyle metne yansıtıldığı tarz okumalardan, ama en az onlar
kadar okumanın sonsuz bir oyun gibi kurgulandığı, özgür bir yaratıcılık olarak inşa edildiği
sersest okumalardan da ayırır bu. Girard'da bir "romansal hakikat" vardır; eleştirmen de
yöntemini, hatta çabasının anlamını bu hakikatten almalıdır. Roman yorumu ancak bu
anlamda (yapıtın yeniden yarattığı, onu yepyeni bir öznellik ya da yepyeni bir yöntemle
kuşattığı ölçüde değil), yapıtta örtük ya da yarı belirtik olanı açığa çıkardığı ölçüde
edebiyatın devamıdır." (Nurdan Gürbilek, Romanın Karanlık Yüzü, Rene Girard'ın "Romantik
Yalan ve Romansal Hakikat: Edebi Yapıda Ben ve Öteki" üzerine yazısından, Virgül Dergisi,
Mart 2002)
135
yetmiş sonrası Türk romanında estetik devrim
ve "açılım"ın özneli; metin çözümlemeleri
Bu bölüm, hakkını yemeyelim, bir eleştirel yapıt olmasına karşın bir serüven romanını
andıran, okuru o zebani kılıklı "Toplumcu Gerçekçi" edebiyatın edebiyat dünyasındaki zulmü
karşısında ağlatacak kertede duygulandıran "Türk Romanında Postmodernist Açılımlar"ın
postmodernist kurtuluşunun müjdesini verir!
"Realist/ rasyonalist/ determinist/ pozitivist ilkelere ve toplumun gereksinimlerine sıkı sıkıya
sarılmak, Türk edebiyatçısı tarafından uzun süre Batılılaşmanın bir gereği gibi görülmüştür.
Destanları, mitleri ve masallarıyla bir fantastik kurmaca cenneti olan Anadolu'nun son
yüzyılındaki edebiyat (burada hemen, konuştuğu dili yazmayı bilmeyen, Arapçayı, Farsça'yı
kendine yazı dili yapmış, paramparça, halkının çoğunluğu okur yazar olmayan aç, parçalanmış
bir ülkenin edebiyatını düşününüz -AA), bu özelliklere sırt çevirmiştir." (Oysa, ortaçağın
karanlığıyla, aklın ve bilimin dogma karşısındaki mücadelesini, halkın yoksulluğuyla
uğraşmayı bırakıp fantastik ögelerle uğraşması gerekirdi! Değilmi ya... Bakın Afganistan'da,
Irak'da, Pakistan'da ne fantastik din kavgaları, çuvala girmiş kadınlar, bomba yiyen çocuklar
var! Bizim de hakkımız değil miydi bunları yaşamak? AA) "20. yüzyılın ilk yarısındaki
modernist açılımların Türk edebiyatına girmesi bu nedenle pek kolay olmaz. (Batı
aydınlanmacığı, burjuva demokratik devriminin öngördüğü kul yerine birey oluşturmayı
amaçlayan kültür ve edebiyat politikaları Y. Ecevit'e göre modernist değildir!) Bugünkü
edebiyat piyasasında bile geleneksel/ gerçekçi estetik eğilimin taşıyıcısı olan belirli bir
yayıncı/ edebiyatçı/ eleştirmen grubu, yayımlanacak kitapların seçiminde, ödül alacak
yapıtların belirlenmesinde önemli rol oynamakta ve edebiyatı istedikleri doğrultuda
yönlendirmektedirler." (Y. Ecevit, a.g.y., s. 84) Burada artık "el insaf!" diyesi geliyor insanın.
90 sonrası edebiyat dünyasında yıldızı parlamış neredeyse tüm edebiyatçılar "Yıldız"
etkilenmesinden kendi paylarına düşenleri almışlardır. Ağzını açan Toplumcu Gerçekçiliğin
baskısından yakınıyor, şizoid parçalanmalardan hipergerçekten söz ediyor. Onlarca yıl emek
verilmiş arındırılmış Türkçe yerine Osmanlıca'nın Arapça- Farsça ağdası, karmaşası seçiliyor.
Bu bir karşı tavır, bir çeşit kalkışmadır. Ne yazık ki saldırdıkları "Toplumcu Gerçekçi"
edebiyat, tartışmanın tüm kulvarlarından çekilmiş, birkaç ad dışında o dönemin temsilcileri
136
sayılanların yapıtları ancak anı boyutunda yayınlanır ya da okuyucu bulur duruma gelmiştir.
Bir kısım Toplumcu Gerçekçiler de, piyasanın "öforik" etkisiyle yaman "özeleştiri"ler içinde
geçmişlerinden yanlışlar bulup çıkarmanın çabası içindedirler. İçinde bulunduğu toplum
koşulları değiştikten sonra on yıllar önceki edebiyat üzerine alkış bekleyen özeleştiriler
yağdırmanın çok içtenlik taşıdığı sanılmamlıdır.
Ödüller, seçimler konusuna gelince... Aydınlanmacı bilinen gazetelerin de içinde olmak üzere
ödüllerin çoğunluğunu Cumhuriyet Aydınlanmacılığı'nın karşısında siyasi tavırlarıyla "2.
Cumhuriyetçi " diye bilinen yazarlar ve postmodern tavrı benimseyenler almakta, televizyon
karecamları, banka dergileri hep onların yelkenine dolarlı başarı esintileri üflemektedirler.
yabancı dil sorunu...
"Gelenekselin dışına çıkarak yaratan bu yeni romancılar uzun süre görmezden gelinirler.
Bunlar, yabancı dil bilen, bu nedenle de Batı edebiyatındaki yenilikçi açılımları birinci elden
izleme olanağına sahip genç yazarlardır çoğunlukla." (Y Ecevit, a.g.y., s. 85) Y. Ecevit'in
sakladığı, gözden kaçırdığı gerçek, Toplumcu Gerçekçi edebiyatın birçok temsilcisinin de
yabancı dili en az şimdikiler kadar bildiği, Batılı yapıtların 1920'li yıllardan itibaren Türkçeye
kazandırılmaya başlandığı, edebiyat dünyasında her türlü çeşitliliğin bulunduğu, ancak çeviri
ve önermelerde Batı Aydınlanmacılığı'nın ülke koşulları gereği seçildiği, burada bilinçli bir
yol izlendiğidir. Binlerce yıldır ortaçağ karanlığında kalmış Anadolu insanının özgür birey
olabilmesinin önkoşulu buydu. Dönemin doğru zamanda doğru şeyi söyleyerek ulusal bir halk
edebiyatı oluşturma yolunda önemli adımlar atmış edebiyatçılarını dil bilmemekle eleştirmek
tek yanlı ve amaçlı bir bakış açısını yansıtır.
Toplumcu Gerçekçi edebiyatın önemli bir parçasını oluşturan Köy Enstitülüleri kuşağı Türk
edebiyat tarihinde büyük ve anlamlı bir yer tutmuştur. 1937- 1947 yılları arasındaki on yıllık
bir dönemde genç cumhuriyetin uyguladığı devrimci eğitim politikasıyla Anadolu'dan
çıkagelmiş bu kuşak, neredeyse yüzyıla damga vuracak boyutta, coşkulu, toplumcu bir
edebiyat geliştirmiştir. ir.
Romanı konu edinmiş olmasına karşın Y. Ecevit'in kitabı aslında bir dönemin düşünüş
içeriğini ve edebiyatını sarsacak suçlayıcı savlarla yazılmıştır. Dönem yazınının baskıcılığı
gibi... Bu baskı vardı da, romanda 90'lı yıllar sonrasına kadar bulunamamış "açılım", şiirde
nasıl olmuş da "İkinci Yeni" ile 1950'li yıllarda onlarca şairi kapsayan bir heyecan dalgası
137
yaratabildi acaba... Cemal Süreyya'nın "Şiir belki de en çok biçimdir" diyen çağrısı hâlâ
kulaklardadır. Onlarca yıl, şiirin egemeni olagelmiştir "İkinci Yeni"... Hele de dünya çapında
Nazım Hikmet gibi bir Toplumcu Gerçekçi şair yetiştirmiş bir ülkede bu şairlere baskı yapan
çıkmamış mıdır acaba?
Y. Ecevit'in, "Türk Romanında Postmodernist Açılımlar"ı, cumhuriyet tarihi üzerine bir
tartışmanın edebiyatımız üzerine düşmüş gölgesidir. Toplumcu Gerçekçilik karşısındaki
yenilgiyi sindirememiş birileri son yirmi yıldır egemen tüketim kültüründen aldıkları gazla
yeni bir meydan savaşı için çağrı yapıyorlar. Bu çağrı, Kuvayımilliye karşısında onca gücüne
karşın yenilmiş, Batı uyduluğunu pek seven bezirgânlığımızın, ortaçağı çoktan geride
bırakmış Batı kapitalizminden aldığı destekle Anadolu'da demokrasiyi kurmaya çalışanlara,
modernizm yanlılarına kafa tutuşunu anımsatıyor. Atatürk karşısında açıktan tavır alamamış
Demokrat Parti gerici ve sömürge işbirlikçisi politikasıyla benzerlikler taşıyor.
Kuvayımilliye'ye, 27 Mayıs'a karşı zamanında susmak zorunda kalmış gericiliğin 12 Mart, 12
Eylül karşı devrimci darbelerindeki intikam çığlıkları gibidir günümüz postmodernistlerinin
davranışları. Ülkeyi karanlık bir uçurumun kenarından, Batı destekli ortaçağ din bezirgânlığı
sinsi saldırısından kurtarmış 28 Şubat uyarısını da "postmodern darbe" olarak tanımlayanlar,
bu çağrışımları öne çıkaran ironiler kuruyorlar belki de...
138
edebiyat tartışmalarını kan davasına dönüştürme çabaları...
Aydınlanmacı, öncü tutumuyla genç kuşaklara ve eğitim öğretimden uzak kalmış yoksul
Anadolu insanına toplumcu, devrimci bir bilinç aktarılmasında büyük emeği geçmiş
edebiyatçıları ve onların savunduğu düşünceleri gözden düşürebilmek için her yola başvurur
Y. Ecevit. Satır aralarında yazılıvermiş geçmiş dönemle ilgili küçük bir "itiraf", bir televizyon
konuşmasında söylenivermiş iki tümce, bir yazarın çok bunalımlı döneminde kullandığı
birkaç sözcüğü bulup buluşturur, tezlerine bir mızrak ucu gibi takar kullanır. Yazarları,
şairleri kendince sınıflandırır, yazılarında övgüler dizdiği bazı yazarları kendi yanında
gösterebilmek, geleneksel Tük Edebiyatı'nın karşısındaki cepheye kazanabilmek için uğraşır.
"Ataç ekolünün toplumcu kanadının bu sorunsalını, Fethi Naci, eleştirmenliğinin ilk yıllarına
ilişkin bir anısında dile getirir. Yahya Kemal'in kimi dizelerini sevmektedir ama yazılarında
onlara değinmeye çekiniyordu: 'Çünkü solcuydum, bir solcunun o dizeleri sevmemesi
gerekirdi! Sait Faik hikâyelerini Sebahattin Ali'nin hikâyelerinden daha çok seviyordum
ama bunu söyleyemiyordum.'" (F. Naci, Gündoğan Ed.Dergisi,Güz1995,sayı16, Alıntılayan
Y. Ecevit, Varlık Ekim 2001, Türk Edebiyat Eleştirisi)
"Diyalektik gibi gerçekten büyük kavramların gerisine sığınan cüceler ordusu..." (Oğuz
Atay, Günlük, İletişim yayınları, s. 226, Alıntılayan Y. Ecevit, a.g.y., s. 87)
"Ali gitti, Veli geldi (....) dilinde yazan, birazcık cumhuriyetçi, birazcık öztürkçeci"
(yazarlar)... (Orhan Pamuk, İnterstar Televizyonu, Kırmızı Koltuk, 23.10.2001, Alıntılayan Y.
Ecevit, a.g.y., s. 91)
Türk edebiyatında önemli bir yeri olan Fethi Naci'nin kendi kişicil sorunundan öte bir anlamı
olmayan, çok da üstünde durularak yapıldığına inanmadığımız yıllar öncesine ait bir "itiraf"ını
yer geldiğinde kullanır Y. Ecevit. Bırakınız solcu edebiyatçıları, onlarca yıl cezaevlerinde çile
çekmiş bir eski sosyalist, Dr. H. Kıvılcımlı'nın sıkça Mehmet Akif Ersoy sevgisini dile
getirişi, solu gözden düşürmeyi solculuk sanan "solcu" Y. Ecevit'in amaçlı alıntılarına belki de
en güzel yanıtı vermektedir.
Y. Ecevit, günümüzde de büyük anlamda varlığını sürdüren (ki bunların çoğunluğu, bugün Y.
Ecevit gibi düşünen gruplara dönüşmüştür) edebiyat kastlarının, yuvarlarının yeni yazarları,
yeni biçimleri görmezden gelen, kendine kulluk etmeyenlere yaşam hakkı tanımayan derebeyi
139
davranışlarından yakınan, uzun zaman değeri bilinmeyen bir sosyalist yazarın Oğuz Atay'ın
yakınmalarını da kendince kullanır. "Diyalektik gibi gerçekten büyük kavramların gerisine
sığınan cüceler ordusu" (O. Atay, Günlük, İletişim Yayınları, İstanbul 1982, Alıntılayan Y.
Ecevit, a.g.y., s. 87)'ndan söz eder Oğuz Atay. "Bir edebiyat çetesine yaslanmanın verdiği
rahatlıkla" diye tanımladığı çetenin kimlerden oluştuğunu belirsizdir. Ama sonuçta
diyalektiği bir büyük kavram alarak tanımlamaktadır Oğuz Atay. Aydınlanma hareketinin
yıkmayı başaramadığı derebeyliğimizin ahbap-çavuş meclisleriyle edebiyat üzerine
yansımasından, kendilerine kulluk etmeyenlere yaşam hakkı tanımamalarından yakınmaktadır.
Oğuz Atay'ı yattığı yerde rahat bırakmalıdır Y. Ecevit, kendine başka tanıklar bulmalıdır.
"Amerikalı, Avrupalı, kendi dışındakileri külkürlüre sadece inceler; bizim samimiyetimiz ve
sıcaklığımızla benimsemez (....) Dostoyevski'ye Tolstoy'a yaklaştığı gibi yaklaşmaz. Biz
Steinbeck'in pamuk ve şeftali toplayan işçileriyle birlikte acı çekeriz, Hamlet'in meselesine
katılırız ) Batı değerlendirir biz severiz." der Oğuz Atay. (Oğuz Atay, Günlük, İletişim
Yayınları, İstanbul 1987, s. 58) İçtenlikli, içi halk sevgisi dolu bir sosyalisttir o. Döneminin
toplumsal karmaşasına tüm içtenliğiyle katılan ve Tehlikeli Oyunlar'da gecekonduya taşınarak
halka yönelmiş bir aydın bilincini imgeleyen, romanıyla birlikte yaşamak isteyen, roman
tekniği açısından edebiyatımıza önemli kazanımlar sağlamış, romanın ikinci bölümünde
roman gereği içinde bulunduğu burjuva toplumunun ayrıntılı bir analizini yapmış, içeriğe bu
denli önem veren bir bilinç insanı, diyalektik yandaşıdır. "Gerçekler henüz ağır geliyor", der
Atay Tehlikeli Oyunlar'da, "Aslında meselenin ciddiyetine dayanamadığım için oyunlarla
durumu örtbas etmek istedim. (....) " Romanında kendi içselini döker satır aralarına. "Başka
insanlara duyduğu tepkiden" ve "ıstıraplarıyla birlikte gömülmeye razı olmadığı için"
yazdığını duyurur.
Y. Ecevit, kendine hedef seçtiği toplumcu edebiyatın işini bitirebilmek için onu olduğu gibi
değil kendi görmek istediği gibi görüntüler. Ya da okuyucuya öyle tanıtır. "Edebiyat bir sanat
dalıdır. Ve sanat, benim da paylaştığım düşünceye göre, koşulsuz bir özgürlüğün ürünüdür
(bu düşünceyi paylaşmayan bir sanatçı var mı acaba? -bizim notumuz-). Sanatın değerli
olması için kendisi olması yeterlidir. Onun yalnızca kendi dışında bir amacın/ ideolojinin
güdümünde var olduğunu düşünmek, içinde toplumsal ileti barındırmayan yapıtları bir tek bu
nedenden ötürü yerden yere vurmak, yaratıcılığı boyunduruk altına almak demektir. Sanata
uygulanan bir baskıdır bu." (Y. Ecevit, a.g.y., s. 12)
Y. Ecevit destekli medya edebiyatçısı Orhan Pamuk'un "Ali gitti, Veli geldi (.....) dilinde
yazan birazcık cumhuriyetçi, birazcık öztürkçeci.." (Orhan Pamuk, Kırmızı Koltuk, İnterstar
140
Televizyonu, 23. 10. 1994, Alıntılayan Y. Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar,
s. 91) saldırılarının dün için bir anlamı yoktur. Yarın içinse Orhan Pamuk'un kendi saldırgan
ve doyumsuz kişiliğini göstermekten öte yararı olamaz. Emeğinin karşılığını fazlasıyla almış,
her boyutta ödüllendirilmiş Orhan Pamuk'un bu tavrı, onun bazı kesimlerin gözünde daha da
değerlenmesine neden olabilir ama, Toplumcu Gerçekçiliğin edebiyat tarihimizdeki yerini
sarsamaz, onun saygınlığına zerre kadar gölge düşüremez.
Y. Ecevit, kendi cephesinin son vuruşunu yapıp edebiyatta içerik, anlam ardında, akıldan,
bilinçten yana olası "sapma"lara engel olabilmek için bir kuşağın tüm önde gelen adlarını (bir
ayakları da toplumcu edebiyattadır bu adların) yapıtlarında "postmodernist açılım" bulup
kendi yanında gösteriverir. Adalet Ağaoğlu'ndan Erhan Bener'e, Peride Celal'den Selim İleri,
Erediz Atasü, Ayla Kutlu'ya tümünü karşı yandan çekip alabilmenin ince bir ayak oyunudur
bu. (Y. Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, s. 92)
"Kiminin estetik değeri üzerinde tartışılsa bile, bu romanlar, geçmişinde uzun yıllar
geleneksel biçim ögeleriyle toplumsal metinler üretmek zorunda kalmış (Birilerine vurmuşlar
Toplumcu Gerçekçi zebaniler zincirleri, "Yaz!" diye kırbaçlamışlar demek ki! Yazık, hiç
kimsenin de haberi olmamış...) bir edebiyatın, özerkliğini elde etme yolunda attığı önemli
adımları belgelerler. Bunlar, sanatın koşulsuz bir özgürlükle (televizyonların yağdırdığı
tüketim simgelerinin, çocukların üstüne yağan bombaların, kolaların, burgerlerin, gerçeğin
yitimimin, adalet aramaktan kurtulmuş olmanın özgürlüğü mü acaba?-AA) bütünleşmiş bir
yaratma edimi olduğunu düşünen bilinçlerin ürünüdür (şimdi olmadı, bilinç ürünü olunca akıl
ve özne ön plana çıkarılıyor. Postmodernizmin dışına taşılmamalı!). Yetmişli yıllardan
bugüne uzanan otuz yıllık bu zaman kesitinde Türk romanı, öncü sanatçıların açtığı yolda
geleneksel kalıplarını kırmıştır. Onu, çağcıl dünya edebiyatıyla aynı düzleme taşıyan (geç
kapitalizmin tüm dünyayı tek kültüre indirgeyen düzlemi!AA) bir estetik devrimdir bu."
Aslında, Y. Ecevit'in geleneksel edebiyata yönelttiği eleştirilerinde gözden kaçırdığı, ya da
bilerek gizlediği gerçeklik, sanatın ve edebiyatın içinde bulunduğu sosyal koşullar gereği
yapılandığıdır. Kendinin de önemli bir giriş olarak kullandığı bu genel ilkeyi kendince
değiştirir Y. Ecevit. Bilim ve tekniğin çağdan çağa geliştiğini, sanatın da buna ayak uydurarak,
çoğıu zaman da önceden habercisi olarak "değiştiğini" ya da değişeceğini unutup, sanatta ve
edebiyattaki değişmeyi bilim ve teknikteki gelişmeyle aynı görür. "Değişme" ve ""gelişme"
sözcükleri çok ayrı anlamlar içerirler. Bu anlamlar karıştırıldığında, bir ortaçağ yapıtını,
düşüncesini, günümüz koşullarında yazılmış varsayıp eleştirmenin de gereği doğar ki, bu tam
141
da Y. Ecevit'in yaptığı şeydir. Geleneksel edebiyat, ya da toplumcu gerçekçi edebiyat
eleştirisinde, o edebiyatın içinden çıktığı, doğduğu, ya da içinde yaşadığı koşulları görmezden
gelmekte, elindeki zaman, teknik, iletişim olanaklarını kullanarak savşa katılmaktadır.
142
karşıtlıklardan yeni kozmolojiye
Bu bölümde postmodern edebiyatın yansızlığını bir kez daha vurgular Y. Ecevit!
Benim Adım Kırmızı'da sanat sorunsallarının tartışıldığı aktarılıyor. "Teokratik Doğunun
anlamla/ Tanrı'yla, aydınlanmacı Batı'nın ise doğayla/ maddeyle/ bireyle örtüştüğü sanat
anlayışlarını tartışmaya açar yazar. Kendisi doğrudan taraf tutmaz, görüşünü satır arasına
iter. (....)" Bu "tarafsızlık" tam da Y. Ecevit ve O. Pamuk'a yakışan bir "tarafsızlık"tır!
Bu yansızlık, bir bebeğin açlıktan, ilaçsızlıktan öldürülmesine, bir kadının çuval içinde
yaşatılmasına, milyarlarca insanın insanla hayvan arasında bir katmanda tutulmasına izleyici
olmanın yansızlığıdır! Gerçeğin yittiği, insanın algılamasının bozulduğu bir ortamda,
televizyon kültürünün, kültür ve sanatla günlük yaşam arasındaki duvarların yıkılmış
olmasının yarattığı karmaşa içinde, durumun ayrımında olan bir edebiyatçının, geç
kapitalizmin tüm göndermelerine onun bir parçası olarak uyum göstermenin yansızlığıdır bu...
Ve tüm bu karmaşa içinde hep öne çıkarılan Derrida'nın ünlü postyapısalcı "aporia"
çözümsüzlüğüdür. Diyalektiğin tez/ anti tez/ sentez üçlemesinin karşısına çıkarılmış "zıtların
sürekli varlığı ve çözümsüzlüğü" ilkesiyle anlatılmak istenen, yine diyalektiğin "zıtların her
durumda birlikte var olduğu, olabildiği" ilkesinden başka birşey olmadığı halde bir yenilikmiş
gibi sunulmaktadır. Çelişki ve çatışmaların yeryüzünde insanlar arasındaki adaletsizliklere,
sömürüye, aykırı durumlara denk düşen bir durumu imgelemesi nedeniyle de "çelişkilerin
barış içinde birlikte yaşayabileceği" varsayımı öne çıkarılmaktadır. Çelişkiler ve
adraletsizliklerin doğanın, toplumun süregelen bir parçası olduğu kanıksatılmaya
çalışılmaktadır. Yeni kuantum kuramı, uzaysal anlamda kesişmeyen parelellerin bugünkü
algılama ve uzay bolutuyla yaşayan varlığı, bugünkü bilim gerçeğinin dünkü diyalektik
maddecilikle hiç de çelişmeyen açılımları olmakla birlikte diyalektiğe karşı kullanımları da
aynı amacı taşımaktadır.
O. Pamuğun kullandığı çoğulcu estetiği tanımlarken, "Edebiyatta buluş (....) şimdiye kadar
hiçbir şekilde yan yana gelmemiş iki şeyi yaratıcılıkla yan yana getirmekle olur. Onlar yan
yana geldiklerinde aralarında bir elektriklenme olursa, bir üçüncü şey çıkar ortaya. İşte bunu
yapmaya çalıştım." (Öküz Dergisi, Alıntılayan Y. Ecevit, a.g.y., s. 135) deyişini "aporia" yani
çözümsüzlük örneği, yeni kozmolojinin romana yansıması olarak alıntılasa da, burada
143
anlatılan yine diyalektiğin ana kurallarının, zıtların birliği, tez/antitez/ sentez'in O. Pamuk
tarafından yinelenmesinden başka bir şey değildir.
Orhan Pamuk'u eleştirmek, onun, "Pamuk'un romanlarında katil de maktul de haklıdır;"
deyişini eleştirmektir! "Onun metninde, bir roman kişisinin 'bu alemin anlamı ne?' sorusuna
Tanrı'nın Sır mı ya da Sev mi dediği anlaşılmaz" çözümsüzlüğü ile okura bulaştırmak istediği
egemen düşünce sistemlerine okuyucuyu kurbanlık koyun edip sürme girişimini eleştirmektir.
"İnsan yaşadıkları kadar edebiyattan da öğrenecektir" (Noam Chomsky, Varlık Kasım 2001)
kaçınılmaz olarak.
Hasan Ali Toptaş'ın "Bir Hüzünlü Haz" çözümlemesinde kendi özgün, ilkesiz, kaypak
postmodernizminin geleneksel edebiyat karışısındaki "üstünlük"lerini sıralamayı sürdürür Y.
Ecevit. Sanat ve felsefenin bilim ve teknikteki gelişmeyle ilişkili olarak değiştiği gerçeğini
unutmuş görünür, her yeniliği, her estetik denemeyi kendi "kerametinden sual olunmaz"
postmodernizmine yaslandırır. Ve yer yer kuramının niteliklerini tüm çıplaklığıyla serer
gözler önüne. "(....) karşımıza, tüm metin ögeleri -konu/ kahraman/ zaman/ uzam gerçeklik
düzlemleri vb.- ile anlam boyutunun, sürekli dönüşüm içinde olduğu eliptik spiral'e benzeyen
bir biçim çıkar ortaya. Bir doğrultu izlemeyen, bir yere gitmeyen, tüm ögelerin üzerinde
dönüp durduğu bir geometrik biçimdir bu. Dönüp duran bu geometrik figür, metin ögelerinin
sürekli birbirine dönüştüğü aşkın/ büyülü bir ortam yaratır anlatıda. Neden- sonuç ilişkisinin
dışındaki aşkın boyutlarda yaşamı sorgulayan (neden- sonuç'u da attık, nesi kaldıysa
sorgulamanın? Belki de ilahi ya da mistik bir sorgulama?) tüm düşünsel eğilimler, mistisizm
de/ romantizm de çemberi, edebiyat yapıtlarını açıklamakta kullanılan ana geometrik biçim
olarak görürler." (Y. Ecevit, a.g.y., s. 182) Edebiyatın aporia'sı yaşamın aporiasına dönüşünce
edebiyat gibi edebiyat yapılmış oluyor Y. Ecevit'e göre.
"Kahramanı" olmayan, anlatıcıları değişen Hasan Ali Toptaş metinlerindeki içtenliği, anlattığı
herşey olabilen o alçakgönüllü halk kahramanlığını görmezden gelir. Hasan Ali Toptaş,
kendini tüm insanlarına, hatta eşyalarına, sokaklarına en alçakgönüllü insancıllıkla sindirmiş,
her anlattığının benliğinde yaşayabilmeyi başarmış bir anlatı ustasıdır. Onun yapıtlarında
"farklılıkların aporia"sı yerine, paylaşmanın, dayanışmanın, sıcacık bir yaşamın özlemi tüter.
H. Ali Toptaş'ın metinleri çok boyutlu, açılımlı, duygu yüklü metinlerdir. Bulduğu en küçük
ipucundan, en küçük aydınlıktan olağanüstü geniş ufuklar açar okuyucusunun önüne. Çıkışsız
sarmalların değil, çok yönlü, çok boyutlu serüvenlerin yazarıdır H. Ali...
ve son vuruş!
144
"20. yüzyılın, neden- sonuç ilişkisinin dışına taşan ve giderek soyutlaşan, belirsizleşen,
yabancılaşan gerçekliği, sanatçının en büyük sorunsalını oluşturur. Tam olarak
kavrayamadığı gerçeği, nasıl tuvalinin içine sokacak, nasıl sayfalarının satırlarında
dizginleyecektir sanatçı?" Yanıt gecikmeyecektir! "Ruh- madde, duygu- akıl, doğa- teknoloji,
mistisizm- bilim, astroloji- astronomi, vb yüzyıl sonu postmodern yaşamk gerçeğinin çoğulcu
yapısı içinde birlikte var olurlar. " Ve sorun çözülüverir! Mistisizmle bilimi, kesişmeyen
pareleller gibi, kardeş kardeş kıyamete kadar birlikte yaşamak üzere bir yastıkta buluşturdun
mu, bu aporia evlilikle birlikte, "sen sağ, ben selamet!" olur çıkarız. Bunun adı da çoğulculuk
olur.
Alavere dalavere derken, bilimle mistisizm aynı kabın içine sokuluverir. Bu uğurda ruhmadde, duygu- akıl, doğa- teknoloji birlikteliği kullanılır. "Geleneksel fizikte bir makine
olarak görülen (bu görüş size ait Y.Ecevit!-AA) ve neden- sonuç ilişkisinin ışığında, analitik
bir anlayışla parçalara bölünerek gizine ulaşılmak istenilen evren (kim bu evreni parçalamak
isteyen acaba?-AA), Einstein ve Heisenberg'in bulgularında birbirine bağımlı, bölünmez
parçacıklardan oluşan dinamik bir bir bütüne dönüşür (diyalektik doğa bilimcilerinin yüz elli
yıl önce dediği yani- AA). Ardındaki bir mutlak gücün varlığı üzerine kurulabilecek
kozmolojik görüşlere uygun zemini olan bir evren anlayışıdır bu." (Y. Ecevit, a.g.y., s. 211)
Kozmoloji, evren bilimi, Einstein ve Heisenberg birer bilim adamı, bunlar tamam da, bunca
mistik hezeyanlarının içinde bilimin, bilim adamlarının ne işi var anlaşılmıyor droğrusu...
Evren'in ardındaki mutlak gücün varlığını kanıtlamak için Musa'nın, Muhammed'in, İsa'nınsa,
bu "postmodern gerçeğe" gereksinimleri duyduklarını hiç sanmıyoruz. Duygunun aklın bir
parçası, onun ayrılmaz bir ürünü olduğunu binlerce kez bilimcil deney ve açıklamalrla
kanıtlamışken bilim, Y.E. kendi metafizik, mistik bunalımlarına tanık olarak bilimi
çağırmaktadır!
Y. Ecevit’in bilim ve gerçeklik karşısındaki tutumu çok da anlaşılmaz değildir. Durduğu yerin
gelişen kozmolojik kavramlarla, teknik gelişmelerle ilgili olduğunu da hiç sanmıyoruz. Ondan
otuz yıl önce onun söylediklerini başka bir ağızdan duyar gibiyiz bugün: “”Yirminci asrın
yalnız spritiüalist filozoflarında değil, tabiat alimlerinde de tabiatı aşan metafizik prensiplere
ve Allah’a doğru bir yöneliş görüyoruz.” (Peyami Safa, Yalnızız, 1000 Temel Eser, 1971, s.
201)
145
Metin Kaçan'ın Ağır Roman'da kullandığı alışılmamış argo dili ve içeriği göklere çıkaran Y.
Ecevit, Metin Kaçan'ın özellikle sağdan gelen eleştiriler karşısında Fındık Sekiz'de imana
gelerek Tanrı tanımazlıktan "iman"a dönmesini de büyük bir heyecanla, postmodernizm ve
yenilik adına onaylar! Kaçan, anlatıcısına, evrenden yeryüzüne uzanan eli öptürmektedir
Fındık Sekiz'de. "Âlemleri düzene koyan, nurlandıran, terbiye eden, tüm oluşları sağlayan"
Tanrıyla buluşturur, ona doğru yolu gösterir. "Dinsel/ mistik ögenin estetik düzleme taşınması,
sanat yapıtlarında kullanılması, sanatı yalnızca zenginleştirir. Gerçek bir sanat ürününde,
estetize edilmiş bir ideoloji (yeter ki dünyanın değişmesi gerektiğini söyleyen, adalet isteyen
bir ideoloji olmasın bu-AA) artık kurmaca dünyanın bir parçasıdır; onu yürürlükteki
anlamlara çevirerek bire-bir yönlendirmek olanaksızdır. Sanat dinselliği de işler, cinselliği
de; önemli olan, yazarın onu nasıl işlediği, nasıl biçimlendirdiğidir. Aydın araştırmacıların
görünmez tabuları kırarak (Ah bu tabular, tabucular! Edebiyatın topucularından izin almadan
toplumla ilgili, akılla, bilimle ilgili içerikler işlersiniz siz!-AA), Türk mistik edebiyatı
konusuna el atmaları gerekmektedir. Bu alanda yapılmış ciddi bir araştırma yoktur" (Y.
Ecevit, a.g.y., s.236)
Y. Ecevit'in büyük bir hoşnutluk içinde, o eşsiz yaratıcılığını kullanarak bir araya getirdiği
mistisizmle bilim, tam da onun öngördüğü gibi, kitabının yayınlanmasından hemen sonra
yan yana geliverdiler! Sanki de onu bekliyorlardı! Afganistan'da bilimi temsil eden
gelişmiş silahlar, uzay tekniğinin kullanıldığı görüntüleme ve öldürme yöntemleriyle
çuvallara bürünmüş kadınlar, sakalları göbeklerini aşmış, elleriyle beslenen erkekler yan
yana duruyorlar. Ve Filistin'de, dünyanın birçok yerinde benzer olaylar yaşanıyor.
Teknik, çıkar amaçlı odakların elinde, kimi zaman insanlık karşıtı bir yola araç olurken,
mistisizm de Tanrısal tutkularla bir araya geliyor, canlı bombalarla yaşama damgasını
vuruyor, her türlü yoksunluğa karşın inanç örgütlenmelerine yapılan yatırımlarla yeni ve
genç kitleler içinde yayılıyor.
Müjde! Postmodernizm yaşam buldu, giderek genişliyor.
146
Türkiye'de postmodernizmin son tablosu...
Ülkemizdeki postmodernistler Batılı çağdaşlarından çok daha gerilerdedirler; "ıslık çalma"
şeklinde bile olsa, bir muhalefet ögesi taşımamaktadırlar. Sanat ve edebiyatı, çıkışsız
sarmallarıyla muhalif tavrından uzaklaştırmaya çalışmakta, toplum çoğunluğunun eğitimsiz,
sağlıksız, sanatsız bırakıldığı gerçeğine umarsız kalarak egemen adaletsizliğin sorumsuz
tanıklığını yapmaktadırlar. Postmodernizmimizi, sanata, edebiyata getirdiği yeni renkler,
biçimlerle düşünsel dünyamızda bir çeşitlilik, yeni bir hoşluk olarak tanımlamak oldukça
zor... Postmodernizme aitmiş gibi görünen birçok değişiklik, yeni bir kuramın sanatsal
gerekliliklerinden çok değişen dış koşulların, bilimin, tekniğin, çevrenin sanat yapıtı
üzerindeki etkileri olarak değerlendirilebilir. Postmodernist kuramın bizdeki temsilcilerinin
ülke tarihine, özellikle edebiyat tarihine yaklaşımlarıysa düşmanca ve hoşgörüden uzaktır.
Ülkemiz gerçekliğinin en can alıcı bir özetiyle, bir tabloyla bitirmek istiyoruz sözü... Bu
tablonun oluşumunda elbet televizyonlar, tüketim toplumunun simge yağmurları, bozuk
eğitim sistemi, toplum örgütlenmesindeki yetersizlik ve çarpıklık da sorumlu elbet, ama... Ya
izlediğimiz sanat yapıtları, okuduğumuz edebiyat ürünleri de etkili olmuşlarsa...
Buyrun şimdi tabloya... Araştırma, İstanbul, Ankara ve Kocaeli'nde yapılmış, Bilim ve
Ütopya Dergisi'nde yayınlanmış. Nesnel bilimle içli dışlı tıp öğrencileriyle temel bilimler
öğrencilerinin düşünce yapılarını yansıtıyor.
Cinlere inanma ................................. %71
Nazara inanma...................................%68
Kadere, Adem ve Hava'ya inanma....%67
147
Nuhun Gemisi'ne inanma...................%63
(Alıntı, Cumhiriyet Gazetesi, 7 Ekim 2001, Vaziyet....)
"Başta metnin öyküsü olmak üzere, roman kişilerinin, giderek de yaşamın kendisinin kurmaca
olduğu gerçeği, bu meta evrende sürekli vurgulanır." (Y. Ecevit, Türk Romanında
Postmodernist Açılımlar, s. 105)
Tam da burası, düğümün koptuğu yerdir! Bir meta yapılmak istenen edebiyatla, bir meta
olmanın izlerini kaçınılmazca üstünde taşıyan edebiyatın meta olmaktan kurtulma
eyleminin o dayanılmaz çelişkisi! Bu yakıcı çelişkinin ortasındayız. Köreltilmeye,
küllenmeye çalışılan bir sapakta... Ya, birilerinin bize kurguladığı adaletsiz, doğasız,
duygusuz bir yaşamın şizofrenik tutsağı yapacağız yapıtlarımızı, ya boşverip tüm özgürlük
yanılsatmalarını, en insanca ve içtenlikli aşkınlığımızla, doğayı, insanı, kendimizi
kucaklayacağız... Sorun, edebiyatta bir yöntem, estetik ve tarz tartışmasının çok ötesinde,
olağanüstü güncel ve yaşamsaldır. Ne beklentimiz tükenmeli gelecekten, ne dışına
düşmeliyiz sevginin. Umuda ve coşkuya yülculuk evrensel bir aşkla sürmeli!
A. Alper Akçam
Eczacılar Sitesi, Çağrışan Köyü, Mudanya, Bursa
A. Alper Akçam
YAŞAMDAN KAÇAN ÖYKÜ; YA DA
ÖYKÜNÜN ÜSTÜNDE BİR HAYALET GÖLGESİ...
"Kahrolsun gerçek bir dünyaya inanmaya olanak veren bütün hipotezler" demişti
Nietzche, ve eklemişti... "Sanatın yanılsaması olmasa gerçekten ölürdük." Nietzche'nin
nihilist ruhu düşmüştü bir kez dünyaya... Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı o günden sonra.
Belki de gerçeklik küsmüştü söylenenlere. Terkedip gitti bizi... Umut ve coşku da iki elinden
tutmuştular; artlarından bakakaldık gidenlerin. Hoşça kal dediklerini bile duymadık. Ölüm
ürpertisiydi, sahibi yeni günlerin, yeni metinlerin...
Önce yazar kovulmuştu yazdıklarından;
"Yazar yazmayı bitirdikten sonra, metnin yolunu tıkamamak için ölmelidir:" Eco (1)
148
"Okurun doğumu, yazarın ölümü pahasına gerçekleşmelidir." Barthes (1)
(1. Eco 1983 b: 7, Barthes 1977: 148, Alıntılayan Pauline Marie Rosenau, Post-Modernizm ve
Toplum Bilimleri, Bilim ve Sanat Yayınları/ ARK 1988)
Kendi yanılsamalarımızın tutsağı olmamalıydık; uyduk söylenenlere... Yazar öznesini
yitirmiş, bilinmezciliğin dümen tuttuğu zamansız ve uzamsız metin yolculuklarına çıktık.
Gideceğimiz limanlar da geldiğimiz yer de belli değildi. Milyon yılları anlatmaya kalkışan
tarihin kendisi koca bir yanılsamaydı zaten! Hangi ölümcül yazar şaşırıp karşı koyacaktı
ölümün çağrısına, karanlık fırtınalara!
Kimilerine göreyse, tüm bu olanların sorumlusu bazı hayaletlerdi...
1980'lerin başında, "le Monde Dimanche okurlarına manşetten bildiriyordu:
Avrupada bir hayalet dolaşıyor - Bu hayaletin adı postmodernizm" (1)1. (18.10.1981 Le Monde
Dimanche, Alıntılayan Y. Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, s.61)
Bu Avrupa'da dolaşan ikinci hayalettir. İlk hayalet 19. Yüzyıl ortalarında
duyurulmuştu. "Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor - komünizmin hayaleti. Eski Avrupa'nın
bütün güçleri bu hayaleti defetmek için kutsal bir ittifak içine girdiler: Papa ile Çar,
Metternich ile Guizot, Fransız radikalleri ile Alman polis ajanları. "(2) 2. K. Marks- Fr. Ergels,
Komünist Parti Manifestosu, Sol Yayınları 1998, s. 7
Tam, "Tanrıya şükürler olsun!" diyordu insanlık, ilk hayalet, komünizm, birleşen
Avrupa güçleriyle onlara umduklarından büyük bir destek veren hatta savaşın öncülüğünü
yapan ABD güçleriyle insan düşünce, moral ve yaşam sistemleri içinden sökülüp atılıyordu ki,
bu ikinci hayaletin ürküntüsü binmişti insanlığın üstüne.
Gerçi bu ikinci hayalet birincisi gibi ürkütücü, zebani kılıklı bir şey değildi. Ne
Avrupa'nın bütün güçleri bu hayaleti defetmek için bir kutsal ittifak içine girmişlerdi, ne
Papa'yla yeni çarların, Alman polis ajanlarının işbirliği gerekmişti... Tam tersine tüm Batı
alkış tutmuştu bu hayalete. Amerikan Üniversiteleri'nde, Avrupa başkentlerinde, kültür
çevrelerinde hatırı sayılır para ve güç desteği vardı.
"Postmodernizmin büyük bir bölümü ABD'den serpildi ya da en azından orada hızla
kökleşti. Bu durum bu ülkenin en yola gelmez politik sorunlarının bazılarını yansıtmaktadır.
(....) Çin, diyet kola ile birlikte Derrida'yı da ithal ettiğinden, şu anda Pekin Üniversitesinde
postmodern incelemeler üzerinde yoğunlaşan bir enstitü var. (.....)ABD'deki bu tercüme
işlemi, kampüs sınırlarının ötesindeki çatışmaların çirkin biçimde akademik parsaları
savunma ya da destekleme etrafında dönen itiş kakışlara dönüşmesiyle, radikal rakiplerin
149
düşünsel pazarda kavga etmeleriyle, araştırma fonlarının şu değil de bu avangard girişime
tahsis edilmesiyle sonuçlanır."(3) diyen ABDli düşünürler vardı. 3..Terry Eagleton,
Postmodernizmin Yanılsamaları, Ayrıntı Yayınları 1999,s. 144-145
Kimin umurundaydı bu ABDlı düşünürün söyledikleri? Ateş olmadan duman çıkar
mıydı? Yaşam ve metin tersine dönmüştü bir kere. Tarih ya yeniden yazılacaktı ya da anlamını
yitirmiş bir antika yapıt gibi tüm müzeleri örten o sihirli toza terkedilecekti.
Belleklerimizde devrimci bir ayaklanma, bir değişim patlaması olarak yazılmış 1968
yılı, iki hayaletin insanlık düşünce tahtırevanında yer değiştirdikleri o ince ânın da tarihiydi
aslında... Bir süre sonra yıkılacak duvarların, Batı'da güçlerini yitirecek partilerin, reform ve
rönesantan sonra kendini tanımaya başladığını sanan insanın aynadaki görüntüsünü ilk kez
görmüş gibi şaşkın kalmasının da hebercisi... Modernizmin tahta ve mihraba yönelik
savaşımının 1789 taç giyişine tanık olmuş Paris, modernizmin ve onun en ünlü zirvesi
Marksizmin mezar kazıcısı olarak çağrılmış postmodernizmin de ebesiydi... Adını bir kez
daha tarihe yazdırmıştı Paris; tarihin bittiği de oradan duyurulmalıydı.
Yeni hayalet, yalnızca insanı baskılayan, baskı sistemleri doğuran eğitim yapısına,
üretim biçimine, toplum örgütlenmesine değil, iktidarları yıkmak, dünyayı değiştirmek için
yola çıkmış sınıf ve kuram örgütlerini de sarsıyordu. En devrimci öğretilerin savunulduğu
partiler ve politikalar da birer baskı önermesinden öte baskının yaşam bulduğu ögelerdi....
İnsanlara adalet öneren kuramlar, adaletsiz dünyadan kurtuluşla ilgili yanıltıcı iletiler sunuyor,
adaletsizliğe uyumu kolaylaştıran birer yanılsama oluyorlardı. İnsanın tutsaklığından,
zincirlerinden söz eden metinler birer "meta" idiler; o kadar...
Ya yaşantımızın getirdikleri, ya da düşüncemizin ve algılamalarımızın üzerine düşen
bu hayaletin yazın dünyamızdaki etkileri olağanüstüydü. Hele de ezberleyerek öğrenmiş ve
araştırmadan benimsemeye koşullanmış birileri için çok aykırı gelen, bilginin temellerine ve
sınırlarına ilişkin (epistemolojik) bir tartışma başlatılmıştı. Ortaçağın dogması ve tüm
bilinmeyenlerin adresi olan Tanrı düşüncesini sarsmış sosyal üretimin insan aklı ve insanlık
adına adalet arayan tüm öğreti ve kuramlar, yeni çağın Tanrı'sı olarak saldırıya uğruyordu.
("Modernite ve bilim bu süreç içinde iktidardan indirdiği akıldışı ve keyfi öncellerinin sahip
olduğu otoriteyi aşmıştır." -Levin,) Levin, 1987: 39, Alıntılayan P. Marie Rosenau, PostModernizm ve Toplum Bilimleri, Bilim Sanat Yayınları/ ARK 1998) Her türlü iktidar ve
baskıya karşı, en başta da insanı önde tutan hümanizmaya karşı bireyin özgüllüğü, yerelliği
savunuluyor ve özgürlük çağrısı yapılıyordu.
150
Kafaların karışması kaçınılmazdı. Birilerince birey özgürlüğü, özgünlüğü
savunulurken sayıları giderek artan başka birilerince de öznenin, insan bireyin kendi
geleceğiyle, diliyle, çevresiyle, hatta yazdığı metinle etkileşimi enaza indiriliyor, insanın
adalet arayışının bir kuruntudan öte birşey olmadığı, aşk ve ahlakın insan tarafından
uydurulmuş en büyük iki metafizik olduğu duyuruluyordu... İster teolojik, ister Tanrıtanımaz
olsun, sistem ve kuram öneren tüm öğretiler sonuçta yeni baskı sistemleri yaratmaktan öte
anlam taşımıyordu!
Edebiyat metni tepetaklak edilmişti. Yazarın ölümünü istemeye varan yazar yok
oluşlarıyla metin ve okuru yücelten anlayışların yaşama ilişkin dokunuşları bir ölçüde insanın
içe çökmesinin, yaşamdan geri çekilmesinin de anlatımıydı sanki. Yazarın ölümünü isteyen
yeni metinde yazar intihar gönüllüsü bir gölge, bir hayalet olarak belki kalabilirdi ama metnin
yeni sahibi metnin kendisi ve okuruydu. Metin, yazarını yitirmiş, nereye gideceğini o günün, o
ânın esintilerine bırakmıştı.
"Post-modern metin aynı zamanda yazardan bağımsız olarak ve nesnel bir statüye
sahip olduğunu iddia etmeksizin kendine ait bir hayat sürmeye de başlar. Postmodern
bağlamda herşey bir metin olarak tanımlanır ama metin herhangi somut ve elle tutulur bir
içerikten yoksundur." (Pauline Marie Rosenau, Bilim ve Sanat yayınları/ARK 1988, s.56)
Yeni metin tüm öngörülere cephe açmış öngörüsüzlüğüne inat, bir dizi öngörüyle
yapılanıyordu... İnsanın kendi dışında olan biteni sezgisinden, düşüncesinden çıkarıp
dışavuruma yönlendiği andan başlayarak bir yanılma ve yanılsama sürecine de adım atmış
olduğu savlanmaktaydı. Dil, özneye aitti çünkü... "Sözcükler, durağan, nesnel gerçekler
olmadıkları için ancak kendi oluşturdukları gerçeklerden söz edebilirler" (Dilek Doltaş,
Postmodernizm Tartışmalar ve Uygulamalar, Telos Yayıncılık 1999, s.41). Dilin anlamı
hakkında çatışma, anlaşmazlık ve düşünce ayrılığı kaçınılmazdı; "differend" (Lyotard
-Lyotard 1988 b:193-94, Alıntılayan Pauline Marie Rosenau, Post-Modernizm ve Toplum
Bilimleri, Bilim Sanat Yayınları/ ARK 1998, s 14). Tanımlama, tanımlanan şeyin kendisine
değil onun diğer metinlere yaptığı olumlu ve olumsuz göndermelere aitti. Anlam zamanla
değişir ve anlamın bağlanması son kertede sonsuza kadar ertelenirdi; "differance" (Derrida
1972; 1981:39-40, Derrida, Alıntılayan P. M. Rosenau, a.g.y., s 14). Gerçeklik çökmüştü ve
bugün sadece imgeden, yanılsamadan ya da simülasyondan ibaretti. Model temsil ettiği
varsayılan gerçeklikten daha gerçekti. "Hiper-gerçek, çoktan yeniden üretilmiş olan şeydir"
(Baudrillard 1983 c:146, Baudrillard, Alıntılayan P.M. Rosenau, a.g.y., s14). Mekân modern
varsayımlara göre hareket etmezdi. Yok edilmişti ve mekânsal engeller ortadan kalkmıştı.
151
Herşey coğrafi bir akış içindeydi; "hiper-mekân". Postmodern dünyada olguların içe doğru
patlama ve böylece hem kendilerini hem de insanın onlar hakkındaki varsayımlarını yok etme
eğilimi vardı; "içpatlama" (Baudrillard 1983 a) Anlam tamamen ortadan kalkmıştı.
(Baudrillard 1983 c:57 Baudrillard, P. M. Rosenau, a.g.y. 14-15). Bireylere ve kahramanlara
odaklanmanın çağı kapanmıştı. Öznenin sonu gelmiş, yazar ölmüştü. Zamanın kronolojik ya
da çizgisel anlatımı yanlıştı; "kronofonizm" (Derrida 1981, Derrida, Alıntılayan P. M.
Rosenau, a.g.y., s15). Postmodernist metinde okur, "Bir kitaba sondan başlayabilir, ortaya
atlayıp sonra tekrar sona dönebilir ve en sonunda da girişi okuyabilir"di (Barthes 1975,
Barthes, Alıntılayan P. M. Rosenau, a.g.y., s. 56). Olup bitenler hiçbir zaman kesin bir
biçimde ifade edilemezdi; zaten hiçbir metnin tek bir anlamı olmadığı için bu da pek önemli
değildi. Merkezde baskın bir gerçeklik yoktu; "merkezsizleştirme". Bütün olgular ve bütün
olaylar bir metindi. Bütün tarih bir edebiyattı (S. Connor, Steven Connor, Postmodernist
Kültür YKY Haziran 2001, s. 178). Postmodernizm için en belirgin ve ayırıcı metin
"tarihyazımsal üstkurgu"ydu (Linda Hutcheon, A Poetics of Postmodernizm, Rautledge
1988, Alıntılayan St. Connor, Postmodernist Kültür, YKY 2001, s. 178) Metin, bilinmeyene,
yanlış olduğu kabul edilen bilgiye gönderme yapardı. Metinler, "Gerçekten söz eden dil
oyunlarının istikrarsızlığını kullanan" pratiklerdi; "paralojizm" (Smith 1988, Lyotard 1984:
60, Smith ve Lyotard, Alıntılayan P. M. Rosenau, a.g.y., s. 16). Metne Pastiş (pastish) egemen
olmalıydı. Fikirler ya da görüşler gelişigüzel, karmakarışık, darmadağınık, kolajı andırır bir
biçimde bir araya gelerek metni oluşturabillerdi; kırk yamaydı bunun adı (patch work)...
Metin, eski- yeni gibi karşıtlıkları içinde barındırmalıydı. Düzenliliği, mantığı ya da simetriyi
yadsımalı, çelişki ve karışıklıktan hoşlanmalıydı. Bir öngörü taşımadığı savlanan metinle,
simgeyle, sesleniş ve düşüncelerle oynayarak yapay bir "uzdillilik"le modern anlamda katı,
ciddi, bilimsel bir söylemin yapılandırılması olan retorik'e bile yeni metinde yer yoktu; bu
çaba yeni bir egemenlik dayatmasının sanatını yansıtabilirdi. Derrida'ya göre modern
çözümleme, konuşma ve konuşma metni üzerinde odaklanmıştı. Konuşulan söze özel bir yapı
açan bu eğilim sesmerkezciydi; yanılsama ve egemenlik yönelimi taşıyan sessözmerkezcilik
dışlanmalıydı. (Berman 1990:14- Derrida 1981: 24, Berman ve Derrida, Alıntılayan P. M.
Rosenau; a.g.y., s17). Postmodern metin ve yaşamda gerçeklikle model arasında bir ayrım
kalmamıştı. Yaşam ve metin bir simulacrumdu; özgünü olmayan bir kopyanın kopyasıydı
(Baudrillard 1983 c; Elgin 1984: 977-79, Baudrillard ve Elgin, Alıntılayan P.M. Rosenau,
a.g.y., s. 17). Gündelik yaşamla sanat arasındaki sınır yok olmuştu. " (...)sanat ayrı bir kapalı
gerçeklik olmaktan çıkmıştır; sanat üretime ve yeniden üretime dahil olur; öyle ki her şey, 'şu
152
gündelik ve banal gerçeklik bile aynı nedenden ötürü sanat göstergesine dahil olur ve estetik
hale gelir'. Gerçek boşaltıldıkça ve gerçek ile hayali olan arasındaki çelişki ortadan
kaldırıldıkça çağdaş simülasyon dünyası farklılık, perspektif ve derinlik yanılmasının sona
erdiğini gördü. (....) Ve böylece sanat her yerdedir; çünkü ustalık gerçekliğin tam merkezinde
yer alır. Ve böylece sanat ölmüştür; sadece eleştirel aşkınlığın geçip gitmesinden ötürü değil,
kendi yapısından kopartılamaz bir estetikle tamamen dolu olan gerçekliğin kendi imajıyla
karıştırılmış olmasından ötürü. (Baudrillard 1983a: 151, Baudrillard, Alıntılayan Mike
Furtherstone, Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, Ayrıntı Yayınları Temmuz 1996, s. 121)
Geçmişe şu ânı anmak üzere bakmak için soykütüğü kullanılmalıydı. Soykütükleri, yerel,
niteliksiz, süreksiz, onay görmemiş ve yasal olmayan bilgilere dayanmalıydı. "Doğru bir bilgi
adına... filtreden geçirme, hiyerarşi kurma ve düzenleme işlemlerini yerine getirecek birleşik
bir teori bütünü" Faucalt 1980: 83, Faucalt, Alıntılayan P. M. Rosenau, a.g.y., s. 18) olarak bir
tarih yazımı olası değildi. Dışsal, evrensel olarak doğru önermelere dayanarak onanmış
olduklarını savlayan düşünce sistemlerine, sözmerkezciliğe karşı olunmalıydı. "Gerçek,
hakikat, doğruluk, geçerlilik ve açık seçiklilikle ilgili sorular sorulamayacağı gibi bunlara
yanıt da verilemez" (Fish 1989:34, Fish, Alıntılayan P. M. Rosenau, a.g.y., s. 18). Temelciliğe
karşı durulmalıydı. Temsil yanlıştı. Hiçbir şey, içerik kaybı ya da niyet aşma olmaksızın
başka bir şeyin yerine konulamazdı. Çözümlemeyi ancak bir yapıbozumla (deconstruction)
sağlanabilirdi. Amaç, her türlü yapıyı sökmek olmalıydı. Yapıbozum bir metni parçalayabilir,
çelişki ve varsayımları açığa çıkarabilir, ama metni iyileştirmek, gözden geçirip daha iyi bir
biçim vermek gibi bir niyet taşıyamazdı. Yeni metin, okunabilir metin olmamalıydı. Özgül,
bir ileti vermek niyetiyle oluşturulmuş modern metin, gerçekliği temsil eden bir yazarla
yalnızca verilen iletiyi alan pasif bir okur gerektirirdi Barthes 1970: 1979: 77, Barthes,
Alıntılayan P. M. Rosenau, a.g.y., s. 16) Metin, yazılabilir olmalıydı ki, her okumada, her
karşılaşmada okurun yeniden yorumlaması, yeniden yazabilmesi olası olsun...
Metinlerarasılık (intertextual) esastı, metin, sonsuz derecede karmaşık, içiçe geçmiş ilişkiler,
"metinler arasında herhangi bir yere varmadan ya da üzerinde anlaşılmış bir noktada
durdurulmadan sürdürülen sonsuz bir konuşma olmalıydı. (Bauman 1990: 427, Bauman,
Alıntılayan P. M. Rosenau, a.g.y., s.15). Bütün metinler diğer metinlerle ilişkilenmeliydi.
Gündelik hayatı metinlerin birbirine gönderme yapma niteliği karakterize ederdi (Lipitz 1986:
87) "Bütün metinler, kendileri de bir başka metnin ara-metni olduklarından metinlerarası
olana aittirler" (Barthes 1979: 77, Barthes, Alıntılayan P.M. Roseneu, a.g.y., s. 73) Metinde
nedensellikten dem vurmak "tiranlık"tı (Zeldin 1976:242-43, Alıntılayan P. M. Rosenau,
153
a.g.y., s.67). Metafizik bir görüşle metin her yerdeydi ama hiçbir yerde değildi. "Tzvetan
Todorov, Stanley Fish'in başı çektiği bu yeri pragmatist, postmodern eleştirmen grubunun
'Metnin anlamı nedir?' sorusuna 'Her şey' ya da 'Hiçbir şey' diye cevap verdiklerini söyler. Bir
başka deyişle, "metin, psikolojide kulanılan ve her türlü arlandırmaya açık boş kâğıt
üzerindeki mürekkep lekesi (Rorşah testi) gibiydi." (Dilek Doltaş, Postmodernizm Tartışmalar
ve Uygulamalar, Telos Yayıncılık 1999, s. 41) Metnin ne anlattığı değil çağrıştırdığı ve
söylemediği önemliydi. Metin neleri dışarda bıraktığını ya da unuttuğunu göstermek için
kendini yapıbozumuna uğratmalıydı. Ancak bu şekilde bir anlam çokluğu yaratabilirdi. Okur,
bu sürece tanıklık eder; metin kendi yumağını kendi çözerdi (Cantor 1989: 363, Cantor,
Alıntılayan P. M. Rosenau, a.g.y., s. 73) Yaşamdaki herşey birer metindi. Bu anlamda hiçbir
şey savunulamaz ve yadsınamazdı. Yaşananlar yalnızca ilgi çekebilirlerdi. "Gözlem" değil,
okuma, "bulgu" değil "yorum"larla anlatılar yapılandırılabilirdi. Yeni metin her türlü içerikten
uzaktı ve okura öncelik vermeliydi. Postmodernist metinde okur son kertede "metni yapar"dı
(Derrida 1976, Derrida, Alıntılayan P. M. Rosenau, a.g.y., s. 75.) Yeni metinde okurların her
biri için ayrı bir yorum vardı. Çünkü, gözlemleyenin dışında, gözlemleyenden bağımsız,
nesnel dünya diye birşey yoktu. Yeni dünyada birden çok gerçeklik vardı. Bir sayısı hiçbir şeyi
tanımlamak için kullanılamazdı. Okuma edimi metni örmek olabilirdi, bilgi yapılandırmak
değil.
Böylesine uzun bir "öngörüsüzlük"ler listesiydi yeni metin... Postmodernizmin
muştucusu yapısalcılara göre, yazar "bir yapıtın özgül yaratıcısı" olamazdı; çünkü yaratıcı
yapıtlar "kendi bağlamlarının (kültür ve bilginin...) ürünüydüler." Kurzweil 1980: 152,210,
Alıntılayan P. Marie Rosenau, a.g.y., s 61) "Yazarın ve yazmaya niyet ettiğinin, konuşmacının
ne söylemeye niyet ettiğinin fazla önemi yoktur, çünkü (....) anlam 'konuşmacının öznel
niyetleri ve isteklerinin değil 'onu üreten dil sisteminin bütünü'nden kaynaklanır." (Jefferson
1982:87, Alıntılayan P. M. Rosenau, a.g.y., s 61) "Hiçbir şey, sadece belli bir yazara ait olma
anlamında gerçekten özgün değildir; herşey bir kopyadır, bir simulakrumdur. (Baudrillard
1983 c, Alıntılayan P. M. Rosenau, a.g.y., s 61)
Yazarın varsayımsal ölümü, bir yandan okura olağanüstü bir özgürlük verirken yazarı
da sorumluluktan kurtarmıştı. Yazarın otoritesine karşı bir karşıkoyuşu simgelerken, dile,
yazıya tutarsızlık, içeriksizlik hakkını da vermiş olur. Yazar ölümü, ister Aristo olsun, isten
Keynes, Freud, Marks, İbn-i Haldun, ya da Azize Teresa, tek bir bireyin hayat deneyimlerini
çözümlemeye çalışan tarihçilerin, sosyologoların, psikologların ve diğer toplumbilimcilerin
154
savlarını, kuramlanı, tüm onanmışlıklarını yok eder. Siyasal yaşam öyküleri, modası geçmiş,
geçmişe ait birer girişimdiler. Yeni metnin bu yaşamları çözümlemek yerine yapıbozumuna
uğratmayı seçeceği beklenirse de, bunu yazarın niyet ve güdülerini anlaşılır kılmamak için
yapmayacaktır. Yazar için düşünülenler liderlere de uygulanmalıdır. Liderlerin olumlu işler
için kendilerine pay çıkarmaları da, bazı felaketlere yol açtıklarında da onlardan hesap
sorulması özneyi merkeze koyan modernist düşüncenin ürünüdür.
Postmodernist bakış açısı, okura verdiği özgürlük ve anlamlandırma özgürlüğünü
yaşamın her alanına yayar. Salt edebiyatta değil, sanatta, biyolojide, fizyolojide, hukukta,
sosyolojide, günlük yaşamda sayısız çoğulluk ve görecelik vardır. Bu göreciklerden hiçbiri
diğerine üstün değildir. Bir seçim sonucu için tüm seçmenlerin yaptığı yorum aynı değerdedir.
Nikaragua'daki kontraların demokrasiyi geliştirmeye çalışan özgürlük savaşçıları oldukları
görüşüyle aynı savaşçıların ABD emperyalizminin bir halkın yerel istencini yok etmeye
yönelmiş haksız bir savaşın paralı askerleri olduğu doğrultusundaki bakış açıları aynı
değerdedir. Bu iki bakışın dışında yaşanan bir nesnel gerçeklik de aranmamalıdır; çünkü
yoktur. Tüm yaşam bir oyundur. Bu son yorum, Qebec Üniversitesinde Siyaset Bilimi
Profesörü olan Pauline Marie Rosenau'ya aittir. -P. M. Rosenau, a.g.y., s.79)
Görülebilecek herşey görülmüştür zaten, gerçekten yeni bir şey çıkması olanaksızdır,
hatta, gerçeklik diye bir şey yoktur ve geride kalan tek şey oyundur, sözcüklerin ve anlamın
oyunudur demektedir postmodernizm.... "Çağ, radikal, aşılmaz bir belirsizlik çağıdır."
(Calinescu 1987: 305, Alıntılayan Pauline Marie Rosenau, Post-Modernizm ve Toplum
Bilimleri, Bilim ve Sanat Yayınları/ARK 1988) "Tarih bitti, edebiyat bitti, herşey bittiBaudrillard" "Teori de kendini tüketmiştir. (....) Her şey olup bitti. Olanaklıların uç
noktalarına varıldı. Her şey kendini imha etti. Bütün bir evreni yapıbozumuna uğrattı. O
nedenle geriye yalnızca kırıntılar kaldı. Bundan sonra yapılabilecek tek şey, kırıntılarla
oynamaktan ibaret. Kırıntılarla oynamak, işte bu postmoderndir. (Baudrillard, 1984a:24,
Alıntılayan Steven Best- Douglas Kellner, Postmodern Teori, s.160)
Postmodernizmin metne ve yaşama uzanan yapıbozumculuğunun arkasında duransa
günümüz tüketim toplumudur. "Modernlik eğer kodları ve modelleri endüstri burjuvazisinin
denetlediği üretim çağıysa, bunun tersine postmodernlik, simülasyonlar çağı, modeller,
kodlar ve sibernetik tarafından yönetilen bir göstergeler çağıdır. Göstergeler toplumsal
yaşam üzerine baskı kurar. Postmodern dünyada imaj ya da simülasyon ile gerçeklik
arasındaki sınır patlayıp içe göçmüştür. Bu göçükle birlikte tam da "gerçek"in
155
yaşantılanması ve zemini kaybolmuştur. Gerçek ile gerçek olmayan arasındaki ayrımın
bulanıklaşmasıyla "hipergerçek" ortaya çıkmıştır. Önceki gerçeğin bir model uyarınca
üretilmesiyle ortaya çıkan bu yeni "gerçek" öncel gerçekten daha gerçek bir gerçektir!
Yeniden tazelenmiş, sanrısal bir benzeşlikle yapılanmış, düzeltilmiş bir gerçektir bu.
Disneyland örneğindeki ABD'ye ilişkin modeller, ABD'nin giderek Disneyland'a
benzemesinden ötürü toplumsal yaşamdakinden daha gerçektir. (1983a:25 ve devamıAlıntılayan Steven Best- Douglas Kellner, A.G. Y. s.149 Hipergerçek, modellerin gerçeğin
yerine geçtiği bir durumdur. Giderek simülasyonlar gerçeği oluşturmaya başlarlar. Bilim,
bilgi, eğlence, imge, politika arasındaki tüm sınırlar çökmüştür. Haber programları birer
eğlence programına dönüşmüştür artık.
Medya iletilerinin yayılması ve semiurgy (göstergeseller), toplumsal alanı tıkabasa doldurur,
kitleler sürekli bombardıman altındadırlar, sürekli satın almaya, oy kullanmaya,
çevresindekiler hakkında bir kanı beslemeye ya da toplumsal hayata katılmaya
kışkırtılmaktan bezer, hınç beslemeye başlar. Kitle, tüm anlam, ileti ve kışkırtmaların
yutulduğu bir kara delik olur. Sınıflar, politik ideolojiler, kültürel biçimlerle birlikte
toplumsal olan yok olur (Altını biz çizdik). Gerçekle medya gösterge saldırıları birbirine
karışır. Toplum bütünüyle bir iç göçüş yaşar." (Baudrillard, 1983b, Alıntılayan St. BestDouglas Kellner, PostmodernTeori, s. 151)
"İş sanata geldiğinde hepimiz bilinemezciyiz (agnostic): Artık herhangi bir estetik
kaygımız yok, herhangi bir estetik öğretiyi savunmuyoruz; bu öğretilerin hepsini birden
savunuyoruz." Baudrillard, Alıntılayan Steven Best- Douglas Kellner, Postmodern Teori,
s.169) Postmodernizm, tüketim toplumunun estetik seçkiyi yıkan simge saldırıları karşısında
geri çekilmeyi, kabullenmeyi seçmiştir. "Estetik" kaygıdan uzaklaşmıştır. İçe çökme ve kaçış
yeni çağ öznesinin yazgısı olarak sunulmaktadır.
Yazarın metinden ve yaşamdan dışlanması yeni düşüncenin en belirgin özelliklerinden
biridisidir. Facult'a göre yazarlık, yapılanları kontrol etmek ya da kanun ve nizama uygun hale
getirmek için birilerine sorumluluk yüklemeye çalışan modern burjuvazinin bir tertibidir.
Genel olarak postmodernistlerin düşüncesi, yazarlığın doğal bir davranış biçimi olmadığı
doğrultusundadır ve yazarlık "sadece tarihin belli anlarında, belli alanlarında ortaya çıkmıştır
(Barthes 1977, Faucalt 1979, Alıntılayan Pauline Marie Rosenau, Post- Modernizm ve
Toplum bilim, Bilim sanat Yay., 1998, s. 60) Yazma eyleminin geçmişi Faucalt'ın
saptamasından daha geriye ve başka bir sınıfın iktidarına dayanmış olsa da (tarım toplumu ve
156
yerleşik toplumla birlikte artan tahıl verimi, toplumun elinde tüketim fazlası ürünün
bulunması, ürün değişiminin tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte toplumda ürünlerin saklandığı
tapınaklardoa sayım ve değişim işlerini yapan damgar'ları ilk yazarlar sayabilmek olasıdır)
yazının rönesanstan sonra eyleme dönen düşüncelerin yaygınlaşmasında ne denli etkin olduğu
derin bir dalgınlık içinde unutulmuş gibidir.
Yazar ölmüş olsa da, dilin, söylemin, yazının ömrü bitmemiştir. Yeni bir dil, metin, ürkek bir
özne belirivermiştir belirsizlikler içinden. Sessözmerkezci konumunu yitiren özne bir köşeye
saklanmış metni o ânın yoğun bir belirsizlik ve umutsuzluğu kaplamıştır. Ölümün
dolaysızlığı, öznenin çöküşü, yazarın ölümü, gerçeğin olanaksızlığı, temsil kavramının ve
bunu izleyerek içtenliğin yok oluşu uzayın karanlık deliklerini kaçınılmaz bir gelecek, bir
yazgı gibi gösterir olmuştur. Kimileri yeniden bir bilinene dönme gereği duymuşlardır bu
karanlık ortamda. Umutsuz, önermesiz, çözümsüz kalan öznenin sarılacağı bir seçenek
olmalıdır... "Sözgelimi, Daiel Bell (1976: 28) 'modernliğin gerçek sorunu(nun) inanç" sorunu
olduğunu anlatır bize. Toplumun dinle bağlantısı bir kez kopartıldıktan sonra tinsel kriz
açısından dünyevi anlam sistemlerinin yanılsatıcı çareler olduğu kanıtlanmıştır ve ancak
dinsel bir yeniden canlanma kuşaklararası sürekliliği onarmaya ve bizim varoluşsal
belalarımıza doyurucu bir şekilde seslenebilecek kozmik düzen, tevazu ve özen imgelerini
üretmeye yeteneklidir." (Daniel Bell, Alıntılayan, Mike Featherstone, Tüketim Toplumu ve
Postmodernizm, s. 192) "Din, varoluşa ilişkin çekirdek sorulara en tutunumlu yanıtlar
dizisini sağlayan bir inanç sistemi olarak tanımlandığında, dinsel inançtaki bir gerilemenin
zorunlu olarak toplumsal bütünleşmeyi ve toplumsal bağı tehdit etmesi gerekir ve zaten
Bell'in modernizm kültürü konusundaki yargısı da budur." (Douglas, 1982:7) (Douglas
Alıntılayan, Mike Furth. a.g.y., s. 195)
Batı toplumunu saran tartışmalar bizde de çok geçmeden yansısını bulacak, postmodernizmin
hızlı yayılışıyla boşalan metin kısımları gerçeklik ve insan sosyalliği yerine başka şeylerle
doldurulmaya çalışılacaktır.
"20. yüzyılın, neden- sonuç ilişkisinin dışına taşan ve giderek soyutlaşan, belirsizleşen,
yabancılaşan gerçekliği, sanatçının en büyük sorunsalını oluşturur. Tam olarak
kavrayamadığı gerçeği, nasıl tuvalinin içine sokacak, nasıl sayfalarının satırlarında
dizginleyecektir sanatçı?Ruh- madde, duygu- akıl, doğa- teknoloji, mistisizm- bilim, astrolojiastronomi, vb yüzyıl sonu postmodern yaşam gerçeğinin çoğulcu yapısı içinde birlikte var
olurlar. " (Y. Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, İletişim Yayınları 2001,
157
s.209) Ve sorun çözülüverir! Mistisizmle bilimi, kesişmeyen pareleller gibi, kardeş kardeş
kıyamete kadar birlikte yaşamak üzere bir yastıkta buluşturur birileri, bu "a'poria" evlilikle
birlikte, "sen sağ, ben selamet!" olur çıkarız.
Postmodernizmin etkileri yaşamın her alanına yayılıp gider. Özgür aklın yol göstericiliğinde
olduğu savlansa da topluma benimsetilmeye çalışılan bazı öğretiler birer dayatma olarak
tanıtılırlar. Ülkemizde, konuşma dilinin yazıya dönüştürülmesi, dilin bir anlatım biçimi olarak
geliştirilmesi, Arapça ve Farsça sözcüklerin dilden uzaklaştırılması, bir anlamda toplumun
yazılı ve sözlü edebiyata, sanata, kendi gelişmesine katılabilmesi için gösterilen tüm çabalar
bu dayatmaların birer parçasıdır... Bu aydınlanmacı, modernist zorlamayla oluşturulmaya
çalışılan yeni dile karşı postmodernist ve "özgür" tutum, dili yapıbozumuna uğratmak
olacaktır.
Bizdeki postmodernizm Batı'dakine ne denli öykünse de Batılı olmayı başaramayacak, ortaçağ
mistisizmini bilimle özdeş tutacak, Anadolu insanını karanlıklara itelemeye çabalayan
gericiliği "özgürlük" adına alkışlamaya çalışacaktır. Batılı postmodernistse yüzlerce yıllık
özgürleşme çabasından kalma aydınlığını yitirmemiştir.
"Yeryüzünde hiçbir zaman bu kadar erkek, kadın ve çocuk kul köle edilip aç bırakılmadı
ya da yok edilmedi (....) Tarihin sona erdiğini söylemenin rahatlığı içinde, liberal
demokrasi ve kapitalist Pazar ülküsünün gelişini şakımak yerine; ideolojilerin sona
erdiğini, büyük kurtarıcı sözlerin bittiğini kutlamak yerine, işte bu çarpıcı gerçekliği
gözden uzak tutmayalım asla!" der Derrida. Ve sürdürür, "Marks olmadan, onun anısı ve
mirası olmadan gelecek olmaz! (....) içinde yaşadığımız dünya, bu mirasın damgasını
taşıyor (.....) Marks'ın mirasçılarıyız biz." (Jacques Derrida, Marksın Hayaletleri, Fayard
Yayınları 1993, Alıntılayan S. Tanilli, Adam Sanat Ağustos 2001)
Yazardan bağımsız, nesnel bir yapıya sahip olduğunu savlamadan kendi serüvenini süren
postmodern metnin kural tanımaz yapısının kendisinin de kapsamlı bir kurallar bütünü
gösterdiğini görmemeye çalışarak yeniden yazara dönelim. Hemen sorular geliyor akla...
Özneye yönelmiş önce yapısal ve postyapısal sonra postmodernist saldırıyla gözden düşen
yazar imgesinde taşınan insanın geleceğiyle ilgili tasarımlar nasıl yaşayacaktır? Tüketim
toplumunun televizyonlarıyla, reklam bombardımanlarıyla şallak mallak olmuş insanın
şizofren parçalanışı mıdır içe çöküşü hazırlayan, yoksa, insanı modern çağ öncesi
bilinmeyenlerinin karanlığına ve dogmanın kucağına iteleyen birileri var mı? Algılamalarımız
birer yanılsama olmanın yanında ve ondan daha önemlisi birer yanılsa(t)ma mıdır?
158
Modernizmin akılcı, yararcı, rasyonel baskısından bunalmışların özgürlük araşıyı ile
insanın adalet arayışına son vermek isteyenlerin aynı dalga boyunu kullanıyor olmaları
bir raslantı olabilir mi?
Postmodernizmin özne karşıtı çözümlemeleriyle gerçekliğin ancak kişiye göre değişen
algılamalarda var olabileceği saptaması, ayrı diller, metinler dışında bir gerçekliğin
yadsınması "Benden sonrası Tufan" demeye götürür insanı... Postmodernizmin düşünce
alanına getirdiği en büyük değişiklik ve olumsuzluk da bu saptamayla ortaya çıkar. İlk
çağların animizminden, yakın çağların insan bedenini Tanrı emaneti sayan teolojik
inanışlarından, yaşamı topraktan başlayıp toprağa dönen canlı bir devinimle açıklayan
"tasavvuf" düşüncesi ve Buda inancından, hümanist modernizmin ve devrimci öğretilerin
ölümden sonra diğer insanların mücadelesinde, türküsünde, isyanında, gönencinde, kuşta,
çiçekte, böcekte yaşayacak umutların ve güzelliklerin sonu gelmiştir. Pesimizm ve kendi
ölümüyle tüm evrenin de sonunun geleceği düşüncesiyle yaşamdan uzaklaşır birey. Ölmeler,
öldürmeler yaşamın odağında yer alırlar. Metnin ve tüm öykünün yaşamdan kopuş öyküsü
böyle başlar. Postmodernizm yandaşlarının bile yadsıyamadığı bir kopuş, bir geri çekiliştir
bu... "Postmodern düşüncenin bu aporia'sı, ancak suskunlukla sonuçlanan şüpheciliği
doğurmakta ve her türlü iletişimi olanaksız kılarak çağımız insanını sonsuz bir kötümserliğe
ve nihilizme itmektedir." (Dilek Doltaş, Postmodernizm Tartışma ve Uygulamalar, Telos
yayıncılık, s. 75-76
159
METNİN ÜSTÜNDEKİ GÖLGE...
"Sanıyorum bizim gibi ülkelerde yazarların tepesinde Demokles'in kılıcı (doğrusu Demoklesin
Kılıcı olsa gerek! AA) gibi duran çok önemli bir kavram var: Toplumsal gerçekçilik...
Yazdıklarınız, kendi kendisinin nesnesi olma durumunda bile, içiniz bu yönden rahat olsa bile
o önemli ve iç burkucu kavram peşinizi bırakmıyor. Yıllar değişse de, farklı kılıflarda
karşınıza çıkmaya devam ediyor. Bu noktada hep şunu soruyorum: Toplumsal olan nedir
günümüzde ya da gerçek olan? (....) Bizler de burada yaşıyoruz ve toplumsal şizofrenin her
alanından nasibimizi alıyoruz. Ortaya koyduğunuz etik, politik ve estetik anlamda yepyeni bir
dünya olsa da bu şizo hayattan nasibimizi alıyoruz, evet ve sanırım alması da en sağlıklısı."
(Müge İplikçi TÜYAP 20. İstanbul Kitap Fuarı, Son Dönem Türk Öykücülüğünde Arayışlar,
Yönelişler Paneli, Alıntılayan Cumhuriyet Kitap Eki 616 sayı, 6 Aralık 2001)
Genç bir yazarımız böyle söylüyor. Bu söyleyişte yeni öykü metninin yaşamdan kaçışının
nedenleri, tüm metinler üzerine düşecek olası kaygılar kıpırdıyor. 12 Eylül 1980 sonrası
yazmaya başlamış tüm yazarlarımızda az ya da çok etkileri var postmodernizmin. Olacaktır
da... Postmodernizmi oluşturan sosyal çalkantının içinde yaşıyoruz. Etkileşim kaçınılmazdır.
Sorun, kimlerin postmodernist olduklarının saptanması değil, öykümüzde ve tüm edebiyat
metinlerde postmodernist yanılsa(t) maların yol açtığı içe kapanma, umutsuzluk, karamsarlık
ve bilinmezcilikle bir sanatçı duyarlılığıyla, insan içtenliğiyle mücadele etmeyi başarmaktır.
Öykü taramalarında karşımıza çıkmış adların şu ya da bu yanda oluşları, hatta kim oluşları
önceliğimiz olamaz. Yol ve yöntem anlamında ele alınmalıdır metinlerden bu yazıya taşanlar.
Metin üzerinde öğreti, kuram hatta yazar gölgesini söküp atma anlamında savlarla, yazar
özgürlüğüyle yola çıkanların yapıtlarıdır seçilenler. En ilginç ortak yanları, öykünün baştan
sona belli kuramların kullanıldığı bir alan olduğunun çok açık dışa yansımasıdır. Bu yeni tarz,
öngörülerle mücadele için olağanüstü öngörülü davranmaktadır. Birçoğunda yapılmaya
çalışılan postmodernizm yandaşlarından Dilek Doltaş tarafından şöyle açıklanır: "Kuramların
ve geleneklerin öne sürdüğü görüşler yazın metninin içine konur, onların ürettikleri kavramlar
ve yöntemler çarpıtılarak alaya alınır ve gerçeklikleri sorgulanır" (Dilek Doltaş,
160
Postmodernizm Tartışmalar ve Uygulamalar, Telos yay., s. 148) Seçtiğimiz yapıtlardan
birinde yer alan "Son Promete" adlı öykü bu anlatım için güzel bir örnek oluşturmaktadır.
Tümü de 12 Eylül 1980'den sonra yazmaya başlamış, yaşları otuz-kırk arasında değişen,
oldukça ün yapmış sekiz ayrı yazarımızın yapıtlarını aldık örnek çalışmamıza. Seçimde hiçbir
öngörü önde tutulmamıştır. Çağına tanıklık etmekten kaçma çabasındaki yazara ve metne bir
ayna tutulmaya çalışıldı...
Çalışma kapsamına tümü de 12 Eylül 1980'den sonra öykücülüğe başlamış, kitapları 1990'dan
sonra yayınlanmış, hatta çok yakın basımlı olan sekiz öykücüyü; onların sekiz kitabını aldık.
Kitaplar son üç yılın çeşitli ödüllerini paylaşmış, kitapçı vitrinlerde iyi yerler tutmuş ve
adından söz edilen kitaplardır.
Öykü Kitabı
Siyah (Can Yay.)
Hayatta Kalma Oyunu(Can)
Öykücü
Kitap basımı
Uğur Özakıncı
H. Şenocak
Doğum T. Öykücülük Başl.
2001
1960
1999
2001
1961
1987
Öykümü Kim Anlatacak(Everest) Şebnem İşigüzel
2001
1973
1993
Fildişi Karası (Can)
2000
1968
1993 ?
Bu Kitabı Çalın (Can)
Yekta Kopan
Murat Gülsoy
2000
1967
Nar Kitabı (Can)
Faruk Duman
2001
1974
1991
Arkası Yarın (Can)
Müge İplikçi
2001
1966
1994?
Sükût Ayyuka Çıkar(İnkilâp)
Yücel Balku
2001
1969
1992
161
1992
Değerlendirmeye Alınan Öykülerin Özet Anlatımları:
SİYAH....
(Uğur Özakıncı, Can Yayınları, 2001)
SİYAH adlı kitapla başlayalım. Bu kitapta yirmi ayrı başlık altında anlatılar, ipuçları,
"nefes"ler yer yer öykü, yer yer de küçük denemeler gibi sıralanmıştır. Anlatımı, imgelemi
olağanüstü güzellikler taşıyan bir kitaptır elimizdeki. Hiç büyük harf kullanmamıştır
yazarımız. Bir çeşit protest tarzdır bu...
Kitap, "hiç kimseye" diye başlamaktadır. Birisine tüm kitabın içine gizlediği son hikâyenin
bulunabilmesi için birinci ipucu'nu vererek birinci kapı açılır.
"birinci kapı"yı ilk öykü sayabiliriz. Anlatıcı iki buçuk yıllık bir sürgün cezasını çekmek için
güneydoğunun en uç kasabasına doğru bir otobüsle yolculuk yapmaktadır. Beş yıllık bir
hapishane hayatını yeni tamamlamıştır. Bir durak yerinde otobüsten iner, harap tuvalete
yönelir. Tuvalette kanlar içinde yatan, jiletle intihar etmiş birisinin cesediyle karşılaşır. Bir
elinde parıldayan bir jilet, diğer elinde "hiç kimseye" diye başlayan bir mektup tutmaktadır.
"Hiçbir yerden geliyorum..." ve "ve hiçbir yere gidiyorum" anlatımları vardır mektupta.
Adamın üzerinde anlatıcınınkine çok benzeyen bir ceket vardır. Olay yerine gelenlerden bir
pompacı yerde yatının bir şair olduğunu, iki buçuk yıllık sürgün cezasını çekmek üzere
yolculuk yapmış olduğunu söyler. Anlatıcı mektubu çantasına atar. Jandarma karakoluna
götürülür olayın tanıkları. Anlatıcı bir yolunu bulup intihar eden kişinin yanında bulunan jilet
paketini alır. İfadesini alan jandarma çavuşuna "hiçbir yerden geliyorum" der cebindeki jilet
paketini ellerken, "... ve hiçbir yere gidiyorum."
"birinci nefes"te anlatıcının yakın arkadaşı olan dört müzisyenin serüveni var. Gitar, org,
keman ve saksofon çalan bu dört kişi şair olan anlatıcının bir şiirini şarkılaştırmışlardır. Bir
gazinoda olaylı bir akşamda kimvurduya giden bir gösteri yaparlar. Sonra bir evde içerek
söyleşirler. Orgçu diğerlerinin kendi aletlerine hayat vermekten yoksun olduklarını, bu
nedenle şiire de hayat veremediklerini söyler; tartışma başlar hayat üzerine. Saksofoncu
hayatın nefesle ilintili olduğunu söyler aletine üflerken. Sabahın ilk saatlerinde kemancı astım
nöbetine tutulur. Soluk alamamaktadır. Uyandırılan saksofoncu soluk vererek rahatlatır
kemancıyı. "Haklısın" der kemancı, "ben bir müzik aleti değilim ama hayat vermek gerçekten
de nefes vermek galiba..."
162
ikinci renk: anlatıcı bir yazardır. Kitap okumaktadır. Okuduğu kitap, buzdolabı, kapı, vazo,
kedi konuşmaktadırlar. Kapıcıda va tüm çevredekilerde olağanüstü bir iyilik, hoşgörü vardır.
Anlatıcı bunu tüm kenti sarmış nedenini bilemediği bir kokuya yorar. Sonra gazetede haberi
görür. Bir parfüm fabrikasında yangın çıkmıştır. Fotoğrafta, alevler içinde yanan bir işçi
koşmaktadır.
üçüncü oda: Anlatıcı yazardır. Mülkiyet bilinci olmayan anlatıcı yaşamı boyunca bir yere kök
salamayışını bu "mülkiyetsizlik" duygusuna bağlar. İki yıl geçirdiği evden ayrılmaya karar
vermiştir. Salon, sehpa, fincan, kilit konuşmaktadırlar. Evden çıkıp gezer anlatıcı. Dönüşte
kilit açılmamaktadır. Kilit dünyadaki tüm mülkiyetlerin kendilerine ait olduğunu söyler,
açılmaz. Kapıyı tekmeyle kırıp girer anlatıcı. "anahtarsız her kilit böyle mutlaka kırılır" der
kilit inleyerek, "... ve sen anahtarsız bir kilitsin."
üçüncü sayfa: Anlatıcı bir yazardır; bilgisayarda "hikâye" yazmaktadır. Şiddetli yağmur
yağmaktadır kente ve anlatıcı kedisiyle konuşmaktadır. Yazdığı öyküde doğum gününü bir
batakhanede kutlamaya giden bir yazar anlatılmaktadır. Beş yıl önceki kendi doğum günüdür
anlatıcının ve yazarın. Yaşanmış bir öyküdür yazdığı. Öykü kahramanı gittiği batakhanede çok
güzel bir kız ve yanında bir yarmayla karşılaşır. Tek ayağı kısa barmen sürekli yazara bakan
güzel kızı tanıdığını, bir süre kendinde de kaldığını, şimdi o yanındaki adam tarafından
satılmakta olduğunu söyler. Batakhanede bir yosma şarkıcı vardır. Yarma, şarkıcıdan peçeteye
yazdığı bir şarkıyı ister. Söylemez şarkıcı. Barmenin ularılarına da aldırmaz. Yarma silahını
çekerek şarkıcıyı öldürür; cebindeki paranın bir kısmıyla hesabı öder, kalanı güzel kıza verir,
polise teslim olur. Doğum gününü kutlamak için orda bulunan yazar kızı evine çağırır. Kız
elinden utar, gelir. Kız, "ben her gün öldürülüyorum, sense hergün intihar ediyorsun" der
yazara. Kenidin ruhuyla birlikte doğum güü armağanı olarak kabul etmesini ister. Geceyi
birlikte geçirirler. Sabaha bir gazete haberiyle altüst olurlar. Kız gazetedeki haberde kendinin
öldürülmüş olduğunu görmüştür. Resmi de vardır gazetede; on yedi yerinden bıçaklanarak
öldürülmüştür, elinde de üzerinde telefon numarası yazılı boş bir sigara paketi tutmaktadır.
Şaşıran yazara geleceğin yaşanabileceğini söyler ve aceleyle ayrılırken yazardan telefon
numarasını ister. En yakında bulabildiği tek yere, boş bir sigara paketine yazabilir yazar
numarayı. Öykü kızın gidişi ve yazarın derin bir soluk alışıyla biter. Sonra kapı çalar polisler
gelmiştir. Öykünün yazarı, bir hayat kadınını öldürmekle suçlanmaktadır. "Bu sadece bir
hikâyeydi" deyişini duymazdan gelir polisler. Merdivenlerden inerken arkadaki polislerden
birinin "tanıklar katilin eşkâlini verirken, bir ayağı diğerinden kısa demişlerdi yahu. bu herifin
163
bir ayağı kısa filan değil ki." görgü tanıklarının ifadesine göre katilin bir ayağı kısaydı, bu
adam normal yürüyor" diye fısıldadığını duyar.
dördüncü anahtar: anlatıcı bir yazardır; parasızlık çekmektedir.. Tanımadığı birisi arayarak
çok satan bir dergi adına yeni çıkan yazara ait bir kitap ve ona çok benzetilen başka bir kitapla
ilgili söyleşi yapmak istediklerini söyler. Olmayacak bir iş olmasına karşın para ister yazar;
kabul eder. Son parasıyla okuması gereken, hakkında sorular sorulacak diğer kitabı alır. Kitap
çok kötüdür. Büyük bir gazetede hakkında çıkan, kitabı göklere çıkaran yazının nedeni de
yayıneviyle söz konusu gazetenin aynı holdingin malı olmasıdır. Yazar öfkeli bir şekilde
yazısını yayınlamayan, para için son umudu olan, adı çok keskin bir gazetenin Pazar ekini
tarar, yazısı yoktur; gazeteyi götünü silmek üzere oturduğu kahvenin garsonuna verir.
Arkasından gelen telefondan çok satan dergideki söyleşinin de ertelendiğini öğrenir.
Yıkılmıştır. Ters bir zamanda cep telefonu yeniden çalar. Yıllardır yurt dışında yaşayan,
tanınmış bir ressam olmuş eski bir arkadaşı gelmiştir bulunduğu kente; onu aramaktadır.
Paralı, bol içmeli, gezmeli günler başlamıştır. Ressam arkadaşı sergi açmaktadır. Renkler,
yazarlar üzerine konuşmalar yapılır. Ressam arkadaş "siyah" onuruna içmeyi önermektedir.
Siyah hiçliktir; bir nihilistin seçmesi gerekendir. Ressam arkadaşı resim serüvenini anlatır.
Renkler ve figürleriyle var olanı yeniden yarattığını, var olanı yeniden keşfettiğini ancak artık
bir kırılma noktasına geldiğini anlatır. Bir hiçlik yaratmak istemektedir. Ressama "mutlak
olanı arıyorsun değil mi..." diye sorar yazarımız, "... mutlak aşkı, mutlak doğruyu ve gerçeği,
mutlak varlığı ve yokluğu, mutlak düşünceyi ve evreni ve insanı ve ışığı ve rengi, mutlak
hayatı ve ölümü." Derin iç geçirir ressam, "evet ama mutlak olan hiçbir şey yok aslında" diye
yanıt verir. Ressam siyahı bütün renklerin birleşmisi, beyazı ise ayrışması olarak tanımlar ve
yalnızca siyahı kullanarak bir tablo yapmak istediğini söyler. Ressamın sergisinde çok varsıl
bir ihtiyarla genç bir kız gelirler. İhtiyar "lütfen tablolara el sürmeyiniz" yazısına aldırmaz, en
pahalı tabloyu eller; ressam arkadaş da olayı görmezden gelir. Daha sonra kaldıkları otulu bir
mektup ulaşır. Tabloya dokunan ihtiyardandır mektup. Ressama kendine sözünü ettiği siyah
tablodnun zaten yapılmış olduğunu, ona eliyle dokunduğunu bildirmekte ve evine
çağırmaktadır. Olağanüstü gösterişli bir konakta oturmaktadır yaşlı adam. Ressamın en pahalı
tablosu da daha sergi bitmemiş olmasına karşın evin çalışma odasına asılmıştır. Adamla
ressam renkler ve tablo üzerine tartışırlar. Ressam duvarda asılı tabloda renkleri kullanmanın
en uç noktasına ulaştığını, bundan sonra mutlağı ya da hiçliği temsil eden siyaha varmak
istediğin söylerken yaşlı adamın tablonun zetin siyah olduğunu savlamaktadırlar. Öfkeyle
164
çıkarlar ordan. Dışarda ressam "kör mü bu adam?" diye bağırır. "Evet efendim, doğuştan"
yanıtını alır uşaktan.
beşinci ölüm: Anlatıcımız yazardır. Babası ölümünden iki ay önce bayram armağanı olarak
daktilosunu vermiştir anlatıcıya. Hiç kimse buna akıl sır erdirememiştir. Uzun bir süre
birliktelikten sonra gelen bir bilgisayarla karanlık bir yere atılır konuşma yeteneği de olan
daktilo. Bir süre sonra da icra sonucu başkalarına satılır. Anlatıcı uzun uğraşlar sonucu
daktiloyla birlikte birkaç eşyasını kurtarabilir satıldığı yerden. Daktilo "dünyada hiçbir şeyin
aynısından bir tane daha olmadığını hatırlayabildin galiba" diyerek iç geçirir. Anlatıcı,
"hatırlamadım ama anladım" diye yanıtlar. Burada kabul edilebilen bir gerçeklik yerine
öğrenilen gerçekliğin seçimi söz konusu edilmektedir. Bir süre daha kullanır daktiloyu anlatıcı
ve ölümünden iki ay önce, bir bayramda, hiç kimsenin akıl sır erdiremediği bir şekilde oğluna
armağan eder. Ölümünü önceden bilebilmektedir.
altıncı pencere: Anlatıcı yazardır, yoğun sigara içerek, uykusuz ve yorgun bir şekilde bir
kurban bayramını karşılamaktadır. Annesini görmek için taksiyle yola çıkar. Gazetelerde ve
taksi şoföründe kriz haberleri vardır, yollarda koyunlar boğazlanmaktadır. Otobanın ortasına
bir adam çıkar birden iki elini yanlara açarak gelen araçlara hedef yapmaktadır bedenini. Taksi
zor sıyrılır yolda duran adamdan ama bir kamyonet çarpar ve adamın kanı taksinin ön camına
sıçrar. Evine icre gelmiş üç çocuklu bir işçidir intihar eden; üzerine örtükleri gazetenin
manşetinde krizin daha süreceği bildirilmektedir.
yedinci korku: Anlatıcı yazardır, parasızlık çekmektedir. Elektrik dışında tüm sosyal
yararlanımları kesilmiştir. "yazmaktan, içimdekileri bir jilet kesiğinden sızan kan yolları gibi
dışarıya bırakmaktan başka yapacak bir şeyim yoktu. hâlâ var olabildiğimi avazım çıktığı
kadar sadece bu şekilde bağırabilirdim." anlatımı vardır öykünün girişinde. Bir intihar öyküsü
yazmıştır; kitabın girişindeki, birinci kapıdaki ilk öyküdür yazdığı. Yazar öyküsüyle
konuşmaktadır. Öykünün telaşının nedenini sorması üzerine yazar öyküyle kendini yeniden
öldürdüğünü söyler. Bir telefon kulübesinden sevgilisine öyküyü okumak ister ama
karşısındaki uygun olmadığını, evin konuklarla, çocuklarla dolu olduğunu söyler. Anlatıcı,
son parasını verdiği dolmuş şoförüne, "ilk aşkta indir" der.
sekizinci kilit: Anlatıcı yine yazardır. Bilgisayarının bozulduğunu tüm dosyaların açılamaz
olup yittiği bir karabasanın içinden uyanır ve bilgisayarının çalışmakta olduğunu görünce
rahatlar. Kedisiyle konuşur. Kedi, "verba volent" diye anlamını bilmediği Lâtince bir şeyler
mırıldanır. Anlatıcımız hava almak için dışarı çıkar. Sürekli gittiği bir yerde, şizofren bakışlı
165
bir kızla sevgilisinden önce davranarak güzel bir masa kapar. Kentin karşısında duran koca
yapılarını, kentten gelen uğultuyu, yan masada oturan gençlerin cep telefonu oyunlarını,
elindeki gazetede yer alan daha önce çok yüksek düzeyli bir uygarlığın var olduğunu,
sonradan çöktüğünü anlatan bir yazıyı izleyerek iç düşünüşlere dalar. Böyle zamanlarda
"gaipten sesler" duyduğunu anımsar. Daha önce benzer bir durumda algılama bozuklukları
yaşamış, gittiği psikiatri uzmanınca "şizofreni" tanısı konunca uzmanı yumruklamış ve
mahkemelik olmuştur. Mahkemede yargıca şizofreninin suç olmadığını, daha önce bu tür
sesler duyanların kendilerini peygamber olarak duyurduklarını anlatır. Az sonra oturduğu
yerde motor gürültüleri duyar. Bir buldozer, ağaçları, yeşillikleri yok ederek büyük bir
alışveriş merkezi için yer açmaktadır. Gazete haberindeki eski ve yok olmuş uygarlıklarla
ilgili haberi de anımsayarak buradan bir öykü çıkarmak üzere evine gider. Karabasanda
gördüğü gerçekleşmiş, bilgisayarı çökmüştür. Çağırdığı onarımcılar, nedenin bilgisayar üstüne
konmuş cep telefonu olduğunu söylerler. On yedi yıl boyunca yazdığı her şey yok olmuştur.
Öykü, kedinin "verba volent" sözüne "... screpta mament"i eklemesiyle son bulur.
Algılama bozukluğu, gerçeklik tartışmasıyla şizofreni öyküde metafor olarak kullanılmıştır.
Tekniğin ve günümüz toplumunun şizofreniyle ilintisi verilmektedir. Ayrıca, tüm bilgi
birikiminin kolayca yok olabilecek bir yapaylığı taşımakta olduğu aktarılmaktadır.
dokuzuncu eşik: Soğuk bir kış günü zaman zaman soğuk su sıkılarak işkence edilen bir
tutukludur anlatıcı. Kasları ve beyni birbiriyle, anlatıcı da kırık pencereden giren kar tanelerini
sayarken burnunun ucuna konmuş kar tanesiyle konuşmaktadır. Kar tanesi yan hücredeki
tutuklunun kar tanelerini sayarken birden duvardaki permatiğin koruyucusunu kırıp damarını
kestiğini ve üç milyon altmış yedinci kar tanesinde kendini öldürdüğünü söyler. Anlatıcı önce
söver kar tanesine sonra kar tanelirini saymayı sürdürür ve haftada bir kullanabildiği
permatiğine uzanır. Kanının sıcağında kar taneleri erirken anlıtıcı ölümünün diğer
hücrelerdeki mahkûmların ayaklanmasına yol açtığını, herkesin bu hayatın başka bir hayat için
var olduğunu anlamasına yol açtığını anlatır.
onuncu şarkı: Çocuk anlatıcının karşı kapı komşuları birlikte yaşayan iki homodur. Mahalleli
onlara iyi gözle bakmamaktadır. Okul arkadaşlarından bir çocuğun kalbinin delik olduğu
anlaşılır. Çocuğun ameliyat olacak parası yoktur. Homo komşular evlerini satıp anlatıcının
annesi aracılığıyla ameliyat olacak çocuğa parayı ulaştırırlar.
Homoseksüel yaşam biçiminin dışlanmasına karşı bir duyarlılık öyküsü de sayılabilir bu,
homoseksüelliğin öne çıkarıldığı bir postmodernist övgü de...
166
on birinci gece: Bir deprem öyküsü... "sinek" diye çağrılan, çelimsiz, içtenlikli bir arkadaş
anlatılır. Kendisi içki içmediği halde içki içilirken dağıtıcı olmaktan haz duyan birisidir aynı
zamanda. Deprem bölgesindedirler. Giderek umut azalmakta, ölü bedenler kokmaktadır. Bir
gün küçük bir kız çocuğu büyük bir heyecan içinde yıkıntılar içinden annesinin sesini
duyduğunu bildirir. Olay yerine gidilir. Gerçekten de yaşam belirtisi vardır yıkıntıda. Ancak
çok iğreti bir yerden, küçücük bir açıklıktan girilebilmektedir içeriye ve aynı zamanlarda
uluslararası büyük bir kargo uçağı yardım indirmek üzere bölgeye konacaktır. Canlı sanılan
insana da bir an önce ulaşılması gerekmektedir. Açılabilmiş aralıktan yalnız sinek
sığabilecektir. Sinek yıkıntıdan içeri girer, kargo uçağı yeri göğü sarsarak iner ve yıkıntı
"sinek" denilen arkadaşın ve olası canlıların üstüne göçer. Şair anlatıcının kucağındaki
çocuğun burnuna bir sinek konar.
on ikinci hikâye: Anlatıcı yazardır. Bir kahvede isteğiyle eski bir tahta masa ve tahta tabureye
oturur. Tabure, masa, rüzgâr, anlatıcı konuşmaktadırlar. Ölüm üzerine bir söyleşi açılır. Masa
akşamki mangal partisinde yakılacağını bilmektedir. Anlatıcı ölüm zamanına kendinin karar
verebileceğini söyleyince tartışma çıkar. Masa anlatıcıyı kızdırır. Anlatıcı öfkelenir; masayla
tabureyi satın alıp evine götürür. Masayla tabureye birer bardak buzlu rakı koyar. Mangalda
son yazdığı, henüz yayınlanmamış kitabını yakar, "balıklar buzlukta" diye bağırdıktan sonra
anlatıcı kendini de iyice kırıp ateşin içine atar.
on üçüncü yol: Anlatıcı yazardır. Tüm çevreyle ilişkisini kesip evine kapanır. İçki ve
sigarayla geçirmektedir zamanını. Bir yandan da öykü öykü ölerek yazmaktadır! En büyük
üzüntüsü, artık yazarken ağlayamamasıdır. On beş gün sonra şiddetli baş ağrısı, güçsüzlük
nedeniyle ilaç almak üzere dışarı çıkar. Eczanenin camına çarptığı burnunu kanatır. Suda
kaynayan ilaçlardan alıp içer. Evde, tuvaletin deliğinde parlayan bir anahtar görüp alır. Kendi
anahtarı değildir. Anlatıcımız tüm eşyalarla konuşabilmektedir; anahtara da nerenin anahtarı
olduğunu sorar. Anahtar "bilmeyorum değil, hatırlamıyorum" diye yanıt verir. Bilgisayarında
"ikinci ipucu" diye bir başlık görür. Tüm aramalarına karşın birinci ipucunu bulamaz. On beş
gündür kendini öykü öykü, sözcük sözcük öldürmüş olduğunun kanıtı, bilgisayarda hiçbir şey
kayıtlı olmamasıdır. Anlatıcı anahtarla tartışır. Sonu "tır" ya da "dır"la biten tüm sözcüklerin
yargı sözcüğü olduğunu, tüm yargıların da göreceli olduğunu anlatır. Anahtarla cinsler üzerine
yeni bir söyleşi yaparlar. Anahtar kadınların cinsel organını tüm galaksileri yutup doymayan
kara deliklere benzetir. Ertesi gün rüyasında anahtarın nereye ait olduğunu bulmuş olarak
uyanır. Anahtarsa yerinde yoktur, bir not bırakarak ayrılmıştır. Kilidini bulmaya gittiğini,
167
onun için de yaşaması gerektiğini söylemektedir. Anlatıcının ise ne kilit, ne de anahtar
olmadığından yaşamak için bir nedeni bulunmadığını yazmıştı, bir an önce kendini
öldürmesini önermektedir. Vazonun uyarılarına aldırmayarak tüm kimlik bildirilerini yok
ederek başlar ahlatıcı. Bir numara dışında cep telefonundaki tüm numaraları siler. "hiç
kimseye" diye başlayan ilk öyküdeki intihar mektubunu yanına alarak bir taksiye biner. "On
dördüncü rüya" adlı uçurumun başına gider. İlk öyküde tuvalette bulduğu mektubu bir taşın
altına koyar, önce paltosunu uçuruma atar. Cep telefonunu çaldırıp karşıdan uygunsuzluk
bildirisi gelmeden "bir an önce ölmeliyim^diyerek kapatmayı düşünmektedir. Telefon çalar,
açılmaz. Numarayı tekrar arar, telefon çalarken telefonla birlikte uçuruma atlar. Cesedi
gençler tarafından görülerek ihbar edilir. Taşın altında bıraktığı mektup da gençler tarafından
polise verilir. Anlatıcının cesedi bir morg çekmecesine konur. Otopsi masasında bir doktor
onun "on üçüncü yolun sonundaki uçurumdan atlamış" olduğunu anlar. Sivil bir polisle "o"
gelir olay yerine. Aradığı son numaradaki addır yanına gelen. Ceset tanınmayacak
durumdadır. Ancak polis cesedin bedenindeki çok sayıdaki izi gösterek ( kahverengi benler,
eski bir kurşun izi gibi) tanıyabileceğini, sevişmiş olabileceklerini söyler. "O" hep karanlıkta
seviştiklerini açıklar.
on dördüncü rüya: Anlatıcı garson tarafından şair sanılan bir hamile erkektir. Falcı bir kızla
oturmaktadır bir masada. Garson iki güvercini hesap ödemeden kaçmamaları için
ayaklarından bağlamıştır. Gökte kırmızı balıklar yüzmektedir.Gelincikler çınlayan ayak sesleri
ile gezmektedirler. Aralarından deniz yıldızları ve beyaz yelkenliler geçmektedir. Yapraklar
büyük bir gürültü ile düşmektedir. Hesabı ödeyince çözülen gümüş renkli güvercin anlatıcının
yanına gelir, bir kapıyı çalmakta olan kızın asıl adının "Evgenia" olduğunu söyler. Anlatıcı
adını fısıldayınca kız duyar, arıdna bile bakmadan hızla yürüyüp gider. Anlatıcı tüm
öykülerdeki kavramları geçirir belleğinden (ressamlar, körler, rakı bardakları, sigara paketleri,
kilitler, sinekler, intihar eden şair, kamyonetin üzerine örttüğü gazete kâğıdı) ve tümünün
onunla birlikte gittiğini söyler. "ben, üst üste on üç kez kilitlenmiş, simsiyah bir kapıyım
şimdi" diyerek bitirir.
168
HAYATTA KALMA OYUNU
(Hakan Şenocak, Can Yay. 2001)
Ridade Çıkmazı: İstanbul'un kenar semtlerinden birinde bir sokağa can veren bir kadının
öyküsüdür Ridade... Aynı sokakta yaşayan, adı Uğurlu olmasına karşın çevresine hep
uğursuzluk getirmiş yaşlı kadınla dost oluncaya kadar sokağın herşeyidir Ridade. Uğurlu'yu
ilk kocası terkedip gitmiş, diğer iki kocası evlendikten hemen sonra ölmüş, bahçıvanlık için
girdiği bir bahçedeki tüm ağaçlar kurumuştur. Oğlu da askerde ölür. Uğurlu'yu tas içinde suya
bakan hocaya götürdükten iki ay sonra ölen Münevver'in torunudur Ridade... Ridade
Uğunlu'yla dost olduktan sonra kocası bacısıyla aldatır Ridade'yi; birlikte evden giderler.
Sonra sokaktaki çiçekler solar, ağaçlar kurur. Bir gece uykasanda ölür Uğurlu. Ev sallanmış
ama uyandıramamıştır. Kimilerine göre uğursuzluk cinleri sallamıştır evi, Ridade'ye göreyse
gece rakı içmişlerdi; ev sarhoş olduğundan sallanmıştır. Uğurlu ölünce evinin yerine bir
apartman dikilir. Sokağın tüm havası bozulmuştur. Ridade yağmurlu bir havada Uğurlu'nun
cumbasına bakıp kadehini kaldırır, Uğurlu da ona kadeh kaldırır, kadehleri dokundururlar.
Gök yeniden gürlemeye başlar.
Hayatta Kalma Oyunu: Anlatıcı bir yıkıntıdan güçlükle kurtulmuş, yıkılma sırasında bir
kulağının işitme yetisini yitirmiş bir faredir. Daha sonra bir apartman dairesine taşınmıştır.
Peynir kullanarak yakalarlar yeni evinde fareyi. "Hayal gerçeği bozar. Gerçek de bunun öcünü
alır" genç bir fareye söylemeyi düşündüğü yaşam felsefesi budur kapana yakalanan farenin...
Çocukluk döneminde, konak yıkılmadan önce büyükleri tarafından kardeşiyle insanların
önünden kaçma sınavına gönderilmişler, kardeşi hayatta kalma oyunundan canlı çıkamamıştır.
Anlatıcı fareyi yakalayan çift onu öldüremez. Bir mezarlığa kafes içinde bırakırlar. Bir kedi
çıkagelir. Kafesin tahta kapısı açılabilmektedir. Kedi kafesin kapısını açmaya uğraşırken fare
de kokusunu duyduğu peyniri iştahla yemeye koyulmuştur.
Bitimsiz: Ekrem Bey ölüm döşeğindedir. Son soluğunu korumaya çalışmaktadır. Dışarda
yağmur yağmaktadır. Yağmuru dinler bir süre sonra gücünü kazandığını duyumsar. Karısını
çağırır yanına, su ister. Evde sevinçli bir telaş başlar. Giderek iyileşmesi artar Ekrem Bey'in.
İşine geri döner. Bu arada küçük torun ufalır ve kaybolur. Doğumu yakın olan gelinin karnı
küçülür, bebek yok olur. Ekrem Bey bir süre önce sattığı, sürekli bozulan otomobilini geri
almıştır. Otomobil tıkır tıkır çalışmaktadır. İki yıl sonra ortanca torun, sonra büyük torun
169
kaybolur. Arkasından küçük gelin, küçük oğul, büyük gelin, büyük oğul, kız damat ortadan
kaybolurlar. Bir gün otomobil de kaybolur. Eski evlerine taşınırlar. Karısı lisedeki
öğrenciliğine, Ekrem Bey üniversiteye döner. Sonra liseye ve arkasından ortaokula başlar
Ekrem Bey. Arkasından konuşması bozulur, önce annesini emmeye başlar, sonra anne
karnındaki suyun içine döner. Altmış yıl önceki yatağını anımsar. Sonra doğum olur, Ekrem
Bey doğar. İlk sözü ilerdeki karısının adı olur; Peride.
Köpek: Anlatıcı Hasan Ali 10 yaşında bir Kürt çocuğudur. Bir büyük kentte soğukta üşüyerek
aç dolaşmaktadır. Gördüğü köpeğe tüyleri olduğu ve üşümediği için öfkelidir; üşüyen ve
acıkan bedenine de... Arkadaşı İbo jiletle boğazını kesip bedenini becermiştir. Birisi çarpar
Hasan Ali'ye suya düşürür. İbo ve Hasan Ali'yi döven, ellerinden paralarını alan İsmail de
kendini jiletle keserek üşümekten kurtulmuştur. Hasan Ali üşümemek için köpek olmak
istemektedir. Sonra cebindeki cam parçasıyla bedenini kesmeye başlar; "Seni geberteceğim!"
diye bağırmaktadır. Elleriyle dizlerinin üstüne düşer, önce çevresini duymaz olur, sonra
kendini iyi "hisseder". Uzun tüylü, aç bir köpek gibi değil de soylu bir atmış gibi yürüyüp
gider.
İşin Önemi: Çok önemli bir iş için patronundan izin alan genç bayan deniz kenarındaki bir
çay bahçesine gider. İşini orda bitirecektir. Genç garsona anlamlı bakışlar ve işaretlerle belli
umutlar aktardıktan sonra kalkar, dinlenmiş olarak işine döner.
Gecelerin Gecesi: "Yazılınca gerçekliği kalmayan bir hikâye"dir yazılan... Anlatıcı evli ve
genç bir bayandır. Eski bir otomobille kadınlar yemeğine gitmektedir. Kadınların eşleri olan
erkekler de birlikte gezmeye gitmişlerdir. Kadınlar yemeği bittiğinde arabası çalışmaz genç
kadının. Kısa bir etek giydiğine pişman olmuştur. Uzun boylu bir adam izlemektedir onu.
Anlatının başından beri kafasına takılan bir olaydır bu... Kocasının telefonu yanıt
vermemekte, gölge sürekli onu izlemektedir. Güçlükle bir taksiye biner. Vapur iskelesinde
indiğinde vapurların çalışmadığını öğrenir. Karşıya geçen bir takaya biner. Karşıda indiğinde
bir ağacın altından gölgenin kendini izlemeyi sürdürdüğünü görür. Bir taksiyle eve gider.
Apartmanın önü doludur, orada inemez taksiden, sokağın başında inip eve yürür. Telaşla ve
korkuyla apartmana girer. O dairesinin kapısı açmaya çalışırken apartman kapısının açılıp
kapandığını, birinin girdiği anlar. Bayılmak üzeredir. Güçlükle kapıyı açıp içeri girer. Gölge
evin ortasında onu beklemektedir; kocası...
170
Öykümü Kim Anlatacak
Şebnem İşigüzel 1. Basım Can Yay., 2. Basım Everest 2001
Devinimler: Hipnoz seanslarıyla yaşanan gerçeklik arasında gidip gelmelerle oluşur öykü.
Anlatıcı kadındır. Üniversite öğrencisi, kente okumak ve çalışmak için gelmiş bir genç kızla
kuşatma altındaki İstanbul'da yaşayan evli ve Hristiyan bir kadın arasında değişir anlıtcı. Bu
öyküde de diğer öykülerde de sevgili olan erkeğin gömlek düğmeleri üstten sıkı iliklidir.
Boğazda bir yara izi olmadığı halde başkaları böyle sanabilmektedirler. Sevdiği adam
okumaya ve çalışmaya gelmiş anlatıcı genç kızı bırakıp gidince anlatıcı aşkı ve tutkusu
nedeniyle okulundan ve işinden ayrılmıştır. Evi "İntihar Oteli" manzaralıdır. Bunalım
içindedir. Hipnoz seaslarında yaşadıklarıyla gerçeklik birbiriyle karışmaktadır. Bir yandan
kuşatma altındaki kentte bir tapınağa figür işleyen bir mozaik ustasının karısıdır. Bir yandan
su taşımaktadırlar. Mozaik ustası imparator ve karısının resmi yerine anlatıcının yüzünü
işlemektedir tapınağa. Açık olmayan görüş alanında anlatıcı adını ve resmini Meryem'e
benzetmektedir. Anlatıcı geçmiş hayatta âşığını terkedip giden birisi olduğunu, şimdi bedel
ödemekte olduğunu düşünmektedir. Bir kütüphanede hiphoz seansında yaşadığı çağa ait
araştırmalar yaparken kendine yardımcı olmak isteyen kütüphane görevlisi beyaz ipek elbiseli
bir meleğe dönüşüp uçabilmektedir. Mozaik ustasının çalıştığı kiliseyi bulurlar. Mozaik ustası
kendini bir başka bedende resmetmiştir, elinde tutkuyu anlatan siyah bir çiçek tutmaktadır.
Her tarafı âşık olduğu kadının resimleriyle donatmış ve idam edilmiştir. Anlatıcı kendi
resimleriyle süslü kilisede bitirir öyküyü, "Her şey gerçek olabilir mi?" sorusuyla...
Öykümü Kim Anlatacak?
Anlatıcı vapur yan güvertesinde yolculuk yapan ve sonunda çok istediği karından konuşmayı
başarmış bir kadındır. Çocukluğuyla şimdiki zaman arasında gidip gelmeler vardır çizdiği
görüntüde. Vapurda yanında oturan adamın gömlek düğmeleri sonuna kadar iliklidir. O kalkıp
gidinci yanında büyük bir boşluk oluşur. Sonra uzaktaki bir adamın kolu bir bağırsak gibi uzar
çenesini sıkar, anlatıcının boğazına yakın bir yerde sıkışmış organları yeşil renkil bir sıvının
arkasından dışarı fırlar. Çocukluğa dönüşte babaannenin kızkardeşinin jiletle intihar etme
isteği vardır. Vapura dönüşte vapurun yanında yüzen yunuslardan biri olun anlatıcı. Yunus
eşini yitirir; ararken demir labirentler arasında bocalar, çamurlu sulara çıkar. Kendini
kurtarmak isteyen insanlara aldırmaz, karaya çıkıp intihar eder. Amcanın motorbisikleti
171
taklalar atarak parçalanır. "Hepimiz ölüme çok yakındık" tümcesi geçer sıkça. Öykünün
sonunda vapurun rüzgârlı güvertesi toprak yol olur. Anlatıcı çocukluğundaki o evdedir. Büyük
Amerikan otomobil satılmamıştır, amcanın motorbisikleti de sapasağlamdır.
Düş Gören: Yabancı bir kentteki bir iş adamıdır anlatıcı. İlk gelişinde bu kentte yoksul
insanlar otomobilinin çevresini doldurmuş, dilenciler ona dokunmaya çalışmışlar, o da
tabancasıyla bir adamı vurmuş, adamın çocuğunu da "bom" diye bağırarak korkutmuştur.
Sürücüsünün her insanın bir ruhanı koruyusucu olduğu ve ona kötülük yapanın peşini
bırakmayacağı efsane söylentisine aldırmaz. Kaldığı otele gelen yarı çıplak kadının hazırladığı
esrarı içer. Onun göğüs uçlarını annesininkine benzeterek annesini ve çocukluğunu anımsar.
Annesi öldürülmüş, öldürülmeden önce de tecavüze uğramıştır. Daha sonra anlatıcının
ülkesine o geri ülkeden konuklar gelir, ona bir film izlettirirler. O filmde leş kokulu bir nehir
kenarında suya şekiller çizen bir adam ve gözlerinden herşeyin okunabildiği bir kadın vardır.
Kadını aramaya gelir anlatıcı, öldürdüğü adamı anımsar. Acılar içindedir; öldürdüğü adamın
geçmiş ve gelecek acılarını almıştır. Dokuz yaşını anımsar anlatıcı. Kelebek rolündeki kız
arkadaşına serseriler tecavüz etmişlerdir. Aynı ülkede bir lokantada daha önce yediğinde
midesini yakan bir yemeği yer, rahatsız olmaz; "bu ben değilim" diye düşünür anlatıcı. İlk ve
son eşini dövmesini anımsar bu arada. Öykünün sonunda nehir kenarında para isteyen
serseriler tarafından telle boğularak öldürülür anlatıcı...
Klişe Hayatlardan: Anlatıcı bir iskelede büyük bir yapıyı, bir apartmanın dış yüzeyini
boyayan bir erkek; bir boyacıdır. Garip bir biçimde boyayacaktır duvarları. Her daireye ayrı
bir renk vermek üzere apartman sahibi olan yaşlı ressamla anlaşmıştır. Ressam Tarot falıyla
uğraşmaktadır; fal kâğıtlarını birer ruh parçası olarak tanımlamakta, geçmişin ve geleceğin
anlamını onlarda bulmaktadır. Anlatıcı, dedesiyle çocukluğunda oynadığı yüzlere anlam
verme oyununu düşünmektedir bir yandan. Dedesinin yüzündeki anlatımıysa öldüğünde çözer;
ölüm huzur demektir! Anlatıcının annesi yanındaki boşlukla konuşan bir kadındır, elinden
tutulmazsa oturduğu yerden düşmektedir. Sonunda bir hastaneye yatırılmış ve sekiz yıl önce
ölmüştür. Apartmanda yalnız yaşayan çok sayıda insan vardır. Sekiz numarada yalnız yaşayan
kız olur birden anlatıcı. Tanımadığı genç bir erkek vapurda ona çiçek vermiş, konuşmak
istemiştir. Kaçmıştır genç kız ve o genci aramaktadır uzun süredir; bulamamaktadır.
Umutsuzdur. Sonra boyacıya döner yeniden anlatıcı. Apartman kenarındaki iskelededir.
Ayağıyla havadaki boşlukta daireler çizmektedir ve atlayıp öldüğünde de intihar ettiğinin
172
değil de kazayla öldüğünün söyleneceğini düşünmektedir. Yaşamla ölüm arasında, her an
bosulabilecek bir dengededir.
Geri Kalan Yaşamımın Tüm Perşembeleri: Anlatıcı adam öldürdüğü için ömür boyu hapis
cezasını çeken bir hükümlüdür. Yazarlık, serserilikten sonra düzenli yaşama dönmüş, gömlek
yakalarını sonuna kadar ilikleyen "mükemmel" birisi olmuştur geçmiş yaşamında.
Anımsamadığı, ya da anımsamak istemediği bir şekilde birisini öldürmüştür. Yeni bir yasayla
cezaevine haftada bir kez dışardan kadın gelmekte, hükümlülerle dar bir yerde yatmaları
sağlanmaktadır. Cezaevinden bir arkadaşının karısının tanıdığı çellocu bir yarı fahişeyle bu
şekilde tanışır anlatıcı. Haftada bir kez onunla birlikte olmaktadır. Ona âşık olur. Bu arada
cezaevinde daha önce tecavüze uğramış bir travesti kendini asar. Anlatıcı cezasını çekmek
üzere memleketine aktarılmak uğraşından caymıştır. Perşembeleri ve Çelloco Kız'ı umutla
beklemektedir.
Işık Hızındaki Spermler: Günlük şeklinde yazılmış bir öykü. Anlatıcı terkedilmiş bir
kadındır. Günlüğünden 23 yıl önce (tarih 6 Mayıs 1970) gebe olduğunu öğrendiğini ancak
sevgilisinin bebeğin kendinden olamayacağını söylediğini anlamaktayız. Henüz on sekiz
yaşındadır o zaman ve çok kötü günler geçirmiştir. Şimdi de terkedilmenin sıkıntısı vardır
Ayrıca kendini çok güçsüz, yürek sıkıntıları içinde duyumsamaktadır. Doktora gitmektedir.
Doktor yanlışlıkla elindeki kan torbasını patlatmış, kan içinde kalmıştır. Demiryolunda
yürümeye gider. Çocukluğunda kardeşiyle raylar üstünde yürürken gelen trenlerle heyecan
verici oyun oynamışlar ve bir gün kardeşi trenin altında parçalanarak ölmüştür. Bir çocuk
istemektedir anlatıcı. Bunun için de bir adama en azından birlikte olacak kadar yakınlık
duyması gerekmektedir. "Keşke Meryem ana olabilsem!" diye düşünmektedir. Sonuçta bir
sperm bankasını kullanarak gebe kalmaya karar verir. Işık hızıyla gelecek spermlerden birisi
ona çocuk getirecektir. Olay gerçekleşir; artık gebedir. Sperm sahibi adamı merak etmeye
başlar. Sperm bankasındaki görevliden çocuğunun babasını öğrenir. Adamın oturduğu
apartmana gider. Adam ressamdır. Kapıda görülünce ressama model olduğunu söyler. Ona
çıplak poz verir ve duvardaki bir resmi ışık hızındaki spermlere benzetir. Ressamın sevgilisi
gelir. Adama olağan yaşamda âşık olamayacağını, oysa şimdi onun çocuğunu doğuracağını
düşünür.
Köprüleri Yaktım Ama Kanatlarım Var: Anlatıcı bir düş anlatmaktadır. Düşünde
bulunduğu pencereden baktığında gördüğü öbür mekânda daha önce bulunduğuna
inanmaktadır. Odasının duvarının içindeki bir tabloya girmektedir. Bir önceki öyküde sözü
173
edilen "Işık Hızındaki Spermler" tablosu da oradadır. Seslendiği insan havuz kenarında
uyurken odayı sular basar. Norveç'ten uçarak gelmiş bir melek arkadaş anlatıcının öykülerini
kurtarır; oysa o seslendiği kişinin uyandırılmasını istemektedir. Düşlerin vazgeçmeye hazırdır
anlatıcı, sevgilisinin boğulmasını istemez. Sonra düşünü anlatır telefonda. buluşmaya karar
verirler. Buluşurlar. Anlatıcı bir ada düşlemektedir. Sonra sessiz ve huzur içinde uykusu gelir,
kanepeye uzanır, sevgilisi üzerine battaniye örter. Anlatıcı onun tutkusuyla sırtına bir çift
kanat konduğunu duymuktadır. Öykü yazırın notuyla biter; anlatıcının mutluluğu beyinde
"tahribat" yapmış ve fiziksel ölüm gerçekleşmiştir.
Ters Akan Deniz: Bir önceki öyküye seslenişle başlar öykü. Yazarın yalan söylemektedir;
uykudan uyanıp evine dönmüştür anlatıcı. Sevgilisini yemeğe çağırır. Onu beklediği tüm
günler güzeldir. Yemek yerler, sonra otururlar. Anlatıcı sevgilisne valiliğin raporunda sözü
edilen büyük deprem olasılığından söz etmeyi düşünür. Birlikte, yan yana uyudukları bir gece
olacaktır deprem. Anlatıcı korkma, birlikte öleceğiz demesine karşın sevgilisi gidecektir.
Anlatıcı arkasından bağıracaktır, "Yakından sana hiç benzemiyordu" diye ve onu ters akan,
içinde firavunun boğulduğu denize, kendini de onun mucizesine inanmış, zavallı firavuna
benzetecektir.
Fildişi Karası
Yekta Kopan
Can Yay., 2000
Kızılmaske İle Diana'nın Öpüşmesini Gören Yaşlı Çocuk: Anlatıcı hasta bir çocuğa
öğretmenlik yapmakta, öyküler de yazmaktadır. Çocuk, hücrelerinin erken yıpranmasına bağlı
olarak hızla yaşlanmaktadır (Progeria). Anlatıcı uzun zamandır yazamadığı öykülerinden
birini öğretmenliğini yaptığı çocuk için yeniden ele alır. Kızılmaske ile Dina'nın tutkunu,
futbolcu bir delikanlı, sevdiği kız, sevdiği kızın ağabeyi rakip takım kalecisi arasında
bocalamaktadır. Öyküde bir düğüm maç vardır. Futbolcu ya sevgilisinin ağabeyinin koruduğu
kaleye gol atarak büyük bir takıma geçecek, yaşamını kurtaracaktır, ya golü atmayıp sevdiğine
kavuşacaktır. Çocuk en heyecanlı yerinde öykünün sonunun nasıl biteceğini tahmin
edebildiğini söyler, okutmayıp yarıda bıraktırır. Anlatıcı bir daha göremez hasta çocuğu,
öyküyü de yırtıp atar, herkesin istediği gibi bitirmesine bırakır.
Köpekbalığı: Anlatıcı iyi bir okur olmak istediğini söylemektedir; iyi bir okur olmanın iyi bir
yazar olmaktan daha önemli olduğunu söyleyenlerin varlığını duyurarak... Olayda anlatıcının
birbirine yakın olan iki başarılı arkadaşı vardır. Birisi Köpekbalığı adlı bir oyun yazar, diğeri
174
sahneye koyar. Anlatıcı ve tümünün de ilgisini çeken Beril adlı güzel kız da oyuncudurlar.
Polis rolündeki anlatıcının son sözü, "Bütün bu anlatılanlar gerçek olamaz"dır. Son
provalardan birinde Fransa'dan gelen sahnalayan kişinin bir arkadaşı aynı oyunu orada
gördüğünden yalnızca ona söz eder. Provalar bir süre kesilir, sonra yeniden başlar ve başarılı
olurlar. Daha sonra oyun yazarının hırsızlık yapmadığı, Time dergisinden okuduğu bir olaydan
yararlandığı, Fransa'daki yorumun da aynı haberden kaynaklanmış olabileceği anlaşılır. "Ne
yani, gerçek iki ayrı kişi tarafından, aynı şekilde yeniden yaratılamaz mı?" sorusu öykünün bu
bölümünde bir kuram sorusu olarak ortaya konur. Yazar tüm serüvceni öyküye dönüştürüp bir
edebiyat dergisinin editörü olan başka bir arkadaşına okutur. O da, "Benim için önemli olan
öykünün bir gerçeği anlatıp anlatmadığı değil, kendi içindeki gerçekliğidir" diyen bir görüş
bildirir ve anlattığı olay gerçek bile olsa öykünün inandırıcı olamadığını söyler. Öyküden
kendi adınınh çıkarılmasını ister; olaydaki zaman aktarımlarının zaman dizimine uymadığını
da belirtir. Öykü, zaten yazar değil de iyi bir okur olmak isteyen anlatıcının "Bütün bu olanlar
gerçek olamaz!" sözü ile biter.
Çağla Yeşili Bir Gece: Anlatıcı gençliğinde şiirler yazmakta olan birisidir. Eski sevgilisinin de
içlerinde olduğu bir arkadaş grubuyla biraraya geldiklerinde "öyküleme" oynamaktadırlar.
Öykü, uzun bir tren yolculuğunda oynanan, öykülerle yaşama ilişkin çeşitli göndermelerin
yapıldığı bir öyküleme oyununu öykülemektedir.
Doğum Sancısı: Anlatıcı kendini açma-kapama düğmesini başkalarının açtığı bir makinanın
parçasına benzetmektedir; sıkıntı ve yılgınlık nedeniyle eşinden de ayrılmıştır. Evine
parçalanmış, otomobillerin altında ezilmiş, kan gölü içinde görüntülenmiş kedi ve köpek
resimleri taşıyan mektuplar gelmeye başlamıştır. Bunalıma girer anlatıcı. Karabasanlar görür
her gece: İşyerinden izin alıp uzak bir yerde oturan ağbisini görmeye giderken otomobilinin
önüne bir köpek çıkmakta, anlatıcı frene basmayıp köpeğin parçalanmasına, parçalarının ve
kanın camına çarpmasına neden olmaktadır ve ölü köpeğin ulumasını duymaktadır. Posta
kutusunu açmaz bir süre. Sonra düşünür, kendini doğurmasının gerektiğine karar verir.
Yanıtını aradığı soru, sancıların sonunda doğacak olan bir insan mı, ölü bir hayvan mı
olacağıdır. Evine dönerken bir kızı tokatlayan bir oğlan görür, kavga etmektedirler. Oğlanın
kafasını yere vurarak parçalar. Anlatıcı belki de çocukluğunda gittiği av partilerinden kalmış
içindeki avcının tuzağına yakalandığını, eve gelmiş fotoğrafları da kendinin uydurmuş
olduğunu düşünecek olanların haklı olabileceklerini söyler. Doğurması gerektiğinden
doğurmuştur o. İçinde saklananın ne olduğunu herkes görmüştür.
175
Turhan Bey'in Kehaneti: Anlatıcı yazar ve gazetecidir. Bir huzurevinde karşılaştıkları eski
bir tiyatrocunun anlattıklarıyla yola çıkmış, Anadolu'nun uzak bir kasabasında yaşanmış ilginç
anıların izini sürmektedirler. Turhan Bey adlı bir turne organizatörünün anılarıdın öykünün
iskeletini oluşturan. Söz konusu kasabada medyum olarak sahneye çıkan Turhan Bey,
kaybolan bir para kesesini bulmuş ve grup çok ünlenmiştir. Medyuma kendini açıklamak
zoruda kalmış, adı gizli tutulan bir otel yazıcısının hırsızlığı kargaya yansıtılır anlatıda.
Turhan Bey'in "Falcı olacakları önceden görmez, kişiyi olacaklara yönlendirir. O yüzden
merak etme, dediklerim çıkacaktır" sözleri kurgunun gerçekliğe dönüşmesi ve bir simulakrum
olarak değerlendirilebilir.
Cemal Usta'nın Meşhur Tarhanası: Bursa esnafından, sevilen bir aşçı olan Cemal Usta
günün birinde uyuyamaz ve rüya göremez olur. Aylar süren sıkıntısına bir çözüm bulamaz.
ĞGazetede yazılan bir köşe yazısından, zamanla insanlığın uykuya gereksinimi
kalmayacağını, uykunun tüm yararlarını verebilecek haplar yapılacağı yorumunu okuyunca
dünyası değişir. Uzun hazırlıklardan sonra yararlı tüm doğal besinleri birleştirip bir tarhana
yapar ve tarhayla birlikte uykusuzluğu biter. Ancak rüya görememektedir! Köşe yazarına
açmaya karar verir derdini... Yazar, rüyanın cennet, kâbusun cehennem olduğuna ilişkin bir
yorum yapar, "unutma, cennet rüyana dokunabildiğin yerdedir" der. Cemal Usta, bir ölümlü
olarak yaşarken öbür dünyanın kapısını aralamak isteğinin bir densizlik olacağını düşünür ve
rahatlayarak evine döner. O gece tatlı bir uykuya dalar; rüyasında ne gördüğünüyse kimse
bilemeyecektir.
Buluşma Yeri: Anlatıcı "yok" olmayı "tercih" eden bir şairdir. Evdeki bazı sorunlar ve
özellikle de anlatıcının içine kapanık, yaşamdan kaçan görüntüsü nedeniyle karısı kızını alarak
evden ayrılmıştır; nerede olduğu bilinmemektedir. Anlatıcı bir arkadaşından eşinin dünyanın
dünya dışındakilerin kurguladığı bir deney bölgesi olduğuna inanan bir gruba katıldığını
öğrenmiştir. Kendini kirleten insan ırkının kirlenmemiş tensilcilerini kurtarma kararı almıştır
grup ve bu doğrultuda anlatıcının küçük kızı dünyadan götürülecektir. Kız arkadaşi karısı için
"Şule de, yok olarak var olmaya karar verdi belki de... Tıpkı senin yıllardır yaptığın gibi:"
demektedir. Buluşma yerini öğrenir anlatıcı ve oraya gider. Karısı bir oyun oynamıştır ona.
Kızıyla birlikte eve dönecektir ve anlatıcıdan yaşama dönmesini istemektedir.
Keşke Kahveyi Şekersiz İçmeyi Başarabilseydim: Anlatıcı morgda yatan bir ölü kızdır.
Trafik kazasında ölmüştür. On altı yaşında ilk kez âşık olmuştur anlatıcı ve kahve içerken çok
şeker kullanmaktadır. Morg çekmecesinde beklediği de bir doğum gününde raslantı sonucu
176
tanıştığı, sonra da bir konser bilet kuyruğunda yeniden karşılaştığı birisidir. Onbir yaşında
deniz kenarında bir dalga tarafından mayosu indirilmiş ve çıplak kalıp müthiş utanmıştır.
Morgda da çıplaklığından utanmakta, üstünün örtülmesini istemektedir. Çok önemli bir neden
olmadan ayrıldığı sevgilisi de onu görmeye gelmiştir; herkes çok üzgündür.
Öğleden Sonra Budapeşte'de: Anlatıcı yazardır. Sevgilisi de ona yardımcı olan öykü
yazmaya başlamış bir genç kızdır. Budapeşte'de bir pastane anlatılmaktadır öykünün başında.
Tanışmaları, birlikte çalışmaları anlatılmaktadır. Sevgilisi ilk karşılaşmalarında "Neden hep
yazma serüveni üstüne yazıyorsunuz?" sorusunu sormuştur. Yazarımız onunla altı yıldır
"Yaşam kurgulanmalıdır" tümcesini tartışmaktadır. Öykünün sonunda anlatıcının kör
olduğunu, olayın Budapeşte'de değil İstanbul'da geçtiğini öğreniriz.
Taammüden Cinayet: Anlatıcımız yazardır. Yazdığı öykülerde nedensiz öldürmeler vardır.
Bir arkadaşı öykülerindeki nedensiz öldürmeleri, öykü karakterlerinin suskunluğunu, yazarın
yaptırdıklarıyla sınırlı kaldıklarını söyleyerek eleştirmektedir anlatıcıyı. O da konuşan bir
öykü yazmaya çalışmıştır kendince. Arkadaşı bu öyküyü senaryolaştırır. Öldürme konusuna
takılmışlardır. "Katil olabilmek için ölüme âşık olmak gerekli." diye düşünmektedirler.
Arkadaşına göre "irade akıl ve duyguların önünde" gelmektedir. Bu sözler Schopenhauer'e
aittir ve ona göre irade kördür, bütün acıların da temelidir. Anlatıcı mermer kül tablasıyla
arkadaşını öldürür, öykülerini komşunun iki yaş büyük kızına nasıl okutacağını düşünür.
BU KİTABI ÇALIN
MURAT GÜLSOY
Can yay., 2000
Bu Kitabı Çalın: Anlatıcı yazardır. Yakın gençlik arkadaşı Cem, kendine göre daha başarısız
bir öğrenci olmasına karşın becerikli ve zekidir, o gerçekliği, anlatıcımız kurmacayı temsil
etmektedirler. Arkadaşını mükemmelliyetçi olarak tanımlayarak retorik bir anlatımla
eleştirmektedir. Edebiyat metninin yaşam üzerindeki etkileri üzerine düşünmektedir anlatıcı.
Kurgunun gerçekliğe dönüşmesi ya da... Cemle birlikte oluşunun üzerinden yıllar geçer;
anlatıcı yazar olmuştur, Cem de başarılı bir gazeteci. Başka bir yazarın aynı adlı kitabından
yola çıkarak "Bu Kitası Çalın" adlı bir öykü yazar ve kitabına da aynı adı verir. Kitap
sergilendiği büyük bir çarşıda vitrin camı kırılarak çalınır. Anlatıcı, hırsızı "fitilli kadife
pantolon giymiş, saçı sakalı ağarmış modernist bir entellektüel" olarak düşünür. Olay bir
dergiye kapak olur. Arkadaşı Cem onunla bir söyleşi yapar ve bu arada hırsızlık olayının olayı
kapak yapmış dergi tarafından kurgulandığını öğrenmiş olduğunu açıklar. Anlatıcımız yıllar
177
önce Cem'in sorduğu "Neden yazıyorsun" sorusunu anımsayarak Cem'e sorduğu soruyu
anımsamayıp anımsamadığı sorar. Cem anımsayamaz. Kurguyla gerçek arasındaki ilişkiyi
düşünür yeniden anlatıcı, "Belki de uydurduğumu ya da kurguladığımı sandığım öykülerin
birçoğu gerçekte yaşayıp da unutmuş olduğum şeyler. Ya da tam tersi..." diye düşünür.
Kayıp Eşyalar Bürosu: Kayıp eşyalar bürosunda çalışan anlatıcı bir gün getirilen bir kayıp
çantadan çıkanlarla kendine yeni bir yaşam ve güzel bir sevgili kurgular. Çantadan çıkan
kitaptaki (Oğuz Atay, Korkuyu Beklerken) aşkını sevdiği kıza anlatamayan ve bir yazara
yazarak çözüm arayan utangaç delikanlıya benzetir kendini. Düşler kurar çantanın sahibi kızla
ilgili. Bir gün çantanın sahibi genç kadının eşi gelip çantayı alır bürodan. Anlatıcı okuduğu
son öyküdeki memur gibi duyumsar kendini; izne ayrılmış istasyon şefinin elbisesiyle dolaşan
memur... Kendi de kayıp eşyalar bürosunda, özlediği yaşamdan uzakta unutulmuş bir
memurdur.
Hindistan Yolculuğu: Karısından yeni boşanmış anlatıcı iş gereği öğrenciliğini geçirdiği
kente geri dönmüştür. Eski bir okul arkadaşıyla karşılaşır. Arkadaşının parasal durumu iyi
değildir ve eşinin yakın zamanda bir akıl hastalığı geçirdiğini söylemektedir. Bir süre birlikte
olduktan sonra arkadaşı anlatıcıyı daha sonra evine çağırır. Eve gittiğinde arkadaşının
karısının çok güzel bir kadın olduğunu görür anlatıcı. O anda yalnız olan kadın da arkadaşının
ağır bir bunalım geçirip tedavi gördüğünü söylemektedir. Giderek yakınlaşırlar; yazar, eski
arkadaş ve eşi. Eşi baktığı falda tanıştığı yeni bir kadınla ilgili değişiklikler olduğunu söyler
ve bir gün sonra oteline gelin anlatıcının. Sevişirler. Anlatıcı evini satıp arkadaşının eşinin
hesabına yatırır parayı. Birlikte bir Hindistan yolculuğundan sonra güneye yerleşmeyi
düşünmektedirler. Sözleştikleri gün kadın sözleşme yerine gelmez. Ev telefonları da yanıt
vermemektedir. Telaşla eve gittiğinde arkadaşının ve karısının altı saat önce taşınmış
olduklarını öğrenir. Kendini, boşandığı karısını, karısının annesini, kendini dolandıran
arkadaşını, karısını öldürmeye karar verir. Bazı şeylerin anlamının ne kadar geç ayrımınına
vardığını düşünür.
Hızlı Düşünme Sanatı: Anlatıcı birkaç gün sonra nişanlanacak, bulunduğu şirkette yeni işe
başlamış bir genç kızdır. Bir eğitim toplantısında konuşmacının anlattıklarıyla kendi yaşamını
değerlendirmektedir. Konuşmacı hızlı düşünme üzerine konuşmaktadır. Onun verdiği
imgelerle anlatıcı başbaşa bir öğlen yemeği tasarlar. Daha sonra akşam yemeği ve ertesi gün
birlikte geçen bir geceye uzanan yakınlaşma... Uyumlu bir çift oluşturmuşlardır. Anlatıcı
178
durumundan hoşnuttur. Tek sorun konuşmacının evli oluşudur. Konuşmacı sözlerini
bitirmiştir bu arada ve hiç bir şey yazmadığı halde "tahtayı silmeyin" deyip gitmiştir.
54 Numara'nın Esrarı: Kalabalık bir apartmanın 54 numaralı dairesine gizemli biri ya da
birileri taşınmışlardır. Kimseye görünmemektedirler; haklarında değişik söylentiler
dolaşmaktadır. Anlatıcı kendini bırakıp giden sevgilisinin çok açık olduğu, her şeyi açıkta
olan birisi olduğu için usanç veren birisi olduğu için onu bıraktığını söyleyip gitmiştir. Yeni
bir kızla tanışmıştır anlatıcı ve ona karşı davranışlarını kendini terkeden sevgilisinin
söylediklerini düşünerek düzenlemeye çalışmaktadır. Yeni sevgilisinin umulmadık ve hoş bir
gece konaklaması sırasında 54 numaranın kapısı açılıverir. Anlatıcı oraya gider. 54
numaradaki orta yaşlı kadın kendini izlediğinin ayrımında olduğunu ve anlatıcının aklındaki
soruları yanıtlamak istediğini söylemektedir. Dünyadan usanmış bir emekli fizik öğretmenidir.
Dünyada uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra merak edilecek birşey olmadığı kanısına
varmış birisidir. "Hepsi senin kafanın içinde. Yeterince düşünürsen her şeyi bulabilirsin. Daha
doğrusu hatırlarsın." demektedir. "... sadece hatırlıyorsun, bir şey bulmuyorsun, bir şey
çözmüyorsun, bir şey öğrenmiyorsun, sadece hatırlıyorsun. Aynı rüyalardaki gibi."...
İnsanların başkalarında aradığının aslında kendi içinde olduğunu, kendi içine dönmesi
gerektiğini söyler kadın. O gecenin sabahında 54 numara taşınmaktadır. Anlatıcının kendini
terkedip giden küçük sevgilisi geri dönmüştür; ağlayarak oradan ayrılmak zorunda kalmıştır.
"Elveda saf ve iyi niyetli duygular, elveda 54 numaranın esrarı" diye bitirir anlatıcı öyküyü.
Kötü Yola Düşen Ev: Anlatıcı bir şirkette insan kaynakları müdürünün başına gelen ilginç
bir olayı aktarmaktadır. İzlediği bir porno film adamın evinde çekilmiş gibidir; aynı eşyalar
vardır filmde. Evin anahtarını verdiği üç kişiyle ilgili girişimlerde (babası, kapıcı ve bir
arkadaşı) olayı aydınlatacak ipucu bulamaz karakterimiz. Bunun üzerine filmde rol almış
kalçası dövmeli bir kızı bulmak üzere randevu evlerine girip çıkmaya, kiralık kadınlarla
birlikte olmaya başlar. Bir polis baskını sırasında tutuklanır. Anlattıklarına inanmayan
komiser kahramanımızın verdiği video filmini izleyince gülmeye başlar. Aynı eşyalar kendi
evinde de vardır. Koltuk takımları bilinen bir firmanın kampanyasıyla çok satılmıştır.Ancak
karakterimiz için yeterince aydınlanmamıştır olay. Başladığı kadın kiralama olayı bir
alışkanlık olarak sürüp gidecektir.
Yazarın Belleği: Anlatıcı bir metinle var olan bir metin karakteridir. Yazar belleğinin bir
kısmını onunla paylaşmaktadır. Kurgusal karakter, yazarların duygulu olduklarını
gösterebilmek için kendilerine acı çektirdiklerinden söz etmektedir. Bir yandan da yarım
179
kalmış öyküler mezarlığının korkunç görüntüsüyle tedirgindir. Var oluşu tartışır karakterimiz.
Kendisi var olanın bir başkasını var etme gereksinimini nereden duyduğu sorusuna yanıt arar.
"Kişilikleri birbirinden ayıran, insanları farklılaştıran ya da benzeştiren, sahip oldukları bilgi
değildir", "farklılıkları ortaya koyan davranışlardır" demektedir. Yazının yaşama
üstünlüğünden söz etmektedir. (Metnin asıl gerçeklik olduğunu öne süren postmodernist
bakış) Sonra okura seslenir metin karakteri ve okurun yazardan üstte bir yerde olduğunu
vurgular (Diğer bir postmodernist ilke). Metnin çok anlamlılığı üzerine konuşur bir yandan.
Don Kişot ve Sherlock Holmes gibi yazar denetiminden çıkmış karakterlere özenir bir an.
Sonra "sanırım bu çağın kahramanlarının adının olamayacağını düşünüyor yazarım" der
(öznenin geri çekilişi- ayrı bir kuramsal tartışma). Öyküden çıkarak gelecekteki, üç yıldızdan
sonra başlayan bölüme geçer karakter. Bir kadınla birlikte yemek yemektedir. Suskun kadın,
yazarın ve okurun ortada görünmeyişleri öfkelendirmiştir karakteri, masadaki bir bıçağı
kadının kalbine saplayıp onu öldürür. Yazar olayın hızla gelişmesi karşısında şaşırmış, bir
sokak dekoru bile tamamlayamamıştır. Giderek ortalık aydınlanır, bu yazarın birşeyler örmeye
başladığının anlatımıdır. Öykünün karakteri yazarın zihninde açık bulduğu bir kapıdan içeri
dalar ve elindeki bıçağı birisinin göğsüne sapladığını görür (Metin öne geçmiş ve gerçekliğe
dönüşmüştür_ kuramsal tartışma). Suya bakar, metin karakteri yazarın rüyasının tekrarı mıdır
onun başkaldırı sandığı serüveni? Sonra kadının yüzünü anımsar ve rüyadakinin bir kadın
yüzü olmadığını ayırtlar. Sonra yaptıklarından pişman olarak kent sokaklarında yürür karakter.
Belki de öldürdüğü kadın yazarın ona Havva olarak sunulmuş bir armağanıydı... Kendini
çarmıha gerilmiş olarak bulur bir anda. Sonra bir cenin gibi dizlerini büküp karnına çeker,
kollarıyla kendine sarılır; anne karnında gibi. Anne karnından doğmadığını anımsar sonra;
yaratıcısının hayalleriyle birlikte herşeyi berbat etmiş bir yaratıktır o. Geri dönmek, tüm
serüvenlere gözü kapalı girmek istemektedir. "Biliyorum, ben bana bakıldığında,
okunduğumda varolabiliyorum sadece. Gerisi üst üste değen metinlerin karanlığı. Sürekli
Araf!" diye bitirir anlatıyı.
Hasta Bir Konak: Tuğrul zamanının büyük bölümünü okumaya, yazmaya adamış bir grupla
geçiren, eski bir konakta oda kiralamış bir üniversite öğrencisidir. Muhalif kişiler olan
arkadaşlarını evine çağırmamakta, varlığından tam emin olmadığı şeylerin dünyasından biraz
uzak kalmaya çalışmaktadır. Sevgilisi bir kavga sonucu bırakıp gider onu. Zamanını daha çok
arkadaş grubuna ayırmaya başlar. Grup, intihar etmeyeceksek içelim bari diyen karamsar
yapıda insanlardan oluşmaktadır. Tuğrul toplumsal mücadele bittiyse, "cemaate geri dönme"
180
ve kendi benzerlerini bulma önerisi yapmaktadır. Bunun için de bir dergi çıkarmak
gerekecektir. Öneri benimsenir. Derginin ilk sayısının provasını evine getiren gruptan bir kızla
birlikte olur. Dergide sevgilisini sinema girişinde yitirip günlerce orada dolaştıktan sonra bir
sevgilisi olup olmadığını bile anımsamayan birisini karakter yaptığı kendi kısa öyküsü de
vardır. Zamanla herşey kötü gitmeye başlar. Okulda başarısızdır, grup birlikte olduğu kızma
ilişkisini onaylamamaktadır, dergi çok zamanlarını almaktadır. Daha sonra birlikte olduğu
kızı, okulu ve dergiyi bırakır. Kiracısı olduğu konağı ve sahibi yaşlı adamın öyküsünü merak
eder. Adamla birlikte içmeye başlarlar. Değişik öyküler anlatmaktadır adam. Bahçede
önceden var olan bir limonluğu yaktığını anlatır bu söyleşilerin birinde. Giderek öykünün
içinde gibi duyumsar öğrenci kendini. Evde yaşayan tuhaf bir hayalete dönüşür sanki. Bir gece
gruptan daha önce birlikte olduğu kız arkadaşı gelir. Birlikte olurlar. Gece uyanır genç.
Kendini korkunç sessizliğin ortasına gerilmiş bir örümcek ağı gibi duyumsar, av
düşünmektedir; av sözcüğündeki a ve v harflerinin birbirinden kopuşunu. Kendini a harfinin
içinde saklı görür, korkar, bahçeye çıkar. Bir bidon gazyağı vardır bahçede; önceden oraya
koyduğu. Tuğrul olarak terkettiği hayatı, konak sahibinin ölümünü, herşeyi hatırlamaktadır bir
yandan. Alevler karanlık geceyi yalarken evin "mısra mısra" öldüğünü duymaktadır. Öykü,
olayla örtüşen Edip Cansever'in bir şiiriyle bitmektedir.
Birkaç Dolar İçin: Gündüzleri bir fabrikada ürün müdürü olarak çalışan Edip K. geceleri bir
yazara dönüşmektedir. Televizyon için senaryo yazan bir grupla çalışmaya başlamıştır.
Senaryo yazımı için çektiği sıkıntılar ve patronla dalaşmalar sırasında bu şi sürdürürse
edebiyatçı yönünün bitebileceğini düşünür; birkaç dolar için. Sonra, içindeki bir ses onu
yatıştırmaya başlar: "Artık herşeyin değiştiğini, söylenebilecek herşeyin çoktan söylenip
tüketildiğini, (....) metinlerin defalarca bir araya gelip çarpışmalarından bir edebi mutasyon
sonucunda belki yeni bir şeyler çıkabileceğini..." Dizi senaryosu için herkesin yaşadığı
olağandışı bir deneyim bulmak istemektedirler. Bunu birisi rüyaya benzetir. O gece anlatıcı
tren garından telefon edip kendini almasını isteyen bir kızla ilgili bir rüya görür. Daha sonra
da tıp öğrencisi olan dedesinin öğrenimi bırıkmasına neden olan her öğrendiğini kendinde
görme korkusunu düşünür. Bir tıp dersinde, rüya sırasında bedenin kalkıp uykuda gezmemesi
için bir türlü kitlenmeyle kaldığını anlatan bir tıp porfesörü gelmektedir göz önüne. Bu kilit
bozulduğunda uyurgezerlik başlamaktadır. Gördüğü rüyadaki kızı düşünür bu arada. Rüyayı
bitkisel hayatla sonlanan bir aşk hikâyesine dönüştürmek istemektedir. Bitkisel yaşamdakilere
yakınları tarafından uygulanması düşünülen otonaziye karşı izleyicilerin tepkisini
181
körükleyecek bir öykü... Böylece on iki "hikâye adayı" yazmıştır defterine. Bir arkadaşın
evinde James Stewart stilinde biriyle tanışır. Eskiden şiir yazan bu kişi rüyalara olan yoğun
ilgisi ve rüyayla şiir arasında kurduğu ilişki nedeniyle şiir yazamamkta, giderek mistisizm ile
psikiatrinin çekiciliğine kapılmaktadır. Onun önerisi ile rüya izlemeye karar verirler. Üç
arkadaş sırayla uyurlar. Stewart onların uyumalarını bir kamerayla saptamaktadır. O akşamdan
sonra geceler kötü geçmeye başlar. Götürdükleri tüm rüya öyküleri çöpe atılmaktadır.
Rüyalarını anlattıran ve kayıt eden kişiyi ararlar, bulamazlar.Öykünün sonunda anlatıcının tüm
admarı değiştirerek öyküyü baştan yazdığını anlarız. Birkaç dolar için kendi düşlerini satmış
olduklarını düşünmektedirler. Uyukusuzluk çekmektedirler. Karton hikâye kahramanlarına
dönüşmüşlerdir. Sonra , önce iki arkadaşı derin bir uykuya dalarlar, sonra anlatıcı...
Kukla: Anlatıcı uzun zamandır fantaştik hikâyeler yazan bir yazardır; artık gerçekçi bir
hikâye yazmak istemektedir. Önce uzun uzun onun içinde bulunması gereken ortamı düşünür.
Anlattığında, yazdığında ona dönüşmüş olacağı için kimseyle görüşmemktedir. Birden değil
ama yavaş yavaş bir değişim yaşar. "Kötü tasarlanmış, savruk bir hikaye"nin içine düşüverir.
"Bir tanrı karikatürüne dönüşmüş, bitiremeyeyeceği bir hikâyenin kölesi olmuştur." Adamın
hikayesi yazdığı hikayeden başka bir şey değildir. Adam bir gün uyandığında yanında bir
kadının uyuduğunu görür... Geçmiş yaşamı yavaş yavaş aydınlanır; konuşmaları, tartışmaları.
"Tüm dünya evren, sen, ben, herkes birkaç saniye önce şu haliyle yaratılmış olabilir;
hatırlamamız gerekenler de bizimle birlikte birkaç saniye önce yaratılmış olabilir, bunun
aksini kanıtlamak mümkün değildir." anlatımıyla tarih, gerçeklik üzerine kuramsal bir
tartışma vardır konuşmalar içinde. Kadın da düşlerde görülen birçok şeyin dönüşmüş , kılık
değiştirmiş imgeler olduğunu söylemiştir. Rüyalar unutulmazsa çok kötü şeyler olabilecektir.
Yine de rüyalarını not etmesini istemiştir. Böylece çağrışım ile hoşuna gitmise de bir yerlere
gidebileceğini söylemiştir. Adam rüyalarını kaydettiği dosyayısını açar. Rüyada cellat, birine
iple boğma, diğerini baltayla doğrama ve doğranan eti törenle yeme gibi olaylar vardır ve
bunlar sıradan, günlük bir şeylermiş gibi yaşanmaktadır. Rüyadaki imgelerden bir yere
varamaz öyküdeki yazar. Bir dizi rüyaya uygulaması gerektiğini düşünür. Adam bilgisayarın
başında bir yandan öyküdeki genç kadını özlemle beklemekte, bir yandan da yazacağı
sahnenin ayrıntılarını düşündüğünden yazıp kadını getiremektedir. Anlatıcı öyküde bazı
değişiklikleri düşünür sonra, örneğin o kadını hiç anlatmamayı... Kadının söyledikleri de
doğru gelmektedir bir yandan. Yazdıklarının tutsağı gibi görmektedir kendisini. Yazacağı
konusunda bir karara varmaz ve adamı bilgisayar tuşlarına gelişigüzel bastırır ve günler geçer.
182
Bir gün cesaretini toplayıp telefon eder. Babası, genç kadının araştırma için gittiğini söyler.
Yazar da otobüsle o yere gider. Kadın ona bazı sözcükler bırakıp gider. Yazar, yazdığı
hikayeye dönüşen adamın hikayesini yazan adam olarak tüm çıkış ümitlerini kaybetmiştir.
Şeytana teslim olmuş, hayatını sözcüklere dönüştürmüştür. Kendini birden gördüğü rüyada,
cellatlı, uşaklı, kamçılı bir ortamdadır. Kendinin bir yazar olduğunu, bunların bir düş
olduğunu düşünüp kaçmaya çalışmakta, apartman boşluğuna sığınmaktadır. Sonra çıkar
apartman gölgesinden, boynunu uzatır cellatın ipine, göğsünde Tanrı'nın ayak sesleri vardır.
Sakla Beni: Öykü kahramanı yazardır. Düzenli yaşamakta, spor yapmakta, şirketin müşteri
temsilcisi bir genç kadınla da uyumlu bir birliktelik yaşamaktadır. Bir gün kapısı çalar. Eski
bir arkadaşı "sakla beni" diyerek içeri girer ve tüm yaşam o andan sonra değişir. Dağınık bir
yaşam başlar. Sürekli içmektedirler. Ev altüst olmuştur. Kız arkadaşını çeşitli gerekçelerle
uzak tutmaya çalışır önce. Sonra tanışırlar. Dağınık yaşayan bir üçlü oluştururlar. İşiyle ilişkisi
bozulur kahramanımızın. Son şansını kullanmak üzeredir yazması gereken bir metinle ilgili...
Başaramaz. Bir sabah uyandığında "Sakla beni" diye eve dalan arkadaşının üç metin
hazırlamış olduğunu görür. Sevgilisi de arkadaşıyla iyice yakınlaşmış, ona uzaklaşmıştır.
Böylece işini de konuğa kaptırmış olur. Bir sabah erkenden evini terkedip çıkar elinde küçük
bir bavulla. Bir kapıyı çalar öykünün sonunda; "Sakla beni!" diyerek içeri girer. Ev sahibi
öykünün başındaki haline benzeyen birisidir.
Yasadışı Öyküler: Anlatıcımız yazardır. Cunta zamanı "Basın ve Yayın İzleme ve
Değerlendirme Dairesi" şefi olan bir adam onu bularak konuşmuştur. Son zamanlarda basına
yansıyan mezardan ceset kaçırmalar, boğazı kesilip öldürülen liseli öğrenci, patlayan ilkel
bombalar, kaçırılan insanlarla yazarın daha önce çıkardığı bir dergi arasında ilişki kurmuştur
adam. Dergideki öykülerde anlatılanları modernlik sonrası yaşama benzetmekte, öykülerde
amacın kendi üzerine katlanıp kendine dönüştüğünü söylemektedir. Yazarın öyküleriyle
birilerine ileti gönderdiğine inanmıştır. Kitapta adı geçen iki öykünün de adı verilerek tüm
öykülerin bu amaca yönelik yazıldıklarını söylemektedir. Ancak bulgularını görevli olduğu
devlet bürolarındaki yetkililer dikkate almamışlardır. Israrla konuştuklarının bir öykü olarak
yazılmasını ismeketedir. Böylece militanlara gönderilen iletileri bozmuş, yazarı durdurmuş
olacaktır kendince. Yazarımız sıkıntıyla birlikte dergi çıkardığı arkadaşına uğrar. Onun evinde
açık duran bir kitapta (Faucalt Sarkacı) okudukları ile başına gelenler arasında bir örtüşme
görür. Olayı arkadaşı planlamıştır! Ona oyun olsun diye ve şakasını yutmadığını göstermek
183
için öyküyü yazmaya karar verir. Böylece tüm kitabın öyküsü yazılmış, çember
tamamlanmıştır!
NAR KİTABI
FARUK DUMAN
CAN YAY., 2000
Kedi'çin Masal: Zeynel bölümündeki anlatıdan anlatıcının yazar olduğu anlaşılmaktadır.
Öykünün başındaki anlatıcı odun kırarken baltayı sol elinin başparmağına vurur, parmağı
kopar, kopan parmağı bir kedi kapar ve kaçar. Kedinin ardına düşer anlatıcı ve duralayan
imgelerle, değişen anlatıcılarla, genelde parçaları okuyucu tarafından birleştirilmesi gereken
bir oyun şeklinde, metin adacıklarıyla sürer anlatı. Hemen ikinci sayfada Zeynel anlatısı
başlar. Anlatıcı Zeynel'in odun kırarken parmağını kestiğini anımsamaktadır ve anasının
Zeynel'in üzüntüsüyle ormanda yığılıp kaldığını... Sonra bir güzel kadın kapıyı çalar; Ladin,
kedisini yitirmiştir.
Karşılama: Anlatıcının annesinin anlattığı bir hikâyedir Topal Yunus'un hikâyesi. Yunus
karda kışta tepeler aşıp mal getirip satan birisidir; ölmüştür. Karda yürüyen Yunus olur
anlatıcı sonra. Köpekler ulumakta, eşeği yürümektedir. Anlatı anlatıcının annesinin
anlattıklarını aktarmaktadır. Kar yağarken bir yerde oturmuş anlatının içinde kendisini
düşlemektedir. Sonra bir kekeme jandarma oluverir anlatıcı. Jandarma bir adam, bir eşek ve
bir kurt görür; kurtla adam kan içinde boğuşmaktadırlar. Kurdu vurur ancak anlatının sonunda
bir köpek fenalaştığını söylemektedir. Burada bir yanılsama olabileceği düşünülür.
Sur: Bir yabankeçisini avlamaya giden, birbirine "Maaan" ve "suuf" dile seslenen iki kişinin
öyküsü... Vadide yankılanışına göre Osman ve Yusuf olarak değerlendirilebilir adlar.
Köpükler Masalı: Kopuk anlatılarla yürüyen bir eski zaman masalı... Konakta dadılarla
büyümüş bir kızdır anlatıcı, bir gezgine âşık olmuştur; babasına zarar vermiş bir adam. Baba
zaman içinde kıza karşı sevecenliğini yitirmiştir. Sevmediği biriyle evlendirmeyi düşünür, kız
da kaçmayı. Kız arkadaşlarıyla birlikte kaçmaktadır masalda. Konağa gizli yollardan girip
uyuyan babasının yanına kadar gelir; onu öldürmeyi düşünmektedir. Cayar, geri döner. baba,
kaçak kızı yakalar ve asar.
Zalim Bir Evvelin Hayali: Anlatıdaki üç kişi şofördür. Bir kokteylden dört şişe viski
yürütülmüştür. Viskileri içerek gitmektedirler otomobilde. Üç gün dönmezler. Sonrası
bilinmez.
184
Bekir: Hicran adlı küçük bir kıza tutulmuş bir eski hükümlünün düşleri. Sigara dumanının
arkasından duvarda asılı şahmaran resmiyle yılan olup dolanmaktadır sokaklarda, hicran
içinde. Kendini, pis, iğrenç, nefret edilecek bir şey görüp kıvrılarak dolanmaktadır sokaklarda.
Zeytin Taneleri Birbirine Çarpıyor: Anlatıcının annesi İsmail'e zeytin tanelerinden tespih
yapmıştır. İsmail işyerinde sıkça öfkelenmekte, evde kıpırtısız yatmakta, tespihin şakırtılarıyla
yaşama dönmektedir. Diğer karakter Cemil de İsmail gibi kahvede oyun oynar. Teyze,
düşündüğünde gözleri büyüyen, anılara dalan biridir. Anlatıcı teyzenin gözlerinin dolaştığı
yerlere gider. Yusuf dede'nin ölüm haberi geldiğinde evde sessizlik olur, zeytin taneleri
birbirine çarpar.
Dalgın Serafim Efendi: Neşeli kuklalar oynatan Serafim'in perdenin arkasındaki kederli
dalgınlığı işlenmektedir imgeler ve parçalar halinde.
Tembel Mehmet Efendi: Mehmet Efendi kukla oynatıcısıdır. Anası durmaksızın sallanıp
dular okur, babası hiç gülme, ters bir adamdır Mehmet Efendi'nin.
Ayten: Ayten adıl öyküde bu ad hiç geçmez. Belki de anlatandır... Demiryolunun iki yanına
duvar örülmüş, üzerine dikenli tel çekilmiştir. Bir gün duvarın içinde, rayların yanında bir kül
birikintisi görünür. Birkaç gün sonra görüntü büyür. Yarı yanmış bir ağaç kalır külün içinde.
Sonra külün çeverisnde taşlar belirir. Geceleri burada birileri ateş yakıp konuşmaktadırlar.
Belki de onları dinleyen birisi konuşanlarla birlikte dolaşmaktadır dünyayı.
Nar: Yine bir kukla oyunu anlatısı...Zalim Bir Evvelin Hayali'ndeki şoför de var öyküde.
Mehmet zenne olup oynamaktadır. Evin içinde şahmaran olup dolanan, hizmet eden birisi var.
Eve sarhoş gelen baba anneyle tartışmaktadır. Sonra baba çitleri sessizce geçmesi gibi
ölüverir. Yeniden bir kukla oyunudur anlatı. Bir yangın yeri belirir. Hala ağlamakta, enişte
uykudadır. Çığlıklar var. "Ooof haa yı hak, mum düşer, perde alev alır, hayali ölünce kuklada
mecal mi kalır."
Zeytuni: Göl kenarında bira içen bir grup söyleşmektedir. Biralar bitince şişeleri toplayacaktır
anlatıcı. Yorgunluğu ve üşümeyi senin yanında yeniyorum diyen birisi vardır yanında.
Giderim: Demiryolu kenarında dolaşan iki arkadaş var anlatıda... Biri yavaş yavaş
yakınlaşmaya çalıştığı sevgilisini anlatmakta ve her tren geçişinde gidişini bir sonrakine
ertelemektedir.
185
Sözünü Tamamlamışlar Gibi: Yağmurda yürüyen iki kişi söyleşmektedir bir yandan. Giden
birisi vardır sözü edilen. Diğer öykülerden birinde adı geçen Engin ağbi bir de...
ARKASI YARIN
MÜGE İPLİKÇİ
Can Yay., 2001
Şamatalı Yolculuk: Anlatı bir film çekimi ile başlar. Âşık bir çiftin etrafı bir grup tarafından
sarılmıştır. O grubu da polis sarar ve senaryo tren yollarının rayları üzerinde yürüyen çiftan
son yazısına yürümeleriyle biter. Sonra bir doğum sahnesi canlardırılır. Doğum yapan kadın
ölür, anlatıcı bebektir. Doğumu yaptıran ebe bebeği evlatlık edinir. Kızını döven damadıyla
kavga eden ebeyi damat bıçaklar. O gün anlatıcı dilsiz kalır. Sonra bacılıklarından birinin bir
adamla yattığını görür, analığına anlatır dilsiz olduğunu unutup. Bir fabrikaya işçi olur. Beş yıl
sonra Şehsuvar'ı tanır. Onu babası gibi sever. Birlikteyken basılırlar. Yeniden film setine
döner anlatı. Gerçek polisler ekibi tutuklamaya gelmişlerdir. Arkasından anlatıcı bir taksiye
biner, köprüden karşıya geçecektir. Yeni metin parçasında bir televizyona haber konuğudur
anlatıcı. Sunucu da Sonsuz Kalpler filminin aktristinin oğludur. Yeniden taksi yolculuğu...
Anlatıcı taksiyi durdurur köprüde; köprüden atlar. İntihar girişimi başarısızlıkla
sonuçlanmıştır. Anlatıcı yaşamaktadır ve televizyonda konuktur. Sunucu ondan çok
konuşmaktadır. Yeniden taksiye döner anlatıcı. Yağmur yağmaktadır ve o başka bir yağmurlu
havada birini kaza sonucu nasıl öldürdüğünü anımsamaktadır.
Zararsız Bir Ankara Yolculuğu: Metin adacıkları şeklinde giden anlatı bir tren yolculuğuyla
başlar. Dokuz yıl sonra kansere yakalanacak Şefika Teyze ve iki torunu vardır yolculukta.
Anlatıcı yakınlarıdır. Gebze'de kondüktör girer içeri ve anlatıcı olur. En arkada oturan diz
boyunda, cam parçalarıyla oynayan biri vardır. Bir şangırtı olur, kondüktör kendini yirmi yıl
öncesinde bulur. Anlatı tekrar tren yolculuğunun başına dönüp hızla Adapazarı'na ulaşır.
Orada oğlunun beratını almaya giden bir baba vardır kompartmanda. Sedef'le Selin'in kardeşi
olmalıdır beratı alınacak, mayın tarlasında ölmüş asker. Cücenin cam şangırtıları duyulur
yeniden. Askerin doğum gününü düşünür adam; ana Sultan bembeyaz yatmaktadır. Yeniden
Haydarpaşa'ya döner anlatı, oradan Eskişehir'e. Eskişehir'de Şefika'nın gençliği vardır. Anlatı
Ankara'da, cücenin anlatıcı olmasıyla biter. Cam parçalarını kimin kalbine sürerse o kişi
hayatta olmak istediği kişi ve olmak istediği anda oluyor.
O Yaz Hepimiz Bitlendik: Zaman içinde gezinmelerle anlatılan hüzünlü bir öykü. Bitlenmiş
iki kızdan biri daha sonra sarılıktan ölmüştür. Anlatıcı kendi aşk sorununu diğerinin ölümcül
186
hastalığının önüne çıkarmış olduğunu anımsamaktadır. Sonra bir Lunapark gezisi vardır
anılarda. Kendine bir tarak armğan edilmiş kel dayı götürmüştür lunaparka. Anlatıcı "sahte
olandan zarar gelmeyeceği, gerçekten de korkulmaması gerektiği"ni düşünür lunaparkta.
Bitleri Edirne'den getiren kardeş Şen ölmüştür. Öykü lunaparkta korku tünelinin sonunda
biter.
Bizden Biri: Yanında çalışanların aylıkları geciktiği için kıpırdanmalarına içerlenen bir
patronun öyküsü. Anlatıcı zaman zaman patronun kendisi, zaman zaman da üçüncü tekil
olmaktadır. Patron şirketin parasıyla repoda para kazanmakta ve krizden yakınmaktadır. En
yakınındakine verdiği ücreti bile bir sadaka olarak değerlendirmektedir. Daha önce yanında
çalışmış sekreterle duygusal olmayan, buyurucu bir birlikteliği olmuştur. Kendini bırakıp
giden o bekretere ve çalışanlara içerlenmektedir.
Yönler: Sevgilisinin gönderdiği teybi almak için posta merkezini arayan, gördüğü yapıya bir
türlü ulaşamayan bir kadının öyküsü... "Yollar değil yönleri" yitirmiştir kadın. Sonunda
gideceği yere varın ancak uzun ve hiç yürümeyen bir kuyruk vardır.
Zaman Zaman: Anlatıcı, anlatılan yer ve zaman sıkça değişmektedir. Metin adaları şeklinde
yürür öykü. Üçüncü tekil anlatıcının sözünü ettiği ilkokul öğrencisi anlatıcı olur sonra. Liseli
olur aynı anlatıcı. Ölmüş dedesini, onun felçli halini düşünür. Aynı evde bir kalabalık bayram
yemeği sırasında camdan bakan bir kadın topluluğun içinde soyunan bir kadınla özdeşleştirir
kendini ve içinden delirmeyi geçirir. Öykünün başındaki küçük kızın büyümüş halidir anlatıcı
ve küçüklüğüne, babasıyla otomobildeki duruşlarına dalmıştır.
Kevser Hanım: Anlatıcı kuaförde saç boyatan bir banka şefi, orta yaşlı bir kadındır. Kuaförde
Kevser adında bir hayaletten söz edilmektedir. Bankada pek anlaşamadığı bir arkadaşıyla söz
dalaşından sonra düşünmeye dalmıştır anlatıcı; bir kadın gelip gelip oturur karşısına, adının
Kevser olduğunu, kendinin cansız, anlatıcının canlı hayalet olduğunu söylemektedir; edası
anlaşamadığı iş arkadaşını andırmaktadır.
Arnavut Yenge: Anlatıcı değişmektedir. Kanserden ölen bir yengeden söz edilir. Yenge
anlatıcı olur bir bölümde. Hastalığı sırasında bilinmeyen yerden gelen bir sesle irkilir. Ses
kendini anımsamasını istemektedir. Anımsar yenge; o sesle geçen zamanı ve o zamanlar
ölüme aldırmadıklarını anımsar. "Hiçbir yerden gelmiyor, hiçbir yere gitmiyorduk" der
yenge... Metin adacıkları zaman içinde yer değiştirmektedir.
187
400 Metre Engelli Koşuçusu: Bir tatil köyünde yağmur altında koşan bir kadın garson,
anlatıcıya olimpiyat seçmelerinde dereceye girmiş, kocasının ve ailesinin kıskançlıkları
nedeniyle olimpiyatlara katılamamış bir koşucu karakteri çizdirmektedir.
Hayat Karşısındaki Tezler: Anlatıcı çöpçatanlık ta yapan büro sahibi Türkân adında bir
arkadaşını görmeye gelmiş, ancak kabul edilmemiştir. Tam çıkarken başka bir konukla
çarpışır; sinirli bir adam... Adamla konuşurken Türkân dışarı çıkar ve adamı odasına alır.
Dışarda kalan anlatıcı sinirden kahkahalarla gülmeye başlar. Türkân dışarı çıkıp onu öfkeli bir
şekilde uyarır. İçerdeki adam da dışarı çıkar, Türkân'a okkalı bir tokat basar. Tokat sahnesini
anlatan üçüncü tekil kişidir. Başka bir metin adacığında simülasyondan, aşkın artık yalnızca
taklit edildiğinden söz edilmektedir. Bir tabloda Fatih üzerinde "made in China" yazan plastik
bir gül koklamaktadır. Bu bölümdeki anlatıcı korkunun tüm toplumu sardığından söz
etmektedir ve sinsice bekleyen kenidne yenik düştüğü anlarda intiharı düşünmektedir. Tarihin
kendinin de sentetik olduğu ileri sürülmektedir. Öykü tokatlanan Türkânla tokatlayan adam
arasında geçen, içinde elektronik çip bulunan plastik bir gülün de konu olduğu bir diyalogla
biter. Gül yere düşüp solarken diyalogdaki iki kişinin birbirini sevdiğini söyleyen sözler
duyulur gülün içinden.
Gazetede Yazdığı Gibi: Metin adacıklarıyla yürür öykü. Şahver, sevdiği erkeğe kaçan bir
genç kızdır öykünün bir yerinde. Sonra babasını ve kocasını yitirmiş bir kadın olur. Kocasının
yanından kaçıp kendine sığınmış, intiharı düşünen kızıyla konuşmaktadır. Asıl ölmesi
gerekenin kendisi olması gerektiğini düşünmektedir. Diğer metinde anlatıcı birinci tekil kişi
olur; bir yemek salonunda, bir düğün salonunda geçmektedir olay. Anlatıcı, karşısındaki
adama 1402 Ankara savaşını anlatmaktadır; denizde dünya rekoru denemesi yapacak bir
dalgıçtır. Başka bir metin adacığında babasının evlenip kendine erkek evlat vermesini istediği
bir kızın yaşadığı kaçak aşk anlatılmaktadır. Kız yazgının ve geleceğin değişeceğine
inanmamaktadır. Yeni kuşaklar yeni itilmeler, ezilmeler, yeni yoksulluk olacaktır. Feribotta
bir filikanın içinde bir adamla sevişirken yakalanmıştır. Suya atlayıp ölmeyi seçer. Çoğul bir
dalış anlatılır bir bölümde. Ölüm adı verilemeyecek güzel duygular içindedirler. Daldıkça
beyinleri, kalpleri yeni bir canlılık kazanmaktadır. Tek anlatıcı dalışını anlatmaktadır. Yetmiş
metreden ayrılırken iki karının yanaklarından öper. Metin adacıklarında intihar eden
kadınlardır onlar.
Yeni Kent Dedikoduları: Deniz kenarındaki bir masada oturan anlatıcı anılarındaki birini
düşlemektedir. Düşlediği kişi kucağında koca bir demet fulyayla ve geçmişte kalmış
188
arzularıyla birlikte gelir. Yalnız oldukları, intihar edemeyecek kadar pısırık oldukları,
"Yapabilirdimherşeyiyapamazdımhiçbirşeyisevebilirdimherşeyiamayeterince değil" ile Paul
Eluard'ı sevmiş oldukları geçer usundan. Geriye günceler, tarihi romanlar, para için
yalpalamalar kalmıştır. Çay yerine şarap içmeye geçerler sandalyelerini birbirine yaklaştırıp.
Günbatımına doğru kahvenin garsonlarından biri en uçtaki masada iki boş defter bulur. Bir de
tuhaf bir fulya kokusu vardır masada. Oysa, o masaya gün boyu kimse oturmamıştır.
Arkası Yarın: Anlatıcı karanlık bir alt geçitten geçen bir kadındır. İki kadın geçer önüne,
dinlemez onları, uzaklaşır. Sonra düşer, çiş ve çamura bulanır. Bacağında şiddetli bir ağrı
vardır. Güçlükle kalkıp yürür ama geçit çıkışı kapanmıştır. Korku içinde geri döner. Girişte
kendini uyaran adamı dinlemediği için pişmandır. Yolunu kesip para isteyeceklerini sandığı
kadınları aramaktadır bir yandan. Daha önce bir tecazüz olayı yaşamıştır; kibar görünümlü bir
genç bir kurguyla onunla birlikte asansöre binmiş, asansörü yolda durdup elindeki bıçağı
kullanarak tecavüz etmiştir anlatıcıya. Başka bir metin adacığında biri yeşil mantolu, diğeri
dişsiz ağzıyla çiğ balık geveleyen, elleri ve ağzı kan içinde iki kadın tanımlanır. Yeşil mantolu
memelerinin arasından ölü bir kedi çıkarıp verir anlatıcıya. Öykünün sonunda bir film çekimi
vardır. Belki de tüm anlatılanlar bir filmin kurgusudur.
189
SÜKÛT AYYUKA ÇIKAR
YÜCEL BALKU
İnkilâp Yay., 2001
Abruşak: Kuşatma haritası olduğu söylenen ama aslında bir definenin yerini gösteren
haritalarla ilgilenen iki arkadaşın karmaşık öyküsü... Anlatıcı eski ve tozlu bir dükkânda
rastlar haritalara. Daha sonra arkadaşı devreye girer. Haritalar onlar alana kadar bir kadına
satılmıştır. Anlatıcı gördüğü haritaları kendi başına çizmeye çalışırken pek başarılı olamaz,
kadınla konuşmaya gider. Kadın konuşurken dili ve dişleri görülmemektedir. Anlatıcı bu tar
insanlardan korkmaktadır. Haritaları çizdiren tekfur, bir söylentiye göre dört ayrı meşrepten
(derviş, keşiş, mezar soyguncusu ve orospu) dörk kişiye çizdirmiştir haritaları. Haritaları
tarafsız bulmamış ve birbirlerinin dillerinin altına çizdirmiştir. Haritaları alan kadın öldürülür
önce. Eski dükkân yok olur. Antikacı da ortadan kaybolmuştur. Öykünün sonunda üç dil
vardır kavanozlarda. Biri anlatıcı tarafından öldürülmüş arkadaşının dilidir. Diğer diller
antikacı ve kadına ait olup onları arkadaşı öldürmüş olmalıdır. Anlatıcının dili kendinden
habersiz Bursa'nın geleceği ile ilgili bazı şeyler sayıklamaktadır. Öyküde, yerden önce gelen
harita, üzerinde tartışılan dil simgeleri kuramsal bir parodi ögesi olarak da görülebilirler.
Sisten Sonra: Güneş, "Apaçi arazisinden yalnız geçen kovboy kederi ile şehrin sise bulanmış
renklerine, yüzeylerine dokundu..." diye başlar öykü. Anlatıcının dedesi Bursa kentinin eski
bir yöneticisidir. Kente yüzlerce çeşme yaptırmıştır. Anlatıcı tarihçilerden nefret etmektedir;
çünkü onlar uydurdukları hikâyelere okuyuculardan daha çok inanmaktadırlar (kuramsal
tartışma, tarih bir metindir). Zamanını bir kütüphanede geçiren anlatıcının dedesi ölmüş ve
üzerinden sonradan otoban geçen bir yere gömülmüştür. Ancak o, mezarın Bursa'da olduğuna
inanmaktadır. Arkadaşının Bursa'yla ilgili anlattıklarında tarih üzerinde ya bilinçli ya bilinçsiz
kurgulanmış bir karmaşa vardır. Kentin tarih boyunca (Timur'a kadar uzanan bir geçmişte)
kendine ihanetini 17. yüzyılda kent nüfusunun yarıdan fazlasının köle oluşuna bağlar. Anlatıcı
ve arkadaşı Oktay definece kekeme bir adamla anlaşırlar dede mezarının yerini bulmak için.
Oktay'a göre, dede, bir dönmedir; sonradan yeniden hristiyan olmuş, bu nedenle de eşek
postunda dolandırıldıktan sonra boynu vurularak öldürülmüştür. Dedenin yaptırdığı çeşmeler
yılan takımyıldızını andırır bir harita oluşturmaktadır. Defineyi yılanın yüreğinin olduğu yerde
bulurlar. Arkadaşı Oktay defineciyi ve anlatıcıyı vurur. Kendini tarikatın yeni lideri olarak
tanıtır ve artık eski Oktay olmadığını söylemektedir.
Serpantarius: Anlatıcı yazardır. Çayındaki kelebekle uğraşmaktadır.Evine postayla gelen bir
zarfla birlikte bir öğrenci dergisine yazdığı bir öyküdeki olayların aynısı gelişmeye başlar.
190
Öyküde adı geçen arkadaşları birer birer ortadan kaybolmaktadır. Öyküyü Leviathan'ı okurken
akıl etmiştir anlatıcı ve kahramanına da okutmuştur. Kitabın kapağında yılan takımyıldızının
resmi vardır, adı da gökbilimcilerinin takımyıldızına verdikleri addır. Anlatıcı okul
arkadaşlarına durumu aktardığında gülerle, iki arkadaşın da memleketlerinde olduğunu, ara
sıra telefonlaştıklarını söylerler. Polis ise her iki kişinin siyasi nedenlerle tutuklu olduğunu
bildirir. Kurgu sürmektedir! Tarikat tüm tarihi binaların yapımı sırasında kendi inançlarını
kazıdıkları büyük bir kesme taş koymuştur duvarlar. 1950'li yıllarda tarikat devlete karşı
büyük bir suç işleyince tüm binalar yıkılmış, tarikatın taşları çıkarılıp yeniden yapılmıştır.
Tarikatın cehennemi dünyadadır. Öykü kahramanı Adem cehennemin yerini bulmuş, en son
görüldüğünde Muradiye'deki Bizans dehlizine elinde bir şişe şarapla girmiştir. Anlatıcı da
aynı yere gider. En son girdiği salonda elindeki çaya düşmüş bir kelebekle uğraşmaktadır
(öykünün başı). Elinde bir kalem vardır. Adam kalemi kırar. Öyküyü ya birisi, ya ikisi birden
yazmıştır.
Teşekkürler Sevgilim: Anlatıcı beş yıldır bir kıza âşıktır; iki yıldır onunla aynı evi
paylaşmakta, ona bir çeşit hizmetçilik yapmaktadır. Kız eve değişik erkekler getirmekte,
sevişmekte ve "tüşükkürler sevgilim" sözleriyle hoşnutluğunu dile getirmektedir. Kızın mistik
öğretilere ilgisi ve inancı vardır. Anlatıcı memleketine gittiği bir dönemde kardeşinin
yanlışlıkla yiyip bir çeşit zehirlenme geçirdiği "pamuk yoldaşı" adlı bitki tohumundan getirir.
Kendi üzerinde deneyerek bayıltıcı etkiyle ilgili süre ve doz ayarlaması yapar. Sevgilisinin
kahvesine tozdan koyar. Önce onu çırılçıplak soyup kalorifer peteğine bağlar. Sonra kendisi
soyunur, tozdan içer, soyunur, kendini bağlar. Kız ayıldıktan sonra onunla sevişmek isteyecek
ve sonunda "teşekkürler sevgilim" diyecektir.
Kesik Başın Hikâyesi: Anlatıcının köyündeki Koca dede'nin fırınında pişirilmiş bir insan
başı bulunmuştur. Kesik başın kime ait olduğu belli değildir. Anlatıcı gelene kadar onun
olduğu sanılmıştır. Yalnız köyün delisi, "Bu o!" diye bağırmış, ağzı kapatılarak olay yerinden
uzaklaştırılmıştır. Koca dede kesik başı bir sepet içinde nehre bırakır. Köydeki herkes gece
başı kesik bir gövdeyle ilgili rüyalar görür. Koca dede de rüyalarından rahatsızdır. Kesik başı
bulup getirir toprağa gömer. Bir sabah köyün delisini kesik başı topraktan çıkarmış öperken
bulurlar. On yıl önce o zaman aklı baaşında olan şimdiki deli adamla bir delikanlı arasındaki
sapkın ilişki anımsanır. Bir gece, Koca Dede'yi cebinde gezdirdiği, üstündeki işlemeyi kesik
başa benzettiği bir yabancı parayı kesik başa çakmaya çalışırken bulurlar. İki gece sonra da
anlatıcı elindeki bıçağı kesik başın gözüne saplamış, ağlarken bulunur. Kendini öldürmek
191
istemiştir! Bir sonraki gece köyün delisi "öldürdün onu!" diye bağırıp bıçağını anlatıcının
böğrüne saplar.
akarib: Zehirlenerek öldürülen padişahın küçük oğlu bir gün kendine de zehirlenme sırası
geleceğine inanmaktadır. Hekimbaşı'nın odasında sürekli tıp kitapları okumaktadır. Küçük bir
akrep sokar bir gün Şehzade'yi, Hekimbaşı kurtarır. Akrep çevresini sarmış ateş içinde kendini
zehirleyerek öldürmüştür. Hekimbaşı'nın anlattığı bir öyküdeki Çin imparatoruna öykünerek
her gün azar azar zehir içmeye başlar Şehzade; zehire direnç kazanmak istemektedir. Bir süre
sonra şehirde yangın çıkar. Duman giderek artmakta, Şehzade'nin de ölüm korkuları
büyümektedir. Tömbekisine esrar parçaları kıyıp içmektedir. Düşle gerçeği karıştırmaktadır
Şehzade. Bir gece rüyasında kendini esrar içerken görür, nargile tömbekisinde akrepler vardır.
Uyanır gibi olur Şehzade, yangının bitmekte olduğunu sezer, uykusunda uyur. Ertesi sabah
onu ölümünden kimseyi sorumlu tutmamalarını isteyen bir notla birlikte zehirlenip ölmüş
bulurlar. Hekimbaşı yeni bir zehir diye ona saf su vermiştir!
arguri: Arguri, Ağrı Dağı'nın eteğinde bir köydür, üstünde de Yakup Manastırı vardır.
Manastıra bir gün "Dersaâdet"ten sürülmüş bir derviş gelir. Manastırdaki bir kitabın örneğini
çıkarmak istemektedir. Manastırdakiler yakınlarındaki İshak Paşa Sarayı'ndan gelecek bir
saldırıdan korkmaktadırlar. Ancak başkeşiş bir süre sonra o saraydan artık korkmadıklarını
çünkü görüntüsünü beyinlerinden sildiklerini söyler. Birkaç ay boyunca kimse ölmemiştir
manastırda ve Arguri'de. Derviş kendilerine burada yaşamalarına, hatta nefretlerine göz
yumanlara ihanet etmiş olduklarını söyler. Başkeşiş'e göre, görüntülere ihanet etmişlerdir.
Derviş, kitabı bitirip kendi Tebriz sarayına dönerken manastırdakileri bağışlatmak sözü
vermiştir. Tebriz'den yeniden bölgeye gelen derviş Arguri ve manastırı yerinde göremez. Kar
vardır yalnızca orada. Öykünün son bölümünde anlatıcı birinci ağızdan anlatmaya başlar. Bir
söylentiye göre bir deprem sırasında yok olmuştur. Anlatıcı İshak Paşa sarayının oradan bakıp
Sevr haritalarında adına rastladığı Arguri'yi görüp görmediklerini sormaktadır turistlere.
Onlardan tarihçi olduğu sanılan birisi Arguri'nin insan eliyle yerle bir edildiğini, manastır
sakinlerinin de katledildiğini söyler. Anlatıcı tarihler dışında hiçbir ayrıntısının gerçek
olduğuna inanmadığı bu öyküyü düşleyenin de kendisi olduğuna inanmamaktadır. Başkaları
düşlemiştir, o yalnızca anımsamaktadır.
m.k.c.: Nehir kıyısındaki ilk anlatıcı ak saçlı, sakallı birini dinlemektedir. Münevver Katiller
Cemiyeti adlı örgütün kısaltılmış simgesidir m.k.c. Mervan adlı ozan olan ikinci anlatıcı (ak
zaçlı, ak sakallı...) MKC'nin ondördüncü başkanı olduğunu söylemektedir. "İsmimi vermekle
192
isimsiz bir ozan gibi görülmekten kurtulduğumu sanmıyorum; çünkü belki de görüntüm
haklıdır: Şiir sadece kâğıt üzerine yazılmaz." diyerek kuramsal bir tartışmayla başlar öyküye.
Mervan on beş yaşındayken bir bilgenin yanına öğrenci olmuştur. Bir gül bahçesinde tanıştığı
bir kadına âşık olur ve hocasının karşı çıkmasına karşın onunla evlenir. Yıllar sonra kendiyle
aşk ve felsefe konusunda tartışan ve artık az görüştüğü hocasını susam yağı dolu bir küpün
içinde kırk gün ceviz ve incir yedirerek tutar. Her ustanın çırağına vermekten kaçındığı son
gizleri alır ağzından. Karısını da uyurken kulağının arkasına çaktığı bir karışlık tahta çivisi ile
öldürür. Sekiz saat can çekiştikten sonra ölmüştür kadın. Sonra pişmanlık duymaya başlar
anlatıcı. Yeniden kitaplara ve okumaya döner; acısı iyice artmıştır. Daha sonra cinayet üzerine
yazılmış bir kitap bulur. Planlanmış cinayetlerden övgüyle söz edilmektedir. On sekiz yıl iz
sürer anlatıcı. Kitabın yazarının, kitaptaki damgada adı geçen Society of İntellectuel
Murderers, (Münevver Katiller Cemiyeti olarak çevirmiş anlatıcı) "M.K.C. Cemiyeti"nin
onuncu başkanı olduğunu öğrenir. Kuruluşta insanlık tarihine yön veren, iyiden ve erdemden
yana olan büyük düşün adamlarının eserlerini daha basılmadan ele geçirip yazarı öldürmeyi,
ölümü haklı çıkaran bir mantığa kavuşturup bastırmayı amaç edinmiştir. Sonradan fazla
gürültü koparmayan bazı yazarlar öldürülmez olmuş. En sonunda da Zoksen Kurulu adlı tüm
dünyaya dağılmış dört yüz elli seçkin insandan oluşan kurul seçimle başkan seçilmesi
geleneğini bitirmiş, sıradan bir insanın bile cinayet arzusu taşıdıktan sonra başkan olabileceği,
başkanlığın rassal olabileceğini karar altına almıştır. Ak saçlı anlatıcı son başkan olduğunu,
katır sırtında taşıdığı kitapları yaktıktan sonra yerine rassal bir başkan bırakacağını, onun da
dinleyen daha genç ikinci anlatıcı olacağını söyler. İkinci anlatıcı bıçağı Mervan'ın böğrüne
saplar, cesedi nehre atar, kitapları yakıp oradan uzaklaşır.
taşın eri: Ölüm döşeğindeki Mir Mehmet su kayası oyma ustasıdır. Su kayası, nehrin bulanık
ve çamurlu suyunu süzen, adam boyu bir kayanın aylar süren bir sabırla oyulmasıyla yapılan
bir tür süzgeçtir. Yalnızca has çay tiryakilerinin ayrımına vardığı ayrımlarla, genellikle damla
terlemesiyle berrak bir su süzdürmektedir. İyi bir su kayası içine konan şarabı zemzem suyu
olarak süzebilmektedir. Mir Mehmet'in huysuzluğundan ötürü yanından ayrılmış iki çırağı
Perçemli Usta ve Meşhedi Avaz da su kayası oymaya başlamışlardır. Şuşa Han, Mir
Mehmet'ten hazine sayılabilecek bir ücret karşılığı su kayası istemiş; usta elindeki kayayı
yoksul bir kadın için oymakta olduğunu söyleyip geri çevirmiştir hanı. Para almamaktadır Mir
Mehmet... Kayayı kime verdiğini unuttuktan sonra ikinci elden para karısına teslim edilir.
Diğer iki ustanın tekliflerini de han geri çevirmiştir. Ustalar arasında atışma ve tartışmalar
193
çıkar. Söz taşıyan Dellek Rıza'nın da araya girmesiyle ustalar arasında yarış başlar. Mir
Mehmet kendinin engerek zehirini ilaca, şuruba çevirecek bir kaya oyabileceğini
savlamaktadır. Yarışma bunun üzerine olacaktır. Köyde usta kalmayacağı olasılığı
düşünülerek üç su kayasından birine şarap konulması kararlaştırılır. Hangi kayaya ne
konulduğunu kimse bilmeyecektir. Zehir ve şarap gözleri bağlanmış Dellek Rıza tarafından
kayalara gece konulacaktır. Mir Mehmet'in kayası en son biter. Bu arada yeniden gelen Han'ın
adamlarını usta yeniden geri çevirmiştir. İlk usta kayasından süzüleni içip ölür. İkinci usta
içemeden göğsünü tutarak ölür. Üçüncü kaya Mir Mehmet'inkidir. Mir Mehmet'in kayası bir
türlü terlememekte, kalabalık terlemeyecek bir kaya oyarak hasımlarını öldürmüş olduğunu
düşünmektedir. Mir Mehmet kalabalığın sabırsızlanması ve düşünülenler nedeniyle sinirlenir,
ilk ustanın kayasından süzülmüş, ustasını öldürmüş suyun içindeki pamuğu ağzına sıkarak
içer. Zehirlenen ustayı kurtarmak için söğüt yaprağı serpilmiş ayranla örtüp terletirler. Bir
süre sonra Mehmet'in kayası su terletmeye başlar. Suyundan içirirler ustaya. Ustanın kurtuluşu
üzerine herkes Mehmet'in kayasındakinin şarap olduğunu ve zemzem suyuna dönüştüğünü
düşünür. Anlatıcı olan Dellek Rıza ise kendi eliyle koyduğunu anımsamaktadır zehiri Mir
Mehmet'in kayasına. Usta iyileştikten bir ay sonra karısı ve oğluyla birlikte kılıçtan geçirilir.
Han'ın önerdiği altın ve mücevherle dolu kırmızı kadifeyle kaplı sanduka yanlarındadır.
Son Promete: Bolu ormanlarında Fethi S.'ye ait olduğu sanılan bir ceset bulunmuştur. Katil
zanlısı olarak patronu Faik K. aranmaktadır. "Hikâye"nin en önemli kahramanı Faik Bey tam
memur tipli bir adamdır. Emekli aylığına biriktirdiklerini de eklemiş, aldığı eski bir otobüsü
gezici kütüphaneye dönüştürüp devletin bastığı aydınlanma çağı kitaplarıyla doldurmuştur. Bir
aydınlanma savaşçısı gibi uzak Anadolu köylerine ışık götürmeyi amaçlamaktadır. Fethi S. ise
onun getirdiği kitaplar yerine Battal Gâzi Destanı, Binbir Gece Masalları gibi kitaplar isteyen
köylülerin arasından çıkıp onu izleyerek çırak olmuş, "... ruhları batıya dönük Enstitü çıkışlı
öğretmenlerin elinde ortaokul ya da lise okumuş, (....) küstahlığa sıçrayan bir bakışla acemice
sorular soran biri..." dir. Faik Bey, yanına aldığı Fethi'ye kendi önerdiği kitapları okutup
Rodrigo dinletmektedir. Fethi ise gizlice Haverzemin ve Billuru, Azam Cengi, Hayber kalesi,
Kenan ile Lalezar, Elif ile Yaralı Mahmud, Şahmaran gibi kitaplar, Teksas, Tommiks, açık
saçık dergiler satmaktadır.Yakalanır. Kitaplarını yakar Faik bey. Öykünün sonunda bir sıradan
bir bitiş sunulur; FaikBey Fethi'yi öldürmüştür. Bir de ayrı bir olasılık anlatılır. Fethi, Faik
Bey'i öldürmüş, onun kimliğiyle gezmektedir. Zaman zaman devlet eliyle basılmış kitaplardan
birini de okumakta, onun içindeki yargıcın "Pişman mısın?" sorusuna "Hayır!" diye yanıt
194
vermektedir. Anlatı, sonunda vabisin kendinin olduğunu, üniversite öğrencilerine özledikleri
uzak köylerin klasiklerini satarak onları şehrin yüreğine yaklaştırdığını, çilingir sofralarında
uyduruk hikâyeler anlattığını, gazete küpüründe okuduğu cinayetteki katilin ise
yakalanacağına inanmadığını söylemektedir. Kuramsal tartışma, parodi, yapıbozumcu bir
yaklaşımla yapılmaktadır.
kâfdili: Mermer sehpanın üstünde birkaç damla kan vardır. Nargile içilen bir kahvehanede
Çerbetan diye birine seslenmektedir anlatıcı. Birinin ellerine bakmaktadır; gerçeküstücü
haritadan bozma bir çift el. Kafkasya'dan göçmüş, "kabile"sinin arkaik dilini gecikmiş bir
tapınmayla yaşatmaya çalışan bir aile babanın erik şarabını çekip çekip anlattığı eski zaman
hikâyelerinden söz edilmektedir. Anlatıcı artık yazmayan bir yazarı tanımlamaktadır.
Tanımlanan yaşlı kişi eski bir edebiyatçıdır; Kâfdili dediği bir dille son öyküsünü yazmak için
kahvenin diğer "müdavim"lerinin heykelsi duruşlarına öykünmektedir. Kaçışlarını,
kendilerine yapılan zulümleri anlatmaktadır. Kırk yıl çileden sonra yemyeşil ekinlerle kaplı
ovaya indiklerinde dillerini yitirmiş olduklarını görürler. Öykünün sonunda tek bir sözcük
yazar kâğıda adam; Çerbetan! Ve başı mermer masaya düşer. Masada birkaç damla kan
vardır. Adam ölmüştür. Baştaki tablo yinelenir.
göl: Çocuk anlatıcı arkadaşı Arif'le birlikte istasyon çatısından gölü izlemektedir. Annesi
Arif'le arkadaşlığından hoşnut değildir. Arif gölün derininde bir cami gördüğünü söylemekte,
anlatıcı çocukça bir geri kalmama duygusuyla katılmaktadır görülene. Yaşlı bir kunduracıya
gölün öyküsü anlattırılır. Gölün olduğu yerdedir eskiden kasaba. Yolu oraya düşmüş bir
dervişe ekmek ve su vermemiştir kasabalı, son evdeki kadına kadar. Adam kadını elinden
tutup kasabanın üstündeki yamaca çıkardıktan sonra kasaba su altında kalmıştır. Şimdiki
kasabanın insanları o kadından türemişlerdir. Su içinde kalanlar orada yaşamlarını
sürdürmektedirler. Suda yaşayamayan bebekleri göklerinin dışına, suyun dışına atmaktadırlar.
İstasyon şefinin kızı Arif'e göle atmasını söyleyerek el ve ayakları perdeli kırk bebek getirip
vermiştir. Arif'e göre kızın göl içinde yaşayan bir sevgilisi vardır. Öykünün sonunda, anlatıcı,
ortadan kaybolmuş, kan kardeşi Arif'i aramaktadır. Sağ elinin baş parmağı ile iyaret parmağı
arasındaki deriden perdeyi göstererek annesiyle kavga etmektedir.
horozlu ayna: Karla kaplı bir ormanda elleri kılıçlı, zalim bir kalabalıktan kaçan iki kişiden
biridir anlatıcı. Bir kurt sürüsü önlerini keser. Genç bir adam çıkar ortaya, belindeki kamayı
çekip kurtların arasına dalar, kurtlarla birlikte uzaklaşır. Ondan geriye ince bir kan izi kalır.
Kan izini izleyerek bir kulübeye ulaşırlar. Orada kendilerini kurtaran delikanlı ile yaşlı anne
195
ve babası yaşamaktadırlar. Yaşlı adam, anlatıcının açıklamasıyla oğullarının onları
kurtardığını ama yaralandığını öğrenince delikanlıya öfkelenir. Onca kurtla başa çıkamak
beceriksizliktir onun için. Bir anısını anlatır. Köyünde anlatıcının kaçmak istediği gibi bir
köyde yaşamaktadır. Köyde sevdalısına verilmediği için bir kız intihar etmiştir. Defnedilen
kızın cesedi bir sabah ana babasının evine dayalı olarak bulununca kızın akrabaları sevdiği
oğlanı bıçaklayarak öldürürlür. Ertesi gün de defnedilen delikanlının cesedi, kanlar içinde
kendi evine dayalı olarak bulunur. On gün sonra âşığın ağabeyi kardeşini öldüreni öldürür.
Ertesi gün de onun cesedi evlerinin kapısına dayatılmıştır. Olayı çözmek için anısını
anlatmakta olan yaşlı adam ölü taklidi yapmış, bir mezara girmiştir. Gece mezarı açan insanla
güreşe tutuşurlar. Aynı köyden Goncagül adında bir genç kızdır bu. Goncagül, ölümü
korkaklığın ilacı gibi görmüş, bir korkakla evlenmemek için ölümün üstüne giden birini
beklemiştir. Adam, ölümü sanki bir horozlu ayna gi.i derdine derman olsun diye taşımıştır
cebinde. Şimdi de böyle bir evlilikten doğmuş delikanlıyı "sünepe bir kurt"tan yara aldığı için
ayıplamaktadır. Yaralanmanın sebebi korkudur. Cepte taşınmalıdır horozlu ayna ama yüzüne
bakacak kadar önemli görülmemelidir. Tabiattan uzaklaşma hiç ölmeyecekmişsin zannının
nedini olabilir. "Bakma, ölüm aynadadır" demektedir adam. Sabah o kulübeden uzaklaşırlar.
Anlatıcı korkakça kaçmaktan usanmıştır. Arkalarından onları izleyenlere doğru yürümeye
başlar. Yoldaşı ağlamaktadır. Onca mezarı ölü bir erkeğin yasını tutmak için eşelemediğini
söylemektedir. Ve anlatıcının cebindeki horozlu aynayı çıkarıp atar. Ayna kara düşer; kar
kendiyle bakışmaktadır. Goncagül sırtını anlatıcıya dönmüş, gözlerini ufka dikmiştir. Baktığı
yerde bahar vardır, evrene bereket gelmiştir.
zümrüt kurbağa: Anlatıcı bir han oğludur. Gölde bir peri görür, eve getirir. Bahçede sevişir
onunla han oğlu. Peri "seni seviyorum" der ona. Sonra saraya komşu beyliklerden birinden
armağan olarak zümrüt bir kurbağa gelir. Kurbağanın rengi perikızının gözlerindeki ışık
gibidir. Kurbağa tüm hastalıklara iyi gelmekte ve iktidarsızlığı ortadan kaldırmaktadır. Han
baba sürekli zümrüt kurbağayla ilgili risaleleri okumakta, cariyelerin olduğu yerden kahkaha
sesleri gelmektedir. Babasının önerisiyle komşu beyliklerden birine saldırıp orayı da
topraklarına katarlar. Güçlerinin kaynağı zümrüt kurbağadır. Anlatıcıyı babası bir hanlığa emir
olarak atar. Anlatıcı Nilüfer adlı perinin özlemiyle yanarken babasının onunla evlenmek üzere
olduğu haberi gelir. Silahlanıp babasının üstüne varır askerleriyle. Savaş olur, sayasız can
yitirilir. Han baba göl kıyısında zümrüt kurbağayı bağrına basıp oturmaktadır. Oğul kurbağayı
parçalar, babasını saraydan kovar. Nilüfer kaybolup gitmiştir. Sonra anlatıcı değişir. Baba
196
oğlunun gözünden ve dilinden olayı anlattığını söylemekte, Tanrı'dan bağışlanmak
istemektedir. Gecikmiş bir özür borcu olmakla birlikte oğlunu zümrüt kurbağayı parçaladığı
için asla bağışlamayacağını söylemektedir.
giz dolu çürüme ayı: Masala yakın bir anlatıdır. Anlatıcı bir astsubaydır. Karadeniz
kenarındaki bir köye saldırı olur. Olay yerine gittiğinde deniz kenarında kötü kokan bir
insanın koştuğunu görür. Ateş eder üstüne; görüntü uçurumdan denize düşer. Köylüler
"Germakoçi" diye bağırmaktadırlar ve astsubaydan olup biteni gizlemektedirler. Saldırıya
uğramış ihtiyar değirmenci kendini taklit eden bir ayı gördüğünü, onu yakabilmek için kendi
üstüne gazyağı döktüğünü ancak daha sonra bayıldığını söylemektedir. Sonra da ölür... Birkaç
gün sonraki yeni saldırıda hedef kadınlardır. "Kocaman bir şeyi var" der kadınlardan biri ama
daha fazla açıklama yapmaz. Astsubay muhtarı karakola çağırıp sorguya çeker. Germakoçi'nin
canlı canlı denize atılmış bir günah çocuğu olduğu söylencesi vardır. Temmuz ayında
denizden çıkmaktadır. Dışarda kalınca çürümeye, kokmaya başlamaktadır. Konuşmak
istediğinde ses yerine çığlık çıkmaktadır boğazından. Germakoçi çürümemek için denize
dönmek zorundadır. Dönemezse (vurulma, âşık olma gibi nedenlerle) kıtlık olmaktadır o yıl.
Temmuzun son günü deniz kenarında pusuya yatar astsubay. Biri boş biri dolu iki tabanca alır
yanına. Germakoçi görününce boş tabancayı alnına dayayıp tetiği çeker; sonra da bilmediği bir
nedenle elinden tabancayı yere bırakır. Germakoçi her yaptığını yinelemektedir. Astsubay
denize doğru koşup uçurumdan atlar; Germakoçi de aynısını yapar. Hızlı düşüşü suyun
soğukluğu, karanlık ve kuştüyü yatağı andırır bir duygu izler. Sabah deniz kenarında uyanır.
"Tabiatın mucizelerine ve asla bilemeyeceği şeylere karşı derin bir saygı ve hayranlık
duymaktadır".
çengelli peri: masal türü bir anlatıdır. Anlatıcının babaannesi kendinden yalnızca birkaç yaş
büyük, güzel bir kadındır. Sağ kolunda etine saplı altından bir çengelli iğne vardır. Sürekli
dedesinden kalan anı defterini okumaktadır. Defterin son yirmi beş sayfası Arap harfleriyle ve
Farsça yazıldığından anlatıcı anlamamaktadır. Babaanne bir gün anlatıcıyı yanına çağırıp bir
masal anlatır. Hasan adında biri, her sabah doru atını ahırda ter içinde bulmaya başlamıştır.
Ahırda menekşe kokusu vardır. Bir gün gün doğmadan ahıra gider; atın üstünde Hasan'ın
kendi görme sınırlarından nefret ettirecek güzellikte çıplak bir kadın vardır. Hasan daha sonra
yeniden görür kadını ve yanına gidip bacağını tutar. Sevişirler. Kadın yok olur gider sonra. Bu
durum aylarca sürer. Sonra kadının önerisiyle koluna altın bir çengelli iğne takar Hasan; kadın
artık orada kalmıştır. Adını Peri koyar ve onunla evlenir. Zamanla Hasan yaşlanıp göçer,
197
karısı aynı güzellikte kalır. Köyün gençlerinin bakışları Hasan'ı rahatsız etmektedir. Bir gece
kadının kolundaki iğneyi uyurmuş gibi yapıp gizlice çıkarmaya çalışırken acılar içinde ölür.
Anlatıcının babası annesini babasını öldürmekle suçlayıp iğnesini çıkarmaya çalışır; o da ölür.
Köylülere göre babası gibi o da bir kalp sektesi geçirmiştir. Şimdi sıra anlatıcıdadır; ya
zamanla kızı yaşında olacak bir babaanneyle paylaşacaktır yaşamı; ya da ataları gibi ölecektir.
Öykü Değerlendirme Sonuçları
KISALTMALAR: Y.Ş: Yazar, Şair, S: Sabit, D:Değişken
Siyah: Uğur Özakıncı
Kuramsal Gerçeklik
Tartışma Tartışması.
Paylaşma,
Adı
Anlatıcı
birinci kapı:
Y.Ş+S
-
-
+
+
-
birinci nefes:
Y.Ş.+S
+
+
-
-
-
ikinci renk:
Y.Ş.+S
+
+
+
+
-
üçüncü sayfa:
Y.Ş.+S
+
+
+
-
-
dördüncü anahtar: Y.Ş.+S
+
+
-
-
-
beşinci ölüm:
Y.Ş.+S
+
+
+
-
-
altıncı pencere:
Y.Ş.+S
+
+
yedinci korku:
Y.Ş.+S
+
+
+
+
sekizinci kilit:
Y.Ş.+S
+
+
-
-
-
dokuzuncu eşik:
Y.Ş.+S
-
-
+
+
+
onuncu şarkı:
S
-
-
+
+
on birinci gece:
S
-
-
+
+
on ikinci hikâye:
Y.Ş.+S
+
+
+
+
on üçüncü yol:
Y.Ş.+S
-
+
-
+
Ölüm
+
İntihar
Coşku
-
+
+
+
-
_________________________________________________________________________
T: 14
YŞ+S 12(%85)
9(%64)
9(%64)
198
10(%71)
9(%64)
3(%21)
Hayatta Kalma Oyunu
Hakan Şenocak
Ridade Çıkmazı:
-
+
+
Hayatta Kalma Oyunu S
+
+
+
-
Bitimsiz:
S
+
+
-
-
-
Köpek:
S
+
+
+
+
-
İşin Önemi:
S
-
-
-
-
Gecelerin Gecesi:
S
-
+
-
S
-
-
-
-
___________________________________________________________________________
T: 6
S, 6 (%100)
3(%50)
5(%83)
3(%50)
1(%16)
0(%0)
Öykümü Kim Anlatacak- Şebnem İşigüzel
Kuramsal
Gerçeklik
Anlatıcı Tartışma
Tartışması
Ölüm
+
İntihar
+
Öykümü Kim Anlatacak:
S
+
+
+
+
-
Klişe Hayatlardan:
D
+
+
+
+
-
Geri Kalan Yaşamımın.... Y.Ş
-
-
+
+
+
Işık Hızındaki Spermler:
-
-
+
Coşku
Herşey Gerçek Olabilir mi: D
S
+
Paylaşma
-
-
-
-
Köprüleri Yaktım Ama...: Y.Ş.
+
+
+
+
-
Ters Akan Deniz:
+
+
+
+
-
T. 7
Y.Ş.
YŞ%42, D%29,S%71
5(%71)
5(%71)
6(%85)
6(%85)
%14
Fildişi Karası- Yekta Kopan
Kızılmaske İle Diana...:
Y.Ş.
+
-
-
-
-
Köpekbalığı:
Y.Ş.
+
+
-
-
-
Çağla Yeşili Bir Gece:
Y.Ş.
-
-
-
-
-
Doğum Sancısı:
S
+
+
+
-
-
Turhan Beyin Kehaneti:
Y.Ş.
+
+
-
-
Cemal Ustanın Meşhur..:
S
-
-
-
-
-
Buluşma Yeri:
Y.Ş.
+
+
-
-
-
Keşke Kahveyi Şekersiz..:
S (Ölü)
-
-
+
-
-
Öğleden Sonra Budapeşte..:Y.Ş.
+
+
-
-
-
Taammüden Cinayet:
+
+
+
-
-
7(%70)
6(%60)
Y.Ş.
T: 10 Y.Ş.7(%70), S.10(%100)
199
-
3(%30)
0
0
Bu Kitabı Çalın- Murat Gülsoy
Anlatıcı
Bu Kitabı Çalın:
Y.Ş
Kuramsal
Gerçeklik
Tartışma
Tartışması
Ölüm İntihar
Coşku
Paylaşma
+
+
Kayıp Eşyalar Bürosu:S.
-
-
-
-
-
Hindistan Yolculuğu: S
-
-
+
+
-
Hızlı Düşünme Sanatı: S
-
-
-
-
-
54 Numaranın Esrarı:S
+
+
-
-
-
Kötü Yola Düşen Ev: S
-
-
-
-
-
Yazarın Belleği:
S
+
+
-
-
-
Y.Ş.
+
+
+
+
-
Birkaç Dolar İçin: Y.Ş.
+
+
-
-
-
Kukla:
Y.Ş.
+
+
+
+
-
Sakla Beni:
Y.Ş.
+
+
-
-
-
Yasadışı Öyküler:
Y.Ş.
+
+
-
-
-
Hasta Bir Konak:
T:12,Y.Ş 6(%50), S,12(%100) 8(%66)
-
8(%66)
-
-
3 (%25)
3(%25)
0
Nar Kitabı- Faruk Duman
Kedi'çin Masal:
Y.Ş(D)
Karşılama:
D
Sur:
S
-
-
+
-
-
+
-
-
Köpükler Masalı: D
-
-
+
Zalim Bir Evvelin..: S
-
-
?
+
+
+
-
-
-
-
-
-
-
-
-
Bekir :
D
Zeltin Taneleri....:
S
+
+
+
-
-
Dalgın Serafim:
S
-
-
-
-
-
Tembel Mehmet:
S
-
-
-
-
-
Ayten:
S
-
-
+
-
-
Nar:
S
Zeytuni:
S
-
-
-
-
+
Giderim:
S
-
-
-
-
-
T: 13 4D(%30)10S(%70)
-
-
2(%15)
+
2(%15)
200
-
-
-
8(%66)
-
0
0
Arkası Yarın-
Müge İplikçi
Anlatıcı
Kuramsal Gerçeklik Ölüm İntihar
Coşku
Tartışma Tartışması
Paylaşma
Şamatalı Yolculuk:
D
-
-
+
Zararsız Bir Ank..:
D
+
+
+
-
-
O Yaz Hepimiz Bit..: S
-
-
+
-
-
Bizden Biri:
D
-
-
-
-
-
Yönler:
S
+
-
-
-
-
Zaman Zaman:
D
-
-
+
-
-
Kevser Hanım:
S
-
+
-
-
-
Arnavut Yenge:
D
+
+
+
-
-
400 Metre Engelli..:
S
-
-
-
-
-
Hayat Karşısındaki..: D
+
+
+
+
-
Gazetede Yazdığı Gi.: S
+
+
+
+
-
Yeni Kent Dedikodu.:S
+
+
+
+
-
Arkası Yarın:
-
-
-
-
-
S
T: 13, 8S(%62),5D(%38)
6(%46)
6(%46)
201
8(%62)
+
-
4(%30)
0
Sükût Ayyuka Çıkar- Yücel Balku
Anlatıcı
Kuramsal Gerçeklik
Ölüm
İntihar
Tartışma Tartışması
Coşku
Paylaşma
Abruşak:
S
+
+
+
-
-
Sisten Sonra:
D
+
+
+
-
-
Serpantarius:
Y.Ş.
+
+
+
-
Teşekkürler Sevgilim:S
-
-
-
-
Kesik Başın Hikâyesi:S
+
+
+
-
-
Akarib:
S
-
-
+
+
-
Argüri:
D
+
+
+
-
-
m.k.c. :
Y.Ş.
+
+
+
Taşın Teri:
D
-
-
-
-
-
Son Promete:
S
+
+
+
-
-
Kâfdili:
S
-
-
+
Göl:
S
-
-
-
-
-
Horozlu Ayna: (msl) S
+
+
+
+
-
Zümrüt Kurbağa:(msl)D
+
+
+
-
-
Giz Dolu Çürüme.:(msl)S
+
+
-
-
-
Çengelli Peri:(msl)
+
+
+
-
-
(masalsı)
S
T:16,S9(%75),D4(%25)YŞ2(%13)
11(%68)
11(%68)
GENEL SONUÇLAR:
Toplam Öykü Sayısı: 91
Değişken Anlatıcı: %15
Sabit Anlatıcı: %85
Yazar-Şair Anlatıcı: %33.5
Öyküde Kuramsal Tartışma: %56
Öyküde Gerçeklik Tartışması: %59
Baskın Bir Ölüm- Öldürme Anlatımı: %57
İntihar ya da özenme, özendirme: %29
Coşku, Paylaşma, Dayanışma, Başarma: %3
202
-
-
-
-
11(%68)
2(%13)
-
0
Öykü yazarı ölüme ve iç çöküşe koşuyor!
Son otuz yılda tersine döndü dünyamız. Tepetaklak edilmiş bir ülkede yaşıyoruz. Tüm
insancıl değerlerimiz, biyososyolojik yapılanmalarımız kurşuna diziliyor. Edebiyat cephesi
kendi metin kuramının, dışa kapanmış çeperinin içinde "Tık" sesi vermeden tıkırdıyor, Batılı
yazarlardan öykünerek kuruyor çemberini. Holmes polisiyeleri, gerçeklik yitimine uğramış
benlik bunalımları, sözcük oyunları ve metin kurgusunun yaşama dönüştüğünü kanıtlamaya
çalışan kuram karşıtı gibi görünürken en kötü kuram ve öğretilerin kucağına düşmüş bir
yanılgı ve yangın yeri gibi öykücülüğümüz. İnsanımız, geleneğimiz, kendimiz yok öykümüzün
içinde. Yakıyoruz olanları da... İnsanın içinde kopan fırtınayı resmedemeyen bir kültür hep
edilgen olmaya tutuklanmış demektir. Birileri kedinin fareyle oynaması gibi oynayacaklarsa
bizimle ve kafamızın içine ellerini sokacaksa, biz hâlâ olup biteni yüzeyde tanımlamaktan öte
devinemeyeceksek, ayağı her sürçtüğünde feleğe söven, dogma ve bilinmeyenle evreni tanımış
halkın gerisine geçip üzerimizi külle, çamurla örtme zamanı gelmiştir.
Yaşanan gerçeklikten kaçarken kurama kul edilmiş kurgunun tuzağına düşüyor öykü...
Kuramın öne çıktığı öykülerde kullanılan, öyküye öylesine uğramış, içtenliksiz yaşam
parçaları bir otopsiden artakalmış organ parçaları, kokuşmuş ögeler gibi kalıyor.
"Yazınsal dünyanın bizzat kendisi bir toplumsal gerçekliktir" diyen Pierre Bourdieu (Bir
Eylemci Düşünür: Pierre Bourdieu, Mehmet Öztürk- Göksel Aymaz, Varlık Mayıs 2002) nun
tanımladığı bu durum, yazarın güncel karşısındaki tavrını belirlemekte edilgen ya da etkin
oluşunun da ipuçlarını vermekte. Dışımızda akıp giden yaşamın karanlığı ve umutsuzluğu
çağrıştıran istencimiz dışındaki kör gidişine karşı ya ayak direyip umudu ve ışığı
kovalayacağız ya içe çökip dışımızdaki gerçekliğin kendisini yapıta yansıtacağız. Dışımızdaki
gerçeklik, postmodernizme kan veren tüketim toplumudur.
"Başta metnin öyküsü olmak üzere, roman kişilerinin, giderek de yaşamın kendisinin kurmaca
olduğu gerçeği, bu meta evrende sürekli vurgulanır." (Y. Ecevit, Türk Romanında
Postmodernist Açılımlar, s. 105) diyen bir özet günümüz edebiyatına çokluk denk
düşmektedir.
Tam da burası, düğümün koptuğu yerdir! Bir meta yapılmak istenen edebiyatla, bir meta
olmanın izlerini kaçınılmazca üstünde taşıyan edebiyatın meta olmaktan kurtulma
eyleminin o dayanılmaz çelişkisi! Bu yakıcı çelişkinin ortasındayız. Köreltilmeye,
küllenmeye çalışılan bir sapakta... Ya, birilerinin bize kurguladığı adaletsiz, doğasız,
203
duygusuz bir yaşamın şizofrenik tutsağı yapacağız yapıtlarımızı, ya boşverip tüm özgürlük
yanılsatmalarını, en insanca ve içtenlikli aşkınlığımızla, doğayı, insanı, kendimizi
kucaklayacağız... Sorun, edebiyatta bir yöntem, estetik ve tarz tartışmasının çok ötesinde,
olağanüstü güncel ve yaşamsaldır. Ne beklentimiz tükenmeli gelecekten, ne dışına
düşmeliyiz sevginin. Umuda ve coşkuya yolculuk evrensel bir aşkla sürmeli!
Bir yüzünde "Ya sev, ya terket!"tir hayat...
Bir yüzünde kimse umursamasa da ölüme yatmak
Peki nerde vakıf malı bedenlerle "Düşmana inat bir gün daha yaşamak!" ?
Hani, "Bir insanı sevmekle başlar herşey!".....
5663411, 5663056, 0532 7650723
204
0 224

Benzer belgeler