Arıza insandaki makinayı ve makinadaki insanı arayan bir ses

Transkript

Arıza insandaki makinayı ve makinadaki insanı arayan bir ses
At The Heart Of Winter
Selamlar,
Siyah Beyaz’a start verirken, sıradan bir webzine
veya sıradan bir dergi olmaması hedefimizdi. Yeni
ve orijinal fikirler ortaya koymayı amaçlıyorduk.
Geçtiğimiz ay bu fikirler çerçevesinde beklediğimiz oldu ve Siyah Beyaz artk onbinlerle ifade
edilen okur sayısıyla Türkiye’nin
en geniş kitleye ulaşan müzik dergilerinden biri haline geldi. Ayrıca
online yayın platforumuz issuu.
com’da da bugüne değin yayınlanan tüm dergiler ve tüm Türkçe
yayınlar arasında en çok okunan
yayın haline geldik. Aksiyon filmlerinden replik çalarak “bunu en kısa
zamanda tekrar yapmalıyız” dedik.
:) İlginiz için çok teşekkürler.
Geçtiğimiz ay sözünü ettiğimiz
Lizzy Borden konser haberi, geniş
çaplı bir festival olarak duyuruldu ancak festivalde sahne alacağı
afişlerle duyurulan Children Of Bodom, dergimize yolladığı mesajda
böyle bir konserin kendi programlarında yer almadığını bildirdi. Yine afişlerde yer
alan Sepultura ise organizasyondan teklif geldiğini ancak anlaşma şartları sağlanmadığı için festivalde yer almayacaklarını açıkladı. Ben bu yazıyı
yazarken Lizzy Borden’ın resmi MySpace sayfasında konserin duyurusu halen yayındaydı ancak
Exodus’un MySpace sayfasındaki duyuru kaldırılmıştı. Biletix’de de bu organizasyona dair herhangi bir duyuru ya da satış yok henüz. Bu festivalle
ilgili internette farklı afişler dolaşıyor olması ve
bu afişlerden hangisinin resmi olduğuna dair organizasyon tarafından bir açıklama yapılmaması,
daha doğrusu organizasyon tarafından elle tutulur
hiç bir açıklama yapılmaması da ilginç.
Geçtiğimiz ay tamamen benden kaynaklanan bir
dizgi hatasından dolayı Atilla Çelik imzalı Great
White yazısı güme gitmiş. Biz de
yayına girdikten sonra fark ettiğimizden değiştirme imkanımız
olmadı. Ancak aynı yazıyı doğru
haliyle bu sayımızda yayınlıyor, bu
karışıklıktan dolayı sizlerden özür
diliyoruz.
Aralık ayında gösterime giren “The
Day The Earth Stood Still” filmini
sanırım duymuşsunuzdur. Orijinal
1959 tarihli olan ve sinema tarihinde kilometre taşı sayılan bir takım
filmlerde de atıfta bulunulan bu
başyapıtın yeniden çevrimi de en
az eskisi kadar etkileyici olmuş.
Başrolde Keanu Reeves’in yer aldığı
bu harika filmi ısrarla öneriyorum.
Ankara sert müzik tayfasının değerli adamlarından Evren “Dushunter” Cihan’ı geçen yaz kaybetmiştik. Şahsen de yakından tanıdığım Evren’i geçtiğimiz günlerde ailesi ve yakın arkadaşları olarak
bir araya gelip andık. Huzur içinde yatsın.
2009’un 2008’i aratmaması dileğiyle, mutlu yıllar...
Selim Varışlı
:: EDİTÖR // YAYIN VE SANAT YÖNETMENİ ::
SELİM VARIŞLI
[email protected]
:: YAZARLAR ::
ATİLLA ÇELİK, BAHA ÖZER, CAN ÇAKIR, DAMLA ÖZDEMİR, DENİZ ERATAK, DERYA OKUMUŞ,
EMRE DEDEKARGINOĞLU, ERDEM YABAŞ, FATİH KANIK, GAMZE YILMAZ, GÜVENÇ ŞAHİN,
HAKAN KAHRAMAN, MELİS SARILAR, TANSU ÖZMEN, TUNCAY AKTÜRK
:: FOTOĞRAF ::
DERYA ENGİN :: www.myspace.com/shae666
SERHAT HOŞGÜL :: www.serhathosgul.net
TUNCAY AKTÜRK :: juliangraves.deviantart.com
:: İLETİŞİM ::
E-Mail: [email protected] | MySpace: www.myspace.com/siyahbeyazonline
TUNCAY AKTÜRK
Epeydir Myspace aleminde tozu dumana katan Panic! At
The Disco’yu 2009 öncesinde yakalama fırsatı bulduk.
Gitaristleri Ryan Ross bize PATD cephesinde olanları
içtenlikle anlattı. İşte ayrıntılar…
Tuncay Aktürk: Merhaba Ryan, nasıl gidiyor yaşam?
Ryan Ross: Teşekkür ederim biraz koşturmaca var burada, onun dışında her şey güzel gibi.
oldu ki bu da bizi ABD’de listelerde 2. sıraya kadar
yükseltti. Elbette PATD’nin geçirdiği değişimden rahatsız olan insanlar da oldukça fazlaydı.
T: Son albümünüz “Pretty. Odd.” bu yılın başında piyasaya sürüldü, 2008’i de hali hazırda noktaladığımız
şu günlerde bize bu yıl hakkında ufak bir değerlendirme yapabilir misin?
R: “Pretty. Odd.” tüm dinleyicilerimiz için beklenmedik bir albüm oldu. Duymaya alışık oldukları Panic! At The Disco şarkılarından tamamen farklı bir
sound yakaladık. İlk albümümüz “A Fever You Can’t
Sweat Out” biraz daha genç işiydi, albümü kaydettiğimizde hepimiz gençtik. Albüm piyasaya çıktıktan
sonra dünya çapında epey bir başarı yakaladı. Artık
o eski “emo” günlerimiz geride kaldı, hepimiz 20’li
yaşlarına gelmiş yetişkinleriz. Bu arada grubu veya
kendimi kesinlikle “emo” olarak etiketlemiyor olsam
da insanlar böyle olduğuna inanmış durumda. Yeni albümümüz “Pretty. Odd.” ise 60’lı yıllardaki “The Beatles” gibi tınlıyor. Birçok insan albümden memnun
T: Ama şu anda, satışları yok sayarsak, geriye yaslanıp otururken elde ettiğiniz sonuçtan memnunsun
dimi?
R: Albümü kaydederken iyi sonuçlardan çok kötü sonuçlar alacağımızı biliyorduk. Gün geçtikçe insanlar
albüme alışıp sevdiler. Ama sonuçta hepimiz büyüyoruz, dinleyicilerimiz de bizimle birlikte büyüyor. Bana
kalırsa tüm bu değişikliği algılayabiliyorlar, o yüzden
albümü benimsediklerini düşünüyorum. Sonuç olarak
ben çıkardığımız işten memnunum ve karşılığını da
aldığımızı düşünüyorum.
T: Büyüdüğünüzden ve grubun bir anlamda evrim geçirdiğinden bahsettin, buna istinaden bir sonraki albümde tamamen farklı bir PATD duyabilir miyiz?
R: Yeni albüm için çalışmaya şimdiden başladık. Bir
aksilik çıkmazsa 2009 Sonbaharı gibi raflardaki yerini
alacak ve şunu söyleyebilirim ki daha önceden hiç
duymadığınız bir PATD albümünü dinleme fırsatı yakalayacaksınız.
T: O vakit sevenleriniz yeni bir değişim için şimdiden kendilerini hazırlamalılar.
R: Her yeni albümle, daha da fazla hazırlıklı olmalılar.
T: Peki “Live In Chicago” Dvd’sine gelen tepkiler
nasıldı?
R: İnsanların sevdiğini düşüyorum. 2006 yılında çıkardığımız “Live In Denver” Dvd’sinden sonra insanlar yeni bir görüntülü materyal bekliyorlardı. “Live
In Chicago” ile de bu beklentiye bir şekilde cevap
verdik.
T: Buradan yola çıkarsak, bir diğer “Fueled By Ramen” grubu olan Fall Out Boy ile gerçekleştirdiğiniz
turun başarılı olduğunu söyleyebilir miyiz?
R: Fall Out Boy ile daha önceden “The Decaydance
Fest Tour” vesilesiyle de birlikte çalmıştık. “Honda
Civic Tour”da bize ayrıca Motion City Soundtrack,
Phantom Planet ve The Hush Sound eşlik etti. Bu
yılın sonlarına doğru ise “Rockband Live Tour” kapsamında Plain White T’s, Dashboard Confessional ve
The Cab ile sahneyi paylaşma şansı yakaladık. Böyle başarılı gruplarla beraber çalıyor olmak bizi her
daim mutlu etmekte.
T: Madem bu kadar eğlenmektesiniz, 2008’de PATD
ile geçirdiğin en komik anı bizimle paylaşmanda da
bir sakınca yoktur di mi?
R: Bu çok zor bir soru oldu işte. Çok fazla güzel anım
var. Düşünmem lazım(biraz zaman geçer), evet buldum. Brendon’la beraber bir televizyon için röportaj yapacaktık, Pete Wentz ile ilgili bir soru sordular, ben de donup kaldım. Etrafımdaki herkes birden
kahkahalara boğuldu ancak ben sakinliğimi koruyup
gülmemeye çalışarak ciddi cevaplar vermeyi denemiştim ve bunu yaparken de oldukça iyiydim.
T: İşin aslını bildiğim için bana da pek gülünç geldi
ama muhtemelen okuyucularımız Pete’yi tanımıyor
olacaklardır, bize Pete’yi biraz anlatır mısın?
R: Pete Wentz, Fall Out Boy’un efsanevi basçısıdır, kendisi ayrıca bizim patronumuz. Decaydance
adlı firmamızın da sahibi olmakla beraber Ashlee
Simpson’la evli ve yakın zamanda bir oğlu oldu. Ayrıca Pete ile de hiç çıkmadım(arada gülüşmeler),
insanlar dedikodulara inanmakta özgürler tabi.
T: Az önce yeni albümden bahsediyorduk ve şimdiden başladığınızı söyledin çalışmaya. Nasıl olacağı
konusunda ufak bir ipucu vererek merakımızı dindirecek misin?
R:Elbette ki vermeyeceğim, bekleyin ve görün diyorum. Ama şunu söyleyebilirim ki herkesin sevebileceği bir albüm olacak.
T: Bildiğim kadarıyla iki demo çıkardınız ardından “Fueled By Ramen” ile anlaştınız ardından
“bammm” bir anda dünyanın tanıdığı bir grup oluverip çıktınız. PATD olarak müziğinizin dışında nasıl
bir yol izlediniz?
R: Hiçbir şey yapmadık öyle özel olarak. 2. demomuzu kaydettiğimiz sıralarda bir arkadaşımız bizim
için Myspace profili açıp şarkılarımızı yüklemişti.
Pete, Myspace vasıtasıyla bizi dinleme fırsatı bulmuş. Bunun üzerine Vegas’a gelip bizi canlı izledi.
Duyduğu ve gördüğü şeyden memnundu ve anlaşmayı yaptık. Ayrıca kesinlikle Pete için soyunmadım.
Honda Civic Tour’da Pete bir röportajda şaka yollu
böyle bir şey söylemiş, hala adımı temize çıkarmaya
uğraşıyorum.
T: Teşekkürler açıklama için(karşılıklı gülüşmeler).
Tekrar müziğe dönecek olursak şarkılarınızı nasıl
oluşturduğunuzu merak ediyorum.
R: İlk albüm için tüm şarkı sözlerini ben yazmıştım
ama yeni albüm için hem besteleri hem de sözleri
beraber yazdık. İlk defa Brendon dışında biz de geri
vokal olarak da olsa şarkı söyleme şansını yakaladık
yeni albümde.
“Pretty. Odd.” 60’lı yıllardaki
The Beatles gibi tınlıyor...
T: Sahnede de cover çalmaktan hoşlanıyorsunuz sanırım, özellikle Radiohead’den Karma Police coverınızı
gerçekten sevdim. Hatta orijinal halinden daha çok
sevdiğimi söyleyebilirim. Sahnede en çok severek çaldığın cover hangisi?
R: Teşekkürler, şu anda The Zutons’dan Valerie’yi çalmaktan gerçekten büyük zevk alıyorum. Brendon’ın
sesi de şarkıya mükemmel uyuyor. Vokalistimiz olduğu
için söylemiyorum ama gerçekten çok güzel bir sese
sahip.
T: Peki Ryan Ross şu anda neler dinlemekte, hani bize
önereceği birkaç grup var mıdır?
R: Ruh halime göre değişik şeyler dinliyorum. İlla birkaç isim istiyorsan; The Beatles, The Turtles, The Zutons, Third Eye Blind, Fall Out Boy, The Cab, The Hush
Sound, The Academy Is dinlediğimi söyleyebilirim.
T: The Beatles demişken, müziğiniz üzerindeki etkisi
tartışılmaz. Ama benim asıl merak ettiğim favori The
Beatles şarkının hangisi olduğu?
R:Şimdiye dek sorduğun en zor soru buydu kesinlikle.
Favorim yok, çünkü neredeyse hepsini seviyorum.
T: Biraz kolaylaştıralım o zaman soruyu, şu anki ruh
haline uyan en sevdiğin üç The Beatles parçası hangileri?
R: Strawberry Fields, The Birthday Song ve Eleanor
Rigby.
T: Hazır böyle anket gibi sorulara geçmişken seninle ufak bir oyun oynayalım istedim. Oyunumuzun adı
“Veya Oyunu”. Kısaca kuralları anlatayım; sana iki
kelime, özel isim veya olgu söyleyeceğim sen bunlardan birisini seçeceksin ve neden seçtiğini bizimle
paylaşacaksın.
R: Elbette, hadi başlayalım.
T: O zaman ilk sorun geliyor:
“Northern Downpour” veya “But It’s Better If You
Do”?
R: “Northern Downpour”, çünkü kalbimde hissettiğim
her duyguyla yazdığım bir parça o. Şu anda yaşadığımız durumu birebir anlatmakta. Ayrıca en sevdiğim
PATD şarkısı.
T: Ben de sana en sevdiğin PATD şarkısını soracaktım,
arada kaynadı gitti. Günümü kurtardın.
R: (Gülüyor) Her zaman.
T: Sıradaki sorumuz, Muse veya Starsailor?
R: Kahretsin dostum, ikisini de ölesiye seviyorum.
Seçmesi çok zor olsa da Starsailor diyeceğim, şarkılarında bir sürü anımı bulabiliyorum.
T: Vegas veya Vegas dışındaki herhangi bir yer?
R: Elbette Vegas, buradan başka bir yerde yaşabileceğimi düşünemiyorum.
T: Sims 2 Pets veya Sims 2 University?
R: Sims 2 Prison Break(gülüyor), Sims 2 University
tabi ki. Sadece diğerinden daha iyi.
T: O zaman Prison Break veya Heroes?
R: Prison Break elbette, çok daha eğlenceli geliyor
bana.
T: Micheal Scofield veya Lincoln Burrows?
R: Ah hayır, Micheal’ı seçeceğim. Esas adam hala
o.
T: A Fever You Can’t Swear Out veya Pretty. Odd.?
R: Pretty.Odd. içindeki şarkıları daha çok seviyorum.
T: John Lennon veya Paul McCartney?
R: John efsane ama McCartney yaşayan bir efsane,
o yüzden oyum Sör McCartney’e gidiyor.
T: “Veya Oyunu” burada bitse de eğlenceli ve bir o
kadar düşündürücü sorularım henüz bitmedi. Yepyeni bir grup kurma şansın olsaydı ve dünyadaki
herhangi bir müzisyeni seçme şansın olsaydı, hangi
müzisyenleri seçerdin grubun için?
R: Brendon’ı vokale, Spencer’ı davula, Jon’u da
bass gitara alırdım. Onları başkalarıyla değiştirmeyi
düşünemiyorum bile.
T: Oyun bozanlık yapmak yok, kendi grup arkadaşın
dışında birilerini seçmelisin.
R:Yine zor soru oldu ama. Neyse vokale Alex
Deleon(The Cab)’u, Pete Wentz(Fall Out Boy)’i bass
gitara, Alex Johnson(The Cab)’ı da davula alırdım.
T: Şimdi bir de bu gruba isim bulmalısın.
R: Boy Panics In The Cab olmalı grubun adı.
T: Güzel bir isim oldu. Hazır grup ismi de demişken
Panic! At The Disco adı nereden gelmekte?
R: Grubun ismini “Panic” isimli bir şarkıdan almıştık
sözleri şöyleydi: “Panic at the disco. Sat back and
took it so slow. Are you nervous? Are you shaking?
Save compliments to praise compilations.”
T: Sırada dergimizin klişe sorusu var. Dünyaya bir
albüm olarak gelecek olsaydın hangi albüm olmak
isterdin?
R: Kesinlikle The Beatles’dan “A Hard Day’s Night”.
T: Röportajı artık noktalamak üzereyiz, söylemek
istediğin son sözler nelerdir?
R: Fall Out Boy’un yeni albümü “Folie A Deux” piyasada bulunabilir. Bir göz atın derim, bizden çok
daha iyi iş çıkardılar. PATD dinleyicilerine sonsuz
teşekkürler verdikleri destek için. Röportaj için de
ayrıca teşekkür ederim.
DENİZ ERATAK
Grup 1983 yılında, Anthony Kiedis, Hillel Slovak, Jack Irons, ve Michael Flea Balzary tarafından kuruldu. Liseden arkadaş olan grup
üyeleri, muhtemelen o dönemler bir gün
dünyanın en pahalı, en başarılı ve en sansasyonel gruplarından birisi olacaklarından
haberleri yoktu. O dönemin nispeten sert
müzik yapan grubu, biraz baskı ile ilk albümü Kiedis ve Flea’nın karşı çıkmasına rağmen
daha popülaritesi olan ve grubun tarzından
biraz uzak bir şekilde çıkardılar. 1984 yılında çıkardıkları ilk albümde ilk dinlediğimde
tüylerimi diken diken eden “true man don’t
kill coyotes” şarkısını cidden kötü ama komik olarak nitelendirebilirim. İzlemediyseniz
klipini de izlemenizi şiddetle tavsiye ederim,
dünya müzik tarihine geçecek kadar ilginç bir
klip. Dürüst olmak gerekirse o albümün diğer
şarkılarını da hiç dinlemedim
İlk çıkış için 1984 yılı grup için oldukça verimli
geçmişti ki 1985 yılında “Freaky Styley” adlı
ikinci albüm hemen yola çıktı. Bu albüm biraz
daha punk ağırlıklı bir albümdü ancak beğeni kazanmadı. 1986 yılında grubun davulcusu
Cliff Martinez gruptan bir şekilde ayrıldı (atıldığı da söylenir). Başarısız bir albümden sonra grup çalışmalarına son sürat devam etti ve
yine punk ağırlıklı albümü “The Uplift Mofo
Party Plan” 1987 sonlarına doğru çıkıp sonunda listelerde de yerini almıştır. Bu albüm Red
Hot Chili Peppers grubunun ilk ciddi başarısı
da denebilir. Bu dönemlerde grubun, en büyük sorunu grup elemanlarının uyuşturucu bağımlısı olmasıydı
ve bu durum kötü sonucunu göstererek 1988 yılının
haziran ayında grubun İsrailli gitaristi Hillel Slovak
26 yaşında hayatını kaybetti. Grubun o dönem diğer
uyuşturucu bağımlısı Anthony Kiedis, Slovak’ın ölümünden sorumlu tutulmuş ve cenaze törenine bile
gitmemişti. Bu kötü olay sonucunda grubun davulcusu Jack Irons, arkadaşlarının öldüğü bir grubun parçası olmak istemediğini belirterek, gruptan ayrıldı.
1989 yılında grup gitaristini ve davulcusunu kaybetmişti, grubun basçısı Flea ve vokal Kiedis; benim bütün
çalışmalarını hayranlıkla izlediğim John Frusciante’yi
gitarist olarak aldılar ve çeşitli davulcuları denedikten sonra grubun şimdiki davulcusu Chad Smith ile
anlaştılar. Grup o dönem bugünkü şeklini aldı. Bu
şekliyle Mother’s Milk albümünü çıkaran grup sonunda Amerika listelerinde 50nci sıralara kadar yükseldi.
Artık Red Hot Chili Peppers tanınan bir gruptu. Bu albümde grup; ölen gitarist Slovak’a “Knock Me Down”
parçasını ithaf etmiştir. Tabi ki Slovak’ın ölümü Anthony Kiedis’in hayatında büyük bir yara olmakla beraber kendi kurtuluşu da olmuştur.
Red Hot Chili Peppers, nerdeyse her sene bir albüm
çıkardı, üretkenliği devam eden grup başarılı çalışmalarının ardından 1990 yılında, 6 ay içerisinde yeni
albüm için çalışmaya başladı. Bu süreçte aynı evde
kalan Kiedis, Frusciante ve Flea, çalışmalarını kısa
sürede tamamladılar. Sonunda 1991 yılında Red Hot
Chili Peppers o güne kadar en başarılı albümleri olan
“Blood Sugar Sex Magik” i çıkardı . Bu albüm sonrasında “Give It Away” singleları da grubu bir Gramy
ödülü ile şahlandırdı. Albümün diğer muhteşem şarkısı “Under the Bridge”, listelerde ikinci sıraya kadar
çıktı. Artık Red Hot Chili Peppers dünyanın beğendiği
oldukça başarılı bir grup haline gelmişti. Bu albüm
dünyaca ünlü müzik dergisi Rolling Stones’un tüm
zamanların en muhteşem albüm listesinde 310ncu
oldu ve Amerika listelerinde albüm satışı olarak ikinci sıraya yükseldi. Bu başarı arkasında grup içerisindeki klasik sorunlar baş gösterdi. Bu defa Frusciante uyuşturucunun pençesine düştü, grup o dönem
şimdiki şeklini almış olsa da muhteşem gitarist John
Frusciante’nin uyuşturucu sorunu grup elemanlarını
kızdırdı, daha önceden kötü tecrübesi olan Kiedis’in
ısrarlarıyla Frusciante gruptan ayrıldı. O dönem dünyanın sayılı gitaristlerinden olan Dave Navarro geçici
de olsa gruptaki yerini aldı.
Ancak Navarro’nun müzikal geçmişi ile grubun diğer
elemanlarınınki pek tutmuyordu bu nedenle grup zorluk çekmeye başladı. 3 senelik aradan sonra yeni albüm “One Hot Munite” albümü 1995 yılında çıktı. Bu
albüm diğerlerine göre daha karanlık bir albümdü ve
albüm oldukça fazla satmasına rağmen bence “Blood
Sugar Sex Magik” albümünden sonra büyük bir hayal
kırıklığıydı. Bana öyle geliyor ki grup, eski çalışmalarının ekmeğini yedi bu dönemde, bir moral bozukluğu Anthony Kiedis’de de baş gösterdi ki bu dönemde
tekrardan uyuşturucuya başladı ama müptelalık süreci bu defa kısa sürdü. Bu dönemde John Frusciante
de uyuşturucu nedeniyle mahvolmuş bir durumdaydı, dünya üzerinde az sayıda yetenekten biri olan
insan, fakirlik içerisinde ve ölmek üzerindeydi. 1998
yılında tedavi gören Frusciante, grubun yeni albümü
Californication’un yeni gitaristi olarak tekrar gruba
dahil oldu. 1999 yılı Red Hot Chili Peppers’ın muhteşem yılı oldu, Californication albümü 15 milyondan
fazla sattı, albümdeki Scar Tissue parçası 2000 yılının
en iyi rock şarkısı Grammy ödülünü aldı. Bu albümdeki
nerdeyse bütün şarkılar hit oldu, Californication, Otherside, Road Trippin, v.s.
Başarılı grup 2001 yılında By the Way albümlerini
yayınladı, bu albüm Californication’un başarısını yakalayamasa da yine de idare eder diyebiliriz. Bunun
arkasından grup, 2006 yılında son albümleri Stadium
Arcadium’u çıkarttı. Bu albüm benim için tam bir hayal kırıklığı oldu. 2 cd 28 parça ile çıkan albümde toplasanız 3-4 şarkıya tamamdır derim, ama onlar Red
Hot Chili Peppers, tabi ki bu albümde çok sattı ve bir
çok grammy ödülü aldı.. Bu albüm sonrasında dünya
turuna çıkan grubu ne yazık ki ülkemizde göremedik.
Red Hot Chili Peppers gerçekten ilginç bir grup diyebiliriz. Müziklerinin ve davranışlarının oldukça samimi
olduğunu düşündüğüm gruplardan birisi, her türlü çatlaklığı bu grupta bulabilirsiniz, yayın kurullarının çok
da hoşuna gitmese de üstlerinde sadece çoraplarla
sahneye çıkabilirler, etek giyebilirler, bütün konserlerinde manyak gibi hoplarlar, toplumsal çarpıklıkları
kliplerinde gösterebilirler. Klip demişken Red Hot Chili Peppers’ı klip konusunda çok yaratıcı buluyorum
Hatta bütün kliplerini defalarca izlemişimdir (buna
True Man Don’t Kill Coyotes klibi de dahil). Red Hot
Chili Peppers’da sevdiğim bir diğer unsur yarattıkları;
toplumdan insanlarını anlatan karakterlerdir. Bunun
yanısıra grup toplumsal olayları da yakından izlemekte ve müziklerine yansıtmaktadır. Bazı kesimler grubun türk düşmanı olduğunu iddia etse de ben buna
pek inanmıyorum, umarız Red Hot Chili Peppers’ı bir
gün Türkiye’de de görürüz.
TANSU ÖZMEN
İlk kez yayınlandığı 6 Kasım 2001 tarihinden itibaren
ABD'de FOX kanalının amiral gemisi olmayı başaran
24, ilk bölümünden itibaren tüm dünyayı kasıp kavurdu. Gerçek zamanlı bir macera olan 24 çok yakında
başlayacak olan bir yıl kadar gecikmiş 7nci sezonu ile
şimdi bizlere göz kırpıyor. ABD’de Terörle Mücadele
Birimi “CTU” ajanı Jack Bauer’ın her bölümü gerçek
zamanlı ilerleyen 24 saatlik maceralarını konu alan,
ülkemizde CNBC-e kanalının altı yıldır yayınladığı
“24” dizisi yedinci sezonunda küresel ısınmayla mücadeleye girişiyor. Her bir sezonun 24 saatte geçtiği
ve 42 ila 44 dakika süren her bir bölümünde konunun
bir saati anlatılarak gerçek zamanlılık sağlanıyor. Geriye kalan dakikalara ne olduğunu merak eden matematik severlere ise yanıtımız dörde bölünmüş reklam
kuşağı.
2000’li yılların başlarında ABD terör olaylarıyla yüzleşmektedir. Birleşik Devletler’in gerek yöneticilerinde gerekse halkında yoğun bir terör endişesi vardır.
Ve ülkede terörle uğraşması gereken tıpkı CIA, FBI
gibi bir kurum olan Anti-Terör Birimi yani orijinal
adıyla CTU (Counter Terrorist Unit) sahip olduğu gelişmiş teknolojik imkan (başta uydular ve çok güçlü
bilgisayarlar) ve kalifiye insan gücünü etkin bir biçimde hem yerel hem de uluslararası terör gruplarına karşı mücadele etmektedir. Ancak tabii ki işler her
zaman yolunda gitmeyecektir. Basiretsiz yöneticiler,
ucu ucuna kaçırılan fırsatlar….
Dizide (kimi zaman zaman değişse de) baş karakterlerde Jack Bauer (Kiefer Sutherland), Tony Almeida,
Chloe O'Brian, David Palmer, Michelle Desler, Kim Bauer, Bill Buchanan yer alıyor.
Yıllardır milyonların kahramanı olan Sutherland’in
canlandırdığı karakter Jack Bauer’ın verdiği talimatlara ve tavsiyelere dizide oynayan diğer karakterler
uymuş olsaydı, her kriz 24 değil 12 saatte çözülmüş,
dizinin adı da “12” olurdu herhalde.
Sezon 1 (Gün 1)
“Bir başkan adayına suikast düzenlemeyi planlayan
teröristler var. Bir genç kız olan çocuğum kaçırıldı.
Beraber çalıştığım insanlar her iki konuya da karışmış
olabilir”
Jack, karısının ve kızının kaçırıldığı sırada Başkanlık
adayına düzenlenecek suikastı engellemelidir. Eşinin
ve kızının suikastin arkasındaki kişilerce kaçırılması
konuyu Jack için kişiselleştirecektir. Eşini ve kızını
kaçıranlar Jack’i etki altına alıp, Başkan Adayı olan
Senatör David Palmer’ı öldürmeye zorlayacaklardır.
Ancak Bauer, ailesini kurtarıp bu olayın ardındaki şahısları bulup etkisiz hale getirecektir. Ama bu kendisine çok yakın bir insanın hayatını kaybetmesine engel
olamayacaktır maalesef. Acaba CTU’da köstebek mi
vardır?
Sezon 3 (Gün 3)
İkinci günden 3 yıl sonrası.. saat 13.00 Jack 6 ay önceki gizli bir görevde, görev gereği başladığı eroin
bağımlılığından kurtulup ölümcül bir virüs saldırısını
engellemelidir. Uyuşturucu baronu Ramon Salazar’ın
serbest bırakılmaması halinde Los Angeles halkına bulaştırılacak olan çok tehlikeli bir virüsün serbest bırakılacağı tehdidine karşın Jack ve CTU mücadeleye
girişirler. Jack’in eskiden birlikte görev yaptığı insanlar şimdi düşmandırlar. Bu arada başkanlık seçimleri
yaklaşmaktadır ve de First Lady Sherry Palmer’ın ne
kadar tehlikeli olduğunu görürüz.
Sezon 4 (Gün 4)
Üçüncü günden 15 ay sonrası.. Savunma Bakanı’na
çalışan Jack, A.B.D. topraklarına saldırmayı planlayan teröristleri bulmak için CTU’ya döner. Her ne
kadar ilk bölümlerde soğuk karşılansa da kısa sürede
tecrübesiyle CTU saha ajanı olarak maceranın içine
dalar.Mummy filmlerindeki Imhotep rolüyle tanıdığımız usta oyuncu Arnold Wosloo, Ortadoğulu terörist
Habib Marwan rolüyle bu gün bize çok çektirecek..
Bu sezon o kadar çok aksiyon yaşanıyor ki kısaca an-
Sezon 2 (Gün 2)
İlk günden 18 ay sonrası.. Ortadoğulu teröristlerin Los
Angeles’da patlatmayı planladıkları nükleer bombanın imha edilmesi için Başkan Palmer Jack’i, CTU’ya
geri çağırır. Günün ilerleyen saatlerinde şüphelenilen 3 Ortadoğu ülkesine misilleme yapılması kararlaştırılır. Ancak Başkan Palmer Jack Bauer’dan gelecek kesin delillere göre hareket etmek istemekte ve
misillemeye vereceği onayı geciktirmektedir. Jack’in
yaptığı araştırmalar neticesinde nükleer bombaların
ardındaki gerçek anlaşılacaktır.
latmak yerine bir kaç kelime ile sezonu (yani günü)
taglayayım. Adam kaçırma – infaz- operasyon – savaş
uçağı kaçırma – Başkan’ın uçağı – nükleer füze çalındı
- aman tanrım – Jack – Çinliler - Jack..
Sezon 5 (Gün 5)
Dördüncü günün 18 ay sonrası.. Gizli kimlik altında
yaşayan Jack, intikam için döner. Başkan Logon ve
Rus Başkanı Ivanov birilikte terörizme karşı ittifak anlaşması imzalarlar. Ancak bundan memnun olmayan
Vladimir Bierko liderliğindeki teröristler ABD’de terör
estirirler. Bir kaç sıkı dosta can sıkıcı bir şekilde veda
ettiğimiz bu günde adamı sinir eden Başkan Logan ve
onun hafif çatlak eşi First Lady’nin arasındaki ilişkilere de tanık oluyoruz. Gün içinde Jack’in aile bireylerinden bazılarının da konuya dahil olduklarını görüyoruz. Bu arada ilk günden beri bizimle beraber olan
Beyaz Saray’daki Gizli Servis ajanı Aaron Pierce’e de
dikkat (hastasıyız) :)
Sezon 6 (Gün 6)
Beşinci günden 20 ay sonrası.. Bir Çin hapishanesinde
geçirdiği 20 aydan sonra Jack Bauer aniden ABD’ye
geri iade edilir. Fakat artık özgür olmak yerine,
Jack’in serbest bırakılışı gizli bir anlaşmanın parçasıdır: Ülke çapında bir terör dalgası estiren terörist
organizasyon Hamri Al-Assad’a karşılık onun hayatı.
ABD’nin farklı şehirlerindeki canlı bombaların patlatılmasından Araplar sorumlu tutulmaktadır. Teröristlerin asıl amacı atom bombası patlatmaktır. Acaba
Al-Assad gerçekten suçlu mudur? Teröristlerin başındaki Abu Fayed ve suç ortağı Rus General Dimitri
Gredenko’ya kimler yardımcı olmaktadır. Bu gün de
Jack’in aile bireylerinden bazılarının da konuya dahil
olduklarını görüyoruz. Ayrıca Başkan Yardımcısı Noah
Daniels adamı deli etmeye birebir!
24 – Redemption (2 saatlik TV filmi)
Ortalıktan kaybolan dostumuz Jack, Sangria-Afrika’da
bir okulda gönüllü öğretmenlik yapan eski bir arkadaşının yanındadır. Sangria’da küçük çocuklar asi generale bağlı birlikler tarafından kaçırılmakta ve iç savaşta
kullanılmaktadırlar. Bir yandan da ABD Büyükelçiliği
Jack’in izini tespit etmiş ABD’ye dönerek yargılanmasını istemektedir. Jack teslim olmamak için yerini
değiştirmeye karar verir ve kaldığı okuldan ayrılacağı
sırada okuldaki çocuklar asilerce kaçırılmak istenir.
Adamımız tabii ki kayıtsız kalamayacaktır. Bu arada
ABD’de ilk kadın başkan göreve başlamak üzeredir.
JACK, KÜRESEL ISINMAYA KARŞI
2009’da yeniden hayranlarıyla buluşacak “24” dizisinin 7.Gün’ünde
bu kez küresel ısınmaya ve karbon salınımına dikkat çekiliyor.
Sadece senaryoda değil dizinin tüm prodüksiyonunda da küresel
ısınmaya karşı önlemlere başvuruluyor. Karbon salınımını azaltmaya yönelik yapılan düzenlemelere göre sezon sonuna gelindiğinde de tamamen salınımın olmaması hedefleniyor. Dizinin
çekimlerinde kullanılan 26 taşıt ve 5 jeneratör de çevre dostu
biyodizel yakıtla çalışıyor. Çekimlerin yapıldığı Los Angeles’da Su
ve Enerji Bakanlığı’nın aracılığıyla, prodüksiyon boyunca harcanacak enerji, rüzgar, su ve güneş gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından satın alınıyor. Bunun sonucu olarak sağlanan “Yeşil
Enerji” ile birlikte kullanılan tüm teknik cihazlar da aynı şekilde
çevreye daha duyarlı biçimde işlerini görüyor. Ayrıca senaryolar,
çekim çizelgeleri ve diğer kağıt baskılı notlar da taşıt kullanılarak
ve elden teslim etmek yerine e-posta aracılığıyla gönderiliyor.
Dizinin baş oyuncusu Kiefer Sutherland, küresel ısınmayla ilgili
mesajlar veren bir video ile de konuya dikkat çekiyor.
fox.com/24/info.htm
ÖNE ÇIKAN KARAKTERLER
Jack Bauer
CTU(Counter Terrorist Unit) Los Angeles’da Sorumlu
Özel Ajan. Kimi zaman kural tanımaz, korkusuz, zeki
ve hedefe ulaşmakta her ne olursa olsun risk almaktan çekinmeyen birisi. CTU’dan önce US Army Delta
Force, LAPD SWAT, CIA’de görev yapmış süper kahramanımız.
Bill Buchanan
Sezon 4’ten itibaren CTU Los Angeles’ın yöneticisi olmuştur. Karen Hayes ile evlidir.
Karen Hayes
Kendisini genellikle Beyaz Saray’da ya da Başkan’ın
hemen yakınında görürüz. Eski CTU yöneticisi olup İç
Güvenlik’te Baş Ajan’dır. Bill Buchanan ile evlidir.
Tony Almeida
CTU’da analistlikten yöneticiliğe kadar çeşitli görevlerde bulunmuş karizmatik abi. Gerektiğinde eline si-
lahı alıp çatışmalara da girmiştir.
Michelle Dessler
Öncesinde çalışanı olduğu CTU’da yöneticilik de yapan akıllı ve güzel bayan, Tony Almeida ile bir evlilikleri de oldu.
Chloe O’Brian
İnsanlarla iletişimi biraz kısıtlı olan bilgisayar dahisi,
Jack’in can dostlarındandır.
Teri Bauer
Jack Bauer’ın ilk sezonda kaybettiği tasarımcı eşi :/
Kim Bauer
Jack Bauer’ın başına sürekli olarak sorun çıkartan
kızı. Sezon 3’de CTU’da çalışır ve saha ajanlarından
Chase Edmunds ile olan ilişkisini geliştirip hayatlarını
birleştirirler.
David Palmer
ABD’nin ilk Afro-Amerikan Başkanıdır. Ülkemizde dahi
çok sevilen ve “ah ulan keşke George W. Bush yerine
Palmer başkan olsaydı” dedirten kişidir. İnternette
yapılan bir ankette “En Sevilen Hayali ABD Başkanı”
seçilmiştir. :)
Wayne Palmer
Başkan David Palmer’ın kardeşi, danışmanı ve altıncı
sezondaki Mr.President.
Aaron Pierce
Beyaz Saray’ın şüphesiz ki en güvenilir adamıdır. Jack
Bauer’dan sonra tüm sezonlarda yer almış tek karakterdir Aaron baba.
Audrey Raines
Savunma Bakanı James Heller’ın kızı ve danışmanı.
Aynı zamanda yıllar önce eşini kaybeden Jack’in sevdiceği, yengemiz.
DİZİNİN ALDIĞI ÖDÜLLER
Pek çok yarışmada aday gösterilen ve bunların da çoğunda ödüller kazanmış olan 24’ün belli başlı ödülleri
şunlardır.
2002-2003-2004-2005-2006-2007 yıllarında çeşitli dallarda Emmy ödülü kazandı.
2002-2004 yıllarında Golden Globe En İyi Drama Dizisi
ve En İyi Aktör ödüllerini kazandı.
İLGİNÇ LİNKLER
http://www.jackbauerfacts.com/
“Jack Bauer seni kablosuz bir telefonla boğabilir.”
http://www.bauercount.com/
Jack Bauer kaç kişiyi öldürdü?
Selamlar. 10 yıllık geçmişe sahipsiniz, grup ismide
hepinizin baş harflerinizden ortaya çıkmıştı sanırım.
Peki neden 10 sene bekleme ihtiyacı duydunuz?
MUSTAFA: Tam on sene olmasada, kendimizi geliştirme anlamında ve müzikalitemizi yükseltme anlamında zamana ihtiyacımız vardı. Aslında verdiğimiz ilk
konser sonrası albüm teklifi almıştık ama gelişmeyi
tercih ettik,henüz hazır olduğumuzu düşünmüyorduk.
2002 yılında bugünkü son halimizi aldık ve ondan sonra albüm çalışmalarına hız verdik. 2005’te de ilk albüm geldi.
Yaptığınız müziği, hangi kategoride tanımlıyorsunuz?
DOĞAÇ: Müziğimizi çok sesli vokallerin ve akustik tınıların yer aldığı bir rock müzik olarak tanımlayabiliriz.
Müziğimizin en temel özelliği çok sesli vokallerimizdir.
Grubun kurulduğu günden itibaren sanırım değişmeyen tek özellik. Akustik tınılara olan düşkünlüğümüzden dolayı albümlerimizde akustik enstrumanlara yer
vermeyi seviyoruz. Konserlerimizde ise daha elektrik
gitarlar ağırlıklı şekilde çalıyoruz.
Bestelerinizi yaparken belirleyicileriniz neler? Dikkat
ettiğim kadarıyla ilk albüme göre daha sert bir sound
ve elektro gitar hakim…
EMRE: Aslında bestelerimizi belirleyen şey hayatın ta
kendisi. Bizler yaşadığımız bir hüznü ya da mutluluğu insanlara anlatmak için müziğimizi kullanıyoruz.
2.albüm süreci mutluluktan çok hüzündü bizim için
çoğu zaman. Yaşadığımız aşk ve ölüm ayrılıkları bizi
daha mutsuz ve depresif bestelere doğru sürükledi bu
süreçte. Sound da bir hayli sert oldu ilk albüme göre.
Anlatılan duygular hüzünlü olunca enstrüman çalımları ve seçilen tonlar da o ölçüde sert oldu. Kısaca,
ilk albümdeki sakin ve naif duygular ikinci albümde
yerini agresif ve hüzünlü duygulara bıraktı.
Halk şiirleri ve Karacaoğlan’a olan tutkunuzu bilmeyen yoktur, Şiirleri albüme yansıtma projesi kime ait?
BARIŞ: Ortak çıkan bir karar bu. İlk albüme başladığımızda beraber yola çıktığımız ekiple beraber “bizce
en güzel olan” parçaları kullanma kararı aldık ve bu
parçalardan bazıları da yıllardır üzerinde çalıştığımız
Karacağlan sözlerini içeren bestelerdi.
Son zamanlarda animasyonlu klip çekmek moda oldu
diyebiliriz. Sizinde “Sensiz kalacak bu şehir” klibiniz
animasyonlu ve bunun nedenini merak ettim açıkçası.
Anlatılmak istenileni neden bu yolla anlatmayı seçtiniz, özel bir nedeni var mı ?
MERT: Modadan ziyade biraz tesadüf oldu aslında
“Sensiz Kalacak Bu Şehir”in klibinin animasyon olması. İlk albümümüzde 4 adet klibe yer vermiştik
CD’miz içinde. Bu albümde de CD içine video koyma
geleneğini sürdürmek istedik. Albüm hazırlanırken
Mustafa evinde hangi şarkıya nasıl bir klip çekilebilir
diye fikir almak için youtube’de dolaşırken, “Father
& Daughter” isimli animasyona denk geliyor, ve izleyince anlatılan hikayenin “Sensiz Kalacak Bu Şehir”
ile çok uyumlu olduğunu görüp videoyu bizimle paylaşıyor. Hepimizin çok beğenmesi neticesinde klibin
yapımcısı ile irtibata geçip videonun CD içerisinde ve
TV’de kullanım haklarını aldık. Bizim de bu şekilde
bir animasyon klibimiz oldu. Videonun şarkı ile uyumu
BADEM
GAMZE YILMAZ
konusunda herkes de bizimle aynı kanıda olsa gerek
ki, klibe çok olumlu tepkiler alıyoruz.
Sizlerinde pek çok hayali vardır elbet. Bunlardan birkaçı gerçekleşti sanırım. Özlem Tekin, İlhan Şeşen ve
Gülçin Santırcıoğlu ile düetler yaptınız. Peki en çok
kiminle aynı sahnede olmak isterdiniz?
DOĞAÇ: Gerçekten saydığınız isimlerle yapılan çalışmalar çok keyifli süreçlerdi. Tecrübeli ve büyük isimlerle çalışmak tabi ki çok şey öğretiyor insana. Grup
olarak senelerce barlarda parçalarını çaldığımız Bonjovi ile düet yapmayı çok isterdik.
Sizce amacı olmak zorunda mı bir albümün?
BARIŞ: Ticari kaygınız olsun olmasın böylesine zor,
pahalı, düşünce ve emek gerektiren bir işte mutlaka
bir niyetiniz, amacınız vardır. Adı kendini ifade etmek de olabilir, para kazanmak da, mesaj vermekte.
Tabi kimi zaman prodüktör ile müzisyen farklı hedefler belirleyebilir ve bu doğrultuda dışarıya farklı bir
görüntü de verebilirsiniz ancak mutlaka ve mutlaka
yönelidiğiniz bir hedef kitlesi ve amaç vardır.
ayrı bir keyif. Olası bir yurt dışı projesini her zaman
kovalıyoruz ve olabildiğince farklı yerlerdeki sevenlerimizle biraraya gelmek istiyoruz.
Sahne şovlarınız konserlere hazırlanma aşamaları nasıl geçer?
EMRE: Aslında hem sahne öncesi hem de sahne anı bizim için dünyanın en keyifli olayı. Sahneye çıkmadan
önce yaşanılan heyecan bence her şeye değer. Özelikle de dışarıda sizi bekleyen binlerce insan varsa.
Konserlere hazırlanma aşamasında prova haricinde
yaptığımı ekstra bir hazırlığımız olmuyor. Sahne öncesi çok eğleniyoruz kuliste. Sahneye çıkmadan hemen önce kulisimize uğrarsanız hayatınızda hiç gülmediğiniz kadar gülebilirsiniz. Ama çıktıktan sonra da
neye güldüğünüzü asla hatırlamazsanız.
Taşoda Ses Tasarım & Müzik Prodüksiyon size ait. Hem
grup üyesi olmanın hemde şirket sahibi olmanın avantaj ve dezavantajları nelerdir?
MUSTAFA: Şirket ve Badem iç içe geçmiş durumda,
bunun avantajı bazen karar alma konusunda bize hız
kazandırması fakat tabiki grupta yaşanan herhangi bir
problem aynı zamanda şirketi de etkilediği için bazen
de zorlular çıkartıyor ama şimdilik hertürlü zorluğu
aşmayı başardık, umarız buşekilde devam eder.
Rockçıların çoğunun toplumsal konularda aktivist bir
tavır aldığını görüyoruz. Sizin bu konudaki yaklaşımınız nedir?
BARIŞ: Bence bu doğru değil. Türkiye'de duruşuyla ya
da yaptıklarıyla Rock'çıdır, ya da aktivisttir diyebileceğimiz bir grup olduğunu düşünmüyorum. Bunlar
geçmişte kaldı (ki beni bağlayan bir görüştür, diğer
arkadaşlarımın böyle düşünmediğini biliyorum). Ben
kimse de gerçek anlamda böyle bir cesaret olduğunu
da düşünmüyorum. Çünkü insanların bir şeyleri değiştirme, eleştirme, iyiye götürme umutları yok ve de
kırıldı. Eleştiriyi hoşgörme kültürü yok burada. Kimse
alınmasın ancak rockçı aktivistler ya mazideki eski
bir hikayenin hoşsadasının yansımaları ya da çok samimiyetten yoksun çabalar.
Herhangi bir yurt dışı projesi var mı?
MERT: Yurtdışı ile ilgili yapmak istediğimiz çok şey var
tabiki kafamızda ama konser anlamında soruyorsanız,
şimdiye kadar Almanya ve Avusturya’da konser verdik. Yurtdışındaki sevenlerinizle buluşmak gerçekten
Son 2 yıldır Türk rock piyasası iyice kızıştı yeni çıkan
gruplar arasında sizinde beğendikleriniz var mı?
DOĞAÇ: Elbette çok beğendiğimiz gruplar var. Son
dönemde rock müziğin yükselişi beraberinde çok zorlu bir ortam ve dolayısıyla da çok güzel işler ortaya
çıkardı. En beğendiğimiz gruplar arasında Mor ve
Ötesi ve Pinhani’yi sayabiliriz.
İnternetle aranız nasıl? Bilindiği üzere gruplar için
birçok artı ve eksiyi barındırmakta ama siz nasıl buluyosunuz sanal dünyayı?
EMRE: Badem’in internetle arası iyidir. Internet olmasaydı Badem fanlarıyla bu kadar iletişime geçme
şansı bulamazdık. Fakat bu, internetten şarkı paylaşımını desteklediğimiz anlamına gelmiyor. Herkes
biliyor ki bu durumun şarkıları paylaşılan sanatçıya
hiçbir yararı yok. Bu yüzden de müzik sektörü içinde bulunduğumuz ekonomik krizi diğer sektörlerden
çok daha fazla hissediyor. Ne zamanki Türkiye’de
dijital platformdan legal bir şekilde müzik paylaşımının altyapısı tamamlanmış olur o zaman sanal
dünya tüm sanatçılar tarafından desteklenir. Burada insanların da bilinçli olması lazım tabi ki. Birkaç
yıla kadar bütün bu problemlerin çözüleceğine inanıyoruz.
Müzik dışında uğraştığınız farklı meslekler var mı?
MERT: Hepimiz ayrı bölümlerden mezunuz. Ben
inşaat mühendisiyim, Mustafa moleküler biyoloji
ve genetik mezunu, Barış felsefe mezunu, Doğaç
elektrik-elektronik mezunu ve halen doktorasını
yapmakta, Emre ise turizm işletmeciliği mezunu.
Doğaç’ın doktorasını saymazsak, müzik dışında tam
zamanlı olarak mezun olduğu bölümle ilgili iş yapan
bir tek ben varım grupta. Gerçi Barış da bir felsefeci olarak her akşam bol bol düşündüğünü söyler hep
ama gündüz stüdyosunda ter döküyor.
Çok teşekkür ederiz,Son olarak eklemek istedikleriniz varsa alalım…
MUSTAFA: Ülke sınırlarının dışına da taşabilen bir
müzik yapma hayaliyle çıktığımız bu yolda, hergeçen gün daha çok kendimizi ve müziğimizi geliştirme gayretindeyiz, bize destek veren herkese
S’onsuz teşekkürler.
HAKAN KAHRAMAN
FOTOĞRAFLAR
DERYA ENGİN
Amon Amarth dünya metal piyasası genelinde ve Türk metal dinleyicisi özelinde, yıllar geçtikçe büyüyen ve küçük
bar konserlerinden on binleri dolduran devasal ses sistemli konserlere adım atan bir grup. Kendileri hakkında çok
fazla şey yazmaya gerek yok fakat kendimce büyümelerinde ki en önemli olgunun tüm grup elemanlarının viking
mitolojisinden çıkmış yabani görünümleri ve imaj-sahne
şovu-şarkı sözü üçlemindeki, tüm dünyaca en ilgi çekici
ırk olan vikinglerin kullanılması olduğunu düşünüyorum.
Death Metal’e katılan müzikal değeri de göz ardı edemeyiz tabiki.
2004 yılında yapılan ve vaad ettiği gruplardan Marduk,
Malevolent Creation, Hatebreed ve Vader’ı getiremeyerek unutulmaz bir organizasyona imza atan Rock the
Nations‘ın bize sunduğu en güzel armağan kuşkusuz Amon
Amarth’dı. Tam dört yıl önce tadı damağımız da kalan bu
ziyafeti daha o günler tekrar yaşayacağımı biliyordum desem yanlış olmaz sanırım. Tabi damağımız da kalan bir
diğer olgu da gördüğüm en sağlam kadın metalhead olan
arkadaşım Seyda’m Babaoğlu’mun, festival bittikden sonra ağzımızı sulandıra sulandıra Amon Amarth’la geçirdiği
zamanı ve sohbetlerini anlatması oldu. Zira 2004 festivalinde Amon Amarth ile ilgilenme görevi kendisine aitti. Ama olsundu, kader elbet bize de gülecekti! Elbet bu
sarışın death metal manyağı Vikinglerle biz de tanışacak
ve vokalist Johan Hegg’in pis sakalının altındaki gülen çocuğun ağzından çıkan “efes pilsen şirifeee” cümleleriyle
bira yudumlayacaktık. Elbet geleceklerdi...
2008 yılının Eylül-Ekim aylarında, forumlarda
ve diğer internet ortamında Amon Amarth’ın
tekrar geleceği duyuruldu. İlk geldikleri zamandan bu yana dört yıl geçmiş ve grup daha
da büyümüştü. Artık binlerce insana çalıyor
ve albümleri bildiğimiz kadarıyla iyi satıyordu. 2008 yılının aralık ayı Amon Amarth’ı
gösteriyordu.
İstanbul’da bir kaç ay önce Türkiye’nin gördüğü en iyi metal festivalini gerçekleştiren
(Uni-Rock) Adil-Özgür ikilisinin ticari anlamda yaptığı en iyi işlerden biri hiç kuşkusuz bu
konseri gerçekleştirme fikri ve daha sonrada
bu fikri gerçeğe dönüştürmeleriydi. Organizasyon işini böyle hakkıyla yapanları tebrik
etmek lazım. Tabi Adil Akbay’a bize röportaj
şansı tanımadığı için arada küfür de etmek
lazım :) Fakat bize grup elemanlarıyla vakit
geçirme ve bir fan olarak konuşma fırsatı yarattığı için sanırım küfür olayını ertelemeliyiz. Zira o olmasaydı birazdan anlatacağım
hikaye olmazdı.
Konser tarihinden bir gün önce yoğun iş temposu ve stresi atmanın bana göre en iyi yerlerinden biri olan İstanbul’un dokunulmamış
mekanlarından Sultanahmet’te köfte keyfi
yaparken, Amon Amarth elemanlarının orada olduğuna dair bir duyum alıyoruz. Ama
biz tercihen, camiilerin arasında viking kovalamak yerine, “bu Adil efendi nasıl olsa
elemanları Taksim’e götürür, biz gidip köfte
üzeri biralarımızı yudumlarken Dorock semalarında dalarız gruba” diye düşünüyor ve
cuma akşamı rotasını taksim Dorock bar’a
çeviriyoruz. Her zaman ki tanıdık simalarla
laflarken, ikinci bir duyumla Amon Amarth
tayfasının hemen yan tarafta yemek yediğini öğreniyoruz. Tabi yanında da küçük bir
tembih alıyoruz “aman abi kimse duymasın,
adamlar rahat bir yemek yesinler”. En yakınlara bile haber vermeden sevgilimle dalıyoruz restorana! Her taraf iri yarı sarışınlarla
dolu! Şu uzun masanın başında oturan kara
kuru herifler Adil’le Özgür değil mi? Masanın
öteki tarafı komple Amon Amarth tayfası zaten. Tamam, selam verip oturuyoruz “bizim
kara heriflerin” yanına. Amon Amarth tayfası
yemek yerken türk metal piyasası adam olmaz başlıklı derin bir muhabbete giriyoruz
arkadaşlarımızla. Arada kesişmeyi de ihmal
etmiyoruz Amon Amarth elemanlarıyla. Ulan
yemeğiniz bi bitsin görüşürüz sizinle! İkinci
üçüncü biralar gidip gelirken yemekler bitiyor. Başlıyorlar rakı-bira faslına! Biri rakı ile
biranın karıştırılmaması gerektiğini söylemedi mi lan bunlara? Onu geç, biri sana bunların
kuzeyli süngerlerden olduğunu söylemedi mi?
Kafamda sorular dönerken, Johan’ın rakıdan
pembe olmuş yanakları çarpıyor gözüme.
“Amma komik lan herif, ayı gibi zaten, sakallar, boy, post, herşey devasa. Ama yanaklar
pespembe oldu, viking savaşçısından ziyade
tatlı İsveçli oğlan çocuğu havası var. Bunları yazayım ben iyi hikaye çıkar bu sofradan,
Selim’e resimleri de gönderirim. Aaaa resim! Resim
çekilmedik! Johan bana mı bakıyo, anladı galiba,
düşüncemi mi okuyosun lan pis viking!? Aha kadeh
kaldırıyor. Şerefe birader! Cheerss! Kendimle sessiz
bir derin sohbet halindeyken, dalıyoruz resim faslına. Önce Johan’la çekiliyoruz bir kaç hatıra. Herif
iki metre civarı, sarılmaya çalışıyorum elim beline
ulaşmıyor! Fredrik ve diğer Johan’ı da rahatsız edip
onlardan da hatıra fotoğrafı alıyoruz. Ve basçı Ted.
Benim adamım, sınıfın yaramaz çocuğu. Fotoğraflar da bile eli kolu rahat durmuyor. Fazla sıkmadan
birbirimize poser moshlar yaparak ve “sert bir gülümsemeyle” yerimize oturuyoruz. Gay olduğundan
şüphelendiğim tur menejerleri gruba uzak bir yerde
sigara içiyor. Dikkatimi çeken, küçük bir ayrıntı belki ama hiç biri sigara içmiyor! Marduk elemanlarıyla
da aynı mekan da içmiştik, onlar da sigara içmiyorlardı. Genel İsveç metalcisi konsepti böyle oluyor
demek ki. Adamım, sevgili kankam, Mikael Akerfeldt
deli gibi içiyordu halbuki.
Bir zaman sonra organizasyonun ağzından “Dorock
Bar’a gitsek mi” cümlesi çıkıveriyor. Fazla ilgi gösterilir, sıkılmasınlar diyorum. Grubun onayıyla beraber
Amon Amarth ile bira içip handbang yapmaya, yani
bara gidiyoruz. Vokalist Johan gelmiyor! Yemek yerken tam karşına oturan orta yaşlı bir kadınla sürekli
bir şeyler konuşuyordu, sanırım beraber gittiler. Johan hariç tüm Amon Amarth kadrosu ve organizasyon
ile beraber Dorock bardayız. Sahnede keşke Murder
King olsaydı. Sağlam bir Türk grubu izletirdik elemanlara. Yerlerine oturup uslu bir şekilde sahnedeki grubu izleyip biralarını yudumluyorlar. Bu arada fanlar
hücum ediyor tabiki. Pek sıkılmış gibi görünmüyorlar.
Hatta Ted yanına gelip hücum eden kuzeyli hayranı
kapkara Türk kızlarından iyi bir hamleyle sıyrılıyor.
Biz de sevgilimle olup biteni izleyip eğleniyoruz. Bizi
eğlendiren en önemli olgu kuşkusuz bir Death Metal
grubunun bu kadar saygı ve sevgi görmesi. Saatler
ilerledikçe Ted ve Olavi başta olmak üzere tüm grup
sarhoş oluyor. Sahnedeki grubun Iron Maiden coverlarında grupça coştukları gözümüzden kaçmıyor. Arada
“Amon Amarth fucking rulleeess” naraları atıyorum
biralarımızı tokuşturarak. Oyunun kuralını onlar yazıyor. Ted kıpkırmızı gözlerle beni izliyor, bir çok fotoğrafda kulağını ısırıyorum. İstanbul’a ilk gelişlerinde aynı şeyi o bana yapmıştı. Atalarımın intikamını
alıyorum bu pis vikingden! :) Gece ilerledikçe herkes
ayrı köşelere dağılıyor, biz de konser için güç toplamak amaçlı eve yöneliyoruz.
Ertesi gün Park ormanın konser organizasyonları için
ne kadar muhteşem bir atmosfere sahip olduğunu bir
kez daha görüyoruz. Ay ışığı ve sisli bir orman içersinde Amon Amarth dinlemek. Sahnedeki vikinglerle
beraber, death metal ezgilerine ortak olmak. Ciddi
anlamda büyüleyici atmosfer! Biramdan sağlam bir
yudum alıp tüm Amon Amarth hitlerine kulak kabartıyorum, bu ortamda Behemoth’u da izlemeliyiz diye
düşünerek... Sorunsuz bir ses sistemiyle beraber oldukça iyi bir seyirciye çalıyorlar. Hatta konseri izleyen
kitlenin bir çok parçanın sözlerini ezbere söylemesi bende şaşkınlık yaratıyor. Davulcu Fredrik’in sağlam performansı gözlerden kaçmıyor. Aslında grubun
genelinin performansı için de aynı şeyi söylememiz
mümkün. Bir tek vokal tonlaması fazla hoşuma gitmiyor. Ama genel anlamda sorunsuz bir konser izlediğimi düşünüyorum. Sahne şovlarından, sahnedeki duruşlarına kadar... Baştan sona adrenalin içinde geçen
konser bana göre kısa sürüyor. Bir kez bis yapıyorlar.
Seyirciyi viking kadehleriyle selamlayıp uzaklaşıyorlar. Biz de hayran hayran arkalarından bakıyoruz. Bir
başka konser için şimdiden hayal kurarak...
Not: Organizasyonu gerçekleştiren Adil ve Özgür’e
sonsuz teşekkürler. Devamını bekliyoruz...
MELİS SARILAR
Ruh haliniz durgun karışık
ya da her neyse… Binlerce
elektroşoktan
kurtulmuş
gibisinizdir,
duyguların
elektroşoku etkiler yaşamı ve
yaşam akmaya devam eder.
Pek de bir şey anlamazsınız
daha kim olduğunuza bile karar verememektesinizdir ve
sığınıverirsiniz o güvenli ve
planlı küçük odalarınıza. Derin
bir nefes alıp dünya işlerinize
başlamadan önce cd player’
a bir cd koymaya ne dersiniz?
Yoğun şiddet ihtiyacınızı Chimaira ile birini patakladığınızı
hayal ederek yenebilirsiniz,
minik
zevklerinizin
tadını
frank sinatra ile çıkartın ya da
Vivaldi açıp huzur bulun stresli
yaşamınızda, üzüldünüz mü
aşk acısı kapınızda ve tüm yaşam üzerinizde(!) atlas
gibisiniz. O zaman Anathema’ yı önereyim size. Hiçbirisiyse tercihiniz, gitmek istediğiniz yer hiçbiryerse ya da hiçkimseye aşıksanız size “hiç adam” Lou
Reed i önerebilirim…
New York’da sonbahar bitmez. Sonbahar, depresyon hırkalarını, siyah şemsiyeleri ya da asık
suratları hatıratsa da bize; orda bir adam
var, hiç-adam, gözleri yaşananların ötesinde
ve bu yüzden basite indirgiyor belki sözlerini. Elinde gitarı boş gözlerle bakıyor, derdi değil çünkü delici bakışlara sahip olmak...
Birisi olmak bile derdi değil, bir tarza sahip
olmak da. O sessiz bir ağaç, park ortasında
üretip sesini çıkartmayan. Pencereden bakışı
ve yazıların kağıda akışı değiştirmeyecek
dünyayı, uyanmamıza neden olmayacak,
bir şeyler keşfetmeyeceğiz! Elimiz de kalan
sadece hiç-adamı tanımak ve bu kimin umurunda olur pek bilmiyorum. Umursamamak
ve müziğe kapılmak en akıllıcası.
Gözlerimi kapatıyorum ellerim yana açık, ruh
bedenle bitişik ama algı uçmuş gitmiş sanki!
“Heroin”le onun kalp atışlarını dinliyorum.
Aslında odamda değilim tam da kulağımı hiçadamın kalbine koymuşum. Halüsinasyonlarını
dinliyorum her yer darmadağın ama yine de
huzurluyum. O İsa’nın oğlu gibi hissettiğini
söylerken, ben yanındayım ve onun kızıyım.
“Perfect Day” i söyüyor fısıltıyla o bir babanın
sesi, şefkatli ve umutsuz.. anlıyorum Lou
reed benim babam! Gözyaşlarım damlıyor
onun buruşuk suratına, oysa ki biraz önce
gençti, zaman ne çabuk ilerliyor. “Who am
I” la bana zamanı nasıl fark ettiğini anlatıyor
umutsuzluğunu…
bedenini
terk etmek istiyor özgür olmak için. Elimden gelir ama
durduramam. Vazgeçiyor mu
bu fikrinden bilemem, hala
kalp atışları duyuluyor ya bu
bana yeter. “Venus in Furs” un
hipnotize edici müziğini dinliyorum kalbinden. Severin’in
yanındayım, gözyaşlarını siliyorum “Kürklü Venüs”ün huzurunda. Merhametimden nefret
ediyor, oysa ki nasıl muhtaçtı
buna! Adını söylüyorum “Sadosch, kana benim için!”
Odamdayım zaman solmuş
Lou değil yanımdaki, koca bir
boşluk! Aynaya gözüm çarpıyor
gözlerim kırışmış alnım ve
dudak çizgilerim! Bir cenaze
kalkıyor 7 saat geriden
Zaman ne de çabuk geçiyor Lou! Ölmüş olmalısın.
Lou Reed küçük odamda bir katil ruhumu bölen, bir
baba şefkati yaşatan ve o bir ölü bu karmakarışık
zaman diliminde. CD Player’ı kapatıp dünya işlerine
dönüyorum…
DAMLA ÖZDEMİR
Geçen seneki ikinci ve ne yazık ki sonuncu
Radar’dan önce ne ben ne de benim gibi niceleri tanımazdı Nouvelle Vague’u. Bilmemek ayıp
değil ama büyük kayıp olacakmış, sayesinde
araştırdık öğrendik; çok yaşa Radar. Evet, Marc
Collin ve Olivier Libaux isimli iki güzel insanın
2003 yılında temelini attığı Nouvelle Vague,
2004 yılında kendi ismiyle çıkardığı ilk albümle
200.000’den fazla satıyor, namını bütün dünyaya salıyor ve 2 yıl sonra ikinci albüm “Bande
A Part” bizlere armağan oluyor. Konseptlerini
kısaca şöyle özetliyorlar: “re-arranging the
greatest, but rarely covered early ‘80s postpunk numbers in an original and personal
way”. Açıkçası bu “coverlanmış” şarkıların çoğunu daha önce duymamıştım -cehaletimden
değil, özellikle duyulmamış eski şarkıları seçiyorlar diye notumu geçmeden de edemem-,
cover olduklarını da epey sonra öğrendim hatta. Daha da ilginci, vokalist bayanlar da söyledikleri şarkıları daha önce duymamışlar, buna
özellikle dikkat edilmiş hedeflenen özgünlük
için. ‘Don’t Go’yu Yazoo’dan ve NV’dan ardarda dinleyin mesela, ne yapmak istediklerini
gayet iyi anlayacaksınız. Sonuç gerçekten harikulade. “I’d imagined a young Brazilian girl
singing Love Will Tear Us Apart on a Rio beach
in the ‘60s, this time I envisaged a young Jamaican with his acoustic guitar singing Heart
Of Glass in his Kingston township suburb.” diyor Collin ve tam da vaat ettiği gibi insanı her
şarkıda farklı bir yerlere götürüyor, farklı bir
hikayeye... Ama ‘Too Drunk To Fuck’ın kafa bi
dünyavari eğlenceli atmosferi de, ‘Dance With
Me’nin burukluğu da aynı huzura erdiriyor sonunda. Hafif hafif dokunuyor bir yerlere, akıp
gidiyor…
Şimdilik Nouvelle Vague ve Bande A Part adlı
iki albüm ve Azuli Records projesi olan toplama albüm “Late Night Tales”ten ibaret mazileri, Marc Collin’in dediğine bakılırsa da tam
gaz devam edecekler. Aynı zamanda Collin bu
sefer 80’lerin film müziklerini derleyeceği Renaissance adlı bir diğer proje üzerinde çalışıyormuş. Dileriz tez vakitte yeni işleriyle gönlümüzü fethederler. Türkiye’ye de bir zahmet
tekrar gelirlerse daha da mesut oluruz, uçarız
(sözüm sana organizatör). Zira Radar Live’daki
performansı çadırda uyuyakalarak kaçırdım,
acım büyük. Bu itirafla da saat sabahın beşine
gelirken hayatımın ilk dergi yazısını bitirir, şu
şarkıyı hepinize armağan ederim: dance with
me.. in my world of fantasy…
“Arıza insandaki
makinayı ve
makinadaki insanı
arayan bir ses
sürecidir.”
myspace.com/arizanesil
Arıza 2000 yılında Eray Özkural, Arda Tipi ve Murat
Üney tarafından Malfunction adıyla bir endüstriyel
metal grubu olarak kuruldu. İlk iki senede özgün bir
sound yaratan ve çalışmalarını internette mp3.com
gibi sitelerde yayınlayan grup, iş, taşınma ve okul gibi
çeşitli sebeplerle 2002'de askıya alındı. Daha sonra
Eray'ın solo projesi haline dönüşen Arıza, elektronik
endüstriyel formunu kazandı ve Malfunct adını aldı.
Electro body music ve deneysel elektronik öğelerini
endüstriyelle birleştiren Eray, transhumanist ve futuristik temalar üzerine eğildiği müziğini 2005 senesinde
çevresine ve müzik camiasındaki ilgili kişilere dağıttığı
geniş yelpazeden parçalar içeren bir CD ile tanıttı. Bunu
izleyen dönemde daha popüler sesler kullanarak Malfunct parçaları üretmeye devam etmenin yanında Arıza
adıyla daha az afaki, kişisel ve güncel konular hakkında
Türkçe şarkılar kaydetmeye başladı. Arıza'nın sesinde
industrial, ebm, coldwave (industrial rock), synthpop
öğeleri ve sert sentetik gitarlar bulabilirsiniz. Sözlerinde ise alışılagelmiş aşk acısı ve bunalım gibi temalardan uzak durmaya özen gösteren proje, endüstriyel
tavrını Türkçe'yle harmanlayarak yeni bir soluk getirmeye çalışıyor. Geçtiğimiz iki senede canlı kadroya dönen
Arda Tipi ve Kerim Gönencer'in gitar katkılarıyla İstanbul
ve Ankara'da konserler veren Arıza, ne sanatın ne ruhun
öneminin kalmadığı müzik endüstrisinin içine düştüğü
durumu eleştiren 'Düğmeme Bas' adlı şarkılarının ön plana çıktığı EP'lerinin kayıtlarına yoğunlaşmış durumda.
Bundan sonraki konserler dizisinde de daha kalabalık bir
canlı kadroyla sahneye çıkmayı planlıyorlar.
GÜVENÇ ŞAHİN
www.vector-games.com
ALL YOU NEED IS
LAW
Amerikan rüyası, bu tanım her zaman kulağımıza hoş gelecek şekilde dile getirilmiştir.
Ancak diğer GTA lar gibi GTA 4’de de bu tanımın satır aralarına inilmiş ve işin tüm boyutları su yüzeyine çıkartılmış. Belki biraz abartılı da işlenmiş olsa “Amerikan Rüyasının”
altında yatan sefalet, şiddet ve korku GTA 4
de hemen kendini gösteriyor. Eğer zenginlik
ve sefalet, şiddet ve barış gibi zıt kutupların
bir arada bulunduğu bir ortam görmek istiyorsanız GTA 4’ü mutlaka denemelisiniz.
Oyunun Konusu:
Oyun Nico Bellic adında bir Doğu Avrupalı karakterin maceralarını konu alıyor. Nico Kosova Savaşında bulunmuş eski bir asker. Savaş
sonrası zor günler geçiren Nico’ya Amerikada
yaşayan kuzeni Roman sürekli onun da yanına gelmesini, bu ülkenin harika olduğunu ve
lüks içinde yaşadığını söylemekte. Nico sonunda Roman’ın baskısına dayanamayarak
kuzeninin yaşadığı şehir olan Liberty City’e
gitmeye karar verir. Oyunumuz şehir limanına yaklaşmakta olan bir gemide başlar.
Rüyuadan Kabusa:
Nico gemiden indiği anda sarhoş kuzeni Roman ve onun hurda arabası ile karşılaşır. Bu
durum Nico’nun gerçeklik ve Roman’ın abartılı hayalleri arasındaki duvarla da karşılaşmasını sağlayacaktır. O anda Nico için Amerikan Rüyası sona ermiş ve sefalet başlamıştır.
Kuzeninin bir taksi firması işlettiğini ve boğazına kadar borca battığını ve dahası mafya ile de başının dertte olduğunu öğrenen
Nico eski asker olmasının da verdiği bilinç ile
durumdan vazife çıkartarak işleri kendisi ve
ailesi için yoluna koymaya karar verir.
Oyunun giriş konusu yaklaşık olarak bu şekilde
gelişmekte. Ancak bir süre sonra bu hikayede
karşımıza çıkan Amerikan Rüyası peşinde ko-
şan Nico’nun Liberty City’e asıl geliş sebebinin aslında çok farklı olduğunu görüyoruz. Bu
noktadan sonra spoiler gerekçesiyle konu ile
ilgili daha fazla detay vermiyorum.
Liberty City:
Liberty City New York şehri temel alınarak
tasarlanmış bir şehir. Liberty City haritası
önceki oyun olan GTA San Andreas’ın ¾ ü büyüklüğünde olmasına rağmen içine girilebilen bir çok bina bulunması ek bir özellik.
Oyunda eski GTA lara ek olarak bir çok yeni
özellik eklenmiş durumda. Görevler ve sosyal hayat için kullanabileceğimiz bir cep telefonuna sahibiz. Yaralandığımızda bizi hastaneye götürecek bir taksi çağırabiliyoruz
yada kız arkadaşımızı arayıp uygun olup olmadığını sorup randevulaşabiliyoruz. Tabi bu
cep telefonu bizi sürekli arayarak birilerini
temizlememizi isteyen mafya babalarının da
bize anında ulaşmasına olanak veriyor.
Biraz da Teknik Bilgi:
Oyun Rockstar Games’in San Diego ofislerinde
geliştirilern Rage oyun motorunu kullanmakta. Yeni oyunda bir çok yeni gölge, particle,
shader gibi teknik kullanılmış durumda. Bunun dışında çevre etkileşimi, animasyonlar
ve grafiklerde eski GTA’lara göre çok geliştirilmişler. Ancak malesef bütün bu güzel yeniliklerin bir de kötü tarafı var. Performans
sorunu GTA 4 ün en büyük eksikliklerinden.
Eğer çok iyi bir bilgisayarınız yoksa GTA 4’ü
oynamanız pek mümkün görünmüyor.
Sonuç:
Performans kaygınız yok ve zamanınız bol ise
bu oyunu mutlaka denemelisiniz. Ancak bir
uyarıda bulunmadan yazıma son vermek istemiyorum. GTA 4’ü oynadıkdan sonra gerçek
dünyaya uyum sağlamakta zorlanabilir ve
gerçek hayatınızı çok sıkıcı bulabilirsiniz.
Çerçeveler de adımız gibi boş geliyordu bir zamanlar.
Ve yıllar önce öğrettiler çerçeveleri adımızla doldurmayı. Ardından
boşlukları bilerek bırakmayı...
Ve boşlukları zamanla doldurmayı...
Zamanla dondurmayı...
Biz sadece düğmeye basıyoruz.
Geri kalan her işlemi küçük adamlar yapıyor.
Düğme burunlu, kırmızı tişörtlü, yeşil tulumlu, kırmızı kukuletalı, beyaz
sakallı ve kocaman ayakları ve elleri olan göbekli küçük adamlar...
Kağıtlarını onlar boyuyorlar, onlar kuruyor, ve anı hep onlar yakalıyorlar.
Zaman zaman üşüyorlar, biz de üşüyoruz. Düşünce biz de düşüyoruz.
Mutlulukları birlikte yaşıyoruz, üzüntüyü birlikte, sevinci, kızgınlıkları
da...
Bir göz daha açmak gibi... Bir bakış açısına, yeni bir bakış daha katmak
gibi...
Objektifin arkasında durunca, birilerinin gülümsemesini sağlıyorsunuz...
Kadraj avuçlarınızın içindeyken bir masaldan diğerine akıyorsunuz...
Görebildiğiniz kadar... öyküler anlatıyorsunuz...
CAN ÇAKIR
Rob Reiner’ın 1984 tarihli filmi “This Is Spinal Tap”’ini
izlememiş olan bir metal müzik dinleyicisi var mı
acaba aramızda? Glam metal sahnesi ağırlıklı olmak
üzere metalle genel olarak çok başarılı bir şekilde
dalga geçen bu filmde, Spinal Tap grubunun sahne
performansı büyük bir ölçüde Saxon’ın sahnesini andırmaktadır. Filmde grubun basçısını oynayan Harry
Shearer, efsane albüm Denim and Leather’ın 1981
tarihli turnesinde, turne boyunca grupla beraber olduğundan dolayı senaryoya bu yönde bir katkıda bulunmayı tercih etmiştir.
Türk metal camiasında “Olm Saxon çok iyiymiş lan
ehehe” esprisi tarafından sıkça gölgede bırakılan
bu şahane grup yurtdışında da bu tür filmlerle alaya alınsa da, 70’lerin sonu-80’lerin başında şu anki
metal müziğin oluşmasına çok büyük katkıya, hatta
belki de en büyük katkıya sahip olan NWOBHM akımından günümüze kadar uzanabilen üç gruptan biri
olmayı başarmıştır. Kariyerlerini bugüne dek devam
ettirebilmiş diğer iki grup Iron Maiden ve Def Leppard kadar başarılı olamayıp albümlerinden onlar kadar para kazanamamış da olsa haysiyet bakımından
onlardan aşağı kalır yanı olmayan bir gruptur Saxon.
1977’den beri geçen tamı tamına O-TUZ-BİR yıldan
sonra orijinal kadrodan geriye sadece vokalist Biff
Byford ve gitarist Paul Quinn kalmış olsa da halen
daha, özellikle de canlı performanslarında, taş gibi
müzik yapıyor.
1986 tarihli Rock The Nations albümünden sonra çok
uzun bir süre boyunca üretim bakımından eski yıllarının gölgesinde kalan, 1995 yılında da grubun tam
anlamıyla ikiye ayrılması, ortaya iki tane Saxon çıkması, isim problemleri vb. sonucunda iyice zor günler geçirse de üretkenliğinden bir şey kaybetmeyen
Biff Byford ve tayfası, 2007 tarihli The Inner Sanctum
ile gerek eleştirmenlerinin, gerek dinleyicilerinin,
gerekse de cüzdanlarının gözünde büyük bir sıçrama kaydetmişti. Canlı müzik piyasasının kurtlarından
olan ve CV’sinde Pink Floyd’dan Madonna’ya uzanan
geniş bir yelpaze bulunduran Harvey Goldsmith’in
yardımıyla tanıtım olayında level atlayan Saxon, bu
albümün single’larıyla, satışlarıyla ve turnesiyle adeta kendi rönesansını yaşadı.
Turnenin son ayağında ben de kendilerini güç belâ
da olsa bu yazın Graspop Metal Meeting’de yakalamayı başardım. Hadiseyi sizlere aktarmak istiyorum: Esasında planımız bir akşam önce kaldığımız
Amsterdam’dan sabah araba kiralayıp festival alanına
öyle geçmekti. Açıkçası gerçekten çok kolay olacaktı, yaklaşık 2 buçuk saat içinde festivalde olacaktık,
hem yerleşecek, hem yiyecek içecek alışverişimizi/
zulamızı yapacak, hem de hiçbir grup kaçırmayacaktık. Lakin çok fazla kişi olduğumuzdan dolayı araba-
da yer kalmayınca tayfanın gençleri olarak (esasında
“genç” tabirine uyan tek kişi ben olsam da) Gürcan
Özdemir yoldaşım ve ben sabahın köründe tren kovalamak durumunda kaldık. Normalde 3 trenle hedefimize varabilirdik, ancak gerek tecrübesizlikten,
gerek sınır kasabalarında bir yerde kalakalma riskini
almaya kıçımız yemediğinden dolayı her korktuğumuz
yerde tren değiştirdik ve 7 tren yolculuğu sonucunda
festival alanına vardık. Sırtımızda eşşek kadar çantalar ve benim elimde bir çadırla ana sahneye koştuk
ve Saxon’a anca yetiştik (Tesla ve Yngwie Malmsteen
ise trende uyurken gördüğümüz rüyalarda sahne almışlardı).
Ne yalan söyleyeyim, Saxon’dan pek yüksek bir beklentim yoktu. Adamların kıçlarının kılı diyapazon olmuştur, bu saatten sonra sadece hoş bir seda olarak
eşlik ederiz onlara diye düşünüyordum. Performansın
ortalarına doğru ise kendi kendimi kınama işlemlerine başlamıştım bile. Büyük bir Saxon fanı olmamama rağmen ister istemez çadırı yanımda sürükleyerek ilerilere doğru gitme güdümü bastıramadım ve
konseri başladığım noktadan hayli daha önlerde tamamladım. Byford neden 1998’de Maiden’a alınmamış diye düşündüm tekrar, sonra da iyi ki alınmamış
yahu bu adam Saxon’da daha iyi dedim. Gerek eski
klasiklerini, gerek son şarkılarını büyük bir başarıyla
icra ettiler. Adamlar nasıl olmuş da 80’lerin o birden
parlayıp sönen gruplarından olmamışlar, bunu tekrar
anladım.
Lakin yeni yılda resmi olarak piyasaya çıkacak olan,
bizlerin ise çağımızın en büyük icadı sayesinde önceden dinleme şerefine erişebildiğimiz albüm Into the
Labyrinth için aynı olumlu düşünceleri sizlerle paylaşamayacağım. Saxon kariyerinin ilerleyen vakitlerinden itibaren power metal ile dirsek temasında oldu,
kabul. Bu konuda çok başarılı örnekler de verdi, buna
da kabul. Ancak NWOBHM köklerini yancı kıvamında
bırakıp da power metalin mandası altına girdiği bu
albüm maalesef o örneklere dahil edilebilecek gibi
gözükmüyor. “No synth ulan!” yobazlığına girecek halim yok, ancak Saxon’ın klavye kullanımına bir kota
getirmek istedim bu albümü dinledikten sonra. Yer
yer Edguy tadı vermiş klavyeler. Bir de hiç hoşuma
gitmeyen başka bir unsur var albümde, o da son şarkı. Coming Home (Bottleneck Version) adını taşıyan
şarkıyı ne alakaysa Amerikan country müzik tarzında
yapmışlar. Tamam eyvallah, Elvis Metal sloganıyla ortaya çıkan Volbeat’in ben de hastası olmadım değil,
ama adamlar da en azından adamlar Southern aksanı yapmaya kasıp başarısızlık abidesine dönmüyorlar.
Biff Byford, sen bir İngilizsin ve doğal İngiliz aksanın
varken bunu Southern’a dönüştüremezsin! Neyse,
kendi kaydını kendin dinledikten sonra bunun farkına
varmışsındır sen de diye ümit ediyorum.
BAHA ÖZER
Daha önceki yazılarımda da bahsetmiştim, edebiyat ile müziğin
buluştuğu anlar çok değerli oluyor. Bir şarkı yazarı okuduğu bir
edebiyat eserinden imgeler yakalayıp bunu yaşıyor ve müziğe
adapte edebiliyor. Bunun örneklerini geçmişten günümüze
değin çoğu müzisyen yapmış ve başarılı olmuştur. Daha çok
progresif rock ve progresif metal tarzlarında rastladığımız bu
örneklere ülkemizin başarılı “progressive power metal” grubu
Dreamtone’un Yunanistanlı başarılı opera sanatçılarından birisi olan Iris Mavraki ve birçok konuk sanatçı ile gerçekleştirdiği
Neverland projesi eklendi. Bu yazımda da bu örneklere biraz
değinerek çok farklı konulardan sözü Dreamtone ve bu büyüleyici projesi Neverland’e getireceğim.
Şiirlerden romanlardan veya bir din kitabından bile
etkilenip bunu notalara dökmenin büyüleyici bir
yanı olmalı… En basitinden J.R.R Tolkien’in “Silmarillion” adlı eserinden etkilenip “Nightfall In MiddleEarth” adlı albümde bunu notalarla kaynaştıran Blind
Guardian’dan başka neo-progressive rock gruplarından Arena, Clive Nolan’ın söz yazarlığında İncil’den ve
kendi rüyalarından etkilenerek ortaya çıkardığı “The
Visitor” adlı albümünde de bu yapıyı başarıyla uygulamıştır. Clive Nolan’ın İncil’deki bazı kelimeleri kullanıp albümdeki şarkılarda kullanması ortaya dehşetengiz bir dünya ortaya çıkarılmasına yardımcı olmuştur.
Yine başka bir örnek verirsek; Oliver Wakeman’ın yine
Clive Nolan ile birlikte Lewis Carroll şiirlerinden etkilenerek oluşturduğu “Jabberwocky” adlı albümü de
aynı kategoride gösterebiliriz. Veya aynı kadronun
Sherlock Holmes hikâyelerinden etkilenipte yaptıkları “The Hound of the Baskervilles” adlı albüm de bu
edebiyat-müzik buluşması furyasının en önemli eserlerinden birisi sayılabilir. Yazdıklarım çok uç örnekler
olabilir ama en iyilerinden bir kaçıdır bence.
ve ne yapmak istediğini gerçekten bilmekle aşılıyor.
Son 15-20 yıl içerisinde ülkemizdeki gruplara bir bakın
ya kayıt sıkıntısı yaşıyorlar ya da yurt dışında tanıtımı
sağlayacak bir şirket bulamamaktan yakınıyorlar. Bu
da dışa açılma isteğini bir açıdan köreltiyor. Ama en
önemli durum kesinlikle iyi bir kayıt ile bu durum aşılabiliyor. Diğer bir konu da heavy metal miksajcısı ya
da bu konudan anlayan ses mühendislerinin olmaması
ile ilgili. Progresif Metal zor icra edilen bir tarz olduğu için bunun önemi daha da artıyor ve umutları yurt
dışında arayan topluluklar bir açıdan şanslı oluyor.
Bir Danimarka’dan Behind The Curtain, Brezilya’dan
Scarlet Wizard, Serpent Rise, Fransa’dan Cymoryl gibi
gruplar çıkıyor da bizde neden bu tarzda kısır ilerliyor bunu da çok iyi bir müzik dinleyicisi olmamamıza
ve yukarıda bahsettiğim negatif durumlara bağlıyorum. Yakın zaman içerisinde Comma ve Disenchant
gibi ülkemizi çok iyi temsil edecek grupların da bir
bir ayrıldığını düşünürsek bu ülkemiz açısından çok
düşündürücü. Dreamtone işte bu açıdan çok önemli
bir noktada durmakta… Öyle ki sürdürdükleri istikrarlı yaklaşım kendilerine başarı olarak geri dönüyor.
Başarının gelmesi için de bir müzikal altyapının mutlaka bulunması gerekiyor. Grubun ilk kurulduğundan
itibaren gelişim düzeyine bakıldığında bir yükselme
söz konusu, bununla birlikte başarıyı getirecek ve
yükseltecek olan yurt dışı bağlantılarının da sağlam
olması bunu doğruluyor. İlk olarak grup elemanlarının hem Amerikalı hem de Avrupa Progressive Metal
topluluklarıyla sıkı bir iletişim içerisinde olması ve bu
toplulukların müzisyenlerini kendi albümlerine konuk
sanatçı olarak davet etmeleri ise şu ana kadar hiçbir
grubun başaramadığı bir durum. Shadow Gallery’den
Gary Wehrkamp, Mike Baker, Evergrey’den Tom Englund, Blind Guardian’dan Hansi Kürsch şu ana kadar
kendilerine destek veren isimlerden bir kaçı. Bu isimlerden en önemlisi ise bence müthiş bir müzik adamı
olan Gary Wehrkamp. Kendisi Dreamtone’a çok yardımı dokunmuş birisi. Müzikal bilgisi düzeyinde verdiği destekler de takdir edilir cinsten. Sözü buradan
Türkiye’deki heavy metal piyasasının ne denli zorlukla yürüdüğü biliniyor fakat bu zorluklar ancak bilinç
Dreamtone’a ve onların güzel projesi Neverland’e getirirsem burada bir isimden daha bahsetmem gerek
olduğunu düşünürüm. O da Iris Mavraki. Yunanlı bir
sanatçı olan kendisini daha önce ülkemizde “Barış şarkıları” kapsamında Eskişehir’de izlemiştik. Mavraki,
Joan Baez, Bob Dylan, Theodorakis gibi ünlü isimlerin
eserlerini kendine özgü yorumlayan eşsiz bir müzisyen, bir sanatçı. Kendisinin bu sefer de Dreamtone’un
Neverland projesinde karşımıza çıkması bu yaratılan
albümün ne kadar değerli olduğunu ortaya koyuyor.
Fantastik-şiirsel liriklerin cirit attığı, gerçek bir orkestranın var olduğu (İstanbul Filarmoni), etnik enstrümanların kullanıldığı ve nihayet doğru düzgün bir
kayıtla piyasaya sürülen bir albüm “Reversing Time”.
Albüm soundu dikkat çekici ve daha önce çıkan kayıtlara pek benzemiyor. Ses mühendislerinin bu proje
için çok çalıştığı ve uğraş verdiği gün gibi açık. Şunu
da belirtmeliyim ki bu proje albümünde etnik enstrümanların kullanılması, oryantal melodilere yer verilmesi albümün hissiyatını iki kat daha derinlere götürüyor. Bunun sebebi de Türk bir grubun farkının dış
ülkelerdeki farklı duruşa etki etmesi ve bu düşünceyi
güçlendirmesiyle ilgilidir.
Peter Pan çoğumuzun çocukluk kahramanlarından
birisi. İskoçyalı romancı J.M.Barrie’nin belki de tüm
dünyaya armağan ettiği Peter Pan karakteri yaşadığı
varolmayan ülkede (Neverland) büyümeyi istemeyen
ve hep kendini maceradan maceraya atan bir davranışa sahipti. İşte kendisinin bu inişli çıkışlı yaşamının
bir parçası Dreamtone’un Neverland projesinde hayat
buldu. Varolmayan ülkeden kaçış manzaraları…
Albümün ilk notaları dökülmeye başladığında bunun
Türk bir gruptan çıktığına inanamıyorsunuz. Yıllar yılı
hep dinlediğimiz o sönük, pek başarılı olmayan, kayıt
kalitesi vasatı aşamayan çalışmalardan sonra “Shooting Star” yardımımıza koşuyor sanki… Oganalp’in vokalleri birkaç sene öncesinin kayıtlarından daha iyi duruyor, daha yerli yerine oturmuş gözüküyor. Şarkıdaki
orkestrasyonlar inanılmaz başarılı. Gitar sololardaki
melodik yaklaşımın ardından şarkı yapısında devamlı
değişken bir yapı mevcut, her enstrümanı çok net duyabiliyorunuz. “To Lose The Sun” Blind Guardian’dan
Hansi Kürsch’ün vokallerinin bulunduğu tam anlamıyla progresif bir şarkı. Ama burada biraz karakteristik
vokaller kullanarak alışmadığımız bir vokal tarzı sergiliyor. Blind Guardian’da “Nightfall in Middle-Earth”
hariç diğer albümlerinde çokça karşılaştığımız vokallerinden farklı. Şarkının yapısı bazen gidişatı bozsa da
çok çabuk toparlanan yapısı da mevcut. Bazen gereksiz inişler çıkışlar kullanılmış, ama son 1 dakikasındaki
orkestrasyonlar çok iyi yazılmış, fevkalade! “Mankind
Is A Lie” yukarıda bahsettiğim etnik enstrümanlarla
ilgili bir şarkı. Duygusal yapının burada çok üst düzeye yükseldiğini hissediyoruz. Burak Kahraman’ın gitar
soloları çok melodik yapıda ve şarkının genel yapısı
ile uyum içerisinde seyrediyor. Benim bu şarkıda düşündüğüm başka bir şey oldu; kendimize ait bir etnik
enstrüman dışında Shadow Gallery’nin de albümlerinde kullandığı flütü bu şarkıya ya da albümde herhangi bir şarkıya yerleştirselermiş çok iyi olurmuş gibime geldi, hatta onu da Carl Cadden-James çalsaymış
dedim kendi kendime. “Everlasting Tranquillity” Iris
Mavraki’nin düşsel-gizemli-huzur dolu vokallerinin yer
aldığı muhteşem bir eser. Kullanılan gitar melodileri
ve o tuşluların yarattığı ince duygular inanılmaz. Şarkı
yazımı işte böyle bir şey olmalı. Aynı şekilde Shadow
Gallery’den Mike Baker’ın (Geçtiğimiz haftalarda onu
maalesef kaybetmiştik.) enfes vokalleriyle yer aldığı
ve albümle aynı adı taşıyan “Reversing Time” bana
göre bu çalışmadaki en iyi yazılmış şarkılardan birisi. İstanbul Filarmoninin yarattığı duygular bir yana
Baker’ın o temiz ve etkileyici vokal tarzı ve gitar solo
bu şarkıyı bir parça ön plana itiyor. Diğer beste “Black
Water”da ise bana Blind Guardian’ın çok yoğun etkisinde kalınmış gibime geldi. Albümün gidişatına uygun
bir şarkı olması dolayısıyla ve yine gitar solosunun ve
Emrecan Sevdin’in güçlü davul ataklarının yarattığı kaosu çok sevdim. “Mountain of Judgement”ın ilk
başta yarattığı new-age etkileriyle beraber Loreena
Mc Kenitt, Kate Price gibi etnik müzikle ilgili başarılı
isimleri aklıma getirdi. Hemen arkasından yine Shadow
Gallery’nin her şeyi diyebileceğim güzel müzik insanı
Gary Wehrkamp’ın solo gitarıyla katıldığı “Mountain
of Joy” geliyor. Oganalp’in inişli çıkışlı vokal yapısıyla
ilgi çeken şarkının tabii ki gitar solosu da Neverland
dinleyicilerince çok beğenildi. “World Beyond These
Walls”da ise Evergrey’den Tom Englund’u dinliyoruz.
Burada çok sıra dışı bir gitar solosu var ve devamında
gerçekten de şiirsel ve düşsel melodiler insanın tüylerini diken diken ediyor. “Transcending Miracle” ise
sözsüz bir çalışma ve tam bir müzikal ziyafet diyebilirim. Albüm Avrupa ve Japonya baskılarında ayrı ayrı
iki şarkıyla piyasaya sürüldü. Neverland’in albüm kapağı J.P.Fournier tarafından hazırlandı ve gerçek bir
profesyonelle/profesyonellerle çalışmanın meyvelerini bu albümde çok iyi izledik, dinledik ve gördük.
Dreamtone bu proje ile çıtayı çok yukarılara taşıdı.
Dış basın ve yurt dışındaki dinleyiciler bu albüme çok
büyük bir ilgi gösterdi ama bana göre ülkemizde hala
bu albümden haberdar olmayan müzik severlerde
mevcut. Bu çalışma sadece heavy metal dinleyicilerince sahiplenmemeli. Her müzik sever alıp dinlemeli
ve koleksiyonunda bulundurmalı…
GAMZE YILMAZ
Dünyaca ünlü grupların çalıştığı “West West Side” mastering stüdyolarında gerçekleşti albüm çalışmalarınız.
Bize albümden ve albümün müzikal alt yapısından bahseder misiniz?
Burak: Evet, Albümün mastering’i New York’daki West
West Side studyolarinda Kim Rosen tarafindan yapildi.
Albümün produktorlugunu ses muhendisimiz Metin Bozkurt ile birlikte biz ustlendik. Kayitlar icin zaman kisitlamasi olmayan, sehirden uzak, gercek mekan akustigini davul tinisi ile birlestirebilecegimiz bir mekan olan
Gokceada’daki Eski Yari Acik Cezaevi’ni sectik; davul,
bas ve perkusyon kayitlari burada yapildi. Hepimiz icin
etkileyici bir deneyim oldu, tum gunu beraber gecirmek, her detay uzerinde diledigimizce calisabilmek
gibi unsurlar belki de normal bir studyo ortaminda asla
yakalayamayacagimiz bir dogallik ile kayitlari tamamlamamizi sagladi.
“Zerre” bu zamana kadar yaptığınız albümlerden, kullanılan dil ve kavramlarla kendini ayırıyor. Diğer albümlere nazaran edebi ve felsefik yaklaşımlarınızın izlerini
bulmak daha kolay. “Zerre diğer albümlerle karşılaştırıldığında daha olgun bir albümdür” diyebilir miyiz sizce?
Orçun:15 senedir söz yazıyoruz, edebiyatla ilgileniyoruz, şiir okuyoruz ve dogal olarak kendimizi geliştiriyoruz. Replikas’la ilk söz yazmaya başladığımız zamanlar
Anadolu halk ozanları, dadaizm, serbest çağrışım gibi
farklı gelenek ve metodlardan yararlanıyor, kendimize
göre uyarlıyorduk.. Zaman içinde Replikas’ın kendine
has söz dünyası da evrildi ve bugün ‘Zerre’ de duyduğunuz halini aldı. Ama şunun altını çizmek gerekir;
Replikas’ın her döneminde edebi ve felsefi yaklaşımların izini bulmak mümkün.
Peki bu albümde ilk klibinizi hangi parçanıza çekmeyi
düşünüyorsunuz?
Burak: Ilk klibimiz “Bugun Varim Yarin Yokum” isimli
parcaya cekildi. Aralik itibari ile yayinda olmasi planlaniyor. Klibi Eralp Vardar cekti, bizim de cok keyif aldigimiz bir calisma oldu, detaylara dair daha fazla bilgi
vererek heyecanini kacirmayalim simdilik.
Hangi duygularla ortaya çıkıyor parçalar? Neler size ilham vermekte?
Burak: Farklı kaynaklar mevcut ilham konunusunda,
fakat ozetlemek gerekirse parcalari yaptigimiz dönem
boyunca tüm yasadiklarimizin ve dinledigimiz muziklerin etkisi oldugunu soyleyebiliriz. Bu etkiyi dusunup
tasarlayarak ilerlemiyoruz hicbir zaman, ama yaptiklarimizda dogal bir sekilde yerini buluyor. Beraber gecirdigimiz vakitlerin de onemli bir etkisi var, kimi zaman
bir parca boyle bir niyet soz konusu degilken studyoda
bir anda olusan ortak bir ruh hali sonucunda, hic konusulmadan ortaya cikabiliyor.
Daha önceki yazılarınızda da okumuştum. Bir dvd çıkarma düşünceniz vardı. Bununla ilgili planlarınız varmı?
Orçun: Hala hazırlık aşamasındayız. İyi birşey olması
için uğraşıyoruz. 2009 içinde yayınlamak en büyük hayalimiz.
Yurtdışında bayağı bir başarı sağladınız. Türk müziğini
tanıttınız, dergilerde isminiz sıkça geçti, uluslar arası
müzik çevreleri tarafından yakın takip altındasınız… Siz
tahmin edebiliyor muydunuz bu kadar ses getireceğinizi?
Barkın: Yurtdışında belki de kendi ülkemizden daha
çok anlaşılabileceğimize dair bir öngörümüz vardı. Şu
ana kadar bize ulaşan tepkiler de bu yönde oldu. Fakat
daha katedecek uzun bir yol var. Bu albümle yurtdışında müziğimizi daha güçlü bir şekilde tanıtmak ve insanlara ulaşmak istiyoruz.
Seyirci ile tek vucutta buluşmak, sahnede olmak sizin
için ne ifade ediyor?
Burak: Sanırım müzik yapmamnın en büyük hediyesi bu.
Sahnede olmak, tek vücut olmak hatta vücudun sınırları
dışına çıkabilmek.
Şimdiye kadar neredeyse tek bir olumsuz cümle okumadım grubunuzla ilgili. Türkiye’de yapılan kaliteli işler
artık daha fazla beğeni toplayabiliyor. Bunu bekliyor
muydunuz? “Türkiye’deki dinleyici artık daha seçici olmaya başladı.” diyebilir misiniz?
Barkın: İnternetin anaakım dışındaki müzikleri dinleyiciye daha rahat bir şekilde ulaştırmasının doğal bir
sonucu bu. Bundan on yıl evvel sadece birkaç grup ve
küçük bir dinleyici kitlesinden bahsedebiliyorduk. Şimdi hem üretimin, hem de dinleyicinin çoğaldığı bir gerçek.
İnsanın keyif aldığı mesleği yapabilmesi ülkemizde bir
lüksken, sizin bunu yapıyor olmanız; daha başarılı, daha
üretken yapıyor, daha mutlu kılıyordur sizi değil mi?
Burak: Istedigimiz isi istedigimiz sekilde yapabiliyor olmak su sartlarda gercekten bir luks sayilabilir. Tabi ki
ideallerimiz pesinde kosabiliyor olmak bizi mutlu ediyor, hatta hayata bagliyor diyebiliriz. Bunu gerceklestirebilmek icin hepimizin fedakarlik gosteriyoruz, yine
de bu durumdan sikayetci degiliz.
Çoğu insan rock müziğinin isyankâr bir anlayış taşıdığını
düşünüyor. Bu konuda siz neler düşünüyorsunuz? Rock
müzik icra eden müzisyenler olarak hayata karşı biraz
sert mi bakıyorsunuz?
Orçun: Sert değil ama eleştirel olmaya çalışıyoruz. Başka türlü hayatı anlamaya imkan yok. Bunu da yapıcı bir
hareket olarak görüyoruz.
Peyote sizin için ne anlam ifade ediyor?
Orçun:Peyote bizim için çok önemli. 1998 yılında çalmaya başladığımızda işin bu noktaya varacağını tahmin
edemezdik. İstanbul ve Türkiye için ciddi bir misyon
yüklenmiş durumda. İleride daha da popüler olacağını
düşünüyoruz.
Rock müziğin dününe ve bugününe baktığınızda neler
görüyorsunuz? Gidişat sizce ne durumda?
Barkın: Gidişatı kestirmek pek kolay değil esasen. Kısa
süreli trendleri bir kenara koyarsak; temel estetik anlayışını rock müziğin alt türlerinden alan ama aynı zamanda bir çok farklı müzikal akıma da açık, dolayısıyla
müzikal grameri klasik rock klişeleri ile sınırlı olmayan
müziklerin fazlalaşmasını umuyoruz.
Size göre, yapılan festivaller sektörün genişlemesine
nasıl bir etkide bulunuyor?
Barkın: Elbette olumlu bir durum… Festival kültürü Türkiye için yeni sayılabilecek bir durum. Genel bakışı değiştireceğine inanıyoruz. Festival sayısının artması ve
sadece ana akımdan gelen müzisyenlere yer verilmemesi temennimiz.
Sizi örnek alan gruplar vardır muhakkak. Onlara başarılı
olmaları için neler söyleyebilirsiniz?
Orçun: Şartlar nasıl olursa olsun müziğe karşı olan sevgilerini yitirmesinler.
Dinleyicileriniz günlük yaşamınızı da merak ediyorlar…
Bize kısaca özet geçebilir misiniz? Neler yapıyorsunuz?
Orçun: Çay içiyoruz, doğayla içi içe olamayı seviyoruz,
pazara gidiyoruz, bisiklet, yürüyüş, uyku, sinema...
Son olarak eklemek istedikleriniz varsa alalım…
Teşekkür ederiz, başarılar…
Bu sayıdaki “İyiler Erken Ölür” köşemizde dünyayı çok kısa süreliğine ziyaret etmiş, buna rağmen dünyanın en büyük gitaristlerden olan James
Marshall Hendrix’ten bahsedeceğim.28 yıllık ömrüne rağmen 7’den 70’e herkes O’nu Jimmy Hendrix olarak çok iyi bilir.Seattle’da doğup büyüyen
Hendrix’in klişeleşmiş kalıplara karşı olan alerjisi
daha o ufak yaşlardayken kiliseden kovulmasından anlaşılıyor.Bu alerjinin nedeni annesinin ve
babasının çok radikal bir biçimde birbirlerinden
farklı olmalarından kaynaklanıyor olabilir.Babası
muhafazakar bir insan olmasına karşın annesi çok
daha rahat,kendisine pek önem vermeyen alkolik bir insandı.Annesi Kızılderilidir ve Kızılderili
geleneklerine göre yetişmiştir.Kızılderililer daha
doğal bir yaşam biçimine alışkın olduklarından o
zamanlarda içinde bulundukları baskılı ve yozlaşmış gelenek empozelerine daha fazla dayanamayıp kendisini alkole vermiş olabilir.O zaman
dilimlerindeki Kızılderililerin yaşam koşullarını
az çok herkes bilir.Durum böyle iken Hendrix’in
daha ufak yaşlarda modellemiş olduğu annesi ve
babasından aldığı hissiyatlar O’nun hayatı tanıması için farklı bakış açıları kazanmasına olanak
tanımıştır.Bu iki farklı kutup arasında insan hangi tarafa kanalize olacağını bilemez..Bir seçim
yapmak gerçekten çok güçtür.Bu iki arada bir
derede kalmışlık Hendrix’in zekasına bir sıçrama yaşatmıştır.Çok etkilendiği kilise korosunu
dinlemek için kiliseye gider.Ama içinden geldiği
gibi yaşamış olduğu o zevk kilisenin klişeleşmiş
monoton anlayışına uymuyordu ve dolayısıyla da
kilisenin kurallarını çiğnemiş olduğu için, yaşamı
katı ve öfkeyle geçen ve bu yüzden karsılaşmış
oldukları her insanı da kendi seviyelerine çekmek
isteyen rahipler tarafından kiliseden uzaklaştırılır.Ama anlaşılan şu ki; üstat Hendrix müzikten
o yaşlardayken soğumamış hatta mahrum kaldığı
için daha da çok kafasına takmış ve evdeki eşyaları gitar gibi kullanıp şarkı söylemeye başlamış.Bu hevesini fark eden amcası Hendrix’e bir
gitar alıp hediye etti. Hendrix’in müzik tutkusu
babasının kaşıkları kullanarak çaldığı ritimlerin
üstüne kilisenin akustiğine çok iyi yayılan koro
ve piyano melodilerinin eklenmesi ve amcasının
da ona gitar hediye etmesiyle artık geri dönüş
olmaksızın alevlendi.Potansiyelini takip etmesi
ve gelişen zekası nedeniyle okul ona hiç çekici
gelmiyordu.Ancak okuma yazma öğrenmesi için
ailesi o nu okula gitmesi için ikna etti ve okuma
yazma öğrendikten hemen sonra okuldan da kovuldu.Nedeni ise bir kızın elinden tutar ve hocası
Hendrix’i azarlar ve bu olayın üstüne Hendrix’in
“Neden beni kıskanıyorsun?” demesidir.Kesinlikle
bu insanın kurallara karşı bir nefreti vardı.Çünkü bu yaygın kurallar sayesinde o acı çekmişti
ve o da o kuralları kendisine düşman bellemişti.
Okuldan kovulduktan sonra Hendrix enstrümanına iyice yoğunlaştı ve döneminin ünlü Blues
müzisyenlerinin plaklarını dinleyip taklit etmeye
başladı ve bu konuda inanılmaz başarılıydı.Bu başarısını hemen fark eden ailesi Hendrix’i bu konuda çok destekledi .Hendrix’in yaşı biraz daha
ilerleyince bir kaç arkadaşı ile birlikte bir grup
kurdu ve az da olsa para kazanmaya başladılar.
Bu sahip olduğu yeteneğiyle ve daha önce görülmemiş sahne şovlarıyla kısa sürede ismi çığ gibi
büyüdü.Kendisini izleyen usta Blues müzisyenleri
Hendrix’in yeteneginden,stilinden ve tekniğinden çok etkileniyordu.Etkilenmemek de mümkün
değildir heralde.Bu denli yoğun geçen cocukluk
ve gençlik döneminden sonra artık müzikal olarak
Hendrix’in yükselme zamanları gelmişti.
Hendrix’in bomba gibi patlayan ilk çalışmaları
olan Purple Haze ve hemen ardından gelen Hey
Joe parçalarının yanı sıra sahnedeki karizmatik tavırları,karizmatik görüntüsü,bol dumanlı
posterleri,dişleri ile yapmış olduğu gitar şovları
ile dünyanın ihtiyacı olan yeniliği müzik severlere sunmuştur.Hemen hemen bütün gitaristleri
imajıyla,tavırlarıyla ve yaşam biçimiyle etkilemiştir. Hendrix dinlemeyen varsa bence hemen
dinlemeli.Enstrümanına o kadar hakimdi ki hem
bir sağlak gibi hem de bir solak gibi gitar çalabiliyor ve bu üstün yeteneğini şovlarında kulla-
nıyordu. Blues ve Rock’n Roll anlayışına yepyeni bir
ruh hali getiren çalışmaları gerçekten de Rock camiası için çok önemlidir.Rock müziğe Blues anlayışını
mükemmel bir biçimde katmayı çok iyi başarmıştır.
Wah pedalını, o eşsiz ruhlu gitar bendlerini,asi tavırları ve de Hendrix’i Hendrix yapan o haykıran sesi ve
gitar melodileri Rock sounduna hediye etmesi onun
bir çok hediyelerinden sadece birkaç tanesidir.Yapmış olduğu gitar ve sahne şovları ile sahnede müzik
ve gösteriyi birleştirmiştir ve bu yonuyle de müziği
bir iletişim aracı haline dönüştürmüş ve izleyicileri müziğin atmosferinin içine çekmeyi başarmıştır.
Bu yarattığı atmosferden dolayı mıdır? bilmem ama
Hendrix dinlerken ve eski videolarini izlerken onu
bir Rock’n Roll ozanı gibi algılıyorum.Çünkü o kadar
mütevazi ve samimi bir havası var ki anlatmak istediği şeyleri o eşsiz tekniği ve tavırlarıyla birleştirince
gercekten çok samimi bir insan oldugunu rahatlıkla
anlayabiliyorum.Ama bence kesinlikle Hendrix, ruhu
ve hissiyatı tekniğin önünde tutuyordu.Hendrix’in
haykıran vokalleri adeta kalıplaşmış korkak zihinleri
ve acı çeken dünyayı kınar niteliktedir.Parçalarının
temaları genellikle insanı düşünmeye iten, sorgulayıcı ve programlanmış kişilikleri yıkıcı bir formattadır.
Hendrix dinleyen herkes eminim ki “Bırakın bu kasıntı işleri de gelin şu dünyada güzel güzel takılalım”
hissiyatını yaşıyordur.Ben şahsen bu hissi çok belirgin
yaşıyorum.Sesindeki ve müziğindeki o “yanlış yapıyorsunuz” atmosferi gerçektende hafızamdan silinmiyor.
Hendrix’in sonu da bence bu iyiliğinden kaynaklanıyor.Cünkü Hendrix ismi büyüdükçe cevresindeki
cıkarcı insanlarin sayisida cogalıyor.Sürekli abluka altında olan bu kişilikteki bir insanın bu kadar
yalancılığa,samimiyetsizliğe ve riyakarlıga katlanma
yeteneginin olmadıgından eminim.Bu gorusumun nedeni ise Hendrix’in azgından cıkan kınayıcı ve artık
cevresindeki insanlardan tiksindiğini belirten sözleridir.Bir çok deha da zaten bu yüzden yok olmadı
mı?Ya ticari amaçlardan ya da yalancı yakınlıklardan.
Düşünsenize çevrenizde ki hiç kimseye güvenemiyorsunuz.Bu kesinlikle çok acı verici olmalı.Sevgilinize
bakıyorsunuz ve sizin sahip olduğunuz şöhret ve kariyer yüzünden sizinle beraber oluyor.Seni seviyorum
derken gözleri çok net olarak yalan söylüyor sizi elinde tutmaya çalışıyor.Paranız ve şöhretiniz var diye
sizin derdinizi dinleyen insanlar, beraber içki masasına oturduğunuz dostlarım dediğiniz çakallar vs.
Dolayısıyla Hendrix gibi temiz,dürüst ve samimi bir
insanın bu tip kenelere tahammül edemediğini anlayabiliyorum.En azından seni anlayan ve seven bir
sürü insan adına iyi ki bu dünyayı ziyaret ettin Jimmy
Hendrix diyorum.
Ve Hendrix Baba’nın şu efsanevi sözüyle kendisini
saygıyla anıyoruz.
“Sevginin gücü,güce olan sevgiyi yendiği zaman,dünya
barışı tanıyacaktır…”
FATİH KANIK
İHTİYAR BİLGE
Bu ay ki köşemizde dünyanın gelmiş geçmiş en büyük
bilgelerinden biri olan LAO TZU dan bahsetmek istedim.Lao Tzu M.Ö. 6.yüzyılda Çin'de yaşamıştır.
Bu bilgi daha önceleri kesin olarak bilinmese
de günümüzde büyük bir ölçüde kanıtlanmıştır.
Çünkü kendisi hakkında çok az bilgi ve bir çok mit
yüzyıllardır ağızdan ağıza dolaşmaktadır.Ancak bu
büyük bilgenin hayatı hakkında en yakın bilgi Çin
tarihinin en önemli, tarihi belgelerinden sayılan ve
Sima Qian tarafından M.Ö. 100 'de yazılmış olan
Shiji adlı eserde kayıtlıdır.Shiji adlı tarihi belgelerde Lao Tzu'dan şöyle bahsetmiştir: Lao Tzu M.Ö.
6. yüzyılda Chou hanedanında yaşamıştır ve Chou
hanedanına bağlı imparatorluk kütüphanesinde
arşivci olarak görev almıştır.Asıl adı ise Li Tan'dır.
Lao Tzu ise Çincede ihtiyar bilge anlamına gelen
bir lakaptır.
Lao Tzu'nun yaşamıyla ilgili bir çok tartışma konusu ve kanıt eksikliği mevcuttur.Aslında bu büyük
üstad hakkında bilgiye pek ihtiyaç olduğunu
düşünmüyorum.Tao Te Ching adlı eserinde zaten
üstadın nasıl bir hayat görüşüne ve nasıl yaşadığına
dair bütün bilgiler açık bir şekilde bellidir.O
metinleri ancak büyük bir bilge yazabilir.
Lao Tzu, Taoizm dininin kurucusu olarak kabul edilir fakat kendisinin yazmış olduğu metinlerde ilk
olarak bu konuya değinir : "Ben TAO ile birleşmenin
mükemmel yollarını öğretiyorum,Bu öğretilerden
bir din veya bilim oluşturmak istersen seni yüzüstü
bırakır." Lao Tzu'nun bu sözlerine bakarak aslinda
Taoizm'in bir din olarak kurumsallaşmaması gerekiyordu.Çünkü Lao Tzu kurumsallaşan herşeyin çok
basitçe yozlaşacağını çok iyi biliyordu.Nitekim
öyle de olmuştur.Buradaki günah keçisi kimlerdir
tam olarak bilemiyorum ama ya Lao Tzu'ya olan
vefa borçlarını ödemeye çalışan ve bu mükemmel
öğretileri bütün dünyaya yaymaya çalışan müritleri
ya da o zaman ki siyasi ve politik kurgular olabilir.
Kaynaklara göre bu ogretileri bütün dünyaya yaymak için en yakın müridi olan Hsi'nin ısrarları sonucunda Tao Te Ching oluşmuştur.Ama iki sonuç da
Lao Tzu'nun masum öğretilerine olumsuz bir şekilde
yansımıştır.Lakin günümüzde ilkel bir din olarak
anılır.Eğer din olarak yayılması gerekseydi zaten
Lao Tzu bu öğretilerini yayardı. Maalesef her çağda
ve eski yeni bütün zaman dilimlerinde bilgeler bir
şekilde yanlış anlaşılmış ve yanlış yorumlanmıştır.Ne
kadar yazık! Neden yozlaşma sürekli galip oluyor?
Bu çok tuhaf bir şey gibi görünüyor ama maalesef
bu doğanın bir kanunudur.Kurulu olan herşey zamanla yıkılır ve dağılır.Doğan herşey,doğduğu andan itibaren ölüme doğru yol almaya başlar.Kaos
her zaman galip olur.Çünkü birşeylerin yok olması
yeni şeylerin başlangıcıdır.Bu döngüyü çok iyi bilen
Lao Tzu, putlaşmamak için ve cehaletin yaratmış
olduğu batıl düşüncelere kurban olmamak için Tao
Te Ching'i yazdıktan sonra kimselere görünmeden
köyünü terk etmiştir ve bir daha da kendisinden
haber alınamamıştır.
Bu antik Çin filozofunun öğretileri doğu felsefesinin
en önemli temelleri arasındadır.Metinlerinde başlıca
işlenen temalar ; herkesin çok yaygın olarak bildiği
Yin ve Yang yani karşıtların birliği görüşüdür.Bu
görüş; dişi ve erkek , sıcak ve soğuk , gece ve gündüz
gibi tüm karşıtların özünde bir olduklarını ve biri olmadan bir digerinin olamayacagını ve bütün evrenin aslında Yin ve Yang'ın deviniminden oluştuğunu
savunur.Bunu şu dizelerinden anlayabiliyoruz:"Tao
Bir'i doğurur,Bir Yin ve Yang'ı,Yin ve Yang da tüm
şeyleri doğurur".Belkide gelmiş geçmiş bütün
felsefelerin ortak olduğu en belirgin nokta
karşıtların birliğidir diyebiliriz.Nitekim Lao Tzu'nun
çağdaşları olan Buda,Sokrates vs. gibi büyük filozoflar da aynı fikirdedir ve bu konudaki öğretileri çok
benzerdir.LaoTzu'nun öğretisinin ana temeli Tao'ya
ulaşmaktır.Lao Tzu'ya göre Tao herşeyin kaynağıdır.
Zamanın ve evrenin ötesinde,varolan herşeyin özü
olan ve bütün tanrıların tanrısı Tao'dur...Lao Tzu
, Tao'ya ulaşmak için öğütlemiş olduğu Mükemmel Yol'un basitçe uygulanması gerektiğini söyler.
Bu kadim öğretiler ise başlıca şunlardır:düşünmek
,incelemek,ayrım yapmadan tüm varlıklara kucak
açmak,kendini düşünmeden başkalarına yardımcı
olmak,Öfkeden uzak durmak,sahip olduklarını
karşılıksız olarak paylaşmak ve dünyevi olan
acgözlülük,hırs,bencillik vb. sıfatlardan ve arzu
ve korkulardan arınmaktır.Bu Mükemmel Yol'un
uygulanmasının nedeni; dünyevi ugrasların vermiş
oldugu dalgınlıktan kafamızı yukarı kaldırıp TAO'yu
idrak etmektir.Çünkü aslımız O'dur.O herşeyi kapsar ve hersey O'nun kucağında birleşecektir ki zaten
halihazırda oyledir de.O yuzden herşeyi dunyadan
ve bedenimizden ibaret sanmamak Mükemmel
Yol'un başlıca kuralıdır.Bunun yanısıra bütün kurallara da karşıdır.Mükemmel Yol'un başlangıcı özgürlükten geçer.Özgürlük ise bedenin ve zihnin ötesine geçmektir.Ancak bu şekilde Tao ile yekvücut
olunabilir der üstad.
Her şey TAO'dur. Dünya, evren, yıldızlar, gezegenler, insanlar, hayvanlar, bitkiler vs. bütün gördükleriniz ve göremedikleriniz, bütün varoluş ve sonsuzluk herşey TAO'nundur. O halde bu bir kaç yıllık
çürüyen dünyada neyi paylaşamıyorsunuz? Neyi sahipleniyorsunuz?
Lao Tzu mükemmel Yol öğretilerinde insanın zihnini
devre dışı bırakmaya çalışır.Çünkü insanın zihni çok
kalabalık ve çok gürültülüdür.Bu karmaşanın nedeni ise toplumsal öğretiler,dini öğretiler ve bu bakış
açılarıyla yaşamı yorumlamaktan ve türevlerinden kaynaklanır.Bütün bunların doğurduğu çelişkili
düşünceler insan zihnini bir çok yola saptırabilir.Bu
sapmalar ise insanı dünyaya daha bir bağımlı hale
getirir.Örnek olarak, hırs, bencillik, öfke, açgözlülük, tamahkarlık, çıkarcılık, sinsilik, yalancılık,
kincilik, vs...
Kendisini TAO'dan ayrı gören , dünyaya ve bedenine bağımlı olan kişi kendisinin bunlardan ibaret olduğunu düşünür ve hırs,açgözlülük,bencillik
gibi hayvani sıfatlar latif olan özü ele geçirir ve
kişi kendini bilemez ve özü olan Tao'ya uzak düşer.
Bu yüzden LaoTzu'nun zihni devredışı bırakmaya
çalışan öğretileri ağırlık basar.Çünkü eğer zihin
devredışı kalırsa insan zihni direkt olarak Tao ile
yek vücut olabilir ve bu sayede de doğayı ve bütün
evreni kucaklamış olur.
Hiç düşündünüz mü? Acaba neden bencillik ve
cıkarcılık kotu bir seydir? Yani kendi çıkarları için
digerlerini hic düşünmeden kurban edebilen bir zihin yapısı toplumlar ve insanlar tarafından neden
hiç hoş karşılanmaz?Halbuki doğada bu tip şeyler
gayet normaldir.Bir hayvan eğer bir çıkarı varsa
bunu sonuna kadar kullanır,sinsice tuzaklar kurabilir veya rakiplerine karşı gayet hırslı ve açgözlü
olabilir.
Cevap basitçe ahlak kurallarıdır.Ahlak kurallarının
temeli ise dinler ve bir takım felsefi akımlardır.Dinlere ve bir takım felsefi akımlara gore insan hayvandan ayrıdır.İnsanı hayvandan ayıran özellik ise
insanın aklı olması düşünebilmesi ve ayırt edebilme
özelliğinin olmasıdır.Bu sayede de insan varoluşunu
sorgulayabilmiştir ve sonuc olarak isimleri
değişsede anlamları aynı olan ve herşeyin kaynağı
olan LOGOS,TAO,TANRI,ATUM vs. bulunmuştur.Bu
görüşler dünyadaki bütün toplumlara yayılmıştır
veya her toplumda birileri tarafından varoluş idrak
edilmiştir.Ve insan varoluşun ta kendisi olduğunu
farkedince herşeyin dünyadan ve bedenlerimizden ibaret olmadığını anlamıştır.Bu anlayış gereği
dünya malına tenezzül etmenin cehalet olduğu
ortaya çıkmıştır ve bu bilgeler sayesinde de zihinlerimiz varolusa döndürülmüştür.Biz tanrıyız,biz
Tao'yuz,biz sonsuzluğuz , hepimiz kardeşiz çünkü
herşey birdir ve bizler varoluşun cocuklarıyız vs...
Bu sonsuz alemde ve sonsuz yaşamda , 40 yıllık
dünya malının peşine düşmek ve o mal için savaşlar
çıkarmak,güç ve statü arzusu,geleceği garanti altına
alma arzusu,ölümü yok saymak ve onu yaşamın bir
parçası değilmiş gibi görmek,fazla yaşamak ve dünyaya kazık çakma arzusu,tohumları yaymak ve üremek için güce,prestije,hırsa ve bunların dogurdugu
çakma başarıya sahip olma arzusu vs. gibi hayvanlara özgü dünyaya ve bedene düşkünlüğü gösteren
tavırlar ve hareketler de varoluşun nuru olan insanın
aklına yakışmayan hareketler olarak benimsendi ve
cahillik olarak nitelendirildi.Böylece toplumlar ve
bireyler bu altyapıda yetiştirildi ve bütün zaman
dilimlerinde en ilkel kabilelerden en gelişmiş ülkelerin bireylerine kadar hırs, bencillik, açgözlülük,
tamahkarlık, yalancılık vs. insana yakıştırılmadı.
Yakıştırılmama nedenlerinden sadece biri ise LAO
TZU'nun Mükemmel Yol'u ve TAO'dur...
Ve son olarak da Lao Tzu ve Konfüçyüs arasında
gecen çok ünlü bir diyalog ile üstadı saygıyla
anıyorum...
“Lao-Tzu, Konfüçyus’a şöyle der: ‘İnsan ölür,
kemikleri toprağa karışır, bir tek sözleri kalır
geride. Üstün insan, fırsatını bulduğunda daha da
yukarılara tırmanır; ama işler tersine döndüğünde
çevresindeki koşullara uydurmasını bilir kendini.
Hazineleri olmasına rağmen halktan biri gibi davranan çok başarılı bir tüccar görmüştüm bir zamanlar, sahip olduğu erdemleri tevazu ile kabullenmeyi
başarmıştı bu adam ve hiçbir dünyevî değerin kendi
öz değerinin önüne geçmesine izin vermemişti. Sen
de şu takındığın kibirli havanı, hayranlık kazanmaya yönelik davranışlarını ve aşırı isteklerini bir
kenara bırak. Bunların sana hiçbir yararı yok. Ancak
o zaman yaptıkların bir anlam kazanır ve kemiklerin toprağa karıştığında geride sözlerin kalır. Sana
söyleyeceğim bu kadar.”
Bu konuşmadan sonra Konfüçyus çevresindekilere
şunları söyler: “Kuşların nasıl uçtuğunu, balıkların
nasıl yüzdüğünü, kaplanların nasıl koştuğunu biliyorum. Oysa uçan bir ok ile vurulabilir, yüzen oltaya
takılabilir, koşan tuzağa düşebilir. Ama ejderha
var ki onun rüzgârın sırtında bulutlar arasında
nasıl dolaştığını ve olanca görkemiyle nasıl göğe
yükseldiğini size kelimelerle anlatamam. Bugün
Lao-Tzu’yu gördüm ve onu ancak bir ejderha ile
kıyaslayabilirim.”
ATİLLA ÇELİK
“Denizin derinliklerinde gizemli yaşamlar, renkli dünyalar;
Doğa Ana kanunlarının kendisini her alanda gösterdiği tılsımlar;
Yeryüzünde yaşayanların içine girmedikleri sürece anlayamayacakları bir dünya
Ve derinlerin kralı Büyük Beyaz!”
Dünyanın bir çok yerinde değişik yaşamlar var. Bazıları
gözlerimizin önünde cereyan etmekte, bazıları da gizli
kapaklı gözlerimizden ırak gerçekleşmektedir. Bazen sorular sorulur bizlere genel kültür babında, “dünyanın en derin deniz diplerinde yaşam var mıdır” diye. Kimisi basit
düzlemde düşünerek, “o kadar dipte oksijen ne arar?”
deyip “tabii ki yoktur” cevabını verebilmektedir.
Gelelim bir de kendi yaşamımıza ve çevremizde
yaşananlara. Her şey var: Sevinç, hüzün, mutluluk,
karamsarlık, asabiyet, stres, keder, eğlence... Tüm bu
duyguların gerçekleşme nedeni bellidir. Bir şeyler yaşarız
ve bunlar bize demin sıraladığımız hisler olarak geri döner. Kimi insanlara en büyük maddi değerleri verseniz bile
asla mutlu ve tatminkar olamayabilir. Kimileri de Polyanna hesabı ufacık şeylerle keyfini ve yolunu bulur, hayatın
tadını çıkarır. Bir anlık mutsuzluğa bürünse dahi bazı şeyler
vardır. Basit ve sıradan gibi görünür diğer insanlara. Ama
görünen öyle değildir halbuki! Yapılması gereken sadece
kulak kabartmaktır.
Sahi ya!!! Denizin en dibinde hayat var mıdır sizce? Her
neyse! Bu ne kadar önemli ki? Denizlerin, kara parçaları
üzerinde yaşananlar gibi çok renkli yaşamlara sahip
olduğunu biliyoruz. Belki daha renkli ve etkileyici olduğunu
bile söyleyebiliriz; bir müzik, bir nota, melodiler ya da bir
köpek balığı gibi!!!
Derin bir müzik düşünün. Dinlediğinizde denizin diplerinde yaşadığınızı farz edin ve kendinizi denizin kralı olmuş
“Büyük Beyaz” köpekbalığı gibi hissedin. Mutsuzsanız
mutluluğu ve neşeyi bulun. Kendinizi birden çok güçlü
hissetmeye başlayacaksınız. Çevresine korku veren Büyük
Beyaz gibi. Great White gibi...
Müzik dünyasının en yetenekli, coşkulu, usta gruplarından
biri olan Great White, Hard Rock arenasında kendisini dünyaya kabul ettirmesinin yanında, müziğinin ötesine giden
bir yöne sahip. Çok ama çok erdemli bir yöne. Ve onların
yaptığı müzik, erdemleri nedeniyle okyanusların en diplerinde bile yaşar.
“BÜYÜK BEYAZ” KÖPEKBALIĞI GİTARI ELİNE ALIRSA!
Grubun vokalisti Jack Russell ve gitaristi Mark Kendall,
1978 yılından beri birlikte çalıyorlardı. Russell ve Kendall
aynı yıl ekibi oluşturmuş, günümüze kadar birlikte çalan,
birbirinden ayrılmayan iki dost olmuşlardı. İkisi haricinde
bir çok eleman girip çıkmıştı. 1980’li yılların Glam Rock
tarzına tezat olarak, Blues temelli bir sound benimseyen
Great White, o zamandan beri hafızalara kazınan şarkılar
üretmeye devam ediyor. 1982 yılında çıkardıkları ilk eserleri “Out of the Nigth”ın (EP) 20.000 kopya satması, EMI ile
sözleşme imzalamalarına ve ilk albümleri “Great White”ı
1984 yılında çıkarmalarına yetmişti.
Güney California’lı grup ilk olarak 1984 yılında blues
– rock grubu olarak dikkatleri çekti. Ama başlangıçta
onlara Hair grubu gözüyle bakılmıştı. Russell böyle bir
tanımlandırmaya katılmamıştı. Kabul edilebilir bir şöhrete
ulaştılar ve tüm albümleri dünya çapında 6 milyonun
üzerinde sattı. “Once Bitten, Twice Shy” parçasıyla “En
İyi Hard Rock Performansı” dalında Grammy ödülünü
kazandılar ve o parçanın bulunduğu Twice Shy albümü iki
platin plak kazandı.
Kendilerine tarihlerinin en iyi turu sorulduğunda 80’lerdeki
Whitesnake ve Tesla ile verdikleri konseri işaret ediyorlar.
Monster of Rock konserinde 60.000 kişiye konser verdiklerini hatırlıyorlar ve bu onların en kalabalık konseriydi.
Russell en favori albüm olarak “Can’t Get There From
Here”ı (CGTFH) gösteriyor. “Hooked” ile “Sail Away”
albümlerinin çok iyi parçalara sahip olmasına rağmen
prodüksiyon açısından kendisini memnun etmediğini kabul
ediyor.
Blues temelli olup, güçlü bir ruhu ve yapıyı temsil eden
“Rock Me”, “Save Your Love” ve “Face The Day” gibi
harika hitlerin yanında, CGTFH albümüyle yeryüzüne
başka hitleri de sokmayı başarmışlardır. Bu konuda vokalist Jack Russell’ın bakış açısı farklıdır. Grup güçlü çentikler atmıştı kulvarında ve bunu “Great White, sadece
daha büyük ve daha iyi olan bir gruptur” sözüyle açıklığa
kavuşturuyordu.
Vokalist Russell, Don Dokken gibi uzun zamandır arkadaşı
olduğu kişilerin desteğini de alarak geçmişteki hayatının
izlerini sözlere monte etmeyi iyi başarmıştır. Geçmişteki
eğlenceli hayatını “Rollin’ Stoned” ve düşkünlüğün daha
da ötesine giden adrenalin dolu uzun şiirini “Gone to the
Dogs” parçasıyla yansıtmaktan çekinmemiştir. Aslında
Russell’ın yapmak istediği şey; geçmişteki hayatından
ve tecrübelerinden yola çıkarak, hem iyiliğin hem de
kötülüğün keşfedilmesini sağlamaktır. “Saint Lorraine”,
“Ain’t No Shame”, “Sister Mary” ile iyi ilişkilerinden
yola çıkmışken, “Loveless Age” parçasıyla kötü ilişkiden
bir örneği gözler önüne sermiştir. Ama CGTFH albümü
daha geniş sosyal yorumları beraberinde getirmiştir:
Dinlerin çarpık iki yüzlülüğünden “Wooden Jesus” ve evsiz insanların dokunaklı halinden “Hey Mister” şarkıları
ile bahsetmeleri, ellerine aldıkları sosyal sorumluluğun
bir parçası gibiydi.
Bu bakış açıları, bir şarkının konuları ama Russell
bu gerçeklikleri kavramayı, korumayı es geçmez ve
mütevazılığını konuşturur: “Şarkı yazarlığında, daha
önce kimsenin duymadığı şeyler hakkında yenilikçi liriklere imza atmak gibi bir denemeye girmedim.” Bunun
nedenini ise şöyle açıklar: “Bazen yazdığım liriklerde
insanların nereye gittiğini anlayabilmeleri için lirik
yazımında modern olmayı denediğimi düşünüyorum.
Aslında kendi yolumuzdaki aynı hikayeleri kendimize anlatabilmek çok önemli. Bu şarkılar, hayatımın
merkezinde yaşadığım şeyleri bana hatırlatan, her zaman anılmaya değer olan basit ve temel şeyleri aktaran
şarkılardır.”
KARANLIK VE TRAJEDİNİN ERDEME DÖNÜŞMESİ
Bazı grupların trajik ve karanlık bir öyküsü vardır. O gruplardan biri de Great White. Söz konusu olay, CNN’de
bile önemli yankı uyandırmıştı.
20 Şubat 2003 gecesi başladı her şey. Rhode Island’da
konser veren grup, konser alanında çıkan yangın
sonrasında cehennemin ortasında kaldı. 300 kişi kapasiteli kulüp, haddinden fazla seyirci almıştı ve yangın
çıkınca herkes tek bir kapıya yöneldiği için sonuçları çok
korkunç olmuştu. 96 kişi yanarak ölmüştü. Bazı bedenler çok feci yandığından ancak DNA testi ile kimlikleri
saptanabilmişti. 187 insan yaralanmıştı.
Bu olay Great White tarihinin en karanlık ve elîm gecesidir. Sadece hayranlarını kaybetmemişler, kendileriyle
3 yıldır beraber olan ve yeteneğiyle göz kamaştıran
genç gitaristleri Ty Longley’i de kaybetmişlerdir. Seyircilere yardımcı olmak isteyen Longley alevler içinde
kalmıştır.
Ayrıca Longley’in bir kız arkadaşı vardı ve daha yeni
bebeğe sahip olmuşlardı. Grubun gitaristi Mark Kendall’ın
eşi ve Longley’in kız arkadaşı sürekli irtibat halindeler.
Kendall ile Russell, bebeğe mali yönden yardımcı olmak
için Los Angeles’da birkaç akustik şov gerçekleştirmiş ve
10.000 dolar toplamışlardır. Kıssadan hisse, grup üyeleri ölen arkadaşlarının sevgilisine ve çocuğuna ebeveyn
olmuşlardır.
7 Ağustos’ta Güney Dakota Rapid City’deki konserlerinde, ilk şarkılarından sonra grup adına vokalist Jack Russell, söz konusu trajik olaydan uzun uzun bahsetmiş ve
hayatlarını kaybetmiş kişilerin ailelerine yardımcı olmak
için yardım kampanyası başlatmıştır. Ayrıca kurbanların
anısına yüz saniyelik saygı duruşunda bulunulmasını
istemiştir.
Söz konusu yardım kampanyası çok önemliydi. Bazı
çocuklar konserde ebeveynlerini kaybetmiş, sahipsiz
kalmışlardı. Yardım kampanyası başlar başlamaz, grubun
bir fanı dört bilet için 4.000 dolar bağışladı ve kampanya
http://www.stationfamilyfund.org sitesinde yürütüldü.
Bu kampanyanın en büyük kaynaklarından biri şüphesiz
grubun canlı performansları. Grup, kurduğu vakıf
aracılığıyla yardım toplamasının yanında, o tarihten
beri bir çok konseri kampanyaya katkı sağlayabilmek için
gerçekleştiriyor. 26 Eylül 2005 tarihi itibariyle toplanan
para 767.650,98 dolardı. Söz konusu paranın 738.250,70
dolarlık kısmı dağıtılmıştı. Şubat 2006 sonunda ise gerekli tutara ulaşılmış ve destek tamamlanmış oldu.
Jack Russell bu olay hakkında şöyle diyor:
“Söz konusu facia sonrasında verdiğimiz konserlerin
nedeni belli. Bildiğiniz gibi 20 Şubat günü çok korkunç
bir trajedi meydana geldi. Aile üyelerimizden yüz kişiyi
kaybettik. Birkaç ay olduğumuz yerde durduk, büyük
psikolojik acılar çektik ve terapilere gittik. Çok düşündük.
En sonunda bu insanlara yardımcı olmamız gerektiğini
düşündük ve kurbanların yakınlarına malî yardımlarda
bulunabilmek için bir vakıf kurduk. Başlangıçta kendi
cebimizden karşılamak bizim için mutluluk vericiydi.
Ama tek başımıza bunun altından kalkabilmek mümkün değildi. Bizi rahatlatacak sponsor ve distribütörler
bulduk. Sürekli anne babasını ya da ebeveynlerinden
birini kaybetmiş elli altı çocuğu düşünüyordum. Aşılarını,
bakımlarını, diğer giderlerini, borçlarını ve diğer hayatî
ihtiyaçlarını… En sonunda bir vakıf kurmuştuk ve elde
edilen tüm para, direkt kurbanlara ve kurbanların ailelerine, çocuklarına gitmeye başladı. Kampanya mükemmel çalıştı.
Söz konusu kampanyanın adı bir web sitesi adı altında
işliyor: http://www.stationfamilyfund.org . Yaşanan facia, Great White ya da bir Rock’n Roll trajedisi değildir,
bir Amerikan trajedisidir. İster Great White, ister
Rock’n Roll, ister herhangi bir müziğin hayranı olunsun,
tüm insanlar yardım etmeliydi. Bu insanlar çok ufak bir
şehirde yaşıyorlar, gelirleri kısıtlı ve yardıma ihtiyaçları
var. Bir konsere gelip bağışta bulunamasa bile, insanlar web sitesine bakmalı, elinden geldiğince yardımcı
olmalı, yazılar yazmalı, dualarını yollamalı ve bir şeyler
yapmalı. Bu çok önemli bir bütünü ifade eder ve tüm
insanlara özgüdür.
Fanlarımızla ve Rock’N’Roll kuruluşlarıyla gurur duyduk.
İnsanlar dışarıdan baktığında bizim hakkımızda yorumlar
yürütebilir. Saçlarımız uzundur ve dövmelerimiz vardır.
Ama bu insanlar benim şimdiye kadar gördüğüm en merhametli ve duyarlı insanlardı. Tur boyunca vakfa mali
güç sağlamak için giydiğimiz özel tişörtler vardı ve seyircilerden biri tişörtüme 350 dolar verdi. İnsanlar sağdan
soldan para yağdırıyordu. Bu insanlar çok klas çalışan
insanlar. Ve adamın biri Colorado’da bahar aylarındaki
bir şova geldi ve dört bilet için 4.000 dolar verdi.”
Jack Russell’in belirttiği http://www.stationfamilyfund.
org/ adresinin ana sayfasının en sonunda, bu vakıfa
kimlerin destekçi olduğu, hangi kuruluş ve grupların
emeğinin olduğunu görebilirsiniz.
Grup bu olaydan sonra yeni albüm için stüdyoya bile
giremedi. Çünkü böyle acı bir olay yaşamışlarken stüdyoya odaklanabilmeleri çok zor. 2 yıldır konserden konsere koşup yardım toplamaya çalışıyorlardı ve bundan
hiç şikayetçi değiller.
DENİZİN DERİNLİKLERİNDE GÖRÜNENLER
Denizin derinliklerinde şahit olmamız gereken çok şey
var. İçine girmediğimiz ve araştırmadığımız sürece
bilemeyeceğimiz... Bunun gibi nice bilinemeyen gizemler ve anlamlar mevcut.
“Müzik sadece müziktir, sadece eğlencedir” diyenlere
bu yazı sonrasında çok rahat bir şekilde “Müzik sadece
müzik değildir” diyebilmekteyiz. Müzik, tek bir anlama yükleneyemeyecek kadar çok engin ve derin bir
dünyadır. Tek bir tarafa da çekemezsiniz. En diplerde
dahî efsanelere şahit olabilirsiniz. Tıpkı Great White’da
olduğu gibi…

Benzer belgeler