GEÇMİŞİN BAKİYESİ

Transkript

GEÇMİŞİN BAKİYESİ
HİTİTLER
ERMİTAJ MÜZESİ
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
1. SAYI
MART 2015
MSGSÜ TARİH
KADIN KORSANLARIN
DÜNYASINA YOLCULUK
Kılıçlarını Çektiler ve savaştılar!
Geçmişin Bakiyesi
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
İÇİNDEKİLER
Sunuş..................................................................................................1
Anadolu Medeniyetinin Temel Taşı: Hititler................................2
Kayıp Şehir Juliopolis......................................................................5
Kadın Korsanlar...............................................................................7
İlginç Bir Vak’a: Sakal Meselesi......................................................12
Ermitaj Müzesi.................................................................................13
Tatlı Bir Felaket................................................................................15
Ah İstanbul!......................................................................................16
Bir Osmanlı Mirası: Kahve.............................................................18
Heredotos’a Göre Mısır Uygarlığı..................................................21
Caber’de Bir Türbe...........................................................................26
MSGSÜ TARİH
MART 2015
İÇİNDEKİLER
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
SUNUŞ
Tarihçi olmak veya bu yolda ilerlemek bir takım sorumlulukları beraberinde getirir. Şüphesiz bu sorumlulukların başında ise insanları geçmiş hakkında bilgilendirmek yer alır. Bu son derece önemli bir mevzudur.
Zira hafızasını kaybetmiş bir insanın hayatta başarılı olamayacağı gibi tarihini bilmeyen bir toplumun da
sağlam bir geleceği olamaz. Bu nedenle tarihini iyi bilen bir neslin yetişmesi, gerek toplumumuz açısından
gerekse de ülkemiz açısından oldukça önemli bir meseledir. Bilindiği gibi bu yolda en büyük yardımcılarımız ise dergi, kitap, makale vb. akademik yayınlardır. Bu yayınların sağlıklı ve doğru bir şekilde hazırlanıp
topluma sunulması da yine tarihçilerin görevidir. Bu doğrultuda hayatlarını bu işe adayan, yeni bir bulgu ve
olayı saptamak ve bunlardan bir takım sonuçlar çıkarmak adına büyük fedakârlıklarda bulunan tarihçilerin
ne denli önemli bir görev üstlendikleri de ortadadır. Bizler de geleceğin tarihçileri olarak üzerimize düşen bu
görevi yerine getirmek adına bir takım arayışlar içerisine girdik. Ve bu süreç sonucunda tarih bölümü öğrencileri tarafından hazırlanacak bir tarih dergisinin çıkarılmasına karar verdik.
Bildiğiniz gibi üniversitemizde bu veya buna benzer çalışmalar yapılmamaktadır. Bu durumu ortadan kaldırmak adına neler yapılabilir? Bu duruma neden olan faktörler nelerdir? Bu sorular üzerine düşünüp, çeşitli
sonuçlar çıkarmak ve çözüm yolları geliştirmek gerekir. Zira sosyal bilimlerin etkin ve faydalı olması bu tür çalışmalar sayesinde olur. Bizler bu amaçla bir yola koyulduk. Bu yolda çeşitli zorluklarla karşılaşsak bile bir takım
gibi çalışarak bunların üstesinden gelmeyi başardık. Ve bütün bunların sonucunda ise bu dergi meydana geldi.
Bu çalışmanın bizleri akademik açıdan geliştireceğinden şüphem yok. Ancak asıl amacımız sizlere faydalı olmak
ve kafanızdaki tarih algısını kuvvetlendirerek önemli bilgiler sunabilmektir. Bu nedenle akademik bir tavır takınmak yerine zevkle okunacak popüler tarzda bir dergi oluşturmaya gayret ettik. Ve bu doğrultuda elimizden
geleni yapacağımızdan emin olmanızı istiyoruz. Ayrıca dergi çalışması üzerine geçmiş bir tecrübemiz bulunmadığından dolayı ilk sayıda eksiklerimiz veya yanlışlarımız olabilir. Ancak bunları sizin öneri ve tavsiylerinizle aşacağımızdan eminiz. Bu nedenle görüşlerinizi bizlere iletmekten geri kalmamanızı temenni ediyoruz.
Son olarak derginin basılmasında yardımlarını eksik etmeyen Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Rektörlüğüne teşekkürlerimi bir borç bilirim. Ayrıca bu süreç içerisinde başta yazarlar olmak üzere desteklerinden ve çalışmalarından dolayı bütün arkadaşlarıma teşekkürlerimi sunuyorum. Siz değerli okuyucularımıza da bu derginin, tarih alanında farklı bir bakış açısı sağlayacağını ümit ediyorum. İyi okumalar.
Berkay Yekta ÖZER
Editör
MSGSÜ TARİH
MART 2015
1
“Tarih, milletlerin tarlasıdır. Her toplum, geçmişte bu tarlaya ne ekmişse, gelecekte onu biçer.”
- Voltaire
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
ANADOLU MEDENİYETİNİN TEMEL TAŞI: HİTİTLER
Dünya tarihi içinde bir imparatorluk seviyesinde devlet kurmayı başarmış toplumlar arasında Hititler önlerde
yer almaktadır. Ve Anadolu’nun sonraki siyasi, toplumsal ve kültürel geleneklerine etki yapmayı da başarmış bir
imparatorluktur bu.
Anadolu topraklarına hangi bölgeden geldikleri, günümüze kadar ulaşmış sınırlı kanıtlarla henüz netlik kazanmayan Hititler hiçbir temeli olmayan bir toprağa da gelmiş değillerdi. Dönemindeki ismiyle bir Hatti ülkesi olan
Anadolu’nun yazılı tarihine Luwiler, Hattiler ve Hurriler adlarını kazımışlardı. Erken Tunç Çağı denilen MÖ
3000’lerden sonra “kağnı tipi araba tekerleği”, ardından
“çömlekçi çarkı” gibi “yüksek teknolojilerin” ortaya çıkışı
üretilen fazla malların geniş topraklarda pazarlanmasına
yol açmıştı. Bu ekonomik seviyenin artışı sayesinde zengin kent-beylikler türemişti. Hitit devletinin arşivlerinde bu siyasi merkez ve bölgelerin adları da kayıt altına
alınmıştı. Bunlar arasında Ahiyawwa, Lukka, Wilusa,
Millawanda, Masa, Karkisa, Arzawa, Apasas ve Assuwa
bulunuyordu ki, bunlar Batı Karadeniz bölgesinden Antalya’ya kadar uzanan Batı Anadolu topraklarında hakim
olan krallıklardı. Bu ilk topluluklar buralarda geniş ölçekli bir kültür yaratmışlardı zaten.
Batı Anadolu, İç Anadolu, Akdeniz ve Güneydoğu ve
Kuzey Anadolu bölgelerinde yaşamakta olan bu kültürler MÖ 2000’lerin başlarında dilleriyle, mitolojileriyle,
beylik seviyesindeki yönetimleriyle baskın durumdaydılar. Ancak merkezi bir otorite bulunmuyordu. Bunların yanında Mezopotamya’nın en önemli devletlerinden
biri olan Asurluların ticari faaliyetleri de İç Anadolu’ya
MSGSÜ TARİH
kadar uzanmıştı. Asurlular büyük oranda ellerinde tuttukları yün, bakır, kalay, altın, gümüş, dokuma gibi malların ticaretini yapıyorlardı. Bu sayede oluşturdukları
Kültepe-Kaniş (Kayseri) gibi kırk adet kadar yoğun ticari
merkezlerle Anadolulu topluluklar üzerinde Mezopotamya’nın rüzgarlarını Anadolu’da estirmeyi başarmışlardı. Bu rüzgarların en önemlisi yazıydı. Luwilerin resim
yazısı yanında Asurlu tüccarların kullandıkları çivi yazısı
özellikle ticari işlemlerin (senetler, iş sözleşmeleri, köle
satış belgeleri, gümrük vergileri vb.) kayıtlarında kullanılıyordu. Bu sayede Anadolu MÖ 1800’lerde tarihsel
kayıtlar dönemine girebilmişti.
Hititler ticarette üstünlük kazanmak için kendi aralarında çekişen beylikler-kent krallıkları arasından sivrilmeyi başardı. Tarih MÖ 1770 civarıydı. Pithana adlı bir
kral/kentbeyi Kuşarra (Çorum-Alacahöyük) adlı kenti
yönetirken, merkezi önemdeki Kaniş’i ani bir baskınla ele
geçirmeyi başardı. Ardından oğlu Anitta başkenti buraya
taşıdı. Böylece beylikleri kendi merkezi etrafında toplayıp
Anadolu’da ilk kez siyasi bir birlik oluşturma süreci başlamış oldu. Bu önemli olay imparatorluğun kurucu kralı
sayılan I. Hattuşili’den yaklaşık 100 yıl önce yaşanmıştı.
Anitta yayılmacı saldırgan politikasını sürdürerek Hattuşa’yı (Çorum-Boğazköy) da teslim aldı, ki I. Hattuşili
burasını imparatorluğun başkenti yapacaktır. İsimlerinin
kökenlerinden dolayı bu ilk beylerin Hattili oldukları da
varsayılmaktadır ancak sonraki Hitit kralları kendi soylarını rahatlıkla bu beylere dayandırmaktadır.
Hititler kendilerine Neşalılar, konuştukları dile de Neşa
dili demekteydi.
MART 2015
2
2 MART 1883
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Osman Hamdi Bey tarafından 1882’de Sanayi-i Nefise Mektebi
adıyla kuuldu ve 2 Mart 1883’de Arkeoloji Müzesi’nin karşısındaki binada, sekiz kişilik öğretim kadrosu
ve yirmi bir öğrenci ile Resim, Heykel ve Mimarlık öğretimine başladı.
Hititologlar Neşa’nın Kayseri Kültepe’deki Kaniş kentinin farklı bir okunuş biçimi olduğunu düşünmektedir. Bu
da oldukça büyük bir olasılıktır.
Hitit tarihi her imparatorluk gibi çalkantılı, inişli çıkışlı
süreçlerden geçti. Bunların sebepleri arasında taht kavgaları, saray içi entrikalar, çevre beyliklerin saldırılarla
baskın duruma gelmesi, iklimde yaşanan aşırı iniş çıkışlar, salgın hastalıklar yer almaktadır. Bu olumsuz koşullar
karşısında, aynı zamanda başrahiplik görevini de üstlenmiş olan Hitit krallarının tanrılarına olan seslenişlerinde
çaresizliklerini ve yardım istemelerini ifade edişleri günümüze kadar gelmiştir.
MÖ 1200’lere kadar Hititler önemli tarihi olaylardan
geçmişlerdir. I. Murşili döneminde (MÖ 1630-1600)
gerçekleştirilen ve Basra körfezine kadar uzanan uzun
bir seferin ardından Babil devleti yıkılma noktasına getirilmiştir. Şupilulima döneminde Kargamış krallığı ele
geçirilerek etki alanı Mısır sınırına kadar uzatılmıştır.
II. Muvatalli döneminde Mısır firavunu II. Ramses ile
yapılan Kadeş savaşının (MÖ 1286) ardından dünyanın
ilk uluslararası antlaşması olan Kadeş antlaşması imzalanmıştır (MÖ 1270). Bir kopyası Mısır hiyeroglifisi ile
yazılan metnin çivi yazılı diğer bir aslı İstanbul Arkeoloji
Müzesinde bulunmaktadır. Bu metin aynı zamanda Birleşmiş Milletler binasında asılı durumdadır. Buradaki diğer bir ilginçlik de, dünya tarihinde siyasal bir antlaşmaya
kocasının yanında eşit bir hükümdar sıfatıyla ilk kadının,
Anadolulu kraliçe Puduhepa’nın imzasını atmasıdır. Hitit devletinde Tavananna ünvanına sahip kraliçeler kralın
yokluğunda ülkeyi onun adına yönetebiliyordu.
İstanbul Arkeoloji Müzesinde bulunan Kadeş Antlaşmasının asıl metni.
MSGSÜ TARİH
Hitit İmparatorluğu Anadolu’nun ilk siyasi birliğini yaratan devletiydi. İlk dönemlerinde meşruti bir yapıya sahipti. Çünkü kralın danıştığı bir meclis de vardı. Pankuş
denen bu mecliste soylular, saray içinde yaşayan personel,
kralın yakınları bulunuyordu. Pankuş krala yardımcı oluyor, yeni krala meşruiyet sağlıyor, kraliyet üyelerini denetleyebiliyordu. Yasa çıkartma yetkisinin yanında ölüm
cezaları da verebiliyordu. O dönemin devletleri mutlak
monarşilerle yönetilirken, bir anayasa mahkemesi ve yargıtay benzeri bir kurumun varlığı en azından Hitit devletinin ilk dönemlerinde oldukça ileri bir hukuksal yapıya
sahip olduğunu göstermekteydi.
Hitit başkenti Hattuşaş’ta Büyükkale (Çorum, Boğazköy)
Hititlerin hukuksal alanda çok çarpıcı öncülükler yapmasına bir örnek de Telipinu fermanıdır. Kral Telipinu (MÖ 1535-1510) yayınladığı bu fermanla soyluların
haklarını saklı tutmuştu, kral artık soyluları hiçbir biçimde kendi keyfi kararı ile öldürtmeyecekti. Bir bakıma
kral kendi yetkilerini kendi eliyle sınırlandırmaktaydı.
1800’lerin başında aynı topraklarda Osmanlı padişahı
II. Mahmud da benzer bir mutabakatla, Sened-i İttifak’ı
imzalayarak kendi yetkilerini sınırlandıracak, Osmanlı
soylu ve derebeyleri olan ayanların haklarını teslim edecektir. Yine bu ferman “cezanın sadece suçu işleyene verilmesi” ilkesini hayata geçirmekteydi. Suçlunun aile üyelerinin ve mallarının korunması güvence altına alınırken,
ancak 1839’da Osmanlı devleti Tanzimat Fermanı ile böyle kararlar alabilecektir.
Hitit uygarlığı Babil ve Asur gibi Mezopotamya gibi
çağdaşı uygarlıkların hukuklarındaki “göze göz” yasalarını yumuşatmayı başarmıştır. Günümüz modern adalet
algısındaki “makuliyet” unsuru daha o zamanlarda Hitit
yasalarında yerini almıştı.
MART 2015
3
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
“Aslanlar kendi tarihçilerini çıkarana kadar av hikayeleri hep avcıları methedecektir.”
- Bir Afrika atasözü
Suçlulara ve savaş esirlerine yönelik acımasız uygulamalar bu hukukta yer bulmadı. Öç alma yerine daha
çok “zararın tazmini” kuralı uygulanıyordu. Sıradan halk
arasında kadın-erkek ayrımı yoktu. Savaş esiri köleler parasını ödeyerek özgür kalırken, mülk edinebiliyor, özgür
kadınlarla evlenebiliyorlardı.
Hititler “bin tanrılı halk” olarak da bilinmektedir. Çünkü hakimiyet alanına giren topraklarındaki toplulukların
dinsel inançlarına saygı göstermişler, onların tanrılarını
benimsemişlerdir. Hatti ve Hurrilerden çok sayıda tanrı-tanrıçalara ibadet etmeyi sürdürmüşlerdir. Dinsel
inançları hayatlarının her alanında baskındı. Başrahip
olan kral periyodik ayinlere katılmak, kurbanlar sunmak
zorundaydı. Bereketin bol, hayvanların çok olması, yapılacak savaşlarda yardım dileme, kuraklık ve salgın hastalıklardan korunma amacıyla sık sık dua ve sunu ayinleri
yapılırdı. Hititler Mezopotamya kültürlerinden aldıkları
mitolojilerin eski Yunan kültürüne aktarılmasında köprü
rolü oynamıştır.
saldırılar, en önemlisi de deniz kavimleri denen batıdan
gelen kavimlerin yoğun saldırılarıdır.
Bu yıkımın ardından dağılan halk güney ve güneydoğu
Anadolu ile Kuzey Suriye bölgelerine kaçmışlar, buradaki Hitit hanedanı üyelerine ait küçük krallıkların içinde
varlıklarını korumuşlardır. Bu dönem Geç Hitit Krallıkları dönemidir. Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat’ta da Het
oğulları, Hitti gibi adlarla ifade edilen Hitit topluluğu Kenan ve Filistin topraklarındaki işte bu krallıklardır. Tevrat’ta İbrahim peygamber, eşi Sarah, İshak gibi dinsel figürlerin Efron adındaki bir Hititliden, şahsen İbrahim’in
satın aldığı bir mağaraya gömüldüğü, peygamber-kral
Süleyman’ın Hititli eşleri olduğu da anlatılmaktadır. Bu
küçük krallıkların arasından Melid, Karkamış, Gurgum,
Samal, Kummuhu ve Damaskos öne çıktı. MÖ 7. yüzyılda Asur hakimiyeti başlayana kadar Malatya’dan Filistin
sınırlarına kadar uzanan bölgede ayakta kaldılar.
MÖ 1200’ler Hitit devleti için dağılma dönemidir. Bunun sebepleri arasında iklimdeki kuraklıktan dolayı toprakların verimsizliği, iç isyanlar, güney ve kuzeyden gelen
Ayhan TOLAYBENK
Hitit İmparatorluğunun Başkenti Hattuşaş
MSGSÜ TARİH
MART 2015
4
6 MART 1899
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Alman kimyager Felix Hoffman, hazıladığı özel bir karışımın babasının romatizma ağrılarını
giderdiğini görünce bu ürünün patentini aldı ve Aspirin adıyla piyasaya sürdü.
KAYIP ŞEHİR JULİOPOLİS
Başkent denildiğinde aklımıza soğuk hava, Anıtkabir,
şehrin merkezi konumunda bulunan Ulus semtindeki
meşhur Atatürk Heykeli gelmektedir. Ankara şehrini anlatmak için örnekler çoğaltılabilir ya da sadece başkent
sözcüğü yeterli kalabilir. Ankara her ne kadar cumhuriyet şehri olsa da, bu aktardıklarımız dışında farklı çerçevede bakacak olursak şehrin geçmiş zamanlardaki tarihi
oldukça ilgi çekicidir. Bu çalışmada herkesçe bilinmeyen
fakat yeni yeni keşfedilmeye başlanmış bir kayıp şehir ele
alınacaktır.
Ankara–Nallıhan İlçesi, Çayırhan Beldesi, Gül Şehri
mevkiinde 2009 yılında Anadolu Medeniyetleri Müzesince başlatılmış olan Roma Dönemi Nekropol (Mezarlık) kazıları önemli keşiflere sahne olmuştur. Başlatılan
kurtarma kazıları sayesinde, çağına göre oldukça gelişmiş
bir kayıp şehir ile karşılaşılmıştır. İşte bu kayıp kent Antik Çağ alanında başkentin gözbebeği durumunda olan
Juliopolis’tir.
Juliopolis antik kenti Ankara’nın Nallıhan ilçesi, Çayırhan Beldesi Gülşehir mevkiinde yer almaktadır. Kentin
Aladağ Çayı (Skopas Çayı) üzerindeki Sarılar Köprüsü
civarında olduğu ve büyük bölümünün 1950’li yıllarda
inşa edilen Sarıyar Baraj Gölü suları altında kaldığı bilinmektedir. Juliapolis’e kayıp kent denmesinin sebebi baraj
altında canlılığını korumasıyla alakalıdır. Barajın yapılmasıyla sular altında kalan Juliapolis özelliğini kaybetmeyerek, adeta eski zamanlarda yaşıyormuş gibi hissetmemize bir olanak sağlamıştır. Juliapolis Latince kökenli
bir sözcük olmakla beraber julia+polis kelimelerinin birleşmesi ile oluşmuştur.
Juliopolis antik çağlarda Bithynia Bölgesi ile Galatia
Bölgesi sınırında yer almıştır. Frig döneminden beri iskân görmüş bir köy iken, ismi Friglerin kurucu kralı Gordios’tan dolayı Gordioukome (Gordios’un köyü) olarak
kayıtlara geçmiştir. Kent Helenistik dönemde küçük bir
kasaba olarak yaşamını devam ettirmiştir.
Juliopolis Roma İmparatoru Augustus döneminde şehir statüsüne kavuşmuştur. Asıl önemini ise özellikle Erken Bizans çağında yaşamıştır. Ancyra gibi ticaret yolu
üzerinde önemli yere sahip olan bir şehre komşu olması
Juliapolis’in önemini artırmıştır. Bizans döneminin ardından şehir önemini kaybetmiş ve bir köy haline gelerek
tarih sahnesinden silinmiştir.
Juliopolis’in tarih sahnesindeki yeri çok uzun süreli
olmamıştır. Fakat şehrin kısa süreli tarihi azımsanmayacak şekilde önemlidir. Enteresan olan şudur ki bu kadar
önemli bir antik kentin ortaya çıkarılma macerası da oldukça şaşırtıcıdır. Ankara’nın Nallıhan İlçesinde Roma
Nekropolünde gerçekleştirilen kaçak kazılar nedeniyle,
2009 yılında kurtarma kazıları başlamıştır. Kazı çalışmalarında, nekropol alanındaki mezarlarda ele geçen ve üzerinde antik Juliopolis kentinin adının yazılı olduğu bronz
şehir sikkeler bulunmuştur. İşte bu sikkeler nekropolün
bu güne kadar kesin olarak lokalize edilemeyen Juliopolis
kenti nekropolü olduğunu kanıtlamıştır. Ülkemizde tarih
bilinci çok fazla olmasa da, kaçak gerçekleştirilen kazılar,
Juliopolis’in ortaya çıkarılmasını sağlamışlar ve yardımcı
olmuşlardır.
Bu noktada şu konuya değinmek de yerinde olacaktır.
Julipolis kenti tamamen tesadüf üzerine keşfedilen bir
şehir değildir. Bilim insanları böyle bir kentin varlığını
bilmekte fakat coğrafi olarak yerini farklı bir mevkide
hesap etmektedirler. Aladağ Çayı (Antik Skopas Nehri)
üzerindeki Sarılar Köprüsü civarında yer aldığı tahmin
edilen Juliopolis, 1950 yılında baraj inşası sebebiyle sular
altında kalmıştır. Nekropol, Sarıyar Baraj Gölü’nün kuzeyindeki kalker kayalık üzerinde konumlanmıştır Sevgili
kaçak kazıcılar (!) sayesinde kentin tahmin edilen mevkide değil de Roma nekropolü civarında olduğu tespit edilerek kurtarma kazıları başlatılmıştır. 2011 yılı itibari ile
de kazı çalışmaları tamamlanmıştır.
Bu noktada şu konuya değinmek de yerinde olacaktır.
Julipolis kenti tamamen tesadüf üzerine keşfedilen bir şehir değildir.
MSGSÜ TARİH
MART 2015
5
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
“Tarihten ders alamayan adamlar, tarihin en büyük dersi olurlar. “
-Aldous Huxley
Bilim insanları böyle bir kentin varlığını bilmekte fakat
coğrafi olarak yerini farklı bir mevkide hesap etmektedirler. Aladağ Çayı (Antik Skopas Nehri) üzerindeki Sarılar
Köprüsü civarında yer aldığı tahmin edilen Juliopolis,
1950 yılında baraj inşası sebebiyle sular altında kalmıştır.
Nekropol, Sarıyar Baraj Gölü’nün kuzeyindeki kalker kayalık üzerinde konumlanmıştır Sevgili kaçak kazıcılar (!)
sayesinde kentin tahmin edilen mevkide değil de Roma
nekropolü civarında olduğu tespit edilerek kurtarma kazıları başlatılmıştır. 2011 yılı itibari ile de kazı çalışmaları
tamamlanmıştır.
Kentin ortaya çıkarılma macerası enteresanken kazı
sonucu ortaya çıkan veriler bir o kadar daha ilgi çekicidir. Toplam 276 mezar keşfedilmiştir. Açığa çıkarılan mezar tipleri, kaya oygu sanduka mezar, basit toprak mezar,
kaya oygu oda mezar, taş lahit mezar olarak belirlenmiştir. Mezarlarda tüm beden olarak gömü tipi ağırlıklı olarak yaygındır. Bununla beraber Anadolu Medeniyetleri
Müzesi tarafından yakılarak yapılan gömü tipi ile de çok
sık karşılaşıldığı belgelenmiştir.
Mezarlarda ele geçen buluntular sayesinde, Juliopolis
kentinde yaşayan halkın sosyal, ekonomik, ticari ve dini
profilini anlamayı sağlayan önemli veriler saptanmıştır.
Buluntular üzerinde en çok Anadolu’nun yerel ay tanrısı
Men’e ait tasvirlere rastlanmaktadır. Çoğunlukla sikkeler
ve yüzük taşları üzerinde betimlenen diğer kutsal tasvirler ise Zeus, Nike, Artemis, Aphrodite, Ares, Asklepios,
Hermes, Nemesis, Telesphoros, Tykhe ve Herakles’tir.
Dini motifler dışında kazılarda farklı türde sikkeler de
ele geçirilmiştir. Bu sikkeler komşu kentlere ait sikkelerdir. Böylelikle bölgede aktif ticaret yapıldığı görüşünü
belirtmek yersiz olmayacaktır. Nekropolde Nikaia, Nikomedia, Prusias ad Hypium, Kretia-Flaviopolis, Ankyra ve Amastris kentlerinin bastığı sikkelere rastlanmıştır.
Nekropolde en çok Roma İmparatorluğu tarafından bastırılan gümüş denarius sikke ele geçmiştir. Bunun nedeni nekropolün ortalama tarihi olan MS 2-3. yy’da Roma
İmparatorluğu’nda en yaygın para biriminin denarius
MSGSÜ TARİH
olmasıdır. Bu gümüş sikkelerden en erken tarihli olanı
Vespasianus Dönemi’ne ait gümüş denariustur. Zaten
kent kendi sikkesini de bu imparator zamanında basmaya başlamıştır.
Altın, gümüş, bronz, demir gibi madenlerle birlikte
kullanılmış yarı değerli taşlardan yapılmış yüzükler, küpeler ve kolye uçları üzerinde tanrı-tanrıçalar ve değişik
tasvirlere rastlanmıştır.
Bunların dışında sanduka bir mezarda toplu olmak
üzere ele geçen çok sayıda tıp aletleri dönemin tıp aletleri
çeşitliliğini göstermesi açısından önemlidir. Bu sanduka
mezarında kentte yaşamış olan bir hekime ait olması kuvvetli bir ihtimaldir. Bazı kaynaklarda Julioplis için hekimler kenti de denilmektedir. Burada toplu olarak bulunan
tıp aletleri bilinçli hekimlerin olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Nekropolde bulunan tıp aletleri arasında
kulak kaşıkları, ilaç kutuları, iğneler, bistüriler, keskiler,
kaşıklar, forsepsler, çengeller, karıştırma çubukları, bir
makas ve bir ilaç karıştırma tablası yer almaktadır.
Sonuç itibari ile dönemine göre oldukça gelişmiş bir
kent olan Juliopolis’in bilime kazandırılması biraz geç
olsa da sonuç oldukça başarılıdır. Kazı çalışmalarında
elde edilen veriler ışığında Juliopolis için ticaret yapılan, tıp alanında oldukça başarılı, takıya önem veren
ve dini motifleri oldukça kullanan bir kent demek yersiz
olmayacaktır. Juliopolis kurtarma kazı çalışmaları bitmiş durumda fakat bu önemli kent hakkında çok fazla
akademik çalışma yapılmamaktadır. Kazıda ele geçirilen
materyallerin çoğu Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenmektedir. Ayrıca Juliopolis için ayrıntılı
bilgi sahibi olmak isteyenler Aktüel Arkeoloji Dergisi,
Mart-Nisan 2014 sayısını inceleyebilirler.
Bir Not: Müze hafta içi her gün açık olup, Juliopolis ziyarteçilerini beklemektedir. Gidin bir görün derim, nacizane
bir tavsiye…
MART 2015
Tuğçe BOYRAZ
6
26 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka’nın Kopenhag kentinde toplanan Uluslararası Sosyalist Kadınlar
Konferansında, Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin, 8 Mart 1857 tarihindeki
tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart’ın “International Women’s Day - Dünya Kadınlar Günü”
olarak anılması önerisini getirdi ve öneri oybirliğiyle kabul edildi.
KADIN KORSANLAR
(Başlangıçtan 18.Yy’a kadar.)
Korsan denilince hemen herkesin aklına çapraz siyah
göz bantlı, tahta bacaklı ve ya eli yerine kanca takılmış
kaba saba adamlar gelir ama çoğu kişi tarafından bilinmeyen gerçek şu ki milattan önce üçüncü yüzyıldan itibaren korsan olmayı seçen kadınlar da vardı. Sayıları az
da olsa bu kadınlar güçlüklerle dolu korsanlık yaşamını
benimsemişler ve hayatlarını bu yönde sürdürmüşlerdi.
Son yıllarda Crossbones, Black Sails gibi televizyon dizileri sayesinde yeniden ünlenmeye başlayan kadın korsanların ilginç hikâyelerine kulak verelim.
Illyria’lı Teuta, varlığı bilinen ve hakkında bilgi sahibi olduğumuz en eski kadın korsanlardan. Ardiaei kralı
olan kocasının ölümünden sonra Teuta üvey oğlu adına
saltanat naibeliği görevini üstlendi. Hâkimiyeti yaklaşık olarak milattan önce 232-227 yılları arasında sürdü.
Komşularının saldırgan davranışları karşısında korsanlık
faaliyetlerini desteklemek zorunda kalan Teuta’nın bu çabaları kısa zamanda meyvesini verdi. Teuta’nın kuvvetleri, bugünkü Arnavutluk’un Adriyatik kıyısındaki iki
şehri ele geçirdiler. Illyria’lı bu korsanların Roma’lı tüccar
gemilerini yağmalamaları, Paxos Savaşı’nı kazandıktan
sonra Yunan şehirleri arasındaki ticareti kontrol edebilecek bir noktaya yerleşmeleri Teuta’nın Roma İmparatorluğu’yla karşı karşıya kalmasına sebep oldu. Ticaret gemileri Adriyatik’te giderek artan saldırılara uğrayan Roma
İmparatorluğu’ndan iki elçi bu konuyla ilgili konuşmak
için Kraliçe Teuta’taya gönderildi. Görüşmelerden sonra
elçilerden birinin öldürülmesi ve diğerinin hapsedilmesiyle Roma’yla savaş kaçınılmaz hale geldi.
MSGSÜ TARİH
Teuta Büstü-Shkodra Müzesi
200 gemiden ve 20.000 kişilik bir kuvvetten oluşan
İmparatorluk donanması M.Ö. 229’da harekete geçince
Teuta’nın valilerinden Demetrius teslim olmak zorunda
kaldı. Romalıların ilerleyişi karşısında Teuta da M.Ö. 227
tarihinde teslim oldu. Romalılar, Illyria’lıların denizlerdeki faaliyetlerini sınırlamakla ve yıllık vergi talep etmekle yetindiler. Teuta’nın hayatının geri kalan kısmı ile ilgili
fazla bir bilgi bulunmuyor.
Ortaçağ’da hayat hikâyeleriyle dikkat çeken iki kadın
korsandan bahsedebiliriz. İlki Brittany’li Dişi Aslan lakabıyla bilinen Fransız Jeanne de Clisson diğeri ise Norveçli
Elise Eskilsdotter.
MART 2015
7
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
“Tarihinin sürekliliğini kaybeden bir millet, her şeyini kaybetmeye mahkumdur. Hafızası parça parça kopmuş
bir akıl hastası gibi geçmişiyle, hatıralarıyla ve benliğini terkip eden bütün varlık unsurlarıyla ilgisi kesilmiştir.”
-Ömer Hayyam
Jeanne de Clisson, 1300 yılında Jeanne-Louise de Belleville adıyla doğdu. İngiliz asıllı soylu bir ailenin mensubuydu. 1330 yılında varlıklı bir asil olan Oliver Coisson’la
evlendi. Oliver, Brittany’yi bu topraklar üzerinde hak iddia eden İngilizlerden korumakla görevliydi. Kocası bu
mücadeleler sonucunda 1343 yılında vatana ihanetle suçlandı. Oliver Paris’te idam edilince Jeanne, Fransız Kralı
VI. Phillip’ten intikam almaya yemin etti.
Tüm topraklarını satıp üç adet savaş gemisi satın alan
Jeanne, bu gemileri tamamen siyaha boyattı ve kan kırmızısı yelkenlerle donattı. “Kara Donanma” adını verdiği
gemilerle sadece VI. Phillip’e ait gemilere saldırıyor tayfadan sadece birkaç kişiyi krala Brittany’li Dişi Aslan’ın
yaptıklarını anlatmaları için hayatta bırakıyordu. Jeanne,
Brittany ve Normandiya kıyılarına saldırmaya devam etti.
1346’daki Crecy Savaşı sırasında gemileriyle İngilizlere
yarım etti. VI. Phillip’İn ölümünden sonra bile 1356’ya
kadar Fransız gemilerine zarar vermeyi sürdürdü. Daha
sonra Sir Walter Bentley adındaki bir İngiliz’le evlenerek
İngiltere’ye yerleşti ve 1359’daki ölümüne kadar orada yaşadı.
Elise Eskilsdotter da asil sınıftan olduğu halde korsanlık yapan kadınlardan biriydi. 1430’da Norveçli bir şövalye olan Olav Nilsson’la evlendi. 1455’te kocasının Bergen’deki Alman kolonisi tarafından öldürülmesi üzerine
1460’lardan itibaren –oğullarının da yardımıyla- açıkça
Bergenli Alman tüccar sınıfına savaş açtı. Ryfylke bölgesinin timarını elinde bulunduran Elise, Danimarkalıların
Norveç üzerinde hâkimiyetine muhalifti. 1468’de Danimarka kralı I. Christian, sadakatinden şüphe duyduğu
gerekçesiyle Elise’in topraklarına el koydu. Bu olay sonucunda Almanlara saldırı yapma imkânı kalmayan Elise
1483’te öldü.
rol altına almış bulunuyordu.
1566’da ikinci evliliğini Richard Bourke ile yaptı fakat
bir yıl içinde kocasından boşandı ve kocasının kalesine
–Rockfleet Castle- el koydu. Bu kale uzun yıllar boyunca
O’Malley ailesinin denetiminde kaldı. Grace, 1570’lerde İngilizlerden gelen tehditlerin artması üzerine onlara
karşı koymak için eski kocasıyla işbirliği yaptı. Korsanlık
faaliyetlerinden dolayı 1576’dan 1579’a kadar Dublin Kalesi’nde İngilizlerce hapsedildi. Bunun öcünü almak için
1580’de İskoç paralı askerleriyle anlaşarak İngilizlere karşı bir isyan tertip etti. Bu nedenler başlayan isyanlar zincirinin yanı sıra Grace, İspanyol Armadası’na da yardım
edince vatan hainliğiyle suçlandı.
1591’den itibaren Kraliçe I. Elizabeth’e kendisine haksızlık yapıldığına dair mektuplar yazdı fakat bu fayda
sağlamayınca kraliçeyle yüz yüze görüşmek için 1593’te
Londra’ya yelken açtı. Kraliçe’yle görüşmelerinin detayı
bilinmese de Grace hayatına korsan olarak devam etmek
için izin aldı; ayrıca İngiliz valilerinden biri tarafından
tutuklanan oğullarının da salıverilmesini sağladı. Aldığı
izne rağmen Grace O’Malley’nin kariyeri eski parlaklığına ulaşamadı. I. Elizabeth’le görüşmesinden on yıl sonra,
1603’te öldü.
XVI. yüzyılın en meşhur kadın korsanları arasında
Grace O’Malley ve Sayyida al-Hurra dikkat çeker.
Grace O’Malley, 1530’da İngiltere Kralı VIII. Henry’nin
kâğıt üzerinde de olsa İrlanda Lordu unvanı taşıdığı bir
dönemde İrlanda’da doğdu. İrlanda bu dönemde yarı-özerk beyliklerce parçalanmış bir yönetim biçimine sahipti. Babası da İrlanda’daki yarı-özerk denizci O’Maille
klanının başındaydı. Grace, babasının ölümünden sonra
hem onun topraklarını hem de bölgedeki deniz ticaretini
işletmeye başladı. Annesinden kalan miras ve ilk kocasının toprakları ve malvarlığı da buna eklenince Grace
oldukça zengin bir kadın olmuştu. Kocası Donal savaşta
öldürülünce Grace, Donal’ın klanının liderliğini ele geçirmişti. 1564’e gelindiğinde kendine ait 200 kişilik korsan grubuyla Clare Adası ve civarındaki faaliyetleri kontMSGSÜ TARİH
Grace O’Malley’nin kraliçe Elizabeth ile görüşmesini
tasvir eden bir gravür.
MART 2015
8
Eski Roma’da Mart ayının adı, Roma Savaş Tanrısı “Martius” idi ve bu ayın savaşa
başlamak için şanslı bir zaman olduğu kabul edilirdi. Ocak ve şubat ayları, savaşmak
için uygun olmadıklarından Roma takviminin ilk ayı Mart idi.
Sayyida el-Hurra ise XV. yüzyılın ikinci yarısında seçkin bir Müslüman aileye doğmuş bir Endülüslüydü. Granada 1492’de İspanyolların eline geçince ailesiyle burayı
terk edip Fas’a yerleşti. On altı yaşında kendisinden otuz
yaş büyük bir tüccarla evlendirildi ama bu adam 1515’te
öldü. Zekâsı sayesinde kocasına işlerinde yardımcı olmuş ve siyaset hakkında bilgilenmişti. Sayyida, kocasının
ölümünden sonra Teutoan şehrinin valiliğini yapmaya
başladı. Valilik görevini yürütürken Fas Kralı Ahmed
al-Wattasi ile tanıştı ve onunla evlendi. Evlilik töreninin
gerçekleşmesi için Tetouan’dan ayrılması gerekiyordu fakat o bunu reddedince Fas Kralı Sayyida’nın yanına gelmek zorunda kaldı. Fas tarihi boyunca bir kralın başkent
dışında evlenmesi sadece bu durumda mahsustur.
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Jacquotte Delahaye, Christina Anna Skytte ve Anne
Dieu-le-Veut XVII. yüzyılın göze çarpan kadın korsanları
arasında sayılabilir.
Christina Anna Skytte, 1643-1677 yılları arasında yaşamış İsveçli barones ve korsandır. Skytte ailesindeki bir
diğer korsan ise Christina’nın erkek kardeşi Gustav’dı.
Gustav 1657’den itibaren Baltık Denizi’nde faaliyet göstermişti. Christina Anna, 1662 yılında kendisi gibi bir
korsan olan Baron Gustaf Drake’le evlendi. Birlikte korsanlığa devam edip Hollandalıların ticaret gemilerinden
birine saldırdılar. Tayfayı öldürüp gemiyi batırmaları
kimliklerinin açığa çıkmasına neden oldu. Kardeşi yakalanıp idam edilince Christina Anna ve eşi Gustaf İsveç’ten
kaçtılar. 1688’de affedilince vatanlarına geri döndüler.
Jacquotte Delahaye, Haitili bir annenin ve Fransız bir
babanın melez çocuğuydu. Annesi, Jacquette’in erkek
kardeşini doğururken öldü. Babası da bu olayın üzerinden fazla geçmeden öldürülünce Jacquotte, erkek kardeşine tek başına bakmak zorunda kaldı. Geçimlerini
sağlamak için Karayipler’de korsanlığa başladı. 1660’lı
yıllar boyunca aktif bir şekilde korsanlığı sürdürdü fakat
sonunda hükümet hakkında yakalama emri çıkartınca
yakalanmamak için kendisini ölmüş gibi gösterdi. Kimliğini gizleyerek birkaç yıl boyunca erkek kılığında yaşadı.
Yakalama emrinin üzerinden yeterince süre geçip de
olay soğuyunca Jacquotte kimliğini gizlemeyi bıraktı ve
korsanlığa döndü. Saçlarının renginden ve yaşadıklarından ötürü insanlar ona “Ölümden Dönen Kızıl” lakabını
taktılar. Jacquotte emrindeki yüzlerce korsanla 1656’da
Karayiplerdeki ufak bir adayı ele geçirdi. Birkaç yıl sonra
ise bu adayı savunurken öldü.
Sayyida el-Hurra
Sayyida, Granada’dan kaçmak zorunda kalmasından
dolayı İspanyollara karşı büyük bir öfke duyuyordu. İntikamını alabilmek için korsanlığa yöneldi ve Oruç Reis’le
işbirliği yaptı. Oruç Reis Akdeniz’in doğusunu yönetirken Sayyida da batıda güçleniyordu. Hristiyan gemilerine saldırmak hem Sayyida’nın yurdundan edilmesinin
öcünü almasına yarıyordu hem de ona oldukça fazla bir
gelir sağlıyordu. Gücü sayesinde Akdenizli Hristiyanların gözünde itibar kazandı. Bu itibarı ona İspanyol ve
Portekiz hükümetleri ile korsanlar arasında arabuluculuk
konumunu getirdi. Sayyida el-Hurra, 1542’de damadı tarafından yapılan bir devrim sonucu gücünü kaybetti. Hayatının bundan sonraki kısmı bilinmiyor.
MSGSÜ TARİH
Anne Dieu-le-Veut da Jeanne de Colisson gibi Fransa’nın Brittany bölgesinde doğmuş bir kadındı. 1650’de
doğdu fakat yaşamının ilk on beş ila yirmi beş yılına dair
sağlam bilgiler bulunmamaktadır. İşlediği bir suçtan dolayı 1665-1675 yılları arasındaki bir tarihte Tortuga’ya sürüldüğü tahmin ediliyor. 1680’li yıllara gelindiğinde Karayipler’de ünlü bir korsan haline geldi ve kendisi gibi bir
korsan olan Pierre Length ile evlendi. 1683 yılında Pierre
Length, arkadaşları olan bir diğer korsan tarafından öldürüldü. Anne, kocasının intikamını almak için Laurens
de Graaf adlı bu adamı düelloya davet etse de Laurens
onun isteğini kabul etmedi. Anne’in cesaretinden etkilenen Laurens ona evlenme teklif etti. Anne, şaşırtıcı bir şekilde Laurens de Graaf ’ın teklifii kabul etti ve ikisi 1693’e
kadar korsanlık faaliyetlerine devam ettiler. İngilizlerin
Tortuga’ya 1694 yılında düzenledikleri ani saldırıda Anne
ve iki kızı esir düştüler.
MART 2015
9
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
“Gelecekte bizi nelerin beklediğinin en iyi falcısı, geçmişte başımıza gelenlerdir.”
-John Sheran
1698’e kadar esir tutulduktan sonra Laurens’le bir araya
geldiler. Bu tarihten sonra ise ne yaptıkları kesin değil.
Mary Read ve Anne Bonny’nin XVIII. yüzyılın ilk çeyreğinde kesişen hayatları trajik bir biçimde son buldu. Bu
iki yakın arkadaş günümüzde adları en bilinen kadın korsanlardır.
Anne Bonny, yaklaşık 1700 yılında İrlanda’da doğmuştu. Avukat bir babanın –William Cormac- ve hizmetçi
bir annenin –Mary Brennan- kızıydı. Ailesi Anne küçük
yaştayken Yeni Dünya’ya göç etti. Bu göçten kısa süre
sonra Mary Brennan öldüğünde Anne on iki yaşındaydı.
Avukatlıktan yeterli para kazanamayan William Cormac,
ticarete açıldı ve küçük bir servet elde etti. Anne, fakir
bir denizci ve ufak çaplı bir korsan olan James Bonny’yle evlendi. Babası bu evlilik nedeniyle onu evlatlıktan
reddedince 1714 ila 1718 arasındaki bir tarihte İngiliz
kanunundan kaçan korsanların sığınağı olan Nassau’ya
–Bahama Adaları’ndan New Providence’da bulunan bir
yerleşim yeri- yerleştiler.
Bu üç korsanın saldırıp el koyduğu gemilerden bir kısmı İngilizlerin çay taşıyan ticaret gemileriydi. İngilizler
çay ticaretini ciddiye aldıkları için onların faaliyetlerini durdurmak amacıyla harekete geçtiler. Jamaika valisi
Rogers, haklarında yakalama kararı yayımlattı ve Yüzbaşı
Jonattan Barnet’e onların peşine düşme görevini verdi.
Ekim 1720 tarihinde İngiliz kuvvetleri tarafından saldırıya uğrayan Rackham ve ekibi fazla bir direniş gösteremedi çünkü tayfanın çoğunluğu dövüşemeyecek kadar
sarhoştu.
Anne Bonny, Nassau’da diğer korsanlarla tanışıp onlarla vakit geçirmeye başladı. Burada tanıştığı Jack Rackham
adlı bir korsana âşık oldu; bu ilişkiyi devam ettirebilmek
için James Bonny’den boşandı. Jack Rackham’layken de
korsanlık faaliyetlerine uğraşan Anne Bonny bu dönemde Mary Read ile tanıştı. Üçlü, “İntikam” adlı bir gemiyi
ele geçirip bu gemide kendilerine yeni baştan tayfa topladılar. Jamaika ve çevresinde ufak da olsa pek çok ticaret gemisine el koyarak kısa süreli başarılarının keyfini
çıkarttılar. Anne Bonny, bu gemideyken cinsiyetini gizlemiyor, çarpışmalarda diğer erkeklerle birlikte dövüşüyordu.
Anne Bonny ve Mary Read
Bu saldırı sonucunda Rackham, Bonny ve Read yakalanıp Jamaika’ya götürüldüler. Bir kayıta göre Anne
Bonny, yakalanmalarının sorumlusu olarak gördüğü
Jack Rackham’la hapishanede karşılaşmış ve ona “Erkek
gibi dövüşseydin köpek gibi asılmazdın.” demişti. Üçü de
yargılanıp idama mahkûm edildi. Cezaları açıklandıktan
sonra Anne ve Mary hamile olduklarını ilan ettiler. İngiliz kanunlarına göre hamile kadınların idam cezaları
doğumdan sonrasına ertelenebiliyordu. Onlar da bu kanundan faydalandılar.
Anne Bonny(sağda) ve Mary Read(solda) Captain Charles Johnson’ın General History of the Pyrates adlı kitabından(1725)
MSGSÜ TARİH
Bonny’nin salıverildiğine ve ya idam edildiğine dair
günümüze ulaşmış bir tarihi kayıt olmadığından çeşitli
teoriler üretilmiştir. Kimine göre babası kefalet ödeyip
onu hapisten çıkarınca ilk kocasına dönmüştür ve ya korsanlığa devam etmiştir.
MART 2015
10
22 Mart 1993
BM, dünya ülkelerinin giderek büyüyen temiz su sorununa dikkat çekmek ve içilebilir su
kaynaklarının korunması ve çoğaltılması konusunda somut adımlar atılmasının
sağlanmasında teşvik olması amacıyla 22 Mart tarihini “Dünya Su Günü” olarak ilan etti.
Anne Bonny’nin can dostu Mary Read ise XVII. yüzyılın son dönemlerinde –tahminen 1691- İrlanda’da doğan
gayri meşru bir çocuktu. Mary Read’in farklı bir babadan
olma Mark adında meşru bir ağabeyi vardı. Mary Read’in
annesi dul olduğundan kayınvalidesinin mali desteğiyle
geçimini sürdürüyordu. Mark ölünce, maddi destekten
mahrum kalmak istemeyen genç kadın, Mary’nin saçlarını kesti ve onu bir erkek gibi giydirmeye başladı. Mary
Read, ergenliği boyunca büyükannesinin maddi yardımlarından faydalandı.
Erkek gibi giyinmenin ve davranmanın getirdiği özgürlükten hoşlanan Mary, İngiliz Ordusu’na katıldı. İngilizler, Fransızlara karşı Hollandalılarla işbirliği yapmıştı.
Orduda dövüş yetenekleriyle kendini kanıtladı ve piyade
birliğinden süvariliğe terfi etti. Bu esnada Hollandalı bir
askere âşık oldu. Daha sonradan bu askerle evlendi ve ikisi de askerliği bıraktılar. Sahip oldukları malları satarak
Hollanda’da “Üç Nal” adında bir meyhane aldılar.
Kocasının beklenmeyen bir biçime ölmesi üzerine
Mary, tekrardan erkek kılığına büründü ve tekrar orduya
katılmak istedi. Ne var ki barış yapıldığından asker alınıma ihtiyaç duyulmuyordu.
Şansını başka bir yerde denmek isteyen Mary Read,
Batı Hint Adaları’na giden bir gemiye bindi. Bindiği
gemi yolculuk esnasında korsanlarla ele geçirildi ve Read
de korsanlara katılmak zorunda kaldı. Yaklaşık 17181719’da Kral’dan hükümet rızasıyla korsanlık yapabilmek
için izin aldı fakat daha sonra tayfasıyla birlikte isyan etti.
MSGSÜ TARİH
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Anne Bonny ve Jack Rackham’a ise 1720’de katıldı. Aynı
yılın Ekim ayında İngilizler tarafından yakalandıklarını
ise yukarıda anlatmıştık.
Mary Read, hamile olduğunu açıkladığından kanunlar
gereğince idamı doğumdan sonraya ertelendi. Doğuma
kadarki süreyi hapishanede geçirdi. 28 Nisan 1721 tarihinde yüksek ateşten ölen Mary Read, Jamaika’da gömüldü.
XVIII. yüzyıla kadarki dönemde çoğunlukla savaş gibi
zor zamanlarda erkek nüfusunun azalmasıyla babalarının, kocalarının ve ya oğullarının işlerini devralan kadınlar korsanlığa başlıyorlardı. Doğrudan denize açılmayan
kadınlarsa işlettikleri meyhaneler vasıtasıyla korsanlarla
temasa geçiyorlardı. Çalıntı mallar alıyor, korsanlara borç
veriyor, tefecilik yapıyorlardı. Bütün bunlar yasadışı eylemler olduğundan büyük riskler almak zorundalardı.
Bizzat gemilerde bulunup korsanlık yapan kadınlar ise
daha nadirdi. Gemideki fiziki güce dayanan işlerin ağırlığı, gemide kadın bulunmasının kötü şans getirdiğine ve
ya tayfa arasında kavgalara sebep olacağına inanılması
kadınları korsanlıktan alıkoyan bazı etkenlerdi. Kadın
korsanların, erkeklere özel hak ve ayrıcalıklardan faydalanmak için erkek kılığına girdikleri düşünülürse varlığından haberdar olmadığımız başka kadın korsanlar da
olabilir.
MART 2015
Müge TOPAL
11
“Tarih; geçmişte yapılmış, şu anda elimizde olan ve fakat istikbâli gösteren bir dürbündür.”
-George Bancroft
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
İLGİNÇ BİR VAK’A: SAKAL MESELESİ
Geçmişin bütün yükünü omuzlarında taşıyan, onunla
sonsuza dek yolculuk yapan tarih sayfalarında, bazen yüzümüzü gülümseten bir takım olaylara şahit olabiliyoruz.
Ayrıca bu gibi olayların tarihi ilgi çekici kıldığı ve bunun
sonucunda insanlara tarihi daha çok sevdirdiği de malumunuzdur. Gelin bizde tarihi daha da çok sevmek adına
bu olaylardan birine şahit olalım.
Haçlı Seferleri sırasında kurulan Urfa Haçlı Kontluğunun kurucusu I. Baudouin de Boulogne 1110 yılında Kudüs kralı olunca, Urfa Haçlı Kontluğunun idaresini kuzeni II. Baudouin du Bourg’a bıraktı. II. Baudouin du Bourg
ise başa geçer geçmez yerini sağlama almak adına bir takım arayışlar içerisine girdi. Ve bu arayışlar neticesinde
attığı adımlardan ilki, Malatya’nın Ermeni hâkimi Gabriyel’in Morphia adındaki kızıyla evlenmek oldu. Bunu
bölgede yoğunlukta bulunan Ermeniler arasında ki nüfuz
ve itibarını arttırmak adına yapmıştı. Ayrıca bu evliliğin
her iki taraf açısından da stratejik önemi oldukça büyüktü. Nitekim bu dönemde evlilikler, genelde buna benzer
amaçlar doğrultusunda yapılmaktaydı. Buraya kadar her
şey normal sıradan siyasi bir ittifak ancak damadın paraya sıkışması olaya biraz daha renk katıyor.
II. Baudouin-Willermus Tyrensis Kroniğinden
II. Baudouin du Bourg, kaynaklarda sevimli karakteriyle birlikte dindar, cesur ve özel hayatına dikkat eden
biri olarak bilinirdi. Ancak sevilmeyen bir yanı vardı. O
da mala mülke olan düşkünlüğü idi. Paraya karşı bir ihtiyaç duyarsa ne yapıp edip, onu mutlaka elde etmesini bilirdi. Yine bir gün paraya sıkışmış olacak ki kayınpederinin kapısını çalar. İhtiyacı olduğu parayı da şantaj yoluyla
zorlanmadan alır. Usta bir oyunculukla, borcu olduğunu
ve bu borcu ödeyemediği takdirde sakalarını keseceğine
yemin içtiğini bildirmek suretiyle kayınpederinden 30.
000 Bizans altınını koparmayı başarır.
Bir sakal için bu kadar para verilir mi diyeceksiniz ama
Grekler ve Müslümanlar gibi Ermenilerde sakalın şeref
ve vakarın delili olduğuna inanmaktaydılar. Ayrıca bunlar Haçlı seferlerinin ilk yıllarında birçok Haçlının traşlı
suratları karşısında şaşkına dönmüşlerdi. Durum öylesine karışmıştı ki Haçlıların bölgede yapmış oldukları katliamlarda, sakallı yerli Hristiyanlar, Müslüman zannedilip yanlışlıkla öldürülüyorlardı.
Yukarıda belirttiğimiz nedenlerden dolayı Gabriyel,
sakalsız bir damadın kendi itibarına zarar vereceğinden
emindi. Baudouin’in maiyyetinde ki şövalyeler de bu
oyuna katılıp, efendilerinin gerçekten sakalını keseceğini
bildirince, Gabriyel, böyle büyük bir rezaletin önüne geçmek için gerekli parayı vermek zorunda kalmıştır. Ancak
işini de sağlama alarak bir daha sakalını böyle yeminlere
konu etmeyeceğine dair Baudouin’e and içirmiştir.
II. Baudouin du Bourg
MSGSÜ TARİH
Aslına bakıldığında bu olay, Haçlılar ve Doğu Hristiyanları arasında ki kültürel ve sosyal anlamda oluşan
derin farklılaşmaya verilecek örneklerin başında gelmektedir. Bu doğrultuda değerlendirme yapmak ve çeşitli sonuçlar çıkarmak konuyu daha da anlamlandıracağından
şüphem yok. Ancak biz sadece olayı vermekle yetinelim
ve değerlendirmeyi siz değerli okuyucularımıza bırakalım.
Berkay Yekta ÖZER
MART 2015
12
18 Mart 1915
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
I. Dünya Savaşı’nda, İtilaf Devletleri Birleşik Filosunun Çanakkale Boğazından geçme harekatına
karşı kahramanca gerçekleştirilen Osmanlı direnişi zaferle sonuçlandı.
ERMİTAJ MÜZESİ
Ermitaj kelime anlamı olarak ’’inziva yeri’’ demektir.
Ermitaj müzesi, Neva nehrinin kenarında ve Saint Petersburg’un en merkezi yerinde kurulmuş bir sanat merkezi
olup Rusya’nın en büyük müzesi unvanına sahiptir. Ayrıca dünyada parmakla gösterilebilecek müzeleri arasındadır. Bu önemli müzenin temelini Katerina’nın Berlin’de
ki bir tüccardan satın aldığı 225 kadar resim koleksiyonu
oluşturmuştur. Bundan dolayı da müzenin kurucusu Rus
İmparatoriçesi II. Katerina kabul edilir. Büyük Katerina’nın isim günü olan 7 Aralık Ermitaj’ın da doğum günü
olarak her yıl kutlanır(1764).
Çariçe mevcut kışlık sarayın yanına bir başka saray
daha yaptırmıştır. Kendisinden sonra gelen Romanovlar da müzeye yeni eserler katılmasında yardımcı olup
koleksiyonu sürekli zenginleştirip müzeyi de büyütmüşlerdir. Müze 3 milyonun üzerinde esere sahiptir. Müze
içerisinde o kadar çok eser mevcut ki, her esere 10’ar saniye ayırsanız bile müzeyi ancak 1 yıla yakın bir sürede
gezebileceğiniz öngörülüyor. İçerisinde 1057 adet oda
bulunmaktadır. Müzenin tamamını gezmek istiyorsanız
yaklaşık olarak 20-15 km’lik bir mesafe yürümek zorundasınız. Ama inanın böyle ihtişamlı ve zengin eserlerle
dolu bir müze için bu rakamı gözünüzde çok da büyütmemenizi tavsiye ederim.
MSGSÜ TARİH
Müzede kolaylık olması açısından birçok dilde hazırlanmış olan planlar mevcuttur. Bunların arasında Türkçe
plan da yer almaktadır. Tüm müzeler gibi burası da Pazartesi günleri ziyaretçilere kapalıdır. Müzeye girişin 1520 dolar arasında bir ücreti vardır. Ancak müze önündeki
uzun bilet kuyruklarında beklemek istemiyorsanız biletinizi internet üzerinden de temin edebilirsiniz.
MART 2015
13
“Tarihi bilmeyen diplomat, pusuladan anlamayan kaptana benzer.
Her ikisinde de karaya oturmak tehlikesi vardır.”
-Cevdet Paşa
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Müzenin birinci katında Eski Mısır kültürü ve sanatı
salonu, Antik Dünya kültürü salonu ve salonları, Doğu
Kültürü ve sanatı salonları, İsa’dan önce 5.-4. Yüzyıllara
ait pazırık höyüklerinden parçalar, ilkel kültür ve sanatlar
salonları ve mücevherat galerisi bulunuyor.
arasındaki savaşlar sonucunda elde edilmiş olan birtakım
savaş ganimetleri de bulunmaktadır. Sadece bu kadarla
da sınırlı değil. Bunun yanı sıra II. Mahmud’un Çar Nikolay’a hediye ettiği at koşum takımı da sergilenen eserler
arasındadır.
İkinci katında; Kışlık sarayındaki tören salonları ve
oturulan odalar, 15-18. yüzyıllar Fransız sanatı salonları, 15-18.yüzyıllar Alman sanatı salonları, 16-18.yüzyıllar
İngiliz sanatı ve salonları bulunuyor.
En başında da belirttiğim gibi müzede 3 milyon civarında eser var. Haliyle tümünü gezebilmek hemen hemen
imkansız. Ancak müze içerisinde her dile çevrilmiş olan
‘’Hermitage’’ kitaplarını ekonomik fiyatlarla satın alabilirsiniz. En azından bakamadıklarınızı görme veya bakmaya doyamadığınız eserleri ise bu şekilde tekrar inceleme fırsatınız olur.
Üçüncü katta ise 19. ve 20. yüzyıl Fransız sanatı salonları, Alman ve diğer Avrupa ülkeleri sanatı salonları, 20.
yüzyıl İtalyan sanatı salonları ve Çin, Hindistan, Endonezya, İran, Suriye ve Bizans sanatı bulunuyor. Ayrıca sarayda Osmanlı’dan da hatırı sayılır ölçüde eser var.
Sarayın meydanında bulunan yaklaşık 700 ton ağırlığındaki 47,5 metrelik sütun, dünya üzerindeki en büyük
tek taş sütundur.
Kısacası Ermitaj müzesi hiç kuşkusuz görülmeye değer
bir müze. Dünyanın sayılı müzeleri arasında yer alan bu
ihtişamlı yapıyı Saint Petersburg’a yolunuz düştüğünde
mutlaka görmenizi tavsiye ederim. En yakın zamanda
gitmeniz dileğiyle…
Müze içerisinde Türklere ait silah ve sikkelere rastlamak da mümkündür. Osmanlı dönemine ait olan kıymetli takılar ve el işlerinin yanı sıra Osmanlı ile Rusya
MSGSÜ TARİH
MART 2015
Emrah İLTER
14
22 Mart 1993
BM, dünya ülkelerinin giderek büyüyen temiz su sorununa dikkat çekmek ve içilebilir su
kaynaklarının korunması ve çoğaltılması konusunda somut adımlar atılmasının
sağlanmasında teşvik olması amacıyla 22 Mart tarihini “Dünya Su Günü” olarak ilan etti.
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
TATLI BİR FELAKET
Boston’da görevli bir polis memuru, öğlen saatlerinde
bir çağrı aldı;
‘Hemen tüm kurtarma araç ve personelini buraya sevk
edin! Commercial Sokağı’ndan bir pekmez dalgası iniyor!’
Tarihler 15 Ocak 1919’u gösterdiğinde Boston, Massachusetts’te ilginç bir olay yaşandı. Bir pekmez fabrikasında, yüksekliği 15 metreyi bulan içerisinde de yaklaşık
8 milyon litre pekmez bulunan tanker çöktü. Büyük bir
gürültü ile patlayan tankerden çıkan pekmez Boston sokaklarına akmaya başladı. Pekmez selinin şiddeti saatte
55 kilometreye kadar ulaşmıştı. Sel yoğunluğu o derece
artmıştı ki kanalizasyon sistemleri kullanılamaz hale gelmiş, bazı yollar ise çökmüştü. Büyük pekmez dalgalarının
yüksekliği yer yer 5 metreyi buluyordu. Pekmez felaketinde 21 kişi hayatını kaybederken, 150 kişide yaralandı.
Bu sel felaketi, yağmur kaynaklı sellere göre daha tehlikeliydi. Yüzme bilen insanlar dahi bu dalgalardan kurtulamıyordu. Bunun sebebi ise pekmezin daha yapışkan
olması ile birlikte şiddetiydi. Boston’un bu felaketin yaralarını sarması 6 ay sürdü. Görgü tanıkları, sokakların
bir süre kahverengi kaldığını, hatta çok sıcak günlerde
sokakların pekmez koktuğunu aktarmaktadır.
MSGSÜ TARİH
Felaket sırasında saplanan at arabaları yerlerinden çıkarılamadığı için atlar vurulmak durumunda kalınırken.
Pekmez tankının patlamasıyla çevreye yayılan parçalar
bir köprünün yıkılmasına, bir trenin de raydan çıkmasına sebep olmuştur.
Yaşamını kaybedenlerin bir kısmı felaketin ilk günü
boğulmaktan veya sürüklenmekten, diğer kısmı ise ilerleyen günlerde enfeksiyon kaynaklı sebeplerden ölmüştü.
Tankın patlamasının sebebi, aşırı dolum yapılması olarak gösterildi. Ancak fabrikanın sahibi olan The United
States Industrial Alcohol Co. isimli şirket ise olayda bir
sabotaj olduğu gerekçesiyle mahkemeye başvurdu. Mahkeme 1925 yılında sona erdiğinde şirket 1 milyon dolar
cezaya çarptırıldı.
Mehmet ÜNAL
MART 2015
15
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Tarihi eserleri koru, geçmişine sahip çık!
AH İSTANBUL!
İstanbul’da uzun zamandır büyük bir kültür erozyonu
yaşanmakta. Bu durum son yıllarda artık şehrin kaldıramayacağı bir boyuta gelmiş ve ne yazık ki bu her geçen
gün de büyüyerek devam etmektedir. Anlatmaya çalıştığımız ufak ölçekli birkaç müdahale yoluyla yapılanlar değil, aksine birçok koldan farklı argümanlarla ortaya çıkan
olumsuz bir tablo. Ve bu tablonun ressamı biz insanlarız.
Bildiğiniz gibi özellikle 1950’lerden sonra yoğun bir
şekilde devam eden göç hareketlerinin İstanbul’a faturası
ağır olmuştur. Günümüzde de süren bu göç dalgalarının
beraberinde, artan nüfus yoğunluğuna paralel olarak,
hiçbir altyapı çalışması yapılmadan kurulan yerleşim
alanları İstanbul’da sistemsiz ve plansız bir yapı ortaya
çıkarmakta ve özellikle çarpık kentleşme; şehrin genel
görüntüsüne ve kültür varlıklarına büyük zarar vermektedir.
Üzülerek belirtiyoruz ki İstanbul’un birçok noktasında bulunan çeşme, anıt ve benzeri tarihi kalıntıların durumu içler acısı bir vaziyette. Yeterli düzeyde yenileme
çalışmaları yapılmadığı gibi, üstüne bir de duyarsızlık ve
umursamazlık eklenmiştir. Çeşmelerin oluklarında ağzına kadar çöp bulunmakta veyahut bu tarihi yapıların
üzerine fütursuzca el ilanı veya doğrudan çeşitli kimyasal
boyalarla yazılama yapılarak zarar verilmektedir. Bu aymazlık kendisini bazen öyle bir yerde gösteriyor ki, dünya
mimar literatürüne adını altın harflerle kazımış olan Mimar Sinan’ın pergel şeklindeki müthiş bir tevazu örneği
olan mezarının duvarlarında dahi bu güruhun yazılarına
ve ilanlarına şahit olabiliyoruz.
“İstanbul’da bir tarihi eser daha ranta kurban gitti.”
Son zamanlarda basında bu tarz haberleri çokça duymaktayız. Zira İstanbul’da tarihi eserlere karşı talan ve yıkım çok büyük boyutlara ulaşmış durumda. Medya aracılığı ile öğrendiklerimiz bile durumun korkunçluğunu
gözler önüne seriyorken, peki ya medyaya yansımayanlara ne demeli? Tarihi eserlerin sermaye ve ranta kurban
gitmemesi için mahalli yönetimlerin daha sert tedbirler
alması gerektiğini her defasında -bir tarihi eseri daha
kaybettikten sonra- daha da acı bir şekilde kavrayabiliyoruz. Gerçi şehri bir inşaat sahası olarak görenler, yasayı bir şekilde kendileri için uygun haline getiriyor veya
hiçbir şekilde yasayı tanımayarak bu varlıklara müdahale
edebilme hakkını kendinde görüyor.
MSGSÜ TARİH
Bütün bunlar gibi tarihi eserlerin bakımsızlığı üzerine
daha nice örnek verilebilir.Bu durumu dışarı çıktığınız
zaman biraz dikkatlice çevrenize baktığınızda,şehrin birçok noktasında net bir şekilde görebilirsiniz.
MART 2015
16
25 Mart 1611
17. Yy’da yaşamış olan ünlü Osmanlı Seyyahı Evliya Çelebi’nin doğum günü.
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Sen kültüre ve sanata verdiğin değerle tanınırsın!
Bir tarafta Ayasofya’nın mozaiklerini temizletmek için
Avrupa’dan özel ustalar getiren Abdülmecid Han diğer
tarafta tarihimize ışık tutan ve o tarihi görünür kılan
eserlere vandalca saldıran bir güruh.
Bir tarafta çevresinde bir sürü çöp kovası olduğu halde
ısrarla yere veya denize çöp atan, sağa sola tüküren bir
zihniyet diğer tarafta yere tükürülüyor diye özel bir vakıf
kurduran Fatih Sultan Mehmet.
Bir tarafta doğanın sahibi değil parçası olduğunu kabul
edip, teşkilatını buna göre şekillendiren, doğayla uyum
içinde yaşamayı kendisine ilke edinen, kuşların göçü sırasında Eyüp Sultanda konakladıkları için orada sürekli
veteriner bulunduran bir ecdat diğer tarafta doğaya ve
yeşile müdahale için fırsat kollayan bir zihniyet.
Bir diğer üzüldüğümüz nokta da İstanbul’un en fazla
turist alan yerlerinden birisi olan Süleymaniye Camii ve
külliyesidir. Mimar Sinan’ın kalfalık eserim diye adlandırdığı bu başyapıtın yakın bir zamanda geçirdiği restorasyon çalışmalarından dolayı külliye ve camii şuan için
iyi bir durumda bulunmakta. Ancak çevresi için aynı
şeyleri söyleyebilmemiz mümkün değildir. Bir diğer sorun ise Süleymaniye Camii’ne kolaylıkla ulaşabileceğimiz
rahat bir yolun bulunmamasıdır. Zira buraya sadece ara
sokaklardan dolanarak ulaşılabilmektedir. Tabii bu duruma sebep olan en büyük etmen -bir çivi bile çakılmasının
yasak olduğu halde-bölgede yasal olmayan bir şekilde
gerçekleştirilen kaçak yapılaşmadır.
Bir tarafta yaptıkları en küçük eserde bile estetikten, zarafetten, sadelikten, altın orandan ödün vermeyen muhteşem bir mimari gelenek, diğer tarafta ise şehrin kalbine
hançer gibi saplanan, topografyasını alt üst eden, İstanbul’u yatay bir kentten dikey bir kent haline sokan estetikten yoksun sıra sıra gökdelenler, rezidanslar, avmler…
Tarihini bu kadar çok sahiplenen ve o tarihle bir o kadar da gurur duyan insanların, ecdatlarının kültürel mirasına, yaşayış tarzına ve felsefesine bu kadar uzak durması, kabul edilebilir, görmezden gelinebilir bir durum
değildir.
Bir araştırmacının İstanbul ziyareti sırasında yetkililere söylediği gibi: ”Eğer İstanbul’u bir kültür kenti yapmak
istiyorsanız, Ayasofya veya Sultanahmet camiine verdiğiniz değeri ve özeni; o yarısı toprağa gömülmüş yarısı da
dışarıda kalmış ama hâlâ inatla direnerek ayakta duran
çeşmeye de gösterirseniz bu işi başarabilirsiniz.”
Artık tarihi eserlerin birer birer ranta ve sermayeye
kurban gitmemesi, restorasyon ve türlü bahanelerle yıkılan, aslı bozulan veya otel gibi kâr odaklı yapılara çevrilen
tarihi eserlerle karşılaşılmaması, kültürel mirasımızın,
köprülerin ve gökdelenlerin gölgesinde kalmaması ümidiyle, yazımızı noktalayalım.
Bu şehri ve kültürel mirasını koruyalım, ona gözümüz
gibi bakalım. Zira hiçbirimizin gidecek başka bir İstanbul’u yok vesselam…
Seyit Ahmet ÇANKAYA
MSGSÜ TARİH
MART 2015
17
“İstanbul, önünde şair ile arkeoloğun, diplomat ile tüccarın, prenses ile gemicinin, Kuzeyli ve Güneylinin,
hepsinin aynı hayranlık duygusuyla haykırdığı evrensel ve son derece büyük bir güzelliktir. “
İstanbul Turumuz...
MSGSÜ TARİH
MART 2015
18
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
“Tarih bir bilimdir. Orada da ruh ve düşünce, tenkit ve yöntemler vardır.”
-F. Calloge
Bir Osmanlı Mirası: Kahve
Kültürümüzde mühim bir yeri olan kahve bazen bir
sohbet vesilesi bazen bir dost latifesi bazense bir gönül
vecizesi olarak hayatımızda yer tutar. Bizler her ne kadar
kültürel miraslarımıza sahip çıkamasak ve hatta bununla
yetinmeyip tahrip ve talan uygulasak da kahve, kendisini
bir fincan içinde muhafaza edebilmiş, bizim umarsız ve
fütursuz saldırılarımızdan kendisini koruyabilmiş ve günümüze bakir bir şekilde erişebilmiştir. Vecizelerimizde,
türkülerimizde, şiirlerimizde yer tutmuş olan kahve, bize
bir dost meclisinde aradığımız güzide bir yoldaş olmuştur.
Kahvenin Tarihçesi ve Osmanlı Yurdunda Yayılması
Kahve Habeşistan’da önce yiyecek olarak ortaya çıktı.
XV. yüzyılın başlarında Yemen ‘de tanınarak, yüzyılın
sonlarından itibaren içecek halinde yaygınlık kazandı.
XVI. yüzyılın başlarında Mekke ve ardından Kahire’ye,
yüzyılın ortalarına doğru İstanbul’a ve nihayet XVII.
yüzyılın ortalarında önemli Avrupa merkezlerine ulaştı.
Kahvenin Yemen’e ilk defa kimin tarafından getirildiği hususunda farklı rivayetler bulunmakla birlikte önce
tasavvuf çevrelerinde rağbet gördüğü bilinmektedir. Söz
konusu çevrelerin bilhassa ibadet ve zikir için vücudu
zinde ve uyanık tutma özelliğine vurgu yapmaları sebebiyle toplumun çeşitli kesimlerinde yaygınlık kazanması
üzerine ulema arasında çokça tartışmalara sahne olmuştur. Kahve içmeyi neredeyse ibadetin bir parçası gibi gösterip savunan veya sarhoş edici bir madde olduğunu ileri
sürüp haram kabul eden iki aşırı görüş bir tarafa bırakılırsa ulemanın çoğunluğu kahvenin mubah olduğunu
belirtmiştir.
MSGSÜ TARİH
Kahvenin Osmanlı topraklarına hangi tarihte girdiği
hakkında çeşitli görüşler olsa da bu hususta en sahih kaynak Osmanlı vakanüvisi İbrahim Peçevi ( 1574 – 1649 )
‘dir. Onun naklettiğine göre ilk kahvehaneler İstanbul ‘
da ancak 1554 – 55 ‘ te Tahtakale ‘ de açılmıştır. Fakat
anlaşılan o ki kahve tüketimi İstanbul ‘ a ulaşmadan önce
Anadolu ‘ da yavaş yavaş yayılmıştır yani Osmanlı topraklarına girişi bu tarihten daha önce olmalıdır.
Kahvenin Osmanlı topraklarına gelmesi ve kahvehanelerin yaygınlaşması, kahveyi halk arasında bir tutku
haline getirmiş yönetici kesim ise bu ahvalden çekinmiş
kahve birçok kere yasaklanmış, kahvehaneler fitne yuvası olarak adlandırılmış, kapatılmış ve yasaklanmıştır. Bu
durum özellikle IV. Murat devrinde çok sıkı hale gelmiştir. 1633‘ te İstanbul ‘ u kül eden büyük bir yangın vuku
bulmuş ve bu yangın halk arasında kahvehanelerde yüksek sesle ifade edilen bir memnuniyetsizliğe yol açmıştır.
Bu durumda padişah IV. Murat ( 1623 – 1640 ) kahve ve
tütünü yasaklayan bir ferman çıkarmış ve emirler büyük
bir sertlikle uygulanmıştır. İstanbul ‘ da ki ve imparatorluğun diğer bütün kentlerindeki kahvehaneler IV. Murat
‘ın ve selefi I. İbrahim ‘ in saltanatları döneminde kapalı
kalmış ve bunlar ancak IV. Mehmet ‘ in saltanatı döneminde yeniden faaliyete geçebilmiştir.
MART 2015
19
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
27 Mart 425
İmparator II. Theodosius zamanında, Konstantinopolis’te, Auditorium adıyla ilk yüksekokul açıldı.
Okulda 31 profesör, Latince ve Grekçe hitabet ve gramer, hukuk ve felsefe dersleri vermeye başladı.
XVII. yüzyılda Avrupalı seyyahlar Türklerin kahveye
düşkünlüklerini zengin bir edebiyat halinde zikretmişlerdir. Bu meyanda Fransız Seyyah Du Loir : “Ona daha
küçük bir fincan içinde, rengini ve adını bir Mısır tanesinden alan kızıl bir su olan kahve getiriyorlar, bu tane
kaynatılmakta ve bir buğday tanesi büyüklüğünde olmaktadır. Bu içecek ancak çok sıcakken iyidir. Lezzetli
biraz duman kokulu olmakta, fakat mide üzerinde harika
bir etkisi bulunmakta ve buharın beyne çıkmasını engellemektedir .” Bir diğer seyyah Thevenot Osmanlılardaki
kahve tutkusunu şöyle aktarıyor : “ … Bu içecek acı ve
siyahtır ve biraz yanık kokmaktadır… Bu içecek dumanların mideden başa yükselmesini önlemektedir ve bu nedenle uyumayı engellemektedir… Mideyi rahatlattığı ve
hazmetmeye yardım ettiği için de iyidir… Kahve en çok
Türklerde içilmektedir, günde en azından iki veya üç fincan kahve içmeyen zengin veya fakir hiç kimse yoktur ve
kahve kocanın karısına sağlamak zorunda olduğu şeylerden biridir …“.
Kahve Türklerin kendilerine mahsus olan pişirme yöntemleri sebebiyle “Türk Kahvesi” olarak isimlendirilmiş
ve beynelmilel bir marka değeri kazanmıştır. 19. yüzyıl
sonlarına kadar Türk kahvesi, çiğ çekirdek olarak satılıyor, evlerdeki kahve tavalarında kavrulduktan sonra, el
değirmenlerinde çekilerek içilebiliyordu. Bu durum; 1871
yılında Mehmet Efendi’nin, çiğ kahveyi kavurup öğüterek müşterilerine hazır olarak satmaya başlamasına kadar
sürdü. Böylece İstanbul Tahmis Sokak’ta taze kavrulmuş
kahvenin kokusu da çevreye yayılmaya başladı. Kahveyi
hazır olarak kahve severlere sunan Mehmet Efendi, kısa
sürede tanınarak “Kurukahveci Mehmet Efendi” diye
anılmaya başlandı.
Osmanlı topraklarında başlayan kahve furyası gittikçe
büyüyerek ehemmiyet kazandı ve faal bir ticaret metası
haline dönüştü. 17. yüzyılın ortalarına doğru İstanbul ‘
un çok önemli bir tasvirini bize bırakmış olan Evliya Çelebi, esnaf arasında; 55 dükkânları olan ve sayıları 100
olan kahve tüccarlarıyla, 300 depoları olan ve sayıları 500
olan kahve toptancılarını zikretmektedir ki bunların Mısır ve Yemen ‘ de ortaklıkları bulunmaktadır. Bu kahve
ticareti, Evliya Çelebinin “Mısır ve Akdeniz tüccarları”
adını verdiği kimselerin elinde olan, önemli bir trafiğe
can vermiştir.
MSGSÜ TARİH
MART 2015
20
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir. Yazan, yapana sadık kalmalıdır.”
-Mustafa Kemal Atatürk
Toplumsal Bir Kurum Olan Kahvehaneler
Kahvehaneler, Türk toplumunun kültürel hayatında
önemli bir yere sahiptir. İnsanların bir araya gelerek sosyalleştikleri mekânlar olarak dikkat çekmektedir. Kahve,
kendisine ek olarak çok tartışılan kültürel bir müesseseyi de Türk toplumuna kazandırmıştır. Kahvenin Osmanlı ülkesine girmesinden itibaren, bu içeceğin içildiği
mekânlar olarak kahvehaneler ortaya çıkmıştır. Zaman
içerisinde değişime uğrayarak, modernlik kavramından
nasibini alan bu mekânlar Osmanlı toplumunda ve Cumhuriyetin kuruluş döneminde yaşanan sosyal ve siyasal
değişimde aktif rol oynayarak toplumun nabzını tutmuştur. Kahvehaneler toplumsal değişim sürecinde eleştirilerin yapıldığı mekânlar olduğundan kültürel dönüşüm
ve değişim süreçlerinin en önemli araçlarından birisi olmuşlardır.
Kahvehanelerin ilk çıkışları göz önüne getirilirse toplumun onu niçin benimsediği anlaşılabilir. Osmanlı ülkesinde ilk kahvehaneler camilerin yanında açılmış,
sosyal işlevleri olan imaret kahveleridir. Namaz vakitleri
arasındaki boşluğu insanlar kahvehanelerde doldurmuş,
küçük kulübeler biçiminde olan bu yerlerde çay içip sohbet etmişlerdir. Bunların bir kısmı daha sonra kıraathane
şekline dönüşmüş, buralarda akşamla yatsı arasında kitaplar okunmuştur. Daha sonraları “Semâî kahveleri” kurulmuştur. Bunların sahipleri sanatçı veya sanatçı ruhlu
kişiler olduğundan buralarda edebiyatında yeri olmuştur.
Bunların sahiplerinin bir kısmı da yeniçeri ağalarıydı;
kahveleri kendi ocaklarını temsil etmekte ve yeniçerilerin
toplanmasını sağlamaktaydı.
Kahvehanelerin bir diğer önemli özelliği, Osmanlı toplum yapılanmasında siyasal iktidar için gerçek bir tehdit
olabilmeleriydi. Zamanla siyasî otoriteler tarafından eleştiriyi bünyesinde barındıran fitne ve fesat yuvaları olarak
görülen kahvehaneler, özellikle ortaya çıktıkları ilk anlardan itibaren dini otoritelerin de tepkisini almıştır. Bu
tepki, zaman zaman en üst düzeydeki dini otoritelerin
fetvalarına da konu olmuştur.
Kültürümüzde Kahve
Kahve kültür ürünümüz haline gelene değin pek meşakkatli yollardan geçmiştir. Kadılar kahvenin haram
olup olmadığına; hekimler de uyuşturucu olup olmadığına karar verebilmek için büyük tartışmalar yapmıştır.
Fakat bunların hepsi bir tarafa bırakılacak olursa kesin
olan şey şudur ki kahve bu topraklara girdiği andan bu
yana hiçbir içeceğin bu güne kadar sahip olamadığı veya
olamayacağı bir saygınlığa ulaşmıştır. Bu kırk yılın hatırını bir fincana doldurup sunmanın hikâyesidir.
Geleneklerimizde, göreneklerimizde, hatır-gönül ilişkilerimizde yeri hep başköşede hazırdır kahvenin. Osmanlı’dan bu yana kız isteme esnasında, gelin adayı, kahveleri ikram edip elinde tepsiyle kahveler bitinceye kadar
bekler; bu şekilde gelin adayı görücüler tarafından daha
iyi görülür zira bu ortamın ağırlığını taşıyabilecek dört
başı mamur tek içecek kahve olmuştu. Hatırına kırk yıl
ömür biçmişizdir kahvenin, her alışverişimizde, kurduğumuz her ahbaplıkta bahanemizdir ve şunu da biliriz;
ancak onun sıcaklığıyla yıkılabilir birbirimize karşı inşa
ettiğimiz anlamsız soğuk duvarlar.
“Gönül, ne kahve ister ne kahvehane; gönül sohbet ister, kahve bahane.”
Volkan ÇERİBAŞ
MSGSÜ TARİH
MART 2015
21
29 Mart 1973
ABD’nin son askeri birlikleri Vietnam’dan ayrıldı. Vietnam Savaşı sırasında
ABD, 1965’ten 1973’e kadar geçen süre içinde 53.200 askerini kaybetti.
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
HERODOTOS TARİHİ’NE GÖRE MISIR UYGARLIĞINDAN BİR KESİT
Tarih boyunca birçok devlet ve toplumun uygarlık tarihine katkısı olmuştur. Her toplum kendi inanç ve yaşayış
şekillerine göre medeniyet tarihini şekillendiren unsurlar
arasına girmiştir. Birçok tarihçi, seyyah, elçiler ve diplomatlar bu toplumların kültür ve medeniyetleri hakkında farklı amaçlar doğrultusunda araştırmalara yaparak,
toplumların formlarını bize tanıtmışlardır. Özelikle eski
dünyanın kültür ve toplumlarını bize tanıdan tarihçilerden biride Herodotos’tur.
Uygarlık tarihinde önemli yere sahip olan medeniyetlerden biride Mısır medeniyetidir. Bu yazıda, Herodotos
Tarihi’ne göre Eski Mısır medeniyetinin inanç ve yaşayış
şekilleri ortaya konulmak istenmiştir.
Herodotos, Mısır coğrafyası, etnografyası ve tarihini
kapsayan ikinci kitabını yazarken; Mısır’a giderek gözlemler de bulunmuş, diğer taraftan da burada çok eskiden beri yaşayan tapınak rahipleri, arşivleri ve kendinden
önce buraya yerleşmiş olan Ionialılardan, Karialılardan
bilgi kaynağı olarak faydalanmıştır.
Herodotos, kitabında ilk olarak Mısır’ın coğrafi olarak
nasıl meydana geldiğini açıklamıştır. Rahiplerin kendisine söylediği gibi ve kendi gözlemlerine göre Mısır topraklarının büyük bölümünün iki dağ arasındaki denizin
girintisinin dolmasıyla kazanıldığıdır. Nil nehrin taşıdığı
alüvyonlar sayesinde zamanla Arap Dağı ile Libya Dağı
arasındaki bölge dolarak geniş topraklar oluştuğunu izah
etmektedir. O, bu düşüncesine kanıt olarak dağların üzerinde bulunan küçük deniz kabuklarını ve tuzlu bir bitki
örtüsünü gösterir. Ayrıca Mısır toprağının ne Suriye ne
de Libya topraklarına benzediğini belirtir. Böylece Herodotos bilimsel manada durumu açıklamaya çalıştığı söylenebilir.
Herodotos, M.Ö. 490 yıllarında Karia kenti Halikarnassos’ta doğmuştur. Gözde bir aileye sahip olan Herodotos,
seçkin bir çevrede yetişmiştir. Uzun yolculuklar yaparak
birçok ülkenin coğrafi özelliklerini ve toplumların kültürel ve sosyolojik yapısı hakkında bilgiler elde etmiştir.
Böylece Herodotos Tarihi adlı eserini meydana getirip,
Yunanlı olmayanların uygarlığa kazandırdığı yenilikler
ve icatların bilinmesi amacıyla eserini yazdığını belirtmektedir. Hatta bu gelenekleri ilginç bularak övmekten
ve Yunanlıların adetleri ile karşılatılmaktan çekinmemiştir. Bu sebeple meslektaşları tarafından eleştirilmiştir. Bu
eser dokuz kitaptan meydana gelerek Yunan, Mısır, Pers,
Lidya, Asur, İskit gibi birçok toplumun kültürel özelliklerini bizlere tanıtmıştır.
MSGSÜ TARİH
MART 2015
22
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
“Tarihi öğrenemeyenler, onu tekrar yaşamak zorunda kalırlar.”
-George Santayana
Nil Nehri, çağlar boyunca Mısır için bir hayat kaynağı
olmuştur. Coğrafi şartların uygarlıkların gelişimine katkı
sağlayan faktörlerden biri olduğu bilinmektedir. Bu bağlamda toplumlar, çevre şartlarının olumlu ve olumsuz
koşullarını kendi ihtiyaçlarına göre yorumlayarak yaşam
kalitelerini artırmayı amaçlamışadır. Bu durumu Mısır
uygarlığı ve Nil Nehri bağlantısında görebiliriz. Nil Nehri, toprakların verimliliğini sağladığı gibi aynı zamanda
belli zamanlarda taşarak arazilerin bozulmasına sebep
olmuştur. Bu olay karşısında Mısırlılar, çeşitli ilimlerle
uğraşarak doğal bir zorluğu kendi lehlerine çevirerek Mısır uygarlığının gelişmesine katkı sağlamışlardır. Ayrıca
Nil, doğal bir savunma alanı oluşturarak Mısır’ın kolay
bir şekilde ele geçirilmesini engellemiştir. Görüldüğü gibi
Nil Nehri’nin Mısır’a katkıları yadsınamaz bir gerçektir.
Herodotos’un dediği gibi “ Mısır, Nil Nehri’nin armağanıdır. “
Herodotos, Mısır gelenek ve göreneklerini de ilginç
bulmuştur. “… Her şey de adetlerinde, yasalarında hep
başkalarınkine uymayan görenekleri vardır “diyerek karşılaştırmalı tarih yazıcılığı ile Mısırlıların kendilerine has
gelenek ve göreneklerini belirtmiştir. Günlük yaşantıda
kadın ve erkeğin farklı görev ve yaşayış tarzları vardır.
Diğer toplumların aksine kadın çarşıya çıkar ufak tefek
alışverişini yapıp eve döner; erkek ise evde bez dokumakla uğraşır. Erkekler yüklerini başının üstünde; kadınlar
ise omuzunda taşır. Erkekler kıyafette iki parça, kadınlar
bir parça giyerler. Ayrıca eski bir gelenek olarak erkekler
sünnet olmaktadır.
Mısırlılar evlerini hayvanları ile paylaşırlar. Yiyip içme
dışındaki tabi ihtiyaçlarını evin içinde gerçekleştirirler.
Onlara göre utanılacak ihtiyaçlar gözden uzak olmalıdır.
Tanrı adamları, diğer toplumlardan farklı olarak kafaları kazınmıştır. Başka toplumlarda yakın akrabalarını
kaybeden din adamları kafalarını kazıtır; Mısır toplumunda ise kazınmış olan saç ve sakallar uzatılır.
Herodotos, ” … Mısır üzerinde biraz daha duracağım,
zira burası şaşılacak eserlerle doludur, o kadar ki, anlatmaya söz yetişmez, onun için uzun anlatacağım.” diyerek Mısır uygarlığına giriş yapmıştır. Mısır uygarlığında
yaptığı gözlem ve öğrenimlerinden etkilenmiş ve Yunan
dünyası ile bunları karşılaştırmıştır.
Astronomi ve takvim konusunda Mısır uygarlığının
ileri seviyede olduğu Herodotos’un gözünden kaçmamıştır. İnsanlar arasında mevsimleri on iki bölüme ayırıp ilk
olarak ayı bulanların Mısırlı olduğunu ve ayları ise yıldızlara bakarak hesapladıklarını belirtir. Ayrıca Yunanlıların
yılı hesaplamada bu kadar bilimsel olmadığını söyleyerek
bir öz eleştiride bulunmaktadır.
MSGSÜ TARİH
Geleneklerine bağlı olan Mısırlılar, sağlığa önem vermişlerdir. Özellikle kurban ritüellerinde bir öküz muayeneden geçirilerek kurban edilir. Böylece Mısırlıların
sağlıklı et yemeye verdikleri önem görülür. Mısırlılar sadece temiz öküz ve dana eti yerler, inek ise Isis’in kutsal
hayvanı olduğu için kurban edilmez. Kurban bir oruçtan
sonra kesilir ve Mısır’a gelecek belalar bu başa gelsin diye
kurbanın başına beddua edilir. Beddua edilen baş ya bir
Yunanlıya verilir ya da bir dereye atılır. Herodotos burada araya bir cümle sıkıştırmaktadır:“…Kadın ya da erkek
hiçbir Mısırlı bir Yunanlıyı ağızdan öpmez, bir Yunanlının
bıçağını, kebap işini, tenceresini kullanmaz, hatta bir Yunanlının bıçağıyla kesilmiş bir et parçasını ağzına koymaz.
” demektedir. Burada, daha sonra kendisinin de belirttiği
gibi, Mısırlıların temizliğe önem verdikleri ve bu yüzden
temiz olmadıklarını düşündükleri diğer halklarla kaynaşmadıkları vurgulanmaktadır.
MART 2015
23
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Fatih Sultan Mehmet, 30 Mart 1432 Pazar günü şafak vaktinde, dönemin başkenti olan
Edirne’de, II. Murat’ın dördüncü oğlu olarak dünyaya geldi.
Herodotos, Mısır ve Yunanistan’daki dini ritüellerin
benzerliğine dikkat çekmiştir. Ancak bu geleneklerin
hangi toplumdan alındığı konusunda net bir bilgi vermekten kaçınmıştır. Tanrı Dionysos için yapılan kutsal
akşam yemeğinde herkes evinin önünde kurban keser
ve kesilen domuz satılan alınan çobana geri verilir. Dionysos’a adanan bu dini bayram Yunanistan ve Mısır’da
benzer bir şekilde uygulanır. Herodotos, bu dini törenin
Mısır’dan mı Yunanistan’ mı alındığı hakkında yorum
yapmaz.
Herodotos bir konu üzerindeki düşüncelerini kanıtlarla ortaya koymaya çalışır. Deliller olduğu zaman kendi tezini örnekler vererek kanıtlama yoluna gitmiştir. Yunanlı
tanrı adlarının Mısır’dan Yunanistan’a geldiğini iddia etmiştir. Ona göre aslında Yunanlılar Herakles, Here, Hestia, Themis, Kharitler ve Nereidler adlarını barbarlardan
ve özellikle Mısırlılardan almışlardır. Çünkü Mısırlılar,
bunların Mısır toprağında her zaman bilindiğini kendisine söylemişlerdir. Kendi iddiasını kanıtlamak için Herakles’in soyunun Mısır’a dayanması ve Mısır’da Yunan
tanrıları Posedion ve Dioskurların bilinmemesine dikkat
çekmiştir. Eğer Mısırlılar, tanrılar panteonundaki isimlerini Yunanlılardan almış olsalardı, bu tanrılara da yer
verilmesi gerektiği belirtmiştir. Diğer bir nedende Mısırlıların Herakles adı altında pek çok tanrıları olmasıdır.
Herodotos, Fenike’de Tyros’a ve Thasos’a gitmiş ve buralarda da Fenikelilerin Mısırlılardan benimsediği ve çok
eskiden kurulmuş Herakles tapınakları bulunduğuna değinmiştir. Böylelikle Herakles’in Yunanlılardan çok daha
önce bilinen bir tanrı olduğunu ve bu konudaki Yunan
söylemini çürüttüğünü düşünmüştür.
Herodotos, Mısırda bir hekimin bir hastalığa baktığını
söyler ve bundan dolayı hekim sayısının fazla olduğunu
belirtir. Göz, baş, diş, karın ağrılarına ve iç hastalıklarına
ayrı hekimlerin baktığını söyler. Yazarın buradaki gözlemiyle Mısır’ın hekimlik konusunda gelişmiş bir uyarlık
olduğunu görebiliriz. İlimler tarihi incelendiğinde tıp
konusunda Mısır’ın birçok toplumu etkilediği bilinmektedir.
Mısır Uygarlığı denilince akla gelenler adetlerden biride mumyalama ve ölü gömme adeti olmalıdır. Herodotos bu gelenekleri ayrıntılı bir biçimde ele almıştır: Bir
evde hatırı sayılır birisi ölürse evin kadınları başlarına ve
yüzlerine çamur sürüp sokaklara çıkmaktadır. Sokaklarda akrabaları ile birlikte dövünerek gezinirler. Bu tören
yapıldıktan sonra cenaze ölücü diye adlandırılan mumyacıya götürülür. Mumyacı, mumya yapma tekniğini bilen uzaman kişi olarak bilinmektedir. Kendisine bir ölü
geldiği zaman, boyalı tahtadan yapılmış güzel bir biçimde
taklit edilmiş modelleri ve arkasından daha ucuz modelleri müşterisine göstermektedir. Müşteri ile model ve fiyatta anlaşan Mumyacı işe koyulmaktadır.
Herodotos, eserinde mumyalama tekniklerini belirtmiştir. Bu teknikleri en iyi, orta ve üçüncü sınıf mumyalama tekniği olarak üçe ayırmıştır. En iyi mumyalama
tekniği bu şekilde betimlemiştir: Beyinin bir kısmı burun
deliklerinden çekilir ve kalan diğer kısım ilaçla eritilir.
Daha sonra ölünün göğsü dikey bir şekilde kesilerek iç
organları boşaltılır. İçi temizlendiği sağlandıktan sonra
hurma şarabı ve çeşitli kokular ölüye serpiştirilir ve karın
kısmına dövülmüş saf mür ve çeşitli kokular doldurularak dikilir.
MSGSÜ TARİH
MART 2015
24
“Çoğumuz son yirmi dört saate çok fazla,
son altı bin yıla çok az vakit harcıyoruz”
-Will Durant
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Tuzlanma için yetmiş gün boyumca sodyum karbonat içine daldırılır ve sonrasında Mısırlıların yapıştırıcı
olarak kullandıkları zamka bastırılarak ince tür şeritlere
sarılarak ailelerine teslim edilir. Mumya tabuta koyulup
ölü odasına götürülür ve burada ayaküstü duvara yaslanılır.
Herodotos, kralla ilgili bilgilerini rahiplerden almış ve
Sesostris adında önemli bir kraldan bahsetmektedir. Bu
kralın Asya’dan Avrupa’ya geçtiğini ve birçok halkı boyunduruğu altına aldığını belirtmektedir. Ayrıca Sesostris, boyunduruk altına aldığı ülkelerde sütunlar diktirmiş
ve bunların çoğunun da yok olduğunu söylemektedir.
Ancak bunlardan birisini Filistin Suriye’sinde kendi gözleriyle gördüğünü iddia etmektedir. Aynı zamanda Sesostris’in biri Foça-Efes yolu üstünde, diğeri Sardeis’den
İzmir’e giden yol üzerinde iki yerde kaya kabartması olduğunu öne sürmektedir. Herodotos’unda belirttiği gibi,
İzmir-Sardeis yolunda Karabel Geçidi’nde bir kaya rölyefi
bulunmaktadır. Ancak bu rölyef Mısır sanatı taşımamaktadır. Yapılan incelemeler doğrultusunda Hitit hiyeroglif
yazıtının bulunduğu bir kaya rölyefidir. Herodotos, Hitit
hiyeroglif yazısı ile Mısır hiyeroglif yazısını karıştırmış
olmalıdır. Bu kralın varlığı hakkında net bir burgu bulunmaktadır. Ancak Mısır’ın efsanevi kralları arasında yerini
almaktadır.
Herodotos, Mısırlıların gelenek ve göreneklerini anlattıktan sonra Mısır krallarını ve bunların geride bıraktıkları eserlere değinmektedir. Konuya geçmeden önce
diğer anlattığı konuların kendi yargı ve gözlemlerine dayandığını belirttiği gibi aynı zamanda bu bölümün Mısırlıların anlatmış olduklarını olduğu gibi anlatacağını
söylemektedir.
Mısır rahipleri tarafından anlatılan bilgilere göre, kral
bütün toprakları Mısırlılara eşit bir şekilde bölüştürmüştür. Her toprak sahibi yılda bir ve belli zamanlarda krala
vergi ödemiştir. Böylece kral, topraklarında halkı çalıştırarak hem toprağının ekip-biçilmesini hem de vergi alıp
ekonomisine katkı sağlamıştır.
MSGSÜ TARİH
MART 2015
25
31 Mart 1889
Tüm dünyada Fransa’nın sembolü halini almış olan Eyfel Kulesi,
Fransız İhtilalinin 100. yılı şerefine açıldı.
Mısır uygarlığının günümüzde bile en ilgi çeken kısımlarından biride piramitlerdir. Mısır’ın en büyük ve
en eski piramidi kral Kheops tarafından yapılmıştır. Bu
ilk piramit örneğinin nasıl yapıldığı hakkında Herodotos,
Mısırlılardan öğrendiği bilgileri aktarmaktadır.
Kheops adlı kral, Mısır halkına kurban kesmeyi yasaklamış ve herkesi kendi için çalıştırmıştır. Kimi insanları
Arabistan’daki taş ocaklarından Nil’e kadar taş çekmek
için göndermiş kimisini ise bu taşları gemilere yükleyip
Libya dağlarına ulaştırmak için görevlendirmiştir. Bu işlerde üç yüz bin işçi çalıştırmış ve üç ayda bir nöbet değişimi yaptırmıştır.
Bu piramit yapımı oldukça zahmetli bir iştir. Çıkartılan taşları piramide götürebilmek için on yıl yapımı süren
yollar inşa edilmiştir. Ayrıca piramidin altında bulunan
yer altı odalarının yapımı da on yıl sürmüştür.
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Piramit yapımında, Mısırlıların ağaçtan yapılmış makineler kullandığını belirten Herodotos, ilk olarak bindirmelik denen sahanlıkların üst üste dizildiğini belirtir.
Daha sonra ağaçtan yapılmış makineler kullanılarak taşlar yerleştirilir. İlk yapılan yerin piramidin tepesi olduğunu, sonra bir alt bölüme geçilir ve en son taş, yapının en
altına yerleştirir. Bu yapının inşasında çok fazla harcama
yapıldığından bahseder. Özellikle yapı sürecince işçiler
ne kadar bayırturpu, soğan, sarımsak yemişlerse bunlar
piramidin üzerinde gösteren yazılar vardır.
Herodotos, piramit yapımı ile yüzeysel bilgi vermiştir.
Çünkü yaptığı açıklamalar Piramit yapımını anlatmakta
yetersizdir. Bu durumda Mısırlıların kendilerinde gerçeği
bilmemelerinden kaynaklanmaktadır. Günümüzde hala
bilim dünyası piramitlerin nasıl yapıldığını bilmemektedir.
Herodotos, Mısır uygarlığını gerek kendi gözlemleriyle
gerek kendisine anlatılanlarla tanıyıp ve öğrenerek eserinde anlatmıştır. Mısır inanç ve adetlerini farklı toplumlarla karşılaştırarak mukayeseli bir anlatım tarzı ile bize
sunmuştur. Herodotos, bir yabancı gözüyle Mısır uygarlığına dair kesitleri, bazı durumlarda tarihsel yanlışlar
olsa da toplumun inanış ve yaşayış şekillerini tanıtmada
oldukça başarılıdır.
Tuğba YILMAZ
MSGSÜ TARİH
MART 2015
26
“Tarih öğrenin, çünkü devlet idareciliğinin sırları tarihtedir”
-Winston Churchill
CABER’DE BİR TÜRBE
Son günlerde, Suriye Rakka’ya bağlı Caber kalesinin
eteğinde bulunan Süleyman Şah türbesi hakkında birçok
şey yazılıp çizildi. Peki, türbe hakkında yazılanlar doğru
mudur? Bu yazımızda türbe ve türbenin içinde bulunduğuna inanılan kişiler hakkında tarihi bilgiler vermeye
çalışacağız. Şimdi kimdir bu Süleyman Şah veya Süleyman Şah’lar? Onlar hakkında yazılanları, kaynaklarda
geçen bilgileri ve son araştırmalarda ortaya çıkan sonuçları aktarmaya çalışacağız. Yazılanlara ve kaynaklara göre
iki ayrı Süleyman Şah’tan bahsedilmekte bunlardan biri
Anadolu Selçuklu Devletinin kurucusu olan Kutalmışoğlu Süleyman Şah, diğeri ise Osmanlı İmparatorluğunun
kurucusu olan Osman Gazinin dedesi Süleyman Şah.
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
ne ait sikkeler bulunmuş ve sikkeler üzerinde Osman bin
Ertuğrul bin Gündüz Alp yazmaktadır. Bu da ikinci ismi
doğrular niteliktedir. Peki, Gündüz Alp’in mezarı Süleyman Şah türbesinde midir?
Bir rivayete göre Gündüz Alp bir kaç bey ile Caber’e
giderken Fırat nehrinde boğulduğu ve buraya defnedildiği söyleniyor. Bir başka iddiaya göre ise Moğolların Orta
Asya da hakimiyeti elde etmelerinden sonra 400 çadırlı
kabilesiyle birlikte Kafkasya üzerinden Anadolu’ya göç
etmiş önce Doğu Anadolu’da Erzurum daha sonra Ahlat
çevresine yerleştiği ve burada vefat ettiği söylenmektedir.
Ve son olarak yine aynı göç yolu takip edilerek Selçuklu sultanı I. Alaeddin Keykubad (1219–1236) tarafından
kendilerine verilen Ankara’nın batısındaki Karacadağ
bölgesine göç ettikleri ve burada bugünkü Hırkatepe köyünde bulundukları sırada Rumların baskını sonucu vefat etmiştir.
Caber-Süleyman Şah Eski Türbesi
Kutalmış oğlu Süleyman Şah, Türkiye Selçuklu Devletinin kurucusudur. Ve devletin kuruluşundan itibaren bir
strateji haline gelen Güney Siyaseti gereği, yapmış olduğu seferlerin birinde ölmüştür. 1087-88 yıllarında Halep
üzerine sefere çıkan Süleyman Şah, Büyük Selçuklu ile
karşı karşıya gelmiş ve bu mücadeleyi kaybetmiştir. Ardından teslim olmayıp, kalbine sapladığı bıçakla intihar
etmiştir. Daha sonra cenazesi Halep’te defnedilmiştir. Bu
da bizlere, Caber’de bulunan türbenin Kutalmışoğlu Süleyman Şah’a ait olmadığını göstermektedir.
Gelelim Osman Gazinin dedesi olduğuna inanılan
Süleyman Şah’a, kaynaklarda Osman Gazinin soyu iki
ayrı isme dayandırılır. Biri yukarıda da belirttiğimiz gibi
Süleyman Şah diğeri ise Gündüz Alp’tir. Aşıkpaşazade,
Neşri ve Oruç Bey gibi tarihçiler Osman Gazinin soyunu Süleyman Şah ismine bağlarken Enveri ve Karamanlı
Mehmet Paşa ise Gündüz Alp ismine bağlamıştır. Yani
kaynaklara göre bu iki farklı isim aynı kişiyi işaret ediyor.
Ayrıca son yapılan araştırmalarda Osman Bey dönemiMSGSÜ TARİH
Hırkatepe-Gündüz Alp Türbesi
Mezarının burada bulunması ve köyün baskına uygun
olması ayrıca Gündüz Alp’in vefat ettiği dönemde mezarının korunması ve bakımı için kalan kendi boyundan yani
kayı boyundan 40 kişinin burada kalması sonucu burayı
ziyarete gelenlerin ‘’kırka gidelim’’ ‘’kırka varalım’’ demeleri dolayısıyla burası önceleri kırka köyü olarak anılmış
daha sonra ismi değişerek Hırkatepe olarak kalmıştır.
Yani kısacası Süleyman Şah türbesinde bu iki şahsın
mezarı bulunmamakla birlikte burası Selçuklu hâkimiyetinden beri Türk mezarı olarak anılmaktadır.
MART 2015
Fırat ALKIŞ
27
ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE
Şu boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam
Atılan her lâğamın Yaktığı: yüzlerce adam
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer
O ne müthiş tipidir: savrulur enkâz-ı beşer...
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i...
Bedr’in aslanları gibi şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler
“Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde - gösterdiği vahşetle “ bu : bir Avrupalı “
Dedirir - yırtıcı his yoksulu, sırtlan kümesi.
Varsa gelmiş , açılıp mahbesi, yâhut kafesi!
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o namert eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâp...
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.
“Bu, taşındır” diyerek Kâbe’yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Eski dünyâ, yeni dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
Yedi iklîmi cihânın duruyor karşısın da,
Avustralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada,
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre
Top tüfekden daha sık gülle yağan mermîler...
Kahraman orduyu seyret ki, bu, tehdîde güler!
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyla,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyla;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâ’una da züldür bu rezîl istîla!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’a mı, göğsündeki, kat kat îman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ,edecek kahrına râm?
Çünkü te’sis-i îlahi o metîn istihkâm.
Ah o yirminci asır yok mu, o mahluk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkıyle, sefil,
Kustu mehmetçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına.
Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkîf edemez sun’-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;
“O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme” dedi.
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsen yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Maske yırtılmasa hala bize afetti o yüz...
Medeniyet denilen kahpe, hakikat, yüzsüz
Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbab
Öyle müthiş ki: eder her biri bir mülk-ü harab.
Âsım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Öteden saikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rap, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdad inerek öpse o pâk alnı değer.
Yine, bir şey yapabildim diyemem hâtırana
Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı, selâhaddîn’i,
Kılıç arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki islam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi ğöğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki rûhunla beraber gezer ecramı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehît oğlu şehît, isteme benden makber,
Sana ağûşunu açmış duruyor peygamber.
MEHMET AKİF ERSOY
MSGSÜ TARİH
MART 2015
28
Ý
P
BULMACA
1
2
3
4
5
6
7
S
8
9
10
11
12
13
EclipseCrossword.com
-SORULAR1-Resmi dini Musevilik olan Türk Devleti.
2-Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun ünlü veziri Nizamü’l Mülk’ün, kendisinden sonra gelecek devlet
adamlarına yol göstermek, tavsiyelerde bulunmak ve kendi tecrübelerini aktarmak gayesiyle kaleme
aldığı eser.
3-Çanakkale muharebeleri sırasında, Anafartalar ve Arı Burnu bölgelerine hakim stratejik tepe.
Osmanlı’da olağanüstü durumlarda halktan toplanan vergi.
4-Batı Hun İmparatorluğu’nun en büyük hükümdarı.
5-Tarihte bilinen ilk yazılı antlaşma.
6-1611-1682 yılları arasında yaşamış, Seyahatnamesi ile meşhur Osmanlı seyyahı.
7-Hitit İmparatorluğu’nun başkenti.
8-Antik şehirlerde mezarlıkların bulunduğu bölgeye verilen isim.
Resmi dini Musevilik olan Türk Devleti.
9-Kırgızlara ait dünyanın en uzun destanı.
10-İstanbul’u kuşatan ilk Türk devleti.(Aşağı)-Osmanlı’da olağanüstü durumlarda halktan toplanan
vergi.(Sağ)
11-Timur’un torunu olup, Semerkant’ı bir ilim ve sanat merkezi durumuna getirmiş astronomi ve matematik alanlarında çalışmalarıyla da tanınmış Timurlu hükümdarı.
12-On beşinci yüzyılda yaşamış olan önemli bir astronomi ve matematik bilgini.
13-Antik Mısır’ın en büyük ve en eski piramidi.
MSGSÜ TARİH
MART 2015
29
Görüş, öneri ve düşüncelerinizi lütfen bizlere iletin.
Geçmişin Bakiyesi

Benzer belgeler