Tarih Dergisi | Mayıs 2015 - Robert College

Transkript

Tarih Dergisi | Mayıs 2015 - Robert College
Delhi Gezi Rehberi
1911 Çin Devrimi
Sykes-Picot Anlaşması
Robert Kolej Tarih Dergisi
Mayıs 2015 | Sayı 12 | Bosphorus Chronicle’ın Mayıs ekidir.
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Künye
Yayın Adı:
İmtiyaz Sahibi :
Sorumlu Müdür ve Uyruğu:
Yönetim Yeri:
Sorumlu Öğretmen:
Editör:
Tasarım Editörü:
Tarih Kulübü Üyeleri:
Yayın Türü:
Yayın Dili:
Yayın Konusu:
Basım Yeri ve Tarihi:
“Bosphorus Chronicle Tarih Dergisi”
Bosphorus Chronicle Gazetesinin Ekidir.
Özel Amerikan Robert Lisesi
Güler Kamer (Türkiye Cumhuriyeti)
Özel Amerikan Robert Lisesi
Kuruçeşme Caddesi No: 87
Arnavutköy/İstanbul
Telefon: 0212 359 22 22
Önder Kaya
Merve Mehveş Çelebi
M. Miraç Süzgün
Merve Mehveş Celebi
Ilgın Nas
M. Miraç Süzgün
Atakan Baltacı
Damla Cinoğlu
Umutcan Gölbaşı
Alp Tartıcı
Cem Töre Gökçam
Deniz Vural
Yunus Emre Erdölen
Elif Ece Acar
Ercan Şen
Mert Ali Düşünceli
Neslihan Dönmez
Su Mevsim Küçükakyüz
Umut Fidan
Zeynep Can Aksoy
Baha Aydın
Deniz Şahintürk
Ahmet Kaan Armağan
Kardelen Özden
Selin Özülkülü
Süreli Yayın
Türkçe - İngilizce
Okul Gazetesi
Birmat Matbaacılık Sanayi ve Tic. Ltd. Şti. - Mayıs 2015
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
İçindekiler
Deniz Vural 5 Gece Cadıları: İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyet Kadın Savaş Pilotları
Elif Ece Acar 7 Bir Hazinenin Külleri: İskenderiye Kütüphanesi
Mert Düşünceli 8 Avignon Papalığı
Damla Cinooğlu 9 Topkapı Sarayı (Yapımı, Tarihçesi, Müze Olarak Kullanımı)
Mehveş Çelebi 12 Donanma-yı Hümâyûn
M. Miraç Süzgün 14 Modern Çin Tarihinin İnşası
Ilgın Nas 17 Nameste, Delhi
Alp Tartıcı 21 Yakın Tarihimizin Karanlık Yüzü: Bosna Savaşı
Su Mevsim Küçükakyüz 23 Afyondan Eroine Yasal Bir Süreç
Selin Özülkülü 25 Çizgi Filmlerde Tarih ve Kültür
Zeynep Aksoy 28 Şehrin Renkleri: İstanbul, Levanten Kültürü ve Casa Garibaldi
Neslihan Dönmez 30 Osmanlı Devleti’nde Masonluk
Umut Fidan 32 İhtiyatlı Politika Hoşgörü Politikasıyla Çakışınca: Struma Faciası
Ercan Şen 34 Süleyman Demirel’in Askeri Müdahalelere Bakışı
Atakan Baltacı 37 Sykes-Picot Antlaşması Sonrasında Orta Doğu
Deniz Şahintürk 39 Köy Enstitüleri
Kardelen Özden 41 Yedikule’nin Düşkün Dostu Hocası: İsmet Sungurbey
Cem Töre Gökçam 43 Aztek Üçlü İttifakı ve Hernan Cortes
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Editörden
Mehveş Çelebi
Zaman, hızını hiç kesmeyen bir kum saati gibi
akıp geçerken, dünya da her köşesinde ağırladığı değişik hayatlar ve karşımıza çıkardığı
çeşit çeşit olaylar ile hepimizi her gün biraz
daha şaşırtmaya devam ediyor. Kimimiz bu
olayları yalnızca izlemekle yetiniyor, kimimiz
bir yerinden katılmaya çabalıyor, kimimizse
artık takip bile edemediği gündemden dünyayı sorumlu tutuyoruz. Aslında dünya da bu
olup bitenlerin yalnızca sessiz bir tanığı, hem
de yüzyıllardır... Ayrıca sahnesi olduğu bu
olayların izinden giden meraklı tarihçilere ve
bugünü anlamak için dünü bilmenin gerekliliğinin farkında olan tüm insanlara tarihin
perdesini aralamaktan da sakınmıyor.
Biz de Robert Kolej tarih kulübü olarak, ülkemizde ve dünyada şuanda olan tüm olayların
temeline inebilmek için araştırmanın, tarih
okumanın ve yazmanın önemine inanıyoruz.
Tarihin geçmişi günümüze taşıyan bir yardımcı olduğunun bilincinde olarak, bu sene de çe-
şitli konularda çalışarak elinizde tuttuğunuz
dergiyi hazırladık. Her bir üye sene başından
başlayarak hem kişisel merakına uygun olarak
hem de tarihi açıdan bilgilenmek için seçtiği
konusu hakkında uzun ve detaylı bir çalışmaya girdi. Kulübümüzde oldukça önem verilen
çeşitli ve güvenilir kaynakların detaylıca taranmasından sonra, her üye araştırmasının
sonucunda topladığı bilgilerle yazısını oluşturdu. Hocamızla birlikte yaptığımız toplantılarda bir yandan eksiklerimizi görürken bir
yandan da arkadaşlarımızın araştırmalarından faydalanma şansı bulduk.
Siz değerli okuyucularımızla paylaşmak üzere
çok çeşitli konularda yazılar hazırlayan arkadaşlarımız, çalışmalarının sonucunda yine her
sayfası tarihle dolup taşan bir dergi hazırladı.
Dergimizde, ‘Gece Cadıları’ olarak adlandırılan
Sovyet kadın savaş pilotları, yakın tarihimizin
facialarından olan Bosna Savaşı, Antik Çağ’ın
en değerli kurumlarından olan İskenderiye
Kütüphanesi, Papalığın Avignon’a taşınması,
Aztek üçlü ittifakı, Struma faciası gibi konulardaki birçok yazıya ulaşabilirsiniz. Ayrıca
Topkapı Sarayı hakkında bilgiler, Osmanlı
konusunda genellikle arka planda kalan Donanma’yı Hümâyûn, modern Çin tarihinin
inşası, Ortadoğu’nun şekillenmesinde etkisi
olan anlaşmalardan Sykes-Picot Anlaşması,
~4~
Süleyman Demirel’in askeri müdahalelere
bakışı gibi konularda yapılmış araştırmalar
da dergimizde sizi bekliyor. Bunların yanı sıra
İstanbul’da Levanten kültürünü, çizgi filmlerde tarih ve kültürün etkisini, afyondan eroine
yasal süreci, köy enstitülerini veya Osmanlı’da
masonluğu merak ediyorsanız dergimiz sorularınızı cevaplandırmaya yardımcı olabilir.
Ilgın Nas’ın deneyimlerinden yola çıkarak yazdığı Delhi gezi rehberi ve Kardelen Özden’in
büyük dayısı İsmet Sungurbey’in yaşamı hakkındaki çalışmasını da hiçbir okuyucumuzun
kaçırmamasını dilerim.
Tarih kulübü olarak, bu dergiyi çıkarmak
dışında Ekim ayında İstiklal Caddesi’ne ve
Nisan ayında Süleymaniye’ye olmak üzere iki
tane tarih gezisi de düzenledik. Ayrıca Taksim
bölgesindeki gezimiz sırasında sahaf fuarına
uğrama şansı yakalamamız da oldukça sevindiriciydi.
Tüm okurlarımızı bizim hazırlamaktan ve
sizlerle paylaşmaktan keyif duyduğumuz bu
dergimizle baş başa bırakmadan önce, bu yıl
yurtiçi ve yurtdışındaki üniversitelere başlayacak olan son sınıflara mutluluk ve başarı
dolu bir hayat diliyoruz.
Herkese iyi okumalar...
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Gece Cadıları: İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyet Kadın Savaş Pilotları
Deniz Vural
İnsanlık tarihinin en kanlı savaşı olan İkinci
Dünya Savaşı’nın az bilinen hikâyelerinden
biri Gece Cadıları’dır. Gece Cadıları, II. Dünya
Savaşı’nda tamamı kadınlardan oluşan üç
Sovyet hava birliğinden birine Almanlar tarafından verilmiş isimdir. İlk olarak 588. Gece
Bombardıman Birliği ismiyle kurulan, daha
sonra 46. Taman Bekçileri Hava Bombardıman Birliği ismi verilen Gece Cadıları, dört
yıl boyunca Doğu Cephesinde 30,000 kadar
uçuşa katılmış ve 23 ton bomba bırakmıştır
(Garber).
İkinci Dünya Savaşı’nın başlarında birçok
kadın savaşmak için gönüllü olmuş fakat
reddedilmişlerdi. Ne var ki, 1941 Haziran’ında
Almanya’nın Saldırmazlık Paktı’nı ihlal edip
Rusya’yı işgal etmesiyle, Stalin kadınların orduya katılmalarına izin verdi (Langer). Stalin,
Rusya’nın Almanya karşısında verdiği kayıplar
ve ordudaki asker eksikliği nedeniyle bu kararı
vermeye itilmiş olsa da, kadınların baskısının
da çok önemli bir rol oynadığı kesindir.
Rusya’da profesyonel hava seyrüseferi diplomasını ilk kazanan kadın olan ve 3,695 mil ile
uluslararası en uzun mesafe kadın düz uçuş
rekorunu kıran Marina Raskova, bu dönemde
sivil savunma görevlisi olarak çalışıyordu. Başarılarıyla ünlenmiş, Stalin’in takdirini kazanmış Raskova, Almanya’nın Sovyetler Birliği’ni
işgali sonrası birçok kadın pilottan güçlerini
savaşta kullanmak istediklerini belirten mektuplar almakta ve bu isteği Stalin’e iletmekteydi. Kasım 1941’de Raskova’nın kararlılığı
karşısında Stalin, yüksek devlet görevlilerinin
çoğunun savaşma eyleminin kadınlara uygun
olmadığını düşünmesine rağmen Raskova’ya
gönüllü kadın pilotlardan oluşan Hava Kuvvetleri 122. Grup’u kurması için onay verdi.
Ancak söylentilere göre Stalin şöyle bir uyarıda da bulundu: “Şunu da bil ki gelecek nesiller
bizi genç kızları kurban ettiğimiz için affetmeyecekler.” (Strebe, 16-18) 122. Grup’un
himayesi altında 586. Hava Birliği (Yak-1
savaşçıları*), 587. Gündüz Bombardıman Birliği ve 588. Gece Bombardıman Birliği olarak
adlandırılan üç hava birliği kuruldu.
Hem yaşamı boyunca hem de ölümünden
sonra birçok kadın pilotun ilham kaynağı olan
Marina Raskova’nın gençliğindeki gelecek
planları pilotluktan çok uzaktı. Moskova’da 28
Mart 1912’de doğan Raskova, opera sanatçısı olmak istiyordu ama 15 yaşında geçirdiği
orta kulak enfeksiyonu onu farklı bir yola itti.
Kimya ve mühendislik eğitimi ald; hava seyrüseferi alanında uzmanlaştıktan sonra eğitmen olarak Moskova’daki N. Ye. Zhukuvsky
Hava Kuvvetleri Mühendislik Akademisi’nde
çalışmaya başladı. Kadın olması nedeniyle
Raskova’nın bilgisinden ve yeteneğinden şüphe duyan erkek öğrencileri, eğitimin sonunda
kadınların havacılık konusundaki kapasitelerinin farkına varacaklardı. Akademi’nin
Merkezi Uçuş Kulübü’ne uçuş eğitimi almak
için yolladığı Raskova, eğitimini tamamlayıp
uçuş eğitmenliği de yapmaya başladı ve 23
yaşında ilk bağımsız uçuşunu gerçekleştirdi
(Strebe, 16).
Raskova’ya asıl büyük ününü kazandıran,
Osipenko ve Grizodubova adlı iki diğer kadın
pilotla birlikte gerçekleştirdiği Uzak Doğu
uçuşuydu. Uçuş sırasında pilotlar aşırı bulutlu hava ve bu havada yön bulmanın tek yolu
olan radyo sinyallerinin kaybolması sonucu
yakıtları bitene kadar uçup zorunlu iniş yaptılar. Uçağın zorunlu iniş durumunda en tehlikeli bölümü olan burun kısmında yer alan
Raskova’ya paraşütle atlaması emri verildi.
Sibirya taygalarında bir bataklığa inen Raskova’nın uçağını bulup, Osipenko ve Grizodubova ile kavuşması on gününü aldı. Raskova’nın
bu kahramanlık öyküsü ona büyük bir ün ve
Rus halkının hayranlığını kazandırdı. Stalin,
bu üç pilotun şerefine Kremlin sarayında düzenlenen bir şölenin sonunda kadeh kaldırdı
ve şu sözlerle biten bir konuşma yaptı: “Bugün
bu üç kadın, kadınlara olan baskının ağır yüzyıllarının intikamını aldılar” (Strebe, 17).
Cesareti ve yeteneği ile birçok kadını ülkelerini korumak için uçmaya teşvik eden Raskova,
aynı zamanda arkadaş canlısı kişiliği, alçak
gönüllülüğü, espri anlayışı ve iyi kalpliliği ile
tanınıyordu. Pilotlarına sert koşullara alışmaları için zor ve yorucu bir eğitim vermesine
rağmen, onların sevgisini ve saygısını kazanmayı başarmış nazik bir kadındı. Raskova’nın
birliğinde bir seyrüseferci olan Valentino
Kravchenko’nun anlattığına göre, talim döneminde geceleri sobanın etrafına oturulduğunda Raskova şarkı söyler ve ayı gibi görünmelerine neden olduğunu düşündüğü pilot
üniformalarının içindeki kızlara bakıp şunu
derdi: “Savaş bittiğinde beyaz elbiseler ile
güzel ayakkabılar giyeceksiniz ve büyük bir
parti vereceğiz. Endişelenmeyin, bu savaşı kazanacağız.” Fakat Raskova ne yazık ki savaşın
sonunu görecek kadar uzun yaşamadı. Alayını
Stalingrad’daki cepheye transfer ederken 4
Ocak 1943’te yoğun sis ve kar fırtınası içinde kalan uçağı düştü; savaşamadan hayatını
kaybetti. Büyük bir üzüntü ve şoka neden
olan ölümünden sonra da kadın pilotlara
büyük bir ilham kaynağı olmaya devam etti.
Raskova’nın birliğindeki birçok pilot ceplerinde onun fotoğrafını taşıyacak ve kendilerine
Raskovi, yani Raskova’ya ait adını vereceklerdi
(Strebe,25). Marina Raskova olmasaydı, belki
de Sovyetler Birliği’nde İkinci Dünya Savaşı sırasında hiç kadın hava alayı bulunmayacaktı
(Noggle, 17).
Marina Raskova’nın çabalarıyla 122. Grup’un
himayesinde kurulan üç birlikten biri olan
588. Gece Bombardıman Birliği cepheye gitmeden önce Raskova birliğin üyelerine şunları söylemişti: “Hepinizin kahramanlar ola-
588. Gece Bombardımanı Birliği üyeleri uçaklarının önünde
~5~
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
rak geri döneceğine inanıyorum. Hakkınızda
destanlar ve şarkılar bestelenecek. Gelecek
nesiller tarafından yüceltileceksiniz” (Strebe,
25). Gerçekten de bu birlik savaş sürecinde
ülkeleri tarafından yüceltilmiş, Sovyet Ordusu
için yararlı bir propaganda aleti haline gelmişti (Klayman).
Ülkelerinde kahraman olarak görülen 588.
Gece Bombardıman Birliği, tamamı kadınlardan oluşan üç hava birliği arasında belki de
Almanlar için en korkutucu olanıydı. Pilotları
karanlıkta hedeflerine yaklaştıklarında motorlarını kapatıp alçaktan uçuyor, bu sayede
sadece kanatların üzerinden esen rüzgârın
sesini duyan düşmanlarını gafil avlıyorlardı
(Langer). Uçakların çıkardığı bu alçak vızıltı,
Almanlar tarafından bir cadının süpürgesinin
uçuş sesine benzetilmişti. Bu nedenle Naziler
onlara Nachthexen, yani Gece Cadıları ismini
verdiler (Garber).
Gece Cadıları’nın ana görevi, cepheye yakın yakıt ve mühimmat depoları, piyadeler,
köprüler, karargâhlar gibi önemli hedefleri
bombalamaktı. Tahta ve bezden üretilmiş,
açık kokpitli Polikarpov Po-2 uçaklarını kullanıyorlardı. Çift kanatlı Po-2 uçaklarının telsizi
bile yoktu. Saldırılarını belirli aralıklarla, dakik
bir şekilde gerçekleştiriyorlardı; yani Almanlar
yeni bir uçağın ne zaman geleceğini tahmin
edebiliyor ve hazırlıklı oluyorlardı. Bu, uçuş
mürettebatı için çok büyük bir tehlike yaratmasına rağmen Sovyet ordusu tarafından
kasıtlı olarak, düşmanlara rahat vermemek
amacıyla uygulanıyordu (Noggle,18).
Kullanılan saldırı yöntemlerinden biri hedefe doğru iki uçağın aynı anda uçmasıydı. Bu
uçaklardan biri gürültülü bir şekilde uçarak
yerdeki savunmacıların dikkatini çekerken,
diğeri sessizce yaklaşıp fark edilmeden bomba bırakıyordu. Yavaş hareket eden, çok kolay
ateş alan Po-2 uçaklarını tespit ettikten sonra
vurarak düşürmek çok kolaydı ve uçaklarda
paraşüt bulunmuyordu. Bu nedenle savunmanın dikkatini çeken uçakların mürettebatının sonu neredeyse her zaman ölüm oluyordu
(Noggle,19).
İkinci Dünya Savaşı sırasında diğer ülkeler
kadın pilotları genellikle destek görevlerinde
kullanırken, Sovyetler Birliği’nde tamamı kadınlardan oluşan üç birliğinin pilotları keşif,
teslimat ve bombalama görevlerinde yer alıyorlardı. Bu kadınlar, daha fazla sabun erzakı
almaları dışında erkek meslektaşlarıyla aynı
muameleyi görüyorlardı (Langer).
Gece Cadıları’nın en ünlü üyelerinden biri Nadezhda (Nadia) Popova’nın dediklerine göre,
gecenin karanlığında ağır savunmaya sahip
hedefleri bombalamayı başaran Gece Cadıları hakkında Almanlar, bu kadınlara kedilerin
mükemmel gece görüşüne sahip olmaları
için özel iğneler yapılıp haplar verildiği söylentisini çıkartmışlardı. “Bu saçmalıktı tabii
ki. Bizim sahip olduğumuz şey eğitimli ve çok
zeki kızlardı” (Langer). “Sovyetler Birliği’nin
Kahramanı” olarak alınan ve birçok ödül alan
Popova 2013’te hayatını kaybetti. Popova
2010’da kendisiyle yapılan bir röportajda
şunları demişti: “Bazen karanlığa bakıyor ve
gözlerimi kapıyorum. Kendimi hâlâ yukarıda,
o küçük bomba uçağımın içinde küçük bir kız
olarak hayal edebiliyorum. Ve kendime soruyorum: ‘Nadia, nasıl başardın?’ ” (Martin).
Kaynakça:
Klayman, Alison. “‘The Night Witch’.” The New
York Times. The New York Times Company, 19
Aralık 2013. Web. 16 Kasım 2014.
Garber, Megan. “Night Witches: The Female
Fighter Pilots of World War II.”The Atlantic. Atlantic Media Company, 15 Haziran 2013. Web.
16 Kasım 2014.
Langer, Emily. “Nadezhda Popova, Celebra-
Gece Cadıları Belarus Cephesi’nde Hava Saldırısı Öncesi Emir Alırken
~6~
Nadezhda Popova (Ayakta) Savaş Sırasında
Diğer Sovyet Pilotlarıyla Birlikte
ted Soviet ‘Night Witch’ Aviator of World War
II, Dies at 91.” The Washington Post. The Washington Post, n.d. Web. 16 Kasım 2014.
Noggle, Anne. “The 46th Guards Bomber
Regiment.” A Dance with Death: Soviet Airwomen in World War II. College Station: Texas A
& M UP, 1994. 18-146. Google Books. Web. 16
Kasım 2014.
Strebe, Amy Goodpaster. “Marina Raskova
and Her Soviet Aviation Regiments.” Flying for
Her Country: The American and Soviet Women
Military Pilots of World War II. Westport, CT:
Praeger Security International, 2007. 15-27.
Google Books. Web. 16 Kasım 2014.
Martin, Douglas. “Nadezhda Popova, WWII
‘Night Witch,’ Dies at 91.” The New York Times.
The New York Times Company, 14 Temmuz
2013. Web. 16 Kasım 2014.
“Audio Slideshow: Night Witches.” BBC News.
BBC, 11 Şubat 2009. Web. 16 Kasım 2014.
Görseller:
The Women of the 588th Night Bomber Regiment, with their aircraft in the background.
The Atlantic. Atlantic Media Company, 15
Temmuz 2013. Web. 20 Ocak 2015.
Stamp of Russia, 100th birth anniversary of
the Soviet female pilot, navigator, Hero of
Soviet Union Marina Raskova. Wikipedia. , 21
Mart 2012. Web. 20 Ocak 2015.
Action stations: Night Witch pilots receive orders before a raid on the Byelorussian front in
1944. Mail Online. The Daily Mail, 11 Temmuz
2013. Web. 25 Ocak 2015.
Polikarpov PO2. Hans Egebo. Web. 25 Ocak
2015.
Ms. Popova, standing, with other Soviet pilots in World War II. The New York Times. The
New York Times Company
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Bir Hazinenin Külleri: İskenderiye Kütüphanesi
Elif Ece Acar
İskenderiye Kütüphanesi, Antik Çağ’ın en değerli ve zengin bilim yuvalarından biri kabul
edilir. Gerek coğrafi konumu gerekse geniş
dermesi sayesinde dönemin ünlü bilim adamlarının merkezi haline gelen kütüphane, tarih
boyunca bilimin gelişmesinde son derece büyük bir rol oynamıştır. Matematik, tıp, astronomi, felsefe gibi çok sayıda alanda yaklaşık
900 bin el yazması ruloya ev sahipliği yaptığı
rivayet edilen bu kapsamlı kütüphanedeki
belgeler, maalesef günümüze dek ulaşamamıştır. Ancak kitaplığın çöküşü ve yok edilmesiyle ilgili tartışmalar tarihçiler arasında hala
sürmektedir.
MÖ 332’de Makedonlar tarafından kurulduğunda birkaç balıkçı köyünden ibaret olan
İskenderiye, kısa sürede Yunan kültüründen
beslenerek ünlü askeri lideri Büyük İskender’in de yardımıyla Akdeniz’in en önemli
merkezlerinden biri haline gelmiştir. Büyük
İskender, rakibi Pers Kralı Darius III’le savaşmak ve yeni fetihler yapmak için sefere gittikten sonra, MÖ 323 yılında ölmüş ve bir daha
İskenderiye’ye geri dönememiştir. Böylece
Mısır’daki bu liman kentinin yönetimi, 300
yıl boyunca devam edecek olan hanedanlığın
ilk kralı Ptolemaios I. Soter’e devredilmiştir.
Ptolemaios I, düşüncenin ve ilimin ilerleyişini ülke topraklarını genişletmekten daha
çok destekleyen bir hükümdar olarak, kentte
daha önce benzeri görülmemiş bir müze ve
kütüphane kompleksi kurmuştur (Bara). Müzede ayrıca o devirde bilinen bütün ülkelerdeki hayvan ve bitkilerin örnekleri, bir botanik
bahçesi, anatomi salonu ve bir rasathane de
yer almıştır (Doğan).
Çok geçmeden İskenderiye Kütüphanesi,
yöneticilerin izledikleri politikalar doğrultusunda, dağınık halde olan yüzbinlerce eserin
güvenli bir noktada toplandığı geniş arşivine kavuşmuştur. Mısır’a getirilen her kitap
mutlaka kütüphaneye konulmuş, bir kopyası
çıkarılarak sahibine verilmiş, ve aslı kütüphaneye bırakılmıştır. Bununla birlikte Atina gibi
yabancı şehirlerdeki devlet görevlileri de orada buldukları özgün yapıtları satın alıp, kendi
ülkelerine getirmişlerdir. Papirüslere yazılarak
rulolar halinde saklanan eserler, çoğunlukla
dönemin deneysel Helenistik düşünce tarzını benimsemiş meşhur bilim adamlarına
İskenderiye Kütüphanesi (Kaynakça: thelivingmoon.com)
aittir. Bunların birkaçı: adı geometriyle öz- rın, ‘Kur’an’ın dediklerini yazıyorsa, o zaman
deşleştirilen Öklid, hidrostatiğin ve mekani- kopyadır ve gereksizdir; ama eğer Kur’an’ın
ğin temellerini atan Arşimet, güneş merkezli dediklerini yazmıyorlarsa o zaman sahtedirbir evren modelini ortaya atarak Kopernik’in ler ve işe yaramazlar’ fikriyle kitapları yaktığı
buluşlarına öncülük eden Aristarkus, buhar söylenmektedir. Osmanlı müellifi Katip Çelemakinesinin ve yel değirmeninin fikir babası bi’nin “Hz. Ömer, Mısır ve İskenderiye’yi aldığı
olan Heron ve tarihin kaydedilen ilk kadın bi- zaman, burada bulunan binlerce kitabın heplim insanı, filozof ve matematikçi Hypatia’dır. sini yaktırdı. Zira öyle olmasa halk, Allah’ın
Dönemin şartları göz önüne alındığında, yö- kitabını ve elçisinin sünnetini korumaktan
neticiliği sırasında 700 bin cilt ve ruloyu kata- aciz kalıp, bu yakılan kitaplarla uğraşacağınloglara ayırarak ve her bölüme özet tabletler dan İslamiyetin temelleri bu derece yerleşip
ekleyerek günümüz kütüphane sistemine ya- pekişmezdi.” ifadeleri, bu görüşü destekler
kın bir düzen kuran şair Callimachus da kay- niteliktedir (Apak). Ancak kütüphanenin,
da değer bir başarıya ulaşmıştır. Kütüphane Müslümanlar şehri ele geçirmeden önce deaynı zamanda pek çok tercümenin yanı sıra, falarca tahrip edildiği için zaten değerini yitirTevrat’ın da Yunanca’ya çevrildiği ve tarihte miş olduğu gerekçesiyle bu iddiaya karşı çıkan
ilk kez sözlük ve ansiklopedilerin yazıldığı tarihçiler de mevcuttur.
yer olarak tanınmıştır (Bara). Fakat ne yazık İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılması hakki tüm bu çığır açan gelişmeler, kütüphaneyi kında henüz kesin bir sonuca varılamamış
trajik sonundan kurtarmaya yetmemiştir.
olsa da, farklı kültürlerin bilginin yayılmasını
Kütüphanenin yakılmasına ilişkin çeşitli sav- engellemek amacıyla yaptıklarının benzerlik
lar tarihçiler tarafından öne sürülmektedir. gösterdiği kesindir. Kimi toplumlar, savunKitaplığın ilk kez Mısır’ın MÖ 47 yılında Ju- dukları görüşle bilgi ters düştüğünde; kaylius Sezar tarafından şehrin kuşatıldığı sırada naklarını ortadan kaldırarak bilginin yayılyakıldığı ve bu sebeple eserlerin birçoğunun masını durdurmaya çalışmıştır. Günümüzde
yok olduğu söylenmektedir. Diğer bir genel İskenderiye Kütüphanesi, eski kütüphanenin
kanı ise MS 391 yılında Bizans’ın Mısır Valisi, kurulduğu varsayılan alanda yeniden inşa
İskenderiye’de eski din mensuplarına ait bir edilmiş ve UNESCO’nun desteğiyle 2002 yılıntapınağın arsasını, kilise inşa edilmesi için da hizmete açılmıştır (Bibliotheca AlexandriHırıstiyanlara verince, arsadan bu eski dinin na). Eskisine benzer büyüklükte inşa edilen
kalıntılarının çıkması üzerinedir. Bu olay şe- kütüphane, tarih sayfasından silinen bu hahirde oldukça kalabalık halde bulunan put- zineyi tekrar canlandırmayı hedeflemektedir.
perestleri ve Hıristiyanları kızdırmış, sonunda Kaynakça:
İskenderiye’de bu iki grup arasında dini bir
ayaklanma çıkmıştır. Dönemin Roma İmpa- Bara, Metin. “Antik İskenderiye Kitaplığı.” Biratoru I. Theodosius’un emri üzerine, eski lim Ve Ütopya 65 (1999): 54-55.
putperestlik kültürünü ve paganizm dinini Apak, Adem. “İskenderiye Kütüphanesi’nin
devam ettirdikleri gerekçesiyle, İskenderiye Akıbeti Üzerine Değerlendirmeler.” İslami
Kütüphanesi’ndeki kitapların hepsi fanatik Araştırmalar Dergisi 16.1 (2003): 176-83.
Hıristiyanlar tarafından şehrin hamamlarında Doğan, Sinem. “Antik Çağ Biliminin Kalbi:
yakılarak imha edilmiştir (Apak). Bir diğer İskenderiye Kütüphanesi.” Açık Bilim (2012).
görüş ise kütüphaneyi, Arapların Mısır’ı 642 Web.
yılında fethetmesinin ardından, dördüncü
Halife Ömer’in emriyle Mısır fatihi Amr İbn Bibliotheca Alexandrina. Web. 01 Şub. 2015.
el-As’ın yok ettiği yönündedir. Müslümanla- <http://www.bibalex.org>.
~7~
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Avignon Papalığı
Mert
Düşünceli
Avignon, Fransa’da 1309-1378 tarihleri arasında yaklaşık 70 yıl boyunca Hristiyanlığın
merkezi olmuş bir şehirdir. Şehirdeki birçok
tarihi mekan günümüzde müze olarak kullanılmaktadır. 12. yüzyılda romanesk tarzda
yapılmış Notre Dame de Doms katedrali ve
14. yüzyıldan kalma gotik bir Papalık sarayı
bulunmaktadır. Kilise’nin Roma’dan Avignon’a taşınması ile başlayan Avignon Papalığı, bu kurumun Roma’ya geri dönmesi ile
sona ermiştir. Ancak Avignon 18. yüzyılın
sonlarına kadar Papalık toprağı olarak kullanılmış, sonrasındaysa Fransa’ya devredilmiştir (Arkutbay).
Avignon Papalığı, Papa 8. Boniface ve Fransız kralı 4. Philip arasındaki çatışmadan ötürü
ortaya çıkmıştır. Avignon Papalığı, bazı araştırmacılarca Babil Sürgünü’ne benzetilmektedir. Bunun nedeni ise papaların Avignon’da
yaşadığı “tutsaklık” ile Yahudilerin Babil
topraklarında yaşadığı sürgünün sürelerinin
neredeyse eşit olmasıdır (Avignon Papacy,
Prezi). Ortaçağ’da papaların yetkileri çok
genişti. Bu dönemde, krallara taç giydirme,
ferman yayınlama, aforoz etme ve enterdi1
uygulama yetkilerinin papalarda toplandığını görmekteyiz.
14. yüzyıl ile birlikte Avrupa yeniden şekil1 Enterdi: Papa’nın Hristiyan bir ülkeyi halkı ile
dinden çıkarmasıdır. Bu yerlerde vaftiz ve nikah
gibi tüm dini faaliyetler durur ve kiliseler kapatılır.
lendikçe ve ülkeler kendi kültürlerine önem
vermeye başlayınca papaların gücü azalmıştır. Sert kişiliğiyle tanınan Papa 8. Boniface,
kudretini arttırmak için 1296 yılında kilisenin hem idari hem de mali açıdan kendisine
bağlı olduğunu ilan eden bir ferman yayınlamıştır ve daha çok vergi istemiştir. Ancak
Fransa Kralı 4. Philip kilisenin istediği vergiyi
ödememiş ve yeni vergilere tepkisini göstermek adına bir piskoposu hapse atınca, Papa
bir ferman daha yayınlayarak başta Kral 4.
Philip olmak üzere tüm Hristiyanları bir kez
daha uyarmıştır (Çoban, 83). Aforoz edilmesinin üzerine Fransa kralı, uzlaşmak amacıyla
Papa’ya bir elçi gönderir; fakat papa elçiyle
görüşmek istemez. Bunun üzerine Fransa
kralı İtalya’ya bir sefer düzenler, papa tutuklanır ve hapsedildiği yerde kısa süre içinde
vefat eder.
Papa 8. Boniface’nin vefatının ardından kardinaller uzun bir süre yeni bir papa seçemez.
Bazı kardinaller 8. Boniface gibi güçlü birinin
papa olmasını isterken, en sonunda aksine
uysal kişiliğiyle tanınan Bordeaux Başpiskoposu, yani Papa 5. Clement de karar kılınır.
Fransa kralı da yeni papanın zayıflığının farkındadır ve bunu kendi yararına kullanmayı
amaçlar. İlk zamanlarda yeni papa krala karşı
durmaya çalışsa da kendisine uygulanan
baskıya dayanamaz ve iki yıl içinde Kilise’yi
Roma’dan Avignon’a taşır. Papalığın Fransa’ya taşınmasıyla birlikte kralın gözetimi
altında duran Papa 5. Clement’in kralın isteklerini yerine getirmekten başka bir çaresi
kalmamıştır (Çoban, 85).
Papa 5. Clement’in vefatının ardından yerine gelen Papa 22. John, engizisyon mahkemelerini geliştirmesiyle ve Aziz Augustine
keşişleriyle iyi ilişkiler içerisinde bulunmasıy-
Avignon’da Bulunan Papalık Sarayı
~8~
Avignon
la tanınır. Papa 22. John, 1327’de yayınladığı
bir ferman olan Veneranda sanctorum patrum ile onların [Aziz Augustine keşişlerinin]
Pavia’daki merkezlerinde güven içerisinde
bulunmalarını sağlar (Dale). Keşişler de kendilerine sağlanan iyi olanakları ve yardımı
karşılıksız bırakmaz ve papaların yaşadığı çatışmalar sırasında yardım amacıyla Pavia’nın
kapılarını papalara açarlar.
Aynı zamanda Kutsal Roma İmparatoru
4. Louis ile mücadele eden Papa 22. John,
imparatorun kendisi hakkında yaptığı kötülemenin ardından kendi çıkarlarını düşünen bir heretik ilan edilmiştir. Buna karşılık
olarak papa da imparatoru aforoz etmiş ve
ona bağlı olanlara enterdi uygulamıştır. İmparator ise sadece kendi ülkesinde geçerli
olmak üzere 5. Nicholas adında yeni bir papa
seçtirmiştir. Bu papa kilise tarafından hiçbir
zaman tanınmasa da uzun yıllar Kutsal Roma
İmparatorluğu’nun papası olarak görevini
sürdürmüştür.
Papa 22. John’un ardılı Papa 12. Benedict,
aslen Paris’te teolog olarak çalışmıştır. Avignon’da yeni bir papalık sarayı yaptırmış ve
Roma’daki papalık arşivini buraya taşımıştır.
Kilise içinde reformlar gerçekleştirmeyi ve
Fransa-İngiltere arasındaki Yüz Yıl Savaşları’nı durdurmayı istese de her iki konuda da
başarılı olamamıştır.
Papa 12. Benedict’ten sonra eskiden devlet
adamı olan Papa 6. Clement bu ünvanı almıştır. Sanata önem veren Papa 6. Clement
sayesinde bu dönemde Avrupa’nın tüm ressamları, heykeltraşları ve şairleri Avignon’da
toplanmıştır. Ayrıca yine Papa 6. Clement’in
döneminde, 1347-1349 yılları arasında, Av-
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
rupa’da ilk büyük veba salgını yaşanmıştır.
Bu veba salgını sonucunda Avignon nüfusunun yarısının öldüğü tahmin edilmektedir
(Corbett).
Papa 6. Clement’in vefatının ardından Ostia
Kardinali Papa 6. Innocent iş başına gelir. Bu
dönemde papaların kral gibi davranmalarını
engellemek amacıyla otorite sınırlayıcı köklü
değişikliklere gidilmiştir. Örneğin, bir papanın seçilebilmesi için kardinaller arasında
üçte iki oy çokluğuna ulaşılması gerektiği
savunulmuş ve bu kural ilk defa hayata geçirilmiştir. Ayrıca, yeni bir kardinal atamak
için kardinaller kurulunun onayının alınması
yine ilk kez bu dönemde uygulamaya konulmuştur. Günümüzde, bu dönemde alınan
kararların uygulanmaya devam ettiği gözlemlenebilir.
Marsilya’daki bir manastırda keşişken bu
unvana layık görülen Papa 5. Urban, papa
olduktan sonra da keşiş hayatını sürdürmeye çalışmıştır. Papalığı Avignon’dan Roma’ya geri getirmek istemiştir. Bu amacını
bir süreliğine başarsa da, tekrar Avignon’a
dönülmüştür; ancak bu sayede Papalık Kurumu’nun Roma’ya geri dönüşünün mümkün
olduğu anlaşılmış ve bu yolda ilk adımlar
atılmıştır.
19 yaşında kardinal ve 42 yaşında papa se-
çilen Papa 11. Gregory, aynı zamanda Papa
6. Clement’in yeğenidir. Çağdaş papalar gibi
kilisede reform yapmak istemiş ve engizisyon mahkemelerini sıkılaştırmıştır. Reform
diye nitelendirilebilecek en önemli yeniliği
ise 1377 yılının Ocak ayında papalığı temelli
olarak Roma’ya geri götürmesidir (Çoban,
89). Kendisi, Roma’ya geldikten bir yıl sonra
vefat etmiştir. Kilise taşındıktan sonra Avignon’da türeyen sahte papalar sayılmazsa
Avignon Papalığı Papa 11. Gregory ile sona
ermiştir.
Sonuç olarak papalığın Fransa kralı 4. Philip’in isteği doğrultusunda Roma’dan Avignon’a taşınması bu kurumun eski gücünü
kaybettiğini göstermektedir. Ortaçağ’ın başında cahil halk üzerinde büyük etkisi olan
Papalık kurumunun ilerleyen zamanlarda
otoritesini kaybettiğini ve krallar tarafından
yönlendirildiğini görmek mümkündür. Ayrıca, bu dönemde sanata büyük önem verildiği
görülür. Ancak ilginçtir ki engizisyon da en
güçlü dönemlerinden birini yine bu devirde yaşamıştır. Papalık, Papa 11. Gregory ile
Roma’ya geri döndürülmüş olsa da bu kurumun en başta Avignon’a taşınması kilisenin
itibarına zarar vermiştir; çünkü bu olay sonucunda kilisenin zor zamanlarda halka liderlik
edemeyeceği anlaşılmıştır.
Kaynakça:
Arkutbay. “Avignon / Papaların Şehri.” Avignon / Papaların Şehri. N.p., n.d. Web. 19 Mart
2015. <http://www.kendingez.com/PageDetail.aspx?PageID=34575>.
Corbett, James A., The Papacy: A Brief History, D. Van Nostrand Company, New Jersey,1956.
Çoban, Bekir. Hristiyanlıkta Papalık Kurumu:
Ortaya Çıkışı, Tarihsel Gelişimi Ve Bugünkü
Durumu. Tez. Dokuz Eylül Uni, 2007. Web.
Dale, Sharon, “A House Divided: San Pietro
in Ciel d’Oro in Pavia and the Politics of Pope
John XXII”, Journal of Medieval History, 27
(2001), 55-77, ss. 43–65.
“Enterdi.” - Vikipedi. Web. 19 Mart 2015.
<http://tr.wikipedia.org/wiki/Enterdi>.
Hayes, Grace. “AVIGNON PAPACY.” Prezi.com.
Prezi. Web. 19 Mart 2015. <https://prezi.
com/s1ipbk9ho9q5/avignon-papacy/>.
Avignonpapalpalace1.jpg. Dijital görsel.
WordPress. WordPress. Web. 4 Nisan 2015.
France_location_map-Regions_and_departements-2015.svg. Dijital görsel. Wikipedia. Wikimedia. Web. 4 Nisan 2015.
Topkapı Sarayı (Yapımı, Tarihçesi, Müze Olarak Kullanımı)
Damla Cinoğlu
Porselen takım. 6 adet bardak. 1 adet çaydanlık. Sedefli toprak renkleri. Kenarlarında
çatlaklar. Çaydanlığın kapağı kayıp. Mecidiye
Köşkü. 26 a-b…
Yaz tatilimin ilk yarısı yukarıda olduğu gibi
Topkapı Sarayı Arşivi’ne bağlı tarihi eserleri, çoğunlukla eskiden kullanılmış olan
katologları, kağıt arşivinin yenilenmesi
nedeniyle yeni kodlamalarına uyarlamakla
geçti. Yaptığım iş her ne kadar basit bir isimlendirme olarak görülse de, benim için çok
daha fazlasıydı. Beş haftalık staj, Topkapı
Sarayı’nın açılmış veya açılmamış sergilerinde, dopdolu arşivlerinde koşuşturmacalarla
dolu bir serüvene dönüştü. Deneyimlerimden bahsetmeden önce bana ev sahipliği
yapan mekanın geçmişine değinmek uygun
olacak.
Topkapı Sarayı Sultan 2. Mehmed’in emriyle, 1460-78 yılları arasında yaptırılmıştır.
İstanbul’un fethi’nden sonra öncelikle Çinili Köşk, sonra İstanbul’un ilk sarayı olan,
bugün İstanbul Üniversitesi’nin bulunduğu
meydandaki Eski Saray inşa edilmiştir. Topkapı Sarayı inşa edildikten sonra eskisi ile
karışmaması için buraya Yeni Saray anlamına gelen “Saray-ı Cedid” denilmiştir. Saraya,
Topkapı Sarayı denmesi ise neredeyse üç
yüzyıl sonra gerçekleşmiştir. 1. Mahmud’un
eski Bizans surlarının yakınına yaptırdığı,
cephesinde toplar barındıran, ‘Topkapusu
Sahil Sarayı’ yandıktan sonra bu isim Yeni
Saray yerine kullanılmaya başlanmıştır.
2.Murad’ın yaptırdığı Edirne Sarayı’ndan
biçimsel olarak etkilenmiş olan Topkapı Sa-
~9~
rayı, ihtişamlı fakat aynı zamanda mütevazıdır. Bu ihtişamlı mekan, İstanbul’un doğal
güzelliklerinin arasında, Marmara Deniz’i,
İstanbul Boğazı ve Haliç’in ortasında bulunmaktadır. Topkapı Saray’ının bulunduğu bölge, “Sarayburnu” olarak adlandırılır ve eski
Bizans Akropolunun bulunduğu yerdedir.
Genel düzeni üç ana kapı (Bâb-ı Hümâyûn,
Babü’s Selam, Bâbüssaâde), dört avlu, Harem, Hasbahçe ve bahçelerden oluşur. Saray
sembolik olarak iki teşkilatı içerir, bunlar birinci ve ikinci avlunun barındırdığı Birun (dış
örgütlenme) ve üçüncü avluda Enderun (iç
örgütlenme) olarak ayrılırlar.
Bâb-ı Hümâyûn’dan Alay Meydanına giriş yapılır. Birinci avlu olan bu meydanda
Darphane, Ahır, Enderun Hastahanesi, Has
Fırın ve Dolap Ocağı bulunmaktadır. Babü’s
Selam’dan girilen ikinci avlu devlet işlerinin nabzını tutan bir meydan olarak aynı
zamanda Divan ya da Adalet meydanı diye
anılırdı. Sultanlar yılda iki kez dışında (ki
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş dönemindeki problemler Enderun’a da yansımış,
Devşirme sistemi sürdürülememiş, yönetici
tabaka eski devlet görevlilerinin çocuklarından oluşmaya başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğunun yükselişinde önemli roller oynamış olan Devşirme politikası, yokluğuyla da
İmparatorluğun çöküşündeki önemli etkenlerden biri olmuştur. Enderun eğitimi dil ve
edebiyattan spor ve müziğe dayanan detaylı
bir eğitimi içerirdi ve içoğlanlar liyakata dayalı olan bu sistemde yükselmek için çalışıp
çabalamak zorundaydılar.
Topkapı Sarayı, 19. Yüzyıl ortalarına kadar
kullanılmış fakat daha sonra Dolmabahçe
Sarayı’na geçilmiştir. Saltanat Hazinesi, Kutsal Emanetler ve arşivler Topkapı Sarayı’nda
korunmaya devam edilmiş, yüzyıllardan beri
gelen gelenek uğruna sarayın kullanılmamasına rağmen belirli devlet merasimleri
burada yapılmaya devam etmiştir. Cumhuriyet’in ilanından sonra, 3 Nisan 1924 tarihinde Topkapı Sarayı, Mustafa Kemal Atatürk’ün kararıyla müze olarak açılmıştır.
11. sınıf yazında (yani 2014 yılı içinde) Kutsal Emanetler bölümü müdürü ve Kağıt Arşivi sorumlusu Sevgi Ağca’nın yanında, Kağıt
arşivlerinde, beş hafta boyunca staj yapma
fırsatı edindim. Sevgi Hanım’ın yanında
asistanlığımla başlayan staj, kağıt arşivindeki belgelerin tasnifi ve yeniden isimlendirilmesiyle devam etti. Topkapı Sarayı’nın
sınırları içinde barınan Metal, Sedef, Tahta
arşivleri gibi pek çok sayıda arşivin yanında
kağıt arşivleri araştırmacılar tarafından en
çok ilgi görenlerden biri. Arapça, Farsça, Osmanlıca çevirmenlerin yanında kağıt restoratörlerinin çalıştığı bu arşiv ikinci avludaki
Saray Mutfaklarının yanında yer almaktadır.
Beş haftamı geçirme şansını elde ettiğim bu
büyüleyici arşiv Kanuni Sultan Süleyman’ın
Topkapı Sarayı Mutfak Dairesi
mücevher çizimlerinden Piri Reis’in haribunlar da dini törenlerdir) bu avluda bu- Divan’ın diğer üyeleri ise Defterdar, Nişancı, talarına kadar geniş bir belge yelpazesine
lunmazlardı. Bu avlunun başka bir işlevi Reisü’l Küttab, teskereciler ve katiplerdi. Bu sahiptir. Saray donanımına çok da katkıda
de yılda dört kez yapılan ulufe dağıtımıydı, üyeler ise Divan-ı Hümayun Kalemi denilen bulunamamış olsam da, bir arşivin nasıl işelçi kabul günleri de bu dağıtımlara denk yerde çalışırlardı. İkinci avluya bağlı başka lediği, belgelerin nasıl gruplandırıldığı ve
getirilirdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun kalbi önemli yapılar ise Matbah-ı Hümayun (saray isimlendirildiğini öğrenmiş oldum.
olan Divan, ikinci avluda Kubbealtı deni- mutfakları) ve Zülüflü Baltacılar Koğuşu’dur. ‘Saray Mutfakları’ sergisi ben oradayken
len yapıda toplanmaktaydı. Kanuni Sultan İkinci avluyu üçüncü avluya bağlayan Bâ- yeni açılmıştı. Osmanlı döneminde kullanıSüleyman döneminde yapılan yeni Divan, bü’s sâde, iç teşkilatlanmaya, saray okuluna lan tencereler, kazanlar, metal malzemeler
Kubbealtı, Divan-ı Hümayun kalemi ve ve Padişah’ın evine açılan kapıdır. Padişah’ın sergilenmekteydi. Bunların yanı sıra da kuldefterhaneden oluşmaktaydı. Divan-ı Hü- hizmetindeki akhadımlar ve içoğlanlar’ın lanılan rengarenk Osmanlı-Uzakdoğu porsemayun cumartesi, pazar, pazartesi ve salı eğitim gördüğü Enderun yapılanması, dev- lenleri Saray’ın kapasitesi hakkında daha da
günleri toplanmaktaydı. Divan’ın ana üye- letin yönetici tabakasını oluşturan bir okul iyi bilgi vermektedir.
leri Sadrazam, Kubbealtı vezirleri, Anadolu işlevi de görmekteydi. Devşirme sistemi En- Açılacak olan Zülüflü Baltacılar Koğuşu’nun
ve Rumeli Kazaskerleriydi. Bu üyeler devlet derun’un temelini oluşturmaktaydı. Devşiri- hazırlıklarını gözlemleme fırsatı da elde etmeselelerini tartışırlardı ve devletin kade- len oğlanların bazıları eğitim için ayrılırken tim. Zülüflü Baltacılar sarayın temizlenmerini etkileyecek kararları burada verirlerdi. bazıları yeniçeri olurlardı. Sonraki yıllarda si, padişahın haberleşme işleri, törenlerde
~ 10 ~
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
tahtın taşınması, eşyaların taşınması, cenazelerinin taşınması gibi bir sürü işle ilgilenmişlerdir. İsimlerindeki ‘Zülüf’ kafalarının
iki yanından sarkan saçaklara dayanarak
söylenmektedir. Aynı zamanda kıyafetlerinin yüksek yakaları harem içi işlerde etrafı
görmelerini engellemek içindir. Koğuşları’nın girişi ise Harem’in hemen yanında
bulunmaktadır ve içinde kendilerine ait yatak odaları, dinlenme odaları ve hamamları
bulunmaktadır.
600 yıl boyunca üç kıtada birden hüküm
sürmeyi başarmış Osmanlı İmparatorluğu’nun evi Topkapı Sarayı, hem tarihi hem
de mimarisiyle gezenleri hayran bırakır.
Atılan her adımda kendinizi saray hayatının
daha da derinliklerine sokulmuş hissederseniz. İlkokul yıllarımdan beri en az beş kere
gitmeme rağmen her gidişimde yeni bir
sergiyle karşılaştığım bu saray, tarihin karmaşık hikayeleri arasındaki bir köprü niteliğindedir. Topkapı Sarayı, günden güne artan
tarih birikimimizin elle tutulur bir kanıtıdır.
Ayasofya’nın Minaresinden Aya İrini ve Topkapı Sarayı’nın Birinci Avlusu. Fossati’nin Resmi (Önder Kaya’nın arşivindendir)
Topkapı Sarayı (Önder Kaya’nın arşivindendir)
~ 11 ~
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Donanma-yı Hümâyûn
Mehveş Çelebi
“Kehanet kitaplarında belirtildiği üzere
Mağribliler, Hıristiyanlar’a karşı başarılı bir
saldırı düzenleyerek denizin ötesindeki Avrupalı Hıristiyanlar’ın topraklarını fethedeceklerdir. Söylenene göre bu fetih deniz yoluyla
yapılacaktır.” (Burmmett, 135)
14. yüzyılda tarihçi İbn Haldun’un bahsettiği kehanet, 16. yüzyıl başında Osmanlı
donanması tarafından gerçekleştirilmiştir.
Modern tarih yazıcılığında, başta Akdeniz
dünyasının güç dengesinde olmak üzere
Osmanlı silah gücünün çok önemli bir etken
olduğu bilgisi hakimken, bu Osmanlı üstünlüğünün oluşmasında donanmanın etkisine
pek değinilmez. Bu durum, Osmanlı’nın ordusunun ve kara muharebelerindeki başarılarının Osmanlı’nın bir beylikten imparatorluğa doğru gelişiminde oynadığı büyük
rolden kaynaklanır. Osmanlı’nın gelişme ve
gerileme dönemleri ile deniz gücü arasında
bir paralellik vardır. Zaten jeopolitik açıdan
üç kıtaya yayılan bir imparatorluğun, bulunduğu bölgedeki denizleri ihmal ederek
ne ilerlemesi ne de saldırılara karşı ayakta
kalması mümkün değildir.
Osmanlı’nın deniz tarihi, gelişimine göre
dönemlere ayrıldığında ilk dönem 1323 –
1390 yıllarını kapsayan ve donanma kaptanlarının Derya Beyi adıyla anıldığı “Derya
Beyleri Dönemi”dir. Bu dönem, Osmanlı
Beyliği’nin 1323 yılında Karamürsel’i fethederek sınırlarını Marmara Denizi’ne ulaştırmasıyla başlamıştır. Fetihten yaklaşık bir yıl
sonra batıdaki komşusu Karesi Beyliği’nin
yardım olarak (Kara) Mürsel Bey ve onun
komutasındaki 24 gemiden oluşan kuvveti Osmanlı’ya göndermesiyle ilk donanma
kurulmuştur. Doğu Marmara’da kesin bir
hakimiyet sağlandıktan sonra ise, başlarda
yalnızca karadaki savaşlarda destek olarak
kullanılan donanmanın kurumsallaşması
için çalışmalar başlatılmıştır. 1327 yılında
Karamürsel’de kurulan ilk Osmanlı tersanesinde ilk savaş gemileri inşa edilirken, hızlandırılan fetihlerle de 1353’te Rumeli’ye
geçiş kolaylaşmıştır (Türk Silahlı Kuvvetleri).
Kuruluş dönemindeki bu donanma, Çanakkale Boğazı’nı elde tutmak ve Marmara’nın
güvenliğini sağlamakla görevlendirilmiştir.
Osmanlı’nın “modern bir devlet anlayışı ile
denizlere yönelik teşkilatlanması ise Sultan
Yıldırım Bayezid döneminde başlamıştır.”
(Türk Silahlı Kuvvetleri) Bu tarihlerden itibaren donanma komutanlarına Kaptan-ı
Derya denmiştir ve 1867 yılına kadar geçen
bu dönem “Kaptan-ı Derya / Kaptan Paşalar
Dönemi” olarak anılmıştır. Bu dönemde bir
yandan tersanelerin sayısı arttırılırken, II.
Mehmed’in hem İstanbul’u kuşattığı sırada
donanmadan yararlanması hem de Ege ve
Karadeniz’de mutlak bir hakimiyetin yapılan deniz seferleri ile sağlanması, Osmanlı’da donanmanın gücüne verilen önemi
zamanla arttırmıştır. Şunu da belirtmek
gerekir ki II. Mehmed İstanbul’da Tersane-i
Amire’yi kurduktan sonra, Osmanlı donanmasının Akdeniz’e ilerleyişi hızlanmıştır.
Daha sonra zamanının en önemli deniz
gücüne sahip devleti olan Venedik Cumhuriyeti’yle 1463’ten başlayarak 16 yıllık bir
savaşa giren Osmanlılar için bu uzun savaş
oldukça yıpratıcı olsa bile, aynı zamanda
birçok önemli denizcilik tekniğinin Osmanlılara geçişine ön ayak olmuştur (Burmmett,
66).
Osmanlı İmparatorluğu’nun bir deniz imparatorluğu olarak adlandırılabileceği dönem herhalde II. Bayezid’in saltanat zamanı
olmalıdır (1481 – 1512). Tahtta hak talep
eden kardeşi Cem’in vefatından sonra, II.
Bayezid’in “deniz yılanları gibi kıvrak gemiler (neheng-i âheng gemiler)” yaptırma
emri ile artık toprakları Anadolu’nun çok
ötesine uzanan bir imparatorluğu koruma
görevine sahip olacak daha gelişmiş bir
deniz gücü oluşturulmaya başlanmıştır. Bu
dönemdeki donanma, söylenenlerin aksine devlet tarafından desteklenen oldukça
büyük bir korsanlar grubu olmayıp, “korsanlığı bastırma, ticari menfaatleri geliştirme, sahillerde güvenliği sağlama, mevcut
ve muhtemel düşmanların Osmanlılardan
çekinmesini sağlama ve toprakların genişlemesi için gereken desteği gerçekleştirme
aracı” olarak kurulmuştur (Burmmett, 136).
II. Bayezid zamanında Osmanlıların giderek artan deniz gücü, birçok dış devleti olduğu gibi Venediklileri de kaygılandırmıştır.
Ayrıca daha önceki savaşta Ege Denizi’ndeki
adalarını kaybeden Venedik devleti, bu adaları geri almak için çabalarken Osmanlı’nın
tepkisini çekmiştir. İki devlet arasındaki bu
~ 12 ~
anlaşmazlıklar sonucunda 1499 yılında çıkan Sapienza Deniz Savaşı, Osmanlı İmparatorluğu’nun zaferiyle sonuçlanmıştır. Bu
savaştan sonra Osmanlıların denizlerdeki
yayılmacı politikası da daha net bir şekil
almış ve Doğu Akdeniz’deki deniz üstünlükleri önemli derecede artmıştır (Türk Silahlı
Kuvvetleri).
Deniz yoluyla özellikle Doğu’da büyük fetihler yapmayı planlayan Sultan I. Selim,
babası II. Bayezid döneminde güçlendirilen temelden yararlanarak daha gelişmiş
bir donanma inşasına başlamıştır. I. Selim
bu amacına uygun olarak Osmanlıların
denizgücünü de lojistik olarak kullanarak
ordularıyla Mısır’ı fethetmiştir. Memlûk Sultanlığına karşı kazanılan bu zafer, Osmanlı
donanmasının Kızıldeniz ve Hint Okyanusu’nda da faaliyet göstermesine olanak sağlamıştır. Osmanlı donanmasının bu artan
gücü, “Osmanlılar ve Venedikliler arasında
sıkı ticarî ilişkilerin kurulmasını sağladığı
gibi aynı zamanda Hint Okyanusu’nda Portekizlilerin denizgücüne karşı ciddi bir tehdit oluşturmuştur.” (Burmmett, 164)
Donanma-yı Hümâyûn
I. Selim’in amaçladığı deniz yoluyla fetihler
ve Doğu’ya doğru yayılma politikası büyük
ölçüde başarıya ulaşmıştır. Bilindiği gibi
oğlu Kanuni Sultan Süleyman, Kaptan-ı
Derya ilan ettiği Barbaros Hayreddin Paşa
ile birlikte Osmanlı denizciliğine altın çağını
yaşatmıştır. Özellikle 1538 yılında Barbaros
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Batılıların Gözünden İnebahtı Deniz Savaşı
önderliğindeki Osmanlı donanması, Andrea
Doria komutasındaki sayıca çok üstün olan
Haçlı donanmasını, Preveze Deniz Savaşı’nda bozguna uğratmıştır (Türk Silahlı
Kuvvetleri). Bu zafer, Osmanlı İmparatorluğu’nun Akdeniz’in tartışılmaz hakimi olarak
görülmesine yol açmıştır. Bu üstünlüğün
Akdeniz’de pek çok devlet üzerinde oluşturduğu tehdit, aynı zamanda diplomatik
üstünlük sağlamakta araç olarak kullanılmıştır.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde denizlerdeki üstünlük dış politikada da oldukça etkin bir şekilde kullanılırken, daha
sonra gelen padişahların deniz sorunlarına
aynı duyarlılıkla yaklaşmamaları ve Kaptan-ı Deryalık makamına çoğunlukla saraya
yakın olan fakat denizcilikte yetersiz kalan
paşaları getirmeleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun denizlerdeki altın çağının yavaş yavaş etkisini kaybetmesine sebep olmuştur.
Bu başarısızlıkların ilk örneği ise 1571 yılında gerçekleşen İnebahtı Deniz Savaşı’nda,
Osmanlı Donanması’nın üçte ikilik kısmının
Haçlı Donanması tarafından yok edilmesi
sonucunda ortaya çıkmıştır (Türk Silahlı
Kuvvetleri).
Venediklilerle Girit Adası üzerine yapılan
mücadelelerle geçen 17. yüzyılda ise Osmanlı İmparatorluğu ağırlığı kara ordusuna
vermiştir ve politik hedeflerine ulaşmada
deniz gücünü çoğunlukla ihmal etmiştir.
Ayrıca bu süreçte gerçekleşen coğrafi keşifler ve Avrupa ülkelerinin kendi aralarındaki
deniz savaşlarıyla birlikte Batı’nın deniz
teknolojisi gelişirken, bu yeniliklerden uzak
kalan Osmanlı, peş peşe gelen toprak kayıplarıyla iyice sarsılmıştır.
III. Mustafa tahttayken Rusya ile gerilen
ilişkiler sonucundaki olaylar sırasında gerçekleşen Çeşme faciasıysa, bu başarısızlıkla-
rı takip etmiştir. Osmanlılar teknik bir hata
yapıp manevra yapmanın imkânsız olduğu
Çeşme Limanı’na demirlediğinde, açıklarda
bekleyen Rusların 6 Temmuz 1770 gecesi
limanın girişini kapayıp köşeye sıkıştırılmış
olan Osmanlı Donanması’nın neredeyse tamamını yakması kaçınılmaz son olmuştur.
Bu yenilgi, III. Mustafa’yı “çağdaş bilgilerle
donatılmış deniz subayı yetiştirilmesi konusunda” harekete geçirmiştir (Burmmett,
211). Donanmayı geliştirmek ve tersane
çalışanlarını eğitmek amacıyla bu sırada
tersanedeki küçük bir bölümde “Tersane
Hendesehanesi” adıyla bugünkü Deniz Harp
Okulu’nun da temeli olan okul açılmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun birçok alanda
modernleşmesine olanak veren bu okul,
yüzyıllar boyunca birçok yetenekli denizcinin de yetiştirilmesine imkan tanımıştır.
Belirli bir tarihten sonra “Mühendishanei Bahri Hümayun” olarak anılan bu okulun
açılışını takip eden ve donanmayı yenileştirme çabalarının arttırıldığı dönemde de,
Osmanlı Donanması ne yazık ki büyük fe-
laketlerle karşılaşmaktan kurtulamamıştır.
Yunanlıların bağımsızlık isteği sonucunda
çıkan karışıklıklar sırasında Mora’nın Navarin Limanı’nda demirlemiş olan Osmanlı-Mısır Donanması da büyük bir saldırının
hedefi olmuştur. Osmanlı Donanması 20
Ekim 1827’de gerçekleşen bu faciada İngiliz-Fransız-Rus ortak filolarının baskınına
uğramıştır (Burmmett, 238). Bu olayda Osmanlılar, yalnızca deniz gücünü değil, aynı
zamanda yetiştirdiği tecrübeli denizcilerinin de çoğunu kaybetmiştir.
Osmanlı donanması, 1877’deki Osmanlı –
Rus Harbi’nde etkin bir rol oynayamadığı ve
yenilgiyi önleyemediği gerekçesi ile Sultan
II. Abdülhamit tarafından 33 yıl boyunca
Haliç’te atıl tutulmuştur. Bu karar, Osmanlı
denizgücüne tahmin edileceği üzere büyük bir darbe vurmuştur ve imparatorlukla
birlikte donanma da bir çöküş dönemine
girmiştir. Bu dönemden itibaren Osmanlı
donanması güç ve itibar kaybetse de hiçbir zaman modern tarihte anıldığı gibi geri
planda olmamıştır. Kendilerini “sultân-ı berr
u bahr (karanın ve denizin efendisi)” olarak
tanımlayan Osmanlılar, özellikle 16. yüzyılın başından itibaren “Venedik’ten Hint Okyanusu’na kadar uzanan iktisadî bölgedeki
ticari ve askeri hâkimiyet rekabetinde” yer
almıştır (Burmmett, 261).
Kaynakça:
Brummett, Palmira. Osmanlı Denizgücü.
Trans. H. Nazlı Pişkin. N.p.: Timaş Yayınları,
2009. Baskı.
“Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Tarihçesi.”
Türk Deniz Kuvvetleri. N.p., n.d. Web. 03 Şubat 2015. <http://www.dzkk.tsk.tr/icerik.
php?dil=1&icerik_id=11>.
Bir Venedikli Ressama Ait Sapenza Deniz Savaşı Tasviri
~ 13 ~
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Modern Çin Tarihinin İnşası
M. Miraç
Süzgün
19. yüzyıl, Qing Hanedanlığı’nda toprakların
kaybedildiği, devrimlerin yaşandığı ve Batı ile
ilk defa karşı karşıya gelindiği bir dönem olması sebebiyle Modern Çin tarihinin inşası bakımından büyük önem arz etmektedir. Günümüzde halen tartışılmakta olan Hong Kong’un
demokrasi meselesi, Çin’deki kapitülasyon
sıkıntıları ve Çin’in Batı ile olan ilişkileri ve
problemleri genel olarak bu dönemde atılan
adımlar neticesinde şekillenmiştir. Bu yazının
amacı, Afyon Savaşları’ndan itibaren (1839)
Çin’deki yaşanan savaşları, ayaklanmaları ve
reformları ele alarak Çin Cumhuriyeti’nin kuruluşunu anlatmak ve bu dönemin Modern Çin
Tarihi inşasındaki önemini göstermektir.
Afyonun Çin’e Girişi ve Kapitülasyon
Devrinin Başlaması
Batılı devletler, 1800’lere kadar Qing İmparatorluğu ile birçok defa büyük ticari ilişkiler
kurmaya çalışmış fakat çoğu kez bu denemelerinden olumsuz sonuç almışlardır. 19. yüzyılın başına kadar en başta İngilizler olmak
üzere Avrupalı tüccarlar, Kanton ve Macao
bölgelerinde nüfuz ediyorlar ve burada küçük çapta ticaret yapıyorlardı. “Hong” olarak
da bilinen bu tüccarlar, o dönemde devlete
vergi vermek zorundaydılar fakat bu vergiler,
kendi ülkelerinde verdiklerine nazaran daha
düşük olduğundan ellerinde zengin olmak için
büyük bir fırsat vardı. Avrupalılar, Çin’in Pasifik Okyanusu kıyılarındaki bazı limanlarından
ipek ve çay satın alıyorlardı; fakat buna karşılık
çoğu limanlarda yabancı gemilerin bu bölgelerde mallarını satmalarının yasak olması,
Çin’den herhangi bir şekilde paranın ve gümüşün Batı’ya akmasını engelliyordu (Eberhard,
315-316). 18. yüzyılın sonuna kadar Çin’in
lehine olan bu dış ticaret dengesi(zliği), İngiliz
sömürgesi altındaki Hindistan’da yetişen afyonun Çin’e pazarlanmasıyla değişti. Afyon, tıpkı
diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, Çin topraklarında da yaklaşık bin yıldır üretiliyordu;
fakat ülkede, günümüzdeki gibi yasaklı olan
bağımlılık yaratan uyuşturucu olarak kullanımı bu yeni uyuşturucu madde trafiğiyle başlamıştı (Keay, 446-447).
İngilizler, kendi ülkelerinde çay bağımlılığına
benzer bir etkinin Çin’de afyon ile olacağını
umuyorlardı ve planları büyük oranda gerçekleşti de (Wasserstrom, 54). 1830’ların sonlarına gelindiğinde afyon kullanımının halka
verdiği zarardan, afyon ticaretiyle yabancı
tüccarların son derece zengin olmasından ve
paranın büyük bir kısmının dışarıya akmasından rahatsız olan İmparator Daoguang, afyon
ithalatını tamamen yasakladı ve İngilizlerin ellerindeki afyon sandıklarını yaktırdı (Eberhard,
316). Bunun üzerine Modern Çin Tarihi’nde ilk
kırılma olarak değerlendirebilecek 1839’daki I.
Afyon Savaşı yaşandı ve Qing İmparatorluğu
ilk defa Batı ile karşı karşıya geldi. İngilizlerin birçok cephede Qing kuvvetlerini mağlup
etmesi ve başkente doğru ilerlemeleri sonucunda Çin, 1842 yılında Nanking Antlaşması’nı
imzalamak zorunda kaldı. Bu sözleşmeye göre,
Hong Kong 150 yıllığına İngiltere’ye devredilmiş, aralarında Şanghay’ın da bulunduğu beş
büyük liman yabancı ticarete açılmış, ithalatihracatta sabit gümrük vergisi alınma zorunluluğu getirilmiş ve misyonerlere özerk yönetim
hakkı tanınmıştır (Huang, 259).
1840’lardan 1890’lara kadar Qing Hanedanlığı, anavatanda köylü ayaklanmaları ve isyanlarla, dışarıda ise emperyalist güçlerin topraklarını sömürme ve kolonileştirme çabalarına
karşı mücadele etmiştir. I. Afyon Savaşı’yla birlikte ipek ve çay ticaretinin Kanton’dan Shanghay’a kayması Çin’in güney bölgelerinde
işsizliğe ve çeşitli sıkıntılara neden olmuştur.
1850’lerin başında, Hong Xiuquan adında üç
kez devlet sınavlarına girmiş fakat kazanamamış bir memur adayı, etrafında fakir köylüleri
toplayarak hanedanlığa karşı ayaklanmıştır.
Hong, yıllar önce misyoner okulunda Hıristiyanlığı öğrenmiş, şimdi bu öğrendiklerinden
esinlenerek kendi destekçilerine dünyayı cennet haline yapacak bir dini yayıyordu. Kendisinin “Hz. İsa’nın küçük kardeşi” olduğunu ve
kuracağı devletin adının da “Taiping” olacağını
söylüyordu (Eberhard, 319); görüşleri Batılılar
için bile o kadar tuhaftı ki, emperyalist güçler
bu isyanı en başta kısa bir süreliğine desteklese de, sonrasında Çin ile işbirliği yapmışlardır
(Wassertom, 59). İsyan başladıktan sonra güneyde hızlıca yayılmış ve isyanın liderleri bağlı
kuvvetlerini kuzeye Yangze Vadisi’ne doğru
yürüyüşe çıkartmışlardır (Fairbank, 159). Bu
“yürüyüş” daha sonraları 1926-28 arası “Uzun
Yürüyüş” olarak bilinen milliyetçilerin yürüyüş
güzergâhına benzemektedir. Hong, 1853’te
Doğu’nun önemli merkezlerinden Nanjing’i
ele geçirip burada Taiping (Büyük Barış) Tanrısal Krallığı’nı kurdu. Qing Hanedanlığı’nı neredeyse tarih sahnesinden silmenin eşiğine getiren Taiping İsyanı, İngiliz askeri birliklerinin
hanedanlık ordusuna yardım etmesiyle, 1864
yılında tamamen bastırılmıştır. Taipingler, dindaşları İngilizlerle birlikte ortak hareket etmeyi planlarken, bizzat onlar tarafından ülkeden
tasfiye edilmişler ve I. Dünya Savaşı’ndan önce
en büyük kitlesel katliamlardan birine maruz
kalmışlardır (Fairbank, 77-79; Gökten, 69).
Bunların yanında, Müslüman toplulukları da
Gansu ve Yunnan bölgelerinde, devlet memurlarının köylüler üzerindeki baskısının artmasından dolayı isyan etmişler ve geçici olarak da
olsa bu bölgelerde yönetimi ele geçirmişlerdir
Afyon Savaşları (Wikipedia, Opium Wars)
~ 14 ~
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
(Fitzgerland, 14).
Bütün bu olaylar meydana gelirken Nanking
Antlaşması’nın hükümlerine hem Qing Hanedanlığı hem de Britanya Krallığı tam anlamıyla riayet etmiyordu. Kaçakçılık yapabilmek için İngilizler, bazı Çin gemilerinin kendi
bayraklarını taşımalarına izin veriyor, böylece
güney sahilindeki korsanlara karşı bu gemileri
koruyordu. Qing Hanedanlığı da özellikle Hong
Kong’un İngiliz (yarı-)sömürgesi altında kapitalist bir merkez olarak güçlenmesinden rahatsızlık duyduğundan dolayı, mümkün olduğunca İngilizlere güçlük çıkarmaya çalışıyordu.
1856 yılına gelindiğinde ise devletlerarasındaki gerginlik, Çinli askerlerin kaçakçılıktan şüphelendikleri için Hong Kong açıklarında İngiliz
bayrağı altındaki Arrow adında bir geminin
mürettebatını esir asır almasıyla zirve yapmış
ve İngilizler (ardından Fransızlar, Amerikalılar
ve Ruslar) Çin’e karşı savaş açmıştır (Eberhard,
321). II. Afyon Savaşı emperyalist güçler açısından bakıldığında başarılı sonuçlanmış ve
1862’de Pekin Konvansiyonu ile yeni limanlar
ve ayrıcalıklar elde etmişlerdir. Hatta bu savaşla birlikte Çarlık Rusyası, günümüz Vladivostok ve Khaborovsk şehirlerini içeren yaklaşık
780.000 km2’lik araziyi kendi topraklarına
katabilmiştir (Huang, 265). Diğer taraftan bu
savaş, Çin’de politik ve ekonomik kırılmaların
daha sistemli bir hale dönüşmesine ve ülkede
önemli reformların yapılmasına sebep olmuştur.
Reform Süreci ve “Dul İmparatoriçe”
Cixi Otokrasisi
1862 senesinde İmparator Xian Feng’in ölümünün ardından tahta, beş yaşındaki oğlu
İmparator Tongzhi geçmiştir; fakat henüz reşit
olmamasından dolayı onun yerine annesi “Dul
İmparatoriçe Cixi”nin de bulunduğu üçlü bir
naipler konseyi ülkeyi yönetmiştir. Fairbank’ın
da ifade ettiği gibi ne yazık ki bu dönemde
ülke yöneticileri ve aydınları, Çin’in hem Batılı tarzda modern hem de eski geleneklerine
bağlı olabileceği gibi sonu boş ve hüsrana
uğramaya mahkûm bir düşünceye sahiptiler.
Bu politika dolayısıyla, ülke genelinde “Başkasına benzeme! Kendi-kendi güçlendir” felsefesi uygulanıyor (170), teknolojik ve kültürel
anlamda modernleşmeye çalışılıyor fakat bir
taraftan da eski Çin geleneklerine (Konfüçyanizm öğretilerine) göre devlet yönetiliyordu.
Bu bağlamda, 1860-80 yılları arasında devlet
memurluğu giriş sınavları tekrar düzenlenmiş, köylülere tohum, modern tarım araçları
dağıtılmış ve Çin’de tarımsal üretim tekrar
canlandırılmaya çalışılmıştır (Wikipedia, Tongzhi). Qing Hanedanlığı, Avrupalı ülkelerle
ilişkilerinde biraz daha ılıman politika izlemiş
ve yaklaşık 15 yıl boyunca Batılı devletlerle savaşmayarak ülkeyi bulunduğu zor durumdan
kurtaracak reformların yapması için gayret
edilmiştir. Hong Kong ve Şanghay’ında bulunduğu Pasifik limanlardan Avrupa’dan teknolojik makineler ve modern silahlar ithal edilmiş, 1870’de Şanghay’daki tercüman kadrosu
Batı’daki bilimsel eserleri Çinceye çevirmiş ve
toplumda okur-yazar sayısını arttırmak için
çalışmalar yapılmıştır.
17 yaşında tahta fiili olarak geçen İmparator
Tongzhi, iki yıl sonra çiçek hastalığına yakalanarak ölmüş ve sonrasında kuzeni olan fakat
hanedanlık yasalarına göre tahta geçmemesi
Boxer Harekatını Bastıran Batılı Müttefikler (Önder Kaya’nın Arşivindendir)
~ 15 ~
gereken Guangxu, “Dul İmparatoriçe” Cixi’nin
çıkarları doğrultusunda 1875’de tahta geçmiştir (Fitzgerland, 18). 19. yüzyılın ikinci yarısındaki en önemli uluslararası mücadele, Çin
ile Japonya arasında Kore’nin kimin kontrolü
altında olacağına dair savaştı. Bu savaş, Çin
açısından hem toprak bütünlüğü hem de son
dönemlerde yapılan reformların ülke içinde ne
denli etkili olduğunu göstereceğinden dolayı
büyük önem arz etmekteydi. 1894’de başlayan
Çin-Japon Savaşı, bir yılda sonrasında Qing
Hanedanlığının mağlubiyeti ile sonuçlandı ve
Çin, Kore üzerindeki himayesini tam anlamıyla
kaybetti. Afyon Savaşları, Çin’in dünya üzerindeki en güçlü imparatorluk olduğu algısını yıkmıştı, Çin-Japon Savaşı ise en azından topraklarını savunabilen başat bir bölgesel güç bile
olamadığını göstermiştir (Wasserstrom, 59).
19. yüzyılın son yıllarında emperyalist devletler Monopoly oynuyormuşçasına Çin’den
toprak almak için birbiriyle yarışıyorlardı. Nitekim Ruslar Lushun, Almanlar Qingdao’daki
etkinliğini dengelemek için İngilizler ikisinin ortasındaki Weihaiwei deniz üssüne ele
geçirdiler ve diğer taraftan Fransızlar Hong
Kong’un batısında bir liman kiralayıp Yunnan
ve Guanxi’de maden ruhsatını aldılar. Bütün
bu gelişmeler, Çin’de birbirinden farklı fakat
coşkun tepkilere yol açmıştır. 1895 yılında
Pekin’de Jinshi İmparatorluk Sınavı’na giren
öğrenciler, Japon istilasına karşı mücadeleyi
savunan, siyasi ve ekonomik reformları içeren
bir bildiri yayınlamışlardır. (Keay, 479-81) Aynı
yıl Dr. Sun Yat-sen ihtilâlci ilk teşebbüsüne girişmiş, hareketinde Hong Kong’u bir üs olarak
kullanarak askerlerine Kanton’u işgal etmelerini söylemiştir. Ancak bu plan, hanedanlığın
kulağına bir şekilde gitmiş, Sun Yat-sen’in
adamları ölüme çarptırılmış ve Sun Yat-sen de
Japonya’ya kaçmıştır (Fairbank, 180).
Çinli aydınlarından Kang Youwei, 1898 yılında askeriyeden ticarete kadar birçok alanda
radikal inkılaplar içeren bu reform listesini
desteklemiş ve İmparator Guangxu’ya sunmuştur. İmparator bu reformları kabul etmiş
ve sonucunda aynı yıl “Yüz Gün Reformları”
olarak bilinen, politika, ekonomi ve eğitimde
köklü bir biçimde değişimi öngören bir döneme girilmiştir. İmparator adına çıkarılan bu
emirnameler, siyasal anlamda özellikle devlet
memuriyet sınav sistemini yeniden yapılandırmayı, devlet kurumlarındaki ve bürokrasideki
rüşvet ve yolsuzluk gibi problemleri engellemeyi amaçladığından özellikle yüksek ve alt
tabakaya mensup memurlar arasında korku ve
endişeye sebep olmuştur (Fairbank, 178). Ülkede köklü bir yenilik umuduyla ortaya atılmış
bu cesur reform paketi, ilan edildikten 103 gün
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
1911 Çin Devrimi (Wikipedia)
sonra İmparatoriçe Cixi tarafından sona erdirilmiş, Kang Youwei İngilizler’in yardımıyla Hong
Kong’a kaçmış ve İmparator Guangxu’nun görevine son verilerek hapse attırılmıştır.
İmparatoriçe’nin yönetimi ele almasıyla beraber “Yüz Gün Reformları” kapsamında yapılan tüm uygulamaları kaldırtmış fakat Pekin
Üniversitesi’nin kurulmasına engel olmamıştı.
İleriki dönemlerde Yeni Kültür Hareketi ve Dört
Mayıs Hareketi gibi Çin’deki modernleşme hareketlerinin ve kültürel gelişimin öncüsü olacak Pekin Üniversitesi’nin birçok ayaklanmada
öncü rol üsteleneceğini eğer İmparatoriçe Cixi
bilseydi, hiç şüphe yok ki tüm reform engellemelerini bir kenara bırakır, bu kuruluşu hemen
kapatmaya çalışırdı (Fitzgerland, 18).
Boxer Buhranı ve Çin Cumhuriyeti’nin
Kuruluşu
1898’de Rusya’nın Mançurya’yı ele geçirmesiyle beraber artık ülke içinde yabancı
devletlere karşı öfke giderek büyüyordu. 20.
yüzyılın başına gelindiğinde ise Boxer Ayaklanması olarak bilinen Batı’nın Çin üzerindeki
emperyalist planlarına karşı bir isyan patlak
vermiştir. Ayaklanma, Boxer adındaki gençlik
çetelerinin Kuzey’deki Hıristiyan Çinlere, Avrupa elçiliklerine ve yabancı misyoner gruplarına
saldırmasıyla başlamış ve kısa süre içerisinde
Tianjin ve Pekin’e sıçramıştır. Ayaklanmaya bu
ismin verilmesinin temel nedeni, asilerin çatışırken daha ziyade yumruklarını kullanmalarıdır. 1900 yazında Pekin, 20.000 kişilik bir ordu
tarafından kuşatılmış ve yaklaşık elli beş gün
boyunca Batılı ve Japon kimseler burada rehin
olarak tutulmuştur. İsyancıları bastırılması gereken genç haydutlar olarak görmekle ülkesini
savunan saygıdeğer yurttaş olarak görmek
arasında gidip gelen Qing Hanedanlığı, en
sonunda Boxerlara yabancı devletlerin ülkedeki varlığını sona erdirebilecek bir güç olarak
bakıp “Qing’i Destekle, Yabancıları Yok Et!” gibi
propagandalarla geçici bir süre destek vermiştir (Wasserstrom, 60; Keay, 482-83). Bu destek
sayesinde hanedanlık bir on yıl daha ayakta
kalabilmiştir; fakat ayaklanma, 1901 Eylül’ünde “Sekiz Devlet İttifakı” tarafından bastırılmış
ve Çin’in yabancı devletlere tazminat vermesini öngören Boxer Protokolü imzalanmıştır. Varılan antlaşma sonucunda Qing hanedan mensupları geçici olarak Pekin’in dışında yaşamak
zorunda kalmış fakat sonrasında dönmelerine
izin verilmiştir. İlginçtir ki yaşanılan krizin çözülmesi için her iki taraf da Boxerları, hanedan
karşıtı bir grup olarak damgalamıştır; ama bilindiği üzere isyancılar, hanedanlığa karşı değil, ülkenin sürüklendiği felaketin sorumlusu
olarak gördükleri Hıristiyanlara (emperyalist
güçlere) ve Japonlara karşı ayaklanmışlardır.
1908 senesinde Dul İmparatoriçe Cixi hastalanmış ve ölümünün yaklaştığını anlamıştır,
bunun üzerinde ölümünden bir gün önce hapsedilmiş olan yeğeni Guangxu’yu öldürtmüş.
İmparatoriçenin ölümünün ardından Qing Hanedanlığı’nın son İmparator olan iki yaşındaki
Puyi tahta geçmiştir ve onun çocuk imparator
adına ülkeyi yönetmesi için yeni bir naipler
meclisi göreve gelmiştir. Hanedanlık, Boxer
Buhranı’ndan sonra çeşitli radikal reformlar
yapmaya çalışmış olsa da, bu girişimler çoğu
kişiye göre geç kalınmış, yetersiz çabalar olduğundan beklenildiği gibi başarılı olamamıştır
(Wasserstrom, 63).
~ 16 ~
10 Ekim 1911’den önce Sun Yat-sen, Qing
Hanedanlığı’nı devirmek için on defa girişimde bulunmuş ama hepsi de başarısızlıkla
sonuçlanmıştır. 1911 senesinin Ekim ayında
Kanton şehrinde tekrardan bir ihtilale girişmeyi planlarken bu sefer de Cumhuriyet yanlısı
kişilerin el bombası yapmak için kullandıkları
evde patlama olmasıyla, hem planlandıkları
hareket hem de Cumhuriyetçi parti üyelerinin
yazılı olduğu bir liste deşifre olmuştur. Bunun
üzerine General Li Yüan yönetiminde ayaklanma başlamış, birkaç gün içerisinde Orta Çin’deki ihtilalci gruplar bulundukları bölgelerdeki
idareye el koymuşlardır (Fairbank, 188-89;
Fietzgerland, 26). Yakın vakitte İmparatorluk
Ordusu’nun kaldırılması ve ayaklanmaların
ülke geneline yayılması sonucunda da Qing
Hanedanlığı devrilerek 19 Şubat 1912’de Çin
Cumhuriyeti kurulmuştur. O zamandan beri bu
tarih Çin Cumhuriyeti’nin kuruluş günü olarak
kutlanmaktadır.
Kaynakça:
“Tongzhi.” Wikipedia. N.p., n.d. Web. 7 Feb.
2015.
Brown, Judith M., and Rosemary Foot. Hong
Kong’s Transitions: 1842-1997. Basingstoke:
Macmillan, 1997. Print.
Eberhard, Wolfram, Prof. Dr. Çin Tarihi. 2nd
ed. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1987.
Print.
Fairbank, John K., Prof. Dr. Çağdaş Çin’in Temelleri: 1840-1950. Trans. Unsal Oskay. Ankara: Doğan Yayınevi, 1969. Print.
Fitzgeral, Charles P. Çin Devrimi (Mao’nun Zaferi). Trans. Yalçın Bilir. N.p.: Milliyet Yayınları,
1979. Print.
Gökten, Kerem. Çin Yüzyılını Anlamak: Afyon
Savaşlarından Bugüne Çin’in Dönüşümü. Ankara: Notebene Yayınları, 2012. Print.
Huang, Ray. Çin Tarihi: Bir Makro Tarih Yaklaşımı. Trans. Atilla Sönmez. İstanbul: İstanbul
Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2005. Print.
Keay, John. Trans. Neşe Kars Tayanç and Dinç
Tayanç. İstanbul: İnkilap Kitabevi, 2011. Print.
Ngo, Tak-Wing. Hong Kong’s History: State
and Society under Colonial Rule. London:
Routledge, 1999. Print.
Tsang, Steve Yui-Sang. Hong Kong: Appointment with China. London: I.B. Tauris, 1997.
Print.
Wasserstrom, Jeffrey N. 21. Yüzyılda Çin: Çin
Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey. Trans.
Hür Güldü. N.p.: İletişim Yayınları, 2013. Print.
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Nameste*, Delhi
Ilgın Nas
Merhaba sevgili okuyucu, ben Ilgın Nas.
Birçoklarının bildiği üzere, üç yıldır Hindistan’ın dillerinden dinlerine, müziklerinden
filmlerine, barındırdığı her türlü cevhere
bitmek bilmez bir merak, ilgi ve sevgi beslemekteyim. Gece gündüz Hindistan hayalleri
kurarak geçirdiğim iki yılın ardından, 2014
Temmuz’unda bir aylığına Hindistan’a gitme
şansını elde ettim. Asıl olarak Hintçe öğrenmek amacıyla yaptığım bu ziyaret sırasında,
kaldığım şehir olan Delhi’nin her köşesini
derinlemesine keşfetme olanağını da yakaladım. Bu yazımda, kelimenin tam anlamıyla
tadı damağımda kalan bu deneyimi sizlerle
paylaşmak, Delhi’nin sayısız güzelliklerinden
bazılarını sizlere tanıtmak istiyorum. Hindistan’ı bir dahaki tatil mekânınız olarak belirlemeniz, geziniz sırasında bu rehberi yanınızda
taşımanız umuduyla...
Hindistan’ın üçüncü en büyük şehri olan
Delhi, ülkenin başkenti ve politik merkezidir.
Şehir, aslında Eski Delhi ve Yeni Delhi olmak
üzere iki bölümden meydana gelir. Hindistan’da Müslümanların hüküm sürdüğü 12.
ve 19. yüzyıllarda devletin merkezliğini
yapmış olan Eski Delhi’de bu dönemlere ait
pek çok cami, medrese, kale ve anıtsal yapı
bulunur. 1911 yılında İngilizler tarafından
inşa edilen Yeni Delhi ise daha modern bir
karaktere sahiptir.
Eski Delhi: 1
Moğol İmparatoru Şah Cihan tarafından 17.
yüzyılda “Şahcihanabad” adıyla kurulmuş
olan şehir, bugünkü Eski Delhi’nin temelini
oluşturur. Tarihi yapısı büyük oranda korunmuş olan bu bölgede görülmesi gereken
mekânlardan bazıları Kızıl Kale, Cuma Camisi, Jain Tapınağı ve Sih Tapınağı’dır. Eski
Delhi’ye ulaşmak için metroyu kullanmak ve
Chandni Chowk istasyonunda inmek en uygun yöntem olacaktır. Daha sonra yürüyerek
ya da bisikletli bir rikşa vasıtasıyla adı geçen
yerlere kolaylıkla ulaşılabilir.
Cuma Camisi:
Eski Delhi’nin dar sokaklarının üzerinde
yükselen Cuma Camisi (Jama Mascid), Hin* Hintçe’de “Merhaba”.
distan’ın en büyük camilerinden birisidir.
1650-1656 yılları arasında inşa edilen ve
İmparator Şah Cihan’ın son mimari eseri
olarak kabul edilen bu cami, Moğol mimari
tarzını en iyi şekilde temsil eden eserlerdendir. Kırmızı kumtaşı ile inşa edilmiş olan
caminin en göze çarpan özellikleri siyah
ve beyaz mermerden yapılmış olan üç görkemli kubbe ve giriş kapısını çerçeveleyen
iki devasa minaredir. Caminin Doğu, Kuzey
ve Güney olmak üzere üç tane kemerli giriş
kapısı vardır. 35 yüksek kumtaşı basamak ile
ulaşılan bu kapılar, 25000 kişiyi barındırabilecek büyüklükteki devasa avluya açılır. Namaz saatlerinde turistlerin camiye girmesi
yasaktır.
Kızıl Kale:
Kızıl Kale, (Red Fort, Lal Qila) İmparator Şah
Cihan’ın Moğol başkentini Agra’dan, Şahcihanabad’a taşımaya karar vermesi üzerine
1638-1648 yılları arasında inşa edilmiştir.
İsmini yapımında kullanılan kırmızı kumtaşından alan kale, Moğol görkemini temsil
eder niteliktedir.
Kaleye giriş, batı duvarının ortasındaki üç
katlı Lahor Kapısı (Lahori Gate)’ndan sağlanır. Girişte karşımıza küçük bir kapalı market
(Chatta Chowk) çıkar, onun ilerisinde artık
Savaş Anıtları Müzesi (War Memorial Museum) olarak kullanılan Nöbethane (Naubat
Khana) bulunur. Nöbethane’nin doğusuna
doğru devam eden yolun sonunda, kırmızı
kumtaşından yapılmış Divan-ı Aam (Halktan Ziyaretçiler Salonu)’a yer alır. Bu bina
zamanında Moğol İmparatorlarının mücevherlerle döşeli mermer tahtlarında oturarak
halkın şikâyetlerini dinledikleri mekândır.
Divan-ı Aam ’ın ilerisinde yer alan beyaz
mermerden yapılmış göz alıcı Divan-ı Has
(Özel Ziyaretçiler Salonu) ise, İmparatorların
arkadaşlarını ve yakınlarını ağırlamak için
kullanılmıştır. Moğolların meşhur Tavuskuşu
Taht’ı (Peacock Throne) 1738 yılında Nadir
Şah tarafından İran’a kaçırılana kadar bu
binada korunmuştur.
Saydıklarımız, oldukça geniş bir alanı çevreleyen Kızıl Kale’nin içindeki onlarca eserden yalnızca birkaçıdır. Kaleyi 1857 yılında
işgal eden ve bölgeyi bir askeri merkez haline getiren İngiliz ordusu, çeşitli askeri yapılar inşa etmek için bazı tarihi binaları yok
etmiştir. 15 Ağustos 1947’de Hindistan’ın
bağımsızlığının sembolü haline gelen Kızıl
Kale, günümüzde UNESCO tarafından bir
dünya mirası sayılmaktadır.
Digambar Jain Tapınağı:
Digambar Jain Tapınağı, Kızıl Kale’nin karşısında, Netaji Subhash Marg ile Chandni
Chowk sokaklarının kesiştiği noktada yer
alır. 16. yüzyılda kırmızı kumtaşından inşa
edilmiş olan yapı, Delhi’deki en eski Jain
tapınağıdır. Hindistan’da iki bin yıldan uzun
süredir varlığını sürdüren Jainizm inancı,
özellikle şiddetten uzak durma ilkesini vurgulayarak, ruhun yeniden doğuş döngüsünden bağımsızlığa ulaşması için özdenetim
ve çilecilik yolunun takip edilmesi gerektiğini öğütler. Bu dinin en yüksek ideali olan
ahimsa’ya ulaşmak isteyen inananlar; katı
vejetaryen kurallara, çilecilik temeline ve
her koşulda şiddete karşı durmaya dayalı
bir yaşam felsefesi takip ederler. Sevgi ve
Sih Gurusu, Gurudwara Sisganj
~ 17 ~
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Hindistan Siyasi Haritası (thoothukudi.tn.nic.in)
merhametin dini olarak bilinen Jainizm’in
bu güzel tapınağı, ana caddenin gürültü
ve hareketinden yorulan kişileri, mermer
sütunları, resimli tavanları, yaldızlarla süslü
duvarları arasında misafir etmeye her daim
hazırdır.
Gurudwara Sisganj Sih Tapınağı:
Hindistan nüfusunun yüzde ikisi tarafından takip edilen Sih dininin ibadet mekânı,
gurudwara olarak adlandırılan tapınaklardır. Anlatıldığına göre Moğol İmparatoru
Alemgir (Aurangzeb), Müslüman olmayı
reddeden dokuzuncu Sih gurusu Guru Tegh
Bahadur’u 1675 yılında idam ettirmiştir.
Bundan yaklaşık yüz yıl sonra Guru Tegh
Bahadur’un takipçilerinden Baba Baghel
Singh, Guru’nun başının kesildiği noktada
Gurudwara Sisganj’ın yapımını başlatmıştır.
Günümüzde aktif bir ibadethane olarak kullanılan Gurudwara’ya giriş ücretsiz ve serbesttir. Sih dininde temizliğe büyük önem
verildiği için her köşesi ışıl ışıl parlayan bu
tapınağa girmeden önce ayakkabılarınızı
çıkarmanız, el ve ayaklarınızı yıkamanız ve
başınızı örtmeniz beklenir. Çıkışta Guru’nun
size uzatacağı turuncu çiçeği iki elinizle kabul etmeyi, bir kutu içerisinde size verilecek
tatlıyı almayı ve tapınağa bir miktar bağış
yapmayı unutmayın.
Merkezi Delhi:
Merkezi Delhi, yalnızca şehrin değil ülkenin
de politik merkezidir. Bölgede politik önemi çok yüksek olan Rashtrapati Bhavan ve
Sansad Bhavan’ın yanı sıra Hindistan Kapısı,
Ulusal Müze, Gandhi Smriti, Jantar Mantar
gibi müzeler, galeriler, anıtlar, tarihi eserler
ve bahçeler yer alır. Merkezi Delhi’ye ulaşmanın en kolay yolu metroyu kullanarak
Central Secretariat istasyonunda inmektir.
Adı geçen mekanların birçoğu, metro istasyonun çıktığı Rajpath yolunun üzerinde ya
da iki ucundadır. İsteyen etrafta fazlasıyla
~ 18 ~
bulunan rikşa’ları kullanarak, isteyen de yürüyerek gezisini sürdürebilir.
Rashtrapati Bhavan:
Hindistan Cumhurbaşkanı’nın resmi ikametgâhı olan ve Yeni Delhi’nin merkezinde
bulunan Rashtrapati Bhavan, 1931 yılında
Hindstan’daki İngiliz yönetiminin kalıcılığını
temsilen inşa edilmiştir. Yapımı 17 yıl süren
340 odalı bu mansiyon, Moğol ve klasik Avrupa mimarisinden izler taşır. Binanın en
göze çarpan özelliği, çok uzun mesafelerden bile ayırt edilebilen devasa kubbesidir.
Binanın içerisinde önemli seremonilerin yapıldığı Durbar Hall’ın yanı sıra bir de Mutfak
Müzesi bulunur, batısında ise barındırdığı
bin bir gül çeşidi ile ün salmış Moğol Bahçeleri yer alır. Rashtrapati Bhavan’a giriş,
ülkedeki terör karşıtı önlemler kapsamında
engellenmiştir.
Sansad Bhavan:
Sansad Bhavan, Hint Milli Meclisi’nin toplandığı mekandır. Kubbeli merkezi bir salon
ve üç yarım daire biçimli yapıdan meydana
gelen daire şeklindeki kompleks, Halk Meclisi (Lok Sabha), Eyaletler Meclisi (Rajya Sabha) ve meclis kütüphanesine ev sahipliği
yapmaktadır. Sansad Bhavan, demokratik
Hindistan’ın tarihinde çok önemli bir yere
sahiptir; zira 14 Ağustos 1947 gece yarısında
güç transferi merkezi salonda gerçekleşmiş,
Hindistan’ın ilk anayasası bu binalarda kaleme alınmıştır. Binaya turistik ziyaret ancak
resmi izin ile yapılabilmektedir.
Hindistan Kapısı:
Delhi’nin sembollerinden biri haline gelen
Hindistan Kapısı (India Gate), 1931 yılında
Birinci Dünya Savaşı ve Üçüncü Afgan Savaşı
sırasında şehit olan İngiliz ve Hintli askerlerin anısına yapılmıştır. Anıtın kemerinin
altında bulunan Ölümsüz Savaşçının Ateşi
(Amar Jawan Jyoti), 1971 Hint-Pakistan
Savaşı’nda hayatını kaybeden askerlere
gösterilen saygının bir işareti olarak sürekli yanar. Hindistan Kapısı’nın ve Rajpath’ın
etrafını saran uçsuz bucaksız çimenlik ve
ağaçlık alan; dinlenmek, akşam yürüyüşleri
yapmak, ya da arkadaşlarla zaman geçirmek
için idealdir.
Ulusal Müze:
Hindistan’daki en büyük müze olan Ulusal
Müze (National Museum), Hint tarihinin
farklı dönemlerine ışık tutan 200,000 civarında heykel, tablo, sikke, kumaş, silah, zırh,
yazıt ve antropolojik objeye ev sahipliği yapmaktadır.
İki katlı müzenin giriş katında Harappa Uy-
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
garlığı, Heykeller, Budist Sanat, Hint Minyatür Sanatı, Hint Yazı ve Sikkelerinin Gelişimi,
Dekoratif Sanatlar ve Mücevherler galerileri
bulunur. Birinci katta Orta Asya Sanatları,
Yazıtlar, Tanjore ve Mysore’dan Tablolar ve
Denizcilik Mirası bölümleri yer alırken son
kat Hint Kumaşları, Hint Sikkeleri, Silah ve
Zırhlar, Ahşap Oymalar ve Müzik Aletleri
şeklinde ayrılmıştır.
Pazartesi günleri kapalı olan müzeye giriş
turistler için 300 rupi (5 dolar, 12,5 lira)’dir.
Girişte verilen “The Museum in 90 Minutes”
(90 Dakikada Müze) broşürünü takip ederek
hızlı bir gezi yapabilir, ya da sesli rehberinizi
kullanarak neredeyse tüm eserler hakkında
bilgi edinebilirsiniz. Tarih meraklılarının
müzeyi detaylıca gezmek için bütün bir
günü ayırması gerekebilir.
Gandhi Smriti:
Gandhi Smriti, Hindistan’ın kurucularından
Mahatma Gandhi’nin anısı için hazırlanmış
bir müze-anıt evidir. Udyog Bhavan metro
istasyonunda inerek ulaşabileceğiniz Tees
January Marg’da bulunan bu bina, Gandhiji
‘nin hayatının son 144 gününü geçirdiği ve
suikasta uğradığı yerdir. 1971 yılında Hint
Hükümeti tarafından alınan bina, 1973’te
bir müzeye çevrilmiştir. Müzede Gandhiji’nin kaldığı odayı ve dua ettiği mekânı
ziyaret etmek, kişisel eşyalarını görmek,
nadir fotoğraflarına bakmak, özlü sözlerini
okumak mümkündür. Büyük liderin evinden dua alanına giderken attığı son adımlar çimentodan ayak izleriyle, öldürüldüğü
nokta “martyr’s column” ile işaretlenmiştir.
Mahatma Gandhi’nin varlığının net olarak
hissedildiği bu sade anıt evi, ziyaretçilerine
yüklü bir duygusal deneyim yaşatır.
Güney Delhi:
Şık restoranların ve pahalı butiklerin binlerce yıllık kalıntılarla yan yana yer aldığı
Güney Delhi’de, adeta geçmiş ve günümüz
aynı anda yaşanabilir. Bu bölgede Mehrauli
Arkeolojik Parkı, Qutb Minar, Eski Kale (Purana Qila), Hümayun’un Türbesi gibi dünyaca ünlü tarihi eserleri ziyaret etmek; Lotus
Tapınağı, Kalkaji Tapınağı ve Nizamuddin
Dergâh gibi farklı dinlere ait merkezlerde
ruhani deneyimler yaşamak; Lodi Bahçeleri, Ulusal Hayvanat Bahçesi gibi alanlarda
doğanın tadını çıkarmak ve El Sanatları Müzesi (Crafts Museum), Hindistan Uluslararası
Merkezi (India International Center) gibi
alanlarda kültürel zenginlikleri keşfetmek
mümkündür.
Nizamuddin Dergâh:
Nizamuddin bölgesine Mathura Yolu tarafından girer girmez bu bölgenin Delhi’nin
geri kalanından ciddi şekilde farklı olduğunu göreceksiniz. Neredeyse tamamen
Müslümanlar tarafından iskân edilmiş bu
bölgede Urduca yazılmış tabelalar bulmaya,
tespih satan çocuklara rastlamaya, etraftan
kebap kokuları almaya ve başlarında beyaz
takkeleriyle gezen insanlar görmeye hazırlıklı olun.
Karşınıza çıkan dilenci, satıcı ve kebapçı kalabalığından çekinmeyin; caddeden içeriye
doğru akan insan trafiğine katılın, kıvrımlı
daracık sokağın sonuna kadar yürüyün. Nizamuddin Dergah’a yaklaştıkça, kebap dükkanlarının yerlerini pembe çiçekler ve yeşil
örtüler (chadur) satan tezgahlara bıraktığını
göreceksiniz. İsterseniz Dergâh’ta sunmak
üzere bu hediyelerden alabilirsiniz. Ayrıca
yolun kenarındaki insanların size ayakkabılarınızı çıkarmanızı söylediğini duyacaksınız: onları dikkate almayın. Ayakkabılarınızı
ancak Dergâh’ın girişinde çıkarın; yoksa
uzunca bir yolu çıplak ayakla yürümek zorunda kalabilirsiniz.
İlk olarak Amir Khusro’nun türbesini ziyaret edin. Qawwali’nin (sufi müziği) babası
olarak tanınan Amir Khusro, Nizamuddin
Evliya’nın bir öğrencisiydi. Buranın birkaç
metre kuzeye ilerlediğinizde, ünlü Sufi Nizamuddin Evliya’nın anısına inşa edilmiş
olan Nizamuddin Dergah’a ulaşacaksınız.
Evliya’nın orijinal türbesi yok olduğu için
Dergâh’ın merkezine 15. yüzyılda yapılmış
temsili bir türbe yerleştirilmiştir. Türbeye
ilerleyen yıllarda ülkeyi yöneten hükümdarlar ar tarafından bakım, tadilat ve eklemeler
yapılmıştır.
Her perşembe akşamı Nizamuddin Dergah’ta qawwali akşamı düzenlenir. Yüzlerce
insan akşam namazından sonra qawwali sanatçılarını dinlemek için Dergâh’ın avlusunda toplanır. Nizamuddin’in ünlü qawwali sanatçıları, yerel çalgılar eşliğinde geleneksel
sufi şarkılarını seslendirirler. Delhi ziyaretiniz sırasında en azından bir kere Dergâh’a
gidin, halkın arasına karışın, mermer zeminde bağdaş kurarak qawwali’yi dinleyin.
Bu deneyimi bir kez yaşadıktan sonra her
perşembe akşamınızı Dergâh’ta geçirmek
isteyeceksiniz.
Alışveriş:
17 milyondan fazla kişinin ikamet ettiği
Delhi’de, bu kalabalık nüfusun ihtiyaçlarını
karşılamak için kurulmuş onlarca alışveriş
Sol: Diwan-ı Khas, Kızıl Kale | Sağ: Mahatma Gandhi’nin son adımları ve öldürüldüğü noktayı işaretleyen Martyr’s Column
~ 19 ~
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Sol: Hindistan Kapısı (India Gate) ve arkasında Ölümsüz Savaşçının Ateşi Anıtı (Amar Jawan Jyoti) | Sağ: Delhi Kızıl Kale (Delhi Red Fort)
mekânı vardır. Kimisi pazar, kimisi yer altı
çarşısı, kimisi de kapalı alışveriş merkezi
şeklinde düzenlenmiş olan bu merkezlerden
bazıları aşağıda sıralanmıştır.
Chandni Chowk:
Kuzey Delhi’de yer alan Chandni Chowk, sokakta alışveriş yapmayı sevenlerin mutlaka
uğraması gereken bir duraktır. Ana yolda
ve bu yoldan ayrılan daracık sokaklar üzerinde sattıkları ürünlere göre dizilmiş küçük
dükkânlardan geleneksel kıyafetler, düğün
malzemeleri, şallar, takılar, kitaplar, baharatlar gibi birçok ürün toptan fiyatına satın
alınabilir.
Nai Sarak:
Chandni Chowk yolunu Chowri Bazaar’a
bağlayan Nai Sarak boyunca okul kitapları
ve kırtasiye malzemeleri satan onlarca küçük dükkân yer alır.
Daryaganj Kitap Pazarı:
Her pazar günü Eski Delhi’nin uzun caddelerinden birisi boyunca kurulan Daryaganj
Kitap Pazarı’na Chandni Chowk metro istasyonundan bir rikşa’ya binerek kolayca ulaşabilirsiniz. Yalnızca ikinci el eşyaların satıldığı
pazarda okul kitaplarından romanlara, dergilerden gazetelere birçok farklı türde eser
bulabilirsiniz. Biraz sabırlı olmanız yeterli.
Sarojini Nagar ve Lajpat Nagar:
Güney Delhi’deki bu iki mahallede, ülkemizdeki kıyafet pazarlarının benzerlerine
rastlayacaksınız. Hem Sarojini hem de Lajpat Nagar’da başta kıyafet olmak üzere takı,
çanta, ayakkabı, ev aksesuarı gibi birçok
ürün bulabilirsiniz. İki pazarda da fiyatların
oldukça uygun olduğunu göreceksiniz; ancak yine de pazarlık etmekten çekinmeyin.
Saket:
Saket yeraltı treni istasyonunda indikten
sonra bir rikşa’ya binerek üç alışveriş merke-
zinden oluşan komplekse kolaylıkla ulaşabilirsiniz. Delhi’nin bitmek bilmez kaosundan
yorulduğunuzda bu alışveriş kompleksine
sığınıp klimalı dükkânlarda serinleyebilir,
lüks kafelerde kahvenizi yudumlayabilir,
sinemada bir film izleyebilir, böylece birkaç
saatliğine kendinizi evinizde hissedebilirsiniz.
Connaught Place:
Delhi’nin merkezi sayılan Connaught Place,
her turistin mutlaka görmesi gereken yerler
arasında. Birbirini çevreleyen üç halka şeklinde düzenlenmiş olan Connaught Place’teki dükkânlarda yiyecekten giyeceğe, takıdan
kitaba her türlü şeyi bulmak mümkündür.
Amerikan tarzı fast-food restoranları ile
Hint tarzı sokak yemekleri satan tezgâhların
yan yana bulunduğu, batılı kıyafet dükkânlarının önünde geleneksel takılar satan kadınların oturduğu bu merkez, Hindistan’daki
doğu-batı sentezini gözler önüne sermektedir.
Shankar Market:
Connaught Place’in hemen dışında bulunan
Shankar Market, Delhi’deki en önemli giyim
marketi olarak ün salmıştır. Elli yıldır varlığını sürdüren markette yüzlerce kumaş, onlarca da terzi dükkânı vardır. Bu dükkânlardan
isteğinize göre kumaş satın alabilir, batılı ya
da geleneksel tarzda kıyafetler diktirebilir,
kıyafetlerinize işlemeler yaptırabilirsiniz.
Paharganj:
Metrodan New Delhi Railway Station’da
inip caddeden karşıya geçtiğinizde kendinizi Paharganj’ın ana girişinde bulacaksınız.
Bir kilometre kadar uzanan caddenin iki yanındaki dükkânlardan çok ucuz fiyata çeşitli
kıyafetler, takılar, hediyelik eşyalar, ev aksesuarları, biblolar, kitaplar ve müzik CD’leri
satın alabilirsiniz.
Son olarak, Delhi geziniz sırasında her za-
~ 20 ~
man tedbirli davranmaya dikkat edin, ancak
yeni yerler keşfetmekten, yeni tatlar denemekten, sizi meraklı gözlerle izleyen çocuklara gülümsemekten, sizinle sohbet etmek
isteyen dükkân sahiplerine selam vermekten çekinmeyin.
İçinde herkes için farklı deneyimler barındıran bu rengârenk ülkeyi özümsemenin tek
yolunun, onu önyargılardan ve korkulardan
arınmış bir şekilde tecrübe etmek olduğunu
unutmayın.
Hindistan’ı ziyaret edin ve kendi hikâyenizi
bulun.
Gitmeden Önce Mutlaka Okuyun:
Geceyarısı Çocukları (1981), Salman Rushdie
Küçük Şeylerin Tanrısı (1997), Arundhati
Roy
A Fine Balance (1995), Rohinton Mistry
Hindistan’a Bir Geçit (1924), E. M. Forster
Mirrorwork: 50 Years of Indian Writing
1947-1997 (1997), Derleme: Salman Rushdie ve Elizabeth West
Gitmeden Önce Mutlaka İzleyin:
Mughal-e-Azam, 1960
Pakeezah (Pakize),1972
Salaam Bombay! (Selam Bombay), 1988
Lagaan: Once Upon A Time in India (Lagaan: Evvel Zaman İçinde Hindistan’da), 2001
Om Shanti Om, 2007
Taare Zameen Par (Her Çocuk Özeldir), 2007
3 Idiots (3 Aptal), 2009
Dabba (Sefer Tası), 2013
Bombay Talkies, 2013
PK, 2014
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Yakın Tarihimizin Karanlık Yüzü: Bosna Savaşı
Alp Tartıcı
Yüzyıllardır birçok milleti, dini ve kültürü içinde barındırmış eşsiz bir mozaik olan Bosna, bu
yapısını koruyabilmek için tarih boyunca ağır
bedeller ödemiştir. Bu mozaik, uyum içerisinde olduğunda bölgede önemli atılımlar yapılmış, çıkar çatışmaları yaşandığında ise Bosna
kan gölüne dönmüştür.
Günümüzde Boşnaklar için “Müslüman Sırplar” değerlendirmesi yapılsa da, bu değerlendirmenin herhangi bir dayanağı bulunmamaktadır. Zira, Boşnaklar ve Sırplar, aynı ırkın,
yani Slav ırkının farklı milletleridir. Milletlerin
kültürünü şekillendiren etkenler -tarihsel geçmiş, sanatlar, yaşam tarzı, din, örf ve adetlerbu iki toplumda farklılık göstermektedir. Fakat “Bosnalı” ifadesi, sadece Boşnakları değil,
Bosna’da yaşayan tüm halkları anlatmak için
kullanılır ve herhangi bir etnik kimlik anlamı
taşımaz.
Boşnaklar 9. yüzyılda Hırvatların etkisiyle
Katolik inancıyla, 11. yüzyılın sonlarında ise
Sırplar aracılığıyla Ortodokslukla tanıştılar
ancak 15. yüzyıla kadar, Bogomil adında bir
köy papazının kurduğu Bogomilizm isimli bir
Hristiyan mezhebine mensup olarak kaldılar.
Bu mezhep; teslise inanmaması, İsa’yı tanrı
olarak kabul etmemesi ve haç gibi Hristiyan
sembollerini reddetmesi nedeniyle Katolik
Kilisesi tarafından “sapkın bir mezhep” olarak
nitelendirildi. Bogomolizm, bu yüzden birçok
açıdan İslamiyet’e benzetilmiştir (“Bogomil”).
Bosna halkına dini açıdan son şeklini veren
olay ise Fatih Sultan Mehmet döneminde ve
öncesindeki, Saru Saltuk liderliğindeki Müslüman akınlarıdır (Akalın). Bosna halkının önceki dini inancının İslamiyet anlayışına yakın
olması, bu yeni dini kabul etmelerini kolaylaştırmış olmalıdır.
1463’te Fatih Sultan Mehmed tarafından fethedilişinden 1878’de Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu hakimiyetine geçene kadar,
Bosna’da Osmanlı İmparatorluğu hüküm sürmüştür. Osmanlı Devleti’nin kontrolü altına
girdikten sonra farklı bir kimlik kazanan Bosna
halkı, bu döneminde stratejik olarak önemli
bir bölge haline gelmiştir. Osmanlı padişahları
bölgenin bayındırlığına çok önem vermiştir
ve Bosna’da yetişen birçok kişi, Osmanlı Dev-
leti’nde önemli görevlere getirilmiştir. Hatta,
Bosna’nın en önemli şehirlerinden olan Travnik’te yetişmiş 70 Bosnalı vezir, Osmanlı’ya
farklı dönemlerde hizmet etmişlerdir (“Bosnia, All Year Round”). 1878’de ekonomik ve
siyasi baskılara dayanamayan Osmanlı İmparatorluğu, Bosna-Hersek’in kontrolünü Berlin
Antlaşmasıyla Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na bırakmıştır. Bu dönemde ülkede
batılılaşma yolunda önemli adımlar atılmıştır.
Bu iki dönemin mimari ve kültürel farklarını,
Saraybosna’nın sokaklarında net bir şekilde
gözlemlemek mümkündür.
1993’te Mostar Köprüsü’nün Hırvatlar
tarafından bombalanışı
Avusturya arşidükü Prens Franz Ferdinand’ın
öldürülmesiyle I. Dünya Savaşı’nın resmen
başladığı yer olan Bosna, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na bağlı olarak İttifak
Devletleri’nin yanında savaşa girdi. Savaştan
sonra imparatorluğun yıkılmasıyla, 19181941 yılları arasında Yugoslavya Krallığı’na
bağlı kaldı ve 2. Dünya Savaşı’na tanıklık etti.
Yugoslavya Krallığı’nın Nazileri geri püskürtmesinde partizan direnişleriyle birlikte önemli rolü bulunan Bosna halkı, o dönemde gerek
ülke içindeki çatışmalarda, gerekse Nazilere ve
İtalyanlara karşı olan savaşta ağır kayıplar verdi. Bu büyük kayıpta Hırvatların ve Sırpların
birbirine düşmesinin de yadsınamaz bir payı
vardır (Dizdarević, 6). O dönemde Nazi katliamlarından ve Bağımsız Hırvat Devleti’nin
Saraybosna’da Aliya İzetbogevic’in de
mezarının bulunduğu şehitlik
~ 21 ~
etnik temizliklerinden en çok etkilenenler
Sırplar olmuştu. Ancak Sırp tarafı, yaşadıkları
acı olaylardan Boşnakları ve Bosnalı Hırvatları
sorumlu tutmuş ve böylece 60 yıl sürecek olan
husumetin fitili ateşlenmiştir.
Bosna, Soğuk Savaş’tan sonra Tito yönetimindeki Sosyalist Yugoslavya’nın bir parçası
olarak kaldı. Ancak Yugoslavya’daki iç savaş,
onlar için bir dönemin daha son bulmasına
neden oldu. Tarih boyunca aşırı milliyetçiliğin
hışmına uğrayan Boşnaklar, bir kez daha ırkçı saldırılara maruz kaldı. Sırplar; Avusturya,
Almanya ve Vatikan’ın kendilerini karşı ortak
hareket ettiği düşüncesiyle tüm dünyaya
meydan okudular (Şafak, 35). Büyük Sırbistan
devleti kurma hayaliyle çok sayıda Sırp genci etrafına toplayan Komünist Parti Başkanı
Slobodan Milosevic, bölgede toplu bir etnik
temizliğe girişti ve 1986-1992 yılları arasında
100.000 Boşnak’ın ölümüne yol açtı. Bu kanlı
saldırılar ayrıca Yugoslavya’nın yıkılmasıyla
sonuçlanacaktı.
Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyet’inin
parçalanma süreci, 25 Haziran 1991’de Almanya, Avusturya ve Vatikan’ın baskıları sonucu
Hırvatların ve Slovenya’nın bağımsızlığını ilan
etmesiyle başladı. Kısa süre sonra devletin ortak ordusu olan Yugoslavya Halk Ordusu ve orduya bağlı güçler, Sırp ordusu haline geldi. Bu
ordunun ilk eylemleri Slovenya’ya ve Hırvatistan’a saldırmak oldu ancak kesin bir zafer elde
edemeden geri çekilmek zorunda kaldılar. Bu
yıllarda Yugoslavya’nın 6 devlete bölünmesi
konusu, Avrupa Topluluğu’nun ve Birleşmiş
Milletler’in ana gündem maddesi haline geldi.
Bosna-Hersek’te Şubat 1992’de yapılan referendumda, tüm oyların %99.4’ünün “olumlu”
olması sonucunda Alija İzetbegovic önderliğindeki Bosnalılar bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bosnalı Sırplar referandumu boykot ettiler.
6 Nisan 1992’de Bosna-Hersek, Avrupa Topluluğu tarafından tanındı. Buna karşılık Sırplar
hiç zaman kaybetmeden, modern tarihin en
Srebrenica katliamı kurbanlarının toplu
cenaze töreni için hazırlıkları (Britannica)
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
uzun süren kuşatmasını başkent Saraybosna
çevresinde başlattılar. Bosna Savaşı’nın ilk
günü olarak kabul edilen bu günden bir hafta
sonra, bölgedeki üçüncü Sırp devleti kuruldu.
Ancak sayısı gitgide artan Sırp devletleri, Hırvatların ve Boşnakların toprak bütünlüğünü
tehdit etmeye başladı ve bölgedeki gerilimi
tırmandırdı (“Bosnian Conflict”).
Referandumdan sonra tehlikeli bir biçimde
tırmanan krizi kontrol altına almak için Birleşmiş Milletler tarafından kurulan barış gücü
UNPROFOR bölgeye gönderildi. UNPROFOR,
kuşatma altındaki Boşnaklara insanî yardım
malzemelerinin geçişini sağlamak için Saraybosna Havaalanı’nı ele geçirdi. 1993’te Srebrenitsa’da Boşnakların çoğunlukta bulunduğu
bölgelere yapılan şiddetli kara ve hava saldırıları nedeniyle Bosna-Hersek’in tamamı uçuşa
yasak bölge ilan edildi. Saldırılar sırasında,
Slobodan Milosevic’in eski korumalarından
Naser Oric, Srebrenitsa ve çevresini, Yugoslav
Halk Ordusu’nun tüm imkanlarından yararlanan Sırp paramiliterlerinden korumak için
milis kuvvetler oluşturdu. Boşnakların kahraman gözüyle baktıkları komutan Naser Oric,
daha sonra Sırp köylerindeki sivillere savaş
suçu işlediği iddiasıyla iki yıl hapis yatacak
ve ardından Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza
Mahkemesi’nde hakkındaki tüm suçlamalardan beraat edecekti (Serbs).
Devletlerin bağımsızlıklarını ilan ederek birbirlerinden ayrılması da çatışmaların önünü
kesmedi. EUFOR Bosna-Hersek Barış Gücü Harekat Kurmay Yarbaşkanı Kurmay Albay Alptekin Tartıcı konuyla ilgili, “Bosna-Hersek’in
Hırvatistan’a yakın bölgelerinde Hırvatlar,
Sırbistan’a yakın bölgelerinde ise Sırplar çoğunluktaydı. Bu nedenle ayrı devletlerin ku-
rulması bu savaşı engellemedi.” (Tartıcı) diyor.
Bununla beraber, Milosevic’in empoze etmeye
çalıştığı “Sırpların diğer Yugoslav cumhuriyetleri tarafından istismar edildiği” düşüncesi,
Hırvatlarda da kendini göstermeye başlamıştı.
Öyle ki, Vitez şehrindeki Ahmiçi köyünde yıllarca kardeşçe yaşayan Hırvatlar ve Boşnaklar
arasındaki gerginlik, bir gecede 116 sivil Boşnak’ın yakılarak öldürülmesiyle sonuçlandı. O
sırada bölgeye sadece 3 kilometre mesafede
bulunan ve çoğunlukla İngiliz askerlerden
oluşan Birleşmiş Milletler Barış Gücü Kuvvetleri’nin olay yerine ancak 4 saat sonra gelmesi
ise akıllarda soru işareti bırakan bir ayrıntıydı.
9 Kasım 1993’te Hırvatların top atışlarıyla tarihî Mostar Köprüsü’nü yıkması Boşnaklara çok
ağır bir darbe vurdu.
Savaşın üçüncü yılına girilirken, Naser Oric’in
kurduğu Müslüman direniş örgütleri birçok
cephede Sırplara ve Hırvatlara karşı üstünlük kurmaya başladı. Tarafların ağır kayıplar
vermesi nedeniyle Batılı devletler ABD öncülüğünde savaşı sonlandırmak için Dayton
Anlaşmasını hazırladılar. Dayton Barış Konferansı’na giderken avantajlı duruma gelmek isteyen Sırplar, 1993’te BM tarafından korunan
ve güvenli bölge ilan edilen Srebrenitsa’da
General Ratko Mladic komutasında “Krivaya
’95 Harekatı”nı başlattılar. Bu kanlı harekat,
aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu 7000’den fazla savunmasız Bosnalı sivilin
ölümüne sebep olmuştur (“Srebrenica massacre”). Bu olaydan yıllar sonra; o dönemde
Srebrenica ve çevresinde güvenliğin sağlanmasından sorumlu olan Hollandalı UNPROFOR
askerleri, şehri savunmasız bir şekilde Sırplara
bıraktıkları ve önlem almadıkları gerekçeleriyle Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından
suçlu bulundular (Tartıcı).
Paris’te Dayton Anlaşması imzalanırken (1995)
Oturanlar: Solda Slobodan Milosevic (Sırbistan), ortada Franjo Tudjman (Hırvatistan), sağda
Alija İzetbegovic
Ayaktakiler: Felipe Gonzalez (İspanya), Bill Clinton (ABD), Jacques Chirac (Fransa), Helmut Kohl
(Almanya), John Major (Britanya), Viktor Çernomirdin (Rusya Federasyonu)
(Kaynak: Britannica School)
~ 22 ~
Avusturya arşidükü veliaht Franz Ferdinand’ın
vurulduğu yer ve içinde bulunduğu arabanın
bir kopyası
Savaşın Sonu
14 Aralık 1995’te savaştan yorgun düşen ve
ağır kayıplar veren Boşnaklar, Bosna’nın Sırp
Cumhuriyeti ve Boşnak-Hırvat Federasyonu
olarak bölünmesini öngören anlaşmayı imzalamak zorunda kaldılar. Bu anlaşma gereğince
ülke topraklarının %51’i ve limanı bulunmayan 14 kilometrelik kıyı şeridi Boşnak-Hırvat
Federasyonu’na verildi. Kıyı şeridinin çok
küçük ve kayalık bir koy olması, Boşnakların
denize ulaşımını engelleyerek onları ticari
açıdan felce uğrattı çünkü koyun etrafı Hırvatistan topraklarıyla çevriliydi. Buna ek olarak,
Bosna-Hersek cumhurbaşkanlığı yetkisi de,
biri Hırvat, biri Boşnak ve biri Sırp olmak üzere
üçlü cumhurbaşkanlığı konseyine devredildi.
Başkanların 4 yılda bir genel seçimle belirlenmesi ve kendi aralarında 8 aylık bir başkanlık
döngüsüne girmelerine karar verildi (“Dayton
Accords”). Böylece Hırvatistan ve Sırbistan’ın
Bosna-Hersek iç işlerine müdahale etmesi
kolaylaştırıldı. Konseyde, kararlarının kabul
edilmesi için oy birliği şartı getirildi. Bunun
sonucunda Boşnakların yönetimdeki etkisi
azaltıldı. Cephedeki Boşnak üstünlüğü masa
başında kaybedildi.
Dayton Anlaşması’yla sona eren savaş, geride
104 bin ölü, 97 bin yaralı, 2 milyon evsiz bıraktı. Savaş sonunda milyonlarca Bosnalı yurdunu terk edip göç etmek zorunda kaldı. Göçler,
Bosna’nın genç ve dinamik nüfusunun önemli
şekilde azalmasına neden oldu. Yaşananlar;
devletlerin yanlış ve saldırgan politikalarının,
milletlerin kaderini ne kadar derinden etkileyebileceğini gösteren trajik bir hikaye olarak
tarih sayfalarına kazındı.
Kaynakça:
Akalın, Şükrü Haluk. “Anadolu Ve Balkanlarda
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Sari Saltuk.”Anadolu Ve Balkanlarda Sari Saltuk (N.D.): N. Pag. Web. 11 Feb. 2015.
“Bosnia, All Year round.” TodaysZaman. Feza
Gazetecilik A.Ş, 2 July 2013. Web. 09
Feb. 2015.
“Bosnia and Herzegovina.” Britannica School.
Encyclopædia Britannica, Inc., 2015. We b.
19 Jan. 2015.
“Bogomil.” Britannica School. Encyclopædia
Britannica, Inc., 2015. Web. 7 Jan.
2015.
“Bosnian conflict.” Britannica School. Encyclopædia Britannica, Inc., 2015. Web. 9
Ocak. 2015
“Dayton Accords.” Britannica School. Encyclopædia Britannica, Inc., 2015. Web. 9
Ocak. 2015.
Dizdarević, Zlatko. Sarajevo: A War Journal.
New York: Fromm International,
1993. Baskı.
“Serbs Angered by ICTY Overturn of Oric Conviction.” (SETimes.com). N.p., 04 July 2008.
Web. 19 Mar. 2015.
“Srebrenica massacre.” Britannica School.
Encyclopædia Britannica, Inc., 2015. Web.
9 Feb. 2015.
Şafak, Yasin. “Bosna Savaşı ve Yugoslavya’nın
Parçalanması.” Ed. Mesut Hakkı
Caşın. Bosna Savaşı ve Yugoslavya’nın Parçalanması (2010): n. pag. Web. 7 Ocak.
2015
Tartıcı, Alptekin. “Bosna Savaşı.” Personal in-
terview. 21 Nov. 2014.
Görseller:
“Bosna Hersek – 3 Gece 4 Gün.” Bosna Hersek
– 3 Gece 4 Gün. Baltours, n.d. Web. 6 Jan.
2015.
Peace agreement for Bosnia and Herzegovina, 1995 . Fotoğraf. Encyclopædia
Britannica. Web. 3 Ocak. 2015.
Srebrenica katliamı kurbanlarının toplu cenaze töreni için hazırlıklar. Fotoğraf.
Encyclopædia Britannica ImageQuest. Web. 4
Ocak 2015. “Tipatip.” Mostar Köprüsü. N.p., 8 Ocak. 2013.
Web. 2 Ocak. 2015.
Afyondan Eroine Yasal Bir Süreç
Su Mevsim
Küçükakyüz
Günümüzde kullanımı yasak olan birçok
uyuşturucu, dünya farmakoloji tarihinin bir
parçası olarak yasal şekillerde eczanelerde satılmakta, hiçbir yan etkisinin olmadığına inanılarak kullanılmaktaydı. Avusturyalı psikanalist Sigmund Freud 1883-1887 yılları arasında
kokainin faydaları üstüne bilimsel makaleler
yazıp bütün hastalarına antidepresan olarak
vermiş; ölümüne kadar da kendisi kullanmaya
devam etmiştir.(New York Times, 23/06/2011)
21 Ağustos 1897 tarihinde Alman ilaç şirketi
Bayer’in kimyagerlerinden Dr. Felix Hoffman
morfini sentezleyerek ‘eroini’ bulmuştur. Eroin
bir yıl boyunca fareler üzerinde denendikten
sonra çok iyi bir ağrı kesici özelliği olması sebebiyle kanser ve tüberküloz hastalarında ve
savaşta yaralanan askerlerde kullanılmıştır.
Hatta soğuk algınlığı etkilerini azaltmak için
hiçbir yan etkisi olmadığı belirtilerek uzunca
bir süre piyasada kalmış ve eczanelerde satılmıştır. İlacın adı ise ilk test edilen insanların
“kendilerini kahraman gibi hissettiklerini”
söylemeleri üzerine İngilizce’de kahraman anlamına gelen “hero”dan esinlenerek verilmiştir. Batı dillerinde “Heroin” olarak bilinen bu
ilacın adının Osmanlı’da eroin olmasının sebebinin ise eroinin Osmanlı’ya Trakya üstünden
gelirken h’leri yutan bir Trakyalı tüccarın aksanı olduğu iddia edilir. (Cengiz Erdinç, Overdose
Türkiye, 2004: s.12)
Eroin, afyondaki morfinin sentezlenmesi ile
üretilir ve Osmanlı İmparatorluğu da zamanın
en büyük afyon üreticilerindendi. Halk arasında özellikle nargile kullanımıyla popüler olan
afyonun, 62 vilayette ekimi yapılıyordu. Ayrıca
eroinin hala yasal olduğu dönemde “kaliteli”
olarak kabul edilen Osmanlı afyonu, önce İngiltere, Belçika ve Hollanda’ya pazarlanıyor
oradan da Uzakdoğu’ya ticareti yapılıyordu.
Ekonomik anlamda Osmanlı Devleti’ne sadece
kazanç sağlayan afyon ve eroin, 1923 sonrası
Türkiye’de de kabul görmüştür.
Birinci Dünya Savaşının hemen öncesinde eroinin bağımlılık yapan uyuşturucu bir
madde olduğunun fark edilmesi ile birlikte
yasaklanması için çalışmalar başlamıştır. Tabii
ki üzerinden büyük rantlar sağlanan bir maddenin üretiminin tamamen durması hemen
gerçekleşmemiş, ülkeler ve şirketler eroini
savunmuştur. Örneğin İngiltere, afyon üretiminin sınırlandırılmasını onaylarken, ticaretinin sınırlandırılmaması için büyük direnç
göstermiştir.
Fakat, tüm dünyada büyük yankılar uyandıran doktor raporlarıyla, 1912 yılında, Osmanlı’nın delege bile göndermediği dünyanın ilk
Uluslararası Afyon Toplantısı’nda Lahey Afyon
Sözleşmesi olarak bilinen sözleşme imzalanıp,
eroin üretimi tamamen yasa dışı ilan edilmiştir. Osmanlı ne uluslararası afyon ticaretine
yasaklar getiren 1912 Lahey Afyon Sözleşmesi’ne, ne de delege göndermesine rağmen
1914 tarihli ek protokole imza atmıştır. Sonrasında Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı yaşanırken afyon ve eroin konusu birinci
öncelik olmadığı için gündeme gelmemiştir.
Sevr Anlaşması ile konu Osmanlı’yı da bağlar
hale gelmesine rağmen, Anadolu’da yasal bir
Sol: Uyuşturucu ve tesirleri üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Mazhar Osman Bey
Sağ: Uyuşturucu İnhisarı
~ 23 ~
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
düzenleme yapılmamıştır. Anadolu haliyle
dünya afyon ticaretinin merkezi haline gelmiştir. Şimdiki Hollywood filmlerinde İstanbul’un
yasak madde ticareti konusunda hep adının
geçmesi, muhtemelen bu düzenleme eksikliğine dayanır. (Gingeras, Ryan. Heroin, Organized Crime, and the Making of Modern Turkey)
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda ise,
1926’dan başlayarak afyon alkoloidleri fabrikası adı altında İstanbul’da eroin üreten üç
fabrika kurulmuştur. İlk resmi afyon fabrikası
bugünkü Taksim Divan Oteli`nin yerinde, T.C.
Uyuşturucu Maddeler İnhisarı adıyla boy göstermiş, diğer fabrikalar ise 1929 yılında Kuzguncuk’ta Türk Ecza-yı Tıbbiye ve Kimyeviye
Şirketi- TETKAŞ adıyla ve Eyüp’te Eczayı Tıbbiye
ve Kimyeviye - ETKİM adıyla açılmıştır. Taksim’deki fabrika Japon girişimcilerin, o dönem
harap haldeki Taksim ‘Mecidiye Kışlası’nı afyon
sentezlenerek uyuşturucu üreten bir fabrikaya
çevirmesiyle açılmıştır. Fabrikanın bağlı olduğu şirketin adı Oriental Products Company’dir.
Kuzguncuk’taki fabrikanın yönetim kurulu
başkanı ise, o dönemde meclis başkanı olan ve
daha sonra başbakanlık da yapan Hasan Saka’dır. Bu üç fabrikanın cirolarının 10-15 Milyon Türk Lirası kadar olduğu tahmin edilmiştir.
Türkiye’de bu dönem toplam 27 tane sanayi
kuruluşunun bulunduğunu ve bu kuruluşların
toplam cirolarının 2 Milyon Türk Lirası civarında olduğu düşünüldüğünde eroinin ekonomiye yaptığı katkı yadsınamaz. 1929 Buhranı’nın
bu parayla atlatıldığını söyleyenler vardır. Bu
doğruluğu tartışılabilen bir söylem olsa da
gideri çok az olan eroin ve afyon üretimi ve satışının, yeni kurulan Türkiye Devleti’nin ilk yıllarında ekonomik açıdan kalkınmaya yardımcı
olduğu kabul edilebilir.
“1925 yılında imzalanan Cenevre Sözleşmesi
ile Türk afyonunun alıcıları arasında olan Avrupa’daki afyon işleyen büyük fabrikaların tıbbi
gereksinimin ötesinde üretimi önemli ölçüde
kısıtlandı. Ancak Türkiye sözleşmeyi imzalamamıştı ve adeta bir “serbest bölge” oluşturmuştu. Dünyanın en kaliteli afyonu Türkiye’de
yetişiyor ve pazarda serbestçe satılıyordu. Karlı
eroin üretimi için hiçbir yasal kısıtlama yoktu.
Bu, Batı’daki büyük kaçakçılık organizasyonları
için bulunmaz bir fırsattı. 1926 yılı başında bir
grup Japon girişimci Türk afyonunu işlemek
için hükümete cazip bir teklifte bulundu. Japonlar kaliteli afyonu, ham halde satmak yerine işlemeyi öneriyor, bir fabrika kurarak tıpta
yaygın olarak kullanılan çeşitli afyon alkalitleri
ve sentetik ilaç hammaddesi üretildiğinde,
çok daha fazla gelir elde edileceğini söylüyorlardı. Afyon işleyecek bu fabrika Türkiye’de
kurulabilirdi. Hükümete tekliflerini kabul et-
Uyuşturucu İnhisarı
tiren Japonlar 1926 yılında Oriental Products
Company adını taşıyan bir şirket kurdular ve
Taksim’de hayli harap olan Mecidiye kışlasının
(bugünkü Taksim Gezisi’nin Divan Oteli, Taşkışla yönündeki bölümü) bir bölümünde üretime
başladılar.” (Cengiz Erdinç, Overdose Türkiye,
2004: s. 54)
Eroinin -yasal açıdan üretimi yapılsa bile- iç
pazara satışı yasaktı, fakat bu konuda bir denetlenme de yapılmamıştır. “Bakırköy Ruh
ve Sinir Hastalıkları Hastanesi kurucularından
Ord. Prof. Dr. Mazhar Osman, ‘Keyf Veren Zehirler’ kitabında Japon fabrikasındaki işçilerin
zamanla birer eroinmana dönüşmesinden
şöyle bahsetmiş: ‘İlk eroinmanlar bana Japon
fabrikasından geliyordu. Fabrikaya sapasağlam giren bu Türk amele, yaparken koklamaya
mecbur oldukları eroin tozu yüzünden yemeden içmeden kesiliyor, günden güne zayıflıyor,
ayakta duramayacak hale geliyor, Valeryana
~ 24 ~
düşkün kediler gibi mutlak o kokuyu arıyor,
uyuşuk ve tembel bir adam oluyor, nihayet
altı yedi ay sonra patron sen hastasın diye on
para tazminat vermeksizin suyu alınmış limon
kabuğu gibi kapı dışarı atıyordu…’”(Mazhar
Osman, Keyf Veren Zehirler, Kader Matbaası:
İstanbul, 1934)
Dışarıdan tüm dünyadan gelen ambargo
tehditleri -1929 itibariyle büyük bir ambargo
uygulaması gelmişti-, yasal zorlamalar, dayatmalara rağmen Türkiye eroin üretimine devam
etmiş ve 1930’a gelindiğinde dünya gazetelerinde İstanbul bir uyuşturucu başkenti olarak
resmedilmiştir. Mustafa Kemal bu işe bir son
vermek istese de Meclisten büyük tepki almış,
T.C. Uyuşturucu Maddeler İnhisarı kurumuyla
ilişkili milletvekilleri ve sundukları ekonomik
sebepler yüzünden fabrikaları kapattırıp, eroin
üretimini yasa dışı hale getirememiştir.
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
İçte durum böyleyken, ABD’deki organize
mafya eroin alım satımına başlamış ve bunu
Türkiye üzerinden yapmıştır. İçki yasağı döneminde organize olan New York mafyasının
mafya babası Lucy Luciano, yasak kalkınca
Türklerle eroin kaçakçılığı işine girmek için
sağ kolu olan bir başka mafya babası Meyer
Lansky’yi İstanbul’a yollamış ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Luciano, dünyanın en büyük
eroin tedarikçisi mafyalarından biri olmuştur.
Şubat 1930’da New York’ta yakalanan Alesia
isimli bir gemide Türkiye’den yüklenmiş 500
bin dolarlık saf morfin ele geçirilmiş ve ABD
New York Belediye Başkanı La Gardia, Türk
malları için bir yasa tasarısı vermiştir. Ayrıca
Kurtuluş Savaşı’nın kahraman gemilerinden
Pierre Loti, Lamartine, Bulgaria, Vesta gibi
gemiler tüm dünyada uyuşturucu kaçakçısı
gemiler olarak fişlenmiştir. (Erdinç,14)
Ekim 1930’da Londra’da düzenlenen konferansa Türkiye de heyet göndermiş ve uluslararası arenada eroin yüzünden darmadağın
durumda olan imajı düzeltip, Milletler Cemiyeti’ne girebilmenin çarelerini aramaya başlamıştır. Ancak konferansta, Türk heyeti amacına
ulaşamamış; dünya uyuşturucu kaçakçılığının
merkezinin, Türkiye’nin yasal eroin ticareti
olduğu belgelenmiştir. Yakın zamanlarda da
Türkiye üzerinden uluslararası uyuşturucu kaçakçılığı yapan örgütler Mısır’ı adeta eroine
boğmuşlardır. Cengiz Erdinç, Overdose Türkiye
adlı kitabında 10-12 milyon nüfuslu Mısır’da
30-40 bin kişinin Türkiye’den kaçırılan uyuşturucu yüzünden öldüğü belirtiyor. Kahire
Emniyet Müdürü İngiliz Russel Paşa bu ölümlere ve eroin kaçakçığına karşı çıkarak Mısır’ı;
eroin kaçakçılığını ‘organize suç’ olarak hukuki
anlamda ilk tanıyan ülkelerden biri yapmıştır.
Russel Paşa yürüttüğü eroin karşıtı kampanyayla, Türkiye’deki fabrikaların kapatılmasında
da etkili olmuştur.
1933 yılına gelindiği zaman dış basındaki imaj
zedelenmesi, uluslararası ambargo ve baskılar
Milletler Cemiyeti’ne girmeye çalışan Türkiye
için geri dönülemez bir noktaya doğru gitmektedir. Cengiz Erdinç, Overdose Türkiye’de yasal
eroin fabrikalarının kapatılması sürecini kısaca
şöyle anlatır: ‘‘1933’te eski bir asker olan General Sherril Türkiye’ye elçi olarak atanıyor. Mustafa Kemal’in biyografisini yazıyor ve sağladığı
bu yakınlık sayesinde kabinede en güvendiği
adamların bu işin içinde olduğunu anlatıyor.
Bir gecede bir yasa çıkarılıyor ve Mustafa Kemal kabineyi toplayarak ertesi gün şu açıklamayı yaptırıyor; ‘Eroin fabrikaları kapanmıştır. Uluslararası anlaşmaları imzalayacağız.’
Mustafa Kemal’in iradesine rağmen meclis
direniyor. Karar Halk Fırkası’ndan geçiyor ama
mecliste bir yıl boyunca yasa hazırlanamıyor.
‘Afyon lobisi’ 1933 yılında Mustafa Kemal’e bile
direnecek güce sahip. Ancak Mustafa Kemal’in
ısrarları ile fabrikalar kapatılıyor. ”
Sonuç olarak Türkiye Cumhuriyeti tarihinde
bir de devletin yasal olarak eroin üretip sattığı
yedi yıllık bir zaman dilimi de bulunmaktadır.
Şimdi eski CHP partisi döneminde yaşanan
bu süreç üzerinden günümüzdeki CHP partisi aleyhinde haber yapıp yayınlayan birkaç
gazete ve internet sitesi dışında konuyla ilgili
kaynak bulmak oldukça zor. Yine de getirilen
eleştiriler, yapılan yorumlar ne yönde olursa
olsun cumhuriyetin erken yıllarında yapılan
eroin üretiminin ekonomik kalkınmaya faydası
dokunduğu inkar edilemez.
Kaynakça:
Erdinç, F. Cengiz; Overdose Türkiye: Türkiye’de
Eroin Kaçakçılığı, Bağımlığı Ve Politikalar. İstanbul, İletişim Yayınları, 2004. Print.
“Drug Kingpin and Eight Others Indicted for
Smuggling Millions of Dollars in Heroin from
Colombia to New York City.” Office of the Special Narcotics Prosecutor for the City of New York
68.3, Altered States of Consciousness (2001):
n. pag. 6 Mart 2013. Web. 14 Aralık 2014.
Gingeras, Ryan; Heroin, Organized Crime, and
the Making of Modern Turkey. N.p.: n.p., n.d.
Print.
Nuland, Sherwin; “Sigmund Freud’s Cocaine
Years.” The New York Times. The New York Times, 23 Temmuz 2011. Web. 15 Aralık 2014.
Mazhar Osman (Uzman); Keyf Veren Zehirler,
Kader Matbaası: İstanbul 1934.
Çizgi Filmlerde Tarih ve Kültür
sadece ideal vücut bedenlerinin gösterilmesi,
hatta sadece ideal çiftlerin resmedilmesi. AnSelin
cak bu makale bu eleştirilere cevap aramakÖzülküllü
tan öte, daha çok bu yapımların bir kültürü
nasıl resmettikleri ve o kültürden gelenlerin
nasıl bir tepki verdiği ile ilgilidir. Bu kapsamda
farklı gruplar tarafından tepki almış olan Mulan, Pocahontas, ve Karlar Ülkesi (Frozen)’ni
Çocukların hayatlarında ilk karşılaştıkları örnek olarak ele alacağım.
sosyal medya çeşidi genellikle çizgi filmdir.
Çizgi filmlerin konuları büyük ölçüde tarihten 5. ve 6. yüzyılda manzum olarak yazıya geveya mitolojiden alınır. Tahmin edileceği üze- çirilen “Mulan” çok eski bir Çin halk hikayere filmlerin yapım aşamasında bu tarihi olay- sidir. Hikayenin kendilerinden önce batılı bir
lar ve karakterler değişimlere uğrar. Yapılan şirket tarafından ele alınması Çin halkını çok
bu değişikliklerin nedenleri ile ilgili iki karşıt rahatsız etmiştir. Ama bu konuda hatayı kengörüş bulunmaktadır: birincisi, bu değişiklik- dilerinde bularak özeleştiri yapmış, bu kadar
lerin sadece anlatılan hikayeyi çocuklara daha eski bir destanı daha önce ele almış olmaları
uygun hale getirmek için yapıldığı, ikincisi ise gerektiğini de dile getirmişlerdir. Ama yine de
amacın bilerek ve isteyerek çocukların beyni- filmdeki birçok detaydan dolayı Disney’i eleşne bazı stereotip düşünceleri kazımak olduğu tirmektedirler (BBC News).
yönündedir.
Orjinal metin ile Disney’in filmi karşılaştırıldığında
yapılan birçok değişiklik göze çarpmakÇizgi filmlerde en çok eleştirilen konular:
tadır.
Filmde
“kötü” karakterler Çin’e saldıran
kızlara feminist olmayan örnekler sunulması,
~ 25 ~
Hunlarken, halk hikayesindeki savaş aslında
kuzey ve güney olmak üzere ikiye ayrılmış durumda olan Çin devletleri arasındadır. Mulan,
halk hikayesinde kadın olarak “görevlerini”
yerine getiren, toplumun parçası olmakta
zorluk çekmeyen bir karakterdir, filmde ise
toplumun “beklentilerini” karşılamayan ve
kim olduğunu keşfetmeye çalışan bir kız olarak resmedilir. Bunun dışında, filmde Mulan
erkek kılığına girip ailesinden gizli bir şekilde
savaşa giderken, destanda ailesiyle endişe
veya düşüncelerini tartıştıktan sonra savaşa
gittiği görülür. Bu değişikler Çin kültürünün
koruyucularını rahatsız etmekle beraber esas
sorunlar çizimler ve bazı karakterlerin kişilikleriyle ilgilidir.
Ünlü film eleştirmeni Roger Ebert, filmdeki
çizimlerin çoğunu çizim stili olarak sanatçı
Hiroshige’ye benzetir ve çizim stili ile kültürü
birleştirdiği için Disney’i över. Ama Hiroshige’nin Çinli değil, Japon bir sanatçı olması,
Çin halkının eleştirilerinin ne kadar doğru
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
olduğunu ispatlamaktadır. Batı toplumunda
Uzakdoğu’daki her kültürün aynı olduğuna
dair yanlış oturmuş düşünceyi kırmak yerine,
bu düşünceyi desteklediği için filmi Çin halkı
özellikle eleştirir. Disney, filmin çizimlerini
Çinli sanatçıların çizimlerine benzetmek yerine, Japon sanatçılarınkine benzetmektedir.
Ayrıca Çin halkı Mulan ve diğer karakterlerin
çizimlerini Çinliden çok Koreliye benzetmektedir (Wang, The Huffington Post)
Bu konu ile ilgili dikkat çekilmesi gereken
başka bir nokta ise Çin ve Japonya’nın tarihi
olmalıdır. Hem yakın coğrafya hem de Çin
kaynaklarındaki bilgiler Japonya’nın Çin’e
gönderdiği öğrenciler ve elçilerle, kültür olarak birbirlerinden etkilendiklerini gösterir.
Ama bu etkileşime rağmen Çin ve Japonya’nın sürtüşmesiz bir geçmişleri olduğunu
söylemek pek mümkün değildir. Ve bu ciddi
sürtüşmeler de Birinci Çin-Japon Savaşı ile
başlayan süreç ile artmış ve iki ülke arasındaki
ilişkileri daha da kötü bir yola sokmuştur. (Fogel, 280) 1894 yılında resmi olarak başlayan
Birinci Çin-Japon Savaşı’ndan sonra 1. Dünya
Savaşı sırasında aynı cephede yer almalarına
rağmen savaş sonrasında Çin, Japonya’nın
hem Shandong bölgesindeki işgalini hem de
Japon hükümetine ayrıcalıklar kazandıran “21
Talep”i zorla kabul etmek zorunda kalmıştır.
(Nish, 608) 1937’de ise Japonya’nın sadece
“olaylar” olarak baktığı İkinci Çin- Japon Savaşı başlar. İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla iki
ülke resmi olarak savaş ilan eder; devam eden
çatışmalar sonunda savaş 1945’te son bulur.
(Nish, 619-621) Daha sonra 1995’e kadar
(Mulan filminin çıktığı tarih) özellikle ticari
ilişkilerde gelişmeler olsa da iki ülke arasında
politik ilişkilerin düzeldiği söylenemez.
Çizimlerin yanı sıra Çinlilerin rahatsız olduğu
bir diğer konu ise karakterlerin sunuluşudur;
özellikle de Mushu’nun. Mulan’a arkadaşlık
edip ona yardımcı olan, Mushu, Çin kültürünü
ele alan bir filmde tam bir Amerikalı gibi davranmaktadır (Langfitt, The Baltimore Sun).
Çin kültüründen tamamen alakasız, hatta
kırdığı ejderha heykeli ile de Çin kültürüne aykırı hareket eden bir karakterdir. Ama şunu da
belirtmek gerekir ki her hikayeye biraz komik,
biraz garip ve sadık bir yardımcı karakter koymak bir yerde Disney’in imzasıdır.
Çin halkını üzen başka bir karakter ise filmdeki imparatordur. Çin kültürüne göre bir imparator ne kadar müteşekkir olursa olsun asla
halktan birinin önünde eğilmez.
“Mulan” ile benzer şekilde konu edilen, kültürün mirasçılarını rahatsız eden bir başka
film de “Pocahontas”tır. Filme konu olan “Pocahontas” bir Kızılderili kabile şefinin kızıdır.
Pocahontas 1595–1617 yılları arasında yaşamıştır. Bu geçmişten figür ile Disney yapımı
çizgi filmdeki figür arasında büyük farklılıklar
vardır.
Filmdeki gerçeğe uygun resmedilen tek kesit
Pocahontas’ın John Smith’in hayatını kurtarmasıdır. John Smith, Pocahontas’ın babası
tarafından tutsak alınan bir İngiliz’dir. Powhatan kabilesi John Smith’i idam etme kararı verir. John Smith’in kafası tam taşa yatırıldığı ve
şefin onu idam etmek için sopasını kaldırdığı
anda Pocahontas başını John Smith’in başının
üstü koyarak babasının kararını değiştirmesini sağlar.
Tarihi bir figür olan Pocahontas’a baktığımız
zaman kendisi 1595 yılında Matoaka ismiyle,
Powhatan kabilesinin şefinin kızı olarak dün-
yaya gelmiştir. Powhatan kabilesi için isimler
çok değerlidir. Pocahontas ise Matoaka’nın çocukluğunda takma ismidir. Kabilenin insanları
ona bu ismi çocuksu ve özgür ruhundan dolayı
vermişler (Pocahontas kelimesinin bu tanımı
ile filmdeki Pocahontas çok uyumludur). Matoaka gibi özel isimlerin yabancılar tarafından
bilinmesinin onlara kötü şans getireceğine
inandıkları için de topraklarına yerleşen “Beyaz Adamlarla” sadece takma isimler paylaşılmıştır. (Pocahontas gerçek isminin Matoaka
olduğunu düğününden sonra ismini Rebecca
olarak değiştirdikten sonra açıklamıştır.) Disney filminde bu isimlerden hiç bahsedilmemiştir ve karakterin sadece bir ismi vardır,
Pocahontas (Clausen).
Disney’in tarihten farklı ortaya koyduğu başka bir konu ise filmin sonu. Filmin sonunda
John Smith, Pocahontas’a onunla gelmek
isteyip istemediğini sorar. (Çünkü filmde aralarında büyük bir aşk yaşanıyor.) Pocahontas
ise kabilesini ve insanlarını arkada bırakamayacağı için bu teklifi reddeder.
Gerçek hikayede ise İngilizler ile kabile arasında çıkan bir savaş sırasında İngilizler Pocahontas’ı tutsak alarak İngiltere’ye götürür.
Pocahontas bu sırada John Rolfe ile tanışır
ve birbirlerine “aşık olurlar.” Sonuç olarak da
Pocahontas Hristiyanlığa geçer, ismini Rebecca Rolfe’ye çevirir ve John Rolfe ile evlenir.
Evlilikleri her ne kadar iki toplum arasındaki
savaşı bitirip ticaret yapmalarını sağlasa da,
Pocahontas bir daha kabilesinin yanına dönmeyi reddetmiş olur (Clausen).
Bu farklılıklara bakıldığı zaman Disney’in
yaptığı değişiklikleri anlamlı bulmak olasıdır.
Tarihi hiçbir zaman olduğu gibi yansıtmak
Sol: Aili Keskitalo | Sağ: “Karlar Ülkesi”nden Bir Sahne
~ 26 ~
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
John Gadsby Chapman, Pocahontas’ın Vaftiz Edilmesi
amacı gütmeyen Disney’in bu filmde de amacı çocukların kendilerine örnek alabilecekleri
bir karakter sunmak, Pocahontas’ın John
Smith’i kurtarmasıyla kahramanlığın ve barışın önemini, John Smith yerine kabilesinin
yanında kalması da ailenin her şeyden önemli
olduğu, ailenin ve kimliğinin ne olursa olsun
korunması gerektiğini göstermektedir.
Powhatan kabilesi ise filme karşı karışık duygular beslemektedir. Bazıları Pocahontas’ın
gösterimini ve kültürlerinin tanıtımını beğenirken, Powhatan kabile şefi, Şef Roy Çılgın
At gibi bazıları filme kızgındır. Kızgınlığının
nedeni ise, John Smith’in Amerika’yı terk ettikten 17 yıl sonra yazdığı ve doğruluğu bile
tartışılan bir hikayenin –özellikle sonunundeğiştirilerek ele alınmasıdır. Şef Roy Çılgın
At, Powhatan kabilesinin resmi internet sitesinde, değişikliklerden dolayı filmi, tarihi
tanınmaz yapmakla suçlamıştır. Özellikle de
John Smith karakterinde yapılan değişikleri
eleştirmiştir. (John Smith filmde “iyi” adamlar
kategorisinde gösterilmiştir. Disney onu tarihteki gibi kendini beğenmiş, itici bir hırsız yerine iyilik yapmak isteyen, fedakar, maceracı
biri olarak göstermiştir.)
Son olarak da “Karlar Ülkesi’ne değinmek
istiyorum. Filmdeki Anna karakterine kardeşini bulmak için yardım eden Kristoff’un, İskandinav ve Lapon biri olarak çizildiği Disney
tarafından onaylandı. Disney’in bu açıklaması
üzerine de komik bir durum ortaya çıktı. Sosyal medyada bazı insanlar Laponların daha
koyu tenli, siyah/kahverengi saçlı ve çekik
gözlü olduğuna inanarak kendi çizimlerinde
Kristoff’u bu şekilde renklendirdiler. Ancak
işin ilginç tarafı bu çizimleri yaparak filmi
eleştirenler, diğer iki filmdekinin aksine La-
pon kültürünün koruyucuları değil Lapon
kültüründen gelmeyen Amerikalılardır (Ussir
ve Horan). Hatta Amerikalıların aksine Lapon kültürünün bugünkü koruyucularından
Norveçli Lapon Aili Keskitalo, 2014 Norveçli
Laponlar Derneği’ndeki yeni yıl konuşmasında Lapon kültürünün yeni izleyicilerle karşılaşmasından ve filmde geleneksel müzikleri
“yoik”in bulunmasından mutluluk duyduğunu belirtti. Film aynı zamanda Skábmagovat
isimli bir Lapon film festivalinde de yer alırken, bazı Laponlar da bu çizimlerin yayınladığı siteye kendi resimlerini koyarak Kristoff’un
aslında kendilerine çok benzediğini söyledi
(Tucker, The Reflector).
Yukarıda çizgi filmlerin hepsi çocukları hedef
kitlesi olarak ele aldıkları için genelde orijinal
tarihi olaydan veya hikayeden büyük sapmalar görülmektedir. Hikayedeki bu sapmaların
çoğu çocuklara uygun olamayacak durumları,
olayları filmden çıkartmaları ve çizgi filmlerin çocukları iyi olmaya yöneltmesi gerektiği
için karakterlerin kesin bir biçimde iyi ve kötü
olarak ayrılmalarından dolayıdır. Hikayenin
geçtiği yerleri ve kültürleri ele alış şekilleri
genelde aynıdır. Amaç batılı kültürde büyüyen çocuklara diğer kültürleri de öğretmektir
ve o kültürleri araştırmalarını sağlamaktır. Bu
amaçla da kültürün bazı parçaları filmlerde
abartılarak gösterilmektedir ki bu da bazen o
kültürün mirasçılarının üzülmesine, kültürlerinin yanlış gösterildiği için filmleri eleştirmelerine sebebiyet vermektedir.
Kaynakça:
“Chinese unimpressed with Disney’s Mulan.”
BBC News. (1999): n. page. Web. 16 Mar.
2014. <http://news.bbc.co.uk/2/hi/entertainment/299618.stm>.
~ 27 ~
“Hua Mulan.” Wikipedia. n. page. Web. 16
Mar. 2014.
“The Ballad of Mulan.” Columbia. n. page.
Web. 16 Mar. 2014. <http://afe.easia.columbia.edu/ps/china/mulan.pdf>.
“Mulan vs. The Legend of Hua Mulan.” Disney
- The Dettol of Storytelling?. n. page. Web. 16
Mar. 2014.
“Pocahontas vs. The Story of Pocahontas.”
Disney - The Dettol of Storytelling?. n. page.
Web. 16 Mar. 2014.
“Pocahontas.” Wikipedia. n. page. Web. 16
Mar. 2014.
Langfitt, Frank. “Disney Magic Fails `Mulan’
in China.”The Baltimore Sun 3 May 1999. Web.
27 Nov. 2014.
Ussir, Embi, and Molly Horan. “Disney’s Frozen Whitewashing Controversy.” Know Your
Meme. 2013. Web. 27 Nov. 2014.
Ebert, Roger. “Mulan.” Roger Ebert.com. 18
June 1998. Web. 27 Nov. 2014.
Ebert, Roger. “Pocahontas.” Roger Ebert.com.
16 June 1995. Web. 27 Nov. 2014.
“The Pocahontas Myth.” Powhatan Renape
Nation. Web. 27 Nov. 2014.
“Tucker, Brooklyn. ““Frozen” Whitewash Controversy: Disney and Racism.” The Reflector 4
Mar. 2014. Web. 27 Nov. 2014.
Faye, Wang. “How Is Disney’s Mulan Perceived in China?” The Huffington Post 21 Nov.
2013. Web. 27 Nov. 2014.
Clausen, Christopher. “Between Two Worlds:
The Familiar Story of Pocahontas Was Mirrored by That of a Young Englishman given as a
Hostage to Her Father.” The American Scholar.
Phi Beta Kappa Society, 2007. 80-90. Print.
Nish, Ian. “China and Japan: History, Trends
and Prospects.” The China Quarterly 124
(1990): 601-23. Database.
Fogel, Joshua A. China and Japan in the Global Setting by Akira Iriye. Vol. 99. American
Historical Review, 1994. 280-281. Database.
Baptism of Pocahontas. Digital image. N.p.,
n.d. Web. 19 Mar. 2015. <http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/1/18/Baptism_of_Pocahontas.jpg>.
Movies-Frozen-Still. Digital image. N.p.,
n.d. Web. 19 Mar. 2015. <http://i1.cdnds.
net/13/45/618x353/movies-frozen-still-1.
jpg>.
Aili Keskitalo. Digital image. N.p., n.d. Web.
19 Mar. 2015. <http://www.tromsosameforening.no/Images/ailipres.jpg>.
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Şehrin Renkleri: Istanbul, Levanten Kültürü ve Casa Garibaldi
Zeynep Aksoy
İstanbul ve Levanten Kültürü
Akdeniz’in doğu kıyılarına öteden beri
“Levant” denmiş, bu sözcük,“güneşin yükselmesi” manasında Fransızca “levere” kelimesinden türemiştir. Zaman içinde bu tabir
Osmanlı ülkesinde doğup büyüyen, burada
yaşayan bütün Avrupalıları ifade eder hâle
gelmiştir.
Istanbul Italyanları, diğer adlarıyla Levantenler, şehrin mimarisinden Istanbulluların
yaşama sanatına kadar kalıcı izler bırakmışlar ve şehrin sosyo-kültürel yapısının önemli
bir parçası olmuşlardır. İstanbul’da Ceneviz
dönemlerinden beri yaşayan, tüccar, banker
Levantenler, Alphonse Belin’in “Historie de
la Latinite de Constantinopolis” kitabında
kaleme alınmış.
Sosyal hayatlarında büyük ölçüde Avrupa’yı taklit eden Levantenler, Osmanlı cemiyetinde “alafranga” (Frenk Usulü) denilen
bir hayat tarzı ve modanın ortaya çıkmasna
vesile olmuş ve Istanbullular bu Avrupaî hayata alâka duymuşlardır. Temel hak ve hürriyetlerin teminat altında olduğunu teyid
eden 1839 tarihli Tanzimat Fermanı’ndan
sonra Levantenlerin ekonomik ağırlığı daha
da artmış, imtiyazlarla güçlenmiş, ve şehrin
sosyo kültürel yapısına daha aktif katkıda
bulunmuşlardır. Yüzyılın başlarında gelindiğinde İstanbul’da ki İtalyan sayısının 35
bine vardığı tahmin edilmektedir.
1908 yılında ilan edilen II. Meşrutiyet’ten
sonra iktidarı ele geçiren İttihatçıların koyu
milliyetçi politikaları, Levantenlerin aleyhine olmuş, 1914’te kapitülasyonların kaldırılması, Birinci Dünya Savaşı mağlubiyeti
ve ardından cumhuriyetin ilanı ile, ekonomik faaliyetleri sınırlandırılan Levantenler;
devletleştirmeler ve ticarette Türk unsurlara
öncelik verme politikası yüzünden imtiyazlı
bir sınıf olmaktan çıkmıştır. 1930 ekonomik
buhranı, son darbe olmuş, önce işlerini,
ardından da bakımı ve tamiri masraflı olan
evlerini terketmek zorunda kalmışlardır.
Mussolini rejimi, yeni Türk cumhuriyetinde
hoş karşılanmadığı için bazı İtalyan okulları
kapatılmış, Batıya göçün artmasıyla1943’te
Galata’daki San Pietro ve Paulo kilisesinin
cemaatini sayısının üç bine düşmüştür. Yıldızları Osmanlı Devleti ile beraber sönen
Levantenlerin çoğu, başta Amerika olmak
üzere batıya göç etti. Mussolini, İtalyan
orijinlileri parlak vaadlerle İtalya’ya davet
etti ve bazı levantenler de bu davete icabet
ettiler.
Mamafih bugün bile İstanbul, İzmir ve İskenderun gibi şehirlerde az da olsa Levanten aileleri yaşamakta. Levantenlerin, Türk
sosyal yaşantısına tesiri, sadece bu dillerden
Türk argosuna giren “racon”, “faça” gibi kelimelerle sınırlı kalmamış. İmparatorluğun
son asırındaki batılılaşma sancılarında, reformistlerin Avrupa’ya açılan penceresini
teşkil ettiler. Bu bakımdan Levantenler, Türk
sosyal tarihinde mühim bir iz bırakmışlardır.
Beyoğlu’ndan İzler
Beyoğlu, Su maksemi’nden, Frenk yerleşimine, Topçu Kışlasından, Grand Rue de
Pera’ya, İkinci Yenicilerin Çiçek Pasajından,
Mektebi Sultani’nin öğrencilerine,Ara Güler’in objektifinden,1977’nin Mayısı’na,
Emek sinemasından, Cadde-i Kebir’e: tüm
şehrin, en güzel Haziranların, İmparatorluğun, Cumhuriyetin, sanatın ve insanın belleğinini barındırıyor.
Görmeyi bilen gözlere, Beyoğlu’nun her
köşesinde Levanten yapılar saklı. 6-7 Eylül
Olayları ve 1960’ların politik ve sosyal gelişmeleri ardından İstanbul’daki Levantenlerin
giderek azalmasıyla, renksizleşmiş Beyoğlu
sokakları geçmişin izlerini hala barındırıyor.
İtalyanlar’ın İstanbul’da en etkin oldukları
alan mimari. 1850’lerden sonra yeni kurulan Galata, Karaköy, Beyoğlu, Harbiye, Nişantaşı, Eminönü, gibi semtlerdeki büyük
apartmanlar ve özgün yapıların birçoğu
İtalyan veya Levanten mimarların elinden
çıkma. Bunların en önemlileri Palazzo Corpi (daha sonraki dönemlerde Amerikan Elçiliği,) Prusya Elçilik Binası (bugün Doğan
Apartmanı,) Hollanda ve Rusya Konsolosluk
binaları (Fossati biraderlerin,) Karaköy Palas, Maçka Palas, Hanif Han (Perpignani,)
İtalyan Hastanesi (Stampa Biraderler,) St.
Antoine Kilisesi (Mongeri).
İstanbul’da, özellikle Beyoğlu ve Galata
semtlerinde hâlâ birçok sokak, meydan
ve pasajlar İtalyan karakteristiğini taşıyor.
Bunların içinde Tomtom Kaptan Sokağı,
Postacılar Sokağı, Cihangir’deki Aslanyatağı
Sokağı, Tünel Pasajı, Lüleci Hendek Sokağı,
~ 28 ~
Garibaldi İtalyan İşçi Derneği Binası
(Önder Kaya’nın arşivinden)
Serdar-ı Ekrem Sokak, Voyvoda Sokağı en
çarpıcı örnekler.
Pera’daki Kallavi sokağın orijinal ismi de
Glavani Sokağı. Keşfetmekten büyük zevk
aldığım, dokusu her geçen gün değişen Karaköy’ün de Levanten kültürü ve mimarisini
barındırdığını tahmin etmek zor değil. Karaköy’de, Bankalar Caddesi’nin 19. yüzyılda
oluşturulan kâgir ticaret ve banka binalarının çoğu Italyan mimar ve zanaatkarların
eseri. Italyan kültür, ticaret ve eğitin kurumları da günümüzde faaliyetlerini sürdürüyorlar.İtalyan Kültür Merkezi, İtalyan
Ticaret Odası, Societa Italiana di Beneficenza (İtalyan Sosyal Yardımlaşma Derneği),
Beyoğlu’nda 1888’dan beri varolan İtalyan
Lisesi ve 1876’da Kral II. Vittorio Emanuele
tarafınan inşa ettirilmiş İtalyan Hastanesi
bu kurmlara örnek verilebilir.
Ancak belki de İstanbul’un yarattığı ve
yaşattığı Levanten kültürünün en güzel
hikayesi Giuseppe Garibaldi: İtalya devletinin kurulmasına öncülük eden, İtalyanlar
tarafından İtalya’nın en büyük yurtsever ve
kahramanı olarak da bilinen Giuseppe Garibaldi’nin bir dönem İstanbul Beyoğlu’nda
yaşaması, İşçi Dayanışma Derneği kurması
ve Beyoğlu’nun en güzel yapılarından olan
Casa Garibaldi’nin inşatının hikayesi.
Garibaldi İstanbul’da
Bugünkü modern İtalya’nın kurulmasına
öncülük etmiş Garibaldi, 1807 yılında bugün Nice olarak bildiğimiz Nizza şehrinde
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
doğdu. Denizci bir aileden gelmesi nedeni
ile küçükten beri bir deniz adamı olarak
yetiştirildi. O yıllarda son derece zor olan
farklı ülkeleri görme, oralarda yaşama ve
farklılıklardan sentez oluşturma vizyonu,
yaşamı boyunca onu hep yetkin kıldı. Her
gittiği yerde İtalyan birliğinin kurulması
adına çabaları oldu. “Ya Roma, ya ölüm” kararlılığıyla İtalyan birliğinin kurulmasında
ve Vatikan’ın bugünkü simgesel küçüklüğe
çekilerek İtalya üzerindeki egemenlik isteğinden vazgeçmesinde unutulmaz katkıları
oldu.
1828 yılında 21 yaşında bir denizci olarak geldiği İstanbul’da üç yıl geçiriyor ve
Istanbul’da kaldığı dönemde Fransızca öğretmenliği yapıyor. Daha sonra 1862’deki
Roma yenilgisinin ardından İstanbul’a gelip
Galatasaray Linardi Sokağı’nda (bugünkü
Çiçekçi Sokak) Madam Sauvaigo’nun pansiyonuna yerleşip Fransızca dersler veren
Garibaldi, beraberinde Napolili ve Kırmızı
Gömleklilerden oluşan bir siyasal sığınmacı
grup ile getiriyor. Garibaldi 1862 yılındaki
doğumgününü Galatasaray’da o dönemin
ünlü Naum tiyatrosunda kutluyor. 1863’te
İstanbul’da İtalyan İşçi Birliği’nin (Soceita
Operaia İtaliana) de kuruculuğunu üstleniyor. Derneğin ilk başkanı Garibaldi, onursal
başkanı da yine bir İtalyan devrimci olan
Giuseppe Mazzini oluyor ve günümüzde
Casa Garibaldi olarak tanınacak bina 1885’de
Deva çıkmazında açılıyor. Prof. Ekrem Buğra
Ekinci, ‘’Osmanlı ülkesinde bir garip topluluk: Levantenler’’ adlı çalışmasında Soceita
Operaia İtaliana’nın üye kayıtlarının Beyoğlu’nun tarihi için çok değerli olduğunu ve
geçmişe ısış tutacak nitelikte olduğunu dile
getiriyor. Bu söz konusu kayıtlar incelendiğinde, Alexandre Vallaury ilk dikkat çeken
isim oluyor. Vallaury eserleri arasında en
bilinenlerini Galata Osmanlı Bankası (Salt
Galata Binası), İstanbul Arkeoloji Müzesi,
Pera Palas Oteli, Duyun-u Umumiye (Cağaloğlu Anadolu Lisesi), Haydarpaşa Mekteb-i
Tıbbıye-i Şahane (Haydarpaşa Lisesi) olarak
sıralamak mümkün. Vallaury İstanbul’un
önemli yapılarına imza atan onlarca mimar
ve zanaatkardan sadece biri.
Casa Garibaldi
İstanbul’daki İtalyan işçileri bir dernek çatısı
altında birleşmiş, 1884 yılında bugünkü
arsalarını satın almış, hemen bir yıl sonra da 1885 Kasım’ında binalarının açılışını
yapmışlar. Prof. İlber Ortaylı, ‘’İstanbul’daki
Italya’’ adlı köşe yazısında, İstanbul’un 19.
yüzyıldaki son derece kozmopolit yapısını
hatırlatırken, yurt dışından ciddi göç alan
ve önde gelen bir Avrupa başkenti olduğu
gerçeğinin de altını çiziyor. Dernek arşivleriden bir dönem sayısı 30 bini bulan bir
İtalyan cemaatin olduğu gün yüzüne çıkıyor. İtalyan bankacı, hekim, şirket memuru,
tabip, rahip, öğretmen, usta, amele, lokantacı, şekerlemeci, hizmetçi ve işsiz bir kesimin varlığı da bu arşivlerde kayda alınmış.
150 yıldır eksiksiz duran arşivleri çok önemli
tarihsel kaynak niteliği taşıyor. Bina heykel
örnekleri başta olmak üzere önemli sanat
eserlerine de ev sahipliği yapıyor Dr. Sedat
Bornovalı denetiminde ve TÜRSAB’ın sponsorluğunda yürütülen restorasyon çalışmalarına, başta İtalya Devleti adına İstanbul
Başkonsolosu Gianluca Alberini olmak üzere, konuyla ilgili İtalyan kurumlarının da
büyük desteği var. Ünlü yazar Prof. Umberto
Eco ise muhtemelen en değerli ziyaretçiler
arasında.
Gerçekleştirilen restorasyon sonunda bir
kültür merkezi olarak geziye açılacak bina
İstanbullulara sunulacak. İstanbul’u anlamak, şehrin dokusunu öğrenmek, Be-
Casa Garibaldi İç Mekan (Önder Kaya’nın arşivinden)
~ 29 ~
Garibaldi Heykeli: Casa Garibaldi
(Önder Kaya’nın arşivinden)
yoğlu’nun sokaklarını farklı bir gözle bakabilmek, geçmişe ışık tutabilmek isteyen
herkesin mutlaka görmesi, gitmesi gereken
bir adres.
Kaynakça:
Halil İnalcık, “Türkiye ve Avrupa: Dün Bugün”, Doğu Batı, sayı: 2, 1998, s. 17.
6 Giacomo E. Carretto, Akdeniz’de Türkler,
çev. Durdu Kundakçi-Gülbende Kurau, Ankara1992, s. 55.
Daniel Goffman, İzmir ve Levanten Dünya
(1550-1650), Çev. Ayşen Anadol-Neyyir Kalaycıoğlu, İstanbul, 1995,
Willy Sperco, Yüzyılın Başında İstanbul,
Türkçesi: Remime Köymen, Çelik Gülersoy
Vakfi İstanbul Kütüphanesi Yay., İstanbul,
1989
Doç. Dr. Şerife Yorulmaz, Osmanlı Liman
Şehirlerinde Yabancı Tüccar ve Levantenler,
2011
Prof. Ekrem Buğra Ekinci, Osmanlı ülkesinde bir garip topluluk: Levantenler. 9 Nisan
2014.
İstanbul’un kalbinde bir İtalyan Hazinesi: Casa Garibaldi Moris Gabay, Milliyet, 11
Aralık 2013
İlber Ortaylı, İstanbul’daki Italya, Milliyet,
25 Ekim 2006.
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Osmanlı Devleti’nde Masonluk
~ 30 ~
çekten uygulayan ilk loca ise l’Etoile du Bosphore’un rakibi l’Union d’Orient’tir.
L’Union d’Orient 23 Mart 1863’te, Fransız
obediyansına bağlı bir loca olarak kurulmuştur, fakat üstad-ı muhterem Alexandre Schinas, açılış konuşmasındaki sözleriyle locanın
l’Etoile du Bosphore’dan farklı olacağını belli
etmiştir:
“Bugüne kadar birbirlerini küçümsemekten,
birbirlerine baskı yapmaktan, birbirlerinden
nefret etmekten başka hiçbir şey yapmamış
çeşitli ırkların oturduğu bir ülkede (...), medeni ya da dini kanunların, farklı tarikatların,
cemiyetlerin, birleşmesi gerekenleri yüzyıllardır ayırmaktan başka bir işe yaramadığı bir
ülkede; toplum açısından yıkıcı bir hal almış
bu duruma tek geçerli ilaç (...) tek amacı bu
çeşitli ırkların birliğini, onların birbirini sevmesini, birbirine değer vermesini sağlamak ve
masonluğun meşalesini yukarılara kaldırarak
karanlıklara gömülmüş olanları aydınlatmak
olan bir locanın kurulmasıydı” (Dumont, 21).
Locanın bu politikası başarıya ulaştı: Üyelik
talepleri o kadar fazlaydı ki, 1865 ile 1869 yılları arasında yapılan bütün celseler fiilen üye
kayıt çalışmalarına ayrılmak zorunda kalınmıştı. Kabul edilen üyelerin bir kısmı Fransız
olsa da, çoğunluğu Osmanlı’da yaşayan Rum,
Yahudi ve Ermeni cemaati üyelerinden oluşmaktaydı. Locanın 1864 yılında seçilen üçüncü üstad-ı muhteremi Louis Amiable’ın locayı
Müslümanlara açma hareketi de olumlu sonuç
vermiştir: 1865 yılında sadece üç Müslüman
üyesi olan l’Union d’Orient, 1869 yılında 143
üyesinin içinde 53 Müslüman barındıracaktı.
Bu Müslüman üyeler arasında ordu mensupları, memurlar ve hatta iki ya da üç devlet memuru bulunmaktaydı. Aynı zamanda Şura-yı
Devlet reisi Ferik İbrahim Edhem Paşa ve Mısır
Masonik Sembolü Bir Mezar Taşı
(Önder Kaya’nın arşivindendir)
yılında Osmanlı Maşrık-ı Azam’ının kurulması
arasındaki zaman dilimiyle sınırlandırılmıştır.
Neslihan
Yarım asırdan biraz uzun olan bu zaman aralıDönmez
ğı içerisinde Osmanlı Devleti’nde masonluğun
geçirdiği hızlı değişim ve gelişim gözlenebilmektedir.
Osmanlı’daki ilk mason localarının 18. yüzyılın başlarında kurulduğu iddia edilmektedir,
Masonluk, köklerini Ortaçağ’daki taş işçileri- fakat hakkında yeterli kaynağa sahip olunan
nin (İng. stonemason) kendi aralarında kur- ilk loca, 1855 yılında Fransız obediyansıyla
dukları derneklere dayandıran bir örgüttür. iletişime geçilmesi sonucu resmi olarak üç yıl
Bu örgütün ilk olarak İngiltere’de kurulduğu, sonra, 26 Nisan 1858’de kurulan l’Etoile du
ilk önce İrlanda ve İskoçya’ya, daha sonra ise Bosphore’dur. (Boğaziçi’nin yıldızı) On beş kaFransa, İtalya gibi Avrupa ülkelerine yayıldığı dar üyeyle kurulan l’Etoile du Bosphore locası,
bilinmektedir. Günümüzde ise Türkiye de dahil Fransız kimliğini koruma politikası izleyerek,
olmak üzere pek çok ülkede mason organizas- üyelerinin büyük çoğunluğunu Osmanlı’da
yonları bulunmaktadır.
yaşayan Fransız vatandaşlarından seçmiştir.
“Mason” kelimesi, birçok insanın aklında 1860’ta locanın üyeleri birçok tüccar, iki taolumsuz çağrışımlar yaratmakta, günümüzde mirci, bir maden suyu imalatçısı, iki hekim ve
pek çok ünlü ve güç sahibi isim mason olmak- dört memurun da aralarında bulunduğu otuz
la suçlanmaktadır. Masonların gizliliğe karşı dokuz kişiden oluşmaktaydı. Fakat, loca, Müsduyduğu hassasiyet ve ritüellerine olan bağlı- lüman üye alımını sınırlandırması nedeniyle
lıkları, aslında çoğunlukla belirli bir amaç için üyelerinin büyük bir bölümünü yeni kurulan
toplanan herhangi bir örgütten farkı olmayan rakip bir locaya, l’Union d’Orient’e (Doğunun
bu kuruluşa esrarengiz bir hava katmıştır. Birliği) kaptırmıştır. Dışarı karşı çok daha açık
Masonluğun bu özelliğinin yanısıra, Osmanlı olmasıyla bilinen l’Union d’Orient, Osmanlı
Devleti’ndeki ilk mason localarının yabancı kö- toplumunun ileri gelenleriyle biraderlik ilişkenli olması ve sadece gayrımüslümleri kabul kisi kurmak isteyen Fransızlar için daha iyi
etmesi, ülkemizde masonluğa olan önyargıyı bir seçim olarak değerlendirilmiştir. Hızla üye
daha da güçlendirmiştir (Eldem, 16). Padişah kaybeden loca, varlığını 1904 yılına kadar
V. Murad, Namık Kemal gibi devlet yönetimin- sürdürmeyi başarsa da, üye sayısını arttırma
de önemli roller oynamış isimleri üyeleri ara- konusunda başarılı olamamıştır (Dumont,
sında saymış olan Osmanlı mason localarının, 15-20). L’Etoile du Bosphore, her ne kadar Ossiyasi çıkarlar bulundurmadığını savunmak manlı’da kurulan ilk mason locası olduğu için
mantıklı olmaz. Batılılaşma sürecinin başında tarihi önem taşısa da, dışa kapalılığı nedeniyle
olan Osmanlı Devleti’nde bir grup güç sahibi Osmanlı’da yaşayan Müslüman nüfus üzerinde
insanın bir araya gelerek devlet politikasına etki sahibi olmayacaktır. Osmanlı Devleti’nin
etki edebilecek kararlar aldığı yerler olan ma- her kesimine açık olarak masonluğun din, dil,
son localarının, dışarıdan bakanlar tarafından ırk, sosyal sınıf gözetmeme prensiplerini gertehlikeli ve gizemli olarak nitelendirilmesi
şaşırtıcı değildir. Fakat, günümüzde siyasi çıkarlarını gözetmeyen örgüt sayısı çok azdır, bu
nedenle de masonluğa siyasi etkisi olan tek organizasyon muamelesi yapmak doğru değildir
(Eldem, 17).
Osmanlı Devleti’nde masonluğun gelişimini
anlayabilmek için, öncelikle birtakım temel
bilgiye ihtiyaç vardır. “Loca” kelimesi, en küçük
masonik birimi ifade eder. Localar, “obediyans”, ya da Osmanlıcada “maşrık-ı azam” adı
verilen büyük localara bağlıdır. Büyük localar,
en az üç locanın bir araya gelmesiyle kurulur
ve kendilerine bağlı olan locaları temsil ederler. Bu makale, Osmanlı’daki ilk mason locası
olan Fransız obediyansına bağlı l’Etoile du
Bosphore’un 1857 yılında kurulması ile 1909
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Sol: Masonluğu Benimseyenlerden Biri de Padişah 5. Murat idi | Sağ: Bir Mason
prensi Mustafa Fazıl Paşa da locanın üyesiydiler (Dumont, 23). Amiable, ritüel dillerinin
arasına Türkçeyi eklemiş ve gayrımüslümleri
istendiğinde Türkçe konuşmaya ikna etmişti.
Fakat, Amiable’ın üstad-ı muhteremlik görevinden ayrılması sonrası çıkan iç karışıklıklar
neticesinde, loca, 28 Ocak 1874’te faaliyetlerine ara vermek zorunda kaldı. L’Union d’Orient,
bu kısa ömrü boyunca üyelerini din, dil ve ırk
ayrımı olmadan bir araya getirmeyi başarabilmiştir (Dumont, 26).
Osmanlı Devleti’nde Fransız obediyansına
bağlı olmasına rağmen Osmanlı azınlıkları
tarafından domine edilen iki tane önemli loca
da bulunmaktadır: Ermeni üyelerin ağırlıkta
olduğu Ser (Aşk) locası ve I Proodos (Gelişim)
isimli Rum locası. Ser, l’Union d’Orient’in ikinci
üstad-ı muhteremi Serafin Aznavur tarafından
kurulmuştur. Kendisinin yerine geçen Louis
Amiable’ın politikalarından haz etmeyen Aznavur, sadece Ermenilere açık olan bu locayı
22 Aralık 1866’da resmi olarak kurmuştur.
Loca, kısa sürede büyük başarı yakalamış ve
1869 yılına kadar pek çoğu büyük servet sahibi
olan 77 üye toplamayı başarmıştır. Fakat, hem
Fransız obediyansı ile yaşanan sürtüşmeler,
hem de Osmanlı Devleti’nde yaşayan Ermeni
azınlıkların bağımsızlık istekleri dolayısıyla
yarattıkları iç karışıklıklar, locayı kötü yönde
etkileyecek ve Eylül 1894’te kapanmasına sebep olacaktır (Dumont, 27-32).
I Proodos, belirli bir azınlık grubun baskınlığı sebebiyle Ser locasıyla benzer kabul edilse
de, çok daha farklı bir politika izlemiştir. Üyelerinin çoğunluğu Rum olan I Proodos, buna
rağmen hiçbir zaman dışlayıcı olmamış ve pek
çok Müslüman üyeyi de kabul etmiştir. L’Union
d’Orient’in örneğini izleyerek toplantılara Türk-
çe dilini de sokan ve üyeleri arasında zenginler
olduğu kadar mütevazı çevrelerden gelen kişileri de barındıran I Proodos’un en önemli üyeleri ise tartışmasız bir şekilde Şehzade Murad,
kardeşleri Nureddin ve Kemaleddin, ünlü yazar Namık Kemal olmuştur (Dumont, 32-37).
Mason locaları, V. Murad’ın 30 Mayıs 1876
tarihinde tahta geçmesi sonucu Osmanlı Devleti’nde ilk ve son defa mason bir padişahın
olmasıyla altın çağını yaşayacak gibi görünse
de, umutları V. Murad’ın üç ay sonra tahttan
indirilmesiyle yıkılmıştır. Yerine geçen Sultan
II. Abdülhamid’in yarattığı baskıcı ortam, Ser
locasının 1894’te, I Proodos ve Etoile du Bosphore localarının ise 1901’de kapanmasına
neden olarak, Osmanlı masonluğuna en kötü
günlerini yaşatmıştır. Geriye kalan localar ise
dikkat çekmemek amacıyla bütün faaliyetlerini dikkat içerisinde ve sessiz sedasız yürütmek zorunda kalmışlardır (Eldem, 20-23). II.
Abdülhamid’in padişahlığı süresince İstanbul’da oluşturduğu baskı, masonluğun merkezinin Selanik’e kaymasına sebep olmuştur.
Burada, 1904 ve 1908 yıllarında Veritas ve
l’Avenir d’Orient locaları kurulmuş, bu localar
yine Selanik bazlı Jöntürk hareketi üyeleriyle
de ilişki kurmuşlardır. Bu ilişkinin, İttihat ve
Terakki Partisi politikalarında etkili olmuş olması muhtemeldir (Koloğlu, 29). 1908’de ilan
edilen 2. Meşrutiyet sonrası, masonluk İstanbul’da yeniden yükselişe geçmiş, fakat bu sefer
Fransız obediyansına bağlı olan localar İngiliz,
İtalyan ve İspanyol localarının gerisinde kalmıştır. Eski bir l’Etoile du Bosphore üyesi olan
Mihran Maraşyan, arkadaşı Michel Noradounghian ile 1909 yılında kurduğu “Renaissance”
adlı locayla, bu durumun önüne geçmeye çalışmıştır (Anduze, 53-54).
~ 31 ~
1909 senesi, ilk Osmanlı obediyansının kurulma çalışmalarının başlandığı yıl da olmuştur.
Yeteri kadar 33. dereceden üyesi olmayan Osmanlılara, İtalyan obediyansı yardım ederek 3
Mart 1909’da Osmanlı Yüksek Şurası’nın (Şura-yı Ali-i Osmani), 1 Ağustos 1909 tarihinde
ise Maşrık-ı Azam-ı Osmani’nin kurulmasına
ortam hazırlayacaklardır. Osmanlı Maşrık-ı
Azam’ının kurulmasından sonra İttihat ve Terakkiciler “milli masonluk” politikası altında,
Osmanlı Maşrık-ı Azam’ına bağlı olmayan
locaların kurulması engelleme yoluna gitmişlerdir. Bu politikayla, Osmanlı’nın önemli
mason localarının yabancı obediyanslara bağlı
olmasının engellenmesi, böylece Osmanlı iç
işlerine yabancıların karışmasının önlenmesi
amaçlanmıştır. (Anduze, 34) Osmanlı Maşrıkı Azam’ının kendisine bağlanmasını isteyen
İtalyan obediyansına rağmen, Osmanlı Büyük
Locası, bağımsız bir obediyans olarak kalmayı
başarabilmiştir. (Anduze, 79)
Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyılın ikinci yarısında etkin olmaya başlayan mason locaları,
kısa bir süre içerisinde pek çok farklı şekilde
üye toplamayı başarmıştır. L’etoile du Bosphore’un ilk üyelerinin çoğunluğunun yerel esnaflardan oluşuyor olması, Osmanlı masonluğunun mütevazi başlangıcının da göstergesidir.
Daha sonra mason localarına üye olan önemli
ve zengin isimler ise, Osmanlı’da masonluğun
hızla büyüyen ve değeri artan bir kurum haline
geldiğinin kanıtı olmuştur. Masonluğun eşitlik
prensibini en iyi uygulayan loca olan l’Union
d’Orient, Osmanlı’da önemli bir iz bırakmıştır. Hatta, Eric Anduze Osmanlı’ya kardeşlik
ruhunun ilk kez masonlukla birlikte girdiğini
savunmaktadır. Batılılaşma evresinde olan Osmanlı’nın ileri gelenlerinin mason localarında
yabancılar ve azınlıklarla fikir paylaşımlarında
bulunması da Osmanlı’nın dış politikalarını
etkilemiştir. Bu nedenle, mason kuruluşları
her ne kadar Osmanlı toplumunun çok sınırlı
bir kısmını ilgilendirmiş gibi görünse de, bu
kısmın sahip olduğu güç nedeniyle etkisi çok
daha geniş olmuştur. Kaynakça:
Anduze, Eric. Osmanlı Türkiye’sinde Masonluk.
İstanbul: Sokak Kedisi/Omnia, 2012. Baskı.
Dumont, Paul. Osmanlıcılık, Ulusçu Akımlar
Ve Masonluk. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları,
2014. Baskı.
Eldem, Ehdem. “Geç Osmanlı Döneminde Masonluk Ve Siyaset Üzerine İzlenimler.” Toplumsal Tarih 33 (1996): 16-29. Baskı.
Koloğlu, Orhan. İttihatçılar Ve Masonlar. İstanbul: Pozitif Yayınları, 2012. Baskı.
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
İhtiyatlı Politika Hoşgörü Politikasıyla Çakışınca: Struma Faciası
Umut Fidan
II. Dünya Savaşı, Almanya’nın Polonya’yı 1
Eylül 1939’da işgal etmesiyle resmen başlamış kabul edilse de; dünyada hızla yayılan
faşizm, komünizm gibi farklı ideolojiler, çatışmalardan seneler önce gerçekleşecek savaşın habercisi olmuştur. I. Dünya Savaşı’ndan
nasibini almış olan Osmanlı’yı hatırlayan
Türk hükümeti, olası yeni savaşa girmemeye
daha savaş başlamadan kararlıydı. Hükümet,
bu doğrultuda savaş öncesinde ve sırasında
Mihver ve Müttefik Devletlere karşı bir denge
politikası izlemeye karar vermiş, iki tarafla da
saldırmazlık paktları imzalamış ve göze çok
batmayacak politikalar izlemeye gayret göstermiştir.
Türkiye hükümetinin uyguladığı bu “ihtiyatlı
politika” en büyük sınavını Avrupa’daki faşist
hükümetlerin zalimce uygulamalarından kaçan Yahudi mültecilere karşı takınılan tavırla
vermiştir. II. Beyazıt’ın 1492’de İspanya’daki engizisyondan kaçan Yahudileri Osmanlı
topraklarına ve Atatürk’ün 1933 yılında Nazi
rejiminden kaçan 38 Yahudi bilim adamını
İstanbul Üniversitesi’ne kabul etmesi sayesinde, Türk devletlerinin sığınacak bir yer arayan
Yahudi mültecilere karşı tarihsel bir hoşgörüye sahip olduğunu söyleyebiliriz (Güleryüz).
Ancak bu tarihsel hoşgörü mirası, Türkiye
Hükümetinin o dönemde uyguladığı denge
politikasıyla çakışınca, zamanın hükümeti
başka bir dönemde uygulamayacağı nitelikte
kararlar almıştır.
II. Dünya Savaş’ı henüz başlamadan Türkiye
üzerinden deniz yoluyla Filistin’e kaçak gitmeye çalışan gemiler artış göstermişti. Bunun
üzerine Ankara hükümeti 28 Haziran 1938
günü ‘Pasaport Kanunu’ vasıtasıyla geçişler
hususunda resmi görüşünü belirtmek zorunda kalmıştır. Bu kanunun 4. maddesine göre
Türkiye’den transit geçiş yapmak için geldikleri halde yanlarında yeterli para veya vasıtaları olmayanlar ile gideceği memleketler için
vizeleri bulunmayan yabancı uyruklular artık
Türkiye’ye giriş yapamayacaklardı. Hükümet
ayrıca resmi olarak transit vizesine başvuran
mültecileri bir sistemin içine sokmak için 1941
yılının Ocak ayında Yahudi mültecilerin Türkiye üzerinden geçmelerine dair bir kararname
çıkardı. Bu kararnameyle sadece Türkiye’den
ayrıldıktan sonra gidecekleri ülkeye ait transit vizeye ve yolculuk biletine sahip kişilere
transit vizesi verilmesi kararlaştırılmıştı (Bali,
332).
Türkiye Hükümeti’nin Yahudi mültecilere
karşı takındığı bu sert tutumda uyguladığı
dengeli dış politikanın yanında kendi iç politikası da etkiliydi. Türkiye’de 2.Dünya Savaşı’nın başlamasından seneler önce -özellikle
batı kesimlerde- Yahudilere yönelik ciddi linç
girişimleri yaşanmış, o zamanın hükümetine
yakın gazete ve dergiler tarafından Yahudiler
karikatür ve yazılar aracılığıyla halkın gözünde küçük düşürülmüştü.... Bunlara 1941
yılının Ağustos ayında Romanya’ya döndürüleceklerinden korkan Yahudilerin İzmir kıyılarında bindikleri geminin motorlarına zarar
verip yasadışı bir şekilde Türkiye’de kalma çabaları eklenmişti... Bu olaylar üzerine nefret
dolu Türk kamuoyu ve transit geçecek her Yahudinin Türkiye’ye yerleşeceği paranoyasına
kapılan hükümet, bir daha mültecilerin karaya ayak basmalarına müsamaha göstermedi.
Ancak kimse bu katı tutumun içi yüzlerce masum insanla dolu ‘Struma’ adlı Panama bandıralı bir Bulgaristan gemisinin trajik sonuna yol
açacağını öngöremedi.
II. Dünya Savaşı’nda Romanya’daki
Ayrımcı Politikalar ve Bunların Yahudiler
İçin Sonuçları
Romanya’da, Nazi Almanyası’nın baskılarıyla
Ion Antonescu’nun başbakanlığa atanması
ile, Nazizm’in attığı faşizm tohumları sonunda
yeşermişti. Antonescu, Romanya halkına Sovyetlere II. Dünya Savaşının başında kaptırılan
toprakların ülkesinin Almanya’nın yanında
savaşması halinde geri kazanılacağını ve hatta daha çoğunun elde edileceğine dair -sonradan başarısız olsa da- söz vermiş, neticede
Romanya 1940 yılınının Kasım ayında resmen
Almanya’nın yanında savaşa girmişti (Kakınç,
33).
Antonescu’nun Romanya’da kurmuş olduğu
diktatörlük, ülkede yaşayan Yahudilere karşı
önceden yaşanan ayrımcılığın daha da artmasına sebep olmuştur. Yahudilere daha birkaç
ay geçmeden sarı yıldız takma zorunluluğu
getirilmiş, belirli saatlerde evlerinden çıkmalarına izin verilmemiş, trenle seyahat etmeleri
yasaklanmış ve ekonomik faaliyetlerine kısıtlamalar getirilmişti. Belirli sayıda Yahudinin
toplama kamplarına gönderilmesi haberleri
ve Demir Muhafız (Romanya’da 1930’ların
başından II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar
faaliyet gösteren aşırı sağcı hareket/siyasi
~ 32 ~
Ashod, İsrail’de bulunan Struma anıtı
parti) çetelerinin Yahudi avına çıkmasıyla birlikte Yahudiler yakında Romanya’nın Almanya’dan çok farkı kalmayacağını öngörmüştür
(Kakınç, 37). Yaşanan ayrımcı politikalar doğrultusunda Yahudiler, hali hazırda olan kaçma
isteklerini icraata geçirme ihtiyacı hissetmişti.
Yolculuklar devletten gizli yapıldığı için seyahat için gerekli biletler karaborsada çok pahalı
fiyatlara satılmış, bu sebeple diğer ülkelerden
kaçan çoğu Yahudi mülteci gibi kaçak gemiler
genellikle varlıklı kişiler tarafından doldurulmuştur.
Struma’nın Yola Çıkışı
Struma adlı eski taşıma gemisi içinde taşıdığı
umutlar ve hayatlar bağlamında herhangi bir
mülteci gemisinden farklı değildi. Bu gemiyi
diğerlerinden ayıran özellik ise gemiye uygulanan reklam kampanyasının inanılmaz boyutlarda yanıltıcı olmasıydı. Geminin sahipleri Struma’yı Queen Mary transatlantiğinin
resimleriyle lüks ve konforlu bir gemi olarak
pazarlamıştı (Hür). Oysa Struma 1867’de inşa
edilen, 1830 model motora sahip olan ve Tuna
nehiri üzerinde hayvan taşımacılığında kullanılan eski bir kömür nakliye gemisiydi. 46
metre uzunluğunda, 100 yolcu kapasitesindeydi ve kesinlikle uzun bir deniz yolculuğu
için gerekli niteliklere sahip değildi. Geminin
herhangi bir hayvan taşıma gemisinden tek
farkı, yolculuk için derme çatma eklenen tuvalet, yatak olarak kullanılması için geminin
ambarlarına sıra sıra dizilen raflar ve eskiden
hayvanların kaldığı bölümlerin dönüştürülmesiyle elde edilen kamaralardı (Akyol).
Yolcuların gemiyi gördükten sonra isyan
etmeleri üzerine; yolculuktan sorumlu Yunan acentesi, mültecileri Filistin’e götürecek
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Facianın tek kurtulanı David Stoliar seneler sonra onu kurtaran
balıkçılardan biri olan İsmail Aslan’la
geminin karasularının dışında demir attığını
ve onları beklediğini söyledi. Temin edileceği
söylenen Filistin vizelerinin ise Yunan armatör
Pandelis’in İstanbul’a karayoluyla gemiden
önce varacağı ve eksik vizelerin orada temin
edeceği sözünden sonra mültecilerin acenteye inanmaktan başka bir şansları kalmamıştı
(Bali, 348). Struma Köstence limanından
İstanbul’a doğru 769 yolcusuyla birlikte 12
Aralık 1941’de hareket etti.
Sarayburnu’na Demir Atış
Köstence’den demir alışından çok geçmeden
Struma’nın eski motoru sorun çıkarmaya başlamıştı. Motordaki arızalara rağmen İstanbul
Boğazına yaklaşan gemi, dizel motorunun
çatlaması üzerine daha fazla hareket edemez
hale gelmiş ve SOS çağrısı vermeye başlamıştı. Çağrının Türk gemicileri tarafından fark
edilmesi üzerine Struma, birkaç saat sonra
bir römork tarafından Sarayburnu açıklarına
çekildi. Yolculara İstanbul’a geldiklerinde Filistin vizesi verileceği teminatında bulunan
armatörün ortalıklarda gözükmemesi üzerine Türkiye hükümetinin yolculara transit
vize vermesi mümkün olmadı. Sonuçta gemi,
gidecek hiçbir yeri olmadığı halde Sarayburnu’na çaresizce demir attı.
Türk resmi makamları, Struma İstanbul’dan
ayrılıncaya kadar, gemideki arızaların yolcular
tarafından kasıtlı olarak yapıldığı yönündeki
düşüncesini korudu. Ancak bu şüphe, zaten
son yılların en soğuk kışını yaşayan İstanbul’da hayata bir öğün yemekle tutunmaya
çalışan Yahudi mülteciler için her şeyi daha
zor hale getimekten başka bir işe yaramıyordu. Türk hükümetinin katı tavrı yüzünden
Türk Yahudi Cemaati temsilcileri Simon Brod
ve Rıfat Karako dahi gemiye ancak Sarayburnu açıklarına demirlemesinden on gün sonra
giriş yapabildi. Temsilcilerin gemideki yaşam
koşullarının yetersizliğini görmesi ve rapor
etmesi üzerine, Amerikan Yahudi Komitesi
(AJC) tarafından İstanbul Hahambaşılığına 10
bin dolar bağışlandı. Bu bütçeyle Türk Hükümetinin izni ile haftada yalnızca bir kere olmak üzere yolculara sıcak yemek dağıtılmaya
başlandı (Bali, 351). O günden sonra geminin
gıda ihtiyacının Kızılay tarafından karşılandığı öne sürüldü. Ancak Kızılay’ın yardımları
sadece göstermelikti ve gemiye asıl yardım
İstanbul’daki Musevi cemaati tarafından karşılanıyordu (Deliklitaş).
Haftalar geçtikçe Struma gemisindeki sağlıksız ortam ve yetersiz beslenme nedeniyle yolcuların sağlık problemleri arttı ve gemiye gittikçe umutsuzlaşan ve huzursuzlaşan bir hava
hakim oldu. Artık yaşanması kaçınılmaz olan
hırsızlık, kaçma girişimleri ve dizanteri vakalarının arasında bile gemideki hayat devam
ediyordu. Eski öğretmenler tarafından İbranice edebiyat ve tarih kursları açıldı, gemideki
iki müzisyen her akşam diğer yolcularında eşlik ettiği şarkılar çaldılar ve evlenmek isteyen
bir çift bir haham tarafından gemide evlendirildi (Bali, 352). Ancak bu nadir neşeli anlar
dahi günler geçtikçe gemideki açlığı, hastalığı
ve umutsuz atmosferi aşmaya yetmedi.
Gemiye uluslararası alanda açıkça sahip çıkan
bir devlet olmadı. Müttefik Devletler’le birlikte savaşan ve Struma’nın Sarayburnu’ndaki
akıbetinden haberdar olan İngiltere, geminin Filistin’e gitmesini en az Almanya kadar
istemiyordu. Bunun en büyük nedeni İngiltere’nin, mandası olan Filistin’in son yıllarda
~ 33 ~
zaten Arap-Yahudi savaşı sebebiyle yeterince
karışık olması ve bölgede Arapları kışkırtacak
daha fazla Yahudi nüfusu istememesiydi (Kodal, 140). Büyük ihtimalle bu tutumdan rahatsız olan İngiltere ve Amerika içindeki Yahudi örgütlenmelerin baskıları sonucu İngiltere
Dışişleri Bakanlığı, gemide bulunan yaşları 11
ile 16 arasında olan 28 çocuğa Filistin’e seyahat belgelerini hazırlayacağını açıkladı ve Türk
Dışişleri Bakanlığı’ndan çocukların demiryolu
aracılığıyla Filistine ulaştırılmasını istedi
(Hür). Türk hükümeti bu isteği geri çevirmekle
kalmayıp bu konu üzerine İngiltere ile müzakereyi reddetti. Türk hükümetinin gemiyi Karadeniz’e bırakacağından bir şekilde haberdar
olan İngiltere Dışişleri Bakanlığı, geminin çekileceği gün Türkiye Dışişleri Bakanlığı’ndan,
içindeki çocuklar bırakılmadan geminin herhangi bir yere ayrılmamasını talep etti ama
bu istek de reddedildi. 23 Şubat 1942’de Amerikalı siyonist bir lider olan Stephen Wise adlı
bir kişi Türk hükümetine yolcular için gerekli
vizelerin temin edildiğini bildirdi ancak Türk
hükümeti Struma konusunda çoktan kararını
vermişti. Telgrafın geldiği gün Struma’nın 68
günlük Sarayburnu’na demir atışı Ankara’dan
gelen nedeni belirsiz bir emir üzerine sona
erdi ve gemi bozuk motoruyla ve yetersiz gıda
stoklarıyla Karadeniz’e doğru bir kılavuz motor tarafından çekilmeye başladı. (Deliklitaş)
Trajik Son ve Sonrasında Yaşananlar
Çok da uzun olmayan bir yolculuk sonrası
Struma, Sarayburnu’na çekildiğinden beri
tamir edilmeyen motoruyla ve gidecek hiçbir
yeri olmadan sahilden 5 km ötede kendi haline bırakıldı. Ertesi sabaha kadar bekleyen yolcuların umutsuz düşünceleri, Boğaz’ın çıkışını
kontrol eden ve şüpheli durumlarda gerekli
tedbiri alması emredilen Shch-213 adlı bir
Sovyet denizaltısının Struma’ya yönelttiği bir
torpidoyla bölündü. Geminin tüm parçaları
havaya uçmuş, patlamadan canlı kurtulan- bir
kişi dışında- herkes geminin kalıntılarını fark
eden balıkçı teknesi gelene kadar soğuktan
hayatlarını kaybetmişlerdi. Balıkçı teknesinin
kendisini farketmesiyle kurtulan yolcu David
Stoliar(1922-2014) adlı 18 yaşında bir gençti.
Balıkçılar tarafından 2 gün bakılan Stoliar,
daha sonra polis tarafından 2 hafta tedavi
göreceği Haydarpaşa Askeri Hastanesi’ne götürüldü. Tedaviden sonra İstanbul Emniyet
Müdürlüğü’ne gönderilen Stoliar, üç hafta
boyunca sorgulandı. Sonunda İngiltere Dışişleri Bakanlığı Filistin’de yaşanan protestolar
sonucu Türkiye hükümetine Stoliar’ı serbest
bırakması için baskı uyguladı. İngiltere resmi
makamları tarafından tahsis edilen -Struma’da hiçbir zaman elde edemedikleri- Filis-
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Struma Gemisi
tin vizesiyle birlikte gidiş için belgeleri hazır
olan Stoliar, daha sonra Türkiye’deki Yahudi
Cemaati’nin liderlerinden olan Simon Brod
adlı bir Yahudi tarafından Suriye üzerinden
1942 yılının Nisan ayında Tel Aviv’e gönderildi
(Bali, 357). Daha gemi Sarayburnu’na demirliyken yedisi ekonomik mevkii ve biri hamilelik nedeniyle vizeleri İngiltere tarafından
tahsis edilen 8 kişinin ardından ve son olarak
David Stoliar’ın Tel Aviv’e sağ sağlim ulaşmasıyla 769 yolcusuyla birlikte yola çıkan Struma
gemisinden sadece 9 kişi Filistin’e olan yolculuğunu tamamlayabilmiştir.
Struma’nın batması tüm dünyadaki Yahudiler için derin bir hüzne sebep oldu. Filistin’de
1942 yılı 27-28 Şubat günleri yas ilan edildi
ve sinagoglarda ölenler adına dualar okundu.
Yahudilere özgü bir bayram olan Purim bayramı için planlanan tüm kutlamalar o yıl için
iptal edildi ve bazı Yahudi işletmelerinin bayrakları yarıya indirildi. Yaşanan trajedide en iyi
ihtimalle büyük ihmali olan Türkiye hükümeti
ise olay hakkında Anadolu Ajansı aracılığıyla
basına yaptığı kısa bir açıklamayla yetindi.
Almanya’nın Ankara büyükelçiliği, Struma faciası ve yakın bir zaman sonra Anadolu Ajansı’ndaki Yahudilerin işten atılmaları üzerine,
Türkiye’de yaptıkları antisemitist kışkırtmaların başarılı olduğu sonucuna vardı ve izlenimlerini Almanya hükümetine iletti (Bali, 361).
Türkiye hükümeti Struma faciası sonrasından
Almanya’nın doğu ve batıda büyük topraklar
kaybetmeye başladığı 1943 yılının sonlarına
kadar, Yahudi mültecilere olan tavrını daha
da sıkılaştırmış ve transit vize isteyenlere çok
geç cevap vermeye başlamıştır. Neticede Struma’dan sonra Türkiye’den deniz yoluyla geçen
mülteci gemisi sayısı sadece altıdır ve hiçbiri
200 kişiden fazla yolcuya sahip değildir (Kodal, 155).
1944 yılında savaşın Müttefikler’in lehine
sonuçlanacağının kesinleşmesiyle Türkiye
hükümeti 2 Ağustos 1944 günü Almanya ile
olan ekonomik ve siyasi bağlarını kopardığını ilan etti. Bu gelişmeyle birlikte Türk resmi
makamlarının Yahudi mültecilere karşı olan
tavrı tepe taklak oldu ve Türklerin mazlum
Yahudilere karşı gösterdiği tarihsel hoşgörünün sürdürülmesine karar verildi (Bali, 367).
Türk bandıralı gemiler 1944-45 yıllarında Yahudi göçmenlerin Filistin’e taşınması işinde
görev almış, Suriye sınırında geçmekte sorun
yaşayan Yahudilere dahi sahip çıkmış ve gerekli işlemleri halledilene kadar İstanbul’da
konaklamalarına izin vermiştir (Kodal, 156).
Gazete ve radyolarda sanki Struma faciası hiç
yaşanmamış gibi hükümetin transit geçen Yahudilere olabilecek her şekilde yardım ettiği
öne sürülmüştür.
Sonuç
Romanya ve Avrupa’nın diğer bölgelerindeki
zulümden kaçan Yahudi mülteciler sorunu,
Türkiye hükümetinin II. Dünya Savaşı’nın
farklı dönemlerinde takındığı ideolojik kafa
karışıklığından en açık şekilde etkilenen sorunlardan biri olmuştur. Türkiye hükümeti
kendi milli politikalarıyla çelişmesi sonucu
transit geçen hiçbir Yahudi’yi topraklarına
ayak bastırmamış, 1942 yılında Almanya’nın
savaşı kazanacağını öngermesi üzerine içinde
700 masum insan bulunan bir gemiyi ölüme
terk etmekte sakınca görmemiştir. 1943-44
yıllarında savaşın Müttefikler’in lehine dönmesi sonucu ise ‘ihtiyatlı politika’sını bırakıp
yine yüzyıllardır övündüğü ve hala resmi tarih
kitaplarda yerini bulan ‘hoşgörü politikası’na
geçmiştir. Bu ani politika değişimi Türkiye
hükümetinin eğer II. Dünya Savaşını Mihver
Devletler kazansaydı nasıl bir siyasi yola gireceği hakkında bugünün yurttaşları olarak bizi
daha çok düşünmeye sevk ediyor...
Kaynakça:
Akyol, Ahmet. “Salvador, Struma, Mefkure.”
Web log post. Http://www.ahmetakyol.net/.
N.p., 23 Feb. 2014. Web. 18 Feb. 2015.
Bali, Rıfat N. “İkinci Dünya Savaşı Yılları.” Bir
Türkleştirme Serüveni. Cağaloğlu-İstanbul:
İletişim Yayınları, 2000. 330-68. Print.
Deliklitaş, Murat. “’Ankara Emir Verdi, 769
Musevi öldü’” Radikal. Hürriyet Gazetecilik Ve
Matbaacılık A.Ş, 24 Feb. 2012. Web. 18 Feb.
2015.
Güleryüz, Naim. “History of the Turkish Jews.”
Turkyahudileri. Turkish Jewish Community,
n.d. Web. 18 Feb. 2015.
Hür, Ayşe. “‘Türk Schindleri’ Efsaneleri.” ‘Türk
Schindleri’ Efsaneleri. Taraf Gazetecilik Sanayi,
16 Dec. 2007. Web. 19 Feb. 2015.
“Jews in Turkey.” Wikipedia. Wikimedia Foundation, n.d. Web. 18 Feb. 2015.
Kakınç, Halit. Struma. Beyoğlu, İstanbul:
Destek Yayınevi, 2012. Print.
Kodal, Tahir. “Türk Arşiv Belgelerine Göre II.
Dünya Savaşı Yıllarında Türkiye Üzerinden
Filistin’e Yahudi Göçleri.” Diss. Pamukkale Üniversitesi, n.d. Abstract. (n.d.): 133-62. Web.
“Struma Olayı.” Vikipedi. Wikimedia Foundation, n.d. Web. 18 Feb. 2015.
Süleyman Demirel’in Askeri Müdahalelere Bakışı
nedenle Türkiye’nin siyasi tarihi kendisinden
ayrı düşünülemez. Öte yandan ülkemizde
Ercan Şen
askeri müdahaleler, siyaseti şekillendiren
bir diğer faktör olarak öne çıkar. Türkiye’deki çok partili rejimi; askeri müdahaleler
arasına sıkışmış kısa zaman aralıklarında
yaşanan, henüz birkaç seçim gerçekleşmişken sekteye uğrayan bir rejim olarak niteSüleyman Demirel, Türkiye’nin 69 yıllık çok lendirmek yanlış olmaz. Hâl böyle olunca,
partili rejim tecrübesinin tam ortasında yer Demirel de askeri müdahaleler karşısında
alır. Demirel, 38 yılı aktif siyasette olmak bir tutum göstermek durumunda kalmıştır.
üzere 50 yıla yakın bir süre siyasette kalıcı Zaman içinde, çeşitli sebeplerle Demirel’in
bir yere sahip olmuştur. Politikada gelinebi- bu müdahaleler karşısındaki tutumları bazı
lecek hemen her türlü mevkiye gelmiştir. Bu
~ 34 ~
değişimlere uğramıştır. Her şeye karşın Demirel siyasette yerini korumuş, önemli bir
figür olmayı başarmıştır.
Süleyman Demirel’in 90 yıllık hayatı, 1 Kasım
1924’te, Isparta-Atabey’in İslamköy’ündeki
doğumuyla başlar. Köy, Antalya’ya oldukça
yakın bir mesafede yer almasına rağmen
buradaki durum 1920’lerin başında Anadolu’daki diğer köylerdekinden farksızdır; yol,
su ve elektrik henüz buraya da ulaşmamıştır.
Demirel, orta halli bir çiftçi ailesinin çocuğu
olarak dünyaya gelir. Babası Hacı Yahya,
300 haneli bu ufak köyde oldukça nüfuzlu
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Sol: Süleyman Demirel Kendisi ile Özdeşleşen Fötür Şapkasıyla | Sağ: Süleyman Demirel ve Kenan Evren
bir kişidir. Hacı Yahya eğitim görmemiş olsa
da okuma-yazma öğrenmiş, tüm çocuklarının iyi birer eğitim almaları için elinden
geleni yapmıştır (Aydın, 3). Bunun dışında
Demirel, hem aile içinde hem de ev dışında
cami hocalarından kapsamlı bir dini altyapı
edinmiştir. Köyde ortaokul olmadığından
Demirel, ilkokulun bitimiyle birlikte İslamköy’ün dışına çıkar. Ortaokulu Isparta, liseyi
Afyon’da okur. Afyon Lisesi’ndeki bir öğretmeninden çok etkilenir. Kendisi Amerika’da
eğitim görmüş bir İngilizce öğretmenidir
ve Demirel onun sayesinde İngilizce öğrenmeye merak salar. 1941 yılında, adı daha
sonra İstanbul Teknik Üniversitesi olarak
değişecek olan, İstanbul Mühendis Mektebi’ni kazanır. Buradaki eğitimine Makine
bölümünde başlar, daha sonra İnşaat bölümüne geçer. 1948’de dayısının kızı Nazmiye
Hanım ile evlenir; mezun olur; memleketi
ve civar illerdeki bazı inşaat işlerinde görev
alır. Bir köylü çocuğu olarak hayatına başlayan Demirel, inşaat yüksek mühendisliğine
kadar yükselir. Gençliğinde aldığı İngilizce
öğrenmek, inşaat mühendisi olmak gibi kararlar ise siyasete girişinde önemli bir adım
olan bürokratik yaşamda kendisine oldukça
fayda sağlayacaktır.
Demirel, 1949 yılında mezuniyetinin hemen
ardından Elektrik İşleri Etüt İdaresi’nde göreve başlar. Bu dönemde, Türkiye’de ilk kez
sudan enerji üretme projesine girişir. Elazığ
yakınlarındaki Hazar Gölü’ne hidroelektrik
santral yaparak, hem elektrik üretimini hem
de oradaki ovayı sulamayı hedefleyen bir
proje tasarlar. Bu projenin onaylanmasının
ardından, henüz inşaatı sürerken, elektik ve
sulama konularında araştırma yapmak üzere Amerika’ya gönderilir. Döndüğünde ise
Türkiye’de iktidar değişmiş, Demokrat Parti
başa geçmiştir. Bu dönemde Seyhan Barajı
projesinde çalışmaya başlar. Çalışmaları çok
beğenilince bu kez de DSİ’ye atanır. 1954’te
Eisenhower bursu alarak bir kez daha Amerika’ya gider ve eğitim görür. Bu seferki
dönüşünde ise, 1955’te, DSİ Genel Müdürü
olur. DSİ, dönemin başbakanı Menderes’in
en önem verdiği kurumlardandır. Birbiri
ardına açılan barajlar halkın yüzünü güldürmektedir (Aydın, 6). Barajların yapımında
büyük emek harcayan genç genel müdür
Demirel ise bu dönemde devlet bürokrasisinde büyük sükse yapar.
Süleyman Demirel, askeri müdahalelerden
ilkiyle devlet bürokrasisinin zirvesinde iken
karşılaşır. 27 Mayıs 1960’da, kendisinin de
görüş olarak yakın hissettiği, DP hükümeti
ordu tarafından devrilmiştir. Diğer üst düzey
bürokratlar gibi kendisinin de durumu kritiktir. Üzerindeki tedirginlikten kurtulmak
için Demirel, görevinden istifa eder ve henüz yapmadığı askerliğini gerçekleştirmeye
karar verir. Devrik başbakan Menderes’in
gözde bürokratı, bu kararıyla askeri idarenin
kendi üzerinde oluşturabileceği baskıdan
kurtulur. 36 yaşındaki Demirel, yedek subay olarak ve Devlet Planlama Teşkilatında
çalışarak askerliğini tamamlar. Demokrat
Parti’nin kapatılması ve DP’li siyasetçilerin
idam edilmesinin ardından Türkiye’deki geniş bir kitle siyasi boşluğa düşer. Bu boşluğu
dolduracak olan parti ise 1961’de kurulacak
olan Adalet Partisi’dir. Demirel bu partiye
1962’de üye olacak, 1963’te ise partiye yapılan taşlı bir saldırı sebebiyle partiden ayrılacaktır. Bunun üzerine, diğer partililerce,
“şapkasını alıp kaçmakla” suçlanır (Aydın,
9). Aynı suçlamaya gelecekte de birçok
kez maruz kalacaktır. Bu yıllarda Demirel,
Morrison-Knudsen adlı Amerikalı bir inşaat
~ 35 ~
firmasının Türkiye temsilcisi olarak görev
alır ve ODTÜ’nün birtakım tesisleriyle Ereğli
Demir-Çelik Fabrikası’nın inşaasını üstlenir.
Sonuç olarak 1960 askeri müdahalesini az
hasarla atlatır. Bürokraside en üst düzeye
kadar yükselmişken temkinli bir tutum takınarak bu görevini feda eder. Bir süre inşaat
mühendisi olarak çalışır. Siyasette etkin bir
görev almadan geçirdiği bu süreçte, belki de
birkaç yıl içinde zirvesine çıkacağı siyasete
hazırlık yapmaktadır.
AP Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala’nın
1964’teki ölümü üzerine Demirel, bu kez
partinin genel başkan adayı olarak ortaya
çıkar. Genç, başarılı, yüzü Batı’ya dönük
bir mühendis olan Demirel genel başkanlık
seçimini kazanır ve henüz 40 yaşında Türkiye’nin en çok oy potansiyeli olan partisinin
başına geçer. 1920’lerde doğan “Cumhuriyet kuşağı”nın siyasetteki ilk temsilcisidir. O
dönemde henüz milletvekili olmadığından
başbakan olmak için bir sonraki seçimi bekleyecektir. Ancak partisini seçimlere taşıyacak olan kendisidir. Modern görünümüyle
tezat oluşturan köylü şivesi (Birand), zorluklarla geçen çocukluk yıllarının ardından
gelen başarı hikâyesi, yıllar yılı kendisiyle
özdeşleşecek fötr şapkasıyla büyük ilgi çeker. Gittiği her yerde geniş bir halk kitlesiyle
karşılaşan Demirel, bunun mükâfatını 1965
seçimlerinde aldığı %52,8’lik oy oranıyla
alır (Birand). Ancak bu oy oranına rağmen
başbakanlık dönemi zorlu geçecektir. Keban
Barajı ve Boğaziçi Köprüsü’nün de aralarında olduğu önemli yatırımlar yapılır. Ülke oldukça hızlı bir biçimde kalkınmaktadır. Ancak ordu, DP’nin ardılı konumundaki AP’nin
üzerinde yoğun baskı kurmaktadır. Demirel
bir yandan orduyu, bir yandan da halkı ve
eski DP’lileri idare etmeye çalışmaktadır.
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Genel olarak bunu yapmada başarılı olduğu
söylenebilirse de, ordu içinde bir cuntanın
örgütlenmesinin önüne geçememiştir.
12 Mart 1971’e gelindiğinde ise ordu, yönetime bir muhtıra yoluyla müdahale eder.
Başbakanın muhtıraya alenen karşı gelmesi
ve istifa etmeye direnmesi, meclisi kapanmakla burun buruna getirecekti. Demirel
bunu önlemek için istifasını sunar. Kendisi
bir kez daha “şapkasını alıp kaçtı” suçlamalarıyla karşılaşır, ancak davranışını yalnızca
demokrasinin sürerliliği ve meclisin çalışmaya devamı için yaptığını belirtir. Askerin
rejim üzerindeki etkisinin yumuşayacağı
zamana kadar kurulacak olan, Nihat Erim
başkanlığındaki ara hükümete AP bakanlar
verir. İnönü’nün CHP’sinin de hükümete
bakan vermesi, sonunda Ecevit’in CHP genel başkanı seçileceği süreci başlatan adım
olacaktır. Demirel, bu dönemde gerçekten
erdirir (Birand).
Türkiye 1970’li yılları birbiri ardına gelen,
Ecevit ve Demirel liderliğindeki koalisyon
hükümetleriyle geçirir. 1973 ve 1977’deki
seçimleri Ecevit’in CHP’si kazansa da, kendi
başına hükümet kuramaz ve küçük sağ partilerle kurduğu uyumsuz koalisyonlar kısa
süreli olur. Böylelikle Demirel’e başbakanlık
fırsatı doğar. Bu yıllar Türkiye için oldukça
zorlu geçer. Ülkedeki karışıklıklar, aşırı sağ
ve sol gruplar arasındaki çatışmalar, siyasi
istikrarsızlık ve ekonomik bozulmalar ülkeyi
yangın yerine çevirir. 12 Eylül 1980 askeri
müdahalesi gelip çattığında ise Demirel bir
kez daha başbakanlık koltuğundadır. Kendisi ve ana muhalefet lideri Ecevit, eşleri ile
birlikte Gelibolu-Hamzakoy’daki askeri kampa gönderilir (Erken, 37). Bir süre burada
tutulduktan sonra serbest bırakılırlar. Ancak önce siyasi demeç vermeleri yasaklanır,
biyle bu mümkün olmaz ve anayasa %92’lik
“Evet” oyuyla geçer. Bu dönemde Demirel’in
yakın çevresinin kurduğu Büyük Türkiye Partisi, MGK’den onay alamaz ve 1983 seçimlerime girme hakkını elde edemez. Seçimlerden sonra Demirel bu kez Zincirbozan’a,
sürgüne gönderilir. Bu dönemde Demirel’in eleştirileri biraz sertlik kazanacaktır.
Bunda yönetimin tamamen askeri etkiden
çıkıp, yetkilerin yeni hükümetle nispeten
paylaşılmasının etkisi olduğu söylenebilir.
Bu dönemde Demirel askerden doğrudan
alamadığı intikamı, kendi ifadesiyle “askeri
güdüm” altındaki hükümetten almayı deneyecektir. 1987’deki siyasi yasakların kaldırılmasına yönelik referandumda Demirel,
diğer yasaklı liderler Ecevit, Erbakan ve Türkeş ile birlikte “Evet” kararı çıkması yönünde
çabalar. Ve sonunda, ucu ucuna bir oranla
da olsa, bunu başarır. Daha sonra önce
1991’deki seçimlerde Özal’ın kurmuş olduğu ANAP’ı devirerek başbakanlığa, 1993’te
ise Evren ve Özal’ın ardından cumhurbaşkanlığına gelir. Böylelikle Demirel 1980
müdahalesinden intikamını, 13 yıl içinde en
dipten devletin zirvesine gelerek almış olur.
Sonuç olarak Süleyman Demirel’in askeri
müdahaleler karşısındaki tutumu hakkında
genel bir çıkarım yapmak gerekirse, bu müdahaleleri soğukkanlı ve temkinli bir biçimde karşıladığı görülür. Bu darbelerin hemen
hepsi kendisini doğrudan etkilemiştir. Buna
rağmen demokrasinin temini ve kendi siyasi
yaşamının sürerliliği açısından Demirel’in
gösterdiği bu tutum faydalı olur. Her dibe
vuruşun ardından tekrar en yukarı yükselmeyi bilmiştir. Kendisine yapılanın hesabını
da bir şekilde sormayı ihmal etmemiştir.
Kaynakça:
Süleyman Demirel’in Halkla İlişkileri HerZaman Sıcak Oldu
de kendisine yöneltilen eleştirileri haklı
çıkaracak şekilde davranıyor gibi görülebilir. Ancak kendisi aslında intikam alacağı
günü beklemektedir. Ayrıca bir yandan kısık
bir tonla eleştirilerini de sürdürür. Büyük
çaptaki ilk tepkisi askeri yönetim etkisini
yitirmeye başladığı sırada yaşanır. Kendisi
Erim hükümetinden bakanlarını geri çeker.
Bunun ardından, CHP’nin yeni genel başkanı Ecevit’le birlik olup, askerin baskıyla
seçtirmeye çalıştığı cumhurbaşkanı adayı
Orgeneral Faruk Gürler’in seçimine engel
olur. Böylece Demirel, hem muhtıranın intikamını alır hem de ordunun yönetim üzerinde muhtıradan beri süregelen etkisini sona
ardındansa partileri kapatılır. Bu dönemde
Demirel’in tavrı özellikle Ecevit’inkiyle büyük bir ayrım içindedir. Ecevit yasaklara
rağmen oldukça sert açıklamalarla ve yazdığı yazılarla askeri yönetimi eleştirir. Demirel
ise bir kez daha soğukkanlılıkla askeri yönetimin gideceği günü beklemektedir. O gün
gelene kadarki faaliyetleri, Ankara’da Güniz
Sokak’taki evinde yakın çevresiyle gelecekte
ne yapacaklarını görüşmekten öteye geçmez. Demirel’in askeri yönetime ilk başkaldırı girişimi, 1982 anayasa referandumunda
“Hayır” kararı çıkması yönündeki çabası ile
olur. Ancak gerek sansür, gerekse halkın askeri yönetime çok da karşı olmaması sebe-
~ 36 ~
Aydın, Saadet. “1924-1965 Yılları Arasında
Süleyman Demirel.” Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2.9 (2004): 1-12. Basım.
Erken, Baki. “Merkez Sağ İdeolojisi Çerçevesinde Süleyman Demirel Ve Askerî Müdahaleler.” Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi 12.2 (2012): 3162. Basım.
12 Mart: İhtilalin Pençesinde Demokrasi.
Yön. Mehmet A. Birand. 2000.
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Sykes-Picot Anlaşması Sonrasında Orta Doğu
Atakan Baltacı
Modern Orta Doğu’nun şekillenmesinde en
çok söz sahibi olan devletler İngiltere ve Fransa olmuştur. Henüz 1. Dünya Savaşı bitmeden
ve Osmanlı İmparatorluğu dağılmadan Osmanlı’nın Orta Doğu topraklarını kendi aralarında Sykes-Picot Anlaşması ile paylaştıran
İngiltere ve Fransa uzun bir süre boyunca da
Orta Doğu halklarına kendi kaderlerini tayin
etme hakkını vermeyerek Orta Doğu’yu istedikleri gibi şekillendirmişlerdir.
Sykes-Picot Anlaşması 1916 yılında İngiliz
Sir Mark Sykes ve Fransız Francois George
Picot adlı diplomatlar arasında gizlice imzalanmıştır. Genel bilginin aksine, bu anlaşma
Orta Doğu devletlerinin sınırlarını tam olarak
çizmemiş, ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun
yıkılmasından sonra Orta Doğu’da İngiliz ve
Fransız doğrudan ve dolaylı etki alanlarını belirlemiştir (Hür, agm). Bu iki devlet doğrudan
etki alanlarında idareyi kendi ellerine almayı
planlarken dolaylı etki alanlarında kukla rejimleri başa geçirmeyi planlamışlardır. Orta
Doğu devletlerinin sınırlarının resmi olarak
belirlenmesi için 1920 San Remo Antlaşması’nı beklememiz gerekecektir.
Anlaşmanın imzalanmasından önce Fransa
ve İngiltere arasında Orta Doğu konusunda
en büyük gerginlik konusu Fransa’nın Suriye
üzerinde hak iddia etmesidir. 1. Dünya Savaşı’nda Batı Cephesi’nde Fransızların tıkanması
ve İngiltere’nin Orta Doğu’da askeri gücünü
arttırması Fransa’yı rahatsız eden bir durum
olmuştur . İngilizler içinse Orta Doğu, en büyük İngiliz kolonisi olan Hindistan’a daha rahat ulaşmaları için çok önemli bir coğrafyadır.
Bu iki dünya gücünün Orta Doğu’da hak iddia
etmeleriyle İngiltere ve Fransa Mayıs 1916’ta
Sykes-Picot Anlaşması’nı gizlice imzalamıştır.
Anlaşma iki ülkenin de Orta Doğu’daki taleplerini masaya yatırmıştır. Fransızların Anadolu
ve Suriye kıyılarından Lübnan’ın güneyine
kadar uzanan bir doğrudan etki alanına sahip
olma isteği tanınmıştır. Suriye’nin iç kısımları da savaş sonrasında Fransızların dolaylı
etki alanı olarak belirlenmiştir. İngilizler ise
Kerkük’ten Gazze’ye kadar uzanan bir alanı
dolaylı etki alanı olarak belirlemiş, Irak ve
Mezopotamya’nın güneyini ise doğrudan etki
alanı olarak düşünmüştür. Anlaşmaya göre
Kudüs dahil Filistin’in büyük bir kısmı uluslararası bir yönetime bırakılırken Akka ve Hayfa
gibi önemli liman kentleri İngiliz etkisine terk
edilmiştir. Kısaca özetlenecek olursa, antlaşma Irak, Transürdün (Mavera-i Ürdün) ve Filistin’in Hayfa ve Akka gibi limanlarını İngiliz
kontrolüne, Suriye, Lübnan ve Anadolu’nun
bir kısmını da Fransız kontrolüne bırakmıştır
(Fromkin, 198). Burada unutulmaması gereken nokta anlaşmanın imzalandığı 1916 yılında bu toprakların Osmanlı’ya ait olduğudur.
Bu toprakları Osmanlı İmparatorluğu yıkılmadan kendi aralarında paylaşan İngiliz ve Fransızlar 1. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı’nın
yıkımını bekledikleri için Orta Doğu’da ilerde
oluşacak dinamikleri önceden kontrol altına
almak istemişlerdir.
Anlaşma gizlice imzalanmış ve bir nüshası da
Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransa ve İngiltere’nin müttefiki olan Çarlık Rusya’sına gönderilmiştir. Bilindiği üzere 1917’de Rusya’da
Ekim Devrimi patlak vermiş ve devrimciler
Romanof Hanedanı’na son vererek Batı karşıtı, anti-emperyalist Bolşevikleri iktidara getirmiştir. Sovyetler’in savaştan çekilerek Batılı
devletlerle müttefikliğini bitirmesi ve sonrasında da Çarlık Rusya’sının Batı ile yaptığı bütün gizli antlaşmaları kamuya açıklamaya karar vermesiyle Sykes-Picot Antlaşması dünya
sahnesine çıkmıştır (Hür, agm). Bu durum, o
vakte kadar antlaşmanın varlığından haber-
dar olmayan Araplar arasında büyük bir infiale sebep olmuştur. Zira İngilizler, Sykes-Picot
Antlaşması ile paylaştıkları toprakları, aslında
1. Dünya Savaşı öncesinde, savaştan sonra bütün Arap Yarımadası’nda bir Arap krallığı kurması için Mekke Şerifi Hüseyin’e vaadetmiş,
karşılığında ise Osmanlı’ya karşı savaşmasını
istemişlerdir. Sykes-Picot Anlaşması’na göre
ise İngilizlerin Şerif Hüseyin’e vadettiği Arap
krallığı, Fransız ve İngiliz dolaylı etki alanları
arasında bir devlet ya da konfederasyon olarak düşünülmüştür. Ancak böyle bir devlet
hiçbir zaman kurulmamıştır. Yine de ilerleyen
yıllarda Şerif Hüseyin’in bir oğlu Faysal önce
Suriye ardından da Irak Kralı, diğer oğlu Abdullah da Transürdün Kralı olacaktır. Bu devletlerden hiçbiri tam bağımsız olamayacak ve
iki kral da kukla rejimlerin başına geçecektir.
Varlığı ya da kuruluşu Sykes-Picot Anlaşması’ndan etkilenmeyen üç Orta Doğu devleti
vardır: Türkiye, Suudi Arabistan ve İran. Bildiğimiz üzere Türkiye Cumhuriyeti İngiltere,
Fransa ve Yunanistan’a karşı yaptığı Kurtuluş
Savaşı’ndan sonra kurulmuştur. O sırada bir
krallık olan İran’in toprakları ise Sykes-Picot
Anlaşması’nda paylaştırılmamıştır. İngilizler
zamanla İran’da bir manda yönetimi tesis
etmeye çalışmış ve Anglo-Persian Oil Company’nin kurulmasıyla İran’ın petrol sahalarını
işletme hakkı kazanmıştır. 1926’ya kadar ülke
İngiliz etkisinde kalsa da 1926’da Rıza Şah’ın
tahta çıkmasıyla İran’da istikrar sağlanmaya
Sykes-Picot Anlaşması’nda Toprak Paylaşımı
~ 37 ~
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
başlanmıştır (Cleveland, 163). Suudi Arabistan ise Sykes-Picot Anlaşması’ndan on altı
yıl sonra, 1932 yılında İbn Suud tarafından
kurulmuştur. İlerleyen yıllarda bu ülkenin
kurulacağı toprakların bir kısmı da Sykes-Picot Anlaşması’nda İngiliz dolaylı etki alanına
verilse de Suudi Arabistan bağımsızlığını bir
manda yönetimine sahip olmadan elde etmiştir. İbn Suud 1. Dünya Savaşı’nda Mekke
Şerifi Hüseyin’in Osmanlı’ya karşı yürüttüğü
isyana katılmamış ve Arap Yarımadası’nın
içlerinde güç elde etmek için yerel bir lider
olan El-Reşid ile savaşmıştır. El-Reşid’in yenilmesiyle İbn Suud topraklarını genişletmiş,
kendini 1926’ta Hicaz kralı ilan etmiş, 1932’de
de Suudi Arabistan’ı kurarak ülkenin ilk kralı
olmuştur (The Royal Embassy of Saudi Arabia
in Washington, D.C.).
Orta Doğu dini ve etnik olarak en zengin coğrafyalardan biridir. Bu zenginlik Sykes-Picot
Antlaşması’nın imzalanmasında Fransa ve İngiltere’nin göz önünde bulundurduğu önemli
noktalardan biri olmuştur. Örneğin, İngiliz
etki alanına verilen Irak’ın kuzeyinde nüfusun
yüzde yirmisini oluşturan Kürtler, merkezde
Sünniler, güneyde de Şiiler yaşamaktadır.
Ülkenin çoğunluğunu Şiiler oluştursa da, İngilizler Sünnileri iktidara getirerek sahip oldukları etkiyi kullanmış ve bu durum Irak’ta
çoğunlukta olan Şii popülasyonu rahatsız etmiştir (Cleveland, 205). Nitekim, Fransız etki
alanında olan Lübnan ise, bölgedeki yoğun
Müslüman nüfusa rağmen (ki bu nüfus Suriye’ye bağlı kalmak istemiştir) Maruni Hristiyanlar için bir anavatan olarak düşünülmüştür
(Cleveland, 225). İşte anlaşmanın gizliliği bu
yüzden sorun oluşturmaktadır. Doğal olarak
kendi ülkelerinin kuruluşunda hiç söz sahibi
olmayan farklı topluluklar, ülkenin yönetimi
için birbirleriyle savaşmış ve bu savaş yüzünden birlik olup İngiltere ya da Fransa’ya karşı
ayaklanamamıştır.
Bu durum İngiltere ve Fransa’nın “böl-parçala-yönet” anlayışının bir ürünüdür. Bu anlayış
gereği Batılı devletler sınırları çizerken aynı
etnisite ya da dine mensup olan toplulukları
bölüp başka kimliklere sahip olan topluluklarla birleştirmiş ve bu farklı toplulukları aynı
devletin vatandaşı yapmıştır. Zira, Irak örneğini ele alacak olursak, Şiilerin, Sünnilerin ya
da Kürtlerin kendi rızalarıyla kendilerinden bu
kadar farklı kimliklere sahip topluluklarla bir
araya gelip devlet kurması çok olası değildir.
Batılı devletler Orta Doğu halklarını bölüp
adeta toplum mühendisliği yapmış, böylece
etki alanlarında kalan ülkelerde bir halk ayaklanması çıkmasının önüne geçmeye çalışmıştır.
Francois George-Picot ve Mark Sykes
Sykes-Picot Anlaşması ve ilerleyen zamanlarda Orta Doğu’da İngiliz ve Fransız etkisinde
kurulan devletler bölge insanının kimliklerini
de değiştirmeye çalışmıştır. Arap Yarımadası’nda milliyetçilik 20. yüzyılın ortasına
kadar yaygın bir görüş olmamıştır. Osmanlı
bünyesindeki Arapların kimliğini milliyetleri
değil dini ya da mensup olduğu kavim oluşturmuştur. Zaten 1789 Fransız Devrimi’nden
sonra bütün Balkan halklarının 19. yüzyılda
isyan etmesine rağmen Arapların isyan etmesinin 1. Dünya Savaşı zamanını bulması
da bu yüzdendir. Anlaşılacağı üzere milliyetçilik Araplar ve diğer Orta Doğu halkları arasında yerleşmiş bir anlayış değildir. Millet ve
vatandaş gibi kavramlardan haberi olmayan
insanlar, Sykes-Picot Anlaşması ve sonrasında
kurulan devletlerde aynı kimliği paylaşmadığı
topluluklarla aynı ülkenin vatandaşı olmuştur. Kendilerini bir anda önceden var olmayan
bir ülkenin vatandaşı ve yeni yaratılmaya çalışılan bir milletin parçası olarak bulan yerel
halklar bu durumdan doğal olarak rahatsız
olmuşturlar. Nitekim bu rahatsızlık ilerleyen
zamanlarda Orta Doğu devletlerinde mezhep
çatışmalarına sebep olacaktır. Anlaşılacağı
üzere Arap Yarımadası’nda milliyetçiliğin yerleşmemiş olması “böl-parçala-yönet” politikasının uygulanmasını kolaylaştırmıştır.
İngiliz ve Fransız etki alanlarında 1920’li
yıllardan sonra birçok Arap devleti kurulmuştur. Görünüşte İngiliz ve Fransızların amacı
önceden devlet yönetiminde hiçbir deneyimi
olmayan Arap halklarına yardımcı olmaktır.
Bu görünen amacı manda devletler kurmak
için kullanan Batılı devletler başarılı olmuş ve
~ 38 ~
Bolşeviklerin Sykes-Picot Anlaşması’nın Çarlık
Rusyası’na verilen kopyasını açıklamasından
sonra Araplar arasında oluşan Batı düşmanlığını sona erdirmeye çalışmıştır. Her ne kadar
bu ülkelerin hepsi İngiliz ve Fransız etkisinde
olsa da yönetim biçimleri birbirinden farklıdır. İngiliz etkisinde kalan Irak gibi devletler
krallık olurken, Fransız etkisi altında kalan
Lübnan gibi devletler cumhuriyet olmuştur.
Bu devletlerin politikaları ise İngiliz ve Fransız
“rehberliği” altında manda devlet tarafından
atanan kral ya da devlet başkanları tarafından
İngiliz ve Fransız çıkarları doğrultusunda belirlenmiştir. Batı çıkarları doğrultusunda belirlenen politikalar, doğal olarak ülke yönetimini
halktan uzaklaştırmış ve özellikle de ülkenin
ekonomisini Batının eline vermiştir. Nitekim,
Sykes-Picot Anlaşması sonrasında kurulan
devletlerde Osmanlı’dan alınan kapitülasyonlar kaldırılmamış, tam tersine daha da baskın
bir şekilde uygulanmıştır. Böylece Batılı tüccarlar ülkeye yerleşip ülkenin ekonomisini
ellerine alırken kamu yararına yapılacak hastaneler, okullar ve fabrikalar için devlet bütçesinde para kalmamıştır.
Mayıs 1916’ta imzalanan Sykes-Picot Anlaşması tarihteki ne ilk ne de son gizli anlaşmadır. Bir harita üzerinde noktaları birleştirmek
ve düz çizgiler çizmek zor gözükmese de
Sykes-Picot Anlaşması ilerleyen yıllarda hem
Fransa ve İngiltere’ye hem de Orta Doğu devletlerine ve halklarına birçok sorun çıkaracaktır. Günümüzde dahi Orta Doğu’da yaşanan
sorunların nedenleri; bu anlaşmanın gizliliğinde, çizilen düz çizgilerin Orta Doğu’nun
karışık demografisiyle başa çıkamamasında
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından
sonra Orta Doğu’da kurulan devletlerin yapısında aranmaktadır. Arap Yarımadası’nda
millet ve vatandaşlık kavramlarını ortaya
çıkaran, yerel halklara danışmadan yabancı
etki alanları belirleyip manda rejimlerinin
kurulmasına vesile olan ve bu rejimler içerisinde toplum mühendisliğiyle beraber “bölparçala-yönet” politikasını uygulayarak farklı
kimliklerde toplulukların çatışmasına sebep
olan Sykes-Picot Anlaşması’nın Orta Doğu
üzerinde etkileri kesinlikle yadsınamaz.
Kaynakça:
Cleveland, William L. A History of the Modern
Middle East. Boulder, CO: Westview, 2004.
Print.
Fromkin, David. A Peace to End All Peace:
Creating the Modern Middle East, 1914-1922.
New York: H. Holt, 1989. Print.
“The History of Saudi Arabia.” The Royal
Embassy of Saudi Arabia in Washington, D.C.
N.p., n.d. Web. 12 Feb. 2015. <http://www.
saudiembassy.net/about/country-informati-
on/history.aspx>.
Hür, Ayse. “1916 Sykes-Picot Anlaşması ‘Suçlu’ Mu, ‘Günah Keçisi’ Mi?” Radikal. N.p., 19
Oct. 2014. Web. 12 Feb. 2015.
Osman, Tarek. “Why Border Lines Drawn with
a Ruler in WW1 Still Rock the Middle East.”
BBC News. N.p., 14 Dec. 2013. Web. 12 Feb.
2015. <http://www.bbc.com/news/worldmiddle-east-25299553>.
Köy Enstitüleri:
Bezir Kandillerinin Işığında Erken Cumhuriyet Döneminde Eğitime Bir Bakış
şiri babasına vermesini söyledim. Adamcağız göre, Türkiye Cumhuriyeti’nin erken dönemintitreyerek ‘Bey! Kusurumuzu bağışla, bizi de, 1927 nüfus sayımının verilerine göre, nüDeniz
okutmadılar. Ben yazı yazmak şöyle dursun, fusun %75.8’inin köy olarak tanımlanan kırsal
Şahintürk
bunu tutmasını bile bilmem’ diyerek tebeşiri kesimlerde yaşadığı belirlenirken; geriye kaeğitmene uzattı. Sonra başını yere eğerek, lan %24.2 ise kentlerde yaşamaktaydı. Üstelik
‘Çocuklarımıza karşı rezil olduk komşular, bizi bu %75.8, dağlık ovalar ve dağ yamaçları gibi
böyle cahil bırakanlar mezarlarında rahat et- tarımsal verim açısından kısıtlı yerlerde yaşamakta ve üretim araçlarının yetersizliği, hatta
mesinler’ dedi.
17 Nisan 1940’da açılan Köy Enstitüleri, kır“ilkelliği”, devlet desteğinin azlığı gibi sorunsal kesime ilkokul öğretmeni yetiştirmek için Başka bir ihtiyar söze karışarak, ‘Bizi arayan larla baş başaydı. Ayrıca bu nüfusun çoğunun
açılan, ancak kağıt üzerinde gösterilen bu he- soran mı vardı? Şu dağların arasında çoban- tarımsal üretim konusunda yeteri kadar bilgideften çok daha fazlasını başarmayı amaçla- lık, eşkıyalık yaparak geçinmeye uğraşırdık. si yoktu, ve bu da köylüleri ayrıca uğraştıran
yan kurumlardır. Köy Enstitüleri, alelade birer Hayvanlarımızdan farkımız yoktur. Bizi güden bir sorundu.
eğitim kurumu olmaktan çıkan, bünyelerinde çıkmadı. Çok şükür çocuklarımız okuyor, buna
Ali Babahan’ın Köy Enstitüleri hakkındaki
haksızlığa ve eşitsizliğe karşı direnişi yaşatan kıvanıyoruz’ dedi.” (Makal, 7)
makalesinden
bir alıntı, bu durumun çarpıcıkurumlar olmuşlardır. Kırsalın ve köylünün Gerçekten de “güdenin çıkmadığı” kırsal ketürlü imkansızlıklar içinde tabiri caizse ka- sim, cumhuriyetin daha yeniyetme olduğu bu lığını gözler önüne sermektedir:
derlerine terk edildikleri bir dönemde, İsmail yıllarda cehalet, yoksulluk ve imkansızlıkların “…Bu köylerde insan [halâ] M.Ö. 3000
Hakkı Tonguç ve Hasan Ali Yücel himayesinde pençesindeydi. Ali Babahan’ın Bir Sosyal Poli- senesinde Sümerlilerin resimlerini yapmış
açılan Enstitüler, açık kalabildikleri 14 yıl bo- tika Projesi Olarak Köy Enstitüleri makalesine oldukları parmaklıksız tekerlekli kağnıyı, kayunca Ankara’nın sırtını döndüğü köylüyü
kucaklamak, kırsal kesime de refaha ulaşma
şansı vermek gibi nice amaç uğruna çalışılan
yerler olmuşlardır.
Köy Enstitüleri gibi bir kurumun varlığını
gerekli kılan en önemli neden, hiç şüphesiz
yeniyetme cumhuriyetin kırsalında hüküm
süren koşullardır. Kendisi de bir “köy çocuğu”
olan İsmail Tonguç’un Tunceli’nin bir köyünde
yaşadığı olay, bu “hakim koşulların” vahametini çarpıcı bir şekilde resmeder:
“Tonguç köy Enstitüleri’nin kuruluş yıllarında
Tunceli köylerine gider. Bir köyde eğitmenin
çocuk okuttuğu dersliğe girer. Derslik temiz.
Öğrenciler okuma yazmayı öğrenmiş. Ama
köylüler Türkçe bilmemekte. Eğitmen ve öğrencilerin çevirmenliğiyle konuşurlar. Tonguç’u dinleyelim:
‘Şimdi sıra size geldi, sizi de biraz yoklayalım
Köy Enstitüleri Öğrencileri
bakalım’ diyerek bir öğrenciye elindeki tebe-
~ 39 ~
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Köy Enstitüleriyke İligli Gazetede Yer Almış Bir Haber
dim kara sabanı görür...İşe yarar köy yolları
olmadığı ve yol adı verilenlerin çoğu da düpedüz birer patika oldukları için, köylüleri veya
mahsullerini taşımak hususunda öküz arabası
veya merkepten başka pek az şey işe yarar…”
(Babahan, 203)
Ülkenin ileri gelenlerinin ise köylünün bu durumundan haberdar olmak şöyle dursun, köylüye yardım etmek akıllarının ucundan bile
geçmemektedir. Hatta dönemin CHP genel
sekreteri Mahmut Şevket Esendal bir meclis
toplantısında, “Köylüyü rahat bırakın. Sabanıyla, bezir kandiliyle rahattır o. Çift motoruydu, elektrik ışığıydı deyip rahatını kaçırmayın”
(Makal,8) diyecek kadar ileri gitmiştir. Bu toplantıda bulunan Tonguç böyle bir açıklamanın karşısında, önce duyduklarının şaka olup
olmadığını sormuş, olumsuz cevap alınca da
bu sorunu köylülerin bezir kandilinin ışığında
köylülerle tartışmak için meclistekileri davet
etmiştir. Bunun üzerine mecliste bulunanlar
panik içinde pire ve tozdan bahsetmeye başlayarak evlerine dağılmışlardır. “Köylüler çağa
açılmak istiyordu ama Ankara gürültü istemiyordu.” (Makal,8) Görünen odur ki köylüleri
içinde yaşamaya terk ettikleri pire ve tozu,
meclis üyeleri kendilerine layık görmemektedir.
Köy Enstitüleri’nin ise hiçbir zaman bit, pire
veya toz kaygısı olmamıştır. “Bu enstitülerin
hedefi çok boyutlu bir olgu olup rejimin enstitülerden beklentilerini eğitim sorununun çözümüne katkıda bulunmakla sınırlandırmak
mümkün değildir. Bu okullarda yalnız öğretmen değil, tarım, inşaat, sağlık konularında
köylülere önderlik yapacak liderler yetiştirilecekti. Enstitülerden köylerde tarımsal üretimi iyileştirme, artırma okulunu konutunu
kendisi yaparak ulusal kalkınmaya katkıda
bulunmaları; köyü ve köylüyü modernleştirmeleri; cumhuriyet rejimini ve ilkelerini
halka yayacak ve benimsetecek önderler yetiştirmeleri de beklenmiştir.” (Çoban,451) Bu
amaç uğrunda köy enstitüleri 17 Nisan 1940
tarihinde 3803 sayılı Köy Enstitüleri Kanunu
ile, Ankara’nın sırt döndüğü köylülere kendi
kendilerini kurtarma şansını tanımak için kurulmuştur.
Enstitülerdeki eğitimin temelinde yer alan
ilkeler de, Enstitülerin amaçlarını destekleyen niteliktedir. Her şeyden önce, yetiştirilen
öğrencilerin mezun olduklarında gidecekleri
köydeki yaşam koşullarına alışkın olmaları
hedeflenmiştir. Bu şekilde eğitimini tamamlayıp köyüne dönen öğrenci, gittiği yerde yaşanması muhtemel olan sorunlara karşı hazırlıksız olmayacaktır. Bu sonucu amaçlayan ilke
“köye göre yetişme” ilkesidir. Örneğin pamuk
yetiştirilen bir bölgede bulunan bir enstitüde
dokumacılık dersleri verilirken, maden ocaklarına yakın bir başkasında ise bakır işlemesi
dersleri verilerek, mezun öğrencinin gittiği
yerdeki olanaklardan yararlanabilmesi, ve
halka da bu olanaklardan yararlanma konusunda yardımcı olması beklenecektir.
Tabi ki öğrencinin, tarım/zanaat gibi konuları dersliklerde teorik olarak değil, işliklerde
pratik yaparak ve kendi kendine deneyimleyerek öğrenmesi de hedeflenmiştir. Sonuçta
gittiği köyde yeri geldiğinde tarımla uğraşa-
~ 40 ~
cak, yeri geldiğinde dokumacılık yapacak bir
öğretmen adayına sadece teorik bilgi vermek,
onu köyüne eli boş göndermekle eş değerdir.
Öğrenciler, kültür ve edebiyatla ilgilenmeleri
teşvik edilerek, ve demokratik bir ortam içinde yetiştirilmeleri hedeflenmiştir. Bu şekilde
zamanı geldiğinde gittikleri köylere de bu
ilkeleri aşılayabileceklerdir.
Köy Enstitüleri, baskı ve dayatmalar nedeniyle 14 yıl sonra kapatılmamış olsalardı,
toplumda neleri değiştirmiş olurlardı bilemeyiz. Sonuçta 75 yıl içinde ulaşmak istedikleri
sonuçları elde edebilecekleri gibi, uğruna yola
çıktıkları davadan tamamen sapan kurumlar
da haline de gelebilirlerdi. Ancak kesin olan
şey şudur ki, kırsal kesimin adeta unutulduğu
bir dönemde köylüye kucak açmaları, hemen
her kesimden topladıkları tepkilere rağmen
cehaletin karşısında dimdik durmaları ve en
önemlisi, kimsenin elinden tutmaya yanaşmadığı köy çocuklarına bir gelecek umudu
sunmaları açısından takdiri sonuna dek hak
eden kurumlardır. Türkiye tarihinde bir daha
bu kadar fedakarlığı yapısında buluşturan bir
başka kurum olacak mıdır, orası şüpheli...
Kaynakça:
Babahan, Ali. “Bir Sosyal Politika Projesi
Olarak Köy Enstitüleri.” Alternatif Politika 1.2
(2009): 194-226. Web.
Çoban, Ahmet. Öğretmen Yetiştirme Politikası Olarak Köy Enstitüleri Örneğinin İncelenmesi (N.D.): N. pag. Çankırı Karatekin Üniversitesi, MYO, İşletme Bölümü, Çankırı. Web.
Makal, Mahmut. Köy Enstitüleri Ve Ötesi.
N.p.: Literatür Yayınları, 2009. Print.
“Köy Enstitüleri.” - Vikipedi. N.p., n.d. Web. 02
Mar. 2015.
Hasan Keseroğlu, Türk Kütüphaneciliği, Köy
enstitülerinde okuma ve kütüphane, 2005
Köy Enstitüleri Öğrencileri Eserlerini Sunuyor
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Yedikule’nin Düşkün Dostu Hocası: İsmet Sungurbey
rih ve hukuk üzerine araştırma yaptıkları da dan neredeyse bir an bile geçirmezmiş İsmet
Sungurbey. Öyle ki, bir keresinde bir mesele
olmuştur.
Kardelen
İsmet Sungurbey, sağlam bir altyapı üzerine üzerinde kafa yormakta iken, abisinin sorduğu
Özden
oturttuğu birikim ve deneyimle, yalnız Türki- “Niçin bu kadar uğraşıyorsun, neden bu kadar
ye’de değil, hukukunu örnek aldığımız Alman- basit bir meseleyle yoruyorsun kendini?” soruya ve İsviçre gibi ülkelerde de medeni hukuk su karşısında; “Andreas Bertalan Schwarz [8]
adına önemli adımlar atılmasına vesile olmuş- hayatta hiçbir şey basit değildir demişti bana,
Geçen ay, anneannem Necla Giritlioğlu’nun tur. Öyle ki, İsviçre Medeni Yasası’nın iki büyük ben bu sözü duyduğumdan beri çok çalışmakitaplarının arasında, eski harflerle yazılmış şerhi olan Zürih ve Bern şerhlerinde, ilk kez dan, göz nuru dökmeden iki satır bile yazmam.”
bir defter bulmam ve aile tarihimizle ilgili İsmet Sungurbey ile Türkiye’de yetişmiş bir hu- cevabını almış. [9] Yine Necla Sungurbey Giolduğundan içinde yazanları merak etmem kukçusunun teorisine doğrudan ve geniş çap- ritlioğlu’nun belirttiği gibi, yazdığı kitaplarda
üzerine, bu defteri çözümlemesi umuduyla ta- ta yer verilmiştir. Hatta, İsviçre’nin önde gelen işlediği konuları hep en temel düzeyden ele
rih öğretmenim Önder Kaya’ya götürmüştüm. hukuk profesörlerinden Peter Liver bunun almaya başlar, hatta Roma hukukuna kadar
Daha sonraları, büyük dedemin memuriyet üzerine şu yorumu yapmıştır: “Dilerim ki Türk geri giderek yazılarını kaleme alırmış. Yazılarıkimliği olduğunu öğrendiğim bu defterin ara- hukukçusunun (İsmet Sungurbey) bağımsız, na, ürünlerine emek vermeyen zatlara ise, hosından ise, büyük dayım İsmet Sungurbey’in aydınlatıcı çalışması, bizde kendisine yaraşan cası Ebül’ûla Mardin’in evinde tanışmış olduğu
profesörlüğe terfii edilme belgelerini bulma- saygınlığı bulsun, bir kez de kaynak hukukun büyük tarihçi İbnül Emin Mahmut Kemal’den
mız ikimizi de heyecanlandırmış olacak ki, bu ülkesinde, alınmış hukukun ülkesinden isteye- aldığı şu dizeleri söylermiş:
“Senden kapar, benden kapar, yastık kadar
vasıtayla, Önder Hoca Tarih Dergisi’ne İsmet rek bir ders alınsın.” [7]
Sungurbey üzerine bir yazı yazmamı rica etti, Kız kardeşi Necla Sungurbey Giritlioğlu’nun ciltler yapar; her vadide sekre satar; her bir sözü
ben de büyük bir hevesle bu yazının çalışma- çoğu kez vurgulamış olduğu üzere, çalışma- sehv-ü hata.” [10]
larına başladım.
Yedikule surlarının misafiri evsizlerin, düşkünlerin, sahipsiz hayvanların eski dostu İsmet Sungurbey... Yılmaz Alparslan’ın “çağdaş
bir evliya” [1], “hukuk virtüözü” [2] ve “bir büyük kültür ansiklopedisi” [3] olarak nitelediği,
İlhan Selçuk’un “ermiş dostu…” [4]
2 Eylül 1928’de İstanbul’da doğmuş, hayatı
boyunca da Yedikule’de yaşamıştır. Bırakın
başka bir eve taşınmayı, ortaokul yıllarından
beri odasında duran mavi boyalı demir somyasını dâhi ölünceye kadar değiştirmemiştir. Henüz 4-5 yaşlarındayken, yeni harflerle ilk kez
basılan Victor Hugo’nun Sefiller kitabını okumuş, “Ben güçsüzlerin koruyucusu Jan Valjean
olacağım!” [5] demiştir. Çabuk öğrenip, çabuk
sıkıldığı için ilkokul hayatı boyunca “Bu çocuk
okumaz!” gibi tepkilerle karşılaşmıştır. Çocukluğu boyunca sık sık okuldan kaçmış, nereye
gittiğini soranlara ise “Okumayacağım! Aksaray’da simit satacağım!” cevabını vermiştir.
Üniversite yıllarında ise, aksine son derece
başarılı bir akademik hayatı olmuştur. Verdiği
ilk Medeni Hukuk sınav kâğıdı 624 kağıt arasından sıyrılarak imtihan kurulu tarafından
en başarılı kağıt seçilen Sungurbey, İstanbul
Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni birincilikle bitirmiştir. Ardından Ebül’ûla Mardin’in yanında asistanlığa başlamıştır. İsmet Sungurbey,
Ebül’ûla Mardin’in hayatında çok önemli bir
yeri olduğunu daima vurgulamıştır. Hatta,
“Benim elimden iki kişi tutmuştur, biri Ebül’ûla
Mardin, diğeri Aydın Aybay’dır.” [6] demiştir.
Ebül’ûla Mardin’le sık sık Topkapı Sarayı’nın
Kararname
arşivinde ve Süleymaniye Müftülüğünde ta-
~ 41 ~
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Kardeşi Necla Giritlioğlu ile
İsmet Sungurbey
İsmet Sungurbey’in emeğe ve emekçiye olan
saygısı hayatında son derece önemli bir yer
tutmuştur. Kendisi gibi hukukçu olan eşi Ayfer
Kutlu Sungurbey’in anlattığına göre, o zamanlar Hukuk fakültesinde İsmet Sungurbey’in bir
öğrencisi varmış, bir yandan hukuk fakültesini
bitirmekle uğraşırken, bir yandan da geçim
derdiyle bir kokoreççide çalışırmış. Öğrenci,
İsmet Sungurbey’in ölümünden sonra Ayfer
Sungurbey’le yaptığı bir sohbette demiş ki:
“Ben İsmet Hoca’nın benden aldığı etleri yemediğini bilirdim, fakat yine de bana destek olmak
için, durumumu bildiği için devamlı uğrar, ufak
da olsa bir şeyler alıverirdi.” [11]
Kendisinin de dile getirdiği üzere, hayatta
birkaç ilkeden fazlası yoktu onun için: “Mutlu etmek, mutlu kılmak ve her canlının yaşam
hakkına saygı göstermek.” Yedikule’deki 78 senelik ömrünü bir İstanbul âşığı olarak yaşamış,
hayatının son 30 yılında her sabah saat 4’te,
Yedikule sur dibindeki 200 yıllık virane konaktan başlayarak Samatya, Aksaray, Beyazıt,
Üniversite çevresi, Süleymaniye’ye kadar, kedi,
köpek, kuş ayırmaksızın 500-600 kadar hayvanı beslemiştir. Yedikule Hayvan Barınağı’nı
kuruluşuna öncülük etmiştir.
İsmet Sungurbey hayvanlara olan sevgisinin çocukluğundan beri süregeldiğini söylemektedir. Kapağına “Öldürttüğümüz hayvan
dostlarımız, biz insanları bağışlayınız.” Notunu
düştüğü Hayvan Hakları, Bir İnsanlık Kitabı:
Novella adlı kitabının sonunda nasıl hayvansever olduğunu bir hikayeyle açıklamaktadır:
“2-3 yaşlarındayken hatırlıyorum, rahmetli
büyükbabamla uyurdum. Yatarken sorardım,
‘büyükbabacığım, sokaktaki kedi ve köpekler
ne yer’ diye... O da inanarak mı, yoksa beni
avutmak için mi bilmiyorum şöyle derdi:
‘Çocuğum tam gece yarısında Allah bir rüzgâr
estirir, bunların hepsini doyurur’. Sonra annem
bana peynir ekmek verirdi, kapının önünde
yiyeyim diye. Ben o ekmekleri sokağımızdaki
‘Sürmeli’ adlı kediye verirdim... Geçmişte bilinçaltına itilen o şefkat ve merhamet duygusu
bilinç üstüne çıktı. Ondan sonra kendimi onlara
adadım, kitabını yazdım.” [12]Ömrünün sonuna doğru, yazdığı bir kitapta çocukluk hayalini
gerçekleştirdiğini ilan ederek “Ben de kimsesiz
hayvanların koruyucusu olarak Jan Valjean olabildim!” demiştir.
Yalnız hayvanlar değil, bakıma muhtaç her
canlıya yardım eli uzatmayı amaçlamıştır.
Ayfer Kutlu Sungurbey’in bu konuya ilişkin
bir de hikâyesi vardır: “Bir sabah 4’te Hoca sur
dibindeki hayvanları besledikten hemen sonra,
her zaman gittiği Samatya’daki çorbacısına uğramış, oradan beni arıyor. Hemen yanına gittim,
bir baktım ki tüm masalar dolu, bir şenlik havası
var. Toplamış dışarda kim varsa işsizi, evsizi, çocuğu, yaşlısı... Hepsi sıcacık çorbalarını içiyorlar.
Onların mutlu olduğunu görünce kendisi de
mutlu olurdu hep.” [13]
İsmet Sungurbey, hayatı boyunca eşitsizlik
mağduru olan kişiler için aktif bir şekilde uğraşmıştır. Toplumsal düzen konusunda yaptığı
en büyük çalışmaların başında, 1968 yılında
İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği’nin 62
kurucu üyesi arasında yer alması gelmektedir.
Türkiye İşçi Partisi’nde de Edip Cansever, Şükran Kurdakul gibi isimlerle çalışmalar yapmış-
~ 42 ~
tır. Siyasi fikirleri nedeniyle 12 Mart Muhtırası
döneminde tutuklanmıştır. Bilimi, tarihi topluma öğretmek adına birçok eser vermiş, Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) ödülüne lâyık
görülmüş, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı’nın onur üyesi seçilmiştir. Eşinin anlattığına göre, bir akşam yemeğinde Fazıl Hüsnü Dağlarca, köy çocukları için kurmak istediği
bir vakıftan söz etmiş, bu vakfın kuruluşu için
eski vakıflar hukuku üzerine çalışmış tek zat
olan İsmet Sungurbey’den yardım istemiş, ancak çeşitli nedenlerle bu vakıf kurulamamıştır.
Yaptığı tüm işlerin yanı sıra, İsmet Sungurbey’i öne çıkaran bir özelliği de renkli kişiliği ve
yaşantısıydı. Safa Meyhanesi’ni, Çiçek Pasajı’nı
ve bu masalarda yapılan sohbetleri severdi.
Rakıdan önce zeytinyağı içerdi. Alışverişini
Samatya esnafından yapardı. Çabuk alevlenen
ve aniden sönen bir öfkeye, sonsuz bir merhamet duygusuna sahipti. Ayfer Kutlu Sungurbey’in anlattığına göre, bir keresinde kendisi
için “Bende bir genç kız kalbi var.” [14] demiştir.
Bu çocuksu yönünün de getirisi olarak hayatı
boyunca aksiyon filmlerine, özellikle Cüneyt
Arkın’a olan hayranlığını ilerleyen yaşına rağmen kaybetmemiştir. Yeğeni Pınar Giritlioğlu
Özden bu konuyla ilgili bir anı anlatmaktadır: “Bir gün Yedikule’de dayımın yaşadığı eve,
içinden takım elbiseli ve Bond çantalı zatların
indiği Jaguar marka bir araba yanaştı. Önemli
bir davayla ilgili mütalaa almak üzere dayımla
konuşmak istediler. Hoca, o sırada mavi boyalı
demirden somyasında uzanmış, pür dikkat Kara
Şimşek seyrediyordu. Önce eve gelen ziyaretçilerin misafir odasına alınmasını istedi, fakat son-
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
ra herhalde acıdı, misafirlerin de Kara Şimşek
izlemek isteyebileceğini düşünerek, gelenleri
de kendi odasına buyur etti. Fakat misafirler
mütalaa ile ilgili konuya girecek olsalar dâhi
Kara Şimşek bitene kadar odada çıt çıkmasına
izin vermedi. Aksiyon filmlerine pek düşkündü.
Çocuksu bir yanı vardı hep.” [15]
Uzun bir vejetaryenlik sürecinin ardından
Hodgkin’s hastalığına yakalanan İsmet Sungurbey’in hayatı, giderek kötüleşen sağlık durumu nedeniyle 2006 yılının Eylül ayında son
buldu. Yine yeğeninin anlattığına göre, ölüm
haberini aldıklarında, hastanenin kapısına bir
sokak köpeği yavaşça gelip oturmuş. Sonra
beş veya altı kadarı da bu köpeğe katılmış. “Tesadüf müydü bilmiyoruz ama hepimiz için mucizevi bir olaydı, sanki bizimle yas tutuyorlardı.”
[16] diye anlatıyor o ân yaşadıklarını.
Ölümü üzerine sokak hayvanları öksüz kaldı
dendi, 25 Eylül 2006’da da Hürriyet Gazetesi’nde Doğan Hızlan, Hoca’nın ölümünü “Bir
zekâ adası daha battı.” [17] Sözleriyle ilan etti.
Geride bıraktığı fikirlerin yolunda yetişen hukukçular ve en çok da gece 4’te sözleştiği yavruları adına, hep ışıklar içinde olsun.
Dipnot:
[1] Yılmaz Alparslan, Hukuk Fakültesi Dekanlığı tarafından düzenlenen törende yaptığı
konuşma, mukayeseli hukuk araştırmaları
dergisi, y:1996, no:20, sf. 1
[2] Yılmaz Alparslan, Hukuk Fakültesi Dekanlığı tarafından düzenlenen törende yaptığı
konuşma, mukayeseli hukuk araştırmaları
dergisi, y:1996, no:20, sf. 3
[3] Yılmaz Alparslan, Hukuk Fakültesi Dekanlığı tarafından düzenlenen törende yaptığı
konuşma, mukayeseli hukuk araştırmaları
dergisi, y:1996, no:20, sf. 1
[4] İlhan Selçuk, Cumhuriyet Gazetesi, aktaran: Yılmaz Alparslan: Hukuk Fakültesi Dekanlığı tarafından düzenlenen törende yaptığı
konuşma, mukayeseli hukuk araştırmaları
dergisi, y:1996, no:20, sf. 3
[5] Necla Giritlioğlu’yla yapılan görüşmeler
[6] Sungurbey İ., Hocam Ebulula Mardin’e,
Ebulula Mardin İçinde, Kültür ve Turizm Bak.
Yay., Türk Büyükleri Dizisi İstanbul 1988
[7] Mukayeseli Hukuk Araştırmaları Dergisi,
İsmet Sungurbey’in Çığır Açıcı Nitelikteki Araştırmalarına Birkaç Örnek, sf 10-11
[8] O dönem hukuk fakültesinde büyük bir
hoca
[9] Medeni Hukuka Saygı Günleri, Prof. Dr.
Necla Giritlioğlu’nun Konuşması, Medeni Hukukta Güncel Sorunlar ve Önemli Gelişmeler
Sempozyumu, 26-27 Haziran 2008, İstanbul,
sf. 50-51
[10] Medeni Hukuka Saygı Günleri, Prof. Dr.
Necla Giritlioğlu’nun Konuşması, Medeni Hukukta Güncel Sorunlar ve Önemli Gelişmeler
Sempozyumu, 26-27 Haziran 2008, İstanbul,
sf. 50-51
[11] Eşi Ayfer Kutlu Sungurbey’le 31 Ocak
2015’te yapılan görüşme
[12] Sungurbey, İ., Hayvan Hakları: Bir İnsanlık Kitabı, Novella Anılarla, 1999, Maltepe Üni.
Yay. Sf. 1503
[13]-[14] Eşi Ayfer Kutlu Sungurbey’le 31
Ocak 2015’te yapılan görüşme
[15]-[16] Yeğeni Pınar Giritlioğlu Özden’le 1
Şubat 2015’te yapılan görüşme
[17] Doğan Hızlan, 25 Eylül 2006, Hürriyet,
sf.24
Kaynakça:
Ayfer Kutlu Sungurbey’le 31 Ocak 2015’te yapılan görüşme
Hızlan, 25 Eylül 2006, Hürriyet, sf.24
Pınar Giritlioğlu Özden’le 1 Şubat 2015’te yapılan görüşme
Necla Giritlioğlu’yla yapılan görüşmeler
Mukayeseli hukuk araştırmaları dergisi,
y:1996, no:20, sf. 1-3
Sungurbey, İ., Hayvan Hakları: Bir İnsanlık Kitabı, Novella Anılarla, Maltepe Üni. Yay.
Prof. Dr. Necla Giritlioğlu, Medeni Hukukta
Güncel Sorunlar ve Önemli Gelişmeler Sempozyumu, 26-27 Haziran 2008, İstanbul, sf.
50-51
Sungurbey İ., Hocam Ebulula Mardin’e, Ebulula Mardin İçinde, Kültür ve Turizm Bak. Yay.,
Türk Büyükleri Dizisi İstanbul 1988
Sungurbey, İ., Hayvan Hakları: Bir İnsanlık Kitabı, Novella Anılarla, 1999, Maltepe Üni. Yay.
Sf. 1503
Selçuk, İlhan. Cumhuriyet Gazetesi, aktaran:
Alparslan, Yılmaz: Mukayeseli Hukuk Araştırmaları Dergisi, y:1996, no:20, sf. 3
Aztek Üçlü İttifakı ve Hernan Cortes:
Yeni Dünya’nın Son Büyük Uygarlığının Düşüş Hikayesi
nı kaybetmiş bir şekilde Küba’ya geri ulaşır.
Anlattıkları Avrupalıların hayatlarında karCem Töre
şılaşmadığı bir şeydir; Hernandez vahşi doGökçam
ğada organize olmayan bir şekilde yaşayan
kabileleri değil; taştan evler, pamuk tarlaları
ve son derece gelişmiş bir uygarlığı anlatır.
Amerika kıtasına 1492 yılında ayak basan
Kolomb’dan yirmi beş yıl sonra Avrupa bu
1517 yılının Şubat ayında Francisco Hernan- kıtanın imparatorluklarını ve gerçek zengindez adlı bir kaşif, Küba’dan üç gemi ile yola liklerini bir tesadüf sayesinde öğrenecektir.
çıkar. Amacı Bahamalar’a kadar olan keş- Batı tarihinde hikayesi buradan anlatılfedilmemiş ada sahillerinde köle bulmak- maya başlanan Yeni Dünya’nın en görkemli
tır, ancak yollarını kaybederek Yucatan’ın devletleri bile çoğu zaman bir dipnottan
kuzeydoğusunda kalan bir burna ulaşırlar. ibaret oldu. Bunlardan ilk akla geleni olan
Hernandez ancak yedi ay sonra ve Maya or- ve inatla “imparatorluk” addedilen Aztek
dusu ile bir karşılaşmada adamlarının yarısı- Üçlü İttifakı, Nahuatl dilini konuşan üç top-
~ 43 ~
lumun [Bu toplumlar bugün Meksika’nın
başkenti Mexico City’nin üzerine kurulduğu
şehir Tenochtitlan’da konumlanan Mexica’lar, Texcoco’da yer alan Acolhua’lar ve
Tlacopan’daki Tepanec’ler (Berdan, Frances
Aztec Imperial Strategies. 2)] birleşiminden
oluşan ve çok kısa sürede Orta Amerika’da
genişleyen bir birlik. Tenochtitlan’ın 1325
yılında kurulduğunu düşünürsek, sadece
200 yılda Aztek’lerin az çok tüm coğrafyayı
elinde tutması inanılmaz bir başarı öyküsü;
ancak burada not düşülmeli ki Roma gibi
eski dünya devletlerinin aksine Aztek İttifakı’nın genişlemesi kültürel bir yayılma ya
da asimilasyon içermemekteydi. Batı’da pek
bir örneği olmayan bu sistem şöyle işliyor-
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Texcoco Gölü ve çevresinin bir haritası.
Tlacopan batıda, Texcoco doğuda, ve
ortadaki adada Tenochtitlan. Tenochtitlan’ı
anakaraya bağlayan köprüler de haritada
görülebilmekte. (Wikimedia)
du; İttifak ele geçirdiği şehirlerden sadece
düzenli vergi ya da başka mallar alıyor, şehir
bu koşula uyduğu sürece barış içinde bırakılıyordu. Eğer şehir ayaklanmaya kalkarsa bu
vergilerin de yardımıyla diğer tüm devletlerden çok daha güçlü Aztek ordusu şehri kaba
kuvvet ile “ikna” ediyor, bu ikna süreci şehrin
tamamen dümdüz edilmesine kadar gidebiliyordu. Sistemin dezavantajı ise şuydu -her ne kadar Aztek ordusunun gücü toplu bir
isyanı engellese de bu halklar çeşitli sebepler ile sürekli ayaklanmaktaydı, bu sebeple
İttifak’a güçlü bir bağlılık ya da iç barış nadir
görülmekteydi.
Aztek “imparatorluğunun” Eski Dünya’daki
bir siyasi güçten ne kadar farklı olduğunu
belirtmek için burada ittifakın başkenti Tenochtitlan’a gitmek doğru olur. Texcoco gölünün ortasında bir adanın üzerine kurulan
Tenochtitlan İspanyol işgali gerçekleştiğinde
200 bine yakın olduğu tahmin edilen nüfusu
ile Yeni Dünya’nın en büyük şehri, İstanbul
ve Paris’ten sonra da tüm dünyanın üçüncü
en büyük şehriydi. Üçlü İttifak’ın diğer iki
merkez şehri Tlacopan ve Texcoco ise gölün
iki kıyısında yer almaktaydı. Tenochtitlan’ın
bu iki şehirden nüfus miktarı dışında farkı
son derece karmaşık toplum sınıflarıydı. En
üst sınıfta yer alan Tetuchtin’ler kontrol altındaki toprakları yönetmekle yükümlülerdi, bu sınıf Aztek kralını da içermekteydi. O
dönemdeki ya da geçmişteki Tetuchtin’lerin
akrabaları olan Pipiltin’ler aristokrat sayılıyor ve şehirde yaşayabiliyorlardı. Aztek
“aristokrasi”sine mensup olmadan şehirde
özgür yaşayabilmenin tek yolu ise çok iyi
bir savaşçı olmaktı, bu askerler Cuauhipiltin
olarak adlandırılıyor ve her anlamda soylu
muamelesi görüyorlardı. Pochteca’lar Orta
Amerika’da sürekli hareket halinde olan
tüccarların bulunduğu sınıftı -- bu sınıf diğerlerinin aksine tamamen ailenizin yaptığı
işe bağlı olarak işliyordu. Tüccarın oğlu bir
nebze tüccarlık yapmak zorundaydı. (Coe,
194-196).
Bunun dışında eğer ortalama bir vatandaşsanız ve yapılan fetihlerde üstün bir başarı
göstermediyseniz bir Macehualtin’diniz, ve
şehirde yaşayamazdınız. Her ne kadar Aztek
“İmparatorluğu” üçlü bir ittifak olsa da, Tenochtitlan’ın bu konumu merkezde Mexica
halkının olduğu gerçeğini perçinliyordu. Bir
Macehualtin olarak hayatınız boyunca asla
bu görkemli şehirde yaşayamayacağınızı
sanıyorsanız toplum sistemi size bir güzellik
yapabiliyordu: Tlatohtin’ler sıradan halktan
olup da bir borcu ödemek amaçlı “gönüllü
kölelik” yapan insanlardı. Her ne kadar bu
“köle”ler Eski Dünya tarihindeki kölelere (ve
elbette İspanyol/İngiliz kolonistlerin Afrika’dan Amerika’da kurdukları plantasyonlarda çalışmak için getirdiği kölelere) kıyasla
çok daha iyi bir yaşam sürüyor olsalar da
günün sonunda üst sınıflardan biri için çalışmak zorundaydılar. (Coe, 194-196).
Burada Aztek yaşamının bir başka önemli,
ve Batı kültürlerinden tamamen farklı bir
öğesine değinmek gerekiyor: Din. Aztek
dini çok tanrılıydı ve kontrolü altına aldığı
topraklarda tapılan tanrıları da Panteon’una
katmaktan sorun duymayan bir dindi. Mezoamerika uygarlıklarında (Olmec’lerden
Aztek’lere kadar) panteonun temel tanrıları
az çok aynı kalsa da, hem zaman içerisinde
hem de kontrolü elinde tutan grubun kendi
kültürel özelliklerine bağlı olarak bu tanrıların bazıları öne çıkıyor, bazıları geri plana atılıyordu. Normal bir pagan kültürden
farklı olarak tüm bu tanrıların üstünde yer
alan bir figür olarak Teotl bulunmaktaydı.
Teotl’ı normal bir tanrı olarak açıklamak
çok büyük bir hata olur; sözcük daha doğru
tanımlamak gerekirse üstün, anlaşılmayan
bir gücü tanımlamak için kullanılmaktaydı.
Teotl panteondaki diğer tanrıların üstünde
bulunmaktaydı, fakat Kral II. Moctezuma
imparatorluğu deviren Cortes ve adamlarını “teotl” olarak tanımlarken onların tanrı
olduklarını değil, açıklanamayacak ve Aztek
insanlarından daha üstün bir figür olduklarını söylemekteydi.
Panteon tanrılarından Aztek egemenliği
~ 44 ~
sırasında en önemli olanlar Mexica’ların da
koruyucu tanrısı olan savaş tanrısı Huitzilopotchtli ve hava tanrısı (sıkça gökkuşağı
renkli tüylere sahip bir kuş olarak tasvir edilen) Quetzalcoatl’dır. Huitzilopotchtli Aztek
mitosuna göre ataları kuzeyden gelip Tenochtitlan’a yerleşene kadar onlara yol gösterdiği için Aztekler onu memnun etmek amaçlı İspanyollar gelinceye kadar sürekli diğer
bölge halklarıyla savaş halinde olacaklardı.
Quetzalcoatl ise çok eski bir kutsal figür olduğundan dolayı Aztek İttifakı’nın bir arada
tuttuğu halkların etrafında birleşebileceği
ve bir anlamda Aztekleri bir arada tutan tanrıydı (Mayer).
***
Azteklere ve muhteşem kültürlerine bu
girişten sonra siz de benim gibi duygusal
olarak bağlandıysanız ne yazık ki yazının bu
bölümünden sonra hikayeye şu güzel ortamı
bozan İspanya ve daha önemlisi Azteklerin
görkemli uygarlığının inanılmaz bir hızda
çöküşüne sebep olan bir adam dahil olacak:
Hernán Cortés.
Cortes 1485’te doğar, 1504’te kendini bugün Haiti ve Dominik Cumhuriyeti’nin üstünde kurulduğu ada olan Hispaniola’da
bulur. Birkaç sene sonra conquistador Diego
Velazquez’in Küba’yı fethetmesine yardımcı olacak, daha 26 yaşında yeni Küba valisi
Velazquez’in altında çalışmaya başlayacaktır. (Bu arada Velazquez bu yazının başında bahsi geçen Francisco Hernandez’i de
görevlendiren insandır). Her ne kadar en
başta Velazquez Cortes’ten çok etkilense ve
onu yüksek bir rütbeye getirse de araları
zamanla çeşitli sebeplerle (Bu sebeplerden
biri de Cortes’in Velazquez’in kız kardeşi ile
Codex Borbonnicus’tan bir
Huitzilopotchtli çizimi.
(Latin AmericanStudies)
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Geronimo Aguilar’a İspanyolca söylediklerini Tlaxcala’lar Cortes’in gelişinden sonra tekrar
Aguilar La Malinche’ye Mayaca tercüme ede- yüzleşeceklerdir.
cek, Malinche de bunu Nahuatl dilinde söy- Tlaxcala’larla savaşlarını kazanan Cortes bu
leyecektir. Yol boyunca Cortes’e bir arkadaş orduların direnişinden etkilenir, ve Azteklere
ve sonra bir sevgili olan La Malinche Meksi- karşı birleşmeyi teklif eder. Tlaxcala’nın dört
ka Devrimi’nden sonra yeniden yazılan milli büyük halkını temsil eden dört lider vaftiz
tarihte Meksika kimliğine ihanetin bir sem- edilir [Her ne kadar Cortes onları Katolik ilan
bolü olarak yalnızlaştırılacaktır -- o kadar ki etse de büyük ihtimalle bu liderler Cortes’in
bugün bile İspanyol yanlılarına malinchista bahsettiği Dios’u ve Jésus’u panteonlarına
ismiyle hitap edilir (Cypess).
ekledikleri bir tanrı sanmaktaydı (Hugh).]
İçeri ilerlemeye başlamadan önce Cortes’in Yanına Tlaxcala ordusunu ve başka yerel
Velazquez’e bağlı adamları bir gemiyi alıp halkları katan Cortes, 1519 Ağustos’unda
Küba’ya geri kaçınca diğerlerinin aynısını Tenochtitlan’a yürüyüşüne başlar.
yapmasını engellemek için Cortes onu ve Aztek kralı II. Moctezuma İspanyolların
adamlarını buraya getiren gemilerin ba- Tlaxcala’ları kolayca yendiğini ve ittifak
tırılması emrini verir. İlk başta adamları kurduklarını haber alınca korkuya kapılır;
buna tepki gösterse de Cortes adamlarına Cortes, Tenochtitlan’a ulaştığında ona önce
Hernan Cortes (Wikimedia)
korkakların kaçabileceğini, ancak kendisinin ülkesini terk etmesi koşuluyla büyük mikburada kalacağını ve Meksika’nın zenginlik- tarda altın ve düzenli vergi vermeyi kabul
flörtleşmesi ve sonunda evlenmesidir.) bo- lerine sahip olacağını belirtir. Bu hareketten ettiğini belirtir, fakat Cortes bunu reddedinetkilenen kuvvetler Cortes’e “Meksika’ya! ce Moctezuma Cortes’i ve ordularını 8 Kasım
zulacaktır.
1518’de Velazquez Cortes’i Meksika Kör- Meksika’ya!” diye cevap verir; artık İspanyol- 1519’da bilerek şehre kabul eder.
fezi’nde keşif yapması için görevlendirir. ların Orta Amerika’nın içlerine ilerleme vakti Şehirde geçirdikleri süre boyunca MocteAralarındaki sıkıntılar iyice rekabete dö- gelmiştir (Mayer).
zuma Cortes’i ve adamlarını memnun tutnüştüğü için Velazquez son dakikada bu Cortes önce etrafı Aztek topraklarıyla çevrili mak amacıyla sürekli altın ve hediyeler ile
görevi geri çeker, fakat Cortes yine de yola (fakat asla işgal edilmeyen) Tlaxcala’lara gi- meşgul tutmakta, Cortes ise Moctezuma’nın
çıkar. 18 Kasım 1518’de Cortes önce Ma- der. Tlaxcala’lar Aztek’ler gibi Nahua asıllı ve statüsü gereği Quetzalcoatl’ın yansıması
caca’da, sonra Trinidad’da (İki yer de Küba aynı dili konuşan bir konfederasyondur, fa- olduğunu bildiğinden onu kontrol ederek
adası üstünde kurulan kolonist yerleşimler kat Aztekler ile düşmanlıkları İttifak’ın hızlı Tenochtitlan’ı savaşmadan elde edebileceve limanlardır.) durarak filosuna gemi ve genişlemesinden önceye dayanmaktadır. ğini düşünmektedir. Cortes şehre girdiği gün
ordusuna asker katar. Bu tarihten önce Yu- İspanyollar gelmeden önce sürekli çiçek sa- Moctezuma ile ilk karşılamadan sonra bir
catan’daki Maya yerleşimlerine bazı seferler vaşlarında** karşı karşıya gelen Aztekler ve daha görüşür; bu görüşmede Moctezuma
yapan Juan de Grivalja için savaşan askerler
bu insan gücünün çoğunu oluşturmaktadır,
bunlardan biri de bu hikayeye bir yerde yeniden dahil olacak denizci ve kaşif Pedro de
Alvarado’dur. Göreve karşı gelerek yaptığı
bu hareket Velazquez’e açık bir isyandır ve o
dönem İspanya’yı (ve Avrupa’nın çok büyük
bir kısmını) kontrol eden Kutsal Roma İmparatoru V. Charles’a (Şarlken) doğrudan bir
ihanettir. 18 Şubat 1519’da Cortes’in filosu
110 denizci, 16 at, 553 asker ve on ağır silah
ile Meksika’ya (tam olarak Yucatan’ın hemen
açıklarında bir ada olan Cozumel’e) ayak
basar. Yerlilerden ve çevirmenlerden Batı’ya
doğru görkemli bir imparatorluğun söylentisini duyan Cortes Yucatan yarımadasını dolaşır ve bugün Veracruz şehrinin bulunduğu
yerde bir yerleşim kurar. Bu bölgede yaşayan
yerliler Maya dilini konuşmamaktadır, fakat
Cortes Maya yerleşimlerinden yanına aldığı
yirmi köleden birinin bu dili (Nahuatl) bildiğini fark eder. Bu kadın daha sonra vaftiz
edilip Marina adını alacak “La Malinche”dir,
Cortes’in buradan sonra çevirmenliğini o
yapacaktır. Cozumel’de tanıştığı Mayalar Cortes ve Malinche Moctezuma ile tanışıyor. Çizim tahminen 1519 civarı Tlaxcala’lı sanatçılar
tarafından yapılmış. (Berkeley)
tarafından tutsak edilmiş bir denizci olan
~ 45 ~
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Cortes’e bir Aztek kehanetinde anlatılan bir
tanrı olduğunu ve şehirde bulunduğu sürece
hizmette bulunacağını söyler.
Geçen günlerde Cortes’in şehrin büyük tapınağı Huei Teocalli’ye (Daha iyi bilinen İspanyolca adıyla Templo Mayor) Meryem’in bir
heykelini ekletmesi ve Moctezuma’yı adeta
kendi sarayında hapsetmesi halkın tepkisini
çekmeye başlayacaktır. Moctezuma’nın etrafındaki soylu danışmanları ona sürekli artık
İspanyollara saldırma vaktinin geldiğini söylese de Moctezuma inatla bu isteği erteler.
1520 Nisan’ına kadar Cortes’in etkisi altında
ve sarayında kilitli bir Moctezuma ülkeyi yönetmeye devam edecektir (Mayer).
O ay Cortes, Texcoco sahillerinde 19 gemilik
bir İspanyol filosunun geldiği haberini alır.
Gelen kişi Panfilo de Narvaez’dir -- Velazquez
kendi emrine karşı gelen kaptanını geri istemektedir ve Narvaez’in görevi onu tutuklayıp Küba’ya geri götürmektir. Bu sebeple
Cortes yanına 1000 adamından 800’ünü alıp
Narvaez’le karşılaşmaya gider. Geride kalan
200 kişi Moctezuma’ya göz kulak olmak için
bırakılır ve bu 200 kişinin başında hikayeye
burada geri dönen conquistador Pedro de
Alvarado vardır. Cortes gittikten sonra Moctezuma 20 Mayıs 1920 gününde De Alvarado’dan halkının Toxcatl’ı** kutlaması için
izin ister. Templo Mayor’da toplanan şehir
halkı festivali kutlarken Alvarado bir anda
askerlerine içerideki herkesin öldürülmesi
emrini verir. Aztek kaynakları Alvarado’nun
bunu Tenochtitlan’lılar dans ederken üzerlerinde bulunan büyük miktarda altını almak
istediği için yaptığını iddia ederken İspanyol
kaynakları Alvarado’nun festivalde insan
kurban edildiğini gördükten sonra emri verdiğini söyler. Her şekilde Templo Mayor’daki
katliamda ölen erkekler, kadınlar ve çocuklar silahsızdır, ve katliam kimse uyarılmadan
başlamıştır. Duvarlardan atlayarak kurtulanlar halkın geri kalanına İspanyolların
yaptığını anlatacak, şehir halkı kısa sürede
tamamen ayaklanacaktı.
Bu sırada Narvaez’in bulunduğu sahile
Cortes ve adamları bir gece saldırısı yapacak, saldırıda bir gözünü kaybeden Narvaez,
Cortes’e tutsak düşecektir. Narvaez’in adamları ilk başta çekinceli olsalar da Cortes’in
anlattığı Tenochtitlan’ı ve zenginliklerini
elde etmek için onun tarafına geçer. Tenochtitlan’da isyan başlamıştır, ancak Cortes
yanına aldığından daha fazla adamla şehre
geri dönmektedir.
İsyan sırasında İspanyollar Moctezuma’nın
sarayında kalmaktadırlar. Cortes 1 Temmuz’da şehre ulaşır -- fakat artık imparator
değildir. Moctezuma İspanyolların tarafını
tutarak halkın güvenini tamamen kaybetmiş, soylular Cuitláhuac isimli yeni bir imparator seçmişlerdir. Cortes döndüğünde
şehrin kontrolünü kaybetmiş ve sarayda
İspanyollar ile beraber kapalı kalan Moctezuma’ya halkını sakinleştirmesini emreder.
Balkona çıkan Moctezuma öfkeli kalabalık
tarafından atılan taşlar ile ağır yaralanır
ve çok geçmeden ölür. 30 Haziran 1520’de
ayaklanmış Tenochtitlan halkı ile çevrili İspanyol kuvvetlerinin şehri terk edip Tlaxcala’ya kaçması gerekmektedir.
Tarihe “La Noche Triste” (Hüzünlü Gece)
adıyla geçecek akşam başlar. Azteklerin gece
kaçarlarsa fark etmeyeceğini düşünen Cortes ve adamları yanlarına büyük miktarda
altın ve değerli taşlar alarak Tlacopan’a doğru kaçmayı denerler, fakat artık İspanyolların taktiklerini öğrenen Aztekler onları göldeki tekneleriyle beklemektelerdir. Sürpriz
saldırıya uğrayan İspanyollar adaya kurulu
Tenochtitlan’ı anakaraya bağlayan köprülere ilerler, fakat Aztekler köprüleri yıkmıştır.
İspanyollar gölün sığ bir bölümünde portatif
bir köprü kurar, fakat Cortes ve yanındaki
küçük grup gölü çok zarar almadan geçse
de köprüyü kuran adamlar büyük bir Aztek ordusuyla savaşarak geçmek zorunda
kalacaktır. Ağır zırhlar içindeki bu İspanyol
askerlerinin çoğu altınlarından vazgeçmek
istemedikleri için köprüden düşüp suda boğularak öleceklerdir. Tlacopan’a ulaşan Cortes adamlarını bulmak için geri döner, fakat
karşıya görünüşte “görünmez” bir köprüden
geçen ağır yaralı De Alvarado ile karşılaşır.
Bugün Alvarado’nun sığ suda ölen cesetlerin
üzerinden geçerek anakaraya ulaştığı tahmin ediliyor , ki bu da İspanyolların ve yerli
müttefiklerinin ne kadar ağır kayıp verdiğinin bir göstergesi. Saldırıda İspanyolların
kaybı büyük ihtimalle tüm kuvvetlerinin
dörtte üçüydü, ve Tlacopan’a geçtikten sonra bu manzarayı gören Cortes’in ağlamaya
başlaması o geceye “Hüzünlü Gece” adı verilmesine sebep olur.
Kaçan İspanyollar müttefikleri Tlaxcala’ların
kalan ordusu ile birleşir, ve onları takip eden
Aztek ordusu ile Otumba’da (Texcoco gölünün kuzey doğusunda bir vadi) karşılaşır.
Bu kez ordular meydanda karşılaşacağı için
İspanyolların teknolojik avantajı büyük olacaktır, ve Cortes’in adamları kendilerinden
5-10 kat daha büyük bir orduyu özellikle süvarilerin at görmemiş Azteklere karşı akıllıca
kullanılmasıyla yenecektir. Bu galibiyetten
sonra ordularını yeniden düzenleyip yerlilerle takviye eden İspanyolların karşı saldırısı
~ 46 ~
çok geçmeden şehri düşürecektir.
Böylece Orta Amerika’nın en görkemli imparatorluğu yaklaşık bir yıl içerisinde Cortes’in ahmak cesareti, Moctezuma’nın zayıf
liderliği, İspanyolların yeni dünyadan getirdiği hastalıklar ve bir yerde şansın yardımıyla kaybolacaktır. Yeni İspanya kolonisinin
bir parçası haline gelen Tenochtitlan’ın çevresindeki göl Cortes’in emriyle kurutulacak,
şehirde ve çevrede kalan tüm Aztek eserleri
yok edilecektir. Bugün Meksika’nın başkenti
olan Mexico City, yıkılmış bir Tenochtitlan’ın
üzerine kurulmuştur.
Kaynakça:
Berdan, Frances. Aztec Imperial Strategies.
2.
Aguilar-Moreno, Manuel. Handbook to Life
in the Aztec World. 218.
Coe, Michael D., ve Rex Koontz. Mexico:
From the Olmecs to the Aztecs. 194-196.
Mayer, Brantz. Mexico, Aztec, Spanish and
Republican. E-kitap.
Cypess, Sandra Messinger. La Malinche in
Mexican Literature: From History to Myth.
Thomas, Hugh. Conquest: Cortes, Montezuma and the Fall of Old Mexico. 233.
Dipnotlar:
[1] Çiçek savaşları (Nahuatl dilinde
xōchiyāōyōtl) 1400’lerin başında Aztek’lerin
yapmaya başladığı, bir savaştan çok Mexica’ların koruyucu tanrısı Huitzilopotchtli’yi
memnun etmek için yapılan bir ritüeldir.
Aztek’ler ve rakip oldukları şehir devletler
(Tlaxcala’lar bu devletlerden biridir) genç
askerlerini savaştırıyor, ölen savaşçılar tanrılara kurban edilmiş sayılıyordu. Her ne
kadar yaygın görüş bu savaşların amacının
genç savaşçıları eğitmek olduğunu belirtse
de Tlaxcala’ların bu savaşları yapmayı (ve
en iyi askerlerini bu sebeple kaybetmesini)
kabul etmesinin tek sebebi işgal edilmemelerini garanti etmek içindir. Aztek’ler bunu
yapabilecek olsalar da Tlaxcala’ları Aztek
dini gereğince insan kurban etmeleri gerektiği zaman kullanabilecekleri bir halk olarak
görmektelerdi, bu sebeple Tlaxcala’lar ve
300,000’e yakın nüfusları hayatta tutulmaktaydı.
[2] Toxcatl büyük Aztek tanrılarından Tezcatlipoca’ya adanan bir gün. “Festival”in en
önemli bölümü bir sene boyunca bu tanrı
gibi giyinen bir erkeğin tanrılara kurban
edilmesi.
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Hatıralar...
~ 47 ~

Benzer belgeler