1. Varoluşçuluk Buluşması

Transkript

1. Varoluşçuluk Buluşması
Sisifos Söyleni’ni okuduktan sonra katılımcılardan biri, “Gerçekten,
evrende nesnel bir anlam yok mu?” diye sorar gözlerini fal taşı gibi
açarak, “gerçekten, ben bütün yaşamım boyunca nesnel anlamı boşu
boşuna mı aramışım, her şeyden ve herkesten bağımsız bir anlamın
yaratıcısı aslında ben miyim?” Soruyu yanıtlayan kişi, hafif bir
gülümsemeyle, “Evet” der. “Sen bunu ne zamandan beri biliyordun?”
diye bir soru daha sorar katılımcı, bir heyecan dalgasındadır hâlâ.
“Birkaç yıldır” diye yanıtlanır sorusu. “O hâlde sen tanrısın!” diye
bağırır katılımcı ve elinde Sisifos Söyleni, Kayser Dağı’na karşı
varoluşsal özgürleşmesini yaşarken uzunca bir süredir biriktirdiği
çığlığını doğaya emanet eder…
Poedat
Kolektifi
1. Varoluşçuluk Buluşması
25-29 Aralık 2013
Nesin Matematik Köyü, Şirince, İzmir
poedat.org/1-varolusculuk-bulusmasi
Köklerini geleneksel ontolojinin, sanatın, tarihin eleştirisine ve insanı yeniden kurma çabasına yerleştiren varoluşçuluğun
irdelendiği ve 14 saatlik bir çalışmanın yapıldığı etkinliğe doktora, lisans ve lise seviyelerinden 28 kişi katıldı.
Rehberler
Fırat Akova
Orhun Canca
Öz geçmiş
Öz geçmiş
Düzen
Sorumlusu
Yaratı
Sorumlusu
Yağmur Kaya
Doruk Tunaoğlu
Öz geçmiş
Öz geçmiş
Danışman
Ayfer Çekiç
Öz geçmiş
1.-10. oturumlara Fırat Akova, 11.-14. oturumlara Orhun Canca rehberlik etti.
1. Varoluşçuluk Buluşması, Poedat Kolektifi’nin 6. etkinliğidir.
poedat.org
facebook.com/poedat
twitter.com/poedat
Varoluşçuluğun tarihsel bağlamı, dalları, düşünürleri ve başat kavramları (1)
09.45-10.45
Hristiyan,
görüngü
bilimsel,
ateist,
postmodern...
Oturum,
varoluşçuğun dallara ayrılan bir “sepet akım” olduğuna ve ana yargılarını
belirlemenin kolay sayılamayacağına yapılan vurguyla başladı. Bir ressam
fırçasından sıçrayan boyanın bir tuvalin çeşitli yerlerine dağılması gibi
varoluşçuluğun da benzer bir şekilde serpilmiş olduğu dile getirildi felsefe,
edebiyat, sinema, sosyoloji ve din tarihine.
Varoluşçuluğu açıklamak için başlangıç olarak özgürlük ve anlam
arayışından söz açıldı. Algının Görüngü Bilimi (Phénoménologie de la perception)
eserinde “Anlama mahkûmuz” diyen Maurice Merleau-Ponty’den
Varoluşçuluk Bir İnsancıllıktır (L’existentialisme est un humanisme) makalesinde
“Özgürlüğe mahkûmuz” diyen Jean-Paul Sartre’a farklı yaklaşımlar tanıtıldı.
Değişik varoluşçuluk akımlarının olası ortak noktasının bireyi “özne”, diğer
deyişle, eyleme yetisine sahip olan ve varlığını iradesiyle yönlendirebilen bir
canlı olarak görmesi olabileceği iletildi; varoluşçuluğa göre birey varlığına
değgin özgün anlamını bulmalıdır ve kendini özgürlükten yoksun,
belirlenmiş, oradan oraya savrulan bir nesne olarak görmekten kaçınmalıdır.
Konuyu derinleştirmek için “ontik”, “ontolojik” ve “otantik” kavramları
açıklandı. Ontik, maddi gerçekliklerle ilgilenir ve şeylerin “ne”liği ya da
“nasıl”lığı sorusunu yanıtlamaya çalışır. Ontolojik, varlığın amaçlarıyla
26 Aralık 2013
Perşembe
ilgilenerek “neden” sorusuna eğilir. Otantik ise kendini gerçekleştirmiş, tutarlı
sorgulamalar sonucu anlamını bulmuş bireyler için ya da söz konusu süreci
tanımlamak gerektiğinde kullanılır. Kavramlara örnek olarak “Borsada nasıl
en çok kazanan olurum?” sorusunun ontik bir soru olduğu, “Neden en çok
kazanan olmak istiyorum?” sorusunun ontolojik bir soru olduğu söylendi. Her
ne kadar içerik yönünden karşı çıkmak mümkünse de borsada en çok kazanan
olmayı kendini kandırmaksızın yaşamının anlamı kılan bir insanın otantik
olabileceğinden bahsedildi.
Varoluşçuluğun yapı taşlarından biri olan “özgürlük” kavramını
somutlaştırma amacıyla Turing makinesi ve John Searle’ın Çin odası örneği
tartışıldı. Varoluşçuluğun “Birey özgür müdür yoksa nedenselliğin altına
işleyen karmaşık bir makine midir?” tartışmasında bireyi özgür varsaydığının
altı çizildi. Özgürlüğün “kişilik inşaası” içerdiği düşüncesi, 1987’de
yayımlanan “Cinsiyet Yapmak” (“Doing Gender”) makalesini kaleme alan
Candace West ve Don Zimmerman adlı araştırmacıların verileriyle pekiştirildi.
Bireyi merkeze koyan varoluşçuluğun her durumu bağlayan bir ahlaksal
çıkarım yapmadığı, Kantçı bir donukluğa sahip olmadığı belirtildi; aksine,
varoluşçuların sunduğu ahlaki önermelerin bağlamsal olduğu anımsatıldı.
Varoluşçuluğun toplumsal eşitsizlikler nedeniyle kıvranan insanları
görmezden geldiği iddia edilerek imkânı olmayanın (söz gelimi, Sri
Lanka’daki yoksul bir pazarcının) varoluşçu felsefe yapamayacağı,
dolayısıyla varoluşçuluğun bir burjuva felsefesi olduğu eleştirisine değinildi.
Söz konusu sava bir karşı sav olarak ontolojik sorular soran herhangi bir
bireyin adını koyamasa dahi varoluşçu felsefe yaptığı vurgulandı. Karşı sava
itiraz olarak “Alt sınıf olmak bir şeyleri kabullenmeye ve felsefi intihara
sebep olabilir” dendi ve tartışma ileride gözden geçirilmek üzere ortada
bırakıldı.
Varoluşçuluğun tarihsel bağlamı, dalları, düşünürleri ve başat
kavramları (2)
11.00-12.00
Oturum, varoluşçuluğun ilgilendiği kavramlardan bir bukle ile başladı:
Kaygı, intihar, korku, kötü inanç, ötekiler, yabancılaşma ve varoluşsal kriz.
Ağırlıklı olarak, insanın kendi özgürlüğünü ve sorumluluklarını reddedip
kendini nesneleştirmesi durumuna işaret eden kötü inanç üzerinde duruldu.
Tek bir düğmeye basarak kitleleri imha edebilecek bombacı bir savaş
pilotunun “Ben emir kuluyum” demesi bir kötü inanç örneğiydi; paralel
olarak Nazi Partisi üyesi Adolf Eichmann’ın mahkeme savunması ele alındı.
“Yapmaya mecburum”, “Başka türlüsünü seçemem” gibi söylemlerin kötü
inanca götüren tehlikeli yollar olduğu iletildi. Kötü inançtan kurtulabilmek
için özgürlük alanımızda yapacağımız seçimlerin bilincinde olmamız ve
sorumluluklarımızı kabul etmemiz gerektiği görüşü benimsendi. Savaş pilotu
örneği için “Şayet pilot işinden olmasının binlerce insanın yaşam hakkından
daha önemli olduğunu söylüyor ve sorumluluğu üstüne alıyorsa kötü inanca
sahip değildir” dendi.
Dağa çıkmayıp şehirde yaşamayı tercih etmek veya Afrika’daki evsiz
çocuklara yardım etmek yerine bir kampta buluşmanın diğer seçeneklere
göre özgül ve tanımlanabilir bir ahlaki farklılığı getirdiği konuşuldu.
Tartışma esnasında sadece yaptıklarımızdan değil, yapabilecekken
yapmadıklarımızdan da sorumlu olduğumuz öne çıkarıldı. “Hiçbir şeyi
yapmak zorunda değiliz, ama neden yapmadığımızı veya neden başka bir
şeyi yapmayı seçtiğimizi ahlak sistemimizde temellendirmeliyiz” ilkesi
benimsendi. Özgürlüğün bireye yüklediği sorumluluklar matematiksel bir
yaklaşım öncelenerek kümeler sistemiyle “Eylemsizlik denen kavram olası
mıdır?” sorusuna da dokunularak anlatıldı. Parça-bütün ilişkisi, Martin
Heidegger’in ele aldığı “yorum bilimsel döngü” ile gösterildi.
Oturum, 2011 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi İsveçli yazar Tomas
Tranströmer’in “Gece Kitabının Sayfası” (“Nattbossblad”) şiirinin varoluşçu
bir bakışla irdelenmesiyle bitirildi. “Yamaçtan yukarı doğru kaydım” ve
“kokunun yeşil olduğu yerde” dizelerinde nedenselliğe karşı çıkış,
“gelecekleri olan ama yüzleri olmayan insanlar” dizesinde ötekiler sorunu ve
“karşı kıyı vardı ve orayı ellerinde tutanlar” dizesindeki karşı kıyıdan uzak
olma durumunda otantikliğe işaret edildiğini belirtenler oldu. Şiir incelemesi
çarpıcı bir soruyla kapandı: Eğer şiirin varoluşçu bir açıdan yorumlanması
istenmeseydi, yine de okur onu varoluşçuluğun ögelerini içeren bir metin
olarak canlandırabilecek miydi?
Farkındalığın sarsıntısında umut, acı, aile, din ve hokkabazlar
toplumu ile yüzleşmek (1)
Farkındalığın sarsıntısında umut, acı, aile, din ve hokkabazlar
toplumu ile yüzleşmek (2)
(İvan İlyiç’in Ölümü, Lev Tolstoy)
(İvan İlyiç’in Ölümü, Lev Tolstoy)
13.30-14.30
Oturumda Lev Tolstoy’un “ölüm” merkezinden yaşamı sorguladığı İvan
İlyiç’in Ölümü (Смерть Ивана Ильича) konu edildi. Yapıttaki bölümlerin
didik didik edilmesiyle gelişen tartışmaya İvan İlyiç’in ölümüne
çevresindekilerin verdiği yüzeysel tepkilerin incelenmesiyle başlandı.
Kendilerinin hâlâ hayatta oluşlarına duyulan sevinç, İvan İlyiç’in boşalan
koltuğunun nasıl doldurulacağını düşünme, eşinin dul maaşını alma yollarını
araması ve arkadaşlarının iskambil oynama hevesinde olmaları göze çarpan
durumlar olarak ele alındı. “Törensellik” ve “biçimsellik” kavramları
“yapaylık” ile birleştirildi. İvan İlyiç’in ölümüne tepkisiz görünen Şvarz’ın
tavrı “Ölümle yüzleşmiştir”, “Kimseye değer vermiyordur” ve
“Etrafındakiler üzülmesin diye böyle davranıyordur” gibi farklı şekillerde
yorumlandı. Ölüme karşı bir şeyler hissetmek ile ölüme karşı tamamlanması
gereken yükümlülükleri (cenaze işlemlerinin yapılması vb.) yapmak ile
yapmamak arasında ahlaka dair bir ilişki olup olmadığına kafa yoruldu.
Tartışma, “Ölüme karşı duyulan duygular seçilebilir mi?” sorusuna evrildi.
Oturuma İvan İlyiç’in yaşamının genel hatları incelenerek devam edildi.
İvan İlyiç’in kendine hep ontik, noktasal ve tüketilebilir amaçlar biçmesinden,
evliliğinde yabancılaşma sorunu yaşadığında çözüme gitmek yerine işine
daha fazla eğilerek sorunlarını görmezden gelmesinden ve kişiliğinin yanlış
gördüğü yönlerini “Başkaları da benim gibi yapıyor” diyerek
haklılaştırmasından bahsedildi. Etrafındaki insanların ahlaki tutumlarını bu
yaklaşımının belirlediği ve o yüzden kendisinin yaşama karşı tutumu ile
yakını saydığı kimselerin İvan İlyiç’in ölümüne karşı olan davranışlarının
birbirine benzediği vurgulandı; bir tür “ahlaki çekim yasası”na gönderme
yapıldı. Yaraya pansuman yapmak yerine yarayı deşen İvan İlyiç’in ancak
ölümle yüz yüze kalınca ontolojik sorular sormaya başladığı ve sorularını
geciktirmiş olmasından ötürü acılarının kat kat arttırdığı belirlendi.
“Hastalığından önce ne yapmalıydı, siz olsanız ne yapardınız?” diye
sorulunca uyuşturucu olarak kullandığı uğraşları bir tarafa atıp eşinden
boşanmasının ve ontolojik sorularını tatmin edebilecek yanıtları fellik fellik
aramasının doğru olabileceği dile getirildi.
14.45-15.45
Oturum, İvan İlyiç’in hastalığını fark etmesi ve öleceği gerçeğini
kabullenmesi sürecinde yaptıklarına odaklandı. Hastalığını ilkin reddeden
İvan İlyiç’in içinde bulunduğu korkunç durumu bile ontik kaygılarla ele
aldığından, ölümünün maddi taraflarına yoğunlaştığından ve hatta o ana
değin ilgilenmediği batıl inançlardan yardım umduğundan bahsedildi.
Hastalığı ağırlaşıp ölüm kendini daha belirgin şekilde hissettirdikçe İvan
İlyiç’in de ontolojik yanıtlar verememesinin acısı ve tutarsızlığı içinde olduğu
vurgulandı. Çıkarılan sonuç, sorulacak ontolojik soruların ve verilecek
ontolojik yanıtların ne yarına ne de ölüme yakın bir zamana ertelenmemesi
gerektiğiydi.
“(İvan İlyiç’in) yaşamı çok basit ve herkesin yaşadığı gibi en fecilerinden
biriydi” diyen Lev Tolstoy’un salt bir kişinin değil ayrıca bir dönemin ve
toplumun eleştirisini yaptığı belirtildi. Yapıtın “iyi” karakterlerinden biri
olarak ayrımsanan Gerasim’in barındırdığı vefa duygusu, sunduğu özveri ve
İvan İlyiç ölmüyormuşçasına davranması üzerinde durulan konulardı.
Gerasim’in ölümle kurduğu ilişkinin saflığının İvan İlyiç’le kurduğu ilişkiye
de yansıdığı aktarıldı. Geçmişinde biriktirdiği iyi anılarını bile lime lime eden
İvan İlyiç’in hastalığının son evrelerinde iyice olumsuz bir şekilde
davranmasının nedeni olarak ise öz yüzleşme eksikliği ve öfkenin, şiddetin,
üzüntünün anlamsız uğraşlara bükülmesi konuşuldu.
Oturum, İvan İlyiç’in Ölümü incelemesi tamamlanırken “Ölüme karşı ne
yapılabilir?” temasında geçti. İnsanın, ölümün “yaşadığını” kabul etmesi,
ölüme yaklaşırken anılarına ve çevresindekilere zarar vermemesi ve ahlaki
tutumunu elden bırakmaması gerektiği söylendi. Zamanın ve olanakların
sınırlılığının yarara dönüştürülebilmesi için her anın farkında yaşanılması,
olumsuz olayların geçici olduğu düşüncesinin benimsenmesi ve ölümün
umutsuzluğuyla diplerde dolaşmak yerine anlam anlam örülecek bir yaşama
bel bağlanması dolaşıma giren öneriler arasındaydı.
Uyumsuzun usunda intihar, başkaldırı, öznel yordam olarak ahlak, yaratım ve “yüreğin doluşu” (1)
(Sisifos Söyleni, Albert Camus)
27 Aralık 2013
Cuma
09.45-10.45
Albert Camus’nün Sisifos Söyleni (Le Mythe de Sisyphe) ile güne başlandı. Denemelerden oluşan yapıtında Camus, Türkçe’ye “saçma” ya da “absürt” olarak
da çevrilen “uyumsuz” kavramına odaklanıyor. Tanrılar tarafından bir kayayı düşeceğini bile bile daimi olarak tepeye çıkartmakla cezalandırılan Sisifos’tan
esinlenen Camus, uyumsuzu “çelişki yaratan” ve “çevresiyle farklılık gösteren” anlamlarıyla kullanıyor ve sınırlı insan usunun yanıt alma istemiyle görece
sınırsız doğanın yanıt vermezliği arasındaki kopukluğu uyumsuzun temeli olarak görüyor. Camus, gereksinim duyulan anlam arayışının usun sınırlılığı
nedeniyle tam olarak karşılanamadığını ve dinmeyen bu arayış dolayısıyla da uyumsuzun dünyaya egemen olduğunu da dile getiriyor.
Uyumsuzun aynı zamanda Sören Kierkegaard’ın Korku ve Titreme (Frygt og Bæven) adlı yapıtında karşımıza çıkan bir kavram olduğu açıklandı. Korku ve
Titreme dinsel bir öyküye, İbrahim’le İshak’ın öyküsüne çevirir yüzünü ve sorar: Tanrı, İbrahim’den oğlu İshak’ı öldürmesini emrediyorsa emrin ahlaka apaçık
aykırılığına rağmen emir gerçekleştirilmeli midir? (Öyküye göre Tanrı, İbrahim’e kurbanlık bir kuzu gönderir ve emir uygulanma aşamasında geçersiz kılınır.)
Kierkegaard, “uyumsuz” sözcüğünü ilkin söz konusu çelişki için, diğer deyişle, bireyselin evrenselle bütünleşmesinin zorluğunu ortaya koymak için kullanmıştır.
Kierkegaard’a göre uyumsuzu kavramak için inanç gereklidir. Ancak ateist varoluşçulardan Camus, uyumsuzu bambaşka bir anlamda, tanrının olmadığı bir
yaşamın doğasını açıklamada işlevselleştirir.
Anlamsız ile eş değer olmayan “anlam yoksunu” ifadesinin bir şeyin
kendi kendine, yani “nesnel” bir anlam taşıyamayacağını belirttiği söylendi.
Bu bağlamda Camus’nün “Tanrı yoksa hiçbir şeyin nesnel olarak iyi ya da
kötü bir anlamı yoktur; her şey anlam yoksunudur” görüşünü benimsediği
vurgulandı. Camus’nün bakış açısının “Her şey anlamsızdır” demekten farklı
olduğu, yaşamı yadsımadığı, aksine bireyi özgün bir anlam bulmak için
özendirdiği, ona cesaret vermeyi amaçladığı iletildi.
Uyumsuzun usunda intihar, başkaldırı, öznel yordam olarak ahlak,
yaratım ve “yüreğin doluşu” (2)
Anlam yoksunluğu ve özgürlük arasındaki ilişkiden de bahsedildi. “Her
şey anlamdan yoksun ise o zaman birey mutlak olarak özgürdür” savı
benimsendi. “Nasıl bir anlam örmeliyiz?” sorusuna, herkesin yaratacağı
anlamın birbirinden farklı olacağı, dünyayı gezmekten sabah akşam
heykeltıraşlık yapmaya, manastırda inzivaya çekilmekten bir toplumun lideri
olmaya çalışmaya kadar değişik anlamların kabul edilebileceği yanıtı verildi.
Tüm bunlara rağmen kaygı karşısında işlevsel ve sağlam bir anlamın kendini
yenileyen, dönüştürebilen, esnek olan ve ölümün varlığını dışlamayan bir
anlam olması konusunda düşünce birliğine varılarak “anlam dayatmaları”na
karşı çıkıldı.
insanın ölümünün de erken olmadığını çünkü onun ölümle yüzleştiğini ve
geleceğin olmadığını kabullendiğini iddia etti. Tartışma, bir katılımcının Cemal
Süreya’nın da uyumsuz bir insan olduğuna inandığını söylemesi ve erken
ölüme vurgu yapan “Üstü Kalsın” şiirini hatırlatması ise kapandı.
(Sisifos Söyleni, Albert Camus)
11.00-12.00
İkinci oturumda ağırlıklı olarak Albert Camus’nün Sisifos Söyleni’nden
Yapıtı boydan boya döşemiş bulunan “Tanrı yoksa ve zaten öleceksek, okunan alıntılar tartışıldı. Yapıtta kendi bölümüne de ismini veren “uyumsuz
yaşamaya değer bir anlam yoksa, her şey anlamsızsa birey neden intihar özgürlük” kavramı üzerinde duruldu. Ortak veya toplumsal kuralların bir
etmiyor?” sorusu üzerinde duruldu. “Neden?” diye soran bireyin bir uyanış nesnel anlamı olmaması sebebiyle toplumla uyumsuz olan insanın da
içinde olduğundan, uyanışın kaygıya sebep olduğundan ve kaygının da ya uyumsuz özgürlüğe sahip olabileceği belirtildi; yanlış anlamaları engellemek
intiharla ya da iyileşmeyle sonuçlanacağından bahsedildi. Varoluşçuluğun için varoluşçuluğun toplum kurallarını gerektirmediği ama öte yandan da
hiççilikten farklı olduğu, olası bütün anlamları yıkıp bireyi karanlık bir dışlamadığı vurgulandı. Varoluşçuluğa göre birey içtenlikli bir şekilde
kuyuda yalnız bırakmak yerine kuyudan çıkış için bir yol haritası sunduğu sorgulamasını gerçekleştirdikten sonra istediği toplumsal kuralları kabul
vurgulandı; o nedenle de ölümü insana anımsatan bir akım olarak edebilir, dendi. Camus’nün düşüncesinde de olduğu gibi hayatın anlam
varoluşçuluğun yaygın kanının aksine karamsarlık, korku ve acı dağıtma yoksunluğunun onu yaşanılabilir kıldığı iletildi. Nesnel bir anlam olmadığı
çabasında olduğu değil, tersine, ölüme karşı tutarlı bir yaşamı öğütlediği için ölümlülüğü hesaba katmayan bir özgürlük anlayışının olamayacağı,
bildirildi. Varoluşçuluğun, “Ölüm vardır ve kesinkes karşımızda bireyin ölümü atlatamayacağı ve sonu olmayan şeyler yapamayacağı
durmaktadır” diyerek insana yüklediği kaygının varoluşçuluğun düşünsel belirtilerek, bunun bireye karamsarlık yerine değerli bir eylem alanı imlediği
sınırı olamayacağının, esasen varoluşçuluğun o dip noktasında bireye yardım görüşü öncelendi.
eli uzattığının altı çizildi. Bir katılımcı, varoluşçu yaklaşımı yasak elma
“Erken ölüm” olgusuna yoğunlaşarak devam eden tartışmada erken
öyküsüne benzetti: Yasak elmayı yeme cüretinde bulunan, yani “Neden?” ölümle kast edilenin intihar olmadığı, insanın ölüme hazır değilken hayatını
diye sormaktan korkmayan insan cennetten atılmıştır ve terk edilmişlik doğal kaybetmesi olduğu söylendi. “Her ölüm erken ölüm değil midir; dolayısıyla
bir kaygı yaratır. Gelgelelim insan bir kere o yapay cennetten kurtulduğunda hayatta herkes kaybetmez mi?” sorusu akla geldi. Bazıları tek erken olmayan
algısının paklığı, sezgisi ve ahlakıyla anlamını inşa ederek kendi cennetini ölümün intihar olduğunu; çünkü bireyin ölüm konusunda bile ipleri kendi
oluşturabilir.
eline aldığını öne sürerken Camus ile hemfikir olan diğerleriyse uyumsuz
“Uyumsuz İnsan” bölümü tartışılırken bağlamsal ahlak ve umudun
kısırlığı üzerinde duruldu. Uslamlama sonucu nesnel bir ahlak anlayışına
ulaşılamayacağı, sadece insan yaşamlarından örneklemelerin ortaya
konabileceği bildirildi. Bireyi etkin kılan her şeyin umuttan yararlandığı, bu
yüzden de aldatıcı olmayan her düşüncenin kısır olduğunu söyleyen
Camus’nün ne demek istediği, neden umudu kısırlıkla bağdaştırdığının
sorulmasıyla başlayan tartışma umudun öznel bir yolla seçildiği için kısır
olduğu ve bir şeyin kısır olmasının onu değersizleştirmeyeceği gibi
düşüncelerin ortaya atılmasıyla devam etti. Başka bir açıdan bakan bir
katılımcı, “Bir insan umutsuzluğu da sevemez mi? Bir şeyin imkânsız
olmasını dileyemez mi?” diye sordu. Soru, umutsuzluğu istemenin bile bir
amaç olduğu ve bu durumda da imkânsızın umut edildiği vurgusuyla
yanıtlandı. Bir katılımcının tereyağı benzetmesiyle de tartışma şen bir şekilde
sonlandı: “Umut tereyağı gibidir, kaşık kaşık yiyemezsin ama tamamlayıcı
unsur olarak her şeyle gider!”
konuşulurken ise dünyanın anlam yoksunu olmasının bireye acı verebileceği,
onu bu acımasızlıkla dünyaya getiren doğayı suçlayan bireyin mantıksal bir
intihara yönelebileceğinden bahsedildi. Uyumsuzun maddi sıkıntılar sonucu
olan intiharı daha aşağı gördüğü, mantıksal intiharı dışlamadığı ama öte
yandan teşvik de etmediği ve sadece intiharlar arası bir hiyerarşi yarattığı
vurgulandı. Bir katılımcı uyumsuzun farkını belirginleştirmek için Almanca’da
intihar için kullanılan iki farklı kelimeye dikkat çekti: “Özgür ölüm” anlamına
gelen “Freitod” ve “kendini katletmek” anlamına gelen “Selbstmord”.
Uyumsuzun usunda intihar, başkaldırı, öznel yordam olarak
ahlak, yaratım ve “yüreğin doluşu” (3)
Sisifos Söyleni’nin üçüncü oturumu konuşulanların bir özetiyle bitirildi.
Yaşamda nesnel bir anlam olmadığı ama ona öznel anlamlar yüklenebileceği,
başkaldırı ve özgürlük yoluyla bireyin kendi anlamını yaratabileceği, ölümün
ve sınırlı varoluşun yarattığı olumsuzlukların olumluluklara çevirilebileceği ve
varoluşçuluğun intihara değil iradenin farkındalığına ve sorumluluğa
yönlendirdiği hatırlatıldı.
(Sisifos Söyleni, Albert Camus)
13.30-14.30
Üçüncü oturuma “Don Juancılık” bölümüyle, aşk ve sevgi tanımlarının
masaya yatırılmasıyla başlandı. Don Juan’ın tek bir kadını putlaştırmadığı,
mutlak aşkı reddedip anı yaşadığı ve kilisenin değer yargılarıyla uyumsuz
olduğu için aforoz edildiği bilgilendirmesi yapıldı. Aşk ve sevgi üzerine çıkan
tartışmalardan herkesin sevgi tanımının farklı olduğu, hatta farklı kişilere
hissedilen sevgilerin de aynı olmadığı sonucuna ulaşıldı; örnekler uyumsuz
insan çerçevesinde ele alındı. Tiyatro oyuncuları üzerine yoğunlaşan “Oyun”
bölümü konuşulurken ise Camus’nün tiyatroyu uyumsuzun yeri olarak
gördüğü, oyuncunun kendinden kopup başka bir kişiliğe bürünürken
uyumsuz olduğunu söylediği, bir kişiliğin ancak onu oynayan tarafından
anlaşılabileceği ve ancak o zaman kendini bir ötekiyle bütünleştirebileceği
belirtildi. İtiraz olarak, “Oyuncu, rolünü yapması gereken kişiliği anlamadan
da onu taklit edebilir” dendi. İtiraza da karşı çıkanlar oldu ve ortaya bir
sentez yargı çıktı: “Uyumsuz insan anlamsızlığın ayırtına varınca her şeyin
kendi iradesinde olduğunu anlar ve rolden role girebilir. Rol, ne tamamen
taklittir ne de benimsenmiştir; ancak sahte olmadığı kesindir”.
“Felsefe ve Roman” bölümüyle devam eden tartışmada mutlak metin
olamayacağı, herhangi bir yazının yazarından koparılamayacağı ve söz
konusu durumun da dünyanın nesnel olarak anlam yoksunu olmasından
kaynaklandığı düşüncesi öne çıkarıldı. Birini duygusal karar vermekle
suçlamanın aslında onun değerlerini yadsımak olduğu, duyguların değerler
perdesine dönüştüğü söylenebilirse metnin de bu durumdan azade olmadığı
söylendi: Beğenilmeyen metnin beğenilmeyen değer olabilir, dendi. “Kirilov”
Uyumsuzun usunda intihar, başkaldırı, öznel yordam olarak ahlak,
yaratım ve “yüreğin doluşu” (4)
(Sisifos Söyleni, Albert Camus)
14.45-15.45
Sisifos Söyleni incelemesinin son oturumunda “felsefe kürsüsü” yapıldı.
Serbest tartışmadan farklı olan bu sistemde önce bir yargı ortaya atıldı ve
sonra tartışmacılar; katılanlar, katılmayanlar ve kararsızlar olmak üzere
taraflarını seçtiler. Düşünce değişimi sonucu tartışmacıların taraf değiştirme
hakları olduğu ama değişimin sebebini açıklamaları gerektiği bildirildi. Ortaya
atılan yargı şuydu: “Albert Camus Sisifos Söyleni’nde usun varoluşu
aydınlatma arzusu ile dünyanın sunduğu olanakların sınırlılığı arasındaki
çelişkiyi ‘uyumsuz’ kavramıyla açıklamıştır. Sisifos, dağın tepesine çıkardığı
kayanın her zaman aşağıya yuvarlanacağını ve bu sonsuz döngüyü
engelleyemeyeceğini bile bile bir mutluluk içerisindedir. O hâlde Sisifos’un
sahip olduğu biçimiyle ‘uyumsuz mutluluk’, verili durum karşısında bir çıkış
yolu olmadığı için cezayı görmezden gelmeyi, kendini kandırmayı, boşa kürek
çekmeyi, eldekiyle yetinmeyi ve gereksiz bir mücadeleyi yücelten zararlı bir
serüven duygusu ve paradokstur.”
Yargıya katılanlar tarafından Sisifos’un yaşamı çok sevmesine rağmen
sonsuz bir döngüye hapsolduğu, cezayı seçmediği, kabullenmediği bir cezayla
mutlu olmaya çalışarak kendiyle çeliştiği ve bunun zavallı bir durum olduğu iddia edildi. İnsan hayatının da ontik oyalanmalardan oluştuğu, bireyin anlamsız
dünyadan ve acılardan kaçmak için anlamlı şeyler uydurup kendini kandırdığı görüşü ağırlık kazandı. Öte yandan, “zoraki kabullenişler”in bir ölçüde meşru
kılınabileceği eklendi.
Katılmayanlar tarafından ise Sisifos’un cezayı almasının kişisel seçimi olduğu, özgür iradesiyle tanrılara karşı çıkmayı göze aldığı, sonsuz bir döngüde
olduğunu bile bile dünyasal acıyı hissetmekten mutluluk duyabileceği, durumu içselleştirdiği için keyif alabileceği ve bu durumda bile mutsuz olmayarak
cezasına başkaldırdığı öne atıldı. İnsan yaşamıyla bağlantı kurularak değerlendirildiğinde ise ölümün ceza diye nitelendirilemeyeceği, savaşımın gereksiz
olmayıp doğal bir durum olduğu, anlama mahkûm olmanın zararlı olarak düşünülemeyeceği, insanın zaten yapmak istediği şeye mahkûm olmasının kötü
olmadığı ve bu durumun deneyimlenmesi arzulanan bir serüven duygusu yarattığı düşüncesi benimsendi.
Tartışma sırasında kararsızlar, Sisifos’un mutlu olabileceğini ama bir çıkış yolu olsa bu durumu seçmeyeceğini, kendini kandırarak da olsa mutlu olmayı
öncelediğini ve eldekiyle yetinirken bir yandan da elinden gelenin en iyisini yaptığını vurguladılar. Diğer söylenenler arasında bireyin gerçeği bulamayacağını
bilirken bile aradığı, söz konusu olgunun gönül penceresinden yararlı olsa bile bilinç penceresinden yıpratıcı olduğu, bireyin sisteme karşı düşünsel olarak
kazanmış gibi görünse dahi bir yandan da onun istediklerini yaptığı için kaybettiği ve cezayı görmezden geldiği vardı.
Martin Heidegger (1): Dasein, dünyasal, (in)otantik, düşüş, benliğin çağrısı ve tarihin inşası
09.45-10.45
Oturuma Martin Heidegger’in yaşam öyküsü, görüşleri ve ortaya attığı
kavramlar tanıtılarak başlandı. Heidegger’in 1933’te Nazi Partisi üyesi
olduğu, pişmanlık duyup duymadığının açıkça bilinmediği ve muhafazakâr
bir görüşe sahip olduğu anlatıldı. Heidegger’in üzerinde çalıştığı önemli
kavramlardan biri olan ve “insan varoluşu” olarak çevrilebilecek Dasein’ı
bütünleşik, öznel-nesnel özellikleri bir arada olarak kavramsallaştırdığı ve bir
ilişkiler yumağı olarak gördüğü belirtildi. Heidegger’in bireyi geleceğe
yönelen varlık olarak gördüğü, “şimdi” olgusunu geçmişin ve geleceğin bir
toplamı olarak betimleyerek “sarkık” tarihsellik konusuna vurgu yaptığı dile
getirildi.
“Otantik-inotantik”
zıtlığını
kuran
Heidegger’in
inotantikliği
“lakırtı” (“Gerede”), “merak” (“Neugier”) ve “belirsizlik” (“Zweideutigkeit”)
kavramlarıyla serimlediği açıklandı. Lakırtının boş laf ve samimiyetsiz
konuşmalar için, merakın maymun iştahlı ve dikkatsiz odaklanma için ve
belirsizliğin dizginleri eline alamayıp toplum içinde savrulma durumu için
kullanıldığı aktarıldı. Heidegger’in inotantikliğin sağaltılması yolunda
işlevselleştirilebilecek bir araç olarak gördüğü “çağrı” (“Ruf”) tanıtıldı.
Çağrının gerektirdikleri arasında inotantikliğin farkındalığı, ülkülerin
anlaşılması ve çözüm için durmadan çaba sarf etmek olduğu vurgulandı.
“Uzaksızlaştırma” (“Entfernung”) tartışılırken ise bir şeyi uzaksızlaştırmanın
başka şeyleri uzaklaştırmak anlamına geldiği ve bu yüzden bireyin
uzaksızlaştıracaklarını iyi seçmesi söylendi.
28 Aralık 2013
Cumartesi
Heidegger’in toplumsal değişimin tekillikten değil tümellikten
kaynaklandığını düşündüğü konuşuldu ve toplumlara rehberlik edecek
kahramanlara olan ihtiyacın altını çizdiğinden bahsedildi. Varlık ve Zaman
(Sein und Zeit) yapıtında geçen görüşe itiraz olarak toplumu yüceltmenin
anlamsızlığı iletildi ve birey-toplum sınırını çizerken dikkatli olunması
gerektiği iletildi.
Martin Heidegger (2): Yuva, yuvaya-benzemeyen, köken, teknolojik
kentlilik ve sarkık gelecek
(“Messkirch’in 700. Yılı”)
11.00-12.00
Oturumda, Martin Heidegger’in doğup büyüdüğü kasaba olan
Messkirch’te, kasabanın kuruluşu için yaptığı “Messkirch’in 700. Yılı”
konuşması tartışıldı. Heidegger’in konuşmada teknolojik gelişmeler
sonucunda “yuva” olarak bilinenin seri bir değişim süreci ile yıkıldığını,
tehlikenin iyi anlaşılması gerektiğini ve “köken”e sıkı bir bağlılık gösterilmesi
inancını taşıdığı söylendi. Heidegger’in muhafazakârlığı bir kenara
bırakıldığında metnin üç farklı okumasının yapılabileceği vurgulandı.
Antropolojik-Marksist okumaya göre kentleşmenin getirdiği yabancılaşmadan,
Darwinist okumaya göre bireyin değişen çevre koşullarına karşı kendini
korumasından ve postmodern okumaya göre teknolojik değişimin getirdiği hız
konuşmada kültür emperyalizmine karşı bir savunma yapıldığına, bireyin yalnız kalmamak için bir yerlere ait olmayı istediğine ve herkesin varoluşsal açıdan
değişime direnen bir tarafı olduğuna değinen farklı yorumlar yapıldı.
Yuva kavramı üzerine devam eden tartışmada yuvanın ne olduğu ve yuvasızlığın mümkün olup olmadığı üzerine yoğunlaşıldı. Geniş yelpazede düşünceler
doğuran tartışmada; yuvanın bireyin büyüdüğü yer olmak zorunda olmadığı, sadece ve sadece mekânsalla sınırlandırılamayacağı, tinsel bir yuva da olabileceği,
yuva denilenin insanın kabul gördüğü yer olduğu ve tek bir yere de kilitlenilemeyeceği görüşleri benimsenerek yuvanın anlaşılması-bulunması için çalışılması
gerektiği iletildi. Heidegger’in Messkirch’te söylediklerine yapılan itirazlar arasında televizyon antenlerinin bile yuvayı bulmaya yardımcı olabileceği ve taşrada
sıkışmış bir bireyi kurtarabileceği vardı. Başka bir eleştiride Heidegger’in yuvaya bağımlı hale geldiği, bunun yerine eski yuvasına bağlılığını koparmadan yeni
yuvasını inşa etmesi gerektiği belirtildi. Başka bir görüşe göre ise insanın ne kadar istese de hiçbir zaman eski yuvasını bulamayacağı, aynı Dasein gibi yuvanın da
her an değiştiği ve söz konusu durum bir yozlaşma olarak görülecekse o zaman eski yuvanın da başka bir yuvadan koparak oluştuğunun unutulmaması
gerektiği salık verildi.
Varoluşçu estetik (1): Sanatın varoluşçu yapısökümü. Özgürlük ve sanat. Yazmak nedir? Niçin yazıyoruz?
(Edebiyat Nedir?, Jean-Paul Sartre)
13.30-14.30
Jean-Paul Sartre’ın Edebiyat Nedir? (Qu’est-ce que la littérature?) denemesinin tartışıldığı oturuma yazarın toplumsal duruşu açıklanarak başlandı. Sartre’ın
“sanat için sanat” yaklaşımına karşı çıktığı, “yazar”ın politik olaylara duyarlı olmasını gerektiğini savunduğu ve toplumsal olaylardan kopuk yazılar yazanları
“yazar” olarak görmediği konu edildi. Sartre’ın denemesinde üç soruya yöneldiği söylendi: “Yazmak nedir?”, “Niçin yazıyoruz?” ve “Kimin için yazıyoruz?”
“Yazmak nedir?” üzerine yoğunlaşan oturumda öncelikle “im”, “imlem” ve “imge” kavramları açıklandı. İmin özneden bağımsız olarak nesneye veya
simgelere işaret ettiği, imlerin bireyde yarattığı çağrışımlara ve hissettirdiklerine imlem dendiği ve bilinçte canlandırılan, algılanan görüntülere ise imge dendiği
belirtildi. Örnek olarak kelebeğin kendi başına bir im olduğu, kelebeğin çağrıştırabileceği güzellik, mutluluk ve korku gibi hislerin imlemler olduğu ve kelebek
dendiğinde bireyin bilincinde canlanan görüntünün ise imge olduğu aktarıldı.
Ludwig Wittgenstein’in böcek paradoksu anlatılarak hiçbir zaman tamamen anlaşamayacağımız iletildi; birden fazla kişi “Kutuda böcek var” dediğinde bile
herkesin bilincinde tanımlanmış böceğin aynı olmayabileceği söylendi ve “O zaman nasıl anlaşıyoruz?” sorusu akıllara geldi. Yüzdesel olarak anlaştığımız,
sözcükleri seçilime uğrattıktan, anlamı aşındırdıktan geriye kalan ortak anlam üzerinden söylem yarattığımız ve sözcükler öznelleştikçe iletişimin zorlaştığı
belirgin kılınan yanıtlar arasında oldu. Sartre’ın şiir ve düzyazı anlayışıyla devam edilirken şiiri otantik bir yaratım olarak gördüğü ve şiirde her sözcüğün ayrı
bir evren yarattığına inandığı, gelgelelim düzyazının daha anlaşılır olduğunu düşündüğü belirtildi. Oturum “Yazar için biçem yani yazının yazılış tarzı mı yoksa
konusu mu daha önce gelir?” tartışmasıyla kapandı.
Varoluşçu estetik (2): Kimin için yazıyoruz?
(Edebiyat Nedir?, Jean-Paul Sartre)
14.45-15.45
“Niçin yazıyoruz?” sorusuna odaklanan ve Jean-Paul Sartre’ın Edebiyat
Nedir? denemesi üzerine olan oturumlardan ikincisi, Sartre’ın “kendimiz için
yazmak” konusunu inceledi. Kendimiz için yazı yazmaya gerek olmadığı,
kâğıt üzerine alınan kısa notlarla da bireyin kendi düşüncesini
olgunlaştırabileceği ve sürecin açık olma kaygısı gütmeden de
tamamlanabileceği düşünüldü. Açıklık kaygısının olduğu yerde bireyselden
öte bir durumun olduğu ve yazarın başkaları için yazdığı ele alındı.
Yazmayı okura bir çağrı olarak gören Sartre’ın, yazarın çağrı aracılığıyla
okuru başladığı işi bitirmeye davet ettiğini düşündüğü belirtildi. Karşılıklı
olarak “özgürlükleri tanıma töreni” niteliğiyle betimlenen çağrının yazarın ve
okurun özgürlüklerine seslendiği söylendi. Yazarın başkalarını düşünmeye
çağırdığı için okurlarının özgürlüğünü tanıdığı, okurun ise yazıyı okuyarak bir
sorumluluk alırken okuduğu yazarın kendisine bir şeyler anlatabilme
özgürlüğünü tanıdığı vurgulandı.
Varoluşçu estetik (3): Kimin için yazıyoruz?
(Edebiyat Nedir?, Jean-Paul Sartre)
16.45-17.45
Jean-Paul Sartre’ın Edebiyat Nedir? denemesi üzerine olan oturumların
sonuncusunda “Kimin için yazıyoruz?” sorusu tartışıldı. “Niçin
yazıyoruz?”’a verilen yanıtta “Kimin için yazıyoruz?” sorusuna verilen
yanıtın da bir kısmının saklı olduğu vurgulanırken yazarın evrensel
okuyucuya seslendiği belirtildi. “Evrensel okuyucuya seslenmek” ile
kastedilenin evrensel değerlere sahip olunması gerektiği, söz gelimi köleliğe
karşı çıkan bir yazı varsa yazının sadece bir yerdeki kölelikle yetinemeyeceği
ve farklı zamanlardaki köleliklere de gönderme yapma yükümlülüğü olduğu
vurgulandı.
Yazarın, seslendiği kitleden bağımsız olamayacağı konusundan devam
edilirken, o kitlenin de çevresinden bağımsız olamayacağı ve yazarın kitle
üzerinden tüm insanlığa açıldığı anlatıldı. Sanatın altında ahlaki bir buyruk
olduğu, toplumsal olmayan bir sanat olamayacağı ve o nedenden ötürü de
sanat için sanat olamayacağı tekrardan ortaya kondu. Varılan noktanın
varoluşçulukla çeliştiği, bir insanın sırf anlamını orada bulduğu için toplumla
hiç alakası olmayan konular üzerine yazabileceğinin dile getirilmesi üzerine
katılımcılardan bazıları Sartre’da bir çelişki bulunmadığı, Sartre’ın kendine
yazar demek isteyenlere bir ahlaki sorumluluk yüklediği ve kimseyi de yazar
olmaya zorlamadığı görüşü sunuldu. Tartışmanın devamında, “Sartre’la zıt
politik görüşlere sahip olarak toplum üzerine yazıyoruz, hatta köleliği
olumlayan yazılara yer veriyoruz; o zaman yazar olamayacak mıyız?” diye
soruldu. Sartre’ın özgürlüğü kısıtlayan metinlere karşı çıktığı için köleliği
savunan birinin yazar olamayacağını düşündüğünün söylenmesiyle oturum
kapandı.
Varoluşçu estetik (4): Edebiyat dışı sanatlarda varoluşçuluğun izleri. Giacometti, Dubuffet, Wols, Fautrier,
Helion, Michaux, Bacon, Richier.
29 Aralık 2013
Pazar
(Paris Savaş Sonrası Sergisi, 1993, Tate Galerisi)
09.45-10.45
“Varoluşçu sanat yapıtı olabilir mi?”, “Olursa nasıl olabilir?”, “Konusu varoluşçu olsa bile varoluşçu bir teknikten bahsedebilir miyiz?”... Varoluşçuluk ve
estetik arasındaki ilişkinin irdelendiği oturumda 1993’te Tate Galerisi’nde açılan Paris Savaş Sonrası: Sanat ve Varoluşçuluk 1944-55 başlıklı sergide yer alan yapıtlar
görseller eşliğinde incelendi.
Oturum, “kendi yapıtlarını yıkan adam” olarak da bilinen Alberto Giacometti’nin yapıtlarıyla başladı. Kürdan gibi ince adam heykelleriyle bilinen
sanatçının Yürüyen Adam (L’Homme qui marche) yapıtında dünya karşısında yalıtılmış bir insanı tasvir ettiği, adamın boşlukla uyumsuz bir ilişki içinde olduğu ve
zemine temas edip dünyayla bütünleşmeye çalışmasında da bir uyumsuzluk duygusu bulunduğu anlatıldı. Yürüyen Adam’la karşılaştırılan Duran Kadın (“Leoni”)
(Femme debout [“Leoni"]) yapıtının ise sosyokültürel olarak yorumlanabileceği söylendi; kadının adamın aksine kolsuz ve duruyor olmasının kadın haklarının
çiğnenmesine bir gönderme olabileceği belirtildi. İşaret Eden Adam (L’Homme au doigt) ile bir şeyleri göstererek boşluğu doldurduğuna ve anlamsızlık içinde
olmasına rağmen umuda yöneldiğine vurgu yapıldı. At Arabası (Le Chariot) yapıtında ise yere basmamasına karşın arabanın üstünde dengede duran insanın dış
ile iletişim içinde olmadığı, korktuğu ve sonuçta dönüp dolaşıp kendi varoluşuna eğildiği aktarıldı.
Giacometti ağırlığında olmamakla birlikte diğer sanatçıların yapıtları da tartışıldı. Yapıtları çocuksu olarak nitelendirebilecek Jean Dubuffet’in varoluşu
yapıtlarına yedirdiği ve Giacometti kadar çıplak bir şekilde varoluş sorunuyla bütünleşmediği belirtildi. Dubuffet’in yapıtlarının neden varoluşçu olduğu
üzerinden dönen tartışmada varoluşçu tekniğin bulanık ve havada bir kavram olmasına rağmen, eski teknikleri yıktığı ve dönemine kulak kabarttığı için
Dubuffet’in de varoluşçu olarak nitelendirilebileceği söylendi. Wols takma ismiyle de bilinen Alfred Schulze’un resimlerinin ise kesinlikten uzak olduğuna işaret
edildi. Schulze’nin özgün yaklaşımının sebebinin dünyaya başka bir gözle bakma arzusu, hatta dünyada “açık” olarak kabul edilen imlerin arkasındaki mat
imgeleri keşfetme coşkusu olduğu vurgulandı. Jean Fautrier’in Bir Tutsağın Başı (Tête d’otage) adlı yapıtının Paris işgali sırasındaki tutsakların bağrışmaları ve
acılarından esinlediği belirtildi. Sanatçının bu kadar somut bir olayı bile soyutlaştırabilmesiyle gelenekselin dışına çıktığı ve trajik bir durumu kavramsallaştırdığı
iletildi. Jean Helion, Henri Michaux, Francis Bacon, Germaine Richier adlı sanatçılardan çeşitli yapıtların gösterilmesiyle oturum ve etkinlik noktalandı.
poedat.org
facebook.com/poedat
twitter.com/poedat
poedat.org/1-varolusculuk-bulusmasi
Editör: Fırat Akova
Notlar: Doruk Tunaoğlu
Son Okuma: Orhun Canca