Seçiyorum Seçmiyorum... İki Dil Turnusolu... CHP halkı “sivil direniş

Transkript

Seçiyorum Seçmiyorum... İki Dil Turnusolu... CHP halkı “sivil direniş
İKİ AYLIK
SİYASİ / TEORİK
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
MART/NİSAN 2011/02 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X150
▶ Seçiyorum Seçmiyorum...
▶ İki Dil Turnusolu...
▶ CHP halkı “sivil direniş”e çağırdı!
▶ Guguk devletinden görüntüler
▶ Allianoi sulara gömdürüldü
•
editörden - içindekiler
EDİTÖRDEN
Değerli okuyucu,
Mart-Nisan sayımızla yine dopdolu bir sayıyla
sizlerle birlikteyiz değerli okuyucular!
Başyazımızı bir yandan gittikçe daha fazla gündeme
oturan seçimlere ayırdık.
Diğer yandan hala gündemde olan ve -öyle
görünüyor ki- önümüzdeki dönemde de gündemde
kalacak olan “İki Dil” tartışmasına ayırdık.
Geçtiğimiz süreçte en önemli ve ilginç gelişmelerden
birisi de hiç kuşkusuz CHP’nin “Sivil Direniş”
çağrısı oldu. Üçüncü yazımızı da bu konuya ayırdık.
Halkların Kardeşliği sayfalarımızda “Guguk
Devletinden Görüntüler” ve “Kültürel Soykırım”
yazıları yer almakta, her iki yazıyı da büyük ilgiyle
okuyacağınızı düşünüyoruz.
Bir 8 Mart’ı daha geride bırakırken, 8 Mart’ta
yapılan eylemlerin değerlendirilmesini “Yeni Kadın
Dünyası” sayfalarımızda bulacaksınız.
Panorama sayfalarımızda -kapakta da yer
verdiğimiz- son dönemin hiç kuşkusuz uluslararası
alanda en önemli gelişmelerinden birisi olan Arap
dünyasındaki sarsıntılar konusu oluşturuyor.
Bu “devrim” olarak da değerlendirilen gelişmeleri
sınıf bakış açısıyla irdeledik. İlgiyle okuyacaksınız.
Ya ş a m a Te me ll e r i ni Kor um a Mü ca d e l e s i
s ay fal ar ımı z d a Alli a oni’nin n a s ıl s ul ara
gömüldüğünü ele aldık.
Son olarak okur mektuplarımızı da ilgiyle
okuyacaksınız.
*****
Önümüzde Mart ayının 12 Mart, 16 Mart, 21 Mart
gibi sınıf mücadelemiz açısından da önem taşıyan
günleri duruyor.
Tüm okurlarımızı bu günlerde yapılacak olan
etkinliklere duyarlılık göstermeye ve katılım
sağlamaya çağırıyoruz.
Buradan siz değerli okurlarımızı, Dönüşüm
Yayınlarında yeni çıkmış olan H. Yeşil’in derlemiş
olduğu “Demokratik Devrim mi, Sosyalist Devrim
mi?” kitabını incelemeye ve yaygınlaştırmaya
çağırıyoruz.
Değerli Okuyucular, artık seçim dönemine girmiş
bulunuyoruz. Bu süreci sınıf mücadelesi açısından
azami ölçüde değerlendirmemiz gerekiyor. Bu
konuda tüm okurlarımıza önemli görev düşüyor.
Gelecek Mayıs-Haziran sayımızda buluşmak üzere!
Yeni Dünya İçin Çağrı
Ocak 2011
İÇİNDEKİLER
GÜNDEM
Seçiyorum ,Seçmiyorum . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
İki Dil Turnusolu. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5
Yüksek yargıda dalaş sürüyor! CHP halkı “sivil direniş”e çağırdı! . . 7
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
Guguk devletinden görüntüler. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11
“Kültürel soykırım” ya da soykırım “kültürü”!. . . . . . . . . . . . . . . . . 15
Avusturya’da Türkiye’nin ve Türklerin (1) Temsil Edilmesi. . . . . . . 19
YENİ KADIN DÜNYASI
8mart yazısı gelecek. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 24
Binlerce kadın 8 Mart’ı kutladı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26
2
PANORAMA
“EKMEK ve ÖZGÜRLÜK!”. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 27
Kavga, bitmedi daha!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 31
Mübarek “izinde”, gitme sırası kimde?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 33
Arap coğrafyasında sarsıntılar sürüyor. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 35
Sırada Libya mı var? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 37
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ
Allianoi sulara gömdürüldü. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 42
OKUR MEKTUBU
Sevgili dostlar.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 43
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9
Kat: 4 Esenyurt / İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 150· Mart/Nisan2011 • ISSN 1301692X150• Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11
12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.org • [email protected]
B
irçok insan özellikle gençliğinde eline alıp
bir papatyayı “seviyor, sevmiyor” diyerek
taç yapraklarını yolmuştur. Bunu yapanlar dahil herkes sonucun taç yapraklarının sayısına
ve saymaya “seviyor” ile mi yoksa “sevmiyor” ile mi
başlandığına göre değişeceğini bilir. Ama elbette en
kötüsü istediğiniz veya çıkan sonuç ne olursa olsun,
bu sonucun gerçeği değiştirmeyeceğini ve onun öylece kaskatı ortada durduğudur.
Kaskatı duran gündemin en yakın gerçeği 12
Haziran’da yapılacak olan Genel Seçimler. Partiler
seçim yarışına çoktan başladılar. AKP yaptıklarını
allayıp, pullayıp övünürken, CHP halkın tabiriyle
işkembeden atıyor. MHP ise gıdasını aldığı bilindik
bölücülük öcüsünü kitlelere yeniden yutturmaya çalışıyor. Elbette bu işte başarılı da oluyorlar. Şimdiye
kadar yapılan anketlerde –ki aslında hepsi taraflıdıryine bu partilerin genelde önde olduğunu gösteriyor.
BDP ise Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgede oy oranını
koruyor.
Seçimler yine demokrasinin bir göstergesi olarak
sunuluyor ve seçime giden her parti seçmenleri sandık başına gitmeye çağırıyor. Aslında başlı başına bu
çağrı bile burjuva düzen partilerinin korkularını gösteriyor. Sandık başına giderek burjuva partilerine oy
vermek demokrasiye inanmanın, bu sisteme güvenoyu vermenin elbette en önemli göstergesi onlar için.
Kitlelerin sandık başına giderek gerici/burjuva partilerine oy vermeleri bu sistemde bir çözüm olabileceği
umudunu göstermektedir. Ama gerçek kaskatı ortada
duruyor.
Seçim barajı hala %10. %10’un altında oy alan onlarca partiye oy veren milyonlarca insan bu sistemde
temsil edilemiyor.
Seçimlere katılabilmek büyük bir sermaye gerektiriyor. Seçim kazanç elde edebilmek için bir sermaye
yatırımına dönüşmüş durumda. Bu yüzden halkın,
işçilerin, emekçilerin, köylülerin gerçek temsilcileri,
bırakalım seçilmeyi, seçimlere katılamıyor bile. Bu
yüzden seçilenler çoğunlukla sermaye sahipleri ve
onların uşakları oluyor.
Propaganda alanında onlarca kısıtlama var. Örneğin Türkçe dışında propaganda yapanlara davalar
açılıyor. Seçimlere katılan devrimcilerin seçim çalışması yapması binbir yolla engellenmeye çalışılıyor. Ki
bu engellemeler sadece devrimcilere değil, sisteme biraz olsun muhalif olan kesimlere de uygulanıyor.
Seçim aday olanlardan birini seçmeye indirgenmiş
durumda. Örneğin seçimi boykot etmekte bir seçimdir. Ama seçimleri boykot edenlere yasalarda para cezaları öngörülüyor. Boykot çağrısı yapmak, kitlelerin
sandığa gitmemesi gerektiğini anlatmak yoğun baskılarla engelleniyor.
Ve daha bir sürü, bu seçimlerin aslında demokratik
gündem
Seçiyorum, seçmiyorum…
3
gündem
4
olmadığını gösteren gerçek var ortada…
Bir de kitlelerin gerçek sorunları var ortada. İşsizlik, yoksulluk, geleceksizlik… Çalışanlar en ağır şartlarda, baskı altında sömürülüyorlar. Hakkını aramak
isteyenler işsizlik ile korkutuluyor. Hakkını arayanlar ise işsizler kervanına katılıyor. Anayasa da açıkça
belirtilmesine rağmen sendikalaşmak hala büyük bir
mücadeleyi gerektiriyor ve onlarca yasal ve yasal olmayan uygulamalar ile engelleniyor. Sağlık, eğitim,
barınma ve diğer kamu hizmetleri piyasalaştırılmış
durumda. Parası olmayanlar için gerçek anlamda
ulaşılabilir ve nitelikli durumda değil. Bu yazıyı okuyan herkesin yakında bildiği bu sorunları daha fazla
anlatmaya gerek yok. Çünkü gerçek kaskatı hayatımızın ortasında duruyor.
Bu şartlar altında kimler, kimleri seçecek. Sadece kendi kârlarını ve onları seçtiren patronların
kârlarını düşünen burjuva partilerinin adaylarını
kimler seçecek… Bütün yanlışlık burada. Patronları
ve uşaklarını bırakalım sadece patronlar ve uşakları seçsinler… İşçiler, emekçiler, köylüler, öğrenciler
ve işsizler onları gerçek anlamda temsil edebilecek,
sermayeye karşı çıkarlarını koruyabilecek, kârını düşünmek gibi bir derdi olmayan, devrimci programa
sahip devrimci adayları seçmelidirler. “Bu sistemde
sağlam çark olmaz, bu sistemi baştan ayağa değiştirmek” gerektiği için, devrimi seçmelidirler.
Bu seçimde işçilerin ve emekçilerin, köylülerin,
emekçi kadınların, işsizlerin yapması gereken seçilmek isteyenler arasında bir seçim değil, seçmekle seçmemek arasında bir seçimdir. Gerçek seçim yaşamı
değiştirmek ve sorunlarımızı gerçek anlamda çözebilmek için devrimci/komünist adaylara oy vermek
mi vermemek mi seçimidir. İşçi ve emekçilerin çıkarı devrimci/komünist adayları seçmek, bu adayların
olmadığı durumlarda bu sisteme hiç oy vermemek,
seçimleri boykot etmektir.
Papatya halına hiç gerek yok. Belki hobi olarak yapabiliriz ama bunun papatyalara zarar vermekten
başka bir yararı olmaz. Çünkü gerçek ne ise odur,
beklentilerin veya tahminlerin hiç bir önemi yoktur.
Gerçeği değiştirecek olan sadece çaba ve mücadeledir.
Seçim sonucunu değiştirecek olan işçi sınıfının ve
bağlaşıklarının çabası ve mücadelesidir.
lirdik” denir. Bu anlayış devrimcilerin bile önemli bir
kısmında var. Ölen kişi devrimci ise eksiklikleri ve
hataları bile görünmez olur. Dolayısıyla Erbakan’ın
ardından herkes ama tam anlamıyla hemen hemen
herkes ağız birliği içinde “iyi bir siyasetçiydi”, “kibardı” vb. sözler söylediler. Cenazesinde ona inanmış insanlar, müritleri, partidaşları yanında, azılı faşistler,
darbeciler, demokrasi düşmanları, liberaller, demokrat geçinenler, kendileri “solcu” sayanlar, ulusalcılar
hep beraber saf tuttular.
Bir siyasetçinin iyi olup olmadığı onun “iyi bir insan” olması ile ölçülemez. Tersine ona “iyi bir siyasetçiydi” demek bile hakaret sayılmalıdır. Çünkü o
görüşleri ve ideolojisi ile vardır ve böyle anılmalıdır.
Ne denirse densin Necmettin Erbakan bu ülkedeki
dinci faşizmin, gericiliğin, siyasal islamın en önemli temsilcisiydi. “Kanlı mı olacak, kansız mı olacak”
sözünü bu ülkede şeriatın kurulması için söylemişti.
Dolayısıyla onu tanımlayan şey “iyi bir insan” değil,
şeriatçı ve gerici olduğudur. Milliyetçi Cephe Hükümetleri onun ve partisinin dahil olduğu hükümetlerdi. Erbakan’ın içerisinde olduğu bu hükümetler
döneminde devrimci gençler üniversitelerde öldürülmeye başlandı. Faili meçhul cinayetler, dinci-milliyetçi kadrolaşma tırmanışa geçti. 1977’de ki kanlı 1
Mayıs’ta Necmettin Erbakan başbakan yardımcısıydı. 1993 yılındaki Sivas Katliamında Belediye Başkanı
Temel Karamollaoğlu Refah Partili idi. Gözü dönmüş
güruhu yatıştırması için Valilik tarafından konuşması istenen Temel Karamollaoğlu söze “Bir defa şöyle
bir fatiha okuyalım. Sonra şunların ruhuna el fatiha
diyelim” diyerek başlıyordu. Necmettin Erbakan’ın
kim olduğunu daha fazla anlatmaya gerek yok.
Cenazesinde saf tutanlardan bahsetmiştik. Bu saf
tutanlar arasında 28 Şubat’ı yapan generallerde vardı.
Elbette onların cenazeye katılmasını anlayabiliyoruz.
Nasıl olsa ayrı görünseler de aslında hepsi bu sömürü
sistemin bekçileri, bu yüzden birbirlerinin cenazelerine katılmalarında bir sakınca yok. Ama cenazede
bulunan veya temsil edilen başkaları da vardı. BDP’li
milletvekilleri de cenazeye katılanlar arasındaydı.
Ayrıca İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’te
Erbakan’ın cenazesine çelenk gönderdi. Kendine işçi
partisi diyen bir partinin Erbakan’ın cenazesinde ne
işi var denilebilir. Ama pek şaşırmamak gerekir çünNecmettin Erbakan’ın cenazesi…
kü önemli olan bir şeye verilen isim değil, onun gerNecmettin Erbakan öldü. Bizde ölü-sevicilik olduk- çekte ne olduğudur. Elma numarası yapan ayvayı kim
ça yaygındır. Ölen kişi yaşamı boyunca su katılma- görse tanır.
mış bir düzenbaz, sahtekâr olsa bile ardından “iyi bi12.03.2011 ✓
K
uzey Kürdistan’da iki dil konusu demokratlık
konusunda, bir turnusol kağıdı işlevini görüyor.
Lafa geldi mi demokrasi konusunda şampiyonluğu
kimseye kaptırmayan, siyasi rakiplerini demokrasi
düşmanı, kendilerini demokrasi şampiyonu gösteren egemen sınıf partilerinin tümünün demokrasi ile
gerçekte bir ilgilerinin olmadığını bu tartışma çok iyi
gösteriyor. Gerçek yüzleri en basit insan hakkı talebi olan, ana dilinde konuşma ve eğitim hakkı; devlet
dairelerinde ana dilinde hizmet, yargıda anadilde savunma hakkı vb. taleplere karşı takındıkları tavırlarla ortaya çıkıyor. Hepsi bu konuda Türkçü ırkçıdır,
demokrat değildir. İşte takınılan tavırlardan kimi
örnekler:
Türk Silahlı Kuvvetlerinden ayar!
Bu konuda ayar TSK tarafından verildi.
Genelkurmay Başkanlığı’ndan şu açıklama yapıldı:
“1. Büyük Önder Atatürk’ün Türk ulusuna armağan ettiği en büyük eseri olan Türkiye Cumhuriyeti;
halk egemenliğine dayalı, kuruluş felsefesinin temelinde, “Üniter devlet” ve “Ulus devlet” olgusunun yer
aldığı, demokratik bir yapı ve sağlam hukuki temeller
üzerinde yükselerek bugünlere ulaşmıştır.
2. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın değiştirilmeyecek hükümleri arasında yer alan 3’üncü maddesi; “Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir
bütündür. Dili Türkçedir.” hükmünü amirdir.
3. Dil, kültür ve ülkü birliği, bir millet olmanın başta gelen vazgeçilmezleridir. Dil birliğinin olmaması
durumunda bunun sonuçlarının neler olacağı, tarihteki birçok acı örnekleriyle gözler önündedir.
4. Son günlerde “Dilimiz” üzerinde kamuoyunun
gündeminde yer alan birtakım tartışmaların, cumhuriyetimizin temel kuruluş felsefesini kökten değiştirecek bir noktaya doğru hızla götürülmeye çalışıldığı endişeyle izlenmektedir.
5. Türk Silahlı Kuvvetleri; Devletin, Anayasamızda
yer alan, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve de-
gündem
İki Dil Turnusolu
5
gündem
mokrasiyi koruma görevi kapsamında; Ulus devlet,
üniter devlet ve laik devletin korunmasında her zaman taraf olmuş ve olmaya devam edecektir.”
Egemen sınıf partileri hizada
6
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik, Merkez Yürütme Kurulu (MYK) toplantısı için parti genel merkezine gelişinde basın mensuplarının sorularını yanıtladı. Çelik, iki dil tartışmaları ile ilgili bir
soruya şu yanıtı verdi:
“Türkiye bir açık toplumdur, demokratik bir toplumdur. Türkiye’de her şey tartışılır. Bu tartışmaların
hangi zamanlama ile gündeme getirildiği, nasıl sevk
ve idare edildiği önemlidir. Maalesef Demokratik
Toplum Kongresi, ona yakın duran siyasi parti, temel
bir takım kavramları, demokratik kavramları Türkiye’deki demokratikleşmeyi yaralayacak, Türkiye’deki demokratik süreci sakatlayacak şekilde işlevselleştiriyor. Bazı değişik ülkelerde yapılmış tartışmaları
buraya taşımak, tek başına demokratik kavramlardan
bahsetmek demokrat olmak anlamına gelmiyor.
Türkiye’nin tarihsel koşulları, sosyolojik gerçekleri açısından şunu söyleyeyim; Türkiye’de gerçekten
demokrasi isteyenler, Türkiye’de toplumsal gruplar
arasında gerçekten barışa ve açık toplum düzenine
dayalı bir diyalog isteyenler, bu özerklik tartışmasıyla, bu resmi dilin iki dil olmasıyla tartışmalarıyla
gerçek demokratikleşmeye ve Türkiye’de açık toplum
düzenine karşı son derece zararlı bir pozisyon almış
oluyorlar. Bunu sakatlayan, bunu neredeyse sabote
etmek tutuma dönüştürmüş oluyorlar siyasi tavırlarıyla.
Son özerklik tartışmalarını, resmi dilin iki dilli olması tartışmalarını, ben Türkiye’deki gerçek demokratikleşme sürecine, gerçek açık toplum arayışlarına
suikast teşebbüsü olarak görüyorum.”
AKP’li Cumhurbaşkanı Abdullah Gül 30 Aralık’ta
Diyarbakır’da şunları söylüyor:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dili Türkçedir bu
böyle de devam edecektir. Ayrıca devletin ve kamu
kurumlarının dili Türkçedir, ortak dilimizdir. Ama
şu da bir gerçektir ki, halkımızın içerisinde, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları arasında farklı farklı
dilleri konuşan vatandaşlarımız vardır, yörelerimiz
vardır. Burada nasıl Kürtçe konuşuluyorsa başka yerde Arapça konuşan vatandaşlarımız vardır. Sayıları
azalmış bile olsa gayrimüslim vatandaşlarımızın konuştuğu diller var. Tüm bunların hepsi de bizim dilimizdir, hepsi de bizimdir.”
Yani resmi tek dil Türkçedir ve bu hiç bir şekilde
sorgulanamaz. Üstü herkes özelinde devlet ve kamu
kuruluşları dışında! Kendi dilini konuşabilir. Şu lütfa, şu şahane “demokratlığa” bakın!
AKP’nin grup toplantısında konuşan Erdoğan:
‘’BDP’nin attığı adımlar ne hak arayışıdır, ne de sorunların çözümüne ilişkin bir katkıdır. Tam tersine
süreci bulandıracak adımlar atarak çözümü engellemek niyetinde olduğunu göstermiştir’’ dedi.
Erdoğan, yola çıkarken ‘’tek bayrak, tek millet ve
tek vatan’’ dediklerini belirterek, ‘’Bugün gene aynı
şeyi söylüyoruz. Bunun kimseyi rahatsız etmemesi
lazım. Birileri rahatsız olursa aynaya baksınlar ama
ben inanıyorum ki milletimin kahir ekseriyeti bu
kavramdan rahatsız olmuyor. Çünkü bu kavramın
kucaklayıcı manasını birileri ya anlamıyor ya da işine
gelmediği için anlamak istemiyor’’ şeklinde konuştu.
Erdoğan, ‘’Milleti; ortak hedefler, ortak idealler etrafında toplanmış, ortak bir kaderi paylaşan üst kimlik olarak algıladıklarını’’ her zaman ifade ettiklerini
söyledi.
CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu, iki dil tartışması
konusunda çok kıymetli ve çok demokrat! görüşlerini
şöyle açıkladı:
“Anayasamız ve yasalarımız resmi dilin Türkçe
olduğunu emrediyor. Yasalarımızda anadil yasağı
yoktur. Bunun öğrenilmesi konusunda da ilk teklifi
CHP vermiştir. Resmi dil Türkçe’nin önüne veya yanına başka dil konulması doğru değil. Bu Anayasa’ya
da yasalara da aykırı. Her parti de konuya böyle
bakmalı. Bütün partilerimiz ayrılık yaratacak, onu
güdüleyecek şeyleri söylemekten, yapmaktan uzaklaşmalıdır. Ortak bir toplum, barış içinde bir arada
yaşar, toplum böyle oluşturulur. Ayrılıkla ayrıcalık
çok tehlikeli olur. Bakın Belçika göz önünde. Ülkede
iki dil olsun denildi. Bölünüyor. Ana dile evet, ama
Türkçe’nin yanında başka dil yanlış olur.”
MHP’ye hiç değinmiyoruz. Onlar ilk andan beri
tutarlı faşistler olarak açık konuşuyorlar!
DP’si, YP’si, BBP’si, HAS Partisi, SP’si ve daha ne
kadar teferruat partisi varsa hepsi aynı konunun unsurları: Tek dile dokundurtmayız! İyi de hayat sizi
çoktan aştı!!!
Bu konuda yok birbirlerinden farkları. Hepsi “Tek
Bayrak, tek dil, tek millet, tek vatancı”. Hepsi Türk
ırkçısı! Türk olmayanlara tanınan hak, Türklerin üstünlüğünü tanıma şartlarında lütuf olarak sunulan
alt kimlikle yaşama hakkı!
25 Ocak 2011 ✓
CHP halkı “sivil direniş”e çağırdı!
Ü
lkelerimizde egemen sınıflar arasındaki iktidar
dalaşında ilginç gelişmeler yaşanıyor. Çatışan
her iki kanat açısından da kilitlenmiş bir hedef var:
İktidar. CHP, geleneksel bürokratik Kemalist iktidar
pozisyonlarını bütünüyle yitirmemek için kıyasıya
bir mücadele verirken, AKP adım adım ele geçirdiği
iktidar yolunda bürokratik Kemalist iktidarı bütünüyle tasfiye etmek, iktidarı bütünüyle ele geçirmek
için savaşıyor. Bu mücadelede kim kazanırsa kazansın, kaybeden gerçekler, kaybeden halk, kaybeden
emekçiler, ezilenler oluyor. Bu mücadelede her iki
yan açısından da “gücü gücü yetene“ ilkesi geçerli, her
araç mübah. Pozisyonlar anın gereklerine göre şekilleniyor, değişiyor.
Yüksek yargıyı ele geçirme mücadelesinde AKP,
Referandum sonrasında Hakimler ve Savcılar Yüksek
Kurulu’nu (HSYK) ele geçirdikten sonra, Yargıtay
konusunda daha önce savunmuş olduğu, Yargıtay’ı
daraltma -Yargıtay Genel kurulunu 250’den 150
Yargıca indirme- ve İstinaf Mahkemeleri kurarak,
merkezi Yargıtay’ın yükünü (dolayısı ile sorumluluğunu) azaltma görüşünden vazgeçti. AB’nin de talepleri doğrultusunda savunulduğu söylenen bu görüşe
karşı, o dönemde en başta yüksek yargı mensupları
olmak üzere Kemalist yargı mensupları cüppeleri ile sokağa dökülmüş, bunun “bağımsız yargı”ya,
“Atatürk Cumhuriyeti”nin temellerine” bir saldırı,
AKP’nin yargıyı ele geçirme operasyonu, “yargının
siyasallaştırılması”, -Bunu AKP’lileştirilmesi olarak
okumak gerek, çünkü yargı zaten siyasetin ta göbeğinde idi, göbeğindedir. Siyasi mücadelede açıkça
taraftır. Yüksek yargı açıkça AKP’nin karşısında en
büyük muhalif odaklardan biridir.- olduğu yaygarası basılmıştı. O dönemde Yargıtay ve Danıştay’dan
gelen açıklamalarda, Yargıtay’da birikmiş dosyalar
gösterilerek, Yargıtay’ın gücünün azaltılması değil,
onun güçlendirilmesi talep ediliyor, yeni atamalar
yapılarak yeni daireler kurulması isteniyordu. O dönemde yeni atamalar yapacak olan kurum HSYK’nin
7 üyesinden beşi Yargıtay ve Danıştay’tan geliyordu.
Atamada son imzayı atacak olan Cumhurbaşkanı
Ahmet Necdet Sezerdi! Yani “dava yükü” bahane
idi. Yargıtay’ın daha uzun yıllar Kemalistlerin elinde kalması planlanıyordu. AKP’de aynı “dava yükü”
gerekçesiyle, onun yükünü azaltmak gerekçesiyle
en kısa zamanda İstinaf Mahkemeleri kurulmasını,
merkezi Yargıtay’ın ise küçültülmesini savunuyordu.
Onun için de dosya/dava yükü bahaneydi. Onun için
merkezi Yargıtay’ın sayısının azaltılması, davaların
kurulacak yerel Yargıtaylar (İstinaf Mahkemeleri) ne
devri, bir muhalefet odağının zayıflatılması anlamına
geliyordu. Sonuçta bu mücadelede o dönemde Danıştay eliyle İstinaf Mahkemeleri konusunda pratik olarak bunların kurulmasını geciktirme anlamına gelen
kararlar alınmış, AKP İstinaf Mahkemelerinin kurulması konusunda aceleden vazgeçmek durumunda
ve zorunda kalmıştı.
Şimdi durum değişti. Ona uygun olarak pozisyonlar da değişti.
Şimdi HSYK, AKP’nin denetiminde. Atamayı
yapacak Cumhurbaşkanı Gül. Bu durumda artık
Yargıtay’ı AKP’ne karşı muhalefet/direniş odağı olmaktan çıkarmak için onun küçültülmesi, onun dosyalarının büyük bölümünün İstinaf Mahkemelerine
devri vs. gerekmiyor. Şimdi mesela yine dava yükü
gerekçe gösterilerek, Yargıtay’ın -en azından birikmiş
dosya yükü eritilene dek!- yeni atamalarla ve yeni
daireler kurulmasıyla güçlendirilmesi!!! (siz bunu
Kemalist yargıç ve savcıların AKP’li savcı ve yargıçlarca kuşatma altına alınması ve süreç içinde tasfiyesi
olarak da okuyabilirsiniz) ile de aynı amaca varılabilir. O yüzden şimdi AKP –tabii İstinaf Mahkemeleri
kurulması planından vazgeçmeksizin, ki bu konuda
çıkarılmış olan yasa yürürlüktedir ve hükümet sözcüleri bu yerel mahkemelerin alt yapısının oluşturulma çalışmalarının sonuna gelindiğini açıklamaktadır- Yargıtay Genel Kurulu’na 100 yeni üye atayıp,
Genel Kurul üye sayısını 250 den 350 ye çıkarmayı,
ve yeni daireler kurulmasını öngören Yasayı Meclise
getirmiştir. AKP bu tavır değişikliğini savunurken,
sayının arttırılması ve yeni daireler kurulması talebinin daha önce Yargıtay ve Danıştay’dan gelmiş oldu-
gündem
Yüksek yargıda dalaş sürüyor
7
gündem
8
ğuna da atıfta bulunmaktadır.
Buna karşı dün bunu savunan Yargıtay ve Danıştay,
yapının değiştirilmesinin “Yargı bağımsızlığını ortadan kaldıracağı”, “Yargıyı siyasallaştıracağı” gerekçeleriyle AKP’nin Yargıtay’ı “güçlendirme!!!” planlarına karşı direnmektedir.
Yani her iki taraf açısından da tavırlar faydacı, günü
birlik ve iktidar mücadelesi bakış açısıyla takınılan
tavırlardır.
CHP, yerleşik Kemalist bürokrasi iktidarının siyasi
partisi olarak AKP’nin yüksek yargıyı bütünüyle ele
geçirme planları karşısında, “son kale”lerden birini
savunma ateşi içinde çok ilginç bir tavır takındı. Halka sivil direniş çağrısı yaptı!
TBMM Anayasa ve Adalet Komisyonu’nda görüşmeleri yapılan Anayasa Mahkemesi’nin yeniden yapılandırılması ve Yargıtay’a yeni atamalar yapılması, Yargıtay ve Danıştay’a yeni daireler kurulmasını
öngören yasa tasarıları üzerinde tartışmalarda CHP
ve AKP milletvekilleri birbirlerine girdiler. Komisyonun CHP’li üye milletvekilleri, bir bildiri yayınlayarak, AKP’nin yapmak istediği değişikliklerle
Türkiye’deki hukuk sisteminin Hitler dönemi Nazi
Almanya’sındaki hukuk sistemine dönüştürülmek
istendiğini belirttiler. Bildiride CHP’li komisyon
üyeleri toplumun bütün kesimlerini direnişe çağırdı.
Bildiride Anayasa Mahkemesi’nin yapılmak istenen
değişikliklerle Nazilerin “Halk Mahkemesi’ne” benzeyeceği savunulurken, CHP Konya Milletvekili Atilla Kart, “Bu yapı içinde, bütün unsurları, anayasal ve
meşru zemin içinde direnmeye ve muhalefete çağırıyoruz. Söylediğimiz budur: Bunun yol ve yöntemleri,
vurmadan kırmadan, meşru zeminlerde her zaman
için demokrasilerde bulunur” dedi.
Bildiride şu ifadeler de yer aldı:
“Türkiye’de, devlet yönetiminde, ‘Benim Memurum, Benim Müsteşarım, Benim Bakanım’ döneminden sonra, ‘Benim Yargıcım’ dönemi yeni HSYK yapılanmasıyla birlikte Anayasa Mahkemesi, Yargıtay
ve Danıştay tasarısıyla birlikte hayata geçirilmek istenilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti demokratik laik
ve sosyal hukuk devletinin tüm direnme unsurlarını
ve hayatiyetini yok eden rejimi faşist bir yapıya dönüştüren sürecin nihai aşamasıyla karşı karşıyadır.”
Gerçekte olan “Benim yargıcım“ dönemine geçiş değil, yargıcın önündeki “Ben”in değişmesidir.
Dünün “Kemalist bürokrat Ben”inin yerini şimdi
“AKP’li ben” almaktadır. Rejimin faşist bir yapıya
dönüşmesi vs. değildir gerçekte olan.
“Karartma, bilgi kirliliği ve takiyye konularında
yakın tarihin en büyük demagoglarından olan Başbakan; Göbels propagandası ve Makyavel yöntemleriyle; Türkiye’yi hem ekonomik olarak, hem siyaseten
ve hem de kültürel olarak müstemleke bir ülke haline
getirme misyonunu büyük ölçüde başarmış durumdadır.”
Erdoğan ne kadar Göbbelsvari bir demagogsa, bu
bildiriyi yayınlayanlar da onun kadar Göbbelssvari demagoglardır. Bu konuda yoktur birbirlerinden
farkları. Türkiye’nin “müstemleke” haline getirilmesi konusunda da Erdoğan ve AKP’nin burjuva siyasi
muarızlarından özde farkı yoktur.
“Tüm yargı mekanizması ve kazanımları yeni
oluşturulan ve birçoğunda yargıçlık misyonu bulunmayan Anayasa Mahkemesi’ne boğdurulmak ve
hegemonyasına sokulmak istenilmektedir. Anayasa
Mahkemesi içinde başkan aracılığıyla bir dikta makamı oluşturulmaktadır. Siyasi iktidar doğrudan
kendisine tabi olan Anayasa Mahkemesi yoluyla 2011
seçimleri sonrası planladığı yeni anayasa düzenlemesi ile hukuk ve demokrasiye nihai darbeyi vurmayı
amaçlamaktadır. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve
Danıştay gibi kurumlar faşizmi hedefleyen iktidarlar için başlangıçta alt edilmesi gereken kurumlardır.
Ancak iktidar devleti ele geçirdikten sonra artık bu
kurumlar faşizmin demir pençesini oluşturan faşist
yargı kurumlarına dönüşürler.”
Burada da andaki durum savunulurken, Kemalist
yüksek yargının faşist diktanın bir aracı olduğu gerçeği gözlerden gizlenmektedir. Bildiriciler gerçekte
AKP’nin iktidarı bütünüyle ele geçirme çabalarına
karşı TC’nin geleneksel faşizmini savunmayı demokrasi, hukuk üstünlüğü vb.nin savunulması, kendilerini faşizm tehlikesine karşı savaşanlar olarak
göstererek sahtekarlık yapmaktadır.
“Bir siyasi iktidar, faşizmi adım adım devlet yapısı
içinde kurumsal hale getiriyorsa, çağdaş anayasalarda düzenlenen temel hak ve özgürlükleri gasp ediyorsa; orada artık insan hakları evrensel sözleşmelerinde
ve uluslararası sözleşmelerde düzenlemesi yapılan
‘baskıya ve faşizme karşı direnme hakkının’ meşru
şartları oluşmuş demektir. Türkiye Cumhuriyeti’nin
tüm yurttaşlarını, bu ‘açık ve yakın tehlikeye karşı’
uyarıyor, anayasal ve meşru zemin içinde toplumsal
haklarını kullanmalarının zorunluluğunu dile getiriyoruz. Gün o gündür.”
Aslında burada direnme hakkı konusunda söylenilenler doğrudur. Gerçekten de faşizme karşı direnme
zaman AKP’si, CHP’si, MHP’si hepsi kaçacak delik,
sığınacak ülke arayacaktır kendine!
Halkı “Faşizme karşı direniş hakkını“ kullanmaya
çağıran CHP’nin komisyondaki üyeleri komisyonda
iç tüzüğün kendilerine tanıdığı hakları kullanarak
yasanın komisyondan geçmesini engelleme eylemleri yürüttüler. Komisyonun AKP’li üyeleri de yine iç
tüzüğe uygun olarak verdikleri önergeler temelinde
yapılan oylamalarla, bu engellemeyi sınırlayacak kararlar aldılar. Bunun üzerine CHP’nin komisyon üyeleri istifa ettiler. Kendilerinin istifa etmesiyle aslında
Komisyonun dağılmış olduğunu iddia ettiler. Meclis
Başkanlığı bu yorumu reddetti. Yasa CHP’siz komisyondan geçti, genel kurulun önüne geldi. CHP’nin ve
yüksek yargının direnişine rağmen, Meclisten geçen
yasa Abdullah Gül tarafından jet hızıyla onaylanarak
yürürlüğe girdi.
Yasaya göre, Yargıtay’da 32 olan daire sayısı 38’e,
Danıştay’da 13 olan daire sayısı 15’e çıkarılacak. Buna
göre, Danıştay, 14’ü dava, biri idari daire olmak üzere
15 daireden oluşacak. Yargıtay’ın üye sayısı 250’den
387’ye, Danıştay’ın ise 95’ten 156’ya çıkarılıyor.
Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Yargıtay ve
Danıştay’da kurulan yeni dairelerin üyelerini belirledi. Yargıtay için 4 bin 984 arasından 160, Danıştay
için 544 aday arasından 51 yeni üye seçti.
Şimdi AKP’nin iktidarı bütünüyle ele geçirme manevralarına karşı halkı direniş hakkını kullanmaya
çağıran CHP’nin, bundan ne anladığı, çok değil bir
hafta sonra açıkça görüldü. CHP’nin Parti MeclisiMYK üyesi Genel Başkan Yardımcısı Süheyl Batum
bu bildiri yayınlandıktan bir hafta sonra katıldığı
Zonguldak Atatürkçü Düşünce Derneği
toplantısında ordunun darbe yapamayacak durumda olmasından şöyle hayıflanıyordu:
‘’Koca bir askeri yıktılar, meğer kağıttan
kaplanmış, biz bunu asker zannedermişiz,
meğer ABD içini oymuş. O koca ağacı hop
diye yıktılar. Ancak CHP’yi yıkamadılar’’
Yani ah ah neredesiniz eski günler. Nerede davudi sesli darbe bülbülleri. Nerede
“kodu mu oturtan” paşalar! diye göz yaşı
dökerken, aynı zamanda ordusuz hiç bir
zaman iktidar olmayan CHP’ için, bir biz
“yıkılmadık, ayaktayız” türküsü söylüyordu Süheyl Batum. CHP’nin CHP’ye gaz
vermesinden başka bir anlamı, gerçekle
fazla alakası yoktu bunun da.
Süheyl Batum’un bu açık sözlü yakınması bağlamında “yeni CHP’nin”, yeni “lideri” Kılıçdaroğlu’nun
verdiği tepki de, CHP’de ordu eleştirisinin „”Başkan
katında” olduğu şeklinde oldu. Öyle ya, emir komuta
zinciri içinde asker paşalara eleştiri, ancak sivil paşalar tarafından yapılabilirdi. Batum henüz o rütbede değildi. Orduya eleştiri getirilecekse onu ancak
baş(kan) paşa, şimdi Kılıçdaroğlu getirebilirdi. Eski
bir CHP başkanı, yani baş paşası öyle buyurmuştu!
Süheyl Batum’da henüz yeni partili olduğundan,
CHP’nin bu geleneğe sahip olduğunu bilmediğini,
gelenek buysa tabii ki buna uyacağını söyleyerek durumu “kurtardı”.
CHP gibi bir “ana muhalefet” partisi, iktidarı tümüyle ele geçirme mücadelesinde AKP’ye en büyük
iyilik aslında. CHP bu muhalefeti ile AKP’ye destek
partisi işlevi görüyor!
26 Şubat 2011✓
gündem
hakkı meşru bir haktır ve görevdir. İlginç olan kendileri faşizm savunucusu olanların iktidarlarının
elden gittiğini gördükleri zaman “faşizm”e gidiş tespitleri yapması ve direniş hakkını hatırlamalarıdır.
Türkiye’de faşizmin en koyusunun yaşandığı dönemlerin partisidir CHP!
Kendisi faşizmin uygulayıcısı ve savunucusu olan
bir partinin, faşizmi karşı direnme hakkına atıfta
bulunması, halkı direnişe çağırması kadar komik ve
sahtekarca bir şey az bulunur. Fakat yine de CHP’nin
bu hakkı hatırlaması ve hatırlatması gayet iyidir. Bu
hakkı halkın kullanacağı, halkın kendi iktidarı için
bütün egemen sınıf partilerinden bağımsız ve hepsine
karşı sokağa döküleceği günler mutlaka gelecektir. O
9
✌
halkların kardeşliği için
Guguk devletinden görüntüler
* Dink öldürüleceği istihbaratı kendilerine ulaşan İstanbul Emniyet
Müdürlüğü görevlileri hakkında yapılan üç incelemede bulunan müfettişler,
polislerin delilleri yok ettiğini, sahte belge düzenlendiğini, gitmedikleri
göreve gitmiş gibi geçmişe dönük tutanak düzenlediklerini tespit etti.
Müfettişler soruşturma açılmasını istedi ama tek bir görevli hakkında bile
soruşturma açılmadı.
I.Hrant Dink Davası
T
ürk emniyet ve yargı sisteminin nasıl işlediğine
acı bir örnek, Hrant Dink soruşturması ve davası. Hrant Dink öldürüleli 4 yıl oldu. Bu dört yıl içinde “adalet” konusunda Türk polisinin ve yargısının
yaptığı ne? Bu dava Türkiye’de hala dokunulmayanlar olduğunu gösteriyor. İşte Hrant Dink cinayeti
soruşturması ve davasında, çeşitli aşamalarda dokunulmayanlar listesi.
Soruşturmada dokunulmayanlar
10
* Dink’in tehditler nedeniyle yazdığı ‘Neden Hedef
Seçildim’ ve ‘Ruh Halimin Güvercin Tedirginliği’
başlıklı yazılara karşın savcılar harekete geçmedi.
* AGOS’taki Sabiha Gökçen’in Ermeni olduğuna
yönelik haberin ardından Genelkurmay sert bir açıklama yaptı. Ardından Hrant Dink İstanbul Valiliği’ne
çağrıldı. Vali Yardımcısı Ergun Güngör ve yanındaki
iki MİT mensubuyla görüştükten sonra Dink ‘artık
hedefteydim’ diye yazmıştı. MİT bu kişilerin personeli olduğunu cinayetten üç buçuk yıl sonra kabul
etti. Herhangi bir soruşturma başlatılmadı.
* Görüşmeden iki gün sonra Agos Gazetesi önünde yapılan gösteride, Ülkü Ocakları İstanbul İl Başkanı Levent Temiz “Hrant Dink bundan sonra bütün
Soruşturmada soruşturulmayanlar
* Dink vurulduğu yerin çevresi Akbank güvenlik kamerasının görüş açısındaydı. Kolluk tarafından el konan Akbank kamera kayıtlarının cinayet gününe ait
önemli bir bölümü Emniyet birimlerinde yok edildi
ve bugüne kadar bu görüntülere ulaşılamadı.
* Ogün Samast’ın cep telefonu ve sim kartına ilişkin ifadeler arasındaki çelişki ve karmaşıklık çözümlenmedi.
* Ogün Samast, cinayetten hemen önce, bir saatten
fazla zamanını Agos’un bulunduğu Sebat Apartmanının yanındaki Şafak Sokaktaki İnternet cafede geçirmiş ve birileriyle chat’leşmişti. Bilgisayarlar kayıtlarına halen ulaşılamadı.
* Güvenlik kamera kayıtlarında Samast’ın kaçtığı
sokakta hemen arkasından onu izleyen ve uzaklaştığını gördükten sonra, sokağın köşesindeki inşaatın
kapısından içeri girip kaybolan iki kişi belirlenmedi.
* Kameralara, cinayet günü, çeşitli noktalarda yaptığı telefon görüşmeleri ile takılan ve oldukça şüpheli
görünen şahsın kimliği soruşturma konusu yapılmadı.
Polislerin dokunulmazlığı
* Dink cinayetinden Trabzon Emniyeti, İstanbul Emniyeti ve Emniyet Genel Müdürlüğü önceden haberdardı. Polis muhbiri ve cinayetin azmettiricisi Erhan
Tuncel defalarca cinayet planıyla ilgili polise bilgi
vermişti. Polisler ulaştıkları bu bilgilerin gereğini
yerine getirmemelerine karşın yargılanmadı. İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, İstanbul İstihbarat Şube Müdürü Ahmet İlhan Güler, Emniyet
Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Ramazan
Akyürek, Dönemin Trabzon Emniyet Müdürü Reşat
Altay ve Trabzon Jandarma Alay Komutanı Albay Ali
Öz’ün mahkemede tanık olarak dinlenmesi yönündeki talepler bile mahkemece reddedildi.
* Yasin Hayal ve Erhan Tuncel’in cep telefonları
üzerinde önleme dinlemesi yapılmış, ancak bu husus
soruşturma savcılarından gizlenmişti.
* Trabzon Terörle Şube Müdürü Yahya Öztürk’ün,
cinayet öncesinde Yasin Hayal’e “Bu bayrak düştü. Ya
Yasin kaldıracak ya Erhan kaldırır, bu görev sizin”
şeklinde sözler sarfettiği tespit edilmişti.
* Hrant Dink’in öldürüleceği bilgisine bütün ayrıntıları ile vakıf olan Trabzon Emniyet Müdürlüğü
görevlileri de tüm inceleme ve soruşturma süreçlerinden kendilerine en ufak bir kusur dahi atfedilmeden
çıkarıldı.
* Dink öldürüleceği istihbaratı kendilerine ulaşan
İstanbul Emniyet Müdürlüğü görevlileri hakkında
yapılan üç incelemede bulunan müfettişler, polislerin
delilleri yok ettiğini, sahte belge düzenlendiğini, gitmedikleri göreve gitmiş gibi geçmişe dönük tutanak
düzenlediklerini tespit etti. Müfettişler soruşturma
açılmasını istedi ama tek bir görevli hakkında bile soruşturma açılmadı.
Bu iddialara karşın güvenlik ve istihbarat görevlileriyle ilgili soruşturma açılmadı ya da soruşturma
girişimleri başka makamlarca sonuçsuz bırakıldı.
Dink ailesinin avukatları 28 kamu görevlisi hakkında soruşturma açılması için bir kez daha İstanbul
Başsavcılığı’na başvurdu.
✌
halkların kardeşliği için
öfkemizin ve nefretimizin hedefidir, hedefimizdir”
şeklinde açıklama yaptı. ‘Asılsız Ermeni İddialarıyla
Mücadele Federasyonu’ da Agos önündeydi. Hiç bir
işlem yapılmadı.
* Bu olayların hemen ardından Dink’in “Ermeni
Kimliği Üzerine” başlıklı yazı dizisindeki bir cümlesi saptırılarak yeni bir saldırı kampanyası başlatıldı.
Tek tip dilekçelerin verilmesinin ardından başlayan
yargı sürecinde Hrant Dink mahkum edildi.
* Hrant Dink’in bu karara karşı demeçleri nedeniyle yine dava açıldı. “Adil yargılamayı etkileme” suçlaması ile yargılandığı bu davaya Ergenekon sanıkları Veli Küçük, Kemal Kerinçsiz, Sevgi Erenerol gibi
isimler müdahil olmak istedi. Ancak şu an cezaevinde olan bu kişilere Dink cinayetiyle ilgili halen soru
bile sorulamadı.
Askerin dokunulmazlığı:
Yasin Hayal’in eski eniştesi Coşkun İğci cinayetten
aylar önce Yasin Hayal’in planları konusunda Jandarma istihbaratına bilgi vermişti. Bu bilgi uzun süre
gizlendi. Trabzon Jandarma görevlileri hakkında yürütülen soruşturmada sadece görevi ihmalden dava
açıldı ve ceza çıksa bile herhangi bir sonuç alınamayacağı ortaya çıktı.
Görüntüler bile yargılatamadı:
Samsun’da yakalanan Ogün Samast’a Emniyet ve
Jandarma görevlilerince kahraman muamelesi yapılmıştı. Ortaya çıkan görüntülerde polisler ve jandarma mensupları Samast’ın cebindeki Türk bayrağını
çıkarttırıyor ve birlikte poz veriyorlardı. Görüntülerin basına sızması üzerine başlatılan inceleme ve
soruşturma da sonuçsuz kaldı. Sadece Samast’ı çay
ocağında bekleten amir ve görüntüleri basına sızdı-
11
✌
halkların kardeşliği için
ran yargılandı.
İşte dört yıl içinde yapılanlar ve yapılmayanlar
bunlar!
Sistem böyle işliyor!
II.Danıştay’dan yeni karar: Türban
sorununu çözemezsiniz!
YÖK, Referandum ertesinde aldığı kimi kararlar ve
uygulamalarla Üniversite ve Yüksek Okullarda Türban sorununu yasal/anayasal değişikliklere gerek
kalmadan “çözme” yönünde adımlar attı. Bunlardan
biri sınavlara başörtüsü ile girilmesinin yolunu açan
YÖK kararı idi.
Eğitim ve Bilim İş Görenleri Sendikası (Eğitim-İş)
Danıştay’a başvurarak bu kararın durdurulmasını
talep etti. Başvuruyu inceleyen Danıştay 8. Dairesi,
2010 ALES Sonbahar dönemi kılavuzundaki kılık kıyafetle ilgili düzenlemelerin yürütmesini, Anayasaya
aykırı olduğu gerekçesiyle oybirliğiyle durdurdu.
Danıştay kararında üniversitelerde başörtüsü
serbestisi getiren Anayasa değişikliğinin 2008’de
Anayasa Mahkemesi’nce iptal edildiği belirtildi.
Anayasa Mahkemesi’nin söz konusu kararının gerekçelerine yer verilen kararda, Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’nin 10 Kasım 2005 tarihli “Leyla Şahin”
kararına da atıfta bulunuldu.
Danıştay’ın bu kararı hükümetin büyük tepkisi ile
karşılandı. Anayasa Mahkemesinin iptal ettiği Anayasa değişikliğini AKP ile birlikte gerçekleştirmiş
olan MHP’de, Danıştay kararını “sorun yaratan” bir
karar olarak değerlendirdi. İktidara geldiğinde türban sorununun çözeceğini ilan eden CHP ise başkanı
ağzından “Yargı kararlarına hepimiz saygılı olmalıyız” vs. dedi.
Yani Yüksek Yargı /AKP dalaşı sürüyor.
III.Yüksek yargıdan bireye karşı devleti
koruyan karar
12
Antalya’da, 2 yıl önce ‘dur’ uyarısına uymayan 18 yaşındaki Çağdaş Gemik’i tabancayla öldürdüğü iddiasıyla tutuklu yargılanan polis memuru 34 yaşındaki
Mehmet Ergin’e verilen 16 yıl 8 ay hapis cezasını kararını Yargıtay bozdu.
Yargıtay sanık Ergin’in ‘olası kastla adam öldürme’
suçundan değil, ‘yaralama sonucunda ölüme neden
olmaktan’ yargılanmasını istedi.
Yargıtay kararında şu hükümlere yer verildi:
“Hayati bölgeler hedef alınarak ateş edildiğini gösteren kesin ve yeterli kanıt bulunmadığı anlaşıldığı
halde (kasten yaralama sonucu ölüme neden olmak)
suçundan hüküm kurulması gerekirken, suç niteliğinde yanılgıya düşülerek, unsurları oluşmayan olası
kastla insan öldürme suçundan hüküm kurulması
yasaya aykırıdır. Sanık müdafiinin temyiz itirazları
bu itibarla yerinde görüldüğünden bozulmasına, sanık hakkında hükmolunan ceza miktarına, tutuklulukta geçirdiği süreye ve bozma nedenine göre sanık
müdafiinin tahliye isteminin reddine oybirliği ile karar verilmiştir.”
Polis memuru Mehmet Ergin’in cezası yeniden yargılama sonucu üst sınırdan verilirse 16 yıl, alt sınırdan verilirse 12 yıl olacak.
“Yerel mahkeme kararında dirensin”
Çağdaş Gemik’in ailesinin avukatlarından Ayçin
Turna Güler, Yargıtay’ın bozma kararını doğru bulmadığını belirterek, şöyle dedi:
“Biz Çağdaş Hukukçular Derneği ilk günden bu
yana polis memuru Mehmet Ergin’in Çağdaş Gemik’i
kasten öldürdüğünü düşünüyoruz. Yerel mahkemenin ‘Olası kastla öldürme’ sonucu vermiş olduğu 16
yıl 8 aylık ceza da Türkiye tarihinde polisin fütursuzca uyguladığı şiddete verilen en yüksek ceza kararı olma özelliğini taşımaktadır. Bugün Yargıtay’ın
bozma kararı gösteriyor ki Türk yargısı halen polis
şiddetine hak ettiği cezayı vermek istemiyor. Belki
şükretmek gerekir ki Yargıtay taksir sebebiyle bozma
kararı da verebilirdi. Ki ‘Taksirle ölüme neden olduğu’ şeklinde bozulsaydı bugün hukuk adına çok daha
üzülecektim. Biz yerel mahkemenin verdiği kararda
direnmesi gerektiğine inanıyoruz. Örnek bir karar olduğu için de bu inancımız daha da pekişiyor.”
İşte Türkiye’de yüksek yargı böyle işliyor. “Devleti
koruma”yı kendine düstur edinen ve açıkça alt mahkemenin verdiği doğru bir kararı, devlet gücü lehine
bozan karar karşısında, bu kararın yanlışlığını savunan avukat yine “şükretmek gerekir.. daha kötüsü de
olabilirdi” diyor. Tabii deneyim konuşuyor burada.
Bir de sonuçta haksızlığı, hukuksuzluğu kanıksama,
onunla birlikte yaşamaya alışma! Hayır bir hukuk
devletinde böyle bir bozma kararı tam bir skandaldır!
Buna “daha kötüsü olabilirdi” diyerek şükretmek bütünüyle yanlıştır.
IV. Berber geyiğine 2 yıl hapis
Bir gazete haberi:
“Antalya’daki bir berberde AK Parti’nin kapatılma
davasındaki kararla ilgili yorum yapan Ahmet Akyüz, mahkemelik oldu. Yan koltuktaki Savcı Ümit
karakola götürdüler. Ne
olduğunu anlayamadan
kendisini nezarethanede bulan Ahmet Akyüz, ertesi gün Antalya
Adliyesi’nde hâkim karşısına çıktı. Akyüz hakkında, “Anayasa Mahkemesi
üyelerine gıyapta hakaret”
suçundan dava açıldı. Tanık olarak dinlenen berber İlyas Alnıaçık, “Savcı
Ümit Yaşar Bey’i tıraş ediyordum. Elimde makine
vardı. Çalışır olması durumda olması nedeniyle
ben sanığın konuşmasını
duymadım. Ancak Savcı Bey, ‘Sen ne diyorsun. 11 kişiye şerefsiz mi’ dedin
diyerek, özür dilemesini istedi” diye ifade verdi. Şikayetçi olan Antalya Cumhuriyet Savcısı Ümit Yaşar
Özdemir mahkemesindeki ifadesinde, “TV’de haberleri izlerken Ahmet Akyüz adlı kişi ‘11 tane şerefsiz az
kalsın memleketi uçuruma götürüyorlardı’ deyince
özür dilemesini istedim, mahkeme heyetine hakaret
edemeyeceğini söyledim. Akyüz, ‘ben vatandaşım
konuşurum’ deyince, durumu nöbetçi cumhuriyet
savcılığına bildirdim” dedi. Yargılama sonucunda
Akyüz, suçlu bulundu. 2 yıl hapis cezasına çarptırılan Akyüz’ün cezası önce paraya çevrildi sonra da 5
yıl ertelendi.
Karara tepki gösteren Ahmet Akyüz, hâlâ 2 yıl önce
yaşadığı olayın şokunu atamadığını belirterek, şöyle
konuştu: “Ben ‘şahıs’ dedim. Savcı ‘şerefsiz’ dedin diyor. Üzerime atılı suçu hiçbir zaman kabul etmedim.
Eleştirisel açıdan bir konuşma yaptım. Kimseye hakaret etmedim. Ama yargılama sonucunda beş yıl suç
işlememe şartıyla verilen cezam ertelendi. Yani ceza
aldım. Adli sicilim temizken, işlemediğim bir suçtan
adli sicilime bunlar işlendi. Tek suçum düşüncemi
söylemek. İnsan konuşurken nerede olursa olsun çevresine bakması gerekiyormuş. Ya savcı varsa, ya yanlış duyarsa insanın başına benim başıma gelenler gibi
trajikomik bir olay gelebilir.” (Sabah)
İşte Türk yargısı bu gibi davaları dava konusu kabul edip, ciddi ciddi kararlar alıyor. Ne diyelim böyle
berber geyiğine, böyle yargı! Böyle yargıyla da böyle
adalet!
Şubat 2011 ✓
İşte Türkiye’de yüksek yargı
böyle işliyor. “Devleti koruma”yı
kendine düstur edinen ve açıkça
alt mahkemenin verdiği doğru bir
kararı, devlet gücü lehine bozan
karar karşısında, bu kararın
yanlışlığını savunan avukat yine
“şükretmek gerekir.. daha kötüsü
de olabilirdi” diyor.
✌
halkların kardeşliği için
Yaşar Özdemir’in tanıklığıyla 2 yıl ceza aldı.
Anayasa Mahkemesi’nin
Adalet ve Kalkınma
Partisi’nin (AK Parti) kapatılmasıyla ilgili kararını
berberdeki televizyondan
izleyerek yorumlayan Ahmet Akyüz, yanında tıraş
olan bir savcının iddiaları
üzerine mahkemelik olarak Anayasa Mahkemesi üyelerinin gıyabında
hakaretten iki yıl hapis
cezası aldı. Ceza paraya
çevrilip ertelendi.
Antalya’daki
berber
muhabbetinden mahkumiyete uzanan ilginç olay, şöyle gerçekleşti: Gıda ticareti yapan Ahmet Akyüz, Anayasa Mahkemesi’nin
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) kapatılmasıyla ilgili kararını açıkladığı 30 Temmuz 2008’den
bir gün sonra bir iş seyahati için Antalya’daydı.
Türkiye’nin 4.5 aydır merakla beklediği kararın yankıları TV haberlerinde de işleniyordu. Akyüz, berber
dükkânında tıraş sırasını beklerken TV’den kapatma
talebinin reddedildiği haberini izledi. Sakal tıraşı olmak için sırasını bekleyen Ahmet Akyüz, kendi iddiasına göre kararla ilgili, “11 adet şahıs ülkenin ekonomik anlamda yakın geleceğini uçuruma atacaklardı.
Kılpayı kurtardık” cümlesini sarfetti.
Bu sözlerin ardından tıraş olanlardan biri “Çabuk
benden özür dile” dedi. Ahmet Akyüz şaşkın halde
vatandaş olarak düşüncelerini söylediğini belirterek,
“Ben kimseye hakaret etmedim. Niye özür dileyeyim.
Kapatılma kararıyla Türkiye’nin ekonomisinde belirsizlik yaşandı. Onu ifade ettim” dedi.
Fakat karşısındaki kişi özür dilemesi konusunda
ısrarlıydı. Ahmet Akyüz, “Beyefendi siz kimsiniz?”
dedi. O da “Ben Cumhuriyet Savcısıyım benden özür
dileyeceksin. Devletin Anayasa Mahkemesi üyelerine
şerefsiz dedin” dedi. Ahmet Akyüz, karşısındaki kişinin “Ben savcıyım” demesi üzerine kendisiyle dalga geçildiğini zannederek “Yok ben de Genelkurmay
Başkanıyım” diye yanıt verdi. Ancak karşısındaki
Cumhuriyet Savcısı Ümit Yaşar Özdemir’di. Savcı
Özdemir, Antalya Nöbetçi Cumhuriyet Savcısı’nı arayarak, ihbarda bulundu.
Berber dükkânına polisler geldi ve Ahmet Akyüz’ü
13
✌
halkların kardeşliği için
“Kültürel soykırım” ya da
soykırım “kültürü”!
“K
14
ültürel soykırım” tanımı üzerine tartışma
İkinci Dünya Savaşı sonrasından bu yana sürse de, bu tanımın içeriğinin nasıl doldurulması gerektiği, bunun genel olarak ne anlama geldiği konusunda
uluslararası düzeyde üzerinde anlaşılmış, kesinleşmiş bir açıklama sözkonusu değildir. Bu tanımlamayı
kullananların değerlendirmeleri de farklıdır.
Bu tanımın içeriğinin nasıl doldurulması gerektiği
konusunda kesinleşmiş bir açıklama olmasa da, pratik yaşamda “öteki” olarak görülüp gösterilen millet
ve milliyetlerin kültürüne, kültürel mirasına karşı
iki örnekten biri, Kültür Bakanlığı tarafından Ahtamar adasındaki Ermenilere ait Surp Haç Kilisesi’nin
“Anıt Müze” olarak açılması iken diğeri de “Ani
Harabeleri”ne vb. karşı yaklaşımdır.
Bu yazımızda esas dikkat çekmek istediğimiz nokta
ise, “kültürel soykırım” tanımının ne anlama gelmesi
gerektiği değil, Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi sınırları içinde Türk olmayan millet ve milliyetlerin kültürüne nasıl yaklaşıldığına bir örnek olarak,
Ermenilere yönelik soykırımın, Ermenilerin kültürüne, kültürel mirasına karşı devletin yaklaşımı ve kimi
yok etme siyaseti uygulanmaktadır.
Örneğin, bu tanımın içeriğini anlatmaya çalışanların gösterdiği örneklerden biri, Azerbaycan’ın, Ermenilere ait binlerce tarihi mezartaşlarını, tarihi yapılarını, kiliselerini tahrip etmesi vb. iken, bir diğer
örnek ise, Türkiye’dir. Türkiye bağlamında verilen
uygulamalarıdır.
Bu konudaki yaklaşımı biraz daha yakından görebilmek için, kısa bir tarihi yolculuğa çıkıp Birinci
Dünya Savaşı dönemine bir göz atalım. Bu döneme
bakarken Ermenilere yönelik gerçekleştirilen soykırımı bilinçte tutarak kendimizi, Hristiyan bir millet
yürütülmedi. UNESCO verilerine göre 1923’ten sonra, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonraki dönemde Ermenilere ait 913 tarihi eser kalmıştır.
Bunların 464’ü tamamen yok edilmiş, 252’si harabeye
dönmüş ve 197’si de acilen restore edilmeyi bekliyor.
Bu durum genelde Türk devletinin aktif ve pasif olarak Ermenilere ait kültürün yok edilmesi siyasetinin
göstergesi olarak da kabul edilmektedir. Pasif olarak
yok etme esasında yıkılmaya, çürümeye terk etme,
restore etmeme olarak kabul edilmektedir.
Türk devleti Ermenilerin kendi kültürel miraslarını
korumaya da engeller çıkararak, bu yok etme siyasetini sürdürmektedir. Örneğin, -son dönemde Vakıflar
yasasındaki değişikliklerle durum biraz düzeltilmeye
çalışılsa da– Ermenilerin tarihi bir eserini, kiliseyi
restore etme izni Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün iznine bağlanmıştır. Böylesi bir izin almak için de –
eğer verilirse– yıllarca mücadele gerekiyor.
Bu arada Türk devletinin genelde zorla Türkleştirme siyasetinin bir parçası olan yerleşim alanlarının
isimlerinin değiştirilmesinden Batı Ermenistan’ın aldığı pay %90 oranının üzerindedir.
Bu topraklarda zamanında Ermeni denen bir milletin yaşamış olduğunu gizlemek için, Türk devleti
her türlü yok etme yolunu uygulamaya çalışmıştır.
Ermenilerden geriye kalan ve bina olarak kullanılabilir halde olanlar, ya ahır, depo, kuran kursu verilen mekan, cami ya da hapishane olarak kullanılmış,
kullanılmaktadır.
Soykırım döneminde Ermenilerin varlığına el konulması, gasp edilmesi yetmiyormuş gibi, hâlâ bugüne kadar hazine, altın arama adına, Ermenilerin ölüleri, mezarlarında bile rahat bırakılmıyor!
✌
halkların kardeşliği için
olan Ermenilere ait kilise, manastır, okul ve genelde
tarihi miras konusuyla sınırlıyoruz.
İstatistiki kesin rakamlarla belirlenmiş olmasa da,
Ermenilere ait kilise, manastır vd. sayısı hakkında değişik rakamlar var. İstanbul Ermeni Patrikhanesi’nin
1912’de Osmanlı /Türk hükümetine gönderdiği rapora göre Batı Ermenistan’da ve Osmanlı /Türk devleti
sınırları içerisinde 2300’den fazla kilise ve manastır
vardı. Bu konuda araştırma yapan kimilerinin verdiği rakamlar da 2200 kadardır. Başka verilere göre ise,
Batı Ermenistan’da 1639 kilise ve manastır vardı. Bu
rakamlar arasında okullar, tarihi binalar, sanatsal ve
tarihi değeri olan birçok eser yoktur.
Peki bu kilise ve manastırlara ne oldu? Sahipleri
Ermenilerin yokedildiği gibi, Ermenilerin kiliseleri,
manastırları ve genel tarihi mirasları da talan edildi,
yakılıp yıkıldı, yok edildi! Soykırımın yaşandığı dönemde, kilise ve manastırların büyük bölümü, kimi
verilere göre en azından 2150’si bu yok etme saldırısından payını aldı. Evet, kelimenin gerçek anlamında, yakıldı, yıkıldı, talan edildi. Kiliseler, manastırlar yakılıp yıkılırken, bunların kütüphanelerindeki
binlerce, tarihi el yazması belge de imha edildi. İmha
edilen böylesi tarihi belge ve kitapların sayısı en az
20.000 kadar tahmin edilmektedir. İnsanlık düşmanı
soykırımcı zihniyet, insanlığın kültür hazinesini de
yok etmekten kaçınmıyordu!
Bu yok edişte tarih, kültür ve mimar sanatı değeri
olarak ne kadar tarihi değerin ortadan kaldırıldığını
tartışmak ise, makalemizin sınırlarını aşar.
Kilise ve manastırlara ait Çan’ların “kaderi”ni soranlara verilecek cevap ise, büyük bölümünün, irili
ufaklı binlerce Çan’ın, daha Birinci Dünya Savaşı sürecinde, soykırımın ortaklarından Alman emperyalizminin –daha sonra İkinci Dünya Savaşı döneminde Hitler faşizminin en büyük destekleyicilerinden
biri olan– Krupp tekeline, Almanya’ya gönderilip eritilerek, top gibi savaş aletlerinin üretimi için kullanılmıştır. Aynı biçimde Ermenilerden gasp edilen bakır
kazan, tencere, tava vb. vb. malzeme de silah üretiminde kullanılması için Almanya’ya gönderilmiştir.
Osmanlı / Türk devletinin Ermenilerden gasp ettiği
ve Almanya’nın Başkenti Berlin’e 1916’da gönderdiği 100 Milyon Altın/ Mark ve daha sonraki dönemde
gaspedilip TC’nin üzerinde inşa edildiği temel taşlarına döşenen mal-mülk ise kültürel miras içinde ele
bile alınmamaktadır.
Ermenilerin kültür mirasına karşı yok etme siyaseti
kuşkusuz ki sadece soykırımın yaşandığı dönemde
AHTAMAR ÖRNEĞİ…
Ahtamar, Akhtamar mı yoksa “Akdamar” mı? Yazılışı konusunda bile hemfikir olunmayan bir konudur
bu! Sorun kuşkusuz ki bu adanın Ermenice adının
ne olduğunun bilinmemesinde değil. Hayır, sorun,
Ermenice tanımının Türkleştirilip, “Akdamar” haline dönüştürülmesidir. İsimlendirmenin kendisi bile
“öteki” kültürü yok sayma zihniyetinin belgesi olmaktadır. Bunu farketmek için insanın ciddi bir empatiye sahip olması gerekiyor…
Bu tanımlamaya işaret ettikten sonra, bir kilisenin
“Anıt Müze” haline getirilirken öne çıkan kimi noktalara işaret ederek, soykırımcı zihniyetin varlığını
koruduğuna dikkat çekelim.
Surp Haç Kilisesi, Ermenilerin dini inanç ve tarih-
15
✌
halkların kardeşliği için
leri, geçmişi bağlamında önemli kiliseler arasındadır.
915-921 yıllarında inşa edilmiş ve 1915 yılına kadar
dini açıdan (Patrikkadetrali olma açısından da) Ermeniler için söz sahibi olmuştur. 1915’te talan edilip
papazlarının katledilmesinden 19 Eylül 2010 tarihine kadar hiç bir dini ayin yapılamamıştır. O bölgede
ayin yapabilecek Ermeni, hristiyan insan da bırakılmamıştır… Ahtamar adası yıllarca bir nevi sıkıyönetimin uygulandığı, esasta devletin kolluk güçlerinin,
yetkililerin kontrolüne alındığı bir alan olmuştur.
Turizm sektörünün adaya meraklı turistleri keşfetmesine bağlı olarak, adaya gidiş-gelişlere izin verilmeye başlanmış ve sonuçta AB’ye üyelik müzakereler
sürecindeki tartışmalar da işe karışınca, Türk Hükümeti 2005 yılında Surp Haç Kilisesi’ni restore etme
kararı almış ve 2006 yılı sonlarına doğru restore işi
bitirilmişti. İlk önce 4 Kasım 2006 tarihi açılış tarihi olarak belirlense de, bu tarih dört kere değişikliğe
timizi göstermek için senede bir ayin yapmanıza izin
veriyoruz. Bu iyiliğimizin değerini iyi bilin ve millet-i
sadıka kurallarına uymayı unutmayın!” diyordu!
Kültür Bakanlığı özel bir kararla böylesi bir “jest”te
bulunurken Van Valisi de bir genelgeyle 19 Eylül 2010
tarihinde yapılacak ayin için Van’a gidecek olan turistleri nasıl yolacağının planlarını yapıyordu. Bu ise
“Türklerin misafirperverlik” tavrı olarak kitlelere
yutturuluyor. Örneğin kamu misafirhanelerinde gecelik ücretler 70, 90 115, 140 ABD doları olarak belirlendi. Şehir turu kişi başı 30 ABD dolarıydı. Adaya
transfer ücretleri de ayrıca alındı.
Sezarın hakkı sezara! Devlet yetkililerinin çıkar hesaplarının çok çeşitliliğinin yanısıra, Van Times gazetesi öncülüğünde Van’lıların Ermenileri misafir etme
kampanyası için kendi evlerini –haberlere göre iki bin
kişi başvurmuştu– açmaları; Van Times Genel Yayın
Yönetmeni Münir Karaloğlu’nun “Van’da hemen he-
Ermeni Kilisesi için en önemli dini merkezlerden biri olan bu kilisede
yapılacak ibadetin ‘ziyaretçi sirkülasyonuna engel teşkil etmeyecek bir
bölümde’, ‘sınırlı sayıda ziyaretçinin katılımıyla’, ‘yılda bir kez’ gibi
koşullara bağlanması, hangi inanç özgürlüğüne, hangi vicdan hürriyetine
sığar? Peki, ibadetin ‘günü, saati ve süresinin valilikçe belirlenmesi’ ne
anlama geliyor? Valilik o gün, kiliseye kimin girip kimin giremeyeceğine
de karar verecek mi? Ayrıca, ‘dini içerikli etkinlik’ ne demektir? Ermeni
kilisesinde ‘dini içerikli etkinlik’ler değil, yüzyıllardır uygulanan dini
‘ayinler’ (badarak) var. Devletin bunu ‘dini içerikli etkinlik’ olarak görmek
istemesinin altında hangi zihniyet yatıyor?
16
maruz kaldıktan sonra 29 Mart 2007 tarihinde açılışı
yapıldı.
Açılışı yapılan Surp Haç Kilisesi değil, “Akdamar
Anıt Müzesi” idi! Restore edildiğinden dolayı sevinen
Ermeniler, kilisenin müze olarak açılmasına hiç de
sevinmediler. Kilisenin binası kurtarılmıştı ama, kilise esasında ibadethane olmaktan çıkarılmıştı. “Jest”
olsun diye de Kültür Bakanlığı özel bir kararla Ermenilere yılda bir kere “Anıt Müze”de dini ayin yapma “izni” veriyordu! Ne büyük bir jest(!?) değil mi?
Devlet Ermenilere, “burası bizim malımız –gerçekten
de devlet el koymuş durumdadır– ama size iyi niye-
men her köyde ya yıkılmış ya kalıntı halinde olsun bir
Ermeni kilisesi vardır. Gelecek Ermeniler buraları da
görmek isteyecektir. Çekincesi olmayanlar veya buraları iyi tanıyanlar daha uzun süre kalmak için gelmek isteyecektir.” (Bianet, 9 Temmuz 2010) demesi,
Ermeni kökenli insanlara, acaba Türkiye’de iyi şeyler
de mi oluyor sorusunu sordurup halklar arasındaki
mesafenin azalmasına hizmet ediyordu…
Halkların kardeşliğine hizmet edecek tavırlar ne
yazık ki hâlâ çok nadirdir. Böylesi ortamlarda evlerini Ermeni misafirlere açmak devletin “yol haritalarından” çok daha önemlidir.
Ermeni Kilisesi için en önemli dini merkezlerden
biri olan bu kilisede yapılacak ibadetin ‘ziyaretçi sirkülasyonuna engel teşkil etmeyecek bir bölümde’,
‘sınırlı sayıda ziyaretçinin katılımıyla’, ‘yılda bir kez’
gibi koşullara bağlanması, hangi inanç özgürlüğüne,
hangi vicdan hürriyetine sığar? Peki, ibadetin ‘günü,
saati ve süresinin valilikçe belirlenmesi’ ne anlama
geliyor? Valilik o gün, kiliseye kimin girip kimin giremeyeceğine de karar verecek mi? Ayrıca, ‘dini içerikli etkinlik’ ne demektir? Ermeni kilisesinde ‘dini
içerikli etkinlik’ler değil, yüzyıllardır uygulanan dini
‘ayinler’ (badarak) var. Devletin bunu ‘dini içerikli etkinlik’ olarak görmek istemesinin altında hangi
zihniyet yatıyor?
Kültür Bakanı Günay, kilisede neden ‘bir’ gün ibadet yapılabileceğini nasıl açıklıyor? Ya geriye kalan
364 gün ne olacak? Yoksa hükümet, Ermeni meselesinde başı sıkıştığı her seferde kiliseyi ‘bir gün daha’
mı ibadete açacak?
(…) Ermeni meselesi, tarihle yüzleşmeden, 1915’te
yaşananlarla hakkıyla hesaplaşmadan, verilmesi gereken hesapları vermeden, sadece diplomatik adımlarla ve Türkiye’nin uluslararası ilişkilerdeki gücüne
güvenerek, velhasıl kurnazlıkla çözülemez.
Kurnazlıkla çözmeye kalktığınızda, işte Ahtamar’daki kilise örneğinde olduğu gibi, mülkiyeti
devlete ait, tepesinde haçı olmayan, adını ‘müze’ye
çevirdiğiniz ve yılda sadece bir gün ‘dini içerikli etkinlik’ düzenlenmesine ‘izin’ verdiğiniz bir garabetle
karşı karşıya kalırız.
Bu garabet ve benzeri garabetler, 1915’te katledilmiş
ve dünyanın dört bir yanına dağılmak zorunda bırakılmış Ermeni halkının acılarını her gün daha da derinleştirmekten, onlarda kendileriyle dalga geçildiği
hissi uyandırmaktan ve var olan öfkeyi artırmaktan
başka bir işe yaramıyor.
Türkiye’nin Ermeni meselesinde, böyle kurnazca
‘jestlere, açılımlara, iyi niyetli adımlara’ değil, büyük
bir zihniyet dönüşümüne ihtiyacı var.” (Bianet, 26
Mart 2010)
Rober Koptaş’ın bu noktada söylediklerine eklenecek bir şey yok.
Dergimizin bu sayısının Mart-Nisan sayısı olduğunun bilinciyle, daha şimdiden, 96. yıldönümünde
de soykırımı ve soykırımcıları lanetlediğimizi, tarihi
gerçekleri unutmayıp unutturmayacağımızı bir kez
daha ilan ediyoruz.
2 Mart 2011 ✓
✌
halkların kardeşliği için
19 Eylül 2010 tarihinde sözkonusu “izin”li ayin gerçekleştirildi. “Anıt Müze”de protokol olarak 50 kişi
yer alırken 5000 kadar insan, adaya giderken kimlik
kontrolünden geçerek ve 50 sivil 500 de resmi polisin
kontrolü altında, kilisenin meydanında kurulan iki
ekranda ayini izledi, ayine katıldı.
Ayine katılımın Türkiye dışındaki Ermeni dini kurumları tarafından boykot edilmesi ise, kiliseye takılacağı sözü verilen ve 2007 yılında Patrik Mesrob II
tarafından yaptırılıp adaya gönderilen Haç’ın takılmamış olmasıydı. Kiliseyi “Müze”ye dönüştürenler
bir türlü Haç’ın takılmasını engellemeye çalışıyor,
“zaman yetmedi” biçiminde tutarsız açıklamalara
sığınıyorlardı. Tartışmalar Türk devletinin daha da
teşhir olmasına hizmet ettiğinden, bu talep Ekim
2010 başında yerine getirildi. 2 Metre yükseklikte 110
kilo ağırlığında olduğu söylenen Haç, kilisenin üzerine yerleştirildi.
Sonuçta, yok edilen kültürün içinde Surp Haç
Kilisesi’nin en azından bina olarak restore edilip kurtarılması, soykırım “kültürü”nün sürmediğine yönelik değerlendirmelere de hizmet etmektedir. Soruna
bütünlük içinde bakılmadığında, “daha ne istiyorsunuz, kiliseniz restore edildi, bu bizim iyi niyetimizi ve
tarihimizde hiç bir millete husumetimizin olmadığını gösteriyor” vb. açıklamalara kanmak mümkündür.
Ama tarihi olgular, gerçekler böylesi sahtekârlıklarla
ortadan kalkmıyor.
Sorunu Ermenilerin gözüyle, yaklaşımıyla biraz
da olsa anlayabilmek, empati sahibi olabilmek için,
Rober Koptaş’ın Bianet’te 26 Mart 2010 tarihindeki
“AKP’nin ‘Ahtamar Açılımı’: Bize Samimiyet Gerek,
Riyakârlık Değil” başlıklı yazısından bir bölümünü
buraya aktarıyoruz.
“Ermenilere ait olan, yüzyıllar boyunca da öyle olmuş bir kilisenin ibadete açılması neden ‘inanç turizmi’ kapsamında değerlendiriliyor? Acaba devlet bize,
1915 ve sonrasında Türkiye’den kovulmuş Ermenilerin torunlarının ancak ‘turist’ olarak mı bu ülkeye
dönebileceklerini söylüyor?
Devlet eğer gerçekten iyi niyetliyse, 2007’de restore
edilen Ahtamar Surp Haç kilisesini neden aslına uygun olarak, yani kilise olarak değil de, müze olarak
açtı? Kilisenin mülkiyeti neden Ermeni Patrikliği’ne
iade edilmedi? Asıl adı ‘Surp Haç Kilisesi’ olan yapının adı neden ‘Akdamar Anıt Müzesi’ olarak geçiyor?
Dahası, Ermeniler ve tüm yöre halkı adayı ve kimi zaman da kiliseyi ‘Ahtamar’ olarak andığı halde, devlet
neden ısrarla ‘Akdamar’ demeyi sürdürüyor?
17
✌
halkların kardeşliği için
Avusturya’da Türkiye’nin ve
Türklerin(1) Temsil Edilmesi
(Komak/ML’in yayın organı Proletarische Rundschau Dergisi’nin Şubat 2011, 36. Sayısından çevrilmiştir.)
Türkiye gücüne göre dünya ekonomileri arasında 15.sırada; yirmi yedi AB-üyesi devletler
arasında altıncı -yedinci sırada görülmektedir. Büyüme ile ilgili olarak şu anda tahmin
edilen yıllık oran yüzde 6,7 ile OECD-ülkeleri arasında birinci sırada bulunmaktadır.
Türkiye’de genel olarak saptanan tavan yapan yükseliş ile ilgili soğukkanlı, kuşkulu
ve bazı taraflarca uyarıcı görüşler olmasına karşın, bu durum oysa son yıllarda güçlü
yabancı yatırımcıları kendisine çekmektedir. Çok dengesiz bir gelir dağılımı (“zengin batı
– yoksul doğu” ve sanayi, tarım ve el işlerinde çalışan işçilerin ağırlıklı kesimi hâlâ “asgari
ücret” almakta), Türk kapitalist gelişmesine 1980’li yıllardan beri eşlik etmekte olsa da,
her şeyden önce sadece ülkenin batı, kentsel bölgelerinde (lakin Türk nüfusunun yaklaşık
üçte ikisinin de yerleşik olduğu), mutlak rakamlarla ölçülü, daha genişçe, tüketime hazır
ve yetenekli bir “orta tabaka” çıkmıştır.
H
er kim İsrail’in Filistin-politikası karşıtı ise, o bir
anti-semittir, İsrail yanlısı numarayı biliyoruz.
ÖVP (Avusturya Halk Partisi – Hırıstiyan demokrat
yönde Avusturya’daki koalisyon hükümetinin küçük
ortağı - ÇN) Avusturya’daki Türk Büyükelçi Kadri
Ecved Tezcan’a karşı şimdi bu işaretli kartı oynuyor.
Somut olarak Claudia Bandion-Ortner (Adalet Bakanı – ÇN), Beatrix Karl (Bilim Bakanı – ÇN), ve
zaten ne beklenirdi ki, kaçınılmaz olarak Maria Fekter (İçişleri Bakanı – ÇN) elçiyi kadın düşmanlığıyla
itham ettiler. Bay Tezcan meşhur olan röportajında
ÖVP’ni liberal olarak yanlış anladı ve bu nedenle Maria Fekter’i yanlış partide gördü. O, Bayan federal bakan Fekter’in savunduğu şeyin hiçbir liberal, fikirsel
tutuma uymadığını savundu. Bu ise Avusturya’da bir
sır değildir ve halkın geniş kesimlerinin yaygın kabul etmesine karşın bu ülkede bu kadına ve siyasetine
karşı haklı bir dizi reddetme de vardır. Ama bu, özellikle ve Bayan Dr. Maria Fekter gibi kadınlar olduğu
sürece kadın düşmanlığı değildir. Aksi halde erkek
kadın cinsine karşı haklı olarak kuşkulu olurdu.
Bay Tezcan söz edilen söyleşide Bayan Fekter ile
_________________________
(1) Aşağıda doğru olmayan bir şekilde ve giderek yeniden “Türk nüfusu” veya “community = cemaat/topluluk”, “Türk
18
göçmen kökenli” insanlar, “Türk kökenli emekçiler” veya düpedüz “Türkler” den söz edildiğinde daha en başından
Türkiye’nin ulus devleti çabası içinde ulusal azınlıklar ve onların ulusal çıkarlarını cömertçe görmemezlikten geldiğini Avrupalı okurun bilincine çıkarmak istiyoruz. Türkiye’de Türklerin yanında – birçokları tarafından bilindiği gibi
– Kürtler, Arap kökenli insanlar, son yüzyılda bir soykırımın kurbanı olan Ermeni nüfustan geri kalanlar da, vd. yaşamaktadır. Yani bu makalede ifade edilen, Avusturya’da alışıla geldiği üzere, “Türkler” kavramı sorunludur. Diğer
taraftan Almancada göç tartışması çerçevesinde birçok kavramlarla birlikte bu kısaltılmış gündelik beylik laf ortaya
çıktı. O halde okuyucu, “Türkçe”, “Türk” vs. gibi kavramların ulusal aidiyet anlamında veya ama buna zıt vatandaşlık
aidiyeti anlamında ne kadar uygun olup olmadığı konusunda kafa yormalıdır. İkinci veya üçüncü kuşak denilenlerle
ilgili olarak bu kavramlar gerçekte bütünüyle yakışıksız ve yersizdir.
lar Türk politikasıyla kendilerini AB-siyasetçilerinin
popülist ve yabancı düşmanı entrikalarından daha
iyi temsil edildiklerini hissetmektedirler. Türk başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın talep ettiği gibi, örneğin, bayan eğitim bakanı Claudia Schmied’in yersizce, sorulmadan verdiği cevapta, Avusturya’da derste
Almanca’nın ilk dil olarak kalacağı gibi değil, Türkçe
dilinde ders istemektedirler.
Türkiye doğal olarak bizzat, AB-konserinde, ister
üye olarak alınsın, isterse gevşek ortak olarak, her
halükârda ağırlıklı söz hakkına sahip olmayı berrak
ve açıkça öne çıkarmakta da bir çıkarı vardır. Türkiye hiç de kendisini örneğin Yunanistan gibi ABsiyaseti tarafından ezdirip geçiştirmeyecektir. Sadece
Türkiye’nin son dönemde ekonomik olarak güçlendiğinden, örneğin 2008 krizinden diğer ekonomilerden
daha az etkilendiğinden değil, aynı zamanda AB için
ekonomik ve stratejik olarak gittikçe daha önemli olduğundan. Hatta ABD-politikasının kesimleri Türk
- AB-Entegrasyon sürecinin tıkanmamasını ümit
etmektedirler. Türk sermayesinin entegrasyon sürecinin başarısızlığa uğraması halinde batılı askeripolitik alanından kendisini koparması az bir ihtimal
olsa da, ama batılı müttefikler AB ve ABD derdi Türk
hükümetinin hareket ve pazarlık oyun alanı hakkında kesinlikle büyüyecektir.
Türkiye gücüne göre dünya ekonomileri arasında
15.sırada; yirmi yedi AB-üyesi devletler arasında altıncı -yedinci sırada görülmektedir. Büyüme ile ilgili
olarak şuanda tahmin edilen yıllık oran yüzde 6,7 ile
OECD-ülkeleri arasında birinci sırada bulunmaktadır. Türkiye’de genel olarak saptanan tavan yapan
yükseliş ile ilgili soğukkanlı, kuşkulu ve bazı taraflarca uyarıcı görüşler olmasına karşın, bu durum
oysa son yıllarda güçlü yabancı yatırımcıları kendisine çekmektedir. Çok dengesiz bir gelir dağılımı
(“zengin batı – yoksul doğu” ve sanayi, tarım ve el
işlerinde çalışan işçilerin ağırlıklı kesimi hâlâ “asgari
ücret” almakta), Türk kapitalist gelişmesine 1980’li
yıllardan beri eşlik etmekte olsa da, her şeyden önce
sadece ülkenin batı, kentsel bölgelerinde (lakin Türk
nüfusunun yaklaşık üçte ikisinin de yerleşik olduğu),
mutlak rakamlarla ölçülü, daha genişçe, tüketime
hazır ve yetenekli bir “orta tabaka” çıkmıştır. Dahası
Türkiye’de yetmiş beş milyondan fazla nüfusun ortalama yaşı yaklaşık yirmi sekiz/yirmi dokuz yaşındadır. Nüfusun yaklaşık yüzde 65 i otuz beş yaşın altındadır. Böylesi olgular ve veriler Türkiye’ye fazlalaşmış
dolaysız yatırımları beraberinde getirmektedir.
✌
halkların kardeşliği için
ÖVP’ne hakaret etmekle kalmadı. SPÖ (Avusturya
Sosyal demokrat Partisi – ÇN) hakkında şunları söyledi: “Bu ülkedeki gibi bir soysal demokrat partiyi ben
hiç görmedim. Normal olarak sosyal demokratlar, kökenleri ne olursa olsun insanların haklarını savunurlar. Burada sosyal demokratların bana ne dediklerini
biliyor musunuz? ‘Biz buna ilişkin bir şeyler söylersek,
Strache (Avusturya’da parlamentoda temsil edilen
faşist partinin başkanı – ÇN) daha fazla oy alır.’ Bu,
inanılır gibi değil.” Bay Tezcan’ın sosyal demokrasi
hakkındaki yüksek görüşü de doğal olarak genelde
inanılmazdır; yani bu görüş sınıfta kalır. Oysa Avusturya sosyal demokrasisinin sözde iyi insan dayanışmacı topluluğuna karşı seçim propagandasını - “Haider/Strache’yi engelleyelim!” – hatırlayan, “stratejik”
seçimden yana sözlü propagandayı da anımsayan
herkes, Tezcan’ın izlenimini abesden başka her şey
olarak bulacaktır. Bu nedenle SPÖ-parlamento grubu başkanı Josef Cap Türk elçisinin eleştirisel sözlerini Avusturyalıların “ toptan mahkûm edilişi” olarak göstermeye çalıştı.
Avusturya federal şansölyesi (başbakanı) söyleşi
hakkında “infiali”ni belirtti ve başbakan yardımcısı
Josef Pröll, bir diplomatın misafir olduğu ülkenin
iç politikası hakkında görüş belirtmesini “ kesinlikle yerinde olmayan ve kabul edilemez” olduğunu
homurdandı. Avusturya dışişleri bakanı Spindelegger “kırmız telefon”a sarıldı ve Türk dışişleri bakanı
Ahmet Davutoğlu’ndan kendisinin elçi ile söyleşiyi
okurken gözden kaçırdığı, yani elçinin kendi kişisel
fikrini ifade ettiğini, bunu onaylattırdı ve bu şekilde
Türk hükümeti Avusturya hükümetine nota vermedi. Buraya kadar durum böyle.
Buna rağmen bu olay – ifade özgürlüğü Avusturya’da
sadece sınırlı geçerlidir – medyayı meşgul etmeyi
sürdürüyor. Bu söyleşi ile Türk elçisinin kişisel veya
siyasi bir hesabının da olup olmadığı sorusu birçok
kez yöneltilmektedir. Ankete göre Türklerin yüzde
80 i elçiyi desteklemektedirler. Tezcan, bu söyleşiyle ve dikkatleri tam da böylece bunun üstüne çeken
Avusturya basınının protestolarıyla Türkiye’de, kısa
bir süre için olsa da, kahraman oldu.
Avrupa’da Türk göç kökenli insanlar kendilerinin
düşünceleri doğrultusunda aldırışsızca ele alınmaya
çalışılırken, Türk siyaseti özellikle AB-Entegrasyon
süreci bağlamında bu gruptaki insanlarla doğal olarak güçlü bir şekilde ilgilenmektedir. Tabii ki bununla Türk politikası bu tartışmada kendi lehine güçlü bir
koz daha sağlamaktadır. Ve Türk göç kökenli insan-
19
✌
halkların kardeşliği için
20
Türkiye AB’nin en önemli ticaret partnerlerinden
biri haline geldi ve AB’nin en önemli ithalat pazarları içinde yedinci ve en önemli ihracat pazarları içinde beşinci sırada bulunmaktadır. (Sanayi sektörü ve
hizmetler yanında Türk tarım pazarı da Avrupa için
küçümsenmeyecek bir rol oynamaktadır.) AB, Türkiye’deki yabancı yatırımlarının en büyük kaynağıdır. 2008 yılında Türkiye’deki dolaysız yabancı yatırımların yüzde 75 i ve 2009 yılının ilk beş ayında
hatta yüzde 88 i AB-üyesi devletlerden gelmiştir. Bu
bağlamda Türkiye’nin en önemli ekonomik partneri
Almanya’dır. (Alman şirketlerin ve Alman sermaye
katılımlı Türk şirketlerin sayısı artan eğilimle 3100
ün üzerindedir.) Diğer yandan Türkiye’de henüz
arayı kapatması gereken Avusturya şirketleri şimdi
daha güçlüce ortaklıklara ilgi duymakta ve orada da
daha şimdiden temel attılar. Türkiye’deki yabancı yatırımcılar arasında Avusturya zaten ilk on arasında
yerini almıştı. “Avusturya”, 2001 – 2008 yılları arasında Türkiye’ye toplam 2,04 milyar dolar yatırdı ve
bununla Almanya ve Lüksemburg’un arkasından ve
Rusya, İspanya ve İtalya’nın önünde onuncu sırada
bulundu. (Avusturya, 2007 yılında 369 milyon Avro
ile Türkiye’deki en büyük yabancı yatırımcılar arasında dokuzuncu sırayı aldı. 2002 – 2007 yılları arasında Avusturya sekizinci sıraya çıktı.) Avusturya’nın
Türkiye’deki dolaysız yatırımları 2002 den buyana
yüzde 500 büyüdü. Daha Şubat 2008 yılında ekonomi
gazetesi “Wirtschaftsblatt”, “ ‘cüce’nin daha fazlasına iştahı var.” diye yazdı. Avusturya 2009 yılında 682
milyon dolar (yaklaşık 555 milyon Avro) ile yabancı
yatırımcı ülkeler arasındaki sıralamada Hollanda’nın
arkasından 2. sırada bulundu.
Örneğin bugün Avusturya enerji holdingi OMV,
Petrol Ofisi’nin yüzde 54 hisseleri satın alarak bu
şirketin hisselerinin yüzde 96 nı elinde bulundurmaktadır. Nabucco gaz boru hattı projesi ve belki de
diğer yerlerde proje edilen kaynakların sömürülmesi
dikkate alındığında Türkiye OMV için yurtdışı angajmanın en önemlilerinden biri, belki de en önemlisi olacaktır. OMV ile birlikte, Verbund, Red Bull ve
Mayr Melnhof adlı Avusturya şirketleri Türkiye’de
güçlü bir şekilde angajedirler. Avusturya ile Türkiye
arasındaki ticaret ilişkileri yıllardan beri çok iyidir.
Avusturya esas olarak makine (diğerlerinin yanında
baraj donanımları), kağıt ürünleri, tıbbi ve ilaç ürünleri, tekstiller ve iplikler, demir-çelik ve metal ürünleri ve tam teşekküllü fabrika tesisleri ihraç etmektedir.
Örneğin su barajları inşası gibi özel branşlarda Avusturya daha şimdiden Türkiye’de mutlak en iyi oyunculardan sayılmaktadır. İthalatın yaklaşık yarısını
giyim, giyim yan sektörü ve tekstiller oluşturmaktadır. Avusturya Ekonomi Odası’nın başkan yardımcısı, Petrol Sanayi Branş Birliği’nin başkanı, Federal
Hükümetin Sermaye Piyasası Görevlisi ve OMV’nın
danışmanı Richard Schenz, coşkulu bir şekilde şunları söylüyor: “Ama bu, pazarın potensiyaline ve büyüklüğüne uygun değildir.” Schenz, gelecekte de Avusturya ile Türkiye arasında, özellikle alt yapı-, enerji-,
otomotiv-yan sektörü ve turizm alanında sürüm-,
işbirliği ve yatırım olanakları görmektedir. (2010 yılının birinci yarısında Avusturya’nın Türkiye’ye ihracatı 2009 un birinci yarısına kıyasla yüzde 33 den fazla bir artış kaydetti.) Türk siyaseti, yabancı sermaye
için olağanüstü liberal, bürokratik olmayan yasama
aracılığıyla bu kapitalist özendirmeleri güçlendirdi.
Tersinden “Avusturya ekonomik yaşamında … Türk
kökenli kişiler gittikçe daha önemlice roller” oynamaktadır da, diye “Wirtschaftsblatt” haber vermektedir. “Cem Kinay (Magic Life) veya Attila Doğudan
(DO&Co) gibi en tanınmış şirket sahiplerinin yanında
her şeyden önce artık Avusturya ekonomik yaşamından çıkarılamayacak daha küçükçe işletmeler kitlesidir. WKÖ (Avusturya Ekonomi Odası - ÇN) ne göre şu
anda Türk kökenli sahipli yaklaşık 3000 işletme vardır. Bu firmalar yaklaşık 6000 kişi çalıştırmakta ve 300
milyon Avroluk bir ciroya ulaşmaktadırlar.”
Avusturya kamuoyunun sözde halk temsilcilerinin
“Presse” gazetesindeki Avusturya T.C. elçisiyle yaptığı söyleşi sonrasında sundukları sahte ahlâk ile süslenmiş isterik pozunu ekonomi hiç takmamaktadır.
Tersine; Avusturya burjuvazisi, daha iyice ikili ilişkiler ve kendisinin asıl ekonomik olanaklarının çıkarı
doğrultusunda, hatta elçiyi orda burda gizli-kapaklı
onaylamak zorundadır.
✌
halkların kardeşliği için
Artan bir şekilde emperyalist, büyük güç şovenisti AB içinde öyle veya böyle bir tarzda Türkiye’nin
entegrasyonu olmaksızın bir çıkış yoktur. Türkiye,
Balkanlar – Orta Doğu – Kafkaslar “kriz üçgeni”nin
tam ortasında bulunmaktadır. Dahası Türkiye, Hazar Denizi komşuluğunda batılıların enerji çıkarlarının güvence altına alınmasında belirleyici bir rol
oynamaktadır. Diğer taraftan artakalan su kaynaklarına sahip Türkiye’nin olağanüstü büyük, hem de
çok güncel stratejik önemi vardır. Böylece Avrupa ve
Amerikan politikası için jeopolitik olarak adeta dayanak noktasıdır.
Oysa Türkiye’nin batı ittifakına, epeyi ihtimalen AB’ne de ilerleyen entegrasyonu ile “Türk
topluluğu”nun AB-ülkelerine ve Avusturya’ya entegrasyonu görevi de gündeme gelmektedir. Bu, ekonominin – rekabet nedenleriyle de ve - bilindiği üzere
rekabet kapitalist gelişmenin motorudur – fırsat eşitliğini sağlamak zorunda kalacak anlamına gelir(2)
AB içindeki Türk kökenli emekçiler, kendilerinin
Türkiye’de Türk politikasıyla karşılaşabileceklerinden çok daha iyi bir temsil edilmeyi Türk diplomatlarından bulamayacaklardır. Bunu Avusturya’daki
bir ekonomik fuara katılan bir Türk stand sahibi
ORF(Avusturya resmi radyo ve TV’si – ÇN) vasıtasıyla Avusturya halkından şunu talep ederken çok iyi
bir şekilde ifade etti: “ İşte bu nedenle siz, Viyana,
Brunnenmarkt’a (Türkiyeli küçük esnafın tezgâh açtığı açık pazar – ÇN) değil, Türkiye’ye gelmelisiniz.”
(Avusturya’daki Türkler arasındaki resmi işsizlik
oranı yüzde 20 tutmaktadır; Türkiye’de 2008 yılında
resmi işsizlik oranı yüzde 9,6 dır; ne var ki, bu istatistikte sadece kendisini iş arayan olarak kaydedenler ve
işsizlik yardımı alanlar dikkate alınmıştır. Gerçekte
ise Türkiye’de çalışabilen her beş kişiden biri işsizdir.)
Oysa Avusturya ekonomisi Türkiye’den azami
kârlar sağlamak istediği sürece Avusturya siyaseti er
veya geç “vatan cephesi”nde de müdahale etmek zorundadır. Bunu şimdiye kadar popülizm engelledi
_________________
(2) Fırsat eşitliği doğal olarak büyük oranda sadece bir slogandır ve bu nedenle mutlak olarak asla yerine getirilmemiştir (Kapitalist sistemdeki kadınların fırsat eşitliği ile karşılaştırınız). Türklerin ve AB içinde Türk kökenli denenlerin
kaderi Türkiye ile AB arasındaki birbirleriyle geçimliliğin çeşitli tarzına da sürekli olarak bağımlıdır. Ama sadece bir
dereceye kadar ve belki de Türkiye’nin ne kadar güçlü bir şekilde kendisini “modernize” ettiği oranda ve batı veya AB
ittifakı içerisinde hangi oranda daha eşitçe değerde, hak eşitliğine sahip ortak olduğunda veya “Türk kökenliler” Türk
siyaseti için de paryalar haline gelecekler. Yani bu konuda aslında uluslar arası alanda ulusal kökenden daha fazla sınıfsal köken belirleyici olmaktadır.
21
✌
halkların kardeşliği için
veya popülizm vasıtasıyla işçi sınıfının bölünmesinde yani sınıf mücadelesinde zaferler, kazanabildi. Bu
ise Türkiye’ye ve “Türk topluluğa” na karşı ırkçılığı
ve şüpheciliği ve görmemezlikten gelmeyi güçlü bir
şekilde teşvik etti. Ne var ki, Avusturyalıların Türkler karşısındaki güçlü olumsuz tutumu Avusturya’nın
kapitalist gelişmesi için bir ayak bağı ve dahası tüm
batı dünyası için jeopolitik bir risk olabilir. Bu geçerli olduğu sürece, Avusturya siyaseti gelecekte tüm
medyanın yaygarasına rağmen daha güçlü bir şekilde
Türk çıkarlarını da kendi hesaplarının içine katmak
zorunda olacaktır. (3)
propaganda eşliğinde onların ırkçı özelliğini oluşturmaktadır. Diğer taraftan: Şimdi AB-üyeliğinden hiç
de haz etmeyen Avusturyalılar, ama diğer yandan
üyelikten çıkıştan ve onun ekonomik sonuçlarından
ve yaptırımlarından büsbütün korkmakta; tersine bir
mantıkla, bundan sonra başka ülke/ülkelerin artık
içeriye alınmaması için AB’ni sadece kendilerinin
hakkı olarak görmektedirler. Yani bu durumda “bizzat kendilerine yeterli olan ” Avusturyalıların AB için
ideal resmi şöyle olurdu: Bizzat Avusturya AB’dir.
BU KİTABI
MUTLAKA
OKUYUN!
22
(3) Son grafik Türkiye’nin AB’ne alınmasının
çeşitli ulusal toplulukların kabul edişlerini göstermektedir. Şuanda Avusturya en altta, en son sırada (Kıbrıs’ın bile arkasında!) yer almaktadır; yani
Avusturya halkı Türkiye’nin AB’ne alınmasını çoğunlukla istememektedir. Bu büyük oranda batının
anti-İslamizminden ve ırkçılıktan kaynaklanabilir.
Oysa kesinlikle de Avusturya kamuoyu oluşmasına
belirli bir oranda izdüşümü, psikolojik değil, ama
“siyasi” bir izdüşümü işin içine karışmaktadır. Bilindiği gibi Avusturyalılar o zamanlar kendilerinin
AB’ne alınmasında kendi politikacılarının kamuoyu oluşturması tarafından gafil avlandılar ve halkın
üyeliğe alınmayı kabul etmesi manipüle edilmiş üçte
ikilik rekor bir sayıya ulaştı. Ama halkın coşkusu
üye olunduktan sonra hızlı bir şekilde düştü ve o
zamandan beri Avusturya’da AB hakkında yüksek
oranda kuşku yaygınlaşmaktadır. Bu AB-kuşkusu
esas olarak sağ partiler tarafından popülist bir tarzda
seçmen oyu avlamada kullanılmakta olup, Avusturyalıların AB-kuşkusu yabancı düşmanı sağ-popülist
Haydi! Mücadelemizi daha da
ileriye taşımaya!
8
Mart, Dünya Emekçi Kadınlarının Uluslararası
Dayanışma ve Mücadele gününü karşıladığımız
şu günlerde, geriye dönüp bir yıllık sürece baktığımızda şiddetin, taciz ve tecavüzlerin, ayrımcılığın hız
kesmeden devam ettiğini görebiliriz.
2010 yılında da kadınlar yaşadığı şiddete dayanamayıp ayrılmak istediği için, erkeğin sevgisine karşılık vermediği için ya da “namus” için katledildi.
Kamuoyuna yansıyan rakamlara göre 2010 yılında
250 kadın çeşitli gerekçelerle öldürüldü. Yüzlercesi
taciz ve tecavüze uğradı.Her gün 3 kadın çevresindeki erkekler tarafından öldürülüyor. Bu şiddet ortamından kurtulmak için polise ya da savcılığa başvuran kadınlar eve geri gönderildi. Devlet bu kadınları
korumak yerine göz göre göre ölüme gönderirken,
kadınları katledenleri,aAzz tecavüz edenleri de ödül
gibi cezalarla mükafatlandırdı. Kadınlar, can güvenliklerinin sağlanması için başvurdukları polisten,
savcılıktan değil sadece, hatta bin bir güçlükle sığınabildikleri kadın sığınma evlerinden bile şiddet ortamına geri gönderildiklerinin örneklerini yaşadık.
Bütün bunlar yaşanırken AKP’li kimi kadın milletvekilleri tecavüze karşı çareyi, tecavüzcüyü hadım
etmekte buldular. Birkaç defa tecavüz etmiş erkeklere
zorunlu ilaç tedavisi uygulanarak testosteron seviyesi
düşürülecek böylelikle taciz ve tecavüzün önüne geçilmiş olacak.
Üniversite hocasının bile ‘dekolte giyen kadın tecavüzü hak eder’ türünden açıklamalarına bakarsak
kadına yönelik taciz ve tecavüz, öyle ilaçlarla falan hal
olacak bir mesele gibi durmuyor pek… Kadına yönelik cinsel saldırı, tedavi edilmesi gereken münferit bir
yeni kadın dünyası
Emekçi Kadınlar! Katliama, Şiddete, Örgütsüzlüğe Karşı
23
yeni kadın dünyası
olay yada bir hastalık değildir. Kadını cinsel bir obje
olarak gören ve bunu her fırsatta gösteren bu erkek
egemen sistemin kendisidir hastalık olan. Kusura
bakmayın ama bizim bu tür aldatmacalara karnımız
tok! Kadına yönelik şiddete karşı doğru dürüst önlem almak şöyle dursun adeta cesaretlendirmek, bu
konudaki ikiyüzlülüğü daha net bir şekilde ortaya
koyuyor. Aslında evet, tecavüzü ortadan kaldıracak
bir ilaç var. O ilaç da erkek egemen sistemi tüm kurumlar ile birlikte yerle bir etmek!
2010 yılında kadınlar sadece şiddet görmedi. Kadınların sendikalaşması ve örgütlenmesi konusunda
da değişen bir şey olmadı. Genel olarak zaten oldukça düşük olan sendikalılık oranı kadınlar sözkonusu
olunca hepten dibe vuruyor.
Kadınların sendikalılık oranlarının düşük olmasına paralel olarak sendika yönetimlerinde de kadınlar
yok denecek kadar az sayıda temsil ediliyorlar.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının 2008 verilerine göre işçi sendikaları açından 28 işkolunda
örgütlü bulunan 94 sendikanın genel başkanlarından
yalnızca 7’si kadın. Sendikaların 493 kişilik merkez
bulunan toplam 64 sendikanın 58’inin başkanı erkek,
sadece 6’sı kadındır.
Bu tabloya rağmen, önemli oranda erkek egemen
anlayışlara sahip olan sendikaların daha fazla kadını
sendikalara çekmek ve yönetimlerde yer vermek konusunda ne kadar isteksiz davrandıklarını biliyoruz.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi egemenler şimdi bir
de işçi sınıfına saldırı yasası olan torba yasayı meclisten geçirdiler. Bu yasada işçi ve emekçi kadınları da
ciddi anlamda olumsuz etkileyebilecek düzenlemeler
yer alıyor. Zaten kötü olan çalışma koşulları daha da
kötüleştiriliyor, güvencesiz çalıştırma teşvik ediliyor,
esnekleştirme adı altında kadınlar dört duvar arasına
gönderilerek daha fazla sömürüye maruz bırakılıyor.
İşçi ve Emekçi Kadınlar!
2011 yılının 8 Mart’ında da sorunlarımız çığ gibi
büyümeye devam ediyor. Fakat bu sorunları azaltacak ve yok edecek olan da bizlerden başkası değil.
Artık kendi sorunlarımıza sahip çıkmanın, mücadele
yöntemleri geliştirmenin zamanı çoktan geldi. Çünkü köleler köleliklerini kendi yapar kendi yıkar. Köle
kalmak istemiyorsak, o zaman kadına yönelik her
Bütün bunlar yaşanırken AKP’li kimi kadın
milletvekilleri tecavüze karşı çareyi, tecavüzcüyü
hadım etmekte buldular. Birkaç defa tecavüz
etmiş erkeklere zorunlu ilaç tedavisi uygulanarak
testosteron seviyesi düşürülecek böylelikle taciz ve
tecavüzün önüne geçilmiş olacak.
24
yönetim kurulu üyeleri arasındaki kadın sayısı 35. Bu
oran olarak % 7’yi ancak bulabiliyor. 282 kişilik denetim kurulu üyeleri arasındaki kadın sayısı 28 ve 333
kişilik disiplin kurulu üyeleri arasındaki kadın sayısı
ise sadece 40 kadın.
Kamu sendikaları açısından da durum pek farklı
değil. Örneğin KESK’e bağlı sendikaların yönetim
kurullarının yüzde 17,3’ü, Kamu Sen’e bağlı bulunanların yüzde 4,2’si Memur Sen’e bağlı bulunanların ise
yalnızca yüzde 2,5’i kadındır. Kamu sendikaları konfederasyonları arasında 11 hizmet kolunda örgütlü
türlü şiddetin, ayrımcılığın, örgütsüzlüğün kaynağı
olan erkek egemen anlayışlara karşı, erkek egemen
kapitalist sisteme karşı mücadele etmekten başka çaremiz yok.
Bu bilinçle tüm emekçi kadınları bu 8 Mart’ta da
alanlara çıkmaya, taleplerimizi haykırmaya ve kurtuluşumuz için vereceğimiz mücadeleye sahip çıkmaya
çağırıyoruz!
Yaşasın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü!
Mart 2011 ✓
Miting alanına mor flama ve dövizler hakimdi. Kadınların
elleri ile işledikleri, diktikleri pankartlar, döviz ve maketler
renkli bir görünüm verdi. Coşkulu geçen mitingde, Kürtçe,
Türkçe türkü ve şarkılar eşliğinde halaylar ve horon çekildi.
İ
stanbul Kadın Platformu, Dünya Emekçi Kadınlar
Günü vesilesi ile Kadıköy’de bir yürüyüş ve miting
gerçekleştirdi.
5 Mart Cumartesi günü binlerce kadın, Tepe Natilius önünde toplanarak Kadıköy’e yürüdü.
Yürüyüşe; Anarşist Kadınlar, Karadeniz’in İsyankar Kadınları, Demokratik Özgür Kadın Hareketi,
Feminist Kadın Çevresi, İmece Kadın Dayanışma
Derneği, ESP/Sosyalist Kadın Meclisleri, Emekçi Kadınlar Derneği, LÖB, DİSK Kadın Komisyonu, GençSen, Ev İşçileri Sendika Girişimi, KESK’li kadınlar,
TMMOB’lu Kadınlar, TTB’li Kadınlar, Uluslararası
Af Örgütü’nden Kadınlar, Halkevci Kadınlar, İşçi
Cephesi, Köz, Gençlik Muhalefeti, Liseli Genç
Umut’tan kadınlar, Üniversiteli Kadın Kolektifi, Tüm
İGD’li Kadınlar, EHP’li Kadınlar, EMEP’li Kadınlar,
ÖDP’li Kadınlar, EDP’li Kadınlar, SP’li Kadınlar ve
SDP’li Kadınlar katıldı.
Yürüyüşe katılımın büyük çoğunluğunu, rengarenk
giysileriyle DÖKH’den Kürt kadınları oluşturdu.
Sarı, kırmızı, yeşil renklerin hakim olduğu DÖKH
kortejinde ulusal talepler, barış ve Öcalan vurgusu ön
plandaydı.
Yürüyüş ve mitingde, kadına yönelik şiddete, kadın
cinayetlerine, erkek egemenliğine, cinsiyetçiliğe, kadınların güvencesiz ve ucuz işgücü olarak çalıştırılmasına karşı duyulan tepki dile getirildi.
Miting alanında İstanbul Kadın Platformu adına
Türkçe ve Kürtçe konuşma yapıldı. Platform adına
konuşma: “Cinsiyetçiliğe, ayrımcılığa, erkek egemen
iktidara, şiddete ve sömürü düzenine karşı, kadının
özgürlüğü ve kurtuluşu için eşitlik ve barış için, doğayla uyum içinde yaşamak için tüm dünya kadınları
ile birlikte sesimizi yükseltiyoruz. Yaşasın 8 Mart, Yaşasın kadın dayanışması” ifadeleri ile son buldu. Yapı-
yeni kadın dünyası
Binlerce kadın 8 Mart’ı kutladı
lan konuşmaların ardından Grup Sapho sahne aldı.
Miting alanına mor flama ve dövizler hakimdi. Kadınların elleri ile işledikleri, diktikleri pankartlar,
döviz ve maketler renkli bir görünüm verdi. Coşkulu geçen mitingde, Kürtçe, Türkçe türkü ve şarkılar
eşliğinde halaylar ve horon çekildi.
Yeni Dünya İçin Çağrı dergisinden kadınlar yürüyüşe, “İşçi kadınlar erkek egemen sermaye düzenine
karşı örgütlenin” pankartı, dövizler ve flamalarla katıldı. “Emekçi kadınlar, katliama, şiddete, örgütsüzlüğe karşı: Örgütlü mücadeleye!” başlıklı 8 Mart bildirisi dağıtıldı. YDİ Çağrı imzalı kuşlama yapıldı.
YDİ Çağrı’lı kadınlar yürüyüş boyunca; “8 Mart
kızıldır, kızıl kalacak!, Erkekler vuruyor, devlet koruyor!, Kadın katliamına son!, Kahrolsun erkek egemen
sistem!, Görünmeyen emek sesini yükselt!, Kimsenin
namusu olmayacağız!, Eşit işe eşit ücret!, Yaşasın kadın dayanışması!, Emekçi kadınlar birleşin iktidara
yerleşin!, Gelsin devlet, gelsin baba, gelsin polis, gelsin cop! İnadına isyan, inadına özgürlük!, Şiddete, tacize, tecavüze son!, Yaşasın devrim ve sosyalizm!” vs.
sloganlarını haykırdılar.
2011 yılında da, emekçi kadınların sorunları olduğu gibi duruyor. Bu sorunlar çözüm bekliyor. Emekçi
kadınların sorunlarına sahip çıkmalarının, mücadelelerini ileriye taşımalarının, örgütlenmelerinin zamanıdır.
Köleler köleliklerini kendi yapar, kendi yıkar. Köle
kalmak istemiyorsak, kadına yönelik her türlü şiddetin, ayrımcılığın, örgütsüzlüğün kaynağı olan erkek
egemen anlayışlara karşı, erkek egemen kapitalist
sisteme karşı mücadele etmekten başka seçeneğimiz
yok!
5 Mart 2011✓
25
yeni kadın dünyası
Adana’da 8 Mart
Adana’da 8 Mart’ı, bizimde içinde bulunduğumuz Adana 8 Mart Platformu’nun
organize ettiği, yaklaşık 2 bin kadının katılımıyla düzenlenen bir mitingle karşıladık.
6
26
Mart Pazar günü, saat 12.00’da toplanma alanı
olan Mimar Sinan Açık Hava Amfisi önünde
bir araya gelip, 12.30’da da Uğur Mumcu Meydanına
dek sloganlarımızla yürüdük.
Her yıl bir tema çerçevesinde organize edilen 8
Mart mitinginin bu yıl ki teması “kadın cinayetleri”
ve “güvencesiz çalışma” idi. Hazırlanan ortak pankart ve katılımcı kurumların dövizleri, pankartları
ve sloganları bu temaları öne çıkaracak şekilde hazırlanmıştı.
Miting için, katılımı arttırmak amacıyla hafta
sonu seçilmişti fakat havanın yağışlı olması katılımı
olumsuz yönde etkiledi ve geçen yıllara oranla katılım azdı. Mitinge en yoğun katılım gösteren kurum
BDP’nin kadın örgütlenmesi olan Demokratik Özgür
Kadın Hareketi’nden (DÖKH) kadınlardı.
Mitinge hazırlandığımız süreçte çeşitli işletmelere
gidip tanıdığımız kadın işçilerle, ev emekçisi kadınlarla, genç öğrenci kadın arkadaşlarımızla görüştük,
mitinge katılmaları için çağrıda bulunduk. Buna karşın katılım planladığımızın altında kaldı. Havanın
yağışlı olması bunda etkili oldu, fakat daha önemlisi
görüşmelere geç başlamamızdı. Hazırlıklara daha erken başlamış olsaydık daha geniş bir katılım sağlayabilirdik kuşkusuz.
“Anadiline, Bedenine, Emeğine Sahip Çık; Sendikalarda Örgütlen; Devrimci Saflarda Mücadele Et”
yazılı pankartımız, flamalarımız ve dövizlerimizle
yürüdük. Bununla birlikte, öncesinde hazırladığımız
bir ICOR flaması da taşıdık. Attığımız kimi sloganlar
şunlardı: “Eksik Etek Değiliz, Hayatı Yaratan Emeğimiz!”, “Fabrikada Köle, Evde Hizmetçi; Yetsin Artık
Koparın Zincirleri!”, “Gözaltında, Sokakta, Fabrikada, Evde Tacize, Tecavüze Dur De!”, “Münferit Değil,
Sistemli Cinayet!”, “Kadın Erkek Elele, Sosyalizm İçin
Mücadeleye!”, “Susma Haykır, Kapitalizme Baş Kaldır!” vb.
Miting, Türkçe, Kürtçe ve Arapça olarak okunan
selamlama konuşmasıyla başladı. Ardından platform adına hazırlanan basın metni okundu. Mitinge
DÖKH’lü kadınların davetiyle katılan BDP milletve-
kili Ayla Akat Ata 40 dakikayı aşan uzun bir konuşma yaptı. Devamında Mezopotamya Kültür Merkezi
bünyesinde çalışan folklor ekibi ve kadın korosu sahne aldılar. Son olarak Diyarbakır’lı sanatçı Dilan Ay
sahne alarak Kürtçe parçalar söyledi.
Miting genel olarak sorunsuz geçti. Polis denetimi
de önceki yıllara nazaran daha gevşekti. Mitingin
en olumsuz yanı Ayla Akat Ata’nın, partisinin propagandasını yaptığı çok uzun konuşmaydı. Konuşmanın çok uzun olması ve hava koşulları nedeniyle
katılımcıların büyük çoğunluğu miting programı tamamlanmadan alanı terk ettiler.
Mitingin en ilginç olayı ise Sosyalist Feminist
Kolektif’ten kadın arkadaşların miting alanına giren
erkekleri, alandan kovalamaya çalışmalarıydı.
Mitinge katılan kurumlar kortej sıralamasıyla şunlardı: DÖKH, Kadın Emeği Kolektifi, Sosyalist Feminist Kolektif, Sosyalist Kadın Meclisi (ESP), KESK,
Mali Müşavirler Odası Derneği, TMMOB, Tez.Koop
-İş, YDİ ÇAĞRI, İHD, Halkevci Kadınlar, Üniversiteli Kadın Kolektifi, Pir Sultan Abdal Derneği, EMEP,
ÖDP, SP, DİP ve EDP.
Yağmura İnat Yaşasın 8 Mart!
8 Mart akşamı da yine Adana 8 Mart Kadın Platformu adına organize ettiğimiz, 5 Ocak Meydanı’ndan
İsmet İnönü Parkı’na dek süren meşaleli bir yürüyüş
yapıldı. Bu yürüyüşe çeşitli kurumlardan 50 civarında kadın katıldı.
Parka varıldığında ilk olarak 8 Mart ile ilgili müzikli bir slayt sunumu yapıldı. Ardından basın açıklaması okundu. Yürüyüş esnasında hafif hafif başlayan
yağmur, basın açıklaması okunduğu sırada oldukça
şiddetlendi. Buna karşın açıklama sonuna dek kimse
alanı terk etmedi. Bir grup, 8 Mart’a atıfta bulunarak
“Yağmura İnat Yaşasın 8 Mart” diye slogan attılar.
Hem miting alanında hem de 8 Mart günü şehir
merkezinde, merkezi 8 Mart bildirilerimizi dağıttık.
İki günde yaklaşık 3000 adet bildiri dağıttık.
9 Mart 2011
YDİ Çağrı/Adana ✓
“EKMEK
ve
ÖZGÜRLÜK!”
- TUNUS -
M
agreb’te batılı emperyalist güçlerin, en başta da Fransız emperyalistlerinin MüslümanArap dünyasındaki cici çocuğu konumundaki bir
faşist diktatörün devrilmesi ile başladı herşey. 23 yıl
önce iktidarı Habib Burgiba’dan (o da 30 yıl tek parti/tek şef diktatörlüğü yürütmüş, M.Kemal’e öykünen
bir (nasyonal sosyalist!) faşistti. Fransız mandasına
karşı önderlik ettiği antikoloniyalist, güdük antiemperyalist ayaklanma sonucu Tunus “bağımsız” bir
devlet haline gelmişti.) bir saray darbesi ile devraldığından bu yana Tunus’u adeta kral konumunda olan
“Başkan”ı sıfatıyla yöneten Zeynel Abidin bin Ali, 14
Ocak’ta ülkeyi apar topar terk etmek zorunda kaldı.
Zeynel Abidin rejimi görünürde burjuva demokrasisi
idi. Geniş yetkilere sahip Başkan yanında parlamento vardı. Bu Parlamentoda hatta Başkanın muhalefeti bile vardı. Başkanın partisi olan RCD (Anayasal
Demokrasi Topluluğu) hiçbir seçimde % 85’in altına düşmedi. “Başkana sadık” ana muhalefet partisi
“Sosyalist Demokratlar Partisi”, son seçimlerde % 5
civarında oy almıştı ve parlamentoda 16 Milletvekili ile temsil ediliyordu. Geleneksel (revizyonist) Komünist Partisi de bu parlamento oyununun parçası
idi. 1996’da Komünist ismini de terk etmiş kendisine
“Yenilenme Hareketi” adını takmıştı. 2009’daki seçimlerde % 1 civarında oy almıştı, parlamentoda iki
temsilcisi vardı. Yani görünürde her şey kitabına uy-
panorama
PA NOR A M A
Önce Tunus’taki bu gelişmeler,
faşist baskılar sayesinde “sağlam
ve istikrarlı” görünen burjuva
rejimlerinin, gerçekte hiç de
göründükleri gibi olmadığını; halkın
gerçekten de sokağa döküldüğü,
artık yeter dediği bir durumda,
halk desteğini yitirmiş hiçbir rejimin
ayakta duramayacağını bir kez daha
gösterdi.
gundu. Gerçekte Tunus bağımsızlığına kavuştuktan
bu yana faşist tek parti/tek şef diktatörlüğü ile yönetiliyordu. Başkanın parlamentosu bu faşist diktatörlüğün üzerine geçirilmiş kaba bir örtü idi. Dışarıdan
bakıldığında sağlam görünen rejim Aralık ortasında
başlayan halk hareketi ile bir ay içinde bir iskambil
kulesi gibi çöktü.
Ne oldu? Bir çöküşün kronolojisi …
17 Aralık: Tunus’un Sidi Buzid kentinde hayatını bir
el arabasıyla seyyar satıcılık yaparak kazanmaya çalışan, annesi ve üç kız kardeşine de bakan Mohammed
Buazizi isimli bir genç, polisin ruhsatı yok gerekçesiyle el koyduğu arabasını geri almak için mücadele
ediyor. Başvurduğu karakolda dövülüyor. Uğradığı
haksızlığı protesto ederek, üzerine benzin döküp,
kendini yakıyor. Ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılıyor.
Bu eylemin duyulması ile Tunus’un çeşitli kentlerinde başkan Zeynel Abidin Bin Ali ve ikinci eşi olan
Leyla Trabelsi ailesinin ve yakın çevresinin hırsızlık, yolsuzluk, rüşvete dayalı görgüsüz lüks yaşamına
karşı protesto gösterileri başlıyor. Bin Ali’nin kurduğu hırsızlık düzeninin özellikleri ve boyutları onun
destekçisi olan batılı emperyalist güçlerce biliniyordu.
27
panorama
28
Aralık başında Wikileaks’in yayınladığı belgelerde,
ABD diplomatları Zeynel Abidin rejimi hakkında
yapılan değerlendirmelerde, rejimin “Kleptokrasi”
(hırsızlık rejimi) olduğu, en başta Başkan Zeynel
Abidin’in eşinin ailesinin bu rejimin merkezinde
durduğu tespitlerini aktarıyorlar Washington’a. Bin
Ali’nin eşinin halk içindeki ismi “Hırsız Leyla!”. Kuaförlükten gelen Leyla Trabelsi Tunus Başkanı’nın eşi
“mesleği”ni, zenginleşmek için tepe tepe kullanıyor.
13 Ocak 2011 itibarıyla kişisel serveti 4 milyar dolar olarak hesaplanıyor. Bin Ali ve Trabelsi ve Materi
(Damat) aileleri Tunus’un en zengin aileleri durumunda. Bir milyon Dinar üzerindeki her alış-verişten
bu aileler pay alıyorlar. Bu üç aile Tunus ekonomisinin % 35’ini kontrol ediyorlar. Tabii batılı tekellerle
işbirliği içinde!
Engellemelere rağmen, internet ortamında Wikileaks belgeleri hızla yayılıyor. Herkesin bildiği giz
ABD dışişlerinin resmi belgelerinde ortalığa saçılıyor! İnternet ortamında her yandan direniş, protesto
çağrıları yapılıyor. Bıçağın kemiğe dayandığı yerde,
Buazizi’nin kendini yakma eylemi, bardağı taşıran
damla oluyor. “İş”, “Ekmek”, “Özgürlük” bu gösterilerde en çok kullanılan sloganlar. Protestoları bastırmaya yönelik polisin saldırılarının videoları internet
üzerinden yayılıyor. Polisin şiddeti protesto gösteri-
lerini daha da körüklüyor.
Hükümet gelişen protesto gösterilerini bir yandan
“üç beş çapulcunun eylemleri” olarak gösterip küçümserken, diğer yandan polise gösterileri ne pahasına olursa olsun bastırma direktifi veriyor. Eylemlerin
bu aşamasında Başkan Zeynel Abidin kendisi fazla
öne çıkmıyor. Hükümet ve polisi sürüyor göstericilerin üzerine.
28 Aralık: Tunus’un Başkan’ı Zeynel Abidin Bin Ali
devlet televizyonunun canlı yayını üzerinden vatandaşlarına ne kadar önem verdiğini göstermek için bir
şov yapıyor. Hastanede ölümle pençeleşen Mohammed Bouazizi’yi ziyaret ediyor. Yaralının annesine 20
bin Dinar (10 bin avro) “hediye” ediyor, kız kardeşine
de iş sözü veriyor. Gösteriler bağlamında da bunların
“Yabancı güçlerin güdümünde Tunus’u zayıflatmak
için harekete geçirilen küçük aşırı gruplardan oluşan
küçücük bir azınlık” olduğunu açıklıyor.
Bu arada –sonradan ortaya çıktı ki- Zeynel
Abidin’in eşi Leyla Trabelsi kaçış hazırlıklarına çoktan başlamış, Merkez Bankası’ndan bir ton altını
kendi hesabına yurtdışına göndermişti.
Zeynel Abidin’in
bu şovu da, Mohammed
Buazizi’nin annesinin oğlunun kendini yakma eyleminin kaza olduğu yönündeki açıklamaları da, kitlelerin öfkesini yatıştırmaya yetmedi.
gütlediği mitinglerde “Başkanımız yaşasın, o bizi anladı” sloganları atılıyor.
Fakat bunlar da halkı kandırmaya yetmiyor. Hükümet ve Başkan yanlısı gösterilerden çok daha büyük
katılımlı gösterilerde “Katil Bin Ali defol git”, “Hırsız Leyla, çaldıklarını geri ver” sloganları yükseliyor.
Batı medyası da nihayet “Tunus” u keşfediyor! Orada
demokrasi yönünde talepler olduğunu, şimdiye kadar süren “diktatörlüğün” sallandığını vs. keşfediyor.
“Muhalefet”ten sempati ile söz edilmeye başlanılıyor!
Görünen o ki, batılı emperyalistler için Bin Ali rejiminin olduğu gibi sürdürülmesi olasılığı kalmamıştır.
14 Ocak günü olaylar hızla gelişiyor. Bu gün için
Tunus’taki sendikalar genel grev çağrısı yapıyor.
Bütün büyük şehirlerde on binlerce insan doğrudan
doğruya “ Katil Bin Ali Defol” talebiyle sokaklara dökülüyor.
Ordu ortalıkta görünmüyor. Göründüğü yerde de
askerler göstericilerle birlikte hareket ediyor.
Aynı gün Paris Roisy Havaalanında Tunus İçişleri Bakanlığı’na adreslenmiş tonlarca gaz bombası,
çelik yelek ve kalkan içeren kolilerin yola çıkması
gelen bir emirle durduruluyor. Bu Fransız emperyalistlerinin “dost” Bin Ali’yi artık dost görmedikleri
anlamına geliyor. Artık gidici olduğu kesinleşen bu
işbirlikçi üzerinden Tunus’ta “Büyük ulus”un (Fransız emperyalistleri kendilerine böyle der!) çıkarlarını
savunmak mümkün değildir. Şimdiye kadar üzerine
oynanılan at görevini yapmıştır. Şimdi artık yeni bir
at bulmak gerekir!
Aynı gün öğleden sonra Başkan Bin Ali son bir
manevra ile “hükümeti görevden azlettiği”ni ve seçimlerin 2011 içinde yapılacağını açıklıyor. Seçimleri yapmak için Mohammed Ganuçi başkanlığında
“geçici bir hükümet” kurulduğunu açıklıyor. Aynı
zamanda Sıkıyönetim ilan ediyor. Sıkıyönetimle birlikte sokağa çıkma yasağı ilan ediliyor.
Fakat bütün bunlar sonuçsuz açıklamalar olarak
kalıyor. Sıkıyönetimi uygulamakla görevli askerler
göstericilere saldırmıyor, tersine polisle göstericiler
arasına giriyor.
İktidarın elden gittiğini gören Bin Ali son çareyi
kaçmakta görüyor. Leyla’nın erkek kardeşine ait bir
özel şirket uçağıyla 17.30’da Tunus’u terk ediyor.
Hemen arkasından Başbakan Mohammed Ganuçi
“Başkanın geçici olarak görevlerini yapamayacağını”
duyuruyor.
Fransa şimdi artık “eski dost” Bin Ali’nin uçağına
panorama
4 Ocak: Bouazizi tedavi gördüğü hastanede öldü.
Ölüm haberinin duyulması ile Tunus’un hemen bütün şehirlerinde en başta gençler sokaklara döküldü.
Tunus’ta 25 yaş altı nüfusun bütün nüfusun yarısından fazlası olduğu, 18-25 yaş arasında işsizliğin % 75
civarında olduğu bilinmelidir. Tam bir “geleceksiz”
gençlik söz konusudur. Bu aşamada “batı” medyası
için Tunus’ta olanlar “haber” değildi. Ya da olağan
geçici gösterilerden sayılıp, geçiştiriliyordu. Zeynel
Abidin’in batılı emperyalist dostları için, bu geçici
eylemlerin bastırılacağı kesindi. 11 Aralık’ta Fransız
meclisinde yaptığı bir konuşmada Fransa Dışişleri
Bakanı Michele Alliot-Marie, Fransa’nın geçmişteki mandası olan Tunus’a karşı “sorumluluğu”na atıfta
bulunuyor, dost Zeynel Abidin yönetiminin yanında olduklarını açıklıyor ve “ Başkan Bin Ali bizim
güvenlik güçlerimizin bilgi ve tecrübelerinden de
yararlanarak bu gibi sorunları aşabilir ve aşacaktır.”
diyordu.
12 Ocak: Göstericilerle polis arasındaki çatışmalarda polis giderek daha fazla şiddete başvuruyor. Silahsız göstericilere açılan ateşlerde ölü ve yaralı sayısı
artıyor.
Zeynel Abidin Bin Ali, polisin yanında orduyu
da göstericilerin üzerine saldırtmak istiyor. Genel
Kurmay Başkanı General Raşid Amar’a göstericileri gerekirse ateş açarak dağıtma direktifi veriyor.
Genel Kurmay Başkanı bu emre uymayacağını bildiriyor. Görevinden azlediliyor. Kendi açıklamasına
göre “Bittiniz siz” açıklaması ile terk ediyor Başkanlık
Sarayını. Tunus’ta Zeynel Abidin rejiminin dayandığı esas silahlı gücün 170.000 kişilik polis teşkilatı
olduğu; 30 bin kişilik ordunun polisin imtiyazlı güç
olarak ele alınmasından rahatsız olduğu bilinmelidir.
12 Ocak’ta hala rejiminin ayakta kalacağından
emin görünen Zeynel Abidin Bin Ali, yakın korumalarından bir bölümünü karışıklıklar bastırıldıktan sonra ziyaret etmeyi planladığı Libya başkenti
Trablus’a gönderiyor.
Aynı gün Leyla Trabelsi, yanında bir ton altın ile
Dubai’ye uçuyor.
13 Ocak’ta Başkan Bin Ali devlet TV’sinde bir konuşma yapıyor. Konuşmasında şiddetin sorumluluğunu kendisini de “hayal kırıklığına uğratan çevresi”
ne yüklüyor. Kendisinin halktan biri olarak halkı çok
iyi anladığını söyleyerek “Artık şiddet yeter” diyor.
Bir dahaki seçimlerde aday olmayacağını, yasak olan
partilerin açılacağını, seçimler yapılacağını söylüyor.
Devlet partisi konumundaki RCD’nin Başkent’te ör-
29
panorama
iniş izni vermiyor.
15 Ocak sabahı Suudi Arabistan’dan, Bin Ali’nin
Suudi Arabistan’da olduğu ve bilinmeyen bir süre
orada kalacağı haberi geliyor.
Ne olacak?
Zeynel Abidin ülkeyi terk ederken, onun rejimini
sürdürecek ve belki geri dönmesinin yolunu hazırlayacak bir düzenleme yapmaya çalışıyor. Gerisinde bıraktığı “geçici hükümet” % 90 oyla onun partisi RCD’nun siyasetçilerinden oluşuyor. Kitlelere,
bu hükümetin zaten geçici olduğu, işinin seçimleri
düzenlemek olduğu gerekçeleriyle, bu hükümeti kabullenmesi gerektiği anlatılıyor. Fakat kitleler buna
yanaşmıyor. RCD’nin hiçbir üyesinin geçici hükümet
içinde de yer almaması anda hareketin temel taleplerinden biri. Bu talebe hükümet içindeki RCD kökenli üyeler RCD’den istifa ederek ve RCD yönetimi
de kendi kendini feshederek cevap verdi. Fakat bunun
yalnızca bir kandırmaca olduğu ortada.
Şimdi çökenin yerine neyin geleceği konusunda
mücadele sürüyor. Eski rejimin kalıntıları – Arap
dünyasındaki gericilerin ve emperyalist güçlerin de
desteğinde- sömürü sistemine özüne dokunmayacak
bir yumuşak geçişi sağlamaya yönelik adımlar atıyorlar. Öfkeli ve fakat gerçek devrimci/komünist bir
önderlikten yoksun emekçi yığınların daha fazlasını
talep eden hareketinin hızını kesip, hareketi sonlandırmaya çalışıyorlar. Gerçek devrimci/komünist bir
önderliğin yokluğu şartlarında da görünen odur ki,
Tunus’ta Zeynel Abidin’i deviren devrim, açık faşist
bir polis devletinin, yerini yine emperyalizmle işbirliği içindeki burjuvazinin gerici burjuva demokratik bir yönetimine devretmesi ile sonlanacak. Bu bile
kuşkusuz halk için, burjuva demokratik özgürlüklerden yararlanmak açısından önemli bir ilerlemedir.
Ancak gerçek ilerleme için, gerçek özgürlük için, işçilerin-köylülerin kendi iktidarları gereklidir. Kapitalizmde gelecek olmadığının kavranması, sosyalizmekomünizme giden yolun açılması için demokratik
halk iktidarının kurulması gerekir.
Kimi Dersler:
30
Sonu açık olan “Tunus Devrimi” nasıl sonlanırsa
sonlansın, şimdiye kadar olanlardan da çıkarılacak
bir dizi ders vardır:
Önce Tunus’taki bu gelişmeler, faşist baskılar sayesinde “sağlam ve istikrarlı” görünen burjuva rejimlerinin, gerçekte hiç de göründükleri gibi olmadığını;
halkın gerçekten de sokağa döküldüğü, artık yeter
dediği bir durumda, halk desteğini yitirmiş hiçbir
rejimin ayakta duramayacağını bir kez daha gösterdi.
Tam da bu niteliği nedeniyle, bir çoğu faşist baskılar
ile ayakta duran rejimler açısından, en başta da değişik Arap devletleri açısından, “Tunus Devrimi” haklı
olarak bir korku kaynağı oldu, olacak! Batılı emperyalistlerin kabul etmediği kaçak Bin Ali’ye Suudi
Arabistan’ın kucak açması boşuna değil.
İkinci olarak: Bir kez daha görüldü ki, emperyalistlerin siyasetlerinde belirleyici olan “dostluk” vb.
değil, çıplak emperyalist çıkarlardır. Emperyalist çıkarları savunan, savunabilen işbirlikçiler “dost” ilan
edilir, “desteklenir”. Bu işbirlikçilerin emperyalist çıkarları savunma bağlamında artık işe yaramazlarsa,
suyu sıkılmış bir limon gibi bir kenara atılırlar. Bin
Ali’nin başına gelen budur.
Üçüncü olarak: Hiç harekete geçmeyecekmiş gibi
görünen emekçi kitlelerin harekete geçmesi için, eğer
şartlar olgun ise küçücük bir kıvılcım yeter. Tunus’ta
gençler arasında işsizliğin %75’e ulaştığı bir ortamda,
halk yoksulluk içinde kıvranırken, bir avuç asalağın
görgüsüz zenginlikleri isyanın temeli olmuştur. Genç
bir seyyar satıcının açlığa ve haksızlığa isyan ederek kendini yakması, “kuru olan bozkır”da yangının
ateşini yakan kıvılcım olmuştur.
Dördüncü olarak: Kitleler için mücadele, ayaklanma, isyan öğrenmek için en iyi okul oluyor. Sonuçta
kitleler hakkın verilmez ancak mücadeleyle alınır olduğunu pratik eylem içinde öğreniyorlar. Tunus’taki
aktüel gelişmede çok kısa süre içinde eylem içindeki
kitleler açlığa karşı mücadele ile demokrasi için mücadelenin iç içe olduğunu “Ekmek ve Özgürlüğün”
birbirinden ayrılmadığını gördüler. Şimdi komünistlerin görevi onlara özgürlük ve demokrasinin
sosyalizm ve komünizm ile iç içe olduğunu bıkmadan
usanmadan anlatmak. Sonunda kitleler bunu kendi
siyasi tecrübeleri ile gördüklerinde, devrimler yarım
kalmaktan kurtulacaktır.
Beşinci olarak: En önemlisi: Halkların devrimlerinin yarı yolda kalmaması için, halkların kendi kaderlerini kendi ellerine almaları için komünist önderlik,
sosyalizm/ komünizm hedefi mutlak gerekliliktir.
Ve bugün en büyük eksiklik budur. Tunus’daki gelişmeler bugün komünistlerin önündeki en önemli
görevin, halklara önderlik edebilecek yetenekte bir
örgütlenmeyi yaratmak olduğunu gösterdi.
20 Ocak 2011 ✓
panorama
Kavga,
bitmedi
daha!
- TUNUS -
T
unus’taki gelişmeleri 20 Ocak 2011 tarihli yazımızda özetle ortaya koymuş olduğumuzdan dolayı, bu yazımızda 20 Ocak’tan sonraki dönemde öne
çıkan kimi gelişmelere değineceğiz.
Sözkonusu yazımızın girişinde durum tespiti yaparken, “Bu yazı yazılırken de kitlelerin protestoları,
sıkıyönetim devam ediyor ve yeni geçici hükümetin
lağvedilip yerine bir yenisinin kurulup kurulmayacağı; kitlelerin Zeynel Abidin Bin Ali iktidarı döneminin geri kalanlarının yönetimde kalmasını kabul
edip etmeyeceği hâlâ belli değildi. Tunus’ta gelişmelerin hangi yönde olacağı da netleşmemişti.” demiştik.
Bu tespitimizden sonra geçen bir aylık süreçte yaşananlar, gelişmelerin hangi yönde olacağını net olarak
açığa çıkarmaya yetmedi. Bu açıdan bakıldığında, en
başında şunu tespit edebiliriz: Tunus’ta Bin Ali koltuğundan edilmiş ama bundan sonraki süreçte burjuvazinin hangi kliğinin iktarı eline alacağı, kitlelerin
demokratik haklarının hangi düzeyde elde edilip garantileneceği sorularına cevap verilmemiştir.
İktidar kavgası hâlâ sürüyor ve Bin Ali döneminin
iktidar sahiplerinin -doğrudan Bin Ali’nin yeniden
iktidara yerleşmesi biçiminde olmasa da-, iktidarı,
gerici burjuva demokrasisinin yerleştirilmesi temelinde sürdürmesinin olasılığı ortadan kalkmamıştır.
Asgari düzeyde de olsa isyan eden halkın kimi taleplerinin gerçekleştirileceği burjuva demokratik bir
yapının kurulabilmesi için bile, kitlelerin mücadeleyi
sürdürmesi temel önkoşullardan biridir.
Şimdiye kadarki gelişmeler, isyan eden kitleleri
devrimci, komünist siyaset temelinde yönlendirip yönetecek bir gücün olmadığını göstermiştir. 20 Ocak
2011 tarihli bir açıklamayla 8 örgütün biraraya geldiği
cephe olarak kurulan “14 Ocak Hareketi”nin talepleri ise -bunlar arasında doğru taleplerin var olmasına
rağmen- esasında demokratik talepler için mücadele
hedefiyle sınırlıdır, kapitalist sistemin kendisi soru
işareti haline getirilmemektedir.
İsyan hareketi içinde en solcu durumda olan bu cephenin, Tunus’ta Bin Ali döneminden kalan ve anda
hükümette olanların yönetimden devrilmelerinin
mücadelesi için nasıl bir rol oynayacağı ise meçhul.
Halkın isyan hareketine önderlik eden devrimci,
komünist bir önderliğin olmadığı bir ortamda, Tunus’taki gelişmelerin -andaki duruma bakılarak tespit edilmesi durumunda-, en iyi halde gerici burjuva
demokrasisinin yerleşmesine doğru olacağı söylenebilir.
Kuşkusuz ki, tersi durumun yaşanması da mümkündür. Eğer isyan hareketi ilerleme yerine gerilemeye başlarsa -ki andaki durumda biraz gevşemiş
durumdadır- ve ordu ya da ordu ile birlikte hareket
edebilme olasılığı yüksek olan iktidardaki güçlerin
halkın isyanını bastırabileceğine karar verdiği durumda, askeri bir diktatörlüğün de yaşanması olasılığı dıştalanamaz. Ülkedeki çatışmaların yer yer provakasyon olarak değerlendirildiği ve örneğin anda
ordunun başı Raşit Ammar’ın kargaşa kışkırtarak,
kitleler karşısında “kurtarıcı” rolüyle askeri müdahaleyle yönetime el koymayı planladığı yönlü tezler olasılık olarak reddedilecek tezler değildir. Bu arada Bin
Ali döneminin esas baskı unsuru olarak rol oynayan
polislerin bir kesiminin İçişleri Bakanı’nı tutuklamaya yönelik eylemleri ise, özel koruma gücü sayesinde
31
panorama
32
boşa çıkarıldı. Bu durum darbe deneyimi olarak da
kamuoyuna yansıtıldı.
Gelişmeler ister Bin Ali dönemine göre halk için
daha iyi, burjuva demokratik haklardan yararlanma
imkanlarının olduğu bir gerici burjuva demokratik
bir yönetime doğru olsun -ki esas gelişme bu yöndedir-, isterse askeri bir diktatörlük yönünde olsun,
şu olguyu değiştirmemektedir: sistemi yıkıp yerine
demokratik halk iktidarını kurmaya hedefli bir hareket ve varolan hareketi bu hedefe yöneltecek bir parti
yoktur.
Sistemi yıkma hedefli bir önderliğin ve hareketin
olmadığı bir durumda, gelişmelerin hangi yönde
olacağını belirleyen esas şey, muhalefetin örgütlülük
ve direngenliği ile Bin Ali rejiminin arta kalan temsilcilerini ne kadar taviz vermek zorunda bırakacağı
noktasıydı.
Buna bağlı olarak gelişmelere bakıldığında karşımıza çıkan tablo kabaca şöyledir. Kitleler geçici hükümeti kuran Başbakan Gannuçi’nin ve tüm
Bin Ali’nin partisi “Demokratik Anayasal Hareket”
(RCD) kökenli siyasetçilerin hükümetten yer alması-
Kabinenin ilk toplantısından, sonra parlamento tarafından onaylanması gereken siyasi tutuklular için
genel af kararının da içinde olduğu, kitlelerin kimi
taleplerinin -örneğin RCD’nin taşınabilir ve taşınamaz tüm mallarına el konulması, ya da toplantı ve
basın özgürlüğü konusunda reformların hazırlanması, görevini kötüye kullanma ve yiyiciğiliğin, rüşvetin araştırılması ve kitlelere karşı kullanılan şiddetin araştırılması için kimi komisyonların kurulması
gibi- yerine getirileceğini göstermeye yönelik kimi
kararlar çıktı. Bu arada isyanda yaşamını yitirenler
için üç günlük yas ilan edildi.
Başbakan Gannuçi “tüm antidemokratik yasaları,
seçim ve antiterör yasaları gibi medya/ basın yasalarını da geçiş sürecinde geçersiz ilan edeceği”ni açıklayarak altı ay içinde yapılacak parlamento seçimlerinden sonra siyasetten çekileceği sözünü veriyordu.
Uluslararası kamuoyunun dikkati Mısır’a çevrilirken ve Tunus’ta yaşam “normale” dönmüş gibi görünürken, 27 Ocak’ta yeniden Gannuçi hükümetini
devirmek için gösteriler başladı. Bunun karşısında
aynı gün kimi bakanlar istifa etti ve ikinci geçici hü-
na karşı protestolarını sürdürdüler.
Bu protestolara karşı 20 Ocak’tan önce verilen
ilk taviz, Başkan Mebaza ve Başbakan Gannuçi’nin
RCD’den istifa etmeleriydi. 20 Ocak’ta ise kabinenin
diğer RCD’li bakanlarının RCD’den istifa etmeleri ve
RCD’nin Merkez Komitesi’nin lağvedilmesi geldi.
kümet oluşturuldu. Bu yeni oluşturulan hükümette
daha önce RCD’li olan bakanların sayısı Gannuçi ile
birlikte üçe inmişti. Bu arada medyaya yansıyan haberler arasında ABD emperyalizminin Yakın Doğu
görevlilerinden Jeffrey Feltman’ın 24 Ocak’ta Tunus
hükümeti ve yetkilileriyle görüşmeler yaptığı, kabi-
Sistemi yıkma hedefli bir
önderliğin ve hareketin olmadığı
bir durumda, gelişmelerin hangi
yönde olacağını belirleyen esas
şey, muhalefetin örgütlülük ve
direngenliği ile Bin Ali rejiminin
arta kalan temsilcilerini ne
kadar taviz vermek zorunda
bırakacağı noktasıydı.
panorama
nedeki değişikliğin buna bağlı gerçekleştiği yönlü
haber de vardı.
İster ABD emperyalizminin temsilcilerinin telkiniyle olsun, isterse de Gannuçi’nin isyan hareketini,
kitleleri kendisinin verdiği sözlere inandırıp kandırmak için olsun, daha doğrusu da protesto hareketinin
yükselmesini engellemek için, adım adım mümkün
gördükleri tavizleri veriyorlardı. Yani halk hareketi
bunları biraz daha zorlasa, hepsini toptan devirebilecek bir durum var…
İkinci geçici hükümetin oluşması protestoların biraz dinmesine yol açtı. İşçi sendikası olduğunu iddia
eden, gerçekte ise Bin Ali döneminde rejime hizmette
kusur etmeyen UGTT sendikası ise, geçici hükümette
yer almayı reddederken, Gannuçi önderliğinde kurulan ikinci geçici hükümeti kabul ettiğini açıkladı.
4 Şubat’ta 24 eyaletin valileri değiştirildi. Turistlerin yeniden ülkeye gidebilmesi için olağanüstü halin
kaldırılacağı sözü verildi. Kimi polis şefleri görevini
kötüye kullandığı gerekçesiyle tutuklandı ve ölüm/
idam cezası kaldırıldı. 6 Şubat’ta RCD yasaklandı.
Bu arada ikinci geçici hükümet olağanüstü hal yasalarını ve Başkan Mebaza’ya ülkeyi kararnamelerle
yönetme yetkisi veren kanun tasarısını, tüm protestolara rağmen kararlaştırdı. Böylece “demokrasiye
geçiş süreci” de kişi diktatörlüğü altında yaşanacak!
18 Şubat’ta Gannuçi siyasi tutukluların hafta sonu
serbest bırakılacağını açıkladı. Tüm bunlar kitlelerin
Gannuçi’yi başbakan olarak kabul etmesine yetmedi. 25 Şubat’tan itibaren yeniden yüzbinlerce insan
Gannuçi’nin istifası ve onun atadığı komisyonlar yerine yasama meclisinin seçimi talebiyle protestolara
başladı. 26 Şubat’ta protestolar yeniden kana bulandı
ve en son verilere göre en az beş kişi yaşamını yitirdi.
27 Şubat’ta Gannuçi istifasını açıkladı ve Başkan
Mebaza yeni başbakan olarak Beci Caid Essebsi’yi
atadığını ilan etti. Essebsi’nin önceden bakanlık görevi yaptığı, yani onun da Bin Ali döneminin “adamı”
olduğu verilen bilgilerden ortaya çıkıyor. Bu durumda isyan hareketinin tavrının ne olacağı şimdilik belli
değil.
Sonuçta, bu gelişmeler, iktidardaki güçlerin isyan
hareketinin güçlülüğüne paralel olarak en az tavizle durumu kurtarmaya çalıştıklarını; geçiş sürecinin
egemenlerin istedikleri temelde olabilmesi için sıkıyönetimi, olağanüstü hal yasalarını, özel kararnamelerle yönetme yetkisini vb. önlemleri uygulamaya
koyduklarını göstermektedir.
Bundan sonraki gelişmelerin hangi yönde ilerleye-
ceğini belirleyecek olan şey, kitlelerin mücadele azmi,
yeteneği, örgütlülüğü ve uğruna mücadele ettiği hedefinin ne olduğuna bağlıdır. Eğer Gannuçi’yi göndermekle yetinilmezse ve yer yer eylemlerde dile getirilen Bin Ali rejiminin tüm temsilcilerini istemiyoruz
istemine uygun mücadeleye devam edilirse, o zaman
ilerlemek ve daha fazla taviz elde etmek mümkündür.
İyi de, daha fazla taviz elde etmek bugünkü duruma
göre daha iyi olsa da, gerçekten baskıcı, sömürücü, yiyici sisteme son verilip emekçilerin en temel talepleri
olan “ekmek ve özgürlük” gerçekleştirilmiş mi olacak?
Bu soruya verilecek cevap açıkça koskocaman bir
hayır cevabıdır. Kitlelerin haklı ve meşru isyanıyla ve
evet şiddetin kullanılmasıyla yaşanan ve Bin Ali’yi
deviren devrim ne yazık ki anda sadece burjuvazinin
bir kliğinin iktidardan edilmesiyle sınırlıdır.
Devrimin daha da ilerletilmesi ve demokratik halk
iktidarının kurulduğu bir devrimi gerçekleştirebilmek için, emekçi kitlelere öncülük edebilecek devrimci, komünist bir önderlik gereklidir.
Bu ise ancak Marksizm-Leninizm bilimi temelinde
ve yol göstericiliği altında yaratılacak bir Komünist
Parti olabilir. Komünist Partisi ve onun önderliğindeki işçi, emekçi kitlelerin örgütlenmesini yaratmak
için mücadele, ekmek ve özgürlük isteyenlerin bu hedeflerine varabilmesi için olmazsa olmaz önkoşuldur.
Bu hedef uğruna mücadele etmeye değer!
28 Şubat 2011 ✓
33
edyada “Yasemin Devrimi”nin “bulaşıcı” olup
olmadığı, Tunus’taki gelişmelerin domino
efekti gösterip göstermeyeceği tartışıladursun, pratik
yaşam, hiç kimsenin beklemediği bir hız ve ölçüde
kitlelerin despot rejimlere tepkisinin patladığını gösterdi.
Değişik biçim ve düzeylerde de olsa, protesto eylemlerinin yaşandığı ülkelerin Tunus, Mısır, Cezayir,
Libya, Fas, Lübnan, Suriye, Ürdün, Jemen, Umman,
Bahreyn… adları, medyanın haberlerinde gittikçe
daha sık duyulmaya, okunmaya başlandı.
Kitlelerin baskılara, zulme, haksızlığa, işsizlik ve
yoksulluğa karşı isyanları, sömürücü sisteme karşı
olanları heyecanlandırıp acaba sistemi de yıkmayı
hedefleyen sesler var mı diyerek protestoları merakla izletirken; haklı olarak bu isyanlar sömürücülerin
uykularını kaçırdı!
Kitlelerin isyanı egemenleri korkuturken, harekete devrimci, komünist bir önderlik yapacak güçlerin
olmaması, egemenlere –özellikle de isyanların yaşandığı bölgede çıkarları tehlikeye giren emperyalist
güçlere–, bu hareketi sistem içinde boğma olanağını
sunuyordu. Onyıllarca ayakta durmaları için destekledikleri despotları, kitlelerin “gazabını” gördüklerin-
de çöpe atmaktan kaçınmadılar, kaçınmayacaklar da.
Tunus’ta Bin Ali, Mısır’da Mübarek’e karşı takınılan
tavırlar, emperyalistlerin kimseye dost olmadıklarını, olmayacaklarını; onlar için geçerli olanın sadece
ve sadece onların çıkarları olduğunu, çıkarlarına ters
düştüğünde, daha düne kadar “dost” gösterdiklerini
“kurban” ettiklerini bir kez daha gösterdi.
Burjuvazinin çanak yalayıcılarının, temsilcilerinin
ortak sahtekârlıklarından biri de “demokrasi yanlısı”
görünmek ve “şiddeti reddetmek” yönlü tavırlarıdır.
Sadece Mısır’ı ve Mübarek’in yönetimi dönemini örnek alsak bile, emperyalistlerin sahtekârlığını açıkça
görebiliriz.
Ekim 1981’den, 11 Şubat 2011’e kadarki süreçte,
Mısır’da kelimenin gerçek anlamıyla askeri bir rejim vardı. Ülke olağanüstü hal yasalarıyla, sıkıyönetimle yönetildi. 7 Eylül 2005 tarihinde yapılan son
başkanlık seçimine kadar yapılan dört başkanlık seçiminde de tek aday Mübarek’ti. 2005’te ilk kez çok
adaylı seçim –ve bu da Türkiye’de son dönemde çokça kullanılan “açılım” tanımına göre– ABD emperyalizminin Mısır’a da “demokrasi ihracı” siyasetinin
dayatmasıyla olmuştur. ABD emperyalizmini o dönem Mübarek’e bunu dayatmasının perde arkasında
panorama
- MISIR -
Mübarek’in iktidarda olduğu
tüm dönem boyunca uygulanan
askeri-polis yönetimi, halka,
muhalefete karşı baskı, zulüm
doğrudan emperyalistlerin, en
başta da ABD emperyalizminin
desteğiyle ayakta tutulmuştur.
Sadece Ordu’nun giderleri için
ABD emperyalizmi Mısır’a
yılda -son yıllardaki rakam
olarak- 1,3 Milyar ABD doları
vermiştir
Mübarek
“izinde”,
gitme sırası
kimde?
M
34
olsun, ancak şiddete dayanarak gerçekleşebileceği
Tunus ve Mısır örneklerinde de bir kez daha ispatlanmıştır. Tunus ve Mısır’daki gelişmelerin nasıl bir
devrim olup olmadığı üzerine değişik değerlendirmeler yapılabilir. Ama nasıl değerlendirilirse değerlendirilsin, bir gerçeklik, yani devrimin şiddete dayalı olduğu gerçeği, inkâr edilemeyecek kadar açıktır.
Egemenlerin bu sahtekârlığına dikkat çektikten
sonra Mısır’daki somut gelişmelere bakalım.
panorama
da Mısır’ın içindeki gelişmelerde, 2004 yılı ikinci yarısından itibaren muhalefetin giderek sesini yükseltmesi olgusu da vardı.
Mübarek’in iktidarda olduğu tüm dönem boyunca
uygulanan askeri-polis yönetimi, halka, muhalefete karşı baskı, zulüm doğrudan emperyalistlerin, en
başta da ABD emperyalizminin desteğiyle ayakta tutulmuştur. Sadece Ordu’nun giderleri için ABD emperyalizmi Mısır’a yılda -son yıllardaki rakam olarak- 1,3 Milyar ABD doları vermiştir (Mısır’ın Ordu
için yıllık harcamasının 2,4 Milyar ABD doları olduğu bilgisi gözönüne alındığında, bu miktarın yarıdan
fazla olduğu görülebilir). Aynı ölçüde maddi yardımda bulunmasalar da Avrupalı emperyalist güçler de
Mübarek rejimini desteklemiş ve bölgede “istikrarın
temsilcisi” olarak övmüşlerdir.
Yani, uzun lafın kısası, bunlar hem baskı rejiminin,
hem de kitlelere yönelik şiddetin, zulmün uygulanmasının ortakları durumundadır.
Ama kitlelerin egemenlere karşı isyanı gündeme
gelince, cami hocası, ya da kilise papazı rolüne girip
“aman ha sakın şiddete başvurmayın!”, “sorunları
barışçıl temelde, diyalogla halledin!”, “şiddeti kınıyoruz!”, “demokratik taleplere yanıt verilsin!”, “demokrasiye geçilsin!” vb. vb. açıklamalarda bulunuyorlar.
Egemenlerin böylesi açıklamalarına, sadece ve sadece bir yanıt vardır: Biz, sizin demokrasi savunucusu olmadığınızı, demokrasi dediğinizde sadece kendi
çıkarlarınızı korumaya çalıştığınızı, tüm iktidarınızın bir avuç sömürücü dışında tüm kitlelere karşı
şiddet örgütü olduğunu; askerinizin, polisinizin sömürücü sisteminizi ayakta tutmak için varolduğunu;
sisteminizin her zerresinde şiddet, baskı ve zulmün
olduğunu; ve bu sistemi yıkıp yerine sömürünün, sömürücülerin ortadan kaldırıldığı bir sosyalist düzene
varabilmek için kitlelerin şiddetinin, zorun, olmazsa
olmaz ön koşul olduğunu iyi biliyoruz!
İyi biliyoruz ki, biz kitlesel isyana kalkışmasak, bu
eylemimizle sizin iktidarınızı zorlamasak, bizim “demokratik haklarımızdan” hiç de bahsetmeyeceksiniz
ve sizin hiç de umurunuzda değil, despotlarımızın
bize yıllarca faşist baskılar uygulaması. Biz kendi
mücadelemizle, zor’un rolünü her geçen gün daha
açık görüyor ve mücadelemizden öğreniyoruz. Evet,
biliyoruz ki, sizin “demokrasi”, “barışçıl eylem” ya da
“sorunları diyalogla çözme” yönlü sahtekârca açıklamalarınız, sadece ve sadece bizim isyanımızı bastırmak, mücadelemizi sistem içinde boğmak içindir.
Tarihte zor’un rolü, devrimin, biçimi ne olursa
İSYANIN BAŞLANGICI VE GELİŞMELER…
Mübarek’i koltuğundan eden kitlesel hareketin öncülü olarak görülen güç, “Kifaye” (Yeter) adlı ittifaktır.
Fakat andaki protestolara çağrı yapan “6 Nisan Gençlik Hareketi” ile “Hepimiz Halid Saidiz” adlı gruplar
olmuştur.
“Kifaye”, esas olarak Mübarek’in 2005 yılı seçimlerinde de başkanlığa aday olmasının açığa çıktığı 2004
yılı sonlarında muhalefetin “Yeter” diyerek başlattığı
kampanya temelinde oluşmuştu. Solculardan Müslüman Kardeşler’e kadar geniş bir çevrenin biraraya
geldiği bir oluşumdu. 12 Aralık 2004 tarihinde yaptıkları protesto eylemine bin kişi katılmıştı ve bu katılım o dönemde önemli bir sayı olarak görülüyordu.
Eylül 2005’te yapılan seçimlerde Mübarek’in önceden kararlaştırılan yeniden seçimi sonrası dönemde
“Kifaye”nin etkisi azaldı. Buna rağmen ama son dönemdeki protesto hareketlerinin gelişmesinin öncülü
olarak kabul ediliyor.
“Kifaye” ile birlikte isyanın öncülü ve tetikleyicisi
olarak görülen, sınıfsal açıdan da en önemli olan yan
ise, kötü çalışma koşullarına karşı gerçekleştirilen
bağımsız sendikal mücadeleler ve grevlerdir. (2005 ve
2007 yıllarında Mısır’daki gelişmelerle ilgili takındığımız tavırlar için dergimizin 94. ve 111. sayılarına
bakabilirsiniz.)
“Mısır’da işçiler uyanıyor” başlıklı yazımızda (111.
sayı) hem internet ve cep telefonları aracılığıyla haber
alamama duvarının yıkıldığını, hem de “Son aylarda Mısır’da, özellikle de tekstil işçilerinin grevleri,
hem kendisini ülkenin gündemine dayatma ve hem
de ‘sansür duvarını’ aşma bağlamında önemli bir rol
oynamaya başladı.” (sayfa 15) tespitini yapmıştık.
İşte 25 Ocak’ta yapılacak eyleme ve daha sonraki
günlerde yapılan eylemlere de internet üzerinde çağrı yapan ve isyanın tetikleyicisi olarak gösterilen “6
Nisan Gençlik Hareketi” adlı “Facebook Grubu” da,
işçilerin grevini destekleme niyetiyle Mart 2008 yılında kurulmuştur. Adını da 6 Nisan 2008 tarihin-
35
panorama
de yapılan grevden almıştır. kuruluşundan kısa süre
sonra, 2008 Mayıs ayında Washington Post gazetesinde çıkan tavıra göre bu gurubun kendisine verdiği
misyon, Wikipedia’ya göre şöyledir:
“Bizim esas görevimiz, insanları hakları konusunda bilgilendirmek ve böylece ellerindeki kelepçeleri
nasıl parçalayacaklarını ve ayaklarının bağını nasıl
açabileceklerini göstermektir.”
“Hepimiz Halid Saidiz” adlı grup da bir “Facebook” grubu. Adını, 6 Haziran 2010 tarihinde, bir
internetkafe’de sivil polisler tarafından öldürülene
kadar dövülen ve Mısır’da insan haklarının ayaklar
altında çiğnenmesinin, kolluk güçlerinin keyfiyetinin
ve şiddetinin sembolü haline gelen Halid Muhammed
Said’ten almıştır ve bu isimlendirme rejimi protesto
ve Halid Said ile dayanışmayı ifade etmektedir. 2010
Haziran’ında binlerce insan bu olayı protesto etmiş ve
giderek kolluk güçleriyle eylemciler arasında yaşanan
gerginlik, çatışmalar, AB ve ABD emperyalistlerinin
araya girmesiyle, sözkonusu polisler hakkında soruşturma açılacağı yönlü açıklama sonucunda dinmişti.
Bu gruplar hakkında farklı şeyler yazılsa da, tavırları siyasetüstü gösterilse de, “6 Nisan Gençlik Hare-
Ocak’taki protesto eyleminin “Gazap Günü” olarak
adlandırılması da anlaşılabilir.
25 Ocak günü protesto eylemlerine katılım beklenenden fazla idi. 2004 yılı sonunda bin kişinin katıldığı eylemlerin yüksek katılımlı olarak gösterildiği
bir durumda, binlerce insanın eylemlere katılması
“şaşırtıcı” geliyordu. Kimi verilere göre 20 bin civarında insan başta Kahire olmak üzere değişik şehirlerde protestolara katılıp “gazabını” göstermişti.
Kolluk güçlerinin ise, zaten halka karşı hep saldırgan olduğundan, protestoculara tazyikli su sıkarak,
gözyaşartıcı bomba atarak saldırması şaşırtıcı değildi. 25 Ocak’ta üç eylemci ve bir de polisin öldüğü bilgisi verildi. Bunun hemen ardından devlet Facebook
ve Twitter ağlarını kapattı, esas olarak borsanın olduğu iletişim ağı dışında internet ve cep telefonları
bağlantısı kesildi. Bu önlem de protestoların giderek
daha yüksek katılımla sürmesini engelleyemedi.
Kitleler artık “yeter” demenin ötesinde korku duvarını da yıkmıştı! Emperyalistlerin has adamlarından
biri olan El Baradey bile “İnsanlar artık korku kültürünü yendi. Bunu yaptınız mı artık bir daha geriye dönüş olmaz.” (Hürriyet, 28 Ocak 2011) tespitini
Ordunun ekonomik verileri esas itibariyle gizli tutulmaktadır.
Fakat buna rağmen Mısır’ı ve ordusunu tanıyan kimi
profesörler, “bilim insanları”nın açıklamalarına, tahminlerine
göre ordu Mısır’ın ekonomisinin yaklaşık üçte birine sahiptir.
Ordu kurumunu bir tekel, holding olarak ele alırsanız, ülkenin
en büyük tekeli, holdingidir.
36
keti” ile “Hepimiz Halid Saidiz” grubu, 25 Ocak 2011
tarihinde “Gazap Günü” adıyla protestoya çağrı yaparak isyanın tetiklenmesinde öncü rolü oynamıştır.
Tunus’taki gelişmeler muhalefete cesaret vermiş, “biz
de yapabiliriz” düşüncesini güçlendirmiştir. “Yasemin Devrimi”nin etkisi esas olarak kitleleri cesaretlendirip harekete geçirmesi için son damla olarak değerlendirilebilir.
Kısaca ortaya koyduğumuz bu duruma bakıldığında, kitlelerin biriken tepkisini göstermesi için 25
yapıyordu. Korku duvarı gerçekten de yıkılmış, kitleler tüm baskılara rağmen talepleri için meydanları
doldurmuştu. Binlerle başlayıp onbinlere yükselen
katılımcı sayısı yüzbinlere ve evet 1 Şubat’a gelindiğinde milyonlara yükselmişti. Bu yükseliş, İçişleri
Bakanlığı’nın en başından hiç bir eyleme izin verilmeyeceği ve yasağa uymayanların tutuklanacağı tehditini ilan etmesine ve kolluk güçlerinin -esasta polisin- tüm saldırılarına rağmen gerçekleşiyordu.
Kitlelerin protestolarında dile gelen talepler, açlı-
Eylemcilere de, Mübarek’in istifasını bekleyen emperyalistlere de bu açıklama yetmemişti. Tersine protestocuların öfkesi daha da artmıştı!
Ordu ise Mübarek’in bir daha aday olmayacağı
açıklamasından sonraki gün, protestoların sona erdirilmesini, “Talepleriniz anlaşılmıştır, mesajınız alınmıştır” denerek eylemcilerin artık evlerine dönmesini istedi. Bu arada binlerce Mübarek yanlısı saldırgan
da “Tahrir Meydanı”ndaki eylemcilere saldırdı ve
şiddetli çatışmalar yaşandı. Bu çatışmalarda 13 kişinin öldüğü 1500’den fazla insanın yaralandığı bilgisi
verildi. Hem ordunun tavrına, hem de bu saldırılara
rağmen “Tahrir Meydanı” terkedilmedi!
Tersine sokağa çıkma yasağının başladığı saat
17.00’den itibaren meydana daha çok insan geliyordu. Meydanda geceleyenler sayılmazsa, bilinçli bir biçimde sokağa çıkma yasağı çiğneniyordu. Barikatlar
kurulup Mübarek yanlılarının yeniden saldırılarına
karşı önlemler alınıyordu. Başbakan Şefik ise saldırılardan dolayı protestoculardan özür diliyordu. Böylece eylemcilerin kararlı tavrı egemenlere geri adım
attırıyordu. Ama asıl atılması beklenen adım daha
atılmamıştı…
4 Şubat’taki protestonun adı “Veda Günü” olarak
kondu. Onbinlerce insanın eylemleri bu sefer çatışmasız geçti. Müslümanlarla Hristiyanlar (Kopten)
birlikte dua ederek Mübarek rejimi karşıtlarının birlikteliğini gösteriyorlardı.
Ordunun genelde tarafsız olduğu yönlü görüntü
vermesi, gerçekte protesto eylemlerinin dağıtılmasına, barikatların sökülmesine çalışmadığı ve şiddet
uygulamadığı anlamına gelmiyor. Eylemciler kimi
kamu binalarını Mübarek’in partisi olan Ulusal
Demokratik Parti’nin (UDP) binlarını ateşe verirken, orduyu halktan yana gösterme durumundaydı.
“Ordu halk el ele” sloganları protestocuların tavrını
belirliyordu.
Tüm taviz ve geri adımları saymayı bırakıp son adıma gelirsek, 10 Şubat’a gelindiğinde Mübarek’in istifa
edeceğinin işaretleri gelmeye başladı. Fakat televizyondaki konuşmasında Mübarek, yetkilerini Ömer
Süleyman’a devrettiğini, anayasada birçok maddede
değişiklikler yapılacağını ve sıkıyönetimi kaldırmayı ve böylece serbest seçimlerin mümkün kılınacağı
yönlü açıklama yapsa da, görev süresi sonuna kadar
koltuğunda kalacağını da açıklıyordu.
Ertesi gün, yani 11 Şubat’ta öğlenden önce, Yüksek
Askeri Konsey Savunma Bakanı Tantawi başkanlığında toplandı ve Tantawi halka yaptığı konuşmada,
panorama
ğa, yoksulluğa, yolsuzluğa, işsizliğe karşı olduğu gibi,
daha iyi yaşam koşullarını, sıkıyönetimin / olağanüstü halin kaldırılmasını, Mübarek’in istifa etmesini,
demokratik bir anayasanın oluşturulmasını, serbest
seçimlerin gerçekleştirilmesini vb. vb. içeriyordu.
Protesto eylemleri sürecinde ise, bu taleplerin yerine
getirilebilmesi için anahtar adımın Mübarek’in istifa
etmesi adımı olduğu düşünüldüğünden, merkeze bu
talep yerleştirildi.
Kahire’de “Tahrir Meydanı”nı gece sokağa çıkma
yasağı, ya da sıkıyönetime rağmen işgal edenlerin temel sloganlarından biri, “Mübarek gidene kadar biz
buradayız” sloganıydı.
28 Ocak’ta şiddetli çatışmaların da yaşandığı ve
resmi açıklamaya göre 35 kişinin yaşamını yitirdiği
söylenen protesto eylemleri, Mübarek’in geri adım
atmasını beraberinde getirdi. Televizyonda halka konuşan Mübarek, kolluk güçlerinin eylemcilere karşı
davranışını haklı çıkarmaya çalışsa da, hükümetin
yenileneceğini, demokratik ve ekonomik reformlara
gidileceği sözünü verdi… İstifa etmeyi ise reddetti.
Oysa protestocuların öncelikli talebi onun istifa etmesiydi.
29 Ocak’ta eski hükümet istifa etti, yenisi kuruldu.
Başbakanlık görevi, eski Hava Kuvvetleri Komutanı,
anda Havacılık Bakanı görevini yapan Ahmed Şefik’e
verildi. 29 seneden beri boş kalan Başkan Yardımcısı
koltuğuna ise İstihbarat Şefi, kontrgerilla başı, işkenceci Ömer Süleyman atandı.
Mübarek’in bu tavizleri protestoculara yetmedi ve
bu gelişme esasında Mübarek rejiminin savunmada,
eylemcilerin ise saldırıda olduğunu gösteriyordu.
1 Şubat’ta “Milyonların Yürüyüşü” adıyla yapılan
protestolara 2 milyon civarında, kimi verilere göre
de daha fazla insan sokaklara, meydanlara çıkmıştı.
Ordu “barışçıl eylemcilere saldırılmayacağı” yönlü
açıklama yapıyor ve eylemlerin barışçıl geçmesini
salık veriyordu. Ve 1 Şubat’ta “Tahrir Meydanı”ndaki
eylem esasında barışçıl geçti.
Bu arada başta ABD emperyalizmi olmak üzere
AB’li emperyalistler de, kitlelerin protestolarda ciddi
olduğunu ve giderek eylemlere katılımın yükseldiğini
gördüklerinden, Mübarek’e gitmesi gerektiğini önce
hissettirmeye daha sonra da dayatmaya başladılar.
Mübarek ise 1 Şubat akşamı, yine televizyonda halka seslenerek, Eylül ayındaki seçimlerde aday olmayacağını ve siyasi gruplarla diyalog kuracağını, kontrollü bir geçiş sürecinin yaşanması gerektiğini ilan
ediyordu.
37
panorama
38
bir gün önce Mübarek’in anlattıklarını esas itibariyle
onayladı.
Ülke çapında protestolar yeniden yükseldi ve eylemlere bir milyondan fazla insan katıldı.
Aynı günün öğle sonrası, Mübarek’in ailesiyle birlikte Kahire’yi terk ettiği ortaya çıktı. Akşama doğru ise Başkan Yardımcısı Ömer Süleyman kısa bir
açıklamayla Mübarek’in istifa ettiğini, Yüksek Askeri Konsey’in iktidarı devralacağını açıkladı. Yüksek
Askeri Konsey’in Komutanı olarak Savunma Bakanı
Tantawi, geçiş süreci için devletin başına geçti…
Mübarek’in istifası ile protestocular ilk adım olarak
gördükleri hedefe ulaşmıştı. Bunun ardından kutlamalar yapılırken, “Tahrir Meydanı” da kimi az sayıdaki protestocuya rağmen boşaltıldı, süpürüldü! Her
Cuma günü yeniden “Tahrir Meydanı”nda buluşup
protestoları sürdürme hedefiyle eylemler sonlandırıldı.
18 günlük eylemler sonucunda yaşamını yitirenlerin sayısı, Sağlık Bakanlığı tarafından 365 olarak açıklandı. Yaralıların sayısı ise binlercedir.
Mübarek’in “kansız” devrilmesinden bahseden burjuva kalemşorların açıkça yalan söylediğinin belgesidir bu veriler.
11 Şubat 2011 tarihi itibariyle Mısır’da, Mübarek’in
başkanlığında uygulanan olağanüstü halli, sıkıyönetimli, sonuçta yine polis-asker yönetimli bir durumdan, “demokrasiye kontrollü geçiş süreci” adına açık
askeri yönetime geçilen bir durum sözkonusudur.
ORDU’NUN ROLÜ…
Mısır’da ordunun rolünü anlayabilmek için karşılaştırılabilecek en tanıdık örnek Türkiye’dir. İki ülke
arasında, askeri yönetim ve askerin ekonomideki durumu, siyasetteki rolü vb. noktalarda epey benzerlikler vardır.
Nasır, Sedat ve Mübarek gibi Mısır’ın siyasi hayatını belirleyen başkanlar asker kökenlidir. Özellikle
Mübarek’in başkan olmasından beri olağanüstü hal
yasalarını, sıkıyönetimi ayakta tutan esas güç -tabii
ki tüm türleriyle polis kurumu da baskı aracı olmuştur- ordu olmuştur. Halk günlük yaşamında çoğunlukla polis güçleriyle karşılaştığından olsa gerek, orduya “kurtarıcı” gözüyle bakmaktadır. Bu yaklaşım
“Tahrir Meydanı”ndaki binlerce Mübarek rejimi
karşıtı eylemcilerin “Ordu halk el ele” sloganlarından da kendisini ifade etmiştir. Oysa Mübarek rejimi
ile ordunun savunduğu rejim bir ve aynı rejimdi. Bu
Sıkıyönetimin kaldırılması, anayasada kimi maddelerin değiştirilmesi, siyasi partilere yönelik yasakların kâğıt üzerinde kaldırılması ve seçimlerin önemli
engeller olmadan yapılabilmesi gibi noktalarda değişiklikler olacaktır. Kuşkusuz bu da genelde halk için
kimi demokratik kırıntılara sahip olma bakımından
önemli bir ilerlemedir. Ama, yolsuzluk, yiyicilik, yoksulluk vb. durumlar varlığını sürdürecektir. İşsizlik
ise esas itibariyle ülkedeki ekonomik gelişmeye bağlı
olacak, genelde ise oranı düşse de işsizlik de ortadan
kalkmayacaktır.
Ordunun ekonomideki konumu ve rolü, Mısır’da
işçilerin, emekçilerin kurtuluşları için mücadelede,
sadece devletin koruyucu kolluk gücü olması anlamında değil, sömürücü, patron olması anlamında
da orduya karşı mücadele yürütmesini gerektiriyor.
“Ordu ve halk el ele” tavrı ise bu mücadelenin önünde
engeldir.
Sömürücülerle, sömürülenler, ezenlerle ezilenler
arasında uzlaşmaz sınıf çelişkileri vardır. Ve bunlar
da ancak ve ancak çatışmayla, şiddetle, devrimle çözülür, el ele olmakla değil…
Yüksek Askeri Konsey anayasayı askıya aldı, parlamentoyu feshetti, yeni anayasa için komisyon kurulacağını açıkladı, geçiş döneminin ise 6 ay ya da
başkanlık ve parlamento seçimleri yapılana kadar
süreceğini açıkladı. Bu açıklama tabii ki bu sürecin
gerçekte ne kadar süreceğini net biçimde ortaya koymayan, süreci uzatmaya açık kapı bırakan bir açıklamadır.
Şubat ayı sonuna doğru, örneğin 25 Şubat’ta ordu
güçleri, Mübarek’in atadığı geçici hükümetin istifasını, sıkıyönetimin kaldırılmasını ve Mübarek’in yargılanmasını talep eden protestoculara sert davranıp
şiddet uyguladı. Ertesi gün ordu protestoculardan
özür diledi. Ardından da Mübarek’in mal varlığı
donduruldu, eşi ve oğullarının yurtdışına çıkışı yasaklandı.
Şimdilik Mısır’da durum böyledir. Nasıl ve nereye
doğru gelişeceğini ise birlikte göreceğiz. Buna rağmen gelişmeler, kitlelerin egemenlere korku saçan isyanının yarı yolda kalacağına işaret etmektedir.
Tersi bir durum mu yaşanacak? Bizi sadece sevindirir!
Mısır’da da dayanışmamız ezilenlerin sömürücülere, zorbalara karşı demokrasi, özgürlük, ekmek için
verilen mücadeleyedir!
1 Mart 2011 ✓
panorama
açıdan bakıldığında halkın orduya yaklaşımı, aynı
zamanda Mübarek’e karşı haklı ve meşru isyanın
yarı yolda takılıp kalmasında önemli rol oynama durumundadır. Hem rejimi ayakta tutmanın esas gücü
olma bakımından, hem de kitleleri rejime bağlama
bakımından ordu önemli rol oynamaktadır.
Ordu sadece siyasi alanda önemli rol oynamıyor.
Hayır! Ekonomik alanda da ülkenin en büyük kapitalistlerinden biridir.
Protesto eylemleri döneminde “tarafsız” görünmesinin ve kitlelerin gözünde “kurtarıcı” olarak kabul
edilmesi için takınılan tavırların arkasında, çıplak
ekonomik çıkarlar yatmaktadır. Bu yüzdendir ki,
Savunma Bakanı Tantawi ya da ordunun kamuoyuna karşı yetkili generalleri, protestocuların evlerine
dönmesi, düzenin yeniden sağlanması ve üretimin
normale dönmesi gerektiği konusunda açıklamalarda bulundular.
Ordunun ekonomik verileri esas itibariyle gizli tutulmaktadır. Fakat buna rağmen Mısır’ı ve ordusunu
tanıyan kimi profesörler, “bilim insanları”nın açıklamalarına, tahminlerine göre ordu Mısır’ın ekonomisinin yaklaşık üçte birine sahiptir. Ordu kurumunu
bir tekel, holding olarak ele alırsanız, ülkenin en büyük tekeli, holdingidir.
Sadece silahlanma sanayi dalına egemen olmakla
kalmıyor ordu. Tüketim ve hizmet alanlarının hemen hemen hepsinde ekonominin, üretimin içindedir ordu kurumu… Fırınlardan, otel işletmeciliğine,
tavuk çiftliklerinden süt üretimine, sığır beslemeden
meyve-sebze plantasyonlarına, konserve fabrikalarından balık yetiştirme besleme çifliklerine, turizmden elektronik malzeme sanayiine, bilgisayar
üretimine, yol ve inşaat sektörüne vb. vb. kadar tüm
alanlarda ordu ekonomik bir güç olarak yer almaktadır. Buna bağlı olarak da ordu mensupları birçok
imtiyaza sahiptir.
Kısaca özetlediğimiz bu durum, anda yönetimde
açıkça yer alan ordunun, gerçekte halkın çoğunluğu
tarafından talep edilen demokratikleşme yönünde
yapılacağı sözüverilen reformları gerçekleştirip gerçekleştirmeyeceği yönlü soruları da gündeme getirmektedir.
Bir nokta açıktır: Ordu, ekonomik çıkarlarını
önemli ölçüde zedeleyecek bir gelişmeyi kabule bugün hazır değildir. Yapacağı değişiklikler esasında
kamuoyuna “askeri yönetimden asgari demokrasiye”
geçilen bir durumu, demokrasiye geçilmiş gibi yutturmaya hizmet edebilecek asgari değişikliklerdir.
39
panorama
Arap coğrafyasında sarsıntılar sürüyor
Sırada Libya mı var?
A
ralık ayında Tunus’ta başlayan kitlelerin isyanı
diğer Arap ülkelerinde de yansımasını buldu.
Ezilen halklar haksızlığa, açlığa, baskılara, zulme,
faşist diktatörlere karşı isyan etmeye başladı. Tunus,
ezilenler için umut iken, egemenler açısından ise korku kaynağı oluyor.
Tunus’taki isyanın diğer Arap ülkelerine yayılıp
yayılmayacağı üzerine hararetli tartışmalar yürütülüyor. Pratik isyanın çoktan yayıldığını, isyanın etkisini diğer ülkelerde de kendisini gösterdiğini gösteriyor.
Tunus’da Bin Ali iktidarı yıkıldı. Mısır’da Mübarek
istifa etmek zorunda kaldı. Libya’da Kaddafi iktidarını koruma mücadelesi veriyor.
Cezayir, Fas, Lübnan, Suriye, Ürdün, Yemen, Umman, Bahreyn, Irak, Güney Kürdistan, İran’dan kitle
gösterileri, çatışma haberleri geliyor.
40
Biraz tarih
Libya’nın resmi adı, Libya Arap Sosyalist Halk
Cemahiriyesi’dir. Başkenti Trablusgarb olup, yüzölçümü 1.775.500 km2’dir.
Libya nüfusunun % 92’sini Araplar oluşturur.
Araplardan sonra % 3 orana sahip olan Berberiler
gelir. Kalan nüfus Kulaflı (% 2), Tebu (% 1’den az),
Beri (% 1’den az), Avrupa asıllı Hıristiyanlar (% 1’den
az), Yahudiler (% 1’den az) gibi etnik unsurlar oluş-
turmaktadır. Kulaflıların,
Tebuların ve Berilerin tamamı Müslüman’dır. 140 aşiret
var olup, aşiretlerin ülkede
önemli etkisi vardır.
Resmi dil Arapça’dır. Halkın çoğunluğu da Arapça
konuşmaktadır. Bunun yanı
sıra Berberice başta olmak
üzere bazı etnik diller de konuşulmaktadır.
Resmi din İslam’dır. Halkın % 99’u Müslüman’dır.
Müslümanların % 97’si Sunnidir. Az sayıda Hariciyye
mezhebinin bir kolu olan İbadiye mezhebi mensubu
bulunmaktadır. Az sayıda da Hanefi ve Şafii vardır.
% 1’lik nüfusu da işgal döneminde bu ülkeye yerleştirilmiş olan Avrupalı Hıristiyanlar, yerli Yahudiler
oluşturmaktadır. Libya Yahudilerinin % 90’nı İsrail’e
göç etmiştir.
Kuzey Afrika ülkelerinden olan Libya kuzeyden
Akdeniz, doğudan Mısır, güneydoğudan Sudan, güneyden Çad ve Nijer, batıdan Cezayir ve Tunus ile
çevrilidir. En yüksek yeri Bette Dağı (2285 m.)’dır.
Bazı küçük akarsuları vardır. Bunların da en önemlileri Kam ve Ramba akarsularıdır. Topraklarının %
1’i tarım alanı, % 8’i otlak, kalan kısmı çöldür. Kıyı
bölgelerinde Akdeniz iklimine özel bazı ağaçlar yetişir. Çoğunluğu çöl olan iç kesimlerde ise pek ağaca
rastlanmaz. Kıyı bölgelerinde Akdeniz iklimi, içerlerde çöl iklimi hâkimdir.
Libya 1551’den 1911’e kadar ülkeyi İtalya işgal edene
kadar, Osmanlıların işgali altında kaldı.
İtalyan emperyalizminin sömürgeciliğine karşı
Ömer Muhtar önderliğinde başlatılan direniş hareketi, Ömer Muhtar’ın yakalanarak idam edilmesi sonucunda başarısızlığa uğrasa da uzun yıllar sürdü.
II. Dünya Savaşı sırasında Ocak 1943’te Libya, müttefik kuvvetler tarafından ele geçirilerek İtalyanlar
Libya topraklarından çıkarıldı. Trablusgarb ve Bingazi bölgeleri İngilizlerin, Fizan bölgesi de Fransız-
yan Libya, suçluları İskoçya’ya iade ederek kişi başı
10 milyon dolarla toplam 2.75 milyar dolar tazminat
ödedi. (kaynak: www.wikipedia.org)
Kaddafi rejimi çatırdıyor
Tunus’da yaşanılan halk hareketi ile Arap dünyasında ölüm sessizliği bozuldu. Emperyalistler ve Arap
gericileri bir yandan Tunus’ta bir süre kontrol dışına
çıkan halk hareketini yeniden kontrol altına almaya
çalışırken, diğer yandan diğer Arap ülkelerine sıçramaları engellemek için ellerinden geleni yapmaya
çalıştılar. Fakat başarılı olamadılar. Tunus’da Zeynel
Abidin Bin Ali rejimi çöktü. Bin Ali kaçmak zorunda
kaldı. Ardından Mısır’da Mübarek istifa etmek zorunda kaldı. Şimdi sırada Libya var.
Tunus, Mısır, Libya… Arap ülkelerindeki despotik
rejimler birer birer sarsılıyor. Kitlelerin zulme, haksızlığa, işsizliğe, yoksulluğa karşı duydukları birikmiş öfke patlıyor.
Kaddafi iktidarını kaybetmemek için direniyor.
Kendisine karşı yönelen isyanı bastırmak için her
türlü aracı kullanmaktan çekinmiyor. Libya fiilen
ikiye bölünmüş durumda. Doğu Libya’da iktidar
muhaliflerin elinde. Kaddafi Trablusgarp’a sıkışmış,
iktidarını korumaya çalışıyor.
Kaddafi 42 yıldır iktidarda. Tek lider o. Aykırı
seslere, muhalefete izin yok. Kaddafi antiemperyalist değil. Kaddafi, emperyalist sistem ile sorunu olmayan, ancak sömürü pastasının büyük bölümüne
emperyalistler tarafından el konulmasına istemeyen,
ulusal burjuvazinin çıkarlarını koruyan bir rejimin
adıdır.
Libya’daki gelişmelerin nerelere varacağını birlikte göreceğiz. Libya’daki kitle hareketlerinin gelişme yönü ne olursa olsun, Kaddafi rejiminin yıkılıp
yıkılmayacağından bağımsız olarak bir şey net olarak açığa çıkmış durumda: Kitleler artık eskisi gibi
yaşamak istemiyor. Kitleler yıllardır yönetimde olan
kralları istemiyorlar. Kuşkusuz kitlelerin değişim isteği henüz sömürü sistemini hedefleyen bir değişiklik
değildir. Değişiklik isteği sistem içi olsa da kitlelerin
gücünü, kitlelerin istemediği rejimlerin ayakta kalamayacaklarını göstermesi anlamında olumludur.
Tunus, Mısır, Libya’da; ezilenlerin ezenlere karşı
verdiği özgürlük, demokrasi mücadelesi ile dayanşma
içindeyiz.
Yaşasın uluslararası dayanışma!
Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşin!
6 Mart 2011 ✓
panorama
ların egemenliğine geçti. Senusi emirlerinden İdris
es-Senusi Libya halkını yeniden bağımsızlık mücadelesine çağırdı ve bu mücadeleyi organize etmeye
başladı. 24 Aralık 1951’de de Libya’nın bağımsızlığını
ilan etti. BM’de 1 Ocak 1952’den itibaren Libya’nın
bağımsızlığını kabul etti. İdris ülkenin kralı oldu.
1969’da, ordunun genç subaylarından Yüzbaşı
Muammer Ebu Minyar Al-Kaddafi bir grup subayla
birlikte Kral İdris’e karşı darbe yaptı. Monarşi sona
erdirildi ve Libya Arap Cemahiriyesi kuruldu.
Kaddafi’nin kendi yazdığı Yeşil Kitap ülkenin
Anayasası olarak adlandırılmaktadır. Ülke yeşil Kitap’daki fikirler doğrultusunda idare edilmektedir.
Yeşil Kitap’da halkın yönetime doğrudan katılması
öngörülmekte, bunun için halk meclisleri oluşturulması savunulmaktadır. Fakat sömürücü bir azınlığın
iktidarı şartlarında, kurulacak halk meclisi göstermelik olmaktan öteye gidemez. Halk meclislerinin
etkili olması için, iktidarın halkın elinde olması
gerekir. Nitekim Libya’da kurulan halk meclisleri,
bu meclislere katılanlar seçimle değil direktifle belirlendiğinden, seçilenler halkı temsil etmekten çok,
Kaddafi rejiminin uygulamalarını onaylama vazifesi
görmektedirler.
Devletin en üst kademesinde “devrim önderi” sıfatını taşıyan başkan Kaddafi bulunmaktadır. İkinci
kademedeki yetkili Genel Halk Kongresi Sekreteridir.
Genel Halk Kongresi’nin 750 üyesi bulunmaktadır ve
bu üyeler halk meclisleri tarafından belirlenmektedir.
Yeşil Kitap, “halk yönetimi”, “sosyalizm” ve “üçüncü
dünya teorisi” bölümlerinden oluşmaktadır.
Libya 24 belediyeden (yerel yönetim bölgesinden),
1500 yerel birimden meydana gelir.
1980’lere doğru Libya ile ABD emperyalizminin
arası bozuldu. 1981 Ağustos’unda ABD uçakları Sirte
Körfezi’nde iki Libya uçağını düşürdü. 1986’da yine
ABD uçakları Kaddafi’nin karargâhını bombaladılar
ve Kaddafi bu olayda yaralandı.
Londra-Newyork seferini yapan Pan am uçağı, 21
Aralık 1988 tarihinde, kalkıştan 38 dakika sonra
İskoçya’nın Lockerbie kasabasına düştü. Düşen uçak
içindeki 258 kişi ve kasabadaki 17 kişiyle birlikte toplam 275 kişi öldü.
Pan am Havayolları’na ait bir uçağı düşürmekle
suçlanan iki Libyalının ABD veya İngiltere’ye teslim
edilmesi isteğinin Libya yönetimi tarafından kabul
edilmemesi, Libya’ya karşı ABD öncülüğünde uluslararası ambargo uygulanması sonucunu doğurdu.
Uluslararası baskılara ve ambargoya dayanama-
41
yaşam temellerini koruma mücadelesi
42
Allianoi sulara gömdürüldü
İ
çerisinden yüzlerce tarihi eserin gün yüzüne çıkarıldığı, antik çağda sağlık merkezi olarak kullanılan Allianoi Antik Kenti, yakınındaki Yortanlı Baraj
Gölü Havzası içinde kaldığı için İzmir 2 Numaralı
Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu’nun kararıyla üzeri kumla kapatıldı.
Allianoi Antik Kenti ile ilgili hukuki süreç sürerken, antik kent, 31 Aralık’ta baraj kapaklarının kapanmasıyla suya gömülmeye başladı. Onlarca çeşme,
köprü, sütun gibi eser, kum altında kalırken, şu ana
kadar üzerinde 18 milyon metreküp suyun biriktiği açıklandı. Toplam kapasitesi 61 milyon metreküp
olan, antik kentin de içinde bulunduğu baraj havzasındaki ağaçlar da Orman Bölge Müdürlüğü yetkilileri ve köylüler tarafından kesildi. Baraj suları nedeniyle, sulara gömülen antik kentin tam ortasından geçen
İvrindi-Bergama eski karayolu da trafiğe kapandı.
Bergama’ya yaklaşık 15 kilometre uzaklıkta bulunan, sağlık tanrısı Asklepion’a adanan Allianoi antik
tedavi ve sağlık merkezi, 1998 yılındaki kazı çalışmalarında keşfedilmişti. 2001 yılında birinci derece
arkeolojik sit alanı olarak kabul edilen Alianoi’de
yapılan kazı çalışmalarında, `Peri Kızı’ adlı ünlü tarihi heykelin yanı sıra, 11 bin sikke, 400 civarında
tıbbi alet, yüzlerce kemik, seramik eser, çeşme, sütun,
hamam ve kemerli köprü gün yüzüne çıkarılmıştı.
Dünyanın en iyi korunan kaplıcası olduğu kaydedilen Allianoi’yle ilgili İzmir 2 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu, sulama amaçlı kurulan barajın havzası içinde kaldığı için üzerinin kumla
kapatılıp su tutacak hale getirilmesine karar verdi.
Çevre örgütlerinin hukuki mücadelesine rağmen,
koruma kurulunun kararına karşı, yürütmeyi durdurma istemiyle açılan İzmir 4’üncü İdare Mahkemesi’ndeki dava da keşif heyeti geçen ay incelemelerde
bulunmuş, raporunu halen açıklamamıştı. Hukuki
süreç bitmeden Allianoi Antik Kenti’nin üzerinin
kumla kapatılması aslında skandaldır. Hukukun guguk olarak işlediği ülkelerimizde, skandal kararlar
giderek olağan hale gelmektedir.
Antik kentin mahkeme kararlarına rağmen suya
gömülmesine tepki gösteren, Allianoi’nin kurtarılması için hukuksal mücadele yürütenlerden biri olan
Avukat Arif Ali Cangı şunları söyledi:
“Allianoi ile aslında 2005 yılından beri yürütülen
hukuksal mücadelede kaybedilen bir dava olmadı. En
son koruma kurulunun almış olduğu kuma gömme
ve su altına bırakma hakkındaki davalar da şu an
olağan süreçte. Mahalde keşif yapıldı. Ancak keşif
yapıldığı zaman zaten üzeri kumla örtülmüş vaziyetteydi. Şimdi bilirkişi raporu bekleniyor. Raporun ardından yürütmeyi durdurmayla ilgili bir karar verilecek. Ancak görülüyor ki, burada yapılan bir taraftan
tarih katliamı yapmak, bir taraftan da hukuksal bir
mahkeme kararını katletmektir. Bu aşamadan sonra
mahkemelerce verilecek her karar, su üzerine yazılacaktır. Yürütme kararının durdurulmasıyla ilgili
karar beklenmeden yapıldığı için bu işlemler, ciddi
anlamda bir suçu doğuruyor. Göz göre göre, yöneticilerin vicdansızca icraatları bu duruma getirdi. Biz,
suya da gömülse yine de antik kentin tarihi için mücadelemizi sürdüreceğiz.”
Allianoi Antik Kenti ve Hasankeyf’te insanlığın kültürel mirasını yok edenlere, kar uğruna Munzur’da,
Fırtına Vadisi’nde, Çoruh Havzası’nda HES’lerle çevreyi yok etmek isteyenlere karşı mücadele, işçilerin,
emekçilerin mücadelesi olmak zorundadır.
Haydi, geleceğimizi yok edenlere karşı mücadeleye!
24 Şubat 2011 ✓
Özgür bir dünya yaratmak
için elbette kızıla dönüşecek
gökyüzü, güneşin doğuşuyla
orak çekiçle birleştiğinde
değişecek yeryüzü.
Bu inançla, Çağrı’nın tüm
kadın emekçilerinin şahsında,
ezilen tüm dünya kadınlarının
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar
Günü’nü yürekten kutluyoruz.
8
Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, sömürü
düzeninin ağır çalışma koşullarına karşı, dokuma işçilerinin kavga ve direnişler büyük bedeller
ödeyerek kazandıkları büyük bir mevzidir.
Baskının, zulüm ve sömürünün olduğu yerde özgürlük kendiliğinden gelen bir şey değildir. Hak ve
özgürlük ancak mücadeleyle kazanılır. Yani büyük
bir orduyla savaşa girmekle değil, işçilerin, emekçilerin, köylülerin, ezilen halkların ve açların yürek
birliği ve proletarya kardeşliğiyle, sınıf mücadelesini
yükselterek her şey kazanılır. İşte kadınların ve erkeklerin eşitliği, onur ve özgürlüğü böyle elde edilir.
Yani kadının özgürlüğü dünyanın ve tüm insanlığın
da özgürlüğüdür.
Clara Zetkinler, Rosa Lüksemburglar, Semalar,
Beseler, Sabolar, Haticeler, Meral Yakarlar, Zilanlar,
İdiller ve nice karanfiller sosyalist mücadelenin içinde yer alarak kölelik zincirini kırarak özgür kadını
simgelemişlerdir.
Hayatın en güzel yanı kadınların ve erkeklerin eşit
haklara sahip olmaları ve insanın insanca yaşamaları
için özgürlük mücadelesi içinde yerlerini almalarıdır.
Bu insanlığa verilecek en güzel armağandır.
Kadınlar her şeyden önce özgüvenleriyle, kendi
ayakları üstünde durmaları çok önemlidir. Çünkü
kadınlar sınıf mücadelesi içinde devrimin kapısını
açacak son anahtardır. Yani güçlü iradeyle elde edilmeyecek hiçbir şey yoktur. İradesi güçlü olmayan özgür olamaz.
Özgür bir dünya yaratmak için elbette kızıla dönüşecek gökyüzü, güneşin doğuşuyla orak çekiçle birleştiğinde değişecek yeryüzü.
Bu inançla, Çağrı’nın tüm kadın emekçilerinin şahsında, ezilen tüm dünya kadınlarının 8 Mart Dünya
Emekçi Kadınlar Günü’nü yürekten kutluyoruz. 8
Mart’ın tüm karanfillerinin şahsında devrim ve sosyalizmin tüm kızıl güllerini saygıyla anıyoruz. Anılarını mücadelemizde yaşatacağız. Yüreğimizin olanca
sıcaklığıyla, umutla dirençle ve saygıyla o direngen
yüreğinizi selamlıyoruz. Sevgi ile umut ve inatla kalın. Serkeftin.
Yaşasın 8 Mart! Biji 8 Adare!
Yaşasın ezilen dünya kadınlarının özgürlük mücadelesi!
21.02.2011
Mehmet Yamaç
H Tipi Hapishanesi
E/1 Erzurum
okuyucu mektubu
Sevgili dostlar...
✉
Adana’da karma 8 Mart
A
dana’da 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü
dolayısıyla karma katılımlı bir yürüyüş te düzenlendi. Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu, Devrimci Proletarya, Demokratik Kadın Hareketi, Emek
ve Özgürlük Cephesi, Emekçi Kadınlar ve Halk Cepheli Kadınların oluşturduğu Devrimci 8 Mart Platformu bileşenleri saat 12.30’da 5 Ocak Meydanında
toplantı. “Emperyalist saldırganlığa, sömürüye, şovenizme, ezilmeye ve eşitsizliğe karşı birleşadeleye!”
yazılı bir pankart ile yürüyen platform bileşenleri
sloganlar atarak İnönü Parkına geldiler. Burada bir
basın açıklaması yapıldıktan sonra eylem şiir ve müzik diaanletisi ile son buldu. Yapılan bu eyleme yaklaşık 100 kişi katıldı.
08.03.2011 ✓
43
Yaşasın Dünya
Emekçi Kadınlar Günü...

Benzer belgeler