17.04.2016

Transkript

17.04.2016
1
SÖYLEŞİ
Taj:
Defin
heybetli sesi
Haftalık haber gazetesi - 2.5 TL
Sayı:99
18 - 24 Nisan 2016
S:16
bas-haber.com
GÖÇ
Demografya, tarih, dil ve insan yıkımı
Haziran seçimlerinden sonra başlayan şiddetin en büyük mağduru olan halkın çatışma alanlarından göçü tam bir toplumsal trajediye dönüştü. Sur, Cizre, Silopi,
Nusaybin, Yüksekova, Silvan, Şırnak, Dargeçit, Derik, Bağlar, Şemdinli, Varto ve diğer birçok il ve ilçeden 7 ay içinde göçenlerin sayısı 500 - 1,5 milyon arasında olduğu yolundaki söylentiler, Başbakan’ın açıklamasının arka planı olarak okunuyor.
Doç. Dr. Abdullah Kıran:
Bağdat’ta beyaz darbe
Kürdler hem devlete,
hem de PKK’ye öfkeli
Bağdat’ta başını Sadr Grubu’nun
çektiği ittifak, gereçekleştirilen olağanüstü toplantı ile Parlamento Başkanı
Selim Cuburi ve iki yardımcısını görevden
aldı. Barzani, Bağdat’taki gelişmelere tepki
gösterdi.
S:04-5
“PKK ‘özyönetim’de ısrar edip Kürd
halkını mağdur ettikçe, devlet de
tüm gücüyle PKK’yi köşeye sıkıştırmaya,
halk nezdinde mahkûm etmeye zorladı.
S:08-9
Durdurmuk için
Yersizlik - yurtsuzluk
FERHAT KENTEL
s09
MESUT YEĞEN
1984 yılından bu yana dönem dönem ara verilerek süren silahlı çatışmaların yarattığı en büyük göç dalgasının son aylarda yaşandığını vurgulayan gözlemciler,
şiddet ve yıkımın kültürel Kürdlüğün zinde olduğu yerleşimleri hedeflediğini,
Kürdçe konuşulan bu bölgelerin boşaltılması ile asimilasyonun artacağına dikkat
çekiliyor.
S:02 - 03
Federasyona karşı Cezayir Süreci
s06
BİLAL SAMBUR
s12
Zürafaya tavşan demek!
ÖZTEKİN ÇAÇAN
s13
02
MANŞET
BasHaber
SÖYLEŞİ
18 Nisan
- 24 Nisan 22016
Şehirler göçüyor
Dilan Almaz
G
eçtiğimiz yılın 7 Haziran’ında yapılan seçimlerin ardından başlayan
çatışmaların en büyük mağduru
olan sivillerin savaş bölgelerinden göçü
tam bir toplumsal trajediye dönüştü. Sur,
Cizre, Silopi, Nusaybin, Yüksekova, Silvan,
Şırnak, Dargeçit, Derik, Bağlar, Şemdinli,
Varto ve diğer birçok il ve ilçeden 7 ay
içinde göçenlerin sayısı 500 bin ila 1,5
milyon arasında olduğu bildiriliyor. Kimi
ailelerin can güvenlikleri için birkaç ay
içinde birkaç kez yer değiştirdiği ve yoğun
bir travmaya maruz kaldıklarına dikkat
çekiliyor.
PKK ve devlet güçleri arasında 1984 yılından bu yana zaman zaman ara verilerek
süren silahlı çatışmaların neden olduğu
en büyük göç dalgasının son birkaç ayda
meydana geldiğine vurgu yapan gözlemciler, son şiddet ve yıkım sürecinin kültürel
Kürdlüğün zinde olduğu bölgeleri hedeflediğini, yoğun olarak Kürdçe konuşulan bu
bölgelerin boşaltılması ile asimilasyonun
daha da hızlanacağına dikkat çekiyor. Kimi
gözlemcilere göre bu durumun tesadüfi
olmadığı ve sözkonusu yerleşimlerin özel
hedefler olarak seçildiği vurgulanıyor.
Çatışmalardan göçenlerin büyük kısmının
yoksullardan oluştuğu için diğer komşu
kentlere veya köylere sığındığı, durumu
nisbetten iyi olanların Batı illerine göçtüğü
dikkat çekiyor. Öte yandan göçzedelerin bir kısmının da Suriyeli mültecilerle
birlikte Avrupa’ya çıkmaya çalıştıkları da
biliniyor.
Kürdistan’da aylarca süren çatışmalar
ve sokağa çıkma yasakları sonucunda sivil
toplum kuruluşlarının raporlarına göre
3 yüze yakın sivilin yaşamını yitirdiği,
binlerce hanenin oturulamayacak şekilde
yıkıldığı, binlerce ailenin artık evlerinin
olmadığı, Sur, Cizre ve Silopi’de olduğu
gibi mahallerin istimlak edilerek yıkıldığı
veya kentsel dönüşüme maruz kalacağına
dikkat çeken gözlemciler, göçen nüfusun büyük oranda geri dönmeyeceğini
söylüyor.
Öte yandan çatışma ve yıkımın sadece
zorunlu göçe neden olmakla kalmayıp,
Kürdistan’ın binlerce yıllık tarihi dokusunun da tahrip olmasına neden olduğu
dikkat çekiyor. İnsanlığın ortak değerlerinin yeşerdiği Sur, Cizre, Nusaybin, Silopi
gibi kentlerdeki çok sayıda tarihi yapı da
çatışmalardan dolayı zarar gördü.
Kürd kentlerinde daha önce hiç yaşanmamış büyüklükte bir göç hareketliliği
yaşanırken, son dönemlerde Suriye’de yaşanan iç savaştan kaçıp Türkiye’ye sığınan
Arap mültecilerin de Kürd yerleşimlerinde
ikame edilmek istenmesi, ‘demografik
yapının değiştirildiği’ yorumlarına neden
oluyor.
Zorunlu göçün ekonomi, politika, kültür
ve eğitim alanlarında yarattığı sonuçları
uzmanlar ve göç veren ilçelerin belediye eş
başkanları BasHaber’e değerlendirdi.
‘Nüfus mübadelesi ile sunî bir yapı
oluşturmak mı?’
Göç dalgasının politik sonuçlarını
BasHaber’e değerlendiren Dicle Toplumsal Araştırmalar Merkezi (DİTAM)
Başkanı Mehmet Kaya çarpıcı açıklamalarda bulundu. Göç eden nüfusa ilişkin
sayısal bir verinin olmadığını belirten
Kaya, toplumda hala bir endişenin hakim
olduğunu vurgulayarak şunları söyledi:
“Gerek Nusaybin, Cizre, Silopi, Sur gibi
çatışma alanlarında yaşanan göçler gerekse
de örgütün süreç içerisinde çatışma alanı
ilan edebileceği endişesi taşıyan Diyarbakır Bağlar’ndan tutun da bir çok ilde halen
böyle bir endişe var. Sokağa çıkma yasağı
ilan edildiği takdirde bir daha sokağa çıkamayacakları endişesi ile yoğun bir göç var.”
Hükümetin Kürd Sorunu’ nu güvenlik
politikaları ile çözme çabalarını eleştiren
Kaya, göç eden nüfusa ilişkin gözlemlerini
aktararak, göç eden nüfusun en az 500 yüz
bin olduğunu belirtti.
Kürdlerin kimi dönemlerde evlerinden,
yurtlarından göç ettiklerini hatırlatan
Kaya, göç edenlerle ilgili herhangi bir
sağlıklı çalışmanın olmamasını ve devletin güvenlik politikalarını arttırma
girişimlerini ‘siyasi hesap’ olarak yorumladı. Sur’un istimlakına değinen Kaya,
hükümetin şeffaf olmadığını iddia ederek
şöyle konuştu: “Yeni konutlar yapacağım,
kentsel dönüşüm yapacağım gibi açıklamalar geliyor. Ama o süre içerisinde bu
kentsel dönüşüm süreci ne kadardır? Ne
kadar sürede bunlar yapılacak? İnsanlar o
zamana kadar nerede kalacak? Kaldıkları
yerden dönebilecekler mi? gibi sorunlarla
ilgili hiçbir çalışma hiçbir inceleme yok.
Bu aslında doğal afet gibi bir durum. 500
bin -1 milyon insanın bir anda evlerine bırakıp göç etmesi Türkiye’nin bugüne kadar
karşılaştığı ilk durum değil.”
‘Entegrasyon adı altında asimilasyon’
Entegrasyon adı altında asimilasyon
yapılmak istendiğini belirten Kaya, nüfus
mübadelesi yapılmak istendiğini vurgu-
layarak, “Türkiye’de 3 milyon gibi Suriyeli
mülteciden bahsediliyor. Bunların da
Türkiye’nin farklı yerlerine yerleştirme ile
ilgili bir proje de geliştiriliyor. Her ne kadar
toplumsal bir tepki oluşmasın diye bu bölgeler telaffuz edilmese bile süreç içerisinde
ben öyle zannediyorum ki Suriyelilerin
önemli bir kısmı bu bölgede bir şekilde
konuşlandırılacak. Yani belki yüzde 10’u
batı illerinde bırakılacak ama büyük bir
kısmı yine bu bölgede bir şekilde ikamet
edecek şekilde bir sistem geliştirilecek”
dedi. HDP’ nin 7 Haziran seçimlerinde
yüzde 80 civarında oy aldığı il ve ilçelerin
boşaldığına dikkat çeken Kaya, “Hem
buradan HDP seçmeni diyebileceğimiz
insanlar Trakya’ya göç etmek zorunda kalacak hem Suriyeli mülteciler bölgemizin
farklı yerlerine yerleştirilecek hem de bölgedeki güvenlik politikası eksenli yoğun
bir güvenlik personeli bölgeye getirilmesi
sağlanacak. Bugün dönüp baktığın zaman
bu bir yerde nüfus mübadelesi ile sunî bir
yapı oluşturmak” şeklinde konuştu.
‘Göç, siyasal davranışta etkili’
Hacettepe Göç ve Siyaset Araştırmaları
Merkezi müdürü Doç. Dr. Murat Erdoğan
ise göç hareketliliğinin siyasal davranışa etki ettiğini ancak bölgede HDP’nin
oyunun oransal olarak çok fazla değişmeyeceğini belirterek, “Özellikle Güneydoğu
Anadolu Bölgesi’nden göç eden Kürdler
öncelikle İzmir, Ankara, İstanbul’a geldiklerinden sonra fark ediyorsunuz ki orada
yoğunlaşma dağılıyor ve ondan sonrada
insanların siyasal tercihleri de değişiyor.
Ama bir taraftan oy davranışı dağıtmaya
yönelik bir şey olabilir. Yani konsantre
olmaktan çıkıp diğer genel partilere doğru
MANŞET
BasHaber
18 Nisan - 24 Nisan 2016
3
SÖYLEŞİ
gidilebilir. Şuan AK Parti içinde ya da
CHP içinde Kürd var, yani hepsinde var.
Haliyle bu partilere yönelim olabilir”
diye ifade etti.
Binlerce öğrenci eğitiminden alıkonuldu
Yaşanan göçlerin eğitim alanında
yarattığı tahribatı BasHaber’e değerlendiren Diyarbakır Eğitim Sen Şube Sekreteri Abbas Şahin, Sur’da 7 bin 450 öğrencinin göçten etkilendiğini aktararak,
çocukların ciddi bir psikolojik travma
yaşadığını vurguladı. Öğrencilerin bir
kısmının farklı okullarda misafir olarak
eğitim gördüğünü bir kısmının da okulu
bıraktığını ifade eden Şahin, “Öğrenci
devamlılığı çok fazla olmadı. Normalde
okullarda öğrenci sayısı 900 ila bin arası
idi. Ama şu an 90 ila 100 arası. Şimdi
böyle olunca çocuklar çok büyük bir
mağduriyet yaşadılar, savaş psikolojisi
hem de eğitimdeki ihlallerle boğuşmak
zorunda kaldılar. Farklı okullara gönderilen çocuklarda şöyle bir durum ortaya
çıktı gönderildikleri okullarda yeterli
altyapı oluşturulmadı” dedi.
‘Sur çocukları tabiri adaptasyona
engel oluyor’
Diyarbakır’da yaşanan göçlerden
sonra ‘Sur çocukları’ diye bir tabirin
ortaya çıktığına değinen Şahin söylemin
çocukların üzerinde olumsuz etki yarattığını vurgulayarak, şunlara değindi:
“Öğrenci hem savaştan etkilemiş oldu
hem de gittiği okuldan etkilenmiş oldu.
’Sur çocukları’ diye bir tabir ortaya çıktı
Bu da çocuğun eğitime adapte olamaması anlamına geliyor. Eğitime adapte
olamayınca çocuklar, okullara devam
etme gereksinimi duymadılar. Şu an
dört okulun bir arada olduğu bir okul
var. Oradaki öğrencilerin de dörtte biri
okula tekrardan kayıt yaptı. Fakat yüzde
25’i ancak okullara devam ediyor. Yani
bizim aldığımız bilgilere göre öğrencilerin ailelerinde de şöyle bir şey oluştu;
çocukların güvenliği söz konusu olduğu
için, artık farklı bir tepkisellik de ortaya
çıktı. Çünkü çocukları okula göndermeme gibi bir durum ortaya çıktı ve bu yıl
bir kayıp olarak geçti eğitim açısından.”
İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün yarıyıl
tatilinde ve hafta sonları eğitime devam
edilerek telafi programları geliştirmeye çalıştığını fakat yeterli olmadığını
söyleyen Şahin, “Çocuklar psikolojik
anlamda zaten uyum sağlayamadıkları için bunun da bir anlamı olmuyor.
Çocuklara öncelikle psikolojik destek
verilmeli. Öğretisel boyutu da daha
sonraki süreci ertelenebilirdi. Hem
savaş devam ediyor. Ne olacağı belli
olmayan bir ortamda çocukların daha
da dirençli olabilmeleri için bir çalışma
yapılması gerekir. Bu travmanın tamamen ortadan kalkması diye bir şey söz
konusu olamıyor. Çünkü bu çocuklar
daha önce köyleri boşaltılan çocuklar.
Anne ve babalarının yaşamış oldukları
travmaların hikayelerini dinleyerek
büyümüş olan çocuklardır. Onun için
bu yapılan çalışmaların yeterli olduğunu düşünmüyoruz” şeklinde konuştu
Şahin, Eğitim- Sen olarak göç mağduru
çocuklara ilişkin birçok öğrenciye hafta
sonları resim atölyesi, müzik atölyesi ve
psikolojik destek programı gibi çalışmalar yaptıklarını belirtti.
‘Masaya dönülmeli’
Göçün yarattığı ekonomik tahribatı
yorumlayan Diyarbakır Sanayici ve İş
İnsanları Derneği (DİSİAD) Başkanı
Burç Baysal, göçen nüfusun bölge illeri
içerisinde kaldığını belirterek, “Hükümet yetkilileri tarafından verilen rakama
göre bu son çatışmalı ortamda yerlerinden oynayan nüfus 350 bin civarında.
Doğruluğu tam tespit edilmemekle
beraber bölge içerisinde yer değiştirdiklerine dair bulgular var. Bu açıdan
nüfusu kaybetmemek önemli. Tabii bu
yerinden edinilmiş olmak, Türkiye’de
yaşayan Kürdlerin 1990’lı yıllarda da
bir şekilde tekrar muhatap oldukları
bir işlem olduğu için, o açıdan zayıflatıcı etkisi olmakla beraber sosyal ve
ekonomik boyutu da çok derin yaralar
açıyor. Çünkü çatışmaların olduğu
ortamlarda mevcut nüfus yoğunluğu
ve oradaki hareketliliği esas alaraktan
işletmeler kuran iş insanlarımız var. Bu
anlamda şuan onların yapmış olduğu
yatırımlar bir şekilde bu azalan nüfusla
beraber daha düşük hale gelecektir”
dedi. Göç edenlerin mağduriyetlerinin
kabul edilemez olduğunu vurgulayan
Baysal, telafisi imkansız handikapların
yaşanabileceğini hatırlatarak, çatışmaların yaşanmaması gerektiğine dikkat
çekti. Baysal, çözüm süreci ile Kürd
Sorunu’nun barışçıl yollarla çözümlenebildiğinin toplum tarafından gözlemlendiğini ifade ederek, “Bu saatten sonra
tekrardan bununla ilgili girişimleri
oluşması aslında bütün insanlık adına
yapılacak önemli hizmet olur. O açıdan
bu konudaki karar vericilerin artık aklıselim bir şekilde silahsız bir ortamda bu
meseleyi hallediyor olmalarına gelmeleri gerekir” diye kaydetti.
Barışçıl yöntemlerin geliştirilmesinin
önemine değinen Baysal, şöyle konuştu: “Aksi takdirde hiçbir yapılanma
insanlığa hizmet eden işler olmayacaktır. Şehirler baştan da yapılsa yönetim
şekilleri değişse de canlar kaybolduktan
sonra geriye kalan kazanımların, kazanım olarak insanlık algısında yerinin
olmayacağını çok net ifade etmek istiyorum. Genel anlamda göçün getirdiği
ekonomik tahribatın dışında çatışma
ortamının yarattığı ekonomik deprem
gerçekten çok zor telafi edilecek bir
ortam. Bu açıdan da hala bunu kapsayıcı önlemlerin alınmaması, buradaki iş
yapan insanlar açısından da gerçekten
soru işaretleriyle dolu bir bekleyiş olduğunu söyleyebilirim.”
‘Batı’dan ziyade bölge kentlerine göç
var’
Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler
Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr Ayhan
Kaya politik, etnik, kültürel ve dinsel
sorunlardan kaynaklanan göçlerin
‘zorunlu göç’ olarak nitelendirildiğini
dile getirerek, bu nüfus hareketliliğin tarihin her devrinde yaşandığını
belirtti. Türkiye’de bu tarz göçlerin
1960 ile 1980’li yıllar arasında yaygın olduğunu hatırlatan Kaya, “O dönemde
AB ülkeleri bu tür göçlere ve mülteci
hareketlerine olanak tanıyor ve kendi
ülkelerinde yer sağlıyordu. Ama 1980’li
yıllar itibariyle AB büyük ölçüde sınırlarını kapatmaya başladı ve daha sonra
özellikle Schengen vizesi ile birlikte iç
sınırları ortadan kaldırdı ama dış sınırlarını daha da güçlendirdi” dedi.
1990’lı yıllarda Türkiye’de özellikle
bölgede yaşanan çatışma ortamından
kaynaklı ortaya çıkan göç hareketliliğinin ülke içinde yer değiştirmeyle
sonuçlandığını hatırlatan Kaya, bunun
literatürdeki karşılığının “yerinden
edilen insanlar” olduğunu belirtti.
Kaya, gerek askeri güçler gerek PKK
gerekse de ekolojik bir takım nedenlerle de aslında insanların bulundukları coğrafyada artık kendi yaşamlarını
idame ettiremediklerini, Çocuklarına
daha iyi bir gelecek daha güvenli bir
gelecek sağlayabilmek için göç ettiğini
ifade ederek, şunları söyledi: “Batı
kentlerine özellikle kırdan yakındaki kent merkezine göç ettiklerini
biliyoruz. Bu zorunlu göçte özellikle
dikkat edilmesi gereken noktalardan
bir tanesi insanlar elindeki kültürel
toplumsal ve ekonomik sermaye bağlı
olarak olabildiğince uzak mesafelere
gitme arayışında oluyorlar. 2008 yılında Mersin, Diyarbakır ve İstanbul’da
yaptığımız çalışmada bunu rahatlıkla
gözlemleyebildik.” Bölgede yaşanan
son dönemlerde yaşanan göçlerin yine
bölgenin merkezi kentlerine olduğu
tespitinde bulunan Kaya, “Baktığımız
zaman bölgede en yoksul insanların
Diyarbakır merkezine ya da Van gibi
kent merkezlerine göç ettiğini biliyoruz. 2010 yılları bunda biraz azalma
gördük. Hatta bölgeye tekrar geri dönüşler yoğunlaştı. Ama barış sürecinin
sona ermesi ile birlikte geçtiğimiz bir
yıl içerisinde yeniden yüz binlerce insanın zorunlu göç mağduru olduğunu
görüyoruz. Bunun siyasi etkileri tabii
ki de çok derin” şeklinde konuştu.
‘Türkiye’de fiziki bölünmeye
gidiliyor’
Geçmişte bu tür zorunlu göç
mağdurları batıya yoğunluklu olarak
aktıklarını ama artık durumun değiştiğini vurgulayan Kaya, “Türkiye’de
fiziki bir bölünmeye doğru da gidildiğinden bu tür zorunlu göç mağdurları
özellikle bölge içinde kent merkezlerine gitmeye çalışıyorlar. Yani şu anda
benim görebildiğim kadarıyla tablo
bu şekilde. Şu anda Türkiye’nin siyasi
tablosuna bakıldığında göç hareketliliğinin mevcut siyasi tabloyu değiştirecek oy potansiyeline sahip olduğunu
düşünmüyorum” dedi.
03
Belediye başkanları
anlatıyor
‘Şırnak’ın üçte ikisi Silopi’de’
Sokağa çıkma yasaklarının devam ettiği Silopi’ye
ise Şırnak kent merkezinden göçler oluyor. Silopi
Belediye Eş Başkanı Seyfettin Aydemir’e göre
sokağa çıkma yasaklarından kaynaklı belediyenin
çalışmaları durmuş vaziyette. Aydemir, sokağa çıkma yasaklarından önce Kaymakamlık tarafından
sokaklardaki parke taşlarını kaldırarak yerine asfalt
yapılacağını belirtti. Barbaros ve Başak mahallelerinden çıkan nüfusun ilçe dışına değil de başka
mahallelere göç ettiğini aktaran Aydemir, “Şu an
Silopi Şırnak’tan ciddi anlamda göç alıyor. Şırnak’ın
üçte ikisi Silopi’dedir diyebiliriz” şeklinde konuştu.
‘Sur’daki hasarı tespit edemiyoruz’
Belli mahallelerinde sokağa çıkma yasaklarının
devam ettiği Sur’un yüzde 86’sı istimlak edilecek.
Sur Belediyesi’nin görevden alınan Eş Başkanı
Fatma Şık Barut ise, Sur toplamında evlerini terk
etmek zorunda kalan 33 bin kişinin belediyeye
başvuru yaptığını belirterek, “Sur’dan çıkan halk
Diyarbakır’ın farklı mahallelerine yerleşmiş durumda. Kenti terk etme durumu söz konusu değil.
İnsanlar evlerinin ne durumda olduğunu bilmiyor.
Öyle ki yüksek binalardan evlerine dürbünle bakabiliyorlar ancak. Tüm sokaklar beton bariyerlerle
kapatılmış durumda. Hasarları tespit edemiyoruz”
dedi. 850 ev, 150 iş yerinin tadilatının yapıldığını
ifade eden Barut, Sur’un istimlak edilmesi kararını
eleştirerek şunları söyledi: “Sur’un yüzde 86’sı
istimlak kapsamında. Yüzde 14’ü ise AKP’ye yakın
kişilerin mülkleri. Mesela bizim belediye binamız
kamulaştırma kapsamında ama hemen yanımızdaki Hükümet Konağı aynı yerde olmasına rağmen
istimlak içerisinde yer almıyor. Haliyle esnaflar
mülklerini bırakıp gitmek istemiyorlar. Zararlarının karşılanmasını ama mülklerine dokunulmamasını istiyorlar.” Barut, gerekli hukuki başvuruları
yapacaklarını belirtti.
Cizre’de 3 bin 122 ev yıkılacak
Şırnak Belediyesi Eş Başkanı Serhat Kadırhan,
63 bin nüfusa sahip Şırnak’ın yaklaşık 55 bininin
göç halinde olduğunu belirterek, göçlerin bölge
illerinin yanı sıra Gaziantep ve Mersin’e doğru da
yoğun bir göç olduğunu söyledi. İlçe merkezlerinden göç eden nüfusun bir kısmının evlerine
geri döndüğünü belirterek, mağdur olan ailelere
gıda yardıma yapıldığını ifade etti. Çatışmaların en
yoğun yaşandığı merkezlerden biri olan Cizre ‘de
ise 3 bin 122 hane için yıkım kararı verildi.
Cizre Belediyesi Eş Başkanı Kadir Kunur, kamulaştırma kararına tepki göstererek şunları söyledi:
“ Eğer 3 bin 122 ev yıkılırsa, asıl o zaman Cizre’den
göç başlar, barınma sorunu oluşur. Bu göç ettirme
politikasının ön hazırlığıdır.80 günlük sokağa
çıkma yasakları ve yıkımdan sonra herkes evine
dönüp, bir şekilde yaralarını sarmaya çalışıyordu.
Halkın temel ihtiyaçlarını kendi imkanlarımızla
karşılamaya çalışıyoruz. Cizre halkı kısıtlı imkanlarla yaşamını idame ettiriyor. Yıkım yapacaklar
ama alternatif bir proje yok. Haliyle ciddi bir
barınma sorunu yaşanacak.”
04
HABER
BasHaber
SÖYLEŞİ
18 Nisan
- 24 Nisan 42016
Bağdat’ta beyaz darbe
E
Zeyad Brusk
rbil ile Bağdat arasında bütçe kesintisi,
Peşmerge maaşlarının ödenmemesi
ve KYB’nin petrol satışı nedeniyle
2014’ten beri yaşanan siyasi ve ekonomik kriz,
Irak Başbakanı Haydar İbadi’nin reform ve
revizyon kapsamında hazırladığı projeleri
hayata geçirecek teknokratlar kabinesinin
açıklaması üzerine doruk noktaya ulaşmıştı.
Kürd tarafının, “gerçekçi bir ortaklık kabul
edilmezse tek yol ayrılık” mesajları ardından duruma müdahale eden ABD yönetimi, Dışişleri Bakanı John Kerry’i Bağdat’a
gönderdi. KBY Başbakanı Neçirvan Barzani
başkanlığında üst düzey bir heyet ve İbadi
yönetimi ile görüşen Kerry, Kürd tarafından
İbadi yönetimini desteklemesini ve IŞİD’e
karşı mücadelede daha koordineli hareket
edilmesini istedi. Buna paralel olarak hafta
içinde ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden
KYB Başkanı Mesud Barzani ile telefonla
ararken, ABD Bakanı Barack Obama’nın Özel
Temsilcisi Brett McGurk da Erbil’e gelerek
Barzani ile görüştü. Erbil ile Bağdat arasındaki ilişkilerin yeniden bir düzene girmesi için
yapılan girişimler bununla da sınırlı kalmadı.
Hafta içinde Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı
ve Vataniyye Koalisyonu Başkanı İyad Allavi
ve Irak Yüksek İslam Konseyi Başkanı Seyyid
Ammar el-Hakim de KBY Başkanı Mesud
Barzani’yi ziyaret ederek taraflar tarasında
krizin aşılması ve sorunun derinleştirilmemesi için geliştirilmesi gereken çözüm yollarını
görüştü.
Diğer yandan Irak Başbakanı Haydar
İbadi’nin hazırladığı yeni teknokratlar kabinesinin hafta içinde oylanması beklenirken,
Parlamento’da 3 gün boyunca grev yapan
ve başını Sadr Grubu’nun çektiği ittifak,
gereçekleştirilen olağanüstü bir toplantı
ile Parlamento Başkanı Selim Cuburi ve iki
yardımcısını görevden alma kararı aldı. 328
sandalyeli Parlamento’da 174 üyenin katıldığı
oturumu en yaşlı üyesi sıfatıyla İyad Allavi’ye
bağlı Vataniyye Koalisyonu’ndan Adnan
Cenabi yönetti ve 171 kişinin “evet” oyuyla Cuburi ile Yardımcıları Aram Şeyh Muhammed
ve Humam Hemudi görevden alındı. İttifak,
yönetimdeki değişikliğin Başbakan Haydar
İbadi ve Cumhurbaşkanı Fuad Mahsum’u da
kapsaması gerektiğini savunuyor. Öte yandan
Irak Parlamento Başkanı Selim Cuburi ve
Başbakan Haydar İbadi, Parlamento’daki oturumun yasal olmadığını belirterek durumu
siyasal bir provakasyon olarak tanımladı.
Barzani: Bağdat’taki durum bozgunculuk
El Cezire televizyonuna konuşan KBY
Başkanı Mesud Barzani ise Bağdat’taki
durumu “bozgunculuk” sözleriyle değerlendirirkek, Kürd parlamenter Eşwaq Caf ise
Parlamento’da gerçekleşen girişimi “beyaz bir
darbe” olarak nitelendirdi ve bir süreden beridir bu girişim için plan yapıldığını belirtti.
Bu arada bu gelişmeler sürerken KBY’de
de yolsuzluklara karşı mücadele kapsamında önemli bir adım atıldı ve Temiz Eller
Komisyonu’nun talebi üzerine, KBY Merkez
Bankası Başkanı Ethem Kerim ve yardımcısını gözaltına aldı. Bu olayın yolsuzluk,
rüşvet ve petrol kaçakçılığını da kapsadığı ve
soruşturmanın Kürdistan’ın diğer kentlerine
de sıçrayacağı bilgisi veriliyor.
Öte yandan hafta içinde Diyarbakır’dan
Erbil’e ilk uçak seferleri düzenlenirken,
Diyarbakır’dan Erbil’e gelen ilk resmi Türk
heyeti ile bir araya gelen KBY Başkanı Mesud
Barzani, Kuzey Kürdistan ve Türkiye’de
meydana gelen şiddet olaylarına ilişkin, “10 yıl
boyunca barışı beklemek, 1 saat savaşmaktan
daha iyidir” diyerek barış mesajı verdi.
Savaş cephelerinde hafta boyunca sessizlik
hakim olurken Musul operasyonu hakkında
açıklamalarda bulunan KBY, IŞİD’e karşı
mücadelenin önemine vurgu yaparak, Musul
operasyonu kadar, operasyonun ardından
Musul’daki yeni yönetimin önemine dikkat
çekti.
Goran: Kürdler, Bağdat’ta geri adım
atmayacak
Erbil ile Bağdat arasında yaşanan krizi
BasHaber’e değerlendiren Irak Parlamentosu PDK Grup Başkan Vekili Xesro Goran,
“Maliki iktidarından beri süregelen yanlış
politikalar ve Kürdlerin haklarını çiğneyen anayasa ihlalleri, İbadi döneminde
de devam etti. Biz her zaman sorunların
diyalog yoluyla ve anayasanın taraflara vediği
hakların tanınması temelinde haledilmesini
savunduk. Hiç kimse Erbil’in bu konuda
üzerine düşeni yerine getirmediğini söyleyemez. Ancak Bağdat yönetimi, son kabine
değişikliğinde dahi, Kürdlerin payına düşen
yüzde 20’lik temsil hakkını almaya kalkıştı.
Irak Parlamentosu’nda grubu olan tüm Kürd
partiler bu konuda ortak tavır sahibidir.
Kürdler gerçekçi bir ortaklık temelinde kendi
isteklerinden geri adım atmayacaktır” dedi.
ABD’nin Erbil ile Bağdat arasında uzlaşma
arayışında olmasının gayet doğal olduğunu
ifade eden Goran, “ABD kendini Irak’ın sahibi
olarak görüyor. Bu açıdan bakıldığında,
Irak’taki tarafları uzlaştırma girişimlerini doğal görmek gerekir. Görüşmeler bu
temelde idi ve görüşmelerde yeni hükümetin
desteklenmesi için çağrılar da vardı ancak
ABD’nin esas önceliği IŞİD’e karşı cephenin
güçlü kalması ve mücadelenin kararlılıkla yürütülmesini sağlamaktı. John Kerry,
McGurk ve Biden’in KBY ile görüşmeleri bu
çerçevededir” dedi. Kürd İttifakı’nın Irak
Parlamentosu’nda yaşanan kargaşanın tarafı
olmadığını belirten Irak Parlamentosu PDK
Grup Başkan Vekili Xesro Goran, bu yüzden
oturum ve oylamalara katılmayacaklarını da
vurguladı.
Osman: Obama’nın öncelliği Bağdat
ABD yönetiminin KBY ile hafta içinde
gerçekleştirdiği görüşmeleri BasHaber’e
değerlediren Kürd siyasetçi Mahmud
Osman, ABD’nin 2011’de Irak’tan çekilirken
Bağdat yönetimi ile stratejik bir anlaşma
yaptığını hatırlatarak: “Geçmişte de bunu
hep belirttim. ABD’nin önceliği Erbil değil,
Bağdat’tır. Her iki taraf arasında süren krizde
ABD tarafsız değil, tarafı bellidir ve Bağdat’ı
destekliyor. Daha önceki yönetimler de
böyleydi, Obama yönetimi de aynı siyaseti
izliyor. Sürekli Bağdat’la anlaşması için Erbil’e
baskı uygulamasının sebebi budur. Hiçbir
zaman, Kürdlerin Irak Anayasası’na göre
hakları çiğneniyor diye Bağdat’a baskı yaptığı
görülmedi. Başbakan Neçirvan Barzani’nin
Kerry tarafından Bağdat’a çağırılmasını da bu
şekilde okumak lazım. Kerry pekala Bağdat’a
geldikten sonra Erbil’e gelebilirdi. Ama bunu
yapmadı. Bu bir tavırdı ve Kürdlere, ‘Irak’ın
birliğini savunuyorum’ mesajı verdi. Dolaysısıyla ABD seçimlerinin sonucu ne olur bilmiyoruz ama Obama iktidarda olduğu müddetçe, Washington’un Kürdlere karşı siyasetinin
değişmesini beklememek gerekiyor” dedi.
Bağdat’ta yaşanan kargaşayı da değerlendiren Osman, “Sonuç önümüzdeki
günlerde beli olur. Bağdat’ta İbadi de dahil,
tüm yönetimin değişmesini savunan ittifak,
Parlamento Başkanı ve Kürd yardımcısı
Aram Şeyh Muhammed’i de görevden aldı.
Birkaç gün içinde yeni Parlamento Başkanı’nı
seçeceklerini ve Parlamento tarafından
seçilen Başbakan ile Cumhurbaşkanı’nın da
reform kapsamında görevlerine son vereceklerini açıklıyorlar. Ancak şurada böyle bir
durum var. İttifak Parlamento’daki oturuma
174 üyenin katıldığını, Cuburi ise 134 üyenin
katıldığını ve dolayısıyla salt çoğunluk
sağlanamadığını iddia ediyor. Bu durumda
Parlamento’daki oturum yasalara aykıdır.
Durumun Irak Yüksek Mahkemesi’ne intikal
edeceğini ve orada bir karara bağlanacağını
düşünüyorum. Bence burada önemli olan
Kürd tarafının tavrıydı. Kürdler kargaşanın
bir tarafı olmadan, ortak bir tavır sergilediler”
ifadelerini kullandı.
Kurbani: Arap iktidar aklı Kürdleri
bağımsızlığa zorluyor
“Irak’ta yaşananlar iki yönlü değerlendirilebilir” diyen gazeteci Arif Kurbani de özellikle
son iki yılda Bağdat yönetiminin büyük
ölçüde Tahran’ın güdümünde kaldığını
söyledi. Kurbani, “ABD’nin Irak’tan çekilmesinin ardından Irak bölgede İran’ın arka
bahçesi olmuştur. ABD ve İngiltere’nin başını
çektiği batılı ülkeler Haydar İbadi’nin reform
ve revizyonlarını destekleyerek, Irak’ta hizipçi
ve mezhepçilikten uzak, İran’ın güdümünden
kurtulmuş bir Irak için çalışıyorlar. İkinci
yönü ise şu: Irak’ta Dava Partisi’nin başını
çektiği Şii Bloku, bundan sonraki süreçte
de Irak’ın tek hakiminin kendileri olmasını istiyor. Bu yüzden diğer bileşenlerin ve
farklılıkların iktidardaki varlığına son vermek
istiyorlar” dedi. ABD’nin Arap ve Kürd
ittifakını güçlendirerek Tahran’dan uzak
tutmak istediğini ve Washington yönetiminin
bu kapsamda KBY ile yoğun temas halinde
olduğunu vurgulayan gazeteci Kurbani, “Ne
var ki Arap iktidar aklı, Kürdleri bağımsızlığa zorluyor. ABD’nin baskı ve zorlamaları
olmazsa, Arapların Kürdlere pay vereceğini
ve iktidara ortak edeceğini sanmıyorum. Bu
bakımdan Kürdlerin bağımsızlık ve referandum istemesi sadece kendi isteklerine bağlı
bir durum değil. Bir boyutu da Bağdat’ın
zorlamalarının sonucudur. Deyim yerindeyse
Bağdat kendine kuyruk olmuş, Arap hükümranlığı altında bir Kürd istiyor. Kürdler bunu
kessinlikle kabul etmiyor. Zaten görüşmeler
hakkında yapılan açıklamalara baktığımızda KBY’nin ABD’li yetkililere bu konuyu
anlattığını ve bağımsızlık fikrinden geri adım
atmayacaklarını beyan ettiklerini görüyoruz”
diye konuştu.
HABER
BasHaber
18 Nisan - 24 Nisan 2016
5
SÖYLEŞİ
Yolsuzluk soruşturmaları derinleşecek
KBY de yolsuzluklara karşı
mücadele kapsamında ilk gözaltı
gerçekleşti. Hafta içinde Kürdistan
Bölgesi Merkez Bankası Başkanı Ethem Kerim ve yardımcısı,
yolsuzluğa bulaştıkları iddiasıyla
Erbil Asayiş Müdürlüğü tarafından
gözaltına alındı. Konu hakkında
BasHaber’e konuşan KBY Temiz
Eller Komisyonu Başkanı Hakim
Ahmet, Merkez Bankası Başkanı
Kerim ve yardımcısının haklarında
hazırlanan dosyalar doğrultusunda
yolsuzluk ve karşılıksız çeksenet sağlama suçuyla gözaltına
alındıklarını belirten Ahmet, “KBY
Başkanı Mesud Barzani’nin talimatı
ve hükümetin kararıyla başlatılan
süreç işliyor. Hükümet, ‘yolsuzluk
IŞİD’den daha tehlikelidir’ diyor
Gulpi: Kürdlerin esas sorunu Bağdat’la
değil kendileriyledir
Kürdlerin bağımsızlık ve referandum
isteğinin ABD tarafından endişe ile karşılandığını dile getiren siyasetçi Dr Fayiq Gulpi ise,
“ABD, KBY Başkanı Mesud Barzani’nin bu dönemde bağımsızlık ve referandum söyleminden ve KBY’nin Türkiye’ye yakınlaşmasından
rahatsız. Buna karşın KBY ile Irak Merkezi
Yönetimi’nin yakınlaşmasını istiyor. Bunu
sağlayamayınca da Bağdat’ı destekliyor. Erbil
ile Bağdat arasındaki çekişme, Irak’ta IŞİD’e
karşı cepheyi zayıflatıyor. John Kerry bu
yüzden Neçirvan Barzani’yi Bağdat’a çağırdı
ve mesajını net bir şekilde iletti”dedi. Saddam
rejiminin yıkılması ardından ABD’nin Irak’ta,
demokratik federal bir devlet kurmayı hedeflediğini söyleyen Gulpi, “Ancak geçen 13 yıl
bunu gösterdi ki, Irak’taki iktidar aklı, Arabı,
Kürdü, Şiisi ve Sunnisi ile birlikte, birleşik
demokratik federal bir devletin inşası için
yetersizdir. Bu yüzden sorunlar çözülemiyor,
aksine derinleşiyor. KBY ile Bağdat merkezi
yönetimi arasındaki siyasi çekişmeler bunun
bir örneğidir. Bağdat yönetimi tarafların
ortak uzlaşması sonucu kurulmuş olsa da,
hizipçiliği ve mezhepçiliği aşamamaktadır.
Halk, hizipçi ve mezhepçi bir iktidarı desteklemiyor ve kendi iradesini temsil etmeyen
hükümetten reform yapmasını istiyor. Bu
yüzden geçmişte Bağdat’ta kapsamlı gösteriler yapıldı” dedi.
Güney Kürdistan’da partiler arasında
yaşanan siyasi ve ekonomik krize dikkat
çeken Gulpi, Kürd partilerin kendi aralarında yaşadığı sorunların, Bağdat’la yaşanan
sorunlardan daha ciddi olduğunu savundu:
“Kürd partileri arasındaki siyasi kriz, yaşanan
ekonomik kriz ve IŞİD savaşından kaynaklı
güvenlik durumu, Bağdat’la çelişkilerden
çok daha önemlidir. Bağdat’tan koparak bu
sorunlar çözülür mü? Bence daha büyük
sorunlarla karşılaşırız. Özellikle ABD ve İran
gibi iki güçlü ülke Irak’ın parçalanmasına
karşıyken Kürdlerin bağımsızlık ilan etmesi
çok zordur. Kürdler ve Şiiler birlikte IŞİD’e
ve bu konuda ciddiyetini gösteriyor. Temiz Eller Komisynu’da bu
destekle çalışmalarını sürdürüyor.
Hakkında dosya hazırlanan kişiler
var ve bu kişilerin yurt dışına
çıkması yasaklandı. Önümüzdeki
dönemde başka tutuklanmalar
da olacaktır. Adı geçen şahıslar
idari mahkemenin isteği üzerine
yolsuzluk ve rüşvet suçuyla gözaltına alınmış bulunuyor. Erbil Asayiş
Müdürlüğü gerekli açıklamayı ile
kamuoyunu bilgilendirdi. Bunun
dışında iddialar netleşmeden ve
mahkeme sonuçlanmadan bilgi
vermek doğru olmaz. Davanın
petrol kaçakçılığını da içerdiğini
söyleyebilirim. Yine bu davalar Erbil
dışında Süleymani ve Duhok’u da
kapsayacaktır” dedi.
televizyonuna konuşan KBY Başkanı Mesud
Barzani, “Bizim için öncelikli konu IŞİD’in
varlığına son verilmesidir. IŞİD’in Musul’daki
varlığı her zaman Kürdistan için tehdittir.
Dolayısıyla Musul Operasyonu’nun nasıl
yapılacağından çok, IŞİD’den kurtarıldıktan
sonra Musul’un nasıl yönetileceği önemlidir.
Musul kurtarıldıktan sonra, eskiden yaşananların tekrar edimeyeceğine dair Musul
halklarına garanti verilmelidir. Aksi takdirde
IŞİD gitse bile, yeniden faklı tehditlerin
ortaya çıkması kaçınılmaz olur” şeklinde
konuştu. KBY Başbakan Yardımcısı Kubat
Talabani başkanlığındaki bir heyetle ABD’ye
giden KBY İçişleri ve Peşmerge Bakanı Kerim
Sincari de, katıldığı bir konferansta Peşmerge
Güçleri’nin Musul Operasyonu’na katılacağını, ancak kente girmeyeceğini söyledi.
karşı savaşıyor. Kürdistan’ın bağımsızlığı
yeni bir Şii-Kürd savaşını tetikleyebilir. Bence
Kürd halkının bağımsızlık konusunda irade
beyan etmesi tek başına yeterli olmayacak,
Irak, bölge ve dünya çapında bu talebe karşı
tepki toplayacaktır” ifadelerini kullandı.
Barzani, İyad Allavi ile görüştü
KBY Başkanı Mesud Barzani, Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı ve Vataniyye Koalisyonu Başkanı İyad Allavi ile bir araya geldi.
Görüşmede taraflar KBY ve Bağdat merkezi
yönetimindeki mevcut siyasi kriz konusunda
bilgi alışverişinde bulundu. Barzani ve Allavi,
Irak’taki siyasi krizin ortak uzlaşı kriterlerine
sadık kalınmadığı müddetçe çözülemeyeceği
konusunda hemfikir olduklarını kaydetti..
“Önemli olan Musul operasyonundan
sonraki aşama”
Güney Kürdistan’daki savaş cephelerinde
hafta içinde sessizlik hakim olurken, KBY
Musul Operasyonu ve Peşmerge Güçleri’nin
katılımı üzerine önemli açıklamalarda
bulundu. Katar’da yayın yapan El Cezire
Barzani ve El Hakim’den işbirliği vurgusu
KBY Başkanı Mesud Barzani, Irak Yüksek
İslam Konseyi Başkanı Seyyid Ammar El Hakim ve beraberindeki heyeti de Selahadin’deki Başkanlık Konutu’nda kabul etti. Görüşmede, El Hekim, Yüksek İslam Konseyi’nin
son toplantısında Irak’ta yaşanan siyasi ve
Ayrılma için Çekoslovakya Modeli
Çek Cumhuriyeti İçişleri Bakan Yardımcısı Jerry Novacek ile bir araya gelen
Kürdistan Bölgesi Güvenlik Ajansı Müsteşarı Mesrur Barzani, Irak ile Kürdistan
Bölgesi’nin ayrılma sürecinde Çek ve
Slovenya modelinin esas alınabileceğini söyledi. Mesrur Barzani görüşmede,
‘‘Bölgede yaşanan istikrarsızlık ve şiddet
olayları Avrupa’nın imzaladığı sınır anlaşmalarından kaynaklanmaktadır’’ diyerek,
Irak ile KBY’nin ayrılması sürecinde Çek ve
Slovenya modelinin esas alınabileceğini
söyledi. Çek hükümeti ve halkına Peşmerge
Güçleri’ne yaptıkları yardımdan dolayı teşekkür eden Barzani, ‘‘Peşmerge’ye yardım
tüm uluslararası topluma yardım anlamına
gelmektedir’’ şeklinde konuştu.
Çek Cumhuriyeti İçişleri Bakan Yardımcısı Jerry Novacek ise görüşmede, KBY’nin
ihtiyaçlarının karşılanması gerektiğini
belirterek ve IŞİD ile mücadele kapsamında
Peşmerge’ye acilen askeri yardım yapılması için çaba sarf edeceklerini söyledi.
Görüşmede, Bağdat-Erbil arasında yaşanan sorunların barışçıl yollarla çözümünün
önemine vurgu yapıldı.
05
ekonomik krize ilişkin yapılan değerlendirme ve ortaya çıkan çözüm yolları hakkında
Barzani’ye bilgi verdi. Barzani de, Seyyid
Ammar El Hakim’i Yüksek İslam Konseyi’nin
başkanlığına tekrar seçilmesinden dolayı tebrik etti. Barzani, KBY ve Irak arasında yaşanan
siyasi kriz hakkında Iraklı heyete görüşlerini
sundu. Taraflar, krizin aşılması ve sorunun
derinleştirilmemesi için geliştirilmesi gereken çözüm yollarıyla ilgili görüş alışverişinde
bulundu. Taraflar aynı zamanda, daha önceki
diktatör rejimin yıkılmasında nasıl güç birliği
yapıldıysa yeni rejim ile olan mevcut krizin
çözümünde de işbirliği yapılması gerektiğine
vurgu yaptı.
Barzani ve Biden Bağdat krizini görüştü
ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın, KBY
Başkanı Mesud Barzani’yi telefon ile arayarak
IŞİD ile sürdürülen savaş hakkında görüştü.
Görüşmede, Erbil-Bağdat ilişkileri ve Irak’taki
son siyasi gelişmelerle yaşanan krizin çözümüne dair fikir alışverişinde bulunuldu, her
iki taraf da siyasi sürecin normalleşmesi için
ortak hareket etmeye devam edilmesi gerektiği belirtti., Barzani ve Biden ayrıca Musul’un
IŞİD’in işgalinden kurtarılması için Iraklı
güçlerle Peşmerge’nin dayanışmasının devam
etmesi gerektiğine vurgu yaptı.
Barzani McGurk’u kabul etti
KBY Başkanı Mesud Barzani, ABD Bakanı
Barack Obama’nın Özel Temsilcisi Brett
McGurk ve beraberindeki heyeti de Başkanlık
Konutu’nda kabul etti. Görüşmede Barzani
ve McGurk, Irak’taki siyasi kriz ve sorunların çözümü konusunda görüş alışverişinde
bulundu. McGurk, KBY’nin Irak’ta siyasi
istikrar ve sorunların çözümü konusunda
önemli rolüne vurgu yaptı. Görüşmede ayrıca
IŞİD’in elinde tuttuğu Musul’un kurtarılması ve sonraki süreç de ele alındı. Taraflar
Musul’un kurtarılmasından sonraki süreçte,
kentteki etnik ve dini azınlıklar arasında bir
siyasi ittifakın gerekliliği konusunda hemfikir
olduklarını belirti.
Barzani: 10 yıl boyunca barışı beklemek,
1 saat savaşmaktan daha iyidir
KBY Başkanı Mesud Barzani, Diyarbakır
Valisi Hüseyin Aksoy ve beraberindeki heyeti,
Erbil’in Selahadin kasabasındaki Başkanlık
Konutu’nda kabul etti. Görüşmede Aksoy, Diyarbakır-Erbil arasında başlayan uçak seferlerinin her iki taraf arasındaki ortak ticari ilişkiler için önemli bir adım olarak tanımladı.
Barzani de bölgede yaşanan siyasi gelişmeler
ve Kürd sorununa değinerek, “Kürdistan halkı, silahlı mücadele ve diğer dönemlerde, sivil
halk ile kurumların korunması ilkesine bağlı
kalmıştı” dedi. Kuzey Kürdistan ve Türkiye’de
meydana gelen şiddet olaylarına ilişkin ise
Barzani, “10 yıl boyunca barışı beklemek, 1
saat savaşmaktan daha iyidir” diyerek, bölgeye bir an önce huzur gelmesi temennisinde
bulundu. Barzani ayrıca Diyarbakır ve Erbil
arasında direkt uçak seferlerinin başlamasından memnuniyet duyduğunu bildirdi.
06
ROJHİLAT
Durdurmak için
MESUT YEĞEN
Geçen hafta Türk tipi başkanlığın, milli ve yerli rejimin
giderek yaklaştığını yazmıştım.
İddiam özetle şuydu: Muhalif
olmanın daha zor, vatandaşlıktan
çıkarılmanın daha kolay olacak
göründüğü milli ve yerli rejim
sadece Erdoğan ve inanmışları
istediği için değil, MHP’lilerin
ve sekülerlerin önemli bir kısmı
ve müesses nizamın bildik kurumları da istediği için
yakınlaşıyor. Bir de milli ve yerli rejimi, Türk tipi
başkanlığı istemeyenler ürkek, kifayetsiz ve basiretsiz
olduğu için. Milli ve yerli rejimin isteyenlerini ve niye
istediklerini geçen hafta yazdım. İstemeyenlere, ama
ürkeklikleri, kifayetsizlikleri ve basiretsizlikleri yüzünden milli ve yerli rejimin gelişini durdurabilecek
gibi görünmeyenlere gelince...
Basiretsizlerden başlıyayım: Basiretsizliğin bugünlerdeki taşıyıcısı Kürd hareketinin silahlı kısmı. Milli
ve yerli rejimin yaklaşmasını kolaylaştıran ‘ulusal’ ruh
halinin oluşmasına en büyük katkıyı yapan faktörlerin
başında PKK’nin silahlı çatışmaya yapılan davete
icabet etmesi geliyor. Malum, ‘Türkiye kamuoyu’ 7
Haziran seçimlerinde milli ve yerli rejim, Türk tipi
başkanlık arzusuna belirgin bir biçimde hayır demişken, 1 Kasım’la beraber başka bir telden çalmaya
başladı. Bu değişikliğin en büyük sebebinin çatışma
durumuna geri dönüş olduğu da malum. Şimdi, eğer
milli ve yerli rejim, daha otoriter bir Türkiye Kürdlerin ve Kürd hareketinin faydasına olmayacaksa ki,
olacak gibi, olmuş gibi görünmüyor, milli ve yerli
rejim arzusunu büyüten çatışma durumunda ısrar
etmek pek basiretli bir tutuma benzemiyor. Eğer
Türkiye milli ve yerli rejimine kavuştuğunda Irak
ve Suriye Kürdistanlarında olduğu üzere bir kopuş
durumu olur beklentisiyle çatışma durumunda ısrar
ediliyorsa, bunun pek iyi bir hesap olmadığı ortada.
Bu ‘hesapsızlık’ tespiti doğruysa, milli ve yerli rejim
de ancak ve ancak Kürdlerin sıkıntısını katmerlendirecek olduğundan, milli ve yerli rejim arzusunu büyüten çatışma durumunda ısrar etmek basiretsizlikten
başka bir şey gibi görünmüyor.
Milli ve yerli rejimi istemeyen sekülerlerin,
CHP’nin hali ise tam bir kifayetsizlik hali. Kifayetsizlikten kast ettiğim milli ve yerli rejimi bu kadar
kuvvetle istemeyip, bu kadar az etkili şey yapabilmek
durumu. Milli ve yerli rejimi istemeyen, ama istediklerini milli ve yerli rejimi başka istemeyenlerin
istedikleriyle ortaklaştırmak, uzlaştırmak için sıfır
çaba harcayan bir CHP ve seküler cemaat var. “Milli
ve yerli bir rejim olmadığında, Türk tipi başkanlık
durdurulduğunda ne olacak?” sorusuna halen
Anayasa’nın ilk bilmem kaç maddesi korunmuş
olacaktan başka bir şey diyemeyen bir CHP var; Milli
ve yerli rejim hayalinin karşısına sekülerler, Kürdler,
dindarlarca paylaşabilen bir başka Türkiye hayali
dikemeyen kifayetsiz bir CHP.
Bir de ürkekler var. Türk tipi başkanlığın, milli
ve yerli rejimin memleket için hayırlı bir şey olmayacağını bile bile, “zamanı değil”, “elimizdekilerden
oluruz”, “eski Türkiye bizi yutar” korkusuyla karşı
duramayan muhafazakarlar. Sekülerler ve Kürdlerle
yeni bir Türkiye hayali kurmaktansa, sekülerlerin ve
Kürdlerin bastırılmasına dayalı milli ve yerli rejim
hayaline kerhen de olsa onay veren muhafazakarlar.
Milli ve yerli rejimi giderek yaklaştıran, bu türden
bir rejimi arzulayanların az olmayışı olduğu kadar
sözünü ettiğim basiretsizlik, kifayetsizlik ve ürkeklik
halleri. Üstelik, milli ve yerli rejime o kadar yaklaştık
ki, bugün basiretsiz, kifayetsiz, ya da ürkek olan
aktörlerden biri “vazgeçtim, başka türlü yapacağım”
dese bile korkarım artık çok geç. Türk tipi başkanlığı,
milli ve yerli rejimi durdurabilmek için hem basirete,
hem kifayete, hem cesarete ihtiyaç var.
BasHaber
18 Nisan - 24 Nisan 2016
Doğu Kürdistan:
Peşmerge ülkeye dönüyor
İ
Mehmet Salih Batırhan
ran Kürdlerinin 25 yıllık bir
sessizliğin ardından geçtiğimiz ay
Kelaşin’de yapılan Newroz kutlamasında İran Kürdistan Demokrat
Partisi (KDP-İ) Genel Sekreteri Mustafa Hicri, Doğu Kürdistan’a Peşmerge
gönderme kararı aldıklarını, İran’ın
olası saldırılarına karşı da kendilerini
savunacaklarını açıkladı.
KDP-İ, Kürdistan Bölge
Yönetimi’nin (KBY) Baas rejiminden
kurtulup federasyon ilan etmesi ile
birlikte İran’da askeri çalışmalara son
verip, buradaki kamplara yerleşmişti. 1988’de Liderleri Dr. Qasemlo’yu
Viyana’da barış görüşmeleri yaparken,
sonraki liderleri Dr. Şerefkendi’yi de
1992’de Berlin’de İran’ın suikastları ile
yitiren, KDP-İ askeri çalışmalarına
son vermişti.
KDP-İ yöneticileri, KYB’nin uluslararası arenada desteklendiğini ve
İran’ın artık Erbil’e siyasi ambargo
veya iç işlerine karışma yönünde bir
hamle yapamayacağını belirterek,
İran’ın Kürd kazanımlarını tehdit
edici politikalarına sesiz kalmayacaklarını söylüyor.
KDP-İ Peşmergeleri’nin dönüşüyle
birlikte, Doğu Kürdistanlı diğer siyasi
partiler de siyasi ve askeri çalışmalarına girişerek aralarında ortak bir
cehpe oluşturulması için görüşmelere
başladı. BasHaber’e konuşan KDP-İ,
HDK, PAK, İran Komela, Kürdistan
Komela gibi Doğulu örgütlerin yöneticileri artık Kürd haklarının çiğnenmesi karşısında tutum sahibi olmaları
gerektiğine söyleyerek, Peşmergenin
halkın içine dönüşünün önemli
olduğunu ve birlikte hareket etmeleri
gerektiğini ifade ediyor.
KDP-İ: Peşmerge halkın içinde
yer alacak
KDP-İ Merkez Komite Üyesi
Rostem Cihangîrî, 25 yıl önce Güney
Kürdistan’ın geleceği için silahlı
mücadeleyi durdurdukların, ancak
artık Doğu’da aktif bir şekilde çalışma
vaktinin geldiğini düşündüklerini
söyledi. Cihangîrî Doğu halkının da
Peşmerge’nin dönmesini istediğini
söyleyerek, “Peşmerge dönerse İran
rejimi zulüm uygulayamaz. Halk
Peşmerge’nin ülkede olmasını istiyor”
dedi.
KDP-İ Erbil Temsilcisi Mihemed
Salih Qadirî de, Peşmerge’nin dönüşü
ile ilgili olarak İran’ın 25 yıldan fazla
bir süredir Kürd sorununa güvenlik
politikaları ile yaklaştığını ve Kürd
kentlerini militarize ettiğini söyleyerek “İran’ın uyguladığı zulmü artık
kabul etmiyoruz. Halkımızı yalnız
bırakmayacağız. Dağ ile şehir çalışmalarımızı birleştireceğiz. Peşmerge
halkın arasında yerini alacak” şeklinde
konuştu.
PAK: Silahlı mücadeleden başka
yol bırakmadılar
Kürdistan Özgürlük Partisi (PAK)
Başkan Yardımcısı Hûsên Yezdanpena da BasHaber’e İran’ın yıllardır
Kürdlere uyguladığı zulme karşı Doğu
Kürdistan’daki siyasi partilerin ortak
bir tutum sergilemeleri gerektiğini belirtiyor. Yezdanpena ortak bir
cephenin oluşturulması gerektiği
söyleyerek, Doğu’da Peşmerge’nin
ortak bir komutanlık altında bir araya
getirilmesi yönünde çağrı yaparak
şöyle dedi: “Haklarımızı silahla
savunmaktan başka bir yol yok, diğer
partiler de aynı kanaatte. Ülkemizi talan ediyorlar. Stratejimiz önümüzdeki
dönemde daha da netleşecektir.”
İran Komela: Birlikte çalışmayı
umuyoruz
İran Kürdistan’ı Devrimci Emekçiler Topluluğu (İran Komela) Üyesi
Anwar Mohamedi de BasHaber’e
KDP-İ’nin ülkeye dönüş kararının
önemli ve değerli bir çalışma olduğunu ifade ederek, tüm partilerle
iletişime geçtiklerini ve yapılacak çalışmaları da desteklediklerini belirtti.
İran’ın bölgedeki devletlerin iç işlerine
karışma temelinde bir altyapı oluşturduğunu vurgulayan Mohamedi,
“İran, KYB’nin kazanımlarını ortadan
kaldırmak istiyor. Bu anlamda hiçbir
sınır da tanımıyor” dedi.
HDK: Halkı birliği bekliyor
Kürdistan Demokrat Partisi (HDK)
Merkez Komite Üyesi Îbrahîm Zewayî
de BasHaber’e, KDP-İ tarafından
başlatılan süreci olumlu karşıladığını
ve desteklediğini söyleyerek, Doğu
Kürdistan’daki çalışmaların çok
yönlü olarak sürdürülmesi gerektiğini belirtti. Kendilerinin de geçen
yıl Peşmerge güçlerini sınır hattına
gönderildiklerini ve daha aktif çalışma
yürüteceklerinin altını çizdi. İran’ın
uzun süredir Kürdlere zulüm yaptığını belirten Zewayî , “Peşmergelerimiz
sınır hattında. Halkımızı savunmaya
devam edeceğiz. Doğu Kürdistan halkı da artık bir birliğin gerçekleşmesini
istiyor ve bekliyor” dedi.
Komela: Birlik halkın Doğu
Kürdistan halkının çıkarınadır
Kürdistan Devrimci Emekçiler
Topluluğu (Komela Kurdistan) Erbil
Temsilcisi Mohamed Ferhadzade de
KDP-İ’nin aldığı kararın çok önemli
olduğunu söyleyerek ortak bir siyasetle birlikte hareket etmeleri gerektiğine
vurgu yaptı. Ferhadzade, “Tek tarafla
silahlı mücadele başlatılmaz, ne
yaparsak birlikte yapmalıyız“ diyerek,
siyasi partilerin ortak cephe arayışına dikkat çekti. Ferhadzade, birlik
oluşturulduğu takdirde daha güçlü bir
çalışma yürütebileceklerini ve halkın
nezdinde de daha etkili olacaklarını
söyledi.
BasHaber
ROJAVA
18 Nisan - 24 Nisan 2016
Kürd mahallesine kimyasal saldırı
H
Siwar Bedirxan
alep’in kent merkezini kontrol
eden, Sultan Murad Tugayları,
El Nusra Cephesi, Nureddin
Zengi Tugayları, Şam Cephesi ve Ahrar
el Şam’ın bir süredir Kürdlerin yaşadığı
Şêx Meqsud Mahallesi’ne saldırıları
devam ediyor. Şeyh Maksud Mahallesi
yöneticileri, onlarca sivillin öldüğü
abluka altındaki mahallenin katliam
tehlikesi altında olduğuna dikkat
çekiyor. BasNûçe’ye konuşan Rojava’daki yöneticiler uluslararası örgüt
ve kuruluşlara çağrıda bulunarak Şeyh
Maksud Mahallesi’ne insani bir koridor
açılmasını talep etti.
Bu arada Rusya’nın hava desteğini
alan Suriye Ordusu, Halep’te büyük
bir operasyonun başlattı. Bölgedeki
askeri hareketliliği izleyen Efrin’deki
gazeteci Mohamad Eli, rejimin Malla
bölgesi ve stratejik konuma sahip
Kastillo karayolunu kontrol etmeye çalıştığını söyledi. 5 yıldan beri
iç savaşın sürdüğü Suriye’de rejim
kontrolündeki bölgelerde Parlamento seçimleri düzenledi. 7.5 milyon
vatandaşın göçtüğü, on binlercesinin
öldüğü, kimi bölgelerinin insansız
sahalara dönüştüğü ülkenin sadece
rejimin kontrolündeki bölgelerde
sandıklar kurulurken, IŞİD, El Nusra,
Ahrar el Şam’ın kontrolündeki bölgelerde seçimler yapılmadı. Seçimleri
boykot edeceklerini kaydeden PYD
yönetimi de Rojava’da seçim sandıklarının kurulmasına izin vermedi.
Öte yandan, Cenevre görüşmelerinin ikinci turu da başladı. Suriye krizine siyasi çözüm arayışı kapsamında
Beyrut, Ürdün, Rusya, Suriye ve İran’a
ziyaretler gerçekleştiren BM Suriye
Özel Temsilcisi Staffan de Mistura,
Cenevre görüşmelerinin ikinci turu
için fazla mesai yapmaya başladı. Suriye Muhalefeti Yüksek Konseyi temsilcileri görüşmelerin ilerlemediğini
ve rejimin askeri çözümü dayattığını
savunuyor. Suriye rejimi de Viyana
Konferansı’nda kararlaştırılan ve 18 ay
içinde yürürlüğe konulması planlanan
geçiş sürecinin hayal olduğunu savu-
nuyor. Suriye Kürdleri Ulusal Konseyi
(ENKS) de görüşmelere muhalefetin
yanında katılmaya devam edeceklerini
söyledi. Görüşmelere ilişkin açıklama
yapan ENKS Kürdlerin bazı haklar
elde etmesi için Cenevre’nin bir fırsat
olduğunu söyledi.
Cemil Kurmênc: 140 ölü 500 yaralı
sivil var
Selefi grupların kuşattığı Halep’in
Kürd Mahallesi Şeyh Maksud’daki
çatışmalarda devam ediyor. 27 Şubat
tarihinde Birleşmiş Milletler, ABD ve
Rusya’nın öncülüğünde başlatılan ateşkes, YPG’nin Şeyh Maksud’da askıya
alınmış durumda. Bölgedeki gelişmeleri BasHaber’e aktaran Şêx Meqsud Halkevi yöneticilerinden Cemil Kurmênc,
“Selefi gruplar, son bir haftada ağır
silahlar kullanmaya başladı. Siviller
katlediliyor. Evlerdeki yemek ve su stoğu bitmek üzere. Uluslararası örgütlere
çağrı yapıyoruz sesimizi duyun” çağrısını yaparak durumun ciddi olduğunu
açıkladı. Açıklamasının devamında
da Kurmênc, medyada iddia edilen
klor ve fosfat gazı kullanıldığına ilişkin
iddiaları da doğrulayarak saldırılarda
şimdiye dek 140’ın üzerinde sivilin
öldüğünü ve 500’e yakın sivilin de yaralandığını iddia ederek, “Yeni silahlar
deniyorlar. Kullandıkları kimyasal ve
fosfatlı silahlar insanları hemen öldürüyor. Kimyasal silahlardan yayılan
gazları soluyanların ağzından köpükler
geliyor ve hemen hayatını kaybediyor” açıklamasını yaptı. Halep’in kent
merkezini kontrol eden, Sultan Murad
Tugayları, El Nusra Cephesi, Nureddin Zengin Tugayları, Şam Cephesi ve
Ahrar el Şam bir süredir Şêx Meqsud’a
saldırıyor.
Sihanok Dibo: Şeyh Maksud’a bir
koridor açılmalı
Selefi grupların Şêx Meqsud’a saldırılarına ilişkin BasHaber’e bilgi veren
PYD Dışişleri Komisyonu yöneticilerinden Sihanok Dibo, saldırganların
Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan
tarafından desteklendiklerini ve
Kürdleri katletmek üzere bölgeye
konuşlandırıldığını savundu. Dibo,
bölgedeki devletlerin Kürdlerin kazanımlarını ortadan kaldırmaya yönelik
her şeyi göze aldıklarını kaydederek
Şeyh Maksud saldırılarına göz yuman
ve destek veren uluslararası güçleri
kınadığını söyledi. Dibo, “Rojava’da
huzur ve barış sağlandı. Halklar kendi
kaderini tayin ediyor. PYD’nin kurduğu
sistemi boşa çıkarmak ve Kürdlerin
bölgeye getirdiği demokrasiyi ortadan
kaldırıyorlar. Şeyh Maksud saldırılarını yapan teröristleri ve onlara destek
veren uluslararası güçleri kınıyorum.
Uluslararası yardım kuruluşlarının ve
uluslararası güçlerin koridor açması
lazım. Onlara çağrıda bulunuyoruz”
değerlendirmesini yaptı.
Mihemed İsmail: BM müdahele
etmeli
Suriye Kürdistan Demokrat Partisi
(PDKS) Üyesi Mihemed İsmail de
BasHaber’e konuşarak Selefilerin Şeyh
Maksud’a yaptıkları saldırılara karşı
uluslararası kamuoyuna duyarlılık
çağrısında bulundu. İsmail, bölgeden
ciddi haberlerin geldiğini ve yüzlerce
sivilin katledilme tehlikesi ile yüz yüze
olduğuna dikkat çekerek Birleşmiş
Milletler’in duruma müdahale etmesi
gerektiğini belirtti. ENKS’nin saldırıları
ve sivil kayıpları ivedilik ile incelediğini de söyleyerek,”ENKS saldırıları
kınadığını açıkladı. Bu gruplar biran
önce saldırılara son vermeli. ENKS
uluslararası hukukta ve diplomasi
de bu katliam girişiminin takipçisi
konumundadır. Gelişmeleri yakından
izliyoruz” şeklinde konuştu.
ENKS’nin de katılmış olduğu Cenevre görüşmelerinin ikinci turunu da
hatırlatan İsmail, ENKS’nin Cenevre
görüşmelerini Kürdlerin haklarını elde
etme ve dillendirmeleri için önemli bir
fırsat olduğunu söyleyerek şöyle konuştu: “ ENKS Cenevre görüşmelerine
muhalefetin yanında katılmaya devam
edecek. Muhalefetin her konsey ve kurulunda temsilcilerimiz var. Kürdlerin
haklarını ve taleplerini uluslararası
güçlere, uluslararası diplomasiye aktarma imkanı buluyoruz. Bu önemlidir.”
07
Sorunların dili ve
çözümün püf noktaları
AHMET ÖZER
Sıkıntılı bir süreçten geçiyoruz.
Türkiye son zamanlarda hızla bir iç
çatışmaya doğru yol alıyor. Hemen
her gün onlarca cenaze, onlarca ölüm
haberi geliyor. İşin kötüsü toplum
bu gidişatı ve sayılarla verilen ölüleri
kanıksamış durumda. Daha doğrusu
izlenen politika ve yapılan propagandalarla bu durum topluma kanıksandırıldı. Adeta felçli ve duyarsız bir toplum
haline getirildik. Ülkenin bir bölgesi kan revan içindeyken,
diğer bölgelerde tık yok. Peki bütün bunlar neden oluyor?
Türkiye’nin şu anda içinden geçtiği süreçte Kürd Sorunu bağlamında yaşadığı dört temel sorun alanı var. Bu sorun alanları
şunlardır: Rojava, silahsızlanma, yönetim, kültürel haklar ve
dil meselesidir.
Rojava meselesi hem Suriye politikası hem de içerdeki
Kürd sorunuyla yakından bağlantılıdır. Hükümet ısrarla
sürdürdüğü bu yanlış dış politikayı terkedip Rojava’daki Kürdleri dost ve kardeş halk kategorisinde görür ve ona göre davranırsa bu sadece onun Suriye’de elini güçlendirmekle kalmaz
aynı zamanda içerdeki Kürd meselesinin çözümüne de büyük
katkı yapacaktır.
İkinci önemli nokta özlenen barışın bir an önce tesisidir.
Bunun içinde silahların susması ve çatışmaların durması
gerekir. Bu konuda Türkiye’nin kanaat önderleri, önemli STK
yöneticileri, akil adamları üçüncü göz olarak devreye girip
hakem rolü oynayabilirler. Aksi taktirde ölüm üzerinden çözüm aramak sonu olmayan beyhude bir arayıştır. Kürd sorunu
adam öldürmekle çözülmez. Tersine ne kadar çok ölüm olursa
o kadar çok düşmanlık tohumları ekilmekte ve çözüm daha da
zorlaşmaktadır
Yönetim ve kültürel haklar meselesine gelince. Bugün
Kürdler açısından birbiriyle çelişen iki süreç birlikte işliyor.
Kürdlerin Türkiye’den ayrılması konusunda bir güçlü istekleri
ve talepleri yok. Yani Kürdler, Türkiye Cumhuriyeti’nden
ayrılmak istemiyor. Yapılan araştırmalar ve gözlemler bunu
ortaya koyuyor. Ancak bununla berber Kürdler aynı zamanda
Kürdlüklerinden de vazgeçmek istemiyor. Dillerini, kültürlerini özgürce yaşamak ve geliştirmek istiyor. O halde bu iki unsuru içeren bir çözüm bulmamız gerekir. Yani ne ayrılık ne de
red ve inkar.. Bir orta yol bulunmak durumunda. Ayrılmayan
ama idare ve dil siyasetinde işleyen yeni bir model.
Bu konuda başta siyasi partiler olmak üzere tüm sivil toplum iradesi harekete geçirilmeli... Örneğin CHP’nin ortak komisyon önerisi işletilebilir. Köşeye sıkıştırılmış olan HDP’nin
rol oynaması için önü açılabilir. MHP’ye itidal çağrısı yapılabilir. En önemlisi de AKP hükümeti çözüm konusunda güçlü bir
çözüm iradesi ortaya koyabilir.
Aslında başbakanın “silahlar susarsa her şeyi konuşabiliriz” sözü işin püf noktası ve önemli. Ne ki cumhurbaşkanı
hemen tersleyerek “ne çözümü” deyince başbakanda sustu
kaldı. Oysa bu konuda sorumluluk ve yetki hükümette ve
Başbakan’da. Başbakan’ın biraz daha dirayetli davranması
lazım.Tabi PKK’nin de silahlı çatışmadan vazgeçerek, 2013
Newroz’unda Öcalan’ın ortaya koyduğu çözüme dönmesi gerekir. Öcalan “silah dönemi bitti, sorunlar siyasetle çözülmesi
gerekir” demişti. Silahla ne PKK, ne de devlet bir sonuç elde
edebilir.
Somut adımlar atmadan önce, psikolojik altyapıyı oluşturmak gayesiyle dört anahtar kavrama işlerlik kazandırılmalı.
Bunlar; niyet, empati, barış dili ve bölünme paranoyasından
arınmadır. Tarafların gerçekten çözümden yana niyetleri
var mı? Bu soruya iki tarafta samimi biçimde evet diyorsa
çözüm olur. Aksi takdirde çabalar beyhude kalır. Oluşacak
barış ortamını zehirleyen savaş dili terkedilmeli. Daha itidallı,
birleştirici ve çözüme hizmet eden bir dil kullanılmalı. Madem
Kürdler ısrarla “biz ayrılmak istemiyoruz” diyorlar, o halde
birileri de ısrarla bölünmeyi gündemleştirmemelidir. Paranoyaya dönüşen bu durum terkedilmelidir. Eğer bu adımlar
atılırsa bir çözüm iklimi oluşur. Ardından atılacak demokratik
adımlarla yeni anayasa yapılabilir. Türkiye bu cendereden
çıkarak ilerler.
SÖYLEŞİ
BasHaber
SÖYLEŞİ
18 Nisan
- 24 Nisan 82016
Doç. Dr. Abdullah Kıran:
Kürdler hem devlete, hem de PKK’ye öfkeli
HDP’nin yüzde 70’in üzerinde oy aldığı Silvan, Silopi, Cizre, Varto, Nusaybin
ve İdil gibi yerleşim yerlerinde ‘özerklik’ ilanı ile başlayan çatışmalı
sürecin en önemli sonuçlarından bir tanesi de çatışmalar nedeni ile
yerlerinden göç etmek zorunda kalan insanların içinde bulunduğu zorlu
koşullar. 1960’lı ve 1990’lı yıllarda yaşanan göçten farklı olarak Kürdler
önce şehirlere şimdi de köylerine ya da güvende hissedebilecekleri
yerlere göçüyor. Devletin son 30 yıllık PKK ile mücadelesinde ilk defa hem ahlaki hem de psikolojik üstünlüğü ele
geçirdiğini iddia eden Kıran, “PKK ‘özyönetim’ yanlışında
ısrar edip Kürd halkını mağdur ettikçe, devlet de tüm
gücüyle PKK’yi köşeye sıkıştırmaya, halk nezdinde mahkûm
etmeye zorladı. Çünkü devlet bu göçe sebep olan şeyin PKK’nin
Yeter Polat
Kentlerde savaşmanın kentlerin boşalmasına neden olacağı gibi birçok
deneyim var dünyada. PKK, kent savaşı
başlatırken on binlerce insanın mağdur olacağını, kentlerin boşalacağını
öngörmedi mi? HDP, DBP yöneticileri
hendekler, barikatlarla tahkim edilmiş,
‘demokratik özerklik‘ ilanları ile baltayı
kendi seçmenlerinin ayaklarına vuracaklarını tahmin etmediler mi?
Bunu görmek için siyaset yapmaya bile
gerek yok. Devlet, egemenlik ve iktidar olgularından haberdar olan herkes, bir devletin,
özellikle de “egemenliğini” hedef alan her
girişim karşısında suskun kalmayacağını
bilir. Dünyadaki bütün devletlerin kıskanç
oldukları ve başkalarıyla paylaşmak istemedikleri yegane şey “egemenliktir.” 21. yüzyılda,
uluslararası hukukun kimi kazanımlarıyla
biraz gevşemiş veya gevşetilmiş olsa da, dünyada halen Jean Bodin ve Thomas Hobbes’in
tanımladıkları türden “mutlak bir egemenlik
ilkesinin“ geçerli olduğunu biliyoruz. Bu
egemenlik düşüncesine göre devletler, milli
sınırları dahilinde kamu güvenliğini sağlama
adına her türlü tedbiri alabilirler ve bu tedbirler söz konusu devletin iç işleri bağlamında
ele alınır. Hafız Esad 1980’de Suriye kentlerini
uçaklarla havadan vurup 20 binden fazla insan
öldürdüğünde kim ne demişti ki?
PKK’nin, kentlerde hendek ve barikatlar
kurarak tek taraflı özyönetim ilanı, telafisi asla
mümkün olamayacak yanlış bir politikaydı.
Galiba bu işin en trajik yönü de HDP’nin
yüzde 70’in üzerinde oy aldığı Silvan, Silopi,
Cizre, Varto, Nusaybin ve İdil gibi yerleşim
yerlerinin seçilmesiydi. Buralardaki yerel
yönetimler, nerdeyse son 20 yıldır zaten HDP
ve daha önce kapanmış veya kapatılmış Kürd
partilerinin elindeydi. Kaldı ki özyönetim
denilen şey de, merkezi hükümet ile belirli bir
hukuksal antlaşma çerçevesinde, bir nevi yerel
yönetim ve yerinde yönetim kapsamında olabilecek bir durum. Yani bir bağımsızlık değil.
Gücünüz ve imkânlarınız el verdiğinde, sizler
tek taraflı olarak bağımsızlık ilan edebilirsiniz;
ancak özerklik ve özyönetim ilan edemezsiziniz. Çünkü özerklik ve özyönetim iç hukuksal düzenlemeyle olabilecek bir durumdur.
Federalizm bile iç hukuksal düzenlemeyle
elde edilebilir. Maalesef özyönetim ilanı, Kürd
kentlerinin, medeniyetinin yıkımı için açık bir
davetiye olmuştur. Burada acı olan, “Cizre’de
hata yaptık” dedikten sonra, Yüksekova ve
diğer yerlerde de aynı hatayı tekrarlamak
olmuştur.
Devlet, PKK ile kent savaşına tutuşacağı zaman, Suriye’de olduğu gibi on binlerce insanın göçeceğini, bu insanların
mağdur olacağını ve yeni ve uzun vadeli
tehlikelere neden olacağını öngörmedi
mi? Neden sadece can güvenliği sağlamaya çalışma dışında tedbir almadı da
bu insanlar mağdur oldu?
Kanımca devlet, son 30 yıllık PKK ile
mücadelesinde, ilk defa hem ahlaki hem de
psikolojik üstünlüğü ele geçirdi. PKK özyönetim yanlışında ısrar edip Kürd halkını mağdur
ettikçe, devlet de tüm gücüyle PKK’yi köşeye
sıkıştırmaya, halk nezdinde mahkûm etmeye
zorladı. Çünkü devlet bu göçe sebep olan
yapının PKK’nin yanlış politikası olduğunu
biliyordu. 1990’larda Kürdleri göçe zorlayan
devletti. Yıllar sonra devlet bu hatasını anladı
ve köylerinden çıkarılmış olanlara tazminat
ödeyerek, bir nevi hatasını telafi etmeye çalıştı. Ancak PKK böyle vahim bir hata işlediğinde, devlet kendince güvenliğe öncelik verdi,
göç ve mağduriyeti çok da görmek istemedi.
Evet devlet isteseydi bu kadar kan dökülmez, göç ve yıkım da bu boyutlarda olmazdı.
Ancak güvenlik konusunda zaafiyet içinde
görünmemek için derhal müdahale etmeyi
seçti ve bedeli ne olursa olsun, egemenliğini
bir an önce tesis etme yoluna gitti. Eğer PKK
veya başka bir örgüt, Duhok veya Amediye’de
hendek kazsaydı, Güney Kürdistan Hükümeti
de aşağı yukarı aynı şekilde davranır, öncelikli
konu olarak kendi egemenliğini tesis etmeye
bakardı.
PKK ile devletin bu göçün yaşanacağını,
kentlerin boşalacağını, yıkılacağını bildiklerini varsayarak sormak gerekirse,
yanlış politikası olduğunu bildiğini“ ileri sürüyor.
“Güç ve imkanınız var ise tek taraflı bağımsızlık ilan edebilirsiniz, ancak
özerklik özyönetim ilan edemezsiniz“ diyen Doç. Dr. Abdullah Kıran, özerklik ve özyönetimin iç hukuksal düzenlemelerle olabileceğini vurgulayarak,
“Federalizm bile iç hukuksal düzenlemeyle elde edilebilir. Maalesef
‘özyönetim’ ilanı, Kürd kentlerinin, Kürd medeniyetinin yıkımı için açık bir
davetiye olmuştur. Burada acı olan, ‘Cizre’de hata yaptık’ dedikten sonra,
Yüksekova ve diğer yerlerde de aynı hatayı tekrarlamak” olduğuna dikkat
çekiyor. Kürdlerin illa da bir yönetime ihtiyaçları varsa, o da ‘özyönetim’
değil, ‘dil yönetimi’ olmalıydı diyen Muş Alparslan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Abdullah Kıran BasHaber’in
sorularını yanıtladı.
Çözüm Masası’na dönmenin bedelinin
bu mu olması gerekiyordu? Yoksa tabiri
caiz ise ortada bir ‘plan’ mı vardı? PKK’li
yöneticilerin ve Demirtaş’ın ‘hendek
siyaseti yanlıştı‘ dediği bir sürece geldik.
PKK neden kendisine uzun vadede dahi
zarar verecek, halk ile arasına mesafe
sokacak bu maceraya girişti?
Bir kere PKK’nin 7 Haziran seçimlerinden
sonra, tekrar şiddete dönmesi kadar yanlış
bir karar olamaz. Burada bir plan yok veya
olsa olsa plansızlık var. Hangi kurmay akıl,
nasıl bir strateji ile böyle bir karar aldı, bunu
anlamak, buna akıl erdirmek mümkün
görünmüyor. Maalesef ne PKK ve ne de HDP,
Kürd hareketinin 7 Haziran seçimleri ile elde
ettiği kazanımı okuyamadı, analiz etmedi
ve anlayamadı. Çünkü 7 Haziran seçimlerinden sonra Kürd hareketi tarihte ilk kez,
Kürd meselesini Meclis’te, barışçıl yollar ve
demokratik bir zeminde çözüme kavuşturma
şansı elde etti. Velev ki İmralı Masası devrildi,
olsun, hiç önemli değildi, bu kez bu masayı
Meclis’te kurma imkanı doğmuştu. Zaten CHP
de her durumda bu süreç Meclis çatısı altında,
hukuki bir zeminde yürüsün demiyor muydu?
İşte size Meclis’in kapıları sonuna kadar
açılmıştı, neden yararlanamadınız? Kaldı ki,
eğer PKK şiddet sapağına girmemiş olsaydı, HDP 1 Kasım seçimlerinde yüzde 15’ten
daha fazla oy alabilir, Meclis’e 100 civarında
milletvekili gönderebilir, belki de iktidara
bile ortak olabilirdi. 100 tane milletvekili New
York’ta BM önünde üç günlük bir açlık grevine
girdiğinde, Türkiye, Kürdlerin ana dilde eğitim
hakkını tanır ve bir damla kanın dökülmesine
de gerek kalmazdı. Selahattin Demirtaş’ın,
Türk solunun akıl hocalığında, daha 7 Haziran
gecesi, “Biz ne içerde ne de dışarıda AK Parti
ile koalisyon kurmayacağız” demesinden daha
vahim, bir siyasi açıklama olabilir mi? Siyaset
bir uzlaşma, bir sonuç alma sanatıdır. Kürd
halkı o desteği, kendi egolarınızı tatmin etmek
için vermedi, sizlerin de iktidarın bir ucundan
tutarak kendi meselesine çözüm üretmesi için
verdi. Maalesef HDP, siyaseti çok gereksiz bir
şekilde kişiselleştirdi. Sanki Kürdlerin derdi
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti iktidarını düşürmekmiş. Koca Kürd hareketi, Türk
solunun ütopik birkaç sloganı ile boğduruldu.
Yazık oldu, yazık edildi.
Çatışma ve göçertmelerin haritasına
bakıldığında, tümü ile PKK’nin paralel
iktidar olduğu, tabanın PKK’den yana
olduğu yerler olduğu, ahalinin genellikle politik Kürdler olduğu, Kürd kültürünün halen canlı olduğu, Kürdçe konuşulan yerler olduğu, genellikle sınırlardaki
yerleşimler olduğu veya sembolik, tarihi
değeri olduğu farkediliyor. Ve böyle bir
savaş ile bu yerlerin yakılıp yıkılacağı ve
nüfusun göçertileceği tahmin edilebilir.
Bu durumda böyle bir savaşın kararını vermek PKK açısından nasıl izah
edilebilir?
Tabi akıl ve mantık ile açıklanabilecek bir
durum değil. Sanki bilerek ve kasıtlı olarak,
özellikle Kürdçe konuşulan, Kürd kültürünün
taşıyıcısı niteliğindeki yerler hedef alındı. Bir
Kürd kültürü ve medeniyetinden söz açıldığında, Silvan, Cizre, Hakkari, ve Diyarbakır’ın
Sur ilçesi gibi yerleşim yerleri akla gelirdi.
Kürdler öncelikle bu birikimlerinin ayakta
durması ve yaşaması için çaba sarf etmeliydiler. Düşünsenize, bir zamanlar Silvan’da Kürd
olup da esnafla Türkçe konuşmak alay konusu
olurdu. Ama bugün sokaklardaki egemen dil
Türkçe’dir. Eğer Kürdlerin illa da bir yönetime
SÖYLEŞİ
BasHaber
18 Nisan - 24 Nisan 2016
9
SÖYLEŞİ
ihtiyaçları varsa, o da özyönetim değil,
“dil yönetim” olmalıydı. Dil bir kimliğin
DNA’sıdır. Bugün Türkiye’de Kürd dili
ölüyor, Kürdler de Türkleşiyor. Maalesef
PKK’nin Kürd dili ve kültürüne sahip
çıkma gibi bir derdi, bir vizyonu ve
politikası hiçbir zaman olmadı. Bu
harekete katılan Suriye ve İran Kürdleri
bile Türkçe konuşur.
Devlet birçok kentin yıkılması ardından, acil istimlaklara
girişerek, yeniden güvenlikli
mimarisi olan kentlerin inşasına
başlayacağını ifade ediyor. Sokak
aralarında panzerlerin dolaşabileceği geniş caddeler devletin
evlerini yıktığı Kürdlerle ilişkisini
onarabilecek mi?
PKK hendek ve barikatlarla Kürd
kentlerini hedef haline getirmeden
önce, devletin buraları yıkıp, güvenlik
anlayışı doğrultusunda yeniden dizayn
gibi bir girişimi yoktu. Şüphesiz evleri
yıkılan, göçe mecbur kalan Kürdler
hem devlete hem de PKK’ye öfke duymaktadır. Ancak devletin de, 1990’ların
anlayışı ile hareket etmediğini kabul
etmemiz gerekir. Mesela Diyarbakır’ın
Sur İlçesi’nin, Diyarbakır Belediyesi’nin
2012’de hazırladığı bir plana bağlı kalarak, UNESCO kriterleri esas alınarak
yeniden imar edileceğinin söylenmesi
önemlidir. Başbakan Ahmet Davutoğlu,
yeniden imar sürecinde şehrin tarihi ve
mimari realitesinin göz önünde bulundurulacağını Diyarbakır’da açıkladı.
Bölgede 500 bin ile 1 milyon arasında insanın evinden barkından
olduğu, bunlardan birçoğunun
evlerinin yıkıldığı ve artık dönüş
koşullarının kalmadığı biliniyor.
Bu kısa sürede Türkiye’de politik
koşullardan kaynaklı en büyük
göç dalgası. Türkiye nüfusunun
70/1’nin, Kürdistan’da yaşayan
her 12 kişiden birinin göçtüğü,
yer değiştiği söylenebilir. Bunun
yaratacağı sonuçları detaylandırırsak, ekonomik olarak nasıl bir
manzara ortaya çıkıyor?
Galiba bu yıkımın en tahrip edici
tarafı, yaklaşık 650 bin civarında
insanın yerinden olması ve çoğunun,
artık başlarını koyacağı bir evlerinin
olmamasıdır. Düşünün, bin bir zahmet
ile bir ömür çalışıyor ve bir ev, bir
yuva kuruyorsunuz ve bir gün ansızın o eviniz yıkılıyor. Binlerce insan,
kendi toprakları üzerinde muhacirleşti.
Garip, yoksul, perişan Kürd nereye
gideceğini de bilemiyor. Bazen Batı’ya
göç ediyor, tam yerleşip bir iş kurarken,
birdenbire alevlenen ırkçı bir dalga ile
geri geri kaçmak zorunda kalıyor. Daha
geçen yıl yaşadığımız Antalya olaylarını
düşünün.
Bu göçün sosyal sonuçları da var,
demografyanın değiştirilmek
istendiğinden, Kürdlük refleksi
güçlü nüfusun dağıtılmak istendiği iddialar var, bir yandan Suriyeli
Arap göçmenlerin bölgeye yerleştirilme planları ve uygulamaları söz konusu? Bunu nasıl izah
edersiniz?
Dünyada nüfus mühendisliği
konusunda Türkiye devletinin eline su
dökecek başka bir ülke yok. Kürd kentlerinin orta yerine hendek kazıyıp özyönetim ilan edenler biraz da bu konuları
düşünmeliydiler. PKK’nin Türkiye ile
didişmesi, Kürdlerin Suriye ve Irak’taki
kazanımlarını da tehlikeye attı.
Göç sonucunda 300’e yakın sivil
can kaybı, iki taraftan yüzlerce
genç insanın katli, ekonomik
yıkım, esnaf iflasları, eğitimde,
sağlıkta, yerleşimde ve birçok
boyutta mağduriyet yaşandı.
Tüm bunların sonucu ne olacak?
Kürdler kendi yaralarını kendi mi
saracak, yoksa yeniden masaya
dönüldüğünde bu insanların
sorunlarının giderilmesi de
konuşulacak maddelerden biri
olabilecek mi?
Maalesef can kayıpları çok yüksek;
‘
çatışmalar başladığında bu yana 4- 5
bin civarında can kaybı olduğu söyleniyor. Ekonomik kayıplar ve yıkımlar
telafi edilebilir, ancak giden hiçbir
can geri gelemez. Tabi yapılan bütün
yanlışlar ve yitirilen bütün canlara
rağmen, Kürd meselesinin çözüme
kavuşturulacağı yer, bütün dünyada
olduğu gibi, bir masa etrafında bir araya
gelmekten geçiyor. Bir masanın yeniden
nasıl kurulacağı az çok bellidir. Ancak
eğer o masa bugün kurulamıyorsa da,
PKK’nin yapacağı bir şey var: Derhal,
kayıtsız ve şartsız olarak bu şiddetten,
bu hendek ve barikatlardan vazgeçmeli,
Türkiye’de silahlı eylemlerini durdurmalıdır. Ben şuna inanıyorum, eğer
PKK Türkiye’de silahlı eylemlerine son
verirse, Irak Kürdistanı bağımsızlığa bir
adım daha yakın olacak, Suriye Kürdleri
de daha rahat bir devletleşme şansını
elde edecektir. Çünkü böyle bir durumda Türkiye, Suriye Kürdleri için engel
çıkartmayacak, Suriye meselesinde de
çözüm daha rahat olacaktır. Sykes Picot Antlaşması’ndan tam 100 yıl sonra
Ortadoğu’da Kürdlerin devletleşme
şansı ortaya çıktı; Çünkü Suriye ve Irak
devletleri çöktü. Kim bilir, belki de PKK
bütün bunları Kürdler devletleşmesin
diye yapıyor. Devlet kurmayı hedefleyen ilkeli yurtseverliği “ilkel milliyetçilik“ olarak adlandıran, “ulus- devlet dönemi bitti“ deyip, ulusal devlet sınırları
dahilindeki bir mahallede özyönetim
ilan etmeye kalkışanların, sosyal ve
siyasal realiteden kopuk bu vizyonlarını
gözden geçirme zamanı gelmedi mi?
Birileri Kandil’e hatırlatmalı: Beyler
Soğuk Savaş dönemi 25 yıl önce bitti;
zihniyeti ve temel aktörleri de tarih
sahnesinden çekildi. Yine egemen devletlerin, uluslararası sistemin en önemli
aktörleri olduğu çok kutuplu bir dünya
var. Sosyalist ekonomik sistem, kapitalist ekonomik model karşısında iflas
etti; Sovyetler çöktü; sosyalizm öldü,
asla Kürdün davası olamaz. İnsanlık,
mağara dönemi komünal hayata geri
dönüş yapamaz. Kimsenin dört ayak
üzerinde yürümeye niyeti yok! Eğer
Komünist Çin, 1970’lerde kapitalizme,
kapitalist ekonomik modele rücu etmemiş olsaydı, Sovyetler Birliği’nden önce
darmadağın olmuştu.
Sanki bilerek ve kasıtlı olarak, özellikle Kürdçe konuşulan, Kürd kültürünün taşıyıcısı niteliğindeki yerler hedef
alındı. Kürd kültürü ve medeniyetinden söz edildiğinde, Silvan, Cizre, Hakkari, ve Diyarbakır’ın Sur ilçesi
gibi yerleşim yerleri akla gelirdi. Kürdler öncelikle bu
birikimlerinin ayakta durması ve yaşaması için çaba sarf
etmeliydiler. Düşünsenize, bir zamanlar Silvan’da Kürd
olup da esnafla Türkçe konuşmak alay konusu olurdu.
Ama bugün sokaklardaki egemen dil Türkçe’dir. Eğer
Kürdlerin illa da bir yönetime ihtiyaçları varsa, o da
özyönetim değil, “dil yönetim” olmalıydı.
‘
08
09
Yersizlik-yurtsuzlukla
süren lânet
FERHAT KENTEL
Bizim memleketin ruh halinin en
azından bir kısmını en iyi özetleyecek
olan hissiyat insanların yersizlik ve
yurtsuzluk duygusudur. Meselelerin kökeninde tabii ki çok fazla sebep vardır
ama bu sebeplerin yarattığı en korkunç
sonuçlardan biri yersizlik-yurtsuzluk
duygusudur.
‘Sonuç olarak’ ortaya çıkmış ve
‘sonuç yaratan’ bir hal yani...
Tabii ki herkesin değil, ama hatırı sayılır bir kesimin (mesela yüzde 40’lardan, 50’lerden başlayıp, yüzde 70’lere, hatta
yüzde 80’lere varan oranlarda) farklı olan herkesle (Kürdler,
şeriatçılar, Ermeniler, Yahudiler, ateistler, eşcinseller, vb.) arasına mesafe koymasının, korkmasının ya da güvenmemesinin
sebeplerini belki bu alanda görebiliriz.
İnsanların öfkesini, korkusunu, kendilerine ve başkalarına olan güvensizliğini, dünyanın en çirkin evlerini yapma
özelliğini, tarihi anıtlara, eskiye, doğaya duyduğu saygısızlığın
sebeplerini belki de bir türlü bir yere ‘yerleşememesinde’
aramak gerekir.
Mesela 563 sene önce gerçekleşmiş bir fetih hareketini
(yani başkalarının elindeki toprağa el konulmasını) her sene
kutlamak nasıl bir ruh haline tekabül eder? Bunun simetrik
karşıtlığını Miloseviç milliyetçiliğinde görebiliriz. Bosna’yı kana
bulayan bu nasyonal-sosyalist adam, Yugoslavya parçalanırken,
Sırp milliyetçiliğini yükseltmek için, o dönem itibariyle 600 yıl
önce gerçekleşmiş olan Kosova Savaşı anması yapmış; savaş
meydanında insanları toplayarak Türklerden alınacak intikamla karışık, yeniden şahlanma söylevleri çekmişti.
Sırpların derdini Sırplara; ayrıca bizim memleketin ‘kahramanlıklar’ tarihini de bir kenara bırakıp, sıradan insanlıklarımızın tarihlerine bakarsak, bu topraklarda zulüm dendiğinde,
neredeyse hiçbir kesimi es geçmeyen bir sürgün ve yerinden
edilmeler tarihi çıkar karşımıza... Yerinden yurdundan olan insanların yaşadığı korkunç hikayeleri anlatan ciltler dolusu kitap
vardır ve daha da ciltler dolusu kitaplar yazmak gerekir.
Sovyet rejiminin, Çeçenler, Çerkesler, Ahıska Türkleri,
Tatarlar gibi beğenmediği halkları ve rejim muhaliflerini
‘Sibirya’ya sürgün’ etmesi gibi, Osmanlı’dan devrolunan bir
devlet geleneği olarak, Türkiye’de de ‘şarka sürülmek’ diye bir
siyasal pratik var.
Tuttuğunuz partinin liderlerinin, başbakanın asıldığı;
derdinizi anlatmak için kurduğunuz partilerin kapatıldığı,
oy verdiğiniz milletvekillerinin yaka paça Meclis’ten atıldığı;
dolayısıyla partim diye özdeşleştiğiniz kurumların ve örgütlerin
bile uzun süreli olarak aidiyet veremediği, bir türlü ‘yuva’duygusunun yerleşemediği bir ülke burası...
Yakın tarihimiz itibariyle baktığımızda, 1864’te Çerkeslerin Rusya’dan sürgün edilmesi; Balkan savaşları boyunca
Müslüman toplulukların Anadolu’ya sığınmaları; mübadeleyle
Anadolulu Hıristiyanların Yunanistan’a, Yunanistanlı Müslümanların Türkiye’ye getirilmeleri ve 1915’te, bu toprakların asli
unsurları olan (yani Malazgirt’ten önce de buralarda yaşayan)
Ermenilerin yerlerinden edilmesiyle başlayan travmatik bir
süreç söz konusu.
Ve 1930’lardan beri, “isyan” gerekçeleriyle Kürdlerin
darmadağın edilmesiyle devam eden bir hikaye var bu topraklarda.
Bu hikaye çok uzaklarda kalmadı...
1990’lar daha dün sayılır... Yakılıp, yıkılıp, “Yarım saat
sonra burayı boşaltacaksınız!” emriyle zorla boşaltılan köylerin
insanlarının hikayeleri Diyarbakır’ın, İstanbul’un, İzmir’in,
Adana’nın, Mersin’in gecekondu mahallelerinde devam etti...
Şimdi “terörün temizlendiği” ve taş üstünde taş kalmayan
ilçelerden, kasabalardan canlarını kurtaran insanların yaşadığı
göçler, ‘yersizlik-yurtsuzluk’ halimize yeni boyutlar katacak...
Kimsenin kendi yerinde oturamadığı, her an tekrar yollara
düşmek zorunda kalacağı endişesiyle yaşadığı topraklarda ne
kendine ne de başkasına güven duymak pek mümkün değil...
Zihinleri tahrip olmuş insanların tahrip ettiği hayatlar
döngüsündeyiz. Bu yüzden öfke ve nefretle süslenen bir
‘lânet’sürüyor.
10
ÇÖZÜM
BasHaber
18 Nisan - 24 Nisan 2016
BasHaber
ÇÖZÜM
18 Nisan - 24 Nisan 2016
“Kürdleri birbirine düşürmek istiyorlar”
Y
Azad Celikanî
üksekova, Şırnak gibi kentlerde
sokağa çıkma yasakları, çatışma ve
operasyonlar sürdürülürken, diğer
yandan ölüm haberleri de gelmeye devam
ediyor. Sivil toplum kuruluşlarının hazırladıkları raporlarda 2 bine yakın insanın
yaşanan çatışmalar sonucu hayatını kaybettiğini, 1,5 milyon insanın bu savaştan
etkilendiği görülüyor. Başbakan Ahmet
Davutoğlu, çözüm sürecine ilişkin olarak,
“Halkın Çözüm Süreci’nden beklediği şey,
silahların tümüyle terk edilmesi. Böyle
bir şey olursa, 2013 Mayıs’ına dönülürse,
o zamanki gibi PKK tüm silahlı unsurları
Türkiye dışına çıkarıp ülke içinde tek bir
silahlı unsur kalmazsa, her şey konuşulabilir” dedi. Ancak Cumhurbaşkanı
Erdoğan, Davutoğlu’nun yeniden müzakerelerin başlaması sinyalini veren bu
söylemlerine karşı “savaşa devam” mesajı
verdi: “Operasyonların başladığı temmuz ayından bu yana 153 polisimizi şehit
verdik. Ya baş eğeceksiniz ya baş vereceksiniz. Bu vatanda kimseye operasyon
yaptırmayız.” Erdoğan ve Davutoğlu’nun
zıt söylemlerini, yaşanan çatışmalı süreci,
Kürd sorununun kalıcı çözümü konusunu ve Davutoğlu’nun “PKK, Erbil’i tehdit
ederse bunu kendimize yönelmiş sayarız” şeklindeki sözlerini ana akım Kürd
siyasi hareketi dışındaki Kürd partileri
BasHaber’e değerlendirdi.
PAK: Çözüm değil, çatışmasızlık
sürecidir
Partiya Azadiya Kurdistan (PAK) Genel
Başkanı Mustafa Özçelik, hiçbir zaman
gerçek anlamda Çözüm Süreci’ne geçilmediğini ifade ederek, PKK ile devlet arasında
3 yıl süren görüşmelerin, çatışmasızlık
olduğunu dile getirerek, şöyle dedi: “Kan
dökülmemesi anlamında olumluydu. Ama
Kürd ve Kürdistan sorununun çözümü anlamında herhangi bir süreç yaşanmamıştır.
Çatışmaların tekrar durdurulması elbette
ki en temel talebimizdir ve mümkündür.
Çözümün 3 tarafı vardır. Tüm Kürd partileri, Türk Devleti ve uluslararası garantörler. Gerçek anlamda bir çözüm sürecinin
başla-ması için çatışmalara son verilmesi
Sertaç Bucak
Sivil toplum kuruluşlarının hazırladığı raporlarda 2 bine yakın
insanın yaşanan çatışmalar sonucu hayatını kaybettiği, 1,5 milyon
insanın da bu savaştan etkilendiği görülmekte. Başbakan’ın,
çatışmaların son bulmasının; PKK’nin silahsızlanma sürecine geri
dönmesiyle mümkün olabileceğini söylemesi üzerine oluşan,
Çözüm Süreci’ne dönüş umudu, Cumhurbaşkanı’nın sert yanıtı ile
dağıldı. Çözüm Süreci’ne dönüşün koşullarını Kürd siyasi parti
temsilcilerine sorduk.
ve bu 3 bileşenin muhatap olacağı, Kürd ve
Kür-distan sorununun çözümü için kısa,
orta ve uzun vadeli programların temel
alındığı bir konseptte anlaşma sağlanması
gerekir.” Devletin çözümü ölüm, yıkım
ve şiddette değil siyasetle ve diyalogda
bulması gerek-tiğini ifade eden Mustafa Özçelik, “PKK’nin de şiddetin bugün
Kürdlere zarar verdiğini görmesi gerekir”
dedi. Erdoğan’ın söylemlerini devlette
egemen olma anlayışını yansıttığını dile
getiren Özçelik şu ifadeleri kullandı:
“Davutoğlu’nun bu konudaki vurguları,
Erdoğan’ın balans ayarı ile esas mecrasına akıyor. Bunun çok derin bir ayrılık
olmadığı da açıktır.” Davutoğlu’nun “PKK
Erbil’i tehdit ederse bunu kendimize sayarız” sözlerini de değerlendiren Özçelik,
Davutoğlu’nun bu söyleminin söylendiği
anlamda ‘Erbil’i koruma’ amacından çok,
Kürdler arası güvensizliği derinleştirme amacını taşıdığı tartışma götürmez.
Türk Devleti’nin ‘Kuzey Suriye’de, Kuzey
Irak’taki gibi sürecin yaşanmasını kabul
edemeyiz’ yaklaşımı aslında KBY’deki
federe devlet gerçekliğini de hazmedemediklerinin ifadesidir. KBY yönetiminin
‘kardeş kavgaları’ ve bölge devletlerinin
fesat siyasetleri konusunda derin bir
tecrübeye sahip olduğu dikkate alındığında, Davutoğlu’nun bu söylemlerinin bir
etkisinin olmayacağını tahmin ede-biliriz”
ifadelerini kullandı.
T-KDP: Kürdleri birbirine
düşürmek istiyorlar
Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi
(T-KDP) Genel Başkanı Mehmet Emin
Kardaş da, Çözüm Süreci’ne yeniden geri
dönüleceğine inanmadığını ifade ederek,
yaşanan can kayıplarına ve yıkımlara
Mehmet Emin Kardaş
dikkat çekti: “Bu kadar insan hayatını
kaybetti, şehirler harabeye çevrildi, köyler
viran oldu böyle bir ortamda nasıl barış
sağlanabilir ki?” Davutoğlu’nun Erbil ile
ilgili sözlerini eleştiren Kardaş, “Söylenilen
açıklamanın Erbil’le hiçbir ilgisi yok, bu
Kürdler arasında çelişkiyi derinleştirmek
ve Kürdleri birbirine düşürmek için dile
getirilmiştir. Bu açıklamaya çok da önem
verilmemesi gerekiyor” dedi. Çözüm
Süreci’nin hangi şartlarda yapıldığını, yapılan görüşmelerde nelerin konuşulduğu
bilmediklerini ifade eden Kardaş, yine de
insanların süreçten umutlu oldu-klarının
altını çizerek, Çözüm Süreci’ne dair bugün
söylenilen sözleri yorumladı: “Davutoğlu
ile Erdoğan arasında ‘iyi polis kötü polis
rolü’ oynanıyor. Onların arasında hiçbir
fark ve çelişki yoktur. Mesele Kürdler
olunca herkes ağız birliği yapmışçasına bir
oluyor. Örneklerden birisi de MHP Genel
Başkanı Bahçeli’nin ‘baş üstünde baş, taş
üstünde taş bırakılmasın’ sözleridir.”
ÖSP: “Milli çıkar” ekseninde
bütünleşiyorlar
Özgürlük ve Sosyalizm Partisi (ÖSP)
Genel Başkanı Sinan Çiftyürek ise, devletin tepesinde Kürd ve Kürdistan meselesine dair farklı bakış açılarının olduğunu,
ancak yine de egemen sistemin farklı partileri arasında Kürd meselesi konusunda
birliğin olduğunu ifade etti. Çiftyürek, bu
farklı ideolojik yapıların “milli çıkar” ekseninde bütünleştiklerini ifade ederek, sözü
Erdoğan ve Davutoğlu’nun söylemleri arasındaki farka getirdi: “Erdoğan’la Davutoğlu arasında bir kısım fark var, o bir parça
bilinçli olarak oynanıyor. İyi polis-kötü polis meselesi oynanıyor. Başbakan’ın söylemi, Erdoğan’dan çok farklı değil. Davutoğ-
Mustafa Özçelik
Sinan Çiftyürek
Dokunulmazlıklara
dokunmak
lu diyor ki, ‘PKK tüm silahlı güçleriyle sınır
ötesine çıkmayı kabul ederse çözüme geri
dönülür’, dolayısıyla Davutoğlu da yeni
bir şey söylemiyor.” Davutoğlu’nun Erbil
çıkışıyla ilgili ise “İran’a yönelik söylenmiştir” diyen Çiftyürek, KBY’nin bağımsızlık
ilanına dikkat çekerek, Türkiye’nin İran’a
bir mesaj vermek istediğini söyledi.
HAK-PAR: Çözüm sürecine
geri dönülmeli
Hak ve Özgürlükler Partisi (HAK-PAR)
Genel Başkan Yardımcısı Hasan Şeşeoğulları, PKK’nin silahları bırakmasının
kendilerinin temel taleplerinden birisi
olduğunu ifade ederek, işin başından beri
şiddeti öngörmeyen bir süreç yürüdü,
çözüm sürecinde bir nebze de olsa bunlar
sağlandı. Başbakan’ın PKK’yle ilgili söylediklerinin önemli olduğunun altını çizen
Şeşeoğulları, “Çözüm sürecine bir an önce
geri dönülmesini istiyoruz. Bu işler ‘PKK
silah bırakmalı’ demekle olmuyor, bunun
alt yapısının oluşturulması lazım” dedi.
Davutoğlu ile Erdoğan arasında bir sorun
olduğunun ve her ikisinin söylemlerinin
birbiriyle uyuşmadığını ifade eden Şeşeoğulları, “PKK Erbil’i tehdit ederse buna
önce biz karşı çıkarız” ifadelerini kullandı.
KDP-Bakur: Kürd sorunu bir şekilde
çözüme ulacaktır
Kürdistan Demokratlar Partisi – Bakur
(KDP-Bakur) Başkanı Sertaç Bucak ise,
şuan bulunduğumuz koşullarda çözüm
sürecine geri dönüşün olanaksız olduğunu ifade ederek, bu sorunun ileriki
tarihlerde çözüme kavuşacağını söyledi.
Zaman konusuna değinen Bucak, “Savaşan
taraflar adım atarlarsa silahlar susarsa o
zaman çözüm yolu açılabilir” dedi. Kürsü
dokunulmazlıklarının korunması gerektiğini dile getiren Bucak, sözlerini şöyle
sürdürdü: “Sadece siyasi nedenlerde değil,
eğer kalkacaksa diğer tüm konularda
dokunulmazlıkların kaldırılması lazım.
Erbil’i tehdit etmek gibi bir şey söz konusu
olursa, uluslararası koalisyon, demokratik ülkeler bu anlamda tavırlarını ortaya
koyarlar. Erbil kendi kendisini müdafaa
edecek güçtedir.”
Hasan Şeşeoğulları
11
HAKAN TAHMAZ
Nihat Ali Özcan
Sibel Özbudun
Oral Çalışlar
Çözüm, çözümsüzlük olmamalı!
B
Eren Dinç
aşbakan Ahmet Davutoğlu, müzakere sürecine ilişkin
olarak, “Halkın Çözüm Sürecinden beklediği şey,
silahların tümüyle terk edilmesi. Böyle bir şey olursa,
2013 Mayısı’na dönülürse, o zamanki gibi PKK tüm silahlı
unsurları Türkiye dışına çıkarıp ülke içinde tek bir silahlı
unsur kalmazsa, her şey konuşulabilir” açıklamasının ardından gözler tekrar müzakere beklentilerine döndü. Devlet ile
PKK arasında devam eden şiddetli çatışmalardan sonra 2012
yılının sonunda hükümet ile Öcalan arasında müzakereler
başlamıştı. Görüşmelerin başlamasıyla birlikte şiddet büyük
oranda biterken, Haziran 2015 seçimlerinden sonra çatışmalı
süreç tekrar başladı. Akademisyen ve gazeteciler gelinen
aşamada çatışmalı süreci ve yeniden masaya dönülmesi
ihtimalini BasHaber’e değerlendirdi.
alakalıdır. Çatışmaların boyutlarının da ne olacağı da önemlidir.” Çatışmalardan sonra koşullar olumlu olursa daha farklı
formüller üretilerek farklı bir şekilde sürecin tekrar devam
edilebileceğini söyleyen Özcan şunları söyledi: “Şu aşama da
bu erken. Hem içerdeki gelişmelerle ilgili hem Suriye ile ilgilidir. Toplumun şu anda ne düşündüğü o kadar önemli değildir. Ama şu anda görüldüğü gibi bölgede yaşanan çatışmalar
bir anlamda insanları mutsuz etti. Bu mutsuzluktan dolayı
PKK’nın sorumluluğu var. Bütün bu olup bitenler de PKK’nın
sorumluluğu da var. Ama PKK halkın mutsuz etmeye devam
ediyor. Çok sayıda insan yaşamını yitirdi. Yeniden düzeni
kurulabilecek olan da devlettir. PKK’ya büyük bir tepki çıkar
diye düşünüyorum. Batı da ise şimdilik tepkiler kontrol altında ama uzun vadede ne olur onu bilemeyiz.“
Özbudun: AKP masayı devirdi
Akademisyen Sibel Özbudun ise Çözüm Süreci’nin tekrar
Çalışlar: Kolaylaştırıcı bir dil gerek
başlamasının zor olduğuna dikkat çekerek şunları belirtti: “Bu
Gazeteci Oral Çalışlar, Çözüm Süreci’nin başlamasının
eğer gündelik politika ile ilgili ise iktidar bunu bir dans, oyun
PKK’nin sınır dışına çekilmesine bağlayarak, şunları söyolarak algılıyor. Ben bu saatten sonra Çözüm Süreci’ne dönülebiledi: “Mayıs 2013 şartlarına dönülürse masaya oturulabilir
leceğini sanmıyorum. Zaten geçmiş dönemde bir süreç olduğu
denildi. Ben bunun çok önemli olduğunu
da tartışmalı. Örneğin Latin Amerika’da
düşünüyorum. Bunu destekleyen bir yazı
Kürd sorununa çözüm bulma taraflar masada oturur. Türkiye’de böyle bir şey
yazdığım zaman beni kandırıyorlar gibi
arayışlarını baltalayan devlet olmadı. Türkiye’de Çözüm Süreci varmış gibi
tepkiler gösterdiler. Önemli olan olumlu
oldu. AKP oy kaybettiğini gördüğünde masayı
çatışmalar devam ederken devirdi. Bundan sonra AKP’ye nasıl güven olur
olanı yakalamaktır.” Toplumun çatışmadan
akademisyen ve gazeteciler- bilemiyorum. Çok ciddi suçlar işlendi çatışyana olmadığını söyleyen Çalışlar, kamuoyu
den farklı yorumlar geliyor. malar sırasında. AKP iktidarında çözümün olabibaskısı, sivil toplum baskısı bir süre sonra hem
siyasetçileri hem de PKK’yı değiştirebileceğine
Kimilerinde sürecin tekrar leceğinin kanaatinde değilim. Ancak ve ancak
dikkat çekerek şunları ifade etti: “Birinci aşama başlamasının zor olduğu gö- Türkiye’de bir iktidar değişikli ile olabilir. Kürdler
PKK’nın Türkiye’ye yönelik silahlı mücadeleye,
ve Türkler bu ülkede bizim anladığımız anlamda
rüşü hâkim iken kimileri de kardeşlik yaşayacaklarsa bu ancak emekten yana
Öcalan’ın dediği gibi ‘silahlı mücadele bitmiştir
siyasi mücadele dönemi başlamıştır’ fikriyatına şartlar olgunlaştıktan sonra olan bir iktidarın olmasıyla olabilir.”
gelmesi. PKK’nin de kabul ettiği bir argümandı yeniden Çözüm Süreci’ne döEmeğe dayalı bir iktidar ile Kürd sorunun
bu söylem. Bu bir dönüm noktası olur. Ondan
nelebileceğini ifade ediyor. çözüleceğini iddia eden Özbudun şöyle
sonra Türk Devleti’nin yapması gereken şeyler
devam etti: “Sosyalist veya sosyalizme
de var. Dilini düzeltmesi gerekir. Kürdlerin onurunu zedelemeyakın bir iktidardan bahsediyorum. AKP, MHP’ye ve kısmen
yecek bir yaklaşımla meseleyi ele alması gerekir. Hem devletin
de CHP’ye oy veren insanlar havuz medyasının elinde esir
hem de hükümetin dili çok sert. Bu dilden vazgeçilmesi gerekir.
durumda. Toplum sadece kendisine gösterileni görüyor.
Erdoğan’ın ‘son terörist temizlenene kadar bu iş devam edene
Türkiye’de milliyetçi damar oldukça kuvvetlidir. Kürdlerin
kadar’ söylemini bölgede yaşayan insanlar ‘benim çocuğum
eşit haklara sahip bir özgür bir halk olarak birlikte yaşanabiölene kadar bu iş devam edecek mi’ şeklinde algılıyor. Bu tür
leceği düşüncesine hazır değil. Adına Çözüm Süreci denilen
ifadelerden kaçmak, çözümü kolaylaştıracak bir dil kullanmak
sürecin sonunda AKP kan kaybetti. Çatışmaların yoğunlaşgerekiyor. Sıcak bir dil kullanmak gerekiyor.”
masıyla birlikte AKP oylarını arttırdı. Halkın Kürdlerle eşit
temelde birlikte yaşama hazır olmadığını veriyor bize. Bu
Özcan: Koşullar oluşursa çözüme dönülebilir
neden kaynaklanıyor? Ne yazık ki HDP sürecinde ve daha
Milliyet gazetesi yazarı Nihat Ali Özcan ise Çözüm
öncesinde yanlış bir politika izledik. Bizler emek ve Kürdlerin
Süreci’ne tekrar dönülebileceğini belirterek, bunun hangi
mücadelesini aynı potada yürütemedik. Bu ülkenin emekaşamada olacağını ise önümüzdeki sürecin belirleyeceğini
çileri Kürdlerin mücadelesine yabancılaşmasını ve şovenizsöyledi. Özcan şöyle dedi: “Bu çatışmalar da bir süre daha
minin etkisinin altına girmesini hızlandırdı. Bundan ders
devam edecek gibi gözüküyor. Cumhurbaşkanı’nın söyledikçıkarmamız gerekiyor. Hem sosyalistler hem Kürdler bundan
lerine de bakmak lazım. Çünkü Sayın Cumhurbaşkanı’nın
ders çıkarması gerekiyor. Eşit ve özgürlük bir birliktelik
söyledikleri daha belirleyici gözüküyor. Bunun vaktinin
olması gerekiyor. Bu da ancak Türkiye’de sosyalist bir iktidar
geldiğini ise o verecek. Bu Başkanlık Sistemi ve Anayasa ile de değişimiyle mümkündür.”
Türkiye HDP milletvekillerinin
çoğunun dokunulmazlıklarını kaldırmaya
hazırlanıyor. Hükümet partisi tarafından,
Meclis’e sunulan anayasaya geçici madde
eklenmesi teklifinin temel gayesinin bu
olduğunu bütün dünya görüyor/biliyor.
Bu ayan beyan açık durumun çeşitli
bahanelerle üzerini örtmeye çalışan ana
akım siyasetçiler, dünyada ender rastlanan bir algı operasyonu gayretkeşliği
içine girdiler ve birbirlerini aratmayacak pespayeliklerini sergiliyorlar. Hatırlayalım, şimdiki Cumhurbaşkanı dönemin Başbakanı
Recep Tayyip Erdoğan, 2012 yılında Şırnak Roboski yolunda
gerillayla kucaklaştılar diye Gültan Kışanak ve arkadaşlarının dokunulmazlıklarını kaldırma girişiminde de bugünkü gibi çok fazla
kükremişti. Ana akım siyasetçilerde bugün olduğu gibi peşine
takılmışlardı. Bugün söylenenlerin neredeyse harfi harfine aynısı
söyleniyordu, yapılan tartışmalar tıpa tıp aynısıydı.
Sonra AK Parti, Bolu’da dokunulmazlıklarla ilgili özel grup
toplantısı yaptı. Toplantının sonunda Meclis Başkanlığı’nda
bekletilen yüzlerce dokunulmazlık dosyaları içinden BDP milletvekillerinin dosyalarının işleme konulmasının özel uygulama
olacağı ve bunun da başta bölgede olmak üzere bütün ülkede
AK Parti için sorun yaratacağı kanaatine varıldı. Hükümet bütün
dokunulmazlıkları incelemek üzere bir komisyon kurarak sorunu
buzdolabına kaldırdı. Daha sonra teröristle nasıl kucaklaşırlar
diye dünyayı ayağa kaldırmaya çalışanlarda bir daha hiç ağızlarına dokunulmazlıkları almadı. Unuttular, unutturdular. Ta ki,
AK Parti yeniden siyasal kırım hareketini uygulamaya koyuncaya
kadar. Siyaset unuttu toplumda unuttu. Nasıl, neden böyle oluyor
sorusuna yanıt vermeden bugünkü algı operasyonu kavramak
mümkün olamaz. Bugün herşey egemen siyasetin emrinde. Bu
gerçekle yüzleşmeden, yeni Türkiye iddiasının, eski Türkiye’nin
ambalajının tozunun alınması olduğu gerçeği görülemez, anlaşılamaz. Neden Kürd meselesi söz konusu olduğunda sağlı, solu
bütün partiler, her türden farklılıklarını bir kenara bırakarak, her
defasında çok kolayca “milli” bir duruşta buluşuyorlar. Büyük
milliyetçi mutabakatı gerçekleştirebiliyorlar. Bunun anlaşılabilmesinin yolu “terör” safsatasının büyük algı operasyonunun
toplumsal kredisine dönüştüğü koşullarda “terör, terörist, bölünme korkusu” gibi toplumsal duyarlıklar ana akım siyasetin besin
kaynağına dönüştürüldü.
Adını koymak gerek, şiddetle, çatışmayla, terörle mücadele
Türkiye siyaseti için araçsallaşmıştır. “Terörle mücadele”
kutsallığı ve aldatmacasıyla her türden hukuksuzluk, yolsuzluk,
kin ve düşmanlık meşrulaştı. MHP’nin “başka vakalarla, terör
örgütünün uzantılarını” bir arada ele alınamaz itirazı, her şeyi sineye çekeriz ama Kürdlerin siyasal taleplerini, PKK’nin varlığını,
Kürdlerin Kürd olarak var oluşlarını kabul etmeyiz” demektir.
Hatta her türden kötülüğün ana kaynağını tamda bütün bunların
varlığında görme zihniyetinin bir sonucudur. Keza CHP lideri
Kemal Kılıçdaroğlu’nun “AK Parti’nin oyunu bozmak için getirilen yasa teklifine evet diyeceğiz” açıklaması biz bize benzeriz
açıklamasıdır. CHP lideri Kılıçdaroğlu, yakaladığı her fırsatta
ve platformda dile getirdiği “neden Kürdler bize oy vermiyor”
sorusunun yanıtını bu siyasal tutumda aramalıdır. Kısa süre önce
benzer bir biçimde AK Parti’nin yedeğinde Suriye tezkeresine
evet oyu verdiğinde de aynı şeyi yapmıştı. Terörle mücadele dendiğinde CHP için akan sular durduğu sürece, CHP, Kürdlerden
beklediği oyu alamaz. CHP’nin terör hassasiyeti “milli duruş”
özelliğini aşamamıştır. CHP’nin bu yaklaşımını Kürdlerin, ezici
çoğunluğu anti Kürd milli duruşu olarak değerlendiriliyor, algılanıyor. Ulusalcı oyları kaçırma korkusu onu AK Parti’nin yedeğine itiyor. Dokunulmazlıklara dokunma girişimi, Kürd savaşında
derinleşen kırılmanın tamirini artık imkânsız noktaya varmasına
yol açacak bir risk içeriyor. Bu riski göğüslemeye çalışan AK
Parti’nin siyasal bir gelecek vizyonu, bunu gerçekleştirecek siyasal
gücünün olduğu bir gerçek. Ya milli mutabakatın içinde yer alan
diğer partiler Kürd düşmanlığına ve siyasal kırıma güç vermenin
dışında ne yapmak istiyorlar. Bunun farkında olduklarını sanmıyorum. Cehenneme giden yolun taşlarının döşenmesinde AK
Parti ile işbirliği yapmanın mutluluğuyla kendilerini avutabilirler.
Ya sonrası!
12
SÖYLEŞİ
18 Nisan
- 24 Nisan12
2016
BasHaber
18 Nisan - 24 Nisan 2016
13
SÖYLEŞİ
70 yıllık selam
1914 - 1964 arası Rum Tehciri
MEDYA
Rojava Federasyonu’na
karşı Cezayir süreci
BİLAL SAMBUR
Suriye savaşı, Türkiye’nin iç ve dış
politikasını kökten değiştiren etkiler
oluşturmaya devam etmektedir. Rusya
ve Amerika ile yaşanan gerilimler,
ÖSO başta olmak üzere muhalif grupların Türkiye tarafından desteklenmesi
ve mülteci sorunu gibi olguları, Suriye
savaşının neden olduğu gelişmeler olarak zikredebiliriz. Suriye savaşının ortaya çıkardığı en önemli gelişme Kürd
sorunu bağlamında gerçekleşmiştir. Körfez savaşı, Irak’ta
Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin ortaya çıkmasına imkan
sağladığı gibi, Suriye savaşı da Rojava olgusunun Ortadoğu ve
dünyanın gündemine gelmesine neden olmuştur.
DAİŞ’in Kobanê’yi işgal saldırısı, Kürdlerin insanlık onurunu ve değerlerini savunduğu bir savaşın gerçekleşmesine neden oldu. İlk defa KBY’ne bağlı Peşmerge güçleri, Rojava’ya
geçip Kobanê’de DAİŞ çetelerine karşı verilen direnişe
destek oldular. Peşmerge ve Amerika güçlerinin yardımıyla
Kobanê’nin DAİŞ’in eline geçmesi engellendi.
Kobanê direnişi ve GırêSpi’nin DAİŞ’in elinden kurtarılması sonucu Kürdler, dünyada DAİŞ’i durduran en etkili güç
olarak tanınmaya başladılar. Peşmerge’nin Şengal başta olmak
üzere birçok yeri DAİŞ’in elinden kurtarması, DAİŞ’e karşı
dünyanın dayanabileceği ve güvenebileceği tek gücün Kürdler
olduğu kanaatini geliştirdi.
DAİŞ’e karşı etkili mücadele veren PYD - YPG - SDG
ile Amerika ve Rusya arasındaki ilişkiler yoğunlaştı. SDG’nin
Amerika ile yoğun ilişkiler kurmasından rahatsız olan
Türkiye, Amerika’dan PYD - YPG’yi terör örgütü olarak
tanımasını istedi. Bu talebe Amerika, PYD - YPG’nin DAİŞ’e
karşı en etkili müttefiki olduklarını ve onları terör örgütü
olarak tanımadıkları şeklinde karşılık verdi. Amerika, daha
önce de Türkiye’nin Rojava’nın üçte birini kapsayan güvenlikli
bölge kurma önerisine de olumlu bakmamıştı. Rusya ve
Amerika’nın girişimleriyle başlayan Cenevre-3 görüşmelerine
bütün gruplar katılmasına rağmen, Kürdleri temsil eden etkili
bir güç bulunmamaktadır. Cenevre görüşmelerine katılımı
engellenen SDG, Rojava’daki kanton yönetimleri ile birlikte
federasyon ilan etmişlerdir. PYD, Suriye’de federasyon tezini
savunmaktadır. KBY, Rojava’nın savunduğu federasyon tezini
desteklemektedir.
Esad Rejimi ve muhalifleri, federasyon dahil bütün
tezlere karşı olduklarını ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunduklarını Cenevre’de ifade etmişlerdir. İran, başından beri
Rojava’nın bir statüye sahip olmasına ve federasyona karşıdır.
İran’ın Ankara Büyükelçisi, Türkiye’nin PYD’yi durdurmak
için Esad Rejimi ile ilişki kurması gerektiğini ifade etmiştir.
İslam İşbirliği Teşkilatı Zirvesi’nde Ortadoğu’daki sınırların
kutsal olduğu ve değiştirilmeyeceği ifade edilmiştir.
İran İlam kanalının ve Cezayir’deki el-Vatan gazetesinin
haberlerine göre, Cezayir’in arabuluculuğunda Türkiye ve
Esad Rejimi arasında gizli görüşmeler yapılmaktadır. Yapılan
gizli görüşmelerin amacının federasyon ilanını ve Rojava’da
oluşturulmuş kantonal yapıları ortadan kaldırmak olduğu
ifade edilmektedir. Bu haberlerin doğru olması halinde,
Cenevre’de PYD’nin Esad’ın yanına oturmasını isteyen
Türkiye’nin Cezayir’de Esad’ın yanına oturduğu gibi bir
fotoğraf la dünyanın önüne çıkacağını söyleyebiliriz. Bazıları,
sürdürülmekte olduğu öne sürülen Cezayir sürecini, Rojava’ya
karşı İran – Türkiye - Suriye ittifak girişimi olarak değerlendirmektedirler.
Rojava’nın federasyon ilanından sonra Türkiye için,
Esad’ın gitmesi öncelik olmaktan çıkmıştır ve yeni dönem politikasını Esad Rejimi’nin kalması üzerine kurmaktadır. İran,
Türkiye’nin PYD karşıtlığını kullanarak Suriye politikalarında
Türkiye’yi yumuşatmaya ve yanına çekmeye çalışmaktadır.
Türkiye’nin, önümüzdeki süreçte federasyon sürecinin önünü
kesmek için Rusya ile yakınlaşmaya çalışacağını, Türkmen
ve muhalif gruplara olan desteğini daha yoğun arttıracağını
kestirebiliriz. Türkiye’nin Rojava’nın federasyon ve KBY’nin
bağımsızlık süreçlerini durdurmaya yönelik yoğun girişimlerinin olacağı günlere doğru ilerliyoruz.
BasHaber
Türkiye’nin tek Yahudi gazetesi
T
Diler Badikan
ürkiye’de farklı etnik, dinsel gruba ait köklü gazeteler
ekonomik zorlukların yanı sıra kültürel anlamda var
olma sorunu yaşıyor. Gönüllü çalışanları ve yazarlarıyla
70 yıldır Yahudi toplumuna hitap eden Şalom gazetesi de
bunlardan sadece biri. 20 sayfalık haftalık gazete olan Şalom
1947 yılında Avram Leyon tarafından kurulduğu zamanlarda ve
1980’lere kadar tamamen Ladino dilinde yayın yapıyordu. Devletin 1930’larda çıkardığı ‘Vatandaş Türkçe Konuş’ kampanyasının mağdurlarından olan Şalom gazetesi daha sonra Ladino
dilini konuşmayan genç Yahudi nesline de hitap edebilmek
amacıyla Türkçe’ye geçti. Fakat bir sayfası hala İspanyolca’nın
eski bir formu olan bu dilde basılıyor. Şalom aynı zamanda
internet sitesinde yayın yapmaya devam ediyor.
Şalom’un Genel Yayın Yönetmeni İvo Molinas, gazeteyi, geldiği aşamayı, toplumdan aldıkları tepkileri BasHaber’e anlattı.
Gazetenin tarihçesi hakkında bilgi veren İvo Malinas, Şalom’un
İbranice’de ‘Selam’ demek olduğunu fakat etimolojik kökeni
itibariyle ‘barış’ anlamına geldiğini söyledi. Ladino dilinin
kaybolmak üzere olduğuna dikkat çeken Molinas ‘Vatandaş
Türkçe Konuş’ dayatmasından en fazla Yahudilerin etkilendiğini ifade etti. Ladino dilini yaşatmak amacıyla gazetenin bir
sayfasını bu dille bastıklarını dile getiren Molinas, yeni yetişen
kuşağın bu dili bilmemesinden üzüntü duyduğunu belirtti.
‘Müslümanlar gazetemize gönüllü yazıyor’
Gazetenin Türkiye’nin tüm kesimlerince okunması için
farklı vizyonlar geliştirdiklerinin altını çizen Molinas, toplumun farklı kesimlerinden oldukça olumlu tepkiler aldıklarını
ifade etti. Gazetelerine gönüllü yazılar yazan Müslümanların
olduğunu vurgulayan Molinas, şöyle konuştu: “Türk -Yahudi
cemaatinin haberleriyle daha çok aktiviteleriyle gazetemizin oluşturmaya çalışıyoruz. Ama gerek ulusal sorunlardan
yazdığımız yazılar, makaleler ve gerekse de Müslüman Türk
arkadaşlarımızın yazdığı yazılarda artık bir gettodan çıkıp
salt Yahudi cemaatine yönelik bir gazete olmaktan çıkıp yani
hem cemaat hem ulusal bir gazete olma yoluna gidiyoruz.
Bu evrimleşme süreci nereye kadar gidecek onu tabi zaman
gösterecek buradaki tabi asıl amacımızı unutmamak gerekir ki
Şalom Türk-Musevi toplumu için çıkan bir gazetedir.”
Gazetenin tüzel kişilik olan Hahambaşı’na ait olduğunu
belirten İvo Molinas, abonelik ve kısıtlı sayıda reklam gelirinden elde ettikleri gelirle gazetenin maliyetini karşıladıklarını
ve ekonomik olarak hiçbir kuruma, şahsa bağlı olmadıklarını
vurguladı. Ekonomik yetersizliklerden dolayı sıkıntılar yaşadıklarını belirten Molinas, “3000-3500 abonemiz ile aldığımız
sınırlı sayıda reklam ile malum kıstaslardan dolayı Basın İlan
Kurumu’ndan da reklam alamıyoruz. Bizim bu yazar kadrosuna herhangi bir bedel ödememiz durumunda yaşamamız
mümkün değil. Dolayısıyla bu gönüllülük bizi ayakta tutuyor bu özellikle
de bayrak yarışı olarak görülüyor”
dedi.
‘Şalom antisemitizmle de
mücadele ediyor’
Türkiye’deki Yahudi karşıtlığına
değinen Molinas, şunları söyledi:
“Türkiye’de çok ciddi bir anti-semitizm var. Maalesef son Ak Parti dönemi hükümetleri ile birlikte oluştu.
Şuan kimi medya gruplarında ciddi
bir antisemitizm var ve hiçbir şekilde
yasada olmasına rağmen cezai müeyyideler uygulanmıyor.
Bu tür söylemler nefret söylemidir. Bu tür söylemlere karşı
herhangi bir cezai müeyyide uygulanmıyor. Tabi eskiye dönüp
baktığımız zaman daha çok önyargılardan kaynaklanan bir
Yahudi karşıtlığı var. Tanınmayan bir yabancıya karşı insanlar
hem korkak hem de onun hakkında kötü söylenen düşüncelere hemen inanır. Bu yerleşmiş yani öğrenilmiş çaresizlik
gibi öğrenilmiş önyargılardır bunlar. Bu ön yargılara karşı
Yahudi toplumunun aslında kötü anlatıldığı gibi olmadığını da
gazetemizle aktarmayı misyon edindik. Özellikle benim yayın
yönetmenliği başladığından itibaren. Bu antisemitizmi bizim
halletmemiz mümkün değil bu bir uzun soluklu süreç. Eğitimle olur veya ceza ile olur cezai tutumlar bir suçun azalması için
yaptırım gücü doğrudur”
‘Bize ulaşanlar: Allah razı olsun iyi ki Şalom var’
Yahudi toplumuna önyargı ile yaklaşanların daha yakından
tanıması için internet haberciliğini yaptıklarını ifade eden
Molinas, kendilerine gösterilen tepkileri şöyle açıkladı: “İşte
bunları kültürlerimizi, dilimizi, yaşam biçimleriniz anlatarak
aşmaya çalışıyoruz. Bazı kesimler hayatta iflah olmayacak
düzeyde antisemitik duygulara sahipler. Ama bizim gri alan
dediğimiz bir alan var. Bu gri alana dokunarak bu gri alanın
mümkün olduğu kadar beyazlaştırılmaya çalışıyoruz ve bazı
olumlu sonuçlar alıyoruz. Bize ulaşanlar Allah razı olsun
internet var ki bizde Şalom’u okuyoruz. Biz eskiden Şalom’u
gördüğümüzde yırtıp atardık diyorlar. Yahudilerin sitesini nasıl
okuruz diyen insanlar şuan internete girip Şalom’u bir parça
okuduktan sonra, ‘sizde bizler gibisiniz. Bizler gibi üzülüyorsunuz, bizler gibi seviniyorsunuz, bizler gibi yaşamlarımız var
etten kemiktensiniz. Dolayısıyla sizin de aslında bizden farkınız yok, bizi ayıran aslında bu duvarlar’ diyorlar. İşte Şalom bu
duvarların birazcık yıkılmasından çok çatlamasına yarıyor.”
‘Hem övgü alıyoruz hem eleştiri’
Türkiye’deki basın özgürlüğünün geldiği durumu değerlendiren Molinas, “Doğruları yazmayan çalışan bir gazeteyiz. Fakat bu doğruları yazarken tahrik söylemleri ya ironik söylemlere kalkışmadan gerçekleri yazmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla
belki bir anlamda oto sansür yapıyoruz Türkiye’nin bir doğal
gelişim süreci olarak. Fakat bugüne kadar bir takım eleştiriler
almışızdır. Devlet, hükümet, muhalefetten ve ya kendi cemaat
yönetimimizden dolayısıyla her kesimden hem övgü hem eleştiri alıyoruz. Her kesimden hem övgü hem eleştiri aldığımız
zaman doğruyu olduğumuzu düşünüyoruz.
Türkiye’deki çatışmalı sürecin yerini sağduyuya bırakması gerektiğini belirten İvo Molinas, kaotik bir dönemden
geçildiğinin altını çizerek, “İşte yaşam biçiminden de etnik
kutuplaşmalar kültürel kutuplaşmalar var. Kısacası her yerde
kutuplaşma yaşıyoruz. Hakikaten bu yorucu ve hani metal
yorgunluğa gibi sosyolojik bir yorgunluk insanlar bıkkın, insanlar umutsuz.
Ve bu kutuplaşmanın da tüneldeki
ucunu göremiyoruz. Umarım sağduyu
hakim gelecek ve kutuplaşma en aza da
inip Türkiye hızla ilerlemesine devam
edecek, etmeli de zaten yoksa kutuplaşmayla yaşayamayız. Türk Museviler
olarak en azından Şalom olarak kendi
adıma söylemeliyim ki Yahudi karşıtlığını görmek istemiyoruz. Sosyal medyada hiç görmek istemiyoruz, basında
da görmek istemiyoruz. Umarız da bir
daha görmeyiz” şeklinde konuştu.
RUMLAR
Rumlardan özür dilenmeli
F
13
Zürafaya
‘sen tavşansın’ demek
Adem Özgür
arklı Rum ve Yunan kaynaklarına göre 1914-1923 arasında
Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye’de baskı ve katliamlara maruz kalan 65 ila 300 bin arasında Pontuslu
Rum hayatını kaybetti. Pontoslu Rumlar, maruz kaldıkları
baskıların başladığı zaman dilimi üzerinden 100 yıl geçtikten
sonra, ilk kez Türkiye’de konuya dair bir panel düzenleyerek
kamuoyunu o günlerde yaşananlara dair bilgilendirdi. Pontos
halkına yönelik gerçekleştirilen tehcir ve katliama dair 9 Nisan
günü Ankara’da gerçekleştirilen ”1. Dünya Savaşı ve Sonrası
Trabzon Vilayeti ve Pontos Sorunu” başlıklı panel, Newroz
Dergisi ve Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi tarafından
düzenlendi. Panelin açılış konuşmalarını yazar Fikret Başkaya
ile Özgürlük ve Sosyalizm Partisi (ÖSP) Genel Başkanı Sinan
Çiftyürek yaptı. Başkaya ve Çiftyürek, devam eden çatışmalara
da değinerek, katliam silsilesinin devam ettiğini ifade etti.
Beşikçi: Kürdler ve Alevilere asimilasyon
Panelin birinci bölümünde ilk konuşmayı yapan Sosyolog
İsmail Beşikçi Beşikçi, İttihat ve Terakki Partisi’nin Osmanlı
devletini Türklük üzerinden yeniden inşa etmek gibi bir planı
olduğunu söyledi ve “Bu planın sonucunda Ege, Kapadokya ve
Pontus gibi bölgelerde yaşayan Rumlar sürgün edildi, Ermeniler tehcirle yok edilmek, nüfusu çürütülmek istendi. Kürdler
Türk, Aleviler de Müslümanlığa asimile edilmek istendi. İkinci
ayağında ise Rumlardan, Ermenilerden kalan mal varlıkları ile
Osmanlı ekonomisi millileştirilecekti” dedi.
“Pontos taraftarları ile bertaraf edilmiştir“
Panelin konuşmacılarından Ahmet Demirel ise, Pontos’ta
Rumların katledildiği sıralarda 1. Meclis’te yapılan tartışmalara
dikkat çekerek, 1. Meclis kararları ile Pontos’ta gerçekleşen
katliamın devletin, hükümetin, Meclis’in kontrolünde olduğunu iddia etti. Konuşmasını Mustafa Kemal’in 2. Meclis’in
açılışında Pontos’ta yaşananlar ile ilgili sarf ettiği şu sözlerini
aktardı: “Karadeniz’in en güzel sahillerinde kurulmak istenen
bir Pontos hükümeti, taraftarları ile bertaraf edilmiştir.”
Atilla Tuygan: Türk tarihçileri militarist rejimleri izler
Panelistlerden Attila Tuygan da, Pontos katliamı meselesinin çarpıtıldığını ifade ederek, birkaç istisna dışında Türk
tarihçilerinin ülkelerinin militarist rejiminin çizgisini izlediğini
ve çeteci gruplarla mücadele bahanesini ileri sürerek Rumlara
yönelik yapılan soykırımı gizlemeye çalıştıklarını öne sürdü.
Tuygun şöyle dedi: “Bu tarihsel yalanı desteklemek için de
uluslararası dikkatleri çeteci bir hareketin varlığına ve bunun
üzerine imparatorluğun başvurmak zorunda kaldığı misilleme
eylemlerine çekmeye çalışırlar. Ancak, o çeteci grupların niye
doğduğundan hiç söz etmez ve Rumların, Müslüman halkın
şiddetinden ve devlet ötesi mekanizmadan kendilerini korumak için tek yollarının bu olduğunun üstünden atlarlar.”
Yaylalı: Pontos’tan Karadeniz’e acılı bir hikaye
“Karadeniz’den Pontos’a nasıl adım adım yok edildiğimizi
burada bulunan değerli tarihçiler ve akademisyenler anlatsın”
diyen barış aktivisti Yannis Vasilis Yaylalı “Benim ya da ailemin
hikâyesine gelecek olursam, 1461’den Abdülhamit’e, İttihatçılardan Mustafa Kemal yönetimine kadar halkımızı nasıl
bir kader karşıladıysa, biz de bu kaderden üzerimize düşen
payı haylice aldık. Benim veya bizim gibilerin hikâyesi aslında
Pontos’tan adım adım Karadeniz’e dönüştürülen yurdumuzun
acılı hikâyesidir. Yukarıda belirttiğim gibi çok değerli akademisyenler ve tarihçi dostlarımız Pontos’un ve halkımızın adım
adım nasıl yok edildiğini, Karadenizleşen Pontos’u anlata-
ÖZTEKİN ÇAÇAN
caklar. Ben de size yok edilen ülkemizden sonra bizlerin de
ülkemiz ile nasıl aynı kaderi yaşadığımızı anlatmak istiyorum”
dedi.
Yaşamının, TSK’da askerlik yaparken PKK gerillalarına esir
düşme sürecine kadar olan kısmını ‘yokluk’ olarak nitelendiren Yaylalı, yaşadıkları Samsun’un Bafra ilçesinde dışarıda
bakıldığında çok sevimli olan çocukluklarında aslında sistem
tarafından her birilerinin katil olarak yetiştirildiklerini ifade
etti. Yaylalı, Kürd halkının tüm çabasına rağmen, yeterince
destek verdiklerinin söylenemeyeceğini ifade ederek, şöyle
dedi: “Daha önce birçok yerde söylediğimi bir kere daha burada söylemek istiyorum. Kürd halkı yenilirse hepimiz yenileceğiz bunu unutmayın.”
Oran: Yunan ve Türk Devleti tepişirken halklar ezildi
Panelde konuşan akademisyen Baskın Oran, 1923 ile başlayan Rum halkına uygulanan tehcirin 1964 yılında tamamlandığını ifade etti. Rum halkına uygulanan tehciri kronolojik
olarak anlatan Oran, Lozan Antlaşması’nın daha mürekkebi
kurumadan saldırıların hak ihlallerinin başladığını vurguladı.
Oran, “İmparatorlukta, vergi vermek ve imparatorluğa bağlı olmak koşulu varken, ulus devlet anlayışında devletin bir ulustan
oluştuğu kabul görür ve azınlıkların asimilasyonları söz konusudur. Türkiye Cumhuriyeti, ulus devlet anlayışı ile göçmenleri,
ulusal azınlıkları yaratmıştır” dedi. Müslümanların en büyük
sermaye birikimini 1915 Ermeni Soykırımı ve 1945 Varlık vergisi
ile sağladığını aktaran Oran, “Yunan ve Türk Devleti tepişirken
halklar ezildi” diye konuştu. Oran, aynı zamanda tehlikeli
adledilen Rumların 1964’teki sürgünü ile birlikte Türkiye’de
sanayileşmesinin ve laikleşmenin de geciktiğini ifade etti.
Kaya: Müslüman-Türk olduğumuz söyleniyordu
Hacettepe Üniversitesi Kültürel Çalışmalar bölümü master
öğrencisi olan Mert Kaya da bir sunum gerçekleştirdi. Kendi
ailesinin hikâyesinden yola çıkarak “1919-1925 yılları arasında Anadolu Rumlarının Müslümanlaştırılması” başlıklı tez
çalışmasını devam ettiren Kaya’nın sunumunda şöyle dedi:
“Küçük bir çocukken aile büyüklerimden birinin Yunanistan’a
gitmesiyle başladı her şey diyebilirim. Döndüklerinde tüm
çocukları odadan çıkartmış, videoya aldıkları yaşlı bir adamı
izleyip ağlıyorlardı. Sorduğumda ise devletin resmi tarih yalanlarına benzer yalanlar uydurmuşlardı. Aslında Müslüman-Türk
olduğumuzu, savaş zamanı askerlerin dedemizin kardeşini
alıp Yunanistan’a kaçırdığını ve Hristiyan-Yunan yaptığından
bahsetmişlerdi. Ulus-devlet yalanlarına yeni yeni aklım eriyor,
bu hikayeyi kabullenemiyordum. Üniversite hayatım boyunca
okuyup bu konular üzerine düşündüm ve hikayenin gerçeğini
bulmak için çaba gösterdim. “
Gerçeklik algısı ile ilgili en derli
toplu çalışmaları William Glasser
yapmıştır. Glasserin 1967 yılında
yayımladığı “Realitiy Therapy” adlı
çalışması 1980’ler de geliştirdiği
“kontrol” kuramıyla beraber düşünüldüğünde anlam kazanır. Glassner’e
göre davranışlarımız bizim dışımızdaki
uyaranlara verilmiş bir tepki değildir.
Dış güçler bizi etkileseler bile belirli
şekilde davranmamıza neden olmazlar. Ancak cansız nesneler dış güçler tarafından kontrol edilebilirler. Yaşayan
canlılar olarak bizler sadece içimizdeki güçler tarafından
harekete geçiriliriz. Ya da bir davranışı yapmaya güdüleniriz.
Bu nedenle davranmayı ya da davranmamayı kendimiz
seçeriz. Yapmayı seçtiğimiz şey doğru ya da yanlış acı ya da
doyum veren etkili yada etkisiz olsun, o sırada içimizden
gelen güçleri doyurmaktadır. Glasser’e göre beş temel, doyurulması gereken ihtiyacımız şöyle sıralanır. Hayatta kalma,
ait olma, güç elde etme, özgür olma ve eğlenme. Özellikle
“güç” meselesine dikkat çekmek istiyorum. Glasser’e göre
herkes bu özelliğiyle, yaptığı şeylerle hem kendinin hem de
başkalarının gözünde önemli ve güçlü biri olmak istemektedir.
“Resim albümü”
Glasser’e göre zihnimiz yukarıda sıraladığımız güç
vb. ihtiyaçlarımızı hemen belirleyecek, onları giderecek
resimlerle doludur. Örneğin bebekler açlık susuzluk gibi
durumlarını gidermek için diğer insanları ağlayarak kontrol
etmeyi öğrenir. Bebeğin yaptığı bu davranış ihtiyacını
giderirse bebek buna ilişkin bir resmi zihninde depolar.
Örneğin çikolatalı bir bisküvi onun açlığını giderirse bebek
onun resmini zihninde depolar. Böylece ihtiyacını gideren
her şeyden bir albüm oluşturur. Yani biz yaşamımız boyunca
isteklerimize uygun resimlerle, kendi albümümüzü sürekli
geliştirir ve yeni resimlerle doldururuz. Ve bu resimler bizim
ideal dünyamızı oluşturur.
William Glasser ‘herkesin albümü farklıdır’ der. Dünyada aynı albümü dimağında barındıran iki kişi yoktur. Başkalarıyla birlikte yaşayabilmek için onlarla ortak olan resimler
bulmak zorundayız. Bu yüzden hacı hacıyı Mekke’de, hoca
hocayı tekkede bulur diyebiliriz. Bunu yapamadığımız zaman
yani hacılarla, hocalar birbirlerine kendilerini dayatmaya
başladığında, bize acı ve üzüntüden başka bir şey yaşatmayan
bir mücadeleye girişmiş oluruz.
Yine Glasser’e göre bazı insanlar ‘güç ihtiyaçlarını’ gidermek için kişisel albümlerinde var olan kendi içsel dünyalarındaki resimlerle, gerçek dünyayı sürekli kontrol etmeye
çalışırlar. İsteklerimiz yani içsel dünyamızdaki resimlerle,
dış, gerçek dünya arasında bir hata oluşur. İşte gerçeklik
algısı dediğimiz olay da tam bu noktada gelişir. Dimağımız
bozulur meşhur fıkrada olduğu gibi zürafaya, ‘sen tavşansın’
demekten başka şansımız kalmaz.
Gelelim kendi hallerimize..
Yukarıda ana başlıklarıyla, Sema Kaner’in konuyla
ilgili bir çalışmasından ve çoğunlukla mealen alıntıladığımız
William Glasser’e ait çalışmaları başka açıdan düşünelim.
Geçmişten bize ne kalmış? Kişisel albümümüzde neler saklı?
Dinlediğimiz bir sohbeti görüntüleriyle birlikte hatırlar, o
görüntüleri yeniden, yeniden yorumlarız. Ve yaşadığımız
yer, dokunduğumuz eşyalar, iletişim halinde bulunduğumuz
insanlar bizim albümümüzü sürekli yenilememizi sağlar.
Dolayısıyla dağların doruklarını mesken tutanlarla, gündelik
yaşamı kotarmaya çalışanlar aynı albümü belleklerinde tutamaz. Çünkü yaşamları farklıdır. O yüzden birileri ‘hendek’
diye tutturduğunda diğerlerimiz yeter deriz. Sonra o hendek
diye tutturanlar galiba ‘biz hata ettik’ derler. Ama o sırada
bizden binlercesi göç etmiş ve yüzlercemiz de ölmüş olur.
Sonuç ortada kimin ‘gerçeklik algısında’ problem var. Bize
gücü dayatıp kitleleri hendeklerde ölmeye çağıranların mı?
Yoksa öteden beri resme iyi bakın bu yanlıştır ‘insanlar size
uymaz’ diyenlerin mi? Kim kimin sözüne geldi? Ya da geldi
mi?
14
SİYASET
BasHaber
SÖYLEŞİ
18 Nisan
- 24 Nisan14
2016
ANAYASA
BasHaber
18 Nisan - 24 Nisan 2016
15
SÖYLEŞİ
DBP’li belediyelerde kayyum endişesi
Karwan Bakuri
A
Çiçek: Belediyelerimiz çalıştırılmıyor
Geçtiğimiz gün DBP’ye yönelik
Diyarbakır’da yapılan operasyonda tutuklanan DBP PM üyesi ve Yerel Yönetimlerden
Sorumlu Eş Genel Başkan Yardımcısı Çimen
Işık, tutuklanmadan önce AKP tarafından
hazırlanan yasa tasarısı ile ilgili BasHaber’e
konuştu. Çimen, yasa tasarısının içeriğinin
henüz tam olarak bilinmediğine dikkat çekerek şöyle dedi: “106 belediyemiz var. Yapılan
birçok işlem bir şekilde kayyum ataması
gibidir. İşler yapılamıyor. Belediyelerimiz
çalıştırılamıyor. Hizmetlerin yapılabilmesi
için kaymakamlar da izin vermiyor. Bu ay iktisat komisyonu seçimleri vardı. Fakat birçok
arkadaşımız bundan önce gözaltına alındı,
tutuklandı. Pratikte aslında bunlar uygulanmaya başlandı.”
Işık, “Mevcut anayasaya göre bir kayyum atamaları imkânsız. Ama bizler bunu
yapacaklarını da biliyoruz. Bu aynı zamanda
sivil iradeye bir darbedir. Bu halkın iradesine
vurulan bir darbedir” dedi. 106 belediyenin
29 eş başkanın görevden uzaklaştırıldığını
hatırlatan Işık, 19 eş başkanının ise tutuklandığını söyledi. Işık, son olarak Ergani
Belediyesi Eş Başkanı’nın da tutuklandığını
söyledi. Yüzlerce meclis üyelerinin gözaltına
alındığını belirten Işık, yerel yönetimlerde çalışamaz duruma geldiklerini söyleyerek farklı
yöntemler ile belediyelerine kayyum atamalarının başladığını söyledi: “Ama biz bunu
kabul etmeyeceğiz. Bunun için hukuksal,
toplumsal, siyasal mücadelemizi vereceğiz.
Halkımız da bu konuda da tepkisini ortaya
koyacaktır. Bu siyasal iradeye darbedir. Bu
temelde mücadelemizi sürdüreceğiz.”
Yayın Yönetmeni - Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:
Faysal Dağlı
Statükocu bir parti rejimi
değiştirirken
Kayyum hangi
durumlarda atanır?
KP Yerel Yönetimlerden Sorumlu
Genel Başkan Yardımcısı Mehmet
Özhaseki, geçtiğimiz günlerde Yerel
Yönetimler Yasası tasarısıyla ilgili çalışmaların son aşamasına geldiğini belirterek, belediyelere kayyum atamasının yapılacağının
sinyalini vermişti. AKP tarafından hazırlanan
tasarı ile Demokratik Bölgeler Partisi’ne
(DBP) bağlı belediyelerin başkanları görevden alınarak yerine yeni atamalar yapılacak.
Özhaseki, görevden alınan belediye başkanı
yerine gelecek ismin, belediye meclisi üyeleri
arasından değil, kamu yöneticileri arasından
atanacağını da belirtmişti.
AKP’li Mehmet Özhaseki’nin belediyelere kayyum atamanmasına ilişkin açıklamalarının
yankıları sürüyor. DBP’li yöneticiler ve belediye başkanları kayyum atanmasına ve yerel
yönetimleri değiştirmeye yönelik yapılan çalışmalara tepki gösteriyor.
“Müfettişler yolsuzluk, rant gibi bir şeye
ulaşmadı”
Çimen, tutuklama, gözaltı ve uzaklaştırma
ile yapılamayanın bu yöntemle gerçekleştirmek istediğine dikkat çekerek, hükümetin
anayasaya aykırı yöntemleri hayata geçirdiğini söyledi. Çimen, devam eden şiddet ve
kayyum atanmasının bağlantılı olduğunu
iddia ederek şunları söyledi: “Bölgede devam
eden savaş ile kayyum meselesi birebir ile
bağlantılı şeylerdir. 8 aydır bütün belediyemize müfettişler gönderildi. Gelen müfettişler
teknik hatalar dışında herhangi bir yolsuzluk,
rant vb hiçbir sonuca ulaşamadı. Müfettiş
gönderme yöntemi de tutulmadı. Siyasal yöntemlerde denendi yine bir şey yapamadılar.
Şimdi ise farklı bir yöntem ile bunu yapmaya
çalışıyorlar. 8 aydır özellikle yandaş medya
belediyelerimize her türlü iftirayı atıyor. Biz
çoğunu muhatap bile görmüyoruz, cevap
vermiyoruz.”
Belediyelere kayyum atandığı zaman
halkın buna karşı çıkacağını söyleyen Işık,
bunu kabul etmeyeceklerini ifade ederek
buna ilişkin tartışmalarının ve çalışmalarının olduğunu söylerek, hukuksal anlamda
çalışma yürütmeye başladıklarını açıkladı:
“Siyasal anlamda da tartışmalarımızı da
sürdürüyoruz. Halk ile ortak tavrımızı, tepkimizi de ortaya koymak içinde tartışmalarımız da var. Hukuksal, toplumsal ve siyasal
tepkilerimizi ortaya koyacağız. Şimdi yasaları
inceliyoruz. Hem uluslaraarası anlamda hem
de Türkiye’de yasaları inceliyoruz. Kayyum
Haber Merkezi: Yeter Polat, Öztekin Çaçan,
M. Salih Batırhan, M. Emin Kan, Çimen Gümüş,
Dilan Almaz, Adem Özgür,
Ercan Ekinci, Murat Özdemir, Eren Dinç
İmtiyaz Sahibi: Basnews Medya Ltd. Şti. adına
Faysal Dağlı
Sahibi: Botan Tahsin
Hukuk Danışmanı: Av. Sennur Baybuğa
Görsel Yönetmen: Alp Tekin Babaç,
Hüseyin Ünal
atanırsa hukuksal anlamda nasıl olacak diye
bakıyoruz.“
Sakık: Kayyuma sessiz kalmayacağız
Ağrı Belediye Başkanı Sırrı Sakık, ise
kayyum atamasına tepki göstererek, şunları
söyledi: “Eğer sorunlar bu şekilde çözülecekse
kayyum da atasınlar vatandaşlıktan da çıkarsınlar. Dokunulmazlıklar, kayyum vb. şeyler
daha önce de denenen şeylerdir. Şimdi bunlar
yeniden uygulanmaya çalışılıyor. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana uygulanan yol
ve yöntemler bugün yeniden uygulanmaya
çalışılıyor. Bu güne kadar
sorunların çözülmemesinin nedeni de buna
benzer politikaların
tekrarlanmasından
kaynaklanıyor.
Çözümsüzlüğe
davetiye çıkarmaktır.
Bu tür uygulamalar
ile Türkiye’nin sorunlarına çözüm değildir.
Bununla kangren olan
sorun çözülemez. O
zaman niye seçim yaptılar? Seçim yapmasınlar.”
Sakık, kayyum meselesine
karşı sessiz kalmayacaklarını belirterek, bunun bir
deli saçmalığı olduğunu
söyledi.
Tel: +90 212 243 27 60
Fax: +90 212 243 27 79
E-mail: [email protected]
www.bas-haber.com
Meşelik Sk. No:22 D/3 Beyoğlu/İST
Baskı: İhlas Matbaası-Yenibosna/İST
BasHaber/BasNûçe Gazetesi’nde yayınlanan haber, yazı ve fotoğrafların her türlü telif hakkı Basnews Medya Limited Şirketi’ne aittir.
Hukuki anlamda bakıldığında kayyum, belli bir malın yönetilmesi veya
belli bir işin yapılması için görevlendirilen kimsedir. Kayyumun atamış
ise şu şekilde yapılıyor: Kayyum da
vasi gibi vesayet organlarından birisidir. Ancak vasi vesayet altındaki
kimsenin hem kendisini gözetlemek,
hem de mal varlığını yönetmek ve
hukuki işlemlerde onu temsil etmek
üzere atandığı halde, kayyum sadece belirli işleri görmek veya mal
varlığını yönetmek için görevlendirilir. Atanan kayyumun görevleri
mahkeme tarafından belirlenir.
Kayyumun görev yetkileri geçicidir.
Kayyumun yetkileri atanmasına
neden olan durumlarla sınırlıdır.
Eğer kayyum atanması belli bir iş
için istenirse, kayyumun görevi,
yetkisi ve kalacağı süre, bu işe göre
belirlenir. Kayyumun görevi, şirket
ya da kuruluşun suç unsuru mahkeme kararıyla sabit olana kadar ya da
söz konusu kuruluş, suçlamalardan
aklanana kadar bulunduğu şirketi
ve kurumu yönetmektir. Kayyum
olan kişi, bu kapsamda her türlü
kararı alarak uygulamaya geçirmek,
yeni yönetimi belirlemek, suçlamalara konu olan faaliyetler varsa
bunları sonlandırmakla görevlidir.
15
SENNUR BAYBUĞA
Anayasa yeni olacak mı?
U
Kendal Şervan
zun zamandan gündemde olan Anayasa taslağı
hala netlik kazanmazken, hukukçular ve yurttaşlar
tarafından dile getirilen “Nasıl bir Anayasa?” tartışması
da devam ediyor. Anayasa Uzmanı Prof. Dr. Levent Köker,
yapılması beklenen Anayasa tartışmalarına ilişkin BasHaber’e
konuştu. Köker, AKP’nin 2007 yılından beridir yeni bir Anayasa çalışması olduğunu hatırlatarak, şunları dile getirdi: “2007
yılında AKP’nin bir taslak çalışması vardı. Ama sonrasında ise
yeni bir çalışma yapmadı. AKP’nin her zaman yeni bir Anayasa
söylemi vardı. 2012 yılında ise tekrar ‘yeni bir Anayasa çalışması yapalım’ dendi ama yine de bir şey çıkmadı. Bunun için komisyon bile kuruldu. Ama komisyon dağıldı. AKP 2012 Kasım
ayında Meclis Başkanlığı’na sunulmak üzere Başkanlık Sistemi
ile ilgili önerge verdi. Şimdi tekrar yeni Anayasa yapalım diye
oturdular. AKP Başkanlık Sistemi istiyor gibi görünüyor. Bu
konuda bir uzlaşma olmayacağı ortaya çıkınca AKP bir Anayasa önerisi sunmaya hazırlanıyor. Bu öneride Başkanlık Sistemi
için çalışmalar yapılacak.”
“Yeni bir Anayasa mı önerilecek bunu bilmiyoruz”
Köker, Anayasa’nın sadece Başkanlık Sistemi’nden ibaret olmadığının altını çizerek, şöyle devam etti: “Anayasa Mahkemesi, yerel yönetimler, temel hak ve özgürlükler, yargı var. Bunları
gibi daha birçok şey var. Bütün bunları kapsayacak yeni bir
düzenleme mi yapılacak yoksa sadece Başkanlık Sistemi’ne
endeksli bir Anayasa mı olacak bunu da bilmiyoruz. AKP
yeni bir Anayasa mı önerecek bunu da bilmiyoruz. Yeni bir
Anayasa’nın Meclis’te kabul edilmesi için 330 vekilin desteği
lazım. Bunun desteğini alır mı almaz mı bunlar konuşuluyor.”
“Bu Anayasa’yı niye değiştirmek istiyoruz?”
“Bu Anayasa’yı niye değiştirmek istiyoruz onu da bilmiyoruz. Toplum bu konuyu da konuşmuyor” diyen Köker
Kürd meselesinin varlığına dikkat çekerek, şunları vurguladı:
“Diyanet ile, Alevilerle, ana dilde eğitim ile sorun var. AB’ye
uyum için mi yeni bir Anayasa mı istiyoruz? AKP’nin nasıl bir
Anayasa tasavvur ettiğini bilmiyoruz. Her seferinde yeni bir şey
söyleniyor. Zamana yayılacağı söyleniyor. Bunun referandum
süreci de olacak.” diye konuştu. AKP’nin 2015 seçim beyannamesinde Başkanlık Sistemi için önerileri olduğunu söyleyen
Köker, “Beyanname açıklanmadan önce Başkanlık Sistemi’nin
olduğunu söylemişlerdi. Ama okuduğumuzda ise Başkanlık ile
ilgili hiçbir şey yoktu. Önümüze bir Anayasa taslağı koyulduktan sonra o zaman konuşulur. 10 senedir bir Anayasa taslağını
toplumun önüne koyamayan bir iktidar partisi var. Nasıl bir
Anayasa istiyorlarsa söylesinler. 10 yıldır hala nasıl bir Anayasa
istediklerini hala öğrenemedik. 2002’den 2010 yılına kadar biz
hiç Başkanlık tartışması yapmadık. Nerden çıktı bu nasıl bir
şey istiyorlar biz de bilmiyoruz.”
Dokunulmazlık tartışması sürüyor
HDP’li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılması
için AKP tarafından 316 milletvekilinin imzasıyla TBMM
Başkanlığı’na sunulmasına HDP kanadından çok sert tepkiler
gelirken, CHP ve MHP, hükümetin teklifine evet diyeceklerini
beyan etmişlerdi. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu,
”Anayasa’ya aykırı olmasına ve HDP’ye karşı getirildiğini
bilmemize rağmen destek vereceğiz” açıklamasını yaparken,
MHP ise daha öncesinden HDP’nin dokunulmazlıklarının
kaldırılması için fikrini beyan etmişti. HDP Eş Genel Başkanı
Selahattin Demirtaş, AKP, CHP ve MHP’nin HDP’nin dokunulmazlıkları kaldırılması konusundaki tavırlarını sert bir dille
eleştirerek, “Ana muhalefet partisinin bu basit ve ucuz tuzağı
iyi hesaplaması gerek. Açık bir şekilde Anayasa’ya aykırı bir
teklifin sorgusuz sualsiz destekleneceğini açıklamaları şaşırtıcıdır. 3 parti birleşip Anayasa’yı değiştirme kararı aldıktan
sonra bizim yapabileceğimiz bir şey yok. Yapacağımız tek şey,
bu gerici siyasi intikam için Parlamento’da Anayasa değişikliğini göze alan anlayışa karşı dik durmadır” açıklamasını yaptı.
Avukat Alataş: Bu Anayasa’ya aykırıdır”
Avukat Yusuf Alataş, dokunulmazlıklarının kaldırılması
ile ilgili AKP, CHP ve MHP’nin tavrının Anayasa’ya aykırı
olduğuna dikkat çekerek, “Anayasa’nın eşitlik ilkesine ve
83. Maddesi’ne aykırıdır. Anayasa vekiller için bir yasama
dokunulmazlığı olduğunu söylüyor. Tutuklama ve soruşturma
olmadan vekiller yasama faaliyetlerini sürdürsünler. Dokunulmazlığın amacı bu. Eğer Meclis kararı ile kaldırılacaksa
vekiller kendi özgür iradeleriyle karar versinler. Siyasi partiler
bu konuda görüşme yapamasınlar. Tamamen vekillerin kendi
vicdanlarıyla oy kullanmaları öngörülmüş. Bu tasarıdan da öte
AKP’nin parti kararı doğrultusunda bir önerge ile gündeme
geliyor. CHP’de parti kararı olarak destekleyeceğini beyan
etmişti. MHP’nin düşüncesi ise net. Her üç parti Anayasa ve
dokunulmazlık müessesine aykırı davranıyor” diye konuştu.
“Siyaset yapanlar siyaset dışı bırakılıyor”
Alataş, AKP’nin devletin bütün kurumlarına hâkim olduğunun altını çizerek, “Hedef olan HDP’dir. Neresinden bakarsanız bakın, bunun hukukla, adalet ve eşiklikle hiçbir ilgisi yok.
Devlet bunu daha önce de denedi. Türkiye hem içte hem de
dışta hukuki anlamda mahcup oldu. Sonunda bu insanlar yine
Parlamento’ya geldiler. Eğer bir sorun varsa öncelikli olarak
bunun çözümü TBMM’dir. Siyasi kararlar ile mesele çözülür.
Baskı ve şiddetle bir çözüm mümkün değil. Türkiye’deki Kürd
sorunu sadece Kürdleri değil Türkiye toplumunu da ilgilendiriyor. Tam anlamıyla demokratik bir ortama geçilmiyor. Sadece
Kürdler zarar görmüyor, Türkiye toplumu zarar görüyor. Daha
önce gelsinler siyaset yapsınlar dediler. Şimdi ise siyaset yapanları siyaset dışı bırakmaya çalışıyorlar. Bunun hiç kimseye ve
hiçbir şeye katkısı olamaz. Sorunlar giderek derinleşir, ötekileştirme sürece düşmanlığa dönüşür” diye konuştu.
İki gündür yine bizi derin hayal
kırıklıklarına sürükleyen CHP’mize
ağlamakla meşgulüz. Aşık kadın
gibi, her seferinde aldatılıyor ama
ilişkimizi bir türlü kesemiyoruz,
uzaklaştırma kararı alamıyoruz, boşanamayoruz ve de yazık ki mutlu
bir evlilik hayatı da sürdüremiyoruz. Cehaletle, siyasetle ve iktidar
olamama hali ile açıklanamayacak
bir durum var ortada. CHP devlettir. Cumhuriyetin
değerleri soyut kavramının arkasında nasıl bir şuurla
koştuğunu bilen sağ partiler akıllıca bu zaafından
yararlanmayı da hep bildiler. ‘İlkesel’ ve ‘ülkesel’ siyaset
yapınca da hepimize geçmiş olsun. CHP isimli bir parti
daha kurup, hakikaten içindeki iyi insanları, ismine olan
bağlılıkları ile birlikte oradan kurtarmak, başka türlü
mümkün değil.
Açıkça HDP’yi hedeflediği anlaşılan ve üç gün
önce hazırlanarak Meclis‘e sunulan, vekil dokunulmazlıklarının kaldırılması ile ilgili Anayasal değişikliğe,
Anayasa‘ya aykırı olsa bile evet diyeceğini açıkladı CHP.
Anayasa‘nın mevcut 83. Maddesi; tümü ile vekilleri
görevleri döneminde Meclis kürsüsünde yaptıkları
konuşmalardan dolayı cezai sorumlulukları olmayacağı,
yanında aynı zamanda vekillik görevleri süresinde hem
infaz ve hem da yargılamanın ceza ile ilgili bölümü ile
ilgili yasal bir engeli anlatmaktadır. Bu engelin vekillik
görevi boyunca devam edeceği, görevi bittikten sonra
ortadan kalkacağı açıktır. Bundan maksat da halkın oyları ve taktiri ile Meclis‘e gönderdiği temsilciyi Meclis‘te
halk adına rahat bırakmak, çalışır halde tutmaktır. Bu
değişiklik önerisi ile, Meclis 83. Madde‘yi ilga etmekte,
ülkenin her yanında denetimi altında tuttuğu hakime
savcıya, vekilleri, soruşturma, yakalama, tutuklama
konusunda yetki ve serbestlik vermektedir. Anayasa’nın
83/2. Maddesi‘ne göre, “ağır cezayı gerektiren suçüstü
hali”nde ve “seçimden önce soruşturmasına başlanılmış
olmak kaydıyla Anayasa’nın 14. Maddesi‘ndeki durumlar bu hükmün dışındadır” ifadesinin de bulunduğunu
hatırlatayım, anlayacağınız mevcut hali ile de kimse
devletinizi bölemezdi zaten. Meclis‘te çoğunluğu zaten
elinde bulunduran siyasi parti, yedekleri ile birlikte 85.
Madde‘ye göre anayasal denetime tabi dokunulmazlığın
kaldırılması hükümlerini bile yeterli görmeyerek yeni ve
bu kez Anayasa Mahkemesi‘nine itiraz yolu da kapalı,
yeni küçük bir anayasal değişik önerdi -geçici tabi- ve
CHP de bu değişiklik Anayasa‘ya aykırı olsa bile evet
oyu vereceğini söyledi.
Siyasi iktidarın Anayasa Mahkemesi’nin yerindelik
denetimine daha tahammülünün kalmadığı ‘Siyasi
hedefleri’ zemininde, CHP’nin hangi siyasi akılla öneri
karşısında direnç sergileyip seçmenini ve ülke geleceğini
attığı tehlikeyi görmek yerine bu değişikliğe evet oyu
vereceğini bilmiyorum.
Meclis‘te halihazırda 122 milletvekilinin dokunulmazlığının kaldırılması ile ilgili dosya olduğu söyleniyor,
bunlardan 43 tanesi HDP’li vekil. Yürütmenin hele
ki son yıllarda mahkemeler ve hakimler üzerindeki
etkisinin, hatta etki edemediği hakim ve savcıların da
iki duruşma arası sanıklarla aynı cezaevlerine atıldığının
görüldüğü ülkemizde, yasama dokunulmazlığının ne
manaya geldiği daha açıkça anlaşılabilir. İktidarın
atadığı ve yazık ki emir ve talimatı altında bulunan savcı
ve hakimlerin, bu partinin vekillerini yargılayamayacağı
geçmiş yıllarımızdaki pratiklerden açıkça anlaşıldığına
göre, bu yasa hamlesinin tüm maksadı ortada. Vekillerin
Meclis‘ten uzaklaştırılmasının yol açacağı sonuçlar,
CHP‘nin Kürd fobisi yüzünden görmekten kaçındığı şey,
bu ülkede bir gelecek hakkı olan milyonların otoriter
bir rejimin son makyajlarının yapılmasına nasıl hizmet
ettiğidir. Kısaca; Kürd fobisi varolsun, başkanımız
hamdolsun.
16
MÜZİK
BasHaber
Taj:
Defin heybetli sesine
dokunan sanatçı
T
Jiyan Helîn
aj kendi deyimiyle 4 yaşından beri
sanat ile haşir neşir olmuş Doğu Kürdistanlı bir sanatçı. Çocukluğundan
beri eline aldığı erbaneyi (def) hiç bırakmamış. Sine’den çıkıp eline aldığı erbaneyi
hiç bırakmayarak Kürdlerin acılarına tanık
olmuş ve bu acılara erbanesiyle tercüman olmaya çalışıyor. Kendisini şöyle tanıtıyor: “Asıl
adım Kamili Seyyit Taceddin Hüseyni’dir.
Ben sanatla uğraştıktan sonra bazı arkadaşlar bana Taj ismi ile seslendiler. Daha sonra
ismim Taj Kurdistani oldu. Ailem Sine’de
yaşıyor. Benden büyük 3 erkek kardeşim de
def çalıyordu. Ben çocuk iken ailem Kadiri
tarikatına mensup idi. Tasavvuf makamı için
defin önemi büyüktü.”
Yedi yaşında profesyonel yaşam!
Kadiri dergahına gittiğini ve orada aldığı
eğitimin ardından artık erbaneyi bırakmadığını söyleyen Taj şöyle devam ediyor:
“Haci Seyyit İbrahim Kürdistani Dergâhı’nda
def çalmaya başladım. Tahran’a gidip Bijen
Kamkar’dan ders aldım. Özellikle Kamkar’a
çok teşekkür ediyorum emekleri için. Yedi
yaşında profesyonelliğe adım attım, festivallere katıldım. İran’da düzenlenen uluslararası festivallerde de def çaldım. 60 defa
İran ve uluslararası festivallerde def çaldım.
Sonra kendi def grubumu kurdum. Grubu
kurduğumuz zaman 11 yaşındaydım. 4 kişiydik. 18 yaşında Sine’de 60 kişilik bir orkestra
kurduk. İlk grubumun adı Niyam Taha idi.
Sonra farklı isimlerde gruplar kurdum.”
Kürdistan Okulu’nda eğitimi var
Sine’de kurulan Kürdistan Okulu ise
hem Taj için hem de erbane için bir dönüm
noktası oluyor. O burada erbane sanatını
daha da ileriye taşıyor. Sanatçı, okul için
şunları söylüyor: “Defi profesyonel kullanan
ilk Kürdistan Okulu’dur. Burada nota ile işler
profesyonel olarak yürütülüyordu. Hem klasik hem de çağdaş müzik yapılıyordu. Kürdistan Okulu def için kurulmuş olup, resmi
değildi. Orada nota ile def çaldım. Def ile
ilgili bilgim arttıkça bu sefer kitap yazmaya
karar verdim. Def tarihi ve ritmiyle ilgili 700
sayfalık kitap yazdım. Ayrıca kitabımda hem
Kürdçe ritimlerle ilgili hem de Ortadoğu’nun
ritimleri ile ilgili şeyler de yazdım.”
Anavatanı Mezopotamya’dır
Otuz yıldır erbane çaldığını söyleyen Taj,
erbanenin tarihini de yakından biliyor. Erbanenin Kürdler açısından önemli olduğunu
vurgulayarak şöyle devam ediyor: “İnsan
sesiyle oynayarak müziği keşfetmiştir. Binlerce yıl önce insanlar defi bulmuşlardır. Sümer
uygarlığı döneminde şimdiki def keşfedilmiştir. Sümerler döneminde def yuvarlak
iken, onlardan önce ise kare, dikdörtgen şeklinde olduğunu söyleyebiliriz. Tarih de bunu
diyor. Defin anavatanı Mezopotamya’dır
diyebiliriz. “
Defin heybetli sesi
Taj, Kürdlerin Mezopotamya’da yaşayan
diğer halklara göre daha çok erbane çaldığını söylüyor. Kürdlerin tarih boyunca kendi
devletlerini kurmak için mücadele verdiğini
söyleyen sanatçı, erbanenin heybetinden
şöyle bahsediyor: “Def marş gibi heyecanlıdır. Başkaldırı ve devrim gibidir. Örneğin Selahattin Eyyubi Kudüs’ü Haçlılardan alırken,
def çalarak cenge gitmiştir. Selahattin defin
sesiyle düşmanını korkutuyordu. Çünkü
defin heybetli bir sesi vardır. Selahattin,
Endülüs döneminde defi İspanya’ya kadar
götürmüştür. Avrupa’nın def ile tanışması
Selahattin Eyyubi zamanında olmuştur. “
Erbaninin tasavvuf ile ilişkisi
Erbanenin İslamiyet ve tasavvufla yakından ilişkili olduğunun altını çizen Taj,
erbanenin bunu şöyle açıklıyor: “İslamiyet
olmasaydı belki def bu zamana kadar güncel
olmazdı. Ya da daha geride kalan enstrüman
olurdu. İslamiyet’ten önce def sadece düğün
ve eğlence yerlerinde çalınırdı. İslamiyet geldi, def canlandı. Hz. Muhammed Medine’ye
giderken, def ile karşılanmıştır. İslamiyet’ten
400 yıl sonra def bu sefer tasavvuf ile kendini yenilemiştir. Abdulkadir Geylani bunu
çok iyi kullanmıştır. Def, Geylani tarikatı
zamanında Kürdistan’da çok yayıldı.”
“Sine’den ustalar yetiştirmiştir”
Taj, Sine şehrinin erbane için öneminden
bahsederken, yine aynı şekilde dünyanın
tanınmış birçok erbane sanatçısının da
Sine’de çıktığını söyleyerek, buradan
dünyaya yayılan isimleri ise
şöyle sıralıyor: “Örneğin, Xelife Kerim, Xelife
Mirza, Bijen Kamkar, Bahaddin Hüseyin gibi.
Bunlar İran’da ve dünyada çok tanınan def
sanatçılarıdır. Bijen Kamkar, özellikle def için
nota yazmıştır. Bu önemli bir özelliktir.“
Parçalanmış ülkenin müziğe yansıması
Kürdlerin parçalanmışlığı sanatlarına da
yansımıştır. Taj, bu durumu, sanata ve dile
yansımasını da şöyle yorumluyor: “Parçalanmışlık müziğe de yansımıştır. Nasıl ki dil
asimile oluyorsa müzik de asimile oluyor.
Örneğin Rojhilat’ta Kürd müziği İran’ın
özelliklerini taşıyor. Eğer sanat korunmasa
asimile olur. Bunun önüne geçmenin tek
yolu sahiplenmektir. Kültürel saldırılara
karşı kendinizi korumak zorundasınız. Kürd
müziği İran müziğinden çok az etkilenmiştir.
Bu Irak, Suriye, Türkiye için de geçerlidir.
Kürdlerin müziği çok zengindir. Ayrıca Kürd
müziğinin ritmi de çok zengindir. Kürd kültürü bu konuda çok zengindir. Fakat yine de
Kürd kültürü hala bir tehlike karşısındadır.
Eğer bizler kendi sanatımıza sahip çıkmasak
bunu kaybederiz.”
“Doğulu sanatçılar tanınmıyor“
Dengbêj Şakiro, Kawis Ağa, Eyşe Şan’nın
Kürd müziği için çok önemli kişiler olduğuna dikkat çeken Taj, “Kürdlerin
yaşadığı her yerde
tanınıyorlar.
Rojhilatlı bir
SÖYLEŞİ
18 Nisan
- 24 Nisan16
2016
“Def marş gibi heyecanlıdır.
Başkaldırı ve devrim gibidir.
Örneğin Selahattin Eyyubi
Kudüs’ü Haçlılardan alırken,
def çalarak cenge gitmiştir.
Selahattin defin sesiyle düşmanını korkutuyordu. Çünkü
defin heybetli bir sesi vardır.“
sanatçı diğer Kürdler tarafından çok tanınmıyor. Örneğin Şivan Perwer, Civan Haco,
Xero Abbas’ı Rojhilatlılar iyi tanıyor. Ama
Kuzey’de yaşayan Kürdler Rojhilatlı sanatçıları tanımıyor. Bu üzücü bir durumdur.
Eli Merdan, Abbas Kemendi, Nasır Rezazi
gibi sanatçılar var ama birçok Kürd bunları
tanımıyor” diye sistemde bulundu.
“Siyaset sanatın önüne geçmemeli”
Doğu’da Kürdlerin daha çok sanatla ilgili
olduğunu söyleyen Taj, Kuzey’de ise siyasetin
sanatın öne geçtiğine dikkat çekiyor. Sanatçı
bu duruma değinirken, Kermahşa kentinden örnek veriyor: “Kermanşa kentinde
birçok Kürd siyasi partisi kuruldu. Birkaç yıl
Kürd partiler Kermanşa üzerine çalışmalar
yürüttü ama Kermanşa halkı bunlara kulak
tıkadı. Kermanşa Kürdleri fazlasıyla asimile
olmuştu. Sonra Nasır Rezazi, Kermanşa
Kürdleri için Kelhori lehçesinde bir albüm
yaptı. Bununla özlerine döndüler. Sanat ile
insanların yüreğine işleyebilirsin. Kürd siyasi
partilerin yapamadığın bir Kürdçe albüm
yaptı. İnsanların yüreklerine hitap ederseniz insanlar peşinizden gelir. Çünkü sanat
temizdir. Ama siyaset öyle değildir. Politika
ile insanları çok rahatlıkla kandırabilirsiniz.
Ben def çalıyorum örneğin. Amerika’daki
bir kişi beni dinliyor. Bu sanatın gücüdür.
Şimdi Şıvan Perver’in ‘Kîne Em’ parçasını
Kürdler, Araplar, Türkler ezbere biliyor
neredeyse. Belki birçok kişi
Şivan’ı tanımıyor. Ama
yaptığı müzik biliniyor.
İşte sanat böyle bir şeydir.
Sanatın hakikatine inan
bir sanatçının sanatı
kaybolmaz.“

Benzer belgeler

26.01.2015

26.01.2015 Demografya, tarih, dil ve insan yıkımı Haziran seçimlerinden sonra başlayan şiddetin en büyük mağduru olan halkın çatışma alanlarından göçü tam bir toplumsal trajediye dönüştü. Sur, Cizre, Silopi, ...

Detaylı

23.05.2016

23.05.2016 SÖYLEŞİ gidilebilir. Şuan AK Parti içinde ya da CHP içinde Kürd var, yani hepsinde var.

Detaylı

10.08.2015

10.08.2015 ise göç hareketliliğinin siyasal davranışa etki ettiğini ancak bölgede HDP’nin oyunun oransal olarak çok fazla değişmeyeceğini belirterek, “Özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nden göç eden Kürdler...

Detaylı

25.04.2016

25.04.2016 SÖYLEŞİ gidilebilir. Şuan AK Parti içinde ya da CHP içinde Kürd var, yani hepsinde var.

Detaylı

04.04.2016

04.04.2016 so-runsuzluğun diğer ülkelerin de destek vermesinden kaynaklı olduğunu savundu. Irak’ta halkın kendi iradesini ortaya koyamadığını iddia eden Balayi, Kürdlerin olası referandumda bağımsızlığı onayl...

Detaylı

04.07.2016

04.07.2016 heybetli sesi Haftalık haber gazetesi - 2.5 TL

Detaylı