Seçiyorum Seçmiyorum... İki Dil Turnusolu... CHP halkı “sivil direniş
Transkript
Seçiyorum Seçmiyorum... İki Dil Turnusolu... CHP halkı “sivil direniş
İKİ AYLIK SİYASİ / TEORİK GAZETE Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var! MART/NİSAN 2011/02 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X150 ▶ Seçiyorum Seçmiyorum... ▶ İki Dil Turnusolu... ▶ CHP halkı “sivil direniş”e çağırdı! ▶ Guguk devletinden görüntüler ▶ Allianoi sulara gömdürüldü • editörden - içindekiler EDİTÖRDEN Değerli okuyucu, Mart-Nisan sayımızla yine dopdolu bir sayıyla sizlerle birlikteyiz değerli okuyucular! Başyazımızı bir yandan gittikçe daha fazla gündeme oturan seçimlere ayırdık. Diğer yandan hala gündemde olan ve -öyle görünüyor ki- önümüzdeki dönemde de gündemde kalacak olan “İki Dil” tartışmasına ayırdık. Geçtiğimiz süreçte en önemli ve ilginç gelişmelerden birisi de hiç kuşkusuz CHP’nin “Sivil Direniş” çağrısı oldu. Üçüncü yazımızı da bu konuya ayırdık. Halkların Kardeşliği sayfalarımızda “Guguk Devletinden Görüntüler” ve “Kültürel Soykırım” yazıları yer almakta, her iki yazıyı da büyük ilgiyle okuyacağınızı düşünüyoruz. Bir 8 Mart’ı daha geride bırakırken, 8 Mart’ta yapılan eylemlerin değerlendirilmesini “Yeni Kadın Dünyası” sayfalarımızda bulacaksınız. Panorama sayfalarımızda -kapakta da yer verdiğimiz- son dönemin hiç kuşkusuz uluslararası alanda en önemli gelişmelerinden birisi olan Arap dünyasındaki sarsıntılar konusu oluşturuyor. Bu “devrim” olarak da değerlendirilen gelişmeleri sınıf bakış açısıyla irdeledik. İlgiyle okuyacaksınız. Ya ş a m a Te me ll e r i ni Kor um a Mü ca d e l e s i s ay fal ar ımı z d a Alli a oni’nin n a s ıl s ul ara gömüldüğünü ele aldık. Son olarak okur mektuplarımızı da ilgiyle okuyacaksınız. ***** Önümüzde Mart ayının 12 Mart, 16 Mart, 21 Mart gibi sınıf mücadelemiz açısından da önem taşıyan günleri duruyor. Tüm okurlarımızı bu günlerde yapılacak olan etkinliklere duyarlılık göstermeye ve katılım sağlamaya çağırıyoruz. Buradan siz değerli okurlarımızı, Dönüşüm Yayınlarında yeni çıkmış olan H. Yeşil’in derlemiş olduğu “Demokratik Devrim mi, Sosyalist Devrim mi?” kitabını incelemeye ve yaygınlaştırmaya çağırıyoruz. Değerli Okuyucular, artık seçim dönemine girmiş bulunuyoruz. Bu süreci sınıf mücadelesi açısından azami ölçüde değerlendirmemiz gerekiyor. Bu konuda tüm okurlarımıza önemli görev düşüyor. Gelecek Mayıs-Haziran sayımızda buluşmak üzere! Yeni Dünya İçin Çağrı Ocak 2011 İÇİNDEKİLER GÜNDEM Seçiyorum ,Seçmiyorum . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 İki Dil Turnusolu. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5 Yüksek yargıda dalaş sürüyor! CHP halkı “sivil direniş”e çağırdı! . . 7 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN Guguk devletinden görüntüler. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11 “Kültürel soykırım” ya da soykırım “kültürü”!. . . . . . . . . . . . . . . . . 15 Avusturya’da Türkiye’nin ve Türklerin (1) Temsil Edilmesi. . . . . . . 19 YENİ KADIN DÜNYASI 8mart yazısı gelecek. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 24 Binlerce kadın 8 Mart’ı kutladı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26 2 PANORAMA “EKMEK ve ÖZGÜRLÜK!”. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 27 Kavga, bitmedi daha!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 31 Mübarek “izinde”, gitme sırası kimde?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 33 Arap coğrafyasında sarsıntılar sürüyor. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 35 Sırada Libya mı var? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 37 YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ Allianoi sulara gömdürüldü. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 42 OKUR MEKTUBU Sevgili dostlar.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 43 Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt / İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 150· Mart/Nisan2011 • ISSN 1301692X150• Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.org • [email protected] B irçok insan özellikle gençliğinde eline alıp bir papatyayı “seviyor, sevmiyor” diyerek taç yapraklarını yolmuştur. Bunu yapanlar dahil herkes sonucun taç yapraklarının sayısına ve saymaya “seviyor” ile mi yoksa “sevmiyor” ile mi başlandığına göre değişeceğini bilir. Ama elbette en kötüsü istediğiniz veya çıkan sonuç ne olursa olsun, bu sonucun gerçeği değiştirmeyeceğini ve onun öylece kaskatı ortada durduğudur. Kaskatı duran gündemin en yakın gerçeği 12 Haziran’da yapılacak olan Genel Seçimler. Partiler seçim yarışına çoktan başladılar. AKP yaptıklarını allayıp, pullayıp övünürken, CHP halkın tabiriyle işkembeden atıyor. MHP ise gıdasını aldığı bilindik bölücülük öcüsünü kitlelere yeniden yutturmaya çalışıyor. Elbette bu işte başarılı da oluyorlar. Şimdiye kadar yapılan anketlerde –ki aslında hepsi taraflıdıryine bu partilerin genelde önde olduğunu gösteriyor. BDP ise Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgede oy oranını koruyor. Seçimler yine demokrasinin bir göstergesi olarak sunuluyor ve seçime giden her parti seçmenleri sandık başına gitmeye çağırıyor. Aslında başlı başına bu çağrı bile burjuva düzen partilerinin korkularını gösteriyor. Sandık başına giderek burjuva partilerine oy vermek demokrasiye inanmanın, bu sisteme güvenoyu vermenin elbette en önemli göstergesi onlar için. Kitlelerin sandık başına giderek gerici/burjuva partilerine oy vermeleri bu sistemde bir çözüm olabileceği umudunu göstermektedir. Ama gerçek kaskatı ortada duruyor. Seçim barajı hala %10. %10’un altında oy alan onlarca partiye oy veren milyonlarca insan bu sistemde temsil edilemiyor. Seçimlere katılabilmek büyük bir sermaye gerektiriyor. Seçim kazanç elde edebilmek için bir sermaye yatırımına dönüşmüş durumda. Bu yüzden halkın, işçilerin, emekçilerin, köylülerin gerçek temsilcileri, bırakalım seçilmeyi, seçimlere katılamıyor bile. Bu yüzden seçilenler çoğunlukla sermaye sahipleri ve onların uşakları oluyor. Propaganda alanında onlarca kısıtlama var. Örneğin Türkçe dışında propaganda yapanlara davalar açılıyor. Seçimlere katılan devrimcilerin seçim çalışması yapması binbir yolla engellenmeye çalışılıyor. Ki bu engellemeler sadece devrimcilere değil, sisteme biraz olsun muhalif olan kesimlere de uygulanıyor. Seçim aday olanlardan birini seçmeye indirgenmiş durumda. Örneğin seçimi boykot etmekte bir seçimdir. Ama seçimleri boykot edenlere yasalarda para cezaları öngörülüyor. Boykot çağrısı yapmak, kitlelerin sandığa gitmemesi gerektiğini anlatmak yoğun baskılarla engelleniyor. Ve daha bir sürü, bu seçimlerin aslında demokratik gündem Seçiyorum, seçmiyorum… 3 gündem 4 olmadığını gösteren gerçek var ortada… Bir de kitlelerin gerçek sorunları var ortada. İşsizlik, yoksulluk, geleceksizlik… Çalışanlar en ağır şartlarda, baskı altında sömürülüyorlar. Hakkını aramak isteyenler işsizlik ile korkutuluyor. Hakkını arayanlar ise işsizler kervanına katılıyor. Anayasa da açıkça belirtilmesine rağmen sendikalaşmak hala büyük bir mücadeleyi gerektiriyor ve onlarca yasal ve yasal olmayan uygulamalar ile engelleniyor. Sağlık, eğitim, barınma ve diğer kamu hizmetleri piyasalaştırılmış durumda. Parası olmayanlar için gerçek anlamda ulaşılabilir ve nitelikli durumda değil. Bu yazıyı okuyan herkesin yakında bildiği bu sorunları daha fazla anlatmaya gerek yok. Çünkü gerçek kaskatı hayatımızın ortasında duruyor. Bu şartlar altında kimler, kimleri seçecek. Sadece kendi kârlarını ve onları seçtiren patronların kârlarını düşünen burjuva partilerinin adaylarını kimler seçecek… Bütün yanlışlık burada. Patronları ve uşaklarını bırakalım sadece patronlar ve uşakları seçsinler… İşçiler, emekçiler, köylüler, öğrenciler ve işsizler onları gerçek anlamda temsil edebilecek, sermayeye karşı çıkarlarını koruyabilecek, kârını düşünmek gibi bir derdi olmayan, devrimci programa sahip devrimci adayları seçmelidirler. “Bu sistemde sağlam çark olmaz, bu sistemi baştan ayağa değiştirmek” gerektiği için, devrimi seçmelidirler. Bu seçimde işçilerin ve emekçilerin, köylülerin, emekçi kadınların, işsizlerin yapması gereken seçilmek isteyenler arasında bir seçim değil, seçmekle seçmemek arasında bir seçimdir. Gerçek seçim yaşamı değiştirmek ve sorunlarımızı gerçek anlamda çözebilmek için devrimci/komünist adaylara oy vermek mi vermemek mi seçimidir. İşçi ve emekçilerin çıkarı devrimci/komünist adayları seçmek, bu adayların olmadığı durumlarda bu sisteme hiç oy vermemek, seçimleri boykot etmektir. Papatya halına hiç gerek yok. Belki hobi olarak yapabiliriz ama bunun papatyalara zarar vermekten başka bir yararı olmaz. Çünkü gerçek ne ise odur, beklentilerin veya tahminlerin hiç bir önemi yoktur. Gerçeği değiştirecek olan sadece çaba ve mücadeledir. Seçim sonucunu değiştirecek olan işçi sınıfının ve bağlaşıklarının çabası ve mücadelesidir. lirdik” denir. Bu anlayış devrimcilerin bile önemli bir kısmında var. Ölen kişi devrimci ise eksiklikleri ve hataları bile görünmez olur. Dolayısıyla Erbakan’ın ardından herkes ama tam anlamıyla hemen hemen herkes ağız birliği içinde “iyi bir siyasetçiydi”, “kibardı” vb. sözler söylediler. Cenazesinde ona inanmış insanlar, müritleri, partidaşları yanında, azılı faşistler, darbeciler, demokrasi düşmanları, liberaller, demokrat geçinenler, kendileri “solcu” sayanlar, ulusalcılar hep beraber saf tuttular. Bir siyasetçinin iyi olup olmadığı onun “iyi bir insan” olması ile ölçülemez. Tersine ona “iyi bir siyasetçiydi” demek bile hakaret sayılmalıdır. Çünkü o görüşleri ve ideolojisi ile vardır ve böyle anılmalıdır. Ne denirse densin Necmettin Erbakan bu ülkedeki dinci faşizmin, gericiliğin, siyasal islamın en önemli temsilcisiydi. “Kanlı mı olacak, kansız mı olacak” sözünü bu ülkede şeriatın kurulması için söylemişti. Dolayısıyla onu tanımlayan şey “iyi bir insan” değil, şeriatçı ve gerici olduğudur. Milliyetçi Cephe Hükümetleri onun ve partisinin dahil olduğu hükümetlerdi. Erbakan’ın içerisinde olduğu bu hükümetler döneminde devrimci gençler üniversitelerde öldürülmeye başlandı. Faili meçhul cinayetler, dinci-milliyetçi kadrolaşma tırmanışa geçti. 1977’de ki kanlı 1 Mayıs’ta Necmettin Erbakan başbakan yardımcısıydı. 1993 yılındaki Sivas Katliamında Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu Refah Partili idi. Gözü dönmüş güruhu yatıştırması için Valilik tarafından konuşması istenen Temel Karamollaoğlu söze “Bir defa şöyle bir fatiha okuyalım. Sonra şunların ruhuna el fatiha diyelim” diyerek başlıyordu. Necmettin Erbakan’ın kim olduğunu daha fazla anlatmaya gerek yok. Cenazesinde saf tutanlardan bahsetmiştik. Bu saf tutanlar arasında 28 Şubat’ı yapan generallerde vardı. Elbette onların cenazeye katılmasını anlayabiliyoruz. Nasıl olsa ayrı görünseler de aslında hepsi bu sömürü sistemin bekçileri, bu yüzden birbirlerinin cenazelerine katılmalarında bir sakınca yok. Ama cenazede bulunan veya temsil edilen başkaları da vardı. BDP’li milletvekilleri de cenazeye katılanlar arasındaydı. Ayrıca İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’te Erbakan’ın cenazesine çelenk gönderdi. Kendine işçi partisi diyen bir partinin Erbakan’ın cenazesinde ne işi var denilebilir. Ama pek şaşırmamak gerekir çünNecmettin Erbakan’ın cenazesi… kü önemli olan bir şeye verilen isim değil, onun gerNecmettin Erbakan öldü. Bizde ölü-sevicilik olduk- çekte ne olduğudur. Elma numarası yapan ayvayı kim ça yaygındır. Ölen kişi yaşamı boyunca su katılma- görse tanır. mış bir düzenbaz, sahtekâr olsa bile ardından “iyi bi12.03.2011 ✓ K uzey Kürdistan’da iki dil konusu demokratlık konusunda, bir turnusol kağıdı işlevini görüyor. Lafa geldi mi demokrasi konusunda şampiyonluğu kimseye kaptırmayan, siyasi rakiplerini demokrasi düşmanı, kendilerini demokrasi şampiyonu gösteren egemen sınıf partilerinin tümünün demokrasi ile gerçekte bir ilgilerinin olmadığını bu tartışma çok iyi gösteriyor. Gerçek yüzleri en basit insan hakkı talebi olan, ana dilinde konuşma ve eğitim hakkı; devlet dairelerinde ana dilinde hizmet, yargıda anadilde savunma hakkı vb. taleplere karşı takındıkları tavırlarla ortaya çıkıyor. Hepsi bu konuda Türkçü ırkçıdır, demokrat değildir. İşte takınılan tavırlardan kimi örnekler: Türk Silahlı Kuvvetlerinden ayar! Bu konuda ayar TSK tarafından verildi. Genelkurmay Başkanlığı’ndan şu açıklama yapıldı: “1. Büyük Önder Atatürk’ün Türk ulusuna armağan ettiği en büyük eseri olan Türkiye Cumhuriyeti; halk egemenliğine dayalı, kuruluş felsefesinin temelinde, “Üniter devlet” ve “Ulus devlet” olgusunun yer aldığı, demokratik bir yapı ve sağlam hukuki temeller üzerinde yükselerek bugünlere ulaşmıştır. 2. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın değiştirilmeyecek hükümleri arasında yer alan 3’üncü maddesi; “Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.” hükmünü amirdir. 3. Dil, kültür ve ülkü birliği, bir millet olmanın başta gelen vazgeçilmezleridir. Dil birliğinin olmaması durumunda bunun sonuçlarının neler olacağı, tarihteki birçok acı örnekleriyle gözler önündedir. 4. Son günlerde “Dilimiz” üzerinde kamuoyunun gündeminde yer alan birtakım tartışmaların, cumhuriyetimizin temel kuruluş felsefesini kökten değiştirecek bir noktaya doğru hızla götürülmeye çalışıldığı endişeyle izlenmektedir. 5. Türk Silahlı Kuvvetleri; Devletin, Anayasamızda yer alan, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve de- gündem İki Dil Turnusolu 5 gündem mokrasiyi koruma görevi kapsamında; Ulus devlet, üniter devlet ve laik devletin korunmasında her zaman taraf olmuş ve olmaya devam edecektir.” Egemen sınıf partileri hizada 6 AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik, Merkez Yürütme Kurulu (MYK) toplantısı için parti genel merkezine gelişinde basın mensuplarının sorularını yanıtladı. Çelik, iki dil tartışmaları ile ilgili bir soruya şu yanıtı verdi: “Türkiye bir açık toplumdur, demokratik bir toplumdur. Türkiye’de her şey tartışılır. Bu tartışmaların hangi zamanlama ile gündeme getirildiği, nasıl sevk ve idare edildiği önemlidir. Maalesef Demokratik Toplum Kongresi, ona yakın duran siyasi parti, temel bir takım kavramları, demokratik kavramları Türkiye’deki demokratikleşmeyi yaralayacak, Türkiye’deki demokratik süreci sakatlayacak şekilde işlevselleştiriyor. Bazı değişik ülkelerde yapılmış tartışmaları buraya taşımak, tek başına demokratik kavramlardan bahsetmek demokrat olmak anlamına gelmiyor. Türkiye’nin tarihsel koşulları, sosyolojik gerçekleri açısından şunu söyleyeyim; Türkiye’de gerçekten demokrasi isteyenler, Türkiye’de toplumsal gruplar arasında gerçekten barışa ve açık toplum düzenine dayalı bir diyalog isteyenler, bu özerklik tartışmasıyla, bu resmi dilin iki dil olmasıyla tartışmalarıyla gerçek demokratikleşmeye ve Türkiye’de açık toplum düzenine karşı son derece zararlı bir pozisyon almış oluyorlar. Bunu sakatlayan, bunu neredeyse sabote etmek tutuma dönüştürmüş oluyorlar siyasi tavırlarıyla. Son özerklik tartışmalarını, resmi dilin iki dilli olması tartışmalarını, ben Türkiye’deki gerçek demokratikleşme sürecine, gerçek açık toplum arayışlarına suikast teşebbüsü olarak görüyorum.” AKP’li Cumhurbaşkanı Abdullah Gül 30 Aralık’ta Diyarbakır’da şunları söylüyor: “Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dili Türkçedir bu böyle de devam edecektir. Ayrıca devletin ve kamu kurumlarının dili Türkçedir, ortak dilimizdir. Ama şu da bir gerçektir ki, halkımızın içerisinde, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları arasında farklı farklı dilleri konuşan vatandaşlarımız vardır, yörelerimiz vardır. Burada nasıl Kürtçe konuşuluyorsa başka yerde Arapça konuşan vatandaşlarımız vardır. Sayıları azalmış bile olsa gayrimüslim vatandaşlarımızın konuştuğu diller var. Tüm bunların hepsi de bizim dilimizdir, hepsi de bizimdir.” Yani resmi tek dil Türkçedir ve bu hiç bir şekilde sorgulanamaz. Üstü herkes özelinde devlet ve kamu kuruluşları dışında! Kendi dilini konuşabilir. Şu lütfa, şu şahane “demokratlığa” bakın! AKP’nin grup toplantısında konuşan Erdoğan: ‘’BDP’nin attığı adımlar ne hak arayışıdır, ne de sorunların çözümüne ilişkin bir katkıdır. Tam tersine süreci bulandıracak adımlar atarak çözümü engellemek niyetinde olduğunu göstermiştir’’ dedi. Erdoğan, yola çıkarken ‘’tek bayrak, tek millet ve tek vatan’’ dediklerini belirterek, ‘’Bugün gene aynı şeyi söylüyoruz. Bunun kimseyi rahatsız etmemesi lazım. Birileri rahatsız olursa aynaya baksınlar ama ben inanıyorum ki milletimin kahir ekseriyeti bu kavramdan rahatsız olmuyor. Çünkü bu kavramın kucaklayıcı manasını birileri ya anlamıyor ya da işine gelmediği için anlamak istemiyor’’ şeklinde konuştu. Erdoğan, ‘’Milleti; ortak hedefler, ortak idealler etrafında toplanmış, ortak bir kaderi paylaşan üst kimlik olarak algıladıklarını’’ her zaman ifade ettiklerini söyledi. CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu, iki dil tartışması konusunda çok kıymetli ve çok demokrat! görüşlerini şöyle açıkladı: “Anayasamız ve yasalarımız resmi dilin Türkçe olduğunu emrediyor. Yasalarımızda anadil yasağı yoktur. Bunun öğrenilmesi konusunda da ilk teklifi CHP vermiştir. Resmi dil Türkçe’nin önüne veya yanına başka dil konulması doğru değil. Bu Anayasa’ya da yasalara da aykırı. Her parti de konuya böyle bakmalı. Bütün partilerimiz ayrılık yaratacak, onu güdüleyecek şeyleri söylemekten, yapmaktan uzaklaşmalıdır. Ortak bir toplum, barış içinde bir arada yaşar, toplum böyle oluşturulur. Ayrılıkla ayrıcalık çok tehlikeli olur. Bakın Belçika göz önünde. Ülkede iki dil olsun denildi. Bölünüyor. Ana dile evet, ama Türkçe’nin yanında başka dil yanlış olur.” MHP’ye hiç değinmiyoruz. Onlar ilk andan beri tutarlı faşistler olarak açık konuşuyorlar! DP’si, YP’si, BBP’si, HAS Partisi, SP’si ve daha ne kadar teferruat partisi varsa hepsi aynı konunun unsurları: Tek dile dokundurtmayız! İyi de hayat sizi çoktan aştı!!! Bu konuda yok birbirlerinden farkları. Hepsi “Tek Bayrak, tek dil, tek millet, tek vatancı”. Hepsi Türk ırkçısı! Türk olmayanlara tanınan hak, Türklerin üstünlüğünü tanıma şartlarında lütuf olarak sunulan alt kimlikle yaşama hakkı! 25 Ocak 2011 ✓ CHP halkı “sivil direniş”e çağırdı! Ü lkelerimizde egemen sınıflar arasındaki iktidar dalaşında ilginç gelişmeler yaşanıyor. Çatışan her iki kanat açısından da kilitlenmiş bir hedef var: İktidar. CHP, geleneksel bürokratik Kemalist iktidar pozisyonlarını bütünüyle yitirmemek için kıyasıya bir mücadele verirken, AKP adım adım ele geçirdiği iktidar yolunda bürokratik Kemalist iktidarı bütünüyle tasfiye etmek, iktidarı bütünüyle ele geçirmek için savaşıyor. Bu mücadelede kim kazanırsa kazansın, kaybeden gerçekler, kaybeden halk, kaybeden emekçiler, ezilenler oluyor. Bu mücadelede her iki yan açısından da “gücü gücü yetene“ ilkesi geçerli, her araç mübah. Pozisyonlar anın gereklerine göre şekilleniyor, değişiyor. Yüksek yargıyı ele geçirme mücadelesinde AKP, Referandum sonrasında Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nu (HSYK) ele geçirdikten sonra, Yargıtay konusunda daha önce savunmuş olduğu, Yargıtay’ı daraltma -Yargıtay Genel kurulunu 250’den 150 Yargıca indirme- ve İstinaf Mahkemeleri kurarak, merkezi Yargıtay’ın yükünü (dolayısı ile sorumluluğunu) azaltma görüşünden vazgeçti. AB’nin de talepleri doğrultusunda savunulduğu söylenen bu görüşe karşı, o dönemde en başta yüksek yargı mensupları olmak üzere Kemalist yargı mensupları cüppeleri ile sokağa dökülmüş, bunun “bağımsız yargı”ya, “Atatürk Cumhuriyeti”nin temellerine” bir saldırı, AKP’nin yargıyı ele geçirme operasyonu, “yargının siyasallaştırılması”, -Bunu AKP’lileştirilmesi olarak okumak gerek, çünkü yargı zaten siyasetin ta göbeğinde idi, göbeğindedir. Siyasi mücadelede açıkça taraftır. Yüksek yargı açıkça AKP’nin karşısında en büyük muhalif odaklardan biridir.- olduğu yaygarası basılmıştı. O dönemde Yargıtay ve Danıştay’dan gelen açıklamalarda, Yargıtay’da birikmiş dosyalar gösterilerek, Yargıtay’ın gücünün azaltılması değil, onun güçlendirilmesi talep ediliyor, yeni atamalar yapılarak yeni daireler kurulması isteniyordu. O dönemde yeni atamalar yapacak olan kurum HSYK’nin 7 üyesinden beşi Yargıtay ve Danıştay’tan geliyordu. Atamada son imzayı atacak olan Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezerdi! Yani “dava yükü” bahane idi. Yargıtay’ın daha uzun yıllar Kemalistlerin elinde kalması planlanıyordu. AKP’de aynı “dava yükü” gerekçesiyle, onun yükünü azaltmak gerekçesiyle en kısa zamanda İstinaf Mahkemeleri kurulmasını, merkezi Yargıtay’ın ise küçültülmesini savunuyordu. Onun için de dosya/dava yükü bahaneydi. Onun için merkezi Yargıtay’ın sayısının azaltılması, davaların kurulacak yerel Yargıtaylar (İstinaf Mahkemeleri) ne devri, bir muhalefet odağının zayıflatılması anlamına geliyordu. Sonuçta bu mücadelede o dönemde Danıştay eliyle İstinaf Mahkemeleri konusunda pratik olarak bunların kurulmasını geciktirme anlamına gelen kararlar alınmış, AKP İstinaf Mahkemelerinin kurulması konusunda aceleden vazgeçmek durumunda ve zorunda kalmıştı. Şimdi durum değişti. Ona uygun olarak pozisyonlar da değişti. Şimdi HSYK, AKP’nin denetiminde. Atamayı yapacak Cumhurbaşkanı Gül. Bu durumda artık Yargıtay’ı AKP’ne karşı muhalefet/direniş odağı olmaktan çıkarmak için onun küçültülmesi, onun dosyalarının büyük bölümünün İstinaf Mahkemelerine devri vs. gerekmiyor. Şimdi mesela yine dava yükü gerekçe gösterilerek, Yargıtay’ın -en azından birikmiş dosya yükü eritilene dek!- yeni atamalarla ve yeni daireler kurulmasıyla güçlendirilmesi!!! (siz bunu Kemalist yargıç ve savcıların AKP’li savcı ve yargıçlarca kuşatma altına alınması ve süreç içinde tasfiyesi olarak da okuyabilirsiniz) ile de aynı amaca varılabilir. O yüzden şimdi AKP –tabii İstinaf Mahkemeleri kurulması planından vazgeçmeksizin, ki bu konuda çıkarılmış olan yasa yürürlüktedir ve hükümet sözcüleri bu yerel mahkemelerin alt yapısının oluşturulma çalışmalarının sonuna gelindiğini açıklamaktadır- Yargıtay Genel Kurulu’na 100 yeni üye atayıp, Genel Kurul üye sayısını 250 den 350 ye çıkarmayı, ve yeni daireler kurulmasını öngören Yasayı Meclise getirmiştir. AKP bu tavır değişikliğini savunurken, sayının arttırılması ve yeni daireler kurulması talebinin daha önce Yargıtay ve Danıştay’dan gelmiş oldu- gündem Yüksek yargıda dalaş sürüyor 7 gündem 8 ğuna da atıfta bulunmaktadır. Buna karşı dün bunu savunan Yargıtay ve Danıştay, yapının değiştirilmesinin “Yargı bağımsızlığını ortadan kaldıracağı”, “Yargıyı siyasallaştıracağı” gerekçeleriyle AKP’nin Yargıtay’ı “güçlendirme!!!” planlarına karşı direnmektedir. Yani her iki taraf açısından da tavırlar faydacı, günü birlik ve iktidar mücadelesi bakış açısıyla takınılan tavırlardır. CHP, yerleşik Kemalist bürokrasi iktidarının siyasi partisi olarak AKP’nin yüksek yargıyı bütünüyle ele geçirme planları karşısında, “son kale”lerden birini savunma ateşi içinde çok ilginç bir tavır takındı. Halka sivil direniş çağrısı yaptı! TBMM Anayasa ve Adalet Komisyonu’nda görüşmeleri yapılan Anayasa Mahkemesi’nin yeniden yapılandırılması ve Yargıtay’a yeni atamalar yapılması, Yargıtay ve Danıştay’a yeni daireler kurulmasını öngören yasa tasarıları üzerinde tartışmalarda CHP ve AKP milletvekilleri birbirlerine girdiler. Komisyonun CHP’li üye milletvekilleri, bir bildiri yayınlayarak, AKP’nin yapmak istediği değişikliklerle Türkiye’deki hukuk sisteminin Hitler dönemi Nazi Almanya’sındaki hukuk sistemine dönüştürülmek istendiğini belirttiler. Bildiride CHP’li komisyon üyeleri toplumun bütün kesimlerini direnişe çağırdı. Bildiride Anayasa Mahkemesi’nin yapılmak istenen değişikliklerle Nazilerin “Halk Mahkemesi’ne” benzeyeceği savunulurken, CHP Konya Milletvekili Atilla Kart, “Bu yapı içinde, bütün unsurları, anayasal ve meşru zemin içinde direnmeye ve muhalefete çağırıyoruz. Söylediğimiz budur: Bunun yol ve yöntemleri, vurmadan kırmadan, meşru zeminlerde her zaman için demokrasilerde bulunur” dedi. Bildiride şu ifadeler de yer aldı: “Türkiye’de, devlet yönetiminde, ‘Benim Memurum, Benim Müsteşarım, Benim Bakanım’ döneminden sonra, ‘Benim Yargıcım’ dönemi yeni HSYK yapılanmasıyla birlikte Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay tasarısıyla birlikte hayata geçirilmek istenilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti demokratik laik ve sosyal hukuk devletinin tüm direnme unsurlarını ve hayatiyetini yok eden rejimi faşist bir yapıya dönüştüren sürecin nihai aşamasıyla karşı karşıyadır.” Gerçekte olan “Benim yargıcım“ dönemine geçiş değil, yargıcın önündeki “Ben”in değişmesidir. Dünün “Kemalist bürokrat Ben”inin yerini şimdi “AKP’li ben” almaktadır. Rejimin faşist bir yapıya dönüşmesi vs. değildir gerçekte olan. “Karartma, bilgi kirliliği ve takiyye konularında yakın tarihin en büyük demagoglarından olan Başbakan; Göbels propagandası ve Makyavel yöntemleriyle; Türkiye’yi hem ekonomik olarak, hem siyaseten ve hem de kültürel olarak müstemleke bir ülke haline getirme misyonunu büyük ölçüde başarmış durumdadır.” Erdoğan ne kadar Göbbelsvari bir demagogsa, bu bildiriyi yayınlayanlar da onun kadar Göbbelssvari demagoglardır. Bu konuda yoktur birbirlerinden farkları. Türkiye’nin “müstemleke” haline getirilmesi konusunda da Erdoğan ve AKP’nin burjuva siyasi muarızlarından özde farkı yoktur. “Tüm yargı mekanizması ve kazanımları yeni oluşturulan ve birçoğunda yargıçlık misyonu bulunmayan Anayasa Mahkemesi’ne boğdurulmak ve hegemonyasına sokulmak istenilmektedir. Anayasa Mahkemesi içinde başkan aracılığıyla bir dikta makamı oluşturulmaktadır. Siyasi iktidar doğrudan kendisine tabi olan Anayasa Mahkemesi yoluyla 2011 seçimleri sonrası planladığı yeni anayasa düzenlemesi ile hukuk ve demokrasiye nihai darbeyi vurmayı amaçlamaktadır. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay gibi kurumlar faşizmi hedefleyen iktidarlar için başlangıçta alt edilmesi gereken kurumlardır. Ancak iktidar devleti ele geçirdikten sonra artık bu kurumlar faşizmin demir pençesini oluşturan faşist yargı kurumlarına dönüşürler.” Burada da andaki durum savunulurken, Kemalist yüksek yargının faşist diktanın bir aracı olduğu gerçeği gözlerden gizlenmektedir. Bildiriciler gerçekte AKP’nin iktidarı bütünüyle ele geçirme çabalarına karşı TC’nin geleneksel faşizmini savunmayı demokrasi, hukuk üstünlüğü vb.nin savunulması, kendilerini faşizm tehlikesine karşı savaşanlar olarak göstererek sahtekarlık yapmaktadır. “Bir siyasi iktidar, faşizmi adım adım devlet yapısı içinde kurumsal hale getiriyorsa, çağdaş anayasalarda düzenlenen temel hak ve özgürlükleri gasp ediyorsa; orada artık insan hakları evrensel sözleşmelerinde ve uluslararası sözleşmelerde düzenlemesi yapılan ‘baskıya ve faşizme karşı direnme hakkının’ meşru şartları oluşmuş demektir. Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm yurttaşlarını, bu ‘açık ve yakın tehlikeye karşı’ uyarıyor, anayasal ve meşru zemin içinde toplumsal haklarını kullanmalarının zorunluluğunu dile getiriyoruz. Gün o gündür.” Aslında burada direnme hakkı konusunda söylenilenler doğrudur. Gerçekten de faşizme karşı direnme zaman AKP’si, CHP’si, MHP’si hepsi kaçacak delik, sığınacak ülke arayacaktır kendine! Halkı “Faşizme karşı direniş hakkını“ kullanmaya çağıran CHP’nin komisyondaki üyeleri komisyonda iç tüzüğün kendilerine tanıdığı hakları kullanarak yasanın komisyondan geçmesini engelleme eylemleri yürüttüler. Komisyonun AKP’li üyeleri de yine iç tüzüğe uygun olarak verdikleri önergeler temelinde yapılan oylamalarla, bu engellemeyi sınırlayacak kararlar aldılar. Bunun üzerine CHP’nin komisyon üyeleri istifa ettiler. Kendilerinin istifa etmesiyle aslında Komisyonun dağılmış olduğunu iddia ettiler. Meclis Başkanlığı bu yorumu reddetti. Yasa CHP’siz komisyondan geçti, genel kurulun önüne geldi. CHP’nin ve yüksek yargının direnişine rağmen, Meclisten geçen yasa Abdullah Gül tarafından jet hızıyla onaylanarak yürürlüğe girdi. Yasaya göre, Yargıtay’da 32 olan daire sayısı 38’e, Danıştay’da 13 olan daire sayısı 15’e çıkarılacak. Buna göre, Danıştay, 14’ü dava, biri idari daire olmak üzere 15 daireden oluşacak. Yargıtay’ın üye sayısı 250’den 387’ye, Danıştay’ın ise 95’ten 156’ya çıkarılıyor. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Yargıtay ve Danıştay’da kurulan yeni dairelerin üyelerini belirledi. Yargıtay için 4 bin 984 arasından 160, Danıştay için 544 aday arasından 51 yeni üye seçti. Şimdi AKP’nin iktidarı bütünüyle ele geçirme manevralarına karşı halkı direniş hakkını kullanmaya çağıran CHP’nin, bundan ne anladığı, çok değil bir hafta sonra açıkça görüldü. CHP’nin Parti MeclisiMYK üyesi Genel Başkan Yardımcısı Süheyl Batum bu bildiri yayınlandıktan bir hafta sonra katıldığı Zonguldak Atatürkçü Düşünce Derneği toplantısında ordunun darbe yapamayacak durumda olmasından şöyle hayıflanıyordu: ‘’Koca bir askeri yıktılar, meğer kağıttan kaplanmış, biz bunu asker zannedermişiz, meğer ABD içini oymuş. O koca ağacı hop diye yıktılar. Ancak CHP’yi yıkamadılar’’ Yani ah ah neredesiniz eski günler. Nerede davudi sesli darbe bülbülleri. Nerede “kodu mu oturtan” paşalar! diye göz yaşı dökerken, aynı zamanda ordusuz hiç bir zaman iktidar olmayan CHP’ için, bir biz “yıkılmadık, ayaktayız” türküsü söylüyordu Süheyl Batum. CHP’nin CHP’ye gaz vermesinden başka bir anlamı, gerçekle fazla alakası yoktu bunun da. Süheyl Batum’un bu açık sözlü yakınması bağlamında “yeni CHP’nin”, yeni “lideri” Kılıçdaroğlu’nun verdiği tepki de, CHP’de ordu eleştirisinin „”Başkan katında” olduğu şeklinde oldu. Öyle ya, emir komuta zinciri içinde asker paşalara eleştiri, ancak sivil paşalar tarafından yapılabilirdi. Batum henüz o rütbede değildi. Orduya eleştiri getirilecekse onu ancak baş(kan) paşa, şimdi Kılıçdaroğlu getirebilirdi. Eski bir CHP başkanı, yani baş paşası öyle buyurmuştu! Süheyl Batum’da henüz yeni partili olduğundan, CHP’nin bu geleneğe sahip olduğunu bilmediğini, gelenek buysa tabii ki buna uyacağını söyleyerek durumu “kurtardı”. CHP gibi bir “ana muhalefet” partisi, iktidarı tümüyle ele geçirme mücadelesinde AKP’ye en büyük iyilik aslında. CHP bu muhalefeti ile AKP’ye destek partisi işlevi görüyor! 26 Şubat 2011✓ gündem hakkı meşru bir haktır ve görevdir. İlginç olan kendileri faşizm savunucusu olanların iktidarlarının elden gittiğini gördükleri zaman “faşizm”e gidiş tespitleri yapması ve direniş hakkını hatırlamalarıdır. Türkiye’de faşizmin en koyusunun yaşandığı dönemlerin partisidir CHP! Kendisi faşizmin uygulayıcısı ve savunucusu olan bir partinin, faşizmi karşı direnme hakkına atıfta bulunması, halkı direnişe çağırması kadar komik ve sahtekarca bir şey az bulunur. Fakat yine de CHP’nin bu hakkı hatırlaması ve hatırlatması gayet iyidir. Bu hakkı halkın kullanacağı, halkın kendi iktidarı için bütün egemen sınıf partilerinden bağımsız ve hepsine karşı sokağa döküleceği günler mutlaka gelecektir. O 9 ✌ halkların kardeşliği için Guguk devletinden görüntüler * Dink öldürüleceği istihbaratı kendilerine ulaşan İstanbul Emniyet Müdürlüğü görevlileri hakkında yapılan üç incelemede bulunan müfettişler, polislerin delilleri yok ettiğini, sahte belge düzenlendiğini, gitmedikleri göreve gitmiş gibi geçmişe dönük tutanak düzenlediklerini tespit etti. Müfettişler soruşturma açılmasını istedi ama tek bir görevli hakkında bile soruşturma açılmadı. I.Hrant Dink Davası T ürk emniyet ve yargı sisteminin nasıl işlediğine acı bir örnek, Hrant Dink soruşturması ve davası. Hrant Dink öldürüleli 4 yıl oldu. Bu dört yıl içinde “adalet” konusunda Türk polisinin ve yargısının yaptığı ne? Bu dava Türkiye’de hala dokunulmayanlar olduğunu gösteriyor. İşte Hrant Dink cinayeti soruşturması ve davasında, çeşitli aşamalarda dokunulmayanlar listesi. Soruşturmada dokunulmayanlar 10 * Dink’in tehditler nedeniyle yazdığı ‘Neden Hedef Seçildim’ ve ‘Ruh Halimin Güvercin Tedirginliği’ başlıklı yazılara karşın savcılar harekete geçmedi. * AGOS’taki Sabiha Gökçen’in Ermeni olduğuna yönelik haberin ardından Genelkurmay sert bir açıklama yaptı. Ardından Hrant Dink İstanbul Valiliği’ne çağrıldı. Vali Yardımcısı Ergun Güngör ve yanındaki iki MİT mensubuyla görüştükten sonra Dink ‘artık hedefteydim’ diye yazmıştı. MİT bu kişilerin personeli olduğunu cinayetten üç buçuk yıl sonra kabul etti. Herhangi bir soruşturma başlatılmadı. * Görüşmeden iki gün sonra Agos Gazetesi önünde yapılan gösteride, Ülkü Ocakları İstanbul İl Başkanı Levent Temiz “Hrant Dink bundan sonra bütün Soruşturmada soruşturulmayanlar * Dink vurulduğu yerin çevresi Akbank güvenlik kamerasının görüş açısındaydı. Kolluk tarafından el konan Akbank kamera kayıtlarının cinayet gününe ait önemli bir bölümü Emniyet birimlerinde yok edildi ve bugüne kadar bu görüntülere ulaşılamadı. * Ogün Samast’ın cep telefonu ve sim kartına ilişkin ifadeler arasındaki çelişki ve karmaşıklık çözümlenmedi. * Ogün Samast, cinayetten hemen önce, bir saatten fazla zamanını Agos’un bulunduğu Sebat Apartmanının yanındaki Şafak Sokaktaki İnternet cafede geçirmiş ve birileriyle chat’leşmişti. Bilgisayarlar kayıtlarına halen ulaşılamadı. * Güvenlik kamera kayıtlarında Samast’ın kaçtığı sokakta hemen arkasından onu izleyen ve uzaklaştığını gördükten sonra, sokağın köşesindeki inşaatın kapısından içeri girip kaybolan iki kişi belirlenmedi. * Kameralara, cinayet günü, çeşitli noktalarda yaptığı telefon görüşmeleri ile takılan ve oldukça şüpheli görünen şahsın kimliği soruşturma konusu yapılmadı. Polislerin dokunulmazlığı * Dink cinayetinden Trabzon Emniyeti, İstanbul Emniyeti ve Emniyet Genel Müdürlüğü önceden haberdardı. Polis muhbiri ve cinayetin azmettiricisi Erhan Tuncel defalarca cinayet planıyla ilgili polise bilgi vermişti. Polisler ulaştıkları bu bilgilerin gereğini yerine getirmemelerine karşın yargılanmadı. İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, İstanbul İstihbarat Şube Müdürü Ahmet İlhan Güler, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek, Dönemin Trabzon Emniyet Müdürü Reşat Altay ve Trabzon Jandarma Alay Komutanı Albay Ali Öz’ün mahkemede tanık olarak dinlenmesi yönündeki talepler bile mahkemece reddedildi. * Yasin Hayal ve Erhan Tuncel’in cep telefonları üzerinde önleme dinlemesi yapılmış, ancak bu husus soruşturma savcılarından gizlenmişti. * Trabzon Terörle Şube Müdürü Yahya Öztürk’ün, cinayet öncesinde Yasin Hayal’e “Bu bayrak düştü. Ya Yasin kaldıracak ya Erhan kaldırır, bu görev sizin” şeklinde sözler sarfettiği tespit edilmişti. * Hrant Dink’in öldürüleceği bilgisine bütün ayrıntıları ile vakıf olan Trabzon Emniyet Müdürlüğü görevlileri de tüm inceleme ve soruşturma süreçlerinden kendilerine en ufak bir kusur dahi atfedilmeden çıkarıldı. * Dink öldürüleceği istihbaratı kendilerine ulaşan İstanbul Emniyet Müdürlüğü görevlileri hakkında yapılan üç incelemede bulunan müfettişler, polislerin delilleri yok ettiğini, sahte belge düzenlendiğini, gitmedikleri göreve gitmiş gibi geçmişe dönük tutanak düzenlediklerini tespit etti. Müfettişler soruşturma açılmasını istedi ama tek bir görevli hakkında bile soruşturma açılmadı. Bu iddialara karşın güvenlik ve istihbarat görevlileriyle ilgili soruşturma açılmadı ya da soruşturma girişimleri başka makamlarca sonuçsuz bırakıldı. Dink ailesinin avukatları 28 kamu görevlisi hakkında soruşturma açılması için bir kez daha İstanbul Başsavcılığı’na başvurdu. ✌ halkların kardeşliği için öfkemizin ve nefretimizin hedefidir, hedefimizdir” şeklinde açıklama yaptı. ‘Asılsız Ermeni İddialarıyla Mücadele Federasyonu’ da Agos önündeydi. Hiç bir işlem yapılmadı. * Bu olayların hemen ardından Dink’in “Ermeni Kimliği Üzerine” başlıklı yazı dizisindeki bir cümlesi saptırılarak yeni bir saldırı kampanyası başlatıldı. Tek tip dilekçelerin verilmesinin ardından başlayan yargı sürecinde Hrant Dink mahkum edildi. * Hrant Dink’in bu karara karşı demeçleri nedeniyle yine dava açıldı. “Adil yargılamayı etkileme” suçlaması ile yargılandığı bu davaya Ergenekon sanıkları Veli Küçük, Kemal Kerinçsiz, Sevgi Erenerol gibi isimler müdahil olmak istedi. Ancak şu an cezaevinde olan bu kişilere Dink cinayetiyle ilgili halen soru bile sorulamadı. Askerin dokunulmazlığı: Yasin Hayal’in eski eniştesi Coşkun İğci cinayetten aylar önce Yasin Hayal’in planları konusunda Jandarma istihbaratına bilgi vermişti. Bu bilgi uzun süre gizlendi. Trabzon Jandarma görevlileri hakkında yürütülen soruşturmada sadece görevi ihmalden dava açıldı ve ceza çıksa bile herhangi bir sonuç alınamayacağı ortaya çıktı. Görüntüler bile yargılatamadı: Samsun’da yakalanan Ogün Samast’a Emniyet ve Jandarma görevlilerince kahraman muamelesi yapılmıştı. Ortaya çıkan görüntülerde polisler ve jandarma mensupları Samast’ın cebindeki Türk bayrağını çıkarttırıyor ve birlikte poz veriyorlardı. Görüntülerin basına sızması üzerine başlatılan inceleme ve soruşturma da sonuçsuz kaldı. Sadece Samast’ı çay ocağında bekleten amir ve görüntüleri basına sızdı- 11 ✌ halkların kardeşliği için ran yargılandı. İşte dört yıl içinde yapılanlar ve yapılmayanlar bunlar! Sistem böyle işliyor! II.Danıştay’dan yeni karar: Türban sorununu çözemezsiniz! YÖK, Referandum ertesinde aldığı kimi kararlar ve uygulamalarla Üniversite ve Yüksek Okullarda Türban sorununu yasal/anayasal değişikliklere gerek kalmadan “çözme” yönünde adımlar attı. Bunlardan biri sınavlara başörtüsü ile girilmesinin yolunu açan YÖK kararı idi. Eğitim ve Bilim İş Görenleri Sendikası (Eğitim-İş) Danıştay’a başvurarak bu kararın durdurulmasını talep etti. Başvuruyu inceleyen Danıştay 8. Dairesi, 2010 ALES Sonbahar dönemi kılavuzundaki kılık kıyafetle ilgili düzenlemelerin yürütmesini, Anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle oybirliğiyle durdurdu. Danıştay kararında üniversitelerde başörtüsü serbestisi getiren Anayasa değişikliğinin 2008’de Anayasa Mahkemesi’nce iptal edildiği belirtildi. Anayasa Mahkemesi’nin söz konusu kararının gerekçelerine yer verilen kararda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 10 Kasım 2005 tarihli “Leyla Şahin” kararına da atıfta bulunuldu. Danıştay’ın bu kararı hükümetin büyük tepkisi ile karşılandı. Anayasa Mahkemesinin iptal ettiği Anayasa değişikliğini AKP ile birlikte gerçekleştirmiş olan MHP’de, Danıştay kararını “sorun yaratan” bir karar olarak değerlendirdi. İktidara geldiğinde türban sorununun çözeceğini ilan eden CHP ise başkanı ağzından “Yargı kararlarına hepimiz saygılı olmalıyız” vs. dedi. Yani Yüksek Yargı /AKP dalaşı sürüyor. III.Yüksek yargıdan bireye karşı devleti koruyan karar 12 Antalya’da, 2 yıl önce ‘dur’ uyarısına uymayan 18 yaşındaki Çağdaş Gemik’i tabancayla öldürdüğü iddiasıyla tutuklu yargılanan polis memuru 34 yaşındaki Mehmet Ergin’e verilen 16 yıl 8 ay hapis cezasını kararını Yargıtay bozdu. Yargıtay sanık Ergin’in ‘olası kastla adam öldürme’ suçundan değil, ‘yaralama sonucunda ölüme neden olmaktan’ yargılanmasını istedi. Yargıtay kararında şu hükümlere yer verildi: “Hayati bölgeler hedef alınarak ateş edildiğini gösteren kesin ve yeterli kanıt bulunmadığı anlaşıldığı halde (kasten yaralama sonucu ölüme neden olmak) suçundan hüküm kurulması gerekirken, suç niteliğinde yanılgıya düşülerek, unsurları oluşmayan olası kastla insan öldürme suçundan hüküm kurulması yasaya aykırıdır. Sanık müdafiinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görüldüğünden bozulmasına, sanık hakkında hükmolunan ceza miktarına, tutuklulukta geçirdiği süreye ve bozma nedenine göre sanık müdafiinin tahliye isteminin reddine oybirliği ile karar verilmiştir.” Polis memuru Mehmet Ergin’in cezası yeniden yargılama sonucu üst sınırdan verilirse 16 yıl, alt sınırdan verilirse 12 yıl olacak. “Yerel mahkeme kararında dirensin” Çağdaş Gemik’in ailesinin avukatlarından Ayçin Turna Güler, Yargıtay’ın bozma kararını doğru bulmadığını belirterek, şöyle dedi: “Biz Çağdaş Hukukçular Derneği ilk günden bu yana polis memuru Mehmet Ergin’in Çağdaş Gemik’i kasten öldürdüğünü düşünüyoruz. Yerel mahkemenin ‘Olası kastla öldürme’ sonucu vermiş olduğu 16 yıl 8 aylık ceza da Türkiye tarihinde polisin fütursuzca uyguladığı şiddete verilen en yüksek ceza kararı olma özelliğini taşımaktadır. Bugün Yargıtay’ın bozma kararı gösteriyor ki Türk yargısı halen polis şiddetine hak ettiği cezayı vermek istemiyor. Belki şükretmek gerekir ki Yargıtay taksir sebebiyle bozma kararı da verebilirdi. Ki ‘Taksirle ölüme neden olduğu’ şeklinde bozulsaydı bugün hukuk adına çok daha üzülecektim. Biz yerel mahkemenin verdiği kararda direnmesi gerektiğine inanıyoruz. Örnek bir karar olduğu için de bu inancımız daha da pekişiyor.” İşte Türkiye’de yüksek yargı böyle işliyor. “Devleti koruma”yı kendine düstur edinen ve açıkça alt mahkemenin verdiği doğru bir kararı, devlet gücü lehine bozan karar karşısında, bu kararın yanlışlığını savunan avukat yine “şükretmek gerekir.. daha kötüsü de olabilirdi” diyor. Tabii deneyim konuşuyor burada. Bir de sonuçta haksızlığı, hukuksuzluğu kanıksama, onunla birlikte yaşamaya alışma! Hayır bir hukuk devletinde böyle bir bozma kararı tam bir skandaldır! Buna “daha kötüsü olabilirdi” diyerek şükretmek bütünüyle yanlıştır. IV. Berber geyiğine 2 yıl hapis Bir gazete haberi: “Antalya’daki bir berberde AK Parti’nin kapatılma davasındaki kararla ilgili yorum yapan Ahmet Akyüz, mahkemelik oldu. Yan koltuktaki Savcı Ümit karakola götürdüler. Ne olduğunu anlayamadan kendisini nezarethanede bulan Ahmet Akyüz, ertesi gün Antalya Adliyesi’nde hâkim karşısına çıktı. Akyüz hakkında, “Anayasa Mahkemesi üyelerine gıyapta hakaret” suçundan dava açıldı. Tanık olarak dinlenen berber İlyas Alnıaçık, “Savcı Ümit Yaşar Bey’i tıraş ediyordum. Elimde makine vardı. Çalışır olması durumda olması nedeniyle ben sanığın konuşmasını duymadım. Ancak Savcı Bey, ‘Sen ne diyorsun. 11 kişiye şerefsiz mi’ dedin diyerek, özür dilemesini istedi” diye ifade verdi. Şikayetçi olan Antalya Cumhuriyet Savcısı Ümit Yaşar Özdemir mahkemesindeki ifadesinde, “TV’de haberleri izlerken Ahmet Akyüz adlı kişi ‘11 tane şerefsiz az kalsın memleketi uçuruma götürüyorlardı’ deyince özür dilemesini istedim, mahkeme heyetine hakaret edemeyeceğini söyledim. Akyüz, ‘ben vatandaşım konuşurum’ deyince, durumu nöbetçi cumhuriyet savcılığına bildirdim” dedi. Yargılama sonucunda Akyüz, suçlu bulundu. 2 yıl hapis cezasına çarptırılan Akyüz’ün cezası önce paraya çevrildi sonra da 5 yıl ertelendi. Karara tepki gösteren Ahmet Akyüz, hâlâ 2 yıl önce yaşadığı olayın şokunu atamadığını belirterek, şöyle konuştu: “Ben ‘şahıs’ dedim. Savcı ‘şerefsiz’ dedin diyor. Üzerime atılı suçu hiçbir zaman kabul etmedim. Eleştirisel açıdan bir konuşma yaptım. Kimseye hakaret etmedim. Ama yargılama sonucunda beş yıl suç işlememe şartıyla verilen cezam ertelendi. Yani ceza aldım. Adli sicilim temizken, işlemediğim bir suçtan adli sicilime bunlar işlendi. Tek suçum düşüncemi söylemek. İnsan konuşurken nerede olursa olsun çevresine bakması gerekiyormuş. Ya savcı varsa, ya yanlış duyarsa insanın başına benim başıma gelenler gibi trajikomik bir olay gelebilir.” (Sabah) İşte Türk yargısı bu gibi davaları dava konusu kabul edip, ciddi ciddi kararlar alıyor. Ne diyelim böyle berber geyiğine, böyle yargı! Böyle yargıyla da böyle adalet! Şubat 2011 ✓ İşte Türkiye’de yüksek yargı böyle işliyor. “Devleti koruma”yı kendine düstur edinen ve açıkça alt mahkemenin verdiği doğru bir kararı, devlet gücü lehine bozan karar karşısında, bu kararın yanlışlığını savunan avukat yine “şükretmek gerekir.. daha kötüsü de olabilirdi” diyor. ✌ halkların kardeşliği için Yaşar Özdemir’in tanıklığıyla 2 yıl ceza aldı. Anayasa Mahkemesi’nin Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) kapatılmasıyla ilgili kararını berberdeki televizyondan izleyerek yorumlayan Ahmet Akyüz, yanında tıraş olan bir savcının iddiaları üzerine mahkemelik olarak Anayasa Mahkemesi üyelerinin gıyabında hakaretten iki yıl hapis cezası aldı. Ceza paraya çevrilip ertelendi. Antalya’daki berber muhabbetinden mahkumiyete uzanan ilginç olay, şöyle gerçekleşti: Gıda ticareti yapan Ahmet Akyüz, Anayasa Mahkemesi’nin Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) kapatılmasıyla ilgili kararını açıkladığı 30 Temmuz 2008’den bir gün sonra bir iş seyahati için Antalya’daydı. Türkiye’nin 4.5 aydır merakla beklediği kararın yankıları TV haberlerinde de işleniyordu. Akyüz, berber dükkânında tıraş sırasını beklerken TV’den kapatma talebinin reddedildiği haberini izledi. Sakal tıraşı olmak için sırasını bekleyen Ahmet Akyüz, kendi iddiasına göre kararla ilgili, “11 adet şahıs ülkenin ekonomik anlamda yakın geleceğini uçuruma atacaklardı. Kılpayı kurtardık” cümlesini sarfetti. Bu sözlerin ardından tıraş olanlardan biri “Çabuk benden özür dile” dedi. Ahmet Akyüz şaşkın halde vatandaş olarak düşüncelerini söylediğini belirterek, “Ben kimseye hakaret etmedim. Niye özür dileyeyim. Kapatılma kararıyla Türkiye’nin ekonomisinde belirsizlik yaşandı. Onu ifade ettim” dedi. Fakat karşısındaki kişi özür dilemesi konusunda ısrarlıydı. Ahmet Akyüz, “Beyefendi siz kimsiniz?” dedi. O da “Ben Cumhuriyet Savcısıyım benden özür dileyeceksin. Devletin Anayasa Mahkemesi üyelerine şerefsiz dedin” dedi. Ahmet Akyüz, karşısındaki kişinin “Ben savcıyım” demesi üzerine kendisiyle dalga geçildiğini zannederek “Yok ben de Genelkurmay Başkanıyım” diye yanıt verdi. Ancak karşısındaki Cumhuriyet Savcısı Ümit Yaşar Özdemir’di. Savcı Özdemir, Antalya Nöbetçi Cumhuriyet Savcısı’nı arayarak, ihbarda bulundu. Berber dükkânına polisler geldi ve Ahmet Akyüz’ü 13 ✌ halkların kardeşliği için “Kültürel soykırım” ya da soykırım “kültürü”! “K 14 ültürel soykırım” tanımı üzerine tartışma İkinci Dünya Savaşı sonrasından bu yana sürse de, bu tanımın içeriğinin nasıl doldurulması gerektiği, bunun genel olarak ne anlama geldiği konusunda uluslararası düzeyde üzerinde anlaşılmış, kesinleşmiş bir açıklama sözkonusu değildir. Bu tanımlamayı kullananların değerlendirmeleri de farklıdır. Bu tanımın içeriğinin nasıl doldurulması gerektiği konusunda kesinleşmiş bir açıklama olmasa da, pratik yaşamda “öteki” olarak görülüp gösterilen millet ve milliyetlerin kültürüne, kültürel mirasına karşı iki örnekten biri, Kültür Bakanlığı tarafından Ahtamar adasındaki Ermenilere ait Surp Haç Kilisesi’nin “Anıt Müze” olarak açılması iken diğeri de “Ani Harabeleri”ne vb. karşı yaklaşımdır. Bu yazımızda esas dikkat çekmek istediğimiz nokta ise, “kültürel soykırım” tanımının ne anlama gelmesi gerektiği değil, Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi sınırları içinde Türk olmayan millet ve milliyetlerin kültürüne nasıl yaklaşıldığına bir örnek olarak, Ermenilere yönelik soykırımın, Ermenilerin kültürüne, kültürel mirasına karşı devletin yaklaşımı ve kimi yok etme siyaseti uygulanmaktadır. Örneğin, bu tanımın içeriğini anlatmaya çalışanların gösterdiği örneklerden biri, Azerbaycan’ın, Ermenilere ait binlerce tarihi mezartaşlarını, tarihi yapılarını, kiliselerini tahrip etmesi vb. iken, bir diğer örnek ise, Türkiye’dir. Türkiye bağlamında verilen uygulamalarıdır. Bu konudaki yaklaşımı biraz daha yakından görebilmek için, kısa bir tarihi yolculuğa çıkıp Birinci Dünya Savaşı dönemine bir göz atalım. Bu döneme bakarken Ermenilere yönelik gerçekleştirilen soykırımı bilinçte tutarak kendimizi, Hristiyan bir millet yürütülmedi. UNESCO verilerine göre 1923’ten sonra, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonraki dönemde Ermenilere ait 913 tarihi eser kalmıştır. Bunların 464’ü tamamen yok edilmiş, 252’si harabeye dönmüş ve 197’si de acilen restore edilmeyi bekliyor. Bu durum genelde Türk devletinin aktif ve pasif olarak Ermenilere ait kültürün yok edilmesi siyasetinin göstergesi olarak da kabul edilmektedir. Pasif olarak yok etme esasında yıkılmaya, çürümeye terk etme, restore etmeme olarak kabul edilmektedir. Türk devleti Ermenilerin kendi kültürel miraslarını korumaya da engeller çıkararak, bu yok etme siyasetini sürdürmektedir. Örneğin, -son dönemde Vakıflar yasasındaki değişikliklerle durum biraz düzeltilmeye çalışılsa da– Ermenilerin tarihi bir eserini, kiliseyi restore etme izni Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün iznine bağlanmıştır. Böylesi bir izin almak için de – eğer verilirse– yıllarca mücadele gerekiyor. Bu arada Türk devletinin genelde zorla Türkleştirme siyasetinin bir parçası olan yerleşim alanlarının isimlerinin değiştirilmesinden Batı Ermenistan’ın aldığı pay %90 oranının üzerindedir. Bu topraklarda zamanında Ermeni denen bir milletin yaşamış olduğunu gizlemek için, Türk devleti her türlü yok etme yolunu uygulamaya çalışmıştır. Ermenilerden geriye kalan ve bina olarak kullanılabilir halde olanlar, ya ahır, depo, kuran kursu verilen mekan, cami ya da hapishane olarak kullanılmış, kullanılmaktadır. Soykırım döneminde Ermenilerin varlığına el konulması, gasp edilmesi yetmiyormuş gibi, hâlâ bugüne kadar hazine, altın arama adına, Ermenilerin ölüleri, mezarlarında bile rahat bırakılmıyor! ✌ halkların kardeşliği için olan Ermenilere ait kilise, manastır, okul ve genelde tarihi miras konusuyla sınırlıyoruz. İstatistiki kesin rakamlarla belirlenmiş olmasa da, Ermenilere ait kilise, manastır vd. sayısı hakkında değişik rakamlar var. İstanbul Ermeni Patrikhanesi’nin 1912’de Osmanlı /Türk hükümetine gönderdiği rapora göre Batı Ermenistan’da ve Osmanlı /Türk devleti sınırları içerisinde 2300’den fazla kilise ve manastır vardı. Bu konuda araştırma yapan kimilerinin verdiği rakamlar da 2200 kadardır. Başka verilere göre ise, Batı Ermenistan’da 1639 kilise ve manastır vardı. Bu rakamlar arasında okullar, tarihi binalar, sanatsal ve tarihi değeri olan birçok eser yoktur. Peki bu kilise ve manastırlara ne oldu? Sahipleri Ermenilerin yokedildiği gibi, Ermenilerin kiliseleri, manastırları ve genel tarihi mirasları da talan edildi, yakılıp yıkıldı, yok edildi! Soykırımın yaşandığı dönemde, kilise ve manastırların büyük bölümü, kimi verilere göre en azından 2150’si bu yok etme saldırısından payını aldı. Evet, kelimenin gerçek anlamında, yakıldı, yıkıldı, talan edildi. Kiliseler, manastırlar yakılıp yıkılırken, bunların kütüphanelerindeki binlerce, tarihi el yazması belge de imha edildi. İmha edilen böylesi tarihi belge ve kitapların sayısı en az 20.000 kadar tahmin edilmektedir. İnsanlık düşmanı soykırımcı zihniyet, insanlığın kültür hazinesini de yok etmekten kaçınmıyordu! Bu yok edişte tarih, kültür ve mimar sanatı değeri olarak ne kadar tarihi değerin ortadan kaldırıldığını tartışmak ise, makalemizin sınırlarını aşar. Kilise ve manastırlara ait Çan’ların “kaderi”ni soranlara verilecek cevap ise, büyük bölümünün, irili ufaklı binlerce Çan’ın, daha Birinci Dünya Savaşı sürecinde, soykırımın ortaklarından Alman emperyalizminin –daha sonra İkinci Dünya Savaşı döneminde Hitler faşizminin en büyük destekleyicilerinden biri olan– Krupp tekeline, Almanya’ya gönderilip eritilerek, top gibi savaş aletlerinin üretimi için kullanılmıştır. Aynı biçimde Ermenilerden gasp edilen bakır kazan, tencere, tava vb. vb. malzeme de silah üretiminde kullanılması için Almanya’ya gönderilmiştir. Osmanlı / Türk devletinin Ermenilerden gasp ettiği ve Almanya’nın Başkenti Berlin’e 1916’da gönderdiği 100 Milyon Altın/ Mark ve daha sonraki dönemde gaspedilip TC’nin üzerinde inşa edildiği temel taşlarına döşenen mal-mülk ise kültürel miras içinde ele bile alınmamaktadır. Ermenilerin kültür mirasına karşı yok etme siyaseti kuşkusuz ki sadece soykırımın yaşandığı dönemde AHTAMAR ÖRNEĞİ… Ahtamar, Akhtamar mı yoksa “Akdamar” mı? Yazılışı konusunda bile hemfikir olunmayan bir konudur bu! Sorun kuşkusuz ki bu adanın Ermenice adının ne olduğunun bilinmemesinde değil. Hayır, sorun, Ermenice tanımının Türkleştirilip, “Akdamar” haline dönüştürülmesidir. İsimlendirmenin kendisi bile “öteki” kültürü yok sayma zihniyetinin belgesi olmaktadır. Bunu farketmek için insanın ciddi bir empatiye sahip olması gerekiyor… Bu tanımlamaya işaret ettikten sonra, bir kilisenin “Anıt Müze” haline getirilirken öne çıkan kimi noktalara işaret ederek, soykırımcı zihniyetin varlığını koruduğuna dikkat çekelim. Surp Haç Kilisesi, Ermenilerin dini inanç ve tarih- 15 ✌ halkların kardeşliği için leri, geçmişi bağlamında önemli kiliseler arasındadır. 915-921 yıllarında inşa edilmiş ve 1915 yılına kadar dini açıdan (Patrikkadetrali olma açısından da) Ermeniler için söz sahibi olmuştur. 1915’te talan edilip papazlarının katledilmesinden 19 Eylül 2010 tarihine kadar hiç bir dini ayin yapılamamıştır. O bölgede ayin yapabilecek Ermeni, hristiyan insan da bırakılmamıştır… Ahtamar adası yıllarca bir nevi sıkıyönetimin uygulandığı, esasta devletin kolluk güçlerinin, yetkililerin kontrolüne alındığı bir alan olmuştur. Turizm sektörünün adaya meraklı turistleri keşfetmesine bağlı olarak, adaya gidiş-gelişlere izin verilmeye başlanmış ve sonuçta AB’ye üyelik müzakereler sürecindeki tartışmalar da işe karışınca, Türk Hükümeti 2005 yılında Surp Haç Kilisesi’ni restore etme kararı almış ve 2006 yılı sonlarına doğru restore işi bitirilmişti. İlk önce 4 Kasım 2006 tarihi açılış tarihi olarak belirlense de, bu tarih dört kere değişikliğe timizi göstermek için senede bir ayin yapmanıza izin veriyoruz. Bu iyiliğimizin değerini iyi bilin ve millet-i sadıka kurallarına uymayı unutmayın!” diyordu! Kültür Bakanlığı özel bir kararla böylesi bir “jest”te bulunurken Van Valisi de bir genelgeyle 19 Eylül 2010 tarihinde yapılacak ayin için Van’a gidecek olan turistleri nasıl yolacağının planlarını yapıyordu. Bu ise “Türklerin misafirperverlik” tavrı olarak kitlelere yutturuluyor. Örneğin kamu misafirhanelerinde gecelik ücretler 70, 90 115, 140 ABD doları olarak belirlendi. Şehir turu kişi başı 30 ABD dolarıydı. Adaya transfer ücretleri de ayrıca alındı. Sezarın hakkı sezara! Devlet yetkililerinin çıkar hesaplarının çok çeşitliliğinin yanısıra, Van Times gazetesi öncülüğünde Van’lıların Ermenileri misafir etme kampanyası için kendi evlerini –haberlere göre iki bin kişi başvurmuştu– açmaları; Van Times Genel Yayın Yönetmeni Münir Karaloğlu’nun “Van’da hemen he- Ermeni Kilisesi için en önemli dini merkezlerden biri olan bu kilisede yapılacak ibadetin ‘ziyaretçi sirkülasyonuna engel teşkil etmeyecek bir bölümde’, ‘sınırlı sayıda ziyaretçinin katılımıyla’, ‘yılda bir kez’ gibi koşullara bağlanması, hangi inanç özgürlüğüne, hangi vicdan hürriyetine sığar? Peki, ibadetin ‘günü, saati ve süresinin valilikçe belirlenmesi’ ne anlama geliyor? Valilik o gün, kiliseye kimin girip kimin giremeyeceğine de karar verecek mi? Ayrıca, ‘dini içerikli etkinlik’ ne demektir? Ermeni kilisesinde ‘dini içerikli etkinlik’ler değil, yüzyıllardır uygulanan dini ‘ayinler’ (badarak) var. Devletin bunu ‘dini içerikli etkinlik’ olarak görmek istemesinin altında hangi zihniyet yatıyor? 16 maruz kaldıktan sonra 29 Mart 2007 tarihinde açılışı yapıldı. Açılışı yapılan Surp Haç Kilisesi değil, “Akdamar Anıt Müzesi” idi! Restore edildiğinden dolayı sevinen Ermeniler, kilisenin müze olarak açılmasına hiç de sevinmediler. Kilisenin binası kurtarılmıştı ama, kilise esasında ibadethane olmaktan çıkarılmıştı. “Jest” olsun diye de Kültür Bakanlığı özel bir kararla Ermenilere yılda bir kere “Anıt Müze”de dini ayin yapma “izni” veriyordu! Ne büyük bir jest(!?) değil mi? Devlet Ermenilere, “burası bizim malımız –gerçekten de devlet el koymuş durumdadır– ama size iyi niye- men her köyde ya yıkılmış ya kalıntı halinde olsun bir Ermeni kilisesi vardır. Gelecek Ermeniler buraları da görmek isteyecektir. Çekincesi olmayanlar veya buraları iyi tanıyanlar daha uzun süre kalmak için gelmek isteyecektir.” (Bianet, 9 Temmuz 2010) demesi, Ermeni kökenli insanlara, acaba Türkiye’de iyi şeyler de mi oluyor sorusunu sordurup halklar arasındaki mesafenin azalmasına hizmet ediyordu… Halkların kardeşliğine hizmet edecek tavırlar ne yazık ki hâlâ çok nadirdir. Böylesi ortamlarda evlerini Ermeni misafirlere açmak devletin “yol haritalarından” çok daha önemlidir. Ermeni Kilisesi için en önemli dini merkezlerden biri olan bu kilisede yapılacak ibadetin ‘ziyaretçi sirkülasyonuna engel teşkil etmeyecek bir bölümde’, ‘sınırlı sayıda ziyaretçinin katılımıyla’, ‘yılda bir kez’ gibi koşullara bağlanması, hangi inanç özgürlüğüne, hangi vicdan hürriyetine sığar? Peki, ibadetin ‘günü, saati ve süresinin valilikçe belirlenmesi’ ne anlama geliyor? Valilik o gün, kiliseye kimin girip kimin giremeyeceğine de karar verecek mi? Ayrıca, ‘dini içerikli etkinlik’ ne demektir? Ermeni kilisesinde ‘dini içerikli etkinlik’ler değil, yüzyıllardır uygulanan dini ‘ayinler’ (badarak) var. Devletin bunu ‘dini içerikli etkinlik’ olarak görmek istemesinin altında hangi zihniyet yatıyor? Kültür Bakanı Günay, kilisede neden ‘bir’ gün ibadet yapılabileceğini nasıl açıklıyor? Ya geriye kalan 364 gün ne olacak? Yoksa hükümet, Ermeni meselesinde başı sıkıştığı her seferde kiliseyi ‘bir gün daha’ mı ibadete açacak? (…) Ermeni meselesi, tarihle yüzleşmeden, 1915’te yaşananlarla hakkıyla hesaplaşmadan, verilmesi gereken hesapları vermeden, sadece diplomatik adımlarla ve Türkiye’nin uluslararası ilişkilerdeki gücüne güvenerek, velhasıl kurnazlıkla çözülemez. Kurnazlıkla çözmeye kalktığınızda, işte Ahtamar’daki kilise örneğinde olduğu gibi, mülkiyeti devlete ait, tepesinde haçı olmayan, adını ‘müze’ye çevirdiğiniz ve yılda sadece bir gün ‘dini içerikli etkinlik’ düzenlenmesine ‘izin’ verdiğiniz bir garabetle karşı karşıya kalırız. Bu garabet ve benzeri garabetler, 1915’te katledilmiş ve dünyanın dört bir yanına dağılmak zorunda bırakılmış Ermeni halkının acılarını her gün daha da derinleştirmekten, onlarda kendileriyle dalga geçildiği hissi uyandırmaktan ve var olan öfkeyi artırmaktan başka bir işe yaramıyor. Türkiye’nin Ermeni meselesinde, böyle kurnazca ‘jestlere, açılımlara, iyi niyetli adımlara’ değil, büyük bir zihniyet dönüşümüne ihtiyacı var.” (Bianet, 26 Mart 2010) Rober Koptaş’ın bu noktada söylediklerine eklenecek bir şey yok. Dergimizin bu sayısının Mart-Nisan sayısı olduğunun bilinciyle, daha şimdiden, 96. yıldönümünde de soykırımı ve soykırımcıları lanetlediğimizi, tarihi gerçekleri unutmayıp unutturmayacağımızı bir kez daha ilan ediyoruz. 2 Mart 2011 ✓ ✌ halkların kardeşliği için 19 Eylül 2010 tarihinde sözkonusu “izin”li ayin gerçekleştirildi. “Anıt Müze”de protokol olarak 50 kişi yer alırken 5000 kadar insan, adaya giderken kimlik kontrolünden geçerek ve 50 sivil 500 de resmi polisin kontrolü altında, kilisenin meydanında kurulan iki ekranda ayini izledi, ayine katıldı. Ayine katılımın Türkiye dışındaki Ermeni dini kurumları tarafından boykot edilmesi ise, kiliseye takılacağı sözü verilen ve 2007 yılında Patrik Mesrob II tarafından yaptırılıp adaya gönderilen Haç’ın takılmamış olmasıydı. Kiliseyi “Müze”ye dönüştürenler bir türlü Haç’ın takılmasını engellemeye çalışıyor, “zaman yetmedi” biçiminde tutarsız açıklamalara sığınıyorlardı. Tartışmalar Türk devletinin daha da teşhir olmasına hizmet ettiğinden, bu talep Ekim 2010 başında yerine getirildi. 2 Metre yükseklikte 110 kilo ağırlığında olduğu söylenen Haç, kilisenin üzerine yerleştirildi. Sonuçta, yok edilen kültürün içinde Surp Haç Kilisesi’nin en azından bina olarak restore edilip kurtarılması, soykırım “kültürü”nün sürmediğine yönelik değerlendirmelere de hizmet etmektedir. Soruna bütünlük içinde bakılmadığında, “daha ne istiyorsunuz, kiliseniz restore edildi, bu bizim iyi niyetimizi ve tarihimizde hiç bir millete husumetimizin olmadığını gösteriyor” vb. açıklamalara kanmak mümkündür. Ama tarihi olgular, gerçekler böylesi sahtekârlıklarla ortadan kalkmıyor. Sorunu Ermenilerin gözüyle, yaklaşımıyla biraz da olsa anlayabilmek, empati sahibi olabilmek için, Rober Koptaş’ın Bianet’te 26 Mart 2010 tarihindeki “AKP’nin ‘Ahtamar Açılımı’: Bize Samimiyet Gerek, Riyakârlık Değil” başlıklı yazısından bir bölümünü buraya aktarıyoruz. “Ermenilere ait olan, yüzyıllar boyunca da öyle olmuş bir kilisenin ibadete açılması neden ‘inanç turizmi’ kapsamında değerlendiriliyor? Acaba devlet bize, 1915 ve sonrasında Türkiye’den kovulmuş Ermenilerin torunlarının ancak ‘turist’ olarak mı bu ülkeye dönebileceklerini söylüyor? Devlet eğer gerçekten iyi niyetliyse, 2007’de restore edilen Ahtamar Surp Haç kilisesini neden aslına uygun olarak, yani kilise olarak değil de, müze olarak açtı? Kilisenin mülkiyeti neden Ermeni Patrikliği’ne iade edilmedi? Asıl adı ‘Surp Haç Kilisesi’ olan yapının adı neden ‘Akdamar Anıt Müzesi’ olarak geçiyor? Dahası, Ermeniler ve tüm yöre halkı adayı ve kimi zaman da kiliseyi ‘Ahtamar’ olarak andığı halde, devlet neden ısrarla ‘Akdamar’ demeyi sürdürüyor? 17 ✌ halkların kardeşliği için Avusturya’da Türkiye’nin ve Türklerin(1) Temsil Edilmesi (Komak/ML’in yayın organı Proletarische Rundschau Dergisi’nin Şubat 2011, 36. Sayısından çevrilmiştir.) Türkiye gücüne göre dünya ekonomileri arasında 15.sırada; yirmi yedi AB-üyesi devletler arasında altıncı -yedinci sırada görülmektedir. Büyüme ile ilgili olarak şu anda tahmin edilen yıllık oran yüzde 6,7 ile OECD-ülkeleri arasında birinci sırada bulunmaktadır. Türkiye’de genel olarak saptanan tavan yapan yükseliş ile ilgili soğukkanlı, kuşkulu ve bazı taraflarca uyarıcı görüşler olmasına karşın, bu durum oysa son yıllarda güçlü yabancı yatırımcıları kendisine çekmektedir. Çok dengesiz bir gelir dağılımı (“zengin batı – yoksul doğu” ve sanayi, tarım ve el işlerinde çalışan işçilerin ağırlıklı kesimi hâlâ “asgari ücret” almakta), Türk kapitalist gelişmesine 1980’li yıllardan beri eşlik etmekte olsa da, her şeyden önce sadece ülkenin batı, kentsel bölgelerinde (lakin Türk nüfusunun yaklaşık üçte ikisinin de yerleşik olduğu), mutlak rakamlarla ölçülü, daha genişçe, tüketime hazır ve yetenekli bir “orta tabaka” çıkmıştır. H er kim İsrail’in Filistin-politikası karşıtı ise, o bir anti-semittir, İsrail yanlısı numarayı biliyoruz. ÖVP (Avusturya Halk Partisi – Hırıstiyan demokrat yönde Avusturya’daki koalisyon hükümetinin küçük ortağı - ÇN) Avusturya’daki Türk Büyükelçi Kadri Ecved Tezcan’a karşı şimdi bu işaretli kartı oynuyor. Somut olarak Claudia Bandion-Ortner (Adalet Bakanı – ÇN), Beatrix Karl (Bilim Bakanı – ÇN), ve zaten ne beklenirdi ki, kaçınılmaz olarak Maria Fekter (İçişleri Bakanı – ÇN) elçiyi kadın düşmanlığıyla itham ettiler. Bay Tezcan meşhur olan röportajında ÖVP’ni liberal olarak yanlış anladı ve bu nedenle Maria Fekter’i yanlış partide gördü. O, Bayan federal bakan Fekter’in savunduğu şeyin hiçbir liberal, fikirsel tutuma uymadığını savundu. Bu ise Avusturya’da bir sır değildir ve halkın geniş kesimlerinin yaygın kabul etmesine karşın bu ülkede bu kadına ve siyasetine karşı haklı bir dizi reddetme de vardır. Ama bu, özellikle ve Bayan Dr. Maria Fekter gibi kadınlar olduğu sürece kadın düşmanlığı değildir. Aksi halde erkek kadın cinsine karşı haklı olarak kuşkulu olurdu. Bay Tezcan söz edilen söyleşide Bayan Fekter ile _________________________ (1) Aşağıda doğru olmayan bir şekilde ve giderek yeniden “Türk nüfusu” veya “community = cemaat/topluluk”, “Türk 18 göçmen kökenli” insanlar, “Türk kökenli emekçiler” veya düpedüz “Türkler” den söz edildiğinde daha en başından Türkiye’nin ulus devleti çabası içinde ulusal azınlıklar ve onların ulusal çıkarlarını cömertçe görmemezlikten geldiğini Avrupalı okurun bilincine çıkarmak istiyoruz. Türkiye’de Türklerin yanında – birçokları tarafından bilindiği gibi – Kürtler, Arap kökenli insanlar, son yüzyılda bir soykırımın kurbanı olan Ermeni nüfustan geri kalanlar da, vd. yaşamaktadır. Yani bu makalede ifade edilen, Avusturya’da alışıla geldiği üzere, “Türkler” kavramı sorunludur. Diğer taraftan Almancada göç tartışması çerçevesinde birçok kavramlarla birlikte bu kısaltılmış gündelik beylik laf ortaya çıktı. O halde okuyucu, “Türkçe”, “Türk” vs. gibi kavramların ulusal aidiyet anlamında veya ama buna zıt vatandaşlık aidiyeti anlamında ne kadar uygun olup olmadığı konusunda kafa yormalıdır. İkinci veya üçüncü kuşak denilenlerle ilgili olarak bu kavramlar gerçekte bütünüyle yakışıksız ve yersizdir. lar Türk politikasıyla kendilerini AB-siyasetçilerinin popülist ve yabancı düşmanı entrikalarından daha iyi temsil edildiklerini hissetmektedirler. Türk başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın talep ettiği gibi, örneğin, bayan eğitim bakanı Claudia Schmied’in yersizce, sorulmadan verdiği cevapta, Avusturya’da derste Almanca’nın ilk dil olarak kalacağı gibi değil, Türkçe dilinde ders istemektedirler. Türkiye doğal olarak bizzat, AB-konserinde, ister üye olarak alınsın, isterse gevşek ortak olarak, her halükârda ağırlıklı söz hakkına sahip olmayı berrak ve açıkça öne çıkarmakta da bir çıkarı vardır. Türkiye hiç de kendisini örneğin Yunanistan gibi ABsiyaseti tarafından ezdirip geçiştirmeyecektir. Sadece Türkiye’nin son dönemde ekonomik olarak güçlendiğinden, örneğin 2008 krizinden diğer ekonomilerden daha az etkilendiğinden değil, aynı zamanda AB için ekonomik ve stratejik olarak gittikçe daha önemli olduğundan. Hatta ABD-politikasının kesimleri Türk - AB-Entegrasyon sürecinin tıkanmamasını ümit etmektedirler. Türk sermayesinin entegrasyon sürecinin başarısızlığa uğraması halinde batılı askeripolitik alanından kendisini koparması az bir ihtimal olsa da, ama batılı müttefikler AB ve ABD derdi Türk hükümetinin hareket ve pazarlık oyun alanı hakkında kesinlikle büyüyecektir. Türkiye gücüne göre dünya ekonomileri arasında 15.sırada; yirmi yedi AB-üyesi devletler arasında altıncı -yedinci sırada görülmektedir. Büyüme ile ilgili olarak şuanda tahmin edilen yıllık oran yüzde 6,7 ile OECD-ülkeleri arasında birinci sırada bulunmaktadır. Türkiye’de genel olarak saptanan tavan yapan yükseliş ile ilgili soğukkanlı, kuşkulu ve bazı taraflarca uyarıcı görüşler olmasına karşın, bu durum oysa son yıllarda güçlü yabancı yatırımcıları kendisine çekmektedir. Çok dengesiz bir gelir dağılımı (“zengin batı – yoksul doğu” ve sanayi, tarım ve el işlerinde çalışan işçilerin ağırlıklı kesimi hâlâ “asgari ücret” almakta), Türk kapitalist gelişmesine 1980’li yıllardan beri eşlik etmekte olsa da, her şeyden önce sadece ülkenin batı, kentsel bölgelerinde (lakin Türk nüfusunun yaklaşık üçte ikisinin de yerleşik olduğu), mutlak rakamlarla ölçülü, daha genişçe, tüketime hazır ve yetenekli bir “orta tabaka” çıkmıştır. Dahası Türkiye’de yetmiş beş milyondan fazla nüfusun ortalama yaşı yaklaşık yirmi sekiz/yirmi dokuz yaşındadır. Nüfusun yaklaşık yüzde 65 i otuz beş yaşın altındadır. Böylesi olgular ve veriler Türkiye’ye fazlalaşmış dolaysız yatırımları beraberinde getirmektedir. ✌ halkların kardeşliği için ÖVP’ne hakaret etmekle kalmadı. SPÖ (Avusturya Sosyal demokrat Partisi – ÇN) hakkında şunları söyledi: “Bu ülkedeki gibi bir soysal demokrat partiyi ben hiç görmedim. Normal olarak sosyal demokratlar, kökenleri ne olursa olsun insanların haklarını savunurlar. Burada sosyal demokratların bana ne dediklerini biliyor musunuz? ‘Biz buna ilişkin bir şeyler söylersek, Strache (Avusturya’da parlamentoda temsil edilen faşist partinin başkanı – ÇN) daha fazla oy alır.’ Bu, inanılır gibi değil.” Bay Tezcan’ın sosyal demokrasi hakkındaki yüksek görüşü de doğal olarak genelde inanılmazdır; yani bu görüş sınıfta kalır. Oysa Avusturya sosyal demokrasisinin sözde iyi insan dayanışmacı topluluğuna karşı seçim propagandasını - “Haider/Strache’yi engelleyelim!” – hatırlayan, “stratejik” seçimden yana sözlü propagandayı da anımsayan herkes, Tezcan’ın izlenimini abesden başka her şey olarak bulacaktır. Bu nedenle SPÖ-parlamento grubu başkanı Josef Cap Türk elçisinin eleştirisel sözlerini Avusturyalıların “ toptan mahkûm edilişi” olarak göstermeye çalıştı. Avusturya federal şansölyesi (başbakanı) söyleşi hakkında “infiali”ni belirtti ve başbakan yardımcısı Josef Pröll, bir diplomatın misafir olduğu ülkenin iç politikası hakkında görüş belirtmesini “ kesinlikle yerinde olmayan ve kabul edilemez” olduğunu homurdandı. Avusturya dışişleri bakanı Spindelegger “kırmız telefon”a sarıldı ve Türk dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu’ndan kendisinin elçi ile söyleşiyi okurken gözden kaçırdığı, yani elçinin kendi kişisel fikrini ifade ettiğini, bunu onaylattırdı ve bu şekilde Türk hükümeti Avusturya hükümetine nota vermedi. Buraya kadar durum böyle. Buna rağmen bu olay – ifade özgürlüğü Avusturya’da sadece sınırlı geçerlidir – medyayı meşgul etmeyi sürdürüyor. Bu söyleşi ile Türk elçisinin kişisel veya siyasi bir hesabının da olup olmadığı sorusu birçok kez yöneltilmektedir. Ankete göre Türklerin yüzde 80 i elçiyi desteklemektedirler. Tezcan, bu söyleşiyle ve dikkatleri tam da böylece bunun üstüne çeken Avusturya basınının protestolarıyla Türkiye’de, kısa bir süre için olsa da, kahraman oldu. Avrupa’da Türk göç kökenli insanlar kendilerinin düşünceleri doğrultusunda aldırışsızca ele alınmaya çalışılırken, Türk siyaseti özellikle AB-Entegrasyon süreci bağlamında bu gruptaki insanlarla doğal olarak güçlü bir şekilde ilgilenmektedir. Tabii ki bununla Türk politikası bu tartışmada kendi lehine güçlü bir koz daha sağlamaktadır. Ve Türk göç kökenli insan- 19 ✌ halkların kardeşliği için 20 Türkiye AB’nin en önemli ticaret partnerlerinden biri haline geldi ve AB’nin en önemli ithalat pazarları içinde yedinci ve en önemli ihracat pazarları içinde beşinci sırada bulunmaktadır. (Sanayi sektörü ve hizmetler yanında Türk tarım pazarı da Avrupa için küçümsenmeyecek bir rol oynamaktadır.) AB, Türkiye’deki yabancı yatırımlarının en büyük kaynağıdır. 2008 yılında Türkiye’deki dolaysız yabancı yatırımların yüzde 75 i ve 2009 yılının ilk beş ayında hatta yüzde 88 i AB-üyesi devletlerden gelmiştir. Bu bağlamda Türkiye’nin en önemli ekonomik partneri Almanya’dır. (Alman şirketlerin ve Alman sermaye katılımlı Türk şirketlerin sayısı artan eğilimle 3100 ün üzerindedir.) Diğer yandan Türkiye’de henüz arayı kapatması gereken Avusturya şirketleri şimdi daha güçlüce ortaklıklara ilgi duymakta ve orada da daha şimdiden temel attılar. Türkiye’deki yabancı yatırımcılar arasında Avusturya zaten ilk on arasında yerini almıştı. “Avusturya”, 2001 – 2008 yılları arasında Türkiye’ye toplam 2,04 milyar dolar yatırdı ve bununla Almanya ve Lüksemburg’un arkasından ve Rusya, İspanya ve İtalya’nın önünde onuncu sırada bulundu. (Avusturya, 2007 yılında 369 milyon Avro ile Türkiye’deki en büyük yabancı yatırımcılar arasında dokuzuncu sırayı aldı. 2002 – 2007 yılları arasında Avusturya sekizinci sıraya çıktı.) Avusturya’nın Türkiye’deki dolaysız yatırımları 2002 den buyana yüzde 500 büyüdü. Daha Şubat 2008 yılında ekonomi gazetesi “Wirtschaftsblatt”, “ ‘cüce’nin daha fazlasına iştahı var.” diye yazdı. Avusturya 2009 yılında 682 milyon dolar (yaklaşık 555 milyon Avro) ile yabancı yatırımcı ülkeler arasındaki sıralamada Hollanda’nın arkasından 2. sırada bulundu. Örneğin bugün Avusturya enerji holdingi OMV, Petrol Ofisi’nin yüzde 54 hisseleri satın alarak bu şirketin hisselerinin yüzde 96 nı elinde bulundurmaktadır. Nabucco gaz boru hattı projesi ve belki de diğer yerlerde proje edilen kaynakların sömürülmesi dikkate alındığında Türkiye OMV için yurtdışı angajmanın en önemlilerinden biri, belki de en önemlisi olacaktır. OMV ile birlikte, Verbund, Red Bull ve Mayr Melnhof adlı Avusturya şirketleri Türkiye’de güçlü bir şekilde angajedirler. Avusturya ile Türkiye arasındaki ticaret ilişkileri yıllardan beri çok iyidir. Avusturya esas olarak makine (diğerlerinin yanında baraj donanımları), kağıt ürünleri, tıbbi ve ilaç ürünleri, tekstiller ve iplikler, demir-çelik ve metal ürünleri ve tam teşekküllü fabrika tesisleri ihraç etmektedir. Örneğin su barajları inşası gibi özel branşlarda Avusturya daha şimdiden Türkiye’de mutlak en iyi oyunculardan sayılmaktadır. İthalatın yaklaşık yarısını giyim, giyim yan sektörü ve tekstiller oluşturmaktadır. Avusturya Ekonomi Odası’nın başkan yardımcısı, Petrol Sanayi Branş Birliği’nin başkanı, Federal Hükümetin Sermaye Piyasası Görevlisi ve OMV’nın danışmanı Richard Schenz, coşkulu bir şekilde şunları söylüyor: “Ama bu, pazarın potensiyaline ve büyüklüğüne uygun değildir.” Schenz, gelecekte de Avusturya ile Türkiye arasında, özellikle alt yapı-, enerji-, otomotiv-yan sektörü ve turizm alanında sürüm-, işbirliği ve yatırım olanakları görmektedir. (2010 yılının birinci yarısında Avusturya’nın Türkiye’ye ihracatı 2009 un birinci yarısına kıyasla yüzde 33 den fazla bir artış kaydetti.) Türk siyaseti, yabancı sermaye için olağanüstü liberal, bürokratik olmayan yasama aracılığıyla bu kapitalist özendirmeleri güçlendirdi. Tersinden “Avusturya ekonomik yaşamında … Türk kökenli kişiler gittikçe daha önemlice roller” oynamaktadır da, diye “Wirtschaftsblatt” haber vermektedir. “Cem Kinay (Magic Life) veya Attila Doğudan (DO&Co) gibi en tanınmış şirket sahiplerinin yanında her şeyden önce artık Avusturya ekonomik yaşamından çıkarılamayacak daha küçükçe işletmeler kitlesidir. WKÖ (Avusturya Ekonomi Odası - ÇN) ne göre şu anda Türk kökenli sahipli yaklaşık 3000 işletme vardır. Bu firmalar yaklaşık 6000 kişi çalıştırmakta ve 300 milyon Avroluk bir ciroya ulaşmaktadırlar.” Avusturya kamuoyunun sözde halk temsilcilerinin “Presse” gazetesindeki Avusturya T.C. elçisiyle yaptığı söyleşi sonrasında sundukları sahte ahlâk ile süslenmiş isterik pozunu ekonomi hiç takmamaktadır. Tersine; Avusturya burjuvazisi, daha iyice ikili ilişkiler ve kendisinin asıl ekonomik olanaklarının çıkarı doğrultusunda, hatta elçiyi orda burda gizli-kapaklı onaylamak zorundadır. ✌ halkların kardeşliği için Artan bir şekilde emperyalist, büyük güç şovenisti AB içinde öyle veya böyle bir tarzda Türkiye’nin entegrasyonu olmaksızın bir çıkış yoktur. Türkiye, Balkanlar – Orta Doğu – Kafkaslar “kriz üçgeni”nin tam ortasında bulunmaktadır. Dahası Türkiye, Hazar Denizi komşuluğunda batılıların enerji çıkarlarının güvence altına alınmasında belirleyici bir rol oynamaktadır. Diğer taraftan artakalan su kaynaklarına sahip Türkiye’nin olağanüstü büyük, hem de çok güncel stratejik önemi vardır. Böylece Avrupa ve Amerikan politikası için jeopolitik olarak adeta dayanak noktasıdır. Oysa Türkiye’nin batı ittifakına, epeyi ihtimalen AB’ne de ilerleyen entegrasyonu ile “Türk topluluğu”nun AB-ülkelerine ve Avusturya’ya entegrasyonu görevi de gündeme gelmektedir. Bu, ekonominin – rekabet nedenleriyle de ve - bilindiği üzere rekabet kapitalist gelişmenin motorudur – fırsat eşitliğini sağlamak zorunda kalacak anlamına gelir(2) AB içindeki Türk kökenli emekçiler, kendilerinin Türkiye’de Türk politikasıyla karşılaşabileceklerinden çok daha iyi bir temsil edilmeyi Türk diplomatlarından bulamayacaklardır. Bunu Avusturya’daki bir ekonomik fuara katılan bir Türk stand sahibi ORF(Avusturya resmi radyo ve TV’si – ÇN) vasıtasıyla Avusturya halkından şunu talep ederken çok iyi bir şekilde ifade etti: “ İşte bu nedenle siz, Viyana, Brunnenmarkt’a (Türkiyeli küçük esnafın tezgâh açtığı açık pazar – ÇN) değil, Türkiye’ye gelmelisiniz.” (Avusturya’daki Türkler arasındaki resmi işsizlik oranı yüzde 20 tutmaktadır; Türkiye’de 2008 yılında resmi işsizlik oranı yüzde 9,6 dır; ne var ki, bu istatistikte sadece kendisini iş arayan olarak kaydedenler ve işsizlik yardımı alanlar dikkate alınmıştır. Gerçekte ise Türkiye’de çalışabilen her beş kişiden biri işsizdir.) Oysa Avusturya ekonomisi Türkiye’den azami kârlar sağlamak istediği sürece Avusturya siyaseti er veya geç “vatan cephesi”nde de müdahale etmek zorundadır. Bunu şimdiye kadar popülizm engelledi _________________ (2) Fırsat eşitliği doğal olarak büyük oranda sadece bir slogandır ve bu nedenle mutlak olarak asla yerine getirilmemiştir (Kapitalist sistemdeki kadınların fırsat eşitliği ile karşılaştırınız). Türklerin ve AB içinde Türk kökenli denenlerin kaderi Türkiye ile AB arasındaki birbirleriyle geçimliliğin çeşitli tarzına da sürekli olarak bağımlıdır. Ama sadece bir dereceye kadar ve belki de Türkiye’nin ne kadar güçlü bir şekilde kendisini “modernize” ettiği oranda ve batı veya AB ittifakı içerisinde hangi oranda daha eşitçe değerde, hak eşitliğine sahip ortak olduğunda veya “Türk kökenliler” Türk siyaseti için de paryalar haline gelecekler. Yani bu konuda aslında uluslar arası alanda ulusal kökenden daha fazla sınıfsal köken belirleyici olmaktadır. 21 ✌ halkların kardeşliği için veya popülizm vasıtasıyla işçi sınıfının bölünmesinde yani sınıf mücadelesinde zaferler, kazanabildi. Bu ise Türkiye’ye ve “Türk topluluğa” na karşı ırkçılığı ve şüpheciliği ve görmemezlikten gelmeyi güçlü bir şekilde teşvik etti. Ne var ki, Avusturyalıların Türkler karşısındaki güçlü olumsuz tutumu Avusturya’nın kapitalist gelişmesi için bir ayak bağı ve dahası tüm batı dünyası için jeopolitik bir risk olabilir. Bu geçerli olduğu sürece, Avusturya siyaseti gelecekte tüm medyanın yaygarasına rağmen daha güçlü bir şekilde Türk çıkarlarını da kendi hesaplarının içine katmak zorunda olacaktır. (3) propaganda eşliğinde onların ırkçı özelliğini oluşturmaktadır. Diğer taraftan: Şimdi AB-üyeliğinden hiç de haz etmeyen Avusturyalılar, ama diğer yandan üyelikten çıkıştan ve onun ekonomik sonuçlarından ve yaptırımlarından büsbütün korkmakta; tersine bir mantıkla, bundan sonra başka ülke/ülkelerin artık içeriye alınmaması için AB’ni sadece kendilerinin hakkı olarak görmektedirler. Yani bu durumda “bizzat kendilerine yeterli olan ” Avusturyalıların AB için ideal resmi şöyle olurdu: Bizzat Avusturya AB’dir. BU KİTABI MUTLAKA OKUYUN! 22 (3) Son grafik Türkiye’nin AB’ne alınmasının çeşitli ulusal toplulukların kabul edişlerini göstermektedir. Şuanda Avusturya en altta, en son sırada (Kıbrıs’ın bile arkasında!) yer almaktadır; yani Avusturya halkı Türkiye’nin AB’ne alınmasını çoğunlukla istememektedir. Bu büyük oranda batının anti-İslamizminden ve ırkçılıktan kaynaklanabilir. Oysa kesinlikle de Avusturya kamuoyu oluşmasına belirli bir oranda izdüşümü, psikolojik değil, ama “siyasi” bir izdüşümü işin içine karışmaktadır. Bilindiği gibi Avusturyalılar o zamanlar kendilerinin AB’ne alınmasında kendi politikacılarının kamuoyu oluşturması tarafından gafil avlandılar ve halkın üyeliğe alınmayı kabul etmesi manipüle edilmiş üçte ikilik rekor bir sayıya ulaştı. Ama halkın coşkusu üye olunduktan sonra hızlı bir şekilde düştü ve o zamandan beri Avusturya’da AB hakkında yüksek oranda kuşku yaygınlaşmaktadır. Bu AB-kuşkusu esas olarak sağ partiler tarafından popülist bir tarzda seçmen oyu avlamada kullanılmakta olup, Avusturyalıların AB-kuşkusu yabancı düşmanı sağ-popülist Haydi! Mücadelemizi daha da ileriye taşımaya! 8 Mart, Dünya Emekçi Kadınlarının Uluslararası Dayanışma ve Mücadele gününü karşıladığımız şu günlerde, geriye dönüp bir yıllık sürece baktığımızda şiddetin, taciz ve tecavüzlerin, ayrımcılığın hız kesmeden devam ettiğini görebiliriz. 2010 yılında da kadınlar yaşadığı şiddete dayanamayıp ayrılmak istediği için, erkeğin sevgisine karşılık vermediği için ya da “namus” için katledildi. Kamuoyuna yansıyan rakamlara göre 2010 yılında 250 kadın çeşitli gerekçelerle öldürüldü. Yüzlercesi taciz ve tecavüze uğradı.Her gün 3 kadın çevresindeki erkekler tarafından öldürülüyor. Bu şiddet ortamından kurtulmak için polise ya da savcılığa başvuran kadınlar eve geri gönderildi. Devlet bu kadınları korumak yerine göz göre göre ölüme gönderirken, kadınları katledenleri,aAzz tecavüz edenleri de ödül gibi cezalarla mükafatlandırdı. Kadınlar, can güvenliklerinin sağlanması için başvurdukları polisten, savcılıktan değil sadece, hatta bin bir güçlükle sığınabildikleri kadın sığınma evlerinden bile şiddet ortamına geri gönderildiklerinin örneklerini yaşadık. Bütün bunlar yaşanırken AKP’li kimi kadın milletvekilleri tecavüze karşı çareyi, tecavüzcüyü hadım etmekte buldular. Birkaç defa tecavüz etmiş erkeklere zorunlu ilaç tedavisi uygulanarak testosteron seviyesi düşürülecek böylelikle taciz ve tecavüzün önüne geçilmiş olacak. Üniversite hocasının bile ‘dekolte giyen kadın tecavüzü hak eder’ türünden açıklamalarına bakarsak kadına yönelik taciz ve tecavüz, öyle ilaçlarla falan hal olacak bir mesele gibi durmuyor pek… Kadına yönelik cinsel saldırı, tedavi edilmesi gereken münferit bir yeni kadın dünyası Emekçi Kadınlar! Katliama, Şiddete, Örgütsüzlüğe Karşı 23 yeni kadın dünyası olay yada bir hastalık değildir. Kadını cinsel bir obje olarak gören ve bunu her fırsatta gösteren bu erkek egemen sistemin kendisidir hastalık olan. Kusura bakmayın ama bizim bu tür aldatmacalara karnımız tok! Kadına yönelik şiddete karşı doğru dürüst önlem almak şöyle dursun adeta cesaretlendirmek, bu konudaki ikiyüzlülüğü daha net bir şekilde ortaya koyuyor. Aslında evet, tecavüzü ortadan kaldıracak bir ilaç var. O ilaç da erkek egemen sistemi tüm kurumlar ile birlikte yerle bir etmek! 2010 yılında kadınlar sadece şiddet görmedi. Kadınların sendikalaşması ve örgütlenmesi konusunda da değişen bir şey olmadı. Genel olarak zaten oldukça düşük olan sendikalılık oranı kadınlar sözkonusu olunca hepten dibe vuruyor. Kadınların sendikalılık oranlarının düşük olmasına paralel olarak sendika yönetimlerinde de kadınlar yok denecek kadar az sayıda temsil ediliyorlar. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının 2008 verilerine göre işçi sendikaları açından 28 işkolunda örgütlü bulunan 94 sendikanın genel başkanlarından yalnızca 7’si kadın. Sendikaların 493 kişilik merkez bulunan toplam 64 sendikanın 58’inin başkanı erkek, sadece 6’sı kadındır. Bu tabloya rağmen, önemli oranda erkek egemen anlayışlara sahip olan sendikaların daha fazla kadını sendikalara çekmek ve yönetimlerde yer vermek konusunda ne kadar isteksiz davrandıklarını biliyoruz. Bütün bunlar yetmezmiş gibi egemenler şimdi bir de işçi sınıfına saldırı yasası olan torba yasayı meclisten geçirdiler. Bu yasada işçi ve emekçi kadınları da ciddi anlamda olumsuz etkileyebilecek düzenlemeler yer alıyor. Zaten kötü olan çalışma koşulları daha da kötüleştiriliyor, güvencesiz çalıştırma teşvik ediliyor, esnekleştirme adı altında kadınlar dört duvar arasına gönderilerek daha fazla sömürüye maruz bırakılıyor. İşçi ve Emekçi Kadınlar! 2011 yılının 8 Mart’ında da sorunlarımız çığ gibi büyümeye devam ediyor. Fakat bu sorunları azaltacak ve yok edecek olan da bizlerden başkası değil. Artık kendi sorunlarımıza sahip çıkmanın, mücadele yöntemleri geliştirmenin zamanı çoktan geldi. Çünkü köleler köleliklerini kendi yapar kendi yıkar. Köle kalmak istemiyorsak, o zaman kadına yönelik her Bütün bunlar yaşanırken AKP’li kimi kadın milletvekilleri tecavüze karşı çareyi, tecavüzcüyü hadım etmekte buldular. Birkaç defa tecavüz etmiş erkeklere zorunlu ilaç tedavisi uygulanarak testosteron seviyesi düşürülecek böylelikle taciz ve tecavüzün önüne geçilmiş olacak. 24 yönetim kurulu üyeleri arasındaki kadın sayısı 35. Bu oran olarak % 7’yi ancak bulabiliyor. 282 kişilik denetim kurulu üyeleri arasındaki kadın sayısı 28 ve 333 kişilik disiplin kurulu üyeleri arasındaki kadın sayısı ise sadece 40 kadın. Kamu sendikaları açısından da durum pek farklı değil. Örneğin KESK’e bağlı sendikaların yönetim kurullarının yüzde 17,3’ü, Kamu Sen’e bağlı bulunanların yüzde 4,2’si Memur Sen’e bağlı bulunanların ise yalnızca yüzde 2,5’i kadındır. Kamu sendikaları konfederasyonları arasında 11 hizmet kolunda örgütlü türlü şiddetin, ayrımcılığın, örgütsüzlüğün kaynağı olan erkek egemen anlayışlara karşı, erkek egemen kapitalist sisteme karşı mücadele etmekten başka çaremiz yok. Bu bilinçle tüm emekçi kadınları bu 8 Mart’ta da alanlara çıkmaya, taleplerimizi haykırmaya ve kurtuluşumuz için vereceğimiz mücadeleye sahip çıkmaya çağırıyoruz! Yaşasın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü! Mart 2011 ✓ Miting alanına mor flama ve dövizler hakimdi. Kadınların elleri ile işledikleri, diktikleri pankartlar, döviz ve maketler renkli bir görünüm verdi. Coşkulu geçen mitingde, Kürtçe, Türkçe türkü ve şarkılar eşliğinde halaylar ve horon çekildi. İ stanbul Kadın Platformu, Dünya Emekçi Kadınlar Günü vesilesi ile Kadıköy’de bir yürüyüş ve miting gerçekleştirdi. 5 Mart Cumartesi günü binlerce kadın, Tepe Natilius önünde toplanarak Kadıköy’e yürüdü. Yürüyüşe; Anarşist Kadınlar, Karadeniz’in İsyankar Kadınları, Demokratik Özgür Kadın Hareketi, Feminist Kadın Çevresi, İmece Kadın Dayanışma Derneği, ESP/Sosyalist Kadın Meclisleri, Emekçi Kadınlar Derneği, LÖB, DİSK Kadın Komisyonu, GençSen, Ev İşçileri Sendika Girişimi, KESK’li kadınlar, TMMOB’lu Kadınlar, TTB’li Kadınlar, Uluslararası Af Örgütü’nden Kadınlar, Halkevci Kadınlar, İşçi Cephesi, Köz, Gençlik Muhalefeti, Liseli Genç Umut’tan kadınlar, Üniversiteli Kadın Kolektifi, Tüm İGD’li Kadınlar, EHP’li Kadınlar, EMEP’li Kadınlar, ÖDP’li Kadınlar, EDP’li Kadınlar, SP’li Kadınlar ve SDP’li Kadınlar katıldı. Yürüyüşe katılımın büyük çoğunluğunu, rengarenk giysileriyle DÖKH’den Kürt kadınları oluşturdu. Sarı, kırmızı, yeşil renklerin hakim olduğu DÖKH kortejinde ulusal talepler, barış ve Öcalan vurgusu ön plandaydı. Yürüyüş ve mitingde, kadına yönelik şiddete, kadın cinayetlerine, erkek egemenliğine, cinsiyetçiliğe, kadınların güvencesiz ve ucuz işgücü olarak çalıştırılmasına karşı duyulan tepki dile getirildi. Miting alanında İstanbul Kadın Platformu adına Türkçe ve Kürtçe konuşma yapıldı. Platform adına konuşma: “Cinsiyetçiliğe, ayrımcılığa, erkek egemen iktidara, şiddete ve sömürü düzenine karşı, kadının özgürlüğü ve kurtuluşu için eşitlik ve barış için, doğayla uyum içinde yaşamak için tüm dünya kadınları ile birlikte sesimizi yükseltiyoruz. Yaşasın 8 Mart, Yaşasın kadın dayanışması” ifadeleri ile son buldu. Yapı- yeni kadın dünyası Binlerce kadın 8 Mart’ı kutladı lan konuşmaların ardından Grup Sapho sahne aldı. Miting alanına mor flama ve dövizler hakimdi. Kadınların elleri ile işledikleri, diktikleri pankartlar, döviz ve maketler renkli bir görünüm verdi. Coşkulu geçen mitingde, Kürtçe, Türkçe türkü ve şarkılar eşliğinde halaylar ve horon çekildi. Yeni Dünya İçin Çağrı dergisinden kadınlar yürüyüşe, “İşçi kadınlar erkek egemen sermaye düzenine karşı örgütlenin” pankartı, dövizler ve flamalarla katıldı. “Emekçi kadınlar, katliama, şiddete, örgütsüzlüğe karşı: Örgütlü mücadeleye!” başlıklı 8 Mart bildirisi dağıtıldı. YDİ Çağrı imzalı kuşlama yapıldı. YDİ Çağrı’lı kadınlar yürüyüş boyunca; “8 Mart kızıldır, kızıl kalacak!, Erkekler vuruyor, devlet koruyor!, Kadın katliamına son!, Kahrolsun erkek egemen sistem!, Görünmeyen emek sesini yükselt!, Kimsenin namusu olmayacağız!, Eşit işe eşit ücret!, Yaşasın kadın dayanışması!, Emekçi kadınlar birleşin iktidara yerleşin!, Gelsin devlet, gelsin baba, gelsin polis, gelsin cop! İnadına isyan, inadına özgürlük!, Şiddete, tacize, tecavüze son!, Yaşasın devrim ve sosyalizm!” vs. sloganlarını haykırdılar. 2011 yılında da, emekçi kadınların sorunları olduğu gibi duruyor. Bu sorunlar çözüm bekliyor. Emekçi kadınların sorunlarına sahip çıkmalarının, mücadelelerini ileriye taşımalarının, örgütlenmelerinin zamanıdır. Köleler köleliklerini kendi yapar, kendi yıkar. Köle kalmak istemiyorsak, kadına yönelik her türlü şiddetin, ayrımcılığın, örgütsüzlüğün kaynağı olan erkek egemen anlayışlara karşı, erkek egemen kapitalist sisteme karşı mücadele etmekten başka seçeneğimiz yok! 5 Mart 2011✓ 25 yeni kadın dünyası Adana’da 8 Mart Adana’da 8 Mart’ı, bizimde içinde bulunduğumuz Adana 8 Mart Platformu’nun organize ettiği, yaklaşık 2 bin kadının katılımıyla düzenlenen bir mitingle karşıladık. 6 26 Mart Pazar günü, saat 12.00’da toplanma alanı olan Mimar Sinan Açık Hava Amfisi önünde bir araya gelip, 12.30’da da Uğur Mumcu Meydanına dek sloganlarımızla yürüdük. Her yıl bir tema çerçevesinde organize edilen 8 Mart mitinginin bu yıl ki teması “kadın cinayetleri” ve “güvencesiz çalışma” idi. Hazırlanan ortak pankart ve katılımcı kurumların dövizleri, pankartları ve sloganları bu temaları öne çıkaracak şekilde hazırlanmıştı. Miting için, katılımı arttırmak amacıyla hafta sonu seçilmişti fakat havanın yağışlı olması katılımı olumsuz yönde etkiledi ve geçen yıllara oranla katılım azdı. Mitinge en yoğun katılım gösteren kurum BDP’nin kadın örgütlenmesi olan Demokratik Özgür Kadın Hareketi’nden (DÖKH) kadınlardı. Mitinge hazırlandığımız süreçte çeşitli işletmelere gidip tanıdığımız kadın işçilerle, ev emekçisi kadınlarla, genç öğrenci kadın arkadaşlarımızla görüştük, mitinge katılmaları için çağrıda bulunduk. Buna karşın katılım planladığımızın altında kaldı. Havanın yağışlı olması bunda etkili oldu, fakat daha önemlisi görüşmelere geç başlamamızdı. Hazırlıklara daha erken başlamış olsaydık daha geniş bir katılım sağlayabilirdik kuşkusuz. “Anadiline, Bedenine, Emeğine Sahip Çık; Sendikalarda Örgütlen; Devrimci Saflarda Mücadele Et” yazılı pankartımız, flamalarımız ve dövizlerimizle yürüdük. Bununla birlikte, öncesinde hazırladığımız bir ICOR flaması da taşıdık. Attığımız kimi sloganlar şunlardı: “Eksik Etek Değiliz, Hayatı Yaratan Emeğimiz!”, “Fabrikada Köle, Evde Hizmetçi; Yetsin Artık Koparın Zincirleri!”, “Gözaltında, Sokakta, Fabrikada, Evde Tacize, Tecavüze Dur De!”, “Münferit Değil, Sistemli Cinayet!”, “Kadın Erkek Elele, Sosyalizm İçin Mücadeleye!”, “Susma Haykır, Kapitalizme Baş Kaldır!” vb. Miting, Türkçe, Kürtçe ve Arapça olarak okunan selamlama konuşmasıyla başladı. Ardından platform adına hazırlanan basın metni okundu. Mitinge DÖKH’lü kadınların davetiyle katılan BDP milletve- kili Ayla Akat Ata 40 dakikayı aşan uzun bir konuşma yaptı. Devamında Mezopotamya Kültür Merkezi bünyesinde çalışan folklor ekibi ve kadın korosu sahne aldılar. Son olarak Diyarbakır’lı sanatçı Dilan Ay sahne alarak Kürtçe parçalar söyledi. Miting genel olarak sorunsuz geçti. Polis denetimi de önceki yıllara nazaran daha gevşekti. Mitingin en olumsuz yanı Ayla Akat Ata’nın, partisinin propagandasını yaptığı çok uzun konuşmaydı. Konuşmanın çok uzun olması ve hava koşulları nedeniyle katılımcıların büyük çoğunluğu miting programı tamamlanmadan alanı terk ettiler. Mitingin en ilginç olayı ise Sosyalist Feminist Kolektif’ten kadın arkadaşların miting alanına giren erkekleri, alandan kovalamaya çalışmalarıydı. Mitinge katılan kurumlar kortej sıralamasıyla şunlardı: DÖKH, Kadın Emeği Kolektifi, Sosyalist Feminist Kolektif, Sosyalist Kadın Meclisi (ESP), KESK, Mali Müşavirler Odası Derneği, TMMOB, Tez.Koop -İş, YDİ ÇAĞRI, İHD, Halkevci Kadınlar, Üniversiteli Kadın Kolektifi, Pir Sultan Abdal Derneği, EMEP, ÖDP, SP, DİP ve EDP. Yağmura İnat Yaşasın 8 Mart! 8 Mart akşamı da yine Adana 8 Mart Kadın Platformu adına organize ettiğimiz, 5 Ocak Meydanı’ndan İsmet İnönü Parkı’na dek süren meşaleli bir yürüyüş yapıldı. Bu yürüyüşe çeşitli kurumlardan 50 civarında kadın katıldı. Parka varıldığında ilk olarak 8 Mart ile ilgili müzikli bir slayt sunumu yapıldı. Ardından basın açıklaması okundu. Yürüyüş esnasında hafif hafif başlayan yağmur, basın açıklaması okunduğu sırada oldukça şiddetlendi. Buna karşın açıklama sonuna dek kimse alanı terk etmedi. Bir grup, 8 Mart’a atıfta bulunarak “Yağmura İnat Yaşasın 8 Mart” diye slogan attılar. Hem miting alanında hem de 8 Mart günü şehir merkezinde, merkezi 8 Mart bildirilerimizi dağıttık. İki günde yaklaşık 3000 adet bildiri dağıttık. 9 Mart 2011 YDİ Çağrı/Adana ✓ “EKMEK ve ÖZGÜRLÜK!” - TUNUS - M agreb’te batılı emperyalist güçlerin, en başta da Fransız emperyalistlerinin MüslümanArap dünyasındaki cici çocuğu konumundaki bir faşist diktatörün devrilmesi ile başladı herşey. 23 yıl önce iktidarı Habib Burgiba’dan (o da 30 yıl tek parti/tek şef diktatörlüğü yürütmüş, M.Kemal’e öykünen bir (nasyonal sosyalist!) faşistti. Fransız mandasına karşı önderlik ettiği antikoloniyalist, güdük antiemperyalist ayaklanma sonucu Tunus “bağımsız” bir devlet haline gelmişti.) bir saray darbesi ile devraldığından bu yana Tunus’u adeta kral konumunda olan “Başkan”ı sıfatıyla yöneten Zeynel Abidin bin Ali, 14 Ocak’ta ülkeyi apar topar terk etmek zorunda kaldı. Zeynel Abidin rejimi görünürde burjuva demokrasisi idi. Geniş yetkilere sahip Başkan yanında parlamento vardı. Bu Parlamentoda hatta Başkanın muhalefeti bile vardı. Başkanın partisi olan RCD (Anayasal Demokrasi Topluluğu) hiçbir seçimde % 85’in altına düşmedi. “Başkana sadık” ana muhalefet partisi “Sosyalist Demokratlar Partisi”, son seçimlerde % 5 civarında oy almıştı ve parlamentoda 16 Milletvekili ile temsil ediliyordu. Geleneksel (revizyonist) Komünist Partisi de bu parlamento oyununun parçası idi. 1996’da Komünist ismini de terk etmiş kendisine “Yenilenme Hareketi” adını takmıştı. 2009’daki seçimlerde % 1 civarında oy almıştı, parlamentoda iki temsilcisi vardı. Yani görünürde her şey kitabına uy- panorama PA NOR A M A Önce Tunus’taki bu gelişmeler, faşist baskılar sayesinde “sağlam ve istikrarlı” görünen burjuva rejimlerinin, gerçekte hiç de göründükleri gibi olmadığını; halkın gerçekten de sokağa döküldüğü, artık yeter dediği bir durumda, halk desteğini yitirmiş hiçbir rejimin ayakta duramayacağını bir kez daha gösterdi. gundu. Gerçekte Tunus bağımsızlığına kavuştuktan bu yana faşist tek parti/tek şef diktatörlüğü ile yönetiliyordu. Başkanın parlamentosu bu faşist diktatörlüğün üzerine geçirilmiş kaba bir örtü idi. Dışarıdan bakıldığında sağlam görünen rejim Aralık ortasında başlayan halk hareketi ile bir ay içinde bir iskambil kulesi gibi çöktü. Ne oldu? Bir çöküşün kronolojisi … 17 Aralık: Tunus’un Sidi Buzid kentinde hayatını bir el arabasıyla seyyar satıcılık yaparak kazanmaya çalışan, annesi ve üç kız kardeşine de bakan Mohammed Buazizi isimli bir genç, polisin ruhsatı yok gerekçesiyle el koyduğu arabasını geri almak için mücadele ediyor. Başvurduğu karakolda dövülüyor. Uğradığı haksızlığı protesto ederek, üzerine benzin döküp, kendini yakıyor. Ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılıyor. Bu eylemin duyulması ile Tunus’un çeşitli kentlerinde başkan Zeynel Abidin Bin Ali ve ikinci eşi olan Leyla Trabelsi ailesinin ve yakın çevresinin hırsızlık, yolsuzluk, rüşvete dayalı görgüsüz lüks yaşamına karşı protesto gösterileri başlıyor. Bin Ali’nin kurduğu hırsızlık düzeninin özellikleri ve boyutları onun destekçisi olan batılı emperyalist güçlerce biliniyordu. 27 panorama 28 Aralık başında Wikileaks’in yayınladığı belgelerde, ABD diplomatları Zeynel Abidin rejimi hakkında yapılan değerlendirmelerde, rejimin “Kleptokrasi” (hırsızlık rejimi) olduğu, en başta Başkan Zeynel Abidin’in eşinin ailesinin bu rejimin merkezinde durduğu tespitlerini aktarıyorlar Washington’a. Bin Ali’nin eşinin halk içindeki ismi “Hırsız Leyla!”. Kuaförlükten gelen Leyla Trabelsi Tunus Başkanı’nın eşi “mesleği”ni, zenginleşmek için tepe tepe kullanıyor. 13 Ocak 2011 itibarıyla kişisel serveti 4 milyar dolar olarak hesaplanıyor. Bin Ali ve Trabelsi ve Materi (Damat) aileleri Tunus’un en zengin aileleri durumunda. Bir milyon Dinar üzerindeki her alış-verişten bu aileler pay alıyorlar. Bu üç aile Tunus ekonomisinin % 35’ini kontrol ediyorlar. Tabii batılı tekellerle işbirliği içinde! Engellemelere rağmen, internet ortamında Wikileaks belgeleri hızla yayılıyor. Herkesin bildiği giz ABD dışişlerinin resmi belgelerinde ortalığa saçılıyor! İnternet ortamında her yandan direniş, protesto çağrıları yapılıyor. Bıçağın kemiğe dayandığı yerde, Buazizi’nin kendini yakma eylemi, bardağı taşıran damla oluyor. “İş”, “Ekmek”, “Özgürlük” bu gösterilerde en çok kullanılan sloganlar. Protestoları bastırmaya yönelik polisin saldırılarının videoları internet üzerinden yayılıyor. Polisin şiddeti protesto gösteri- lerini daha da körüklüyor. Hükümet gelişen protesto gösterilerini bir yandan “üç beş çapulcunun eylemleri” olarak gösterip küçümserken, diğer yandan polise gösterileri ne pahasına olursa olsun bastırma direktifi veriyor. Eylemlerin bu aşamasında Başkan Zeynel Abidin kendisi fazla öne çıkmıyor. Hükümet ve polisi sürüyor göstericilerin üzerine. 28 Aralık: Tunus’un Başkan’ı Zeynel Abidin Bin Ali devlet televizyonunun canlı yayını üzerinden vatandaşlarına ne kadar önem verdiğini göstermek için bir şov yapıyor. Hastanede ölümle pençeleşen Mohammed Bouazizi’yi ziyaret ediyor. Yaralının annesine 20 bin Dinar (10 bin avro) “hediye” ediyor, kız kardeşine de iş sözü veriyor. Gösteriler bağlamında da bunların “Yabancı güçlerin güdümünde Tunus’u zayıflatmak için harekete geçirilen küçük aşırı gruplardan oluşan küçücük bir azınlık” olduğunu açıklıyor. Bu arada –sonradan ortaya çıktı ki- Zeynel Abidin’in eşi Leyla Trabelsi kaçış hazırlıklarına çoktan başlamış, Merkez Bankası’ndan bir ton altını kendi hesabına yurtdışına göndermişti. Zeynel Abidin’in bu şovu da, Mohammed Buazizi’nin annesinin oğlunun kendini yakma eyleminin kaza olduğu yönündeki açıklamaları da, kitlelerin öfkesini yatıştırmaya yetmedi. gütlediği mitinglerde “Başkanımız yaşasın, o bizi anladı” sloganları atılıyor. Fakat bunlar da halkı kandırmaya yetmiyor. Hükümet ve Başkan yanlısı gösterilerden çok daha büyük katılımlı gösterilerde “Katil Bin Ali defol git”, “Hırsız Leyla, çaldıklarını geri ver” sloganları yükseliyor. Batı medyası da nihayet “Tunus” u keşfediyor! Orada demokrasi yönünde talepler olduğunu, şimdiye kadar süren “diktatörlüğün” sallandığını vs. keşfediyor. “Muhalefet”ten sempati ile söz edilmeye başlanılıyor! Görünen o ki, batılı emperyalistler için Bin Ali rejiminin olduğu gibi sürdürülmesi olasılığı kalmamıştır. 14 Ocak günü olaylar hızla gelişiyor. Bu gün için Tunus’taki sendikalar genel grev çağrısı yapıyor. Bütün büyük şehirlerde on binlerce insan doğrudan doğruya “ Katil Bin Ali Defol” talebiyle sokaklara dökülüyor. Ordu ortalıkta görünmüyor. Göründüğü yerde de askerler göstericilerle birlikte hareket ediyor. Aynı gün Paris Roisy Havaalanında Tunus İçişleri Bakanlığı’na adreslenmiş tonlarca gaz bombası, çelik yelek ve kalkan içeren kolilerin yola çıkması gelen bir emirle durduruluyor. Bu Fransız emperyalistlerinin “dost” Bin Ali’yi artık dost görmedikleri anlamına geliyor. Artık gidici olduğu kesinleşen bu işbirlikçi üzerinden Tunus’ta “Büyük ulus”un (Fransız emperyalistleri kendilerine böyle der!) çıkarlarını savunmak mümkün değildir. Şimdiye kadar üzerine oynanılan at görevini yapmıştır. Şimdi artık yeni bir at bulmak gerekir! Aynı gün öğleden sonra Başkan Bin Ali son bir manevra ile “hükümeti görevden azlettiği”ni ve seçimlerin 2011 içinde yapılacağını açıklıyor. Seçimleri yapmak için Mohammed Ganuçi başkanlığında “geçici bir hükümet” kurulduğunu açıklıyor. Aynı zamanda Sıkıyönetim ilan ediyor. Sıkıyönetimle birlikte sokağa çıkma yasağı ilan ediliyor. Fakat bütün bunlar sonuçsuz açıklamalar olarak kalıyor. Sıkıyönetimi uygulamakla görevli askerler göstericilere saldırmıyor, tersine polisle göstericiler arasına giriyor. İktidarın elden gittiğini gören Bin Ali son çareyi kaçmakta görüyor. Leyla’nın erkek kardeşine ait bir özel şirket uçağıyla 17.30’da Tunus’u terk ediyor. Hemen arkasından Başbakan Mohammed Ganuçi “Başkanın geçici olarak görevlerini yapamayacağını” duyuruyor. Fransa şimdi artık “eski dost” Bin Ali’nin uçağına panorama 4 Ocak: Bouazizi tedavi gördüğü hastanede öldü. Ölüm haberinin duyulması ile Tunus’un hemen bütün şehirlerinde en başta gençler sokaklara döküldü. Tunus’ta 25 yaş altı nüfusun bütün nüfusun yarısından fazlası olduğu, 18-25 yaş arasında işsizliğin % 75 civarında olduğu bilinmelidir. Tam bir “geleceksiz” gençlik söz konusudur. Bu aşamada “batı” medyası için Tunus’ta olanlar “haber” değildi. Ya da olağan geçici gösterilerden sayılıp, geçiştiriliyordu. Zeynel Abidin’in batılı emperyalist dostları için, bu geçici eylemlerin bastırılacağı kesindi. 11 Aralık’ta Fransız meclisinde yaptığı bir konuşmada Fransa Dışişleri Bakanı Michele Alliot-Marie, Fransa’nın geçmişteki mandası olan Tunus’a karşı “sorumluluğu”na atıfta bulunuyor, dost Zeynel Abidin yönetiminin yanında olduklarını açıklıyor ve “ Başkan Bin Ali bizim güvenlik güçlerimizin bilgi ve tecrübelerinden de yararlanarak bu gibi sorunları aşabilir ve aşacaktır.” diyordu. 12 Ocak: Göstericilerle polis arasındaki çatışmalarda polis giderek daha fazla şiddete başvuruyor. Silahsız göstericilere açılan ateşlerde ölü ve yaralı sayısı artıyor. Zeynel Abidin Bin Ali, polisin yanında orduyu da göstericilerin üzerine saldırtmak istiyor. Genel Kurmay Başkanı General Raşid Amar’a göstericileri gerekirse ateş açarak dağıtma direktifi veriyor. Genel Kurmay Başkanı bu emre uymayacağını bildiriyor. Görevinden azlediliyor. Kendi açıklamasına göre “Bittiniz siz” açıklaması ile terk ediyor Başkanlık Sarayını. Tunus’ta Zeynel Abidin rejiminin dayandığı esas silahlı gücün 170.000 kişilik polis teşkilatı olduğu; 30 bin kişilik ordunun polisin imtiyazlı güç olarak ele alınmasından rahatsız olduğu bilinmelidir. 12 Ocak’ta hala rejiminin ayakta kalacağından emin görünen Zeynel Abidin Bin Ali, yakın korumalarından bir bölümünü karışıklıklar bastırıldıktan sonra ziyaret etmeyi planladığı Libya başkenti Trablus’a gönderiyor. Aynı gün Leyla Trabelsi, yanında bir ton altın ile Dubai’ye uçuyor. 13 Ocak’ta Başkan Bin Ali devlet TV’sinde bir konuşma yapıyor. Konuşmasında şiddetin sorumluluğunu kendisini de “hayal kırıklığına uğratan çevresi” ne yüklüyor. Kendisinin halktan biri olarak halkı çok iyi anladığını söyleyerek “Artık şiddet yeter” diyor. Bir dahaki seçimlerde aday olmayacağını, yasak olan partilerin açılacağını, seçimler yapılacağını söylüyor. Devlet partisi konumundaki RCD’nin Başkent’te ör- 29 panorama iniş izni vermiyor. 15 Ocak sabahı Suudi Arabistan’dan, Bin Ali’nin Suudi Arabistan’da olduğu ve bilinmeyen bir süre orada kalacağı haberi geliyor. Ne olacak? Zeynel Abidin ülkeyi terk ederken, onun rejimini sürdürecek ve belki geri dönmesinin yolunu hazırlayacak bir düzenleme yapmaya çalışıyor. Gerisinde bıraktığı “geçici hükümet” % 90 oyla onun partisi RCD’nun siyasetçilerinden oluşuyor. Kitlelere, bu hükümetin zaten geçici olduğu, işinin seçimleri düzenlemek olduğu gerekçeleriyle, bu hükümeti kabullenmesi gerektiği anlatılıyor. Fakat kitleler buna yanaşmıyor. RCD’nin hiçbir üyesinin geçici hükümet içinde de yer almaması anda hareketin temel taleplerinden biri. Bu talebe hükümet içindeki RCD kökenli üyeler RCD’den istifa ederek ve RCD yönetimi de kendi kendini feshederek cevap verdi. Fakat bunun yalnızca bir kandırmaca olduğu ortada. Şimdi çökenin yerine neyin geleceği konusunda mücadele sürüyor. Eski rejimin kalıntıları – Arap dünyasındaki gericilerin ve emperyalist güçlerin de desteğinde- sömürü sistemine özüne dokunmayacak bir yumuşak geçişi sağlamaya yönelik adımlar atıyorlar. Öfkeli ve fakat gerçek devrimci/komünist bir önderlikten yoksun emekçi yığınların daha fazlasını talep eden hareketinin hızını kesip, hareketi sonlandırmaya çalışıyorlar. Gerçek devrimci/komünist bir önderliğin yokluğu şartlarında da görünen odur ki, Tunus’ta Zeynel Abidin’i deviren devrim, açık faşist bir polis devletinin, yerini yine emperyalizmle işbirliği içindeki burjuvazinin gerici burjuva demokratik bir yönetimine devretmesi ile sonlanacak. Bu bile kuşkusuz halk için, burjuva demokratik özgürlüklerden yararlanmak açısından önemli bir ilerlemedir. Ancak gerçek ilerleme için, gerçek özgürlük için, işçilerin-köylülerin kendi iktidarları gereklidir. Kapitalizmde gelecek olmadığının kavranması, sosyalizmekomünizme giden yolun açılması için demokratik halk iktidarının kurulması gerekir. Kimi Dersler: 30 Sonu açık olan “Tunus Devrimi” nasıl sonlanırsa sonlansın, şimdiye kadar olanlardan da çıkarılacak bir dizi ders vardır: Önce Tunus’taki bu gelişmeler, faşist baskılar sayesinde “sağlam ve istikrarlı” görünen burjuva rejimlerinin, gerçekte hiç de göründükleri gibi olmadığını; halkın gerçekten de sokağa döküldüğü, artık yeter dediği bir durumda, halk desteğini yitirmiş hiçbir rejimin ayakta duramayacağını bir kez daha gösterdi. Tam da bu niteliği nedeniyle, bir çoğu faşist baskılar ile ayakta duran rejimler açısından, en başta da değişik Arap devletleri açısından, “Tunus Devrimi” haklı olarak bir korku kaynağı oldu, olacak! Batılı emperyalistlerin kabul etmediği kaçak Bin Ali’ye Suudi Arabistan’ın kucak açması boşuna değil. İkinci olarak: Bir kez daha görüldü ki, emperyalistlerin siyasetlerinde belirleyici olan “dostluk” vb. değil, çıplak emperyalist çıkarlardır. Emperyalist çıkarları savunan, savunabilen işbirlikçiler “dost” ilan edilir, “desteklenir”. Bu işbirlikçilerin emperyalist çıkarları savunma bağlamında artık işe yaramazlarsa, suyu sıkılmış bir limon gibi bir kenara atılırlar. Bin Ali’nin başına gelen budur. Üçüncü olarak: Hiç harekete geçmeyecekmiş gibi görünen emekçi kitlelerin harekete geçmesi için, eğer şartlar olgun ise küçücük bir kıvılcım yeter. Tunus’ta gençler arasında işsizliğin %75’e ulaştığı bir ortamda, halk yoksulluk içinde kıvranırken, bir avuç asalağın görgüsüz zenginlikleri isyanın temeli olmuştur. Genç bir seyyar satıcının açlığa ve haksızlığa isyan ederek kendini yakması, “kuru olan bozkır”da yangının ateşini yakan kıvılcım olmuştur. Dördüncü olarak: Kitleler için mücadele, ayaklanma, isyan öğrenmek için en iyi okul oluyor. Sonuçta kitleler hakkın verilmez ancak mücadeleyle alınır olduğunu pratik eylem içinde öğreniyorlar. Tunus’taki aktüel gelişmede çok kısa süre içinde eylem içindeki kitleler açlığa karşı mücadele ile demokrasi için mücadelenin iç içe olduğunu “Ekmek ve Özgürlüğün” birbirinden ayrılmadığını gördüler. Şimdi komünistlerin görevi onlara özgürlük ve demokrasinin sosyalizm ve komünizm ile iç içe olduğunu bıkmadan usanmadan anlatmak. Sonunda kitleler bunu kendi siyasi tecrübeleri ile gördüklerinde, devrimler yarım kalmaktan kurtulacaktır. Beşinci olarak: En önemlisi: Halkların devrimlerinin yarı yolda kalmaması için, halkların kendi kaderlerini kendi ellerine almaları için komünist önderlik, sosyalizm/ komünizm hedefi mutlak gerekliliktir. Ve bugün en büyük eksiklik budur. Tunus’daki gelişmeler bugün komünistlerin önündeki en önemli görevin, halklara önderlik edebilecek yetenekte bir örgütlenmeyi yaratmak olduğunu gösterdi. 20 Ocak 2011 ✓ panorama Kavga, bitmedi daha! - TUNUS - T unus’taki gelişmeleri 20 Ocak 2011 tarihli yazımızda özetle ortaya koymuş olduğumuzdan dolayı, bu yazımızda 20 Ocak’tan sonraki dönemde öne çıkan kimi gelişmelere değineceğiz. Sözkonusu yazımızın girişinde durum tespiti yaparken, “Bu yazı yazılırken de kitlelerin protestoları, sıkıyönetim devam ediyor ve yeni geçici hükümetin lağvedilip yerine bir yenisinin kurulup kurulmayacağı; kitlelerin Zeynel Abidin Bin Ali iktidarı döneminin geri kalanlarının yönetimde kalmasını kabul edip etmeyeceği hâlâ belli değildi. Tunus’ta gelişmelerin hangi yönde olacağı da netleşmemişti.” demiştik. Bu tespitimizden sonra geçen bir aylık süreçte yaşananlar, gelişmelerin hangi yönde olacağını net olarak açığa çıkarmaya yetmedi. Bu açıdan bakıldığında, en başında şunu tespit edebiliriz: Tunus’ta Bin Ali koltuğundan edilmiş ama bundan sonraki süreçte burjuvazinin hangi kliğinin iktarı eline alacağı, kitlelerin demokratik haklarının hangi düzeyde elde edilip garantileneceği sorularına cevap verilmemiştir. İktidar kavgası hâlâ sürüyor ve Bin Ali döneminin iktidar sahiplerinin -doğrudan Bin Ali’nin yeniden iktidara yerleşmesi biçiminde olmasa da-, iktidarı, gerici burjuva demokrasisinin yerleştirilmesi temelinde sürdürmesinin olasılığı ortadan kalkmamıştır. Asgari düzeyde de olsa isyan eden halkın kimi taleplerinin gerçekleştirileceği burjuva demokratik bir yapının kurulabilmesi için bile, kitlelerin mücadeleyi sürdürmesi temel önkoşullardan biridir. Şimdiye kadarki gelişmeler, isyan eden kitleleri devrimci, komünist siyaset temelinde yönlendirip yönetecek bir gücün olmadığını göstermiştir. 20 Ocak 2011 tarihli bir açıklamayla 8 örgütün biraraya geldiği cephe olarak kurulan “14 Ocak Hareketi”nin talepleri ise -bunlar arasında doğru taleplerin var olmasına rağmen- esasında demokratik talepler için mücadele hedefiyle sınırlıdır, kapitalist sistemin kendisi soru işareti haline getirilmemektedir. İsyan hareketi içinde en solcu durumda olan bu cephenin, Tunus’ta Bin Ali döneminden kalan ve anda hükümette olanların yönetimden devrilmelerinin mücadelesi için nasıl bir rol oynayacağı ise meçhul. Halkın isyan hareketine önderlik eden devrimci, komünist bir önderliğin olmadığı bir ortamda, Tunus’taki gelişmelerin -andaki duruma bakılarak tespit edilmesi durumunda-, en iyi halde gerici burjuva demokrasisinin yerleşmesine doğru olacağı söylenebilir. Kuşkusuz ki, tersi durumun yaşanması da mümkündür. Eğer isyan hareketi ilerleme yerine gerilemeye başlarsa -ki andaki durumda biraz gevşemiş durumdadır- ve ordu ya da ordu ile birlikte hareket edebilme olasılığı yüksek olan iktidardaki güçlerin halkın isyanını bastırabileceğine karar verdiği durumda, askeri bir diktatörlüğün de yaşanması olasılığı dıştalanamaz. Ülkedeki çatışmaların yer yer provakasyon olarak değerlendirildiği ve örneğin anda ordunun başı Raşit Ammar’ın kargaşa kışkırtarak, kitleler karşısında “kurtarıcı” rolüyle askeri müdahaleyle yönetime el koymayı planladığı yönlü tezler olasılık olarak reddedilecek tezler değildir. Bu arada Bin Ali döneminin esas baskı unsuru olarak rol oynayan polislerin bir kesiminin İçişleri Bakanı’nı tutuklamaya yönelik eylemleri ise, özel koruma gücü sayesinde 31 panorama 32 boşa çıkarıldı. Bu durum darbe deneyimi olarak da kamuoyuna yansıtıldı. Gelişmeler ister Bin Ali dönemine göre halk için daha iyi, burjuva demokratik haklardan yararlanma imkanlarının olduğu bir gerici burjuva demokratik bir yönetime doğru olsun -ki esas gelişme bu yöndedir-, isterse askeri bir diktatörlük yönünde olsun, şu olguyu değiştirmemektedir: sistemi yıkıp yerine demokratik halk iktidarını kurmaya hedefli bir hareket ve varolan hareketi bu hedefe yöneltecek bir parti yoktur. Sistemi yıkma hedefli bir önderliğin ve hareketin olmadığı bir durumda, gelişmelerin hangi yönde olacağını belirleyen esas şey, muhalefetin örgütlülük ve direngenliği ile Bin Ali rejiminin arta kalan temsilcilerini ne kadar taviz vermek zorunda bırakacağı noktasıydı. Buna bağlı olarak gelişmelere bakıldığında karşımıza çıkan tablo kabaca şöyledir. Kitleler geçici hükümeti kuran Başbakan Gannuçi’nin ve tüm Bin Ali’nin partisi “Demokratik Anayasal Hareket” (RCD) kökenli siyasetçilerin hükümetten yer alması- Kabinenin ilk toplantısından, sonra parlamento tarafından onaylanması gereken siyasi tutuklular için genel af kararının da içinde olduğu, kitlelerin kimi taleplerinin -örneğin RCD’nin taşınabilir ve taşınamaz tüm mallarına el konulması, ya da toplantı ve basın özgürlüğü konusunda reformların hazırlanması, görevini kötüye kullanma ve yiyiciğiliğin, rüşvetin araştırılması ve kitlelere karşı kullanılan şiddetin araştırılması için kimi komisyonların kurulması gibi- yerine getirileceğini göstermeye yönelik kimi kararlar çıktı. Bu arada isyanda yaşamını yitirenler için üç günlük yas ilan edildi. Başbakan Gannuçi “tüm antidemokratik yasaları, seçim ve antiterör yasaları gibi medya/ basın yasalarını da geçiş sürecinde geçersiz ilan edeceği”ni açıklayarak altı ay içinde yapılacak parlamento seçimlerinden sonra siyasetten çekileceği sözünü veriyordu. Uluslararası kamuoyunun dikkati Mısır’a çevrilirken ve Tunus’ta yaşam “normale” dönmüş gibi görünürken, 27 Ocak’ta yeniden Gannuçi hükümetini devirmek için gösteriler başladı. Bunun karşısında aynı gün kimi bakanlar istifa etti ve ikinci geçici hü- na karşı protestolarını sürdürdüler. Bu protestolara karşı 20 Ocak’tan önce verilen ilk taviz, Başkan Mebaza ve Başbakan Gannuçi’nin RCD’den istifa etmeleriydi. 20 Ocak’ta ise kabinenin diğer RCD’li bakanlarının RCD’den istifa etmeleri ve RCD’nin Merkez Komitesi’nin lağvedilmesi geldi. kümet oluşturuldu. Bu yeni oluşturulan hükümette daha önce RCD’li olan bakanların sayısı Gannuçi ile birlikte üçe inmişti. Bu arada medyaya yansıyan haberler arasında ABD emperyalizminin Yakın Doğu görevlilerinden Jeffrey Feltman’ın 24 Ocak’ta Tunus hükümeti ve yetkilileriyle görüşmeler yaptığı, kabi- Sistemi yıkma hedefli bir önderliğin ve hareketin olmadığı bir durumda, gelişmelerin hangi yönde olacağını belirleyen esas şey, muhalefetin örgütlülük ve direngenliği ile Bin Ali rejiminin arta kalan temsilcilerini ne kadar taviz vermek zorunda bırakacağı noktasıydı. panorama nedeki değişikliğin buna bağlı gerçekleştiği yönlü haber de vardı. İster ABD emperyalizminin temsilcilerinin telkiniyle olsun, isterse de Gannuçi’nin isyan hareketini, kitleleri kendisinin verdiği sözlere inandırıp kandırmak için olsun, daha doğrusu da protesto hareketinin yükselmesini engellemek için, adım adım mümkün gördükleri tavizleri veriyorlardı. Yani halk hareketi bunları biraz daha zorlasa, hepsini toptan devirebilecek bir durum var… İkinci geçici hükümetin oluşması protestoların biraz dinmesine yol açtı. İşçi sendikası olduğunu iddia eden, gerçekte ise Bin Ali döneminde rejime hizmette kusur etmeyen UGTT sendikası ise, geçici hükümette yer almayı reddederken, Gannuçi önderliğinde kurulan ikinci geçici hükümeti kabul ettiğini açıkladı. 4 Şubat’ta 24 eyaletin valileri değiştirildi. Turistlerin yeniden ülkeye gidebilmesi için olağanüstü halin kaldırılacağı sözü verildi. Kimi polis şefleri görevini kötüye kullandığı gerekçesiyle tutuklandı ve ölüm/ idam cezası kaldırıldı. 6 Şubat’ta RCD yasaklandı. Bu arada ikinci geçici hükümet olağanüstü hal yasalarını ve Başkan Mebaza’ya ülkeyi kararnamelerle yönetme yetkisi veren kanun tasarısını, tüm protestolara rağmen kararlaştırdı. Böylece “demokrasiye geçiş süreci” de kişi diktatörlüğü altında yaşanacak! 18 Şubat’ta Gannuçi siyasi tutukluların hafta sonu serbest bırakılacağını açıkladı. Tüm bunlar kitlelerin Gannuçi’yi başbakan olarak kabul etmesine yetmedi. 25 Şubat’tan itibaren yeniden yüzbinlerce insan Gannuçi’nin istifası ve onun atadığı komisyonlar yerine yasama meclisinin seçimi talebiyle protestolara başladı. 26 Şubat’ta protestolar yeniden kana bulandı ve en son verilere göre en az beş kişi yaşamını yitirdi. 27 Şubat’ta Gannuçi istifasını açıkladı ve Başkan Mebaza yeni başbakan olarak Beci Caid Essebsi’yi atadığını ilan etti. Essebsi’nin önceden bakanlık görevi yaptığı, yani onun da Bin Ali döneminin “adamı” olduğu verilen bilgilerden ortaya çıkıyor. Bu durumda isyan hareketinin tavrının ne olacağı şimdilik belli değil. Sonuçta, bu gelişmeler, iktidardaki güçlerin isyan hareketinin güçlülüğüne paralel olarak en az tavizle durumu kurtarmaya çalıştıklarını; geçiş sürecinin egemenlerin istedikleri temelde olabilmesi için sıkıyönetimi, olağanüstü hal yasalarını, özel kararnamelerle yönetme yetkisini vb. önlemleri uygulamaya koyduklarını göstermektedir. Bundan sonraki gelişmelerin hangi yönde ilerleye- ceğini belirleyecek olan şey, kitlelerin mücadele azmi, yeteneği, örgütlülüğü ve uğruna mücadele ettiği hedefinin ne olduğuna bağlıdır. Eğer Gannuçi’yi göndermekle yetinilmezse ve yer yer eylemlerde dile getirilen Bin Ali rejiminin tüm temsilcilerini istemiyoruz istemine uygun mücadeleye devam edilirse, o zaman ilerlemek ve daha fazla taviz elde etmek mümkündür. İyi de, daha fazla taviz elde etmek bugünkü duruma göre daha iyi olsa da, gerçekten baskıcı, sömürücü, yiyici sisteme son verilip emekçilerin en temel talepleri olan “ekmek ve özgürlük” gerçekleştirilmiş mi olacak? Bu soruya verilecek cevap açıkça koskocaman bir hayır cevabıdır. Kitlelerin haklı ve meşru isyanıyla ve evet şiddetin kullanılmasıyla yaşanan ve Bin Ali’yi deviren devrim ne yazık ki anda sadece burjuvazinin bir kliğinin iktidardan edilmesiyle sınırlıdır. Devrimin daha da ilerletilmesi ve demokratik halk iktidarının kurulduğu bir devrimi gerçekleştirebilmek için, emekçi kitlelere öncülük edebilecek devrimci, komünist bir önderlik gereklidir. Bu ise ancak Marksizm-Leninizm bilimi temelinde ve yol göstericiliği altında yaratılacak bir Komünist Parti olabilir. Komünist Partisi ve onun önderliğindeki işçi, emekçi kitlelerin örgütlenmesini yaratmak için mücadele, ekmek ve özgürlük isteyenlerin bu hedeflerine varabilmesi için olmazsa olmaz önkoşuldur. Bu hedef uğruna mücadele etmeye değer! 28 Şubat 2011 ✓ 33 edyada “Yasemin Devrimi”nin “bulaşıcı” olup olmadığı, Tunus’taki gelişmelerin domino efekti gösterip göstermeyeceği tartışıladursun, pratik yaşam, hiç kimsenin beklemediği bir hız ve ölçüde kitlelerin despot rejimlere tepkisinin patladığını gösterdi. Değişik biçim ve düzeylerde de olsa, protesto eylemlerinin yaşandığı ülkelerin Tunus, Mısır, Cezayir, Libya, Fas, Lübnan, Suriye, Ürdün, Jemen, Umman, Bahreyn… adları, medyanın haberlerinde gittikçe daha sık duyulmaya, okunmaya başlandı. Kitlelerin baskılara, zulme, haksızlığa, işsizlik ve yoksulluğa karşı isyanları, sömürücü sisteme karşı olanları heyecanlandırıp acaba sistemi de yıkmayı hedefleyen sesler var mı diyerek protestoları merakla izletirken; haklı olarak bu isyanlar sömürücülerin uykularını kaçırdı! Kitlelerin isyanı egemenleri korkuturken, harekete devrimci, komünist bir önderlik yapacak güçlerin olmaması, egemenlere –özellikle de isyanların yaşandığı bölgede çıkarları tehlikeye giren emperyalist güçlere–, bu hareketi sistem içinde boğma olanağını sunuyordu. Onyıllarca ayakta durmaları için destekledikleri despotları, kitlelerin “gazabını” gördüklerin- de çöpe atmaktan kaçınmadılar, kaçınmayacaklar da. Tunus’ta Bin Ali, Mısır’da Mübarek’e karşı takınılan tavırlar, emperyalistlerin kimseye dost olmadıklarını, olmayacaklarını; onlar için geçerli olanın sadece ve sadece onların çıkarları olduğunu, çıkarlarına ters düştüğünde, daha düne kadar “dost” gösterdiklerini “kurban” ettiklerini bir kez daha gösterdi. Burjuvazinin çanak yalayıcılarının, temsilcilerinin ortak sahtekârlıklarından biri de “demokrasi yanlısı” görünmek ve “şiddeti reddetmek” yönlü tavırlarıdır. Sadece Mısır’ı ve Mübarek’in yönetimi dönemini örnek alsak bile, emperyalistlerin sahtekârlığını açıkça görebiliriz. Ekim 1981’den, 11 Şubat 2011’e kadarki süreçte, Mısır’da kelimenin gerçek anlamıyla askeri bir rejim vardı. Ülke olağanüstü hal yasalarıyla, sıkıyönetimle yönetildi. 7 Eylül 2005 tarihinde yapılan son başkanlık seçimine kadar yapılan dört başkanlık seçiminde de tek aday Mübarek’ti. 2005’te ilk kez çok adaylı seçim –ve bu da Türkiye’de son dönemde çokça kullanılan “açılım” tanımına göre– ABD emperyalizminin Mısır’a da “demokrasi ihracı” siyasetinin dayatmasıyla olmuştur. ABD emperyalizmini o dönem Mübarek’e bunu dayatmasının perde arkasında panorama - MISIR - Mübarek’in iktidarda olduğu tüm dönem boyunca uygulanan askeri-polis yönetimi, halka, muhalefete karşı baskı, zulüm doğrudan emperyalistlerin, en başta da ABD emperyalizminin desteğiyle ayakta tutulmuştur. Sadece Ordu’nun giderleri için ABD emperyalizmi Mısır’a yılda -son yıllardaki rakam olarak- 1,3 Milyar ABD doları vermiştir Mübarek “izinde”, gitme sırası kimde? M 34 olsun, ancak şiddete dayanarak gerçekleşebileceği Tunus ve Mısır örneklerinde de bir kez daha ispatlanmıştır. Tunus ve Mısır’daki gelişmelerin nasıl bir devrim olup olmadığı üzerine değişik değerlendirmeler yapılabilir. Ama nasıl değerlendirilirse değerlendirilsin, bir gerçeklik, yani devrimin şiddete dayalı olduğu gerçeği, inkâr edilemeyecek kadar açıktır. Egemenlerin bu sahtekârlığına dikkat çektikten sonra Mısır’daki somut gelişmelere bakalım. panorama da Mısır’ın içindeki gelişmelerde, 2004 yılı ikinci yarısından itibaren muhalefetin giderek sesini yükseltmesi olgusu da vardı. Mübarek’in iktidarda olduğu tüm dönem boyunca uygulanan askeri-polis yönetimi, halka, muhalefete karşı baskı, zulüm doğrudan emperyalistlerin, en başta da ABD emperyalizminin desteğiyle ayakta tutulmuştur. Sadece Ordu’nun giderleri için ABD emperyalizmi Mısır’a yılda -son yıllardaki rakam olarak- 1,3 Milyar ABD doları vermiştir (Mısır’ın Ordu için yıllık harcamasının 2,4 Milyar ABD doları olduğu bilgisi gözönüne alındığında, bu miktarın yarıdan fazla olduğu görülebilir). Aynı ölçüde maddi yardımda bulunmasalar da Avrupalı emperyalist güçler de Mübarek rejimini desteklemiş ve bölgede “istikrarın temsilcisi” olarak övmüşlerdir. Yani, uzun lafın kısası, bunlar hem baskı rejiminin, hem de kitlelere yönelik şiddetin, zulmün uygulanmasının ortakları durumundadır. Ama kitlelerin egemenlere karşı isyanı gündeme gelince, cami hocası, ya da kilise papazı rolüne girip “aman ha sakın şiddete başvurmayın!”, “sorunları barışçıl temelde, diyalogla halledin!”, “şiddeti kınıyoruz!”, “demokratik taleplere yanıt verilsin!”, “demokrasiye geçilsin!” vb. vb. açıklamalarda bulunuyorlar. Egemenlerin böylesi açıklamalarına, sadece ve sadece bir yanıt vardır: Biz, sizin demokrasi savunucusu olmadığınızı, demokrasi dediğinizde sadece kendi çıkarlarınızı korumaya çalıştığınızı, tüm iktidarınızın bir avuç sömürücü dışında tüm kitlelere karşı şiddet örgütü olduğunu; askerinizin, polisinizin sömürücü sisteminizi ayakta tutmak için varolduğunu; sisteminizin her zerresinde şiddet, baskı ve zulmün olduğunu; ve bu sistemi yıkıp yerine sömürünün, sömürücülerin ortadan kaldırıldığı bir sosyalist düzene varabilmek için kitlelerin şiddetinin, zorun, olmazsa olmaz ön koşul olduğunu iyi biliyoruz! İyi biliyoruz ki, biz kitlesel isyana kalkışmasak, bu eylemimizle sizin iktidarınızı zorlamasak, bizim “demokratik haklarımızdan” hiç de bahsetmeyeceksiniz ve sizin hiç de umurunuzda değil, despotlarımızın bize yıllarca faşist baskılar uygulaması. Biz kendi mücadelemizle, zor’un rolünü her geçen gün daha açık görüyor ve mücadelemizden öğreniyoruz. Evet, biliyoruz ki, sizin “demokrasi”, “barışçıl eylem” ya da “sorunları diyalogla çözme” yönlü sahtekârca açıklamalarınız, sadece ve sadece bizim isyanımızı bastırmak, mücadelemizi sistem içinde boğmak içindir. Tarihte zor’un rolü, devrimin, biçimi ne olursa İSYANIN BAŞLANGICI VE GELİŞMELER… Mübarek’i koltuğundan eden kitlesel hareketin öncülü olarak görülen güç, “Kifaye” (Yeter) adlı ittifaktır. Fakat andaki protestolara çağrı yapan “6 Nisan Gençlik Hareketi” ile “Hepimiz Halid Saidiz” adlı gruplar olmuştur. “Kifaye”, esas olarak Mübarek’in 2005 yılı seçimlerinde de başkanlığa aday olmasının açığa çıktığı 2004 yılı sonlarında muhalefetin “Yeter” diyerek başlattığı kampanya temelinde oluşmuştu. Solculardan Müslüman Kardeşler’e kadar geniş bir çevrenin biraraya geldiği bir oluşumdu. 12 Aralık 2004 tarihinde yaptıkları protesto eylemine bin kişi katılmıştı ve bu katılım o dönemde önemli bir sayı olarak görülüyordu. Eylül 2005’te yapılan seçimlerde Mübarek’in önceden kararlaştırılan yeniden seçimi sonrası dönemde “Kifaye”nin etkisi azaldı. Buna rağmen ama son dönemdeki protesto hareketlerinin gelişmesinin öncülü olarak kabul ediliyor. “Kifaye” ile birlikte isyanın öncülü ve tetikleyicisi olarak görülen, sınıfsal açıdan da en önemli olan yan ise, kötü çalışma koşullarına karşı gerçekleştirilen bağımsız sendikal mücadeleler ve grevlerdir. (2005 ve 2007 yıllarında Mısır’daki gelişmelerle ilgili takındığımız tavırlar için dergimizin 94. ve 111. sayılarına bakabilirsiniz.) “Mısır’da işçiler uyanıyor” başlıklı yazımızda (111. sayı) hem internet ve cep telefonları aracılığıyla haber alamama duvarının yıkıldığını, hem de “Son aylarda Mısır’da, özellikle de tekstil işçilerinin grevleri, hem kendisini ülkenin gündemine dayatma ve hem de ‘sansür duvarını’ aşma bağlamında önemli bir rol oynamaya başladı.” (sayfa 15) tespitini yapmıştık. İşte 25 Ocak’ta yapılacak eyleme ve daha sonraki günlerde yapılan eylemlere de internet üzerinde çağrı yapan ve isyanın tetikleyicisi olarak gösterilen “6 Nisan Gençlik Hareketi” adlı “Facebook Grubu” da, işçilerin grevini destekleme niyetiyle Mart 2008 yılında kurulmuştur. Adını da 6 Nisan 2008 tarihin- 35 panorama de yapılan grevden almıştır. kuruluşundan kısa süre sonra, 2008 Mayıs ayında Washington Post gazetesinde çıkan tavıra göre bu gurubun kendisine verdiği misyon, Wikipedia’ya göre şöyledir: “Bizim esas görevimiz, insanları hakları konusunda bilgilendirmek ve böylece ellerindeki kelepçeleri nasıl parçalayacaklarını ve ayaklarının bağını nasıl açabileceklerini göstermektir.” “Hepimiz Halid Saidiz” adlı grup da bir “Facebook” grubu. Adını, 6 Haziran 2010 tarihinde, bir internetkafe’de sivil polisler tarafından öldürülene kadar dövülen ve Mısır’da insan haklarının ayaklar altında çiğnenmesinin, kolluk güçlerinin keyfiyetinin ve şiddetinin sembolü haline gelen Halid Muhammed Said’ten almıştır ve bu isimlendirme rejimi protesto ve Halid Said ile dayanışmayı ifade etmektedir. 2010 Haziran’ında binlerce insan bu olayı protesto etmiş ve giderek kolluk güçleriyle eylemciler arasında yaşanan gerginlik, çatışmalar, AB ve ABD emperyalistlerinin araya girmesiyle, sözkonusu polisler hakkında soruşturma açılacağı yönlü açıklama sonucunda dinmişti. Bu gruplar hakkında farklı şeyler yazılsa da, tavırları siyasetüstü gösterilse de, “6 Nisan Gençlik Hare- Ocak’taki protesto eyleminin “Gazap Günü” olarak adlandırılması da anlaşılabilir. 25 Ocak günü protesto eylemlerine katılım beklenenden fazla idi. 2004 yılı sonunda bin kişinin katıldığı eylemlerin yüksek katılımlı olarak gösterildiği bir durumda, binlerce insanın eylemlere katılması “şaşırtıcı” geliyordu. Kimi verilere göre 20 bin civarında insan başta Kahire olmak üzere değişik şehirlerde protestolara katılıp “gazabını” göstermişti. Kolluk güçlerinin ise, zaten halka karşı hep saldırgan olduğundan, protestoculara tazyikli su sıkarak, gözyaşartıcı bomba atarak saldırması şaşırtıcı değildi. 25 Ocak’ta üç eylemci ve bir de polisin öldüğü bilgisi verildi. Bunun hemen ardından devlet Facebook ve Twitter ağlarını kapattı, esas olarak borsanın olduğu iletişim ağı dışında internet ve cep telefonları bağlantısı kesildi. Bu önlem de protestoların giderek daha yüksek katılımla sürmesini engelleyemedi. Kitleler artık “yeter” demenin ötesinde korku duvarını da yıkmıştı! Emperyalistlerin has adamlarından biri olan El Baradey bile “İnsanlar artık korku kültürünü yendi. Bunu yaptınız mı artık bir daha geriye dönüş olmaz.” (Hürriyet, 28 Ocak 2011) tespitini Ordunun ekonomik verileri esas itibariyle gizli tutulmaktadır. Fakat buna rağmen Mısır’ı ve ordusunu tanıyan kimi profesörler, “bilim insanları”nın açıklamalarına, tahminlerine göre ordu Mısır’ın ekonomisinin yaklaşık üçte birine sahiptir. Ordu kurumunu bir tekel, holding olarak ele alırsanız, ülkenin en büyük tekeli, holdingidir. 36 keti” ile “Hepimiz Halid Saidiz” grubu, 25 Ocak 2011 tarihinde “Gazap Günü” adıyla protestoya çağrı yaparak isyanın tetiklenmesinde öncü rolü oynamıştır. Tunus’taki gelişmeler muhalefete cesaret vermiş, “biz de yapabiliriz” düşüncesini güçlendirmiştir. “Yasemin Devrimi”nin etkisi esas olarak kitleleri cesaretlendirip harekete geçirmesi için son damla olarak değerlendirilebilir. Kısaca ortaya koyduğumuz bu duruma bakıldığında, kitlelerin biriken tepkisini göstermesi için 25 yapıyordu. Korku duvarı gerçekten de yıkılmış, kitleler tüm baskılara rağmen talepleri için meydanları doldurmuştu. Binlerle başlayıp onbinlere yükselen katılımcı sayısı yüzbinlere ve evet 1 Şubat’a gelindiğinde milyonlara yükselmişti. Bu yükseliş, İçişleri Bakanlığı’nın en başından hiç bir eyleme izin verilmeyeceği ve yasağa uymayanların tutuklanacağı tehditini ilan etmesine ve kolluk güçlerinin -esasta polisin- tüm saldırılarına rağmen gerçekleşiyordu. Kitlelerin protestolarında dile gelen talepler, açlı- Eylemcilere de, Mübarek’in istifasını bekleyen emperyalistlere de bu açıklama yetmemişti. Tersine protestocuların öfkesi daha da artmıştı! Ordu ise Mübarek’in bir daha aday olmayacağı açıklamasından sonraki gün, protestoların sona erdirilmesini, “Talepleriniz anlaşılmıştır, mesajınız alınmıştır” denerek eylemcilerin artık evlerine dönmesini istedi. Bu arada binlerce Mübarek yanlısı saldırgan da “Tahrir Meydanı”ndaki eylemcilere saldırdı ve şiddetli çatışmalar yaşandı. Bu çatışmalarda 13 kişinin öldüğü 1500’den fazla insanın yaralandığı bilgisi verildi. Hem ordunun tavrına, hem de bu saldırılara rağmen “Tahrir Meydanı” terkedilmedi! Tersine sokağa çıkma yasağının başladığı saat 17.00’den itibaren meydana daha çok insan geliyordu. Meydanda geceleyenler sayılmazsa, bilinçli bir biçimde sokağa çıkma yasağı çiğneniyordu. Barikatlar kurulup Mübarek yanlılarının yeniden saldırılarına karşı önlemler alınıyordu. Başbakan Şefik ise saldırılardan dolayı protestoculardan özür diliyordu. Böylece eylemcilerin kararlı tavrı egemenlere geri adım attırıyordu. Ama asıl atılması beklenen adım daha atılmamıştı… 4 Şubat’taki protestonun adı “Veda Günü” olarak kondu. Onbinlerce insanın eylemleri bu sefer çatışmasız geçti. Müslümanlarla Hristiyanlar (Kopten) birlikte dua ederek Mübarek rejimi karşıtlarının birlikteliğini gösteriyorlardı. Ordunun genelde tarafsız olduğu yönlü görüntü vermesi, gerçekte protesto eylemlerinin dağıtılmasına, barikatların sökülmesine çalışmadığı ve şiddet uygulamadığı anlamına gelmiyor. Eylemciler kimi kamu binalarını Mübarek’in partisi olan Ulusal Demokratik Parti’nin (UDP) binlarını ateşe verirken, orduyu halktan yana gösterme durumundaydı. “Ordu halk el ele” sloganları protestocuların tavrını belirliyordu. Tüm taviz ve geri adımları saymayı bırakıp son adıma gelirsek, 10 Şubat’a gelindiğinde Mübarek’in istifa edeceğinin işaretleri gelmeye başladı. Fakat televizyondaki konuşmasında Mübarek, yetkilerini Ömer Süleyman’a devrettiğini, anayasada birçok maddede değişiklikler yapılacağını ve sıkıyönetimi kaldırmayı ve böylece serbest seçimlerin mümkün kılınacağı yönlü açıklama yapsa da, görev süresi sonuna kadar koltuğunda kalacağını da açıklıyordu. Ertesi gün, yani 11 Şubat’ta öğlenden önce, Yüksek Askeri Konsey Savunma Bakanı Tantawi başkanlığında toplandı ve Tantawi halka yaptığı konuşmada, panorama ğa, yoksulluğa, yolsuzluğa, işsizliğe karşı olduğu gibi, daha iyi yaşam koşullarını, sıkıyönetimin / olağanüstü halin kaldırılmasını, Mübarek’in istifa etmesini, demokratik bir anayasanın oluşturulmasını, serbest seçimlerin gerçekleştirilmesini vb. vb. içeriyordu. Protesto eylemleri sürecinde ise, bu taleplerin yerine getirilebilmesi için anahtar adımın Mübarek’in istifa etmesi adımı olduğu düşünüldüğünden, merkeze bu talep yerleştirildi. Kahire’de “Tahrir Meydanı”nı gece sokağa çıkma yasağı, ya da sıkıyönetime rağmen işgal edenlerin temel sloganlarından biri, “Mübarek gidene kadar biz buradayız” sloganıydı. 28 Ocak’ta şiddetli çatışmaların da yaşandığı ve resmi açıklamaya göre 35 kişinin yaşamını yitirdiği söylenen protesto eylemleri, Mübarek’in geri adım atmasını beraberinde getirdi. Televizyonda halka konuşan Mübarek, kolluk güçlerinin eylemcilere karşı davranışını haklı çıkarmaya çalışsa da, hükümetin yenileneceğini, demokratik ve ekonomik reformlara gidileceği sözünü verdi… İstifa etmeyi ise reddetti. Oysa protestocuların öncelikli talebi onun istifa etmesiydi. 29 Ocak’ta eski hükümet istifa etti, yenisi kuruldu. Başbakanlık görevi, eski Hava Kuvvetleri Komutanı, anda Havacılık Bakanı görevini yapan Ahmed Şefik’e verildi. 29 seneden beri boş kalan Başkan Yardımcısı koltuğuna ise İstihbarat Şefi, kontrgerilla başı, işkenceci Ömer Süleyman atandı. Mübarek’in bu tavizleri protestoculara yetmedi ve bu gelişme esasında Mübarek rejiminin savunmada, eylemcilerin ise saldırıda olduğunu gösteriyordu. 1 Şubat’ta “Milyonların Yürüyüşü” adıyla yapılan protestolara 2 milyon civarında, kimi verilere göre de daha fazla insan sokaklara, meydanlara çıkmıştı. Ordu “barışçıl eylemcilere saldırılmayacağı” yönlü açıklama yapıyor ve eylemlerin barışçıl geçmesini salık veriyordu. Ve 1 Şubat’ta “Tahrir Meydanı”ndaki eylem esasında barışçıl geçti. Bu arada başta ABD emperyalizmi olmak üzere AB’li emperyalistler de, kitlelerin protestolarda ciddi olduğunu ve giderek eylemlere katılımın yükseldiğini gördüklerinden, Mübarek’e gitmesi gerektiğini önce hissettirmeye daha sonra da dayatmaya başladılar. Mübarek ise 1 Şubat akşamı, yine televizyonda halka seslenerek, Eylül ayındaki seçimlerde aday olmayacağını ve siyasi gruplarla diyalog kuracağını, kontrollü bir geçiş sürecinin yaşanması gerektiğini ilan ediyordu. 37 panorama 38 bir gün önce Mübarek’in anlattıklarını esas itibariyle onayladı. Ülke çapında protestolar yeniden yükseldi ve eylemlere bir milyondan fazla insan katıldı. Aynı günün öğle sonrası, Mübarek’in ailesiyle birlikte Kahire’yi terk ettiği ortaya çıktı. Akşama doğru ise Başkan Yardımcısı Ömer Süleyman kısa bir açıklamayla Mübarek’in istifa ettiğini, Yüksek Askeri Konsey’in iktidarı devralacağını açıkladı. Yüksek Askeri Konsey’in Komutanı olarak Savunma Bakanı Tantawi, geçiş süreci için devletin başına geçti… Mübarek’in istifası ile protestocular ilk adım olarak gördükleri hedefe ulaşmıştı. Bunun ardından kutlamalar yapılırken, “Tahrir Meydanı” da kimi az sayıdaki protestocuya rağmen boşaltıldı, süpürüldü! Her Cuma günü yeniden “Tahrir Meydanı”nda buluşup protestoları sürdürme hedefiyle eylemler sonlandırıldı. 18 günlük eylemler sonucunda yaşamını yitirenlerin sayısı, Sağlık Bakanlığı tarafından 365 olarak açıklandı. Yaralıların sayısı ise binlercedir. Mübarek’in “kansız” devrilmesinden bahseden burjuva kalemşorların açıkça yalan söylediğinin belgesidir bu veriler. 11 Şubat 2011 tarihi itibariyle Mısır’da, Mübarek’in başkanlığında uygulanan olağanüstü halli, sıkıyönetimli, sonuçta yine polis-asker yönetimli bir durumdan, “demokrasiye kontrollü geçiş süreci” adına açık askeri yönetime geçilen bir durum sözkonusudur. ORDU’NUN ROLÜ… Mısır’da ordunun rolünü anlayabilmek için karşılaştırılabilecek en tanıdık örnek Türkiye’dir. İki ülke arasında, askeri yönetim ve askerin ekonomideki durumu, siyasetteki rolü vb. noktalarda epey benzerlikler vardır. Nasır, Sedat ve Mübarek gibi Mısır’ın siyasi hayatını belirleyen başkanlar asker kökenlidir. Özellikle Mübarek’in başkan olmasından beri olağanüstü hal yasalarını, sıkıyönetimi ayakta tutan esas güç -tabii ki tüm türleriyle polis kurumu da baskı aracı olmuştur- ordu olmuştur. Halk günlük yaşamında çoğunlukla polis güçleriyle karşılaştığından olsa gerek, orduya “kurtarıcı” gözüyle bakmaktadır. Bu yaklaşım “Tahrir Meydanı”ndaki binlerce Mübarek rejimi karşıtı eylemcilerin “Ordu halk el ele” sloganlarından da kendisini ifade etmiştir. Oysa Mübarek rejimi ile ordunun savunduğu rejim bir ve aynı rejimdi. Bu Sıkıyönetimin kaldırılması, anayasada kimi maddelerin değiştirilmesi, siyasi partilere yönelik yasakların kâğıt üzerinde kaldırılması ve seçimlerin önemli engeller olmadan yapılabilmesi gibi noktalarda değişiklikler olacaktır. Kuşkusuz bu da genelde halk için kimi demokratik kırıntılara sahip olma bakımından önemli bir ilerlemedir. Ama, yolsuzluk, yiyicilik, yoksulluk vb. durumlar varlığını sürdürecektir. İşsizlik ise esas itibariyle ülkedeki ekonomik gelişmeye bağlı olacak, genelde ise oranı düşse de işsizlik de ortadan kalkmayacaktır. Ordunun ekonomideki konumu ve rolü, Mısır’da işçilerin, emekçilerin kurtuluşları için mücadelede, sadece devletin koruyucu kolluk gücü olması anlamında değil, sömürücü, patron olması anlamında da orduya karşı mücadele yürütmesini gerektiriyor. “Ordu ve halk el ele” tavrı ise bu mücadelenin önünde engeldir. Sömürücülerle, sömürülenler, ezenlerle ezilenler arasında uzlaşmaz sınıf çelişkileri vardır. Ve bunlar da ancak ve ancak çatışmayla, şiddetle, devrimle çözülür, el ele olmakla değil… Yüksek Askeri Konsey anayasayı askıya aldı, parlamentoyu feshetti, yeni anayasa için komisyon kurulacağını açıkladı, geçiş döneminin ise 6 ay ya da başkanlık ve parlamento seçimleri yapılana kadar süreceğini açıkladı. Bu açıklama tabii ki bu sürecin gerçekte ne kadar süreceğini net biçimde ortaya koymayan, süreci uzatmaya açık kapı bırakan bir açıklamadır. Şubat ayı sonuna doğru, örneğin 25 Şubat’ta ordu güçleri, Mübarek’in atadığı geçici hükümetin istifasını, sıkıyönetimin kaldırılmasını ve Mübarek’in yargılanmasını talep eden protestoculara sert davranıp şiddet uyguladı. Ertesi gün ordu protestoculardan özür diledi. Ardından da Mübarek’in mal varlığı donduruldu, eşi ve oğullarının yurtdışına çıkışı yasaklandı. Şimdilik Mısır’da durum böyledir. Nasıl ve nereye doğru gelişeceğini ise birlikte göreceğiz. Buna rağmen gelişmeler, kitlelerin egemenlere korku saçan isyanının yarı yolda kalacağına işaret etmektedir. Tersi bir durum mu yaşanacak? Bizi sadece sevindirir! Mısır’da da dayanışmamız ezilenlerin sömürücülere, zorbalara karşı demokrasi, özgürlük, ekmek için verilen mücadeleyedir! 1 Mart 2011 ✓ panorama açıdan bakıldığında halkın orduya yaklaşımı, aynı zamanda Mübarek’e karşı haklı ve meşru isyanın yarı yolda takılıp kalmasında önemli rol oynama durumundadır. Hem rejimi ayakta tutmanın esas gücü olma bakımından, hem de kitleleri rejime bağlama bakımından ordu önemli rol oynamaktadır. Ordu sadece siyasi alanda önemli rol oynamıyor. Hayır! Ekonomik alanda da ülkenin en büyük kapitalistlerinden biridir. Protesto eylemleri döneminde “tarafsız” görünmesinin ve kitlelerin gözünde “kurtarıcı” olarak kabul edilmesi için takınılan tavırların arkasında, çıplak ekonomik çıkarlar yatmaktadır. Bu yüzdendir ki, Savunma Bakanı Tantawi ya da ordunun kamuoyuna karşı yetkili generalleri, protestocuların evlerine dönmesi, düzenin yeniden sağlanması ve üretimin normale dönmesi gerektiği konusunda açıklamalarda bulundular. Ordunun ekonomik verileri esas itibariyle gizli tutulmaktadır. Fakat buna rağmen Mısır’ı ve ordusunu tanıyan kimi profesörler, “bilim insanları”nın açıklamalarına, tahminlerine göre ordu Mısır’ın ekonomisinin yaklaşık üçte birine sahiptir. Ordu kurumunu bir tekel, holding olarak ele alırsanız, ülkenin en büyük tekeli, holdingidir. Sadece silahlanma sanayi dalına egemen olmakla kalmıyor ordu. Tüketim ve hizmet alanlarının hemen hemen hepsinde ekonominin, üretimin içindedir ordu kurumu… Fırınlardan, otel işletmeciliğine, tavuk çiftliklerinden süt üretimine, sığır beslemeden meyve-sebze plantasyonlarına, konserve fabrikalarından balık yetiştirme besleme çifliklerine, turizmden elektronik malzeme sanayiine, bilgisayar üretimine, yol ve inşaat sektörüne vb. vb. kadar tüm alanlarda ordu ekonomik bir güç olarak yer almaktadır. Buna bağlı olarak da ordu mensupları birçok imtiyaza sahiptir. Kısaca özetlediğimiz bu durum, anda yönetimde açıkça yer alan ordunun, gerçekte halkın çoğunluğu tarafından talep edilen demokratikleşme yönünde yapılacağı sözüverilen reformları gerçekleştirip gerçekleştirmeyeceği yönlü soruları da gündeme getirmektedir. Bir nokta açıktır: Ordu, ekonomik çıkarlarını önemli ölçüde zedeleyecek bir gelişmeyi kabule bugün hazır değildir. Yapacağı değişiklikler esasında kamuoyuna “askeri yönetimden asgari demokrasiye” geçilen bir durumu, demokrasiye geçilmiş gibi yutturmaya hizmet edebilecek asgari değişikliklerdir. 39 panorama Arap coğrafyasında sarsıntılar sürüyor Sırada Libya mı var? A ralık ayında Tunus’ta başlayan kitlelerin isyanı diğer Arap ülkelerinde de yansımasını buldu. Ezilen halklar haksızlığa, açlığa, baskılara, zulme, faşist diktatörlere karşı isyan etmeye başladı. Tunus, ezilenler için umut iken, egemenler açısından ise korku kaynağı oluyor. Tunus’taki isyanın diğer Arap ülkelerine yayılıp yayılmayacağı üzerine hararetli tartışmalar yürütülüyor. Pratik isyanın çoktan yayıldığını, isyanın etkisini diğer ülkelerde de kendisini gösterdiğini gösteriyor. Tunus’da Bin Ali iktidarı yıkıldı. Mısır’da Mübarek istifa etmek zorunda kaldı. Libya’da Kaddafi iktidarını koruma mücadelesi veriyor. Cezayir, Fas, Lübnan, Suriye, Ürdün, Yemen, Umman, Bahreyn, Irak, Güney Kürdistan, İran’dan kitle gösterileri, çatışma haberleri geliyor. 40 Biraz tarih Libya’nın resmi adı, Libya Arap Sosyalist Halk Cemahiriyesi’dir. Başkenti Trablusgarb olup, yüzölçümü 1.775.500 km2’dir. Libya nüfusunun % 92’sini Araplar oluşturur. Araplardan sonra % 3 orana sahip olan Berberiler gelir. Kalan nüfus Kulaflı (% 2), Tebu (% 1’den az), Beri (% 1’den az), Avrupa asıllı Hıristiyanlar (% 1’den az), Yahudiler (% 1’den az) gibi etnik unsurlar oluş- turmaktadır. Kulaflıların, Tebuların ve Berilerin tamamı Müslüman’dır. 140 aşiret var olup, aşiretlerin ülkede önemli etkisi vardır. Resmi dil Arapça’dır. Halkın çoğunluğu da Arapça konuşmaktadır. Bunun yanı sıra Berberice başta olmak üzere bazı etnik diller de konuşulmaktadır. Resmi din İslam’dır. Halkın % 99’u Müslüman’dır. Müslümanların % 97’si Sunnidir. Az sayıda Hariciyye mezhebinin bir kolu olan İbadiye mezhebi mensubu bulunmaktadır. Az sayıda da Hanefi ve Şafii vardır. % 1’lik nüfusu da işgal döneminde bu ülkeye yerleştirilmiş olan Avrupalı Hıristiyanlar, yerli Yahudiler oluşturmaktadır. Libya Yahudilerinin % 90’nı İsrail’e göç etmiştir. Kuzey Afrika ülkelerinden olan Libya kuzeyden Akdeniz, doğudan Mısır, güneydoğudan Sudan, güneyden Çad ve Nijer, batıdan Cezayir ve Tunus ile çevrilidir. En yüksek yeri Bette Dağı (2285 m.)’dır. Bazı küçük akarsuları vardır. Bunların da en önemlileri Kam ve Ramba akarsularıdır. Topraklarının % 1’i tarım alanı, % 8’i otlak, kalan kısmı çöldür. Kıyı bölgelerinde Akdeniz iklimine özel bazı ağaçlar yetişir. Çoğunluğu çöl olan iç kesimlerde ise pek ağaca rastlanmaz. Kıyı bölgelerinde Akdeniz iklimi, içerlerde çöl iklimi hâkimdir. Libya 1551’den 1911’e kadar ülkeyi İtalya işgal edene kadar, Osmanlıların işgali altında kaldı. İtalyan emperyalizminin sömürgeciliğine karşı Ömer Muhtar önderliğinde başlatılan direniş hareketi, Ömer Muhtar’ın yakalanarak idam edilmesi sonucunda başarısızlığa uğrasa da uzun yıllar sürdü. II. Dünya Savaşı sırasında Ocak 1943’te Libya, müttefik kuvvetler tarafından ele geçirilerek İtalyanlar Libya topraklarından çıkarıldı. Trablusgarb ve Bingazi bölgeleri İngilizlerin, Fizan bölgesi de Fransız- yan Libya, suçluları İskoçya’ya iade ederek kişi başı 10 milyon dolarla toplam 2.75 milyar dolar tazminat ödedi. (kaynak: www.wikipedia.org) Kaddafi rejimi çatırdıyor Tunus’da yaşanılan halk hareketi ile Arap dünyasında ölüm sessizliği bozuldu. Emperyalistler ve Arap gericileri bir yandan Tunus’ta bir süre kontrol dışına çıkan halk hareketini yeniden kontrol altına almaya çalışırken, diğer yandan diğer Arap ülkelerine sıçramaları engellemek için ellerinden geleni yapmaya çalıştılar. Fakat başarılı olamadılar. Tunus’da Zeynel Abidin Bin Ali rejimi çöktü. Bin Ali kaçmak zorunda kaldı. Ardından Mısır’da Mübarek istifa etmek zorunda kaldı. Şimdi sırada Libya var. Tunus, Mısır, Libya… Arap ülkelerindeki despotik rejimler birer birer sarsılıyor. Kitlelerin zulme, haksızlığa, işsizliğe, yoksulluğa karşı duydukları birikmiş öfke patlıyor. Kaddafi iktidarını kaybetmemek için direniyor. Kendisine karşı yönelen isyanı bastırmak için her türlü aracı kullanmaktan çekinmiyor. Libya fiilen ikiye bölünmüş durumda. Doğu Libya’da iktidar muhaliflerin elinde. Kaddafi Trablusgarp’a sıkışmış, iktidarını korumaya çalışıyor. Kaddafi 42 yıldır iktidarda. Tek lider o. Aykırı seslere, muhalefete izin yok. Kaddafi antiemperyalist değil. Kaddafi, emperyalist sistem ile sorunu olmayan, ancak sömürü pastasının büyük bölümüne emperyalistler tarafından el konulmasına istemeyen, ulusal burjuvazinin çıkarlarını koruyan bir rejimin adıdır. Libya’daki gelişmelerin nerelere varacağını birlikte göreceğiz. Libya’daki kitle hareketlerinin gelişme yönü ne olursa olsun, Kaddafi rejiminin yıkılıp yıkılmayacağından bağımsız olarak bir şey net olarak açığa çıkmış durumda: Kitleler artık eskisi gibi yaşamak istemiyor. Kitleler yıllardır yönetimde olan kralları istemiyorlar. Kuşkusuz kitlelerin değişim isteği henüz sömürü sistemini hedefleyen bir değişiklik değildir. Değişiklik isteği sistem içi olsa da kitlelerin gücünü, kitlelerin istemediği rejimlerin ayakta kalamayacaklarını göstermesi anlamında olumludur. Tunus, Mısır, Libya’da; ezilenlerin ezenlere karşı verdiği özgürlük, demokrasi mücadelesi ile dayanşma içindeyiz. Yaşasın uluslararası dayanışma! Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşin! 6 Mart 2011 ✓ panorama ların egemenliğine geçti. Senusi emirlerinden İdris es-Senusi Libya halkını yeniden bağımsızlık mücadelesine çağırdı ve bu mücadeleyi organize etmeye başladı. 24 Aralık 1951’de de Libya’nın bağımsızlığını ilan etti. BM’de 1 Ocak 1952’den itibaren Libya’nın bağımsızlığını kabul etti. İdris ülkenin kralı oldu. 1969’da, ordunun genç subaylarından Yüzbaşı Muammer Ebu Minyar Al-Kaddafi bir grup subayla birlikte Kral İdris’e karşı darbe yaptı. Monarşi sona erdirildi ve Libya Arap Cemahiriyesi kuruldu. Kaddafi’nin kendi yazdığı Yeşil Kitap ülkenin Anayasası olarak adlandırılmaktadır. Ülke yeşil Kitap’daki fikirler doğrultusunda idare edilmektedir. Yeşil Kitap’da halkın yönetime doğrudan katılması öngörülmekte, bunun için halk meclisleri oluşturulması savunulmaktadır. Fakat sömürücü bir azınlığın iktidarı şartlarında, kurulacak halk meclisi göstermelik olmaktan öteye gidemez. Halk meclislerinin etkili olması için, iktidarın halkın elinde olması gerekir. Nitekim Libya’da kurulan halk meclisleri, bu meclislere katılanlar seçimle değil direktifle belirlendiğinden, seçilenler halkı temsil etmekten çok, Kaddafi rejiminin uygulamalarını onaylama vazifesi görmektedirler. Devletin en üst kademesinde “devrim önderi” sıfatını taşıyan başkan Kaddafi bulunmaktadır. İkinci kademedeki yetkili Genel Halk Kongresi Sekreteridir. Genel Halk Kongresi’nin 750 üyesi bulunmaktadır ve bu üyeler halk meclisleri tarafından belirlenmektedir. Yeşil Kitap, “halk yönetimi”, “sosyalizm” ve “üçüncü dünya teorisi” bölümlerinden oluşmaktadır. Libya 24 belediyeden (yerel yönetim bölgesinden), 1500 yerel birimden meydana gelir. 1980’lere doğru Libya ile ABD emperyalizminin arası bozuldu. 1981 Ağustos’unda ABD uçakları Sirte Körfezi’nde iki Libya uçağını düşürdü. 1986’da yine ABD uçakları Kaddafi’nin karargâhını bombaladılar ve Kaddafi bu olayda yaralandı. Londra-Newyork seferini yapan Pan am uçağı, 21 Aralık 1988 tarihinde, kalkıştan 38 dakika sonra İskoçya’nın Lockerbie kasabasına düştü. Düşen uçak içindeki 258 kişi ve kasabadaki 17 kişiyle birlikte toplam 275 kişi öldü. Pan am Havayolları’na ait bir uçağı düşürmekle suçlanan iki Libyalının ABD veya İngiltere’ye teslim edilmesi isteğinin Libya yönetimi tarafından kabul edilmemesi, Libya’ya karşı ABD öncülüğünde uluslararası ambargo uygulanması sonucunu doğurdu. Uluslararası baskılara ve ambargoya dayanama- 41 yaşam temellerini koruma mücadelesi 42 Allianoi sulara gömdürüldü İ çerisinden yüzlerce tarihi eserin gün yüzüne çıkarıldığı, antik çağda sağlık merkezi olarak kullanılan Allianoi Antik Kenti, yakınındaki Yortanlı Baraj Gölü Havzası içinde kaldığı için İzmir 2 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu’nun kararıyla üzeri kumla kapatıldı. Allianoi Antik Kenti ile ilgili hukuki süreç sürerken, antik kent, 31 Aralık’ta baraj kapaklarının kapanmasıyla suya gömülmeye başladı. Onlarca çeşme, köprü, sütun gibi eser, kum altında kalırken, şu ana kadar üzerinde 18 milyon metreküp suyun biriktiği açıklandı. Toplam kapasitesi 61 milyon metreküp olan, antik kentin de içinde bulunduğu baraj havzasındaki ağaçlar da Orman Bölge Müdürlüğü yetkilileri ve köylüler tarafından kesildi. Baraj suları nedeniyle, sulara gömülen antik kentin tam ortasından geçen İvrindi-Bergama eski karayolu da trafiğe kapandı. Bergama’ya yaklaşık 15 kilometre uzaklıkta bulunan, sağlık tanrısı Asklepion’a adanan Allianoi antik tedavi ve sağlık merkezi, 1998 yılındaki kazı çalışmalarında keşfedilmişti. 2001 yılında birinci derece arkeolojik sit alanı olarak kabul edilen Alianoi’de yapılan kazı çalışmalarında, `Peri Kızı’ adlı ünlü tarihi heykelin yanı sıra, 11 bin sikke, 400 civarında tıbbi alet, yüzlerce kemik, seramik eser, çeşme, sütun, hamam ve kemerli köprü gün yüzüne çıkarılmıştı. Dünyanın en iyi korunan kaplıcası olduğu kaydedilen Allianoi’yle ilgili İzmir 2 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu, sulama amaçlı kurulan barajın havzası içinde kaldığı için üzerinin kumla kapatılıp su tutacak hale getirilmesine karar verdi. Çevre örgütlerinin hukuki mücadelesine rağmen, koruma kurulunun kararına karşı, yürütmeyi durdurma istemiyle açılan İzmir 4’üncü İdare Mahkemesi’ndeki dava da keşif heyeti geçen ay incelemelerde bulunmuş, raporunu halen açıklamamıştı. Hukuki süreç bitmeden Allianoi Antik Kenti’nin üzerinin kumla kapatılması aslında skandaldır. Hukukun guguk olarak işlediği ülkelerimizde, skandal kararlar giderek olağan hale gelmektedir. Antik kentin mahkeme kararlarına rağmen suya gömülmesine tepki gösteren, Allianoi’nin kurtarılması için hukuksal mücadele yürütenlerden biri olan Avukat Arif Ali Cangı şunları söyledi: “Allianoi ile aslında 2005 yılından beri yürütülen hukuksal mücadelede kaybedilen bir dava olmadı. En son koruma kurulunun almış olduğu kuma gömme ve su altına bırakma hakkındaki davalar da şu an olağan süreçte. Mahalde keşif yapıldı. Ancak keşif yapıldığı zaman zaten üzeri kumla örtülmüş vaziyetteydi. Şimdi bilirkişi raporu bekleniyor. Raporun ardından yürütmeyi durdurmayla ilgili bir karar verilecek. Ancak görülüyor ki, burada yapılan bir taraftan tarih katliamı yapmak, bir taraftan da hukuksal bir mahkeme kararını katletmektir. Bu aşamadan sonra mahkemelerce verilecek her karar, su üzerine yazılacaktır. Yürütme kararının durdurulmasıyla ilgili karar beklenmeden yapıldığı için bu işlemler, ciddi anlamda bir suçu doğuruyor. Göz göre göre, yöneticilerin vicdansızca icraatları bu duruma getirdi. Biz, suya da gömülse yine de antik kentin tarihi için mücadelemizi sürdüreceğiz.” Allianoi Antik Kenti ve Hasankeyf’te insanlığın kültürel mirasını yok edenlere, kar uğruna Munzur’da, Fırtına Vadisi’nde, Çoruh Havzası’nda HES’lerle çevreyi yok etmek isteyenlere karşı mücadele, işçilerin, emekçilerin mücadelesi olmak zorundadır. Haydi, geleceğimizi yok edenlere karşı mücadeleye! 24 Şubat 2011 ✓ Özgür bir dünya yaratmak için elbette kızıla dönüşecek gökyüzü, güneşin doğuşuyla orak çekiçle birleştiğinde değişecek yeryüzü. Bu inançla, Çağrı’nın tüm kadın emekçilerinin şahsında, ezilen tüm dünya kadınlarının 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü yürekten kutluyoruz. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, sömürü düzeninin ağır çalışma koşullarına karşı, dokuma işçilerinin kavga ve direnişler büyük bedeller ödeyerek kazandıkları büyük bir mevzidir. Baskının, zulüm ve sömürünün olduğu yerde özgürlük kendiliğinden gelen bir şey değildir. Hak ve özgürlük ancak mücadeleyle kazanılır. Yani büyük bir orduyla savaşa girmekle değil, işçilerin, emekçilerin, köylülerin, ezilen halkların ve açların yürek birliği ve proletarya kardeşliğiyle, sınıf mücadelesini yükselterek her şey kazanılır. İşte kadınların ve erkeklerin eşitliği, onur ve özgürlüğü böyle elde edilir. Yani kadının özgürlüğü dünyanın ve tüm insanlığın da özgürlüğüdür. Clara Zetkinler, Rosa Lüksemburglar, Semalar, Beseler, Sabolar, Haticeler, Meral Yakarlar, Zilanlar, İdiller ve nice karanfiller sosyalist mücadelenin içinde yer alarak kölelik zincirini kırarak özgür kadını simgelemişlerdir. Hayatın en güzel yanı kadınların ve erkeklerin eşit haklara sahip olmaları ve insanın insanca yaşamaları için özgürlük mücadelesi içinde yerlerini almalarıdır. Bu insanlığa verilecek en güzel armağandır. Kadınlar her şeyden önce özgüvenleriyle, kendi ayakları üstünde durmaları çok önemlidir. Çünkü kadınlar sınıf mücadelesi içinde devrimin kapısını açacak son anahtardır. Yani güçlü iradeyle elde edilmeyecek hiçbir şey yoktur. İradesi güçlü olmayan özgür olamaz. Özgür bir dünya yaratmak için elbette kızıla dönüşecek gökyüzü, güneşin doğuşuyla orak çekiçle birleştiğinde değişecek yeryüzü. Bu inançla, Çağrı’nın tüm kadın emekçilerinin şahsında, ezilen tüm dünya kadınlarının 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü yürekten kutluyoruz. 8 Mart’ın tüm karanfillerinin şahsında devrim ve sosyalizmin tüm kızıl güllerini saygıyla anıyoruz. Anılarını mücadelemizde yaşatacağız. Yüreğimizin olanca sıcaklığıyla, umutla dirençle ve saygıyla o direngen yüreğinizi selamlıyoruz. Sevgi ile umut ve inatla kalın. Serkeftin. Yaşasın 8 Mart! Biji 8 Adare! Yaşasın ezilen dünya kadınlarının özgürlük mücadelesi! 21.02.2011 Mehmet Yamaç H Tipi Hapishanesi E/1 Erzurum okuyucu mektubu Sevgili dostlar... ✉ Adana’da karma 8 Mart A dana’da 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü dolayısıyla karma katılımlı bir yürüyüş te düzenlendi. Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu, Devrimci Proletarya, Demokratik Kadın Hareketi, Emek ve Özgürlük Cephesi, Emekçi Kadınlar ve Halk Cepheli Kadınların oluşturduğu Devrimci 8 Mart Platformu bileşenleri saat 12.30’da 5 Ocak Meydanında toplantı. “Emperyalist saldırganlığa, sömürüye, şovenizme, ezilmeye ve eşitsizliğe karşı birleşadeleye!” yazılı bir pankart ile yürüyen platform bileşenleri sloganlar atarak İnönü Parkına geldiler. Burada bir basın açıklaması yapıldıktan sonra eylem şiir ve müzik diaanletisi ile son buldu. Yapılan bu eyleme yaklaşık 100 kişi katıldı. 08.03.2011 ✓ 43 Yaşasın Dünya Emekçi Kadınlar Günü...