Düşün ki Yabancı Sensin: Lezbiyen, Gey

Transkript

Düşün ki Yabancı Sensin: Lezbiyen, Gey
Düşün ki Yabancı Sensin:
Lezbiyen, Gey, Biseksüel ve Transcinsiyet Haklarını Savunmak
Michael Cashman
Hanımlar,
Beyler
ve Diğerleri,
Sevgili Dostlar,
Saygıdeğer Konuklar
Bugün burada bulunmak bana heyecan veriyor ve Hrant Dink anısına dördüncü
konferansın benden istenmesi beni derinden onurlandırıyor.
Türkiye gönlümde özel bir yere sahip, uzun yıllardır tanıdığım bir ülke. Burada pek
çok arkadaşım var. Türkiye’nin AB’ye katılma başvurusunu da daima destekledim.
Fakat muhtemelen bu tartışmayı başka bir zaman ve başka bir yerde yapmak lazım.
Beni buraya getiren ilginç bir yaşam yolculuğum oldu. Ve bu yaşam boyunca annem,
babam ve bundan beş sene önce hemcins partnerlik üzerinden evlendiğim 27 yıllık
eşim Paul Cottingham’ın sevgisiyle kutsandım.
Doğu Londra’nın işçi sınıfı kesiminde yaşayan yoksul bir ailede dünyaya geldim.
Babamla aynı yolu izleyip bir dok işçisi olmam bekleniyordu. Fakat kaderin bir oyunu
sonucu, 11 yaşında okulda siyah bir blues şarkıcısı olan Eartha Kitt’i taklit ederken
bir tiyatro ajanı tarafından keşfediliverdim! Birkaç hafta sonra Oliver oyununun
Londra prodüksiyonunda Oliver’i oynuyordum ve böylece 37 sene sürecek bir
kariyere adım atmış oldum. Tiyatro, televizyon ve sinema filmlerini kapsayan 35
senelik kariyerimde BBC’nin en popüler haftalık dizisi EastEnders’da da rol aldım ve
ilk sıradışı gey rolünü oynadım. Bu rol esnasında bir İngiliz dizisinde ilk kez bir gey
öpüşmesinde yer alarak sansasyona yol açtım. Bu öpüşme medyada ve siyasette
büyük bir tartışmaya neden oldu. Tartışma, gerçek hayatta da gey olduğumu
öğrendiklerinde daha da büyüdü!
Çok okunan popüler gazeteler çılgına dönmüşlerdi ve siyasetçiler, basit bir nedenle,
oynadığım karakterin diziden çıkarılmasını talep ediyorlardı: Diziyi aileler
izlemekteydi! Sevgilimle ilişkim basın tarafından ifşa edildi ve adresimiz yayınlandı.
Taşlarla camlarımız kırıldı. Aşırı sağcılar tarafından ismim bir hedef listesine konuldu
ve ölüm tehditleri aldım.
BBC de ben de duruşumuzu koruduk ve üç yıl daha dizide oynamaya devam ettim.
Bu arada dizide habire öpüşüp duruyordum. Ancak tam da o sıralarda Muhafazakâr
hükümet, homoseksüelliğin “teşvik edilmesi”ni yasaklayan bir gey karşıtı kanun
çıkardı. Bu tehlikeli ve kötücül kanun “teşvik”ten ne anladığını ortaya koymuyordu
ama özel ve kamusal sansüre yol açtı.
AIDS ve HIV’in Birleşik Krallık medyasında, tırnak içinde, “gey salgını” olarak
tanımlandığı bir dönemde bir hükümetin bunu yapabilmesi, yasal koruma içermeyen
hoşgörünün genel ya da özel “ahlak” denen şeyi baz aldığı anda nasıl hızla olumsuz
eylemlere dönüşebileceğinin kanıtıdır.
Bu kanun aile kavramını sadece bir erkekle bir kadın arasındaki birlik olarak
dayatmaya uğraşıyordu.
Dürüst olmam gerekirse, dünyayla ilgili gerçek deneyimlerimi edinmem ve insanların
beni ya da bana benzer kişileri nasıl gördüğünü anlamam genç bir gey oluşum
üzerinden gerçekleşti. Farklı olduğumu biliyordum ve “gerçek” beni kimlere
göstereceğim konusunda seçici olmak zorundaydım. Bu zorundalık sadece 18 yaşıma
girene kadar gey olmanın yasadışı olmasından değil, başka pek çok nedenden
kaynaklanıyordu. Teşhir edilebilir, herkesin içinde gülünç düşürülebilir, şantajla veya
korkutularak haraç ödemekle karşılaşabilir, hapsedilebilir ya da “zihinsel rahatsızlık”
tedavisine alınıp elektroşoka bile sokulabilirdiniz. Doğup büyüdüğüm çevrede bile
kendimi gizlemek zorunda olduğumu da biliyordum. Ne var ki bir konuda şanslıydım:
Bir gey, bir eşcinsel olduğumun farkındaydım ve bu konuda kendimi asla
kandırmadım. Birkaç sene sonra da, bunu diğer insanlardan da saklamamaya karar
verdim ve kimliğimden gurur duyar hale geldim.
Politikaya geç yaşta girdim. Buna karar vermemde Birleşik Krallık’taki gey karşıtı
kanunlar ve muhafazakâr Thatcher hükümetinin çıkardığı yeni gey karşıtı kanun etkili
oldu.
1999’da Avrupa Parlamentosu üyeliğine seçildim ve parlamentodaki hizmetim
süresince AB’nin 27 ülkesinin yurttaşlarının olduğu kadar dünyanın her tarafındaki
ülkelerin yurttaşlarının da eşitlik davasının takipçisi oldum.
Avrupa Birliği’nin diğer ülkelerle, ticaret ve kalkınma gibi alanlarda yasal
antlaşmaları vardır ve bunlar üzerinden insan hakları da teşvik edilir. Dolayısıyla,
Kalkınma Komitesi’nin ve Afrika, Karayipler ve Pasifik Ortak Parlamento
Asemblesi’nin bir üyesi olarak sesi duyulamayanlar için konuşmayı, sessiz
bırakılanların sesi olmayı kendi işim, zorunluluğum, sorumluluğum olarak
değerlendiririm.
Bu beni her zaman popüler kılmaz! Ama zaten politikaya popüler olmak için
giriyorsanız, işin sonunda değil, ta en başında aklınızdan zorunuz var demektir!
Dolayısıyla bütün bu ve bunun dışındaki nedenlerle, Hrant Dink’in cesareti ve yaşamı
anısına düzenlenen bu konuşmayı veriyor olmaktan gurur duyuyorum. Bu konuda çok
şey söylemeyecek ve şunu belirtmekle yetineceğim: “Ertelenmiş adalet, adaletin yok
sayılması demektir!” Başlangıçta birkaç kişi için ama daha sonra çoğunluk için...
Şimdi kendi konuşmama dönüyorum. Bu fırsatı azınlıkların hakları hakkında
düşünmeye ayırarak değerlendirmeye çalışacağım. Özellikle de lezbiyen, gey,
biseksüel ve transcinsiyet azınlığın haklarına eğileceğim. Özellikle Türkiye’ye
yoğunlaşacak değilim ama Türkiye’ye de değineceğim elbette.
Doğal olarak, lgbt bireylerin haklarını değerlendirirken nihai olarak tüm azınlıklar ve
nasıl kaçınılmaz biçimde birbirimizle ilintili olduğumuz hakkında düşünüyor
olacağım.
Hiçbir birey –ailelerde bile ve hatta belki özellikle ailelerde– bir diğerine tıpatıp
benzemez. Dolayısıyla, azınlık denen gruplara giren bireyler de, bu gruplara
girmeyenlerden olduğu kadar birbirlerinden de farklıdırlar. Sadece bazı özellikleri
paylaşıyorlardır. Bu özellikler gerçek, dayatılmış ya da muhayyel de olabilirler.
Eğer bu konuşmada kimseyi incitirsem bilin ki, bunu bilerek yapmıyorum. Eğer
sarsılmasına, şoke olmasına yol açarsam, bilerek yapıyorum demektir. Ancak
amacım, Shakespeare’in Kral Lear’in sonunda söylediği gibi, “söylemeye mecbur
olduklarımızı değil, hissettiklerimizi söylemek.” Bu, bir politikacıdan beklenecek en
önemli özellik midir, tartışmalı; ancak bir insan hakları savunucusu için öncelikli
konumda olduğu kesin.
Elbette görüşlerim bana ait. Dünyayı ancak kendi gözlerimiz aracılığıyla tam olarak
görebiliriz. Kaldı ki, o zaman bile KENDİ hakikatimiz üzerinden görürüz. Eğer sizi
incitir ya da sizden farklı görüyor olursam, anlayışınızı ve sabrınızı rica ediyorum.
Yollarımız farklı olabilir ama varmak istediğimiz yer –daha iyi, eşit ve adil bir
dünya– hepimiz için ortak olsa gerek.
2011 vaat ettikleri ve bu vaatlere bağlanan ümitler açısından öne çıkan bir yıl. Şu ana
kadar krizler çıktı, geçti ve yeniden çıktı. Kalıcı savaş, zorbalık, açlık, yoksulluk ve
umursamazlık sorunları ortada durmaya devam ediyor. Evet, bizi çevreleyen insani
ıstıraba ve kadınlar ile erkeklerin hakiki ve benzersiz potansiyellerini
gerçekleştirmeleri için var olan sonsuz olanağa yönelik umursamazlık devam ediyor.
Peki, ama bu umursamazlık nereden çıkıyor? Neden kendi kendimizin hem zindancısı
hem de kurtarıcısı olduğumuzu şimdiye kadar öğrenemedik? Niçin bir baskı
hiyerarşisini habire yeniden yaratıyoruz? Ben gerçekten senden farklı mıyım ve sen
de benden? Diğerlerini kendimizden aşağıya yerleştirmek bize güvence veriyor ve
buna dayanarak onları keyfi biçimde mahkûm edebiliyoruz.
Ben burada eşitliği savunmak istiyorum; bazıları ya da bir kişi için değil, hepimiz için
eşitliği. İlke, hepimizin eşit doğduğunu söylüyor. Doğum ve ölüm anında hepimiz
eşitiz. Ancak zaten farkı ortaya çıkaran da doğumla ölüm arasında geçen zaman.
Özellikle de lezbiyenlerin, gey erkeklerin, biseksüellerin ve transcinsiyet bireylerin
insan haklarını savunacağım; toplumda kendilerinin işledikleri günahlardan daha
ziyade kendilerine karşı günah işlenen bir grubun insan haklarını. Burada içerilme,
dâhil edilme yönünde bir savunu sunacağım. Kanunun önünde, lgbt bireylerin ve gey
bir erkek olarak benim, ayrımcılığa uğramama, eşit muamele görme ve kanunun
sunduğu eşit korumadan yararlanma yönünde bir savunu. Daha üstün haklar değil,
sadece eşit haklar. Tüm dünya ve Avrupa ülkelerinde lgbt bireylerinin mahrum
bırakıldıkları haklar! Avrupa’yı özellikle anıyorum çünkü herkesin haklarını
inceleyebilmek ve destekleyebilmek için, kendimize de aynı aynadan bakma
cesaretini gösterebilmemiz gerekir. Ancak bu yoldan, aynı standart ve ilkeleri
uygulayarak insan haklarının evrenselliği ilkesini gerçekten savunmak mümkün
olabilir.
Hiçbir engel ve ulusal sınır tanımayan evrensel insan hakları. Her insanın sahip
olması gereken haklar. Sahip olması gereken ama olamadığı haklar. İnsan
haklarınının yok sayılması tamamen farklılık zemininde gerçekleşir ve yok sayma
çoğunlukla yanlış bilgilendirme ve yanlış anlama üzerinden geçerli kılınıp
desteklenir.
Eşitliğe ulaşabilmek için bizi ayıran ve bölen şeyi kutlamalıyız. Hakikaten inandığım
bir şey var: Ancak “öteki”nin haklarını savunarak kendi haklarımı savunulabilir
kılarım. “Öteki”, benim eşitliğe ulaşmama tamamıyla karşıyken bile bu böyledir.
Bir gey erkek olarak habire ayrımcılıkla karşılaşmak durumundayım. Bazen
görmezden gelmem de gerekiyor. Bir politikacı olarak ötekilerin haklarını
savunuyorum. Ayrıca bir insanoğlu, yaşayan ve nefes alan bir vücut olarak da
saldırıya uğrama ihtimali olan ötekilerin haklarını savunmam gerekir. Birlikte
yaşamamızın tek yolu, farklılıkları dikkate almadan, eşit hakları paylaşan eşit
yurttaşlar hâline gelmemizden geçiyor. Paylaşılacak eşit haklar arasında ayrımcılığa
maruz kalmamak da yer alıyor.
Bu arenada devletin, eşitliğin sağlayıcısı ve koruyucusu olmak gibi yaşamsal bir rolü
var. Aslında bu her gerçek demokrasinin zemini olmalı: Yurttaşlık ve politik haklarla
birlikte evrensel insan haklarının geçerli olması. Hatta bir toplumun azınlıklarına nasıl
davrandığının ne kadar uygar olduğuna yönelik bir litmus testi olduğunu da iddia
edebilirim. Zaten çoğunluk dediğimiz şey de, azınlıkların bir araya gelmesiyle ortaya
çıkmaz mı? Öte yandan, bireyin yaşamını tam olarak yaşamasını sağlayacak
ayrımcılık karşıtı kanunların gerçekleştirilmesinde pek çok çatışma da olacaktır.
Bu da bizi hakların dengelenmesine yönelik zor ödevle karşı karşıya getirir. Burada
genellikle din ya da inanç konularıyla uğraşırken ortaya çıkan bir çatışma söz
konusudur. Tabii burada din ya da inancı, örgütlü dinin iktidar zemininden ayrı
tutmak gerekir.
Din ya da inanç genellikle lgbt bireylerine eşit haklar ve eşitlik tanınmasını
reddetmenin zemini olarak kullanılır. Lgbt olmanın dine ve tanrının iradesine karşı
olduğu bağırış çığırış iddia edilir: Bu doğal değildir. Aileye karşıdır. Kutsal kitaplara
aykırıdır. Hâlbuki bu sadece bir görüştür; aynı dine ya da o dinin belirli bir koluna
inananların bazen –ama her zaman değil– paylaştıkları bir görüş.
Kaldı ki aynı kutsal kitaplar hem ırklar arası hem dinler arası evlilikleri de tanrının
iradesine karşı gelmek olarak kabul etmişlerdir.
Din iyiliğe yönelik bir güçtür ya da öyle olabilir. Öyle olduğu halde, nasıl olmuştur da
bölünmeye ve bazen de adaletin yok sayılmasına destek verecek biçimde
yönlendirilebilmiştir? Örgütlü din acaba izleyicilerinden uzaklaşıp başkaları üzerinde
iktidar oluşturmaya çalışan manipülatörlere mi yakınlaşmıştır? Bu soru
cevaplandırmayı bekliyor!
Ancak bence en önemli nokta, din ya da inancın başkasına dayatılmaması
gerekliliğidir. İnsan haklarını dengede tutmanın anahtarı da budur. İnanmak bir haktır
ama inanç başkasına dayatılmamalıdır; özellikle de dayatanınkine nispeten ötekinin
hakları daha sınırlıysa.
Bazı inananlar, karşılaştırmaya gidildiğinde, kendi haklarının azaldığını iddia
etmekteler. Ama bu doğru değil. Bir dinin inananları, eşitliğin arttığı durumlarda da,
inanmaya, ibadet etmeye, doğru yolu ve doğru hayatı bulmaya ve kendi vicdanlarıyla
tanrı arasındaki bağlantıyı sürdürmeye hak sahibiler. İnsan hakları ya da
özgürlüklerde, eşitlik ilkesinin temel alınması dışında hiçbir değişiklik olmayacaktır.
Muhtemelen din ve inanç sahip olabileceğiniz en kişisel ve özel yaşantıdır. Özel ve
kişiseldir ve aynı zamanda, yeniden vurgulamak gerekirse, başkalarına
dayatılmamalıdır.
Dinsal inanç seçimine her zaman saygı gösterilmelidir ama evrensel insan hakları
içinde öncelikli olmamalıdır. Bütün haklar eşittir ve herkesin yararlanmasına açıktır.
Seçim. Haktan yararlanma. Hakkın savunulması. Ve hepsinin temelinde de ifade
özgürlüğü. Kendinizi ifade edebilme ve yaşamınızı ayrımcılığa ya da zulme maruz
kalmadan yaşama özgürlüğü. Her insan seçtiği biçimde yaşar ve seçimlere kanun
dairesinde olduğu sürece hürmet edilmelidir.
Din ve inanç, kişisel ve özel ve politikadan ayrı. Bütün dinleri koruyan ama aralarında
ayrıma gitmeyen, laik kalan devlet.
Peki niçin? Çünkü din ve politika en zehirli karışımlardan biri haline gelebilir. Din ve
inanç hoşgörü ve anlayışı arttırmak için kullanılmalı. İnsanlar arasındaki çeşitlilik ile
sevme ve sevilme becerimizi kutsamak için kullanılmalı. Farklılığımız bize karşı
kullanılmamalı; bunun yerine, birlikte var olmanın bir parçası olarak kabul edilmeli.
Devlet sadece dine dayalı dar görüş ve inanç sistemlerini asla desteklememeli. Bunu
yapmak, demokratik sürecin altını oymak ve sonunda devleti seçilmeyenlerin denetim
ve kontrolü altına sokmak demektir.
Bu noktada, yakınlarda olan bir olayı hatırlatmak istiyorum. Bildiğiniz gibi, Mısır’ın
İskenderiye şehrinde Hıristiyan Kıpti Mısırlılara terörist saldırılar vuku buldu ve
yılbaşı gecesi bir kilisede 21 kişi öldürüldü. Çoğunluğu oluşturan Müslüman cemaatin
tepkisi ne oldu? Bir hafta sonra binlerce Müslüman erkek ve kadın, Kıpti Noeli için
yapılan törenlerde Kıpti kiliselerini doldurdu ve terörist saldırılara karşı canlı kalkan
vazifesini üstlendi. Muhammed El-Savvy “Ya birlikte yaşarız ya birlikte ölürüz”
diyordu. İşte bu, dinin nasıl hayırlara vesile olabileceğinin delilidir.
Bir lgbt birey kendi hayatını yaşayarak, eşini seçerek, ailesini kurarak, görüş ve
düşüncelerini ifade ederek kim olduğunu ifade edemezse, yaşamını nasıl dolu dolu
yaşayabilir ve kendine ait eşsiz potansiyeli gerçekleştirebilir? İnsan zulümden ya da
ayrımcılıktan kaçmak için bir yalanın içinde yaşarken, gerçek potansiyelini nasıl
ortaya çıkarabilir? Çifte yaşam, çifte standartlara ve çifte ıstıraba neden olur.
Halkın ya da devletin sıradan kadın ve erkeklerin özel yaşamlarına kafayı takmasını
hiç anlayamıyorum. Mahremiyet hakkı. Bir aile kurma hakkı. Örgütlenme hakkı.
Bunlar da insan hakları.
2010 sonunda ünlüce bir aktör Hollywood’un homofobik olduğunu ve gey bir bireyin
orada başarılı bir kariyer elde etmek için kimliğini gizlemesi gerektiğini söyledi. Bir
başka deyişle, çifte yaşamı ve bir başkasıymış gibi yapmayı tavsiye ediyordu; bir
başkasının kimliğine bürünmeyi.
Ama böyle davranmak lezbiyen, gey, biseksüel ve transcinsiyet olmanın
olumsuzluğunu kabullenmek demek. Kendini ilan etmekten korkan aşk. Tarihten
silinmiş haldeyiz ve toplumda eşit olarak kabul edilmiyoruz: Ünlü, tanınmış ya da
başarılı olamayız. Başarılı olmamız için kandırmaya mecburuz: Önce diğerlerini
sonra da kendimizi. Genç lgbt bireylerine yolladığımız mesaj da korkunç. Onlara
demiş oluyoruz ki: Sizin yaşamlarınız ikinci sınıf. Duyduğunuz aşk lekeli ve değersiz.
Deneyimleriniz çarpık. Böylece genç yaşamlar bir özsaygı eksikliği, zorbalık,
transfobi, homofobi spirali içerisinde başlayıp devam edecek ve yok edilecektir.
Holywood aktörünün söylediği, ben aktörken bana da söylenmişti: “Kariyerini düşün,
geleceğini düşün.” Ama ne için? Kim olduğunu inkar ediyorsan elde ettiğin şey de
sonunda değerini yitirecektir. Ruhunu satıp dünyayı alan adamın kazancı ne olabilir?
Oysa halkların, hükümetlerin ve yasa uygulayıcılarının lgbt bireylerden talep ettiği
tam da budur.
İran’a geri yollandığında asılarak idam edilecek olan İranlı genç geye, kim ve ne
olduğunu saklarsa güvende olacağı söylenmişti. Kanun nezdinde eşit korumaya sahip
olunamayan bir hayat ne biçim bir hayattır? Irak’taki, Orta Doğu, Afrika, Güney
Amerika, Birleşik Devletler’in bazı yerlerinde, Asya’da, Avrupa’da görülen
tahammülsüzlük. Kanunlar lgbt bireyleri sadece ve sadece kim oldukları ve rızaya
dayalı olarak kimi sevdikleri üzerinden suçlu duruma düşürüyor. Gey, biseksüel,
transcinsiyet ve lezbiyen yaşamlar ahlakçılık mazeretine dayanan kişi ve örgütlerce
küçültülüyor, karalanıyor ve kıymetsiz kılınıyor!
Eşcinseller için idam cezası getirilmesini tartışan Uganda’da ahlak nerede? Üstelik
böyle bir cezaya karşı durması gereken Afrikalı piskoposlar buna destek veriyorlar.
Bu yanlış ve ne kadar tanrı ve din derseniz deyin, bunu doğru kılamazsınız.
Kendimize soralım: Bu insanlar neden korkuyorlar? Heteroseksüelliğin bu kadar
kırılgan olduğuna mı inanıyorlar ki, farklı olanı yok edip yasaklayarak onu koruyacak
kanunun kudret ve kuvvetine sığınıyorlar? Yok etme tehdidinin boyun eğmeye yol
açacağına mı inanıyorlar? Yol açtıkları ve arttırdıkları eziyetin hayırlara vesile
olacağına cidden inanıyorlar mı? Neden korkuyorlar? Seçimden mi? Yoksa farktan
mı?
Ayrıca seks yaşamlarımıza yönelik toplumsal takıntı nedeniyle, sıradan kadın ve
erkeklerin oğul ve kızları olan lgbt bireylerin sıradışı hâle getirildiğini de
göremiyorlar, değil mi?
Oysa yaşamlarımızda seksten çok daha fazlası var. Aşk. İlişki. Aile. İş. Arkadaşlar.
Ve din. Herkesin bayıldığı şeylere biz de bayılıyoruz ve kimsenin sevmediği şeyleri
biz de sevmiyoruz. Biz de kanlı canlıyız, ümitlerimiz ve korkularımız ya da
hayallerimiz ve hayal kırıklıklarımız var.
Biz de aile bireyleriyiz. Ağabeyiz, ablayız, amca ya da dayıyız, hala ya da teyzeyiz,
kuzenleriz, yeğenleriz ve anne ve babayız da. Çekirdek ailenin ayrılmaz, sevgi dolu
ve tam içinde yer alan unsurlarıyız.
Erkekle kadın üremeye devam ettiği sürece lgbt bireyler de var olmaya devam edecek.
Bu kadar basit! Aileyiz. Severek, rızaya dayalı ilişkileri veya sabit, dayanıklı ilişkileri
kurma ve sürdürme fırsatlarını arayarak toplumun yapı taşları arasındaki rolümüzü
oynamaya çalışıyoruz.
Ama yine de insanlar bize karşı olmaya ve bazı ülkelerde bizi suçlu durumuna
düşürmeye devam ediyorlar. Bazı ülkelerde devlet başka tarafa bakarmış gibi
yaparken eşcinseller ve trans bireyler öldürülüyor. Burada, Türkiye’de düzinelerle
trans birey öldürüldü ve öldürülmeye devam ediliyorlar. Bazı ülkelerde de idama
mahkum ediliyoruz. Kimi sevdiğimiz ve rızaya dayalı olarak kimle ilişkiye girdiğimiz
basit gerçeği üzerinden idama mahkum ediliyoruz. Özgürlükle ya da insanın ruhunu
yükselten ve destekleyen ilahiyatla sarmalanmak bu olmasa gerek. Bu, zalimin ezici
ağırlığı. Bu insanlık dışı.
Halka açık bir biçimde asılarak idam edilen iki genç İranlı yeniyetmenin resmi hep
gözümün önünde. Suçları birbirlerini sevmek. Peki yetkililer bu gencecik yaşamları
yok ederek ne elde etmiş oldu? Düpedüz hiçbir şey.
Hâlâ klüplerimiz ve barlarımız kapatılmaya devam ediyor. L g b ya da t olduğumuz
için kovalanıyoruz. Barınma, bir otelde kalma ya da hizmet alma hakkından mahrum
bırakılıyoruz. Bazı durumlarda dindar lgbt bireyler afaroz ediliyor ve dinsel
cemaatlerinden dışlanıyorlar.
STK’larımızın web siteleri engelleniyor ya da kapatılıyor. Doğru enformasyonun bu
şekilde dağılımı engellenmiş oluyor. Böylece yaşamlarımız yanlış ya da karalayıcı
bilgi üzerinden anlatılmaya devam ediliyor. Eğitim hayatında bizim hakkımızda akla
dayalı bir tartışma yürütülmesine izin verilmiyor. Ancak dünyada yüzlerce yıldır
süregelen bu baskıya rağmen var olmaya devam ediyor, kendimizle ve dolayısıyla
atalarımızla barışık bir yaşam sürme talebimizi sürdürüyoruz. Annelerimiz,
babalarımız, büyükanne ve büyükbabalarımızla barışık bir yaşam. Bizi dünyaya
getirenlerle barışık bir yaşam.
Başkalarının hayatını yaşarsak, atalarımızın bizi yaptıkları malzemeyi yok saymış
oluruz. Genlerimizi yok saymış oluruz. Kültürümüzü yok saymış oluruz. Mirasımızı
yok saymış oluruz. Tam olarak olmamız gereken kişiler olmadığımızda, bize hayat
veren kuşaklar harcanmış, fırlatılıp atılmış olur.
Bazıları ya uyum sağlamamızı ya da sonuçları göze almamızı salık verirler. Bunların
düşüncesine göre, lgbt olmayı seçtiğimize göre olmamayı da seçebiliriz. Doğa mı
yetişme mi? Bütün gece boyunca tartışabiliriz. Ama bir an için cinsel yöneliminizi
seçebildiğinizi düşünün. Lezbiyen ya da gey ya da biseksüel ya da transcinsiyet ya da
heteroseksüel olmayı seçebilmek. Bir an için düşünün!
Bugüne kadar heteroseksüel olmayı seçmiş bir heteroseksüelle hiç tanışmadım. Bir
sabah uyanınca “Evet! Bunu seçince büyük olasılıkla işimi, evimi, ailemi, kanunun
korumasını ve hatta hayatımı kaybedeceğimi bile bile lgbt olmayı seçiyorum!” diyen
bir lgbt de tanımıyorum.
Gerçekçi olalım. Uyum sağlamak çok daha iyi sonuçlar doğuracakken bu seçimi kim
yapabilir?
Fakat kriz dönemlerinde aşırılık öne çıkar ve belirleyici olur.
Tüm Avrupa’da tahammülsüzlük ve ayrımcılığın yükselişte olduğunu görüyoruz. Her
ne kadar baş sorumlu olarak ekonomik gerilemeye işaret edilse de, korku tellalları ile
nefret tacirlerinin her zaman ortalarda olduğunu da unutmamak lâzım. Bunlar bütün
tarih boyunca yaptıkları gibi sessizce kendi sıralarının gelmesini bekliyorlardı. Tarih
gerçekten de geleceğe dönük başöğretmenimiz. İki seçeneğimiz var: Ya tarihi tekrar
etmekten kaçınacağız ya da tekrarlayacak ve o tarihin esiri olacağız.
Avrupa’da işler bu kadar kötü giderken daha fazla Birlik’e ihtiyacımız var. Daha
azına değil. Vatanseverlik kisvesine bürünmüş dar bir milliyetçiliğe gerilersek
ekonomik ve toplumsal meydan okumalara asla karşı koyamayız. Ötekilerle
güçlerimizi birleştirip ortak tehdit ve çıkarlarımızın farkına varmadığımız sürece
etrafımızda esmeye başlayan fırtınalara göğüs geremeyiz.
Yunanistan ve İrlanda gibi Avro bölgesinde yer alan bazı ülkelerin karşılaştığı
eknomik kriz ve meydan okumalar, Avro bölgesinde olsun ya da olmasın bütün
uluslara yönelecek kriz ve meydan okumalar. İzolasyonculuğun bizi koruyacağına
inanmak çılgınlıktan başka bir şey değil.
Avroya kuşkuyla yaklaşanların bizi inandırmaya çalıştığı üzere, sorunlarımızın
temelinde çok fazla kural ve düzenlemenin var olması yatmıyor. Asıl sorun bu kural
ve düzenlemelerin yok sayılmış olmasından, desteklenmemesinden kaynaklanıyor.
Böyle bir dönemde Avrupa Birliği’nde birbirimize sırt çevirmemiz tarihimizi
tekrarlamak anlamına gelecek. Başka bir ülkenin başına gelenlerin bizle hiçbir alâkası
olmadığını savunmak mantığa kafa tutmaktır. Bu evimizin bir bina sırasında yer
alması ve sıranın en ucunda yangın çıkması örneği üzerinden düşünülebilir. Aldırma
deriz, keyfine bak, bizimle bir alâkası yok, nasılsa birileri yangını söndürür. Sonra
rüzgâr dellenir, alevler sıçrar ve aniden artık bir şeyler yapmak için çok geçtir. Bizim
yardım edebileceklerimiz ve bize yardım edebilecekler artık hep aynı durumdadırlar.
AB tarihinin bize öğrettiği ve bugün inkâr etme riskini aldığımız ders budur.
AB, İkinci Dünya Savaşı’nın küllerinden doğmuştu. İnsanların ümitlerinin,
hayallerinin küllerinden, yokoluşun küllerinden, Avrupa kıtasının çeşitli yerlerine
dağılmış krematoryum ve çalışma merkezlerinin küllerinden doğmuştu. Avrupa
Birliği hayalini inşa ederken, ulusun ulusla toprak, kudret, kömür, çelik ya da
ekonomik üstünlük için savaşmayacağına kesinkes karar vermiştik. Bizim
Avrupa’mızın temel değerlerin, temel insan haklarının Avrupa’sı olmasına da karar
vermiştik. Bu Avrupa’da bir ülke ya da birey hedef haline getirildiğinde ya da günah
keçisine çevrildiğinde bir daha asla başka tarafa bakarmış gibi yapmayacaktık.
Bizim için “bir daha asla!” ifadesi milyonlarca cinayet üzerinden bir olgu haline
gelmiştir. Bu milyonlar farklı oldukları için öldürülmüşlerdi. Farklı, aşağı ya da üstün
olarak resmedilmişlerdi. Hesapta farklı ırklardandılar. Farklı dinlerdendiler. Farklı
kültürlerden. Farklı yaşam biçimlerinden. Farklı cinsiyetlerden. Ve bazen de sadece
kadındılar. Ya da fiziksel özürlüydüler. Farklı, farklı, farklı.
Tam da bu nedenle AB Antlaşmaları kanunun hükümranlığını, demokrasi ve insan
haklarını vurgular. Tam da bu yüzden bir AB Temel Haklar Şartı vardır. Tam da bu
yüzden, her anlaşma revizyonunda insan haklarının korunması ve ayrımcılığa karşı
oluş tekrar tekrar vurgulanır.
İşte bu yüzden AB’nin iyi bir güç ve kopyalanabilir bir toplumsal model olduğuna
inanıyorum.
Bize daha fazla Avrupa lazım, daha az değil. 1930’lar ile şu an arasındaki benzerlikler
çok endişe verici. Ekonomik karışıklık ve sıkıntı haneleri ve mahalleleri vurdukça
günah keçisi arayışı da başlayıveriyor. “Yabancı”yı arıyorlar, “bizim” evimizi,
“bizim” işimizi, hastanedeki “bizim” yatağımızı ele geçiren, “bizim” kamu
hizmetlerimizi çalan kişiyi. Kendi aralarında yaşayan ve kendi kültürlerine uygun
olarak yaşamayı tercih eden “yabancılar”ı.
Ne kadar tanıdık, değil mi?
Böylece toplumsal huzursuzluğun tohumları atılmış olur. Mülksüzleştirildiğimize
inandığımız için, güvenlik ihtiyacımızı tatmin yolunda başkalarını
mülksüzleştirmemiz gerekir. Hem kurban hem muzaffer olmak isteriz. Ve iç düşmanı
yok etmeyi...
2007’deki ekonomik sıkıntıdan önce İtalya’da Roma cemaatinin hedef ve günah
keçisi haline getirilmesini ve sonunda sınırdışı edilmelerini izledik. O sırada bu
cemaatin savunulması yönünde pek bir şey söylenmedi ve yapılmadı. Bu durum
2010’da medyanın gözü önünde Fransa’da tekrarlandı ve İtalya’da bugün de olmaya
devam ediyor. Bir azınlık cemaatinin Avrupa Birliği’nin kurucu ülkelerinden birinden
sürülmesi! Ve bunun için başvurulan neden ya da mazeret: Bu cemaat ülkenin iç
düzenine bir tehdit oluşturmaktadır. Allahtan şu anda bu konuda, Avrupa Birliği’nin
dayandığı temel hak ve özgürlüklere saygı gösterilmesi yönünde bir feryat ve talep de
var.
Temel haklar komiseri sınır dışına çıkarmaları kınadı ve bunları, İkinci Dünya
Savaşı’na yol hazırlayan, azınlıklara yönelik saldırılara benzetti. Ancak komiserin
kendisi de Fransız hükümetinin saldırısına uğradı ve AB üyesi bir ülkenin onun yetki
alanına girmeyen iç işlerine karışmakla suçlandı.
Avrupa Komisyonu’nun harekete geçeceği vaat edilmişti ama bir sürü yasal hırgürün
ardından en sonunda hiçbir şey yapılamadı. Fransa’nın hiçbir AB anlaşmasını ya da
belirli AB kanunlarını ihlâl etmediği ilan edildi. Bu yargının, sorgulanmaya açık ve
çok politik olduğu da ortada!
Fakat Avrupa Parlamentosu’ndaki bazılarımız için bunların hiçbiri şaşırtıcı değil.
Aslında bu tahammülsüzlüğün başlangıcı birkaç yıl önceye, Avrupa Birliği’nin 15
ülkeden 27 ülkeye genişlediği döneme uzanıyor.
Bunu söyleyerek genişlemeyi ırkçılığın yükselişi, anti-Semitizm, İslamofobi,
homofobi ve hayal edilebilecek bütün diğer fobilerin nedeni olarak hedef alıyor
değilim.
Ne var ki, genişleme süreci ve bunun sonucunda üye olan ülkelerin AB’ye katılması
için gereken değişiklikler, hem ülkelerini AB’ye sokan hükümetlere hem de AB
kurumlarının ta kendisine yönelik saldırgan bir tepkiyi ortaya çıkardı. Genişleme
süreci, bazen gerekli olan zor değişiklikler, bazı azınlıkları korumaya yönelik yasal
değişiklikler dar kafalı milliyetçilik ve taassubun karanlık güçlerine aile, kültür, din,
inanç ve ulus-devlet bayraklarının altında toplanmaları için bir mazeret ve bir fırsat
tanımış oldu!
AB’ye yönelik saldırı; bütün değerli, sevgili ve doğal olan şeylerin tehlikede olduğu
düşüncesine dayanmaktaydı. Bu türden suçlamaların ciddiye alınabilmesi için aile,
din, inanç ve kültüre dönük saldırıların kanıtları olmalıydı ortada. Saldırganlar
kanıtlarını şöyle sıralayacaklardı: Azınlık hakları, “yabancılar”ın, kadınların ve lgbt
bireylerin korunmaları ve eşit vatandaşlar olarak kabul edilmeleri. “Yabancı” bir
gücün yukarıdan kanunlar dayatması da bir başka kanıt olarak gösteriliyordu.
Bazı politikacılar ve örgütlü dinler açısından bu temel haklar biraz fazla olmaktaydı.
Bu hakların varlığı onların gücüne yönelik bir tehditti. Dolayısıyla Avrupa
Parlamentosu’ndaki kadın hakları ile trans ve homofobi tartışmalarında tekrar tekrar
din ile politikanın patlayıcı karışımına şahit olduk.
Tabii, insan haklarına yönelik göğüs göğüse bir savaşa asla girişmiyorlar. Eşitliğin
düşmanları bu tür taktiklerin yenilgiye mahkum olduğunu iyi bilirler.
Hayır, saldırı aşındırıcı, altını oyucu ve sinsice. Bu saldırı bildik ve tanıdık mitosları,
önyargıları ve tehditleri kullanıyor.
Din. İnanç. Kültür. Aile. Hepsi saldırı altında. Ayrı ayrı ve çok ciddi biçimde.
Ama sadece bunları söylemem yetmez, size AB’den ve kendi ülkem Büyük
Britanya’dan da bazı örnekler vereyim. Ne de olsa bir ülkede olan başka bir ülkede de
kolayca ve çabucak yansılanır ve tekrar eder. Shakespeare’in dediği gibi “insanların
yaptığı kötülükler yaşamaya devam eder, iyiliklerse kemikleriyle birlikte mezara
gider.”
Haklarına saygı duyulmayacak bir grup olarak Roma cemaati örneği İtalya ve
Fransa’da görülmüştü.
Litvanya’da, ayrımcılık karşıtı yasaların etkisi, cinsel yönelim temelinde ayrımcılığı
korumak adına hafifletildi. Polonya’da Kanun ve Adalet hükümeti lgbt bireylere kara
çalmakla kalmadı, Gey Onur ve Hoşgörü Yürüyüşleri’ni yasaklamaya uğraştı.
Litvanya ve Polonya’da olan, Thatcher hükümetinin 1987 tarihli ve “eşcinselliğin
teşvik edilmesini yasaklayan” gey karşıtı kanununun kopyalanmasıydı.
İrlanda, Polonya ve Malta gibi ülkelerde kadınların kürtaj haklarının yok sayılması.
Portekiz, İrlanda, Polonya, Malta ve başka yerlerde bu türden konularda bilgi edinme
hakkının yok sayılması.
İspanyol piskoposlar lgbt bireylere yönelik eşitlik ölçülerini engellemeye çalışıyorlar.
Ve Avrupa Eşitlik Yılı olan 2007’de, lgbt bireylere eştiliği de içeren eşitliklerin
propagandasını yapan AB otobüsü Litvanya’nın başkentine sokulmadı.
Kavga hemcins evlilikleri ve partnerliklerine yönelik akımın özgürlüğü ve hemcins
evlilikleri ve partnerliklerinin tüm Avrupa Birliği’nde karşılıklı tanınması üzerinden
alevlenmiş durumda.
Başka yerlerde olduğu gibi Birleşik Krallık’ta da popüler basın Polonya, Litvanya ve
Doğu ile Orta Avrupa’nın diğer bölgelerinden gelen çalışkan kadın ve erkekleri
Britanyalıların işlerini ve evlerini çalıp çocuklarını Britanyalıların okullarına
yerleştirir biçimde resmediyor. Oysa bu kişilerin Birleşik Krallık’ta yasal ve geçerli
bulunma hakkına sahip olduklarını ve herkes gibi onların da vergilerini ödediklerini
görmezden geliyorlar! Aslında tüm yaptıkları Avrupa Birliği vatandaşları olarak
onlara tanınan haklardan yararlanmak. Hareket özgürlüğü hakkı ve AB’nin 27
ülkesinin tümünde yaşama, çalışma ve eğitim görme hakkı. Ancak “yabancı”nın
tasvirinde hep görüldüğü üzere olgular atlanıyor, rahatça unutuluyor ve mitoslar
gerçeğin yerine geçiveriyor.
Yabancı tehdide, korkuya dönüşmüş durumda. Öfkemizi, hayal kırıklıklarımızı ve
güçsüzlüğümüzü içine boşalttığımız bir kap.
Bazı politikacılar için de gizli ve bazen pek de gizli olmayan gündemlerini gözden
ırak tutmaya yarayan bir şaşırtmaca aracı olarak kullanılmakta.
Ayrıca Avrupa Birliği düzeyinde Avrupa Komisyonu, AB antlaşma ve kanunlarının
koruyucuları için çoğu zaman yapılabilecek pek bir şey de olmuyor. Çünkü bu
konularda ya yasal yetki egemen AB ülkesinde oluyor ya da mesele genellikle kapalı
kapıların ardındaki pazarlıklara dayalı uzun ve yıpratıcı süreçler üzerinden çözülüyor.
Ben tam da bu yüzden daha güçlü bir AB’ye ihtiyacımız olduğunu söylüyorum. Şu
anda, zorlukla elde edilmiş hakları korumak için her zaman olduğundan daha fazla
mücadeleye ve yasal kesinliğe ulaşmaya ihtiyacımız var. Özellikle şu anda riske
atılacak bu kadar çok şey varken.
Bu noktada, Avrupa Birliği’nde din ya da inanç, yaş, engellilik ya da cinsel yönelim
zeminlerindeki ayrımcılıkla mücadelede 1997’ye kadar hiçbir yasal dayanağın
bulunmadığını hatırlamak yerinde olur. Toplumsal cinsiyet temelinde ayrımcılıkla
mücadele daha eski tarihli bir antlaşmada yer almıştı ama bunun, transcinsiyet temelli
ayrımcılığı ele alacak biçimde genişletilmesi kabul görmemişti. Amsterdam
Antlaşması’nın 13. Madde’si ayrımcılık karşıtlığı konusunda eklemeler getirdi ama
bu türden meselelerin üye ülkelerce oybirliğiyle kabulu gerekmekteydi. Yani bir ülke
bile kabul oyu vermese, Avrupa Parlamentosu’nun tüm kararlarına rağmen, kanun
teklifi düşecekti.
Amsterdam Antlaşması AB’nin o zamanki 15 üyesi tarafından oybirliğiyle kabul ve
tasdik edildi ve bunu takip eden üç sene içerisinde iki önemli AB kanunu daha kabul
edildi: Irk Yönetmeliği ve İstihdam Yönetmeliği. Ancak burada bile, bütün iyiniyet ve
hayırhahlığa rağmen, Avrupa Komisyonu ve AB üyesi ülkelerin yaklaşımı haklar
arası hiyerarşiyi kuvvetlendirmekteydi.
Irk Yönetmeliği; işyerleri, mesleki eğitim ve mal-hizmet temini alanlarında ırk ya da
etnisiteye dayalı ayrımcılığı yasadışı kıldı. İstihdam Yönergesi ise yaş, engellilik, din
veya inanç ve cinsel yönelime dayalı ayrımcılığı işyerleri ve mesleki eğitim
alanlarında yasadışı kalıyor ama mal ve hizmet teminini dışarıda bırakıyordu. Dini
örgütler lezbiyen veya gey veya biseksüel kişileri işe almaktan muaf tutulmaları için
çok lobi yaptılar ve uğraştılar. Bunun sahip oldukları değer ve inanç sistemlerine
aykırı olduğunu savunuyorlardı! Talep ettikleri muafiyet tanındı ve hatta bazı üye
ülkeler bu muafiyeti, AB kanununu kendi ulusal yasamalarına aktarırken cömetçe
yorumladılar. Hatta, utanç verici ama, bazı üye ülkeler işyerlerinde ayrımcılığa karşı
yasayı hâlâ tam olarak yürürlüğe koymadılar.
Bununla birlikte, Avrupa Parlamentosu’ndaki parlamenterlerin çoğunluğu lgbt
bireylerin hakları da dâhil olmak üzere insan hakları davasını tutarlı bir biçimde
izliyor ve savunuyorlar. Hatta insan haklarına yönelik bu savunma AB dışı ülkelerin
halklarını da kapsamakta. Ancak ilave antlaşma tedbirlerine ve AB Temel Hakar
Şartı’na rağmen ayrımcılık karşıtı kanunlar konusundaki iştah azalmaktadır.
2004’te ve bundan sonraki dört sene boyunca Avrupa Parlamentosu, İstihdam
Yönetmeliği’nde dışarıda bırakılan konunun ele alınması, yani mal ve hizmetlere
ulaşımda din veya inanç, yaş, engellilik ve cinsel yönelime dayalı ayrımcılığın
önlenmesini hedefleyen yasal tedbirlerin sağlanması için sürekli çağrıda bulundu.
Kamu görevlilerinin böyle bir kanunu taahhüt etmesi yönündeki dahili uğraşlara
rağmen, Avrupa Komisyonu AB üyelerinin destek vermemesini gerekçe göstererek
böyle bir AB kanunu çıkarmaması gerektiğini iddia etti. Oysa bu iddiayı ortaya atan
Komisyon Başkanı, 2004’te göreve başlarken böyle bir yasanın sözünü vermişti.
Ancak Parlamento; ırk ve etnisite, kadın hakları, engelli hakları, lezbiyen gey ve
transcinsiyet hakları gibi çeşitli alanlardan gruplara yönelik çalışan STK’ların
desteğini de arkasına alarak talebine yönelik baskıyı arttırma yönünde güçbirliği
oluşturdu. Sonunda, özellikle sol ve merkez soldan başlıca politik grupların
uğraşmasıyla Komisyon Başkanı razı oldu ve kapsayıcı Eşitlikler Yönetmeliğini
üretti.
Bunun politik önemi muaazam oldu. Komisyonun ürettiği yeni kanun teklifi haklar
arasındaki hiyerarşinin sonu demekti. Bu kanun, tüm ayrımcılıkların aynı ciddiyetle
ele alınacağına işaret ediyordu. Ayrımcılık alanındaki çeşitliliği ve bazı ayrımcılıklara
karşı koyup bazılarına koymamanın, bu alanda yapılan olumlu çalışmaların altını
oyduğunu teslim ediyordu.
İnsan hakları manzarası bir çırpıda ve olumlu yönde değişivermişti. Eşitlik
Yönetmeliği parlamento sürecinde adım adım ilerledi ve bu sırada, dinler ve iyi
aileleri temsil ediyorlarmış gibi yapan kişiler, öfkeyle kanunun geçişini önlemek için
ellerinden geleni arkalarına koymadılar. Ne var ki kanun parlamentodan önemli bir
çoğunlukla geçti. Ama hikâye mutlu bir sonla bitmiş değil yine de ve bu da benim şu
anda hak savunusuyla ilgili endişelerimi güçlendiriyor.
Şu sıralarda Eşitlik Yönetmeliği üye ülkelerle tartışılma aşamasında kilitlenip kaldı ve
muhalefetin başını, ilginç bir biçimde maliyete yoğunlaşan Almanya çekiyor! Ama
Almanya, bu değişikliğe karşı diğer ülkeleri gizleyen bir paravan sadece.
Yine de, bu haklar konusunda kararlılık göstererek işe başlayabilir ve bunları zaten
daha önce de olması gerektiği gibi azimle savunabiliriz. Bu da cesaret ve yürek
istiyor. Özellikle yasa yapıcılarda. Kamuoyunu izlemeye değil, ona önderlik etmeye
yönelik cesaret. Kısa vadede popüler olmamayı göze alıp uzun vade için doğru olanı
yapma cesareti. Ve diğerlerinin hak sahibi olup kullanmasını engellenmek için her
argümandan yararlananlara karşı koyma cesareti.
Böylesi argümanlarla entelektüel açıdan olduğu kadar kişisel açıdan da mücadele
ediyorum. Çünkü bir gey erkek ve bir insan olarak, tadını çıkarmak istediğim hakları
başkalarından sakınmak bana anlamsız geliyor. Ama zorlu bir yolda yürüdüğümüzün
ve argümanlarımızı oluşturacağımız dilin ne kadar mühim ve önemli olurlarsa olsun
bir azınlık tarafından değil çoğunluk tarafından anlaşılır olması gerektiğinin de
farkındayım.
Bütün bunları Birleşik Krallık’ta bir aktör olarak sahip olduğum rahat alanı terk edip
Thatcher hükümetinin lezbiyen ve gey karşıtı kanununa meydan okuduğum
zamanlarda öğrenmiştim. Söz konusu kanuna karşı mücadelemizi yitirmiş ama eşitlik
davasına yönelik bir örgüt kurmuştuk. Nitekim bu sayede başarıya da ulaştık!
Farklılıklara, gey ya da heteroseksüel olmamıza, ırka ya da etnisiteye boşverip aynı
doğrultuda düşünen insanlar olarak bir araya gelip mücadele etmiştik. Eşitliğe yönelik
mücadelemizde temelde sol ve merkez soldan ama az da olsa Muhafazakar Parti’den
de politikacılar bize destek vermişlerdi.
Bu noktada bir kez daha hatırlamakta yarar var: 1997 kadar yakın bir tarihe kadar
Birleşik Krallık’ta eşcinsel olmak tamamıyla yasadışıydı. Barlarımızın ya da
kulüplerimizin dışında tutuklanabilir, ahlaksız amaçlarla müşteri aramakla itham
edilebilir, barınma hakkından yoksun bırakılabilir, işlerimizi kaybedebilirdik.
Kısacası ayrımcılık karşısında hiçbir hakka ve korumaya sahip değildik. Erkek
eşcinselliğine ancak iki erkek herkesten uzak ve yalnız olduklarında izin veriliyordu.
Ama o zaman bile sözkonusu mahremiyetin tanımı sınırlıyıcıydı ve rıza yaşı
heteroseksüellere göre daha yüksekti. Oysa 1997’de yeni bir hükümetin seçilmesiyle
politikacılar cesur davranmaya karar verip lgbt karşıtı kanunları kaldırdılar ayrımcılık
karşıtı kanunlar getirdiler. Böylece acımasızca engel olunan şeyin gerçekleşmesini
sağladılar: Eşitliği getirdiler. Eşitlik.
Elbette daha yapılacak çok şey var. Hemcins partnerliğe ve evliliğe ulaşmada
iyileştirmeler gerekli.
Bundan on yıl ve bir hafta önce, 8 Ocak 2001’de Birleşik Krallık parlamentosu cinsel
ilişkiye girme yaşını, heteroseksüel olsun olmasın herkes için eşitlemişti. Bu tüm
parlamentoya yayılan bir mücadelenin ardından gerçekleşmişti. Bu değişiklik eşitlik,
yasal eşitlik konusunda emsal oluşturduğu için muazzam önemli bir andı.
Geçen hafta İşçi Partisi Başkanı Ed Miliband meseleyi özlü bir biçimde ortaya koydu:
“Hem parlamentoya hem topluma hâkim homofobi ve önyargının daha henüz birkaç
sene gerimizde olduğunu hatırlamak ne kadar şaşırtıcı. Ama ilerleme kaydettik ve
toplum son on yılda daha iyi yönde değişti. Bu ülkedeki ortak anlayışı hep birlikte
önyargıdan uzaklaştırdık ve eşitlik ile adalete yaklaştırdık.” Miliband bu sözlerin
ardından bazı hatırlatmalarda bulunmayı da unutmuyor, halen gerçekleşmekte olan
trajik cinayetlerden, Londra’nın Trafalgar Meydanı’nda dövülen gey adamdan ve
okullarımızdaki anlamsız homofobiden söz ediyordu.
Çok şey yapıldı ama dünyayı çocuklarımıza uygun hâle getirmek için daha çok şey
yapılmalı. Bütün çocuklarımıza uygun hâle getirmek için.
Öte yandan, hükümetler değişir ve politik partiler iktidara gelip giderlerken, durumu
izleyecek ve bulunduğumuz noktadan gerilere düşmemizi önleyecek örgütlere
gereksinimimiz var. Tam bu noktada, Türkiye’deki lgbt örgütlerinin cesaret ve
yiğitliğini özellikle takdir ettiğimi belirtmek isterim. Türkiye’deki lgbt örgütleri
eşitlik davasını savunmak ve nerden gelirse gelsin lgbt bireylerin karşılaştığı ihlâllerle
mücadele etmek konularında çok emek harcadılar. Lambda İstanbul, Pembe Hayat,
Pembe Siyah Üçgen, Gökkuşağı ve Kaos GL gibi lgbt örgütleri. Gökkuşağı açık
kalmak için verdiği iki yıllık bir yasal mücadelenin ardından kapatıldı ama liderleri
yeni ve Türk hukukuna uygun bir örgüt başlatmak için çalışıyorlar. Ve bunu yapmak
yasal olarak hakları olduğu halde eşit muamele görmeme olasılıkları da yüksek. Aynı
şey beş transcinsiyet bireyin, sırf böyle oldukları için Ankara’da polis tarafından takip
edilme, tutuklanma, nezarete atılma ve suçlanmaları örneğinde de söz konusu.
Tutuklandıkları sırada arabada gitmek dışında bir şey yapmıyorlardı! Yasal
mücadeleleri devam ediyor ve savcılığın bu davada mantık sınırları içerisinde
kalacağını içtenlikle ümit ediyorum. Bu örgüt ve bireylerin ayrımcılıkla mücadelede
sergiledikleri cesaret ve yiğitlik karşılıksız kalmayacaktır. Verdikleri eşitlik kavgası
bizim de kavgamız. Ve tarih bize diyor –hayır, aslında garanti ediyor- ki, bu kavgada
kazanan onlar olacak.
Aslına bakılırsa insanca yaşamaya ve insan haklarına yönelik bu kavga kuşaklardır
sürmekte.
Shakespeare’in başka yazarlarla birlikte yazdığı “Sir Thomas More” başlıklı
oyununda yer alan güçlü bir konuşma “yabancı”ya nasıl davranılması gerektiğini
gösterir. Thomas More, Fransa’daki Calais’den Dover’a, oradan da Londra’ya
göçmek üzere yola düzülen “yabancılar”a karşı ayaklanan Londralıların bulunduğu
Londra Kulesi’ne çağrılır. Oyunun bu kısmını düzyazıyla açımlayayım:
“‘Geri gönderilsin’ diyorsun? Çocukları sırtında, varı yoğu önünde, ailesi bir yanında
duran yabancı. “‘Geri gönderilsin’ diyorsun. Çocukları sırtında, varı yoğu önünde,
ailesi bir yanında duran yabancının yerinde kendinin olduğunu düşün. Düşün ki
yabancı sensin ve ondan sonra geri gönderilsin de –ve bu muazzam insaniyetsizliğini
ondan sonra göster.”
“Öteki”nin haklarını savunurken yapmamız gereken tam olarak bu: Düşünmek,
tahayyül etmek... Ya bunların yerinden ben, ağabeyim, ablam, babam, annem olsaydı?
Ya ben olsaydım? İşte o zaman, bu düşünme, tahayyül etme gücü; hem kendi
yaşamlarımızı hem de başkalarının yaşamlarını değiştirme, içine doğduğumuz ve
içinde öleceğimiz dünyayı daha iyiye götürme gücüyle taltif edecektir. Unutmayalım
ki, daha iyiye götürmek için uğraştığımız bu dünya çocuklarımıza ve çocuklarımızın
çocuklarına bırakacağımız dünya.
Eşit haklara karşı güçlü bir muhalefet varsa da, dünya daha iyiye doğru gidiyor ve
belki tam tatmin olmaya yetecek kadar değilse de olumlu hissedecek kadar neden var:
Daha birkaç sene önce hükümetin gey onur yürüyüşünü yasaklamaya uğraştığı
Varşova’da geçen sene Avrupa Onur kutlamasını izledik. Bu beni ümitlendiriyor.
Aşırı sağın protestolarına rağmen Bükreş ve Sofya’da LGBT Onur yürüyüşleri devam
ediyor. İki sene önce tanınmamak için maske takarak yanımda yürüyen genç kız
geçen sene benimle ve ailesiyle birlikte maskesiz yürüdü. O da ebeveyni de onur
duyarak yürüdüler! Bu beni ümitlendiriyor.
Litvanya’daki olumsuz kanunlar hakkında, AB’nin temel hakları ile ayrımcılık
karşıtlığı ve insan hakları ilkesine uygunluğun sağlaması için hem Litvanya Devlet
Başkanı hem de Avrupa Parlamentosu çağrıda bulunuyor. Bu beni ümitlendiriyor.
Sağcı Amerikan Evanjelistleri’nin eşcinselliği yok etmek için savaşmaya karar
verdikleri Afrika’da, Afrikalı lgbt bireyler karşı mücadeleye girişiyorlar! Bu yılın
başında Uganda Anayasa Mahkemesi lgbt bireylerin haklarını savunan bir hükümde
bulundu ve lgbt bireylerin itibarlarının da diğerlerininki kadar kıymetli olduğunu
belirtti. Bunu yapan anayasa yargıcı dünyanın en homofobik ülkelerinden birinden!
Bu beni ümitlendiriyor.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda birkaç ülkeden oluşan bir grup, yargısız infaza
maruz kalma tehlikesi altındaki kişileri içeren bir listeden “cinsel yönelim” bölümünü
sildirdi. Ancak bu, dünya devletlerinin büyük çoğunluğunun hayır, lgbt bireylerin
öldürülmesi kabul edilemez demesiyle başarılı bir biçimde geri çevrildi. Bu da beni
ümitlendiriyor.
Ama daha çok şey yapılmalı ve hemen yapılmalı.
O yüzden, konuşmamı insan hakları kavgasında işitilen en güçlü sesi anarak
bitirmeme izin verin. Bu ses zalime korku salar, diktatörü titretir ve istismarcının
şöyle bir durup düşünmesine yol açar: Bu ses, dünyaya yeni gelen bebeğin ağlama
çığlığıdır. Bu çığlık yeni bir kuşağın gelmekte olduğunun; insan haklarına,
yurttaşlığın getirilerine, iyi ve güzele dair her şey için verilen kavganın devam
edeceğinin habercisidir. Kavga sürecektir; kuşaklar, kuşaklar, kuşaklar boyunca!
Eşitliğe ulaşacağız, çünkü iyi ve düzgün olanın eninde sonunda kazandığına
inanıyorum. Şuna inanıyorum: İnsan ruhu güç verir ve başkalarının durakladığı yerde
mücadeleye devam etmenizi sağlar. Aynı insan ruhu hepimizin aynı olduğunu
anlamamızı sağlar. Daha da önemlisi, hepimizin farklı ve benzersiz olduğunu da.
İşte bu ilkeden yola çıkarak daima “öteki”ni savunmalı ve kanun nezdinde eşitliğin
inkârına, herkesin evrensel haklara sahip olmasına karşı çıkılamayacağını kabul
etmeliyiz. Bunun gerçekleşmesi için bütün partilerin bunu gündemlerine alması ve
hangi partiden olursa olsun bütün politikacıların sesi çıkmayan ses olma cesaretini
göstermesi gerekir.
Tıpkı Hrant Dink’in pek çok kişiye sesini verdiği ve şu anda bile vermeye devam
ettiği gibi.
Teşekkür ederim.