Alim`in Edebiyat Mirası - As-Alan
Transkript
Alim`in Edebiyat Mirası - As-Alan
51 2011 Yılı Faaliyet Programı GELENEKSEL ETKİNLİKLER • Türk Dünyası Nevruz Buluşması (24 Mart 2011, BM Genel Kurulu, New York-İstanbul-Ankara) • 14. TÜRKSOY Opera Günleri (Mayıs-Haziran, Mersin-Girne-İstanbul) • TÜRKSOY Resim ve Fotoğraf Sergileri (Yıl boyu) • 4. Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması Semineri (17 Haziran, Kazan-Bulgar) • 14. TÜRKSOY Ressamlar Buluşması (Kırgızistan) • 8. TÜRKSOY Fotoğraf Sanatçıları Buluşması (Astana) • 2. TÜRKSOY Üyesi Ülkeler UNESCO Milli Komisyonları Toplantısı (Kazakistan) • TÜRKSOY Üyesi Ülkeler Opera ve Tiyatro Müdürleri Toplantısı • 2. TÜRKSOY Lehçeler Arası Çeviri Çalışmaları Sempozyumu ve Uygulama Atölyesi çevirileri, Abdullah Tukay’a ithafen (Şubat, İstanbul) TÜRKSOY ÖZEL ÖDÜLÜ VERİLEN ETKİNLİKLER • TÜRKSOY Basın Onur Ödülü (Ocak, Ankara) • XV. Uluslararası Rudolf Nuriyev Bale Sanatı Festivali (Mayıs, Kazan-Ufa) • TÜRKSOY Resim Ödülü • Uluslararası Altın Minber İslam Dünyası Sinema Festivali (Ekim, Kazan) • Geleneksel Çir Cayan Festivali (Temmuz, Abakan) • İstanbul Bale Festivali TÜRKSOY Ödülü • TÜRKSOY Uluslararası Şan Yarışması Ödülü • Doğu Pazarı TÜRKSOY Ödülü • Kültür Mirasları Restorasyonu TÜRKSOY Ödülü TÜRKSOY Res samlar Buluşm ası ve si Ülkeler Opera TÜRKSOY Üyeürleri Toplantısı Tiyatro Müd DİĞER ETKİNLİKLER • Abdullah TUKAY’ın 125. Doğum Yılı Etkinlikleri (Yıl Boyunca) • TÜRKSOY-ÜNİMA Kukla Tiyatroları Festivali (Azerbaycan) • Evliya Çelebi ve İpek Yolu Uluslararası Bilgi Şöleni • Uluslararası Türk Halkları Kültür Mirası Festivali (20-22 Nisan 2011 Aşkabat) • Bin Nefes Bir Ses Uluslararası Türkçe Tiyatro Yapan Ülkeler Festivali (Nisan, Konya) • Türk Dili Konuşan Halklar “Tuganlık” Tiyatro Festivali (Ağustos, Ufa) • Uluslararası “Dede Korkut ve Geçmişten Geleceğe Türk Destanları” Bilgi Şöleni (Ağustos, Kızılorda/Kazakistan-Eylül, UNESCO Paris) • Türk Dil Bayramı ve Yunus Emre’yi Anma Etkinlikleri (Haziran, Karaman) • Başkurt-Tatar Sabantoy Kutlamaları (Haziran, İstanbul-Ufa-Kazan) • Büyük Bozkır Müziği Uluslararası Geleneksel İcracılar Festivali (1-6 Temmuz, Kazakistan) • Doğu Pazarı Pop Müzik Festivali (Ağustos, Kırım) • XII. Uluslararası Doğu-Batı Film Festivali (Eylül, Bakü) • Operaliya-2010 IV Uluslararası Müzik Festivali. (Kazakistan) • 4. Uluslararası Orta Asya Ülkeleri Tiyatro Festivali • TÜRKSOY Uluslararası Şan Yarışması (İzmir) • 150. Doğum Yılında Karaçay İsmail SİMENOV’u Anma Toplantısı • Türk Halkları Ozanları (Destancıları) Bilgi Şöleni (Eylül, Afyon) • Uluslararası Türk Dünyası Etnik Müzik Araştırmaları Kongresi (Ankara) • El Sanatları Ustaları Buluşması ve Uygulama Atölyesi • Türk Dünyası Kültür Sanat ve Halk Dansları Festivali (1-30 Mayıs, Samsun) Y Fotoğrafçılar 6. ve 7. TÜRKSOması Buluş Nevruz Kutlam al UNESCO, Pariarı s TÜR K SO Y Op era G ünler i SCO ler UNE ı e lk Ü i s ıs OY Üye Toplant TÜRKS Komisyonları li Mil Ferit Recai Ertuğrul Caddesi No: 8 Oran 06450 / ANKARA Telefon : +90 312 491 01 00 (pbx) • Fax: +90 312 491 01 11 www.turksoy.org 1 Sevgili Okuyucu, Karaçay-Malkar Edebiyatı özel sayımızla selamlıyoruz sizleri. Karaçay-Malkar halkı, Kafkasya’da Elbruz dağlarının zirvelerinde yaşayan ve bizim gibi Türkçe konuşan akraba topluluklardandır. Fakat Oğuzca’dan çok, Kıpçak özellikleri taşıyan bir Türkçedir bu. Tabiatla iç içe yaşayan bu yiğit halkın folklor ve edebiyatı da yaşadığı iklim kadar zengin, renkli ve güzeldir. Heybet ve azametiyle insanı hayrete düşüren Kafkas Dağları, bir yandan da binlerce yıldır masallarımızı süsleyen, Kaf Dağlarını çağrıştırıyor bizlere. Ben bu dağları, yolculuklarım sırasında ancak uçaktan seyrettim ve hayranlıkla ürperdim. Bu heybet ve azamet onların davranışlarına, mizaç ve sanatlarına da yansır. Folklorları da destan ve hamaset havası taşır hep. Kendilerine dağlı anlamında ‘tavlu’ derler ve bu isimle gurur duyarlar. 2 Kasım 1943 tarihinde Karaçaylılar, 8 Mart 1944 tarihindeyse Malkarlılar tıpkı Kırım Tatarları, tıpkı Ahıska Türkleri gibi Stalin tarafından sürgüne gönderilmişler. Dergimizin bu özel sayısında yer alan yazar ve şairlerin çoğu bu sürgün yıllarında dünyaya gelmiş ve ilk eserlerini de oralarda kaleme almışlar. Daha sonra 1957-1958 yıllarından itibaren Kafkasya’ya ata yurtlarına dönme izni verilmiş. Hayatlarını ve edebiyatlarını yeniden vatanlarında devam ettirmişler. Biz bu bilgileri genç ilim adamımız Ufuk Tavkul beyden alıyoruz. Bugün, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümü öğretim üyesi olan Prof. Dr. Ufuk Tavkul; yazdığı yedi kitap ve 150’den fazla makalesiyle Türkiye’de bu sahanın en büyük mütehassısıdır. Etnik Çatışmaların Gölgesinde Kafkasya, Kafkas Dağlarında Hayat ve Kültür, Karaçay-Malkar Destanları Karaçay-Malkar Türkçesi sözlüğü, Karaçay-Malkar Atasözleri ve Birliğimiz yayınevi Bengü Yayıncılık’tan çıkan Karaçay Malkar Halk Şairleri Antolojisi gibi eserler onun kitaplarından bazıları. Kafkasya’ya defalarca giderek o çetin coğrafyada yerinde inceleme ve araştırmalar yapmış olan Tavkul’un ailesi de bundan yüz yıl kadar önce oralardan gelmiş. Kardeş Kalemler’in bu sayısının hazırlanmasında konuya olan vukufu ve zengin arşiviyle bize yardımcı olan sayın Tavkul’a ve yine onun adaşı olan TRT Dış Yayınlar Dairesi Başkanlığı Yabancı Diller ve Lehçeleri Müdürlüğü Kazakça Masa Şefliği’nde çalışan değerli tercüman Ufuk Tuzman’a teşekkür ediyoruz. Evet sevgili okuyucu; Her ne kadar “Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır” deseler de artık önümüz bahardır. Havaya, toprağa ve suya cemre düştü. Cemre hararet demektir. Lapa lapa yağan karlar, vadilerden esen bir dev nefesi gibi ılık rüzgârla üç günde eriyecek. Öbek öbek çiçekler fışkıracak kara topraktan. Dileğimiz sevmeyi unutan gönüllere de cemre düşsün, uyuyan bahtlar uyansın... Nevruz Bayramınız kutlu olsun… Ali Akbaş Kardeş Kalemler Mart 2011 2 Sahibi Avrasya Yazarlar Birliği Adına Yakup Deliömeroğlu Genel Yayın Yönetmeni Yazı İşleri Müdürü Ali Akbaş Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı Ömer Küçükmehmetoğlu Yazı Kurulu Ekrem Arıkoğlu - İmdat Avşar - Osman Çeviksoy Mehmet İsmail - Hüseyin Özbay Orhan Söylemez - Esra Yavuz - Aşur Özdemir İbrahim Türkhan - İslam Beytullah Erdi Düzeltme Cem Arslan Sesli Dergi www.seslekitap.com Kapak Fotoğraf Ufuk Tavkul - Ağustos 1993 “Elbruz Eteklerinde Yılkı Atları” Tasarım İbrahim Sağlam 0532 460 96 41 Baskı Uçan Selefon & Ambalaj Büyük Sanayi 1. Cd. Alibey İşhanı No: 99/14-15 İskitler/Ankara Tel: (0312) 341 46 35 32 Kulina Salpagarova Yüreğimin Başköşesinde, Karaçay 34 İsmail Tohçukov Ben Ölsem de... 35 Muradin Ölmezov Zaman Değirmeni 4 4 Kaysın Kuliyev Yurdum 14 Halimat Bayramukova Kendi Şiirim Ahmet Sozayev 25 Kâzım, Ben mi İdim Ters? Baskı Tarihi 07.03.2011 İdari Adres Hacettepe Mahallesi Hamamönü Sokak No: 24 Altındağ/Ankara Tel:+90 312 311 70 52 - 311 70 62 Faks:+90 312 311 70 32 www.ayb.org.tr - [email protected] www.kardeskalemler.com 14 36 Azret Akbayev Git, Evladım, Kafkasya’ya 38 Alim Töppeyev Gözünün Gördüğü Yerler Senindir! 42 Cagafar Tokumayev Benim Vatanım Yok! Abonelik Yurtiçi yıllık abone bedeli 80 TL, kurum ve kuruluşlar için 180 TL, Türk Cumhuriyetleri için 120 TL, Türk Cumhuriyetleri kurum ve kuruluşları için 160 TL, Avrupa için 130 Avro ve ABD için 200 $’dır. TC Ziraat Bankası Balgat Şubesi Şube Kodu: 1395 - Hesap No: 47095325-5004 IBAN: TR960001001395470953255004 Posta Çeki Hesabı: Avrasya Yazarlar Birliği No: 53 23 008 [email protected] Dergimiz Türk Dünyası Edebiyat Dergileri Kongresi üyesidir. © KARDEŞ KALEMLER Dergisi, Avrasya Yazarlar Birliği tarafından TC yasalarına uygun olarak yayımlanmaktadır. Kardeş Kalemler’in isim ve yayın hakları Avrasya Yazarlar Birliği’ne aittir. Dergide yayınlanan malzemelerin her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek dergiden alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, ilanların sorumluluğu ise ilan sahiplerine aittir. Yerel Süreli Yayın ISSN 1307-2382 Kardeş Kalemler Mart 2011 25 26 Fatima Bayramukova Aziz Kafkas 29 Mahmut Kubanov Kama ile Dağlar 30 Bilal Laypanov Yurdumda Yağmur 30 3 y 38 46 İbrahim Gadiyev Hadis’in Cevabı 51 Hasan Şavayev Cehennemden Gelen Mektup 63 Borisbiy Uzdenov Uzaklardaki Yakın Mezarları 66 Abu-Hasan Hubiyev Ninenin Tuzağı 60 72 Şafak Tavkul Mirzakul’un Fidanı 73 Hasan Konakov ile Mülakat “Zaman Gazetesi Malkar halkının yüz akıdır” 72 54 Bilal Appayev Suçluluk 60 Fatima Bayramukova İhtiyar İssa ile Tavbatır 73 87 75 Bilal Laypanov ile Mülakat “İmam hak yoluyla, yazar ak yoluyla halkı yok oluştan kurtarır” 78 Ufuk Tavkul Karaçay-Malkar Edebiyatı 89 87 Asker Doduyev ile Mülakat “Mingi Tav” KaraçayMalkar halkının geleceğine ışık tutmaktadır. 89 Ufuk Tuzman Alim’in Edebiyat Mirası Kardeş Kalemler Mart 2011 4 Kaysın Kuliyev (1917-1985) Karaçay-Malkar şairi. Malkar köylerinden Ogarı Çegem’de doğdu. Küçüklüğü dağlarda çobanlık yaparak at sırtında geçti. Edebiyata olan yeteneği bu yaşlarda ortaya çıktı. Çegem’de orta okulda okurken şiirler yazmaya başladı. 1935 yılında Moskova’da Lunaçarskiy Tiyatro Enstitüsüne girdi. Aynı sırada Edebiyat Enstitüsü’ne de devam etti. 1940 yılında İkinci Dünya Savaşı’na giren Sovyet ordusunda askere alındı. 1944 yılında bütün Malkar halkıyla birlikte Orta Asya’ya sürgüne gönderildi. Sürgün dönüşü 1958’de Moskova’da edebiyat derslerine devam etti. İlk şiir kitabı Salam Ertdenlik (Selam Sabah) 1940’ta yayımlandı. 1958 yılında şiirlerinin iki ciltlik antolojisi çıktı. 1966 yılında yayımlanan Caralı Taş (Yaralı Taş) adlı şiir kitabı Maksim Gorkiy Devlet Ödülünü kazandı. 1974’te yayımlanan Cer Kitabı (Yer Kitabı) adlı şiir kitabı Sovyetler Birliği Devlet Ödülü’nü kazandı. Karaçay-Malkar şiirinin en büyük ustası kabul edilen Kaysın Kuliyev şiirlerindeki güçlü tasvirler, anlatım gücü ve zengin hayal dünyası ile bütün Sovyetler Birliği şairleri arasında önemli bir yere sahip oldu. Yaşadığı sıkıntı ve eziyet dolu hayat, Kafkasların dağ zirveleri arasında zor bir yaşantı sürdüren Karaçay-Malkar halkının hayat mücadelesi, sürgün yıllarındaki vatan özlemi onun şiirlerinin konuları arasında yer aldı. Eserleri: Salam Ertdenlik (Selam Sabah) (1940), Caralı Taş (Yaralı Taş) (1966), Cer Kitabı (Yer Kitabı) (1974), Nazmula (Şiirler) (1988), Cazganlarını Üç Tomlu Cıyımdıgı (Eserlerinin Üç Ciltlik Antolojisi) 1981. Kardeş Kalemler Mart 2011 5 KAYSIN KULİYEV ÇEVİREN: UFUK TAVKUL yurdum Oy, destanların yuvası – yurdum, Oy, yiğitlerin anası – yurdum, Temiz sularını içiren yurdum, Büyüten, hayat, güç veren yurdum. Seni düşmana bırakıp gitmekten, Kanlı düşmanlarımıza terk etmekten, Onların seni esir etmesinden, Kirli askerlerinin çiğnemesinden ise, Son kurşunumu atarım, Savaşta kartal gibi vuruşup. Seni kucaklayıp, ölüp yatarım, Göğsümü düşman kurşunu delip. Korkak ayağımın senin bir çöpüne Basmasından ise, kahraman ölüm Yatsın kutsal göğsünde! Sana düşmanın sahip olduğunu görüp, Durmadan kalbim kömür olarak, Onu savaşın ateşleri çiğnesinler. Taşların kızdırdığı toynaklarıyla, Geçsinler cesedimin üzerinden! Düşmanın dövdüğü, eziyet ettiği anaları Gitmektense bırakıp geriye, Kahraman ölüm yatsın onların Önünde, kan lekesi yamçıda. Onların kederli oğullarının Korkak arkama geçmelerinden ise, Aksınlar anaların gözyaşları Savaşta ölen cesedimin üzerine. Kardeş Kalemler Mart 2011 6 Mingi Tav (Elbruz Dağı) Kardeş Kalemler Mart 2011 7 Kuşların kanat sesini Korkak kulaklarım ile duymaktansa, Ölümün üzerinde uçsunlar kuşlar, Kız kardeşlerim gibi ağıt yakarak. Mingi Tav (Elbruz Dağı)1 Seni düşmana bıraktığımı Gözlerimle görmektense, Saçımı kahramanca ölen başımda Hüzünlü ayazınla okşa sen. Sizsiz nasıl yaşarım, dağlarım, Elbruz Dağım, Dıh Tav’ım2, Kazbek’im3, Dolanbaçlı yollarım, ak kayalarım, Sizsiz nasıl yaşarım ırmaklarım! Nasıl unutursun Bashan’ı4, Terek’i5? Dostlarım sizsiz kim arkadaş eder beni ? Sizsiz nasıl yaşarım kuşlarım, Sizsiz nasıl yaşarım şölenlerim ? Sizsiz nasıl yaşarım, destanlarım, Sizsiz ne yaparım masallarım, Dağlı analar, Dağlı ihtiyarlarım, Sizsiz nasıl ölürüm, dağlarım ? Kartal benzeri yurdum, sensiz kalıp, Durmaktansa kanım akarak, Arzu ediyorum: Seni sıkıca kucaklayıp, Kan lekesi göğsünde yatmayı! *** 1 Mingi Tav (Elbruz Dağı): Karaçay-Malkar ülkesinin ortasında yer alan ve 5.642 metrelik zirvesi ile Kafkas Dağları’nın ve Avrupa kıtasının en yüksek dağı. 2 Dıh Tav: Malkar bölgesinde yükselen ve 5.203 metrelik zirvesiyle Kafkasların ikinci en yüksek dağı. 3 Kazbek: Gürcistan’da yer alan ve 5.047 metrelik zirvesiyle Kafkas Dağları üzerindeki önemli dağlardan biri. 4 Bashan: Elbruz Dağı’ndan doğan, Kafkasya’daki önemli ırmaklardan biri. 5 Terek: Hazar Denizi’ne dökülen, Kafkasya’daki büyük bir ırmak. Kardeş Kalemler Mart 2011 Yağlı Boya Tablo: Şafak Tavkul 8 Abrek (Kafkas Savaşçısı) Kardeş Kalemler Mart 2011 9 benim sözüm Dağlı sözüm Hanların kalesinde Yalancı şairler gibi büyümedi, Şiirim o kalelerin gölgesinde Zalimlere övgüler dizmedi. Büyüdüm kartalları çok olan göğün altında, Yatarak, kayaları başıma yastık edip. Dağlarda dolaştım gece gündüz, Buluta, yıldızlara da selam edip. Büyüdüm, yüksek yamaçlarda saçımı Boyun eğmeyen rüzgarlarımız okşayarak, Dağlara bakıp, unuttum acımı, Kayalardan düştüğümde de sağ kalarak. Şiire dağlar, çağlayanlar ilham olup, Özgürlüğü hissettirdi esir iken, Yüreğimi güneşin ışığı doldurup, Dağda yüzümü aydınlattı dolunay. Kötülüğü, dişlerimi sıkarak karşılayıp Ben savaşın dumanında da taşıdım Dağlı sözümü Kurşunla vurulup devrilip, Kalkıp şiirlerimi öyle yazdım. Sözüm düşmanlarımıza boyun eğmedi, O kaba güce kölelik etmedi, Yangın ateşinde yanıp da kalmadı, Çok şeye dayandı, çok şey gördü. Yine, yeni felaketler geldiğinde, Savaştan da güçlü ol dedim Dağlı sözüme ben. Ölürüz, öldüğümüzde de Yiğitliği kaybetmeden! – diyerek geldim ben. Giysem de dilencinin elbiselerini, Kalsam da bir parça ekmek bulamadan, Kanatlarını indirmezler şiirlerim, Kalırlar dağlarıma benzeyerek! Onlarda esir olmayan kartal haykırır, Hayatım zorluk içinde geçse de, Korkak anlamaz hürriyet şarkısını, Korkarsam eğer, toprağa bile gömmeyin, Dağlılar! Kardeş Kalemler Mart 2011 10 Mingi Tav (Elbruz Dağı) Sen dağ değilsin, halkın ebedi umudusun Kalmadın ateşte yanıp. Dağlı namaz kıldı, sana yönelip, Yaptı evini, kapısını sana çevirip. Penceresini sana doğru açtı, Gece gündüz beyazlığını görmek için. Nerede olursa olsun hasretle geri döndü, Öldüğünde de seni görerek ölmek için. Sen dağ değilsin, halkın şerefisin, Beyazlığın, yüksekliğin de onun gibi. Hepimiz gideriz, sen kalırsın, Denizin, şiirin, gökyüzünün kaldığı gibi. Senin zirvene güneş ışıklarının vurduğunu görüp, Çaresiz, çaresizliğini unutarak geldi. Akşamları kızılımsı karlara göz atıp, Kahraman da huzur içinde can verdi. Dağlı ot biçerken de terini silip, Çok severmiş sana bakmaya. Sıcak günde sürerken toprağını, Mutlu olurmuş üzerindeki karlara. Senin eteğinde kan dökenler de, Kanları dökülenler de gittiler. Azap verenler, azap çekenler de, Sevinç, hüzün görenler de gittiler. Sen, akıl gibi, muhteşemsin, temizsin, Uzaklarda gördüğüm düşlerim gibi, Asırlara karşı koymaya cesaretlisin, Sen dünyanın umutları gibi – yüce. Ben ölürüm. Sen başkaları için ağar, Ben senden ayrılmam hiçbir zaman: Yüz yıldan uzun yaşayan da burada Sana benim gözlerimle bakar. *** Kardeş Kalemler Mart 2011 11 her iyi şey ileride Her zaman en iyi fikirler, Söyleyeceğimiz güzel sözler – İleridedir hepsi de. Git, cesaretle git, Yorulsan da! Her daim iyi umutlar İleridedir, iyi şarkılar, Zaferlerinin hepsi de. Git, cesaretle git, Yorulsan da! İyi dostun, işin de, İyi hayattan kısmetin de – İleridedir, hepsi de. Git, cesaretle git, Yorulsan da! İyi muratların ileridedir, Gönlün de o yüzden yoldadır, İleridedir bütün hepsi. Git, cesaretle git, Yorulsan da! Gücü bize o verir, Ev de o yüzden inşa edilir, Toprak da o sebeple sürülür, Şiir de onun için yazılır. Bugün gerçekleşmeyen dileğin Yerine gelir, sevinir yüreğin, İleridedir bütün hepsi. Git, cesaretle git, Yorulsan da! Kardeş Kalemler Mart 2011 12 İhtiyar Dağlı Kardeş Kalemler Mart 2011 13 dağlılar Az konuşup, çok çalışan İnsanlar – Dağlılar, Kıvılcım çıkaran domuzun dişlerine Bakan cesur yürekliler. Yolda düşenin yanından Geçip de gitmeyenler, İyilik yaptığında, onu Haber-hikaye etmeyenler. Nemli toprağa tohum atıp O toprağa hürmet edenler, Düşlerinde tarlalarının Muhteşem ürün verdiğini görenler. Umutlarını kesmeyip Taşlara boyun eğdirenler, Fırtına söndürse de ateşlerini, Yeniden çabucak yakanlar. Meyveyi hamken koparmayan, Olgunlaşmamış sözü sevmeyen, Atılmayacak yere taş atmayan, Sabredilmeyecek yerde sabretmeyenler. Evleri alçak olsa da İnsanlıkları yüce. Öylece yaşayıp, Çalışıp durdular hepsi de. Çalışıp, çalışıp yiyenler, Ekmeğe saygı gösterenler, Sessiz sedasız yaşayanlar, Sessiz sedasız ölenler!.. *** Kardeş Kalemler Mart 2011 14 Halimat Bayramukova (1917-1996) Karaçay-Malkar yazar ve şairi. Karaçay köylerinden Hurzuk’ta doğdu. MikoyanŞahar (Karaçayevsk) şehrinde lise eğitimini tamamladı. Kızıl Karaçay gazetesinde çalışmaya başladı ve bu gazetede 1935 yılından itibaren edebî eserleri yayımlanmaya başladı. 1939 yılında Eki Cürek (İki Yürek) adlı piyesi yayımlandı. Eser çok beğeni topladı ve aynı yıl Halimat Bayramukova Sovyetler Birliği’nin Yazarlar Birliğine kabul edildi. İkinci Dünya Savaşı yıllarında askerî hastanede görev aldı. 2 Kasım 1943’te bütün Karaçay halkıyla birlikte Orta Asya’ya sürgüne gönderildi. Şiir ve hikâye kitapları Rusça’ya tercüme edilip yayımlandı. Moskova’da Maksim Gorkiy Edebiyat Enstitüsüne devam ederek mezun oldu. Karaçay’a döndükten sonra öğretmen ve gazeteci olarak çalıştı. Eserleri: Süygen Tavlarım (Sevgili Dağlarım-şiirler) (1959), Cılla bla Tavla (Yıllar ile Dağlar-roman) (1964), Karçanı Üydegisi (Karça’nın ailesi-hikâyeler) (1962), Çolpan (roman-1970), Gürbeci (Demirci dükkânı-roman) (1987), Ontört Cıl (Ondört Yıl-roman) (1990). Kardeş Kalemler Mart 2011 15 Halimat Bayramukova ÇEVİREN: UFUK TAVKUL kendi şiirim Hayat devam ediyor gittiği gibi, her nasılsa, biz de yaşıyoruz,anam sağ – bizden şanslı köyde kimse yok gibi, öyleyiz. Kız kardeşlerim yün işliyorlar, İslam zengin ortağa veriyor onu – dörtte üçünü ona işlemek üzere. Bizimki de – ondan kalanı. Bizim günümüz tan yerinin ağarmasıyla birlikte başlıyor, sonra yatsıya ekleniyor, onun ortasında olmuyor bizde boş oturan. Anam deri işlediği zamanda bir kız kardeşim de yün ayıklıyor, biri nakış diktiği zamanda biri mani söylüyor, ya da akordeon çalıyor. Bazen, iş yaparken, hikaye gidiyor beni peşinden sürükleyip, orada bir şahane hayatta bize muhteşem insanlar diliyorlar şans. Şans denen şeyin ne olduğunu ise beş parmağım gibi biliyordum ben: ineği dişi buzağı doğuran ev, işte çok şanslı desene! Erkek çocuk doğsa eve, o aileden şanslı nerede! Toprağına yeni toprak eklenecek, Katılacak işçi eller de! Bir başkasının oğlu sağ-salim eve Beş yıl sonra karın tokluğuna ırgatlıktan döndü, kup-kuru boş geldiyse de, yük olmadan kendini yaşattı. Gerçekten de biliyordum, beş parmağım gibi, şans denen şeyin ne olduğunu; Kardeş Kalemler Mart 2011 16 yazdan odunun yarılmış ise, kızına iyi başlık parası aldın ise, ineğinin yemi var ise, sağ-salim bahara çıkabildin ise – şans oydu çok şeyden önce. *** İki bin bacadan çıkıyor duman, Kâşâneler beş-altı tane sadece, bunların içinde hayat nasıldır, bilmiyorum, ne bileyim, açık söylemek gerekirse. Bildiğim – bazıları onlardan korkuyor, bazıları da sallıyor yumruk. …Dolaşıp gelip, iş bulamasalar, dönüyorlar onlara baş eğip. Ya ölüm ? Ölüm duvar tanımıyor, Acımıyor o. Tek bir insana, yalnızca ölmek için doğuyor olabilir mi yaşamadan bize her bir can? Doğmaya da gerek kalmıyor burada, Yoktan var olup yaşamak için, doğuyor da biri üste çıkıyor, diğerleri de baş aşağı! Üste çıkan, daha da çıkıp gidip, biniyor halkın boynuna, kendisine çare bulamayan halk ise onu taşıyıp yaşıyor dünyada. Hayatta, sütte yağın yüzdüğü gibi, refah içinde yaşayıp, sonra zengin ölse, üç arşın toprak orada da az gelip, yapıyorlar ona lahit. Sade mezarlar etrafında hayatında olduğu gibi gözcü olup bekliyorlar, lahitine, avlusuna girmeye korktukları gibi korkup. Ömrün günleri işte böylece gidiyorlar dizilip, geçip ihtiyarın elindeki tespih taneleri gibi, yuvarlanıp giden bir-birini dürtüp. Ben de çıkmışım işte bu dünyaya bilmeden ne için, ne zamana kadar diye, bilmeden, hayatım neye rastlatır, neye rastlatmaz acaba beni diye… *** Kardeş Kalemler Mart 2011 17 Böyle kışı görmemiş kimse – Kar kaplamış bütün evleri, Fare Yılı diyor yaşlılar Ayın adına da diyorlar Ramazan. Onun anlamı, sahurdan başlayıp Akşama kadar ağzını bağlamaktır. Onun anlamı, camide güçsüze Sadaka vermek, tesbih çekmektir. Oruç tutmak zor değil burada, Oruç tutuyor gibidir yılın her günü. Yetişmiyor bu köyde ürün Ekmeği yeten yoktur bir evi. Dul kadına ise yazı da kıştır. Kış gibidir ona bütün yıl. Onun bacasından kar düşmesi Söndürmek içindir ocaktaki ateşini. Yağmur yağıyor ona zarar vermek için, Evinin toprak damını Yıkayıp, süpürüp, suyunu boşaltmak için Üstlerine öksüz canların. Rüzgar da geliyor kütüklerin Aralarından eve sokulup. Titretmek için öksüzleri, Morarıp bir araya toplanıp. Kutsal Cuma günü diğer evlere Sevinçli bayram gibi giriyor. Öksüz eve ise camide akşam Sadaka diye bir şeyler götürülüyor. Bu yıl kış kıyamet olup geldi Kimse görmemiş böyle kış burada, Bacadan duman tütmesiyle ancak Bilirsin kimin evi nerede. Bütün köy için bulunabilir ateş Tek bacadan çıktıysa bir duman Dört taraftan halk patika açıp Yakacak o kordan ateşlerini. Birinden biri kor alarak İki bin evi ısıtıyorlar. Bu yardımlaşma ile geçiyor ömür – Kalp – kalbe Ev – eve, Birbiri için can veriyorlar, Bazen birbirlerini görmeye dahi tahammül edemeden… *** Kardeş Kalemler Mart 2011 18 Amcam uzak değil bizden, Ortamız bir iki yüz metre vardır. Köyde çoğu kimsenin yaşadığı gibi, Evi ne boştur ne de dolu. İki mahallenin sınırında evi, Evin yanından dere akıyor Komşusu ile tek bir günü Kırgınlık olmadan yaşıyor. Bazen araba tekeri tamir ederler, Ya da övünürler iyi cins atları ile, Ya da ikisi birlikte gidip, Barıştırırlar karı kocayı. İkisi iki mahalleden onların Ayrı gezdiklerini görmezsin. Birine yarım koyun başı gelse, Onu arkadaşı olmadan yediğini görmezsin. Kurbanlıklar kesip, mahalleyi toplayıp Süt kardeş olmaya yemin ettiler Kur’anı açıp, ellerini basıp Kardeşliklerini pekiştirdiler. Sütkardeşliğini bozup kızları, Oğulları birbirleriyle evlenmediler. …Bir gün bağırışlar, feryatlar uyandırıp Köydekilerin tüylerini diken diken etti. Çekip çıkarıp yorganın altından Endişe korkuttu yalnız evde beni. Yalın ayak gidiyorum koşarak, Ayaklarımdan korkuyorlar taşlar. (Sevinç de hüzün de aynı şekilde koşturuyormuş, Yürek farklı çarpsa da). Yetiştim Alttan, üstten sokularak Bir şey anlamadan herkese bakarak. O da ne? Sınır taşının üzerine bir ölü uzanmış, Derenin suları elinin üzerinden akıyor. Etraf feryat figan, üzüntü, haykırış Kılıçların çarpışması gibi gözümde kıvılcım çakıyor. Bazıları oraya koşuyor, Telaşlanmayan kimse yok. Kadınlar ağıt yakıyorlar. Allahım? Gözüm yanılıyor olabilir mi? Bu yatan ölü, amcam mı Yoksa gördüğüm düş olabilir mi? Çocuk rüyasına benzemiyor, hayır. İşte annem de kızkardeşlerim de – Hepsi üzerine kapanıp ağlıyarak Titretiyorlar göğü – yeri de. Kardeş Kalemler Mart 2011 19 Herkesin sevdiği birisiydi köyde, Kaç kişiden duydum ben! (…Çocuğa büyükler çok anlatırlar Kendi yaptıkları şeyler hakkında) Ben de başladım ağlamaya, Bütün köy de ağlıyor ona ayakta. Parmakları suda kımıldıyor Ya kendisi, Kendisi ölmüş yatıyor. Toprak yeşerdi. Kış soğuklarından Kurtardı onu sıcaklık. Bu sıcak, bu güzel zamanda, Neden geliyor bu kara felaket? Savaş mı, mücadele mi nedir adı? Odur henüz buraların hakimi. Bir boş erkek bulamıyorlar, Ölüyü taşıyıp eve koymak için. Onu düşünmeye zaman Olmayıp henüz, savaş devam ediyor Kama şakırtısından, ağır nefesten Hava kızıyor, toprak can çekişiyor. “Hayatları yokluk içinde geçsin diye mi, canım Aileni bırakıp gidiyorsun, Aslan? Hayatı kararsın diye mi Aileni terk edip gidiyorsun , Aslan? Benim yerime yaşasın diye, Aslan, Ömrünü kime bırakıp gidiyorsun? Çocuklarını arkandan hasret bırakıp, Nasıl gidip kalırsın, canım Aslan? Sorgu meleği soru sormayacak mezarda – Şehit olup gidiyorsun. Sınır taşına elin de değmeden Sütkardeşinden ecelini bulmuşsun. Senden günahsız yoktu dünyada, Kimsenin toprağına, malına göz dikmeyen. Duruyor kahrolası sınır taşı yerinde! Şeytan girip yapmıştır mutlaka bunu. Neden yanıldı senin sütkardeşin? Bir karış bile girmeden onun toprağına, Kara sabanın kara toprağı yarmış Yalnızca senin kendi tarlanda. Kahrolası toprağın azlığı yüzünden, Bizim çekmediğimiz eziyet var mıdır?” Diye ağıt yakıyor bunun için cemaat, Bahar toprağına kan damlası damlıyor, Pırıl pırıl bugün parlıyor tabiat, Bilmiyorum o neye seviniyor… *** Kardeş Kalemler Mart 2011 20 Karaçay Dağları - Dombay Kardeş Kalemler Mart 2011 21 sor Dağlarda yolu unuttuysan eğer, Pınara sorsan, O cevap verir. Dağlarda yamçını unuttuysan eğer, Yağmura sorsan, o cevap verir Dağlarda kavı unuttuysan eğer, Şimşek çakınca sor – cevap verir. Dağda tüfeğini unutmuşsan, Dağ keçisine sor, o cevap verir. Dağlarda atını unuttuysan eğer, Sorma kimseye, bekle evinde, O kendi gelip, seni unutmadan Kişner, avluya bakıp, akşam üstünde. Dağlarda dostluğu unuttuysan eğer, Sorup uğraşma boşuna dağlara. Kim verir cevap, bir söyle Dostluğu unutup giden adama? Unuttuysan eğer sen sevgiyi, Bekleme artık bir daha onu Kalbinde alıp gittiysen eğer, Acele et – bekliyorlar yolunu. *** Kardeş Kalemler Mart 2011 22 kadın öldü Kadın öldü. Göçtü dünyadan. Yirmi beş yıl olup benim anam. Üç köyün dışına ayağı Çıkmamıştı hayatı boyunca onun. Bir gece, gece gibi, sınırsız acı Gelip, kadına ettirdi feryat. Sorgusuz-sualsiz attı arabaya Götürüp fırlattı sıcak kumlara. Hayatını korumak oldu hayatım. Ama bulamadım yaşamak için güç. Ecelinin bağlandığı ipliği ben Koparmadan durabilsem diye mücadelem. Her düşen çizgi onun yüzüne Gönderiyordu bir pıhtı benim yüreğime. Güvenin yediği iplik koptu, Engelleyemedim – Kadın öldü. Hayatı boyunca yalan nedir bilmeyen anam İlk defa beni kandırdı – Isıramadığı lokmasını, Kadersiz yıllarını Bana bırakmak için, kendisi kaçıverdi… Ben ağlamadım onun öldüğü gün – Gözyaşlarımı tutup ebediyen. Bilmeden geçirdi ömrünü ne uyku, ne huzur, Neden dünyanın ona acımasız olduğunu da. Senin mezarın da kum çöllerinde Eklendi binlerce, binlerce mezara… Bana yürek acısı oldu vasiyetin – “Burada bırakmayın”,- diye emanetin. Senin adil yüreğin biliyordu doğruluğun Geleceğini bize, boyunduruğunu koparıp. Sensiz döndüm. Vasiyet nerede! Bulamadım çare yerine gertirmek için… Gizli gizli gözyaşı döküyorum her gün, Ecelsiz ölüm sensiz bıraktığında. Yanıyorum, yanıyorum! Çare nerede! Sen orada – kumda, ben ise – burada. *** Kardeş Kalemler Mart 2011 23 kar yağdığı gün Hurzuk’ta kar başka idi, başka… Kendim de başka idim orada… Yumşak-yumşak iniyordu yukarıdan, Bugün ise o kar nerede? Kar yağıyor, yağıyor, yağıyor, Bembeyaza bürünmüş etraf. Peki o eski kar nerede? Bugünkü kar ondan daha farklı… Beyaz kelebek gibi iniyor gökyüzünden, Peki öyleyse niçin böyle ağır? Taş dökülmüş gibi tepeden, Yüreğime vermiyor sevinç. Çocuk göremiyorum kızakta kayan, Gürültüye boğup bütün vadiyi. Gülümsemeyi böyle söndüren, Dünyaya kar da ne versin, sanki? *** Kardeş Kalemler Mart 2011 24 Karaçay-Malkar Halk Ozanı Kâzım Meçiyev Kardeş Kalemler Mart 2011 25 Kâzım, ben mi idim ters? AHMAT SOZAYEV ÇEVİREN: UFUK TAVKUL Dolmamıştı henüz yedi yaşım da, Kırgız toprağında okula başladığımda. Hayatımda o günün sabahı Öyle hüzünlü sinmiş kanıma. İşte öyle açılmıştı gözüm, Öyle yaralı gibi kalmıştı o bahar. Aalı’yı, Coomart’ı okuyordum, Kâzım, Senin hakkında hiçbir şey anlatmıyordu hocalar. O kendisi de bilmiyordu seni, Okumamıştı kitaplarını. Peki o nasıl okutacaktı beni, Ya da diğer kartal gözlü delikanlılarını. Toktogul’u, Abay’ı mükemmel bilip, Seni bilmeye yetmiyordu gücüm. Lermontov’u, Alıkul’u söyleyen dilim, Kabahatli mi idi seni söyleyemediği için? Atasözlerini bilirdim ezbere, Senin hakkında verselerdi ders. Bugün senden cevap almaya geldim, Söylesene, şimdi, Kâzım, ben mi idim ters? Kardeş Kalemler Mart 2011 26 aziz kafkas FATİMA BAYRAMUKOVA ÇEVİREN: UFUK TAVKUL Mağrur Kafkas, aziz Kafkas, can Kafkas, Tarihini yine kanla yaz.. Yalnızca adın bile – özgürlüğün yuvası… Sen Dağlının – derin yürek yarası. Taşlarını gözyaşları ıslatıyorlar, Delikanlılarını düşman sayıp kovuyorlar. Kime düşman? Kime kurban ediyorlar? Böyle yaparak, hangi arzularına kavuşuyorlar? Ey can Kafkas! Güzelliğin başına düşman Dağların Dağlılara sığınacak mekân Kardeş Kalemler Mart 2011 27 O mekânı Dağlı görüyor canı gibi, Kıymetlisin sen Dağlı için, oğlu gibi. Senin için o çok kanını döktü, Sevdiği için, çok eziyetler çekti. Dağ Yurdunda doğduğu için – Dağlı mücrim, Kurşun -top ona “ders” - Onu çok sevdiği için. Asırlar boyunca böyle olup geliyor, “Halk yok olsun!” – diyen kendi ölüyor. Halk yaşıyor. Hayatında mutluluk – az, Kafkas yurdunda yeşeremiyor gerçek yaz… Sen Dağlıya, ihtişamlı Kafkas, kutsal Kafkas Ahiret azabı, cennet beşiği, can Kafkas… Kardeş Kalemler Mart 2011 28 Kardeş Kalemler Mart 2011 29 kama ile dağlar MAhMUT KUBANOV ÇEVİREN: UFUK TAVKUL “Kama ile Dağlar hakkında Dağlılar Çok yazıyorlar”, diye bazıları Söyleseler, eziliyor benim yüreğim, Lüzumsuz ithamları duymak istemiyorum. Dağları çocukluğundan beri sever Dağlı, Kamasıyla onlara sokmadı düşmanı. O devirler idi zor zaman, Kamayı kullanmak gerekirdi her an. Onun için layıktır övgü dolu söze, Dedelerimizden ulaşıp geldi bize. Dağlar hakkında anlatılıyorsa eğer hikâye, Kamayı anmadan yoktur çare. Kardeş Kalemler Mart 2011 30 yurdumda yağmur BİLAL LAYPANOV ÇEVİREN: UFUK TAVKUL Sürgünden döndüğümüz İlk günümüzde Kucaklıyordun bizi İnip gökyüzünden. Hayır, gökyüzü kendisi Dökülüyordu eriyip Bize aydınlığını Sıcaklığını da verip. Sağ kalanlara sevinip Ölenlere yanarak, Ağlıyordu gökyüzü Şimşekler çakıp, gürleyerek. Gün boyunca Yağıyordu yağmur: Mutluluk – hafif, Hüzün ise – ağır. Kardeş Kalemler Mart 2011 31 Soykırım – sürgün Kalsa da geride, Çoklarımız oldular Artık ata binemez halde. Kum ve buz çöllerinde, Çağırarak Hakkı, Yok oldu sürgünde Yarısı halkın. Dönebilenlere Güneş duruyor doğup Dönemeyeceklere Gökyüzü ağlıyor eriyip. Hayır, vardır-var Hak Var eden yoğu Sürünerek gelip halk Kucaklıyor yurdunu – Yalıyor taşını İçiyor suyunu. Göklerden ise İniyor yağmur. Kardeş Kalemler Mart 2011 32 yüreğimin başköşesinde, Karaçay KULİNA SALPAGAROVA ÇEVİREN: UFUK TAVKUL Sıradağların çevrelediği aziz yurdum, Vadilerini yıkıyor ırmaklar. Yerin – yüksek, yüreğin – geniş, Dağ yurdum, Ulaşmasın artık sana fırtınalar, Mavi gözlü gökyüzün mavi olarak dursun, Karaçay! Kutsal adını şarkılara yazıp, Halk söylerken, Seni gökyüzünden şımartıyorlar güneş ve ay, Milletimin ecdat yurdu, güç vererek, Yaşıyorsun sen kalbimin başköşesinde, Ocak ateşin sönmesin, Karaçay! Kardeş Kalemler Mart 2011 33 Atalarımın yaşayıp gittiği Nart yurdum, Milletimin kısmet pınarı, başköşesi yurdum, Çok acılara dayanıp gelen, yıkılmadan, Yaşa, canım, delikanlıların geç kalmadan, Ocağını koruyup, yüceltip, Karaçay! Şırıldıyor vadilerde ırmaklar: “Ulaşmasın artık sana fırtınalar!” Yerinin yüksek, yüreğinin geniş olması gibi, Olsun senin şafağın berrak, kaygın – az, Mavi gözlü gökyüzün mavi olarak dursun, Karaçay! Vadilerin yamaçlardan su içerek, Geyiklerin kayalıklardan eksik olmadan, Delikanlıların insanlığı unutmadan, Anaların ana dilini yok etmeden, Ocak ateşin yanıp dursun, Karaçay! Kardeş Kalemler Mart 2011 34 ben ölsem de... İSMAİL TOHÇUKOV ÇEVİREN: UFUK TAVKUL Ben ölsem de aydınlık dünya kalacak Güller başkaları için açarlar. Yeryüzünde yaşar ölmez insanlık, Uzaya da başka delikanlılar çıkarlar. Ben ölsem de beyaz dağlarım kalırlar, Doruklarına güneşin ışıkları dokunur. Mutluluk, sevinç yeryüzünde yaşarlar, Yine kızlar delikanlılara vurulur. Ben ölsem de duyguları uyandıran Kuban ırmağım mutlu şarkısını durdurmaz. Turnalar göğün yükseklerinde uçarlar, Dağ yurduma güzellik yayarak gelir yaz. Kardeş Kalemler Mart 2011 35 zaman değirmeni MURADİN ÖLMEZOV ÇEVİREN: UFUK TAVKUL Dur durak bilmeden öğütüyor günlerimizi, Su değirmeninin un öğütmesi gibi. Çölde kaybolan seyyahın Matarasındaki son yudum gibi, Çabucak tükenip gidiyor ömrümüz. Zaman değirmeni Dur durak bilmeden öğütüyor hakikatlerimizi, Un ederek. Bu yol üzerindeki ağaran kar – Ölüp gidenlerin yaşamları. Kardeş Kalemler Mart 2011 36 git, evladım, Kafkasya’ya AZRET AKBAYEV ÇEVİREN: UFUK TAVKUL Son evladım, Alan, Özlettin kendini, balam. Dağ köyünde misafirliktesin, Çocuksun henüz – masallardasın. Orada görürsen eğer sen bir küçük tay, Alnının ortasında – minik bir ay, Bineyim diye ısrar etme, Çok seviyorsun, biliyorum… Uzaklara yayılan çiçekli yaz mevsimi, Yanı başında – cılız bir tay, Oynuyorsun keyiflenip, Aklın her bir şeyle ilgilenip… Pürüzsüz çubuktan atlara binip, Koşuşturuyorsunuz küçük oğlanlar. Senin açmadığın kapı yok, Senin girmediğin delik yok, Senin çıkmadığın duvar yok, Senin sormadığın soru yok… Tabiatın koynunda, Kuban Irmağı’nın boyunda Yaşıyor akrabalar Onları, evladım, unutma. Kardeş Kalemler Mart 2011 37 Onlar – senin kökün, Haysiyetin, anıtın, destanın… Allah tarafından verilmiş – senin canın, Babandan gelen – yürek kanın. Son evladım, Alan, Özlettin kendini, evladım… Orada dünyayı da bir gör, Dağlarıma selam ver. Oyna evladım, sen oyna… Beni sakın unutma! Erkek gibi, mağrur dur, Ağlayıp, kendini küçük düşürme! “Allahın verdiği can yavrum”,Diyor, ninen, okşayarak. “Canım, balabanım”,Diyorum ben de özleyerek… Son evladım, çok yaşa, Saadetli yola çık. İnşallah büyürsün, Halkına faydalı olursun! Moskova, 1998 Kardeş Kalemler Mart 2011 38 Gözünün Gördüğü Yerler Senindir! ALİM TÖPPEYEV* ÇEVİREN: UFUK TUZMAN Artık ne kadar üzülsem de, ben o günlerin geri gelmeyeceğini iyi biliyorum. Gitti onlar; benim ak göğüslü kırlangıçlarım, rüyalarımı, gecemi süsleyen yaz güllerim. Köyümün başında eski yıldızlar, dedemin masallarıyla benim etrafımda parlayan parlak gecelerim. Nereden baksam aynı derecede, parlak görünürdü onlar. Güz sonrası büyük yamaçlardan armut kokularıyla, kışın tepelerde kayak izleriyle, yazın da gökkuşağı yüzüne yansıyan çocuğun gelişiyle… kokusunu hissediyorum. Zor yürüdüğünü de görür gibiyim. Tozluğunun bağları çözülmüş, tozluk ve dizliği yere sarkıyor; fakat bir şey söyleyemiyorum. “Dede dur, tozluklarını bağlayayım” diyemiyorum. Onun yerine: “Dede sen kaç yaşındasın?” diye soruyorum. – Hayta evlat, dedenin kaç yaşına geldiğini bilmiyor musun? Yüz olmuştur kuyruğuyla birlikte. Ne yapacaksın?! O günlerin aydınlığı hangi yönüyle görünürse görünsün, ben kendimi hep dedem ile görüyorum. Benim yol tanrım, ilk çocukluk sevgim dedem. O uzaktaki hayaliyle bakarak gülümsüyor. “Hayta evlat, söylediklerimi kulağına asmazdın, kal şimdi öyle” diyor. O günler benden uzaklaştıkça, sıcaklığı, sözleri, verdiği hayat dersleri dedemin kutlu yüzünü çok net ve yakın bir şekilde göz önüme getiriyor. – Hiç, öylesine işte… İşte, yine o yolda biz eski köyümüzden aşağıya iniyoruz. Elinde bastonu var. Üzerinde ise koç derisi paltosu, kalpağı, ayaklarında annemin yağlayarak yumuşattığı deri çizmeleri, baldırlarını saran keçeden tozlukları ile dizlikleri göze çarpıyor. Bastonunu paltosunun içinden beline bağlayıp, bir kolunu bastonunun arkasından sarkıtmış. Diğer kolu ile de bastonunu tutmuş. Onun paltosunun Ondan sonra biraz konuşmadan yürüdük. “Benden hayır yok artık” dedi o kendi kendine… – Dede düşman gelirse…. Düşmanın geleceğini söylüyorlar. “Hadi oradan geveze!” dedi, hemen yarasına basmış gibi. “Ya sen kaç yaşına geldin?” diye sordu eve yaklaşırken. Onun yerine “Öğle namazı yaklaşıyor mu?”, “Yoruldun mu?” ya da “Aç mısın?” - diye sorabilirdi. Kendi yetiştirdiği çocuğun kaç yaşında olduğunu iyi biliyordu. Açıkça benim çocuk olmadığımı kendime söyletmek istiyordu. * Karaçay-Malkar folklorunun aksakalı, tiyatro yazarı ve edebiyatçı Alim Töppe 1937 yılında Köndelen doğdu. Çocukluk ve gençliği sürgün edildiği Kırgızistan’da geçti. Yazarın drama, folklor başta olmak üzere birçok alanda yazdığı eseri dünya dillerinde yayınlanmıştır. 2010 yılında hayatını kaybeden yazar edebiyat camiası tarafından edebiyat aksakalı olarak kabul edilirdi. Kardeş Kalemler Mart 2011 39 “On” dedim biraz da şaşkınlıkla. “Senin için her şey ilerde!” dedi. – Ya senin için dede? Dedem bir süre sessiz kaldı. “Kim bilir oğlum!” dedi, sabırlı bir şekilde. – Kim bilir benim için de en hayırlısı gelecektedir! Bizim yeni köyümüz büyük nehrin sağ yanındaydı. Eski köye gitmek için Çerek nehri üzerindeki dar bir köprüden geçerek, dik ve sarp yollardan giderdik. Eskiden ben dedemi beklemeden, koşarak giderdim ve orada onu beklerdim. O ise, nefes nefese yanıma geldiğinde “Senden başka arkadaşını yarı yolda kim bırakır?”, diye bastonuyla göğsümden iterek, kayanın üzerine otururdu. “Hayta evlat, bu şekilde yapman çok yanlış” diye de eklerdi. Bizim eski köyümüze yolculuklarımızda dedemin bana anlattığı hikâyeler beni mutlu ederdi. Ben her yönden kendimi büyük bir dünyanın sahibi sanırdım. Yeryüzü, dağlar ve sonunda dünyanın tüm yolları o eski köyden başlardı sanki. Daha önce hiç kimseye söylenmemiş sırlar benim için gizlenmiş gibiydi. Bir an önce büyümek için acele ederdim. Dedem ise, eski köyden dünyaya öyle bakardı ki, dostluk, bilgelik ona nasip olmuş, göz alabildiğine görünen her yeri dedem yaratmış sanırdım. O çok konuşmazdı. Bir kenarda oturup, anlatılanları dinler, bastonunu enine yaslayıp, koltuğuyla yaslandığında, anlatılanlar mıydı düşüncesi? Yoksa hatıralara mı dalardı anlamak güçtü. Dedemin bu düşünceli hâli bir kenarda kavga edenlerin gürültüsüyle bozulurdu. Her zaman düşünen dedem “Durun!” diye bağırırdı. Konuşkanlığı tutan dedem kavga edenlere, “Gençler! Kavga olan yerin rızkı mı olur?” diye sorardı. “Hiçbir zaman kavga olan yerin rızkı olmaz!” diye öğütlerdi. Dedemin nasihati uzatmayacağı bilinirdi. Nasihatten sonra ona sorular başlardı. “Cansoh dede sen hiç hayatında kavga etmedin mi?” diye sıkıştırdıklarında dedem, “Hey vefalı evlatlar!” dedikten sonra kısa süre dalardı. Sonra da “Kavga etmem mi, ben erkek değil miyim?” diye anlatmaya başlardı. – Neden kavga etmiştik? Toprak için! Vatan için! Vallahi ki yer için! Kodunalar sülalesi bereketsiz yığılmış tarlaları halktan almak istediğinde… Siz de vatan için kavga edin. Canınızı bile verin! Yurduna toprağına göz diken kim olursa olsun. Baban dahi olsa! Yoksa siz dünya malı söz konusuysa… Mal için kavga etmek, yiğidin işi değil! Ben dedemin tek torunuydum. Babam askere gitmiş, dönmemişti. Anam bunu bildiğinden mi, yoksa başka şeyler hatırladığından mı, üzüldüğünde dedem hemen farkına varırdı. “Hislenme gelin!” der anam sakinleştiğinde ise sözlerine beni kastederek, devam ederdi: “Benim oğlum er kişi. Hileli yolda yürümez. Ona kötülük gelmesine dayanamam” der anamı neşelendirir, fakat gözden uzakta kendisi bazen bana kızardı. – Evlat, geç dünyaya geldin. Benim cenazemi kim taşıyacak? Bense, delidolu, haylaz, dedeme hayrı dokunmayan bir çocuktum. “Ben taşırım!” dedim. Sevinmişti dediğime dedem. Büyülendiği için mi, yoksa çok bekleyip, oğlunu beklemeye başladığında, vasiyet edecek, kabrini bırakacak adam olmadığından mıdır, bilmem neden beni bağrına sıkı basarak, uzun süre bırakmazdı. Yaz başından itibaren babamdan mektup kesildi. Onun son mektubu Harkov denilen şehirden gelmişti. Biz iki aydır mektup beklerken, üçüncü ayda düşmanın Kafkaslara dayandığı haberi geldi. Zaten çok konuşmayan dedem, bunun üstüne haftalarca tek bir kelime etmez oldu. Yolda yürürken kamburunu düzelterek, yürüyüşü dans eder gibi değişmeye başladı. “Vallahi gelinim, çok yaşadım sanırım, ölsem yeridir artık” dedi bir gün. Kardeş Kalemler Mart 2011 40 Her zaman cesur olan dedemin bu söyledikleri bir şey olacakmış gibi korkuttu. Dedem, bizim korktuğumuzu az da olsa umursamadan, düşüncelerini söylemeye devam etti: “İnsan yaşadıkça, göreceğini de, görülmemesi gerekeni de görüyor… O günü, konuşmadan dedemle kaygılı geçirdik. İkinci günün sabahında o gençleşmiş gibiydi. Çok erken kalkarak, beni de uyandırdı. “Evlat, bugün eski köye gideceğiz” dedi. – Sen büyümüş de küçülmüşsün, sana hep masallar mı anlatacağım. Biraz da başka şeyler anlatayım, işe yarayacaksa tabi… Sonra beni sınarcasına gözleriyle süzerek, derinden baktı. Onu dinlerken “Neden bakınıyorsun, yoksa söylemeyeyim mi?” dedi. “Söyleyeceksin her şeyi!” dedim. O gerçekten de caydığımı düşündü. Evden ondan önce çıktım. Yolda giderken ne konuştuğumuz aklımda değil. Eski köye vardık. Ön cephesi, minaresinin yarısı, arka sağ köşesi kalmış yıkık mescidin önünde oturduk. Oradan bakınca Çerek nehri, kiremit çatılı evleriyle yeni köyümüz, ruhumuzu ısıtan dağlar tam karşıda görünüyor. Hâlâ keskin bakışlarını yitirmeyen dedem, ne olduysa bir şeyler arar gibi, dağlara, geçitten yukarıya kıvrılan karlı yollara dikkatlice bakarak, bir şeyler mırıldandı, kafasını sallayarak bir şeyleri onaylıyor gibiydi. Öyle otururken yukarıdan buzağılarını güderek gelen herkesin tanıdığı bedduacı Melek kadın önümüzden geçti. Dedem ayağa kalktı: Ne demek kadına ayağa kalkmamak! Dedem bastonunu kaldırdı. Vurmayacağını bilsem de “Sakın ha!” diyerek geri çekildim. – Sakın ha deme vallahi… Benim sağlığımda böyle yapan, ben öldüğümde Allah bilir… Onuru olan insan ite bile kalkar! Ben içimden yanlışımı kabullenmesem de, tuhaflaşan dedemin kalbini kırdığım için pişmanlık duyarak, ona yakınlaşmanın yolunu aradım. – Dede söyle söyleyeceklerini. Eski cami bizim eski evimize uzak değildi. Oraya varana kadar dedem ve ben sonunda barıştık. Evin temeli dışında hiç bir şey sağlam kalmamıştı. Fakat temeli de yeni bir ev kadar sağlam duruyordu. Yekpare kayadan koparılmış düzgün taşlar, insanın kaldırabildiğine inanamazsınız. Dedem şaşkınlığıma cevap olarak “Bu ne ki evlat onları babam Zavurbek sırtıyla taşımış” dedi. “Kodunalar sülalesi öküzlerini taşımak için vermeyince, onlara kızan babam kendisi taşımıştı. O dönemler Zavurbek’in yeni evlendiği, kayın biraderlerinden saklandığı zamanlardı”. Dedem başını sallayarak, gülümsedi: – Zavallı Zavurbek taş taşırken, kendisinden küçük kayın biraderi birden karşısına çıkmış! Âdetler gereği onunla aynı yerde olmamak için arkasını dönerek, hemen kaçmış… Gariban sırtında taşıyla! Zavurbek gibi olsaydın keşke… “ Sağol, Cansoh” diyen Melek dedeme otur bile demeden kaçarcasına gitti. Tekrar belirtmem gerek, her yönüyle ilginçti bizim eski köyün hikâyeleri. Bizim topraklarımıza düşmanın gelişiyle alakalı dedem, eski köyün her taşında kendi kanı dolaşır gibi, utancı, zorlukları, mutlulukları yaşamış olsa da, kaderi eski köyün taşlarıyla yazılmış gibi konuşurdu. Eski köyden dünyaya bakarak, “Oğlum, bütün bu gözünle görebildiğin topraklar bizim evimiz!” dedi. “Bir de o bedduacı kadın için ayağa kalkmasan!” diye sitem ettim. Ben ise ağaçları arasından kenarı görünen kiremitli evimize bakıyordum. “Vefalı evlat, o kadın değil mi?” dedi dedem. Sonra tüm sinirini beklenmedik yerde benden çıkarmak istercesine azarladı: “Evlat elimde olsa bunları sana söylemezdim” diye tekrarladı, o. “Uğurlar olsun Melek” diye selam verdi. “Sen yozlaşmaya başladın artık, it yavrusu. Kardeş Kalemler Mart 2011 – Ama ne çare yorum yapılacak zaman değil… Allah’tan sağlıklı olmanı diliyorum. Bü- 41 yüyüp, kalpak giyecek yaşa gelince unutma! Bu gözünün gördüğü yerler senin evindir. Evine güler yüzle geleni sen de güler yüzle karşıla, yüzsüzlükle gelene yüzsüzlük yap! Dedemin gözleri doldu, sesi titremeye başladı. “Burada benim anam yaşadı” dedi en sonunda. “Hayatını burada sürdürdü. Her taşa onun bakışları düşmüştür. Ölürsem, bu taşlardan mezar taşımı dikersin…” Dede, dede, sen ölmeyeceksin!” dedim, gözyaşlarım damağıma düğümlenerek, ona doğru kendimi attım. “Dediklerimi dinle, sen erkeksin!” dedi o, az da olsa beni teselli etti. sıkılarak, ne diyeceğimi de bilemedim. Dedem ise, işlerini halletmiş, acelesi varmış gibi hızlıca yürümeye başladı. Artık ben de ona lazım değildim. O eski borçlarından kurtularak, hafiflemiş gibi gidiyordu. İkinci gün topraklarımıza düşmanlar girmeye başladı. Kimisi dağ geçidine doğru kaçıyor, kimisi ise pencerelerini keçeyle kapatıp evlerinde saklanıyordu. Biz oraya, buraya koşuşturmadık. “Düşmandan kaçarak, kurtulamazsın” derdi dedem. Tayyareler uçup, bombalamaya başlayınca dedem, anam ile beni siperlere doğru yönlendirdi, kendi ise eski evin ağaç döşeğinde sırtüstü kaygısızca yatıyordu. – Çocuk da olsan bir erkeksin. Onun için inanarak, son sözlerimi sana söylüyorum. İhtiyar görünüşü kaybolmuş, kafese kapatılmış aslan gibi, çaresizlik ayağına dolanmış bir şeyleri düşündüğü belliydi. Dedem tereddüt edercesine düşündü, bekledi bir süre. Nereden geldiği belirsiz top sesleri duyulmaya başladı. O gün, siperde çok kalmış olmalıyız ki, ben uyuya kalmışım. Çıktığımda dedem yoktu! Anam ise: “Benim silahım var” dedi, gözlerini kısarak. “Savaş bitmişe benziyor, deden sokak meclisine çıkmış olmalı” dedi. – Oğlum bilirdi, artık döner mi, dönmez mi… Sen de öğren. Sonra dedem eski evin arka duvarındaki büyük taşın yanına gitti. “İşte, bu taşın altına bakarsan bulursun. Keçeye sarılmış olmalı”, diyerek ileri yürüyüp duvara oturdu. – Oğlum, her sırrını insanlarla paylaşan erkek değildir. İhtiyaç duyulduğunda kendini insanlardan ayıran ise tam bir ahmaktır! Silah ise şu fani dünyada sana tek bir şey için lazım olacak. Unutma, sadece vatan için. Doğduğun topraklar için! Eğer bunlar dışında başka sebeplerle eline silah alacak olursan, ben sana bu konuşmayı yaptığıma pişman olur, mezarımda huzur bulmam. O günler aklıma geldikçe kalbim hızlı çarpıp, saçlarım diken gibi oluyor. O gün, kurşunların uçuştuğu gökyüzünün altında eski köyüme koşarak gittiğim de, anamın çığlığı da, dedemin son sözü, son vasiyeti olan benim evim “Gözümün görebildiği topraklar” etrafımda dönmeye başladı. Başımın dönmesi geçene kadar, ben o gün yaşananları yeniden hissettim. Dedemin hâlâ soğumamış göğsüne yıkıldım. Hayır, dedem anamın dediği gibi sokak meclisine gitmemişti. Çok geçmedi biz eski köyün yanında silah seslerini duyduk. “O, dedemdi!” dedim hıçkırarak. İşte, o an benim ak göğüslü kırlangıçlarım, rüyalarımı, gecemi süsleyen yaz güllerim gözümün önünden kayboldu, yol ağzında dedemin ağır emaneti ile dona kaldım! Zaten bu yüzden değil miydi, masalcı dedemin vasiyet edişi! “Çok konuşma!” dedi anam. O an ikinci kez benim önümü kesti, ayakta dikilmeye başladı. Pencereden atlayarak kaçtım. Anamın çığlıkları uçan kurşunlardan daha hızlı peşime düştü, ben eski köye nasıl vardığımı hatırlamıyorum. Ama ne çare, dedemin kurşunları bitmişti. Temel taşını kucaklamış, öylece yatıyordu. Ben sanırım iki dünyanın arasında kalmış gibi 1974 Kardeş Kalemler Mart 2011 42 Benim Vatanım Yok! (Sürgün Anılarından) CAGAFAR TOKUMAYEV* ÇEVİREN: UFUK TUZMAN Enbekşi’nin ortaokulunda benim dışımda da çevre köylerden gelen Dağlı (Karaçay / Malkar) gençler okuyordu. Ben onlarla tanışarak arkadaş oldum. Biyaslan, HaciMurat, Asker gibi delikanlılar sadece başarılı değil, aynı zamanda okuldaki her türlü kulüp faaliyetleri ve komsomol çalışmalarına da katılıyorlardı. ....Yıllar yılları kovaladı. Onuncu sınıfa geldik. Bir gün öğretmenimiz Abdurrahmanov ile birlikte genç bir subay sınıfa girdi. Bizler onun asker kıyafeti ve omuzlarında yıldızlı rütbelerine imrenerek, hevesle bakıyoruz. Kızlar ise içlerini çekip, onun tıraşlı parlak yüzü ve yakışıklılığından kendilerini alamıyorlardı. “Bu delikanlı askerlik şubesinden geliyor”, diye açıklama yaptı Abdurrahmanov. Abdurrahmanov sadece öğretmen değil, aynı zamanda Komünist Parti’nin okul temsilcisiydi. Subay güler yüzüyle her birimizle selamladı. Daha sonra o bu yıl için askere çağırılacak adayların listesini hazırladığını söyledi. “Askerlik yapacak, kutsal vatan borcunuzu ödeyecek yaşa geliyorsunuz”, dedi subay. Onun bu sözleri karşısında bizim çocuklar heyecanlandı. Sınıftaki kızların nazarında da değerimiz bir kat daha arttı. Kendi kendimize yetişkin erkekler gibi göründük. Kanatlarım çıkmış gibi hissettim. Askere gidersem sürgünün utancından kurtulurum diye düşündüm. Bu büyük bir şanstı. Sınıfta öğrencilerle iyi geçinen arkadaşlardık. Elbette aramızda bana yan gözle bakanlar da vardı: “Bunları Kafkasya’dan boşuna mı kovdular sanıyorsunuz?” derlerdi. Bu sözleri duymamak için değil askere, cehenneme bile gitmeye hazırdım. * Cagafar Tokuma Taşlı-Tala köyünde dünyaya geldi. Sekiz yaşında ailesiyle Kazakistan’a sürüldü. Hikaye ve piyes yazarı olan Cagafar’ın çok sayıda hikayesi ve drama eseri 8 dilde yayınlandı. Edebiyatçının eserleri sahne sanatları derslerinde kaynak olarak okutulmaktadır. Kardeş Kalemler Mart 2011 43 Bir kez sınıfımızda Katipa adındaki güzel bir Kazak kızına gönlümü kaptırmaya başladım. O da bana sevgisini hissettirdi. Bizim bu durumumuzu fark edenler, “Sen kimi sevdiğini biliyor musun?..”, diyerek, Katipa’ya ters bakmaya başladılar. Bununla yetinmeden durumu anne ve babasına yetiştirdiler. Babası kolhozda parti temsilcisi olarak çalışıyordu. Babası da: “Sen Kafkaslı eşkıyadan başka sevecek adam bulamadın mı?” diye kızını sokağa çıkararak, insanların gözü önünde dövmüş. Annesi ise okula gelerek, beni müdürün odasına çağırtarak, ite, eşeğe söylenecekleri bana söyledikten sonra gitmişti. Ondan sonra Katipa ile birbirimizi sevmek bir yana, göz göze gelmeye korkar olduk. ... Subay pardösüsünün cebinden bir kâğıt çıkardı ve bizim sınıftan askere çağırılacakların isimlerini okudu. Benim adım nedense söylenmedi. Kan beynime sıçradı. Kulaklarım uğuldamaya başladı. “Benim adım listede neden yok?” diye yerimden kalkarak, subaya sordum. Herkes bana baktı. “Soyadını söyler misin?” diye sordu subay. “İzbairov efendim” dedim. Askerlik şubesi subayı listeye tekrar baktı. Fakat o benim adımı ve soyadımı listede bulamadı. Şaşırdı. “Bu çocuk Balkar”, dedi Abdurrahmanov subaya dönerek. “Baştan söylesene onu” diyerek, subay kâğıdını tekrar pardösüsünün cebine koydu. – Biz Çeçen, Balkar, Karaçay… Bunları askere almıyoruz. Söyledikleri yüreğime öyle bir oturdu ki, dilim tutulup, hiçbir söz söyleyemedim. Kendimi sınıfımızdaki en aşağı, en çaresiz insan gibi hissettim. Ayakta dururken yerin dibine girmek istedim. Daha çok da kızlardan utandım. Onların gözünde ben kendimi ayakları elleri zincirlenmiş mahkûm gibi hissettim. “Benim vatanım yok!” dedim. Bundan fazlasını söylemeye nefesim yetmedi. Üzülerek sınıf- tan çıkıp gittim. Yurda gidip yatağıma uzandım, hıçkıra hıçkıra ağladım… Fakat işin zor kısmı ertesi gün başladı. Benim hakkımda okulda disiplin kurulu toplandı. Beni de oraya çağırdılar. Öğretmenlerin asık yüzlerle, yere bakarak oturduklarını gördüm. Başı dik böbürlenerek oturan tek kişi Abdurrahmanov’tu. Ben kapıdan girince iki gözünü bana dikti. Abdurrahmanov çok şey söyledi, “Halk düşmanı” diye başladı, “ajana” kadar bana yakıştırmadığı suçlama kalmadı. - Hepimize “Vatanım yok!” diye haykıran bu adam, tam bir vatan hainidir! Yüce başkanımız Stalin de, canımız kadar sevdiğimiz parti de bize her an dikkatli olmayı öğretti. Dikkatimizi bir an başka yöne kaydırınca, işte bu önümüzde dikilen bu fesat gibi içimizdeki düşmanlar, kıl kurdu gibi kıpırdamaya başdı. Bunun kim olduğunu bugüne kadar hiç birimiz fark edememişiz. Böyle bir körlük için parti bizi affetmeyecek… Kısacası bunu mahkemeye vermek lazım. O işi kendim yapacağım. Bugün kasabaya götürerek, özel büroya teslim edeyim, orada buna hemen bir yer bulurlar. “Mahkeme”, “özel büro” denilen sözleri duyunca, yüreğime bir korku girdi. Önce aklıma annem geldi. Benim dışımda da yeteri kadar baş ağrısı vardı. Onun çatlamış, pürüzlü ellerine bakan altı çocuk vardı. Onlar açlıktan ağladığında yedinci olarak o ağlardı. Şimdi o benim tutuklandığımı öğrenince yüreği kaldırmaz. “Sen fazla abarttın”, dedi okul müdürü Abdurrahmanov’a. – Biz bunu mahkemeye versek ne kazanacağız? Kalbi kırılınca insan söylemeyeceklerini de söylüyor. Ondan ise İzbairov huzurumuzda hatasını kabul etsin, bu işi burada kapatalım. “Evet, öyle yapalım!...” diyerek, öğretmenlerin bir kısmı hemen müdürü destekledi. Ben de biraz rahatladım. Fakat Abdurrahmanov’un hoşuna gitmedi. Ateşten gömlek giymiş gibi oldu. “Bu nasıl iş? Eşkıyayı mı koruyorsunuz? Onun için siz de parti komitesi önünde cevap verKardeş Kalemler Mart 2011 44 mek zorunda kalırsınız!” diye kükredi. Öğretmenlerin de, okul müdürünün de Abdurrahmanov’dan çekindiklerini hissettim. “Eee ne istersen yap” diye, müdür disiplin kurulu toplantısını bitirdi. Abdurrahmanov yatakhanenin at arabasını hazırlattırıp, beni ona bindirdi ve kasabaya doğru yol almaya başladık. Benim kaçacağımı sanarak, iki kolumu da arkadan iple bağlattı. Yatakhanedeki çocuklar da sınıf arkadaşlarım da ardımdan bakakaldı. Asker, Biyaslan, Hıysa ve bazı dağlı çocuklar, soluk soluğa arabanın arkasından koştu. Abdurrahmanov atları hızlı sürdüğü için çocuklar bize yetişemedi. Yolda giderken her türlü düşünceler aklımı karıştırıyor. Tutuklanacağımdan en ufak kuşkum yok. Pancar tarlasında çalışan bir kadını “Stalin ölünce, bizi tekrar vatanımıza gönderecekler” dediği için tutuklayarak izini bile buldurmamışlar. “Benim vatanım yok!” demek herhalde ondan daha az bir “ihanet” sayılmasa gerek. “Kaç yıl verirler?” sorusu bir türlü aklımdan çıkmıyor. Okulum yarım kaldığı için de çok üzülüyorum. Sıkı ipler kollarımı acıtarak, çaresiz bıraktı. “Ağay, kollarım çok acıyor. İpi çöz. Ben hiçbir yere kaçacak değilim” diye Abdurrahmanov’a yalvardım. O ise kollarımı çözeceğine arkama geçerek kamçısıyla 2-3 kez başıma vurdu. Kalbim “pat” diye patlayacak hale geldi. Bu dakikadan itibaren her türlü kötülüğü elimden gelse, ardıma koymadan yapacak hale geldim! Kardeş Kalemler Mart 2011 Abdurrahmanov nedense özel büroya gitmeden, arabayı KPSS (Sovyet Sosyalist Komünist Partisi) binasının yanında durdurdu. O beni önüne katarak, içeriye soktu. (Onun Kasaba Komünist Partisi’ne neden gittiğini o an anlayamamıştım. Partiden de aferin alarak, gitmek için yolunu değiştirdiğini sonradan anladım). Abdurrahmanov beni de bileğimden tutarak, uzun koridordan biraz yürüdü. Kızıl kromla kaplanmış kapıyı açtı. Masanın arkasında oturan genç kadın yazma işini bırakarak, Abdurrahmanov ile bana hayretler içinde baktı. “Aytbayev yerinde mi? Ben onunla çok önemli bir konu hakkında konuşmak için geldim!”, dedi Abdurrahmanov kadına. Aytbayev’le yüz yüze tanışmasam da, onun kim olduğunu duymuştum. O, kasabanın Parti birinci sekreteriydi. Kapıda yazan adı gözüme takıldı. Kabul odasında oturan kadının ise onun özel kalemi olduğunu anladım. “Aytbayev yerinde. Bu çocuk da kim? Kolları neden bağlanmış?”, diye sordu özel kalem. “Halk düşmanını yakalayıp getirdim!” dedi Abdurrahmanov böbürlenerek. Kadın tamamen hayretler içinde kalmıştı. Bana doğru korkarak baktı. Hiçbir şey söylemeden yerinden kalkarak, birinci sekreterin odasına girdi. Az sonra odadan çıkıp, Abdurrahmanov’a “girin” dedi. Abdurrahmanov elindeki kamçısının sapıyla beni ensemden iterek, odaya soktu. Beni kapının yanında bırakıp, kendisi Aytbayev’e doğru yürüyerek önünde başını eğip, onun elini iki eliyle birden sıkarak, selamlaştı. Abdurrahmonov ona hal hatır sormaya başladığında Aytbayev: 45 “Bu çocuk kim?” diye onun sözünü kesti. – Kollarını çöz. Ayıptır. Sen polis değilsin!? “Onun kollarını çözemeyiz! Kaçıp gider. Bu halk düşmanı! Onun bizim okulda bulunmasından dolayı çok huzursuzum. Fakat ne yapalım, partimiz huzurunda bundan sonrası için dikkatli olmaya çalışırız. Okulda olanları tam olarak size de anlatarak, gideyim diye uğradım. Bunu mahkemeye vermeye karar verdik. Bu çocuk Malkar eşkıyası” diye Abdurrahmanov benim hakkımda tüm yalanlarını acımasızca sıraladı. Aytbayev bakışlarını masadan ayırmadan onun anlattıklarını sabırla dinledi. Bense, kapı kenarında, sinirimden içimi kemiriyordum. Abdurrahmanov’un her sözü, başıma taşla vurmuş gibi canımı yakıyor, içimi acıtıyordu. O anda Allah geldi aklıma. İçimden: “Ya Allah, böyle bir alçaklıkla beni neden sınıyorsun?”, diye geçirdim. “Bana en çok dokunan ise, müdürümüz de, bazı öğretmenlerimiz de bu eşkıyayı korumaya kalktılar!” diye Abdurrahmanov sözlerine tekrar başladı. – Sanırım siz onlarla özel konuşacaksınızdır. Hayır demezseniz bu konuyu ben üstlenip, parti bürosuna şikâyet dilekçesini ben verebilirim. Müdürümüze güvenmiyorum. Bu eşkıyayı okula yatılı olarak yoksul diye o almıştı… Parti temsilcisi Abdurrahmanov söyleyeceklerini bitirip, Aytbayev’e böbürlenerek baktı. Ama birinci sekreter nedense ona cevap vermek için acele etmedi. Yerinden bile kıpırdamadı. Meraklı gözlerini masadan bile ayırmadı. Kendi kendine konuşur gibiydi. “Şimdi beni hapishaneye götürmeleri için emredecek” diye içimden geçirdim. Bu dakikalar bana daha önce olmadığı kadar uzun geldi. Bıyıklarını ısırarak oturan Abdurrahmanov yine bir şeyler ekleyip, başımı hapishaneden çıkmayacak hale getirecek diye içimden korkuyordum. Biraz sonra Aytbayev kafasını masadan kaldırdı. Bana baktı. İçim titredi. – Sen ‘Vatanım yok’ diye söyledin mi? “Söyledim” dedim sonrada kendimi tutamadım ve ağladım. – Ağa beni askere neden almadılar? Arkadaşlarımdan beni neden ayırıyorlar? Neden yabancılaştırıyorlar? Benim ne yanlışım oldu? Aytbayev manov’a: yerinden kalkarak, Abdurrah- “Çocuğun ellerini çöz”, dedi. Abdurrahmanov istemese de ipi çözdü. Yeniden canım içime girmiş gibi hissettim. Aytbayev yanıma yaklaştı ve başımı okşamaya başladı: “Adın nedir?” diye sordu. – Cagafar. – Cagafar can, askere de gidersin. Merak etme o zamanlar da gelir. – Babam gibi konuşarak, yüreğimi yumuşattı. Aytbayev’in boynuna sarılarak, kucaklamak istedim. “Çocuğun peşinden dolanıp, durmayın bırakın okusun” dedi Aytbayev parti temsilcisine. Abdurrahmanov’un alt dudağı sarktı. Bense, dünyanın en şanslı adamı gibi mutlu oldum. Odadan sevinçle çıktım. Kabul odasındaki özel kaleme “Rahmet size! Rahmet!...” diye, birkaç defa teşekkürümü tekrarladım. – Ne için rahmet?! “Sana da bu binada çalışan herkese de bin kez rahmet!” diye, dışarı çıktım. Binanın bahçesinde Hıysa, Hacımurat, Biyaslan, Asker ve başka Dağlı çocuklar toplanmıştı. Onları görünce moralim yükseldi. Onlar, çevreleyerek beni kucakladılar. Doğduğumuz dağların kuytusuna sığınmış gibi hissettim!.. O günlerden beri çok uzun zaman geçti… Uzaktaki Kazakistan aklıma düştüğünde Aytbayev’in kutlu yüzü göz önüme geliyor. Stalin’in karanlık dünyasında insanlığını kaybetmemiş yetkililer de vardı… Aytbayev ise o temiz yürekli komünistlerden biriydi. Zor anımda Allah’ın onu benim karşıma çıkarması şansımdı! Kardeş Kalemler Mart 2011 46 Hadis’in Cevabı İBRAHİM GADİYEV* ÇEVİREN: UFUK TUZMAN Güzel yüzlü dostum Alibek Asan’a ithaf ediyorum Yüzünü yastığa koymadan sabahladığı, vücudunu yorgun akşam ettiği çok olmuştur Hadis’in. Geç yatıp, erken kalkmaya sürgünde alışmadı. Kırgızların uzak şehirlerinden gelenler, Malkarların yaşadığı yerlerde sohbet ediyorlar diye duyduğundan beri tekrar geceleri uykusuz, gündüzleri huzursuz olmaya başladı. Hadis kapı önüne şafak vakti çıktı. Etraf sessiz, huzurlu. Tabiat uykuda. Berbat rüzgâr bile uyanmamış uykusundan. Yol kenarında ıslak otlar, düşen çiğin ağırlığından kurtularak, belini doğrultamamış. Vakit çok erken. Köylülerin hayvanlarını gütmeye başladığında Hadis çok yer dolaşır oldu. Atla dönüşte koruluğa girdi. Kendi çocuklarından biri tarafından yapılmış, uzun ağaç sandalyeye oturdu. Çok şey anımsadı. Ölmüşleriyle de, sürgünün her yere dağıttığı başka halklarla yaşayan hemşerileriyle de her zamanki gibi sakin sohbet etti. Seksenini çoktan geçse de Hadis’i bu dünyada yaşadıkları yaşlandırmadı. Kendi dağlarında yaşadığı eski yıllarda bir ay içerisinde çocukları Haci’nin, Hamit’in ve Hakim’in “kara haberleri” gelmişti. O zaman hayatın durduğunu sandı. Fakat bu duruma üzülerek, çaresizlikle yakınmaması gerektiğini çabuk anladı. O dönemde kendi soyundan kendi dışında yetişkin kalmamıştı. Aksakal soyun namusu, yüz akıdır. Devam eden soyun bayrağını taşır. Ona, o soyun namusunu güvenerek emanet edeceğini, sesini duymadan, kararlığını görmeden rahat vermelerine imkân yoktu. Hadis de “kara haberin” içini kara küle çevirdiğini sezdirmedi. Allah’a şükür torunları vardı! Mutluluk için * İbrahim Gadiy 1934 yılında Çerek Vadisinde Şavurdat köyünde doğdu. Halk sürgününde ailesiyle birlikte Kazakistan’ın Almatı vilayetine bağlı kamplarda geçirdi. Cengiz Aytmatov’un bir çok hikayesini Karaçay-Malkarcaya aktaran yazarın çok sayıda eseri yabancı dillere aktarıldı. Kardeş Kalemler Mart 2011 47 kocaya varacaklar, gelin getirecekler soyunun devamını getirecekler diğer hanelerinde yeterliydi. Hadis, zamanı geldiğinde onların hepsine gerekliydi. Bugün doğduğu topraklardan uzakta, onlara her şeyden daha çok lazımdı! “Atın olunca atın ölsün, yaşlandığında karın ölsün!”- diyen, hayatın zorluklarını Hadis gibi sık çiğnemiş biri olmalı. Ne yaparsan yap, kadere karşı çıkılmaz. Bugünkü yaşam ışıklarını nineleri sürgünün acısına bir aydan fazla katlanamayarak kaybetti. Kabri Kırgızlara nasipmiş. Çocuklar ve torunlar gerçekten de çok çekseler de, büyükleri hep küçüklere dayanak olarak, yanlarındaydı. Allah’a şükür artık aç kalmıyorlar, çıplak da değiller. Nazar değmesin, çoğu güzel aileler kurdu. Kalanlar da evlenir. Allah hayırlı mutluluklar nasip etsin, hayatları önde. Hadis’in gelinlerinden razı olduğu gibi Allah da o gelinlerden razı olsun, çocuklarına çok güzel terbiye vermişler. Hadis evine döndü. Eşikten girer girmez kapının arkasına uzanıp, herkesin bildiği asasını eline alıp gözle görünmeyen üzerindeki tozları eliyle sildi. Sonra sabırla evin ortasında ileri geri iki üç kez gidip geldi. Sonra yerinde durarak bir süre düşünceli bekledi. Küçük parlak makasını alıp aynanın karşısına geldi. Düğmelerini açtığı gömleğin yakasını içe doğru kıvırarak, çağırıldığı yere gitmeden önce hazırlandığı gibi sakal ve bıyıklarını güzelce düzeltti. Başını sağa sola çevirerek, fazla kıl arar gibi yanaklarına dikkatlice baktı. Daha sonra yüzünü iki eliyle okşadı. Yaptığı iş hoşuna gitti. Düğmelerini kapattıktan sonra makasını da yerine koyup, Hadis yatağına gitti. Fakat öyle fazla yatamadı. Nedense bir türlü bir huzursuzluk ona rahat vermedi. Hadis kalkarak, yeniden giyindi. Kemerini sıktıktan sonra sol elini kemerine koyup düşünmeye başladı. Orada kaması asılı durmalıydı!.. Fakat ne çare, sürgün sırasında hayvan vagonlarına bindirilirken askerler ona el koymuştu. Yoksa orada kaması hep asılı dururdu… Gerçek bir Dağlı (Karaçay-Malkar) kaması! Hazırlanan Hadis dede Cuma kıyafetlerini giydi, asasını koluna alıp dışarı çıktığında her zamanki gibi bahçe dolusu çocuk onu sardı. Kendi kendine yeni yürümeye başlayan çocuktan, tecrübeli eğitimcilere kadar ona refakat etmeyi sevmeyen yoktu. Hadis kabul etmedi, eve dönmeleri için işaret etti. Çok geçmeden döneceğini söyleyerek, çıktı. Kulüp ana yoldan biraz uzakta. Fakat yürüme mesafesinden de uzak sayılmaz. Hadis’in evinden toplantı yapılacak yerin uzaklığı seslenecek mesafede denilebilir. Meydan da ayrı ayrı o kadar erkeğin ayakta sohbet ederek beklemeleri Hadis’i şaşırttı. Yakın şehirlerden toplantıya gelenler erkenden bitirip gittiler mi, yoksa başlamadılar mı?... O meydana sakin yürüyüşlerle geliyordu. Yaklaştıkça hangi gurubun yanına gideyim diye tereddüt etmeye başladı. Yaklaşınca birilerine diğerlerinden fazla önem vermiş gibi olmamak için duramadı. Düz devam ederek açık kapıya yaklaştı. Kurtulamadı. Sohbetlerini yarım bırakarak, Hadis’in karşısına geçerek, tokalaşıp hal hatır eden çoktu. Bazıları ise uzaktan başlarıyla selamladı. Başlarını hafif yana yatırarak, sınamak istercesine, göz ucuyla izleyenler de vardı. Onları fark etmeden ya da umursamadan geçip gitmek olmazdı. Kim ne gözle bakarsa baksın, Hadis onlarla tokalaştıktan sonra, hal hatır soranları teğet geçemedi. Hadis kimilerinden özür diler gibi baş eğdi, yaşıtı ve dostu Aslangeriy’e doğru yöneldi. İkisinin de bazı yönleri benziyordu. Orta boylu, ince yüzlü, geniş kaburgalı, keskin gözlü Dağlılar. Sakal ve bıyıkları da aynı tarzda tıraşlanmıştı. Bugüne kadar da Dağlı kıyafetlerini giymeye devam ediyorlar. Tek farkları Aslangeriy’in elinde asası yoktu. Düşüncesine göre, ona ihtiyacı da olmazdı. Genç olanlar Hadis ile karşılaştıklarında her zamanki gibi içten selamlaştı. Soy akrabadan doğmuş olan sarı bıyıklı, mavi gözlü Hıysa onun elini iki eliyle sıkıca tutarak, Hadis kendi elini çekene kadar yukarı aşağı salladı durdu. Hıysa’nın kan kardeşi tombul yüzlü Abdullah da aynısını tekrarladı. Savaştan diğer akraKardeş Kalemler Mart 2011 48 balarından daha geç dönen kolsuz Biymırza asasını koltuğunun altına sıkıştırıp, sol kolunu uzatarak, Hadis’in önünde başını eğdi. Onunla birlikte tanımadığı iki üç kişiye daha selam verdi. Herkes bir kavgayı iyice kızdırıyor gibiydi. – Resmi görevli misafirlerimiz varmış diye duydum, çağırılmamış olsam da, evimde de duramadım, - diyen Hadis selamlaşmalar sonrasında ayıplanmamayı diler gibiydi. – Evet, geldiler, güzel haberler de getirdiler dede! – dedi, Hıysa öne çıkarak. – Gelmekle vallahi çok iyi yaptın! Diye ekledi. Sonra biraz geriye çekildi, daha önce yanında kavga etmiş biri var gibi bir tarafa böbürlenerek baktı. Hıysa arkadaşlarının yanına dönmedi. Nedense, derin nefes aldı, iri dudaklarını yalandı. Gelenleri övse de, toplantıda duydukları hakkında gelişmeleri anlatırken aceleci davranmadı. Hadis de onu acele ettirmedi. O resmi görevlilerin getirdiği güzel haberin ne olduğunu da sormadı. Bir süre sonra Hıysa, o an anlatacakları için alacağı müjdeyi pay etmek istermiş gibi etrafına bakarak gülümsedi. Hadis’in de gözleri parladı, artık onun da sabırsızlandığı anlaşıldı. Uzun zamandır geyiğini bekleyen dağlı avcı gibi rahatsız. – Devlete karşı hiçbir suçumuzun olmadığı ilan edildi!-dedi Hıysa, o ana kadar ağzını açmaya fırsat vermediği adamın ruhu hafiflemişti. Semiz güçlü yumruğunu yukarı kaldırarak, artık biz de başkaları gibi adam yerine konulacağız dede!.. Siz ne isterseniz yapın, ben bugünden itibaren Kızıl Kiya’ya gitmeden duramam!...-diye ekledi sözünü. O kimse söze girmeyince, onun gitmesini istemeyerek üzenden kurtulmak ister gibi silkindi. – Sizin de tanıdığınız babamın öz kız kardeşinin çocukları madende çalışıyorlar!.. Onlar yer altında kömür kazıyorlar!... Dinlemek büyük bir yetenek, güzel öğrenmenin ilk şartı derler, kimileri ise aksakala saygısızlık etmemek için söze karışmıyor. Hadis yola gitmek isteyen akrabasının sözünü kesmedi. – Burada denildiği gibi olacaksa, ne zaman gerçekleşecek, kim doğrusunu biliyor? Ben Kardeş Kalemler Mart 2011 yakınlarımı 12 senedir görmedim! Tekrar ne kadar beklemeliyim,-diye tartıştı. Genç Hadis’i “yanlışlık yapıldığı ilan edildi” diye sevindirmeye çalışsa da, yüreğinin ağlanacak halinden kurtulmadı. – Hadis tüm Karaçaylılar ve Malkarlılar beraber serbest bir eyalet kurmaya imkan olacak dediler… İster Kırgızistan’da, ister Kazakistan’da… Öyle bir imkan verilecekse, ne zaman gerçekleşecek gidip sorsana!.. Ben yine onu mu beklemek zorunda kalacağım?! – diye telaşlandı, sinirli bir şekilde. – Yeni eyalet kurulana kadar sana Kızıl Kiya’ya gidemezsin diyen mi var, kardeşim?-dedi bugüne kadar Hadis’in görmediği güzel giyimli, yakışıklı bir genç. – Hıysa öyle söylese de, o bugün yola çıkacak değil ya,-diye ekledi Abdullah. – Öyle… Hıysa gideceği yere varana kadar halkı o sizin dediğiniz yere sevk ederlerse nasıl olacak bu iş? – Tüm halk hemen kabul etse bile, eyaleti hemen kuramazlar,-diye gülümsedi, gencin o kadarını anlamadığını hissettirerek. – Onun için çok zaman gerekli, bunun için devletin çok fazla desteği lazım, kardeşim… – Peki, devlet yardım etmeyi kabul ettiyse, kuş tüyü gibi tüm Orta Asya’ya dağıtılan halkı yine bilmedikleri bir yere toplayıp uğraşacaklarına tekrar geri dönmemize yardım etse olmaz mı sanki! – Evet, gerçekten! Devlet için de rahat olur, bize ondan büyük iyiliği bu dünyada kim yapabilir! –Yoksa biz Kafkasya’da birilerinin yaşam hakkını mı işgal ediyoruz? O ağırbaşlı genç adam üçüne de bundan önce Abdullah’a yaptığı gibi gülümseyerek tek tek baktı. Soruların kendine yöneltildiğini anlasa da, cevap vermekte aceleci davranmadı. – Ya Rusya… bizi geri götürmek istemiyor mu?-diye soran Hadis o ana kadar anlatılanların bittiğini anlayarak, - Siz burada söylenenlere bakarsanız, sürgün hayat boyudur diyenlerin sözlerini unutmamış olmalısınız… Hadis güçsüzleşti. Asasını sakalının altına 49 yaslayarak, düşünmeye başladı. Onun böyle sessizleştiğine bakarsak, derin düşüncelerini içinde sakladığı belliydi. – Eğer kendi isteğimizle burada kalacak olursak, ölülerimiz bizi bağışlamaz,-dedi uzaktan dinleyenlerden biri. – Ya burada ölenler affederler mi, onları burada bırakır gidersek? – dedi başka birisi. Hadis ile selamlaşma dışında o ana kadar konuşmamış olan Aslangeriy daha fazla sabredemedi. – Allah’a karşı asilik yapmayın!... Nerede doğduğumuz da, nerede öleceğimiz de alın yazımızla olur!-dedi durdurdu büyüyen o tartışmayı. Hadis onaylar gibi başını salladı. İki genç de sorduklarına soracaklarına pişman oldu. Hiç kimse konuşmadan bir süre sessiz düşündüler. Hadis ise Rusya hakkında sorduğu sorudan beri hiç başını kaldırmamıştı. Cevap verilmemesine içerlemiş gibi sessizliğini korudu. Bir süre sonra Aslangeriy’in sabırsız sesi duyuldu. – Bizimle birlikte ata yurdumuzdaki hayatımızı da gördü, savaş ateşiyle de yandı Bekmırza,dedi. Nedense, gerekli gereksiz yerde kendini karar verenler arasına sokmaya çalışan herkesten çok kendini bilge sanan Osman oğlu Davut’a baktı. – Biz, buradakiler adını bile bilmediğimiz yerlerde kanını dökenlerin, geri dönmeyenlerin nelere katlanmak zorunda kaldığını o hepimizden iyi bilir. Kendi gibi savaştan Sibirya’ya sürülenlerden, Hadis ve benim gibi bir ayağı çukurda olanlardan bir sorsalar, Osman oğlu sen kendin, senin izinden gelenlerle nerede yaşamak, nerede ölmek istersin!? – Ben düşüncemi orada da, burada da binlerce defa söyledim!-dedi Bekmırza. Sağ kulağının arkasından, sağ bileğine kadar olan yeri sıvazlayarak – Ekmeği çok çiğnediğinde çiğ sanırsın, - derler. Böyle sınırsız tartışmalar, doğru dürüst kararlar vermeye yardımcı olamaz… Gevezeliği seviyorlar, yoksa onlar, bilmiyor mu halkın dilinde, yüreğinde, rüyalarında, gününde gecesinde doğduğu topraklar olduğunu… – Devlet benim hiçbir yanlışım olmadan sürdüğünü anlamışsa, sürdüğü gibi topraklarıKardeş Kalemler Mart 2011 50 ma götürmeyi neden istemiyor. Bunu biriniz bana izah etseniz kurban olurum size! – diyerek yola çıkma ümidini yitirmeye başlayan Hıysa dudaklarını yalanmaya başladı. dönmeye vallahi izin vermeyecekler Hadisdedi Davut. Oradakileri de şahitliğe çağırmış gibi etrafına bakındı. Yaya gitmek için sanki orası biraz uzak gibi. – İstemiyorlar diye kimse seninle tartışmıyor, burada kalmanız sizin için daha iyi diyorlar. İnsanca söyleneni anlamak istemiyorsun sen, dağlı!-diye, Osman oğlu sinirini gösterdi. – Ata yurda giden yol uzak olmaz, - dedi Hadis. – Burada sizin dediğiniz gibi serbestlik verildiyse, saygınız başınıza kalsın. Çocuklarımı, torunlarımı ve onların çocuklarını toplayarak, yaya gideceğim. Osman oğlu! Yaya!.. İşte şu asayı tuttuğum elim aşınana kadar yürüyeceğim, Osman oğlu!.. – Taşlaşmış yürekler bile parçalanır, millet! Halkımın binlerce yıldan beri yaşadığı topraklardan kovularak, geldiği yerin onun için iyi olduğuna inandırmaya çalışıyor bunlar beni!-diyen Aslangeriy hırsla asasını yere vurdu. – Bu misafirler çok önceleri bize özgürlük verdiğini, devlete bağlı tüm halklarla eşit ve hür olduğunu deklere etmiştir,- diyen Osman oğlu ileri gittiğini anlayarak, sinirini saklamaya çalıştı. – Bu dürüst insanlar bize çok güzel havadislerle geldiler!.. – Teşekkürler Davut doğru söylüyorsun,-dedi ona minnettarlığını bildiren temiz giyimli genç Hadis’e döndü. – Kazakistan’ın ya da Kırgızistan dağlarının eteğinde, ovalarında sizler için memleketler kursak, o daha iyi olmaz mı milletimiz için diye, halkımıza danışmaya geldik aksakal. – Oradaki dağ geçitlerimizin yerine, kendimize buradaki bozkırları daha hayırlı göreceğiz demi,-dedi Hadis, dayanılmaz acıya yenilmek istemeyen adam gibi, başını zor kaldırarak, anlatacaklarınız bitti mi- diye, sorurcasına. Osman oğlunun sabrı tükendi o yine kendini ortaya attı. – Kazakistan’ı da, Kırgızistan’ı da istemiyorsun, sana hâlâ Rusya lazım!-diye, sinirli yorgun sesiyle, boynu aşağıda, yukarıya doğru ters bakmaya başladı. – Ellerin aşındığında varmamışsan ne olacak? O zaman ne yapacaksın? Diye gülümsedi Davut, ileri gittiğini fark edip başını yana eğerek, espriye çevirmeye çalıştı. Bekmırza diğer genç toplulukla beraber bir şey söyleyemeden içerleyerek ayakta durdu. Aslangeriy, Davut’a ters bakarak, bir yanına yaslanıp cebinden bir mendil çıkardı ve gözlerinden gelen yaşı sildi. Davut ise alaycı gülüşünü hiç bozmadı. Yüzsüz adama Dağlı gelenekleri bile sınır koyamaz. – O zaman da dizlerim aşınana kadar yürüyeceğim!-diye, iddialaştı Hadis. Ayaksız kaldıktan sonra da doğduğum topraklara göğsümle sürünerek gideceğim… Ölene kadar! Hadis’in cevabını tüm meydandakiler duydu. İnsanlar rahat bir nefes aldı. Ortalık aydınlanmış gibi göründü onlara. Meydandakiler Hadis’ten gözlerini alamadılar. Yakın şehirlerden gelen halk temsilcileri de mesajı aldı. O cevap aynı zamanda o temsilcilerin arasındaki şakşakçılara da verildi. İçlerindeki onların Davutlarına! Artık Hadis sonuna kadar açık duran o geniş eşikten adımını bir daha atmak istemiyordu. – Evet, bana Rusya lazım! Rusya!-dedi Hadis, başını bir hışımla kaldırıp, Osman oğlunun yüzüne tükürmemek için sabırla ona bakarak. – Doğru anladın, Davut. Bana Rusya gerek! Buradaki herkese de Rusya gerekli, anladın mı, Osman oğlu! Başını çevirerek etrafındakilere: – Benim Osman oğluna verdiğim cevabı iyi anlayın,diye sertçe kaşlarının altından herkese baktı. Sonra herkesle başını hafif eğerek, vedalaştı. Arkasına döndü, burnu dokunsa yerin canını yakacakmış gibi sakin ve yumuşak adımlarla oradan uzaklaştı. – Fakat benim duyduğum kadarıyla Rusya’ya 1994 Kardeş Kalemler Mart 2011 51 Cehennemden Gelen Mektup HASAN ŞAVAYEV* ÇEVİREN: UFUK TUZMAN Bu hikâye Malkar halkının tanınmış ilim adamı, SSCB ordusunun cesur subayı Adilgeriy Sottayev (Sottalanı Adilgeriy)’e ithaf edilmiştir. O Malkar halkının doğduğu topraklardan sürülmesini ağır sözlerle kaleme alarak, Stalin’e mektup göndermiş, sonucunda Adilgeriy mahkeme kararıyla 25 yıl hapse atılmıştır. Temmot, burada boş söze gerek yok. Bu mektubumu 30 Ağustos 1953 tarihinde sana öz kardeşime güvendiğim gibi güvenerek yazdım. Bilmiyorum korkmadan okuyabilecek misin? Eğer isteğimi gerçekleştiremezsen, bu yazdığım kâğıtları kimseye göstermeden yok et. Zararın neresinden dönülse kârdır. Doğru söyleyenin başına sopayla vurdukları bir zamanda yaşıyoruz! Senin de başını yakmak istemiyorum, evindeki çocuklar eksik olmasın. Benim gördüklerimi Allah düşmanıma göstermesin. Buranın yanında din adamlarımızın korkutarak anlattığı cehennem bile az. Yavaşça söylediklerimi, iyi dinle: mahkeme kurumları Sovyet Hükümeti düşmanlarıyla dolu. Kendin de biliyorsun, benim gibi devlet adamına parti yönetiminin verdiği görevleri doğru yerine getirmiyor diyecekleri, hayatta aklıma gelmezdi. Bana yurdumda devlet çiftlikleri, okullar açan adama, savaşın başından sonuna kadar her cepheden kan kusmuş bir subaya, “Liderimize karşı kirli propaganda yürütmüşsün”, diye, kalbine süngü dayadılar. Ellerimi kapı ke- narlarına sıkıştırıp kan döktükleri yetmedi, tırnaklarımı kerpetenle tek tek çıkardılar. Vay anam, sahipsiz olan nelere katlanmazmış?! Dünyadan ümidimi kesince gözlerimdeki yaş kurudu, kanım, parmaklarımın kenarı bir yana kalp damarlarımı yırtarak dışarı çıktı, sıçanların yaşamak istemediği havasız yerde, güneş ışığı görmeyen hücrenin siyah duvarlarına yaslanarak, yıkılmadan ayakta durdum. Bir de çimentoyla sıvanmış zeminin soğuğu tabanlarımdan beynime öylesine hızlı ulaşıyor ki, kötü tankımı hayal etmeme bile izin vermiyor. Belki acılarımı bu yüzden hissetmiyorum. Böyle desem de ölen adam nereden bilsin acıyı. Ne yapıp, Moskova’ya ulaştırman için sana gönderdiğim kâğıtlarda bana yapılan haksızlığı her şeyiyle yazdım. O hayvanların sorguya çekerken yaptıkları işkenceleri de. Önce bana yöneltilen iki suçlamayı okudular. Onların manası bir yana her kelimesi birbiriyle aynıydı. Hayatımda hiç görmediğim adamlar başıma dikilerek, “Sen devlete, Stalin’e karşı propaganda yapmışsın, orada öyle, burada * Hasan Şava 1937 yılında Elbruz bölgesine bağlı Köndelen kasabasında dünyaya geldi. Çocukluğu sürgüne gönderildiği Kırgızistan’da geçti. 30 yıl “Zaman” gazetesinde editörlük yaptı. Yazarın 5 romanı ve çok sayıda hikayesi vardır. Kardeş Kalemler Mart 2011 52 böyle demişsin!” diye gözlerinden ateş saçarak başımda dikildi. “Hayır, bunlar yalan! Devletime de, önderimiz Stalin’e de canımı vermeye hazırım”, dedim. O anda sorgu yargıcı: “Kafkasların yiğit evladı, Malkar halkının filozofu Abdulkerim, sen ne ilginç nazlanıyorsun, ne kadar güzel martaval okuyorsun” diye, mavi kısık gözleriyle koltuğunu arkaya doğru yaslayıp, ağzına gergi konulmuş gibi yayılarak gülmüyor mu, sinirden yüreğim yarılacak sandım. Bu durumu, geniş omuzlu, iri kemikli, açık alınlı adamın iğrençliğini anlatmaya söz bulamıyorum. “Ben senin gibi nicelerinin yanlışlarını kabul ettirmiş adamım. Anladın mı?!” dedi. – Ben senin söylediklerini anladım. Zerre kadar yanlışım olmadığını anlatamadığım için içim yanıyor. Sovyet Hükümeti “Beni yoktan var eden hükümete, yanlış yola girdiğim gün kendimi ateşte yakarım”. – Düşünmeden hareket edenler kendilerini senin dediğin duruma sokarlar, fakat bu sefer işini iyi biliyorsun, kimler olduğunu söylemek istemiyorsun, kendi aklınla yaptın. – Benim halkımın kâlûbelâdan beri yaşadığı topraklarından sürerek, büyük felaket yaşatanlara sinirlenerek, Stalin’e sitem mektubu yolladığım için kendimi hatalı görmüyorum. Bu yüzden “milliyetçisin” diye gözaltına almaya hiç kimsenin hakkı yok. Bana sizin adamlarınız: “Sen eşkıyasın!” diye öfkeleniyorlar. Kollarımı iki kişi arkaya kıvırarak, üçüncüsü ayakkabısının topuklarıyla her yerimi morarana kadar tepiyor. Yaptıkları doğru mu?! Ben savaşlarda kanım dökülerek görev yaparken büyük annemi, ninem ve dedemi, çocuklarımı, kız kardeşlerimi Kırgızistan’ın kumlu nehirlerine atarak öldürmüşsünüz. Bu doğru mu?! Savaşta dört beş oğlunu birden kaybetmiş anne babalar az mıydı, sizin buraya sürdükleriniz içinde? Savaştan döndükten sonra kendi gözümle sokaklarda açlıktan morarıp ölmüş Malkarları, Karaçayları, Çeçenleri, İnguşları gördüm. Benim gözümün içine bakarak söyle bu ne kadar doğru? Bu Stalin’in bilgisi dâhilinde yapılmış olamaz. Kardeş Kalemler Mart 2011 Bütün dünyadaki büyük halklara özgürlük, eşitlik, mutlu bir yaşam arayan Stalin, benim küçük halkıma böyle büyük bir eziyeti hiçbir zaman layık görmezdi. Sovyet hükümeti düşmanları dürüst insanlara dert getirmişlerdir. Öyle ki, dürüstlüğün belini bükememişlerdir, Stalin’i yaptığı işten pişman edemediler. Benim mektubum Stalin’e ulaşırsa, halkımın bu büyük beladan kurtulacağına şüphem yok. Onun için yazdım. Temmot, bu seferki sorguda ben o kadar şey söylediğim hâlde, sorgu yargıcı sadece sol kolunu başının arkasına koyarak, dinledi. Yüz ifadesi değişmedi, rahatsızlık duymadı. Artık benim kalbim sabretmeyi öğrendi, öldürseler diye üzülmüyorum. Şu an söylediklerim kâğıda yazılmışsa, bu benim için en büyük şans. – Senin baban hocaydı! Kendinse Sovyet Hükümeti’nin halk düşmanısın her gün ona kara saban sürüyorsun. Hala burada kalan gururunu kamçılayarak, dürüstlüğün temsilcisi olmaya çalışıyorsun. – Sorgu yargıcı yerinden zıplayıp, masayı var gücüyle yumruklayarak, bu sözleri söylediğinde onu, hayal meyal görmeye başladım. Ağzım kurumaya başladı, dilimse kabarmış gibi göründü. Ona korktuğumdan değil, elimden gelmediği için cevap veremiyorum. Ona babamın hoca değil, devrimci olduğunu anlatamadım. Estağfurullah, insan gözüyle gördüğüne inanamıyor. “Şimdi düşeceğim. Sakın ha, öyle bir halt yemeyim”, kendi kendime fısıldadığımı duydum. – Binbaşı… Benim babam. – Senin baban hoca olmuş, Sovyet Hükümeti’nin kanlı düşmanı! Tekrar söylüyorum, kendin de burjuvazi, tam bir milliyetçisin. O senin yücelttiğin halkın savaşta neler yaptığını benden daha iyi biliyorsun. Hâlâ sen burada nasıl köpek gibi ulursun. Hepinizi büyük küçük demeden yeryüzünden kazımamız lazım! – Öyle olmasa da… Siz bizden kimseyi bırakmadınız. Topyekûn bir halka böylesine bir zulmü krallar bile yapmamıştır. Bu yapılanları her dürüst Sovyet vatandaşı bizim gibi görecektir. 53 Sense olmadık bir şeyi türeterek, hiçbir yanlışı olmayan insanı hedefe koymaya hazırlanıyorsun. – Kimmiş o yanlışlığı olmayan insan. – Benim yoldaş sorgu yargıcı. – Hedefe koyulacağını da biliyorsun. Öyleyse, Sovyet Hükümeti’nin insanı hangi sebeplerden hedefe koyacağını da bilirsin. İyi anlıyorsun; fakat seni okutan, yetiştiren hükümete karşı çıkman iyi olmamış. Sorgu yargıcı koruma memurunu çağırarak kendi eliyle ona bazı işaretler yaptı. Sonra beni oradan çıkararak, bir odaya soktular. Deri gibi işlenmiş ağacın ortasına dikerek, acımasızca sıkıştırmaya başladılar. Allah şahit bağırsaklarım gırtlağıma gelene kadar sabrettim. Öyle ki, sesim güçlükle çıkıyordu. Önüme koyulacak her türlü kâğıdı imzalamaya karşı olmadığımı söyledim. * * * Son karşılaşmamızda binbaşı da konuştu. Başladığı işte muradına erdiği için seviniyordu. Oynuyor, devletin benim gibi “düşmanı rezil etmek için” halka ilan etmesi her hediyeden kıymetliydi. Benim için de halkım için de onun karnı ağrımıyor. Yirmiden fazla pedagojik ilmî eser yazan parmaklarım bugün sorgu yargıcının protokolünü imzalayamaz hâlde. Bunun için de binbaşının karnı ağrımıyor. Kıymetli Temmot, önce beni idam cezası için yargıladılar. Nedense tam da hüküm okunurken, Bashan gözümün önüne geldi. Şimdi olsa Elbruz’un sularından kanasıya içerdim. Hey gidi Temmot, köyden köye düğünlerde gezerek süzülüşümüzü unuttun mu? Yaylada seni Tatlıhan ile tanıştırdığım aklında mı? Çok selam söyle ona da… Allah size uzun ömür versin, öyle güzel günleri artık ben göremem. Hayattan ümidimi kestiğim bir anda tekrar değerlendirilerek, bana yirmi beş yıl hapis cezasına karar verdiler… Temmot, cehennemde ölen insanın sağ olduğunu da gördüm. Şimdi senin başını daha çok ağrıtmayım. Bu benim yolladığım kâğıtları devlet başkanına ulaştırabilirsen iyiliğini bu yaşamda unut- mam. Elinden geleceğini biliyorum. Sen vilayet Komünist partisinin eğitmenisin. Yakında Moskova’ya göreve gidip geldiğini de biliyorum. Ben hapiste yatalı sekiz yıl geçti. Buraya halkım için girmiş olmak bana huzur ve kararlılık sağlıyor. Gizlemeden söyleyeyim, bugün sizin varlığınız beni ümitlendiriyor.” Temmot, mektubu mısır tarlasına girerek orada okudu. Sayfaları her ses çıkarışında çevresini kontrol ederek, elleri ve başı titreyerek bitirdi. O sonsuzluğun kalemini tutar gibi ince, uzun parmaklarını bazen ağzına koyarak, onları acıtana dek ısırıyordu. Kalın kaşları kirpiklerinden daha hızlı hareket ediyordu. Kısık gözleri mektupta yazanları silik görüyordu. Omuzları düşmüş burnunun üstü terlemiş, vücudunu soğuk terler kaplamıştı. “Bu it yavrusunun başıma açtığı işe de bak”diye, kendi kendine söylendi Temmot. – Gördün mü onu? Evi yıkılası, benden başka mektup yazacak adam bulamamış. Ben parti görevlisiyim. Senin gibi orada orak, burada tırpan olarak gezenlerden değilim. Dünyaya Bolşevik partisine hizmet etmeye diye geldim. Onun için de öleceğim…” Kendi sesinden ürkerek alçak sesle konuşan Temmot, son söylediklerini haykırarak söyledi. Etrafına dikkatlice baktı. Bir dakika önce kendi kahraman gibi haykıran Temmot, etrafında kimseler olmadığı için de sevindi. Sonra yere çökerek, mektubu bir süre kolunda rüzgârın esintisiyle tuttu. Zavallı Temmot’un kafası karışık, düşünceli. Oyun mu oynuyorsun, Stalin’in öldüğü gün şaşırsa da Tagiplanı Ayşat’ı sonsuzluğa uğurladılar. Temmot’un Sovyet Hükümeti’nin düşmanıyla işbirliği olduğunu anlasalar, onu acımadan hedefe koyacaklarına şüphen olmasın. Bu düşünceler Temmot’un yüreğini titretti. Damarlarından kan akmaz oldu, elleriyle bileklerini ve alnını ovalayıp, kendine gelmeye çalıştı. Biraz kendine geldikten sonra cebinden çıkardığı kibrit ile mektubu yaktı. Daha sonra uzun, ince parmaklarıyla yeri hızlıca kazarak, yanan mektubun küllerini oraya gömdükten sonra ayaklarıyla ezdi. 1975 Kardeş Kalemler Mart 2011 54 Suçluluk BİLAL APPAYEV* ÇEVİREN: UFUK TUZMAN İşte, kapı açıldı! O anda Aza’nın sesi duyuldu. “Selam hanımlar ve beyler!” dedi. Dört yıldır biz her sabah bu sesi hevesle beklerdik. Biz dediğim ben ve iki arkadaşım. Mahmut ve Sapar. Ya bugün… Bugün de bekliyorduk. O günlerdeki gibi gür ve neşeli sesinden ziyade, biraz utangaç, zayıf ve suçlu birinin sesiydi duymak istediğimiz. Maalesef biz yanıldık. Aza’nın sesi önceki gibi, hatta öncekiden de gür ve neşeli duyuldu. Başkasını bilmiyorum, ama bana öyle geldi. Bize umursamadan bakar gibiydi. Biz, Aza’nın selamını almadık. Ben içeri geldiğinde kafamı bile kaldırıp bakmadım. İki yanımda masaya yaslanan iki arka- daşım da başını kaldırmadı. Buna hiç şüphem yok! Fakat kızlar Sveta ile Zuhra (ikisi de masada tam karşımızda oturuyorlardı) Aza’nın selamına eskisi gibi içten ve mutlu bir şekilde cevap verdiler. Biz üç arkadaş kızlara sinirli ve ters baktık. Onlar ise bizim bu durumumuzu fark etmediler bile. İkisi de odanın iki tarafına dizilmiş masaların arasından başköşeye yürüyen Aza’ya bakıyorlardı. Ona bir şeyler söylüyorlardı. Şu an Sveta ile Zuhra’yı bakışlarımız ok olup vuracak kadar kızsak da, onlar utanmayacak kadar rahattı. Onun da farkındaydık. Onlar nereden bilebilirlerdi ki yüreğimizi kemiren kaygıyı. Bilmedikleri için “bu sefer Aza hakkında bizden yana olmazlar” diyerek, kırgınlığımızla kaldık. * Bilal Appa 1939 yılında Karaçay Özerk Bölgesi’nin Üçköken şehrinde dünyaya geldi. Çocukluğu sürgünde geçti. Edebiyatçının eserleri bugüne kadar 10 kitap ve 20 piyes olarak yayımlandı ve sahnelendi. Halk şarkıları olarak bestelenen şiirleri halen günümüzde çok yaygın inlenmektedir. Kardeş Kalemler Mart 2011 55 Aza sandalyesini biraz arkaya çekerek oturdu. Doğrusu ona doğru bakmadığım için öyle yapmadıysa da bilemiyorum. Her zaman öyle yapardı, bu yüzden aklıma ilk gelen oydu. Baksak da, bakmasak da Aza’nın tüm alışkanlıkları değişmezdi. Ama biz bugün önceki gibi değiliz, başka bir ruh halindeyiz. Kapıdan girer girmez oturana kadar gözlerini ondan ayırmayan yiğitler, bugün başımızı bile kaldırmadık. Önceden olduğu gibi oturduktan sonra da ona iltifatlar etmedik. Kısacası, gelişini bugün hiçbirimiz umursamadık. Güzel gülüşüyle inci gibi dişlerini göstererek bize bakıyorsa da farkında değiliz. Öyle ise bile bence, önceden olduğu gibi içtenlikle gülümsemediğine eminim. “Beyler size ne oldu?” diye sordu Aza. Bize ne olmuş? Bir de soruyor “Çatlayın da, patlayın!” dercesine. Şu yüzsüzlüğü de bak. Acı acı konuşayım diye ağzımı açtım. Tam o sırada masanın altından Sapar ayağıma bastı. Biz üç delikanlı arasında benden rahatı yoktu. Ben ne olursa olsun “şikâyet” etmeye başladığımda, hırslanıp, ağzıma geleni esirgemeden sivrilirim diye her zaman masa altından ayağımı dürterdi. Bu sefer benim aşırı gideceğimi anladı sanırım. Öyle olsa da, önceden olduğu gibi onun topuğu bu sefer sabrımı dizginlemedi. Fakat tüm gücümle dilimin ucuna gelenleri söylememek için çenemi sıkı tuttum. Kendimi tutmalıyım, sabretmeliyim. Burada çalıştığımız yıllar içinde bu odada birbirimizin kalbini kıracak, ağır sözler söylenmedik. Doğrusu bizim başımızı da kimse yere eğdirmedi. Öyle olsa da, biraz kendime hâkim olup, kendimi durdurmalıyım. Arkadaşlarımın da yürekleri yangın yeri gibi alev alev yanıyor biliyorum. Öyle olsa da onlar, o alevlerin bir parıltısını bile buraya, dışarıya göstermezler. “Öyle tabi ki, sen de ne olursa olsun insan gibi otur” diye kendi kendimi şartladım. Bir de aklımı ve dikkatimi başka şeylere vermek için bu odaki erkekler ve kızlarla birlikte geçirdiğimiz zamanı hatırlamaya başladım. Her zaman üzüntümü unutmak için geçmişteki güzel ve neşeli günlerimizi göz önüme getiririm. Doğrusu bu yöntem her zaman beni üzüntü ve kaygının kucağından kurtarmıyor. Öyle olsa da, bazen aklımı başı- ma getiriyor. Geçmişte sadece benim değil, iki arkadaşımın da en mutlu günü Aza’nın bu odanın kapısını ilk kez açtığı gündü. O ana kadar biz bu oda da beş kişiydik. Hepimiz yirmi iki ve yirmi üç yaşlarındaki gençlerdik. Yanımızda gezdirmiyorsak da, hepimiz enstitü diplomasına sahiptik. “Sizin odanız demografların araştırmalarını tersine çıkarıyor” diye başka bölümün çalışanları bizimle alay ederlerdi. Evet, gerçekten de dedikleri doğruydu. Ülke genelinde kadınların sayısı erkeklere oranla fazla olsa da, bizim küçük çalışma ortamımızda erkekler olarak kadınlardan fazlaydık. Odamızda iki kız ve üç erkek çalışıyorduk. Fakat biz bu konuyu birazcık olsun umursamıyorduk. Odamıza hiç hesapta yokken bir masa daha koyuldu, altıncı masa. Hem de başköşeye, pencerenin yanına ve telefona daha yakın bir yere. Orası hem aydınlık, hem de uygun bir çalışma yeriydi. Bizden birinin masasını şimdiye kadar oraya neden koymadığını da anlamış değilim. Masayı koyduklarında içimizden sıcak bir insanı oturtacaklar herhalde başköşeye diye geçirdik. Bizim bölümün imrenilen bir adı da vardı. “Proje Mühendisliği Bölümü”. Bize kısaca “projeciler” denirdi. Bu da bizim hoşumuza giderdi. Tabi ki, Korolev, Tupelov, Mikonyan da proje mühendisliğinden gelmişti… – Beyler, bugünden itibaren izindeyim… Yine, Aza konuştu. O söylemese izne ayrıldığını biz bilmiyor muyuz? Bu sefer de söylediği karşılık bulmadı. Bizden cevap veren kimse çıkmadı. Ona da böylesi müstahaktı. Bir kez de onun sözünü kaile alıp, cevap vermesek ya… Bak tüm dikkatimi de dağıttı… Nerelere gitmiştim? Evine ateş düşüp, izne çıkasıca… Anımsadıklarımı unuttum gördün mü?! Neresi gözümde canlanırsa oradan devam edeyim. Ne olursa olsun Aza ile konuşmamak lazım. Yine Aza… Ya ne yapacaksın ki, rüyalarımız, gecemiz, gündüzümüz o oldu artık. Doğrusu her şey onun geldiği ilk gün başladı. Kitaplarda yazıldığı gibi, biz onu ilk kez kapıdan girdiği an sevdik. O Başmühendisle içeri girince, Sapar’ın “odamız aydınlandı” diye Kardeş Kalemler Mart 2011 56 kulağıma fısıldadığı hala aklımda. O bizden önce söylemiş olsa da, Mahmut da, ben de aynısını düşünmüştük. Kızlar ise ona başka bir gözle baktı. Onların Aza’nın çok güzel ve alımlı olmasından hoşlanmadıkları belliydi. Belki de delikanlılar olarak onun üstüne daha çok düşeceğimizden korkmuşlardı. İlk zamanlarda selamlaşma dışında Aza’yla dostluk kuramadılar. Öyle olsa da, çok geçmeden Aza dürüstlüğü, insanlığı, yeteneği, ağır başlılığı ile onların gönüllerine giden yolu buldu. “Ben izne ayrılıyorum”, diye Aza kızlara bakarak sözünü tekrarladı. Kızlar ise “ne şanslısın“, “Bizi özlemeyecek misin?”, “Biz sensiz ne yapacağız?” diye bir biri peşi sıra kısa kısa cümleler kurdular. Onlar böyle güzel konuşurken Mahmut “Gittiğin yerden dönme emi” diye kendi kendine söylendi. Dönmemek üzere gitsin benim de buna bir itirazım yok. İster gitsin, ister kalsın bizim için fark etmez. Biz onun yaptığını hayatımız boyunca affetmeyeceğiz. Aza bizimle 11 ay çalıştı. Muhasebe ona kanunen izne çıkması için gerekenleri söyledi. Ayrılacağı gün odadan gitmeden iki kız arkadaşımızı ayrı ayrı kucakladı. Onlardan sonra da… Ondan sonra ne olduğunu söylemek de zor. Aza Mahmut’u da kucakladı. Mahmut bizden ziyade Azaya daha yakın oturuyordu. Allah verdiğinde iki taraftan verir. Biz Aza’yı izne uğurlamak için ayağa kalktığımızda nasıl olduysa, Sveta ve Zuhra’dan sonra o duruyordu. Aza bu iki kızı kucaklarken onların yanında olduğu için kendisi de farkında olmadan onu kucaklamışsa da bilemiyorum. Eğer onu kendi için yakın bir ahbap gibi görüp kardeşçe gitmeden önce vedalaşmak istediyse de bilmiyorum… Fark edememem benin suçum sanırım. Birazcık daha sabırlı olmalıydım. Öyle dedim diye ayıp ettiysem de bilmiyorum. Ne oldu anlayamadan bir güç arkadan mı itekledi, yoksa yakamdan tutup öne mi çekti, fark edene dek Aza’ya doğru yönelip, onu kucakladım. Herhalde bu hayatım boyunca gösterdiğim en büyük cesaret örneğidir. O an geri çekildim. Bu halde bile göz açıp kapayana kadar bu bende başka bir etki yarattı. Önceden hissetmediğim bir şekilde anlam veremediğim bir sıcaklık tüm vücudumu kapladı. O an odanın içinde ayakta duran Kardeş Kalemler Mart 2011 arkadaşlarımı, masanın üstünde öğleye kadar yetişmesi gereken evraklarımı, yine müdüre gitmem gerektiğini, hatta hastanede çok hasta yatan dedemi bile unuttum. Odamız, içindeki altı masa, çalıştığımız fabrika, tüm dünya, her şey nasibimle birlikte görünmez oldu. Biraz sonra kendime gelip bir şeyleri anlamaya başlayınca, neden bilmiyorum ilk önce Sapar’a baktım. O gülümsüyordu. Ben ne Aza’nın onu da kucakladığını, ne de benim gibi Sapar’ın rüyada gibi kendiliğinden Aza’yı kucakladığını fark etmedim bile. Öyle olmalıydı. Yoksa büyük bir haz duyduğu mimiklerinden görünmezdi sanırım. Sonra işin aslını öğrendim. Odada olanları görünce, önünü kesmek bir yana Sapar’ın şaşkınlıktan hareket edecek hali kalmamıştı. Herhalde ayakları yere çivilenmiş gibi durmazdı Aza kendisi gidip kucaklamasaydı. Aza burada insanlığını, becerisini yine gösterdi. Herkese böyle “nazlanıp”, Sapar’ı tek başına umursamazcasına bırakamayacağını anlamıştı. “Beni izne ilgisiz ve üzgün göndereceğinizi düşünmemiştim”, diyen Aza’nın sözleri uzaktan kulağıma çalındı. – Aza neden böyle diyorsun? Sana yazın en güzel döneminde izin vermelerine hepimiz çok sevindik. Bunlar Zuhra’nın sözleriydi. “Erkekler içinse söylediğin onlar, bir ay boyunca seni göremeyecekleri için durgunlar” dedi Sveta da. Nedense Mahmut’un derin iç çekmesini onların konuşmalarından daha net duydum. Onun içlenmesi yüreğindeki çaresizliği tam anlamıyla yansıttı. Benim yüreğim ondan daha çok yanıyordu. Ama pişmanlığımı hiç kimse göremezdi. Hepimiz öyle yaparsak, Aza durumu hemen anlardı. Onun anlamasını ise hiç istemiyordum. Eminim, Sapar da bu yüzden kendini kontrol ederek, içlenmemeye çalışıyor ve oturduğu yerde kendini zor tutuyordu. Sen çok yaşa emi Sapar, böyle tut kendini. Mahmut içlense de, biz aldırmayınca “Aza’yla birlikte benim için ölüyorlar” diye düşünemeyecekti… 57 Bugüne kadar bizler şanslıydık. O şansımızı yılda iki kez açıkça görüyor ve hissediyorduk. İki kez dediğim; Aza’nın izne ayrıldığı ve izinden döndüğü günler. O gittiği ve döndüğü zamanlarda onu iki kez içten kucaklamaya şansımız olurdu. Bizim kızlar ve Aza’nın bunun geleneksel hale geldiğine inandıklarını biliyoruz. Biz erkekler ise bunu başka türlü değerlendiriyorduk. Onun için Aza’nın izne ayrılışı ve dönüşünü en önemli bayramları bekler gibi sabırsız bir şekilde beklerdik. Gelenek haline gelmesi başka bir yönüydü. Kim nasıl, ne zaman başlattı bilmiyorum, bunu fazla düşünmezdim. Biz erkekler sadece Aza için değil, başka kızlar izne ayrıldığında da onları bu şekilde yolcu etmeye ve bu şekilde karşılamaya başladık. Fakat Zuhra ve Sveta’yı kucaklarken başka hislerle yaklaşırdık. Onları kimi zaman kız kardeşlerimiz gibi, kimi zaman özür dileyerek söylüyorum vazifemizmiş gibi kucaklardık. Belki de hangimiz olsa da, Aza’yı izne uğurlarken ve izin dönüşü karşılarken fazla önemsediğimiz fark edilmesin diye, Sveta ve Zuhra’yı bu sebeple çaresizlikten şımartırdık. Sonraları bu aramızda gelenekselleşti. Bir seferinde Mahmut “o iki kız onları neden kucakladığımızı biliyor!” diye tartışmıştı. Yanılıyor olabilirim ama bana göre, son zamanlarda bizler Aza’nın izne çıkmasını, kızlar ise kendi izinlerini sabırsızlıkla bekliyormuş gibi görünmeye başladı gözüme. Eğer öyleyse Sveta ve Zuhra da bizim üç erkeği Aza gibi görüyorlar. Açıkça söylemek gerekirse, biz Aza’yı nasıl seviyor, onun için zorluklara katlanıyorsak, onlar da bizi seviyor ve bizim için üzülüyorlar. Aza’yı biz gerçekten seviyoruz. Üçümüz de seviyoruz. İlginç olanı ise bunu birbirimizden saklamıyoruz. Beraber seviyor, beraber yanıyor, beraber üzülüyor hatta onun izni yaklaştığında birlikte seviniyoruz. Şu an Aza üçümüze birden yetiyor. Onu nasıl paylaşacağımız belirsiz. Doğrusu, üçümüz de bunun uzun süre devam edemeyeceğinin farkındayız. O kime yar olacak? Bu soruyu herkes sadece kendi kendine değil, bir birimize de soruyorduk. Aza hangimize yar olacak? Mahmut’a mı, bana mı, yoksa Sapar’a mı? Hadi birimize kısmet oldu, ya diğerleri? Diğer ikimiz nasıl yaşayacağız? Hangimiz olsa da “ben mahrum kalacağım” diye, ölürcesine korkuyorduk. Bundan dolayı hangimizin onu alacağı konusunda aramızda fazla konuşmazdık. Ya hiç birimizi seçmezse!? Bu hiçbirimizin düşünmediği bir soru. Ondan dolayı olsa gerek, yüreğimizin bir köşesinde başlayan yangını geç fark ettik. Sandalyenin yerinden oynamasıyla düşüncelerim dağıldı. O an Aza’nın ayakkabılarının yere çarpan topukları duyuldu. Ben ne kadar dirensem de başımı kaldırdım. Aza odanın içinde ayakta duruyordu. O an gözüme öncekinden daha güzel göründü. Kendi de sıcak gülüşüyle dikiliyordu. İzne gittiği ve döndüğünde sabah erkenden odaya ilk o gelir, bu halde odanın içinde ayakta dururdu. İki yıl öncesine kadar öyle ayakta dururken yanına vedalaşmak için önce kızlar, onlardan sonra erkekler giderdik. Son yıllarda ise ilk biz, ondan sonra kızlar vedalaşmak için yanına gider olduk. Bu sefer neyin, nasıl olacağı belirsizdi. Ben Aza’yı o halde görünce hemen iki yanıma baktım. Ne yapabiliriz, arkadaşlarım da ona bakmamaya dayanamamış, başlarını kaldırarak, donmuş vaziyette Aza’ya Kardeş Kalemler Mart 2011 58 bakıyorlardı. Onların bu bakışlarından yüreklerinde, bu hayranlık uyandıran varlığa karşı aşk ateşinin sönmediğini anladım… “Beyler, ben gidiyorum”, dedi Aza. Önceden Aza’nın gideceğini biliyor olsak da, her zaman aynı şeyi söylüyordu. Fakat bu sefer geçmiş yıllardaki gibi birbirimizin önünü keserek, ona doğru bir çift laf bile etmedik. Şu an hangimiz için olsa da, doğrusu ona yaklaşmaktan daha büyük bir mutluluk olmadığının üçümüz de farkındaydık. Her şeye rağmen, biz yerlerimizden kıpırdamadan ona üzgün halde bakıyorduk. Yine son bir kez kendimizi kontrol ettik ve aklımızı başımıza aldık. Gerçekten kontrol edebildik mi, yoksa… Yine bir dakika kadar Aza o halde ayakta bekledi mi, bilmiyorum. Ben sanırım böyle oturarak, daha fazla duramayacağım. Ne olacaksa da, yerimden kalkıp, Aza’ya doğru fırlayacağım. Kim bilir, arkadaşlarım ölene dek benimle hiç konuşmayacak, ya da peşim sıra gelip, Aza’yı kucaklayarak, bana da ilk adımı attığım için teşekkür mü edecekler? Nasıl bilmiyorum ama bir şeyler söylemek, bir şeyler yapmak gerekiyordu. Bu şekilde çok duramayacağımız aşikâr. Ne yapmak, ne söylemek gerekiyor üçümüzden hiçbirimiz bunu bilmiyordu. Sorun neydi derseniz, onların yardımı olacaksa da, kızlar her şeyden habersizdi. Buna rağmen, bu sefer Zuhra ile Sveta ne olduğunu bilmese de, bugün bize bir şeyler olduğunu anladı. Ortamı yumuşatmak için mi, ya da izne çıkmadan önce Aza’nın üzülmesini istemediklerinden mi, yoksa bu sefer önceliği bize verdiklerinden dolayı üzerlerine alındıklarından mı, bilemiyorum ikisi de Aza’nın yanına koşarak gelip, kucaklamaya ve öpmeye başladı. Gözümüzün önünde böyle yapmalarını biz büyük bir fazilet olarak kabul ettik. Ayrıca Sveta veya Zuhra olamadığımız için de çok üzüldük. Doğrusu onların yerini de alabiliriz. Elden ne gelir aslında onu yapabilecek durumda da değiliz. Hayır, artık öyle yapamayız. Dünyada çok şey affedilebilir, ama bu asla affedilemez. Kardeş Kalemler Mart 2011 Nedense şu anda Aza’dan ziyade Mahmut’a sinirleniyordum. Dün akşamüstü temiz hava almak istediği için dışarı çıkmamış olsa, Aza’yı o erkekle görmeyecekti ve biz de hiç bir şey duymayacaktık. Öyle olunca da biz de Aza’nın yanında duracaktık bu kızlar gibi. Bizim de gönlümüz huzurlu, mutluluğumuz büyük, her birimiz Aza’yla mutlu bir hayat sürebileceğini hayal ederek, sevinçli olacaktık. Allah çarpası Mahmut, kapılarımızı kapattın!.. Yahu temiz hava almasaydın ya… Kızlar Aza’ya nazlanıp, söyleyeceklerini de bitirdi. Sonra Aza her birimize tek tek baktı. Bu sefer bakışlarında biraz şaşkınlık, düşüncelilik, mahcubiyet görünüyordu. “Ya siz?” diye, Aza sonunda sordu. – Başka kucaklayanların da olmuştur… Bu sözler bize açık hava da gök gürültüsü gibi duyuldu. Onları söyleyince Mahmut dona kaldı. Ne yaptıysa o andan itibaren kendini tutamadı garibim. Onu da suçlamamak lazım. Saparla birlikte sadece bu olayı duyduğumuz halde ateşten gömlek giymiş gibiyiz, o ise kendi gözleriyle her şeyi gördü. Duymak ve görmek arasında büyük bir fark vardır. Biz kollarımızdan kısmetimizi kaçırdığımıza yanıyorduk. Mahmut ise bununla birlikte, o erkekle Aza’nın el ele tutuştuğunu gözünün önüne getiriyordu. Mahmut’un sözleri tam yanımızda silah patlamış gibi irkiltti. Önce hepimiz ona baktık. Sapar ve ben hayretler içindeydik, iki kız ise şaka yaptığı düşüncesiyle gülümsüyordu. Hayır, Mahmut’un kaba konuşması, yüz ifadesi şakanın çok ötesindeydi. Bu yüzden Sveta ve Zuhra başka türlü duymuş olabilir miyiz, yoksa tekrar aynı şekilde konuşacak mı dercesine ona daha ciddi bakmaya başladılar. Fakat Mahmut’un tekrar söylemeye niyeti yoktu. Öyle olsa da artık Mahmut’un sözlerinin ciddiyetini anlamışlardı. İki kız birden Aza’ya döndüler. Onların ardından Sapar ile ben de ona baktık. Mahmut ise az önceki gibi Aza’dan kaba bakışlarını ayırmıyordu. Kızlar Aza’dan neyin cevabını bekliyor bilmiyorum, ama biz erkekler biraz utanacağını, yüzünün 59 kızaracağını umuyorduk. Fakat bizim beklediğimiz gibi olmadı. Aza bizi tek tek süzerek, gülümsedi. “Evet, başkaları da kucaklayacak”, dedi gülmeye devam ederek. – Öyle, ama Mahmut sen bir yerde yanıldın; başkaları değil, başkası diyecektin. O sadece bir kişiydi, sen çoğul yaptın. Öyle değil mi, sizin kucaklamanız da, siz de lazım değilsiniz… “Sen ne saçmalıyorsun?” dedi, Zuhra onun sözünü keserek. “Neyin başkaları, neyin başkasını söylüyorsun?” diye, kabaca sordu Sveta da. Onların şaşkınlığı, duyduklarına inanmamaları her hallerinden belliydi. Doğrusu yıllarca bu odada erkekler başka kızlar, kızlar ise başka erkekler hakkında fazla bahsetmemişlerdi. Bugün ise bahsetmek şöyle dursun, ondan daha derin konuşulması, iki kıza çok ağır gelmişti. “Sizin böylesine yaşam körü olduğunuza inanmıyorum”, dedi bize Aza, onlara cevap vereceğine. Onun gözlerinde gözyaşları vardı. – Ben yirmi beş yaşıma geldim. Anlıyor musunuz, tam yirmi beş yaş! Siz ruhsuz varlıklar olabilirsiniz, ama ben insanım. İnsanın yaşına ve kendine göre beklentileri vardır. Bunu neden kafanıza sokamıyorsunuz? Sizlerle kaç yıldır birlikte çalışıyorum. Sizin kalın kafalılığınızı bildiğim halde her birinizi canımdan da çok severek, gece uykusuz, gündüz huzursuz olarak dört yılımı harcadım. Bana şimdi ne diyorsunuz? Neden hiç biriniz beni düşünmediniz? Size soruyorum, biriniz seni seviyorum dedi mi? Evlenelim dedi mi? Neden susuyorsunuz ha? Bizse gerçekten dinliyorduk. Söyleyecek bir şeyin, verecek bir cevabın yoksa ne diyebilirsin? Aza, yüz kere de, bin kere de haklıydı! Doğru söze ne denilir ki… – Sizin herhangi birinizle sinemaya gitmeyi, bir yerde oturmayı, dinlenmeyi sevmiyor mu sandınız? Nereye gidecek olsak, üçünüz birlikte gelirdiniz, ben ne yapayım… İçinizden biri yüreğini paylaşır diye o kadar bekledim. Şimdi neden diyorsunuz? Daha ne kadar beklemeliydim. Yaşlanana kadar sizden birini beklemediğim için mi tersliyorsunuz beni? Hayır, bu böyle olmaz. Her şeyin bir vakti, şartı, yolu yordamı var. Benim gelip “beni alın” diye yalvaracağımı mı beklediniz? Neden susuyorsunuz? Söyleyin ben mi ayıp ettim, yoksa sizler mi? Suçlular dillerini yutmuşçasına, sus pus duruyordu. Onun bu sözleri Hakimin hükmü gibi duyuluyordu. – Siz yılda iki kez beni fark ederdiniz. Sizin anlayışınıza göre, yirmi beş yaşına gelen bir kıza o da fazla değil mi? Suçlu olduğunuz halde, bugün bakışlarınız ok olsa beni vuracakmış gibi neden ters bakıyorsunuz? Ölü gömmeye gelmiş gibi bu oturuşunuz da neyin nesi? O bu sefer haklıydı. Gerçekten de biz ölüyü uğurluyoruz, ölen sevgimizi… En çok acı veren ise, kendi deliliğimizle onu yitirişimizdi… “Bende zerre kadar bile suç yok”, dedi Aza. Sesi ağlamaklıydı, zor konuşuyordu. “Suçlu sizsiniz! Sadece bana değil, Sveta ve Zuhra’ya karşı da suçlusunuz! Ya onlar da benim gibi sizden bir şeyler bekleyip, zamanlarını boşa harcıyorlarsa… Siz… Siz…” Aza daha fazla konuşamadı. Gözyaşları yüzünü yıkamaya başladı. O, yüzünü elleriyle kapatarak, peşinden kovalayan varmış gibi odadan koşarak çıktı… Biz üç erkek ne diyeceğimizi, ne yapacağımızı bilmeden, aklımızı başımıza toplayamadan bir süre hareketsiz kaldık. Diğer iki kız ise artık izne giderken veya döndüklerinde onları kimse kucaklamayacağı için ağlıyor olmalıydı. Aza’nın sözleri onları düşündürüp, bize güvenerek, boşa geçen yılları için üzüyorsa da bilemiyorum. Öyle olmasa da, üçümüzün sadece Aza’ya âşık olduğumuzu bugün anlamış da olabilirler. Kadınlar birini ağlar gördüklerinde onlar da ağlamaya başlıyorlar. Bundan dolayı ağlıyorlarsa da, söylemek zor. Biz ise ağlamadık. O halde erkek olduğumuz için kendimizi tuttuk… Kardeş Kalemler Mart 2011 60 İhtiyar İssa ile Tavbatır FATİMA BAYRAMUKOVA* ÇEVİREN: UFUK TUZMAN Bizim komşumuz ihtiyar İssa ile bizim kukiriku Tavbatır aynı avlu içerisinde yaşamıyorlarsa da, onları birbirlerine bağlayan bir şey vardı. Hayır, onlar aynı yerde, aynı zamanda dünyaya gelmedi. Akraba olma durumları da yok. İssa beyaz bıyıkları, aksakalıyla 80 yaşlarında bir ihtiyar, kartal bakışlı Tavbatır ise, batır (cesur), yetenekli, gözü kara, biraz nezaket yoksunu, yedi yaşını doldurmuş bir çil horozdu. Tavuklar arasında da büyük saygınlığı vardı. Tavuklar ne ki?! Biz çocuklar bile korkudan severdik. Sokak arkadaşlarım Tavbatır’dan korktuğu için ben onları avluya yalvar yakar sokana kadar, girmezlerdi. Onlar sokakta tahta kapının dışından bağırınca, o bu tarafından “kıt, kıt!” der, canlarına okurdu. Bense horoz değil, sanki aslan sahibi gibi, böbürlenir kendimi bir şey sanırdım. Doğrusu Tavbatır aynı avluda yaşama hakkını bana hiç vermedi. O genç, ben çocukken o iki bense beş yaşındaydım. Onun bana çarparak, kaç kez yere serdiğini ninem çok iyi bilir. Süsen koç gibi geri geri gidip tüm hızıyla koşarak bana çarptığında ağırlığından mı, korkudan mı, nihayetinde yere serilirdim. Bir keresinde yolunu kaybeden bir civcivi elime alıp annesine götürmek için yere eğildiğimde Tavbatır üstüme çıkıp, gözüme bile saldırmış ve burnumdan gagalamıştı. Az daha gözlerimi oyacaktı. Şansıma burnumun büyük olması sayesinde kurtuldum. Şu anda işte, Tavbatır’ın öpücük izi hayat boyu hatıra olarak kaldı. Aynaya her baktığımda o günlerle birlikte yıllar önce ölen Tavbatır da gözümde canlanıyor. O zamanlar beni avludan kaçırmak için çok uğraştı. Gideceğim- * Fatima Bayramuk 15 ağustos 1953 yılında Kırgızistan’da sürgünde dünyaya geldi. Dil Bilimi Uzmanı olan yazar hikâyeler, monologlar, lirik şiirler yazmıştır. 5 kitabın yazarı olan Fatima, birçok edebi eserin yayın kurullarında yer almıştır. Kardeş Kalemler Mart 2011 61 den ümidi kestiğinde açıkça kavgayı bırakmıştı. Fakat avlunun hâkimi olduğunu, beni takmadığını sürekli gösterirdi. Beni avluda gördüğünde, o gökkuşağı kuyruğunu bana çevirerek, yapacağını yapmadan bırakmazdı. Doğrusu sadece ben değil, hiçbir erkeğin avluda dolaşmasını istemezdi. Ya Annem ve ninem!.. Onlara cilvelenmeyi iyi bilirdi. Bir kanadını aşağıya indirerek ayağına perde gibi kapatır, kendi etrafında dönmeye başlardı. Hayretler içinde onu seyrederdik. Onu ölümden annem kurtarmıştı. Benim gözlerime saldırdığı gün babam bıçağını bileyerek, ayağa kalmıştı. Vadesi dolmamış olsa gerek, annem kesilmesine razı gelmemişti. Tabi ki ben de! Önceleri Tavbatır’ı yüreklendiren bir ayna vardı. Yaz zamanıydı. Evin tozunu alıp, temizleyelim diye annem eşyaları dışarı çıkardı ve eski güzel bir aynayı da bir köşeye yasladı. Bir ara annemden habersiz avluda yerde yatan keçenin üstünde ısınan yastıkların üstünde zıplayarak oynarken, Tavbatır gagasıyla tırmandığı bahçeden avluya atladı ve aynanın yanına geldi. Aynada kendini gördü!.. Hayvan içgüdüsü uyanarak, “benim dışımda da bahçede bir horoz var” diye düşünmüş olmalıydı. Kendi gibi gururlu, kendi gibi cilveli bir horoz!.. Aynaya da bana gösterdiği erkekliği göstermez mi!? Ayna nedir ki? O benim gibi düşüp, sonra ağlaya ağlaya ayağa mı kalkar? Vurunca param parça olmuş vaziyette yere saçıldı! Tavbatır o cilveli horozu yenmiş gibi görünmüyordu. Onu yüreklendiren zaferi değil, ilk vuruşta param parça etmesi oldu. Yere düşen kırık ayna parçalarında kendini yarım yamalak görse de, birkaç kez üstünde dolanıp, ona önem vermemişti. Yanlış görüyorum dercesine mağrur yürüyüşünü bozmadan oradan koşarak uzaklaştı. O gün başlamıştı onun krallığı bizim avluda. Onu tetikleyen ihtiyar İssa’nın hapşırmasıydı. O herkes gibi “hapşu!” diye değil, kendi avlusunda gök gürlemesi gibi hapşırırdı. Bizim avlu ile İhtiyar İssa’nın avlusunun arası havadan düz bir şekilde ölçtüğümüzde yüz metre kadar vardı. Fakat onun hapşırması bizim avludan kulağının dibinde hapşırıyormuş gibi duyulurdu. O hapşırmaya bizim Tavbatır’ın dikkat kesilmemesi mümkün değildi. Gözlerine korkunun gölgesi düşse de, o ihtiyar İssa’ya “çok yaşa, imanlı ol” der gibi kendi dilinde “kıt kıt” demeden duramazdı. O tek hapşırık yeterdi ona. Hele bir de İhtiyar İssa bir hapşırmaya başlasa, on bir kez aralıksız gök gürültüsü gibi birbiri ardına kısa kısa hapşırırdı. Tövbe etme de gör! Tavbatır’ı bilmem ama biz çocuklar ihtiyar İssa’nın kaç kez hapşırdığını saymadan edemezdik. Ha bir kez yanılsak ya! Yok, bir başladığında tam on bir kez hapşırırdı. Hapşırmakla kalmaz, güçsüz düşer, uzun süre kıpırdamadan, oturup kendine gelmeye çalışırdı. Bu kadar yorulmasına ne gerek vardı? Biz çocuklar bunu anlamamıştık. Bana on bire kadar saymayı çocuklar ve ihtiyar İssa öğretti, ihtiyar İssa hapşırır, çocuklar da sayardı. Sonraları okula başladığımda annem sevinmiş, “Mustafa kendi kendine on bire kadar saymayı öğrenmiş!” diye, herkese müjdelemişti. Tavbatır, ihtiyar İssa’nın hapşırığını beşincisine kadar algılar, sakin otururdu. Beşi geçmeye başlayınca birisi ayağına taş veya sopayla vuruyormuş gibi ayağını silkeler ve zıplamaya başlardı. Onun için korku değil, güzel bir dans ise de bilemiyorum. Horoz dansı var mıdır?! En kötüsü ise sonradan olmuştu… İhtiyar İssa hapşırmasıyla yaşarken kendi kendine hastalandı. Biz çocuklar onu çok severdik. O mahallede kimselere benzemezdi. Onun ninemin eğirdiği yün gibi beyaz uzun sakalı, ayran bulaşmış gibi ak bıyıkları, yamçının kanatları gibi kapkara ve geniş kaşları, yine gülerek bakan iki yaşlı gözü vardı. Çocukların en sevdiği üstünden hiç çıkarmadığı uzun paltosunun sol cebiydi. Orada her zaman şekerleri bitmezdi. Gölden çıkan su gibi sürekli cebinden şekerler çıkardı. Her birimize ikişer şeker. Nedense ondan fazla vermezdi. Her gün karşılaşsak da, uzun zaman sonra karşılaşsan da değişmezdi. İki şeker. İhtiyar İssa’da Kardeş Kalemler Mart 2011 62 bizi en çok şaşırtan şekerlerin bitmemesiydi. Hasta olana kadar ahşap kapısının önünde bulunan uzun sedirde oturmaya düşkündü. O yolları düzlemeyi çok severdi. Küreği eline alır, yağmurdan sonra kaygan zemini düzeltirdi. müş gibi gözlerini açmadan yatıyordu. “Gözlerini bir kez aç, böyle nasıl yıkıldın?” diye ninem isteyince göz kapaklarını kıpırdatması dışında, o açmak istemiyordu. Bana kimse ne olduğunu söylemiyordu. Ben de bir şey anlamıyordum. Fakat ihtiyar İssa’nın şekerlerini bitirmesi yüreğimde üzüntü yaratmıştı. Ninem ise, “Onun ömrü yolları düzeltmekle geçti, bundan sevdiği bir şey yok. Yaşlanıp küreğe gücü yetmemeye başladığında bıraktı. Yoksa yürüdüğü yolları düzleyerek gezerdi”, dedi. O her yönüyle başkalarından farklıydı. “Sevap” denilen sözü çok severdi. Bugüne kadar bitmeyen şekerleri neden bitti? Bugüne kadar hasta olmamış dede neden hastalandı? Gözlerini neden açmak istemiyor? Bizi neden görmek istemiyor? diye düşünceler yüreğimi tırmalıyor, huzurumu kaçırıyordu. Mahallede ihtiyar İssa’nın şekerlerini en çok yiyen benim. O ninemin büyük kardeşi olduğu için sık sık onlara giderdim. O da benim iki şekerimi vermeden duramazdı. Ben utanmasam ona: “Senin şekerlerin neden tükenmiyor. Her zaman iki şeker neden veriyorsun?”- diye soracaktım. Kimseye soru soramadan dolandığımı gören ninem “Git, annen seni arıyordur” diye beni eve yollamıştı. İki şekeri de elimde sıkı sıkı tutmuş, eve giderken ihtiyar İssa’nın sadece şekerlerini değil, kendini de sevdiğimi anlamıştım. Öleceği aklıma gelmese bile, ona bir şeyler olduğunu çocuk yüreğimle hissetmiştim. İhtiyar İssa dışarı çıkıp, sedirine oturana kadar bu iki şekeri yememeye kendime söz vererek, avlumuza girdim. Annem ise elinde Tavbatır, ahırın diğer tarafından göründü. O gün ninem ile hasta yatağında yatan ihtiyar İssa’yı görmeye gittiğimizde de o bana iki şeker vermişti. Her zamanki gibi kendi eliyle değil, “uzan da al” diye yastığın altını işaret etmişti. Yastığının altından elimi dolaştırıp çektiğimde avucuma iki şeker geldiğini gördüm. Yastığın altında ise bu iki şeker dışında başka şeker yoktu! O gün ihtiyar İssa’nın şekerlerinin bittiği gündü… İki şekeri avucumda sıkarak, alçak divanda oturdum. Daha sonra ihtiyar İssa’ya korku içinde bakan ninemin yanına giderek ayakta dikilmeye başladım. Yaşlı adam bembeyaz saçları ve aksakalıyla yattığı bembeyaz yatağının rengine bürünmüş yatıyordu. O masallardan çıkmış gibiydi. Ninemin küçüklüğünü hatırlayıp, kardeşi ve kendi hakkındaki hikâyeleri anlatmasını çok severdim. Hurzuk köyünde yaşayan küçük İssacık ve ninemin küçük Külsüncük olduğu çocukluk yılları da benim gibi çok yaramazlıklarla geçmiş. Ninemin küçük kız olduğu yılları gözümde canlandırabiliyordum. O benim küçük kız kardeşim Candet gibi olmalıydı. İhtiyar İssa’nın ise çocukluğunu hiç hayal edemezdim. O gün ihtiyar İssa şekerlerinin bittiğine üzülKardeş Kalemler Mart 2011 “Neredesin, al bunu götür de, derin bir çukura göm, Tavbatır ölmüş” diye, bana doğru uzattı. Gözlerimden yaşlar boşaldı. Ağzımı açamadan ölmüş Tavbatır’ı annemin elinden alarak yere bıraktım. Yanına çökerek, kendimi tutamadan ağladım. Annem ise biraz olsun teselli olmam için “İşte, yeni Tavbatırlar büyüyor, dedemizden çekinmeden, böyle ağlanır mı hiç?” dedi. Tavbatır’ı göğsüme kısarak, bir elime küreği aldım, dökülen gözyaşlarımı kolumla silerek, bahçenin baş tarafına gittim. Tavbatır benim hayatımda karşılaştığım ilk ölümdü. Bu derin çukur ise kazdığım ilk kabir oldu. Tavbatır ile birlikte iki şekerimi de gömmek istedim. Sonra verdiğim sözü hatırlayarak, horozu gömdüm ve eve girdiğimde annemi ağlarken buldum. “Tavbatır için mi ağlıyorsun?” diyerek, yüreğimden anneme sarıldım. “Annem ise dedene de ağlıyorum…” diyerek, başımı okşadı. 2003 63 Uzaklardaki Yakın Mezarları BORİSBİY UZDENOV* ÇEVİREN: UFUK TUZMAN Ananın yükü ağırdır. Çocuğunun ayağına diken batsa, kendi yüreğine saplanmış gibi hisseder. Büyüttüğü oğlu hayatının ilk adımını attığında, kader ana kucağından ayırmış gibi görünür... Tam “Mahallemi düğününe çağırıp, gelin alacağım” diye, uzun yıllar sandık dibinde sakladığı hediyeyi vereceği gün ya savaş çıktığını öğrenince? Bu zorluklara fil bile dayanamaz; ama ana sabreder. Onun için ya ana!.. * * * Karaçay dağlarına güz soğukları geldi. Uzun güz biçilen arazilere, yaylalara yayıldı. Yaylalardaki son sürüler de köylere dönüp yerleşti. Mahallelerde kobuz (akordeon), düğün şarkı- ları ve orayda1 sesleri sık sık duyuluyor. Karaçay’da gelin alma, kız çıkarma zamanı başladı. Bugün işte, bizim sokakta da düğün var. Yol boyunca haklarını vererek, yol kesen iplerden, demir sopalardan, atlılardan zor kurtularak, gelen arabalar avluya park ettiler. Gelin arabadan inse de, kadınların hiçbiri onu kucaklamadı. Geç kaldığı için herkes Sekinat ninemi bekliyor. İlk o kucaklayarak, gelin ve damada dua etmesi lazım. Böyle mahallenin gelenekleri, bu nineme gösterilen saygıdır ve sevgidir. … Sekinat ninem hâlâ hatırlıyor, unutmaz da. Onu görmeye gençler gelip gittiğinde geli1 Kafkas halklarında söylenen şarkılara ya da çalınan müziğe “orayda-rayda” diyerek vokalle eşlik etmeye verilen ad. * Borisbiy Özden Karaçay Özerk Bölgesi’nin Üçköken şehrinde 1941 yılında dünyaya geldi. Çocukluğunu halkıyla sürgün edildiği Kazakistan bozkırlarında geçirdi. Yazarlığa 12 yaşında başladı. Çok fazla hikaye ve kitabın sahibidir. Kardeş Kalemler Mart 2011 64 niyle şu konuşmalar geçmişti: nüfustan da silindi. – Damat adayını beğendin mi? * * * – Bilmem… … Düğün evinden duyulan sesler ananın özlemlerini dağıttı. Kadınlar arasında gözü Zuriyat’a takıldı. “Hayat dediğin su gibi akıp gidiyor desene!” diye, özlüyor ninem. – Fakir olarak görme kızım. Bir zamanlar, bir padişah yoksul bir kızı istemiş, kız ona: “Ben elimi uzattığımda eteğine dokunamayacağım padişaha değil gururlu kendine yetebilen bir fakire varacağım” diye, kabul etmemiş derler. – Bırak şimdi… – Hayır, o sözlerin derinliğindeki manayı çöz. Damada karşı kırgınlık olmasın sakın. Adı var, saygınlığı var. Sağlıklı. Erkeği er yapanda, yere sokan da kadındır. Sekinat kocasıyla yıllarca iyi bir yaşam sürdü. Güvercinler gibi çocukları oldu. Ama acımasız kader kısmetin bir kanadını çok erken kırdı… Kocasını kaybetti. Acılara gebe savaşın haberi köye ateş gibi düştü. Kadınların başlarını örtmek için uzanan kolları titreyerek, hareketsiz yere salındı. Analar beşikteki çocuklarının üstüne kapandı. Ağaç yapraklarının hışırtısı, su akıntılarının besteleri kulaklarına sönük duyuldu. Ya Sekinat? Onun da iki oğlu askerlik yaşına geldi. Büyüğü evlenmişti. Küçüğü ise… Gençler birbiri ardına cepheye gittiler. Sekinat da iki evladını aynı gün yolcu etti. Küçüğü geri dönmedi. Son yazdığı mektup her zaman yanında ninemin: “Beni merak etmeyin. Her şey yolunda. Sadece sizi, diktiğim ağaçları, duvar taşlarımı, güzel musikisiyle akan şelalelerimi, tarlalarda yürüyen karıncaları da özledim. Beni bekleyin. Zaferle döneceğim. O gün yakındır…” O günü analar, bir koltuğuna çocuğunu, bir koltuğuna da çapasını alarak, düzgün fizikleri aşırı yükten kamburlaşmış, nur saçan yanakları sıcağın altında gözyaşlarıyla yanmış, pamuktan yumuşak elleri çatlamış gelinlerle beklediler. Çok beklediler. Ana her gün duvara bir çizik attı. Duvara toplam bin dört yüz on sekiz çizgi çekildi. Savaş da bitti. Haber hâlâ alınamadı. Sonra Kardeş Kalemler Mart 2011 – O henüz kız evlendirmiş diye kim söyleyebilir… Zuriyat Sekinat’la her karşılaştığında olduğu gibi bugün de çekindiği, utandığı için başını kaldıramıyor. Zuriyat! Bu adı duyunca Sekinat’ın dizleri sızlıyor. Onun Tohtarcığı, Zuriyat’ı ne yere ne göğe sığdırmadan gezerdi. Hey gidi kanlı savaş! Tohtarcığı anasının kucağından çekip almasaydı! Ninemin yüreği hızlı atarken, kadınların arasından yavaşça sıyrılarak çıktı. * * * Bir gün uzak bir ülkeden nineme kısa bir telgraf geldi. “Oğlunuz adına yaptırılan anıtın açılışına sizi de davet ediyoruz…” Ninem postacıya okutarak, bu haberi duyduğunda boğazına bir şey kaçmış gibi nefessiz kaldı. Az sonra “Oy, heyy!” diye başını kapıya vurarak, feryadı figan etti. Evden gelini çıktı. – Ne oldu anacığım?... – Senin yerine ben öleydim, ne olurdu sanki? Hatırlatmayın… Başka insanların evlatları gibi yanımda dursaydın ne olurdu? Vay çaresiz, garip başım… Gelin su getirdi. Ninemin yüzüne sürdü. Ninem az sonra gözlerini açarak, şaşkınlıkla bakındı, titreyen sesiyle gelinine: “Müjde sanırım. Eteğimi getir”, dedi. Gelin etrafa bakındı. Sonra telgrafın sahibine teslim edildiğine dair imza almak için bekleyen, ninemin durumunu gördükten sonra dili tutulan, şaşkınlık içindeki postacı bayanı fark etti. Ninem postacıya müjdesini verdi. 65 – Al kızım üstü kalsın. Ben bu haberi otuz yıl bekledim. Gözlerimde yaş kalmadı. Otuz yıl! Bak, anıt dikmişler. Oğlum insanların yüreklerinde yaşıyor. Yaşıyor… – Zuriyat, bu büyük bir savaş olacak. İnsanoğlu daha önce böylesini görmedi; fakat biz kazanacağız… Korkma, yüreksizlik etmem… Bekleyecek misin? Anıt! Bu sözü duyunca gelini irkildi. Ninemin feryadını o an anladı. Siyahlar giyip giyemeyeceğini, bekleyip beklemeyeceğini, unutup unutamayacağını yıllardır bilemeyen ninem! – Elbette! Hasta adamın sabahı beklemesi gibi bekleyeceğim. Gözlerimin nuruyla yollarını aydınlatarak bekleyeceğim. Senin yürüdüğün yolları uzun örgülü saçlarımla süpürerek bekleyeceğim. Tozları gözyaşlarımı serperek bekleyeceğim. İşte, oğlun için anıt yapmışlar. Uzak diyarlarda anıt dikilmiş. Kolay bir şey değil! Bu kutlu haber kısa zamanda köye yayıldı. Zuriyat da geldi buraya. Gelmemezlik yapamadı. Tohtar’ı önceleri beğenmemişti. Tohtar’ın savaşa gidişini ömür boyu unutabilmiş değil… “Artık sen de gideceksin değil mi?” diye sordu Zuriyat. – Başkalarından neyim eksik? Kız dinlemeye başladı. Dudakları titriyor, kalbi hızlı çarpıyordu. – Ben seni… kız sözlerini tamamlayamadı. “Ben de …” dedi oğlan kıza derin bakışlarla. – Allah izin verirse, Savaş uzun sürmez. Sen çabucak dönersin diye dileğini söyledi kız. Gariban babam anlatırdı. Padişah bir gün demirciyi çağırmış: “Sabaha kadar bin tane çivi hazırlamazsan bu senin ecelin olacak!” demiş. Çekiç düşene kadar, örs soluk alır” derler, demirci nasıl olsa yapamayacağım. Öleceksem de gidip biraz uyuyayım diye yatağına yatmış. Güneş doğmadan Padişahın sarayından birisi gelmiş, ondan dört tane çivi vermesini istemiş. Demirci : “Tek bir çivi bile yapmadım” diye, cevap vermiş. – Kimin aklına gelirdi, hayatımız böyle olacak diye. Henüz kalem tutmamış parmaklarla, tırpan kullanıp çatlamamış ellerle silah tutacağım… Hayatımın geceli gündüzlü güzel on sekiz yaşım yeni dolmuştu. Umutlarım büyüktü… Öyle ki, halkın başına düşen de büyük bir kaygı. Mermi korkağı bulurmuş. Korkaklık yapmam. Meraklanma. Genç yaşıma, sana olan büyük aşkımdan mahrum kalacağıma üzülüyorum sadece… Zuriyat, Tohtar’ı uğurlamaya gittiği elbisesini hâlâ saklıyor. O günleri hatırlayarak, gözleri yaşlanmış olarak girdi Sekinat Ninemin avlusuna. * * * Halk toplanarak yolcu etti ninemi uzak ülkeye. Anıt açılırken kardeş ülkenin insanları dağlı genç hakkında çok sıcak konuşmalar yaptı. Bu ülke için gittiği savaşta öldüğünü, onun doğduğu yeri öncüler buldular. Büyükelçiler yaralı annenin önünde baş eğdiler. Anne konuşamadı. Sadece oğlunun kabrine gözyaşları aktı. “Padişah efendimiz öldü de onun tabutunu çivilemeye dört çivi bulamadık” diye, demirciye cevap vermiş. Geri döneceği gün oğlunun mezarından bir avuç toprak alarak, başörtüye bağladı. Oğlunun mezar toprağını avucunda sıkarken titreyen ananın ellerini hiçbir usta resmedemez. Onun yüreğinin bu kadar hızlı atışını hiçbir sanatçı hissedemez, hiç bir şair bilemez. Sen de bu hikâyedeki gibi trenden indiğinde belki eline silah almadan, Hitler’in tabutu için dört çivi aramaya başlarlar. Bunu sadece analar, yaşamın tüm zorluklarıyla mücadele eden, zorlukların yıpratamadığı, çelik ruhlu ve nazik yürekli analar bilir!... – Ne için lazım oldu? Saray muhafızı: Kardeş Kalemler Mart 2011 66 Ninenin Tuzağı ABU-HASAN HUBİYEV* ÇEVİREN: UFUK TUZMAN Akşam oluyordu, köyün aşağısından “orayda” sesleri duyuluyordu. O sırada Maryam ineğini sağarak, ahırdan çıkmıştı ki, o yöne dönüp düğün şarkılarına kulak kesildi: “Güzel bir gelin aldık o-o-o-rayda-a”… sözlerini öncekinden daha net duyuyordu. tüsünü göremiyorsun, ya da senin de bilmediğin bir sorunu var. Yoksa otuzuna gelmiş bir erkek böyle yapıp durmazdı,” demeye başlıyorlardı. Maryam kendi kendine “Hangi şanslıysa da oğluna gelin getiriyor” dedi. İçindeki heves duygularını harekete geçirdi, “Bizim deli oğlana evlen deyince, ateşten gömlek giymiş gibi oluyor” diye söylendi. Oğlu niyetini belli etse, Maryam insanların sözlerine büyük önem vermezdi. Oğlu ise hiçbir şey söylemek istemiyordu. Evlilik hakkında konu açıldığındaysa gırgır şamataya çevirip, gülüp geçiyordu. Bir seferinde Maryam, açık konuşarak, arayı açmaya çok heveslendi. … Orayda’yı duyarak, sokağa çıkanlar az önceki oğlu hakkında laf edeceklerinden korktuğu için sokağa adımını bile atmadı. “Anam, durmadan bu konu hakkında konuşmayı kes artık” evden çıkıp gitti. Ondan beridir ne olduysa da çiftlikten evine gelmez oldu. Ne yapsın, kiminle karşılaşsa: “Biynöger’e kız almadan duruyor musun?” diye sormadan geçmiyordu. Daha sonra ise: “Ya sen üzün- “O hele bir gelsin!” dedi kendi kendine Maryam. Ben onun ne beklentisi olduğunu öğrenip, bir çaresini bulmadan bırakmam. Onun * Hasan Hubiy 1940 yılında Karaçay’ın Arhız şehrinde doğdu. Çocukluğunu halkıyla sürgün edildiği Orta Asya bozkırlarında geçirdi. Anne ve babasını birer yıl arayla sürgünde çocuk yaşta kaybetti. 1969 yılında Gazetecilik ve yazarlığa başlayan tanınmış edebiyatçı aynı zamanda 2002 yılında Kur’an-ı Kerim’in ilk Karaçay-Malkarca tercümesini yaptı. Kardeş Kalemler Mart 2011 67 yaşındaki gençlerin her biri ikişer üçer çocuk sahibi oldu. Yaşlılar onlarla oynayıp, Allah’ın verdiği mutluluğu yaşıyorlar. Ben hâlâ torun sevgisi neye benziyor bilmiyorum”… Maryam diğer yana dönerek, elindeki süt dolu kovayı girişe bıraktı. Başını yuvarlak kesilmiş tahtayla kapattı. Üstüne ağırlıklı koydu, belini düzeltemeden, sırtını kamburlaştırarak, eve yürümeye başladı. O anda komşusu Kâbahan sokaktan: “Maryam!” diye seslendi. “Oy!” diye irkilerek, o tarafa baktı. – Nereye kaçıyorsun! Buraya gel. Birileri gelin almış, gel de beraber bakalım. Gidesi gelmese de Maryam ona yok diyemedi. Başındaki örtüyü düzelterek, yavaş yavaş sokağa çıktı. O an aşağıdan yaklaşan bir arabanın farlarını gördü. gelinin!” diye, dış kapıları açmak için acele etti. “Kimi kaçırmışlar?” diye sordu arkalardan birisi. – Supiyat’ı. Haci’nin kızını. – İyi seçim yapmış oğlan. İri kemikli, zeki, güzel, anlayışlı bir kızdı Supiyat. “Keşke bu kız gelinim olsa” diye onu isterdi Maryam. Biynöger de onu beğenmiş gibiydi hep. “Supiyat çiftlikte seninle çalışıyor. Nasıl bir kız?”-diye, sorulduğunda, o, her zaman doğru dürüst cevap vermez “Bilmem”, der geçiştirirdi. Maryam sevincinden kızı arabadan nasıl indireceğini şaşırdı. Az sonra kendini toparlayarak, kardeşi Osman ile bir genci Supiyat’ın babası ile anasına haberci olarak yolladı. – Civarda bu gece gelin alacak oğlu yok gibiydi. “Gelini kime getiriyorlar acaba?” diye, Kâbahan sağ eliyle çenesinin altından tutarak, komşusuna sınayarak baktı. Supiyat annesi Sapra’ya kaçacağını söylediğinde: “Hiç düşünmeden git, baban da hayır demeyecek, o da Biynögeri çok beğeniyor” diye, kızını evden kendi uğurlamıştı. Haberciler anlaşmak için geldiğinde ise hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi yaptı. “Ne bileyim ki” diye içerleyen Maryam’ın, oğlu Biynöger aklına düştü, duygulandı. “Ne diyorsunuz, ah evladım!” diye üzülmüş gibi yaptı. Devam etti: Kâbahan yine bir şeyler söylemek için ağzını açarken, kendilerine doğra yaklaşan “Mercedes” marka otomobil Biynöger’in evine döndü. – Hayır, hayır, hiçbir şey demeyin o olacak iş değil. “Maryam dış kapılarını aç! Sana gelin getirdik” diye seslendi bir erkek sesi. Haci ise söze bile karışmadı. Nedense hoşnut olmamış gibi kalın kaşlarını yağmaya hazır bulut gibi çatarak, dinledi durdu. – “Oy-oy-o-ray-da-a…”,- diye uzattı diğer arabadaki gençler… “Kız isteyerek kaçmış gibi konuştu” diyerek, olmayınca Osman yerinden kalktı. Toplanan kalabalık bir şey söyleyerek, yavaşlayan “Mercedes”e yaklaştı. – Razı değilseniz ne yapalım, biz yavaş yavaş gidelim. Kızla tekrar konuşarak, kararı ona göre veririz. Maryam, duyduklarına inanamadı: “Yahu Kâbahan bunlar benimle eğleniyor mu, yoksa çocuk gerçekten bir şeyler mi getirdi?” diye, komşu kadına baktı. Haberciler gidince Haci karısına yakındı: Araba durduktan sonra Kâbahan tombul hâliyle hızlı hızlı koşturarak arabanın içine eğildi, gelin orada başı aşağıda oturuyordu. “Hayır kandırmıyorlar, Maryam… Kut getirsin “Bundan sonra geldiklerinde anlaşırız” dedi Sapra. “Kızı kendi elinle verip, gelenlere neden farklı konuştun?” diye ağzına geleni söyledi. – Kız gidince nazlanmamak olmaz. Bunu neKardeş Kalemler Mart 2011 68 den anlamıyorsun, be adam? – Ya tekrar dönmez, kızı geri getirirlerse ne olacak? “Getirmezler” dedi, Sapra. Kadın hilesini hayatında ilk kez görmüş gibi, Haci ona hayretler içinde bakarak, kolunu silkeledi ve evden çıkıp gitti. İşi çok uzatmayın. Sonunda bir tatsızlık çıkmasın. “Tamam, çağıralım”, dedi Sapra. Nedense, o kadar da hoşuna gitmedi, yuvarlak ve parlak yüzünü, derin bakışlarını sağa sola çevirdi. – Bize boşuna güceniyorlar. Durumun uygun olmadığını biliyordu. Maryamların adamları ikinci kez geldiğinde, Sapra başına iş almak istemedi. Gerçekten de o gece kocasıyla anlaşarak, ertesi günü Maryam’a haber yolladı: “Onlar birbirlerini sizin dediğiniz gibi sevdiyse, yaşasınlar”, dedi. – Damadı eşe dosta göstermek istiyoruz. Müsaitseniz, önümüzdeki cumartesi günü akşamüzeri bu âdeti yerine getirelim. Bunu duyunca Maryam sevindi, varını yoğunu dökmekle kalmadı, borç harçla büyük bir düğün yaptı. Kâbahan’ın dediği gibi gelin geldiğinde yapılması gereken tüm âdetlerden eksiksiz kurtuldu. Kız tarafı da buna karşı borçlu kalmadı. Birer eşya ve atlarını bularak, yeni akrabalarının gönüllerini almaya çalıştılar. Böylelikle sadece damat gösterme ve ilan etme âdeti kaldı. Bu âdetlere sıra geldiğinde Haci’nin akrabalarından ölenler oldu, ertelendi. Bu sebeplerle kız tarafı adetleri devam ettiremedi. Maryam bu duruma boyun eğmek zorunda kaldı. Dükkândan gelirken, Sapra’nın büyük ablası Marziy ile karşılaştığında bu durum hakkında konuşmayı düşünmemişti. Birbirini görmeyeli uzun zaman olmuştu, kucaklaşıp yol kenarında uzun süre konuştular. En sonunda Biynöger ile Supiyat konusu açıldı. – Damadımız nasıl?-diye sordu Marziy. “Gelin de, o da iyi. Her zamanki çiftlikte çalışıyorlar” dedi, Maryam. “Oğlan size damatlık etmeye gidip gelsin, ikisini de ayrı eve çıkaracağım” diye de ekledi. Maryam da kabul ettiğini söyledi. Biynöger de beraberinde gideceği gençleri ziyaret etti. Onlar, saat altıda toplanmaya karar verdiler; fakat üçüncü göbekten akraba bir ihtiyar kadın vefat edince, kayınlarından haber yolladılar: – Şimdilik biraz sabredin. Ölenin kemik duası yapılsın, öyle çağırırız. Biynöger giderek, uzaktan bakıp döndü. Eve girip başsağlığı veremedi. Eve geldiğinde bu işinin olmadığına üzülen anasını görünce: “Üzülme anacım. Uygun olduğunda gideriz” diyerek, çiftliğe gitti. Kayınları ise kırkı çıktıktan sonra da çağırmadılar onu. Aradan yine aylar geçti. Bu süre içerisinde Biynöger’e tıpa tıp benzeyen kapkara gözlü, tombul bir oğlu oldu. Sonraları gelen gidenin mırın kırın etmesi Biynöger’in kulağına çok geldi: “Bunlar çağıracaksa, neden çağırmıyor?” sorusu aklını karıştırmaya başladı. “Evet, kendin için de onlar için de böylesi daha uygun”. “Gelmez ayın cuması gibi, nedir bu?” diyerek, sitem etti karısına. Günden güne vakit geçiyor, ne zamana kadar böyle devam edecekler? Maryamla güzel geçen bir sohbetin ardından, Marziy o an aceleyle kız kardeşinin evine koştu. O güne kadar Supiyat onu hiç böyle sinirli görmemişti. Birbirleriyle her zaman iyi geçinirlerdi. Kocasının öfkesini fazla kaldıramadı. “Damadı çağırmadığımız için Maryam darılmış” dedi ona. – Bu işin bu kadar uzamasına ben de sevinmiyorum, ağlamaya başladı. Kardeş Kalemler Mart 2011 69 – Görüyorsun, bir bahane bitmeden, ikincisi başlıyor, onların hesapları da tutmuyor. Biynöger, onun üzüldüğünü hissetse de, yumuşamadı. – Kişiliksizler çağırmazlarsa! Onlara lazım olmayan töreler bana hiç lazım değil. Şurada onlar varmış diye, bugünden itibaren ben de gideceğim yerden kalırsam görürüz! dedi. Sözü yarım kaldı… Çiftliğe gidip evine dönerken adetler gereği Haci’nin evinden hep uzak durdu. Onların gittiği yerlerden hep uzak durdu, damatlığın gereğini yapmaya çalıştı. O gün: “Toplantı yapılacak, saat onda kolhozun kulübüne toplanın” diye haber verildi. Arkadaşı Hamzatla birlikte atlarına binerek, aceleyle yola çıktılar. Köye vardıklarında Hamzat atını ara sokağa çevirdi. “Öteki taraftan gidelim” dedi Biynöger. Kayınları bu sokakta oturduğu için onlarla karşılaşırım diye çekindiğini anladı Hamzat. Biynöger birilerinden saklanır gibi, Hamzat’ın bir yanında başını eğerek, çevresini göz ucuyla süzerek geliyordu. Onlar bu şekilde giderken Marziy de kız kardeşinin evindeydi. Bir gün önce Supiyat’a rastlamış, hâlâ damadı görmeye çağırmadıkları için Biynöger’in öfkeli konuştuğunu söyleyip, şikâyet etmişti. Marziy ise içeriden haber almak için gelmişti; fakat Sapra kesin bir cevap vermemişti. “Şu anda o değil kaygımız. Durumumuza bakalım da ona göre yaparız”, diye başı sonu belli olmayan bir şeyler söyledi. Marziy Sapra’nın söylediklerinden hoşlanmadı. – Ondan daha mühim ne işin olabilir? Kız kardeşine ciddi ciddi baktı ve sorusuna cevap alamayacağını anladığında, ona demediğini bırakmadan evden ayrıldı. Yolda onu görünce Hamzat ters tarafa dönerek, arkadaşına: “O kadar korkak olma” dedi o. “Oğlum, sakın ona kendini gösterme, seni utandırır”, diyerek, fısıldadı. – Senin korktuklarından biriyle karşılaşırsak, kendim keserim başını! O aslında şakacı, konuşkan bir ihtiyardı; fakat utandırmaya kalkarsa, zerre kadar acımazdı. Kardeş Kalemler Mart 2011 70 Biynöger kaçmak için atını diğer yana çevirmeye başladı; fakat eşinin ona da önce: “Sen Marziy’den boşuna kaçıyorsun, o anama ve babama bu işi bitirelim deyip duruyor”, dediğini hatırladıktan sonra nineden kaçmamaya karar verdi. Oracıkta Biynögerle karşılaşacağı ninenin de aklında yoktu. İçinden kız kardeşine söylenerek geliyordu. Sonra ayak seslerini duyup, başını yukarıya kaldırdığında Biynögerle göz göze geldi. Yüreğinde ona karşı bir yakınlık duygusu harekete geçerek, hâlâ önceki kadın güzelliğini kaybetmemiş sevimli hâliyle ona sıcak bakışlarıyla: “Biynöger, bu sen misin?” dedi. “Benim, Marziy”, diye cevap veren genç atından inerek iki kolunu ona uzattı. – Nasılsınız? İyi misiniz? “Yaramazlık yok!” dedi, Marziy. Biynöger’e uzattığı iki eline geriye çekerek. “ İyi çocuk atına bin!” diye talimat verdi. “Utandırma oğlanı, zaten utanarak dolaşıyor” dedi, Hamzat. – Bizi yolumuzdan alıkoyma, kolhozda büyük bir toplantı var. O başlamadan yetişemezsek, kızarlar bize. – Acelen varsa git! Sana kimse engel olmuyor. Biynöger atına binerek, Marziy’e baktı. O an oradan geçmekte olan iki kadının biri diğer arkadaşına: “Yahu Havlat bu onun yolunu neden kesmiş?” diye sordu. “Ayşat, anladığın kadarıyla Marziy kardeşinin damadını kamçı altında kıstırıyor”1, dedi ikinci kadın. – Marziy dediğin belanın ta kendisi. – O âdet de nereden çıktı? 1 Kamçı altında kıstırmak: Karaçay-Malkar geleneklerine göre, kız tarafı yeni damatlarını akrabalarına gösterme törenine çağırıncaya kadar, damat saygı göstergesi olarak gelinin anne babasına ve akrabalarına görünmez ve onlardan saklanır. Gelinin akrabalarıyla karşılaşan damat kamçısını yüzüne tutarak sözde onlardan saklanır. Kardeş Kalemler Mart 2011 – Eskiden gelen bir gelenek. Çağırılıp gösterilene kadar damat eğer büyük kayınlarından birine yakalanırsa, ona kamçı altında saklanma âdetini uygularlar. – Çağırılmadıysa, görünmemiştir. Biynöger’in bunda ne suçu var? Marziy onların konuştuklarını duydu. “Söyledikleriniz umurumda değil” dercesine baktı. “Atının gemini kendine doğru çekerek, kamçınla yüzünü kapat”, dedi damadına. Onun ne demek istediğini anlamasa da Biynöger tekrar arkadaşına baktı. Hamzat, bu sefer görmezden gelerek, bir şey söylemedi. Biynöger atını kamçılayarak, bir an gitmek istedi. Marziy’in sözünü ortada bırakmak istemedi. Bu işin sonunun nereye varacağını da öğrenmek istedi. Daha sonra atının gemini kendine doğru çekerek, kamçıyla yüzünü kapadı. - Şimdi ben ne tarafa yürürsem, sen de bana bakarak yürü!”. Marziy daha sonra kız kardeşi Sapra’nın gözü önünde içinden: “Ben seni damadını çağırmak zorunda bırakayım da gör” diye, kambur sırtını da düzeltip, başını kaldırdı ve damatlarının etrafında dolaşmaya başladı. Biynöger atının üstünde kaskatı kesilerek, başını oynatmadan öne eğerek, onun arkasından kıpırdamadan bakarak atıyla kendi etrafında dönmeye başladı. O durumda atla birlikte dönmek ise öyle kolay değildi. Sonra boynu tutulacak gibi oldu. Ondan sonra atının gemini kendine doğru çekti ve tekrar atıyla beraber dönmeye çalıştı. Marziy damadın etrafında üç kez döndü. “Heh, artık serbestsin” diyerek, borcundan kurtulmuş gibi, yavaşça gülümseyerek, yoluna devam etti. Biynöger ise öyle kala kaldı döner vaziyette. – Alan2, kaynananın ablasına gösterdiğin saygı yeter! Dedi. 2 Alanlar: Karaçay-Malkar halkının etnik yapısını oluşturan tarihi kavimlerden biri. Karaçay-Malkar halkı günümüzde dahi birbirine soydaş, arkadaş anlamında Alan şeklinde hitap eder. 71 Hamzat, atını yokuş yukarı çevirdi. Gel hadi artık yolumuza devam edelim, - dedi. Biynöger etrafına dikkatlice baktı. İnsanların kendine bakıp güldüğünü gördü. Bu hale yüzünü kapattığı kamçısı düşürmüş gibi onu rast gele fırlattı ve Hamzat’ın arkasından atını dehledi. İkinci gün Biynöger’in başına gelenler tüm köye yayıldı. Bu haberi duyan Haci çok sinirlendi. – Gerçekten de Marziy aklının ermediği şeyler yapmaya başladı. Dur, o buraya bir gelsin, ben de ona kamçının altında kaçacak yer aratacağım. “O şeytanlık bu kadının aklına nereden geldi?” diye karısına yakındı. Sapra kocasına ağzını açıp cevap veremedi. Marziy’in yaptıkları özünde halk arasında kamçıyı damada tutturup, aslında altında saklanmak zorunda bıraktığım Haci ve Sapra anlamına geliyordu. Onlar da bunun ne manaya geldiğini çok iyi anlıyorlardı. Ne diyebileceklerdi ki? – Neden susuyorsun ne yapacağız? – Bilmiyorum… Ne diyeceğini de bilemiyordu… Haci evin ortasında bir o yana, bir bu yana gezindi ve anlaşma yapmış gibi kesin konuştu: – Hazırlan! İki gün içinde damadı göstermeye çağıracağız. Yoksa ablan tekrar bir yolunu bulup, elaleme rezil edecek bizi. Onu çağırmamış olsak da, önce kendimiz gidelim. Torunumu özledim. – Hey adam, sen yolunu şaşırdın galiba… – Demek ki şaşırttınız, şaşırmışım. Onu bırak da denileni yap! – Biz de cumartesi günü damadı göstermeye çağıralım… – Hayır, hayır yarın! Ben hayvanlara bakacağım, sen de diğer hazırlıkları başlat! diyerek, kapıyı çarparak, Haci evden çıkıp gitti. Hacettepe Mah. Hamamönü Sk. No: 24 Altındağ /ANKARA Tel: 0.312.311 70 52 Faks: 0.312.311 70 32 e-posta: [email protected] Kardeş Kalemler Mart 2011 72 Mirzakul’un Fidanı* ŞAFAK TAVKUL Bozkırın uzaklarına doğru takıldı gözleri. Bu anlamsız boşlukta birilerinin yaşaması ona imkansız gibi geliyordu. Her karışı ormanlarla kaplı ata yurdunu aklından çıkaramıyordu. “Bir ağaç” diye geçirdi aklından. “Sadece bir ağaç bile yeter”. Yarından tezi yok bir yerlerden bir fidan bulmalıydı. Ertesi gün kolhozda kendine yakın bulduğu işçilerden bir-ikisine, dikmek için bir fidan bulup bulamayacağını sordu. Bu garip isteğe gülerek karşılık verdiler. Sibirya’nın bozkırlarında değil fidan, bir çalı bulmak bile mucizeydi. Hatta bazı Kazaklar hayatlarında hiç ağaç görmemişlerdi. Mirzakul muradına ancak altı ay sonra erecekti. Kolhoz yöneticisi, kolhozun ihtiyacı olan bazı makinelerin getirilmesi için iki okur yazar işçi aradığında Mirzakul aradığı fırsatın ayağına geldiğini anlamıştı. Makineler iki yüz elli kilometre güneyden getirilecekti. Makinelerin trene yüklenmesi sırasında tamı tamına bir gün istediğini yapma imkanı vardı. Mirzakul bütün gününü fidan arayışıyla geçirdi. Umudunu yitirmek üzereyken istasyona yakın bir evin bahçesinde yeni ekilmiş fidanları görüverdi. Evin sahibi güleç yüzlü yaşlı kadın bir rubleye bayıla bayıla verdi fidanlardan birini. Mirzakul fidanın köklerini bir bezle sarıp sarmalayarak güzelce ısladı ve yeni evlerine kadar bir bebek gibi ihtimamla taşıdı. Sibirya bozkırlarında artık yeşil bir ağaç yaşayacaktı. Ve Mirzakul acılara dayanma gücünü bu ağaçta yeşertecekti. Kolhozdaki işlerini bitirir bitirmez hemen evine koştu ve kurumaması için gözü gibi baktığı fidancığını evinin önüne özenle dikti. Kaynamış soğumuş suyla dibini suladı. Yaprakla- rını incitmeden sildi. Ağaç yavrusu bağlandığı toprağa sıkı sıkı sarıldı, yapraklarını hışırdatarak gururla dikildi Asya’nın çorak bozkırında. Mirzakul da gün batana dek mutlulukla seyretti fidanını. Güneş gri bozkırın puslu havasında kendini gösterdiğinde Kolhozun yakınındaki evlerin hüzünlü sakinleri bir çığlıkla irkildiler. Mirzakul yumruklarını sıkmış bağırıyordu, fidanını diktiği ancak şimdi yerinde soğuk bozkır yelleri esen yerde. İşlerine gitmek için evlerinden çıkan insanlar merakla o tarafa yöneldiler. Mirzakul’un komşusu yaşlı Kazak da gürültüye çıkmıştı kapısının önüne. “Kim söktü ağacımı!” diye bağırıyordu Mirzakul. “Ben söktüm!” dedi yaşlı Kazak. Kolhoz sakinleri boş gözlerle baktılar. Mirzakul hiddetle karışık bir şaşkınlık içinde, sesi çatlayarak sordu: “Sen mi?.. Sen mi söktün ağacımı?” “Evet ya! Ben söktüm”. “Sen deli misin?! Ne istedin ağaçtan? Sana ne zararı vardı?” Yaşlı Kazak gerinerek güldü. “Ben.” dedi ağır ağır, “ şöyle etrafıma baktığımda bütün bozkırı görmek isterim. Senin ağacın benim manzaramı kapatacaktı”. ..... Mirzakul o an kendini gerçekten cehennemde hissetti. Ve on dört yıl sonra ata yurduna geri dönmelerine izin verildiğinde, sürgün sırasında yitirdiği sevdiklerinin arasında o küçük fidan da yerini almıştı. * Burada anlatılan, 1943-1957 yılları arasını ata yurdu Kafkasya’dan uzakta, Sibirya bozkırlarında sürgünde geçiren bir Karaçaylı’nn yaşadığı gerçek bir hikayedir. Kardeş Kalemler Mart 2011 73 MALKAR “ZAMAN” GAZETESİ Editör Yardımcısı HASAN KONAKOV: “Zaman Gazetesi Malkar halkının yüz akıdır” mülakat: UFUK TUZMAN -Kendinizi kısaca tanıtır mısınız? Benim adım Hasan Konak (Hasan Konakov). Aşağı Çegem köyünde dünyaya geldim. Kabardin-Balkar Cumhuriyetinde yayımlanan “ZAMAN” adlı gazetenin editör yardımcısıyım. KabardinBalkar Devlet Üniversitesi ile Don Bölgesindeki Rostov Devlet Hizmetleri Akademisi mezunuyum. Gazetedeki görevimden önce Kabardin-Balkar Devlet Radyosunda, Basın Yayın Enformasyon Bakanlığında uzmanlık, Cumhurbaşkanlığı Basın Yayın başkanlığında danışman olarak görevlerde bulundum. Ayrıca Elbrusoid vakfının www.elbrusoid.org, Moskova’nın www.gazeta.ru, www.stortbog. ru, Rostov’da yayımlanan “100 millet” adlı derginin temsilciliklerini ve muhabirliklerini yapmaktayım. Türkiye’de Yalova’da düzenlenen Türk Dünyası Gazeteciler Buluşması’nın daimi temsilcisi olarak iki kez kongrelere iştirak ettim. Şuan birçok görsel ve sesli yayın kuruluşlarında program yapımcılığı da yapmaktayım. - ZAMAN gazetesinin kısaca tarihçesi ve bugünkü durumundan bahseder misiniz? Kabardin-Balkar ülkesinde yayımlanan gazetemiz Karaçay-Malkar dilinde neşredilmektedir. Sorunuzda bahsettiğiniz edebiyat alanı ile zincirleme bağlı bir yapıya sahibiz. Kadrolarımızın çoğunluğu hem tarihte, hem de bugün edebiyatçılardan oluşmaktadır. Hatta edebiyatçılığa atılmalarında birçok yazar ve şaire ilk adım olmuştur. Önce kısaca ZAMAN’dan bahsetmek istiyorum. “ZAMAN” olmadan önce her dönemin kendi siyaset ve ideolojileri arasında yolunu ilerletmeye çalışan Kara Halk, Lenin Yolu, Sosyalist Kabardin-Balkar, Komünizme Yol adları ile çıkmış olan gazetemiz bugün “ZAMAN” adını taşımaktadır. Elbette bu gazetenin oluşumuna temel olan çok değerli gazeteci ve edebiyat ustalarını anmak istiyorum. Tavso Beppayev, Sohta Nastuyev, Elcorka Akşayakev, Salih Kumukov, Mogamet Tsorayev, Salih Şavayev, Habu Katsiyev, Sarbiy Çerkesov, Ahmat Bözüyev, İshak Guzeyev ve bugün herkesçe tanınan Camal Attayev bu gazetenin ilk yolculuğuyla büKardeş Kalemler Mart 2011 74 tünleşen isimler olmuştur. Bu isimler kendi dönemlerinin şartlarında canla başla bu gazeteye hayat vermişler terbiye ve geleneklere bağlılığı öğütlemişlerdir. 1957 yılında sürgün döneminin en zor günlerinde gazete “Komünizme Yol” adıyla yayımlanıyordu. O dönemlerde siyasi suçlardan hüküm giyen ve 13 yıl demir parmaklıklar arkasında yaşamış halk aydını ve Savaş Kahramanı Hamit Malkonduyev, Aliy Mirzayev, Abdullah Uzdenov, Mogamet Küçükov ve Mogamet Mammeyev ile birlikte gazeteyi canlandırmak için yayımlamaya devam etmiş ve ayakta tutmuştur. Sürgün sonrasında genç dimalarıyla yeniden kadrolaşan gazetenin yayın ekibinde Sarbiy Çerkesov, Safar Makitov, Maksim Gettuyev, Magomet Hotsuyev, Mogamet Mammeyev, Ahmat Bözüyev, Ahmat Eneyev, Osman Balayev, Dumasar Batçayev çok fazla emeği geçenlerden olmuştur. Gazetenin üçüncü nesli olarak, yani günümüzde ise Aliy Kulbayev, Camal Tekuyev, Alim Töppeyev (geçtiğimiz yıl merhum olan büyük edebiyatçımız), Zeytun Tolgurov ve Cagafar Tokumayev gibi halkın aydınlarını görüyoruz. Gazetemizde günümüzde çalışan editörler hakkında bilgi vermek isterim. Şuan editörler ve müdürlerimiz Toplum ve Siyaset Bölümü editörü Hava Tekuyev, Edebiyat ve Kültür Bölümü Editörü Aminat Bittirova, Sosyal Yaşam Bölümü editörü Husey Tokumayev, Çeviri Bölümü müdürleri Anvar Huçinayev ve Amin Mahiyev, yazışmalar bölümü müdürü Hıysa Osmanov, Sekreterlikte Boris Tokluyev, Rita Gayıyeva, Zulfiya Ketençiyeva’dır. Zaman’ın edebiyat sayfaları ve arşivleriyle tanışarak başlamıştır. Bunca yıldır binlerce şiir, makale, hikaye, günlük, hatırat, çocuk masalları, folklor v.b bir çok alanda araştırma, edebi, ilmi ve karşılaştırma yazıları yayımlanmıştır. Genç yazarlar ve şairlerin mesleğe giriş tecrübeleri gazetemizin edebiyat ve kültür sayfalarıyla başlar. Ustalar açık mektuplarını, edebi eleştirilerini yorumlarını yine edebiyat çalışmalarımız arasında yayımlamaktadır. Kitap, dergi, drama eserlerinin tanıtıldığı bölümler de okuyucunun yakından takip ettiği konular arasındadır. Gazetemiz ayrıca Karaçay-Çerkes Cumhuriyetinde yaşayan Karaçay soydaşlarımızın edebiyat çalışmalarını da yakından takip etmekte ve yayımlamaktadır. Her 3 ayda bir “Karaçay” adlı gazeteyle ortak bir sayı çıkarmaktayız. Bu yolla Malkar edebiyatçılarımızın eserleri de Karaçay kardeşlerimizce takip edilmektedir. Son olarak şunu belirtmek istiyorum. Yurt dışında çalışmalar yapan edebiyatçılarımız ile Karaçay-Malkar halkının edebiyat, kültür ve sanat alanındaki çalışmalarının gazetemiz için önemine değinmek istiyorum. Camal Attayev ise Baş editörümüz, Muttalip Beppayev ve Hasan Konakov ise yardımcılarıdır. Geçtiğimiz yılın son dönemlerinde Türkiye’nin başkenti Ankara’da Avrasya Yazarlar Birliği ve Kardeş Kalemler Edebiyat Dergisinin Uluslararası Edebiyat Dergileri Kongresini düzenlediği etkinliğe 30’dan fazla ülkeden Edebiyat dergilerinin katıldığı hakkında haber ve bilgiler bize ulaştı ve yayımladık. Bu konuya edebiyat çevreleri ve halktan son derece yakın alaka gördük. - “ZAMAN” Gazetesi Malkar Edebiyatına nasıl katkılar sağlıyor? Mingi Tav dergimizin de bu güzel organizasyonda yer alması bizleri son derece onurlandırdı. Zaman Gazetesi Malkar halkının yüz akıdır. 87 yıllık gazetemiz devlet kadroları ve edebiyat alanında bir çok kişinin yetişmesine etki ve katkı sağlamıştır. Kardeş Kalemler Dergisi’nin Mart 2011 sayısının ise Karaçay-Malkar Edebiyatına ithaf edildiğini öğrenmek de yine bizi sevindirdi. Bugün Yazarlar Birliği üyesi Malkar Edebiyat dünyasının kalem ustaları meslek hayatlarına Kardeş Kalemler Mart 2011 Karaçay-Malkar halkının edebiyat ve basınına ilginiz dolayısıyla sizi takdir ediyor ve başarılar diliyorum. 75 Karaçay-Çerkes Özerk Cumhuriyeti Halk Yazarı BİLAL LAYPANOV: mülakat: UFUK TUZMAN - Kendinizi ve eserlerinizi kısaca tanıtır mısınız? Öncelikle Kardeş Kalemlerin Norveç’te beni bularak, yaptığı mülakattan dolayı son derece onur duyduğumu belirtmek isterim. Ben, Karaçay-Malkar halkının topyekûn sürgün edildiği bir dönemde 12 Nisan 1955 yılında Kırgızistan’ın Kök-Say köyünde dünyaya geldim. Moskova’da Edebiyat Enstitüsü Şiir Bölümü ve Moskova Devlet Üniversitesi Asya-Afrika Enstitüsü’nü bitirdim. Kafkasya’da Avrupa’nın en yüksek dağı efsanevi Elbruz’un (Mingi Tav) eteklerinde yaşayan Karaçay Türklerindenim. Şuan Norveç’te yaşıyorum. Ayrıca, Rusya ve Norveç Yazarlar Birliği’nin de üyesiyim. Karaçay-Çerkes Halk Yazarı, Karaçay-Çerkes Devlet Üniversitesi Akademisyeni, Milletlerarası Türk Akademisi’nin onur üyesi unvanlarının sahibiyim. 1981 yılındaki Busakla (Kavaklar) adlı ilk eserimi Sovyet Yazarlar Birliği’nin Karaçay-Çerkes eyalet organizasyonu tarafından sosyalist gerçekliğe aykırı olduğu gerekçesiyle üç kez incelenip engellenmesine rağmen, Kaysın Kuliyev’in desteğiyle kitap haline getirildi. 1984 yılında SSCB’nin genç yazarları arasında çalışmalarımla dikkat çektim. Sonrasında Kamen i Derevo (Taş ve Ağaç) ve Raduga nad propastu (Uçurum Altındaki Gökkuşağı) adlarıyla Moskova’da iki kitabım Rusça olarak yayımlandı. Bu benim aynı zamanda Rusya yazarları arasına ilk adımım oldu. 1992 yılında Curtda Cangız Terek (Yurdumdaki Yalnız Ağaç) adlı eserim Karaçay’ın büyük şair ve yazarı Halimat Bayramukova tarafından şiirin zirvesi olarak ilan edildi. 19911998 yılları arasında Üyge İgilik (Eve İyilik) gazetesi, 1999-2003 yılları arasında As-Alan dergisinde yöneticilikler yaptım. Türk Dünyası’nın tanınmış edebiyatçıları merhum Cengiz Aytmatov ve Olcas Süleymanov “As-Alan” dergisinin Türk Dünyası için son derece önemli olduğunu vurgulamıştır. Olcas’ın “Türk tarihine kadar” adlı çalışması ilk kez As-Alan’da yayımlanmıştır. 1993-1998 yılları arasında Karaçay dilinde yazılan eserlerim 10 cilt olarak yayımlandı. Şekspir’in “Hamlet” ve Puşkin’in “Seçme Şiirler” adlı eserlerini Karaçay Türkçesine tercüme ettim ve yayımladım. Eserlerim arasında “Başka Hayat” adlı kitabım Norveç diline, “Yeni Ay ve Yıldız” adlı kitaplarım İspanyolcaya çevrildi. 1996 yılında Rusya Edebiyat Ödülü’ne, 2006 yılında Cengiz Aytmatov’un inisiyatifi ile Karaçay -Çerkes Devlet Üniversitesi tarafından İnsan Hakları Nobel Ödülü’ne aday gösterildim. Kardeş Kalemler Mart 2011 76 - Yazarlığa ne zaman ve hangi vesilelerle başladınız? Benim şiir yazmam çocukluğumda benzer kelimeleri birbirine ekleyerek makam haline getirmemle başladı. Benim bu söz ustalığım annem ve babamın hoşuna gitmezdi. Onlar Karaçay’ın eski geleneklerine bağlı inançlı insanlardı. Annem 7 yaşından ölene kadar alnını secdeden hiç kaldırmamıştı. Orucunu eksiksiz tutmuştu. 1943’teki büyük Karaçay sürgününde evden çıkarken bile yanına sadece Kur’an-ı Kerim’ini alarak yola çıktı. 1970’li yıllardı sanırım büyük bir deprem oldu taş taş üstünde kalmadı. Evimiz yıkılıyor diye hepimiz kendimizi dışarı attık, annem ise kılını bile kıpırdatmadan gaz lambasının ışığı altında Kuran’ını okuyordu. Nedendir bilinmez karanlıkta tek ışık onun başını aydınlatıyordu. Annem ve babam dini sorumluluklarıma zaman ayırmamı ve şiir yazmayı bırakmamı istiyordu. 1895 doğumlu babam ilk kitabım çıktığında bana “İçinde Allah kelimesi yoksa at onu ateşe peşinden de yürüme” dedi. Ne yapabilirdim dışımdan yazmayı bıraktım. Ama içimdeki ateşi söndüremedim. 5 yaşımda ablamın yardımıyla okuma yazmayı öğrendim. O günden beri yazmaya devam ediyorum. Yetişkin olduğumda beni yazarlık ve şairliğe yönlendirenler çok kıymetli ve tanınmış yazar ve gazetecilerden Seyit Laypanov, Nazifa Kagıyeva, Halimat Bayramukova oldu. Nazifa ayrıca beni yüreklendiren ve Moskova Edebiyat Enstitüsüne uğurlayan kişiydi. Eğitim alırken orada dünyaca tanınmış şairlerle tanışma imkânı buldum. Malkar edebiyatının büyük ustalarından Kaysın Kuliyev’in benim için yaptıklarını özellikle belirtmek istiyorum. Benim şiirlerime çok büyük önem veren Kuliyev can dostu Cengiz Aytmatov ve David Kugiltinov ile tanıştırdı. Aytmatov hem şiirlerime hem de As-Alan dergime çok büyük önem vermiş ve beni birçok konuda desteklemiştir. Bu yüzden Kaysın Kuliyev, Cengiz Aytmatov ve Olcas Süleymanov’u tanımak, beni aday gösterdikleri Nobel ödülünden bile değerlidir. - Yazarlık hayatınızın önemli sorunları nelerdir? Benim yazarlık serüvenim hayatımın her döKardeş Kalemler Mart 2011 neminde sade ve sakin geçti diyemem. Sovyetler döneminde yönetim sürgüne yolladığı halklara güvenmezdi. Karaçay-Malkarlara ise ondan öte sıkı bir denetim uygular tabiri caizse “öküz altında buzağı arardı” diyebiliriz. Özellikle entelektüelleri ayrı bir baskı ve denetime tabi tutarlardı. Karaçay kendi başına bağımsız bir ülke olmadığından dolayı önceleri Stavropol Bölgesine bağlıydı. Bölgeye Karaçay’ın tırnağını kes deseler, o illa da parmağı kesene kadar durmazdı. Bunları siyaset yapmak için söylemiyorum. Sadece biz yazar ve şairlerin ne gibi sıkıntılarla şiir ve eserlerimizi yaşatmaya çalıştığımızı vurgulamak istiyorum. “Busakla” (Kavaklar) adlı ilk kitabımın yayını dönemin Karaçay-Çerkes Yazarlar Birliği’nin girişimiyle üç kez ertelenmiş, basılmasına engel olunmuştu. “Eserin sosyalist gerçeğini yansıtmıyor, sınıf ayırımını ortaya çıkarmıyor, dini konular içeriyor …” gerekçeleriyle reddedilmiştir. Bu yüzden çok kez devlet organları tarafından uyarılmam ayrı bir ilginçlikti. Kaysın Kuliyev’in desteği olmasaydı kitabımı okuyucuyla buluşturmam hayal olacaktı. Bu sebeplerden dolayı ata yurdumdan ziyade eserlerimi yabancı ülkelerde yayımlamayı tercih ettim. Eserlerim arasında bazıları İspanyolca, Norveççe ve Rusçaya çevrilerek yayımlanmıştır. Şuan “Kazavat” (Savaş) adlı romanım İsveççe ve Türkçeye çevrilmeye başladı. Benim eserlerimde tamamen çok azab çeken halkım konu edilmektedir. Tarihte iki büyük sürgünü yaşamış ve ata topraklarına dönebilmiştir. Ata yurduna dönemeyen halkımın büyük bir çoğunluğu ise yaşam ve ölüm arasında kaderlerini yaşamaktadır. Biz bu duruma nasıl geldik, yok olmadan yaşayabilecek miyiz? Benim cevabını aradığım sorular yaşamımın her alanında bunlardır. - Size göre Karaçay-Malkar Edebiyatının başlıca sorunları nelerdir? Karaçay-Malkar halkının yaşamındaki bana göre en zor iki döneminden biri yaşanmaktadır. Bunlardan ilki 1943-1957 yılları arasında yaşanan ve toplumsal değerlerimizin yok olması yolunda büyük kayıplara yol açan 14 yıllık topyekun sürgün olmuştur. İkincisi ise maalesef günümüzde yaşadığımız dilimizi kaybetme sürecidir. Sürgünde halkımız ata 77 toprağına dönüş umuduyla dil ve kültürüne sahip çıkmıştır. Şuan ise yurdumuzda dilsiz bir halk olduğumuzu düşünüyorum. Dil ve söz edebiyatımızın konusu olduğu için edebiyatımızı koruyabiliyor muyuz? Yoksa kayıp mı ediyoruz kısaca bir bakalım. Haftada bir kez kendi ülkemizde 2 sayfa Karaçayca gazete yayımlanmakta. Radyo ve televizyonlarda eski programlar ve sınırlı yayın yürütülmekte. Okullarda dil ve edebiyat derslerinin nasıl okutulması gerektiği bilinmiyor! Sebebi 20 yıl boyunca bir tek anadilde kitap basılmamış. Bu durum devam edecek olursa Karaçay-Malkar Türkçesinin yok oluşuna şahit olacağımız aşikârdır. Devlet desteği ile kitap yayımlama devri kapandı. Biz yazarlar zengin insanlar değiliz. Binlerce dolar ödeyerek kitap yayımlayabilme gücüne sahip değiliz. Bu etkenler ister istemez Edebiyatımızın bugünkü sorununun temeli ve gerçeğidir. “İmam hak sözüyle, yazar ak sözüyle insanın anlayışını harekete geçirir, halkı yok oluştan kurtarır” derler. Yazarların toplumsal yükü ve sorumlulukları son derece önemli yer tutar. İnsani değerlerin ve aydınlığın sınandığı bir dünyada yaşıyoruz. Bu yüzden gerçekleri acı da olsa söylememiz ve görmemiz gerekir. - Son olarak okuyucularımız ve edebiyat dünyasına iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı? Karaçay-Malkar Edebiyatı’nın bugün çok sorunu olabilir. Bir şekilde Avrupa ve özellikle Türk dillerine Karaçay-Malkar Edebiyatının derinliklerini tanıtmak gerekiyor. KaraçayMalkar Edebiyatının seçkin şair ve yazarları arasında İsmail Semenov, Kazim Meçiyev, Seyit Laypanov, Mussa Batçayev, Şahriza Bagatırov, Fatima Orusbiyeva, Boris Çıpçıkov, İbrahim Babayev, Abdullah Begiyev ve Muradin Ölmezov’un çok değerli edebi eserleri var. Bunların dış dünyaya açılması demek, Karaçay-Malkar halkının karakteristik özelliklerinin edebi açıdan tanıtımı anlamına gelmektedir diye düşünüyorum. Edebiyatımızın zaman kaybedilmeden başka dillere çevrilmesi, dergi ve gazetelerde yayımlanması, edebiyatçılarımızın dış dünyadaki meslek gruplarıyla buluşması önemli bir ihtiyaçtır. Eminim ki Kardeş Kalemler bu noktada büyük katkı sağlayacaktır. Teşekkür ediyor ve okuyucularınıza saygılarımı sunuyorum. Kardeş Kalemler Mart 2011 78 Karaçay-Malkar Edebiyatı UFUK TAVKUL Rusya Federasyonu’nun güney sınırını oluşturan Kafkas Dağları, çeşitli dillerde konuşan pek çok etnik toplulukla birlikte Karaçay-Malkar adını taşıyan bir Türk boyunun da ebedi vatanıdır. KaraçayÇerkes ve Kabardin-Balkar adlı iki farklı cumhuriyetin sınırları içinde yaşamakta olan Karaçay-Malkar Türkleri, Sovyetler Birliği döneminde tabi tutuldukları suni ayrıma rağmen aynı etnik kökene sahip ve tarih boyunca aynı dili ve kültürü paylaşmış olan bir Kafkasya halkıdır. Farklı özerk cumhuriyetlerin idareleri altında yaşamalarına rağmen, Sovyetler Birliği dönemi boyunca kültürel birliklerini muhafaza etmeyi başaran Karaçay-Malkar Türkleri, dillerini de ortak bir edebî dil etrafında birleştirmeye muvaffak olmuşlardır. Çok zengin bir sözlü halk edebiyatı geleneğine sahip olan Karaçay-Malkarlılar Kafkaslarda yüzyıllar boyunca ağızdan ağza, nesilden nesle aktardıkları sözlü edebiyat ürünlerini ancak 19. yüzyıl sonlarında yazıya geçirme imkânına kavuştular. Arap harflerine dayalı bir alfabe kullanan Karaçay-Malkarlılar yerel bir lehçe özelliği taşıyan dillerini yavaş yavaş işlemeye başladılar, edebî eserler verebilecekleri edebî bir dilin temelini attılar. Çağdaş Karaçay-Malkar edebiyatı halk edebiyatı gelenekleri üzerinde gelişmeye başlamıştır. Anlatım gücü, söz zenginliği, tasvirler, kişiler halk edebiyatının izlerini taşımaktadır. Bilindiği üzere modern edebiyat ne kadar genç ve henüz gelişme yolunda ise onun folklor ve halk edebiyatı ile ilişkisi o kadar kolay farkedilir. Kardeş Kalemler Mart 2011 Karaçay-Malkar yazılı edebiyatının temelini aslında bir halk şairi olan Kâzım Meçi atmıştır. Kâzım’ın Arap harfleri ile kaleme aldığı Karaçay-Malkar Türkçesindeki ilk şiirleri 19. yüzyılın ikinci yarısında Karaçay-Malkar edebiyatının doğuşuna yol açmıştır. Kâzım’ın “Ölüm Gelir” adlı şiiri modern Karaçay-Malkar şiirine giden yolun başlangıcı sayılır. Bu şiirinde Kâzım duygularını şöyle dile getirir: Ölüm gelir, köpeğim koşup engelleyemez Ölüm gelir, oğlum tutup deviremez Ölüm gelir, beni dünyada bırakmaz Ama o şiirden kalemi yıkamaz Ölüm gelir, insanı alıp gider İnsan beraberinde bedenini götürür Yaptığın ev, yazdığın şiir kalır Dünyanın sahibi, ölüm değil, insandır (Tavkul 2000: 39) Karaçay-Malkar yazılı edebiyatının Sovyet öncesi dönemdeki kurucuları arasında sayılabilecek en önemli edebî şahsiyetlerden biri de İslam Kırımşavhal’dır. Karaçaylıların Kırımşavhal soyuna mensup bir ailenin oğlu olarak 1864 yılında Karaçay köylerinden Kart-Curt’ta doğan İslam Kırımşavhal dönemindeki diğer bey ailelerinin çocukları gibi Rus okullarında okudu, Rus Çarlığının ordusunda subay olarak görev yaptı. Çeşitli sanat dallarında eğitim aldı, yabancı diller öğrendi. Kafkasya’ya döndükten sonra Osetya’dan Karaçay’a sürgüne gönderilen Oset ressam ve şairi Kosta Hetagurov ve Rus ressam Yaroşenko ile dostluk kurdu. Onların teşvikiyle resim yapmaya başladı. İslam Kırımşavhal Karaçay-Malkar 79 İslam Kırımşavhal İsmail Akbay edebiyatında satirik şiirleri ile tanındı. Eserlerinde İslam Teberdiçi adını kullanan İslam Kırımşavhal’ın Börü bla Kiştik (Kurt ile Kedi) adlı şiirindeki Karaçay-Malkar diline ustalığı ve hiciv yeteneği ona Karaçay-Malkar edebiyat tarihinde önemli bir itibar ve yer sağladı. Karaçay-Malkar Türkçesindeki ilk roman örneği olan eseri günümüze ulaşamadı. 3 Aralık 1910’da Yalta’da ölen İslam Kırımşavhal’ın ölüm haberi Paris’te yayınlanan Musulmanin dergisinde iki kere verildi. Halkın toplumsal meseleleri ile ilgilendi ve latin harflerinin Karaçay Türkçesine uygulanmasıyla ilk olarak o ilgilendi. Eserlerinin az bir bölümü korunarak günümüze ulaştı. çevirdiği masallardan oluşan “Ana Tili” (Ana Dili) adlı ilk kitabını Tiflis’te yayımladı. 1877 yılında Karaçay köylerinden Ogarı Teberdi’de doğan İsmail Akbay da KaraçayMalkar yazılı edebiyatının temelini atan aydınlardan biridir. Günümüzde Kabardin-Balkar cumhuriyeti sınırları içindeki Bashan’da din eğitimi alıp imam olan İsmail Akbay dinî konulardan çok Karaçay halkının eğitimine, dil ve kültürüne ilgi duydu. 1914 yılında imamlığı bırakarak Karaçay-Malkar Türkçesinde kitap yayımlama arzusuyla çalışmalarına başladı. 1916 yılında kendi şiirleri ile birlikte, Krılov’un masallarından Karaçay Türkçesine İsmail Akbay Kafkasya’nın tabiî güzelliklerine ve zenginliklerine hayran bir şairdi. Çocuklara yönelik yazdığı şiirlerinde çevrenin ve tabiatın korunmasının önemini onlara anlatan mısraları kaleme aldı. Bunlardan en meşhuru Sakla, kesme! (Koru, kesme!) adlı şiiridir. Büyük vazifedir insanlara ormanları korumak, Dikmek, yetiştirmek, büyütmek, ihtimam göstermek Koru, kesme genç ağacı, yapraklansın, sevinsin, Koru, kesme - sevgili yurdun çıplak kalmayıp giyinsin. Koru, kesme - rüzgâr estiğinde uğuldasın, kımıldasın, Annen Kafkas ölü olmayıp, sağa benzesin, canlansın. Koru, kesme - altlarından soğuk, serin rüzgâr gelsin, Ortasında güneş ışınları ışık versin, nur versin. İslam Kırımşavhal, Safar-Aliy Orusbiy, Misost Abay gibi 19. yüzyılın ikinci yarısında yetişen Karaçay-Malkarlı aydınlar Latin ve Rus harflerine dayalı bir Karaçay-Malkar alfabesi oluşturma çabalarına girmişlerdi. İmmolat Hubiy Rus kiril harfleri ile bir Karaçay alfabesi meydana getirmişti. Onun ardından 1908 yılında İslam Kırımşavhal Latin harfleriyle bir Karaçay alfabesi oluşturdu. Ancak her iki alfabe de baskıda kullanılamadı. 1916 yılında İsmail Akbay’ın Arap harfleri ile oluşturduğu Kardeş Kalemler Mart 2011 80 Karaçay alfabesiyle Gürcistan’ın Tiflis şehrinde yayımladığı “Ana Tili” (Ana dili) adlı okuma kitabı Karaçayca yayımlanan ilk kitap oldu (Hubiylanı 1988: 11). Rus Çarlığı’nın yıkılıp Sovyetler Birliği’nin kurulmasından sonra Sovyet hâkimiyetine giren Karaçay-Malkarlılar için 1924 yılında Latin harflerine dayalı bir alfabe oluşturuldu. Umar Aliy’in “Cangı Karaçay-Malkar Elible” (Yeni Karaçay-Malkar Harfleri) adlı kitabı aynı yıl yayımlandı (Hubiylanı 1988: 56). Bu sebepten çağdaş Karaçay-Malkar yazılı edebiyatının doğuşunu 1924 yılı olarak kabul edebiliriz (Töppelanı 1995: 110). 1924 yılından itibaren Karaçay Özerk Bölgesi’nde yayımlanan “Kızıl Karaçay”, “Tavlu Carlıla” (Dağlı Fakirler) ve “Tavlu Caşav” (Dağlı Hayatı) adlı gazeteler ile, KabardinBalkar Özerk Cumhuriyeti’nde yayımlanan “Kızıl Kabartay” ve “Kara Halk” adlı gazetelerde bazı şairlerin Karaçay-Malkar Türkçesinde yazılmış ilk şiirleri yayımlanmaya başladı. İslam Karaçaylı (Hubiy), İssa Karaköt, Abidat Botaş, Said Şahmırza, Salih Hoçu, Ahmadiya Ullubaş, Omar Etez, Abdul-Kerim Batça, Davut Baykul, Tohtar Borlak, Azret Örten gibi genç şairler ilk şiirlerini bu gazetelerin sayfalarında okuyucularına sundular. Bu yıllarda Said Otar’ın şiir tarzı kendine özgü yapısıyla dikkatleri üzerinde toplamaya başladı. 1920’lerin sonlarında kaleme aldığı “Tırpancılar” adlı şiirinde Said Otar halk şarkılarının kafiye ve mısra düzenini hatırlatırken, şiirin kuruluş tarzı ve konusu ile Karaçay-Malkar şiirine bir yenilik ve renk getirdi. İsmail Akbay’ın Ana Tili adlı kitabı “Kafkas” adlı şiiriyle lirik peyzaj tarzında yeni bir çığır açtı. İssa Karaköt yaşadığı dönemin gereği olarak halkın manevî değerlerini ve dini kötüleyen, Sovyet rejimini öven şiirler kaleme aldı. İssa Karaköt’ün “Kafkas” adlı şiiri Karaçay-Malkar edebiyatının klasikleri arasına girdi. Ancak yazdığı basit, rejimi öven, fakir halk tabakalarına hitap eden şiirleri edebî yönden değer kazanmadı. Said Otar’ın ardından, yeni yetişen diğer şairler de yeni bir tarz arayışına girdiler. Said Şahmırza, Bert Gurtu, Ahmadiya Ullubaş, Omar Etez, Azret Buday gibi şairlerin eserlerinde bu arayışın izleri göze çarpmaya başladı. Örneğin Said Şahmırza’nın “Ekim Dalgaları” adlı şiiri Rus proleter şiirinin etkilerini yansıtmaktaydı. 1920’li yıllar henüz Karaçay-Malkar yazılı edebiyatının emekleme dönemiydi. Genç yazar ve şairler Rus edebiyatının tarz ve geleneklerinin büyük ölçüde tesiri altındaydılar. Bu yıllarda Karaçay-Malkar Türkçesinde ilk defa basılacak olan ders kitapları için yazar ve şairler Rus edebiyatçılarının eserlerini Karaçay-Malkar Türkçesine çevirmeye başladılar. Genç Karaçay-Malkar edebiyatçıları bu çeviriler sırasında Rus edebiyatının tasvir ve anlatım gücü, söz zenginliği ve ustalığı ile tanıştılar. Karaçaylıların eski hayatları ile Sovyet rejimi altındaki yeni hayatlarını mukayese eden, kadının toplum hayatındaki yerine ve önemine dikkat çeken, ateizm konusunu işleyen ilk şair olan İssa Karaköt 1928 yılında yayımlanan 1930’lu yıllarda Karaçay edebiyatına Hasan Bostan, Mahamet Orus, Osman Hubiy, Tohtar Borlak gibi Sovyet ihtilali yıllarında doğmuş ve Sovyet rejiminde yetişmiş genç edebiyatçılar katıldılar (Akbayev 1965: 10). Kardeş Kalemler Mart 2011 81 bu rejimin getireceği mükemmel hayat şartlarını tasvire başladılar. Genç şairler şiirlerinde Kafkas halklarının geleneksel hayat tarzı olan hayvancılık ve tarımı nasıl geliştireceklerini yazmaya koyuldular. Edebî hiç bir değer taşımayan ideolojik şiirler gazete ve dergi sayfalarını doldurmaya başladı. Karaçay-Malkar yazarları yalnızca dünyada gelişmekte olan olaylara değil, aşk-sevgi ve romantizm gibi konulara bile Sovyet rejiminin gözüyle bakıyorlardı. 1930’lu yılların ikinci yarısında Karaçay-Malkar edebiyatına yeni bir renk ve anlayış geldi. Şairler arasında yeni, sevinç ve mutluluk dolu, yürek ısıtan, sâde bir dille yazılmış lirik şiirler doğmaya başladı. Bu değişim Kerim Otar ile birlikte 1930’lu yılların ikinci yarısında edebiyata yeni giren Kaysın Kuliy’in şiirlerinde hissedildi. Kerim Otar’ın şiirlerinin adları bile bu değişimin bir göstergesiydi. “Serçe Ötüyor”, “Kar Suları”, “Ilık Rüzgâr”, “Dağ Rüzgârı Sakin Esiyor”, “Vadiyi Kaplayan Bulut” ve diğer şiirlerinde Kerim Otar sevinç ve kederlerini tabiattan ilham aldığı tasvirlerle anlatıyor, tabiat ve aşk şiirlerini ideolojik ifadelerden uzak, yüreğinden gelen samimi hislerle dile getiriyordu. İssa Karaköt 7 Ağustos 1934 yılında Kabardin-Balkar Yazarlar Birliği’nin kurulması Malkar edebiyatçılarına yeni imkânlar sağladı. 17 Ağustos 1934’te Moskova’da düzenlenen SSCB Yazarlarının Birinci Toplantısı’na Malkar yazarlarının delegesi olarak Bert Gurtu gönderildi. 1930’lu yıllarda Karaçay-Malkar edebiyatçıları arasında Sovyet rejimine gönülden bağlananlar, komünizmin Kafkasya’nın geri bırakılmış dağlı halkları için bir kurtarıcı olduğunu eserlerinde ifade eden yazarlar ön plana çıkmaya başladılar. 1930’lu yılların Karaçay-Malkar edebiyatında yazarlar Sovyet rejiminin hiçbir yönünü eleştirmeden, yeni bir hayatın ve sistemin içinde kendilerini bulan Karaçay-Malkar köylülerine Kerim Otar ile birlikte Karaçay-Malkar şiirine yeni bir renk ve anlayış getiren Kaysın Kuliy 1934 yılında Kara Halk adlı gazetede yayımlanan “Eski Malkar’a” adlı şiiriyle okuyucularla tanıştı. 1917 yılında Malkar köylerinden Ogarı Çegem’de doğan Kaysın Kuliy’in çocukluğu dağlarda çobanlık yaparak at sırtında geçti. Edebiyata olan yeteneği bu yaşlarda ortaya çıktı. Çegem’de orta okulda okurken şiirler yazmaya başladı. 1935 yılında Moskova’da Lunaçarskiy Tiyatro Enstitüsüne girdi. Aynı sırada Edebiyat Enstitüsü’ne de devam etti. 1940 yılında İkinci Dünya Savaşı’na giren Sovyet ordusunda askere alındı. 1944 yılında bütün Malkar halkıyla birlikte Orta Asya’ya sürgüne gönderildi. Sürgün dönüşü 1958’de Moskova’da edebiyat derslerine devam etti. İlk şiir kitabı Salam Ertdenlik (Selam Sabah) 1940’ta yayımlandı. 1958 yılında şiirlerinin iki ciltlik antolojisi çıktı. 1966 yılında yayımlanan Caralı Taş (Yaralı Taş) adlı şiir kitabı Maksim Gorkiy Devlet Ödülünü kazandı. 1974’te yaKardeş Kalemler Mart 2011 82 yımlanan Cer Kitabı (Yer Kitabı) adlı şiir kitabı Sovyetler Birliği Devlet Ödülü’nü kazandı. Karaçay-Malkar şiirinin en büyük ustası kabul edilen Kaysın Kuliy şiirlerindeki güçlü tasvirler, anlatım gücü ve zengin hayal dünyası ile bütün Sovyetler Birliği şairleri arasında önemli bir yere sahip oldu. Yaşadığı sıkıntı ve eziyet dolu hayat, Kafkasların dağ zirveleri arasında zor bir yaşantı sürdüren Karaçay-Malkar halkının hayat mücadelesi, sürgün yıllarındaki vatan özlemi onun şiirlerinin konuları arasında yer aldı. 1930’lu yıllar Karaçay-Malkar edebiyatında ilk tiyatro eserlerinin yazılmaya ve sahnelenmeye başladığı yıllar oldu. Karaçay-Malkar halk edebiyatında önemli bir yeri olan atışma geleneği, halk tiyatrosu karakterleri ve oyunlarının varlığı Karaçay-Malkar halkı arasında sahne sanatlarına bir yakınlık ve ilginin öteden beri canlı bir biçimde yaşamasına yol açmıştı. Sovyet döneminde halk arasından sahne yeteneği ve bilgisi olan Gemma Geben, Abidat Botaş, Abdul-Kerim Batça gibi ustalar yetişmişti. Karaçay-Malkar edebiyatında ilk tiyatro eserlerini ve piyesleri yazan ise Şaharbiy Ebze idi. 1913 yılında Narsana (Kislovodsk) şehrinde doğan Şaharbiy Ebze küçük yaşlardan itibaren sahne sanatlarına ilgi duydu. 1931 yılında Rostov’da düzenlenen “Kuzey Kafkasya Halklarının 1. Halk Sanatları Olimpiyatı”na Karaçay’da kendi kurduğu tiyatro grubu ile katılarak kendi yazdığı “Ogurlu” (Uğurlu) adlı komediyi sahneledi. Başrolünü kendisinin oynadığı bu piyes seyirciler tarafından çok beğenildi. Şaharbiy Ebze Karaçay-Malkar edebiyatına pek çok tiyatro eseri, şiir ve şarkı kazandırdı. Malkar bölgesinde ilk drama eseri ise 1930’lu yılların sonunda Ramazan Gela tarafından yazıldı. “Kanlı Kalın” (Kanlı Başlık) adlı piyeste yaşlı ve zengin bir adamla evlenmeye zorlanan Cansurat adlı genç kız ile onu seven Murat adlı delikanlının birbirlerine kavuşma istekleri, sınıf mücadelesi, feodal gelenekler ve hayat tarzı çerçevesinde seyircilere aktarılıyordu (Sozayev 1982: 140). Malkar nesrinde ilk hikâye tarzı eser 1930’lu yıllarda Bert Gurtu tarafından yazılan “Bekir” adlı hikâye idi. Bert Gurtu Malkar köylerinden Ak-Suv’da doğdu. Çocukluk yılları açlık ve Kardeş Kalemler Mart 2011 Sürgün yıllarından sefalet içinde geçti. Küçük yaşlarda öksüz ve yetim kaldı. Dayısı Biyaslan ilk eğitimini verdi ve Arapça okuma yazmayı öğretti. 1925 yılında Nalçik’teki çocuk bakım evine gönderildi ve orada komünist ideolojiye bağlı bir eğitimle yetiştirildi. 1928 yılında ilk şiirlerini yazmaya başladı. Bu şiirler Karahalk ve Lenin’in Bayrağı gazetelerinde yayımlandı. İlk şiirlerinde Malkar toplumunda Sovyet devrimi öncesindeki sınıf mücadelelerini konu aldı. Eserlerinde Sovyet rejimini öven Bert Gurtu rejim düşmanlarını eleştirdi, İkinci Dünya Savaşı konularına ağırlık verdi ve savaş aleyhtarı şiirler yazdı. Yaşadığı dönemin diğer şairleri gibi fikirlerini destansı bir tarzda eserlerine yansıtmaya çalıştı. Rejimi öven şiirleri onu bir edebî yazar seviyesine ulaştıramadı, bir 83 halk şairi düzeyinde bıraktı. Sürgün yıllarını Kırgızistan’da geçiren Bert Gurtu Kafkasya’ya döndükten sonra Malkar halkının edebiyatını yeniden kurmaya girişti. Bert Gurtu’nun Uv Cılannı Ezerge (Zehirli Yılanı Ezmek), Tört Şahar (Dört Şehir), Kızıl Önle (Kızıl Sesler) (1935), Carık Toy (Mutlu Düğün) (1958), Cangı Talisman (1970), Adilgeriy (1961), Caşavnu Kılançları (Hayatın Virajları), Mardakemle (Şiirler) adlı kitapları yayınlandı. Malkar edebiyatında hikâye tarzında Bert Gurtu’yu izleyen isim 1933-1934 yıllarında “Karay ile Karavuz” ve “Unutmayız” adlı hikâyeleri yazan Ahmadiya Ullubaş oldu. Salih Hoçu, Habu Katsi ve Kerim Otar’ın yazdıkları hikâyeler de 1930’lu yılların ortalarında basıldı. Karaçay-Malkar edebiyatının ilk romanı da 1930’lu yıllarda kaleme alındı. Hasan Appa tarafından yazılan “Kara Kübür” (Kara Sandık) adlı eser Karaçay-Malkar edebiyatında roman tarzının en güzel örneklerinden biri olma özelliğini günümüze kadar sürdürdü. Hasan Appa 1904 yılında Karaçay köylerinden Kart-Curt’ta dünyaya geldi. İnanmış ve samimi bir komünist olarak yetiştirildi. Sovyet idarecilerinin o derecede güvenini kazandı ki, Komünist Partisi Karaçay bölgesi 1. sekreterliğine getirilen ilk ve son Karaçaylı o oldu. Hasan Appa “Kara Kübür” adlı eserinde Karaçay’da 19. yüzyıl sonlarındaki feodal düzeni eleştirmekte ve komünizmin Kafkasya’nın ezilen alt tabaka insanlarına bir kurtuluş yolu olacağı görüşünü dile getirmekteydi. Ancak Hasan Appa Karaçay’a komünizm geldikten sonra gerçekleri gördü ve Karaçay halkına pişmanlığını açıkça ifade etti. Bunun üzerine “Sovyet aleyhtarı faaliyet göstermek ve Kafkasyalıların burjuva-milliyetçi mazilerini idealize etmek” suçlarından dolayı diğer bir çok Karaçay-Malkar aydını gibi 1939 yılında Ruslar tarafından öldürüldü (Aslanbek 1952: 42). Hasan Appa’nın üç ciltlik “Kara Kübür” romanının iki cildi 1930’lu yıllarda Latin harfleri ile basılmıştı. Ancak Stalin’in 1936-1939 yılları arasında Karaçay-Malkar aydınlarını ve onların yazdıkları ilmî ve edebî eserleri imha etme hareketi sırasında bu roman yakılarak ortadan kaldırıldı. 1958 yılında, Karaçaylılar 1943 yılında sürüldükleri Sibirya sürgünün- Semen Oğlu Sımayıl den döndükten sonra “Kara Kübür” romanının ilk iki cildi tek bir kitapta birleştirilerek kiril harfleri ile basıldı. Romanın üçüncü cildinde Sovyet rejimine eleştiriler bulunduğu için, Sovyet yöneticileri bunu ortadan kaldırdılar. 1986 yılında tekrar basılan “Kara Kübür” romanında Çarlık Rusyası’nı ve Rusları eleştiren bölümler de Sovyet yetkilileri tarafından romandan çıkarıldı. Bu arada, romanın 1958 baskısında yer alan ve Karaçay’ın 1828 yılında Çar orduları tarafından işgal edilmesini anlatan “Hasavka” adlı eski bir halk şarkısı da, Rusları emperyalist olarak gösterdiği gerekçesi ile kitaptan çıkarılmıştı. 1940’lı yılların başları İkinci Dünya Savaşı’nın Karaçay-Malkar edebiyatında bıraktığı derin izlere sahne oldu. Alman ordularının işgaline uğrayan Sovyetler Birliği’nin bir parçası olan Karaçay-Malkarlılar İkinci Dünya Savaşı’ndan büyük ölçüde etkilendiler. Nüfuslarının büyük bir bölümü Almanlara karşı savaştırılmak üzere Sovyet ordusu emrinde cephelere gönderildi. Bunların içinde pek çok yetişmiş Karaçay-Malkarlı aydın ve edebiyatçılar da vardı. Kardeş Kalemler Mart 2011 84 Savaş yıllarında Karaçay-Malkar edebiyatının konusu büyük ölçüde savaş üzerinde yoğunlaştı. Ancak İkinci Dünya Savaşı sürüp giderken, 2 Kasım 1943 tarihinde Karaçaylılar, 8 Mart 1944 tarihinde Malkarlılar “Sovyetler Birliği’ne ihanet, rejim düşmanlığı ve Alman ordusu ile işbirliği” suçlamalarıyla topyekûn Kafkasya’dan Orta Asya ve Sibirya’ya sürüldüler. Böylece Karaçay-Malkar edebiyatının sürgün yılları başladı. Ata yurtlarından sürülmenin acısı KaraçayMalkar edebiyatçılarının yüreğinde derin izler bıraktı. Aslında bir halk şairi olan, fakat modern Karaçay-Malkar edebiyatının temel taşlarından birini meydana getiren Karaçaylı Semen Oğlu Sımayıl Kazakistan’ın Cambul bölgesinde geçirdiği sürgün yılları sırasında ata yurdu Kafkasya’yı, Karaçay’ın karlı dağlarını hiç aklından çıkaramadı. Sürgün yıllarında gizlice yazdığı bir şiirinde, Semen Oğlu Sımayıl Karaçay halkının Kafkasya’ya olan özlemini şöyle dile getirmekteydi: Dinliyorum, ses geliyor batıdanGürüldüyor Elbruz Dağı’nın buzulları Çağırıyorlar özleyip Karaçay’ı Diriliyor insanların vücutları Dinliyorum, ses geliyor batıdanŞırıldıyor mavi Kuban Irmağı’nın girdapları Çağırıyorlar özleyip Karaçay’ı Titriyor insanların sırtları Dinliyorum, ses geliyor batıdanUğulduyor Mahar Dağı’nın ağaçları Çağırıyorlar özleyip Karaçay’ı Seviniyor insanların yürekleri Duyuluyor gece gündüz o sesler Bedenim-burada, can-orada, orada aklım Gerçektir her halde halkın söylediği söz Özleyip ararmış toprak sahibini *** Sürgün sırasında aydın tabakasının büyük bir bölümünü ve nüfuslarının yarısından fazlasını kaybeden Karaçay-Malkarlılar Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’ın ücra bölgelerine dağıtılıp yerleştirildiler. Gerçek anlamda bir soykırıma tâbi tutulan Karaçay-Malkarlıların birbirlerinden koparılarak tarih ve kültürlerinden, dil ve edebiyatlarından da uzaklaşıp asimile olmaları amaçlanıyordu. Sürgünün ilk acılarını üzerlerinden atan Karaçay-Malkar Kardeş Kalemler Mart 2011 edebiyatçıları 1950’li yıllarda Karaçay-Malkar edebiyatının sürgündeki temelini attılar. Bu yıllarda Karaçay-Malkar edebiyatçıları tarafından Kırgızistan’ın Frunze (bugünkü Bişkek) şehrinde “Karındaşnı Sözü” (Kardeşin Sözü) ve “Caşavubuznu Bayragı” (Hayatımızın Bayrağı), Kazakistan’ın Alma Ata şehrinde “Ciltinle” (Kıvılcımlar) adlarını taşıyan ve Karaçay-Malkar şairlerinin şiirlerinin toplandığı kitaplar yayımlandılar. 1956 yılında Kerim Otar’ın “Yollar” adlı kitabı sürgünde çıktı. Kaysın Kuliy de sürgün yıllarında Kırgız Yazarlar Birliği’nde çalışıyordu. Sürgün döneminin en zor yıllarında bile bir çok Karaçay-Malkar edebiyatçısı sosyalizmin erdemleri, halkların ebedî dostluğu konularında eserler kaleme alıyorlardı. Bu dönemde Karaçay-Malkar edebiyatçılarının Orta Asya halkları ile tarihî ve kültürel bağlarını keşfettikleri dikkati çekti. Kaysın Kuliy’in “Kazak Evinde”, Kerim Otar’ın “Kırgız Yazarlarına”, Said Şahmırza’nın “İrtiş’in Kıyısında”, Canakayıt Zalihan’ın “Elma Ağacı”, “Biz Kardeşleriz”, İssa Botaş’ın “Frunze Şehrine” adlı eserlerinde Orta Asya Türklerine karşı duyulan yakınlık ve kardeşlik hislerinin etkileri görüldü (Tolgurlanı 2000: 84). Karaçay-Malkarlılar 1957 yılından itibaren Sovyet hükümeti tarafından affedilerek, sürgün yerlerinden ata yurtlarına, Kafkasya’ya dönmeye başladılar. 1959-1961 yılları arasında Karaçay-Malkar edebiyatçılarının birbiri ardına yeni kitapları okuyucularla buluşmaya başladı. Bu arada 1930’lu yıllarda Stalin tarafından ortadan kaldırılan ya da İkinci Dünya Savaşı sırasında cephede ölen Karaçay-Malkar edebiyatçılarının eserleri de yeniden yayımlandı. Kabardin-Balkar Özerk Cumhuriyeti’nde Karaçay-Malkar Türkçesinde yayımlanmaya başlayan süreli yayınlar da edebiyatın gelişmesine büyük katkı sağladı. 1958 yılının Ocak ayında yayımlanmaya başlayan “Şuyohluk” (Dostluk) adlı edebiyat dergisi ile “Kommunizmge Col” (Komünizme Yol) adlı gazete sürgün sonrası edebiyatın gelişip yayılmasında önemli rol oynadı. 1960’lı yılların başlarında Karaçay-Malkar edebiyatı genç edebiyatçılarla tanıştı. Sürgün sonrası Karaçay-Malkar edebiyatının 85 Salih Gurtu Alim Töppe genç temsilcileri olan Azamat Süyünç, Alibek Bayramkul, Dahir Koban, Azret Semen, İsmail Tohçuk, Tanzilya Zumakul, Magomet Moka, İbrahim Baba, Salih Gurtu, Ahmat Sozay, Aliy Bayzulla, Alim Töppe, Zeytun Tolgur gibi genç yeteneklerin eserleri edebiyat sahnesinde yerini aldı. Genç edebiyatçılar KaraçayMalkar edebiyatına yeni bir renk ve anlayış getirdiler. Özellikle şiirdeki ritm ve kafiye düzenindeki yenilikler dikkati çekti. Örneğin İsmail Tohçuk “Nasip” adlı kısa şiirinde duygularını şöyle dile getiriyordu: Eldar Gurtu’nun “Ör Col” (Dik Yol) (1970), Hasan Şava’nın “Cerni Közleri” (Yerin Gözleri) (1976), Zeytun Tolgur’un “Kızgıl Kırdıkla” (Kırmızı Otlar) (1974), Alim Töppe’nin “Col Küyü” (Yol Ağıtı) (1978) adlı hikâyeleri savaşı konu almaktaydı. İbrahim Gadiy’in “Nart Uya” (Nart Yuvası), Omar Etez’in “Uruşnu Otunda” (Savaşın Ateşinde) adlı eserlerinde savaşı konu alan romanlar arasındaydı. Bir gün çürüyüp, suya düşüp gidecek Değirmen tahtasıysam da yeryüzünde, Sevdiğim kız - evimde ateş yakacak olan,Ateş yaksa da başka delikanlının evinde,Ey nasiptir bu dünyaya geldiğim, Parlak güneşi, aşkı bildiğim. *** Sürgün sonrası yeni nesil edebiyatçıların eserlerinde savaş aleyhtarı konular, sürgün yıllarında çekilen acılar, Kafkasya’nın tabiat güzellikleri büyük ölçüde yer aldı. 1970’li yıllarda Karaçay-Malkar edebiyatçıları İkinci Dünya Savaşı konusuna eserlerinde ağırlık vermeye başladılar. Karaçay-Malkar halkının hayatı ve geleceği üzerinde savaşın oynadığı rolü tahlil etmeye girişen yazarlar, özellikle hikâye romanlarındaki kahramanları ve olayları İkinci Dünya Savaşı’ndan seçtiler. 1970’li yıllar Karaçay-Malkar şiirine de pek çok yetenekli şair kazandırdı. Abdullah Begiy, Asker Dodu, Svetlana Mottay, Mutalip Beppay, Muradin Ölmez, Sakinat Musuka, Mussa Bayda gibi pek çok genç şair şiir kitaplarını yayımlamaya başladı. Bu genç şairlerin hepsi de 1950’li yıllarda atayurtları Kafkasya’dan uzakta, sürgün yerlerinde dünyaya gelen neslin temsilcileriydiler. 1980’li yıllarda Karaçay-Malkar edebiyatçıları Sovyetler Birliği’nin gevşemeye başlayan rejiminin de etkisiyle millî meselelerine, sürgün yıllarının tahlili ve sorgulamasına yöneldiler. Bert Gurtu’nun “Caşavnu Kılançları” (Hayatın Dönemeçleri), Canakayıt Zalihan’ın “Bahsan Culduzu” (Bahsan Yıldızı), Alim Töppe’nin “Adam bla Taş” (İnsan ile Taş) adlı romanları edebiyat tarihinin yeni sayfalarını belgeleyen eserler arasında yerlerini aldılar. Kardeş Kalemler Mart 2011 86 Fakirin ot demetini kül eder. Ne ilginçtir hayat dediğin. Sevince, kedere de Eşit gidersin, koşarak, tökezleyerek... Kar yağar - dondurur iyiyi, Güneş vurur - bahar gelir kötüye. Ne ilginçtir hayat dediğin. Kaleyi de yıkar, yerle bir eder, Ayağa da kaldırır, rahatlatır... Yıldıza eşit kılar iyiyi, Kötüyü kötülüğüne uğratır. *** Abdullah Begiy Sovyetler Birliği’nin 1990’lı yılların başlarında dağılmasıyla birlikte Karaçay-Malkarlılar Rusya Federasyonu içinde yerlerini aldılar. Toplumsal hayatı kökünden sarsan bu değişim Karaçay-Malkar halkının kültürel hayatında da büyük değişimlere yol açtı. Edebiyat ve edebiyatçılar bu değişimden en fazla etkilenen kesimin başında geldiler. Çünkü artık edebiyatçılar eski rejimin dayatmalarından, baskılarından, konu sınırlandırmalarından kurtulmuş, yüreklerindeki duyguları açıkça ifade etme özgürlüğüne kavuşmuşlardı. 1990’lı yıllarda Karaçay-Malkar yazar ve şairlerinin işledikleri Karaçay-Malkar tarihi, dili, kültürü ve medeniyetinin eskiliği ve zenginliği, Türk dünyası, Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan Karaçay-Malkarlılar ile ilgili hatıralar, Sovyet rejiminin Karaçay-Malkar halkına çektirdiği eziyetler, sürgün yılları gibi konuların yanı sıra Abdullah Begiy ve Bilal Laypan gibi cesur sesler Karaçay-Malkar halkının bağımsızlığı konusunu da şiirlerinde açıkça dile getirmeye başladılar. Abdullah Begiy “Caşav Degening” (Hayat Dediğin) adlı şiirinde duygularını şu mısralara dökmektedir: Ne ilginçtir hayat dediğin. Şarkı söyletir şafağın sökmesi, Ağlatır güneşinin batması... Zenginin ot kümesini ot yığını yapar, Kardeş Kalemler Mart 2011 Göçler, sürgünler, soykırımlar gibi zor hayat şartları altında doğup gelişen Karaçay-Malkar edebiyatı Sovyetler Birliği’nin yıkılışının ardından kendisine yeni bir yol çizerek ilerleyişini sürdürmektedir. Sovyet döneminde ve sürgün yıllarında dünyaya gelmiş olan edebiyatçılar, Karaçay-Malkar halkının tarihi, kültürü ve medeniyeti konularında eserler verirken, içlerinden bazıları da geleceği belirsiz olan Karaçay-Malkar halkının refah ve hürriyeti yolunda mücadelelerini edebiyat sahnesinde vermektedirler. Kaynaklar AKBAYEV, M.O. (1965), Karaçay poeziyanı antologiyası. Stavropol. ASLANBEK, Mahmut (1952), Karaçay ve Malkar Türklerinin faciası. Ankara. HUBİYLANI, M.A. (1988), Karaçay literatura. Çerkessk. KULİY, Kaysın (1981), Cazganlarını üç tomlu cıyımdıgı.-Nalçik: Elbrus. SOZAYEV, B.T. (1982), Malkar literatura. Nalçik: Elbrus Kitap Basma. TAVKUL, Ufuk (1998), “Karaçay-Malkar Türkleri Edebiyatı”. Türk Dünyası El Kitabı. Dördüncü cilt. Edebiyat (Türkiye dışı Türk edebiyatları). Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü. TAVKUL, Ufuk (2000), “Karaçay-Malkar halk edebiyatının temel taşı: Kâzım Meçi”. Kırım Dergisi, 8 (32), Temmuz-Eylül, 38-41. TOLGURLANI, Z. H. (2000), Malkar literatura. Nalçik: Elbrus. TÖPPELANI, Alim M. (1995), Malkar adabiyat. 9 klassha derslik. Nalçik: İzdatelstvo Elbrus. 87 “Mingi Tav” Edebiyat Dergisi Editörü ASKER DODUYEV: “Mingi Tav” Karaçay-Malkar halkının geleceğine ışık tutmaktadır. mülakat: UFUK TUZMAN - Edebiyat hayatınıza ne zaman ve nasıl başladınız? Edebiyat dünyasına girişim tamamen bir tesadüfle başladı. Genelde yazarlık veya şairlik yapan dostlarımız edebiyata ya çocukluk yıllarında ya da bir edebiyat ustasının etkisiyle okul yıllarında başlar. Benim edebiyatla alakam olacak diye hiç düşünmüyordum. 1983 yılında Karaçay-Malkar halkının tek Edebiyat dergisi olan Mingi Tav’da çalışmaya başladım. Yılda 6 sayı çıkaran dergimizde çok değerli yazarlar ve şairler yazıyordu. Onların arasında yazdığım şiirlerim büyük ilgi görmeye başladı. Daha sonra derginin baş editörlüğünü yürütmeye başladım. Şairliğim bu şekilde başladı. Daha sonra yazdığım şiir ve edebi yazılarımı kitap haline getirdim. Bu güne kadar yedi kitabım yayımlandı. Yazılarım ve şiirlerim daha sonralarda Rusçaya çevrilmeye ve Moskova’da da yayımlanmaya başladı. Kafkasların ve Avrupa’nın en yüksek dağının dilimizdeki adıdır. Dergi 1983 yılında bu adı almıştır. Derginin tarihi KabardinBalkar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti dönemine dayanır. 1958 yılında SSCB Kabardin Balkar Yazarlar Birliği tarafından yayımlanmaya başlayan “Şohluk” (dostluk) Edebiyat Yıllığının günümüzdeki devamıdır. Yılda 6 sayı ve 224 sayfa olarak devlet desteğiyle çıkmaktadır. Dergi sadece basılı olarak değil internet üzerinden de düzenli olarak yayımlanmaktadır. Kiril alfabesiyle Kabardin-Balkar Özerk Cumhuriyetinin başkenti Nalçik’te Karaçay-Malkar dilinde yayımlanan dergimize www.jurnals.smikbr.ru sitesinden de ulaşılabilmektedir. - Baş Editörlüğünü yaptığınız “Mingi Tav” Dergisi hakkında bilgi verebilir misiniz? Yayın hayatında 52 yılı geride bırakan “Mingi Tav” Dergisi aynı zamanda bir edebiyat mektebidir. Halkımızın en önemli edebiyatçı ve siyasetçileri dergimizin kadroları arasından çıkmıştır. “Mingi Tav” adı Karaçay-Malkar dilinde sonsuzluk dağı – ebedi dağ manasına gelir. Dünya literatüründe Elbruz Dağı olarak bilinen - Önemli edebi şahsiyetlerin derginiz kadrolarından yetiştiğinden bahsettiniz. Söz konusu Karaçay-Malkar yazar ve şairleri hakkında Kardeş Kalemler Mart 2011 88 bilgi verebilir misiniz? Bu çok kapsamlı cevabı olan bir soru elimden geldiğince okurlarınıza özetlemeye çalışayım. Derginin “Şuyohluk”(Dostluk) adıyla çıktığı ilk dönemlerde Karaçay-Malkar yazılı edebiyatının mihenk taşlarından Said Şahmurzayev, Said Otarov, Bert Gurtuyev ve Kaysın Kuliyev’i dergimizin yazarlar kadrosunda görmekteyiz. “Şuyohluk” Dergisi’nin kadrosu Kerim Otarov (editör-baş redaktör), Bert Gurtuyev, Canakayıt Zalihanov, Habu Katsiyev ve Kaysın Kuliyev tarafından kuruldu diyebiliriz. Dönemin genç yazar ve şairlerinden Canakayıt Zalihanov ve Kaysın Kuliyev’in edebiyat tarihinde önemli bir saygınlığa ulaştığını görmekteyiz. 1920’li yıllardan sonra Karaçay-Malkar halkının hayatında yeni edebiyat kadroları öne çıkmaya başladı. Onlar sadece edebiyat değil sanat, ilim ve felsefi düşüncelerde o dönemin değişimine büyük katkılar sağladılar. Dergimizin 1930’lu yıllarında kadrosuna Kerim, Habib, Zaliy, Safar, Minaldan, Omar Etez, İbragim Mamme’nin katıldığını görebiliriz. 1943-1944’lü yıllarda halkın trajedisi herkese malumdur. Sürgün sonrası Kaysın Kuliy, Halimat Bayramuk gibi tanınmış edebiyat abideleri halkının verdiği değere layık oldular. 1960’lı yıllara gelindiğinde Salih Gurtuyev, Ahmat Sozayev, Aliy Bayzullayev, Svetlana Mottayeva, Sakinat Musukayeva, Abdullah Begiyev, Asker Doduyev, Muttalip Beppayev, Muradin Ölmezov, Muhtar Tabaksoyev Mingi Tav dergisinin bugüne kadar uzanan şair kadrolarını oluşturdular. Yine o yıllardan günümüze hikaye yazarlığı alanında Mingi Tav’da Zeytun Tolgurov, Alim Töppeyev, Eldar Gurtuyev, Cagafar Tokumayev, İbragim Gadiyev, Başir Gulayev, Mogamet Huçunayev ve Aminat Bittirova öne çıkmıştır. - Derginizde Karaçay-Malkar yazar ve şairleri dışında yazıları yayımlanan başka halklar var mı, varsa hangileri? Elbette var. Dergimiz sadece kendi halkımızla Kardeş Kalemler Mart 2011 sınırlı değildir. Türk halklarının dilimize veya Rusçaya aktarılan yazı, makale, şiir, deneme v.b. edebi çalışmaları yayımlanmaktadır. Bunlar arasında Kazak, Kırgız, Tatar, Kumuk, Nogay v.b. halkları görebiliyoruz. - Okuyucularımıza son olarak ne söylemek istersiniz? “Mingi Tav” Edebiyat Dergisi 52’nci yaşını Avrasya Yazarlar Birliği ve TÜRKSOY’un Ankara’da birlikte düzenledikleri 3.Türk Dünyası Edebiyat Dergileri Kongresi’ne katılan Türk Dünyasının seçkin Edebiyat Dergileriyle tanışarak kutladı. “Mingi Tav” Dergisi’nin bu uluslararası toplantıda Kardeş Dergilerle buluşması bizim için çok değerlidir. Kardeş Kalemler dergisinin Karaçay-Malkar Edebiyatını tanıtmaya yönelik özverisi ise bu değere ayrı bir anlam katmaktadır. Halkımızın çok fazla edebi şahsiyetleri ve değerli alimleri vardır. Bu aydınlar ve eserlerinin dünyaya ve kardeş halklara tanıtılması konusunda üstlendiği misyonu dolayısıyla Kardeş Kalemlere ve emeği geçenlere saygı ve minnettarlığımı sunuyorum. 89 Alim’in Edebiyat Mirası UFUK TUZMAN “Benim dağlarım korkusuz ve cesur insanları sever, Ben de o dağları seven insanları severim” Kafkasya’nın incisi Elbruz Dağı (Mingi Tav) iki ayrı zirveden oluşur. Karaçay-Malkar Türkleri için bu iki zirve edebiyat dünyasının iki büyük ismini temsil eder. Bunlar: Cırçı (Ozan) Sımayıl Semenov ve Kâzım Meçiyev’dir. Karaçay-Malkar Halk Edebiyatı’nın aksakalı Alim Töppe ise edebiyat dünyasında o zirveye çıkabilen bir değeri temsil ederdi. Kazim Meçiyev’in KaraçayMalkar edebiyatının hazinesi olmasında kısa bir süre önce kaybettiğimiz Folklorist Alim Töppe’nin katkısı büyüktür. Sevgi ve iyiliğe âşık halk aydını, filoloji bilim uzmanı Dr.Alim Töppe Kabartay- Malkar halk yazarı, Rusya Federasyonu Yazarlar Birliği ve Gazeteciler Birliği şeref üyesi, KabartayMalkar Cumhuriyeti Devlet Ödülü’nün sahibi (1996’da yazdığı ‘Sıyrat Köpür’/Sırat Köprüsü adlı romanından dolayı), Malkar Yazarlar Birliği eski Başkanı unvanlarına sahipti. Karaçay-Malkar halkı arasında tiyatro, drama, roman, öykü yazarlığı ve gazetecilik alanlarında akla gelen ilk isimdir. Dr. Alim Töppe’nin halkının gönlünde taht kurmasına vesile olan “Colga Tüşgen Taş” (Yola Düşen Taş 1985), “Kommunist” (Komünist 1976), “Namıs” (Gurur 1972), “Azap Colu” (Azap Yolu 1990), “Artutay” (Artutay 1995), “Biynöger”, “Seni Jarıgıñ” (Senin ışığın 1974) Malkar tiyatrosunda sahnelenen en büyük eserleri kabul edilir. Alim edebiyat hayatına çok genç yaşta başladı. Karaçay-Malkar Türklerinin edebi diline büyük katkılar sağladı. Karaçay-Malkar ve Rusça’da otuzdan fazla eseri kitap olarak yayımlandı. Onun öykü, derleme ve romanları Rusça, Bulgarca, Ukraynaca, Kırgızca ve daha pek çok dilde yayımlanmıştır. Dr.Alim Töppe yayımlamış olduğu ilmi çalışmalarıyla da bilime önemli katkılar sunmuştur. Onun ilmi makaleleri, ilme kazandırdığı tarihi belgeleri, monografi eleştirileri ve ders kitaplarının sayısı 200’ü aşmıştır. Malkar edebi tarihinin mihenk taşı Kâzim Möçü’nün (Kâzim Meçiyev) eserleriyle ilgili yazdığı 2 ciltlik eseri Malkar edebiyatının önemli kazanımları olarak kabul edilmektedir. Alim’in drama eserleri ise sadece tiyatro repertuarları arasında değil, tüm halkı tarafından yüceltilmiştir. Yazdığı tiyatro piyesleri Malkar tiyatrolarında yıllar boyunca sahnelenmiştir. Ölümünden sonra Malkar tiyatrosunun öncüleri “Perdeyi Alim açtı, yine o kapattı” şeklinde yorumlar yapmıştır. Halkının değerleri ve çetin yaşamını başarılı piyesleriyle sahneye taşımıştır. Sahnelenen eserleri arasında “Azap Colu” (Azap Yolu/rejisörü Ruslan Firov) ile “Artutay” (rejisörü Boris Kuliyev) seyircisinin yoğun ilgisiyle yıllarca sahnelenmiş önemli eserlerindendir. Alim Töppe Karaçay-Malkar Edebiyatı ve halkına çok değerli çalışmalarını miras bırakarak aramızdan ayrıldı. Onun; “Taşıvul” (Hasat Mevsimi 1976), “Azatlık” (Hürriyet 1981), “Sıyrat Köpür” (Sırat Köprüsü 1993), “As-Tah” (Amazon krallığı), “Altın Hardar” adlı romanlarının yanı sıra “Guppur Gevüznü Köpürü” (Kambur Gevüz’ün Köprüsü), “Çamnı da çam biledi” (Şakayı şaka anlar), “Sangırav kol” (Sağır Vadi), “Cüz şaptal terek” (Yüz Şeftali Ağacı), “Pirinçni sütley aklığı” (Pirincin süt gibi aklığı) adlı hikâye ve öyKardeş Kalemler Mart 2011 90 küleri gibi niceleri de yazarı layık olduğu yere taşımıştır. Eserlerinin birçoğu Moskova’nın ileri gelen yayınevleri tarafından basılmıştır. Muhammatoğlu Alim Töppe 1937 yılında Malkar köylerinden Köndelen’de dünyaya geldi. Çocukluk ve gençlik yılları 1957 yılına kadar ailesiyle sürgün edildiği Kırgızistan’ın Çüy vilayetine bağlı Kegeti köyünde geçti. Alim sürgünde ailesi ve halkının çaresizliğini, vatan hasretini ve Kırgız kültürüyle kardeşliğini gördü. Sonraları bu topraklar ve sürgün dönemi hayatında ve eserlerinde önemli bir yere sahip oldu. İlk, orta ve lise öğrenimini burada tamamladı. Kırgızca yazdığı ilk çalışmaları sık sık gazetelerde yayımlandı. Sürgünden döndükten sonra 1957 yılında Karaçay-Malkar dilinde yayımlanan “Komünizm yolu” (Bugünkü adı “Zaman” gazetesidir) gazetesinde çalışmaya ve aynı zamanda Moskova’da Yüksek Enstitü eğitimine başladı. Dünyadaki genç yazarlara yüksek öğretim veren M.Gorkiy Edebiyat Enstitüsü onun yaşamını değiştirecekti. Burada yüksek öğrenim gören ilk Karaçay-Malkar aydını olma ayrıcalığına sahip oldu. Malkar halkının öncü aydınlarının birçoğu daha sonraları burada eğitim görmüştür. Karaçay-Malkar Edebiyatı’nın tanınmış isimlerinden Kaysın Kuliyev, Alim Töppeyev, Tanzila Zumakulova, MagometMokayev, İssa Botaşev, Mahti Curtubayev, Raya Küçmezova, Patimat Bözüyeva, Örüzlan Bolatov onların başlıcalarıdır… Alim Töppe günümüz Malkar edebiyatçıları ve akademisyenlerinin birçoğunun danışmanı olmuştur. Onun yiğitliği, açık sözlülüğü ve hepsinden önemlisi bitmez tükenmez çalışma aşkı etrafındakileri de teşvik etmiştir. O açık sözlülüğü ve liderlik özelliğinden dolayı çok horlansa da, dövülse de, baskılara maruz kalsa da taviz vermemiştir. Hiçbir zaman halkının manevi değerlerinin uğradığı baskılara kayıtsız kalmamıştır. Öyle ki, yanındakilere her zaman moral vermiş ve yüreklendirmiştir. Kimi zamanlar “hayır” diyemediği veya çevresindekilerin başka odaklara bağlılıklarından ötürü sıkıntılara maruz kalmıştır. Fakat zaman onun bildiği ve savunduğu değerlerle hak ettiği itibarı ona iade etmiştir. Kardeş Kalemler Mart 2011 1990’lı yıllarda ülkede başlayan değişimler ve halk hareketleri sırasında bir çok yazar yönetime uygunsuz görünmemek adına sessizliğe gömülürken, Alim bildiği doğruları halkıyla paylaşıp yazmış, hareketin yiğitlik ve kişilik sembolü olmuştur. Sovyetlerin dağılmasıyla oluşan toplumsal boşlukları doldurma sorumluluğuyla öne çıkan bazı Karaçay-Malkar aydınları hemen hemen her alanda her türlü imkânsızlığa rağmen mücadelelerini sürdürmeye devam etmiştir. Bu dönemde aydınların öncülüğünü yapanlardan biri olan Alim Töppe “Etnografik Devlet Halk Dansları Topluluğu BALKARYA”nın kurulması için ayrı bir çaba sarf etmiş ve büyük rol oynamıştır. Yine devlet nezdinde sadece yazdığı eserleri ve diğer halk yazarları için değil, perdelerini açılmamak üzere kapatma noktasına gelen Malkar milli tiyatrosunun halk tarafından sahiplenmesi ve diriltilmesi için de her şeyini ortaya koymuştur. O günlerde kapanmanın eşiğine gelen Devlet Malkar Tiyatrosu’nun zor günleri hakkında yapılacak bir araştırma Alim’in bitmez tükenmez çalışmalarını ve halkın ana dilde eserler sahneleyen tiyatrosuna sahip çıkma mücadelesinde üstlendiği fevkalade rolü ortaya koyacaktır. Yazarın sevgiyi, savaşı, halk tarihini, gelenek ve görenekleri, Karaçay-Malkar halkının geçmişinde derin yaralar açan “Kızıl Kırgın” ve “Sürgün” gibi konuları drama eserlerinde öne çıkmaktadır. Yazarlık yeteneği edebiyatın hemen hemen tüm alanlarında ustalığını göstermiştir. “Azap Colu” (Azap Yolu – Nalçik 1990) adlı drama eseri Malkar Tiyatrosu’nun ilk sürgün konulu piyesi olma özelliği taşır. Herkes eserin kaleme alındığı günlerde Karaçay-Malkar halkına karşı işlenen insanlık suçunu dile getirmekten çekinirken Alim Töppe büyük bir yiğitlik göstererek, rejimin tüm korkularına meydan okumuştu. Eserinde sürgün yıllarında çekilen acıları ve dönemin siyasi detaylarını açıkça ortaya koyması kendinden sonra yazılacak olan gerçeklerin temellerini oluşturuyordu. Piyesi izlemek için gelen halk geçmişinin bastırılan acılarını tekrar göz önüne seren bu eseri gözyaşları ile izlemiştir. Ba- 91 sın bir dönem sürekli bu tiyatro oyununu ve yoğun ilgiyi sayfalarına taşımıştır. Piyesin ilk sahneye konulduğu “GALA” günü sadece Malkar Tiyatrosu’na değil, şehre de insanlar akın etmiştir. Çoğu zaman günde 3 kez sahnelenen “Azap Yolu” aynı zamanda Malkar Milli Tiyatrosu’nun da yolunu açmıştı. Tiyatro eserinin namı şehrin hatta ülkenin sınırlarını aşmış, başarılı oyuncuları izlemek için günlerce bilet bulunamaz ve özel olarak tiyatro oyununa çevre il ve ilçelerden otobüs seferleri yapılır hale gelmişti. Moskova’nın tanınmış tiyatro eleştirmenleri ve yönetmenleri Malkar Milli Tiyatrosuna özel ilgi göstermiştir. Öyle ki, söz konusu kişiler Moskova ve Kabartay-Malkar Cumhuriyeti arasındaki şehirlerde Malkar tiyatro oyuncularıyla birlikte “Azap Colu” (Azap Yolu) ve “Kommunist” (Komünist) adlı dramları defalarca sahnelemiştir. Bu Alim’in kaleminin gücünü ve gerçekçi edebiyatçı kişiliğini eserleriyle birlikte layık olduğu yere taşımıştır. Ayrıca sürgün konulu bu tiyatro eseri aynı acılara maruz kalan diğer Kafkasya halklarını da cesaretlendirerek, geçmişleriyle yüzleşmeleri ve yapılan acımasızlıkları sorgulama cesaretlerini ortaya çıkarmıştır. Bu eserleri yazan kişiyi tanımak, onunla duygularını paylaşmak isteyenler onu tanıdıkça üstün ve ileri görüşlü kişiliğine de hayran kalırdı. O yıllara kadar yasaklı bir konuydu sürgün. Siyasetin tuzağına düşmüş ve yıllarca can çekişmişti. Ta ki Alim bu tuzağı ve sis perdesini aralayana kadar. Bu eseri sahneye uyarlamak ve korkusuzca canlandırmak da büyük cesaret gerektiriyordu. Bu cesareti tiyatrocuların içlerinden çekip çıkaran Alim Töppe “Azap Yolu” eseriyle yolun sonuna gelindiğinin mesajını da tüm dünyaya hissettirdi. Derken, Karaçay-Malkar halkı ve sahneler “Artutay” ile tanıştı… “Artutay” bir kez izlendiğinde hafızalarda iz bırakacak fevkalade bir piyestir. Birçok araştırmacı, genç ve yazar için yol haritası olmuştur. Drama yazarı bu eser için çok çaba sarf etmiştir. “Artutay” kadersiz bir eser olarak kabul edilir. Alim’in eserleri arasında belki de en iyisi odur. 1992-1996 yılları arasında sahnelenen bu eser maalesef Malkar Tiyatrosu repertuarından çıkarılmıştır. Alim’in çok emek sarf ettiği ve “gözümün nuru” diye adlandırdığı bu eser sadece iki kez sahnelenebilmiştir. Yazarın “Artutay” adlı eseri; halkın milli duygularını sorguladığı, toplumsal hayattaki yön arayışlarını, toplumun milli hedeflerini belirlediği dönemi içermektedir. Eserde ele alınan konular ve sorunlar bugün bile güncelliğini kaybetmemiştir. Alim Töppe Sovyet rejiminin yıkıldığını ve bir çok şeyin değiştiğini “Artutay” üzerinden anlatmıştır. Günümüzde dahi Karaçay-Malkar halkının ihtiyacı olan bir tiyatro yapıtıdır. Milli değerlerin yaşatılması ve halka ulaştırılması noktasında, yetenekli şahsiyetler tiyatro yönetmeni Boris Kuliyev ile dramaturg Alim Töppe’nin yaratıcılığının buluşması Malkar halkı için önemli bir şans olmuştur. Bu insanlar sayesinde Karaçay-Malkar halkının milli kültür ve değerleri bugünlere taşınmıştır. Dışarıdan gelenler bundan dolayı bu iki yetenekten eser seçimi yaparlardı. Diğerleri başka şehir ve bölgelerden gelen komisyonları ağırlar etraflarında pervane olurdu. Ama sonuçta tercih edilen her zaman Boris ve Alim’in eserleri olmuştur. O dönemlerde drama duayenleri hak edene gerekli değeri verirlerdi. Bu da yazarlar için önemli bir ölçüt kabul edilirdi. Artutay’ın tekrar sahnelenmesini arzulamaktayız. Karaçay-Malkar halkının geçmişte yaşadığı sıkıntılar, halkın o dönemlerdeki ve şimdiki hali iyiye doğru neden gitmiyor? Neden? Yazar da eserinde bu sorulara cevap veriyor. Bu eserinin taşıdığı mana yazarın edebi gücüyle ortaya çıkmaktadır. Alim Töppe milletinin kaderine, onun kültürüne duyarsız olmadığı için yazarlık, ilim adamlığı ve danışmanlık özelliği dolayısıyla hürmet gösterilmeyi hak ediyor. Alim Töppe ve Boris Kuliyev uzun yıllar boyu birbirini anlayan, drama eseri yazarlığında yetenekli dostlukları çok güçlü ikili olmuşlardır. Onlar yıllarca nice piyeslerini birlikte Kaysın Kuliyev adlı Malkar devlet drama tiyatrosu sahnesinde sergilediler. Alim Töppe yazdığı ilk piyes olan “Kommunist” adlı eseriyle sınırlı kalmamış, yapıtları arasında çok ses getirecek iki büyük eser yazmıştır. “Azap Yolu” ve “Artutay” adlı trajik Kardeş Kalemler Mart 2011 92 bu eserler zengin dili, Gök Tanrı kültürünü yansıtması, halkın değer zenginliğini açıkça sergileyişiyle dünya klasikleri arasına yakışır bir şekilde layık olduğu yeri almıştır. 1963’te öğrencilik yıllarında Enstitü okutmanlarından tanınmış şair Yevgeniy Dolmatovskiy, Alim hakkında şunları yazmıştı: “Ben Gorkiy Edebiyat Enstitüsü’nde böyle yetenekli bir Malkar gencin nasıl yetiştiğine şaşırıyorum. Artık onun Kabardin-Balkar ülkesine dönme zamanın geldi. Alim Töppe’nin güçlü, yetenekli yazarlar arasında yer alacak olmasından dolayı sevinçliyim”. Ustası çırağı hakkında ne kadar da doğru şeyler hissetmiş… Alim’in eserlerinin dili sıradan bir içeriğe sahip değildir. Bu yüzden onun adı edebiyatta sık anılır. Tanınmış drama yazarı, şair, filoloji bilim uzmanıdır. Örnek olarak gösterilebilecek en önemli eserlerinden birisi de ilmi çalışmaları arasında yer alan 1970 yılında yazdığı “Malkar Proza” adlı kitabıdır. Bu eser alanında o yıllarda yazılan en önemli ilmi çalışmasıdır. Yazar Malkar edebiyatının kısa hikâyeler, tarihi kıssalar, ilk roman incelemeleri ve örneklerini bu eserinde toplamıştır. Ayrıca Malkar edebiyatının güçlü temsilcileri olmuş Kâzim Meçiyev, Kaysın Kuliyev, Omar Etezov ve Tanzila Zumakulova’nın eserlerini hem araştırmış, hem de incelemiştir. Karaçay-Malkar halkına bu değerli edebi kişilikleri benimsetmiş ve eserlerini ilmi açıdan ait olduğu yere taşımıştır. Alim aynı zamanda halkın acılarını trajik olarak en iyi şekilde yansıtabilen bir ustadır. Onun “Sağır Vadi”, “Artiş”, “Pirincin Süt Gibi Aklığı”, “Yol Ağıtı”, “Yanan Yıldız” adlı bazı hikaye ve uzun öyküleri dünya literatürü arasına konulduğunda kendini hissettirecek kadar etkilidir. Bir zamanlar yazarların siyasi baskı altında varlıklarını sürdürebilmek adına yazdıkları parti ideolojileri yüklü eserleri kendini aklamaktadır. Bir zamanlar azatlık arayışını sürdüren aydınların beklentileri Alim’in “Azatlık” adlı eserinde kendini bulmuştur. Ne yazıktır Kardeş Kalemler Mart 2011 ki, Komünist devirlerde kendi dünyaları yerine Rus edebiyatının duvarlarını ören yazarlar milli benliklerin körelmesi ve törpülenmesine az ya da çok etki etmiştir. “Azatlık”, “serbestlik” ne demek anlayamamış, tezahür edememiş bazı yazarlarımız “demokratlık” şemsiyesi altında kılıf değiştirerek başka edebiyatların duvarlarını sıvamaktadırlar. Hangi milletin edebiyatçısı, yazarı olsa da burada hepsine ortak bir soru gündeme gelmektedir. Yazar ideoloji ve siyasetten azat edilebilir mi? Ya, milli değerlerinden, kaderinden, özlemlerinden veya törelerinden? Bu azatlıklara sahip bir yazar halkının sesi olmak bir tarafa vasıfsız bir ferdi bile olamazdı her halde. Yazar her şeyden kaçabilir fakat halkına olan sorumluluğundan asla. İşte, bu konuyla alakalı bir çok yazar kendini bilmez töresini ve halkının kaderini unutmuşken Alim’in ayrıcalığı burada kendini göstermektedir. Milletinin hasretleri, kaderi, töresi, benliği ve onlarca yücelik değeri onun umutları olmuştur. Bu umutlar ise halkını karanlıktan çıkaran ışık olmuştur. Alim’in edebi çalışmalarındaki janr çok yönlüdür. Felsefi yönü, söz ustalığı, kararmış umutları aydınlatan, fareyi bile aslana çevirebilecek kadar etkili ve cesaret verici anlatımı, tarihi ve töresini halkına sevdiren ilkeleri herkes tarafından kabul edilmektedir. Alim Töppe’nin eserleri sürükleyici ve sürprizlerle doludur. Son olarak onun “As-Tah” yani, amazon krallığı hakkındaki romanından bahsetmek istiyoruz. “As-Tah” bir amazon krallığıdır. Amazonlar yarı çıplak bir yaşantı sürdüren bir dişi kavimdir. Ev yaparlar, yemek pişirirler hepsinden önemlisi at üstünde savaşçılıkları dillere destandır. Soylarından gelen kız çocuklarını da bu şartlar altında yetiştirirler. Aşık olmak onlar için ölüm demektir. Sevgi aile kavramı onlar için değer taşımaz. Günümüzde Karaçay-Malkar halkının benzerliği bu romanda yansımasını bulmuştur. Ailesiz kızlar, gençler, sevgisiz hayatlar bunun önemli göstergesidir. Günümüzde her şeyi yapmak zorunda kalan kadınlar olmuştur. Bir nevi amazonlar gibi her işi kendileri yapmaktadırlar. 93 Alim Töppe ve Ufuk Tavkul Ankara’da Sevgi için insanlarda bin türlü mazeret mevcut. Peki, bunun çaresi ne? Sevgi mi yoksa acımasızlık mıdır güçlü olan? Güçlülük yoksa yalnızlık mıdır? Günümüzde de Malkarlılara sorulan bu sorular bir zamanlar “As-Tah” krallığının sorunlarıydı. Alim bu soruları halkına “As-Tah” adlı romanıyla sormaktaydı. O Malkar halkının bir birini sevmesini, nasibini aramasını, kutsal topraklarına hakim olmasını, büyük bir milletin evlatları olduğunu bu romanla anlatmaya çalışmıştı. Birbirini acımasızca ezmek, çatışmak yerine roman kahramanı Nansil gibi sevgiye sahip çıkmasını nasihat etmişti. Alim Töppe her zaman olduğu gibi zamanın yetersizliğine isyan ettiği bir anda çok sevdiği işinin başında çalışırken yorgun kalbine yenik düştü. 1937 yılında başlayan kader yolculuğu 2010 yılının Mayıs ayında son buldu. Kafdağı’nın (Mingi Tav) parlak yıldızı kaydı. Onun ölümü edebiyat ve tiyatro çevrelerine bir yıldırım gibi düştü. Edebiyat ustamız Alim Töppe’ye Allah’tan rahmet diliyoruz. Alim TÖPPE’nin başlıca eserleri: Öykü ve Hikayeleri: “Tuzlu Güttü”, “Cannetni Kızı”, “Adamnı içer suvu”, “Adam bla Taş”, “Küygen Culduz”, “Col Küyü”, “Suvga ketgen süymeklikni üsünden balada”, “Kün batmaydı”, “Mecüsi mamır”, “Cüz şapdal terek”, “Sangrav kol” v.b. Romanları: “Otluk Taşla”, “Taşıvul”, “Azatlık”, “Sıyrat Köpür”, “Samum celle”, “As-Tah”, “Altın Hardar”. Piyesleri: “Namıs”, “Kommunist”, “Azap Colu”, “Uçhan culduz”, “Colga tüşgen taş”, “Artutay”, “Seni Carıgıñ”, “Suvga ketgen süymeklik”, “Biynöger”. Karaçay-Malkar dilinde diğer yayınları: “Canım sense” – Şiirler, 1959. “Çamnı da çam biledi” – Güldüren hikayeler, 1969. “Guppur Gevüznü köpürü” – Kısa hikayeler, 1978. “Adamnı içer suvu” – Öyküler, 1984. “Carıklık Kitabı” – Kısa hikayeler, şiirler, piyesler, 1987. “Saylamala” - derlemeler, 1997. Rusça yayımlanan eserleri: “Tvoy svet” – Moskova,1977. “Tyajeliye jernova” – Moskova, 1982. “Yabloki do vesniy” - Moskova, 1983 “Tyajeliye jernova” – 2.baskı Moskova, 1985. “Bolya” - “Tyajeliye jernova” – Moskova, 1986. Yazarın bunlar dışında yazdığı birçok öykü ve hikâyeleri ise ulusal gazete ve dergilerde yayımlanmıştır. Kardeş Kalemler Mart 2011 94 Dergi Mingi Tav Edebiyat Dergisi “Mingi Tav” Karaçay-Malkar dilinde “Sonsuzluk Dağı” anlamına gelen bir Edebiyat Dergisidir. Son olarak, 2010 yılının Mayıs-Temmuz dönemine ait 152’nci sayısı yayımlandı. “Mingi Tav” Edebiyat Dergisi Rusya Federasyonu’nun Kabardin-Balkar Cumhuriyetinde Yazarlar Birliği tarafından yılda 4 kez almanak (üç aylık) olarak çıkarılmaktadır. Kabardin Balkar Cumhuriyeti’nin Malkar Yazarlar Birliği tarafından devlet bütçesinden finans edilen “Mingi Tav” dergisi başkent Nalçik’te ofset baskıyla 224 sayfa olarak, 2.100 tirajlı basılmıştır. Zengin edebiyatçı kadrosuyla çıkartılan dergi bu yıl 50.yıldönümünü Ankara’da Avrasya Yazarlar Birliği ve TÜRKSOY’un birlikte düzenledikleri 3.Türk Dünyası Edebiyat Dergileri Kongresi’ne katılan Türk Dünyasının seçkin Edebiyat Dergileriyle tanışarak kutlamıştır. “Mingi Tav” Dergisi’nin bu önemli toplantıda Kardeş Dergilerle buluşması son derece anlamlıdır. Dergide yer alan Karaçay-Malkar Edebiyatı’nın en seçkin örnekleri, örf-adet ve geleneklerin varlığı dergiye ayrı bir güç katmakta ve sonraki nesillere aktarılmasında önemli bir rol oynamaktadır. Karaçay-Malkar halkının edebiyatla yakınlaşması 50 yıldır “Mingi Tav” Dergisi’nin başlıca çalışma alanı olmuştur. Dergi yayın hayatına Kabardin-Balkar Sovyet Sosyalist Özerk Cumhuriyeti döneminin Yazarlar Birliği’nce 1958 yılından itibaren ilk kez “Şohluk” (dostluk) adıyla yayın hayatına başlamıştır. Sayısız edebiyatçı yetiştiren, bir anlamda edebiyat mektebi olan “Mingi Tav” 1943-1944 yılları arasında Karaçay-Malkar halkının kaderine boyun eğdirilerek, topyekun sürgün edilmesi sürecinde büyük bir darbe almış ve yaklaşık 14 yıl süreyle yazarlarından ayrı kalmıştır. Dergi günümüzde drama, şiir, eğitim, çocuk edebiyatları, piyesler, edebi eleştiriler ve diğer içeriğiyle tarih bilinci ve geleneklere bağlılığı öğütleyen bir çizgide Karaçay-Malkar halkına hizmet etmektedir. Kardeş Kalemler Mart 2011 Asker Doduyev’in editörlüğünü yaptığı derginin 152. sayısı 5 ana başlıktan oluşmaktadır. Derginin ilk bölümü Malkar edebiyatının aşk şiirleri ustası Hacimussa Kuliyev’in 100’ncü doğum yıldönümü dolayısıyla hayatı ve eserlerine yer vermektedir. “Şiirler ve Öyküler” adlı başlıkta geleneksel yazarların yanı sıra yeni nesil şairlerden de derlenmiş 35 şiir ve 3 öyküye yer verilmiş. “Edebi Kritikler ve Edebiyat Bibliyografyası” adlı bölümde ise Sofya Akaçiyeva ile Farida Magulayeva’nın birlikte kaleme aldığı “Hepimizin Kâzim’i” adlı makalesi ve Abu-Müslüm Cünüsov’un “Tabiatın eksikliğini sanata çevirmek” adlı denemesi vardır. “Milletimizin Tanınmış Şahsiyetleri” adlı başlık altında edebiyat tarihinin tanınmış simalarından Magomet Attoyev ve Asiyat Sarakkuyeva’nın hayatı ve eserleri tanıtılmaktadır. Son başlık olan “Sahne” de ise “Dumanda kaybolanlar” adlı piyese yer verilmektedir. Mingi Tav Dergisi’nin her sayısında olduğu gibi bu sayısının sonunda da Karaçay-Malkar dilinde edebiyat bulmacası yer almaktadır. “Mingi Tav” Edebiyat Dergisi’nin 50’nci yıldönümü dolayısıyla kaleme aldığımız tanıtım yazımızı Malkar edebiyatının “Yaralı Taş”ı Kaysın Kuliyev’in “Mingi Tav” Edebiyat Dergisi için yazdığı şiirinden bir alıntıyla bitirelim. “Edebiyat milletimin dilini sıcak tutan bir ateştir, ‘Mingi Tav’ bu ateşin yakıldığı sonsuzluktur”. Ufuk Tuzman 95 Kitap XVII-XX.yy. Karaçay Şiir Antolojisi (Karaçay Poeziyanı Antologiyası 17.-20.Ömür) Karaçay Şiir Antolojisi 2006 yılında merkezi Moskova’da bulunan Elbrusoid Vakfı tarafından 624 sayfa ve 2000 tirajlı basılmıştır. Antoloji Karaçay edebiyatının önde gelen isimlerinden Fatima Bayramukova (Bayramuklanı Fatima) ve Azret Akbayev (Akbaylanı Azret) tarafından yayına hazırlanmıştır. Baş editörlüğünü Tanzila Haciyeva (Hacilanı Tanzilya)’nın yaptığı Karaçay Antolojisi’nin diğer editörleri arasında A. Karayev (Karalanı A), A. Semenov (Semenlanı A.), N. Hubiyev (Hubiylanı N.), A. Akbayev (Akbaylanı A.), B. Appayev (Appalanı B.), F. Bayramukova (Bayramuklanı F.), L. Batçayeva (Batçalanı L.), H. Kakuşev (Kakuşlanı H.) gibi değerli kalem ustalarını görmekteyiz. Antoloji tamamen Karaçay-Malkar Türkçesiyle hazırlanmıştır. Hazırlık dönemi 2 yıla yakın süren bu eserde 82 yazar ve şairin eserleri yer almıştır. ya da yaşını doldurduğunda, keçe dövüldüğünde ya da kilim dokunduğunda söylenen ve Karaçay-Malkar Türkçesinde algış adı verilen dua ve dileklerden örnekler verilmiştir. İslamiyet öncesi dönemlerde doğaüstü güçler için söylenen inanç şiirleri de bu bölümün diğer konu başlıklarındandır. - “Destanlar” Antolojinin üçüncü bölümünde geniş olarak yer alan bir başlıktır. Yaşanmış olayların üstüne söylenmiş destan ve hikâyelerin şiirsel anlatımı bu bölümde değişik konu başlıklarıyla okuyucuya sunulmuştur. Kişi odaklı trajik destanlar, Kahramanlık destanları, Aşk Destanları, Çocuk Folkloru ve Mizah şiirleri başlıkları da geniş bir yer tutmaktadır. - “Şairlerden Seçmeler” Karaçay Antolojisi’nin son bölümüdür. Şiir - İlki Önsöz’dür. 1750’li yıllardan itibaren halkın gönlünde taht kuran şairlerin eserleri Antolojinin en kapsamlı bölümüdür. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi XVIII-XX. yüzyıllar arasında yaşamış ve halen yaşamakta olan 82 yazar ve şairin eserlerinin yer aldığı bu bölüm edebiyatçıların doğum yıllarına göre sıralanmıştır. Hayatın hemen hemen tüm yönleri özellikle insan, Kafkasya, Mingi Tav (Elbruz Dağı), vatan sevgisi, kahramanlık, ana dil, ecdat, aşk, halk, tabiat, doğaüstü güçler ve dini şiirler başta olmak üzere daha birçok konuda şiirler bu bölümde yer almıştır. - “Anonim Halk Şiirleri ve Nart Destanları” adlı ikinci bölümdeki derlemeler, büyük oranda Karaçay-Malkar halkının yaşantısından ayrılmaz bir parçadır. Uzun süre kardeş Malkar halkıyla beraber topyekun sürgünde yaşayan Karaçay Türklerinin o dönemi konu eden örneklerine yeteri kadar yer verilmediği aşikardır. Özellikle Nart Destanları tarih sahnesine çıkışı bilinmese de halen Karaçay-Malkar halkının hafızasında canlılığını korumaktadır. “XVIII-XX yy. Karaçay Şiir Antolojisi”nin Karaçay-Malkar Türkçesinden, Türkiye Türkçesine aktarılmasının Türk Dünyası Edebiyatlarına değerli katkılar sağlayacağı kanaatindeyiz. Yine ilk bölümde Karaçay halkının örf-adet ve geleneklerinde önemli bir yeri tutan gelin geldiğinde, çocuk beşiğe koyulduğunda Antolojinin temini için www.elbrusoid.org adresiyle irtibat kurulabilir. Bundan önce “Karaçay Şiir Antolojisi” adıyla ilk çalışma 1965’te yayımlanmıştır. Yaklaşık 46 yıldan beri Karaçay edebiyatında büyük eksikliği duyulan bir konuda gerçek anlamda ihtiyaca cevap vermesi açısından önemlidir. Fatima Bayramukova (Bayramuklanı Fatima) tarafından Önsöz’ü kaleme alınan “Karaçay Şiir Antolojisi” yazar tarafından 4 bölümde toplanmıştır. Kardeş Kalemler Mart 2011 96 Kitap XX.yy. Malkar Şiir Antolojisi (Malkar Poeziyanı Antologiyası - 20.Ömür) Malkar Şiir Antolojisi 2008 yılında Kabardin-Balkar Cumhuriyeti’nin Başkenti Nalçik’te yayımlanmıştır. “El-Fa” matbaası tarafından 600 tirajlı basılan Antoloji 631 sayfadır. Antoloji Malkar edebiyatının değerli şahsiyetlerinin ortak çalışması olarak karşımıza çıkmaktadır. Antoloji Malkar şiirinin değerli kalemlerinden Ahmat Sozayev (Sozaylanı Ahmat)’ın Baş editörlüğünde Tanzila Zumakulova (Zumakullanı Tanzilya), ve Alim Teppeyev (Töppelanı Alim) tarafından yapmıştır. Antolojinin yayın kurulunda Abdullah Begiyev (Begiylanı Abdullah), Mutalip Beppayev (Beppaylanı Mutalip), Tamara Bittirova (Bittirlanı Tamara), Asker Doduyev (Dodulanı Asker), Svetlana Mottayeva (Mottalanı Svetlana) ve Muhtar Tabaksoyev (Tabaksoylanı Muhtar)’ı görmekteyiz. Antolojinin önsözü hem Malkar edebiyatı, hem de edebiyat ilminin önde gelen üstatlarından Zeytun Tolgurov (Tolgurlanı Zeytun)’a aittir. Eseri Malkar edebiyatı için son derece önemli bir çalışma olarak değerlendirebiliriz. 2 yıllık bir çalışmanın ürünü olan eser, 20.yy. şairlerinin kapsamlı olarak hayatları ve eserlerinin tanıtılması açısından son derece önemli kabul edilmektedir. Daha önce yayımlanmış olan antoloji çalışmalarıyla kıyaslandığında önemi bir kat daha artmaktadır. Bugün eski Sovyetler dönemini paylaşmış ülke ve özerk cumhuriyetlerdeki edebiyatlar gibi, politik edebiyat dönemini yoğun bir şekilde yaşayan Malkar Edebiyatı, Malkar Şiir Antolojisi ile gerçek kimliği ortaya çıkarmıştır. Bundan dolayı kendine özgü ve özgür çizgisinde politik üsluplardan arınmış, Malkar dilinde kaleme alınan bir eser olması özelliğiyle de edebiyat dersleri için değerli bir kaynak teşkil etmektedir. Antoloji XX. yüzyılın başlarında yaşamış ve Kazakistan’a gönderildiği sürgünde hayatını kaybetmiş Karaçay-Malkar sözlü ve yazılı edebiyatının geçiş döneminde anahtar rol oynamış olan Kazim Meçiyev (Meçilanı Kazim)’in seçme eserleriyle başlamaktadır. Bu ünlü şairin milli duyguları, ana dili, güzel ahlakı, dini şiirleri bugün dahi yediden yetmişe şiirlerini okuyan herkesi etkisi altına almakKardeş Kalemler Mart 2011 tadır. Antoloji de yer alan tüm şair ve üstatlar eserlerinin ruhani atası olarak Kazim’i göstermektedirler. Yine antolojide yer alan şairler tarihi bir gerçeğin de yansıması olarak kabul edilmektedir. Yani yeni nesil birkaç şair dışında tamamı ya çocuk yaşta 1944–1957 yılları arasında yaşanan topyekûn sürgüne tanıklık etmiş ya da sürgüne gittikleri ülkelerde dünyaya gelmiştir. Sürüldükleri geniş coğrafyada hem kendi edebi şahsiyetleri şekillenmiş, hem de kalemleriyle oralarda yaşayan edebi şahsiyetlere ilham olmuşlardır. Bunlardan birisi ve en tanınanı şüphesiz yazdığı şiirleriyle Antolojide önemli yer tutan Malkar edebiyatının “Yaralı Taş”ı Kaysın Kuliyev (Kuliylanı Kaysın)’dır. Türk Dünyasının merhum yazarı Cengiz Aytmatov’un benim edebiyat ruhumu şekillendiren ustam dediği Malkar Edebiyatçısı Kaysın Kuliyev’in Kırgızistan’da ve ata yurdu Kafkaslarda kaleme aldığı şiirlerden örnekler de bu antolojide yer almaktadır. Her sayfası Malkar halkının milli motifleriyle süslenmiş antolojide yer alan 36 edebiyatçı sırasıyla şunlardır; Kazim Meçiyev, Altuvlanı Tavlan, Ahmatlanı Ahıya, Ahmatlanı Luba, Ahmatlanı Safariyat, Babakanı İbrahim, Bayzullalanı Ali, Bakkulanı Artur, Begilanı Abdullah, Beppaylanı Azret, Budaylanı Husey, Gekkilanı Magomed, Gıttuvlanı Magomed, Gurtulanı Bert, Gurtulanı Salih, Dodolanı Asker, Ölmezlanı Muradin, Zumakullanı Tanzilya, Kuliylanı Kaysın, Kuliylanı Hacmusa, Makıtlanı Safar, Mukalanı Magomed, Mottaylanı Svetlana, Musukulanı Sakinat, Otarlanı Kerim, Sozaylanı Ahmad, Tabaksoylanı Muhtar, Töppelanı Alim, Ulbaşlanı Ahmadiya, Uyanlanı Öyüz, Huçinalanı Anvar, Şavaylanı Akat, Şahmırzalanı Said ve Etezlanı Omar’dan derlenmiş seçme şiirleri yer almaktadır. Türkiye ve Türk Dünyasında yeteri kadar tanıtılamamış, Malkar şairlerinin çalışmalarının yer aldığı “XX.yy. Malkar Şiiri Antolojisi”nin Karaçay-Malkar Türkçesinden, Türkiye Türkçesine aktarılmasının Türk Dünyası Edebiyatlarına değerli katkılar sağlayacağı kanaatindeyiz.