Dergiyi okumak için tıklayınız... - PERŞEMBE

Transkript

Dergiyi okumak için tıklayınız... - PERŞEMBE
Perşembe
Atatürk Ortaokulu
2012-2013
Eğitim- Öğretim Yılı
Ders Dışı
Eğitim Çalışması
Seçkisi
İÇİNDEKİLER
SUNUŞ……………………………………………………………………………………….….....2
HIRSIZ TiLKi- EYLEM ODABAŞI………………………………………………………..….…......3
NEŞE ÜLKESİ– TUĞBA ÖZYER…………………………………………….………..…..4
ÜÇ SEÇENEK– AYŞEGÜL DALGIÇ……………………………………………...……...6
ESRARENGİZ KÖMÜR– GÜLFİDAN NUR YAZICI………………………...……...8
ARKADAŞLIĞIN ÖNEMİ– TUĞBA ÖZYER…………………………………..….....10
ŞARKI YARIŞMASI– HANİFE YANIK……………………...…………….….…….…11
ÖNCE KENDİNİ SEV– AYŞEGÜL DALGIÇ………………………………..………...12
HUYSUZ İHTİYAR– MİNEL ÇARKÇI……………………………………..……….…..13
SAYFALARDAN DÖKÜLEN GEÇMİŞ– AYŞEGÜL DALGIÇ……….………....15
ABUR CUBUR– BÜŞRA BEHİCE ÖZKAPTAN…………………….……………...17
TIRTILIN HİKAYESİ– GÜLFİDAN NUR YAZICI, FUNDA TANRIVERMİŞ,
BÜŞRA BEHİCE ÖZKAPTAN…………………………………………….………….......19
BULUTUMUN SIRTINDA– AYÇA NUR AKTAŞ………….…………………….…..20
YAVRU KÖPEK– GÜLFİDAN NUR YAZICI…………………………………...…...21
SESSİZ DOST– AYŞEGÜL DALGIÇ………………………………………...………...22
ARMAĞAN– EYLEM ODABAŞI……………………………………………...………...24
ÖDÜL– HANİFE YANIK………………………………………………………...………….25
UCUZ ATLATILMIŞ BİR KAZA– ÖZLEM KONTAŞ…………………..…………..27
ZÜHRE’NİN GÖZLÜĞÜ– TUĞBA ÖZYER………………………………..………....28
ZAMAN MAKİNESİ– AYŞEGÜL DALGIÇ………………………………...…………30
NALDOKA– MİNEL ÇARKÇI………………………………………………...………....32
İLKBAHAR– DOĞA ENGİN………………………………………………..…………....34
KALBİ OLMAYAN– SUDE CİĞERİM……………………………………………...….35
GERÇEK HAZİNE– EYLEM ODABAŞI……………………………………………....36
MATEMATİK DERSİNDE– AYŞEGÜL DALGIÇ…………………………………...37
ÇOCUK OLMAK– GÖRKEM KIVRAK…………………………………………….....38
GEZGİN– SUDE CİĞERİM……………………………………………………………....39
PES ETMEKTEN UZAKTA– HANİFE YANIK……………………………………. ..40
ULUSUN BAĞIMSIZLIK– NURİYE SUDE ACARTÜRK………………………..41
BİZ KİMİZ?..................................................................................................42
MİNİK KALEMLER’İN GÖZÜNDEN ………………………..………………………..44
1
Minik Kalemler’le Merhaba,
Sizlere sunmuş olduğumuz bu seçki, yaklaşık sekiz aylık bir zaman dilimini içine alan yazma ve yazarlık çalışmalarımızın sadece küçük bir bölümü.
Bu çalışmaya başlarken hedeflerim arasında, Türkçeyi düzgün ve etkili
kullanabilen, kendini ifade edebilen, zamanı doğru değerlendirebilen; yaşadığı çevreye ve dünyada olup bitenlere duyarlı, özgün ürünler ortaya koyabilen bireyler yetiştirmek vardı. Çalışmada yer alan öğrencilerimin de çabalarıyla bu hedeflerden bazılarına ulaştık, bazılarına ulaşmada da epey bir yol
aldık.
Örnek metin okuma ve çözümleme ile başlayan yazma serüvenimiz,
kelime çağrışım oyunları, gözlem yapma, betimleme çalışmaları, karakter
geliştirme, diyalog yazma gibi etkinliklerle devam etti.
Öğrencilerim, farklı yazma yöntemlerini kullanarak sokaktaki insanlardan, çuvaldaki buğdaydan, daldaki kuştan, sahildeki banktan ve elbette
hayallerden yola çıktılar; türlü öyküler, masallar, şiirler, denemeler, tiyatro
metinleri yarattılar.
Kimi zaman içlerindekini hiç durmamacasına döktüler kağıda, kimi zaman da ilham perileri kaçtı ve duvarlarda ya da tavanda aradılar kaybettikleri kelimeleri. Ama en önemlisi içlerindeki yazma hevesi hiç yok olmadı.
Tahmin edilebileceği gibi, kitap okumayı alışkanlık haline getirmiş öğrencilerimiz daha özgün ve yaratıcı ürünler oluşturdular. Böylelikle daha
nitelikli yazabilmek için daha fazla kitap okumak gerektiğini de doğrulamış
olduk.
Çok şey öğrendik, keşfettik ve bunları yaparken de çok eğlendik. Bu yüzden Minik Kalemlerime teşekkür ediyorum. Umarım onlara biraz da olsa
faydam dokunmuştur. Ve umarım onların hayal dünyasına yapacağınız bu
küçük yolculuk sizleri de en az bizim kadar eğlendirir.
29.05.2013
Güneş Kılıçaslan
Türkçe Öğretmeni
Atatürk Ortaokulu
2
HIRSIZ TİLKİ
Yaşlı bir kurt ormanda ava çıkmış, bir tane tavşan avlamış. Avıyla beraber mağarasına doğru yola koyulmuş. Mağaraya girer girmez yorgun düşüp
avının yanında uyuyakalmış.
Kurt oracıkta uyurken dışarıda bir tilki, tavşanın kokusunu almış ve kokuyu takip ederek mağaraya girmiş. Derin bir uykuda olan kurt onu fark
etmemiş bile. Tilki de bunu fırsat bilerek avı yemiş, kurdun uyanmaya başladığını görünce de hemen oradan uzaklaşmış.
Kurt uyandığında avını görememiş ve çok sinirlenmiş:
“Benim yiyeceğimi çalmaya kim cüret edebilir!” diye bağırmış ve derhal
hırsızı aramaya koyulmuş.
Bu sırada tilki arkadaşlarıyla oturmuş sohbet ediyormuş. Onlara yaptığı
hırsızlığı ballandıra ballandıra anlatıyor, dinleyen herkesin ağzının suyu akıyormuş.Tam da kurdun ne kadar enayi olduğunu söylüyormuş ki kurt onu
bir vuruşta yere sermiş. Öfkeyle:
“Demek sendin benim avımı yiyen hırsız. Hiç utanmıyor musun? Kendin
hiçbir şey avlamıyor, hep hazıra konmaya çalışıyorsun. Böyle yaptığın sürece kimse seninle bir şeyini paylaşmaz ve aç kalırsın.” demiş.
Tilki bu uyarıyı hiç dikkate almamış, yine bildiğini okumaya devam etmiş. Bir gün yine başka bir hayvanın avını çalmış ve kendi mağarasına götürmüş. Karnı çok aç olmadığı için de yemeğini akşama saklayıp biraz etrafı
gezmek istemiş. O gittikten bir süre sonra yuvasına bir gelincik gelmiş. Gelincik avı yemeye başlamış, o sırada tilki aç bir şekilde yuvasına dönmüş ve
gelinciğin yemeğini yediğini görmüş. Demediğini bırakmamış gelinciğe, onu
yuvadan kovmuş.
Büyük bir hayal kırıklığı yaşamış ve kurdun da kendisine kızmakta ne
kadar haklı olduğunu anlamış. Bütün gece açlıktan ve pişmanlıktan karnına
ağrılar girmiş.
Eylem Odabaşı
3
NEŞE ÜLKESİ
Bir varmış, bir yokmuş. İnsanoğlunun başından geçenler dağdan taştan
daha çokmuş. Devlere ait bir köy varmış.
Bu köyde bir kız yaşarmış, adı Ela imiş ve
o da bir devmiş. Doğayla içi içe olmayı
sever, günün neredeyse tamamını ormanda geçirirmiş.Çiçek, mantar, çilek toplar;
hayvanların yuvalarını incelermiş. Tek arkadaşı ise yanından ayırmadığı köpeği
Fındık’mış.
Bir gün köpeğini yanına alarak yine
ormana gitmiş. Ormanda gezerken bir
ses duymuş, Fındık da sesi fark etmiş, sesin geldiği tarafa doğru koşup havlamaya başlamış. Ela da köpeğinin peşinden
gitmiş. Etrafta mantardan evler varmış,
her şey küçücükmüş. Burası cücelerin
yaşadığı bir köymüş. Ela ve köpeğini gören cüceler korkup kaçışmışlar. Ela, korkmamaları gerektiğini, onlara asla
zarar vermeyeceğini söyleyerek cüceleri ikna etmiş. Yavaş yavaş kızın etrafına birikmişler. Ela onlara kim olduğunu ve nereden geldiğini söylemiş.
Cücelerin suratları asıkmış ve cüceler çok mutsuz görünüyorlarmış. Küçük
kız buna bir anlam verememiş,
— Neden böyle mutsuzsunuz? Buraya gelmeme çok mu kızdınız?
— Hayır, biz hep böyleyiz. Burası, Mutsuzluk Ülkesi.
— Nasıl yani?
— Sana en başından anlatayım. Bundan seneler önce büyük dedelerimiz,
bu ülkede açelya yetiştirirlermiş, açelyanın bize huzur ve mutluluk verdiğine
inanırlarmış. Fakat bir gün devler, ülkemizden geçerken bu çiçeği çok beğenmişler, tohumlarıyla beraber ülkelerine götürmüşler. Açelyalar gittikten
sonra ülkemizde ne huzur kalmış ne mutluluk. Herkes gülmeyi unutmuş. O
zamandan beri de hiç gülen olmamış. Ben mutlu olmanın ne olduğunu bile
bilmiyorum. Ama mutlu olmanın sırrı açelyadır. Bu çiçek şu anda devler ülkesinde ve biz onu geri alamıyoruz. Küçük olduğumuz için Devler Ülkesi’ne
varamadan ormanda kayboluyoruz ya da oraya gitmeyi başarsak bile devlerin ayakları altında eziliyoruz. Bizim için ülkene gidip çiçeğimizi getirir misin?
Ela bu teklife çok şaşırmış, biraz da saçma bulmuş anlatılanları ama
minik dostlarına iyilik yapmak istiyormuş ve teklifi kabul etmiş.
4
Ülkesine varmış köpeğiyle, devlerin
mağaralarından horlama sesleri yükseliyormuş. Anlaşılan hepsi de öğlen uykusundaymış . Önce kendi mağarasına gitmiş, bahçesine bakmış ama açelya görememiş. Başka bir mağaraya girmiş, mağarada bir dev uyuyormuş. Devi nazikçe
uyandırmış Ela. Olup biteni deve anlatmış
ve saksıda gördüğü açelyayı istemiş. Dev
uykusundan uyandırıldığı için çok sinirlenmiş ve onu kovmuş.
Ela’nın aklına parlak bir fikir gelmiş.
Devin bahçesinden kopardığı sıradan bir
çiçeği çantasına atıp düşmüş yola. Merakla kendisini bekleyen cücelere vermiş çiçeği. Hepsi sırayla koklamışlar. Yüzlerinde
bir gülümseme belirmiş sonunda. En yaşlı
cüce :
—- Teşekkür ederiz, bize mutluluğu getirdin.
Ela dayanamayıp gerçeği söylemiş:
— Size mutluluk veren şey bu çiçek
değil. Hatta elinizdeki çiçek açelya bile değil, sıradan bir çiçek. Eğer açelya
hakkında söyledikleriniz doğru olsaydı benim ülkemde kimse mutsuz olmazdı. Siz mutlu olmayı çok istediğiniz için mutlusunuz. Size gereken sadece bir bahaneydi.
Bu olaydan sonra cüceler gülmeyi ve mutlu olmayı yeniden öğrenmişler
ve ülkelerinin adını Neşe Ülkesi olarak değiştirmişler.
Tuğba Özyer
5
ÜÇ SEÇENEK
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde küçük bir
kasabada mutlu bir şekilde hayat süren bir halk varmış.
Bu halkın tek sıkıntısı fakirlikmiş. Ama birbirlerine
destek olarak onun da üstesinden gelmeyi başarıyorlarmış.
Kasabada, küçük ve ahşap bir evde bir anneyle kızı yaşıyormuş. Kız henüz dokuz yaşında olmasına rağmen son derece akıllı ve bilgiliymiş. Kasabanın bilgesiymiş. Tek hayali daha büyük bir yerde bilgelik yapmakmış. Bu
kasaba ona çok küçük geliyormuş, sıkılıyormuş.
Dolunayın çıktığı bir yaz akşamı, sokakta yürüyormuş. Arkasında yoğun
bir ışık hissetmiş. Dönüp baktığında çok şaşırmış. Bembeyaz ışıklar içinde,
çok güzel bir peri duruyormuş karşısında. Peri konuşmaya başlamış:
“Benden korkma, buraya seni mutlu etmeye geldim. Sana üç seçenek
sunacağım: Çok zengin olmak mı, çok güzel olmak mı yoksa büyük bir şehirde yaşamak mı istersin?”
Bilge kız üçüncü seçeneği seçtiğini söylemeye hazırlanıyormuş ki peri hemen atılmış:
“Bak küçük kız, büyük bir şehirde yaşamak istediğini biliyorum ama onu
seçersen diğer ikisinden ömür boyu mahrum kalacaksın.”
Kız bunları duyunca biraz kararsız kalmış, güzellik de zenginlik de herkesin istediği şeylermiş, ama büyük bir şehirde yaşamak da onu her şeyden
daha çok mutlu edecekmiş.
“Senin işini daha da kolaylaştırayım. Her bir durumda birer saat geçir ve
sonra kararını ver.” demiş peri.
Küçük bilge kabul etmiş. Derken üç kapı açılmış, ilk kapıdan girmiş. Büyük
bir sarayda zengin bir prenses olmuş. Herkes ona itaat ediyor, her dediği
yerine getiriliyormuş. Ama sorulan sorulara cevap veremiyor, aptal aptal
bakınıyormuş. Üstelik çok da çirkinmiş.
Kız hemen o durumdan çıkmak istemiş, peri onu oradan alıp ikinci kapının
önüne getirmiş.
Kapıdan girer girmez karşısında bir ayna görmüş, kız o kadar güzelmiş
ki … Böylesine güzel bir kız olmak çok hoşuna gitmiş. Ona bakanlar büyülenip kalıyorlarmış , göz kamaştırıcı bir güzellikmiş bu.
Birden yağmur bastırmış, gidebileceği bir evi olmadığını, yiyeceği bir kap
yemeğinin bulunmadığını fark etmiş. Üstelik yağmur yağarken bir yerlere
sığınıp ıslanmamayı bile düşünemeyecek kadar aptalmış. Hemen periyi
çağırıp yardım istemiş. Peri onu üçüncü ve son kapının önüne getirmiş.
6
Kendini bir koltukta otururken bulmuş. Etrafında ona soru soran, akıl
danışan birçok insan varmış. Tüm soruları yanıtlamış, sonsuz bir bilgi dağarcığı varmış. Herkes gittikten sonra acıktığını fark etmiş. Ama yiyecek bir
lokma yemeği yokmuş. Bitkin düşmüş,doğru düzgün düşünemez olmuş ve
aynaya baktığında ise çirkin bir cadıya benzediğini görmüş. Bu durumdan
da çıkmak istemiş bir an önce.
Peri ve kız ilk karşılaştıkları sokaktalarmış şimdi. Bilge kız, periye:
“Hiçbir seçenekten hoşlanmadım. Seçeneklerin hiçbiri bir diğeri olmadan
işe yaramıyor. Güzellik ve zenginlik aptal olduğum sürece beni mutlu etmez.
Yeterince beslenemezsem de bilgelik yapamam. En iyisi ben olduğum gibi
kalayım.” demiş.
Ayşegül Dalgıç
7
ESRARENGİZ KÖMÜR
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde,
kalbur saman içinde köyün birinde yoksul bir
kadın yaşarmış. Fatma kırk yaşlarında, yalnız
yaşayan bir kadınmış. Birkaç sene önce
ölmüş olan annesi, hayattayken
başkalarının tarlalarında çalışıp kızına
da kendine de bakarmış. Ama annesi
ölünce Fatma bir dilim ekmeğe muhtaç
kalmış. Komşularının yardımıyla
geçiniyormuş.
Bir gün, yiyecek istemek için yine
yan evdeki komşusu Zeliha’nın kapısını
çalmış. Zeliha, Fatma’yı kapıda görünce
suratını asmış çünkü Fatma’nın çalışıp da kendini
geçindirmek için hiçbir çabası yokmuş, verilen işi beğenmez, alacağı ücreti
az bulurmuş. İnsanların ona acımasından faydalanıp başkalarına el açarak
yaşamayı artık huy edinmiş. Komşu kadın da bu durumdan bıktığı için,
“Kusura bakma fakat bizim durumumuz da belli, ekmeği bile zor buluyoruz. Milletin kapısında çalışmasam onu da bulamayız.” diyerek Fatma’ya
kapısını kapatmış.
Fatma biraz utanır gibi olmuş ama fazla da ciddiye almamış bu sözleri.
Kös kös evine dönmüş. Önceki günden kalan peynirle ekmeği yemeye başlamış. Birdenbire karşısında duran sincabı fark etmiş, eve giren sincabı süpürgeyle kovmaya kalkmış. Sincap,
“Dur, beni kovma. Ben iyi bir sincabım. Eğer bana zarar vermezsen senin
hayatını değiştirebilirim.” diyince şaşkınlıktan eli ayağı tutmamış Fatma’nın,
kalakalmış. Sincabın konuşmasına mı şaşırsın yoksa hayatını değiştirecek
olmasına mı bilememiş. Bir süre sonra korkusu geçmiş ve korkunun yerini
merak almış:
“Nasıl değiştirecekmişsin hayatımı? Anlat bakalım.” demiş sincaba. O da
anlatmış,
“Bugün arkadaşlarımla sohbet ederken kulağıma bir laf geldi, hani şu
karşıda bir dağ var ya, işte onun arkasında Kristal Mağara dedikleri bir yer
var. O mağaranın en derin yerinde bir elmas varmış. Fakat bizim bildiğimiz
elmaslardan değilmiş. O elması eline alan kişi iyi biriyse elmas onu zengin
edermiş fakat kötü bir insanın eline geçerse kömüre dönüşür, o kişiye de
uğursuzluk getirirmiş. İşte bunları duydum ve köyün en yoksulu olduğun için
sana geldim.”
Fatma kadın elması almayı kafasına koymuş. “Kimseye bir kötülüğüm
yok, iyi bir insanım. Elmas beni zengin edecek.” diye geçirmiş içinden ve
8
hemen yola koyulmuş.
Az gitmiş, uz gitmiş. Derelerden sel gibi, tepelerden yel gibi gitmiş. Sonunda Kristal Mağara’nın girişine gelmiş. Hava da kararmaya başlıyormuş
artık. Fatma biraz korkuyormuş çünkü mağara çok ürkütücü görünüyormuş.
Mağaranın içinden yarasa sesleri geliyormuş. Bütün cesaretini toplayıp mağaranın derinliklerine doğru ilerlemeye başlamış. Mağara derinleştikçe kararacağına gitgide aydınlanmaya başlamış. Bir de ne görsün? Işık saçan bir
elmas duruyormuş yerde. O kadar parlakmış ki Fatma’nın gözleri kamaşmış. Dirseğini gözüne siper ederek elması olduğu yerden alıp heybesine
koymuş. Hızla mağaradan çıkmış, biraz yürümüş. Heybesindeki elması bir
daha görmek istemiş, elması heybeden çıkarmış ama elmas artık bir kömür parçasıymış. Çok sinirlenen Fatma elindeki kömürü hırsla fırlatmış ve
evine dönmüş.
Aynı gün, odun toplamaktan dönen Zeliha’nın gözüne otların arasında
duran kapkara bir taş parçası ilişmiş. Zeliha biraz inceledikten sonra yerde
duran şeyin bir parça kömür olduğunu anlamış. Kömürü de yanına alarak
evinin yolunu tutmuş. Sırtındaki odunları yere yığdıktan sonra eve girip biraz
dinlenmek istemiş. Cebindeki kömür parçası gelmiş aklına, cebinden kömür çıkacağını zannederken parıl parıl bir elmas çıkmış.
Zeliha’nın artık çok zengin olduğuyla ilgili haberler yayılmaya başlamış
köyde. Fatma çok geçmeden durumu anlamış, “Fırlatıp attığım kömürü buldu demek ki.” diye düşünmüş.
Fatma, hayatını gözden geçirip elmasın neden kendi elindeyken kömüre
dönüştüğünü düşünmüş. Aslında cevap ortadaymış, hep başkalarının yardımını beklemek yerine kendi emeğiyle kazanmanın daha doğru olduğunu
anlamış sonunda.
Gülfidan Nur Yazıcı
9
ARKADAŞLIĞIN ÖNEMİ
Liza çok hırslı bir kediydi, en
yakın arkadaşı Haylaz kadar hızlı
koşmak istiyor, zamanının çoğunu
koşu antrenmanı yaparak geçiriyordu. Fakat Haylaz’ın bir köpek olduğunu bilmesine rağmen, kedilerle
köpeklerin aynı özelliklere sahip
olmadığını bilmiyordu.
Bir gün ormanlar kralı aslan,
bütün hayvanları topladı ve bir
duyuru yaptı: Büyük bir koşu yarışı yapılacaktı, yarışa katılmak isteyen
hayvanların adlarını katılacaklar listesine yazmaya başladı: Ayı Yogi, Arı Maya, Köpek Haylaz, Kedi Liza…
Ertesi gün yarışmacılar alana toplandılar, herkes yerini aldı ve yarış aslanın kükremesiyle başladı. Ayı Yogi aşırı kilosundan dolayı hemen yoruldu ve
pes etti. Arı Maya ise uçarak yarıştığı için diskalifiye edildi. Maymun, zürafa
ve filin de elenmesiyle geriye sadece Haylaz ve Liza kaldı. Ama Haylaz o
kadar hızlı koşuyordu ki Liza ona bir türlü yetişemedi. Haylaz rakibini çok
gerilerde bırakarak yarışı kazandı. Liza bu duruma çok içerledi ve çok üzüldü, akşama kadar ortalıklarda görünmedi. Haylaz, arkadaşını çok merak
etti ve nihayet meşe ağacının altında gökyüzünü seyrederken buldu onu ve
şöyle dedi:
— Üzülme, başka bir sefer de sen kazanırsın.
— Ama ben bu yarışı kazanmak için çok çalıştım, her gün kilometrelerce
koştum. Sen hiçbir çaba göstermeden birinci oldun.
— Benim kadar hızlı koşamıyor olabilirsin ama ben de senin yapabildiklerini yapamıyorum. Mesela sen şu meşe ağacına çok rahat bir şekilde tırmanabiliyorsun ama ben tırmanamam. Lütfen üzülme.
— Haklısın. Yine hırsıma yenik düştüm. Senin gibi bir arkadaşım olduğu
için çok mutluyum. Umarım arkadaşlığımız sonsuza dek sürer.
Liza bu dileğini söylerken gökyüzünde bir yıldız kaydı, birbirlerine gülümseyip dostlukla sarıldılar…
Tuğba Özyer
10
ŞARKI YARIŞMASI
Güneşli bir gün serçe herkesi meydana toplamış
ve “Bugün sizlere şarkı söyleyeceğim.” demiş. Bütün
hayvanlar buna çok sevinmişler,başlamışlar serçeyi
dinlemeye. Serçe büyük bir keyifle şarkısını söylemiş,
sesi gerçekten de güzelmiş. Şarkısı bitince herkes onu
coşkuyla alkışlamış .Serçe buna çok sevinmiş ve artık
her gün hayvanları toplayıp şarkı söylemeye başlamış.
Hayvanlar serçenin sesini çok beğeniyorlarmış ama
serçe gün geçtikçe şımarıyor ve bencil, kendini beğenmiş bir kuş oluyormuş. Karşısına çıkan herkesi
küçümsemeye başlamış. Diğer hayvanlar buna
çok üzülüyorlarmış ve artık serçenin şarkılarını
dinlememeye karar vermişler. Ama serçe hayvanların tavrını anlamıyor,
kimi görse durdurup ona şarkı söylemeye çalışıyormuş. Bunu durdurmanın
zamanının geldiğini düşünen tilki:
“Bence serçe artık bu ormandan kovulmalı” demiş. Baykuş bu fikri pek
beğenmemiş.
“Benim çok daha iyi bir fikrim var. Bir şarkı yarışması düzenlersek ve biri
serçeyi yenerse işte o zaman kibirli davranmayı bırakır. Ama sesi ondan
daha güzel olan bir hayvan lazım bize.” demiş.
Ormanda utangaç bir bülbül varmış, sesi serçeden çok daha güzelmiş
ama çok utangaç olduğu için bunu herkesten gizlermiş. Fakat arkadaşlarına
yardım etmek için elinden geleni yapmaya karar vermiş. Bülbül utana sıkıla:
“Ben serçeyi yenebilirim.” demiş. Baykuş:
“Sesinin güzel olduğunu biliyordum, demek sabahları sessiz sessiz öten
kuş sendin. O halde yarınki yarışma için bütün hayvanları davet edin. Serçe
zaten bu yarışmayı kaçırmayacaktır.” demiş.
Ertesi gün yarışmanın yapılacağı meydanda bütün hayvanlar toplanmış.
Bülbül ve serçe de oradaymış. Serçe:
“Seni yeneceğime adım gibi eminim, boşuna zahmet etmişsin.” demiş.
Bülbül cevap vermemiş. Baykuş yarışmayı başlatmış.
Serçe çıkmış ve şarkısını söylemiş, güzel söylediği için alkışlayanlar da olmuş tabii. Sıra bülbüle gelmiş, bülbül de şarkısını söylemiş ama bu kez tüm
hayvanlar büyülenmiş gibi seyretmişler. Şarkı bitince alkıştan yer gök inlemiş.
Serçe bile bülbülün sesinin güzelliğinden etkilenmiş. Kendini beğenmişlik yaptığı ve şımarık bir şekilde davrandığı için çok utanmış. Bütün hayvanlardan özür dilemiş, onlar da serçeyi affetmişler. Hep beraber bir şarkı
söyleyerek olanları unutmaya karar vermişler…
Hanife Yanık
11
ÖNCE KENDİNİ SEV
Yüksek dallara zıplayan maymunların, birbirinden güzel kuşların, uzun
boyunlu zürafaların ve daha onlarca
canlının yaşam sürdüğü kocaman bir
orman vardı.
Bu ormanda küçük bir kirpi yaşardı. Arkadaşları gülüp oynarken, üzgün
bir ifadeyle otların arasında dolaşır ve
çoğunlukla da yuvasından çıkmazdı.
Küçük kirpi dış görünüşünü beğenmiyordu. Aynaya bakmaktan nefret
ediyor ama yine de sık sık aynadaki yansımasına bakıp içleniyor, sinirleniyor, hırsla:
“Bu büyük bir haksızlık! Ormandaki herkesin güzel bir yanı varken bana
verilen tek özellik çirkinliğim…” diyerek sızlanıyordu.
Küçük kirpinin yuvasından çıkmadığını ve yalnızlığını fark eden bir kuğu, bir
sabah onu yuvasında ziyaret etmeye karar verdi. Yuvanın ağzına gidip kirpiye seslenmeyi düşünüyordu ki seslenmesine gerek kalmadan, kirpi onun
geldiğini anlamış ve dışarı çıkmıştı bile. Kuğu:
“Niçin hiç yanımıza gelmiyorsun? “dedi. Kirpi küskün bir şekilde:
“Hıh! Sana basit bir örnek vereyim mi kuğu? Ben senin buraya geldiğini
hemen fark ettim çünkü çok güzelsin. Ben ise bir iğne yığınının tekiyim.”
“Böyle düşünmen beni çok üzdü.”
“Niçin üzecekmiş ki? Güzel değil misin? Güzelsin. Herkes sana saygı
duyuyor, seni görünce büyüleniyor.”
“Dış güzellik geçicidir ancak seni sen yapan özelliklerin bir ömür seninle
yaşar. Kendinle barışık olursan ne kadar güzel bir hayvan olduğunu anlayacaksın. Benim görüntüm çok güzel olabilir ama aynı zamanda iyi bir kuğu
olmasaydım güzelliğimin hiçbir önemi olmayacaktı. Bunu sakın unutma.
Hem dikenlerinin çirkin olduğunu da nerden çıkardın? Küçücük gözlerin ve
burnunla o kadar sevimlisin ki…”
Kuğunun sözleri küçük kirpiyi derinden etkilemişti, yuvasına dönüp bir
süre düşündü. Aynasını eline alıp tekrar baktı kendine. Bu seferki görüntü
öncekilerden çok farklıydı. Sevimli, minik burunlu bir kirpi duruyordu karşısında. Kendine haksızlık ettiğini anladı o an.
Küçük kirpi kendini sevmeyi öğrendikten sonra dünya ona çok daha güzel görünmeye başladı.
Ayşegül Dalgıç
12
HUYSUZ İHTİYAR
Bir kış sabahına yine ondan yakınarak başladım. Başka işim yok gibi.
Bahçeden gelen bağırışları neredeyse iki sokak öteden duyuluyordu .
Bu kadının sesini duymaktan bıktım ama o beni her gün, olur olmaz şeyden
dolayı azarlamaktan bıkmadı bir türlü.
Feryatlarımı duyan annem gülerek :
“Aldırma, yaşlı bir kadın o.” dedi.
Annemin savunmasına cevabım hazırdı :
“Her gün azarlamaktan bıkmadı ama!”.
Dışarı çıktım ama keşke çıkmaz olaydım. Sokakta da rahat yok. Hiç
durur mu bizimki, hemen beni yanına çağırdı.
“Ne oldu? “ dedim.
“Ben çok yaşlıyım, 80 yaşındayım. Şuraları süpürüver.”
Çok sinirlendim ama benden istediği şeyden dolayı değil, bana emir verir
gibi konuşması beni deli ediyordu. Sonra aklıma annemin söyledikleri geldi:
“ “Pekiyi” dedim. Çarçabuk süpürüverdim.
“Süpürdüm, işim bitti.”
“İyi.”
Teşekkür etmek de yok. Allah’ım, deli eder bu kadın insanı. Neyse ki bu sefer yaptığım işi beğenmişti. Bu da iyi bir şey. Eve gittim.
Ertesi sabah kalktığımda saate bakayım dedim, tam da Pakize teyzenin
ekmek aldırmak için beni fırına yollama saati. Eyvah! Kapıyı, pencereyi sıkı
sıkı kapattım, perdeyi çektim. Aman beni görmesin, ben de onu görmeyeyim. Ne de olsa bu kadının on tane gözü var.
13
Yatağıma yatıp biraz daha uyumaya çalıştım. Bu kez de annem rahat
vermedi:
— Hadi kızım, kalk artık!
— Kalkmak istemiyorum!
— Kalk da ekmek al.
— Ne, hayır!
— Ne demek hayır, kahvaltını ekmeksiz yapacaksan ben bilmem.
Oflaya puflaya dışarı çıktım. Çıkmayıp da ne yapacağım? ‘’Pakize teyze
karşıma çıkmasın’’ diye duamı da esirgemiyordum tabii ki. Ama eksik kalır
mı? Hemen arkamda beliriverdi sağ olsun. Onu atlatmak için biraz oyalandım. Beni görmeden geçti yanımdan. “Kurtuldum” diyecek oldum, bir baktım karşıdan karşıya geçmeye çalışıyor, ilerden de son hızla bir araba geliyor. Hemen fırladım, kolundan çekip kaldırıma çıkardım. Ben teşekkür beklerken o bana bağırmaya başladı, gören de onu öldürmeye çalıştım zannedecek.
Yaptığım iyiliği anlamamıştı ama olsun bunu onun gözüne sokmayacaktım ya. Hiçbir şey demeden yanından uzaklaştım, dönüp baktığımda hala
parmağını sallayarak beni azarlamaya devam ediyordu.
Komiğime gitti, güldüm. Biraz da acıdım ona. Keşke daha hoşgörülü, güler
yüzlü ve daha az huysuz olabilseydi. Ne iyi anlaşırdık o zaman...
O gün ben de biraz büyümüştüm galiba, hoşgörü denen şey büyüdükçe
artıyor olmalı. Artık beni anlamasa da ona iyi davranıp dediklerini eksiksiz
yapmaya karar verdim.
Minel Çarkçı
14
SAYFALARDAN DÖKÜLEN GEÇMİŞ
Yaşlı adam usulca eski kitaplarına yaklaştı. Önünde sadece dört tane
kitap duruyordu. Kitapların üstü tozla kaplıydı. Eğildi, eline gelen ilk kitabı
aldı. “Sefalet” yazıyordu kapağında. Arka kapağı, küçük bir farenin kendi
gibi küçük dişleriyle kemirilmişti. Fakat yazar için bunun bir önemi yoktu.
Ön kapağı birkaç kez üfledi ve ardından hafifçe öksürdü. Kitabın ilk sayfasını açtığında sanki suratına bir şeylerin çarptığını hissetti. Bu çarpan şeyler
elindeki kitabı yazarken yaşadığı acı tatlı anlardı.
Seneler öncesine döndü. 25 yaşlarında bir delikanlıydı. Tabii o zamanlar
henüz saçlarına ak düşmemişti. Delikanlı, üzerindeki yamalı kıyafetleri süzdükten sonra eski tahta masaya oturup kağıtları eline aldı. Önüne koydu.
Yaklaşık beş sene önce tüm ailesini, varını yoğunu kaybetmişti. Geriye sadece tek bir oda, eski birkaç kıyafeti, kağıtları ve mürekkebi kalmıştı. Ama
zaten kağıtları ve mürekkebi ona yeterdi. Birden hızlı hareketlerle yazmaya
başladı. Aslında pek de okunaklı olmayan bir el yazısı vardı. Uzun süre yazdıktan sonra başını kaldırıp saate baktı, sonra da yazdıklarına. Midesi acıkma sinyalleri veriyordu. Ayağa kalkıp küçük tel dolabın önüne geçti. Bakındı. O zamanki her yazar gibi sefalet içindeydi. Bir parça ekmek koparıp masasının başına döndü. Yazdı, yazdı, yazdı…
Aradan günler geçti, kitabı bitmişti. Sıra bu kitabı bastırmaktaydı. Kitabın
ismi “Sefalet” olacaktı. Çünkü halkın sefaletini anlatan güzel bir roman yazmıştı. Romanını kırtasiyede çalışarak biriktirdiği parayla bastıracaktı. Kitabını bastırdı. Henüz mürekkebi kurumamış kitaplarını gereken anlaşmaları
yaparak satışa çıkardı. “Sefalet” dönemin şartlarını en iyi anlatan ve hatta
toplatılma tehlikesi geçirdikten sonra daha da ünlenen bir
15
eser olmuştu.
Yaşlı adam elindeki kitabı kucağına koyup ikinci kitabı olan “Kuru Gözyaşları” nı aldı eline. Bu kitap ona şimdi çok yabancı geliyordu. Genç yazar
bu kitabı yazarken tüm halkın dilindeydi. Ün sahibiydi artık ve ona yetecek
kadar parası da vardı fakat niye bütün bunlara karşın “Kuru Gözyaşları” diye
bir kitap yazmıştı? Kazandığı para onu mutlu etmeye yetmemişti çünkü.
Mutsuz, yalnız bir adamı anlatıyordu bu roman.
Bir önceki kitap gibi bunu da kucağına koydu yaşlı yazar. Hareket etmeden durmak sanki onu yormuştu, kucağındaki kitapları masaya bırakıp biraz dolaştı odada. Ardından sıra üçüncü kitaba geldi, yazarken en çok keyif
aldığı romanı buydu.
Tekrar eskiye, 35 yaşına gitti. Yazacağı üçüncü kitabında öncekilerden
farklı bir konuyu işlemeyi düşünüyordu. Masasının başına oturdu, tahta masasından vazgeçmemişti asla çünkü ilginç bir bağ vardı bu masayla arasında. Mürekkebe yöneldi, yazmaya başladı. Kitabındaki baş karakter Sevda
adında genç bir kadındı. İki çocuğuyla yaşam mücadelesi veren bir kadın.
Genç adam bu kitabı yazarken sık sık Sevda’yı düşündü, düşünürken de bu,
olmayan kadına aşık oldu. Bir roman karakterine aşık olmak ona da garip
geliyordu ama Sevda beline kadar inen kıvırcık saçlarıyla, kahverengi gözleriyle sanki usta bir heykeltıraşın ellerinden çıkmışçasına güzel ve zarifti.
Sevda hiç kimseye muhtaç olmayı sevmeyen, kendi ayakları üzerinde duran
bir kadındı. Belki de yazarı, güçlü bir kadın olması etkilemişti. Ama Sevda,
yazara ait bir hayal ürünüydü neticede.
Şimdi elinde son kitabı vardı yaşlı yazarın. Bu kitabın basıldığı tarihte 45
yaşındaydı. Uzun yıllar bir iki şiir dışında bir şey yazmamıştı. Eski şiirlerine
yenilerini de ekleyerek bir şiir kitabı çıkarmaya karar verdi. Gayet zor bir
işti, ha deyince şiir yazılmıyordu ya. Haftalarca sokakları, denizi, insanları,
ağaçları gözlemledi. Ve tabii Sevda’yı da düşündü. Kitabı okuyanlar “Kim bu
Sevda?” diye soruyordu kendi kendine.
Yaşlı yazar son kitabını da masaya bıraktı. Gülümsedi, Sevda’ya olan
aşkının bir tür yazarlık hastalığı olduğunu düşünüp unutmuştu onu yıllar
önce. Derken gözünden bir damla yaş yuvarlandı, şimdi ne Sevda önemliydi
onun için, ne para , ne şu, ne bu… Her zamanki gibi yapayalnızdı. Nereye
kadar sürecekti bu yalnızlık bilmiyordu. Kafasını çevirip saate baktı, gece
yarısını geçiyordu. Yatağına uzandı ve anılarıyla tatlı bir uykuya daldı…
Ayşegül Dalgıç
16
ABUR CUBUR
Sabah olmuştu, Zeliş hala derin
bir uykudaydı. Bir süre sonra
kuşların cıvıltısıyla uyandı. Annesi
kahvaltıyı hazırlamıştı bile. Saate
baktığında okula geç kalmak üzere
olduğu gördü. Okul kıyafetini
dolabından çıkardı, üstünü giyip
kahvaltı masasına oturdu.
Kahvaltıda fazla oyalanmıştı. Saat 9.00 olmuş ve şimdiden ilk derse yirmi
dakika gecikmişti. Çantasını yüklenip okulunu yolunu tuttu. Sınıfa girdi. Öğretmen:
— Neden geç kaldın Zeliş?
— Uyanamadım öğretmenim. Akşam izlediğim film çok geç bitti.
— Pekiyi, şimdi yerine otur ve tahtadaki işlemleri defterine yap. Bundan
böyle de erken yatıp erken kalkarsın.
Aheste aheste yerine oturdu. Kısa bir süre sonra teneffüs zili çaldı. Kafasını sıraya koyup biraz daha uyumak istedi. İkinci dersin zili çalmış, öğretmen derse girmişti ancak o hala uyuyordu. Öğretmeni sinirlenmişti ama
onunla hiç ilgilenmedi, derse devam etti. Sıra arkadaşı Yağmur, Zeliş’i uyandırdı ve bütün sınıf onun bu haline güldü. Arkadaşlarının alayları eve dağılma vaktine kadar sürdü.
Yağmur ve Zeliş birlikte gidiyorlardı çıkışta. Okulun yakınındaki marketten gazoz, cips ve çikolata aldılar, bir yandan atıştırıp bir yandan da konuşarak ilerliyorlardı. Yağmur’un evinin kapısında vedalaştılar, Zeliş’in de az bir
yolu kalmıştı.
Kapıyı çaldı, kapıda onu karşılayan annesi :
— Yemek hazır. Kıyafetini değiştir dolabına koy, ellerini yıka ve sofraya
gel.
— Yemekte ne var?
— Çorba, bulgur pilavı, yoğurt ve salata
Zeliş yemekleri pek beğenmeyerek :
— Bu kadar mı? Pekiyi, ben yemek yemeyeceğim.
Zeliş’in bu sözlerine annesi öfkelendi:
— Nedenmiş o ?
— Çünkü tatlı yok, çikolata yok, bu nasıl yemek!
Annesine çıkıştıktan sonra odasına gitti. Babası da o sırada anahtarıyla kapıyı açmış eve giriyordu.
— Ne oluyor bu evde, sesiniz dışarılara kadar geliyor? diye merakla ve
biraz sinirli bir şekilde sordu karısına.
— Kızına bir şey söyle, yemek yemeyecekmiş. İstediği yiyecekler yokmuş!
17
İstediği yiyecekler de abur cubur!
— Ben şimdi onunla konuşurum, sıkma canını.”
Babası, Zeliş’in odasının kapısını çaldı ve içeri girdi:
— Kızım, neden anneni üzüyorsun? Doğru düzgün beslenmezsen hasta
olursun biliyorsun. Hadi hem annenden özür dile hem de gel bizimle sofraya
otur.
Zeliş babasına bir şey demedi ve gidip sofraya oturdu. Davranışından dolayı annesinden özür diledi. Sofrada pek bir şey yemedi, biraz karnı ağrıyor
ve midesi bulanıyordu.
Yemekten sonra ise karın ağrısı iyice şiddetlendi, kendini çok kötü hissediyordu. Bunu fark eden ailesi onu hastaneye götürdü. Doktor muayeneden
sonra Zeliş’in annesine dönerek:
— Akşam ne yedi?
— Neredeyse hiçbir şey.
— Çikolata veya tatlı gibi bir şeyler?
— Yemedi.
Zeliş kısık bir sesle itiraz etti:
—Evet, yedim.
Annesi biraz şaşırdı:
— Ne zaman yedin bunları?
— Eve gelirken yolda yedim, çikolata, cips ve gazoz aldım bakkaldan.
Bu arada içeri Yağmur ve ailesi de girdiler, Yağmur da tıpkı Zeliş gibi rahatsızlanmış , o sebeple gelmişti hastaneye.
İkisinin de bol miktarda abur cubur yemekten mideleri bozulmuştu. Doktor reçetelerini yazdıktan sonra iki arkadaşı da uyardı:
— Büyüme çağındasınız, ihtiyacınız olan cips, çikolata değil. Meyve, sebze
yemeyi asla ihmal etmeyin. Sağlıklı ve dengeli beslenmeye özen gösterin.
İkiniz de akıllı kızlarsınız.
Zeliş ve Yağmur biraz utandılar . Ardından doktora teşekkür ederek, aileleriyle beraber hastaneden ayrıldılar.
Büşra Behice Özkaptan
18
TIRTILIN HİKAYESİ
İlkbahar mevsiminin cıvıl cıvıl, mis
kokulu günlerinden biriydi. Ozan o gün
Fen ve Teknoloji dersinden bir ödev
almıştı. Ödevin konusu ise
“Tırtılın Kelebeğe Dönüşümü” idi.
Ozan bu ödevi tek başına yapmayacaktı,
en iyi arkadaşı ve komşusu olan Ali ile
beraber yapacaklardı. Cumartesi günü
Ali, Ozanlara gelecek ve bahçeye çadır
kuracaklar, bir sürü tırtıl toplayıp
kavanozun içine koyacaklar sonra da
onları gözlemleyeceklerdi.
Beklenen gün gelip çattı. Ali
geldikten hemen sonra bahçeye, Ozan’ın en sevdiği ağacın altına, kurdular
çadırlarını. Beraberce tırtıl armaya başladılar ama sandıkları kadar kolay
değildi bu iş. Uzun aramalardan sonra yerdeki yaprakların arasında bir tane
tırtıl bulabildiler. Bir süre incelediler onu, evirdiler çevirdiler ama bu tırtılın
bir kelebeğe dönüşebileceğine pek de inanamadılar.
Tırtılı kavanoza koydular, kavanozun içine de biraz ot ve birkaç yaprak
yerleştirdiler. Çadıra girdiler ve tırtılı izlemeye başladılar. Tırtılda herhangi
bir hareket yoktu, sadece kavanozdaki yaprakları büyük bir iştahla yiyordu.
Koza örmeye pek niyeti yok gibiydi. Vakit bayağı ilerlemişti, Ali evlerine
döndü. Kavanoz o gece Ozan’da kalacaktı.
Ertesi gün yine bir araya geldi iki arkadaş, Ozan artık sabırsızlanmaya
başlamıştı, tırtıllarla ilgili bilgi edinmek için birkaç kitap getirmişti Ali. Birlikte o kitapları okudular, kitaplara bakılırsa tırtılın kelebeğe dönüşümü öyle hemen oluverecek bir durum değildi. Kozasını ördükten sonra dönüşümünü tamamlaması için tırtılın birkaç haftaya ihtiyacı vardı. Bu bekleme işi
ikisini de hayal kırıklığına uğrattı. Ama o sırada tırtılın kozasını örmeye başladığını fark ettiler. Çok heyecanlanmışlardı. Nihayet koza tamamlandı.
Şimdi haftalarca nasıl bekleyeceklerdi? Ama sabırlı olmaları gerekiyordu,
Ali Ozan’a sabırlı olmanın ve beklemenin de güzel yanları olduğunu söyledi.
Bir iki hafta boyunca kozada herhangi bir hareket olmadı. Üçüncü
haftanın ortalarına doğru bir sabah, Ozan okula gitmeden önce tırtılı kontrol etmek için çadıra uğradı. Kozada bir hareketlenme gördü, hemen
19
Ali’yi çağırdı ve kozanın yırtılışını, içinden güzeller güzeli yemyeşil bir kelebeğin dışarı çıkışını hayranlıkla izlediler. Kavanozu da alıp okula gittiler. Öğretmenlerine gösterdiler, sunumlarını yapıp arkadaşlarına da bilgi verdiler.
Öğretmen her ikisine de tam not verdi.
Teneffüs zili çalar çalmaz okul bahçesine çıkıp kavanozun kapağını
açarak kelebeği serbest bıraktılar, kavanozun dışına çıkan kelebek özgürlüğün verdiği mutlulukla kanat çırparak uzaklaştı.
Gülfidan Nur Yazıcı - Funda Tanrıvermiş
Büşra Behice Özkaptan
BULUTUMUN SIRTINDA
Her sabah bakarım gökyüzüne,
Seçerim bir bulut.
O benim bulutum olur,
Benim eğlence dolu bulutum.
Gülümser hep bana,
Sonra atlarım onun sırtına.
Beraber gökyüzüne yükseliriz
Her yeri görürüz yukarıdan.
Evlerin çatılarında martılar,
Yanımızdan geçen uçaklar…
El sallarım onlara
Coşkuyla, mutlulukla…
Severim ben bulutumu,
Yatarım onun sırtına,
Güneşlenirim biraz
Derken eve gitme vakti gelir.
Girerim penceremden odama
Teşekkür ederim ona
Sarılırım yumuşacık gövdesine
Uğurlarım onu usulca.
Ayça Nur Aktaş
20
YAVRU KÖPEK
Güneşli bir gündü. Kardeşimle
beraber evimizin arka bahçesinde
oyuna dalmıştık. Bir süre sonra
yanımıza küçük bir köpek yavrusunun geldiğini gördük. Çok sevimli
bir yavruydu, fakat topallıyordu.
Dikkatli baktığımızda zavallının ön
ayaklarından birinin ezilmiş olduğunu ve kanadığını fark ettik.
Küçük köpeği alıp anne ve babamızın yanına gittilk. Annem şaşkın:
‘’Bu köpek yavrusu da nereden çıktı? Ne kadar da tatlı! Ama patisi incinmiş. Bu yavru köpecik açtır da şimdi. Kızlar gelin de ona biraz süt verelim.
Sonra da bir veterinere götürürüz. Ama biz yine de önce şu patisini temizleyip sargı beziyle bir saralım. ‘’ dedi.
Kardeşim: ‘’ Peki, veterinere götürdükten sonra ne yapacağız? diye sordu.
Hemen söze atıldım : ‘’Biz ona bakarız. Bizde kalsın ne olur…’’ Bunları
söylerken bir yandan da babama bakıyordum. Babam :
‘’Bakın kızlar, bir hayvana bakmak, onun ihtiyaçlarını karşılamak sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. Özellikle de bir köpeğe bakmak çok zordur. Bir
kere köpeği temiz tutmanız gerekiyor, yoksa kirlenir ve eve hastalık getirir.Her gün düzenli olarak yemeğini, suyunu vermeniz gerekli. Ve bahçemiz
küçük olduğu için burası ona yetmez, onu dışarı çıkarıp gezdirmeniz, yürüyüşe çıkarmanız da gerekir. Hem buralarda çok kedi var, köpekler de kedilerle pek anlaşamazlar. Sürekli havlarsa komşularımızı da rahatsız etmiş oluruz, kendimiz kadar etrafımızı da düşünmeliyiz.’’ dedi.
Biz babamla bunları konuşurken annem yanımıza gelip : ‘’Hadi, veterinere gitmiyor muyuz?’’ dedi ve yola koyulduk. Kısa bir süre sonra veterinere
vardık. İçeride genç bir kız vardı, meğer veterinermiş. Yavru köpeği incelemeye başladı. Üzgün bir şekilde:
‘’ Bu köpeğin ayağı incinmiş, ama önemli bir şey değil. Şimdi ilaç sürer
sararız.’’ dedikten sonra “ Aşıları yapıldı mı?’’ diye sordu.
Babam, köpeğin bizim olmadığını anlatmaya başladı. Veteriner abla, yavrunun yarasını temizledi, merhem sürdü, patisini sardı, aşılarını yaptı ve tedavisini tamamladı. Ona teşekkür ederek oradan ayrıldık.
Eve döndüğümüzde köpeğin bizimle kalmasını istediğimizi tekrarladık
ama galiba babam haklıydı ve yavrunun burada yaşaması çok zor olacaktı.
En sonunda köpeği dedemlerin çiftliğine yollamaya karar verdik. Biz de her
hafta sonu onu rahatça görebilecek ve onunla oynayabilecektik. Bu arada,
köpeğimizin adını da Rüzgar koyduk.
Gülfidan Nur Yazıcı
21
SESSİZ DOST
Bu ev bir tek senin evin değil, diye çıkıştım anneme. Her zamanki mesele… Neymiş efendim, eve hayvan getiremezmişim. Bütün hırsım ve sinirimle
çıktım evden. O sinirli kafayla hangi mevsimde olduğumuzu unutmuşum.
Sonbaharda mont giymeden dışarı çıkılır mı? Ben de normal olarak biraz
üşüdüm. Eve de geri dönemezdim.
Deniz kenarına gittim. Tatlı bir rüzgar esiyor, bu rüzgarla birlikte burnuma deniz ve toprak kokusu geliyordu. Uzak bir yerlere yağmur yağıyordu
sanki. Tam bu kokulara dalmışken rüzgar da şiddetini iyice artırdı. Birden
ürperdim, ellerimi hızlıca kollarıma sürttüm ama bir şey fark etmedi.
Sokakta benden başka hiç kimsenin olmadığını düşünüyordum, ta ki birkaç
bank ötede oturan o yaşlı adamı görene kadar.
İlk önce onun da benim gibi montunu unutarak yanına almadığını sandım. Fakat sonra onu incelediğimde montunun hiç olmadığını anladım. Çünkü yaşlı adam, üzerine basılmış bir kar yığınını andıran saçları ve sakallarıyla gayet yoksul birine benziyordu. En çok ilgimi çeken yanı ise kendi kendine konuşurmuş gibi ağzını oynatması ve farklı farklı mimikler yapmasıydı.
Buna bir anlam veremedim.Daha fazla kalamadım orada çünkü bastıran
soğuğun yanı sıra hava da kararmaya başlamıştı. Hızlı adımlarla eve döndüm.
Annem ve babam salonda oturmuş televizyon seyrediyorlardı. Salon kapısının eşiğine kadar gittim ama içeri girmememin daha iyi olacağını düşünüp odama gittim.
Ne kadar üşümüş olsam da güzel bir akşamüstüydü. Bundan sonra her
akşamüstü oraya gideceğim, dedim kendi kendime. Yaşlı adam geldi aklıma, onun nasıl biri olduğunu , neler yaşamış olabileceğini düşünüp kafamdaki soru işaretleriyle uykuya daldım.
Ertesi sabah biraz geç uyandım. Ama evde geç uyanan bir tek ben değildim, annem de geç kalkmıştı. Kahvaltımı yaptım, annem bana karşı
22
biraz tavır almış gibiydi. Şimdi annemin gönlünü almak istesem aynı konu
açılacak daha çok kızacak, diye düşünüp susmaya karar verdim. Ben ve
annem konuşmayınca ev ne kadar da sessiz sakin oluyordu.
Sonunda beklediğim an gelmişti. Bu sefer sıkı sıkı giyindim, yanıma montumu aldım ve sahile doğru yürüdüm. Bu sefer önceki günden daha farklı
olarak dalgalar artmıştı ve üşümüyordum. Yaşlı adam ise aynı bankta, üzerinde aynı kıyafetlerle oturuyordu. “Bu adam neyin nesidir, kimin fesidir?”
diye merak içindeydim ama maalesef bu merak sadece içimde kaldı. Sahile
üst üste birkaç gün gittim. Yaşlı adam da her seferinde oradaydı.
***
Bir gün yine öfkeli bir şekilde sahile gittim. Yine birilerine sinirlenmiştim.
Bu sefer yaşlı adam daha yeni geliyordu. Her zamanki yerine oturdu ama
otururken üzerindeki atkısını yere düşürdü. Bunu fırsat bilerek yanına gittim, atkısını ona uzatırken şöyle dedim:
“Amca, bu sizden düştü.”
Atkıyı elimden aldı. Teşekkür etti. Merakıma yenik düşüp adamın yanına
oturdum ve sordum:
“Adınız nedir?”
“Bilmem, birçok ismim oldu. Ağaçlar, yaprak dediler; denizler, kumsal.
Ama şimdi ne o ağaçta yaprak kaldı ne de dalgaların vurabileceği bir kumsal.”
Bu garip cevapla kafam iyiden iyiye karıştı. Fazla üstelemedim. Bir daha
da konuşmadık . Yanında oturmaya devam ettim. Onunla denizi, ağaçları,
rüzgarı izledik. Bu, günlerce sürdü. Hiç konuşmamıştı ama ondan çok fazla
şey öğrendim. Onun kim olduğunu öğrenememiştim ama artık umursamıyordum da. O benim, benimle konuşmayan tek dostumdu. Her akşam aynı
sahilde aynı bankta oturup etrafı dinledik ve izledik.
Bir akşam sahile gittiğimde o yoktu, bekledim ama gelmedi. Belki bir işi
çıkmıştır, dedim ama buna ben dahi inanmadım. Darıldım ona. Böyle, bir
hafta sürdü fakat o hiç gelmedi. Bir haftanın sonunda eve dönerken balıkçıların konuşmalarına kulak kabarttım. Duyduklarım beni çok üzdü. Anladım
ki sessiz dostum artık hiç gelmeyecekti…
Ben yine her akşamüstü o
banka oturacaktım, deniz yerinde olacaktı, ağaçlar yerinde
olacaktı, tüm sessizlik yerinde
olacaktı. Bir tek o yerinde olmayacaktı…
Ayşegül Dalgıç
23
ARMAĞAN
Güzel bir yaz günüydü. Sokaktan geçen arabaların sesleri ile uyandı Çınar. Perdesini araladı ve dışarıya bir göz attı. Yandaki boş eve birileri taşınıyordu. Hemen üzerini değiştirdi, yatağını topladı ve kahvaltı yapmak için
mutfağa gitti. Annesi ve babası da yeni komşuları hakkında konuşuyorlardı.
Yeni komşuları genç bir ressamdı. Yalnız yaşıyordu. Daha iyi çalışabilmek
için huzurlu ve sessiz bir mahalle aramış, en sonunda buraya taşınmaya
karar vermişti.
Çınar, kahvaltıdan sonra dışarıya çıktı. Meraklı gözlerle yandaki eve bakmaya başladı. Evin bahçesinde büyüklü küçüklü koliler vardı. Kolilerin bazılarının kenarları yırtılmış, aralardan kitaplar görünüyordu. Bir sürü kitap…
Birkaç gün sonra Çınar ve ailesi yeni komşularını ziyaret edip ona bir
“Hoş geldiniz” demek istediler. Kapısını çaldılar. Kapı açıldı ve Çınar’ın annesi :
“Mahallemize hoş geldiniz.” dedi.
“Teşekkür ederim, ayakta kalmayın, buyurun içeri geçin.”
Hep birlikte eve girdiler. Çınar, duvarlarda çok sayıda raf gördü. Raflar
çeşitli boyutlarda, renklerde kitaplarla doluydu. Raflardan birinde bulunan
cam bir şişe dikkatini çekti. Şişenin içinde kürdandan yapılmış bir gemi vardı. Ev sahibi adam, Çınar’ı şişeye hayran hayran bakarken görünce dayanamayıp sordu:
“Beğendin mi?”
“Evet, hem de çok. Nereden aldınız bunu?”
“Bunu bana bir arkadaşım armağan etmişti.”
“Ne kadar güzel bir armağanmış. Ve siz onu saklayabilmişsiniz. Ben bana
verilen armağanların hiçbirini saklayamıyorum. Ya kırıyor, ya bozuyorum ya
da kaybediyorum.”
“O halde bana bir söz ver. Bu şişeyi sana vereceğim ama kaybetmeyeceksin. Anlaştık mı?”
“Gerçekten mi? Tamam, söz veriyorum.
Genç adam, şişeyi raftan indirdi ve Çınar’a verdi.
Çınar böyle bir şişesi olduğu için çok mutlu olmuştu. Eve gider gitmez yeni
komşusunun armağanını odasındaki kitaplığına koydu.
Eylem Odabaşı
24
ÖDÜL
Sıradan bir gündü. Gökyüzü bulutlarla kaplıydı. Ben ve dört arkadaşım
parkta oturuyorduk. Canımız çok sıkılmıştı. Mert:
“Arkadaşlar, sıkıldım oturup durmaktan, bir şeyler yapalım.” dedi.
“Hadi ama Mert, sonbahar günündeyiz ve hava da çok kötü, ne yapabiliriz
ki? “ diye karşılık verdi Can.
Konuşmalarımızı hemen yanımızdaki bankta oturan adam duymuş olmalı ki
yanımıza geldi.
Tuhaf görünüşlü bir adamdı. Uzun bir paltosu, elinde de üzeri işlemeli bir
baston vardı. Bize sıcak bir şekilde:
“Etrafta bunca şey varken nasıl sıkılırsınız çocuklar? Sizi eğlendirmenin
yolunu biliyorum.” dedi.
Yapacak başka bir işimiz olmadığından ve onu kırmamak için kabul ettik.
Bu arada tanıştık, adı Hasan’mış, emekli hakimmiş ve çocukları da çok
severmiş.
“Hadi bakalım, şimdi karşıdaki ağaçtan dökülen yaprakları bir dakika
içinde yakalamaya çalışın. En çok yaprak yakalayan kazanacak.” dedi Hasan amca. Süreyi başlattı. Yaprakları yakalamak için var gücümüzle çalıştık,
hem yorucu hem de çok eğlenceliydi. Süre bittiğinde, herkesin elindeki yaprakları sayan Hasan amca, Esra’nın yirmi yaprakla birinci olduğunu söyledi.
“İkinci oyununuz da şişe toplama oyunu.” dedi. Bu sefer de en fazla şişeyi
toplayan kazanacaktı. Süremiz üç dakikaydı. Kazanan Furkan oldu.
Bir oyun da ben kazanmak istiyordum, şimdi son bir oyun oynanacaktı ve
bu benim son şansım olacaktı.
Ve son oyun… Hasan amcanın elinde bir sürü simit vardı. Bunları martılara atmamızı istiyordu. Süremiz üç dakikaydı ve hepimiz işe koyulduk. Sanırım o gün oynanan en zevkli oyun buydu. Martıların çığlıkları, simitleri havada kapmaları, bizim kahkahalarımız… Etraftaki insanların da ilgisini çekmişti bu neşeli gürültümüz. Esra kendini oyuna kaptırıp denize biraz fazla
yaklaşmıştı, birden ayağı kaydı. Düşmesine ramak kalmıştı ki
25
onu kolunda tutup yanıma çektim. Neyse ki zayıf bir kızdı. Hasan amca hemen yanımıza gelip bir şeyimiz olup olmadığını sordu. ‘’Biz iyiyiz, merak etmeyin.’’ dedim. Yarışma hala devam ediyordu, çok zaman kaybetmiştim.
Yine kazanamadım, Mert ve Can birinciliği paylaştılar.
Hasan amca kazanan bütün çocuklara birer simit verdi. Tebrik etti onları.
Bir tek ben birinci olamamıştım ama bana da bir simit verdi.
“Ama ben bu ödülü hak etmedim ki… “ dedim. Hasan amca, saçlarımı
okşayıp şöyle dedi:
“Sen bu ödülü hak etmediğini düşünüyorsun ama dünyadaki en büyük
ödüllerden biri sana verilmiş.”
“Nasıl yani?”
“Sen arkadaşını kurtardın, yarışmayı kazanmak uğruna onu tutmasaydın
her şey çok kötü olabilirdi. Bu çok güzel bir özellik. Bencil değilsin ve yardımseversin. Hem martıları doyurdunuz, hem de parktaki atık şişeleri topladınız. Sizler iyi çocuklarsınız.”
Hepimiz şaşırmış Hasan amcayı izliyorduk. Bu sessizliği gök gürültüsü
bozdu. Yağmur yağmaya başladı. Hasan amcaya bize yaşattığı bu güzel gün
için teşekkür ettikten vedalaşıp evlerimize dağıldık.
Ne gündü ama…Oysa çok sıkıcı bir gün olacağını tahmin ediyorduk, hayat sürprizlerle dolu diye buna diyor olmalılar…
Hanife Yanık
26
UCUZ ATLATILMIŞ BİR KAZA
Okuldan döndüklerinde evde
Kimse yoktu. Altı yaşındaki Ali,
kendinden iki yaş büyük ablası
Ayşe’ye karnının çok acıktığını
söyledi. Aslında Ayşe de çok
acıkmıştı, anne ve babalarının
işten dönmelerini beklemek istemediler.
Ocağı ilk kez kullanacaklar ve yine ilk kez kendi başlarına yemek
hazırlayacaklardı. Ocaktaki tencerede tavuk çorbası olduğunu gördüler,
Ali’nin boyu ulaşmadığı için ocağı yakma işi Ayşe’ye kalmıştı. Tek tek tüm
düğmeleri deneyerek ocağı yakmayı başardı, çorba ısınmaya başlamıştı.
Yemek masasını hazırlamaya başladılar.
Ayşe tabakları, kaşıkları; kardeşi de ekmeği, tuzu ve peçeteleri masaya
taşıdı. Masada eksik olan tek şey yemekti artık. Ayşe çorbayı getirmek için
mutfağa gitti. Tencerenin altını kapattı ancak tencere o kadar çok ısınmıştı
ki tutup da içeri götürmesi olanaksızdı. Ali ablasına tencereyi bir bez yardımıyla tutmasını önerdi, annesinin öyle yaptığını görmüştü. Bu fikri beğenen
Ayşe, ellerine aldığı bezlerle tencerenin kenarlarından tutarak çorbayı masaya doğru götürüyordu ki o sırada olanlar oldu. Bezlerden biri elinden kaydı, tencerenin içindeki çorba ellerine ve yere döküldü.
Eli yanan Ayşe acıdan ağlamaya başladı, Ali ise ne yapacağını şaşırmış
bir halde oraya buraya koşuyor, bir çare bulmaya çalışıyordu. Dolaptan buz
alıp geldi, ablasının elinin üzerine koydu. Bu biraz işe yaramıştı ama yanık
yer su toplamaya başlıyordu. Ayşe, anne ve babasına haber vermesini istedi
kardeşinden ve Ali onları telefonla aradı.
Olanları anlatıp, hemen eve gelmelerini istedi onlardan. Zaten anne ve
babası eve varmak üzerelerdi, Ali’ye telaşlanmamalarını, kısa sürede evde
olacaklarını söylediler.
Ayşe’nin ağlaması biraz kesildi, elinin acısı da azalıyordu ama üç parmağında şişlik vardı. Beş dakika kadar sonra kapı çaldı, gelenler annesi ve babasıydı. İkisi de çok endişelenmişlerdi ama neyse ki ucuz atlatılmış bir kazaydı bu. Hemen hastaneye gidip Ayşe’nin elini tedavi ettirdiler, iyileşmesi
birkaç gün sürecekti.
İki küçük kardeş bu olaydan sonra boylarından büyük işlere kalkışmalarının ne kadar yanlış olduğunu öğrendiler.
Özlem Kontaş
27
ZÜHRE’NİN GÖZLÜĞÜ
Zühre, uzayla ve gökyüzündeki cisimlerle ilgilenen bir kızdı. Uzay onun
için büyük bir merak konusuydu; gökyüzünde neler olup bittiğini kitaplardan
araştırır, konuyla ilgili haberleri yakından takip ederdi. Evlerinin bahçesinde
bir ağaç evi vardı ve teleskobuyla orada gözlem yapardı.
Zühre, kendi adının bir gezegen olan “Venüs ”anlamına gelmesinden de
mutluluk duyardı.
Bir akşam yine ağaç evinde oturmuş gökyüzünü seyrediyor, ayın hangi
evrede olduğunu tespit edip gözlemlerini kaydettiği “Uzay Gözlem Defteri”ne notlar alıyordu. Köpeği havlamaya başladı, ağaç evin minik penceresinden dışarı baktığında bahçeye bir uzay aracının indiğini ve içinden birkaç
uzaylının çıktığını gördü. Zühre’yi ziyaret etmek için gelmişlerdi. Zühre hiç
korkmamış, aksine çok sevinmiş ve heyecanlanmıştı. Uzun zamandır onlarla tanışmak istiyordu zaten. Lota adlı bir gezegenden gelmişlerdi. Derken
Zühre’ye bir hediye verdiler. Verdikleri hediye cam kutu içinde bir gözlüktü.
Zühre teşekkür ederek gözlüğü taktı, uzaylılar birden ortadan kayboldular
ve Zühre kendini yatağında yatarken buldu. Yaşadıklarının bir rüya olduğunu anlayarak gece lambasını yaktı ve komodinin çekmecesindeki “Rüya
Defteri”ni çıkarıp olanları deftere kaydetti. Tam defteri çekmeceye koymaya hazırlanmıştı ki bir de ne görsün? Gözlük komodinin üzerinde duruyordu!
Bu işte bir iş vardı. Gözlüğü tekrar taktı, farklı bir boyuta geçmişti. Bomboş
bir odada buldu kendini, sonra Lota’dan gelen uzaylıları karşısında gördü.
Uzaylılar ondan gözlüğü çıkarmamasını istediler. Ama bunu konuşmadan,
düşünce yoluyla yaptılar. Zühre çok şaşırmıştı, onunla konuşmadan iletişim
kurmaları çok ilginçti. Tek kelime etmiyorlar ama istekleri Zühre’nin zihninde beliriyordu bir anda. Zühre’yi kendi gezegenlerine götürmek istiyorlardı.
Küçük kız bu isteği sevinçle kabul etti. Işınlanarak Lota adlı gezegene vardılar.
Lota, büyük binalarla dolu, gri bir gezegendi. Kalabalıktı, küçük büyük
bir sürü uzaylı vardı. Uzaylılar da gezegen gibi gri renkliydi. Gezintiden sonra
28
yemesi için Zehra’ya tabak içinde siyah bir
şeyler getirdiler. Bu yemekler Zühre’nin yediği yemeklere hiç benzemiyordu. Göktaşlarından yapılmıştı ve bunları yerse dişlerinin kırılacağı kesindi. Uzaylılar bu yemeği çok fazla
enerji verdiği için yiyorlardı.
Nasıl Zühre’ye göre onlar uzaylıysa, onlara
göre de Zühre bir uzaylıydı. Bu yüzden küçük
kızı incelemek istiyorlardı, ellerindeki garip
aletleri yüzüne, gözlerine, sırtına, saçlarına
tutmaya başladılar. Bu iş Zühre’nin hiç hoşuna gitmemişti. Evine gitmek istiyor, bunun
için yalvarıyor ama uzaylılar onu dinlemiyorlardı bile. Ağlamaya başladı. Uzaklardan “Zühre! Zühre!” diye bir ses geldi.
Bu annesinin sesiydi ama annesini göremiyordu. Aklına gözlük geldi, hemen
gözlüğünü çıkardı ve yine yatağındaydı.
Annesini yanında görünce ona sımsıkı sarıldı. Kadın, korkudan titreyerek
kendisine sarılan kızına, her şeyin bir rüya olduğunu artık korkmaması gerektiğini söyledi. Zühre de rüya içinde rüya gördüğünü anladı ama emin olmak için kendi kolunu çimdiklemeyi de ihmal etmedi. Bu sefer gerçekten
uyanmıştı. Rüyasını annesine anlattı, böyle bir şeyin mümkün olmadığını
söyledi annesi. Zühre biraz da olsa rahatlamıştı.
Yatağından kalkıp rüyasını defterine yazdı, annesiyle beraber örgü ipinden bir uzaylı oyuncağı yaptı. Bütün gün onunla oynayarak vakit geçirdi.
Tuğba Özyer
29
ZAMAN MAKİNESİ
Victor evde yine televizyonun
başındaydı. Ama canı da sıkılmıyor
değildi. Evleri çok büyüktü. Babası bir
bilim adamıydı.Bay Edward, gününün
büyük bir kısmını laboratuvarda
geçiriyordu. Victor babasının deneyleriyle, buluşlarıyla genelde pek ilgilenmezdi.
Merdivenden gelen tıkırtıya kulak
kabarttı. Aşağı inen babasıydı.
Yüzünde kocaman bir gülümseme
vardı babasının. Mutfakta olan eşinin yanına gitti ve hararetle anlatmaya
başladı:
“Buldum, yaptım sonunda. Ben gazetecileri çağırmaya gidiyorum, tüm
dünyaya duyuracağım bunu. Dünyaca ünlü bir profesör olacağım!...”
Victor bu sözleri duyunca meraklandı ve üst kata yöneldi, basamakları
hızlı hızlı çıktı, babasının çalışma odası-laboratuvar karışımı çalışma yerinin
kapısı açıktı. İçeriden bir ışık geliyordu. Hemen içeri girdi, kapıyı kapattı.
Karşısında ışık saçan kocaman bir makine duruyordu. Makinenin içi düğmelerle doluydu. İlk önce korkup geri çekildi, ardından tüm cesaretini toplayıp
usulca makineye girdi. Birçok düğme içinden en büyüğü olan kırmızıyı seçti
ve üstüne hafifçe bastı. Makine birkaç kere sallandı, içeriyi ışık demeti kapladı ve kendini bir ormanda buldu. Ne olduğunu anlayamamıştı. Makineden
çıktı ve yürümeye başladı. Yerin sallandığını hissetti, düştü. Ardından, üzerinde koca bir gölge belirdi. Victor kafasını kaldırıp baktığında bunun bir dinozor olduğunu gördü. Korku içinde koşmaya başladı. Victor’un üç adımı
dinozorun tek adımına eş değerdi. Sonunda kendini makinenin içine atabilmişti. Dinozor ayağını kaldırıp makineyi ezmek üzereyken kırmızı düğme
yardımına yetişti. İşte yine evde, babasının çalışma odasındaydı.
Evet, bu bir zaman makinesiydi. İçindeki merakı bir türlü yenemiyordu,
tekrar denemek istiyordu. Ve denedi de… Bu sefer daha farklı düğmelere
bastı, ekranda birtakım sayılar gördü ve aynı ışık demeti sardı etrafını. Gözleri sıkıca yumdu.
Gözlerini açtığında makineyle beraber bir köydeydi. Önce, ileri bir tarihe
gittiğini düşünemedi fakat biraz uzağında gezinen robotları görünce anladı
ki yıllar sonrasına gelmişti. Bu köy yemyeşildi, birçok bitki ve akan dereler
vardı fakat etrafta insan göremiyordu. Tüm işleri robotlar yapıyor gibiydi.
Evlere doğru yaklaştı, pencerelerden birinde bir çocuk görür gibi oldu. Evin
30
kapısı açıldı ve tıpkı kendisi gibi normal, robotlara benzemeyen, yaşıtı bir
çocuğun ona yaklaştığını gördü. Çocuk, Victor’un yanına geldi, tanıştılar ve
Victor başından geçenleri ona anlattı. Çocuk, anlatılanları çok doğal karşıladı :
“Zaman makinesini yıllar önce Edward Daniel adında bir bilim adamı icat
etmiş. Daha sonra makinenin geliştirilmesi yüzyıllar almış. Şu an makinenin
nerede olduğu sır gibi saklanıyor. Çünkü yanlış kişilerin eline geçmesinden
korkuluyor. Ama dünya çöl olmadıysa ve hala yaşanabilir durumdaysa bu,
zaman makinesi sayesinde. “
“Nasıl oluyor bu?”
“Makineyi kullanarak geçmişe giden bilim adamları, geçmişte yapılan
hataları düzeltiyorlar ve olumsuzluklar engellenmiş oluyor.”
“Çok karışık bir iş.”
“Evet, bu yüzden makineyi sadece yetkili kişiler kullanabiliyor.”
Çocuk, Victor’u evlerine davet etti. Victor ona:
“Gelmek isterdim ama makineyi burada bırakamam, ona bir şey olursa
evime dönemem.”dedi.
“Bunu hiç sorun etmene gerek yok. Makineni saklayabiliriz. ”
Victor ve arkadaşı etraftaki ağaç dalları ve uzun otlarla makineyi sakladılar. Makinenin başına da bir robot diktiler ki kimse dokunmasın.
Dışarıdan eski moda ve sıradan gibi görünen evin içi son derece teknolojik eşyalarla döşenmişti. Oturdukları koltukların yerle hiçbir bağlantısı
yoktu. Neredeyse her şey kumandayla çalışıyordu ve çoğu eşya harekete
duyarlıydı. Çocuk, Victor’a bu kez de ağaç evini göstermek istedi. Dışarı
çıktılar, ağaç ev havada asılı biçimde öylece duruyordu. Victor:
“Bu nasıl duruyor böyle?”
“Yerden aldığı sinyaller onu böyle havada tutuyor. İlk kez mi görüyorsun?”
“Sanırım evet. Peki, bu eve nasıl çıkacağız.”
“Zor değil, işte şu küçük jetlerle.”
Çocuk bunu söylerken eliyle yerde duran iki küçük jeti gösteriyordu. Birini
kendi sırtına, diğerini de Victor’un sırtına taktı, hızlıca ağaç eve gittiler. Victor manzarayı hayranlıkla izliyordu. Ama eve dönme vakti gelmişti.
Arkadaşına veda edip makinenin içine girdi. Gerekli düğmelere bastı ve
kendini yine babasının çalışma odasında buldu. Hemen odadan çıkıp aşağı
inmek için merdivenlere yöneldi. Annesiyle karşılaştılar. Victor’a şöyle dedi:
“Umarım baban başarılı olur, biliyorsun bu baban için çok önemli.”
Victor , kendinden emin bir şekilde ve gururla :
“Merak etme anne, babamın icadı tahmin edemeyeceğimiz kadar güzel
işlere yarayacak…” dedi.
Ayşegül Dalgıç
31
NALDOKA
Joe yine her zamanki gibi balık tutmaya
gidiyordu. Elinde oltası, buz kırmak için kullandığı kalın sopası ile yavaş yavaş y ü r ü y o r
du. Talihi ona hep gülüyordu da çok sayıda
balık tutabiliyordu.
Avlanacağı yere geldi, sonra buzu kırarak
kendine bir av alanı hazırladı. Oltasını oluştur
duğu minik havuzdan okyanusa doğru sarkıt
tı. Beklemeye koyuldu, beklerken de etrafa
bir göz attı. Biraz ilerisinde buzun inceldiği bir
noktanın hemen altında yusyuvarlak büyük bir şey dikkatini çekti. Oltasını
sağlam bir yere bırakarak hemen eline sopasını aldı. Üç vuruşta buzu kırdı
ve altındaki garip nesneyi sudan çıkardı. Bu, bir tür yumurtaydı ama hangi
hayvana ait olduğunu bilmek gerçekten de zordu.
Yumurtayı sıkı sıkı tutarak yaşadıkları yerin görmüş geçirmiş bir yaşlısı
olan Robert Dede’nin yanında aldı soluğu. Robert Dede, yumurtayı evirdi
çevirdi ama hangi hayvana ait olduğunu bilemedi.
Sonra kendisi kadar yaşlı olan kitaplarına bakmaya karar verdi, uzun bir
süre sonra yumurtanın bir dinozora ait olduğuna karar verdi. İkisi de çok
heyecanlandılar, ne yapmak gerekirdi acaba? Joe’nun gözünü para bürüdü
bir anda, yumurtayı satıp çok para kazanabileceği fikri hoşuna gitti. Yumurtayı kaptı, tam dışarı çıkacakken Robert Dede onu engelledi:
“Joe, bu yumurtadaki dinozoru ellerindeki imkanlarla dışarı çıkarırlar sonra da bu hayvancağız üzerinde ne deneyler yaparlar bilemezsin. Onun canının yanması umurlarında olmaz.” dedi .
“Biz ne yapabiliriz ki? Onu yumurtasından çıkaramayız, öylece duralım
mı?” diye itiraz etti Joe.
“Ama canını yakacaklar…”
Joe gerisini dinlemeden dışarı çıktı. Zaten Robert Dede’nin onun peşinden gelmeyeceğini biliyordu. Boşuna zaman kaybettiğini düşündü. Hazırlıklarını yapıp yola koyuldu. Şehre gitmesi beş saat sürecekti. Bu beş saat süresince de donmuş yumurtada bir hareket olmadı.
Tahmini doğru çıktı, tam beş saat sonra şehre ulaştı. Gideceği yer, eşsiz deneylerin yapıldığı bir bilim merkeziydi. Etraftaki insanlara sorarak bilim
merkezinin yerini öğrendi: Şehrin diğer çıkışındaydı.Oraya varması bir saat
sürdü. Yumurta, kumaş çantanın içindeydi, yavaşça çantayı kucakladı ve
kamyonetinden indi.
Binanın giriş kapısının önünde derin bir nefes aldı. Bina çok iyi korunuyordu, kuş uçurmuyorlardı. İçeriye nasıl girecekti pekiyi? “En iyisi doğruyu
32
anlatmak” diye geçirdi içinden, gerçekten de anlattıkları ilgiyle karşılanmıştı ve onu hemen içeri aldılar. Yanındaki görevlilerle beraber büyük bir salona girdi, etrafında merakla bekleyen bilim adamları vardı. Yaşadıklarını onlara da anlattı. Adamlar bir an önce çantadaki yumurtayı görmek, incelemek istiyorlardı. Joe, kararlı bir şekilde:
“Bunu size bedava vereceğimi düşünmüyorsunuz herhalde. Benim de bu
işten bir kazancım olmalı.” dedi.
Profesörler aralarında kısa bir süre konuştular, salona girdiğinden beri
Joe’nun gözüne takılan büyük kasadan bir miktar para çıkardılar. Olanları
kimseye anlatmamasını, bunun gizli bir deney olacağını da söyleyerek parayı Joe’ya verip onu dışarı yolladılar. Joe mutlu bir şekilde oradan ayrıldı.
Bilim adamları yumurtayı ölçüp biçtiler, ısısına baktılar, kabuğun yapısını
incelediler. Uzun süren incelemelerden sonra yumurtayı çatlatıp içindeki
canlıyı sağlam bir şekilde çıkarmak amacıyla kullanacakları büyük bir aletin yanına gittiler. Teknolojik bir ısıtma yöntemi kullanarak yumurtanın ve
içindeki canlının ısısını normale getirdiler. Bir süre sonra çatlatma ve canlandırma işlemine başladılar. Yumurtanın içinden çok çirkin bir dinozor yavrusu çıktı, gelişmemiş gibiydi. Yavruyu bir süre bakıma alıp sonra inceleyeceklerdi ve aralarındaki en yaşlıları olan Profesör Bartel onun bakımını
üstlendi.
Bartel birkaç ay yavru dinozorun gelişmesine yardımcı oldu, zamanla onu
sevmeye başladı, hatta ona isim bile verdi: Naldoka
Bilim adamları, Naldoka’nın yeterince geliştiğini görüp onu ciddi bir incelemeye almak istediler, bu incelemeler esnasında canı biraz yanacaktı
ama niyetleri onu öldürmek değil, çoğaltmak ve dinozor neslini yeniden ortaya çıkarmaktı. Bakıcısı Bartel, diğer bilim adamlarının dinozora karşı daha nazik davranmasını sağlıyordu ama onun ölümüyle birlikte deneyler sırasında Naldoka’nın canının yanmasını pek de önemsemedikleri ortaya çıktı.
Naldoka’nın uçabilen bir dinozor olması nedeniyle binanın arka bahçesine, ara sıra uçuş yapabileceği genişlikte bir kafes yapılmıştı ve her gün oraya götürülüp uçması sağlanıyordu. Böylece biraz da olsa özgürlüğün tadını
alabiliyordu. Ama o, dışarı çıkıp çektiği eziyetlerden kurtulmak istiyordu.
Bir gün yine kafese götürüldü, bir bilim adamı da kafesin dışında onu
gözlemliyordu. Bir ara Naldoka’yı izlemeyi bırakıp deney odasında unuttuğu
gözlem defterini almak için gitti. Bu sırada bir insan sesi duyuldu. Bu Rober
Dede’ydi. Güvenliğin bir boşluğunu yakalamış içeri girmişti, üzerinde oradaki bilim adamlarının giysilerinden vardı. Naldoka, Robert Dede’yi Bartel’e
benzetti ve ondan iyilik sezdi. Robert Dede, hayvancağızın haline acıdı, kafesin kapısını açarak onu serbest bıraktı. Dinozor, kanatlarını açıp hemen uçmaya koyuldu, önce binanın çatısına kondu. Biraz etrafı inceledi ve sonra
son bir kez Robert Dede’ye baktı, hoşça kal dermiş gibi tiz bir çığlık attı.
33
Tam uçup gidecekti ki Robert Dede’ye doğru koşan birkaç kişi gördü. Bir
anda yere süzülüp yaşlı adamı pençeleriyle tutarak oradan çekip aldı. Artık
güvendelerdi, binadan epey uzaklaştıktan sonra yere indiler. Naldoka tiz bir
çığlık atarak uçmaya başladı ve yavaş yavaş gözden kayboldu. Robert Dede
hem mutlu hem de üzgündü. Bir yandan dinozorun başına kötü bir şeyler
geleceğinden endişe ediyordu, bir yanda da özgür olmasına seviniyordu.
Ertesi gün gazetelerde garip bir yaratığın göründüğü yazıyordu. Birkaç
kişi Naldoka’yı görmüş ama neyse ki yakalayamamışlardı. Robert Dede,
onun iyi olduğuna sevinmişti ama nereye kadar uçacaktı Naldoka…
Minel Çarkçı
İLKBAHAR
Kuşlar cıvıldaşır gelince ilkbahar,
Dolar taşar, bahçeler ve parklar.
Her yerde farklı tonlar:
Yeşiller,maviler, kırmızılar…
İnce ince bahar yağmuru başlar,
Aklımdan geçer sevdiğim insanlar.
Dağlar buram buram çiçek kokar.
İlkbaharla insan yeniden doğar.
Koşun haydi arkadaşlar, koşun
İlkbahar gitmeden yetişelim.
Bu eğlenceyi ertelemeyelim
Bir yıl daha beklemek niye?
Doğa Engin
34
KALBİ OLMAYAN
Ne kadar büyük bir acımasızlık: Hayvanları öldürüp kürklerinden, derilerinden mont, şapka, ayakkabı gibi giyim eşyaları ve aksesuar yapıyorlar.
Bir kerecik olsun kendinizi o zavallı hayvanların yerine koyun. Sizi acımasızca öldürüp aslında sizi soğuktan korumaya yarayan derinizi yüzdüklerini
düşünün. Bunun yapılma amacı, karşılığında para almak sadece, para için
değer mi bu kadar vahşete?
İnsanlar kıyafet ihtiyaçlarını, ayakkabı ihtiyaçlarını, çanta vb. ihtiyaçlarını başka maddelerle de giderebilecekleri halde sırf gösteriş olsun diye bu
acımasızlığa sebep oluyorlar. Oysa üstlerinde ölmüş bir hayvanı yani bir cesedi taşıyorlar. Acılar içinde can çekişerek ölmüş bir hayvanın cesedi...
Sadece bununla da sınırlı değil, evlerini süslemek için öldürdükleri ayıların postunu halı, geyiklerin kesilen kafalarını duvar süsü yapıyorlar. Böcekleri öldürüp anahtarlık yapıyorlar. Ne kadar cani ve düşüncesizler. Bunları
yazarken bile suratımı ekşitiyorum çünkü tiksiniyorum böyle insanlardan.
Kalplerinin taşlaşmış olduğunu düşünüyorum.
Ben, annem balıklarımın suyunu değiştirirken bile balıklarıma bir zarar
gelecek diye yüreği titreyen, dayanamayıp da arkasını dönen bir insanım.
Canlıların keyfi bir şekilde katledilmesinin bana göre hiçbir açıklaması olamaz. Neyse ki dünyada benim gibi insanlar da var ve özellikle kürk kullanımının karşısında tepkiler giderek büyüyor.
Ne dersiniz? Kalbi olanlardan mısınız yoksa kürkü olanlardan mı?
Sude Ciğerim
35
GERÇEK HAZİNE
Sizce dünyadaki en değerli hazine nedir? Bence güvenilir, cömert, yardımsever, hoşgörülü, saygılı bir insanın dostluğudur. Sırlarınızı paylaşabileceğiniz, güzel özelliklere sahip bir dostunuz varsa kendinizi en şanslı insanlardan biri sayabilirsiniz.
Dostlarımız bizi hayatın tatsızlığından, yalnızlığından kurtarır. Bir sorunla
karşılaşsak, başımız derde girse hemen derdimize çare ararlar. Dostumuzla
el ele, hatta kafa kafaya vererek her sorunun üstesinden rahatça gelebiliriz.
Herkes bir dostu, bir sırdaşı olsun ister. Onunla gezmek, vakit geçirmek
ister fakat kimi insanlar çekingenlikten, kimisi de insanlara olan güvensizliğinden dost edinemez. Bu tür insanlar ne üzüntülerini ne de sevinçlerini
paylaşabilirler. Duygularını hep tek başlarına yaşarlar. Sorunları olduğunda
kimseden destek alamaz, her şeye tek başına göğüs germeye çabalarlar .
Yalnızlıkları da git gide artar böylece ve içe kapanık birer insan haline gelirler.
İyisi mi var olan dostlarımızın değerini bilelim, yeni dostlar edinmek için
de kalbimizin kapılarını iyice açalım. Dünyadaki gerçek hazinenin dostluk
olduğunu da asla unutmayalım.
Eylem Odabaşı
36
MATEMATİK DERSİNDE
Sınıfta matematik dersi işlenmektedir. Öğretmen tahtada işlem yapmakta, öğrenciler ise onu izlemektedirler.
ÖĞRETMEN: (Sesli düşünür) Beş artı altııı… on bir miydi acaba? On birdi, on
birdi.
MİNEL: ( Sıra arkadaşına dönerek, sessice) Hı, hı kesin öyledir. Adam altmış
beş yaşına gelmiş hala matematik öğretmeye çalışıyor.
AYŞEGÜL: Öğretmeye çalıştığı da 1950’lerin matematiği. Duyduğuma göre
yeni müfredatı kabullenemiyormuş.
ÖĞRETMEN: Kızım Ayşe, ilk soruyu sen yap bakalım.
AYŞEGÜL: Öğretmenim, benim adım Ayşe değil, Ayşegül. Cevap da A şıkkı.
(Sınıftan “Hayır” diye bir cevap gelir)
AYŞEGÜL: O halde B, o da mı değil? C şıkkı o zaman.
ÖĞRETMEN: Ya sabııır, zamane gençleri… Biz öğrenciyken, daha öğretmen
soruyu sormadan cevabı söylerdik. Yine bir gün cebir dersindeyiz, öğretmen
tahtaya doğru yürüdü. Başladı sorusunu yazmaya…
MİNEL: (Kısık sesle) Yine başladı, öğretmenlerini ondan iyi tanıyorum.
AYŞEGÜL: Mantıksızlıkta da üstüne yok, soru sorulmadan cevap mı verilir?
ÖĞRETMEN: Tam ölçüleri veriyordu ki parmak kaldırdım. Eee biz öğretmenimizden korkardık, parmak kaldırmadan konuşmazdık. Saygılıydık biz.
AYŞEGÜL: Öğretmenim madem o kadar zekiydiniz neden profesör olmadınız?
ÖĞRETMEN: Ah, olurdum olmasına da ben kendimi öğretmeye adadım, birine bir şey öğretmek ne güzel. Bir gün biz Ahmet’le…
MİNEL: (Ayşegül’e) Bize Ahmet’i Mehmet’i anlatacağına ders anlatsa ya.
(Yüksek sesle devam eder) Sonra “ sınavdan niye 30 aldın” diye soruyor!
ÖĞRETMEN: Kızım, sınavdan 30 mu aldın? Biraz çalışsaydın ya. Benim notlarım hep 9 ya da 10’du.
AYŞEGÜL: Ha ha ha! Özür dilerim ama sizin notlarınız daha kötüymüş.
ÖĞRETMEN: Bizim notlarımız 10 üzerinden verilirdi. Sınavlardan 9 alınca
bile üzülürdük. Lisedeyiz, Murat solumda oturuyor, sınavlar okunacak, bizi
bir heyecan bastı …
MİNEL: Kaç dakika kaldı zile?
AYŞEGÜL: 13 dakika var daha. Beden Eğitimi dersi olsa hemen biterdi. Bu
ders neden bir türlü geçmiyor?
ÖĞRETMEN: Ayşe kızım çok konuştun. Şimdiki soru, oran- orantı sorusu. Bu
soruyu cevapla bakalım.
AYŞEGÜL: (Alaycı bir şekilde) Bence cevabı dört şıktan biri. Bakın öğretmenim ilerleme var bende değil mi?
37
ÖĞRETMEN: (Gayet ciddi) Hem de çok, biraz daha ilerlersen kendini müdürün yanında bulacaksın.
AYŞEGÜL: (Korkmuş vaziyette) Şaka yaptım öğretmenim. Ben bu sorunun
cevabını bilmiyorum.
ÖĞRETMEN: ( Başka bir öğrenciyi kaldırır tahtaya) Sen kalk oğlum, çöz bakalım.
MİNEL: Kaç dakika kaldı?
AYŞEGÜL: 2 dakika. ( Öğretmene sorar) İki dakika kalmış, çıksak olur mu
öğretmenim?
ÖĞRETMEN: Öyle şey olur mu canım, zili bekleyin. Biz eskiden gerekirse teneffüsümüzü feda eder sınıftan çıkmazdık. Bir şeyler öğrenmek için paralardık kendimizi. Hiç unutmam, bir gün Tarih dersindeyiz…
BÜTÜN SINIF: Offf yine mi…
Ayşegül Dalgıç
ÇOCUK OLMAK
En güzel çağdır çocukluk,
Türlü türlü oyunlar oynarız.
Yakan top, köşe kapmaca, ebelemece,
Gördüğümüz arkadaşı sobelemece.
Çocuk şarkıları söyleriz,
Hep bir ağızdan neşeyle,
Küçük kurbağa, kırmızı balık,
Baltalar elimizde diye diye.
Renk renk resimler çizeriz,
Uçsuz bucaksızdır düşlerimiz,
Büyümektir bütün derdimiz,
Özeniriz büyüklerimize.
Görkem Kıvrak
38
GEZGİN
Bir beyaz güvercin olup
Kanat çırpsam gökyüzünde,
Konsam bir zeytin dalına,
Oradan uçsam Nemrut’a,
İzlesem güneşi doğup batarken.
Kanatlarımı açsam tekrar
Uzak diyarlara gitsem.
Selamlasam Özgürlük Heykeli’ni
Sorsam ona: “Nedir özgürlük?”
Bir rüzgar savursa beni Eyfel’ doğru,
Konsam en tepesine
Seyretsem oradan yıldızları.
Sonra yol alsam Mısır’a
Piramitlere tırmansam.
Yüreğimdeki vatan özlemini dinlesem,
Sabahın alacakaranlığında,
Yeniden çırpsam kanatlarımı
Süzülsem inceden inceden.
Güneşle varsam yurduma
Konsam yeşil bir fındıklığa,
Sonra gitsem İç Anadolu’ya
Buğday tarlalarına,
Seyre dalsam başakları.
Oradan da uçsam sonsuzluğa…
Sude Ciğerim
39
PES ETMEKTEN UZAKTA
Küçük bir çocuğum,
Oyunlarla büyürüm,
Bir sürü arkadaşla
Yalnızlıktan uzakta.
Küçük bir çocuğum,
Sevgiyle büyürüm,
Merhamet etrafımda,
Nefretten uzakta.
Küçük bir çocuğum,
Rüyalarla büyürüm,
Tatlı, renkli rüyalarla
Kabuslardan uzakta.
Küçük bir çocuğum,
Masallarla büyürüm,
Büyük bir şatoda
Düşmanlardan uzakta.
Küçük bir çocuğum,
Hayallerle büyürüm,
Kayan bir yıldızın tepesinde
Düşmekten uzakta.
Küçük bir çocuğum,
Ümitlerle büyürüm,
Gerçekleştirme yolunda
Pes etmekten uzakta.
Hanife Yanık
40
ULUSUN BAĞIMSIZLIK
Yaşamaksa benim en büyük hakkım,
Buna tüm benliğimle sahip çıkarım.
Benden bağımsızlığımı almaya kalkarlarsa,
Gözümü kırpmadan karşı çıkarım.
Bayrağım bağımsızlıkla dalgalanır ufuklarda,
Bedenim özgürce yürür ülkemin topraklarında.
Eşitlik kapısını sonsuza dek açtığımda,
O zaman ulaşacağım bütün insanlığa.
Sevgiyle yoğrulmuş milletim,
Ulaşacaktır sonsuz aydınlığa.
Şimdi bir filiz gibi kök salıyor,
Ektiğimiz tohumlar artık yeşeriyor.
Nuriye Sude Acartürk
41
AYÇA NUR AKTAŞ 5/C
ÖZLEM KONTAŞ 5/D
DOĞA ENGİN 5/D
NURİYE SUDE ACARTÜRK 5/D
EYLEM ODABAŞI 5/C
GÜLFİDAN NUR YAZICI 5/C
TUĞBA ÖZYER
5/C
BÜŞRA BEHİCE ÖZKAPTAN 5/C
42
GÖRKEM KIVRAK 5/D
FUNDA TANRIVERMİŞ 5/C
HANİFE YANIK 7/D
SUDE CİĞERİM 6/E
MİNEL ÇARKÇI 7/C
AYŞEGÜL DALGIÇ 7/C
ALEYNA ARSLANTÜRK 5/C
BUSE KARADENİZ 5/C
43
MİNİK KALEMLER’İN GÖZÜNDEN :
EYLEM ODABAŞI:
“Bu çalışmaya katıldıktan sonra notlarımın yükseldiğini fark ettim. Türkçe sınavlarında,
kompozisyondan çok puan kaybediyordum ancak şimdi en fazla 2 ya da 3 puanım kırılıyor. Bunun yanında hayal gücümün geliştiğini de gördüm. ”
NURİYE SUDE ACARTÜRK:
Diksiyonum düzeldi, yeni arkadaşlar edindim, ilgi çekici yazılar yazmayı ve grup etkinlikleri sayesinde arkadaşlarımla ortak çalışmayı öğrendim.
AYŞEGÜL DALGIÇ:
Bu etkinlik benim boş vakitlerimi değerlendirdi. İlgi duyduğum bir alanda kendimi geliştirmeme yardımcı oldu. Yazdıklarım günden güne gelişti, güzelleşti. Yazılarla beraber
düşüncelerim, hayata bakışım da değişti. Bunların hepsi beni çok mutlu ediyor, bunu
herkes denemeli.
HANİFE YANIK:
Hikaye, masal, deneme, şiir vb. birçok türde yazılar yazdık. Ama durun! Hemen “sıkıcı”
demeyin. Çünkü bu çalışmalar çok eğlenceli ve öğretici. Hem Türkçe sınavlarında başarınız artar.
ALEYNA ARSLANTÜRK:
Çalışma grubuna biraz geç katıldım ama yaptığımız çalışmalar içimdeki yazma isteğini
artırdı. Artık yazarken sıkılmıyorum. Önceleri yazı yazmak çok sıkıcı geliyordu.
TUĞBA ÖZYER:
Bu çalışmaya katıldığım için çok mutluyum. Türkçe dersinde daha başarılıyım, yanlışlarımı daha çabuk fark ediyorum. Son sınavda, sınıfta en yüksek notu ben aldım.
FUNDA TANRIVERMİŞ:
Artık daha güzel ve kurallı cümleler kuruyorum. Yazım hatalarım azaldı. Hikaye yazmak konusunda gelişme gösterdim.
GÖRKEM KIVRAK:
Türkçeyi daha iyi kullanmamı sağladı, eğlendim ve yeni yeni arkadaşlar edindim.
BÜŞRA BEHİCE ÖZKAPTAN:
Noktalama işaretlerini daha dikkatli kullanmayı öğrendim, daha güzel cümleler kurabiliyorum. derslerdeki etkinliklerde daha başarılı olmama yardımcı oldu.
ÖZLEM KONTAŞ:
Bu çalışma bana çok şey kazandırdı. En önemlisi daha iyi yazmaya başladım ve başka
sınıflardan öğrencilerle arkadaşlık kurdum.
MİNEL ÇARKÇI:
Yeni yeteneklerimi keşfettim. Artık güzel hikayeler yazabildiğimi düşünüyorum. Hayal
gücüm gelişti.
GÜLFİDAN NUR YAZICI:
Katıldığım bu çalışmanın bana birçok yararı oldu. Türkçe dersinde yazdığım metinler
gün geçtikçe daha da güzelleşti ve yazdıklarım arkadaşlarımın da ilgisini çekmeye başladı.Tabii ki bazı hatalarım oldu ama yazdığım her yeni yazıda hatalarım da azaldı.
SUDE CİĞERİM:
Eskiye göre çok daha düzgün metinler yazıyorum.
44