İndirmek İçin Tıklayınız!

Transkript

İndirmek İçin Tıklayınız!
Merhaba,
Sahibi:
İdil Kültür Sanat Bilimsel Araştırma
Y a y . Org. Film. T i c . San. Ltd. Şti.
adına
İRŞAD AYDIN
Bu sayıda çok farklı bir yazıya yer veriyoruz sayfalarımızda. Ülkemizde
yaşanan bu olay çok küçük gibi gösterilmeye çalışıldı medya tarafından.
"Susurluk"u nasıl açığa çıkardıklarını anlatan, Susurluk'un takipçisi
olacaklarından dem vuran aynı medya nedense bu kadar açık bir Susurluk
parçasını adeta küllüyorlardı. O günden bu güne değişen neydi ki? Evet bir
kontranın itiraflarını, devrimci tutsakların anlatımlarıyla yarı haber, yarı
röportaj olarak okuyacaksınız. Kontra nasıl çalışıyor? Oturma eylemlerine
niçin saldırıldı? Dört kayıbın akıbeti ne? Kaybedenlerin psikolojisi nasıl?
"Çukur" yazısında, bunları bir solukta okuyacaksınız.
Y azı işleri Müdürü: Y A
SİN ALİ TÜRKERİ
Kapitalizm öncesi
toplumlarda neden yalnızca
egemenler içinden çıkar
aydınlar? Görevleri nelerdir?
Osmanlı'da ve Cumhuriyet
döneminde aydınlar nasıl bir
gelişim izlediler? "Aydının
Ortaya Çıkışı ve Tarihteki
Gelişimi" yazısında
bulacaksınız.
Yazışma Adresi:
İDİL KÜLTÜR MERKEZİ
D E R E B OY U C. NO:110/55
80840 ORTAKÖY/İSTANBUL
T E L / F A X: (212) 2613219-261 46 53
İzmir:
İDİL KÜLTÜR MERKEZİ
863 S. 23/2
KEMERALTI/İZMİR
Antakya
CUMHURİY ET M. GÜNDÜZ C.
MU R A TS. BAKIRCI PSJ. NO:8
TEL: (326) 2 1 4 0115
Abone Koşullan ( 6
Aylık) 3.000.000 . - T L (1
Y ıllık) 6.000.000.-TL
Hesap No: (TL): 1116-0346785
HAKAN A L A K İŞBANKASI
ORTAKÖY/İSTANBUL
(DM): 1116-301000
HAKAN A L A K i Ş B A N K A SI
ORTAKÖYdSTANBUL
Of set Hazırlık
TAVIR YAYINLARI
Baskı
ASPAŞ
Dağıtım BİRLEŞİK
BASIN Y AY I N DAĞIT IM AŞ.
Köse Abdullah ailesinden
de beni çete yazın diye
bağırdı: "Bırakın bende
baskına katılayım". Bu sözler,
vatanını, onurunu, namusunu
korumak, daha fazla
sömürülmemek ve erkek
çeteciler gibi düşmanla
savaşabilmek için gösterdiği
çaba ve kararlılığın sonucu
söylediği sözlerdi Rahime
Hatun'un. Vatanını işgal eden
emperyalizme karşı "Haydi!
allahını, vatanını seven yürüsün" diyerek nasıl yiğitçe, fedakarca
savaştığını okuyacaksınız "Vatansever Bir Kadın Kahraman Rahime
Hatun" yazısında.
Emperyalizme karşı kavgaya giren ve emekçilerin mücadelesini anlatan
'98 Ağustos ayında kaybettiğimiz "Edebiyatın Usta Kalemi: Bekir Yıldız"a
yer verdik sayfalarımızda. Hayatını, sanatını, inancını bulacaksınız bu
yazıda.
Araştırmadan, karalama amaçlı, takiyyeci bir mantıkla düzeysiz bir yazı
nasıl yazılır? Sivas'ta, aydın ve sanatçıların yakılmasını meşrulaştırmaya
çalışan ama eline yüzüne bulaştıran bir gazeteyi "Akit Gazetesi"ni
okuyacaksınız tartışma sayfamızda.
Eylül sayımızda buluşmak üzere.
Ön Kapak Tasarım: Tavır Yayınlar ı
Arka Kapak Resmi: Otto Griebel "Enternasyonal"
Arka iç Kapak: FOSEM Fotoğraf Arşivi
Dostlukla.
özel haber
tavır
B
u sayımıza değişik bir tarz
yazıyla başlıyoruz. Geçtiğimiz ay Türkiye'de önemli bir
olay yaşandı. Bütün gazetelere küçük bir kutu halinde yansıyan bu olay, devrimci tutsa kların bir adli tutukluyu öldürdüğü
yönündeydi. Ama meseleyi öğrenince hiçte öyle sıradan bir konu olmadığını anladık. Öncelikle bu konuyla ilgili yapılan açıklamalar dikkat
çekiciydi. Sonra, bu konuyu, bu olayı
bire
bir yaşayanlara
ulaşarak
açmaya çalıştık. Ortaya koca bir
kontra örgütlenmesi çıktı. Peki bu
konu, bizim dergimizin yayın anlayışına uyuyor muydu? İlk etapta hayır!
Ama savunduğumuz düşünceleri,
tüm okurlarımız bilir. Kayıplar, katliamlar bu dergi sayfalarına sıkça konu olmuştur. Bu sefer yarı haber, yarı
röportaj bir yazıyı sizlere ulaştırıyoruz. Kaybedilenler nereye gömüldü.
Nasıl kaçırıldılar, kim kaçırdı, kim
kaybetti?
İşte
bu
soruların
cevapları...
Adı: Turan Ünal
Görevi: Tim 03 isimli JlTEM'de
görev yapıyor.
Basmın, Susurluk takipçilerinin
gündemine bile almadığı bu kişinin
öldürülmesi, yaşadıkları, katliamları
bir solukta okuyacağınızı umuyoruz.
Tim 03'te çalışmaya başlayalı üç
yıl olmuştu... Beraber görev yaptığı
bir çok arkadaşı gibi kendisinin de
harcanabileceğini düşünmeye başlamıştı. Son olarak yaptığı "dernek ve
halk kütüphanesi kurup, devrimci
örgütlere sızmak" işinde de başarılı
olamamıştı. Bu görev, Tokat köylerinde çalışma yapmak üzere kendisine verilmişti. Timdeki hemen herkes bolca paranın döndüğü uyuşturucu kaçakçılığı işinde "görev" alıyordu. Diğerleri de bu işin içinde yeralmak için can atıyordu. Onu bundan da çekmişlerdi. Kesinlikle kendisine güvenilmediği duygusu içini
kemiriyordu... Ne yapmıştı da güvenlerini zedelemişti. Acaba bir yerden bir yere götürürken emanetin
içinden çektiği beş on bin doların mı
farkına varmışlardı. Yoksa verilen
mektupları okuduğunu mu hissetmişlerdi. Ya da bilmediklerini sandığı
başka şeyleri de mi biliyorlardı.
Kendisine artık güvenilmediği çelişkisi onu yiyip bitiriyordu. Güvenmemeleri için bir sebep de "Alevi" olmasıydı. Kendisi böyle düşünüyordu.
Alevi olmak, sola yakın olmak,
haksızlıklara karşı çıkmakla özdeşleştirilmiyor muydu? Bunlar aklına
geldikçe baştan beri güvenmediklerini düşünmeye başladı. Yaptıkları,
üstlerinin yaklaşımları bir film şeridi
gibi aklından geçmeye başladı. Yoksa hepsi rol mü yapıyordu? Kendini
pohpohluyorlar mıydı? Hayır bu kadar olamazdı. Kendine kişisel olarak
tavı r / kapak konusu / ağustos '99 / sayı : 15
güvenen mutlaka vardı. Kolay kolay
harcayamazlardı. Bunları düşünürken aklına birlikte böyle harcadıkları
insanlar geliverdi. Niye kendini de
ortadan kaldırmasınlardı ki... Her an
ortadan kaldırılabileceği kaygısını,
endişesini taşımaya başladı...
Bir çıkış yolu aramaya başladı
kendince. Bir çok eğitimi birincilikle
bitirmişti. Bu güvenle hareket etmeye çalışıyordu. Mutlaka bir çıkış yolu
bulacaktı. Teşkilatın kendi timi için
söylediği "şantajla para alma" işi
geldi aklına. Tim olarak şantaj yapacakları kişinin dosyasına bakmışlar, üzerine çalışmışlardı. Tek başına
yapamaz mıydı ki? Yapabilirdi. Evet
buradan para bulabilirdi. Az-buz para değildi alacakları. Bu parayla yurt
dışına kapağı attımıydı artık kimse
bulamazdı kendisini. "Mütevazi" bir
yaşam kurabilirdi. Pasaportmuş,
kimlikmiş sorun değildi, kendisi yapabilirdi bunların sahtesini. Havalimanlarının güvenlik amirlerini de
tanıyordu zaten. Kendisine bir şey
diyemiyorlardı. Nerden bileceklerdi
teşkilattan kaçtığını... Ama yine de
tedbirli olmak gerekirdi. Kendisini
yurtdışına çıkana kadar yurt içinde
sanmalıydılar. Bunun için İstanbul,
Ankara, İzmir'de genelde kaldığı büyük otellerde rezervasyon yaptırması
yeterliydi. Nasıl olsa burada kimlerin
kaldığı,
rezervasyon
yaptırdığı,
anında teşkilata gidiyordu. Yaptığı
planı hoşuna gitti, teşkilat kendini
ülkede sanırken, o yurt dışında bir
iki
ülke
değiştirerek
izini
kaybettirebilir-di. Üç tane yabancı
dil bilmesi bir avantajdı. Orada rahat
rahat yaşayabilirdi. Ama işler
istediği gibi gitmemişti ve beklediği
paraya ulaşamamıştı.
Ne yapacağını bilemiyordu. Teşkilatın arabası ile direksiyon başında
yol alırken, "Şimdi teşkilat bana
kızacak,
güvensizlik
varsa
pekişecek, yoksa bile oluşacak"
düşüncesi
beynini
kemiriyordu.
Haber vermeden kendi başına,
kişisel menfaatleri için yapılan işlere
üstlerinin nasıl kızdığını biliyordu.
Tek başına bu bile ortadan
kaldırılması için yeterliydi.
Kendini hurdahaş arabanın 20
metre ötesinde yerde yarı baygın
halde iken jandarmalar uyandırdı.
Gerçekten
de
düşündükleri
gerçekleş-mişti. Foyası çıkmış ve
teşkilattan tasfiye edilmişti. Şimdi
tutukluydu. Adli bir suçtan tutuklu.
'98 yılının Kasım ayında Ulucanlar'daki hapishaneye getirildi. Müdür
"Hasmın var mı, can güvenliğini
alalım" diye sordu. Anlamıştı müdürün durumunu bildiğini.
"Hasmım var" dedi.
"O zaman dilekçeni yaz seni
koğuşlara değil, tek kalacağın bir
yere verelim" cevabını aldı.
Hücresine gitmek için aşağı kata
indiğinde yabancı gelmeyen bir yüzle
karşılaştı.
Hücresine girdiğinde ise her hareketinin denetlendiğini fark etti. bir
kaç gün sonra diğer mahkumlarla
görüşmeye başladı.
Niye teşkilattan müdahale etmemişler, kendisini çıkarmamışlardı. Bir
türlü anlam veremiyordu. Kullanılıp
bir kenara atıldığını düşünmeye
başladı. Teşkilatın kendisini çıkaramaması gibi bir ihtimal söz konusu
olamazdı. Kendisi de özel seçilmiş
bir timde olduğu için teşkilatın kendisine ceza vermiş olduğunu hissetmeye başladı. Öldürmek isteseler öldürebilirler, rahatlıkla ortadan kaldı-
rabilirlerdi. Kendisi teşkilat adına
defalarca bu tür işleri yapmamış
mıydı?
Hücresinde durumu değerlendir
dikten sonra yeni bir plan yaptı kafa
sında:
"Devrimcilerle
ilişki
geliştirebileceği görüntüsü vererek
teşkilata şantaj yapmak." Bunu nasıl
yapacaktı. Her hareketi izleniyordu.
Devrimcilerle görüşse her şeyi
anlatabileceği kaygısına
kapılabilirlerdi. Nasıl olsa görüştüğü
ke sin iletilecekti. Bu plan yattı
kafasına... Birkaç gün sonra müdür
mahkemeye giderken oda-
tavı r / kapak konusu / ağustos '99 / sayı : 15
sında "devrimcilerle görüşme" dedi.
Anlamıştı bilgi gitmişti teşkilata.
sonra ilginç bir gelişme yaşandı.
Mahkemesi çok hızlı işlemiş ve iki
ayda bitmişti. Ceza almış, Çankırı
Hapishanesi'ne sevki çıkmıştı.
Ocak ayında geldiği bu hapishanede de devrimcilerle görüşme imkanı vardı. Ceza verdirseler de aynı
planını sürdürmeye karar verdi. Bunun için öncelikle hapishanede izlenip izlenmediğini, kimlerin izlediğini
netleştirmeliydi. Hapishaneyi tanımaya, insanları gözlemlemeye
başladı. İzlendiğinden emin olamadı
ama bir şekilde teşkilata bilgi gideceğini düşünüyordu.
Gece ve karanlık çöküyor hapishaneye... Gökyüzünde belli belirsiz
parlayan yıldızların önüne bulutlar
geçiyor. Kayboluyor gökyüzünde yıldızlar. Bakıldığında insanın içini ısıtan, dertlerine ortak, umuduna yoldaş
olan ışıklar... Gecenin karanlığını
yırtan yıldızlar.
Vatan kan içinde. Vatan düşman
çizmeleri altında eziliyor. Karanlık
bulutlar dolaşıyor vatanımız üzerinde. Bir yandan kan kusarken kan
emicilerin namluları, bir yandan da
tutup kollarından atıyorlar yiğitlerimizi, karanlık kör dehlizlere ve kayboluveriyor bir yıldız daha gökyüzünden.
Sormadık yer, çalmadık kapı bırakmadık. "Bizde Yok" diyorlar. Onlar
"Bizde yok" dedikçe gökyüzünde
kaybolan yıldızların sayısı arıyor birer-ikişer.
Analarımızı görüyoruz ak mı ak
eşarpları ve kızıl bantlarıyla. Ellerinde resimleri, dillerinde oğullarına,
kızlarına, eşlerine yaktıkları ağıtlarıyla yırtmak için karanlıkları, çıkmak
için
aydınlığa,
çırpınmaktalar
durmadan. Kar-kı ş, yağmur-çamur
demeden, cop ve dipçik alfanda işkence tezgahlarında, İstiklal Caddesi'nde ve her yerde, her şeye rağmen
kayıplarını arayan analarımızı görüyoruz... Galatasaray Lisesi'nin önü
ve karanlığı yırtan çığlıklar...
Tutsakların Anlatımı: "Ben de
oradaydım" diyor birden. İğreniyoruz
karşı sında, o konuşurken. Ama
yüzümüzdeki acı tebessümü sunarak
"anlat" diyoruz...
"'96
Temmuzuydu.
Habitat
süreciydi. O zamanlar Cumartesi
Anneleri eylemlerini yoğunlaştırmıştı.
Yabancı ülkelerden gelen insanların
bu eylemleri görmemesi, niçin böyle
eylemler yapıldığını sorma ması için
İstanbul'a gittik. Birkaçını takip edip
aldık. Ve biraz hırpaladıktan sonra
tehdit edip bıraktık..."
Bu kadar rahat ve pervasızca anlatmasına şaşırıyoruz doğrusu. Acı
ve nefretle yoğrulmuş tebessümü
eksiltmeden
bakıyoruz
ona...
Gözleri, kulakları, ağzı, burnu,
kolları, bacakları, vücudu bir insana
benziyor. Ama geceleri kan emerek
beslenen bir yarasadan daha çirkin
ve vahşi gözüküyor.
Göz göze geliyoruz. Feri sönmüş
derler ya... Gözleri göz değil, konuşuyor ama insan değil, hareket ediyor ama canlı değil... Öyle bir yaratık
ki bu, kaybettik derken gülebiliyor.
Sıradan bir anısını anlatır gibi anlatıveriyor yaptıklarını.
"Metini tanıyorum" diyor. Bir
şeyler boşalıyor içimizden onun sözlerini dinlerken, yüreğimiz akıp gidiyor. "Hangi Metin" diyemiyoruz.
"Tamam
git,
yarın
gelirsin
konuşuruz" diyoruz. Öfkemizi belli
etmemek için sıksa k da kendimizi,
yine
de
sesimizdeki
kini
gizleyemiyoruz.
Ertesi gün kapı açılıyor... İri cüsse si ve iğrenç gülüşüyle içeri girdi.
Voltaya çıkıp, konuşmamıza devam
ettik. "Metini nereden tanıyorsun?"
"Gazetede resmini gördüm" dedi,
ilk önce. Sonra tarif etti; nasıl güldüğünü nasıl konuştuğunu, nasıl yürüdüğünü... hemen her özelliğini anlatıyor, şaşırıyoruz. "Bir resimden bu
kadar ayrıntı çıkar mı?" sorumuza...
su stu, hiç cevap vermedi.
Artık sabrımız taşmıştı. Üslubumuzda sertleşmişti. "Bugüne kadar
bir oyun oynadık.. Artık bırakalım
oyunu. Yalan söylediğini biliyoruz.
Şu ana kadar anlattıkların seni
öldürmemiz için yeterli. Ancak bizim
amacımız bu değil, her şeyi anlat ve
adaletimize sığın... Başkaları acı
çekmesin, başkaları kaybolmasın
artık..." dedik.
Şaşkın ve ürke k bir yüz ifadesiyle
baktı. Burnundan soluyordu. Yaptıklarını anlatırken sanki o anı yaşıyormuş gibi nefes alış verişleri artıyor,
elleri hareketleniyordu. Önce "Anlatama m" diyordu. Biz de, kendisine
"Yaz o zaman" dedik. "Olmaz" cevabını verdi. Üç yıldır işkencehanelerde, karanlık dehlizlerde "devleşen"
katil, o kadar küçüldü ki, sesi zor çıkıyordu.
tavı r / kapak konusu / ağustos '99 / sayı : 15
"Ailemi öldürürler" dedi birden. Kan
beynimize sıçramıştı. Ya biz. Ya
bizim ailelerimiz? Ya bizim analarımız? Onlar ölmüyor mu? Kaybolan
evlatlarını ararken, işkencelerden geçirilirken, kayıpların, katliamların sorumlularının kapılarından kovulurken
ölmüyor mu bizim ailelerimiz? Onlar
her gün ölüyor... Bu düşünce, öfke
kanı beynimize çıkarmaya yetmişti.
"Ya
bizimkiler,
kaybettiğin
insanlar, işkence tezgahlarından
geçirdiğin analar?... " diye bağırdık.
Sustu, yutkundu, konuşamıyordu... "Ben" diyor, devamım getiremiyordu.
"Git ve düşün, bu kadar yük sana
ağır
gelir.
Vicdanın
rahat
gezemezsin, artık bitirelim bu işi."
dedik.
"Tamam düşüneceğim" deyip
ayrıldı koğuştan.
Her geçen gün parça parça verdiği bilgiler artık karanlık portreyi yavaş
yavaş ortaya çıkarmaya başlıyordu.
Kimbilir bu karanlığın içerisinde
kaybolup giden kaç insan var. Neler
gün yüzüne çıkacak... Bildiği herşeyi
öğrenebilmek için, '95-'98 arası yaşanan işkence katliam, kaybetmelere
bir kez daha bakıldı. Bunlar sorulacaktı. Sorulmalı ki karanlıkta kalanlar
artık güneş yüzü görsün. Soralım
bunları ki hesap sorulsun, kan emicilerden.
"Acaba kaçtı mı? Ürküttük mü
onu?" diye düşünürken birden havalandırmada beliriverdi. Yine yüzünde
o aşağılık gülümseme ve mide bulandıran espirileriyle. "Merhaba" dedi. Bu kelime ilk kez bu kadar donuk,
bu kadar soğuk, bu kadar iğrenç geldi bize.
"Ne oldu, düşündün mü? Kararını
verdin mi?" sorumuza,
"Tamam yazacağım" cevabım
aldık.
Hiç
vakit
kaybetmeden
yazmasını
istediğimiz
konuların
başlıklarını kendisine verdik bizde.
"Neden
anlatmamla
yetinmiyorsu-nuz?" diyor, her şey
artık onu ku şku-landırmaya, tedirgin
etmeye başlıyordu.
Ve y azılar peş peşe gelmeye başladı.
Y azıların her satırında kan damlıy or.
Kay ıplar, inf azlar, işkenceler, kaçırmalar,
insan
devşirmeleri,
uy uşturucu
kaçakçılığı v e bütün bunları organize
eden kontrgerilla ortaya çıkıy or. Bir
y andan y azıy or, bir yandan da verdiği
y azılar üzerine "sohbetlerimiz" dev am
ediy or.
Kurnaz sanıy or kendini. Diğer taraftan
gelebilecek
bir
tehlikeyi
bertaraf
edebilmek için, şantaj için bize y anaşmıştı. Ve bu yüzden öldürülmey ecek
kadar bilgi vermeye çalışıy or.
Herşeyi anlatıy or, en ince detay larına
kadar iniy or f akat kay ıplar konusunda
"Biliyorum a ma ben içinde yoktum" diy or.
Gizlemey e çalışıy or.
Anlatırkenki ses tonu, hareketleri ve
dav ranışları "Ben yaptım" diy or. inkar
etmesi sabrın sınırlarını zorluy or, öfkeye
gem v urulmaz hale getiriyor. Perpa'da
kay bedilen Erdoğan Şakar'ın kızı ile
geçen bir anımızı anlatıy oruz.
Ve peşinden şunları söy lüy oruz;
"Bırak artık oyun oynamayı. Bizim ne
düşündüğümü zü biliyorsun, yalan söylediğini bildiğimi zi biliyorsun. Sami mi ve
açık olduğun sürece korkma. Bugüne
kadar vermiş olduğun bilgiler bile seni
öldür me mi z için yeterli. Bunu defalarca
söyledik
sana.
Nereye
kadar
kaçacaksın? Haydi burdan gittin. Bu
karanlık, ölene kadar senin peşinden
gelmeyecek mi? Neden aydınlat mıyorsun
artık? Karanlık içinde yaşamayı çok mu
seviyorsun? Birazcık da olsa insanlık
adına bir şey kal mışsa anlatman gerekir.
'Vicdan azabı çekiyorum' diyorsun.
Vicdanını, ancak yaşadıklarını gönüllüce
anlatarak rahatlatırsın."
Ağlamay a başlıy or. iki saat geçiy or,
ağlaması dev am ediyor. Normal bir
insanın
gözy aşları
değil
bu,
insanlarımızın kanları adeta. Hiç bir şey
söy lemeden
beklemey e
ve
onu
sey retmey e devam ediyoruz. Normal
zamanda ağlay an bir insanın karşısında
bu kadar soğuk duramazdık. Ama insan
değildi bu. Ağlaması bile iğrenç
geliy ordu. Başını hiç kaldırmadan hem
ağlıy or, hem de şunları
söy lüyordu y ere bakarak;
"Şi mdi ben sizin gözlerini zin içine
bakarak nasıl konuşabilirim. Siz onlara
anne, kardeş, eş, yoldaş diyorsunuz.
Ben sizin yüzünüze bakarak annenizi,
kardeşinizi, yoldaşınızı, nasıl kaçırdım,
işkence yaptım, kaybettim diyebilirim ki?
Bunu benden beklemeyin."
Kendi içerisinde bir hesaplaşma mı
y apıy ordu? Y oksa oy nadığı oy unun bir
parçası mı?
"Metin'i ilk kez Ankara Yenimahall e
JlTEM'de dosyadaki resimde gördüm"
dedi. Ve anlatmaya devam etti.
"Kim ne kadar örgüt içinde etkin, kim
kişiye göre örgütlenme yapıyor, ya da
kimi kaybedersek, o bölgede moral bozukluğu ve örgütü, devrimciliği bırakanlar
artar? Bunları hesaplıyor ve ona göre
liste yapıyorduk. Daha sonra listedeki
isimlerin
dosyasını hazırlayıp
işe
başlıyorduk. Metin'in seçilmesinin nedeni
Berga ma'daki
halk
örgütlenmesinin
başını çekmesiydi. Dördünü de aynı gü n
İzmir Alaçatı'da aldılar. Bir ay boyunca
İzmir Foça'da askeri alan içerisinde bulunan kontrgerillaya ait binalarda sorguladılar. Daha sonra İzmir Hatay Üçkuyular'daki yine kontrgerillaya ait binada
üç gün beklettiler. Kolları ve bacakları
kırıl mıştı. Hepsi ağır işkenceler görmüşlerdi. Ama hiçbiri konuşma mıştı. Bu
nedenle onları kaybettikten sonra hiç
başka operasyon olmadı. Daha sonra
dördünü, küçük kamarası olan bir balıkçı
teknesine ilaç ile uyuşturulmuş halde
bindirdiler. Tekneye bindiklerinde kendilerinde değillerdi. İki tekne vardı. Birinde
onlar, diğerinde bizimkiler. Ve Seferihisar
açıklarında onların bulunduğu tekne
batırıldı, diğer tekne ise geri döndü.
Daha sonra bu operasyonun kutlaması
FLY-INN eğlence merkezinde bütün
timlerin bulunduğu bir halde yapıldı."
Anlatırken işkencenin nasıl y apıldığını elleriy le tarif ediy or, yüzü geriliy or
sanki. işkencey i yeniden yapıy ormuş gibi
dav ranıy ordu. Herşey i anlatıy or bütün
detay lara giriy or ama, bunlar bilgim
dahilinde olan şey ler ama ben yoktum
diy e eklemeden edemiy ordu.
tavı r / kapak konusu / ağustos '99 / sayı : 15
'Diğer kaybedilen insanları nereye
gö müyorsunuz?" diy e sorduk.
"Bir kısımın ı Bayrak Garnizonu arazisine, bir kısmın ı Haşe moğlu Inşaat'ın
yaptığı binaların -çoğu e mniyet binasıtemellerine gö müyoruz. Ya da devlete ait
veya devletle ilişkisi olan asit kullanılan
petrol yan ürünlerinin işlendiği fabrikalardaki asit kazanlarında eritip yok ediyoruz. Bu yüzden hiç bir zaman kayıpları
bula mazlar. Kendi içimi zde, insanların
kaybedildiği bu yerlere 'Çukur' diyoruz."
En son v erdiği y azıda adam kaçırmaktan işkenceye, kaybetmekten
katletmey e, uy uşturucu kaçakçılığına
kadar tüm suçlarını itiraf etmiş, suç
ortakları hakkında da bilgi vermişti.
Y ine duruşma diy erek Adliy e'ye
götürüldüğünü, orada savcının odasında
eski timindeki iki kişi ile gör ü ş t ü ğ ü n
ü öğreniy oruz. Bunu kendisi de anlatıy or.
Güv en vermeye çalışıy or aklınca. ikili
oy nuyor.
Uzun uzadıy a konuşmaya gerek
kalmamıştı. Süre uzadıkça ölüm korkusu
tüm v ücudunu sarıy ordu. Bu da kaçması
için yeterli bir nedendi. Böy le bir insanı
elimizden
kaçırmamalıy dık.
işlediği
bunca suç cezasız kalmamalıy dı. Pazar
günü
gelecekti v e son
noktay ı
koy acaktık.
Artık suçu kendi itiraf larıy la sabitleşmiş bu halk düşmanı katile işlediği
suçları v e f aşist dev leti teşhir edebilmesi
için bir f ırsat v ermek istiyorduk. Bu
nedenle suç duy urusunda bulunup
kontrgerillay ı teşhir etmesini isteyeceğiz.
Bunu kabul ederse onun pis canını
bağışlay abilirdik.
Turan Ünal saat 10:00'da koğuşumuza geldi.
Biraz v olta attıktan sonra koğuşa
çıkardık. "Kahvaltı yapmadım" diy or.
Kahv altı hazırlay ıp çay demliyoruz. Bir
y andan kahv altı y aparken diğer yandan
konuşuy orduk.
Kontrgerillay ı kamuoyu önünde teşhir
etmesini istiy oruz. "Bunu kabul edeme m"
diy or. "Neden?" diye soruy oruz. "Ailemi
yok ederler" diyor. Israrla kabul etmesini
istiy oruz, inat
ediyor... "Hayır" diyor... Düşünmem
gerekir diyor... Zaman kazanmaya
çalışıyor kendince.
Her geçen dakika onu daha da tedirgin hale getiriyordu. Sonra ölümden bahsetmeye başladı. "Ben
ölmekten o kadar korkmuyorum"
dedi. Ama daha lafını bitirmemişken
arkasından çay getiren yoldaşımızın
ayak se slerini duyunca birden irkildi.
Müthiş bir panik yaşıyordu.
Üç yıl boyunca devrimcilerin işkencesine girmiş, onları sorgulamıştı.
Şimdi ise tam tersi bir durum yaşanıyordu. "Nasıl bir duygu" diye sorduk.
"Şimdi sorgulanan sensin" denilince
se si titriyordu. "Ben" diyor, "Nasıl
sorgulama
eğitimi
aldıysam,
sorgulanma eğitimi de aldım, beni
burada lime lime kesseniz bir kelime
bile söylemem istersem..."
Cezalandırılacağını
anlamıştı.
Son
çırpınışlarım
sergiliyordu.
"Gideyim,
bir
duş
alayım,
düşüneyim, yarın devam ederiz"
diyor. "Olmaz" dedik. "Bu iş bugün
bitecek ve sen bugüne kadar anlatmadığın şeyleri de anlatacaksın,
koğuşuna gidemezsin..."
"Volta atmak istiyorum" diyor. Havalandırmaya indiriliyor. Volta sırasında sürekli ölümden kokmadığından dem vursa da gözleri sürekli kapıda. Bir fırsatını bulsa kaçacak.
Ama her yer kapalıydı Onun için,
kapıları tutmuştuk...
Biraz masa tenisi oynadıktan sonra akşam yemeği için havalandırmada kurulan masanın birine oturduk.
Son yemeğini yiyecek biraz sonra.
Her zaman ukalaca konuşan, gülen,
basit espriler yapan katil gitmiş, yerine ölüm korkusu bütün vücuduna
nüfus eden zavallı biri gelmişti. Yüzüne "masum" bir ifade vermeye çalışsa da sesi kısılıyor "Ne olur öldürmeyin beni" der gibi gözlerimizin içine bakıyor.
Yemekten sonra koğuşa çıkarılacağı söylenince, "Havalandırmada
dursak"
dedi.
"Hayır
olmaz,
konuşmamız gereken daha çok şey
var, yürü gidiyoruz." dedik.
İdam sehpasına çıkar gibi koğuşun merdivenlerini birer ikişer çıkarken her adımında dönüp geriye bakı-
yor.
Saat 18:00'e gelmek üzereydi.
Son kez sorduk, "Anlatmadığın,
sakladığın
şeyleri
anlatacak,
kamuoyu önünde kontrgerillayı teşhir
edecek misin?", "Hayır, düşünmem
gerek" diyordu.
Artık sona geldiğini anlıyor... Sürekli sağına soluna arkasına bakıp
duruyor, kimseyi göremediğinde biraz olsun rahatlıyor. Önüne, yazdığı
kağıtlar konuluyor. Ve "İmzala bunları" deniliyor. Şaşırıyor, imzalamak istemiyor.
İmzalaması için kağıtlar önüne tekrar
itiliyor. "Beni öldürecek misi-
tavı r / kapak konusu / ağustos '99 / sayı : 15
niz?" diyor. "Herşeyin bir bedeli
vardır. İmzala yazıların altını..."
Çaresiz imzalıyor. "Nasıl kıydın
onlara, hiç mi vicdanın sızlamadı
senin, değer miydi para için halkına
karşı savaşmaya" sözümüze susup
bir şey söyleyemedi.
Tutsakların anlatımı daha da sürüyordu. Bu anlatımların içinde son
dakikaya kadar tüm ayrıntılar var.
Ama bunları yayınlamayı çok gerekli
görmüyoruz. Turan Ünal, kamuoyuna
açıklamayı kabul etmese de bu
gerçekler dergimizin yayınıyla halka
ve bir çok kesime ulaşacak.
Sorumluluk
hisseden
herkesin
kayıpların
peşine
düşeceğini
umuyoruz. Bu timler kimdir, nedir
açığa çıkarılmalıdır.
Şiir
barış yıld ırım
BİR VEDA ŞİİRİ
Yoldaşlar,
Yoldaşlarımız,
bir kez daha yollara düşme vakti,
başka sahiller çağırıyor b izi, başka
dağlar, başka patikalar yine
söylenecek veda türküleri
Ölümü ve yaşamı paylaştık,
sevinci ve hüznü
yenilgiyi, yengiyi.
Hayal kırıklıkları, coşkular
umutlar, yalnızlıklar...
Gözlerimizdeki pırıltıyla
hatırlayacağız
birbirimizi,
dudaklarımızdaki gülüşle,
yorgunken, uykuluyken seslerimiz
sıkılı yumruklarımız havadayken
ya da;
böyle konuk olacağız düşlerinize.
Ama her seferinde hep b ileceğiz;
ölüm ensemizdeyken gülümsedik
birbirimize,
kısılmış seslerimizle şiarlar haykırdık
ve türküler doluşuydu
gün b atımında neşemiz...
Yaşamın mütevazi ustası,
raslantılar
belki yine karşılaştırır b izi.
Belki gazetelerde b ir resim, el çizimi bir
karanfil
belki yan siperde omuzdaş olacağız.
Belki b u son duyuşumuzdur isimlerimizi.
Ama nerede olursak olalım
kimseler paylaşmamış olacak
paylaştıklarımızı
yaşanmış yaşanmıştır çünkü.
Ve nice günler
veda türküleri söylesek de
başka sahillerin b aşka güzelliklerine
kollarını açmış yeni kıyılar
bekleyecek b izi
yeni yoldaşlar, yeni kavgalar.
Yaşam yaşamdır çünkü.
tavı r/şiir/ağustos '99/sayı : 15
inceleme
yasemin özdemir
İ
lk insan topluluklarının, el emeğini
yaşama geçirip, belli bir birikime
ulaşmasıyla birlikte edindikleri
bilgi; bu tarihten itibaren kafa ile
kol emeğinin birbirinden ayrılmasını,
yanı
toplumsal
işbölümünü de beraberinde getirir.
Kafa ile kol emeği arasındaki
toplumsal işbölümünün ortaya çıkmasıyla birlikte de, aydınlar ve aydın
kavramı toplumda kendine bir yer
buldu. Bu toplumsal işbölümünün
yaşandığı
tarihsel
aşamadan
sonradır ki, aydınlar, bir toplumsal
tabaka olarak yerlerini aldılar. Kapitalist topluma kadar yaşanan süreçte
aydınlar, egemen sınıfın ayrılmaz bir
parçası ya da, egemen sınıfın ta
kendisi olarak yaşadılar.
Bilgi, bütün toplumlarda önemli bir
yer tutar. İnsanın bilgi edinmesiyle
birlikte, toplumda da farklı tabakalaşmalar yaşanmıştır. Yukarıda
da değindiğimiz gibi, bilgiyi elinde
bulunduranlar, toplumun ekonomik
ve siyasi yapısına da etkide bulunmuşlardır. Örneğin; ilk çağlarda astronomi konusunda bilgi sahibi bir
kimse, doğrudan üretime de müdahale edebiliyordu. Ne zaman yağmur
yağacağını, havanın soğuk ya da
sıcak olacağını bilmek, ekip-biçme
için zamanı tespit etmek için
önemliydi. Bu bilgiye sahip olmak,
bilmeyen insanlar üzerinde tanrısal
bir kutsallıkla saygınlığı elde etmek
için yeterliydi. Bu kutsallığı üstlenmek demekse, toplumun üst katmanlarını oluşturmak demekti. Yani
yönetici sınıf olmaktı. Şamanlar, rahipler vb. din adamları da, hem bu
bilgiye sahip olmaları, hem de tanırların Öğretilerinin aktarıcısı, yani
insanla tanrı arasında elçi olmaları
yanıyla ikili bir kutsiyet kazanıyordu
ki, bu durum, tüm köleci ve feodal
toplumlar boyunca egemenliğin bu
ellerde -ruhban sınıfı- toplanmasını
sağlıyordu. Bütün gücünü ve işlevini
bilgi tasarrufundan alan ve bu tekel
sayesinde şu veya bu oranda politik
yönetime ortak olan bilginler,
düzenin olduğu gibi sürmesinden de
birinci dereceden sorumluydular.
Bilginin edinilmesi ve saklanması,
diğer insanlara aktarılmaması, hem
düzenin devamını sağlıyor, hem de
bu bilgiye sahip olanların iktidarda
kalmasını garantiliyordu.
İktidarın, bilgi tekeline sahip
olanların elinde bulunması, iktidar
sahiplerince kapitalist toplum aşamasına kadar iyi kullanıldı. Edindikleri bilgiden yalnızca kendi çevreleri yaralandırdığından, ya da en
fazla saray çevresi yararlanabildiğinden, egemenlikler kesintisiz bir
şe kilde sürdürülme olanağına da
kavuşuyordu.
Kapitalizm öncesi toplumlarda
tavı r / aydı nlar / ağustos '99 / sayı: 15
aydınların ikili bir görevleri vardır. Bu
görevlerden
birincisi;
üretim
güçlerinin geliştirilmesi, yeni buluşlar
ve üretimde tekniğin ilerletilmesi,
ikincisi de toplumsal yapıdaki sınıf
çelişkilerinde, ezilen sınıfların doğal
önderleri oluyorlardı.
Kökenleri egemen sınıfa dayansa
da, iktidar sahipleri dışındaki aydınların bilgi tekelini elinde bulunduranların bu bilgi birikiminin bir
gereği, üretim güçlerinin geliştirilmesi ve direk-dolayı, her iki biçimde
de, üretimle ilişkide olmalarından
kaynaklı, ezilen sınıfların önderliğini
yapmak durumunda da kalıyorlardı.
Kapitalizm öncesi toplumlarda
aydınların-ezilenlerin
Önderliğini
yapmış olsalar bile-köken olarak,
egemen sınıflardan geldiğini; bizzat
devlet örgütlenmesinin bir parçası ya
da ta kendisi olduğunu gördük. Peki,
ama neden yalnızca egemenler
içinden çıkmakta aydınlar?
Aydınların egemen sınıfın bir
parçası ya da kendisi olması, kapitalizm öncesi toplumların ekonomik
ve siyasi yapısından kaynaklanır.
Köleci ve feodal toplumlarda halk,
hiçbir hakkı olmayan, "ekonomi dışı
zor ile sömürülen bir güçtür,
sürüdür". Yalnızca hizmet etmek ve
üretimi gösterilen biçimde gerçekleştirmekle yükümlüdürler. Üretim
sürecindeki rolleri, belli bir eğitim
ve bilgilenmeye ihtiyaç göstermez.
Üretimin ilkel ve kaba bir biçimde
gerçekleştirilmesi, üretim araçlarının
ve tekniğinin çok basit olması, ayrı
ve özel bir eğitim gerektirmez. Bu
basit yaşam ve üretim, bilgi edinme
gereksinimini
yaratmadığı
için,
üretimi geliştiren halk kitleleri, düşünsel etkinliklere sokulmazlar. Sokulmadıkları içinde, kendilerini kafaca yetiştirmeleri, yetkinleştirmeleri,
geliştirmeleri
olanaksızdır.
Bu
olanaksızlık, aydınların egemen sınıflardan, onun devlet örgütlenmesinin bir parçası ya da kendisi olmasından başka bir sonucu, doğal olarak yaratamaz.
Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmeye başlamasıyla birlikte, köken
olarak egemen sınıfa dayansa da,
direkt üretimle ilgili olan, içiçe olan
aydınlarla, sistemin kendisine bağlı
olduğu "aydınlar" arasında çıkar çatışmaları başgösterir. Bu çıkar çatışmalarına bağlı olarak, sistem içinde
resmi kültürün ve ideolojinin yanında, birde sistem dışı kültür ve ideoloji ortaya çıktı. Ortaya çıkan bu
yeni ideoloji ve kültür ile mevcut
sistemin ideolojisi ve kültürü, aslında
üretim ilişkileri arasındaki çatışmanın
bir yansımasıydı. Feodal üretim
ilişkileriyle kapitalist üretim ilişkileri
arasındaki çatışma.
Bu çatışmadan, kapitalist üretim
ilişkileri her geçen gün gücünü bir
kat daha arttırarak çıkıyordu. Batıda
rönesans, ya da aydınlanma çağı
olarak adlandırılan bu dönemde
burjuvazi, nispeten özgürleşen kitle
leri, ekonomi dışı zor ile değil, ücretli
kölelik sistemiyle sömürüyordu. Bu
yeni koşullara uygun bir kültürel
şe killenme gerekiyordu. Köleci ve
feodal toplumlarda, tanrısal bir gücü
olan efsane kahramanlarının yerini
alan, her gün gördüğümüz,
içimizden biri olan, sıradan insanlar,
kahramanlaştırıldılar. Artık ne tanrı
sal bir güce ihtiyaç vardı, ne de tanrı
ve onun öğretilerine. Ancak, yine de,
burjuvazinin gelişip güçlenmesine ve
siyasal erki ele geçirmesine
ka-
dar, aydınlar, henüz bağımsızlıklarını kazanamamışlardı. Bağımsızlıklarını ve özgürlüklerini kapitalizmin
gelişmesiyle beraber, burjuvazinin
üstünlüğü kazanması ve devleti ele
geçirmesiyle elde edebildiler.
Bu andan sonradır ki, burjuvazi
yönetimde değişiklikler yaptı. Yönetimde bürokrasi denilen bir araç
kullanılmaya başlandı. Bürokrasinin
devlet örgülenmesinde ve yönetiminde bir araç olarak kullanılması,
aydınların da ayrı bir toplumsal
tabaka olarak ortaya çıkmasına neden oldu.
Osmanlı'ya Bakış
"Batı toplumlarında aydınlar, burjuvazinin ekonomik olarak güçlenmesi
oranında, ayaklarını bu sınıfa basarak
yükseldiler.
Onlar
yükseldikçe,
burjuva kültüre katkıları o derece
etkili oldu. Yaratıcı oldular."
Avrupa'da kapitalizm kendi iç
dinamikleriyle gelişti ve kendi siste
mini kurdu. Feodal üretim ilişkileriyle,
kapitalist üretim ilişkilerinin çatışması
bir öncekinin yenilgisiyle sonuçlandı.
Bu sınıflar çatışması, beraberinde
kendi kültürünü ve ideolojisini de
yarattı. Bu nedenle de gerek
kapitalizmin egemen sınıfı burjuvazi,
gerekse de onun kültür ve
ideolojisini yaratan aydınlar kendi
ayakları üzerinde durabildiler. Kendi
yaratıcılıklarını
geliştirdiler,
bağımsızlıklarını ve özgürlüklerini
koruyabildiler. Kapitalizmin kendi iç
dinamikleriyle gelişmeyen, bu üretim
ilişkilerini
dışardan
etkilerle
özümsemeye çalışan bizim gibi ülkelerde ise ne burjuvazi kendi kültürünü ve ideolojisini yaratabildi, ne
de aydınlar egemen sınıftan bağımsız bir yapı olarak ortaya çıkıp,
özgürlüklerini koruyabildiler.
Osmanlıda kapitalizm yeni yeni
şe killenmeye ve iç dinamikler yeni
hareketlenmeye başlamıştı ki, Avrupa kapitalist sömürgeciliğinin etkisi
altına girdi, yarı sömürgeleşti. Yarı
sömürgeleşme, Osmanlıda uç vertavı r / aydı nlar / ağustos '99 / sayı: 15
meye başlayan, ön koşulları oluşan
kapitalist dinamiği, tam anlamıyla
yok etti. Kapitalist gelişim, Avrupa
kapitalizmin dürtüsü ve istediği biçimde geliştirildi. Bu durum, yerli
burjuva sınıfının gelişip güçlenmesini
önledi.
Osmanlı İmparatorluğu, özellikle
ekonomik olarak, Avrupa devletleri
gibi ve onlar ölçüsünde kendini
geliştirmediği için, süreç içinde hem
toplumda çözülmelere neden olmuş,
hem de askeri üstünlüğünü yitirmişti.
Savaşlarda
alınan
yenilgiler
süreklileşince ve Osmanlı mülkü her
geçen gün daralmaya, toprak
kaybına uğradıkça, yöneticiler batı ile
batılı tarzda rekabet ve mücadele
etme zorunluluğunu kavradılar. Bu
kavrayış onları, yenilik yapmaya
yöneltti. Aynı teknik üstünlüğe sahip
olmak için, batının o güne kadar
biriktirdiği bilgilerin elde etmek ve
bunlara sahip olacak bireyleri yetiştirmek üzere, harekete geçtiler. Öncelikle batıdan uzmanlar getirildi. Bu
uzmanlara
olağanüstü
yetkiler
verilerek otorite sahibi yapıldı. Bu
uzmanların yerini alacak kişiler belirlenerek, yurtdışına okumaya gönderildi. Osmanlının Avrupa ülkelerindeki büyükelçilikleri, bu kişilerin
her türlü ihtiyacını karşılamakla ihtiyacını karşılamakla yükümlü kılındı.
Gönderilenler, yine sarayiçi ve
saraya bağlı bürokrasiden olduklarından, pek fazla zorlukla karşılaşmadılar. Bu durum bir yandan da
Osmanlı aydınlarının merkezi yapıyla
çelişkiye düşmelerini, bu anlamda da
kendi kimliklerini kendi başlarına
kazanmalarını önleyici bir etmen
oldu. Çelişkiye düşmemeleri, onları,
devletle
bütünleştirdi.
İstisnalar
dışında, aydınlar, aydın kimlikleri ile
bürokrat kimliklerini beraber taşıdılar.
Gelişip güçlenemeyen burjuvazi,
cılız ve toplumda öncü rol oynamaktan, batıdaki gibi feodal sınıflara
karşı savaş açıp toplumu peşinden
sürüklemekten,
kısacası,
kendi
ideolojisini ve kültürünü yaratmak-
tan uzak kaldı. Ancak devleti ayakta
tutabilmek için, hatta yaşatabilmek
için batıdan kopya edilen ve ülke
gerçekleriyle uyuşmayan reform hareketleri sayesinde, bizzat devletin
içinde, devlet örgütlenmesine bağlı
burjuva aydınlar yetişme olanağı
buldular. Bu aydınlar daha çok sanatsal alanda ve askeri yapı içinde
kendilerine yetişme koşullan bulabildiler. Yetişme koşullan nedeniyle
de devlet yapısından bağımsız ve
özgür bir irade gösteremediler. Hep
devletle
bütünleştiler. Yaptıkları,
devletin bekaası için yeniliklerden
öteye geçemedi. Bu yenilikler, reformlarda batı taklitçiliğinden başka
bir şey olamıyordu.
Osmanlı'da aydın, saraya bağlı ve
onun kopmaz bir parçası durumunda
olmasına karşın, daima, burjuva
sınıfın çıkarlarını savundu. Batıdaki
gibi bir uluslaşma ve kapitalizmin iç
dinamikleriyle
gelişmemesi
nedeniyle, aydınlar milliyetçi temelden de uzaktı. Milliyetçilikten
uzak olmak ve saraya bağımlılık, aydınları, batıdaki kurumların ve değer
yargılarının ithal edilmesiyle, devletin
kurtarabileceği gibi bir anlayışa
sürüklüyordu.
Bu halleri ile de Avrupa kapitalizminin himayesi ve desteğine sığınmış, onun Osmanlı'daki sözcüleri
olmaktan öteye gitmeyen bir durumdaydılar. Doğal olarakta, Avrupa
kapitalizminin
çıkarlarını
korur
duruma düşmekteydiler.
Aydınlar, Osmanlı Devleti tarafından "aydınlaştırılmış" olmalarına
karşın, edindikleri bilgilerin bir sonucu olarak, ister istemez zamanla
devletle kendi aralarına belirli bir
mesafe koymak zorunda kaldılar. Bu
kaçınılmaz bir sonuçtu. Çünkü aydınlar edindikleri bilgilerle, yaşadıkları ülke koşulları arasında kıyaslamalara gidiyor, bu kıyaslamalarda onları, bulundukları ortama
karşı, görece bir radikalliğe zorluyordu.
Yetişme koşulları gereği Avrupa
ve Avrupa kültürü, gerek aydınlar
ve gerekse saray için bir ideal olarak
değerlendiriliyor, buna göre şekillenmek isteniyordu. Ancak, ülke
ko şulları ile bu ideal arasında derin
uçurumların bulunması, tavır almada, yenilenme girişimlerinde daha
radikal düşünmeyi gerektiriyordu.
Ancak devlet örgütlenmesine, hantal
ve çürümüş bir yapıyı barındırmasıyla, tutulan her yanının tel tel
dökülmesiyle ve toplumdaki geleneksel yapıyla radikal tavırlar almak
mümkün değildi. Böylece, hem
devletin, hem de aydınların, hedefledikleri amaca ulaşmadaki birlikleri,
bu amaca ulaşmak için kullanılacak
yöntem ve politikada da ayrılıyordu.
Anlaşmazlıklar, devletle bu aydınlar
arasında kimi zaman sert tavır
almaya kadar vardırıldı. I. ve II.
Meşrutiyet bu anlaşmazlıklar sonucu
ortaya
çıkan
çatışmanın
bir
yansımasıydı.
Bu dönemde aydınlar arasında,
her ne kadar birbirlerinden etkileniyor ve birbirlerinin kimi görüşlerini
alıyor olsalar da asıl olarak üç düşünce hakimdi. İslamcılık, Batıcılık
ve Türkçülük.
İslamcılık, II. Mahmut döneminde
ilk olarak, açıkça ortaya atılan bir
"Osmanlı Milleti" yaratma düşüncesi,
imparatorluğun
bünyesinde
barındırdığı tüm ulus ve etnik grupları
tek bir çatı altında, Osmanlı çatısı
altında bütünleştirmeyi amaçlayan
düşünce akımıydı. Fakat bunun
pratikte geçersizliği görülünce, bir
millet yaratma yerine İslam birliği
yaratma hedefine yönelindi. Panislamizm,
Abdülhamit istibdadının
resmi ideolojisi haline getirildi. Bu
görüşe göre İslamiyet, yaşamı şekillendiren, yaşam kurallarını belirleyen, yön veren, halkçı ve demokratik
bir yapıya sahipti. Bu kurallar
çerçevesinde tekniğin Avrupa ülkelerinden alınmasını, ama maneviyat
olarak islami kültürün benimsenmesini, tekniğinde bu manevi değerlerle
bütünleştirilmesini;
batı
kültürünün ve değer yargılarının
etkisi altında kalınmamasını savutavı r / aydı nlar / ağustos '99 / sayı: 15
nuyordu. Yine islam birliğini bozmaya
yarayacak olan, başta Türkçülük
olmak üzere tüm ulusçu hareketlere
ve anlayışlara karşı çıkılıyordu.
Kendi içinde bazı değişik düşünceler taşısa ve birkaç parça halinde
olsalar da, en genel anlamıyla, islamcı düşüncenin savundukları bu
çerçevedeydi.
Batıcılık düşüncesinin geçmişi bir
uygulama ve görüş olarak islamcılık
akımından daha eskilere uzanır.
III. Ahmet döneminde askerlik ve
toplum yaşamı alanında benimsenen
batılı yöntemler ve davranış tarzları,
III. Selim döneminde daha da pekişti
ve sistemli bir hale geldi. Batı
uygarlığının ve kültürünün bütünüyle
alınıp benimsenmesini istiyorlar ve
dinin, toplumsal gelişmeye engel
olduğunu ileri sürüyorlardı.
Özel teşebbüse önem verilmesi,
yaratıcı bireylerin yetiştirilmesi, bunun içinde, eğitimin batı standartlarında ve batıdaki gibi, çağdaşlaştırılması gerektiğini; kadın hakları yeni
bir kültürün -batılı anlamda- yaratılması, yani manevi ve ahlaki olarak
yeni değer yargılarının benimsenmesi gerektiği, batıcı düşünce akımını savunanların temel aldıkları
konulardı.
Bu düşünce akımına daha sonraları bir kısım so syalistler de katıldılar.
Katıldılar ama, onlarda diğer batıcı
düşünürler gibi, Osmanlı Birliğini
koruyarak batılılaşmayı savundular.
Türkçülük akımı, 1860'h yularda,
daha çok da Rusya'da, müslümanlar
arasında başlayan, giderek Osmanlıda etkisini bulan bir akün oldu.
Çarlık Rusya'sının ekonomik ve
kültürel olarak Avrupa ülkeleriyle
daha ileri düzeyde ilişkiler içinde
olması,
bu
ülkede
yaşayan
müslümanlar arasında Ruslara karşı
tepki doğmasına yol açıyordu.
Ne var ki bu müslümanlar,
kendilerini, komşu müs-lüman ülke
Osmanlı'ya da bağlı hissediyorlar,
Osmanlılığı kabul etmi-
Kurtuluş ve Aydınlık dergilerini çıkaran, T KP Genel Sekreterliği
görevini de yürüten Şefi k H üsnü Deymer.
rın gelişmelerinde
sınıflı
toplumların
son bulacağı ve bu
aşamadan
sonra
meslek örgütlerinin
dayanışmasıyla sür
dürülecek
bir
toplumsal sistemin
oluşacağı varsayılır.
Bu
düşünce,
korporatizm
ve
temelinde
yatan
dayanışmacılık,
toplumsal sınıfların
kaldırılmasını
dolayısıyla
sınıf
mücadelesine
dayanan sosyalist
düşünceye
soysa
lizme
alternatif
olarak
ortaya
atılıyordu.
yorlardı. Bütün bunlar, Çarlık Rusyası'nda, özellikle Kafkaslarda yaşayan halklar arasında Türkçülük düşüncesinin doğmasına neden oluyordu. Doğan bu düşünce akımı Osmanlı aydınları arasında da etkili oldu.
Bu düşünce akımının önde gelen
isimlerinden Ziya Gökalp'e göre,
Osmanlılar ırk fikrini bir yana bırakmışlardı. Bundan ötürü onlara, Türk
denemezdi ama Osmanlılar, çeşitli
kavimleri kaynaştırmışlar ve yeni bir
millet yaratmışlardı. İlerlemeden
yana olmayan eski Osmanlıların yerini, ilerlemeyi benimsemeyen yeni
Osmanlılar almıştı. Osmanlı "milleti"nin bir benzeri Amerikalılardı ve bu
"millet", "doğunun ilerleme sever
Amerikalısı"ydı. Osmanlı vatanı da,
"doğunun özgür ve ilerleyen Amerika sı olacaktı.
Gökalp'e göre "ideal toplum düzeninin, meslek örgütlerine dayalı bir
halkçılık" olması gerekir. Toplumla-
Türkçülerin
d ü şü n ce si n e
göre, Türklerin
vatanı Turan
denilen yerler bütü
nüydü. Türk kökenlilerin oturduğu,
Türkçe konuşulduğu neresi varsa, bu
yerler Turan ülkesi sınırlarını
oluşturuyordu. Buna ulus vatanı de
niliyordu. Bir de, müslümanlığın va
tanı vardı ki, bu vatan unutulmama
lıydı. Müslüman vatanı, tüm islam
uluslarının bulundukları toprakları
içeriyordu. Turan, bu islam vatanının
bir parçasını oluşturuyordu. "Türkler,
Türk yurduna ve Turan'a güzel bir
sevgi ve ilgi duyabilirlerdi. Ne var ki,
bu durum, küçük islam vatanı olan
Osmanlı ülkesini ve büyük islam
vatanını
unutmalarını gerektirmezdi." Çünkü,
ulus, devlet ve ümmet yüce ve kutsal
ideallerdi.
I. Paylaşım Savaşı 'nın bitmesi ile
Osmanlı'nın yenilgiyi kabul edişinin
belgesi Mondros Mütarekesi'nin
imzalandığı dönemde, Marksi st dü
şüncenin
1919'da
tavı r/ aydı nlar /ağustos '99 /sayı : 15
Kurtuluş, 1920-25 yılları arasında
Aydınlık adlı dergilerin çıkarıldığını
görürüz. Şefik Hüsnü ve Sadrettin
Celal'in çevresinde toplanan Aydın-l
ıkçılar, Marksizmi mekanik bir şekilde
uygulamaya çalıştılar. Mark-sizmin,
Avrupanın
gelişmiş
ülkelerinin
incelenmesi ve bu inceleme ışığında
bu toplumların yapılarına göre
belirlemelerde bulunması hesaba
katılmadan onu bir şablon olarak almak ve topluma uygulamaya kalkmak, beklentilerinin hüsranla sonuçlanmasına yol açıyordu.
Anadolu'da, batıdaki anlamıyla,
sınıf bilincinin ve dolayısıyla sınıf
mücadelesinin olmaması; hatta kapitalizmin, emperyalizme bağımlı
gelişirtirilmeye çalışılması; yarı sömürge olma durumunun göz ardı
edilmesi, sosyalist görüşleri benimseyenler arasında doğru tahliller yapılmadan beklentilere girilmesi, hayal
kırı klıklarını kaçınılmaz kılıyordu. Bu
hayal kırıklıkları da, beraberinde
parçalanmalara, bölünmelere yol
açıyordu.
Cumhuriyet Dönemi
İnsana özgü her kavga siyasaldır.
Siyasal kavgalar ise, hep iktidar
içindir. İktidarı ve mutlaka yaşanan
dönemin egemeni olmayı hedefler.
Devrimci, aydın, yalnız geleneksel
çevre için de iktidarla değil, yeni bir
düzen, yeni bir ekonomik yapılanma
ve bu ekonomik yapılanmayla uygun,
onu karakterize eden bir kültür, en
önemlisi de, bütün bunların içinde
toplayan, yeni bir insan tipine
ulaşmayı hedeflemek zorundadır. Bu
hedefleri önüne
gözardı
koymadığında,
etmelerini,
ne
aydın olmanın gereğini yerine
getirmiştir, ne de devrimci olabilmiştir.
Türkiye'de aydın, özellikle Osmanlı'nın son döneminde, bir ayağı
devletin içinde, onunla bütünleşmiş,
bir ayağı batıda ama onu da yüzeysel bir biçimde kavramış, batının örnek
ve uygarlığını,
ortayaaldığı kültür
çıktığını,
ekonomisinden bağımsız olarak görmüş, ekonomik yapıya hiç bakma-
Sabahattin Ali
mış; bu nedenle de yüzeysel kalmış
bir taklitçiden öteye gidememiştir.
Batıyı örnek alması ve ekonomik
ilişkileri dışta tutması, onu kendi ülkesinden soyutlamıştır. Üstelik bir de
Avrupa tahsili yapanlarla yapmayanlar arasında doğan hor görme,
aşağılama kültürü, aydını halktan da
koparmış, onu savurmuştur. Halktan
kopukluk,
aydını,
düşündüğü
değişiklikleri destek bularak, alt
yapısını oluşturarak değil, halka
dayanmadan, cuntalarla yapmaya
itiyor. Başarılı olduğunda da, yaptığı
yenilikler, halka dayanmadığı, halkta
yeni kültür yaratmadığı için, zorla
kabullendirmeye çalışıyor.
Örneğin Mithat Paşa; Osmanlı tarihinde ilk kez a skeri okul öğrencilerini harekete geçirerek Padişah indiren ve yine aynı tarz hareketle iki
padişahı tahta çıkaran örgütçü, yenilikçi bir aydındır.
Yine Tanzimat Fermanı, bir sultanın, inanmış bir avuç bürokratıyla
yürüttüğü
tepeden
inme,
bir
yenilik
hareketidir.
Ve
her
yeniliği
benimseyen,
doğal
olarak,
miras aldığı
şeyleri
yaratanları
eleştiriyor, hatta yok
ediyor.
Türk aydınla
rında, genel olarak,
bürokratik aygıt ve
geleneksel
yapı
etkin olmuştur. Türk
aydınlarının hareke
tini belirleyen bu
bürokratik aygıt ve
geleneksel yapıdır.
Örneğin
bürokra sinin
-iktidarındeğiştirmek
istediği
geleneksel
yapıya,
geleneksel ideolojiye vb.
karşı son derece katı,
sert ve radikal tavır alan
aydınlar,
iş bu aygıtın değişimine,
yenilenmesine
gelip
dayandığında, eleştiriyi
bile
kimi
zaman
yapmaktan
çekinmiş, radikal tavır almaktan
kaçınmıştır.
19. yüzyıl başından beri yaşanan
kültürel değişimin de, aydınların
yaratıcılıklarını kısıtladığını söylemek
durumundayız.
Çünkü bu değişimin sonucunda,
yerli kültürün yaşayan kaynakları da
kurumuş, batıdan alman kültüre
gerçekten ve derinlemesine nüfuz
etmek, onu kavramak ve içselleştirmek pek mümkün olmamıştır. Bu
nedenle de aydınların çabaları aktarmacı, taklitçi olmaktan öteye gidememiştir.
Aydınların yaratıcı olmamalarının
ve devlete karşı daha yumuşak tavır
almalarının bir başka nedeni de;
"Türk aydınları, pratikte bürokratik
kurumlar
dışında
geçimini
sağlayabilecek durumda değildirler.
Ekonomik
ba-
tavı r / aydı nlar / ağustos '99 / sayı: 15
ğımsızlığı olmayan aydın, doğal
olarak,
bürokratik
kalıpları
eleştirmemekte", siyasal iktidara
karşı radikal tavır almamaktadır.
Buraya
kadar
yazdıklarımız
cumhuriyetin ilanı ve ilk on yılındaki
aydınlarımızın halini anlatmak içindir.
Çünkü, ilk on yılda aydınlarımız
Osmanlı'dan kalma -İttihat Terakki
içinde yetişmiş- yani yeni değil, yani
Cumhuriyeti, nasıl olduğunu, nasıl
olması gerektiğini, yeni yapılanmaları
bilmiyor. Bu nedenle de yeni fikirleri
süremiyor. İktidarı, elinde tutan etkin
konumdaki
aydınlar
da,
tıpkı
mirasçısı oldukları aydınlar gibi,
muhalefete ve yeni anlayışlara
müsamaha göstermiyor, tahamül
edemiyor.
Cumhuriyetin ilk on yılma damgasını vurmasa da, aydınlar daha
çok Aydınlık Dergisi ve bu dergiyi
çıkaran Şefik Hüsnü çevresinde toplanmıştı. 1920'li yıllar da, bir yandan
Sovyetler Birliği'nden etkilenme, bir
yandan ulusal burjuva kurtuluş hareketinin başarısı ve cumhuriyetin
ilanından sonra sosyalist bir kuruluşun beklentisi, bu aydın çevresini teorik karmaşıklığa, ne birinden ne
ötekinden vazgeçmeyen, bir karar
veremeyen açmaza sürüklüyor.
Bu dönem aydınının durumu çok
zordur. Çünkü; kitaplarla, yaşanan
gerçekler arasındaki uçurum, kendini
hissettirmeye
başlamıştır.
Artık
aydınlar, kutsallığına inandığı bir
davanın adamı olmaktan çıkmış,
vicdan olmaya başlamıştır. Aydının
karşı sında seçeceği iki yol vardır; ya
kurulu düzenin yalanlarını bilimsel
erimlerle mitleştirecek, yani düzenin
adamı ve gerçeğin çarpıtıcısı olacak,
ya da ezilenlerin yanında yer alacak,
her haksızlığa karşı mücadele
verecek; halkın bilinçlenmesi, hak
alma mücadelesinin mevziler kazanmasında görevler alacak.
Şefik Hüsnü ve çevresindeki aydın grubu ikinci yolu seçerek düzenin
adamı olmayı reddederler, sosyalist
düşüncelerini, çıkardıkları Aydınlık
Dergisi'nde yaymaya çalışır-
Nazım Hikmet
lar. Ancak bu da savundukları fikrin
özünü yanlış kavramaları itibariyle
sadece tavırlarını olumlu kılar.
Kemalist hareketin ve cumhuriyetin egemenleri olan küçük burjuvazinin hiç bir eleştiriye tahammülü
yoktur. 1925'lerde Aydınlık dergisi
yasaklanır. Tüm sol düşünceye karşı
bir savaş başlatır.
Örneğin Nazım Hikmet bu kovuşturmalara uğrayanların başındadır.
Aydınlık Dergisi'nin ve sol düşüncenin yasaklanması, bu düşüncedeki aydınların kovuşturmalarla
karşılaşmaları, hapse atılmaları, dışarıda kalan, yine sol görüşlü fakat
daha farklı yaklaşımlara sahip bir
kısım aydını etkilese de, susturamaz.
Yine marksist kavramlara dayanan,
fakat daha ılımlı Kadro Dergisi'ni
çıkarmaya başlarlar.
Şevket Süreyya, Vedat Nedim
Tör, Burhan Belge ve daha sonra ka
tılan Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun çıkardıkları Kadro Dergisi kısa
ömrüne rağmen, etkin ve büyük işler
başaran bir yayın organı haline gelir.
Bu yıllar yalnızca Türkiye'de değil,
dünyanın bir çok yerinde de gazete
ve dergiler aracılığıyla örgütlenme
çabaları vardır. Kadro Dergisi ve bu
adla anılan aydınlar hareketi, bir
yandan
kemalist
ideolojinin
oluşumuna katkıda bulunurken, diğer
yandan da kemalist rejime sadakat
ifade etmeyen tüm aydınların ve
aydın
hareketlerinin
ortadan
kaldırılmasına aracı olan bir yayın
organına dönüşür. İlk yayın hayatına
başladığı an ile geldiği nokta
arasında büyük uçurumlar ortaya
çıkar.
Kadro Dergisi bir yandan kemalist
muhalefetin başını çeken aydınları
yok ederken, sistem de kovuşturmalara uğratır, hapse atar diğer
yandan da, kemalist ideolojinin bel
kemiğini teşkil eden tek ulus ve sınıflardan arınmış, sınıfların olmadığı
bir millet düşüncesini tüm topluma
yaymaya, topluma yerleştirmeye
çalışır.
Yukarıda
da
belirttiğimiz gibi, bu
düşüncelere
katılmayan,
benimsemeyen
aydınlar,
yüzyılların
yoksulluğunun
suçlusu
ve
sorumlusuymuş gibi,
sanık
sa n d a l ye si n e
oturdular.
Sanık
sandalyesinden
kurtulmanın
yolu,
ceza
almadan
kurtulmanın
kapısı
olarak da önlerine,
Kemalist
inşa
hareketine katılmayı
koyuyorlardı.
Kadro Dergisi ve
hareketi
bu
düşünceleri
teorize
edip,
ideolojileştirmek
ve
b e n i m se t m e k için her milliyetçilik girişiminde olduğu gibi, "iç" ve
"dış"
düşmanlar
yaratmıştı.
Muhalefette
bu
düşmanları
oluşturuyordu.
1930'l ı yıllar, Kadro hareketinin
önderliğinde başlatılan bu kampanyanın hemen yanında, farklı uygulamalarla da, kendini muhalif aydınlar
üzerinde gösterdi hissettirdi.
1930’lu yıllarda Darülfünun bir
kanunla kapatılarak yerine batılı
tarzda
üniversitelerin
kurulması
olayını da yaşadı. Bu kapatma ve açma olayı kemalist hareketin işini kolaylaştırıcı bir olaydı. Kemalist hareket, üniversitedeki aydınlara yönelik
ilk pratik uygulamasını ve kendi
dışında var olamayacaklarını, aydınlara bu olayla gösterdi.
Darülfünun bir kanunla kapatılıp,
yerine üniversite açılırken, 150'den
fazla öğretim üyesinin kadrosu
"unutuldu". U n u t u l m a 1 5 0 öğretim üyesinin üniversite dışında
kalması demekti, işsizlik demekti.
tavı r / aydı nlar / ağustos '99 / sayı: 15
İşsizlikle, maddi sorunlarla karşılaşmaları, bu öğretim üyeleri ve
diğer aydın çevrede bir hayli etkili
oldu. Kemalizme muhalefet ederken
bir çok aydın, bu aşamadan sonra,
kemalizmin keskin savunucuları haline geldiler, kemalizme alkış tuttular.
1938'de yine marksist değerleri
savunduğunu iddia eden, Kadro
Dergisi'ni ve savunduğu görüşleri
eleştiren, daha çok hümanist yanı
ağır basan İnsan Dergisi yayın hayatına girdi. İnsan Dergisi'nde savunulan temel kavramlar, ülke somutuna dönüş, memleketçilik ve hümanist ideallerdi.
1939'da başlayan II.paylaşım savaşı, tüm dünyayı olduğu gibi, ülkemizi de sarsar. Ve bu sarsılış tüm
'40'l ı yıllara damgasını vurur. '40'lı
yıllar dünyanın büyük bir paylaşım
savaşının içinde olduğu, sosyalizmle
faşizmin hem cephede, hem de
ideolojik alanda kıyasıya bir çatışma
halinde olduğu yıllardır.
iştirakçi Hüseyin Hilmi'nin çıkarttığı iştirak
Bu dönem Türkiye aydınları arasında da, sınıfsal temelli bir savaşın
yaşandığını görmekteyiz. Her ne kadar teorik temelleri yetersiz olsa da,
aydınlar arasında, devletin tüm sivil
faşist hareketin saldırılarına karşın,
sosyalizmi savunanlar çoğalıyor.
Aydınlarımız, bu dönemde güzeli
daha çok dışarda düşünüyor. Faşist
Almanya ile Sovyetler Birliği arasındaki savaş yalnızca cephede değil,
hapishaneden gazete sütunla rina,
ve buradan uzun gece sohbetlerinin
yapıldığı salonlara kadar, aydınlar
arasında da yaşanıyor.
Dış faktör, Osmanlı'dan gelen dış
duyarlılık birikimine de eklenerek,
ülke içindeki gelişmeleri önemli
ölçüde ihmal eden bir bakış açısına
yol
açıyor.
Savaştan
sonra
Türkiye'nin
başlamasına
büyük
katkıda bulunduğu soğuk sava ş,
bakış açısını daha da daraltıyor.
Türkiye'de de savaşın sürdüğünü
belirtmiştik. Bu kavganın sahipleri; ya
faşist
Almanya'da
buluyorlar
kurutuluşu -Nihal Altsız, A.Türkeş ve
iktidarda bulunanlar yada Sovyetler
Birliği'ndeki sosyalizmde.
Sosyalizmden etkilenenler, elbette bu etkilenmenin bedelini ödemek
zorunda kalıyorlar. Ya hapishane
yolu gözüküyor onlara, ya da kovuşturmalar, sürgünler, işsizlikler.
İnsan Dergisi de, üzerindeki ağır
baskı ko şulları nedeniyle, sola açık
kimliğinden büyük ödünler veriyor.
Kısa bir süre sonrada kapanıyor.
1940'l ı yıllarda, ülkemizde belirgin
ve bilinen aydınlar arasında Sabahattin Ali ve Aziz Nesin yer alır.
Sabahattin Ali ve Aziz Nesin, düşüncelerini Markopaşa, adlı dergide
yansıtırlar.
Bu derginin geçirdiği evreler ve
süreciyle ilgili, Tavır’ın 13. sayısında
ayrıntılı bilgiler yer almıştı.
Aynı dönem, Türkiye'nin aydın
hareketinde, kadın aydınların da
önem kazandığı yıllardır. Tan gazetesinin faşist güruhça basılması, yayınlarının sisteme olan muhalefetinden ötürüdür. Ve sindirme amacını
taşır.
Keza
aynı
süreçte,
üniversitelerde yeniden başlatılan
tasfiye hareketinde de, kadın
aydınların ön plan da tutulduğuna
tanık oluruz.
Gerek Tan Gazetesi'nin basılmasında hedef seçilen Sabiha Sertel;
üniversite tasfiyesinde, ilk tasfiye
edilenlerden Behice Boran bu aydınların başında gelenlerdendir. Ve
tavı r / aydı nlar / ağustos '99 / sayı: 15
her ikisi de, muhalif olmanın bedelini
yurtdışına sürgün edilmekle ödediler
Sabahattin Ali ise bir kumpas
sonucu '40Tı yılların sonunda katledildi. Devlet, muhalefetin önde gelen
bir ismini yok etmeyi başarıyor.
Ödünsüz bir aydın Sabahattin Ali,
ödünsüzlüğünü canı pahasına ödüyor.
portre
canan yıldır ım
E
debiy atımızın
usta
kalemlerinden Bekir Y ıldız
aramızdan ay rılalı tam bir y ıl
oluy or.
65
y aşında
kaybettiğimiz
yazarımız,
1933
y ılında
doğdu.
Aslen
Urfalı'y dı.
Babasının
polis
olması
nedeniy le, Anadolu'nun çeşitli bölgelerini
gezdi. ikokuldan sonra Adana Sanat
Enstitüsü'ne girdi. Eğitimini istanbul'da
tamamladı. Bir y ıl kadar değişik işlerde
çalıştı. Daha sonra istanbul Matbaacılık
Okulu'na girdi. Dizi operatörlüğü y aptı.
Bu y ıllar, '60'lı y ıllardı v e bir Almanya
sev dasıdır almış başını gidiy ordu. Y ay gın
inanış Almany a'nın işçiye "çok" para
v erdiği şeklindey di. Babası memurdu
ama f akirdi. Day ıları bir lokma ekmek için
kaçakçılık y apıy ordu. Kaçakçıların y olu
may ın döşeli tarlalarda bir ay ak izi
kadardı. Ölüm tarlasıy dı adı ama
ekmeğin yolu oradan geçiyordu. Patlayan
may ınla parçalandı day ısının gencecik
bedeni. Anasının day ısı için y aktığı ağıt,
aklından hiç çıkmıy ordu. Diğer day ısını
ise,
may ın
tarlasından
geçerken
jandarmalar v urmuştu. Bu kadar mı?
Kimi gözünü v erdi may ına, kimi ayağını...
Ne zaman koltuk değnekli bir adam
görse, hemen Urfa düşerdi aklına.
Susuzluktan dudakları çatlay an Harran
Ov ası... Sev giye hasret Urfalılar'ın
y üzleri... Bir de ekmek
parası uğruna may ın tarlasından geçerken patlama sonucu ölen day ısı... Bir
de o gelirdi aklına. Her şey bir lokma
ekmek içindi ama o, may ın tarlalarında
ölmey ecekti. Okuyacaktı. Ve okudu da
ama y ine işsizdi. Ekmek aslanın
ağzınday dı. Almany a'y ı duymuştu bir
kez. Çok para veriy orlardı Almanya'da.
Y olu yok, O da gidecekti.
1962 y ılında ay rıldı ülkesinden.
Alamany a'y a işçi olarak gitti. Çok şey
görmüştü Almanya'ya giderken. Ve
Almany a'da gördüklerine şaşmış
kalmıştı. Koltuk değneğiy le geziy ordu
hemşerileri. Bu Urf alılar'ın kaderi mi
diy ecekti ki, ülkesinin insanlarının
çoğunun böy le olduğunu gördü. Kiminin
kolu, kiminin bacağı yoktu. Ekmeğin
yoluna döşenen may ının bir tek Urf a'nın
tarlalarında
olmadığını
gördü
Almany a'da. Fabrikalarda, sokaklarda da
may ın döşeliydi. Y azacaktı bunları.
Gördüklerini anlatacak. Buna karar
v erdiğinde bir sorumluluk üstlendiğinin
f arkınday dı. Gördükleriyle y etinmedi.
Daha çok araştırdı. Ekmeğin y oluna
may ını kimin döşediğini bulmaya çalıştı.
Ülkey e dönüşünde bir baskı makinası
getirterek matbaacılığa başladı. Bir de
dizgi makinası alarak Asy a Matbaası'nı
kurdu.
Almany a'daki
gözlemlerini,
Almany a'ya giderken gör-
tavı r / biyografi / ağustos '99 / sayı : 15
düklerini "Türkler Almanya'da" adlı bir
kitapta topladı. Ve "İnsan Posası" ile
kapitalizmi anlattı.
iş v e işçi Bulma Kurumu'nun
önündeki kuyruktan, isimleri okunanlar
toplandılar Alman doktorun odasında.
Alman doktoru "Soyunun" dedi.
Soy undular. "Sıraya girin!." Sıray a
girdiler. Kim bu Alman doktoru? Görev i
ne? ince uzun boylu, y orgunluktan değil,
işinin keyfini çıkartmak için oturdu bir
sandaly ey e. Karşısındakilere bakmaya
başladı. Mehmet Atalay sol baştan
üçüncü... Hepsinin işlemi tamam. Ama
son söz gene bu Alman'ın. Her şey iki
dudağının arasında. "Tama m geç... Sen
gide mezsin..." Nasıl karar verecek bu iki
sözcüğe? Karşısında çırılçıplak bekleyen
emekçilere bakıp sigarasını tüttürdü...
Kim Alman doktorunun babası? Bir
Gestapo subay ı mı acaba. Toplama
kamplarında da insanları böyle çırılçıplak
soymamış mıydı f aşizm? Bu bir faşizm
miy di? (...) Bu sıralanış, bu soy unuş, bu
gidiş başkay dı kuşkusuz. Sömürülecek
ülkeler
sıralanmıştı
diplomasi
masalarında. Y a soy unuşlar? Bir ülkenin
y eraltı, y erüstü değerleri soyulduktan
sonra insanları soy maktan kolay ne
v ardı?
(...) Doktor ay ağa kalktı. Korkulu
canların çev resinde dolaştı. Sonra
karşılarına geçti. Ellerinizi uzatın.
Y irmi el öne uzandı. Bileklerinizi parmaklarınızı oy natın... Diz çökün. Diz
çöktüler. Oturup kalkın. Oturup kalktılar.
Alman doktorunun görevi anlaşılıy ordu.
Mily onların içinden en güçlülerimizi seçip
kapitalizmin
hizmetine
sunacaktı...
"Herkes ağzını açsın." Herkes ağzını açtı.
At pazarında atın y aşını anlamak için
nasıl dişleri say ılırsa, Alman doktoru da
Mehmet Atalay v e ötekilerin dişlerine
baktı tek tek. (...) Giy inecekleri sıra
Alman doktoru son buy ruğunu verdi.
"Donların ızı indirin...”(1)
70'li y ıllara geldiğinde bir tek Al
many a'nın değil, kendi ülkesinin de
y olları, f abrikaları, mey danları, köyleri
may ınla döşenmişti. Artık bir tek Alman
doktorları değildi işçilere soyunun, diz
çökün diyenler. Kendi ülkesinde de
işçiy e, emekçilere diz çöktürülüy ordu.
Umutsuzluk dayatılıy ordu. Ve her şey
yine bir lokma ekmek içindi. Bunları da
y azacaktı. Anlatırken kapitalizmi teşhir
edip,
sosyalizmi
savunacaktı.
Kapitalizmin may ın tarlalarına dinamitle
girecekti. Bunun için önce yazarın görev i
dedi Bekir Y ıldız; "Yazarın görevi, insan
sevgisi,
yiğitlik,
şevkat,
namus
duygularını coşturup, üretim araçlarını
sömürülen sınıflar adına ele geçirilmesinin
kavgasını vermektir. Gerçekleri yoğurup
dinamit haline getirmeye çalışırım.
Okunduğunda bu dina mitin mutlaka
patlamasın ı isterim" dedi v e tüm
gerçekleri çıplaklığıy la yazmay a başladı.
Y azılarıy la kapitalizme karşı kav gaya
girdi.
Emekçilerin mücadelesini anlattı.
"Alçaklar Görsünler gücümüzü. Bütün
emekçiler katılıyormuş. Biz de katılalım.
Yeter diyelim sömürünün böylesi. Birleşebilirsek, birleşebilirsek ne demek. Birleşelim. Burada, şu küflü, hayvanların bile
duramayacağı yerde ölüp gitmek yerine,
yeryüzüne merhaba diyelim.”(2)
Ev et, ustanın dediği gibi oldu.
Y ery üzüne merhaba diy ebilmek için
bütün emekçiler harekete geçtiler. Onlar
y ürümey e karar verdiklerinde yol
uzundu. Ancak bitmez değil. Y ollar
y ürümekle aşınmaz diy e açıklama
yapıy ordu sömürüy ü temsil edenler.
Korkmamış gibi davranıy or v e y ürüy enleri korkutmak için tankları çalıştırıp
yollan kesmeye çalışıy orlardı.
"...Bağrışmalar duyuluyordu. İsmi
emekçi olan kim varsa katılsın. Tanklar
korkutmasın hiçbirinizi. Unutmayalım
arkadaşlar, bizleriz tankları yapanlar.
Mestan korkuyordu.”(3)
Katılanlar, katılmay anlar vardı bu
y ürüyüşe.
Korkan katılmıy or, ama dayanamıyor,
uzaktan
sey rediyorlardı.
Katılanlar
tankların üzerine y ürüyordu korkmadan.
Ama herkes katılmalıy dı bu kavgay a.
Katıldıkça
çoğalacaklar,
çoğaldıkça
korkuy u aşacaklardı. Y oksa
nasıl
kurtulacaklardı? Beklemey e v akit yoktu
artık. Tanklar tüm sokakları tutmaya
başlamıştı.
Hedefsizdi.
Ya
tanka
sığınacak korkanlar, y a da emeğe... "Bir
e mek sözüdür dolanıyordu meydanları
ya, anlamıyordu Mestan olup bitenleri.
Hele caddeye çıktığında şaşırması,
korkması daha bir çoğaldı. Hiç bu kadar
olduklarını sanma mıştı. Dur mak istedi bir
kenarda, yan sokaklardan gelenlerin
çoğalması, durduğu yeri durulma z etti bir
solukta. Caddeye yığmıyorlardı şi mdi.
A ma önlerinde tanklar vardı. Yürüyelim
diye
sesler
duyuldu.
Yürümeye
başladılar. Mestan direniyordu. Az sonra
bir tankın önünde buldu kendini..." Büy ük
bir mey dandalardı. Konuşmacıların sesleri geliy ordu. Emek üzerine konuşuy ordu
birisi.
Silahlar patlamay a
başladı.
"Meydan sarılmış, kurtulamazsın ız diye
bağırdı saranlar. Herkes işinin başına
dönsün." Y eni bir konuşmacı çıktı
kürsüy e. "Arkadaşlar dağıtırsanız eğer,
gücümü z anlaşıl ma mış olur. Bir yere
gideceksek bir arada gitmeliyiz." Bir el
silah patladı. Konuşmacı y ığıldı olduğu
yere. Başka bir konuşmacı çıktı. Vurulan
arkadaşını doğrulttu." Öldürdüler" dedi.
Silah sesleri çoğaldı. "Mestan iyice
şaşırmıştı. Emekçiler kendilerine yeni bir
yol açmışlardı. Tüm kalabalık buradan
akmaya başladı. Vurulanlar, ölenleri
bırak mıyorlardı meydanda. Sırtlarında
taşıyorlardı. Aşağıya daha büyük bir
meydana yürüyorlardı. (...)" Kurşun,
m
copun üzerine doğru gidiyorlardı..."
tav ır / biyografi / ağustos '99 / say ı: 15
Y etmezdi. Reşo Ağay ı, Kara Vagon
Kaçak Şahin, Sahipsizler, Evlilik Şirketi,
Bey az Türkü, Halkalı Köşk, Demir Bebek,
Mahşerin insanları, Aile Sav aşları, Darbe,
Harran v e Zalim v e inanmış ve Kerbala
ile dev am etti. Kitaplarında zulme,
sömürüy e karşı mücadelesine. Çok şey
gördü geçirdi Bekir Y ıldız. Öfkelendi,
kızdı, hesap sormaya çalıştı düzenden.
Karamsarlığa düştüğü de oldu. Cuntay la
gelen y ılgınlık ortamında alındı, küstü.
Ama v azgeçmedi kimileri gibi. Değişmedi.
Halk değerleri güçlüy dü. Tutan bağlar
oldu.
Y ozlaşmadı.
Y ozlaşmasını
istey enlere; "Bana diyorlar ki, dünya
değişti. Türkiye de değişti. Sen de yazar
olarak değişmelisin. Ben bunu kabul
ede me m. Bir yazardan bunu istemek çok
edepsizce birşey. Bizim inançlarımız
kendimi ze ait inançlar değil ki. Yüzlerce
yıldan beri binlerce insanın oluşturduğu
bir inanç bu. Bu inanç bugünki egemen
güçlerin,
emperyalizmin
a macı
doğrultusunda yok kabul edilebilir mi?
Ben kabul ede me m.
Çünkü ben
sosyalizmi anti-emperyalist olduğu için
seçtim. Bin yıl önce de yaşasaydım,
baskılara karşı bir alternatif arardım. A ma
bu çağda yaşıyorum. Fabrikalarda
çalıştım. Gördü m ki e mperyalizm, insanları araç edip dünyayı da yok ediyor.
E mperyalizmin
alternatifi sosyalizmdir...”(5 )dedi.
Uzun sürse de Bekir Y ıldız'ın
küskünlüğü, darlığı, dünyanın her
zamankinden daha çok sosy alizme
ihtiy acı olduğunu söylemiş ve "y azacaklarım v ar, Ölecek de olsam y azmay ı istediklerim v ar. Y azacağım"
diy erek 1995 Aralık'ında y eniden söz
v eriyor halkına. Ancak rahatsızlığı
nedeniy le
çalışmalarının
sonucunu
alamadan 1998'in 8 Ağustos'unda
geçirdiği kalp krizi nedeniy le aramızdan
ay rıldı. Saygıy la anıyoruz ustay ı.
Kay naklar
1- B.Y ıldız, insan Posasv sf 11-12
2- B. Y ıldız, Düny adan Bir Atlı Geçti, sf 13
3- Düny adan Bir Atlı Geçti sayfa 84-85
4- age. sayfa 85-86-87-88-89
5- Ev rensel, 17 Aralık 1999
değerlendirme
semih dar
Baba
Olmak
B
aba... Bir insanın baba ol
ması ya da babasının artık
hayatta olmaması ömründeki en önemli olaylardan
biridir. Anadolu halkların
da baba kelimesi otoriteyi, güveni,
ağır sorumlulukları, olgunluğu,
şevkati getirir akla. Bu topraklarda
babanın apayrı bir yeri vardır. Top
lumda saygı duyulur babalara. Baba
olana dek toy-delikanlı sayarlar
insanı. Ama baba olmuşsa, artık çok
ağır bir yükün altına giren, saygıya
hürmete değer biridir. Çocuğunun
geleceğini
kurmak,
karnını
doyurmak, eğitimini tamamlamak...
gibi pek çok görevi vardır babanın.
Yakınıp-sızlanmadan,
bıkıpusanmadan bunlar için çalışır.
Daha doğrusu yaşantısını bunlar
belirler artık.
Evladı hastaysa yüzü gülmez
babanın. Evladının sorunu varsa
babada kaygılıdır. Ama ne kadar
derdi-kaygısı varsa çocuğunun şen
kahkahasıyla
dağılır.
Çocuğu
umuttur çünkü. Yapamadığı ne
varsa çocuğu yapsın ister. Oynayamadığı oyuncaklara kavuşması,
doyamadığı hatta tadına bakamadığı yiyecekleri yemesini, gidemediği
yerlere
gitmesini,
okuyamadığı
okullarda okumasını ister.
Baba olmayı hak etmeyen, babalık görevini yerine getirmeyenlerde
vardır. Ancak istisna olabilir bu tür
örnekler. Baba demek gütavı r/ baba olmak / ağustos'99 /sayı : 15
ven, sorumluluk, saygı, sevgi, fedakarlıktır Anadolu'da.
Öyle babalar vardır ki yıllarca
çalışıp çabalayarak evlatlarına iyi bir
gelecek kurmak uğruna akla
gelmedik özverilerde bulunur. İş
yerinde horlanır mesela, gıkını bile
çıkaramaz. Çocuklarının ekmek
parası için her hakareti sineye çeker.
Ama çocuğuna her hangi biri ufacık
bir zarar verirse hemen yerinde
fırlayıp korur onu. Hiç bir güçlük
karşı sında yıkılmazken çocuğunun
göz yaşını dindiremeyince çaresiz
kalır. Bir baba çocuğu için her şeyin
en iyisini ister. Şunu da giyebilsin,
bunu da yiyebilsin diye çırpınır durur.
Çocuğunun
ih-
tiyacına cevap veremeyince onun
yüzünü güldüremeyince içi kan ağlar.
Hırsızlık bile yapar çocuğunu
doyurmak için. Hatta onun istediğini
yapamayınca canına bile kıyar.
Ülkemizde çocuğuna söz verdiği
bisikleti alamadığı için "beni affet
evladım, sözümü tutamadım, sana
bisiklet bile atamıyorsam yaşama mın
anlamı yok" diye not bırakıp intihar
eden onlarca baba var. Onlarca baba
çocuklarının karnını doyurmak için,
bir çıkar yol bulamadığı için intihar
etmiştir. Çaresizdir çünkü düzen en
değerli varlığı karşı sında onuruyla
oynamıştır
babanın.
Birilerinin
çocuğu daha lüks villalarda yaşasın,
daha pahalı oyuncaklarla oynasın
diye milyonlarca çocuğun babasını
köle yapmıştır.
Düzen işsiz bırakmıştır babaları,
ya da karnını doyuramayacak üç
kuruş maaşla yetin demiştir. Hakkını
ararsan yine düzen vardır karşında.
Döver, hapse atar, işkence yapar
hatta öldürür. Adalet istersen, "Sen
sen ol çoluk-çocuğunu düşünüyorsan
sesini çıkarma" diye tehdit eder. Bir
yanda onurun, bir yanda çocuğun
vardır, "tercih et" diye dayatır. Öyle
zavallı hale getirir ki babalan,
çocuğun babaya olan güvenini alt-üst
etmek ister.
Düzenin babalarımızı ne hale
getirdiğine, nasıl çaresizleştirdiği-ne
dair onlarca sayfa yazılabilir. Çoluk
çocuğunun geçim derdinden başka
hiç bir sorunla ilgilenmeyen babalar
yaratmak ister. Bu amaç içinde
onlarca yöntem üretip babaları
bencillikle, onursuzlukla, çıkarcılıkla
kirletmek ister. Bu konuda başarılı
olmadığı da söylenemez. Ama Öyle
babalar vardır ki, kendi Çocuğunun
mutluluğunu
tüm
halkın
mutluluğunda görür. Yalnız kendi
oğlu kızı doysun diye değil, aç olan
tek bir çocuk bile kalmasın diye
çalışır. Ömrünü halkının umuduna,
tüm çocukların kurtuluşuna kadar.
Aşağıda okuyacağınız Mektubu
yazan böyle bir babadır işte.
"Sevgili kızım, satırlarımı ne za
man okuyabilirsin bilemiyorum. Ko
şullar o güne kadar nasıl gelişir, bu
günden bir şeyler söylemek mümkün
değil. Ama bilmen ve anlaman
gereken bir gerçek var. Seni çok
sevdiğim gerçeğini unutmamanı
istiyorum. Hatırlarsın sana hep
bugüne ve geleceğe ilişkin bir şeyler
anlatmaya çalışıyordum. Ve senin ne
olman, ne yapman gerektiğini
anlatmaya çalışıyordum. Yaşın
itibariyle bugün olanları tam
kavrayabilmeni
engellesede
gelecekte daha iyi kavrayacağına
inanıyorum. Büyüdükçe ve geliştikçe,
gerçekleri daha iyi kavrayacağından
şüphem yok. Seni her zaman taktir
ettiğimi unutmamalısın. Senden hep
gurur duyduğumu ve bunun tüm
yaşamın boyuncuda böyle olmasını
arzuladığımı lütfen hiç unutma.
Senin, hep iyiden, güzelden yana
olmanı
ve
bizim çevremizden
insanlar
arasında,
mücadelenin
içinde olmanı istediğimi unutma. Bu
yıl ortaokula başlaman ve çevrenin
değişmesiyle sendeki gelişmelerin,
olumlu değişmelerin beni ne derece
sevindirdiğini
bilmeni
istiyorum.
Kendi
yaşınla
orantılı
olarak
gelişmelerin içinde olma ve kendince
bir şeyler yapabilmenden çok mutlu
olduğumu bil. Evet bugünden sonra
yaşayacağın süreçte daha çok
zorluklar yaşayacağın açık. Umarım
bu durumda beni anlarsın. Senin
istemediğin ve olmasını hiç istemediğin ve olmasını hiç istemediğini
açıkça belirttiğin bir gelişme olmak
zorundaydı. Hatırlarsın bu durumun
niçin gerektiğini sana detaylıca anlatmaya çalışıyordum. Böyle olması sakın senin düşüncelerine değer
vermediğim ve seni düşünmediğim
gibi bir düşünceye yol açmasın.
Aksine senin benim için değerin
ölçülmez. Seni çok taktir ettiğimi ve
çok sevdiğimi hiç unutma. Olmanı
istediğimin, neler olduğunu sanırım
azda olsa biliyorsun. Bu konuda
annen sana daha açık ve
tavır / baba olmak / ağustos '99 / sayı: 14
detaylı anlatır. Annenin sözlerine
Önem vermeni, onu üzmemeni, onu
dinlemeni istiyorum. Unutmadan,
okullar tatil olduğunda zaman zaman
Çağlayan'a annem ve babamın
yanına da gitmeyi ihmal etme. Onlar
senin deden ve babaannendir.
Onlara saygıda kusur etme. Seninle
ilgili gelişmeleri takip edeceğimden
kuşkun olmasın. Seni seven baban.
Gözlerinden öperim. Seni hep
seveceğim. Ibrahim”(1)
İbrahim Erdoğan'ın kızı Şirvan'a
yazdığı
son
mektuptu
bu.
Hapishaneden özgürlük eylemiyle
çıkmadan hemen önce yazdığı
vasiyetidir. İbrahim Erdoğan devrimcidir. Halkının ve vatanın kur-tuşu
için her acıya katlanan bir babadır
aynı zamanda. 12 Eylül cuntası
geldiğinde eşi ve 18 aylık olan
kızıyla gözaltına alınır. Davasından
vaz geçmesi, yoldaşlarına ihanet
etmesi için gözlerinin önünde eşine
ve çocuğuna işkence yapılır. "Sen
ne biçim babasın, vicdanın sızlamıyor mu?, konuş ve kurtar çocuğunu" diyen işkencecilere "Size söyleyecek hiç bir sözüm yok" der.
Yukarıdaki mektupta bir kaç kez
vurguladığı gibi kızını çok sever,
onun için değeri ölçülemez bile.
Kızına karşı sorumlulukları ile
vatanına ve halkına karşı sorumlulukları aynıdır. Kızı ağlamasın diye,
"ihanet etmek" Şirvan'a yapacağı en
büyük kötülüktür. "Hainin kızı"
dedirtmez evladına. "Devrimciler ev
bark, çoluk çocuk olmadıkları için bu
tür ağır sorumlulukları anlayamaz"
diyenler
vardır.
Bunlar
kendi
çocuklarının geleceğini kurtarmak
adına
zulme
sessiz
kalmayı
seçenlerdir. Çocuklarına yoz bir
kültür dayatıl ırken, bencillik, kimseye
güvenmeme, kısa yoldan köşeyi
dönme gibi insana-halka aykırı olan
özellikler kazandırılırken gıklarını
bile çıkarmaz bunlar. Sonra "gel
hakkımızı arayalım" denilince "benim
geçindirmekle yükümlü oldu-
ğum bir evi m,çocuklarım var, sizin böyle
sorumlulukların ız ol madığ ı için gel
de mesi kolay" gibi sözlerle kaçış yolunu
hazırlar. Dev rimcilerin çocuklarına olan
sev gisi, bağlılığı böy le babalarınkiyle
karşılaştırılamaz.
ibrahim
Erdoğan'ın,
bir arama
sırasında kızın ın resmi y ırtıldığı zaman
duy duğu öfke bunun en güzel kanıtıdır:
"Bilinçli bir hareketti bu. Kızıma yapıl ması
bu açıdan fazla önem taşımıyordu. Bu;
bana, bizlere, hepimize yönelik bir
saldırı, hakaretti. Hepimize yönelik bir kin
kusma, aşağılık duygularını tatmin
etmeydi. Yüzbaşı Isa Öztürk, özel olarak
kendi kendisini tatmin etmek, sadist
duygularını hoş tutmak için kızının
resmini hedef seçmişti. İşte bir de bunun
için resmin parçalarını görünce boğa zına
sarılmak
istedim.
Gülümseyişi
para mparça edil miş gibi geldi bir an için;
güzelliğini, gülüşüne, bakışına saldırıldı
sandım. Bu da çok büyük bir hakaretti
beni m için. Kafamdan kaynar sular boşaldı adeta. Yani o an kork mayıp da yanıma gelseydi, her şeyi yapabilirdim diye
düşünüyordum,
olayı şi mdi tekrar
(2)
hatırladığımda."
Kızının
resmini
parçalayanın
boğazına sarılacak, kişinin gülüşünün
parçalandığını düşünüp, kaf asından
kay nar sular döküldüğünü sanacak kadar
büy ük bir sev gi bu. Y oldaşlarını da bir
babanın koruy up-kollay an şefkatiy le, bir
babanın çocuğuna karşı duy duğu sorumlulukla sarar ibrahim Erdoğan.
Her
direnişin
ön
saf larındaki
sav aşçısıdır O. Y oldaşlarının eksiklerini
tamamlamak için çaba harcayan bir
y öneticidir. Önderdir O.
Dev rimciliği lay ıkıy la yapabilsin diy e
y oldaşlarını eğitir. Düşenin elinden tutup
ay ağa kaldırmak, y alpalayanları dik
tutmak, ağır aksak gidenleri eğitmek için
bir baba sabrıy la emek v erir onlara.
Dav ranışlarıy la örnek olur, y ol gösterir
herkese. Örnek bir dev rimci, örnek bir
savaşçı,
örnek
bir y önetici, örnek bir eş v e örnek bir
babadır. Ve tek bir örnek değildir onun
gibiler. Baba olarak kav ganın y ükünü,
çocuklarının sorumluluğu gibi sırtlayan;
y alnız kendi çocuğu için değil, tüm çocuklar için ay nı duyguları taşıy an pek
çok babamız v ar.
"84 Ölüm Orucunda ipi ilk göğüsleyen Abdullah Meral, ailesine
yazdığı son mektubunda kızı Gonca
Kurtuluşla
ilgili
vasiyetini
de
iletmişti."
"Baba ve Anneciğim (...) Kızı m
Gonca Kurtuluş henüz küçük, büyüyünce
babasının niye ölüme gittiğini çok iyi
anlayacak. Onun bizlere layık bir insan
olarak
yetişmesini
sağlayın.
Yoz
düşüncelerden etkilenmesin. (...) 29
Mayıs 1984 Sizleri ve halkını çok seven
(3)
Abdullah Meral"
Kızının
büy üyünce
kendisini
anlay acağına
inanıy ordu.
Çünkü
bedenini ölüme y atırırken: "Biz istedik ki;
Beşikte
bile
sallanmanın
tadın ı
ala mayan, bir oyuncağı bile olmayan,
misket oynamaya, koşmaya, sevmeye
ve sevilmeye dayamayan çocuklarımız,
doya doya el ele verip kardeş şarkılarıyla
oyunlarını oynasınlar;"(4) diy enlerdendi.
Bunun için kızın ın dev rimci olmasını
istemişti.
Bütün
çocukların
bizim
istediğimiz gibi y aşaması için kendi
bedenini ölüme y atırması ne kadar
gerekliyse; kızının dev rimci olması da o
kadar gerekliydi çünkü.
Tıpkı Che'nin çocuklarından istediği
gibi Apo da çocuğunun dev rimci
olmasını istemişti.
"Sevgili Hildita Aleidita, Camillo, Celia
ve Ernesto, bir gün bu mektubu
okuyacak olursanız bu de mektir ki ben,
artık aranızda değili m. Beni belki de hiç
hatırla mayacaksınız
ve
küçükler
tama men unut muş olacaklar. Babanız
fikir ve düşüncelerine göre yaşamış ve
inandıklarına kesinlikle sadık kalmış
tavı r / baba olmak / ağustos '99 / sayı : 15
bir insandı. iyi birer devrimci olarak
büyüyünüz, doğaya egemen olan tekniğe
ege men ol ma için çok çalışın, çok
öğrenin. Şunu asla unutmayın ki, öne mli
olan devrimdir ve hiç biriniz tek tek ve
yanlız, hiç bir değere sahip değilsiniz.
Özellikle, dünyanın her hangi bir yerinde,
herhangi bir insana yapıl mış bir haksızlığ ı
içinizde hissedecek kadar duyarlı olunuz.
Bu, bir devrimcinin en değerli niteliğidir.
Şimdilik bu kadar, çocuklarım; sizleri bir
kez daha görebil meyi u muyoru m sevgiyle
(5)
kucaklıyorum.
Babanız."
Che'nin
çocuklarına olan sevgisinin, onlara verdiği
değerin bir başka örneği de "Bolivya
Günlüğü"'ndedir. Che, her gün tarih atıp
altına anılarını y azarken, bazı günlerde
tarihin hemen altında, henüz anılarını
yazmay a başlamadan önce küçük notlar
y azar. Mesela: "15 Şubat Hildita'nın
doğu m günü; 11, Telaşsız bir yürüyüş
günü... (...) 24 Şubat Ernestico'nun yaş
(6)
günü; 2 Hareketli ve yorucu bir gün..."
Kitapta koyu renkle y azılmış bu notlar,
çocuklarının doğduğu günleri v e o gün
kaç yaşına girdiğini göstermektedir.
Bolivya Dağlar ı'nda o çetin koşullar
altında bile çocuklarını unutmamıştır.
Düny a halklarının acılarını y üreğinde
hissedip, onlar için üç kıtada empery alizme karşı sav aşan Che kendi
çocuklarını unutabilir mi hiç? Unutmaz
elbette ama onları çok sev diği için
bencillik yapıp, onlarla yaşamay ı da
seçemez.
Düny ada milyonlarca çocuk ölürken,
"babayım" diy e rahat koltuğunda oturamaz. Baba olduğu için, tüm babaların
çocuklarına güzel bir düny a kurmanın
mücadelesini v erir. ibrahim Erdoğan,
Abdullah Meral, Che ve daha onlarca,
y üzlerce baba bu yüzden ev latlarından
ay rı y aşama acısına katlanır. Geceleri
çocuklarının üstlerini örtemezler bu
y üzden.
Onları
boy unlarına
alıp
gezdiremezler. Çocuklarını parka götürüp
atlı karıncalara bindiremezler ama
da mücadeleyi bırakırsan seni
evlatlıktan men ederim' demişti ilk
tanıştığımda
mücadeleyle...
Mücadele arkadaşı Ertuğrul Kılıç" '"
Oğlu, yoldaşı böyle anlatıyordu
Turan Kılıç'ı. Turan Kılıç, en güzel
babalık vazifesini oğluyla birlikte
savaşara k, onu şehit oğlu yaparak
yerine getirmişti. İşte devrimci babaların evlatlarına duyduğu sevginin,
babalık sorumluluğunu hissetmesinin
en yalın biçimiydi bu. Tıpkı 96 Ölüm
Orucu'nda oğluyla birlikte bedenini
ölüme yatıran Ali Rıza Eroğlu gibi. Ali
Rıza Amca, Ölüm Orucu eylemine
başladığında tam 62 yaşındaydı.
Bedeni
yılların
yorgunluğuyla
yaşlanmış ama yüreği hep evlat
sevgisiyle, vatan ve halk sevgisiyle
dolu olan bir delikanlıydı. Çocukları
için çekmediği çile katlanmadığı dert
kalmamıştı. Onların kendisi gibi
ezilmesini istemiyor ve bunun için
gecesini
gündüzüne
katıyordu.
Çocuklarına namuslu, dürüst olmayı,
insanları sevip saymayı öğretmişti.
"Kimsenin hakkını yemeyin, zalime
boyun eğmeyin" demişti onlara.
onları çok severler. Baba olmanın
hazzını yaşamak, kendi çocuğu için
çalışmak değildir. Onlar elde silah
savaşırken dünyadaki tüm çocuklara
şe ker almış gibi mutlu olurlar.
Savaşın bedellerini ödemek yük olmaz onlara, sanki ufacık çocuklarını
omuzlarında taşıyormuş gibi seve
seve öderler bu bedelleri. Savaşmak,
babalık görevini en iyi biçimde
yapmaktır onlar için.
Tıpkı Buca'da şehit düşen Turan
Kılıç gibi. Buca Hapishanesi'ne
yapılan saldırı sırasında oğlu
Ertuğrul karşı koğuştaydı. Oğlu
yoldaşıydı onun. Omuz omuza aynı
cephede savaşıyorlardı. Halkın tüm
sadeliğini, açık yürekliliğini Turan
Kıl ıç'ta
görmek
mümkündü.
Nicelerinin yaptığı gibi oğlunu sıcak
savaştan
uzak tutmaya çalışmıyordu. Çünkü
çok seviyordu. Onu çok sevdiği için
onurlu bir devrimci olmasını istiyordu.
"O, 'her babanın oğlundan
mutlaka beklentisi olur ve bu onun en
doğal hakkıdır' derdi. Benim, baban
olarak senden beklediğim, beklentim
ise devrimci olman, Parti-Cephe
gerillası olarak özgür vatan için
savaşmandır. Bana oğul olarak
vereceğin en güzel şey gerilla
olmandır derdi. Ben bazen 'şehit
babası olmaya hazır mısın?' dediğimde gülerek, 'sen de şehit oğlu
olmaya hazırlan. Ben şehit babası
olmaya hazırım' derdi.(...) Bana en
güzel babalık vazifesini yaptın. Beni
şehit oğlu mertebesine getirdin(...)
Bana, 'eğer devrimci olmazsan veya
devrimci olup
tavı r / baba olmak / ağustos '99 / sayı : 15
Devrimci olmanın gerekliliğini
evlatlarının kavgasıyla öğrenen, önce
"koruyup kollamak" adına onları
engellemek isterken sonra gerçekleri
görüp evlatlarıyla aynı davaya gönül
veren onlarca babamız var.
Yalnızca hapishane kapılarında
çocuklarıyla
birlikte
direnen
babalarımız değil bunlar. Evladının
mezarı başında; "bayrağını ben taşıyacağım
artık.
Silahını
ben
kuşanacağım. Özgür vatan kurulana
dek savaşacağım" diye yemin eden
babalarımız var.
Dersim'de 12’lerin, Malatya şehidimiz Tuncay Geyik'in göremediği
kızı Olcay için yazdıkları "Şafakla
birlikte geliyorum" şiiri babalarımızın
neden bu savaşta yer aldıklarını
anlatıyor; "(...) Yuların ötesinden
yazıyorum sana bu mektubu, uç-
suz bucaksız za manlar ötesinden yüzünü göremediği m, adın ı bile mediği m
bebeği m, yollar, yokuşlar, engel olamayacak kavuşma mıza, tır manabilseydik
yaşamın merdivenlerine el ele, göz göze, diz dize a ma ol muyor işte ilkesiz
çocuklar da var 21. Asrın eşiğinde yarınsız, çaresiz, çocuklar da... Bunun için
ayrıyız canımın içi. Dağlara dayanma mız bundan (...) Bitecek bu hasret biliyorum. Özgür olacaksın mutlu,
u mutlu, sonsuza dek birlikte yaşayacağız o za man. Elinin değdiği her şeyde,
gözünün erdiği her şeyde biz de olacağız, şafakla birlikte geliyorum. Haydi sil
artık yanaklarını. Hasretini kov"
Tuncay Gey ik şehit düştüğünde
Olcay henüz kırk günlük bir bebekti.
Bugün onun gibi onlarca babamız var
dağlarda. Bir de Semih Amca gibi
hepimizin babası olan babalarımız v ar.
Semih Erkmen kızının iy i bir sanatçı,
onurlu bir insan olması için y ıllarca emek
verdi. O, yaşamı boyunca düzenin pislik
lerinden uzak kalmay ı başarmış
onurlu bir ay dındı. Bütün yaşamı
çocuklarına adanmıştı. Ayçe'sini
uf acık bir çocukken piyano kurslarına
yollar,
çocuklarının
gönlünü hoş
tutmak için tüm gücüyle çalışıp
çabalardı. "Namustan, ahlaktan ve
erde mli yaşamak ideallerinden asla
vazgeçmeyeceksin" derdi kızına. Ondan
tüm bu güzellikleri öğrenen idil,
dev rimci mücadeley i seçince babası
üzülmüştü. Kızının baskıy la, işkencey le
karşılaşacağını biliy ordu. Bu y ol zordu
ve Semih Amca kızının zorluklarla değil,
güzelliklerle y aşamasını istiy ordu. Kızı
dev rimci olmasına karşı çıktı,
engellemeye çalıştı..
A ma başaramadı. idil doğru olanı görmüş onurlu
y aşamanın halkı v e v atanı için
sav aşmak olduğunu kavramıştı. Semih
Amca onaylamıy ordu kızının mücadele
etmesini. Ama engelley emey eceğini de
anlamıştı. Saygı duy uyordu onun
kav gasına. Y ine de onun saflarında
kendisi de yer almıy ordu. Kızı '96 Ölüm
Oru-
cu'nda
bedenini
halkına
y önelen
saldırılara set y apıncaya kadar bu onurlu
kav gada düny anın ilk kadın Ölüm Orucu
şehidi oluncaya kadar say gı duysa da
kızın ın y oluna uzak kaldı. Ama idil'imiz
şehit düştükten sonra Semih Amca'nın
tüm yaşantısı sarsıldı. Y ıllardır iyi bir gelecek yaratmak için çalışıp didindiği
Ayçe'sinin yoldaşlarını sarıp sarmaladı.
Acılarını onlar ın sev gisiyle dindirmeye
çalıştı.
Hepimizin
babası
olarak
aramızdan ay rıldığında geride y etmiş
y ıllık onurlu bir yaşam bıraktı.
"Ayçe İdil'im, Yavrucuğum, Bu sensiz
geçirdiğimiz ilk bayram. Şimdi acını daha
çok yaşıyor, seni daha çok anlıyoruz.
Seni daha çok seviyor, adını yaşatmak
için söz birliği ediyoruz. Ama sensiz hiçbir
şeyin tadı yok. (...) Ufacıktın. Bayram
yerlerine götürürdüm seni. Üstünde
kırmızı pelüş montun, ayaklarında uzun
kırmızı çizmelerin... Yağmur de mez, kar
de mez giderdik. Salıncaklara bindirirdim
seni, tenteli faytonlara... Atlı karıncalara...
Uzun saçların rüzgarlarda bayraklar gibi
dalgalanırdı.
Koklardım...
Hatırlıyor
musun? Tavşan balonlar da alırdım sana
bayramlarda. Ne sevi mli kızd ın, beni m
tatlı afacanım. Her işi başaran "tatlı
cadı"m. Umudu mdu n... Gururumdun...
Onuru mdun... Bahtıma açan gülüm,
doğan güneşimdin... (...) Şimdi onlarca,
yüzlerce, binlerce Ayçe İdil Anadolu
topraklarında,
Anadolu
analarının
bağrında yeşermektedir, yeşerecektir...
Baban Semih Erk men 10.02.1997"
Babalarımız,
çocuklarına
karşı
sorumluluklarını, onlara olan sevgilerini,
hasretlerini if ade etmenin en iy i yolunun
onlar için, onların geleceği için sav aşmak
olduğunu biliy orlar.
Ev latlarına "sizden tek istediğim
onurlu devrimciler ol manız. Halkımız ve
vatanımız için savaşma-nızd ır" diy erek
elde silah savaşan onlarca babamız v ar.
Bu uğurda şehit düşen babalarımız da...
Bir de
tavı r / baba olmak / ağustos '99 / sayı : 15
ev latları dev rimci olduğu için, kavgay a
giren, onlarla birlikte zulme, sömürüy e
direnen babalarımız v ar... Hepsi de
babalık v azif elerini en iyi biçimde y erine
getirmek için bu yolu seçti. Ev latları
olarak hepimizin onlara karşı görevlerimiz
v ar. Şehitlerimizin çocuklarını babalarına
lay ık olacak şekilde yetiştirmek, onların
bay rağını
y ükseltmek
zorunday ız.
Babalarımıza haklıl ığımızı kav ratmak,
onları kav gamızın bir parçası y apmak da
hepimizin evlat olma sorumluluğu.
Hepimiz babalarımızın, ibrahim
Erdoğan, Turan Kılıç, Abdullah Meral,
Tuncay Geyik, Che, Ali Rıza Eroğlu gibi
kav ga adamları olmasını isteriz. Onlarla
omuz omuza ay nı saf larda sav aşmay ı
istemek hepimizin en doğal hakkı. Bu
düzende bizim için hangi olanakları
y aratırsa yaratsınlar, hangi f edakarlıklar
da bulunurlarsa bulunsunlar geleceğimizi
kurtaramayacaklarını onlara anlatmalıy ız.
Bunu baba olarak savaşarak
ölümsüzleşen
yoldaşlarımız,
şehitlerimizden devralarak yoldaşımız
olan babalarımız hepimize kavratıyor.
Ev ladıy la, kardeşiy le, eşiy le kav gay ı
tanıy ıp bu y ola baş koyan y üzlerce
ailemiz v ar bugün. Hepsi de çocuğunu,
kardeşini, eşini sahiplenmenin ne olduğunu öğretiy or. Y üzlerce babamız,
anamız, abimiz, kardeşimiz, eşimiz
kav gada yoldaş oldu. Çünkü gerçek
anlamda
sevmekte,
sahiplenmekte
buy du. •
Kaynaklar:
(1) Bize Ölüm Yok,
Haziran Yayınları Kasım 1992 Syf,129-130
(2) Age: Syf:129
(3) Direniş Ölüm v e Yaşam, Haziran
Yayın Ev i 2. Baskı Syf: 135
(4) Age: Syf: 114
(5) Che, Yaşam Öyküsü,
Röportaj lar, Mektuplar, Yar Yay.
(6) Che,
Boliv ya Günlüğü, Yar Yay. sayfa: 64-67
(7) Buca
Haziran Yayıncılık, sayfa: 143-144
öykü
murat gök
Nöbet
S
ıcaktı;
hem
de
insanın
tenin
buharlaştırıp,
söküp
alacak kadar
sıcak.
Dört
y anı
duv arla çev rili
mapushanenin
içini
eri tecek kadar
sıcak. Ve bu sıcağın hükmüne karşı,
incelmiş bedenlere, f eri sönen gözlere bir
damla su hayat taşıyordu.
Sıcağın bunalttığı y orgun düşürdüğü
bedenine söz geçiremey eceği, başını
koy duğu y astığın saadetine kapılacağı
korkusuyla uzandı y atağa.
Ne kadar zaman geçtiğini bilmeden
uy udu. Ama bir tavşanın tedirginliği ile
uy uması işittiği ayak sesleriyle bölündü.
Gözleri ani bir ref leksle açıldı.
Karaltıl ı duv arların çevirdiği koğuşta
göz gözü görmüy ordu. Tek duy ulan bir
çif t
ay ağın
tıkırtısıy dı.
Y atağında
doğruldu.
Ay ak sesleri y atağının önünde son
buldu. Üzerine eğileni, y üzünün şeklinden, kokusundan tanıdı. Şimdi sıra
onday dı. Nöbetini devraldı.
-Bir şey oldu mu? -Yok, biraz su verdim
sadece. -Y aa! Ne kadar içti? Hey ecanlanma öyle, çok değil, sadece iki
kaşık alabildi.
Derin bir sessizliğin çöktüğü bir başka
koğuşa geçti. Bir tabureye oturdu.
Gözlerini loş ışıklı koğuşun içinde
gezdirdi, sonra oturduğu taburenin
hemen karşısında y atan kıza, onun
y üzüne baktı. Ve düşüncelere daldı.
Sadece iki kaşık su alabilmiş. Kaç gündür su içmiyor, içtiğini de anında çıkarıy or.
Say ıklıy ordu idil... Söy ledikleri yarım
y amalak
anlaşılıy ordu.
"Eylemi miz
sürecek". "Bizim yarın nöbetimiz var".
Y atakta boy lu boyunca uzanan idil'di.
Alnında terler birikmiş, gözleri acıy la
kısılmıştı. Birden acıy la doğruldu
y atağından idil, önünde duran leğene
eğildi. Ve midesinde ne v arsa acıy la
çıkardı.
Küçücük pencereden gökyüzünü
gördü. Gün doğuyordu. Bu anı idil'e
gösterebilmek için neler vermezdi. Ama
bülbülün kaderi gibi, sabaha dek gülün
açılması için ağıtlar dökerdi ama
y orgunluk çöküp gözleri kapandığında
gün doğar v e gül açılırdı. Ve bülbül bu
anı,
uğruna
ağıtlar y aktığı anı
göremezdi. Gün doğacaktı ama idil
göremey ecekti. Ne acı ki, günün
doğması için idil'in y üreğinin susması
gerekiy ordu.
Ve o da f ırladı tabureden y akaladı
idil'in alnını. Acılarını dindirmek için
idil'in, ne geldiyse elinden ardına koy madı. idil'in acılarını içinde hissediyordu.
Gözleri iy ice donuklaşmıştı idil'in.
Açık kaldığı zamanlarda hep bir noktaya
bakıy ordu. Işık, ses ona en büyük acıy ı
v eriyordu. Açlığın acısı y oktu artık.
Eriy en kasların, direnci beyne ihanet
eden bedenin v erdiği acılar sarıy ordu
onu. Y ürekleri f erahlatan ışık, şimdi en
büy ük işkenceydi. Bu yüzden gözleri bir
bantla korunuyordu.
idil'le sohbet etmek, hem de doyasıy a bir sohbeti istiyordu ama pek
mümkün değildi artık. Bunun için belki
de günler f azlaca ilerlemişti.
tavı r / ölüm orucu / ağustos '99 / sayı : 15
Öy lece kaldı idil'e bakarken, gözlerinde bir çift damla gözy aşıy la...
idil'e baktı. Kasılmasını, rüzgara
tutulmuş körpe bir y aprak gibi titreyişini
gördü, o da ürperdi. Sonra vücudu
soğudu idil'in; elleri, ayakları morardı.
Sonra... Sonra... Günlerdir dev inip
duran nöbet değişimleri son buldu.
Y erini büyük bir bayrak ve tören alay ı
aldı. Y umruklar y ukarı kalktı, bir dakika,
hiç konuşmadan sessiz, sitemsiz, tek bir
damla y aş dökmeden sıkılı kaldı
y umruklar.
Sonra... sonra herkes konuştu, herkes onu konuştu.
değerlendirme
hakan alak
Katherina Blumm Çiğnenen
Onurunu Kurtardı Peki Ya
Bizim Onurumuz?..
H
einrich Böll'ün,
sinema ya da
uy arlanan ünlü
romanı "Katherina"
Blumm' un Çiğnenen
Onuru"nda iki ana eleştiri
noktası vardır. Polis ve medy a... Bunu
romanın içindeki kurgusuy la polis v e
medy a arasındaki işbirliği ile işler.
Heinrich Böll, yaşadığı Almanya'y ı bu
iki nokta üzerinden ele almış ama
bütün Alman toplumunun birbiriyle
olan ilişkisini de çözümlemiştir.
Kuşkusuz eseri okumadan y a da en
azından
sinema
uy arlamasını
izlemeden v urgulamak istediklerimiz
kaf alarda
tam
karşılığını
bulamay acaktır ama biz eser hakkında
kısa bir özet y aparak buna bir nebze de
olsa bir çare bulmay a çalışacağız.
Katherina Blumm, Ludvv ig Got-hen
isimli bir devrimci ile ilişkide bulunan bir
bay andır. Alman polisi de, Ludwig'i takip
etmektedir. Bir sabah Blum'un evine polis
taraf ından operasyon düzenlenir. Ludvvig
bulunamaz ama Blum sorgulanmak
üzere emniy ete götürülür. Bu aşamadan
sonra dev reye iki gazeteci girer. Köln
Gazetesi'nin
muhabirleri,
Katherina
Blumm operasyonunu polisin diktesiyle,
didik
didik
ederler.
Gazetenin
manşetinde her gün bu kadın v ardır.
Geçmişi, eski eşi, annesi... herkes tek
tek bulunur v e röportajlar y apılır ama her
şey çarpıtılarak, sil baştan kurgulanarak
gazetey e basılır. Tüm bunların sonunda
Blumm'un yaşamı değişir. Gittiği her
y erden dışlanır hastanedeki annesi bu
olay lar nedeniy le ölür.
Alışılagelmişin dışında bir dille,
ince ama bir o kadar da şiddetli, yer
y er imgelerle mesajını ileten ama
eleştirisini bir yumruk gibi patlatan bir
romandır
"Katherina
Blu mm'un
Çiğnenen Onuru". Roman, sadece bir
medy a eleştirisini içermiyor. Y ukarıda
da belirttiğimiz gibi polis devleti v e
işbirliğindeki medy aya da güçlü
eleştiriler yöneltiyor. Bununla birlikte
olay örgüsünde bir çok detay da v ar
ama
biz
bu
y azıtavı r / medya / ağustos '99 / sayı: 15
mızda asıl olarak bu romanın değerlendirmesini
yapmadığımız
için
bunlara değinmey eceğiz. Biz asıl olarak
romanı bu y azımızın çıkış noktası olarak
ele aldık.
Her ne kadar, Böll bu romanını
y azdığı dönemlerde bireyin özgür
lüğünü kısıtlay an dev let kurumlarına
karşı sert tutumlar takınmış olmasıy la
tanınsa da ve özgürlük kavramının
içeriğini net olarak betimlemese de
kapitalist bir toplumda yaşayan bir
kişinin bu işleyişe takındığı tutum
nedeniy le de ilerici bir dile sahip
olduğu
görülmelidir.
Böll'ün
eleştirilecek bir çok yanı v ardır
muhakkak ama dediğimiz gibi bizim
ana konumuz ne bu roman, ne de
Böll'ün düşünce tarzıdır. Bu y üzden
bunların tartışmasını y azımızın içine
almıy oruz. Çünkü Böll, biraz da
sistemler ötesinde insanı anlatmaya
y önelmiştir ve toplumların yaşadığı
sıkıntılara ses olmaya çalışmıştır. Bu
y anıy la
Katherina
Blumm'un
Çiğnenen Onuru bugün
sıkça
gündeme
getirilen
"medyanın yaşamımızı işgal edişi"
üzerine üretilenlerden çok daha ileride bir konuma sahiptir.
Ülkemiz insanının en sık kullandığı sözdür: "Gazetede yazıyorsa yalandır, inanma!" Kuşku suz bu her şey
için geçerli olmasa da, yaşam
içerisinde edinilen deneyimler halkın
arasında bu sözün yaygınlaşmasını
sağlamıştır.
Peki ne yazıyor da, bu gazetelere
insanlarımız böyle bakıyor? Peki
nasıl oluyor da böyle bir söze yaygınlık kazandıran insanlar medyanın
estirdiği rüzgarın yönüne bu kadar
hızlı kanalize olabiliyorlar? Bellekler
nasıl böyle zayıflatılabiliyor? Hayatı
böylesine hayali bir düzlemde
yeniden kurgulayıp insanların önüne
yeniden nasıl sunabiliyorlar?
Bu soruları sorarken cevaplarını
da bulmaya çalışacağız ama muhakkak bizim de eksik bıraktığımız
bir çok nokta olacaktır. Ve hayat devam ettikçe bir çok sorunun cevabı
bulunacak ama yeni yeni sorular
ortaya çıkacaktır. Esas meselemiz
ortada bu kadar çok "medya eleştirmeni" varken meseleye nasıl neşter
vurulacağını ortaya koymaktır herhalde. Meseleye neşter vurmak ve
bu sorunu ortadan kaldıracak alternatiflerin önünü açmak ve onları
geliştirmek ku şkusuz sayfalarca yazı
yazmaktan daha hayırlı olacaktır
ama meseleyi de etraflıca ortaya
koymadan bunun adımları atılamaz.
Bugün medyanın ulaştığı kesimler, etkileme kapasitesi bir çok kesimin gözünü korkutuyor ya da en
azından tehlikeyi seziyorlar. Bu
noktada da bir çok kesimden medya
eleştirileri yükseliyor. Makaleleri
yazılıyor, filmleri çekiliyor... Fakat bu
soruna da yine bir çok farklı
pencereden bakıldığı için kimileri
sorunu sadece birey özgürlüğüne,
yaşam hakkına saldırı boyutuyla
tavı r / medya / ağustos '99 / sayı : 15
ele alıyor, kimileri işin etik (ahlaki)
boyutuyla ilgileniyor. Ama genel
sorunu görmeden yapılan yakla
şımların hepsinde medya tekellerini,
medya haberciliğini kişilere ya da
kurumlara indirgeme yanlışı baş
gösteriyor ve bu noktada sorunu
kişiler üzerinden çözme önerileri
getiriliyor. Tıkanıklığı da bu yaratıyor.
Bir çok basın emekçisinin bu sorun
karşısında
oluşturduğu
kurumlaşmalar, yapılar bu sorunu
aşamadıkları için tıkanma yaşıyor;
tükenme ya da yok olma noktasına
geliyorlar. Böll'ün vurguladığı önemli
nokta budur. Böll, medya ve devlet
işbirliğini gözler önüne sermiştir. Bu
gün kimse bu cesareti gösteremez.
Türkiye'de basın ve televizyon
bugünkü yaygın tabiriyle medya
nereden, hangi süreçlerden geçti ve
bugüne geldi? Dün tartıştığımız
noktaları bugünü karşılıyor mu?
Bunlar da cevaplanması gereken
sorulardır. Bir kaç yıl öncesine ka-
dar devlet tekelinde bulunan televizyon ve radyolar bugün sermayenin elinde sayısız ra kamlara ulaşıyor. Gazeteler bugün artık çekirdekten yetişme gazetecilerin sahibi olduğu eski gazeteler değil, büyük
plazalara sahip sermayenin çeşitli
kollarında faaliyet yürüten işadamlarının elindeki birer iş alanı durumundalar. Bu yüzden de ilişki biçimleri, işleyiş vs. temel noktaları
aynı kalsa da çeşitli farklılıklar içermekte. Öyleyse yeni bir soru: Aynılar ve ayrılar nelerdir?
Sistemin yayın araçlarına birer
propaganda misyonu yüklediği süreçler aslında yeni bir evrimden
geçti. Artık yeni şekillendirmelerin,
yeni insan tipinin biçimlenmesi
misyonu duruyor medyanın sırtında.
Parayı ve ülkeyi elinde tutanlar, ise
önce dünyanın artık global bir köy
olduğu temasını işleyerek başladılar
ve ondan sonra da bu şartlanmışlığın üzerine giderek yeni
projelerini şekillendirmeye başladılar. Dünyanın dört bir yanında milyarlarca insanın kaderi Katherina
Blumm'la aynı çizgide gelişti. Olaylar
tersine çevrildi, gerçekler ters yüz
edildi;
ölüler
diriltildi,
diriler
öldürüldü... Tüm bunlara yine aynı
milyarlar inandırıldı. Çünkü globalizm, kalkan sınırlar sadece parayı
ve ülkeleri yönetenler için kalkmıştı.
Dünya onlar için küçülüyordu. Yoksa
kentleri dolduranlar için oturduğu
cadde yine upuzun, yaşadığı şehir
yine uçsuz bucaksızdı. Koca şehirler
içinde yalnızlaştırıldı insanlarımız.
dejenerasyonu en ücra köylerin, en
küçük evlerine ulaştıran medya
patronlarına sunulan sınırsız kredi
alanlarının ve bu kağıtları imzalayan
bürokratların oluşturduğu devlet
mekanizmasının oluşturduğu birleşik
gücün kumanda merkezlerinden söz
ediyoruz.
Heinrich Böll işte bu çıplak gerçeği gösteriyor romanında. Hem de
evelemeden gevelemeden, tüm bir
toplumun polisleştirilmesini çarkın
dişlilerinin koca bir toplumu nasıl
hırsla öğütmeye çalıştığını anlatıyor.
Bizim de günlük yaşamımıza hiç
yabancı
olmayan
bir
olaylar
kurgusuyla. Katherina Blumm'un
başına gelenler ya bizlerin başına
geliyor, ya da bunları aynı medyadan takip ediyoruzdur ama belki de
farkına bile varamıyoruzdur. Çünkü
bu işe başlarken yapılacak ilk iş
belleği alabildiğine zayıflatmaktır.
Bellek ne kadar zayıflarsa üzerinde
yapılacak uğraşa o kadar çabuk
cevap verecektir. Ama biraz dikkatli
olur ve belleğimizi canlı tutarsak
karşımıza çıkan tablonun çarpıklığını
ve
gülünçlüğünü
görmememiz
imkansızdır. Her gün televizyonlara
çıkartılıp terörist diye lanse edilen
insanların, büyük eylem hazırlığında
diye feryat figan silahların önüne
dizilen insanların ertesi gün serbest
bırakıldığını yakınları dışında kimse
öğrenemez. Ya da ölen bir
devrimcinin ismi diye lanse edilen
kişinin aynı anda
Tüm bunlar tek başına medya
plaza sahiplerinin başarabileceği
işler mi gerçekten? Ya da gerçekten
böyleyse bu patronların dertleri
neden toplumu demoralize, apolitize
etmek, edilgenleştirmek mi? Yoksa
tüm bunları yöneten birleşik bir
gücün kumanda merkezi mi var
karşımızda? Büyük uydularla yayın
ağını
genişleten
tavı r / medya / ağustos '99 / sayı : 15
gözaltında olduğu gerçeğini kaç kişi
bilir.
Bir örnek: 29 Ekim 1998 gecesi,
yani tam da Cumhuriyet'in 75. yıl
dönümünün tüm şaşaasıyla kutlan
dığı gece. Adana'dan kalkan bir uçak
kaçırılıyor. Olay hemen medyaya
yansıyor. Canlı bağlantılar tüm
hızıyla sağlanıyor. Uçağı kaçıran kişi
pilotun
da
yönlendirmesiyle
Esenboğa'ya indirdiği uçağı Sofya'da
zannediyor. Ve büyük senaryo
işlemeye başlıyor. Önce uçağa
binenlerin listesi inceleniyor ve ortaya hemen uçağı kaçıranların isimleri geliyor. Kanıt? Yok! İpucu? O da
yok! Altı kişinin kaderi hızla Blum'un
kaderiyle benzeşmeye başlıyor ama
bir kaç saat sonra olayın seyri
değişmeye başlıyor? Çünkü uçağı
kaçıran kişi devrimci, yurtsever bir
kişi olduğunu açıklamıştır. Kimliği
belirmeye başlamıştır. Bir anda
ajanslar yeni durumu aktarmaya
başlıyorlar. Peki bir kaç saat önce
açıklanan faillerle ilgili bir söz? Yok!
Sebep?
Biraz sonra senaryonun yeni
sahneleri plan plan devreye giriyor.
Havaalanının ışıkları söndürülürken,
kelle avcıları katliamın planını
devreye sokuyorlar. Bu sırada vızır
vızır çalışan haber ajansları susuyor,
canlı yayınlar bir anda kesiliyor. Hiç
bir açıklama yapılmadan oluyor tüm
bunlar. Gecenin saat
rini alacak 60 milyon insan vardır çünkü. Ve
objektifleri yeni senaryolar için yeni yüzlere yeni
yaşamlara yönelir. Ve biz her gün iki ekmek
parasına bunları okuruz. Biz bunları okur
dururken bakarız ki bir gün birileri bizi okur ama
elden bir şey gelmez.
Heinrich Böll'ün romanında, finalde Katherina
Blumm çiğnenen onurunu kurtarmak için başına
onca çorabı ören gazete muhabirlerinin ikisini de
öldürür. Gazete muhabirinin cenaze töreninde
yapılan konuşma senaryoyu kaldığı yerden
devam ettirir. Çünkü bu saldırı koskoca basının
sınırsız özgürlüğüne yapılmıştır. Blumm'un ve
bizim gibilerin yaşamı ve onurunun ne önemi var
ki!
dördünden sonra o gergin bekleyiş
yerini her zamanki kliplere, sigarayı
bırakmanın
yararlarını
anlatan
programlara bırakıyor. Senaryo tıkır
tıkır işliyor. Bir kaç saat sonra canlı
yayınlar tekrar hızla devreye giriyor.
Sanki zaman donmuş, saatler
durmuş, insanlar bu süreyi kaskatı
kalıp, beyin fonksiyonları işlemez bir
hale gelmiş bir şekilde geçirmişler
gibi kalındığı yerden devam ediliyor.
Ama şimdi habere kan damlamıştır.
Operasyon timleri görevi başarıyla
tamamlamış, "militanı ölü olarak ele
geçirmişlerdir." Kimliği ne ilişkin bir
isim telaffuz edilmektedir. Ertesi gün
bu da değişecek, "militanın" gerçek
kimliği ortaya çıkacaktır. Peki dün
telaffuz edilen ismin sahibi nerede
adı televizyonlara çıktıktan sonra
hayatında neler oldu. Biz hareketli
çerçevenin karşı sındakiler bunu hiç
bilmeyeceğiz.
Polis ve medya aksaksız bir operasyonu daha gerçekleştirmişlerdir.
Senaryoları hiç aksa ksız çekilmiştir.
Kutlamayı da beraberinde gerçek
leştirirler. Sonra "ölü militanın"
kimliği delik deşik edilir. Ne mutsuz
çocukluğu kalır, ne düzensiz yaşamı,
ne de sorunlu ailesi... Her şeyi ama
her şeyi çarpıktır "mili-tan"ın. Ve biz
hep aynı bilgisiz bakışımızla yeni bir
şey öğrenmenin hayretini yaşarız.
Gerçeği, bir tek gerçeği, gerçekten
bilenler bilir ama onu da biz bilmeyiz.
Çark döner biz hiç bilmeyiz nasıl
döndüğünü... Ölüler için durum
böyleyken dirilerin başına bir şey
geldiğinde yaşam nasıl da çekilmez
olur. Etrafında onca olay gelişir, adı
ortada paçavra gibi sağa sola
atılırken, onun eli kolu bağlıdır. Her
sözü farkl ılaşır gelir ona. Önce
inanmak istemez sonra bakar ki
kurtuluş yok o da inanır
söylenenlere, sonra soyunur tüm
değerlerinden. Saçının tek telini
görmemiş insanlar en mahrem yerini
görür, ekmek parasını kazanmak
adına kuyusunu
kazanların
kuyusuna iner. Ve artık çıkamaz...
Harcanır gider; devri geçtiğinde yetavı r / medya / ağustos '99 / sayı : 15
araştırma
kemal koray
l
u
s
a
l
o
n
u
r
u
m
u
z
u
n
F
r
a
n
lusal onurumuzun Fransız
postallarınca
çiğnendiği
günlerdi.
Çukurova'nın eti bereketi
ırmak olmuş gavura
akmakta,
kadınlarımızın
namusuna göz dikilmekte; ezan
se sinin artık duyulmadığı camilerde
mavisi, beyazı, kırmızısıyla Fransız
bayrakları dalgalanmaktaydı.
Fransızlara Ermenilere tercih
eden bölge eşrafı şehirlerin, kasabaların kapılarını düşmana açıyor;
Osmanlı artıkları ve toprak sahipleri
gavur Fransız'la her konuda işbirliği
yaparak halkı sömürüyor, işgale
karşı
çıkan
yurtseverler
ise
kurşunlanıyordu.
Vatanı düşmana satmamak, namusuna sahip çıkmak ve iki kat söürülmemek
için
Çukurova'nın,
Toroslar'ın köylüsü, kasabalısı, yörüğü de bir araya geliyor kurtuluş
çareleri arıyor, halk silahlanıyordu.
Osmaniye de düşman işgalinden
nasibini almıştı. 1920'nin hemen
başlarında ise halk çetelerin etrafında toplanmaya başlamıştı.
Osmaniye'de Hacı Ökkeş Ağa'nın
konağı Fransız kuvvetlerince işgal
edilmiş, mavili, beyazlı, kırmızılı işgal
bayrağı
konağa
asıl-
mıştı.
-2Çete reisi konağa yapılacak baskın
için civar köylerden asker toplamaktaydı. Etrafa biriken kalabalık
su smuş, sırmalı cepkeninin altında
iki barebellum görünen tıknaz, çatık
ka şlı, koyu kahverengi gözlü çete
reisini dinlemekteydi.
-Yarın Fransızların elinde bulunan Hacı Ökke ş'in konağındaki
cepheye baskın yapacağız. Her aileden bir kişi istiyorum. Ne eksik ne
fazla.
Çete reisinin sözleri üzerine kalabalıkta bir dalgalanma oldu. Aileler
içinde bir yarıştır başladı. Evin yiğit
erkek çocukları, delikanlıları hem
kendi aralarında hem de babalarıyla
yarışıyor,
anaların,
ninelerin,
kızkardeşlerin
gözleri
yaşlarla
doluyordu. Meydandaki uğultu giderek artıyordu. Çünkü çete reisinin
dediğine göre her evden yalnızca bir
kişi alınacaktı. Uğultu giderek arttı;
göğe yükselen seslerin gürültüsü
onurdan namustan bağımsızlıktan
yana olan Osmaniyeliler'in savaşma
azmini
müjdeliyordu.
Kardeşler,
babalar ve oğullar arasında yapılan
tartışma adeta bir söz düellosuna
dönüşmüştü:
tavı r / anti emperyalizm / ağustos '99 / sayı : 15
-Yarın sıra benim ağabey hakkını
helal et.
-Ne zamandan beri küçükler başına buyruk oldular. Hüseyin! Emrediyorum, sen kurtuluş savaşımızı
bekleyeceksin...
Hüseyin'in yere eğilen gözlerinden bir ışık parlarken;
-ikimiz de katılsak ağabeyim, diye
ısrarını sürdürdü.
-Delimisin sen o vakit ağamız
ikimizi de emre itaatsizlikten cephe
gerisine alır.
Elindeki bakraçla çetelere ayran
dağıtan Rahime Hatun bu uğultuyu
sessizce ama gururla izliyordu. Bir
oğulcuğu olsa da vatan için bağrına
basıp onu da cepheye sürseydi ne
de hoşnut olurdu.
Cepheye atılmak için yarışanları
duydukça kendi gönüllü olduğu gün
geliyordu aklına.
Aylar öncesiydi, çete reisi Hüse
yin Ağa Raziyeler Köyü Kanlıgeçit
Mahallesi'nde ev ev dolaşıp çete
topluyordu. Rahime de onun geldi
ğini duymuş sabırsızlıkla bekliyordu.
Gönüllü olmaya çoktan karar
vermişti. Gavura karşı savaşacağım
diye içi içine sığmıyordu. Fransızların
yaptıklarını duydukça içindeki öfke
daha
da
büyüyordu.
Bir yandan da "kadın olduğu için
cepheye alınmam geride tutulurum"
diye kaygılanıyordu.
Kadındı ama kendi deyimiyle
"babasının oğluydu"; küçük yaşlarda
atıcılığa başlamış, hatta bir bayram
günü yaylada bir çok erkeğin vuramadığı hedefi ilk atışta vurarak
herkesin takdirini kazanmıştı. Kısacası bir erkek gibi yetiştirilmişti.
Rahime sabırsızlıkla beklerken,
çete reisi Hüseyin Ağa içeriye girdi;
-Her evden birkaç çete topluyoruz.lşgalci düşmanları, teşkil edeceğimiz bu birlikle vatanımızdan
kovacağız. Bu evden çete olarak kimi
alalım?
Rahime Hatun hemen ileri atıldı;
-Köse Abdullah ailesinden de
beni çete yazın, diye bağırdı.
Hüseyin Ağa ise şa şırmış bir vaziyette;
-Sen kadınsın köyde kalıp geri
hizmette çalışman uygun olur dedi
Rahime ise bu teklifi hiç de kabul
edeceğe benzemiyordu.
-Hayır, ben cephe gerisinde değil, cephede erkeklerle birlikte savaşacağım, diye ekledi.
Rahime Hatun'un kararlılığını
gören Hüseyin Ağa daha fazla diretemedi;
-Öyleyse sen de Köseler ailesinden "Rahime Onbaşı" olarak çetelere katıl, dedi.
Rahime Hatun çetelere gönüllü
oluşunu hatırlayadursun meydandaki
kalabalıkta yarış hızla sürmekteydi.
Yer yer tatlı sert tartışmalar da
duyuluyordu. Ölmek için yarışıyordu
Osmaniyeliler.
-3-Ertesi gün erkenden kalktı
Rahitavı r / anti emperyalizm / ağustos '99 / sayı : 15
me Hatun. Kocasının eski cepkenini, çizmelerini giydi. Uzun saçlarını
tülbentle sıkıca s a r d ı k t a n
sonra d o l m a tüfeğini alarak
caminin önüne koştu. O, camiye
vardığında avluda toplu halde
sabah namazı kılınmış; Hacı
Ökkeş'in
konağına
baskına
katılacakların listesi yapıl yordu.
Çete reisi, elinde dolma tüfeğiyle Rahime'yi görünce;
-Ne o bacım sen azık taşımıyor
musun? diye sordu.
Rahime gözlerini yerden ayırmayarak kı sı k bir sesle;
-Azık taşımak için sıra bekleyen
bir sürü kadın var, bırakın ben de
baskına katılayım, diye cevap verdi.
Sesinin kısı klığı bir yana, gözlerinde öylesine bir kıvılcım, duruş u
n d a öylesine bir kararlılık vardı ki;
Reis itiraz edecek gücü kendin-
de bulamadı. O çatık kaşlı çete reisinin gözleri doldu;
-Allahım sen bunların emeğini
boşa salma diye mırıldandı.
Listeler hazırlanmış, baskına katılacaklar
seçilmişti.
Müfrezede
Hayta Hüseyin Çetesi, Yaveriye Çetesi, Yastı Kelle, Ali Kılıç, Namık
Hüseyin, Kadir Çavuş, Muhammet
Hoca, Nacar Okke ş, Borazan Mehmet, Hacı Ali oğlu Ali ve Ahmet,
Alibekiroğlu Ahmet ve diğer çeteler
vardı. Baskına katılacakların sayısı
70-80 kadardı. Alibeyli mahallesinde
düşman karargahı olarak kullanılan
Hacı
Ökkeş
Ağa
Konağı'nda
dalgalanmakta olan bayrak çetecileri
kahrediyordu.
Aralarında Rahime Hatun'un da
bulunduğu müfreze hedefe doğru
yaklaşmaktaydı.
Fransız karargahı çok iyi korunmasına rağmen, çetecilerin aklından
geçen tek şey o mavili beyazlı
kırmızılı bez parçasını asılı olduğu
yerden indirmekti. Hepsi ölümü göze
almış, konağın ele geçirilmesinden
başka bir şey düşünmüyorlardı. Bu
arada
Rahime
Hatun
erkek
çetecilere dönerek;
-Arkadaşlar, düşman karargahını
mutlaka alacağız. Allah bizimle
beraberdir. Yalnız sizden bir isteğim
var. Eğer ben şehit olursam sakın
cesedimi düşmana bırakmayın dedi.
Kadir Çavuş bu kahraman Türk
kadınına imrenerek baktı. Ondaki
ölümü yenen kararlılık ve yoldaşlarına verdiği cesaret tam bir kahramanlık örneğiydi. Daha öncede Rahime Hatun'la sayısız çatışmaya
katılmıştı hatta bir keresinde ortalarına düşen bir el bombasını geriye,
düşmana atarak Rahime Hatun'un
ve tüm müfrezenin hayatını o kurtarmıştı.
Kadir Çavuş bunları düşünürken
çeteciler de Rahime Hatun'un
sözleriyle coşmuşlardı.
Ali Kılıç da Rahime'nin bu sözleri
üzerine aylar öncesine daldı ve çete
reislerinin bir araya geldiği
Ra-
hime Hatun'un da aralarında olduğu
ve
görev
dağılımı
yaptıkları
toplantıyı anımsadı. Sohbet esnasında Rahime Hatun silah arkadaşlarına;
-Arkadaşlar yeni bir yiğitleme
öğrendim, izin verirseniz sizlere
söyleyeyim demiş; başta Ali Kılıç
olmak üzere tüm çete reisleri gür bir
se sle "buyur" diye ona cevap
vermiş; Rahime Hatun da tıpkı az
evvel yaptığı gibi çeteleri coşturan
yiğitlemesini okumuştu. Rahime'nin
o gür ve heyecanlı sesi Ali'nin
kulaklarında hala çınlıyordu;
Çamlıbelden Gürcistana
seferim var beyler yürü kötü
gelmesin meydana serden
candan geçen gelsin
Çamlıbelden indim düze
Koçyiğitler gelsin bize
Kefenini kendi özüne
Eliyinen biçenler gelsin
Yediğimiz aslan eti
İçtiğimiz aslan sütü Kılıç
kabzasından kanı Şarap
edip içen gelsin
Yiğitleme bittiğinde çeteler coşmuşlardı. Tüm çetecilerin yürekleri
kavga hırsı ve vatan sevgisiyle dol
muştu, tıpkı bugünkü gibi. Çeteciler
öylesine coşmuşlardı ki; Rahime
"yaşa, varol'larla tebrik edilmiş, hatta
çetebaşı Yastı Kelli Veli hemen
fırlayıp,
Rahime'yi
alnından
öpmüştü.
Ali Kılıç bunları düşünürken
düşman karargâhına da iyice yaklaşmışlardı.
-4Herke s mevziye girmiş, son hazırlıklar tamamlanmıştı,
işaretin
verilmesiyle birlikte çeteciler dolma
tüfekler ve çakmaklılarla saldırıya
geçtiler.
İlk şaşkınlığı atan Fransızlar bu
tavı r / anti emperyalizm / ağustos '99 / sayı : 15
saldırıya mitralyözle karşılık vermeye
başladılar.
Çeteciler "allah allah" nidalarıyla
etrafı çınlatıyor, kurşun yağmurlarına
rağmen ilerlemeye çalışıyorlardı.
Şiddetli bir çarpışma başlamıştı.
Rahime Onbaşı'yla Kadir Çavuş yan
yana gelmiş, her attıkları kurşunla bir
Fransız askerini düşürüyorlardı.
Zaman geçtikçe düşman ateşi
yoğunlaşmaya başlamıştı. Fransız
uçaklarının gelmesiyle çetecilerin
durumu daha da güçleşti. Uçakların
attıkları
bombalar
çetecilerin
ilerlemesini engelliyordu.
Mitralyöz ve bombalarla çetecilerin bunaldığı bir sırada Rahime
Hatun, "haydi, allahın ı, vatanını seven yürüsün" diyerek ileriye atıldı. Ve
kurşunlar arasından gölge gibi
süzülerek konağın etrafını çevreleyen yüksek duvardan içeriye atladı.
İlk işi büyük kapıyı açmak olmuştu.
Her şey o kadar ani gelişiyordu ki,
düşman askerleri Rahime'yi ancak
kapı açıldıktan sonra farkedebilmişlerdi.
Gavur Fransız'ın onu farketmesiyle birlikte bir kurşun omuzundan
girerek, girdiği yeri parça parça etti.
Yere yığıldı Rahime. Kapının önünde
öylece yığılmasına rağmen silah
arkadaşlarına seslenmekten geri
durmadı.
-Haydi çetelerim, saldırın, cesedimi gavura mı bırakacaksınız?
Sonra ard arda yediği kurşunlarla
Rahime şehit düştü. Onun yiğitliğine
tanık olan arkadaşları coştular.
Rahime'nin açtığı kapıdan bir rüzgar
gibi içeriye daldılar. Ali Kılıç, Yası
Kelle Veli, Kadir Çavuş diğer
çetecilerle birlikte Rahime Onbaşı'nın hesabını sormak için konağı
kurşun yağmuruna tuttular.
Siyah şalvarlı, göğsü fişekli Rahime'nin poşusundan tel tel sarkan
kömür karası uzun saçları yerde biriken kanlara banıp, kınalanmaktayken, silah arkadaşları da Hacı
Ökke ş konağındaki Fransız bayrağını
yere indiriyorlardı.
tartışma
grup yorum
Akit Gazetesi
Grup Yorum'a Dil Uzatamaz
Temmuz 1999 tarihli
Akit Gazetesi'nde 2
Temmuz
Siv as
Katliamı'nın konu olduğu
bir y azı dizisinde Siv as
katliamı
nda ölenler v e onları sahiplenen ay dın ve
sanatçılara y önelik çarpıtmalar ve
karalamalarla dolu bir yazı y azıldı.
"Sivas Tahriki-Düzeysiz Küfürbazlar" diy e
başlay an y azıda 2 Temmuz'da ölenlerin
dumandan zehirlenerek öldüklerini if ade
ederken diğer bir yandan onların anısına
türkü y apanları estetik değerden y oksun
küf ürbazlar olarak suçluy or. Bu y azının
bir paragraf ında y azar bizim ismimizi de
zikrediy or. "Grup Yoru m; Yerli rüşdi, e mperyalizmin sözcüsü" başlığı altında
başlay an paragrafta kendi sığ v e takıyy eci bakış açılarıy la bir tespit y apılıy or:
"Senin de dağların var Sivas senin
de dağların, dağlarında sahanların ifadeleriyle başlayan dizeler, birden laik-kemalist bir tarz alıyor ve özgürlüğü yazan
kalem kır ılır cü mlesiyle şarkı sürüyor.
Grup Yoru m 'un te msil ettiği siyasal düzeyin, Aziz Nesin gibi halkın dini değerlerine hayasızca saldıran ve sırf arzusunu
tatmin etmek için emperyalizm tarafından
üretilmiş Sal man Rüşdi'nin gönüllü
Türkiye şubesi olarak çalışan ve böylece
modern-e mperyalizmin taşeronu ol ma
vazifesini icra eden kişiyi; özgürlüğü
yazan kalem olarak nitelemesi savunduğu
bazı ilkelerin iğdiş yada tümden iptal
ol ması yolunda tehlikeye girmesine
neden olacaktır" diy e y azı bitiy or.
Akit gazetesinin böyle bir yazıy la ne
y aratmaya çalıştığı anlamak çok zor
değil. Y azının tamamının karalama
çabası içinde y azıldığı v e bu katliamı
meşru gösterme çabasında olduğu her
kelimesinde
kendini
belli
tavı r / gerici basın / ağustos '99 / sayı : 15
ediy or. Akit Gazetesi y azarına sormak
istiy oruz bizimle ilgili bu kadar laf
ederken bu güne kadar türkülerimizle,
y aşadıklarımızla üstlendiğimiz misy onu
ne kadar anladınız. "Gün Tutuşur" adlı
türkümüzü
dinleyip
aklınızca
y orumlarken kaset kapağını da mı
okumadınız? Orada bu türkünün,
katledilen
insanlarımızın
anısına
yapıldığı çok açık bir şekilde yazıy or. Bu
türkünün Aziz Nesin'e yapıldığ gibi bir
ibarey e rastladığınızı iddia edebilir
misiniz? Bu insanlar neden v e nasıl
katledilmişlerdir. Sizin y azdığınız gibi
basit bir gerekçeyle sadece duman
zehirlenmesinden mi öldüler? Eğer öyle
diy orsanız, biz y ine soruyoruz; ateş
olmay an y erden duman çıkar mı? Bu
ateş nasıl y andı, kim teşv ik etti, kim alet
oldu? Bunları sormak daha namuslu bir
dav ranış biçimi değil mi? Siz de çok iyi
biliy or-
sunuz ki Aziz Nesin sadece bahanedir.
Y ıllardan beri egemenler, Anadolu
toprakları üzerinde y aşay an f arklı
uluslardan, mezheplerden halkları
birbirine düşürerek katletmiştir. Siv as' da
bunun bir örneğidir. Din olgusunu
kullanarak "dinimize küfrediyorlar"
diy erek halkı kışkırtmay a çalışmış v e
sonucunda bir katliam y aşanmıştır. Bu
olay ların yaratılmasında sizin gibi
kontgerilla yay ın anlay ışı sürdüren
basının da pay ı v ardır. Bu y azıy la da bu
tarzınızı sürdürüy orsunuz. Aziz Nesin'e
düşüncelerinden dolayı bilinçli bir şekilde
yaratılan tepkinin var olmasını kullanarak
bize de çamur atmay a çalışıy orsunuz.
Sizin gibi takıyyecilerin karşısında öm
rünün sonuna kadar onurunu, karar
lılığın ı korumuş bir Aziz Nesin'i sonuna
kadar savunuruz. Belki her düşüncesine
de katılmayabiliriz ama bundan size ne?
Bizim Siv as'la ilgili bir beste y apmamız
sizin dey iminizle bir f uryay a kapılma
biçimiy le açıklanamaz. Bu insanlar, Pir
Sultan Abdal Etkinlikleri'nde sazıy la
sözüy le semahlarıy la yazılarıy la ve
resimleriyle
halkın
değerlerini
sahiplenmeleri y anıy la ülkemiz toprağına
bağlı ay dınlarımız, sanatçılarımızdı r.
Elbette sahipleniy oruz. Bu sizi niy e bu
kadar rahatsız ediy or?
Ay rıca, türkümüzü de y arım y amalak
dinley ip koca koca tespitler y apmışsınız
ki, biz kalem kırılır demiy oruz, kalem
tutuşur diy oruz bir daha dinleyin de
öğrenin. Tabi insanlar dumandan öldüğü
için, yanmak, tutuşmak gibi şey ler orada
yaşanmadığından "tutuşur" kelimesi sizin
elinizde "kırılır" oluy or. Ayrıca siz, bizim
sav unduğumuz siy asal düzey den bugüne
kadar ne anladınız ki parçamızda
kemalist bir tarz olduğunu, savunduğumuz ilkelerin iğdiş edilmesi sonucunu çıkardınız. Y azdığınız y azıy a
bakan da sizi empery alizm karşısında
kararlı, ilkeli bir tutum sergiliyorsunuz
sanır. Biz kurulduğumuz günden bugüne
kadar emperyalizm karşısında halkaların
onurunu, bağımsızlığın ı sav unurken,
söy lediğimiz
şarkılardan dolay ı bedeller öderken siz
neredey diniz, hangi çizgiy i sav u
nuy ordunuz? 1991 y ılında emperyalizm,
Irak halkının üzerine bombalar
y ağdırdığında biz sokaklarda sizin
küf ürbazlar olarak nitelendirdiğiniz
ay dınlarla eylemler yaparken, siz hangi
deliğe saklanmıştınız? Hangi siy asi
çizgiy i temsil ediy ordunuz? Siz hangi
siyonistle,
emperyalistle
yemek
masalarındaydınız? Siz ne hakla bizim
siy asal anlay ışımıza dil uzatıy orsunuz?
Bu sorular sizin cev ap v ermekte
zorlanacağınız sorulardır. Buna v erilecek
hiç bir cev abınız y oktur.
tavı r / gerici basın / ağustos '99 / sayı : 15
Y ay ın politikanızla halklar arasında
düşmanlık tohumları ekmey e çalışarak
mı empery alizme karşı tav ır alıy orsunuz?
Bunların hesabını v ermek zorundasınız.
Haddinizi bilin diy oruz. Çirkefle-şen
sayf alarınıza her gün manşet attığınız
"zulü m" sözcüğü size hiç mi hiç
y akışmıy or.
Çünkü
sizin
taraf ınız
zulmedenlerin taraf ı. Bunu tüm benliğinizle, kimliğinizle gösteriyorsunuz.
Bu karalamalarınıza y önelik meşru ve
y asal y ollarla başvuracağız. Bunu da
buradan duy uruy oruz!
şiir
bertolt brecht
Öğrenmeye Övgü
Öğren en basiti.
Zamanıdır.
Sakın geç deme.
Öğren abeceyi, çok bir şey değil gerçi
Öğren ama, başla.
Koru kendini yılgınlıktan.
Her şeyi öğrenmelisin
Çünkü sensin artık yönetecek olan.
Köprü altındaki, öğren!
Öğren, demir parmaklıklar arkasındaki!
Ev kadını, öğren!
Öğren, altmış yaşındaki!
Kimsesiz çocuk, okul ara kendine
Bilim ara, soğuktan kıkırdayan.
Sarıl kitaba, aç insan. Silahtır o
Çünkü sensin artık yönetecek olan.
Çekinme soru sormaktan arkadaş!
Enayi yerine koydurma kendini
Alınteri dökmeden bellediği şeyi
Biliyor sayılmaz insan. Geçir
gözden hesap pusulasını Unutma,
sana ödetilecek faturası Parmak
bas üstüne her rakamın
Nerden çıkmış, sor bakalım Çünkü
sensin artık yönetecek olan.
tavı r/ yı ldönümü / ağustos '99 / sayı : 15
değerlendirme
murat cey han
oğaziçi Gösteri Sanatları Top-luluğu'nun
müzik birimi olan Kardeş Türküler'in
y eni albümü "Doğu" geçtiğimiz
günlerde Kalan Müzik taraf ından
y ay ınlandı. Grup, daha önce de
üy elerinden Feryal Öney 'in solist olarak
yeraldığı "Hardasan-Azeri Türküleri" v e
daha sonra "Kardeş Türküler"
albümlerini hazırlamış ve bu albümler de
Kalan Müzik taraf ından yay ınlanmıştı.
Grup, müzik çalışmalarının hareket
noktasını Kardeş Türküler albümünde
"Anadolu'da yaşayan ve bu toprakların
tarihini yüzyıllar boyunca birlikte
oluşturan halkların ve toplumların
kültürlerini, 'halkların kardeşliği' temasıyla
yeniden gündeme getirmek ve bunu
sanatsal/müzikal bir dille yorumla mak..."
şeklinde açıklamıştı. Kardeş Türküler,
yeni albümü "Doğu"nun kaset kapağı
yazısında ise o döneme y aklaşımını "...
a maçlanan, etnik ve kültürel açıdan çok
kimlikli bir coğrafyanın genel resmini
çıkarmaktı" şeklinde açıklıyor. Y eni albüm
için de amaçladıkları şey in "... bu
resimden sonra, müziklerin artık daha
somut başlıklara dayalı prodüksiyonlar
olarak ele alınması, ilk alb mün
dra maturjisini 'ayrıntılandır ma' olanağı
sunacağı gibi, etnik müziklerle kurulacak
deneysel ilişkiyi daha sağlıklı bir zemin
oturtabilecekti." olduğunu açıklıy or. Buray a kadar Kardeş Türküler'in kendile-
rini if ade ederken söyledikleri konusunda
söy leyebileceğimiz çok f azla bir şey yok.
Bu noktadan hareketle yapılanlar olumlu
birer çaba olarak görülebilir hatta
akademik y anlarıy la ön açıcı olduğu da
kısmen belirtilebilir. Hiç kimse Kardeş
Türküler'in de bahsettiği, halkların
kültürel değerlerini yaşatma, konusunda
y aptıkları çalışmaları küçümsey emez,
üstelik destekçisi de olur.
Burada değinmeden geçemey eceğimiz bir kaç konu var. Kardeş Türküler
isimli albümde -Kardeş Türküler albümünü kastediyoruz çünkü Harda-san,
daha özel bir çalışmadır v e bu topraklarda y aşayan kültürlerin genel bir
resmi değildir, daha bölgeseldir- y aptıklarını y eterli görüp hemen ayrıntılandırma y olunu seçmiştir. Oysa ilk albümde çıkartılan resim genel olmanın da
çok ötesindedir. Bu albümde de çoğunlukla 'doğu' öne çıkartılmıştır.
ikinci albümün isminden de anlaşılacağı gibi doğuy a özel olması bu y aray la çok da değişik v e ay rıntılı bir çalışma değildir. Ya da diğer bir dey işle ilk
albüm ne kadar genelse bu albümde o
kadar geneldir.
Kardeş Türküler "Doğu" için y ine
şunları söy lemektedir: "... Bu tür çalışmalarda, içeriği belirsiz bir 'mozaik' anlayışından kaçınılması, 'farklılıkları ve ortaktav ır / müzik/ ağustos '99 / say ı: 15
lıkları ortaya çıkarmaya dönük bir dramaturjinin izlen mesi daha doğru görün mektedir" Öncelikle içeriği belirsiz bir mozaik
anlay ışından ne kastedildiği belirsizdir. Bu
ülkede kimler bu tür çalışma y apmaktadır?
Y ani
kimler
mozaik
çalışması
y apmaktadır?
Soruy u
şu
şekilde
genişletelim, ay nı albümde y a da farklı
albümlerde kimler Türkçe, Kürtçe, Arapça,
Lazca, Çerkesçe, Ermenice... türküler
seslendirmektedir? Bu şekilde müzik
yapan kişi y a da grupların sayısı bir elin
parmaklarının say ısını geçmez. Bunu
Kardeş Türküler de bilmektedir. Diğer
çalışmaların çoğu bölgeseldir. Antakya'da
onlarca Arapça kaset çıkmaktadır, y ine
Anadolu'nun pek çok bölgesinde Kürtçe,
Lazca türküler söylenmektedir ve bu
türküler albüm haline de getirilmektedir.
Kısacası bunlar da bölgeseldir. Hiçbirinin
"mozaik" anlay ışıy la üretildiğini düşünmüy oruz.
Kardeş Türküler iki albümle bütün bu
çalışmaları küçümseme hakkına sahip
olmamalıdır. Bu çalışmaların içeriği
Kardeş Türküler'in inandığın ın tersine
"belirsiz" değildir.
Bu tür çalışma yapanların y aptıkları
da y ine grup üy elerinin düşündüğünün
tersine sadece "yok olmaya yüz tutmuş
kültürlerin hatırlatılması" da değildir. Ev et
doğrudur, güncel bir mirasla karşı karşıy a
olunduğu gerçeği doğrudur.
Ama Kardeş Türküler bu noktadan hareket ederek kendi dışındakileri y anlış
çizgide, kendisini de doğru çizgide görmemelidir. Ay rıca bu kültürlerin y ok
edilmey e çalışıldığı gerçeği de unutulmamalıdır. Eğer, bir dili, onun müziğini
geliştireceksek onu önce koruyarak işe
başlayabiliriz. Y oksa bir çok dilin yaşadığı
dejenerasy on, gelişmeme ve hatta
silinme konulan gündeme gelmezdi.
Kardeş Türküler ilk albümünde
özellikle vurmalı çalgılardaki başarısı
nedeniy le iyi bir yere oturmuştur. Her ne
kadar grup üyeleri, "güzel türküler"
seçmenin yanlış olduğunu düşünse de,
işlerinin bu olmadığını söy lemiş olsa da
bu kay gıy la hareket etmiş özellikle ilk
albümünde güzel v e popüler türküler
seçmiştir. "Burçak Tarlası" böyledir.
"Düzgün Bawa" Dersim'in en çok bilinen
türküsüdür. "Yandı Bağrım" popüler bir
türküdür. "San Gyalin" Anadolu'da en
çok
bilinen
Ermeni
türküsüdür,
popülerdir.
Y ine albüm kapağında v urgulanan
dramaturji kavramının doğru bir yere
oturmadığını belirtmekte f ayda v ar.
Çünkü dramaturji öz olarak belli bir çatıy ı
if ade eder. Ve bu çatı müzikte daha çok
biçimsel
y anıy la
değerlendirilebilir.
Özellikle de "Doğu" albümünü dramaturjik bir çalışma olarak nitelendirenley iz, aksi oldukça yanlış bir tespit olur.
Ay nca "içeriği belirsiz ve geçişken"
olarak nitelenen "doğu" kav ramı da
utangaçça savunulan mozaik anlay ışıdır.
Neden belirsizdir "doğu"? Politik kavramı
da çok nettir, coğrafi kav ramı da öy le.
Öy leyse albümde niy e belirsiz. Çünkü
albüm bir anlamda mozaikleşmiştir.
Dramatik yapı söy lemi çökmüştür.
"Yaşadığımız coğrafyanın doğusu" diye
teorize edilen nedir? Marcel Xhalif
Anadolu'da y aşay an Araplardan olmadığına göre y aşadığımız coğrafya ile
vurgulanan nedir? Sorular çoğaltılabilir.
Kardeş Türküler böy le büy ük iddialarla y ola çıkıp kendisini bu alanda
otorite olarak görmemelidir. "De Bila
Beto" isimli Hakkari Türküsü için dü-
şülen dipnotta bu türkü için şöyle deniliyor: "Hakkari yöresine ait olan bu go-wend
(halay -b.n.-)form itibarıyla yeniden ele
alınmış, doğaçlama bölümlerle şarkı formuna
yaklaştırılmıştır..." Bunda sakınca y oktur
en azından daha sıradan düşünen bir
müzisy en için sakınca yoktur. Bölgedeki
türküleri ayrıntılı işlemey i hedef leyen,
müzikal f ormlarda f orma v urguy u
hedef leyen bir müzik topluluğu ise böy le
bir if adenin altında ezilir.
Bir diğer sorun da "Kara Üzüm
Habbesi" için geçerlidir. Bu türkü bir
Urf a türküsüdür. Grup türkünün bölgede
hem Türkçe hem Kürtçe söy lendiğini öne
sürmektedir. Bu konuda somut bir şey
ortay a
konmamaktadır,
hatta
bu
türkünün ileri sürülen Kürtçe sözlerine de
ulaşılamamaktadır.
Grup farklı bir
y öntem seçmiştir. Türküy e y eni Kürtçe
sözler y azılmıştır, hatta y eni y azılan
Kürtçe sözler için de yeni müzik
yapılmıştır. Neden böyle yapılmıştır, biz
anlamakta zorluk çekiy oruz. Y ine
y ukarıda söy lediklerimizi tekrar etmek
zorunday ız. Sıradan bir müzisy en için
buna en f azla 'olmamış' diy ebiliriz. Peki
y ukarıdaki iddiaların sahibi Kardeş
Türküler neden böy le yapmıştır? Sorun
açıktır,
Kürtçe asimilasyona karşı
duy ulan öfke Kürtçe olmayan türkülerin
de Kürtçe söylenmesi ısrarını getirmiştir.
Burada ısrar kelimesini grup kendisi
kullanmaktadır. Biz bu türkünün Kürtçe
olduğunu ilk def a Kardeş Türkülerden
öğreniy oruz. ilk albümde de "Demme"
için Kürt Alevi Semahı denmektedir. Tamam doğrudur, bu türkü Kürtçedir ama
Kürt Alevi Semahı diy e bir tanımlamay a
ilk
def a
rastlanmaktadır.
Semahı
belirley en ana nokta Türk y a da Kürt
olması değildir, dinsel y anıdır. "Demme"
öncelikle bir Alevi semahıdır. O zaman
Turna Semahı, Urfa Semahı ve Kırklar
Semahı' na albümlerinde yer v erenler de
bu semahlar için Türk Alevi Semahı mı
desin? Aslında niyet ortadadır. Grup iki
albümde
de
ay nı
pencereden
bakmaktadır v e bu bakış nedeniy le
sağlıksız sonuçlar çıkarmaktadır.
tavı r / müzik / ağustos '99 / sayı : 15
ikinci albüm müzikal düzenlemeler
y anıy la da ilk albümün gerisindedir. iki
albümü sırayla dinleyen bir kişi türküleri
birbirinden ay ırmakta zorluk
çekmektedir, ikinci albümde kullanılan
vokaller ve v u r m a l ı l a r y eni, yaratıcı değildir. A s l ı n d a K a r d eş
Türküler'in en büyük handikapı
buradadır. ilk albümü y eni olması
y anıy la başarılıdır. İkinci albüm, ilk albümün başarısı dikkate alınarak
dinlenmekte ama ay nı hava
y akalanamamaktadır.ilk albümün
başarısı ne y azık ki en fazla bir kaç
albüm daha etkisini gösterebilir.
Kardeş Türküler'e çalışmalarında
başarılar diliyoruz ama en azından ilk
albümlerinde söy ledikleri gibi "mütev azı" olduklarında.
şür
mehmet se vi n ç
Sızım sızım yollarından geçtim
ülkemin... Trenlerle,
otobüslerle yürüyerek...
Artistler Türküsü
olanlar Gol kralları
dahası,
Toprak damlı,
bahç elerinden küp küp altın, akçe çı karanlar
"Demokrati k Cumhuri yet", ül kemde bir bidon
benzin alıp damda kendini yakmak...
bir taş yuvak altında bekleşen
köyler gördüm, köy evleri...
içi dolu kor ku..
çoluk çocuk, emmi dayı
göz göze bir oba
-Yıkımcılar, yok mu sizin bebeleriniz ?Yanık yanık
yağsız bulgur, ayran başında...
yollarından geçti m ülkemi n
düştüm, ateş s oluklu boz kırların içinde...
ve orada s arı otlar
çöğür diken,
orada ç opur çopur toprak.. Ve
rüzgar
yüz ümü ellerimi kavurarak;
kime bu işsizlik?...
bu trenler böyle tıklım tıklım
doğuya...
ikibinli yılları ülkemin,
merhaba
- Y a biz ekmeği nerden buluruz ?Göç göç
yollarından geçtim ülkemin...
Seçim asfaltlarıyla horlanmış
gecekondular gördüm.
Her birinde
bin türlü hi kaye...
Yarı utanır, yarı isyan,
batıya...
Bu dünya nasıl üleşilmiş,
Kime düş müş bu vatan?..
Sustukç a, zulüm dalıyor etimizi...
her birinde türlü türlü
gelecek düşleri:
tavı r /şiir / ağustos '99 / sayı: 15
37
Halk edebiy atı içinde, Halk şiirlerini
üreten halk şairleri, icraatlarına göre
değişik isimlerle anılmışlardır. Ozan,
aşık, saz şairi, kalem şuarası gibi...
Ozan; Orta Asy a Türkleri içinde işlev leri bakımından oldukça saygın bir
kişiliğe sahip, rahip-şair (baksı-ozan)lerin,
şairlik görevlerini bırakmalarından sonra
ortay a çıkmış ve varlığını günümüze
kadar sürdürmüştür.
Günümüz halk şiiri ölçü v e biçimleriy le hemen hemen aynı olan şiirlerinin
konusu genellikle aşk, doğa, kahramanlık
ve y urt sev gisidir. Onlar askerlerle birlikte
sav aşa giderler, düğün, eğlence, toplantı
ve
kutlu
günlerin
vazgeçilmez
konuklarıdırlar.
Zamanla ozanlar, önemlerini y itirdiler.
Özellikle Selçuklular döneminde Türk
edebiy atına y abancı kalan sultanların v e
Arap-Fars kültürü ile y etişen şehzadelerin
Acem edebiyatına iltifatları v e bu kültürün
ülkede y ay gınlaşması, ozanların v e
taşıdıkları kültürün küçümsenmesine
hatta dışlanmasına yol açtı. Ve ozanlar,
islam hükümdarı konumundaki sul-
tanlara tepki gösteren Türkmenler içine
çekildiler.
Ozanlar bunca horlanmaya, dışlanmay a rağmen günümüze gelebilmişlerdir. Özellikle XVII. yüzy ılın y etiştirdiği
Karacaoğlan,
Anadolu'da
sazıy la-sözüy le büyük hey ecan estirmiş,
tekke şairleriy le, dine yönelen ozan şiirini
eski kimliğine kavuşturmuştur. Ozanlar
XV. y üzy ıla kadar halk şiirinin tek
temsilcisi durumundadırlar.
XV. y üzy ıldan itibaren bu alana
"aşık" adı altında yeni bir şair tipi girer.
Ferdi temele dayalı halk şiirinin ikinci
önemli temsilcisi aşıklardır. Ozanlar,
Orta Asya kökenli olmalarına rağmen,
aşıklar XV. yy.'da Anadolu'da ortaya
çıkmıştır. Horlanan ozanlar kırsala
çekilince, onlardan boşalan bu alana,
sağda-solda varlığını sürdüren saz
şairleri dışında, aşık adı altında bir şair
tipi girmiştir.
Aşıklar, bir y andan dışlanan ozanlara, diğer taraftan div an şairlerinin kötü
birer temsilcisi olan saz şairlerine
benzememek için, kendilerini bir takım
kurallarla
sınırlandırmışlardır.
Bu
kurallar, başta yeni kafiye
disiptavı r / müzik / ağustos '99 / sayı : 15
linleri, aşık makamları, hikay e tasnif
etme ve anlatma, div an şiirinin dil ve
türlerine y aklaşma, muamma, tekellüm...
gibi y eni şiir türleri geliştirme, bade, buta
gibi inanışlar sıralanabilir. Kısa sürede
başta Azeri sahası v e Doğu bölgeleri
olmak üzere tüm Anadolu'ya y ay ılmıştır.
Ozanlar, içinde bulunduğu toplumun
hay at anlay ışı içinde y alın ve sade bir
dille
doğanın,
hay atın
türküsünü
söy lemişken, aşık edebiyatı ürünlerinin
pek çoğu dini v e ahlakidir. Buna rağmen
aşık edebiyatı zamanla sosyal v e din dışı
konulara da açılmıştır.
Aşıklar, saz eşliğinde şiir söy lemey e
"telden söy lemek", saz çalmadan düz
söy lemeye "dilden söylemek" diy e isim
v erirler.
Aşıkların müziğimize de önemli
katkıları olmuştur. Ozanlar dey işlerini
mahalli ezgiler içinde söy lerken; "aşık
makamları" adı altında yüzü aşkın ezgi
geliştirmişlerdir.
Aşıklar geleneği y alnızca çalıpsöy lemeye day alı bir icraat değildir.
Mutlaka bir usta y anında öğrenilmesi
gerekir.
Aşıklar kerv anına katılacak kişi,
kendi vey a ailesinin isteği ile usta
bir
aşık y anına çırak v erilir. Buna "kapılanma" denir. Çırak ustasından, meydan
açmay ı, divana çıkmay ı, yarışmay ı,
hikay e anlatmay ı, ay ak kurallarını v e
aşık makamlarını öğrenir. Bu dev re
çırağın istidadına göre iki y ıldan 20 y ıla
hatta 30 y ıla kadar sürebilir. Çırağın
y etiştiğine inanan usta, ona "icazet"
v ererek tek başına mesleğini sürdürmesine izin v erir. Çoğu aşığın
mahlasını ustası v ermiştir.
Türkülerin oluşumunda kaynak olan
çeşitli olayları, toplumun duy gularını,
hey ecanlarını, coşkularını, tasalarını dile
getiren kişilerin ürünleri zamanla anonim
bir görünüm kazanırlar.
Halk ozanlarının y apıtları, zaman
içinde kulaktan kulağa, dilden dile
iletilerek topluma aktarılmış olduğundan,
y apıtlar orjinalliğini koruyamamıştır.
Belgeleme, yani notaya alma işi bizde
19. yüzy ılın başlarında gelişmiştir.
Söz, y azıy la beraber kalıcılığını kazanmış olduğundan, bozulmadan günümüze kadar gelebilmiştir. Ezgi ise
ancak 1800'lü y ıllarla birlikte daha
güv enilir v e doğru biçimde ulaşmaya
başlamıştır. Ama aşıklar y a da ozanlar
için nota kullanmak y apıtlarını notay a
dökmek henüz bu y ıllarda, hatta
günümüzde bile pek mümkün olmamıştır. Bu da, y üzy ılımızın başına kadar,
hatta beş-on y ıl öncesine kadar, halkın
doğru dürüst okuma-y azmay ı bile
öğrenemediği düşünülürse pek tuhaf
olmasa gerek.
Anadolu müzik kültürünün en v erimli
kay naklan
aşıklar
ve
y öresel
sanatçılardır. Aşıklar ve y öresel sanatçılar y aşadıkları toplumun kültürel
birikimlerini gelenekten geleceğe taşırlar.
Anadolu halk müziğinin iki ana
kay nağının
özellikleri,
bazı
y erel
sanatçılarda bütünleşmiş olarak görülür.
Y ani bazı kişiler hem yerel halk müziği
unsurlarının hem de aşıklık mesleğinin
uy gulay ıcısı durumundadırlar . Bunlar
toplumun kültürel birikimlerini geleneğe
bağlı kalarak v e kendi kimliklerini,
kendilerine özgü
olanı belirterek sazla-sözle dile getirirler.
Bunlardan birisi pek çok kişiyi etkisi
altında bırakan halk sanatçısı; Neşet
Ertaş'tır.
Neşet Ertaş, 1938 y ılında Kırtıllar
Köy ü'nde doğdu. Muharrem Ertaş'ın
ikinci ev liliğinden olma dört çocuktan
biridir. Kırşehir, Y ozgat ve Keskin'in
çeşitli köylerinde geçen çocukluk v e ilk
gençlik y ıllarının ardmdan, 15 yaşında
y urt dışına çıkar v e halen yurt dışında
y aşamaktadır.
Orta Anadolu'nun "abdal" kültürünün
çağdaş temsilcilerinden olan Neşet
Ertaş,
gelenekten
aldığı
birikimi
birleştirebilmiş
ender
sanatçılardan
biridir. Neşet Ertaş'ın aşıklık yanı bu
güne değin hep ihmal edilmiş y ada açığa
çıkarılmamıştır.
Sanatçı bir "bozlak" ustası olarak
tanımlansa da, halk müziğinin türkü,
dey iş, oy un hav ası, semah vb. türlerinden repertuarlarımıza kazand ırdıkları
azımsanamay acak kadar çoktur. Neşet
Ertaş'ın en belirgin özelliklerinden biri de
zengin melodi kalıplarıdır. Karacaoğlan,
Agahi, Aşık Arap Mustaf a, Toklumenli
Aşık Sait, Ah izzet (Özkan), Nesimi gibi
aşıkların şiirleri Neşet Ertaş'm zengin
melo-dileriyle buluşmuş, ölümsüz eserler
haline gelmiştir.
Neşet Ertaş, babası Muharrem usta
ile adeta Anadolu'daki en olgun seviy esine erişen bu Türkmen/Abdal Müzik
birikiminin y eni bir y orumcu-sudur. Y oğun
y öresel özellikleri v e baskın mahalli
unsurları ile donanmış bu müziği
yöresinin dışına çıkarmış, ülke genelinde
v e hatta y urt dışında bilinmesini ve
tannımasını sağlamıştır.
1960'lardan itibaren binlerce y ıllık
sazımız bağlama ile birlikte anılan; sadece geniş halk kesimlerinin değil, ciddi
müzik çevrelerinin ve türkü dostlarının da
gündeminden hiç düşmey en sanatçıy ı
f arklı bir bağlamda değerlendirmek
gerekiy or. Aslında onun için, bir anlamda
tam bir y öre sanatçısı olmasına rağmen
y aygın şöhreti v e söylediği türkülerin
popü-
tavı r /müzik / ağustos '99 / sayı : 15
laritesi ile ülke genelinde tanınan biri
olarak, hem babası Muharrem Ertaş'tan
hem de bu geleneğin usta isimleri olan
Hacı Taşan, Çekiç Ali de başta olmak
üzere,
Abdal/Türkmen
Müziği
geleneğinin çeşitli yörelerde f arklı tav ır
v e üsluplarda karşımıza çıkan diğer
ustaları da dahil olmak üzere hepsinin
üst seviy ede bir sentezi denilebilir.
Onun y okluk, yoksulluk ve acılarla
dolu hay atını "Garip" mahlasıy la, koşma
tarzında usta işi şiirlerdeki ozan y önünü
de bulabilirsiniz.
Neşet Ertaş kendisine ait olmayan bir
türküy ü bile öy le bir okur ve y orumlar ki,
o türkü o şekliy le yıllar öncesinden Neşet
Ertaş türküsü gibidir artık.
Olağanüstü yeteneği, gelenekten
kopmadan yeniy e bağlılığı, türküy ü
bağlamay a, bağlamay ı türküye bu kadar
y akınlaştıran adeta birbirlerinin içinde
eriten eşsiz bir sanatçıdır.
Neşet Ertaş'ın sanatı, müziğin özünü,
ruhunu kav rayan birinin, hiç bir
y apmacıklığa y er bırakmadan, olduğu
gibi kendini v e hissettiklerini saza söze
dökmesidir. Neşet Ertaş'ın sanatına
örnek olarak dinleyebileceğiniz, belki de
en güzel en seçme türkülerini v e
yorumlarını Kalan Mü-zik'in çıkarttığı dört
adet kaset/CD'de bulabilirsiniz.
Günümüzde ekonomik v e kültür
alanlarındaki
değişmeler;
sanay inin
gelişmesi, köy nüf usunun şehire hızla
göç etmesi, okuma-y azmanın artması v e
gazete, dergi, kitap gibi y eni kültür
araçlarının y aygınlaşması, böy lece şehir
kültürünün taşraya aktarılması v b. gibi
toplumsal nedenlerle artık böylesi y eni
aşıkların y etişmesi olanağını da gittikçe
azaltmaktadır.
Kaynaklar:
1- Türk Halk Şairleri Antolojisi
(Emir Kalkan)
2- Büyük Larousse
3- Müzik Ansiklopedisi
4- Bayram Bilge Tokel
5- Melih Duygulu
araştırma
sedat taşer
Karikatürün Gelişimi ve
Bugünkü İşlevi -21980 Cuntası ve Karikatür
12 Ey lül cuntası baskı v e terörle geldi.
Kısmen de olsa v ar olan demokratik hak
v e özgürlükler askıy a alındı. Bütün
sendikalar, dernekler kapatılırken, basın
da bu uy gulamalardan nasibini almıştı.
Çıkmasına izin v erilen dergi v e gazeteler
ise cuntanın sesi olmaktan başka bir işlev
taşımıy ordu.
Karikatür de bu terör ve baskı
ortamında pay ına düşeni almakta
gecikmedi. Ne var ki; karikatüristler
karikatür sanatının özgünlüklerinden,
simgesel
anlatım
biçimlerinden
f aydalanarak, cuntay a karşı muhalefet
etmekten de geri durmadılar. Gizliden
gizliy e de olsa "iktidara dokundurmalar"
y apılarak, ulaşılan kesimlere mesajlar
taşınmay a çalışıldı.
Öy le ki,
muhalefet
anlamında
karikatüristlerin taşıdığı bu mesajlar
önemli y ankılar y aratabildi.
"1982
Anayasası
Referandumu"
y apıldığı
dönemde '82 Anayasası'na "Hayır"
anlamına gelen mav i rengin kullanımı bu
anlamda v erilebilecek önemli örnekler
arasında say ılabilir.
Cumhuriy et
gazetesi
çizerleri
y aptıkları çizimlerde bol bol "mavi" renk
kullanınca okurlarına da "Hayır" mesajını
ulaştırmış
oluyorlardı.
Bu
tav ır
cuntacıların tepkisini alırken Cumhuriy et
çizerleri "mavi" renk kullanmamaları
y önünde "uyarıldılar..."
"12 Eylülden sonra bazı devlet
adamlar ını, eski politikacıları, cumhurbaşkanını çizme me mi z
gerektiği
konusunda bir takım sansürler geldi. Bu
sansürler sert değildi. 'Bizim de
hoşumuza gidiyor, biz de gülüyoruz a ma
yapmasanız daha iyi olur, yapmayın' gibi
(1)
uyarırlardı."
Ama "çizmek" karikatürün doğasında
v ardı, mizah her şey den önce muhalef et
etmek
demekti.
Mizah
doğru
kullanıldığında güçlü bir silah özelliği
taşıy ordu. Pek çok kesim gibi çizerler de
'80 cuntası koşullarında bir sınav dan
geçtiler. Belli düzey lerde cuntay a karşı
muhalef et edildiyse de "mizahın silah
olma" misyonu bu dönem nezdinde
y aşama geçirilemedi. Bu dönem kendi
içinde olumluluklar taşısa da ülkemiz
çizerleri de cuntanın paletleri altında
kalmaktan kurtulamadılar.
"Seksenli yıllarda demokratik düzeni
rafa kaldıran siyasi ve silahlı güç, doğası
gereği, insanları yıldır mayı, sindirmeyi,
korkutmayı, onlara baş eğdirmeyi,
onların u mutlarını, onurlarını ve öz
güvenlerini korumayı amaçlayan
uygulamalar içinde oldu. Çizerlerin ise,
bunları boşa çıkarmaya çalışmak, anti
de mokratik uygulamaları belgele mek,
uyanık, umutlu, kendine güvenini
yitirmeyen bir kamuoyunu canlı tutmak
ve toplumun kırılan onurunu onarmak
için
mizah ı
sürekli
güntavı r /
mizah / ağustos '99 / sayı : 1
de mde tutmak gibi amaçlarla çizdikleri
görüldü.
Umudu
yitirmediklerini,
korksalar bile sinmediklerini, söylenenlere kanmadıkların ı çizgile me çabası
içinde oldular. Ama yine de bu dönem
karikatürün, eleştiri işlevinin yerine
getirirken, ellili ve yetmişli yıllardaki kadar
(2)
etkili olduklarını söylemek zor"
80 Döneminde "Gazete Karikatürcülüğü"
80'li y ıllarda basında "gazete karikatürcülüğü" olarak adlandırılan bir
eğilim ortay a çıktı. ismail Gülgeç'in
"İnsanlar ve Hayvanlar"ı, Necdet Şen'in
dev rimcileri karalamay ı konu edindiği
"Bacı"sı, Behiç Ak'ın "Kim Ki me Du m
Du ma"sı v e bunların y anısıra Piy ale
Madra, Kemal Gökhan Güneş gibi
çizerler kendilerine özgü tipleriyle gazete
sayf alarında bant karikatürleri çizmeye
başladılar.
Bugün de çeşitli gazetelerde v arlığını
sürdüren bu eğilim okuy ucuya bir mesaj
v ermekten çok gülümsetme kay gısını
öne çıkartıy ordu.
'80 döneminde pek çok kesim gibi
"birey i" keşf eden küçük burjuv a çizerler
kimi zaman dev rimcileri, devrimci yaşamı
karalay an, kimi zaman da suy a sabuna
dokunmayan "eserleriyle" boşluğu doldurdular. Kendileri değişime ay ak
uy dururken, çizgilerine de değişen
toplumun değişen insan tipleri yansımaya başladı.
"Karikatürcü toplumun içinde yaşıyor ve baskı, geçiş dönemlerini de
karikatürünü içten bir bakışla taşıyor.
Döneme uygun tiplerin çıkması ve
bunların toplumda karşılık görmesi
tuhaf değil doğrusu... 78-79 yıllarında
'Mikrop' dergisinde 'Canavar Koyun
Orhan' diye bir tip çiziyordum. Yiğit
bir koyundu, dönemin ruhunu içine
sindirmiş, kasaplara karşı ölümüne
savaşan bir kahraman. 12 Eylül
kesiminde belki kelleyi kurtardı ana
bir daha ortalarda gözükmedi. 80'li
yıllarda "Muhlis Bey" ve "Arap Kadri"
çıktı. Muhlis gerçekten de o yılların
şaşkınlığını,
belki
saflığını,
yenilmişliğini,
bir
yandan
da
kurnazlığını, köşe dönücülüğünü
yansıtan bir tipti. Çok sevilmesinin
nedeni, herkesin kendinden bir şey
bulmasıydı. Şu anda Muhlisi hala
çiziyor olsaydım, bilmiyorum hayata
nasıl bakardı?
(...)
Valla Press Bey, şu anda
yükselen değer... Bunu kendi de aççık
seçik ifade ediyor. 2000'li yıllarda
şehire, hayatın
içine dönecek... Hayatın içinde
biraz
zorlanacağını düşünüyorum, doğru
su... Ama iktidarından taviz
vermeyecek
ve
köşeleri
bırakmayacak, tıpkı tüm iktidar
tutkunları gibi..(3)
Geçmiş günlerin meşhur "Muhlis
Bey", "Arap Kadri" gibi tiplemelerin
çizeri olan Latif Demirci, kendi
ağzından yaşanan "dönüşümü" işte
bu sözlerle ifade etmektedir.
Bugünlerde Hürriyet Pazar'da Press
Bey'i çizen Latif Demirci sözünü
ettiği
"dönüşümü"
yaşayan
karikatüristler içinden sadece bir
tanesidir.
Özal İktidarı v e Karikatür
12 Eylül cuntası boşuna yapılmamıştı. Devrimci muhalefet cunta
ile susturulunca bir yandan derinleşen krize cuntal ı bir çözüm bulunmuş, diğer yandan da daha fazla
bağımlılık, baskı ve sömürü anlamını
taşıyan emperyalist ekonominin
politikasının uygulamaları önünde
engel kalmamıştı. Ordu sahne
önünden sahne arkasına geçerken
demokrasicilik oyunu da
tavı r / mizah / ağustos ' 9 9 / sayı : 15
yönetimin "sivillere devredilmesi" ile
başlamış oldu.
1983'te Özal'ın iktidara gelmesiyle birlikte emperyalizmin istediği
biçimde tüketime dayalı çarpık
kapitalist gelişme hız kazanmaya
başladı. Tüketim ekonomisinin körüklenmesi demek kültürel yozlaşmanın alabildiğine yoğunlaşması,
değerlerin erozyona uğraması, içten
içe çürüyen, kendi haklarının dahi
bilincinde olmayan, sürekli tüketme
ihtiyacı duyan bir toplum demekti.
Televizyon, gazete, dergi, kitap,
resim, müzik, sinema kısaca tüm
basın-yayın faaliyetleri ve sanat
dalları 12 Eylül'ün yılgın, bireyi
ke şfeden,
burjuva
ideolojisini
körükleyen birer aracı haline getirilmeye başlandı.
Karikatür de uygulanan bu sistemli yoz kültür politikasının ve
bununla birlikte gelen kültürel
yozlaşmanın dışında bırakılamazdı
zaten, bırakılmadı da. Kimileri
kendini düzene uydururken kimileri
de şu ya da bu biçimde çizgisinden
taviz vermemeye, kendini korumaya
çalıştı. Ama sonuç değişmedi.
Karikatür bırakın bir silah olmayı,
muhalefet etmekten dahi çıkarken,
sığınılacak bir liman, getirildi... Yeni
yeni mizah dergileri, yeni yüzler,
değişik kimlikler ile piyasada boy
göstermeye başladı.
Limon ve Hıbır Dergileri
Gırgır'dan ilk kopuş 70'li yıllarda
"Mikrop"
dergisiyle
yaşanmıştı.
"Nankör", "Deli" ve sonrasında da
"Limon" ve daha sonra "Pişmiş Kelle", Gırgır'dan kopan çizerler tarafından çıkarılan diğer dergiler arasında yer aldı. Gırgır'dan ayrılan
Gani Müjde, Metin Üstündağ, Şükrü
Yalnız, Can Barslan, Suat Gönlüay,
Kemal Aratun, Mehmet Çağçağ ve
Tuncay Akgün 1986'da 'Limon'
dergisini çıkardılar.
Limon, Gırgır'dan daha farklıydı.
Gırgır tüm toplumsal kesimleri ve
günlük yaşamı çizgilerine taşırken;
Limon bu işi daha da ileri
bo
yutlara götürdü. Bunun yanı sıra sıradışı bir mizah anlayışı da bu süreçte yaygınlaşmaya başladı. Şiddet,
argo, yozluğu empoze eden bir
cinsellik anlayışı, anarşizm, bedbaht
bir ruh hali, yalnızlık melodramları,
ütopyalar başladı.
Limon çizerlerinin konusu olan
Netekim'le Kenan Evren tiplemesi,
"Orası Öyküleriyle yok sayılan
Kürdistan gerçekliği, "Gönül Adamı"
adlı köşe dizisi ile yozlaşan insan
tipleri Limon'un politik olarak çizgisini
oluşturan önemli örnekler arasında
yer aldı. Mehmet Çağçağ "Timsah",
Tuncay Akgün "Bezgin Bekir", Can
Barslan "Hain Evlat Ökkeş"
tiplemeleriyle ülkemiz gerçeğinin
insan karakterlerini en ince de
taylarına dek inceleyip, yansıtmaya
çalışıyorlardı. Bu karakterlerin yanı
sıra orta sınıf gerçeği ya da çarpık
kapitalizmin yarattığı kimlik bunal ımındaki gençleri de tüm yozlukları
ve
lümpenlikleriyle
Limon'un
çizgilerinde hayat buluyorlardı.
Doğruydu, Limoncuların ifade ettikleri
gibi Limon bir yanıyla düzenin ve
düzenin yarattığı tipleri, düzenin
empoze ettiği kültürü ortaya seriyor,
"sistemi" bu biçimle "eleştiriyordu.
Ama iş bununla bitmiyordu işte. Bu
masumane görüntünün altında
gerçekten irdelenmeye muhtaç bir
anlayış vardı. Sonuçta bu anlayışın
verdiği mesajlarla vurulan hedef tam
tersi yönde etki yaratıyordu.
Limoncular "düzeni eleştirelim,
düzenin yozluğunu ortaya koyalım
derken" gerçekte emperyalist yoz
kültürü, dejenerasyonu, ahlaksızlığı,
sorumsuzluğu, yılgınlığı, değersizliği,
yaptıkları
karikatürlerle
meşrulaştırıyor, isteseler de is
temeseler de kitlelere bu zihniyeti
empoze ediyorlardı. Kuşkusuz bu
değerlendirmeler tek başına mizah
dergileri ya da Limon ele alınınca
iddialı gelebilir. Ancak yaşamın bü
tünlüğü içerisinde halka her cephe
den emperyalist yoz kültürün empoze
edildiği düşünülünce çizerlerinin bu
politikanın
yaygınlaşması-
na ve hayat bulmasına alet oldukları
daha da netleşecektir. Öyle ki, bu
anlayış daha sonra "Limon"un
devamı olarak çıkan "Leman "da da
sürmüş, hatta daha da boyutlanmış,
bir çizgi haline gelmiştir.
Bu dönemin diğer mizah dergi
lelerinden biri de "Hıbır"dır. Hıbır
Limon'dan sonra Gırgır'dan kopan
ikinci bir grubun çıkardığı bir dergidir.
Limon'dan sonra Hıbır'ın da büyük
tartışmalarla gerçekleşen kopuşunun
ardından Gırgır'ın yönetim politikası
değişik çevrelerce tartışılmaya
başlandı ve eleştirildi. Bu kopmadan
sonra iyice güç kaybeden Gırgır ise
Ertuğrul Akbay'a satıldı. Ne var ki,
Gırgır'ın satın alınması ve sonraki
süreci değişik çevrelerce "muhalif bir
sesin
sermaye
tarafından
susturulması" olarak yorumlandı ve
tartışılmaya muhtaç olan bu yorum
taraftar buldu. Tartışılmaya muhtaçtı
çünkü; ortada ne muhalif bir Gırgır
kalmıştı, ne de sermaye Gırgır'ı
su sturmuştu. Mizahı bir silah olarak
kullanmayan, halkı ve sorunlarını
sahiplenmeyen, neredeyse tek derdi
para kazanmak haline gelen Gırgır'ın
aslında bu sonucu yaşaması da bir
sürpriz değildi.
Yeni doğan Hıbır'ın çizgisi Gırgır'dan çok farklı olmadı. Hıbır genel
çizgisi itibariyle Limon'un marjinalliğinin yanı sıra eski Gırgır çizgisinden örnekler taşıyordu. Çünkü
onlar Gırgır'ın eski çizerleriydiler.
Halkın gerçeğine uzak kalan Hıbır'ın
bu tarzı bir süre sonra okuyucuya
sı kıcı gelmeye başladı ve Hıbır'ın
tirajı Limon'un da gerisine düştü.
1990'l ı Yıllarda Tekelleşen
Medya ve Karikatür
1990Tı yıllar medyanın "yıldızının
parladığı" yıllar oldu. Medyada Asil
Nadir'le başlayan "tekelleşme" iyice
palazlanmaya, yeni medya tekelleri
ortaya çıkmaya başladı. Diğer yanda
ise maliyetler arttıkça küçük basın
işletmeleri iflas ediyor,
tavı r / mizah / ağustos '99 / sayı: 15
artan maliyetlerle küçük basın işlet
melerinin ayakta kalması imkansız
hale geliyordu. Tirajlardaki düşme,
reklam gelirlerinin azlığı gibi ne
denlerle iflaslar yaşanmaya başladı.
Tekelleşme özel radyo ve televiz
yonların yayına başlamasıyla hız
kazanmıştı. Artık neredeyse her te
levizyon kanalının bir gazetesi ve
dergisi çıkmaya başladı. Basın-yayın
faaliyetlerinde önemli bir gelir kaynağı
olan reklam faktörü yine önemli bir rol
oynuyordu. Kapitalist ekonominin
yasaları
işliyor,
medyanın
tekelleşmeye başlamasıyla küçükler
dişlinin çarklarında ezilirken, büyükler
kendini büyütmeye bakıyordu. Zaten
faşizm koşullarında mevcut devlet
politikalarına
güdümlü
yürüyen,
belirlenen
çizginin
dışına
çok
çıkamayan
basın-yayın
faaliyeti,
tekelleşmeyle birlikte
daha
da
sınırlandırmaya, kısmi bağımsızlığını
yitirmeye
başladı.
Gazetecilere,
yazarlara, çizerlere, TV yapımcılarına
patronun istediğini yapmaktan başka
bir seçenek kalmıyordu. Ne de olsa
her türlü ahlak kuralından yoksun
medya
patronları
ile
iktidarın
arasındaki ilişkileri karşılıklı çıkarlar
belirli-yordu.
Çünkü
dengeler
"çıkarlar" üzerine kurulmuştu.
Patronlar gazetecilere, yazarlara,
çizerlere hiçbir özgürlük tanımıyordu.
Medya patronlarının hem sınırsız
hem de sınırları çok net bir yayın
politikası vardı. Bu politikanın sınırı
da sınırsızlığı da iktidar lehine
propaganda yapılması, emperyalist
yoz kültürün empoze edilmesi,
ahlaksızlığın, sapkınlığın, bireyciliğin,
tüketim kültürünün önünün açılması
üzerine şekilleniyordu. Medyanın
kapıkulluğu dönemi başlamıştı artık.
Aydınlara,
yazarlara,
çizerlere,
sanatçılara ise iki tercih kalmıştı. Ya
medya patronlarının kapı kulluğunu
üstlenip işlerine bakacaklar ya da
"onuruna", "namusuna" sahip çıkarak
misyonlarını
oynayacak,
halkın
safında yer alacaklardı.
"Çoğu gazetede karikatürcüler, gazetenin genel yayın yönetmeni tarafından
yönlendiriliyor. 'Bugün şunu çiz' şeklinde.
Bir bağıml ılık söz konusu. Bugün
gazeteci editörüne, 'bugün ben mutlaka
bu karikatürü koyacağım' derse ve
patronu onu işten atarsa, karikatürcünün
iş bulması çok zor. Çünkü gazete sayısı
çok az, yeni yetişen karikatürcülerin önü
kapalı, köşeleri ustalar tutmuş. Hangi
gazetede çalışıyorsan, o gazetenin yayın
politikasına uymak zorundasın. O zaman
karikatürün dünyası sınırlandırıl ıyor ve
onun hep o yöne bak masına yol açılıyor.
Bir de işin içine para kazanma olayı
girince, yönlendirme de giriyor doğal
olarak. Karikatür bir sorgulama sanatıdır
ve kendi anlatım formülleri vardır.
Günü müzde ise karikatürcülerin söz
söylemeleri için olanak yok. Ne za man
karikatürcüler bir araya gelip, dergi
çıkartabilirler ve o dergi kitlelere
ulaşabilirse, o zaman karikatürcüler daha
fazla
söz
söyleyebilirler.
Bugün,
Cu mhuriyet Gazetesi, Milliyet Gazetesi ne
kadar söz söyleyebiliyorsa, oradaki
karikatürcüler de o kadar söyleyebilir.
Bugün basın
sektöründe çalış-a-mayan çok yetenekli
karikatürcüler var Türkiye'de. Başka bir
ülkede olsalar, daha farklı bir konumda
olabilirlerdi a ma çoğu maalesef sistemin
onlara
sunduğu
işlerde
çalışmak
zorundalar; mühendislik gibi, eczacılık
(4)
gibi... Çünkü yaşam parayla oluyor. "'
Ev et... Y azarlar ne kadar "özgür"
değilse, çizerler de "özgür" değildi.
Çünkü para kazanma isteği ile aydınsanatçı olmanın misyonunu oy nama, bu
onura
sahip
çıkma
y an
y ana
y ürümüy ordu.
Medy ada yaşanan "özgürlüğün"
haf ifliği ise bambaşkay dı. Örneğin Salih
Memecan; '90'lı y ılların en "özgür", en
"popüler" karikatüristlerinden biri olan
Salih Memecan "Sizinkiler" v e "Bizi m
City" karikatür bantlarıyla tanınmıştır. Me
mecan "Bizim City"de bir vahşi batı
kasabasını canlandırır. Bu vahşi batı
kasabasında
ülkemizin
burjuva
politikacıları konu edilir. Soy ut, hedefsiz
bir eleştiri anlay ışı v ardır Memecan'ın.
Her nedense burjuv a politikacılar, halk
düşmanları onun
T
tavı r / mizah / ağustos '99 / sayı: 15
çizgileriy le
katliamcı,
kontrgerillacı
y üzlerinden
arınıp
"sev imli"
hale
geliv erirler.
Salih Memecan ne y aptığının
f arkında olacak kadar "bilinçli" ol
duğundan kendisi de bu gerçeği
reddetmiy or aslında. Öy le ki, bu gerçeği
bir y andan kabul ederken diğer yandan
teorik kılıf geçirmeyi de ihmal etmiyor.
Örneğin karikatürün sırf "ideolojik-politik
maksatlarla" kısıtlanmaması gerektiğini
iddia eden Salih Memecan karikatürün
"popüler" olmasını y eterli görmektedir.
Karikatürde "güldürü" öğesinin öne
çıkması ona göre yeterlidir. Aslında
Memecan
bugün
"medya
karikatürcülüğünün" önemli temsilcileri
arasında bariz örneklerden sadece biridir.
Değişik medya tekellerinde onunla aynı
kaderi pay laşan daha pek çok örnek
v ardır.
Medy a karikatürcülüğünü belir
ley en kuşkusuz ki patronun çizdiği
yay ın-politikasına
gösterilen
uy umdur. Y ine Salih Memecan örneğinden devam edersek; Sabah'ta
çizen ve Sabah Gazetesi ile ortak
çalışan TV kanallarında çizimleri ya
yınlanan Salih Memecan'ın "Sizin
kiler" ve "Bizim City"si, Sabah'ın
yayın politikasıyla paraleldir. Sa
bah'ın halka karşı çizmeye çalıştığı
tablo "demokrat" bir kimliktir. Ger
çekte ise Sabah'ın "demokratlığı"
MGK'ya tam bağlı, oligarşinin çı
ğırtkanlığını yapan, "yükselen de
ğersizliklerini" savunan, emperyalist
yoz kültürün sınırsızca pompalandığı
bir "demokratlıktır. "Sizinkiler" ve
"Bizim City"de bu ruha uygun, bu
politikayı
tamamlayan,
"sevimlileştiren, şirin" karikatürcülerdir.
Karikatürde öne çıkan çizerlerden
Turhan Selçuk, Bedri Koraman,
Haslet Soyöz gibi isimler de Milli
yette çizerler. Demokrat, muhalif
kimlikleriyle tanınan bu isimler bu
özelliklerini çizdikleri karikatürlere de
taşırlar. Zira Milliyet'in medya
tekelleri içinde üstlendiği misyon da
"demokrat", "ilkeli", "halkçı", "doğru
habercilik" yapan, "sol" bir çizginin
yansıtılmasıdır. Yazar-çizer kadrosu
da ister istemez bu özellikleri
yansıtan türden olmalıdır. MGK'nın
solcu gazetelerinde, Milliyette çizen
bu karikatüristler çizimlerinde burjuva
partileri, politikacıları eleştirir,
muhalefet
yaparlar.
Ama
demokratlıkları, taşıdıkları mesajlar
çizmeyi pek aşmaz. Çarpıcı bir
örnektir. Milliyet, Korkmaz Yiğit'e
satılır. Korkmaz Yiğit'in Demirbank
ihalesindeki yolsuzluğu, Çakıcı ile
ilişkileri Milliyette çalışan tüm
yazarlar çizerler gazeteciler
tarafından bilindiği halde; yeni
"patronları "nı şampanya patlatarak
kutlarlar. Durum medyaya yansı
yınca bu şakşa kçı tavır "demokrat",
"aydın" kimlikleri gereği ilginç bir
ikiyüzlülük örneğiyle "temiz patron",
"onur savaşı" mücadelesine
dönüşür. Bu "mücadelenin" sonucu
da alınır. "Temiz" patron Aydın Doğan'ı Medya Center'ın kapısında,
alkışlarla karşılarlar. Radikal ise
Milliyet'in
"Yaramaz
Çocuğu"dur.
Yazarları gibi çizerleri de bu ruhuna
uygun olmalıdır elbette. Piyale
Madra "Ademler ve Havvalar" ında
küçük burjuvazinin, elit kesimlerin
kadın-erkek ilişkilerini, dünyaya
bakış açılarını "entellektüel" bir an
layışla çizerken; Ramize Erer "Teh
likeli İlişkiler" ve "Kötü Kız"la ah
laksızlığın, kişiliksizliğin, dejene
rasyonun, beynini uçkurundan ça
lıştırmanın simgesi gibidir. "Dave",
"Caty", "Garfield", "Dılbert" gibi
yabancı karikatür bantlar bireyciliğin,
çıkarcılığın, ikiyüzlülüğün, burjuva
özlemlerin,
tembelliğin,
sorumsuzluğun daha sıralanamayacak kadar çok değersizliğin meşrulaştığı, empoze edildiği çizimlerdir.
"Yükselen değerler" bunlardır çünkü.
Kontrgerillanın, MİT'in, polisin sesi
olan Hürriyette çizen Oğuz Aral
katışı ksız bir medya karikatüristidir.
Tüm paragözlülüğü, değersizliği
çizimlerine de yansır. Ayrıca çizdiği
gazetenin politikası gereği arada bir
sipariş verildikçe devrimcilere
saldırmaktan da geri durmaz.
Hürriyet Pazar'da çizen Latif Demirci
ise "Press Bey" tiplemesiyle medya
gazetecilerine,
yazarlarınaçizerlerine ayna tutarken, ağlanacak
bir durumu güldürüye dönüştürür ve
"işine" bakar.
Kanının son damlasına dek kemalist geçinen Cumhuriyet'in çizerleri de İsmail Gülgeç, Semih Poroy, Behiç Ak gibi karikatürde öne
çıkmış isimlerdir. Onlar da düzeni
"eleştirir", "muhalefet" ederler. Ama
daha çok burjuva politikacılar,
partiler, herkesin gündemine giren
Susurluk, çeteler gibi konularda.
Cumhuriyet çizerlerinde de kitlelere
ulaşan mesaj, çözüm, mücadele
üzerine değildir. Sadece eleştiri ve
muhalefetle sınırlıdır. Bu yaklaşım
da yine düzen içidir.
Burada adını anmadığımız diğer
medya karikatürcüleri diğerlerinden
çok farklı değildir aslında. Medya
karikatürcülüğünde kesin bir sınır
vardır çünkü. Birincisi; "patronun
direktifleri", ikincisi; "emtavı r / mizah / ağustos '99 / sayı: 15
peryalist yoz kültürü yayma" ve
üçüncüsü; "düzen içi olmak kitleleri
yanlış hedeflere yönlendirmek üzere
her
türlü
konuyu
çizme
özgürlüğü..."
"Anti-Medya Hareketi" ve Kirleten Karikatür
90'l ı yılların ortalarında karikatür
dünyasına
damgasını
"Leman"
vuruyordu.
Limon, 1991 yılında Güneş Gazetesinden ayrılıp bağımsız bir dergi
olarak çıkma kararı alınca ismini
"Leman" olarak değiştirdi. LeMan bu
çıkı şıyla bir "Anti-Medya hareketi"
başlattı.
Leman'ın
arkasından
Hıbır'da uzun tereddütler geçirdikten
sonra "HBR-Maymun" adlı yeni bir
dergiye dönüşerek bağlı bulunduğu
yayın kurumundan ayrıldı.
" Anti-medya tavrı büyüyordu"
Kendini medyadan ayıran LeMan bu
hareketiyle
okurundan
sempati
topluyor, "bağımsız" olmayı, bir yere
bağlı kalmamayı ilke edindiğini
söylüyordu.
"Belli bir tip yaratmaya çalışıyorlar,
tek misyonları o. Zaten TV reklamlarından tutun da işte yeni çekilen
filmlere, dizilere kadar hep yeni bir insan tipi var. Civciv yavrusu gibi sarı
sarı herifler, sarı sarı karılar. Reklamlarda iki tane kadın çıkıyor, biri mavi
gözlü, biri bilmem ne. Bahçeli evlerde
çamaşır asıyorlar bahçeye. Fıstık gibi
bir hayat, pırıl pırıl insanlar, hepsinin
yanaklarından kan damlıyor, sofralar
padişah sofrası gibi, yiyip yiyip uçuyorlar havalara, herkes arabalarla dolaşıyor. Böyle bir insan topluluğu var ve
bu yerin adı Türkiye. Böyle bir yalan
var. Şimdi burda ne böyle Türkiye var,
ne böyle insanlar var. Biz de bunu yemiyoruz açıkçası, mizahçılar olarak,
yemediğimizi
de
cümle
aleme
duyurmak istiyoruz. Onu da dergiler
yoluyla yapmaya çalışıyoruz." (5)
Hasan Kaçan medyanın çizdiği
olumsuz tabloyu bu sözlerle anlatırken, kendi çizgilerinin, "antimedya" tavrının ne yönde olduğunu
bu biçimiyle ifade ediyordu.
Uzun süre Leman'ın anti-medya
hareketi medy a tarafından görmezlikten
gelindi. Ne v ar ki Leman'ın da medy anın
bir parçası olduğu iddia edilerek
Leman'da medy a ortamı içine çekilip bu
y önde "sorgulanmaya" başlandı. Ay nı
derginin çizeri Mehmet Çağçağ ise hem
bu tartışmalara cev ap olarak hem de Le
man'ın bağımsızlığının ay rımını şu
sözlerle if ade ediyordu. "Bilinen anlamda
bir medya tanımı yapılacak olursa elbette
Leman da bir medyadır. Basılır, çoğaltılır,
iki dağıtım tekelinin biri tarafından
dağıtılır. Üzerinde yazıl ı ücret üzerinden
okuyucuya ulaştırılır. Ayrıca özelliği;
bağımsız ol masıdır. Yazar, çizerleri
patronlarından emir alarak yazıp çizme z.
Patronlarının çıkarları doğrultusunda şu
veya bu iktidar veya iktidar adayını
desteklemez.
Nükleer
santral
sermayesinin medya içindeki kulisi olmaz.
Başbakanlara telefon etmez, onlardan
telefon talimat almaz, yargısız infazları
alkışlamaz, savaş kışkırtıcılığı yapmaz,
(6)
kayalıklara bayrak dikmez. "
Mehmet Çağçağ'ın dediğine göre
"düzene tepkiliydiler" Düzeni çizgileriy le
eleştiriy orlardı. Oysa Le-man'ın v e onun
türev i olan "Le-Manyak"ın sayfalarını açıp
baktığımızda "anti- medya hareketinin sadece medy a patronlarının "e mrine
girme mekle" sın ırlı olduğunu görürü z.
Bunun dışında medy anın taşıdığı her
türlü y ozluğu sayfalarını sınırsızca
açtığını v e pratikte medya ile ay nı işlevi
taşıdığını
görürü z.
Bu
dergilerin
sayf alarında alçalmanın en üst sınırı
zorlanırken alabildiğine y ozlaşmış bir
cinsellik
ve
uy uşturucu
üzerine
"döktürülmüş" bolca çizim v ardır. Bu
durumda düzene karşı olduğunu söy leyen
bu dergilerin çizerlerine sormak gerekir;
"Onlarca sayfalık dergide üç sayfa 'politik'
karikatürle (onların da ne kadar 'politik'
olduğu tartışılır) mi dü zene muhalif
olunuyor?
Leman
kendi
tanımıyla
'dogmalar ı'
yıkıyor
ve
tekellerden
dolayısıyla da düzenden 'bağımsız'
hareket ettiğini iddia ediyordu. Acaba
öyle midir gerçekten?" Leman'ı bu gün
değerlendirdiğimizde gerçek anlamda bir
anti-medy a hareketi olarak görebilir
miy iz? Çünkü Öküz, Lemany ak gibi yan
ürünleriy le, çalışma ilişkileriy le "antimedya hareketinin plazası" olmuştur.
Buradan da bu tav ır üzerinden prim
y apıp en azından karikatür alanında
tekelleşmeye gidildiği söylenebilir.
Leman bu düzene karşı mıdır?
"Ay nası iştir kişinin laf a bakılmaz" derler
y a, Leman'ı elimize alıp bakmay a
başladığımızda, düzene 'göbekten' bağlı
olduğunu görürüz. Çünkü Leman'ın
beslenme
kaynağı
bu
düzenin
y ozluğudur. Kendi söy lediklerinin tersine
Leman dogmaları değil "değerleri"
y ıkıy or, y erine koyduğu "değersizliği" ise
çizgileriy le "meşrulaştırıyor". Aslında bir
çeşit kirlenmedir bu. Leman'ın durumu
"muhalif mi-değil mi? ", "Apolitik mi-değil
mi ?" tartışmasından çok daha f arklıdır,
öy le ki, Leman'ın sergilediği çizgi
irdelenme-ye mahkum bir çizgidir.
Bu kirlenmeyi biraz açacak olursak;
"okur bunu istiyor" anlay ışı doğru
değildir, ay rıca y aratılan bu "mi zah
üslubu" belli bir kesime seslenmektedir.
Sürekli y eni "trendler", "seri imgeler"
peşinde koşan "kimliksiz", "bunalımlı", ve
"u mutsuz" insan tipine ayna olan Leman,
sayf alarında yansıttığı bu
y aşam
biçiminin sav unucusudur aslında.
Çünkü hem böyle bir kültürden
beslenmektedir, hem de böy lesi bir
yaşam biçimine sahip kesimlere seslenir,
bu
kesimlerin
ve
bu
kültürün
y aygınlaşmasına alet olur. Bunlar
olmadan Leman'ın da v arlık koşulu
ortadan kalkar. Leman'a sorsanız bu
düzen "pistir", "aşağılıktır" o zaman bu
düzene isy an etmek gerekir. Leman'a
göre; "Beni saçlarımla, yırtık blue jeanimle,
çılgınlıklarımla kabul etmeyen toplu ma
isyan etmeli", "sırt dönmeli", " kıpırtısız
ol malı", "banane de meli"dir. Leman'a
göre bu hay atın pisliğine
tavı r / mizah / ağustos '99 / sayı: 15
"göz kapamak" en temizidir, en büyük
isy an budur işte. Ay rıca bütün y ozluklar
sayfalarında kare kare meşrulaştırılır. Bir
"Ti msah" karakteri v ardır örneğin, çizgi
Mehmet
Çağçağ'dır..
Önceden
"Daraloğlan" isminde olan bu kişi gittikçe
"Ti msah"ın v uruculuğuy la "Daral- Timsaha dönüşmüştür.
"Daral" burjuv a sınıf a mensup saf
burjuv a oğlanıdır. "Timsah" ise bu sınıf a
mensup olmayan "asalak" "açgözlü" bir
karakterdir. Bütün aşağılıklarına rağmen
"Daral"ın en y akın arkadaşıdır. Daral
saf tır, Timsah ise onu sömüren, aldatan,
kandıran ezen bir kişiliktir. Daral'a v e
çev resindeki burjuv alara her türden
kötülüğü yapar. Mağdur durumda olan
Daral ve onun kimliğinde burjuv azidir.
Timsah'ın beş parası y oktur çünkü.
Abartılı erkekliği, kurnazlığı ile popüler
bir kişiliğe sahip, asalak bir tiptir sadece.
Daral olmasa sürünmey e mahkum olan
bir tiptir Timsah.
Mehmet Çağçağ neyi amaçlıy or
acaba y ıllardır hay at verdiği bu tiple?
Burjuv aziy i mi teşhir ediyor? Y oksa
"bakınız burjuvazi ne kadar yoz ne kadar
pis işte bu sınıf budur. Adama parası
yoksa değer vermez" f alan mı demek
istiy or? Y ıllardır Timsah'ın Daral'a
y apmadığı kötülük kalmamıştır. Burjuva
çocuğu Daral'ın ise hiç kimseye bir
kötülüğü dokunmaz. Timsah'ı her def asında
aff eden,
sarıp
sarmalay an,
koruy an-kollayan
Daral
olmuştur.
Çağçağ'ın bu tiplemelerle v erdiği mesaj,
çizdiği karakter net değildir, bulanıktır.
Y aşamın gerçekliğini y ansıtmaz. Timsah
gibi onlarca, yüzlerce, binlerce karakter
yaşıy or bugün ülkemizde. Onlar açtır,
ezilmiştir, hiçbir zaman insan y erine
konulmamışlardır. Hafta sonları aldığı
magazin sayf alarında, TV'lerde, lüks
semtlerde gördüğü ışıltılı burjuv a yaşam
gözlerini
kamaştırır.
Pasha Bar'ın
kapısına diker gözlerini o kapıdan girip
çıkanlara özenerek bakar. Ne öyle
giy inebilir,
ne yiyebilir, ne içebilir, ne öyle bir kız
arkadaşı olur. Her şeyin parayla
satın alındığı bu düzende istediği
hiçbir şeye ulaşamaz, ulaşamazsa
şiddete başvururur, o da olmazsa
yalana dolana, hileye, hurdaya, cinayete başvurur. Hepsini yapar, yeri
gelir asalak da olur. Bu düzen insanları böyle şekillendiriyor diye bu
yaşama biçimi masum değildir
elbette. Ama neden böyle olur. İnsanlar katil mi doğarlar? "Kötü genlere" mi sahiptirler? Sosyal, siyasal,
ekonomik nedenleri hiç yok mudur
bunların? Burjuvazinin hücrelerine,
"metabolizmalarına" kadar "ruh röntgenlerini", çekip çizgiye döken
Mehmet Çağçağ'ın ezen-ezilen çelişki sini, zulüm ve sömürüyü bilmemesi mümkün müdür? Değildir
elbette. Niye o zaman onun çizgilerinde zavallı durumda olan, ezilen
hep "burjuvazi"dir? Oysa yüzyıllardır
hep bunun tersi olmamış mıdır?
Çağçağ'ın çizgilerinde acaba neden
hep bunların tersi çıkar ortaya?
Yoksa Timsah'ın abartılı cinselliği,
pornografik çizgileri daha mı çok tiraj
yapar? Geri duygulara hitap edip
daha mı çok okur toplar? Biraz daha
samimi olamaz mı acaba Mehmet
Çağçağ? "Düzene karşı olduğu"nu
iddia ederken çizdiği karakterle bu
düzenin devamını istediğinin, bu
düzenin
beyinlerde
yaşamasını
neden olan o yoz kültürü yaydığının
farkında değil midir yoksa? Bir de
Leman'da
Tuncay
Akgün'ün
çizgileriyle yıllardır bir türlü dinlemeyen "Bezgin Bekir" karakteri vardır. Tuncay Akgün, Bezgin Bekir tipinde '80 cuntasının tankları altında
kalan "yılgın" bir solcu tipinin
gerçeğini yansıtmaya çalışır. Böylesi
tipler dünün devrimcileri, yakın
sürecin yılgınları, bugünün de reformistleridir. Dünya yıkılsa, yer
yerinden oynasa onları koltuğundan
kimse
koparamaz.
Yılgındırlar,
yorgundurlar. Taşlama bu yanıyla
doğrudur. Peki "solcu", "devrimci" tipi
sadece
"Bezgin
Bekir'den
mi
ibarettir? Bezgin Bekirler'e inat
inancından taviz vermeyen, sosya
lizme inanan, gerektiğinde ölen
binlerce devrimci yok mudur? Oysa
Bezgin Bekir'in tam tersine binlerce
devrimci bedel ödemektedir bugün.
Devrimci mücadele, işkenceler,
katliamlar, kayıplar, baskılar hayat
bulmaz mı Tuncay Akgün'ün o
başarılı çizgilerinde? Elbette bulabilir
ama bir kanıksama söz konusudur.
İşkenceler, baskılar, katliamlar bile
kanıksanmıştır çizerlerin gözünde
bugün. Sadece bunlar değil "Bezgin
Bekir"
hem
kanıksamayı
meşrulaştırır, hem de umutsuzluğu
vaaz eder. Bu tiple bezginleşmiştir.
Nostaljidir. Dünya yıkılsa "o adam"
kalkmıyor yerinden doğru ama bu
yaklaşım bugünün çok gerisinde
kalmıştır. Örneğin reformizm bugün
yerinden kalkıyor ama yanlış uçlara
savrularak;
kitlelerin
kafasını
bulandırarak, düzeni meşrulaştırarak, MGK'nın dümen suyuna giriyor. Tuncay Akgün; eğer politik
değerlendirmeler yapacaksa çizimlerine de bunların yansıması; bugünün gerçeğini görmesi gerekmez mi?
Yaklaşık üç yıldır "ana muhalefet"
dergisi ibaresi ile yayınlanan
Dinozor'a gelince; Ele aldığı konulara
bakınca, arayış içinde olduğu göze
çarpar. Bu arayışına "muhalefet"
etme çabasına rağmen "Dinozor"
kı smen var olan politik yanını da
gitgide yitirmektedir. Yaşanan
dejenerasyondan ve ideolojik keşmekeşten etkilenen Dinozor da di
ğerleri gibi "yükselen değerlere"
uyum sağlamaya, sayfalarını yoz bir
cinsel
anlayışla
doldurmaya
başlamıştır. Oysa çizerlerin görevi
muhalif olmaktan da öte "net bir kafa
yapısına sahip olmak" çözüm üret
mektir. Dinozor'un çizgisi değil çözün
üretmek, maalesef muhalif olmanın
da gerisindedir. Çünkü düzene
muhalif olmak düzen kültürünü de
reddetmektir. Bol küfürlü, yoz-cinsel
esprilerin çizildiği karikatürlerle kimlik
arayışı içine itilen, çaresiz bırakılan,
bunalıma
sürükle-
tavı r / mizah / ağustos '99 / sayı: 15
47
nen gençliğe hiçbir fayda sağlanamaz. Pislikten bunalanlar, bir kimlik
bulamayanlar, çareyi uyuşturucuda,
intiharda arayanlar biraz daha çoğalır
hepsi o kadar.
Özet olarak bir yön "arayışına",
"Dinozor" kalma iddiasına rağmen
Dinozor sınıfsal bakış açısından;
çözüm üretmekten, tutarlı bir mu
halefet çizgisinden yoksundur. Bu
günkü haliyle ne yazık ki, Dinozorcular da mizahı bir silah olarak kul
lanma yeteneğine sahip değillerdir.
Net bir dünya görüşüne sahip ol
mamaları onların da emperyalist yoz
kültürden etkilenmelerini getirmiş, bu
etkilenme çizimlerine de yansımıştır.
Bu haliyle "ana muhalefet dergisi"
Dinozor'un da durumun Lemanlar'dan
Lemanyaklar'dan
pek
farklı
görünmemektedir.
'90'l ı yılların başında yayınlanan
Tewlo isimli Türkçe-Kürtçe mizah
dergisi de olumlu yanlar taşımasına
rağmen olanaksızlıklar nedeniyle
yayınına son vermiştir.
Karikatürde Kadın Sorununa
Birkaç Örnek
Leman çizeri Feyhan Güver, Dinozor'un çizeri Semra Can, Radikal'in çizeri Ramize Erer ve Piyale
Madra çizimlerinde bir ortaklık yakalıyorlar; "kadın-erkek ilişkileri."
Feyhan Güver Leman'da "Bayır
Gülü" adlı köşesinde köy kadınlarını
işler. Dertleriyle, tasalarıyla, sorunlarıyla konu alırlar o köşeye ama
cinsellikleri temel-sorun haline gelmiş
köy kadınlarıdır onlar. "Cilvelidirler,
kadınlıkları tek kimlikleridir. Çarpık
kapitalizmin ürünleri köy kadınlarıdır
onlar. Kimi zaman feminist, kimi
zaman ateist, kimi zaman entel, kimi
zaman bilmem ne. Bu çarpıklıkların
belli bir yerde nesnel bir yanı da
vardır. Çünkü yozluğun girmediği yer
kalmamıştır bugün. Değişen kültür,
yitirilen değerler, düzenin vermeye
çalıştığı ve benimsettiği yoz yaşam
biçimi insanlarımıza öz benliğini de
kaybettirmeye başlamıştır. Bunlar
doğ-
rudur. Peki bu çarpıklığın nedenleri
nelerdir? Köy kadınlarının, köylülerin
devletle hiçbir sorunu, hiçbir çelişkisi
yok mudur? Tek sorunları çarpık
cinsel sorunlar falan mıdır? Neden
sürekli buna vurgu yapılır. Köylülerin
gerçekten yaşadığı sorunlara
değinmek çok mu zordur? Zor
değildir ama kaygı piyasa yapar mı
acaba olunca, amaç sırf güldürmek
ve ticaret olunca mesaj yanı işte
böyle "unutulur" geri plana düşer.
Ortaya
köylü
kadınlarımızın
gerçeğinden alabildiğine uzak çarpık
tipler çıkar.
Ramize Erer "Kötü Kız" ve "Tehlikeli İlişkiler" de alabildiğine yozluğu
ile bir kesimi resmeder. Ramize Erer
okurları "Kötü Kız"ın bütün " psikoanalizini"
çıkarmışlardır.
Şehvet
düşkünü, değersiz, sapkın, hırslı,
kimliksiz, adı üzerinde "Kötü" bir
"kız"dır o. Peki nedir amaçlanan?
Kötü Kız neyi anlatır? Bu düzenin
dejenere "Kötü kızlar"ı da çoktur ama
bunun ötesinde ne mesaj verir bu
karikatür?
Onun
mesajı,
geri
duyguları öne çıkarıp kimlik arayışı
içinde olan kızları "Kötü kızlığa"
özendirir. Ticari amaçla çizilmesinin
de ötesinde sapkınlığı, ahlaksızlığı,
değersizliği yayan anlamları vardır bu
karakterin.
Dinozor'da çizilen Semra Can
daha çok kadın erkek ilişkilerini konu
edinir. Feministçe, küçük-burjuva
bakış açısıyla işlenir kadın-er-kek
ilişkileri. Var olan bazı gerçeklikleri
ifade etmesinin yanı sıra hiç bir
politik yanı yoktur. Ayrıca yine sapkın
bir akım olan feminizmin çığırtkanlığı
yapmaktan başka bir anlam taşımaz.
Mizahçının Sorumluluğu
1987 yılında, Aziz Nesin Almanya'da Darmstadt Üniversitesi'nde bir
konuşma
yapmaktadır. Öğrencilerinden biri Aziz Nesin'e "Niçin nicedir hiç öykü, roman, oyun filan yazmıyorsunuz?" diye sorar. Oysa 12
Eylül yönetimi Aziz Nesin'in pasaportunu yenilemesine ancak izin
vermiştir.
Aziz Nesin;
"Bir transatlantik düşünün ki..."
diye söze başlar ve "Avrupa'dan
Amerika'ya giderken birden büyük patlamalar oluyor gemide. Gövdenin
dört bir yanında delikler açılıyor.
Yani, gemi neredeyse batacak...
Kurtulabilmek için, deliklerin bir an
önce tıkanması gerek mutlaka. Zaten
bunun bilincinde olan yolcular da can
havliyle delikleri tıkamaya çalışıyorlar.
Diyelim,
yolcular arasında
bir
dünyanın en büyük keman virtüözü
var. Şimdi, delik tıkamakla uğraşan o
virtüöze yahu delik tıkamayı bırak da,
bize bir keman resitali ver diyebilir
miyiz hiç? Gemi batmak üzereyken,
resitalin sırası mı? İşte, biz Türk
yazarlarının durumu da bu... Yani,
sırası mı şimdi öykünün, romanın,
oyunun filan? Önce delikleri tıkamağa
çalışıyoruz biz de" diye sürdürür
sözlerini.(7)
Aziz Nesin ülkemizde onurlu bir
aydın; onurlu bir mizahçı olmanın
misyonunu oynayan örneklerden
biridir. Aziz Nesin'in eleştirilecek pek
çok yanı vardır kuşkusuz. Ama sorun
onun gibi mücadelede inatçı, ısrarlı,
tutarlı olabilmek, onurlu olmanın,
onurunu koruyabilmenin misyonunu
oynayabilmek değil midir?
Ülkemiz mizahçılarının, mizah
dergilerinin bugünkü tablosu ortadadır. Bu tablo Aziz Nesinler'in, Rıfat
Ilgazlar'ın, alabildiğine uzağındadır.
Ülkemiz mizahının "ana muhalefeti"
de "baba muhalefeti"de aynı trene
binmiş geri geri gitmektedir. Öyleyse
birazcık da olsa vicdana sahip
olduğunu iddia eden mizahçılarımıza
soralım;
"Açlığın, yoksulluğun, faşizmin,
sömürünün
en
katmerlisinin
yaşandığı bu çivisi çıkmış düzenin
içinde içinize sinen bir şey var mı?...
Yok diyorsanız... "
Eğer öyle diyorsanız sosyal, siyasal, ekonomik krizin, faşizmin,
sömürü düzeninin neden olduğu
yüzlerce binlerce sorun ve bunlara
söyleyecek bir çift sözünüz, kalemitavı r / mizah / ağustos '99 / sayı: 15
48
nizle atacak iki çizginiz neden yok?
Vurduğunuz hedefler neden bu kadar
bulanık? Sunduğunuz mesajlar var,
bu muhakka k. Çünkü her eylem, her
söz bir amacı, bir mesajı taşır içinde.
Ama neye, kimin işine yarıyor?
Ne yazık ki ülkemiz çizerlerinin
bugünkü durumu "sanatlarını ticarete
dökmenin de ötesine geçmiştir.
Mizahın oynadığı rol düzenin zehrini
zerkeden bir enjektörden farksız hale
gelmiştir. Bilmeyerek buna alet
oluyorlar demiyoruz. Bu ülkede
yaşayan
hiç
kimsenin
bunları
bilmeme durumu yoktur.
"Mizah bir silahtır" öyleyse düzenin kirine-pasına daha fazla batmadan, milyonlarca insanın kafasını
daha fazla bulandırmadan "silahları
kuşanmanın" zamanı gelmemiş midir? Yüzünü halka dönmeyenler
"tekne batmak üzereyken resital
verenler" bu düzenle birlikte çürüyüp
yok olmaya mahkumdur. Halkın geri
yanlarını, emperyalist yoz kültürü
meşrulaştırmanın mizahını yapanlar
bu düzenin sahiplerini sevindirmekten
öteye gitmezler. Objektif olarak bu
düzenin devamına hizmet ederler.
Bugünün mizahçıları Aziz Nesinler, Rıfat Ilgazlar gibi mizah yapmanın sorumluluğu ile hareket etmeli,
misyonlarının içini doldurabilmelidir.
Bu herkes için gerekiyor.
Kaynaklar:
1- Galip Tekin, "12 Eylül Mizahımızı N e
yönde ve Ne Ölç üde Etkiledi", Milliyet Sa
nat D ergisi, 15 Eylül 1990
2- Tan Oral, ' Kuyruğ unu Dil Tutmak',
Hür
riyet Gösteri Dergisi, Nisan 1989
3- Latif Demirci, 'Press Bey', "B u Dönemin
Yükselen Değeri", Artı Haber, 3- 9 Eki, Sayı:
42
4- Kemal Gökhan Gürses-Değişen Topl um
Değişen karikatür, M. Bilal Arık, Tür ki ye
Gazeteciler Cemiyeti Yayınları, sayfa; 89-90
5- Hasan Kaç an, "Biz Yemiyoruz" EP Dergi si,
13.12.1992
6- Mehmet Çağçağ, Leman Dergisi,
04.02.1992
7- Asılacak Adam Aziz Nesin, Demirtaş
Ceyhun, sayfa 12-13
deneme
nev in has
Vatanıma Gömün
ılın bu mev siminde, Temmuz
ay ında her şey sapsarıdır
ov ada.
Biçilmiş
buğday
tarlaları, tarlalar arasında
döne kıv rıla uzay ıp
giden y ollar; sıcağın altında,
suy un içindeymiş gibi y a da yanıy ormuş
gibi görünen kerpiçten köy ev leri, tam
tepede çakılmış gibi duran, insanın
gözünü y erden kaldırmasına f ırsat
vermeyen güneş... Hepsi sapsarıdır. Sarı
sıcağın anlamını en iy i güneşin altında
çalışan köylüler bilir. insan kendi
sesinden başkasını duy amaz çevresinde.
Börtü böcek bile susup y uvasına
girmiştir. Belki uzaktan bir traktörün, bir
su motorunun haf if uğultusu duy ulur.
Birden, bir şahinin ıslığı y ırtar sessizliği.
Nereden geldiğini ilk
anda asla
anlay amazsınız. Güneşi unutup başınızı
kaldırdığın ızda ışık, önce kamaştırır
gözleri. Hangi kay adan, hangi çalıdan
f ırlamıştır bilinmez. Sonra çok yükseklerde karaltısını görürsünüz. Şahin dönerek,
alçalıp y ükselerek gitmez çoğu kez,
av ının üstüne bile yüksekten kurşun gibi
iner. Hızla, tek bir y öne doğru uçar.
Küçülür küçülür, en sonunda o siyah
nokta da kay bolur. Gökyüzü gene
bomboştur. Sanki birisi çağırmış ta,
geliy orum
deyip
f ırlay ıp
gitmiştir.
Nerey e?...
işte ancak
o zaman
görürsünüz uzaktaki belli belirsiz çizgiy i.
Önce kuleler, dört
köşe bir noktadır. Daha y akınına gittiğinizde iki sıra tel örgü v e direklerini
görürsünüz Burası sınırdır işte.
O çizgiy i oraya ne öte taraftakiler, ne
bu taraftakiler çizmiştir. Ama işte ordadır.
Bazen "bela"d ır, bazen "ek mek kapısı"...
ille de ay sız gecelerde, önceden
hazırlanmış denkler sırtlanır, karanlık
gecede y ollar gündüz gibi aşinadır
gidene. Sonra nef esler tutulur. Artık
sınıra v arılmıştır. Telin geçilecek yeri
önceden bilinir. May ın tarlaları içindeki
patika yollarda... Jandarma pusuları, projektörler de kar etmez, geçilir "öte
gece"ye.
Y ine de bazen bir ihbar, bir pusu, bir
gözü karalık y üzünden sınırda can v erir
bir iki kaçakçı. Çatışmada v uruldu derler.
Sahipleri alana dek karakolun önünde
bekletilir. Bazen kay bedilen bir bacak bir
kol y a da yük olur. Ama her kay ıp
taşıy anın y anına kar kalır. Çünkü
"kesim" öy ledir. Çoğu y oksul köylülerdir.
Elindeki toprak geçimine y etmez ya da
hiç y oktur. Y oksulluk y üzünden bu işi
yaparlar. Asıl mal sahipleri ise getir götür
işine hiç karışmazlar. Kaçakçının başına
bir iş geldiğinde mal sahibi çoğu kez
sahip bile çıkmaz. Son on-on beş y ıldır
bu işin de eski canlılığı kalmamıştır. Bir
y andan sınır güv enliği artarken işe de
büy ük mafyalar el atmıştır. Zaten büyük
tavı r / sı nı r / ağustos '99 / sayı : 15
49
rüşv etler sayesinde bırak kaçak eşyay ı,
çok miktarda kaçak uy uşturucuları
gümrükten, egemenlerin "gözetiminde"
geçirmek mümkün.
Aray a sınır girdiğinden beri kaçakçılık
yaparmış bizimkiler. An-tep'ten aldıkları
malları Halep'e, Şam'a kadar götürüp
oradaki müşterilerine satar, oradan da
y eni mallar getirirlermiş. Babamın
anlattığına göre daha bizim köy e
v armadan
evde
Grundig
marka
telev izy on v armış.
Seyredildiğinden
değil, sadece süs eşy ası. Bir emmesinde
may ında kolu kopmuş, ondan sonra
çoğu zaman sarhoş gezermiş. 68'de
şehre y erleşmişler.
Sınır... Sınırı biz bazen haber bültenlerinde,
bilmem
ne
sınırından
geçmey e çalışan teröristlerle çıkan
çatışmada... gibi haberlerde duy arız. Bir
de asıl bay ramlarda haber olur sınırlar.
Sınırlar ın insanlarıdır onlar. Arası on
metreden fazla olan boş bir alan ve her
iki telin arkasında bir y ığın insan. Kadın,
çoluk, çocuk, ihtiy ar... Hepsi de ay nı
anda birbirleriy le konuşmay a çalışıy or.
Konuşmuy or da on metre ötede olan
birine sesini duy urmak için bağırıy or,
işaretler v eriyor. Kimi bir çocuğu gösteriyor başının üstüne kaldırarak, kimi karşı
taraf a bir hediy e f ırlatıy or. Genellikle
aray a düştüğü için jandarmalar iletiyor
hediy eleri, mektupla-
rı. Senede bu birkaç gün birbirini görüyor iki yandaki akrabalar, dostlar.
İşte bu yaranın acısıdır Ezo gelin.
Ezo gelinin adını duymayanımız
var mı? Ezo gelinin adına film yaptılar, şarkılar türküler yaptılar, hatta
Ezo gelin çorbası bile yaptılar. Oysa
hiçbirinden
haberi
olmamıştır
Ezo'nun.
Peki kimdir Ezo gelin?
Bütün akrabaları, köylüleri hala
hayatta olmasına rağmen Ezo gelin
hakkında o kadar çok rivayet var ki
şa şarsınız. Onun hakkında yakılmış
türkülerde, ağıtlarda sözü edilen felaketlerin hepsinin birden Ezo gelinin
başına gelmiş olması imkansızdır.
Ama türkülerin gerçek olduğuna
inanılır. Aslında gerçektir de... Güney
Anadolu'daki
sınır
boylarının,
Antep'in, Kilis, Barak, Nizip ovalarının ayrılığın, yoksullukların simgesi...
Ezo gelin ağıtlarının özel bir yeri
vardır kadınların dilinde. Ezo onlardan biridir. Kendilerini bulurlar; teleksiz, topraksız derler onun için.
Ezo gelin, bugünkü Oğuzeli ilçesine bağlı Dokuz Yol adında bir Barak köyünde doğmuş. Asıl adı Zöhre
imiş. Aynı köyden Şido lakaplı Hanifi
ile evlenmiş. Bu tabi mecburi bir
evlilik olmuş. Kürtler buna "Berdel"
derler. Barak Türkmenleri ise "Deniştik" derler. Yani bir ailenin erkeği
başka bir aileden kız alır, kendi kızlarını da o aileden birine verirler. Böylece karşılıklı değişme olur. Zaten
karşı tarafla çoğu zaman akrabadır.
İşte Ezo da şöyle bir gelin olmuş.
Ama evlendikten sekiz ay sonra babasının evine geri gelmiş. Çünkü rivayete göre Hanifi'nin de gözü başka sındaymış. Bundan sonra güzelliğiyle dillere destan olan Ezo'yu isteyen çok olmuş ama yedi yıl evlenmemiş. En sonunda da zorla Suriye'deki
teyzesinin oğluyla evlendirmişler. Ezo
bundan sonra bir daha köye
dönmemiş. Dokuz çocuk doğurup 16
yıl evli kaldıktan sonra, ölmüş. Mezarı da orda kalmış.
Geçenlerde gazetelerde bu konuda bir haber de çıktı. Buna göre mezarı Türkiye'ye, doğduğu köye taşınacakmış. Kızı, "annem vatan
hasretiyle öldü" diyor. Onunla vatanı
arasında dikenli teller, mayın
tarlaları vardı.
"Bozhöyük'e
gömün
beni.
Memleketimi
mezarım görsün."
demiş sağlığında Şimdi mezarı
memleketine bakıyor.
İşte Ezo, bu ayrılığın adıdır. Ayrılığın kendisidir. Nice gelinler, evlatlar
kaldı iki yanda. Hikayeleri hala
anlatılır.
Küçüktüm, yedi yaşında ya var
ya yoktum. "Misafir gelmiş" dediler.
Eve gittim baktım. Hiç tanımadığım
insanlar. Şişman bir adam, ikisi yaşlı
biri genç üç kadın... Gittim, ellerini
öptüm. Kadın ecime acımış aynı
onun gibi çenesinde, ağzının kenarlarında dövmeler vardı. Öpülmek-ten
benim de yüzüm ıslanmıştı. İlk defa
o
zaman
öğrendim Suriye'de
akrabalarımız olduğunu. Suriye televizyonunu hep seyrettiğimiz için bu
dil bize yabancı değildi.
Hepimize hediyeler getirmişlerdi.
Anama su geçirmez saat, ablalarıma
çok güzel mor kadifeden işlemeli
fistanlar, bana ve küçük kardeşime
de meşhur Halep gülleleri getirmişlerdi. Yaşlı kadın Arapça'dan çok
Türkçe konuşuyordu. 30 yıldır görmemiş ecimi. Onlar bu tarafa geldiğinden beri...
Bizim köy tam sınırdadır. Suriye'nin karşı köylerini hep biliriz.
Onlar da bizi bilir. Babam, babamın
babası, amcası kaçakçılık yaparmış.
Malları
Halep'e
götürdüklerinde
anamgilde kalırlarmış. Onlar da bizim akrabamızmış, ama sınırın ötesinde kalınca Halep'e göçmüşler. Bir
gidişinde dedem, başlığını ödeyip
anamı gelin getirmiş. Babam da annem de daha önce birbirlerini hiç
görmemişler. Düğün yapılmış. Sonra
artık kaçakçılık ekmek yedirmemeye başlayınca herkes içerdeki
köylere yerleşmiş. O da olmayınca
Antep'e gelmişler.
tavı r/ sını r/ ağustos '99 / sayı : 15
50
Anam bazen Halep'teki çocukluğunu, Ermeni arkadaşlarını anlatır.
Bir de Ezo Gelin türküsü söyler ağlayarak. Bir ağlamaya başladığı
zaman artık kimse durduramaz.
Ölmüşleri aklına gelir, tek tek onların
ağıtlarını söyler. Bizi dizine yatırır
"Gün görmemişlerim diye ağlar.
Yaşadığı bütün çileleri, yoksullukları,
acıları ağıt yapıp, gözyaşı yapıp
boşaltmak ister sanki...
"Adı; sevi, aşk, onur, güzellik,
me mleket
özlemi
ve
sabırla
özdeşleşen Ezo gelin" diyor, haberi
veren gazete. Sizin dilinizde kaç para
eder bunlar?..
Küçükken köye giderdik. Bizim
köyün yarısı Arap, yarısı Türk'tü.
Kirvelerimiz Arap olduğu için bir kaç
gün de onlarda kalmadan dönmezdik. Yoksa onları gücendirmiş
olurduk. Çok iyi, hürmetkar insanlardı. Cuma kirve, Erfin kirve, Hatçe
kirve... O yaşamımızda sıkılmayalım
diye yanımızda Arapça konuşmazlardı. Her yemekten sonra evin gelini
odanın ortasına bakır leğen getirip
elimizi yüzümüzü yıkatır, havlu
tutardı. Biz utancımızdan kıpkırmızı
olurduk. Çok cömert insanlardı. Elimizden yiyecek bir şeyi eksik etmez,
zorla ceplerimize doldururlardı. Biz
Alevi olduğumuz için onların kadınları namaz kılacağı zaman annem dışarı çıkar, bizi de çıkarırdı. Rahatsız
olmasınlar diye. Ama biz kapı aralığından bakardık...
Belki sizin için, orada yaşamayanlar için çok başka çağrışımlar andırır Ezo Gelin adı. Ama orada yaşayanların aklından bile geçmez bunlar.
Orada yoksulluğu, yarım kalmış
sevdaları, "kadersizliği" anlatır Ezo
Gelin. Her bir Türkmen kadını
Ezo'dur. "Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir
ölümdür Ezo'nun onlara anlattığı, ve
onların Ezo'dan anladığı..." •
Bir eleştiri ya da değerlendirme yazısı
gerçekliğin
içinde kalmak koşuluyla
v e bu sınırlar dahilinde bir olay ı olumlu
v e olumsuz y önleriy le
irdeleyen
ve
bir olumsuzluğun
tespiti
halinde bunun aşılması doğrultusunda
öneri v e görüş içermey i amaçlayan
nitelikte olmalıdır.
O zaman bu amacı taşıy an her
eleştiri tartışılıp değerlendirilir.
Oysa 20 Temmuz 1999 tarihli gazetenizin 11. say ısında Bülent Y ılmaz
imzalı y azıda "Eleştiri" adı altında
y alnızca karalama, hakaret, ağır itham
v e şovenist bir y aklaşımla yola çıkılınca
v e güdülen amaç da yalnızca bu olunca,
o zaman "gerçeklik" sizi ilgilendirmiş
olmuy or. Ortay a çıkan ise sadece
hakaret, çarpıtma v e "Özgür Bakış"
adına sev iy esiz bir yazı olmaktadır.
Çünkü y azının bütününde "ürünlerin
pazarlanabilir ol ması ", "yerellikle
hayali/zayıf ilişki kurulması ", "ege men
dilde okumaktan kaçınma", "ahlaki
sorumluluk", "risksiz adlandırma ",
"kullanılan tavır" şeklindeki nitelemeler
bu görüşümüzü doğ-
rulamaktadır. Özünde böy lesine seviy esiz yazılara y anıt v ermek niy etinde
değilim. Ancak, kamuoy una y anlış,
amaçlı v e doğruluktan uzak "kin
gütme" mesajları v erilince yanıt da
kaçınılmaz olacaktır.
Değerlendirme, albümü bütünselliği
içerisinde değerlendirmemiş, sadece
(sorumlusuymuşum gibi) "Türkiye'deki
etnisite olgusuna karşı sergilenen tavır
ile" paralellik kurmay a çalışmışsınız.
Y azınıza genel bir y anıt vermeye
çalışırken kasetimle ilgili müzikalite, şan
tekniği enstrümanların kullanımı, estetik,
sanatsal emek, coşku v b. şeylere
değinmediğiniz v e sadece bu konuya
saplandığınız için ben de size (kendimi
ay rıcalıklı sanma budalalığına düşenlere
inat, bu ay rıcalığa düşmeden) o konudaki görüşlerimi aktarmay a çalışacağım.
Müziğimde geleneksel türküleri, Batı
müziği v e Halk müziği enstrümanlarıy la
kay naştırarak yeni bir düzenleme;
rengiy le, öz biçimiyle, müziğin ezgisiyle
konusunun örtüşmesiyle, örgüsüyle ve
söy leniş
biçitavı r/müzik/ağustos'99 / sayı : 15
51
miy le y erellikle ulusallığı bağrında
taşıdığı gibi, içeriğiyle de enternasy onelliği taşıdığını y adsımak mümkün
değildir. Bunun adına Soft-Türkü deseniz
dahi. Nitekim, gazetenizin 20 Temmuz
1999 tarihli 11. say ısında "Arşivlerdeki
kültürel zenginlik" başlığı altındaki
kasetlerle ilgili tanıtımda, albümle ilgili
olarak son paragrafta "Yarayıcı'nın canlı
sesi ve yorumu sayesinde albüm,
sürükleyici bir özellik taşıyor" tespitiyle,
Sof t-Türkü tanımının örtüşmediği açıktır.
ilk solo albümde v e bundan sonraki
çalışmalarımda popülizme düşmeden
enternasyonal kültüre açık olacağımı,
pragmatist ve şov en bir y aklaşımı asla
benimseyemey eceğimi belirtmek isterim.
Albümdeki parçaların seçimi, ezgisiyle
konunun örtüşmesi ve y aşamımdaki
değerlere sadık
kalınması bunun
göstergesi olmaktadır.
Y azınızın ilk paragraf ında "alışılagel miş türkücü tipolojisinden oldukça
farklı" müzisyenlerden kastettiğiniz elinde
sadece
bağlamasıy la,
yüzy ıllarca
söy lene geldiği gibi bir parçay ı
durağan bir üslupla icra etmek ise ev et o
tanıma
girmiy orum.
Dayatmaya
çalıştığınız,
ya
da
savunduğunuz
durağan v e üretmeyen sanatçıy ı belli bir
tipolojiy e sığdırarak onu dar bir alana
hapsetmey e çalıştığınız bu tipolojiy i
reddediy orum. Bu nedenle y azınızda
önermey e çalıştığınız tutuculuk v e
dogmatizme karşıy ım. Dahası, kültür v e
sanata olan f eodal bakış tarzınıza da.
Bu gelenekselleşmiş müziğin içeriğini
değiştirip y ozlaştırmadan; akıcı, çağdaş,
y erellikle/ulusallığı bağdaştırıp giderek
herkesin kendi kültüründen bir şey ler
bulabileceği canlı bir müziği y apmay ı v e
icra etmey i y eğliyorum.
Y azınızın ilk sütununun sonunda y er
alan cümlenizde hedef inizin, Soft-Türkü
akımının genel bir
çözümlemesini
y apmak olmadığını, bu trend içinde
Türkiy e'deki etnisite olgusuna karşı
sergilenen tav rı, çıkan bir albüm
"Sürgün" üzerinden tartışmak istediğinizi
belirtmişsiniz. Amacınızın bir bütün olarak
müziğimi
değerlendirmek
olmadığı
görüy orum; sadece olay a "etnik" açıdan
bakmay a çalışarak, kaset bağlamında
"sığ" bir alanda (sorunun sığlığından
değil bakış açınızın sığl ığından söz
ediy orum) kalmaya çalışmışsınız.
Çünkü y azınızın tamamı tutucu v e
feodal milliyetçiliği barındıran bir bakış
açısıy la ele alınmıştır.
Y ine y azınızda etnisite olgusundan
söz ederken dilde yabancılaşmanın da
bunun içine girip girmediğine umarım
y anıt v erirsiniz. Örneğin Kürtçe'de "teşt"
(leğen), "henzir/hınzır" (do muz) terimleri
neden Arapça dilinden alınmıştır.
Bu kültürel etkileşime değil de
asimilasyona mı girecek? Net bir bakış
açınız y ok. Zira yazınızda "Soft",
"Trend", "Brothers" gibi terimleri
kullanmak
(ironik
değilse)
sizin
suçlamanızla "asimilasyon geleneğine
yeni bir katkıda bulunmuş giderek kültür
emperyalizmine hizmet etmiş" olmuy or
musunuz?
Y ine suçlamanızla "... 'kullanmacı' bir
tavıra düşme mek ve orjinal sözlerin
Türkçeleştirilmesi yoluna gitme mek" için
mi bu terimleri kullandınız? Y oksa
yazının
başlığında
belirttiğiniz
"hassasiyeti"
iletişim
kurduğunuz
"egemen dil" söz konusu olunca gözardı mı ediy or sunuz? Ve bunu ahlaki
buluy or musunuz?
Y azınızın dev amında müziğimde
"yerellikle hayali/zayıf bir ilişki kurulduğu
"ndan söz etmişsiniz. Burada da büyük
bir y anılgıy a düşmüşsünüz. Ve soruna
ne y azık ki sadece şov enist bakış
açısıy la yaklaşmışsınız. Siz sanatı y a da
sanatçıy ı sadece y erelliğe v eya
ulusallığa hapsederek nasıl evrenselliğe
ulaşabileceksiniz. Bu türküleri ya da
ezgilerini herhangi bir ülkenin insanı ya
da grubu kendi diliyle söy lediği zaman
"inkar" yoluna mı gitmiş olunacak? Eğer
buna y anıtınız ev et ise aynı basitlikten
hareketle sizin "Kürt müzik gruplarının y a
da müzisy enlerinin 1 May ıs'ı, "Yek
Gulan" olarak, Bella Ciao (Çav Bella) yi,
Venseremos'u
kendi
dillerinde
seslendirmeleri "kullanmacı" bir tav ır v e
bu sözlerin kürtçeleştirilmesi y oluna
gidilmiş olunmuy or mu? Sizin
mantığınıza göre sorunun y anıtı evet.
Oysa ben sizin gibi bakmıy orum.
Y ukarıda
belirttiğim
ev rensel
özellikleriy le,
öz-biçim
uyumu v e
kalıcılıklany la
insanoğlu
v arolduğu
sürece gündemde kalacak olan parçalar
değişik dillerde okunmasaydı düny a
halklarının ortak ezgileri haline gelip
mily onlarca
insana
hitap
etmesi
düşünülebilir miydi?
Bu nedenle sizin amacınızın olay a
pragmatist y aklaşıp f arklı sonuçlar
çıkarma niyeti taşıdığını düşünüy orum.
Benim şu ana kadar y aptığım müzik
çalışmalarım ortadadır. Şu anki albümde
y er alan müziği de sonuna kadar
sav unuy orum. Tekrar edecek olursak;
dostluk temelinde gelen bütün eleştiri v e
öneriler karşıt bir düşünceden gelse dahi
(eleştiri sınırında kalmak koşuluy la)
bütün görüşlere karşı açığım. Ve o
eleştirilerin gereklerini yerine getirip
olumsuzlukları olumluluğa çev irmeye de
ha-
tavır / müzik / ağustos'99 / say ı: 15
52
zırım. Oy sa yazınızın tamamı "Vurun
Abalıya" mantığıy la kaleme alınmış ve
albüm
çalışmam
"asimilasyon
geleneğine yeni bir katkı" olarak sunulmuş. Böylesine nitelemeler eleştiri değil,
karalamadır. Soruna sev iyesizce bir
bakış açısıy la y aklaşmaktır.
Anadolu'da
y aşayan
halkların
şarkılarının Türkçe sözlerle okunmasının
"bu kültürler arasındaki etkileşime
katkıda bulunacağı" türündeki bir söylemi
de y üzey sel v e gerçeklikten uzak
buluy orsunuz. Siz kültürler arasındaki
etkileşimin nasıl işlediğine birbirlerini
gerek müzik, şiir, resim vb. y ollarla nasıl
değiştirip dönüştürdüğünü incelediniz
mi?
Örneğin
belli
bir
tipolojiy e
sığındığınız türkücülerimiz neden sadece
y erel motifleri kullanarak müzik y apmıy orlar. Latin müziğinin v azgeçilmez
enstrümanı (bizde bağlama) olan gitar,
yine Anadolu insanına uzun bir dönem
uzak olan v e sadece lüks salonların
enstrümanı
olan
piyano
neden
kullanılıy or. Örneğin siz piy ano (yada
bateri)
olmadan canlı bir
marş
besteley ebilir misiniz? Bunlara "egemen
kültürün" enstrümanı diy ebilir misiniz?
Sorunu bu kadar sığlaştırıp basite
indirgey emezsiniz.
Y azınızda dev amlı "Gudileke" adıy la
okunan şarkının, "dinleyiciye sunuluş
biçimi, sanatçıyı daha da ağır bir
sorumluluk altına sokuyor", "İran Halk
Şarkısı"
dey imini
de
etnisiteyi
y ansıtmadığı için "y anlış" ve adlandırmanın "risksiz" bir adlandırma olduğunu belirtmişsiniz.
Bu güne kadar hiçbir zaman küçük
hesaplar peşinde koşmadım. Ama,
popülist ve şov ence bir y aklaşımı da
benimsemedim. Kasetteki parçaları
"duy arlı" bulduğunuz sanatçılar gibi
sadece
"Anonim"
diy erek
geçiştirebilirdim. O zaman bu eleştiriniz
haklılık kazanabilirdi. Oysa parçaların
tümünün orijinali kasette y er almıştır.
Parçaların ayrıntılı bilgileri hiç bir zaman
kaset kapaklarında y er almaz. Çünkü
kaset kapakları; dergi y a da gazete
sayfaları gibi bu amaca hizmet edemez.
Bu
bilgilerin
y er alacağı y er bellidir. Eğer sizin böy le
bir duy arlılığınız v ar ise y azıy ı kaleme
almadan önce beni bulur v e bununla ilgili
bilgileri
öğrenip
gerekli
röportajı
y apardınız.
Ama
amacınız
dey im
y erindeyse "Üzü m ye mek değil, bağcıyı
dövmektir." Bu nedenle Özgür Bakış
Gazetesi'nde hiçte özgür bir bakış
sergilemiyorsunuz. Kişilerin ilk önce kendi
y aptıklarına v e savunduklarına, "hizmet"
anlay ışlarına bakmak
gerekir. Asıl
kullanmacı, pragmatist v e asimilasyon
politikalarının önemli bir parçası olanları
v e ağır ahlaki sorumluluk taşıması gerekenleri başka yerlerde aray ın.
Örneğin, edebiy at alanında dünya
yazarlarının şiir ya da romanlarını neden
Türkçe olan "egemen dil"! ile
okuy orsunuz. Y a da Mem Ü Zin filmi
neden "egemen dil" olan Türkçe gös
terime girdi? Y oksa bu konulardaki
"hassasiyete" gerek y ok mu? Prag
matizm size bu konularda "istisna" mı
tanıy or? Ve yine siz gazetenizde
(anadilinizi biliy orum, ama sorun sizin
şahsınız değil, ana kuralınızdan söz
ediy orum) sav unduğunuz dile değil de
niy e suçlama getirdiğiniz "asimilasyona
hizmet
eden
egemen
dille"
y azıy orsunuz? Bunu y aparak "riskli" bir
işten mi kaçındınız? Sizin bu tav rınız v e
"kentli" y aşam biçiminiz söz konusu
olunca "ağır bir ahlaki sorumluluğu "
askıy a mı alıyorsunuz! Ve giderek "resmi
kültürel asimilasyon politikasının" önemli
bir parçası olmaya devam etmiş olmuyor
musunuz?
Y oksa siz de "Makyavelist" bir
yaklaşımla "amaç için her araç mubahtır"
diy enlerden misiniz?
Tüm bunlara içtenlikle y anıt v ermenizi
dilerim. Sizinle bu konuda -ithamlar v e
karalamalar- olmadığı sürece polemiğe
girmey eceğim, hakkımda eleştiri sınırını
aşan ağır suçlamalara karşılık bu
y azımın ay nı sayfada ve içeriği
değiştirilip özetlenmeden yay ınlanmasını
dilerim.
Çalışmalarınızda başarılar dileklerimle.
toplandık
kıyısına
ege'nin
Toplandık kıyısına Ege'nin...
Yoldaşlar,
Dört demet kır çiçeği gönderiyoruz size
sevgimizi,
inancımızı,
hasretimizi
sıcaklığımızı
verdik onlara b ilesiniz.
Sarın
sıcaklığımızı
Kuşanın
sevgimizi
Kır çiçeklerimizi takın saçlarınıza
Örtün b ir yorgan gib i üzerinize.
Toplandık kıyısına Ege'nin
Denize dik uzanan dağlardan
Ve geliyor insanlar
Bulmak için
kaybedilen yarınlarını...
Erkin Can
tavı r/ müzik / ağustos '99 /sayı : 15
53
tartışma
ibrahim karaca
Asimilasyon politikalarına katkı mı sunuyoruz?
Halk Kültürü Ve Hassasiyet
ültürerel mirastan beslenerek
y ay ınlanan "soft-türkü ve hassasiyet"
başlıklı y azıda şöy le deniliy ordu: "90'l ı
yeni bir birikimin parçası olmak
istediğinizde, alkış kadar
yılların ortalarından sonra kentli-popüler
müzik alanında yaşanan türkü akımı (...)
y enilgiye de
hazırlıklı
yeni bir müzikal tarzın oluş masına yol
olmalısınız.
açtı (...) bu tarz, günümüzdeki mü zik
Kültürel mirası y eniden
furyasının taşıyıcılığını yap makta."
y orumlarken de öyle. Adına ister etnik
kültür, ulusal kültür, geleneksel kültür;
isterse halk kültürü denilsin, siz onu y eni
Y azara göre bu "furya" devam et
den üretirken "kılına bile dokunmadan"
mektedir. Şu günlerde, Hilmi Y aray ıcı v e
saplantısının dışında durmalısınız. Böyle
onun albümü "Sürgün" ile devam
bir y aklaşım, duy guları şaha kalkmış
etmektedir. Önce şunu belirtelim: Bülent
dindar y aklaşımıdır. Kültürel mirasa
Y ılmaz imzalı y azıda belirtilen "türkü
kutsal ay et gibi y aklaşamazsınız. Onu,
furyası", Hilmi Y aray ıcı'nın (v e Fuat
"ecdadımızın
mirası"gibi
de
Saka'nın) geliştirerek sürdürdüğü tarzın
göremezsiniz. Bu tarz "hassasiyetler" bir sonucu değildir. Sözü edilen "tarz" ın,
bize y abancıdır. O zaman, durduğunuz "türkü furyası" kavramı ile y an y ana
y erin adını doğru koy malısınız. Sizin
kullanılmış olması, bir talihsizlik olmalı. O
dışınızda üretilen eserlere yaklaşırken de f urya içinde kimlerin olduğunu kes
öv gü y a da yergilerinizi buna göre tiremiyorum. isimleri de hiç önemli değil.
y apmalısınız. Bozulmay a, y ozlaşmay a,
Türküler kazanına kepçe salanlar, hangi
çürümeye karşı durmak için muhaf azakar birikimin "sanatçı" larıdır? Bu "sanatçılar"
olmay ı seçemezsiniz. Bunu söylerken,
için türküler, f ast-food'larda tüketilen
"liberal olun" da denilemez.
hamburgerden f arklı bir yerde mi
duruy or? Y azar arkadaş bunu bilmiyor
mu? Öy leyse, "Sürgün" gibi nitelikli
Bu kısa girişten sonra asıl konuya
bir
albümü
gelelim.
20 Temmuz tarihli Özgür Bakış'ta
tavı r/müzik/ağustos'99 / sayı : 15
54
bu f uryanın devamı gibi düşünmek niy e?
Kimileri için türküler, pazarlana-bilir
bir "mal" d ır. Buna katılmamak mümkün
değil. Ama "soft-türkü" ne demek?
"Sürgün" gibi albümleri tanımlay an bir
kav ram mı; y oksa, y umuşak ve akılda
kalıcı ezgisi olan türküler mi? O zaman
geriy e hard-türküler mi kalıy or?
"Bu tarzın icracıları, vurgulu bir
kentlilik sergiliyorlar" deniyor.
Diy elim ki öy le. Kentlilik kötü bir şey
mi?
"En tipik özellik, repertuarda türkçe
sözlü türkülerin dışına çıkılmayışıdır "
deniliy or. Hilmi Y aray ıcı albümüne bir
tane Arapça halk şarkısı almış olsay dı,
bu "tipik özellik" delinmiş mi olacaktı?
Kürtçe, Ermenice, Gürcüce, Lazca
gibi etnik kültürlere ait türküleri
seslendiren oldukça başarılı müzisyen
arkadaşlarımız var. Birol
Topa-
loğlu, Metin-Kemal Kahraman, Kardeş
Türküler, Kaf dağı, Knar, Nilüfer Akbal,
Şiwan Perv er v e daha niceleri.
duğumu hissettim, onu y azdım. Sonradan öğrendim ki, bu ezgi benzer bir
temay ı işliy ormuş.
Burada y azarın temel kay gısı şudur:
"Kürtçe Türküler, sözü ve müziği ile bir
bütündür. Ya ikisini birlikte kullanırsınız,
ya da hiç kullanmazsın ız". Böy le bir
mantık, "O benim milleti mindir ancak"
mantığıdır.
Eserlerini icra ederken
bay ağılığa düşmeme gibi bir estetik kaygı
taşıy an sanatçının çok güzel bir halk
ezgisini
Türkçe
söy lemesi
neden
y adırgansın?
Y azar arkadaş, ezgilerin künyeleri
konusunda y erden göğe kadar haklıdır.
Olması gereken, kay nağı en ince
ay rıntısına kadar belirtmektir. Ama, şu
cümlenin y arıdan sonrasına katılmak
mümkün değildir: "Bir sanatçı, farklı bir
çalışma ahlakı oluşturmak istiyorsa,
kimliği ve kültürü sürekli baskı ve
aşağıla malara
maruz bırakılan bir
toplumun şarkılarını ege men dilde
okumaktan kaçınmalıd ır".
Adı geçen y azının en başında y er
alan "Kürtçe'den ve diğer dillerden
Türkçe'ye türkü aktarma pratiği devam
ediyor" cümlesi, "soft-refleks" bir tepkiyi
y ansıtıy or. (Bu arada, soft'lu literatüre
katkılarımızı sürdürüy oruz). Y azarımız bu
y azıy ı "Aragos" için kaleme almış
olsay dı,
eminim
ki
bu
cümle
"Er meniceden ve diğer dillerden..." diy e
başlay acaktı.
Y azarın mantığı bizi bu düşüncey e
götürüy or.
Y azar arkadaş, albümü eleştirirken,
aslında Hilmi Y aray ıcı'dan çok beni hedef
alıy or. Benim y azdığım üç tane söz
olmasay dı, böyle bir y azı kaleme
alınmay acaktı belki.
Biri kürtçe, ikisi Ermenice olan bu
ezgilere söz y azarken, "acaba doğru bir
iş mi yapıyoru m" sorusu bey nimi
günlerce kemirip durdu. Sonra temel
kay gım şu oldu: Müziğin v erdiği duyguy a
en uy gun sözleri nasıl y azabilirim?.
Albümde "Gudileke" olarak geçen
ezgideki sözler, bir aşkı anlatıy ordu.
Türkçe y azarken ben de öyle y aptım.
Müzik beni oray a götürdü. Ama, o
müziğe örneğin, gümbür gümbür bir grev
türküsü de y azılabilirdi. "Sürgün" ise,
zaten enstrümantal bir Ermeni ezgisiydi.
(Orjinal
ismi,
Erzurumi
Şoror).
Dinledikçe, bir sürgünün duy gularına
sürüklenmekte ol-
Burada "soft" değil, "hard" bir
milliy etçiliğe kapı aralanıy or. Türkçe
dışında bir ezgiy i Türkçe sözlerle
okumanın kültürler arasındaki etkileşime
katkıda bulunacağını kimse söy lemiy or.
Merak etmeyin. Ay rıca, egemen dil
dediğiniz Türkçe bir halkın konuşma
dilidir. Bu anlay ışı biraz daha ileriy e
götürecek olursak, Hilmi'nin Arapça
okuması, benim de Hemşin’ce y azmam
gerekirdi. Bir Ermenice, Kürtçe ya da
Lazca türküy ü Türkçe sözlerle okumanız
o türküy ü Türkleştirmez. Asimilasyon
denilen şey bu değildir. Böy le dertler
taşımıy oruz. izzet Altınmeşe gibi bir
işlev imiz de y ok. "Erzurumi Şoror",
Türk Halk Müziği repertuarına Erzurum
y öresinden "Sürgün" isimli bir türkü
olarak girmedi. Müsterih olun. Y arın bir
gün, diy elim ki "Ey Raqıp" ın ezgisini
alıp Türkçe sözlerle dev rimci bir marş
y aptık. Y a da, "Bella Ciao" v eya
"Venceremos" a Kürtçe v eya Hemşince
sözler y azdık, bu sözlerle okuduk. Ne
olacak?
Ruhi Su'y a ait olan şu sözler anlamlı
olmalı: " Karacaoğlan, Yunus Emre,
Dadaloğlu ve bir çok ozanlarımız var.
Bunların şiirleri de bir takım e zgilerle
söylenir. Bu ezgileri aynı za manda o
ozanlar ortaya koydu diyemeyiz. Yani,
herkes var olan ezgileri kendi sözlerinde
kullanmıştır Sonra devrimci bir kuşak
gel miş, onlar da kendi sözlerini bu ezgilere yükleyerek söylemişler. Eğer söz
ezgi
tavı r / müzik / ağustos '99 / sayı : 15
55
ile uyum içindeyse pekala olur. Bu geleneği yürütelim. Ezgi ile söz uyu mlu değilse, zaten kendiliğinden biri diğerini
reddeder. Bir defa söylenir, unutulur.
Türküler tıpkı masallar gibi anoni mdirler.
Yıllar boyu bozula di zile en iyi biçi mlerini
alırlar. Önemli olan, en güzel ifadeyi
vererek yeniden söylemektir. Yani,
kendinizden bir şeyler katmalısınız."
Y ıllar önce, "Sobalarında kuru da
meşe yanıyor efem" dizesiy le başlay ıp,
"Mahir yoldaş Kızıldere'de üşümüşte
donuyor" dizesiy le devam eden bir
ezgiy i dinlemiştim.
Bildiğimiz Ege
Türküsüne ait bir ezgi.
Bu halk müziğinin ezgisini alarak
dev rimci bir önder için y eniden üretmek
nasıl ki o türküyü ait olduğu repertuardan
söküp almıy orsa, "Gudileke" (veya "qu
dırake")ye ait müziğe Türkçe (v ey a
Farsça vey a Pigmece) başka bir dilde
y eni sözler yazarak söy lemek, onu ait
olduğu Kürt kültürünün bir parçası
olmaktan alıkoymaz. Ermeni halk türküsü
olan "Ay, Lodi" için de öy le. Bu türküy e
ait ezgiy i Türkçe sözlerle (Ay Hanım)
y eniden okumak neden Ermeni halk
kültürüne bir saldırı olsun ki?
Y azar arkadaşımızın tartışmay ı, "söz
ile müziğin uyu mu ve duygusu" üzerinde
y oğunlaştırması daha anlamlı olmaz
mıy dı? Bir Kürt kilimindeki motif lerle bir
Y örük kilimindeki motif leri kullanarak,
ev imdeki tezgahtan y eni bir kilim
dokumam, geleneksel Kürt y a da Y örük
kilim motif lerinde bir yozlaşma yada
asimilasyon yaratır mı? Vey a Kürt halk
edebiy atının seçkin örneklerinden olan
"Siyabend ile Xece"yi y eniden anlatan
v e Türkçe söyley en Hüsey in Erdem,
"egemen dilde" y azmakla kötü bir iş mi
y aptı?
Y aklaşımlar
önemlidir.
Y arının
demokratik halk kültürü, bütün etnik
kültürlerin izini taşıy acaktır. ister birlikte,
ister ayrı ay rı olarak. Bunun başka bir
izah tarzı y ok. Hassasiyet güzeldir. Ama,
içi dolarsa.
vrupa'yı kasıp kavuran
soğuk
hava
dalgası
ülkemizin batısında etkili
ol maya başladı. Dünden
bu yana yağan yağmur yerini bugün kar
yağışına terketti. Hayatı felce uğratan kar
yağışının daha birkaç gün süreceği
belirtiliyor"
Telev izy on spikerinin anlattığı haber
kadar soğuk sesi, bir haberi diğerine
dev rederken
sahte
bir
sıcaklığa
bürünüy or. Haberin konusu değiştikçe
spikerin sesi de renkten renge
bürünüy ordu.
Loş odanın sıcaklığı üzerinde inceden incey e bir rehav et y aratmıştı.
Oturduğu telev izyonun karşısında gözleri
haf if hafif kapanıy or, başı tam yana
düşeceği sırada ürkek bir tav ırla
uy anıy ordu. Telev izy ondaki spiker sözü
bir başka spikere devretmiş v e akşam
haberlerinin sonuna varılmıştı.
Oturduğu y erden of laya puf laya
kalktı. Bilgisay arın bulunduğu masanın
önüne bir sandaly e çekti. Eğilip
bilgisay arını çalıştırdı.
Bilgisay arını
ev inin en sev diği köşesine
oturtmuştu. Denizi alabildiğine engin
gösteren pencerenin önüne. Burada
içkisini içerek düşüncelere dalıy or,
dostlarıy la sohbet ediy or v e tabi ki en
güzeli, yazılarıy la baş başa kalıy ordu. En
güzel öykülerini, romanlarını burada
y azmıştı. Burada; bu pencerenin
önünde... Şimdi gözü dışarıy a iliştiğinde
dışarıda lapa lapa y ağan karın giderek
şiddetlenmey e başladığını gördü; gülüm
sedi. Manzara çok güzeldi. Gökyü
zünden toprağın üzerine serilen
bembey az örtünün ardı sıra dingin
denizin üzerinden ağır ağır bir v apur
ilerliy ordu. Tepesinden çıkan duman
ay aza karşı koymay a çalışıy or sıcaklığını
duy urmaya çalışıy ordu ama besbelli
y eniliyordu. içinde bir şey lerin
kıpırdanmay a başladığını hissetti.
Y azmalıy dı. Zaten, tam y azılacak bir
akşamdı. Üç y ıl önce yine böy le ağır ağır
y ağıp bir gecede toprağı beyaza
boy ayan karın y ağışını izlerken
tasarlay ıp,
yazmaya
başlamıştı
romanını. Şimdilerde sonlarına v armıştı.
Büy ük bir coşkuy la başladığı romanı,
şimdi sıkıntılarla y azılıy ordu. Bir türlü
bitmiyordu lanet olası. Oysa başlar-
tavı r / öykü / ağustos '99 / sayı : 15
ken böy le miy di? Bunları düşününce içini
bir sıkıntı kaplıy ordu; ama bu akşam
bitirecek
kadar
y azacaktı
bunu
hissediy ordu. Odanın ucundaki bara
gidip kendine bir içki aldı. Daha şişeyi
elinden bırakmadan ilk dubley i midesine
indirmişti.
Kirden v e yağdan hiç ay rılmamacasına birbirine y apışmış saçlarını
kırmızı bir nay lon poşetin içine alelacele
sıkıştırdı. Ardından da kaderine sunturlu
bir küf ür savurdu. Islık çalarak esen
rüzgar, saçlarını bey aza boy ayan karın
düşüşünü daha bir hızlandırmıştı.
Rüzgarın keskinliği y üzünü bir bıçak gibi
çiziy ordu. Elindeki şişey e kızgın bir
if adeyle bakıp ağzına day adı. Şişeyi
y ukarı kaldırmaktansa kaf asını arkay a
doğru itmey i tercih etti. Büyük bir keyif ve
hazla kaf asını arkay a itti. Gırtlağından
midesine doğru akan sıv ı içini ısıtıy ordu.
Ateş suy u... Geçtiği her yerde y angınlar
çıkararak ilerliyordu. Bazen hiç söndürülmey en yangınlar çıkararak...
Ağzın ı, siy ahlaşmış eski ceketinin
koluy la sildikten sonra şişey e tekrar
baktı. "Senin kitabını ..." diye
başladı küfürleri ardı ardına sıralamaya.
"Sen de hep bitiyorsun be! Senin
tükenmezini de icat edemediler ki gözünü
sevdiklerim" dedi. Sanki y anında birileri
varmışçasına sesli ve hey ecanlı bir sesle
konuşuy ordu. Gözleri, gözy uv arlarının
içine gömülmüş. Eti, kalın bir sakal
tabakasının ardında görülmez olmuştu.
Y üzünün açıkta kalan küçücük parçası
da soğuktan nasırlaşmıştı. Burnu büy ük
ve kırmızıy dı. Y az ya da kış, burnu hep
kırmızıy dı. Y az y a da kış, O hep üşürdü.
Y az y a da kış hiç ama hiç o eski ve
siy ahlaşmış
ceketini
üzerinden
çıkarmazdı.
Hikayesini hiç kimse bilmezdi. Ne
zamandan beri böy le y aşadığını, neden
böy le olduğunu. Öy le y a! Hiç kimse
anasından böy le doğmaz ki... Kimse de
fazlaca merak etmezdi onun hikayesini.
Hikay esini kimse bilmezdi ama en
bilinen hikay elerden birini yaşadığı
kesindi.
Kendisiy le
aynı y aşamı
pay laşan herkes gibiydi. Hikayesi en
bilinenlerdendi. Nerede akşam orada
sabah işte merak edenlere y ılların
özeti...
Genişçe bir caddenin sağına düşen
büy ükçe parka doğru y öneldi. Cadde
boştu.
Işıklar
tüm
görkemiyle
ay dınlatıy ordu caddeyi. Kar şiirsel bir
dinginlikle y ağıy ordu. Parka y öneldi.
Kırmızı y anan ışığı eliy le boş verip
caddey e yöneldi. Cadde bomboştu,
parkta öyle.
"Bizi m oran ın dağlarından biri var ki
onun ardında uzunca bir koyak vardır.
Bir baştan bir başa ormanlıktır. Pınarların kaynadığı, dört yanı naneli, içleri
çakıl taşlıdır. Pınarlardan su yerine sanki
aydınlık kaynar; oluklardan ise su yerine
ışık sakırdar Çok eski za manlardan bu
yana güzelliğinden zerrece bir şey
kaybetme miştir"
Birden y azısını kesti. Boğazının
kuruduğunu hissediyordu. Oturduğu
y erden kalktı v e içkisini tazeledi. Şişeyi
elinden bırakmadan bir y udum alıp
sandaly esine oturdu v e y azmaya dev am
etti.
"Vakit bahara doğruydu. Şubat yeli,
kış yelini çoktan kovmuştu. Ağaçların
yaprağına can geliyor, domur do mur
yeşil veriyordu dünün kuru yaprağı..." Bitti,
bitiy ordu. Keyfine diyecek yoktu. Arada
soluklanıyor, içkisinden bir y udum alıy or,
sonra
parmakları
bilgisay arın
klavy esinde
iştahla
dolaşıy ordu.
Alabildiğine geniş v e Av rupai döşenmiş
odanın içinde küçük bir bilgisayarda
engin bir deniz manzarasının önünde
sarı topraklı, geniş ormanlıkları, köy ü ve
köy insanlarını anlatıy ordu. Köyden
alabildiğine
uzakta, y üzlerini
bile
hatırlamadığı insanları anlatarak y azıy or,
kazanıy or ve ödüller alıy ordu. Saygındı,
say gınlığı alabildiğine hatırı say ılırdı.
Parmakları buza kesmişti. Ay az
gecede canlı kalan tek insan gibiy di.
Sanki koca bir tufan silip süpürmüştü
insan soy unu. Öy le ki bir tek O sağ
kurtulmuştu sanki. Öy lesine tek ve y alnız
kalmıştı sokağın ortasında. Elini tutup,
kendi nasırlaşmış elini ısıtacağı y a da bir
çekişte onu ayağa kaldıracak bir kişi y ok
muy du acaba bu koca şehirde? Parmakları artık y oktu. Hissetmiy ordu onları.
Ellerini, koltuk altına sıkıştırıy or ve
y eniden
parmaklarına
ulaşmaya
çalışıy ordu. Peki y a ay akları? işte onlara
hiç söz geçiremiyordu. Vücudunun her
y anını y alay ıp geçen bir rüzgarın
esintisiyle.
Elindeki y eşil şişede bir parmak içki
kalmıştı. Hemen içmek istedi ama
vazgeçti; gece uzundu v e daha çok üşüy ünce içmeyi düşündü kalan bir parmak
içkiyi. Kar, dur durak bilmeksizin
yağıy ordu. Şehir bey az bir örtünün altına
girmiş mışıl mışıl uy uy ordu...
Dizlerini büküp, başını da dizlerine
yaslayarak
bir
bankın
üzerinde
oturuyordu. Uyku vücudunu sarmay a
başlamıştı.
Soğuk, eskisi kadar sert
değildi.
Sarı sıcak bir güneş parlıy ordu
tepesinde. Terlediğini bile düşünmey e
başlamıştı. Vücudunda sıcak bir y el
dolaşıy ordu. Sıcak bir y el içine işliyordu.
ilikleri
tavı r / öykü / ağustos '99 / sayı : 15
57
bir yangın yeriydi.
Tatlı bir tebessüm yay ıldı y üzüne belli
belirsiz. Uykusunun ağırlığı bütün
direncini ezmiş v e karla kaplı bankın
üzerine boy lu boy unca serilmişti.
2.
Gün doğuy ordu; Gece boyunca
y ağan kar dinmişti. Büy ük parkın içinden
işine y a da okuluna gitmekte olan
insanlar bir müddet y ürüdükten sonra
aniden duruy or v e meraklı bakışlarla az
ötelerindeki kalabalığın içine katılıy ordu.
Telsiz sesleri,
kameralar, fotoğraf
makinalarının meraklı bakışları arasında
parça parça gazete sayfaları üzerine
teker teker örtülüyordu. Hayatı boy unca
görmediği bir ilgi şimdi üzerindey di.
Kamera v e f otoğraf makinaları şimdi bir
başka taraf a yönelmişti. Bütün gece
parkta kalan bir evsiz v atandaşın
donarak öldüğünü belirtiyordu kalın bir
paltoy a sarınmış, patlak gözlü, bıy ıkları
dudaklarının üzerinde eğreti bir biçimde
duran adam.
Y eşil şarap şişesi dimdik duruyordu
bankın kenarında v e yine bir parmak
şarap v ardı içinde...
Y azısının bitişinin mutluluğunu karla
kaplı şehrin o enfes manzarasını
izley erek kutluyordu. içi daha bir rahattı
artık. Sırtından büy ük bir yük kalkmıştı.
Rady osuna eğildi.
Her zaman dinlediği frekansa ayarlı
olan rady o birden tatlı bir müziğin
notalarıy la doldurdu odasını.
Bir süre sonra da haberlere geçildi.
ilk haber tatlı bir manzara y aratan kar
y ağışının hay atı nasıl f elç ettiğinin
dökümüy dü. Kapanan yollar, traf ik
kazaları v e donarak ölen bir kişi. Sözün
burası da diğerleri gibi hızlı hızl ı aktı gitti.
"Dün gece yağan kar ve soğuk hava
evsiz bir vatandaşımızın öl mesine sebep
oldu."
insaf sız bir mevsim, acımasız bir
doğa mıy dı gerçekten O'nu kaskatı
donduran ve çekip bağrına alan? •
şiir
f e d e ri co g a rci a lorca
Lorca
Lorca 1899 yılında doğdu. "Şiirler Kitabı" adını verdiği ilk eserini
1921 yılında yayınladı.
1928 yılında ona büyük ün kazandıracak olan "Çingene
Türküleri" adlı eserinde, çingene türkülerinin içeriğini,
söylenişlerini, biçimlerini, dilini ustalıkla değerlendirdi.
1930 yılında "Şair Newyorkta" adlı şiir kitabıyla Newyork'ta
yaşayan yoksul halkı anlattı.
İspanya'da 1931 de Cumhuriyetin ilanından sonra
gezginci tiyatro La Barraca'nın yöneticiliğini yaptı. "Kanlı
Düğün" adlı oyunu 1933 yılında Madrid'de sahnelendi.
Bu arada İspanya'da 254 gün sürecek olan karşıdevrimci hareket başlamıştı. Darbenin başında faşist şef
Franco vardı. Bunun karşı sında direniş başladı. İspanya
halkı "No pasaran -Geçit yok-" haykırışlarıyla direndi.
Henüz savaşın başında, "İspanya'nın yüreğinin gürleyen
savunucusu" olan şair, Federico Garcia Lorca, 20 Ağustos
1936'da vurularak öldürüldü.
İspanya iç savaşının öne çıkan yanı Picasso'nun
resmine konu olacak olan Guernica'nın bombalanmasıdır.
26 Nisan 1937'de Alman hava kuvvetlerine ait uçaklarla
Guernica üç saat bombalandı. 1654 kişi öldü.
Franco'nun 200 bin kişilik ordusuyla Madrid'e girmesiyle
İspanya iç savaşı da son bulmuş oldu. Savaşta 1 milyon
insan öldü.
ta vır
tavı r / y ı l d ö n ü m ü / ağustos '99 / sayı: 15
58
tanıtım
tahsin ilkaya
Bir Fotoğraf Albümü:
M İ TR AL Y Ö
ocukluğundan genç kızlığına,
sev imli uf acık bir afacandan,
olgun, v atanı v e halkı için
ölümü sev e sev e kucaklay an
bir sanatçıy a, bir kadına, bir
cepheliy e. "Dolu dolu geçen
bir ömrü sığd ır mak istedik bu albüme.
Yazısız, çizisiz, sadece fotoğraflarla, İdille
başbaş bırakmak istedik."
Ç
Mitraly öz'ün kapağını açıp tek tek
sayfalara bakmaya başladığımızda siy ah
bir sayf a çıkacak karşınıza; "Devri m
Kuşağının Kahra manlar ına, şehitlerimize..." sözü bu siyah sayfadaki tek cümle.
Albüm en çok yakışanlara, idil'e, Ölüm
Orucu şehitlerine, tüm şehitlerimize ithaf
edilmiş. Daha sonra idil'in o bildiğimiz
f otoğraf ı. Tıpkı y ukarıda önsözden
aldığımız sözlerdeki gibi başbaşa
kalıy oruz idil'le. Mitraly öz'de çocukluğundan şehitliğine kadar f otoğraf lardan
izliy oruz idil'i. Küçük idil tüm şirinliğiyle
gülümsetiyor bizi. Y üzünde her zamanki
gülümsemesi v ar. Biraz mahcup, biraz
muzip...
Babası, Semih Erkmen'in uf acıkken
bay ram y erlerine götürdüğü, kırmızı
peluş mantolu, uzun kırmızı çizmeli idil
canlanıy or
gözümüzde.
Sayfalar
ilerledikçe bizim tanıdığımız idil'le karşılaşıy oruz y eniden. Gözlerinde y ine ay nı
sıcaklık v e kararlılık v ar. Devrimci
sanatçı, idil'in emekçiliği, y oldaş sıcaklığı,
kav ganın
içinde
olmanın
verdiği
mutluluğu, fotoğraf karelerinde dondurulmuş olarak ulaşıy or bize. Tutsak
v e Ölüm Orucu
sav aşçısı...
Ölüm
Orucu'nun ilk kadın şehidi... Mitraly öz...
Ölümü gülerek kucaklayışın, fedanın,
yiğitliğin fotoğrafları bunlar. Alnındaki kızıl
bantı taşımanın gururu yüzünden
okunuy or idil'imizin. Halkı v e vatanı için
şehit düştüğünde y ine sakin, y ine
huzurlu v e y ine dudaklarında aynı
gülümseme v ar. Gücü görüyoruz onda,
düşmana meydan okuy an o yenilmez
iradey i kuşan-mışlığı, güv eni... Küçük bir
kız, öğrenci genç idil... Devrimci sanatçı,
emekçi, yoldaş idil... Kadın, cepheli,
sav aşçı idil... Zulmün zindanlarında bir
özgür
tutsak,
Ölüm
Oruçlarında
mitraly özle-şen idil; f otoğraf kareleriyle
albümün
sayfalarından
geleceğe
taşınıy or. Mitraly öz albümüyle "tertemiz
bir ö mre ya zılan anıları" i zledikten sonra
söy lenecek tek bir şey kalıy or; iyi ki bu
fotoğrafları çektirmişsin idil. "Aynı
yalınlıkta ölmek isterim. Kırda bir çiçek
gibi, sakin gösterişsiz Mum yerine
yıldızlar farlasın üstümde Yeryüzü
uzansın altımda ses-siz"diy en Jose
Mani'nin dizelerinde v urguladığı y alın
ama görkemli bir kimlik y ansıy or y üzüne,
gülüşüne...
1997 y ılında Tav ır y ay ınlan taraf ından hazırlanan bu albüm oldukça emek
verilmiş, idil'in adına y akışır bir incelikte
y ay ınlanmay a özen gösteril-
tavı r / kitap / ağustos '99 / sayı : 15
60
miş bir albüm. Albüm, bir devrimcinin
sayf alarca yazıy la anlatabilecek y aşamını, dondurulmuş anlara, f otoğraflarla
iletmek kay gısıy la hazırlanmış v e bunda
etkili de olmuş. Y alnız, bu süreci
f otoğraf ların anlatımına y üklerken bazı
ay rıntılar da eksik kalmış diyebiliriz.
Örneğin, bu albüm, idil hakkında onu hiç
bilmey en tanımay an kimselere de hitap
edebilmeliy di. Y ani içinde idil'e ait özlü
bilgileri y azıy la not düşerek f otoğraf ların
anlatımı daha da kuvv etlendirebilirdi. Bu
noktada
bir
eksiklik
olduğunu
v urgulamak gerekir. Politik mücadelenin
içinde olmaktan öte, idil'le y an yana
olmanın getirdiği bir tanıdıklık ve bilme
hav asında hazırlandığı izlenimi v erdiğini
düşünüy oruz.
Fakat, yine de hazırlanış v e düşünce
itibariy le ince bir duy gu ile hazırlandığı
kendini gösteren ve bir dev rimcinin
y aşamının o sıcak anlarını belgeley en
olması y anıyla hemen herkesin görmesi
ve arşiv inde bulundurması gereken bir
albüm olduğunu düşünüyorum.
Mitralyöz,
Tav ır Yayınları, 1 Baskı: 1997
HABER YORUM
İdil Futbol Turnuvası Başladı
Daha önce iki kez düzenlenen v e artık geleneksel bir kimlik kazanan, Ayçe İdil Erkmen'in anısına düzenlenen İdil Futbol
Turnuv ası'nın bu y ıl üçüncüsü düzenleniy or.
Turnuv ay ı, düzenlendiği ilk iki y ıl boyunca Gazi Halk Gücü kazanmıştı.
Geçtiğimiz y ıl İdil Kültür Merkezi'nin de dördüncü olduğu turnuv ay a bu y ıl 12 takım katılıy or. Üç grupta dörder takımın
mücadele edeceği turnuv anın ilk turu tek dev reli lig usulüne göre oy nanacak. Gruplarında ilk iki sıray ı alan takımlar ikinci
turda eleme maçı oy nay acak ve bu elemeleri geçen üç takım kendi arasında y ine tek devreli lig usulüne göre karşılaşacak
v e turnuvanın şampiy onu belli olacak.
24 Temmuz'da başlay an turnuvada kura çekimi sonucu belirlenen gruplar v e takımların listesi şöyle:
A Grubu: Gazi Halk Gücü, Alibeyköy Halk Gücü, Okmeydanı Halk Gücü, Mühendis Gücü
B Grubu: Nurtepe Halk Gücü, Armutlu Halk Gücü, Seyhan Müzik, Umut Spor
C Grubu: idil Kültür Merkezi, Doğu Spor, Nurtepe Halk Meclisi, Y enibosna Halk Gücü. •
Grup Yorum Konserlerine Yönelik Engellemeler Sürüyor
İSTANBUL- 25 Temmuz Pazar günü Bursa Kültür Park Açık Hava Tiy atrosu'nda yapılacak olan Grup Y orum konseri
Bursa Valiliği taraf ından y asaklandı. Bu karara tepki gösteren konser organizatörü, y ürütmenin durdurulması amacıy la Bursa
İdari Mahkemesi'ne başvurdu. Başvuru üzerine mahkeme, Bursa Valiliği'nden üç günlük sav unma süresi istedi. Valilik
taraf ından hazırlanan savunmada; konseri düzenley enlerin daha önce gözaltına alındıklarını v e poliste kayıtlarının olduğunu
gerekçe gösterdi. Ayrıca 2 Temmuz- Sivas v e 12-14 Temmuz katliamlarını bahane eden Bursa Valiliği, bu nedenlerden
dolay ı Temmuz ay ının halk v e kamuoy u taraf ından önemli bir ay olarak bilindiği v e halk arasında tedirginlik y arattığını
sav unmasında iddia etti. Hızını alamay an Bursa Valiliği, Grup Y orum elemanları hakkında daha önceki Bursa Konseri v e
diğer konserlerinden dolay ı dava açıldığını, Adana, Mersin, istanbul, izmir konserlerinin de yasaklandığı gerekçelerini
gösterdi. Bundan dolay ı da konserin sakıncalı olacağını söyledi. Valiliğin bu savunmasını geçerli bulan Bursa idari
Mahkemesi, Grup Y orum'un Bursa konserini yasakladı. Bursa'da en son konserini 1997 y ılının Ocak ay ında gerçekleştiren
Grup Y orum'un, Orhan Taşanlar'ın bu ile v ali olmasından sonra Bursa'daki konser başv urularımız bile engellendi.
31 Temmuz-1 Ağustos tarihlerinde Antaky a'da Merkez v e Samandağ ilçelerinde y apılacak olan Grup Y orum konserleri
de, konsere iki gün kala engellendi.
Samandağ konserine izin vermeyen polis, Merkez ilçedeki yapılacak konsere de izin v ermesine rağmen konserin
yapılacağı salonun sahibini tehdit ederek provokasy on girişiminde bulundu. Konsere izin verilmesine rağmen yapılan bu
tehdit Grup Y orum taraf ından protesto edildi.
Antaky a da bu türden hukuksuz, keyfi dav ranışlar Grup Y orum'un başına ilk kez gelmiyor. Geçen y ıl, Antaky a'da
Seriny ol Festivali'ne çağrılan Grup Y orum'un konserini verememesi için Belediy e Başkanı polis taraf ından "uyarılmış" ve
belediy e de konseri son gün iptal etmek zorunda kalmıştı. Y ine iskenderun konseri de mahkeme kararı olmasına rağmen,
kay makama v ekalet eden Y üzbaşı Sefa Taşkın taraf ından keyfi bir biçimde engellenmişti. •
Munzur Festivali Yasaklandı
İSTANBUL- Tunceli Belediy esi ve Tunceli Kültür v e Dayanışma Derneği'nin ortaklaşa düzenlediği ve 6-8 Ağustos
tarihleri arasında birincisi yapılacak olan 1. Munzur Kültür ve Doğa Festiv ali, Tunceli Valiliği'nin kararıyla yasaklandı. Tunceli
Kültür v e Dayanışma Derneği, yaptığı y azılı açıklamada; valilik ile yaptıkları görüşmelerde f estivalin yapılmasını kabul
ettiğini, f akat buna rağmen festiv ali y asaklandığını belirti.
Tunceli Kültür Ve Dayanışma Derneği 4 Ağustos Çarşamba günü y aptığı basın toplantısıy la olay ı protesto etti. Basın
toplantısına Ferhat Tunç, Aydın Öztürk, Nilüf er Akbal gibi sanatçılar katılarak bu durumu protesto etti.
Bu arada Müzisy en Nilüf er Akbal'ın da halkı askerlikten soğuttuğu gerekçesiy le dört ay hapis cezası aldığı bildirildi.
tavı r / haber yorum / ağustos '99 / sayı ; 15
61
HABER YORUM
İstanbul'da Jazz Günleri
İSTANBUL- istanbul Kültür v e Sanat Vakf ı'nın 7-18 Temmuz tarihlerinde
düzenlediği, 6. Uluslararası istanbul Jazz Festivali kapsamında, bu y ıl jazz müziğinin
düny aca ünlü sanatçılarının y anı sıra Türkiye'den de jazz sanatçılarının katıldığı
etkinlikler düzenlendi.
Jazz, ritmleriyle ve ezgileriy le Batı Afrika'daki köleler arasında doğmuş, sonra bu
kölelerin gemilerle Batı Amerika'y a gelmesiy le Misissipi nehri kenarlarındaki pamuk
tarlalarında çalışanların "Negro Spiritals" denilen ağıt türündeki şarkılarıy la gelişmiştir.
Bu müzik, zenci köleler v e işçilerle kuzey kentlerine, özellikle Chicago, Cansas, Detroit
vd. y ay ılmaya başlamış; zenci klişelerine, barlara, gece kulüplerine girmiştir. Jazz olarak ilk biçimini 1915 y ılında Chicago'da müzisyen Joseph Coltran'ın düzenlemesinde
bulmuştur... I. Pay laşım Sav aşı sonrasında jazzın gece klüplerinde bey azları
eğlendirmek için zencilerin çaldığı bir müzik haline döndüğü görülür. Ne var ki
burjuv azi jazzın geniş kitleleri etkiley ebilecek v e satılabilecek bir meta olduğunu
sezinley erek pazarlamaya başlar.
Gelelim f estivale... Daiela Mercuri'nin konseri ile açılışı y apılan festiv alde Patti
Smith, Khaled gibi ünlü şarkıcılar, f olk şarkıcısı Suzanne Ve-ga, ünlü Blues sanatçısı
Ben Harper, düny anın say ılı saksafoncularından Keny Garret ve Courtney Pine sahne
aldılar. Blues çalan The innocet Criminale Grubu, ünlü Gospel -hristiy anlarca tanrının
şarkıları say ılan müzik türlerinden biri- topluluğu, The Blind Boys Of Alabama,
festiv alde sahne alan gruplardandı. Festivalde ayrıca Brezily a dans geceleri, düny anın
en iy i piyanistlerinden biri olarak tanımlanan Chucko Valdes'in yer aldığı La Banda
Municipal de Santiago adlı Küba Orkestrasının şenlendirdiği Latin v e Küba müziği
gecesi ve Türk Gecesi başlıklarında gösteriler düzenlendi. Festivale katılan yerli
sanatçılar ise Tuna Ötenel, Emin Fındıkoğlu, Ayşe Tütüncü, Muv affak Falay gibi
isimlerdi.
Jazz sev erleri doyuran festiv alin belki de en ilginç y anı içişleri Bakanı Saadettin
Tantan'ın geç saatte müzik yay ınını durdurmay a y önelik talimatının istanbul Jazz
Festiv ali'ni vurması oldu. Bu yasaktan dolay ı programda aksamalar olurken Branf ord
Marsalis adlı ünlü jazzcı konserini "tutuklanabilirim" diyerek yarım bıraktı.
Cemil Topuzlu Açık Hav a Tiy artrosu, Atatürk Kültür Merkezi'nin y anı sıra Roxy,
Baby lon ve Dulcinea Bar ve gece kulüplerinde düzenlenen konserlerle klasik jazzın
y anı sıra, Latin Jazzın örnekleri de 6. Uluslararası Jazz f estivalinde sergilendi.
Festivalin sponsorluğunu ise Garanti Bankası y aptı. Koçbank, Baytur inşaat, The
Marmara Oteli, Renault v e DHL bu organizasy onun kurumsal sponsorlarıy dılar.
Kaset Toplatma Haberimize Ceza
Dergimizin 9. say ısında yer alan "Boran Fırtınası'na Toplatma"başlıklı haberimize
açılan dava sonuçlandı. Dergimizin sahibi irşad Aydın ve yazı işleri müdürümüz Y asin
Ali Türkeri'y e dev letin savcısını terör örgütlerine hedef gösterdiğmiz iddiasıy la açılan
dav a sonucunda dergimiz sahibi irşad Ay dın 42 milyon TL para cezası aldı.
tavı r / haber yorum / ağustos '99 / sayı : 15
62
Grup Y orum
3 Temmuz 1999;
istanbul'un Okmey danı
semtinde bir düğün törenine katıldı.
Düğünde yaklaşık 500 kişiy e
seslendi.
1 Ağustos 1999;
Haseki'de, Özgür TAY AD'ın
açılışına katıldı.
Özgürlük Türküsü
15 Temmuz 1999;
12-14 Temmuz şehitlerinin Üsküdar
Bağlarbaşı'nda bulunan Karacaahmet
Mezarlığ ındaki mezarları başında
yapılan anma törenine katıldı. Anmada
"Bize Ölüm Y ok" marşını seslendirdi.
27 Temmuz 1999;
'96 Ölüm Orucu şehitlerinden
Y emliha Kay a'nınY enibosna
mezarlığında bulunan mezarı başında
yapılan anmaya katıldı. Şehit yakınları ile
birlikte "Bize Ölüm Y ok" marşını
seslendirdi. Grup üyeleri daha sonra
gözaltına alındı v e iki gün gözaltında
tutulduktan sonra serbest bırakıldı.
1 Ağustos 1999;
Alibey köy Güzelleştirme v e Y aşatma
Derneği'nin Kemerburgaz Ormanlarında
düzenlediği pikniğe katıldı. Piknikte
y aklaşık 300 kişiye seslendi.
HABER YORUM
Ünlü Besteci Rodrigo Öldü
İSTANBUL- Ünlü besteci ve gitar virtüözü Rodrigo geçtiğimiz ay öldü.
Rodrigo, 22 Kasım 1901 yılında Valencia yöresinde Saugunto'da doğdu. Doğum gününün müzik azizesi Santa
Cecilia Günü'ne rastlaması belki de geleceğin habercisi olacaktı. Üç yaşında yakalandığı difteri hastalığı yüzünden
görme yeteneğini tümüyle kaybetti. Sekiz yaşında müzik çalışmalarına başladı; solfej, armoni, piyano ve keman
eğitimi aldı. İlk bestesini 1923 yılında piyano için yaptı. 1934'te ise orkestra için ilk eserini besteledi. Öğrencilik yılında
yaptığı bir besteyle İspanya çapında düzenlenen bir yarışmada birincilik aldı. Bütün eserlerini körlerin kullandığı
Braille Alfabesiyle yazan Rodrigo, Albeniz, Granados, Turina ve Falla gibi İspanyolların büyük ustalarının izlerini takip
etti. Rodrigo da onlar gibi Paris'e gitti. 1927-32 yılları arasında Paris'te Paul Dukas'tan ders aldı. 1929'da İstanbul
doğumlu eşi Victoria Kamhi ile tanıştı. 1933'te gerçekleşen evlilikleri Rodrigo'nun besteci yönünü olumlu etkiledi.
İspanya iç savaş yılları ise Rodrigo için zor bir dönem oldu. Fransa ve Almanya'da yaşamak zorunda kaldı. Aranjuez
Konçertosunu da Paris'te yazdı. İç savaş bittikten sonra 1939'da İspanya'ya geri döndü.
Aranjuez Konçertosu'nun ismi Madrid yakınlarındaki bir zamanlar Bourbon -Burben- Krallarının yazlık yerleşim yeri
olan kraliyet sarayının ismidir. Ama müzik buna hiç değinmez. Aranjuez Konçertosu yalnız gitar için iki küçük solo
parçaydı. Fakat genel olarak bir konçerto formu için tad verdi. Özellikle de gitar çalanlara tad verdi. İlk gitar
konçertoları 19. yüzyılın başlarında ortaya çıktı. Rodrigo, Aranjuez Konçertosu üzerinde 1938'de çalışmaya başladı
ve 1939'da tamamladı. Aralık 1940'da Regino Sainz del la Maza tarafından ilk temsili yapıldı. Bu konçerto gitar ve
tüm orkestra için bu yüzyılda bestelenen ilk konçertoydu. Rodrigo, ülkemizde de konserler vermiştir. 1983'te
Türkiye'deki deprem felaketini duyar duymaz depremze-delere yardım etmeye koşmuştur. Açılan banka hesabına
onbin peseta para göndermiştir. 8 Temmuz 1999 Salı gecesinde ise yaşamı süresince olduğu gibi sessiz bir
iyimserlik içinde aramızdan ayrıldı.
Rodrigo'nun kendine özgü bir müzik anlayışı yaratmaya çalışırken geleneksel İspanyol halk müziğinden etkilendiği
görülür. Onun İspanya tarihiyle -sosyal, kültürel, sanatsal- yoğrulu büyülü yaşamının ürünleri ülkesinin tüm müziksel
tasvirlerinin en kapsamlısı olarak tarif edilmiştir. Rodrigo virtüöz bir piyanist ve de tüm araçlar için bir müzik
bestecisidir. Ancak en büyük şöhreti çalamadığı fakat çok iyi kavradığı gitar için yaptığı çalışmalardan gelmiştir.
Arkasında on bir konçerto, altmıştan fazla şarkı, koral ve enstrümantal sayısız eser bırakmıştır. Konçertoların birçoğu
gitar için bestelenmiştir. Gitarın yanısıra arp, flüt, viyolonsel, keman konçertoları da kaleme almıştır. Gitarı sahneye
solist olarak çıkartarak yeni bir çığır açmıştır. Rodrigo birçok akademide dersler de vermiştir. Ölümüne dek müzik
üretimine de ara vermemiştir. Dünyanın beş kıtasından çeşitli ödüller ve madalyalar alan Rodrigo için bugün "gitarı
yirminci yüzyılın çalgısı haline getiren sanatçı" değerlendirmesi yapılıyor. •
Grup Yorum Elemanı İrşad Aydının Mahkemesi 18 Ağustosta
21 Ağustos 1998 tarihinde, İdil Kültür Merkezi'ne yapılan polis baskını sırasında gözaltına alınan ve 25 Ağustos 1998
tarihinden bu yana tutuklu bulunan Grup Yorum elemanı ve aynı zamanda dergimizin de sahibi olan Irşad Aydın, 18
Ağustos'ta mahkemeye çıkıyor. Beşincisi gerçekleşecek olan mahkemeye çıkacak olan Ir-şad Aydın DHKP-C'ye
yardım yataklık ettiği iddiasıyla tutuklu bulunuyor. İstanbul 3 No'lu DGM'de görülecek olan dava saat 11.00'de
başlayacak. Toplam altı kişinin yargılandığı davanın 11 Haziran'da yapılan geçtiğimiz duruşmasında Fikriye Kılınç,
Muzaffer Aslan, Mehmet Öztürk, Ersoy Daşkın ve Vefa Saygın Öğütle beraat etmişti. Irşad Aydın hakkında istenen
12,5 yıllık hapis cezası da 3 yıl 9 aya düşürülmüştü.
25 Ağustos'tan bu yana bir komplo sonucu tutuklu bulunan Irşad Aydın'ın tutukluluğunu geçerli kılabilecek hiç bir
somut delil bulunmaması davanın nasıl işlediğini göstermesi bakımından da dikkat çekici bir dava.
Grup Yorum, dergimize yaptığı açıklamada, tüm Yorum dinleyicilerinin bu davaya ilgi göstermesini ve katılımını
beklediklerini belirtti.
Bu arada'üç yıl önce gözaltına alınıp tutuklanan ve iki buçuk ay sonra serbest bırakılan Ufuk Lüker ile Kemal
Sahir Gürel'e yine 3 Nolu DGM tarafından verilen 3 yıl 9 aylık hapis cezasının yargıtaydaki ikinci duruşması da
22 Eylül'de Ankara Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından görülecek.
tavı r / haber yorum / ağustos '99 / sayı : 15
63
HABER YORUM
Tavla Festivali Bu Yıl Yapılamıyor
ANTAKYA-Her yıl Hatay'ın Tavla ve Çat Belediyeleri tarafından Ağustos ayında geleneksel olarak yapılan Tavla
festivali bu yıl ekonomik zorluklar ve masraflar nedeniyle iptal edildi.
Tavla Belediyesi Başkanı M. Ali Aşkaroğlu, Belediyenin yol, su, kanalizasyon vb. gibi sorunları dururken festivalin
yapılmasını doğru bulmadığını belirtiyor. Belediye Başkanı Aşkaroğlu, festivalin amacından saptırıldığını bu nedenle
yıl sonunda veya gelecek yıl festival yerine şenlik düzenleyebileceklerini belirtiyor.
Antakya'da halkın büyük bir kitlesellikle katıldığı,dayanışmanm geliştirildiği kültürel bir etkinlik olan Tavla
Festivali'nin iptal edilmesi ve bu festival için ayrılan paranın kanalizasyon yapımı için kullanılması tartışmalar yarattı.
Öte yandan Serinyol Belediyesi tarafından düzenlenen "Sanat ve Kültürel Dayanışma Festivali" nin bu yıl da
devam edeceği belirtiliyor. Festival bu yıl 27-29 Ağustos tarihleri arasında yapılacak. •
Ölüm Orucu Şehidi Ayçe İdil Erkmen Mezarı Başınd a Anıldı
İSTANBUL-Ölüm Orucu Direnişi'nin 68. günü olan 26 Temmuz 1996 tarihinde Çanakkale Hapishanesi'nde şehit
düşen Ayçe İdil Erkmen, ölümünün üçüncü yıldönümünde İdil Kültür Merkezi çalışanları, Grup Yorum, Özgürlük
Türküsü ve Ayşe Gülen Halk Sahnesi elemanları; Kültür Sanatta Tavır Dergisi ve FOSEM çalışanları tarafından 25
Temmuz Pazar günü mezarı başında anıldı.
Anma töreni devrim şehitleri için bir dakikalık saygı duruşuyla başladı. Tutsak düşmeden önce Ortaköy Kültür
Merkezi'nde çalışmalarını sürdüren Ayçe İdil Erkmen'in yaşam öyküsü ve mücadelesi anlatıldı. Bu konuşmada, İdil'in
bir devrimci sanatçı olduğu, bu yönüyle örnek alınması gereken bir kişi olduğu, halkı için yaşamını feda ederek şehit
düştüğü ve dünyada Ölüm Oruçlar ı'nda şehit düşen ilk kadın olma onuruna sahip olduğu vurgulandı.
Anma töreni, "Bize Ölüm Yok" marşının söylenmesi ve İdil için yazılmış olan "Ayçe" adlı şiirin okunmasıyla
sona erdi. •
Altın Portakala Katılacak Kısa Filmler Belli Oldu
İSTANBUL: Antalya Altın Portakal Film Festivali kapsamında düzenlenen 5. Uluslararası Kısa Film-Video Film
Yarışması'na 33 ülkeden 201 film başvuru yaptı. Türkiye, Danimarka, Brezilya, İtalya, Avusturya, Macaristan,
Finlandiya, Belçika, Kore, Fransa, İspanya, İngiltere, Almanya, Yeni Zellanda, Hollanda, Lübnan, Iran, Kanada,
Japonya, Çek Cumhuriyet, İsviçre ve Mısır'ın da aralarında bulunduğu 33 ülkenin katıldığı 5. Uluslararası Kısa FilmVideo FilmYarışması 'na 64 film seçildi. Bunların 14'ü Türkiye'den katılan filmler olacak.
Yapıtlar Festivalde "En İyi Kurgu, En İyi Canlandırma, En İyi Belgesel, En İyi Dramatik Film ve En İyi Dramatik
Video " kategorilerinde değerlendirilecek.
5. Uluslararası Kısa Film- Video Film Yarışması 'nın sonuçları 1 - 5 Ekim tarihlerinde gerçekleştirilecek olan 36.
Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde açıklanacak.
5. Uluslararası Kısa Film-Video Film Yarışması kapsamında, yönetmenliğini Marmara Üniversitesi'nden Emre
Tanyıldız'ın yaptığı "Objektif ile Ulaş Beşoklar'ın "Getto" adıl filleri En İyi Dramatik Film dalında yarışacak.
Ahmet Ilgaz'ın "Sağlıklı Yaşam", Cenk Özakıncı 'nın "Uçmuşlar", Ahmet Sönmez'in "İçteki", Barış Tarımcı-oğlu'nun
"Denk" adlı filmleri En İyi Dramatik Video dalında yarışacak.
Yönetmenliğini Ankara Üniversitesi'nden Özgür Yaren'in yaptığı "Trik Trak" ile Taylan Sezginer'in "Ötekiler" adlı
filmleri En İyi Belgesel Film dalında, Levent Çetin'in yönetmenliğini yaptığı "Uyum" adlı film ise En İyi Deneysel Film
dalında yarışacak. Ayrıca,yönetmenliğini Hüseyin Karabey'in, müziklerini Grup Yorum'un yaptığı, Türkiye'deki kayıpları
konu alan "Boran" adlı film, En İyi Dramatik Video Film dalında yarışmaya katılacak. 5. Uluslararası Kısa film- Video
Film Yarışması'da Özel Gösterim bölümüne alınan diğer filmler ise şöyle: Rıza Kıraç'in "Meleğin Selamı", Arzu Birol'un
"Gökyüzüne İliklenmek", Bahattin Mermut'un "Doğuş" ve Kemal Sevimli'nin "Cumadan Pazara İstanbul" adlı kısa
filmleri.
1-5 Ekim tarihleri arasında yapılacak olan 36. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nin açılış kortejine 150 kadar
sanatçının katılacağı belirtildi. •
tavı r / haber yorum / ağustos '99 / sayı : 15

Benzer belgeler