Kulturatolyesi.org Wp Content Uploads Kultur Atolyesi

Transkript

Kulturatolyesi.org Wp Content Uploads Kultur Atolyesi
KÜLTÜR ATÖLYESİ 01
İletişim Sanatları Bölümü Bülteni
Sayı: 1 • Yıl: 2014 • Dönem: Bahar
PROJE DANIŞMANLARI
Oktay VEREL
G. Rengin KÜÇÜKERDOĞAN
PROJE YÜRÜTÜCÜSÜ
Tuğçe ÇEDİKÇİ ÇEVİK
YAYIN KURULU
Işıl ZEYBEK
Volkan EKİN
YAZI İŞLERİ
Öykü Ezgi YILDIZ
Miray DÖNMEZ
GÖRSEL YÖNETMEN
İrem KAHYAOĞLU
MİZANPAJ
Onur SALKIM
Meltem ŞENEL
Çağıl DÜZENLİ
KAPAK TASARIMI
Dide AKDAĞ SATIR
REKLAM VE SPONSORLUK
Sinan AKGÖL
Onur AKTAŞ
Özkan DENİZ
Gökçe KARACA
Sena CİVELEK
Zeki Burak ŞENGÖZ
KATKIDA BULUNANLAR
Ali Gökçe ERTAN
Aysun KOÇANER
Aytaç MESTÇİ
Benian KALAFATOĞLU
Cahit IŞIK
Deniz YENGİN
Gözde KURT
Selçuk HÜNERLİ
BASIM YERİ
G.M. Matbaacılık ve Tic. A.Ş.
100. Yıl Mah. MAS-SİT 1. Cad. No: 88
Bağcılar / İstanbul
Tel: 0(212) 629 00 24
Faks: 0(212) 629 00 13
Baskı Tarihi: Mayıs 2014
@ikustf
/ikustf
İLETİŞİM
Ataköy Yerleşkesi
E5 Karayolu üzeri
Bakırköy 34156 İstanbul
Tel: 0(212) 498 4141
1
GÜNCEL
S6
DOSYA: MARKA
S15
SOSYAL MEDYA
S46
KÜLTÜR’DEN
S62
GEZİ-YORUM
S55
KÜLTÜR’LEN
S71
SPOR
S78
EĞİTİM
S86
İÇİNDEKİLER
2
ÖNSÖZ
İstanbul Kültür Üniversitesi Sanat ve
Tasarım Fakültesi İletişim Sanatları
Bölümü 2013-2014 eğitim-öğretim
yılı 4.sınıf öğrencileri ya da diğer bir
deyişle mezunları bu dönem bir “ilke”
imza atmak istediler. Seminer VI
dersi kapsamında yapılacak uygulama
ağırlıklı çalışmaları planlarken yıllardır
Oktay Verel Hocamızın “düşlediği”,
gerçekleştirmeyi arzuladığı bir projeyi
hayata geçirmeye karar verdiler: Bölüm
öğrencilerinin ve öğretim kadrosunun
el birliği, gönül birliği, işbirliği ile
hazırlanacak süreli bir bülten, bir
dergi çıkarılması. İşte elinizde ilk
sayısı ile “Kültür Atölyesi 01” bu
projenin gerçekleşmiş hali; bir projenin
somutlaşmış hali.
Bizler, İletişim Sanatları Bölümü
öğretim elemanları, sadece bu arzunun,
bu projenin gerçekleşmesi için onlara
destek olduk, yol gösterdik, birlikte
çalıştık. Bir derginin, bir bültenin
oluşturulması, ilk sayısının ortaya
çıkması emek istiyormuş, sabır ve
özveri istiyormuş... Öğrencilerimiz
güçlü bir motivasyon ve çalışma azmi ile
bu “serüveni” başarıyla tamamladılar...
Serüven diyorum; çünkü her anı
heyecan doluydu, olumsuzluklar ve
sıkıntılarla karşılaşılıyordu... Ancak
“paylaşmak”, “birlikte olmak”, “birlikte
üretmek” ve sonucunda “somut bir
değere kavuşmak” amacıyla çıkılan
serüven
başarıyla
sonlandırıldı.
İşte elinizdeki “Kültür Atölyesi 01”
bu serüvenin sonunda elde edilen
başarının somutlaşmış hali.
Öğr.
Ö
ğr.
ğr.
r Gö
G
Gör.
ör. Ok
ör.
O
Oktay
ktayy Ver
kta
Ve
V
Verel
ere
rel
el
Prof.
Dr.
Rengin
Küçükerdoğan
P
Pr
Pro
off. Dr
of.
D
r.. Re
R
en
nggin
ngi
n Kü
K
üççü
ük
üke
keerd
doğa
oğa
ğan
Proje
Danışmanları
P
Pr
Pro
oje Dan
oje
Da
D
an
nış
ışm
şm
maan
nları
nla
arrı
Kültür Atölyesi 01, adına yakışır şekilde,
tıpkı bir atölye çalışmasında olduğu
gibi işbirliği, üretkenlik ve yaratıcılık
katılarak hazırlandı ve İletişim Sanatları
öğrencilerinin heyecanı, dinamizmi ve
farklı bakış açısı Kültür Atölyesi 01’in
her satırına, her sayfasına yansıdı.
“Marka” ana teması ve dosya konusu
ile ilk sayısı hazırlanan Kültür Atölyesi
01 içindeki yazı çeşitliliği ve içerikler
“dergiyi nasıl daha iyi hale getirebiliriz
sorusunun tartışıldığı beyin fırtınaları
ile ortaya çıktı.
Biz, yalnızca bir bülten, bir dergi
hazırlamadık; bu çalışma ile birlikte
iletişimin, ekip çalışmasının, disiplinli
ve özverili çalışmanın, işini severek
yapmanın da önemini öğrencilerimizle
birlikte bir kez daha deneyimlemiş
olduk. Bu süreçte, kimi zaman
derginin eli ve ayağı, kimi zaman
gözü ve kulağı, kimi zaman elinizdeki
bültenin, derginin ruhu ve aklı olduk...
Biz, öğrencilerimiz ile, okuyucuların
“marka” ile ilgili, iletişim ile ilgili
bilgilerini güncelleyip, yeni bilgiler
edinebileceği, dolu dolu bir sayı
hazırlamak istedik. Yalnızca “marka”
ile ilgili yazıların, makalelerin olmadığı
Kültür Atölyesi 01’de, birbirinden ilginç
röportajlara, haberlere, Bölümümüzün,
Fakültemizin güncel etkinliklerine de
yer verildi.
Böylesi emek isteyen bir projenin
üstesinden gelmek için bizi motive
eden ve destekleyen Rektörümüz
Sayın Prof.Dr.S.Semahat Demir’e;
İKÜ Ailesini bir çatı altında toplayan
ve Üniversitemizin güçlü, farklı bir
marka olmasında özveri ile uğraş veren
Mütevelli Heyet Başkanımız Sayın
Dr.Bahar Akıngüç Günver’e; projeye
heyecanla yaklaşan Sayın Dekanımız
Prof.Dr.Zafer Ertürk’e; gece gündüz
demeden
çalışan
öğrencilerimiz
Onur Salkım, Çağıl Düzenli, Meltem
Şenel ve Miray Dönmez’den oluşan
mizanpaj ekibimize; başta Doç.Dr.Işıl
Zeybek, Yrd.Doç.Dr. Volkan Ekin,
Yrd.Doç.Dr.Ezgi Yıldız ve Yrd.Doç.Dr.
Ruken Özgül Kılanç olmak üzere tüm
Bölüm öğretim elemanlarımıza; proje
yürütücüsü Araş.Gör.Tuğçe Çedikçi
Çevik ve görsel yönetmen Araş.Gör.
İrem Kahyaoğlu’na ve Araş.Gör.Gözde
Kurt’a; kapak tasarımı aşamasında
yeteneğini konuşturan Araş.Gör.Dide
Akdağ Satır’a ve mezuniyet aşamasında
bulunan İletişim Sanatları Bölümü
4.sınıf öğrencilerimize şükranlarımızı
sunmak isteriz.
Ayrıca, Bölümümüze her zaman
yardımcı olan, fikirlerine saygı
duyduğumuz, Kültür Atölyesi 01’in
tasarımını titizlikle yapan, konusunda
“duayen” The Brandage Genel Yayın
Yönetmeni Sayın Bülent Fidan’a
sonsuz teşekkürler.
Hem online hem de basılı olarak yayın
hayatına başlayan, QR Kod uygulaması
ile dijital ortamda da ulaşabileceğiniz
Kültür Atölyesi 01’in heyecanını
sizlerle paylaşmaktan büyük bir
mutluluk duyduğumuzu belirtmek
isteriz. Umarız, bizim Kültür Atölyesi
01’in yaratım sürecinde aldığımız keyfi,
siz de okurken alırsınız. Kültür Atölyesi
01’in ilk sayısına hoş geldiniz.
3
Prof. Dr. S. Semahat Demir
İstanbul Kültür Üniversitesi Rektörü
Sanat ve Tasarım Fakültemizin
kreatif düşünceyi ürüne dönüştürme
performanslarını
her
zaman
takdirle izlemişimdir. Başarılı ve
özgün yaklaşımlarıyla fark yaratan
Fakültemizin
İletişim
Sanatları
Bölümü bu kez üniversitemiz çatısı
altında yeni ve örnek bir girişime imza
attı: Kültür Atölyesi. Akademiyi ve
aktüeli buluşturan vizyonuyla, taşıdığı
ismin hakkını vereceğine yürekten
inandığım atölyemiz, ilk dönemine
‘Marka’ konusuyla merhaba dedi.
İletişim, tasarım, işletme, yönetim,
psikoloji, hukuk gibi farklı boyutları
bulunan disiplinlerarası bir konu
olarak marka; hedef kitlesini
önemseyen her kurum için son derece
önemli bir başlık. Bununla birlikte
bir markayı oluşturmak kadar, onu
kurmak, korumak ve geliştirmek
de başlı başına bir emek, bir strateji
demek.
Elbette
her
yönetici,
marka
başlığındaki çalışmalarını kendi
deneyiminden ve hizmet alanında yola
çıkarak yorumlar. 2012 yılından bu
yana yürüttüğüm rektörlük görevimde
‘marka’; akademik mükemmeliyet,
akademik bütünlük “integrity”, itibar,
iletişim, yönetim, sürdürülebilirlik
gibi boyutlarıyla üzerinde çalıştığım
başlıklar arasında yer alıyor. Hatta
fotoğrafın
bütününe
bakarsak;
akademik ve idari birimlerimizle
yaptığımız
tüm
çalışmaların
nihai hedefinin İstanbul Kültür
Üniversitesi markasını başarıyla
yönetmek
olduğunu
söyleyebilirim.
Eğitim gibi hedefi
bireysel, etkisi ise
toplumsal bir alanda
marka yaratmak, marka
olmanın kazanımlarını
korumak çok önemli. Her
alanda marka olma kriterleri
muhakkak farklıdır. Eğitim ve
bilim perspektifinden bakarsak
bir marka olabilmenin temel koşulu
öğretim, araştırma ve topluma
hizmetin kalitesidir. Söz konusu
kriteri
karşılayabilmekse
ancak
kurumsal mükemmeliyetle mümkün
olabilir. Kurumsal mükemmeliyetin
sağlanmadığı bir eğitim kurumunda
öğretim ve araştırmada yüksek
standartlara ulaşabilmek mümkün
değildir.
17’nci
yılını
geride
bırakan
Üniversitemizin marka değerinde bir
başka belirleyici öğe de; kuruluşumuza
ilham veren Kültür Koleji’dir.
Dolayısıyla çalışmalarımızda İstanbul
Kültür Üniversitesi ve Kültür Koleji
olarak iki markanın itibarını korumak
ve pekiştirmek bizim için nihai
hedeftir.
Kurucu markamızın ve vakıf üniversiteleri kulvarındaki konumumuzun
değerini yükseltmek için yaşadığımız
her deneyim, öğrendiğimiz ve uygulamada kullanabildiğimiz her bilgi
bizim için çok değerli. Bu noktada
Sanat ve Tasarım Fakültemizin engin
akademik birikimini yansıtacağı
Kültür Atölyesi’nden ve sayfalarını
çevireceğiniz bu yayından, ben de
dahil olmak üzere her yöneticinin
hizmet verdiği markanın geleceği
adına öğreneceği pek çok şey
olduğuna inanıyorum.
Kültür Atölyesi’ni üniversitemize
kazandıran Sanat ve Tasarım
Fakültemizin Dekan Yardımcısı
ve
İletişim
Sanatları
Bölüm
Başkanımız Prof. Dr. Sayın Rengin
Küçükerdoğan’a ve İletişim Sanatları
Bölümü Öğretim Görevlisi Sayın
Oktay Verel’e ve Fakültemiz İletişim
Sanatları
Bölümü’nün
değerli
kadrosuna
ve
Bölümümüzün
4.sınıf öğrencilerine bilgiyi topluma
ulaştırma
yolundaki
özverili
çalışmaları için teşekkür ediyor,
başarılarının devamını diliyorum.
4
ÖĞRENMEYE ÖVGÜ
En kolayından başla öğrenmeye,
Çoktan geldi zamanı,
Sakın geciktik falan deme!
Alfabe yazmaz ama öğren onu,
Başla bir kez ve dayan!
Ne yap yap, öğren herşeyi,
Ve ne yap yap, başa geç!
Sürgünde misin, öğren!
Zindanda mısın, öğren!
Mutfakta mısın, öğren!
Altmışında mısın, öğren!
Ve ne yap yap, başa geç!
Sen, evsiz, barksız, okula git!
Sen, tir tir titreyen, yut bilgiyi!
Sen, aç ve çıplak, al kitabı eline!
Bir silahtır sana o,
Sarıl ona, başa geç!
Sıkılma, arkadaş, araştır, sor!
Kulak asma her söylenene,
Gözünü dçrt aç, kendin gör!
Bir şeyi kendin öğrenmedin mi,
Onu bilmiyorsun demektir!
Iyi bak şu hesaba,
Sensin onu ödeyecek olan!
Her koltukta oturana mim koy,
Nasıl gelmiş oraya sor, soruştur!
Ve ne yap yap, başa geç!
Bertolt Brecht
5
Öğr. Gör. Oktay Verel > İstanbul Kültür Üniversitesi
İletişim Sanatları Bölümü
PAROLANIZ: SEVGİ,
CESARET,
DÜRÜSTLÜK,
AÇIK SÖZLÜLÜK VE
LAİK TÜRKİYE OLSUN
Sevgili gençler, yollarımız ayrılıyor…
Anılara önem ve değer verdiğim
için ben, bundan böyle hep dünleri
yaşayacağım… Bundan böyle hep
dünleri
yaşayacağım…
Dünlerin
unutulmaz anılarını… Sizlerse güneşe
köprü kurarak hep aydınlığa, hep
mutluluğa, hep umuda doğru yol
alacaksınız… Hüzünlü günleriniz,
sonbaharın yaprak dökümlü günleriniz
az, mutlu günleriniz bol olsun.
Mutlu olmak sizin hakkınız…
Mutluluğa bir hak olarak sahip çıkınız…
Engel tanımayınız… Engeller sizin
gelişmenizi, çağdaş ve çağcıl olmanızı,
uygar bir birey-toplum olarak yaşayıp
gelişmenizi önlemek amacı ile kurulmuş
tuzaklardır! Belleğinizi aydınlıkla,
bilimle, sanat-kültürle, insanlık aşkı ve
ideali ile besleyin; bunlarla güçlendirin…
Doyumsuz günler için ufkunuzu açın.
Tökezlemeyin; tökezleseniz bile kendi
gücünüze, inancınıza güvenerek tekrar
mücadele edip yücelin… Atatürk kızı
ve Atatürk genci olmak ancak böyle
mümkündür.
Zaman
zaman
duygularınızadüşüncelerinize palamar tanımayın!
“Oh!” deyin, “İnsanım ve özgürüm ve
yaşıyorum!” Sonra, gönül ve düşünce
teknenizi düşle gerçek arası bir dünyaya
salın; çözün palamarları gençler,
çözün… Sakın yüce güzel duygularınızın
sararmasına
izin
vermeyin…
Başkalarının da onları susuz, ilgisiz
bırakmalarına,
yani
sararıp soldurmalarına
bigane kalmayın.
Yaşamınızın her 24 saati
bir ömürdür. Onun
değerini iyi biliniz..
Cesaret, dürüstlük, açık
sözlülük yaşam biçiminiz
olsun.. Sevgiyi yalnız
kalbinizde değil, kafanızda
da yaşatın… İnandığınızı,
inançlarınızı
sergilemekten
kesinlikle kaçınmayın.. Çünkü bu,
insanın onur belgesidir. Kimliğinizdir…
Yaşam, belli koşullar çerçevesinde
hayat mumu sönene kadar toplumla,
kişilerle ve belki de Tanrı ile yapılmış
bir sözleşmedir.. Bu sözleşmeye ne gibi
maddeler konulmasına kesinlikle tek
taraflı -Tanrı düşüncesi hariç- karar
verilmesine razı olmayın. Buna razı
olduğunuz andan itibaren artık siz bir
tutsaksınızdır. Sözleşmeler tartışılarak,
önü ve arkası düşünülerek yapılmalıdır
iki tarafça…
Sevgili genç arkadaşlarım: Şimdi yaşam
sizin için en yüce, en kutsal aydınlığı
sunuyor… O aydınlığa doğru erdemle,
bilgiyle, sevgiyle, saygıyla, özverili bir
insan olarak ilerleyiniz.. Işıktan değil,
insan haklarından değil, laiklikten değil, ulusalcılıktan değil, evrensel olmaktan değil, Atatürkçü düşünceden değil;
sisten buluttan, maskelerden, takiyyelerden, sömürülerden, aldatmalardan,
karanlıklardan kendinizi sakınınız.. Ve
ışığa gözünüzü hiç kırpmadan bakınız
ki, herhangi bir anda, yani o göz kırpma
anında, cinsiyeti ve cibiliyeti bilinmeyen
bir Brütüs gelip sizi hançerlemesin!
İçinizdeki, o erişilmez dünyayı
tanıyınız.. Ne kadar büyük zenginliklerle
dolu olduğunuzun farkına vararak
şaşacaksınız.. Yeteneğinizi, yaşam
gücünüzü, ruhunuzdaki güneşi sizden
başkası keşfedemez.. “Seni anlıyorum.”
diyenler çoğu kez “seni anlayamıyorum..”
demek isterler.. Ruh aynanızın
derinliklerine inmeyi başardığınız gün,
insan olmanın, “olgun ve erişkin” insan
olmanın da bilincine varırsınız..
Yazgınız, konuşmak, yazmak, çalışmak
ve başarmak olsun.. Ödün vermeden,
satılmadan, satın alınmadan… Tanrı
yazgınızı ak’larla donatsın, yüceltsin sizi
ak’larla.. Bilge bir yaşamsever olun..
Bir dönemi kapatırken, hepinize,
derslere gösterdiğiniz ilgi, devam
ve saygılı davranışlarınızdan dolayı
içtenlikle teşekkür ederim. Ailenizi de,
sizler gibi gençler yetiştirdikleri için
kutlarım. Erdem yoldaşınız olsun..
Sınav için başarı dilemek istemiyorum.
İstemiyorum, çünkü başarılı olacağınız
inancını taşıyorum… Gözlerinizden
sevgi ile öperim benim genç meslektaş
adaylarım…
Onur Salkım
6
GÜNCEL
AB YOLUNDA GENÇ İLETİŞİMCİLER YARIŞMASI’NDA
İKÜ’LÜ GENÇLERİN BAŞARISI
Avrupa Birliği üye ülkelerinin
kamuoylarında ülkemiz ve ülkemizin
AB üyeliği konusunda önyargılar
ve eksik bilgilerden kaynaklanan
sorunlar bulunmaktadır. Aynı şekilde
ülkemizde de bu tarz sorunlarla
karşılaşılmaktadır. Bu bilgi eksikliği
ve önyargıları aşmak için, doğru
bilgiye dayanan, farklı hedef kitlelere
ulaşabilen ve kalıcı iletişim çalışmaları
gerekmektedir.
Bu amaçla, Avrupa Birliği Genel
Sekreterliği tarafından “Türkiye’nin
Avrupa Birliği İletişim Stratejisi“
(ABİS) hazırlanmıştır.
Hem Avrupa kamuoyuna (AB’YE
yönelik iletişim stratejisi – ABYİS)
hem de Türk kamuoyuna (Türkiye’ye
Yönelik İletişim Stratejisi – TÜYİS)
yönelik hazırlanan ABİS, kapsamlı,
tek ve esnek bir stratejidir.
5- Halkla ilişkiler kampanyası ve 6Sosyal medya kategorileri arasından
seçim yaparak, belirlenen temalar
çerçevesinde, bireysel olarak veya
gruplar halinde proje hazırlaması
öngörülmektedir.
ABİS’te, “Akademik ve Öğrenci
İşbirliği” başlığı çok önemli bir yer
tutmaktadır. Bu çerçevede, İletişim,
Güzel Sanatlar, Sanat ve Tasarım
Fakülteleri ile Meslek Yüksek
Okullarını, hem AB konusunda
bilgilendirmek hem de iletişim
çalışmalarımızda birer aktör olarak
sürece dahil etmek amacıyla,
“AB Yolunda Genç İletişimciler
Yarışması” projesini hazırlamıştır.
Yarışmada iletişim öğrencilerinin 1TV, 2- Radyo, 3- Basılı Materyal ve
Açıkhava Reklamı, 4- Haber dosyası,
T.C. Avrupa Birliği Bakanlığı
tarafından 3. düzenlenen ve 35
üniversitenin katıldığı “AB Yolunda
Genç İletişimciler Yarışması”nda
İletişim
Sanatları
Bölümü
öğrencilerinden, Özge Özkök ve
Beyza Bozkurt “Radyo Kategorisi”nde
1.lik ödülünü, Ayça Tezeken ve Ömer
Faruk Orha ise, “Haber Dosyası”
kategorisinde 2. lik ödülünü,
bölümümüz öğretim üyelerinden
Yrd. Doç. Dr. Volkan Ekin’in
danışmanlığında, üniversitemize ve
fakültemize kazandırmıştır.
7
GÜNCEL
Valter Luca De Bartolomeis
GÖRSEL İLETİŞİM ATÖLYESİ 1
REKLAM KAMPANYALARI YARATIM SÜRECİ
İstanbul Kültür Üniversitesi Sanat ve
Tasarım Fakültesi çalışmalarına bir
yenisini ekleyerek, Erasmus Değişim
Programı çerçevesinde Görsel İletişim
Atölyesi etkinlikleri düzenlemeye
başladı ve etkinliklerin ilki 2-4
Nisan 2014 tarihleri arasında İtalyan
Mimar ve Tasarımcı Valter Luca De
Bartolomeis rehberliğinde “Reklam
Kampanyaları Yaratım Süreci” başlığı
altında İletişim Sanatları Bölümü
bünyesinde gerçekleştirildi.
2004 yılında Federico II Napoli
Üniversitesi (Universita’ degli Studi
di Napoli Federico II) Mimarlık
Fakültesinde “Technology of Architecture”
üzerine yaptığı doktora çalışması ile
felsefe doktoru (PhD) ünvanı alan
Mimar ve Tasarımcı Valter Luca De
Bartolomeis, Torino Güzel Sanatlar
Akademisi (Accademia Albertina di
Belle Arti di Torino) bünyesinde Grafik
Tasarım, Frosinone Güzel Sanatlar
Akademisi (Accademia di Belle Arti
di Frosinone) bünyesinde Reklamcılık,
Roma Sapienza Üniversitesi (Sapienza
Università di Roma) bünyesinde Grafik
Tasarım Atölyesi dersleri vermektedir.
Tasarım üzerine çok sayıda kitabı
yayınlanan ve dergilerde konuya ilişkin
makaleler de yazan De Bartolomeis,
İtalya’nın
güneyinde
Campania
bölgesi Salerno iline bağlı Battipaglia
komününde yaşamakta, Napoli merkezli
137A stüdyosu için işler yapmaktadır.
De Bartolomeis, önce Genel İletişim
konuları üzerinde durdu. Ayrıca De
Bartolomeis, tüm sanatların temelinde
bir tasarım olgusu bulunduğunu
ve bütün tasarım sorunlarının
iletişim ile ilgili olduğunu belirterek,
uygulama yöntemlerinin yanısıra
görsel algılamanın doğasını, görsel
yanılsamanın rolünü, sözel ve görsel
iletişim arasındaki ilişkileri bilmenin
gerekliliğini vurguladı.
De Bartolomeis, eğitim etkinliği
sırasında çok sayıda İtalyan reklam
kampanyası örneği ve afiş örnekleri
de paylaşarak pazarlama ve reklamın
İtalya’daki güncel durumu hakkında
bilgi verdi.
Rektörümüz Sayın Prof. Dr. S.
Semahat Demir, İletişim Sanatları
Bölüm Başkanı Prof. Dr. Rengin
Küçükerdoğan, İletişim Sanatları
Bölüm Başkan Yardımcımız Doç. Dr.
Işıl Zeybek ve bölüm hocaları Valter
Luca De Bartolomeis ile birlikte...
8
GÜNCEL
BAŞLIK
KONFERANS
BAŞKA TÜRLÜ BİR MEDENİYET: BİRLEŞİK ARAP EMİRLİKLERİ, DUBAİ
&
INTERNATIONAL TRENDS AND ISSUES IN COMMUNICATIONS & MEDIA CONFERENCE 2014
Sakarya Üniversitesi’nin düzenlemiş
olduğu International Trends and
Issues in Communications & Media
Konferansı’na katılmak üzere 4
Şubat 2014 tarihinde Birleşik Arap
Emirlikleri’ne doğru yola çıktık.
İletişim Sanatları Bölümü’nden
Ar. Gör. İrem Kahyaoğlu ile
birlikte katıldığımız Konferans’ta
“‘Twiplomacy’ Kapsamında Gezi
Parkı Eylemleri: T.C. Başbakanlık
Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü
Türkçe ve İngilizce Resmi Twitter
Hesaplarından Gezi Parkı Eylemleri
Süresince Yapılan Paylaşımların
Niceliksel ve Karşılaştırmalı Analizi”
başlıklı bir bildiri sundum. Bir
sosyal bilimci olarak, Gezi Parkı
Eylemleri’nin
başladığı
günden
itibaren sosyal medyada yaşanan
iletişim krizinin boyutlarını, dijital
diplomasi araçlarından Twitter’ın
hangi iletişim modellerine göre
ve hangi içeriklerle kullanıldığını
kamusal
iletişim
çerçevesinde
analiz ederek incelemek gerektiğini
düşündüm ve bu çalışmayı yapmaya
karar verdim. Çalışmama, T.C. Kamu
Diplomasisi
Koordinatörlüğü’nün
Twitter’daki mesajlarının niceliksel
ve niteliksel analizini yaparak, Gezi
Parkı’nın ilk bir haftalık sürecini
dahil ettim. Ar. Gör. İrem Kahyaoğlu
ise “Gezi Direnişi Türkiye’de Yeni
Bir Toplumsal Cinsiyet Düzeni
Mi Yaratıyor?” başlıklı bildirisini
sundu. Kahyaoğlu çalışmasında,
Gezi Protestolarının yoğun şekilde
devam ettiği süreçte, Türkiye’nin
çeşitli yerlerinde gerçekleştirilen
protestolarda
hazırlanmış
olan
pankartlarda
kullanılan
dilin
cinsiyetçi söylemleri ne kadar
barındırdığı Michel Foucault’un
Söylem
Analizi
yönteminden
yararlanarak inceledi. Konferansın ilk
günü, bildirilerimizi sunduktan sonra
katılımcıların sorularını yanıtladık ve
katılımcılarla bildirilerimizi tartışarak
oturumu sonlandırdık. Konferansta
iki gün boyunca diğer oturumlara
katılarak medya ve iletişim alanına
ilişkin konularda hazırlanan diğer
sunumları dinleyerek konferans
sürecini bitirmiş olduk.
9
Konferans bittikten sonra, ilk kez
gittiğimiz Dubai’yi keşfetme zamanı
gelmişti. Uçaktan iner inmez
pembe renkte ve kadın şoförleri
olan “Ladies Taxi”ler dikkatimizi
çekti. Bu taksilere sadece kadınlar
binebiliyor fakat kadınlar isterlerse
normal taksilere de binebiliyorlar.
Aynı sistem metrolarında da geçerli.
İlk vagona yalnızca kadınlar ve
çocuklar binebiliyor. Diğer vagonlara
kadınlar
ve
erkekler
birlikte
binebiliyorlar. Burada da taksilerdeki
mantığın aynısı geçerli. Bu durumu
değerlendirmek
gerekirse,
bu
türdeki uygulamalar kamusal alanda
kadınlara
yapılan
ayrımcılığın
göstergesi, onların görüşüne göre ise
ayrıcalığın göstergesi...
Arap
Yarımadası’nda
bulunan
Birleşik Arap Emirlikleri federal
monarşi sistemi ile yönetiliyor.
Ülkede şeriat kuralları geçerli. Bu
bakımdan hırsızlık gibi suçların
çok ağır cezaları var. Dubai’ye
gitmeden önce, şehre, insanına ve
yönetim şekline ilişkin birçok farklı
yargının olduğunu görmüş, farklı
kaynaklardan okumalar yaparak
Dubai hakkında ön bilgi edinmeye
çalışmıştık. Bu anlamda da kafamızda
birçok önyargı ile ülkeye giriş
yapmış olduk. Özellikle kılık kıyafet
konusunda farklı bilgilendirmelerden
kafamız oldukça karışmıştı. “Kapalı
mı giyinmek zorundaydık? Kadınlar
sokakta tek başına gezebiliyorlar
mıydı?” gibi sorularla Dubai’ye
uçak biletlerimizi almıştık. Dubai’ye
gidince gördük ki, önyargılara kulak
asmamak gerekiyor çünkü söylenenin
aksine, kılık kıyafette, kadınların
sokakta yürümesi gibi konularda belli
bir kısıtlama ya da baskı yok. İnsanlar
Dubai sokaklarında şort, etek, t-shirt
ya da kendi geleneksel kıyafetleriyle
rahatlıkla gezebiliyorlar. Yeme içme
konusunda her zevke ve her bütçeye
hitap eden restoranlar mevcut. Dubai
turizmin ve turistin değerini çoktan
idrak etmiş durumda; turistler ülkede
altın değerindeler ve ülke turizme
ciddi yatırımlarda bulunuyor, tanıtım
için ellerinden geleni yapıyorlar.
Batılı yaşam tarzını benimseyen
turistlerin kendilerini kısıtlanmış
hissetmeyecekleri bir ülke burası.
Alışveriş ve tatil cenneti olarak
dünyada tanınmak istediklerinden
her sene Ocak-Şubat aylarında
ve
Temmuz-Ağustos
aylarında
Alışveriş Festivali düzenleyerek
ülkelerine turist çekmeye çalışıyorlar.
Birleşik Arap Emirlikleri son derece
zengin bir ülke olarak, zenginliğine
zenginlik katmak için her türlü
turistik faaliyete açık bir ülke. Altyapı
problemleri yok, ultra lüks yapıları,
yepyeni caddeleri ve pırıl pırıl
plajlarıyla sosyo ekonomik durumu
yüksek olan turistlere hitap eden bir
şehir Dubai. Dünyanın en yüksek
binası Burj Halife ve dünyanın en
büyük alışveriş merkezi Dubai Mall
her dönem turist akınına uğruyor.
Buranın en güzel özelliklerinden
biri alışverişte hiçbir üründe vergi
10
ödenmemesi. Bu yüzden birçok
ürün dünya standartlarından çok
daha altında bir fiyata satılıyor.
Mall of the Emirates ise daha
farklı bir özelliğiyle ön plana
çıkıyor; bu alışveriş merkezinde
yazın ortasında
bile kayak
yapabilirsiniz. Tabii bizim gibi
aynı anda dört mevsimi yaşayan
bir
ülkenin
vatandaşlarını
büyüleyen bir özellik değil bu.
Hatta bize göre oldukça “suni”
bir etkinlik. Birleşik Arap
Emirlikleri’nde para birimi olarak
Dirhem kullanılıyor ve ortalama
olarak etikette gözüken rakamı
ikiye bölerek fiyatın TL karşılığını
bulabiliyorsunuz.
AVM’ler
haricinde açıkhavada da alışveriş
yapabilir, Gold Souk, Spice Bazaar
gibi fiyatların daha düşük, ürün
yelpazesinin geniş olduğu diğer
çarşılara da uğrayabilirsiniz. Bu
tarzdaki çarşıların esnafı cumaları
çalışmıyor
fakat
AVM’ler
cumaları da açık. Şehir son derece
modern olsa bile, tarihi alanları
yok değil. Örneğin El Bastakiya,
eski bir yerleşim alanı. Buraya ilk
yerleşimlerin başlaması 1690’larda
olmuş. İran’dan gelen göçmen
aileler bu bölgeye yerleşmişler
ve kendi ülkelerindeki mimariyi
buraya da taşımışlar. Dubai’nin
en eski yapısı olan El Fahidi
Hisarı da bu bölgede bulunuyor.
Günümüzde El Bastayika’da daha
çok sanat atölyeleri ve cafeler var.
Turistler bölgenin mimarisini
gözlemleyebilecekleri bu tarihi
atmosfere
merak
duyarak
buraya geliyorlar. Bu bölgede
bulunan Dubai Müzesi’ni gezip,
Dubai tarihini daha detaylı
şekilde öğrendikten sonra, biz
de El Bastayika’daki bir cafede
küçük bir mola vererek, çay içip
hurma yiyerek Dubai ruhunu
yakalıyoruz. Dubai’nin sembolü
olmuş belli başlı yapılar arasında
olan Palmiye Adası ve 7 yıldızlı
Burj Al Arab Otel, turistlerin
yoğun şekilde fotoğrafladıkları
mekanlar arasında yer alıyor.
Lüksün ve ihtişamın bu
yapıların her noktasında göz
kamaştırdığı bir gerçek. Dubai’de
turistlerin en çok ilgi gösterdiği
etkinliklerin başında çöl safarisi
gelmektedir. Dubai’den 3 km
şehir dışına çıkıldığında sizi çöl
karşılar ve birçok tur jeeplerle çöl
safarisi heyecanını yaşatmak için
gerekli olan programı otelinizde
sunuyor olacaktır.
Konferans amacıyla gittiğimiz
Dubai’nin
modern
turizm
adına turistlere sundukları
ortada
ve
diğer
yandan
sentetik bir şehir olduğunu da
rahatlıkla söyleyebiliriz. Yine de
tanıştığımıza memnun olduk.
Ne de olsa Dubai, başka türlü
bir medeniyet; bize biraz yakın,
bizden biraz uzak.
Gözde Kurt
İrem Kahyaoğlu
12
GÜNCEL
SEMİNER
IT UNIVERSITY OF COPENHAGEN,
“2014 DIGITAL CITIZENSHIP IN THE DIGITAL REPUBLIC”
DOKTORA SEMİNERİ VE AVRUPA’NIN BİR BAŞKA YÜZÜ: KOPENHAG
Avrupa Kıtası’ndaki Kuzey ülkelerinin
kültürünün, Avrupa kültüründen daha
farklı olduğu söylenir. Bir anlamda
Kuzey ülkeleri Avrupa’nın ötekisidir,
ancak Kuzey ülkelerindeki ötekilik
Avrupa’nın çok sevdiği anlamdaki
“Bizden olmayanlar” anlamında değil,
“Bizden daha farklılar” tonundadır.
11 Mart 2014 tarihinde IT University
of
Copenhagen’daki
“Citizenship
in the Digital Republic 2014” isimli
doktora seminerine katılmak üzere
Danimarka’nın Kopenhag şehri ile
tanıştım ve şehre adımımı atar atmaz
insanların dış görünüşünden yaşayış
biçimindeki farklılıklara kadar Kuzey
Avrupa kültürü kendini hemen
hissettirdi. İlk izlenim olarak şunu
rahatlıkla söyleyebilirim ki; “Kopenhag
bir Avrupa kenti ama bildiğimiz
anlamda Avrupalı değil”. Bu farklılık
Kopenhag’ın her sokağına, sanki her
yüze yansımış gibi...
Bu şehirde, sokaklar, caddeler,
mağazaların tabelaları, her şeyde belli bir
düzen hakim. Şehir estetiği dendiğinde
en önemli unsurlardan biri görsel ahenk
değil midir zaten? IT University of
Copenhagen, şehre metroyla on dakika
mesafede, oldukça büyük ve kullanışlı bir
kampüs içerisinde bulunuyor. Üniversite
şehrin bilişim üssü olarak görülüyor.
Üniversitedeki bölümler bilişim alanına
ilişkin, yenilikçi ve araştırmaya önem
veren bölümler olarak tanımlanıyor.
GÜNC
Benim katıldığım seminerde “2014’te
Dijital Cumhuriyette Vatandaşlık”
konusu masaya yatırıldı. Dünyanın çeşitli
yerlerinden gelen yirmi araştırmacı,
doktora tezlerinde çalıştıkları konuları,
karşılaştıkları sıkıntıları, çalışmalarında
sormuş oldukları temel soruların
önemini yuvarlak masa toplantısı
şeklinde bir buluşmada anlattılar.
Katılımcıların teorik bilgisinin son
derece iyi olduğunu ve dünya gündemini
yakından takip ettiklerini görmek
açıkçası beni hiç şaşırtmadı. İyi bir
araştırmacı olmak, öncelikle çok kitap
okumayı, uluslararası bilimsel yayınları
takip edebilmeyi, dünya gündemine
hakim olmayı gerektiriyor. Yabancı
araştırmacılar Türkiye’yi biliyorlar, çok
geziyorlar, okuyorlar, gündemi takip
ediyorlar. Bu anlamda da, seminerde
tartışılan konular son derece güncel,
disiplinlerarası çalışma alanlarından
filizlenmiş olan konulardı. Benim
çalışmamın başlığı “I’m Digitally So
Close To You” idi. Konum ise, Türkiye’de
Gezi Parkı Eylemleri süresince sosyal
medya üzerinden siyasi aktörlerin
ve kurumların kamusal iletişim
yöntemlerinin analizi üzerineydi.
Oturum başkanlığını üstlenen Lund
NCEL
13
Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr.
Peter Dahlgren çalışma alanımı
son derece ilginç buldu ve konuya
ilişkin olarak irtibat halinde kalarak
kaynak bulma konusunda yardımcı
olabileceğini belirtti. Bu tarzdaki
akademik toplantıların en büyük faydası
dünyada ne gibi akademik çalışmaların
yapıldığını görmek ve araştırmacılar
ve akademisyenler ile ufuk açan fikir
alışverişinde bulunabilmek.
“Kopenhag’a gidince öncelikli olarak
nereler görülmeli, ne yenir, ne içilir,
hangi müzeler ziyaret edilmeli, gidince
yapılmadan dönülmemesi gereken neler
var?” sorularına farklı zevklere hitap
edecek çeşitli yanıtlar vermek mümkün
fakat şunu açık bir şekilde söyleyebilirim
ki Kopenhag güzel ve düzenli bir şehir
olmasına rağmen bir marka şehir değil,
yani ülkenin ve şehirlerinin biricik,
kendine has olan özelliklerini dünyaya
yeterince tanıtabilmiş değil. Kopenhag’a
gitmeden önce bu şehre ilişkin
sayabileceğim anahtar kelimelerin sayısı
ne yazık ki yediyi geçmiyordu. Ülkeye
ilişkin beyin fırtınası yaptığımda bu
anahtar kelimeler arasında şunlar vardı:
Vikingler, Kopenhag Kriterleri, Andersen
Masalları, LEGO, Galatasaray’ın 2000
UEFA Kupası’nı aldığı şehir olan
Kopenhag, hayvanat bahçesinde yer
olmadığı gerekçesiyle bir zürafanın
öldürüldüğü şehir olan Kopenhag,
Danimarka markaları olan Tuborg
ve Carlsberg biraları... Bu anlamda,
Danimarka, hakettiği markalamayı
daha etkin şekilde yapmaya ihtiyaç
duyuyor diye düşünüyorum. Örneğin
Andersen Masalları’nın Little Mermaid
karakteri’nin (Küçük Denizkızı) Heykeli
1913’te yılında heykeltıraş Edvard
Eriksen tarafından yapılmış ve bu heykel
Kopenhag’ın simgesi durumunda fakat
dünyada ne kadar bilinirliği var, kimler
böyle bir heykelin varlığından haberdar,
tanıtımı ne kadar iyi yapılıyor, tartışılır.
İstanbul’un simge yapılarından Kız
Kule’si ne kadar tanınıyorsa, Küçük
Denizkızı da o kadar tanınıyor olabilir.
Küçük Denizkızı’nın yaratıcısı olan
Hans Christian Andersen, Kopenhag’ın
en önemli kültürel değerlerinden biri.
Küçük Deniz Kızı’ndan başka, Kurşun
Asker, Kibritçi Kız, Kırmızı Ayakkabılar,
Çirkin Ördek Yavrusu Andersen’in en
çok bilinen eserleri arasında bulunuyor.
Andersen’i daha yakından tanımak
isteyenler, şehir merkezindeki Andersen
Müzesi’ni gezebilirler.
LEGO, Carlsberg, Tuborg bu ülkeden
çıkmış olan ünlü markalar arasında
yer alıyor. Ayrıca Danimarka Askeri ve
Avrupa’nın en uzun alışveriş caddesi
olan Stroget’teki bisikletli insanlar
Kopenhag’ın simgeleri arasındadır,
Danimarka’ya ilişkin yazılacak başka
birçok detay var, ancak şu bir gerçek
ki Kuzey ülkelerini görmek gerekiyor
ve bunun için Kopenhag doğru bir
başlangıç olabilir. Buna bağlı olarak,
yazıyı Danimarkalı filozof Søren
Kierkegaard’ın bir sözüyle noktalamak
istiyorum: “Hayat ancak geriye bakarak
anlaşılabilir; ama ileriye bakarak
yaşanmalıdır”. Hayatın da Avrupa’nın da
ilerisine bakmanız ümidiyle...
Gözde Kurt
Saloon Manga
Güzellik Salonu
Ĝstanbul Kültür
Üniversitesi
öċrencilerine özel
SALOON MANGA - MANGA GÜZELLĜK SALONU
Adres:Ataköy Plus AVM Ataköy 6. KÀsÀm Mah. BakÀrköy, Ĝstanbul, Türkiye
Telefon NumarasÀ:+90 (212) 560-00-79 +90 (212) 661-82-46
www.salonmanga.com
%15
indirim
15
DOSYA:
MARKA
16
RÖPORTAJ
Bülent Fidan > The Brand Age Genel Yayın Yönetmeni
Sizce marka nedir? Özgün bir marka
nasıl oluşturulur?
MARKA YÖNETME
SÜRECİ ZORDUR...
İşletme (reklam ve pazarlama) ve
iletişim sanatları alanlarında lisans ve
yüksek lisans eğitimlerinin ardından,
reklam sektöründe reklam yazarı ve
ardından da yaratıcı yönetmen olarak
çalıştı. Tasarımcı olan Bülent Fidan
aynı zamanda karikatürist olarak
da çalışmalar yapmıştır. Fidan’ın
karikatür alanında çeşitli kişisel
sergilerde ve karma sergide eserleri
de bulunmaktadır. 2005 yılında
Avrupa Mizah Akademisi’nin “Tüm
dünyada 20. yüzyılın en başarılı 100
grafik mizahçısı” arasına seçildi ve
eserleri İspanya Mizah Müzesi’nde
sergilenmiştir.
2000 – 2012 arası Reklam Yaratıcıları
Derneği Yönetim Kurulları’nda 3
dönem Başkan, 2 dönem Genel Sekreter
olarak yer alan Fidan, 1991 yılında
başladığı reklamcılık yaşantısında
2005 yılından sonra Safari “Marka
İletişimi Ajansı”nda kurucu üye
ve Yaratıcı Grup Başkanı olarak
görev yaptı. 2010 yılından itibaren
Suit “Yaratıcı Marka Çözümleri”
ajansında yaratıcı yönetmen ve marka
danışmanı, Beyaz Gemi Sosyal Proje
Ajansı’nda iletişim bölümü başkanı
olarak çalışmaya devam etmektedir.
Ayrıca Fidan, Marka yönetimi dergisi
The Brand Age, Reklam Yaratıcıları
Derneği yayını olan Ara Sıra ve
sektörün tek tasarım dergisi olan
Grafik Tasarım dergisinin Genel Yayın
Yönetmenliklerini sürdürüyor.
Marka kavramı, diğer alanlar gibi
yaşamın içinde kendi kendine doğup
ilerlemedi. Marka daha çok akademik
bir yapı olarak yorumlandı. Bazı marka
danışmanlarının anlattığı gibi eğlenceli
bir kavramdan çok, tamamen akademik
bir kapsama sahip. Marka kavramı,
ABD yoğunluklu bir akademik yorumla
gelişim gösterdi ve dünyaya yayıldı.
Biz markayı iki temelde ele alıyoruz:
1-Hukuk açısından marka
2-Pazarlama açısından marka
İlki tamamen yasal koşullardan ötürü,
tescil temelli, markayı hukuk açısından
koruma amaçlı oluşturulan bir
yaklaşım. Pazarlama dünyasında bizi
asıl ilgilendiren, markaların tüketicilerin
zihninde yer alan şekli. Pazarlama
açısından marka, tüketicinin daha
fazla bedel ödeyerek satın almayı ve
kullanmayı, yaşamına katmayı tercih
ettiği, alternatiflerdir. Markalar, bu açıdan
bakıldığında gerçekten bir alternatife,
tercih edilebilirliğe sahiptir. Bu tercih
edilebilirlik de, değişik segmentlerde,
değişik tüketici gruplarında maddi,
sosyolojik ve psikolojik olmak üzere
farklı tercih nedenlerine dayanır. Elbette,
bunlardan birini seçtiğinizde, diğerini
terk etmiş oluyorsunuz.
Farkında olun ya da olmayın, günlük
yaşantınızda kullandığınız her şey,
satın aldığınız tüm ürünler birer marka
tercihidir. Cep telefonundan tutun da,
kullandığınız otomobile, içtiğiniz suya
kadar her şey bir marka tercihidir aslında.
Bir marka tercihinin gerçekleşmesi için,
o ürünü üreten birden çok markanın
pazarda konumlanmış olması gerekir.
Aslında, eskiden bazı ürünleri tek
bir marka üretirdi ve tercih hakkınız
yoktu. Şu an tercih sürecini yönlendiren
birtakım unsurlar var. O unsurlar ise
sadece ve sadece bizim, yani tüketicinin
statü kaygısından kaynaklanıyor. Statü
kaygısını ise şöyle açıklayabilirim:
Hepimiz bir sosyal çevrede yaşıyoruz
ve bu sosyal çevrede ya o sosyal
çevreden kopmamak adına ya da o
sosyal çevrede kalmak için birtakım
davranışlarda bulunuyoruz; bazen de bir
üst sosyal çevreye çıkmak için birtakım
davranışlarda bulunuyoruz. Hiç kimse
bir alt sınıfa düşmek için bir davranışta
bulunmaz. O yüzden markalar, sosyal
çevremizde bizi tanımlayacak, bizim
kimliğimizi aktaracak, ne olduğumuzu
karşımızdakine iletecek nesnelerdir.
Örneğin, Tofaş sattığınız bir çevrede
Mercedes
satamazsınız.
Çünkü
Mercedes’in o çevrede, daha üst bir sınıf
algısı bile olsa böyle farklı bir statü içine
girmesi zordur. Tofaş’ın statüsü düşük
17
olmasına rağmen, sosyal çevre onu ister
ve siz Mercedes’i öneremezsiniz. Bu
kötü bir şey değildir. Bu, o sosyal çevrede
benimsenmiş bir davranışlar ve tutumlar
bütünüdür. Başka örnek verelim. Bir
toplantıya gidiyorsunuz. O toplantı için
giydiğiniz kıyafet, kullandığınız koku
ve makyaj malzemeleriniz değişiyor.
Çünkü tercihleriniz sizin kimliğinizi
yansıtıyor. Marka böyle bir kavram;
statünüzü koruma ya da bir üst statüye
geçebilme noktasında, bizi biz yapan
kimlik göstergelerinin en önemlisidir.
En çok karıştırılan iki kavram: Ürün ve
Marka.
Ürün ne? Marka ne?
Ürün, bizim fiziksel ihtiyaçlarımızı
gideren nesneler ya da hizmetlerdir.
Su içeriz, dışarı çıkacaksak ayakkabı
giyeriz, yolculuk edeceksek otomobile
bineriz. Bunların tamamı bir fiziksel
ihtiyacı gidermek içindir ve bunların
hepsi birer üründür.
Markalar ise bize bir yaşam standardı
sunar. Soyuttur, ama yaşam içinde
ürün ile somutlaşır.
Markalar bize bir deneyim sunar.
Bu deneyim, onaylanmış ve tavsiye
edilmiş şeyler üzerinden yaşamımızı
kolaylaştırmamızı sağlar.
Markalar,
statü
kaybetme
korkusundan ötürü bizimle duygusal
bir bağ kurmaya çalışır. Yani, biz
fiziksel ihtiyaçlarımızı üründen
karşılarken, paketlenmiş, estetik ve
özel bir hale getirilmiş markayı da
duygusal ihtiyaçlarımızı gidermek
için kullanırız. Bu nedenle, aslında
bizim için ve bütün tüketiciler için
temel olan şey, duygusal faydanın
karşılanmasıdır.
“Kendi
kimliğimize
uygun bir marka tercih
ediyoruz.”
Marka
yaratmak,
ürün
yaratmaktan
çok daha zorlu bir
süreç.
Markanın
rakipler arasında tercih
edilebilir noktaya gelmesi
marka oluşturma süreciyle
ilgilidir. Yani siz bir ürünü
yarattınız, logosunu tasarladınız,
ismini koydunuz, tescil ettirdiniz,
bütün kademeleri gerçekleştirdiniz,
insanlara böyle bir marka ürettiğinizi
anlattınız,
raflara
koydunuz,
satış noktalarında bulunduğunu
söylediniz, bunun tanıtımını yaptınız
ve satışlar gerçekleşti. Satışlardan
sonra birtakım geri dönüşler aldınız,
ürünü veya markayı geliştirmek için
birtakım çabalar sarf ettiniz. Rakipler
ne yapıyor, siz neredesiniz, ürettiğiniz
marka ulusal ve yasal koşullara uygun
mu? Bunları gerçekleştirirseniz bunun
bir süreç olduğunuz görürsünüz ve bu
sürecin 1 - 2 ay içinde gerçekleşmesi
mümkün değildir.
Sizce bir markanın iletişimi nasıl
olmalıdır?
Markanın tercih edilme durumu,
tüketicinin onu yavaş yavaş algılaması,
diğerlerinden farkını kendi yaşamı
içinde görmesi ve o markanın ürettiği
ürünü satın almaya başlamasıyla
sonuçlanan bir süreçtir. Bu süreç
yavaş yavaş tercih edilen bir marka
olmaya doğru evrilir. Bu bir süreçtir
ve kimi markalar için 6 ay, kimisi için
de 5 yıl olabilir. Bu süreci etkileyen
unsurlardan biri de markanın rakipleri
karşısındaki konumudur. Örneğin ŞOK
marketlerinin tamamen ekonomik
olma üzerine kurulmuş bir market
konumu var. Rakipleri kim? DiaSa ve
BİM. İşte bu konumlandırmasıyla ŞOK,
Migros’la ya da Makro ile mücadele
etmiyor. Çünkü ŞOK ve BİM’in tercih
edilmesinde rol oynayan duygusal fayda
farklıdır. Ekonomik olmalı. Buradaki
duygusal fayda, ekonomik bir yerden
uygun fiyatla ama kaliteli alışveriş ile
tüketicinin kendini mutlu ve akıllı bir
insan görme duygusunun yaşatılması
şeklinde ifade bulmaktadır. Migros’un
ve Makro’nun tercih edilmesine sebep
olan duygusal fayda ŞOK’tan oldukça
farklı; daha ulaşılmaz ürünlerin yer
aldığı, daha lüks bir yaşamın sunulduğu,
bir üst statüye hitap etme. O yüzden
market dediğimizde de, marketleri
segmentlere ayırmak durumundayız.
Ekonomik market mutlaka dar gelirli
18
gitmediğiniz için, başkalarının size
aktardıklarından hareketle yaparsınız.
Ülke markalaması böyle doğuyor.
Tavsiye, zihinlerdeki olumlu-olumsuz
düşünce ve deneyimlerden... Ülke
markalamaları her alanda son derece
önemlidir. Örneğin, uluslararası bir
konferans yapacaksınız, sizden kaç kişi
davet ediliyor? Eğer değerli bir ülke
değilseniz, zaten sizden kimse davet
edilmiyor.
Marka yönetimi alanında çalışmak
isteyen üniversite öğrencileri için
ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz?
kişilere hitap etmek zorunda değil.
Farklı bir nedenle tercih edilebilir.
Sosyal sınıfı üst düzey bir kişi tarafından
da tercih edilebilir. Örneğin, ŞOK düşük
gelirli semtlerin yanında, Cihangir ve
Etiler gibi semtlerde de yüksek cirolar
yapmaktadır. Bu yüzden fiziksel bir
fayda değil, duygusal bir fayda sunar.
Bu nedenle konumlandırmayı nasıl
yaptığımız çok önemlidir.
Bir ülke nasıl marka olabilir? Ülke
markası nasıl korunmalıdır?
Ülke markası olmak demek bir kültürün
hem deneyimlenmesi hem de o kültürün
izlerinin zihinlerde yarattığı duygunun
olumlu olmasıyla ilgilidir. Sudan mı,
İtalya mı? Karşınızda iki seçenek var.
İkisine de gitmediniz. Hangisine gitmeyi
tercih edersiniz? Tabi ki sizi duygusal
olarak etkileyen ve sorun yaşamadan
mutlu bir tatil geçireceğiniz yeri tercih
edersiniz. Tercihinizi de, oraya henüz
Öğrencilerime, çıkmış olan marka
ile ilgili bütün kitapları okumalarını
öneriyorum. Bunların çoğunda
akademik kitaplar olması sebebi ile
matematiksel bir dil kullanılıyor.
Yani, aklına “bir kitap yazayım,”
diye gelenlerin yazabileceği kitaplar
değiller. Bu kitapların içinde
rahatlıkla öğrenebilecekleri şekilde
anlatılmış marka analiz sistemleri,
marka kimlik oluşturma sistemleri
var.
Selen Çeliköz, Duygu Erdoğan,
Merve Gürbüz
19
MAKALE
Ali
A
lii Gök
G
Gökçe
ök
ökçe E
Ertan
rtan > Ma
M
Marka
arrk
kaa Da
D
Danışmanı
an
nıışşm
manı
ma
an
nı
iletişim
Sanatları
Bölümü
Öğretim
Görevlisi
> İK
İİKÜ
KÜ
Ü ile
il
let
eti
tiş
işi
şim
im
m San
Sa
S
ana
nat
attlar
laarı
rıı Böl
B
ölü
ölüm
üm
mü Öğr
mü
Ö
ğğre
ret
eti
tim
im
m Gör
G
ö
öre
rev
evl
vli
lis
isi
si
Markalaşmayı Zorlaştıran 6 Yanlış Yaklaşım
Neden
küresel
markalarımızın
olmadığı yıllardır tartışılır. Buna
bir çok çevreden bir çok argüman
getirilir. İstikrarlı bir ekonomi, güçlü
bir sermaye, iyi bir ülke imajı, yetişmiş
insan kaynağı, yüksek vergiler,
yüksek üretim maliyetleri, istikrarsız
devlet politikaları gibi bir çok neden
sayılır. Üretim ve ticarete yönelik
kontrolümüz dışındaki etkenleri bir
kenara koyalım. Ben dikkati kontrol
edebileceğimiz
kısma
çekmeye
çalışacağım. Biz işe öncelikle kendi
yapabileceklerimizden bakalım. Çoğu
patronlarımızı, tepe yöneticilerimizi
güçlü markalar yaratmaktan alıkoyan
en büyük etken, mevcut düşünce
yapıları ve psikolojik faktörler.
Öncelikle güçlü bir markaya sahip
olabilmek için iki zorunluluğu yerine
getirmiş olmak lazım: Birincisi yeterli
kalitede bir ürün veya hizmete sahip
olmak. Çoğu şirketin sandığı gibi
ürün veya hizmetin “olağanüstü”
kalitede olması, markalaşma için bir
ön koşul değil. Algılanan kaliteyi
tüketicinin
beklentisi
belirler.
Tüketicinin beklentisini karşılayacak
düzeyde bir ürün, doğru bir marka
kimliği ve fayda önerisiyle iyi bir
marka oluşturmaya yeter. En değerli
markalar, sadece en iyi ürünlerden
çıksaydı, Microsoft dünyanın en
değerli ilk üç markası arasında
olmazdı.
İkincisi de bu ürün veya hizmeti
markalaştırmaya her yıl ayıracağınız bir
yatırım bütçesi. Bütçenizin büyüklüğü,
hedeflerinizin büyüklüğüne bağlıdır.
İkisini birbiriyle dengelemeniz gerekir.
Bu yüzden “Markalaşmak için ne kadar
yatırım yapmam gerekir?” sorusunun
yanıtı “Hedefleriniz kadar”dır. Gerekli
yatırımı yapmazsanız, ömrünüz marka
tarihinde görebileceğiniz bir kaç
örnekteki sıra dışı rastlantıların veya
şehir efsanelerinin sizin de başınıza
gelmesini ümit ederek geçer. Gerçek
hayatta buna filmlerde, kitaplarda
rastladığınız sıklıkta rastlamazsınız.
Çoğu da markanın arkasında iyi bir
hikaye olsun diye biraz abartılmıştır.
Elinizde iyi bir ürün ve bunu
markalaştırmak için gereken bütçe
olmasına rağmen hala değerli bir
marka yaratmakta sıkıntı çekiyorsanız,
aşağıdaki 6 maddeyle yüzleşmeniz
gerekiyor olabilir.
1- Uzun vadeli düşünmemek
Yıllarca
enflasyonist
ortamda
iş yapmak zorunda kalan yerli
müteşebbislerimizin uzun vadeli
plan yapma alışkanlığı kazanamamış
olması, işle ilgili başka konularda
olduğu gibi, markalaşma konusunda
da önlerini tıkıyor. Bu bir de
inancımızdan gelen kadercilikle
birleşince, gelecek hesapları yapmak
iyice zorlaşıyor. Oysa marka
yaratmak,
stratejik
düşünmeyi
gerektirir. Marka, yarını planlamak
ve yarına yatırım yapmaktır. Sadece
bugünün satışlarını ve karlılığını
düşünürseniz, markalaşamazsınız.
20
2- Sabırsızlık
3- Odaklanma güçlüğü
Türkiye kadar yatırımın geri dönüşü
hesaplarını kısa tutmaya hevesli
girişimci sayısına sahip ülke çok
azdır. Marka yaratmak ise sabır ister.
Her ne kadar bu süre artan iletişim
olanaklarıyla gittikçe kısalıyor olsa da,
hala dünya çapında marka yaratmak
için yıllarca yatırım yapmak gerekiyor.
Japonların küresel marka çıkartmaları
40 yıl, Güney Korelilerin 25 yıl sürdü.
Çinli ve Hintli şirketlerde bu süre 1015 yıllara kadar inse de, markanın oya
işler gibi sabırla, tüketiciyle sürekli
etkileşimle, her yıl üzerine biraz
daha koyarak büyütülmesi gerektiği
gerçeği değişmedi. “Üç ay reklam
yapayım, dördüncü ay güçlü bir
markam olacak” diye yola çıkarsanız,
hüsran kaçınılmaz. Kısa vadeli satış
artışının marka değeriyle ilgisi,
tahmin ettiğinizden zayıftır.
Markanın kritik özelliklerinden biri
olarak odaklanma,
markalaşma
konusunda bizim önümüzdeki en
büyük zihinsel engellerden biri.
Birinci sıradaki odaklanma hatası
herkesi hedeflemek. Belki de
patronların kontrol etmesi gereken
en büyük ihtiraslarının başında,
ürettiğini yeryüzünde kıpırdayan
herkese satmak gelir. Oysa herkese
anlamlı gelecek bir marka yaratmak
hiç de kolay değildir. Bir markaya daha
büyük bir tüketici profiline çekici
gelmesi için ne kadar fazla anlam
yüklemeye çalışırsanız, daha küçük
tüketici segmentlerinin kendilerini
markanızla
özdeşleştirmesinden
veya kendi kimliklerini yansıtma
fırsatından o kadar uzaklaşırsınız.
Coca Cola kadar büyük bir pazar
penetrasyonunuz ve kategorinin
orijinali olma özelliğiniz yoksa,
temsil ettiğiniz değerler en az
onunki kadar tüketiciye anlamlı
gelmelidir. İkinci sıradaki odaklanma
hatası ise tüketiciye değil, rakibe
odaklanmak.
Kendi
markanızı
tüketicinin ihtiyaçlarından çok rakip
markaların kimlik ve vaatlerine göre
şekillendiriyorsanız, yokluğu pek bir
eksiklik yaratmayan bir ikinci tercih
olursunuz. Tüketici için vazgeçilmez
olmanın yolu farklı ve anlamlı
olmaktan geçer.
Bizdeki odaklanma sorunu daha
bir çok konuda sürer gider; en az
ürünün performansı kadar tasarım ve
yeniliğe odaklanmak gerekir, sadece
ürüne değil, ürünle birlikte verdiğiniz
hizmete odaklanmak gerekir, satmaya
değil, sevdirmeye, fiyata değil, değere
odaklanmak gerekir.
21
4- Tutarsızlık
Türkiye’de en az odaklanma kadar
önemli bir sorun da tutarsızlıktır.
Tutarsızlığı markanın kendi içindeki
tutarsızlık ve zaman içinde tutarsızlık
olarak ikiye ayırabiliriz. Markanın kendi
içindeki tutarsızlığı da ikiye ayıralım:
Vaat – performans tutarsızlığı ve kimlik
tutarsızlığı. Bir markayı zayıflatmanın
en iyi yolu, o marka hakkında tüketiciye
söyledikleriniz ve vadettiklerinizle,
onun için yaptıklarınızın birbirini
tutmamasıdır. Özü ve sözü bir olmayan
güçlü bir marka var olamaz, çünkü değerli
markalar gücünü büyük ölçüde müşteri
sadakatinden alır. Müşterileri hayal
kırıklığına uğratmayacak kadar vaatte
bulunun. Hatta mümkünse vaadinizi
performansınızdan biraz daha düşük
tutun, onlara ürününüzü kullanırken
keşfedecekleri küçük sürprizler bırakın.
Deneyimi güçlendirmiş olursunuz,
bağlılık ve sadakati arttırırsınız.
Kimlik tutarsızlığı, bir markanın
kimliğini oluşturan ürüne yönelik
ve ürün dışı özelliklerin birbiriyle
uyumsuzluğudur. Marka kimliğini
oluşturan tüm unsurlar, aynı bütünün
parçaları gibi kurgulanmalıdır. Logo,
renk, maskotlar, ambalaj, ürün formu,
marka sözcünüz, reklam yüzünüz,
perakende atmosferiniz, ses, koku,
doku, kullandığınız metaforlar gibi
sembolik özellikleriniz, tüketiciyle ilişki
kurma biçiminiz, stiliniz, tonunuz,
hepsi marka kişiliğinizi yansıtmalı.
Ürün özellikleriniz vaadinizle, vaadiniz
tüketici motivasyonlarıyla, fiyatınız
algılanan
değerinizle,
konu m l and ı r m an ı z
kimliğinizle
tutarlı
olmalı. Marka, her bir
parçası özenle planlanan
bir stratejidir, içindeki
tutarsızlıklar anlamsız bir
markaya doğru götürür.
Zaman içinde tutarsızlık
ise
markada
kimlik
bozukluğuna
yol
açar.
Her yönetici değişikliğinde,
ajans değişikliğinde veya rakip
atağına karşı zorunlu olmadığı halde
değiştirilen temel kimlik unsurları,
bunları sahiplenmenin getirebileceği
müthiş avantajları yok etmekle kalmaz,
tüketicinin markanızdan uzaklaşmasına
yol açar. Siz altı ayda bir karakteri değişen
biriyle herhangi bir ilişki kurmak ister
misiniz? Tüketici neden istesin?
5- Bilgisizlik
Araştırmayla
tüketiciyi
anlamaya
çalışmadan, know-how’a, ar-ge’ye,
tasarıma yatırım yaparak ürün-hizmete
yenilik katmadan, çalışan seviyesini
eğitimle yükseltmeden, profesyonellere
sormadan, okumadan, anlamadan,
sonuçları ölçmeden marka yaratmaya
çalışmak; hedefinize daha uzun, daha zor,
daha maliyetli ve daha riskli bir yoldan
gitmek demektir. Marka gibi soyut
varlıkları anlama zorluğu, bunlara yatırım
yapmaktan çekinmeyi de beraberinde
getirir. Bilgiye yapacağınız yatırıma değil,
yapmamakla başınıza geleceklere acıyın.
O zaman sattığınızda markanız lüks
otomobilinizden daha fazla para eder.
6- İlgisizlik
Bir marka bir işletmede ne kadar üst
düzeyde yönetilirse, o kadar başarılı
olur. Patronlar, CEO’lar markanın
şirketin en önemli stratejilerinden
biri olduğunun farkına varmayıp,
sadece pazarlama ve iletişim
bölümlerinin işi olduğunu sanırsa,
güçlü bir marka sahibi olmak hayal
olabilir. Bu bölümleri ne kadar
kalifiye yöneticilerle yürütürseniz
yürütün; onları stratejik kararlarınıza
dahil etmedikçe, tüm organizasyonun
dikkatini markaya çekebilmeleri
ve kurum içinde ve dışında ellerini
güçlendirmeleri için gerekli desteği
vermedikçe,
markalaşmak
için
kendi üzerinize düşeni yapıyor
sayılmazsınız.
22
MAKALE
BAŞLIK
Doç. Dr. Işıl Zeybek > İstanbul Kültür Üniversitesi
> İletişim Sanatları Bölümü
sağlayan etmenler üzerinde de durmak
yararlı olacaktır kuşkusuz.
LÜKS MARKA MI
DEDİNİZ…
Lüks… Yaşam sanatına dönüşen
ve
konforla
bütünleşen
lüks
olgusu… Her zaman göreceli bir
anlam aktaran, nesnel olmayan,
kazanılan ve kültürel bir özellik
içeren kavram… Lüks olgusu, ortaya
çıkışından bugüne kadar bir ayrıma
işaret
etmekteydi…Sanki
diğer
kişilere yüksekten bakan, ayrımcılık
yapan bir olguydu… Öncelikli
olarak saraylıları halktan ayıran, bir
başka anlatımla “yukardakilerle”
“aşağıdakileri” ayıran, yüce, ender,
tek gibi söylemlerle nitelendirilen, güç
ve iktidar arzusunun dış gerçekliğine
yardımcı olan büyülü bir sözcüktü…
Lüks dünyası, değişik kültürlerin
kucaklaştığı, beğenilerin melezleştiği,
arzuların, tutkuların ve mutluluğun
uluslararası düzlemde yaşandığı bir
arenadır. Bu arenada lüks, kutsal
bir değer taşıyan kimlik kartıdır.
Bu kimlik kartı kişilere bir üstünlük
sağlamakta ancak onları farklı
kılmaktadır. Çünkü lüks, zevk
sahibi olmanın, zarafetin, şıklığın,
seçkinliğin, ayrıcalığın, uyumun
birlikteliğinden doğan bir düşünsel
keşiftir, bir serüvendir.
Lüks olgusunu yalnızca tanımlamak,
açımlamak yeterli değildir. Lüks
ürünlerin ya da markaların tanınmasını
En başta, nadirlik/azlık… Herkes
hem fikirdir ki, lüks nadir bulunan
bir şeydir; sokaklarda bulunmaz.
Paris’te Hermès’te, bir Kelly çantası
için pek çok ay beklemek gerekir.
Bu süre Japonya’da ise belki de pek
çok yıldır. Bir özel tasarım elbise
için ise yine aynı biçimde pek çok
hafta beklemek gerekir. Nokia’da
bir Vertu telefon için 5 ay, Prada’da
400 dolarlık bir pantolon için ise üç
ay, John Lobb’da bir çift ayakkabı
için 10 ay, Amerika’da bir Porsche
Boxster için bir yıl ya da Cosmograph
Daytona marka Rolex bir saat için
iki yıl beklemek gerekir. Bir Omas
tükenmez kalem için fırınlama süresi
ise 350 gündür.
Elbette,
nadirlik, “biricik” olma
durumu tek bir parçanın en üst
tepesinde yer almakta ve bu düzeyde
yücelmektedir. Özellikle kuyumculuk,
deri ya da kristal sektörlerinde
özel siparişler çerçevesinde kişiye
özel tasarımların yapılması da söz
konusudur. Örneğin, kozmetikte,
By Terry markası 780 avro’ya bir ruj
yapmış ve bunu “dünyada sadece
bir tane olan ürüne sahip olmak
arzusuyla
Paris’te
Véro-Dodat
Mağazasına provalarının yapılması
için özel jetiyle gelen zengin bir
müşterisi için hazırlamıştır.
Bu bağlamda, yalnızca nadir olan mı
lükstür? sorusu akıllara gelmektedir.
Tabii ki hayır. Matbaa da, ilk
zamanlarında nadir bulunan bir şeydi
ancak matbaa şu an bir lüks nesnesi
olarak kabul edilmemektedir. Fosil
bitkileriyle ilgilenen kişiler tarafından
bulunan, Lucy ya da Toumai fosilleri
Dünya’da tek ve değerli olan eşsiz
fosillerdir ancak yine de onlar bir lüks
nesnesi değillerdir.
Fiyat ise, lüks ürünler dile
getirildiğinde önem kazanan bir
diğer ölçüttür. “Daha pahalı olan
daha lükstür” anlayışı genel olarak
yaygındır. Bir yat ya da bir özel jet
herkesin rahatlıkla ulaşabileceği
türden mallar değillerdir. Lükste
bazı takılar hariç, fiyat açısından
pahalı olma durumu… Evet
geçerlidir. Bununla birlikte lüks
olarak nitelendirilmeyen ancak
fiyat açısından daha da pahalı olan,
bir başka deyişle bedelini ödeme
sürecinde çok az kişi tarafından
karşılanabilen durumlar da vardır:
Örneğin, uzaya gerçekleştirilecek
olan ufak bir yolculuk… Bir iki
multi-milyarder bunu talep etmiştir.
Bu durum ne kendi gözlerinde ne
de başkalarının gözünde bir lüks
değildir. Çünkü hiç kimse bir uzay
kapsülü içinde kapalı kalmayı kolay
kolay göze almaz ve bunu bir lüks
gibi varsayarak yapılacak sayısız
alıştırmaya boyun eğmez.
Tersine, lüksün önemli bir bileşeni
tutkudur. Alain Etchegoyen’in dediği
gibi, bir Yquem Şatosu ne ulaşılmazdır
ne de basit bir örnek yapıyı temsil
23
etmektedir. Ancak şişe, elbise, etiket,
tatma isteğinin yoğunluğu, düş
gücü, sarayın istilası, yapıya duyulan
bütün bu heyecanlar, “lükstür” der.
Bu bağlamda, malın ender olması,
para ile elde edilebilmesi, yanında
duyumsal bir deneyim getirmiyorsa,
bir haz sağlamıyorsa, lüks değildir.
Bir şey daha pahalı oldukça illa
ki o şeyin lüks olduğu anlamına
gelmemektedir. Tersine, kimi zaman
fiyatı yüksek olmayan şeyler de
lüks olarak adlandırılabilmektedir;
Örneğin, İtalya’da yaz mevsimini
bir çardağın gölgesinde geçirmek,
Champs-Élyséees tiyatrosunda bir
Pollini resitali izlemek, Mont-Blanc
etrafında bir yürüyüş yapmak kimi
insanların düş gücünde bir lükstür.
Bu listede yer alan konu başlıkları
her birinin düşlerine, hayallerine
göre sonsuza kadar uzatılabilir.
Dolayısıyla, yüksek fiyat, tek başına
lüksü betimlemek için yeterli bir
ölçüt değildir.
Peki, yaratıcılık? Pek çok profesyonel,
lüksün
özelliklerini
sıralarken,
durmadan
yenilenmenin
ve
yaratma yeteneğinin altını önemle
çizmektedir. Ekonomik sektörlerin
birçoğunda bu gerçektir ve lüks
ürünlerde olduğundan daha da
pahalıdır. Bir saatçinin ya da bir
kuyumcunun yeni bir cep saati ya da
yeni bir takı yaratması için birçok yıla
gereksinimi olduğu gibi (Rolex’te 5 yıl)
milyon avrolar gerektiren bir bütçeye
de sahip olması gerekmektedir. Bu
açıdan, otomotiv ya da yiyecek-içecek
sektörü yaratıcılıklarıyla
daha ön plana çıkan
sektörlerdir. Çünkü
bu sektörler, çok
daha az zamanda
yeni modeller, yeni
hizmetler ya da yeni
ürünler, yeni tatlar
ortaya koymaktadırlar.
Yenilik bu sektörlerde
süreklidir.
Yaratıcılık, yenilik kavramları artık
hemen hemen her alanda kendini
göstermektedir dolayısıyla yaratıcılık
ve yenilik ölçütleri yalnızca lükse özgü
ölçütler değildir.
Ve ayrıntı hissi? Ayrıntı hissi kendini
lükste
açıkça
göstermektedir…
Yağmurlu günlerde şemsiyenizin
halılara su damlatmaması için
Hermès’te size sunulan plastik kılıflar
binlerce örnek içinden verilebilecek
örneklerden bir tanesidir. Dünya’daki
bütün Lancôme’ların satış noktalarında
müşterilere
söylenen
Fransızca
“merhaba hanımefendi” söylemidir.
Dünyanın her yerinde tüm satış
noktalarında tüketiciler, “Bonjour,
Madame” söylemiyle karşılanmaktadır.
Bernard Arnault’un sıkça belirttiği gibi,
“perakende ayrıntıdır” ve bu düşünce,
özellikle lükste çok doğrudur.
Kurucu hareketlere ve kurucu
girişimlere gelirsek, markayı kuranın
“girişimci” olması ve yeniye açık
olması önemlidir. Lüks olgusu birçok
mağazanın kaynağıdır. Hatta birçok
işletmenin de kaynağıdır. Varolan
örnekler arasından rastgele bir
tanesini alırsak, kot pantolonu icat
eden Lévi’s, 1860 yılında doğmuştur.
Bir başka örnek, lüks markası olmakta
başarısız olan, 1783 yılında sektörde
yerini alan Schweppes markasıdır.
Alman olan kurucusu, başlangıçta
Cenevre’de kuyumcu olarak büyük
bir servet kazanmıştır. Ancak,
su minarelerinin gazlaşmasının
yöntemini
bularak,
alkolsüz
içecekleri (soft-drink) Coca Cola’dan
yüz yıl önce keşfetmiş ve piyasaya
sunmuştur. Gerçekten de lüks olsun
olmasın her markanın tarihi, uzun
kurucu
hareketlerini/girşimlerini
içermektedir. Yoğurt endüstrisi
mucidinin (Danone), metal gümüş
mucidinden daha az kabiliyetli ya da
daha az ilgili olduğunu düşünmek
için de hiç bir neden yoktur.
Eski olma durumu da aynı biçimde
dikkate alınması gereken bir diğer
ölçüttür ancak bu ölçüt tamamen
lüks markalara özgü değildir.
24
Aşağıda belirtilen bazı markaların
doğum tarihleriyle bu durum açıkça
görülmektedir: Maille (1747), Badoit
(1778), Maggi (1830), Liebig (1803),
Nestlé (1865), Heudeberr (1906),
Lu (1846), Nicolas (1822), Twinings
(1706), Lindt (1845), Vakko (1934),
Beymen (1971), Hotiç (1938),
Yıldırım Mayruk (1960), Atalar
(1912).
Yabancı lüks markaları da eskidir, hatta
bazen Fransız lüks markalarından
bile
eskidir:
Fortnum&Mason,
1707 yılında Londra’da Fauchon ya
da Hédiard’dan önce doğmuştur.
Wedgwood
1759’da
doğmuş,
kristalci Waterford ise 1783 yılında
doğmuştur. Cam işçiliği yapan İtalyan
Salvati 1859’da, Shiseido 1872’de,
Penhaligon’s
1870’de,
Rubelli
1859’da, Loewe 1846’da, Tiffany
1837’de ve İngiliz kuyumcu Asprey
1781’de doğmuştur. En eski porselen
fabrikası Saxe, porselenleriyle meşhur
olan bir Alman firmasıdır ve 1710
yılında Meissen’de kurulmuştur. Le
Danielle -sadece 15.yüzyıl tarihli bir
bina olarak değil; otelcilik faaliyeti
olarak da 19.yüzyılın başında- 1898
yılında faaliyete geçen Ritz’e göre
daha eskidir.
Kalite ölçütü de, lüks olgusu
dile getirildiğinde belki de en
çok konuşulan bir ölçüt olarak
değerlendirilmektedir. Ancak bu
olgu, İkea’nın da söylediği gibi daha
çok lüks markalarının tekelinde
değildir. Lüks ürünlerin, aynı
kategorideki diğer ürünlerden daha
üstün kaliteye sahip olduklarını
düşünmek saçmadır; ancak aynı
biçimde yalnızca lüks ürünlerin
yüksek bir kaliteye sahip olduklarını
ileri sürmek de son derece saçmadır.
Örneğin, Renault, L’Oréal, Apple,
Nestlé gibi markaların kalite düzeyi
oldukça yüksektir.
İmgesel/düşsel olarak nitelendirilen
diğer ölçüt konuyla ilgili son
ölçüttür. Bazı yorumculara göre bu,
lüks markaların değer hesaplaması
yapılırken birinci sırada yer alan
oldukça güçlü bir ölçüttür. Örneğin
Hermès borsada değerinin % 90’nını
adındaki altı harften almaktadır.
Yalnızca %10’luk bir oran, Hermès’in
atölyeleri ve hammaddeleri ya
da elle dokunabilir olma özelliği
çerçevesinde değer kazanmaktadır.
Hermès adının 6 harfi ne anlama
gelmektedir? Yoksa bir araya gelen
harfler, düşsel olana bir gönderme
mi yapmaktadır? Ayrıca, marka
durmadan yeniliklerle, değişimlerle
düş
gücünü
beslemektedir.
Bu durum özellikle markanın,
parfümlere yönelik gerçekleştirilen
iletişim uygulamalarında da kendini
göstermektedir. Hermès’in, 2010
yılında unisex olarak piyasaya
sürdüğü “Voyage” adlı parfümü
bu açımlamaya güzel bir örnektir.
Söz konusu parfümün tanıtımı için
hazırlanan filmde, insan kullanımı
hemen hemen hiç yoktur, hiç bir
betimleme yer almaz, metin yoktur,
yalnızca simge kullanımı vardır:
Bir kuş, dörtnala giden bir at... İki
simge, final sahnesinde Pegasus’u
çağrıştırmak için birleşmektedir ve
Yunan mitolojisinde Pegasus’un
birçok özellikleri olmasının yanı
sıra “Yolculuk Tanrısı” olarak
adlandırılması da, parfüm adının
“Yolculuk/Seyahat”
olmasına
gönderme yapmaktadır. Bu noktada,
görsel ve dilsel göstergelerin
birbirlerini bütünleştirmesi dikkatleri
çekmektedir. Dilsel göstergelerden
kastettiğimiz parfümün adına yapılan
göndermedir. Türkiye’de tüketiciler
tarafından en çok alışveriş yapılan
kozmetik mağazalarından biri olan
Sevil parfümerinin web sayfasında
söz konusu parfümle ilgili şu tanıtım
yazısının yer aldığı görülmektedir:
“Hermès’in seyahat ruhunu anlatan
yeni unisex parfümü, canlı ve güvenilir
bir hikaye sunmaktadır. İçeriğinde
yer alan sandal ağacı ve sedir ile
önceden
tahmin
edemediğiniz
yazınızı keşfedecek, melekotu, andıç
meyvası ve beyaz misk ile yeni
yolculuklara çıkacaksınız. Bu göz
alıcı, odunsu, fresh ve misk parfüm ile
başlangıcın gücüne tanık olun”…. Bu
bağlamda, “seyahat ruhu”, “tahmin
edemeyeceğiniz”,
“keşfedecek”,
“yeni yolculuklara çıkacaksınız”,
“başlangıcın gücü”, “tanık olun”
söylemleriyle,
tüketicilerin
bu
ürünü kullanmaları durumunda
yaşayacakları haz ve keyfe davet
etmektedir
marka.
“Yunan
mitolojisinin kanatlı atı, diğerleri
arasında tanınabilir olan uçan
sandaletleriyle Hermès... Bilindiği
25
üzere Zeus’un habercisi olan Hermès,
Yunan Tanrılarının arasında en hızlısı
olmakla birlikte ayaklarında kanatlı
sandaletleri ve şapkası, elinde büyülü
bir değnek taşımasıyla tanınmaktadır.
Pegasus ise, Yunan Pantheonunda
önemli kahramanların Bellerophone
ve Tezeus’un zor görevlerinde
ulaşılmaz coğrafi bölgelere yetişmek
için kullandıkları hızlı bir attır. Sonuç
olarak mitolojik göstergelerle, parfüm
hedef kitlenin yaratacağı düş gücünü
harekete geçirmektedir. Bununla
birlikte, düşsel/imgesel olanın lüks
markalarına özgü olduğu düşüncesine
sahip olmak da çok doğru değildir.
Çünkü Nestlé’nin ortaya koyduğu
düş’ün, Ungaro’nun ortaya koyduğu
düşsel imgelemden daha az değerli
olduğu söylenebilir mi? Kesinlikle
hayır. Nestlé’nin düşü yuva imgesi,
çocuklar ve besleyen anne imgesi
üzerine kurgulanmıştır. Bunun
nedeni, eczacı olan Henri Nestlé,
piyasada satılan çocuk mamalarından
farklı bir içeriğe sahip bir mama
üretmiştir; özellikle emzirilemeyen
bebekler için hazırlanan bu mamanın,
bir çocuğun hayatını kurtarması kısa
sürede ün yapmıştır. Coca-Cola’nın
düşünü, bütün düş kırıklıklarına
rağmen, markayı dünyanın en pahalı
markaları sınıflamasının (şirketler
değil) en tepesinde yer alması
oluşturmaktadır – Vuitton’dan dört
kat daha fazla- tutmaktadır. Apple’ın
düşü, karşılaştırılma yapılmaksızın;
Dior’un değişik bir adla piyasaya
çıkan “yeni erkek parfümünden” daha
zengindir. Tütüne karşı kanunlar
ifade yeteneğini kısıtlamasına rağmen
Marlboro’nun düşü her zaman
büyüleyicidir. Malboro yalnızca Batı
Amerika’nın büyük bir bölümünü
şiirsellikle elinde tutmaz. Kovboy
betimlemesi ve üç milyar yıldan beri
batı düşünün kurucularından bir
diğer figür olan Yunan mitolojisinin
içinde yer alan kahramanlardan
Herküle bir gönderme yapmaktadır.
vAncak bazı lüks olarak tanımlanan
markalar arasında düşsele/imgesele
sahip olmayan lüks markalar da
vardır. Guerlain, Lancôme ya da
Armani de görüldüğü gibi yalnızca
sahip oldukları adları onları güçlü
kılar…
Düşsel/imgesel etmen, imgelemeyi,
düş gücünü oluşturmakta ve markaya
bilinçsiz bellek ile uyum sağlamasına
izin vermektedir. Levi’s ise - uykuda
olmasına rağmen - daha güçlü ve
yapılandırılmış bir düşsele/imgesele
sahiptir. Bütün anımsama gücünü
kaybeden kaçınılmaz yorumlama
hatasına kadar Guy Laroche’da
Fidjiise inanılmaz biçimde zengin
imgesel/düşsel ile süslenmiştir.
Gerçekte, bütün büyük markalar –
lüks ya da değil- bir düşsele/imgesele
sahiptir. Ancak, başka alanlarda
olduğu gibi burada da lüks markası
olup
olmadığını
betimlemenin
zor olduğuna ilişkin bazı şüpheler
vardır; bu belki de “marka” sözcüğü
yerine daha çok “lüks” sözcüğü
üzerine
yoğunlaşılmasından
kaynaklanmaktadır. Belki de lüksü,
diğer sektörlere oranla kenarları
diğerlerine göre daha bulanık olan
ekonomik bir sektör olarak görerek
lüks olgusunun gözden geçirilmesi
gerekmektedir. Yalın bir biçimde,
yalnızca güçlü markalar ve onlardan
daha az güçlü olan diğer markalar
vardır.
Onur Salkım
26
RÖPORTAJ
STRATEJİK MARKA
İLETİŞİMİ İÇİN
İPUÇLARI
DGSA (Devlet Güzel Sanatlar
Akademisi) grafik bölümünden 1985
yılında mezun olmuştur.Milliyet
gazetesinden sonra Admar Reklam,
Radar Reklam, RPM/CDP Europa,
Select, Reklamreklam, Ekstra İletişim,
Artus, Komet’de; reklam yazarı,
müşteri temsilcisi, yaratıcı yönetmen,
stratejist, ve marka danışmanı olarak
görev yaptı.
Halen; stratejist, marka ve iletişim
danışmanı olarak hizmet verirken,
İstanbul
Kültür
Üniversitesi’nde
İletişim Sanatları bölümünde ve İKÜ
Meslek Yüksek Okulu’nda öğretim
görevlisi olarak; Reklam Söylemi I ve
II, Kurumsal Reklamcılık, Bitirme
Projesi, Sosyal Medya, İnternet
Reklamcılığı derslerini vermektedir.
Size göre özgün ve başarılı bir
marka nasıl yaratılır?
Başarılı bir marka uzun vadede
“benzersizlik”
konsepti
üzerine
kurulmalı ve bu özelliği müşterin
zihinlerine yerleştirilmeli. Markaların
bu gücü elde etmeleri ise üretimden
satışa kadar tüm aşamalarda seçilmiş
hedef kitlesine “bu ürünlerden,
hizmetlerden” fazlasıyla olmasına
rağmen bu marka gibi bir alternatifinin
olmadığı konusunda ikna etmektir.
Marka
yaratmanın
geniş
kapsamlı bir organizasyon olduğu
unutulmamalıdır. Öncelikle iyi bir
Benian Kalafatoğlu > Yaratıcı Yönetmen - Stratejist
> İKÜ İletişim Sanatları Bölümü Öğretim Görevlisi
yönetim ve beyin kadrosuna ihtiyaç
vardır. “Biz” duygusunu taşıyan ve aynı
amaca hizmet eden çalışanlar grubu,
markanın arkasındaki görünmeyen
en büyük gücü oluşturmaktadır.
Marka kalite demektedir. Bunun
için iyi, kaliteden ödün vermeyen
üretim yapılması gerekmektedir.
Ayrıca iyi bir marka ismine sahip
olması gerekmektedir. Markanın
alıcı gruplar için konumlandırılması,
doğru hedef kitlenin saptanması
için demografik öğeleri, sosyolojik,
psikolojik faktörleri iyi belirlenmiş
olmalıdır. Halkla ilişkiler ve reklam
çalışmaları, doğru bir pazarlama
stratejisi ve markanın uzun vadede
gündemde kalmasını sağlayacak
AR-GE çalışmaları bir markanın
yaratılma sürecini oluştururlar.
Etkili marka vizyonu ve misyonu
belirleme sürecinde nelere dikkat
edilmeli ve nasıl bir yol izlenmelidir?
Vizyon, ulaşılmak istenen hedef
ve amaçlardır. Markalar içinde
bulundukları zorlukların ötesinde
başarılması öngörülen, hedeflerini
ortaya koyarak, mücadele edip başarıya
ulaşan liderlerdir. Vizyon, ulaşılmak
istenen, farklılaştırılmış bir gelecek
düşüncesi ve geleceği öngörmektir.
Vizyonun
altında
stratejilerin,
amaçların, motivasyonların, duyguların
ve değerlerin yönlendirileceği eğilimler
belirlemek gerekir.
Misyonu şirketlerin varoluş nedeni
olarak görsekte aynı şekilde bir
markanın da mutlaka misyonunun
olması gerekmektedir. Misyon, bir
markanın varlığının temel amacıdır.
Gelecekte olmak istediği yer, şu
andaki durumu, toplumdaki imajı
ve yöneticilerinin geniş perspektifli
dünya görüşüdür denebilir. Etkin
bir misyon oluşturmanın yollarının
başında piyasaya yönelik olmak
gelmektedir. Doğru organize edilmiş
ve markanın içinde bulunduğu
pazardan yola çıkarak kurguladığı
misyon tanımı, markanın özel
müşteri
gruplarına
hizmeti
oluşturan ve onların özel nitelikli
gereksinimlerini
karşılayan
bir
biçimde
olması
gerekmektedir.
Markanın ayrıca spesifik olması da
en önemli yol belirleme aracıdır. Bir
markanın üretimden, satışa, sunuma
kadar sahip olması gereken temel
politikalar nedeniyle misyon spesifik
bir çerçeveye oturtulmalıdır.
Marka ismi seçiminde hedef kitle
algısında nasıl başarılı yer edinme
yapılabilir?
Kısa vadede, markanın pazar içinde
yer edinebilmesi, sadık müşteri
grupları edinebilmesi gibi zorluklar
yaşaması, markanın hayatta kalmasını
sağlamak amacıyla benzersiz fikir
ve özgün bir tema ile davranmasını
gerektirir. Uzun vadede ise pek çok
zorluğu aşmış ve pazara yerleşmiş,
hatta lider konuma yükselmiş
markanın ortada dolaşan değeri ismi
olmaktadır. Günümüzde markaların
başarısının özünde yenilikçilikleri ve
yaratıcılıkları bulunuyor. Kulağa hoş
27
gelen, markanın hitap ettiği hedef
kitlenin beğenisine, beklentilerine
cevap verebilen isimler markalaşma
konusunda kolaylık sağlamaktadır.
Stratejik marka yönetimi nasıl
yapılır?
Marka stratejisi şirketlerin uzun
vadeli planları göz önüne alınarak
belirlenir.
Stratejide yer alan
hedefler; rakiplere göre konum
avantajı kazanmak ve psikolojik,
aynı zamanda ekonomik marka
hedefleridir. Marka stratejileri, marka
değerinde de etkili bir faktör olarak
değerlendirilmelidir. Pazarında tek
marka olmak veya belli markalara
sahip olan şirketin aynı aileden yeni
marka çıkarması ya da bir şemsiye
markanın altında yer alan yeni bir
marka yaratmak gibi farklı stratejiler
uygulanabilir. Global markaların
genelde kullanmaya çalıştığı strateji
tek marka stratejisi; bir üreticinin
tüm ürünlerinin her birini ayrı marka
ismiyle markalamasıdır. Sektördeki
en iyi örnek ise Procter& Gamble’dır.
P&G her ürününü ayrı marka ismiyle
markalar.
Reklamın marka ile ilişkisi nedir?
Marka yaratma konusunda reklam hiçbir
zaman tek başına yeterli olmamıştır.
Buna rağmen reklam faaliyetleri bir
markanın en önemli yatırım araçlarından
biridir. Reklamın görevi tüketicilerin
markayı tanımaları, benimsemelerini
sağlamaktır. Günümüzde genel olarak
tüketicilerin
reklamı
yapılmayan
ürünlere/
markalara
güven
duymamasıdır. Reklamı
yapılan bir markanın
öncelikle
marka
kimliğinin belirlenmesi
gerekmektedir.
Tüketicilerin düşünceleri
öğrenilmeli ve beklentilerine
cevap verilecek şekilde reklam
yapılmalıdır.
Eskiden olduğu
gibi sadece imaj reklamları bu günün
markaları için yeterli reklam faaliyetleri
olamamaktadır. Klasik ya da interaktif
ortamların araçları hedef kitlenin özellikle
ilgisi belirlenerek bilinçli bir medya
programı ile kullanılmalıdır. Kusursuz bir
kimlik oluşturmada reklamın yanı sıra
halkla ilişkiler faaliyetleri de doğru bir
şekilde uygulanmalıdır.
Türkiye şu anki durumu itibariyle
nasıl bir marka?
Türkiye için yıllardır filmler çekilir,
afişler yapılır. Yurtdışındaki pek çok
turizm bürosunda afişler yer alır.
Fuarlarda Türkiye tanıtım filmleri yer
alır. Yerel tatlar sunulur. Amaç daha
fazla turistin ülkemizi ziyaret etmesini
sağlamaktır. Bu arada markalaşmanın
hedefi de deniz, kum, güneş, tarihi
kalıntılar, damakları şenlendiren
yiyecekler… Markalaşma için şart
olan iyi ürün, iyi hizmet gibi daha
önce de belirttiğim pek çok özelliğin
bir araya getirilmesi söz konusu
olmasına rağmen özgün bir alan
olan ülkemiz için söylediklerimizin,
gösterdiklerimizin ne kadar arkasında
durabiliyoruz? Denizlerimiz her gün
biraz daha kirleniyor. Bakmıyoruz.
Yaptığımız tatlılarımıza şeker yerine
mısır şurubu koyuyoruz. Sağlıksız
sunumlar yapıyoruz. Gelen turistlere
fahiş fiyatlarla satış yapmaya
çalışıyoruz. Bir yatağı birden fazla
kişiye satabiliyoruz. Sayılabilecek
daha pek çok yanlış uygulamaya
rağmen yine de insanlar bu ülkeyi
merak edip geliyorlar. Bence marka
olduğu için değil, merak ettikleri için
geliyorlar.
Selen Çeliköz, Duygu Erdoğan, Merve Gürbüz
Onur Salkım
28
MAKALE
Yrd.Doç.Dr. Volkan EKİN > İstanbul Kültür Üniversitesi
İletişim Sanatları Bölümü
SPOR PAZARLAMASI, MARKALAR
ve PAZARLAMA 3.0
“Geleceğimizle ilgili en büyük soruları
sormak, sadece bir entelektüel merak
konusu değildir.
Bu bir ölüm kalım meselesidir.”
Alvin TOFFLER
ortamında güç dengesinin müşteriler
lehine değişmesine neden olmuş
ve bu durum, işletmelerin ticaret
yöntemlerini
değiştirmelerini
gerektirmiştir.
Günümüzde
pazarlara
yön
veren güçlerin başında gelen
gelişen teknoloji, dijital devrimin
gerçekleşmesini ve bilgi çağı’nı
doğurmuştur.
Bilginin,
bilgiye
dayanarak üretim yapıldığı çağımızda
dijital ve bilgisayar teknolojisi,
bilgisayar yazılımlarındaki ilerlemeler
ve internet, pek çok işletmeyi hatta
ekonomiyi korkunç bir rekabetle karşı
karşıya bırakmaktadır. Küreselleşme
ise bölgesel işletmeleri tehdit ederken
dünyayı büyük bir süpermarket haline
getiren gelişme olarak karşımıza
çıkmaktadır. İletişim ve lojistik
alanlarında
yaşanan
gelişmeler
sayesinde işletmeler, ürünlerini diğer
ülkelere daha kolay ulaştırabilirken,
benzer şekilde tüketiciler de ülke
dışındaki pazarlardan ürünleri daha
kolay satın alabilir hale gelmişlerdir.
Hızlı değişime neden olan bütün
bu güçlerin yanı sıra, günümüz
müşterilerinin ürün hakkında daha
bilgili, fiyat duyarlılıkları yüksek,
rekabet
ortamında
kendilerine
değer sunan ürünleri aradıkları
görülmektedir. Müşterilerin mal
ve hizmetlerin kalitesi ile ilgili
beklentilerinin farklı olması ve
kişiselleştirilmiş
ürünlere
olan
taleplerinin
artması,
rekabet
21. Yüzyılda pazarlama; karşılanmamış
gereksinim ve talepleri saptayan,
bunların büyüklüğünü ve olası
karlılığını tanımlayıp ölçen, işletmenin
hangi hedef pazarlara en iyi şekilde
hizmet verebileceğini belirleyen,
hedef pazarlara uygun mal, hizmet ve
programlara karar veren ve işletmedeki
herkesin müşteriyi düşünüp ona
hizmet etmesini isteyen temel işletme
fonksiyonudur. Ancak, bu ifadeler,
pazarlamanın yönetsel tanımlarıdır
ve pazarlamanın Kotler ve Keller
tarafından geliştirilen sosyal tanımını
da unutmamak gerekmektedir. Buna
göre, sosyal pazarlama, başkaları
için değeri olan mal ve hizmetlerin,
yaratılması, sunulması ve özgürce
değiştirilmesi yoluyla, insanların
ve grupların istek ve gereksinim
duydukları şeyleri elde ettikleri
toplumsal bir süreçtir (Korkmaz, Eser,
Öztürk ve Işın,2009, s.19-21).
Günümüzde, pazarlamacıların sıkça
kullandıkları ve çok sevdikleri bir
söz olan; “Marketing is everything
- Pazarlama her şeydir”, aslında ne
yaparsanız yapın, pazarlayamıyorsanız,
hiçbir şey yapmamışsınızdır görüşünü
ifade etmektedir (Okay,2010,s.15-16).
Oysa, insanların kendi kendilerine
yeterli oldukları yaşam dönemlerinde
pazarlama yoktu. Kendi kendine yeten
insanlar, zorunlu gereksinimlerini
giderecek
malları
kendileri
üretirken, gereksinimlerinden çok
üretimde bulunmadıkları için de
malların değişimi (alışveriş, ticaret,
mübadele) söz konusu olmamıştır.
Aile yaşamı, küçük toplum yaşamına
dönüştüğünden de bu yapı sürmüş;
üretilen mallar, toplum üyeleri
arasında bölüşülmüştür. Kendine
yeten küçük toplum yaşamından
öteye gidebilen toplumlarda ise ilk
pazarlama eylemleri başlamıştır.
Aileler tek tür ürün (mal) üretiminde
uzmanlaşmışlardır. Sonuçta, bölüşüm
düzeni zayıflamıştır. Ailelerde olduğu
gibi, toplumlarda da bir benzer
durum ortaya çıkmıştır. Aileler ya
da toplumlar, gereksinimlerinden
çok mal üretince, pazarlama da
başlamıştır.
Böylece,
toplumun
kendine yeterli ev ekonomisinden
sosyo-ekonomik
bir
yapıya
dönüşmesi sürecinde pazarlama
doğup, gelişmiştir. İşbölümünün
gelişmesi, sanayileşme akımı ve
nüfusun kentleşmesi, pazarlamanın
gelişimini sağlamıştır. Bu nedenle,
pazarlama, bir devrim değil, bir
evrim sonucu ortaya çıkmıştır
(Cemalcılar,1994,s.3-29.).
Üstelik
bu evrim, bünyesinde barındırdığı
değişimler ile yaşamın her alanında
ve toplumun her katmanında kendini
hissettirmeye devam etmektedir.
Göz ardı edilmemesi gereken bir
29
diğer nokta da; pazarlamada yaşanan
değişimlerin, beraberinde çeşitliliği
de
getirmesidir.
Toplumların
gereksinimlerine göre; her birinin tek
tek ya da bir arada, ancak bütünleşik
bir yapı içinde kullanabileceği; pek
çok yeni pazarlama yaklaşımından
söz etmek mümkündür. Postmodern,
retro, green, nöro, metafor, eğlence
ve spor pazarlaması seçenekleri ise
bunlardan sadece belli başlılarını
oluşturmaktadır.
Hemen
her
yerde hedef kitleleri çevreleyen bu
yaklaşımlar, markalar için de yaşam
kaynağı olmaya devam etmektedirler.
Geçmiş, günümüz ve bugün arasında
“duygusal” bir bağ kurmayı, aidiyet
duygusu yaratmayı ya da farklı
olmayı özendiren, ancak özünde
belli bir eylem (değişim) için “ikna”yı
amaçlayan bu yaklaşımlar; adı geçen
evrimin sonuçları olarak karşımıza
çıkmaktadır.
PAZARLAMA 3.0 ve SPORTİF
MARKALAR
Günümüzde; haberleşme altyapıları
ve televizyon yayıncılığında yaşanan
teknolojik gelişmeler ile internet ve
3G teknolojilerinin yaygın kullanımı
sayesinde, neredeyse geniş kitlelere
ulaşmak bir sorun olmaktan çıkmıştır.
Geçmişte, radyo – TV yayıncılığında
yaşanan zaman, mekan ve teknoloji
problemlerinin ortadan kalkması ile
kitlelerin ilgi duyduğu spor alanlarının
24 saat takip edilebilmesi, beraberinde
yepyeni bir izleyici profilinin de
gelişimine neden olmaktadır. Buna göre;
küreselleşmenin önemli elemanlarından
biri haline gelen spor ile
ortak duygular rahatça
p ay l a ş ı l a b i l m e k t e ,
ortak bir dil ve
kültür üzerinde uzlaşı
sağlanabilmektedir.
Beraberinde;
çeşitli
spor organizasyonlarını
izlemek için televizyon
ya da bilgisayar karşısında
geçirilen “serbest zaman”
ve sporla ilgili hemen her
şeye harcanan paranın ulaştığı
rakamlar
ise,
pazarlamacıların
gözünden kaçmamaktadır. Öyle ki;
ilk olarak, 1978 yılında Advertising
Age dergisinde adı geçen “spor
pazarlaması”
terimi;
özellikle
1990’lı yıllardan sonra sporun bir
endüstri haline gelmesiyle birlikte;
tüm
pazarlama
prensiplerinin,
spor ürünleri ve hizmetlerine
uygulanmasının yanı sıra, sporla
ilgisi olmayan markaların da sporla
bütünleşerek kullandıkları, önemli
ve oldukça popüler bir tanıtım aracı
olarak karşımıza çıkmaktadır (Argan,
Katırcı, 2008, s.22).
Markaların, öncelikle bilinirliklerini
arttırmak, ardından hedef kitlelerinin
zihninde olumlu izlenimler yaratmak
ve tercih edilme noktasında da
rakiplerinin bir adım önüne geçebilmek
amacıyla yürüttükleri spor pazarlaması
faaliyetlerinde,
topluma
verilen
mesajların da yeri oldukça önemlidir.
Örneğin; gençlerin ve her yaştan kişilerin
spora teşvik edilmesi, kamu sağlığı
açısından doğru bilgilerin sunulması,
sivil toplum kuruluşları ile yürütülen iş
birliktelikleri ve benzerleri, pazarlama 3.0
açısından da rahatlıkla ele alınabilecek
uygulama alanlarını oluşturmaktadırlar.
Bu bağlamda; Pazarlama 3.0’a uygun bir
diğer uygulama alanı da, markaların,
çevrenin sürdürülebilirliği konusundaki
hassasiyetlerini
gösterebilecekleri
“geri dönüşüm” konusudur. Geri
dönüştürülmüş PET şişe kullanımı her
geçen gün artmaya devam ederken,
geri dönüşüm sisteminde elyaf haline
getirilerek tekstil sanayinde kullanılan
PET şişeler; yakın zamana kadar
halı, fırça kılı, kumaş üretiminde
kullanılmaktaydılar.
Ancak,
spor
dünyasının
en
önemli
kıyafet
üreticilerinden biri olan NIKE, bir ilke
imza atarak, bugüne kadar üretilen en
çevreci formayı, FC Barcelona takımı
için tasarlayıp, üretime geçmiştir (www.
nikeinc.com). Ardından, bu çevreci
trendin takipçileri olarak; Manchester
United ve Juventus futbol takımlarının
da dönüşümlü formaları tercih ederek,
çevreye duyarlı, öncü takımlar arasındaki
yerlerini aldıkları görülmektedir.
30
Bu bağlamda; “Çevreci Tasarım”
(Considered Index) programının
bir parçası olarak NIKE; Japonya ve
Tayvan’daki katı atık sahalarına gitmesi
planlanan ve burada bileşenlerine
ayrılan ve normal koşullar altında
doğaya dönüşümü 500 yıl alacak
olan kullanılmış PET şişeleri,
forma üretimde kullanmaktadır.
Uygulamada,
PET
şişeler,
temizlenmeleri ve etiketlerinden
sıyrılmaları için büyük bir bulaşık
makinesine
yerleştirildikten
sonra, ince tabakalara ayrılarak
eritilmekte ve forma kumaşlarının
dokumasında kullanılacak ipliğe
dönüştürülmektedirler. Bu üretim
işlemi, geleneksel polyester üretimiyle
karşılaştırıldığında, enerji tüketimini
%30 oranında azaltan ve yaklaşık
100 milyon plastik su şişesini katı
atık sahalarına atılmaktan kurtaran,
“çevreyle dost formanın” üretilmesini
sağlamaktadır (www.nikeinc.com).
Böylece PET şişelerin, “vahşi çöp”
olarak tanımlanan, doğaya zarar veren
yapıdan kurtarılarak, ekolojik, dengeye
katkı sağlanması amaçlanmaktadır.
NIKE markasının bu yaklaşımı, kısa
zamanda tüm tekstil ve spor dünyasının
da gözlerini çevre duyarlılığı ve geri
dönüşümün önemine çevirmesine
neden olmuştur.
NIKE ile yine Türkiye’nin önde spor
kulüplerinden biri olan Galatasaray
SK’nın
2011-2012
sezonunda
profesyonel futbol takımı forma
sponsorluğu anlaşması; Türkiye’de
bu alanda bir ilk olarak karşımıza
çıkmaktadır. Buna göre; Galatasaray
SK için üretilen maç formaları ile GS
Store’larda taraftarların beğenisine
sunulan ürünler arasında yer alan
“sarı renkli forma”, tamamen geri
dönüşümlü ürün mantığı çerçevesinde
üretilmektedir. Böylece Galatasaray
SK, geri dönüştürülmüş PET formayı
tercih ederek çevreye verdiği önemi
ve çevrecililik ruhunu yansıtma
gayretini, NIKE ile gerçekleştirdiği “iş
birlikteliği” ile ortaya koymaktadır.
Galatasaray SK, futbol takımının
kullanacağı “sarı renkli, çevreci
forma”ların her birinde 8 adet PET
şişenin geri dönüşümünden üretilmiş
iplikler kullanılmıştır.
Dünyanın en hızlı gelişen, en büyük
sektörlerinden biri haline gelen spor
sektöründe benzer bir uygulamaya,
NIKE markası ve A Milli Futbol Takımı
birlikteliğinde rastlamaktayız. Türk
Milli Futbol takımının yeni deplasman
formasında, ulusal simgeler, çağdaş bir
tasarımla temsil edilirken; formanın
üstü, Türkiye’nin ilk milli maçında ve
sonraki 40 yıl boyunca giydiği forma
tasarımının postmodern versiyonundan
oluşmaktadır. Kırmızı bisiklet yakalı
beyaz t-shirt’ün göğüs bölümünde
kırmızı bir bant, bandın tam ortasında
ise ay yıldız bulunmaktadır. Ayrıca,
yine bir ilk olarak A Milli Takım
formasında nazar boncuğu tasarımı
da bulunmaktadır. Pazarlama 3.0’ın
kültürel ve manevi değerlere verdiği
önem açısından da örnek oluşturan
bu çalışmanın çevreci bir boyutu da
bulunmaktadır. Bir başka tanımla,
formanın şort kumaşında %100 geri
dönüştürülmüş polyester kullanılmış
ve her bir forma, ortalama 13 adet geri
dönüştürülmüş PET şişeden üretilmiştir.
Tüm bu örnekler doğrultusunda;
spor pazarlaması, markalar ve
pazarlama 3.0 arasındaki ilişkinin
çok daha yoğun olarak yaşanacağı
bir geleceğin hiçte uzak olmadığı,
bugün öncü olan markaların, yakın
gelecekte ciddi bir avantaja sahip
olacakları ve bu çerçevede yerli /
yabancı pek çok üreticinin iletişim
stratejileriyle beraber, üretim ve
rekabet stratejilerini de gözden
geçirmek
zorunda
kalacakları,
yaşanan gelişmeler sonucunda açıkça
görülmektedir. Toffler ve Kotler’in,
uzun zamandır işaretlerini ortaya
koydukları bilgi çağı toplumundaki
iletişim ve pazarlama anlayışlarının
yansımaları,
bireysel
çabalar
formatından çıkıp, sektörel anlamda
da kendini göstermeye başlamıştır.
SONUÇ
Alvin
Toffler,
Üçüncü
Dalga
adlı yapıtında, insan uygarlığını,
ekonominin geçirdiği aşamalara göre
üç dalgaya ayırmaktadır. Buna göre;
birinci dalga, en önemli sermayenin,
üzerinde tarım yapılan toprak olduğu,
tarım çağıdır. İkinci dalga ise İngiltere
ve Avrupa’daki sanayi devriminin
ardından gelen sanayileşme çağıdır.
Üçüncü dalga ise bugün pazarlama
3.0 olarak tanımladığımız bilgi çağını
temsil etmektedir. Toffler, üçüncü
dalga yani bilgi toplumundan söz
ederken, içinde bulunduğumuz bilgi
çağının değişkenlerinin, ilk iki dalga ve
bunların özelliklerine bütünsel bir bakış
açısıyla bakarak, başarı kriterlerinin
saptanması ve dolayısıyla da bireysel ve
toplumsal analizler yaparak ortamsal
31
körlükten kurtulunmasını, kalite ve
verimlilikte ulusal rekabet avantajının
elde edilebilmesini sistemsel bir bakış
açısıyla ortaya koymaktadır. Özetle;
Toffler, üçüncü dalganın ortaya
çıkışında, birinci ve ikinci dalganın
dinamik bir evrimleşmesinin söz
konusu olduğunu ifade etmektedir
(Kotler,2011,s.9).
Toffler’e göre; yeni uygarlık o denli
farklıdır ki, “doğrudur diye” benimsemiş
olduğumuz bütün eski görüşlerimizi
zorlamaktadır. Eski düşünce tarzları,
eski formüller, öğretiler, ideolojiler,
geçmişte ne denli yararlı olmuş olurlarsa
olsunlar, artık bugünün gerçeklerine
uymamaktadır. Yeni değerler ve
teknolojilerin yeni jeopolitik ilişkilerin,
yeni yaşam biçimleri ve haberleşme
yöntemlerinin etkisiyle ortaya çıkan
bu dünya, yeni düşünceleri, yeni
benzetmeleri, yeni sınıflandırmaları ve
kavramları da gerektirmektedir (www.
kho.edu.tr/kutuphane/kitap). Pazarlama
3.0 adlı yapıtında, Alvin Toffler’e birçok
kez göndermede bulunan Philip
Kotler de, bu gerçekler doğrultusunda,
zaten evrimini tamamlamış olduğu
bilinen pazarlamanın da insanlığın
yaşadığı hızlı değişim sürecinde yeni
bir sınıflandırma ile tanımlanması
ihtiyacını ortaya koymaktadır.
En
başta da belirttiğimiz gibi Kotler de,
“kıtlık” kavramının yakın gelecekte
sıkça karşılaşacağımız bir gerçeklik
olarak yaşamımızdaki yerini alacağını
ve bunu kabullenmemiz gerektiğini,
ancak bu durum ile “yüzleşmenin”
olabildiğince “ötelenebilmesi” için hep
birlikte iş birlikteliklerinde bulunmamız
gerekliliğini vurgulamaktadır.
Bu noktada, üreticilere düşenin;
daha sağlıklı, kaliteli, çevreci,
kültürel ve manevi değerlere önem
veren; kadın ya da erkek cinsiyeti
ayrımcılığında bulunmayan, bulaşıcı
ve ölümcül hastalıklara karşı duyarlı,
çocuk ölümlerine seyirci kalmayan,
toplumsal sorunlara önem veren birer
kurum olarak varlıklarını devam
ettirmekleri olduğu açıktır. Üretirken,
tüketici ile aynı zamanda duygusal
bir bağ kurmayı, onu dinlemeyi,
anlamayı, gerektiğinde üretimin
bir parçası konumuna getirmeyi ve
gereksinimlerinin yanında ona katma
değerler sunmayı içeren Pazarlama
3.0; unutulmamalıdır ki 1.0 ve 2.0’dan
bağımsız bir oluşum değildir; bu
yalnızca daha karmaşık bir süreçtir.
Bu süreçte, özellikle hızla büyüyen
sektörlerin başında gelen spor
endüstrisinde ve doğal olarak spor
pazarlaması anlayışında yaşanan
değişimler,
Pazarlama
3.0‘ın
kitlesel olarak kendini hissettirdiği,
yansımalarının en net görüldüğü alan
olarak öne çıkmaktadır.
Pazarlama 3.0 ile yakın ilişki içinde
olan marka kavramı göz önüne
alındığında ise, markaların da insanlar
gibi tüketicilerin zihninde farklılık
yaratabilecekleri bir kişiliğe sahip olma
istekleri dikkat çekmektedir. Marka
yöneticileri; böylece tüketicilerin
tercihlerine yön verebileceklerine
inanmaktadırlar. Bununla beraber
insanlar, hayatlarında farklı roller
edinen arkadaşlara sahip oldukları
gibi, farklı ürün gruplarına karşı
aynı amaca hizmet eden farklı
markalara da sahiptirler ve tüketiciler
kendi değerlerini, duygularını ve
özelliklerini markalarla özdeşleştirmek
istemektedirler. Tüketicilerin marka
seçimleri, kişisel değerleri veya yaşam
biçimlerinin doğrudan bir göstergesi
olarak değerlendirilmektedir (Erdil,
Uzun,2010,s.72-76). Bu göstergeler,
spor markaları için de geçerli olduğu
gibi, sporu bir tanıtım aracı olarak
kullanan markalar için de geçerliliğini
korumaktadır.
Günümüzde, spor endüstrisinin
gelişimiyle eş zamanlı olarak; farklı
spor alanlarının ortaya çıkışı, kitle
iletişim araçlarındaki gelişmeler,
bireylerin serbest zamanlarındaki
artış, spor ürünlerinin çoğalması,
pazarlama eğilimlerinde yaşanan
artış, spor endüstrisindeki yüksek
karlılık oranları ve sporun küresel
bir pazar haline gelmesini iyi
değerlendiren, bu gelişmeleri fırsata
çevirebilen, tüketiciyi anlamaya
gayret gösteren ve pazarlama 3.0
felsefesi ile uygulama yapabilen spor
markalarının ve sponsorlarının,
şimdi olduğu gibi gelecekte de
bilinçli tüketime yönelmiş kitlelerin
zihinlerindeki algı ve konumlarının
ise farklı olacağını bugünden görmek
mümkün olmaktadır.
Onur Salkım
32
RÖPORTAJ
BAŞLIK
İLETİŞİM DANIŞMANLIĞI
ÜZERİNE...
Marmara Üniversitesi İletişim
Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü’nden
mezun olan Aysun Koçaner 1993
yılında IMAGE
Halkla İlişkiler’de
çalışmaya başladı. 1995-1997 yılları
arasında Londra’da gazetecilik ve
İtalyan Sineması konusunda eğitim
aldı. Koçaner, BMW, MINI, Land
Rover, Rolls Royce, Unilever, Deniz
Ticaret Odası, Tüyap, Interpro, Avea,
DKNY, Türkiye Basketbol Federasyonu,
Galatasaray Eğitim Vakfı, Feyziye
Mektepleri Vakfı, Akbank, Garanti
Bankası, Pirelli, Uno, Yapı Endüstri
Merkezi gibi kurum ve firmalarla
çalıştı. Erdemir ve Telekom özelleştirme
projelerinde aktif görevler alan Koçaner,
IMAGE tarafından gerçekleştirilen ve
ödül alan proje ekiplerinde yer aldı.
Bimco (Baltic&International Maritime
Council) projesi ile Kongre Dergisi
tarafından “1997 yılı En Başarılı Medya
İlişkileri Çalışması” ödülü, MINI Türkiye
Lansmanı ile IPRA Başarı Ödülü’nü
aldı. IMAGE Halkla İlişkiler’de çalıştığı
17 yıl boyunca medya temsilciliği,
müşteri
ilişkileri
yönetmenliği,
süpervizörlük gibi ünvanlar alan
Koçaner, 2010 yılında IMAGE Halkla
İlişkiler’den ayrılarak freelance olarak
çalışmaya başladı. Halen mimarlık, gıda,
eğlence ve moda alanlarında iletişim
danışmanlığı görevini yürütmektedir.
Aysun Koçaner > İletişim Danışmanı
> İKÜ İletişim Sanatları Bölümü Öğretim Görevlisi
İletişim sektörünün, özellikle Halkla
İlişkiler mesleğinin duayeni olan
Betül Mardin ile çalışma şansına
sahip oldunuz. Peki Betül Mardin ile
çalışmak size neler kattı?
Ben halkla ilişkiler diye bir mesleğin
var olduğunu Betül Hanım’ın
bir röportajından öğrenmiştim.
Lisedeydim ve meslek tercihleri
konusunda kafam biraz karışıktı.
Betül Hanım’ın güçlü kişiliği,
mesleğine olan sevgisi ve sahipleniş
biçiminin beni çok etkilediğini net
bir şekilde hatırlıyorum. Dolayısıyla,
iletişim fakültesi şemsiyesi altında
yer alan halkla ilişkiler bölümleri
ilk tercihlerim arasında yer aldı.
Betül Hanım’la çalışmak koskoca bir
kütüphanede yaşayıp her gün oradan
bir kitap seçip okumak gibidir. Her
an bir şey öğrenirsiniz. Bunların
hepsi, halkla ilişkilerle ilgili olmak
zorunda değildir üstelik. Edebiyat,
tarih, sinema, dinler, adab-ı muaşeret,
müzik, yemek tarifleri, kadın erkek
ilişkileri, sağlık... Kendisi her konuda
sonsuz bir bilgiye sahiptir ancak
daha önemlisi hiç tükenmeyen
bir öğrenme ve öğretme isteğine
de sahiptir. Daha birkaç yıl önce
yabancı bir dergide nanoteknoloji
ile ilgili makaleler okuduğunu görüp
şaşırmıştım. Çok renkli, çok neşeli,
çok pozitif ve müthiş çalışkan bir
insandır. Onunla çalışmak, hayatımın
en büyük şanslarından biridir.
Bugün baktığımızda Betül Mardin
kişisel bir marka statüsündedir.
Peki kişisel marka nedir? Nasıl
oluşur?
Kişisel marka olmak çok zorlu bir
süreçtir. Hedefi çok iyi belirlemek
gerekir. Her markanın oluşumu gibi
sosyal paydaşlar ve hedefe uygun
strateji üzerinde çalışılmalıdır. Ama
marka olmaktan daha önemli olan
şeyin kişisel itibarı oluşturmak ve
korumak olduğunu düşünüyorum.
Siz bir iletişim danışmanısınız.
Bu mesleğin dününü, bugününü
biliyorsunuz. Peki bu meslekte
nasıl bir gelecek görüyorsunuz?
Benim bu yıl meslekte tam yirmi
birinci yılım. Mesleğin nasıl geliştiğine,
dönüştüğüne, araçların, mecraların,
beklentilerin nasıl farklılaştığına çok
yakından tanık oldum. Ben, iletişim
konusu ve ona bağlı diğer disiplinlerin
her zaman çok önemli olacağına
inanıyorum. Örneğin, kurumsal
sosyal sorumluluk konusu ben
mesleğe başladığım yıllarda üzerinde
çok durulan bir konu değildi. Şimdi
büyük şirketler sadece bu konuyla
ilgili departmanlar geliştirmeye
başladı. Birçok sivil toplum kuruluşu
faaliyet göstermeye başladı ve bu
konunun iletişimi için apayrı bir dil
oluşturulması gerekliliği ortaya çıktı.
Aynı şekilde sosyal medya, iletişim
dünyasına dair dengeleri değiştiren
ama bir taraftan da zenginleştiren
yepyeni bir konu olarak hayatımıza
girdi. Şimdi metrekareye 3 sosyal
33
medyacı düşüyor… Yani gelişen
ve hep ihtiyaç duyulacak bir
meslek olduğuna inancım sonsuz...
Farklı sektörlere hizmet veriyorsunuz,
yöneticileri iletişim çalışmaları
konusunda ikna etmekte zorluk
çekiyor musunuz?
Halkla ilişkiler mesleği söz konusu
olduğunda, kimse işsiz kalmaz.
Genellikle
iletişim
çalışması
yapmak isteyen şirketler, ihtiyaçları
doğrultusunda
bizlerle
irtibat
kurarlar. Bu yüzden bu konuda bir
ikna etme zorunluluğu pek fazla
yaşamadım. Ama şu tür örnekler
yaşadım: Harika bir şirket, çok
başarılı, çok güzel hikâyeleri var,
üstelik bir halkla ilişkiler şirketinden
danışmanlık alıyorlar ama asla çıkıp
kendilerini anlatmıyorlar. Bunun
farklı nedenleri olabiliyor. Göze
batmak istemezler, rakipler bilgi
çalar diye korkarlar ya da kendilerini
anlatmanın,
basında
görünür
olmanın, lider iletişimi ve itibar
yönetiminin önemini kavrayamazlar.
Şirketler, genelde PR şirketini de
krizler için ya da basit basın bülteni
gönderimleri gibi konular için
tutarlar. İşte bu tür durumlarda
şirketler
açısından
iletişimin
önemini
anlatmak
gerekiyor.
Bir de bunun tersi durumlar oluyor.
Yaptığı her şeyin müthiş haber değeri
olduğunu ve her şeyin iletişiminin
yapılması
gerektiğini
düşünen
yöneticiler vardır. 30 tane ağaç
diktirince çevre dalında yılın sosyal
sorumluluk projesini
yaptıklarını sananlar,
ürünlerinin kutusunu
değiştirmenin büyük
inovasyon olduğuna
inananlar…
Bunun
gibi yüzlerce örnek
yaşamışımdır.
Böyle
durumlarda
iletişimin
dozunun önemini anlatmak
ve iletişim için farklı yöntemler
geliştirmek gerekiyor. Her ikisi
de bu işin en zor kısımlarındandır…
İletişim danışmanlarının doğru
yolda ilerlemeleri için nelere
dikkat etmeleri gerekiyor?
Bir iletişimci kendini farklı konularda
geliştirebilmelidir. Birçok konuda
bilgi sahibi olmak, gündemi takip
etmek, çevre edinmek bu iş için
temel adımlardır. Bir iletişim
danışmanı, müşterisinin itibarını
yöneten kişidir. Bundan dolayı,
iletişim danışmanlarının önce kendi
itibarlarını korumaları gerektiğine
inanırım. Örneğin ben etik olarak
kabul edemediğim bir projenin
iletişim çalışmasını asla yapmam.
Belki maddi anlamda bu bir kayıptır
ama bir iletişim danışmanı olarak
inandırıcılığımın zedelenmesi göze
alabileceğim bir şey değil…
Türkiye’de hangi sektörün en
çok iletişim, halkla ilişkiler
çalışmalarına ihtiyacı vardır?
Özel sektör bu konuda son derece
bilinçli
ama
özellikle
kamu
sektörünün daha şeffaf olmaya,
istikrarlı ve dürüst iletişime ihtiyacı
var diye düşünüyorum. Bu iletişimi
tüm hedef kitle katmanlarına ve
sosyal paydaşlarına farklı yöntemlerle
yapmalılar. Sadece medyada görünür
olmayı hedeflemek yerine biraz
farklı yöntemler denemeli ve iletişim
uygulamaları
konusunda
daha
yenilikçi olmalılar diye düşünüyorum.
Türkiye’de
halkla
ilişkiler
ajanslarının hizmet kalitesini nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Bu konuda maalesef daha çok yol
alınması gerekiyor. Biraz kopyalayapıştır anlayışı var. Bir ajansın farklı
sektörlerde müşterileri oluyor ama
hepsine aşağı yukarı aynı şeyleri
öneriliyor. Bir de olaya sadece medya
ilişkileri olarak bakılıyor. Ama medya
ilişkileri bu işin sadece bir bölümü…
Sosyal paydaş iletişimi çok daha
kapsamlı ve daha geniş alanlar yaratan
34
bir konu. İçerik yaratma da ajanslar
için sıkıntılı bir konu. Hep benzer
içerikler üretiliyor ve o içeriğin
aslında markanın mesajlarını yansıtıp
yansıtmadığı göz ardı ediliyor.
Sizce halkla ilişkiler uygulamaları
kuruluşa ne sağlamaktadır?
Bu sorunun yanıtı için kitap
yazabilirim size! Çok özetle, itibar
kazandırır. İtibar ne kazandırır?
Rekabet gücü, krizlere dayanıklılık,
farklı katmanlardaki hedef kitlelerle
duygusal bağ, güvenilirlik… Artık
ürünler, hizmetler aşağı yukarı
birbirinin aynı iken farklılaşabilmek
sadece bu tür disiplinleri akıllı bir
şekilde kullanarak mümkün olabiliyor.
Ülkemizden ve dünyadan başarılı
bulduğunuz kurumsal sosyal
sorumluluk projesi örnekleri var
mı?
Son zamanlarda en beğendiğim
projelerden biri HSBC’nin “Geleceğe
Gönüllüyüz” projesi oldu. Proje hem
sürdürülebilirlik hem de geniş bir
etki alanı olması açısından bence çok
değerli. Sürdürülebilir bir ekonomi
için önce sürdürülebilir yaşam
ortamının gerekliliğinin bilinciyle
uluslararası platformdaki deneyimini
Türkiye’ye aktaran HSBC, farklı
konularda çalışan 3 sivil toplum
kuruluşu ile işbirliği yapıyor. Toplum,
çevre ve eğitim konularının her biri
için farklı birer projeyi sahiplenerek
sosyal paydaşlarına seslenebilmeyi
başarıyor. Toplum Gönüllüleri Vakfı,
Tema ve Açev’in yer aldığı proje
hem toplumsal duyarlılıkları ele alış
biçimi hem de kurumsal mesajları ile
örtüşmesi açısından fark yaratıyor.
Çalışma hayatınızda başınıza
gelen en ilginç şey nedir?
Türkiye’de
doğup
uluslararası
alanda önemli bir ödüle layık
görülen Turkcell’in “Ekonomiye
Kadın Gücü” projesini de anmadan
geçemeyeceğim. Dar gelirli yaratıcı
kadınlara mikrokredi ulaştıran,
ekonomik desteğin yanı sıra eğitim,
teknoloji ve pazarlama desteği de
veren Turkcell, kadın girişimciler için
e-ticaret kanalı “Turkcell El Emeği
Pazar Yeri”ni hayata geçirdi. Yaklaşık
68 bin kadına ulaşan Turkcell, halkla
ilişkiler dünyasının en prestijli ödülü
olan IPRA Altın Küre ödülünü aldı.
sözlü olarak ifade yeteneklerini
geliştirmek için bol bol okumalarını
ve asla asosyal olmamalarını
da
şiddetle
tavsiye
ederim.
Bu meslekteki zorluklar, temelde
insan ilişkilerine dayalı bir meslek
olmasından kaynaklanıyor. Bir iletişim
danışmanı çoğunlukla birkaç ilişkiyi
bir arada yönetmek zorunda kaldığı
için çeşitli sıkıntılar ortaya çıkabiliyor.
Bir de danışman olarak inandığınız
şeyi yaptırabilmek konusunda kimi
zaman zorluklarla karşı karşıya
kalınabiliyor. Ama bu işi severek
yaparsanız çok keyif alacağınızdan
ve çok renkli bir hayatınız
olacağından hiç şüphe duymuyorum.
Genç iletişimcilere önerileriniz
nelerdir? Onları bu meslekte ne
gibi zorluklar beklemektedir?
Meslekle ilgili olarak heyecanlı
ancak
mesleğin
uygulanması
sırasında sakin olsunlar. Analitik
düşünme yeteneklerini geliştirsinler.
Meraklı olsunlar… Bir iletişimcinin
antenleri
hep
açık
olmalı…
Uykusuzluğa ve yoğun çalışmaya
dayanabilmek için iyi beslensinler.
Olumlu olmak, insanlarla ilişkilerini
geliştirmek, yeniliklere açık olmak
ve takip etmek önemli. Yazılı ve
Selen Çeliköz, Duygu Erdoğan,
Merve Gürbüz
36
BAŞLIK
MAKALE
Yrd. Doç. Dr. Deniz Yengin > İstanbul Kültür Üniversitesi
İletişim Tasarımı Bölümü
4.ÇAĞIN OYUNCAĞI: iPhone
Yeni medya ilkelerinde belirtilen
özellikleri taşıyan ve günümüz
iletişim ortamının en popüler
araçlarından olan Apple firmasının
kullanıma sunduğu iPhone mobil
telefon; bu çalışmanın örneklemini
oluşturmaktadır. 1970’li yıllarda
başlayan Apple serüveni 21. yüzyıla
damgasını vurmuş durumdadır.
Özellikle 2001’de iPod’la başlayan
kullanımların hızlı biçimde artması
Apple firmasının ciddi gelir elde
etmesini sağladı. Bu yükseliş 2007’de
iPhone aracının piyasaya katılmasıyla
devam etmektedir. Ancak iPhone’nun
diğer sistemlerden en önemli farkı
dokunmatik bir kullanım sisteminin
olmasından
kaynaklanmaktadır.
2001 yılından itibaren Apple firması
tarafından kullanıcıların kullanımına
sunulan iPod, dijital çağın ikonu
olmayı başarmıştır. Bununla birlikte
2007 yılında satışa sunulan iPhone
hem mobil hem de kablosuz internet
ortamını
dokunmatik
ekranla
mümkün kılmaktadır. Ekonomide
teknolojik yeniliklerin dışında bu
yenilikleri üreten firmalar da dikkat
çekmektedir. Özellikle toplam değeri
623 milyar dolar olan teknoloji
devi Apple firmasının Amerikan
borsalarında ki hisseleri hızla
artmaktadır. Bu hisse artışı firmanın
ürettiği ve satışa sunmayı planladığı
iPhone 5 akıllı telefonuyla bağlantılı
olmaktadır. Üretilen bu ürünlere
olan taleple birlikte Apple mağazaları
2012 yılının son 10 ayında toplam
300 milyon kişi tarafından ziyaret
edilmektedir.
Akıllı telefonların yaşamı nasıl
değiştirdikleri ilgili yapılan bir
araştırma sonucunda bu ürünlerin
etkileri şöyle sıralanmaktadır:
ABD
başkanlık
seçimlerine
hazırlanırken seçim yarışında akıllı
telefon
uygulamalarının
etkisi
hissediliyor. Özellikle gençlerin
kullandığı uygulamalarda oy vermek
için kayıt yaptırmaktan bağış yapmaya
kadar birçok özellik bulunmaktadır.
8 ülkede yapılan araştırmaya göre
4 kişiden biri her 30 dakikada bir, 5
kişiden biri de her 10 dakikada bir
telefonunu kontrol ediyor. Ankete
katılanların 3’te 1’i telefonlarından
kısa süreliğine ayrı kalsa bile
endişeleniyor. 25 ila 29 yaşları arasında
değişen cep telefonu kullanıcılarının
4’te 3’ü cep telefonlarıyla uyuyor. “Son
teknoloji ürünlere sahip olma ihtiyacı
duyuyor musunuz?” sorusuna verilen
evet cevabı oranı ise yüzde 17’nin
altına düşmedi.
İngilizler yüzde 17, Amerikalılar
yüzde 18, Brezilyalılar yüzde 37,
Çinliler yüzde 46, Güney Koreliler
yüzde 24 ve Hindistan’dan ankete
katılanlar ise yüzde 57 oranında evet
cevabını verdi. Ankete katılanların
yüzde 32’si mesajlaşmayı telefonla
konuşmaya tercih ettiklerini söyledi.
Gece uyurken telefonunu yatağının
yanına koyanların oranı yüzde 68
iken, arabasında bırakanların oranı
yüzde 1 olarak açıklanmıştır.
Bu araştırmalar ışığında toplumun
ne derece telefona ihtiyacı olduğu
anlaşılmaktadır. Kullanıcılara göre
telefon günlük yaşamın bir parçası
olmayı başarmıştır. Birey telefonunu
yanından
ayırmamaktadır.
Bu
sonucun en önemli göstergesi Apple
firmasının ürettiği iPhone akıllı
telefonların satış oranlarıdır. İlk
piyasaya çıktığı günden günümüze
kadar yaklaşık olarak 319 milyon
adet satılmıştır. Aynı şekilde aynı
firmanın bir başka ürünü olan iPad
ise 121 milyon satmayı başarmıştır.
Satış rakamları iPhone akıllı mobil
telefonlarının ne derece talep
gördüğünü göstermektedir.
iPhone
Apple firmasının 1993’lerde başlayan
dokunmatik
sistem
çalışmaları
özellikle 2007’den itibaren iPhone
cihazlarla birlikte yükselişe geçmiştir.
Küresel ekonominin tartışılmaz
en değerli markası olan Apple;
günümüz iletişim ortamına küresel
anlamda yön vermektedir. Önceki
bölümlerde belirttiğimiz kuramlar
ve yaklaşımlar dokunmatik cihaz
olan iPhone’la birlikte daha da güç
37
kazanmaktadır. Sayılarla ifade edilen
yeni dünya düzeninde bireyler, banka
hesaplarındaki sıfır katsayılarını
arttırmaya çalışmaktadır. Bu arttırma
işlemini gerçekleştiren her birey de
tüketme işlevini yerine getirmektedir.
Özellikle 2012 yılında Avrupa’da
44 milyon Euro mobil ödeme
yapılmıştır. Bu bağlamda ekonomi
ve teknolojinin birbiriyle ilişkisi daha
da belirginleşmektedir. iPod, iPhone,
iPad gibi Apple’ın ürettiği ürünler
dokunmatik toplum anlayışının
önemli araçlarındandır. Özellikle
“hepsi bir arada”(all in one) özelliğine
sahip iPhone’la birlikte bireyler
aynı anda bir çok işi tek bir cihaz
kullanarak gerçekleştirebilmektedir.
21. yüzyılın en değerli iletişim
araçları; telefon, internet, kablosuz ağ
özelliklerini içinde barındırmaktadır.
İşte bu nedenle iPhone; bu
özellikleriyle en çok tercih edilen akıllı
mobil telefon olmayı başarmıştır.
iPhone’u diğer kendi türündeki
cihazlardan ayıran bir başka özellik
de aplikasyon (uygulama)’lardır.
Yıllardır
kullandığımız
ve
kullanmaya devam ettiğimiz internet
arayüzleri(web sayfaları) yerini artık
uygulamalara bırakmaktadır. Akıllı
mobil teknolojiler gelişmeden önce,
internet adreslerinde gezinmek
popülerken, artık uygulamalarla
işlem yapmak daha popüler olmuştur.
700 milyon web sitesine karşın 2013
verilerine göre yaklaşık 1 milyon
aplikasyon
bulunmaktadır.
Bu
noktada özellikle web ve uygulama
(aplikasyon) arasındaki
farklar belirtmelidir.
Kullandığımız iletişim
araçlarıyla
birey;
gazeteyle
okuyucu,
televizyonla izleyici,
internetle kullanıcı ve
uygulamayla interaktif
kullanıcı
olmaktadır.
Bireyler artık cihazların
birey parçası olmaktadır. Bu
noktada artık uygulamalar ya
da aplikasyonlar günümüzde çok
popülerdir. Bu uygulamalarla birlikte
tasarım ve yaratıcılık ön plandadır.
Bu cihazlarla çekilen fotoğraflarla bile
sergiler yapılabilmektedir. Amerika’da
düzenlenen iPhone Sanat Festivali’yle
birlikte yeni yaklaşımlar(telefon
fotoğrafçısı-sanatçısı) oluşmaktadır.
Mobil telefon, internet, uygulama
ve dokunmatik teknolojiyle birlikte
kullanılan akıllı cihazlar toplum
tarafından
kabul
görmüştür.
Bu iletişim araçları kitleler hem
kolaylıklar sunmakta hem de
kitleleri dijital ortamda kontrol
edebilmektedir. Bu güç belki de siyasal
güç tarafından desteklenmektedir.
Yeni medya örneği olarak seçilen
iPhone,
dokunmatik
toplum
yaklaşımının en temel aracıdır.
Bu cihaz ve benzerleriyle birlikte
artan kullanım sıklığı bu yaklaşımı
beraberinde
güçlendirmektedir.
Endüstri,
Post-endüstri,
Enformasyon, Teknoloji, Bilgi ve Ağ
toplumu yaklaşımlarının bir uzantısı
olarak dokunmatik toplum anlayışı,
bireyleri farklı bir sosyal yaşama doğru
sürüklemektedir. Bu çalışmada da
yeni medya bağlamında dokunmatik
toplum anlayışı incelenmektedir.
Dokunmatik Toplum
Dokunmatik toplum, ekonomi temelli
yaklaşımların bir ürünüdür. Kapitalist
sistem, üretim ve tüketim olgusunu
teknoloji üzerinden yürütmektedir.
Teknolojik yenilikler, üreten ve
emekçinin kazandığını harcamasına
olanak sağlamaktadır. Özellikle
dokunmatik sistemle çalışan ürünler
bu tüketim çılgınlığını beraberinde
getirmektedir.
Dokunmatik
topluma odaklanabilmek için hem
Castells’in hem de Dijk’in özellikle
üzerine yoğunlaştığı Ağ Toplumu
(The Network Society) hipotezi
incelenmelidir. Bu hipotez bireylerin
birbirine olan bağlarını ilişkilerini
teknolojik olarak ifade etmektedir.
Özellikle dijital kodlarla ifade edilen
ağ toplumu olgusu mekan olgusunu
ortadan kaldırmıştır. Ülkeler arası
38
sınırlar kaybolmuş ve internetle
birlikte bireyler istedikleri gibi iletişim
kurabilmektedir.
Dijk
özellikle
Kitle Toplumu ve Ağ Toplumu
dönemlerini
karşılaştırmaktadır.
Bireyler için yeni medyayla birlikte
yeni bir dil türemiştir. Bu yeni medya
dilini bilenler, daha doğrusu dijital
sisteme kayıtlı olanlar ve arayüzlere
hakim olanlar için yeni bir uzam
oluşmaktadır. Bu uzam ise küresel
kenti temsil etmektedir. Castells’in
belirttiği gibi ağ toplumuyla birlikte
küresel köyden küresel kente doğru
bir dönüşüm yaşanmaktadır.
İletişim pratiklerinin teknolojik
bağımlılıklarıyla birlikte medya
(iletişim ortamı) bireylerin fiziksel bir
parçası olmayı başarmıştır. Geçmişten
günümüze medyanın dijital temelli
dinamikleriyle dönüşmesini yeni
medya olarak ifade edilmektedir.
Önceki bölümlerde de açıklandığımız
gibi dijitallik, etkileşim, hipermetin,
ağ bağlantılı ve sanal özellikleriyle
yeni medya olgusu beraberinde
köklü değişikleri de getirmektedir.
Bireyin yeni medya kullanımıyla
birlikte ürettiği iletişim sürecinde
görsel
temaların
kullanımıyla
işlemler kolaylaşmaktadır. Geçmiş
ortamlarda yaşanan sistemsel bilgi
eksiklikleri, yeni medyayla birlikte
basitleşmektedir. Özellikle de bu
sistemlerde kullanılan dokunmatik
altyapılar, yeni medyanın kullanım
yükselişini arttırmaktadır. Tablet
ve mobil cihazlar için üretilen
dokunmatik sistemlerle birlikte
kulanıcılar yeni arayüzlere adapte
olmaktadır. Ancak bu arayüzler
tamamiyle
dokunma
üzerine
tasarlanmıştır.
Bireyin
ekranla
kurduğu bu ilişkide arayüzler kadar
özellikle tasarlanan uygulamalar
da önemli konumdadır.
Bu
teknoloji için üretilen uygulamalar
kullanıcılara
yeni
alternatifler
özellikler sunmaktadır. Bireysel
temelli ve sürekli güncellenebilir
yazılımlarla desteklenen bu ortamlar
tam anlamıyla interaktif süreçte
gerçekleşmektedir.
McLuhan, medya teknolojilerinin
gücünü vurgulamaktadır. Medya;
bireylerin düşüncelerini, hislerini
ve hareketlerini bir biçimde
şekillendirmekte ve etkilemektedir.
Bu bağlamda dokunmatik akıllı mobil
cihazlarla birlikte bireyler farkında
olmadan
yönlendirilmektedir.
Marcuse’un da belirttiği gibi her şey
sadece bir oyundan oluşmaktadır.
Aslında dokunmatik altyapılar da bu
oyunun birer parçasıdır. Aynı şekilde
oyunu doğru kontrol edip medyaya
içerik aktaranlar ise İnnis’in de
vurguladığı gibi imparatorluklarını
sürdürebilmektedir. Bu bağlamda
medya ve imparatorluk tam
olarak birbiriyle ilişkili bir yapıda
olmaktadır. Teknoloji şeyleşmenin
temsilcisi olmaktadır. Bu şeyleşmeyle
birlikte günümüz ortamında yeni
medyayla
birlikte
dokunmatik
sistem özelliği küresel bir ortam
yaratmasının yanında ayrıca tek tip
bir toplum üretme potansiyeline
de sahip olmaktadır. Bu özellik
devletler tarafından kullanılmakta
ve ciddi anlamda desteklenmektedir.
Marcuse’un belirttiği tek-tip birey
anlayışı dokunmatik sistemlerle
birlikte daha da hızlı bir biçimde
gerçekleşmektedir.
Teknoloji
ve onun aygıtlarının başkaları
tarafından yönetildiğini vurgulayan
Marcuse’a göre kitlelere düşünmeleri
istenenler aktarılmaktadır. Önceki
bölümlerde belirttiğimiz gibi medya;
totaliter rejim tarafından kontrol
altında
olmaktadır.
Medyayla
birlikte kültür endüstrisi bağlamında
kamusal alanda tek-boyutlu bireyler
üretilmektedir.
Yeni medya ve dokunmatik toplum
birbiriyle ilişkilidir. Öncelikle yeni
medyayla birlikte üretilen sanal
dünyadaki kopyalanan gerçek yeni
bir kültür yaklaşımı üretmektedir.
Bu üretimle birlikte teknoloji de
kendini yenilemekte ve özellikle
bu yenileme işlemi dokunmatik
sistemlerle daha da güçlenmektedir.
Dokunmatik teknolojinin dijital
sistemlerle birleşimi sonucunda
yeni medya kuvvet kazanmakta
ve ürettiği içerikler yaşadığımız
ortama yön vermektedir. Yeni
medyanın karakteristik özellikleri
ve
dokunmatik
teknolojilerin
birleşimiyle bireylerin kullanımına
sunulan
dokunmatik
sistemler
vazgeçilmez olmuştur. Bu noktada
üretilen yeni arayüz yaklaşımlarıyla
daha
da
yaygınlaşmaktadır.
Web
sisteminden
uygulama
39
(aplikasyon) sistemine geçiş hızlı
olmaktadır. Bunun en önemli
sebebi ise dokunmatik sistemlerdir.
Dokunmatik arayüz ve üretilen
uygulamaların birleşimiyle yeni
medya sıklıkla bireyler tarafından
tercih edilmektedir.
Bireylerin yaşadığı en önemli sıkıntı
ya da çatışma; sistemin kendini
yenilemesinden
kaynaklanmaktadır.
Bu durum da özellikle Innis’in belirttiği
‘İmparatorluk Araçları’yla kesişmektedir.
Yeni medya kontrol altında tutulmakta
ve kontrol altında tutanlar ise bireyleri
yönetenlerdir. Dokunmatik toplum
anlayışının temelinde de kontrol
mekanizması yer almaktadır. İçeriği
kontrol edebilen totaliter yönetim
sistemi aynı şekilde bireyleri de kontrol
edebilmektedir. Dokunma işlemiyle
yaptığımız her işlem kontrol edilerek
ve kayıt altına alınmaktadır. Bu durum
Orwell’in 1984 ütopyasıyla birebir
örtüşmektedir. Burada 1984 ütopyasında
olduğu gibi izleyen bir mekanizma
bariz bir şekilde görünmemekte
ve kesinlikle bireyler tarafından
bilinmemektedir. Bir güç mekanizması
mevcut olmakta ve kendini gizleyerek
istediği şekilde her bireyi ve her sistemi
gözetleyebilmektedir. Bu gözetleme
sistemi de Foucault’un “Hapishanenin
Doğuşu” çalışmasındaki yaklaşımla
birebir örtüşmektedir. Bu yaklaşımda
ise hapishanede bulunan herkes
kontrol edilmekte ve gözetlenmektedir.
Ancak gözetleyen ve kontrol eden
kesinlikle görülmemektedir. İşte bu
görünmeme durumu aynı şekilde
Dokunmatik Toplum yaklaşımında da
aynı şekilde gerçekleşmektedir. Kontrol
mekanizması bulunmakta, her türlü
veri ve kişi kontrol edilmekte, ancak
kimse bu kontrol sistemini bilmemekte
ve
görmemektedir.
Teknolojinin
gelişimiyle
üretilen
dokunmatik
sistemler bireylerin işlerini ve sosyal
görevlerini
yapmalarında
zaman
tasarrufu ve uzam sorunsalı olmadan
kolaylıkla gerçekleştirmelerine yardımcı
olmaktadır. Burada önemli bir nokta
olan yeni bir kültür olgusu ve bu kültür
olgusuyla sınırları çizilen kamusal alan
olarak ifade edilen Dokunmatik Toplum
anlayışının
farkında
olabilmektir.
Bu çalışma da teknolojinin getirileri
doğrultusunda üretilen yeni medyaya
olan bakış açısında bir farkındalık
yaratmak hedeflenmektedir.
Bugüne kadar medya ve yeni medya
üzerine iletişim alanında birçok
çalışma yer almaktadır. Teknolojik ve
eleştirel yaklaşımlarla değerlendirilen
günümüz iletişim ortamları her geçen
gün daha da güç kazanmaktadır.
İletişim Bilimi alanında medya
kuramı üzerine yapılan çalışmalar
temel alınarak yeni medyayla birlikte
yaygınlaşan “dokunmatik toplum”
olgusu bu yaklaşımlarla incelenmiştir.
Özetle; teknoloji ve teknolojinin yeni
medyaya yansımalarıyla incelenen
günümüz toplum türü; beraberinde
standartlaşmış ve birbirine benzeyen
tek tip bir kültürü türetmektedir. Bu
noktada teknolojiyle bütünleşik yeni bir
jenerasyon üretilme isteği bulunmakta
ve içinde bulunduğumuz bu durum
pekte iç açıcı görünmemektedir.
Teknolojik ve eleştirel yaklaşımlar
bizlere doğru ve yanlışı göstermeye
çalışmaktadır. Bize göre geniş
çaplı, dünya gözüyle ufacık bir
oyun oynanmaktadır. Bu genişlik
içinde oynanan oyundan haberdar
olunmamaktadır. Bu oyunun şu anki
adı kapitalizmdir. Kapitalizm, dünyayı
yönetmekte ve kontrol etmektedir.
Kısaca bu yönetimi daha akılcı ve daha
sağlam bir şekilde gerçekleştirebilmek
için dönemsel olarak oyunun içine
birbirinden farklı ya da birbirine yakın
yeni oyuncaklar sunulmaktadır. Gerçek
ve sanal arasındaki köprü olan yeni
medyada kullanılan dokunmatik sistem
oyuncakları bu sistemi ayakta tutmaya
çalışmaktadır. Bu vesileyle oynanan
oyunda üretilen veriler yeni kültürü
oluşturmakta ve bu kültür topluluğu
Dokunmatik Toplum olmaktadır.
Sonuç olarak, dokunmatik toplum
olgusu gücüne güç katarak yoluna
devam etmektedir. Günümüzde
internet kullanımının 9 yaşına
kadar inmesi bunun en önemli
göstergesidir.
Türkiye’de
akıllı
telefon kullanan 19 milyon kullanıcı
düşünüldüğünde geleceğin daha
da teknoloji temelli bir ortamda
gerçekleşeceği
yadsınamaz
bir
gerçektir. Dolayısıyla bizleri gelecekte;
görsel, dokunmatik ve kişisel temelli
teknolojiler beklemektedir. Sonuçta,
ya bu teknolojiye ayak uyduracağız ya
da bu sistem içinde yok olacağız.
Onur Salkım
40
MAKALE
Aytaç
Mestçi
Dijital/Sosyal
Medya
Pazarlama
Danışmanı
Ayta
Ayt
ytaaç Mes
M
est
estç
tçi
çi > Diji
Dij
D
jittaal/
al/So
/S
So
ossyyal
yaal M
Me
ed
dyyaa Pa
P
azzaarl
arrlaam
ma Dan
ma
Da
D
an
nış
ışşm
manı
ma
an
nı
İletişim
Sanatları
Bölümü
Öğretim
Görevlisi
> İKÜ
İKÜ
İK
Ü İle
İl
let
eti
tiş
işim
şim
m Sa
S
an
ana
nat
atl
tla
lar
arı
rıı Böl
Bö
B
ölü
üm
mü
ü Öğ
Ö
ğrret
ğre
etim
tim
m Gö
G
öre
ör
rev
evl
vlis
lissi
si
HER MARKA SOSYAL AĞLARDA OLMALI MI?
Sene 2010, Türkiye’de ilk yapılan
sosyal medya etkinliklerinden biri
için bir oteldeyim. Üç gün sürecek
etkinliklerin bir gününde beni de iki
saat sosyal medyanın ne olduğunu
anlatmam için çağırmışlar. Ama
ben sadece beni çağırdıkları gün
değil hepsine katılarak daha fazla
ayrıntıyı fark etme derdindeyim.
Neyse, sunumlar başladı. Sektörde
çok fazla bilinen bu konuda güçlü
markalara hizmet vermekte olan
bir ajansın başkanı sunumunu
yapmakta;
- …Telekom firmasına ayrıntılı
hizmetler vermekteyiz. Bunun için
sosyal ağlarda etkin çalışacak ekipler
oluşturduk. Ayrıca sektöre yeni
girmiş ve üretimi de kendi yapan
yani fabrikası olan xxx markasının
sosyal ağ işine başladık. Burada da
sosyal ağ ekibi aktif olacak dediğinde
ben dayanamadım!!! Kafamı çevirip
şöyle bir toplantı salonuna baktım.
Elimi kaldırdım.
- Pardon bir şey sorabilir miyim?
Kendimi tanıtayım ben Aytaç
Mestçi, konu hakkında danışmanlık
veren bir firmam var. Sorum şu:
Her marka söylediğiniz gibi sosyal
ağlarda olmalı mı? Meğer insanlar
birisinin soru sormasını bekliyormuş .
Ben sorumu sorduktan sonra düzgün
bir cevap gelmese de bir sürü başka
sorular dinleyicilerden gelmeye
başladı. Amacım katılımcılara sosyal
ağ işinin sadece hesap yönetme ve
içerik paylaşımı olmadığına dikkat
çekmekti ve bunu başarmıştım. Bu
etkinlikte başka farklı bir şey olmaz
düşüncesiyle bir hava almak için
salon dışına çıktım. Bir çay aldım ve
mekanda boş duran yüksek ayaklı
servis masalarından birine geçtim.
Birden bir el sağ omuza dokundu ve
ben daha tam dönemeden bir ses
işittim.
- Pardon Aytaç bey, sizinle görüşebilir
miyiz?
Soruyu soranın bir kadın olduğunu
dönünce fark ettim. Yanında bir
kadın daha vardı ve çayımdan aldığım
yudum daha ağzımda olduğundan
soruyu
soran
hanıma
“Tabii
buyurun...” gibi el işaretiyle gösterdim,
ve genç bayan konuşmaya devam etti.
- Ben Türkiye’de hizmet veren önemli
teknomarketlerden birinin pazarlama
müdürüyüm,
ismim
Earline.
Arkadaşım Oleda da rakip markanın
müdürüdür. Sorduğunuz soru bizim
devamlı kendimize sorduğumuz ama
yanıtı alamadığımız bir sorudur.
- Evet..?!
- Soruyu sorup hemen çıktığınızı fark
ettim. Sanki sadece dinleyicilerin
bir
şeye
dikkatini
çekmek
istediniz. Katılımcıların dikkatinin
yoğunlaştığını fark edince de
salondan çıktınız.
- Siz de çok dikkatlisiniz!
- Peki, bizim gibi firmalar sosyal
medyada nasıl olmalıdır?
- Vaktiniz var mı?
Hemen otel yetkililerinden bir
toplantı odası tahsis etmelerini
istedim. Üç kişi, bize ayrılan toplantı
odasına geçtik.
- Bayan Earline ve Oleda sizlerin
markaları doğrudan ürün üretip
sattığınız ürünler değil. Ya da
Türkiye’de satış hakkı sadece sizde
olan ürünler satmıyorsunuz. Bu
açıdan baktığınızda teknik destek
süreciniz uzun sürecektir. Şöyle
düşünün müşteri sizin markete
geliyor, ürünü alıyor. Eve gittiğinde
41
sorunla karşılaşıyor. Bu sorunu hemen
Facebook’tan paylaşıyor ve tabii ki
çok kısa sürede dönüş bekliyor. Sizin
verebileceğiniz tek cevap “Ürünü bize
getirmeniz lazım, marka üreticisine
gönderip kontrolünü sağlayalım!”dır.
- Tabii ki başka şansımız yok, çünkü
biz tamir hizmeti veremeyiz.
- Evet, işte bu yüzden sosyal medyada
sizin müşteri hizmeti ya da benzer
hizmetleri vermeniz çok çok zordur.
Çünkü ürününde sorun olan müşteri
Facebook’a o mesajı yazar ve en fazla
15 dk. içinde bir cevap verilmesini
bekler. Bu yanıt gelmediği an
inanılmaz bir saldırı başlar. Sattığınız
ürünlerden toplam arıza çıkma
sayısının onda biri sosyal ağlardan
bildirime giderse marka olarak
dağılırsınız. Bu yüzden siz marka
olarak sosyal ağlarda “Pasif İzleyici”
olmalısınız.
“Aktif Yayılımcı” diğeri
ise “Pasif İzleyici”
dir.
Her
ikisinde
de önemli nokta
firmanın kesinlikle
sosyal
medyada
olması gerekliliğidir.
- “Pasif İzleyici” mi?
Demek ki, önemli olan sosyal
medyada var olup olmamak değil,
ne şekilde var olmaktır. Çünkü şu
anda tek bir gerçek vardır ki o da bir
firmanın sosyal medya için bir şekilde
var olma zorunluluğudur. Kısaca
anlaşılsın diye söylüyorum “Sosyal
Medya” da olmak zorunludur.
Peki, başta daha önemli bir soru
söylemiştim, şimdi soruyu değiştirip
tekrar soruyorum:
***
“Her marka sosyal medyada olmalı
mıdır?” sorusu bu işi yaptığımdan
beri sorulan hatta bu işi yapan ve
yapacak her kişinin de mutlaka
sorması gereken bir soru olarak
düşünürdüm. Ancak zamanla gördüm
ki, bu sorudan daha önemli sorulması
gereken başka bir soru vardır. İşte
bu sorunun cevabını bulmanız,
doğru bir strateji oluşturmanıza
yardımcı olacaktır. Öncelikle bana
göre “Sosyal Medya”’da var olmak
kavramı doğru tanımlanmalıdır.
Bir firma sosyal medyada sadece iki
şekilde var olabilir. Bunlardan biri
“Aktif Yayılımcı”: Sosyal
medya pazarlama, e-pr
yapısını bünyesinde aktif
şekilde kullanmayı benimsemiş,
sosyal ağlar üzerinden müşteri takibi
yapmayı hedefleyen yayılımcıdır.
“Pasif İzleyici”: Sosyal ağlarda yine
yer alan ancak aktif olarak değil
de sadece izlemede kalan firmadır.
Burada bu firma pasif izleyiciliği
devamlı sürdürürken başka bir
seçenekte de bir anda aktif yanıtlayıcı
haline de gelebilir.”
“Her marka sosyal medyada aktif
yayılımcı olabilir mi?”
İşte gerçek ve düşünülmesi gereken
soru budur. Burada öncelikle
karar verilmesi gereken markanın
müşteriye doğrudan etki ve ilişki/
iletim gücüdür. Yani bir müşteri
marka ile doğrudan ne kadar
ilişkidedir. Bunun sebebi çok basittir.
Tabii ki sosyal medyayı kullanan
günlük kullanıcı (her seviyeden
her saatte girebilme olasılığı olan
kullanıcı tipi) o markaya devamlı
dokunuyorsa olumlu ya da olumsuz
bir durum olduğunda düşüncelerini/
şikayetlerini söyleyebilme şansı varsa
bunu tartışmasız olarak interaktif
ortamdaki sosyal ağ platformlarında
da yapacaktır. Böyle bir yapıdaki
firma yine tartışmasız olarak sosyal
medyayı “Aktif Yayılımcı” olarak
kullanmalıdır.
Hey siz oradakiler, benim fabrikam
var, malım kaliteli, zaten kazanıyorum,
bize bir şey olmaz diyenler; sosyal
medya kullanıcıları tahta kurtları
gibidir. Fark ettirmeden markanızı
değerini azalttığı gibi tahtanın
(markanızın) içini oyar ve bir
gün siz markanın en tepesindeki
42
ve yalandan şikayetçileri kolaylıkla
savurabilsin. İşte size teknoloji
satışı yapan bir “Aktif Yayılımcı”:
sandalyenizde kasıla kasıla otururken,
sandalyenin paramparça olduğunu
hiç fark etmezsiniz ve kendinizi yerde
bulabilirsiniz. İşte o tahta kurtları
sosyal ağlarda kılıçlarını çekinmeden
savuran kullanıcı/müşterilerinizden
başkası değildir.
Dedim ya, kullanıcılar tahtakurduna
benzer
diye,
tahta
kurtları
yumurtlama yöntemi ile çoğalır. Yani
sosyal ağlarda tanıdıklarına olumsuz
bir şey duydukları – gördükleri an
hemen başkalarına yumurtlarlar
(yani söyerler). Daha önemlisi erkek
tahta kurtları dişileri ayırt etmezler
ve genellikle çift cinsiyetlidirler. Yani
sosyal medya açısından bakarsak
kullanıcı portföyünde kadın – erkek
hiç fark etmez kişiler karşıdakini
görmedikleri için kelimeler tuşlardan
daha bir kolay dökülür. Sonra tahta
kurtlarının bıraktığı yumurtalar
uygun ortam ve sıcaklıkta açılır.
Yani kullanıcı sosyal ağlarda sinirini
boşaltmak için en uygun ve herkesin
oralarda olabileceği saatleri seçer bu
şekilde daha hızlı bir yumurtlama, yani
mesajların yayılması olur. Bu açıdan
bakıldığında marka devamlı hazır
bir “Aktif Yayılımcı” olmalıdır. Bu
sayede savrulan kılıçlara anlık cevap
verebilinsin ve şikayette bulunanları
“2009’un Mart ayı, Best Buy
Twitter üzerinden “Twelpforce”
adını taşıyan bir kampanya başladı.
“Bilgi almak müşterinin en temel
hakkıdır” düşüncesiyle yola çıkan
BestBuy, müşterilerin satın almış
olduğu her türlü yüksek teknolojili
elektronik cihazlara dair merak
ettikleri sorulara sosyal ağlardan
ve özellikle Twitter üzerinden
çözüm bulmayı hedeflemiştir. Best
Buy ekibi Twitter’da @Twelpforce
adında bir hesap açmış ve bu hesabın
başına Best Buy’ın kendi çalışanları
arasından, dijital anlamda yetkin iki
binin üzerinde anlık cevap verecek
şekilde eğitilmiş uzman geçirilmiştir.
Bu sayede Best Buy müşterilerin çağrı
merkezlerini arama yüzdeleri düşmeye
başlamış ve sorunlar çok hızlı şekilde
Twitter’daki @twelpforce hesabı
üzerinden çözülmeye başlanmıştır.
Herhangi bir sorunu olan müşteri
Twitter
üzerinden
sorularını
paylaşıyor ve @twelpforce ekibinden
anında yanıt alabiliyor.
@twelpforce ekibi sadece Best Buy
üzerinde oluşan ve müşterilerden
gelen sorunları çözmüyor ayrıca
tüm Twitter dünyasını da tarayarak
teknik sorunları olan tüm Twitter
kullanıcılarına @twelpforce ekibine
sorulmasa bile çözüm sağlıyor. Bu
hizmeti 7/24 sağlayan @twelpforce
ekibi Best Buy’un satışlarında büyük
artış da sağlamıştır.”
Markam doğrudan satışta değil,
boşver sosyal ağları!!!
Peki, markanız doğrudan müşteriyle
alakalı değil, satış yapılmıyorsa yani
müşteri önce sizi değil de sizin satmış
olduğunuz ürünleri içeren diğer
ürünleri kullanıyorsa ne yapılmalı?
İşte bu nokta da “Pasif İzleyici” çok
doğru bir strateji olacaktır. Çünkü
tahta kurtları hiç beklemediğiniz ve
hatta ilgilenmediğinizi gördüğü an
yine sosyal ağlarda yumurtlarlar. İşte
tam bu sırada eğer siz ya da markanız
“Pasif İzleyici” olarak sosyal ağlarda
yer alıyorsanız, kolaylıkla tahta
kurtlarını savurabilirsiniz
Sonuçta ne yapmalıyım?
Unutmayın; tahta kurtları her zaman
hayatımızda, tabii ki sosyal medyada
bugün size Facebook, Google Plus,
Twitter’la görünür. Yarın daha
nişleriyle belki de daha sonra
bambaşka isimlerle... Önemli olan
böyle bir yapıda olmaya öncelikle
inanmanız, sonra da mümkün
olduğunca çabuk sosyal ağlarda var
olmalısınız. Tabii ki var olma şekli
tamamen size kalmış…
44
BAŞLIK
MAKALE
Cahit Işık > Yaratıcı Yönetmen
> Reklam Yaratıcıları Derneği Başkanı
> İKÜ İletişim Sanatları Bölümü Öğretim Görevlisi
REKLAM YARATICILARI
DERNEĞİ
1989 yılında, Reklam Yazarları
Derneği adıyla kurulan RYD, 2001
yılında tüzük değişikliğiyle Reklam
Yaratıcıları adını alarak hem üye hem
faaliyet alanını genişletmiştir. Reklam
sektöründe, reklam yaratım süreci
içinde yer alan Reklam Yaratım
Yönetmenleri, Reklam Yazarları,
Reklam Sanat Yönetmenleri ve
Grafikerler güçlerini birleştirerek,
pazarlama iletişimi çerçevesinde bu
mesleklerin çıkarlarını korumak;
aralarında mesleki bir dayanışma
oluşturarak, bilgi, deneyim ve
düşünce alışverişinde bulunabilmek
amacıyla biraraya gelmişlerdir.
Ayrıca, reklam yaratım düzeylerinin
yükselmesi için çaba göstermek;
uluslararası reklam çalışmalarında
Türkiye´yi
temsil
etmelerini
sağlamak;
Türkiye´deki
yerli,
yabancı veya yabancı ortaklı reklam
ajanslarında
çalışan
üyelerinin
haklarını
korumak;
çalışma
koşullarının iyileştirilmesi ve yasaya
dayalı telif haklarının korunması
yönünde girişimlerde bulunmak.
“Beyin Fırtınası”, “Copy Break” ve
“Ders Arası” gibi yarışmalarla hem
sektör profesyonellerine, hem de
üniversite öğrencilerine yarışma
ve kendini gösterme şansı vermiş
olan dernek; “Cumartesi 3-5”
etkinlikleriyle
yaratıcı gençleri
ustalarla
buluşturmuş,
eğitim
programlarıyla da, sektöre girmek
isteyenlere teorik ve pratik desteği
sağlamıştır.
Şu anda 694 üyesi bulunan derneğin
yönetim kurulu başkanlığı görevini
Cahit Işık sürdürmektedir.
Cahit Işık
Anadolu
Üniversitesi,
İletişim
Fakültesi’nde Reklam-Halkla İlişkiler
okudu. Sektörün ilk mekteplilerinden
biri olarak, ulusal ve uluslararası
reklam
ajanslarında
bir
çok
markaya reklam yazarı, reklam
yaratıcı yönetmeni ve yaratıcı grup
başkanı olarak kampanyalar yaptı.
2012 yılında RYD’ye başkan oldu.
2006 yılından bu yana Kültür
Üniversitesi’nde, reklam ve yaratıcılık
üzerine dersler vermekte, aktif olarak
reklamcılık ve danışmanlık görevlerini
sürdürmektedir.
45
İŞİMİZ MARKA,
GÜCÜMÜZ MARKA!
Herkes ürününe/hizmetine aşıktır.
Onu geliştirirken kendince hiçbir
fedakarlıktan kaçınmamıştır. En
gelişmiş teknoloji parkını kurmuş,
en iyi malzemeleri kullanmış, en iyi
insan kaynaklarını oluşturmuş ve
en etkili dağıtım kanallarını devreye
sokmuştur. Ve bu ürün piyasaya
“bomba gibi giriş yapacak”, “fırtına
gibi esecek”, kapış kapış gidecektir.
Tüketici de üretici gibi ürüne aşık
olacaktır. Eğer bu hikaye onlarca yıl
önce yaşansaydı, olurdu.
Ancak, bugün öyle bir üretim ve
pazarlama dünyası çok gerilerde
kaldı. Günümüz dünyasında üretim,
hatta ürün diye bir problem yok.
Günümüzdeki problem çok daha
büyük: Pazarlama. Aslında bunu
marka olarak da ifade edebiliriz.
Günümüzde sözünü ettiğimiz bu ‘iyi’
ürün özellikleri artık ürünün standart
özellikleri haline geldi. Bir anlamda
önkoşul oldu. Üründe ya da hizmette
iyi/kaliteli olmak zorundasınız ama
yetmez! Hedef kitleye/müşteriye
başka şeyler sunmak zorundasınız.
Üretim teknolojileri öyle bir boyuta
ulaştı ki sadece bir ayakkabı üreticisi
Türkiye’nin tüm ayakkabı ihtiyacını
karşılayacak
yeterlilikte;
ama
problemimiz sadece ayakkabı üretimi
değil. Tüketicinin talep ettiği başka
şeyler var; ilgisini çekecek, içinde
olmak isteyeceği hikaye ve paylaşmak
isteyeceği “bir duygusal”
fayda.
Net değil mi? Ürün
devri çoktan bitti!
Devir “duygusal fayda”
devri.
Zaten reklamcılık gibi
koskoca bir sektörün var
olma nedeni de, onlarca
iletişim fakültesinin açılma
nedeni de bu değil mi? Bu
sektörden çıkan meslek örgütleri ve
dernekler de aynı, var olma nedenine
dayanmaktadır. Bunlardan biri de
Reklam Yaratıcıları Derneği (RYD).
Reklamcılığa farklı alanlarda hizmet
eden birçok reklam yaratıcısını
bünyesinde barındıran RYD, yıllardır
üyelerine marka olmanın önemini,
nedenleri ve nasıllarıyla anlatmaya
çalışıyor.
Popüler bir sektör algısına sahip
olan/dönüşen reklamcılığın aslında
çok dar ve zor olduğu; markaya fayda
sağlamak adına yapılması düşünülen
her şeyin, markaya fayda sağlamaya
çalışırken kaybettireceğinin, paradan
çok daha fazlası olduğu gözden
kaçmamalıdır.
Yapılan, yapılacak her şey markanın
algısına, oluşturmak istediği tutuma
ve
kimliğine/kişiliğine
uygun
olmalı ve hizmet etmelidir. Mesele
anı kurtarmak değil, markanın
oluşumuna, geleceğine bir tuğla daha
koyarak katkı sağlamaktır.
Tüm bu nedenlerden dolayı, bildik
tüm markaların, yapılacak tüm iletişim
faaliyetlerinin markaya uygunluğunu
denetleyen marka danışmanları,
profesyonelleri
olmalıdır.
Bu
danışman ve profesyoneller, fikir
ne denli parlak olursa olsun,
marka konumlandırmasına uygun
değilse fikrin uygulanmasına izin
vermez; vermemelidir de. Tabii
bunu bilmeyen birçok reklamcı
dostumuz da reklamveren tarafını
“işi
bilmemekle”,
“yaratıcılığı
baltalamakla” suçlar. Bizim için acı
olan durum budur.
Biz RYD olarak, bu nedenle yıllardır
eğitimi çok önemsedik. Reklamla,
iletişimle ilgili her kurumla dirsek
temasını hiç kaybetmedik. Çünkü
tartışılmaz bir gerçeğe inanıyoruz:
Marka kavramı olduğu için reklamcı
ve reklamcılık var.
Ve işimiz de, gücümüz de markaya
hizmet…
Onur Salkım
46
SOSYAL
MEDYA
We Are Social’dan 2014’ün
İlk Dijital Raporu
Oscar Selfie’si Twitter’a
Damga Vurdu
86. Oscar Ödülleri, 2 Mart 2014
tarihinde Los Angeles’ta sahiplerini
buldu. Bu yıl Oscar ödülleri gecesine
damga vuran olay ise internette bir
akım haline gelen “selfie’’ pozuydu.
Gecenin sunucusu Ellen DeGeneres’in
öncülük ettiği selfie pozu Twitter’da
en çok paylaşılan fotoğraf oldu. Brad
Pitt, Angelina Jolie, Jennifer Lawrence
ve Bradley Cooper gibi yıldızların yer
aldığı selfie, Twitter’da yaklaşık 3,5
milyon retweet aldı. Fotoğraf Twitter’da
paylaşıldığı anda 2 milyondan fazla
kişi tarafından retweet edilince,
Twitter bir süre hizmet veremedi.
Daha sonraki günlerde, bu fotoğrafın,
önceden planlanmış bir Samsung virali
olduğu ortaya çıktı. Bu tweet rekoruyla
beraber Samsung, gelmiş geçmiş en
başarılı viral örneklerinden birini
vermiş oldu. Sunucu Ellen DeGeneres,
gece boyunca elinden düşürmediği
Samsung Note 3 marka telefonuyla
sahne ve sahne arkasında çekildiği
fotoğraflarını da sosyal medyada
paylaşmaya devam etti. Samsung’un,
bu viral için yaklaşık 20 milyon dolar
harcadığı tahmin ediliyor.
Facebook’un En Büyük
Reklam Veren Markaları
Sosyal medya pazarlamasının son
dönemlerde
önem
kazanması
sonucunda reklamveren sayısında
artış yaşandığı gözlemlenmiştir.
Özellikle Google’a ve Facebook’a
reklam vermek isteyenlerin sayısı
günden güne artış göstermektedir.
Facebook’un 2013 son çeyrekteki 2
milyar dolarlık gelirinin 1,8 milyar
dolarını oluşturan reklamları kimlerin
verdiğini bulabilmek için Business
Insider bir araştırma gerçekleştirdi.
BI’ın listesinin başında Samsung yer
alıyor. Sadece 3 haftalık bir sürede
Facebook’ta 10 milyon dolarlık bir
kampanya düzenlemiş olan Samsung,
erişilebilen bilgilere göre 100
milyon dolar civarındaki bütçesi ile
Facebook’un en büyük reklamvereni
konumunda. İkinci sırada ise sosyal
medyayı son derece etkili kullanan
Procter & Gamble geliyor. P&G’nin
Facebook reklamları için yaklaşık
olarak 60 milyon dolar civarında
harcama yaptığı tahmin ediliyor.
BI’ın listesine göre bu iki liderin
peşinden; AT&T 35 milyon dolar,
Amazon, Verizon, Nestle ve Unilever
30 milyon dolar, American Express
25 milyon dolarlık bütçeleriyle
Facebook’a en büyük reklam veren
markalar arasında yer almıştır.
Kaynak: www.webrazzi.com
We Are Social 2014 yılı için dijital
analizleri ile ilgili raporunu açıkladı.
Rapora göre dünyada 2.5 milyar kişi
online ve bu online olan kişilerden
1.8 milyar kişi sosyal ağlar üzerinde
aktif durumda görünüyor. Dünyada
en fazla internet nüfusuna sahip olan
bölge %81 ile Kuzey Amerika, %78
ile ikinci sırada Batı Avrupa, en son
sırada ise Güney Asya yer alıyor.
Türkiye ile ilgili raporlarında ise
35 milyon internet kullanıcısı
görünüyor. Türkiye’deki internet
kullanıcılarının günde ortalama
4 saat 51 dakika internette zaman
geçirdiği gözlemlenmiş. Türkiye’de
sosyal ağlar ile ilgili raporda bulunan
bilgilere göre, Facebook kullanıcı
sayısı 36 milyon ve ilk sırada yer
alıyor. Twitter kulanıcılarının oranı
%72, Google+ kullanıcılarının oranı
%70, Linkedin kullanıcılarının oranı
%33 ve Instagram kullanıcılarının
oranı %26. Türkiye’de sosyal ağlarda
geçirilen süre 2 saat 32 dakika olarak
hesaplanmış.
Kaynak:www.wearesocial.net
47
Twitter’da En Çok
Takip Edilenler – İlk 10
1- Katy Perry - @katyperry :
51.3 milyon takipçisi bulunuyor.
2- Justin Bieber - @justinbieber :
50.2 milyon takipçisi bulunuyor.
3- Barack Obama - @BarackObama :
41.9 milyon takipçisi bulunuyor.
4- Lady Gaga - @ladygaga :
41 milyon takipçisi bulunuyor.
5- Youtube - @YouTube :
40.3 milyon takipçisi bulunuyor.
Vine, 2013’ün En Hızlı
Büyüyen Uygulaması Oldu
2012 yılı Haziran ayında yayınlanan
ve Ekim ayında Twitter tarafından
satın alınmasıyla popülaritesini daha
da artıran Vine 2013’e damgasını
vurdu. Kullanıcılarına 6 saniyelik
video çekim imkanı sağlayan
uygulama, 2013 yılının ilk üç
çeyreği içinde %403’lük bir büyüme
oranına ulaşarak, dünyanın en hızlı
büyüyen uygulaması ünvanının da
sahibi oldu. Vine Ağustos ayında 40
milyon kayıtlı kullanıcıya ulaştığını
açıklamış ve o dönemde 2,5 ay gibi
kısa bir süre içinde kullanıcı sayısını 3
katına çıkardığını göstermişti. Kendi
fenomenlerini yaratmaya devam eden
Vine’ın 2013’ün en hızlı büyüyen
mobil uygulamaları arasında büyük
bir farkla birinci sıraya yerleşmesi
de, popüler uygulamanın, kullanıcı
sayısını beklenenden daha hızlı
artırdığını göstermektedir.
6- Taylor Swift - @taylorswift13 :
39.7 milyon takipçisi bulunuyor.
7- Britney Spears - @britneyspears :
36.3 milyon takipçisi bulunuyor.
8- Rihanna - @rihanna :
34.3 milyon takipçisi bulunuyor.
9- Instagram - @instagram :
31.3 milyon takipçisi bulunuyor.
10- Justin Timberlake @ jtimberlake : 31.2 milyon
takipçisi bulunuyor.
Mashable‘da yer alan sıralamaya göre,
%403 gibi rekor bir büyüme oranına
ulaşan Vine’ı, ikinci sırada %146’lık
oranla, arkasına Yahoo’nun desteğini
almış olan Flickr takip ediyor. Üçüncü
sırada ise %130’luk bir oranla Vine’ın
ezeli rakibi Instagram geliyor.
Etkileşim Oranı En Yüksek
Sosyal Platform: Instagram
Instagram,
fotoğraf
düzenleme
özelliği bulunan ve bu fotoğrafları
ücretsiz paylaşma imkanı sunan
sosyal bir platformdur. 2010 yılında
iOS cihazlar ile internet dünyasına
hızlı bir giriş yapan popüler fotoğraf
paylaşım uygulaması Instagram,
2012 yılında Facebook tarafından
1 milyar dolara satın alınarak kısa
zaman içerisinde zirveye tırmanmayı
başardı. Instagram ilk başta sadece
iPhone, iPad ve iPod Touch gibi
cihazlarda kullanılırken, 2012’nin
Nisan ayında Android kullanıcılarının
da kullanımına sunuldu.
2013 yılında birçok yeniliğe imza atan
Instagram, yaklaşık 1 yıl içerisinde
kullanıcı sayısını 2 katına çıkardı.
2012 yılında aylık 80 milyon aktif
üyeye sahip olan uygulama, bugün
ise resmi rakamlara göre aktif 200
milyon kullanıcı sayısına yaklaştı.
Günlük 50 milyondan fazla fotoğrafın
paylaşıldığı Instagram’da en popüler
hashtag ise 400 milyon fotoğraf ile
#love oldu. Kaynak: www.mashable.com
48
Milyon TL
12 Milyonluk Aile Albümü: Pinterest
Sanal ortamın en son trendlerinden biri
olan Pinterest hızla yükselen grafiğini
sürdürüyor. Mart 2010’da kullanıma
sunulan Pinterest, sanal ortamda, ilgi
alanınıza giren görselleri paylaşmak ve
düzenlemek için kullanabileceğiniz bir
sosyal platformdur. Anlamsal olarak iki
ayrı sözcüğün birleşiminden oluşmakta;
pin sözcüğü “iğne, iğnelemek” anlamına
gelirken, interest ise “ilgi alanı, ilgi” gibi
anlamlara karşılık gelmektedir. Birçok
şirket, reklam ve tanıtım faaliyetleri
için Pinterest’i tercih ederek, paylaşılan
içerikler yoluyla hedef kitlesine kolayca
ulaşabilmekte ve kullanıcılarla etkileşim
kurabilmektedir.
Pinterest, 2013’ün son çeyreği itibarı ile
12 milyon kullanıcı sayısına ulaşarak,
en popüler sosyal ağlardan biri olmayı
başardı. Kaynak: www.aytacmestci.com
İnternet Reklam Yatırımları Toplamı
1,169.2
Display Reklam Yatırımları
Gösterim ya da tıklama bazlı reklam yatırımları
446.5
319.2
Video reklam yatırımları
Sponsorluk yatırımları
Gelir paylaşımı reklam yatırımları
Arama Moturu Reklam Yatırımları
Kelime bazlı reklam yatırımları
Arama moturu görüntülü reklam ağı yatırımları
Mobil Reklam Yatırımları
Mobil gösterim reklam yatırımları
Mobil opt-in SMS/MMS yatırımı
İlan Sayfaları Reklam Yatırımları
Diğer
E-posta
Oyun içi reklam
69.5
35.5
22.2
587.3
401.5
185.8
44.8
16.4
28.4
79.3
11.3
5.9
5.4
Dijital Reklam Harcamaları 2013 Türkiye Raporu
45 ülkede dijital pazarlama sektörünün gelişimi için faaliyet gösteren
IAB’nin (Interactive Advertising Bureau) Türkiye raporuna göre
dijital reklam yatırımları 2013’te, bir önceki yıla göre %24’lük bir
büyüme ile 1.17 milyar TL’ye ulaştı. Ayrıca, dijital reklam harcamaları
2013 yılında display reklamlar, arama motoru reklamları, mobil
reklamlar, ilan sayfaları, e-posta, oyun içi reklam gibi internet reklam
yatırımları toplam 1.169 milyar TL’ye ulaşırken; arama motoru
reklam yatırımları ara toplamı 587.3 milyon TL’yi buldu.
Kaynak: www.iabturkiye.org
Emel Balkan, Sezin Can, Kübra Kaya
49
SOSYAL
MEDYA
AR
ARAŞTIRMA
RA
AŞTIR
TIRM
RMA
İSTANBUL KÜLTÜR
ÜNİVERSİTESİ
ÖĞRENCİLERİNİN
SOSYAL MEDYA
KULLANIM
ALIŞKANLIKLARI
İstanbul
Kültür
Üniversitesi
öğrencilerinin sosyal medya kullanım
alışkanlıkları üzerine yaptıkları
araştırma sonuçları, ilginç veriler
ortaya koyuyor.
İstanbul Kültür
Üniversitesi’nde yapılan araştırmaya
55 erkek, 45 kadın olmak üzere
toplam 100 öğrenci katılmıştır. Bu
öğrencilerin 25’i Fen Edebiyat, 25’i
Sanat ve Tasarım, 25’i Mühendislik ve
25’i İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
öğrencisidir.
İnternet Kullanımında
Akıllı Telefon Tercih Ediliyor
İstanbul
Kültür
Üniversitesi
öğrencileri her an, her yerde internet
erişimini gerçekleştirebilmek için akıllı
telefonları tercih etmektedir. Masaüstü
bilgisayar ve tabletler ise öğrenciler
tarafından daha az tercih ediliyor.
Araştırmaya katılan öğrencilerin
%98’inin en az bir sosyal ağ
platformunda hesabı bulunmaktadır.
Bu ağlarda hesabı bulunmayanlar ise
interneti daha çok gündemi takip
etmek için kullanmaktadırlar.
Facebook Zirvede
Sosyal ağlar arasında en çok Facebook
tercih edilmektedir. Facebook’un,
diğer sosyal ağlara göre daha işlevsel
olması ve toplumda bir tür alışkanlık
haline gelmesi bu durumun başlıca
sebepleri olarak görülmektedir. İkinci
sırada ise, güncel olaylara ve haberlere
anında erişebilme, düşünceleri rahatça
paylaşabilme gibi olanaklar sunan
Twitter gelmektedir. Üçüncü sırada,
son dönemde hızla yayılan Instagram
yer almaktadır. Instagram kişilerin
yaptıkları aktivitelerin, gittikleri
yerlerin ve
yedikleri yemeklerin
fotoğrafını çekip paylaşmalarını
sağladığı için hızla büyümektedir.
Öğrenciler
bilgisayar
karşısında
geçirdikleri boş zamanları eğlenceli
videolar, dizi ve filmler izleyerek
geçirmeyi sevdikleri için dördüncü
sırayı Youtube almaktadır. Foursquare,
lokasyon paylaşımları ve yer imleri
ile gittikçe daha popüler hale gelen
bir diğer sosyal ağdır. Sosyal ağlar
arasında en yenisi olan Vine, kısa
süreli video paylaşım imkanıyla
gittikçe yaygınlaşmaktadır. İş hayatına
yönelik olan LinkedIn, üniversite
öğrencileri tarafından çok fazla tercih
edilmemektedir.
50
İlk Olarak Anasayfaya Bakıyorlar
Üniversite genelinde ve fakülte
bazında öğrenciler sosyal medya
hesaplarına
girdiklerinde
ilk
olarak, takip ettikleri kişilerin
ana
sayfasındaki
paylaşımlarına
gözatmaktadır. Bu da takip ettikleri
kişilerin neler yaptıklarına duyulan
merakı göstermektedir. İkinci olarak
ise kendi profillerini güncelleyerek
kişilerin onları takip etmelerini
sağlamaktadırlar.
En Çok Gündemi Takip Ediyorlar
Üniversite genelinde öğrencilerin
sosyal medyayı kullanım amaçlarının
ortak noktası olarak gündemi
takip etme amacı öne çıkmaktadır.
Fakülteler tek başına incelendiğinde
ise Fen Edebiyat Fakültesi, İktisadi
ve İdari Bilimler Fakültesi öğrencileri
sosyal medya üzerinden oyun
oynamayı tercih etmemektedirler,
Mühendislik Fakültesi öğrencileri ise
yeni arkadaşlar edinmek için sosyal
medyayı kullanmamaktadırlar.
En Çok Facebook’ta
Vakit Geçiriyorlar
Üniversite genelinde sosyal medya
alışkanlıkları incelendiğinde öğrencilerin
sırasıyla en çok Facebook, Twitter
ve Instagram’da vakit geçirdikleri
görülmektedir. Sosyal medyada Sanat ve
Tasarım Fakültesi öğrencileri günde 3-5
saat vakit geçirirken, diğer fakültelerin
öğrencileri 1-3 saat vakit geçirmektedirler.
Güncel Konulu İçerikleri
Ediyorlar
Takip
Üniversite genelinde fakültelerin ortak
olarak takip ettikleri içerikler güncel
olaylar ve durumları kapsamaktadır.
Bu durum öğrencilerin sosyal medya
kullanım amaçlarıyla ilgili bulgularımızı
desteklemektedir. Bunun yanı sıra FenEdebiyat Fakültesi öğrencileri magazin
konulu içeriklere, Sanat ve Tasarım
Fakültesi öğrencileri spor konulu içeriklere,
Mühendislik Fakültesi öğrencileri moda
konulu içeriklere ve İktisadi ve İdari
Bilimler Fakültesi öğrencileri bloglara ilgi
duymamaktadırlar.
Kendi Kimliklerini Kullanıyorlar
Üniversite genelinde araştırmaya
katılan katılımcıların büyük çoğunluğu
sosyal medya hesaplarında kendi
kimliklerini kullanmakta ve bilgilerini
gizlemeye gerek duymamaktadırlar.
Sanat ve Tasarım, Mühendislik ve
İktisadi ve İdari Bilimler Fakülteleri
öğrencileri sosyal medyada tanıştıkları
kişilerle yüz yüze görüşmeyi tercih
ederken, Fen-Edebiyat Fakültesi
öğrencileri yüz yüze görüşmeyi doğru
bulmamaktadırlar.
Etkinliklere Katılıyorlar Beğendikleri
Markaları Takip Ediyorlar
Üniversite genelinde öğrenciler sosyal
medya üzerinden çeşitli etkinlikleri
takip etmekte ve katılımcıların
birçoğu bu etkinliklere katılmayı
tercih etmektedirler. Sanat ve Tasarım
Fakültesi öğrencileri ile Mühendislik
Fakültesi öğrencileri sosyal medya
üzerinden takip ettikleri etkinliklere
katılırken, Fen Edebiyat Fakültesi
öğrencileri, İktisadi ve İdari Bilimler
Fakültesi öğrencileri etkinliklere
katılmamaktadırlar.
Araştırmanın
sonuçlarına göre üniversite genelinde
katılımcılar sosyal medya üzerinden
sevdikleri ve beğendikleri markaları
takip etmektedir. Fakülte bazında
ise tüm fakülteler beğendikleri
markaları takip ederek, markanın
çeşitli avantajlarından yararlanmak
istemektedirler.
Fen
Edebiyat
Fakültesi, Sanat ve Tasarım Fakültesi,
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
öğrencileri markaları “kişisel ilgi”
nedeniyle takip ederken, Mühendislik
Fakültesi öğrencileri “indirimlerden
haberdar olabilmek” için
takip
etmektedirler.
Onur Salkım, Miray Dönmez,
Meltem Şenel
52
SOSYAL
MEDYA
SAMANTHA LEE VE YEMEK SANATI
Samantha Lee iki kız çocuk annesi bir
yemek sanatçısıdır. Yemek yedirmekte
zorlandığı iki küçük kızını yemeğe
teşvik etmek için yaptığı küçük
dokunuşlar, zamanla renkli ve yaratıcı
yemeklere dönüşmüştür. Bu yemekleri
fotoğraflamaya başlayan Samantha
Lee bugün, Instagram sayfasında
yaklaşık 490.000 takipçisi bulunan
bir online yiyecek yıldızıdır. Yemek
tasarımlarına Aralık 2008’de ikinci
kızına hamileyken başlayan Lee, bu
fikrin büyük kızına yemek yedirmek ve
onu cesaretlendirmek için başladığını
belirtmektedir. Tasarımlarını yaparken
en önemli konunun israf etmemek
olduğuna ayrıca pratik ve herkese hitap
edecek içerikler yaratmaya çalıştığına
dikkat çekmektedir. Siz de eğer bu sanata
ilgi duyuyor ya da bu güzellikleri merak
ediyorsanız Samantha Lee’yi kişisel
hesaplarından takip edebilirsiniz.
Instagram: @leesamantha
Facebook: Lee Samantha
Pinterest: Samantha Lee
Kaynak: www.leesamantha.com
53
Miray Dönmez
54
MARKA KENT
BAŞLIK
PARİS
55
GEZİ-YORUM
Fransa’nın başkenti olmasının yanı
sıra tüm dünyada, kültür, sanat ve
moda alanlarında dünyanın önde
gelen merkezlerinden olan Paris,
yaklaşık 2000 yıllık bir tarihe sahiptir.
Seine Nehri’nin her iki yakasına
kurulmuş olan şehir, merkezinden
çevreye birbirini izleyen 20 ilçeye
ayrılmıştır. Tüm dünyada “Aşıklar
Şehri” olarak anılan, ister sevgilinizle
ister arkadaşınızla gidebileceğiniz,
ister yalnız keşfe çıkabileceğiniz
ancak her bir köşesinin sizi koşulsuz
etkileyeceği bir şehirdir Paris.
Zamanınız kısıtlı olsa da olmasa da
Paris’te birkaç günde görülecek pek
çok yer, yapılacak pek çok aktivite
bulabilirsiniz. Ancak şehrin keyfini
doyasıya çıkarmanız için önerimiz,
öncelikle bu yazıyı okumanız ve
şehirdeki ilk gördüğünüz büfeden
bir şehir haritası almanız. İşte tüm
mükemmelliğiyle Paris...
Paris’te Ulaşım
Bulmaca
çözmeyi
seviyorsanız
Paris’ten daha uygun bir yer
bulamazsınız. Şehrin metro haritasını
elinize ilk aldığınızda ilk cümleniz
“Taksiye mi binsem?” olacak. Ancak
korkmanıza gerek yok. Her ne
kadar karmaşık bir yapısı olsa da
Paris’i metrosundan başka hiçbir
ulaşım aracına gerek duymadan
gezebilirsiniz. Zira Metro ve RER
haritası üzerinde neredeyse her 200
metrede bir duraklar mevcuttur.
Paris’te ulaşım biraz pahalıdır.
Bu nedenle istasyonlardaki bilet
makinelerinden birer bilet almak
yerine toplu bilet alırsanız daha
hesaplı olacaktır. Şayet başlangıçta
tek bilet satın alırsanız, bir bilet
ile aynı metro hattı üzerindeki
duraklara iki kez aktarma yapmak
ücretsizdir. Metro ve RER, Paris içi
ulaşımda tercih edilecek en önemli
iki araçtır. Yedi bölgeye ayrılmış olan
Paris’te gezilip görülecek yerlerin
büyük çoğunluğu birinci ve ikinci
bölge içerisinde, dolayısıyla sadece
bu bölgeleri kapsayan bir harita
yeterli olacaktır ki ulaşabileceğiniz
turistik haritalar da esas itibariyle
bu
bölgeleri
kapsamaktadır.
Haritalar üzerinde metro hatları 1,
2, 3 gibi numaralarla; RER hatları
A, B, C harfleriyle belirtilmiştir.
Ayrıca her hattın ayrı bir rengi var
ve aktarma yapılabilecek noktalar
beyaz
simgelerle
gösterilmiştir.
Muhtemelen bu haritaya ve Paris
metrosuna alışmanız ikinci gününüzü
bulur ancak 1800’lü yıllardan kalma
duraklar ve eski metrolar sizi etkisine
alırken bu durumu unutacaksınız.
Eyfel Kulesi-Tour Eiffel
Paris denildiğinde akla gelen ilk yer
kuşkusuz Eyfel Kulesidir. Şehrin
coğrafi yapısından dolayı neresine
giderseniz gidin, bulunduğunuz
noktadan birkaç metre yukarı
çıktığınızda mutlaka Eyfel Kulesi’
ni görürsünüz. Bu kule, dünyanın
en çok ziyaret edilen ve en çok
fotoğrafı çekilen kulelerin başında
gelmektedir. ve gitgide artan ziyaretçi
sayısıyla zirveyi başka hiçbir yere
bırakmamaktadır. Eyfel Kulesi, 1887
ile 1889 yılları arasında Gustave
Eiffel’in firması tarafından, Fransız
56
Devrimi’nin 100. yıl kutlamaları
çerçevesinde
düzenlenen
Paris
fuarının giriş kapısı olarak inşa
edilmiş ve sonraları dünyanın en ünlü
kulelerinden biri haline gelmiştir.
Kule 300 m yükseklikte ancak
zirvesindeki televizyon vericileri
bu kuleye 27 m daha yükseklik
kazandırmaktadır. Üç bölümden
oluşan kuleye ister merdivenlerle
(1655 basamak) isterseniz asansörle
ulaşabiliyorsunuz. Ancak asansörle
çıkmak istediğiniz takdirde yaklaşık
2 saatlik bir kuyruğu göze almanız
gerekebilir. Halka açık bölümler
57 m, 115 m ve 276 m yükseklikte
bulunmaktadır. İlk ve ikinci katlarda
lokantalar mevcuttur. Ayrıca ilk katta,
Eyfel Kulesinin tarihinin anlatıldığı
bir sergiye de rastlayabilirsiniz. Üst
kata ulaşmak isteyen bir ziyaretçi,
ikinci katta aktarma yaparak başka
bir asansöre geçer. En üst kat hem
çatılı hem de üstü açık bir alana
sahiptir. En üst kata ulaşana kadar
heyecanınız devam eder ve eşsiz
bir manzarayla karşılaşmayı umut
edersiniz. En üst katta Paris’in her
bir köşesini görebilir ve şehri tüm
ihtişamıyla inceleyebilirsiniz. Tabiki
tek bir eksikle. Eyfel Kulesi. Eyfel
Kulesi’ne metro ile 6 numaralı hatla
Bir Hakeim ve ve 9 nolu hatla ise
Trocadéro durağından ulaşabilirsiniz.
Zafer Takı-Arc De Triomphe
1806 yılında zaferlerini taçlandırmak
amacıyla
Napolyon
tarafından
inşa ettirilen bu anıt, 49 metre
yüksekliğinde ve Şanzelize dahil 12
caddenin kesiştiği bir kavşağın tam
ortasında yer almaktadır. Caddenin
muazzam genişliği nedeniyle Zafer
Takı’na ulaşmanız mümkün değilmiş
gibi gözükse de meydanın bir
noktasında alt geçit bulunmaktadır.
Anıtın altında 2. Dünya Savaşı’nda
ölen Fransızları anmak amacıyla, 1923
yılından beri sönmeden yanmaya
devam eden bir ateş vardır. Ayrıca
Tak üzerinde alman askerleriyle
mücadeleleri anlatan asker tasvirleri
yer almaktadır. Fransız askerlerinin
altına gömüldüğü düşünülen Meçhul
Asker Mezarı ve anıt üzerindeki
dört büyük heykel (Gidiş, Direniş,
Zafer, Barış) ise burayı turistlerin
odak noktalarından birisi haline
getirmektedir. Eğer isterseniz belli
bir ücret karşılığında anıtın tepesine
asansör ve merdiven aracılığıyla
çıkabiliyorsunuz. Uzun kuyruklar
sizi korkutmasın çünkü anıtın
tepesindeki manzara görülmeye
değer... Üstelik Paris geziniz boyunca
gitmek istemeseniz dahi uzun
caddeler mutlaka sizi Zafer Takı’nın
bulunduğu meydana çıkartır. Zafer
Takı’na metro ile Charles de Gaulle
Etoile 1,2, 6. hatlar ile ulaşabilirsiniz.
Şanzelize Caddesi-Avenue Des
Champs-Elysées
Dünyaca ünlü markalara ev sahipliği
yapan, Fransa’nın en meşhur caddesi
Şanzelize Caddesi’dir. 1600’lü yıllara
kadar tarla olan bu alan, 1616 yılında
kenarına ağaçlar dikilerek bir cadde
haline gelmiştir ama bugünkü halini
alması 1900’lü yıllara kadar sürmüştür
ve bu süreç içinde sürekli gelişmiştir.
Cadde Zafer Takı’ndan başlayarak
dümdüz Place de la Concorde‘a
kadar devam etmektedir. Uzunluğu
yaklaşık olarak iki kilometre, genişliği
ise yetmiş metre civarındadır. Cadde
rahatça
gezebileceğiniz
oldukça
57
geniş kaldırımlara sahiptir. Bu
kaldırımlardaki banklarda oturup,
Paris halkını gözlemleyebilir, bir
şeyler atıştırabilir veya kahvenizi
yudumlayabilirsiniz.
Ancak
bu
caddede ilk yapmak isteyeceğiniz
renkli vitrinleri olan mağazaları ve
konsept mağazaların olduğu dünyaca
ünlü markaları ziyaret etmek olacaktır.
Birbirinden renkli vitrinler, tasarım
harikası dükkanlar sizi adeta kendine
çekmektedir. En dikkat çekici dükkan
kuşkusuz Louis Vuitton mağazasıdır.
Ziyaret etmek istediğiniz takdirde
ise en az 15-20 dakika kuyrukta
beklemeniz gerekmektedir. İçerideki
tasarım ürünlerin zarar görmemesi ve
kargaşa olmaması adına ziyaretçileri ve
müşterileri belli aralıklarla içeriye kabul
ediyorlar. Cadde üzerinde bir de Kültür
ve Turizm Bakanlığına
ait bir Türkiye tanıtım
ofisi bulunmaktadır.
Bulunduğu
binanın
üzerindeki
dev
ekrandan
Türkiye
ile
ilgili
videolar
seyredilebilmektedir.
Şanzelize’de
mağazalar
kadar yemek içmek de
oldukça pahalıdır. Zira bir
suya 2.5 Euro vermek zorunda
kalabiliyorsunuz. Ancak Paris’e
geldim Şanzelize’de yemek yemeden
gitmem derseniz birçok alternatifiniz
var. Soğan çorbası, beyaz şarapla
pişirilmiş midyeler, dana cordon
bleu ve tabiki macaron. Macaron
için dünyaca ünlü Ladurée kesinlikle
tercih sebebidir. Türkiye’de satılan
macaronlardan tadı oldukça farklı ve
yoğundur. Dilerseniz buraya girişte
yemek yemek istediğinizi belirterek
gerçek bir Fransız restoranında şık bir
akşam yemeği yiyebilirsiniz.
58
Louvre Müzesi-Musée De Louvre
Fransız İhtilali’nden sonra açılan
Paris’teki ilk devlet müzesidir. Bu
müze günde 20 bin kişinin ziyaretiyle,
dünyanın en çok ziyaret edilen
müzelerin başında gelmektedir. İlk
inşa edildiğinde devlet adamları
tarafından saray olarak kullanılan
bu müze, adını “Lower”(Güç)
kelimesinden almıştır. İnşa edildiği
1200’lü yıllardan itibaren kraliyet
ailelerine ev sahipliği yaparak devlet
sarayı olarak kullanılmıştır. Ancak
zaman
içerisinde
bakımsızlık,
yangın gibi sebeplerle Napolyon
zamanında restore edilerek müze
haline getirilmiştir. Oldukça büyük
bir alanda kurulu olduğundan ve
içerisinde binlerce önemli eseri
barındırdığından dolayı müzeyi
bir günde gezmek pek de mümkün
değildir. Bu nedenle eğer zaman
kısıtlı değilse beş günlük biletlerden
alınarak rahatça ve her eseri
inceleyerek
gezebilirsiniz.
Yedi
bölümden meydana gelen müzede,
Yunan sanatları, Mısır sanatları,
Ortaçağ Avrupa’sına ait etkileyici
eserleri görmek mümkündür. Ancak
en çok ilgi gören eserler kuşkusuz
Mona Lisa ve Milo Venüs’üdür.
Müzenin
avlusundaki
Grande
Pyramide ilk girişte dikkatinizi çeker.
Burası 1981 yılında Louvre Müzesi’ni
geliştirme projesiyle birlikte inşa
edilmiştir ve yüzeyinde 666 adet cam
pencere bulunmaktadır. Bilinenin
aksine Louvre Müzesi’nin beş farklı
kapısı vardır. Piramit dışındaki bu
kapılar; Via the Passage Richelieu,
Via the Carousel du Louvre, Via the
Cour Carree, Porte des Lions’dur.
Ancak müze avlusunda gördüğünüz
kalabalık size tek giriş algısı yaratarak
sizi oraya yönlendirir. Müzeye Palais
Royal Musée du Louvre metro
durağında inerek ulaşabilir, Ziyaret
saatleri ve ücretlerle ilgili bilgi almak
için web sitesini ziyaret edebilirsiniz.
Fotoğraf: tr.wikipedia.org
59
Notre Dame Katedrali-Notre
Dame De Paris
Notre Dame, dünyadaki birçok
katedrale göre oldukça mütevazidir.
Dünyaca ünlü bu katedrali görmeden
önce zihninizde devasa bir mimari yapı
canlandırır. Ancak gördüğünüzde
etkilendiğiniz boyutları değil, Gotik
tarzdaki mimarisi olur. Bu tarzla
dünyadaki ilk Gotik eserlerden biri
olma özelliği taşımaktadır. Turizm
açısından ünlü bir katedral olmasına
karşın hala ibadetler için ev sahipliği
yapmaktadır. Bazı kaynaklara göre
Fransız sokak uzaklıkları buraya
göre belirlenmiş ve burası 0 noktası
olarak kabul edilmiştir. 19. yüzyıl
başlarında Paris şehir planlamacıları
katedralin bakımsızlığından ötürü
katedrali yıktırmak istediğinde ünlü
Fransız yazar Victor Hugo, halkın
ilgisini çekmek için Notre Dame’ın
Kamburu adlı romanını yazmıştır.
Roman, katedralin kurtarılması için
kampanya başlatılmasını sağlayarak
katedralin yenilenmesinde büyük
rol oynamıştır. Katedral içerisinde
mücevher, tarih, heykel, resim,
mobilya, edebiyat, madalya gibi
koleksiyonları görebilir, mağazadan
bu koleksiyonlara ait minyatür
hediyeler veya hatıra paraları satın
alabilirsiniz. Notre Dame Katedrali’ne
metro ile Cite – RER: Chatelet – Les
Halles, Saint Michel durağında inerek
ulaşabilirsiniz.
60
Sa c r é - C œ ur Bazilikas ıBasilique Du Sacré-Coeur
Türkçe karşılığıyla Kutsal Kalp
Bazilikası’dır.
İsa’nın
kalbine
adandığı için bu isim verilmiştir.
Bazı kaynaklarda ise Beyaz Kilise
olarak anılmaktadır. Bazilika, Eski
Paris olarak anılan Montmartre
mahallesinde yer alan Hıristiyanlar
için önemli bir yerdir. Yapıldığı
dönemde Paris’te çok fazla kan akması
sebebiyle dönem yöneticilerinin
bir çeşit kendini Allah’a affettirme
çabasıyla inşa ettirilmiştir. Paris’te
Notre Dame Katedralinden sonra en
çok ziyaret edilen mekandır. Şehrin
en yüksek noktası olduğundan
dolayı bu mekana varmadan
önce uzun merdivenleri göze
almanız gerekebilir. Ancak zirveye
vardığınızda hem görkemli bir
dini mekanı, hem de eşsiz Paris
manzarasını görme şansı bulursunuz.
İçerisinde İsa konulu tavan mozaiği
ile mutlaka görülmesi gereken bir
yerdir. Ayrıca içerisinde bazilikanın
yapılmasını sağlayan piskoposların
da
mezarları
bulunmaktadır.
Bazilika’nın mimarisi ve yapısı
oldukça görkemlidir. Hatta belki
Notre Dame Katedrali’nden daha
çok şey bulabilirsiniz. Sacré-Cœur
Bazilika’sına metro ile Abbesses ve
Anvers duraklarından ulaşabilirsiniz.
Montmarte-Ressamlar Tepesi
Sacré-Cœur Bazilikası’nın ardından
çevredeki küçük ve şirin sokaklara
daldığınız takdirde kendinizi bir anda
ressamların bulunduğu meydanda
bulabilirsiniz. Paris’in her sokağı
gibi burası da sanat kokar. Ancak
bu meydan tam anlamıyla sanatın
kalbinin attığı yerdir. Tarih boyunca
Picasso, Dali, Monet ve Van Gogh
gibi tüm önemli ressamlar bu
meydanda resimlerini yapmıştır. Bu
nedenle en eski Paris yerleşiminin
olduğu yer olarak bu çevre kabul
edilir. Çevrenize bir göz attığınızda
pek çok karikatür, yağlı boya ve
karakalem çalışma yapan ressamlara
rastlamanız mümkündür. Dilerseniz
hemen orada bir tablonuzu veya
karikatürünüzü yaptırabilir ya da daha
önce yapılmış Paris tablolarından
birini satın alabilirsiniz. Genelde
tüm sanatçılar ayakta hiçbir destek
almadan bir elinde tuval, bir elinde
kalem ya da boyayla resim yaparlar.
O kadar profesyonel ve etkileyiciler
ki
durup
onları
dakikalarca
izleyebilirsiniz. Eğer ilginizi hediyelik
eşyalar çekiyorsa, meydana çıkan
tüm sokaklar boyunca hediyelik
eşyalar bulabileceğiniz küçük ve
şirin dükkanlar bulunmaktadır.
Bölge pastaneleriyle de oldukça
ünlüdür. Burada Fransızlara özgü
baget ekmeklerden, tartlardan veya
macaronlardan satın alabilirsiniz.
Montmartre Tepesi’ne metro hattı
üzerinden Anvers ve Pigalle durakları
üzerinden ulaşabilirsiniz. Paris’e
geldiğinizde Disneyland’i de gezmeyi
unutmayınız.
Miray Dönmez
Miray Dönmez
62
KÜLTÜR’DEN
GEZİ
TÜRK SİNEMASINDA ZAMANA YOLCULUK - TÜRVAK
İstanbul Kültür Üniversitesi Sanat
ve Tasarım Fakültesi İletişim Sanatları
Bölümü öğrencilerinin katılımıyla
Seminer VI dersi kapsamında Prof.
Dr. Rengin Küçükerdoğan, Öğr. Gör.
Benian Kalafatoğlu, Araş. Gör. Tuğçe
Çedikçi ve Araş. Gör. İrem Kahyaoğlu
eşliğinde Türker İnanoğlu Vakfı
müzesine bir gezi düzenlendi.
Türk
sineması
sektöründe
ve
televizyon dünyasında 53 yıl boyunca
önemli işlere imzasını atan Türker
İnanoğlu, 2001 yılında kurmuş olduğu
“Türvak Sinema, Tiyatro Müzesi
ve Sanat Kitaplığı” ile Türk sinema
ve tiyatrosunun ünlü sanatçılarının
resimlerini, sinema ve tiyatro
alanlarıyla ilgili belge ve teknik araçları
bir arada bulundurarak ziyaretçilerin
beğenisine sunuyor. Türker İnanoğlu
bu müzeyle Türk Sineması’nın
geçmişine ait belge, bilgi, fotoğraf,
afiş, cihaz ve filmleri bir müze altında
toplayarak bu arşivi gelecek kuşaklara
aktarmayı amaçlamaktadır.
Müzedeki koleksiyonda Türker
İnanoğlu’nun
kendi sinema
çalışmaları sonucu oluşturduğu
ERLER FİLM arşivine geniş bir
şekilde yer verilmektedir. Bu zengin
koleksiyonun yanı sıra müzede 8,16
63
bulunuyor. Sanat Kitaplığı’ndaki sayısı
60000’i bulan kültür, sanat, edebiyat,
tarih ve sinema ile ilgili önemli
sanatçılara ait kitaplar, müzenin
en fazla incelenen koleksiyonları
arasında yer almaktadır.
ve 35 mm’lik film oynatıcı ve çekici
cihazları, aydınlatma projektörleri,
dolly, şaryo arabaları, stüdyo ve
laboratuvar cihazları bulunmaktadır.
Ayrıca müzede Türk Sineması’nın
kuruluşundan bugüne kadar çekilen
Türk filmlerine ait afiş, fotoğraf, el
ilanı, lobi, broşür, reklam malzemesi,
senaryo ve sinemayla ilgili kitap ve
dergiler de bulunuyor. İnanoğlu, bu
zengin arşivine Türk sinema tarihinde
özel bir yeri olan belgeler ve araçlar
eklemeye devam ediyor. Son olarak
Muhsin Ertuğrul’un ilk sesli çekim
yaptığı kamera müzede yerini aldı.
Sergi salonunda Türk Sineması’nın
unutulmaz oyuncularından Kemal
Sunal, Sadri Alışık, Adile Naşit,
Yılmaz Güney gibi ünlü isimlerin
filmlerde can verdikleri karakterlerin
balmumundan yapılmış heykelleri
ziyaretçilerle
buluşuyor.
Ayrıca
müzede 5000 orijinal film afişi de
Müze içerisinde bulunan KaragözHacivat Köşesi, İsmail Dümbüllü
Ortaoyunu Salonu, Behzat Butak
Tiyatro Belgeleri Salonu, Türk
tiyatro tarihine ilişkin önemli bilgi
ve belgelere ev sahipliği yapmaktadır.
Türker İnanoğlu Türk Sinemasında
50.Yıl Salonu’nda, İnanoğlu’nun
53 yıllık mesleki yaşamı süresince
almış olduğu ödüller, Erler Film’e
ait afişler, set fotoğrafları, dönemin
siyasi figürleriyle birlikte çekilen
fotoğrafları da sergileniyor. Türvak
zengin arşivi ile bir asırı aşan Türk
sinema tarihinin belleğini oluşturmak
için atılmış önemli bir adımdır.
Kaynak: http://www.on5yirmi5.com
64
KÜLTÜR’DEN
ÖĞRENCİ KULÜBÜ ETKİNLİKLERİ
CAC - COMMUNICATION ARTS CLUB
İletişimde yaratıcılığın temellerinin
atıldığı, İKÜ – Sanat ve Tasarım
Fakültesi, “İletişim Sanatları Bölümü”nün
öğrenci kulüblerinden biri olan CAC Communication Arts Club, 2007-2008
öğrenim yılında iletişim sanatları bölümü
öğrencileri tarafından kurulmuştur.
- 2015 döneminde iletişim alanında
eğitim veren birçok üniversitenin
katılımıyla gerçekleştirilecek olan “reklam
yarışmaları, reklam filmi analizleri ve
söyleşileri”ni bünyesinde barındıran
bir şenliğin, üniversitemizde ilk kez
düzenlenmesi planlanmaktadır.
Üniversite ve bölüm öğrencilerimizin
iletişim sektörünün profesyonelleri ile
bir araya gelmesine olanak sağlayan,
“Marka Saati, Reklam Oburları, İletişim
Notları, CAC 5 Çayı Sohbetleri” gibi
etkinliklerde aktif olarak yer alan CAC,
aynı zamanda reklam yarışmalarına ve
sosyal sorumluluk projelerine verdiği
destek ile de dikkat çekmektedir.
Yurt içi ve yurt dışından farklı
üniversitelerin
öğrencileri
ile
gerçekleştirilmesi planlanan reklam,
sinema ve belgesel temalı yaz okulu
çalışmaları ise Fakültemizde bulunan
ilgili diğer bölümlerin de desteği ile
hayata geçirilme aşamasına gelmiş
bulunmaktadır.
Marka temsilcileri, reklam grafikerleri,
metin yazarları, deneyimli müşteri
ilişkileri uzmanları, CEO’lar ve konuk
akademisyenler ile gerçekleştirilen
etkinliklerin yanı sıra, CAC 5 Çayı
Sohbetleri’nde de bölüm hocalarımızın
profesyonel birikimleri, hobileri ve
mesleki alana yönelik önerilerinin sohbet
ortamında paylaşımı gerçekleşmektedir.
CAC, 2007-2008 öğrenim döneminden
bugüne üyelerinin ve katılımcıların
kişisel gelişimine yönelik faaliyetlerini
sürdürürken, aynı zamanda öğrenci ajansı
olarak da hizmet verme çalışmalarını
projelendirmiş ve Haziran 2014 tarihinde
de bu projeyi hayata geçirme kararını,
bölüm hocalarının desteği ile almıştır.
“CAC Reklam Şenliği Projesi” ise 2014
CAC’ın, “birlik içinde çalışmak, kişisel
gelişime katkı sağlamak ve
yeni
dostluklar edinmek” olarak belirlediği
çalışma felsefesi doğrultusunda belirlediği
hedefler arasında öncelikli olarak İKÜ’de
ve Türkiye’deki üniversite kulüpleri
arasında en aktif kulüpler arasında yer
almak ve bölümümüzü yurt içi ve yurt
dışında gerçekleştirilecek etkinliklerde en
iyi şekilde temsil etmek bulunmaktadır.
Bu vesile ile Bölüm Başkanımız
Prof. Dr. Rengin Küçükerdoğan’a,
Bölüm Başkan Yardımcımız Doç.
Dr. Işıl Zeybek’e, kuruluşundan
bugüne
CAC’ın
danışmanlığını
yapan hocamız Yrd. Dr. Volkan
Ekin’e, tüm bölüm hocalarımıza,
etkinliklerimizi gerçekleştirdiğimiz
Kulturium’un kapılarını bizlere açan
Kültür Üniversitesi Kulüpler Birliği
Koordinatörü Namık Kemal Köse’ye
ve Kulüpler Birliği Başkanımız Prof.
Dr. Mahmut Paksoy’a desteklerinden
dolayı çok teşekkür ederiz.
65
HAYATINIZI UFAK DOKUNUŞLARLA DEĞİŞTİRİN
Üniversite sadece bir meslek
edindiğimiz eğitim kurumu değil,
bizlere hayata dair bir bakış, bir
kavrama yeteneği, duruş katan
ve kendine ait bir kültürü olan
yapılardır. Üniversitelerde bizler
bireysel olarak ya da bir grubun
parçası olarak birçok etkinlik içinde
kendimizi tanır ve ifade ederiz. Buna
yardımcı olmak için üniversitemiz
bünyesinde birçok öğrenci kulübü
bulunmaktadır. Bu kulüplerden biri
olan CAC (Communication Arts
Club) gençliğinin getirdiği dinamizmi
hocalarımızın
deneyimleriyle
birleştirerek büyümeye devam ediyor.
CAC
ailesi
olarak
büyürken
değerlerimizi
ve
bağlarımızı
kaybetmemek bizim için önemli.
Bu aile için artık bir gelenek halini
alan CAC 5 çayı sohbetlerimizi
her pazartesi gerçekleştiriyoruz.
28 Nisan 2014 Pazartesi günü, saat
17.00’de hocamız Yrd. Doç. Volkan
Ekin öncülüğünde, yoğunluk ve
yorgunluğumuza rağmen çayımızın
demi kadar koyu bir sohbet
gerçekleştirdik. Bölüm başkanımız
Prof. Rengin Küçükerdoğan ve
İletişim Tasarımı Bölüm Başkanı Prof.
Bülent Küçükerdoğan hocalarımızın
gözünden ve dilinden uyarladığı
bizlere keyifli ve samimi bir sohbet
tadında geçen etkinlikte; hayatı
hobilerle zenginleştirmeye dair pratik
ipuçları verdiler.
Öğrenci ve öğretmen ilişkisinin
birkaç saatliğine kapının diğer
tarafında kaldığı bu sohbetlerde
hocalarımızın paylaştığı anıları ile
neşemiz daha da arttı. Uzun süren
beyin fırtınasının ardından herkesi
ikna edecek bir gezi listesi oluşturduk.
Bu sohbet gösterdi ki gezme, keşfetme
ve öğrenme adına tutkusu olan sadece
biz öğrenciler değildik. Hocalarımız
yaptıkları gezilerde keşfettikleri
yeni
yerlerin
ve
kültürlerin
kendilerini
nasıl
beslediğini
anlattılar. Deneyimlerini ve anılarını
paylaşırken; hayatı zenginleştiren
aktivitelerden bahsetmeyi de ihmal
etmediler. Aslında gezmek işin
görünen tarafıydı. Perde arkasında
ise bir çocuk merakı ve sonucunda
elde edilen, yeni bir şeyi keşfetmenin
mutluluğu söz konusuydu.
Etkinliğe katılan İstanbul Kültür
Üniversitesi İletişim Sanatları
Bölümü’den çok değerli hocalarımız
Yrd. Doç. Dr. Öykü Ezgi Yıldız,
Araş. Gör. Tuğçe Çedikçi ve
Araş. Gör. İrem Kahyaoğlu
da hala bizimle aynı sıraları
paylaşıyormuşcasına ve büyük
bir heyecanla bu etkinliğimize
katılım gösterdiler. Bu etkinliği
en kısa zamanda tekrarlamak için
Rengin ve Bülent Küçükerdoğan
hocalarımızdan söz almak çok da
zor olmadı.
66
KÜLTÜR’DEN
RÖPORTAJ
Pascal Nouma > Eski Futbolcu
“REKLAM OBURLARI” KAMPÜSTE
İstanbul Kültür Üniversitesi C.A.C
(Communication Arts Club)’nin
düzenlediği
“Reklam
Oburları”
etkinliği kapsamında davetli olan
Pascal Nouma ile etkinlik sonrasında
hem kendisine İKÜ Rugby takımının
forması hediye edildi hem de kendisiyle
kısa bir söyleşi gerçekleştirildi.
Öncelikle geldiğiniz için ve bizimle
bu söyleşiyi yapmayı kabul ettiğiniz
için teşekkür ederiz. Reklam Oburları
etkinliği sayenizde çok eğlenceli geçti.
Dilerseniz biraz geçmişe gidelim.
Futbol kariyeriniz nasıl başladı?
P.Nouma: Ben yedi yaşımdayken
babam o sırada futbol oynuyordu.
Yani
babanızın
izinden
mi
yürüdünüz?
P.Nouma: Pek sayılmaz. Babamı takip
etmedim çünkü ben 7 yaşımdayken
babam futbolu bırakmıştı. Bu yüzden
onu futbol oynarken pek fazla izleme
şansım olmadı. Sadece babamın futbol
oynarken fotoğraflarını gördüm.
Peki babanız sizi futbol oynamanız
için teşvik etti mi yoksa bu sizin
kendi kararınız mı?
P.Nouma: Hayır. Bu, dna ile alakalı.
Önce babam oynadı ve bıraktı, sonra
ben.
Futbol kariyeriniz bittikten sonra
Türkiye’ye dönme sebebiniz neydi?
P.Nouma: Bilemiyorum. Burada
arkadaşlarım var. Onları sık sık
ziyarete geliyordum. Daha sonra bir
firmadan reklam teklifi geldi ve kabul
ettim. Zamanla birkaç teklif daha
gelmeye başladı. Bu dönemde Türkiye
ve Fransa arasında sürekli gidip
geliyordum. Sonra menajerim gidip
gelmekle çok zaman kaybettiğimi eğer
istersem burada sürekli kalmamın
daha iyi olacağını söyledi. Bende
kaldım.
Türkiye’ye çok sayıda yabancı
futbolcu gelip gitti ama Türk halkı
sizi diğerlerine gore daha çok sevdi
ve benimsedi. Sizce bunun sebebi
ne olabilir?
P.Nouma: Bilemiyorum, aslında
onlara sormanız gereken bir soru bu.
Türkiye’de çoğu kişi sizi gördüğünde
çok heyecanlanıyor ve mutlu oluyor.
Sempatikliğinizden dolayı mı yoksa
başka bir şeyden mi kaynaklanıyor?
Sizce bunun nedeni nedir?
P.Nouma:
Evet
belki
sempatikliğimden
dolayı,
belki
insanları reddetmediğimden... Nasıl
ifade edebilirim, ben de senin gibi
yani sizin gibi normal bir insanım.
Bende basit bir insanım. Markete
gider alışverişimi kendim yaparım.
Her ihtiyacımı kendim karşılamaya
özen gösteririm. Bu beni doğal bir
insan yapıyor olabilir.
Türkiye’ye
ilişkin
gelecek
planlarınız var mı?
P.Nouma: Evet burada ölmek
istiyorum. (Gülüşmeler)
Peki ölmeden önce? Mesela bir
televizyon programı, futbol okulu
açmak gibi bir planınız var mı?
P.Nouma: Bilemiyorum, ben anı
yaşayan biriyim. Gün be gün
yaşayan biriyim. Yarın ne olacağını
bilmiyorum. Benim, seneye bugün
şunu yapacağım, gibi bir planım yok.
Yani yarın ne yaparım hiç bir fikrim
yok.
Yani ‘’Carpe Diem’’ diyorsunuz.
P.Nouma: Evet carpe diem insanıyım.
(Gülüşmeler)
Bize vakit ayırdığınız için çok
teşekkür ederiz.
P.Nouma: Ben teşekkür ederim.
Arda Güner, Ç. Alper Şahin, Oğuzhan Karagöz, Ozan Vural
KÜLTÜR’DEN
BAŞLIK
Hasan Kavruk
Resim Sergisi
05 – 26 Mart 2014 tarihleri arasında
sanatçı Hasan Kavruk’ un resim
sergisi, İstanbul Kültür Üniversitesi
Sanat Galerisi’nde kültür-sanat
severlerin beğenisine sunulmuştur.
Hasan Kavruk, Türk ressamı
ve eğitimcisidir. 1968 yılında
Türkiye Ressamlar Cemiyeti’nin
düzenlediği
Altın
Baykuş
Madalyası birincilik ödülünü
kazanmıştır. Sanatçı; Çağdaş Türk
resim sanatında lirik soyutlamacı
anlayışın öncülerinden biridir.
Modern Figüratif akımın en
önemli takipçilerindendir. 1947
yılından bu yana resimlerinde
Klasik Batı Müziği etkisini
yansıtan Hasan Kavruk, ilham
kaynağı olarak Anadolu’nun somut
manzaralarından esinlenmiş ve
Klasik Batı Müziği’nin soyut ve
sembolik dünyasına da geçerek
birçok yapıtlar ortaya koymuştur.
SERGİ
S
SE
ERG
RGİ
Orhan Tamer
“Oluşum” Resim Sergisi
2014
Öğrenci Sergisi
02 - 24 Nisan 2014 tarihleri arasında
sanatçı Orhan Tamer’in “Oluşum”
adlı resim sergisi, İstanbul Kültür
Üniversitesi Sanat Galerisi’nde
kültür-sanat severlerin beğenisine
sunulmuştur. Orhan Tamer Türk
ressamı ve eğitimcisidir. Ressam
Orhan Tamer’in çoğunlukla
resimlerinde bir dinamizm vardır.
Resimlerinde müziğin etkisi ve
doğanın renkleri hissedilmektedir.
Orhan Tamer, yaptığı sanatın
biçimsel ve duygusal dokusunda
müziğin de etkisinde kaldığını
söylemektedir. Orhan Tamer,
izlenimlerini resimlerinde içten bir
aktarım ile renklendirme amacını
güden
sanatçılardan
biridir.
Sanatçının yaklaşımı, eserlerinde
kullandığı pastel ve doğal renkler
ile görülebilmektedir.
İstanbul Kültür Üniversitesi Sanat
ve Tasarım Fakültesi ile Mimarlık
Fakültesi öğrencileri bir kez daha
yeteneklerini sergileme imkanına
kavuşuyorlar. Geçtiğimiz yıllarda
da gerçekleşen öğrenci sergisi
bu yıl da, öğrencilerin eğitimöğretim dönemi boyunca yapmış
oldukları resimlerin, tasarlamış
oldukları afişlerin, seramik ve
maket projelerinin arasından
seçtikleri özgün eserlerle “Öğrenci
Sergisi” adı altında toplanıyor.
Geleceğin sanatçıları, yapıtlarını
sanat severlere İstanbul Kültür
Üniversitesi Sanat Galerisi’nde
sunuyor. 28 Mayıs 2014 tarihinde
açılışı yapılacak olan sergi, yaz
boyunca devam edecek.
*Yapıt: Onur Salkım
68
KÜLTÜR’DEN
YENİ MEDYA VE
DOKUNMATİK TOPLUM
REKLAM NASIL ÇÖZÜMLENİR?
REKLAM İLETİŞİMİNDE GÖSTERGELER VE STRATEJİLER
RENGİN KÜÇÜKERDOĞAN
BETA YAYINEVİ
Toplumun aynası olma niteliğiylekültürler ve toplumlarla
ilgili bilgi aktarımıreklam iletilerindedir. Bize bazen
“büyülü, gizli”, kimi zaman “yaratıcılığın sınırlarını
zorlayan, cesur”, hatta “parmak ısırtan, güldüren, şaşırtan,
düşündüren” birer ortam yaratır reklamlar.
Kimi zaman da bize “masallar anlatarak” bir “düş dünyasına”
götürürler. Bize soğuk/sıcaktan, güzel/çirkinden, yaşam/
ölümden, kadın/erkekten, lüks/sıradanlıktan, acı/tatlıdan,
mutluluk/hüzünden, doğa/kültürden v.b. söz eder, tüm
bu karşıtlıklara iletilerinde değişik göstergeler aracılığıyla
yer verirler. Bizi gerçeklerden koparır ya da gerçeklere
yaklaştırırlar. Aynı zamanda beyinlerimiz aktarılan
iletilerle yönettiği söylenen, bizi zayıf noktalarımızdan
yakalayan, bilinçaltımıza seslenen ve bizi yönlendiren,
davranışlarımızı ve tutumumuzu ikna edici iletişimin
ögelerini yazılı-sözlü-görsel kullanarak değiştirmeyi
ama
amaçlayan yine reklam iletileri
değ
değil midir?
Çal
Çalışmada, günümüz reklam
ilet
iletişimi açısından, özellikle
rek
reklam iletilerinde uygulanacak
ye
yeni stratejiler açısından model
ola
olacak içerik ve çözümlemelerle
re
reklam iletilerinin nasıl “ikna
ed
edici”, nasıl “etkili”, nasıl
“ç
“çekici”, nitelik alacağının ve
bu
bunların hangi göstergelerle
aaktarılabileceğinin de yolunu
ggöstermektedir.
DENİZ YENGİN
DERİN YAYINLARI
İletişim, bireyin yaşam
kaynağıdır. Bu kaynak
bireyin yaşadığı sosyal
ortamın zorunluluğundan
oluşmaktadır. Bu bağlamda
birey, bu zorunluluğu gidermek için birbirinden farklı
ortamlar üretmektedir.
Teknolojik yeniliklerle birlikte her geçen gün
yeni iletişim ortamları bireyin karşısına çıkmaktadır.
Yeni medya olarak tanımladığımız bu ortamlar
bireyler tarafından ilgiyle kullanılmakta ve zamanla
bireylerin yaşamlarının değişmez birer parçası
olmaktadır. Sanal dünya ve gerçek dünya arasında bir
köprü rolünü üstlenen yeni medya; toplumun yaşadığı
iletişim ortamına yön vermektedir. Dokunmatik
sistemler ise bu köprüdeki küçük oyuncaklardır.
Kısaca bu oyuncaklar sadece oynanan oyunun bir
parçasıdır. Oyun, kültürden eskidir. Oyun oynayarak
kültür üretilmekte ve her yeni oyuncakla bu kültür
güncellenmektedir. İletişim sürecini kolaylaştıran ve
hızlandıran yeni medya toplum tarafından olumlu
bir gelişme olarak yorumlanmaktadır. Deniz Yengin
‘’Yeni Medya ve Dokunmatik Toplum’’ adlı kitabında
bu görüşün aksine yeni medya olgusuna eleştirel bir
bakış açısıyla yaklaşmaktadır. Yengin, yeni medyayla
üretilen Dokunmatik Toplum olgusunun beraberinde
farklı sorunlar ürettiğini, bireyin kullanmakta olduğu
yeni medya tarafından biçim değiştirdiğini, kişilerin
kendini farklı bir yaklaşımla yeniden değerlendirme
şansı bulacağını belirtmiştir.
69
LÜKS VE MARKALAMA
“TÜKETİCİ
DAVRANIŞLARINDA LÜKS
İMGESİ”
TÜRKİYE’DE SPOR VE MEDYA
A
VOLKAN EKİN
KÖPRÜ KİTAP
IŞIL ZEYBEK
BETA YAYINEVİ
Toplumda yaşayan bireylere, “lüks”
kavramını en yalın biçimde ve tek
sözcükle nasıl tanımlarsınız diye
sorulduğunda
çoğunlukla
aynı
yanıtlar verilir. Bunlar; “ulaşılmaz
olan”, rahat olan”, “hava atılan”, “pahalı
olan”, “sıradışı olan”, “ayrıcalıklı olan”, “keyif alınan”, “özlenen”,
“güvenli olan”, “üst düzeyde hizmet sunan” ve “kaliteli olan”...
Yazar Işıl Zeybek’in lüks olgusunu ele aldığı kitabında, yalın bir
dil ve detaylı bir anlatım ile okuyucuya gerçekte lüks olgusunun
bir çok kavram gibi anlamsal çerçevede nasıl bir değişime
uğradığı örneklerle açıklanmaktadır.
Küreselleşme ile birlikte spor kavramı
mı
da hızlı bir gelişme göstermiş vee
a,
günümüzde spor endüstrisi adıyla,
dünyanın önde gelen beş endüstrisii
arasındaki yerini almıştır. Sınırr
tanımaksızın kendi imparatorluğunu
oluşturan bu kavram ‘spor pazarlaması’
olarak
tanımlanan
disiplin
çerçevesinde; pazarlama ve pazarlama
yönetimi
iletişimi
alanları
ile
marka
ve medya ilişkileri açısından pek çok değişimi bünyesinde
barındırarak gelişimine devam ettirmektedir. Günümüzde,
bu değişim ve gelişimlerin etkileri elbette Türkiye’de de yoğun
bir biçimde hissedilmektedir. Volkan EKİN’in,
içinde
bulunduğumuz süreci akademik bir bakış açısı ile ele aldığı
“Türkiye’de Spor ve Medya” isimli kitabında, ülkemizde
yaşanan örneklerin toplumsal boyuttaki etkilerinin yanı sıra
sportif etkileri ve medya yansımalarına da değinilmektedir.
İLETİŞİM VE...
RUKEN ÖZGÜN KILANÇ
ES YAYINLARI
Yazar, Ruken Özgül Kılanç tarafından
editörlüğünün yapıldığı “İletişim Ve...” adlı
kitap, mimarlık, sanat yönetimi, tasarım
gibi konuların iletişim çatısı altında
değerlendirildiği, konu üzerinde sektör
çalışanları ve okuyucularına yararlı olacak
bilgiler vermektedir.
“Bedensel
Engelli
Piktogramları
Kullanımına İlişkin Uygulamalar, Hizmet
Markası Konumundaki Üniversitelerde
İtibar Yönetimi, Modernitenin Diyalektiği
yada Yersiz Yurtsuz Bir Göçebe, Mekanda
Bir Anlatım Aracı Olarak Renk, İletişim
Modelleri Bağlamında İnsan ve Mekan
Arasındaki Bağın İrdelenmesi, İletişim ve
Yeni Kamusal Alan Yansıması Bağlamında
Sosyal Medya” gibi konularda on altı
bölümün yer aldığı çalışma, iletişim
kavramı ve iletişimle ilgili farklı alanlara
ışık tutarken; bu alanlarda çalışan ve bu
alanlarla ilgilenenlere kaynak niteliği
taşımaktadır.
70
KÜLTÜR’DEN
TİYATRO
T
TİY
İYA
İYA
ATR
ATR
TRO
RO
PROF. CÜNEYT GÖKÇER
TİYATRO FESTİVALİ
İstanbul Kültür Üniversitesi Türk
tiyatrosuna önemli katkılar sağlayan,
Devlet Sanatçısı Prof. Sayın Cüneyt
Gökçer adına düzenlediği tiyatro
festivali ile her yıl Türk Tiyatrosu’nun
bu değerli ismini onurlandırmayı
sürdürmektedir.
Prof. Sayın Cüneyt Gökçer yaşamı
boyunca, yurtdışı ve yurtiçinde
binlerce tiyatro oyununda oynamış,
yönetmiş, ödüller almış, amatör
tiyatroları ve tiyatro yapmak isteyen
herkesi her zaman desteklemiş, herkese
tiyatro sevgisini aşılamaya çalışmıştır.
İstanbul Kültür Üniversitesi de
düzenlediği bu festivalle, değerli
tiyatrocumuz
Cüneyt
Gökçer’i
anmakta ve onun mirasını her yıl
sanatseverle paylaşmaktadır.
Bu yıl beşincisi düzenlenen festivalin
başlıca amaçları; tiyatro severleri bir
araya getirmek, sanata duyarlılığı
arttırmak, her yaştan insana tiyatro
sevgisi aşılamak, çocuklara ve
gençlere tiyatroyu tanıtmak ve
sevdirmek, Ulusal Türk Tiyatrosu
ve yazarlarına sahip çıkmak,
sosyal sorumluluklarımıza karşı
duyarlılığı arttırmaktır. Geçtiğimiz
yıllar yaklaşık 5.000
izleyiciyi
tiyatroyla
buluşturan festival ile
gelecek yıllarda daha
fazla sayıda izleyicinin
dikkatini
çekerek
tiyatro sanatına olan
duyarlılığın arttırılması
hedeflenmektedir. Her
yıl festival kapsamında
sanatla
biraraya
gelme şansı olmayan
çocukları
tiyatroyla
buluşturan
İstanbul
Kültür
Üniversitesi
tiyatro
topluluğu
geçtiğimiz
yıl
bu
görevini biraz daha
genişletip bir yardım
kampanyasına
da
dönüştürmüştür.
Bu amaçlar doğrultusunda Prof. Sayın
Cüneyt Gökçer adına düzenlenen
festival, her yıl yabancı ve yerli tiyatro
toplulukları, devlet konservatuarları,
Belediye Şehir Tiyatroları, Devlet
Tiyatroları ve tiyatro severlerle
birlikte
kutlanan
bir
şölene
dönüşmektedir. Festival Başkanı Prof.
Dr. Mahmut Paksoy, Festival Genel
Sanat Yönetmeni Öğretim Görevlisi
Zafer Kayaokay ve Festival Genel
Koordinatörü Namık Kemal Köse’nin
öncülüğünde gerçekleşen etkinlik,
açılış seronomisi ve ödül töreninin
ardından çeşitli tiyatro eserlerinin
sahnelenmesiyle sürmüştür.
71
KÜLTÜR’LEN
FESTİVAL
F
EST
STİV
VAL
AL
19. İSTANBUL TİYATRO FESTİVALİ
9 Mayıs-5 Haziran 2014 tarihleri
arasında yapılacak İstanbul Tiyatro
Festivali, bu yıl yurtdışından 7,
Türkiye’den 34 tiyatro, dans ve
performanstan oluşan 100’e yakın
gösterimi, 13 farklı mekânda
sanatseverlerle buluşturacak. 19.
İstanbul Tiyatro Festivali programında
yer alan 32 yerli yapımın Türkiye
prömiyeri yapılacak; bu projelerden
üçü İstanbul Tiyatro Festivali’nin ortak
yapımcılığında sahnelenecek.
Oyun,
dans,
performans
ve
etkinliklerden oluşan zengin bir
programla tiyatroseverlerle buluşmaya
hazırlanan 19. İstanbul Tiyatro
Festivali, Bisahne, Cevahir Sahnesi,
DOT, Haldun Taner Sahnesi, ikincikatKaraköy, Kenter Tiyatrosu, Moda
Sahnesi, Harbiye Muhsin Ertuğrul
Sahnesi, Sainte Pulcherie Fransız
Lisesi, Salon, Şişli Blackout, Üsküdar
Stüdyo ve Üsküdar Tekel sahneleri gibi
şehrin farklı mekânlarında seyirciyle
buluşacak.
Festival
kapsamında
ayrıca, ünlü konukların ve uzmanların
katılacağı söyleşi, gösteri, film ve
belgesel gösterimleri ile atölye
çalışmaları da gerçekleştirilecek.
Festivalde Shakespeare Yılı
2014 yılının William Shakespeare’in
450. doğum yılı olması nedeniyle
yapılan kutlamalar kapsamında 19.
İstanbul Tiyatro Festivali programında
yerli ve yabancı birçok yapımın yanı
sıra söyleşi, panel, atölye çalışması ve
belgesel gösterimi de yer alacak.
İstanbul Tiyatro Festivali Biletleri
Biletler, gösterim günlerinde gösteriden
2 saat önce etkinlik mekânındaki
gişeden de alınabilir. Lale Kart sahipleri
festival biletlerinde %20–25 oranındaki
“Lale üyelerine özel indirim”lerden
yararlanabilecekler. Bilet alımlarında
kredi kartı da geçerli olacak ve her
gösteride tam biletlerin yanı sıra
öğrenciler için indirimli bilet de satılacak.
42. İstanbul Müzik Festivali
42. İstanbul Müzik Festivali,
“Doğanın Şarkısı” temasıyla 31
Mayıs 2014 - 27 Haziran 2014
tarihleri arasında gerçekleştiriliyor.
26 konserde 800’e yakın yerli
ve yabancı sanatçıyı ağırlamaya
hazırlanan festival, bu yıl da
müzikseverleri
etkileyici
bir
programla karşılıyor. Doğanın
sesi yalnızca tematik eserler
yoluyla değil, ilk kez açık havada
gerçekleştirilecek konserlerle de
izleyicileri ile buluşuyor.
Cem Şekercioğlu, Tuba Gündöndü, İlay Aşçıbaşı, Dilan Yıldırım
72
KÜLTÜR’LEN
MÜZİK
21. İSTANBUL CAZ FESTİVALİ
İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından 17
yıldır Garanti Bankası’nın sponsorluğunda
düzenlenen 21. İstanbul Caz Festivali, bu
yıl 1 - 16 Temmuz tarihleri arasında 13
farklı mekanda 200’ü aşkın yerli ve yabancı
sanatçının katılımıyla gerçekleştirilecek. 21.
İstanbul Caz Festivali, 28 konserle, bu yaz
yine İstanbul’u caz müziğinin efsaneleriyle
hareketlendirecek. Programında sunduğu
çeşitliliğin yanı sıra kullandığı konser
mekanlarıyla da izleyiciler için yeni keşif
olanakları sağlayan İstanbul Caz Festivali,
bu yıl da farklı mekanlara yayılarak
müzikseverlere ilkler yaşatmaya devam
edecek. Bu yıl festivale ev sahipliği
yapacak mekanlar arasında, Avusturya
Başkonsolosluğu / Avusturya Kültür
Ofisi Bahçesi, Boğaziçi Üniversitesi,
Cemal Reşit Rey Konser Salonu, Cemil
Topuzlu Açık Hava Sahnesi, Feriye
Lokantası, Haliç Kongre Merkezi,
İstanbul Bilgi Üniversitesi santralistanbul
Kampüsü, İstanbul Erkek Lisesi,
Kanyon, KüçükÇiftlik Park, Sabancı
Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi,
Sepetçiler Kasrı ve Salon İKSV yer
almaktadır. İstanbul Caz Festivali bu yıl
ayrıca cazın sihrini şehrin parklarına
da taşıyacak. Festival kapsamında bu
yıl ilk kez gerçekleştirilecek “Parklarda
Caz” konseri izleyiciye Türkiye’den
başarılı genç cazcıların yanı sıra caz
dünyasının en nitelikli isimlerini aynı
sahnede arka arkaya ve keyifli bir festival
atmosferinde dinleme imkânı yaratacak.
İstanbul Caz Festivali bu yıl ayrıca
şehir sınırlarını da aşarak Türkiye’nin
değişik noktalarına uzanacak. New
Orleans’lı genç piyanist ve besteci Jon
Batiste, topluluğu Stay Human ile
İstanbul’daki konserini takiben sırasıyla
Yalova, Çanakkale ve Diyarbakır’da da
birer konser verecek. Festivalle ilgili
detaylı bilgiyi ve programı İKSV’nin
internet
sitesinden
bulabilirsiniz.
http://caz.iksv.org/tr/program
Dilan Yıldırım, İlay Aşçıbaşı, Tuğba Gündöndü, Cem Şekercioğlu
73
KÜLTÜR’LEN
MAVİ, CAZIN RENGİDİR
O, tarihin en iyi müzisyenlerinden
biri. Müzik tarihine birkaç kere
yön vermiş bir müzisyen. Beraber
çalıştığı kim varsa hepsini etkiledi,
hepsinin ufkunu açtı. Geriye dönüp
baktığımızda, o dönemlerde birlikte
çalıştığı isimlerin hepsi, şu an caz
dünyasının en tanınan müzisyenleri.
Miles Davis’ten bahsediyoruz.
Altı gibi çok küçük bir yaşta müzikle
tanışan Miles, kısa bir süre sonra
da hayatı boyunca ayrılamayacağı
enstrümanı olan trompetle tanıştı.
Kısa zamanda kendi tekniğini
geliştirdi. 1956 yılında çıkardığı Birth
of the Cool albümü ile cool jazz’a farklı
bir boyut kazandırdı. 1959 yılında
çıkardığı Kind of Blue ise modal
jazz’ın kapısını araladığı albümüydü
(bu albüm, otoritelere göre en başarılı
albümüdür). Maddi sıkıntılar çekti;
trompetini rehin olarak bırakmak
zorunda kaldığı bile oldu. 40’lı
yaşlarına kadar bu şekilde devam
etti. Woodstock’ta her sene konser
veriyordu. Hayalindeki dinleyici
kitlesine ulaşamıyordu, üstelik, bu
kitle gün geçtikçe azalıyordu. Ama
anladı ki, işler eskisi gibi değildi ve bu
şekilde giderse hiçbir zaman da eskisi
gibi olmayacaktı.
Woodstock’ta Jimi Hendrix’i izleyen
kitleleri görüyor ve hayıflanıyordu.
Karar verdi, raylar değişmeliydi
tekrardan; trompetini amfiye bağladı,
sevmediği halde elektro gitarla birlikte
çalıştı. İşin içine elektrik girmişti
artık; kirli gitar tonları, aksanlı davul
vuruşları, funk-vari bas gitar tınıları
çoktan girmişti Miles’ın hayatına.
1970 yılında Bitches Brew çıktı ortaya.
Bu albüm, fusion denen, caz ile
rock’ın harmanı olan yeni bir türdü.
Cazın bir alt koluydu. Çok başarılı
oldu, çok eleştirildi. Günümüzde hâlâ
da eleştiriliyor. Bazı caz eleştirmenleri
Miles Davis’in bu tavrını ticari
amaçlarla bağladılar. Aslında, kısmen
de olsa haklıdırlar. Miles biraz da
ticari olarak üretmiştir bu tarzı, ama
sonuç olarak, cazın yolunu bir kez
daha değiştirmiş, müzik tarinine
bir kez daha yön vermiştir. Nitekim,
albüm çıktıktan kısa bir süre sonra
Miles, altına son model arabasını
çekmiş, trompetini rehin bırakmak
zorunda olduğu dönemleri unutmak
istercesine villalarda oturur olmuştur.
Rock’tan müzikal ve ticari olarak
nasibini almıştır. 10 yıl böylece
geçmiş ve nihayet 80’lere gelinmiştir.
81 tarihli The Man with the Horn
isimli albümle, tarzını biraz daha
değiştirmiş, cazı bu sefer 80’lerin
o dinamik tarzına yaklaştırmıştır.
Marcus Miller ile tanışmış ve bundan
sonraki çoğu albümde onunla
birlikte çalışmıştır. The Man with
the Horn’u, We Want Miles ve Star
People gibi benzer türdeki albümler
izlemiştir. 1986 yılında çıkan Tutu
albümünde bulunan şarkıların çoğu
Marcus Miller’a, ama tüm şarkıların
74
aranjmanı Davis’e aittir. Tutu,
gerçekten çok güzel bir albümdür.
Albümde dikkat çekici bir başka isim
ise George Duke’tür. Takvimler 1991’i
gösterdiğinde Miles, ileri derecede
zatürre hastalığına yakalanmış ve
dolu dolu bir hayat yaşadıktan sonra,
ardında onlarca klasik eser ve albüm
bırakarak yaşama veda etmiştir.
Uzun bir Miles Davis betimlemesinden
sonra gelelim asıl konumuza:
Kind of Blue
1959 yılında çıkan bu albüm, daha
önce de belirttiğimiz gibi, Miles
Davis’in en iyi albümü olarak
biliniyor. Bu albüm, tek başına
cazın alfabesi niteliğinde. Evans*Davis ortaklığının zirve noktası olan
bu albümün her parçası ayrı bir
klasik. Adeta, bütün şarkılar kendi
başına bir albüm. Üzerinden 50 yıl
geçmesine rağmen hiçbiri eskimiyor,
şarap misali, yıllar geçtikçe daha da
büyük bir hazla dinleniyor. Modal
jazz’ın Miles Davis’teki karşılığıdır
Kind of Blue. Bu albümde dönemin
en iyi müzisyenleriyle çalışan Miles,
albüme yer yer hard-bop kokusu
da eklemeyi unutmamış. Bu güzel
albümde; piyanoda Bill Evans ve
Wynton Kelly (sadece Freddie
Freeloader’da çalmaktadır), tenor
saksafonda John Coltrane, alto
saksafonda Julian Adderley (bir
diğer adıyla ‘Cannonball’ Adderley),
kontrbasta Paul Chambers ve davulda
Jimmy Cobb yer almaktadır. Bu üstün
yetenekli kişilerin bir araya gelmesiyle
harika bir sinerji yakalayan Miles,
albümün ilk şarkısını “So What”
olarak belirlemiştir. So What, belki de
caz tarihinin en iyi melodisine sahiptir.
Bazı şarkılar vardır, hüzünlüdür,
hüzünlüyken dinleyebilirsiniz onları;
bazıları ise neşelidir, hüzünlüyken
dinleyemezsiniz. So What’ı dinlerken
hüzünlü ya da neşeli olun fark etmez;
bu şarkı siz hüzünlüyken hüzünlü,
neşeliyken de neşeli olacaktır. Bas
gitarın o mükemmel yürüyüşü,
kulaklardan uzun süre silinmeyecek
etki yaratıyor. Albümün ikinci şarkısı
ise ‘Freddie Freeloader.’ So What
gibi, o da bir Davis bestesi. So What’a
benzeyen melodisi ve dinlendirici
tınılarıyla çok hoş bir şarkı. Bill
Evans’ın o kendine has stiliyle bu
şarkı da da karşılaşıyoruz. Üçüncü
şarkı: ‘Blue in Green.’ Üçüncü şarkıya
geldiğimizde tarz biraz değişiyor.
Bir Evans-Davis ortak çalışması
olan şarkı, Evans’ın o hüzünlü, cool
tarzının adeta aynası niteliğinde.
Aksiyon filmlerinde tren kompartımanı
sahneleri olur; bu sahneler, gerilim dolu,
her an aksiyon olabilecekmiş gibi duygu
veren sahnelerdir ve seyirciyi ekrana
bağlar. İşte All Blues da böyle bir şarkı.
Tren kompartımanında birilerinden
gizlenerek yolculuk yapıyormuş gibi
hissettiriyor. Önce hüzünlü bir havada
başlıyor, ama daha sonra hareketleniyor
şarkı. Bir diğer Davis-Evans ortak
çalışması da Flamenco Sketches.
Dinlendirici trompet tınılarıyla ön
plana çıkan şarkı, bestelendikten
bir süre sonra –muhtemelen Davis
tarafından- beğenilmemiş ve yeniden
kaydedilmiştir. İkinci kayıtta trompet
tınıları daha yumuşamış, bas ve piyano
biraz daha ön plana çıkmıştır. Şarkının
adına ise Alternate Take eklenmiştir.
*Bill Evans
Ceren Demir
1994’ten bugüne
HQWDWO×üHNHULUHWL\RUX]
www.ismen.com.tr
76
KÜLTÜR’LEN
BAŞLIK
ÇİZGİNİN GÜCÜ
Çizimlerinde iğneleyici bir dil ile
dünya meselelerine değinen Pawel
Kuczynski, insanların hep bildiği
ama dile getiremediği gerçekleri
tüm çıplaklığıyla gözler önüne seren
bir sanatçıdır. 2004’ten bu yana
aldığı ödüllerin yanı sıra birçok
dergi ve gazetede yer alarak adından
bahsettiren Kuczynski kelimelere
ihtiyaç duymadan harikalar yaratıyor.
1976 doğumlu illüstratör, Poznani
Güzel
Sanatlar
Akademisini
bitirdikten
sonra
illüstrasyon
çizimlerine devam etti ve bu güne
kadar 100’den fazla ödüle layık
görüldü.
Pawel Kuczynski > İllüstratör
2005
yılında
uluslararası
yarışmalardaki başarılarından dolayı,
Polonya
Karikatüristler
Birliği
tarafından verilen “Eryk” ödülünün
sahibi oldu.
Özellikle savaş, çevre kirliliği, açlık,
kölelik ve siyaset gibi konuları ele
alan Kuczynski’nin ülkemizde elde
ettiği başarılar da mevcut.
2005 yılında düzenlenen “Akdeniz’de
Turizm ve Çocuk” konulu 5.
Uluslararası Akdeniz Karikatür
Yarışması birinciliği.
2006
yılında
Aydın
Doğan
Uluslararası Karikatür Yarışması
birinciliği.
2009 yılında ‘Son’ temalı
3.
Uluslararası
Bursa
Karikatür
Yarışması birinciliği.
2013 yılında Sinop Valiliği, Gençlik
Hizmetleri ve Spor İl Müdürlüğünün
düzenlediği ‘‘Gençlik Spor Barış
ve Hoşgörü’’ konulu karikatür
yarışmasında 1. seçilmiştir.
Henüz 38 yaşında olmasına rağmen,
başarılarla dolu bir kariyere sahip
olan sanatçının adını daha önce
duymamış olsanız dahi, çalışmalarıyla
karşılaşmış olma olasılığınız oldukça
yüksek.
Sosyal medyada sıkça
karşımıza çıkan çizimlerini incelemek
isterseniz,
sanatçının Facebook
hesabını inceleyebilirsiniz.
Ayrıca, illüstrasyonların basılı hallerini
www.pictorem.com adresinden satın
alabilirsiniz.
77
Onur Salkım
78
SPOR
İKÜ Ragbi Takımı
Ragbinin Tarihi
İngiltere’nin, Rugby adlı kentinde
futbol maçı sırasında bir oyuncunun
topu kollarının arasında tutarak
kaleye doğru koşması ile başladı
ragbinin hikayesi... 1823 yılından bu
yana başta İngiltere ve Fransa olmak
üzere Galler, Güney Afrika, İrlanda,
Yeni Zelanda ve Avusturalya’da
milyonların tutkuyla izlediği bir
spor haline geldi ve bugün ki
popülerliğine ulaştı. Anavatanı
İngiltere olan ragbi, sonradan
İngiliz sömürgelerine de yayıldı.
Bir İngiliz oyunu olmasına rağmen
günümüzün en başarılı ve favori
gösterilen takımı Yeni Zelanda oldu
ve Britanya adasında başlayan bu
tutku, zamanla dünyanın her bir
köşesine yayıldı.
Ragbi Nedir?
Ragbi, 15’er kişilik iki takımla,
bir devresi 40 dakika olmak üzere
iki devre olarak oynanan, ileriye
pas vermenin yasak olduğu, topu
elle rakip kale çizgisinin arkasına
taşımayı hedefleyen sert bir spor
dalıdır. Başta insanlara çok karışık ve
katı gelen bu oyun, zamanla alışılan
ve sertliğin estetiğe dönüştüğü bir
başyapıt haline gelmiştir.
15’er kişilik takımlar halinde
oynanan bu sporda, güç ve
çeviklikten ziyade cesaret ön plana
çıkmaktadır. 8 kişilik forvet ve
7 kişilik defans
oyuncusudan
CENTİLMENLERİN
OYUNU RAGBİ
oluşan takım, bir bütün olarak takım
ruhuyla hareket etmektedir. Futboldan
farklı olarak ragbi oyununda, forvetler
kiloca daha ağırdır. Çarpışmalarda
ve daha sert mücadelelerde forvetler
bulunurken, savunma (Back) olarak
oynayan oyuncular daha çok kaçmaya
ve sayı yapmaya odaklı oynarlar. Fakat
yeni dünya rugby düzeninde uluslararası
takımlara baktığımızda forvet oynayanlar
kadar defans oynayanlar da “Rock” ya da
“Maul” gibi pozisyonlarda mücadelenin
içinde kalmaktadır. Ragbi ve bir diğer
çeşidi olan yedili ragbi, “Ragbi Birliği”
(Rugby Union) veya “Ragbi Ligi” (Rugby
League) kuralları ile oynanmaktadır.
İKÜ Ragbi Takımı
2010 senesinde, ragbi tutkunu bir gencin
çalışmalarıyla üniversitenin
resmi
olmayan ragbi takımının temelleri atıldı
ve üniversitede belirlenen standlar ile
öğrencilerin ilgisi çekilerek ilk kadrosu
kuruldu. Kendi imkanlarıyla demokratik
bir biçimde oyuncular tarafından
yönetilen bu takımın, başlarında hoca
olmadan yaptıkları antrenmanlar, bu
spora duydukları ilgi, sevgi ve azimle
çalışmaları ise şu an, üniversitenin ragbi
takımının olmasının en büyük nedeni
oldu. Gelecek senelerde bu takıma
katılacak yeni oyunculara aktarılacak
olan centilmenlik, takım ruhu, saygı ve
kardeşlik gibi olgular hiç kuşkusuz bu
takımın ve kulübün devamlılığını sürekli
kılacaktır. Temel ilkeleri sportmenlik,
centilmenlik ile takım ruhu olan ve bu
ilkelerle ragbi sporunu yapan kulüp,
aktif olarak Kültür Koleji bünyesinde
bulunmaktadır.
Kulüp,
her
yıl
İstanbul’da gerçekleşen “İstanbul Sevens
7’li Ragbi Turnuvası”na hazırlanmakta
ve TRL (Türkiye ragbi ligi), Unilig
(Üniversitelerarası 7’li ragbi ligi),
İstanbul Sevens, ODTU Konsolosluk
Kupası ve birçok turnuvada üniversiteyi
en iyi şekilde temsil etmektedir.
79
Oytun Çölok > Ragbi Türkiye Dergisi Kurucusu
> Ragbi Antrenörü
Ülkemizde ragbi oynamak, gönüllülük
ve tutku isteyen bir spor. İşte Oytun
Çölok da bu spora gönül verenlerden
biri. Oyuncu, hakem, antrenör,
Türkiye’nin ilk ragbi ve ekstrem sporlar
dergisi Rugby Türkiye’nin kurucusu ve
köşe yazarı. Türkiye’de ragbinin daha
fazla insana ulaşması için çalışmaya
devam etmektedir.
Oytun Çölok Kimdir?
Sakarya Üniversitesi İİBF Çalışma
Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri
bölümünden mezun olarak İnsan
Kaynakları eğitimi almış ve uzun yıllar
kurumsal ve bireysel insan kaynakları
eğitimleri vermiştir. Daha sonra Ashua Turkuaz Kişisel Gelişim Okulu
kurucuları olan, Türkiye’nin en köklü
ve en iyi kişisel gelişim uzmanları
Ayça (Tan) Ulusoy ve Gündüz Saka
ile eğitimlere başlamıştır. Sonrasında
Ayça (Tan) Ulusoy ve Gündüz Saka ile
birlikte Ashua Turkuaz Kişisel Gelişim
Okulu bünyesinde eğitmen ve enerji
terapisti olarak çalışmaya başlamıştır.
Bu bağlamda, gruplarla meditasyon
çalışmalarına katılmakta ve
The
Golden Triangle eğitmenliği ve yaşam
koçluğu yapmaktadır. Ayrıca MCM
TURKUAZ A.Ş. kurucu üyelerinden
olup, yönetim kurulu denetmenliği
görevine devam etmektedir. “Ashua
Haber Portalı” (www.ashuahaber.
com) isimli haber portalının ve
“Rugby Türkiye” (www.rugbyturkiye.
net) isimli sanal ragbi spor dergisinin
genel yayın yönetmeni, “Auto Türkiye” (www.autoturkiye.com) isimli
sanal otomobil ve yaşam dergisinin
ise haber koordinatörüdür. Yazdığı
birçok yazı ve hikaye
ile hazırlamış olduğu 2
adet meditasyon CD’si
bulunmaktadır. Ayrıca,
Ashua Ritim Terapi
grubunda
perküsyon
çalmakta ve bireysel
olarak İstanbul’un çeşitli
mekanlarında, perküsyon
performansları sergilemektedir.
MCM
TURKUAZ
A.Ş.
bünyesinde bulunan yayınevi “Ashua
Turkuaz Yayınları”nın editörlerinden
biri olup yine MCM TURKUAZ
A.Ş’nin yapımcılığını üstlendiği
ve KanalTürk ile Rumeli TV’de
yayınlanmış olan TV programlarında
Ayça (Tan) Ulusoy ile birlikte sunum
partnerliği görevini de üstlenmiştir.
Oytun Çölok, lisanslı ragbi oyuncusu
olup, Bosphorus Rugby takımında
hem oyuncu hem de antrenör
görevlerini üstlenmiştir. Ayrıca IRB
(Uluslararası Ragbi Birliği) lisanslı
1. kademe ragbi hakemliği ve IRB
lisanslı 1. derece ragbi antrenörlüğü
de yapmaktadır.
Bu spora nasıl başladığınızı ve
başlamanızda nelerin etkili
olduğunu anlatır mısınız?
Bu spora geç başlayanlardanım.
Hatta hayatında yapmış olduğu spor
aktiviteleri, Lise’de, boş derslerde
oynadığı voleybol ve yaptığı
fitnessdan ibaret olan bir adamın;
30 yaşına geldiği bir zamanda,
ragbi gibi bir oyuna başlaması
çok komik bir durum. Başlamam
da komik aslında… Yıllar önce,
aile
şirketimizin
yapımcılığını
üstlendiği bir TV programının
sunum partnerliğini yapmaktaydım.
Bir gün programda, hepimizin
Eurovision’dan tanıdığımız Gülseren
ve eşi Luis konuğumuz oldu.
Program esnasında o kadar eğlendik
ki, sonrasında arkadaş olduk. Bir
akşam hep birlikte yemek yerken
Luis beni ragbi antrenmanına
davet etti. Ben ise ragbiyi çok
merak ettiğimi, gelip mutlaka
seyredeceğimi söyledim. Luis ise,
seyretmeye değil oynamaya davet
ettiğini söyledi. Uzun lafın kısası;
o haftasonu IRC ve Ottomans’ın
antrenman yaptığı sahaya gidince,
ilk şoku yaşadım. Sahada alt alta üst
üste bir sürü adam... Benim de canım
çok tatlı… Korktum. Bu esnada,
Rugby Türkiye’nin de editörü olan
arkadaşım Ebru yanımdaydı. “Haydi,
çıksana sahaya” diye beni zorlayınca,
ben iyice korkup, ragbiden bir anda
vaz geçtim. Fakat Ebru beni Luis’e
80
şikayet edince, Luis beni kolumdan
tuttuğu gibi sahaya fırlatıverdi.
Fırlatıverdi
derken
mübalağa
yapmıyorum. Gerçekten fırlatıverdi.
Sahaya çıkış o çıkış, hala ragbi
ile birlikteyim. Defalarca korkup
bırakma kararı almama rağmen
bir şekilde birileri beni bu sporun
içine çekiverdi. İstanbul’da birçok
takımda oynadım. IRC vasıtası ile
Ottomans’ da başladım ve sonra ragbi
oynamaktan vazgeçip, bu kararımdan
iki gün sonra, kendimi İstanbul
Lions’da oynarken buldum. Oradan
kendimi Bakırköy RK’da; oradan da
yine Ottomans’da buldum. En son 7 ay
önce ise kendi takımımda, Bosphorus
Rugby’de
oynamaya
başladım.
Daha doğrusu oyunculuktan ziyade
takımın antrenörlüğünü yapıyorum.
Sonra hakem oldum. Türkiye’deki ilk
IRB 1. Kademe hakemlerden biriyim.
Her ne kadar hala belgelerimizi
alamasak ve şu anda yasaklı olsam da
Avrupa Uluslar Kupası maçlarında
ENC 3 grubu maçlarını yöneten
hakem ekibinde olmanın gururunu
yaşadım. Kısaca söylemek gerekirse,
bir kere bu sporun içine girdiniz mi
çıkamıyorsunuz.
Ragbiye başladığınız yıldan
bu yana neler değişti?
Çok şey değişti aslında. Bir kere
Türkiye FIRA’ ya tam üye oldu.
Namağlup bir milli takımı var.
Takımlar artıyor, oyuncu sayısı
artıyor. Tabii ki bu işin görünen ve
iyi kısmı. Bir de değişmeyen yönler
var ki, bunlar da federasyondaki
yönetim zaafiyeti. Bunu bir tek kişiye
mal edemem. Ama nedense rugby
Türkiye’de bir yandan gelişirken,
diğer yandan da yok olma aşamasına
geliyor. Eskiden oyuncu sıkıntımız,
takım sıkıntımız vardı. Şimdi ise
hepsi tamam, ama bölgesel ligler
hakkındaki yanlış teknik kurul
kararları yüzünden maç yapamayan
demotive oyuncuları ragbi içinde
tutmak zorlaşıyor. Bu yüzden
kapanan birçok yeni takım oluyor. Bu
da çok üzücü bir durum.
Sizce ragbi Türkiye’ de neden
diğer ülkelere kıyasla
daha az bilinmektedir?
Aslında
ragbi
1945’den
beri
var Türkiye’ de. Fenerbahçe ve
Galatasaray’ın
ragbi
takımları
maçlarını bilhassa derbi maçlarından
önce oynarlarmış ki derbi seyircinin
maçtan önce ragbi karşılaşmalarını
da seyredebilme şansı olsun diye.
1945-1947 arası ciddi bir ragbi
ligi varmış. Ta ki Fenerbahçe’nin
Galatasaray’ı 12-0 yenmesine kadar...
Bu süreçten sonra Galatasaray,
savaş sonrası maddi sıkıntıları da
baz alarak 1999 yılında Ottomans
kurulana kadar ragbi branşını
kapatmış. Bu süreçte, tüm takımlar
kendi yağlarında kavrulduklarından
gerekli tanıtım pek yapılamadı.
Federasyon da bu konuda vizyon
olarak yetersiz kaldığından, ragbi
Türkiye’de yeni yeni tanınıyor. Ragbiyi
belki de basketbolun ülkemizdeki
10 yıl önceki haline benzetebiliriz.
Eminim ki hepimizin çabalarıyla
ragbi çok daha kısa bir sürede
ülkemizde popüler hale gelecektir.
Bosphorus Rugby hakkında
biraz bilgi verebilir misiniz?
Nasıl kuruldu?
Bosphorus RFC, benim as başkanı
olduğum İstanbul Anadolu Jimnastik
ve Spor Kulübü’nün ragbi takımı
olarak 7 ay önce kuruldu. Ragbi
oynamaya başladığım ilk zamandan
beri böyle bir takım kurmak benim
hayalimdi. En sonunda; hem
ailemin, hem de ortağı olduğum aile
şirketimizin desteği ile bu hayalimi
gerçekleştirdik. Şu anda ekip olarak
40 kişi kadarız. Oyuncularımızın
tümü 7 ay önce ilk kez ragbi topu ile
tanıştılar. Hepsi yüreklerini ortaya
koyarak çalışıyorlar. Türkiye’de ragbi
oynamak için gerçekten yüreğe ve
tutkuya ihtiyaç var. Malumunuz
gönüllü olarak yaptığımız bir spor.
Aşk olmazsa, ragbi oynamak çok zor.
Yedi aydır haftada 3 kere antrenman
yapıyoruz. Henüz bir antrenman
sahamız yok. Çünkü Anadolu
yakasındaki tüm sahalar dolu. Biz de
Maltepe Süreyya Plajı’nda, sahildeki
geniş yeşil alanı kullanmayı tercih
ediyoruz. Şimdiye kadar 4 maç
yaptık. Yapmaya da devam edeceğiz.
Önümüzde oynayacağımız bir play
off karşılaşması var. Tarihi henüz
belli değil. Ayrıca İstanbul Sevens
Turnuvası’na da katılıyoruz.
81
Sizce
ragbi
federasyonu
ülkemizde bu sporu geliştirmek
için yeterince çalışıyor mu?
Bence
sağlamıyor.
Sağlamayı
bir kenara bırakın, var olanı bile
baltalamakla meşgul. Sadece taşın
altına elini koyan Türkiye Ragbi
Kulüpler Derneği’nin bile önüne bir
sürü engel koyan ve bizi yalancılıkla
suçlayan bir federasyon başkanı var.
Federasyonlar temsil ettikleri sporların
gelişimlerinden sorumludurlar. Fakat
bir tek bizim federasyonumuz temsil
ettiği sporları yok etmek için çalışıyor
bence. Bu çok üzücü bir durum.
Türk halkının zevklerine ragbi kadar
uygun bir spor, düzgün bir federasyon
idaresi ile bugün, en az bir basketbol
kadar olmalıydı diye düşünüyorum.
Federasyon
koruyucu,
kollayıcı,
geliştirici ve birleştirici bir görev
üstlenmelidir. Bunların hiçbiri yoksa
o federasyonun temsil ettiği sporlar
yok olmaya mahkûmdur. Ülkemizdeki
tüm ragbi oyuncuları yüreklerini
ortaya koyup, tutku ile bu sporu
yapıyorlar. İşte bu yüzdendir ki, ragbi
yavaş da olsa Türkiye’de oynanmaya
ve gelişmeye devam ediyor.
Türkiye’de teknik ekibin ve ekipmanın az olduğu ragbi oyununun
zorluklarından bahseder misiniz?
Bildiğiniz gibi ragbi oynamanın
ekipman olarak pek bir sıkıntısı yok.
Bir dişlik, krampon ve forma yeterli.
Eskiden top sıkıntımız vardı, o
problem de yok artık. Fakat takımların
saha sıkıntıları hat safhada. İstanbul
açısından konuşursak; neredeyse tüm
takımların antrenman yapacak saha
sıkıntıları var. Gerekli antrenman
ekipmanları bir şekilde karşılanabiliyor.
Hiç biri olmasa bile, top ve antrenman
sahası yeterli olabiliyor. Suni çim ise
diğer bir sıkıntı. Zaten sert olan ragbiyi
bir de suni çimde oynadığınız zaman
sakatlanmalara davetiye çıkartmış
oluyorsunuz. Fakat İstanbul takımları
olarak, bu sert zeminlerde oynamaya
alıştığımızdan,
diğer
takımlara
göre dayanıklılığımız artıyor. Bu iş
federasyonu da aşıyor. Genel müdürlük
ve Spor Bakanlığı saha sıkıntısını
çözebilecek yetkili kurumlar.
Türk Milli Ragbi Takımımızın
performansını nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Performans için teknik adama da
bakmak gerekli bence. Engin Yüksel
çok iyi bir antrenör. Çok iyi bir koçun
yanında yetişti. Öğrendiklerini ve
kendi yeteneklerini birleştirince,
15’li erkek milli takımını bir üst
gruba çıkartmayı başardı. Camia
ne düşünüyor bilemem ama bu bile
Engin’e teşekkür etmek için çok büyük
bir neden. Buradan da belirtiyorum
ki, ben Engin’i bu yolculuğunda
sonuna kadar destekliyorum. Çünkü
burada önemli olan, Türkiye Ragbi
Milli Takımları, Türkiye’ nin adı
ve başarısı. Bu yüzden takımların
başına kim gelirse gelsin, başarı için
onun desteklenmesi gerektiğine
inanıyorum.
Takımlara
gelince;
yurtiçi ve yurtdışında oynayan tüm
oyuncular arkadaşım. Hepsi çok
yetenekli ve yürekli insanlar. Rugby
Türkiye Dergisi’nde birçoğu ile
röportaj yaptık ve milli takım denince
ilk söyledikleri şey “gurur” oldu. Milli
marşı çaldırabilmek ise en büyük
“amaç”... tüm takımlar birbirlerine
inanılmaz derecede sahip çıktılar ve
“ragbi kardeşliğini” başardılar. İster
yurtiçinde, ister yurtdışında ragbi
oynasınlar, kapasiteleri şu ankinin
çok üzerinde olabilir. Burada da
antrenmanlar ve birliktelikleri çok
önemli. Takım olarak en iyisini
başaracağımıza eminim. Hem takıma
hem de Engin’e güveniyorum. Fakat
şunu da biliyorum ki başarının sırrı
antrenmandan geçer. Eğer geçen seneki
sevens turnuvaları öncesinde olduğu
gibi sadece 1-2 hafta önce bir araya
gelip antrenman yapılırsa, karamsar
olabilirim diye düşünüyorum. Burada
ise top federasyonda.
Son olarak Türk ragbi oyuncularına ve bu spora başlamak
isteyenlere önerileriniz nelerdir?
Takım oyuncusu olabileceklerine
inanıyorlarsa, canlarının yanmasından
korkmuyorlarsa, dostluk, kardeşlik
onlar için önemliyse bu spora mutlaka
başlamalarını
öneririm.
Çünkü
ragbi öyle bir spor ve öyle bir yaşam
tarzı ki, bir kez içine girdiniz mi bir
daha çıkamıyorsunuz. Bir de şunu
belirtmeliyim ki, ragbi kişinin hem
fiziksel hem de ruhsal olarak kendini
geliştirebileceği en iyi spor dallarından
biri. Korkularınıza rağmen oynamayı,
onları yok etmeyi; takım oyununu,
başkalarına güvenmeyi, dürüstlüğü,
cesareti, başkaları için canınızı dişinize
takıp, elinizden gelenden bile fazlasını
yapmayı öğreniyorsunuz.
82
Serkan Reçber > Eski Futbolcu ve Spor Yorumcusu
Serkan Reçber, 90’lı yılların başında
fırtına gibi esen A Genç Milli takımın
başarılı oyuncusuydu. 37 kez A
Genç Milli takım formasını giydi.
1 kez Ümit Milli oldu, 22 kez de B
Genç Milli takımda oynadı. Henüz
20 yaşındayken Zeytinburnu’ndan
Fenerbahçe’ye transfer oldu. Daha
sonra Çanakkale Dardanelspor’ da ve
Bursaspor’da kariyerini devam ettirdi.
Şimdilerde futbol yorumculuğu yapan
Serkan Reçber’le Türk futbolunun
bugün geldiği nokta, markalaşma ve
Hagi ile yaşadığı o olay hakkında kısa
bir söyleşi gerçekleştirdik.
Serkan Reçber kimdir? Biraz
kendinizden bahseder misiniz?
Futbola Zeytinburnu altyapısında
başladım. Altyapıdan A takıma
yükseldim. Daha sonra Fenerbahçe’ye
transfer
oldum.
O
dönem
Emre Belözoğlu ve Arif Erdem
Galatasaray’a, ben ise Fenerbayçe’ye
transfer oldum. Fenerbahçe’de kupa
kaldırıp
şampiyonluk
yaşadım.
Futbol yaşantınızda
unutamadığınız bir anı var mı?
GS-Çanakkale Dardanel ‘de oynarken
Hagi ile bir anım olmuştu. Maç
esnasında Hagi bana dirsek attı.
Bunun üzerine hakeme gidip Hagi’nin
dirsek attığını ve oyundan atması
gerektiğini söyledim. Hakem de bana
“Gördüm ama bir dirsek için koskoca
Hagi’yi oyundan mı atıyım?” dedi. O
anıyı hiçbir zaman unutamam.
Türk futbolunda gençlere gerekli
değer veriliyor mu?
Verilmiyor... Günümüzde genç ve
yetenekli oyuncu eksikliği var. Bunun
sebebinin, alt yapıdaki hocalardan
kaynaklandığını
düşünüyorum.
Altyapıdaki hocalar gençlerin kreatif
olma özgürlüğünü elinden alıyor.
Altyapı hocaları yetenekli gençleri
üst seviyeye taşımak yerine ilk önce
kendisini yukarıya nasıl taşıyacağını
düşündüğü için maalesef gençlerimizin
önü açılmamış oluyor. Yukarıya çıkan
gençlerimiz ise yeteneklerinin üstüne
koyamayıp siliniyorlar.
Türk futbolunun geçmişten
bugüne geldiği noktayı nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Türk futbolunun marka değeri
hakkında düşünceleriniz
nelerdir?
Günümüzde Türk futbolunda büyük
paralar dönüyor. Eskiden futbolcular
çok büyük paralar alamıyordu.
Saha içinde futbolcu herşeyini verip
oynamayı düşünüyordu, amatörlük
vardı. Günümüzde profesyonellik
ön planda ve futbolcular çok büyük
paralara imza atıyorlar. Bana göre bu
paranın hakkını veren oyuncu sayısı
çok az. Türk futbolcusuyla kurumsallık
olmaz. Duygu katmak lazım. Türkiye’de
şu an bunun iki güzel örneği var. Bir
tarafta duygu ile oynayan ve başarılı
olan bir Fenerbahçe, diğer tarafta
kurumsallaşmaya giden ve başarısız
olan bir Galatasaray var.
Türk futbolunun marka değeri çok
düşük. Çünkü Türk futbolunu, futbolu
bilenler yönetmiyor. Türk futbolunda
yabancı sınırlaması son derece yanlış.
Önemli isimleri getirip ülkenin
isminin Avrupa’da başarı sağlayarak
duyrulması gerekiyor. Ülkeye gelen
önemli isimler verdiği demeçlerde
Türkiye liginin az seyredilen bir lig
olduğunu ve buna rağmen buraya
geldiğini dile getiriyorlar. Türk
futbolunun marka değerinin nerede
olduğunu buradan çıkarabiliriz. Hiç
bir uluslararası futbol turnuvasında
bulunamayışımız bunun göstergesidir.
Arda Güner, Ç.Alper Şahin, Oğuzhan Karagöz, Ozan Vural
w
İstanbul
Kültür Üniversitesi
öğrencilerine
%10
indirim
1989’dan bugüne...
www.pizzadays.com
84
Fotoğraf: imgur.com
85
İstanbul Kültür Üniversitesi ve
İletişim Sanatları Bölümü olarak
Manisa Soma’nın acısını paylaşıyoruz.
86
BAŞLIK
EĞİTİM
HOCALARINIZIN
KIYMETİNİ BİLİN...
Biraz kendinizden
misiniz?
bahsedebilir
Sema GÜMÜŞ. 1981 doğumluyum.
Ankara İletişim Meslek Lisesi’nden
sonra İstanbul Kültür Üniversitesi
Halkla İlişkiler ve Reklamcılık
Programı’nı burslu kazandım ve
2013 yılında bu programdan mezun
oldum. Daha sonra DGS ile geçiş
yaptım. Şu anda bir şahıs şirketim
var ve firmalara danışmanlık
yapmaktayım. Aynı zamanda Halkla
İlişkiler ve Tanıtım bölümünde
doktora öğrencisiyim.
Neden Yüksek Lisans ve Doktora
eğitimi alıyorsunuz? Lisansüstü
eğitiminin size katkısı ne olacaktır?
Aslında yüksek lisans yapmayı hiç
düşünmüyordum.
Hali
hazırda
mevcut olan bir işim var ve bu işimi
çok seviyorum. Bilindiği üzere yüksek
lisans, iş yaşamının alternatifi yada
tamamlayıcısı değildir. İş olanaklarını
arttırmak için de yapılmaz. Hatta,
diyebilirim ki yüksek lisans yapmak
bazı durumlarda iş olanaklarınızı
bile sınırlayabiliyor. Bu nedenle
mesleğimde bir iş pozisyonu için değil,
tecrübe sahibi olmak için yüksek
lisans ve doktora yapmak önemli
bir unsur. Bu sebeple mevcut olan
pratik bilgim üzerine teorik bilgiyi
Sema Gümüş > Marka Danışmanı ve Patent Vekili
> İKÜ İletişim Sanatları Yüksek Lisans Mezunu
ekleyebilmek adına İletişim Sanatları
Anabilim Dalı’nda yüksek lisans
yaptım. Doktora programında ise
yapacağım araştırmalar sonucunda
edineceğim teorik bilgimle pratik
bilgimi harmanlayıp bunu iş
yaşamıma aktararak müvekkillerime
daha iyi ve uzman olarak hizmet
vermek istemekteyim.
Yüksek Lisans Eğitiminizde neden
İstanbul Kültür Üniversitesi İletişim
Sanatları Anabilim Dalı’nı tercih
ettiniz?
Öncelikle ben şuna inanıyorum.
İletişimin kalbi İstanbul... İstanbul
iletişim sektörünün merkezi. Bunun
yanı sıra İstanbul Kültür Üniversitesi
İletişim Sanatları Bölümü’nün ise
eğitim kadrosu, mükemmel hatta
ötesi... Hocalarımızın hepsi kendi
alanlarında çok iyiler ve alanla ilgili
yapılan bir literatür taramasında hepsi
ile karşılaşıyorsunuz. Bu bir öğrenci
için bulunmaz nimet. Bölümdeki
hocalarımız okul hayatım boyunca
bana her daim bilgi ve deneyimlerini
hiç tereddütsüz aktardılar ve yol
gösterdiler. Onlar hem iyi bir vatandaş,
hem de mesleki yönden donanımlı ve
aranan bir eleman olabilmemiz için
bize rehberlik ederek, sonsuz destek
verdiler. Bu nedenle yüksek lisanstaki
tercihim tabii ki “İSTANBUL
KÜLTÜR ÜNİVERSİTESİ İLETİŞİM
SANATLARI ANADİLİM DALI”
oldu.
Son olarak biz İletişim Sanatları
Bölümü öğrencilerine vermek
istediğiniz bir mesaj var mı?
“Çok çalışmalısınız” diye klasik bir
cümle kurmak istemem. Ancak
hocalarımızın kıymetini çok iyi
bilelim ve onların derin bilgilerinden
gücümüzün son damlasına kadar
yararlanalım. Öğrencilik hayatım
boyunca derslerime çok çalıştım
diyemem ama hiç bir dersi
kaçırmadım. Her derse girdim ve
hocalarımın anlattıkları konuları,
deneyimleri ve örnekleri can kulağı
ile dinledim, kulağıma küpe yaptım.
Çünkü bu örnekler ve deneyimler,
çalışma hayatımda bana ışık oldu,
dahası bu örnek ve deneyimler şu an
başarımın tek ve en önemli sırrı oldu.
JEANCİ KONFEKSİYON
TEKSTİL SANAYİ VE TİCARET A.Ş.
Evren mahallesi Gülbahar Caddesi
Yeşiltepe Sokak No: 7 Güneşli 34212 İSTANBUL
T: +90 212 630 03 46PBX F: +90 212 63 03 48
E: [email protected] W: www.jeanci.com
Tekstilna 57-16000
Leskovac/SERBİA
88
TEST
BAŞLIK
ŞİMDİ REKLAMLAR
Gündelik hayatımızda o kadar çok
reklamla karşılaşıyoruz ki, bazen
kendimizi farkında olmadan bir
reklam müziğini mırıldanırken
buluyoruz. Haydi, aklımızda kalan
sloganları test edelim;
Bakalım, markalar sloganlarıyla
bizlerin zihinlerinde ne kadar yer
edinmişler?
Sloganların ne kadarını unuttuk, ne
kadarını doğru hatırlıyoruz?
7. “Şampuanınıza servet ödemeyin.”
a)Duru b) İpek
c) Komili d) Rejoice
Cevaplar reklamlardan sonra…
10. “Fark yaratan tasarım”
a) Vestel b) Siemens
c) Braun d) LG
1. “İşte geldim buradayım, ben bu işte
ustayım.”
a)Solo b) Dixi c) Ace d) Cif
2. “Kek dünyasında tek”
a)Eti Topkek b) Eti Popkek
c) Ülker Dankek d) Saray Tönbek
3. ”Başka bir arzunuz”
a) Arzum b) Biscolata
c) Aksigorta d) Garanti Bankası
4. “Hem yumuşak, hem hesaplı”
a)Yumoş b) Selpak
c) Solo d) Vernel
8. “Alsak alsak bedavaya ne alsak?”
a) World Card b) Bonus Card
c) Maximum Card d) Axess Card
9. “Çay budur!”
a) Doğuş Çay b) Rize Çay
c) Lipton d) Çaykur
11. “Gülen Boya”
a) Filli Boya b) Polisan
c) Dyo d) Marshall
12. “Siz hala annenizin margarinini
mi kullanıyorsunuz?”
a) Sana b) Luna c) Becel d) Bizimyağ
13. “Tek benzeri öteki teki”
a) Arrow b) Twigy
c) Gezer d) Ceyo
Cevaplar
1) D
2) C
3) D
4) C
5) B
6) D
7) B
8) B
9) A
10) C
11) B
12) B
13) A
14)A
15) C
Puanlama: Her
değerindedir.
soru
2
puan
0-10 arası
Reklamlarla hiç aranız yok. Markalar
için en zorlu müşteri sizsiniz.
Unutmayın, bu markaların bütün
iletişim çalışmaları sizlerin zihinlerinde
yer tutmak için.
11-20 arası
Reklamlar sizin için var ya da yok.
O kadar da önemli değiller. Az çok
kim kimdir bilirsiniz. Markalar için
tehlikeli olan kitlenin içerisindesiniz.
Çünkü yanlış hatırlanmak rakiplerine
yatırım yapmak demektir.
21-30 arası
Markalar sizi, siz markaları çok
seviyorsunuz. Siz, markalar ne söyler,
ne yaparlar bilir, takip edersiniz.
Markaların sadık müşteri profiline
çok uygunsunuz. Markalar sizin
sayenizde varlar.
5. “Her eve lazım”
a) Beko b) Arko c) Arçelik d) Alarko
14. “Güveninizi kaybetmektense, para
kaybetmeyi tercih ederiz.”
a) Bosch b) Toshiba
c) Beko d) Arçelik
6. “Çişimi yapıyom, çişimi yapıyom,
popom kuru kalıyo.”
a)Prima b) Molfix
c) Huggies d) Canbebe
15. “Diş hekimlerinin bir numaralı
tercihi”
a) İpana b) Colgate
Aslı Atik, Dilara Coşkun, Evrim Çavuş, Şeyda Bilici
c) Oral-B d) Signal
&.1"5Ý
Kuramdan Uygulamaya
&EJUzS"ZTÎO5VSQPÜMVbFMJLT
,POVOVO V[NBOÎ PO ZB[BS FNQBUJ LBWSBNÎOÎO UBOÎNÎOÎ UBSJITFM
HFMJÚJNJOJWFQTJLPMPKJCJMJNJOJOEJÜFSBMUEBMMBSÎZMBJMJÚLJTJOJLBQTBNMÎ
CJSÚFLJMEFFMFBMÎZPS&NQBUJPLVSMBSBEFSJOMJLMJWFz[HOCJSJmFSJL
TVOVZPS
,f-5f3&-14Ý,0-0+Ý
,f-5f3-&3"3"4*14Ý,0-0+Ý
:&3&-14Ý,0-0+Ý
$BSM3BUOFST
bFWJSFO4FSSBÝmFMMJPÜMV&EJUzS5MBZ#P[LVSU
$BSM 3BUOFS LMUSFM QTJLPMPKJ LMUSMFS BSBTÎ QTJLPMPKJ ZFSFM
QTJLPMPKJ NBLSP LMUSFM QTJLPMPKJ EJTJQMJO WF LBWSBNMBSÎ
CBÜMBNÎOEBLMUSWFQTJLPMPKJBSBTÎOEBLJ JMJÚLJZJWF CV JMJÚLJZJ
BSBÚUÎSNBZPMMBSÎOÎJSEFMFZFOV[MBÚUÎSÎDÎBODBLLMUSMFSBSBTÎ
BSBÚUÎSNBMBSEB HFmFSMJ PMBO BMÎÚLBOMÎLMBSÎ EB TBSTBDBL SBEJLBM
CJSCBLÎÚBmÎTÎTVOVZPS
,f-5f3-&3"3"4*b"-*Ù."-"3
e5&,Ý/Ý/4e;f
:":*/")";*3-":"/-"3e;(&40:4"-4&33"Ýb&--Ý0Û-6
T
"ZOÎ EJMJ LPOVÚNBEÎÜÎNÎ[ WF QTJLPMPKJL TBÜBMUÎNB JIUJZBDÎ PMBO
HzmNFOWFTÎÜÎONBDÎMBSMBmFWJSNFOBSBDÎMÎÜÎZMBZBQÎMBOHzSÚNFMFSJO
LMJOJLWFFUJLCPZVUMBSÎOFMFSEJS (zmNFOWFTÎÜÎONBDÎMBSMBHOML
ZBÚBN QSBUJLMFSJOEF ZBÚBOBO LBSÚÎMBÚNBMBSÎO QPMJUJL WF TPTZPMPKJL
mFSmFWFTJOBTÎMmJ[JMJZPS ,MUSMFSBSBTÎbBMÎÚNBMBSeUFLJOJO4z[
CVTPSVMBSÎOZBOÎUMBSÎOÎBSÎZPS

Benzer belgeler