Alim`in Edebiyat Mirası - As-Alan

Transkript

Alim`in Edebiyat Mirası - As-Alan
51
2011 Yılı Faaliyet Programı
GELENEKSEL ETKİNLİKLER
• Türk Dünyası Nevruz Buluşması
(24 Mart 2011, BM Genel Kurulu, New York-İstanbul-Ankara)
• 14. TÜRKSOY Opera Günleri (Mayıs-Haziran, Mersin-Girne-İstanbul)
• TÜRKSOY Resim ve Fotoğraf Sergileri (Yıl boyu)
• 4. Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması Semineri
(17 Haziran, Kazan-Bulgar)
• 14. TÜRKSOY Ressamlar Buluşması (Kırgızistan)
• 8. TÜRKSOY Fotoğraf Sanatçıları Buluşması (Astana)
• 2. TÜRKSOY Üyesi Ülkeler UNESCO Milli Komisyonları Toplantısı
(Kazakistan)
• TÜRKSOY Üyesi Ülkeler Opera ve Tiyatro Müdürleri Toplantısı
• 2. TÜRKSOY Lehçeler Arası Çeviri Çalışmaları Sempozyumu ve Uygulama
Atölyesi çevirileri, Abdullah Tukay’a ithafen (Şubat, İstanbul)
TÜRKSOY ÖZEL ÖDÜLÜ VERİLEN ETKİNLİKLER
• TÜRKSOY Basın Onur Ödülü (Ocak, Ankara)
• XV. Uluslararası Rudolf Nuriyev Bale Sanatı Festivali (Mayıs, Kazan-Ufa)
• TÜRKSOY Resim Ödülü
• Uluslararası Altın Minber İslam Dünyası Sinema Festivali (Ekim, Kazan)
• Geleneksel Çir Cayan Festivali (Temmuz, Abakan)
• İstanbul Bale Festivali TÜRKSOY Ödülü
• TÜRKSOY Uluslararası Şan Yarışması Ödülü
• Doğu Pazarı TÜRKSOY Ödülü
• Kültür Mirasları Restorasyonu TÜRKSOY Ödülü
TÜRKSOY Res
samlar Buluşm
ası
ve
si Ülkeler Opera
TÜRKSOY Üyeürleri Toplantısı
Tiyatro Müd
DİĞER ETKİNLİKLER
• Abdullah TUKAY’ın 125. Doğum Yılı Etkinlikleri (Yıl Boyunca)
• TÜRKSOY-ÜNİMA Kukla Tiyatroları Festivali (Azerbaycan)
• Evliya Çelebi ve İpek Yolu Uluslararası Bilgi Şöleni
• Uluslararası Türk Halkları Kültür Mirası Festivali (20-22 Nisan 2011 Aşkabat)
• Bin Nefes Bir Ses Uluslararası Türkçe Tiyatro Yapan Ülkeler Festivali
(Nisan, Konya)
• Türk Dili Konuşan Halklar “Tuganlık” Tiyatro Festivali (Ağustos, Ufa)
• Uluslararası “Dede Korkut ve Geçmişten Geleceğe Türk Destanları” Bilgi Şöleni
(Ağustos, Kızılorda/Kazakistan-Eylül, UNESCO Paris)
• Türk Dil Bayramı ve Yunus Emre’yi Anma Etkinlikleri (Haziran, Karaman)
• Başkurt-Tatar Sabantoy Kutlamaları (Haziran, İstanbul-Ufa-Kazan)
• Büyük Bozkır Müziği Uluslararası Geleneksel İcracılar Festivali
(1-6 Temmuz, Kazakistan)
• Doğu Pazarı Pop Müzik Festivali (Ağustos, Kırım)
• XII. Uluslararası Doğu-Batı Film Festivali (Eylül, Bakü)
• Operaliya-2010 IV Uluslararası Müzik Festivali. (Kazakistan)
• 4. Uluslararası Orta Asya Ülkeleri Tiyatro Festivali
• TÜRKSOY Uluslararası Şan Yarışması (İzmir)
• 150. Doğum Yılında Karaçay İsmail SİMENOV’u Anma Toplantısı
• Türk Halkları Ozanları (Destancıları) Bilgi Şöleni (Eylül, Afyon)
• Uluslararası Türk Dünyası Etnik Müzik Araştırmaları Kongresi (Ankara)
• El Sanatları Ustaları Buluşması ve Uygulama Atölyesi
• Türk Dünyası Kültür Sanat ve Halk Dansları Festivali (1-30 Mayıs, Samsun)
Y Fotoğrafçılar
6. ve 7. TÜRKSOması
Buluş
Nevruz Kutlam
al
UNESCO, Pariarı
s
TÜR
K SO
Y Op
era G
ünler
i
SCO
ler UNE ı
e
lk
Ü
i
s
ıs
OY Üye
Toplant
TÜRKS Komisyonları
li
Mil
Ferit Recai Ertuğrul Caddesi No: 8 Oran 06450 / ANKARA
Telefon : +90 312 491 01 00 (pbx) • Fax: +90 312 491 01 11
www.turksoy.org
1
Sevgili Okuyucu,
Karaçay-Malkar Edebiyatı özel sayımızla selamlıyoruz sizleri.
Karaçay-Malkar halkı, Kafkasya’da Elbruz dağlarının zirvelerinde yaşayan ve bizim gibi
Türkçe konuşan akraba topluluklardandır. Fakat Oğuzca’dan çok, Kıpçak özellikleri taşıyan
bir Türkçedir bu. Tabiatla iç içe yaşayan bu yiğit halkın folklor ve edebiyatı da yaşadığı
iklim kadar zengin, renkli ve güzeldir.
Heybet ve azametiyle insanı hayrete düşüren Kafkas Dağları, bir yandan da binlerce yıldır
masallarımızı süsleyen, Kaf Dağlarını çağrıştırıyor bizlere. Ben bu dağları, yolculuklarım
sırasında ancak uçaktan seyrettim ve hayranlıkla ürperdim.
Bu heybet ve azamet onların davranışlarına, mizaç ve sanatlarına da yansır. Folklorları da
destan ve hamaset havası taşır hep. Kendilerine dağlı anlamında ‘tavlu’ derler ve bu isimle
gurur duyarlar.
2 Kasım 1943 tarihinde Karaçaylılar, 8 Mart 1944 tarihindeyse Malkarlılar tıpkı Kırım
Tatarları, tıpkı Ahıska Türkleri gibi Stalin tarafından sürgüne gönderilmişler. Dergimizin
bu özel sayısında yer alan yazar ve şairlerin çoğu bu sürgün yıllarında dünyaya gelmiş
ve ilk eserlerini de oralarda kaleme almışlar. Daha sonra 1957-1958 yıllarından itibaren
Kafkasya’ya ata yurtlarına dönme izni verilmiş. Hayatlarını ve edebiyatlarını yeniden
vatanlarında devam ettirmişler.
Biz bu bilgileri genç ilim adamımız Ufuk Tavkul beyden alıyoruz. Bugün, Ankara Üniversitesi
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümü öğretim
üyesi olan Prof. Dr. Ufuk Tavkul; yazdığı yedi kitap ve 150’den fazla makalesiyle Türkiye’de
bu sahanın en büyük mütehassısıdır. Etnik Çatışmaların Gölgesinde Kafkasya, Kafkas
Dağlarında Hayat ve Kültür, Karaçay-Malkar Destanları Karaçay-Malkar Türkçesi sözlüğü,
Karaçay-Malkar Atasözleri ve Birliğimiz yayınevi Bengü Yayıncılık’tan çıkan Karaçay Malkar
Halk Şairleri Antolojisi gibi eserler onun kitaplarından bazıları.
Kafkasya’ya defalarca giderek o çetin coğrafyada yerinde inceleme ve araştırmalar yapmış
olan Tavkul’un ailesi de bundan yüz yıl kadar önce oralardan gelmiş.
Kardeş Kalemler’in bu sayısının hazırlanmasında konuya olan vukufu ve zengin arşiviyle bize
yardımcı olan sayın Tavkul’a ve yine onun adaşı olan TRT Dış Yayınlar Dairesi Başkanlığı
Yabancı Diller ve Lehçeleri Müdürlüğü Kazakça Masa Şefliği’nde çalışan değerli tercüman
Ufuk Tuzman’a teşekkür ediyoruz.
Evet sevgili okuyucu;
Her ne kadar “Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır” deseler de artık önümüz
bahardır. Havaya, toprağa ve suya cemre düştü. Cemre hararet demektir. Lapa
lapa yağan karlar, vadilerden esen bir dev nefesi gibi ılık rüzgârla üç günde
eriyecek. Öbek öbek çiçekler fışkıracak kara topraktan. Dileğimiz sevmeyi
unutan gönüllere de cemre düşsün, uyuyan bahtlar uyansın...
Nevruz Bayramınız kutlu olsun…
Ali Akbaş
Kardeş Kalemler Mart 2011
2
Sahibi
Avrasya Yazarlar Birliği Adına
Yakup Deliömeroğlu
Genel Yayın Yönetmeni
Yazı İşleri Müdürü
Ali Akbaş
Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı
Ömer Küçükmehmetoğlu
Yazı Kurulu
Ekrem Arıkoğlu - İmdat Avşar - Osman Çeviksoy
Mehmet İsmail - Hüseyin Özbay
Orhan Söylemez - Esra Yavuz - Aşur Özdemir
İbrahim Türkhan - İslam Beytullah Erdi
Düzeltme
Cem Arslan
Sesli Dergi
www.seslekitap.com
Kapak Fotoğraf
Ufuk Tavkul - Ağustos 1993
“Elbruz Eteklerinde Yılkı Atları”
Tasarım
İbrahim Sağlam 0532 460 96 41
Baskı
Uçan Selefon & Ambalaj
Büyük Sanayi 1. Cd. Alibey İşhanı No: 99/14-15
İskitler/Ankara Tel: (0312) 341 46 35
32
Kulina Salpagarova
Yüreğimin Başköşesinde, Karaçay
34
İsmail Tohçukov
Ben Ölsem de...
35
Muradin Ölmezov
Zaman Değirmeni
4
4
Kaysın Kuliyev
Yurdum
14
Halimat Bayramukova
Kendi Şiirim
Ahmet Sozayev
25 Kâzım, Ben mi İdim Ters?
Baskı Tarihi
07.03.2011
İdari Adres
Hacettepe Mahallesi
Hamamönü Sokak No: 24 Altındağ/Ankara
Tel:+90 312 311 70 52 - 311 70 62
Faks:+90 312 311 70 32
www.ayb.org.tr - [email protected]
www.kardeskalemler.com
14
36
Azret Akbayev
Git, Evladım, Kafkasya’ya
38
Alim Töppeyev
Gözünün Gördüğü Yerler
Senindir!
42
Cagafar Tokumayev
Benim Vatanım Yok!
Abonelik
Yurtiçi yıllık abone bedeli 80 TL, kurum ve kuruluşlar için
180 TL, Türk Cumhuriyetleri için 120 TL, Türk Cumhuriyetleri
kurum ve kuruluşları için 160 TL, Avrupa için 130 Avro ve
ABD için 200 $’dır.
TC Ziraat Bankası Balgat Şubesi
Şube Kodu: 1395 - Hesap No: 47095325-5004
IBAN: TR960001001395470953255004
Posta Çeki Hesabı: Avrasya Yazarlar Birliği No: 53 23 008
[email protected]
Dergimiz Türk Dünyası Edebiyat Dergileri
Kongresi üyesidir.
© KARDEŞ KALEMLER Dergisi, Avrasya Yazarlar Birliği
tarafından TC yasalarına uygun olarak yayımlanmaktadır.
Kardeş Kalemler’in isim ve yayın hakları
Avrasya Yazarlar Birliği’ne aittir.
Dergide yayınlanan malzemelerin her hakkı saklıdır.
Kaynak gösterilerek dergiden alıntı yapılabilir.
Yazıların sorumluluğu yazarlarına, ilanların
sorumluluğu ise ilan sahiplerine aittir.
Yerel Süreli Yayın
ISSN 1307-2382
Kardeş Kalemler Mart 2011
25
26
Fatima Bayramukova
Aziz Kafkas
29
Mahmut Kubanov
Kama ile Dağlar
30
Bilal Laypanov
Yurdumda Yağmur
30
3
y
38
46
İbrahim Gadiyev
Hadis’in Cevabı
51
Hasan Şavayev
Cehennemden Gelen Mektup
63
Borisbiy Uzdenov
Uzaklardaki Yakın Mezarları
66
Abu-Hasan Hubiyev
Ninenin Tuzağı
60
72
Şafak Tavkul
Mirzakul’un Fidanı
73
Hasan Konakov ile Mülakat
“Zaman Gazetesi Malkar
halkının yüz akıdır”
72
54
Bilal Appayev
Suçluluk
60
Fatima Bayramukova
İhtiyar İssa ile Tavbatır
73
87
75
Bilal Laypanov ile Mülakat
“İmam hak yoluyla, yazar
ak yoluyla halkı yok oluştan
kurtarır”
78
Ufuk Tavkul
Karaçay-Malkar Edebiyatı
89
87
Asker Doduyev ile Mülakat
“Mingi Tav” KaraçayMalkar halkının geleceğine
ışık tutmaktadır.
89
Ufuk Tuzman
Alim’in Edebiyat Mirası
Kardeş Kalemler Mart 2011
4
Kaysın Kuliyev
(1917-1985) Karaçay-Malkar şairi. Malkar köylerinden Ogarı Çegem’de doğdu. Küçüklüğü
dağlarda çobanlık yaparak at sırtında geçti. Edebiyata olan yeteneği bu yaşlarda ortaya çıktı.
Çegem’de orta okulda okurken şiirler yazmaya başladı. 1935 yılında Moskova’da Lunaçarskiy
Tiyatro Enstitüsüne girdi. Aynı sırada Edebiyat Enstitüsü’ne de devam etti. 1940 yılında İkinci
Dünya Savaşı’na giren Sovyet ordusunda askere alındı. 1944 yılında bütün Malkar halkıyla
birlikte Orta Asya’ya sürgüne gönderildi. Sürgün dönüşü 1958’de Moskova’da edebiyat derslerine devam etti. İlk şiir kitabı Salam Ertdenlik (Selam Sabah) 1940’ta yayımlandı. 1958 yılında
şiirlerinin iki ciltlik antolojisi çıktı. 1966 yılında yayımlanan Caralı Taş (Yaralı Taş) adlı şiir kitabı
Maksim Gorkiy Devlet Ödülünü kazandı. 1974’te yayımlanan Cer Kitabı (Yer Kitabı) adlı şiir
kitabı Sovyetler Birliği Devlet Ödülü’nü kazandı. Karaçay-Malkar şiirinin en büyük ustası kabul
edilen Kaysın Kuliyev şiirlerindeki güçlü tasvirler, anlatım gücü ve zengin hayal dünyası ile
bütün Sovyetler Birliği şairleri arasında önemli bir yere sahip oldu. Yaşadığı sıkıntı ve eziyet
dolu hayat, Kafkasların dağ zirveleri arasında zor bir yaşantı sürdüren Karaçay-Malkar halkının
hayat mücadelesi, sürgün yıllarındaki vatan özlemi onun şiirlerinin konuları arasında yer aldı.
Eserleri: Salam Ertdenlik (Selam Sabah) (1940), Caralı Taş (Yaralı Taş) (1966), Cer Kitabı (Yer
Kitabı) (1974), Nazmula (Şiirler) (1988), Cazganlarını Üç Tomlu Cıyımdıgı (Eserlerinin Üç Ciltlik Antolojisi) 1981.
Kardeş Kalemler Mart 2011
5
KAYSIN KULİYEV
ÇEVİREN: UFUK TAVKUL
yurdum
Oy, destanların yuvası – yurdum,
Oy, yiğitlerin anası – yurdum,
Temiz sularını içiren yurdum,
Büyüten, hayat, güç veren yurdum.
Seni düşmana bırakıp gitmekten,
Kanlı düşmanlarımıza terk etmekten,
Onların seni esir etmesinden,
Kirli askerlerinin çiğnemesinden ise,
Son kurşunumu atarım,
Savaşta kartal gibi vuruşup.
Seni kucaklayıp, ölüp yatarım,
Göğsümü düşman kurşunu delip.
Korkak ayağımın senin bir çöpüne
Basmasından ise, kahraman ölüm
Yatsın kutsal göğsünde!
Sana düşmanın sahip olduğunu görüp,
Durmadan kalbim kömür olarak,
Onu savaşın ateşleri çiğnesinler.
Taşların kızdırdığı toynaklarıyla,
Geçsinler cesedimin üzerinden!
Düşmanın dövdüğü, eziyet ettiği anaları
Gitmektense bırakıp geriye,
Kahraman ölüm yatsın onların
Önünde, kan lekesi yamçıda.
Onların kederli oğullarının
Korkak arkama geçmelerinden ise,
Aksınlar anaların gözyaşları
Savaşta ölen cesedimin üzerine.
Kardeş Kalemler Mart 2011
6
Mingi Tav (Elbruz Dağı)
Kardeş Kalemler Mart 2011
7
Kuşların kanat sesini
Korkak kulaklarım ile duymaktansa,
Ölümün üzerinde uçsunlar kuşlar,
Kız kardeşlerim gibi ağıt yakarak.
Mingi Tav (Elbruz Dağı)1 Seni düşmana bıraktığımı
Gözlerimle görmektense,
Saçımı kahramanca ölen başımda
Hüzünlü ayazınla okşa sen.
Sizsiz nasıl yaşarım, dağlarım,
Elbruz Dağım, Dıh Tav’ım2, Kazbek’im3,
Dolanbaçlı yollarım, ak kayalarım,
Sizsiz nasıl yaşarım ırmaklarım!
Nasıl unutursun Bashan’ı4, Terek’i5?
Dostlarım sizsiz kim arkadaş eder beni ?
Sizsiz nasıl yaşarım kuşlarım,
Sizsiz nasıl yaşarım şölenlerim ?
Sizsiz nasıl yaşarım, destanlarım,
Sizsiz ne yaparım masallarım,
Dağlı analar, Dağlı ihtiyarlarım,
Sizsiz nasıl ölürüm, dağlarım ?
Kartal benzeri yurdum, sensiz kalıp,
Durmaktansa kanım akarak,
Arzu ediyorum: Seni sıkıca kucaklayıp,
Kan lekesi göğsünde yatmayı!
***
1 Mingi Tav (Elbruz Dağı): Karaçay-Malkar ülkesinin ortasında yer alan ve 5.642 metrelik zirvesi ile Kafkas Dağları’nın ve Avrupa kıtasının en yüksek dağı.
2 Dıh Tav: Malkar bölgesinde yükselen ve 5.203 metrelik zirvesiyle Kafkasların ikinci en
yüksek dağı.
3 Kazbek: Gürcistan’da yer alan ve 5.047 metrelik zirvesiyle Kafkas Dağları üzerindeki
önemli dağlardan biri.
4 Bashan: Elbruz Dağı’ndan doğan, Kafkasya’daki önemli ırmaklardan biri.
5 Terek: Hazar Denizi’ne dökülen, Kafkasya’daki büyük bir ırmak.
Kardeş Kalemler Mart 2011
Yağlı Boya Tablo: Şafak Tavkul
8
Abrek (Kafkas Savaşçısı)
Kardeş Kalemler Mart 2011
9
benim sözüm
Dağlı sözüm Hanların kalesinde
Yalancı şairler gibi büyümedi,
Şiirim o kalelerin gölgesinde
Zalimlere övgüler dizmedi.
Büyüdüm kartalları çok olan göğün altında,
Yatarak, kayaları başıma yastık edip.
Dağlarda dolaştım gece gündüz,
Buluta, yıldızlara da selam edip.
Büyüdüm, yüksek yamaçlarda saçımı
Boyun eğmeyen rüzgarlarımız okşayarak,
Dağlara bakıp, unuttum acımı,
Kayalardan düştüğümde de sağ kalarak.
Şiire dağlar, çağlayanlar ilham olup,
Özgürlüğü hissettirdi esir iken,
Yüreğimi güneşin ışığı doldurup,
Dağda yüzümü aydınlattı dolunay.
Kötülüğü, dişlerimi sıkarak karşılayıp
Ben savaşın dumanında da taşıdım Dağlı sözümü
Kurşunla vurulup devrilip,
Kalkıp şiirlerimi öyle yazdım.
Sözüm düşmanlarımıza boyun eğmedi,
O kaba güce kölelik etmedi,
Yangın ateşinde yanıp da kalmadı,
Çok şeye dayandı, çok şey gördü.
Yine, yeni felaketler geldiğinde,
Savaştan da güçlü ol dedim Dağlı sözüme ben.
Ölürüz, öldüğümüzde de
Yiğitliği kaybetmeden! – diyerek geldim ben.
Giysem de dilencinin elbiselerini,
Kalsam da bir parça ekmek bulamadan,
Kanatlarını indirmezler şiirlerim,
Kalırlar dağlarıma benzeyerek!
Onlarda esir olmayan kartal haykırır,
Hayatım zorluk içinde geçse de,
Korkak anlamaz hürriyet şarkısını,
Korkarsam eğer, toprağa bile gömmeyin, Dağlılar!
Kardeş Kalemler Mart 2011
10
Mingi Tav (Elbruz Dağı)
Sen dağ değilsin, halkın ebedi umudusun
Kalmadın ateşte yanıp.
Dağlı namaz kıldı, sana yönelip,
Yaptı evini, kapısını sana çevirip.
Penceresini sana doğru açtı,
Gece gündüz beyazlığını görmek için.
Nerede olursa olsun hasretle geri döndü,
Öldüğünde de seni görerek ölmek için.
Sen dağ değilsin, halkın şerefisin,
Beyazlığın, yüksekliğin de onun gibi.
Hepimiz gideriz, sen kalırsın,
Denizin, şiirin, gökyüzünün kaldığı gibi.
Senin zirvene güneş ışıklarının vurduğunu görüp,
Çaresiz, çaresizliğini unutarak geldi.
Akşamları kızılımsı karlara göz atıp,
Kahraman da huzur içinde can verdi.
Dağlı ot biçerken de terini silip,
Çok severmiş sana bakmaya.
Sıcak günde sürerken toprağını,
Mutlu olurmuş üzerindeki karlara.
Senin eteğinde kan dökenler de,
Kanları dökülenler de gittiler.
Azap verenler, azap çekenler de,
Sevinç, hüzün görenler de gittiler.
Sen, akıl gibi, muhteşemsin, temizsin,
Uzaklarda gördüğüm düşlerim gibi,
Asırlara karşı koymaya cesaretlisin,
Sen dünyanın umutları gibi – yüce.
Ben ölürüm. Sen başkaları için ağar,
Ben senden ayrılmam hiçbir zaman:
Yüz yıldan uzun yaşayan da burada
Sana benim gözlerimle bakar.
***
Kardeş Kalemler Mart 2011
11
her iyi şey ileride
Her zaman en iyi fikirler,
Söyleyeceğimiz güzel sözler –
İleridedir hepsi de.
Git, cesaretle git,
Yorulsan da!
Her daim iyi umutlar
İleridedir, iyi şarkılar,
Zaferlerinin hepsi de.
Git, cesaretle git,
Yorulsan da!
İyi dostun, işin de,
İyi hayattan kısmetin de –
İleridedir, hepsi de.
Git, cesaretle git,
Yorulsan da!
İyi muratların ileridedir,
Gönlün de o yüzden yoldadır,
İleridedir bütün hepsi.
Git, cesaretle git,
Yorulsan da!
Gücü bize o verir,
Ev de o yüzden inşa edilir,
Toprak da o sebeple sürülür,
Şiir de onun için yazılır.
Bugün gerçekleşmeyen dileğin
Yerine gelir, sevinir yüreğin,
İleridedir bütün hepsi.
Git, cesaretle git,
Yorulsan da!
Kardeş Kalemler Mart 2011
12
İhtiyar Dağlı
Kardeş Kalemler Mart 2011
13
dağlılar
Az konuşup, çok çalışan
İnsanlar – Dağlılar,
Kıvılcım çıkaran domuzun dişlerine
Bakan cesur yürekliler.
Yolda düşenin yanından
Geçip de gitmeyenler,
İyilik yaptığında, onu
Haber-hikaye etmeyenler.
Nemli toprağa tohum atıp
O toprağa hürmet edenler,
Düşlerinde tarlalarının
Muhteşem ürün verdiğini görenler.
Umutlarını kesmeyip
Taşlara boyun eğdirenler,
Fırtına söndürse de ateşlerini,
Yeniden çabucak yakanlar.
Meyveyi hamken koparmayan,
Olgunlaşmamış sözü sevmeyen,
Atılmayacak yere taş atmayan,
Sabredilmeyecek yerde sabretmeyenler.
Evleri alçak olsa da
İnsanlıkları yüce.
Öylece yaşayıp,
Çalışıp durdular hepsi de.
Çalışıp, çalışıp yiyenler,
Ekmeğe saygı gösterenler,
Sessiz sedasız yaşayanlar,
Sessiz sedasız ölenler!..
***
Kardeş Kalemler Mart 2011
14
Halimat Bayramukova
(1917-1996) Karaçay-Malkar yazar ve şairi. Karaçay köylerinden Hurzuk’ta doğdu. MikoyanŞahar (Karaçayevsk) şehrinde lise eğitimini tamamladı. Kızıl Karaçay gazetesinde çalışmaya
başladı ve bu gazetede 1935 yılından itibaren edebî eserleri yayımlanmaya başladı. 1939 yılında Eki Cürek (İki Yürek) adlı piyesi yayımlandı. Eser çok beğeni topladı ve aynı yıl Halimat
Bayramukova Sovyetler Birliği’nin Yazarlar Birliğine kabul edildi. İkinci Dünya Savaşı yıllarında askerî hastanede görev aldı. 2 Kasım 1943’te bütün Karaçay halkıyla birlikte Orta Asya’ya
sürgüne gönderildi. Şiir ve hikâye kitapları Rusça’ya tercüme edilip yayımlandı. Moskova’da
Maksim Gorkiy Edebiyat Enstitüsüne devam ederek mezun oldu. Karaçay’a döndükten sonra
öğretmen ve gazeteci olarak çalıştı.
Eserleri: Süygen Tavlarım (Sevgili Dağlarım-şiirler) (1959), Cılla bla Tavla (Yıllar ile Dağlar-roman) (1964), Karçanı Üydegisi (Karça’nın ailesi-hikâyeler) (1962), Çolpan (roman-1970), Gürbeci (Demirci dükkânı-roman) (1987), Ontört Cıl (Ondört Yıl-roman) (1990).
Kardeş Kalemler Mart 2011
15
Halimat Bayramukova
ÇEVİREN: UFUK TAVKUL
kendi şiirim
Hayat devam ediyor gittiği gibi,
her nasılsa, biz de yaşıyoruz,anam sağ –
bizden şanslı
köyde kimse yok gibi, öyleyiz.
Kız kardeşlerim yün işliyorlar,
İslam zengin ortağa veriyor onu –
dörtte üçünü ona işlemek üzere.
Bizimki de – ondan kalanı.
Bizim günümüz tan yerinin ağarmasıyla
birlikte başlıyor,
sonra yatsıya
ekleniyor,
onun ortasında
olmuyor bizde boş oturan.
Anam deri işlediği zamanda
bir kız kardeşim de yün ayıklıyor,
biri nakış diktiği zamanda
biri mani söylüyor,
ya da akordeon çalıyor.
Bazen, iş yaparken, hikaye
gidiyor beni peşinden sürükleyip,
orada bir şahane hayatta
bize
muhteşem insanlar diliyorlar şans.
Şans denen şeyin ne olduğunu ise
beş parmağım gibi biliyordum ben:
ineği dişi buzağı doğuran ev,
işte çok şanslı desene!
Erkek çocuk doğsa eve,
o aileden şanslı nerede!
Toprağına yeni toprak eklenecek,
Katılacak işçi eller de!
Bir başkasının oğlu sağ-salim eve
Beş yıl sonra karın tokluğuna ırgatlıktan döndü,
kup-kuru boş geldiyse de,
yük olmadan kendini yaşattı.
Gerçekten de biliyordum, beş parmağım gibi,
şans denen şeyin ne olduğunu;
Kardeş Kalemler Mart 2011
16
yazdan odunun yarılmış ise,
kızına iyi başlık parası aldın ise,
ineğinin yemi var ise,
sağ-salim bahara çıkabildin ise –
şans oydu çok şeyden önce.
***
İki bin bacadan çıkıyor duman,
Kâşâneler beş-altı tane sadece,
bunların içinde hayat nasıldır,
bilmiyorum, ne bileyim, açık söylemek gerekirse.
Bildiğim –
bazıları onlardan korkuyor,
bazıları da sallıyor yumruk.
…Dolaşıp gelip, iş bulamasalar,
dönüyorlar onlara baş eğip.
Ya ölüm ?
Ölüm duvar tanımıyor,
Acımıyor o. Tek bir insana,
yalnızca ölmek için doğuyor olabilir mi
yaşamadan bize her bir can?
Doğmaya da gerek kalmıyor burada,
Yoktan var olup yaşamak için,
doğuyor da biri üste çıkıyor,
diğerleri de baş aşağı!
Üste çıkan, daha da çıkıp
gidip,
biniyor halkın boynuna,
kendisine çare bulamayan halk ise
onu taşıyıp yaşıyor dünyada.
Hayatta, sütte yağın yüzdüğü gibi,
refah içinde yaşayıp, sonra zengin ölse,
üç arşın toprak orada da az gelip,
yapıyorlar ona lahit.
Sade mezarlar etrafında
hayatında olduğu gibi gözcü olup
bekliyorlar,
lahitine,
avlusuna girmeye korktukları gibi korkup.
Ömrün günleri işte böylece
gidiyorlar dizilip, geçip ihtiyarın elindeki tespih taneleri gibi,
yuvarlanıp giden bir-birini dürtüp.
Ben de çıkmışım işte bu dünyaya
bilmeden ne için, ne zamana kadar diye,
bilmeden, hayatım neye rastlatır,
neye rastlatmaz acaba beni diye…
***
Kardeş Kalemler Mart 2011
17
Böyle kışı görmemiş kimse –
Kar kaplamış bütün evleri,
Fare Yılı diyor yaşlılar
Ayın adına da diyorlar Ramazan.
Onun anlamı, sahurdan başlayıp
Akşama kadar ağzını bağlamaktır.
Onun anlamı, camide güçsüze
Sadaka vermek, tesbih çekmektir.
Oruç tutmak zor değil burada,
Oruç tutuyor gibidir yılın her günü.
Yetişmiyor bu köyde ürün
Ekmeği yeten yoktur bir evi.
Dul kadına ise yazı da kıştır.
Kış gibidir ona bütün yıl.
Onun bacasından kar düşmesi
Söndürmek içindir ocaktaki ateşini.
Yağmur yağıyor ona zarar vermek için,
Evinin toprak damını
Yıkayıp, süpürüp, suyunu boşaltmak için
Üstlerine öksüz canların.
Rüzgar da geliyor kütüklerin
Aralarından eve sokulup.
Titretmek için öksüzleri,
Morarıp bir araya toplanıp.
Kutsal Cuma günü diğer evlere
Sevinçli bayram gibi giriyor.
Öksüz eve ise camide akşam
Sadaka diye bir şeyler götürülüyor.
Bu yıl kış kıyamet olup geldi
Kimse görmemiş böyle kış burada,
Bacadan duman tütmesiyle ancak
Bilirsin kimin evi nerede.
Bütün köy için bulunabilir ateş
Tek bacadan çıktıysa bir duman
Dört taraftan halk patika açıp
Yakacak o kordan ateşlerini.
Birinden biri kor alarak
İki bin evi ısıtıyorlar.
Bu yardımlaşma ile geçiyor ömür –
Kalp – kalbe
Ev – eve,
Birbiri için can veriyorlar,
Bazen birbirlerini görmeye dahi tahammül edemeden…
***
Kardeş Kalemler Mart 2011
18
Amcam uzak değil bizden,
Ortamız bir iki yüz metre vardır.
Köyde çoğu kimsenin yaşadığı gibi,
Evi ne boştur ne de dolu.
İki mahallenin sınırında evi,
Evin yanından dere akıyor
Komşusu ile tek bir günü
Kırgınlık olmadan yaşıyor.
Bazen araba tekeri tamir ederler,
Ya da övünürler iyi cins atları ile,
Ya da ikisi birlikte gidip,
Barıştırırlar karı kocayı.
İkisi iki mahalleden onların
Ayrı gezdiklerini görmezsin.
Birine yarım koyun başı gelse,
Onu arkadaşı olmadan yediğini görmezsin.
Kurbanlıklar kesip, mahalleyi toplayıp
Süt kardeş olmaya yemin ettiler
Kur’anı açıp, ellerini basıp
Kardeşliklerini pekiştirdiler.
Sütkardeşliğini bozup kızları,
Oğulları birbirleriyle evlenmediler.
…Bir gün bağırışlar, feryatlar uyandırıp
Köydekilerin tüylerini diken diken etti.
Çekip çıkarıp yorganın altından
Endişe korkuttu yalnız evde beni.
Yalın ayak gidiyorum koşarak,
Ayaklarımdan korkuyorlar taşlar.
(Sevinç de hüzün de aynı şekilde koşturuyormuş,
Yürek farklı çarpsa da).
Yetiştim
Alttan, üstten sokularak
Bir şey anlamadan herkese bakarak.
O da ne?
Sınır taşının üzerine bir ölü uzanmış,
Derenin suları elinin üzerinden akıyor.
Etraf feryat figan, üzüntü, haykırış
Kılıçların çarpışması gibi gözümde kıvılcım çakıyor.
Bazıları oraya koşuyor,
Telaşlanmayan kimse yok.
Kadınlar ağıt yakıyorlar.
Allahım?
Gözüm yanılıyor olabilir mi?
Bu yatan ölü, amcam mı
Yoksa gördüğüm düş olabilir mi?
Çocuk rüyasına benzemiyor, hayır.
İşte annem de kızkardeşlerim de –
Hepsi üzerine kapanıp ağlıyarak
Titretiyorlar göğü – yeri de.
Kardeş Kalemler Mart 2011
19
Herkesin sevdiği birisiydi köyde,
Kaç kişiden duydum ben!
(…Çocuğa büyükler çok anlatırlar
Kendi yaptıkları şeyler hakkında)
Ben de başladım ağlamaya,
Bütün köy de ağlıyor ona ayakta.
Parmakları suda kımıldıyor
Ya kendisi,
Kendisi ölmüş yatıyor.
Toprak yeşerdi. Kış soğuklarından
Kurtardı onu sıcaklık.
Bu sıcak, bu güzel zamanda,
Neden geliyor bu kara felaket?
Savaş mı, mücadele mi nedir adı?
Odur henüz buraların hakimi.
Bir boş erkek bulamıyorlar,
Ölüyü taşıyıp eve koymak için.
Onu düşünmeye zaman
Olmayıp henüz, savaş devam ediyor
Kama şakırtısından, ağır nefesten
Hava kızıyor, toprak can çekişiyor.
“Hayatları yokluk içinde geçsin diye mi, canım
Aileni bırakıp gidiyorsun, Aslan?
Hayatı kararsın diye mi
Aileni terk edip gidiyorsun , Aslan?
Benim yerime yaşasın diye, Aslan,
Ömrünü kime bırakıp gidiyorsun?
Çocuklarını arkandan hasret bırakıp,
Nasıl gidip kalırsın, canım Aslan?
Sorgu meleği soru sormayacak mezarda –
Şehit olup gidiyorsun.
Sınır taşına elin de değmeden
Sütkardeşinden ecelini bulmuşsun.
Senden günahsız yoktu dünyada,
Kimsenin toprağına, malına göz dikmeyen.
Duruyor kahrolası sınır taşı yerinde!
Şeytan girip yapmıştır mutlaka bunu.
Neden yanıldı senin sütkardeşin?
Bir karış bile girmeden onun toprağına,
Kara sabanın kara toprağı yarmış
Yalnızca senin kendi tarlanda.
Kahrolası toprağın azlığı yüzünden,
Bizim çekmediğimiz eziyet var mıdır?”
Diye ağıt yakıyor bunun için cemaat,
Bahar toprağına kan damlası damlıyor,
Pırıl pırıl bugün parlıyor tabiat,
Bilmiyorum o neye seviniyor…
***
Kardeş Kalemler Mart 2011
20
Karaçay Dağları - Dombay
Kardeş Kalemler Mart 2011
21
sor
Dağlarda yolu unuttuysan eğer,
Pınara sorsan,
O cevap verir.
Dağlarda yamçını unuttuysan eğer,
Yağmura sorsan, o cevap verir
Dağlarda kavı unuttuysan eğer,
Şimşek çakınca sor – cevap verir.
Dağda tüfeğini unutmuşsan,
Dağ keçisine sor, o cevap verir.
Dağlarda atını unuttuysan eğer,
Sorma kimseye, bekle evinde,
O kendi gelip, seni unutmadan
Kişner, avluya bakıp, akşam üstünde.
Dağlarda dostluğu unuttuysan eğer,
Sorup uğraşma boşuna dağlara.
Kim verir cevap, bir söyle
Dostluğu unutup giden adama?
Unuttuysan eğer sen sevgiyi,
Bekleme artık bir daha onu
Kalbinde alıp gittiysen eğer,
Acele et – bekliyorlar yolunu.
***
Kardeş Kalemler Mart 2011
22
kadın öldü
Kadın öldü. Göçtü dünyadan.
Yirmi beş yıl olup benim anam.
Üç köyün dışına ayağı
Çıkmamıştı hayatı boyunca onun.
Bir gece, gece gibi, sınırsız acı
Gelip, kadına ettirdi feryat.
Sorgusuz-sualsiz attı arabaya Götürüp fırlattı sıcak kumlara.
Hayatını korumak oldu hayatım.
Ama bulamadım yaşamak için güç.
Ecelinin bağlandığı ipliği ben
Koparmadan durabilsem diye mücadelem.
Her düşen çizgi onun yüzüne
Gönderiyordu bir pıhtı benim yüreğime.
Güvenin yediği iplik koptu,
Engelleyemedim – Kadın öldü.
Hayatı boyunca yalan nedir bilmeyen anam
İlk defa beni kandırdı –
Isıramadığı lokmasını,
Kadersiz yıllarını
Bana bırakmak için, kendisi kaçıverdi…
Ben ağlamadım onun öldüğü gün –
Gözyaşlarımı tutup ebediyen.
Bilmeden geçirdi ömrünü ne uyku, ne huzur,
Neden dünyanın ona acımasız olduğunu da.
Senin mezarın da kum çöllerinde
Eklendi binlerce, binlerce mezara…
Bana yürek acısı oldu vasiyetin –
“Burada bırakmayın”,- diye emanetin.
Senin adil yüreğin biliyordu doğruluğun
Geleceğini bize, boyunduruğunu koparıp.
Sensiz döndüm. Vasiyet nerede!
Bulamadım çare yerine gertirmek için…
Gizli gizli gözyaşı döküyorum her gün,
Ecelsiz ölüm sensiz bıraktığında.
Yanıyorum, yanıyorum! Çare nerede!
Sen orada – kumda, ben ise – burada.
***
Kardeş Kalemler Mart 2011
23
kar yağdığı gün
Hurzuk’ta kar başka idi, başka…
Kendim de başka idim orada…
Yumşak-yumşak iniyordu yukarıdan,
Bugün ise o kar nerede?
Kar yağıyor, yağıyor, yağıyor,
Bembeyaza bürünmüş etraf.
Peki o eski kar nerede?
Bugünkü kar ondan daha farklı…
Beyaz kelebek gibi iniyor gökyüzünden,
Peki öyleyse niçin böyle ağır?
Taş dökülmüş gibi tepeden,
Yüreğime vermiyor sevinç.
Çocuk göremiyorum kızakta kayan,
Gürültüye boğup bütün vadiyi.
Gülümsemeyi böyle söndüren,
Dünyaya kar da ne versin, sanki?
***
Kardeş Kalemler Mart 2011
24
Karaçay-Malkar Halk Ozanı Kâzım Meçiyev
Kardeş Kalemler Mart 2011
25
Kâzım, ben mi idim ters?
AHMAT SOZAYEV
ÇEVİREN: UFUK TAVKUL
Dolmamıştı henüz yedi yaşım da,
Kırgız toprağında okula başladığımda.
Hayatımda o günün sabahı
Öyle hüzünlü sinmiş kanıma.
İşte öyle açılmıştı gözüm,
Öyle yaralı gibi kalmıştı o bahar.
Aalı’yı, Coomart’ı okuyordum, Kâzım,
Senin hakkında hiçbir şey anlatmıyordu hocalar.
O kendisi de bilmiyordu seni,
Okumamıştı kitaplarını.
Peki o nasıl okutacaktı beni,
Ya da diğer kartal gözlü delikanlılarını.
Toktogul’u, Abay’ı mükemmel bilip,
Seni bilmeye yetmiyordu gücüm.
Lermontov’u, Alıkul’u söyleyen dilim,
Kabahatli mi idi seni söyleyemediği için?
Atasözlerini bilirdim ezbere,
Senin hakkında verselerdi ders.
Bugün senden cevap almaya geldim,
Söylesene, şimdi, Kâzım, ben mi idim ters?
Kardeş Kalemler Mart 2011
26
aziz kafkas
FATİMA BAYRAMUKOVA
ÇEVİREN: UFUK TAVKUL
Mağrur Kafkas, aziz Kafkas, can Kafkas,
Tarihini yine kanla yaz..
Yalnızca adın bile – özgürlüğün yuvası…
Sen Dağlının – derin yürek yarası.
Taşlarını gözyaşları ıslatıyorlar,
Delikanlılarını düşman sayıp kovuyorlar.
Kime düşman? Kime kurban ediyorlar?
Böyle yaparak, hangi arzularına kavuşuyorlar?
Ey can Kafkas! Güzelliğin başına düşman
Dağların Dağlılara sığınacak mekân
Kardeş Kalemler Mart 2011
27
O mekânı Dağlı görüyor canı gibi,
Kıymetlisin sen Dağlı için, oğlu gibi.
Senin için o çok kanını döktü,
Sevdiği için, çok eziyetler çekti.
Dağ Yurdunda doğduğu için – Dağlı mücrim,
Kurşun -top ona “ders” - Onu çok sevdiği için.
Asırlar boyunca böyle olup geliyor,
“Halk yok olsun!” – diyen kendi ölüyor.
Halk yaşıyor. Hayatında mutluluk – az,
Kafkas yurdunda yeşeremiyor gerçek yaz…
Sen Dağlıya, ihtişamlı Kafkas, kutsal Kafkas
Ahiret azabı, cennet beşiği, can Kafkas…
Kardeş Kalemler Mart 2011
28
Kardeş Kalemler Mart 2011
29
kama ile dağlar
MAhMUT KUBANOV
ÇEVİREN: UFUK TAVKUL
“Kama ile Dağlar hakkında Dağlılar
Çok yazıyorlar”, diye bazıları
Söyleseler, eziliyor benim yüreğim,
Lüzumsuz ithamları duymak istemiyorum.
Dağları çocukluğundan beri sever Dağlı,
Kamasıyla onlara sokmadı düşmanı.
O devirler idi zor zaman,
Kamayı kullanmak gerekirdi her an.
Onun için layıktır övgü dolu söze,
Dedelerimizden ulaşıp geldi bize.
Dağlar hakkında anlatılıyorsa eğer hikâye,
Kamayı anmadan yoktur çare.
Kardeş Kalemler Mart 2011
30
yurdumda yağmur
BİLAL LAYPANOV
ÇEVİREN: UFUK TAVKUL
Sürgünden döndüğümüz
İlk günümüzde
Kucaklıyordun bizi
İnip gökyüzünden.
Hayır, gökyüzü kendisi
Dökülüyordu eriyip
Bize aydınlığını
Sıcaklığını da verip.
Sağ kalanlara sevinip
Ölenlere yanarak,
Ağlıyordu gökyüzü
Şimşekler çakıp, gürleyerek.
Gün boyunca
Yağıyordu yağmur:
Mutluluk – hafif,
Hüzün ise – ağır.
Kardeş Kalemler Mart 2011
31
Soykırım – sürgün
Kalsa da geride,
Çoklarımız oldular
Artık ata binemez halde.
Kum ve buz çöllerinde,
Çağırarak Hakkı,
Yok oldu sürgünde
Yarısı halkın.
Dönebilenlere
Güneş duruyor doğup
Dönemeyeceklere
Gökyüzü ağlıyor eriyip.
Hayır, vardır-var Hak
Var eden yoğu
Sürünerek gelip halk
Kucaklıyor yurdunu –
Yalıyor taşını
İçiyor suyunu.
Göklerden ise
İniyor yağmur.
Kardeş Kalemler Mart 2011
32
yüreğimin başköşesinde,
Karaçay
KULİNA SALPAGAROVA
ÇEVİREN: UFUK TAVKUL
Sıradağların çevrelediği aziz yurdum,
Vadilerini yıkıyor ırmaklar.
Yerin – yüksek, yüreğin – geniş,
Dağ yurdum,
Ulaşmasın artık sana fırtınalar,
Mavi gözlü gökyüzün mavi olarak dursun,
Karaçay!
Kutsal adını şarkılara yazıp,
Halk söylerken,
Seni gökyüzünden şımartıyorlar güneş ve ay,
Milletimin ecdat yurdu, güç vererek,
Yaşıyorsun sen kalbimin başköşesinde,
Ocak ateşin sönmesin,
Karaçay!
Kardeş Kalemler Mart 2011
33
Atalarımın yaşayıp gittiği Nart yurdum,
Milletimin kısmet pınarı, başköşesi yurdum,
Çok acılara dayanıp gelen, yıkılmadan,
Yaşa, canım, delikanlıların geç kalmadan,
Ocağını koruyup, yüceltip,
Karaçay!
Şırıldıyor vadilerde ırmaklar:
“Ulaşmasın artık sana fırtınalar!”
Yerinin yüksek, yüreğinin geniş olması gibi,
Olsun senin şafağın berrak, kaygın – az,
Mavi gözlü gökyüzün mavi olarak dursun,
Karaçay!
Vadilerin yamaçlardan su içerek,
Geyiklerin kayalıklardan eksik olmadan,
Delikanlıların insanlığı unutmadan,
Anaların ana dilini yok etmeden,
Ocak ateşin yanıp dursun,
Karaçay!
Kardeş Kalemler Mart 2011
34
ben ölsem de...
İSMAİL TOHÇUKOV
ÇEVİREN: UFUK TAVKUL
Ben ölsem de aydınlık dünya kalacak
Güller başkaları için açarlar.
Yeryüzünde yaşar ölmez insanlık,
Uzaya da başka delikanlılar çıkarlar.
Ben ölsem de beyaz dağlarım kalırlar,
Doruklarına güneşin ışıkları dokunur.
Mutluluk, sevinç yeryüzünde yaşarlar,
Yine kızlar delikanlılara vurulur.
Ben ölsem de duyguları uyandıran
Kuban ırmağım mutlu şarkısını durdurmaz.
Turnalar göğün yükseklerinde uçarlar,
Dağ yurduma güzellik yayarak gelir yaz.
Kardeş Kalemler Mart 2011
35
zaman değirmeni
MURADİN ÖLMEZOV
ÇEVİREN: UFUK TAVKUL
Dur durak bilmeden öğütüyor günlerimizi,
Su değirmeninin un öğütmesi gibi.
Çölde kaybolan seyyahın
Matarasındaki son yudum gibi,
Çabucak tükenip gidiyor ömrümüz.
Zaman değirmeni
Dur durak bilmeden öğütüyor hakikatlerimizi,
Un ederek.
Bu yol üzerindeki ağaran kar –
Ölüp gidenlerin yaşamları.
Kardeş Kalemler Mart 2011
36
git, evladım, Kafkasya’ya
AZRET AKBAYEV
ÇEVİREN: UFUK TAVKUL
Son evladım, Alan,
Özlettin kendini, balam.
Dağ köyünde misafirliktesin,
Çocuksun henüz – masallardasın.
Orada görürsen eğer sen bir küçük tay,
Alnının ortasında – minik bir ay,
Bineyim diye ısrar etme,
Çok seviyorsun, biliyorum…
Uzaklara yayılan çiçekli yaz mevsimi,
Yanı başında – cılız bir tay,
Oynuyorsun keyiflenip,
Aklın her bir şeyle ilgilenip…
Pürüzsüz çubuktan atlara binip,
Koşuşturuyorsunuz küçük oğlanlar.
Senin açmadığın kapı yok,
Senin girmediğin delik yok,
Senin çıkmadığın duvar yok,
Senin sormadığın soru yok…
Tabiatın koynunda,
Kuban Irmağı’nın boyunda
Yaşıyor akrabalar
Onları, evladım, unutma.
Kardeş Kalemler Mart 2011
37
Onlar – senin kökün,
Haysiyetin, anıtın, destanın…
Allah tarafından verilmiş – senin canın,
Babandan gelen – yürek kanın.
Son evladım, Alan,
Özlettin kendini, evladım…
Orada dünyayı da bir gör,
Dağlarıma selam ver.
Oyna evladım, sen oyna…
Beni sakın unutma!
Erkek gibi, mağrur dur,
Ağlayıp, kendini küçük düşürme!
“Allahın verdiği can yavrum”,Diyor, ninen, okşayarak.
“Canım, balabanım”,Diyorum ben de özleyerek…
Son evladım, çok yaşa,
Saadetli yola çık.
İnşallah büyürsün,
Halkına faydalı olursun!
Moskova, 1998
Kardeş Kalemler Mart 2011
38
Gözünün Gördüğü Yerler
Senindir!
ALİM TÖPPEYEV*
ÇEVİREN: UFUK TUZMAN
Artık ne kadar üzülsem de,
ben o günlerin geri gelmeyeceğini iyi biliyorum. Gitti
onlar; benim ak göğüslü kırlangıçlarım, rüyalarımı, gecemi süsleyen yaz güllerim.
Köyümün başında eski yıldızlar, dedemin masallarıyla
benim etrafımda parlayan
parlak gecelerim. Nereden
baksam aynı derecede, parlak görünürdü onlar. Güz
sonrası büyük yamaçlardan
armut kokularıyla, kışın tepelerde kayak izleriyle, yazın
da gökkuşağı yüzüne yansıyan çocuğun gelişiyle…
kokusunu hissediyorum. Zor
yürüdüğünü de görür gibiyim.
Tozluğunun bağları çözülmüş, tozluk ve dizliği yere
sarkıyor; fakat bir şey söyleyemiyorum. “Dede dur, tozluklarını bağlayayım” diyemiyorum. Onun yerine:
“Dede sen kaç yaşındasın?”
diye soruyorum.
– Hayta evlat, dedenin kaç
yaşına geldiğini bilmiyor
musun? Yüz olmuştur kuyruğuyla birlikte. Ne yapacaksın?!
O günlerin aydınlığı hangi yönüyle görünürse
görünsün, ben kendimi hep dedem ile görüyorum. Benim yol tanrım, ilk çocukluk sevgim
dedem. O uzaktaki hayaliyle bakarak gülümsüyor. “Hayta evlat, söylediklerimi kulağına
asmazdın, kal şimdi öyle” diyor. O günler benden uzaklaştıkça, sıcaklığı, sözleri, verdiği hayat dersleri dedemin kutlu yüzünü çok net ve
yakın bir şekilde göz önüme getiriyor.
– Hiç, öylesine işte…
İşte, yine o yolda biz eski köyümüzden aşağıya iniyoruz. Elinde bastonu var. Üzerinde
ise koç derisi paltosu, kalpağı, ayaklarında
annemin yağlayarak yumuşattığı deri çizmeleri, baldırlarını saran keçeden tozlukları
ile dizlikleri göze çarpıyor. Bastonunu paltosunun içinden beline bağlayıp, bir kolunu
bastonunun arkasından sarkıtmış. Diğer kolu
ile de bastonunu tutmuş. Onun paltosunun
Ondan sonra biraz konuşmadan yürüdük.
“Benden hayır yok artık” dedi o kendi kendine…
– Dede düşman gelirse…. Düşmanın geleceğini söylüyorlar.
“Hadi oradan geveze!” dedi, hemen yarasına
basmış gibi.
“Ya sen kaç yaşına geldin?” diye sordu eve
yaklaşırken. Onun yerine “Öğle namazı yaklaşıyor mu?”, “Yoruldun mu?” ya da “Aç mısın?” - diye sorabilirdi. Kendi yetiştirdiği çocuğun kaç yaşında olduğunu iyi biliyordu.
Açıkça benim çocuk olmadığımı kendime
söyletmek istiyordu.
* Karaçay-Malkar folklorunun aksakalı, tiyatro yazarı ve edebiyatçı Alim Töppe 1937 yılında Köndelen doğdu. Çocukluk ve gençliği sürgün
edildiği Kırgızistan’da geçti. Yazarın drama, folklor başta olmak üzere birçok alanda yazdığı eseri dünya dillerinde yayınlanmıştır. 2010
yılında hayatını kaybeden yazar edebiyat camiası tarafından edebiyat aksakalı olarak kabul edilirdi.
Kardeş Kalemler Mart 2011
39
“On” dedim biraz da şaşkınlıkla.
“Senin için her şey ilerde!” dedi.
– Ya senin için dede?
Dedem bir süre sessiz kaldı.
“Kim bilir oğlum!” dedi, sabırlı bir şekilde.
– Kim bilir benim için de en hayırlısı gelecektedir!
Bizim yeni köyümüz büyük nehrin sağ yanındaydı. Eski köye gitmek için Çerek nehri üzerindeki dar bir köprüden geçerek, dik ve sarp
yollardan giderdik.
Eskiden ben dedemi beklemeden, koşarak
giderdim ve orada onu beklerdim. O ise, nefes nefese yanıma geldiğinde “Senden başka
arkadaşını yarı yolda kim bırakır?”, diye bastonuyla göğsümden iterek, kayanın üzerine
otururdu.
“Hayta evlat, bu şekilde yapman çok yanlış”
diye de eklerdi.
Bizim eski köyümüze yolculuklarımızda dedemin bana anlattığı hikâyeler beni mutlu
ederdi. Ben her yönden kendimi büyük bir
dünyanın sahibi sanırdım. Yeryüzü, dağlar ve
sonunda dünyanın tüm yolları o eski köyden
başlardı sanki. Daha önce hiç kimseye söylenmemiş sırlar benim için gizlenmiş gibiydi.
Bir an önce büyümek için acele ederdim. Dedem ise, eski köyden dünyaya öyle bakardı
ki, dostluk, bilgelik ona nasip olmuş, göz alabildiğine görünen her yeri dedem yaratmış
sanırdım.
O çok konuşmazdı. Bir kenarda oturup, anlatılanları dinler, bastonunu enine yaslayıp,
koltuğuyla yaslandığında, anlatılanlar mıydı
düşüncesi? Yoksa hatıralara mı dalardı anlamak güçtü. Dedemin bu düşünceli hâli bir
kenarda kavga edenlerin gürültüsüyle bozulurdu. Her zaman düşünen dedem “Durun!”
diye bağırırdı. Konuşkanlığı tutan dedem kavga edenlere, “Gençler! Kavga olan yerin rızkı
mı olur?” diye sorardı. “Hiçbir zaman kavga
olan yerin rızkı olmaz!” diye öğütlerdi. Dedemin nasihati uzatmayacağı bilinirdi. Nasihatten sonra ona sorular başlardı. “Cansoh dede
sen hiç hayatında kavga etmedin mi?” diye
sıkıştırdıklarında dedem, “Hey vefalı evlatlar!”
dedikten sonra kısa süre dalardı. Sonra da
“Kavga etmem mi, ben erkek değil miyim?”
diye anlatmaya başlardı.
– Neden kavga etmiştik? Toprak için! Vatan
için! Vallahi ki yer için! Kodunalar sülalesi bereketsiz yığılmış tarlaları halktan almak istediğinde… Siz de vatan için kavga edin. Canınızı bile verin! Yurduna toprağına göz diken
kim olursa olsun. Baban dahi olsa! Yoksa siz
dünya malı söz konusuysa… Mal için kavga
etmek, yiğidin işi değil!
Ben dedemin tek torunuydum. Babam askere
gitmiş, dönmemişti. Anam bunu bildiğinden
mi, yoksa başka şeyler hatırladığından mı,
üzüldüğünde dedem hemen farkına varırdı.
“Hislenme gelin!” der anam sakinleştiğinde
ise sözlerine beni kastederek, devam ederdi:
“Benim oğlum er kişi. Hileli yolda yürümez.
Ona kötülük gelmesine dayanamam” der
anamı neşelendirir, fakat gözden uzakta kendisi bazen bana kızardı.
– Evlat, geç dünyaya geldin. Benim cenazemi
kim taşıyacak?
Bense, delidolu, haylaz, dedeme hayrı dokunmayan bir çocuktum.
“Ben taşırım!” dedim.
Sevinmişti dediğime dedem. Büyülendiği
için mi, yoksa çok bekleyip, oğlunu beklemeye başladığında, vasiyet edecek, kabrini
bırakacak adam olmadığından mıdır, bilmem
neden beni bağrına sıkı basarak, uzun süre
bırakmazdı.
Yaz başından itibaren babamdan mektup
kesildi. Onun son mektubu Harkov denilen
şehirden gelmişti. Biz iki aydır mektup beklerken, üçüncü ayda düşmanın Kafkaslara
dayandığı haberi geldi. Zaten çok konuşmayan dedem, bunun üstüne haftalarca tek bir
kelime etmez oldu. Yolda yürürken kamburunu düzelterek, yürüyüşü dans eder gibi değişmeye başladı.
“Vallahi gelinim, çok yaşadım sanırım, ölsem
yeridir artık” dedi bir gün.
Kardeş Kalemler Mart 2011
40
Her zaman cesur olan dedemin bu söyledikleri bir şey olacakmış gibi korkuttu.
Dedem, bizim korktuğumuzu az da olsa
umursamadan, düşüncelerini söylemeye devam etti: “İnsan yaşadıkça, göreceğini de,
görülmemesi gerekeni de görüyor… O günü,
konuşmadan dedemle kaygılı geçirdik. İkinci
günün sabahında o gençleşmiş gibiydi. Çok
erken kalkarak, beni de uyandırdı.
“Evlat, bugün eski köye gideceğiz” dedi.
– Sen büyümüş de küçülmüşsün, sana hep
masallar mı anlatacağım. Biraz da başka şeyler anlatayım, işe yarayacaksa tabi…
Sonra beni sınarcasına gözleriyle süzerek,
derinden baktı.
Onu dinlerken “Neden bakınıyorsun, yoksa
söylemeyeyim mi?” dedi.
“Söyleyeceksin her şeyi!” dedim. O gerçekten
de caydığımı düşündü. Evden ondan önce
çıktım. Yolda giderken ne konuştuğumuz
aklımda değil. Eski köye vardık. Ön cephesi, minaresinin yarısı, arka sağ köşesi kalmış
yıkık mescidin önünde oturduk. Oradan bakınca Çerek nehri, kiremit çatılı evleriyle yeni
köyümüz, ruhumuzu ısıtan dağlar tam karşıda
görünüyor.
Hâlâ keskin bakışlarını yitirmeyen dedem, ne
olduysa bir şeyler arar gibi, dağlara, geçitten
yukarıya kıvrılan karlı yollara dikkatlice bakarak, bir şeyler mırıldandı, kafasını sallayarak
bir şeyleri onaylıyor gibiydi. Öyle otururken
yukarıdan buzağılarını güderek gelen herkesin tanıdığı bedduacı Melek kadın önümüzden geçti. Dedem ayağa kalktı:
Ne demek kadına ayağa kalkmamak! Dedem
bastonunu kaldırdı. Vurmayacağını bilsem de
“Sakın ha!” diyerek geri çekildim.
– Sakın ha deme vallahi… Benim sağlığımda böyle yapan, ben öldüğümde Allah bilir…
Onuru olan insan ite bile kalkar!
Ben içimden yanlışımı kabullenmesem de,
tuhaflaşan dedemin kalbini kırdığım için pişmanlık duyarak, ona yakınlaşmanın yolunu
aradım.
– Dede söyle söyleyeceklerini.
Eski cami bizim eski evimize uzak değildi.
Oraya varana kadar dedem ve ben sonunda
barıştık. Evin temeli dışında hiç bir şey sağlam kalmamıştı. Fakat temeli de yeni bir ev
kadar sağlam duruyordu. Yekpare kayadan
koparılmış düzgün taşlar, insanın kaldırabildiğine inanamazsınız. Dedem şaşkınlığıma
cevap olarak “Bu ne ki evlat onları babam Zavurbek sırtıyla taşımış” dedi. “Kodunalar sülalesi öküzlerini taşımak için vermeyince, onlara kızan babam kendisi taşımıştı. O dönemler
Zavurbek’in yeni evlendiği, kayın biraderlerinden saklandığı zamanlardı”. Dedem başını
sallayarak, gülümsedi:
– Zavallı Zavurbek taş taşırken, kendisinden
küçük kayın biraderi birden karşısına çıkmış!
Âdetler gereği onunla aynı yerde olmamak için
arkasını dönerek, hemen kaçmış… Gariban sırtında taşıyla! Zavurbek gibi olsaydın keşke…
“ Sağol, Cansoh” diyen Melek dedeme otur
bile demeden kaçarcasına gitti.
Tekrar belirtmem gerek, her yönüyle ilginçti
bizim eski köyün hikâyeleri. Bizim topraklarımıza düşmanın gelişiyle alakalı dedem, eski
köyün her taşında kendi kanı dolaşır gibi,
utancı, zorlukları, mutlulukları yaşamış olsa
da, kaderi eski köyün taşlarıyla yazılmış gibi
konuşurdu. Eski köyden dünyaya bakarak,
“Oğlum, bütün bu gözünle görebildiğin topraklar bizim evimiz!” dedi.
“Bir de o bedduacı kadın için ayağa kalkmasan!” diye sitem ettim.
Ben ise ağaçları arasından kenarı görünen
kiremitli evimize bakıyordum.
“Vefalı evlat, o kadın değil mi?” dedi dedem.
Sonra tüm sinirini beklenmedik yerde benden çıkarmak istercesine azarladı:
“Evlat elimde olsa bunları sana söylemezdim”
diye tekrarladı, o.
“Uğurlar olsun Melek” diye selam verdi.
“Sen yozlaşmaya başladın artık, it yavrusu.
Kardeş Kalemler Mart 2011
– Ama ne çare yorum yapılacak zaman değil… Allah’tan sağlıklı olmanı diliyorum. Bü-
41
yüyüp, kalpak giyecek yaşa gelince unutma!
Bu gözünün gördüğü yerler senin evindir.
Evine güler yüzle geleni sen de güler yüzle
karşıla, yüzsüzlükle gelene yüzsüzlük yap!
Dedemin gözleri doldu, sesi titremeye başladı.
“Burada benim anam yaşadı” dedi en sonunda. “Hayatını burada sürdürdü. Her taşa
onun bakışları düşmüştür. Ölürsem, bu taşlardan mezar taşımı dikersin…”
Dede, dede, sen ölmeyeceksin!” dedim, gözyaşlarım damağıma düğümlenerek, ona doğru kendimi attım.
“Dediklerimi dinle, sen erkeksin!” dedi o, az
da olsa beni teselli etti.
sıkılarak, ne diyeceğimi de bilemedim. Dedem ise, işlerini halletmiş, acelesi varmış gibi
hızlıca yürümeye başladı. Artık ben de ona
lazım değildim. O eski borçlarından kurtularak, hafiflemiş gibi gidiyordu.
İkinci gün topraklarımıza düşmanlar girmeye
başladı. Kimisi dağ geçidine doğru kaçıyor,
kimisi ise pencerelerini keçeyle kapatıp evlerinde saklanıyordu.
Biz oraya, buraya koşuşturmadık. “Düşmandan kaçarak, kurtulamazsın” derdi dedem.
Tayyareler uçup, bombalamaya başlayınca
dedem, anam ile beni siperlere doğru yönlendirdi, kendi ise eski evin ağaç döşeğinde
sırtüstü kaygısızca yatıyordu.
– Çocuk da olsan bir erkeksin. Onun için inanarak, son sözlerimi sana söylüyorum.
İhtiyar görünüşü kaybolmuş, kafese kapatılmış aslan gibi, çaresizlik ayağına dolanmış
bir şeyleri düşündüğü belliydi.
Dedem tereddüt edercesine düşündü, bekledi bir süre. Nereden geldiği belirsiz top sesleri duyulmaya başladı.
O gün, siperde çok kalmış olmalıyız ki, ben
uyuya kalmışım. Çıktığımda dedem yoktu!
Anam ise:
“Benim silahım var” dedi, gözlerini kısarak.
“Savaş bitmişe benziyor, deden sokak meclisine çıkmış olmalı” dedi.
– Oğlum bilirdi, artık döner mi, dönmez mi…
Sen de öğren.
Sonra dedem eski evin arka duvarındaki büyük taşın yanına gitti.
“İşte, bu taşın altına bakarsan bulursun. Keçeye sarılmış olmalı”, diyerek ileri yürüyüp
duvara oturdu.
– Oğlum, her sırrını insanlarla paylaşan erkek değildir. İhtiyaç duyulduğunda kendini
insanlardan ayıran ise tam bir ahmaktır! Silah
ise şu fani dünyada sana tek bir şey için lazım
olacak. Unutma, sadece vatan için. Doğduğun topraklar için! Eğer bunlar dışında başka sebeplerle eline silah alacak olursan, ben
sana bu konuşmayı yaptığıma pişman olur,
mezarımda huzur bulmam.
O günler aklıma geldikçe kalbim hızlı çarpıp,
saçlarım diken gibi oluyor. O gün, kurşunların
uçuştuğu gökyüzünün altında eski köyüme koşarak gittiğim de, anamın çığlığı da, dedemin
son sözü, son vasiyeti olan benim evim “Gözümün görebildiği topraklar” etrafımda dönmeye
başladı. Başımın dönmesi geçene kadar, ben
o gün yaşananları yeniden hissettim. Dedemin
hâlâ soğumamış göğsüne yıkıldım.
Hayır, dedem anamın dediği gibi sokak meclisine gitmemişti.
Çok geçmedi biz eski köyün yanında silah
seslerini duyduk.
“O, dedemdi!” dedim hıçkırarak.
İşte, o an benim ak göğüslü kırlangıçlarım, rüyalarımı, gecemi süsleyen yaz güllerim gözümün önünden kayboldu, yol ağzında dedemin
ağır emaneti ile dona kaldım! Zaten bu yüzden
değil miydi, masalcı dedemin vasiyet edişi!
“Çok konuşma!” dedi anam. O an ikinci kez
benim önümü kesti, ayakta dikilmeye başladı.
Pencereden atlayarak kaçtım. Anamın çığlıkları uçan kurşunlardan daha hızlı peşime düştü,
ben eski köye nasıl vardığımı hatırlamıyorum.
Ama ne çare, dedemin kurşunları bitmişti. Temel taşını kucaklamış, öylece yatıyordu.
Ben sanırım iki dünyanın arasında kalmış gibi
1974
Kardeş Kalemler Mart 2011
42
Benim Vatanım Yok!
(Sürgün Anılarından)
CAGAFAR TOKUMAYEV*
ÇEVİREN: UFUK TUZMAN
Enbekşi’nin
ortaokulunda
benim dışımda da çevre köylerden gelen Dağlı (Karaçay
/ Malkar) gençler okuyordu.
Ben onlarla tanışarak arkadaş oldum. Biyaslan, HaciMurat, Asker gibi delikanlılar
sadece başarılı değil, aynı
zamanda okuldaki her türlü
kulüp faaliyetleri ve komsomol çalışmalarına da katılıyorlardı.
....Yıllar
yılları
kovaladı.
Onuncu sınıfa geldik. Bir
gün öğretmenimiz Abdurrahmanov ile birlikte genç bir subay sınıfa
girdi. Bizler onun asker kıyafeti ve omuzlarında yıldızlı rütbelerine imrenerek, hevesle
bakıyoruz. Kızlar ise içlerini çekip, onun tıraşlı parlak yüzü ve yakışıklılığından kendilerini
alamıyorlardı.
“Bu delikanlı askerlik şubesinden geliyor”,
diye açıklama yaptı Abdurrahmanov. Abdurrahmanov sadece öğretmen değil, aynı
zamanda Komünist Parti’nin
okul temsilcisiydi.
Subay güler yüzüyle her
birimizle selamladı. Daha
sonra o bu yıl için askere çağırılacak adayların listesini
hazırladığını söyledi.
“Askerlik yapacak, kutsal
vatan borcunuzu ödeyecek
yaşa geliyorsunuz”, dedi
subay. Onun bu sözleri karşısında bizim çocuklar heyecanlandı. Sınıftaki kızların
nazarında da değerimiz bir
kat daha arttı. Kendi kendimize yetişkin erkekler gibi göründük. Kanatlarım çıkmış gibi
hissettim. Askere gidersem sürgünün utancından kurtulurum diye düşündüm. Bu büyük
bir şanstı. Sınıfta öğrencilerle iyi geçinen arkadaşlardık. Elbette aramızda bana yan gözle bakanlar da vardı: “Bunları Kafkasya’dan
boşuna mı kovdular sanıyorsunuz?” derlerdi.
Bu sözleri duymamak için değil askere, cehenneme bile gitmeye hazırdım.
* Cagafar Tokuma Taşlı-Tala köyünde dünyaya geldi. Sekiz yaşında ailesiyle Kazakistan’a sürüldü. Hikaye ve piyes yazarı olan Cagafar’ın çok
sayıda hikayesi ve drama eseri 8 dilde yayınlandı. Edebiyatçının eserleri sahne sanatları derslerinde kaynak olarak okutulmaktadır.
Kardeş Kalemler Mart 2011
43
Bir kez sınıfımızda Katipa adındaki güzel bir
Kazak kızına gönlümü kaptırmaya başladım.
O da bana sevgisini hissettirdi. Bizim bu durumumuzu fark edenler, “Sen kimi sevdiğini
biliyor musun?..”, diyerek, Katipa’ya ters bakmaya başladılar. Bununla yetinmeden durumu anne ve babasına yetiştirdiler. Babası kolhozda parti temsilcisi olarak çalışıyordu.
Babası da: “Sen Kafkaslı eşkıyadan başka
sevecek adam bulamadın mı?” diye kızını sokağa çıkararak, insanların gözü önünde dövmüş. Annesi ise okula gelerek, beni müdürün
odasına çağırtarak, ite, eşeğe söylenecekleri
bana söyledikten sonra gitmişti. Ondan sonra Katipa ile birbirimizi sevmek bir yana, göz
göze gelmeye korkar olduk.
... Subay pardösüsünün cebinden bir kâğıt
çıkardı ve bizim sınıftan askere çağırılacakların isimlerini okudu. Benim adım nedense
söylenmedi. Kan beynime sıçradı. Kulaklarım
uğuldamaya başladı.
“Benim adım listede neden yok?” diye yerimden kalkarak, subaya sordum. Herkes bana
baktı.
“Soyadını söyler misin?” diye sordu subay.
“İzbairov efendim” dedim.
Askerlik şubesi subayı listeye tekrar baktı. Fakat o benim adımı ve soyadımı listede bulamadı. Şaşırdı.
“Bu çocuk Balkar”, dedi Abdurrahmanov subaya dönerek.
“Baştan söylesene onu” diyerek, subay
kâğıdını tekrar pardösüsünün cebine koydu.
– Biz Çeçen, Balkar, Karaçay… Bunları askere almıyoruz.
Söyledikleri yüreğime öyle bir oturdu ki, dilim
tutulup, hiçbir söz söyleyemedim. Kendimi
sınıfımızdaki en aşağı, en çaresiz insan gibi
hissettim. Ayakta dururken yerin dibine girmek istedim. Daha çok da kızlardan utandım.
Onların gözünde ben kendimi ayakları elleri
zincirlenmiş mahkûm gibi hissettim.
“Benim vatanım yok!” dedim. Bundan fazlasını söylemeye nefesim yetmedi. Üzülerek sınıf-
tan çıkıp gittim.
Yurda gidip yatağıma uzandım, hıçkıra hıçkıra ağladım… Fakat işin zor kısmı ertesi gün
başladı. Benim hakkımda okulda disiplin
kurulu toplandı. Beni de oraya çağırdılar.
Öğretmenlerin asık yüzlerle, yere bakarak
oturduklarını gördüm. Başı dik böbürlenerek
oturan tek kişi Abdurrahmanov’tu. Ben kapıdan girince iki gözünü bana dikti. Abdurrahmanov çok şey söyledi, “Halk düşmanı” diye
başladı, “ajana” kadar bana yakıştırmadığı
suçlama kalmadı.
- Hepimize “Vatanım yok!” diye haykıran bu
adam, tam bir vatan hainidir! Yüce başkanımız
Stalin de, canımız kadar sevdiğimiz parti de
bize her an dikkatli olmayı öğretti. Dikkatimizi
bir an başka yöne kaydırınca, işte bu önümüzde dikilen bu fesat gibi içimizdeki düşmanlar,
kıl kurdu gibi kıpırdamaya başdı. Bunun kim
olduğunu bugüne kadar hiç birimiz fark edememişiz. Böyle bir körlük için parti bizi affetmeyecek… Kısacası bunu mahkemeye vermek
lazım. O işi kendim yapacağım. Bugün kasabaya götürerek, özel büroya teslim edeyim,
orada buna hemen bir yer bulurlar.
“Mahkeme”, “özel büro” denilen sözleri duyunca, yüreğime bir korku girdi. Önce aklıma
annem geldi. Benim dışımda da yeteri kadar
baş ağrısı vardı. Onun çatlamış, pürüzlü ellerine bakan altı çocuk vardı. Onlar açlıktan
ağladığında yedinci olarak o ağlardı. Şimdi
o benim tutuklandığımı öğrenince yüreği kaldırmaz.
“Sen fazla abarttın”, dedi okul müdürü
Abdurrahmanov’a.
– Biz bunu mahkemeye versek ne kazanacağız? Kalbi kırılınca insan söylemeyeceklerini
de söylüyor. Ondan ise İzbairov huzurumuzda
hatasını kabul etsin, bu işi burada kapatalım.
“Evet, öyle yapalım!...” diyerek, öğretmenlerin bir kısmı hemen müdürü destekledi. Ben
de biraz rahatladım.
Fakat Abdurrahmanov’un hoşuna gitmedi.
Ateşten gömlek giymiş gibi oldu.
“Bu nasıl iş? Eşkıyayı mı koruyorsunuz? Onun
için siz de parti komitesi önünde cevap verKardeş Kalemler Mart 2011
44
mek zorunda kalırsınız!” diye kükredi.
Öğretmenlerin de, okul müdürünün de
Abdurrahmanov’dan çekindiklerini hissettim.
“Eee ne istersen yap” diye, müdür disiplin kurulu toplantısını bitirdi.
Abdurrahmanov yatakhanenin at arabasını
hazırlattırıp, beni ona bindirdi ve kasabaya doğru yol almaya başladık. Benim kaçacağımı sanarak, iki kolumu da arkadan iple
bağlattı. Yatakhanedeki çocuklar da sınıf arkadaşlarım da ardımdan bakakaldı. Asker,
Biyaslan, Hıysa ve bazı dağlı çocuklar, soluk
soluğa arabanın arkasından koştu. Abdurrahmanov atları hızlı sürdüğü için çocuklar bize
yetişemedi.
Yolda giderken her türlü düşünceler aklımı
karıştırıyor. Tutuklanacağımdan en ufak kuşkum yok. Pancar tarlasında çalışan bir kadını
“Stalin ölünce, bizi tekrar vatanımıza gönderecekler” dediği için tutuklayarak izini bile
buldurmamışlar. “Benim vatanım yok!” demek
herhalde ondan daha az bir “ihanet” sayılmasa gerek. “Kaç yıl verirler?” sorusu bir türlü
aklımdan çıkmıyor. Okulum yarım kaldığı için
de çok üzülüyorum. Sıkı ipler kollarımı acıtarak, çaresiz bıraktı.
“Ağay, kollarım çok acıyor. İpi çöz. Ben hiçbir
yere kaçacak değilim” diye Abdurrahmanov’a
yalvardım. O ise kollarımı çözeceğine arkama
geçerek kamçısıyla 2-3 kez başıma vurdu. Kalbim “pat” diye patlayacak hale geldi. Bu dakikadan itibaren her türlü kötülüğü elimden gelse, ardıma koymadan yapacak hale geldim!
Kardeş Kalemler Mart 2011
Abdurrahmanov nedense özel büroya gitmeden, arabayı KPSS (Sovyet Sosyalist Komünist
Partisi) binasının yanında durdurdu. O beni
önüne katarak, içeriye soktu. (Onun Kasaba
Komünist Partisi’ne neden gittiğini o an anlayamamıştım. Partiden de aferin alarak, gitmek
için yolunu değiştirdiğini sonradan anladım).
Abdurrahmanov beni de bileğimden tutarak,
uzun koridordan biraz yürüdü. Kızıl kromla kaplanmış kapıyı açtı. Masanın arkasında
oturan genç kadın yazma işini bırakarak, Abdurrahmanov ile bana hayretler içinde baktı.
“Aytbayev yerinde mi? Ben onunla çok önemli bir konu hakkında konuşmak için geldim!”,
dedi Abdurrahmanov kadına. Aytbayev’le
yüz yüze tanışmasam da, onun kim olduğunu
duymuştum. O, kasabanın Parti birinci sekreteriydi. Kapıda yazan adı gözüme takıldı.
Kabul odasında oturan kadının ise onun özel
kalemi olduğunu anladım.
“Aytbayev yerinde. Bu çocuk da kim? Kolları
neden bağlanmış?”, diye sordu özel kalem.
“Halk düşmanını yakalayıp getirdim!” dedi
Abdurrahmanov böbürlenerek. Kadın tamamen hayretler içinde kalmıştı. Bana doğru
korkarak baktı. Hiçbir şey söylemeden yerinden kalkarak, birinci sekreterin odasına girdi. Az sonra odadan çıkıp, Abdurrahmanov’a
“girin” dedi. Abdurrahmanov elindeki kamçısının sapıyla beni ensemden iterek, odaya
soktu. Beni kapının yanında bırakıp, kendisi
Aytbayev’e doğru yürüyerek önünde başını eğip, onun elini iki eliyle birden sıkarak,
selamlaştı. Abdurrahmonov ona hal hatır sormaya başladığında Aytbayev:
45
“Bu çocuk kim?” diye onun sözünü kesti.
– Kollarını çöz. Ayıptır. Sen polis değilsin!?
“Onun kollarını çözemeyiz! Kaçıp gider. Bu
halk düşmanı! Onun bizim okulda bulunmasından dolayı çok huzursuzum. Fakat ne yapalım, partimiz huzurunda bundan sonrası
için dikkatli olmaya çalışırız. Okulda olanları
tam olarak size de anlatarak, gideyim diye
uğradım. Bunu mahkemeye vermeye karar
verdik. Bu çocuk Malkar eşkıyası” diye Abdurrahmanov benim hakkımda tüm yalanlarını acımasızca sıraladı.
Aytbayev bakışlarını masadan ayırmadan
onun anlattıklarını sabırla dinledi. Bense, kapı
kenarında, sinirimden içimi kemiriyordum.
Abdurrahmanov’un her sözü, başıma taşla vurmuş gibi canımı yakıyor, içimi acıtıyordu.
O anda Allah geldi aklıma. İçimden: “Ya Allah, böyle bir alçaklıkla beni neden sınıyorsun?”, diye geçirdim.
“Bana en çok dokunan ise, müdürümüz de,
bazı öğretmenlerimiz de bu eşkıyayı korumaya kalktılar!” diye Abdurrahmanov sözlerine
tekrar başladı.
– Sanırım siz onlarla özel konuşacaksınızdır.
Hayır demezseniz bu konuyu ben üstlenip,
parti bürosuna şikâyet dilekçesini ben verebilirim. Müdürümüze güvenmiyorum. Bu eşkıyayı okula yatılı olarak yoksul diye o almıştı…
Parti temsilcisi Abdurrahmanov söyleyeceklerini bitirip, Aytbayev’e böbürlenerek baktı.
Ama birinci sekreter nedense ona cevap vermek için acele etmedi. Yerinden bile kıpırdamadı. Meraklı gözlerini masadan bile ayırmadı. Kendi kendine konuşur gibiydi. “Şimdi
beni hapishaneye götürmeleri için emredecek” diye içimden geçirdim.
Bu dakikalar bana daha önce olmadığı kadar
uzun geldi. Bıyıklarını ısırarak oturan Abdurrahmanov yine bir şeyler ekleyip, başımı hapishaneden çıkmayacak hale getirecek diye
içimden korkuyordum.
Biraz sonra Aytbayev kafasını masadan kaldırdı. Bana baktı. İçim titredi.
– Sen ‘Vatanım yok’ diye söyledin mi?
“Söyledim” dedim sonrada kendimi tutamadım ve ağladım.
– Ağa beni askere neden almadılar? Arkadaşlarımdan beni neden ayırıyorlar? Neden
yabancılaştırıyorlar? Benim ne yanlışım oldu?
Aytbayev
manov’a:
yerinden
kalkarak,
Abdurrah-
“Çocuğun ellerini çöz”, dedi.
Abdurrahmanov istemese de ipi çözdü. Yeniden canım içime girmiş gibi hissettim. Aytbayev yanıma yaklaştı ve başımı okşamaya
başladı:
“Adın nedir?” diye sordu.
– Cagafar.
– Cagafar can, askere de gidersin. Merak
etme o zamanlar da gelir.
– Babam gibi konuşarak, yüreğimi yumuşattı.
Aytbayev’in boynuna sarılarak, kucaklamak
istedim.
“Çocuğun peşinden dolanıp, durmayın bırakın okusun” dedi Aytbayev parti temsilcisine.
Abdurrahmanov’un alt dudağı sarktı. Bense,
dünyanın en şanslı adamı gibi mutlu oldum.
Odadan sevinçle çıktım. Kabul odasındaki
özel kaleme “Rahmet size! Rahmet!...” diye,
birkaç defa teşekkürümü tekrarladım.
– Ne için rahmet?!
“Sana da bu binada çalışan herkese de bin
kez rahmet!” diye, dışarı çıktım. Binanın bahçesinde Hıysa, Hacımurat, Biyaslan, Asker ve
başka Dağlı çocuklar toplanmıştı. Onları görünce moralim yükseldi. Onlar, çevreleyerek
beni kucakladılar. Doğduğumuz dağların
kuytusuna sığınmış gibi hissettim!..
O günlerden beri çok uzun zaman geçti… Uzaktaki Kazakistan aklıma düştüğünde
Aytbayev’in kutlu yüzü göz önüme geliyor.
Stalin’in karanlık dünyasında insanlığını kaybetmemiş yetkililer de vardı…
Aytbayev ise o temiz yürekli komünistlerden
biriydi. Zor anımda Allah’ın onu benim karşıma çıkarması şansımdı!
Kardeş Kalemler Mart 2011
46
Hadis’in Cevabı
İBRAHİM GADİYEV*
ÇEVİREN: UFUK TUZMAN
Güzel yüzlü dostum Alibek Asan’a ithaf ediyorum
Yüzünü yastığa koymadan
sabahladığı, vücudunu yorgun akşam ettiği çok olmuştur Hadis’in. Geç yatıp, erken
kalkmaya sürgünde alışmadı.
Kırgızların uzak şehirlerinden gelenler, Malkarların
yaşadığı yerlerde sohbet
ediyorlar diye duyduğundan
beri tekrar geceleri uykusuz,
gündüzleri huzursuz olmaya
başladı.
Hadis kapı önüne şafak vakti çıktı. Etraf sessiz, huzurlu.
Tabiat uykuda. Berbat rüzgâr
bile uyanmamış uykusundan. Yol kenarında
ıslak otlar, düşen çiğin ağırlığından kurtularak, belini doğrultamamış. Vakit çok erken.
Köylülerin hayvanlarını gütmeye başladığında Hadis çok yer dolaşır oldu. Atla dönüşte
koruluğa girdi. Kendi çocuklarından biri tarafından yapılmış, uzun ağaç sandalyeye
oturdu. Çok şey anımsadı. Ölmüşleriyle de,
sürgünün her yere dağıttığı başka halklarla
yaşayan hemşerileriyle de
her zamanki gibi sakin sohbet etti.
Seksenini çoktan geçse de
Hadis’i bu dünyada yaşadıkları yaşlandırmadı.
Kendi dağlarında yaşadığı
eski yıllarda bir ay içerisinde
çocukları Haci’nin, Hamit’in
ve Hakim’in “kara haberleri”
gelmişti. O zaman hayatın
durduğunu sandı. Fakat bu
duruma üzülerek, çaresizlikle yakınmaması gerektiğini
çabuk anladı. O dönemde kendi soyundan
kendi dışında yetişkin kalmamıştı.
Aksakal soyun namusu, yüz akıdır. Devam
eden soyun bayrağını taşır. Ona, o soyun
namusunu güvenerek emanet edeceğini, sesini duymadan, kararlığını görmeden rahat
vermelerine imkân yoktu. Hadis de “kara haberin” içini kara küle çevirdiğini sezdirmedi.
Allah’a şükür torunları vardı! Mutluluk için
* İbrahim Gadiy 1934 yılında Çerek Vadisinde Şavurdat köyünde doğdu. Halk sürgününde ailesiyle birlikte Kazakistan’ın Almatı vilayetine
bağlı kamplarda geçirdi. Cengiz Aytmatov’un bir çok hikayesini Karaçay-Malkarcaya aktaran yazarın çok sayıda eseri yabancı dillere aktarıldı.
Kardeş Kalemler Mart 2011
47
kocaya varacaklar, gelin getirecekler soyunun devamını getirecekler diğer hanelerinde
yeterliydi. Hadis, zamanı geldiğinde onların
hepsine gerekliydi. Bugün doğduğu topraklardan uzakta, onlara her şeyden daha çok
lazımdı!
“Atın olunca atın ölsün, yaşlandığında karın
ölsün!”- diyen, hayatın zorluklarını Hadis gibi
sık çiğnemiş biri olmalı. Ne yaparsan yap,
kadere karşı çıkılmaz. Bugünkü yaşam ışıklarını nineleri sürgünün acısına bir aydan
fazla katlanamayarak kaybetti. Kabri Kırgızlara nasipmiş. Çocuklar ve torunlar gerçekten
de çok çekseler de, büyükleri hep küçüklere
dayanak olarak, yanlarındaydı. Allah’a şükür
artık aç kalmıyorlar, çıplak da değiller. Nazar
değmesin, çoğu güzel aileler kurdu. Kalanlar da evlenir. Allah hayırlı mutluluklar nasip
etsin, hayatları önde. Hadis’in gelinlerinden
razı olduğu gibi Allah da o gelinlerden razı
olsun, çocuklarına çok güzel terbiye vermişler. Hadis evine döndü. Eşikten girer girmez
kapının arkasına uzanıp, herkesin bildiği asasını eline alıp gözle görünmeyen üzerindeki
tozları eliyle sildi. Sonra sabırla evin ortasında ileri geri iki üç kez gidip geldi. Sonra
yerinde durarak bir süre düşünceli bekledi.
Küçük parlak makasını alıp aynanın karşısına
geldi. Düğmelerini açtığı gömleğin yakasını
içe doğru kıvırarak, çağırıldığı yere gitmeden önce hazırlandığı gibi sakal ve bıyıklarını
güzelce düzeltti. Başını sağa sola çevirerek,
fazla kıl arar gibi yanaklarına dikkatlice baktı.
Daha sonra yüzünü iki eliyle okşadı. Yaptığı iş
hoşuna gitti.
Düğmelerini kapattıktan sonra makasını da
yerine koyup, Hadis yatağına gitti.
Fakat öyle fazla yatamadı. Nedense bir türlü bir huzursuzluk ona rahat vermedi. Hadis
kalkarak, yeniden giyindi. Kemerini sıktıktan
sonra sol elini kemerine koyup düşünmeye
başladı. Orada kaması asılı durmalıydı!.. Fakat ne çare, sürgün sırasında hayvan vagonlarına bindirilirken askerler ona el koymuştu.
Yoksa orada kaması hep asılı dururdu… Gerçek bir Dağlı (Karaçay-Malkar) kaması!
Hazırlanan Hadis dede Cuma kıyafetlerini
giydi, asasını koluna alıp dışarı çıktığında her
zamanki gibi bahçe dolusu çocuk onu sardı.
Kendi kendine yeni yürümeye başlayan çocuktan, tecrübeli eğitimcilere kadar ona refakat etmeyi sevmeyen yoktu. Hadis kabul
etmedi, eve dönmeleri için işaret etti. Çok
geçmeden döneceğini söyleyerek, çıktı.
Kulüp ana yoldan biraz uzakta. Fakat yürüme
mesafesinden de uzak sayılmaz.
Hadis’in evinden toplantı yapılacak yerin
uzaklığı seslenecek mesafede denilebilir.
Meydan da ayrı ayrı o kadar erkeğin ayakta
sohbet ederek beklemeleri Hadis’i şaşırttı. Yakın şehirlerden toplantıya gelenler erkenden
bitirip gittiler mi, yoksa başlamadılar mı?...
O meydana sakin yürüyüşlerle geliyordu.
Yaklaştıkça hangi gurubun yanına gideyim
diye tereddüt etmeye başladı. Yaklaşınca birilerine diğerlerinden fazla önem vermiş gibi
olmamak için duramadı. Düz devam ederek
açık kapıya yaklaştı. Kurtulamadı. Sohbetlerini yarım bırakarak, Hadis’in karşısına geçerek, tokalaşıp hal hatır eden çoktu. Bazıları
ise uzaktan başlarıyla selamladı. Başlarını
hafif yana yatırarak, sınamak istercesine, göz
ucuyla izleyenler de vardı.
Onları fark etmeden ya da umursamadan
geçip gitmek olmazdı. Kim ne gözle bakarsa
baksın, Hadis onlarla tokalaştıktan sonra, hal
hatır soranları teğet geçemedi.
Hadis kimilerinden özür diler gibi baş eğdi,
yaşıtı ve dostu Aslangeriy’e doğru yöneldi.
İkisinin de bazı yönleri benziyordu. Orta boylu, ince yüzlü, geniş kaburgalı, keskin gözlü
Dağlılar. Sakal ve bıyıkları da aynı tarzda tıraşlanmıştı. Bugüne kadar da Dağlı kıyafetlerini giymeye devam ediyorlar. Tek farkları
Aslangeriy’in elinde asası yoktu. Düşüncesine
göre, ona ihtiyacı da olmazdı.
Genç olanlar Hadis ile karşılaştıklarında her
zamanki gibi içten selamlaştı. Soy akrabadan
doğmuş olan sarı bıyıklı, mavi gözlü Hıysa
onun elini iki eliyle sıkıca tutarak, Hadis kendi
elini çekene kadar yukarı aşağı salladı durdu.
Hıysa’nın kan kardeşi tombul yüzlü Abdullah
da aynısını tekrarladı. Savaştan diğer akraKardeş Kalemler Mart 2011
48
balarından daha geç dönen kolsuz Biymırza
asasını koltuğunun altına sıkıştırıp, sol kolunu uzatarak, Hadis’in önünde başını eğdi.
Onunla birlikte tanımadığı iki üç kişiye daha
selam verdi. Herkes bir kavgayı iyice kızdırıyor gibiydi.
– Resmi görevli misafirlerimiz varmış diye
duydum, çağırılmamış olsam da, evimde de
duramadım, - diyen Hadis selamlaşmalar
sonrasında ayıplanmamayı diler gibiydi.
– Evet, geldiler, güzel haberler de getirdiler
dede! – dedi, Hıysa öne çıkarak. – Gelmekle
vallahi çok iyi yaptın! Diye ekledi. Sonra biraz
geriye çekildi, daha önce yanında kavga etmiş biri var gibi bir tarafa böbürlenerek baktı.
Hıysa arkadaşlarının yanına dönmedi.
Nedense, derin nefes aldı, iri dudaklarını yalandı. Gelenleri övse de, toplantıda duydukları hakkında gelişmeleri anlatırken aceleci
davranmadı. Hadis de onu acele ettirmedi. O
resmi görevlilerin getirdiği güzel haberin ne
olduğunu da sormadı. Bir süre sonra Hıysa,
o an anlatacakları için alacağı müjdeyi pay
etmek istermiş gibi etrafına bakarak gülümsedi. Hadis’in de gözleri parladı, artık onun
da sabırsızlandığı anlaşıldı. Uzun zamandır
geyiğini bekleyen dağlı avcı gibi rahatsız.
– Devlete karşı hiçbir suçumuzun olmadığı
ilan edildi!-dedi Hıysa, o ana kadar ağzını
açmaya fırsat vermediği adamın ruhu hafiflemişti. Semiz güçlü yumruğunu yukarı kaldırarak, artık biz de başkaları gibi adam yerine
konulacağız dede!.. Siz ne isterseniz yapın,
ben bugünden itibaren Kızıl Kiya’ya gitmeden duramam!...-diye ekledi sözünü. O kimse
söze girmeyince, onun gitmesini istemeyerek
üzenden kurtulmak ister gibi silkindi. – Sizin
de tanıdığınız babamın öz kız kardeşinin çocukları madende çalışıyorlar!.. Onlar yer altında kömür kazıyorlar!...
Dinlemek büyük bir yetenek, güzel öğrenmenin ilk şartı derler, kimileri ise aksakala saygısızlık etmemek için söze karışmıyor. Hadis
yola gitmek isteyen akrabasının sözünü kesmedi.
– Burada denildiği gibi olacaksa, ne zaman
gerçekleşecek, kim doğrusunu biliyor? Ben
Kardeş Kalemler Mart 2011
yakınlarımı 12 senedir görmedim! Tekrar ne
kadar beklemeliyim,-diye tartıştı.
Genç Hadis’i “yanlışlık yapıldığı ilan edildi”
diye sevindirmeye çalışsa da, yüreğinin ağlanacak halinden kurtulmadı. – Hadis tüm Karaçaylılar ve Malkarlılar beraber serbest bir
eyalet kurmaya imkan olacak dediler… İster
Kırgızistan’da, ister Kazakistan’da… Öyle bir
imkan verilecekse, ne zaman gerçekleşecek
gidip sorsana!.. Ben yine onu mu beklemek
zorunda kalacağım?! – diye telaşlandı, sinirli
bir şekilde.
– Yeni eyalet kurulana kadar sana Kızıl Kiya’ya
gidemezsin diyen mi var, kardeşim?-dedi bugüne kadar Hadis’in görmediği güzel giyimli,
yakışıklı bir genç.
– Hıysa öyle söylese de, o bugün yola çıkacak
değil ya,-diye ekledi Abdullah. – Öyle… Hıysa
gideceği yere varana kadar halkı o sizin dediğiniz yere sevk ederlerse nasıl olacak bu iş?
– Tüm halk hemen kabul etse bile, eyaleti hemen kuramazlar,-diye gülümsedi, gencin o
kadarını anlamadığını hissettirerek. – Onun
için çok zaman gerekli, bunun için devletin
çok fazla desteği lazım, kardeşim…
– Peki, devlet yardım etmeyi kabul ettiyse, kuş
tüyü gibi tüm Orta Asya’ya dağıtılan halkı yine
bilmedikleri bir yere toplayıp uğraşacaklarına
tekrar geri dönmemize yardım etse olmaz mı
sanki!
– Evet, gerçekten! Devlet için de rahat olur,
bize ondan büyük iyiliği bu dünyada kim yapabilir!
–Yoksa biz Kafkasya’da birilerinin yaşam
hakkını mı işgal ediyoruz? O ağırbaşlı genç
adam üçüne de bundan önce Abdullah’a
yaptığı gibi gülümseyerek tek tek baktı. Soruların kendine yöneltildiğini anlasa da, cevap
vermekte aceleci davranmadı.
– Ya Rusya… bizi geri götürmek istemiyor
mu?-diye soran Hadis o ana kadar anlatılanların bittiğini anlayarak, - Siz burada söylenenlere bakarsanız, sürgün hayat boyudur
diyenlerin sözlerini unutmamış olmalısınız…
Hadis güçsüzleşti. Asasını sakalının altına
49
yaslayarak, düşünmeye başladı. Onun böyle
sessizleştiğine bakarsak, derin düşüncelerini
içinde sakladığı belliydi.
– Eğer kendi isteğimizle burada kalacak olursak, ölülerimiz bizi bağışlamaz,-dedi uzaktan
dinleyenlerden biri.
– Ya burada ölenler affederler mi, onları burada bırakır gidersek? – dedi başka birisi.
Hadis ile selamlaşma dışında o ana kadar
konuşmamış olan Aslangeriy daha fazla sabredemedi.
– Allah’a karşı asilik yapmayın!... Nerede
doğduğumuz da, nerede öleceğimiz de alın
yazımızla olur!-dedi durdurdu büyüyen o tartışmayı. Hadis onaylar gibi başını salladı.
İki genç de sorduklarına soracaklarına pişman oldu. Hiç kimse konuşmadan bir süre
sessiz düşündüler. Hadis ise Rusya hakkında
sorduğu sorudan beri hiç başını kaldırmamıştı. Cevap verilmemesine içerlemiş gibi sessizliğini korudu. Bir süre sonra Aslangeriy’in sabırsız sesi duyuldu.
– Bizimle birlikte ata yurdumuzdaki hayatımızı
da gördü, savaş ateşiyle de yandı Bekmırza,dedi. Nedense, gerekli gereksiz yerde kendini karar verenler arasına sokmaya çalışan
herkesten çok kendini bilge sanan Osman
oğlu Davut’a baktı.
– Biz, buradakiler adını bile bilmediğimiz yerlerde kanını dökenlerin, geri dönmeyenlerin
nelere katlanmak zorunda kaldığını o hepimizden iyi bilir. Kendi gibi savaştan Sibirya’ya
sürülenlerden, Hadis ve benim gibi bir ayağı
çukurda olanlardan bir sorsalar, Osman oğlu
sen kendin, senin izinden gelenlerle nerede
yaşamak, nerede ölmek istersin!?
– Ben düşüncemi orada da, burada da binlerce defa söyledim!-dedi Bekmırza. Sağ kulağının arkasından, sağ bileğine kadar olan
yeri sıvazlayarak – Ekmeği çok çiğnediğinde
çiğ sanırsın, - derler. Böyle sınırsız tartışmalar, doğru dürüst kararlar vermeye yardımcı
olamaz… Gevezeliği seviyorlar, yoksa onlar,
bilmiyor mu halkın dilinde, yüreğinde, rüyalarında, gününde gecesinde doğduğu topraklar olduğunu…
– Devlet benim hiçbir yanlışım olmadan sürdüğünü anlamışsa, sürdüğü gibi topraklarıKardeş Kalemler Mart 2011
50
ma götürmeyi neden istemiyor. Bunu biriniz
bana izah etseniz kurban olurum size! – diyerek yola çıkma ümidini yitirmeye başlayan
Hıysa dudaklarını yalanmaya başladı.
dönmeye vallahi izin vermeyecekler Hadisdedi Davut. Oradakileri de şahitliğe çağırmış
gibi etrafına bakındı. Yaya gitmek için sanki
orası biraz uzak gibi.
– İstemiyorlar diye kimse seninle tartışmıyor,
burada kalmanız sizin için daha iyi diyorlar.
İnsanca söyleneni anlamak istemiyorsun sen,
dağlı!-diye, Osman oğlu sinirini gösterdi.
– Ata yurda giden yol uzak olmaz, - dedi Hadis. – Burada sizin dediğiniz gibi serbestlik
verildiyse, saygınız başınıza kalsın. Çocuklarımı, torunlarımı ve onların çocuklarını toplayarak, yaya gideceğim. Osman oğlu! Yaya!..
İşte şu asayı tuttuğum elim aşınana kadar yürüyeceğim, Osman oğlu!..
– Taşlaşmış yürekler bile parçalanır, millet!
Halkımın binlerce yıldan beri yaşadığı topraklardan kovularak, geldiği yerin onun için
iyi olduğuna inandırmaya çalışıyor bunlar
beni!-diyen Aslangeriy hırsla asasını yere
vurdu.
– Bu misafirler çok önceleri bize özgürlük
verdiğini, devlete bağlı tüm halklarla eşit ve
hür olduğunu deklere etmiştir,- diyen Osman
oğlu ileri gittiğini anlayarak, sinirini saklamaya çalıştı. – Bu dürüst insanlar bize çok güzel
havadislerle geldiler!..
– Teşekkürler Davut doğru söylüyorsun,-dedi
ona minnettarlığını bildiren temiz giyimli
genç Hadis’e döndü. – Kazakistan’ın ya da
Kırgızistan dağlarının eteğinde, ovalarında
sizler için memleketler kursak, o daha iyi olmaz mı milletimiz için diye, halkımıza danışmaya geldik aksakal.
– Oradaki dağ geçitlerimizin yerine, kendimize buradaki bozkırları daha hayırlı göreceğiz
demi,-dedi Hadis, dayanılmaz acıya yenilmek
istemeyen adam gibi, başını zor kaldırarak,
anlatacaklarınız bitti mi- diye, sorurcasına.
Osman oğlunun sabrı tükendi o yine kendini
ortaya attı.
– Kazakistan’ı da, Kırgızistan’ı da istemiyorsun, sana hâlâ Rusya lazım!-diye, sinirli yorgun sesiyle, boynu aşağıda, yukarıya doğru
ters bakmaya başladı.
– Ellerin aşındığında varmamışsan ne olacak?
O zaman ne yapacaksın? Diye gülümsedi Davut, ileri gittiğini fark edip başını yana eğerek,
espriye çevirmeye çalıştı.
Bekmırza diğer genç toplulukla beraber bir
şey söyleyemeden içerleyerek ayakta durdu.
Aslangeriy, Davut’a ters bakarak, bir yanına yaslanıp cebinden bir mendil çıkardı ve
gözlerinden gelen yaşı sildi. Davut ise alaycı
gülüşünü hiç bozmadı. Yüzsüz adama Dağlı
gelenekleri bile sınır koyamaz.
– O zaman da dizlerim aşınana kadar
yürüyeceğim!-diye, iddialaştı Hadis. Ayaksız
kaldıktan sonra da doğduğum topraklara göğsümle sürünerek gideceğim… Ölene kadar!
Hadis’in cevabını tüm meydandakiler duydu.
İnsanlar rahat bir nefes aldı. Ortalık aydınlanmış gibi göründü onlara. Meydandakiler
Hadis’ten gözlerini alamadılar. Yakın şehirlerden gelen halk temsilcileri de mesajı aldı. O
cevap aynı zamanda o temsilcilerin arasındaki şakşakçılara da verildi. İçlerindeki onların
Davutlarına!
Artık Hadis sonuna kadar açık duran o geniş
eşikten adımını bir daha atmak istemiyordu.
– Evet, bana Rusya lazım! Rusya!-dedi Hadis,
başını bir hışımla kaldırıp, Osman oğlunun
yüzüne tükürmemek için sabırla ona bakarak.
– Doğru anladın, Davut. Bana Rusya gerek!
Buradaki herkese de Rusya gerekli, anladın
mı, Osman oğlu!
Başını çevirerek etrafındakilere: – Benim
Osman oğluna verdiğim cevabı iyi anlayın,diye sertçe kaşlarının altından herkese baktı.
Sonra herkesle başını hafif eğerek, vedalaştı.
Arkasına döndü, burnu dokunsa yerin canını
yakacakmış gibi sakin ve yumuşak adımlarla
oradan uzaklaştı.
– Fakat benim duyduğum kadarıyla Rusya’ya
1994
Kardeş Kalemler Mart 2011
51
Cehennemden Gelen Mektup
HASAN ŞAVAYEV*
ÇEVİREN: UFUK TUZMAN
Bu hikâye Malkar halkının tanınmış ilim adamı, SSCB ordusunun cesur subayı
Adilgeriy Sottayev (Sottalanı Adilgeriy)’e ithaf edilmiştir. O Malkar halkının
doğduğu topraklardan sürülmesini ağır sözlerle kaleme alarak, Stalin’e mektup
göndermiş, sonucunda Adilgeriy mahkeme kararıyla 25 yıl hapse atılmıştır.
Temmot, burada boş söze
gerek yok. Bu mektubumu
30 Ağustos 1953 tarihinde
sana öz kardeşime güvendiğim gibi güvenerek yazdım.
Bilmiyorum korkmadan okuyabilecek misin? Eğer isteğimi gerçekleştiremezsen, bu
yazdığım kâğıtları kimseye
göstermeden yok et. Zararın
neresinden dönülse kârdır.
Doğru söyleyenin başına sopayla vurdukları bir zamanda yaşıyoruz! Senin de başını
yakmak istemiyorum, evindeki çocuklar eksik olmasın.
Benim gördüklerimi Allah düşmanıma göstermesin. Buranın yanında din adamlarımızın korkutarak anlattığı cehennem bile az.
Yavaşça söylediklerimi, iyi dinle: mahkeme
kurumları Sovyet Hükümeti düşmanlarıyla
dolu. Kendin de biliyorsun, benim gibi devlet
adamına parti yönetiminin verdiği görevleri
doğru yerine getirmiyor diyecekleri, hayatta
aklıma gelmezdi.
Bana yurdumda devlet çiftlikleri, okullar açan
adama, savaşın başından sonuna kadar her
cepheden kan kusmuş bir subaya, “Liderimize karşı kirli propaganda yürütmüşsün”, diye,
kalbine süngü dayadılar. Ellerimi kapı ke-
narlarına sıkıştırıp kan döktükleri yetmedi, tırnaklarımı
kerpetenle tek tek çıkardılar.
Vay anam, sahipsiz olan nelere katlanmazmış?! Dünyadan ümidimi kesince gözlerimdeki yaş kurudu, kanım,
parmaklarımın kenarı bir
yana kalp damarlarımı yırtarak dışarı çıktı, sıçanların
yaşamak istemediği havasız
yerde, güneş ışığı görmeyen
hücrenin siyah duvarlarına
yaslanarak, yıkılmadan ayakta durdum. Bir de çimentoyla sıvanmış zeminin soğuğu
tabanlarımdan beynime öylesine hızlı ulaşıyor ki, kötü tankımı hayal etmeme bile izin
vermiyor. Belki acılarımı bu yüzden hissetmiyorum. Böyle desem de ölen adam nereden
bilsin acıyı.
Ne yapıp, Moskova’ya ulaştırman için sana
gönderdiğim kâğıtlarda bana yapılan haksızlığı her şeyiyle yazdım. O hayvanların sorguya çekerken yaptıkları işkenceleri de. Önce
bana yöneltilen iki suçlamayı okudular. Onların manası bir yana her kelimesi birbiriyle
aynıydı. Hayatımda hiç görmediğim adamlar
başıma dikilerek, “Sen devlete, Stalin’e karşı
propaganda yapmışsın, orada öyle, burada
* Hasan Şava 1937 yılında Elbruz bölgesine bağlı Köndelen kasabasında dünyaya geldi. Çocukluğu sürgüne gönderildiği Kırgızistan’da
geçti. 30 yıl “Zaman” gazetesinde editörlük yaptı. Yazarın 5 romanı ve çok sayıda hikayesi vardır.
Kardeş Kalemler Mart 2011
52
böyle demişsin!” diye gözlerinden ateş saçarak başımda dikildi.
“Hayır, bunlar yalan! Devletime de, önderimiz
Stalin’e de canımı vermeye hazırım”, dedim.
O anda sorgu yargıcı:
“Kafkasların yiğit evladı, Malkar halkının filozofu Abdulkerim, sen ne ilginç nazlanıyorsun,
ne kadar güzel martaval okuyorsun” diye, mavi
kısık gözleriyle koltuğunu arkaya doğru yaslayıp, ağzına gergi konulmuş gibi yayılarak gülmüyor mu, sinirden yüreğim yarılacak sandım.
Bu durumu, geniş omuzlu, iri kemikli, açık
alınlı adamın iğrençliğini anlatmaya söz bulamıyorum.
“Ben senin gibi nicelerinin yanlışlarını kabul
ettirmiş adamım. Anladın mı?!” dedi.
– Ben senin söylediklerini anladım. Zerre kadar yanlışım olmadığını anlatamadığım için
içim yanıyor. Sovyet Hükümeti “Beni yoktan
var eden hükümete, yanlış yola girdiğim gün
kendimi ateşte yakarım”.
– Düşünmeden hareket edenler kendilerini
senin dediğin duruma sokarlar, fakat bu sefer
işini iyi biliyorsun, kimler olduğunu söylemek
istemiyorsun, kendi aklınla yaptın.
– Benim halkımın kâlûbelâdan beri yaşadığı
topraklarından sürerek, büyük felaket yaşatanlara sinirlenerek, Stalin’e sitem mektubu
yolladığım için kendimi hatalı görmüyorum.
Bu yüzden “milliyetçisin” diye gözaltına almaya hiç kimsenin hakkı yok. Bana sizin
adamlarınız: “Sen eşkıyasın!” diye öfkeleniyorlar. Kollarımı iki kişi arkaya kıvırarak,
üçüncüsü ayakkabısının topuklarıyla her yerimi morarana kadar tepiyor. Yaptıkları doğru
mu?! Ben savaşlarda kanım dökülerek görev
yaparken büyük annemi, ninem ve dedemi,
çocuklarımı, kız kardeşlerimi Kırgızistan’ın
kumlu nehirlerine atarak öldürmüşsünüz. Bu
doğru mu?! Savaşta dört beş oğlunu birden
kaybetmiş anne babalar az mıydı, sizin buraya sürdükleriniz içinde? Savaştan döndükten sonra kendi gözümle sokaklarda açlıktan
morarıp ölmüş Malkarları, Karaçayları, Çeçenleri, İnguşları gördüm. Benim gözümün
içine bakarak söyle bu ne kadar doğru? Bu
Stalin’in bilgisi dâhilinde yapılmış olamaz.
Kardeş Kalemler Mart 2011
Bütün dünyadaki büyük halklara özgürlük,
eşitlik, mutlu bir yaşam arayan Stalin, benim
küçük halkıma böyle büyük bir eziyeti hiçbir
zaman layık görmezdi. Sovyet hükümeti düşmanları dürüst insanlara dert getirmişlerdir.
Öyle ki, dürüstlüğün belini bükememişlerdir,
Stalin’i yaptığı işten pişman edemediler. Benim mektubum Stalin’e ulaşırsa, halkımın bu
büyük beladan kurtulacağına şüphem yok.
Onun için yazdım.
Temmot, bu seferki sorguda ben o kadar şey
söylediğim hâlde, sorgu yargıcı sadece sol
kolunu başının arkasına koyarak, dinledi. Yüz
ifadesi değişmedi, rahatsızlık duymadı. Artık
benim kalbim sabretmeyi öğrendi, öldürseler
diye üzülmüyorum. Şu an söylediklerim kâğıda
yazılmışsa, bu benim için en büyük şans.
– Senin baban hocaydı! Kendinse Sovyet
Hükümeti’nin halk düşmanısın her gün ona
kara saban sürüyorsun. Hala burada kalan
gururunu kamçılayarak, dürüstlüğün temsilcisi olmaya çalışıyorsun.
– Sorgu yargıcı yerinden zıplayıp, masayı var
gücüyle yumruklayarak, bu sözleri söylediğinde onu, hayal meyal görmeye başladım.
Ağzım kurumaya başladı, dilimse kabarmış
gibi göründü. Ona korktuğumdan değil,
elimden gelmediği için cevap veremiyorum.
Ona babamın hoca değil, devrimci olduğunu
anlatamadım. Estağfurullah, insan gözüyle
gördüğüne inanamıyor.
“Şimdi düşeceğim. Sakın ha, öyle bir halt
yemeyim”, kendi kendime fısıldadığımı duydum.
– Binbaşı… Benim babam.
– Senin baban hoca olmuş, Sovyet
Hükümeti’nin kanlı düşmanı! Tekrar söylüyorum, kendin de burjuvazi, tam bir milliyetçisin. O senin yücelttiğin halkın savaşta neler
yaptığını benden daha iyi biliyorsun. Hâlâ
sen burada nasıl köpek gibi ulursun. Hepinizi
büyük küçük demeden yeryüzünden kazımamız lazım!
– Öyle olmasa da… Siz bizden kimseyi bırakmadınız. Topyekûn bir halka böylesine bir zulmü krallar bile yapmamıştır. Bu yapılanları her
dürüst Sovyet vatandaşı bizim gibi görecektir.
53
Sense olmadık bir şeyi türeterek, hiçbir yanlışı
olmayan insanı hedefe koymaya hazırlanıyorsun.
– Kimmiş o yanlışlığı olmayan insan.
– Benim yoldaş sorgu yargıcı.
– Hedefe koyulacağını da biliyorsun. Öyleyse, Sovyet Hükümeti’nin insanı hangi sebeplerden hedefe koyacağını da bilirsin. İyi anlıyorsun; fakat seni okutan, yetiştiren hükümete
karşı çıkman iyi olmamış.
Sorgu yargıcı koruma memurunu çağırarak
kendi eliyle ona bazı işaretler yaptı. Sonra
beni oradan çıkararak, bir odaya soktular.
Deri gibi işlenmiş ağacın ortasına dikerek,
acımasızca sıkıştırmaya başladılar. Allah şahit bağırsaklarım gırtlağıma gelene kadar
sabrettim. Öyle ki, sesim güçlükle çıkıyordu.
Önüme koyulacak her türlü kâğıdı imzalamaya karşı olmadığımı söyledim.
* * *
Son karşılaşmamızda binbaşı da konuştu.
Başladığı işte muradına erdiği için seviniyordu. Oynuyor, devletin benim gibi “düşmanı
rezil etmek için” halka ilan etmesi her hediyeden kıymetliydi. Benim için de halkım için de
onun karnı ağrımıyor. Yirmiden fazla pedagojik ilmî eser yazan parmaklarım bugün sorgu
yargıcının protokolünü imzalayamaz hâlde.
Bunun için de binbaşının karnı ağrımıyor.
Kıymetli Temmot, önce beni idam cezası için
yargıladılar. Nedense tam da hüküm okunurken, Bashan gözümün önüne geldi. Şimdi
olsa Elbruz’un sularından kanasıya içerdim.
Hey gidi Temmot, köyden köye düğünlerde
gezerek süzülüşümüzü unuttun mu? Yaylada
seni Tatlıhan ile tanıştırdığım aklında mı? Çok
selam söyle ona da… Allah size uzun ömür
versin, öyle güzel günleri artık ben göremem.
Hayattan ümidimi kestiğim bir anda tekrar değerlendirilerek, bana yirmi beş yıl hapis cezasına karar verdiler… Temmot, cehennemde
ölen insanın sağ olduğunu da gördüm.
Şimdi senin başını daha çok ağrıtmayım. Bu
benim yolladığım kâğıtları devlet başkanına
ulaştırabilirsen iyiliğini bu yaşamda unut-
mam. Elinden geleceğini biliyorum. Sen vilayet Komünist partisinin eğitmenisin. Yakında
Moskova’ya göreve gidip geldiğini de biliyorum. Ben hapiste yatalı sekiz yıl geçti. Buraya
halkım için girmiş olmak bana huzur ve kararlılık sağlıyor. Gizlemeden söyleyeyim, bugün
sizin varlığınız beni ümitlendiriyor.”
Temmot, mektubu mısır tarlasına girerek orada okudu. Sayfaları her ses çıkarışında çevresini kontrol ederek, elleri ve başı titreyerek bitirdi. O sonsuzluğun kalemini tutar gibi ince,
uzun parmaklarını bazen ağzına koyarak,
onları acıtana dek ısırıyordu. Kalın kaşları kirpiklerinden daha hızlı hareket ediyordu. Kısık
gözleri mektupta yazanları silik görüyordu.
Omuzları düşmüş burnunun üstü terlemiş,
vücudunu soğuk terler kaplamıştı.
“Bu it yavrusunun başıma açtığı işe de bak”diye, kendi kendine söylendi Temmot. –
Gördün mü onu? Evi yıkılası, benden başka
mektup yazacak adam bulamamış. Ben parti
görevlisiyim. Senin gibi orada orak, burada
tırpan olarak gezenlerden değilim. Dünyaya
Bolşevik partisine hizmet etmeye diye geldim.
Onun için de öleceğim…”
Kendi sesinden ürkerek alçak sesle konuşan
Temmot, son söylediklerini haykırarak söyledi. Etrafına dikkatlice baktı. Bir dakika önce
kendi kahraman gibi haykıran Temmot, etrafında kimseler olmadığı için de sevindi. Sonra yere çökerek, mektubu bir süre kolunda
rüzgârın esintisiyle tuttu.
Zavallı Temmot’un kafası karışık, düşünceli.
Oyun mu oynuyorsun, Stalin’in öldüğü gün
şaşırsa da Tagiplanı Ayşat’ı sonsuzluğa uğurladılar. Temmot’un Sovyet Hükümeti’nin düşmanıyla işbirliği olduğunu anlasalar, onu acımadan hedefe koyacaklarına şüphen olmasın.
Bu düşünceler Temmot’un yüreğini titretti.
Damarlarından kan akmaz oldu, elleriyle bileklerini ve alnını ovalayıp, kendine gelmeye
çalıştı. Biraz kendine geldikten sonra cebinden çıkardığı kibrit ile mektubu yaktı. Daha
sonra uzun, ince parmaklarıyla yeri hızlıca
kazarak, yanan mektubun küllerini oraya
gömdükten sonra ayaklarıyla ezdi.
1975
Kardeş Kalemler Mart 2011
54
Suçluluk
BİLAL APPAYEV*
ÇEVİREN: UFUK TUZMAN
İşte, kapı açıldı! O anda
Aza’nın sesi duyuldu.
“Selam hanımlar ve beyler!”
dedi.
Dört yıldır biz her sabah bu
sesi hevesle beklerdik. Biz
dediğim ben ve iki arkadaşım. Mahmut ve Sapar. Ya
bugün… Bugün de bekliyorduk. O günlerdeki gibi gür
ve neşeli sesinden ziyade,
biraz utangaç, zayıf ve suçlu
birinin sesiydi duymak istediğimiz. Maalesef biz yanıldık.
Aza’nın sesi önceki gibi, hatta öncekiden de
gür ve neşeli duyuldu. Başkasını bilmiyorum,
ama bana öyle geldi. Bize umursamadan
bakar gibiydi. Biz, Aza’nın selamını almadık.
Ben içeri geldiğinde kafamı bile kaldırıp bakmadım. İki yanımda masaya yaslanan iki arka-
daşım da başını kaldırmadı.
Buna hiç şüphem yok! Fakat
kızlar Sveta ile Zuhra (ikisi de
masada tam karşımızda oturuyorlardı) Aza’nın selamına
eskisi gibi içten ve mutlu bir
şekilde cevap verdiler. Biz
üç arkadaş kızlara sinirli ve
ters baktık. Onlar ise bizim
bu durumumuzu fark etmediler bile. İkisi de odanın iki
tarafına dizilmiş masaların
arasından başköşeye yürüyen Aza’ya bakıyorlardı.
Ona bir şeyler söylüyorlardı.
Şu an Sveta ile Zuhra’yı bakışlarımız ok olup
vuracak kadar kızsak da, onlar utanmayacak
kadar rahattı. Onun da farkındaydık. Onlar
nereden bilebilirlerdi ki yüreğimizi kemiren
kaygıyı. Bilmedikleri için “bu sefer Aza hakkında bizden yana olmazlar” diyerek, kırgınlığımızla kaldık.
* Bilal Appa 1939 yılında Karaçay Özerk Bölgesi’nin Üçköken şehrinde dünyaya geldi. Çocukluğu sürgünde geçti. Edebiyatçının eserleri
bugüne kadar 10 kitap ve 20 piyes olarak yayımlandı ve sahnelendi. Halk şarkıları olarak bestelenen şiirleri halen günümüzde çok yaygın
inlenmektedir.
Kardeş Kalemler Mart 2011
55
Aza sandalyesini biraz arkaya çekerek oturdu. Doğrusu ona doğru bakmadığım için
öyle yapmadıysa da bilemiyorum. Her zaman öyle yapardı, bu yüzden aklıma ilk gelen oydu. Baksak da, bakmasak da Aza’nın
tüm alışkanlıkları değişmezdi. Ama biz bugün
önceki gibi değiliz, başka bir ruh halindeyiz.
Kapıdan girer girmez oturana kadar gözlerini ondan ayırmayan yiğitler, bugün başımızı
bile kaldırmadık. Önceden olduğu gibi oturduktan sonra da ona iltifatlar etmedik. Kısacası, gelişini bugün hiçbirimiz umursamadık.
Güzel gülüşüyle inci gibi dişlerini göstererek
bize bakıyorsa da farkında değiliz. Öyle ise
bile bence, önceden olduğu gibi içtenlikle
gülümsemediğine eminim.
“Beyler size ne oldu?” diye sordu Aza.
Bize ne olmuş? Bir de soruyor “Çatlayın da,
patlayın!” dercesine. Şu yüzsüzlüğü de bak.
Acı acı konuşayım diye ağzımı açtım. Tam o
sırada masanın altından Sapar ayağıma bastı. Biz üç delikanlı arasında benden rahatı
yoktu. Ben ne olursa olsun “şikâyet” etmeye
başladığımda, hırslanıp, ağzıma geleni esirgemeden sivrilirim diye her zaman masa altından ayağımı dürterdi. Bu sefer benim aşırı
gideceğimi anladı sanırım. Öyle olsa da, önceden olduğu gibi onun topuğu bu sefer sabrımı dizginlemedi. Fakat tüm gücümle dilimin
ucuna gelenleri söylememek için çenemi sıkı
tuttum. Kendimi tutmalıyım, sabretmeliyim.
Burada çalıştığımız yıllar içinde bu odada
birbirimizin kalbini kıracak, ağır sözler söylenmedik. Doğrusu bizim başımızı da kimse
yere eğdirmedi. Öyle olsa da, biraz kendime
hâkim olup, kendimi durdurmalıyım. Arkadaşlarımın da yürekleri yangın yeri gibi alev
alev yanıyor biliyorum. Öyle olsa da onlar, o
alevlerin bir parıltısını bile buraya, dışarıya
göstermezler. “Öyle tabi ki, sen de ne olursa olsun insan gibi otur” diye kendi kendimi
şartladım. Bir de aklımı ve dikkatimi başka
şeylere vermek için bu odaki erkekler ve kızlarla birlikte geçirdiğimiz zamanı hatırlamaya başladım. Her zaman üzüntümü unutmak
için geçmişteki güzel ve neşeli günlerimizi
göz önüme getiririm. Doğrusu bu yöntem her
zaman beni üzüntü ve kaygının kucağından
kurtarmıyor. Öyle olsa da, bazen aklımı başı-
ma getiriyor.
Geçmişte sadece benim değil, iki arkadaşımın da en mutlu günü Aza’nın bu odanın
kapısını ilk kez açtığı gündü. O ana kadar biz
bu oda da beş kişiydik. Hepimiz yirmi iki ve
yirmi üç yaşlarındaki gençlerdik. Yanımızda
gezdirmiyorsak da, hepimiz enstitü diplomasına sahiptik. “Sizin odanız demografların
araştırmalarını tersine çıkarıyor” diye başka
bölümün çalışanları bizimle alay ederlerdi.
Evet, gerçekten de dedikleri doğruydu. Ülke
genelinde kadınların sayısı erkeklere oranla
fazla olsa da, bizim küçük çalışma ortamımızda erkekler olarak kadınlardan fazlaydık.
Odamızda iki kız ve üç erkek çalışıyorduk.
Fakat biz bu konuyu birazcık olsun umursamıyorduk. Odamıza hiç hesapta yokken bir
masa daha koyuldu, altıncı masa. Hem de
başköşeye, pencerenin yanına ve telefona
daha yakın bir yere. Orası hem aydınlık, hem
de uygun bir çalışma yeriydi. Bizden birinin
masasını şimdiye kadar oraya neden koymadığını da anlamış değilim. Masayı koyduklarında içimizden sıcak bir insanı oturtacaklar
herhalde başköşeye diye geçirdik. Bizim bölümün imrenilen bir adı da vardı. “Proje Mühendisliği Bölümü”. Bize kısaca “projeciler”
denirdi. Bu da bizim hoşumuza giderdi. Tabi
ki, Korolev, Tupelov, Mikonyan da proje mühendisliğinden gelmişti…
– Beyler, bugünden itibaren izindeyim…
Yine, Aza konuştu. O söylemese izne ayrıldığını biz bilmiyor muyuz? Bu sefer de söylediği karşılık bulmadı. Bizden cevap veren kimse
çıkmadı. Ona da böylesi müstahaktı. Bir kez
de onun sözünü kaile alıp, cevap vermesek
ya… Bak tüm dikkatimi de dağıttı… Nerelere
gitmiştim? Evine ateş düşüp, izne çıkasıca…
Anımsadıklarımı unuttum gördün mü?! Neresi
gözümde canlanırsa oradan devam edeyim.
Ne olursa olsun Aza ile konuşmamak lazım.
Yine Aza… Ya ne yapacaksın ki, rüyalarımız,
gecemiz, gündüzümüz o oldu artık. Doğrusu
her şey onun geldiği ilk gün başladı.
Kitaplarda yazıldığı gibi, biz onu ilk kez kapıdan girdiği an sevdik. O Başmühendisle içeri
girince, Sapar’ın “odamız aydınlandı” diye
Kardeş Kalemler Mart 2011
56
kulağıma fısıldadığı hala aklımda. O bizden
önce söylemiş olsa da, Mahmut da, ben de
aynısını düşünmüştük. Kızlar ise ona başka
bir gözle baktı. Onların Aza’nın çok güzel
ve alımlı olmasından hoşlanmadıkları belliydi. Belki de delikanlılar olarak onun üstüne
daha çok düşeceğimizden korkmuşlardı. İlk
zamanlarda selamlaşma dışında Aza’yla dostluk kuramadılar. Öyle olsa da, çok geçmeden
Aza dürüstlüğü, insanlığı, yeteneği, ağır başlılığı ile onların gönüllerine giden yolu buldu.
“Ben izne ayrılıyorum”, diye Aza kızlara bakarak sözünü tekrarladı. Kızlar ise “ne şanslısın“,
“Bizi özlemeyecek misin?”, “Biz sensiz ne yapacağız?” diye bir biri peşi sıra kısa kısa cümleler kurdular. Onlar böyle güzel konuşurken
Mahmut “Gittiğin yerden dönme emi” diye
kendi kendine söylendi. Dönmemek üzere gitsin benim de buna bir itirazım yok. İster gitsin,
ister kalsın bizim için fark etmez. Biz onun yaptığını hayatımız boyunca affetmeyeceğiz.
Aza bizimle 11 ay çalıştı. Muhasebe ona kanunen izne çıkması için gerekenleri söyledi.
Ayrılacağı gün odadan gitmeden iki kız arkadaşımızı ayrı ayrı kucakladı. Onlardan sonra
da… Ondan sonra ne olduğunu söylemek
de zor. Aza Mahmut’u da kucakladı. Mahmut
bizden ziyade Azaya daha yakın oturuyordu.
Allah verdiğinde iki taraftan verir. Biz Aza’yı
izne uğurlamak için ayağa kalktığımızda nasıl
olduysa, Sveta ve Zuhra’dan sonra o duruyordu. Aza bu iki kızı kucaklarken onların yanında olduğu için kendisi de farkında olmadan
onu kucaklamışsa da bilemiyorum. Eğer onu
kendi için yakın bir ahbap gibi görüp kardeşçe gitmeden önce vedalaşmak istediyse de
bilmiyorum… Fark edememem benin suçum
sanırım. Birazcık daha sabırlı olmalıydım.
Öyle dedim diye ayıp ettiysem de bilmiyorum. Ne oldu anlayamadan bir güç arkadan
mı itekledi, yoksa yakamdan tutup öne mi
çekti, fark edene dek Aza’ya doğru yönelip,
onu kucakladım. Herhalde bu hayatım boyunca gösterdiğim en büyük cesaret örneğidir. O an geri çekildim. Bu halde bile göz
açıp kapayana kadar bu bende başka bir etki
yarattı. Önceden hissetmediğim bir şekilde
anlam veremediğim bir sıcaklık tüm vücudumu kapladı. O an odanın içinde ayakta duran
Kardeş Kalemler Mart 2011
arkadaşlarımı, masanın üstünde öğleye kadar
yetişmesi gereken evraklarımı, yine müdüre
gitmem gerektiğini, hatta hastanede çok hasta yatan dedemi bile unuttum. Odamız, içindeki altı masa, çalıştığımız fabrika, tüm dünya, her şey nasibimle birlikte görünmez oldu.
Biraz sonra kendime gelip bir şeyleri anlamaya başlayınca, neden bilmiyorum ilk
önce Sapar’a baktım. O gülümsüyordu. Ben
ne Aza’nın onu da kucakladığını, ne de benim gibi Sapar’ın rüyada gibi kendiliğinden
Aza’yı kucakladığını fark etmedim bile. Öyle
olmalıydı. Yoksa büyük bir haz duyduğu mimiklerinden görünmezdi sanırım. Sonra işin
aslını öğrendim. Odada olanları görünce,
önünü kesmek bir yana Sapar’ın şaşkınlıktan
hareket edecek hali kalmamıştı. Herhalde
ayakları yere çivilenmiş gibi durmazdı Aza
kendisi gidip kucaklamasaydı. Aza burada
insanlığını, becerisini yine gösterdi. Herkese
böyle “nazlanıp”, Sapar’ı tek başına umursamazcasına bırakamayacağını anlamıştı.
“Beni izne ilgisiz ve üzgün göndereceğinizi
düşünmemiştim”, diyen Aza’nın sözleri uzaktan kulağıma çalındı.
– Aza neden böyle diyorsun? Sana yazın en
güzel döneminde izin vermelerine hepimiz
çok sevindik.
Bunlar Zuhra’nın sözleriydi.
“Erkekler içinse söylediğin onlar, bir ay boyunca seni göremeyecekleri için durgunlar”
dedi Sveta da.
Nedense Mahmut’un derin iç çekmesini onların konuşmalarından daha net duydum.
Onun içlenmesi yüreğindeki çaresizliği tam
anlamıyla yansıttı. Benim yüreğim ondan
daha çok yanıyordu. Ama pişmanlığımı hiç
kimse göremezdi. Hepimiz öyle yaparsak,
Aza durumu hemen anlardı. Onun anlamasını ise hiç istemiyordum. Eminim, Sapar da
bu yüzden kendini kontrol ederek, içlenmemeye çalışıyor ve oturduğu yerde kendini zor
tutuyordu. Sen çok yaşa emi Sapar, böyle tut
kendini. Mahmut içlense de, biz aldırmayınca “Aza’yla birlikte benim için ölüyorlar” diye
düşünemeyecekti…
57
Bugüne kadar bizler şanslıydık. O şansımızı
yılda iki kez açıkça görüyor ve hissediyorduk.
İki kez dediğim; Aza’nın izne ayrıldığı ve izinden döndüğü günler. O gittiği ve döndüğü
zamanlarda onu iki kez içten kucaklamaya
şansımız olurdu. Bizim kızlar ve Aza’nın bunun geleneksel hale geldiğine inandıklarını
biliyoruz. Biz erkekler ise bunu başka türlü
değerlendiriyorduk. Onun için Aza’nın izne
ayrılışı ve dönüşünü en önemli bayramları
bekler gibi sabırsız bir şekilde beklerdik. Gelenek haline gelmesi başka bir yönüydü. Kim
nasıl, ne zaman başlattı bilmiyorum, bunu
fazla düşünmezdim. Biz erkekler sadece Aza
için değil, başka kızlar izne ayrıldığında da
onları bu şekilde yolcu etmeye ve bu şekilde
karşılamaya başladık. Fakat Zuhra ve Sveta’yı
kucaklarken başka hislerle yaklaşırdık. Onları
kimi zaman kız kardeşlerimiz gibi, kimi zaman
özür dileyerek söylüyorum vazifemizmiş gibi
kucaklardık. Belki de hangimiz olsa da, Aza’yı
izne uğurlarken ve izin dönüşü karşılarken
fazla önemsediğimiz fark edilmesin diye, Sveta ve Zuhra’yı bu sebeple çaresizlikten şımartırdık. Sonraları bu aramızda gelenekselleşti.
Bir seferinde Mahmut “o iki kız onları neden
kucakladığımızı biliyor!” diye tartışmıştı. Yanılıyor olabilirim ama bana göre, son zamanlarda bizler Aza’nın izne çıkmasını, kızlar ise
kendi izinlerini sabırsızlıkla bekliyormuş gibi
görünmeye başladı gözüme. Eğer öyleyse
Sveta ve Zuhra da bizim üç erkeği Aza gibi
görüyorlar. Açıkça söylemek gerekirse, biz
Aza’yı nasıl seviyor, onun için zorluklara katlanıyorsak, onlar da bizi seviyor ve bizim için
üzülüyorlar.
Aza’yı biz gerçekten seviyoruz. Üçümüz de
seviyoruz. İlginç olanı ise bunu birbirimizden
saklamıyoruz. Beraber seviyor, beraber yanıyor, beraber üzülüyor hatta onun izni yaklaştığında birlikte seviniyoruz. Şu an Aza üçümüze birden yetiyor. Onu nasıl paylaşacağımız
belirsiz. Doğrusu, üçümüz de bunun uzun
süre devam edemeyeceğinin farkındayız. O
kime yar olacak? Bu soruyu herkes sadece
kendi kendine değil, bir birimize de soruyorduk. Aza hangimize yar olacak? Mahmut’a
mı, bana mı, yoksa Sapar’a mı? Hadi birimize
kısmet oldu, ya diğerleri? Diğer ikimiz nasıl
yaşayacağız? Hangimiz olsa da “ben mahrum
kalacağım” diye, ölürcesine korkuyorduk.
Bundan dolayı hangimizin onu alacağı konusunda aramızda fazla konuşmazdık. Ya hiç
birimizi seçmezse!? Bu hiçbirimizin düşünmediği bir soru. Ondan dolayı olsa gerek, yüreğimizin bir köşesinde başlayan yangını geç
fark ettik. Sandalyenin yerinden oynamasıyla
düşüncelerim dağıldı. O an Aza’nın ayakkabılarının yere çarpan topukları duyuldu. Ben
ne kadar dirensem de başımı kaldırdım. Aza
odanın içinde ayakta duruyordu. O an gözüme öncekinden daha güzel göründü. Kendi
de sıcak gülüşüyle dikiliyordu. İzne gittiği ve
döndüğünde sabah erkenden odaya ilk o gelir, bu halde odanın içinde ayakta dururdu.
İki yıl öncesine kadar öyle ayakta dururken
yanına vedalaşmak için önce kızlar, onlardan
sonra erkekler giderdik. Son yıllarda ise ilk
biz, ondan sonra kızlar vedalaşmak için yanına gider olduk. Bu sefer neyin, nasıl olacağı
belirsizdi. Ben Aza’yı o halde görünce hemen iki yanıma baktım. Ne yapabiliriz, arkadaşlarım da ona bakmamaya dayanamamış,
başlarını kaldırarak, donmuş vaziyette Aza’ya
Kardeş Kalemler Mart 2011
58
bakıyorlardı. Onların bu bakışlarından yüreklerinde, bu hayranlık uyandıran varlığa karşı
aşk ateşinin sönmediğini anladım…
“Beyler, ben gidiyorum”, dedi Aza.
Önceden Aza’nın gideceğini biliyor olsak da,
her zaman aynı şeyi söylüyordu. Fakat bu sefer geçmiş yıllardaki gibi birbirimizin önünü
keserek, ona doğru bir çift laf bile etmedik.
Şu an hangimiz için olsa da, doğrusu ona
yaklaşmaktan daha büyük bir mutluluk olmadığının üçümüz de farkındaydık. Her şeye
rağmen, biz yerlerimizden kıpırdamadan ona
üzgün halde bakıyorduk. Yine son bir kez
kendimizi kontrol ettik ve aklımızı başımıza aldık. Gerçekten kontrol edebildik mi, yoksa…
Yine bir dakika kadar Aza o halde ayakta bekledi mi, bilmiyorum. Ben sanırım böyle oturarak, daha fazla duramayacağım. Ne olacaksa
da, yerimden kalkıp, Aza’ya doğru fırlayacağım. Kim bilir, arkadaşlarım ölene dek benimle hiç konuşmayacak, ya da peşim sıra gelip,
Aza’yı kucaklayarak, bana da ilk adımı attığım
için teşekkür mü edecekler?
Nasıl bilmiyorum ama bir şeyler söylemek,
bir şeyler yapmak gerekiyordu. Bu şekilde
çok duramayacağımız aşikâr. Ne yapmak, ne
söylemek gerekiyor üçümüzden hiçbirimiz
bunu bilmiyordu. Sorun neydi derseniz, onların yardımı olacaksa da, kızlar her şeyden
habersizdi. Buna rağmen, bu sefer Zuhra ile
Sveta ne olduğunu bilmese de, bugün bize
bir şeyler olduğunu anladı.
Ortamı yumuşatmak için mi, ya da izne çıkmadan önce Aza’nın üzülmesini istemediklerinden mi, yoksa bu sefer önceliği bize verdiklerinden dolayı üzerlerine alındıklarından
mı, bilemiyorum ikisi de Aza’nın yanına koşarak gelip, kucaklamaya ve öpmeye başladı. Gözümüzün önünde böyle yapmalarını
biz büyük bir fazilet olarak kabul ettik. Ayrıca
Sveta veya Zuhra olamadığımız için de çok
üzüldük. Doğrusu onların yerini de alabiliriz. Elden ne gelir aslında onu yapabilecek
durumda da değiliz. Hayır, artık öyle yapamayız. Dünyada çok şey affedilebilir, ama bu
asla affedilemez.
Kardeş Kalemler Mart 2011
Nedense şu anda Aza’dan ziyade Mahmut’a
sinirleniyordum. Dün akşamüstü temiz hava
almak istediği için dışarı çıkmamış olsa,
Aza’yı o erkekle görmeyecekti ve biz de hiç
bir şey duymayacaktık. Öyle olunca da biz
de Aza’nın yanında duracaktık bu kızlar gibi.
Bizim de gönlümüz huzurlu, mutluluğumuz
büyük, her birimiz Aza’yla mutlu bir hayat sürebileceğini hayal ederek, sevinçli olacaktık.
Allah çarpası Mahmut, kapılarımızı kapattın!..
Yahu temiz hava almasaydın ya…
Kızlar Aza’ya nazlanıp, söyleyeceklerini de
bitirdi. Sonra Aza her birimize tek tek baktı.
Bu sefer bakışlarında biraz şaşkınlık, düşüncelilik, mahcubiyet görünüyordu.
“Ya siz?” diye, Aza sonunda sordu.
– Başka kucaklayanların da olmuştur…
Bu sözler bize açık hava da gök gürültüsü gibi
duyuldu. Onları söyleyince Mahmut dona
kaldı. Ne yaptıysa o andan itibaren kendini
tutamadı garibim. Onu da suçlamamak lazım. Saparla birlikte sadece bu olayı duyduğumuz halde ateşten gömlek giymiş gibiyiz, o
ise kendi gözleriyle her şeyi gördü. Duymak
ve görmek arasında büyük bir fark vardır.
Biz kollarımızdan kısmetimizi kaçırdığımıza
yanıyorduk. Mahmut ise bununla birlikte, o
erkekle Aza’nın el ele tutuştuğunu gözünün
önüne getiriyordu.
Mahmut’un sözleri tam yanımızda silah patlamış gibi irkiltti. Önce hepimiz ona baktık.
Sapar ve ben hayretler içindeydik, iki kız ise
şaka yaptığı düşüncesiyle gülümsüyordu. Hayır, Mahmut’un kaba konuşması, yüz ifadesi
şakanın çok ötesindeydi. Bu yüzden Sveta
ve Zuhra başka türlü duymuş olabilir miyiz,
yoksa tekrar aynı şekilde konuşacak mı dercesine ona daha ciddi bakmaya başladılar.
Fakat Mahmut’un tekrar söylemeye niyeti yoktu. Öyle olsa da artık Mahmut’un sözlerinin
ciddiyetini anlamışlardı. İki kız birden Aza’ya
döndüler. Onların ardından Sapar ile ben
de ona baktık. Mahmut ise az önceki gibi
Aza’dan kaba bakışlarını ayırmıyordu. Kızlar
Aza’dan neyin cevabını bekliyor bilmiyorum,
ama biz erkekler biraz utanacağını, yüzünün
59
kızaracağını umuyorduk. Fakat bizim beklediğimiz gibi olmadı. Aza bizi tek tek süzerek,
gülümsedi.
“Evet, başkaları da kucaklayacak”, dedi gülmeye devam ederek.
– Öyle, ama Mahmut sen bir yerde yanıldın;
başkaları değil, başkası diyecektin. O sadece
bir kişiydi, sen çoğul yaptın. Öyle değil mi, sizin kucaklamanız da, siz de lazım değilsiniz…
“Sen ne saçmalıyorsun?” dedi, Zuhra onun
sözünü keserek.
“Neyin başkaları, neyin başkasını söylüyorsun?” diye, kabaca sordu Sveta da.
Onların şaşkınlığı, duyduklarına inanmamaları her hallerinden belliydi. Doğrusu yıllarca
bu odada erkekler başka kızlar, kızlar ise başka erkekler hakkında fazla bahsetmemişlerdi.
Bugün ise bahsetmek şöyle dursun, ondan
daha derin konuşulması, iki kıza çok ağır gelmişti.
“Sizin böylesine yaşam körü olduğunuza inanmıyorum”, dedi bize Aza, onlara cevap vereceğine. Onun gözlerinde gözyaşları vardı.
– Ben yirmi beş yaşıma geldim. Anlıyor musunuz, tam yirmi beş yaş! Siz ruhsuz varlıklar
olabilirsiniz, ama ben insanım. İnsanın yaşına ve kendine göre beklentileri vardır. Bunu
neden kafanıza sokamıyorsunuz? Sizlerle kaç
yıldır birlikte çalışıyorum. Sizin kalın kafalılığınızı bildiğim halde her birinizi canımdan da
çok severek, gece uykusuz, gündüz huzursuz
olarak dört yılımı harcadım. Bana şimdi ne diyorsunuz? Neden hiç biriniz beni düşünmediniz? Size soruyorum, biriniz seni seviyorum
dedi mi? Evlenelim dedi mi? Neden susuyorsunuz ha?
Bizse gerçekten dinliyorduk. Söyleyecek bir
şeyin, verecek bir cevabın yoksa ne diyebilirsin? Aza, yüz kere de, bin kere de haklıydı!
Doğru söze ne denilir ki…
– Sizin herhangi birinizle sinemaya gitmeyi,
bir yerde oturmayı, dinlenmeyi sevmiyor mu
sandınız? Nereye gidecek olsak, üçünüz birlikte gelirdiniz, ben ne yapayım… İçinizden
biri yüreğini paylaşır diye o kadar bekledim.
Şimdi neden diyorsunuz? Daha ne kadar
beklemeliydim. Yaşlanana kadar sizden birini beklemediğim için mi tersliyorsunuz beni?
Hayır, bu böyle olmaz. Her şeyin bir vakti,
şartı, yolu yordamı var. Benim gelip “beni
alın” diye yalvaracağımı mı beklediniz? Neden susuyorsunuz? Söyleyin ben mi ayıp ettim, yoksa sizler mi?
Suçlular dillerini yutmuşçasına, sus pus duruyordu. Onun bu sözleri Hakimin hükmü gibi
duyuluyordu.
– Siz yılda iki kez beni fark ederdiniz. Sizin anlayışınıza göre, yirmi beş yaşına gelen bir kıza
o da fazla değil mi? Suçlu olduğunuz halde,
bugün bakışlarınız ok olsa beni vuracakmış
gibi neden ters bakıyorsunuz? Ölü gömmeye
gelmiş gibi bu oturuşunuz da neyin nesi?
O bu sefer haklıydı. Gerçekten de biz ölüyü
uğurluyoruz, ölen sevgimizi… En çok acı veren ise, kendi deliliğimizle onu yitirişimizdi…
“Bende zerre kadar bile suç yok”, dedi Aza.
Sesi ağlamaklıydı, zor konuşuyordu.
“Suçlu sizsiniz! Sadece bana değil, Sveta ve
Zuhra’ya karşı da suçlusunuz! Ya onlar da benim gibi sizden bir şeyler bekleyip, zamanlarını boşa harcıyorlarsa… Siz… Siz…”
Aza daha fazla konuşamadı. Gözyaşları yüzünü yıkamaya başladı. O, yüzünü elleriyle
kapatarak, peşinden kovalayan varmış gibi
odadan koşarak çıktı…
Biz üç erkek ne diyeceğimizi, ne yapacağımızı bilmeden, aklımızı başımıza toplayamadan
bir süre hareketsiz kaldık. Diğer iki kız ise artık izne giderken veya döndüklerinde onları
kimse kucaklamayacağı için ağlıyor olmalıydı. Aza’nın sözleri onları düşündürüp, bize
güvenerek, boşa geçen yılları için üzüyorsa
da bilemiyorum. Öyle olmasa da, üçümüzün sadece Aza’ya âşık olduğumuzu bugün
anlamış da olabilirler. Kadınlar birini ağlar
gördüklerinde onlar da ağlamaya başlıyorlar.
Bundan dolayı ağlıyorlarsa da, söylemek zor.
Biz ise ağlamadık. O halde erkek olduğumuz
için kendimizi tuttuk…
Kardeş Kalemler Mart 2011
60
İhtiyar İssa ile Tavbatır
FATİMA BAYRAMUKOVA*
ÇEVİREN: UFUK TUZMAN
Bizim komşumuz ihtiyar İssa
ile bizim kukiriku Tavbatır
aynı avlu içerisinde yaşamıyorlarsa da, onları birbirlerine bağlayan bir şey vardı.
Hayır, onlar aynı yerde, aynı
zamanda dünyaya gelmedi.
Akraba olma durumları da
yok. İssa beyaz bıyıkları, aksakalıyla 80 yaşlarında bir
ihtiyar, kartal bakışlı Tavbatır
ise, batır (cesur), yetenekli,
gözü kara, biraz nezaket yoksunu, yedi yaşını doldurmuş
bir çil horozdu. Tavuklar arasında da büyük saygınlığı vardı. Tavuklar ne
ki?! Biz çocuklar bile korkudan severdik. Sokak arkadaşlarım Tavbatır’dan korktuğu için
ben onları avluya yalvar yakar sokana kadar,
girmezlerdi. Onlar sokakta tahta kapının dışından bağırınca, o bu tarafından “kıt, kıt!”
der, canlarına okurdu. Bense horoz değil,
sanki aslan sahibi gibi, böbürlenir kendimi
bir şey sanırdım.
Doğrusu Tavbatır aynı avluda yaşama hakkını bana
hiç vermedi. O genç, ben
çocukken o iki bense beş yaşındaydım. Onun bana çarparak, kaç kez yere serdiğini ninem çok iyi bilir. Süsen
koç gibi geri geri gidip tüm
hızıyla koşarak bana çarptığında ağırlığından mı, korkudan mı, nihayetinde yere
serilirdim.
Bir keresinde yolunu kaybeden bir civcivi elime alıp
annesine götürmek için yere
eğildiğimde Tavbatır üstüme çıkıp, gözüme
bile saldırmış ve burnumdan gagalamıştı.
Az daha gözlerimi oyacaktı. Şansıma burnumun büyük olması sayesinde kurtuldum. Şu
anda işte, Tavbatır’ın öpücük izi hayat boyu
hatıra olarak kaldı. Aynaya her baktığımda o
günlerle birlikte yıllar önce ölen Tavbatır da
gözümde canlanıyor. O zamanlar beni avludan kaçırmak için çok uğraştı. Gideceğim-
* Fatima Bayramuk 15 ağustos 1953 yılında Kırgızistan’da sürgünde dünyaya geldi. Dil Bilimi Uzmanı olan yazar hikâyeler, monologlar, lirik
şiirler yazmıştır. 5 kitabın yazarı olan Fatima, birçok edebi eserin yayın kurullarında yer almıştır.
Kardeş Kalemler Mart 2011
61
den ümidi kestiğinde açıkça kavgayı bırakmıştı. Fakat avlunun hâkimi olduğunu, beni
takmadığını sürekli gösterirdi. Beni avluda
gördüğünde, o gökkuşağı kuyruğunu bana
çevirerek, yapacağını yapmadan bırakmazdı. Doğrusu sadece ben değil, hiçbir erkeğin
avluda dolaşmasını istemezdi. Ya Annem ve
ninem!.. Onlara cilvelenmeyi iyi bilirdi. Bir
kanadını aşağıya indirerek ayağına perde
gibi kapatır, kendi etrafında dönmeye başlardı. Hayretler içinde onu seyrederdik. Onu
ölümden annem kurtarmıştı. Benim gözlerime saldırdığı gün babam bıçağını bileyerek,
ayağa kalmıştı. Vadesi dolmamış olsa gerek,
annem kesilmesine razı gelmemişti. Tabi ki
ben de! Önceleri Tavbatır’ı yüreklendiren bir
ayna vardı. Yaz zamanıydı. Evin tozunu alıp,
temizleyelim diye annem eşyaları dışarı çıkardı ve eski güzel bir aynayı da bir köşeye
yasladı. Bir ara annemden habersiz avluda
yerde yatan keçenin üstünde ısınan yastıkların üstünde zıplayarak oynarken, Tavbatır
gagasıyla tırmandığı bahçeden avluya atladı ve aynanın yanına geldi. Aynada kendini
gördü!.. Hayvan içgüdüsü uyanarak, “benim
dışımda da bahçede bir horoz var” diye düşünmüş olmalıydı. Kendi gibi gururlu, kendi
gibi cilveli bir horoz!..
Aynaya da bana gösterdiği erkekliği göstermez mi!? Ayna nedir ki? O benim gibi düşüp,
sonra ağlaya ağlaya ayağa mı kalkar? Vurunca param parça olmuş vaziyette yere saçıldı!
Tavbatır o cilveli horozu yenmiş gibi görünmüyordu. Onu yüreklendiren zaferi değil, ilk
vuruşta param parça etmesi oldu.
Yere düşen kırık ayna parçalarında kendini
yarım yamalak görse de, birkaç kez üstünde
dolanıp, ona önem vermemişti. Yanlış görüyorum dercesine mağrur yürüyüşünü bozmadan oradan koşarak uzaklaştı. O gün başlamıştı onun krallığı bizim avluda.
Onu tetikleyen ihtiyar İssa’nın hapşırmasıydı.
O herkes gibi “hapşu!” diye değil, kendi avlusunda gök gürlemesi gibi hapşırırdı.
Bizim avlu ile İhtiyar İssa’nın avlusunun arası
havadan düz bir şekilde ölçtüğümüzde yüz
metre kadar vardı. Fakat onun hapşırması bizim avludan kulağının dibinde hapşırıyormuş
gibi duyulurdu.
O hapşırmaya bizim Tavbatır’ın dikkat kesilmemesi mümkün değildi. Gözlerine korkunun gölgesi düşse de, o ihtiyar İssa’ya “çok
yaşa, imanlı ol” der gibi kendi dilinde “kıt kıt”
demeden duramazdı. O tek hapşırık yeterdi
ona. Hele bir de İhtiyar İssa bir hapşırmaya
başlasa, on bir kez aralıksız gök gürültüsü
gibi birbiri ardına kısa kısa hapşırırdı.
Tövbe etme de gör!
Tavbatır’ı bilmem ama biz çocuklar ihtiyar İssa’nın kaç kez hapşırdığını saymadan
edemezdik. Ha bir kez yanılsak ya! Yok, bir
başladığında tam on bir kez hapşırırdı. Hapşırmakla kalmaz, güçsüz düşer, uzun süre
kıpırdamadan, oturup kendine gelmeye çalışırdı.
Bu kadar yorulmasına ne gerek vardı? Biz
çocuklar bunu anlamamıştık. Bana on bire
kadar saymayı çocuklar ve ihtiyar İssa öğretti,
ihtiyar İssa hapşırır, çocuklar da sayardı. Sonraları okula başladığımda annem sevinmiş,
“Mustafa kendi kendine on bire kadar saymayı öğrenmiş!” diye, herkese müjdelemişti.
Tavbatır, ihtiyar İssa’nın hapşırığını beşincisine kadar algılar, sakin otururdu. Beşi geçmeye başlayınca birisi ayağına taş veya sopayla
vuruyormuş gibi ayağını silkeler ve zıplamaya
başlardı.
Onun için korku değil, güzel bir dans ise de
bilemiyorum. Horoz dansı var mıdır?!
En kötüsü ise sonradan olmuştu… İhtiyar
İssa hapşırmasıyla yaşarken kendi kendine
hastalandı. Biz çocuklar onu çok severdik.
O mahallede kimselere benzemezdi. Onun
ninemin eğirdiği yün gibi beyaz uzun sakalı, ayran bulaşmış gibi ak bıyıkları, yamçının
kanatları gibi kapkara ve geniş kaşları, yine
gülerek bakan iki yaşlı gözü vardı. Çocukların en sevdiği üstünden hiç çıkarmadığı uzun
paltosunun sol cebiydi. Orada her zaman şekerleri bitmezdi. Gölden çıkan su gibi sürekli
cebinden şekerler çıkardı. Her birimize ikişer
şeker. Nedense ondan fazla vermezdi. Her
gün karşılaşsak da, uzun zaman sonra karşılaşsan da değişmezdi. İki şeker. İhtiyar İssa’da
Kardeş Kalemler Mart 2011
62
bizi en çok şaşırtan şekerlerin bitmemesiydi.
Hasta olana kadar ahşap kapısının önünde
bulunan uzun sedirde oturmaya düşkündü.
O yolları düzlemeyi çok severdi. Küreği eline
alır, yağmurdan sonra kaygan zemini düzeltirdi.
müş gibi gözlerini açmadan yatıyordu. “Gözlerini bir kez aç, böyle nasıl yıkıldın?” diye
ninem isteyince göz kapaklarını kıpırdatması
dışında, o açmak istemiyordu. Bana kimse ne
olduğunu söylemiyordu. Ben de bir şey anlamıyordum. Fakat ihtiyar İssa’nın şekerlerini
bitirmesi yüreğimde üzüntü yaratmıştı.
Ninem ise, “Onun ömrü yolları düzeltmekle
geçti, bundan sevdiği bir şey yok. Yaşlanıp
küreğe gücü yetmemeye başladığında bıraktı. Yoksa yürüdüğü yolları düzleyerek gezerdi”, dedi. O her yönüyle başkalarından farklıydı. “Sevap” denilen sözü çok severdi.
Bugüne kadar bitmeyen şekerleri neden bitti? Bugüne kadar hasta olmamış dede neden
hastalandı? Gözlerini neden açmak istemiyor? Bizi neden görmek istemiyor? diye düşünceler yüreğimi tırmalıyor, huzurumu kaçırıyordu.
Mahallede ihtiyar İssa’nın şekerlerini en çok
yiyen benim. O ninemin büyük kardeşi olduğu için sık sık onlara giderdim. O da benim
iki şekerimi vermeden duramazdı. Ben utanmasam ona: “Senin şekerlerin neden tükenmiyor. Her zaman iki şeker neden veriyorsun?”- diye soracaktım.
Kimseye soru soramadan dolandığımı gören
ninem “Git, annen seni arıyordur” diye beni
eve yollamıştı. İki şekeri de elimde sıkı sıkı
tutmuş, eve giderken ihtiyar İssa’nın sadece
şekerlerini değil, kendini de sevdiğimi anlamıştım. Öleceği aklıma gelmese bile, ona bir
şeyler olduğunu çocuk yüreğimle hissetmiştim. İhtiyar İssa dışarı çıkıp, sedirine oturana
kadar bu iki şekeri yememeye kendime söz
vererek, avlumuza girdim. Annem ise elinde
Tavbatır, ahırın diğer tarafından göründü.
O gün ninem ile hasta yatağında yatan ihtiyar İssa’yı görmeye gittiğimizde de o bana iki
şeker vermişti. Her zamanki gibi kendi eliyle
değil, “uzan da al” diye yastığın altını işaret
etmişti. Yastığının altından elimi dolaştırıp
çektiğimde avucuma iki şeker geldiğini gördüm. Yastığın altında ise bu iki şeker dışında
başka şeker yoktu!
O gün ihtiyar İssa’nın şekerlerinin bittiği gündü…
İki şekeri avucumda sıkarak, alçak divanda
oturdum. Daha sonra ihtiyar İssa’ya korku
içinde bakan ninemin yanına giderek ayakta dikilmeye başladım. Yaşlı adam bembeyaz
saçları ve aksakalıyla yattığı bembeyaz yatağının rengine bürünmüş yatıyordu. O masallardan çıkmış gibiydi. Ninemin küçüklüğünü hatırlayıp, kardeşi ve kendi hakkındaki
hikâyeleri anlatmasını çok severdim. Hurzuk
köyünde yaşayan küçük İssacık ve ninemin
küçük Külsüncük olduğu çocukluk yılları da
benim gibi çok yaramazlıklarla geçmiş. Ninemin küçük kız olduğu yılları gözümde canlandırabiliyordum. O benim küçük kız kardeşim
Candet gibi olmalıydı. İhtiyar İssa’nın ise çocukluğunu hiç hayal edemezdim.
O gün ihtiyar İssa şekerlerinin bittiğine üzülKardeş Kalemler Mart 2011
“Neredesin, al bunu götür de, derin bir çukura göm, Tavbatır ölmüş” diye, bana doğru
uzattı. Gözlerimden yaşlar boşaldı. Ağzımı
açamadan ölmüş Tavbatır’ı annemin elinden
alarak yere bıraktım. Yanına çökerek, kendimi
tutamadan ağladım. Annem ise biraz olsun
teselli olmam için “İşte, yeni Tavbatırlar büyüyor, dedemizden çekinmeden, böyle ağlanır mı hiç?” dedi. Tavbatır’ı göğsüme kısarak,
bir elime küreği aldım, dökülen gözyaşlarımı
kolumla silerek, bahçenin baş tarafına gittim.
Tavbatır benim hayatımda karşılaştığım ilk
ölümdü. Bu derin çukur ise kazdığım ilk kabir oldu. Tavbatır ile birlikte iki şekerimi de
gömmek istedim. Sonra verdiğim sözü hatırlayarak, horozu gömdüm ve eve girdiğimde
annemi ağlarken buldum.
“Tavbatır için mi ağlıyorsun?” diyerek, yüreğimden anneme sarıldım.
“Annem ise dedene de ağlıyorum…” diyerek,
başımı okşadı.
2003
63
Uzaklardaki Yakın Mezarları
BORİSBİY UZDENOV*
ÇEVİREN: UFUK TUZMAN
Ananın yükü ağırdır. Çocuğunun ayağına diken batsa,
kendi yüreğine saplanmış
gibi hisseder. Büyüttüğü
oğlu hayatının ilk adımını attığında, kader ana kucağından ayırmış gibi görünür...
Tam “Mahallemi düğününe çağırıp, gelin alacağım”
diye, uzun yıllar sandık dibinde sakladığı hediyeyi vereceği gün ya savaş çıktığını
öğrenince?
Bu zorluklara fil bile dayanamaz; ama ana
sabreder. Onun için ya ana!..
* * *
Karaçay dağlarına güz soğukları geldi. Uzun
güz biçilen arazilere, yaylalara yayıldı. Yaylalardaki son sürüler de köylere dönüp yerleşti.
Mahallelerde kobuz (akordeon), düğün şarkı-
ları ve orayda1 sesleri sık sık
duyuluyor. Karaçay’da gelin
alma, kız çıkarma zamanı
başladı.
Bugün işte, bizim sokakta da
düğün var.
Yol boyunca haklarını vererek, yol kesen iplerden, demir sopalardan, atlılardan
zor kurtularak, gelen arabalar avluya park ettiler. Gelin
arabadan inse de, kadınların hiçbiri onu kucaklamadı.
Geç kaldığı için herkes Sekinat ninemi bekliyor. İlk o kucaklayarak, gelin
ve damada dua etmesi lazım. Böyle mahallenin gelenekleri, bu nineme gösterilen saygıdır ve sevgidir.
… Sekinat ninem hâlâ hatırlıyor, unutmaz da.
Onu görmeye gençler gelip gittiğinde geli1 Kafkas halklarında söylenen şarkılara ya da çalınan müziğe
“orayda-rayda” diyerek vokalle eşlik etmeye verilen ad.
* Borisbiy Özden Karaçay Özerk Bölgesi’nin Üçköken şehrinde 1941 yılında dünyaya geldi. Çocukluğunu halkıyla sürgün edildiği Kazakistan
bozkırlarında geçirdi. Yazarlığa 12 yaşında başladı. Çok fazla hikaye ve kitabın sahibidir.
Kardeş Kalemler Mart 2011
64
niyle şu konuşmalar geçmişti:
nüfustan da silindi.
– Damat adayını beğendin mi?
* * *
– Bilmem…
… Düğün evinden duyulan sesler ananın
özlemlerini dağıttı. Kadınlar arasında gözü
Zuriyat’a takıldı. “Hayat dediğin su gibi akıp
gidiyor desene!” diye, özlüyor ninem.
– Fakir olarak görme kızım. Bir zamanlar, bir
padişah yoksul bir kızı istemiş, kız ona: “Ben
elimi uzattığımda eteğine dokunamayacağım
padişaha değil gururlu kendine yetebilen bir
fakire varacağım” diye, kabul etmemiş derler.
– Bırak şimdi…
– Hayır, o sözlerin derinliğindeki manayı çöz.
Damada karşı kırgınlık olmasın sakın. Adı var,
saygınlığı var. Sağlıklı. Erkeği er yapanda,
yere sokan da kadındır.
Sekinat kocasıyla yıllarca iyi bir yaşam sürdü.
Güvercinler gibi çocukları oldu. Ama acımasız kader kısmetin bir kanadını çok erken kırdı… Kocasını kaybetti.
Acılara gebe savaşın haberi köye ateş gibi
düştü. Kadınların başlarını örtmek için uzanan kolları titreyerek, hareketsiz yere salındı.
Analar beşikteki çocuklarının üstüne kapandı.
Ağaç yapraklarının hışırtısı, su akıntılarının
besteleri kulaklarına sönük duyuldu.
Ya Sekinat? Onun da iki oğlu askerlik yaşına
geldi. Büyüğü evlenmişti. Küçüğü ise…
Gençler birbiri ardına cepheye gittiler. Sekinat da iki evladını aynı gün yolcu etti.
Küçüğü geri dönmedi. Son yazdığı mektup
her zaman yanında ninemin: “Beni merak etmeyin. Her şey yolunda. Sadece sizi, diktiğim
ağaçları, duvar taşlarımı, güzel musikisiyle
akan şelalelerimi, tarlalarda yürüyen karıncaları da özledim. Beni bekleyin. Zaferle döneceğim. O gün yakındır…”
O günü analar, bir koltuğuna çocuğunu, bir
koltuğuna da çapasını alarak, düzgün fizikleri aşırı yükten kamburlaşmış, nur saçan yanakları sıcağın altında gözyaşlarıyla yanmış,
pamuktan yumuşak elleri çatlamış gelinlerle
beklediler. Çok beklediler. Ana her gün duvara bir çizik attı. Duvara toplam bin dört yüz
on sekiz çizgi çekildi.
Savaş da bitti. Haber hâlâ alınamadı. Sonra
Kardeş Kalemler Mart 2011
– O henüz kız evlendirmiş diye kim söyleyebilir… Zuriyat Sekinat’la her karşılaştığında olduğu gibi bugün de çekindiği, utandığı için
başını kaldıramıyor.
Zuriyat! Bu adı duyunca Sekinat’ın dizleri sızlıyor. Onun Tohtarcığı, Zuriyat’ı ne yere ne
göğe sığdırmadan gezerdi.
Hey gidi kanlı savaş! Tohtarcığı anasının kucağından çekip almasaydı!
Ninemin yüreği hızlı atarken, kadınların arasından yavaşça sıyrılarak çıktı.
* * *
Bir gün uzak bir ülkeden nineme kısa bir
telgraf geldi. “Oğlunuz adına yaptırılan anıtın açılışına sizi de davet ediyoruz…” Ninem
postacıya okutarak, bu haberi duyduğunda
boğazına bir şey kaçmış gibi nefessiz kaldı.
Az sonra “Oy, heyy!” diye başını kapıya vurarak, feryadı figan etti. Evden gelini çıktı.
– Ne oldu anacığım?...
– Senin yerine ben öleydim, ne olurdu sanki?
Hatırlatmayın… Başka insanların evlatları gibi
yanımda dursaydın ne olurdu? Vay çaresiz,
garip başım…
Gelin su getirdi. Ninemin yüzüne sürdü. Ninem az sonra gözlerini açarak, şaşkınlıkla bakındı, titreyen sesiyle gelinine:
“Müjde sanırım. Eteğimi getir”, dedi.
Gelin etrafa bakındı. Sonra telgrafın sahibine
teslim edildiğine dair imza almak için bekleyen, ninemin durumunu gördükten sonra dili
tutulan, şaşkınlık içindeki postacı bayanı fark
etti.
Ninem postacıya müjdesini verdi.
65
– Al kızım üstü kalsın. Ben bu haberi otuz yıl
bekledim. Gözlerimde yaş kalmadı. Otuz yıl!
Bak, anıt dikmişler. Oğlum insanların yüreklerinde yaşıyor. Yaşıyor…
– Zuriyat, bu büyük bir savaş olacak. İnsanoğlu daha önce böylesini görmedi; fakat biz
kazanacağız… Korkma, yüreksizlik etmem…
Bekleyecek misin?
Anıt! Bu sözü duyunca gelini irkildi. Ninemin
feryadını o an anladı. Siyahlar giyip giyemeyeceğini, bekleyip beklemeyeceğini, unutup
unutamayacağını yıllardır bilemeyen ninem!
– Elbette! Hasta adamın sabahı beklemesi
gibi bekleyeceğim. Gözlerimin nuruyla yollarını aydınlatarak bekleyeceğim. Senin yürüdüğün yolları uzun örgülü saçlarımla süpürerek bekleyeceğim. Tozları gözyaşlarımı
serperek bekleyeceğim.
İşte, oğlun için anıt yapmışlar. Uzak diyarlarda anıt dikilmiş. Kolay bir şey değil! Bu kutlu haber kısa zamanda köye yayıldı. Zuriyat
da geldi buraya. Gelmemezlik yapamadı.
Tohtar’ı önceleri beğenmemişti. Tohtar’ın savaşa gidişini ömür boyu unutabilmiş değil…
“Artık sen de gideceksin değil mi?” diye sordu Zuriyat.
– Başkalarından neyim eksik?
Kız dinlemeye başladı. Dudakları titriyor, kalbi hızlı çarpıyordu.
– Ben seni… kız sözlerini tamamlayamadı.
“Ben de …” dedi oğlan kıza derin bakışlarla.
– Allah izin verirse, Savaş uzun sürmez. Sen
çabucak dönersin diye dileğini söyledi kız.
Gariban babam anlatırdı. Padişah bir gün
demirciyi çağırmış: “Sabaha kadar bin tane
çivi hazırlamazsan bu senin ecelin olacak!”
demiş. Çekiç düşene kadar, örs soluk alır”
derler, demirci nasıl olsa yapamayacağım.
Öleceksem de gidip biraz uyuyayım diye yatağına yatmış. Güneş doğmadan Padişahın
sarayından birisi gelmiş, ondan dört tane çivi
vermesini istemiş. Demirci :
“Tek bir çivi bile yapmadım” diye, cevap vermiş.
– Kimin aklına gelirdi, hayatımız böyle olacak
diye. Henüz kalem tutmamış parmaklarla, tırpan kullanıp çatlamamış ellerle silah tutacağım… Hayatımın geceli gündüzlü güzel on
sekiz yaşım yeni dolmuştu. Umutlarım büyüktü… Öyle ki, halkın başına düşen de büyük
bir kaygı. Mermi korkağı bulurmuş. Korkaklık
yapmam. Meraklanma. Genç yaşıma, sana
olan büyük aşkımdan mahrum kalacağıma
üzülüyorum sadece…
Zuriyat, Tohtar’ı uğurlamaya gittiği elbisesini
hâlâ saklıyor. O günleri hatırlayarak, gözleri
yaşlanmış olarak girdi Sekinat Ninemin avlusuna.
* * *
Halk toplanarak yolcu etti ninemi uzak ülkeye.
Anıt açılırken kardeş ülkenin insanları dağlı
genç hakkında çok sıcak konuşmalar yaptı.
Bu ülke için gittiği savaşta öldüğünü, onun
doğduğu yeri öncüler buldular.
Büyükelçiler yaralı annenin önünde baş eğdiler. Anne konuşamadı. Sadece oğlunun
kabrine gözyaşları aktı.
“Padişah efendimiz öldü de onun tabutunu
çivilemeye dört çivi bulamadık” diye, demirciye cevap vermiş.
Geri döneceği gün oğlunun mezarından bir
avuç toprak alarak, başörtüye bağladı. Oğlunun mezar toprağını avucunda sıkarken titreyen ananın ellerini hiçbir usta resmedemez.
Onun yüreğinin bu kadar hızlı atışını hiçbir
sanatçı hissedemez, hiç bir şair bilemez.
Sen de bu hikâyedeki gibi trenden indiğinde
belki eline silah almadan, Hitler’in tabutu için
dört çivi aramaya başlarlar.
Bunu sadece analar, yaşamın tüm zorluklarıyla mücadele eden, zorlukların yıpratamadığı,
çelik ruhlu ve nazik yürekli analar bilir!...
– Ne için lazım oldu?
Saray muhafızı:
Kardeş Kalemler Mart 2011
66
Ninenin Tuzağı
ABU-HASAN HUBİYEV*
ÇEVİREN: UFUK TUZMAN
Akşam oluyordu, köyün aşağısından “orayda” sesleri duyuluyordu. O sırada Maryam
ineğini sağarak, ahırdan çıkmıştı ki, o yöne dönüp düğün
şarkılarına kulak kesildi: “Güzel bir gelin aldık o-o-o-rayda-a”… sözlerini öncekinden
daha net duyuyordu.
tüsünü göremiyorsun, ya
da senin de bilmediğin bir
sorunu var. Yoksa otuzuna
gelmiş bir erkek böyle yapıp
durmazdı,” demeye başlıyorlardı.
Maryam
kendi
kendine
“Hangi şanslıysa da oğluna
gelin getiriyor” dedi. İçindeki heves duygularını harekete geçirdi, “Bizim deli oğlana
evlen deyince, ateşten gömlek giymiş gibi oluyor” diye söylendi.
Oğlu niyetini belli etse, Maryam insanların sözlerine büyük önem vermezdi. Oğlu
ise hiçbir şey söylemek istemiyordu. Evlilik hakkında
konu açıldığındaysa gırgır
şamataya çevirip, gülüp geçiyordu. Bir seferinde Maryam, açık konuşarak, arayı
açmaya çok heveslendi.
… Orayda’yı duyarak, sokağa çıkanlar az önceki oğlu hakkında laf edeceklerinden korktuğu için sokağa adımını bile atmadı.
“Anam, durmadan bu konu hakkında konuşmayı kes artık” evden çıkıp gitti. Ondan beridir ne olduysa da çiftlikten evine gelmez oldu.
Ne yapsın, kiminle karşılaşsa: “Biynöger’e kız
almadan duruyor musun?” diye sormadan
geçmiyordu. Daha sonra ise: “Ya sen üzün-
“O hele bir gelsin!” dedi kendi kendine Maryam. Ben onun ne beklentisi olduğunu öğrenip, bir çaresini bulmadan bırakmam. Onun
* Hasan Hubiy 1940 yılında Karaçay’ın Arhız şehrinde doğdu. Çocukluğunu halkıyla sürgün edildiği Orta Asya bozkırlarında geçirdi. Anne
ve babasını birer yıl arayla sürgünde çocuk yaşta kaybetti. 1969 yılında Gazetecilik ve yazarlığa başlayan tanınmış edebiyatçı aynı zamanda
2002 yılında Kur’an-ı Kerim’in ilk Karaçay-Malkarca tercümesini yaptı.
Kardeş Kalemler Mart 2011
67
yaşındaki gençlerin her biri ikişer üçer çocuk
sahibi oldu. Yaşlılar onlarla oynayıp, Allah’ın
verdiği mutluluğu yaşıyorlar. Ben hâlâ torun
sevgisi neye benziyor bilmiyorum”…
Maryam diğer yana dönerek, elindeki süt
dolu kovayı girişe bıraktı. Başını yuvarlak kesilmiş tahtayla kapattı. Üstüne ağırlıklı koydu,
belini düzeltemeden, sırtını kamburlaştırarak,
eve yürümeye başladı.
O anda komşusu Kâbahan sokaktan:
“Maryam!” diye seslendi.
“Oy!” diye irkilerek, o tarafa baktı.
– Nereye kaçıyorsun! Buraya gel. Birileri gelin almış, gel de beraber bakalım.
Gidesi gelmese de Maryam ona yok diyemedi. Başındaki örtüyü düzelterek, yavaş yavaş
sokağa çıktı. O an aşağıdan yaklaşan bir arabanın farlarını gördü.
gelinin!” diye, dış kapıları açmak için acele
etti.
“Kimi kaçırmışlar?” diye sordu arkalardan birisi.
– Supiyat’ı. Haci’nin kızını.
– İyi seçim yapmış oğlan.
İri kemikli, zeki, güzel, anlayışlı bir kızdı Supiyat. “Keşke bu kız gelinim olsa” diye onu
isterdi Maryam. Biynöger de onu beğenmiş
gibiydi hep. “Supiyat çiftlikte seninle çalışıyor. Nasıl bir kız?”-diye, sorulduğunda, o, her
zaman doğru dürüst cevap vermez “Bilmem”,
der geçiştirirdi.
Maryam sevincinden kızı arabadan nasıl indireceğini şaşırdı. Az sonra kendini toparlayarak, kardeşi Osman ile bir genci Supiyat’ın
babası ile anasına haberci olarak yolladı.
– Civarda bu gece gelin alacak oğlu yok gibiydi. “Gelini kime getiriyorlar acaba?” diye,
Kâbahan sağ eliyle çenesinin altından tutarak, komşusuna sınayarak baktı.
Supiyat annesi Sapra’ya kaçacağını söylediğinde: “Hiç düşünmeden git, baban da hayır
demeyecek, o da Biynögeri çok beğeniyor”
diye, kızını evden kendi uğurlamıştı. Haberciler anlaşmak için geldiğinde ise hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi yaptı.
“Ne bileyim ki” diye içerleyen Maryam’ın,
oğlu Biynöger aklına düştü, duygulandı.
“Ne diyorsunuz, ah evladım!” diye üzülmüş
gibi yaptı. Devam etti:
Kâbahan yine bir şeyler söylemek için ağzını
açarken, kendilerine doğra yaklaşan “Mercedes” marka otomobil Biynöger’in evine döndü.
– Hayır, hayır, hiçbir şey demeyin o olacak iş
değil.
“Maryam dış kapılarını aç! Sana gelin getirdik” diye seslendi bir erkek sesi.
Haci ise söze bile karışmadı. Nedense hoşnut
olmamış gibi kalın kaşlarını yağmaya hazır
bulut gibi çatarak, dinledi durdu.
– “Oy-oy-o-ray-da-a…”,- diye uzattı diğer
arabadaki gençler…
“Kız isteyerek kaçmış gibi konuştu” diyerek,
olmayınca Osman yerinden kalktı.
Toplanan kalabalık bir şey söyleyerek, yavaşlayan “Mercedes”e yaklaştı.
– Razı değilseniz ne yapalım, biz yavaş yavaş
gidelim. Kızla tekrar konuşarak, kararı ona
göre veririz.
Maryam, duyduklarına inanamadı:
“Yahu Kâbahan bunlar benimle eğleniyor
mu, yoksa çocuk gerçekten bir şeyler mi getirdi?” diye, komşu kadına baktı.
Haberciler gidince Haci karısına yakındı:
Araba durduktan sonra Kâbahan tombul
hâliyle hızlı hızlı koşturarak arabanın içine
eğildi, gelin orada başı aşağıda oturuyordu.
“Hayır kandırmıyorlar, Maryam… Kut getirsin
“Bundan sonra geldiklerinde anlaşırız” dedi
Sapra.
“Kızı kendi elinle verip, gelenlere neden farklı
konuştun?” diye ağzına geleni söyledi.
– Kız gidince nazlanmamak olmaz. Bunu neKardeş Kalemler Mart 2011
68
den anlamıyorsun, be adam?
– Ya tekrar dönmez, kızı geri getirirlerse ne
olacak?
“Getirmezler” dedi, Sapra. Kadın hilesini hayatında ilk kez görmüş gibi, Haci ona hayretler içinde bakarak, kolunu silkeledi ve evden
çıkıp gitti.
İşi çok uzatmayın. Sonunda bir tatsızlık çıkmasın.
“Tamam, çağıralım”, dedi Sapra. Nedense, o
kadar da hoşuna gitmedi, yuvarlak ve parlak
yüzünü, derin bakışlarını sağa sola çevirdi.
– Bize boşuna güceniyorlar. Durumun uygun
olmadığını biliyordu.
Maryamların adamları ikinci kez geldiğinde,
Sapra başına iş almak istemedi.
Gerçekten de o gece kocasıyla anlaşarak, ertesi günü Maryam’a haber yolladı:
“Onlar birbirlerini sizin dediğiniz gibi sevdiyse, yaşasınlar”, dedi.
– Damadı eşe dosta göstermek istiyoruz. Müsaitseniz, önümüzdeki cumartesi günü akşamüzeri bu âdeti yerine getirelim.
Bunu duyunca Maryam sevindi, varını yoğunu dökmekle kalmadı, borç harçla büyük bir
düğün yaptı. Kâbahan’ın dediği gibi gelin
geldiğinde yapılması gereken tüm âdetlerden
eksiksiz kurtuldu. Kız tarafı da buna karşı
borçlu kalmadı. Birer eşya ve atlarını bularak,
yeni akrabalarının gönüllerini almaya çalıştılar. Böylelikle sadece damat gösterme ve
ilan etme âdeti kaldı. Bu âdetlere sıra geldiğinde Haci’nin akrabalarından ölenler oldu,
ertelendi. Bu sebeplerle kız tarafı adetleri
devam ettiremedi. Maryam bu duruma boyun
eğmek zorunda kaldı. Dükkândan gelirken,
Sapra’nın büyük ablası Marziy ile karşılaştığında bu durum hakkında konuşmayı düşünmemişti. Birbirini görmeyeli uzun zaman
olmuştu, kucaklaşıp yol kenarında uzun süre
konuştular.
En sonunda Biynöger ile Supiyat konusu açıldı.
– Damadımız nasıl?-diye sordu Marziy.
“Gelin de, o da iyi. Her zamanki çiftlikte çalışıyorlar” dedi, Maryam. “Oğlan size damatlık
etmeye gidip gelsin, ikisini de ayrı eve çıkaracağım” diye de ekledi.
Maryam da kabul ettiğini söyledi. Biynöger
de beraberinde gideceği gençleri ziyaret
etti. Onlar, saat altıda toplanmaya karar verdiler; fakat üçüncü göbekten akraba bir ihtiyar kadın vefat edince, kayınlarından haber
yolladılar:
– Şimdilik biraz sabredin. Ölenin kemik duası
yapılsın, öyle çağırırız.
Biynöger giderek, uzaktan bakıp döndü. Eve
girip başsağlığı veremedi. Eve geldiğinde bu
işinin olmadığına üzülen anasını görünce:
“Üzülme anacım. Uygun olduğunda gideriz”
diyerek, çiftliğe gitti.
Kayınları ise kırkı çıktıktan sonra da çağırmadılar onu. Aradan yine aylar geçti. Bu süre
içerisinde Biynöger’e tıpa tıp benzeyen kapkara gözlü, tombul bir oğlu oldu.
Sonraları gelen gidenin mırın kırın etmesi
Biynöger’in kulağına çok geldi: “Bunlar çağıracaksa, neden çağırmıyor?” sorusu aklını
karıştırmaya başladı.
“Evet, kendin için de onlar için de böylesi
daha uygun”.
“Gelmez ayın cuması gibi, nedir bu?” diyerek, sitem etti karısına. Günden güne vakit
geçiyor, ne zamana kadar böyle devam edecekler?
Maryamla güzel geçen bir sohbetin ardından, Marziy o an aceleyle kız kardeşinin evine koştu.
O güne kadar Supiyat onu hiç böyle sinirli
görmemişti. Birbirleriyle her zaman iyi geçinirlerdi. Kocasının öfkesini fazla kaldıramadı.
“Damadı çağırmadığımız için Maryam darılmış” dedi ona.
– Bu işin bu kadar uzamasına ben de sevinmiyorum, ağlamaya başladı.
Kardeş Kalemler Mart 2011
69
– Görüyorsun, bir bahane bitmeden, ikincisi
başlıyor, onların hesapları da tutmuyor.
Biynöger, onun üzüldüğünü hissetse de, yumuşamadı.
– Kişiliksizler çağırmazlarsa! Onlara lazım olmayan töreler bana hiç lazım değil. Şurada
onlar varmış diye, bugünden itibaren ben de
gideceğim yerden kalırsam görürüz! dedi.
Sözü yarım kaldı…
Çiftliğe gidip evine dönerken adetler gereği
Haci’nin evinden hep uzak durdu. Onların
gittiği yerlerden hep uzak durdu, damatlığın
gereğini yapmaya çalıştı.
O gün: “Toplantı yapılacak, saat onda kolhozun kulübüne toplanın” diye haber verildi. Arkadaşı Hamzatla birlikte atlarına binerek, aceleyle yola çıktılar. Köye vardıklarında
Hamzat atını ara sokağa çevirdi.
“Öteki taraftan gidelim” dedi Biynöger.
Kayınları bu sokakta oturduğu için onlarla
karşılaşırım diye çekindiğini anladı Hamzat.
Biynöger birilerinden saklanır gibi, Hamzat’ın
bir yanında başını eğerek, çevresini göz
ucuyla süzerek geliyordu.
Onlar bu şekilde giderken Marziy de kız kardeşinin evindeydi. Bir gün önce Supiyat’a
rastlamış, hâlâ damadı görmeye çağırmadıkları için Biynöger’in öfkeli konuştuğunu söyleyip, şikâyet etmişti. Marziy ise içeriden haber
almak için gelmişti; fakat Sapra kesin bir cevap vermemişti.
“Şu anda o değil kaygımız. Durumumuza bakalım da ona göre yaparız”, diye başı sonu
belli olmayan bir şeyler söyledi.
Marziy Sapra’nın söylediklerinden hoşlanmadı.
– Ondan daha mühim ne işin olabilir? Kız
kardeşine ciddi ciddi baktı ve sorusuna cevap alamayacağını anladığında, ona demediğini bırakmadan evden ayrıldı.
Yolda onu görünce Hamzat ters tarafa dönerek, arkadaşına:
“O kadar korkak olma” dedi o.
“Oğlum, sakın ona kendini gösterme, seni
utandırır”, diyerek, fısıldadı.
– Senin korktuklarından biriyle karşılaşırsak,
kendim keserim başını!
O aslında şakacı, konuşkan bir ihtiyardı; fakat
utandırmaya kalkarsa, zerre kadar acımazdı.
Kardeş Kalemler Mart 2011
70
Biynöger kaçmak için atını diğer yana çevirmeye başladı; fakat eşinin ona da önce: “Sen
Marziy’den boşuna kaçıyorsun, o anama ve
babama bu işi bitirelim deyip duruyor”, dediğini hatırladıktan sonra nineden kaçmamaya
karar verdi.
Oracıkta Biynögerle karşılaşacağı ninenin de
aklında yoktu. İçinden kız kardeşine söylenerek geliyordu. Sonra ayak seslerini duyup,
başını yukarıya kaldırdığında Biynögerle göz
göze geldi. Yüreğinde ona karşı bir yakınlık
duygusu harekete geçerek, hâlâ önceki kadın
güzelliğini kaybetmemiş sevimli hâliyle ona
sıcak bakışlarıyla:
“Biynöger, bu sen misin?” dedi.
“Benim, Marziy”, diye cevap veren genç atından inerek iki kolunu ona uzattı.
– Nasılsınız? İyi misiniz?
“Yaramazlık yok!” dedi, Marziy. Biynöger’e
uzattığı iki eline geriye çekerek.
“ İyi çocuk atına bin!” diye talimat verdi.
“Utandırma oğlanı, zaten utanarak dolaşıyor”
dedi, Hamzat.
– Bizi yolumuzdan alıkoyma, kolhozda büyük
bir toplantı var. O başlamadan yetişemezsek,
kızarlar bize.
– Acelen varsa git! Sana kimse engel olmuyor.
Biynöger atına binerek, Marziy’e baktı. O an
oradan geçmekte olan iki kadının biri diğer
arkadaşına:
“Yahu Havlat bu onun yolunu neden kesmiş?”
diye sordu.
“Ayşat, anladığın kadarıyla Marziy kardeşinin
damadını kamçı altında kıstırıyor”1, dedi ikinci kadın.
– Marziy dediğin belanın ta kendisi.
– O âdet de nereden çıktı?
1 Kamçı altında kıstırmak: Karaçay-Malkar geleneklerine göre,
kız tarafı yeni damatlarını akrabalarına gösterme törenine çağırıncaya kadar, damat saygı göstergesi olarak gelinin anne babasına
ve akrabalarına görünmez ve onlardan saklanır. Gelinin akrabalarıyla karşılaşan damat kamçısını yüzüne tutarak sözde onlardan
saklanır.
Kardeş Kalemler Mart 2011
– Eskiden gelen bir gelenek. Çağırılıp gösterilene kadar damat eğer büyük kayınlarından
birine yakalanırsa, ona kamçı altında saklanma âdetini uygularlar.
– Çağırılmadıysa, görünmemiştir. Biynöger’in
bunda ne suçu var?
Marziy onların konuştuklarını duydu. “Söyledikleriniz umurumda değil” dercesine baktı.
“Atının gemini kendine doğru çekerek, kamçınla yüzünü kapat”, dedi damadına.
Onun ne demek istediğini anlamasa da Biynöger tekrar arkadaşına baktı. Hamzat, bu
sefer görmezden gelerek, bir şey söylemedi.
Biynöger atını kamçılayarak, bir an gitmek
istedi. Marziy’in sözünü ortada bırakmak istemedi. Bu işin sonunun nereye varacağını
da öğrenmek istedi. Daha sonra atının gemini kendine doğru çekerek, kamçıyla yüzünü
kapadı.
- Şimdi ben ne tarafa yürürsem, sen de bana
bakarak yürü!”. Marziy daha sonra kız kardeşi Sapra’nın gözü önünde içinden: “Ben seni
damadını çağırmak zorunda bırakayım da
gör” diye, kambur sırtını da düzeltip, başını
kaldırdı ve damatlarının etrafında dolaşmaya
başladı.
Biynöger atının üstünde kaskatı kesilerek,
başını oynatmadan öne eğerek, onun arkasından kıpırdamadan bakarak atıyla kendi
etrafında dönmeye başladı. O durumda atla
birlikte dönmek ise öyle kolay değildi. Sonra boynu tutulacak gibi oldu. Ondan sonra
atının gemini kendine doğru çekti ve tekrar
atıyla beraber dönmeye çalıştı.
Marziy damadın etrafında üç kez döndü.
“Heh, artık serbestsin” diyerek, borcundan
kurtulmuş gibi, yavaşça gülümseyerek, yoluna devam etti.
Biynöger ise öyle kala kaldı döner vaziyette.
– Alan2, kaynananın ablasına gösterdiğin saygı yeter! Dedi.
2 Alanlar: Karaçay-Malkar halkının etnik yapısını oluşturan tarihi
kavimlerden biri. Karaçay-Malkar halkı günümüzde dahi birbirine
soydaş, arkadaş anlamında Alan şeklinde hitap eder.
71
Hamzat, atını yokuş yukarı çevirdi.
Gel hadi artık yolumuza devam edelim, - dedi.
Biynöger etrafına dikkatlice baktı. İnsanların
kendine bakıp güldüğünü gördü. Bu hale
yüzünü kapattığı kamçısı düşürmüş gibi onu
rast gele fırlattı ve Hamzat’ın arkasından atını
dehledi.
İkinci gün Biynöger’in başına gelenler tüm
köye yayıldı.
Bu haberi duyan Haci çok sinirlendi.
– Gerçekten de Marziy aklının ermediği şeyler yapmaya başladı. Dur, o buraya bir gelsin, ben de ona kamçının altında kaçacak yer
aratacağım.
“O şeytanlık bu kadının aklına nereden geldi?” diye karısına yakındı.
Sapra kocasına ağzını açıp cevap veremedi. Marziy’in yaptıkları özünde halk arasında kamçıyı damada tutturup, aslında altında
saklanmak zorunda bıraktığım Haci ve Sapra
anlamına geliyordu. Onlar da bunun ne manaya geldiğini çok iyi anlıyorlardı. Ne diyebileceklerdi ki?
– Neden susuyorsun ne yapacağız?
– Bilmiyorum… Ne diyeceğini de bilemiyordu…
Haci evin ortasında bir o yana, bir bu yana
gezindi ve anlaşma yapmış gibi kesin konuştu:
– Hazırlan! İki gün içinde damadı göstermeye çağıracağız. Yoksa ablan tekrar bir yolunu
bulup, elaleme rezil edecek bizi.
Onu çağırmamış olsak da, önce kendimiz gidelim. Torunumu özledim.
– Hey adam, sen yolunu şaşırdın galiba…
– Demek ki şaşırttınız, şaşırmışım. Onu bırak
da denileni yap!
– Biz de cumartesi günü damadı göstermeye
çağıralım…
– Hayır, hayır yarın! Ben hayvanlara bakacağım, sen de diğer hazırlıkları başlat! diyerek,
kapıyı çarparak, Haci evden çıkıp gitti.
Hacettepe Mah. Hamamönü Sk. No: 24 Altındağ /ANKARA
Tel: 0.312.311 70 52 Faks: 0.312.311 70 32
e-posta: [email protected]
Kardeş Kalemler Mart 2011
72
Mirzakul’un Fidanı*
ŞAFAK TAVKUL
Bozkırın uzaklarına doğru
takıldı gözleri. Bu anlamsız
boşlukta birilerinin yaşaması
ona imkansız gibi geliyordu.
Her karışı ormanlarla kaplı
ata yurdunu aklından çıkaramıyordu. “Bir ağaç” diye
geçirdi aklından. “Sadece
bir ağaç bile yeter”. Yarından tezi yok bir yerlerden bir
fidan bulmalıydı. Ertesi gün
kolhozda kendine yakın bulduğu işçilerden bir-ikisine,
dikmek için bir fidan bulup
bulamayacağını sordu. Bu
garip isteğe gülerek karşılık
verdiler. Sibirya’nın bozkırlarında değil fidan,
bir çalı bulmak bile mucizeydi. Hatta bazı Kazaklar hayatlarında hiç ağaç görmemişlerdi.
Mirzakul muradına ancak altı ay sonra erecekti. Kolhoz yöneticisi, kolhozun ihtiyacı olan
bazı makinelerin getirilmesi için iki okur yazar
işçi aradığında Mirzakul aradığı fırsatın ayağına geldiğini anlamıştı. Makineler iki yüz elli
kilometre güneyden getirilecekti. Makinelerin
trene yüklenmesi sırasında tamı tamına bir
gün istediğini yapma imkanı vardı. Mirzakul
bütün gününü fidan arayışıyla geçirdi. Umudunu yitirmek üzereyken istasyona yakın bir
evin bahçesinde yeni ekilmiş fidanları görüverdi. Evin sahibi güleç yüzlü yaşlı kadın bir
rubleye bayıla bayıla verdi fidanlardan birini. Mirzakul fidanın köklerini bir bezle sarıp
sarmalayarak güzelce ısladı ve yeni evlerine
kadar bir bebek gibi ihtimamla taşıdı. Sibirya
bozkırlarında artık yeşil bir ağaç yaşayacaktı. Ve Mirzakul acılara dayanma gücünü bu
ağaçta yeşertecekti.
Kolhozdaki işlerini bitirir bitirmez hemen evine koştu ve kurumaması için gözü gibi baktığı
fidancığını evinin önüne özenle dikti. Kaynamış soğumuş suyla dibini suladı. Yaprakla-
rını incitmeden sildi. Ağaç
yavrusu bağlandığı toprağa
sıkı sıkı sarıldı, yapraklarını
hışırdatarak gururla dikildi
Asya’nın çorak bozkırında.
Mirzakul da gün batana dek
mutlulukla seyretti fidanını.
Güneş gri bozkırın puslu
havasında kendini gösterdiğinde Kolhozun yakınındaki
evlerin hüzünlü sakinleri bir
çığlıkla irkildiler. Mirzakul
yumruklarını sıkmış bağırıyordu, fidanını diktiği ancak
şimdi yerinde soğuk bozkır yelleri esen yerde.
İşlerine gitmek için evlerinden çıkan insanlar
merakla o tarafa yöneldiler. Mirzakul’un komşusu yaşlı Kazak da gürültüye çıkmıştı kapısının önüne. “Kim söktü ağacımı!” diye bağırıyordu Mirzakul. “Ben söktüm!” dedi yaşlı
Kazak. Kolhoz sakinleri boş gözlerle baktılar.
Mirzakul hiddetle karışık bir şaşkınlık içinde,
sesi çatlayarak sordu: “Sen mi?.. Sen mi söktün ağacımı?”
“Evet ya! Ben söktüm”.
“Sen deli misin?! Ne istedin ağaçtan? Sana
ne zararı vardı?”
Yaşlı Kazak gerinerek güldü. “Ben.” dedi ağır
ağır, “ şöyle etrafıma baktığımda bütün bozkırı görmek isterim. Senin ağacın benim manzaramı kapatacaktı”.
.....
Mirzakul o an kendini gerçekten cehennemde hissetti. Ve on dört yıl sonra ata yurduna
geri dönmelerine izin verildiğinde, sürgün
sırasında yitirdiği sevdiklerinin arasında o küçük fidan da yerini almıştı.
* Burada anlatılan, 1943-1957 yılları arasını ata yurdu Kafkasya’dan uzakta, Sibirya bozkırlarında sürgünde geçiren bir Karaçaylı’nn yaşadığı
gerçek bir hikayedir.
Kardeş Kalemler Mart 2011
73
MALKAR “ZAMAN” GAZETESİ
Editör Yardımcısı
HASAN KONAKOV:
“Zaman Gazetesi Malkar halkının yüz akıdır”
mülakat: UFUK TUZMAN
-Kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
Benim adım Hasan Konak
(Hasan Konakov). Aşağı
Çegem köyünde dünyaya
geldim.
Kabardin-Balkar
Cumhuriyetinde yayımlanan
“ZAMAN” adlı gazetenin editör yardımcısıyım. KabardinBalkar Devlet Üniversitesi
ile Don Bölgesindeki Rostov
Devlet Hizmetleri Akademisi
mezunuyum.
Gazetedeki
görevimden
önce Kabardin-Balkar Devlet Radyosunda,
Basın Yayın Enformasyon Bakanlığında uzmanlık, Cumhurbaşkanlığı Basın Yayın başkanlığında danışman olarak görevlerde bulundum.
Ayrıca Elbrusoid vakfının www.elbrusoid.org,
Moskova’nın www.gazeta.ru, www.stortbog.
ru, Rostov’da yayımlanan “100 millet” adlı
derginin temsilciliklerini ve muhabirliklerini
yapmaktayım.
Türkiye’de Yalova’da düzenlenen Türk Dünyası Gazeteciler Buluşması’nın daimi temsilcisi olarak iki kez kongrelere iştirak ettim.
Şuan birçok görsel ve sesli yayın kuruluşlarında program yapımcılığı da yapmaktayım.
- ZAMAN gazetesinin kısaca
tarihçesi ve bugünkü durumundan bahseder misiniz?
Kabardin-Balkar
ülkesinde
yayımlanan gazetemiz Karaçay-Malkar dilinde neşredilmektedir. Sorunuzda bahsettiğiniz edebiyat alanı ile
zincirleme bağlı bir yapıya
sahibiz. Kadrolarımızın çoğunluğu hem tarihte, hem de
bugün edebiyatçılardan oluşmaktadır. Hatta edebiyatçılığa
atılmalarında birçok yazar ve
şaire ilk adım olmuştur.
Önce kısaca ZAMAN’dan bahsetmek istiyorum. “ZAMAN” olmadan önce her dönemin
kendi siyaset ve ideolojileri arasında yolunu
ilerletmeye çalışan Kara Halk, Lenin Yolu,
Sosyalist Kabardin-Balkar, Komünizme Yol
adları ile çıkmış olan gazetemiz bugün “ZAMAN” adını taşımaktadır.
Elbette bu gazetenin oluşumuna temel olan
çok değerli gazeteci ve edebiyat ustalarını anmak istiyorum. Tavso Beppayev, Sohta
Nastuyev, Elcorka Akşayakev, Salih Kumukov,
Mogamet Tsorayev, Salih Şavayev, Habu Katsiyev, Sarbiy Çerkesov, Ahmat Bözüyev, İshak
Guzeyev ve bugün herkesçe tanınan Camal
Attayev bu gazetenin ilk yolculuğuyla büKardeş Kalemler Mart 2011
74
tünleşen isimler olmuştur. Bu isimler kendi
dönemlerinin şartlarında canla başla bu gazeteye hayat vermişler terbiye ve geleneklere
bağlılığı öğütlemişlerdir.
1957 yılında sürgün döneminin en zor günlerinde gazete “Komünizme Yol” adıyla yayımlanıyordu. O dönemlerde siyasi suçlardan
hüküm giyen ve 13 yıl demir parmaklıklar
arkasında yaşamış halk aydını ve Savaş Kahramanı Hamit Malkonduyev, Aliy Mirzayev,
Abdullah Uzdenov, Mogamet Küçükov ve
Mogamet Mammeyev ile birlikte gazeteyi
canlandırmak için yayımlamaya devam etmiş
ve ayakta tutmuştur.
Sürgün sonrasında genç dimalarıyla yeniden
kadrolaşan gazetenin yayın ekibinde Sarbiy
Çerkesov, Safar Makitov, Maksim Gettuyev,
Magomet Hotsuyev, Mogamet Mammeyev,
Ahmat Bözüyev, Ahmat Eneyev, Osman Balayev, Dumasar Batçayev çok fazla emeği geçenlerden olmuştur.
Gazetenin üçüncü nesli olarak, yani günümüzde ise Aliy Kulbayev, Camal Tekuyev, Alim
Töppeyev (geçtiğimiz yıl merhum olan büyük
edebiyatçımız), Zeytun Tolgurov ve Cagafar
Tokumayev gibi halkın aydınlarını görüyoruz.
Gazetemizde günümüzde çalışan editörler
hakkında bilgi vermek isterim. Şuan editörler
ve müdürlerimiz Toplum ve Siyaset Bölümü
editörü Hava Tekuyev, Edebiyat ve Kültür Bölümü Editörü Aminat Bittirova, Sosyal Yaşam
Bölümü editörü Husey Tokumayev, Çeviri
Bölümü müdürleri Anvar Huçinayev ve Amin
Mahiyev, yazışmalar bölümü müdürü Hıysa
Osmanov, Sekreterlikte Boris Tokluyev, Rita
Gayıyeva, Zulfiya Ketençiyeva’dır.
Zaman’ın edebiyat sayfaları ve arşivleriyle tanışarak başlamıştır.
Bunca yıldır binlerce şiir, makale, hikaye,
günlük, hatırat, çocuk masalları, folklor v.b bir
çok alanda araştırma, edebi, ilmi ve karşılaştırma yazıları yayımlanmıştır.
Genç yazarlar ve şairlerin mesleğe giriş tecrübeleri gazetemizin edebiyat ve kültür sayfalarıyla başlar. Ustalar açık mektuplarını,
edebi eleştirilerini yorumlarını yine edebiyat
çalışmalarımız arasında yayımlamaktadır.
Kitap, dergi, drama eserlerinin tanıtıldığı bölümler de okuyucunun yakından takip ettiği
konular arasındadır.
Gazetemiz ayrıca Karaçay-Çerkes Cumhuriyetinde yaşayan Karaçay soydaşlarımızın
edebiyat çalışmalarını da yakından takip etmekte ve yayımlamaktadır. Her 3 ayda bir
“Karaçay” adlı gazeteyle ortak bir sayı çıkarmaktayız.
Bu yolla Malkar edebiyatçılarımızın eserleri de
Karaçay kardeşlerimizce takip edilmektedir.
Son olarak şunu belirtmek istiyorum. Yurt dışında çalışmalar yapan edebiyatçılarımız ile
Karaçay-Malkar halkının edebiyat, kültür ve
sanat alanındaki çalışmalarının gazetemiz
için önemine değinmek istiyorum.
Camal Attayev ise Baş editörümüz, Muttalip Beppayev ve Hasan Konakov ise yardımcılarıdır.
Geçtiğimiz yılın son dönemlerinde Türkiye’nin
başkenti Ankara’da Avrasya Yazarlar Birliği ve
Kardeş Kalemler Edebiyat Dergisinin Uluslararası Edebiyat Dergileri Kongresini düzenlediği etkinliğe 30’dan fazla ülkeden Edebiyat
dergilerinin katıldığı hakkında haber ve bilgiler bize ulaştı ve yayımladık. Bu konuya edebiyat çevreleri ve halktan son derece yakın
alaka gördük.
- “ZAMAN” Gazetesi Malkar Edebiyatına nasıl katkılar sağlıyor?
Mingi Tav dergimizin de bu güzel organizasyonda yer alması bizleri son derece onurlandırdı.
Zaman Gazetesi Malkar halkının yüz akıdır.
87 yıllık gazetemiz devlet kadroları ve edebiyat alanında bir çok kişinin yetişmesine etki ve
katkı sağlamıştır.
Kardeş Kalemler Dergisi’nin Mart 2011 sayısının ise Karaçay-Malkar Edebiyatına ithaf
edildiğini öğrenmek de yine bizi sevindirdi.
Bugün Yazarlar Birliği üyesi Malkar Edebiyat
dünyasının kalem ustaları meslek hayatlarına
Kardeş Kalemler Mart 2011
Karaçay-Malkar halkının edebiyat ve basınına ilginiz dolayısıyla sizi takdir ediyor ve başarılar diliyorum.
75
Karaçay-Çerkes Özerk Cumhuriyeti Halk Yazarı
BİLAL LAYPANOV:
mülakat: UFUK TUZMAN
- Kendinizi ve eserlerinizi kısaca tanıtır mısınız?
Öncelikle Kardeş Kalemlerin Norveç’te beni bularak,
yaptığı mülakattan dolayı son
derece onur duyduğumu belirtmek isterim.
Ben, Karaçay-Malkar halkının topyekûn sürgün edildiği
bir dönemde 12 Nisan 1955
yılında Kırgızistan’ın Kök-Say
köyünde dünyaya geldim.
Moskova’da Edebiyat Enstitüsü Şiir Bölümü ve Moskova
Devlet Üniversitesi Asya-Afrika Enstitüsü’nü
bitirdim.
Kafkasya’da Avrupa’nın en yüksek dağı efsanevi Elbruz’un (Mingi Tav) eteklerinde yaşayan Karaçay Türklerindenim. Şuan Norveç’te
yaşıyorum. Ayrıca, Rusya ve Norveç Yazarlar
Birliği’nin de üyesiyim. Karaçay-Çerkes Halk
Yazarı, Karaçay-Çerkes Devlet Üniversitesi Akademisyeni, Milletlerarası Türk Akademisi’nin
onur üyesi unvanlarının sahibiyim.
1981 yılındaki Busakla (Kavaklar) adlı ilk eserimi Sovyet Yazarlar Birliği’nin Karaçay-Çerkes eyalet organizasyonu tarafından sosyalist
gerçekliğe aykırı olduğu gerekçesiyle üç kez
incelenip engellenmesine rağmen, Kaysın
Kuliyev’in desteğiyle kitap haline getirildi.
1984 yılında SSCB’nin genç yazarları arasında çalışmalarımla dikkat çektim. Sonrasında
Kamen i Derevo (Taş ve Ağaç) ve Raduga
nad propastu (Uçurum Altındaki Gökkuşağı)
adlarıyla Moskova’da iki kitabım Rusça olarak yayımlandı. Bu benim aynı zamanda
Rusya yazarları arasına ilk
adımım oldu. 1992 yılında
Curtda Cangız Terek (Yurdumdaki Yalnız Ağaç) adlı
eserim Karaçay’ın büyük şair
ve yazarı Halimat Bayramukova tarafından şiirin zirvesi
olarak ilan edildi. 19911998 yılları arasında Üyge
İgilik (Eve İyilik) gazetesi,
1999-2003 yılları arasında
As-Alan dergisinde yöneticilikler yaptım. Türk Dünyası’nın tanınmış
edebiyatçıları merhum Cengiz Aytmatov ve
Olcas Süleymanov “As-Alan” dergisinin Türk
Dünyası için son derece önemli olduğunu
vurgulamıştır. Olcas’ın “Türk tarihine kadar”
adlı çalışması ilk kez As-Alan’da yayımlanmıştır. 1993-1998 yılları arasında Karaçay dilinde yazılan eserlerim 10 cilt olarak yayımlandı.
Şekspir’in “Hamlet” ve Puşkin’in “Seçme Şiirler” adlı eserlerini Karaçay Türkçesine tercüme ettim ve yayımladım.
Eserlerim arasında “Başka Hayat” adlı kitabım
Norveç diline, “Yeni Ay ve Yıldız” adlı kitaplarım İspanyolcaya çevrildi.
1996 yılında Rusya Edebiyat Ödülü’ne, 2006
yılında Cengiz Aytmatov’un inisiyatifi ile Karaçay -Çerkes Devlet Üniversitesi tarafından
İnsan Hakları Nobel Ödülü’ne aday gösterildim.
Kardeş Kalemler Mart 2011
76
- Yazarlığa ne zaman ve hangi vesilelerle
başladınız?
Benim şiir yazmam çocukluğumda benzer
kelimeleri birbirine ekleyerek makam haline
getirmemle başladı. Benim bu söz ustalığım
annem ve babamın hoşuna gitmezdi. Onlar
Karaçay’ın eski geleneklerine bağlı inançlı
insanlardı. Annem 7 yaşından ölene kadar
alnını secdeden hiç kaldırmamıştı. Orucunu eksiksiz tutmuştu. 1943’teki büyük Karaçay sürgününde evden çıkarken bile yanına
sadece Kur’an-ı Kerim’ini alarak yola çıktı.
1970’li yıllardı sanırım büyük bir deprem oldu
taş taş üstünde kalmadı. Evimiz yıkılıyor diye
hepimiz kendimizi dışarı attık, annem ise kılını bile kıpırdatmadan gaz lambasının ışığı altında Kuran’ını okuyordu. Nedendir bilinmez
karanlıkta tek ışık onun başını aydınlatıyordu. Annem ve babam dini sorumluluklarıma
zaman ayırmamı ve şiir yazmayı bırakmamı
istiyordu. 1895 doğumlu babam ilk kitabım
çıktığında bana “İçinde Allah kelimesi yoksa
at onu ateşe peşinden de yürüme” dedi. Ne
yapabilirdim dışımdan yazmayı bıraktım. Ama
içimdeki ateşi söndüremedim. 5 yaşımda ablamın yardımıyla okuma yazmayı öğrendim.
O günden beri yazmaya devam ediyorum.
Yetişkin olduğumda beni yazarlık ve şairliğe
yönlendirenler çok kıymetli ve tanınmış yazar ve gazetecilerden Seyit Laypanov, Nazifa
Kagıyeva, Halimat Bayramukova oldu. Nazifa
ayrıca beni yüreklendiren ve Moskova Edebiyat Enstitüsüne uğurlayan kişiydi. Eğitim alırken orada dünyaca tanınmış şairlerle tanışma
imkânı buldum. Malkar edebiyatının büyük
ustalarından Kaysın Kuliyev’in benim için
yaptıklarını özellikle belirtmek istiyorum. Benim şiirlerime çok büyük önem veren Kuliyev
can dostu Cengiz Aytmatov ve David Kugiltinov ile tanıştırdı. Aytmatov hem şiirlerime hem
de As-Alan dergime çok büyük önem vermiş
ve beni birçok konuda desteklemiştir. Bu yüzden Kaysın Kuliyev, Cengiz Aytmatov ve Olcas Süleymanov’u tanımak, beni aday gösterdikleri Nobel ödülünden bile değerlidir.
- Yazarlık hayatınızın önemli sorunları nelerdir?
Benim yazarlık serüvenim hayatımın her döKardeş Kalemler Mart 2011
neminde sade ve sakin geçti diyemem. Sovyetler döneminde yönetim sürgüne yolladığı
halklara güvenmezdi. Karaçay-Malkarlara ise
ondan öte sıkı bir denetim uygular tabiri caizse
“öküz altında buzağı arardı” diyebiliriz. Özellikle entelektüelleri ayrı bir baskı ve denetime
tabi tutarlardı. Karaçay kendi başına bağımsız
bir ülke olmadığından dolayı önceleri Stavropol Bölgesine bağlıydı. Bölgeye Karaçay’ın
tırnağını kes deseler, o illa da parmağı kesene
kadar durmazdı. Bunları siyaset yapmak için
söylemiyorum. Sadece biz yazar ve şairlerin
ne gibi sıkıntılarla şiir ve eserlerimizi yaşatmaya çalıştığımızı vurgulamak istiyorum.
“Busakla” (Kavaklar) adlı ilk kitabımın yayını
dönemin Karaçay-Çerkes Yazarlar Birliği’nin
girişimiyle üç kez ertelenmiş, basılmasına
engel olunmuştu. “Eserin sosyalist gerçeğini
yansıtmıyor, sınıf ayırımını ortaya çıkarmıyor,
dini konular içeriyor …” gerekçeleriyle reddedilmiştir. Bu yüzden çok kez devlet organları tarafından uyarılmam ayrı bir ilginçlikti.
Kaysın Kuliyev’in desteği olmasaydı kitabımı
okuyucuyla buluşturmam hayal olacaktı. Bu
sebeplerden dolayı ata yurdumdan ziyade
eserlerimi yabancı ülkelerde yayımlamayı tercih ettim. Eserlerim arasında bazıları İspanyolca, Norveççe ve Rusçaya çevrilerek yayımlanmıştır. Şuan “Kazavat” (Savaş) adlı romanım İsveççe ve Türkçeye çevrilmeye başladı.
Benim eserlerimde tamamen çok azab çeken
halkım konu edilmektedir. Tarihte iki büyük
sürgünü yaşamış ve ata topraklarına dönebilmiştir. Ata yurduna dönemeyen halkımın
büyük bir çoğunluğu ise yaşam ve ölüm arasında kaderlerini yaşamaktadır. Biz bu duruma nasıl geldik, yok olmadan yaşayabilecek
miyiz? Benim cevabını aradığım sorular yaşamımın her alanında bunlardır.
- Size göre Karaçay-Malkar Edebiyatının
başlıca sorunları nelerdir?
Karaçay-Malkar halkının yaşamındaki bana
göre en zor iki döneminden biri yaşanmaktadır. Bunlardan ilki 1943-1957 yılları arasında yaşanan ve toplumsal değerlerimizin yok
olması yolunda büyük kayıplara yol açan 14
yıllık topyekun sürgün olmuştur. İkincisi ise
maalesef günümüzde yaşadığımız dilimizi
kaybetme sürecidir. Sürgünde halkımız ata
77
toprağına dönüş umuduyla dil ve kültürüne
sahip çıkmıştır. Şuan ise yurdumuzda dilsiz
bir halk olduğumuzu düşünüyorum.
Dil ve söz edebiyatımızın konusu olduğu için
edebiyatımızı koruyabiliyor muyuz? Yoksa kayıp mı ediyoruz kısaca bir bakalım. Haftada
bir kez kendi ülkemizde 2 sayfa Karaçayca
gazete yayımlanmakta. Radyo ve televizyonlarda eski programlar ve sınırlı yayın yürütülmekte. Okullarda dil ve edebiyat derslerinin
nasıl okutulması gerektiği bilinmiyor! Sebebi
20 yıl boyunca bir tek anadilde kitap basılmamış. Bu durum devam edecek olursa Karaçay-Malkar Türkçesinin yok oluşuna şahit
olacağımız aşikârdır. Devlet desteği ile kitap
yayımlama devri kapandı. Biz yazarlar zengin
insanlar değiliz. Binlerce dolar ödeyerek kitap yayımlayabilme gücüne sahip değiliz. Bu
etkenler ister istemez Edebiyatımızın bugünkü sorununun temeli ve gerçeğidir.
“İmam hak sözüyle, yazar ak sözüyle insanın
anlayışını harekete geçirir, halkı yok oluştan
kurtarır” derler. Yazarların toplumsal yükü ve
sorumlulukları son derece önemli yer tutar.
İnsani değerlerin ve aydınlığın sınandığı bir
dünyada yaşıyoruz. Bu yüzden gerçekleri acı
da olsa söylememiz ve görmemiz gerekir.
- Son olarak okuyucularımız ve edebiyat dünyasına iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı?
Karaçay-Malkar Edebiyatı’nın bugün çok sorunu olabilir. Bir şekilde Avrupa ve özellikle
Türk dillerine Karaçay-Malkar Edebiyatının
derinliklerini tanıtmak gerekiyor. KaraçayMalkar Edebiyatının seçkin şair ve yazarları
arasında İsmail Semenov, Kazim Meçiyev,
Seyit Laypanov, Mussa Batçayev, Şahriza
Bagatırov, Fatima Orusbiyeva, Boris Çıpçıkov, İbrahim Babayev, Abdullah Begiyev
ve Muradin Ölmezov’un çok değerli edebi
eserleri var. Bunların dış dünyaya açılması
demek, Karaçay-Malkar halkının karakteristik
özelliklerinin edebi açıdan tanıtımı anlamına
gelmektedir diye düşünüyorum. Edebiyatımızın zaman kaybedilmeden başka dillere çevrilmesi, dergi ve gazetelerde yayımlanması,
edebiyatçılarımızın dış dünyadaki meslek
gruplarıyla buluşması önemli bir ihtiyaçtır.
Eminim ki Kardeş Kalemler bu noktada büyük
katkı sağlayacaktır.
Teşekkür ediyor ve okuyucularınıza saygılarımı sunuyorum.
Kardeş Kalemler Mart 2011
78
Karaçay-Malkar Edebiyatı
UFUK TAVKUL
Rusya Federasyonu’nun güney sınırını oluşturan Kafkas
Dağları, çeşitli dillerde konuşan pek çok etnik toplulukla
birlikte Karaçay-Malkar adını
taşıyan bir Türk boyunun da
ebedi vatanıdır. KaraçayÇerkes ve Kabardin-Balkar
adlı iki farklı cumhuriyetin sınırları içinde yaşamakta olan
Karaçay-Malkar
Türkleri,
Sovyetler Birliği döneminde
tabi tutuldukları suni ayrıma
rağmen aynı etnik kökene sahip ve tarih boyunca aynı dili
ve kültürü paylaşmış olan bir Kafkasya halkıdır. Farklı özerk cumhuriyetlerin idareleri altında yaşamalarına rağmen, Sovyetler Birliği
dönemi boyunca kültürel birliklerini muhafaza etmeyi başaran Karaçay-Malkar Türkleri,
dillerini de ortak bir edebî dil etrafında birleştirmeye muvaffak olmuşlardır. Çok zengin bir
sözlü halk edebiyatı geleneğine sahip olan
Karaçay-Malkarlılar Kafkaslarda yüzyıllar boyunca ağızdan ağza, nesilden nesle aktardıkları sözlü edebiyat ürünlerini ancak 19. yüzyıl
sonlarında yazıya geçirme imkânına kavuştular. Arap harflerine dayalı bir alfabe kullanan
Karaçay-Malkarlılar yerel bir lehçe özelliği
taşıyan dillerini yavaş yavaş işlemeye başladılar, edebî eserler verebilecekleri edebî bir
dilin temelini attılar.
Çağdaş Karaçay-Malkar edebiyatı halk edebiyatı gelenekleri üzerinde gelişmeye başlamıştır. Anlatım gücü, söz zenginliği, tasvirler,
kişiler halk edebiyatının izlerini taşımaktadır.
Bilindiği üzere modern edebiyat ne kadar
genç ve henüz gelişme yolunda ise onun folklor ve halk edebiyatı ile ilişkisi o kadar kolay
farkedilir.
Kardeş Kalemler Mart 2011
Karaçay-Malkar yazılı edebiyatının temelini aslında bir
halk şairi olan Kâzım Meçi
atmıştır. Kâzım’ın Arap harfleri ile kaleme aldığı Karaçay-Malkar
Türkçesindeki
ilk şiirleri 19. yüzyılın ikinci
yarısında
Karaçay-Malkar
edebiyatının doğuşuna yol
açmıştır.
Kâzım’ın “Ölüm Gelir” adlı
şiiri modern Karaçay-Malkar
şiirine giden yolun başlangıcı sayılır. Bu şiirinde Kâzım
duygularını şöyle dile getirir:
Ölüm gelir, köpeğim koşup engelleyemez
Ölüm gelir, oğlum tutup deviremez
Ölüm gelir, beni dünyada bırakmaz
Ama o şiirden kalemi yıkamaz
Ölüm gelir, insanı alıp gider
İnsan beraberinde bedenini götürür
Yaptığın ev, yazdığın şiir kalır
Dünyanın sahibi, ölüm değil, insandır
(Tavkul 2000: 39)
Karaçay-Malkar yazılı edebiyatının Sovyet
öncesi dönemdeki kurucuları arasında sayılabilecek en önemli edebî şahsiyetlerden biri
de İslam Kırımşavhal’dır. Karaçaylıların Kırımşavhal soyuna mensup bir ailenin oğlu olarak
1864 yılında Karaçay köylerinden Kart-Curt’ta
doğan İslam Kırımşavhal dönemindeki diğer
bey ailelerinin çocukları gibi Rus okullarında
okudu, Rus Çarlığının ordusunda subay olarak görev yaptı. Çeşitli sanat dallarında eğitim aldı, yabancı diller öğrendi. Kafkasya’ya
döndükten sonra Osetya’dan Karaçay’a sürgüne gönderilen Oset ressam ve şairi Kosta
Hetagurov ve Rus ressam Yaroşenko ile dostluk kurdu. Onların teşvikiyle resim yapmaya
başladı. İslam Kırımşavhal Karaçay-Malkar
79
İslam Kırımşavhal
İsmail Akbay
edebiyatında satirik şiirleri ile tanındı. Eserlerinde İslam Teberdiçi adını kullanan İslam
Kırımşavhal’ın Börü bla Kiştik (Kurt ile Kedi)
adlı şiirindeki Karaçay-Malkar diline ustalığı
ve hiciv yeteneği ona Karaçay-Malkar edebiyat tarihinde önemli bir itibar ve yer sağladı.
Karaçay-Malkar Türkçesindeki ilk roman örneği olan eseri günümüze ulaşamadı. 3 Aralık 1910’da Yalta’da ölen İslam Kırımşavhal’ın
ölüm haberi Paris’te yayınlanan Musulmanin
dergisinde iki kere verildi. Halkın toplumsal
meseleleri ile ilgilendi ve latin harflerinin Karaçay Türkçesine uygulanmasıyla ilk olarak o
ilgilendi. Eserlerinin az bir bölümü korunarak
günümüze ulaştı.
çevirdiği masallardan oluşan “Ana Tili” (Ana
Dili) adlı ilk kitabını Tiflis’te yayımladı.
1877 yılında Karaçay köylerinden Ogarı
Teberdi’de doğan İsmail Akbay da KaraçayMalkar yazılı edebiyatının temelini atan aydınlardan biridir. Günümüzde Kabardin-Balkar
cumhuriyeti sınırları içindeki Bashan’da din
eğitimi alıp imam olan İsmail Akbay dinî konulardan çok Karaçay halkının eğitimine, dil
ve kültürüne ilgi duydu. 1914 yılında imamlığı bırakarak Karaçay-Malkar Türkçesinde
kitap yayımlama arzusuyla çalışmalarına başladı. 1916 yılında kendi şiirleri ile birlikte,
Krılov’un masallarından Karaçay Türkçesine
İsmail Akbay Kafkasya’nın tabiî güzelliklerine
ve zenginliklerine hayran bir şairdi. Çocuklara yönelik yazdığı şiirlerinde çevrenin ve
tabiatın korunmasının önemini onlara anlatan
mısraları kaleme aldı. Bunlardan en meşhuru
Sakla, kesme! (Koru, kesme!) adlı şiiridir.
Büyük vazifedir insanlara ormanları korumak,
Dikmek, yetiştirmek, büyütmek, ihtimam göstermek
Koru, kesme genç ağacı, yapraklansın, sevinsin,
Koru, kesme - sevgili yurdun çıplak kalmayıp giyinsin.
Koru, kesme - rüzgâr estiğinde uğuldasın, kımıldasın,
Annen Kafkas ölü olmayıp, sağa benzesin, canlansın.
Koru, kesme - altlarından soğuk, serin rüzgâr gelsin,
Ortasında güneş ışınları ışık versin, nur versin.
İslam Kırımşavhal, Safar-Aliy Orusbiy, Misost
Abay gibi 19. yüzyılın ikinci yarısında yetişen Karaçay-Malkarlı aydınlar Latin ve Rus
harflerine dayalı bir Karaçay-Malkar alfabesi oluşturma çabalarına girmişlerdi. İmmolat
Hubiy Rus kiril harfleri ile bir Karaçay alfabesi meydana getirmişti. Onun ardından 1908
yılında İslam Kırımşavhal Latin harfleriyle bir
Karaçay alfabesi oluşturdu. Ancak her iki alfabe de baskıda kullanılamadı. 1916 yılında
İsmail Akbay’ın Arap harfleri ile oluşturduğu
Kardeş Kalemler Mart 2011
80
Karaçay alfabesiyle Gürcistan’ın Tiflis şehrinde yayımladığı “Ana Tili” (Ana dili) adlı okuma kitabı Karaçayca yayımlanan ilk kitap oldu
(Hubiylanı 1988: 11). Rus Çarlığı’nın yıkılıp
Sovyetler Birliği’nin kurulmasından sonra
Sovyet hâkimiyetine giren Karaçay-Malkarlılar için 1924 yılında Latin harflerine dayalı
bir alfabe oluşturuldu. Umar Aliy’in “Cangı
Karaçay-Malkar Elible” (Yeni Karaçay-Malkar
Harfleri) adlı kitabı aynı yıl yayımlandı (Hubiylanı 1988: 56). Bu sebepten çağdaş Karaçay-Malkar yazılı edebiyatının doğuşunu
1924 yılı olarak kabul edebiliriz (Töppelanı
1995: 110).
1924 yılından itibaren Karaçay Özerk
Bölgesi’nde yayımlanan “Kızıl Karaçay”, “Tavlu Carlıla” (Dağlı Fakirler) ve “Tavlu Caşav”
(Dağlı Hayatı) adlı gazeteler ile, KabardinBalkar Özerk Cumhuriyeti’nde yayımlanan
“Kızıl Kabartay” ve “Kara Halk” adlı gazetelerde bazı şairlerin Karaçay-Malkar Türkçesinde yazılmış ilk şiirleri yayımlanmaya başladı.
İslam Karaçaylı (Hubiy), İssa Karaköt, Abidat
Botaş, Said Şahmırza, Salih Hoçu, Ahmadiya
Ullubaş, Omar Etez, Abdul-Kerim Batça, Davut Baykul, Tohtar Borlak, Azret Örten gibi
genç şairler ilk şiirlerini bu gazetelerin sayfalarında okuyucularına sundular.
Bu yıllarda Said Otar’ın şiir tarzı kendine
özgü yapısıyla dikkatleri üzerinde toplamaya
başladı. 1920’lerin sonlarında kaleme aldığı
“Tırpancılar” adlı şiirinde Said Otar halk şarkılarının kafiye ve mısra düzenini hatırlatırken,
şiirin kuruluş tarzı ve konusu ile Karaçay-Malkar şiirine bir yenilik ve renk getirdi.
İsmail Akbay’ın Ana Tili adlı kitabı
“Kafkas” adlı şiiriyle lirik peyzaj tarzında yeni
bir çığır açtı. İssa Karaköt yaşadığı dönemin
gereği olarak halkın manevî değerlerini ve
dini kötüleyen, Sovyet rejimini öven şiirler kaleme aldı. İssa Karaköt’ün “Kafkas” adlı şiiri
Karaçay-Malkar edebiyatının klasikleri arasına girdi. Ancak yazdığı basit, rejimi öven, fakir halk tabakalarına hitap eden şiirleri edebî
yönden değer kazanmadı.
Said Otar’ın ardından, yeni yetişen diğer şairler de yeni bir tarz arayışına girdiler. Said
Şahmırza, Bert Gurtu, Ahmadiya Ullubaş,
Omar Etez, Azret Buday gibi şairlerin eserlerinde bu arayışın izleri göze çarpmaya başladı. Örneğin Said Şahmırza’nın “Ekim Dalgaları” adlı şiiri Rus proleter şiirinin etkilerini
yansıtmaktaydı.
1920’li yıllar henüz Karaçay-Malkar yazılı
edebiyatının emekleme dönemiydi. Genç yazar ve şairler Rus edebiyatının tarz ve geleneklerinin büyük ölçüde tesiri altındaydılar.
Bu yıllarda Karaçay-Malkar Türkçesinde ilk
defa basılacak olan ders kitapları için yazar
ve şairler Rus edebiyatçılarının eserlerini Karaçay-Malkar Türkçesine çevirmeye başladılar. Genç Karaçay-Malkar edebiyatçıları bu
çeviriler sırasında Rus edebiyatının tasvir ve
anlatım gücü, söz zenginliği ve ustalığı ile tanıştılar.
Karaçaylıların eski hayatları ile Sovyet rejimi
altındaki yeni hayatlarını mukayese eden, kadının toplum hayatındaki yerine ve önemine
dikkat çeken, ateizm konusunu işleyen ilk şair
olan İssa Karaköt 1928 yılında yayımlanan
1930’lu yıllarda Karaçay edebiyatına Hasan
Bostan, Mahamet Orus, Osman Hubiy, Tohtar
Borlak gibi Sovyet ihtilali yıllarında doğmuş
ve Sovyet rejiminde yetişmiş genç edebiyatçılar katıldılar (Akbayev 1965: 10).
Kardeş Kalemler Mart 2011
81
bu rejimin getireceği mükemmel hayat şartlarını tasvire başladılar. Genç şairler şiirlerinde
Kafkas halklarının geleneksel hayat tarzı olan
hayvancılık ve tarımı nasıl geliştireceklerini
yazmaya koyuldular. Edebî hiç bir değer taşımayan ideolojik şiirler gazete ve dergi sayfalarını doldurmaya başladı.
Karaçay-Malkar yazarları yalnızca dünyada
gelişmekte olan olaylara değil, aşk-sevgi ve
romantizm gibi konulara bile Sovyet rejiminin
gözüyle bakıyorlardı.
1930’lu yılların ikinci yarısında Karaçay-Malkar edebiyatına yeni bir renk ve anlayış geldi.
Şairler arasında yeni, sevinç ve mutluluk dolu,
yürek ısıtan, sâde bir dille yazılmış lirik şiirler
doğmaya başladı. Bu değişim Kerim Otar ile
birlikte 1930’lu yılların ikinci yarısında edebiyata yeni giren Kaysın Kuliy’in şiirlerinde
hissedildi. Kerim Otar’ın şiirlerinin adları bile
bu değişimin bir göstergesiydi. “Serçe Ötüyor”, “Kar Suları”, “Ilık Rüzgâr”, “Dağ Rüzgârı
Sakin Esiyor”, “Vadiyi Kaplayan Bulut” ve diğer şiirlerinde Kerim Otar sevinç ve kederlerini tabiattan ilham aldığı tasvirlerle anlatıyor,
tabiat ve aşk şiirlerini ideolojik ifadelerden
uzak, yüreğinden gelen samimi hislerle dile
getiriyordu.
İssa Karaköt
7 Ağustos 1934 yılında Kabardin-Balkar Yazarlar Birliği’nin kurulması Malkar edebiyatçılarına yeni imkânlar sağladı. 17 Ağustos
1934’te Moskova’da düzenlenen SSCB Yazarlarının Birinci Toplantısı’na Malkar yazarlarının delegesi olarak Bert Gurtu gönderildi.
1930’lu yıllarda Karaçay-Malkar edebiyatçıları arasında Sovyet rejimine gönülden bağlananlar, komünizmin Kafkasya’nın geri
bırakılmış dağlı halkları için bir kurtarıcı olduğunu eserlerinde ifade eden yazarlar ön
plana çıkmaya başladılar.
1930’lu yılların Karaçay-Malkar edebiyatında
yazarlar Sovyet rejiminin hiçbir yönünü eleştirmeden, yeni bir hayatın ve sistemin içinde
kendilerini bulan Karaçay-Malkar köylülerine
Kerim Otar ile birlikte Karaçay-Malkar şiirine
yeni bir renk ve anlayış getiren Kaysın Kuliy
1934 yılında Kara Halk adlı gazetede yayımlanan “Eski Malkar’a” adlı şiiriyle okuyucularla
tanıştı. 1917 yılında Malkar köylerinden Ogarı Çegem’de doğan Kaysın Kuliy’in çocukluğu
dağlarda çobanlık yaparak at sırtında geçti.
Edebiyata olan yeteneği bu yaşlarda ortaya
çıktı. Çegem’de orta okulda okurken şiirler
yazmaya başladı. 1935 yılında Moskova’da
Lunaçarskiy Tiyatro Enstitüsüne girdi. Aynı
sırada Edebiyat Enstitüsü’ne de devam etti.
1940 yılında İkinci Dünya Savaşı’na giren
Sovyet ordusunda askere alındı. 1944 yılında bütün Malkar halkıyla birlikte Orta Asya’ya
sürgüne gönderildi. Sürgün dönüşü 1958’de
Moskova’da edebiyat derslerine devam etti.
İlk şiir kitabı Salam Ertdenlik (Selam Sabah)
1940’ta yayımlandı. 1958 yılında şiirlerinin iki
ciltlik antolojisi çıktı. 1966 yılında yayımlanan
Caralı Taş (Yaralı Taş) adlı şiir kitabı Maksim
Gorkiy Devlet Ödülünü kazandı. 1974’te yaKardeş Kalemler Mart 2011
82
yımlanan Cer Kitabı (Yer Kitabı) adlı şiir kitabı Sovyetler Birliği Devlet Ödülü’nü kazandı.
Karaçay-Malkar şiirinin en büyük ustası kabul
edilen Kaysın Kuliy şiirlerindeki güçlü tasvirler, anlatım gücü ve zengin hayal dünyası ile
bütün Sovyetler Birliği şairleri arasında önemli bir yere sahip oldu. Yaşadığı sıkıntı ve eziyet
dolu hayat, Kafkasların dağ zirveleri arasında
zor bir yaşantı sürdüren Karaçay-Malkar halkının hayat mücadelesi, sürgün yıllarındaki
vatan özlemi onun şiirlerinin konuları arasında yer aldı.
1930’lu yıllar Karaçay-Malkar edebiyatında
ilk tiyatro eserlerinin yazılmaya ve sahnelenmeye başladığı yıllar oldu. Karaçay-Malkar
halk edebiyatında önemli bir yeri olan atışma
geleneği, halk tiyatrosu karakterleri ve oyunlarının varlığı Karaçay-Malkar halkı arasında
sahne sanatlarına bir yakınlık ve ilginin öteden beri canlı bir biçimde yaşamasına yol
açmıştı. Sovyet döneminde halk arasından
sahne yeteneği ve bilgisi olan Gemma Geben, Abidat Botaş, Abdul-Kerim Batça gibi
ustalar yetişmişti. Karaçay-Malkar edebiyatında ilk tiyatro eserlerini ve piyesleri yazan
ise Şaharbiy Ebze idi. 1913 yılında Narsana
(Kislovodsk) şehrinde doğan Şaharbiy Ebze
küçük yaşlardan itibaren sahne sanatlarına
ilgi duydu. 1931 yılında Rostov’da düzenlenen “Kuzey Kafkasya Halklarının 1. Halk Sanatları Olimpiyatı”na Karaçay’da kendi kurduğu tiyatro grubu ile katılarak kendi yazdığı
“Ogurlu” (Uğurlu) adlı komediyi sahneledi.
Başrolünü kendisinin oynadığı bu piyes seyirciler tarafından çok beğenildi. Şaharbiy
Ebze Karaçay-Malkar edebiyatına pek çok
tiyatro eseri, şiir ve şarkı kazandırdı. Malkar
bölgesinde ilk drama eseri ise 1930’lu yılların sonunda Ramazan Gela tarafından yazıldı. “Kanlı Kalın” (Kanlı Başlık) adlı piyeste
yaşlı ve zengin bir adamla evlenmeye zorlanan Cansurat adlı genç kız ile onu seven
Murat adlı delikanlının birbirlerine kavuşma
istekleri, sınıf mücadelesi, feodal gelenekler
ve hayat tarzı çerçevesinde seyircilere aktarılıyordu (Sozayev 1982: 140).
Malkar nesrinde ilk hikâye tarzı eser 1930’lu
yıllarda Bert Gurtu tarafından yazılan “Bekir”
adlı hikâye idi. Bert Gurtu Malkar köylerinden
Ak-Suv’da doğdu. Çocukluk yılları açlık ve
Kardeş Kalemler Mart 2011
Sürgün yıllarından
sefalet içinde geçti. Küçük yaşlarda öksüz ve
yetim kaldı. Dayısı Biyaslan ilk eğitimini verdi
ve Arapça okuma yazmayı öğretti. 1925 yılında Nalçik’teki çocuk bakım evine gönderildi
ve orada komünist ideolojiye bağlı bir eğitimle yetiştirildi. 1928 yılında ilk şiirlerini yazmaya başladı. Bu şiirler Karahalk ve Lenin’in
Bayrağı gazetelerinde yayımlandı. İlk şiirlerinde Malkar toplumunda Sovyet devrimi
öncesindeki sınıf mücadelelerini konu aldı.
Eserlerinde Sovyet rejimini öven Bert Gurtu
rejim düşmanlarını eleştirdi, İkinci Dünya Savaşı konularına ağırlık verdi ve savaş aleyhtarı
şiirler yazdı. Yaşadığı dönemin diğer şairleri
gibi fikirlerini destansı bir tarzda eserlerine
yansıtmaya çalıştı. Rejimi öven şiirleri onu
bir edebî yazar seviyesine ulaştıramadı, bir
83
halk şairi düzeyinde bıraktı. Sürgün yıllarını
Kırgızistan’da geçiren Bert Gurtu Kafkasya’ya
döndükten sonra Malkar halkının edebiyatını yeniden kurmaya girişti. Bert Gurtu’nun
Uv Cılannı Ezerge (Zehirli Yılanı Ezmek), Tört
Şahar (Dört Şehir), Kızıl Önle (Kızıl Sesler)
(1935), Carık Toy (Mutlu Düğün) (1958),
Cangı Talisman (1970), Adilgeriy (1961),
Caşavnu Kılançları (Hayatın Virajları), Mardakemle (Şiirler) adlı kitapları yayınlandı.
Malkar edebiyatında hikâye tarzında Bert
Gurtu’yu izleyen isim 1933-1934 yıllarında “Karay ile Karavuz” ve “Unutmayız” adlı
hikâyeleri yazan Ahmadiya Ullubaş oldu. Salih Hoçu, Habu Katsi ve Kerim Otar’ın yazdıkları hikâyeler de 1930’lu yılların ortalarında
basıldı.
Karaçay-Malkar edebiyatının ilk romanı da
1930’lu yıllarda kaleme alındı. Hasan Appa
tarafından yazılan “Kara Kübür” (Kara Sandık) adlı eser Karaçay-Malkar edebiyatında
roman tarzının en güzel örneklerinden biri
olma özelliğini günümüze kadar sürdürdü.
Hasan Appa 1904 yılında Karaçay köylerinden Kart-Curt’ta dünyaya geldi. İnanmış ve
samimi bir komünist olarak yetiştirildi. Sovyet idarecilerinin o derecede güvenini kazandı ki, Komünist Partisi Karaçay bölgesi 1.
sekreterliğine getirilen ilk ve son Karaçaylı o
oldu. Hasan Appa “Kara Kübür” adlı eserinde
Karaçay’da 19. yüzyıl sonlarındaki feodal düzeni eleştirmekte ve komünizmin Kafkasya’nın
ezilen alt tabaka insanlarına bir kurtuluş yolu
olacağı görüşünü dile getirmekteydi. Ancak
Hasan Appa Karaçay’a komünizm geldikten
sonra gerçekleri gördü ve Karaçay halkına
pişmanlığını açıkça ifade etti. Bunun üzerine “Sovyet aleyhtarı faaliyet göstermek ve
Kafkasyalıların burjuva-milliyetçi mazilerini
idealize etmek” suçlarından dolayı diğer bir
çok Karaçay-Malkar aydını gibi 1939 yılında
Ruslar tarafından öldürüldü (Aslanbek 1952:
42). Hasan Appa’nın üç ciltlik “Kara Kübür”
romanının iki cildi 1930’lu yıllarda Latin harfleri ile basılmıştı. Ancak Stalin’in 1936-1939
yılları arasında Karaçay-Malkar aydınlarını ve
onların yazdıkları ilmî ve edebî eserleri imha
etme hareketi sırasında bu roman yakılarak
ortadan kaldırıldı. 1958 yılında, Karaçaylılar
1943 yılında sürüldükleri Sibirya sürgünün-
Semen Oğlu Sımayıl
den döndükten sonra “Kara Kübür” romanının ilk iki cildi tek bir kitapta birleştirilerek kiril
harfleri ile basıldı. Romanın üçüncü cildinde
Sovyet rejimine eleştiriler bulunduğu için,
Sovyet yöneticileri bunu ortadan kaldırdılar.
1986 yılında tekrar basılan “Kara Kübür” romanında Çarlık Rusyası’nı ve Rusları eleştiren bölümler de Sovyet yetkilileri tarafından
romandan çıkarıldı. Bu arada, romanın 1958
baskısında yer alan ve Karaçay’ın 1828 yılında Çar orduları tarafından işgal edilmesini
anlatan “Hasavka” adlı eski bir halk şarkısı da,
Rusları emperyalist olarak gösterdiği gerekçesi ile kitaptan çıkarılmıştı.
1940’lı yılların başları İkinci Dünya Savaşı’nın
Karaçay-Malkar edebiyatında bıraktığı derin
izlere sahne oldu. Alman ordularının işgaline
uğrayan Sovyetler Birliği’nin bir parçası olan
Karaçay-Malkarlılar İkinci Dünya Savaşı’ndan
büyük ölçüde etkilendiler. Nüfuslarının büyük
bir bölümü Almanlara karşı savaştırılmak üzere Sovyet ordusu emrinde cephelere gönderildi. Bunların içinde pek çok yetişmiş Karaçay-Malkarlı aydın ve edebiyatçılar da vardı.
Kardeş Kalemler Mart 2011
84
Savaş yıllarında Karaçay-Malkar edebiyatının
konusu büyük ölçüde savaş üzerinde yoğunlaştı. Ancak İkinci Dünya Savaşı sürüp giderken, 2 Kasım 1943 tarihinde Karaçaylılar, 8
Mart 1944 tarihinde Malkarlılar “Sovyetler
Birliği’ne ihanet, rejim düşmanlığı ve Alman
ordusu ile işbirliği” suçlamalarıyla topyekûn
Kafkasya’dan Orta Asya ve Sibirya’ya sürüldüler. Böylece Karaçay-Malkar edebiyatının
sürgün yılları başladı.
Ata yurtlarından sürülmenin acısı KaraçayMalkar edebiyatçılarının yüreğinde derin
izler bıraktı. Aslında bir halk şairi olan, fakat
modern Karaçay-Malkar edebiyatının temel
taşlarından birini meydana getiren Karaçaylı Semen Oğlu Sımayıl Kazakistan’ın Cambul
bölgesinde geçirdiği sürgün yılları sırasında
ata yurdu Kafkasya’yı, Karaçay’ın karlı dağlarını hiç aklından çıkaramadı. Sürgün yıllarında gizlice yazdığı bir şiirinde, Semen Oğlu
Sımayıl Karaçay halkının Kafkasya’ya olan özlemini şöyle dile getirmekteydi:
Dinliyorum, ses geliyor batıdanGürüldüyor Elbruz Dağı’nın buzulları
Çağırıyorlar özleyip Karaçay’ı
Diriliyor insanların vücutları
Dinliyorum, ses geliyor batıdanŞırıldıyor mavi Kuban Irmağı’nın girdapları
Çağırıyorlar özleyip Karaçay’ı
Titriyor insanların sırtları
Dinliyorum, ses geliyor batıdanUğulduyor Mahar Dağı’nın ağaçları
Çağırıyorlar özleyip Karaçay’ı
Seviniyor insanların yürekleri
Duyuluyor gece gündüz o sesler
Bedenim-burada, can-orada, orada aklım
Gerçektir her halde halkın söylediği söz
Özleyip ararmış toprak sahibini
***
Sürgün sırasında aydın tabakasının büyük bir
bölümünü ve nüfuslarının yarısından fazlasını kaybeden Karaçay-Malkarlılar Kazakistan,
Kırgızistan ve Özbekistan’ın ücra bölgelerine
dağıtılıp yerleştirildiler. Gerçek anlamda bir
soykırıma tâbi tutulan Karaçay-Malkarlıların
birbirlerinden koparılarak tarih ve kültürlerinden, dil ve edebiyatlarından da uzaklaşıp
asimile olmaları amaçlanıyordu. Sürgünün ilk
acılarını üzerlerinden atan Karaçay-Malkar
Kardeş Kalemler Mart 2011
edebiyatçıları 1950’li yıllarda Karaçay-Malkar edebiyatının sürgündeki temelini attılar.
Bu yıllarda Karaçay-Malkar edebiyatçıları
tarafından Kırgızistan’ın Frunze (bugünkü
Bişkek) şehrinde “Karındaşnı Sözü” (Kardeşin
Sözü) ve “Caşavubuznu Bayragı” (Hayatımızın Bayrağı), Kazakistan’ın Alma Ata şehrinde
“Ciltinle” (Kıvılcımlar) adlarını taşıyan ve Karaçay-Malkar şairlerinin şiirlerinin toplandığı
kitaplar yayımlandılar. 1956 yılında Kerim
Otar’ın “Yollar” adlı kitabı sürgünde çıktı. Kaysın Kuliy de sürgün yıllarında Kırgız Yazarlar
Birliği’nde çalışıyordu. Sürgün döneminin
en zor yıllarında bile bir çok Karaçay-Malkar
edebiyatçısı sosyalizmin erdemleri, halkların
ebedî dostluğu konularında eserler kaleme
alıyorlardı. Bu dönemde Karaçay-Malkar
edebiyatçılarının Orta Asya halkları ile tarihî
ve kültürel bağlarını keşfettikleri dikkati çekti.
Kaysın Kuliy’in “Kazak Evinde”, Kerim Otar’ın
“Kırgız Yazarlarına”, Said Şahmırza’nın
“İrtiş’in Kıyısında”, Canakayıt Zalihan’ın “Elma
Ağacı”, “Biz Kardeşleriz”, İssa Botaş’ın “Frunze Şehrine” adlı eserlerinde Orta Asya Türklerine karşı duyulan yakınlık ve kardeşlik hislerinin etkileri görüldü (Tolgurlanı 2000: 84).
Karaçay-Malkarlılar 1957 yılından itibaren
Sovyet hükümeti tarafından affedilerek, sürgün yerlerinden ata yurtlarına, Kafkasya’ya
dönmeye başladılar. 1959-1961 yılları arasında Karaçay-Malkar edebiyatçılarının birbiri ardına yeni kitapları okuyucularla buluşmaya başladı. Bu arada 1930’lu yıllarda
Stalin tarafından ortadan kaldırılan ya da
İkinci Dünya Savaşı sırasında cephede ölen
Karaçay-Malkar edebiyatçılarının eserleri de
yeniden yayımlandı.
Kabardin-Balkar Özerk Cumhuriyeti’nde
Karaçay-Malkar Türkçesinde yayımlanmaya
başlayan süreli yayınlar da edebiyatın gelişmesine büyük katkı sağladı. 1958 yılının Ocak
ayında yayımlanmaya başlayan “Şuyohluk”
(Dostluk) adlı edebiyat dergisi ile “Kommunizmge Col” (Komünizme Yol) adlı gazete
sürgün sonrası edebiyatın gelişip yayılmasında önemli rol oynadı.
1960’lı yılların başlarında Karaçay-Malkar
edebiyatı genç edebiyatçılarla tanıştı. Sürgün sonrası Karaçay-Malkar edebiyatının
85
Salih Gurtu
Alim Töppe
genç temsilcileri olan Azamat Süyünç, Alibek
Bayramkul, Dahir Koban, Azret Semen, İsmail
Tohçuk, Tanzilya Zumakul, Magomet Moka,
İbrahim Baba, Salih Gurtu, Ahmat Sozay,
Aliy Bayzulla, Alim Töppe, Zeytun Tolgur gibi
genç yeteneklerin eserleri edebiyat sahnesinde yerini aldı. Genç edebiyatçılar KaraçayMalkar edebiyatına yeni bir renk ve anlayış
getirdiler. Özellikle şiirdeki ritm ve kafiye
düzenindeki yenilikler dikkati çekti. Örneğin
İsmail Tohçuk “Nasip” adlı kısa şiirinde duygularını şöyle dile getiriyordu:
Eldar Gurtu’nun “Ör Col” (Dik Yol) (1970),
Hasan Şava’nın “Cerni Közleri” (Yerin Gözleri) (1976), Zeytun Tolgur’un “Kızgıl Kırdıkla”
(Kırmızı Otlar) (1974), Alim Töppe’nin “Col
Küyü” (Yol Ağıtı) (1978) adlı hikâyeleri savaşı
konu almaktaydı. İbrahim Gadiy’in “Nart Uya”
(Nart Yuvası), Omar Etez’in “Uruşnu Otunda”
(Savaşın Ateşinde) adlı eserlerinde savaşı
konu alan romanlar arasındaydı.
Bir gün çürüyüp, suya düşüp gidecek
Değirmen tahtasıysam da yeryüzünde,
Sevdiğim kız - evimde ateş yakacak olan,Ateş yaksa da başka delikanlının evinde,Ey nasiptir bu dünyaya geldiğim,
Parlak güneşi, aşkı bildiğim.
***
Sürgün sonrası yeni nesil edebiyatçıların
eserlerinde savaş aleyhtarı konular, sürgün
yıllarında çekilen acılar, Kafkasya’nın tabiat
güzellikleri büyük ölçüde yer aldı.
1970’li yıllarda Karaçay-Malkar edebiyatçıları İkinci Dünya Savaşı konusuna eserlerinde
ağırlık vermeye başladılar. Karaçay-Malkar
halkının hayatı ve geleceği üzerinde savaşın
oynadığı rolü tahlil etmeye girişen yazarlar,
özellikle hikâye romanlarındaki kahramanları
ve olayları İkinci Dünya Savaşı’ndan seçtiler.
1970’li yıllar Karaçay-Malkar şiirine de pek
çok yetenekli şair kazandırdı. Abdullah Begiy,
Asker Dodu, Svetlana Mottay, Mutalip Beppay, Muradin Ölmez, Sakinat Musuka, Mussa
Bayda gibi pek çok genç şair şiir kitaplarını
yayımlamaya başladı. Bu genç şairlerin hepsi de 1950’li yıllarda atayurtları Kafkasya’dan
uzakta, sürgün yerlerinde dünyaya gelen
neslin temsilcileriydiler.
1980’li yıllarda Karaçay-Malkar edebiyatçıları
Sovyetler Birliği’nin gevşemeye başlayan rejiminin de etkisiyle millî meselelerine, sürgün
yıllarının tahlili ve sorgulamasına yöneldiler.
Bert Gurtu’nun “Caşavnu Kılançları” (Hayatın
Dönemeçleri), Canakayıt Zalihan’ın “Bahsan
Culduzu” (Bahsan Yıldızı), Alim Töppe’nin
“Adam bla Taş” (İnsan ile Taş) adlı romanları
edebiyat tarihinin yeni sayfalarını belgeleyen
eserler arasında yerlerini aldılar.
Kardeş Kalemler Mart 2011
86
Fakirin ot demetini kül eder.
Ne ilginçtir hayat dediğin.
Sevince, kedere de
Eşit gidersin, koşarak, tökezleyerek...
Kar yağar - dondurur iyiyi,
Güneş vurur - bahar gelir kötüye.
Ne ilginçtir hayat dediğin.
Kaleyi de yıkar, yerle bir eder,
Ayağa da kaldırır, rahatlatır...
Yıldıza eşit kılar iyiyi,
Kötüyü kötülüğüne uğratır.
***
Abdullah Begiy
Sovyetler Birliği’nin 1990’lı yılların başlarında dağılmasıyla birlikte Karaçay-Malkarlılar
Rusya Federasyonu içinde yerlerini aldılar.
Toplumsal hayatı kökünden sarsan bu değişim Karaçay-Malkar halkının kültürel hayatında da büyük değişimlere yol açtı. Edebiyat
ve edebiyatçılar bu değişimden en fazla etkilenen kesimin başında geldiler. Çünkü artık
edebiyatçılar eski rejimin dayatmalarından,
baskılarından, konu sınırlandırmalarından
kurtulmuş, yüreklerindeki duyguları açıkça ifade etme özgürlüğüne kavuşmuşlardı.
1990’lı yıllarda Karaçay-Malkar yazar ve şairlerinin işledikleri Karaçay-Malkar tarihi, dili,
kültürü ve medeniyetinin eskiliği ve zenginliği, Türk dünyası, Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan Karaçay-Malkarlılar ile ilgili hatıralar, Sovyet rejiminin Karaçay-Malkar halkına
çektirdiği eziyetler, sürgün yılları gibi konuların yanı sıra Abdullah Begiy ve Bilal Laypan
gibi cesur sesler Karaçay-Malkar halkının bağımsızlığı konusunu da şiirlerinde açıkça dile
getirmeye başladılar.
Abdullah Begiy “Caşav Degening” (Hayat
Dediğin) adlı şiirinde duygularını şu mısralara dökmektedir:
Ne ilginçtir hayat dediğin.
Şarkı söyletir şafağın sökmesi,
Ağlatır güneşinin batması...
Zenginin ot kümesini ot yığını yapar,
Kardeş Kalemler Mart 2011
Göçler, sürgünler, soykırımlar gibi zor hayat
şartları altında doğup gelişen Karaçay-Malkar edebiyatı Sovyetler Birliği’nin yıkılışının
ardından kendisine yeni bir yol çizerek ilerleyişini sürdürmektedir. Sovyet döneminde
ve sürgün yıllarında dünyaya gelmiş olan
edebiyatçılar, Karaçay-Malkar halkının tarihi,
kültürü ve medeniyeti konularında eserler verirken, içlerinden bazıları da geleceği belirsiz
olan Karaçay-Malkar halkının refah ve hürriyeti yolunda mücadelelerini edebiyat sahnesinde vermektedirler.
Kaynaklar
AKBAYEV, M.O. (1965), Karaçay poeziyanı antologiyası. Stavropol.
ASLANBEK, Mahmut (1952), Karaçay ve Malkar
Türklerinin faciası. Ankara.
HUBİYLANI, M.A. (1988), Karaçay literatura. Çerkessk.
KULİY, Kaysın (1981), Cazganlarını üç tomlu cıyımdıgı.-Nalçik: Elbrus.
SOZAYEV, B.T. (1982), Malkar literatura. Nalçik: Elbrus Kitap Basma.
TAVKUL, Ufuk (1998), “Karaçay-Malkar Türkleri Edebiyatı”. Türk Dünyası El Kitabı. Dördüncü cilt. Edebiyat (Türkiye dışı Türk edebiyatları). Ankara: Türk
Kültürünü Araştırma Enstitüsü.
TAVKUL, Ufuk (2000), “Karaçay-Malkar halk edebiyatının temel taşı: Kâzım Meçi”. Kırım Dergisi, 8 (32),
Temmuz-Eylül, 38-41.
TOLGURLANI, Z. H. (2000), Malkar literatura. Nalçik:
Elbrus.
TÖPPELANI, Alim M. (1995), Malkar adabiyat. 9
klassha derslik. Nalçik: İzdatelstvo Elbrus.
87
“Mingi Tav” Edebiyat Dergisi Editörü
ASKER DODUYEV:
“Mingi Tav” Karaçay-Malkar halkının geleceğine ışık tutmaktadır.
mülakat: UFUK TUZMAN
- Edebiyat hayatınıza ne zaman ve nasıl başladınız?
Edebiyat dünyasına girişim
tamamen bir tesadüfle başladı. Genelde yazarlık veya
şairlik yapan dostlarımız
edebiyata ya çocukluk yıllarında ya da bir edebiyat ustasının etkisiyle okul yıllarında başlar. Benim edebiyatla
alakam olacak diye hiç düşünmüyordum. 1983 yılında
Karaçay-Malkar halkının tek
Edebiyat dergisi olan Mingi
Tav’da çalışmaya başladım.
Yılda 6 sayı çıkaran dergimizde çok değerli yazarlar ve şairler yazıyordu. Onların arasında yazdığım şiirlerim büyük ilgi görmeye
başladı. Daha sonra derginin baş editörlüğünü yürütmeye başladım. Şairliğim bu şekilde
başladı. Daha sonra yazdığım şiir ve edebi
yazılarımı kitap haline getirdim. Bu güne kadar yedi kitabım yayımlandı. Yazılarım ve şiirlerim daha sonralarda Rusçaya çevrilmeye ve
Moskova’da da yayımlanmaya başladı.
Kafkasların ve Avrupa’nın en
yüksek dağının dilimizdeki
adıdır. Dergi 1983 yılında
bu adı almıştır.
Derginin tarihi KabardinBalkar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti dönemine dayanır.
1958 yılında SSCB Kabardin
Balkar Yazarlar Birliği tarafından yayımlanmaya başlayan “Şohluk” (dostluk) Edebiyat Yıllığının günümüzdeki
devamıdır.
Yılda 6 sayı ve 224 sayfa olarak devlet desteğiyle çıkmaktadır. Dergi sadece basılı olarak değil internet üzerinden de
düzenli olarak yayımlanmaktadır. Kiril alfabesiyle Kabardin-Balkar Özerk Cumhuriyetinin
başkenti Nalçik’te Karaçay-Malkar dilinde
yayımlanan dergimize www.jurnals.smikbr.ru
sitesinden de ulaşılabilmektedir.
- Baş Editörlüğünü yaptığınız “Mingi Tav”
Dergisi hakkında bilgi verebilir misiniz?
Yayın hayatında 52 yılı geride bırakan “Mingi
Tav” Dergisi aynı zamanda bir edebiyat mektebidir. Halkımızın en önemli edebiyatçı ve
siyasetçileri dergimizin kadroları arasından
çıkmıştır.
“Mingi Tav” adı Karaçay-Malkar dilinde sonsuzluk dağı – ebedi dağ manasına gelir. Dünya literatüründe Elbruz Dağı olarak bilinen
- Önemli edebi şahsiyetlerin derginiz kadrolarından yetiştiğinden bahsettiniz. Söz konusu Karaçay-Malkar yazar ve şairleri hakkında
Kardeş Kalemler Mart 2011
88
bilgi verebilir misiniz?
Bu çok kapsamlı cevabı olan bir soru elimden
geldiğince okurlarınıza özetlemeye çalışayım.
Derginin “Şuyohluk”(Dostluk) adıyla çıktığı ilk
dönemlerde Karaçay-Malkar yazılı edebiyatının mihenk taşlarından Said Şahmurzayev,
Said Otarov, Bert Gurtuyev ve Kaysın Kuliyev’i
dergimizin yazarlar kadrosunda görmekteyiz.
“Şuyohluk” Dergisi’nin kadrosu Kerim Otarov
(editör-baş redaktör), Bert Gurtuyev, Canakayıt Zalihanov, Habu Katsiyev ve Kaysın Kuliyev tarafından kuruldu diyebiliriz.
Dönemin genç yazar ve şairlerinden Canakayıt Zalihanov ve Kaysın Kuliyev’in edebiyat
tarihinde önemli bir saygınlığa ulaştığını görmekteyiz.
1920’li yıllardan sonra Karaçay-Malkar halkının hayatında yeni edebiyat kadroları öne
çıkmaya başladı. Onlar sadece edebiyat değil sanat, ilim ve felsefi düşüncelerde o dönemin değişimine büyük katkılar sağladılar.
Dergimizin 1930’lu yıllarında kadrosuna Kerim, Habib, Zaliy, Safar, Minaldan, Omar Etez,
İbragim Mamme’nin katıldığını görebiliriz.
1943-1944’lü yıllarda halkın trajedisi herkese
malumdur. Sürgün sonrası Kaysın Kuliy, Halimat Bayramuk gibi tanınmış edebiyat abideleri halkının verdiği değere layık oldular.
1960’lı yıllara gelindiğinde Salih Gurtuyev,
Ahmat Sozayev, Aliy Bayzullayev, Svetlana
Mottayeva, Sakinat Musukayeva, Abdullah
Begiyev, Asker Doduyev, Muttalip Beppayev,
Muradin Ölmezov, Muhtar Tabaksoyev Mingi Tav dergisinin bugüne kadar uzanan şair
kadrolarını oluşturdular.
Yine o yıllardan günümüze hikaye yazarlığı
alanında Mingi Tav’da Zeytun Tolgurov, Alim
Töppeyev, Eldar Gurtuyev, Cagafar Tokumayev, İbragim Gadiyev, Başir Gulayev, Mogamet
Huçunayev ve Aminat Bittirova öne çıkmıştır.
- Derginizde Karaçay-Malkar yazar ve şairleri dışında yazıları yayımlanan başka halklar
var mı, varsa hangileri?
Elbette var. Dergimiz sadece kendi halkımızla
Kardeş Kalemler Mart 2011
sınırlı değildir. Türk halklarının dilimize veya
Rusçaya aktarılan yazı, makale, şiir, deneme v.b. edebi çalışmaları yayımlanmaktadır.
Bunlar arasında Kazak, Kırgız, Tatar, Kumuk,
Nogay v.b. halkları görebiliyoruz.
- Okuyucularımıza son olarak ne söylemek
istersiniz?
“Mingi Tav” Edebiyat Dergisi 52’nci yaşını Avrasya Yazarlar Birliği ve TÜRKSOY’un
Ankara’da birlikte düzenledikleri 3.Türk Dünyası Edebiyat Dergileri Kongresi’ne katılan
Türk Dünyasının seçkin Edebiyat Dergileriyle
tanışarak kutladı.
“Mingi Tav” Dergisi’nin bu uluslararası toplantıda Kardeş Dergilerle buluşması bizim
için çok değerlidir. Kardeş Kalemler dergisinin Karaçay-Malkar Edebiyatını tanıtmaya
yönelik özverisi ise bu değere ayrı bir anlam
katmaktadır.
Halkımızın çok fazla edebi şahsiyetleri ve
değerli alimleri vardır. Bu aydınlar ve eserlerinin dünyaya ve kardeş halklara tanıtılması konusunda üstlendiği misyonu dolayısıyla
Kardeş Kalemlere ve emeği geçenlere saygı
ve minnettarlığımı sunuyorum.
89
Alim’in Edebiyat Mirası
UFUK TUZMAN
“Benim dağlarım korkusuz ve cesur insanları sever,
Ben de o dağları seven insanları severim”
Kafkasya’nın incisi Elbruz
Dağı (Mingi Tav) iki ayrı zirveden oluşur. Karaçay-Malkar Türkleri için bu iki zirve
edebiyat dünyasının iki büyük ismini temsil eder. Bunlar: Cırçı (Ozan) Sımayıl Semenov ve Kâzım Meçiyev’dir.
Karaçay-Malkar
Halk
Edebiyatı’nın aksakalı Alim
Töppe ise edebiyat dünyasında o zirveye çıkabilen bir
değeri temsil ederdi.
Kazim Meçiyev’in KaraçayMalkar edebiyatının hazinesi olmasında kısa
bir süre önce kaybettiğimiz Folklorist Alim
Töppe’nin katkısı büyüktür.
Sevgi ve iyiliğe âşık halk aydını, filoloji bilim
uzmanı Dr.Alim Töppe Kabartay- Malkar halk
yazarı, Rusya Federasyonu Yazarlar Birliği
ve Gazeteciler Birliği şeref üyesi, KabartayMalkar Cumhuriyeti Devlet Ödülü’nün sahibi
(1996’da yazdığı ‘Sıyrat Köpür’/Sırat Köprüsü
adlı romanından dolayı), Malkar Yazarlar Birliği eski Başkanı unvanlarına sahipti.
Karaçay-Malkar halkı arasında tiyatro, drama,
roman, öykü yazarlığı ve gazetecilik alanlarında akla gelen ilk isimdir. Dr. Alim Töppe’nin
halkının gönlünde taht kurmasına vesile olan
“Colga Tüşgen Taş” (Yola Düşen Taş 1985),
“Kommunist” (Komünist 1976), “Namıs” (Gurur 1972), “Azap Colu” (Azap Yolu 1990),
“Artutay” (Artutay 1995), “Biynöger”, “Seni
Jarıgıñ” (Senin ışığın 1974) Malkar tiyatrosunda sahnelenen en büyük eserleri kabul edilir.
Alim edebiyat hayatına çok genç yaşta başladı. Karaçay-Malkar Türklerinin edebi diline
büyük katkılar sağladı. Karaçay-Malkar ve
Rusça’da otuzdan fazla eseri kitap olarak yayımlandı. Onun öykü, derleme ve romanları
Rusça, Bulgarca, Ukraynaca, Kırgızca ve daha pek çok
dilde yayımlanmıştır.
Dr.Alim Töppe yayımlamış
olduğu ilmi çalışmalarıyla da
bilime önemli katkılar sunmuştur. Onun ilmi makaleleri, ilme kazandırdığı tarihi
belgeleri, monografi eleştirileri ve ders kitaplarının sayısı
200’ü aşmıştır. Malkar edebi
tarihinin mihenk taşı Kâzim
Möçü’nün (Kâzim Meçiyev)
eserleriyle ilgili yazdığı 2 ciltlik eseri Malkar edebiyatının
önemli kazanımları olarak kabul edilmektedir.
Alim’in drama eserleri ise sadece tiyatro repertuarları arasında değil, tüm halkı tarafından yüceltilmiştir. Yazdığı tiyatro piyesleri
Malkar tiyatrolarında yıllar boyunca sahnelenmiştir. Ölümünden sonra Malkar tiyatrosunun öncüleri “Perdeyi Alim açtı, yine o kapattı” şeklinde yorumlar yapmıştır. Halkının değerleri ve çetin yaşamını başarılı piyesleriyle
sahneye taşımıştır. Sahnelenen eserleri arasında “Azap Colu” (Azap Yolu/rejisörü Ruslan
Firov) ile “Artutay” (rejisörü Boris Kuliyev) seyircisinin yoğun ilgisiyle yıllarca sahnelenmiş
önemli eserlerindendir.
Alim Töppe Karaçay-Malkar Edebiyatı ve halkına çok değerli çalışmalarını miras bırakarak
aramızdan ayrıldı.
Onun; “Taşıvul” (Hasat Mevsimi 1976), “Azatlık” (Hürriyet 1981), “Sıyrat Köpür” (Sırat Köprüsü 1993), “As-Tah” (Amazon krallığı), “Altın
Hardar” adlı romanlarının yanı sıra “Guppur
Gevüznü Köpürü” (Kambur Gevüz’ün Köprüsü), “Çamnı da çam biledi” (Şakayı şaka anlar), “Sangırav kol” (Sağır Vadi), “Cüz şaptal
terek” (Yüz Şeftali Ağacı), “Pirinçni sütley aklığı” (Pirincin süt gibi aklığı) adlı hikâye ve öyKardeş Kalemler Mart 2011
90
küleri gibi niceleri de yazarı layık olduğu yere
taşımıştır. Eserlerinin birçoğu Moskova’nın
ileri gelen yayınevleri tarafından basılmıştır.
Muhammatoğlu Alim Töppe 1937 yılında
Malkar köylerinden Köndelen’de dünyaya
geldi. Çocukluk ve gençlik yılları 1957 yılına
kadar ailesiyle sürgün edildiği Kırgızistan’ın
Çüy vilayetine bağlı Kegeti köyünde geçti.
Alim sürgünde ailesi ve halkının çaresizliğini,
vatan hasretini ve Kırgız kültürüyle kardeşliğini gördü. Sonraları bu topraklar ve sürgün
dönemi hayatında ve eserlerinde önemli bir
yere sahip oldu. İlk, orta ve lise öğrenimini
burada tamamladı. Kırgızca yazdığı ilk çalışmaları sık sık gazetelerde yayımlandı.
Sürgünden döndükten sonra 1957 yılında
Karaçay-Malkar dilinde yayımlanan “Komünizm yolu” (Bugünkü adı “Zaman” gazetesidir) gazetesinde çalışmaya ve aynı zamanda
Moskova’da Yüksek Enstitü eğitimine başladı.
Dünyadaki genç yazarlara yüksek öğretim
veren M.Gorkiy Edebiyat Enstitüsü onun yaşamını değiştirecekti. Burada yüksek öğrenim
gören ilk Karaçay-Malkar aydını olma ayrıcalığına sahip oldu. Malkar halkının öncü aydınlarının birçoğu daha sonraları burada eğitim görmüştür. Karaçay-Malkar Edebiyatı’nın
tanınmış isimlerinden Kaysın Kuliyev, Alim
Töppeyev, Tanzila Zumakulova, MagometMokayev, İssa Botaşev, Mahti Curtubayev,
Raya Küçmezova, Patimat Bözüyeva, Örüzlan
Bolatov onların başlıcalarıdır…
Alim Töppe günümüz Malkar edebiyatçıları
ve akademisyenlerinin birçoğunun danışmanı olmuştur. Onun yiğitliği, açık sözlülüğü ve
hepsinden önemlisi bitmez tükenmez çalışma
aşkı etrafındakileri de teşvik etmiştir. O açık
sözlülüğü ve liderlik özelliğinden dolayı çok
horlansa da, dövülse de, baskılara maruz kalsa da taviz vermemiştir. Hiçbir zaman halkının manevi değerlerinin uğradığı baskılara
kayıtsız kalmamıştır. Öyle ki, yanındakilere
her zaman moral vermiş ve yüreklendirmiştir.
Kimi zamanlar “hayır” diyemediği veya çevresindekilerin başka odaklara bağlılıklarından
ötürü sıkıntılara maruz kalmıştır. Fakat zaman
onun bildiği ve savunduğu değerlerle hak ettiği itibarı ona iade etmiştir.
Kardeş Kalemler Mart 2011
1990’lı yıllarda ülkede başlayan değişimler
ve halk hareketleri sırasında bir çok yazar yönetime uygunsuz görünmemek adına sessizliğe gömülürken, Alim bildiği doğruları halkıyla paylaşıp yazmış, hareketin yiğitlik ve kişilik
sembolü olmuştur.
Sovyetlerin dağılmasıyla oluşan toplumsal
boşlukları doldurma sorumluluğuyla öne çıkan bazı Karaçay-Malkar aydınları hemen
hemen her alanda her türlü imkânsızlığa
rağmen mücadelelerini sürdürmeye devam
etmiştir. Bu dönemde aydınların öncülüğünü yapanlardan biri olan Alim Töppe “Etnografik Devlet Halk Dansları Topluluğu BALKARYA”nın kurulması için ayrı bir çaba
sarf etmiş ve büyük rol oynamıştır. Yine devlet
nezdinde sadece yazdığı eserleri ve diğer
halk yazarları için değil, perdelerini açılmamak üzere kapatma noktasına gelen Malkar
milli tiyatrosunun halk tarafından sahiplenmesi ve diriltilmesi için de her şeyini ortaya
koymuştur. O günlerde kapanmanın eşiğine
gelen Devlet Malkar Tiyatrosu’nun zor günleri hakkında yapılacak bir araştırma Alim’in
bitmez tükenmez çalışmalarını ve halkın ana
dilde eserler sahneleyen tiyatrosuna sahip
çıkma mücadelesinde üstlendiği fevkalade
rolü ortaya koyacaktır.
Yazarın sevgiyi, savaşı, halk tarihini, gelenek ve görenekleri, Karaçay-Malkar halkının
geçmişinde derin yaralar açan “Kızıl Kırgın”
ve “Sürgün” gibi konuları drama eserlerinde
öne çıkmaktadır. Yazarlık yeteneği edebiyatın hemen hemen tüm alanlarında ustalığını
göstermiştir.
“Azap Colu” (Azap Yolu – Nalçik 1990) adlı
drama eseri Malkar Tiyatrosu’nun ilk sürgün
konulu piyesi olma özelliği taşır. Herkes eserin kaleme alındığı günlerde Karaçay-Malkar
halkına karşı işlenen insanlık suçunu dile getirmekten çekinirken Alim Töppe büyük bir
yiğitlik göstererek, rejimin tüm korkularına
meydan okumuştu. Eserinde sürgün yıllarında çekilen acıları ve dönemin siyasi detaylarını açıkça ortaya koyması kendinden sonra
yazılacak olan gerçeklerin temellerini oluşturuyordu. Piyesi izlemek için gelen halk geçmişinin bastırılan acılarını tekrar göz önüne
seren bu eseri gözyaşları ile izlemiştir. Ba-
91
sın bir dönem sürekli bu tiyatro oyununu ve
yoğun ilgiyi sayfalarına taşımıştır. Piyesin ilk
sahneye konulduğu “GALA” günü sadece
Malkar Tiyatrosu’na değil, şehre de insanlar
akın etmiştir. Çoğu zaman günde 3 kez sahnelenen “Azap Yolu” aynı zamanda Malkar
Milli Tiyatrosu’nun da yolunu açmıştı. Tiyatro
eserinin namı şehrin hatta ülkenin sınırlarını
aşmış, başarılı oyuncuları izlemek için günlerce bilet bulunamaz ve özel olarak tiyatro
oyununa çevre il ve ilçelerden otobüs seferleri yapılır hale gelmişti. Moskova’nın tanınmış
tiyatro eleştirmenleri ve yönetmenleri Malkar
Milli Tiyatrosuna özel ilgi göstermiştir. Öyle ki,
söz konusu kişiler Moskova ve Kabartay-Malkar Cumhuriyeti arasındaki şehirlerde Malkar tiyatro oyuncularıyla birlikte “Azap Colu”
(Azap Yolu) ve “Kommunist” (Komünist) adlı
dramları defalarca sahnelemiştir. Bu Alim’in
kaleminin gücünü ve gerçekçi edebiyatçı kişiliğini eserleriyle birlikte layık olduğu yere
taşımıştır. Ayrıca sürgün konulu bu tiyatro
eseri aynı acılara maruz kalan diğer Kafkasya
halklarını da cesaretlendirerek, geçmişleriyle
yüzleşmeleri ve yapılan acımasızlıkları sorgulama cesaretlerini ortaya çıkarmıştır.
Bu eserleri yazan kişiyi tanımak, onunla duygularını paylaşmak isteyenler onu tanıdıkça
üstün ve ileri görüşlü kişiliğine de hayran kalırdı. O yıllara kadar yasaklı bir konuydu sürgün.
Siyasetin tuzağına düşmüş ve yıllarca can çekişmişti. Ta ki Alim bu tuzağı ve sis perdesini
aralayana kadar. Bu eseri sahneye uyarlamak
ve korkusuzca canlandırmak da büyük cesaret
gerektiriyordu. Bu cesareti tiyatrocuların içlerinden çekip çıkaran Alim Töppe “Azap Yolu”
eseriyle yolun sonuna gelindiğinin mesajını da
tüm dünyaya hissettirdi.
Derken, Karaçay-Malkar halkı ve sahneler
“Artutay” ile tanıştı…
“Artutay” bir kez izlendiğinde hafızalarda iz
bırakacak fevkalade bir piyestir. Birçok araştırmacı, genç ve yazar için yol haritası olmuştur. Drama yazarı bu eser için çok çaba sarf
etmiştir. “Artutay” kadersiz bir eser olarak kabul edilir. Alim’in eserleri arasında belki de
en iyisi odur. 1992-1996 yılları arasında sahnelenen bu eser maalesef Malkar Tiyatrosu
repertuarından çıkarılmıştır. Alim’in çok emek
sarf ettiği ve “gözümün nuru” diye adlandırdığı bu eser sadece iki kez sahnelenebilmiştir. Yazarın “Artutay” adlı eseri; halkın milli
duygularını sorguladığı, toplumsal hayattaki
yön arayışlarını, toplumun milli hedeflerini
belirlediği dönemi içermektedir. Eserde ele
alınan konular ve sorunlar bugün bile güncelliğini kaybetmemiştir. Alim Töppe Sovyet
rejiminin yıkıldığını ve bir çok şeyin değiştiğini “Artutay” üzerinden anlatmıştır. Günümüzde dahi Karaçay-Malkar halkının ihtiyacı olan
bir tiyatro yapıtıdır.
Milli değerlerin yaşatılması ve halka ulaştırılması noktasında, yetenekli şahsiyetler tiyatro
yönetmeni Boris Kuliyev ile dramaturg Alim
Töppe’nin yaratıcılığının buluşması Malkar
halkı için önemli bir şans olmuştur. Bu insanlar sayesinde Karaçay-Malkar halkının
milli kültür ve değerleri bugünlere taşınmıştır. Dışarıdan gelenler bundan dolayı bu iki
yetenekten eser seçimi yaparlardı. Diğerleri
başka şehir ve bölgelerden gelen komisyonları ağırlar etraflarında pervane olurdu.
Ama sonuçta tercih edilen her zaman Boris
ve Alim’in eserleri olmuştur. O dönemlerde
drama duayenleri hak edene gerekli değeri
verirlerdi. Bu da yazarlar için önemli bir ölçüt
kabul edilirdi. Artutay’ın tekrar sahnelenmesini arzulamaktayız. Karaçay-Malkar halkının
geçmişte yaşadığı sıkıntılar, halkın o dönemlerdeki ve şimdiki hali iyiye doğru neden gitmiyor? Neden? Yazar da eserinde bu sorulara cevap veriyor. Bu eserinin taşıdığı mana
yazarın edebi gücüyle ortaya çıkmaktadır.
Alim Töppe milletinin kaderine, onun kültürüne duyarsız olmadığı için yazarlık, ilim adamlığı ve danışmanlık özelliği dolayısıyla hürmet
gösterilmeyi hak ediyor.
Alim Töppe ve Boris Kuliyev uzun yıllar boyu
birbirini anlayan, drama eseri yazarlığında
yetenekli dostlukları çok güçlü ikili olmuşlardır. Onlar yıllarca nice piyeslerini birlikte
Kaysın Kuliyev adlı Malkar devlet drama tiyatrosu sahnesinde sergilediler.
Alim Töppe yazdığı ilk piyes olan “Kommunist” adlı eseriyle sınırlı kalmamış, yapıtları arasında çok ses getirecek iki büyük eser
yazmıştır. “Azap Yolu” ve “Artutay” adlı trajik
Kardeş Kalemler Mart 2011
92
bu eserler zengin dili, Gök Tanrı kültürünü
yansıtması, halkın değer zenginliğini açıkça
sergileyişiyle dünya klasikleri arasına yakışır
bir şekilde layık olduğu yeri almıştır.
1963’te öğrencilik yıllarında Enstitü okutmanlarından tanınmış şair Yevgeniy Dolmatovskiy,
Alim hakkında şunları yazmıştı:
“Ben Gorkiy Edebiyat Enstitüsü’nde böyle
yetenekli bir Malkar gencin nasıl yetiştiğine
şaşırıyorum. Artık onun Kabardin-Balkar ülkesine dönme zamanın geldi. Alim Töppe’nin
güçlü, yetenekli yazarlar arasında yer alacak
olmasından dolayı sevinçliyim”.
Ustası çırağı hakkında ne kadar da doğru
şeyler hissetmiş…
Alim’in eserlerinin dili sıradan bir içeriğe sahip değildir. Bu yüzden onun adı edebiyatta
sık anılır. Tanınmış drama yazarı, şair, filoloji
bilim uzmanıdır.
Örnek olarak gösterilebilecek en önemli eserlerinden birisi de ilmi çalışmaları arasında yer
alan 1970 yılında yazdığı “Malkar Proza” adlı
kitabıdır. Bu eser alanında o yıllarda yazılan
en önemli ilmi çalışmasıdır. Yazar Malkar edebiyatının kısa hikâyeler, tarihi kıssalar, ilk roman incelemeleri ve örneklerini bu eserinde
toplamıştır. Ayrıca Malkar edebiyatının güçlü
temsilcileri olmuş Kâzim Meçiyev, Kaysın Kuliyev, Omar Etezov ve Tanzila Zumakulova’nın
eserlerini hem araştırmış, hem de incelemiştir. Karaçay-Malkar halkına bu değerli edebi
kişilikleri benimsetmiş ve eserlerini ilmi açıdan ait olduğu yere taşımıştır.
Alim aynı zamanda halkın acılarını trajik olarak en iyi şekilde yansıtabilen bir ustadır.
Onun “Sağır Vadi”, “Artiş”, “Pirincin Süt Gibi
Aklığı”, “Yol Ağıtı”, “Yanan Yıldız” adlı bazı hikaye ve uzun öyküleri dünya literatürü arasına konulduğunda kendini hissettirecek kadar
etkilidir.
Bir zamanlar yazarların siyasi baskı altında
varlıklarını sürdürebilmek adına yazdıkları
parti ideolojileri yüklü eserleri kendini aklamaktadır. Bir zamanlar azatlık arayışını sürdüren aydınların beklentileri Alim’in “Azatlık”
adlı eserinde kendini bulmuştur. Ne yazıktır
Kardeş Kalemler Mart 2011
ki, Komünist devirlerde kendi dünyaları yerine Rus edebiyatının duvarlarını ören yazarlar
milli benliklerin körelmesi ve törpülenmesine
az ya da çok etki etmiştir. “Azatlık”, “serbestlik” ne demek anlayamamış, tezahür edememiş bazı yazarlarımız “demokratlık” şemsiyesi
altında kılıf değiştirerek başka edebiyatların
duvarlarını sıvamaktadırlar.
Hangi milletin edebiyatçısı, yazarı olsa da
burada hepsine ortak bir soru gündeme gelmektedir. Yazar ideoloji ve siyasetten azat
edilebilir mi? Ya, milli değerlerinden, kaderinden, özlemlerinden veya törelerinden? Bu
azatlıklara sahip bir yazar halkının sesi olmak
bir tarafa vasıfsız bir ferdi bile olamazdı her
halde. Yazar her şeyden kaçabilir fakat halkına olan sorumluluğundan asla. İşte, bu
konuyla alakalı bir çok yazar kendini bilmez
töresini ve halkının kaderini unutmuşken
Alim’in ayrıcalığı burada kendini göstermektedir. Milletinin hasretleri, kaderi, töresi, benliği ve onlarca yücelik değeri onun umutları
olmuştur. Bu umutlar ise halkını karanlıktan
çıkaran ışık olmuştur.
Alim’in edebi çalışmalarındaki janr çok yönlüdür. Felsefi yönü, söz ustalığı, kararmış
umutları aydınlatan, fareyi bile aslana çevirebilecek kadar etkili ve cesaret verici anlatımı,
tarihi ve töresini halkına sevdiren ilkeleri herkes tarafından kabul edilmektedir.
Alim Töppe’nin eserleri sürükleyici ve sürprizlerle doludur. Son olarak onun “As-Tah” yani,
amazon krallığı hakkındaki romanından bahsetmek istiyoruz.
“As-Tah” bir amazon krallığıdır. Amazonlar
yarı çıplak bir yaşantı sürdüren bir dişi kavimdir. Ev yaparlar, yemek pişirirler hepsinden önemlisi at üstünde savaşçılıkları dillere
destandır. Soylarından gelen kız çocuklarını
da bu şartlar altında yetiştirirler. Aşık olmak
onlar için ölüm demektir. Sevgi aile kavramı
onlar için değer taşımaz. Günümüzde Karaçay-Malkar halkının benzerliği bu romanda
yansımasını bulmuştur. Ailesiz kızlar, gençler,
sevgisiz hayatlar bunun önemli göstergesidir.
Günümüzde her şeyi yapmak zorunda kalan
kadınlar olmuştur. Bir nevi amazonlar gibi
her işi kendileri yapmaktadırlar.
93
Alim Töppe ve Ufuk Tavkul Ankara’da
Sevgi için insanlarda bin türlü mazeret mevcut. Peki, bunun çaresi ne? Sevgi mi yoksa
acımasızlık mıdır güçlü olan? Güçlülük yoksa
yalnızlık mıdır?
Günümüzde de Malkarlılara sorulan bu sorular bir zamanlar “As-Tah” krallığının sorunlarıydı. Alim bu soruları halkına “As-Tah” adlı
romanıyla sormaktaydı. O Malkar halkının bir
birini sevmesini, nasibini aramasını, kutsal
topraklarına hakim olmasını, büyük bir milletin evlatları olduğunu bu romanla anlatmaya
çalışmıştı. Birbirini acımasızca ezmek, çatışmak yerine roman kahramanı Nansil gibi sevgiye sahip çıkmasını nasihat etmişti.
Alim Töppe her zaman olduğu gibi zamanın
yetersizliğine isyan ettiği bir anda çok sevdiği
işinin başında çalışırken yorgun kalbine yenik
düştü.
1937 yılında başlayan kader yolculuğu 2010
yılının Mayıs ayında son buldu.
Kafdağı’nın (Mingi Tav) parlak yıldızı kaydı.
Onun ölümü edebiyat ve tiyatro çevrelerine
bir yıldırım gibi düştü. Edebiyat ustamız Alim
Töppe’ye Allah’tan rahmet diliyoruz.
Alim TÖPPE’nin başlıca eserleri:
Öykü ve Hikayeleri: “Tuzlu Güttü”, “Cannetni Kızı”, “Adamnı içer suvu”, “Adam bla
Taş”, “Küygen Culduz”, “Col Küyü”, “Suvga
ketgen süymeklikni üsünden balada”, “Kün
batmaydı”, “Mecüsi mamır”, “Cüz şapdal terek”, “Sangrav kol” v.b.
Romanları: “Otluk Taşla”, “Taşıvul”, “Azatlık”,
“Sıyrat Köpür”, “Samum celle”, “As-Tah”, “Altın Hardar”.
Piyesleri: “Namıs”, “Kommunist”, “Azap Colu”,
“Uçhan culduz”, “Colga tüşgen taş”, “Artutay”, “Seni Carıgıñ”, “Suvga ketgen süymeklik”, “Biynöger”.
Karaçay-Malkar dilinde diğer yayınları:
“Canım sense” – Şiirler, 1959.
“Çamnı da çam biledi” – Güldüren hikayeler,
1969.
“Guppur Gevüznü köpürü” – Kısa hikayeler,
1978.
“Adamnı içer suvu” – Öyküler, 1984.
“Carıklık Kitabı” – Kısa hikayeler, şiirler, piyesler, 1987.
“Saylamala” - derlemeler, 1997.
Rusça yayımlanan eserleri:
“Tvoy svet” – Moskova,1977.
“Tyajeliye jernova” – Moskova, 1982.
“Yabloki do vesniy” - Moskova, 1983
“Tyajeliye jernova” – 2.baskı Moskova, 1985.
“Bolya” - “Tyajeliye jernova” – Moskova, 1986.
Yazarın bunlar dışında yazdığı birçok öykü ve
hikâyeleri ise ulusal gazete ve dergilerde yayımlanmıştır.
Kardeş Kalemler Mart 2011
94
Dergi
Mingi Tav Edebiyat Dergisi
“Mingi Tav” Karaçay-Malkar dilinde “Sonsuzluk Dağı” anlamına gelen bir Edebiyat Dergisidir.
Son olarak, 2010 yılının Mayıs-Temmuz dönemine ait 152’nci sayısı yayımlandı.
“Mingi Tav” Edebiyat Dergisi Rusya
Federasyonu’nun Kabardin-Balkar
Cumhuriyetinde Yazarlar Birliği tarafından yılda 4 kez almanak (üç aylık)
olarak çıkarılmaktadır.
Kabardin Balkar Cumhuriyeti’nin
Malkar Yazarlar Birliği tarafından
devlet bütçesinden finans edilen
“Mingi Tav” dergisi başkent Nalçik’te
ofset baskıyla 224 sayfa olarak, 2.100
tirajlı basılmıştır.
Zengin edebiyatçı kadrosuyla çıkartılan dergi bu yıl 50.yıldönümünü Ankara’da
Avrasya Yazarlar Birliği ve TÜRKSOY’un birlikte düzenledikleri 3.Türk Dünyası Edebiyat
Dergileri Kongresi’ne katılan Türk Dünyasının
seçkin Edebiyat Dergileriyle tanışarak kutlamıştır. “Mingi Tav” Dergisi’nin bu önemli
toplantıda Kardeş Dergilerle buluşması son
derece anlamlıdır.
Dergide
yer
alan
Karaçay-Malkar
Edebiyatı’nın en seçkin örnekleri, örf-adet
ve geleneklerin varlığı dergiye ayrı bir güç
katmakta ve sonraki nesillere aktarılmasında
önemli bir rol oynamaktadır.
Karaçay-Malkar halkının edebiyatla yakınlaşması 50 yıldır “Mingi Tav” Dergisi’nin başlıca
çalışma alanı olmuştur.
Dergi yayın hayatına Kabardin-Balkar Sovyet Sosyalist Özerk Cumhuriyeti döneminin
Yazarlar Birliği’nce 1958 yılından itibaren ilk
kez “Şohluk” (dostluk) adıyla yayın hayatına
başlamıştır.
Sayısız edebiyatçı yetiştiren, bir anlamda edebiyat mektebi olan “Mingi Tav” 1943-1944
yılları arasında Karaçay-Malkar halkının kaderine boyun eğdirilerek, topyekun sürgün edilmesi sürecinde büyük bir darbe almış ve yaklaşık 14 yıl süreyle yazarlarından ayrı kalmıştır.
Dergi günümüzde drama, şiir, eğitim, çocuk edebiyatları, piyesler, edebi eleştiriler ve
diğer içeriğiyle tarih bilinci ve geleneklere
bağlılığı öğütleyen bir çizgide Karaçay-Malkar halkına hizmet etmektedir.
Kardeş Kalemler Mart 2011
Asker Doduyev’in editörlüğünü yaptığı derginin 152. sayısı 5 ana başlıktan oluşmaktadır.
Derginin ilk bölümü Malkar edebiyatının aşk
şiirleri ustası Hacimussa Kuliyev’in 100’ncü
doğum yıldönümü dolayısıyla hayatı ve eserlerine yer vermektedir.
“Şiirler ve Öyküler” adlı başlıkta geleneksel
yazarların yanı sıra yeni nesil şairlerden de
derlenmiş 35 şiir ve 3 öyküye yer verilmiş.
“Edebi Kritikler ve Edebiyat Bibliyografyası”
adlı bölümde ise Sofya Akaçiyeva ile Farida
Magulayeva’nın birlikte kaleme aldığı “Hepimizin Kâzim’i” adlı makalesi ve Abu-Müslüm
Cünüsov’un “Tabiatın eksikliğini sanata çevirmek” adlı denemesi vardır.
“Milletimizin Tanınmış Şahsiyetleri” adlı başlık
altında edebiyat tarihinin tanınmış simalarından
Magomet Attoyev ve Asiyat Sarakkuyeva’nın hayatı ve eserleri tanıtılmaktadır.
Son başlık olan “Sahne” de ise “Dumanda
kaybolanlar” adlı piyese yer verilmektedir.
Mingi Tav Dergisi’nin her sayısında olduğu
gibi bu sayısının sonunda da Karaçay-Malkar
dilinde edebiyat bulmacası yer almaktadır.
“Mingi Tav” Edebiyat Dergisi’nin 50’nci yıldönümü dolayısıyla kaleme aldığımız tanıtım
yazımızı Malkar edebiyatının “Yaralı Taş”ı
Kaysın Kuliyev’in “Mingi Tav” Edebiyat Dergisi için yazdığı şiirinden bir alıntıyla bitirelim.
“Edebiyat milletimin dilini sıcak tutan bir ateştir,
‘Mingi Tav’ bu ateşin yakıldığı sonsuzluktur”.
Ufuk Tuzman
95
Kitap
XVII-XX.yy. Karaçay Şiir Antolojisi
(Karaçay Poeziyanı Antologiyası 17.-20.Ömür)
Karaçay Şiir Antolojisi 2006 yılında
merkezi Moskova’da bulunan Elbrusoid Vakfı tarafından 624 sayfa ve
2000 tirajlı basılmıştır.
Antoloji Karaçay edebiyatının önde
gelen isimlerinden Fatima Bayramukova (Bayramuklanı Fatima) ve Azret
Akbayev (Akbaylanı Azret) tarafından
yayına hazırlanmıştır.
Baş editörlüğünü Tanzila Haciyeva (Hacilanı Tanzilya)’nın yaptığı Karaçay Antolojisi’nin
diğer editörleri arasında A. Karayev (Karalanı
A), A. Semenov (Semenlanı A.), N. Hubiyev
(Hubiylanı N.), A. Akbayev (Akbaylanı A.),
B. Appayev (Appalanı B.), F. Bayramukova
(Bayramuklanı F.), L. Batçayeva (Batçalanı
L.), H. Kakuşev (Kakuşlanı H.) gibi değerli kalem ustalarını görmekteyiz.
Antoloji tamamen Karaçay-Malkar Türkçesiyle hazırlanmıştır. Hazırlık dönemi 2 yıla yakın
süren bu eserde 82 yazar ve şairin eserleri
yer almıştır.
ya da yaşını doldurduğunda, keçe
dövüldüğünde ya da kilim dokunduğunda söylenen ve Karaçay-Malkar
Türkçesinde algış adı verilen dua ve
dileklerden örnekler verilmiştir. İslamiyet öncesi dönemlerde doğaüstü
güçler için söylenen inanç şiirleri de
bu bölümün diğer konu başlıklarındandır.
- “Destanlar” Antolojinin üçüncü bölümünde geniş olarak yer alan bir başlıktır.
Yaşanmış olayların üstüne söylenmiş destan
ve hikâyelerin şiirsel anlatımı bu bölümde değişik konu başlıklarıyla okuyucuya sunulmuştur. Kişi odaklı trajik destanlar, Kahramanlık
destanları, Aşk Destanları, Çocuk Folkloru ve
Mizah şiirleri başlıkları da geniş bir yer tutmaktadır.
- “Şairlerden Seçmeler” Karaçay
Antolojisi’nin son bölümüdür.
Şiir
- İlki Önsöz’dür.
1750’li yıllardan itibaren halkın gönlünde
taht kuran şairlerin eserleri Antolojinin en
kapsamlı bölümüdür. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi XVIII-XX. yüzyıllar arasında yaşamış
ve halen yaşamakta olan 82 yazar ve şairin
eserlerinin yer aldığı bu bölüm edebiyatçıların doğum yıllarına göre sıralanmıştır. Hayatın hemen hemen tüm yönleri özellikle insan,
Kafkasya, Mingi Tav (Elbruz Dağı), vatan sevgisi, kahramanlık, ana dil, ecdat, aşk, halk,
tabiat, doğaüstü güçler ve dini şiirler başta
olmak üzere daha birçok konuda şiirler bu
bölümde yer almıştır.
- “Anonim Halk Şiirleri ve Nart Destanları” adlı
ikinci bölümdeki derlemeler, büyük oranda
Karaçay-Malkar halkının yaşantısından ayrılmaz bir parçadır.
Uzun süre kardeş Malkar halkıyla beraber
topyekun sürgünde yaşayan Karaçay Türklerinin o dönemi konu eden örneklerine yeteri
kadar yer verilmediği aşikardır.
Özellikle Nart Destanları tarih sahnesine çıkışı
bilinmese de halen Karaçay-Malkar halkının
hafızasında canlılığını korumaktadır.
“XVIII-XX yy. Karaçay Şiir Antolojisi”nin Karaçay-Malkar Türkçesinden, Türkiye Türkçesine
aktarılmasının Türk Dünyası Edebiyatlarına
değerli katkılar sağlayacağı kanaatindeyiz.
Yine ilk bölümde Karaçay halkının örf-adet
ve geleneklerinde önemli bir yeri tutan gelin geldiğinde, çocuk beşiğe koyulduğunda
Antolojinin temini için www.elbrusoid.org adresiyle irtibat kurulabilir.
Bundan önce “Karaçay Şiir Antolojisi” adıyla
ilk çalışma 1965’te yayımlanmıştır. Yaklaşık 46
yıldan beri Karaçay edebiyatında büyük eksikliği duyulan bir konuda gerçek anlamda
ihtiyaca cevap vermesi açısından önemlidir.
Fatima Bayramukova (Bayramuklanı Fatima)
tarafından Önsöz’ü kaleme alınan “Karaçay
Şiir Antolojisi” yazar tarafından 4 bölümde
toplanmıştır.
Kardeş Kalemler Mart 2011
96
Kitap
XX.yy. Malkar Şiir Antolojisi
(Malkar Poeziyanı Antologiyası - 20.Ömür)
Malkar Şiir Antolojisi 2008 yılında
Kabardin-Balkar
Cumhuriyeti’nin
Başkenti Nalçik’te yayımlanmıştır.
“El-Fa” matbaası tarafından 600 tirajlı basılan Antoloji 631 sayfadır.
Antoloji Malkar edebiyatının değerli
şahsiyetlerinin ortak çalışması olarak
karşımıza çıkmaktadır. Antoloji Malkar şiirinin değerli kalemlerinden
Ahmat Sozayev (Sozaylanı Ahmat)’ın
Baş editörlüğünde Tanzila Zumakulova (Zumakullanı Tanzilya), ve Alim Teppeyev (Töppelanı Alim) tarafından yapmıştır.
Antolojinin yayın kurulunda Abdullah Begiyev
(Begiylanı Abdullah), Mutalip Beppayev (Beppaylanı Mutalip), Tamara Bittirova (Bittirlanı
Tamara), Asker Doduyev (Dodulanı Asker),
Svetlana Mottayeva (Mottalanı Svetlana) ve
Muhtar Tabaksoyev (Tabaksoylanı Muhtar)’ı
görmekteyiz.
Antolojinin önsözü hem Malkar edebiyatı, hem
de edebiyat ilminin önde gelen üstatlarından
Zeytun Tolgurov (Tolgurlanı Zeytun)’a aittir.
Eseri Malkar edebiyatı için son derece önemli
bir çalışma olarak değerlendirebiliriz.
2 yıllık bir çalışmanın ürünü olan eser, 20.yy.
şairlerinin kapsamlı olarak hayatları ve eserlerinin tanıtılması açısından son derece önemli
kabul edilmektedir. Daha önce yayımlanmış
olan antoloji çalışmalarıyla kıyaslandığında
önemi bir kat daha artmaktadır.
Bugün eski Sovyetler dönemini paylaşmış
ülke ve özerk cumhuriyetlerdeki edebiyatlar
gibi, politik edebiyat dönemini yoğun bir şekilde yaşayan Malkar Edebiyatı, Malkar Şiir
Antolojisi ile gerçek kimliği ortaya çıkarmıştır.
Bundan dolayı kendine özgü ve özgür çizgisinde politik üsluplardan arınmış, Malkar dilinde kaleme alınan bir eser olması özelliğiyle
de edebiyat dersleri için değerli bir kaynak
teşkil etmektedir.
Antoloji XX. yüzyılın başlarında yaşamış ve
Kazakistan’a gönderildiği sürgünde hayatını
kaybetmiş Karaçay-Malkar sözlü ve yazılı edebiyatının geçiş döneminde anahtar rol oynamış olan Kazim Meçiyev (Meçilanı Kazim)’in
seçme eserleriyle başlamaktadır.
Bu ünlü şairin milli duyguları, ana dili, güzel
ahlakı, dini şiirleri bugün dahi yediden yetmişe şiirlerini okuyan herkesi etkisi altına almakKardeş Kalemler Mart 2011
tadır. Antoloji de yer alan tüm şair ve
üstatlar eserlerinin ruhani atası olarak Kazim’i göstermektedirler.
Yine antolojide yer alan şairler tarihi bir gerçeğin de yansıması olarak
kabul edilmektedir. Yani yeni nesil
birkaç şair dışında tamamı ya çocuk
yaşta 1944–1957 yılları arasında yaşanan topyekûn sürgüne tanıklık etmiş ya da sürgüne gittikleri ülkelerde
dünyaya gelmiştir.
Sürüldükleri geniş coğrafyada hem kendi
edebi şahsiyetleri şekillenmiş, hem de kalemleriyle oralarda yaşayan edebi şahsiyetlere
ilham olmuşlardır.
Bunlardan birisi ve en tanınanı şüphesiz
yazdığı şiirleriyle Antolojide önemli yer tutan Malkar edebiyatının “Yaralı Taş”ı Kaysın
Kuliyev (Kuliylanı Kaysın)’dır. Türk Dünyasının merhum yazarı Cengiz Aytmatov’un benim edebiyat ruhumu şekillendiren ustam
dediği Malkar Edebiyatçısı Kaysın Kuliyev’in
Kırgızistan’da ve ata yurdu Kafkaslarda kaleme aldığı şiirlerden örnekler de bu antolojide
yer almaktadır.
Her sayfası Malkar halkının milli motifleriyle
süslenmiş antolojide yer alan 36 edebiyatçı
sırasıyla şunlardır;
Kazim Meçiyev, Altuvlanı Tavlan, Ahmatlanı
Ahıya, Ahmatlanı Luba, Ahmatlanı Safariyat,
Babakanı İbrahim, Bayzullalanı Ali, Bakkulanı
Artur, Begilanı Abdullah, Beppaylanı Azret,
Budaylanı Husey, Gekkilanı Magomed, Gıttuvlanı Magomed, Gurtulanı Bert, Gurtulanı
Salih, Dodolanı Asker, Ölmezlanı Muradin,
Zumakullanı Tanzilya, Kuliylanı Kaysın, Kuliylanı Hacmusa, Makıtlanı Safar, Mukalanı
Magomed, Mottaylanı Svetlana, Musukulanı
Sakinat, Otarlanı Kerim, Sozaylanı Ahmad,
Tabaksoylanı Muhtar, Töppelanı Alim, Ulbaşlanı Ahmadiya, Uyanlanı Öyüz, Huçinalanı
Anvar, Şavaylanı Akat, Şahmırzalanı Said ve
Etezlanı Omar’dan derlenmiş seçme şiirleri
yer almaktadır.
Türkiye ve Türk Dünyasında yeteri kadar tanıtılamamış, Malkar şairlerinin çalışmalarının yer
aldığı “XX.yy. Malkar Şiiri Antolojisi”nin Karaçay-Malkar Türkçesinden, Türkiye Türkçesine
aktarılmasının Türk Dünyası Edebiyatlarına
değerli katkılar sağlayacağı kanaatindeyiz.

Benzer belgeler