Kulturatolyesi.org Wp Content Uploads Kultur Atolyesi
Transkript
Kulturatolyesi.org Wp Content Uploads Kultur Atolyesi
KÜLTÜR ATÖLYESİ 01 İletişim Sanatları Bölümü Bülteni Sayı: 1 • Yıl: 2014 • Dönem: Bahar PROJE DANIŞMANLARI Oktay VEREL G. Rengin KÜÇÜKERDOĞAN PROJE YÜRÜTÜCÜSÜ Tuğçe ÇEDİKÇİ ÇEVİK YAYIN KURULU Işıl ZEYBEK Volkan EKİN YAZI İŞLERİ Öykü Ezgi YILDIZ Miray DÖNMEZ GÖRSEL YÖNETMEN İrem KAHYAOĞLU MİZANPAJ Onur SALKIM Meltem ŞENEL Çağıl DÜZENLİ KAPAK TASARIMI Dide AKDAĞ SATIR REKLAM VE SPONSORLUK Sinan AKGÖL Onur AKTAŞ Özkan DENİZ Gökçe KARACA Sena CİVELEK Zeki Burak ŞENGÖZ KATKIDA BULUNANLAR Ali Gökçe ERTAN Aysun KOÇANER Aytaç MESTÇİ Benian KALAFATOĞLU Cahit IŞIK Deniz YENGİN Gözde KURT Selçuk HÜNERLİ BASIM YERİ G.M. Matbaacılık ve Tic. A.Ş. 100. Yıl Mah. MAS-SİT 1. Cad. No: 88 Bağcılar / İstanbul Tel: 0(212) 629 00 24 Faks: 0(212) 629 00 13 Baskı Tarihi: Mayıs 2014 @ikustf /ikustf İLETİŞİM Ataköy Yerleşkesi E5 Karayolu üzeri Bakırköy 34156 İstanbul Tel: 0(212) 498 4141 1 GÜNCEL S6 DOSYA: MARKA S15 SOSYAL MEDYA S46 KÜLTÜR’DEN S62 GEZİ-YORUM S55 KÜLTÜR’LEN S71 SPOR S78 EĞİTİM S86 İÇİNDEKİLER 2 ÖNSÖZ İstanbul Kültür Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi İletişim Sanatları Bölümü 2013-2014 eğitim-öğretim yılı 4.sınıf öğrencileri ya da diğer bir deyişle mezunları bu dönem bir “ilke” imza atmak istediler. Seminer VI dersi kapsamında yapılacak uygulama ağırlıklı çalışmaları planlarken yıllardır Oktay Verel Hocamızın “düşlediği”, gerçekleştirmeyi arzuladığı bir projeyi hayata geçirmeye karar verdiler: Bölüm öğrencilerinin ve öğretim kadrosunun el birliği, gönül birliği, işbirliği ile hazırlanacak süreli bir bülten, bir dergi çıkarılması. İşte elinizde ilk sayısı ile “Kültür Atölyesi 01” bu projenin gerçekleşmiş hali; bir projenin somutlaşmış hali. Bizler, İletişim Sanatları Bölümü öğretim elemanları, sadece bu arzunun, bu projenin gerçekleşmesi için onlara destek olduk, yol gösterdik, birlikte çalıştık. Bir derginin, bir bültenin oluşturulması, ilk sayısının ortaya çıkması emek istiyormuş, sabır ve özveri istiyormuş... Öğrencilerimiz güçlü bir motivasyon ve çalışma azmi ile bu “serüveni” başarıyla tamamladılar... Serüven diyorum; çünkü her anı heyecan doluydu, olumsuzluklar ve sıkıntılarla karşılaşılıyordu... Ancak “paylaşmak”, “birlikte olmak”, “birlikte üretmek” ve sonucunda “somut bir değere kavuşmak” amacıyla çıkılan serüven başarıyla sonlandırıldı. İşte elinizdeki “Kültür Atölyesi 01” bu serüvenin sonunda elde edilen başarının somutlaşmış hali. Öğr. Ö ğr. ğr. r Gö G Gör. ör. Ok ör. O Oktay ktayy Ver kta Ve V Verel ere rel el Prof. Dr. Rengin Küçükerdoğan P Pr Pro off. Dr of. D r.. Re R en nggin ngi n Kü K üççü ük üke keerd doğa oğa ğan Proje Danışmanları P Pr Pro oje Dan oje Da D an nış ışm şm maan nları nla arrı Kültür Atölyesi 01, adına yakışır şekilde, tıpkı bir atölye çalışmasında olduğu gibi işbirliği, üretkenlik ve yaratıcılık katılarak hazırlandı ve İletişim Sanatları öğrencilerinin heyecanı, dinamizmi ve farklı bakış açısı Kültür Atölyesi 01’in her satırına, her sayfasına yansıdı. “Marka” ana teması ve dosya konusu ile ilk sayısı hazırlanan Kültür Atölyesi 01 içindeki yazı çeşitliliği ve içerikler “dergiyi nasıl daha iyi hale getirebiliriz sorusunun tartışıldığı beyin fırtınaları ile ortaya çıktı. Biz, yalnızca bir bülten, bir dergi hazırlamadık; bu çalışma ile birlikte iletişimin, ekip çalışmasının, disiplinli ve özverili çalışmanın, işini severek yapmanın da önemini öğrencilerimizle birlikte bir kez daha deneyimlemiş olduk. Bu süreçte, kimi zaman derginin eli ve ayağı, kimi zaman gözü ve kulağı, kimi zaman elinizdeki bültenin, derginin ruhu ve aklı olduk... Biz, öğrencilerimiz ile, okuyucuların “marka” ile ilgili, iletişim ile ilgili bilgilerini güncelleyip, yeni bilgiler edinebileceği, dolu dolu bir sayı hazırlamak istedik. Yalnızca “marka” ile ilgili yazıların, makalelerin olmadığı Kültür Atölyesi 01’de, birbirinden ilginç röportajlara, haberlere, Bölümümüzün, Fakültemizin güncel etkinliklerine de yer verildi. Böylesi emek isteyen bir projenin üstesinden gelmek için bizi motive eden ve destekleyen Rektörümüz Sayın Prof.Dr.S.Semahat Demir’e; İKÜ Ailesini bir çatı altında toplayan ve Üniversitemizin güçlü, farklı bir marka olmasında özveri ile uğraş veren Mütevelli Heyet Başkanımız Sayın Dr.Bahar Akıngüç Günver’e; projeye heyecanla yaklaşan Sayın Dekanımız Prof.Dr.Zafer Ertürk’e; gece gündüz demeden çalışan öğrencilerimiz Onur Salkım, Çağıl Düzenli, Meltem Şenel ve Miray Dönmez’den oluşan mizanpaj ekibimize; başta Doç.Dr.Işıl Zeybek, Yrd.Doç.Dr. Volkan Ekin, Yrd.Doç.Dr.Ezgi Yıldız ve Yrd.Doç.Dr. Ruken Özgül Kılanç olmak üzere tüm Bölüm öğretim elemanlarımıza; proje yürütücüsü Araş.Gör.Tuğçe Çedikçi Çevik ve görsel yönetmen Araş.Gör. İrem Kahyaoğlu’na ve Araş.Gör.Gözde Kurt’a; kapak tasarımı aşamasında yeteneğini konuşturan Araş.Gör.Dide Akdağ Satır’a ve mezuniyet aşamasında bulunan İletişim Sanatları Bölümü 4.sınıf öğrencilerimize şükranlarımızı sunmak isteriz. Ayrıca, Bölümümüze her zaman yardımcı olan, fikirlerine saygı duyduğumuz, Kültür Atölyesi 01’in tasarımını titizlikle yapan, konusunda “duayen” The Brandage Genel Yayın Yönetmeni Sayın Bülent Fidan’a sonsuz teşekkürler. Hem online hem de basılı olarak yayın hayatına başlayan, QR Kod uygulaması ile dijital ortamda da ulaşabileceğiniz Kültür Atölyesi 01’in heyecanını sizlerle paylaşmaktan büyük bir mutluluk duyduğumuzu belirtmek isteriz. Umarız, bizim Kültür Atölyesi 01’in yaratım sürecinde aldığımız keyfi, siz de okurken alırsınız. Kültür Atölyesi 01’in ilk sayısına hoş geldiniz. 3 Prof. Dr. S. Semahat Demir İstanbul Kültür Üniversitesi Rektörü Sanat ve Tasarım Fakültemizin kreatif düşünceyi ürüne dönüştürme performanslarını her zaman takdirle izlemişimdir. Başarılı ve özgün yaklaşımlarıyla fark yaratan Fakültemizin İletişim Sanatları Bölümü bu kez üniversitemiz çatısı altında yeni ve örnek bir girişime imza attı: Kültür Atölyesi. Akademiyi ve aktüeli buluşturan vizyonuyla, taşıdığı ismin hakkını vereceğine yürekten inandığım atölyemiz, ilk dönemine ‘Marka’ konusuyla merhaba dedi. İletişim, tasarım, işletme, yönetim, psikoloji, hukuk gibi farklı boyutları bulunan disiplinlerarası bir konu olarak marka; hedef kitlesini önemseyen her kurum için son derece önemli bir başlık. Bununla birlikte bir markayı oluşturmak kadar, onu kurmak, korumak ve geliştirmek de başlı başına bir emek, bir strateji demek. Elbette her yönetici, marka başlığındaki çalışmalarını kendi deneyiminden ve hizmet alanında yola çıkarak yorumlar. 2012 yılından bu yana yürüttüğüm rektörlük görevimde ‘marka’; akademik mükemmeliyet, akademik bütünlük “integrity”, itibar, iletişim, yönetim, sürdürülebilirlik gibi boyutlarıyla üzerinde çalıştığım başlıklar arasında yer alıyor. Hatta fotoğrafın bütününe bakarsak; akademik ve idari birimlerimizle yaptığımız tüm çalışmaların nihai hedefinin İstanbul Kültür Üniversitesi markasını başarıyla yönetmek olduğunu söyleyebilirim. Eğitim gibi hedefi bireysel, etkisi ise toplumsal bir alanda marka yaratmak, marka olmanın kazanımlarını korumak çok önemli. Her alanda marka olma kriterleri muhakkak farklıdır. Eğitim ve bilim perspektifinden bakarsak bir marka olabilmenin temel koşulu öğretim, araştırma ve topluma hizmetin kalitesidir. Söz konusu kriteri karşılayabilmekse ancak kurumsal mükemmeliyetle mümkün olabilir. Kurumsal mükemmeliyetin sağlanmadığı bir eğitim kurumunda öğretim ve araştırmada yüksek standartlara ulaşabilmek mümkün değildir. 17’nci yılını geride bırakan Üniversitemizin marka değerinde bir başka belirleyici öğe de; kuruluşumuza ilham veren Kültür Koleji’dir. Dolayısıyla çalışmalarımızda İstanbul Kültür Üniversitesi ve Kültür Koleji olarak iki markanın itibarını korumak ve pekiştirmek bizim için nihai hedeftir. Kurucu markamızın ve vakıf üniversiteleri kulvarındaki konumumuzun değerini yükseltmek için yaşadığımız her deneyim, öğrendiğimiz ve uygulamada kullanabildiğimiz her bilgi bizim için çok değerli. Bu noktada Sanat ve Tasarım Fakültemizin engin akademik birikimini yansıtacağı Kültür Atölyesi’nden ve sayfalarını çevireceğiniz bu yayından, ben de dahil olmak üzere her yöneticinin hizmet verdiği markanın geleceği adına öğreneceği pek çok şey olduğuna inanıyorum. Kültür Atölyesi’ni üniversitemize kazandıran Sanat ve Tasarım Fakültemizin Dekan Yardımcısı ve İletişim Sanatları Bölüm Başkanımız Prof. Dr. Sayın Rengin Küçükerdoğan’a ve İletişim Sanatları Bölümü Öğretim Görevlisi Sayın Oktay Verel’e ve Fakültemiz İletişim Sanatları Bölümü’nün değerli kadrosuna ve Bölümümüzün 4.sınıf öğrencilerine bilgiyi topluma ulaştırma yolundaki özverili çalışmaları için teşekkür ediyor, başarılarının devamını diliyorum. 4 ÖĞRENMEYE ÖVGÜ En kolayından başla öğrenmeye, Çoktan geldi zamanı, Sakın geciktik falan deme! Alfabe yazmaz ama öğren onu, Başla bir kez ve dayan! Ne yap yap, öğren herşeyi, Ve ne yap yap, başa geç! Sürgünde misin, öğren! Zindanda mısın, öğren! Mutfakta mısın, öğren! Altmışında mısın, öğren! Ve ne yap yap, başa geç! Sen, evsiz, barksız, okula git! Sen, tir tir titreyen, yut bilgiyi! Sen, aç ve çıplak, al kitabı eline! Bir silahtır sana o, Sarıl ona, başa geç! Sıkılma, arkadaş, araştır, sor! Kulak asma her söylenene, Gözünü dçrt aç, kendin gör! Bir şeyi kendin öğrenmedin mi, Onu bilmiyorsun demektir! Iyi bak şu hesaba, Sensin onu ödeyecek olan! Her koltukta oturana mim koy, Nasıl gelmiş oraya sor, soruştur! Ve ne yap yap, başa geç! Bertolt Brecht 5 Öğr. Gör. Oktay Verel > İstanbul Kültür Üniversitesi İletişim Sanatları Bölümü PAROLANIZ: SEVGİ, CESARET, DÜRÜSTLÜK, AÇIK SÖZLÜLÜK VE LAİK TÜRKİYE OLSUN Sevgili gençler, yollarımız ayrılıyor… Anılara önem ve değer verdiğim için ben, bundan böyle hep dünleri yaşayacağım… Bundan böyle hep dünleri yaşayacağım… Dünlerin unutulmaz anılarını… Sizlerse güneşe köprü kurarak hep aydınlığa, hep mutluluğa, hep umuda doğru yol alacaksınız… Hüzünlü günleriniz, sonbaharın yaprak dökümlü günleriniz az, mutlu günleriniz bol olsun. Mutlu olmak sizin hakkınız… Mutluluğa bir hak olarak sahip çıkınız… Engel tanımayınız… Engeller sizin gelişmenizi, çağdaş ve çağcıl olmanızı, uygar bir birey-toplum olarak yaşayıp gelişmenizi önlemek amacı ile kurulmuş tuzaklardır! Belleğinizi aydınlıkla, bilimle, sanat-kültürle, insanlık aşkı ve ideali ile besleyin; bunlarla güçlendirin… Doyumsuz günler için ufkunuzu açın. Tökezlemeyin; tökezleseniz bile kendi gücünüze, inancınıza güvenerek tekrar mücadele edip yücelin… Atatürk kızı ve Atatürk genci olmak ancak böyle mümkündür. Zaman zaman duygularınızadüşüncelerinize palamar tanımayın! “Oh!” deyin, “İnsanım ve özgürüm ve yaşıyorum!” Sonra, gönül ve düşünce teknenizi düşle gerçek arası bir dünyaya salın; çözün palamarları gençler, çözün… Sakın yüce güzel duygularınızın sararmasına izin vermeyin… Başkalarının da onları susuz, ilgisiz bırakmalarına, yani sararıp soldurmalarına bigane kalmayın. Yaşamınızın her 24 saati bir ömürdür. Onun değerini iyi biliniz.. Cesaret, dürüstlük, açık sözlülük yaşam biçiminiz olsun.. Sevgiyi yalnız kalbinizde değil, kafanızda da yaşatın… İnandığınızı, inançlarınızı sergilemekten kesinlikle kaçınmayın.. Çünkü bu, insanın onur belgesidir. Kimliğinizdir… Yaşam, belli koşullar çerçevesinde hayat mumu sönene kadar toplumla, kişilerle ve belki de Tanrı ile yapılmış bir sözleşmedir.. Bu sözleşmeye ne gibi maddeler konulmasına kesinlikle tek taraflı -Tanrı düşüncesi hariç- karar verilmesine razı olmayın. Buna razı olduğunuz andan itibaren artık siz bir tutsaksınızdır. Sözleşmeler tartışılarak, önü ve arkası düşünülerek yapılmalıdır iki tarafça… Sevgili genç arkadaşlarım: Şimdi yaşam sizin için en yüce, en kutsal aydınlığı sunuyor… O aydınlığa doğru erdemle, bilgiyle, sevgiyle, saygıyla, özverili bir insan olarak ilerleyiniz.. Işıktan değil, insan haklarından değil, laiklikten değil, ulusalcılıktan değil, evrensel olmaktan değil, Atatürkçü düşünceden değil; sisten buluttan, maskelerden, takiyyelerden, sömürülerden, aldatmalardan, karanlıklardan kendinizi sakınınız.. Ve ışığa gözünüzü hiç kırpmadan bakınız ki, herhangi bir anda, yani o göz kırpma anında, cinsiyeti ve cibiliyeti bilinmeyen bir Brütüs gelip sizi hançerlemesin! İçinizdeki, o erişilmez dünyayı tanıyınız.. Ne kadar büyük zenginliklerle dolu olduğunuzun farkına vararak şaşacaksınız.. Yeteneğinizi, yaşam gücünüzü, ruhunuzdaki güneşi sizden başkası keşfedemez.. “Seni anlıyorum.” diyenler çoğu kez “seni anlayamıyorum..” demek isterler.. Ruh aynanızın derinliklerine inmeyi başardığınız gün, insan olmanın, “olgun ve erişkin” insan olmanın da bilincine varırsınız.. Yazgınız, konuşmak, yazmak, çalışmak ve başarmak olsun.. Ödün vermeden, satılmadan, satın alınmadan… Tanrı yazgınızı ak’larla donatsın, yüceltsin sizi ak’larla.. Bilge bir yaşamsever olun.. Bir dönemi kapatırken, hepinize, derslere gösterdiğiniz ilgi, devam ve saygılı davranışlarınızdan dolayı içtenlikle teşekkür ederim. Ailenizi de, sizler gibi gençler yetiştirdikleri için kutlarım. Erdem yoldaşınız olsun.. Sınav için başarı dilemek istemiyorum. İstemiyorum, çünkü başarılı olacağınız inancını taşıyorum… Gözlerinizden sevgi ile öperim benim genç meslektaş adaylarım… Onur Salkım 6 GÜNCEL AB YOLUNDA GENÇ İLETİŞİMCİLER YARIŞMASI’NDA İKÜ’LÜ GENÇLERİN BAŞARISI Avrupa Birliği üye ülkelerinin kamuoylarında ülkemiz ve ülkemizin AB üyeliği konusunda önyargılar ve eksik bilgilerden kaynaklanan sorunlar bulunmaktadır. Aynı şekilde ülkemizde de bu tarz sorunlarla karşılaşılmaktadır. Bu bilgi eksikliği ve önyargıları aşmak için, doğru bilgiye dayanan, farklı hedef kitlelere ulaşabilen ve kalıcı iletişim çalışmaları gerekmektedir. Bu amaçla, Avrupa Birliği Genel Sekreterliği tarafından “Türkiye’nin Avrupa Birliği İletişim Stratejisi“ (ABİS) hazırlanmıştır. Hem Avrupa kamuoyuna (AB’YE yönelik iletişim stratejisi – ABYİS) hem de Türk kamuoyuna (Türkiye’ye Yönelik İletişim Stratejisi – TÜYİS) yönelik hazırlanan ABİS, kapsamlı, tek ve esnek bir stratejidir. 5- Halkla ilişkiler kampanyası ve 6Sosyal medya kategorileri arasından seçim yaparak, belirlenen temalar çerçevesinde, bireysel olarak veya gruplar halinde proje hazırlaması öngörülmektedir. ABİS’te, “Akademik ve Öğrenci İşbirliği” başlığı çok önemli bir yer tutmaktadır. Bu çerçevede, İletişim, Güzel Sanatlar, Sanat ve Tasarım Fakülteleri ile Meslek Yüksek Okullarını, hem AB konusunda bilgilendirmek hem de iletişim çalışmalarımızda birer aktör olarak sürece dahil etmek amacıyla, “AB Yolunda Genç İletişimciler Yarışması” projesini hazırlamıştır. Yarışmada iletişim öğrencilerinin 1TV, 2- Radyo, 3- Basılı Materyal ve Açıkhava Reklamı, 4- Haber dosyası, T.C. Avrupa Birliği Bakanlığı tarafından 3. düzenlenen ve 35 üniversitenin katıldığı “AB Yolunda Genç İletişimciler Yarışması”nda İletişim Sanatları Bölümü öğrencilerinden, Özge Özkök ve Beyza Bozkurt “Radyo Kategorisi”nde 1.lik ödülünü, Ayça Tezeken ve Ömer Faruk Orha ise, “Haber Dosyası” kategorisinde 2. lik ödülünü, bölümümüz öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Dr. Volkan Ekin’in danışmanlığında, üniversitemize ve fakültemize kazandırmıştır. 7 GÜNCEL Valter Luca De Bartolomeis GÖRSEL İLETİŞİM ATÖLYESİ 1 REKLAM KAMPANYALARI YARATIM SÜRECİ İstanbul Kültür Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi çalışmalarına bir yenisini ekleyerek, Erasmus Değişim Programı çerçevesinde Görsel İletişim Atölyesi etkinlikleri düzenlemeye başladı ve etkinliklerin ilki 2-4 Nisan 2014 tarihleri arasında İtalyan Mimar ve Tasarımcı Valter Luca De Bartolomeis rehberliğinde “Reklam Kampanyaları Yaratım Süreci” başlığı altında İletişim Sanatları Bölümü bünyesinde gerçekleştirildi. 2004 yılında Federico II Napoli Üniversitesi (Universita’ degli Studi di Napoli Federico II) Mimarlık Fakültesinde “Technology of Architecture” üzerine yaptığı doktora çalışması ile felsefe doktoru (PhD) ünvanı alan Mimar ve Tasarımcı Valter Luca De Bartolomeis, Torino Güzel Sanatlar Akademisi (Accademia Albertina di Belle Arti di Torino) bünyesinde Grafik Tasarım, Frosinone Güzel Sanatlar Akademisi (Accademia di Belle Arti di Frosinone) bünyesinde Reklamcılık, Roma Sapienza Üniversitesi (Sapienza Università di Roma) bünyesinde Grafik Tasarım Atölyesi dersleri vermektedir. Tasarım üzerine çok sayıda kitabı yayınlanan ve dergilerde konuya ilişkin makaleler de yazan De Bartolomeis, İtalya’nın güneyinde Campania bölgesi Salerno iline bağlı Battipaglia komününde yaşamakta, Napoli merkezli 137A stüdyosu için işler yapmaktadır. De Bartolomeis, önce Genel İletişim konuları üzerinde durdu. Ayrıca De Bartolomeis, tüm sanatların temelinde bir tasarım olgusu bulunduğunu ve bütün tasarım sorunlarının iletişim ile ilgili olduğunu belirterek, uygulama yöntemlerinin yanısıra görsel algılamanın doğasını, görsel yanılsamanın rolünü, sözel ve görsel iletişim arasındaki ilişkileri bilmenin gerekliliğini vurguladı. De Bartolomeis, eğitim etkinliği sırasında çok sayıda İtalyan reklam kampanyası örneği ve afiş örnekleri de paylaşarak pazarlama ve reklamın İtalya’daki güncel durumu hakkında bilgi verdi. Rektörümüz Sayın Prof. Dr. S. Semahat Demir, İletişim Sanatları Bölüm Başkanı Prof. Dr. Rengin Küçükerdoğan, İletişim Sanatları Bölüm Başkan Yardımcımız Doç. Dr. Işıl Zeybek ve bölüm hocaları Valter Luca De Bartolomeis ile birlikte... 8 GÜNCEL BAŞLIK KONFERANS BAŞKA TÜRLÜ BİR MEDENİYET: BİRLEŞİK ARAP EMİRLİKLERİ, DUBAİ & INTERNATIONAL TRENDS AND ISSUES IN COMMUNICATIONS & MEDIA CONFERENCE 2014 Sakarya Üniversitesi’nin düzenlemiş olduğu International Trends and Issues in Communications & Media Konferansı’na katılmak üzere 4 Şubat 2014 tarihinde Birleşik Arap Emirlikleri’ne doğru yola çıktık. İletişim Sanatları Bölümü’nden Ar. Gör. İrem Kahyaoğlu ile birlikte katıldığımız Konferans’ta “‘Twiplomacy’ Kapsamında Gezi Parkı Eylemleri: T.C. Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü Türkçe ve İngilizce Resmi Twitter Hesaplarından Gezi Parkı Eylemleri Süresince Yapılan Paylaşımların Niceliksel ve Karşılaştırmalı Analizi” başlıklı bir bildiri sundum. Bir sosyal bilimci olarak, Gezi Parkı Eylemleri’nin başladığı günden itibaren sosyal medyada yaşanan iletişim krizinin boyutlarını, dijital diplomasi araçlarından Twitter’ın hangi iletişim modellerine göre ve hangi içeriklerle kullanıldığını kamusal iletişim çerçevesinde analiz ederek incelemek gerektiğini düşündüm ve bu çalışmayı yapmaya karar verdim. Çalışmama, T.C. Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü’nün Twitter’daki mesajlarının niceliksel ve niteliksel analizini yaparak, Gezi Parkı’nın ilk bir haftalık sürecini dahil ettim. Ar. Gör. İrem Kahyaoğlu ise “Gezi Direnişi Türkiye’de Yeni Bir Toplumsal Cinsiyet Düzeni Mi Yaratıyor?” başlıklı bildirisini sundu. Kahyaoğlu çalışmasında, Gezi Protestolarının yoğun şekilde devam ettiği süreçte, Türkiye’nin çeşitli yerlerinde gerçekleştirilen protestolarda hazırlanmış olan pankartlarda kullanılan dilin cinsiyetçi söylemleri ne kadar barındırdığı Michel Foucault’un Söylem Analizi yönteminden yararlanarak inceledi. Konferansın ilk günü, bildirilerimizi sunduktan sonra katılımcıların sorularını yanıtladık ve katılımcılarla bildirilerimizi tartışarak oturumu sonlandırdık. Konferansta iki gün boyunca diğer oturumlara katılarak medya ve iletişim alanına ilişkin konularda hazırlanan diğer sunumları dinleyerek konferans sürecini bitirmiş olduk. 9 Konferans bittikten sonra, ilk kez gittiğimiz Dubai’yi keşfetme zamanı gelmişti. Uçaktan iner inmez pembe renkte ve kadın şoförleri olan “Ladies Taxi”ler dikkatimizi çekti. Bu taksilere sadece kadınlar binebiliyor fakat kadınlar isterlerse normal taksilere de binebiliyorlar. Aynı sistem metrolarında da geçerli. İlk vagona yalnızca kadınlar ve çocuklar binebiliyor. Diğer vagonlara kadınlar ve erkekler birlikte binebiliyorlar. Burada da taksilerdeki mantığın aynısı geçerli. Bu durumu değerlendirmek gerekirse, bu türdeki uygulamalar kamusal alanda kadınlara yapılan ayrımcılığın göstergesi, onların görüşüne göre ise ayrıcalığın göstergesi... Arap Yarımadası’nda bulunan Birleşik Arap Emirlikleri federal monarşi sistemi ile yönetiliyor. Ülkede şeriat kuralları geçerli. Bu bakımdan hırsızlık gibi suçların çok ağır cezaları var. Dubai’ye gitmeden önce, şehre, insanına ve yönetim şekline ilişkin birçok farklı yargının olduğunu görmüş, farklı kaynaklardan okumalar yaparak Dubai hakkında ön bilgi edinmeye çalışmıştık. Bu anlamda da kafamızda birçok önyargı ile ülkeye giriş yapmış olduk. Özellikle kılık kıyafet konusunda farklı bilgilendirmelerden kafamız oldukça karışmıştı. “Kapalı mı giyinmek zorundaydık? Kadınlar sokakta tek başına gezebiliyorlar mıydı?” gibi sorularla Dubai’ye uçak biletlerimizi almıştık. Dubai’ye gidince gördük ki, önyargılara kulak asmamak gerekiyor çünkü söylenenin aksine, kılık kıyafette, kadınların sokakta yürümesi gibi konularda belli bir kısıtlama ya da baskı yok. İnsanlar Dubai sokaklarında şort, etek, t-shirt ya da kendi geleneksel kıyafetleriyle rahatlıkla gezebiliyorlar. Yeme içme konusunda her zevke ve her bütçeye hitap eden restoranlar mevcut. Dubai turizmin ve turistin değerini çoktan idrak etmiş durumda; turistler ülkede altın değerindeler ve ülke turizme ciddi yatırımlarda bulunuyor, tanıtım için ellerinden geleni yapıyorlar. Batılı yaşam tarzını benimseyen turistlerin kendilerini kısıtlanmış hissetmeyecekleri bir ülke burası. Alışveriş ve tatil cenneti olarak dünyada tanınmak istediklerinden her sene Ocak-Şubat aylarında ve Temmuz-Ağustos aylarında Alışveriş Festivali düzenleyerek ülkelerine turist çekmeye çalışıyorlar. Birleşik Arap Emirlikleri son derece zengin bir ülke olarak, zenginliğine zenginlik katmak için her türlü turistik faaliyete açık bir ülke. Altyapı problemleri yok, ultra lüks yapıları, yepyeni caddeleri ve pırıl pırıl plajlarıyla sosyo ekonomik durumu yüksek olan turistlere hitap eden bir şehir Dubai. Dünyanın en yüksek binası Burj Halife ve dünyanın en büyük alışveriş merkezi Dubai Mall her dönem turist akınına uğruyor. Buranın en güzel özelliklerinden biri alışverişte hiçbir üründe vergi 10 ödenmemesi. Bu yüzden birçok ürün dünya standartlarından çok daha altında bir fiyata satılıyor. Mall of the Emirates ise daha farklı bir özelliğiyle ön plana çıkıyor; bu alışveriş merkezinde yazın ortasında bile kayak yapabilirsiniz. Tabii bizim gibi aynı anda dört mevsimi yaşayan bir ülkenin vatandaşlarını büyüleyen bir özellik değil bu. Hatta bize göre oldukça “suni” bir etkinlik. Birleşik Arap Emirlikleri’nde para birimi olarak Dirhem kullanılıyor ve ortalama olarak etikette gözüken rakamı ikiye bölerek fiyatın TL karşılığını bulabiliyorsunuz. AVM’ler haricinde açıkhavada da alışveriş yapabilir, Gold Souk, Spice Bazaar gibi fiyatların daha düşük, ürün yelpazesinin geniş olduğu diğer çarşılara da uğrayabilirsiniz. Bu tarzdaki çarşıların esnafı cumaları çalışmıyor fakat AVM’ler cumaları da açık. Şehir son derece modern olsa bile, tarihi alanları yok değil. Örneğin El Bastakiya, eski bir yerleşim alanı. Buraya ilk yerleşimlerin başlaması 1690’larda olmuş. İran’dan gelen göçmen aileler bu bölgeye yerleşmişler ve kendi ülkelerindeki mimariyi buraya da taşımışlar. Dubai’nin en eski yapısı olan El Fahidi Hisarı da bu bölgede bulunuyor. Günümüzde El Bastayika’da daha çok sanat atölyeleri ve cafeler var. Turistler bölgenin mimarisini gözlemleyebilecekleri bu tarihi atmosfere merak duyarak buraya geliyorlar. Bu bölgede bulunan Dubai Müzesi’ni gezip, Dubai tarihini daha detaylı şekilde öğrendikten sonra, biz de El Bastayika’daki bir cafede küçük bir mola vererek, çay içip hurma yiyerek Dubai ruhunu yakalıyoruz. Dubai’nin sembolü olmuş belli başlı yapılar arasında olan Palmiye Adası ve 7 yıldızlı Burj Al Arab Otel, turistlerin yoğun şekilde fotoğrafladıkları mekanlar arasında yer alıyor. Lüksün ve ihtişamın bu yapıların her noktasında göz kamaştırdığı bir gerçek. Dubai’de turistlerin en çok ilgi gösterdiği etkinliklerin başında çöl safarisi gelmektedir. Dubai’den 3 km şehir dışına çıkıldığında sizi çöl karşılar ve birçok tur jeeplerle çöl safarisi heyecanını yaşatmak için gerekli olan programı otelinizde sunuyor olacaktır. Konferans amacıyla gittiğimiz Dubai’nin modern turizm adına turistlere sundukları ortada ve diğer yandan sentetik bir şehir olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz. Yine de tanıştığımıza memnun olduk. Ne de olsa Dubai, başka türlü bir medeniyet; bize biraz yakın, bizden biraz uzak. Gözde Kurt İrem Kahyaoğlu 12 GÜNCEL SEMİNER IT UNIVERSITY OF COPENHAGEN, “2014 DIGITAL CITIZENSHIP IN THE DIGITAL REPUBLIC” DOKTORA SEMİNERİ VE AVRUPA’NIN BİR BAŞKA YÜZÜ: KOPENHAG Avrupa Kıtası’ndaki Kuzey ülkelerinin kültürünün, Avrupa kültüründen daha farklı olduğu söylenir. Bir anlamda Kuzey ülkeleri Avrupa’nın ötekisidir, ancak Kuzey ülkelerindeki ötekilik Avrupa’nın çok sevdiği anlamdaki “Bizden olmayanlar” anlamında değil, “Bizden daha farklılar” tonundadır. 11 Mart 2014 tarihinde IT University of Copenhagen’daki “Citizenship in the Digital Republic 2014” isimli doktora seminerine katılmak üzere Danimarka’nın Kopenhag şehri ile tanıştım ve şehre adımımı atar atmaz insanların dış görünüşünden yaşayış biçimindeki farklılıklara kadar Kuzey Avrupa kültürü kendini hemen hissettirdi. İlk izlenim olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki; “Kopenhag bir Avrupa kenti ama bildiğimiz anlamda Avrupalı değil”. Bu farklılık Kopenhag’ın her sokağına, sanki her yüze yansımış gibi... Bu şehirde, sokaklar, caddeler, mağazaların tabelaları, her şeyde belli bir düzen hakim. Şehir estetiği dendiğinde en önemli unsurlardan biri görsel ahenk değil midir zaten? IT University of Copenhagen, şehre metroyla on dakika mesafede, oldukça büyük ve kullanışlı bir kampüs içerisinde bulunuyor. Üniversite şehrin bilişim üssü olarak görülüyor. Üniversitedeki bölümler bilişim alanına ilişkin, yenilikçi ve araştırmaya önem veren bölümler olarak tanımlanıyor. GÜNC Benim katıldığım seminerde “2014’te Dijital Cumhuriyette Vatandaşlık” konusu masaya yatırıldı. Dünyanın çeşitli yerlerinden gelen yirmi araştırmacı, doktora tezlerinde çalıştıkları konuları, karşılaştıkları sıkıntıları, çalışmalarında sormuş oldukları temel soruların önemini yuvarlak masa toplantısı şeklinde bir buluşmada anlattılar. Katılımcıların teorik bilgisinin son derece iyi olduğunu ve dünya gündemini yakından takip ettiklerini görmek açıkçası beni hiç şaşırtmadı. İyi bir araştırmacı olmak, öncelikle çok kitap okumayı, uluslararası bilimsel yayınları takip edebilmeyi, dünya gündemine hakim olmayı gerektiriyor. Yabancı araştırmacılar Türkiye’yi biliyorlar, çok geziyorlar, okuyorlar, gündemi takip ediyorlar. Bu anlamda da, seminerde tartışılan konular son derece güncel, disiplinlerarası çalışma alanlarından filizlenmiş olan konulardı. Benim çalışmamın başlığı “I’m Digitally So Close To You” idi. Konum ise, Türkiye’de Gezi Parkı Eylemleri süresince sosyal medya üzerinden siyasi aktörlerin ve kurumların kamusal iletişim yöntemlerinin analizi üzerineydi. Oturum başkanlığını üstlenen Lund NCEL 13 Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Peter Dahlgren çalışma alanımı son derece ilginç buldu ve konuya ilişkin olarak irtibat halinde kalarak kaynak bulma konusunda yardımcı olabileceğini belirtti. Bu tarzdaki akademik toplantıların en büyük faydası dünyada ne gibi akademik çalışmaların yapıldığını görmek ve araştırmacılar ve akademisyenler ile ufuk açan fikir alışverişinde bulunabilmek. “Kopenhag’a gidince öncelikli olarak nereler görülmeli, ne yenir, ne içilir, hangi müzeler ziyaret edilmeli, gidince yapılmadan dönülmemesi gereken neler var?” sorularına farklı zevklere hitap edecek çeşitli yanıtlar vermek mümkün fakat şunu açık bir şekilde söyleyebilirim ki Kopenhag güzel ve düzenli bir şehir olmasına rağmen bir marka şehir değil, yani ülkenin ve şehirlerinin biricik, kendine has olan özelliklerini dünyaya yeterince tanıtabilmiş değil. Kopenhag’a gitmeden önce bu şehre ilişkin sayabileceğim anahtar kelimelerin sayısı ne yazık ki yediyi geçmiyordu. Ülkeye ilişkin beyin fırtınası yaptığımda bu anahtar kelimeler arasında şunlar vardı: Vikingler, Kopenhag Kriterleri, Andersen Masalları, LEGO, Galatasaray’ın 2000 UEFA Kupası’nı aldığı şehir olan Kopenhag, hayvanat bahçesinde yer olmadığı gerekçesiyle bir zürafanın öldürüldüğü şehir olan Kopenhag, Danimarka markaları olan Tuborg ve Carlsberg biraları... Bu anlamda, Danimarka, hakettiği markalamayı daha etkin şekilde yapmaya ihtiyaç duyuyor diye düşünüyorum. Örneğin Andersen Masalları’nın Little Mermaid karakteri’nin (Küçük Denizkızı) Heykeli 1913’te yılında heykeltıraş Edvard Eriksen tarafından yapılmış ve bu heykel Kopenhag’ın simgesi durumunda fakat dünyada ne kadar bilinirliği var, kimler böyle bir heykelin varlığından haberdar, tanıtımı ne kadar iyi yapılıyor, tartışılır. İstanbul’un simge yapılarından Kız Kule’si ne kadar tanınıyorsa, Küçük Denizkızı da o kadar tanınıyor olabilir. Küçük Denizkızı’nın yaratıcısı olan Hans Christian Andersen, Kopenhag’ın en önemli kültürel değerlerinden biri. Küçük Deniz Kızı’ndan başka, Kurşun Asker, Kibritçi Kız, Kırmızı Ayakkabılar, Çirkin Ördek Yavrusu Andersen’in en çok bilinen eserleri arasında bulunuyor. Andersen’i daha yakından tanımak isteyenler, şehir merkezindeki Andersen Müzesi’ni gezebilirler. LEGO, Carlsberg, Tuborg bu ülkeden çıkmış olan ünlü markalar arasında yer alıyor. Ayrıca Danimarka Askeri ve Avrupa’nın en uzun alışveriş caddesi olan Stroget’teki bisikletli insanlar Kopenhag’ın simgeleri arasındadır, Danimarka’ya ilişkin yazılacak başka birçok detay var, ancak şu bir gerçek ki Kuzey ülkelerini görmek gerekiyor ve bunun için Kopenhag doğru bir başlangıç olabilir. Buna bağlı olarak, yazıyı Danimarkalı filozof Søren Kierkegaard’ın bir sözüyle noktalamak istiyorum: “Hayat ancak geriye bakarak anlaşılabilir; ama ileriye bakarak yaşanmalıdır”. Hayatın da Avrupa’nın da ilerisine bakmanız ümidiyle... Gözde Kurt Saloon Manga Güzellik Salonu Ĝstanbul Kültür Üniversitesi öċrencilerine özel SALOON MANGA - MANGA GÜZELLĜK SALONU Adres:Ataköy Plus AVM Ataköy 6. KÀsÀm Mah. BakÀrköy, Ĝstanbul, Türkiye Telefon NumarasÀ:+90 (212) 560-00-79 +90 (212) 661-82-46 www.salonmanga.com %15 indirim 15 DOSYA: MARKA 16 RÖPORTAJ Bülent Fidan > The Brand Age Genel Yayın Yönetmeni Sizce marka nedir? Özgün bir marka nasıl oluşturulur? MARKA YÖNETME SÜRECİ ZORDUR... İşletme (reklam ve pazarlama) ve iletişim sanatları alanlarında lisans ve yüksek lisans eğitimlerinin ardından, reklam sektöründe reklam yazarı ve ardından da yaratıcı yönetmen olarak çalıştı. Tasarımcı olan Bülent Fidan aynı zamanda karikatürist olarak da çalışmalar yapmıştır. Fidan’ın karikatür alanında çeşitli kişisel sergilerde ve karma sergide eserleri de bulunmaktadır. 2005 yılında Avrupa Mizah Akademisi’nin “Tüm dünyada 20. yüzyılın en başarılı 100 grafik mizahçısı” arasına seçildi ve eserleri İspanya Mizah Müzesi’nde sergilenmiştir. 2000 – 2012 arası Reklam Yaratıcıları Derneği Yönetim Kurulları’nda 3 dönem Başkan, 2 dönem Genel Sekreter olarak yer alan Fidan, 1991 yılında başladığı reklamcılık yaşantısında 2005 yılından sonra Safari “Marka İletişimi Ajansı”nda kurucu üye ve Yaratıcı Grup Başkanı olarak görev yaptı. 2010 yılından itibaren Suit “Yaratıcı Marka Çözümleri” ajansında yaratıcı yönetmen ve marka danışmanı, Beyaz Gemi Sosyal Proje Ajansı’nda iletişim bölümü başkanı olarak çalışmaya devam etmektedir. Ayrıca Fidan, Marka yönetimi dergisi The Brand Age, Reklam Yaratıcıları Derneği yayını olan Ara Sıra ve sektörün tek tasarım dergisi olan Grafik Tasarım dergisinin Genel Yayın Yönetmenliklerini sürdürüyor. Marka kavramı, diğer alanlar gibi yaşamın içinde kendi kendine doğup ilerlemedi. Marka daha çok akademik bir yapı olarak yorumlandı. Bazı marka danışmanlarının anlattığı gibi eğlenceli bir kavramdan çok, tamamen akademik bir kapsama sahip. Marka kavramı, ABD yoğunluklu bir akademik yorumla gelişim gösterdi ve dünyaya yayıldı. Biz markayı iki temelde ele alıyoruz: 1-Hukuk açısından marka 2-Pazarlama açısından marka İlki tamamen yasal koşullardan ötürü, tescil temelli, markayı hukuk açısından koruma amaçlı oluşturulan bir yaklaşım. Pazarlama dünyasında bizi asıl ilgilendiren, markaların tüketicilerin zihninde yer alan şekli. Pazarlama açısından marka, tüketicinin daha fazla bedel ödeyerek satın almayı ve kullanmayı, yaşamına katmayı tercih ettiği, alternatiflerdir. Markalar, bu açıdan bakıldığında gerçekten bir alternatife, tercih edilebilirliğe sahiptir. Bu tercih edilebilirlik de, değişik segmentlerde, değişik tüketici gruplarında maddi, sosyolojik ve psikolojik olmak üzere farklı tercih nedenlerine dayanır. Elbette, bunlardan birini seçtiğinizde, diğerini terk etmiş oluyorsunuz. Farkında olun ya da olmayın, günlük yaşantınızda kullandığınız her şey, satın aldığınız tüm ürünler birer marka tercihidir. Cep telefonundan tutun da, kullandığınız otomobile, içtiğiniz suya kadar her şey bir marka tercihidir aslında. Bir marka tercihinin gerçekleşmesi için, o ürünü üreten birden çok markanın pazarda konumlanmış olması gerekir. Aslında, eskiden bazı ürünleri tek bir marka üretirdi ve tercih hakkınız yoktu. Şu an tercih sürecini yönlendiren birtakım unsurlar var. O unsurlar ise sadece ve sadece bizim, yani tüketicinin statü kaygısından kaynaklanıyor. Statü kaygısını ise şöyle açıklayabilirim: Hepimiz bir sosyal çevrede yaşıyoruz ve bu sosyal çevrede ya o sosyal çevreden kopmamak adına ya da o sosyal çevrede kalmak için birtakım davranışlarda bulunuyoruz; bazen de bir üst sosyal çevreye çıkmak için birtakım davranışlarda bulunuyoruz. Hiç kimse bir alt sınıfa düşmek için bir davranışta bulunmaz. O yüzden markalar, sosyal çevremizde bizi tanımlayacak, bizim kimliğimizi aktaracak, ne olduğumuzu karşımızdakine iletecek nesnelerdir. Örneğin, Tofaş sattığınız bir çevrede Mercedes satamazsınız. Çünkü Mercedes’in o çevrede, daha üst bir sınıf algısı bile olsa böyle farklı bir statü içine girmesi zordur. Tofaş’ın statüsü düşük 17 olmasına rağmen, sosyal çevre onu ister ve siz Mercedes’i öneremezsiniz. Bu kötü bir şey değildir. Bu, o sosyal çevrede benimsenmiş bir davranışlar ve tutumlar bütünüdür. Başka örnek verelim. Bir toplantıya gidiyorsunuz. O toplantı için giydiğiniz kıyafet, kullandığınız koku ve makyaj malzemeleriniz değişiyor. Çünkü tercihleriniz sizin kimliğinizi yansıtıyor. Marka böyle bir kavram; statünüzü koruma ya da bir üst statüye geçebilme noktasında, bizi biz yapan kimlik göstergelerinin en önemlisidir. En çok karıştırılan iki kavram: Ürün ve Marka. Ürün ne? Marka ne? Ürün, bizim fiziksel ihtiyaçlarımızı gideren nesneler ya da hizmetlerdir. Su içeriz, dışarı çıkacaksak ayakkabı giyeriz, yolculuk edeceksek otomobile bineriz. Bunların tamamı bir fiziksel ihtiyacı gidermek içindir ve bunların hepsi birer üründür. Markalar ise bize bir yaşam standardı sunar. Soyuttur, ama yaşam içinde ürün ile somutlaşır. Markalar bize bir deneyim sunar. Bu deneyim, onaylanmış ve tavsiye edilmiş şeyler üzerinden yaşamımızı kolaylaştırmamızı sağlar. Markalar, statü kaybetme korkusundan ötürü bizimle duygusal bir bağ kurmaya çalışır. Yani, biz fiziksel ihtiyaçlarımızı üründen karşılarken, paketlenmiş, estetik ve özel bir hale getirilmiş markayı da duygusal ihtiyaçlarımızı gidermek için kullanırız. Bu nedenle, aslında bizim için ve bütün tüketiciler için temel olan şey, duygusal faydanın karşılanmasıdır. “Kendi kimliğimize uygun bir marka tercih ediyoruz.” Marka yaratmak, ürün yaratmaktan çok daha zorlu bir süreç. Markanın rakipler arasında tercih edilebilir noktaya gelmesi marka oluşturma süreciyle ilgilidir. Yani siz bir ürünü yarattınız, logosunu tasarladınız, ismini koydunuz, tescil ettirdiniz, bütün kademeleri gerçekleştirdiniz, insanlara böyle bir marka ürettiğinizi anlattınız, raflara koydunuz, satış noktalarında bulunduğunu söylediniz, bunun tanıtımını yaptınız ve satışlar gerçekleşti. Satışlardan sonra birtakım geri dönüşler aldınız, ürünü veya markayı geliştirmek için birtakım çabalar sarf ettiniz. Rakipler ne yapıyor, siz neredesiniz, ürettiğiniz marka ulusal ve yasal koşullara uygun mu? Bunları gerçekleştirirseniz bunun bir süreç olduğunuz görürsünüz ve bu sürecin 1 - 2 ay içinde gerçekleşmesi mümkün değildir. Sizce bir markanın iletişimi nasıl olmalıdır? Markanın tercih edilme durumu, tüketicinin onu yavaş yavaş algılaması, diğerlerinden farkını kendi yaşamı içinde görmesi ve o markanın ürettiği ürünü satın almaya başlamasıyla sonuçlanan bir süreçtir. Bu süreç yavaş yavaş tercih edilen bir marka olmaya doğru evrilir. Bu bir süreçtir ve kimi markalar için 6 ay, kimisi için de 5 yıl olabilir. Bu süreci etkileyen unsurlardan biri de markanın rakipleri karşısındaki konumudur. Örneğin ŞOK marketlerinin tamamen ekonomik olma üzerine kurulmuş bir market konumu var. Rakipleri kim? DiaSa ve BİM. İşte bu konumlandırmasıyla ŞOK, Migros’la ya da Makro ile mücadele etmiyor. Çünkü ŞOK ve BİM’in tercih edilmesinde rol oynayan duygusal fayda farklıdır. Ekonomik olmalı. Buradaki duygusal fayda, ekonomik bir yerden uygun fiyatla ama kaliteli alışveriş ile tüketicinin kendini mutlu ve akıllı bir insan görme duygusunun yaşatılması şeklinde ifade bulmaktadır. Migros’un ve Makro’nun tercih edilmesine sebep olan duygusal fayda ŞOK’tan oldukça farklı; daha ulaşılmaz ürünlerin yer aldığı, daha lüks bir yaşamın sunulduğu, bir üst statüye hitap etme. O yüzden market dediğimizde de, marketleri segmentlere ayırmak durumundayız. Ekonomik market mutlaka dar gelirli 18 gitmediğiniz için, başkalarının size aktardıklarından hareketle yaparsınız. Ülke markalaması böyle doğuyor. Tavsiye, zihinlerdeki olumlu-olumsuz düşünce ve deneyimlerden... Ülke markalamaları her alanda son derece önemlidir. Örneğin, uluslararası bir konferans yapacaksınız, sizden kaç kişi davet ediliyor? Eğer değerli bir ülke değilseniz, zaten sizden kimse davet edilmiyor. Marka yönetimi alanında çalışmak isteyen üniversite öğrencileri için ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz? kişilere hitap etmek zorunda değil. Farklı bir nedenle tercih edilebilir. Sosyal sınıfı üst düzey bir kişi tarafından da tercih edilebilir. Örneğin, ŞOK düşük gelirli semtlerin yanında, Cihangir ve Etiler gibi semtlerde de yüksek cirolar yapmaktadır. Bu yüzden fiziksel bir fayda değil, duygusal bir fayda sunar. Bu nedenle konumlandırmayı nasıl yaptığımız çok önemlidir. Bir ülke nasıl marka olabilir? Ülke markası nasıl korunmalıdır? Ülke markası olmak demek bir kültürün hem deneyimlenmesi hem de o kültürün izlerinin zihinlerde yarattığı duygunun olumlu olmasıyla ilgilidir. Sudan mı, İtalya mı? Karşınızda iki seçenek var. İkisine de gitmediniz. Hangisine gitmeyi tercih edersiniz? Tabi ki sizi duygusal olarak etkileyen ve sorun yaşamadan mutlu bir tatil geçireceğiniz yeri tercih edersiniz. Tercihinizi de, oraya henüz Öğrencilerime, çıkmış olan marka ile ilgili bütün kitapları okumalarını öneriyorum. Bunların çoğunda akademik kitaplar olması sebebi ile matematiksel bir dil kullanılıyor. Yani, aklına “bir kitap yazayım,” diye gelenlerin yazabileceği kitaplar değiller. Bu kitapların içinde rahatlıkla öğrenebilecekleri şekilde anlatılmış marka analiz sistemleri, marka kimlik oluşturma sistemleri var. Selen Çeliköz, Duygu Erdoğan, Merve Gürbüz 19 MAKALE Ali A lii Gök G Gökçe ök ökçe E Ertan rtan > Ma M Marka arrk kaa Da D Danışmanı an nıışşm manı ma an nı iletişim Sanatları Bölümü Öğretim Görevlisi > İK İİKÜ KÜ Ü ile il let eti tiş işi şim im m San Sa S ana nat attlar laarı rıı Böl B ölü ölüm üm mü Öğr mü Ö ğğre ret eti tim im m Gör G ö öre rev evl vli lis isi si Markalaşmayı Zorlaştıran 6 Yanlış Yaklaşım Neden küresel markalarımızın olmadığı yıllardır tartışılır. Buna bir çok çevreden bir çok argüman getirilir. İstikrarlı bir ekonomi, güçlü bir sermaye, iyi bir ülke imajı, yetişmiş insan kaynağı, yüksek vergiler, yüksek üretim maliyetleri, istikrarsız devlet politikaları gibi bir çok neden sayılır. Üretim ve ticarete yönelik kontrolümüz dışındaki etkenleri bir kenara koyalım. Ben dikkati kontrol edebileceğimiz kısma çekmeye çalışacağım. Biz işe öncelikle kendi yapabileceklerimizden bakalım. Çoğu patronlarımızı, tepe yöneticilerimizi güçlü markalar yaratmaktan alıkoyan en büyük etken, mevcut düşünce yapıları ve psikolojik faktörler. Öncelikle güçlü bir markaya sahip olabilmek için iki zorunluluğu yerine getirmiş olmak lazım: Birincisi yeterli kalitede bir ürün veya hizmete sahip olmak. Çoğu şirketin sandığı gibi ürün veya hizmetin “olağanüstü” kalitede olması, markalaşma için bir ön koşul değil. Algılanan kaliteyi tüketicinin beklentisi belirler. Tüketicinin beklentisini karşılayacak düzeyde bir ürün, doğru bir marka kimliği ve fayda önerisiyle iyi bir marka oluşturmaya yeter. En değerli markalar, sadece en iyi ürünlerden çıksaydı, Microsoft dünyanın en değerli ilk üç markası arasında olmazdı. İkincisi de bu ürün veya hizmeti markalaştırmaya her yıl ayıracağınız bir yatırım bütçesi. Bütçenizin büyüklüğü, hedeflerinizin büyüklüğüne bağlıdır. İkisini birbiriyle dengelemeniz gerekir. Bu yüzden “Markalaşmak için ne kadar yatırım yapmam gerekir?” sorusunun yanıtı “Hedefleriniz kadar”dır. Gerekli yatırımı yapmazsanız, ömrünüz marka tarihinde görebileceğiniz bir kaç örnekteki sıra dışı rastlantıların veya şehir efsanelerinin sizin de başınıza gelmesini ümit ederek geçer. Gerçek hayatta buna filmlerde, kitaplarda rastladığınız sıklıkta rastlamazsınız. Çoğu da markanın arkasında iyi bir hikaye olsun diye biraz abartılmıştır. Elinizde iyi bir ürün ve bunu markalaştırmak için gereken bütçe olmasına rağmen hala değerli bir marka yaratmakta sıkıntı çekiyorsanız, aşağıdaki 6 maddeyle yüzleşmeniz gerekiyor olabilir. 1- Uzun vadeli düşünmemek Yıllarca enflasyonist ortamda iş yapmak zorunda kalan yerli müteşebbislerimizin uzun vadeli plan yapma alışkanlığı kazanamamış olması, işle ilgili başka konularda olduğu gibi, markalaşma konusunda da önlerini tıkıyor. Bu bir de inancımızdan gelen kadercilikle birleşince, gelecek hesapları yapmak iyice zorlaşıyor. Oysa marka yaratmak, stratejik düşünmeyi gerektirir. Marka, yarını planlamak ve yarına yatırım yapmaktır. Sadece bugünün satışlarını ve karlılığını düşünürseniz, markalaşamazsınız. 20 2- Sabırsızlık 3- Odaklanma güçlüğü Türkiye kadar yatırımın geri dönüşü hesaplarını kısa tutmaya hevesli girişimci sayısına sahip ülke çok azdır. Marka yaratmak ise sabır ister. Her ne kadar bu süre artan iletişim olanaklarıyla gittikçe kısalıyor olsa da, hala dünya çapında marka yaratmak için yıllarca yatırım yapmak gerekiyor. Japonların küresel marka çıkartmaları 40 yıl, Güney Korelilerin 25 yıl sürdü. Çinli ve Hintli şirketlerde bu süre 1015 yıllara kadar inse de, markanın oya işler gibi sabırla, tüketiciyle sürekli etkileşimle, her yıl üzerine biraz daha koyarak büyütülmesi gerektiği gerçeği değişmedi. “Üç ay reklam yapayım, dördüncü ay güçlü bir markam olacak” diye yola çıkarsanız, hüsran kaçınılmaz. Kısa vadeli satış artışının marka değeriyle ilgisi, tahmin ettiğinizden zayıftır. Markanın kritik özelliklerinden biri olarak odaklanma, markalaşma konusunda bizim önümüzdeki en büyük zihinsel engellerden biri. Birinci sıradaki odaklanma hatası herkesi hedeflemek. Belki de patronların kontrol etmesi gereken en büyük ihtiraslarının başında, ürettiğini yeryüzünde kıpırdayan herkese satmak gelir. Oysa herkese anlamlı gelecek bir marka yaratmak hiç de kolay değildir. Bir markaya daha büyük bir tüketici profiline çekici gelmesi için ne kadar fazla anlam yüklemeye çalışırsanız, daha küçük tüketici segmentlerinin kendilerini markanızla özdeşleştirmesinden veya kendi kimliklerini yansıtma fırsatından o kadar uzaklaşırsınız. Coca Cola kadar büyük bir pazar penetrasyonunuz ve kategorinin orijinali olma özelliğiniz yoksa, temsil ettiğiniz değerler en az onunki kadar tüketiciye anlamlı gelmelidir. İkinci sıradaki odaklanma hatası ise tüketiciye değil, rakibe odaklanmak. Kendi markanızı tüketicinin ihtiyaçlarından çok rakip markaların kimlik ve vaatlerine göre şekillendiriyorsanız, yokluğu pek bir eksiklik yaratmayan bir ikinci tercih olursunuz. Tüketici için vazgeçilmez olmanın yolu farklı ve anlamlı olmaktan geçer. Bizdeki odaklanma sorunu daha bir çok konuda sürer gider; en az ürünün performansı kadar tasarım ve yeniliğe odaklanmak gerekir, sadece ürüne değil, ürünle birlikte verdiğiniz hizmete odaklanmak gerekir, satmaya değil, sevdirmeye, fiyata değil, değere odaklanmak gerekir. 21 4- Tutarsızlık Türkiye’de en az odaklanma kadar önemli bir sorun da tutarsızlıktır. Tutarsızlığı markanın kendi içindeki tutarsızlık ve zaman içinde tutarsızlık olarak ikiye ayırabiliriz. Markanın kendi içindeki tutarsızlığı da ikiye ayıralım: Vaat – performans tutarsızlığı ve kimlik tutarsızlığı. Bir markayı zayıflatmanın en iyi yolu, o marka hakkında tüketiciye söyledikleriniz ve vadettiklerinizle, onun için yaptıklarınızın birbirini tutmamasıdır. Özü ve sözü bir olmayan güçlü bir marka var olamaz, çünkü değerli markalar gücünü büyük ölçüde müşteri sadakatinden alır. Müşterileri hayal kırıklığına uğratmayacak kadar vaatte bulunun. Hatta mümkünse vaadinizi performansınızdan biraz daha düşük tutun, onlara ürününüzü kullanırken keşfedecekleri küçük sürprizler bırakın. Deneyimi güçlendirmiş olursunuz, bağlılık ve sadakati arttırırsınız. Kimlik tutarsızlığı, bir markanın kimliğini oluşturan ürüne yönelik ve ürün dışı özelliklerin birbiriyle uyumsuzluğudur. Marka kimliğini oluşturan tüm unsurlar, aynı bütünün parçaları gibi kurgulanmalıdır. Logo, renk, maskotlar, ambalaj, ürün formu, marka sözcünüz, reklam yüzünüz, perakende atmosferiniz, ses, koku, doku, kullandığınız metaforlar gibi sembolik özellikleriniz, tüketiciyle ilişki kurma biçiminiz, stiliniz, tonunuz, hepsi marka kişiliğinizi yansıtmalı. Ürün özellikleriniz vaadinizle, vaadiniz tüketici motivasyonlarıyla, fiyatınız algılanan değerinizle, konu m l and ı r m an ı z kimliğinizle tutarlı olmalı. Marka, her bir parçası özenle planlanan bir stratejidir, içindeki tutarsızlıklar anlamsız bir markaya doğru götürür. Zaman içinde tutarsızlık ise markada kimlik bozukluğuna yol açar. Her yönetici değişikliğinde, ajans değişikliğinde veya rakip atağına karşı zorunlu olmadığı halde değiştirilen temel kimlik unsurları, bunları sahiplenmenin getirebileceği müthiş avantajları yok etmekle kalmaz, tüketicinin markanızdan uzaklaşmasına yol açar. Siz altı ayda bir karakteri değişen biriyle herhangi bir ilişki kurmak ister misiniz? Tüketici neden istesin? 5- Bilgisizlik Araştırmayla tüketiciyi anlamaya çalışmadan, know-how’a, ar-ge’ye, tasarıma yatırım yaparak ürün-hizmete yenilik katmadan, çalışan seviyesini eğitimle yükseltmeden, profesyonellere sormadan, okumadan, anlamadan, sonuçları ölçmeden marka yaratmaya çalışmak; hedefinize daha uzun, daha zor, daha maliyetli ve daha riskli bir yoldan gitmek demektir. Marka gibi soyut varlıkları anlama zorluğu, bunlara yatırım yapmaktan çekinmeyi de beraberinde getirir. Bilgiye yapacağınız yatırıma değil, yapmamakla başınıza geleceklere acıyın. O zaman sattığınızda markanız lüks otomobilinizden daha fazla para eder. 6- İlgisizlik Bir marka bir işletmede ne kadar üst düzeyde yönetilirse, o kadar başarılı olur. Patronlar, CEO’lar markanın şirketin en önemli stratejilerinden biri olduğunun farkına varmayıp, sadece pazarlama ve iletişim bölümlerinin işi olduğunu sanırsa, güçlü bir marka sahibi olmak hayal olabilir. Bu bölümleri ne kadar kalifiye yöneticilerle yürütürseniz yürütün; onları stratejik kararlarınıza dahil etmedikçe, tüm organizasyonun dikkatini markaya çekebilmeleri ve kurum içinde ve dışında ellerini güçlendirmeleri için gerekli desteği vermedikçe, markalaşmak için kendi üzerinize düşeni yapıyor sayılmazsınız. 22 MAKALE BAŞLIK Doç. Dr. Işıl Zeybek > İstanbul Kültür Üniversitesi > İletişim Sanatları Bölümü sağlayan etmenler üzerinde de durmak yararlı olacaktır kuşkusuz. LÜKS MARKA MI DEDİNİZ… Lüks… Yaşam sanatına dönüşen ve konforla bütünleşen lüks olgusu… Her zaman göreceli bir anlam aktaran, nesnel olmayan, kazanılan ve kültürel bir özellik içeren kavram… Lüks olgusu, ortaya çıkışından bugüne kadar bir ayrıma işaret etmekteydi…Sanki diğer kişilere yüksekten bakan, ayrımcılık yapan bir olguydu… Öncelikli olarak saraylıları halktan ayıran, bir başka anlatımla “yukardakilerle” “aşağıdakileri” ayıran, yüce, ender, tek gibi söylemlerle nitelendirilen, güç ve iktidar arzusunun dış gerçekliğine yardımcı olan büyülü bir sözcüktü… Lüks dünyası, değişik kültürlerin kucaklaştığı, beğenilerin melezleştiği, arzuların, tutkuların ve mutluluğun uluslararası düzlemde yaşandığı bir arenadır. Bu arenada lüks, kutsal bir değer taşıyan kimlik kartıdır. Bu kimlik kartı kişilere bir üstünlük sağlamakta ancak onları farklı kılmaktadır. Çünkü lüks, zevk sahibi olmanın, zarafetin, şıklığın, seçkinliğin, ayrıcalığın, uyumun birlikteliğinden doğan bir düşünsel keşiftir, bir serüvendir. Lüks olgusunu yalnızca tanımlamak, açımlamak yeterli değildir. Lüks ürünlerin ya da markaların tanınmasını En başta, nadirlik/azlık… Herkes hem fikirdir ki, lüks nadir bulunan bir şeydir; sokaklarda bulunmaz. Paris’te Hermès’te, bir Kelly çantası için pek çok ay beklemek gerekir. Bu süre Japonya’da ise belki de pek çok yıldır. Bir özel tasarım elbise için ise yine aynı biçimde pek çok hafta beklemek gerekir. Nokia’da bir Vertu telefon için 5 ay, Prada’da 400 dolarlık bir pantolon için ise üç ay, John Lobb’da bir çift ayakkabı için 10 ay, Amerika’da bir Porsche Boxster için bir yıl ya da Cosmograph Daytona marka Rolex bir saat için iki yıl beklemek gerekir. Bir Omas tükenmez kalem için fırınlama süresi ise 350 gündür. Elbette, nadirlik, “biricik” olma durumu tek bir parçanın en üst tepesinde yer almakta ve bu düzeyde yücelmektedir. Özellikle kuyumculuk, deri ya da kristal sektörlerinde özel siparişler çerçevesinde kişiye özel tasarımların yapılması da söz konusudur. Örneğin, kozmetikte, By Terry markası 780 avro’ya bir ruj yapmış ve bunu “dünyada sadece bir tane olan ürüne sahip olmak arzusuyla Paris’te Véro-Dodat Mağazasına provalarının yapılması için özel jetiyle gelen zengin bir müşterisi için hazırlamıştır. Bu bağlamda, yalnızca nadir olan mı lükstür? sorusu akıllara gelmektedir. Tabii ki hayır. Matbaa da, ilk zamanlarında nadir bulunan bir şeydi ancak matbaa şu an bir lüks nesnesi olarak kabul edilmemektedir. Fosil bitkileriyle ilgilenen kişiler tarafından bulunan, Lucy ya da Toumai fosilleri Dünya’da tek ve değerli olan eşsiz fosillerdir ancak yine de onlar bir lüks nesnesi değillerdir. Fiyat ise, lüks ürünler dile getirildiğinde önem kazanan bir diğer ölçüttür. “Daha pahalı olan daha lükstür” anlayışı genel olarak yaygındır. Bir yat ya da bir özel jet herkesin rahatlıkla ulaşabileceği türden mallar değillerdir. Lükste bazı takılar hariç, fiyat açısından pahalı olma durumu… Evet geçerlidir. Bununla birlikte lüks olarak nitelendirilmeyen ancak fiyat açısından daha da pahalı olan, bir başka deyişle bedelini ödeme sürecinde çok az kişi tarafından karşılanabilen durumlar da vardır: Örneğin, uzaya gerçekleştirilecek olan ufak bir yolculuk… Bir iki multi-milyarder bunu talep etmiştir. Bu durum ne kendi gözlerinde ne de başkalarının gözünde bir lüks değildir. Çünkü hiç kimse bir uzay kapsülü içinde kapalı kalmayı kolay kolay göze almaz ve bunu bir lüks gibi varsayarak yapılacak sayısız alıştırmaya boyun eğmez. Tersine, lüksün önemli bir bileşeni tutkudur. Alain Etchegoyen’in dediği gibi, bir Yquem Şatosu ne ulaşılmazdır ne de basit bir örnek yapıyı temsil 23 etmektedir. Ancak şişe, elbise, etiket, tatma isteğinin yoğunluğu, düş gücü, sarayın istilası, yapıya duyulan bütün bu heyecanlar, “lükstür” der. Bu bağlamda, malın ender olması, para ile elde edilebilmesi, yanında duyumsal bir deneyim getirmiyorsa, bir haz sağlamıyorsa, lüks değildir. Bir şey daha pahalı oldukça illa ki o şeyin lüks olduğu anlamına gelmemektedir. Tersine, kimi zaman fiyatı yüksek olmayan şeyler de lüks olarak adlandırılabilmektedir; Örneğin, İtalya’da yaz mevsimini bir çardağın gölgesinde geçirmek, Champs-Élyséees tiyatrosunda bir Pollini resitali izlemek, Mont-Blanc etrafında bir yürüyüş yapmak kimi insanların düş gücünde bir lükstür. Bu listede yer alan konu başlıkları her birinin düşlerine, hayallerine göre sonsuza kadar uzatılabilir. Dolayısıyla, yüksek fiyat, tek başına lüksü betimlemek için yeterli bir ölçüt değildir. Peki, yaratıcılık? Pek çok profesyonel, lüksün özelliklerini sıralarken, durmadan yenilenmenin ve yaratma yeteneğinin altını önemle çizmektedir. Ekonomik sektörlerin birçoğunda bu gerçektir ve lüks ürünlerde olduğundan daha da pahalıdır. Bir saatçinin ya da bir kuyumcunun yeni bir cep saati ya da yeni bir takı yaratması için birçok yıla gereksinimi olduğu gibi (Rolex’te 5 yıl) milyon avrolar gerektiren bir bütçeye de sahip olması gerekmektedir. Bu açıdan, otomotiv ya da yiyecek-içecek sektörü yaratıcılıklarıyla daha ön plana çıkan sektörlerdir. Çünkü bu sektörler, çok daha az zamanda yeni modeller, yeni hizmetler ya da yeni ürünler, yeni tatlar ortaya koymaktadırlar. Yenilik bu sektörlerde süreklidir. Yaratıcılık, yenilik kavramları artık hemen hemen her alanda kendini göstermektedir dolayısıyla yaratıcılık ve yenilik ölçütleri yalnızca lükse özgü ölçütler değildir. Ve ayrıntı hissi? Ayrıntı hissi kendini lükste açıkça göstermektedir… Yağmurlu günlerde şemsiyenizin halılara su damlatmaması için Hermès’te size sunulan plastik kılıflar binlerce örnek içinden verilebilecek örneklerden bir tanesidir. Dünya’daki bütün Lancôme’ların satış noktalarında müşterilere söylenen Fransızca “merhaba hanımefendi” söylemidir. Dünyanın her yerinde tüm satış noktalarında tüketiciler, “Bonjour, Madame” söylemiyle karşılanmaktadır. Bernard Arnault’un sıkça belirttiği gibi, “perakende ayrıntıdır” ve bu düşünce, özellikle lükste çok doğrudur. Kurucu hareketlere ve kurucu girişimlere gelirsek, markayı kuranın “girişimci” olması ve yeniye açık olması önemlidir. Lüks olgusu birçok mağazanın kaynağıdır. Hatta birçok işletmenin de kaynağıdır. Varolan örnekler arasından rastgele bir tanesini alırsak, kot pantolonu icat eden Lévi’s, 1860 yılında doğmuştur. Bir başka örnek, lüks markası olmakta başarısız olan, 1783 yılında sektörde yerini alan Schweppes markasıdır. Alman olan kurucusu, başlangıçta Cenevre’de kuyumcu olarak büyük bir servet kazanmıştır. Ancak, su minarelerinin gazlaşmasının yöntemini bularak, alkolsüz içecekleri (soft-drink) Coca Cola’dan yüz yıl önce keşfetmiş ve piyasaya sunmuştur. Gerçekten de lüks olsun olmasın her markanın tarihi, uzun kurucu hareketlerini/girşimlerini içermektedir. Yoğurt endüstrisi mucidinin (Danone), metal gümüş mucidinden daha az kabiliyetli ya da daha az ilgili olduğunu düşünmek için de hiç bir neden yoktur. Eski olma durumu da aynı biçimde dikkate alınması gereken bir diğer ölçüttür ancak bu ölçüt tamamen lüks markalara özgü değildir. 24 Aşağıda belirtilen bazı markaların doğum tarihleriyle bu durum açıkça görülmektedir: Maille (1747), Badoit (1778), Maggi (1830), Liebig (1803), Nestlé (1865), Heudeberr (1906), Lu (1846), Nicolas (1822), Twinings (1706), Lindt (1845), Vakko (1934), Beymen (1971), Hotiç (1938), Yıldırım Mayruk (1960), Atalar (1912). Yabancı lüks markaları da eskidir, hatta bazen Fransız lüks markalarından bile eskidir: Fortnum&Mason, 1707 yılında Londra’da Fauchon ya da Hédiard’dan önce doğmuştur. Wedgwood 1759’da doğmuş, kristalci Waterford ise 1783 yılında doğmuştur. Cam işçiliği yapan İtalyan Salvati 1859’da, Shiseido 1872’de, Penhaligon’s 1870’de, Rubelli 1859’da, Loewe 1846’da, Tiffany 1837’de ve İngiliz kuyumcu Asprey 1781’de doğmuştur. En eski porselen fabrikası Saxe, porselenleriyle meşhur olan bir Alman firmasıdır ve 1710 yılında Meissen’de kurulmuştur. Le Danielle -sadece 15.yüzyıl tarihli bir bina olarak değil; otelcilik faaliyeti olarak da 19.yüzyılın başında- 1898 yılında faaliyete geçen Ritz’e göre daha eskidir. Kalite ölçütü de, lüks olgusu dile getirildiğinde belki de en çok konuşulan bir ölçüt olarak değerlendirilmektedir. Ancak bu olgu, İkea’nın da söylediği gibi daha çok lüks markalarının tekelinde değildir. Lüks ürünlerin, aynı kategorideki diğer ürünlerden daha üstün kaliteye sahip olduklarını düşünmek saçmadır; ancak aynı biçimde yalnızca lüks ürünlerin yüksek bir kaliteye sahip olduklarını ileri sürmek de son derece saçmadır. Örneğin, Renault, L’Oréal, Apple, Nestlé gibi markaların kalite düzeyi oldukça yüksektir. İmgesel/düşsel olarak nitelendirilen diğer ölçüt konuyla ilgili son ölçüttür. Bazı yorumculara göre bu, lüks markaların değer hesaplaması yapılırken birinci sırada yer alan oldukça güçlü bir ölçüttür. Örneğin Hermès borsada değerinin % 90’nını adındaki altı harften almaktadır. Yalnızca %10’luk bir oran, Hermès’in atölyeleri ve hammaddeleri ya da elle dokunabilir olma özelliği çerçevesinde değer kazanmaktadır. Hermès adının 6 harfi ne anlama gelmektedir? Yoksa bir araya gelen harfler, düşsel olana bir gönderme mi yapmaktadır? Ayrıca, marka durmadan yeniliklerle, değişimlerle düş gücünü beslemektedir. Bu durum özellikle markanın, parfümlere yönelik gerçekleştirilen iletişim uygulamalarında da kendini göstermektedir. Hermès’in, 2010 yılında unisex olarak piyasaya sürdüğü “Voyage” adlı parfümü bu açımlamaya güzel bir örnektir. Söz konusu parfümün tanıtımı için hazırlanan filmde, insan kullanımı hemen hemen hiç yoktur, hiç bir betimleme yer almaz, metin yoktur, yalnızca simge kullanımı vardır: Bir kuş, dörtnala giden bir at... İki simge, final sahnesinde Pegasus’u çağrıştırmak için birleşmektedir ve Yunan mitolojisinde Pegasus’un birçok özellikleri olmasının yanı sıra “Yolculuk Tanrısı” olarak adlandırılması da, parfüm adının “Yolculuk/Seyahat” olmasına gönderme yapmaktadır. Bu noktada, görsel ve dilsel göstergelerin birbirlerini bütünleştirmesi dikkatleri çekmektedir. Dilsel göstergelerden kastettiğimiz parfümün adına yapılan göndermedir. Türkiye’de tüketiciler tarafından en çok alışveriş yapılan kozmetik mağazalarından biri olan Sevil parfümerinin web sayfasında söz konusu parfümle ilgili şu tanıtım yazısının yer aldığı görülmektedir: “Hermès’in seyahat ruhunu anlatan yeni unisex parfümü, canlı ve güvenilir bir hikaye sunmaktadır. İçeriğinde yer alan sandal ağacı ve sedir ile önceden tahmin edemediğiniz yazınızı keşfedecek, melekotu, andıç meyvası ve beyaz misk ile yeni yolculuklara çıkacaksınız. Bu göz alıcı, odunsu, fresh ve misk parfüm ile başlangıcın gücüne tanık olun”…. Bu bağlamda, “seyahat ruhu”, “tahmin edemeyeceğiniz”, “keşfedecek”, “yeni yolculuklara çıkacaksınız”, “başlangıcın gücü”, “tanık olun” söylemleriyle, tüketicilerin bu ürünü kullanmaları durumunda yaşayacakları haz ve keyfe davet etmektedir marka. “Yunan mitolojisinin kanatlı atı, diğerleri arasında tanınabilir olan uçan sandaletleriyle Hermès... Bilindiği 25 üzere Zeus’un habercisi olan Hermès, Yunan Tanrılarının arasında en hızlısı olmakla birlikte ayaklarında kanatlı sandaletleri ve şapkası, elinde büyülü bir değnek taşımasıyla tanınmaktadır. Pegasus ise, Yunan Pantheonunda önemli kahramanların Bellerophone ve Tezeus’un zor görevlerinde ulaşılmaz coğrafi bölgelere yetişmek için kullandıkları hızlı bir attır. Sonuç olarak mitolojik göstergelerle, parfüm hedef kitlenin yaratacağı düş gücünü harekete geçirmektedir. Bununla birlikte, düşsel/imgesel olanın lüks markalarına özgü olduğu düşüncesine sahip olmak da çok doğru değildir. Çünkü Nestlé’nin ortaya koyduğu düş’ün, Ungaro’nun ortaya koyduğu düşsel imgelemden daha az değerli olduğu söylenebilir mi? Kesinlikle hayır. Nestlé’nin düşü yuva imgesi, çocuklar ve besleyen anne imgesi üzerine kurgulanmıştır. Bunun nedeni, eczacı olan Henri Nestlé, piyasada satılan çocuk mamalarından farklı bir içeriğe sahip bir mama üretmiştir; özellikle emzirilemeyen bebekler için hazırlanan bu mamanın, bir çocuğun hayatını kurtarması kısa sürede ün yapmıştır. Coca-Cola’nın düşünü, bütün düş kırıklıklarına rağmen, markayı dünyanın en pahalı markaları sınıflamasının (şirketler değil) en tepesinde yer alması oluşturmaktadır – Vuitton’dan dört kat daha fazla- tutmaktadır. Apple’ın düşü, karşılaştırılma yapılmaksızın; Dior’un değişik bir adla piyasaya çıkan “yeni erkek parfümünden” daha zengindir. Tütüne karşı kanunlar ifade yeteneğini kısıtlamasına rağmen Marlboro’nun düşü her zaman büyüleyicidir. Malboro yalnızca Batı Amerika’nın büyük bir bölümünü şiirsellikle elinde tutmaz. Kovboy betimlemesi ve üç milyar yıldan beri batı düşünün kurucularından bir diğer figür olan Yunan mitolojisinin içinde yer alan kahramanlardan Herküle bir gönderme yapmaktadır. vAncak bazı lüks olarak tanımlanan markalar arasında düşsele/imgesele sahip olmayan lüks markalar da vardır. Guerlain, Lancôme ya da Armani de görüldüğü gibi yalnızca sahip oldukları adları onları güçlü kılar… Düşsel/imgesel etmen, imgelemeyi, düş gücünü oluşturmakta ve markaya bilinçsiz bellek ile uyum sağlamasına izin vermektedir. Levi’s ise - uykuda olmasına rağmen - daha güçlü ve yapılandırılmış bir düşsele/imgesele sahiptir. Bütün anımsama gücünü kaybeden kaçınılmaz yorumlama hatasına kadar Guy Laroche’da Fidjiise inanılmaz biçimde zengin imgesel/düşsel ile süslenmiştir. Gerçekte, bütün büyük markalar – lüks ya da değil- bir düşsele/imgesele sahiptir. Ancak, başka alanlarda olduğu gibi burada da lüks markası olup olmadığını betimlemenin zor olduğuna ilişkin bazı şüpheler vardır; bu belki de “marka” sözcüğü yerine daha çok “lüks” sözcüğü üzerine yoğunlaşılmasından kaynaklanmaktadır. Belki de lüksü, diğer sektörlere oranla kenarları diğerlerine göre daha bulanık olan ekonomik bir sektör olarak görerek lüks olgusunun gözden geçirilmesi gerekmektedir. Yalın bir biçimde, yalnızca güçlü markalar ve onlardan daha az güçlü olan diğer markalar vardır. Onur Salkım 26 RÖPORTAJ STRATEJİK MARKA İLETİŞİMİ İÇİN İPUÇLARI DGSA (Devlet Güzel Sanatlar Akademisi) grafik bölümünden 1985 yılında mezun olmuştur.Milliyet gazetesinden sonra Admar Reklam, Radar Reklam, RPM/CDP Europa, Select, Reklamreklam, Ekstra İletişim, Artus, Komet’de; reklam yazarı, müşteri temsilcisi, yaratıcı yönetmen, stratejist, ve marka danışmanı olarak görev yaptı. Halen; stratejist, marka ve iletişim danışmanı olarak hizmet verirken, İstanbul Kültür Üniversitesi’nde İletişim Sanatları bölümünde ve İKÜ Meslek Yüksek Okulu’nda öğretim görevlisi olarak; Reklam Söylemi I ve II, Kurumsal Reklamcılık, Bitirme Projesi, Sosyal Medya, İnternet Reklamcılığı derslerini vermektedir. Size göre özgün ve başarılı bir marka nasıl yaratılır? Başarılı bir marka uzun vadede “benzersizlik” konsepti üzerine kurulmalı ve bu özelliği müşterin zihinlerine yerleştirilmeli. Markaların bu gücü elde etmeleri ise üretimden satışa kadar tüm aşamalarda seçilmiş hedef kitlesine “bu ürünlerden, hizmetlerden” fazlasıyla olmasına rağmen bu marka gibi bir alternatifinin olmadığı konusunda ikna etmektir. Marka yaratmanın geniş kapsamlı bir organizasyon olduğu unutulmamalıdır. Öncelikle iyi bir Benian Kalafatoğlu > Yaratıcı Yönetmen - Stratejist > İKÜ İletişim Sanatları Bölümü Öğretim Görevlisi yönetim ve beyin kadrosuna ihtiyaç vardır. “Biz” duygusunu taşıyan ve aynı amaca hizmet eden çalışanlar grubu, markanın arkasındaki görünmeyen en büyük gücü oluşturmaktadır. Marka kalite demektedir. Bunun için iyi, kaliteden ödün vermeyen üretim yapılması gerekmektedir. Ayrıca iyi bir marka ismine sahip olması gerekmektedir. Markanın alıcı gruplar için konumlandırılması, doğru hedef kitlenin saptanması için demografik öğeleri, sosyolojik, psikolojik faktörleri iyi belirlenmiş olmalıdır. Halkla ilişkiler ve reklam çalışmaları, doğru bir pazarlama stratejisi ve markanın uzun vadede gündemde kalmasını sağlayacak AR-GE çalışmaları bir markanın yaratılma sürecini oluştururlar. Etkili marka vizyonu ve misyonu belirleme sürecinde nelere dikkat edilmeli ve nasıl bir yol izlenmelidir? Vizyon, ulaşılmak istenen hedef ve amaçlardır. Markalar içinde bulundukları zorlukların ötesinde başarılması öngörülen, hedeflerini ortaya koyarak, mücadele edip başarıya ulaşan liderlerdir. Vizyon, ulaşılmak istenen, farklılaştırılmış bir gelecek düşüncesi ve geleceği öngörmektir. Vizyonun altında stratejilerin, amaçların, motivasyonların, duyguların ve değerlerin yönlendirileceği eğilimler belirlemek gerekir. Misyonu şirketlerin varoluş nedeni olarak görsekte aynı şekilde bir markanın da mutlaka misyonunun olması gerekmektedir. Misyon, bir markanın varlığının temel amacıdır. Gelecekte olmak istediği yer, şu andaki durumu, toplumdaki imajı ve yöneticilerinin geniş perspektifli dünya görüşüdür denebilir. Etkin bir misyon oluşturmanın yollarının başında piyasaya yönelik olmak gelmektedir. Doğru organize edilmiş ve markanın içinde bulunduğu pazardan yola çıkarak kurguladığı misyon tanımı, markanın özel müşteri gruplarına hizmeti oluşturan ve onların özel nitelikli gereksinimlerini karşılayan bir biçimde olması gerekmektedir. Markanın ayrıca spesifik olması da en önemli yol belirleme aracıdır. Bir markanın üretimden, satışa, sunuma kadar sahip olması gereken temel politikalar nedeniyle misyon spesifik bir çerçeveye oturtulmalıdır. Marka ismi seçiminde hedef kitle algısında nasıl başarılı yer edinme yapılabilir? Kısa vadede, markanın pazar içinde yer edinebilmesi, sadık müşteri grupları edinebilmesi gibi zorluklar yaşaması, markanın hayatta kalmasını sağlamak amacıyla benzersiz fikir ve özgün bir tema ile davranmasını gerektirir. Uzun vadede ise pek çok zorluğu aşmış ve pazara yerleşmiş, hatta lider konuma yükselmiş markanın ortada dolaşan değeri ismi olmaktadır. Günümüzde markaların başarısının özünde yenilikçilikleri ve yaratıcılıkları bulunuyor. Kulağa hoş 27 gelen, markanın hitap ettiği hedef kitlenin beğenisine, beklentilerine cevap verebilen isimler markalaşma konusunda kolaylık sağlamaktadır. Stratejik marka yönetimi nasıl yapılır? Marka stratejisi şirketlerin uzun vadeli planları göz önüne alınarak belirlenir. Stratejide yer alan hedefler; rakiplere göre konum avantajı kazanmak ve psikolojik, aynı zamanda ekonomik marka hedefleridir. Marka stratejileri, marka değerinde de etkili bir faktör olarak değerlendirilmelidir. Pazarında tek marka olmak veya belli markalara sahip olan şirketin aynı aileden yeni marka çıkarması ya da bir şemsiye markanın altında yer alan yeni bir marka yaratmak gibi farklı stratejiler uygulanabilir. Global markaların genelde kullanmaya çalıştığı strateji tek marka stratejisi; bir üreticinin tüm ürünlerinin her birini ayrı marka ismiyle markalamasıdır. Sektördeki en iyi örnek ise Procter& Gamble’dır. P&G her ürününü ayrı marka ismiyle markalar. Reklamın marka ile ilişkisi nedir? Marka yaratma konusunda reklam hiçbir zaman tek başına yeterli olmamıştır. Buna rağmen reklam faaliyetleri bir markanın en önemli yatırım araçlarından biridir. Reklamın görevi tüketicilerin markayı tanımaları, benimsemelerini sağlamaktır. Günümüzde genel olarak tüketicilerin reklamı yapılmayan ürünlere/ markalara güven duymamasıdır. Reklamı yapılan bir markanın öncelikle marka kimliğinin belirlenmesi gerekmektedir. Tüketicilerin düşünceleri öğrenilmeli ve beklentilerine cevap verilecek şekilde reklam yapılmalıdır. Eskiden olduğu gibi sadece imaj reklamları bu günün markaları için yeterli reklam faaliyetleri olamamaktadır. Klasik ya da interaktif ortamların araçları hedef kitlenin özellikle ilgisi belirlenerek bilinçli bir medya programı ile kullanılmalıdır. Kusursuz bir kimlik oluşturmada reklamın yanı sıra halkla ilişkiler faaliyetleri de doğru bir şekilde uygulanmalıdır. Türkiye şu anki durumu itibariyle nasıl bir marka? Türkiye için yıllardır filmler çekilir, afişler yapılır. Yurtdışındaki pek çok turizm bürosunda afişler yer alır. Fuarlarda Türkiye tanıtım filmleri yer alır. Yerel tatlar sunulur. Amaç daha fazla turistin ülkemizi ziyaret etmesini sağlamaktır. Bu arada markalaşmanın hedefi de deniz, kum, güneş, tarihi kalıntılar, damakları şenlendiren yiyecekler… Markalaşma için şart olan iyi ürün, iyi hizmet gibi daha önce de belirttiğim pek çok özelliğin bir araya getirilmesi söz konusu olmasına rağmen özgün bir alan olan ülkemiz için söylediklerimizin, gösterdiklerimizin ne kadar arkasında durabiliyoruz? Denizlerimiz her gün biraz daha kirleniyor. Bakmıyoruz. Yaptığımız tatlılarımıza şeker yerine mısır şurubu koyuyoruz. Sağlıksız sunumlar yapıyoruz. Gelen turistlere fahiş fiyatlarla satış yapmaya çalışıyoruz. Bir yatağı birden fazla kişiye satabiliyoruz. Sayılabilecek daha pek çok yanlış uygulamaya rağmen yine de insanlar bu ülkeyi merak edip geliyorlar. Bence marka olduğu için değil, merak ettikleri için geliyorlar. Selen Çeliköz, Duygu Erdoğan, Merve Gürbüz Onur Salkım 28 MAKALE Yrd.Doç.Dr. Volkan EKİN > İstanbul Kültür Üniversitesi İletişim Sanatları Bölümü SPOR PAZARLAMASI, MARKALAR ve PAZARLAMA 3.0 “Geleceğimizle ilgili en büyük soruları sormak, sadece bir entelektüel merak konusu değildir. Bu bir ölüm kalım meselesidir.” Alvin TOFFLER ortamında güç dengesinin müşteriler lehine değişmesine neden olmuş ve bu durum, işletmelerin ticaret yöntemlerini değiştirmelerini gerektirmiştir. Günümüzde pazarlara yön veren güçlerin başında gelen gelişen teknoloji, dijital devrimin gerçekleşmesini ve bilgi çağı’nı doğurmuştur. Bilginin, bilgiye dayanarak üretim yapıldığı çağımızda dijital ve bilgisayar teknolojisi, bilgisayar yazılımlarındaki ilerlemeler ve internet, pek çok işletmeyi hatta ekonomiyi korkunç bir rekabetle karşı karşıya bırakmaktadır. Küreselleşme ise bölgesel işletmeleri tehdit ederken dünyayı büyük bir süpermarket haline getiren gelişme olarak karşımıza çıkmaktadır. İletişim ve lojistik alanlarında yaşanan gelişmeler sayesinde işletmeler, ürünlerini diğer ülkelere daha kolay ulaştırabilirken, benzer şekilde tüketiciler de ülke dışındaki pazarlardan ürünleri daha kolay satın alabilir hale gelmişlerdir. Hızlı değişime neden olan bütün bu güçlerin yanı sıra, günümüz müşterilerinin ürün hakkında daha bilgili, fiyat duyarlılıkları yüksek, rekabet ortamında kendilerine değer sunan ürünleri aradıkları görülmektedir. Müşterilerin mal ve hizmetlerin kalitesi ile ilgili beklentilerinin farklı olması ve kişiselleştirilmiş ürünlere olan taleplerinin artması, rekabet 21. Yüzyılda pazarlama; karşılanmamış gereksinim ve talepleri saptayan, bunların büyüklüğünü ve olası karlılığını tanımlayıp ölçen, işletmenin hangi hedef pazarlara en iyi şekilde hizmet verebileceğini belirleyen, hedef pazarlara uygun mal, hizmet ve programlara karar veren ve işletmedeki herkesin müşteriyi düşünüp ona hizmet etmesini isteyen temel işletme fonksiyonudur. Ancak, bu ifadeler, pazarlamanın yönetsel tanımlarıdır ve pazarlamanın Kotler ve Keller tarafından geliştirilen sosyal tanımını da unutmamak gerekmektedir. Buna göre, sosyal pazarlama, başkaları için değeri olan mal ve hizmetlerin, yaratılması, sunulması ve özgürce değiştirilmesi yoluyla, insanların ve grupların istek ve gereksinim duydukları şeyleri elde ettikleri toplumsal bir süreçtir (Korkmaz, Eser, Öztürk ve Işın,2009, s.19-21). Günümüzde, pazarlamacıların sıkça kullandıkları ve çok sevdikleri bir söz olan; “Marketing is everything - Pazarlama her şeydir”, aslında ne yaparsanız yapın, pazarlayamıyorsanız, hiçbir şey yapmamışsınızdır görüşünü ifade etmektedir (Okay,2010,s.15-16). Oysa, insanların kendi kendilerine yeterli oldukları yaşam dönemlerinde pazarlama yoktu. Kendi kendine yeten insanlar, zorunlu gereksinimlerini giderecek malları kendileri üretirken, gereksinimlerinden çok üretimde bulunmadıkları için de malların değişimi (alışveriş, ticaret, mübadele) söz konusu olmamıştır. Aile yaşamı, küçük toplum yaşamına dönüştüğünden de bu yapı sürmüş; üretilen mallar, toplum üyeleri arasında bölüşülmüştür. Kendine yeten küçük toplum yaşamından öteye gidebilen toplumlarda ise ilk pazarlama eylemleri başlamıştır. Aileler tek tür ürün (mal) üretiminde uzmanlaşmışlardır. Sonuçta, bölüşüm düzeni zayıflamıştır. Ailelerde olduğu gibi, toplumlarda da bir benzer durum ortaya çıkmıştır. Aileler ya da toplumlar, gereksinimlerinden çok mal üretince, pazarlama da başlamıştır. Böylece, toplumun kendine yeterli ev ekonomisinden sosyo-ekonomik bir yapıya dönüşmesi sürecinde pazarlama doğup, gelişmiştir. İşbölümünün gelişmesi, sanayileşme akımı ve nüfusun kentleşmesi, pazarlamanın gelişimini sağlamıştır. Bu nedenle, pazarlama, bir devrim değil, bir evrim sonucu ortaya çıkmıştır (Cemalcılar,1994,s.3-29.). Üstelik bu evrim, bünyesinde barındırdığı değişimler ile yaşamın her alanında ve toplumun her katmanında kendini hissettirmeye devam etmektedir. Göz ardı edilmemesi gereken bir 29 diğer nokta da; pazarlamada yaşanan değişimlerin, beraberinde çeşitliliği de getirmesidir. Toplumların gereksinimlerine göre; her birinin tek tek ya da bir arada, ancak bütünleşik bir yapı içinde kullanabileceği; pek çok yeni pazarlama yaklaşımından söz etmek mümkündür. Postmodern, retro, green, nöro, metafor, eğlence ve spor pazarlaması seçenekleri ise bunlardan sadece belli başlılarını oluşturmaktadır. Hemen her yerde hedef kitleleri çevreleyen bu yaklaşımlar, markalar için de yaşam kaynağı olmaya devam etmektedirler. Geçmiş, günümüz ve bugün arasında “duygusal” bir bağ kurmayı, aidiyet duygusu yaratmayı ya da farklı olmayı özendiren, ancak özünde belli bir eylem (değişim) için “ikna”yı amaçlayan bu yaklaşımlar; adı geçen evrimin sonuçları olarak karşımıza çıkmaktadır. PAZARLAMA 3.0 ve SPORTİF MARKALAR Günümüzde; haberleşme altyapıları ve televizyon yayıncılığında yaşanan teknolojik gelişmeler ile internet ve 3G teknolojilerinin yaygın kullanımı sayesinde, neredeyse geniş kitlelere ulaşmak bir sorun olmaktan çıkmıştır. Geçmişte, radyo – TV yayıncılığında yaşanan zaman, mekan ve teknoloji problemlerinin ortadan kalkması ile kitlelerin ilgi duyduğu spor alanlarının 24 saat takip edilebilmesi, beraberinde yepyeni bir izleyici profilinin de gelişimine neden olmaktadır. Buna göre; küreselleşmenin önemli elemanlarından biri haline gelen spor ile ortak duygular rahatça p ay l a ş ı l a b i l m e k t e , ortak bir dil ve kültür üzerinde uzlaşı sağlanabilmektedir. Beraberinde; çeşitli spor organizasyonlarını izlemek için televizyon ya da bilgisayar karşısında geçirilen “serbest zaman” ve sporla ilgili hemen her şeye harcanan paranın ulaştığı rakamlar ise, pazarlamacıların gözünden kaçmamaktadır. Öyle ki; ilk olarak, 1978 yılında Advertising Age dergisinde adı geçen “spor pazarlaması” terimi; özellikle 1990’lı yıllardan sonra sporun bir endüstri haline gelmesiyle birlikte; tüm pazarlama prensiplerinin, spor ürünleri ve hizmetlerine uygulanmasının yanı sıra, sporla ilgisi olmayan markaların da sporla bütünleşerek kullandıkları, önemli ve oldukça popüler bir tanıtım aracı olarak karşımıza çıkmaktadır (Argan, Katırcı, 2008, s.22). Markaların, öncelikle bilinirliklerini arttırmak, ardından hedef kitlelerinin zihninde olumlu izlenimler yaratmak ve tercih edilme noktasında da rakiplerinin bir adım önüne geçebilmek amacıyla yürüttükleri spor pazarlaması faaliyetlerinde, topluma verilen mesajların da yeri oldukça önemlidir. Örneğin; gençlerin ve her yaştan kişilerin spora teşvik edilmesi, kamu sağlığı açısından doğru bilgilerin sunulması, sivil toplum kuruluşları ile yürütülen iş birliktelikleri ve benzerleri, pazarlama 3.0 açısından da rahatlıkla ele alınabilecek uygulama alanlarını oluşturmaktadırlar. Bu bağlamda; Pazarlama 3.0’a uygun bir diğer uygulama alanı da, markaların, çevrenin sürdürülebilirliği konusundaki hassasiyetlerini gösterebilecekleri “geri dönüşüm” konusudur. Geri dönüştürülmüş PET şişe kullanımı her geçen gün artmaya devam ederken, geri dönüşüm sisteminde elyaf haline getirilerek tekstil sanayinde kullanılan PET şişeler; yakın zamana kadar halı, fırça kılı, kumaş üretiminde kullanılmaktaydılar. Ancak, spor dünyasının en önemli kıyafet üreticilerinden biri olan NIKE, bir ilke imza atarak, bugüne kadar üretilen en çevreci formayı, FC Barcelona takımı için tasarlayıp, üretime geçmiştir (www. nikeinc.com). Ardından, bu çevreci trendin takipçileri olarak; Manchester United ve Juventus futbol takımlarının da dönüşümlü formaları tercih ederek, çevreye duyarlı, öncü takımlar arasındaki yerlerini aldıkları görülmektedir. 30 Bu bağlamda; “Çevreci Tasarım” (Considered Index) programının bir parçası olarak NIKE; Japonya ve Tayvan’daki katı atık sahalarına gitmesi planlanan ve burada bileşenlerine ayrılan ve normal koşullar altında doğaya dönüşümü 500 yıl alacak olan kullanılmış PET şişeleri, forma üretimde kullanmaktadır. Uygulamada, PET şişeler, temizlenmeleri ve etiketlerinden sıyrılmaları için büyük bir bulaşık makinesine yerleştirildikten sonra, ince tabakalara ayrılarak eritilmekte ve forma kumaşlarının dokumasında kullanılacak ipliğe dönüştürülmektedirler. Bu üretim işlemi, geleneksel polyester üretimiyle karşılaştırıldığında, enerji tüketimini %30 oranında azaltan ve yaklaşık 100 milyon plastik su şişesini katı atık sahalarına atılmaktan kurtaran, “çevreyle dost formanın” üretilmesini sağlamaktadır (www.nikeinc.com). Böylece PET şişelerin, “vahşi çöp” olarak tanımlanan, doğaya zarar veren yapıdan kurtarılarak, ekolojik, dengeye katkı sağlanması amaçlanmaktadır. NIKE markasının bu yaklaşımı, kısa zamanda tüm tekstil ve spor dünyasının da gözlerini çevre duyarlılığı ve geri dönüşümün önemine çevirmesine neden olmuştur. NIKE ile yine Türkiye’nin önde spor kulüplerinden biri olan Galatasaray SK’nın 2011-2012 sezonunda profesyonel futbol takımı forma sponsorluğu anlaşması; Türkiye’de bu alanda bir ilk olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna göre; Galatasaray SK için üretilen maç formaları ile GS Store’larda taraftarların beğenisine sunulan ürünler arasında yer alan “sarı renkli forma”, tamamen geri dönüşümlü ürün mantığı çerçevesinde üretilmektedir. Böylece Galatasaray SK, geri dönüştürülmüş PET formayı tercih ederek çevreye verdiği önemi ve çevrecililik ruhunu yansıtma gayretini, NIKE ile gerçekleştirdiği “iş birlikteliği” ile ortaya koymaktadır. Galatasaray SK, futbol takımının kullanacağı “sarı renkli, çevreci forma”ların her birinde 8 adet PET şişenin geri dönüşümünden üretilmiş iplikler kullanılmıştır. Dünyanın en hızlı gelişen, en büyük sektörlerinden biri haline gelen spor sektöründe benzer bir uygulamaya, NIKE markası ve A Milli Futbol Takımı birlikteliğinde rastlamaktayız. Türk Milli Futbol takımının yeni deplasman formasında, ulusal simgeler, çağdaş bir tasarımla temsil edilirken; formanın üstü, Türkiye’nin ilk milli maçında ve sonraki 40 yıl boyunca giydiği forma tasarımının postmodern versiyonundan oluşmaktadır. Kırmızı bisiklet yakalı beyaz t-shirt’ün göğüs bölümünde kırmızı bir bant, bandın tam ortasında ise ay yıldız bulunmaktadır. Ayrıca, yine bir ilk olarak A Milli Takım formasında nazar boncuğu tasarımı da bulunmaktadır. Pazarlama 3.0’ın kültürel ve manevi değerlere verdiği önem açısından da örnek oluşturan bu çalışmanın çevreci bir boyutu da bulunmaktadır. Bir başka tanımla, formanın şort kumaşında %100 geri dönüştürülmüş polyester kullanılmış ve her bir forma, ortalama 13 adet geri dönüştürülmüş PET şişeden üretilmiştir. Tüm bu örnekler doğrultusunda; spor pazarlaması, markalar ve pazarlama 3.0 arasındaki ilişkinin çok daha yoğun olarak yaşanacağı bir geleceğin hiçte uzak olmadığı, bugün öncü olan markaların, yakın gelecekte ciddi bir avantaja sahip olacakları ve bu çerçevede yerli / yabancı pek çok üreticinin iletişim stratejileriyle beraber, üretim ve rekabet stratejilerini de gözden geçirmek zorunda kalacakları, yaşanan gelişmeler sonucunda açıkça görülmektedir. Toffler ve Kotler’in, uzun zamandır işaretlerini ortaya koydukları bilgi çağı toplumundaki iletişim ve pazarlama anlayışlarının yansımaları, bireysel çabalar formatından çıkıp, sektörel anlamda da kendini göstermeye başlamıştır. SONUÇ Alvin Toffler, Üçüncü Dalga adlı yapıtında, insan uygarlığını, ekonominin geçirdiği aşamalara göre üç dalgaya ayırmaktadır. Buna göre; birinci dalga, en önemli sermayenin, üzerinde tarım yapılan toprak olduğu, tarım çağıdır. İkinci dalga ise İngiltere ve Avrupa’daki sanayi devriminin ardından gelen sanayileşme çağıdır. Üçüncü dalga ise bugün pazarlama 3.0 olarak tanımladığımız bilgi çağını temsil etmektedir. Toffler, üçüncü dalga yani bilgi toplumundan söz ederken, içinde bulunduğumuz bilgi çağının değişkenlerinin, ilk iki dalga ve bunların özelliklerine bütünsel bir bakış açısıyla bakarak, başarı kriterlerinin saptanması ve dolayısıyla da bireysel ve toplumsal analizler yaparak ortamsal 31 körlükten kurtulunmasını, kalite ve verimlilikte ulusal rekabet avantajının elde edilebilmesini sistemsel bir bakış açısıyla ortaya koymaktadır. Özetle; Toffler, üçüncü dalganın ortaya çıkışında, birinci ve ikinci dalganın dinamik bir evrimleşmesinin söz konusu olduğunu ifade etmektedir (Kotler,2011,s.9). Toffler’e göre; yeni uygarlık o denli farklıdır ki, “doğrudur diye” benimsemiş olduğumuz bütün eski görüşlerimizi zorlamaktadır. Eski düşünce tarzları, eski formüller, öğretiler, ideolojiler, geçmişte ne denli yararlı olmuş olurlarsa olsunlar, artık bugünün gerçeklerine uymamaktadır. Yeni değerler ve teknolojilerin yeni jeopolitik ilişkilerin, yeni yaşam biçimleri ve haberleşme yöntemlerinin etkisiyle ortaya çıkan bu dünya, yeni düşünceleri, yeni benzetmeleri, yeni sınıflandırmaları ve kavramları da gerektirmektedir (www. kho.edu.tr/kutuphane/kitap). Pazarlama 3.0 adlı yapıtında, Alvin Toffler’e birçok kez göndermede bulunan Philip Kotler de, bu gerçekler doğrultusunda, zaten evrimini tamamlamış olduğu bilinen pazarlamanın da insanlığın yaşadığı hızlı değişim sürecinde yeni bir sınıflandırma ile tanımlanması ihtiyacını ortaya koymaktadır. En başta da belirttiğimiz gibi Kotler de, “kıtlık” kavramının yakın gelecekte sıkça karşılaşacağımız bir gerçeklik olarak yaşamımızdaki yerini alacağını ve bunu kabullenmemiz gerektiğini, ancak bu durum ile “yüzleşmenin” olabildiğince “ötelenebilmesi” için hep birlikte iş birlikteliklerinde bulunmamız gerekliliğini vurgulamaktadır. Bu noktada, üreticilere düşenin; daha sağlıklı, kaliteli, çevreci, kültürel ve manevi değerlere önem veren; kadın ya da erkek cinsiyeti ayrımcılığında bulunmayan, bulaşıcı ve ölümcül hastalıklara karşı duyarlı, çocuk ölümlerine seyirci kalmayan, toplumsal sorunlara önem veren birer kurum olarak varlıklarını devam ettirmekleri olduğu açıktır. Üretirken, tüketici ile aynı zamanda duygusal bir bağ kurmayı, onu dinlemeyi, anlamayı, gerektiğinde üretimin bir parçası konumuna getirmeyi ve gereksinimlerinin yanında ona katma değerler sunmayı içeren Pazarlama 3.0; unutulmamalıdır ki 1.0 ve 2.0’dan bağımsız bir oluşum değildir; bu yalnızca daha karmaşık bir süreçtir. Bu süreçte, özellikle hızla büyüyen sektörlerin başında gelen spor endüstrisinde ve doğal olarak spor pazarlaması anlayışında yaşanan değişimler, Pazarlama 3.0‘ın kitlesel olarak kendini hissettirdiği, yansımalarının en net görüldüğü alan olarak öne çıkmaktadır. Pazarlama 3.0 ile yakın ilişki içinde olan marka kavramı göz önüne alındığında ise, markaların da insanlar gibi tüketicilerin zihninde farklılık yaratabilecekleri bir kişiliğe sahip olma istekleri dikkat çekmektedir. Marka yöneticileri; böylece tüketicilerin tercihlerine yön verebileceklerine inanmaktadırlar. Bununla beraber insanlar, hayatlarında farklı roller edinen arkadaşlara sahip oldukları gibi, farklı ürün gruplarına karşı aynı amaca hizmet eden farklı markalara da sahiptirler ve tüketiciler kendi değerlerini, duygularını ve özelliklerini markalarla özdeşleştirmek istemektedirler. Tüketicilerin marka seçimleri, kişisel değerleri veya yaşam biçimlerinin doğrudan bir göstergesi olarak değerlendirilmektedir (Erdil, Uzun,2010,s.72-76). Bu göstergeler, spor markaları için de geçerli olduğu gibi, sporu bir tanıtım aracı olarak kullanan markalar için de geçerliliğini korumaktadır. Günümüzde, spor endüstrisinin gelişimiyle eş zamanlı olarak; farklı spor alanlarının ortaya çıkışı, kitle iletişim araçlarındaki gelişmeler, bireylerin serbest zamanlarındaki artış, spor ürünlerinin çoğalması, pazarlama eğilimlerinde yaşanan artış, spor endüstrisindeki yüksek karlılık oranları ve sporun küresel bir pazar haline gelmesini iyi değerlendiren, bu gelişmeleri fırsata çevirebilen, tüketiciyi anlamaya gayret gösteren ve pazarlama 3.0 felsefesi ile uygulama yapabilen spor markalarının ve sponsorlarının, şimdi olduğu gibi gelecekte de bilinçli tüketime yönelmiş kitlelerin zihinlerindeki algı ve konumlarının ise farklı olacağını bugünden görmek mümkün olmaktadır. Onur Salkım 32 RÖPORTAJ BAŞLIK İLETİŞİM DANIŞMANLIĞI ÜZERİNE... Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü’nden mezun olan Aysun Koçaner 1993 yılında IMAGE Halkla İlişkiler’de çalışmaya başladı. 1995-1997 yılları arasında Londra’da gazetecilik ve İtalyan Sineması konusunda eğitim aldı. Koçaner, BMW, MINI, Land Rover, Rolls Royce, Unilever, Deniz Ticaret Odası, Tüyap, Interpro, Avea, DKNY, Türkiye Basketbol Federasyonu, Galatasaray Eğitim Vakfı, Feyziye Mektepleri Vakfı, Akbank, Garanti Bankası, Pirelli, Uno, Yapı Endüstri Merkezi gibi kurum ve firmalarla çalıştı. Erdemir ve Telekom özelleştirme projelerinde aktif görevler alan Koçaner, IMAGE tarafından gerçekleştirilen ve ödül alan proje ekiplerinde yer aldı. Bimco (Baltic&International Maritime Council) projesi ile Kongre Dergisi tarafından “1997 yılı En Başarılı Medya İlişkileri Çalışması” ödülü, MINI Türkiye Lansmanı ile IPRA Başarı Ödülü’nü aldı. IMAGE Halkla İlişkiler’de çalıştığı 17 yıl boyunca medya temsilciliği, müşteri ilişkileri yönetmenliği, süpervizörlük gibi ünvanlar alan Koçaner, 2010 yılında IMAGE Halkla İlişkiler’den ayrılarak freelance olarak çalışmaya başladı. Halen mimarlık, gıda, eğlence ve moda alanlarında iletişim danışmanlığı görevini yürütmektedir. Aysun Koçaner > İletişim Danışmanı > İKÜ İletişim Sanatları Bölümü Öğretim Görevlisi İletişim sektörünün, özellikle Halkla İlişkiler mesleğinin duayeni olan Betül Mardin ile çalışma şansına sahip oldunuz. Peki Betül Mardin ile çalışmak size neler kattı? Ben halkla ilişkiler diye bir mesleğin var olduğunu Betül Hanım’ın bir röportajından öğrenmiştim. Lisedeydim ve meslek tercihleri konusunda kafam biraz karışıktı. Betül Hanım’ın güçlü kişiliği, mesleğine olan sevgisi ve sahipleniş biçiminin beni çok etkilediğini net bir şekilde hatırlıyorum. Dolayısıyla, iletişim fakültesi şemsiyesi altında yer alan halkla ilişkiler bölümleri ilk tercihlerim arasında yer aldı. Betül Hanım’la çalışmak koskoca bir kütüphanede yaşayıp her gün oradan bir kitap seçip okumak gibidir. Her an bir şey öğrenirsiniz. Bunların hepsi, halkla ilişkilerle ilgili olmak zorunda değildir üstelik. Edebiyat, tarih, sinema, dinler, adab-ı muaşeret, müzik, yemek tarifleri, kadın erkek ilişkileri, sağlık... Kendisi her konuda sonsuz bir bilgiye sahiptir ancak daha önemlisi hiç tükenmeyen bir öğrenme ve öğretme isteğine de sahiptir. Daha birkaç yıl önce yabancı bir dergide nanoteknoloji ile ilgili makaleler okuduğunu görüp şaşırmıştım. Çok renkli, çok neşeli, çok pozitif ve müthiş çalışkan bir insandır. Onunla çalışmak, hayatımın en büyük şanslarından biridir. Bugün baktığımızda Betül Mardin kişisel bir marka statüsündedir. Peki kişisel marka nedir? Nasıl oluşur? Kişisel marka olmak çok zorlu bir süreçtir. Hedefi çok iyi belirlemek gerekir. Her markanın oluşumu gibi sosyal paydaşlar ve hedefe uygun strateji üzerinde çalışılmalıdır. Ama marka olmaktan daha önemli olan şeyin kişisel itibarı oluşturmak ve korumak olduğunu düşünüyorum. Siz bir iletişim danışmanısınız. Bu mesleğin dününü, bugününü biliyorsunuz. Peki bu meslekte nasıl bir gelecek görüyorsunuz? Benim bu yıl meslekte tam yirmi birinci yılım. Mesleğin nasıl geliştiğine, dönüştüğüne, araçların, mecraların, beklentilerin nasıl farklılaştığına çok yakından tanık oldum. Ben, iletişim konusu ve ona bağlı diğer disiplinlerin her zaman çok önemli olacağına inanıyorum. Örneğin, kurumsal sosyal sorumluluk konusu ben mesleğe başladığım yıllarda üzerinde çok durulan bir konu değildi. Şimdi büyük şirketler sadece bu konuyla ilgili departmanlar geliştirmeye başladı. Birçok sivil toplum kuruluşu faaliyet göstermeye başladı ve bu konunun iletişimi için apayrı bir dil oluşturulması gerekliliği ortaya çıktı. Aynı şekilde sosyal medya, iletişim dünyasına dair dengeleri değiştiren ama bir taraftan da zenginleştiren yepyeni bir konu olarak hayatımıza girdi. Şimdi metrekareye 3 sosyal 33 medyacı düşüyor… Yani gelişen ve hep ihtiyaç duyulacak bir meslek olduğuna inancım sonsuz... Farklı sektörlere hizmet veriyorsunuz, yöneticileri iletişim çalışmaları konusunda ikna etmekte zorluk çekiyor musunuz? Halkla ilişkiler mesleği söz konusu olduğunda, kimse işsiz kalmaz. Genellikle iletişim çalışması yapmak isteyen şirketler, ihtiyaçları doğrultusunda bizlerle irtibat kurarlar. Bu yüzden bu konuda bir ikna etme zorunluluğu pek fazla yaşamadım. Ama şu tür örnekler yaşadım: Harika bir şirket, çok başarılı, çok güzel hikâyeleri var, üstelik bir halkla ilişkiler şirketinden danışmanlık alıyorlar ama asla çıkıp kendilerini anlatmıyorlar. Bunun farklı nedenleri olabiliyor. Göze batmak istemezler, rakipler bilgi çalar diye korkarlar ya da kendilerini anlatmanın, basında görünür olmanın, lider iletişimi ve itibar yönetiminin önemini kavrayamazlar. Şirketler, genelde PR şirketini de krizler için ya da basit basın bülteni gönderimleri gibi konular için tutarlar. İşte bu tür durumlarda şirketler açısından iletişimin önemini anlatmak gerekiyor. Bir de bunun tersi durumlar oluyor. Yaptığı her şeyin müthiş haber değeri olduğunu ve her şeyin iletişiminin yapılması gerektiğini düşünen yöneticiler vardır. 30 tane ağaç diktirince çevre dalında yılın sosyal sorumluluk projesini yaptıklarını sananlar, ürünlerinin kutusunu değiştirmenin büyük inovasyon olduğuna inananlar… Bunun gibi yüzlerce örnek yaşamışımdır. Böyle durumlarda iletişimin dozunun önemini anlatmak ve iletişim için farklı yöntemler geliştirmek gerekiyor. Her ikisi de bu işin en zor kısımlarındandır… İletişim danışmanlarının doğru yolda ilerlemeleri için nelere dikkat etmeleri gerekiyor? Bir iletişimci kendini farklı konularda geliştirebilmelidir. Birçok konuda bilgi sahibi olmak, gündemi takip etmek, çevre edinmek bu iş için temel adımlardır. Bir iletişim danışmanı, müşterisinin itibarını yöneten kişidir. Bundan dolayı, iletişim danışmanlarının önce kendi itibarlarını korumaları gerektiğine inanırım. Örneğin ben etik olarak kabul edemediğim bir projenin iletişim çalışmasını asla yapmam. Belki maddi anlamda bu bir kayıptır ama bir iletişim danışmanı olarak inandırıcılığımın zedelenmesi göze alabileceğim bir şey değil… Türkiye’de hangi sektörün en çok iletişim, halkla ilişkiler çalışmalarına ihtiyacı vardır? Özel sektör bu konuda son derece bilinçli ama özellikle kamu sektörünün daha şeffaf olmaya, istikrarlı ve dürüst iletişime ihtiyacı var diye düşünüyorum. Bu iletişimi tüm hedef kitle katmanlarına ve sosyal paydaşlarına farklı yöntemlerle yapmalılar. Sadece medyada görünür olmayı hedeflemek yerine biraz farklı yöntemler denemeli ve iletişim uygulamaları konusunda daha yenilikçi olmalılar diye düşünüyorum. Türkiye’de halkla ilişkiler ajanslarının hizmet kalitesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu konuda maalesef daha çok yol alınması gerekiyor. Biraz kopyalayapıştır anlayışı var. Bir ajansın farklı sektörlerde müşterileri oluyor ama hepsine aşağı yukarı aynı şeyleri öneriliyor. Bir de olaya sadece medya ilişkileri olarak bakılıyor. Ama medya ilişkileri bu işin sadece bir bölümü… Sosyal paydaş iletişimi çok daha kapsamlı ve daha geniş alanlar yaratan 34 bir konu. İçerik yaratma da ajanslar için sıkıntılı bir konu. Hep benzer içerikler üretiliyor ve o içeriğin aslında markanın mesajlarını yansıtıp yansıtmadığı göz ardı ediliyor. Sizce halkla ilişkiler uygulamaları kuruluşa ne sağlamaktadır? Bu sorunun yanıtı için kitap yazabilirim size! Çok özetle, itibar kazandırır. İtibar ne kazandırır? Rekabet gücü, krizlere dayanıklılık, farklı katmanlardaki hedef kitlelerle duygusal bağ, güvenilirlik… Artık ürünler, hizmetler aşağı yukarı birbirinin aynı iken farklılaşabilmek sadece bu tür disiplinleri akıllı bir şekilde kullanarak mümkün olabiliyor. Ülkemizden ve dünyadan başarılı bulduğunuz kurumsal sosyal sorumluluk projesi örnekleri var mı? Son zamanlarda en beğendiğim projelerden biri HSBC’nin “Geleceğe Gönüllüyüz” projesi oldu. Proje hem sürdürülebilirlik hem de geniş bir etki alanı olması açısından bence çok değerli. Sürdürülebilir bir ekonomi için önce sürdürülebilir yaşam ortamının gerekliliğinin bilinciyle uluslararası platformdaki deneyimini Türkiye’ye aktaran HSBC, farklı konularda çalışan 3 sivil toplum kuruluşu ile işbirliği yapıyor. Toplum, çevre ve eğitim konularının her biri için farklı birer projeyi sahiplenerek sosyal paydaşlarına seslenebilmeyi başarıyor. Toplum Gönüllüleri Vakfı, Tema ve Açev’in yer aldığı proje hem toplumsal duyarlılıkları ele alış biçimi hem de kurumsal mesajları ile örtüşmesi açısından fark yaratıyor. Çalışma hayatınızda başınıza gelen en ilginç şey nedir? Türkiye’de doğup uluslararası alanda önemli bir ödüle layık görülen Turkcell’in “Ekonomiye Kadın Gücü” projesini de anmadan geçemeyeceğim. Dar gelirli yaratıcı kadınlara mikrokredi ulaştıran, ekonomik desteğin yanı sıra eğitim, teknoloji ve pazarlama desteği de veren Turkcell, kadın girişimciler için e-ticaret kanalı “Turkcell El Emeği Pazar Yeri”ni hayata geçirdi. Yaklaşık 68 bin kadına ulaşan Turkcell, halkla ilişkiler dünyasının en prestijli ödülü olan IPRA Altın Küre ödülünü aldı. sözlü olarak ifade yeteneklerini geliştirmek için bol bol okumalarını ve asla asosyal olmamalarını da şiddetle tavsiye ederim. Bu meslekteki zorluklar, temelde insan ilişkilerine dayalı bir meslek olmasından kaynaklanıyor. Bir iletişim danışmanı çoğunlukla birkaç ilişkiyi bir arada yönetmek zorunda kaldığı için çeşitli sıkıntılar ortaya çıkabiliyor. Bir de danışman olarak inandığınız şeyi yaptırabilmek konusunda kimi zaman zorluklarla karşı karşıya kalınabiliyor. Ama bu işi severek yaparsanız çok keyif alacağınızdan ve çok renkli bir hayatınız olacağından hiç şüphe duymuyorum. Genç iletişimcilere önerileriniz nelerdir? Onları bu meslekte ne gibi zorluklar beklemektedir? Meslekle ilgili olarak heyecanlı ancak mesleğin uygulanması sırasında sakin olsunlar. Analitik düşünme yeteneklerini geliştirsinler. Meraklı olsunlar… Bir iletişimcinin antenleri hep açık olmalı… Uykusuzluğa ve yoğun çalışmaya dayanabilmek için iyi beslensinler. Olumlu olmak, insanlarla ilişkilerini geliştirmek, yeniliklere açık olmak ve takip etmek önemli. Yazılı ve Selen Çeliköz, Duygu Erdoğan, Merve Gürbüz 36 BAŞLIK MAKALE Yrd. Doç. Dr. Deniz Yengin > İstanbul Kültür Üniversitesi İletişim Tasarımı Bölümü 4.ÇAĞIN OYUNCAĞI: iPhone Yeni medya ilkelerinde belirtilen özellikleri taşıyan ve günümüz iletişim ortamının en popüler araçlarından olan Apple firmasının kullanıma sunduğu iPhone mobil telefon; bu çalışmanın örneklemini oluşturmaktadır. 1970’li yıllarda başlayan Apple serüveni 21. yüzyıla damgasını vurmuş durumdadır. Özellikle 2001’de iPod’la başlayan kullanımların hızlı biçimde artması Apple firmasının ciddi gelir elde etmesini sağladı. Bu yükseliş 2007’de iPhone aracının piyasaya katılmasıyla devam etmektedir. Ancak iPhone’nun diğer sistemlerden en önemli farkı dokunmatik bir kullanım sisteminin olmasından kaynaklanmaktadır. 2001 yılından itibaren Apple firması tarafından kullanıcıların kullanımına sunulan iPod, dijital çağın ikonu olmayı başarmıştır. Bununla birlikte 2007 yılında satışa sunulan iPhone hem mobil hem de kablosuz internet ortamını dokunmatik ekranla mümkün kılmaktadır. Ekonomide teknolojik yeniliklerin dışında bu yenilikleri üreten firmalar da dikkat çekmektedir. Özellikle toplam değeri 623 milyar dolar olan teknoloji devi Apple firmasının Amerikan borsalarında ki hisseleri hızla artmaktadır. Bu hisse artışı firmanın ürettiği ve satışa sunmayı planladığı iPhone 5 akıllı telefonuyla bağlantılı olmaktadır. Üretilen bu ürünlere olan taleple birlikte Apple mağazaları 2012 yılının son 10 ayında toplam 300 milyon kişi tarafından ziyaret edilmektedir. Akıllı telefonların yaşamı nasıl değiştirdikleri ilgili yapılan bir araştırma sonucunda bu ürünlerin etkileri şöyle sıralanmaktadır: ABD başkanlık seçimlerine hazırlanırken seçim yarışında akıllı telefon uygulamalarının etkisi hissediliyor. Özellikle gençlerin kullandığı uygulamalarda oy vermek için kayıt yaptırmaktan bağış yapmaya kadar birçok özellik bulunmaktadır. 8 ülkede yapılan araştırmaya göre 4 kişiden biri her 30 dakikada bir, 5 kişiden biri de her 10 dakikada bir telefonunu kontrol ediyor. Ankete katılanların 3’te 1’i telefonlarından kısa süreliğine ayrı kalsa bile endişeleniyor. 25 ila 29 yaşları arasında değişen cep telefonu kullanıcılarının 4’te 3’ü cep telefonlarıyla uyuyor. “Son teknoloji ürünlere sahip olma ihtiyacı duyuyor musunuz?” sorusuna verilen evet cevabı oranı ise yüzde 17’nin altına düşmedi. İngilizler yüzde 17, Amerikalılar yüzde 18, Brezilyalılar yüzde 37, Çinliler yüzde 46, Güney Koreliler yüzde 24 ve Hindistan’dan ankete katılanlar ise yüzde 57 oranında evet cevabını verdi. Ankete katılanların yüzde 32’si mesajlaşmayı telefonla konuşmaya tercih ettiklerini söyledi. Gece uyurken telefonunu yatağının yanına koyanların oranı yüzde 68 iken, arabasında bırakanların oranı yüzde 1 olarak açıklanmıştır. Bu araştırmalar ışığında toplumun ne derece telefona ihtiyacı olduğu anlaşılmaktadır. Kullanıcılara göre telefon günlük yaşamın bir parçası olmayı başarmıştır. Birey telefonunu yanından ayırmamaktadır. Bu sonucun en önemli göstergesi Apple firmasının ürettiği iPhone akıllı telefonların satış oranlarıdır. İlk piyasaya çıktığı günden günümüze kadar yaklaşık olarak 319 milyon adet satılmıştır. Aynı şekilde aynı firmanın bir başka ürünü olan iPad ise 121 milyon satmayı başarmıştır. Satış rakamları iPhone akıllı mobil telefonlarının ne derece talep gördüğünü göstermektedir. iPhone Apple firmasının 1993’lerde başlayan dokunmatik sistem çalışmaları özellikle 2007’den itibaren iPhone cihazlarla birlikte yükselişe geçmiştir. Küresel ekonominin tartışılmaz en değerli markası olan Apple; günümüz iletişim ortamına küresel anlamda yön vermektedir. Önceki bölümlerde belirttiğimiz kuramlar ve yaklaşımlar dokunmatik cihaz olan iPhone’la birlikte daha da güç 37 kazanmaktadır. Sayılarla ifade edilen yeni dünya düzeninde bireyler, banka hesaplarındaki sıfır katsayılarını arttırmaya çalışmaktadır. Bu arttırma işlemini gerçekleştiren her birey de tüketme işlevini yerine getirmektedir. Özellikle 2012 yılında Avrupa’da 44 milyon Euro mobil ödeme yapılmıştır. Bu bağlamda ekonomi ve teknolojinin birbiriyle ilişkisi daha da belirginleşmektedir. iPod, iPhone, iPad gibi Apple’ın ürettiği ürünler dokunmatik toplum anlayışının önemli araçlarındandır. Özellikle “hepsi bir arada”(all in one) özelliğine sahip iPhone’la birlikte bireyler aynı anda bir çok işi tek bir cihaz kullanarak gerçekleştirebilmektedir. 21. yüzyılın en değerli iletişim araçları; telefon, internet, kablosuz ağ özelliklerini içinde barındırmaktadır. İşte bu nedenle iPhone; bu özellikleriyle en çok tercih edilen akıllı mobil telefon olmayı başarmıştır. iPhone’u diğer kendi türündeki cihazlardan ayıran bir başka özellik de aplikasyon (uygulama)’lardır. Yıllardır kullandığımız ve kullanmaya devam ettiğimiz internet arayüzleri(web sayfaları) yerini artık uygulamalara bırakmaktadır. Akıllı mobil teknolojiler gelişmeden önce, internet adreslerinde gezinmek popülerken, artık uygulamalarla işlem yapmak daha popüler olmuştur. 700 milyon web sitesine karşın 2013 verilerine göre yaklaşık 1 milyon aplikasyon bulunmaktadır. Bu noktada özellikle web ve uygulama (aplikasyon) arasındaki farklar belirtmelidir. Kullandığımız iletişim araçlarıyla birey; gazeteyle okuyucu, televizyonla izleyici, internetle kullanıcı ve uygulamayla interaktif kullanıcı olmaktadır. Bireyler artık cihazların birey parçası olmaktadır. Bu noktada artık uygulamalar ya da aplikasyonlar günümüzde çok popülerdir. Bu uygulamalarla birlikte tasarım ve yaratıcılık ön plandadır. Bu cihazlarla çekilen fotoğraflarla bile sergiler yapılabilmektedir. Amerika’da düzenlenen iPhone Sanat Festivali’yle birlikte yeni yaklaşımlar(telefon fotoğrafçısı-sanatçısı) oluşmaktadır. Mobil telefon, internet, uygulama ve dokunmatik teknolojiyle birlikte kullanılan akıllı cihazlar toplum tarafından kabul görmüştür. Bu iletişim araçları kitleler hem kolaylıklar sunmakta hem de kitleleri dijital ortamda kontrol edebilmektedir. Bu güç belki de siyasal güç tarafından desteklenmektedir. Yeni medya örneği olarak seçilen iPhone, dokunmatik toplum yaklaşımının en temel aracıdır. Bu cihaz ve benzerleriyle birlikte artan kullanım sıklığı bu yaklaşımı beraberinde güçlendirmektedir. Endüstri, Post-endüstri, Enformasyon, Teknoloji, Bilgi ve Ağ toplumu yaklaşımlarının bir uzantısı olarak dokunmatik toplum anlayışı, bireyleri farklı bir sosyal yaşama doğru sürüklemektedir. Bu çalışmada da yeni medya bağlamında dokunmatik toplum anlayışı incelenmektedir. Dokunmatik Toplum Dokunmatik toplum, ekonomi temelli yaklaşımların bir ürünüdür. Kapitalist sistem, üretim ve tüketim olgusunu teknoloji üzerinden yürütmektedir. Teknolojik yenilikler, üreten ve emekçinin kazandığını harcamasına olanak sağlamaktadır. Özellikle dokunmatik sistemle çalışan ürünler bu tüketim çılgınlığını beraberinde getirmektedir. Dokunmatik topluma odaklanabilmek için hem Castells’in hem de Dijk’in özellikle üzerine yoğunlaştığı Ağ Toplumu (The Network Society) hipotezi incelenmelidir. Bu hipotez bireylerin birbirine olan bağlarını ilişkilerini teknolojik olarak ifade etmektedir. Özellikle dijital kodlarla ifade edilen ağ toplumu olgusu mekan olgusunu ortadan kaldırmıştır. Ülkeler arası 38 sınırlar kaybolmuş ve internetle birlikte bireyler istedikleri gibi iletişim kurabilmektedir. Dijk özellikle Kitle Toplumu ve Ağ Toplumu dönemlerini karşılaştırmaktadır. Bireyler için yeni medyayla birlikte yeni bir dil türemiştir. Bu yeni medya dilini bilenler, daha doğrusu dijital sisteme kayıtlı olanlar ve arayüzlere hakim olanlar için yeni bir uzam oluşmaktadır. Bu uzam ise küresel kenti temsil etmektedir. Castells’in belirttiği gibi ağ toplumuyla birlikte küresel köyden küresel kente doğru bir dönüşüm yaşanmaktadır. İletişim pratiklerinin teknolojik bağımlılıklarıyla birlikte medya (iletişim ortamı) bireylerin fiziksel bir parçası olmayı başarmıştır. Geçmişten günümüze medyanın dijital temelli dinamikleriyle dönüşmesini yeni medya olarak ifade edilmektedir. Önceki bölümlerde de açıklandığımız gibi dijitallik, etkileşim, hipermetin, ağ bağlantılı ve sanal özellikleriyle yeni medya olgusu beraberinde köklü değişikleri de getirmektedir. Bireyin yeni medya kullanımıyla birlikte ürettiği iletişim sürecinde görsel temaların kullanımıyla işlemler kolaylaşmaktadır. Geçmiş ortamlarda yaşanan sistemsel bilgi eksiklikleri, yeni medyayla birlikte basitleşmektedir. Özellikle de bu sistemlerde kullanılan dokunmatik altyapılar, yeni medyanın kullanım yükselişini arttırmaktadır. Tablet ve mobil cihazlar için üretilen dokunmatik sistemlerle birlikte kulanıcılar yeni arayüzlere adapte olmaktadır. Ancak bu arayüzler tamamiyle dokunma üzerine tasarlanmıştır. Bireyin ekranla kurduğu bu ilişkide arayüzler kadar özellikle tasarlanan uygulamalar da önemli konumdadır. Bu teknoloji için üretilen uygulamalar kullanıcılara yeni alternatifler özellikler sunmaktadır. Bireysel temelli ve sürekli güncellenebilir yazılımlarla desteklenen bu ortamlar tam anlamıyla interaktif süreçte gerçekleşmektedir. McLuhan, medya teknolojilerinin gücünü vurgulamaktadır. Medya; bireylerin düşüncelerini, hislerini ve hareketlerini bir biçimde şekillendirmekte ve etkilemektedir. Bu bağlamda dokunmatik akıllı mobil cihazlarla birlikte bireyler farkında olmadan yönlendirilmektedir. Marcuse’un da belirttiği gibi her şey sadece bir oyundan oluşmaktadır. Aslında dokunmatik altyapılar da bu oyunun birer parçasıdır. Aynı şekilde oyunu doğru kontrol edip medyaya içerik aktaranlar ise İnnis’in de vurguladığı gibi imparatorluklarını sürdürebilmektedir. Bu bağlamda medya ve imparatorluk tam olarak birbiriyle ilişkili bir yapıda olmaktadır. Teknoloji şeyleşmenin temsilcisi olmaktadır. Bu şeyleşmeyle birlikte günümüz ortamında yeni medyayla birlikte dokunmatik sistem özelliği küresel bir ortam yaratmasının yanında ayrıca tek tip bir toplum üretme potansiyeline de sahip olmaktadır. Bu özellik devletler tarafından kullanılmakta ve ciddi anlamda desteklenmektedir. Marcuse’un belirttiği tek-tip birey anlayışı dokunmatik sistemlerle birlikte daha da hızlı bir biçimde gerçekleşmektedir. Teknoloji ve onun aygıtlarının başkaları tarafından yönetildiğini vurgulayan Marcuse’a göre kitlelere düşünmeleri istenenler aktarılmaktadır. Önceki bölümlerde belirttiğimiz gibi medya; totaliter rejim tarafından kontrol altında olmaktadır. Medyayla birlikte kültür endüstrisi bağlamında kamusal alanda tek-boyutlu bireyler üretilmektedir. Yeni medya ve dokunmatik toplum birbiriyle ilişkilidir. Öncelikle yeni medyayla birlikte üretilen sanal dünyadaki kopyalanan gerçek yeni bir kültür yaklaşımı üretmektedir. Bu üretimle birlikte teknoloji de kendini yenilemekte ve özellikle bu yenileme işlemi dokunmatik sistemlerle daha da güçlenmektedir. Dokunmatik teknolojinin dijital sistemlerle birleşimi sonucunda yeni medya kuvvet kazanmakta ve ürettiği içerikler yaşadığımız ortama yön vermektedir. Yeni medyanın karakteristik özellikleri ve dokunmatik teknolojilerin birleşimiyle bireylerin kullanımına sunulan dokunmatik sistemler vazgeçilmez olmuştur. Bu noktada üretilen yeni arayüz yaklaşımlarıyla daha da yaygınlaşmaktadır. Web sisteminden uygulama 39 (aplikasyon) sistemine geçiş hızlı olmaktadır. Bunun en önemli sebebi ise dokunmatik sistemlerdir. Dokunmatik arayüz ve üretilen uygulamaların birleşimiyle yeni medya sıklıkla bireyler tarafından tercih edilmektedir. Bireylerin yaşadığı en önemli sıkıntı ya da çatışma; sistemin kendini yenilemesinden kaynaklanmaktadır. Bu durum da özellikle Innis’in belirttiği ‘İmparatorluk Araçları’yla kesişmektedir. Yeni medya kontrol altında tutulmakta ve kontrol altında tutanlar ise bireyleri yönetenlerdir. Dokunmatik toplum anlayışının temelinde de kontrol mekanizması yer almaktadır. İçeriği kontrol edebilen totaliter yönetim sistemi aynı şekilde bireyleri de kontrol edebilmektedir. Dokunma işlemiyle yaptığımız her işlem kontrol edilerek ve kayıt altına alınmaktadır. Bu durum Orwell’in 1984 ütopyasıyla birebir örtüşmektedir. Burada 1984 ütopyasında olduğu gibi izleyen bir mekanizma bariz bir şekilde görünmemekte ve kesinlikle bireyler tarafından bilinmemektedir. Bir güç mekanizması mevcut olmakta ve kendini gizleyerek istediği şekilde her bireyi ve her sistemi gözetleyebilmektedir. Bu gözetleme sistemi de Foucault’un “Hapishanenin Doğuşu” çalışmasındaki yaklaşımla birebir örtüşmektedir. Bu yaklaşımda ise hapishanede bulunan herkes kontrol edilmekte ve gözetlenmektedir. Ancak gözetleyen ve kontrol eden kesinlikle görülmemektedir. İşte bu görünmeme durumu aynı şekilde Dokunmatik Toplum yaklaşımında da aynı şekilde gerçekleşmektedir. Kontrol mekanizması bulunmakta, her türlü veri ve kişi kontrol edilmekte, ancak kimse bu kontrol sistemini bilmemekte ve görmemektedir. Teknolojinin gelişimiyle üretilen dokunmatik sistemler bireylerin işlerini ve sosyal görevlerini yapmalarında zaman tasarrufu ve uzam sorunsalı olmadan kolaylıkla gerçekleştirmelerine yardımcı olmaktadır. Burada önemli bir nokta olan yeni bir kültür olgusu ve bu kültür olgusuyla sınırları çizilen kamusal alan olarak ifade edilen Dokunmatik Toplum anlayışının farkında olabilmektir. Bu çalışma da teknolojinin getirileri doğrultusunda üretilen yeni medyaya olan bakış açısında bir farkındalık yaratmak hedeflenmektedir. Bugüne kadar medya ve yeni medya üzerine iletişim alanında birçok çalışma yer almaktadır. Teknolojik ve eleştirel yaklaşımlarla değerlendirilen günümüz iletişim ortamları her geçen gün daha da güç kazanmaktadır. İletişim Bilimi alanında medya kuramı üzerine yapılan çalışmalar temel alınarak yeni medyayla birlikte yaygınlaşan “dokunmatik toplum” olgusu bu yaklaşımlarla incelenmiştir. Özetle; teknoloji ve teknolojinin yeni medyaya yansımalarıyla incelenen günümüz toplum türü; beraberinde standartlaşmış ve birbirine benzeyen tek tip bir kültürü türetmektedir. Bu noktada teknolojiyle bütünleşik yeni bir jenerasyon üretilme isteği bulunmakta ve içinde bulunduğumuz bu durum pekte iç açıcı görünmemektedir. Teknolojik ve eleştirel yaklaşımlar bizlere doğru ve yanlışı göstermeye çalışmaktadır. Bize göre geniş çaplı, dünya gözüyle ufacık bir oyun oynanmaktadır. Bu genişlik içinde oynanan oyundan haberdar olunmamaktadır. Bu oyunun şu anki adı kapitalizmdir. Kapitalizm, dünyayı yönetmekte ve kontrol etmektedir. Kısaca bu yönetimi daha akılcı ve daha sağlam bir şekilde gerçekleştirebilmek için dönemsel olarak oyunun içine birbirinden farklı ya da birbirine yakın yeni oyuncaklar sunulmaktadır. Gerçek ve sanal arasındaki köprü olan yeni medyada kullanılan dokunmatik sistem oyuncakları bu sistemi ayakta tutmaya çalışmaktadır. Bu vesileyle oynanan oyunda üretilen veriler yeni kültürü oluşturmakta ve bu kültür topluluğu Dokunmatik Toplum olmaktadır. Sonuç olarak, dokunmatik toplum olgusu gücüne güç katarak yoluna devam etmektedir. Günümüzde internet kullanımının 9 yaşına kadar inmesi bunun en önemli göstergesidir. Türkiye’de akıllı telefon kullanan 19 milyon kullanıcı düşünüldüğünde geleceğin daha da teknoloji temelli bir ortamda gerçekleşeceği yadsınamaz bir gerçektir. Dolayısıyla bizleri gelecekte; görsel, dokunmatik ve kişisel temelli teknolojiler beklemektedir. Sonuçta, ya bu teknolojiye ayak uyduracağız ya da bu sistem içinde yok olacağız. Onur Salkım 40 MAKALE Aytaç Mestçi Dijital/Sosyal Medya Pazarlama Danışmanı Ayta Ayt ytaaç Mes M est estç tçi çi > Diji Dij D jittaal/ al/So /S So ossyyal yaal M Me ed dyyaa Pa P azzaarl arrlaam ma Dan ma Da D an nış ışşm manı ma an nı İletişim Sanatları Bölümü Öğretim Görevlisi > İKÜ İKÜ İK Ü İle İl let eti tiş işim şim m Sa S an ana nat atl tla lar arı rıı Böl Bö B ölü üm mü ü Öğ Ö ğrret ğre etim tim m Gö G öre ör rev evl vlis lissi si HER MARKA SOSYAL AĞLARDA OLMALI MI? Sene 2010, Türkiye’de ilk yapılan sosyal medya etkinliklerinden biri için bir oteldeyim. Üç gün sürecek etkinliklerin bir gününde beni de iki saat sosyal medyanın ne olduğunu anlatmam için çağırmışlar. Ama ben sadece beni çağırdıkları gün değil hepsine katılarak daha fazla ayrıntıyı fark etme derdindeyim. Neyse, sunumlar başladı. Sektörde çok fazla bilinen bu konuda güçlü markalara hizmet vermekte olan bir ajansın başkanı sunumunu yapmakta; - …Telekom firmasına ayrıntılı hizmetler vermekteyiz. Bunun için sosyal ağlarda etkin çalışacak ekipler oluşturduk. Ayrıca sektöre yeni girmiş ve üretimi de kendi yapan yani fabrikası olan xxx markasının sosyal ağ işine başladık. Burada da sosyal ağ ekibi aktif olacak dediğinde ben dayanamadım!!! Kafamı çevirip şöyle bir toplantı salonuna baktım. Elimi kaldırdım. - Pardon bir şey sorabilir miyim? Kendimi tanıtayım ben Aytaç Mestçi, konu hakkında danışmanlık veren bir firmam var. Sorum şu: Her marka söylediğiniz gibi sosyal ağlarda olmalı mı? Meğer insanlar birisinin soru sormasını bekliyormuş . Ben sorumu sorduktan sonra düzgün bir cevap gelmese de bir sürü başka sorular dinleyicilerden gelmeye başladı. Amacım katılımcılara sosyal ağ işinin sadece hesap yönetme ve içerik paylaşımı olmadığına dikkat çekmekti ve bunu başarmıştım. Bu etkinlikte başka farklı bir şey olmaz düşüncesiyle bir hava almak için salon dışına çıktım. Bir çay aldım ve mekanda boş duran yüksek ayaklı servis masalarından birine geçtim. Birden bir el sağ omuza dokundu ve ben daha tam dönemeden bir ses işittim. - Pardon Aytaç bey, sizinle görüşebilir miyiz? Soruyu soranın bir kadın olduğunu dönünce fark ettim. Yanında bir kadın daha vardı ve çayımdan aldığım yudum daha ağzımda olduğundan soruyu soran hanıma “Tabii buyurun...” gibi el işaretiyle gösterdim, ve genç bayan konuşmaya devam etti. - Ben Türkiye’de hizmet veren önemli teknomarketlerden birinin pazarlama müdürüyüm, ismim Earline. Arkadaşım Oleda da rakip markanın müdürüdür. Sorduğunuz soru bizim devamlı kendimize sorduğumuz ama yanıtı alamadığımız bir sorudur. - Evet..?! - Soruyu sorup hemen çıktığınızı fark ettim. Sanki sadece dinleyicilerin bir şeye dikkatini çekmek istediniz. Katılımcıların dikkatinin yoğunlaştığını fark edince de salondan çıktınız. - Siz de çok dikkatlisiniz! - Peki, bizim gibi firmalar sosyal medyada nasıl olmalıdır? - Vaktiniz var mı? Hemen otel yetkililerinden bir toplantı odası tahsis etmelerini istedim. Üç kişi, bize ayrılan toplantı odasına geçtik. - Bayan Earline ve Oleda sizlerin markaları doğrudan ürün üretip sattığınız ürünler değil. Ya da Türkiye’de satış hakkı sadece sizde olan ürünler satmıyorsunuz. Bu açıdan baktığınızda teknik destek süreciniz uzun sürecektir. Şöyle düşünün müşteri sizin markete geliyor, ürünü alıyor. Eve gittiğinde 41 sorunla karşılaşıyor. Bu sorunu hemen Facebook’tan paylaşıyor ve tabii ki çok kısa sürede dönüş bekliyor. Sizin verebileceğiniz tek cevap “Ürünü bize getirmeniz lazım, marka üreticisine gönderip kontrolünü sağlayalım!”dır. - Tabii ki başka şansımız yok, çünkü biz tamir hizmeti veremeyiz. - Evet, işte bu yüzden sosyal medyada sizin müşteri hizmeti ya da benzer hizmetleri vermeniz çok çok zordur. Çünkü ürününde sorun olan müşteri Facebook’a o mesajı yazar ve en fazla 15 dk. içinde bir cevap verilmesini bekler. Bu yanıt gelmediği an inanılmaz bir saldırı başlar. Sattığınız ürünlerden toplam arıza çıkma sayısının onda biri sosyal ağlardan bildirime giderse marka olarak dağılırsınız. Bu yüzden siz marka olarak sosyal ağlarda “Pasif İzleyici” olmalısınız. “Aktif Yayılımcı” diğeri ise “Pasif İzleyici” dir. Her ikisinde de önemli nokta firmanın kesinlikle sosyal medyada olması gerekliliğidir. - “Pasif İzleyici” mi? Demek ki, önemli olan sosyal medyada var olup olmamak değil, ne şekilde var olmaktır. Çünkü şu anda tek bir gerçek vardır ki o da bir firmanın sosyal medya için bir şekilde var olma zorunluluğudur. Kısaca anlaşılsın diye söylüyorum “Sosyal Medya” da olmak zorunludur. Peki, başta daha önemli bir soru söylemiştim, şimdi soruyu değiştirip tekrar soruyorum: *** “Her marka sosyal medyada olmalı mıdır?” sorusu bu işi yaptığımdan beri sorulan hatta bu işi yapan ve yapacak her kişinin de mutlaka sorması gereken bir soru olarak düşünürdüm. Ancak zamanla gördüm ki, bu sorudan daha önemli sorulması gereken başka bir soru vardır. İşte bu sorunun cevabını bulmanız, doğru bir strateji oluşturmanıza yardımcı olacaktır. Öncelikle bana göre “Sosyal Medya”’da var olmak kavramı doğru tanımlanmalıdır. Bir firma sosyal medyada sadece iki şekilde var olabilir. Bunlardan biri “Aktif Yayılımcı”: Sosyal medya pazarlama, e-pr yapısını bünyesinde aktif şekilde kullanmayı benimsemiş, sosyal ağlar üzerinden müşteri takibi yapmayı hedefleyen yayılımcıdır. “Pasif İzleyici”: Sosyal ağlarda yine yer alan ancak aktif olarak değil de sadece izlemede kalan firmadır. Burada bu firma pasif izleyiciliği devamlı sürdürürken başka bir seçenekte de bir anda aktif yanıtlayıcı haline de gelebilir.” “Her marka sosyal medyada aktif yayılımcı olabilir mi?” İşte gerçek ve düşünülmesi gereken soru budur. Burada öncelikle karar verilmesi gereken markanın müşteriye doğrudan etki ve ilişki/ iletim gücüdür. Yani bir müşteri marka ile doğrudan ne kadar ilişkidedir. Bunun sebebi çok basittir. Tabii ki sosyal medyayı kullanan günlük kullanıcı (her seviyeden her saatte girebilme olasılığı olan kullanıcı tipi) o markaya devamlı dokunuyorsa olumlu ya da olumsuz bir durum olduğunda düşüncelerini/ şikayetlerini söyleyebilme şansı varsa bunu tartışmasız olarak interaktif ortamdaki sosyal ağ platformlarında da yapacaktır. Böyle bir yapıdaki firma yine tartışmasız olarak sosyal medyayı “Aktif Yayılımcı” olarak kullanmalıdır. Hey siz oradakiler, benim fabrikam var, malım kaliteli, zaten kazanıyorum, bize bir şey olmaz diyenler; sosyal medya kullanıcıları tahta kurtları gibidir. Fark ettirmeden markanızı değerini azalttığı gibi tahtanın (markanızın) içini oyar ve bir gün siz markanın en tepesindeki 42 ve yalandan şikayetçileri kolaylıkla savurabilsin. İşte size teknoloji satışı yapan bir “Aktif Yayılımcı”: sandalyenizde kasıla kasıla otururken, sandalyenin paramparça olduğunu hiç fark etmezsiniz ve kendinizi yerde bulabilirsiniz. İşte o tahta kurtları sosyal ağlarda kılıçlarını çekinmeden savuran kullanıcı/müşterilerinizden başkası değildir. Dedim ya, kullanıcılar tahtakurduna benzer diye, tahta kurtları yumurtlama yöntemi ile çoğalır. Yani sosyal ağlarda tanıdıklarına olumsuz bir şey duydukları – gördükleri an hemen başkalarına yumurtlarlar (yani söyerler). Daha önemlisi erkek tahta kurtları dişileri ayırt etmezler ve genellikle çift cinsiyetlidirler. Yani sosyal medya açısından bakarsak kullanıcı portföyünde kadın – erkek hiç fark etmez kişiler karşıdakini görmedikleri için kelimeler tuşlardan daha bir kolay dökülür. Sonra tahta kurtlarının bıraktığı yumurtalar uygun ortam ve sıcaklıkta açılır. Yani kullanıcı sosyal ağlarda sinirini boşaltmak için en uygun ve herkesin oralarda olabileceği saatleri seçer bu şekilde daha hızlı bir yumurtlama, yani mesajların yayılması olur. Bu açıdan bakıldığında marka devamlı hazır bir “Aktif Yayılımcı” olmalıdır. Bu sayede savrulan kılıçlara anlık cevap verebilinsin ve şikayette bulunanları “2009’un Mart ayı, Best Buy Twitter üzerinden “Twelpforce” adını taşıyan bir kampanya başladı. “Bilgi almak müşterinin en temel hakkıdır” düşüncesiyle yola çıkan BestBuy, müşterilerin satın almış olduğu her türlü yüksek teknolojili elektronik cihazlara dair merak ettikleri sorulara sosyal ağlardan ve özellikle Twitter üzerinden çözüm bulmayı hedeflemiştir. Best Buy ekibi Twitter’da @Twelpforce adında bir hesap açmış ve bu hesabın başına Best Buy’ın kendi çalışanları arasından, dijital anlamda yetkin iki binin üzerinde anlık cevap verecek şekilde eğitilmiş uzman geçirilmiştir. Bu sayede Best Buy müşterilerin çağrı merkezlerini arama yüzdeleri düşmeye başlamış ve sorunlar çok hızlı şekilde Twitter’daki @twelpforce hesabı üzerinden çözülmeye başlanmıştır. Herhangi bir sorunu olan müşteri Twitter üzerinden sorularını paylaşıyor ve @twelpforce ekibinden anında yanıt alabiliyor. @twelpforce ekibi sadece Best Buy üzerinde oluşan ve müşterilerden gelen sorunları çözmüyor ayrıca tüm Twitter dünyasını da tarayarak teknik sorunları olan tüm Twitter kullanıcılarına @twelpforce ekibine sorulmasa bile çözüm sağlıyor. Bu hizmeti 7/24 sağlayan @twelpforce ekibi Best Buy’un satışlarında büyük artış da sağlamıştır.” Markam doğrudan satışta değil, boşver sosyal ağları!!! Peki, markanız doğrudan müşteriyle alakalı değil, satış yapılmıyorsa yani müşteri önce sizi değil de sizin satmış olduğunuz ürünleri içeren diğer ürünleri kullanıyorsa ne yapılmalı? İşte bu nokta da “Pasif İzleyici” çok doğru bir strateji olacaktır. Çünkü tahta kurtları hiç beklemediğiniz ve hatta ilgilenmediğinizi gördüğü an yine sosyal ağlarda yumurtlarlar. İşte tam bu sırada eğer siz ya da markanız “Pasif İzleyici” olarak sosyal ağlarda yer alıyorsanız, kolaylıkla tahta kurtlarını savurabilirsiniz Sonuçta ne yapmalıyım? Unutmayın; tahta kurtları her zaman hayatımızda, tabii ki sosyal medyada bugün size Facebook, Google Plus, Twitter’la görünür. Yarın daha nişleriyle belki de daha sonra bambaşka isimlerle... Önemli olan böyle bir yapıda olmaya öncelikle inanmanız, sonra da mümkün olduğunca çabuk sosyal ağlarda var olmalısınız. Tabii ki var olma şekli tamamen size kalmış… 44 BAŞLIK MAKALE Cahit Işık > Yaratıcı Yönetmen > Reklam Yaratıcıları Derneği Başkanı > İKÜ İletişim Sanatları Bölümü Öğretim Görevlisi REKLAM YARATICILARI DERNEĞİ 1989 yılında, Reklam Yazarları Derneği adıyla kurulan RYD, 2001 yılında tüzük değişikliğiyle Reklam Yaratıcıları adını alarak hem üye hem faaliyet alanını genişletmiştir. Reklam sektöründe, reklam yaratım süreci içinde yer alan Reklam Yaratım Yönetmenleri, Reklam Yazarları, Reklam Sanat Yönetmenleri ve Grafikerler güçlerini birleştirerek, pazarlama iletişimi çerçevesinde bu mesleklerin çıkarlarını korumak; aralarında mesleki bir dayanışma oluşturarak, bilgi, deneyim ve düşünce alışverişinde bulunabilmek amacıyla biraraya gelmişlerdir. Ayrıca, reklam yaratım düzeylerinin yükselmesi için çaba göstermek; uluslararası reklam çalışmalarında Türkiye´yi temsil etmelerini sağlamak; Türkiye´deki yerli, yabancı veya yabancı ortaklı reklam ajanslarında çalışan üyelerinin haklarını korumak; çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve yasaya dayalı telif haklarının korunması yönünde girişimlerde bulunmak. “Beyin Fırtınası”, “Copy Break” ve “Ders Arası” gibi yarışmalarla hem sektör profesyonellerine, hem de üniversite öğrencilerine yarışma ve kendini gösterme şansı vermiş olan dernek; “Cumartesi 3-5” etkinlikleriyle yaratıcı gençleri ustalarla buluşturmuş, eğitim programlarıyla da, sektöre girmek isteyenlere teorik ve pratik desteği sağlamıştır. Şu anda 694 üyesi bulunan derneğin yönetim kurulu başkanlığı görevini Cahit Işık sürdürmektedir. Cahit Işık Anadolu Üniversitesi, İletişim Fakültesi’nde Reklam-Halkla İlişkiler okudu. Sektörün ilk mekteplilerinden biri olarak, ulusal ve uluslararası reklam ajanslarında bir çok markaya reklam yazarı, reklam yaratıcı yönetmeni ve yaratıcı grup başkanı olarak kampanyalar yaptı. 2012 yılında RYD’ye başkan oldu. 2006 yılından bu yana Kültür Üniversitesi’nde, reklam ve yaratıcılık üzerine dersler vermekte, aktif olarak reklamcılık ve danışmanlık görevlerini sürdürmektedir. 45 İŞİMİZ MARKA, GÜCÜMÜZ MARKA! Herkes ürününe/hizmetine aşıktır. Onu geliştirirken kendince hiçbir fedakarlıktan kaçınmamıştır. En gelişmiş teknoloji parkını kurmuş, en iyi malzemeleri kullanmış, en iyi insan kaynaklarını oluşturmuş ve en etkili dağıtım kanallarını devreye sokmuştur. Ve bu ürün piyasaya “bomba gibi giriş yapacak”, “fırtına gibi esecek”, kapış kapış gidecektir. Tüketici de üretici gibi ürüne aşık olacaktır. Eğer bu hikaye onlarca yıl önce yaşansaydı, olurdu. Ancak, bugün öyle bir üretim ve pazarlama dünyası çok gerilerde kaldı. Günümüz dünyasında üretim, hatta ürün diye bir problem yok. Günümüzdeki problem çok daha büyük: Pazarlama. Aslında bunu marka olarak da ifade edebiliriz. Günümüzde sözünü ettiğimiz bu ‘iyi’ ürün özellikleri artık ürünün standart özellikleri haline geldi. Bir anlamda önkoşul oldu. Üründe ya da hizmette iyi/kaliteli olmak zorundasınız ama yetmez! Hedef kitleye/müşteriye başka şeyler sunmak zorundasınız. Üretim teknolojileri öyle bir boyuta ulaştı ki sadece bir ayakkabı üreticisi Türkiye’nin tüm ayakkabı ihtiyacını karşılayacak yeterlilikte; ama problemimiz sadece ayakkabı üretimi değil. Tüketicinin talep ettiği başka şeyler var; ilgisini çekecek, içinde olmak isteyeceği hikaye ve paylaşmak isteyeceği “bir duygusal” fayda. Net değil mi? Ürün devri çoktan bitti! Devir “duygusal fayda” devri. Zaten reklamcılık gibi koskoca bir sektörün var olma nedeni de, onlarca iletişim fakültesinin açılma nedeni de bu değil mi? Bu sektörden çıkan meslek örgütleri ve dernekler de aynı, var olma nedenine dayanmaktadır. Bunlardan biri de Reklam Yaratıcıları Derneği (RYD). Reklamcılığa farklı alanlarda hizmet eden birçok reklam yaratıcısını bünyesinde barındıran RYD, yıllardır üyelerine marka olmanın önemini, nedenleri ve nasıllarıyla anlatmaya çalışıyor. Popüler bir sektör algısına sahip olan/dönüşen reklamcılığın aslında çok dar ve zor olduğu; markaya fayda sağlamak adına yapılması düşünülen her şeyin, markaya fayda sağlamaya çalışırken kaybettireceğinin, paradan çok daha fazlası olduğu gözden kaçmamalıdır. Yapılan, yapılacak her şey markanın algısına, oluşturmak istediği tutuma ve kimliğine/kişiliğine uygun olmalı ve hizmet etmelidir. Mesele anı kurtarmak değil, markanın oluşumuna, geleceğine bir tuğla daha koyarak katkı sağlamaktır. Tüm bu nedenlerden dolayı, bildik tüm markaların, yapılacak tüm iletişim faaliyetlerinin markaya uygunluğunu denetleyen marka danışmanları, profesyonelleri olmalıdır. Bu danışman ve profesyoneller, fikir ne denli parlak olursa olsun, marka konumlandırmasına uygun değilse fikrin uygulanmasına izin vermez; vermemelidir de. Tabii bunu bilmeyen birçok reklamcı dostumuz da reklamveren tarafını “işi bilmemekle”, “yaratıcılığı baltalamakla” suçlar. Bizim için acı olan durum budur. Biz RYD olarak, bu nedenle yıllardır eğitimi çok önemsedik. Reklamla, iletişimle ilgili her kurumla dirsek temasını hiç kaybetmedik. Çünkü tartışılmaz bir gerçeğe inanıyoruz: Marka kavramı olduğu için reklamcı ve reklamcılık var. Ve işimiz de, gücümüz de markaya hizmet… Onur Salkım 46 SOSYAL MEDYA We Are Social’dan 2014’ün İlk Dijital Raporu Oscar Selfie’si Twitter’a Damga Vurdu 86. Oscar Ödülleri, 2 Mart 2014 tarihinde Los Angeles’ta sahiplerini buldu. Bu yıl Oscar ödülleri gecesine damga vuran olay ise internette bir akım haline gelen “selfie’’ pozuydu. Gecenin sunucusu Ellen DeGeneres’in öncülük ettiği selfie pozu Twitter’da en çok paylaşılan fotoğraf oldu. Brad Pitt, Angelina Jolie, Jennifer Lawrence ve Bradley Cooper gibi yıldızların yer aldığı selfie, Twitter’da yaklaşık 3,5 milyon retweet aldı. Fotoğraf Twitter’da paylaşıldığı anda 2 milyondan fazla kişi tarafından retweet edilince, Twitter bir süre hizmet veremedi. Daha sonraki günlerde, bu fotoğrafın, önceden planlanmış bir Samsung virali olduğu ortaya çıktı. Bu tweet rekoruyla beraber Samsung, gelmiş geçmiş en başarılı viral örneklerinden birini vermiş oldu. Sunucu Ellen DeGeneres, gece boyunca elinden düşürmediği Samsung Note 3 marka telefonuyla sahne ve sahne arkasında çekildiği fotoğraflarını da sosyal medyada paylaşmaya devam etti. Samsung’un, bu viral için yaklaşık 20 milyon dolar harcadığı tahmin ediliyor. Facebook’un En Büyük Reklam Veren Markaları Sosyal medya pazarlamasının son dönemlerde önem kazanması sonucunda reklamveren sayısında artış yaşandığı gözlemlenmiştir. Özellikle Google’a ve Facebook’a reklam vermek isteyenlerin sayısı günden güne artış göstermektedir. Facebook’un 2013 son çeyrekteki 2 milyar dolarlık gelirinin 1,8 milyar dolarını oluşturan reklamları kimlerin verdiğini bulabilmek için Business Insider bir araştırma gerçekleştirdi. BI’ın listesinin başında Samsung yer alıyor. Sadece 3 haftalık bir sürede Facebook’ta 10 milyon dolarlık bir kampanya düzenlemiş olan Samsung, erişilebilen bilgilere göre 100 milyon dolar civarındaki bütçesi ile Facebook’un en büyük reklamvereni konumunda. İkinci sırada ise sosyal medyayı son derece etkili kullanan Procter & Gamble geliyor. P&G’nin Facebook reklamları için yaklaşık olarak 60 milyon dolar civarında harcama yaptığı tahmin ediliyor. BI’ın listesine göre bu iki liderin peşinden; AT&T 35 milyon dolar, Amazon, Verizon, Nestle ve Unilever 30 milyon dolar, American Express 25 milyon dolarlık bütçeleriyle Facebook’a en büyük reklam veren markalar arasında yer almıştır. Kaynak: www.webrazzi.com We Are Social 2014 yılı için dijital analizleri ile ilgili raporunu açıkladı. Rapora göre dünyada 2.5 milyar kişi online ve bu online olan kişilerden 1.8 milyar kişi sosyal ağlar üzerinde aktif durumda görünüyor. Dünyada en fazla internet nüfusuna sahip olan bölge %81 ile Kuzey Amerika, %78 ile ikinci sırada Batı Avrupa, en son sırada ise Güney Asya yer alıyor. Türkiye ile ilgili raporlarında ise 35 milyon internet kullanıcısı görünüyor. Türkiye’deki internet kullanıcılarının günde ortalama 4 saat 51 dakika internette zaman geçirdiği gözlemlenmiş. Türkiye’de sosyal ağlar ile ilgili raporda bulunan bilgilere göre, Facebook kullanıcı sayısı 36 milyon ve ilk sırada yer alıyor. Twitter kulanıcılarının oranı %72, Google+ kullanıcılarının oranı %70, Linkedin kullanıcılarının oranı %33 ve Instagram kullanıcılarının oranı %26. Türkiye’de sosyal ağlarda geçirilen süre 2 saat 32 dakika olarak hesaplanmış. Kaynak:www.wearesocial.net 47 Twitter’da En Çok Takip Edilenler – İlk 10 1- Katy Perry - @katyperry : 51.3 milyon takipçisi bulunuyor. 2- Justin Bieber - @justinbieber : 50.2 milyon takipçisi bulunuyor. 3- Barack Obama - @BarackObama : 41.9 milyon takipçisi bulunuyor. 4- Lady Gaga - @ladygaga : 41 milyon takipçisi bulunuyor. 5- Youtube - @YouTube : 40.3 milyon takipçisi bulunuyor. Vine, 2013’ün En Hızlı Büyüyen Uygulaması Oldu 2012 yılı Haziran ayında yayınlanan ve Ekim ayında Twitter tarafından satın alınmasıyla popülaritesini daha da artıran Vine 2013’e damgasını vurdu. Kullanıcılarına 6 saniyelik video çekim imkanı sağlayan uygulama, 2013 yılının ilk üç çeyreği içinde %403’lük bir büyüme oranına ulaşarak, dünyanın en hızlı büyüyen uygulaması ünvanının da sahibi oldu. Vine Ağustos ayında 40 milyon kayıtlı kullanıcıya ulaştığını açıklamış ve o dönemde 2,5 ay gibi kısa bir süre içinde kullanıcı sayısını 3 katına çıkardığını göstermişti. Kendi fenomenlerini yaratmaya devam eden Vine’ın 2013’ün en hızlı büyüyen mobil uygulamaları arasında büyük bir farkla birinci sıraya yerleşmesi de, popüler uygulamanın, kullanıcı sayısını beklenenden daha hızlı artırdığını göstermektedir. 6- Taylor Swift - @taylorswift13 : 39.7 milyon takipçisi bulunuyor. 7- Britney Spears - @britneyspears : 36.3 milyon takipçisi bulunuyor. 8- Rihanna - @rihanna : 34.3 milyon takipçisi bulunuyor. 9- Instagram - @instagram : 31.3 milyon takipçisi bulunuyor. 10- Justin Timberlake @ jtimberlake : 31.2 milyon takipçisi bulunuyor. Mashable‘da yer alan sıralamaya göre, %403 gibi rekor bir büyüme oranına ulaşan Vine’ı, ikinci sırada %146’lık oranla, arkasına Yahoo’nun desteğini almış olan Flickr takip ediyor. Üçüncü sırada ise %130’luk bir oranla Vine’ın ezeli rakibi Instagram geliyor. Etkileşim Oranı En Yüksek Sosyal Platform: Instagram Instagram, fotoğraf düzenleme özelliği bulunan ve bu fotoğrafları ücretsiz paylaşma imkanı sunan sosyal bir platformdur. 2010 yılında iOS cihazlar ile internet dünyasına hızlı bir giriş yapan popüler fotoğraf paylaşım uygulaması Instagram, 2012 yılında Facebook tarafından 1 milyar dolara satın alınarak kısa zaman içerisinde zirveye tırmanmayı başardı. Instagram ilk başta sadece iPhone, iPad ve iPod Touch gibi cihazlarda kullanılırken, 2012’nin Nisan ayında Android kullanıcılarının da kullanımına sunuldu. 2013 yılında birçok yeniliğe imza atan Instagram, yaklaşık 1 yıl içerisinde kullanıcı sayısını 2 katına çıkardı. 2012 yılında aylık 80 milyon aktif üyeye sahip olan uygulama, bugün ise resmi rakamlara göre aktif 200 milyon kullanıcı sayısına yaklaştı. Günlük 50 milyondan fazla fotoğrafın paylaşıldığı Instagram’da en popüler hashtag ise 400 milyon fotoğraf ile #love oldu. Kaynak: www.mashable.com 48 Milyon TL 12 Milyonluk Aile Albümü: Pinterest Sanal ortamın en son trendlerinden biri olan Pinterest hızla yükselen grafiğini sürdürüyor. Mart 2010’da kullanıma sunulan Pinterest, sanal ortamda, ilgi alanınıza giren görselleri paylaşmak ve düzenlemek için kullanabileceğiniz bir sosyal platformdur. Anlamsal olarak iki ayrı sözcüğün birleşiminden oluşmakta; pin sözcüğü “iğne, iğnelemek” anlamına gelirken, interest ise “ilgi alanı, ilgi” gibi anlamlara karşılık gelmektedir. Birçok şirket, reklam ve tanıtım faaliyetleri için Pinterest’i tercih ederek, paylaşılan içerikler yoluyla hedef kitlesine kolayca ulaşabilmekte ve kullanıcılarla etkileşim kurabilmektedir. Pinterest, 2013’ün son çeyreği itibarı ile 12 milyon kullanıcı sayısına ulaşarak, en popüler sosyal ağlardan biri olmayı başardı. Kaynak: www.aytacmestci.com İnternet Reklam Yatırımları Toplamı 1,169.2 Display Reklam Yatırımları Gösterim ya da tıklama bazlı reklam yatırımları 446.5 319.2 Video reklam yatırımları Sponsorluk yatırımları Gelir paylaşımı reklam yatırımları Arama Moturu Reklam Yatırımları Kelime bazlı reklam yatırımları Arama moturu görüntülü reklam ağı yatırımları Mobil Reklam Yatırımları Mobil gösterim reklam yatırımları Mobil opt-in SMS/MMS yatırımı İlan Sayfaları Reklam Yatırımları Diğer E-posta Oyun içi reklam 69.5 35.5 22.2 587.3 401.5 185.8 44.8 16.4 28.4 79.3 11.3 5.9 5.4 Dijital Reklam Harcamaları 2013 Türkiye Raporu 45 ülkede dijital pazarlama sektörünün gelişimi için faaliyet gösteren IAB’nin (Interactive Advertising Bureau) Türkiye raporuna göre dijital reklam yatırımları 2013’te, bir önceki yıla göre %24’lük bir büyüme ile 1.17 milyar TL’ye ulaştı. Ayrıca, dijital reklam harcamaları 2013 yılında display reklamlar, arama motoru reklamları, mobil reklamlar, ilan sayfaları, e-posta, oyun içi reklam gibi internet reklam yatırımları toplam 1.169 milyar TL’ye ulaşırken; arama motoru reklam yatırımları ara toplamı 587.3 milyon TL’yi buldu. Kaynak: www.iabturkiye.org Emel Balkan, Sezin Can, Kübra Kaya 49 SOSYAL MEDYA AR ARAŞTIRMA RA AŞTIR TIRM RMA İSTANBUL KÜLTÜR ÜNİVERSİTESİ ÖĞRENCİLERİNİN SOSYAL MEDYA KULLANIM ALIŞKANLIKLARI İstanbul Kültür Üniversitesi öğrencilerinin sosyal medya kullanım alışkanlıkları üzerine yaptıkları araştırma sonuçları, ilginç veriler ortaya koyuyor. İstanbul Kültür Üniversitesi’nde yapılan araştırmaya 55 erkek, 45 kadın olmak üzere toplam 100 öğrenci katılmıştır. Bu öğrencilerin 25’i Fen Edebiyat, 25’i Sanat ve Tasarım, 25’i Mühendislik ve 25’i İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi öğrencisidir. İnternet Kullanımında Akıllı Telefon Tercih Ediliyor İstanbul Kültür Üniversitesi öğrencileri her an, her yerde internet erişimini gerçekleştirebilmek için akıllı telefonları tercih etmektedir. Masaüstü bilgisayar ve tabletler ise öğrenciler tarafından daha az tercih ediliyor. Araştırmaya katılan öğrencilerin %98’inin en az bir sosyal ağ platformunda hesabı bulunmaktadır. Bu ağlarda hesabı bulunmayanlar ise interneti daha çok gündemi takip etmek için kullanmaktadırlar. Facebook Zirvede Sosyal ağlar arasında en çok Facebook tercih edilmektedir. Facebook’un, diğer sosyal ağlara göre daha işlevsel olması ve toplumda bir tür alışkanlık haline gelmesi bu durumun başlıca sebepleri olarak görülmektedir. İkinci sırada ise, güncel olaylara ve haberlere anında erişebilme, düşünceleri rahatça paylaşabilme gibi olanaklar sunan Twitter gelmektedir. Üçüncü sırada, son dönemde hızla yayılan Instagram yer almaktadır. Instagram kişilerin yaptıkları aktivitelerin, gittikleri yerlerin ve yedikleri yemeklerin fotoğrafını çekip paylaşmalarını sağladığı için hızla büyümektedir. Öğrenciler bilgisayar karşısında geçirdikleri boş zamanları eğlenceli videolar, dizi ve filmler izleyerek geçirmeyi sevdikleri için dördüncü sırayı Youtube almaktadır. Foursquare, lokasyon paylaşımları ve yer imleri ile gittikçe daha popüler hale gelen bir diğer sosyal ağdır. Sosyal ağlar arasında en yenisi olan Vine, kısa süreli video paylaşım imkanıyla gittikçe yaygınlaşmaktadır. İş hayatına yönelik olan LinkedIn, üniversite öğrencileri tarafından çok fazla tercih edilmemektedir. 50 İlk Olarak Anasayfaya Bakıyorlar Üniversite genelinde ve fakülte bazında öğrenciler sosyal medya hesaplarına girdiklerinde ilk olarak, takip ettikleri kişilerin ana sayfasındaki paylaşımlarına gözatmaktadır. Bu da takip ettikleri kişilerin neler yaptıklarına duyulan merakı göstermektedir. İkinci olarak ise kendi profillerini güncelleyerek kişilerin onları takip etmelerini sağlamaktadırlar. En Çok Gündemi Takip Ediyorlar Üniversite genelinde öğrencilerin sosyal medyayı kullanım amaçlarının ortak noktası olarak gündemi takip etme amacı öne çıkmaktadır. Fakülteler tek başına incelendiğinde ise Fen Edebiyat Fakültesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi öğrencileri sosyal medya üzerinden oyun oynamayı tercih etmemektedirler, Mühendislik Fakültesi öğrencileri ise yeni arkadaşlar edinmek için sosyal medyayı kullanmamaktadırlar. En Çok Facebook’ta Vakit Geçiriyorlar Üniversite genelinde sosyal medya alışkanlıkları incelendiğinde öğrencilerin sırasıyla en çok Facebook, Twitter ve Instagram’da vakit geçirdikleri görülmektedir. Sosyal medyada Sanat ve Tasarım Fakültesi öğrencileri günde 3-5 saat vakit geçirirken, diğer fakültelerin öğrencileri 1-3 saat vakit geçirmektedirler. Güncel Konulu İçerikleri Ediyorlar Takip Üniversite genelinde fakültelerin ortak olarak takip ettikleri içerikler güncel olaylar ve durumları kapsamaktadır. Bu durum öğrencilerin sosyal medya kullanım amaçlarıyla ilgili bulgularımızı desteklemektedir. Bunun yanı sıra FenEdebiyat Fakültesi öğrencileri magazin konulu içeriklere, Sanat ve Tasarım Fakültesi öğrencileri spor konulu içeriklere, Mühendislik Fakültesi öğrencileri moda konulu içeriklere ve İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi öğrencileri bloglara ilgi duymamaktadırlar. Kendi Kimliklerini Kullanıyorlar Üniversite genelinde araştırmaya katılan katılımcıların büyük çoğunluğu sosyal medya hesaplarında kendi kimliklerini kullanmakta ve bilgilerini gizlemeye gerek duymamaktadırlar. Sanat ve Tasarım, Mühendislik ve İktisadi ve İdari Bilimler Fakülteleri öğrencileri sosyal medyada tanıştıkları kişilerle yüz yüze görüşmeyi tercih ederken, Fen-Edebiyat Fakültesi öğrencileri yüz yüze görüşmeyi doğru bulmamaktadırlar. Etkinliklere Katılıyorlar Beğendikleri Markaları Takip Ediyorlar Üniversite genelinde öğrenciler sosyal medya üzerinden çeşitli etkinlikleri takip etmekte ve katılımcıların birçoğu bu etkinliklere katılmayı tercih etmektedirler. Sanat ve Tasarım Fakültesi öğrencileri ile Mühendislik Fakültesi öğrencileri sosyal medya üzerinden takip ettikleri etkinliklere katılırken, Fen Edebiyat Fakültesi öğrencileri, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi öğrencileri etkinliklere katılmamaktadırlar. Araştırmanın sonuçlarına göre üniversite genelinde katılımcılar sosyal medya üzerinden sevdikleri ve beğendikleri markaları takip etmektedir. Fakülte bazında ise tüm fakülteler beğendikleri markaları takip ederek, markanın çeşitli avantajlarından yararlanmak istemektedirler. Fen Edebiyat Fakültesi, Sanat ve Tasarım Fakültesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi öğrencileri markaları “kişisel ilgi” nedeniyle takip ederken, Mühendislik Fakültesi öğrencileri “indirimlerden haberdar olabilmek” için takip etmektedirler. Onur Salkım, Miray Dönmez, Meltem Şenel 52 SOSYAL MEDYA SAMANTHA LEE VE YEMEK SANATI Samantha Lee iki kız çocuk annesi bir yemek sanatçısıdır. Yemek yedirmekte zorlandığı iki küçük kızını yemeğe teşvik etmek için yaptığı küçük dokunuşlar, zamanla renkli ve yaratıcı yemeklere dönüşmüştür. Bu yemekleri fotoğraflamaya başlayan Samantha Lee bugün, Instagram sayfasında yaklaşık 490.000 takipçisi bulunan bir online yiyecek yıldızıdır. Yemek tasarımlarına Aralık 2008’de ikinci kızına hamileyken başlayan Lee, bu fikrin büyük kızına yemek yedirmek ve onu cesaretlendirmek için başladığını belirtmektedir. Tasarımlarını yaparken en önemli konunun israf etmemek olduğuna ayrıca pratik ve herkese hitap edecek içerikler yaratmaya çalıştığına dikkat çekmektedir. Siz de eğer bu sanata ilgi duyuyor ya da bu güzellikleri merak ediyorsanız Samantha Lee’yi kişisel hesaplarından takip edebilirsiniz. Instagram: @leesamantha Facebook: Lee Samantha Pinterest: Samantha Lee Kaynak: www.leesamantha.com 53 Miray Dönmez 54 MARKA KENT BAŞLIK PARİS 55 GEZİ-YORUM Fransa’nın başkenti olmasının yanı sıra tüm dünyada, kültür, sanat ve moda alanlarında dünyanın önde gelen merkezlerinden olan Paris, yaklaşık 2000 yıllık bir tarihe sahiptir. Seine Nehri’nin her iki yakasına kurulmuş olan şehir, merkezinden çevreye birbirini izleyen 20 ilçeye ayrılmıştır. Tüm dünyada “Aşıklar Şehri” olarak anılan, ister sevgilinizle ister arkadaşınızla gidebileceğiniz, ister yalnız keşfe çıkabileceğiniz ancak her bir köşesinin sizi koşulsuz etkileyeceği bir şehirdir Paris. Zamanınız kısıtlı olsa da olmasa da Paris’te birkaç günde görülecek pek çok yer, yapılacak pek çok aktivite bulabilirsiniz. Ancak şehrin keyfini doyasıya çıkarmanız için önerimiz, öncelikle bu yazıyı okumanız ve şehirdeki ilk gördüğünüz büfeden bir şehir haritası almanız. İşte tüm mükemmelliğiyle Paris... Paris’te Ulaşım Bulmaca çözmeyi seviyorsanız Paris’ten daha uygun bir yer bulamazsınız. Şehrin metro haritasını elinize ilk aldığınızda ilk cümleniz “Taksiye mi binsem?” olacak. Ancak korkmanıza gerek yok. Her ne kadar karmaşık bir yapısı olsa da Paris’i metrosundan başka hiçbir ulaşım aracına gerek duymadan gezebilirsiniz. Zira Metro ve RER haritası üzerinde neredeyse her 200 metrede bir duraklar mevcuttur. Paris’te ulaşım biraz pahalıdır. Bu nedenle istasyonlardaki bilet makinelerinden birer bilet almak yerine toplu bilet alırsanız daha hesaplı olacaktır. Şayet başlangıçta tek bilet satın alırsanız, bir bilet ile aynı metro hattı üzerindeki duraklara iki kez aktarma yapmak ücretsizdir. Metro ve RER, Paris içi ulaşımda tercih edilecek en önemli iki araçtır. Yedi bölgeye ayrılmış olan Paris’te gezilip görülecek yerlerin büyük çoğunluğu birinci ve ikinci bölge içerisinde, dolayısıyla sadece bu bölgeleri kapsayan bir harita yeterli olacaktır ki ulaşabileceğiniz turistik haritalar da esas itibariyle bu bölgeleri kapsamaktadır. Haritalar üzerinde metro hatları 1, 2, 3 gibi numaralarla; RER hatları A, B, C harfleriyle belirtilmiştir. Ayrıca her hattın ayrı bir rengi var ve aktarma yapılabilecek noktalar beyaz simgelerle gösterilmiştir. Muhtemelen bu haritaya ve Paris metrosuna alışmanız ikinci gününüzü bulur ancak 1800’lü yıllardan kalma duraklar ve eski metrolar sizi etkisine alırken bu durumu unutacaksınız. Eyfel Kulesi-Tour Eiffel Paris denildiğinde akla gelen ilk yer kuşkusuz Eyfel Kulesidir. Şehrin coğrafi yapısından dolayı neresine giderseniz gidin, bulunduğunuz noktadan birkaç metre yukarı çıktığınızda mutlaka Eyfel Kulesi’ ni görürsünüz. Bu kule, dünyanın en çok ziyaret edilen ve en çok fotoğrafı çekilen kulelerin başında gelmektedir. ve gitgide artan ziyaretçi sayısıyla zirveyi başka hiçbir yere bırakmamaktadır. Eyfel Kulesi, 1887 ile 1889 yılları arasında Gustave Eiffel’in firması tarafından, Fransız 56 Devrimi’nin 100. yıl kutlamaları çerçevesinde düzenlenen Paris fuarının giriş kapısı olarak inşa edilmiş ve sonraları dünyanın en ünlü kulelerinden biri haline gelmiştir. Kule 300 m yükseklikte ancak zirvesindeki televizyon vericileri bu kuleye 27 m daha yükseklik kazandırmaktadır. Üç bölümden oluşan kuleye ister merdivenlerle (1655 basamak) isterseniz asansörle ulaşabiliyorsunuz. Ancak asansörle çıkmak istediğiniz takdirde yaklaşık 2 saatlik bir kuyruğu göze almanız gerekebilir. Halka açık bölümler 57 m, 115 m ve 276 m yükseklikte bulunmaktadır. İlk ve ikinci katlarda lokantalar mevcuttur. Ayrıca ilk katta, Eyfel Kulesinin tarihinin anlatıldığı bir sergiye de rastlayabilirsiniz. Üst kata ulaşmak isteyen bir ziyaretçi, ikinci katta aktarma yaparak başka bir asansöre geçer. En üst kat hem çatılı hem de üstü açık bir alana sahiptir. En üst kata ulaşana kadar heyecanınız devam eder ve eşsiz bir manzarayla karşılaşmayı umut edersiniz. En üst katta Paris’in her bir köşesini görebilir ve şehri tüm ihtişamıyla inceleyebilirsiniz. Tabiki tek bir eksikle. Eyfel Kulesi. Eyfel Kulesi’ne metro ile 6 numaralı hatla Bir Hakeim ve ve 9 nolu hatla ise Trocadéro durağından ulaşabilirsiniz. Zafer Takı-Arc De Triomphe 1806 yılında zaferlerini taçlandırmak amacıyla Napolyon tarafından inşa ettirilen bu anıt, 49 metre yüksekliğinde ve Şanzelize dahil 12 caddenin kesiştiği bir kavşağın tam ortasında yer almaktadır. Caddenin muazzam genişliği nedeniyle Zafer Takı’na ulaşmanız mümkün değilmiş gibi gözükse de meydanın bir noktasında alt geçit bulunmaktadır. Anıtın altında 2. Dünya Savaşı’nda ölen Fransızları anmak amacıyla, 1923 yılından beri sönmeden yanmaya devam eden bir ateş vardır. Ayrıca Tak üzerinde alman askerleriyle mücadeleleri anlatan asker tasvirleri yer almaktadır. Fransız askerlerinin altına gömüldüğü düşünülen Meçhul Asker Mezarı ve anıt üzerindeki dört büyük heykel (Gidiş, Direniş, Zafer, Barış) ise burayı turistlerin odak noktalarından birisi haline getirmektedir. Eğer isterseniz belli bir ücret karşılığında anıtın tepesine asansör ve merdiven aracılığıyla çıkabiliyorsunuz. Uzun kuyruklar sizi korkutmasın çünkü anıtın tepesindeki manzara görülmeye değer... Üstelik Paris geziniz boyunca gitmek istemeseniz dahi uzun caddeler mutlaka sizi Zafer Takı’nın bulunduğu meydana çıkartır. Zafer Takı’na metro ile Charles de Gaulle Etoile 1,2, 6. hatlar ile ulaşabilirsiniz. Şanzelize Caddesi-Avenue Des Champs-Elysées Dünyaca ünlü markalara ev sahipliği yapan, Fransa’nın en meşhur caddesi Şanzelize Caddesi’dir. 1600’lü yıllara kadar tarla olan bu alan, 1616 yılında kenarına ağaçlar dikilerek bir cadde haline gelmiştir ama bugünkü halini alması 1900’lü yıllara kadar sürmüştür ve bu süreç içinde sürekli gelişmiştir. Cadde Zafer Takı’ndan başlayarak dümdüz Place de la Concorde‘a kadar devam etmektedir. Uzunluğu yaklaşık olarak iki kilometre, genişliği ise yetmiş metre civarındadır. Cadde rahatça gezebileceğiniz oldukça 57 geniş kaldırımlara sahiptir. Bu kaldırımlardaki banklarda oturup, Paris halkını gözlemleyebilir, bir şeyler atıştırabilir veya kahvenizi yudumlayabilirsiniz. Ancak bu caddede ilk yapmak isteyeceğiniz renkli vitrinleri olan mağazaları ve konsept mağazaların olduğu dünyaca ünlü markaları ziyaret etmek olacaktır. Birbirinden renkli vitrinler, tasarım harikası dükkanlar sizi adeta kendine çekmektedir. En dikkat çekici dükkan kuşkusuz Louis Vuitton mağazasıdır. Ziyaret etmek istediğiniz takdirde ise en az 15-20 dakika kuyrukta beklemeniz gerekmektedir. İçerideki tasarım ürünlerin zarar görmemesi ve kargaşa olmaması adına ziyaretçileri ve müşterileri belli aralıklarla içeriye kabul ediyorlar. Cadde üzerinde bir de Kültür ve Turizm Bakanlığına ait bir Türkiye tanıtım ofisi bulunmaktadır. Bulunduğu binanın üzerindeki dev ekrandan Türkiye ile ilgili videolar seyredilebilmektedir. Şanzelize’de mağazalar kadar yemek içmek de oldukça pahalıdır. Zira bir suya 2.5 Euro vermek zorunda kalabiliyorsunuz. Ancak Paris’e geldim Şanzelize’de yemek yemeden gitmem derseniz birçok alternatifiniz var. Soğan çorbası, beyaz şarapla pişirilmiş midyeler, dana cordon bleu ve tabiki macaron. Macaron için dünyaca ünlü Ladurée kesinlikle tercih sebebidir. Türkiye’de satılan macaronlardan tadı oldukça farklı ve yoğundur. Dilerseniz buraya girişte yemek yemek istediğinizi belirterek gerçek bir Fransız restoranında şık bir akşam yemeği yiyebilirsiniz. 58 Louvre Müzesi-Musée De Louvre Fransız İhtilali’nden sonra açılan Paris’teki ilk devlet müzesidir. Bu müze günde 20 bin kişinin ziyaretiyle, dünyanın en çok ziyaret edilen müzelerin başında gelmektedir. İlk inşa edildiğinde devlet adamları tarafından saray olarak kullanılan bu müze, adını “Lower”(Güç) kelimesinden almıştır. İnşa edildiği 1200’lü yıllardan itibaren kraliyet ailelerine ev sahipliği yaparak devlet sarayı olarak kullanılmıştır. Ancak zaman içerisinde bakımsızlık, yangın gibi sebeplerle Napolyon zamanında restore edilerek müze haline getirilmiştir. Oldukça büyük bir alanda kurulu olduğundan ve içerisinde binlerce önemli eseri barındırdığından dolayı müzeyi bir günde gezmek pek de mümkün değildir. Bu nedenle eğer zaman kısıtlı değilse beş günlük biletlerden alınarak rahatça ve her eseri inceleyerek gezebilirsiniz. Yedi bölümden meydana gelen müzede, Yunan sanatları, Mısır sanatları, Ortaçağ Avrupa’sına ait etkileyici eserleri görmek mümkündür. Ancak en çok ilgi gören eserler kuşkusuz Mona Lisa ve Milo Venüs’üdür. Müzenin avlusundaki Grande Pyramide ilk girişte dikkatinizi çeker. Burası 1981 yılında Louvre Müzesi’ni geliştirme projesiyle birlikte inşa edilmiştir ve yüzeyinde 666 adet cam pencere bulunmaktadır. Bilinenin aksine Louvre Müzesi’nin beş farklı kapısı vardır. Piramit dışındaki bu kapılar; Via the Passage Richelieu, Via the Carousel du Louvre, Via the Cour Carree, Porte des Lions’dur. Ancak müze avlusunda gördüğünüz kalabalık size tek giriş algısı yaratarak sizi oraya yönlendirir. Müzeye Palais Royal Musée du Louvre metro durağında inerek ulaşabilir, Ziyaret saatleri ve ücretlerle ilgili bilgi almak için web sitesini ziyaret edebilirsiniz. Fotoğraf: tr.wikipedia.org 59 Notre Dame Katedrali-Notre Dame De Paris Notre Dame, dünyadaki birçok katedrale göre oldukça mütevazidir. Dünyaca ünlü bu katedrali görmeden önce zihninizde devasa bir mimari yapı canlandırır. Ancak gördüğünüzde etkilendiğiniz boyutları değil, Gotik tarzdaki mimarisi olur. Bu tarzla dünyadaki ilk Gotik eserlerden biri olma özelliği taşımaktadır. Turizm açısından ünlü bir katedral olmasına karşın hala ibadetler için ev sahipliği yapmaktadır. Bazı kaynaklara göre Fransız sokak uzaklıkları buraya göre belirlenmiş ve burası 0 noktası olarak kabul edilmiştir. 19. yüzyıl başlarında Paris şehir planlamacıları katedralin bakımsızlığından ötürü katedrali yıktırmak istediğinde ünlü Fransız yazar Victor Hugo, halkın ilgisini çekmek için Notre Dame’ın Kamburu adlı romanını yazmıştır. Roman, katedralin kurtarılması için kampanya başlatılmasını sağlayarak katedralin yenilenmesinde büyük rol oynamıştır. Katedral içerisinde mücevher, tarih, heykel, resim, mobilya, edebiyat, madalya gibi koleksiyonları görebilir, mağazadan bu koleksiyonlara ait minyatür hediyeler veya hatıra paraları satın alabilirsiniz. Notre Dame Katedrali’ne metro ile Cite – RER: Chatelet – Les Halles, Saint Michel durağında inerek ulaşabilirsiniz. 60 Sa c r é - C œ ur Bazilikas ıBasilique Du Sacré-Coeur Türkçe karşılığıyla Kutsal Kalp Bazilikası’dır. İsa’nın kalbine adandığı için bu isim verilmiştir. Bazı kaynaklarda ise Beyaz Kilise olarak anılmaktadır. Bazilika, Eski Paris olarak anılan Montmartre mahallesinde yer alan Hıristiyanlar için önemli bir yerdir. Yapıldığı dönemde Paris’te çok fazla kan akması sebebiyle dönem yöneticilerinin bir çeşit kendini Allah’a affettirme çabasıyla inşa ettirilmiştir. Paris’te Notre Dame Katedralinden sonra en çok ziyaret edilen mekandır. Şehrin en yüksek noktası olduğundan dolayı bu mekana varmadan önce uzun merdivenleri göze almanız gerekebilir. Ancak zirveye vardığınızda hem görkemli bir dini mekanı, hem de eşsiz Paris manzarasını görme şansı bulursunuz. İçerisinde İsa konulu tavan mozaiği ile mutlaka görülmesi gereken bir yerdir. Ayrıca içerisinde bazilikanın yapılmasını sağlayan piskoposların da mezarları bulunmaktadır. Bazilika’nın mimarisi ve yapısı oldukça görkemlidir. Hatta belki Notre Dame Katedrali’nden daha çok şey bulabilirsiniz. Sacré-Cœur Bazilika’sına metro ile Abbesses ve Anvers duraklarından ulaşabilirsiniz. Montmarte-Ressamlar Tepesi Sacré-Cœur Bazilikası’nın ardından çevredeki küçük ve şirin sokaklara daldığınız takdirde kendinizi bir anda ressamların bulunduğu meydanda bulabilirsiniz. Paris’in her sokağı gibi burası da sanat kokar. Ancak bu meydan tam anlamıyla sanatın kalbinin attığı yerdir. Tarih boyunca Picasso, Dali, Monet ve Van Gogh gibi tüm önemli ressamlar bu meydanda resimlerini yapmıştır. Bu nedenle en eski Paris yerleşiminin olduğu yer olarak bu çevre kabul edilir. Çevrenize bir göz attığınızda pek çok karikatür, yağlı boya ve karakalem çalışma yapan ressamlara rastlamanız mümkündür. Dilerseniz hemen orada bir tablonuzu veya karikatürünüzü yaptırabilir ya da daha önce yapılmış Paris tablolarından birini satın alabilirsiniz. Genelde tüm sanatçılar ayakta hiçbir destek almadan bir elinde tuval, bir elinde kalem ya da boyayla resim yaparlar. O kadar profesyonel ve etkileyiciler ki durup onları dakikalarca izleyebilirsiniz. Eğer ilginizi hediyelik eşyalar çekiyorsa, meydana çıkan tüm sokaklar boyunca hediyelik eşyalar bulabileceğiniz küçük ve şirin dükkanlar bulunmaktadır. Bölge pastaneleriyle de oldukça ünlüdür. Burada Fransızlara özgü baget ekmeklerden, tartlardan veya macaronlardan satın alabilirsiniz. Montmartre Tepesi’ne metro hattı üzerinden Anvers ve Pigalle durakları üzerinden ulaşabilirsiniz. Paris’e geldiğinizde Disneyland’i de gezmeyi unutmayınız. Miray Dönmez Miray Dönmez 62 KÜLTÜR’DEN GEZİ TÜRK SİNEMASINDA ZAMANA YOLCULUK - TÜRVAK İstanbul Kültür Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi İletişim Sanatları Bölümü öğrencilerinin katılımıyla Seminer VI dersi kapsamında Prof. Dr. Rengin Küçükerdoğan, Öğr. Gör. Benian Kalafatoğlu, Araş. Gör. Tuğçe Çedikçi ve Araş. Gör. İrem Kahyaoğlu eşliğinde Türker İnanoğlu Vakfı müzesine bir gezi düzenlendi. Türk sineması sektöründe ve televizyon dünyasında 53 yıl boyunca önemli işlere imzasını atan Türker İnanoğlu, 2001 yılında kurmuş olduğu “Türvak Sinema, Tiyatro Müzesi ve Sanat Kitaplığı” ile Türk sinema ve tiyatrosunun ünlü sanatçılarının resimlerini, sinema ve tiyatro alanlarıyla ilgili belge ve teknik araçları bir arada bulundurarak ziyaretçilerin beğenisine sunuyor. Türker İnanoğlu bu müzeyle Türk Sineması’nın geçmişine ait belge, bilgi, fotoğraf, afiş, cihaz ve filmleri bir müze altında toplayarak bu arşivi gelecek kuşaklara aktarmayı amaçlamaktadır. Müzedeki koleksiyonda Türker İnanoğlu’nun kendi sinema çalışmaları sonucu oluşturduğu ERLER FİLM arşivine geniş bir şekilde yer verilmektedir. Bu zengin koleksiyonun yanı sıra müzede 8,16 63 bulunuyor. Sanat Kitaplığı’ndaki sayısı 60000’i bulan kültür, sanat, edebiyat, tarih ve sinema ile ilgili önemli sanatçılara ait kitaplar, müzenin en fazla incelenen koleksiyonları arasında yer almaktadır. ve 35 mm’lik film oynatıcı ve çekici cihazları, aydınlatma projektörleri, dolly, şaryo arabaları, stüdyo ve laboratuvar cihazları bulunmaktadır. Ayrıca müzede Türk Sineması’nın kuruluşundan bugüne kadar çekilen Türk filmlerine ait afiş, fotoğraf, el ilanı, lobi, broşür, reklam malzemesi, senaryo ve sinemayla ilgili kitap ve dergiler de bulunuyor. İnanoğlu, bu zengin arşivine Türk sinema tarihinde özel bir yeri olan belgeler ve araçlar eklemeye devam ediyor. Son olarak Muhsin Ertuğrul’un ilk sesli çekim yaptığı kamera müzede yerini aldı. Sergi salonunda Türk Sineması’nın unutulmaz oyuncularından Kemal Sunal, Sadri Alışık, Adile Naşit, Yılmaz Güney gibi ünlü isimlerin filmlerde can verdikleri karakterlerin balmumundan yapılmış heykelleri ziyaretçilerle buluşuyor. Ayrıca müzede 5000 orijinal film afişi de Müze içerisinde bulunan KaragözHacivat Köşesi, İsmail Dümbüllü Ortaoyunu Salonu, Behzat Butak Tiyatro Belgeleri Salonu, Türk tiyatro tarihine ilişkin önemli bilgi ve belgelere ev sahipliği yapmaktadır. Türker İnanoğlu Türk Sinemasında 50.Yıl Salonu’nda, İnanoğlu’nun 53 yıllık mesleki yaşamı süresince almış olduğu ödüller, Erler Film’e ait afişler, set fotoğrafları, dönemin siyasi figürleriyle birlikte çekilen fotoğrafları da sergileniyor. Türvak zengin arşivi ile bir asırı aşan Türk sinema tarihinin belleğini oluşturmak için atılmış önemli bir adımdır. Kaynak: http://www.on5yirmi5.com 64 KÜLTÜR’DEN ÖĞRENCİ KULÜBÜ ETKİNLİKLERİ CAC - COMMUNICATION ARTS CLUB İletişimde yaratıcılığın temellerinin atıldığı, İKÜ – Sanat ve Tasarım Fakültesi, “İletişim Sanatları Bölümü”nün öğrenci kulüblerinden biri olan CAC Communication Arts Club, 2007-2008 öğrenim yılında iletişim sanatları bölümü öğrencileri tarafından kurulmuştur. - 2015 döneminde iletişim alanında eğitim veren birçok üniversitenin katılımıyla gerçekleştirilecek olan “reklam yarışmaları, reklam filmi analizleri ve söyleşileri”ni bünyesinde barındıran bir şenliğin, üniversitemizde ilk kez düzenlenmesi planlanmaktadır. Üniversite ve bölüm öğrencilerimizin iletişim sektörünün profesyonelleri ile bir araya gelmesine olanak sağlayan, “Marka Saati, Reklam Oburları, İletişim Notları, CAC 5 Çayı Sohbetleri” gibi etkinliklerde aktif olarak yer alan CAC, aynı zamanda reklam yarışmalarına ve sosyal sorumluluk projelerine verdiği destek ile de dikkat çekmektedir. Yurt içi ve yurt dışından farklı üniversitelerin öğrencileri ile gerçekleştirilmesi planlanan reklam, sinema ve belgesel temalı yaz okulu çalışmaları ise Fakültemizde bulunan ilgili diğer bölümlerin de desteği ile hayata geçirilme aşamasına gelmiş bulunmaktadır. Marka temsilcileri, reklam grafikerleri, metin yazarları, deneyimli müşteri ilişkileri uzmanları, CEO’lar ve konuk akademisyenler ile gerçekleştirilen etkinliklerin yanı sıra, CAC 5 Çayı Sohbetleri’nde de bölüm hocalarımızın profesyonel birikimleri, hobileri ve mesleki alana yönelik önerilerinin sohbet ortamında paylaşımı gerçekleşmektedir. CAC, 2007-2008 öğrenim döneminden bugüne üyelerinin ve katılımcıların kişisel gelişimine yönelik faaliyetlerini sürdürürken, aynı zamanda öğrenci ajansı olarak da hizmet verme çalışmalarını projelendirmiş ve Haziran 2014 tarihinde de bu projeyi hayata geçirme kararını, bölüm hocalarının desteği ile almıştır. “CAC Reklam Şenliği Projesi” ise 2014 CAC’ın, “birlik içinde çalışmak, kişisel gelişime katkı sağlamak ve yeni dostluklar edinmek” olarak belirlediği çalışma felsefesi doğrultusunda belirlediği hedefler arasında öncelikli olarak İKÜ’de ve Türkiye’deki üniversite kulüpleri arasında en aktif kulüpler arasında yer almak ve bölümümüzü yurt içi ve yurt dışında gerçekleştirilecek etkinliklerde en iyi şekilde temsil etmek bulunmaktadır. Bu vesile ile Bölüm Başkanımız Prof. Dr. Rengin Küçükerdoğan’a, Bölüm Başkan Yardımcımız Doç. Dr. Işıl Zeybek’e, kuruluşundan bugüne CAC’ın danışmanlığını yapan hocamız Yrd. Dr. Volkan Ekin’e, tüm bölüm hocalarımıza, etkinliklerimizi gerçekleştirdiğimiz Kulturium’un kapılarını bizlere açan Kültür Üniversitesi Kulüpler Birliği Koordinatörü Namık Kemal Köse’ye ve Kulüpler Birliği Başkanımız Prof. Dr. Mahmut Paksoy’a desteklerinden dolayı çok teşekkür ederiz. 65 HAYATINIZI UFAK DOKUNUŞLARLA DEĞİŞTİRİN Üniversite sadece bir meslek edindiğimiz eğitim kurumu değil, bizlere hayata dair bir bakış, bir kavrama yeteneği, duruş katan ve kendine ait bir kültürü olan yapılardır. Üniversitelerde bizler bireysel olarak ya da bir grubun parçası olarak birçok etkinlik içinde kendimizi tanır ve ifade ederiz. Buna yardımcı olmak için üniversitemiz bünyesinde birçok öğrenci kulübü bulunmaktadır. Bu kulüplerden biri olan CAC (Communication Arts Club) gençliğinin getirdiği dinamizmi hocalarımızın deneyimleriyle birleştirerek büyümeye devam ediyor. CAC ailesi olarak büyürken değerlerimizi ve bağlarımızı kaybetmemek bizim için önemli. Bu aile için artık bir gelenek halini alan CAC 5 çayı sohbetlerimizi her pazartesi gerçekleştiriyoruz. 28 Nisan 2014 Pazartesi günü, saat 17.00’de hocamız Yrd. Doç. Volkan Ekin öncülüğünde, yoğunluk ve yorgunluğumuza rağmen çayımızın demi kadar koyu bir sohbet gerçekleştirdik. Bölüm başkanımız Prof. Rengin Küçükerdoğan ve İletişim Tasarımı Bölüm Başkanı Prof. Bülent Küçükerdoğan hocalarımızın gözünden ve dilinden uyarladığı bizlere keyifli ve samimi bir sohbet tadında geçen etkinlikte; hayatı hobilerle zenginleştirmeye dair pratik ipuçları verdiler. Öğrenci ve öğretmen ilişkisinin birkaç saatliğine kapının diğer tarafında kaldığı bu sohbetlerde hocalarımızın paylaştığı anıları ile neşemiz daha da arttı. Uzun süren beyin fırtınasının ardından herkesi ikna edecek bir gezi listesi oluşturduk. Bu sohbet gösterdi ki gezme, keşfetme ve öğrenme adına tutkusu olan sadece biz öğrenciler değildik. Hocalarımız yaptıkları gezilerde keşfettikleri yeni yerlerin ve kültürlerin kendilerini nasıl beslediğini anlattılar. Deneyimlerini ve anılarını paylaşırken; hayatı zenginleştiren aktivitelerden bahsetmeyi de ihmal etmediler. Aslında gezmek işin görünen tarafıydı. Perde arkasında ise bir çocuk merakı ve sonucunda elde edilen, yeni bir şeyi keşfetmenin mutluluğu söz konusuydu. Etkinliğe katılan İstanbul Kültür Üniversitesi İletişim Sanatları Bölümü’den çok değerli hocalarımız Yrd. Doç. Dr. Öykü Ezgi Yıldız, Araş. Gör. Tuğçe Çedikçi ve Araş. Gör. İrem Kahyaoğlu da hala bizimle aynı sıraları paylaşıyormuşcasına ve büyük bir heyecanla bu etkinliğimize katılım gösterdiler. Bu etkinliği en kısa zamanda tekrarlamak için Rengin ve Bülent Küçükerdoğan hocalarımızdan söz almak çok da zor olmadı. 66 KÜLTÜR’DEN RÖPORTAJ Pascal Nouma > Eski Futbolcu “REKLAM OBURLARI” KAMPÜSTE İstanbul Kültür Üniversitesi C.A.C (Communication Arts Club)’nin düzenlediği “Reklam Oburları” etkinliği kapsamında davetli olan Pascal Nouma ile etkinlik sonrasında hem kendisine İKÜ Rugby takımının forması hediye edildi hem de kendisiyle kısa bir söyleşi gerçekleştirildi. Öncelikle geldiğiniz için ve bizimle bu söyleşiyi yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Reklam Oburları etkinliği sayenizde çok eğlenceli geçti. Dilerseniz biraz geçmişe gidelim. Futbol kariyeriniz nasıl başladı? P.Nouma: Ben yedi yaşımdayken babam o sırada futbol oynuyordu. Yani babanızın izinden mi yürüdünüz? P.Nouma: Pek sayılmaz. Babamı takip etmedim çünkü ben 7 yaşımdayken babam futbolu bırakmıştı. Bu yüzden onu futbol oynarken pek fazla izleme şansım olmadı. Sadece babamın futbol oynarken fotoğraflarını gördüm. Peki babanız sizi futbol oynamanız için teşvik etti mi yoksa bu sizin kendi kararınız mı? P.Nouma: Hayır. Bu, dna ile alakalı. Önce babam oynadı ve bıraktı, sonra ben. Futbol kariyeriniz bittikten sonra Türkiye’ye dönme sebebiniz neydi? P.Nouma: Bilemiyorum. Burada arkadaşlarım var. Onları sık sık ziyarete geliyordum. Daha sonra bir firmadan reklam teklifi geldi ve kabul ettim. Zamanla birkaç teklif daha gelmeye başladı. Bu dönemde Türkiye ve Fransa arasında sürekli gidip geliyordum. Sonra menajerim gidip gelmekle çok zaman kaybettiğimi eğer istersem burada sürekli kalmamın daha iyi olacağını söyledi. Bende kaldım. Türkiye’ye çok sayıda yabancı futbolcu gelip gitti ama Türk halkı sizi diğerlerine gore daha çok sevdi ve benimsedi. Sizce bunun sebebi ne olabilir? P.Nouma: Bilemiyorum, aslında onlara sormanız gereken bir soru bu. Türkiye’de çoğu kişi sizi gördüğünde çok heyecanlanıyor ve mutlu oluyor. Sempatikliğinizden dolayı mı yoksa başka bir şeyden mi kaynaklanıyor? Sizce bunun nedeni nedir? P.Nouma: Evet belki sempatikliğimden dolayı, belki insanları reddetmediğimden... Nasıl ifade edebilirim, ben de senin gibi yani sizin gibi normal bir insanım. Bende basit bir insanım. Markete gider alışverişimi kendim yaparım. Her ihtiyacımı kendim karşılamaya özen gösteririm. Bu beni doğal bir insan yapıyor olabilir. Türkiye’ye ilişkin gelecek planlarınız var mı? P.Nouma: Evet burada ölmek istiyorum. (Gülüşmeler) Peki ölmeden önce? Mesela bir televizyon programı, futbol okulu açmak gibi bir planınız var mı? P.Nouma: Bilemiyorum, ben anı yaşayan biriyim. Gün be gün yaşayan biriyim. Yarın ne olacağını bilmiyorum. Benim, seneye bugün şunu yapacağım, gibi bir planım yok. Yani yarın ne yaparım hiç bir fikrim yok. Yani ‘’Carpe Diem’’ diyorsunuz. P.Nouma: Evet carpe diem insanıyım. (Gülüşmeler) Bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. P.Nouma: Ben teşekkür ederim. Arda Güner, Ç. Alper Şahin, Oğuzhan Karagöz, Ozan Vural KÜLTÜR’DEN BAŞLIK Hasan Kavruk Resim Sergisi 05 – 26 Mart 2014 tarihleri arasında sanatçı Hasan Kavruk’ un resim sergisi, İstanbul Kültür Üniversitesi Sanat Galerisi’nde kültür-sanat severlerin beğenisine sunulmuştur. Hasan Kavruk, Türk ressamı ve eğitimcisidir. 1968 yılında Türkiye Ressamlar Cemiyeti’nin düzenlediği Altın Baykuş Madalyası birincilik ödülünü kazanmıştır. Sanatçı; Çağdaş Türk resim sanatında lirik soyutlamacı anlayışın öncülerinden biridir. Modern Figüratif akımın en önemli takipçilerindendir. 1947 yılından bu yana resimlerinde Klasik Batı Müziği etkisini yansıtan Hasan Kavruk, ilham kaynağı olarak Anadolu’nun somut manzaralarından esinlenmiş ve Klasik Batı Müziği’nin soyut ve sembolik dünyasına da geçerek birçok yapıtlar ortaya koymuştur. SERGİ S SE ERG RGİ Orhan Tamer “Oluşum” Resim Sergisi 2014 Öğrenci Sergisi 02 - 24 Nisan 2014 tarihleri arasında sanatçı Orhan Tamer’in “Oluşum” adlı resim sergisi, İstanbul Kültür Üniversitesi Sanat Galerisi’nde kültür-sanat severlerin beğenisine sunulmuştur. Orhan Tamer Türk ressamı ve eğitimcisidir. Ressam Orhan Tamer’in çoğunlukla resimlerinde bir dinamizm vardır. Resimlerinde müziğin etkisi ve doğanın renkleri hissedilmektedir. Orhan Tamer, yaptığı sanatın biçimsel ve duygusal dokusunda müziğin de etkisinde kaldığını söylemektedir. Orhan Tamer, izlenimlerini resimlerinde içten bir aktarım ile renklendirme amacını güden sanatçılardan biridir. Sanatçının yaklaşımı, eserlerinde kullandığı pastel ve doğal renkler ile görülebilmektedir. İstanbul Kültür Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi ile Mimarlık Fakültesi öğrencileri bir kez daha yeteneklerini sergileme imkanına kavuşuyorlar. Geçtiğimiz yıllarda da gerçekleşen öğrenci sergisi bu yıl da, öğrencilerin eğitimöğretim dönemi boyunca yapmış oldukları resimlerin, tasarlamış oldukları afişlerin, seramik ve maket projelerinin arasından seçtikleri özgün eserlerle “Öğrenci Sergisi” adı altında toplanıyor. Geleceğin sanatçıları, yapıtlarını sanat severlere İstanbul Kültür Üniversitesi Sanat Galerisi’nde sunuyor. 28 Mayıs 2014 tarihinde açılışı yapılacak olan sergi, yaz boyunca devam edecek. *Yapıt: Onur Salkım 68 KÜLTÜR’DEN YENİ MEDYA VE DOKUNMATİK TOPLUM REKLAM NASIL ÇÖZÜMLENİR? REKLAM İLETİŞİMİNDE GÖSTERGELER VE STRATEJİLER RENGİN KÜÇÜKERDOĞAN BETA YAYINEVİ Toplumun aynası olma niteliğiylekültürler ve toplumlarla ilgili bilgi aktarımıreklam iletilerindedir. Bize bazen “büyülü, gizli”, kimi zaman “yaratıcılığın sınırlarını zorlayan, cesur”, hatta “parmak ısırtan, güldüren, şaşırtan, düşündüren” birer ortam yaratır reklamlar. Kimi zaman da bize “masallar anlatarak” bir “düş dünyasına” götürürler. Bize soğuk/sıcaktan, güzel/çirkinden, yaşam/ ölümden, kadın/erkekten, lüks/sıradanlıktan, acı/tatlıdan, mutluluk/hüzünden, doğa/kültürden v.b. söz eder, tüm bu karşıtlıklara iletilerinde değişik göstergeler aracılığıyla yer verirler. Bizi gerçeklerden koparır ya da gerçeklere yaklaştırırlar. Aynı zamanda beyinlerimiz aktarılan iletilerle yönettiği söylenen, bizi zayıf noktalarımızdan yakalayan, bilinçaltımıza seslenen ve bizi yönlendiren, davranışlarımızı ve tutumumuzu ikna edici iletişimin ögelerini yazılı-sözlü-görsel kullanarak değiştirmeyi ama amaçlayan yine reklam iletileri değ değil midir? Çal Çalışmada, günümüz reklam ilet iletişimi açısından, özellikle rek reklam iletilerinde uygulanacak ye yeni stratejiler açısından model ola olacak içerik ve çözümlemelerle re reklam iletilerinin nasıl “ikna ed edici”, nasıl “etkili”, nasıl “ç “çekici”, nitelik alacağının ve bu bunların hangi göstergelerle aaktarılabileceğinin de yolunu ggöstermektedir. DENİZ YENGİN DERİN YAYINLARI İletişim, bireyin yaşam kaynağıdır. Bu kaynak bireyin yaşadığı sosyal ortamın zorunluluğundan oluşmaktadır. Bu bağlamda birey, bu zorunluluğu gidermek için birbirinden farklı ortamlar üretmektedir. Teknolojik yeniliklerle birlikte her geçen gün yeni iletişim ortamları bireyin karşısına çıkmaktadır. Yeni medya olarak tanımladığımız bu ortamlar bireyler tarafından ilgiyle kullanılmakta ve zamanla bireylerin yaşamlarının değişmez birer parçası olmaktadır. Sanal dünya ve gerçek dünya arasında bir köprü rolünü üstlenen yeni medya; toplumun yaşadığı iletişim ortamına yön vermektedir. Dokunmatik sistemler ise bu köprüdeki küçük oyuncaklardır. Kısaca bu oyuncaklar sadece oynanan oyunun bir parçasıdır. Oyun, kültürden eskidir. Oyun oynayarak kültür üretilmekte ve her yeni oyuncakla bu kültür güncellenmektedir. İletişim sürecini kolaylaştıran ve hızlandıran yeni medya toplum tarafından olumlu bir gelişme olarak yorumlanmaktadır. Deniz Yengin ‘’Yeni Medya ve Dokunmatik Toplum’’ adlı kitabında bu görüşün aksine yeni medya olgusuna eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşmaktadır. Yengin, yeni medyayla üretilen Dokunmatik Toplum olgusunun beraberinde farklı sorunlar ürettiğini, bireyin kullanmakta olduğu yeni medya tarafından biçim değiştirdiğini, kişilerin kendini farklı bir yaklaşımla yeniden değerlendirme şansı bulacağını belirtmiştir. 69 LÜKS VE MARKALAMA “TÜKETİCİ DAVRANIŞLARINDA LÜKS İMGESİ” TÜRKİYE’DE SPOR VE MEDYA A VOLKAN EKİN KÖPRÜ KİTAP IŞIL ZEYBEK BETA YAYINEVİ Toplumda yaşayan bireylere, “lüks” kavramını en yalın biçimde ve tek sözcükle nasıl tanımlarsınız diye sorulduğunda çoğunlukla aynı yanıtlar verilir. Bunlar; “ulaşılmaz olan”, rahat olan”, “hava atılan”, “pahalı olan”, “sıradışı olan”, “ayrıcalıklı olan”, “keyif alınan”, “özlenen”, “güvenli olan”, “üst düzeyde hizmet sunan” ve “kaliteli olan”... Yazar Işıl Zeybek’in lüks olgusunu ele aldığı kitabında, yalın bir dil ve detaylı bir anlatım ile okuyucuya gerçekte lüks olgusunun bir çok kavram gibi anlamsal çerçevede nasıl bir değişime uğradığı örneklerle açıklanmaktadır. Küreselleşme ile birlikte spor kavramı mı da hızlı bir gelişme göstermiş vee a, günümüzde spor endüstrisi adıyla, dünyanın önde gelen beş endüstrisii arasındaki yerini almıştır. Sınırr tanımaksızın kendi imparatorluğunu oluşturan bu kavram ‘spor pazarlaması’ olarak tanımlanan disiplin çerçevesinde; pazarlama ve pazarlama yönetimi iletişimi alanları ile marka ve medya ilişkileri açısından pek çok değişimi bünyesinde barındırarak gelişimine devam ettirmektedir. Günümüzde, bu değişim ve gelişimlerin etkileri elbette Türkiye’de de yoğun bir biçimde hissedilmektedir. Volkan EKİN’in, içinde bulunduğumuz süreci akademik bir bakış açısı ile ele aldığı “Türkiye’de Spor ve Medya” isimli kitabında, ülkemizde yaşanan örneklerin toplumsal boyuttaki etkilerinin yanı sıra sportif etkileri ve medya yansımalarına da değinilmektedir. İLETİŞİM VE... RUKEN ÖZGÜN KILANÇ ES YAYINLARI Yazar, Ruken Özgül Kılanç tarafından editörlüğünün yapıldığı “İletişim Ve...” adlı kitap, mimarlık, sanat yönetimi, tasarım gibi konuların iletişim çatısı altında değerlendirildiği, konu üzerinde sektör çalışanları ve okuyucularına yararlı olacak bilgiler vermektedir. “Bedensel Engelli Piktogramları Kullanımına İlişkin Uygulamalar, Hizmet Markası Konumundaki Üniversitelerde İtibar Yönetimi, Modernitenin Diyalektiği yada Yersiz Yurtsuz Bir Göçebe, Mekanda Bir Anlatım Aracı Olarak Renk, İletişim Modelleri Bağlamında İnsan ve Mekan Arasındaki Bağın İrdelenmesi, İletişim ve Yeni Kamusal Alan Yansıması Bağlamında Sosyal Medya” gibi konularda on altı bölümün yer aldığı çalışma, iletişim kavramı ve iletişimle ilgili farklı alanlara ışık tutarken; bu alanlarda çalışan ve bu alanlarla ilgilenenlere kaynak niteliği taşımaktadır. 70 KÜLTÜR’DEN TİYATRO T TİY İYA İYA ATR ATR TRO RO PROF. CÜNEYT GÖKÇER TİYATRO FESTİVALİ İstanbul Kültür Üniversitesi Türk tiyatrosuna önemli katkılar sağlayan, Devlet Sanatçısı Prof. Sayın Cüneyt Gökçer adına düzenlediği tiyatro festivali ile her yıl Türk Tiyatrosu’nun bu değerli ismini onurlandırmayı sürdürmektedir. Prof. Sayın Cüneyt Gökçer yaşamı boyunca, yurtdışı ve yurtiçinde binlerce tiyatro oyununda oynamış, yönetmiş, ödüller almış, amatör tiyatroları ve tiyatro yapmak isteyen herkesi her zaman desteklemiş, herkese tiyatro sevgisini aşılamaya çalışmıştır. İstanbul Kültür Üniversitesi de düzenlediği bu festivalle, değerli tiyatrocumuz Cüneyt Gökçer’i anmakta ve onun mirasını her yıl sanatseverle paylaşmaktadır. Bu yıl beşincisi düzenlenen festivalin başlıca amaçları; tiyatro severleri bir araya getirmek, sanata duyarlılığı arttırmak, her yaştan insana tiyatro sevgisi aşılamak, çocuklara ve gençlere tiyatroyu tanıtmak ve sevdirmek, Ulusal Türk Tiyatrosu ve yazarlarına sahip çıkmak, sosyal sorumluluklarımıza karşı duyarlılığı arttırmaktır. Geçtiğimiz yıllar yaklaşık 5.000 izleyiciyi tiyatroyla buluşturan festival ile gelecek yıllarda daha fazla sayıda izleyicinin dikkatini çekerek tiyatro sanatına olan duyarlılığın arttırılması hedeflenmektedir. Her yıl festival kapsamında sanatla biraraya gelme şansı olmayan çocukları tiyatroyla buluşturan İstanbul Kültür Üniversitesi tiyatro topluluğu geçtiğimiz yıl bu görevini biraz daha genişletip bir yardım kampanyasına da dönüştürmüştür. Bu amaçlar doğrultusunda Prof. Sayın Cüneyt Gökçer adına düzenlenen festival, her yıl yabancı ve yerli tiyatro toplulukları, devlet konservatuarları, Belediye Şehir Tiyatroları, Devlet Tiyatroları ve tiyatro severlerle birlikte kutlanan bir şölene dönüşmektedir. Festival Başkanı Prof. Dr. Mahmut Paksoy, Festival Genel Sanat Yönetmeni Öğretim Görevlisi Zafer Kayaokay ve Festival Genel Koordinatörü Namık Kemal Köse’nin öncülüğünde gerçekleşen etkinlik, açılış seronomisi ve ödül töreninin ardından çeşitli tiyatro eserlerinin sahnelenmesiyle sürmüştür. 71 KÜLTÜR’LEN FESTİVAL F EST STİV VAL AL 19. İSTANBUL TİYATRO FESTİVALİ 9 Mayıs-5 Haziran 2014 tarihleri arasında yapılacak İstanbul Tiyatro Festivali, bu yıl yurtdışından 7, Türkiye’den 34 tiyatro, dans ve performanstan oluşan 100’e yakın gösterimi, 13 farklı mekânda sanatseverlerle buluşturacak. 19. İstanbul Tiyatro Festivali programında yer alan 32 yerli yapımın Türkiye prömiyeri yapılacak; bu projelerden üçü İstanbul Tiyatro Festivali’nin ortak yapımcılığında sahnelenecek. Oyun, dans, performans ve etkinliklerden oluşan zengin bir programla tiyatroseverlerle buluşmaya hazırlanan 19. İstanbul Tiyatro Festivali, Bisahne, Cevahir Sahnesi, DOT, Haldun Taner Sahnesi, ikincikatKaraköy, Kenter Tiyatrosu, Moda Sahnesi, Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi, Sainte Pulcherie Fransız Lisesi, Salon, Şişli Blackout, Üsküdar Stüdyo ve Üsküdar Tekel sahneleri gibi şehrin farklı mekânlarında seyirciyle buluşacak. Festival kapsamında ayrıca, ünlü konukların ve uzmanların katılacağı söyleşi, gösteri, film ve belgesel gösterimleri ile atölye çalışmaları da gerçekleştirilecek. Festivalde Shakespeare Yılı 2014 yılının William Shakespeare’in 450. doğum yılı olması nedeniyle yapılan kutlamalar kapsamında 19. İstanbul Tiyatro Festivali programında yerli ve yabancı birçok yapımın yanı sıra söyleşi, panel, atölye çalışması ve belgesel gösterimi de yer alacak. İstanbul Tiyatro Festivali Biletleri Biletler, gösterim günlerinde gösteriden 2 saat önce etkinlik mekânındaki gişeden de alınabilir. Lale Kart sahipleri festival biletlerinde %20–25 oranındaki “Lale üyelerine özel indirim”lerden yararlanabilecekler. Bilet alımlarında kredi kartı da geçerli olacak ve her gösteride tam biletlerin yanı sıra öğrenciler için indirimli bilet de satılacak. 42. İstanbul Müzik Festivali 42. İstanbul Müzik Festivali, “Doğanın Şarkısı” temasıyla 31 Mayıs 2014 - 27 Haziran 2014 tarihleri arasında gerçekleştiriliyor. 26 konserde 800’e yakın yerli ve yabancı sanatçıyı ağırlamaya hazırlanan festival, bu yıl da müzikseverleri etkileyici bir programla karşılıyor. Doğanın sesi yalnızca tematik eserler yoluyla değil, ilk kez açık havada gerçekleştirilecek konserlerle de izleyicileri ile buluşuyor. Cem Şekercioğlu, Tuba Gündöndü, İlay Aşçıbaşı, Dilan Yıldırım 72 KÜLTÜR’LEN MÜZİK 21. İSTANBUL CAZ FESTİVALİ İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından 17 yıldır Garanti Bankası’nın sponsorluğunda düzenlenen 21. İstanbul Caz Festivali, bu yıl 1 - 16 Temmuz tarihleri arasında 13 farklı mekanda 200’ü aşkın yerli ve yabancı sanatçının katılımıyla gerçekleştirilecek. 21. İstanbul Caz Festivali, 28 konserle, bu yaz yine İstanbul’u caz müziğinin efsaneleriyle hareketlendirecek. Programında sunduğu çeşitliliğin yanı sıra kullandığı konser mekanlarıyla da izleyiciler için yeni keşif olanakları sağlayan İstanbul Caz Festivali, bu yıl da farklı mekanlara yayılarak müzikseverlere ilkler yaşatmaya devam edecek. Bu yıl festivale ev sahipliği yapacak mekanlar arasında, Avusturya Başkonsolosluğu / Avusturya Kültür Ofisi Bahçesi, Boğaziçi Üniversitesi, Cemal Reşit Rey Konser Salonu, Cemil Topuzlu Açık Hava Sahnesi, Feriye Lokantası, Haliç Kongre Merkezi, İstanbul Bilgi Üniversitesi santralistanbul Kampüsü, İstanbul Erkek Lisesi, Kanyon, KüçükÇiftlik Park, Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi, Sepetçiler Kasrı ve Salon İKSV yer almaktadır. İstanbul Caz Festivali bu yıl ayrıca cazın sihrini şehrin parklarına da taşıyacak. Festival kapsamında bu yıl ilk kez gerçekleştirilecek “Parklarda Caz” konseri izleyiciye Türkiye’den başarılı genç cazcıların yanı sıra caz dünyasının en nitelikli isimlerini aynı sahnede arka arkaya ve keyifli bir festival atmosferinde dinleme imkânı yaratacak. İstanbul Caz Festivali bu yıl ayrıca şehir sınırlarını da aşarak Türkiye’nin değişik noktalarına uzanacak. New Orleans’lı genç piyanist ve besteci Jon Batiste, topluluğu Stay Human ile İstanbul’daki konserini takiben sırasıyla Yalova, Çanakkale ve Diyarbakır’da da birer konser verecek. Festivalle ilgili detaylı bilgiyi ve programı İKSV’nin internet sitesinden bulabilirsiniz. http://caz.iksv.org/tr/program Dilan Yıldırım, İlay Aşçıbaşı, Tuğba Gündöndü, Cem Şekercioğlu 73 KÜLTÜR’LEN MAVİ, CAZIN RENGİDİR O, tarihin en iyi müzisyenlerinden biri. Müzik tarihine birkaç kere yön vermiş bir müzisyen. Beraber çalıştığı kim varsa hepsini etkiledi, hepsinin ufkunu açtı. Geriye dönüp baktığımızda, o dönemlerde birlikte çalıştığı isimlerin hepsi, şu an caz dünyasının en tanınan müzisyenleri. Miles Davis’ten bahsediyoruz. Altı gibi çok küçük bir yaşta müzikle tanışan Miles, kısa bir süre sonra da hayatı boyunca ayrılamayacağı enstrümanı olan trompetle tanıştı. Kısa zamanda kendi tekniğini geliştirdi. 1956 yılında çıkardığı Birth of the Cool albümü ile cool jazz’a farklı bir boyut kazandırdı. 1959 yılında çıkardığı Kind of Blue ise modal jazz’ın kapısını araladığı albümüydü (bu albüm, otoritelere göre en başarılı albümüdür). Maddi sıkıntılar çekti; trompetini rehin olarak bırakmak zorunda kaldığı bile oldu. 40’lı yaşlarına kadar bu şekilde devam etti. Woodstock’ta her sene konser veriyordu. Hayalindeki dinleyici kitlesine ulaşamıyordu, üstelik, bu kitle gün geçtikçe azalıyordu. Ama anladı ki, işler eskisi gibi değildi ve bu şekilde giderse hiçbir zaman da eskisi gibi olmayacaktı. Woodstock’ta Jimi Hendrix’i izleyen kitleleri görüyor ve hayıflanıyordu. Karar verdi, raylar değişmeliydi tekrardan; trompetini amfiye bağladı, sevmediği halde elektro gitarla birlikte çalıştı. İşin içine elektrik girmişti artık; kirli gitar tonları, aksanlı davul vuruşları, funk-vari bas gitar tınıları çoktan girmişti Miles’ın hayatına. 1970 yılında Bitches Brew çıktı ortaya. Bu albüm, fusion denen, caz ile rock’ın harmanı olan yeni bir türdü. Cazın bir alt koluydu. Çok başarılı oldu, çok eleştirildi. Günümüzde hâlâ da eleştiriliyor. Bazı caz eleştirmenleri Miles Davis’in bu tavrını ticari amaçlarla bağladılar. Aslında, kısmen de olsa haklıdırlar. Miles biraz da ticari olarak üretmiştir bu tarzı, ama sonuç olarak, cazın yolunu bir kez daha değiştirmiş, müzik tarinine bir kez daha yön vermiştir. Nitekim, albüm çıktıktan kısa bir süre sonra Miles, altına son model arabasını çekmiş, trompetini rehin bırakmak zorunda olduğu dönemleri unutmak istercesine villalarda oturur olmuştur. Rock’tan müzikal ve ticari olarak nasibini almıştır. 10 yıl böylece geçmiş ve nihayet 80’lere gelinmiştir. 81 tarihli The Man with the Horn isimli albümle, tarzını biraz daha değiştirmiş, cazı bu sefer 80’lerin o dinamik tarzına yaklaştırmıştır. Marcus Miller ile tanışmış ve bundan sonraki çoğu albümde onunla birlikte çalışmıştır. The Man with the Horn’u, We Want Miles ve Star People gibi benzer türdeki albümler izlemiştir. 1986 yılında çıkan Tutu albümünde bulunan şarkıların çoğu Marcus Miller’a, ama tüm şarkıların 74 aranjmanı Davis’e aittir. Tutu, gerçekten çok güzel bir albümdür. Albümde dikkat çekici bir başka isim ise George Duke’tür. Takvimler 1991’i gösterdiğinde Miles, ileri derecede zatürre hastalığına yakalanmış ve dolu dolu bir hayat yaşadıktan sonra, ardında onlarca klasik eser ve albüm bırakarak yaşama veda etmiştir. Uzun bir Miles Davis betimlemesinden sonra gelelim asıl konumuza: Kind of Blue 1959 yılında çıkan bu albüm, daha önce de belirttiğimiz gibi, Miles Davis’in en iyi albümü olarak biliniyor. Bu albüm, tek başına cazın alfabesi niteliğinde. Evans*Davis ortaklığının zirve noktası olan bu albümün her parçası ayrı bir klasik. Adeta, bütün şarkılar kendi başına bir albüm. Üzerinden 50 yıl geçmesine rağmen hiçbiri eskimiyor, şarap misali, yıllar geçtikçe daha da büyük bir hazla dinleniyor. Modal jazz’ın Miles Davis’teki karşılığıdır Kind of Blue. Bu albümde dönemin en iyi müzisyenleriyle çalışan Miles, albüme yer yer hard-bop kokusu da eklemeyi unutmamış. Bu güzel albümde; piyanoda Bill Evans ve Wynton Kelly (sadece Freddie Freeloader’da çalmaktadır), tenor saksafonda John Coltrane, alto saksafonda Julian Adderley (bir diğer adıyla ‘Cannonball’ Adderley), kontrbasta Paul Chambers ve davulda Jimmy Cobb yer almaktadır. Bu üstün yetenekli kişilerin bir araya gelmesiyle harika bir sinerji yakalayan Miles, albümün ilk şarkısını “So What” olarak belirlemiştir. So What, belki de caz tarihinin en iyi melodisine sahiptir. Bazı şarkılar vardır, hüzünlüdür, hüzünlüyken dinleyebilirsiniz onları; bazıları ise neşelidir, hüzünlüyken dinleyemezsiniz. So What’ı dinlerken hüzünlü ya da neşeli olun fark etmez; bu şarkı siz hüzünlüyken hüzünlü, neşeliyken de neşeli olacaktır. Bas gitarın o mükemmel yürüyüşü, kulaklardan uzun süre silinmeyecek etki yaratıyor. Albümün ikinci şarkısı ise ‘Freddie Freeloader.’ So What gibi, o da bir Davis bestesi. So What’a benzeyen melodisi ve dinlendirici tınılarıyla çok hoş bir şarkı. Bill Evans’ın o kendine has stiliyle bu şarkı da da karşılaşıyoruz. Üçüncü şarkı: ‘Blue in Green.’ Üçüncü şarkıya geldiğimizde tarz biraz değişiyor. Bir Evans-Davis ortak çalışması olan şarkı, Evans’ın o hüzünlü, cool tarzının adeta aynası niteliğinde. Aksiyon filmlerinde tren kompartımanı sahneleri olur; bu sahneler, gerilim dolu, her an aksiyon olabilecekmiş gibi duygu veren sahnelerdir ve seyirciyi ekrana bağlar. İşte All Blues da böyle bir şarkı. Tren kompartımanında birilerinden gizlenerek yolculuk yapıyormuş gibi hissettiriyor. Önce hüzünlü bir havada başlıyor, ama daha sonra hareketleniyor şarkı. Bir diğer Davis-Evans ortak çalışması da Flamenco Sketches. Dinlendirici trompet tınılarıyla ön plana çıkan şarkı, bestelendikten bir süre sonra –muhtemelen Davis tarafından- beğenilmemiş ve yeniden kaydedilmiştir. İkinci kayıtta trompet tınıları daha yumuşamış, bas ve piyano biraz daha ön plana çıkmıştır. Şarkının adına ise Alternate Take eklenmiştir. *Bill Evans Ceren Demir 1994’ten bugüne HQWDWO×üHNHULUHWL\RUX] www.ismen.com.tr 76 KÜLTÜR’LEN BAŞLIK ÇİZGİNİN GÜCÜ Çizimlerinde iğneleyici bir dil ile dünya meselelerine değinen Pawel Kuczynski, insanların hep bildiği ama dile getiremediği gerçekleri tüm çıplaklığıyla gözler önüne seren bir sanatçıdır. 2004’ten bu yana aldığı ödüllerin yanı sıra birçok dergi ve gazetede yer alarak adından bahsettiren Kuczynski kelimelere ihtiyaç duymadan harikalar yaratıyor. 1976 doğumlu illüstratör, Poznani Güzel Sanatlar Akademisini bitirdikten sonra illüstrasyon çizimlerine devam etti ve bu güne kadar 100’den fazla ödüle layık görüldü. Pawel Kuczynski > İllüstratör 2005 yılında uluslararası yarışmalardaki başarılarından dolayı, Polonya Karikatüristler Birliği tarafından verilen “Eryk” ödülünün sahibi oldu. Özellikle savaş, çevre kirliliği, açlık, kölelik ve siyaset gibi konuları ele alan Kuczynski’nin ülkemizde elde ettiği başarılar da mevcut. 2005 yılında düzenlenen “Akdeniz’de Turizm ve Çocuk” konulu 5. Uluslararası Akdeniz Karikatür Yarışması birinciliği. 2006 yılında Aydın Doğan Uluslararası Karikatür Yarışması birinciliği. 2009 yılında ‘Son’ temalı 3. Uluslararası Bursa Karikatür Yarışması birinciliği. 2013 yılında Sinop Valiliği, Gençlik Hizmetleri ve Spor İl Müdürlüğünün düzenlediği ‘‘Gençlik Spor Barış ve Hoşgörü’’ konulu karikatür yarışmasında 1. seçilmiştir. Henüz 38 yaşında olmasına rağmen, başarılarla dolu bir kariyere sahip olan sanatçının adını daha önce duymamış olsanız dahi, çalışmalarıyla karşılaşmış olma olasılığınız oldukça yüksek. Sosyal medyada sıkça karşımıza çıkan çizimlerini incelemek isterseniz, sanatçının Facebook hesabını inceleyebilirsiniz. Ayrıca, illüstrasyonların basılı hallerini www.pictorem.com adresinden satın alabilirsiniz. 77 Onur Salkım 78 SPOR İKÜ Ragbi Takımı Ragbinin Tarihi İngiltere’nin, Rugby adlı kentinde futbol maçı sırasında bir oyuncunun topu kollarının arasında tutarak kaleye doğru koşması ile başladı ragbinin hikayesi... 1823 yılından bu yana başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Galler, Güney Afrika, İrlanda, Yeni Zelanda ve Avusturalya’da milyonların tutkuyla izlediği bir spor haline geldi ve bugün ki popülerliğine ulaştı. Anavatanı İngiltere olan ragbi, sonradan İngiliz sömürgelerine de yayıldı. Bir İngiliz oyunu olmasına rağmen günümüzün en başarılı ve favori gösterilen takımı Yeni Zelanda oldu ve Britanya adasında başlayan bu tutku, zamanla dünyanın her bir köşesine yayıldı. Ragbi Nedir? Ragbi, 15’er kişilik iki takımla, bir devresi 40 dakika olmak üzere iki devre olarak oynanan, ileriye pas vermenin yasak olduğu, topu elle rakip kale çizgisinin arkasına taşımayı hedefleyen sert bir spor dalıdır. Başta insanlara çok karışık ve katı gelen bu oyun, zamanla alışılan ve sertliğin estetiğe dönüştüğü bir başyapıt haline gelmiştir. 15’er kişilik takımlar halinde oynanan bu sporda, güç ve çeviklikten ziyade cesaret ön plana çıkmaktadır. 8 kişilik forvet ve 7 kişilik defans oyuncusudan CENTİLMENLERİN OYUNU RAGBİ oluşan takım, bir bütün olarak takım ruhuyla hareket etmektedir. Futboldan farklı olarak ragbi oyununda, forvetler kiloca daha ağırdır. Çarpışmalarda ve daha sert mücadelelerde forvetler bulunurken, savunma (Back) olarak oynayan oyuncular daha çok kaçmaya ve sayı yapmaya odaklı oynarlar. Fakat yeni dünya rugby düzeninde uluslararası takımlara baktığımızda forvet oynayanlar kadar defans oynayanlar da “Rock” ya da “Maul” gibi pozisyonlarda mücadelenin içinde kalmaktadır. Ragbi ve bir diğer çeşidi olan yedili ragbi, “Ragbi Birliği” (Rugby Union) veya “Ragbi Ligi” (Rugby League) kuralları ile oynanmaktadır. İKÜ Ragbi Takımı 2010 senesinde, ragbi tutkunu bir gencin çalışmalarıyla üniversitenin resmi olmayan ragbi takımının temelleri atıldı ve üniversitede belirlenen standlar ile öğrencilerin ilgisi çekilerek ilk kadrosu kuruldu. Kendi imkanlarıyla demokratik bir biçimde oyuncular tarafından yönetilen bu takımın, başlarında hoca olmadan yaptıkları antrenmanlar, bu spora duydukları ilgi, sevgi ve azimle çalışmaları ise şu an, üniversitenin ragbi takımının olmasının en büyük nedeni oldu. Gelecek senelerde bu takıma katılacak yeni oyunculara aktarılacak olan centilmenlik, takım ruhu, saygı ve kardeşlik gibi olgular hiç kuşkusuz bu takımın ve kulübün devamlılığını sürekli kılacaktır. Temel ilkeleri sportmenlik, centilmenlik ile takım ruhu olan ve bu ilkelerle ragbi sporunu yapan kulüp, aktif olarak Kültür Koleji bünyesinde bulunmaktadır. Kulüp, her yıl İstanbul’da gerçekleşen “İstanbul Sevens 7’li Ragbi Turnuvası”na hazırlanmakta ve TRL (Türkiye ragbi ligi), Unilig (Üniversitelerarası 7’li ragbi ligi), İstanbul Sevens, ODTU Konsolosluk Kupası ve birçok turnuvada üniversiteyi en iyi şekilde temsil etmektedir. 79 Oytun Çölok > Ragbi Türkiye Dergisi Kurucusu > Ragbi Antrenörü Ülkemizde ragbi oynamak, gönüllülük ve tutku isteyen bir spor. İşte Oytun Çölok da bu spora gönül verenlerden biri. Oyuncu, hakem, antrenör, Türkiye’nin ilk ragbi ve ekstrem sporlar dergisi Rugby Türkiye’nin kurucusu ve köşe yazarı. Türkiye’de ragbinin daha fazla insana ulaşması için çalışmaya devam etmektedir. Oytun Çölok Kimdir? Sakarya Üniversitesi İİBF Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri bölümünden mezun olarak İnsan Kaynakları eğitimi almış ve uzun yıllar kurumsal ve bireysel insan kaynakları eğitimleri vermiştir. Daha sonra Ashua Turkuaz Kişisel Gelişim Okulu kurucuları olan, Türkiye’nin en köklü ve en iyi kişisel gelişim uzmanları Ayça (Tan) Ulusoy ve Gündüz Saka ile eğitimlere başlamıştır. Sonrasında Ayça (Tan) Ulusoy ve Gündüz Saka ile birlikte Ashua Turkuaz Kişisel Gelişim Okulu bünyesinde eğitmen ve enerji terapisti olarak çalışmaya başlamıştır. Bu bağlamda, gruplarla meditasyon çalışmalarına katılmakta ve The Golden Triangle eğitmenliği ve yaşam koçluğu yapmaktadır. Ayrıca MCM TURKUAZ A.Ş. kurucu üyelerinden olup, yönetim kurulu denetmenliği görevine devam etmektedir. “Ashua Haber Portalı” (www.ashuahaber. com) isimli haber portalının ve “Rugby Türkiye” (www.rugbyturkiye. net) isimli sanal ragbi spor dergisinin genel yayın yönetmeni, “Auto Türkiye” (www.autoturkiye.com) isimli sanal otomobil ve yaşam dergisinin ise haber koordinatörüdür. Yazdığı birçok yazı ve hikaye ile hazırlamış olduğu 2 adet meditasyon CD’si bulunmaktadır. Ayrıca, Ashua Ritim Terapi grubunda perküsyon çalmakta ve bireysel olarak İstanbul’un çeşitli mekanlarında, perküsyon performansları sergilemektedir. MCM TURKUAZ A.Ş. bünyesinde bulunan yayınevi “Ashua Turkuaz Yayınları”nın editörlerinden biri olup yine MCM TURKUAZ A.Ş’nin yapımcılığını üstlendiği ve KanalTürk ile Rumeli TV’de yayınlanmış olan TV programlarında Ayça (Tan) Ulusoy ile birlikte sunum partnerliği görevini de üstlenmiştir. Oytun Çölok, lisanslı ragbi oyuncusu olup, Bosphorus Rugby takımında hem oyuncu hem de antrenör görevlerini üstlenmiştir. Ayrıca IRB (Uluslararası Ragbi Birliği) lisanslı 1. kademe ragbi hakemliği ve IRB lisanslı 1. derece ragbi antrenörlüğü de yapmaktadır. Bu spora nasıl başladığınızı ve başlamanızda nelerin etkili olduğunu anlatır mısınız? Bu spora geç başlayanlardanım. Hatta hayatında yapmış olduğu spor aktiviteleri, Lise’de, boş derslerde oynadığı voleybol ve yaptığı fitnessdan ibaret olan bir adamın; 30 yaşına geldiği bir zamanda, ragbi gibi bir oyuna başlaması çok komik bir durum. Başlamam da komik aslında… Yıllar önce, aile şirketimizin yapımcılığını üstlendiği bir TV programının sunum partnerliğini yapmaktaydım. Bir gün programda, hepimizin Eurovision’dan tanıdığımız Gülseren ve eşi Luis konuğumuz oldu. Program esnasında o kadar eğlendik ki, sonrasında arkadaş olduk. Bir akşam hep birlikte yemek yerken Luis beni ragbi antrenmanına davet etti. Ben ise ragbiyi çok merak ettiğimi, gelip mutlaka seyredeceğimi söyledim. Luis ise, seyretmeye değil oynamaya davet ettiğini söyledi. Uzun lafın kısası; o haftasonu IRC ve Ottomans’ın antrenman yaptığı sahaya gidince, ilk şoku yaşadım. Sahada alt alta üst üste bir sürü adam... Benim de canım çok tatlı… Korktum. Bu esnada, Rugby Türkiye’nin de editörü olan arkadaşım Ebru yanımdaydı. “Haydi, çıksana sahaya” diye beni zorlayınca, ben iyice korkup, ragbiden bir anda vaz geçtim. Fakat Ebru beni Luis’e 80 şikayet edince, Luis beni kolumdan tuttuğu gibi sahaya fırlatıverdi. Fırlatıverdi derken mübalağa yapmıyorum. Gerçekten fırlatıverdi. Sahaya çıkış o çıkış, hala ragbi ile birlikteyim. Defalarca korkup bırakma kararı almama rağmen bir şekilde birileri beni bu sporun içine çekiverdi. İstanbul’da birçok takımda oynadım. IRC vasıtası ile Ottomans’ da başladım ve sonra ragbi oynamaktan vazgeçip, bu kararımdan iki gün sonra, kendimi İstanbul Lions’da oynarken buldum. Oradan kendimi Bakırköy RK’da; oradan da yine Ottomans’da buldum. En son 7 ay önce ise kendi takımımda, Bosphorus Rugby’de oynamaya başladım. Daha doğrusu oyunculuktan ziyade takımın antrenörlüğünü yapıyorum. Sonra hakem oldum. Türkiye’deki ilk IRB 1. Kademe hakemlerden biriyim. Her ne kadar hala belgelerimizi alamasak ve şu anda yasaklı olsam da Avrupa Uluslar Kupası maçlarında ENC 3 grubu maçlarını yöneten hakem ekibinde olmanın gururunu yaşadım. Kısaca söylemek gerekirse, bir kere bu sporun içine girdiniz mi çıkamıyorsunuz. Ragbiye başladığınız yıldan bu yana neler değişti? Çok şey değişti aslında. Bir kere Türkiye FIRA’ ya tam üye oldu. Namağlup bir milli takımı var. Takımlar artıyor, oyuncu sayısı artıyor. Tabii ki bu işin görünen ve iyi kısmı. Bir de değişmeyen yönler var ki, bunlar da federasyondaki yönetim zaafiyeti. Bunu bir tek kişiye mal edemem. Ama nedense rugby Türkiye’de bir yandan gelişirken, diğer yandan da yok olma aşamasına geliyor. Eskiden oyuncu sıkıntımız, takım sıkıntımız vardı. Şimdi ise hepsi tamam, ama bölgesel ligler hakkındaki yanlış teknik kurul kararları yüzünden maç yapamayan demotive oyuncuları ragbi içinde tutmak zorlaşıyor. Bu yüzden kapanan birçok yeni takım oluyor. Bu da çok üzücü bir durum. Sizce ragbi Türkiye’ de neden diğer ülkelere kıyasla daha az bilinmektedir? Aslında ragbi 1945’den beri var Türkiye’ de. Fenerbahçe ve Galatasaray’ın ragbi takımları maçlarını bilhassa derbi maçlarından önce oynarlarmış ki derbi seyircinin maçtan önce ragbi karşılaşmalarını da seyredebilme şansı olsun diye. 1945-1947 arası ciddi bir ragbi ligi varmış. Ta ki Fenerbahçe’nin Galatasaray’ı 12-0 yenmesine kadar... Bu süreçten sonra Galatasaray, savaş sonrası maddi sıkıntıları da baz alarak 1999 yılında Ottomans kurulana kadar ragbi branşını kapatmış. Bu süreçte, tüm takımlar kendi yağlarında kavrulduklarından gerekli tanıtım pek yapılamadı. Federasyon da bu konuda vizyon olarak yetersiz kaldığından, ragbi Türkiye’de yeni yeni tanınıyor. Ragbiyi belki de basketbolun ülkemizdeki 10 yıl önceki haline benzetebiliriz. Eminim ki hepimizin çabalarıyla ragbi çok daha kısa bir sürede ülkemizde popüler hale gelecektir. Bosphorus Rugby hakkında biraz bilgi verebilir misiniz? Nasıl kuruldu? Bosphorus RFC, benim as başkanı olduğum İstanbul Anadolu Jimnastik ve Spor Kulübü’nün ragbi takımı olarak 7 ay önce kuruldu. Ragbi oynamaya başladığım ilk zamandan beri böyle bir takım kurmak benim hayalimdi. En sonunda; hem ailemin, hem de ortağı olduğum aile şirketimizin desteği ile bu hayalimi gerçekleştirdik. Şu anda ekip olarak 40 kişi kadarız. Oyuncularımızın tümü 7 ay önce ilk kez ragbi topu ile tanıştılar. Hepsi yüreklerini ortaya koyarak çalışıyorlar. Türkiye’de ragbi oynamak için gerçekten yüreğe ve tutkuya ihtiyaç var. Malumunuz gönüllü olarak yaptığımız bir spor. Aşk olmazsa, ragbi oynamak çok zor. Yedi aydır haftada 3 kere antrenman yapıyoruz. Henüz bir antrenman sahamız yok. Çünkü Anadolu yakasındaki tüm sahalar dolu. Biz de Maltepe Süreyya Plajı’nda, sahildeki geniş yeşil alanı kullanmayı tercih ediyoruz. Şimdiye kadar 4 maç yaptık. Yapmaya da devam edeceğiz. Önümüzde oynayacağımız bir play off karşılaşması var. Tarihi henüz belli değil. Ayrıca İstanbul Sevens Turnuvası’na da katılıyoruz. 81 Sizce ragbi federasyonu ülkemizde bu sporu geliştirmek için yeterince çalışıyor mu? Bence sağlamıyor. Sağlamayı bir kenara bırakın, var olanı bile baltalamakla meşgul. Sadece taşın altına elini koyan Türkiye Ragbi Kulüpler Derneği’nin bile önüne bir sürü engel koyan ve bizi yalancılıkla suçlayan bir federasyon başkanı var. Federasyonlar temsil ettikleri sporların gelişimlerinden sorumludurlar. Fakat bir tek bizim federasyonumuz temsil ettiği sporları yok etmek için çalışıyor bence. Bu çok üzücü bir durum. Türk halkının zevklerine ragbi kadar uygun bir spor, düzgün bir federasyon idaresi ile bugün, en az bir basketbol kadar olmalıydı diye düşünüyorum. Federasyon koruyucu, kollayıcı, geliştirici ve birleştirici bir görev üstlenmelidir. Bunların hiçbiri yoksa o federasyonun temsil ettiği sporlar yok olmaya mahkûmdur. Ülkemizdeki tüm ragbi oyuncuları yüreklerini ortaya koyup, tutku ile bu sporu yapıyorlar. İşte bu yüzdendir ki, ragbi yavaş da olsa Türkiye’de oynanmaya ve gelişmeye devam ediyor. Türkiye’de teknik ekibin ve ekipmanın az olduğu ragbi oyununun zorluklarından bahseder misiniz? Bildiğiniz gibi ragbi oynamanın ekipman olarak pek bir sıkıntısı yok. Bir dişlik, krampon ve forma yeterli. Eskiden top sıkıntımız vardı, o problem de yok artık. Fakat takımların saha sıkıntıları hat safhada. İstanbul açısından konuşursak; neredeyse tüm takımların antrenman yapacak saha sıkıntıları var. Gerekli antrenman ekipmanları bir şekilde karşılanabiliyor. Hiç biri olmasa bile, top ve antrenman sahası yeterli olabiliyor. Suni çim ise diğer bir sıkıntı. Zaten sert olan ragbiyi bir de suni çimde oynadığınız zaman sakatlanmalara davetiye çıkartmış oluyorsunuz. Fakat İstanbul takımları olarak, bu sert zeminlerde oynamaya alıştığımızdan, diğer takımlara göre dayanıklılığımız artıyor. Bu iş federasyonu da aşıyor. Genel müdürlük ve Spor Bakanlığı saha sıkıntısını çözebilecek yetkili kurumlar. Türk Milli Ragbi Takımımızın performansını nasıl değerlendiriyorsunuz? Performans için teknik adama da bakmak gerekli bence. Engin Yüksel çok iyi bir antrenör. Çok iyi bir koçun yanında yetişti. Öğrendiklerini ve kendi yeteneklerini birleştirince, 15’li erkek milli takımını bir üst gruba çıkartmayı başardı. Camia ne düşünüyor bilemem ama bu bile Engin’e teşekkür etmek için çok büyük bir neden. Buradan da belirtiyorum ki, ben Engin’i bu yolculuğunda sonuna kadar destekliyorum. Çünkü burada önemli olan, Türkiye Ragbi Milli Takımları, Türkiye’ nin adı ve başarısı. Bu yüzden takımların başına kim gelirse gelsin, başarı için onun desteklenmesi gerektiğine inanıyorum. Takımlara gelince; yurtiçi ve yurtdışında oynayan tüm oyuncular arkadaşım. Hepsi çok yetenekli ve yürekli insanlar. Rugby Türkiye Dergisi’nde birçoğu ile röportaj yaptık ve milli takım denince ilk söyledikleri şey “gurur” oldu. Milli marşı çaldırabilmek ise en büyük “amaç”... tüm takımlar birbirlerine inanılmaz derecede sahip çıktılar ve “ragbi kardeşliğini” başardılar. İster yurtiçinde, ister yurtdışında ragbi oynasınlar, kapasiteleri şu ankinin çok üzerinde olabilir. Burada da antrenmanlar ve birliktelikleri çok önemli. Takım olarak en iyisini başaracağımıza eminim. Hem takıma hem de Engin’e güveniyorum. Fakat şunu da biliyorum ki başarının sırrı antrenmandan geçer. Eğer geçen seneki sevens turnuvaları öncesinde olduğu gibi sadece 1-2 hafta önce bir araya gelip antrenman yapılırsa, karamsar olabilirim diye düşünüyorum. Burada ise top federasyonda. Son olarak Türk ragbi oyuncularına ve bu spora başlamak isteyenlere önerileriniz nelerdir? Takım oyuncusu olabileceklerine inanıyorlarsa, canlarının yanmasından korkmuyorlarsa, dostluk, kardeşlik onlar için önemliyse bu spora mutlaka başlamalarını öneririm. Çünkü ragbi öyle bir spor ve öyle bir yaşam tarzı ki, bir kez içine girdiniz mi bir daha çıkamıyorsunuz. Bir de şunu belirtmeliyim ki, ragbi kişinin hem fiziksel hem de ruhsal olarak kendini geliştirebileceği en iyi spor dallarından biri. Korkularınıza rağmen oynamayı, onları yok etmeyi; takım oyununu, başkalarına güvenmeyi, dürüstlüğü, cesareti, başkaları için canınızı dişinize takıp, elinizden gelenden bile fazlasını yapmayı öğreniyorsunuz. 82 Serkan Reçber > Eski Futbolcu ve Spor Yorumcusu Serkan Reçber, 90’lı yılların başında fırtına gibi esen A Genç Milli takımın başarılı oyuncusuydu. 37 kez A Genç Milli takım formasını giydi. 1 kez Ümit Milli oldu, 22 kez de B Genç Milli takımda oynadı. Henüz 20 yaşındayken Zeytinburnu’ndan Fenerbahçe’ye transfer oldu. Daha sonra Çanakkale Dardanelspor’ da ve Bursaspor’da kariyerini devam ettirdi. Şimdilerde futbol yorumculuğu yapan Serkan Reçber’le Türk futbolunun bugün geldiği nokta, markalaşma ve Hagi ile yaşadığı o olay hakkında kısa bir söyleşi gerçekleştirdik. Serkan Reçber kimdir? Biraz kendinizden bahseder misiniz? Futbola Zeytinburnu altyapısında başladım. Altyapıdan A takıma yükseldim. Daha sonra Fenerbahçe’ye transfer oldum. O dönem Emre Belözoğlu ve Arif Erdem Galatasaray’a, ben ise Fenerbayçe’ye transfer oldum. Fenerbahçe’de kupa kaldırıp şampiyonluk yaşadım. Futbol yaşantınızda unutamadığınız bir anı var mı? GS-Çanakkale Dardanel ‘de oynarken Hagi ile bir anım olmuştu. Maç esnasında Hagi bana dirsek attı. Bunun üzerine hakeme gidip Hagi’nin dirsek attığını ve oyundan atması gerektiğini söyledim. Hakem de bana “Gördüm ama bir dirsek için koskoca Hagi’yi oyundan mı atıyım?” dedi. O anıyı hiçbir zaman unutamam. Türk futbolunda gençlere gerekli değer veriliyor mu? Verilmiyor... Günümüzde genç ve yetenekli oyuncu eksikliği var. Bunun sebebinin, alt yapıdaki hocalardan kaynaklandığını düşünüyorum. Altyapıdaki hocalar gençlerin kreatif olma özgürlüğünü elinden alıyor. Altyapı hocaları yetenekli gençleri üst seviyeye taşımak yerine ilk önce kendisini yukarıya nasıl taşıyacağını düşündüğü için maalesef gençlerimizin önü açılmamış oluyor. Yukarıya çıkan gençlerimiz ise yeteneklerinin üstüne koyamayıp siliniyorlar. Türk futbolunun geçmişten bugüne geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Türk futbolunun marka değeri hakkında düşünceleriniz nelerdir? Günümüzde Türk futbolunda büyük paralar dönüyor. Eskiden futbolcular çok büyük paralar alamıyordu. Saha içinde futbolcu herşeyini verip oynamayı düşünüyordu, amatörlük vardı. Günümüzde profesyonellik ön planda ve futbolcular çok büyük paralara imza atıyorlar. Bana göre bu paranın hakkını veren oyuncu sayısı çok az. Türk futbolcusuyla kurumsallık olmaz. Duygu katmak lazım. Türkiye’de şu an bunun iki güzel örneği var. Bir tarafta duygu ile oynayan ve başarılı olan bir Fenerbahçe, diğer tarafta kurumsallaşmaya giden ve başarısız olan bir Galatasaray var. Türk futbolunun marka değeri çok düşük. Çünkü Türk futbolunu, futbolu bilenler yönetmiyor. Türk futbolunda yabancı sınırlaması son derece yanlış. Önemli isimleri getirip ülkenin isminin Avrupa’da başarı sağlayarak duyrulması gerekiyor. Ülkeye gelen önemli isimler verdiği demeçlerde Türkiye liginin az seyredilen bir lig olduğunu ve buna rağmen buraya geldiğini dile getiriyorlar. Türk futbolunun marka değerinin nerede olduğunu buradan çıkarabiliriz. Hiç bir uluslararası futbol turnuvasında bulunamayışımız bunun göstergesidir. Arda Güner, Ç.Alper Şahin, Oğuzhan Karagöz, Ozan Vural w İstanbul Kültür Üniversitesi öğrencilerine %10 indirim 1989’dan bugüne... www.pizzadays.com 84 Fotoğraf: imgur.com 85 İstanbul Kültür Üniversitesi ve İletişim Sanatları Bölümü olarak Manisa Soma’nın acısını paylaşıyoruz. 86 BAŞLIK EĞİTİM HOCALARINIZIN KIYMETİNİ BİLİN... Biraz kendinizden misiniz? bahsedebilir Sema GÜMÜŞ. 1981 doğumluyum. Ankara İletişim Meslek Lisesi’nden sonra İstanbul Kültür Üniversitesi Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Programı’nı burslu kazandım ve 2013 yılında bu programdan mezun oldum. Daha sonra DGS ile geçiş yaptım. Şu anda bir şahıs şirketim var ve firmalara danışmanlık yapmaktayım. Aynı zamanda Halkla İlişkiler ve Tanıtım bölümünde doktora öğrencisiyim. Neden Yüksek Lisans ve Doktora eğitimi alıyorsunuz? Lisansüstü eğitiminin size katkısı ne olacaktır? Aslında yüksek lisans yapmayı hiç düşünmüyordum. Hali hazırda mevcut olan bir işim var ve bu işimi çok seviyorum. Bilindiği üzere yüksek lisans, iş yaşamının alternatifi yada tamamlayıcısı değildir. İş olanaklarını arttırmak için de yapılmaz. Hatta, diyebilirim ki yüksek lisans yapmak bazı durumlarda iş olanaklarınızı bile sınırlayabiliyor. Bu nedenle mesleğimde bir iş pozisyonu için değil, tecrübe sahibi olmak için yüksek lisans ve doktora yapmak önemli bir unsur. Bu sebeple mevcut olan pratik bilgim üzerine teorik bilgiyi Sema Gümüş > Marka Danışmanı ve Patent Vekili > İKÜ İletişim Sanatları Yüksek Lisans Mezunu ekleyebilmek adına İletişim Sanatları Anabilim Dalı’nda yüksek lisans yaptım. Doktora programında ise yapacağım araştırmalar sonucunda edineceğim teorik bilgimle pratik bilgimi harmanlayıp bunu iş yaşamıma aktararak müvekkillerime daha iyi ve uzman olarak hizmet vermek istemekteyim. Yüksek Lisans Eğitiminizde neden İstanbul Kültür Üniversitesi İletişim Sanatları Anabilim Dalı’nı tercih ettiniz? Öncelikle ben şuna inanıyorum. İletişimin kalbi İstanbul... İstanbul iletişim sektörünün merkezi. Bunun yanı sıra İstanbul Kültür Üniversitesi İletişim Sanatları Bölümü’nün ise eğitim kadrosu, mükemmel hatta ötesi... Hocalarımızın hepsi kendi alanlarında çok iyiler ve alanla ilgili yapılan bir literatür taramasında hepsi ile karşılaşıyorsunuz. Bu bir öğrenci için bulunmaz nimet. Bölümdeki hocalarımız okul hayatım boyunca bana her daim bilgi ve deneyimlerini hiç tereddütsüz aktardılar ve yol gösterdiler. Onlar hem iyi bir vatandaş, hem de mesleki yönden donanımlı ve aranan bir eleman olabilmemiz için bize rehberlik ederek, sonsuz destek verdiler. Bu nedenle yüksek lisanstaki tercihim tabii ki “İSTANBUL KÜLTÜR ÜNİVERSİTESİ İLETİŞİM SANATLARI ANADİLİM DALI” oldu. Son olarak biz İletişim Sanatları Bölümü öğrencilerine vermek istediğiniz bir mesaj var mı? “Çok çalışmalısınız” diye klasik bir cümle kurmak istemem. Ancak hocalarımızın kıymetini çok iyi bilelim ve onların derin bilgilerinden gücümüzün son damlasına kadar yararlanalım. Öğrencilik hayatım boyunca derslerime çok çalıştım diyemem ama hiç bir dersi kaçırmadım. Her derse girdim ve hocalarımın anlattıkları konuları, deneyimleri ve örnekleri can kulağı ile dinledim, kulağıma küpe yaptım. Çünkü bu örnekler ve deneyimler, çalışma hayatımda bana ışık oldu, dahası bu örnek ve deneyimler şu an başarımın tek ve en önemli sırrı oldu. JEANCİ KONFEKSİYON TEKSTİL SANAYİ VE TİCARET A.Ş. Evren mahallesi Gülbahar Caddesi Yeşiltepe Sokak No: 7 Güneşli 34212 İSTANBUL T: +90 212 630 03 46PBX F: +90 212 63 03 48 E: [email protected] W: www.jeanci.com Tekstilna 57-16000 Leskovac/SERBİA 88 TEST BAŞLIK ŞİMDİ REKLAMLAR Gündelik hayatımızda o kadar çok reklamla karşılaşıyoruz ki, bazen kendimizi farkında olmadan bir reklam müziğini mırıldanırken buluyoruz. Haydi, aklımızda kalan sloganları test edelim; Bakalım, markalar sloganlarıyla bizlerin zihinlerinde ne kadar yer edinmişler? Sloganların ne kadarını unuttuk, ne kadarını doğru hatırlıyoruz? 7. “Şampuanınıza servet ödemeyin.” a)Duru b) İpek c) Komili d) Rejoice Cevaplar reklamlardan sonra… 10. “Fark yaratan tasarım” a) Vestel b) Siemens c) Braun d) LG 1. “İşte geldim buradayım, ben bu işte ustayım.” a)Solo b) Dixi c) Ace d) Cif 2. “Kek dünyasında tek” a)Eti Topkek b) Eti Popkek c) Ülker Dankek d) Saray Tönbek 3. ”Başka bir arzunuz” a) Arzum b) Biscolata c) Aksigorta d) Garanti Bankası 4. “Hem yumuşak, hem hesaplı” a)Yumoş b) Selpak c) Solo d) Vernel 8. “Alsak alsak bedavaya ne alsak?” a) World Card b) Bonus Card c) Maximum Card d) Axess Card 9. “Çay budur!” a) Doğuş Çay b) Rize Çay c) Lipton d) Çaykur 11. “Gülen Boya” a) Filli Boya b) Polisan c) Dyo d) Marshall 12. “Siz hala annenizin margarinini mi kullanıyorsunuz?” a) Sana b) Luna c) Becel d) Bizimyağ 13. “Tek benzeri öteki teki” a) Arrow b) Twigy c) Gezer d) Ceyo Cevaplar 1) D 2) C 3) D 4) C 5) B 6) D 7) B 8) B 9) A 10) C 11) B 12) B 13) A 14)A 15) C Puanlama: Her değerindedir. soru 2 puan 0-10 arası Reklamlarla hiç aranız yok. Markalar için en zorlu müşteri sizsiniz. Unutmayın, bu markaların bütün iletişim çalışmaları sizlerin zihinlerinde yer tutmak için. 11-20 arası Reklamlar sizin için var ya da yok. O kadar da önemli değiller. Az çok kim kimdir bilirsiniz. Markalar için tehlikeli olan kitlenin içerisindesiniz. Çünkü yanlış hatırlanmak rakiplerine yatırım yapmak demektir. 21-30 arası Markalar sizi, siz markaları çok seviyorsunuz. Siz, markalar ne söyler, ne yaparlar bilir, takip edersiniz. Markaların sadık müşteri profiline çok uygunsunuz. Markalar sizin sayenizde varlar. 5. “Her eve lazım” a) Beko b) Arko c) Arçelik d) Alarko 14. “Güveninizi kaybetmektense, para kaybetmeyi tercih ederiz.” a) Bosch b) Toshiba c) Beko d) Arçelik 6. “Çişimi yapıyom, çişimi yapıyom, popom kuru kalıyo.” a)Prima b) Molfix c) Huggies d) Canbebe 15. “Diş hekimlerinin bir numaralı tercihi” a) İpana b) Colgate Aslı Atik, Dilara Coşkun, Evrim Çavuş, Şeyda Bilici c) Oral-B d) Signal &.1"5Ý Kuramdan Uygulamaya &EJUzS"ZTÎO5VSQPÜMVbFMJLT ,POVOVO V[NBOÎ PO ZB[BS FNQBUJ LBWSBNÎOÎO UBOÎNÎOÎ UBSJITFM HFMJÚJNJOJWFQTJLPMPKJCJMJNJOJOEJÜFSBMUEBMMBSÎZMBJMJÚLJTJOJLBQTBNMÎ CJSÚFLJMEFFMFBMÎZPS&NQBUJPLVSMBSBEFSJOMJLMJWFz[HOCJSJmFSJL TVOVZPS ,f-5f3&-14Ý,0-0+Ý ,f-5f3-&3"3"4*14Ý,0-0+Ý :&3&-14Ý,0-0+Ý $BSM3BUOFST bFWJSFO4FSSBÝmFMMJPÜMV&EJUzS5MBZ#P[LVSU $BSM 3BUOFS LMUSFM QTJLPMPKJ LMUSMFS BSBTÎ QTJLPMPKJ ZFSFM QTJLPMPKJ NBLSP LMUSFM QTJLPMPKJ EJTJQMJO WF LBWSBNMBSÎ CBÜMBNÎOEBLMUSWFQTJLPMPKJBSBTÎOEBLJ JMJÚLJZJWF CV JMJÚLJZJ BSBÚUÎSNBZPMMBSÎOÎJSEFMFZFOV[MBÚUÎSÎDÎBODBLLMUSMFSBSBTÎ BSBÚUÎSNBMBSEB HFmFSMJ PMBO BMÎÚLBOMÎLMBSÎ EB TBSTBDBL SBEJLBM CJSCBLÎÚBmÎTÎTVOVZPS ,f-5f3-&3"3"4*b"-*Ù."-"3 e5&,Ý/Ý/4e;f :":*/")";*3-":"/-"3e;(&40:4"-4&33"Ýb&--Ý0Û-6 T "ZOÎ EJMJ LPOVÚNBEÎÜÎNÎ[ WF QTJLPMPKJL TBÜBMUÎNB JIUJZBDÎ PMBO HzmNFOWFTÎÜÎONBDÎMBSMBmFWJSNFOBSBDÎMÎÜÎZMBZBQÎMBOHzSÚNFMFSJO LMJOJLWFFUJLCPZVUMBSÎOFMFSEJS (zmNFOWFTÎÜÎONBDÎMBSMBHOML ZBÚBN QSBUJLMFSJOEF ZBÚBOBO LBSÚÎMBÚNBMBSÎO QPMJUJL WF TPTZPMPKJL mFSmFWFTJOBTÎMmJ[JMJZPS ,MUSMFSBSBTÎbBMÎÚNBMBSeUFLJOJO4z[ CVTPSVMBSÎOZBOÎUMBSÎOÎBSÎZPS