Şubat Sayısı - WordPress.com

Transkript

Şubat Sayısı - WordPress.com
ŞUBAT 2012
KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT SANAT
Tüm eserlerin tek tek yayın hakkı eser sahiplerine aittir.
Kapak tasarım ve dizgi: Hasan Hüseyin Beydil
Baskı: Şubat 2012
Kırmızı Siyah Kızılay – Ankara
[email protected]
İÇİNDEKİLER
BİLİMSEL SOSYALİZM Mİ, İŞBİRLİKÇİ SÖZDE SOSYALİZM Mİ? – HASAN HÜSEYİN BEYDİL
İŞBİRLİKÇİ SÖZDE SOLUN TASFİYESİ ÜSTÜNE – ÖZGÜR ZORLU
FEODALİZM VE KAPİTALİZMDEN, SOSYALİZME -2- MEHMET ALİ SALMAN
PSİKOLOJİK SAVAŞ VE KAYIPLAR – HÜDAYİ NABİT
İKTİDAR GÜCÜ, OTORİTE, HİYERARŞİ – ROJİN SAADET YILMAZ
ORTA DOĞU’DA KAOS, SURİYE BENİM NEYİME! – ŞÜKRİYE ERCAN
"KÜRK: CİNAYETİN GİYİLEBİLEN HALİ" – NEJLA DEMİRCİ
BİLİM VE TEKNİK OKUMAK – MİHRAC URAL
KADİM HİKAYELER - KABE BİR HİNDU TAPINAĞI – AHTURA HÜRMÜZ
SOL NE YAPMALI – CUMA GÜRSOY
RAKAM DEĞİL, “İNSAN”IM! BENİM DE BİR HİKAYEM VAR!!! – CELAL ENCÜ
MARAŞ KATLİAMI – SÜLEYMAN DEMİREL
4 NİSAN’DA, 12 EYLÜL ASKERİ FAŞİST DARBESİ GENERALLERİNİN YARGILANMASI VE YÖK'E BAKIŞ – METİN UZUNÖZ
KAR – SULTAN GÜLİSTAN
DOKUNMA – GÖKHAN BİÇER
BOYNU BÜKÜK YALNIZLIK – AHMET CANBABA
BARAN’IM – CUMHUR KARACA
YARGISIZ - ZAHİTTİN ATEŞ
BİTMEYEN DESTAN – HASAN ERKUL
ÖLMEK KOLAY OLMALI YAŞAMAK KADAR OLMASA DA – HASAN HÜSEYİN BEYDİL
BİLİMSEL SOSYALİZM Mİ
İŞBİRLİKÇİ SÖZDE SOSYALİZM Mİ?
İnsanın insanı ve doğayı sömürmeye
başladığı tarihten günümüze kadar devam
edegelen ve insanın insanı ve doğayı sömürmediği
bir toplum yaratılana değin sürecek olan zaman
aralığında toplum çeşitli sınıflardan oluşmaya
devam edecektir. Bu sınıflar arasında da mücadele
olacaktır. Bu mücadele devam ederken
toplumdaki ezen, sömüren sınıflarla, ezilen ve
sömürülen sınıflar olacaktır.
Ezen ve sömüren sınıf burjuvazidir. Ezilen
ve sömürülen sınıf üretici güçlerdir. Günümüzde
yaygın adıyla burjuvazi; patron, zengin,
zengin, özel
teşebbüs, müteşebbüs, tüccar, sermayedar,
işadamı, işkadını vb pek çok isimle anılmakta ya da
bilinmektedir.
Burjuvaziyi bu çalışma da sermaye güçleri
olarak da kabul edebiliriz. Bu sermaye tarihsel
açıdan bakıldığında sadece ve sadece insanın ve
doğanın sömürüsünden elde edilmektedir. Aksi
halde hiçbir sermaye gücü ne yeraltından ne de
gökden zembille gelmemiştir. Sermaye istila, işgal,
gasp kısacası emeğin ve doğanın soyulup soğana
çevrilmesiyle oluşur.
Üretici güçlerin ise çoğunluluğunu is
ise
işçiler oluşturmakla beraber onların müttefikleri
olan memurlar, köylüler, yani kısacası sadece
üretikleri mal ve hizmet karşılığı elde edilen
gelirden sadece çok küçük bir pay alan
üreticilerdir. Ayrıca işçilerin potansiyel müttefikleri
öğrenciler, aydı
aydınlar,
nlar, işsizlerdir.
Sermaye güçlerinin düşünce sistemini ve
veya ideolojisini sözde liberalizm olarak
tanımlayabiliriz. Liberalizm özellikle sermaye
güçlerinin
anayasal
cumhuriyet,
monarşi,
mutlakiyet, totaliter, otoriter, oligarşik vs
biçimlerle uzlaşma
uzlaşma içinde olan ve toprak sahipleri
yani ağalar, derebeyleri vs ve mevcut sistemin
bürokratik güçleriyle işbirliği halidir. Bu durum
daha çok kendisini politik olarak anayasaya bağlı
sözde sermaye güçlerinden yana bir demokratlığı
savunan partiler şeklinde kendisini ifade eder.
Üretici güçlerin düşünce sistemi ve/veya
ideolojisi ise Bilimsel Sosyalizm
Sosyalizm’dir.
Sermaye güçlerinin ideolojisi olan liberalizm tek
tip gibi görünmesede; yer, zaman, mekan, tarih,
ülke, vs gibi farklılıklara göre farklı yollar ve
yöntemler
öntemler içerebilir. Gerçi ne kadar farklılık
gösterse de esas ve öz itibariyle insanı ve doğayı
sömüren ve onun sınırsız ve düşüncesizce,
öldüresiye, yokedesiye kanını emer. Bu kan emme
tarzı, huyu, yer, zaman, mekan, tarih, ülke vs farkı
gözetmeksizin temel
temel ilkesidir. İnsanı ve doğayı
sömürme ilkesi liberalizmin en temel varoluş
sebebidir. İnsanı ve doğayı sömürme ilkesinden
asla liberalizm vazgeçmez, bundan vazgeçtiği ya
da bunu aza indirgediği anda doğrudan varlığının
tehdit altına girdiğini hatta yoko
yokolacağı
lacağı anın
yaklaştığını farkeder ki asla onun bu ilkeden
vazgeçmesiyle değil doğrudan üretici güçlerin
buna müdahalesiyle olur. Hiçbir düşünce
sisteminin asla “liberalizmin insanı ve doğayı
sömürmekten vazgeçeceği” gibi bir teoriyi
savunması mümkün değild
değildir.
ir. Bu teori liberalistin
sömürü üzerinden elde ettiği sermayeye ters
düşer ki bu durum sermayesiz bir liberalizm
demektir, kaldı ki böyle bir teori sözkonusu bile
olamaz.
Bilimsel Sosyalizm de farklı eğilimler
sözkonusu değildir. Hem teorik hem de pratik
olarak Bilimsel Sosyalizm’de herşey açık, net,
alabildiğine anlaşılır bir durum sözkonusudur.
Hiçbir şekilde kafa karışıklığına sebep olmaz.
Bilimsel Sosyalizm’in en temel ilkelerinden biri
insanın, insanı ve doğayı sömürmemesidir ve her
nereden gelirse gelsin her türlü insanın, insanı ve
doğayı sömürmesi düşüncesine karşıdır. İnsanın,
insanı ve doğayı sömürmesinin başladığı tarihsel
dönemin başlangıcından itibaren bu sistemi
uygulayan hangi sistem olmuşsa buna topyekun
karşıdır. İnsanın, insanı ve doğayı sömürmesi
denilen liberalizme has sistem anlayışı ki bu asla
insana ve doğaya uygun, yakışan, bir durum
değildir ve bu durumu anlamak ve buna karşı
olmak ve bunun için mücadele etmeyi anlamak ve
bunlara inanmak bile başlı başına hem Bilimsel
Sosyalizm’i anlamak hem de insana ve doğaya
uygun ve yakışan sistemi anlamak demektir.
Burada uzun uzun liberalizm üzerine bir
değerlendirmeye girilmeyecektir.
Bilimsel Sosyalizm dışında sözde üretici
güçlerin sorunlarına ilişkin değerlendirmelerde,
çözümlemelerde bulunan sözde sosyalist olduğu
iddia edilen çeşitli düşünceleri savunanlar ve
onların düşünceleri üzerinde durulacaktır.
eduard berstein kimdir? Bir almandır.
Sözde yaşadığı dönemde sosyalistlere “sosyal
demokrat” denmesinden dolayı bir sosyal
demokrattı. Zamanla bu sosyal demokrat kavramı
sosyalizmi ifade eden bir kavram olmaktan çıkıp
işbirlikçi, uzlaşmacı, sistemle, liberalizmle uyum
içinde olma hayalleri kuranları bir yanıyla da içten
ve dıştan Bilimsel Sosyalizm’e saldırı ve onun
dilini kavramlarını sözde savunarak sermaye
güçlerinin çıkar ve menfaatine çalışan düşünce
sistemi haline gelmiştir. berstein gibilerinin temel
görevi Bilimsel Sosyalizm’e saldırarak her türlü
işbirlikçi tavırı geliştirmektir. Bu tipler genelde
hastalıklı hallerini adeta gittikleri her yere
bulaştırmak için ellerinden geleni var güçleriyle
yaparlar. Bunlar için esas olan üretici güçlerin ve
müttefiklerinin
insanlaşma
yolundaki
mücadelesinin önünü kesmek ve onları adeta
sermaye güçlerinin kucağına altın tepside
sunmaktır. Özellikle yaşadığı dönemde (18501932) berstein bu görevi kıçını yırtarak yapmıştır.
Peki berstein o küçük beyniyle neyi savunur; ona
göre “ Bilimsel Sosyalizm ulaşılamaz, yaşanılamaz
bir yaşam tarzıdır” Bu düşüncenin gerçekleşmesi
sözkonusu bile olamaz. Devrim ve devrimi
çağrıştıran hiç birşeyi kabul etmez. Sözde onun
savununduğunu iddia ettiği sözde sosyalizm” n –ki
aslında savunduğu sosyalizm kılıflı sermaye
güçleriyle işbirliğidir sadece- barışçıl yollarla,
çiçekle, böcekler, davulla zurnayla gelecektir. Yani
ne kadar dans edilirse, ne kadar halay çekilirse, ne
kadar şarkı, türkü söylenirse sermaye güçleriyle
hoplaya,
sıplaya
sözde
sosyalizmi
gerçekleştirecektir. Ona göre üretici güçlerin
sermaye güçleriyle herhangi bir mücadelesi
sözkonusu değildir. O daha çok masanın bir
tarafına sermaye güçleri otursun, bir tarafına da
üretici güçler otursun, ondan sonra “ne kadar
sorun varsa aramızda çözelim” diyerek bütün
sorunları çözececeğine inanır. Dahası bernstein
doğrudan üretici güçlerle sermaye güçlerinin
işbirliğini savunur. Yani patron denilen varlık yani
insanı ve doğayı sömüren zihniyet bir sabah
kalkacak ve diyecekti “ ey işçiler buyurun gelin,
aynı masada oturalım ve hep birlikte bu benim ve
atalarımın bin yıllardır insanı ve doğayı sömürmesi
işine bir son verelim, elele, kol kola insan gibi
geçinip gidelim” diyecek ve ardından da bütün
işçiler
ayakta
patronlarını
alkışlayacaklar.
bernstein denilen işbirlikçinin düşüncesi budur.
Üzerinde çok fazla durmaya bile gerek yok
esasında. Peki bernstein küçük yavrukurtları
günümüzde var mı, olmaz mı, hemde pek çok
sendikada, partide, dernekte onlarca.
Bizim asıl burada üzerinde daha çok
duracağımız konu bu değil. Esas üzerinde
duracağımız konu Bilimsel Sosyalizm’e, sözde
sosyalizm adına açıktan ya da gizliden sermaye
güçleriyle işbirliği yapan kendini sözde sosyalist
olarak tanımlayıp üretici güçleri üç beş kırıntı için
sermaye
güçlerine
satanlar.
Bu
sözde
sosyalistlerle,Bilimsel Sosyalistler genel olarak pek
çok ülkede farklı sosyalist eğilimler gibi görülse de
sözde sosyalist eğilimlerin tarih her zaman
sosyalizme değil liberalizme hizmet ettiklerini
defalarca ispatlamasına rağmen hala bu hastalıklı
sözde sosyalist eğilimler mevcuttur. Bilimsel
Sosyalistler hem bu sözde sosyalistlere, hem de
liberalizme karşı mücadele vermektedir. Sözde
sosyalistler ise bir yandan Bilimsel Sosyalistler’in
liberalizme karşı verdiği mücadeleye karşılık hem
üretici güçlerin hem de gerçekten sosyalizme
yüzünü dönen ya da dönmek iste
isteyenleri
yenleri pasifize
etmekle uğraşır bir yandan da liberallerle işbirliği
yaparak nasıl Bilimsel Sosyalistler’i alaşağı ederim
ve nasıl üç beş kırıntıyla beslenirim derdindedir.
Liberalizmin sunduğu her türlü yasal, ekonomik,
sosyal, kültürel imkanı ve elinde ne varsa
kullanarak üretici güçleri sözde sosyalizmini –bu
bu
esasında liberalizmin bataklığına sürüklemedir
sürüklemediranlatmaya çalışır. Burada işte bu işbirlikçi sözde
sosyalistlerle Bilimsel Sosyalistler’in tarihsel
farklılıklarını daha çok ele alacağız.
Öncelikl
Öncelikle
e işbirlikçi sözde sosyalizm basit,
sıradan, küçümsenecek bir yaklaşım ya da akım
değildir. Aşağılayıcı, küçümseyici, sıradanlaştırıcı,
basitleştirici her türlü tarzı reddederek bu konu
üzerinde durmalıyız. Burada esas olan Bilimsel
Sosyalistler’in ya da iişbirlikçi
şbirlikçi sözde sosyalistlerin
şu kadar gücü var, şu kadar halka hitap ediyor, şu
kadar üretici güçlerden destek alıyor vs gibi güç
gösterileri, kalabalıklar ya da kelle sayısı üzerinde
durmayacağız. Daha çok düşünce sistemi, tarzı,
akımı olarak karşılaştırma
karşılaştırma yapacağız. Hangisinin
nasıl ve ne şekilde toplumda karşılık bulduğundan
çok temel olarak işbirlikçi sözde sosyalizmin
geçersiz ve işbirlikçi boyutunu ispatlamaktır
önemli olan.
Zaman zaman tarih bize şunu göstermiştir
ki halende görebiliyoruz
görebiliyoruz- ; adeta
ade
Bilimsel
–ki
Sosyalizm
osyalizm’le
e
işbirlikçi
sözde
sosyalizm
incelendiğinde aynı ilkeler, aynı normlar, aynı
olgular, aynı prensiplere dayanıyormuşta işte
bakmayın siz aslında bunların arasındaki tek fark
hedefe ulaşmadaki taktiksel farklılıklar kısaca gidiş
yolu farklıymışta
farklıymışta onun için bunlar ayrıymış gibi bir
hava estirilir. Hatta hatta bu her ikisinin çoğu
zaman aralarındaki farklılığın ne ideolojik, ne
felsefi ne de taktiksel değilde kişiler, liderler, şefler
açısından farklıymış gibi gösterilmeye çalışılır.
Çoğunlukla
Çoğunlukla birini diğerinin diğerini öbürünün
karşısına çıkartarak güya tartışma ya da düşünce
fırtınası yaratılmaya çalışılır oysa bu tamamen
yanlıştır. Oysa bu durum başlı başına bir hatadır.
Bilimsel Sosyalistler, işbirlikçi sözde sosyalistlerin
gerçek bir düşman olduğuna inanırlar. Onlar ki
insanın, insanı ve doğayı sömürmesini ortadan
kaldırmayı bırakın bunun sürekliliğine hizmet
etmektedirler.
Dolayısıyla
liberalizmin
hizmetkarlarıdır esasında. Bilimsel Sosyalizm
düşmanlarıyla
mücadele
ederken
nasıl
davranıyorsa
davranıyorsa bunlara karşıda öyle davranır.
Onların düşünce sistemini araştırır, inceler ve
değendirir ve onlara karşı karşı hem teorik, hem
de pratik olarak bir mücadeleyi yürütür.
Bilimsel Sosyalizm ve işbirlikçi sözde
sosyalizm incelenmeden, araştırılmadan sıradan
bir bakışla adeta her ikisi de üretici güçler için
mücadele ediyor, her ikisi de insanın insanı ve
doğayı sömürmesine karşıymış gibi görülebilir.
Oysa esas durum bu değildir. Bilimsel Sosyalizm
ve işbirlikçi sözde sosyalizmin tamamıyla farklı,
ayrı, birbiriryle benzeşmeyen ilkelere sahiptir.
İşbirlikçi sözde sosyalizmin temeli tıpkı
liberalizmde olduğu gibi “birey”e dayalıdır.
İşbirlikçi sözde sosyalizm bireyin kurtuluşunu
temel alır, buradan hareketle de birey kurtulunca
toplumunda
kurtulacağını
savunur.
Birey
kurtulmadan toplumun kurtulamayacağına inanır.
Bu temel düşüncesinden yola çıkarak her şeyin
birey için olduğunu temel alır. Bilimsel
Sosyalizm’de ise temel olan toplumdur. Bilimsel
Sosyalizm toplumun kurtuluşunun bireyinde
kurtuluşu olduğunu savunur. Toplum kurtulmadığı
sürece ne kadar yıkılmaya yüz tutmuş sistem varsa
ne kadar onarılırsa onarılsın ne kadar sağı solu
boyanırsa boyansın o sistemde birey kurutulamaz.
Nitekim halen günümüzde liberalizm bireye ne
kadar yaşamsal olarak, sosyal, kültürel, teknolojik
olarak sözde rahatlık kolaylık sağladığını iddia
etsede
birey
kurtulamamıştır,
doğa
kurtulamammıştır. Neden, çünkü bireyin kurtuluşu
üzerinden iddia edilen her türlü düşünce sistemi
insanın, insanı ve doğayı sömürmesine engel
olamamıştır. Bilimsel Sosyalizm her şeyin toplum
için olduğunu temel alır. Burada toplumdan kasıt
üretici güçlerin ve onların müttefikleri kastedilir.
Ayrıca herşeyin toplum için denilmesinin
içeriğinde insanın, insanı ve doğayı sömürmediği
temel ilkesinden hareket eden her insanı
kapsamaktadır.
Sadece bu farklılık bile Bilimsel
Sosyalizm’le işbirlikçi sözde sosyalizm arasında
taktiksel farklılıklar değil birbirinin taban tabana
zıtlığı görülmektedir. Ve doğal olarak da birbirini
reddeden iki farklı düşünce olduğu açık ve nettir.
Burada ki yaklaşımımız Bilimsel Sosyalizm
ve işbirlikçi sözde sosyalizm arasında bir
karşılaştırma yaparak işbirlikçi sözde sosyalizm
yetersizliğini, hatalarını, kusurlarını, yanlışlığını
ortaya çıkarmak olacaktır.
Öncelikle
Bilimsel
Sosyalizm
tanımlayacağız. işbirlikçi sözde sosyalizm ve
Bilimsel Sosyalizm tanımlarını ele alacağız. Daha
sonrada işbirlikçi sözde sosyalizm eleştirel bir
şekilde liberalizmle olan işbirliğini açığa
çıkaracağız. Bu değerlendirmemiz şöyle bir yol
takip edecek; diyalektik, materyalist yöntemler
üzerine Bilimsel Sosyalizm ve işbirlikçi sözde
sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde
sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları
düşüncelere yönelik eleştirileri ele alacağız. Yani
devrim, yönetim biçimi, genel açıdan taktikler,
parti programları ele alınacak. Ayrıca işbirlikçi
sözde sosyalizm felsefeleri, taktikleri, örgütlenme
biçimleri ele alınacak ve bunlarla ilgili eleştiriler
açıklanacak.
Tüm bunlardan harekette işbirliçi sözde
sosyalizmin esasında sosyalizm olmadığını sadece
küçük birkaç kişinin Bilimsel Sosyalizm’in
mücadelesini engellemeye çalışan birer devlet
memuru gibi çalıştıklarını ortaya koyacağız.
Ayrıca üretici güçlerin sermaye güçlerine
karşı kendi demokrasilerini kurmalarına karşı
olduklarını ve esasında devrim, sosyalizm ve
devrimcilikle
hiçbir
ilgilerinin
olmadığı
ispatlanacak.
HASAN HÜSEYİN BEYDİL
İŞBİRLİKÇİ SÖZDE SOLUN TASFİYESİ ÜSTÜNE
Her ortamda, her platformda, her fırsatta,
son olarak da ULUDERE KATLİAMI’ndan sonra; bu
memlekette yaşanmaz, bu memlekette adaletin
zerre kırıntısı yok, insan insanlığından utanır mı?
İnsanlığımdan utanır hale geldim.
Herkese soruyorum, mutlu musunuz?
İdeolijik politik olarak düşüncemizi bilip
bilmeden, anlamadan kavramadan bizleri vatan
hainliğiyle, teröristlikle, suçlarken, sizin için sadece
insanlık adına utanç duyuyorum.
Hrant’ın katili sadece o tetikçi değil, hepiniz
katilsiniz! en az o tetikçi kadar. En masum O
'çocuk'!
Kandırılmış,
hesapta
memleketi
kurtardığını zanneden o çocuk! Ama bir de içerden
çıkınca görün. Mevcut sistem, onu ne hale
getirecek! Bir kahraman edasıyla, yeni Çatlılar
nasıl yaratılıyor görün!
Özellikleri bunları mevcut sisteme ve hertürlü
kurumsal, sınıfsal, bürokratik mekanizmasına ve
aygıtlarına değil, asıl sözde solcuyum, devrimciyim
diyen
ergenekon
sempazitanlarınasavunucularına, ittahat terakkicilere, kemalistlere,
sözde derin devlet ya da mevcut sistemin devlet
aygıtının darbeci ve darbe işbirlikçilerine, mevcut
tüm burjuva partielrine, liberal demokratlara ve
onların işbirlikçi sözde sol hizmetçilerine, burjuva
demokratik cumhuriyetçilerine, her türlü din,
mezhep, tarikat, cemaat adı altında emperyalizme
hizmet eden unsurlara, soruyorum, görüyor
musunuz, anlıyor musunuz, duyuyyor musunuz?
Sadece
demokratik
mücadele
ve
parlementer rejimden medet umanlar seçimle,
alınan oylarla mevcut sistemi değiştireceklerini
sanan işbirlikçi sözde sola soruyorum, görüyor
musunuz, duyuyor musunuz?
Ne mi yapılmalı? Eğer devrim yapılacaksa
önce işbrilikçi sözde solu tasfiye etmeliyiz. Aksi
halde çok fazla bir şey yapılamaz, yapamayız.
Olmaz, olamaz. Bizim en güncel birincil gerçek
meselemiz bu tasfiyeyi yapmamızdır. Bu süreci
uzatmak daha da büyük kayıplara yol açacaktır.
Bunların tasfiyesi bir an önce yapılmadan
gerçekçi bir devrimci partik birliktelikten söz
edilemez. Zaten teori birlikteliği olmayan bunca
franksiyon, bu tasfiye sürecini yaşamadan nasıl
eylemsel birlikteliğe geçecektir?
Nasıl devrim yapacağız? Kimle yapacağız?
Ne zaman yapacağız? Hangi kadroyla? Hangi
koordinasyonla?
Kemalizm’in pençesinden kurtulamayan
işbirlikçi sözde sol acaba ne zaman bu uykudan
uyanacak? Uyanacak mı? Bu bir uyku mu? Yoksa
bunlar işbirlikçi kontgerillanın derini mi?
Örgütlenmeden, kadrolaşmadan, devrimci
disiplinle hareket etmeden, bırakın devrim
yapmayı, yumurta bile kıramazsınız!
Herşey net olmalı.
O zaman devrim nasıl olacak? Teoride ve
eylemde birlikteliği kurarak olacak. Ne zaman
üretici güçler ve halklar eylem birlikteliğini
gerçekleştirdiğimizde olacak.
Ama bütn bunları yapabilmenin ön
koşullarından biri işbirlikçi sözde solun tasfiyesini
gerçekleştirmeliyiz. Bu tasfiye gerçekleştirilmediği
sürece sorunların çözümüne yaklaşmak yerine her
geçen gün daha fazla kan kaybı olacaktır.
Marksist-Leninist ideolojiyi anlayamayan,
kavrayamayanlar, yanlış ve eksik anlamış olanlar
bir an önce teorik eksiklerini kapatmalıdır. Ne
savunduğunu, ne savunmadığını bilmeyen bir
kadro ile devrim olmaz. Çünkü kadro olmadan,
yetişmeden, tasfiye süreci işlemez, işleyemez.
Kapitalizmi ve aristokratik burjuva
devletlerinin
sahiplerini,
söylemlerini,
yöntemlerini, tuzaklarını bilmeden, çözmeden bu
süreç işlemez, işleyemez.
Eleştiri-özeleştiri
mekanizmasını
çalıştırmayan kadrolarda devrimci disiplin
çerçevesinde gerekli uygulamalar süreç içinde
işletilmelidir.
İşbirlikçi sözde sol diye bilinenlerle
gereken mücadele gerçekleştirilmediği taktirde
devrimci mücadelenin önündeki en önemli
engellerden birini kaldırmış olmayız. Dolayısıyla
işbirlikçi sözde sol ile mücadele devrimci
mücadelenin temel ilkelerindendir.
Karşımızdaki aristokratik burjuvazinin
devletlerinin yüz yıllardır, devamllılığını nasıl
sağladıklarını unutmayalım.
Bilimsel sosyalistler olarak zafere kadar
mücadelede sürekliliği sağlamalıyız.
Bu onurlu insanlarla katillerin, canilerin
savaşıdır. Safınızı ona göre belirleyin. Sonra
üzülmek, pişman olmak ve saf değiştirmek için çok
ama çok geç kalırsınız!
ÖZGÜR ZORLU
FEODALİZM VE KAPİTALİZMDEN, SOSYALİZME -2Yarım matara su ile kendimizi güya yıkadıktan
sonra kirli elbiselerimizi de giydik ve kardeşimlen yine
kuru beton üzerinde oturduk.
Soruşturma da
çektiğimiz çile ve eziyet yetmemiş gibi cezaevine hoş
geldin dayağıylan girdiğimizde vücudumuzdaki dayak
izleri ve morlaşmış vaziyete dönüşmüştü. İnsanlar dar
yere girdiğinde ölüme yalvarır. Bazen şerefli ölümde
insanların eline geçmez. Tabi ki bir aileden iki kişi ayni
çileyi çektiği için bunun ne kadar zor olduğunu her
halde bilirsiniz.
Benim gözümün önünde kardeşime o atılan
dayak diyordum, keşke kardeşimin yerinde bana o
dayağı atsalardı, kardeşime atmasalardı. Tabi ki
kardeşimin kalbinden de o his geçiyormuş. O da
diyordu ki “bana işkence yapsalardı da abime olmasın”
ikimizde ayni hissi çekiyorduk. Kardeşimlen sessiz sessiz
bir birbirimize bakıyorduk,
çaresizlikten ne
yapacağımızı derin derin düşünüyorduk ve bir yandan
sağ sol sesleri, bir yandan askeri marşlar sesi.
Cezaevi içinde bir ara hücrede görevli olan
çavuş ve iki üç asker bulunduğumuzun hücre kapısında
durarak ayağa kalktık, esas duruşa geçtik ama dikkat
çekmedik yine, bizlere küfür ederek “hani dikkat
çekmediniz ve ellerinizi uzatın” dediler. Parmaklıklar
arasında benlen kardeşim ellerimizi uzattık, kimisi balta
sapı ile kimisi elerindeki deyneklen vurmaya başladılar.
Zaten ellerimiz balon gibi şişmişti artık bir hale girdik ki
elerimizi yüzümüze getirmeyi denediğimizde eller
bükülmüyordu şişkinlikte ve doyasıya vurduktan sonra
bize çavuş elinde yazılı bir kağıdı bize vererek “bunları
akşama kadar ezberlersiniz, akşama sizleri sınavdan
geçiririm” dedi ve “bunları yüksek seslen okuyacaksınız,
tekmil verip ‘emir et’ komutanım” dememiz gerekirken
“tamam” dedik, yine bizlere küfür ederek “hani tekmil
‘emir et kumutanım’ demeniz gerekir” dediler. Bizler
yine orda cezalı duruma düştük ve çekip gittiler
kardeşimlen bize verilen yazıya baktık andımız, istiklal
marşı ve gençliğe hitabesi yazıyordu. Ben ortasınıf terk
oldum, kardeşim lise mezunu idi. Kardeşimde tahsil
olduğu için zaten ezbere biliyordu. Ben 1970’de okulu
bıraktığım için unutmuştum ve 1975’de andımız ve
istiklal marşı okuyorduk, o da topluca okuduğumuz için
tabi ki insan sürekli bir şeyi tekrar etmese ve bize lazım
olmadığı için umursamıyorduk, tabi ki cezaevine girip
böyle şeylerin başımıza geleceği aklımızın ucundan bile
geçmiyorduk ve dersimize dönelim. Tabi ki kardeşim
ezbere okuduğu için O da bana yardım edip bana
öğretmeye çalışıyordu. Ben yazıya bakıp sesli okumaya
başlıyorum. Tabi ki yüksek seslen, tabi ki bunu çok
defalarca kağıda bakıp yüksek seslen okuyorum. Ben
duruyorum, kardeşim de yüksek seslen okuyordu. Tabi
ki okumamız da ayakta durarak. Oturmak yok, çünkü
emir öyle. Benim için andımız kolaydı. Ama istiklal
marşı ve gençliğe hitabesi zor oluyordu ezbere. Bunu
hem kağıda bakarak okumak, hem de bir yandan
kardeşim kağıdı eline alarak bana sürekli tekrar etmeye
çalışıyordu, bu vazyetlen devam ediyoruz.
Bizde saat olmadığı için saat kaç olduğunu
bilmiyorduk. Otomatik gibi sabahtan gelen “sağ, sol”
sesleri ve askeri marşlar sesi aniden sesler kesildi,
cezaevinin her yerinde meyer öğle yemeyi zamanı
gelmişti, bir anda cezaevinde sessizlik hakim oldu. Sanki
burada insan yokmuş gibi sessizlik devam ediyordu.
Aniden altın sesi gibi karavana kulplarının sesi
birbirlerine deydiği zaman hücreye ses yansıtıyordu.
Cezaevinde sessizlik hakim oldu mu şak şak kapı sesi
geliyordu ve boş karavana çıkarıp götürüyorlarmış.
Biraz sonra yine şak şak kapı sesi ve karavana kulp sesi
geldi. Mahşer yeri gibi cezaevinde yine sesler yükseldi.
Bir yandan “dikatttttttttttttttt” sesleri, bir yandan da
yemek duası sesleri yükselmeye başladı. Bizim
bulunduğumuz hücrede de “dikattttttttttttttttttt” sesi
gelmeye başladı, sonradan tekmil sesi. Yine sabah
kahvaltısını dağıtan kişi ile elinde iki tane karavana ve
başında çavuş ve birkaç asker ellerinde kimi balta sapı,
kimi jop, kimi deynek ellerinde sürekli sallayıp saldırı
vaziyetinde hazırlıklı olduklarını bize gösteriyorlardı.
Tabii ki biz de epey dayaktan sonra az çok kuralları
öğrenmeye çalışıyorduk. Askerleri gördüğümüzde bizde
“dikattttttttttttttt” çektik ve çavuş “servis tabağını
uzatın” dedi ve bizde “emir et komutanım” dedik
karavanayı dağıtan tutuklu tutsak aynen sabah ki gibi
yan gözlen bakıp her karavanadan birer kepçe servis
tabakamıza bırakıp gittiler.
Tabii ki bizde yemek yemedik ta karavanayı
dağıtıktan sonra yine çavuş alt kata inerek tüm
hücreleri gür bir şeklinde yemek duasını okudu bizde
arkasından tekrar ediyoruz, en sonda “zıkkım olsun”
diyor çavuş, bizlerde yüksek seslen “sağolun” diyoruz.
Yemekte de yine sıcak su gibi az yağ var ve içinde taşlar
bulunan bulgur pilavı sanki sıcak suya batırıp
çıkarmışlar gibi. Yani sadece taşları yesen o pilavdan
daha yumuşak olurmuş. Birde ikimize de yarım ekmek
meyer o verilen yarım ekmek öğlen ve akşam
ekmeğiymiş. Ama bizde o verilen yarım ekmek ve tek
kaşıklan kardeşimlen sıraylan mecburiyeten yemek
zorunda kaldık. O verilen sulu yemek fazla tuzlu olduğu
için bir yandan su yok sanki Kerbela’da yaşar gibi
susuzluk çilesini çekmeye başladık. Yine yemeyimizi
bitirdik ve güya temiz yere tabakamızı bir kenara kirli
şekilde bıraktık.DEVAM EDECEK
MEHMET ALİ SALMAN
PSİKOLOJİK SAVAŞ VE KAYIPLAR
Ölümlerin ardından yakınlarına, “başın
sağolsun” yerine, “Allah acını unutturmasın” der
kimileri. İlk defa duyuyorsanız tuhaf gelir hatta
kızabilirsiniz. Öyle ya; ölmüş işte daha ne olsun!
Bir insan sevdiği birini kaybederse, içinde kırk
mum yanar. Her gün biri söner, bir tanesi ise
sonsuza kadar yanar diye de teselli ederler
doğrudur da. İlk gün gibi olmaz acı zamanla değişir
özleme dönüşür, anılara bırakır yerini ve gittikçe
silikleşir. Bu normal ölümler için böyledir. Ziyaret
edebilecekleri mezarları olan, ölüsünü gören ve
gömebilenler için böyledir. Kayıp yakınlarına
gelince onlar hep bir merak, bezdiren usandıran
bir umutla beklerler beklerler beklerler ...
KAYIPLARLA NEYİ AMAÇLAR DEVLET?
Aslında istese bu insanları, bir sokak
ortasında ya da canı nerde isterse artık öldürür,
öldürüyor da zaten. İsyan çıkardılar diye
tutukluları hapiste öldürebilir; onu da yapyor.
Terörist zannettik diye öldürebilir; o da tamam.
Sadece zevk için acımasızca, amaçsızca öldürür.
Korku salmak, sindirmek, yıldırmak için. Bunlar da
olmamış işler değil...
-Bütün bunları yapabiliyorsa
kaybetsin insanları? Amacı ne?
neden
Bu soru yalnız kayıp ailelerinin değil,
herkesin
arayıp
cevap
bulamadığı,anlam
veremediği bir paranoya ya dönüşüyor zamanla.
Sorular gittikçe büyür. Neden? Neden ölüsünü
olsun vermezler. Bunu sadece zalim olduğu için
yapıyor olamaz! Bundan bir çıkarı olmalı...
Bu durum, soruyu tekrar tekrar büyüterek
kendine sormasını, giderek soruların ve cevapların
çoğaldığı, ama içinden çıkılamaz bir hal aldığı
bunalıma dönüşmesini, korkunun büyümesini
sağlar.
Kabullenememesi; kayıp edilen kimsenin
cesedini göremeyişindendir.
Bütün bunlar sürekli umutla gelecek diye
bekleme,kötü bir şey yapmayayım ona (kayıp
kişiye) daha kötü davranırlar düşüncesiyle korkma
ve üniformalılara karşı daha bir çekinme korkma
hali yaratır...
Kontrgerilla savaşında, insanları bu hale
getirme yöntemine " direk toplumun ruhuna
darbe vurma" diyorlar.
Yani ruhu öldürme, diğer bir deyimle
psikolojik savaş, işte egemenlerin toplumu
getirmek istediği nokta.
Naziler iktidara geldiklerinde bir yasa
çıkartarak "Toplama kamplarından olumlu yada
olumsuz bahseden herkes tutuklanacaktır"
diyorlardı. Hâlbuki toplama kamplarına gidenler
zaten geri dönmüyordu.
Toplumda bir merak, bir korku, neler
oluyor oralarda acaba?..
Yaratılan bu korkuyla tüm baskılara ve
uygulamalara itaate zorlanır hatta gönüllüdür
insanlar artık.
Belki de Naziler, toplama kamplarını,
sadece Yahudileri ya da sadece rejim muhaliflerini
yok etmek için değil, bizzat kendi halkını
korkutmak için kurmuşlardı.
Bir çok ülkede psikolojik savaş, fiili terörle
birlikte devlet eliyle kendi halkına karşı uygulandı.
Tabi ülkemizde de; dönemine göre komunizmle,
irticayla ve terörle korkutarak en temel haklarını
istemekten bile acizleştirmek. Karşılayamadığı
veya karşılamak istemediği sosyal, siyasal
taleplere bastırmanın tek ve en etkili yolu olarak
burnu, kulağı kesilmiş ölüler, kaçırılıp öldürülen,
görülmesi için oraya buraya atılmış cesetler.
Elimize liste var diyen siyasetçiler. Sadece izleyen,
izledikleriyle duygudaşlık yapmayan-yapamayan
acı çekmekten korktuğu için öğrenmekten kaçınan
insanlar. Boşaltılan yakılan köyler nedeniyle ucuz
işgücü, her şeye razı olma hali vs....
Arjantin cuntası döneminde polis şefliği
yapmış olan Roman J.Com-pos mahkemede şöyle
diyordu;
"Yok, olanlar arasında canlı kimse kalmadı.
Bütün sorumluluğu kabulleniyor ve gurur
duyuyorum.
Bizimle
uzlaşanlara,
bizim
dediklerimizi yapanlara yeni bir yüz yeni bir kimlik
vererek
topluma
geri
saldık.
Bizimle
uzlaşmayanları ise öldürdük, cesetlerini uçak ve
helikopterle denize attık'' .
Bir başka itirafta, komşu bir ülkeden. Yer
Yunanistan, 1972–1973 yıllarında Albaylar Cuntası
döneminde orduda binbaşılık yapan Hacızisis
mahkemede şunları söylüyordu: “Biz gerek
hukuksal bakımdan gerekse emir-kumanda zinciri
bakımından tamamen güvence altındaydık.
Hiyerarşi doğrudan Savunma Bakanı'ndan başlar
ve gizli istihbarat servisindeki komuta yetkisi olan
subaya kadar dayanırdı. Amacımız o zaman ki
rejime karşı faaliyetleri açığa çıkarmaktı.
Yaptıklarımız benim,
yada önceki komutan
Theofil-Yannakos'un yada cezaevi müdürünün özel
avı değildir. Bu bizim, ordunun başındakilere karşı
sorumluluğumuzdu" .
Şimdi bu itirafları. Susurluk kazasından
sonra
dikkatleri
üzerinde
toplayan
ve
soğukanlılıkla; "Biz ne yaptıysak devlet için yaptık.
Gizlimiz, saklımız yok, bu yola kelle koyduk. Böyle
yapılırsa, devlet için kimse bir daha risk almaz"
diyen mehmet ağar'ın sitemle karışık tehdidine
bakalım.
Adres, devletti! diyor ki; “yaptığımız bütün
katliamlardan devletin her kademesinin haberi
var, bir tek beni günah keçisi göstererek
kurtulamazsınız”. Cevap ve destek tansu çiller'den
gelmişti, biliyorsunuz; "devlet için kurşun atanda,
yiyende kahramandır, şereflidir".. Başka ne desin..
*Hiç biri yargılandı mı? Hayır!
*ergenekon (niye kontrgerilla değil) adı
altında göstermelik mahkemeler yapılıyor mu?
Evet!
*Bu vahşet ve yıldırma taktikleri devam
ediyor mu? Evet!
*Akla hayale gelmiyecek gerekçelerle
tutuklamalar sürüyor mu? Evet!
*Birdenbire keşfedilen uzun tutukluluk var
mı? Evet!
*Alay eder gibi suçlular ve eli kanlı
sorumlu ve yetkililer bu iktidar tarafından da
ödüllendiriliyor mu? Evet!!!
*Ufak tefek protestoların yaptırım gücü
olmamasına rağmen engelleniyor mu? Evet!!!
*Şakşakçılar var mı? tabi; olmaması akla
mantığa aykırı zaten.. Bir de halihazırdaki iktidarla
yolları ayrılmış gibi görünen, hayal kırıklığı yaşıyan
yazar, profesör kanaat önderleri var.. Bu
kendilerini çok önemsemekten ve iktidarı
yönlendirebilecek gücümüz var yanılgısından
başka bir şey değil gibi... Hatta ''bizi mahçup ettin
oysa sana ne kadar inanmıştık'' şoku dense
yeridir... Asiye nasıl kurtulur misali Akp nasıl
kurtulur diye hala çırpınanlar evirip çevirmeye
devam edenler de eksik değil... Öyle zamanlar
yaşıyoruz ki, Politikadan, olanlardan, olacaklardan
değil asgari insani değerlerden utanmazlıktan,
vicdansızlıktan bahsediyoruz. Bu bir sersemleşme
hali, konuşmak yok sadece suçlama ve başkası
üzerinden aklanma çabası!! Ortak noktalarda
birleşmek yerine attırıcam seni bu mahalleden
tadında mahalle kavgalarından öte geçmeyen
gazeteci dalaşmaları.. Gözümüze kulağımıza
inamadığımız bakan açıklamaları, başbakanın
gülüp geçilemiyecek hezeyanları!! Padişah
fermanına uygun fetva hazırlayan ''sözde ilahiyatçı
ve bilim adamları''!!!
"Mizahın olmadığı yerde yaşamak zor,
ama her şeyin mizah olduğu bir yerde de yaşamak
olanaksızdır" der, BERTOLT BRECHT (O yerden
selamlarım ustamı)
HÜDAYİ NABİT
İKTİDAR GÜCÜ, OTORİTE, HİYERARŞİ
Öyle bir topum haline geldik ki;
düşünmeyen,
sorgulamayan,
üretmeyen,
düşünmeyi erteleyen. Peki hiç nedenlerini
araştırdık mı? Neden böyleyiz diye. 1980 ve öncesi
sosyalistlerin insanlara yönelik eğitim çalışmaları
vardı ve sürekli sorgulamayı gerektiriyordu,
beyinlerimiz çalışır haldeydi. Çünkü henüz hali
sistemin içerisinde nasıl daha rahat olabilirimden
ziyade, sisteme dişli olmaktan nasıl kurtuluruz
diyen
zihniyetlerimiz
vardı.
Sosyalistlerin
diskalifiye edilmesinden sonra sistem daha güçlü
işlemeye başladı ve sosyalistlerin bıraktığı boşluğu,
din kisvesi altında biat ile birlikte itaate
yönlendirdi.
Düşünmeyeceksin.
Sorgulamayacaksın.
Düşünür ve sorgularsan; bilirsin, bilirsen; üretirsin,
üretirsen; sistemimi çökertirsin zihniyeti, kapitalist
sistemin direğidir. O zaman biat ve itaati
irdelemek gerek artık.
Sınıflı toplumun ortaya çıktığı tarihsel
süreçte DEVLET olgusunun ortaya çıkışı, tesadüf
mü acaba? Üretim araçlarını ellerine geçirenlerle
bu araçlardan yoksun bırakılan insanlar arasındaki
çatışma ve kavgaların tezahürü değil mi? DEVLET,
ellerinde tuttukları zenginlikleri kaybetmeme,
koruma adına, Hukuk- Adalet ( aslı adaletsizlik
olan) yargı sistemi, mahkemeler, cezaevleri,
güvenlik güçleri ve benzer kurumlarıyla
donattıkları sistem ve bu sistemin bekası değil mi.
Tüm bu kurumlarla kendilerini koruyacak
bir güç oluşturanların iktidar, egemen olma anlayış
ve uygulamalarına ilave ettiği ve tarihsel süreçten
bu yana kullandığı bir başka güç odağı olarak
yanına yedeklediği inanç sistematiği ve bunun
tezahürü olarak ortaya koyduğu dinler faktörünü
ya da olgusunu irdelemeden BİAT ve İTAAT
kültürünü tanımlayabilmek anlayabilmek mümkün
görünmemektedir.
İnsanlık kendini var hissettiğinden bu yana
çaresiz, savunmasız kaldığı olaylar olgular
karşısında, her daim sığınacak kendini teslim edip
himayesine himmet duyduğu bir güç arayışları
içinde olmuştur. Bu güç 'varlık' koruyucu, kollayıcı,
sığınılası, görünmeyen yalnızca düşüncelerde
betimlenebilen bir olgu. Ancak,
düşünsel
devinimin insan aklı ve zekasının sorgulayan
soruşturan, anlamlandırmaya tanımaya çalıştığı
süreçler neticesinde,
yaratan hükmeden o
varlığında sorgulanması O’ nun tek başına bir şey
ifade etmediği görüldüğünde, O’nun buyruklarıyla
insanlığa yeni yüklenimler, tapınma ibadet etme,
sorgulamama, biat etme, itaatkar davranma
yükümlülükleri getirilmiştir. Top yekün insanlığın
yaşam biçimlerinden, yemelerinden içmelerine,
yolda nasıl yürümelerine, giyim kuşamlarından
çalışma kanaat etme yetinme, ayrıntılarına girilmiş
ve bu mutlak değişmeyen, boyun eğilmesi
zorunluluk olarak insanlara dayatılmıştır.
Kanaat etme, razı olma, yetinme, sabır,
tüm bu olgular emir uyulması zorunlu emirler
olarak dayatılmış, iki dünya, iki alem olduğu
'gerçeği' insanlara benimsetilerek bu dünyadaki
baş eğişin, biadın itaatın karşılığının öbür dünyada
!!! verileceği hak aramanın, dünya 'nimetlerini'
paylaşmak istemenin anlamsızlığını anlatmak din
olgusu ile zenginlikleri ellerinde bulunduranların
düşünce sistematiklerinin nasılda örtüştüğünü
göstermiyor mu.Her büyük zenginliğin (mal, meta)
altında bir şaibe yatar deyişi irdelenmesi gereken
bir anlatım değil mi. İnsanlığa sunulan (dayatılan)
biat ve itaat kültürü günümüzde yalnızca dinsel
'ruhani' alanlarda mı kullanılıyor acaba!
Söylemiştik, sistem zenginlikleri eline
geçiren sınıfın o zenginlikleri paylaşmama, koruma
adına oluşturduğu düzen ve yapılanma değil mi?
Kurum ve kuruluşları, hukuk sistemi ve silahlı
güçleri bir bütün olarak aynı hizmeti sunmaktadır
muktedirlere. Uluslaşma ile oluşan milli orduların
yapılanması ve işlevine baktığımızda, bu kurumu
oluşturan insan, (insanlar) faktörünü anlamamız
irdelememiz gerekmektedir...
Ordu hiyerarşisin de en üstten en alta
oluşturulan kademelerdeki, emir komuta zincirinin
böylesine düzenli sistemli işlemesinin temel esprisi
nedir acaba? Kendi kültürümüze (islam anlayışı) ve
Avrupa, dünya ölçeğinde baktığımızda aynı şeyi
görebiliyoruz. Bu güç geçmişten bu yana ilahi güç
adına, onun yeryüzünde ki temsilcilerine hizmet
amaçlı kurulmuş ve tarihsel süreçten beri her daim
dinsel kurum, yapılanmalarla işbirliği (çıkar
ilişkileri) oluşturmuşlardır. İlahi güçle işbirliği
halinde olan egemenlerin yarattığı devlet, aynı
zamanda kutsallığı da barındırmaktadır içinde,
kutsallığa karşı çıkış hem ilahi güce, hem de onun
yeryüzünde ki temsilcisi olan güce karşı çıkıştır ki,
cezalandırılması gerekir. Bu yaşamdaki cezası;
hapis, işsizlik, yoksulluk açlık. Öbür tarafta ki
karşılığı da cehennem azabı. Boyun eğeceksin,
emir demiri keser, askerlikte mantık yoktur sözleri,
asla düşünmeyecek, sorgulamayacak, itaat edip,
hizmet
edeceksin,
anlamındadır.
Ülkemiz
açısından
baktığımızda,
imparatorluğun
kalıntılarından oluşturulan bu ülke ve devlet,
varolabilmesinin temel dayanağı olarak gördüğü,
kapitalist sisteme entegre olabilme durumunu
Abd emperyalizminin egemenliğine biat ederek
sağlayabilmiştir. Bu bağımlılık ilişkisi, toplumsal
değişimi, dönüşümü de zorunluluk haline
getirmiştir. Bağımsız bir ulus olabilmenin
savaşımının emperyalizme bağımlılığa dönüşmesi,
ekonomik, askeri, kültürel alanlarda da toplumun
kendine yabancılaşmasını da birlikte getirmiştir.
Abd emperyalizminin ve emperyalist sistemin
finans-kapital gücünün dünya enerji kaynakları
üzerinde kurduğu hegemonya ve enerji
kaynaklarına ev sahipliği yapan ülkelerin
halklarına, işbirlikçi yönetimler vasıtasıyla
uyguladığı baskıcı, kanlı yönetimin adı faşizm.
Paylaşım savaşında, dünyanın iki kutuplu
bir yapıya bürünmesi (Bir tarafta Abd’nin başını
çektiği kapitalist emperyalist sistem, diğer yanda
Sovyetler birliği) soğuk savaşında başladığı
yıllardır. Ülkemiz adına değerlendirdiğimizde,
kapitalist üretim ilişkilerinden yana tavır alan
Cumhuriyet, Sovyet tehdidini de! bahane ederek,
ekonomik ve askeri alanlarda Abd’nin güdümüne
girmiştir. Yurtiçinde kapitalist emperyalist sisteme
karşı çıkıp bağımsız bir ülke hedefleyen sol,
sosyalist insanlara saldırılar o yıllarda başlamıştır.
1960 askeri faşist darbesi’nden sonra yapılan yeni
anayasa ile sağlanan kısmi özgürlüklerin gelişmesi,
dünya ölçeğinde ülkelerin emperyalist saldırılara
karşı direniş, karşı koyma, savaşımlarını Abd’nin
boşa çıkarma adına saldırılarını daha şiddetli bir
şekilde sürdürmesini sağlamıştır. Sistemden
kopan, Kuzey Kore, Vietnam, Yemen, Latin
Amerika’daki bazı ülkeler, Küba, Abd‘nin sürekli
saldırılarına hedef olmuşlardır.
Sovyetlere karşı kalkan konumuna
getirilen, nato askeri gücüne dahil edilen
Türkiye’nin de yeniden dizayn edilmesi
gerekmekteydi. 1960’ ların içinde mevcut iktidar
ve cia, tarafından bazı sol, sosyalist güçlere karşı
komando kamplarında yetiştirilen ülkücü faşist
sivil güçlerle birlikte, devletin derin yerlerinde
oluşturulan gayrı nizami savaş örgütü kontrgerilla
hayata geçirilmiş faşist saldırılar her alanda halkın
üzerine uygulanmaya başlanmıştır. 12 Mart, 12
Eylül süreçlerinin, bu günün alt planları olduğu
yaşanan gereklerle ortaya çıkmıştır.
1980 sonrası apolitik bir kuşağın
yetiştirilmesi, konumlandırılması, Türk İslam
sentezinin iktidar olunması sürecinden sonra, bu
gün gelinen ve yaşlanan süreç tamda açık bir
faşizmin yaşandığını ortaya koymaktadır. Burjuva
demokrasisinin vazgeçilmez kurumlarından olan
hukuk yargı sisteminin nisbi olan bağımsız
davranışlarına dahi tahammül edilemeyişi,
tümüyle iktidar gücüne bağlanması, gece yarısı
operasyonlarıyla halkın içinde yer aldığı tüm sivil
toplum
örgütlenmelerinin
işlevsizleştirildiği,
direnenlerin cezaevlerine atıldığı bu süreç
faşizmdir.
Oluşturulan
korku
toplumu
düşünmeyen, sorgulamayan, yalnızca biat eden,
itaatkar davrandığı ölçüsünde yaşamasına izin
verilen insanların oluşturduğu bir yapının ve
uygulamaların adı Faşizmdir.
Sosyalistlere,
devrimcilere
düşen,
toplumun tüm kesimleriyle birlikte, Abd
emperyalizminin ve onun yerli işbirlikçileriyle
savaşmak, sokaklarda hak ve özgürlük mücadelesi
vermektir.
ROJİN SAADET YILMAZ
ORTA DOĞU’DA KAOS, SURİYE BENİM NEYİME!
Dünyadaki yaşanan olaylar benim neyime
diye bilir miyim? Komşu ülkelerdeki yaşanan
olaylara kayıtsız kalabilir miyim?
Ülkemizde
yaşanan onlarca insanlık dramına ve toplumsal
olaylara ilgisiz kalıp, katliamlara onay ver bilir
miyim? Elbette ki hayır.
O İnsanlık var olduğundan bu güne kadar
yaşananlara karşı duyarsız, ilgisiz ve kayıtsız
kalmamıştır, kalmayacaktır da, çünkü nerde ve ne
zaman da yaşarsak yaşayalım, insanlığı ,doğayı,
çevremizi ilgilendiren her olay beni, bizi, hepimizi
ilgilendiriyor.
Ülkemizde yaşanan toplumsal katliamlar
ne için yapılıyor? Yönetenlerin, yönetilenleri daha
iyi ve sorunsuz yönetimlerini sürdürmeleri için,
her gün kadın cinayetlerinin bir birini izlediği ,
buna karşı sistemin ve iktidarın sessiz kaldığı,
koruma önlemlerinin alınmadığı, ikinci, üçüncü
kişilikler olarak görüldüğü, erkek egemen sistemin
varlığı ve bekası için yapılıyor oluşturulan bahane
sebeplerin meşruluğu sağlanıyor.
Öğrencilerin en demokratik, parasız eğitim
talebi aylarca tutukluluk süresi ve arkasında
hemen eklenen bölücü, yıkıcı, eğitim ortamını
bozucu … gibi sıfatlar ekleniyor. Yolsuzluklara
neden olanlar, yapanlar (deniz feneri davası,
ÖSYM sınavları gibi) kısa sürede üstü kapatılarak,
uzun tutukluluk! Süresi bahane edilerek serbest
bırakılıyorlar.
Tekel eyleminde iş hakkı feshedilen
işçilerle dayanışan biz devrimciler, kadınlar, işçiler,
8 yıl hapis cezasıyla yargılanıyoruz. O gün soğuk ve
karlı Ankara sokaklarında 70 gün tekel işçileriyle
geçirmemiz bizi terörist, provokatör, bölücü
nifaklar olarak topluma lanse denen mevcut
sistem bugün tekel işçilerinin işsiz ortada
kalmasını gördükçe utanacak yüzü bile yok. Ama
bizler tarihte ki tüm devrimciler gibi işçilerin
yanında olduğumuzu ve onlarla dayanışma içinde
olmanın gururu içindeyiz.
Kimlikleri
için
mücadele
edenler,
demokratik haklarını kullandıkları için, ilgili davalar
yaratılarak yıllarca süren tutuklamalarla yaşayan
Kürtler, onlara reva görülen baskı, işkence ve
tutuklamalar ne için? Elbette sistemin bekası için .
İnançları için, kendilerinin varlığı tanınsın,
bilinsin ve haklarının kullanmaları için demokratik
düzenlemelerin anayasada yer alması için yollara
düşen Aleviler, bunlara karşı egemenlerin
oluşturduğu aşağılama, yok sayma, imha ve
katliamlarla yok etme politikaları ne için? Yanıtları
yine hazır yönetenlerin geleceği için sistemin tıkır
tıkır yürümesi için.
Emekçilerin, insanca yaşanacak ücret
istemeleri, haklarının almalarının önündeki
engellerin aşılması için giriştikleri mücadeleleri,
iktidarın buna karşı oluşturduğu barikat, baskı, gaz
bombası, tutuklama ve örgütlerine hayali nedenler
oluşturarak yapılan baskınlar, gözaltılar ve
cezalandırmalar.
Açlık sınırının altında bir ücretle
yaşamlarını sürdüren emekliler. Haklarını almak
için örgütlenmeleri bile yasaklanan, köle
muamelesi gören emeklilerin içler acısı yaşamları .
Düşüncesini açıkladıkları için örgüt üyeliği
suçlamalarıyla gözaltına alınan öğretim üyeleri,
aydınlar, yazarlar, savunma hakkını savunan
avukatlar, vicdani red hakkını kullananlar, sivil
itaatsizler, öğrenciler ve insanım diyen herkes,
karşı çıkan, muhalefet edenler birbir tutuklanıyor.
Ülke ceza evine dönüştürülmüş durumda.
Yukarda açıklamaya çalıştığım, muhalefet
eden toplumsal katmanlar, iktidarın bunlara reva
gördüğü karşılıkları ceza, sürgün, katliam, sokak
infazları,
yıllarca
süren
tutukluluk
ve
cezalandırmalar.
Ülkede yaşanan onca katliamlar (Dersim,
Sivas, Çorum, Maraş, Gazi katliamları, 1 mayıs
1977 katliamı Kürt katliamları gibi) ve arkasındaki
komplo ve provokasyonlar… Bütün bunlar sisteme
karşı demokratik hakkını kullananlara karşı
geliştirilen faşizan politikalardır. Kısaca ülkemizin
fotoğrafı bu.
Dünyada ve komşularımızda yaşanan
olaylar bizleride yakından ilgilendirir hele hele
Suriye’de yaşananlar biz daha çok ilgilendirir.
Çünkü vatandaşlarımızın önemli bir bölümü hem
ticari, hem beşeri, hem de akrabalık ilişkisi
içindedirler.
Suriye’de yaşanan olaylar, Abd ve
emperyalist güçlerin bölgedeki politikalarının
uygulama alanlarından biri. Bunu Irak’ta yaşadık
ve gördük. Arap baharı! diye açıklanan,
Ortadoğu’yu ve bölge ülkelerini hizaya getirme
politikalarının sonucudur (her ülkenin beşeri
yapısına uygun, bölgesel savaşa neden olabilecek
etnik yapıları öne çıkartarak zemin hazırlamakta)
ve oraya müdahale etmenin zeminin hazırlayan
nedenler olarak görmek gerekir. Humus’ta
yaşanan katliam, bu zemini hazırlamak isteyen
güçlerin komplo ve provokasyonudur.
Birleşmiş milletler toplantısında yapılacak
olan Suriye’yle ilgili oylamaya denk getirmeleri
manidardır. Türkiye’de ve değişik ülkelerde Suriye
elçiliklerine yapılan faşizan saldırılar ne için
yapıldığını gösteriyordur sanrım.
Kendisin BOP eşbaşkanı ilan eden, Abd’nin
bölgede temsilcisi gören anlayış geriye dönüp hem
geçmişine hem de bu güne bakması bu utancın
görülmesi için yeterlidir.
Ülkede yaşanan asimilasyon, yok sayma
katliamlarla geçmişi olan bu tür olayları eksik
olmayan ülkemin başbakanı yanı başımızdaki
komşumuz Suriye’yle yakın akrabalık bağları, ayni
inanç sahibi olmamız ortadayken Abd çıkarları
doğrultusunda hareket etmesi, Suriye’de ki
yönetim karşıtı muhaliflere kucak açması, kendi
ülkesinde muhaliflere karşı insanlık dışı baskı ve
ceza uygulamalarını anımsadıkça gözlerim
yaşarıyor.
Kendi vatandaşlarına reva görmediği
demokratik hakların kullanmayı, iş Abd ve
işbirlikçileri söz konusu olduğunda, Suriye’deki
‘muhaliflere ‘insanlıktan nasibini almamış,
müslüman
kardeşler
örgütü,
şebekesi
liderlerinden memun el hımsi, Antakya’da
açıklama yapıp Suriye’yi ‘Alevi mezarlığı’ yapacağız
açıklamasını
yapan
katliamcı,
komplocu
provokatörlere destek çıkması ve bunların
ülkemizde barınmalarına olanak sağlanması hangi
insani ilişkileri, hangi demokratik tutumlarla
açıklana bilir.
Emperyalist güçlerin Suriye üzerindeki kirli
emelleri ve provokasyonlar karşısında Türkiyeli
halkların bir barikat oluşturmak ve oradaki
emekçileri, kadınları, çocukları savunmak korumak
bugünün en önemli devrimci görevidir.
Bu devrimci görev üzerinde kafası hala
bulanık olan solculara sözüm ise şudur: Sol
emperyalizme karşı olmak adına, haklının yanında
olma, zayıfın yanında olma, halkın çıkarlarının
yanında olma, bölgenin en köklü devrimci,
sosyalist, komünist örgüt ve şahsiyetlerinin aldığı
tutumun yanında olmalıdır. Kraldan çok kralcılığa
sapmadan, siyonist solculuk bataklığına düşüp
israil’in bilinçsiz bir uzantısı olmadan, artık
emperyalistlerin ağzından çok sık çıkan
“demokrasi, özgürlük ve insan hakları” gibi
sahtekarca söylemler olduğunu bilinen tuzaklara
düşmeden, demokratikleşme adım atmakta kararlı
olan ve demokratik bir sisteme yönelen halkçı
yönetimlere destek vermenin zamanı gelmiştir.
Suriye bir yıla yakındır bunun kavgasını
halkı için vermektedir; emperyalistler ve kuklaları
Suriye halkının kazanım hanesine resmi gazetede
yayınlanarak yürürlüğe koyduğu dev reform
paketinin kullanılmaması için yol kesen eşkıyalara
karşı her cephede bir savaş veriyor. Irak direnişi,
Lübnan direnişi, Filistin direnişinin yanında olan
laik Suriye yönetiminin bu mücadelesi haklı bir
mücadeledir. Bunun için bölgenin tüm direnme
güçleri onunla birliktedir. Bir tek Türkiye solu hala
şaşkın bekleme yaklaşımlarla siyonistlerin
ekmeğine yağ sürmektedir, eli kanlı şebekeleri net
olarak tanımlamaktan çekinmektedir.
Suriye’de bir karşı devrim hareketi var:
Suriye’de bir gerici dalga var. Suriye halkçı
yönetimi halkın etkin desteğiyle buna karşı
mücadele içindedir. Emperyalistler ve kuklaları ise
mali ve lojistik destekleriyle bu yönetimin
direnmeci çizgisine bedel ödetmeye çalışmaktadır.
Türkiye solu artık şaşkınlığı bırakıp emperyalizme
karşı direnen komşumuz Suriye’nin halkıyla ve
halkçı yönetimiyle omuz omuza olmalıdır. Bunu
açıkça ilan etmeyenler yarın ülkelerine karşı
gelişecek
komploda
kimseyi
yanlarında
bulamayacaklardır.
Abd ve batılı emperyalistlerin insan
haklarından, demokrasiden, özgürlükten ne
anladığını Irak’ta, Afganistan'da, ve Libya'da
gördük. Bunu bilip de komşumuz Suriye’ye ve
halkına sırtını dönenleri solcu görmek abesle
iştigaldir.
Ortadoğu’da sürdürülen, ülkeleri, çözüm
adına sergilenen ‘’Arap baharı’ senaryosu
emperyalizmin 21. yüzyılda küresel kapitalist
politikalarının bir sonucu olarak izliyoruz. Tunus’ta
başlayıp,Yemen, Mısır, Libya (bir biçimiyle farklı
olan ) Suriye’yle
iye’yle devam eden politikalarının bir
sonucudur. Bu sonuç, bununla kalmayıp İra
n, Türkiye… Devam eden süreç olarak
görülebilir.
Küresel kapitalizm politikalarını hayata
geçirirken, o ülkelerin beşeri yapısı, coğrafi
konumu, inanç merkezleri, etnik yapıları
yapıları
değerlendirilerek her ülkeye yapısına göre, genel
stratejiye bağlı olarak politikaları oluşturup,
ittifaklar kurarak ‘düşmanımın düşmanı, benim
dostum’ mantığıyla hareket ediyor. Filistin de
hamas-fkö
fkö çatışması, Türkiye’de hizbullah ve
karşıtı, Suriye de müslüman kardeşler ve
karşısındaki güçlerle, o ülkelerdeki yönetim
karşıtlığını
su
yüzüne
çıkartarak,
kendi
politikalarının gelecekteki oluşumunun temelini
atmaktadır. Bu süreçte yukarda da ifade ettiğim
ülkelerdeki karşıt güçlerden birini destekleyerek
destekleyerek,
diğerini
yönetimden
uzaklaştırmayı
hedeflemektedir.
Esas itibariyle o karşıt güçlerin birinin
iktidara gelmesi değil, emperyalizmin bölgedeki
yeraltı ve yer üstü kaynaklarını eline geçirmek,
bölge halkını yoksullaştırarak oluşturacağı yeni
baskıcı total
totaliter,
iter, faşist, yönetimlerini tahkim etme
sürecidir.
İlgili ülkelerde sağda solda patlattıkları
bombalar, çatışmalar, taşeron örgütleri vasıtasıyla,
değiştirmek istediği yönetimlere karşı kullandığı
bir yöntemdir. Kullanılan bu yöntemler gerek
bölgeye, gere
gerekse
kse ülke halklarına zarar veren,
kardeşliği zedeleyen, öteleyen ve kişileri
bireyselleştiren hareketleri ısrarla destekleyerek
kan akıtmaya devam etmektedir.
‘Arap baharı’yla birlikte, ortadoğu ve
müslüman ülkelerin liderliğine soyunan Türkiye,
Abd ile bi
birlikte
rlikte hareket etmesinin nedenini
dayandırdığı politik zemini oluşturuyor. Abd bir
taraftan israil’le ortadoğu’yu kontrol ederken,
diğer taraftan Türkiye’yle de İslam ülkelerini
kontrol etme düşünü gerçeğe dönüştürürken, aynı
zamanda israil Türkiye çatışma
çatışmasını
sını kendi kontrolü
altında,
oluşturduğu
politik
çerçevede
sürdürmektedir.
Abd’nin İran'a karşı sürdürmüş olduğu
politik duruş, diğer taraftan müslüman ülkelere
önerdiği ‘ılımlı islam’ yönetimi ile ortadoğu’nun
şekillenmesi süreci bir birbirine karşı tezatlık
oluşturuyor. Kimi zaman müslüman kardeşleri,
kimi zaman hamas’ı, kimi zaman hizbullah’ın
örgütlenmesini destekliyor. Ülkelerin mazlum
halklarına kan kusturuyor.
Kısa süre önce Suriye ile dostane ilişkileri
devam ederken, şimdi ne oldu da can düşmanı
olarak uluslararsı platform da ilan ediyor. Tabi
maşa dururken elini neden yaksın, dönem
emperyalizmin üçüncü bunalım dönemi değil.
Birleşmiş miletler kanalıyla suçlu ilan edip,
gereğinin yapılması için elini yakmıyor. Çünkü
işgal, işbirlikçileri de
de aşarak dünya ülkeleriyle
birlikte sanal olarak işgal altında tutup, çıkarları
doğrultusunda, bölge ülkelerini kontrolü altında
tutmanın gerekçelerini oluşturmaktadır.
Bizler, şer ve ehveni şerden değil, halklara
zarar veren, onları yok etmeye çalışan tü
tüm
m
kötülüklerin ve kötülerin karşısında olup,
emperyalizmi topraklarımızdan söküp atacak halk
örgütlenmelerini yaratıp, özgür demokratik
ülkelerimizi kurma ideallerimizi yaşatmalıyız.
ŞÜKRİYE ERCAN
"KÜRK: CİNAYETİN GİYİLEBİLEN HALİ"
Kürk giymek zevkin,asaletin,zenginliğin
simgesi olarak görülür. Deri giyim sektörü, giyim
alanında en pahalı ve en çok kar getiren tekstil
sektörlerin’den biridir. Bunun için dünyanın en
büyük giyim şirketleri, ayakkabı, kemer, manto,
pantolon gibi
ürünler için binlerce hayvanı
öldürmektedirler.
Aslan, Kaplan, Timsah, Yılan, Maymun,
Ayı,Geyik, Sansar, Susamuru, Tilki, Koyun, Keçi,
kuş türleri gibi sayısız hayvanı, dünyanın bir avuç
tabakası için öldürülmektedirler. Örneğin bir
ayakkabı için 15 yılanın öldürülmesi gerekiyor.
Dünyanın önemli tekstil tekelci grupları ‘Kürk
hayvanları çiftlikleri’ kuruyorlar. Uluslar arası
büyük tekel grupları, ‘Kürk hayvanları’ avlamak
için Afrika’da,
Latin Amerika’da
binlerce
kilometrelik alanı kaplayan ormanlar satın
alıyorlar.
‘Kar için işleyemeyecekleri cinayet yoktur’
sözünün en somutlaşmış biçimi, Kürk deri
sanayidir. Örneğin “ Gaziosmanpaşa'da 'dondurma
imalathanesi' olarak gösterilen depoya yapılan
baskında 3 bini aşkın susamuru, tilki ve sansar
kürkü ele geçirildi.”
Deriden giysiler üretmek için binlerce
hayvan öldürülmekte ve böylece doğanın kendi iç
dengesinin bozulmasına yol açmaktadır.
Bu endüstrinin yıkımı sadece hayvan
katliamıyla sınırlı kalmamakta; deri ve kürk
endüstrisi
kullandığı
kimyasallarla,havzamızı
suyumuzu ve insanımızı da zehirlemektedir.
Bunun en çarpıcı örneğini Trakya’da
yaşamaktayız. Yüzlerce isim adı altında üretilen
kürkler için yakalanıp öldürülen binlerce hayvan
Ergene Ovasındaki fabrikalara getirilmektedir.
Öldürülen
hayvan
derilerinin
temizlenmesi, işlenebilir hale getirilmesi için
çevreye çok zarar veren tonlarca kimyasal madde
kullanılmaktadır. Hem insanlar için hem de doğa
için kansorojen kimyasal maddeler kontrolsüz bir
şekilde kullanılmaktadır. Trakya bölgesinde
onlarca fabrika’da öldürülen hayvan derilerinin
temizlenebilmesi için kullanılan kimyasal madde
atıkları, yıllardır Ergene nehrine dökülmektedir.
Hepimizin bildiği gibi, Ergene nehrinde
artık su canlıları yaşamamaktadırlar. Bu nedenle,
kürk vb giysiler üretmek için ormanların
derinliklerinde binlerce hayvanı katledenler aynı
zamanda, hayvan derilerinin temizlenmesinde
kullandıkları kansorojen
içeren kimyasal
maddeleri
derelerimize,
ırmaklarımıza,
nehirlerimize bırakarak ikinci kez deniz canlılarını
katletmektedirler.
Aynı şekilde, bu fabrikalarda çalışan
işçilerin çok büyük bir kısmı da risk altındadır.
Daha fazla para kazanmak için deri de kullanılan
kimyasalları gerekli arıtmayı yapmadan doğaya
salan kapitalistler toprakta yaşayan canlıları yok
ettiler. Fabrikalarda sağlıksız bir şekilde, asgari
ücretle çalıştırılan binlerce işçi ailesi de kürk
hayvanları gibi zamana yayılarak yavaş yavaş
öldürülmektedirler.
Bu bakımdan, zenginlerin zevkleri için
üretilen Kürk vb üretimler için sadece binlerce
hayvan katledilmemekte aynı zamanda hem
doğanın dengesi bozulmakta hem de bu üretim
sektöründe çalışan binlerce insanın ölümünde
doğrudan sorumlu olmaktadırlar.
Kürk üretimi için hayvanları öldürmek
doğrudan bir katliamdır. İnsanlığın ve doğanın yok
edilmesi olan bu cinayetlere dur demek, herkesin
görevidir.
NEJLA DEMİRCİ
BİLİM VE TEKNİK OKUMAK
Tüm okumalar bilgi birikimi sonucuna ulaşmaz.
Yazılmayan, soyutlamaları üretilmeyen okumalar bilgi
birikimi sağlamaz. Bu tür okumalar kağıt üzerindeki
mürekkep şekilleriyle iştigaldir.
Sol, bilim ve teknik de okuyor; çok yakından da
ilgili, ama soyutlamaları ve bu soyutlamaların pratik
siyasal işlevleri öyle değil. Kimi “solcu” Hubble’i
“uzaydan bilgi taşıyan teleskop” düzleminde algılıyor.
Hazmedilmemiş bilgiyle konuşuyor, yönlendirici bilgi
birikimlerine sahip olunmadığı için “ben de bilim ve
teknikle ilgiliyim” gösterisi yapıyor. Gerçekler ise çok
farklı. Okumaların ayakları havada duruyor.
Siyasetin diğer cenahı olarak Sağ, bu eksikliği
nispeten gidermiş gibi. Ancak bilim ve teknik onlar için
o anın çıkar işlevleriyle ilgili. Bu çıkarlarda insanlık ve
toplum yok, birey var.
Okumak, eklektik bir ezber oldukça bilgi
birikimine dönüşemez. Kütle çekim kuvvetini siyasal
güçler arası çekimle ilgili olarak bilince çıkarmamış, kara
deliğin çekim kuvvetini gericiliğin çekim kuvvetiyle
ilgilendirmemiş, kuvvetler birliğini siyasal mücadelede
etkinliklerin dayanışmasına yorumlamamış bilim teknik
okumaları, gösteriş amaçlı değilse boş bir çabadır.
Bilim ve teknik okuyalım ama bunun siyasal-sosyalkültürel ve diğer insani yaşamla ilgili boyutlarını bilince
çıkaracak soyutlamalara yönelelim.
“Bilime ilişkin tarihi ve felsefi yapıtlar, yalnızca
deneylerle kuramlar arasında bağlantı kurmaya yönelik
olmayıp, bunların ortaya çıkarttıkları dönemin
toplumsal-kültürel zeminiyle de ilişki kurulmalıdırlar.”
(Rom Harê, TUBİTAK yayınları 4. Basım, Büyük Bilimsel
Deneyler, önsöz)
Makaleme
son
bulgulardan
biriyle
başlayacağım.
"Güney Afrika'da yeraltında, oksijensiz olarak,
tümüyle kendi başına yaşayan bir bakteri bulundu.
Latince desulforudis audaxviator, ingilizce
adının çevirisiyle cesur seyyah olarak adlandırılan bu
bakteri enerjisini su, hidrojen ve sülfattan sağlıyor.
Bakterinin oksijensiz yaşayabilmesi nedeniyle başka
gezegenlerde olası yaşam hakkında ipuçları verebileceği
düşünülüyor. Bilinen en yalnız canlı türü Johannesburg
yakınlarındaki bir altın madeninde, yeryüzünden 2,8
kilometre derinde bulundu. Bakteri kesif bir karanlıkta,
başka yaşam türlerinden tümüyle tecrit edilmiş halde
ve 60 derece sıcaklıkta yaşıyor."
Canlı yaşam için oksijen şarttı. Ama oksijensiz
yaşam bulgusu, evrendeki yaşam algıları için yeni bir
açılımdı. Her ne kadar bilinen organik her şey belli
verilerin bir araya gelmesiyle inorganik maddelerden
oluşturduğu bilimsel varsayımını yıllardır biliyor olsak
da; laboratuvarlarda bu deneyler olumlu sonuç
vermişlerse de ilk kez oksijensiz yaşayan, hücre
bölünmesi yoluyla da kendi kendine üreyen bir canlıyla
resmen tanışmış oldu insanlık.
Bilim dünyası bu yeni keşifle ilgilenirken, siyasi
mücadele içinde olan bizlerin bu buluşu konu etmemizi
gerektiren nedir sorusu sorula bilir. Bu sorunun cevabı
yaşamın hür türünün birbiriyle ilgisidir diyeceğim. Ama
konu bu değil. Makalemin konusu bilim ve teknik
okuma serüvenim ve algılarım üzerine olacak.
KÜÇÜK ADIMLARLA BAŞLIYOR HER ŞEY
Bilim ve teknik yazmak bir uzmanlık işidir. Ama
okumak için bu zorunlu değildir. Benim işim siyasal
mücadeledir. Ancak on yıllardır bilim ve tekniğin yakın
takipçisi olarak siyasetin de bilim ve teknik dışında bir
konu olmamasına dayanarak her bilimsel gelişmenin
siyasete yansımaları ve anlamı olduğunu söylemeye
çalışacağım.
Bilim ve teknik okumalarım, malum Türkiye
Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Kurumu (TÜBİTAK)
yayınlarının tiryakiliğiyle başlamıştır. Teknik okul
geçmişim ve bu okulda bizleri eğiten üstün vasıflı
öğretmenlerin etkisiyle bu okumalar bir hobiye
dönüştü. Bu serüven bir yandan onlarca bilimsel kitap
okumalarıyla birlikte (dergiler de dahil), büyük bilim
adamlarının, Nobel ödüllü akademisyenlerin keşif ve
bulgularını içeren tezlerini yakından takiple devam etti.
Bu eğilimdeki ısrarın bir ucu da çevreyle ilgili, çevreye
uyum okumalara dinamik katıyor.
Küçük adımlarla başlıyor her şey, bir de
çevreniz öğrenim eğilimli ise onun etkisiyle siz de
adımlarınıza adımları katıyorsunuz. Yeğenim Ömür,
ODTÜ mahreçli olunca (şimdi genetik üzerine
Amerika’da – Duke Univarsity - doktora yapıyor, uluslar
arası
önemli
bilimsel
dergilerde
makaleleri
yayınlanıyor.) kitap ve dergi hediyeleri zindandan
sürgüne kadar peşimi bırakmadı. Bir diğeri iktisatçı, bir
diğeri de jeofizik alanında, oradan da akıyor. Büyük
oğlumun devletler hukuku üzerine başarıyla
tamamladığı mastırı tezini birlikte çalıştığımızı da
eklemeliyim. Evet çevre diyorum her daim, bilim teknik
okumalarım da öyle gidiyor…
Kişiliğimi ve düşünce tarzımı etkince belirleyen
bu okumalarda, insanlık bilgi birikiminin doruklarını
teşkil eden kimi konularda siyasal düşüncelerimin
ataklarını oluşturmaya çalıştım.
Küreselleşme üzerine sık sık makaleler
yazmam ve iki farklı küreselleşme ayrımına gidişim de
bu serüvene yol açmıştı; küreselleşmenin küresel
ölçekte olmak anlamına gelmediğini, farklı bir şeyleri
ifade de ettiğini bu süreçte ortaya koyma şansı
yakaladım. İki küreselleşme vardı benim için. Biri, tarihe
karşı eskiyi korumak üzere direniyordu, o da
emperyalistlerin küresel ölçekteki dayatmaları,
ekonomi politikaları, talanları, savaşları, baskıları ve
saldırılarıydı. Diğeri ise, tüm insanlığı ve evreni
kapsayan bir küreselleşmeydi; bilimsel araştırma ve
gelişimle insan kolektif aklının keşifleri, teknik
ilerlemelerinin bir ürünü olan yeni uygarlıktı.
Bu uygarlık, Batı uygarlığının kanatları altında
gelişiyordu. Sanki tarih biçimsel açıdan tekrar ediyordu.
Kapitalizmin feodal krallıkların kanatları altındaki
gelişmesi gibi, olumlu küreselleşme de kapitalizmin
kanatları altında gelişen yeniyi temsil ediyordu.
Yeterli olgunluğa gelince özgürleşecek ve
tarihsel olarak geri dönülmesi mümkün olmayan bir
evreye varacak, yeni bir uygarlıktır bu. Tarlayı artık kara
sabanla sürmenin tarihsel olarak mümkün olmaması
gibi, kapitalist üretim sürecine geri dönülmeyecek bir
yeni üretim ilişkisinin olgunlaşması sürecidir bu.
Ben ikincisinden yana oldum. Küreselleşme
taraflısı olduğumu bu zemin üzerinde ilan ettim. Bunda
bilim ve teknik okumalarımın payı büyüktür. Mütevazi
soyutlamalarım ise kimseye yetmese bile kendi bilgi
birikimlerime ve içinde yaşadığım kesitteki siyasal
duruşuma yeterli olmuştu.
Bu çarpıcı gelişmelere kaynaklık eden nereden
başlasam diye düşündüğüm bir dizi temel gelişme ve
buna ilişkin okumalarımı belirtmeliyim. Fizik, kimya,
biyoloji, teknik, elektronik ve bil cümle bilim alanıyla
ilgili okumalar.
İLK VE SON ÜÇ DAKİKA ARASINDA
Sırasıyla olmasa da aktarayım. Bir küçük
kitapçıkta bir öykü okudum. “İkili sarmal DNA yapı
çözümünün öyküsü” diye. Yazarını bilirsiniz James D.
Watson. DNA yapı modeli kaşifleri ve Nobel
ödüllülerinden Francis H. Crick ve James D. Watson
ikilisinin, ikincisi162 sayfalık bir broşür. Orada genetik
maddenin özünün proteinler değil de deoksiribonükleik
asit (DNA) molekülü olduğunu okudum; “hayat gizinin
anahtarı porteinlerde değil DNA’da”ydı (Age: s:7). DNA
bir kalıtsal maddeydi ve bu gerçeği ilk ele alıp
keşfedenler Amerikalı araştırmacı O. T. Avery, C. M.
Macleod ve M. Mc Carty genlerin yalnızca
deoksiribonükleik asitten (DNA) ibarettir dediler. Bu
iddiayı da 1952’de yine Amerikalı A.D. Hershey ve
Marta Chase deneylerle kanıtladılar. Ama bunun
modelini, yapısını tanımlayamadılar. Bu sürece biyolog
Max Delbrük yağlı boya tablolarından izlediği
Habusburg hanedanlarının kalın ve sarkık alt dudak
yapılarından da ilham alarak, “eğer genler birer
molekülse, bunların eşleşme özelliği ve böylece
yüzyıllar boyunca kararlı biçimde varlığını sürdürebilme
yeteneği olmalıydı” sonucuna vardı.
Bu, üst üste atom üzerine atom, molekül
üzerine molekülle inşa edilen bilgi birikimleri
sonucunda DNA’nın yapısı çözülmüş oldu. “Bir DNA
molekülü görülmeyecek kadar küçüktür (eni 2
nanometredir (nm), boyu yaklaşık 10 baz çifti 360
derecelik tam bir dönümü 3.4 nm dir. ). Yapısal biçimi
dahice yollarla ortaya çıkartılmıştır, 'çifte sarmal’ ya da
‘ölümsüz sarmal’ (Gen bencildir. S:43).
Bunu İngiliz Francis H. Crick ve Amerikalı James
D. Watson keşfettiler (1953) ve Nobel Fizyoloji-Tıp
ödülünü, “deoksiribonükleik asit (DNA) molekülü
yapısının bulunması üzerine” aldılar (1962).
Bir DNA molekülü, nükleotit diye adlandırılan
birimlerden oluşan iki zincirden meydana gelir ve her
nükleotitte bir şeker molekülü, bir fosfat gurubu ve
azotlu bir organik bağ yer alır. İşte bu zincirin üç
boyutlu yapısı genlerin eşlenme mekanizmasını
(replikasyon) anlamaya olanak vermiş oldu. Azotlu
bazların her zaman belirli bir kurala uygun olarak
eşleşme durumları (adenin (A) ile timin (T) ve sitozin (S)
ile guanin (G) ) çift sarmalın titizlikle kendini nasıl
eşlediğini de açıklıyordu. Bu da “Watson-Crick eşleşme
kuralı” olarak bilim alemine geçmiş oldu.
DNA iplikçiklerinin sarmal bir tarzda uzayıp
giden molekül bağlarıyla yaşam sırlarına olan insan aklı
yolculuğu önemli bir aşama kat ediyordu. “Hayat gizinin
potansiyel anahtarıydı o”(Age. S:23) “Hücre bölünmesi
sırasında kromozom sayısı iki katına çıktığında kendi
kendisinin ikinci bir kopyasını çıkartabilme yeteneği,
yani genin kendi kendini çoğaltabilmesi” (Age. s:90),
“genlerin ölümsüzlüğü fikri” (Age. S:109) “beden
genlerin kendilerini değiştirmeden saklama araçları”
olması, esas olanın temel yaşamsal madde DNA
olduğunu, yaşamın ise onun yönlendiriciliğinde, onun
yaşam kavgasının ihtiyaçlarınca belirlenen bir süreç
olduğunu algılarımıza sunuyor.
Bu aşamanın sosyal siyasal ve ekonomik
boyutları hızla belirginleşerek ilerlediği bu günümüzde,
bu basit bilginin bir devrimcinin ufuklarına ne türden
bir genişlik katacağını söylemeye bile gerek yoktu.
Irkçıların ve de milliyetçilerin iki yüzlülükleri daha
önceki veriler üzerine bu verilerle de bilimsel olarak
kanıtlanabilirdi. DNA’nın ne ırkı ne milleti ne de dini
var.
Bir bilim adamı olarak Francis H. Crick “Din
geçmiş kuşaklara ait bir hata idi; günümüzde ise
sürdürülmesi gereksizdi” diyerek, bilim ile düşüncenin
her boyutu arasındaki ilişkiye güzel bir gönderme de
yapıyordu.
Crick daha sonraları beyin üzerine çalışmalara
yöneldi, “insan varlığının temel sorunlarına yanıt
arayışı”na yöneldi “Şaşırtan Varsayım” kitabını yazdı
(TUBİTAK yayınları). O da bize şöyle seslendi: “ ‘siz’,
neşeleriniz, üzüntüleriniz, anılarınız, ihtiraslarınız,
benlik ve özgür irade duygularınız ile aslında çok sayıda
nöron (sinir hücresi bn.) ve bunlarla ilişkili moleküllerin
bir arada davranışından ibaretsiniz” (Francis Crick,
Şaşırtan Varsayım. s:3 )
Bununla da kalmadı, bize, olağanüstü bir sinir
makinesi olan beyni anlamak için onun doğal ayıklanma
ile uzun evrim sürecinin sonuç ürünü olduğunu
kavramamız gerektiğini, evrimin ise temiz çalışan bir
tasarımcı olmadığını, küçük birikimler üzerinde
yükselen bir sarmal süreç olarak yükselip genişlediğini
anlatıyor. (Age.s:13)
Hareket algılarımızın her zaman doğru
olmayabileceğini, milyarlarca yılda doğal ayıklanma ile
evrimleşmiş küçük boyuttaki kimyasal mucize olan
hücreyi algımıza sunan Crick, bir PC’nin temel çevrim
hızı saniyede 10 milyon işleme tekabül ederken, bir
nüronun ateşleme hızı saniyede 100 darbe dolayında
olduğu dolaysıyla bilgisayarın beynimizden “milyon kat
daha hızlı çalıştığı"na dikkat çekiyor (Age. s:194)
Crick, “beynin dilinin temeli nüronlardır”
(Age.s:282) diyerek “beynin nasıl çalıştığını gerçek
anlamda öğrendiğimizde, algılarımız, düşüncelerimiz ve
davranışlarımızın üst düzeyde yaklaşık bir açıklamasını
yapacağız. Bu da beynimizin tamamının işleyişini daha
doğru ve tutarlı biçimde kavramamıza yardım edecek
ve bun günkü bulanık popüler düşünceleri söküp
atacak” (Age. s:182) belirlemesi yapmaktadır.
Bir devrimci için bu ayrıntının belki hiçbir
önemi yoktu. Ama bilim ve teknik okurken öğrendiğim
değişim, mutlak bir iddianın yapılamayacağı, en iddialı
akademik varsayımın bile bir başka bilimsel varsayımla
altüst olacağı gerçeği siyasal yaşantımda da derin izler
bırakıyordu.
Bunun ardından “Hayatın Kökleri” (Mahlon
b.Hoagland, TUBİTAK yayınları 7. baskı) küçücük
kitapçığı ise DNA serüveninin ezeldeki başlangıçlarını
açıklarken verdiği “çorba” tarifi esasında tüm canlı
yaşamın ham maddesinin tanımlıyordu: “Deniz suyunda
erimiş karbon, hidrojen, oksijen, nitrojen ve
fosfor içeren basit bileşkeler, ultraviyole
ışınları ve şimşeklerle sürekli yüz milyonlarca yıl
boyunca bombardıman edilerek, bol ve bütün
molekülleri içeren bir koyu çorba oluşuyor.” (age.s:3940)
Bu çorba zamanın inanılmaz ağırlığı altında
zincir molekülleri oluşturması, yaşam zincirini,
inorganik maddeden organik maddeye geçişi sağladı.
Buna tanık kimse olmadığı için süreci tüm ayrıntılarıyla
bilmeyebiliriz. Laboratuvar koşullarında da taklit edilen
bu senaryo sonucu, pürin ve pirimidin adı verilen
organik maddelerinde elde edilmesini sağladı. Bunlar
ise genetik molekül DNA’nın yapı taşlarıdır. ( Gen
bencildir. S:31)
“Her evrim tek kez yaşanır tekrar edilmez”
yasasına dayanarak da gerisin geriye süreçleri yaşayıp
bunu bilemeyiz, ama labaratuvar ortamında bu deneyi
yapmak mümkündü. Nitekim bilim bunu da başarmıştır.
Yaşam için enerji gerekli. Bunun kaynağı da
güneştir. Tüm canlıların canlılık kaynağı, enerjiyi
temelde güneş enerjisinin molekülleri (insanlar için) ya
da bitkilerden (hayvanlar için) içinde kilitleyip koruyan
adenosin trifosfatktır (ATP) Ateş böceği ışını da
sağlayan ATP’dir. (age. S:52) Enerji süreklilik için
zorunludur. Süreklilik ise tek düze değildir değişimlerin
evrimlerin sürecidir de.
Çeşitlenme ise mutasyon ve cinsel birleşmenin
eseridir. Biri var olan düzeneğin rastlantılarla bozulup
yeni bir düzenek kurması ya da cinsel ilişkiyle yeni bir
bileşke kurmasının eseridir. “Evrim, sonsuz genişleyen
‘çeşitliliğin’ tarihidir. “(Age.s:80) Burada da bilincimize,
“çeşitliliğin” nedeninde “DNA’nın mutasyonu ve cinsel
karışım” (age. S:90) olduğunu bilmeden de olsa
Darwin’in ortaya koyduğu evrim teorisini algılamaya
kapı açabiliyoruz. “Darwin, varoluşumuzla ilgili zor
soruya bir yanıt sağlar; ki bu, şu ana kadar önerilen tek
olası yanıttır.” (Gen Bencildir. S:27) “canlı toplum,
gerçekte, bütün geçmiş DNA değişikliklerinin ve
çevrenin yaptığı bütün geçmiş etkilerin deposudur. Bu
topluluk içindeki bireylerin büyük çeşitliliğinin
nedenidir. Doğal seçme işte bu çeşitliliği kullanarak
topluluğun daha çok gelişmesini sağlar” (Age. S:91)
Çevre tümüyle pasiftir. Çevreye uyum sağlayan
çoğalır ve yaşar. Sağlamayanlar dökülür. Kültür bir
ölçüde bunun için insanın geliştirdiği bir mekanizma
olarak, çevreyle uyumu biyolojik etkenler dışında
sağlamak üzere etken olur. Çevreye uyum vardır,
çevrenin uydurması yoktur. Evrimin ham maddesi ise
çevre değil mutasyondur, cinsel bileşkedir. Evrim
tekrarı olmayan yok olması halinde yerine hiçbir şeyin
konulması mümkün olmayandır (Age. s.69).
“Bütün canlı yaratıklar kendilerini oluşturan
bilgiyi DNA’da biriktirirler. DNA’yı mesajcı RNA’ya
kopya ederler, mesajcı RNA’yı proteine tercüme
ederler. Dahası DNA’nın mutasyonuyla veya cinsel
karışımla değişmesi proteinlerin kalıcı değişimine
neden olur. Böylece organizmalar arasında gittikçe
artan farklılıklar ortaya çıkar ve sonunda yeni türler
doğar.” 60 trilyon hücrenin uyumlu işbirliğine ihtiyaç
duyan insanın kaderini doğal çevrenin etkilerinden çok,
insanın doğal çevreyle ilişkisi belirleyici olacağı
sonucuna varmak güç olmayacaktır.
Evrimi bu boyutta kavramamızı sağlayan
bilimsel süreçler doğal olarak insani her yönelimimize
de katkı sunuyorlar.
Bir devrimci olarak bu bilimsel verilerin siyasal,
sosyal düşüncelerimde oynadığı rolün ne olacağını
buradan kestirmek zor değildir.
Okumalar açılıp derinleştikçe çarpıcı kitapların
izleri düşünsel bilinçaltımızın oluşumunda da etkilerini
gösterir. Ayın konuda kalmak kaydıyla, Richard
Dawkins’in “Gen Bencildir” (TÜBİTAK yayınları 2.
basım) kitabının öğrettiği çok şey olmuştur diyeceğim.
Bir devrimci olarak doğayı sevmek ve tüm canlı türleri
arasında bir eşitlik algısını bilince çıkartmak için,
öncelikle siyası mücadele içinde olanların okunmasını
tavsiye edeceğim bir kitaptır bu.
Kitabı açar açmaz şu cümleyi görmek müthiş
bir etkidir. “Bir türü, diğer bir türden üstün kılacak
hiçbir nesnel dayanak yoktur. Şempanze ve insan,
kertenkele ve mantar, hepimiz, üç milyar sene kadar
önce doğal seçilim olarak tanıdığımız süreç içinde
evrimleştik” ( Gen bencildir. s:1)
Dawkins bu sözlerini “Yaşama Darwinci Bir
Bakış Cennetten Akan Irmak” adlı Varlık-bilim
yayınlarından çıkan kitabında “ yeryüzünde yaşayan
tüm canlılar tek bir atadan gelmiştir“ diyerek tekrar
etti. (Age.s: 22)
150 -250 bin yıl önce yaşadığı varsayılan
“Afrikalı Havva” ya da “Mitokondriyal Havva”nın “tüm
modern insanların salt dişi soy çizgisiyle kökeni olduğu
söylenebilecek, tarihsel olarak bize an yakın kadın
olduğudur” (Age. s:60) tezi aynı zamanda spermlerin
enerjisini veren (bir kaç tane) mitokondrilerin yalnızca
anneden alındığını gösteriyor. Yaşam enerjimizin
temelinde bu enerji istasyonunun rol oynadığını (Age.
s:52-53) bilince çıkarmakla cinsimizin dişisine nasıl
bakmamız gerektiğine ilişkin mesajlar vermektedir.
Bilimsel araştırmalar genlerimizin belirli
nitelikleri arasında “bencillik olduğu”nu bunun da
benciliğimizin birey davranışlarımızda da yansıması
olduğu gerçeğine işaret ediyor. Başka hiçbir türün
cesaret edemeyeceği ve yapamayacağı bir şeyi yapmak
üzere, bu gerçeği değiştirmek için kültürel aktarımlarla
insan olarak yeni kuşaklara vereceğimiz çok şeyin
olduğunu bilmek gerekir. “Yaşamınız boyunca ne kadar
bilgi ve akıl edinirseniz edinin, bir damlası bile
çocuklarınıza genetik yollardan geçmez. Her yeni kuşak
sıfırdan başlar. Bir beden genlerin kendilerini
değiştirmeden saklama araçlarıdır” ( Gen Bencildir.
s:45)
Bilim okumanın işte bu hallerde de siyasal,
sosyal algılara, ekonomik düşün arayışlarına sevk etme
boyutu olduğunu görmek güç olmayacaktır.
Bu konuyu neden ele aldım: Okumanın
ezbercilik olmadığı, aktarmacılık olmaması gerektiği,
çıkarsamaların, soyutlamaların okumayı bilgi birikimine
çevirdiğini anlatmak için söz konusu ettim. Genç
kuşağın okumalarına yön vermek için, okuduğunu
sanan bazı ahmakların gerçekte eklektik aktarmalarla
kendilerini göstermek istedikleri gibi birikimli
olmadıklarını yansıtmaya çalıştım.
Kimisi Stephen Hawking’i ve zamanın kısa
tarihinde kara delikleri anıyor, kimisi Hubbel’li ele
alıyor, onu bir uzay teleskopu sanıyor. İsim anıyor ama
bilince yansıyan algı ne içerik açısından ne de
soyutlamaları açısından bir bilgi vermiyor. Bilimle de
uğraşıyorum numarası çekiyor. Hiç ilgisi yok. Kitap
okuyorlar ama bilgi birikimi yapmıyorlar, çünkü
bilimden
soyutlamalar
yapıp
siyasal-sosyal
mücadelelerine yön vermiyorlar. Bunun için bilim
okumak, bilgi birikimi amacına soyutlamalarla sonuçlar
çıkartmaya yönelmedikçe, kağıt üzerindeki mürekkep
lekeleriyle uğraşmak anlamından öteye geçmiyor.
Konusu açılmışken kısaca belirteyim:
Kiminin sandığı ve sığlığı gereği isim anarak
bilgili olduğu süsü verme çabasından mütevellit
“Hubble, atmosferin dışına yerleştirilen ilk büyük
teleskop” algısı, esasında bilimle ilgili okumalardan
hiçbir şey öğrenmemek anlamına geliyor. Zaten çoğu
gösterişçinin okuma eylemi de bu gösteri içindir, ötesi
için değil. Bilimsel veriler ve faaliyetleri üzerinde
tartışmalar iyi mi olur kötü mü olur sınırında ilkokul
çocukları düzeyini aşmaz. Üstelik bunu ele alanlar
başkalarını da, bilimle uğraşmıyorlar, ilgisizler diye
eleştirir, özrü kabahatinden büyük bir eda içinde
olurlar.
Hubble deyince çok şey anlamak ve çok önemli
soyutlamalara gitmek gerek. Bunlar bir devrimci siyasal
mücadele insanı için elbette ki formüllerden,
rakamlardan,
kareköklerinden,
logaritma
ve
diferansiyel hesaplarından çok farklı bir şey olacaktır:
Zaten bunun için soyutlama yöntemi, her okumayı bilgi
birikimine çevirme şansı yaratmış olur.
Bu amaçla bilim ve teknik okumalarımdan
çıkan soyutlamaları okurlarımla paylaşmak üzere bu
konuya benim açımdan nasıl yaklaşılması gerektiğini
ortaya koyacağım, farkı da okur algılasın.
Edwin Powell Hubble (20 Kasım 1889 - 28 Eylül
1953) ABD’li astronom. Hukuk mezunu olup, gök
bilimlerine sonradan ilgi duymuştur. Samanyolu
galaksisinden ibaret olduğu sanılan evrenimizi,
Andromeda bulutsusunu keşif ve bireysel yıldızlarına
ayrıştırmayı başararak evrenimizin çok galaksili
olduğunu ispatladı (1923).
Işık tayfı incelemeleri ve kızıla kayan renklerin
galaksilerin birbirinden uzaklaştığını göstererek
genişlemeye devam eden bir evren senaryosunu
bilimsel olarak ispat etti. Bu “Hubble sabiti” sayesinde
oldu; “birim uzaklık başına belli bir hız artışını veren
sayı ( Bu sayı, hız ve uzaklık arasındaki orantılılığın,
verilen bir zamanda, bütün gökadalar için aynı olduğu
anlamında sabittir; yoksa evren evrimleştikçe sabit
değişir)” (Steven Weinberg, İlk Üç dakika, s:27) .
Buradan başlayan veriler evrenimizin yaşını
belirleyecek ve evrenimizin gelişim süreçlerini izah
edecek, Big Bang teorisinin temellerini oluşturacak
açılımların
başlangıcını
oluşturdu.
“Modern
evrenbilimin temeli” (Paul Davies, Son Üç Dakika, s:32)
böylece atılmış oldu.
Bilim teknik yayınlarının başucu haline
getirdiğim kitapları arasında, Steven Weinberg’in “İlk
Üç Dakika”
adlı kitabında güzel bir anlatımla,
“Gökadalar, uzaklıkla orantılı olan bir hızla bizden
uzaklaşmaktadırlar… her gökada çifti, aralarındaki
uzaklıkla orantılı olarak birbirinden uzaklaşmaktadır…
Hubble sabitinin her bir milyon ışık yılı için saniyede 15
km civarında olduğuna inanılmaktadır…” (Age. s:28)
diyor ve buradan hareketle “karakteristik genişleme
zamanı” tespit edilerek evrenimizin yaşı bulunur.
Bulunan sayı 20 milyar yıldır. Ancak evrenimiz daha
gençtir zira Hubble sabiti, gökadaların kütle çekim etkisi
altında sürekli yavaşlaması nedeniyle sürekli sabit bir
hızla birbirinden uzaklaşmamışlardır. Düzeltmelerle
sonucu ( Walter Bade ve diğerleri tarafından, Age. s:28)
evrenimizin yaşının 13.7 – 14 milyar yıl olduğu tespit
edilmiştir.
Hubble sabiti’nin açtığı ufuklarda evrenimizin
genişleme özelliklerini kavradığımız gibi, sonunda
büzülüp içe çökerek bir kez daha Big bang öncesi anın
yoğunluğuna dönüp dönmeyeceğini de öğreniyoruz.
“Evrendeki maddenin ortalama yoğunluğu belli bir
kritik değerden küçük ya da ona eşit ise evren uzaysal
olarak sonsuz olmalıdır. Bu durumda evrenin şimdiki
genişlemesi sonsuza dek sürecektir. Öte yandan eğer
evrenin yoğunluğu bu kritik değerden büyük ise, o
zaman maddenin doğurduğu kütle çekim alanı evreni
geriye kendi üstüne kıvırır… Bu durumda kütle çekim
alanları evrenin genişlemesini sonunda durdurmaya
yetecek güçtedir; öyle ki evren sonunda içe, belirsiz
büyük yoğunluklara doğru çökecektir. Kritik yoğunluk
Hubble sabitinin karesiyle doğru orantılıdır; bu günün
benimsenen değeri olan bir milyon yılda 15 km/s için
kritik yoğunluk santimetre küpte 5x10 üs -30 grama
eşittir: Bu bin litrelik uzay içinde üç hidrojen atomuna
eşdeğerdir.” (Age. s:34)
Bu bilgilere ek, gökadalar arısındaki
uzaklaşmanın özgün bir kuvvetle olmadığı, bir tür ilk
patlamanın eseri
olduğunu öğreniyoruz.
Bu
bilgilerimize Arno Penzias ve Robert W. Wilson’un
1965’te 3 Kelvinlik (K) mikrodalga (gürültüsü) arkalan
ışınımının kozmik olduğunun keşfedilmesi. Ve bu 3K’nın
evrenin her tarafında aynı olmasının bulgulanması
nedeniyle hiçbir zaman ısısal dengeye sahip olmayan
bir evreninin bir dönem ısısal dengede olmasına önemli
bir kanıt olmuştur. Bu ise, “başlangıçtan beri gelişen
olayların
akışını
buradan
çıkartabilme"mizi
sağlayacaktır. (Age. s:58) 20. yy’ın en önemli bilimsel
keşfi de budur.
“İlk Üç Dakika” kitabı kadar heyecanla
okunacak “Son Üç Dakika” kitabından da bilgi birikim
edinimlerimize katkı bulunuyor. Kütle çekiminin
gökadaların dışa doğru hızla kaçışlarını engelleyen bir
faktör olması evrenin geçmişten bu güne daha hızlı bir
saçılma, genişleme durumunda olduğunu, gerisin
geriye giderek evrenin sıfır boyut ve sonsuz yoğunlukta
olduğu, bu yoğunlaşmanın sıfır noktasındaki
patlamasıyla evrenin ve maddenin her türünün
oluşmaya yöneldiğini gösteriyor. “Büyük patlama
madde ve enerji kadar, uzayın da kökenidir. Bu tabloya
göre, içinde büyük patlamanın gerçekleştiği, önceden
mevcut bir boşluk olmadığını anlamamız çok önemlidir”
belirlemesi yapılıyor. (age. s:35)
Buradan da “önce yoktu, zamanın olmadığı
yerde ise, alışılmış anlamda nedensellik de olamaz”
(Age. s:35) sonucuna vararak “büyük patlamada
hiçlikten var olan bir evren büyük çöküşte hiçliğe
dönüşüp yok olur” (Age. s:127) belirlemesi, evrensel
boyutlarıyla fizik aleminin başını ve sonunu nasıl
kavramamız gerektiğine işaret ediyor. Ve sonucu çok
güzel olasılıkla kapatıyor: “ Evrenin sınırı olsa bile,
düşüncelerin
sınır
tanımayabileceği
olasılığını”
vurguluyor (Age. s:157)
“İlk Üç Dakika” ve “Son Üç Dakika” kitabını
okumak bir devrimci için evrenle ilgili müthiş
soyutlamaları algılamak demektir. Madde kadar karşı
maddeyi algılamak, evren kadar sonsuz yoğunluktaki
atom büyüklüğünü algılamak demektir. Bu ise siyasalkültürel sosyal yaşamımızda her olay derinliğine bakma
yöntemi kazanmak demektir. Olayın ve olayların içine
nüfus etmek, tesadüfleri, olasılıkları, iç bağlantılarını
kavramak demektir. Kendi adıma bilim teknik
okumalarım bana evrenin her bir unsurunun önemini
sosyal ve siyasal yaşamda her verinin önemini
algılamayı öğretmiştir.
Hubble sabiti, devrimci hareketin, özgürlük ve
demokrasi
mücadelesinin
kimi
sabitleri
gibi
algılanmadan, onlarla ölçümler yapmadan, 3K kozmik
akalan ışınım algıları tarihsel siyasal mücadelelerin tüm
değişkenliklerine karşın başlangıç dengelere sahip
olduğu bilincini taşıyor.
En ilkel rakamsal araştırmalardan en uzak
kozmik araştırmalara bilim ve teknik okumaları, bir hobi
olduğu kadar aklın gelişim dinamiklerine de bir katkıdır.
George İfrah’ın elimdeki 8 cildiyle TÜBİTAK
yayınlarından “Rakamların Evrensel Tarihi” de, “el,
tüm çağların ilk sayım ve hesap makinesi” (Age. C: I,
s:12) olduğunun ilginç serüvenini, sayılar bilimini ve
bunun toplumların sosyo-kültür yapılarındaki etkilerini,
“İnsan zihninin büyük ustalığı” olan sıfırın bulunuşu ve
az sayıda şekille sayıları simgeleyerek inanılmaz
ölçekteki sayımı en az sayıyla ifade edişin öyküsünü
öğreniyoruz. Ondalık sisteminin en yetkin sistem
olmasının on parmağımızla ilgili bir marifet olduğunu
(Age. s:123), büyük soyutlamaların üreticisi insan
aklının tarih serüveninden, siyasal, toplumsal, kültürel
yaşamımıza çok önemli bilgileri ve yönlendirmeleri
sunduğuna işaret etmektedir. Rakamların evrensel
tarihi, tarih içinde gereksinim duyacağımız tüm
rakamsal işlemlerin aynı zamanda bir sosyal, kültürel,
siyasal işlem olduğuna da önemli bir veri olduğunu
anlıyoruz.
Bilim ve teknikten, James Gleick’in “Kaos”
kitabı ve David Ruelle‘nin “Rastlantı ve Kaos”
kitabından fizikçilerin ve matematikçilerin düzenlilikler
arayışı karşısında düzensizliğin faydasını, bilimini ve
bunun yaşantımızdaki yerini öğreniyoruz. Patrik
değerlendirmeler için birikimlerimiz arasına alıyoruz.
“Kelebek etkisi”nin basit bir itimin nasılda zaman ve
mekan faktörü içinde dev bir gücün oluşuna gittiğini
kaosun ifade ettiği karmaşa algısı öğretiyor.
MİHRAC URAL
KADİM HİKAYELER - KABE BİR HİNDU TAPINAĞI
Peygamber Muhammed’den yüzyıllar
önce Arabistan, Vedik kültürünün parlak merkezi
ve olağanüstü zenginliklerle dolu bir coğrafyaydı.
Bu kadim kültürün ne olduğunu
öğrenmeğe başlarken önce Arabistan adına
bakabiliriz; bu kelimenin orijinali Sanskritçe
“Arvasthan”dır ve Atlar Ülkesi anlamına
gelmektedir. Daha da derinden bakacak olursak
Arva (atlar) ve Sthan (yer) anlamındadır. Bu
bölgede yaşayan halka Semitik denilirdi; bu da
yine Sanskritçe Smritic’den gelir. Araplar kadim
Vedik Semitizmini izlemekte Manu-Smriti!yi kutsal
sayarlardı. O dönmede Uttarapath (Kuzey Yolu)
Hindistan’ın kuzeyine açılan uluslar arası bir yoldu
ve tüm önasyaya ve Arabistana açılıyordu. Ayrıca
İslamın doğuşundan 800 yıl öncesinden başlamış
bulunan çok sıkı bir deniz ticareti de söz
konusuydu: Basra limanı Hindistan’dan gelen tüm
malları ve konukları karşılıyordu. Konuşulan dil
Sanskritçe idi ancak yüzyıllar gibi uzun bir
zamanda giderek değişti ve günümüz Arapça’sına
dönüştü. Bunun en aşikar kanıtı Arapça ve
Sanskritçe bulunan sayısız benzer kelimedir; işte
bazıları:
Sanskritçe
Arapça
Sagwan
Saj
Vish
Besh
Anusari
Ansari
Shishya
Sheikh
Mrityu
Mout
Pra-Ga-ambar Paigambar
Maleen
Malaun
Aapati
Aafat
Karpas
Kaifas
Karpur
Kafur
Pramukh
Barmak
Türkçe
gemi kerestesi
zehir
Havari
şeyh
ölüm
cenetten gelen
kirli
afet
keten
kafur
şef
Hatta bazı kılıçların adına Handuvani,
Hindi, Saifulhind. Muhannid denilirdi. Sanskrit
Astronomisi de Arapçada kolayca görülmektedir;
Brahma-Sphuta- Siddhanta; Sind-Hind olarak;
Khanda-Khadyaka da Arkand olarak geçmiştir.
Matematiğe ise Arapçada Hindisa denmektedir.
Araplar matematik; fizik ve astronomi gibi hemen
her alanda bilgilerini Hindistandan alarak kendi
sistemlerini geliştirdiler.
Önemli Arap bilginlerinden olan W.H.
Siddiqui’den alıntı;
“Arap medeniyeti Hindistanla yapılan
kültür ve mal ticaretinin sonunda yoğun ve geniş
çapta bir ilerleme gösterdi. Göçebe arap kabileleri
büyük bir ölçüde yerleşik düzene geçtiler ve hatta
surlarla çevrili kentlerde yaşamaya başladılar;
hayvancılık; tarım ve ticaretle uğraştılar;
tanrılardan korktular ve krallarını yücelttiler.”
Bazı kimseler yanlış bir şekilde Arapların
Hindu sözcüğünü aşağılamak için kullandığını
düşünmektedir. Bu tamamıyla yanlıştır; İslam
öncesi Arabistanda Hinduizm çok yaygındı; bunu
kolayca en sevdikleri kızlarına “Hinda” yada “Saifi
Hindi” adlarını vermelerinde belliydi. Arapların
Hindistanı manevi ve kültürel anavatanları olarak
görmeye alışık oldukları aşağıda dört Vedanın
değinildiği şiirden anlaşılmaktadır:
“Aya muwarekal araj yushaiya noha minar
HIND-e Wa aradakallaha manyonaifail jikaratun” ”
Ey Hint ülkesi, sen ne kadar da kutsalsın; sen Tanrı
tarafından seçilmiş ve bilgelikle kutsanmışsın”
“Wahalatijali Yatun ainana sahabi akhaatun jikra Wahajayhi yonajjalur -rasu minal
HINDATUN “
.”Dört fener gibi parıldayan şahane bilgeliğin
bolluk ve bereket getirir”
“Wahowa alamus SAMA wal YAJUR
minallahay Tanajeelan Fa-e- noma ya akhigo
mutiabay-an Yobassheriyona jatun”
“Bu bilgiyle yanan SAM ve YAJUR yaradılışta
bahşedildiler; işte kardeşlerim özgürlüğe giden
Vedaların yoluna saygı duyun ve izleyin”
“Wa-isa nain huma RIG ATHAR nasayhin
Ka-a-Khuwatun Wa asant Ala-udan wabowa
masha -e-ratun”
“Diğer ikisi RIG ve ATHAR bize kardeşliği
öğretecek; karanlık onların aydınlığında sonsuza
kadar yok olacaktır”
Bu şiir Labi-Bin-E- Akhtab-Bin-E-Turfa
tarafından Arabistanda yaklaşık M.Ö. 1850’de
yazılmıştır. Bu şiir; kadim Arap şiiri antolojisi
çalışması olan Sair-Ul-Okul’da bulunmaktadır; bu
eser M.S. 1742’de Sultan Selim!in emriyle
derlenmiştir. Arapların MÖ 1800 lü yıllardan beri
Vedaları kutsal yazıtları olarak kabul ettikleri ve
bunlara sadakatle bağlı oldukları sadece Vedaların
ne kadar eski değil, aynı zamanda Hint uygarlığının
Indus’tan Akdeniz’e kadar uzandığını da
kanıtlamaktadır.
Muhammed
peygamberin
doğumu
sırasında da Vedik kültürü oldukça canlıydı. Yine
bunun kanıtını Sair-Ul-Okul’dan alalım ve
peygamberin doğumundan 165 yıl önce yazılmış
bir şiirde bulalım:
“Itrasshaphai Santul
Bikramatul phehalameen Karimun
Bihillahaya Samiminela
Motakabbenaran Bihillaha
Yubee qaid min howa
Yaphakharu phajgal asari
nahans Osirim Bayjayholeen
Yaha sabdunya Kanateph natephi
bijihalin Atadari Bilala masaurateen
phakef Tasabahu. Kaunni eja majakaralhada
walhada Achimiman, burukan, Kad, Toluho
watastaru Bihillaha yakajibainana baleykulle
amarena
Phaheya jaunabil amaray Bikramatoon” – (Sair-ulOkul, sayfa 315)
“Ne mutlu onlara ki Kral Vikram’ın
zamanında doğdular: Zira o kendisini halkının
iyiliği ve selametine adamış, cömert ve çalışkan bir
kraldı. Ancak o zamanlarda biz Araplar maneviyatı
unutmuş ve dünyevi zevklere düşmüştük.Entrika
ve eziyet yaygınlaşmıştı. Umursamazlığın karanlığı
ülkemizi sarmalamıştı. Canı için çırpınan kurdun
ağzındaki bir kuzu gibi; biz de boşvermişliğin
pençesindeydik. Ancak günümüzü aydınlatan
şafak; eğitimin ışığı altında sonucunu verdi ve o
bilge Kral Vikram biz yabancıları unutmadı. Kendi
kutsal kültürünü, gönderdiği bilginler ve
öğretmenler sayesinde ülkemizin üzerindeki güneş
gibi aydınlattı. Bizlere Tanrı’nın varlığını hatırlattı
ve ona giden yolu gösterdi”
Orijinler adlı kitabında (3. ve 4. ciltler) Sir
W. Drummond şöyle demektedir: İbrahim vahi
aldığı zamanlarda insanlığın ortak dili ve kültürü
Sabaizm idi. Ve felsefeleri dünyadaki bütün
milletlere ulaşmış durumdaydı.” Kitabının 439.
sayfasında Kabe tapınağında bulunan 360
ikonadan söz etmektedir; bu Vedik ikonların adları
Arapça – Sanskritçe karşılaştırılmasıyla bazıları
verilmiştir:
Arapça
Sanskritçe
Türkçe
Al-Dsaizan
Al-Ozi or Ozza
enetji
Al-Sharak
Bag
Bajar
şimşeği
Kabar
Tanrısı
Dar
Kralı
Dua Shara
Tanrıların Lideri
Habal
Dayanıklılık Tanrısı
Madan
Tanrısı
Manaph
Manat
Shiv
Obodes
Shani
Oorja
Saturn
kutsal
Shukra
Bhagwan
Vajra
Venus
Tanrı
Indra’nın
Kuber
Zenginlik
Indra
Tanrıların
Deveshwar
Bahubali
Madan
Aşk
Manu
Somnath
İlk İnsan
Lord
Bhoodev
Dünya
Razeah
Kralı
Saad
Tanrısı
Sair
Tanrıçası
Sakiah
Sawara
Yauk
varlık
Wad
Rajesh
Kralların
Siddhi
Şans
Shree
Zenginlik
Shakrah
Shiva-Eshwar
Yaksha
Indra
Şiva
Kutsal
Budh
Mercury
Kabe ele geçirilmeden önce uluslararası
bir Vedik Tapınağı idi. Harihareswar Mahatmya
kadim Vedik Yazmalarıdır; burada Vişnu’nun
Mekke’deki ayak izinden bahsedilmektedir.
Bununla ilgili önemli ipuçlarından birisi
Müslümanların bu bölgeye Sanskritçe
Hariyam dan gelmiş olan Haram demeleridir; HARI
, Vişnu’nun müttefikidir. Eski yazıtlar şöyle der; :
“Ekam Padam Gayayantu
MAKKAYAANTU Dwitiyakam
Tritiyam Sthapitam
Divyam Muktyai Shuklasya Sannidhau”
Burada Vamana’ya; üç belirli mekana
ayak basarak buraları kutsayan Vişnu’nun
reenkarnasyonuna bir gönderme vardır; bu
yerlerin adı Gaya; Mekke ve Shukla’dır. Bu şekilde
oyulmuş kutsal mekanların ziyaret edilmesi Vedik
bir gelenektir. Ayak izlerinin günümüzde iddia
edildiğinin aksine herhangi bir kişiye ait olmadığı
kesindir zira bu figürler hep tek ayak şeklindedir.
Kabe’de bulunan siyah taş (SAnge Aswat
olarak bilinir ve Sanskritçesi Sanghey Ashweta dır
ve beyaz olmayan taş anlamına gelir) bir Şiv
Amblemidir. Kabe’de arkeolojik kazılar yapılacak
olursa Vedik ikonların kalıntılarına kolayca
rastlanabilir. Kabe anlam olarak Sanskritçe Ghaba
dan gelmektedir ve anlamı Mabet’tir. Hajja ve
civar bölgelerinde Rama ve Somia kabileleri vardı;
bu isimleri kabilelerin izlediği Tanrısal varlıklar
olan Vedik Soma (güneş)ve Rama’dan (ay)
gelmektedir. Ay Tanrınsın İslam öncesi
dönemlerde çeşitli isimleri vardı; bunlardan biri Allah idi. Al-lah’ın 3 çocuğu vardı ; bunlar; Al-lat, Aluzza ve Manat idiler. Al-lat ve Al-uzza ikisi de
dişildi. Manat ise Somnath yani Ay Kralının ismidir
ve Kabe’nin o dönemde Ay Tanrısı Somnath’ın
hizmetindeydi. İşte Kabe’deki siyah taş tüm Şiva
ikonlarında Şiva’nın anlında bulunan ve dolun ayı
temsil eden taştan başkası değildir. Ayrıca her Şiva
tapınağında Ganj Nehrini temsilen bir su kaynağı
bulundurmalıydı. Zemzem suyu kaynağı bu
eşleşmeyi tamamlamaktadır.
ATHURA HÜRMÜZ
SOL NE YAPMALI
Emperyalist kapitalist sistemin krizlerinin
biri bitiyor, biri başlıyor. Yeni çözüm önerileri
üzerine konuşumalar yapılıyor, teoriler üretiliyor.
Oysa emperyalist kapitalizmin doğası krizlere
dayalıdır.
Her krizde işçiler, işsizler, yoksullar,
emekçiler daha fazla yoksulaşmaktadır.
Çözüm sol da ve sosyalist ekonomide.
Emperyalist kapitalist sisteme göbeğinden
bağımlı ülkeler teker teker iflas ediyorlar. Diğer
yandan da zayıf, cılız, dışarıdan pompalamada olsa
Afrika’da, ortadoğu’da gelişen bahar rüzgarı ile
ortadoğu halkları önemli bir mevzi kazandılar
benim nazarımda, çünkü bu toplumlarda “biat
“kültürü hakimdi. Bu bağlamda bu yaşanları
olumlu buluyorum. Diğer taraftan da son yapılan
seçimler de Avrupa’da ve Latin Amerika’da ki sol
dalga toplumun umutlarını yükseltmektedir.
Ülkemize gelince sol-sosyalistler büyük
oranda daralmış durumda. Bu daralmayı mutlak
kırmalıyız. Bir biçimde bu kabustan kurtulmalıyız.
Ülkedeki dinamik güç Kürt toplumsal hareketi
üzerinden gidiyor. Onlar da bu daralmayı
görmelerinden kaynaklı yeni arayışlara geçmiş
durumdalar. Türkiyeli sosyalistler olarak bu
ablukayı mutlak kırmalıyız.
Hep beraber Kürdü ile Türkü ile yoksulu ile
kısaca ülkede ki ezilen, horlanan, dışlanmışlarla,
ötekilerle aşağıdan yukarı doğru örgütlenerek. Bu
ablukayı mutlaka ama mutlaka kıracağız.
Peki sol olarak üzerimize ne düşüyor? Çok
çalışmalıyız. Çok okumalıyız. Bunları dayanışma
geleneğimizi unutmadan özüne uygun olarak
yapmalıyız.
Benmerkezcilikten kurtulmalıyız. Her
sohbette anılarımızı anlatmak yerine çalışmalıyız,
üretmeliyiz, paylaşmalıyız. Kim ne biliyorsa, ne
kadar biliyorsa mutlaka yazmalı hiçbir şey
yapamıyorsa fotokopi yapıp dağıtmalıyız. Yoksa bu
ablukayı kıramayız.
Umutlarımız her zamankinden daha diri
tutmalıyız. Karamsarlığı ancak böyle yıkarız.
Hoşgörümüzü ve sakinliğimiz mutlaka korumalıyız.
Akp’nin tekçi, saldırgan tutumuna karşı
ortak hareket noktaları yaratmalıyız.
Her konuda akıllı çözümler üretmeliyiz.
Ortak cepheler örgütlemeliyiz.
Kendi içimizde ki sorunları büyütmeden
ortak noktalarımızı ön plana çıkartmalıyız.
Toplumsal mücadelede yeni kanallar açıp
HES’ler karşı olmalıyız ve ekolojik değerleri
mutlaka korumalıyız, sahiplenmeliyiz. Bunlarla
ilgili varolan çalışmalara destek olmalıyız ayrıca
yeni yeni projeler oluşturmalıyız. Örneğin yoksul
köylüler, kendi aralarında dayanışma ağları
kurmalı, işçiler yine kendi aralarında, öğrenciler
kendi aralarında dayanışma ilişkileri kurmalı
bunlar yörenin konumuna göre üretime yönelikte
olmalıdır. Üretim ve tüketim kooprattifleri
şeklinde vs.
Yapılan olumlu işlerimizi gündeme
getirmeliyiz ve dersler çıkarmalıyız. Yine iyi
gitmeyen işlerden de dersler çıkarmalıyız. Tabi ki
bunlar ancak çalışarak, üreterek, paylaşarak olur.
Önümüzdeki süreçte yeni bir anayasa
tartışması var mutlaka bununla ilgili ciddi
önermelerimiz olmalı. %10 barajın kalkması
konusunda çalışmalar yapmalıyız. Düşünce ve
ifade özgürlüğü konusunda yasal düzenlemelerin
yapılması konusunda kamuoyu oluşturmalıyız. İş
yasası, esnek çalışma, 8 saatlik çalışma süresi
konusunda çalışımalar yapmalıyız. Bunlar anayasal
güvenceye alınmalı. Eşit yurttaşlık ve ortak kimlik
konusunda ayrıca yurtseverlik, insan hakları,
demokrasi, cumhuriyet, gibi evrensel kavramlarıda
ön plana çıkartmalıyız. Yukarıdaki kısa başlıklar
halinde sunduğum konularla ilgi
toplantılar,
paneller, söyleşiler ve bilgilendirme toplantıları
yapmalıyız.
Son sözü Ahmet Arif’in bir mısrası ile
bitirmek istiyorum.
Yıkma öyle kendini, öyle garip öyle
mahsun. Dayan diş ile tırnak ile kitap ile sevda ile
düş ile Gör nasıl yeniden yatırız, namuslu genç
ellerimizle kızlarım oğullarım var her biri cihan
parçasıdır.
CUMA GÜRSOY
RAKAM DEĞİL,
“İNSAN”IM! BENİM DE BİR HİKAYEM VAR!!!
Ben Celal Encü'yüm, 2012’yi görsem 17 yaşıma girecektim;
Altı nüfuslu fakir bir ailenin son çocuğuyum, annemi beş sene önce yitirdik. Yoksulluk 8. sınıfa kadar
okumama müsaade etti. Ondan sonrası ben diyeyim “sınır ticareti” siz deyin “kaçakçılık”…
Kaçakçılık bizim buralarda ata mesleğidir; birilerinin akrabalarımızla aramıza ördüğü tel bizim için bir
şey ifade etmiyor, biz telin öte yanındaki akrabalarımızla alışveriş yapıyoruz…
Futbol oynamayı çok seviyordum. Siz benim adam adama çalımlarımı görecektiniz. Her akşam halı
sahada kaç kişiye saç baş yoldurduğumu buradakiler bile biliyor. O pahalı ve ağır bombalar beni paramparça
savurmasaydı Roboskî’nin yaylalarına, kaymakamlığın futbol turnuvasına katılacaktım, ileride iyi bir futbolcu,
mesela Messi olacaktım…
Anlayacağınız, çerçeve yapıp astığım hayallerim vardı benim de, hepiniz gibi ben de her gece karşısına
geçip tebessüm ediyordum.
Sizin hiç tebessümünüz çalındı mı? Benimkini çaldılar!
Şimdi burada tebessümlerimin hırsızı, umutlarımın cellâdı olanlar hesap versin diye gözlerim açık
bekliyorum. Oysa beni Roboskî kabristanına gömenler, canımın yarısı amcamın oğlu Faruk'u da hapse
atmışlar, bu mu adalet? ...
Belki kızacaksınız ama bir çift sözüm var;
Eğer beni öldüren bombalar ADALET’i de öldürmediyse,
ADALET talep ediyorum…
Herkesin hakkı değil mi Adalet?
YOKSA; O kocaman, pahalı bombalarını beni öldürmekte harcadığı için devletten ÖZÜR dilemeli,
Hedefi şaşırmayıp beni öldürdüğü için Genelkurmaya TEŞEKKÜR mü etmeliyim!?
CELAL ENCÜ
MARAŞ KATLİAMI
“Güneş Ne zaman Doğacak” isimli Sovyet
aleyhtarı filmin çiçek sineması’nda 19 Aralık 1978
günü gösterimi esnasında ülkücü ökkeş kenger’in
bomba atması ile başlar. Bu provokasyonla
sağcılar, Solculara Kürtlere ve Alevilere karşı
kışkırtılır. Sinemadan çıkan topluluk “müslüman
türkiye” sloganları ile chp binasını tahrip ederler
ve ptt binasını taş yağmuruna tutarlar.
Ertesi gün "allah adına cihata" çağrılan
Maraş köylerinden gelenlerin katılımıyla Maraş
katliamı başlatılır. İki TÖB-DER’li öğretmen
öldürülür ve Alevilerin iş yerleri işaretlenir. 22
Cuma hazırlık yapan gerici faşistler; 23 ve 24 Aralık
günleri iki gün süreyle yüzleri maskeli gruplar
halinde, silahlı, sopalı, baltalı olarak saldırıya
geçerler. Alevilere ait dükkan ve evler ile polis
araçları ateşe verilir. Ele geçirdikleri kadın, çocuk,
genç, yaşlı demeden vahşice öldürülür.
Faşist saldırılar başladığı an, ilginçtir.
Devlet güçlerinin ilk icraatı, Maraş’a dışardan tüm
girişler kapatılmış, devrimci ve demokratların,
Pazarcık
ve
Elbistan’dan
olası
girişleri
engellenmiştir. Aynı “önlem” Elbistan ve Pazarcık
giriş ve çıkışlarında da alınmıştır. Olay haberini
aldığımda Elbistan’da idim. Elbistan’da çok önemli
bir gelişme yaşanıyordu. O dönem chp’den seçilen
ve daha sonra mhp’ye geçen, senatör hilmi
soydan, Elbistan’da Devrimci militanlar tarafından
öldürülmüştü.
İlginç olan, cenazesini kaldıracak kimse
yoktu. Biz bu duruma bir anlam verememiştik.
Oysa Elbistanlı faşistlerin hepsi kaç gün önceden ,
katliam için Maraş ‘a taşınmışlar. Bu sebeple hilmi
soydan’ın cenazesini halktan insanlar mezarlığa
taşıdılar.
Öldürülenlerden
biri
benim
yakın
arkadaşım öğretmen Mahmut Ünal. Hikayesi çok
ilginçtir. Hala hatırladıkça ruhumun derinliklerinde
büyük bir acı duyuyorum. Mahmut, saldırı anında
yanında bulunan iki küçük kız çocuğunu korumak
için , onların üzerine kapanır. Faşistler Mahmut’u
satırlarla sırtından parçalamışlardır. Daha sonra
Mahmut’un cesedinin altından iki küçük kız canlı
olarak kurtarılmıştır.
Resmi rakamlara göre toplam ölü sayısı
111 kişi olarak gösterilmiştir ki, gayri resmi bunun
iki katı olarak da belirtilmektedir. Yaralı 1000
kişinin üstündedir. 552 Ev, 289 dükkan ve 8 araç
yakılmıştır.
Bu gerici faşist ayaklanma için tercüman
gazetesi yazarı ahmet kabaklı şöyle demektedir:
“Binicisini beğenmeyen asil bir kısrağın şahlanışı”.
Evet, sağcı milliyetçi yazarlar katilleri böyle
tanımlamaktadırlar.
Dönemin içişleri bakanı irfan özaydınlı;
Maraş Olayları ile ilgili hazırladığı raporda,
“Katliam planlayıcılarının 26 seyyar piyango bayisi
görünümünde şehre geldikleri saptanmıştır.” Bu
olaydan sonra irfan özaydınlı bakanlıktan istifa
etmiş.
Bu dönemde aslen Elbistanlı ve Sinemilli
Aşireti`nden olan Kahramanmaraş chp milletvekili
Hüseyin Doğan, katliamdan hemen sonra yapılan
chp grup toplantısında, görüşlerini şu sekilde ifade
eder.
“Kahramanmaraş’ta olan bir savaş değildir. İç
savaşın silahlı iki tarafı olur. Kahramanmaraş’ta olan bir
katliamdır. Bunun adına anarşi denmez. sağ-Sol
çatışması da denmez. Bu, Alevi-sünni çatışması da
değildir. Bunlar içinde aransa bile bu plânlı ve örgütlü
bir faşist saldırıdır. Çevre illerden Maraş’a getirilen katil
çetelerine belli hedefler gösterilerek, her şeyi
hesaplanan bir plânla yürürlüğe konan bir faşist
eylemdir. Kin ekip, kan çiçeği büyütenlerin, direnme
hakkından söz edip ‘milli direnme hakkı doğmuştur’
diye bildiri yayınlayanların eseridir. Maraş katliamı
‘müslüman türkiye-milliyetçi türkiye, allah için cihad
başına’ sloganlarıyla kadın demeden, çocuk demeden
vuranlar karşısında ‘Bana sağcılar ve milliyetçiler
cinayet işliyor dedirtemezsiniz’ diyenlerden destek
görenlerin eseridir...”
Maraş katliamı hakkında yazılacak veya
söylenecek çok şey vardır. Ancak tekbaşına ele
alınabilecek tesadüfi bir olay degildir. Geçmişi
osmanlı’ya kadar dayanan, resmi ideoloji, resmi
din ve mezhep doğrultusunda bir halkın dini , dili
ve kültürünün inkarı üzerinden beslenen faşist,
kadroların örgütlü imha planıdır, bu anlamda.
Maraş katliamı Maraş’ta başlamış ama
Maraşta bitmemiştir.
Çorum, Sivas ve Gazi katliamlarıyla bu
süreç devam etmektedir. Yeni süreçte bu imha
planının ön hazırlıkları bazı “deneme” saldırılarla
sürdürülmektedir. Demokrasi güçlerince önemli ve
örgütlü bir karşı koyuş geliştirilemediği sürece
nerede ve ne biçimde patlak vereceği bilinemez.
SÜLEYMAN DEPREM
4 NİSAN’DA, 12 EYLÜL ASKERİ FAŞİST DARBESİ
GENERALLERİNİN YARGILANMASI
VE YÖK'E BAKIŞ
12 Eylül askeri faşist darbesi’nin bir ürünü
olarak kurulan yök bilimi sermaye düzeninin
yararına ve hizmetine sunmuş, halkı ve halk
gençliğini karşısına almıştır.
1980’li yıllarda başta abd olmak üzere
kapitalist-emperyalist güçler enerji kaynaklarına,
çok büyük bir pazara, devasa hammadde
kaynaklarına, büyük bir iş gücüne ve hâkimiyetini
koruyup geliştirmek için stratejik öneme sahip
Ortadoğu’ya
yoğunlaşmıştı.
Bu
anlayışla
Türkiye’de önemini korumaktaydı. Bu tespitlerin
ışığında baktığımızda yök’ün neden kurulduğunu
anlamak da zorlanmayız!
24 Ocak kararları ile ülkemiz üzerindeki
abd etkisi daha da yoğunlaştı. Bu kararları hayata
geçirmenin yolu ‘’dikensiz gül bahçesi’’
yaratmaktan geçiyordu. Toplumsal muhalefetin
geldiği
noktada
stratejilerini
hayata
geçirebilmeleri bizim gibi ülkelerde darbeler
tezgâhlayarak olabileceğini düşünen abd 12 Eylül
askeri faşist darbesini işbirlikçileri aracılığıyla
gerçekleştirmiştir. O günden bu yana sermaye
partilerine
kurdurulan
hükümetlerle
Türk
devletinin politikaları abd’ye uyumlu hale getirildi.
Üniversiteler bilim üreten kurumlar olarak
bu politikaların takipçisi olması düşünülüyordu.6
Kasım 1981’de Yök’ün kuruluşu gençliğin
geliştirilen bu sürece uyumlu hale getirilmesi,
eğitimi ve yetişmiş bireyleri piyasaya uydurularak
bilimi denetim altına almayı istenmekteydi.
Eğitim alanındaki hak gasplarına, eğitimin
piyasalaşıp paralı hale gelmesine olanak
sağlayacak ortamın oluşmasına uysal gençlik
yaratılacaktı. 78’li devrimci gençlik öncülleri,
68’lilerin açtığı yolu geliştirerek sürdürdüğü
mücadelesinde egemenler için önemli engeldi. En
ileri, dinamik kesim olan gençlik acımasızca
işkencelerde,
darağaçlarında
katledilirken,
zindanlarda tutsak edilerek kırıma uğratıldı. İlerici,
devrimci, demokrat akademisyenler, öğrenciler ve
üniversite çalışanları tasfiye edildi. 30 yıl boyunca
öğrenci niteliğinin düştüğü, öğretim kadrosundaki
erozyonun hız kazandığı ve öğretim üyesi
kadroların niteliksel gerilemesinin arttığı görüldü.
YÖK’le birlikte öğretim elamanlarının
seçim ve atama yöntemleri antidemokratik
düzenlemelerle personel, öğrenci ve çalışanların
örgütlenmeleri kendilerini ifade edip söz ve karar
sahibi olmaları engellendi. Devletin yeni tip gençlik
yaratma konseptine uygun olarak beyin yıkama
faaliyetleri geliştirildi. Bu konseptin dışında
davranan kişi ve örgütlenmeler her türlü psikolojik
ve polis şiddetine maruz bırakıldı. Her türlü özgür,
bilimsel araştırma ve çalışma, proje YÖK karar ve
talimatnameleri ile engellendi.
Harçlarla ve çeşitli adlarla alınan paralarla
eğitimin nihai anlamda paralı hale getirme
düşüncesinin önü açıldı. Mezun öğrencilerin çok az
kısmı büyük uluslararası şirketlerin, önemli devlet
bürokrasisinin ihtiyaçlarını karşılarken, büyük
çoğunluk işsiz kaldı ve ucuz işgücünün pazarı
haline geldi. Öğrenciler müşterileşti, hocalar
tüccarlaştı, üniversiteler ticarethaneye dönüştü.
İmha, inkâr ve tekçi anlayışla devam eden
askeri faşist darbe rejimi Kürt gençliğini asimile
ederken milliyetçi, şoven dalganın hedefi haline
getirilerek linç ve kurşunlanmasının da faili oldu!
Meşru hakkı olan ana dilde eğitim talepleri,
okuldan uzaklaştırmalarına atılmalarına gerekçe
yapıldı.
Öğrenci halk gençliği parasızlıktan
okuyamama, ulaşım, barınma ve en temel
haklardan mahrum bırakıldı. Anadolu’nun çeşitli
yerlerinden gelen bilinçsiz gençlik tarikatların
tuzağına düşerek, barınma ve ihtiyaçları
karşılanma karşılığında bu egemen güçlerin başka
bir versiyonunu oluşturan fettullahçı ve emek ve
demokrasi karşıtı güçlerin beyin ve militarist gücü
haline getirildiler.
Yök’ün kurulmasını işte bu sonuçların
oluşmasının hazırlanması yaşanan süreç daha iyi
anlamlandırmakla beraber 30. yılına geldiğimiz
2012 yılında da hiçbir değişiklik yoktur.
Egemenlerin aralarındaki iktidar kavgasında ele
geçiren daha önceki şikâyetlerini ve askeri faşist
darbenin ürünü antidemokratik bir kurum
olduğunu unutmaktadırlar!
Akp bu sürecin kendi egemenlik alanını
geliştirerek bir parçası olmaya devam etmekte,
çeşitli açılım, demokrasi ve özgürlük söylemlerini
kendi hedeflediklerini ele geçirmek olarak
algıladığını türban tartışmalarında, egemenlerin
aralarındaki klik çatışmasında da görmekteyiz.
Cumhuriyet’in kuruluşunda oluşan statüko
başka güçlerle oluşturulan yeni statüko ile yer
değiştirirken toplumdaki bilinç yanılsaması ile
muhalif güçler ve sistemin kendi içindeki sorunlar
aynı
potada
gösterilme
uğraşında
bulunulmaktadır.
Buraya kadar anlattığımız kapitalistemperyalist sistemin konjoktürel duruma göre
işbirlikçileri ile kendini yeniden üretmesini
anlamalıyız. Bu duruma karşı sol, sosyalist,
devrimci güçlerin dağınıklığını giderecek birleşik
mücadele anlayışını geliştirip güç haline gelerek
halka güven vermeleri ve düzen partilerini tarihin
tekerrürü anlayışı ile tercih edilen durumundan
çıkarmak gerekmektedir.
78’liler özelde 12 Eylül askeri faşist
darbesi, genelde darbelerle ve karanlıkta kalan
gerçeklerin ortaya çıkarılıp yüzleşme ve hesap
sorma anlayışının gereği önemli bir demokratik
mücadele verirken ‘’ne geçmiş tükendi nede
gelecek’’
şiarıyla
Devrim
ve
Sosyalizm
perspektifiyle güç birliğine davet ediyor. YÖK ve
12 Eylül askeri faşist darbesinin ürünü
kurumlardan topyekûn kurtuluşun birlikte
mücadeleyle gerçekleşeceği inancıyla sizleri
selamlıyorum.
Demokratik kitle örgütleri
"12 Eylül
Askeri Faşist Darbecileri ve Suç Ortakları
Yargılansın" pankartı açarak 78'liler Girişimi
çağrısı ile Türkiye genelinde eş zamanlı olarak bir
basın açıklaması düzenledi.
Örgütler adına basın açıklamasında gerçek
demokrasinin sağlanabilmesi için 12 Eylül askeri
faşist darbesiyle gerçek bir yüzleşmenin
sağlanması gerektiği belirtildi "Geçmişimizle
yüzleşerek/hesaplaşarak, geçmişin
yaralarını
sağaltarak, ancak aydınlık bir geleceğin önünü
açabiliriz" denildi.
4 Nisan'da görülecek olan 12 Eylül askeri
faşist darbesi davasında:
"Kadın, erkek herkes 12 Eylül askeri faşist
darbesi davasına müdahil olmalı. Ayrıca
darbecilerin ve suç ortaklarının yargılamasında
asla ayrım yapılmamalı. Sadece darbe yapanlar
değil, darbeyi somut hayatta ete kemiğe
büründürenlerde yargılanmalı, demokratikleşme
buna eşlik etmelidir."
Açıklamanın tamamı ise şöyle:
4 NİSAN 2012 ‘DE ANKARA’DA!
EVREN’LE, ŞAHİNKAYA İLE BAŞLAYALIM!
ONLARLA BİTİRMEYELİM!
BÜTÜN
DARBECİLERİ
VE
SUÇ
ORTAKLARINI YARGILAYALIM!
Yıl 2012… 12 Eylül askeri faşist darbesinin
üzerinden 32 yıl geçmesine rağmen “dokunulmaz”
Cunta şeflerinin bir kısım suçlarıyla ilgili iddianame
düzenlenmesi, yargılama safhasına gelinmesi
önemlidir, küçümsenemez.
12 Eylül askeri faşist darbesi demek
sadece Kenan Evren mi, Tahsin Şahinkaya mı
demek? İddianame’de geçen 1 Mayıs 1977,
Maraş ve Çorum katliamları ele alındığında bile,
geniş ve kapsamlı bir şebekenin suç ortaklığı
aşikar değil mi?
12 Eylül askeri faşist darbesi, “açık askeri
faşizm”in en sert, en kanlı yöntemlerle uygulandığı
1980-83 döneminin tüm siyasi, askeri, mülki, yargı,
emniyet görevlilerini her türlü icraatlarından
dolayı yargıdan muaf tutan Geçici 15. maddeyi
anayasaya koyarak koruma altına almıştı.
12 Eylül askeri faşist darbesi "Demokrasiyi
kurma ve koruma" adına yapılmıştı. Eğer,
demokrasi gerçekten “kurulacak ve korunacaksa”
hiçbir kuruma ve kişiye "kuralları çiğneme" ve "suç
işleme" özgürlüğü tanınamaz. Halbuki 12 Eylül
askeri faşist darbe rejimi Geçici 15. Madde ile
topluma ve insanlığa karşı suç işleyenleri koruyan
bir politik sistem kurmuştu.
Bir tarafta yurttaşlara ve insanlığa karşı
işlenmiş sayısız suç, öte tarafta “sürekli cezasızlık”
durumu. Bu garabet toplum tarafından adeta
kabullenilmişti!
Sayın basın mensupları,
Değerli dostlar,
Anayasa’nın Geçici 15. Maddesi “sürekli
cezasızlık durumu” yaratarak 30 yıl boyunca
kimleri korumuş ve adaletten kaçırmışsa, onların
tümü soruşturulmalı, haklarında dava açılmalı ve
“şüpheliler” ayrımsız yargı önüne çıkarılmalıdır.
Evren ve Şahinkaya yetmez! 12 Eylül
başbakanı Bülent Ulusu ve 12 Eylül Hükümeti
üyeleri de yargılanmalıdır!
Evren ve Şahinkaya yetmez! 12 Eylül’ün
Danışma Meclisi üyeleri de yargılanmalıdır!
Evren ve Şahinkaya yetmez! Sıkıyönetim
komutanları yargılanmalıdır!
Evren ve Şahinkaya yetmez! Sıkıyönetim
cezaevi müdürleri, cezaevi istihbarat subayları,
cezaevi işkencecileri, işkenceye katılan doktorlar
da yargılanmalıdır!
Evren ve Şahinkaya yetmez! İşkenceci
emniyet müdürleri, polisler, MİT sorumluları da
yargılanmalıdır!
Evren ve Şahinkaya yetmez! “Şimdiye
kadar işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde” diyen
TİSK başkanı Halit Narin, darbeye stratejik akıllar
veren Vehbi Koç ve de TÜSİAD’da yargılanmalıdır!
Evren, Şahinkaya yetmez! 1 Mayıs 1977,
Maraş ve Çorum katliamlarında bilinen rolü yanı
sıra, Pasifik ötesinden darbeyi yönlendiren,
darbeyi ‘kendi çocuklarının yaptığını’ duyunca
rahatlayan Abd’nin başını çektiği emperyalist
odakları da yargılanmalıdır!
Akp’nin
Ergenekon
operasyonlarıyla
önemli adımlar attığı söylenerek, sayıca hafife
alınmayacak bir asker grubunun tutuklu olarak
yargılanıyor olması demokratik değişime emsal
gösteriliyor.
Darbe yapmayı tasarlayan askerlerin
yargılanması demokratikleşme için yeterli değildir.
Kimi asker/sivil bürokratların yargılanması başka
bir şey, 12 Eylül askeri faşist darbe rejiminin
demokrasi yönünde değiştirilmesi ise başka bir
şeydir. Gerçek bir demokratikleşme 12 Eylül askeri
faşist darbesiyle gerçek bir yüzleşme yapmadan
sağlanamaz. Kanlı geçmişimize sünger çekerek,
hak ihlallerini ve kıyıcılıkları yok sayarak sağlıklı bir
gelecek kuramayacağımızı bilmeliyiz.
Geçmişle
yüzleşerek/hesaplaşarak,
geçmişin yaralarını sağaltarak, ancak aydınlık bir
geleceğin önünü açabiliriz.
Darbecilerin
ve
suç
ortaklarının
yargılanmasında asla ayrım yapılmamalı. Sadece
darbe yapanlar değil, darbeyi somut hayatta ete
kemiğe
büründürenlerde
yargılanmalı,
demokratikleşme buna eşlik etmelidir.
12 Eylül askeri faşist darbe anayasasını ve
yasalarını
kaldırmak;
eşitlikçi,
özgürlükçü,
demokratik, temel hak ve özgürlüklerin güvence
altına alındığı bir anayasa yapmak bu sayede
mümkün olabilir.
4 Nisan 2012’de Ankara’da başlayacak
olan 12 Eylül askeri faşist darbe davası son derece
önemli ve kapsamlı bir davadır. Beklentimiz,
böylesine önemli bir davanın basit bir iktidar
oyununa dönüştürülmemesi, ortak acılarımızla
oynamamasıdır. Çünkü mesele bir başına şu veya
bu şahsiyetin yargılanması değildir, bir dönemle,
bir tarihle yüzleşme/hesaplaşma, bir daha aynı
şeylerin yaşanmaması ve özgürlükçü, demokratik
Türkiye’nin kurulması koşullarının hazırlanmasıdır.
Bu bakımdan bu dava hepimizin meselesidir.
Elbette kadın, erkek hepimiz bu davaya
müdahil olacağız, elbette halkı bu davaya müdahil
olmaya çağıracağız ve elbette darbe suçlularının
bütün kapsamıyla açığa çıkması ve yargılanması
hattını geliştireceğiz!
Düzenleyici Kurumlar:
Anahtar Kelimeler: ‘EVREN VE ŞAHİNKAYA
YETMEZ!, 12 Eylül Davasına Herkesi Müdahil
Olmaya Davet Ettiler!..
METİN UZUNÖZ
KAR
Akşam haberlerinde flaş haber olarak
geçti, yetkililerden sürekli uyarılar geliyor, bugün
megakente yılın ilk karı yağdı, yarın ve ondan
sonra ki günlerde şiddetli yağmaya devam edecek.
Toplu taşım araçları kullanılmalı, özel araçlar
zincirsiz çıkmamalı trafiğe gibi bilindik sıradan
önlemler. Ne çok kişi üşüyor şimdi ve daha sonra
ki günler ne çok üşüyecekler sokaklarda
yaşayanlar, yakacak bir şeyleri olmayanlar. Kimisi
neşeyle karşılıyor sokakların bembeyaz örtüyle
kaplanmasını
yoksulluğumuza
inat
içimizi
aydınlatıyor, çocuksu bir heyecan ve sevinç
kaplıyor yüreklerimizi. Düşünüyorum dünyanın
hangi ülkesinde yağacak olan kar o ülkede yaşayan
herkese aynı duyguları hissettirebilecek mi
yakacak, yatacak yeri düşünmeden karın gelişine
sevinecek topyekün bir halk var mıdır?
Çok kar yağmıştı her yer bembeyaz dışarısı
babamın deyimiyle “zemheri”. Evde çıtır çıtır
yanan soba, camlar soğuktan ince buz tutmuş,
çatıdan inen buz sarkıtları. Camın önünde durmuş
dışarıyı izliyorum bir yandan da cama resim
çizmeye çalışıyorum. Babam ‘’ perdeyi kapat
akşam vakti perdeler kapatılır, yol üstü gelen
geçen içeriyi görmesin’’ ne varsa içeride
milyonların yaşadığı bir ev, sıradan bir aile işte.
Annem bir yandan etrafı toparlıyor bir yandan da
bana söyleniyor ‘’ hiç duyuyor mu sana diyor
baban duydun mu kapat perdeyi, akşama kadar
dünyayı burnumdan getirdin’’ babama dönüp
benim ömrümü yerse bu kız yer, bana başka kimse
bir şey yapamaz, bıktım bundan canımı yedi” diye
şikayet ediyor. Ne kızıyorum anneme, ne
yapıyorsam oynuyorum işte, içten içe anneme
kızarken, inanamıyorum, Ali abi çıkıyor yokuştan
yukarıya yavaş yavaş o uzun boyuyla parkasıyla
nerede olsa fark edilebilecek biri. Görüyorum, bu
soğukta bu saatte yine sokaklarda. Ali abi bizim
sokakta ki neredeyse tüm evlere ziyaret eder,
“umarım bize gelir içimden” diyorum. Yokuşu
çıkıyor ağır ağır sırtında çantası, annem yanıma
yaklaşıp tutup kolumdan savuruyor beni somyanın
üstüne’’ kime diyoruz, bu kız kadar inat bunun gibi
laftan sözden
anlamayan bi çocuk daha
görmedim’’diye hırpalıyor beni umurumda değil,
annem durmadan dinlenmeden hep söylenir böyle
aldırmıyorum. Tam bu esnada kapı ‘’tak tak tak’’
vuruldu. Sanki sıkıyönetimciler gelmişti bu
vakitlerde değişik, sevinç ve konuk getirmeyen
vuruşları tanırdı babam. Fırladı hemen evimizi
aramaya, kendisini götürmeye geldiklerinde böyle
yapardı. O küçük arada bize kaş göz etti annemler
toparlandı. Saklayacak bir şeyde yoktu evimizde.
Biliyordum Ali abinin geldiğini, biraz önce bana
davranışlarından kaynaklı kendilerine kızdığım için
söylemedim eğlendim o halleriyle kısa süreliğine
de olsa. Babam kapıyı açtı sanırım babamın yüz
ifadesinden olsa gerek Ali abinin kahkahası
duyuldu, babamın rahatlamış sesiyle ‘’ ooo Alim
sen mi geldin, oğlum şu kapıyı ne diye polis gibi
vuruyorsun’’ ve ardından sıkısıkı sarılmalar.
Annem ‘’ kurban olurum Alim oğlum dışarısı buz
gibi hemen sobanın yanına otur ‘’ dedi minderleri
yastıkları sobanın yanına yerleştirdi. ‘’ Aç mısın
Alim içli köfte var, getireyim mi?” dedi annem. “
İçli köfte yenmez mi anam, aylardır canım çeker
durur zaten’’ dedi Ali abi. Annem mutfağa geçti,
Ali abi bana baktı açtı kolları ‘’ne o kümsüyüz keçi,
neden yanıma gelmiyorsun, hem sana söylediğim
marşı ezberledin mi gel yanıma’’ hemen koştum
gittim dizine oturdum başladım, “Deniz Gezmiş,
Mahir Çayan bizim için öldüler” diye söylemeye.
Ne güzel bakardı Ali abi bakışlarıyla herkesi içine
alırdı sanki, ışıl ışıl sevgi umut dolu bakardı. Ben
söyledikçe kahkahalar attı bir yandan da bana
sarıldı öptü. Annem yemek getirdi, sobanın
üzerinde kaynayan su ile hemen çay demledi. ‘’En
çok sevdiğim yemek içli köfte ana, yoldaşlarımdan
sevenlerde var bir gün yapsanda onlarda
götürsem olur mu, yormuş olmayız demi ana seni’’
annem ‘’ Alim kurban olurum sana da yoldaşlarına
da sizin için sırtımda taş taşır yine yorulmam sen
ne zaman istersen söyle ben yaparım. Yemek
yenildi sofra toplandı, babamla sohbete başladılar,
çantasından babama dergi çıkardı, ve bir sürü
yazılı kağıt şimdi anlıyorum bildiri olduğunu
babama verdi. En son şeyi söylerken duydum
‘’uzunca bir süre ben gelmeyeceğim, başka bir
yoldaş gelecek yerime’’ dedi. Beni bi sızı aldı
duyduğumda artık Ali abi gelmeyecekti. Yataklar
hazırlandı, herkes yattı evimiz iki odalıydı. Ali
ağbiyle aynı oda da yattık ‘’ duydum dedim
babama söylediklerini ‘’ne duydun’’ dedi kalktı
gelmeyecekmişsin artık bize başka biri gelecekmiş,
“gelenlerin içinde en çok seni seviyorum en
müthiş devrimci sensin, bize gel ne olur” diye
ağlamaya başladım. Annemler geldiler beni
kucağına aldı Ali abi, ‘’gelmez miyim kara gözlü
keçim benim yat şimdi bunları düşünme babana
şaka yaptım’’ dedi. Sabah erkenden kalktım yani
ben uyurken gitseydi eğer çok üzülürdüm. Kahvaltı
yapıldıktan sonra hepimize sıkısıkı sarıldı vedalaştı
gitti. Kar yağıyordu yine akşam çıkarak geldiği
yokuşu bu kez hızlı hızlı kayarak indi ve kaybolana
kadar arkasından baktım. Gittimişti artık. Yaklaşık
iki hafta sonra haber geldi, Ali abi çatışmaya
“girmiş ve çatışmada yiğitçe savaşarak ölmüştü”
öyle diyordu yoldaşı, “gazetelerde çatışmada”
öldü diye yayınlanmıştı babam okudu ev halkına.
Ölüm varmış zulüm varmış bizlere öyle diyor
babam tarih boyunca hep öyle olmuş, ne zaman ki
bu sistem yıkılır bertaraf edilir işte o zaman biz
yaşamaya başlarmışız, yaşamak değilmiş bizimkisi.
Annem dizlerine vura vura ağıt yakıyor ağlıyor ‘’
güzel huylu, aydınlık yüzlü gencecik oğlum nasıl
kıydılar sana köpekler’’ diye ağlıyor. Ertesi gün
annem bütün sokağa yetecek kadar içli köfte yaptı
Ali abinin canı içinmiş, bir yandan ağladı bir
yandan yaptı. “Komşulara Alim istediydi en son
geldiğinde bi daha yapıp yediremedim, yiyemedi
oğlum siz yiyin” diyor.
Ee çocukluğu Ali
abilerle ve diğer
yoldaşlarla geçen birinin hayatında olmaz mı bir
Ali ya da olunmaz mı bir Ali…
Taksimde istiklal caddesi’ndeyiz yılın ilk
karı yağıyor yine, yanımda sevdalım biricik
sevgilim Baki var, el ele yürüyoruz. Yıllar öncesini
Ali abiyi anlatıyorum ilk kez. Her kar yağdığında
aklıma gelir onun yokuştan çıkışı ve tekrar o
yokuştan gidişi, dönmeyişi….gülümsedi, tuaf bir
gülümseme normal değil. “Bak” dedi “beni iyi
dinle madem konuyu açtın beklide bundan sonra
yağacak olan kar sana ikinci bir kişinin gidişini
anımsatacak, belki her yer bembeyazken senin
yasın siyahın olacak her yer, bende gidiyorum’’
tam ağzımı açtım nereye diyecektim ki eliyle
ağzımı kaptı ‘’susss’’ dedi, ‘sadece dinle bir şey
söyleme’’ gözlerime bakamıyordu, gözlerini tam
karşıya dikmiş bakarak kararlı bi şekilde
konuşuyordu. “Bunca zulüm, yoksulluk ve bir
halkın inkarı varken ve o halk özgürlük mücadelesi
veriyorken dağlarda, benim burada olmamı
bekleme ve isteme, bizler onurumuza ve
kimliğimize
halkımıza
sahip
çıkmalıyız.
Özgürlüğümüzü bağımsızlığımızı kazanmadan
yaşamak haram bize. Anla beni herkes gibi olmamı
bekleme, memur olamam sabah işe gitmek için
kalkıp akşam eve gelemem, hiç bir şey yokmuş gibi
iki çocuk yapıp sıradan herkes gibi olamam.
Halkımız da bende bu onursuzluğu kabul etmeyiz
etmeyeceğizde. Bunu anlamalısın sakın bir şey
söyleme, sana sevdam büyük ama halkımıza ve
özgürlüğümüze olan sevdam bağlılığım daha da
büyük, halkım için seni, senin içinde kendimi feda
ederim başka bişey düşünme olan biten bu.
Yüreğim buz kesti tek kelime edemeden
gözyaşlarım kan, sel olup aktı, başım döndü,
sadece ‘’ ne zaman ‘’ diye sorabildim. ‘’ Az kaldı bir
iki, haftaya giderim ‘’hiçbir şey konuşmadan
saatlerce el ele yürüdük bir yere de oturmadık
nasıl otururdum ki sığmıyordum ki şu koca
dünyaya. Ağlamam hiç durmadı tutamıyordum
kendimi gitme de diyemiyordum nasıl derdim ki,
aynı toprakların insanıydık ayrı da düşünmüyorduk
üstelik yoktu yani ayrı gayrımız. Sessiz sesiz
ağlamaya devam ettim. Aşka en çok çaresizlik mi
yakışıyordu. Eve gidine kadar tek kelime etmedi ne
o ne de ben üstelik gözgöze gelmemeye özen
gösteriyorduk. Toparlamaya çalıştım kendimi,
‘’sen gidersen dağım devrilir, yalnız, ıssız, sessiz,
kırgın kimsesiz olurum bu hayatta, geçerim belki
de bu kıyametten ama ömrümde sızın kalır,
ömrümüz genç bu kıyametin sızısı kalacak
gönlümüzde. Ne diyeyim sevdam ateş ortasında.
Yolun açık olsun. Ama dedim egemen güçlerin
yazdığı bu yazgıya yenik düşemem senden bir
parça can kalmalı bana ve o gece ondan bir can
aldım hissettim bunu. Bir hafta sonra eve
geldiğinde “şehir dışına çıkmam gerekiyor, yarın
akşam gideceğim” dedi, anladım gidecek ve
dönmeyecekti. Çaresiz kalktım kıyafetlerini
hazırladım başladım ağıt yakmaya biliyordum,
ölüme yolcu ediyordum onu, içimde kıyametler
kopuyordu. “Gitme” diyemedim. Ne gariptir yine
kar vardı. Sevdiğimin de parkası, sırt çantası vardı
ve karlı bir akşama da yine ölüme uğurlamıştım,
yaşamak ve yaşatmak için. Aradan 30 sene
geçmişti ne Ali’ler ne de Baki’ler tükenmemişti.
Evet, haberler de geçiyor yılın ilk karı
mega kente düştü diye. Devlet yetkilileri yine bir
yığın önlemden bahsediyor, tüm yetkililer bu karlı
günlerde ölüme gönderiyor başka bir halkın genç
çocuklarını. Oğlumla kar topu oynuyoruz 10
yaşında . ‘’ Anne, dağlar çok mu soğuktur? Babam
çok üşüyor mudur O da bizim gibi kartopu
oynuyor mudur?”
SULTAN GÜLİSTAN
DOKUNMA
‘’Neden anlamıyorsun,’’ dedi öfkeyle
yerinden kalkarak. Ruhumun sesini hiç mi
duymuyorsun? Yalanların bitmeyecek mi senin.
Tanımadıklarına sevgi yağdıran sen, neden senin
için ölen birine dokunmuyorsun. Neden? Neden…
Ağlamaktan
gözleri
şişmişti.
Yüzü
sırılsıklam vücudu terlemişti. Varlığına neden
şükrediyorum yok mu senden başka ten. Yok mu
başka gözler. Ruhumun yaralanması yetmedi mi?
Bedenimin yalnızlığı, soğuduğu yetmedi mi?
Öfkeliydi. Pencereye çıktığında üstü
çıplaktı. Göğüslerinin küçüldüğünü zannetti. Baktı.
Rüzgâr hafif çarpmaya başladığında azda olsa
kendine gelmeye başladı. Yalayıp geçiyordu rüzgâr
tenini. Ruhundaki yaralar tekrar alevlenmişti.
Islaktı gözleri. Parmaklarını pencere korkuluklarına
doladı. Saksıdaki çiçek kurumuştu. Uzun süredir su
vermediğini hatırladı. Cansızdı artık çiçek.
Dallarına dokunduğunda kırıldı bir bir. Üzüldü
kırılan dallara bakarak.
Köşedeki çocuğun ona baktığını gördü.
Çocuğa ilgisiz bakarak birden öfkelendi. Avazı
çıktığı kadar bağırarak:
— Ne o yatmak mı istiyorsun benimle?
Yatmak mı yoksa sevişmek mi istiyorsun? Bedenim
mi? Ruhum mu? Hangisi seni ilgilendiriyor.
Bedenimse bak soğuk. Memelerimde dik değil
artık sarkmış. Yoruldu anlıyor musun yoruldu.
Ruhum mu? Kirlenmedi kirletmedim. Dokunmadı
kimse. Saçlarımdan tırnağıma kadar öptüler ama
kimse ruhumu öpemedi!
Pencere
parmaklıkları
sallanıyordu.
Paslanmış kimi yerler avuçlarını sararttı. Ellerini
havaya kaldırarak:
— Hadi gelsene ne duruyorsun.
Çocuk
anlamamıştı
söylediklerini.
Gözlerini küçültmüş halen bakıyordu. Elindeki
tespihi sallıyor, spor ayakkabılarıyla ayağını hafifçe
yere vuruyordu.
— He ulan! Ömrümde görmediğim
arabalarla gezip önümde dururken, geçerken gel
demiyordun. Görmüyor muydun aylardır burada
beklediğimi? Kahkahaların sokağı inletirken,
perdeleri kapatmadan önümüzde sevişirken niye
gel demiyordun?
Çocuk sinirlenmişti. Sadece gel dediğini ve
kadının bağırdığını anlamıştı. Gözleriyle intikam
alırcasına süzdü tekrar kadını:
— Sana verecek param yok benim, dedi.
Vurmuştu
kadını
sözleriyle.
Kadın
gözlerinin yaşlarıyla ıslanan dudaklarını emdi. Kan
ve gözyaşı karışmıştı bir birine. Dişleriyle
kanatmıştı dudaklarını. Durdu çaresizce bakındı
etrafına. Çocuk dışında kimse yoktu. Çocuğa
bakarak acıdı ona. Aslında acıması kendineydi. Ne
kadar da zavallıyız dedi saksıda kuruyan çiçeğe.
Çocuk dudaklarını okuyamadı. Anlamsız anlamsız
baktı tekrar. Gözyaşlarına takıldı gözleri.
Pencereye kadar yanaşmış kadının memeleri
üzerindeki jiletlenmiş yerleri fark etti. Esmer
teninin üzerinde bembeyaz yerleri gördü. İrkildi ilk
kez. Damarları dışarı çıkacak gibiydi. Mor beyaz
damarları görünce ürperdi. Boyun kemikleri dışarı
çıkacak gibi duruyordu.
Göz göze geldiler. İkisi de şimdi sakindi.
Kadın ilk defa çocuğu görüyormuşçasına baştan
aşağı süzdü.
Çocuk afallamıştı. Bir an sustu. Kusmak
için eğildi. Söylenenler içine oturmuş midesini
bulandırmıştı. Ayağa kalkarak geri çekildi. Kapı
açılmış kadın kapının içinde onu bekliyordu.
Yürüdü içeri girerek ayakta bekledi onu. Kapı
kapanmıştı.
Ev rutubet almıştı. Tavandaki alçı
dökülmüş... Yatak örtüsü sararmış kimi yerlerde
siyah olmuştu. Karşı duvarda kocaman bir ayna
vardı boydan boya. Ayna kararmış zar zor kendini
seçebiliyordu. Duvarda asılı olan çıplak resmi
görünce yaklaştı. Havva ananın resmiydi. Elinde
yarısı dişlenmiş bir elma vardı. Diğer elinde
bulunan yaprak ile önünü kapatıyordu. Kapının
kolu kırık çivi halen yerdeydi. Ayakta odayı izliyor
sidik kokusunun genzini yaktığını geçte olsa fark
ediyordu. Kadın ona bakıyordu. Çocuk tereddüt
içindeydi. Korktu bir anda. Kadına bakınca elleriyle
göbeğinin üzerinde biriken yağları inceliyordu.
Yerde jilet ve prezervatif olduğunu,
yanında da kurumuş ekmek parçalarını gördü.
Tepsinin içinde kan lekesine bulaşmış bir elma
vardı. Kadın yıpranmış taytını aşağı sıyırarak
çocuğa doğru yürüdü. Çocuk irkildi tekrar.
Eliyle
pantolonunu
sıkmış
bırakmıyordu.
Pencereden içeriyi süzerken evi hiç bu halde
görmemişti. Hayallerini süsleyen kadın bu değildi.
Duvarda küçük bir kâğıt parçasına gelişi güzel
yazılan sözler dikkatini çekti. Okuyamıyor harfleri
seçmeye çalışıyordu. Kadın onun yazıya baktığını
görünce:
—Bacaklarını reklama kaptıran kadın,
kocayı ilah yapan melek, belleyen düşler, iki
bacağa emanet namus, şehvete kapılan ben ve
birkaç inilti…
Kadın okudu bir anda. Ses tonu yüreğini
okşadı çocuğun. Çocuğun gözlerinin içine bakıp
elini yanaklarına sürerek:
—Pazarda satılan kadın, alınan başlık
parası, kafamızdaki kızlık zarı biliyor musun patladı
beynimde. Şimdi ben buğdayla değiştirilen kadın,
peşkeş çekilen bedenim!
Çocuk sustu. Hiçbir şey diyemedi. Kolları
düşmüştü yanlarına. Avuçları terlemiş, nefes alış
verişlerini sayıyordu. Kadına bakamıyor başını öne
eğiyordu. Kadın yatağa doğru uzanarak başını
geriye doğru attı. Bacaklarındaki kıllar biçimsiz
kesilmiş, sivilceler çoğalmıştı. Mırıldandı başını
kaldırmadan. Tavana bakarken, gözlerini hafif
çevirerek pencereye takıldı bakışları…
***
Babası kopan bacağını inceliyordu.
Sağında protez bacağı, önünde de tütün tabakası
vardı. Sobadaki odunların çıkardığı çıtırtılar
bozuyordu sükûneti. Kar yağmış evden dışarı
çıkamıyordu. Berivan karşıda mindere yapışmış
gövdesini inceliyordu. Tahtadan yaptığı bebek
elinde, ninni söylüyordu. Saçları yanmış
kirpiklerinin üzerinde küçük bir yara vardı.
Kilim hiç yıkanmamış, böcekler üzerinde
yuva yapmıştı. Kırık pencereden rüzgâr içeri
giriyor, soba yanmasına rağmen üşüyordular.
Ceketini omzunda indirerek Berivan’nın üzerini
örttü. Şalvarı delinmişti. Yamalı olmayan hiçbir yer
yoktu. Topallıyor, bazen yürümekte zorlanıyordu.
Protez bacağına rağmen baston kullanıyor, ama
bir türlü yürümeye alışamıyordu.
Ekmeğini ayrana batırarak yumuşattı.
Dişleri hiç kalmamış, diş etleriyle çiğniyordu.
Boğazı kapanmak üzereydi. Yutkundu ama tat
alamadı. Gözleri seçemiyordu artık. Ayran tasını
kafaya dikti. Bıyıkları ve sakalları ayran olmuş
olduğunu fark edince elinin tersiyle temizledi.
Kalkmaya çalıştı. Protez olan bacağı halen
acıyordu. Bastonu eline alarak kapıya yöneldi.
Tahta kapı gıcırdayarak ses çıkardı. Siyah lastik
ayakkabısının tekini arıyordu…
***
Toprak yeni kazılmış, halen küçük
tümsekler vardı. Kuzular yeşilliğin içinde başlarını
kaldırmadan ilerliyordu. Berivan elindeki küçük
sopa ile peşlerinde gidiyor, bir yandan da
papatyaları koparmaya çalışıyordu. Babası
arkasında ikide bir onu uyarıyor, acele gitmemesi
için kızıyordu.
Annesi sırtındaki heybenin içinde Mizgin’i
uyutmuş arkalarında bakıyordu. Altı yaşındaydı
Berivan. İlkbaharın erken gelişi sevindirmişti onu.
Hep yaylalara doğru koşuyor, ellerini iki yana
açarak uçmak istiyordu. Lastik ayakkabılarını
çıkarmış şimdi çimlerin üzerinde dans ediyor,
gözlerini kapatarak başını yana bırakıp
dolanıyordu. Sessizliği kuzuların çıngırağı ve
Mizgin’in ağlayışı bozsa da, huzurlu huzurlu
koşuşturuyor yerinde durmak bilmiyordu.
Akşam olmak üzereydi. Daha önce hiç
görmediği yerdi burası. Karşılarında kocaman
dağlar ve tepeler vardı. Dağın dibinde geçen suya
takıldı gözleri. Su masmaviydi. Türlü türlü ağaçlar
uzamış, kimi ağaçlarda yanmıştı köküne kadar…
Ağaçların altında birkaç kişinin onları
izlediğini gördü. Yeşil çadırın içinde iki kişinin
kahkahaları geliyordu. Yerde birinin uzanmış
olduğunu gördü. Yerde yatan kadın ölmüş yanında
siyah bir çanta ve hayatında görmediği bir silah
vardı.
Kolunda hançer dövmeli adam Berivan’a
bakıyor, Berivan’da anlamsız gözlerle hançer
dövmeli adamı izliyordu. Hançer dövmeli adam
gülmeye başladı. Babası Berivan’ı kucağına alarak
hızlı adımlarla koşarcasına yürümeye, kuzuları
toparlamaya başladı. Bir o başa, bir bu başa
gidiyor, eline aldığı taşlarla kuzuları geri
çeviriyordu. Berivan’ı sırtına almış bırakmıyor,
kendi kendine söyleniyordu.
Çıtırtıyı duydu. Fark etti. Ayağını kaldırırsa
havaya uçacaktı. Durdu yerinde. Kıpırdayamıyor
etrafına bakınıyordu. Hançer dövmeli adamın
kahkahaları halen geliyordu kulağına. Karanlık
çökmüştü. Etrafını göremiyordu artık. Berivan
sırtındaydı. Kuzular kaybolmuştu gözden. Ayakta
kıpırdamadan durması yormuştu onu. Saatler
geçmiş fakat dakikalar geçmek bilmiyordu.
Yutkundu. Berivan sırtında uyumuştu bile. Ne
yapacağını
bilemiyor,
karanlığı
seçmeye
çalışıyordu.
Mermiler ona doğru gelince kulak
zarlarının patladığını sandı. korkunç ses beyninde
dalga dalga yayıldı.
***
Karanlık çökmüş lambayı yakmamışlardı.
Hiç konuşmadan bakıyordular birbirlerine.
Dışarıda vuran ışık aydınlatıyordu içeriyi. Suyun
sesi rahatsızlık veriyordu artık. Musluğu
sıkmamıştı. Saatlerce oturmasına rağmen
yorulmamıştı. Açlığını hissetti. Ağız kokusu
nefesinden dışarı çıkıyordu artık. Son sigarasını
yakarak dumanını çocuğa üfledi. Çakmak yanınca
çocuğun gözlerinin içindeki ışığın kaybolduğunu
gördü. Duman sivrisinekleri hareketlendirmişti.
Vızıltıları duyuluyor, karanlıkta seçilmiyordular. Bir
sivrisineğin koluna konduğunu ve iğnesini
batırdığını hissetti. İğne batan yere hızlı bir tokat
attı. Kan bulaşmıştı avuçlarına. Islaklığı fark etti
sadece.
Çocuğun orada olduğunu hatırlayarak
güldü. Yüzünü çevirmeden:
—Hiç yattın mı kimseyle? Güldü tekrar.
— Ya bir deliyle seviştin mi hiç?
Güldü tekrar:
– Hadi durma gel, dedi çocuğa.
Çocuk kararsız kalmış bakıyordu sadece.
Taburunu kaybetmiş komutan gibiydi. Kadının
sözleri savunmamız bırakmıştı onu. Çıplaktı.
Beyninde bombalar patlıyordu. Ruhunda açılan
savaş bedenini yerle bir ediyordu.
Kadına doğru bir adım attı. Kadın ayağa
kalkarak durdu önünde. Kadın halen çırılçıplak
çocuk ise giysilerini hiç çıkarmamıştı. Bakıştılar.
Küt küt atıyordu kalbi çocuğun. Okyanuslar gibi
taşıyordu. Kadın fırtınadan kurtulan kaptan
edasıyla dik dik bakıyor, susuyordu.
Kadın çocuğun üzerinde bulunan tişörte
elini atıp çıkarmıştı. Çocuk elleriyle bozulan
saçlarını düzeltiyordu. Atlet giymemişti. Göğsünde
birkaç tel kıl vardı. Bıyıkları daha çıkmamış, sarı
tüyler belli oluyordu. Kol ve göğsü jiletlenmiş,
vücudu haritaya çevrilmişti. Kot pantolonu düştü
yere. Şortunu indirmeden kadına:
—Abla çorabımı da çıkarayım mı?
Kadın durakladı. Hiçbir şey demeden
çocuğu kendine doğru çekerek göğsüne bastırarak
ağlamaya başladı. İkisi birlikte ağlıyor, gözyaşları
bir birine karışıyordu. Kadın daha bir çocuğa
sarılarak:
—Ah
çocuğum
neden
dokunmayı
öğretmedi kimse bize! Neden sarılamadık
birbirimize? Neden unuttuk dokunmayı?
Kadın kekelemeye başladığında, çocuk
elindeki tespihi düşürmüş, eliyle kadının saçları
arasında yanan deriyi okşuyordu…
GÖKHAN BİÇER
BOYNU BÜKÜK YALNIZLIK
Dişleri çürümüş bir ağız gibi
ahşap evler birbirine yaslanmış.
Sararmış, rengini atmış duvarlar
hayat yokmuş gibi yaşama durmuş.
Tarih bugün isyan eder belki de
böyle yasak savar konuşmaların
tavan arası yalnızlığında.
Dar ve küçük pencerenin perdesinde
ve loş odada titriyordu mum ışığı.
Tavan arası, günahlarında susan
ve kasveti dağıtan sığınağıydı aşkının.
Bir enkazı gezer gibiydi geçmişi
sessiz eşyalar içine yığılıp
küfünü dağıtıyorken kapalı odanın.
Rum aksanı ile
Türkçe konuşuyordu.
Kaçırıyorken bakışlarını
alay eden bir insanın yüzüydü yüzü.
Sevdasıyla birlikte
mahsur kalmış
sıkışıp cendereye.
Alevden bir dil gibi
kapıdan sızan ışık.
Tavan arasının ışıklı gözünden
perde hafifçe kımıldar rüzgar girip.
Müphem hayaline
yalnızlık hükmü verir
büyük pişmanlıklarla dolu yaşam.
Gözleri kapalı gider iç güdüyle.
Kimi zaman deli bir keşiş gibi
şeytanla dost olur,
kim zaman hapseder
kendini bir manastıra.
Keyfinin sisli bulvarlarında
öfke ve kuşku kırıntılarının
bulutları içinde yüzüyorken,
içinde tuttuğu bir soluk gibi
boşaltıverir bir nefes verip aşkını.
Havasız kuytu köşelerine evin
kadınca bir parfüm yayılır,
kadınca bir tutukluk yapar elleri.
Yamalı bir sevginin üstüne
biraz tuzu eksik olsa da
fark etmez,
aşkın tadına hasretlik kattı mı
tadına hele sırılsıklam eylül....
Hoyrat ellere vermeye kıyılmazsın
kuru bir ses, kuru bir nefes olsan da
süzüp eleştiren bakışların,
itaatkar bir öğrenci gibi
battal bir masanın,
battal bir iskemlesinde
pencere önünde oturup
kucaklaşmış gibi çiçeklerle
yüzleşir suskunluğunda tenin.
Yüzündeki sert hatlar derinleşir sessice,
meşakkatli günlere kalır artan ömrün
ve ustalıkla sıyrılır aşkların suçundan.
Kuvvetli bir esans ve pudra kokusunda
çekmeden yaşamı iki nefes,
bunaltır doldururken genzini.
Sevişmeden önce zil zurna
aşkta mekan tasvirlerine dalar gözlerin.
Ve sonra
frapanca giyinip
çıkarken dışarıya,
yasak öpüşlerde
gizemli neler döllerdin aşkına.
Telaşlı elbisen
ve kır çiçekleri telaşlı üzerinde
ve kıvrımlarında desenler
ve adım atışlar telaşlı.
Bir bıçkın delikanlıyla aşkının
etrafına saçıp düşlerini,
düz ökçeli rüküş ayakkabınla
tezat bir yürüyüşündü
bozuk kaldırımlarında sokağın.
Gözü bozuk bakışlardı çevrende
içinde bir heyecan yaratan.
Parça bölük, yarım yamalak
çarpa çarpa geliyorken
gece karanlığında birkaç çift ayak sesi,
her şey susmuş yüreğindeki pansiyonda
hayat durmuş gibi
şehrin sokakların da.
Bir kat daha yabancı şimdi
tozlu aşk sayfalarında
yalnız bırakılmış cesaretler.
Bir bakış, bir ürperti
kenar mahallelerinde şehrin
ve yalnız bırakılmış
yüreğinin istasyonlarında.
Bir enkazı terk edip
eski bir elbise gibi üstünden
çıkarınca aşkını,
koskoca bir hiç kaldı geriye
koskoca boynu bükük
bir yalnızlık.
AHMET CANBABA
BARAN’IM
çağır beni
el vurmadan demir parmaklıklarına
dokunsa tenine yırtık güneş
incinir misin Baran’ım
sancır mı için dolu dizgin boranım
sazından demleme türküleri
zaten içmişim akşam boyu
“ela gözlüm ben bu elden gidersem”
ela üstüne sahte göz düşmüş
gecenin matemini yudumlamış mavi
ne çok geçmişiz akşamın sisinden
bir yerlerde dil üşümüş
fark edememişiz..
sineme dökülen yağmurlar
alsın gözlerimden nemini
sağaltsın yıldız tozları
küfre götürsün yemini
ne çok bulut geçmiş üstümüzden
kanım
canım
yarenim
ne çok üşümüşüz göz pınarlarında
ne çok düşmüşüz içimize Baran’ım..
ne çok gülmüşüz yediğimiz hançere
YARGISIZ...
hoşça kal gamından keder içen boşvermişlik
biz de bir zamanlar akşamları fıçılara doldurur
sabaha kanyak niyetine içerdik
uçamazdık da kelaynak diyetine vazgeçerdik
Tanrıçalar görmedi olanları
tanrılar uyukluyordu,bihaber
ah Baran’ım
mışılda hazan türkülerini
mışılda ninnileri
ağzı tutmazların şirretine
mışılda Baran’ım
bu sabah yine içeceğim şerefine
yudum almayacak zaman
bir kadeh de saatin eşrefine bee
içelim ölelim Baran'ım
içelim en iyisi.. içelim
içelim gülelim..
CUMHUR KARACA
gecenin karanlığı sığınak olmuştu o ''an''a
kimseler yoktu,tenhaydı yeryüzü
gök yüzünde bulutlardan bir örtü
öleceklerini biliyor gibiydiler
belki de umutsuzluktandı sessizlikleri
belki de ölümü biliyorlardı tek kurtuluş olarak
bir tek ölümdür çaresizlere sığınak
rengarenk kan kaplamıştı duvarları
renkler matlaşmış umutsuzluktan
renkler kaybetmiş benliğini,
benliği ölümlerde saklı...
kimse duymadı henüz
tanrılar bile anlamadı yokluklarını
tanrıçalar bekliyor cam kenarlarında
umutsuz
ilan ediyorum;
infaz ettim düşlerimi
yetim kaldı çocukluğum
pişman değilim!
ZAHİTTİN ATEŞ
… BİTMEYEN DESTAN
burası sınır olsun demişler
yüreğimizden bölünmüşüz
yüzyıllardır kopuşmayan köylerimiz
var
toprağı sıksak ekmeğimize yetmiyor
kara ve kalleş kaderimizin sebebi
bu
dağlar
bu taşlar
bu
vadiler
bu
canlar
bu
köyler değil
tarihin uçurumları
kalem
kalem yüzümüze
işlenmiş
kaçakçılık yevmiyeciliğine mecbur
edilmişiz
anamızın sütü gibi ak
avuçladığımız toprağımız gibi
helalinden alın terimiz
damlayamadan donar
kazınır tenimize
hakkımıza düşen ziyan olmakmış
İsrail malı heronlar
amerikani predatorlar
azrailin gözü olmuş gökte
azraili kıskanan ölüm tacirleri
kimsesizlerin pişmiş toprağını yere
çaldılar
hilafsız öldürüldük uludere’de
paramparça yüzümüze bakmaya
korkmayın
son kere öpmeniz
nasip değilmiş bize
ağladım
kimsesizliğimize ağladım
vicdansızlığımıza ağladım
toprağı pişirmemizden
pişmiş toprakta aş pişirmemizden bu
yana
bin yıllar geçti
çiğnediğimiz et, canımızmış meğer
vatandaştık
kütüklerimiz ayrı
kayıtlıydık devlette
kaçakçılık yevmiyesi uğruna
katli vacip sayılmamızın delili
dağda gezen ceylanlığımızmış
ölmediysek
uzuvlarımızı birer birer
duasız mezara
gömeriz
dahhakların
deccallerin
yüzleri varmış diyorlar
ama gözleri karanlık
gözbebekleri deliksiz cam
kalpleri kan makinası
sürmeli gözümüze duydukları kin
öldürülmemizin esasıymış
cahilliğimizden değil
bilmezliğimizden değil
kurban olduğum
o yakaran gözleriniz
bir daha baksın diye
kutsal bir nefes bulsam diyorum
dualar bu kadar mı çaresiz
küfürler yetmiyor
soysuzluğa sürüyorlar insanlığı
gül kurusu akşamlarda
ahmet arif’imizin otuz üç kurşun
şiirini okuyorum
kimsesizliğimizle ağlaşıyorum
gül kurusu şafakların rahmetine
sığınıyorum
yaramızı kara toprak sarmazmış
meğer
suyumu kayra’dan aldım geldim
fırat’sız eksiğim
dicle’den doldurdum üstünü
dahhakın katil gözlü heronları
batman’a bir konuyor bir kalkıyor
u s a damgalı incirlik bizim diyoruz
selvi ağaçları suya kurşun döksün
mezar taşlarınız kavrulmasın diye
bir testi su koydum başucunuza
evladı insanız
evladı mazlumuz
emekgücümüzü satın alsınlar diye
garibanlığımızın
el sayılmamızın
kul oluşumuzun üstüne
canımızı eğerlemeliymişiz
varoşlarıyla oynaşan ıstanbul
hâlâ bizans
roboski’nin evlatları
evlatlarımız
dahhaklarca telef sayılır
son defaya mahsussa
kurbanlık insan
olmamız
parçalanmış yüreğimiz huzur bulsun
soyumuz çocuklarımıza yar olsun
diye
boynu bükük ve razıyız
naçarlık nedir
masumiyet nedir
vicdan kime ait diye kardeşçe
soralım
nato’ya girdiğimiz sıralardı
ahmet arif
otuz üç kurşun şiirini henüz yeni
söylemişti
emir kanundu r dediler
koydukları yerler bilinmesin diye
ahaliyi evlere kitleyip
toprağa mayın döşediler
uyanıp bir damla içmeyeceğinizi
bile
bile
göz yaşım testileri
göz yaşım bardakları
başucunuza taşırım
anti tank
anti personel
kalleş bir tık sesi
andan kısa
son nefes öncesine sığmış sessizlik
ömürlük rüya sessizliği
ve infilak
bütün yollar dahhaklığa bağlanmaz
elbette
vatandaştık
kütüklerimiz ayrı
kayıtlıydık devlette
kütükten
cariden
düştü adınız
HASAN ERKUL
ÖLMEK KOLAY OLMALI YAŞAMAK KADAR OLMASA DA
geldiğinde yağmur yağmadı farkında mısın
nasıl ıslandık oysa her yanımız sırılsıklamdı
gülüşlerin her yanı inletiyordu gürül gürül
orta kulak iltihabımı söküp atmıştı sesin
gün ne kadar kısaydı temmuz ayında
gecelerse ne çok uzundu bitmek bilmezdi
gün doğmalı hadi doğ doğ Hüseyin Gazi’nin ardından çık
her yanımı sarmalıydın nasıl beklerdim kızıllığını
doğ doğ ki az kalan parmaklarım kadar günler bitmeden
gelsin sevdiğim tutsun serçe parmağımdan
bırak dokunduğun yerde kalsın ellerin
nasıl aydınlanacağım bir bilsen karanlıklar içinde…
kolay olmalıydı yaşam gibi olmasa da
Fransa’da Rusya’da Çin’de Vietnam’da Küba’da
ölüm de kolay olmalıydı özgür vatanım da…
sevişemediğimiz her gecenin ahı içimde kalsın dokunma
her destan bunu anlatacak
ölmek kolay olmalı yaşam kadar olmasa da
her destan bunu anlatacak
haberler manşetler hepsi hepsi yalan yalan
her destan bunu anlatacak
sakın bir daha öpme ölüm bu kadar yaklaşmışken
konuşmayalım artık ölüm beni sarmışken
korkma artık ölümden hiçbir şey olmaz bana sen beni bu kadar sevmişken…
HASAN HÜSEYİN BEYDİL