Sayı 74 Aralık 2014 - ATAUM

Transkript

Sayı 74 Aralık 2014 - ATAUM
ATAUM
e-bülten
Yıl 7 - Sayı 74
Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi
Avrupa Gündemi...
ARALIK 2014
Dünya Tuvalet Günü’nde
Avrupa Tuvalet Deklarasyonu
19 Kasım Dünya Tuvalet Günü’nde yayınladığı Avrupa Tuvalet Deklarasyonu'nda “güvenli, temiz ve şahsi
tuvaletlere erişimin temel insan haklarından biri ve beşeri ve ekonomik kalkınmanın önkoşulu olduğunu”
ilan eden Avrupa Parlamentosu, bu alandaki eşitsizlikleriyse ancak AB’nin giderilebileceği öne sürdü.
Dünya Tuvalet Organizasyonu adlı sivil toplum kuruluşu konuya dikkat çekmek ve yardım kuruluşlarının sanitasyon
faaliyetlerine daha fazla önem vermesini sağlamak amacıyla 2001’de 19 Kasım’ı Dünya Tuvalet Günü olarak ilan etmiş,
Tuvalet Günü 2013’te de Birleşmiş Milletler tarafından resmen tanınmıştı.
TEMEL İHTİYAÇ MI KALKINMA HEDEFİ Mİ?
Elâ BİLGEN
19 Kasım Dünya Tuvalet Günü’nde Brüksel’de gerçekleştirilen Avrupa Parlamentosu toplantısında, günün
anlam ve önemine binaen Avrupa Tuvalet Deklarasyonu yayınlandı. “Güvenli, temiz ve şahsi tuvaletlere erişimin temel insan haklarından biri ve beşeri ve ekonomik kalkınmanın önkoşulu olduğunu” vurgulayan
Deklarasyon’la “bir milyar kişinin tuvalet ihtiyacını çalılıkların arkasındaki çukurlarda, nehirlerde veya küçük
su birikintilerinde gidermek zorunda olduğu bir dünyanın, her yıl kirli su ve yetersiz sanitasyon nedeniyle ortaya çıkan hastalıklar yüzünden milyarlarca okul ve iş saati kaybı yaşanmasının, kadın ve kızların tuvalet ihtiyacını giderecek bir yer ararken taciz, şiddet ve hayvan saldırıları riskine karşı daha korunmasız hale
gelmesinin” Avrupa açısından kabul edilemez olduğu ifade edildi. (devamı 3. sayfada)
Belgrad-Tiran
Arasında Zeytin Dalı
Modern Zamanın
Köleleri
G-20 Zirvesinde
Rusya Gerilimi
Su Satılık
Değildir!
Emre YÜKSEL
sayfa 4
Bilgesu BÜYÜKÇOLAK
sayfa 6
Esra AKGEMCİ
sayfa 8-9
Onur HAZNEDAR
sayfa 10-11
BM’den 'Vatansızlar'
Kampanyası
Refah Turizmine
Engel
Romanya’da Zafer
Sağ Blokun
Portre:
Baruch Spinoza
Yasemin KARADAĞ
sayfa 12-13
Betül DİNLER
sayfa 14-15
Emre YÜKSEL
sayfa 18
Recep Ersel ERGE
sayfa 19-20
üyelik ve diğer talepleriniz için [email protected]
2
İskandinavya’da Yaşlı Olmak
Aygün KARLI
ARALIK 2014
ATAUM
e-bülten
İskandinavya’da Yaşlı Olmak
Aygün KARLI
Hayat standartlarının ve refahın görece yüksek olduğu
ülkeler elbette ortalama yaş
ömrünün de uzun olduğu ülkeler oluyor. Bunun bu şekilde olmasını, yaşama koşul-
larının iyi olmasına bağlamak ne denli doğruysa da bu
açıklama aslında tek başına
yeterli de değil. Yeterli bir
açıklama yapabilmek için
göz önünde bulundurmamız
Geniş hizmet ağı
Devletin zenginliği görece
daha adilce yönlendirdiği bir
ülke olan Finlandiya’daysa
Avrupa’nın genelinde olduğu gibi genç nüfus sorunu
var. Yaşlı nüfus, Avrupa
harici ülkelere göre kıyaslandığında bir hayli yüksek.
Ancak Finlandiya yaşlı olmanın sorun teşkil edici olduğu
varsayımını bir kenara bırakarak yaşlılara yönelik hiz-
metlerin en gelişkin olduğu
ülkelerden biri. Yaşlı nüfusa
bir külfet olarak bakmaktan
ziyade onları en iyi yaşam koşullarında yaşatmak konusunda ülke geniş bir mali kaynak ayırmış durumda. Özellikle son dönemlerde yapılan
haberlere göre, Helsinki Belediyesi hem işsiz bireylere iş
sağlamak hem de yaşlılara
daha iyi bir bakım sağlamak
Farklı bakış açıları
Farklı bir görüşse, yine aynı
ül ke den, ya ni Finlandiya’dan. Finlandiya Sosyal Sigortalar Kurumu’ndan bir
araştırmacı olan Sari Kehusmaa, geçtiğimiz Ağustos’ta
Tampere Üniversitesi’ne sunduğu doktora tezinde yaşlılara belediye tarafından de-
ğil de kendi evlerinde kendi
akrabaları tarafından yapılacak olan bakımın ülke ekonomisine tahmini üç milyar
Euro’luk bir tasarruf sağlayacağı kanısında. Kehusmaa
yaptığı araştırmada belediyelerin aldığı ödeneğin yalnızca bir kısmını bu bakımla-
Kapsayıcı bölge
Öte yandan, son yıllarda toplumun her alanında etkin faaliyet gösteren LGBT bireyler, yaşlı hakları konusunda
da kendilerini gösteriyor.
Kendilerine diğer huzurevlerinde cinsiyetçi yaklaşıldığını
öne süren ve oldukları gibi
yaşamak istediklerini belirten LGBT bireyler, İsveç’te
geçtiğimiz yılda kendilerini
bir huzurevi planına dâhil etmişler. Hükümet tarafından
görüşleri alınan bireylerin şu
an bir LGBT Huzurevleri var.
ABD’deyse bu sayı on beşi aş-
mış durumda. Son günlerde
Danimarka da LGBT Huzurevi fikrini benimsemişe benziyor. Tahminlere göre Danimarka’nın nüfusunun yüzde
yirmisi gelecek çeyrek yüzyılda LGBT birey olma yolunda
ilerliyor. Hükümet bu öngörünün ışığında Danimarkalı
vatandaşların çocuk yapma
fikrine ısınmaları için çeşitli
projeler gerçekleştiriyor. Ancak bunları yaparken LGBT
Huzurevi planından da vazgeçmiş değil. Gelecek beş yıl
içinde onların haklarını ge-
gereken bir diğer etkense,
devlet. Zira gelişkin sermaye
ve piyasa koşullarının bir şekilde sağlandığı ülkelerde
ekonomik açıdan zenginliğin
olduğunu biliyoruz. Ancak
ekonomik açıdan zenginleşmiş birçok ülkenin de bu
zenginliğin dağıtımı konusunda yetersiz kaldığını insanların yaşam koşullarından anlayabiliyoruz.
için kendine rol biçmiş gözüküyor. Şehir içinde yüz elli
farklı grup, yaşlılara bakım
vermek için Belediye’ye ait
bakımevleri tarafından istihdam edilmiş. Üstelik bu
gruplar rastgele seçilmiş
gruplar değil. Geçici eğitim
alarak yaptıkları işlerde belirli bir seviyeye gelmeleri
sağlanan bu grup, yaşlılar açısından en iyi hizmeti ver-
mek üzere yetiştiriliyor. Helsinki Belediyesi, tam rakam
vermek olanaksız olsa da, bu
iş için milyonlarca Euro harcamış. Yaklaşık on bin kişinin
istihdamını sağlayan bu hizmet, herhangi bir mali çıkar
sağlamak için oluşturulmamış.
ra ayırdığını, önemli bir kısmınınsa belediyeye mali destek sağlamak için alındığını
savunmuş. Önerisiyse yaşlılara yakınları veya aileleri tarafından yine devletten destek görerek bakılması. Bu sayede yaşlılar hem devlete daha fazla mali yük getirmeye-
cekler hem de düşük bir bütçeyle bakımları sağlanabilecek. On milyon Euro’luk bir
bütçeyle bu işin altından
kalkılabileceğini belirten
araştırmacı, bu bakımı yapanlaraysa aylık 371 Euro verilerek destek sağlanabileceğini belirtmiş.
liştirmek ve korumak adına
düzenlemelere gidecek olan
Danimarka hükümeti, bir de
LGBT Huzurevi açma çalışmalarına girişmiş bulunmakta. Bu tesisin diğerlerinden farkıysa, LGBT haklarını
genişletmek ve yaşlıların birlikte veya ayrı yaşayacak biçimde kendi istekleri doğrultusunda yaşamalarını sağlamak.
Bu gelişmeler gösteriyor ki,
özellikle Kuzey Avrupaİskandinav ülkelerinde yaşlılık büyük bir nüfus artış prob-
lemi durumunda. Ancak bu
ülkeler, yönelimleri ne olursa
olsun yaşlıların mutlu bir şekilde hayatlarını devam edebilmelerini sağlamak için
devlet bütçelerini kullanmaktan çekinmiyor. Yaşlı bireyin yakınları tarafından mı
yoksa devlet tarafından mı
bakılacağı tartışmasıysa ise
çok daha derin bir tartışma
ve aslında aile-toplum-devlet üçgenine yaklaşımın bir
yansıması. Ve tabii ki ekonomik rasyonalite çerçevesinde!
ATAUM
e-bülten
Ab’nin, tuvalet ihtiyacının açık alanda giderilmesinin önlenmesi, 2030’a kadar temel
su, sanitasyon ve hijyen ihtiyacının evrensel düzeyde karşılanması ve tuvalet erişiminin evlerin yanı sıra okullar
ve sağlık kurumlarını da kapsayacak biçimde genişletilmesi amaçlarını destekleyen
Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerinin şekillendirilmesindeki rolü nedeniyle kalkınma
açısından önemli işbirlikçilerden biri olduğu duyuruldu. Ayrıca ancak AB’nin su,
sanitasyon ve hijyen sorununun çözümünde liderliği üstlenmesiyle küresel düzeyde
yoksullar ve ötekileştirilen
gruplar açısından var olan eşitsizlik durumunun giderilebileceği belirtildi.
AB hijyen ve sanitasyon konusunda kendisine böylesi iddialı liderlik rolleri biçerken,
Avrupa’da tuvalet kültürü
meselesi ve Avrupalıların temizlik anlayışı pek çok toplumda oksidentalist bir tavrı
da içinde barındıracak biçimde alaycı bir yaklaşımla
karşılanmakta. Büyük Versailles Sarayı’nın ülkemizde en
bilinen özelliği belki de başlangıçta hiç tuvaletinin olmaması. Orta Çağ ve erken
modern dönem Avrupasını
anlatan filmlerdeki duvarlara işeme ve lazımlıkları pencerelerden boşaltma sahneleri de genellikle tiksinti, şaşkınlık ve dönemin Osmanlısıyla yapılan kıyaslama sonu cun da küçümsemeyle
karşılanmakta.
20. yüzyıl sosyologlarından
Norbert Elias, doğal ihtiyaçlarımızı giderme biçimlerimizin uygarlık süreci içinde
değişikliğe uğradığını ifade e-
ARALIK 2014
diyor. Modern toplumun duygu denetim modelleriyle
utanma ve sıkılma standartlarının kurucusu olarak da
Rotterdamlı Erasmus’u gösteriyor. Zira Erasmus, 1530
tarihli De civilitate morum
puerilium adlı ders kitabında
“idrarını yapan ya da bağırsaklarını boşaltmakta olan birisini selamlamanın uygun
olmayacağı”, utanma duygusuyla birlikte yaratılan insanın organını gereksiz yere
açmaması ve idrarın gizlice
yapılması gerektiği uyarılarında bulunuyordu. Bununla
birlikte Erasmus, bu utanma
duygusunun gerekliliğini
kendilerine her şeyin malum
olduğu meleklerin yanı sıra,
sağlıkla ilgili gerekçelere de
dayandırarak günümüzün
sağlık ve hijyen kurallarının
oluşumunu başlatmaktaydı.
Elias da melek motifinin ve
dış hayaletlerden duyulan
korkunun, “dürtülerden belirli ölçüde vazgeçilmesi ya
da duyguların belirli bir şekilde biçimlendirilmesi için
hijyenik nedenler kullanılmaya ve insan sağlığına verilen zarar vurgulanmaya başladığında gerilediğini” ifade
ediyor.
Önce doğaüstü varlıklardan
duyulan korku nedeniyle, daha sonraysa hastalıklardan
kaçınmak amacıyla değişen
Avrupa tuvalet kültürü, 19.
yüzyıla kadar duvar kenarlarında ya da lazımlıklarda tuvalet ihtiyacının alenen ve ihtiyacı bekletmeksizin giderilmesiyle başlamış görünüyor. Şimdilerdeyse evlerin
içindeki kapalı ve hatta ebeveyn ve misafir banyolarının
yaygınlaşmasıyla neredeyse
şah si tuvalet/klozetlerde
gideriliyor. Yani büyük bir dönüşüm söz konusu aslında.
Antik dönemden itibaren
Avrupa’da en yaygın tuvalet
biçimi, hitap ettiği sınıfa göre
değişik süslemeler içerebilen
se ra mik ve ya bakırdan
lazımlıklardı. Kanalizasyon
sistemlerinin geliştirilmesine
kadar lazımlıklar evlerin
önüne, sokaklardaki oluklara boşaltılıyordu. 1500’lü
yıllardan itibaren Avrupa’da
kentsel nüfusun artması ve
sokaklardaki olukların insan
dışkısıyla dolup taşması evlerin yanına lağım çukurlarının
kazılmaya başlamasına neden oldu. Zamanla bu çukurlarda biriken katı atığı toplayarak gübre ve amonyak
üretiminde kullanılmak üzere satan tüccarların ortaya
çıkması şehirlerde modern
kanalizasyon sistemlerinin
yapılmasını geciktirdi. 19.
yüzyılda kamu görevlileri ve
hijyen uzmanlarının yaptığı
çalışmalarla katı ve sıvı atıkların taşınacağı borulardan
oluşan bir yeraltı ağının inşası başladı. Tuvalet ve musluklu küvetlerin çoğalması
da bu döneme rastladı. Aslında modern sifonlu tuvaletin öncüsü olacak bir mekanizma İngiltere’de Sir John
Harington tarafından daha
1596’da geliştirilmişti. Hatta
Harington, vaftiz annesi Kraliçe Elizabeth için Richmond
Sarayı’na bu tuvaletlerden
bir tane yaptı ancak Kraliçe
çok gürültülü olduğu gerekçesiyle tuvaleti kullanmadığı
gibi, ülke çapında tuhaf karşılanan bu icat da benimsenmedi.
Ancak Sanayi Devrimi’nin
başlamasıyla modern formunu kazanan sifonlu tuva-
Avrupa Tuvalet Deklarasyonu
Elâ BİLGEN
let ilk kez 1778’de Londra
’daki bir atölyede seri olarak
üretilip satılmaya başladı.
19. yüzyıla gelindiğinde bir
yandan kolera salgınları nedeniyle hız kazanan sanitasyon çalışmaları, diğer yandan da tuvalet üreticisi girişimcilerin çabalarıyla özellikle Londra’da kanalizasyon
sistemleri ve sifonlu tuvaletler yaygınlaştı. Hatta 1851’
de yaklaşık 6 ay süren bir
organizasyonla Hyde Park’ta
halka klozet tanıtımı yapıldı
ve 1 peni karşılığında ziyaretçiler temiz bir oturak ve
havlu hizmetiyle birlikte ilk
kez sifonlu tuvalette ihtiyaç
giderdi. İngiltere’de 1875’te
çıkarılan Halk Sağlığı Yasasıyla tuvalet üreticilerine üstü
kapalı teşvikler sağlanarak
kanalizasyon sistemleri ve su
temini konularında düzenlemeler yapılması da modern
tuvaletlerin yaygınlaşmasına
ve ihtiyaç gidermenin modern şeklinin belli bir standardizasyona kavuşturulmasına yardımcı oldu. Tuvalet
üretimi yapan şirketler, Almanya, Avustralya ve Güney
Afrika’da da tanıtım faaliyetleri gerçekleştirdi. Böylece diğer sanayi ürünleriyle birlikte sifonlu tuvalet de İngiltere
’den tüm kıta Avrupası’na yayıldı. Yine de temiz suyla çalışan bir sifona sahip tuvaletler ancak üst sınıfa hitap
eden bir lüks tüketim malıydı
ve 1860’a gelindiğinde bile
İngiltere’den Almanya’ya ithal edilen tek tuvalet Kraliçe
Victoria için Ehrenburg Sarayı’na konan ve elbette Kraliçe’den başkasının kullanımına ka pa lı o lan sifonlu
klozetti.
Eşitsizlik ve şiddete karşı hijyen standardizasyonu
Diğer her şeyle birlikte doğal
ihtiyaçlarla ilgili tutumların
standartlaştırılması yönünde
atılan adımlar günümüz
Avrupası açısından meyvelerini vermiş olsa da, tuvalet
gereksiniminin giderilmesinde temiz su kullanımı ve ihtiyaç duyulan mahremiyet ortamı bugün hala dünya nüfusunun neredeyse yarısı için
bir lüks. 1 milyardan fazla insan tuvalet ihtiyacını kanalizasyon sisteminden yoksun
açık alanlarda gidermek zorunda kalıyor. BM verilerine
göre 2.5 milyar kişiyse hijyen, sağlık ve sanitasyon açısından yetersiz tuvaletleri kullanıyor. Özellikle kırsalda ve
şehirlerin gecekondu bölgelerinde yaşayanlarla mülteci
kampları başta olmak üzere
kriz ve afet bölgelerinde bulunan insanlar bu durumdan
en fazla etkilenen kesimleri
oluşturuyor.
Dünya Tuvalet Organizasyonu adlı sivil toplum kuruluşu
bu konuya dikkat çekmek ve
yardım kuruluşlarının sanitasyon faaliyetlerine daha
fazla önem vermesini sağlamak amacıyla 2001’de 19
Kasım’ı Dünya Tuvalet Günü
olarak ilan etmiş, Tuvalet Günü 2013’te de Birleşmiş Milletler tarafından resmen tanınmıştı.
BM ve Dünya Tuvalet Organizasyonu yetkililerince bu
yılki etkinlikler çerçevesinde
yapılan açıklamalara göre,
her yıl ishal nedeniyle gerçekleşen 5 yaşın altındaki
800 bin çocuk ölümü, hijyen
kurallarının yaygınlaştırılmasıyla önlenebilir. Bunun
yanı sıra okullara temiz ve güvenli tuvaletler yapılmasıyla,
yetersiz tuvaletler nedeniyle
okulu bırakan ergenlik çağındaki kız çocuklarının eğitime katılma oranını arttırmak ve evlerin içine tuvalet
yaparak ihtiyacını açık alanda gidermek zorunda kalan
kadınların saldırıya uğrama
olasılığını engellemek mümkün. Dünya Tuvalet Organizasyonu ayrıca su ve sanitasyon için harcanan her 1
doların zaman tasarrufu, verimlilik artışı ve sağlık giderlerindeki düşüşle 8 dolar
olarak geri döneceğini vurguluyor.
Dünyanın pek çok “geri
kalmış” bölgesinde kadın ve
çocuklar gibi erkeklerin de tuvalet ihtiyaçlarını yetersiz ve
sağlıksız koşullarda gidermek zorunda olduğu bir gerçek. Ancak kadınlara ve çocuklara yönelik cinsel şiddetin ve yoksul ve ötekileştirilen
gruplara yönelik eşitsizliğin,
ırkçılık ve cinsiyetçilikle evrenselcilik arasında hassas
bir dengeyi sürdürmeye çalışan muktedirlerin bu dengeden elde ettikleri fayda göz
ö nün de bulundurulmaksızın, yalnız görünen nedenlere bağlanması sorunun çözümünü güçleştiriyor. Hele ki
Ban Ki-Moon’un ifadesiyle
“hijyeni küresel kalkınmanın
öncelikleri arasında sayan”
faaliyetlere, daha doğrusu
öncü faaliyetçilere biraz yakından bakıldığında. Zira Avrupa Tuvalet Deklerasyonu’nun hazırlanmasına ön
ayak olan İngiltere-Hollanda ve Amerika menşeli iki büyük uluslararası şirketten
“hijyen uzmanı” Domestos
’un sahibi Unilever’in Endonezya yağmur ormanlarının
dünyanın en hızlı tahribata
uğrayan ormanları olmasındaki etkisi dikkat çekiyor. Keza 150 ülkede en fazla kullanılan kağıt mendil ve tuvalet
kağıdı markası Kleenex’in sahi bi Kimberly-Clark da
Kanada’daki kutup altı ormanlarının yok olmasında
ciddi sorumluluğu var. Tüm
bunları dikkate almaksızın
değerlendirme yapmak yanlış ya da en azından eksik sonuçlar doğurmaya mahkum
görünüyor.
3
4
Belgrad-Tiran Arasında Zeytin Dalı
Emre YÜKSEL
ARALIK 2014
ATAUM
e-bülten
Belgrad-Tiran Arasında Zeytin Dalı
Emre YÜKSEL
Uzunca süre Osmanlı İmparatorluğu egemenliğinde kalan Balkanlar, Fransız Devrimi sonrasında özellikle Napolyon Savaşları’yla milliyetçilik ideolojisiyle tanışmış ve
coğrafya savaşların ve istikrarsızlıkların yaşandığı bir
yer haline gelmişti. Önce bağımsızlık savaşlarını, ardından bu toprakların genişletilmesi için yapılan Balkan
Savaşları’nı ve daha sonrasında da iki dünya savaşını atla tan Bal kan lar, So ğuk
Savaş’ın başlamasıyla tekrar
istikrar dönemine girmişti.
Yaklaşık 50 yıllık istikrar döneminin ardındansa bölgede milliyetçilik tekrar nüksetti ve “Balkanlar” kelimesi
tekrar “istikrarsızlık” ve
“savaş” kelimeleriyle anılır oldu. Yugoslavya’nın dağılma
sürecinde yaşanan iç savaş
ve Kosova Savaşı’ysa bölge
devletleri arasında gergin
ilişkiler mirası bıraktı.
Bu ilişkilerin en başındaysa,
Sırbistan’ın Arnavutluk ve
Kosova’yla ilişkileri geliyor.
Esasen Sırbistan’ın bu iki ülkeyle olan sorunlarının temel noktasını aynı sebep
oluşturuyor: Kosova’nın Sırbistan’dan “anayasaya” ve
“uluslararası hukuka” aykırı
bir şekilde ayrıldığı inancı.
Kosova, Yugoslavya içerisinde Sırbistan’a bağlı özerk bir
bölgeydi ve bağımsızlık hakkı bulunmuyordu. Ancak Kosovalı Arnavutlar Kosova Kurtuluş Ordusu’nu (UÇK) kurup
Yugoslavya’yla (Sırbistan’la)
silahlı çatışmaya girişti. Bu çatışma NATO’nun 1999’da
Yugoslavya’yı bombalama-
sıyla sona erdi ve ülkenin yönetimi BM kontrolüne geçti.
2008’deyse Kosova Parlamentosu tek taraflı bir kararla Sırbistan’dan bağımsızlıklarını ilan etti. Bu kararın
uluslararası hukuk açısından
meşruiyeti tartışılmış, Sırbis-
tan da kararı uluslararası hukuka aykırı gördüğü için bağımsızlığı tanımadığını ilan
etmişti. Bu durum da Sırbistan’ın hem Kosova’yla hem
de Arnavutluk’la arasının bozulmasına neden oldu.
Barış ve istikrarda AB katalizörü
Soğuk Savaş döneminde sosyalist yönetimlere sahip olan
Sırbistan ve Arnavutluk, Soğuk Savaş’ın bitmesiyle zamanla “Batı yanlısı” hükümetler kurmaya başladı. Bu
hükümetlerin öncelikli hedefleri ülkeye yatırımcıları
çekmek ve işsizlik ve yolsuz-
lukları önlemek oldu. Bunu
sağlamanın yolu da AB’ye
üye olmak olarak görüldü.
Bu sebeple ülkeler AB’ye
üyeliği en büyük öncelik olarak gördü ve sırayla AB’ye
ü ye lik baş vu ru su yap tı.
AB’nin bu ülkelere üyelik için
koyduğu ön şartsa iki ülkenin
tarihini sorunlarını çözmesi,
yani “Kosova sorununun çözüme kavuşturulması” oldu.
Böylece Sırbistan ve Kosova
arasında ilişkilerin kurulması
üzerine görüşmeler yapıldı,
deklarasyonlar imzalandı.
AB’nin itici gücü sayesinde
Balkan devletleri sorunların
çözümü adına ziyaretler gerçekleştirdi. Bu vesileyle Arnavutluk Başbakanı Edi Rama’nın Belgrad’a gerçekleştirmiş olduğu ziyaret, hem iki
ülke arasında hem de Balkanlar’da barış ve istikrarın
sağlanması açısından büyük
önem arz ediyor.
Balkanlar için büyük önem rarası Adalet Divanı da tanıarz eden bu ziyarette “Koso- yor ve bu bölgesel bir gerva” konusu iki ülke arasında çektir” sözleriyle Sırbistan’ın
tekrar bir gerginliğe neden Kosova’yı tanıması gerektiğioldu. Görüşmenin ardından i- ni söylemesi Sırbistan Başbaki başbakanın düzenlediği or- kanı Alexandar Vucic tarafıntak basın toplantısında Arna- dan tepki topladı. Rama’dan
vutluk Başbakanı Rama’nın sonra söz alan Vucic, “ilk ön“Kosova konusunda tama- ce şunu söylemek istiyorum.
men farklı pozisyonlara Başbakan Rama’dan bu tarz
sahibiz. Fakat gerçek tektir bir provokasyon ve Kosova
ve değiştirilemez. Kosova hakkında konuşmasını bekşimdi 108’den fazla ülke ta- lemiyordum. Kosova’yla ne
rafından tanınıyor. Bağımsız- alakaları olduğu hakkında
lığını aynı zamanda Ulusla- bir fikrim yok. Fakat kendisi-
ne cevap vermeliyim çünkü
benim işim herhangi birinin
Belgrad’da Sırbistan’ı aşağılamaya çalışmasına engel olmak. Sırbistan Anayasası’na
göre Kosova Sırbistan’ın bir
parçası ve Arnavutluk’la hiç
bir ilişkisi yoktu ve olamayacaktır” sözleriyle Rama’nın
protokol dışına çıktığını ve
provokatif davrandığını belirtti.
Tarihi ziyarette Kosova
Edi Rama’nın gerçekleştirmiş
olduğu ziyaret, zamanı açısından da büyük önem taşıyor. Zira Rama’nın ziyareti Enver Hoca’dan tam 68 yıl sonra Arnavut bir liderin Sırbistan’a yaptığı ilk ziyaret olma
vasfı taşıyor. Aslında 22 Ekim
’de gerçekleşmesi gereken ziyaret, iki ülke arasındaki bir
futbol maçında Büyük Arnavutluk bayrağı açılması sebebiyle yaşanan kriz sonrasında gerçekleşememiş ve
Kasım’a sarkmıştı.
‘Hedef Büyük Avrupa’
Edi Rama’nın gerçekleştirmiş
olduğu ziyaret, Kosova sorununun gölgesinde kalmış olsa da, bölgede istikrarın temellerinin atılması konusunda da önemli aşamalar
kaydedilmesini sağladı. Başbakan Vucic, Sırbistan’daki
Arnavutlarla Arnavutluk’taki
Sırpların iki ülke arasındaki
işbirliğinde köprü görevi
üstlenmeleri gerektiğini belirtirken, Başbakan Rama’yla
iki ülke vatandaşlarının sadece kimlik kartlarını kullanarak karşılıklı ziyaretler
gerçekleştirebilmeleri hakkında anlaşmaya vardıkları-
nı açıkladı. Ayrıca iki ülke diplomalarının karşılıklı olarak
tanınması üzerinde de anlaşmaya varıldı. Bununla birlikte, 68 yıl sonra Sırbistan’ı
ziyaret eden ilk başbakan olmaktan mutluluk duyduğunu ve ilişkilerde yeni bir sayfa
açılacağını belirten Rama,
bir sonraki ziyaret için tekrar
68 sene beklenmemesi gerektiğini ve Sırp mevkidaşını
da bu nedenle gelecek sene
Tiran’a davet ettiğini belirti.
AB’nin alternatifinin olmadığını da belirten Başbakan
Rama, Balkan ülkeleri olarak
Avrupa’yla birleşme hedefle-
rinin olduğunu ve Avrupa
’nın tüm Balkan ülkelerini barış yolunda bir araya getirebileceğini savundu. Sırbistan
’ın Preşevo kentinde açıklama yapan Rama, Avrupa’nın
Balkanlar’a, Balkanlar’ın da
Avrupa’ya ihtiyaç duyduğunu vurguladı ve bu sebeple
olsa gerek Arnavutluk’un hedefinin “Büyük Arnavutluk”
değil “Büyük Avrupa” olduğunun altını ısrarla çizdi.
Sonuç olarak, bir Arnavut liderin 68 yıl sonra Sırbistan’ı
ziyaretinin istikrarın peşinde
koşan Balkanlar için büyük
önem taşıdığı aşikar. Her iki
ülkenin AB hedefi taşıması
da bu tür ziyaretlerin daha
sık yaşanacağına dair ipuçları taşıyor. Nitekim AB, her
iki devletten de tarihi sorunlarını çözmelerini istiyor. Bu
sebeple, Kosova konusunda
adımların atılması her iki devletin hatta Kosova’nın da
AB’ye üyeliğini hızlandıracak gibi. Ancak yine de Kosova’nın Arnavutluk’la birleşme ihtimali ve Sırbistan’ın Kosova’yı tanıma konusuna
temkinli yaklaşıyor olması sürecin biraz daha uzayacağının göstergesi durumunda.
ATAUM
e-bülten
ARALIK 2014
Grönland: Yeni Seçim, Eski Sorun
Damla ÜNSEVER
5
Grönland: Yeni Seçim, Eski Sorun
Damla ÜNSEVER
Haberleri izleyip şöyle bir durup düşündüğümüzde hepimiz sessiz sakin, herşeyden
ve herkesden uzak bir yerlere gitmek isteriz. Aklımıza ilk
gelen şeyse küçük bir sahil
kasabasında yeşillikler içinde bir evdir. İşte bu isteğimizi
buzullarla çevrili, beyaz örtüyle kaplı topraklarında gerçekleştiren bir ülke var:
Grönland. Ancak 57 bin kişilik nüfusuyla Grönland, dünya nın bü yük problemlerinden uzakta, Danimarka’
ya bağlı özerk bir ada olsa da
son yıllarda dikkatleri üzerine çekiyor. Çünkü dünyada enerji kaynakları tükendikçe
ülkeler yeni kaynak arayışları içine giriyor. Bunların en başında da nadir elementlere
sahip olan, özellikle dünyanın en büyük beşinci uranyum kaynağının bulunduğu
Grönland geliyor. Buzulların
erimesiyle birlikte doğal kaynak arayışlarının bir nebze
kolaylaştığı bu ülkede uranyum çıkarımının ekonomiye
önemli katkıda bulunacağını
düşünen yerel hükümet,
2013’ün başından bu yana
ülkede yabancı enerji şirketlerinin yatırım yapmasını destekliyordu. Geçtiğimiz günlerde yapılan seçimlerse bu
eski sorun konusunda yeni
hükümetin nasıl bir tutum
benimseyeceğini gündeme
getirdi.
1979’da Danimarka’ya bağlı olarak özerklik statüsü kazanan Grönland, 2009’daki
özerklik yasasıyla güvenlik,
savunma, dış politika konu-
larında hala Danimarka’ya
bağlı ama doğal kaynakları
üzerinde tam yetkiye sahip
bir ülke oldu. Ekonomisi tarım ve turizme dayanan adada uranyum çıkartılmaya başlanması kimilerine göre
Grönland’ı ekonomisi güçlü
bağımsız bir ülke haline
getirecekken, kimilerine göreyse ada halkı için ciddi sağlık sorunları doğacağı gibi süreç Danimarka’yı nükleer
enerji alanında önde gelen
ülkelerden biri haline getirecek. Dünyanın en çevreci ülkelerinden biri olarak bilinen
ve son otuz yıldır nükleer
enerji karşıtı bir dış politika izleyen Danimarka’ysa bu konuda yerel hükümetle aynı fikirde değil. Diğer taraftan
1983’te balıkçılık kısıtlamaları nedeniyle üyelikten çekilen Grönland’ın AB dışında
olması, dolayısıyla Euratom
antlaşmasına taraf olmaması AB’yi tedirgin ediyor. Her
ne kadar Grönland’ın İran gibi Batı için tehdit oluşturabilecek ülkelerle uranyum ticareti yapması beklenmese de,
uzun vadede enerji kaynaklarına ihtiyaç duyan Çin’in ve
nükleer alanda güçlenmek isteyen diğer ülkelerin bölgeye olan ilgisi AB’nin bu konuda önlem almaya yönelmesine neden oluyor.
Aralık 2012’de çıkarılan yasayla başlayan uranyum sorunu hala devam ediyor. Yasayla yabancı şirketlerin
Grönland’da maden çıkarmalarına izin verilmesinin yanı sıra yabancı işgücünün ül-
keye girişinin de önü açılmıştı. Bu yasa ucuz işgücüne sahip Çin’in lehine, yerel halkınsa zararına sonuç doğurdu. Ekonomik durgunluğun
yanı sıra işsizlik de önemli bir
sorun haline geldi. Sorunun
çözümü için Danimarka ve
Grönland Şubat’ta uranyum
işbirliği grubunu kurdu. Mart
2013’deyse gerçekleşen seçimlerin sonucundaysa sosyal demokrat parti Siumut
’un lideri Aleqa Hammond
Başbakan oldu. Ekim’de de
yeni hükümet uranyum gibi
nadir elementlerin çıkarılıp
ihracatının yapılmasını engelleyen “sıfır tolerans politikası”nı terk ettiğini açıkladı.
Ancak geçtiğimiz aylarda
Başbakan Hammond, kamu
gelirlerini kendi çıkarları için
harcadığı ortaya çıkınca istifa etmek zorunda kaldı. Yapılacak seçimden önceki istikrarsızlık ve seçimden
uranyum çıkarılmasına karşı
bir hükümetin çıkabileceği
endişesiyle ülkeye yatırım yapan firmalar seçimden birkaç ay önce yatırımlarını durdurdu. Seçimse geçtiğimiz
Kasım sonunda gerçekleşti.
28 Kasım’daki seçimlerin sonucunda yüzde 34 oy alarak
ilk sırada yer alan sosyal demokrat Siumut partisini yüzde 33 oyla sol eğilimli Inuit
Ataqatigiit (IA) izledi. Kurulacak koalisyon hükümetinin
doğal kaynaklar konusunda
nasıl bir tutum izleyeceğiyse
muallakta. Çünkü Siumut’in
yeni lideri, eski hükümet döneminde İskan ve Çevre Ba-
kanı olan Kim Kielsen. Her
ne kadar doğal kaynaklar konusunda uygulanan politikaları devam ettirecek gibi gözükse de, IA ve lideri Sara
Olsvig, Kielsen’i zorlayacak
gibi gözüküyor. Nitekim seçim propagandaları sırasında “yeni başlangıç” sloganını kullanan ve açıkça uranyum çıkarılmasına karşı çıkan Olsvig, seçilmesi durumunda bu sorunu referanduma taşıyarak son sözü halka bırakacağını belirtmişti.
Ancak kimilerine göre bu sadece bir seçim propagandası
olabilir ve iki parti de kendi çıkarlarına uygun olarak ortak
bir politika uygulayabilir.
İki partinin izleyecekleri tutumun uzlaşmacı mı yoksa çatışmacı mı olacağı, birlikte
nasıl bir ekonomi politikası
uygulayacakları ilerleyen
günlerde belli olacak ama yapılan öngörülere dayanarak
yine de kimi tespitlerde bulunmak mümkün. Örneğin,
Siumut’un eski liderinin yaptığı yolsuzluğun ve iktidarın
başarısız ekonomi politikalarının partinin halk desteğinin
azalmasına yol açarak IA’nın
gücünü arttırmasına olanak
vermesi, sol eğilimli IA’nın daha baskın bir rol oynamasına
neden olabilir. Tabii Siumut
’un hala en yüksek oyu alan
parti olarak iktidarda kalması, ülkedeki yatırımcıları istikrarın sağlanması konusunda
rahatlatmış gözüküyor.
6
Yunanlıların Evlilik Merasimi
Christos TEAZIS
ATAUM
ARALIK 2014
e-bülten
Modern Zamanın Köleleri
Merkezi Avustralya'da olan
“Walk Free Foundation”
( Özgür Yürü Vakfı), bu sene ikinci defa Küresel Kölelik
Endeksi'ni yayınladı. Raporda tüm kıtalardan 167 ülkeden örnekler ve istatistikler
yer alıyor. Buna göre dünyada 35 milyon 800 bin insan
kölelik şartlarında çalıştırılıyor. Vakıf, köle sayısının tüm
nüfusa oranı, devlet siyaseti,
ülkedeki insan hakları koşulları, yolsuzluk, ayrımcılık,
ekonomik gelişmişlik düzeyi
gibi etmenleri de raporuna
ekleyerek bir sıralama yapıyor. Listenin ilk beşinde
Moritanya, Özbekistan, Haiti, Katar ve Hindistan bulunuyor. Avrupa' da “modern
kölelik” oranıysa toplam
köleliğin 1.82 'sini oluşturuyor. Raporda Avrupa’da
köleliğin en yaygın olduğu ülkeler arasında Bulgaristan,
Türkiye, Polonya ve Almanya
yer alıyor. İzlanda, İrlanda ve
Lüksemburg gibi çoğu Avrupa ülkesiyse listenin son sıralarında. Üstelik bu ülkelerde
modern köle sayısı 300'ü
aşmıyor. Vakfın araştırmacılarından Kevin Bales, raporun yayımlanma amacının
konuya dikkat çekmek ve bir
bilinç yaratmak olduğunu
söylüyor. Vakıf, bu konuda
büyük sorumluluğun hükümetlere ait olduğunu, devletin çıkaracağı yasalarla insan
hakları ihlallerini azaltabileceğini vurguluyor. Çalışmada kölelik kavramı “modern
kölelik” başlığı altında zorla
çalıştırılan işçileri, insan kaçakçılığı kurbanlarını, para
karşılığı seks işçiliği yapanları ve zorla ya da hizmet
ettirilmek amacıyla evlendirilenleri kapsıyor. Endekste
aynı zamanda her kıtadan
mo dern kö lelik örnekleri
kişilerinin kendi cümleleriyle
anlatılıyor.
Uluslararası Çalışma Örgütü
ILO da Mayıs’ta yayınladığı
bir raporda dünyada 21 milyon insanın zorla çalıştırıldığını açıklamıştı. 21 milyon insanın üçte ikisini seks endüstrisi, geri kalanını da ev,
tarım, inşaat ve maden işçileri oluşturuyor. Aynı rapora
göre bu modern köleler sayesinde dünyada 150 milyar
dolar kâr elde ediliyor ve bu
rakam üzerinden hiçbir vergi
ödenmiyor. ILO da modern
kölelikle mücadelede büyük
rolün hükümetlere düştüğünü, bunun yoksulluk, istihdam ve eğitim gibi konularda yapılan düzenlemelerin
çözümü kolaylaştıracağını
belirtiyor.
Kimilerine göre kölelikten daha kö tü o lan “modern
kölelik” kavramı, bildiğimiz
“köle” statüsünde olmayan
ancak “köle gibi çalıştırılan”
günümüz insanlarını anlatıyor. Böyle geniş bir kavramın
içine seks işçileri, maden işçileri, taşeron işçileri, ücretli,
geçici, sözleşmeli personeller, mevsimlik işçiler, ev işçileri, borçlandırılarak çalıştırılanlar, asgari ücret karşılığı
çalışanlar, zorla evlendirilenler gibi birçok kategori
katılabiliyor. Modern kölelik
uygulamaları kapitalizmin
kötü sonuçları arasında görülüyor. Düşük ücretle, kayıt
dışı ve ağır şartlarda çalışanlar dünyanın her yerinde
farklı oranlarda bulunuyor.
Avrupa ülkelerinde istihdam,
ekonomik refah, yasaların
kapsamlılığı ve denetim uygulamalarının diğer ülkelere
Bilgesu BÜYÜKÇOLAK
Christos TEAZIS
kıyasla daha sıkı tutulması
nedeniyle bu ülkelerin daha
kapitalist yapılarına rağmen
daha az modern köle sayısına sahip olduğunu görüyoruz. Avrupa ülkelerinin hemen hepsinin yasalarında ve
ayrıca İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi'yle Av ru pa
İnsan Hakları Sözleşmesi'
nde “kölelik ve zorla çalıştırma yasağı” şeklinde bir madde de bulunuyor. Tabii özellikle Avrupa merkezli çok
uluslu şirketlerin ve işletmelerin de ülke dışındaki faaliyetlerinde bu türden yöntemlere başvurmakta fazla
çekinceli davranmadığını
özellikle not etmek gerek.
Birçok kişi ve birçok örgüt modern kölelik uygulamasının
hükümetle ve işverenlerle
alakalı olduğunu belirtiyor.
İşverenler, özellikle özelleştirme uygulamalarıyla beraber düşük ücretlerle, kapsam
dışı uygulamalarla veya
taşeronlaşma eğilimiyle beraber işçilerinin çalışma koşullarını görmezden geliyor.
Adam Smith'in de “Ulusların
Zenginliği” eserinde belirttiği gibi, işletmelerin tek
amacı kâr elde etmek ve do-
layısıyla nasıl elde edildiğini
pek de umursamamak olarak devam ediyor. Dünyada
çok fazla sayıda yaşanan iş
kazaları, işverenlerin bu
umursamazlığı nedeniyle “iş
cinayetleri” şeklinde devam
ediyor. Modern kölelik tanımının en büyük dilimini oluşturan seks işçileriyse nefret cinayetlerine kurban gidiyor
veya çeşitli fiziksel/psikolojik
şiddet yönelimlerine maruz
kalıyor. Yasalarla yaşı ve türü
net bir şekilde belirlense de
hala küçük yaşta çocuklar
resmi veya dini nikâhlarla
evlendirilmek zorunda bırakılıyor. Her ne kadar evde istihdam edilen ev işçileri diğerlerinden şanslı görünseler de, onlar da ev kölesi olarak zor şartlarda çalıştırılabiliyor. Taşeron işçileri, taşeron firmaların ve işverenlerin
denetim konusundaki yetersizliği nedeniyle düşük ücretler karşılığı görevlerini ve görev dışı yüklenen her türlü işi
yine ağır şartlarda yapmak
zorunda bırakılıyor. Sonuç
olarak kasa, her zaman kazanıyor.
ATAUM
e-bülten
İletişim
Adres: Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi (ATAUM)
Cemal Gürsel Caddesi, 06590 Cebeci, Ankara
Telefon: 0 (312) 362 07 62
Faks: 0 (312) 320 50 61
Web: www.ataum.ankara.edu.tr/ebulten
E-posta: [email protected]
Editör: Erdem DENK
Tasarım: Turan BACI-Erdem DENK
* Yazılarınızla katkıda bulunmak için [email protected] adresine email atabilirsiniz.
* ATAUM E-Bülten’de yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. ATAUM'un resmi görüşü değildir.
* Bu e-bülten içinde yer alan özel kullanım lisanslı tüm yazı ve görsellerin bütün hakları ATAUM`a aittir.
* Bu e-bülten, kaynak gösterilerek kopyalanabilir, dağıtılabilir, basılabilir.
Sahibi: ATAUM adına Çağrı ERHAN · Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Erdem DENK · Yayının Türü: Süreli (Aylık) · Basım Yeri: Ankara
Üniversitesi Basımevi, İncitaşı Sokak No:10 06510 Beşevler/ANKARA Tel: 0(312) 213 66 55 · Basım Tarihi: 8 Haziran 2014
ATAUM
ARALIK 2014
e-bülten
‘Elma Ye Putin'i Kızdır’
Mühdan SAĞLAM
7
‘Elma Ye Putin'i Kızdır’
Mühdan SAĞLAM
Soğuk Savaş döneminde NATO’nun karşısına konumlanan Varşova Paktı’na ev sahipliği yapan Polonya, 1991’
de SSCB’nin dağılmasının ardından Batı’yla uyumu yakalamaya çalışan ülkeler arasında en dikkat çekeniydi.
Hızla yönünü NATO’yla AB
’ye dönen Polonya, ilk olarak
1999’da Macaristan ve Çek
Cumhuriyeti’yle birlikte NATO’ya üye oldu. Bunu 2004
’teki AB üyeliği takip etti. Kurumsal düzeyde Batı temelli
örgütlenmelerin içinde olmanın yanı sıra Polonya da
tıpkı Rusya ve diğer pek çok
eski Doğu Bloğu ülkesi gibi
ekonomisindeki yeniden
yapılandırmayı IMF ve Dünya Bankası’nın ellerine üstün
bir uyum ve itaatle bıraktı. Bununla beraber, Varşova’nın
Batı’yla kurumsal düzeydeki
bütünleşmesinde dikkat çeken en önemli unsur, SSCB
’nin ardılı olan Rusya Federasyonu’yla arasına mesafe
koymaktı. Dolayısıyla Polonya dış politikasında 1990’
lardan bu yana başat iki ilke
üzerinden hareket edildiği
söylenebilir. Ekonomik, siyasi ve güvenlik alanında Batılı
kurum ve kuruluşlarla olabildiğince uyumun yakalanması ve geçmiş deneyimin izlerini taşıyan Rusya’yla zorunlu
haller dışında ilişki kurulmaması. 2009’da NATO’nun savunma amaçlı balistik füze
ve radar savunma sistemlerini Çek Cumhuriyeti ve Polonya’ya kurma girişimi planında Varşova’nın planı destekleyen tutumu, Rusya tarafından o dönemde de eleştirilmişti. Bununla beraber, iki ülke arasında ilişkilerin tamamen dondurulduğu da söylenemez.
Moskova-Varşova hattında
ilişkilerin en yoğun olduğu
iki alansa enerji ve ekonomi.
Enerji alanında Polonya
transit ülke olmasının yanında Rusya’ya yüzde 70 oranında bağımlı görünüyor.
Polonya’yla Rusya arasında
transit geçiş konusunda sıklıkla sıkıntı yaşanması üzerine Rusya Kuzey Akım Boru
Hattı’nı devre sokmuş ve Polonya’nın transit ülke olarak
pazarlıktaki elini zayıflatmıştı. Halihazırda her ne kadar Polonya hala YamalAvrupa doğal gaz hattına ev
sahipliği yapsa da, kritik bir eşit olduğunu iddia etmek artık güç. Ekonomi alanındaysa Rusya’ya yapılan yaş
sebze-meyve ihracatı Polonya ekonomisinde önemli bir
yere sahipti. Ancak Ukrayna
kriziyle birlikte Polonya’yla
Rusya ticareti ciddi yara almış durumda.
Polonya, Ukrayna’nın yönünü Batı’ya dönme tercihi ve
peşi sıra yaşanan krizde Kiev
’in en güçlü destekçisi olmakla kalmadı, Rusya’ya yönelik politikaların sadece e- yüzde 6’sını oluşturuyor ve
konomik yaptırımlarla sınırlı bu rakam gayrisafi yurtiçi hâkalmaması gerektiğini de sılanın da yüzde 0.04’üne teyüksek perdeden ifade etti. kabül ediyor.
Nitekim Kırım’ın ilhak edil- AB cephesinde yaşanan ekomesi sürecinde NATO’yu müt- nomik durgunluğa bir de Rustefikler arası istişare öngö- ya pazarından mahrum kalren 4. madde kapsamında mak eklendiğinde, Brüktoplantıya çağıran da Polon- sel’in tarım alanında yılsoya oldu. Öyle ki, Polonya’nın nunda 7 milyar Euro’luk
sert politikalardan yana olan zararla karşılaşması işten bitutumuna karşın Almanya ve le değil. Üstelik pek çok uzABD’nin Rusya’ya yönelik ce- man bu durumun tahminzalandırmanın ekonomik lerden daha da fazla bir düyaptırımlarla sınırlı kalacağı- zeye ulaşabileceğini ve AB’yi
nı ifade etmesi, Varşova’da tarım alanında zor günlerin
hayal kırıklığı yarattı. Daha- beklediğini ifade ediyor. Nisı, Brüksel’in ekonomik yap- tekim Ekim 2014’te yapılan
tırımlarına Moskova’nın da AB 2015 görüşmelerinde
karşı hamlede bulunması, sert tartışmalar yaşandı ve
Varşova’nın hayal kırıklığına Rusya krizine rağmen ekobir de ciddi bir ekonomik ka- nominin genel istikrarı için tarım fonlarında kesintiye gityıp ekledi.
Genel olarak AB verileri in- me isteği görüşmelerin fikir
celendiğinde, Avrupa’nın ayrılıklarıyla noktalanmasıRusya’ya 12 milyar Euro’luk na zemin hazırladı. Üstelik
tarım ürünü ihraç ettiği ve bu- Aralık 2014’te nihai bir bütnun Rusya tarım ithalatının çenin çıkıp çıkmayacağı da
üçte birini oluşturduğu görü- hala muamma. 2015 için
lüyor. Fakat Ağustos 2014’te “Acil Bütçe Planı”nın günMoskova’nın uygulamaya demde olması bütçe görüşsoktuğu yaptırımlarla birlikte melerinde mutabakata varılAvrupa ekonomisindeönem- masının güç olduğunu Brükli bir gedik açıldığı görülüyor. sel’in de kabul ettiğini gösteZira genel olarak Rusya’ya ih- riyor.
racat AB üretiminin yaklaşık Bununla beraber, Polonya gi-
Diplomatik kriz
Moskova-Varşova hattında ekonomi temelli krizler devam
ederken, Kasım 2014’te buna bir de casusluk krizi eklendi. İlk olarak Varşova, Rus
iç istihbarat teşkilatının raporları çerçevesinde casusluk faaliyetleri gerçekleştirdikleri iddiasıyla Polonya’da
bulunan gazetecilerin akreditasyonlarını Kasım başında
iptal etti. Bunu, diplomatik
gerekçelerle Polonya’da bulunan Rus diplomatların iş tanımlarının dışına çıkarak Rus-
ya için Polonya aleyhine veri
topladıkları iddiası izledi ve
Rus diplomatlardan 48 saat içinde Polonya’yı terk etmesi
istendi. Polonya’nın Rus diplomatları sınır dışı etmesinin
hemen ertesinde Rusya, kısasa kısas diyerek, benzer bir
gerekçeyle Polonya diplomatları sınır dışı etti. Aslına
bakılırsa Rusya’yla Avrupa ülkeleri arasında yaklaşık iki
aydır casusluk suçlamasıyla
diplomatların iadesi gündemde yer tutuyor. Ekim
2014’te Almanya’yla de benzer bir iade süreci yaşanmış,
Almanya’yı eski bir SSCB ülkesi olan Estonya takip etmişti. Ancak Varşova-Moskova hattındaki tarihsel anlaşmazlıklarla son ekonomik
tabloya bir de diplomatların
iadesi eklendiğinde, iki ülke
arasındaki ilişkilerde yaşanan sorunların enerji alanıyla sınırlı olmadığı rahatlıkla
söylenebilir.
Sonuç olarak, 1991 itibariyle
Moskova’dan uzak Batı’ya
bi ekonomide çarkların dönmesini tarım ürünleri ihracatının sağladığı ülkelerde
adeta bir ekonomik dar
boğaz yaşanıyor. Polonya genel ihracatında Rusya yüzde
5’lik payı bir paya sahip.
Rusya’yla ihracat kalemleri
incelendiğindeyse seb ze
meyvenin ilk sırada olduğu
ve yaklaşık 1 milyar Euro’ya
tekabül ettiği dikkat çekiyor.
Başka bir ifadeyle, Polonya
sebze meyve ihracatının yarısını Rusya’yla yapıyordu. Nitekim ihracatta yaşanan bu
darbeye karşı AB şemsiyesine sığınılmış olunsa da,
Brüksel’in sağladı fonlar yetersiz kalınca Polonyalı elma
üreticileri başkent Varşova’
da protesto gösterileri düzenledi. Yüzlerce ton elmayla ne yapacaklarını bilmediklerini ifade eden üreticiler, krize bir an önce çözüm
bulunmasını talep ediyor.
Her ne kadar Polonya hükümeti “elma ye, Putin’i kızdır”
gibi sloganlarla halkı elma tüketmeye yönlendirmeye çalışsa da, üreticilere göre bu
hamleler sadece birer siyasi
gösteri malzemesi.
olabildiğinde yakın bir politikadan yana tercihte bulunan
Polonya, Ukrayna gibi büyük
bir krizin eşiğinde olmasa
da, Rusya’yla ekonomik ve
diplomatik köprüleri atma
noktasına gelmiş gibi. Ancak
AB’nin genel ekonomik çalkantı döneminde Polonya’ya
ayrıcalıklı bir plan sunmaması, Varşova’yı politikalarını gözden geçirmeye de itiyor gibi.
8
G-20 Zirvesinde Rusya Gerilimi
Esra AKGEMCİ
ATAUM
ARALIK 2014
e-bülten
G-20 Zirvesinde Rusya Gerilimi
Esra AKGEMCİ
Her yıl dünyanın en büyük
ekonomilerinin liderlerini bir
araya getiren G-20 zirvesi,
bu yıl dokuzuncu kez Avustralya'nın ev sahipliğinde 1516 Kasım’da düzenlendi.
Brisbane kentinde gerçek-
leştirilen zirvenin gündeminde küresel ekonomik büyüme vardı ancak resmi gündemde olmayan RusyaUkrayna krizi ön plana çıktı.
G-20 zirvelerinden liderlerin
politika vaatlerini sıralayan
bildirgelerin dışında somut
sonuçlar çıkmasa da, dünya
siyasetinin ve ekonomisinin
genel görünümünü resmeden bir tablo çizmesi açısından zirveler ilgiyle izlenmeyi
hak ediyor. Bu yılki Brisbane
Liderler Zirvesi de, Batı’yla
Rusya arasında süren Ukrayna gerilimi yüzünden en gergin G-20 zirvelerinden birine
sahne oldu.
Putin’in olaylı geliş ve gidişi
Zirvenin ev sahibi Avustralya
Başbakanı Tony Abbott’un
Ukrayna krizi nedeniyle
Putin’in G-20 davetli listesinden çıkarılmasını istemesi, sıkıntılı ve gergin bir G-20’nin
ilk habercisi oldu. Ardından
İngiltere Başbakanı David
Cameron ve ABD Başkanı Barack Obama’nın zirveden hemen önce Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i hedef
alan sözleri, G-20 zirvesinin
bir numaralı gündem maddesinin Ukrayna krizi olacağını açıkça ortaya koydu. Cameron, Rusya’nın Ukrayna
krizindeki rolünün “zorbalık”
olduğunu belirterek, bunun
kabul edilemez olduğunu ve
ABD’yle AB’nin Rusya yaptırımlarını artırabileceğini
söyledi. Obama’ysa Rusya
’nın Ukrayna politikalarının
tüm dünya için Ebola salgını
ve terör örgütü IŞİD’le eşde-
ğerde bir tehdit oluşturduğu- rin artmasına yol açtı. Mosnu öne sürerek, “Rusya’nın kova, durumu rutin faaliyetsaldırganlığının dünya için ler olarak değerlendirdiyse
tehlike arz ettiğine MH17 de Abbott, Putin’in çarlık döuçağının geçirdiği korkunç neminin eski görkemini yenikazadan sonra emin olduk” den canlandırmaya çalıştığıdiye konuştu. BM Genel Sek- nı söyledi. Zirve sırasında gereteri Ban Ki-Moon ve AB rilimin tırmandığı anlardan
Konseyi Başkanı Herman biri de Kanada Başbakanı
van Rompuy da Putin’i sert Stephen Harper’ın Putin’le
sözlerle eleştirenler arasın- tokalaşırken, “sizin elinizi
daydı.
sıkıyorum, ancak size bir şey
Diğer yandan dört Rus savaş söylemek istiyorum. Ukraygemisinin Putin’in talimatıyla na ’dan çıkmanız gerekiyor”
zirve öncesinde Avustralya sözlerini sarf etmesi oldu. Puaçıklarına gön de ril me si, tin, “maalesef bunu yapmaAvustralya basını tarafından mız mümkün değil, çünkü
“Putin’in Abbott’a yanıtı” biz orada değiliz” cevabını
olarak yorumlandı. Rusya Pa- verdi. Putin ayrıca bir Alman
sifik Filosu’na bağlı gemiler a- televizyonuna verdiği röporrasında bir roket kruvazörü tajda eleştirilere cevap vereve bir denizaltı avcı gemisi de rek, “Rusya, Ukrayna hüküyer alıyordu. Güç gösterisi metinin siyasi muhalif ve
o la rak al gı la nan sa vaş rakiplerini yok etmesine izin
gemileri, zaten eleştirilerin o- vermeyecek” dedi ve ABD’yi
dağında olan Putin’e tepkile- uluslararası işbirliği ruhunu
açık bir şekilde bozmakla suçladı. Gelen tepkilerin ardından Putin’in zirvenin son
oturumuna katılmadan erken ayrılacağı iddia edildiyse
de bu iddialar Kremlin Danışmanı Dmitri Peskov tarafından yalanlandı. Ancak Putin nihayetinde zirveden erken ayrıldı. Washington ve
Moskova ilişkilerinde son yıllarda artan gerginliğin, geçtiğimiz sene Rusya’da gerçekleşen G-20 zirvesinde de
“Soğuk Savaş” rüzgârları estirdiği yorumları yapılmıştı.
Obama ve Putin arasında bu
sefer Suriye ve Snowden
krizleri yüzünden gerginlik
yaşanmış, hatta iki liderin yakın olmaması için oturma planı bile değiştirilerek Kiril
alfabesi yerine Latin alfabesi
esas alınmıştı.
Gerilimin gölgesinde ekonomik büyüme hedefi
G-20’nin esas gündemindeyse daha güçlü ekonomik
büyümenin teşvik edilmesi
ve küresel ekonominin daha
dirençli hale getirilmesi vardı. Dünya ekonomisinin yüzde 85’ini oluşturan G-20 ülkelerinin liderleri 2018’e kadar ülkelerinin gayri safi yurt
içi hâsılalarını yüzde 2.1 oranında arttırma hedefini kabul etti. Bu, küresel ekono-
mide 2 trilyon dolarlık bir
artış an la mı na ge li yor.
Abbott, böylece milyonlarca
kişiye istihdam yaratılacağını
ve ayrıca kadınların küresel
ölçekte iş gücüne katılımını
arttırmak için de düzenlemeler yapılacağını açıkladı. Liderler, 2025’e kadar 100 milyondan fazla kadının çalışma hayatına katılması için çaba harcanması konusunda
anlaştıklarını belirtti. Çokuluslu şirketlerin vergilerden
kaçınmasını engellemek için
yapılan planlar da ekonomik
büyüme hedefleri kapsamında yer aldı. İki gün süren zirvenin sonunda yayımlanan
bildiride kalkınmanın sağlanması, yaşam standartlarının yükseltilmesi ve istihdam
yaratılması için en önemli
faktörlerin ticaret ve rekabet
olduğu vurgulandı. Gelişmekte olan ülkelerin küresel
değer zincirlerine daha fazla
katılması gerektiğinin de
vurgulandığı bildiride şu ifadelere yer verildi: “Bazı ekonomilerde daha güçlü bir büyüme bekliyoruz. Finans piyasalarındaki risklerle ve jeopolitik gerilimlerden kaynaklanan riskler devam etmekte. Büyümeyi güçlendir-
ATAUM
e-bülten
mek, ekonomik direnci arttırmak ve küresel kurumları
güçlendirmek için işbirliği içinde çalışmaya devam edeceğiz. Büyümeyi arttırmak ve
kaliteli iş imkânı sunmak için
attığımız adımlar, Brisbane
Eylem Planı ve kapsamlı büyüme stratejilerimizde belir-
ARALIK 2014
lendi.”
Bildiride ayrıca dört yıllığına
“Küresel Altyapı Merkezi”nin
kurulmasına karar verildiği
ve bu merkezin bilgi paylaşım platformunun geliştirilmesine ve hükümetler, özel
sektör ve kalkınma bankalarıyla uluslararası organizas-
yonlar arasında bilgi ağı oluşturulmasına katkı sağlayacağı belirtildi. Bununla birlikte zirve boyunca hakkında
herhangi bir açıklama yapılmayan iklim değişikliğine de
bildiride bir paragraf ayrıldı
ve “G20 ülkeleri, iklim değişikliğine karşı alınacak güçlü
G-20 Zirvesinde Rusya Gerilimi
Esra AKGEMCİ
ve etkili adımları destekliyor”
denildi. Bildiride son olarak,
Ba tı Afrika’daki ebola
salgınını sonlandırmak ve salgının ekonomik ve insani maliyetlerini karşılamak için de
vaatlerde bulunuldu.
Güvenlik önlemleri ve protestolar
G-20 zirveleri her yıl sadece
dünyanın önde gelen liderlerine değil aynı zamanda dünyanın dört bir yanından gelerek birçok farklı konuda eylem yapan protestoculara da
ev sahipliği yapıyor. Brisbane
sokakları da bu yıl Papua Ye-
ni Gineli çevrecilerden Çinli
organ ticareti karşıtlarına kadar çok sayıda göstericiyi
ağırladı. Eylemlere karşı alınan “üst düzey” güvenlik önlemleri de basında ve sosyal
medyada alay konusu haline
geldi. Zira Abbott’un “Avus-
tralya’da gerçekleşen gelmiş
geçmiş en önemli toplantı”
dediği G-20 Zirvesi’nin yapıldığı bölgede bulundurulması yasak olan şeylerin bir
kısmı gerçekten absürt nitelikte. Bunlar arasında sörf
tahtası, kayak, bot veya
9
kano, un dolu kâğıt torba, idrar, gübre, kırbaç, kelepçe,
sürüngen, böcek ve ya
“insanlara zarar verebilecek
başka bir hayvan” yer alıyor.
Satılık Değildir!
10 Su
Onur HAZNEDAR
ARALIK 2014
ATAUM
e-bülten
Su Satılık Değildir!
Onur HAZNEDAR
Avrupa’da 2008 krizini en
acı şekilde yaşayan ülkelerin
başında gelen İrlanda, bugünlerde tarihinin en kalabalık ve kapsamlı eylemlerine tanıklık ediyor. İrlanda hükümetinin Troyka (AB, IMF ve
Avrupa Merkez Bankası) ile
yaptığı anlaşmalar nedeniyle yıllardır kemer sıkmaya tabi tutulan İrlandalılar, hükümetin suyu yeni vergiler yoluyla ücretlendirmesine karşı
çıkıyor. Geçtiğimiz günlerde
başta başkent Dublin olmak
üzere birçok şehirde yüz binlerce kişi “su satılık değildir!”
eylemleri yaptı. Önümüzdeki
günlerde de devam etmesi
beklenen eylemlere karşılık
hükümet cephesiyse şimdilik
sessiz kalmayı tercih eden ancak geri adım atma emareleri de göstermeyen bir tavır takınıyor. Kolluk kuvvetlerinin
gösterilere izin verir bir tutum takınması ve “şimdilik”
şiddete başvurmaması da
olayların daha barışçıl şekilde geçmesine yardımcı oluyor.
2010’da Troyka’yla yaptığı
antlaşma sonucunda oluşturulan kurtarma planına tabi
olan İrlanda, bu süreçte birçok alana yeni vergiler getir-
di. Hükümet öncelikle konutlara getirdiği yeni vergiyle
Troyka’ya bağlılığını gösterdi. Ancak işsizlerin ve evsizlerin her geçen gün arttığı bir
ortamda bu vergi büyük tepkilere neden oldu. Nitekim insanlar da bu yeni vergiyi boykot etme kararı aldı. Fakat
hükümetin bu yeni vergiyi
doğrudan maaşlardan kesmesiyle bu boykot girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. Bu
olayların hemen akabinde yine bir başka yeni vergiyle hükümet halkının karşısına çıktı. Bu sefer de suyun özel olarak vergilendirilmesi ve evle-
re su sayacı takılması süreci
başlatıldı. Bu süreçte yarı devlet şirketi niteliğindeki “Irish
Water” kuruldu ve su servisi
yerel otoritelerden bu şirkete
aktarıldı. Normal şartlarda
suya özel olarak para vermeyen İrlandalılar için bu son girişim, yılların birikmişliğiyle
birleşerek önce yerelde daha
sonra da ulusal düzeyde geniş çaplı gösterilere neden oldu. Altı yıldır önemli hiçbir
gösteri yaşanmadığından bu
son gelişmeler herkes için büyük sürpriz oldu.
Su hakkı kampanyası (Right2Water)
Geçtiğimiz mayıs ayında gerçekleşen yerel seçimler sonrası su sayacı takma faaliyetlerini hızlandıran hükümete
karşı öncelikle yerelde birtakım sendikalar, partiler ve sivil toplum örgütleri bir araya
gelerek çeşitli konferanslar
düzenledi. Daha sonra bu
konferanslar ülke çapında yayıldı ve Su Hakkı Kampanyasına (Right2Water) dönüştü.
Günümüz toplumsal hareketlerinin olmazsa olmazı
sosyal medyanın da etkin bir
şekilde kullanılmasıyla ülke
çapındaki dayanışma 11
Ekim’de kendini İrlanda sokaklarında gösterdi. Herkesin beklentisi bunun daha önce konut vergisinde olduğu
gibi düşük katılımlı bir göste-
ri olacağıydı. Ancak 11
Ekim’de İrlanda tarihinin en
geniş katılımlı eylemleri, 100
binden fazla kişinin katılımıyla gerçekleşti. Dahası bu
eylemde alınan karar doğrultusunda ülke çapında 1
Kasım’da daha da büyük eylemler yaşandı. Katılımcı sayısı çeşitli kaynaklara göre
değişkenlik gösterse de 100
ayrı kentte en az 150 bin kişi
meydanlardaydı. Bu gün
İrlanda’nın her bir köşesinde
Su Hakkı Kampanyası yerel
ölçekte devam ediyor. Halk,
su kayıt formlarını doldurmayarak, su faturasını ödemeyerek ya da su sayaçlarının takılmasına izin vermeyerek kampanyaya destek veriyor. 10 Aralık insan hakları
günündeyse İrlanda Parlamentosu’nun etrafının kuşatılması planlanıyor.
Aslında bakılacak olursa, su
İrlanda’da ücretsiz filan değil. Su ücreti genel vergi sistemi içerisinde toplandığından ve halk bunun dışında ayrıca başka bir ücrete tabi olmadığından, halkın gözünde su ücretsiz hatta bedava olarak görülüyor. Zaten
protestocular için de söz konusu olan suyun ücretlendirilmesi değil, artık daha fazla
kemer sıkmayı kaldıramayacak olmaları. Dublin’de gösterilere katılan bir kişiye kulak verdiğimizde bu durum
daha net açıklığa kavuşuyor:
“Sorun su vergisi değil. Sorun son 5 yılın meselesi. Ara-
bamı satmak zorunda kaldım, sağlık sigortamı iptal ettim ve bu yıl içinde ayakkabı
alacak kadar param yok. Yeter artık!” Öte yandan, ülkenin su sisteminde ciddi sıkıntılar yaşanıyor. Hatta ülkenin
bazı bölgelerinde temiz su
bulunamadığından marketlerde kaynatılmış su satılıyor.
Halkın su konusunda bu denli tepki göstermesinin arkasında bu durum da etkili oluyor. Kısacası halk, kirli suya
bir de ayrıca vergi vermek istemiyor.
Bu noktada hükümet cephesinin su politikasına bakmakta yarar var. Zira hükümet de tam da bu nedenle
Irish Water’ı su sisteminin yenilenmesi ve hizmetin daha
ATAUM
ARALIK 2014
e-bülten
iyi bir şekilde gerçekleşmesi
için kurduğu iddiasında. Tabii bu yapılırken suya yeni
vergi getirilerek su sayacı takılması da zorunlu kılınıyor.
Belki de hükümet zamanlama konusunda bir yanlışlık
yapıyor. Eğer ekonomik krizin bu denli sert bir şekilde
hissedilme-diği bir dönemde
bu uygulamaya geçilseydi
halk temiz bir suya sahip olacağından bu denli büyük tepki verme-yecekti. Hükümet
Su Satılık Değildir!
Onur HAZNEDAR
cephesinden az da olsa gelen açıklamalar da zaten bu
yönde. Ancak İrlanda Başbakanı Enda Kenny’nin geçtiğimiz günlerde yaptığı
“suyu ücretlen-dirmezsek gelir vergilerini arttırmak zo-
rundayız” şeklindeki açıklaması, bu konuda hükümetin
tutumunun pek de değişmeyeceğini gösteriyor.
Fransa’da gerçekleştirilen referandumdan suyun özelleştirilmesine karşı çıkanlar galip çıktı.
Görüldüğü gibi dünyada su
konusundaki mücadeleler
daha çok özelleştirmeler sonrasında tepkiler şeklinde kendini gösteriyor. Bu noktada
bugün İrlanda’da yaşananların benzerlerinden farklı olduğunu söylemekte yarar
var. Zira İrlanda’da asıl olan
artık halkın daha fazla vergi
yükü altına giremeyecek olması. Bu nedenle İrlanda’da
yaşananları İspanya’daki
Öfkeliler Hareketi gibi görmek daha doğru bir tespit
olabilir. Bir türlü bitmek tükenmek bilmeyen 2008 ekonomik krizin acı sonuçları artık İrlanda halkı için katlanılamayacak bir seviyeye gelmiş gibi gözüküyor.
İrlanda halkı yalnız değil
Su hakkı konusunda mücadele eden tek halk İrlandalılar değil. Örneğin geçtiğimiz
yıl ABD’nin iflas eden kenti
Detroit’te su faturalarını
ödeyemeyecek durumda
olan yaklaşık 200 bin kişinin
suyu kesilmişti. Bu durum
Detroit otoriteleriyle halk
arasında ciddi gerilimlerin
yaşanmasına neden olmuş,
bunun üzerine BM suyun bir
insan hakkı olduğunu belir-
terek Detroit otoritelerini kınamıştı. Su hakkı konusunda
bir başka örnek de Bolivya’da yaşandı. Suyun özelleştirilmesi sonucu dört kat
daha pahalı hale gelen su ücretlerine karşı halk ayaklandı
ve kanlı çatışmalar yaşandı.
Yine Avrupa’da Fransa başta
olmak üzere İtalya ve Yunanistan’da suyun özelleştirilmesine karşı birtakım mücadeleler yaşandı. Öyle ki,
11
'Vatansızlar' Kampanyası
10 BM’den
Yasemin KARADAĞ
ARALIK 2014
ATAUM
e-bülten
BM’den 'Vatansızlar' Kampanyası
Yasemin KARADAĞ
Uyrukluk, uluslararası hukukta, en geniş anlamıyla, bireyi devlete bağlayan hukuksal bağ olarak tanımlanmakta. Uyruksuzlar (tabiiyetsizler ya da günlük dildeki
haliyle vatansızlar) terimiyse, hiçbir devletin uyruğu olmayan ya da olamayan kişiler için kullanılmakta. Bir kişinin uyrukluktan yoksun kalması, içinde bulunduğu durum itibariyle hiçbir devletin
uyrukluk için öngördüğü koşullara uymama gibi “teknik” bir nedenden kaynaklanabileceği gibi, çoğunlukla
“siyasal-hukuksal” nedenlere dayanmakta. Uyrukluğa
ilişkin meseleler Birinci Dünya Savaşı ertesinde sığınmacıların durumunu düzenleyen antlaşmalarda sınırlı bir
şekilde ele alınsa da, konu
ilk kez 12 Nisan 1930’da imzalanan “Uyrukluk Yasalarının Çatışmasıyla İlgili Bazı Sorunlara İlişkin Sözleşme”de
spesifik olarak düzenlendi.
Uyruksuzluk meselesine ilişkin ilk önemli düzenlemeyse,
BM tarafından yapılan 28 Eylül 1954 tarihli “Uyruksuzların Statüsüne İlişkin Söz-
leşme”. Yine BM tarafından
hazırlanan 1961 tarihli “Uyruksuzluğun Azaltılmasına
İlişkin Sözleşme” de bu konuda bir diğer önemli düzenleme olarak karşımıza çıkmakta. Hâlihazırda 1954
Sözleşmesi’ni imzalayan devlet sayısı 83’ken, 1961 Sözleşmesi’ni imzalayansa 61
devlet bulunmakta.
Birleşmiş Milletler Mülteciler
Yüksek Komiserliği (UNHCR)
1954 Sözleşmesi’nin 60. yılında yani 2014’te tüm dünyada sayıları on milyonu geçen uyruksuz/vatansız insan-
lara, önümüzdeki on yıl içerisinde uyruk kazandırmak
üzere “I Belong” adlı global
bir kampanya başlattığını 4
Kasım’da yayınladığı açık bir
mektupla duyurdu. Ayrıca
“Ending Statelessness Within
10 Years” ve “Global 20142024 Action Plan to End
Statelessness” ad la rıy la
yayınladığı i ki ra por da
UNHCR, tüm dünyadaki
uyruksuzların durumunu, bu
zamana kadar alınan önlemleri ve bu sorunu çözmek
için önümüzdeki on yılda gerçekleştirilecek eylem plan-
ATAUM
e-bülten
larını da açıkladı. Her iki raporda da uyruksuzluğun büyük kısmının politik meselelerden kaynaklandığına dikkat çekilmekte. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından yirmi yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen, bugün Avrupa’da hala 600 binden fazla insan uyruksuz.
Avrupa’nın geri kalanındaysa durum çok daha vahim boyutlarda. 1971’de
bağımsızlığını kazanan Bangladesh’in Urduca konuşan
ARALIK 2014
300 bin kişiden oluşan Bihari
halkını vatandaşlıktan çıkarması, 2013’te Dominik Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi’nin büyük çoğunluğu Haiti
soyundan gelen on binlerce
Dominikliyi vatandaşlıktan
çıkarması ya da Myanmar’
da vatandaşlıktan çıkarılan
800 binden fazla kişiden oluşan Rohingyalılar sadece
örneklerden birkaçı.
UNHCR’nin hazırladığı on yıllık çözüm planıysa, devletler,
uluslararası örgütler ve sivil
toplum kuruluşlarıyla birlikte
gerçekleştirilmesi planlanan
on adımdan oluşmakta. Genel olarak hedeflenense, hâlihazırda uyruksuz olanlara
uyrukluk verilerek var olan
problemin ortadan kaldırılması, sonraki süreçte daha
fazla kişinin uyruksuz kalmasının önlenmesi ve bu kişilerin tespit edilip onlara daha iyi bir koruma sağlanması. Bu
süreçte uyruksuz ebeveynlerden doğan her çocuğa doğumuyla birlikte uyrukluk ka-
BM'den 'Vatansızlar' Kampanyası
Yasemin KARADAĞ
13
zandırılması, devletlerin uyrukluk hukukundan uyrukluk
edinilmesinde cinsiyet temelli ayrımcılığın ortadan
kaldırılması, devletlerin sınırlarının değişmesi ya da yeni devletlerin ortaya çıkması
hallerinde baş gösteren toplu uyruksuzluk durumlarının
engellenmesi ve uyruksuz
göçmenlerin uyrukluk kazanması için izlenen sürecin
iyileştirilmesiyse izlenecek adımlar arasında.
Uyrukluğun uluslararası alanda tanınması
UNHCR’nin 2024’e kadar tarak tutuklar ve Amerikan
gerçekleştirmeyi hedeflediği askeri makamlarına teslim
çözüm planı gerçekçi olma- eder. ABD’de iki sene tecrit
dığı gerekçesiyle eleştirile- kampında tutulan Nottedursun, “sonradan edinilen bohm’um tüm taşınır ve tauyrukluğun” uluslararası şınmaz mallarına da Guatealanda tanınması meselesi mala Hükümeti tarafından
de bir diğer önemli noktaya 1944’te el konulur. Salıverilişaret etmekte. Bilindiği üze- dikten sonra malları üzerinre, uyrukluğa ilişkin kurallar deki haklarını savunmak
her devletin kendi ulusal hu- üzere Guatemala’ya giriş vikukunda belirleniyor. Nite- zesi talebinde bulunan Nokim 1930 Sözleşmesi’nin ilk ttebohm’un talebi reddedilir
maddesi de bu kuraldan bah- ve böylelikle Nottebohm
setmekte. Ancak, Sözleşme 1946’da Liechtenstein’a yer’de bu kural ulusal hukukun leşir. Liechtenstein Hükümeti
uluslararası sözleşmelere, de tebaasının maruz kaldığı
uluslararası yapılageliş ku- haksız fiillerin tazmini talerallarına ve uyruksuzluk ko- biyle Guatemala aleyhine
nusunda genel kabul gör- 1951’de UAD’ye başvurur.
müş hukuk ilkelerine aykırı Guatemala Hükümeti’yse saolmaması koşuluna bağlan- vunmasında, Nottebohm’un
mış. Ne var ki, uyruksuzluk edindiği uyrukluğun bu kokonusunda uluslararası hu- nuda genel kabul görmüş
kukta genel kabul görmüş hu- uluslararası hukuk ilkeleriyle
kuk ilkelerinin neleri kapsa- uyumlu olmadığını, Nottedığıysa belirsiz. Uyruksuzluk bohm’un tarafsız bir devlet
konusunda devletlerin yetki- statüsü kazanmak amacıyla
lerinin sınırlarını çizen ve bu Liechtenstein uyrukluğuna
konuda doktrinde pek çok geçerek hileye başvurduğutartışmaya neden olan Ulus- nu ve Liechtenstein’la Alman
lararası Adalet Divanı’nın (- uyrukluğunu bertaraf eden
UAD) 6 Nisan 1955 tarihli samimi bir isteğinin olmadıNottebohm Kararı bu nokta- ğını ileri sürer. Dolayısıyla
da kritik bir öneme sahip.
Guatemala’ya göre, LiechDava konusu kısaca şu şekil- tenstein’la Nottebohm arade: 1881 doğumlu Alman sında diplomatik himaye yetuyrukluğundan Fri ed rich kisinin kullanılmasına olaNottebohm, 1905’te Guate- nak sağlayan bir uyrukluk
mala’ya yerleşir. 1943’e ka- bağı yoktur.
dar Guatemala’da ikamet- Divan kararında, iki/çifte
gâh eden Nottebohm bu sü- uyrukluk durumunda, yani
re içerisinde işleri nedeniyle iki egemen devletin çelişen
belli aralıklarla Almanya’ya iddiaları karşısında, söz koseyahat eder. Nottebohm, nusu uyrukluklardan hangiAlmanya’nın Polonya’ya siyle kişi arasında daha üssaldırmasından bir ay sonra, tün bir fiili bağ mevcutsa
9 Ekim 1939’da Liechtens- (tabiiyetin gerçekliği ilkesi),
tein uyrukluğuna geçmek ona göre meseleyi çözüme
için başvuruda bulunur ve kavuşturduğunu hatırlatarak
1934 tarihli Liechtenstein bu meselenin de özünde ayTabiiyet Kanunu çerçevesin- nı olduğunu ve bu şekilde çöde üç sene ülkede ikamet- zümlenmesi gerektiğini begâh şartından muaf tutula- lirtir. Öte yandan, Guatemarak 13 Ekim 1939’da bu ül- la Hükümeti Nottebohm’un
kenin uyrukluğunu edinir. Liechtenstein uyrukluğunu
Sonrasındaysa Guatemala edindikten sonra Alman uy’da yaşamaya devam eder. rukluğunu da muhafaza ettiG u a t e m a l a H ü k ü m e t i ğini ileri sürmüşse de kanıt1941’de savaşa dâhil olur ve layamamıştır. Liechtenstein
1943’te Nottebohm’u, Liec- ’sa Nottebohm’un kendi
htenstein savaşta tarafsız ol- uyrukluğuna geçmesiyle birmasına rağmen, düşman ül- likte Alman uyrukluğunun orke vatandaşı işlemine tâbi tu- tadan kalktığını ispat etmiş-
tir. Dolayısıyla bu olayda iki
devletin çatışan yetkileri söz
konusu değildir. Nitekim Divan da dava boyunca Nottebohm’u çift uyruklu olarak
değerlendirmemiştir. Bunun
yerine Divan, Nottebohm’un
uyrukluğunu değiştirmesinden önceki, değiştirmesi sırasındaki ve değiştirdikten
sonraki zaman dilimlerinde
Liechtenstein’la arasında,
uyruğa “gerçek” tabiiyet niteliğini verecek kadar sıkı bir
fiili bağ olup olmadığını
tespite odaklanmıştır. Divan,
Nottebohm’un 34 yıl boyunca Guatemala’da ikamet ettiğini, bu süre içinde Almanya ’yla sürekli ilişki içinde olduğunu ve uyrukluğunda ayrılmak istediğine dair herhangi bir girişimde bulunmadığını belirtmiştir. Kaldı
ki, Nottebohm’un 1939’da
Liechtenstein uyrukluğunu
edindikten sonra da 1943’e
kadar Guatemala’da ikamet
ettiğini belirten Divan, Liechtenstein’a yerleşmesinin ancak 1946’da, Guatemala’
nın onu ülkeye almaması sonucunda gerçekleştiğini söylemiştir. Tüm bunları göz
önünde bulundurarak Divan, Nottebohm’un uyrukluğunun gerçek bir bağa dayanmadığı sonucuna vararak Guatemala’nın bu nitelikten yoksun bir uyrukluk tanımak zorunda olmadığına
ve Liechtenstein’in Nottebohm üzerinde Guatemala
’ya karşı diplomatik himaye
yetkisini kullanamayacağına
hükmeder. Bu kararıyla Divan, uyrukluk çatışmaları durumunda başvurulan “gerçek uyrukluk” ilkesinin kapsamını genişleterek diplomatik himaye yetkisinin de
tespitinde kullanılan bir ilke
haline getirmiştir. Öte yandan, Divan uyrukluk çatışması durumunda da mevcut
davada yapılması gereken
arasında herhangi bir fark
olmadığını ve her ikisinde de
amacın “davacı devletin ileri
sürdüğü uyruğun davalı devleti bağlayıp bağlamadığını
tespit etmek” olduğunu söylemiştir. Ayrıca, Divan uyrukluğun hukuki olarak sağlan-
masının yanı sıra kişinin
uyruğunu aldığı devlete fiili
bağlılığı arasında da uyum
olması zorunluluğunun olduğunu ve bunun da 1930
Sözleşmesi’nin 1. maddesinde belirtildiğini söylemektedir. Divan’ın bu yorumundan anlaşılıyor ki, uyrukluğun kazanılmasında sağlanan hukuki bağ tek başına yeterli değil. Devletin tebaasının uluslararası alanda da
tanınabilmesi için devletin
uyruğunda olan kişilerle fiili
bir bağ kurması zorunlu.
Bu noktada hemen belirtmekte yarar var: Divan,
Nottebohm’un Liechtenstein
uyrukluğunun “gerçek” olup
olmadığını tespit ederken, Almanya uyruğuna herhangi
bir önem atfetmekten kaçınmıştır. Bunun yerine, Nottebohm’un doğumundan Liechtenstein uyruğuna geçene
kadar Almanya uyruğunu koruduğunu belirtmekle yetinen Divan, asıl olarak Nottebohm’un Guatemala’yla
kurduğu sıkı ilişkiye odaklanmıştır. Nottebohm’un
Liechtenstein uyrukluğunu
edindikten sonra bile Guatemala’yla olan bağının, Guatemala kendisinin ülkeye girişini yasaklayana kadar
zayıflamadığına dikkat çekmiştir. Dolayısıyla Liechtenstein Nottebohm’un 1946’
dan itibaren kendi ülkesine
yerleşmesini diplomatik himaye için dayanak gösterdiğinde, Divan burada kurulan
fiili bağın dikkate alınamayacağını çünkü ikametgâh
değiştirme eyleminin serbest
bir tercihin sonucu olmadığını belirtmiştir. Sonuç olarak,
UAD’nin Nottebohm kararı,
uyrukluğun u lus la ra ra sı
alanda tanınmasında maddi
unsurun yerine getirilmesinin yanı sıra, uyrukluğu edinilen devletle kişi arasında
kurulmuş manevi bir bağ kurulması zorunluluğunu getirmesi nedeniyle, her ne kadar
doktrinde tartışmalara sebebiyet vermişse de, uluslararası hukukta oldukça önemli
bir yere sahiptir.
Refah Turizmine Engel
14 Betül
DİNLER
ARALIK 2014
ATAUM
e-bülten
Refah Turizmine Engel
Betül DİNLER
Avrupa Birliği Adalet Divanı
(ABAD), geçtiğimiz günlerde
kararla, bir Rumen vatandaşın sosyal yardım talebini reddeden Almanya'yı haklı buldu. Kararda, sosyal güvenlik
yasalarının milli yetki alanına girdiği vurgulandı ve işsizlik parası için yapılan her
bir başvurunun bireysel değerlendirmeye alınması talep edildi. Böylece genelleyici tavır belirlenmemesi gerektiğinin altını çizen ABAD,
ev sahibi AB ülkelerinin
‘’yalnızca başka bir devletin
sosyal yardımlarından faydalanmak için serbest dolaşım hakkını kullanan kişilere’’ yardımda bulunmak zorunda olmadığını düşünüyor.
2010’dan beri 10 yaşındaki
oğluyla birlikte Almanya'da
kız kardeşinin evinde yaşayan 25 yaşındaki Rumen uyruklu bir kadın, iş ve işçi bulma merkezi tarafından geri
çevrilmişti. Bunun üzerine kadın, işsizlik yardımından
faydalanmak için Leipzig’
deki İş Kurumu’na dava
açmış ve haksız bulunmuş,
konuyu ele alan yetkili mahkeme (Sosyal İşler Mahkemesi) de kararı ABAD’A bırakmıştı. Rumen uyruklu kadının talebiyse en azından as-
gari sosyal yardım sistemi
Hartz IV’den yararlanmaktı.
Kadının zaten her ay çocuğu
için çocuk ve bakım parası
yardımlarından faydalandığına ve işsizlik maaşına hakkının bulunmadığına dikkat
çekilen yargılama sürecinde,
“dava dosyasından açıkça anlaşılmaktadır ki, söz konusu
kadın, iş aramıyor. Kendisi
meslekî bir eğitim almamıştır
ve bugüne kadar Almanya
veya Romanya’da çalışmamıştır. Üye devletler, diğer Birlik üyesi devletlerin vatandaşlarına, ikametin ilk 3
ayında söz konusu yardımı
sağlamak zorunda değildir.
Ancak bu kişilerin, daha
uzun kalırlarsa ve çalışmazlarsa ikamet hakkına sahip
olmaları için, kendi geçimlerini sağlayacak kaynaklara
sahip olmaları gerekir” ifadeleri kullanıldı. AB’nin yargı
organı, göçmen Rumen annenin Almanya aleyhine
açtığı davada, “Birlik üyesi ülke vatandaşları diğer ülkeye
sadece sosyal yardımlardan
yararlanmak için gidiyorsa
bu ev sahibi ülke tarafından
engellenebilir ” şek lin de
kararını açıkladı. Almanya’
nın öne sürdüğü ve göçmenlerin geldikleri andan itiba-
ren iş bulmaları ve sosyal
sigortalar sistemine prim
ödemeleri şartı da haklı bulundu. Dolayısıyla ülkede
yaşadıkları ilk beş yıl boyunca kendi hayatlarını idare
edebilecek kadar para kazananlar, sosyal yardım hakkına kavuşacak.
Hukukçular, Romanyalı kadının işsiz olduğu için sosyal
yardım almak üzere yaptığı
başvurunun reddedilmesi ve
yetkili mahkemenin de kararı ABAD’a bırakmasıyla alınan bu kararı AB’de iş gücünün serbest dolaşımı açısından dönüm noktası olarak tanımlıyor. Öyle ki, Almanya’da sosyal güvenlik yasalarının ulusal yetki alanına
girdiğini belirterek, alınan kararın AB normlarının değişmesine yol açacağını öne sürüyorlar. Normal şartlar altında her AB vatandaşının bir
başka üye ülkede 90 gün boyunca iş arama hakkı var. Bu
sürenin sonunda iş bulamayanlara sosyal yardım hakkı
doğuyor. Ancak 1 Ocak
2014’ den bu yana Romanya
ve Bulgaristan'a da istihdam
piyasasında serbest dolaşım
hakkı verilmesi sonrasında
bu hakkın istismar edildiği ve
Bulgar ve Romen göçmenle-
rin çoğunluğunun sosyal sisteminden yararlanma amacıyla Almanya’ya geldiği yönünde tartışmalar başladı.
Mart 2014’te Alman hükümeti zaten ülkeye sadece sosyal yardım almak için gelenlerin önünü kesmek için AB
nezdinde harekete geçmeye
karar vermişti. Bakanlar Kurulu, neredeyse tüm bakanlıkların müsteşarlarının katıldığı bir çalışma grubu tarafından oluşturulan 133 sayfalık ara raporu kabul etmişti. Raporda, “serbest dolaşım, Avrupa’nın temel özgürlüklerinden biridir ve tartışma konusu değildir. AB vatandaşlarının büyük çoğunluğu kurallara uymaktadır.
Ancak hakların bir azınlık tarafından kötüye kullanılması
da engellenmeli” deniliyordu. Raporda özellikle Bulgaristan ve Romanya’dan gelenler ele alınıyordu. Tartışma, Kuzey Ren Vestfalya eyaletinde bir sosyal mahkemenin Rumen bir aileye Hartz IV
yardımı hakkı vermesinden
kaynaklanıyor. Diğer sosyal
mahkemelerse bu hakkı vermiyor.
Avrupa’nın fakirleri Almanya’ya akın ediyor
2014’ün ilk günleriyle birlikte Bulgaristan ve Romanya
vatandaşları AB içinde serbest dolaşım ve çalışma hakkı kazandı. Yıl içinde bu iki ülkeden 180 bine yakın göç-
menin Almanya’nın yolunu
tutacağı hesaplanırken, Federal Hükümet ortağı Hristiyan Sosyal Birlik Partisi (CSU)
bu göçmenlerin Alman sosyal sistemini kullanmasına
karşı çıkmıştı. Son seçimlerde de “sosyal devleti dolandıran kapı dışarı edilir” sloganıyla konuya dikkat çekmişti. Almanya’ya gelen fakir
Bulgar ve Rumenlere çocuk
parası, işsizlik gibi sosyal yardım verilmemesi ve iş bulamamaları halinde üç ay sonra ülkelerine geri gönderilmeleri ve hatta herhangi bir
dolandırıcılık işlemi yapar-
ATAUM
e-bülten
larsa ülkeye girişlerine yasak
konması dile getiriliyordu.
Hükümetin diğer ortağı Sosyal Demokrat Parti’yse (SPD)
bunlara karşı çıkıyordu. Haliyle Federal Sosyal Mahkeme de Almanya’daki bu uygulamanın AB yasalarına
ters düşüp düşmediğini öğrenmek istedi. Komisyon Başkan Vekili Viviane Reding de,
İçişleri Bakanları Konseyi'
ndeki konuşmasında, serbest işgücü dolaşımının devletin sosyal yardımlarından
yararlanma hakkını otomatik olarak doğurmadığını belirtmişti.
Ülkeler arasında farklılıklar
olmasına rağmen AB ülkelerinin sosyal politikaları esas
olarak sosyal devlet modeline dayalı. Ulusal düzenlemeler, gerek ILO, gerekse Avrupa Konseyi normlarıyla
uyumlu; hatta zaman zaman
bu normların üzerinde düzenlemeler de söz konusu.
Ulusal düzeydeki düzenlemelerin önemiyse, topluluk
politikalarının uyumlu hale
ARALIK 2014
getirilmesi sürecinde ortaya
çıkmakta. Üye ülke uygulamaları, AB düzeyinde kural oluşturulması sürecinde önemli referanslardan biri olmakta. Avrupa sosyal modeli
ya da hukuku da sadece AB
düzeyindeki kurallarla anlaşılamıyor; o kuralları tamamlayan ve Avrupa sosyal
modelinin çok önemli bir bölümünü oluşturan uygulama
ve politikalara üye ülkelerdeki (özellikle Batı ve Kuzey
Avrupa ülkeleri) sosyal hukuk ve sosyal politikaları.
28 AB ülkesinin sosyal güvenlik yasaları bu konuda
muğlâk ifadeler taşıyor. Hollanda nispeten liberal uygulamaları benimsemiş. Finlandiya sosyal yardımı son çare olarak görüyor ve kararı
yerel idarelerin takdirine bırakıyor. Ortak ülkelerden herhangi birinde en az beş yıldır
ikamet eden AB vatandaşlarıysa problemsiz bir şekilde
sosyal yardım dilekçesi verebiliyor. Almanya'daysa sosyal yardım belediyeler tara-
fından yapılıyor. Ağır borç
yükü altındaki kimi belediyeler serbest dolaşımdan kaynaklanan ek yükümlülükler
karşısında zorlanıyor. Belçika, ülkede çalışan fakat geliri yük sek ol ma yan AB
vatandaşlarını uzun sure işsiz kalmaları halinde sınır
dışı etmenin önünü açıyor.
İngiltere’yse kişi başına düşen milli geliri daha düşük
olan AB üyesi ülkelerden işgücü göçünü engellemeyi istiyor ve son derece sıkı
muhtaçlık incelemesi yapılıyor. Zaten AB vatandaşlarının serbest dolaşımını ilgilendiren alanda uzun süredir
reform çağrısı yapan İngiltere Başbakanı David Cameron, mahkemenin kararını
sağduyulu olarak değerlendirdi. İngiltere daha önce ülkeye gelen AB vatandaşlarının ço cuk yardımından
faydalanmaları için en az 3
ay beklemeleri zorunluluğunu getirmişti. Bu nedenle
olsa gerek, ABAD’ın kararının İngiltere’nin AB’de kal-
Refah Turizmine Engel
Betül DİNLER
15
ması ihtimalini güçlendirebileceği yorumları yapılıyor. AB
karşıtlığının arttığı İngiltere’
de hükûmet, AB üyeliğini
2017’de referanduma götürecek. Alman basını, Almanya Başbakanı Angela Merkel
’in AB'de serbest dolaşım ilkesini kırmızı çizgi olarak
belirlediğini ve Cameron'ın
göçü kısıtlama konusunda
ısrarcı olması halinde “İngiltere'yi AB'de tutmaya çalışmaktan vazgeçebileceğini”
yazmıştı. İngiltere, işsiz AB vatandaşlarının sosyal haklardan faydalanmak için kendi
ülkelerine akın ettiğini belirterek bunu “refah turizmi” olarak adlandırıyor. Zaman zaman “sosyal yardım turizmi”
olarak adlandırılan bu olgu,
özellikle İngiltere'nin diğer
AB ülkelerinden göçü engellemek istediğinin bir göstergesi. İngiltere, yalnızca kişi
başına düşen milli gelirin
kendilerinin üzerinde olduğu
AB üyesi ülkelerden işgücü
göçüne izin verilmesini istiyor.
Skandalı
16 Lux-Leaks
H. Kardelen IŞIK
ARALIK 2014
ATAUM
e-bülten
Lux-Leaks Skandalı
H. Kardelen IŞIK
Tüm dünya Lüksemburg’un
“zenginliğinin kaynağını” tartışıyor. Zira hükümetlerin gizli belgelerini kaynak göstermeden yayımlayan Wikileaks’ten sonra şimdi de Lüksemburg Leaks gündemde.
2002 ila 2010 yılları arasında 340 çok-uluslu şirketin
yüksek vergi uygulamalarından kurtulmak için Lüksemburg hükümetiyle yaptığı anlaşmaların belgelerini temin
eden Fransız muhabir Edouard Perrin, bunları Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu (ICIJ) ile
paylaştı. Farklı ülkelerden 40
basın kuruluşuyla toplam 28
bin sayfa olduğu söylenen
bu belgeleri inceleyen ICIJ
de bunları Kasım’da ifşa etti.
Lüksemburg’un, kısaca “tax
rulings” adı verilen bu anlaşmalarla, PepsiCo, FedEx,
Deutsche Bank, IKEA gibi şirketlerin vergi kaçakçılığı yapmasına yasal yollardan yardımcı olduğu ortaya çıktı.
Lüksemburg hükümetinin de
bu işten küresel şirketler adına dünyaca ünlü danışmanlık şirketi Pricewaterhouse
Coopers (Pwc) ile anlaşma
yaparak milyarlarca Euro kazandığı belirtiliyor.
Ortaya atılan imtiyazlı anlaşmaları kabul etmeyen Lük-
semburg Başbakanı Xavier
Bettel’den sonra gözler “çiçeği burnunda” AB Komisyonu Başkan Juncker’e dikildi.
Konunun, Lüksemburg ve
adı geçen şirketlerden deyim
yerindeyse daha çok tarafı olmak durumunda kalan Eski
Lüksemburg Başbakanı Jean
Claude Junker, son 25 yılda
AB’nin attığı adımlarda adeta beraber yürüdüğü bir politikacı ve şimdiyse Avrupa
Komisyonu’nun “tartışmalı”
Başkanı. AB içi konsolidasyonu ön plana çıkarmayı
amaçlayan Juncker, bu skandalla birlikte bir yandan AB üyelerinin bütçe kriziyle daha
da derinleşen “iktidar savaşlarıyla” uğraşırken, diğer yandan da sorunu öncelikle AB
lehine atlatmak durumunda.
Öyle ki, daha Ekim’de şimdi
başında bulunduğu Avrupa
Komisyonu’nun Lüksemburg
’daki vergi anlaşmalarının
AB hukukunu ihlal edip etmediğinin soruşturmasını
başlattığı bir ortamda Juncker bir de skandalda sorumluluğu bulunduğu iddiasıyla
Avrupa Parlamentosu tarafından verilen gensoru neticesinde görevden alınma girişimiyle karşı karşıya kaldı.
dolayısıyla topluluk hukukuna önemli katkıları bulunan
Pierre Pescatore ve Fernand
Schockweiler da Lüksemburg vatandaşı. Ancak bu başarılı gidişat, 1981-1984
arası Komisyon Başkanlığı yapan Geston Thorhn’un pasif
yürütmesiyle kesintiye uğruyor. Öyle ki Thorn, en pasif
Komisyon Başkanı olarak tarihe geçse yeridir. Yine
Komisyon’daki en büyük yolsuzluk skandalı da 19951999 arasında Komisyon
Başkanlığını yürüten Jacques
Santer döneminde açığa çıktı ve Ocak 1999’da patlak veren skandalla Komisyon topluca istifa etmek zorunda kaldı.
Buradan, “Avrupa’da enuzun
süre görevde kalan başbakan” olarak anılan Jean Claude Juncker’in Başbakanlığı
dönemindeki Lüksemburg
Dönem Başkanlığı’na geçmek gerekirse, o kısım da
pek parlak görünmüyor.
2005’te Juncker’in kendisi-
nin de belirttiği gibi, Lüksemburg’un dönem başkanlığı
kötü bitti. Ne Avrupa Anayasal Antlaşma denemesi başarısızlığına dur diyebildi, ne
de Haziran 2005’te kapanış
zirvesi sayılabilecek Brüksel
Zirvesi öncesinde Fransa’yla
İngiltere arasında patlak veren bütçe krizine çözüm
üretebildi.
Kasım 2014’te Avrupa Komisyonu Başkanlığı’na aday
gösterilmesi dahi derin ayrılıklara ve uzunca süre devam
edecek tartışmalara neden
olan eski Lüksemburg Başbakanı Juncker, şimdilerde
Avrupa Komisyonu’nun başında. Üstelik Başbakan olduğu dönemde çok uluslu şirketlere yönelik avantajlı vergi uygulamalarının yolunu
açarak bir anlamda yasal yollardan vergi kaçırılmasına
izin verdiği iddia edilen Luxleaks skandalıyla da karşı
karşıya.
Vergi cenneti Lüksemburg
Küçük yüzölçümüne rağmen
adeta Avrupa’nın kalbinde
yer alan Lüksemburg, hem
AB içinde hem de dünyada kişi başına düşen milli gelirinin
yüksekliğiyle ve bunun nüfusuy la yüzölçümüne ters
orantısıyla dikkat çekiyor. Bu
küçük Avrupa ülkesi, kişi başına düşen 87 bin Euro gelirle dünyada ilk sırada. AB
ortalamasıysa yalnızca 27
bin Euro. Hal böyle olunca
Lüksemburg’un zenginliğinin kaynağı, krizlerin önünü
alamayan ve bütçe tartışmalarının halihazırda çözüme kavuşmadığı AB gündeminde kendisinden daha fazla yer kaplıyor.
Sadece 543 bin nüfusa sahip
olan Lüksemburg’un “zenginliğinde” 30 yıl öncesine
kadar demir-çelik sektörü
önemli bir faktördü. Ancak
bu sektörün çökmesinden
sonra ülke “vergi cenneti”
olarak anılmaya başladı. Mili
gelirinin yüzde 41’ini finans
sektöründen sağlayan ülke-
ye uluslararası şirketler ve
bankalar adeta koşarak geliyor. Öyle ki, ülkede şubesi
bulunan 150 bankanın yalnızca 5’i Lüksemburg’a ait.
Satın alma gücü paritesi
(SGP) de AB ortalamasının
çok üzerinde olan Lüksemburg’un halkı da “multi Avrupalı”. İngiltere’den sonra
Avrupa’nın en pahalı ülkesi
olsa da maaşların çok yüksek
olması, çok sayıda AB vatandaşının çalışmak için Lüksemburg’a gitmesini sağlıyor. Bu nedenle, ülkenin işgücünün hatırı sayılır bir kısmı Lüksemburg vatandaşı değil.
Lüksemburg’un AB karnesine gelince, kurucu üye devletlerin nüfusça en küçüğü
olan Lüksemburg’un hanesinin “başlangıçta” başarılarla
dolu olduğunu belirtmek gerekiyor. Boş Sandalye Krizi’
ne son veren 1966 Lüksemburg Uzlaşısı da bu anlamda
akla gelen ilk örnek. Avrupa
Toplulukları Adalet Divanı ve
14 ATAUM
e-bülten
ARALIK 2014
Vergi cenneti Lüksemburg
Küçük yüzölçümüne rağmen
adeta Avrupa’nın kalbinde
yer alan Lüksemburg, hem
AB içinde hem de dünyada kişi başına düşen milli gelirinin
yüksekliğiyle ve bunun nüfusuy la yüzölçümüne ters
orantısıyla dikkat çekiyor. Bu
küçük Avrupa ülkesi, kişi başına düşen 87 bin Euro gelirle dünyada ilk sırada. AB
ortalamasıysa yalnızca 27
bin Euro. Hal böyle olunca
Lüksemburg’un zenginliğinin kaynağı, krizlerin önünü
alamayan ve bütçe tartışmalarının halihazırda çözüme kavuşmadığı AB gündeminde kendisinden daha fazla yer kaplıyor.
Sadece 543 bin nüfusa sahip
olan Lüksemburg’un “zenginliğinde” 30 yıl öncesine
kadar demir-çelik sektörü
önemli bir faktördü. Ancak
bu sektörün çökmesinden
sonra ülke “vergi cenneti”
olarak anılmaya başladı. Mili
gelirinin yüzde 41’ini finans
sektöründen sağlayan ülke-
ye uluslararası şirketler ve
bankalar adeta koşarak geliyor. Öyle ki, ülkede şubesi
bulunan 150 bankanın yalnızca 5’i Lüksemburg’a ait.
Satın alma gücü paritesi
(SGP) de AB ortalamasının
çok üzerinde olan Lüksemburg’un halkı da “multi Avrupalı”. İngiltere’den sonra
Avrupa’nın en pahalı ülkesi
olsa da maaşların çok yüksek
olması, çok sayıda AB vatandaşının çalışmak için Lüksemburg’a gitmesini sağlıyor. Bu nedenle, ülkenin işgücünün hatırı sayılır bir kısmı Lüksemburg vatandaşı değil.
Lüksemburg’un AB karnesine gelince, kurucu üye devletlerin nüfusça en küçüğü
olan Lüksemburg’un hanesinin “başlangıçta” başarılarla
dolu olduğunu belirtmek gerekiyor. Boş Sandalye Krizi’
ne son veren 1966 Lüksemburg Uzlaşısı da bu anlamda
akla gelen ilk örnek. Avrupa
Toplulukları Adalet Divanı ve
dolayısıyla topluluk hukukuna önemli katkıları bulunan
Pierre Pescatore ve Fernand
Schockweiler da Lüksemburg vatandaşı. Ancak bu başarılı gidişat, 1981-1984
arası Komisyon Başkanlığı yapan Geston Thorhn’un pasif
yürütmesiyle kesintiye uğruyor. Öyle ki Thorn, en pasif
Komisyon Başkanı olarak tarihe geçse yeridir. Yine
Komisyon’daki en büyük yolsuzluk skandalı da 19951999 arasında Komisyon
Başkanlığını yürüten Jacques
Santer döneminde açığa çıktı ve Ocak 1999’da patlak veren skandalla Komisyon topluca istifa etmek zorunda kaldı.
Buradan,“Avrupa’da en uzun
süre görevde kalan başbakan” olarak anılan Jean
Claude Juncker’in Başbakanlığı dönemindeki Lüksemburg Dönem Başkanlığı’na geçmek gerekirse, o kısım da pek parlak görünmüyor. 2005’te Juncker’in ken-
Lux-Leaks Skandalı
H. Kardelen IŞIK
17
disinin de belirttiği gibi,
Lüksemburg’un dönem başkanlığı kötü bitti. Ne Avrupa
Anayasal Antlaşma denemesi başarısızlığına dur diyebildi, ne de Haziran 2005
’te kapanış zirvesi sayılabilecek Brüksel Zirvesi öncesinde
Fransa’yla İngiltere arasında
patlak veren bütçe krizine çözüm üretebildi.
Kasım 2014’te Avrupa Komisyonu Başkanlığı’na aday
gösterilmesi dahi derin ayrılıklara ve uzunca süre devam
edecek tartışmalara neden
olan eski Lüksemburg Başbakanı Juncker, şimdilerde
Avrupa Komisyonu’nun başında. Üstelik Başbakan olduğu dönemde çok uluslu şirketlere yönelik avantajlı vergi uygulamalarının yolunu
açarak bir anlamda yasal yollardan vergi kaçırılmasına
izin verdiği iddia edilen Luxleaks skandalıyla da karşı
karşıya.
Lüksemburg’un kaderi Juncker’in de kaderi olacak mı?
Aslında ne AB ne de Juncker
için Lüksemburg’un finans
sektörüyle ilgili sorunlar ve
bu konuda dile getirilen iddialar yeni. Bir bakımdan yeni
olansa, özellikle Temmuz
2013’ te Lüksemburg’da patlak veren istihbarat skandalından sonra muhaliflerin dozu artan bir şekilde “iç politikadan çok AB’ye önem vermekle suçladığı” Juncker’in
bu kez AB çıkarlarını savunmaktan sorumlu ve adeta bütünleşmenin motoru sayılan
Avrupa Komisyonu’nun başında bulunması. Zira, istifanın eşiğine geldiği skandaldan erken seçim başarısıyla
çıkan Juncker’in tam da bu
nedenle bu kez de Komisyon
Başkanı sıfatıyla atacağı
adımları merakla beklememek mümkün değil.
Lux-leaks skandalıyla iyiden
iyiye ortaya dökülen konunun arka planı unutulmuş gibi gözükse de, gelişmeler aslında Juncker’in Eurogroup
başkanlığını bırakmasının hemen sonrasına dayanıyor.
Şöyle ki, Mart 2013’te Güney Kıbrıs için anlaşmaya varılan kurtarma paketinin ar-
dından Juncker’in selefi
Dijsselbloem’in Euro bölgesinde fazlasıyla büyümüş finans sektörlerinin ekonomik
büyüklükle orantılı hale getirilmesi önerisiyle başlayan
tartışmalara en büyük tepki
Juncker’den gelmişti. Nitekim, Güney Kıbrıs’ta bankacılık sisteminin çökme aşamasına gelmesiyle dikkatler
benzer bir üretim-bankacılık
ilişkisinin bulunduğu Lüksemburg’a yönelmişti. Özellikle Almanya’nın bu konuda Lüksemburg’a karşı olan
izleniminin “gizli bankacılığın yapıldığı vergi cenneti”
şeklinde olduğunu da akılda
tutmak gerek. Juncker, o dönemde, “Lüksemburg finans
sektörünün yatırımları çekerek Euro Bölgesi’ne bir kapı
oluşturduğunu” savunmuş,
Lüksemburg’un finans sektörüne “göz dikilmemesi” gerektiğini salık vermişti. Bu
olayın üzerinden daha bir ay
geçmeden “gizli hesaplarıyla” ünlü İsviçre Bankaları’nın
bu geleneği terk etmesi yönünde AB ve ABD baskısına
maruz kalması ve hemen ardından İsviçre ve Almanya
arasında vergi kaçakçılığına
önlem olarak bilgi paylaşımına dair bir anlaşma imzalanması dikkate değer.
Bir başka üzerinde durmaya
değer olan olaysa, yine aynı
ay içinde patlayan Offshoreleaks. Bu olayın hemen ardından özellikle AB’nin artan
baskısına maruz kalan Juncker, Lüksemburg’un bankacılıkta şeffaflığa gideceğini
söyleyerek AB ülkelerinden
hesabı bulunan müşterilere
ait bilgilerin diğer AB ülkeleriyle paylaşılmasına 1 Ocak
2015 tarihinden itibaren başlanacağını açıklamıştı.
“Herkesin bildiği sır”a adeta
adım adım yaklaşılan bu süreçte, hem AB’nin hem de
Lüksemburg’un bir nevi “eski
düzenle” kendi yoluna gittiklerini söylemek mümkün.
Öyle ki, Eylül’ün sonlarında
Avrupa Rekabet Komisyonu’nda Lüksemburg’un Fiat’
a yaptığı devlet yardımının
Birlik kurallarına aykırı
olabileceğiyle ilgili soruşturma yürütülürken, Lüksemburg da finansal çeşitliliği geliştirmek için yeni pazar arayışına girdi. İslam bankacılı-
ğına yönelen Lüksemburg,
bunun yolunu 9 Temmuz
2014 tarihinde bankacılık yasasında değişikliğe giderek
açmıştı.
Yine de skandalla birlikte deyim yerindeyse işlerin daha
ciddiye bindiği söylenebilir.
Nitekim, Juncker skandalın
siyasi sorumluğunu “bir nevi” üstlenmiş olsa da onun da
sorunun asıl kaynağı olarak
dikkat çektiği durum AB ülkelerindeki farklı vergi uygulamalarıydı. Şöyle ki, vergi
konusunda bilgilerin AB içinde paylaşılmasına dair siyasi
bir isteğin gerçek anlamda
bulunmadığı Avrupa ülkeleri, bir yandan adeta “vergi
cennetlerinin karanlığına
gömülmüşken” diğer yandan da yeni vergi şeffaflığı ve
bilgi paylaşımı yasasında Lüksemburg ve Avusturya’nın veto kararlarını kaldırmasıyla
artık daha şeffaf. Skandalla
“köşeye sıkışan” Lüksemburg, ban ka ve ri le ri ni
2017’den itibaren diğer AB
ülkeleriyle paylaşacak.
alabileceği beklentisi olmasa da, bu gelişmenin skandalla kredibilitesi ciddi anlamda zedelenen Juncker ve
daha görevinin başında tökezleyen Komisyon açısından moral anlamda önemi
büyük. Bu durum aynı zamanda Avrupa Parlamentosu’ndaki AB karşıtı ve şüphecisi “Truva atlarıyla” AB içi
bütünleşmeci politikaları des-
tekleyeceğini belirten Juncker arasında önümüzdeki dönemin sıcak geçeceğinin de
bir işareti. Juncker’in de dediği gibi, “her kim ki AB’den
şüphe duyuyorsa, bir askeri
mezarlığı ziyaret etmeli”; en
azından Lüksemburg hakkındaki soruşturma sonuçlanana dek.
Bay Euro mu, Al Capone mu?
Temelde bir ekonomik bütünleşme hareketi olarak
başlayan AB’nin sembolü Euro lakaplı Juncker, Lüksemburg’daki skandaldan sonra
Avrupa Parlamentosu’nda
Bay Euro olarak anılmak yerine adeta Al Capone olmakla suçlandı. Juncker’in Komisyon Başkanlığı’nı devralmasından yalnızca birkaç
gün sonra patlak veren
skandalla ilgili olarak Juncker’in doğrudan sorumluğu
bulunduğu gerekçesiyle verilen gensoru önergesiyse
461’e karşı 101 oyla reddedildi. Önergeyi Fransa’dan aşırı sağcı Ulusal Cephe ve Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi gibi AB karşıtı partilerin
milletvekilleri sunmuştu.
Halihazırda gensoru önergesinin Komisyonu görevden
Romanya’da Zafer Sağ Blokun
18 Emre
YÜKSEL
ARALIK 2014
ATAUM
e-bülten
Romanya’da Zafer Sağ Blokun
Emre YÜKSEL
Romanya, 10 yıldır cumhurbaşkanlığı görevini yürüten
Traian Basescu’nun halefini
seçmek için ikinci kez sandık
başına gitti. Süreç boyunca
protestolara ve iki bakanın
istifalarına neden olan seçimleri merkez sağın Alman
kökenli adayı Klaus Iohannis
kazandı.
İlk turu 2 Kasım’da yapılan
cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 14 aday yarışmış ancak
hiçbir aday yeterli çoğunluğu
sağlayamamıştı. Bu turda,
hâlihazırda Romanya Başbakanlığı görevini yürüten ve
sosyal demokratların cumhurbaşkanı adayı olan Victor
Ponta oyların yüzde 40’ını almış ve en yakın rakibi Iohannis’e 10 puanlık bir fark atmıştı. Böylece bu iki aday seçimlerin ikinci turunda yarışmaya hak kazanmışlardı.
Romanya seçimleri, aday
profilleriyle de dikkat çeken
bir seçim oldu. Avukat olan
Victor Ponta, Uluslararası Ceza Mahkemesi konusunda
yazdığı tezle ceza hukuku
alanında doktora derecesini
de sahip bir lider. RomenAmerikan Üniversitesi’nde
ceza hukuku dersleri de veren Ponta, Adalet Yüksek
Mahkemesi’nde savcılığa getirilmişti. Ardından hükümetin Dışişleri Bakanı Kontrol
Dairesi Başkanlığı’na getirilen Ponta, 2010’da Sosyal
Demokrat Partisi’nin başına
geçmiş ve 2012’de Romanya’nın Başbakanı olmuştu.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde halka “siyasi istikrar” ve
asgari ücret ve emeklilik maaşlarında artış vadeden Ponta, seçimler öncesinde halkın
sevgisini kazanmış ve seçimlerde favori konumuna gelmişti. Mevcut Başbakana en
büyük destekse, kırsal kesimden gelmekte. Ponta
“çiftçilerimize eski iktidarların onlara nasıl muamelede bulunduğunu hatırlatmak
istiyorum. Köle gibi davrandılar. Onlara daha önce
nasıl yaptıksa aynı şekilde devam edeceğimizi belirtmek istiyorum. Devlet hibelerini arttırma ve çiftçileri destekleme
sözü veriyorum” diyerek kırsal kesimin oylarına talip olduğunu gösterdi. Yine de
Başbakan, yolsuzlukla mücadele etmeye çalışan ülkesinde adaletin bağımsızlığını
koruyabilme konusunda derin şüpheler uyandırmasından ötürü AB tarafından da
kuşkuyla yaklaşılan bir aday
durumundaydı.
Seçimlerdeki diğer aday Klaus Iohannis’se Ponta’dan
farklı bir profil çiziyor. Eski bir
fizik profesörü olan ve 12.
yüzyılda Transilvanya’ya yerleşen Anglo-saksonlardan Alman azınlık mensubu olan
Iohannis, esas ününü küçük
bir Transilvanya şehri olan
Sibiu’nun belediye başkanı
olunca kazandı. 2000’de Romanya Almanları Demokratik Forumu’nun adayı olarak
Sibiu’nun belediye başkanı
olan Iohannis, şehri ülkenin
en ünlü turizm yerlerinden birisi haline getirdi ve şehir
2007’de Avrupa Kültür Başkenti seçildi. Sibiu’daki başarılı yönetiminin ardından Romanya siyasetinde etkin hale
gen Iohannis’e 2009’da başbakanlık görevi teklif edilmiş
ancak dönemin Cumhurbaşkanı Basescu, Iohannis’i reddetmişti. Cumhurbaşkanlığı
seçiminde sağ blokun adayı
olan Iohannis, ilk turu ikinci
bitirerek ikinci tura kalmıştı.
Halka büyümeyi hızlandırma
vadeden Iohannis, cumhurbaşkanlığına aday olacak kişilerin adlarının yolsuzlukla
anılmaması ve ülkeye örnek
teşkil etmesi gerektiğini belirtti.
Romanya’da seçilecek cumhurbaşkanı başbakan, hakim ve savcı atama yetkileriyle birlikte hükümet tarafından önerilen yasa tasarılarını da veto etmek gibi çeşitli haklara sahip. Ayrıca ülkenin dış ilişkileri de cumhurbaşkanına ait.
ma arkadaşlarım kamu hizmetinde olduğumuz müddetçe ülkemiz için görevlerimizi yerine getirmeye devam edeceğiz” diyerek hem
rakibini kutladı hem de başbakanlıktan istifa etmeyeceğini duyurdu.
Seçim zaferini Bükreş’teki
seçmenleriyle kutlayan Iohannis’se “daha az gürültülü
ve güncel sorunları daha da
yakından takip eden bir siyasete ihtiyacımız var. Daha az
görkemli gösterileri olan fakat Romanya ve Rumenler
için çözüm üreten bir siyaset
ortamı gerekli” sözleriyle halka polemik ve skandallardan
uzak bir siyaset ortamı oluşturacağının ve ülkeyi yabancı yatırımcılara cazip hale getireceğinin sözünü verdi. Ayrıca Batı’yla iyi ilişkiler sözünü veren Iohannis, ABD, NA-
TO ve AB gibi Batılı partnerlerle ilişkilerin güçlendirileceğini ve bunun bölgenin istikrarı için de çok önemli olduğunu belirtti.
Avrupa’nın en fakir ikinci ülkesi olan Romanya’da Iohannis’i zorlu bir dönem bekliyor. Yolsuzluk, işsizlik ve
ekonomik sorunlarla uğraşan Romanya, 5 yıl içinde
Euro’ya geçmeyi planlıyor.
Ayrıca Iohannis’in Başbakan
Ponta’yla nasıl bir ilişki kuracağı da ülkede merak edilen
konular arasında.
Öte yandan, zorlu geçen
cumhurbaşkanlığı seçimi iki
bakanın görevden ayrılmasına neden oldu. Seçimin ilk turunda yurt dışındaki vatandaşların oy kullanamamaları
nedeniyle hükümet aleyhine
protestolar yaşandı. Bunun üzerine de Dışişleri Bakanı Ti-
tus Corlatean görevinden istifa etti. 2 Kasım’da yapılan
seçimlerin ilk turunda 4 milyonluk diasporaya sahip
olan Romanya’da yalnızca
160 bin seçmen oy kullanabilmişti.
Seçimlerin ikinci turu da Romanya Hükümeti ve diasporadaki Rumenler için farklı
geçmedi. Yurt dışındaki temsilciliklerin önünde uzun kuyruklar oluşturan seçmenlerin
birçoğu yine oy kullanamadı.
Protestoların tekrar başlaması üzerine Corlatean’ın yerine Dışişleri Bakanlığı’na geçen Teodor Melescanu da görevinden istifa etti. Seçimlerin ikinci turunda da diasporadaki seçmenlerden yalnızca 380 bini oy kullanabildi.
‘Sessiz siyaset’
Yüksek profilli iki adayın yarıştığı ve büyük bir çekişmeye
sahne olması beklenen seçimleri, favori olarak gösterilen Başbakan Ponta’yı yenen
Ulusal Liberal Parti lideri
Iohannis kazandı. Katılımın
yüzde 60’ın üzerinde olduğu
seçimlerde oyların yüzde
54’ünü alan Iohannis, böylece ilk turda 10 puanlık fark
yediği rakibine 8 puanlık
fark atmış oldu. Seçimin bu
şekilde sonuçlanmasındaysa
muhalefetin Iohannis’e destek vermesi yatıyor.
Seçimde yenilgiyi kabul
eden Ponta, düzenlediği basın toplantısında, “bugün
sandığa giden bütün Romanya vatandaşlarına teşekkür ediyorum. Halk her
zaman haklıdır. Bay Iohannis’i aradım ve galibiyeti için
onu kutladım. Ben ve çalış-
Portre
Portre
Recep Ersel ERGE
Baruch Spinoza
Adına ister “Doğa” ister “Tanrı” denilsin, sadece bir tane töz olabilirdi. Gerek madde âleminde
gerek düşünce âleminde olsun, aklımızın alabildiği her şey nihayetinde bu tözden kaynaklanıyordu.
İnsanın duyguları, tercihleri ve eylemleri bile.
Descartes’ın zihin-beden
ikiliğini reddediyor, yaratıcıyla yaratılanın aynı şeyler olduğunu söylüyordu Spinoza.
Evet, bir Tanrı vardı, ama dua
ederek kendisinden yardım
dileyebileceğiniz bir Tanrı
değildi bu. İyi olamayacağı
gibi kötü de olamazdı.
Çünkü insan gibi iradeye ve
hatta duygulara sahip olan,
planlar yapan, emirler veren, tercihleri ve beklentileri
olan, yargılayan bir varlık
değildi o. Buna göre, Yahudiler de Tanrının “seçilmiş
insanları” olamazdı örneğin,
çünkü Tanrı hiçbir şeyi seçemezdi! “Filozofların filozofu”
olarak nitelenmesine sebep
olan düşünceleri bundan
ibaret değildi elbette, ama
hepsinin başlangıç noktası
burasıydı. Spinoza’nın felse-
fesi Hegel’den Einstein’a kadar sayısız düşün adamını
etkileyecek, pek çoklarının
ortak görüşünü de “en sevilesi filozof” tabiriyle Bertrand
Russell özetleyecekti.
İspanya 1492 Elhamra Kararnamesi’yle bütün Yahudileri ülkeden kovmuş, ardından Portekiz de aynı politikayı izlemişti. Buralardan kaçan Yahudilerin çoğu Amsterdam’a yerleşti. Özellikle
1579 Hoşgörü Fermanı’ndan sonra, dini inançlarını en rahat yaşayabilecekleri yer Hollanda’ydı. Portekiz kökenli, varlıklı bir tüccarın ikinci oğlu olan Baruch
Spinoza da işte burada,
Amsterdam’ın Portekiz-Yahudi cemaatinde 24 Kasım
1632’de dünyaya geldi. İbranice “Baruch” ve Portekiz-
ce karşılığı olan “Bento” kutsanmış anlamına geliyordu
ki, tesadüfen seçilmiş bir isim
değildi bu. Babası onu haham olarak yetiştirmek istiyordu. Dönemin en iyi Talmud okulunda, kimi daha
çok kimi daha az gelenekselci olan ünlü hahamların
öğrencisi oldu. Kutsal metinlerle İlk ve Ortaçağ klasiklerinin yanı sıra Fransızca, İtalyanca ve Latincenin temellerini de burada öğrendi.
Ne var ki yüksek ilahiyat eğitime devam etmeyip aile işi
olan ticarete atılarak babasının hayallerini suya düşürecekti. Yirmi bir yaşında
babasını kaybettikten sonra
da erkek kardeşiyle birlikte
çalışmaya devam etti. Kız
kardeşi Rebekah, Spinoza’nın mirastan pay almasını
engellemek isteyince mahkemelik oldular. Spinoza davayı kazandıysa da sonradan
mirastan vazgeçti. Laik düşünceleriyle kötü bir üne sahip olan eski Cizvit Franciscus Van den Enden’in okulunda öğretmenliğe başladı.
Varlıklı ailelerin çocuklarına
Latince eğitimi verilen, özgür
düşüncenin hâkim olduğu,
yeni ama ünlü bir okuldu
burası. Tevrat tartışmalarını
bırakıp doğa bilimlerine
yönelen Spinoza, bir yandan
da Latincesini ilerletiyordu.
Adını da Latince yazmaya
başlamıştı (Benedictus de
Spinoza). Skolastik düşünceyle Descartes gibi erken
modern düşünürleri tanımasını sağlayan da muhtemelen Van den Enden’di. Bu
arada hocasının kızı Clara
ATAUM
e-bülten
Van den Enden’e âşık olan
Spinoza, ne yazık ki aşkına
bir karşılık bulamadı.
Derken o kaçınılmaz gün
geldi ve yirmi üç yaşındaki
Spinoza, 27 Temmuz 1656’
da cemaatten kovuldu! Kimsenin onunla yazılı dahi olsa
iletişime geçmemesi, ona
yardım etmemesi, onunla
aynı çatı altında kalmaması,
ona dört gezden fazla yaklaşmaması, eserlerinin
okunmaması emrediliyordu.
Spinoza’nın “iğrenç sapkınlıkları”nı gerekçe gösteren bu emirde somut açıklamalar yoktu, ama buna ihtiyaç da yoktu aslında. Van
den Enden’e yakınlığını, kilisenin otoritesine karşı çıkan
Hristiyan gruplarla içli dışlı
olduğunu herkes biliyordu.
İleride eserlerinde sistemli
şekilde anlatacağı radikal
fikirlerini şimdiden her yerde
anlatıyordu Spinoza. Ayrıca
ayinlere katılmaması, Sinagoga maddi desteği bırakması yetmezmiş gibi, baba
mirasını reddedeceği zaman
da cemaat mahkemelerine
gitmek yerine Hollanda
mahkemelerine giderek
“korkunç bir günah” işlemişti. Doğrusu her ne yaptıysa
bilerek yapmıştı Spinoza,
başına geleceği biliyor ve
dışlanmayı özgürlük fırsatı
olarak görüyordu. Nihayetinde Amsterdam’ın PortekizYahudi cemaatinde o güne
dek verilmiş en ağır dışlanma cezasını aldı. Hahamların öfkesi o kadar büyüktü
ki, Amsterdam yöneticilerini
ikna edip Spinoza’yı şehirden kovdurmayı bile başardılar.
Bir süre yakınlarda bir köyde
kalan Spinoza, sonra tekrar
Amsterdam’a döndü ve geçimini sağlamak üzere optik
zanaatını meslek edindi.
Gözlük ve büyüteçler için
mercek hazırlıyordu. Bu işte
zaman içinde ustalaşacak ve
loncanın “piri” diye anılacaktı. Aynı anda özel felsefe
dersleri de veren Spinoza,
“Tanrı, İnsan ve İnsanın
Esenliği Üzerine Kısa Bir
İnceleme” adlı ilk felsefi
eserini 1660-61 civarında
yayımladı. İleride “Etik”te
tamamlayacağı felsefesinin
temellerini içeriyordu bu inceleme. 1660’ta Rijnsburg’a
yazmaya başlayıp 1663’te
Amsterdam’da yayımladığı
“Descartes Felsefesinin İlkeleri” adlı eseriyse hayatı boyunca kendi adıyla yayımladığı tek kitabı olacaktı.
Kişisel yorumlarıyla zenginleştirdiği bu çalışması çağının önde gelen filozoflarından biri olarak görülmesini
sağladı. Voorburg’ta “Etik”
üzerinde çalıştığı birkaç yılın
ardından 1670’te Lahey’e
taşındı ve aynı yıl “Teolojik
Politik İnceleme”sini yayım-
ARALIK 2014
landı. Anonim olarak yayımlansa da yazarının keşfedilmesi uzun sürmemişti. Ne de
olsa dinî otoritenin siyasal
gücünü sorgulayan ve hoşgörülü, laik ve demokratik
bir yönetimi onun kadar radikal bir şekilde savunan
fazla yazar olamazdı. Hollanda yönetimini Yahudiliği
Yahudileri kurtarmak için yasaklamaya çağırdığı incelemesi yayımından dört yıl
sonra yasaklandı.
Akademik özgürlüğünü koruma düşüncesiyle 1673’te
Heidelberg Üniversitesi’nde
profesörlük teklifini reddetti.
İbranice dilbilgisi kitabı yazmaya başladı, ama tamamlayamadı. İncil’in Hollandaca çevirisine başladıysa da
sonradan vazgeçti ve yaptığı
çevirileri imha etti. 1675’te
Etik’i tamamlayana kadar
yalnızca iki bilimsel makalesi
yayımlandı. Hayatını adadığı
başyapıtı nihayet bitmişti,
ama onu da yayımlamaktan
vazgeçecekti. Sözde “Tanrı’
nın var olmadığını” ispatlamaya çalıştığı bir eser yazdığına dair bir söylenti ku-
laktan kulağa yayılmış, filozofun güvenliğine karşı ciddi
bir tehlike arz etmeye başlamıştı. Başyapıtını 21 Şubat
1677’deki ölümüne kadar
kendine sakladı.
Kesin olarak bilinmemekle
birlikte, cam tozu solumasından kaynaklanan bir akciğer hastalığından öldüğü
tahmin edilmekte. Mektupları ve diğer üç eseriyle
birlikte “Etik” de ilk kez
1677’de vasiyeti üzerine arkadaşları tarafından “Opera
Posthuma” adıyla yayımlandı.
“Geometrik Düzende Kanıtlanmış Etik” (Ethica Ordine
Geometrico Demonstrata)
başlıklı kitabın üzerinde ne
yazarın, ne yayıncının, ne de
editörlerin adı vardı. Bir dizi
önermeyle bunların doğruluğunu kanıtlayan açıklamalardan oluşuyordu eser.
Her önerme kendinden önce
gelen önermelere dayanmakta olup nihayetinde bütün önermeler de en başta
verdiği birkaç tanımla aksiyoma dayanmaktaydı. “Tanrı” başlığını taşıyan birinci
Portre: Michael Collins
Recep Ersel ERGE
bölümde sadece kendisi
aracılığıyla kavranabilen,
varlığı zorunlu olan tözden
bahsediyordu. Adına ister
“Doğa” ister “Tanrı” denilsin,
sadece bir tane töz olabilirdi.
Gerek madde âleminde gerek düşünce âleminde olsun,
aklımızın alabildiği her şey
nihayetinde bu tözden kaynaklanıyordu. İnsanın duyguları, tercihleri ve eylemleri
bile. Etik’in diğer bölümlerinde de aklın ve duyguların doğasıyla özgür irade
problemi açıklanıyordu.
Spinoza hiç evlenmemiş, hiç
çocuğu olmamıştı. Zamanında babasının mirasını onunla paylaşmak istemeyen
kardeşi Rebekah, filozofun
ölümünü duyunca koşa koşa
gelmiş, ancak umduğunu
bulamamıştı. Spinoza’nın
mal varlığı borçlarıyla cenaze masraflarını ancak karşılıyordu. Onun asıl mirası,
Rebekah dâhil dönemin sıradan insanları tarafından
asla anlaşılmayan, kıymeti
çok sonraları anlaşılacak bir
felsefeydi.
21
20
DUBLIN
Lüksemburg
Batı Avrupa’nın kalbinde yer
alan ve kişi başına düşen milli gelirde dünyada her zaman ilk sıralarda bulunan
Lüksemburg Büyük Dükalığı’nın başkenti Lüksemburg
bu yazımızın konusu. Ülkenin resmi dillerinden biri olan Lüksemburgcada Lëtzebuerg yani küçük kent anlamına gelen Lüksemburg kentinin tarihini ülkenin tarihinden ayırmak pek mümkün
değil. Kuruluşu Roma İmparatorluğu dönemine kadar
geriye götürülebilen kentin
resmi kuruluş tarihi olaraksa, Kont Siegfried’in küçük
kale anlamındaki Lucilinburhuc kalesini inşa ettirmeye
başladığı 963 yılı kabul görmekte. Doğal olarak bu tarih
ülkenin de kuruluş tarihi. Lüksemburg kenti, üzerine kurulduğu yer itibariyle savunma amacına oldukça uygun
bir coğrafyada bulunduğu için kale aynı zamanda şehrin
de kendisi haline gelmiş. Lüksemburg, bu doğal savunma
coğrafyasını Alzette ve Petrus
nehirlerinin kenarındaki büyük kayalık yükseltiye borçlu.
Lüksemburg’un eski kent bölümünü gezenler bu kayalık
yükseltinin üzerinde yüzlerce
yıldır var olan ve şimdilerde
sadece restore edilen ev,
şato ve kale gibi yapıları görmekte, kayalıkların içindeyse
şehrin savunmasını kolaylaştırmak maksatlı yapılmış
galeriler, mazgal ve siperler
bulunmakta. Stratejik önemi
dolayısıyla Burgundiyalılar,
Fransızlar, İspanyollar, Avusturyalılar ve Prusyalıların
hâkimiyetinde pek çok kanlı
savaşlara sahne olan ve devamlı tahkim edilen bu şehirkale, benzer bir coğrafya üzerine kurulmuş olması sebebiyle Cebelitarık’a benzetilmekte ve hatta “Kuzey’in
Cebelitarık’ı” olarak anılmakta. Lüksemburg bu müstahkem olma özelliğini bin
yıl boyunca sürdürmüş, ta ki
1867 tarihli Londra Antlaşması’na kadar. Bismarck ile
III. Napolyon arasında savaşa neden olabilecek siyasi krizi önleme amaçlı bu antlaşma, kentteki istihkâmları dağıttığı gibi Lüksemburg’u da
tarafsız ülke ilan etmiş. Kentteki yer altı savunma düze-
neğinin parçaları olan barikatların ve siperlerin dağıtılması yaklaşık 16 yıl almış. Savunma özelliğinden vazgeçilmesi daha önce belli bir
coğrafyaya sıkışmış olan kentin daha da büyümesi ve genişlemesinin de çıkış noktası
olmuş. NATO ve AB’ye kurucu üye olarak katılım sağlayan Lüksemburg’un tarafsızlığı hâlihazırda söz konusu değil.
Kentin idari olarak bölümlenmesi de üzerinde durulması gereken hususlardan biri. Lüksemburg ülkesi biri
“Lüksemburg Bölgesi” olmak
üzere üç bölgeden oluşmakta. Lük sem burg Bölgesi’ndeyse biri Lüksemburg
Kantonu olmak üzere dört
kanton bulunmakta. Lüksemburg Kantonu’nun içinde de biri Lüksemburg Komünü olmak üzere on bir
komün var. İşte bu yazının konusunu oluşturan başkent de
aslında Lüksemburg Komünü. Ülkenin nüfus olarak en
büyük, alan itibariyle de dördüncü büyük komünü olan
Lüksemburg gibi ülkede
komün olarak yer alıp da
kent sıfatını da haiz komün
sayısı on iki Ülkedeki toplam
komün sayısıysa 106.
Yukarıda adı geçen Alzette
ve Petrus nehirlerin içinden
aktığı yeşil vadilerin bulunduğu, köprülerin vadileri birbirine bağladığı, binaların yanı sıra içerisinde geniş park,
bahçe ve ormanları bulunan
MAİNZ LEICESTER
PODGORİCA
PALMA DE MALLORCA
ZARAGOZAESPOO
BERN
LIVERPOOL
WARSAW
ANDORRA LA VALLA
BELGRADE
SALZBURGTIMIŞOARA
MUNICH
MANCHESTER
LUBLIN
DÜSSELDORF LONDON
SOFIA
MOSCOW COPPENHAGEN
FRANKFURT
MURSIA
BRATISLAVA
THESSALONIKI BERLIN
OSLO
GRAZ
LEEDS
MILAN
LISBON
ROME
BARI
PAMPLONA
EUROPE
TALLINN
COLOGNE
ATHENS LILLE
BONN ZARAGOZA
SAN MARINO
LÜBECK
NAPLESWUPPERTAL
BRUSSELS EINDOVEN
NAPLES AMSTERDAM KIEV
SARAJEVO DEN
STOCKHOLM BUCHAREST SHEFFIELD 7
HAGG VIENNA
GENOA
DORTMUD BOCHUM VALENCIA MADRID HELSINKI
KRAKOW MINSK TURN ZAGREB
CHIŞINAU
PARIS GDANSK BERN GDANSK TIRANA
Ahmet M. SÖNMEZ
kentin sınırları içerisinde tarım alanları da mevcut. Kent,
1994’te UNESCO tarafından
Dünya Miras Listesi’ne alınmış. Kentte 2014 rakamlarına göre yaklaşık 107 bin kişi
yaşıyor ve bunun yüzde
60’ını yabancılar oluşturuyor. Yabancıların çok büyük
çoğunluğu da diğer AB ülkelerinden gelenler. Kent, Avrupa Adalet Divanı, Avrupa
Sayıştayı, Avrupa Parlamentosu Sekretaryası, Avrupa Yatırım Bankası, Avrupa Yatırım
Fonu ve Avrupa Komisyonu’nun bir takım birimleri
başta olmak üzere AB’nin birçok kurumuna ev sahipliği
yapmakta. Yaklaşık sekiz bin
AB personeline ev sahipliği
yapan bu AB kurumlarının binaları, kentin kuzeydoğusunda bulunan Kirchberg
mahallesine adını veren
Kirchberg platosu üzerinde
1960’lı yıllardan itibaren yükselmeye başlamış.
Avrupa’da mali ve siyasi istikrarın kalelerinden biri olan ve Avrupa’yı sarsan son
mali krizden en az etkilenen
ülkeler arasında yer alan
Lüksemburg’un aynı adlı başkenti Lüksemburg’un ekonomisinin dayandığı temel sektörler bankacılık ve finans.
Çok yüksek meblağlı yatırım
fonlarının yönetildiği bir finans merkezi olarak Lüksemburg bu alanda ABD’den
sonra en büyük ikinci yatırım
fonu merkezi durumunda.
Bu durumu, bankacılık ve fi-
nans alanında şeffaflıktan uzak olması ve dünyadaki
şöhretli vergi cennetlerinden
biri olmasına bağlamak pekâlâ mümkün.
Lüksemburg, iki kez Avrupa
Kültür Başkenti olarak ilan edilen tek Avrupa kenti. Çok
dilliliğin hâkim olduğu kentte ülkenin resmi dilleri olan
Lüksemburgca, Fransızca ve
Almancanın yanı sıra göçmenler dolayısıyla Portekizce
ve İtalyanca da yaygın bir kullanım alanı bulmakta. Bunun yanı sıra başkent Lüksemburg, ülkenin tek üniversitesi olan ve 2003’te kurulmuş olan Lüksemburg Üniversitesi’ne de ev sahipliği
yapmakta.
Kentin teknolojiyle ilişkisi de
oldukça güçlü. Microsoft’a ait internet tabanlı görüntülü
konuşma hizmet sağlayıcısı
Skype’ın merkezinin bulunduğu Lüksemburg aynı zamanda Avrupa’nın en önemli veri depolama merkezlerinden de biri. Bu durumun
gerekçesi olarak, Lüksemburg’da konuşlanmış AB kurumlarının, bankaların ve diğer finans kurumlarının verilerini depolamak maksadıyla kendi veri merkezlerini kurmaları gösterilebilir. Siyasi ve
mali açıdan istikrarlı bir ülke
olan Lüksemburg’un sel, deprem ve kasırga gibi doğal
afetlerden uzak olması da
kenti bu merkezler açısından
kıymetli kılmakta.
Avrupa
Gündemi...
ATAUM
ATAUM-BİM (08-2011)
e-bülten
bulmak isteyene not:
sadece elektronik posta kutusunda bulunur...

Benzer belgeler

Sayı 64 Şubat 2014 - ATAUM

Sayı 64 Şubat 2014 - ATAUM Recep Ersel ERGE sayfa 19-20

Detaylı