44.sayıya ulaşmak için tıklayanız

Transkript

44.sayıya ulaşmak için tıklayanız
CMYK
CMYK
Venezüella Büyükelçisi Raul Yoldaş’a
başarılar diliyoruz
Halkın Kurtuluş Partisi’nden...
Kurtuluş Partililer
Halkımızla pikniklerde buluştu
KESK’e yapılan saldırılar kamu
emekçilerini yıldıramaz
Bugüne kadar Venezüella’yı Maslahatgüzar
düzeyinde temsil eden Raul Betancourt Seeland
Yoldaş, bundan sonra Büyükelçilik düzeyinde
temsil edecek. Latin Amerika’dan esen yol rüzgarları ülkemizde Büyükelçi olarak Raul Yoldaş
estirecek artık. Kurtuluş Partisi olarak Raul Yoldaş’a yeni görevinde başarılar dileriz.
Geleneksel olarak yapılan piknikler bu yıl;
Ankara’da 7 Haziran’da, Sorgun Yaylası’nda, Tekirdağ’da 22 Mayıs’ta, Atatürk Orman Çiftliği’nde yapıldı. Pikniklerde, Kurtuluş Partililer bir
günü Sosyalistçe; sofralarıyla, oyunlarıyla, halaylarıyla halkımızla paylaştılar. Kısa söyleşilerle
güncel meseleler tartışıldı.
Halkın Kurtuluş Partisi, KESK’e yönelik tutuklamaları, baskıları protesto etti.
Baskılar bugüne kadar kamu emekçilerini yıldırmadı, bundan sonra da yıldırmayacaktır. KESK’in grevli, toplu sözleşmeli, sendika mücadelesi tüm baskılara
rağmen devam edecektir.
www.kurtulusyolu.org
ISS 1305-8975
YIL: 4 • SAYI: 44 16 HAZİRAN 2009
15 GÜNLÜK SİYASİ GAZETE
Yeni 15-16 Haziranlar
Yaratmaya!..
Yerli yabancı Parababalarının saldırılarına karşı; haydi daha bilinçli daha örgütlü
Y
ıl 1970. Türkiye Devrimci ortamında
İşçi Sınıfı var mı? Yok mu? tartışmalarının yapıldığı yıllar... Orijinal
Devrim teorisinden yoksun küçükburjuva
sosyalistler Çin ve Küba devrim modellerini Türkiye’de uygulamaya çalışıyor. Gerekçeleri Türkiye’de İşçi Sınıfı yok(!)
Oysaki; 1920 yılında kurulan TKP’nin
En Genç Merkez Komite Üyesi olan ve
Parti’nin Teorik-Pratik yükünü çeken, bu
uğurda ömrünün 22,5 yılını Parababalarının
zindanlarında
geçiren,
Türkiye
Devrimi’nin Önderi Hikmet Kıvılcımlı
yıllar öncesinden İşçi Sınıfının varlığını bilimsel olarak kanıtlamıştı. İşçi Sınıfının özgüç olduğunu ortaya koyan Kıvılcımlı Usta, yaşamı boyunca “başta İşçi Sınıfımız
gelmek üzere” şiarını yaratmış ve öyle
davranmıştır.
Türkiye sol ortamında bu durum yaşanırken, yerli-yabancı Parababaları İşçi Sınıfı yoktur diyen sosyalistlerden daha ayık
davranmıştır. İşçi Sınıfımızın işyeri, mahalle ve bölge komiteleriyle kurup, geliştirdiği
DİSK’i kapatma çabasına girmişti. Devrimci sendikal örgüt olan DİSK kapatılıp İşçi
Sınıfımız ABD tarafından kurulmuş SarıGangster Türk-İş’e mecbur bırakılmak isteniyordu.
İşçi Sınıfımız Parababalarının bu oyununu 15-16 Haziran günlerinde İzmit ve İstanbul’da işyerlerini terk edip eyleme geçerek bozuyordu. İşçiler fabrikaları boşaltıp,
karayolunu kapatıp yürüdüler; barikatları
İsrail’e değil köylüye toprak
Vatan toprakları
peşkeş çekilemez
H
Kurtuluş Yolu/Ankara
alkın Kurtuluş Partisi,
vatan topraklarının Siyonist İsrail’e peşkeş çekilmek istenmesini yaptığı basın açıklamasıyla 30 Mayıs’ta
protesto etti.
Eylem, Parti Genel Merkezinin önünde kortej halinde,
“Siyonist İsrail, Ortadoğu’dan defol” sloganlarıyla
başladı. İnsan Hakları Anıtı
önünde Kurtuluş Partisi Ankara İl Başkanı Sait Kıran basın
açıklaması yaptı. Kıran, Parti
adına yaptığı açıklamada, mayınlı arazilerin temizlenmesi
bahanesiyle vatan topraklarının
AB-D Emperyalizminin Ortadoğu’daki çıkarlarına hizmet
eden bekçi köpeği İsrail’e lüpletilmeye çalışılmasını kınadıklarını söyledi. “Kahrolsun
ABD-AB Emperyalizmi”,
“Kahrolsun Emperyalizm
Yaşasın Sosyalizm”, “Vatan
toprakları satılamaz”, “İsrail’e değil Köylüye toprak”
sloganları atıldı. Kortej düzeninde sloganlar eşliğinde Genel Merkeze dönüldü.
Basın Açıklaması metni
2’nci sayfadadır.
yıkarak, engelleri aşarak... Tarihe Şanlı 1516 Haziran Direnişi olarak geçen eylemde
İşçi Sınıfımız; Mehmet Gıdak, Yaşar Yıldırım ve Mustafa Bayram isimli işçileri
şehit verdi. 3 ay boyunca Kocaeli ve İstanbul’da sıkıyönetim ilan edildi. Binlerce işçi
işten çıkartıldı. 15-16 Haziran Şanlı Direnişi’nde İşçi Sınıfımız canı-kanı pahasına kazandığı hakları, yine canı-kanı pahasına korumasını bildi. Dosta da Düşmana da “kendisi için bir sınıf” olduğunu gösterdi. Kıvılcımlı Usta’nın “başta İşçi Sınıfı gelmek
üzere” sözünü şiar edinen yoldaşlarından
İPSD Genel Başkanı, Genel Sekreteri ile
birlikte dönemin Gençlik Önderi bugün
Devamı sayfa 6’da
Kurtuluş Partisi, İETT zamlarını protesto etti
Topbaş zammını al başına çal
H
Kurtuluş Yolu/İstanbul
alkın Kurtuluş Partisi
İstanbul İl Örgütü, Tayyipgiller tarafından toplu ulaşım ücretlerine yapılan
zammı protesto etti.
Kurtuluş Partililer, İstanbul’da taşıma ücretlerine, toplamda yüzde 15 oranında yapılan zamma karşı, 6 Haziran günü saat 15.00’da, Kadıköy İskele Meydanı’nda, akbil gişelerinin önünde bir basın açıklaması yaptı.
“Zam Zam Ucuzluk e
Zaman”, “İşsizliğe Pahalılığa
Zama Zulme Son”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap Verecek”, “Topbaş Zammını Al
Başına Çal”, “Zamlar Geri
Alınsın” sloganlarını haykıran
Kurtuluş Partililer adına İl
Başkanı Pınar Akbina açıklama yaptı.
Halk, basın açıklamasına
alkışlarıyla, sloganlarıyla destek verdi.
Basın Açıklaması metni
2’nci sayfadadır.
FİYATI: 50 Ykr
Kurtuluş Partisi 1 Mayıs’ta
Küba’da Devrim Alanı’nda...
Başyazı
Haberi sayfa 5’te
Recep Vurmuş Yoldaş’ın Anısına:
AB-D Emperyalistleri ve Yerli
Uşaklarına karşı Devrimci Önderler
gibi mücadele etmeliyiz
Sevgi ve saygıdeğer arkadaşlarım,
Mevlana, Divan-ı Kebir’inde der ki;
Şu ecelin kulağı sağırdır,
Feryadı işitmez, duymaz; yoksa ağlardı kan kesilen yüreklere.
Şu ölüm cellâdının gönlü yoktur; olsaydı da tek taş olsaydı,
Gene ağlardı.
Sağken görselerdi ölümü, el-ayak, ağlardı birbirinin haline
Kıvranıp can çekişirken görseydi, ağlardı dişi keçi, erkek arslana
Yeryüzü, çocuğunu yiyen bir ana; öyle
olmasaydı ağlardı oğlunun ölümüne.
Ölüm acısıyla tatlı canını nasıl veriyor;
Bir görseydi ağlardı şeker bile.
Kumru, ardıç ağacının kökten söküleceğini bilseydi bırakırdı ötmeyi-dem
çekmeyi de ağlardı.
Tabutun şu kefenden haberi olsaydı
ağlardı götürülürken yollarda
Mevlana, savunduğu tasavvuf anlayışından hareketle: “Benim ölüm günüm,
düğün günüm olacaktır. O gün
Allah’la birleşeceğim” der.
Böyle demesine rağmen, yukarıdaki
dizelerinde gördüğümüz gibi, ölüme çok
etkili bir ağıt yakar. Demek ki tüm felsefeciler gibi, o da felsefesini bir tasavvur, bir
gerçekleri yorumlama çabası, anlamlandırma çabası olarak yapmaktadır, görmektedir. Ölüm gerçeği karşısında o da herkes
gibi ürpermektedir. Ve hayatın bu temel
gerçeği onda da travmaya yol açmaktadır.
Yani o da herkes gibi travmalıdır.
Devamı sayfa 8’de
2
Yıl: 4 • Sayı: 44 / 16 Haziran 2009
Kurtuluş Partisi’nden
Vatan topraklarımızı Siyonistlere
peşkeş çekmek istiyor
Tayyipgiller Davos’ta kuru gürültünün diyetini ödüyor!
A
BD ve AB (AB-D) Emperyalistlerinin has evladı Tayyip söylediği; “(…) ben ülkemi adeta pazarlamakla mükellefim” sözünün arkasında. Vermiş
olduğu sözün gereğini layıkıyla
yerine getiriyor. AB-D’li efendilerinin bir dediğini iki etmiyor. Vatan satıcılığına, vatan hainliğine
son hızla ve kararlı bir şekilde devam ediyor. Bu satışlarda tercihini
de Siyonist İsrail’li işadamlarından
yana yapıyor. Vazgeçemiyor Ortadoğu’nun bekçi köpeğinden. Deliler gibi tutkun Yahudi Bezirgânlara, Tayyip.
Tayyipgillerin bu tutkusu, Yahudi Bezirgân Sami Ofer’in şirketine Kuşadası Limanı’nı, Tüpraş’ın
yüzde 14.75’lik hissesini lüpletmesi ve Galata Rıhtımı’yla çevresini
lüpletmek istemesiyle başlamıştı.
Üstelik Kuşadası Limanı ile Tüpraş’ın bir bölümünü hiç ihale filan
açmadan vermişti. “Al senin olsun”, diyerek Galata Rıhtımı ve
çevresini ise göstermelik bir ihale
ile vermek istemişti. İşin aslında
da, Tayyip, K. Unakıtan ve diğer
Tayyipçiler, kapalı kapılar ardında
görüşerek pazarlamışlardı kamu
mallarını Yahudi tüccara.
Şimdi de Tayyip Davos’taki
yaptığı kuru gürültünün maliyeti
olarak, Güneydoğu’daki toprakları
sunuyor, Siyonist İsrail’e. Sovyetler Birliği’nin Suriye’ye silah yardımından sonra, 1956’dan itibaren
NATO tarafından mayın döşenmeye başlanan bereketli topraklardır
altın tepside sunulan. Tamı tamına
216 bin dekar ülke toprağı peşkeş
çekilmeye çalışılıyor, Siyonist İsrail’e.
Mayınların temizleneceğini, 1
Mart 1999 tarihinde yürürlüğe giren, 146 ülke tarafından imzalanmış bir antlaşma ile kabul eden
Türkiye, Suriye sınırındaki mayın
temizleme işini kendi yaparsa yeni
bir yasaya da gerek kalmıyor. Ama
Tayyip, mayın temizleme işini illa
da İsrail’e yaptırtmak istiyor. Gelen tepkiler üzerine de hemen yalana başvuruyorlar. Takım taklavat
Tayyipgiller, mayınların temizlenmesi ihalesiyle İsraillilerin ilgilenmediğini ve bu tür iddiaların ise
komplo olduğu yalanına sarılıyorlar. Yalancının mumunu ise, daha
yatsı olmadan İsrail Büyükelçisi
Gaby Levy söndürüyor. Şanlıurfa’da; “Bu bölge hem Müslü-
manlar için hem Yahudiler için
çok önemli bir yer. Biz küçüklüğümüzden beri nereden geldiğimizi ve tarihimizi biliyoruz. Bunu küçük çocuklarımız da biliyor. Tabiî her Yahudi için bu topraklar atalarımızın dedelerimizin geldiği bu topraklara gelmek
çok önemli, özellikle Şanlıurfa ve
Harran bizim için çok önemli”
diyor.
Kilis’in Suriye sınırındaki köylerde oturan insanlarımız da arazilerin kendilerine verilmesi karşılığında mayınları temizlemeye gönüllü olduklarını söylüyorlar. Köylülerimiz “Burası mayın nedeniyle
bakir bir toprak haline geldi. Ne
eksek yetişir, neden bize vermek
dururken yabancılara veriliyor. Bu
toprak bizim hakkımız, gerekirse
mayınları da temizleriz. Zaten yıllardır çeşitli nedenlerle mayınların
çoğu patladı. Kalanını da biz temizlemeye, temizletmeye gönüllüyüz. Bu kadar tartışmaya gerek
yok” diyorlar.
Tayyipgillerin önem sıralamasında, “anasını alıp gitmesi” gerekenlere yer yok. Tayyipgiller tabiî
ki tercihini, kanla kazanılmış bu
vatan topraklarını, Büyük İsrail
(Arz-ı Mev’ud) sınırları içerisinde
gören İsrail’den yana yapacak.
AB-D Emperyalistlerinin Ortadoğu’daki Bekçi Köpeği İsrail, insanlığa hizmet olsun diye, mayınları temizlenmiş arazide, topraksız
insanların toprağı olsun, bu topraklarda organik tarım yapsınlar diye,
mayınları temizlemeye gönüllü olmuyor. İsrail Büyükelçisinin açıkça söylediği gibi bu topraklar Siyonistler için “vaat edilmiş kutsal
topraklar.” Bu topraklarda, büyük
petrol rezervleri var. Bu topraklar,
AB-D Emperyalistlerinin ülkeyi
bölmeye çalıştıkları üç parçadan
birini oluşturmakta. Ve halklar şunu çok iyi biliyorlar ki, İsrail girdiği yerden çıkmaz.
Bu ihalenin İsrail’e verilmesine
karşı doğan tepkileri, ülkedeki faşizan eğilimlere bağlıyor; Vatan
satıcılığına karşı çıkanları faşist diye damgalıyor, şeriatçı Tayyip.
Yurtsever olan, ulusal olan ne varsa düşmanlar. Tefeci-Bezirgân Sermayenin temsilcisi oldukları için
Ümmetçi olan, ulus aşamasına gelemeyen, kayıtsız şartsız egemen
oldukları Ortaçağın o karanlık
günlerinin hayali içinde olan Tay-
yipgiller, ABD ve AB’nin kollamasıyla, daha doğrusu onların kucağında gerçekleştirmeyi planlıyor, Ortaçağa dönüş olan Şeriatı.
Tayyipgiller’in bu hainane amaçları Batılı Emperyalistlerinkiyle tıpatıp uyuşmaktadır.
AB-D Emperyalistlerinin isteği
doğrultusunda Tayyipgiller, mayın
temizleme işiyle de yine Ordu
Gençliği’ni yıpratmaya çalışıyor.
Jön Türk bırakmak istemiyor, Türk
Ordusunda. Yetmedi Hilmi ÖZKÖK’ler, Yaşar BÜYÜKKANIT’lar, İlker BAŞBUĞ’lar…
“Başbakan, Genelkurmay Başkanı’na örtülü ödenekten para
verdi, al bu parayı mayınları temizle dedi, fakat Genelkurmay,
biz bu mayınları temizleyemeyiz
diyerek parayı geri verdi” sözleriyle vurmaya çalışıyor Türk Ordusunu. Türk Ordusu döşediği ve
döşeme formülleri, hangi maksada
göre döşendiği bilgisi ve döşenme
haritası da kendisinde olan mayınları, kendisi sökemezmiş izlenimi
yaratılmaya, halk da bu kirli izlenimle kandırılmaya çalışılıyor.
Bu topraklar halklarımızındır.
Bu topraklar kamu malıdır. Bu toprakların bereketi, uğruna üstüne
dökülen kanlardan gelmektedir. Ve
bu topraklar gerçek sahiplerine iade edilmelidir.
Bu gerçekleşecek.
Bunu; halka verebilecekleri
olumlu tek bir şeyi olmayanlar, zulümden ve ihanetten, hırsızlıktan
(kamu malını aşırmaktan) başka
bir şey bilmeyenler, halkımızın
uyanışını, engellemek için de bildikleri ve yaptıkları tek iş din sömürüsü olan AB-D Emperyalistleri ve yerli satılmışlar gerçekleştiremezler.
Bu acı gidişe son verecek olan,
halkların mallarını halklara iade
edecek olanlar, gerçek devrimcilerdir, proletarya sosyalistleridir.
O proletarya sosyalistleri temizleyecek topraklarımıza mayın
döşeyen, ocağımızı söndüren,
halklarımıza kan ve gözyaşı döktüren AB-D Emperyalistlerini ve
yerli satılmışları.
Halklarımız bayram edecek o
günlerde.
Ve o günler mutlaka gelecek.
30.05.2009
Kurtuluş Yolu/İzmir
İzmir’in, ABD ve İngiltere donanmalarının gözetiminde Yunan
askerleri tarafından işgali, Kurtuluş
Partililer tarafından Hasan Tahsin
Heykeli önünde protesto edildi.
15 Mayıs saat 18.30’da Gümrük’ten yürüyüşe geçen Kurtuluş
Partililer; “Hasan Tahsin Ölümsüzdür”, “Kahrolsun AB-D Emperyalizmi”, “Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Sosyalizm” “Ya
İstiklal Ya Ölüm Tam Bağımsız
Türkiye” sloganlarıyla emperyalist işgale karşı duyarlılıklarını İzmir Halkına yansıttılar.
Hasan Tahsin Heykeli önünde
gerçekleştirilen eylemdeki basın
açıklamasını, İzmir İl Başkanı Av.
Tacettin Çolak okudu.
Çolak konuşmasında; İzmir’in
Yunan maskeli emperyalistler tarafından işgal edildiğini, işgal öncesi
yurtsever aydınlar tarafından Maşatlık’ta halk toplantıları yapılarak
emperyalist işgale karşı halkın di-
renmesinin istendiğini, Yunan askerlerine ilk kurşunun Hasan Tahsin tarafından atıldığını, söyledi.
“Hasan Tahsin Ölümsüzdür”,
“Kahrolsun AB-D Emperyalizmi” sloganlarının ardından Çolak,
emperyalistlere, Mustafa Kemal
önderliğinde Çanakkale’de unutamayacakları bir ders verildiğini belirtti.
T. Çolak, satılmış Tayyipgiller’in Afganistan’a gönderilen askerlerin sayısının artırılmasını ve
NATO güçlerinin komutanlık görevini kabul ettiklerini söyleyerek,
bunun halklarımız açısından kabul
edilemez olduğunu belirtti.
Tacettin Çolak konuşmasını;
Emperyalistlerin, İzmir’de nasıl
denize döküldülerse gene topraklarımızdan atılacaklarını, bunun için
Kurtuluş Partililerin İkinci Kurtuluş Savaşı’nı zafere ulaştırarak
Halk İktidarını kuracaklarını ve
emperyalistlerin Geldikleri Gibi
Gideceklerini söyleyerek bitirdi.
HALKIN KURTULU4 PARTİSİ
GENEL MERKEZİ
İstanbul’da yolcu taşıma ücretlerine yapılan
zam halka ihanettir!
Tayyipgiller zama zulme doymuyor...
E
mekçi halklarımızı derinden
sarsan ve tam kalbinden vuran ekonomik kriz için
“Hamdolsun teğet geçti” diyerek
halkımızla dalga geçen Tayyipgiller’in halka ihanetleri ve zulümleri
devam ediyor. Gün geçmiyor ki
halkımız yeni bir zam haberi ile
uyanmasın. Tam kıştan, doğalgaz
faturalarından kurtulduk; rahat nefes alacağız derken bu sefer de yolcu taşıma ücretlerine zam yapıldı.
Bu zamlarla halkımıza bir türlü soluk aldırmıyorlar. Bildiğimiz gibi
geçen yıl doğalgaza peşe peşe yapılan zamlar % 82’yi bulmuştu.
Tabiî kamuoyunun tepkisinden
korktukları için de gizlice, kimseye duyurmadan yapıyorlar zamlarını. En son 1 Haziran sabahı işine,
okuluna, evine gitmek üzere toplu
taşıma araçlarına binen İstanbullular, İETT tarafından toplu taşıma
ücretlerine yapılan yeni zamla karşılaştılar. 1 Haziran’dan itibaren
geçerli olan yeni tarifeye göre;
elektronik bilet beşi biryerde 7,50
TL, tam akbil 1,50 TL, indirimli
akbil 0,85 TL, aylık tam akbil 110
TL, aylık indirimli akbil ise 55 TL
oldu. Akbille yapılacak aktarmalar
da tam 0,75 TL, indirimli 0,21 TL
olarak ayarlandı. Raylı sistemler,
İDO şehir hatları vapurları ve özel
deniz motorlarının 1,40 TL olan jeton ücreti 1,50 TL olarak belirlendi.
Yani
taşıma ücretlerine toplamda % 15
oranında zam yapıldı.
İşsizlik oranında tarihî rekorların kırıldığı, açlık sınırının 744,
yoksulluk sınırının 2 bin 424 TL
olduğu (Türk-İş Mayıs ayı araştırması), asgari ücrete % 8,8 oranında zam yapıldığı bu dönemde en
zaruri ihtiyacımız olan ulaşıma
%15 oranında zam yapılması halka
ihanettir.
Emperyalizminin eseri olan ve
ABD’den tüm dünyaya yayılan
ekonomik krizin, halkımızı yoğun
bir şekilde etkilediği bu dönemde
yapılan bu zam Tayyipgiller’in
gerçek yüzünü bir kez daha göstermiştir. Binlerce insanımızın işsizlik, yoksulluk ve açlık nedeniyle
cinnet geçirdiği, intihar ettiği bu
dönemde, yapılan zamlar, halk
düşmanlığından başka bir şey değildir. Ama halkımızın bu yaşadıkları hükümetin umurunda değildir.
Tayyipgiller kendileri lüks araçlarla, özel uçaklarla, yatlarla gezer-
ken emekçi halkımızı zamlarla, zulümlerle yaşamaya mahkûm etmektedir.
Milyonlarca insanımızın asgari
ücretle yaşamak zorunda olduğunu
ve İstanbul gibi büyük bir şehirde
bir yere giderken en az iki araca binilmesi gerektiğini düşünürsek aslında taşıma ücretlerinin düşürülmesi gerekir. Ama Tefeci-Bezirgân
sınıf karakterleri gereği Tayyipgiller’den böyle bir şey ummak ölü
gözünden yaş ummaya benzer.
Çünkü onlar ancak çalıp çırpmayı,
yolsuzluk yapmayı bilirler. En son
İstanbul Büyükşehir Belediyesi
(İBB) tarafından “teknoloji harikası” olarak tanıtılan ve İETT’nin,
İstanbul’a uymaz raporu vermesine rağmen satın alınan ancak kullanılmayan metrobüsler de bunun
kanıtıdır.
Tabiî Tayyipgiller göbeklerinden AB-D (ABD-AB) Emperyalistlerine bağlıdırlar ve onların
emirlerini uyguluyorlar. Ülkemizin
ekonomisi, yerli satılmışlar cephesi ve onların iktidarları sayesinde
AB-D Emperyalistleri ile onların
IMF, Dünya Bankası gibi ekonomik örgütlerinin denetimi altındadır. Bugün, asgari ücretten tutalım
da tarım ürünlerimizin fiyatı dahi
bunlarca belirlenmekte ve cennet
vatanımız, emekçi halklarımız için
cehenneme çevrilmektedir. Ancak
AB-D Emperyalistleri ve yerli satılmışlar cephesi şunu iyi bilsin;
eninde sonunda uyguladıkları halk
düşmanı politikalarının hesabını
verecekler ve bir daha geri gelmemek üzere tarihin karanlıklarına
gömüleceklerdir.
Halkın Kurtuluş Partisi olarak
bunun için sonuna kadar mücadele
edeceğiz ve İkinci Kurtuluş Savaşı’mızı zafere ulaştırarak Demokratik Halk İktidarını kuracak,
Sosyalizmle taçlandırarak halkımızın acılarına, zamlara, zulümlere
son vereceğiz. Söz veriyoruz!
Kahrolsun Parababalarının
İşsizlik, Pahalılık, Zam, Zulüm
Düzeni!
İşsizliğe, Pahalılığa, Zama,
Zulme Son!
Gün Gelecek, Devran Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap
Verecek!
Halkın Kurtuluş Partisi
İstanbul İl Örgütü
Kurtuluş Partililer haykırdı: Geldikleri Gibi Gidecekler! Derleniş Yayınları ve Kurtuluş Yolu Gazetesi
Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: M. Cihan Çakır Yönetim Yeri: Bestekâr Osman
Sokak 8/19 Cağaloğlu/İST Telefaks: (0212) 512 43 95
T
Babıâli 4enlikleri’ndeydi
ürkiye Gazeteciler Cemiyeti, Yayıncılar Birliği vb.
kurumlar tarafından bu yıl
ikincisi düzenlenen Babıâli Şenlikleri’ne Derleniş YayınlarıKurtuluş Yolu Gazetesi olarak
katıldık.
Şenlik, Sultanhmet Meydanı’ndaki Mehmet Akif Ersoy
Parkı’nda 1-7 Haziran tarihleri
arasında düzenlendi.
Afişlerimiz,
pankartımız,
Türkiye Devrimi’nin Önderi
Hikmet Kıvılcımlı’nın Türkiye
orijinalitesini ortaya koyduğu kitapları, Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Başkanı Nurullah Ankut’un kitapları ve günümüzü
aydınlatan gazetemiz Kurtuluş
Yolu ile Şenlik’teki yerimizi aldık.
Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın ve Genel Başkan’ımızın
kitaplarını ve gazetemiz Kurtuluş Yolu’nu halkımıza tanıttık.
Mustafa Kemal-Lenin Pankartımız, Partimizin afişleri ile süslediğimiz standımıza, Marks, Engels, Lenin ve Kıvılcımlı Ustaların, Denizler’in, Mahirler’in ve
Che’nin resimlerini de astık.
Şenliğin en politik standıydık; her gün dışımızdan gelen
ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli
Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah.
Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30
onlarca ziyaretçiyle politik tartışmalar yürüttük.
Turistlerin standa ilgisi yoğundu. İspanya ve İtalya Komünist Partisi’nden yoldaşlarla sohbetlerimiz oldu; Partimizi tanıttık.
İstanbul’dan
Kurtuluş Partililer
internet: www.kurtulusyolu.org
e-posta: [email protected]
3
Yıl: 4 • Sayı: 44 / 16 Haziran 2009
Obama’yı seçtiren ABD Emperyalistleridir
S
(2)
ODAP diye de bir grup var. Sevrci. Soytarı Sahte Solcu. Hikmet Kıvılcımlı’yı
da savunur görünüyor.
Bir ay kadar önce “Hikmet Kıvılcımlı
Sempozyumu” düzenledi, “Teori ve Politika” adlı dergi çevresinde örgütlenmiş başka
döküntülerle. Okuyalım SODAP’ın internet
sitesinden “Sempozyum”un haberini:
“Sosyalist Dayanışma Platformu (SODAP) ve Teori ve Politika Dergisi tarafından ortaklaşa düzenlenen “Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Hayatı, Eseri, Mirası” konulu
sempozyum”u düzenledi.
Nerede?
Soros’un “Bilgi Üniversitesi Dolapdere
yerleşkesinde”.
Kimlerle?
Ragıp Zarakolular, Ertuğrul Kürkçülerle,
vb.lerle…
“Sempozyum”un duyurusunda katılımcılar arasında Murat Belge’nin de adı veriliyordu. Sempozyumdan sonra öğrendik ki M.
Belge, “Sempozyum”a katılmamış. Ama diğerleri katılmış.
M. Belge, gelmemiş yahut gelememiş.
Ama çağrılmış.
Gelseydi M. Belge ne anlatırdı?
Yukarıda anlattıklarını… Yani ABD’nin
ve AB’nin ne kadar demokrat, insan hakkı savunucusu, özgürlük getiricisi olduklarını…
Kurtuluşumuzun AB’ye girmek, ABD’nin
koruyucu şemsiyesi altına sığınmak… Ve daha ne maydanozlu köfteler… başka ne anlatırdı M. Belge?..
Örneğin şöyle derdi:
“Öncelikle “siyah” dedik, onun için seviniyoruz; Demokrat taraftan olduğu için
mutluyuz. Bunların ötesinde, bu uzun ve
yoğun kampanya içinde bize bir insan imgesi sundu; bunu da beğendik.”
Murat Belge’nin düşünceleri çok açık, çok
net. Amerikanofil adam… Saklamıyor, gizlemiyor düşüncesini. “Mert”(!) adam…
ABD’yi de savunuyor, AB’yi de…
Ya Ragıp Zarakolu ne anlatmış?
“Üç Oturumdan oluşan sempozyumun
“Çağı, Hayatı, Etkisi” başlığını taşıyan birinci oturumu Ragıp Zarakolu’nun yönetiminde yapıl”mış. Ve “Ragıp Zarakolu Kıvılcımlı’nın 30’lu-40’lı yıllarda Marksizmi
ülke özgünlüğünde yorumlayan tek kişi olduğunu vurgula”mış…
Ragıp Zarakolu
Bunları dinleyenler sanırlar ki, R. Zarakolu Hikmet Kıvılcımlı’yı anlamış. Gerçeklik
bunun tam tersidir. R. Zarakolu gibilerin değil
H. Kıvılcımlı’yı anlamak-anlatmak, yakınından bile geçmeye hakları olamaz.
H. Kıvılcımlı gibi, son soluğuna kadar
ömrünü ABD’ye ve AB’ye karşı savaşarak
geçirmiş bir insanı anlatmak, beynini AB-D
Emperyalizminin emrine vermiş, onların projelerinden nemalanmış bu adamın-adamların
haddi değildir.
Ragıp Zarakolu’nu size kısaca tanıtalım
mı? Ya da daha doğrusu Baskın Oran’ın kızı
ve Fransız Sosyalist Partisi’nin yetkilileri anlatsın mı Ragıp Zarakolu’nun kim olduğunu?
Alıntımızı biraz uzun tutacağız ama buradaki maksadımız, AB Emperyalistlerinin,
hem de sosyalist geçinenlerinin içyüzlerini,
göstermek ve tanıtmak içindir. Okuyalım ve
tanıyalım adamlarımızı-adamlarını:
“Oran: Bana engizisyon uyguladılar
“Ermeni Diasporası’nın baskısı sonucunda Yeşiller’in seçim listesinden çıkarılan Sırma Oran (Baskın Oran’ın kızı – K.
Y.) Taraf’a konuştu. “Seçilme hakkım gaspedildi” diyen Oran, “301’e karşı çıkanların bana yaptığına bakın” eleştirisinde bulundu.
“Fransa’da yerel bir skandal boyutuna
ulaşan Sırma Oran olayı, Ermeni sorununun çözümünü tıkayan anlayışı bir kez daha gözler önüne serdi. Genç bir Türk kadını “çevre militanı” olarak Fransız Yeşiller
Partisi’nden siyasete atılmak isteyince karşısına çıkan güçler “soykırımı şartsız olarak kabul et” deyince tecrübesiz genç kadın “iki tarafın da milliyetçilerine alet olmamak için” ve “şimdilik” geri çekildi…
Bugüne kadar susmayı tercih eden Sırma
Oran, Taraf’a konuştu.
“Sırma Oran iki yıldır, Ermeni ve Türk
gençleri arasında sürdürülen diyalog çalışmalarına da aktif olarak katılmıştı.
“Lyon Belediyesi’nde çalışan Fransız
vatandaşı Oran, Yeşiller Partisi’nden belediye encümeni olmak için adaylığını koymuş, ancak partisi Sosyalist partisi (PS) ile
ittifak kararı alınca işler değişmiş. Lyon
Belediyesi encümeni PS’li Movses #işanyan, listede bir Türk olduğunu duyunca
“Adayın soykırımı kabul ettiğinden emin
olmak istiyorum. Aksi taktirde O varsa
ben yokum” demiş. Ve başka hiçbir adaya
sorulmayan soru Sırma Oran’a yöneltilmiş: “Soykırımı tanıyor musun?”
“eden politikaya atılmak istediniz?
“Ben Türk orijinli Fransız vatandaşıyım. Bugüne kadar Fransa’ya ve Fransız
kanunlarına saygılı bir vatandaş olarak
yaşadım. Şimdi çocuklarım için, yaşadığım
çevre için, kentim için bir şeyler yapmak
üzere politikaya atılmak istedim. Çocuklarımın astım rahatsızlığı var. Onlar için havası temiz bir kent yaratırız, kenti köpek
pisliklerinden nasıl arındırırız, geleceğe
nasıl hazırlarız” gibi dertlerim var benim.
Bunun için politikaya girmek istedim.
“Ermeni soykırımı iddialarını kapalı kapılar ardında kabul ettiğiniz söyleniyor. e
düşünüyorsunuz bu konuda?
“Ermen soykırımı iddiaları ile ilgili size
kesin bir yargıda bulunamam. Çünkü bize
bunlar öğretilmedi. Bilmeden, emin olmadan nasıl böylesine büyük bir konuda yargı belirtebilirim ki? Sorun geniş kitlelerce
bilinmiyor. Bu konuyu komplekssizce her
platformda konuşmaya, tartışmaya açığım. Ama herkes bilgi sahibi olmadan fikir
sahibi ve her kafadan bir ses çıkıyor.
“Sizin Lyon’daki “milliyetçi” diye tanımlanan bir yürüyüşe katıldığınızı biliyorum,
sizi o dönem izlemiştim. Ama milliyetçi olmadığınızı, sadece Ermeni diasporası tarafından Türk kökenli yurttaşlara baskı yapılmasına ve iki toplumun arasının anıtlarla
açılmasına karşı olduğunuzu söylemiştiniz.
Hâlâ aynı noktada mısınız?
Lyon’da onun üzerinde anıt var. Burada yaşayan ve bütün bu olaylardan sorumlu olmayan, bilgisi dahi olmayan Türkler,
her anıtta Ermeni kökenli vatandaşlardan
daha da uzaklaştırılıyor. O anıtın altında
“Jön Türkler tarafından soykırıma uğratılmıştır” diyor. Jeune Turc bugünkü Türk
demek ve ben bir Türk olarak karşı çıktım.
“Size yapılanlar başka ağızlardan yazıldı
çizildi, söylendi. Ama biz sizden dinlemek istiyoruz. Bize ayrıntılı olarak aktarabilir misiniz?
“Size tam olarak arada bir engizisyon
yapıldığını söyleyebilirim. Sosyalist Partili
Belediye Başkanı Jean Paul Bret’in odasında resmen beni sorguya çektiler. Soykırım
hakkında düşündüklerimi söyledim. Soruna ilişkin olarak da tam kelimesiyle “Ermeni soykırımı diye bir problemim yok”
dedim. Fransız yasalarına saygılı olmak dışında benden başka bir zorunluluk isteyemeyeceklerini söyledim ve “Türk olarak
bana ayrımcı davranmanızı kabul etmiyorum” dedim. Bana belediye başkanının yanıtı “Duruşun itibariyle kaderin bir Yunan
trajedisidir. İstesen de, istemesen de bu konuda nötr kalamazsın. Altı yol boyunca
her 24 #isan’da soykırım anıtının önüne
geleceksin ve gazetecilere konuşacaksın.
Başka encümenler gelmese de sen katılmaya ve basın açıklaması yapmaya mecbursun” oldu. Ben “#ereye varmak, ne yapmak istiyorsunuz” karşılığını verdim. Bana garip şeyler söyledi. “BAK SE İSTİYORSA BE SAA DESTEK ÇIKARIM,
RAGIP’LARA (ZARAKOLU) FALA SAHİP ÇIKTIM, SAA DA SAHİP ÇIKARIM.
KOL, KAAT GERERİZ, SEİ YALIZ
BIRAKMAYIZ” DEDİ. Beni açıkça kullanmaya çalıştı. Baktı olmadı beni üstü kapalı
tehdit de etti. “Annenin babanın başına geleceklerden korkmuyor musun” gibi sözler
söyledi. Uzun tarih dersleri vermeye kalktı. Ardından Bret’in eşi bana “Söylediklerimi tam olarak tekrar et öyleyse, Ermeniler’e soykırım yapıldığını şartsız olarak
kabul ediyorum” de diye ısrar etti. Ben de
sinirlendim, “Sizin yaptığınız ne şimdi?
Bir de Türkiye’deki 301’inci maddeye karşı olduğunuzu söylüyorsunuz. Şu yaptığınıza bakın” dedim. İşte bütün olan budur.
Sonra da ne Türkiye’deki milliyetçilerin,
ne de diasporanın malzemesi olmamak için
çekildim.
“e yapacaksınız peki, hukuki olarak bir
işlem yapmayı düşünüyor musunuz?
“En doğal hakkım olan seçilme hakkım
elimden aldılar. Beni Le Pen’in partisi ile
aynı kefeye koydular. Dava açacağım elbette ama büyük para işi. Toparlayabilirsem bireysel olarak ben de dava açacağım.
Ama dernekler çoktan harekete geçti. Irk-
çılım ve ayrımcılıktan dolayı dava açacaklar. Halkların birbirinden uzaklaşmasına
neden oluyorlar. Diyalogdan yana olanları
soğutuyorlar.
“Partiniz nasıl bir tavır aldı?
“Yeşiller Partisi her zaman arkamda.
Genel Sekreter Cecile Duflot beni aradı,
olup biteni anlattım. Ona, “Bugünden itibaren kimliğimden dolayı farklı muamele
görmek istemiyorum. Ancak o zaman
adaylığımı devam ettiririm” dedim. Ancak
sonra anladım ki sadece Türk kökenli olduğum için maruz kaldığım bu muamele
bitmeyecekti. Ben de adaylıktan çekildim.
Ama partim bundan böyle iki halkın diyalogu için çalışacaklarını söylediler.
“asıl hissediyorsunuz şimdi?
“İşin bu noktaya gelmesine çok üzüldüm. Günlerce karmakarışık üzüntüler
yaşadım. Sanki bu kahrolası önyargılar hiç
bitmeyecekmiş gibi geldi. O yüzden de
adaylıktan çekildim. Kendimi büyük bir
baskı altında hissediyorum. Cep telefonuma iğrenç ifadelerle dolu bir sürü mesaj
geldi. Hepsi poliste inceleniyor. Çocuklarımı uzaklaştırdım, Benim gergin halimden
etkilenmesinler, onlara yönelik bir şey olmasın diye. Ben hümanist bir insanım ve
bunun için de soykırım konusunu konuşmaya her zaman hazırım. Ancak Lyon’da,
bu konu hakkında birazcık farklı bir görüş
ortaya koysanız insanlar size doğrudan inkarcı gözüyle bakıyorlar.” (Arzu Çakır Morın, Taraf, 1 Şubat 2008)
Gördünüz mü?..
Sırma Oran’ın anlattıkları ne kadar yalın,
ne kadar samimi, içten, açık ve gerçek… Hiçbir yapmacıklık, abartma, zorlama yok. Gayet
halisane bir biçimde yaşadıklarını anlatıyor.
Hem de çok dürüst bir şekilde…
Ama onların yaptıklarına bakın. Ne kadar
insanlık dışı… Tehdit, hakaret, zorlama, ırkçılık… ne ararsanız var…
Ya Ragıp’lar (bakın Ragıp değil sadece:
Ragıp’lar… Kimlerse o Ragıp’lar...) için söyledikleri: “Bak sen istiyorsan ben sana destek
çıkarım, Ragıp’lara (Zarakolu) falan sahip
çıktım, sana da sahip çıkarım. Kol, kanat gereriz, seni yalnız bırakmayız”…
Adı geçen insan-insanlar için ne utanç verici bir durum… Ne kadar düşüklük… AB
Emperyalistlerinin lütfuna mazhar olmak…
kol kanat gerilmek… Sahip çıkılmak… Çukurların en çukuru bu olsa gerektir…
Aynı SODAP’lılarınki gibi… Bu gibi
adamlarla “Hikmet Kıvılcımlı Sempozyumu”
düzenlemek… Onları konuşturmak… Ama
ruh aynı ruh. Bir devrimci siyasi hareket için
ABD’nin
“umut
kaynağı”
olmak,
Amerika’nın “demokrasi güçleri” olmak, ne
demek? Bir devrimci için bundan daha büyük
hakaret ne olabilir?.. Ama SODAP ve benzeri Sevrci Soytarı Sahte Solcular onun için çabalıyorlar. Onun için bu adamlarla arayı hoş
tutuyorlar. Başka ne olabilir?..
Hatırlayacağımız gibi SODAP’lılar 90’lı
yıllarda da, CIA Sosyalisti, Maocuların kart
babası Aydınlıkçı-İP’li Doğu Perinçekle de
Hikmet Kıvılcımlı’yı anmıştı…
İP’lilerin düzenlediği 1992 1 Mayıs’ında
da yer almışlardı…
Yani SODAP’lıların tutumu rastlantısal,
gelgeç bir siyasi anlayış değil. CIA Sosyalistleriyle, ABD’ci-AB’cilerle Hikmet Kıvılcımlı’yı anma... Hikmet Kıvılcımlı’nın kemikleri
sızlarmış ne gam…
Biz M. Belge, A. Altan, Y. Çongar, R. O.
Kütahyalı, A. Zaman vb.lerine namussuz, alçak, deyince; ESP, SODAP vb.lerine de Sevrci Soytarı Sahte Sol deyince, bize diyorlar ki,
niye hakaret ediyorsunuz? Diliniz çok sert.
Nasıl sert olmasın dilimiz. Bu sözcüklerin
nesi hakaret? Bir gerçekliği somutça göstermiyor mu bu sözcükler?
Ne diyordu ünlü şair #eruda:
Bir de bana şiirlerin
#eden söz açmaz diye soruyorsunuz
Düşlerden yapraklardan
Doğduğun ülkenin koca yanardağlarından?
Gelin görün sokaklar kan
Gelin görün
Sokaklar kan
Gelin görün kanı
Sokaklar boyunca akan.
Gelelim “Obama’nın akıl
hoca”larına, “Obama’nın rüya
takımı”na
Obama, gücünü kimden, nereden alıyor?
ABD halkından mı yoksa ABD FinansKapitalistlerinden mi?
Kendisine sorarsanız ABD Halkından…
Gerçekte ise, seçim kampanyasını yürüten
“akıl hocaları”na ve seçtiği bakanlara, Ulusal
Güvenlik Danışmanı’na bakarsak, başta ABD
Finans-Kapitalistleri olmak üzere ordu generallerinden alıyor gücünü Obama…
Her konuda olduğu gibi bu konuda da söyleme değil; olaylara, gerçeklere bakmamız lazım. Obama’nın “zafer”ini, “rüya”sını, “mucize”sini, “devrim”ini kim sağlamış?
Ya da Obama’nın seçilmesi için oluşan
ekipte yer alanlar böyle bir sonuç doğururlar
mı?
Görelim bakalım Obama’nın ekibi kimlerden oluşuyor ya da Obama’nın akıl hocaları
kimlerden oluşuyor?
“Obama’nın rüya takımını tanıyalım
“ABD’nin müstakbel başkanı Obama,
ekonomik krize karşı güçlü bir kadro kurup dünyanın en zengin işadamı Warren
Buffett, eski hazine bakanı Rubin, Google
CEO’su Schmidt’i yanına aldı. İşte rüya
takımı!
“(…)
Google’ın CEO’su Eric Schmidt
“Obama, atacağı adımları, seçim hazırlığı sırasında destek veren işadamı, siyasetçi ve bürokratların oluşturduğu ‘danışmanlar kurulu’yla oluşturuyor. Kurulda
Berkshire Hathway CEO’su Warren Buffet, SEC eski üyesi Roel Campos, JP Morgan Yönetim Kurulu Üyesi William Daley,
SEC eski Başkanı William Donaldson,
FED eski Başkan Yardımcısı Roger Ferguson, Michigan Valisi Jennifer Granholm,
Xerox CEO’su Anne Mulcahy, Time Warner Yönetim Kurulu Üyesi Richard Persons, Hyatt CEO’su Penny Pritzker, eski
Çalışma Bakanı Robert Reich, eski Hazine
Bakanı Robert Rubin, Google CEO’su
Eric Schmidt, eski Hazine Bakanı Lawrence Summers, Ulusal Ekonomi Konseyi eski
Başkanı Laura Tyson, Los Angeles Valisi
Antonio Villaraigosa, eski FED Başkanı
Paul Volcker, Temsilciler Meclisi Üyesi David Bonior yer alıyor. İşte Obama’nın kurmaylarının kısa hikayeleri.
“LAWRE#CE SUMMERS • Ekonomi
profesörü olan Summers, Clinton yönetiminin Maliye Bakanı. 2001-2006 arasında
Harvard Üniversitesi rektörlüğü yaptı.
(…) Yahudi kökenli bir aileden gelen Summers, 1991-1993 arasında Dünya Bankası
başekonomistliği yaptı.
“PAUL VOLCKER • Jimmy Carter ve
Ronald Reagan döneminde FED başkanlığı yaptı. 1979’da Carter tarafından başkanlığa getirilen Volcker, başarısı nedeniyle Reagan döneminde de görevini sürdürdü. Rockefeller ailesine yakınlığıyla bilinen
Volcker, Rockefeller Group’ta Mütevelli
Heyeti Üyesi.
“ROBERT REICH • Clinton yönetiminde Çalışma Bakanlığı yaptı. Yahudi lobisine yakın. (…) İdam cezasına karşı tutumu ve eşcinsel evliliği destekleyen tavrıyla
dikkat çekmişti.
“ROBERT RUBI# • Citigroup’un direktörü ve baş danışmanı olan Rubin,
Clinton döneminde Hazine Bakanı’ydı.
1993-1995 arasında Clinton’ın ekonomi
danışmanlığını da yürüttü. Aynı yıllarda
Ulusal Ekonomi Konseyi başkanlığı da
yaptı. Rubin için Clinton, “Alexander Hamilton’dan sonra ABD’nin gördüğü en iyi
Hazine Bakanı” demişti. Rubin’i Obama’nın Hazine Bakanlığı’na ataması bekleniyor. Rubin, #ew York Borsası, Ford ve
Harvard Üniversitesi Derneği’nde de üst
düzey idarecilik yaptı.
“LAURA TYSO# • Clinton’ın Ekonomi Danışmanları Konseyi başkanlığı yapan
Tyson, 2002-2006 arasında London Business School’un ilk kadın dekanı seçilerek
tarihe geçti. Tyson, 1997’den beri Morgan
Stanley’in direktörlüğünü yürüten Tyson,
aynı zamanda AT&T ve Eastman
Kodak’ın da yönetimini üstlenmişti.
“WARRE# BUFFETT’I# YE#İ LAKABI:
OBAMA’#I#
KAHİ#İ
•
Obama’nın seçim kampanyasındaki en büyük destekçilerden biri olan Buffet, iç çamaşırından dondurmaya kadar çeşitli yatırım alanlarında boy gösteren Berkshire
Hathaway’in CEO’su. 1930’da #ebraska’da doğan Buffett, ekonomiyi borsayla
uğraşan babasından öğrendi. 11 yaşında
babasının borsa acentesinde çalışan deneyimli ekonomist, 62 milyar dolarlık serve-
tiyle dünyanın en zengin işadamı.
“Obama’nın Kahini” lakabıyla tanınan
Buffett, 2006’da #ew York Times’ın “Dünyanın en etkili 100 insanı” anketinde de yerini almıştı.” (Taraf/BERFİN VARIŞLI - İstanbul - 09.11.2008)
Söyleyin var mı şu kadar adam içinde bir
İşçi, Kamu Çalışanı, Köylü, Emekli, İşsiz, Ev
Kadını?
Yok! Ne arasın?
Büyük bir çoğunluğu Finans-Kapitalist!
Hem de sıradan Finans-Kapitalist bile değil.
Dünyanın en zengin adamı Warren
Buffett’ten JP Morgan Yönetim Kurulu Üyesi William Daley’e, SEC eski Başkanı William Donaldson’dan Xerox CEO’su Anne Mulcahy’e, Time Warner Yönetim Kurulu Üyesi
Richard Persons’ten Hyatt CEO’su Penny
Pritzker’e, Google CEO’su Eric Schmidt’ten
bilmem ne şirketinin başkanı, başkan yardımcısı, CEO’su, bakanı, dekanı… Vb. vb…
Bu insanlar mı “devrim” gerçekleştirecek?
Güldürmeyin adamı!
“İş, siyaset ve bürokrasinin ünlü isimlerini danışman kadrosuna alan ABD’nin
yeni Başkanı Obama, ABD Kongresi’ne
çağrı yaparak ekonomiyi harekete geçirecek programı onaylamasını istedi. Birinci
öncelik olarak işsizlere sağlanan olanakları artırmayı, yoksullara gıda yardımı yapmayı, kamu projelerinde milyarlarca dolar
harcamayı öngören ekonomiyi teşvik edici
programın, Kongre tarafından onaylanmasını isteyen Obama, planın bu ay onaylanmaması halinde ABD Başkanı olduğu
zaman yapacağı ilk işin bu olacağını söyledi.” (Yasemin Çongar - 17.09.2008)
Yukarıda saydığımız Finans-Kapitalistler
mi işsizlere iş sağlayacak, yoksullar için sağlık sigortası yapacak, çalışanlar için vergi indirimi gerçekleştirecek?
Hadi canım sen de!
Kafa bulmayın insanla.
Arabistan’ın develerini bile güldürür bu
sözler…
Bakın ABD çiçeği Yasemin bile ne diyor:
“İşin ilginci, oldum olası Cumhuriyetçi
adayları Demokratlar’a tercih eden Wall
Street şirketleri bu kez Obama’ya daha yakın duruyorlar.
“Demokrat adayın bu sektörden topladığı bağış miktarı 9 milyon 900 bin dolarla, McCain’in hâsılatını 3 milyon dolar kadar aşmış durumda.
“Anlaşılan, “zor zamanlar” hükmünü
verdi; Beyaz Ev’de devlet müdahalesinden
yana bir başkan görme olasılığı Wall Street’i eskisi kadar ürkütmüyor artık. (Yasemin Çongar - 17.09.2008)
Obama’yı kim seçmiş-seçtirmiş açıkça
belli mi?
Belli!
E, daha ne?..
Yağdanlık olmanın alemi var mı?
“Adı James Jones’tu.
“Ocak ayının son haftasından itibaren,
Beyaz Ev’in Batı Kanadı’na yerleşmeye
hazırlanan James Jones.
“ABD’nin müstakbel başkanı Barack
Obama’nın “Ulusal Güvenlik Danışmanı”
Warren Buffett
seçtiği emekli deniz piyadesi.
“(…)
“Bense, Jones’un Obama yönetimi üzerindeki etkisini özellikle Afganistan konusunda göstereceği kanısındayım.
“İlk elden biliyorum ki, Jones, Irak Savaşı’nın aksine Afganistan Savaşı’nın
“haklı” ve “gerekli” bir savaş olduğunu
düşünüyor; Taliban’ın alt edilmesi çabasına “terörizmle mücadelenin ön cephesi”
gözüyle bakıyor.
“Jones’un, Obama’ya ilk tavsiyesi, Afganistan’daki Amerikan askerlerinin sayısını 15 bin kadar artırmak olursa şaşırmayacağım.
“Aynı şekilde Jones’un, #ATO komutanıyken, Afganistan’daki varlığını artırma-
4
yan veya görev alanını sınırlı tutan Türkiye gibi ülkelere tepki duyduğunu; bu konuda Ankara’ya doğrudan çağrı yaptığını
ve olumsuz karşılık görünce hayal kırıklığı
yaşadığını biliyorum.
“Öte yandan Jones, Kuzey Irak’taki
PKK varlığına karşı askerî önlemleri
“meşru” saymakla birlikte, Kürt meselesine “siyasi çözüm” bulunması gerektiğine
inanıyor.
“Dış politikasını Obama, Jones, Clinton, Gates dörtgeniyle yönlendirecek bir
Washington’ın, PKK’lıların dağdan indirilmesi projesine aktif destek vermesini
bekleyebiliriz.
“Bu kapsamda, Erbil’deki Kürdistan
Bölgesel Hükümeti ile Ankara’nın yeniden
canlandırmaya çalıştığı “eve dönüş” planına sıcak bakan bir Beyaz Ev’e hazır olmalıyız. Beyaz Ev’in Kürt meselesinde “askerî çözüme” inanmayan yeni generalinin,
başta bu mesele ve Afganistan olmak üzere
birçok konuda, gözünü Türkiye’nin üzerinde tutacağını bilmeliyiz.” (Yasemin Çongar, 03.12.2008)
Allah aşkına sayın Taraf yazarları, bu kadar açık kanıtlardan sonra bizi nasıl inandıracaksınız Obama’nın ve ABD’nin “devrim”
yaptığına, “mucize” yarattığına, “rüya” gerçekleştirdiğine?
Sizin yazdıklarınız işin, Obama’nın konuşmasının laf salatası kısmı.
Obama’nın Kıbrıs ve Ruhban
Okulu konusundaki görüşleri
AB-D ve bilumum emperyalistlerin Türkiye Halkına, arzusu hilafına kabul ettirmek
istedikleri kimi konular var. Ermeni Meselesi,
Kıbrıs Meselesi, Ruhban Okulu, Patrikhanenin ve Patriğin statüsü gibi.
Kıbrıs ve Ruhban Okulundan başlayalım
isterseniz. Bakalım Obama’nın Kıbrıs ve
Ruhban Okulu konusundaki görüşleri neler:
“Obama için Türkiye işgalci
ABD’de Demokratik Parti’nin başkan
adayı Barack Obama, Kıbrıs sorunundan
bahsederken Türkiye’den ‘işgalci’ diye söz
etti.
“Yunan asıllı seçmenlerin desteğini almak isteyen Obama, Yunan-Amerikan Cemaati’ne gönderdiği mektubunda “Kıbrıs
sorununun müzakerelerle çözümü, Kuzey
Kıbrıs’taki Türk işgaline son verecektir.
Kıbrıs tek bir egemenliği bulunan bir ülke
olarak kalmalıdır.
“Bu ülkede iki toplum da, iki bölgeli federasyon içinde siyasi merci olarak icraatta bulunabilmelidir” diye yazdı.
“Obama, Türk demokrasisini güçlendirerek ve askeri çatışma riskini azaltarak,
Türk-Yunan ilişkilerinin düzelmesine yardımcı olma sözü de verip “Türkiye Ruhban Okulu’nun yeniden açılmasına izin
vermeli ve her uyruktan din adamlarının
eğitilmesi hakkını tanımalıdır” ifadelerini
kullandı.” (Taraf, 18.10.2008)
Gördüğümüz gibi, Obama da Kıbrıs’ta
Türkiye cumhuriyetini işgalci diye niteliyor.
Ruhban Okulu’nun açılmasını istiyor. Ruhban Okulu meselesi, Lozan’da karara bağlanmış konulardan bir tanesidir. AB-D Emperyalistleri ha bire bu konuyu gündeme getiriyorlar. Böylece bir taşla iki kuş vurmak istiyorlar. Bir yandan Ruhban Okulu açılmalıdır diyerek, Azınlık meselesini kışkırtıyorlar bir
yandan da Lozan’ı ve Lozan Kararlarını tartışmaya açıyorlar. Yani sıradan bir istek değil
Ruhban Okulu konusundaki istekleri. Yani yine aynı noktada duruyor emperyalistler:
Sevr’i kabul ettirmek. Yeni Sevr’i dayatmak…
Kıbrıs konusunda da Türkiye “işgalci” diyerek yine kendi tezlerini dayatıyorlar. Kıbrıs’ı tek bir devlet yaparak ve Rumların hâkimiyetine vererek, AB’ye girmiş bulunan Rum
Kesimiyle birlikte tüm adayı AB’ye sokarak,
batmayan bir üs elde etmek istiyorlar. Zaten
var olan İngiliz üsleri yetmiyor. Kıbrıs Türkleri onlar için çıbanbaşı konumunda gözüküyor. Kıbrıs’ın uluslararası kurumlarca konulmuş kurallarını değiştirmek istiyorlar. Türkiye’nin uluslararası yasalarla sağlanmış olan
ve bu hakkını zorunlu kalarak kullanan Türk
Ordusunu “işgalci” diye adadan çıkarmak ve
kesin hâkimiyetlerini kurmak istiyorlar. Türk
Ordusu kendi istekleri dışında davranınca,
“Johnson Mektupları” gönderiyorlar. Tehditler savuruyorlar…
İşte Obama da bu konuda selefleriyle ve
ABD Finans-Kapitalistleriyle aynı görüşleri
savunuyor gördüğümüz gibi.
Obama “Ermeni Soykırımı” tezini
savunmaktadır
“Ermeni Soykırımı” meselesi de şu anda
Türkiye’nin en güncel konularından birisi
olarak tartışılıyor. Kimi “Aydın”lar, Ermenilerden özür kampanyaları, imza kampanyaları düzenliyorlar; Türkiye “Soykırımı tanısın”
diyorlar. Bizim bu konudaki görüşlerimiz çok
açık ve net. Tarihsel, politik, coğrafi, hukuki,
kültürel hangi açıdan bakarsak bakalım, Türkiye ve dünya için bir “Ermeni Sorunu” olmadığını matematiksel bir kesinlikle ispat et-
Yıl: 4 • Sayı: 44 / 16 Haziran 2009
“Bush, konuşmasından önce, yaklaşık
tik. İsteyenler bu konuda gazetemizin eski sa- konuşmada buna yanıt olarak “Düşmanyılarına bakabilirler. İşte bu “Ermeni Soykırı- larla sadece konuşmuş olmak için biraraya 2000 yıl önce 1000’e yakın Yahudi’nin Romı” konusunda da Obama, uluslararası em- gelmekte herhangi bir çıkar görmüyorum. malılara teslim olmaktansa kendilerini ölperyalistlerin görüşünü savunuyor. Okuyalım Bununla birlikte ABD başkanı olarak, an- dürdükleri yer olduğu rivayet edilen antik
cak ülkesinin çıkarlarına hizmet edecekse, Masada Kalesi’ni gezdi.
bu konuda ne düşünüyor:
“ABD Başkanı daha sonra Knesset’te,
“Obama ‘Soykırım’ dedi, Türkiye’yi uygun İran liderleriyle, kendi seçeceğimiz
zaman ve mekânda, kararlı ve ilkeli bir “Bu tarihi yerde İsrail askerleri bir yemin
övdü
“Obama, Ermenistan’ın bağımsızlık diplomasi izleyerek görüşürüm” dedi. eder: ‘Masada bir daha asla düşmeyecek’.
günü nedeniyle yayınladığı mesajda soykı- Obama, Hamas ile görüşmenin ise söz ko- İsrailli yurttaşlar: Masada bir daha asla
rım sözcüğünü kullandı ama Türkiye ve nusu olmadığı kesin sözlerle ifade etti: “Te- düşmeyecek ve Amerika yanınızda olacak”
Ermenistan yakınlaşmasını da övdü, rörden vazgeçip İsrail’in varlık hakkını dedi. Bush’un bu sözleri İsrailli milletveABD’nin buna destek vermesi gerektiğini kabul etmedikçe ve geçmiş anlaşmalara killeri tarafından ayakta alkışlandı.” (Miluymadıkça Hamas’ı izole etmeliyiz. Görüş- liyet, 16 Mayıs 2008)
söyledi
İşte ABD Emperyalizminin siyasi planda“ABD’de Demokrat başkan adayı Ba- me masasında terörist örgütlere yer yok.”
“Obama’nın İsrail-Filistin sorununa ki temsilcilerinin, başkanlarının görüşleri
rack Obama, 21 Eylülde kutlanan Ermenistan’ın bağımsızlık günü dolayısıyla ya- ilişkin ‘Kudüs bölünmeden İsrail’in baş- bunlar. Bire bir aynı. Sanki karbon kopyadan
yımladığı mesajda 1915 Ermeni olaylarına kenti olmaya devam etmeli’ açıklaması ise çıkmış görüşler.
ABD Emperyalizminin açık ve net destedeğindi. Obama mesajda, “Soykırım karşı- şaşkınlık yarattı. Zira İsrail’in Kudüs’ün
sında bile geçmişteki acılar Ermenileri yıl- tamamı üzerinde egemenlik hakkı sahibi ğini alan İsrail köpeği Filistin Halkını kanatdırmadı. ABD Ermenilerin yeteneklerin- olduğu uluslararası toplum tarafından ka- maya devam ediyor. O dini inanıcının gereğiden çok yararlandı, ABD’deki çeşitli alan- bul edilmiyor. Hem İsrail hem Filistin hem ni de yerine getiriyor. Bir eve girdiğinde sade ABD yönetimi resmi olarak Kudüs’ün dece savaşçı insanları değil, o evdeki herkesi
larda büyük katkıları da var” dedi.
statüsünün müzakerelerle belirleneceğini çocukları, kadınları, yaşlıları da öldürüyor.
“(…)
“Atılan bu adıma ABD’den de katkı ya- kabul ediyor. Açıklamaya ilk tepki Filistin Çünkü dini ona bunu emrediyor.
Onlara bu canavarlığı, şu an ellerinde dopılmasını isteyen Demokrat başkan adayı Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas’tan gellaştırdıkları, okudukları, ibadetlerinde kullanObama, başkan seçilmesi halinde “soykı- di.
“ABBAS TEPKİLİ • Abbas “Bu açıkla- dıkları “Kutsal Kitap” veya “Kitabı Murım”ı tanımaya söz vermişti.” (ANKA,
mayı tamamen reddediyoruz. Bütün dün- kaddes” adını verdikleri din kitapları da
24.09.2008)
Gördük mü Obama’nın bu konudaki gö- ya biliyor ki Doğu Kudüs, 1967’de işgal öğütlemektedir, emretmektedir. Bakın şu yaedilmiştir ve Kudüs’ün başkent olmadığı zılana! “Kutsal Kitap”ın “Eski Antlaşma”
rüşlerini…
Yani Türkiye Halkının zararına hangi gö- bir Filistin devletini kabul etmeyeceğiz” adlı ilk kitabında yani Yahudilerin din kitarüş varsa, Yeni Sevr’i doğuracak hangi görüş dedi. Filistinli başmüzakereci Saib Erekat bında (Buna bildiğimiz gibi Tevrat ve Ahvarsa, Obama o görüşü savunuyor. Dolayısıy- da ‘hayal kırıklığına’ uğradıklarını belirtip diatik adı da verilir.) aynen şöyle buyurulur:
“Bir kente saldırmadan önce, kent halla da Başkanlığı devraldığında hangi politika- “Obama, Doğu Kudüs Filistin’in başkenti
ları uygulayacağı açık ve net bir biçimde or- olarak kabul edilmeden İsrail’le barış ol- kına barış önerin. Barış önerinizi benimmayacağını anlamamış” dedi. Bu şart ka- ser, kapılarını size açarlarsa, kentte yaşataya çıkıyor.
Bu konuda Taraf’tan bir haberle bu konu- bul edilmeden ABD destekli barış görüş- yanların tümü sizin için angaryasına çalımelerinin de süremeyeceğini söyleyen Ere- şacak, size hizmet edecektir. Ama barış
yu bağlayalım:
“Soykırımı tanıma sözü ile Ermeniler’i kat “Obama tüm barış kapılarını kapadı” önerinizi geri çevirir, sizinle savaşmak isterlerse, kenti kuşatavladı
tın. Tanrınız RAB
“ABD
kasım
kenti elinize teslim
2008’deki başkanlık
edince, orada yaşaseçimlerine hazırlayan bütün erkekleri
nırken, demokratik
kılıçtan geçirin. KaParti’nin favori adadınları, çocukları,
yı Illinois Senatörü
hayvanları ve kentteBarack obama, Erki her şeyi yağmalameniler’den büyük
yabilirsiniz. Tanrınız
destek aldı. Amerika
RAB’bin size verdiği
ermeni Ulusal Komidüşman malını kullatesi (A#CA), başkan
nabilirsiniz.” (Kutsal
seçilirse 1915 olaylaKitap, Eski Antlaşma,
rıyla ilgili Ermeni
Musa’nın Beş Kitabı,
soykırım iddialarını
s. 224, Kitabı Mukadtanıyacağını açıklades Şirketi, İstanbul.)
mış olan Obama’yı
Ve devam eder Yadestekleyeceğini duhudilerin din kitabı.
yurdu. A#CA BaşkaŞöyle der:
nı Ken Hachikian,
“Ancak Tanrınız
ABD Başkanı seçilRAB’bin
miras oladikten sonra da Obarak size vereceği bu
ma’dan görüşlerini
halkların kentlerinde
desteklemesini beklesoluk alan hiçbir
diklerini kaydetti.
canlıyı yaşatmaya“A#CA bir süre
caksınız. Tanrınız
önce, Obama ile başRAB’bin size buyurkanlık yarışında en
duğu gibi, onları -Hiönemli rakibi olan
tit, Amor, Kenan, Pe#ew York Senatörü
riz, Hiv, Yevus halkHillary
Clinton’a
larını- tümüyle yok
1915 olaylarıyla ilgili
edeceksiniz.” (agy, s.
görüşlerine dair bir
224)
soru-cevap
metni
İşte ABD Emperyalizminin Afganistan’a getirdiği“özgürlük” (!..)
Bu insanlık dışı
göndermişti. Hem
buyruklar, Yahudilerin
Obama hem Clinton,
dedi. (AP/BBC, 06.06.2008)
ABD başkanı seçilmeleri halinde soykırımı
İşte Filistin konusundaki görüşleri de bun- ve Hıristiyanların ortak din kitapları olan
“Kutsal Kitap-Kitabı Mukaddes” adını
tanıyacakları sözü vermişti. Obama’nın lar Obama’nın.
verdikleri din kitabında yazılıdır. Bu kitap iki
soykırımı tanıyacağına dair bir açıklama
Pratik sonuçları mı?
yapmasının birkaç gün ardından Clinton
Ne yazık ki, çok acı bir biçimde bu sonuç- bölümden oluşur. Birincisine “Eski Antlaşda benzer bir açıklama yapıp Ermeni id- ları görüyoruz. Henüz Obama başkan değil ma” derler, bu Yahudilerin din kitabıdır. İkinci bölümüyse “Yeni Antlaşma”, yani
dialarını tanıyacağını açıklamıştı.” (Taraf, denebilir mi bu görüşler karşısında.
1 Şubat 2008)
Başkan W. Bush’un görüşleri de aynı Fi- İncil’dir. Bu da “Eski Ahit”le (Tevrat’la) birlikte, Hıristiyanlar tarafından din kitabı olaObama’nın izleyeceği politikalara ilişkin listin konusunda. Şimdi de bunu görelim:
bir örnek daha vererek konuyu bitirmek isti“Terörle savaşınızda 307 milyon kişisiniz rak kabul edilir. Tümüne birden inanılır.
Demek istediğimiz, yukarıdaki buyruklar,
yoruz. Filistin Meselesinde Obama acaba na“İsrail’in 60. kuruluş yıldönümü nedesıl düşünüyor?
niyle bu ülkeye giden ABD Başkanı George hem Yahudilerce, hem de Hıristiyanlarca TanW. Bush, parlamentoda yaptığı konuşmada, rı buyruğudur. Yerine getirilmesi gerekir. YaObama da, İsrail ABD’dir, diyor
İsrail’in terörle savaşına desteğini yineleye- ni öyle davranmak, Yahudilerin hakkıdır, hatYahudi devleti Siyonist İsrail’i nasıl görü- rek, “Terörle savaşınızda 307 milyon kişisi- ta dinî görevidir.
yor? Filistin Halkının tarihsel haklarına ve niz, çünkü ABD yanınızda” dedi.
İşte bu sebepten, ya da bu sapkın anlayışmeşru temsilcilerine nasıl bakıyor?
“İsrail Parlamentosu’na İbranice “Yom larından, inanışlarından dolayı Yahudiler ve
“Güvercin Obama şahin oldu
Atzmaut Sameach” (bağımsızlık gününüz Batılı Hıristiyan emperyalistler, domuz topu
“Obama başkan adaylığını ilan ettikten kutlu olsun) diye seslenen Bush, İsrail’i, gibi kaynaşıktırlar. Birbirlerini her bakımdan
sonra yaptığı dış politikayla ilgili ilk ko- “seçilmiş insanların vatanı” olarak tanım- desteklemeyi dinen bir görev saymaktadırlar.
nuşmasında nükleer programı nedeniyle ladı. Bush, “Bazıları, ABD İsrail’le bağlaBush, Obama, Olmert, Livni, Sarkozy,
İran’a yüklenip İsrail’e destek çıktı. Yahu- rını koparırsa Ortadoğu’daki bütün so- Merkel… hepsi aynı anlayıştalar ve candan
di lobisine hitap eden Obama “Kudüs bö- runların yok olacağını öne sürüyor. Bu id- dostlar.
lünmeden İsrail’in başkenti olmalı” dedi.
Tabiî bunları bir araya getiren ya da bir
dia barış düşmanlarının propagandasına
“Demokratik Parti’de başkan adaylığı- yarıyor ve Amerika bunu reddediyor. İsra- arada tutan çok önemli bir başka etken daha
nı ilan eden Barack Obama, Ortadoğu ko- il’in nüfusu 7 milyon olabilir. Ancak terör var. O da kapitalizm. Aynı ekonomik sistemin
nusunda keskin bir çıkış yaptı. İsrail yanlı- ve kötülükle savaşınızda 307 milyon kişisi- bir parçası bunlar. Kapitalizmin insanı ezmesı lobi kuruluşu, Amerikan-İsrail Halkla niz, çünkü ABD yanınızda” diye konuştu.
sine, soymasına, sömürmesine dayanan inİlişkiler Komitesi’nin yıllık konferansında
“İsrail’in kuruluşunun 60. yılını kutlar- sanlık düşmanı sistemin bir parçası bunlar.
konuşan Obama, İran’ın nükleer silahlara ken, bundan 60 yıl sonra bölgenin nasıl Bu ikisi (din ve kapitalizm) bir araya gelince
sahip olmasına engel olmak için elinden ge- olacağını hayal edelim” diyen Bush, “İsra- insanları ezmenin, sömürmenin, katletmenin
leni yapacağını ifade ederek ‘Kudüs bölün- il, dünyanın en iyi demokrasilerinden biri sınırı da, ölçüsü de kalmıyor, kâr daha fazla
meden İsrail’in başkenti olmaya devam et- olarak 120. yıldönümünü kutluyor olacak. kâr, sömürü, zulüm daha fazla sömürü ve zumeli’ dedi. Obama’nın başkan adaylığının Filistin halkı, hukukla yönetilen, insan lüm. Ne gerekiyorsa yap… Anlayış bu.
kesinleşmesinin ardından yaptığı dış politi- haklarına saygılı ve terörü reddeden deTayyip ve Arkadaşları:
kayla ilgili bu ilk konuşmasını yaklaşık 7 mokratik bir devlete sahip olacak” dedi.
Söyle Dostunu Söyleyeyim Kim
bin kişi dinledi. Konuşma alkışlarla karşı- Bush ayrıca, İran ve Suriye’de de bugünkü
Olduğunu
landı.
baskıların “uzak bir hatıra” olacağını, bu
“(…)
iki ülkenin barışçıl devletler olacaklarını
Ya bizim alçaklar? Bizim Müslüman geçi“Obama ise Yahudi lobisinde yaptığı söyledi.
nen sahte dindarlar. Onlar ne yapıyor?
Arabuluculuk!
Öyle mi? İnanalım mı?
Bakın İsrail’in eli bebek ve çocukların kanıyla kanlanmış Başbakanı Olmert, Tayyip
için ne diyordu:
“İsrail Başbakanı Ehud Olmert dün yayımlanan demecinde, “İyi arkadaşım olan
Erdoğan, Suriye ile müzakereleri istikrarlı
bir şekilde yoluna koymam için bana yardımcı oluyor” dedi.” (Milliyet, 15 Mayıs
2008)
Tayyip, Olmert’in “iyi arkadaşı”!
Pekiyi Hz Muhammed ne diyordu Yahudiler ve Hıristiyanlar için Maide Suresi, 51’inci Ayet’te:
“Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları gönül dostları edinmeyin. Onlar
birbirlerinin gönül dostlarıdır. Sizden kim
onları gönül dostu edinirse o, onlardandır.
Allah, zalimler toplumunu doğruya ve güzele kılavuzlamaz.”
Nerede Hz. Muhammed, nerede bunlar?..
Bunlar “İnsanları Allah’la aldatanlardır”.
Ve ne diyordu Katarlı Fevaz Elacemi:
“#e zaman uyanacağız?
“Irak’taki Amerikan işgalinin suçları
ve terör karşısında nerede onurlu ve izzetli Araplar ve Müslümanlar?
“Siyonist düşmanın işgal, Filistin’deki
terör, öldürme, sürme ve tecavüzleri karşısında nerede gururlu Arap ve Müslümanlar?
“Iraklı şerefli kadınlar günlük tecavüze
maruz kalırken nerede Arap ve Müslüman
şerefliler? Arap ve Müslümanların namusu teröristler ve gururlu ve âlicenap kimseler neredeler? Arap ve İslam vicdanı ne zaman uyanacak? 4 milyon Iraklı ırzlarını
korumak için vatanları dışına kaçtılar.
Irak Halkını tıpkı ırzından endişelenerek
toprağından kaçan Filistin Halkı gibi mülteci olarak görünceye kadar mı bekleyeceğiz?” (Fevaz Elacemi, Katar’da yayımlanan
El Şark gazetesi, 30 Nisan 2008)
Her şey ne kadar açık ve net görmek isteyen gözler için.
Şerefsiz Bush ne diyordu: “Ya bendensin
ya düşmanımsın!”
Senin dostların belli…
Lafzen kendine Müslüman’ım demen neyi
değiştirir?..
Hiçbir şeyi!
Ya da her şeyi, yani: iki yüzlü, onursuz,
kişiliksiz birisi olduğunu…
Tekrar konumuza dönersek…
Küresel kriz mi dediniz?
Halkçı Başkan mı dediniz?..
Hadi canım sen de!
Obama’ya ilişkin küçük bir örnek daha.
Obama, milyonlarca Amerikalı Kapitalizmin
devrevi ve en büyük krizlerinden birini yaşarken, fabrikalar kapanmış, milyonlarca insan
işsiz kalmışken, bankalara devlet tarafından
el konulmuş, “kamulaştırılmış”(!) iken, bakın
ne yapıyor? Nasıl yaşıyor?
“Teşekkür hediyesi 40 bin dolarlık yüzük
“(…) Obama, 20 Ocak’taki yemin töreninde, eşi Michelle’e yükte hafif pahada
ağır bir hediye verecek. Obama’nın eşi
Michelle’e siyasi yaşamında kendisine verdiği destekten dolayı 40 bin dolarlık özel
tasarım bir yüzük hediye edeceği açıklandı. Müstakbel başkanın yüzük için dünyaca ünlü İtalyan tasarımcı Giovanni Bosco’yla anlaştığı belirtildi. Dünyanın en değerli metallerinden biri olan rodyumdan
imal edilecek olan yüzük, elmaslarla kaplı
olacak. Yılda sadece 25 ton çıkarılan rodyum, zenginlerin mücevher tercihlerinde
ilk sıralarda bulunuyor.” (Washıngton Post,
02.12.2008)
İşte Obama! İşte Başkan!
Bakın görün analar ne başkanlar ne başkan yağdanlıkları doğuruyor…
Sonuç
Amerikan Halkı da, Dünya Halkları da
pratik işleriyle Obama’nın da aşağılık, insanlık dışı iğrenç içyüzünü görecek, tanıyacak.
Hem de hemen…
Ama bizim Soros çocukları, Bilgi Üniversiteliler, medyadaki, Taraf’taki yazarçizerler
ne yapacaklar?..
Olaylar onların yüzüne tükürdüğünde,
“yağmur yağıyor” diyecekler…
Tarih, bu insanlığın defosu insan sefaletleri, için ne diyecek?
Tarihin ne diyeceğinden adımız gibi eminiz:
Bir zamanlar, insanlıklarını emperyalistlerin dolarlarına satmış bir avuç insan vardı.
Ama ne çok gözükürlerdi. Fakat İşçi Sınıfı ve
Halklar onların bir hiç olduğunu gösterdi. Onlar insanlığın yüzkaraları olarak lanetlenip
çöpe atıldılar, diyecek…
Bundan adımız gibi eminiz. Çünkü biliyoruz ki son duruşmada işçi Sınıfı ve Halklar
son sözü söyler!
5
Yıl: 4 • Sayı: 44 / 16 Haziran 2009
Küba’da 1 Mayıs Coşkusu
Fidel’in sıktığı el
Yalansız hürriyetin eli
Ömrünün ilk kurşun kalemiyle ömrünün ilk kaadına hürriyet sözcüğünü yazan el
Hürriyet sözcüğünü söylerken sulanıyor ağızları Kübalıların balkutusu bir karpuzu
kesiyorlarmış gibi
Ve gözleri parlıyor erkeklerin
Ve kızların eziliyor içi dokununca dudakları hürriyet sözcüğüne
Ve koca kişileri en tatlı anılarını çekip kuyudan yudum yudum içiyor
Mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
Hürriyet sözcüğünün resmini ama yalansızının
N
azım Hikmet’in 1961 yazında Abidin Dino’ya sorduğu sorunun cevabı bugün de en iyi şekilde Küba’da
verilir. Hürriyetin resmi, Kübalı çocukların
sağlıkla parıldayan gözlerinde ve 50 yıldır
AB-D Emperyalistlerine meydan okuyan
Küba Halkının mücadelesinde saklıdır.
Bizler de bu resmi, Devrimin 50’nci
yılında görme şansını yakaladık. Küba
Büyük Elçiliğinin Partimizi daveti sonucunda; ICAP’ın (Küba Halklarla Dostluk
Enstitüsü) düzenlediği 1 Mayıs Tugayı
Etkinliği’ne ve UJC (Genç Komünistler
Birliği)’nin düzenlediği, ABD’de tutsak
edilen 5 Kahraman’la ilgili Uluslararası
Toplantı’ya Partimizi temsilen üç kişilik
bir heyetle katıldık.
ICAP’ın düzenlediği 25 Nisan 2009
tarihinde başlayan ve 36 ülkeden 230 kişinin katıldığı 1 Mayıs Tugayı Etkinliği,
uluslararası alanda Küba’yla dayanışmayı
sağlamak Küba Devrimi’ni ve ülkeyi tanıtmak amacıyla düzenlenen bir organizasyon. Her yıl düzenlenen bu etkinlik kapsamında Küba’daki Eğitim, Sağlık, Sanayi ve
Tarım sektörleri davetlilere tanıtılıp anlatılırken bir yandan da yapılan seminer ve
toplantılarla Küba için uluslararası alanda
yapılabilecekler tartışılıyor. Bu etkinlik,
aynı zamanda birçok değişik ülkeden gelen
devrimci-demokrat örgütün ve kişilerin
tanışıp ilişki kurmasına da imkân sağlıyor.
Ayrıca 1 Mayıs Tugayı Etkinliği’nin önemli bir amacı da gelen konukların Küba’daki
1 Mayıs Kutlamalarına katılımını sağlamak.
Bizler de, bu 1 Mayıs heyecanını yaşamak için, Partimizin Küba Halkıyla ve
Devrimi’yle olan enternasyonalist dayanışmasının artarak devam ettiği bir dönemde
Partimizi uluslararası alanda tanıtmak ve
Latin Amerika ve Küba’yla ilgili yaptığımız etkinliklerimizi anlatmak için bu organizasyona katıldık.
25 Nisan günü vardığımız Havana’da
diğer konuklarla birlikte Uluslararası
Antonio Mella Kampı’nda kaldık. Bu
kamp 1972 yılında yapılan ve uluslararası
organizasyonlar için kullanılan bir kamp.
Adını da gençlik önderlerinden ilk Küba
Komünist Partisi kurucularından ve 1929
yılında 26 yaşında iken katledilen Julio
Antonio Mella’dan alıyor. Kampta kaldığımız süre boyunca Küba Ekonomisi, ALBA,
Jose Marti, 5 Kahramanlar hakkında yapılan seminerlerin yanında tarımsal aktivitelere katıldık. Ayrıca Kamp’ta kaldığımız
dönemde Havana şehir merkezini, Devrim
ve Sanat Müzelerini görme şansını da yakaladık. Bunun yanında Kamp’ın dışında
Cienfuegos şehrinde geçirdiğimiz 4 gün
içerisinde de hastane ve okul ziyaretlerinin
yanısıra Küba’nın en büyük Petrol Rafinerisi olan Camilo Cienfuegos Petrol Rafinerisi’ni gördük. Santa Clara’da ziyaret
ettiğimiz Kahraman Gerilla Che Yoldaş’ın Mozalesi ise bizi apayrı bir dünyaya
azım Hikmet
götürdü. Che’ye olan saygımız ve emperyalizme olan kinimiz bir kat daha arttı.
10 Mayıs 2009 günü sona eren 1 Mayıs
Tugayı etkinliklerden en önemlisi 1 Mayıs
Kutlamaları idi. Özellikle Küba’daki 1
Mayıs Kutlamaları Küba Halkı ve uluslararası devrimci kamuoyu için çok büyük bir
değer taşıyor. ABD Emperyalizmine karşı
bir halkın topyekûn, dimdik ayakta durduğunu, yarım asırlık Emperyalist Ablukaya
karşı direnişi ve devrime, sosyalizme bağlılığı simgeliyor 1 Mayıs Küba’da.
Bu nedenle ayrı bir heyecanla uyandık 1
Mayıs sabahı saat 05.30’da. Daha gün doğmadan üç ayrı dilde yazılmış “Yaşasın
Proletarya Enternasyonalizmi” pankartımızla ve büyük boy hazırlanan “Küba
Devrimi 50 Yıldır AB-D Emperyalizmine Meydan Okuyor” afişimizle Havana’nın Devrim Meydanı’ndaydık.
Türkiye’deki yoldaşlarımızın Taksim
Meydanı’na girdiğini telefondan öğrenince
bir kat daha arttı heyecanımız. Artık İstanbul Taksim’de taşınan Parti Bayrağı
Havana’daydı. Bu kez de Devrim Meydanı’nda Küba Halkının yanında AB-D
Emperyalizmine karşı dalgalanacaktı.
Yaklaşık iki milyon kişi Küba’nın dört
bir yanından gelerek Havana’da toplanmıştı 1 Mayıs’ı kutlamak için. Miting, Komünist Parti Merkez Komite Üyesi Salvador Valdes Mesa’nın yaptığı konuşmayla
başladı. İki milyon çalışan, genç, yaşlı,
öğrenci, asker tüm Küba Halkı Emperyalizme meydan okuyor ve Sosyalizme, Devrime bağlılığını haykırıyordu meydanda
Marks’ın, Engels’in, Lenin’in ve Che’nin
posterleri önünde sel gibi akarken.
Küba’daki 1 Mayıs kutlamalarında Devrimin halkla nasıl etle tırnak gibi kaynaştığı
açıkça göze çarpıyordu. Resmi, devlet eliyle gerçekleştirilen bir kutlama değildi bu.
Herkes kendi pankartını, afişini kendisi
hazırlamıştı. Çalışanlar kendi cümleleriyle
ifade ediyorlardı kendilerini. Ayrıca Küba
yönetiminin, Komünist Parti’nin kendine
ve halkına olan güveninden de etkilenme-
mek mümkün değildi. Silahlı tek bir kişinin
dahi görünmediği kutlama alanında yöneticiler, halkıyla beraber, halkla iç içeydi.
Küba Ulusal Marşı okunduktan sonra
miting, 26 Temmuz Hareketi Üyesi Gençlerin ve Küba Halkının, Raul Castro’yu
selamlayarak geçişiyle ve Enternasyonal
Marşı’nın okunmasıyla sona erdi.
1 Mayıs Tugay Etkinliği’nin ardından
katıldığımız ikinci uluslararası organizasyon ise 11 Mayıs’ta başlayan UJC’nin
(Küba Komünist Partisi - Genç Komünistler Birliği ) düzenlediği Kübalı 5 Kahraman’la ilgili toplantıydı.
ABD’de 10 yılı aşkın bir süredir tutsak
edilen bu 5 Kahraman (Antonıo Guerrero
Rodríguez, Fernando Gonzalez Llort,
Gerardo Hernandez ordelo, Ramon
Labañıno Salazar, Rene Gonzalez Sehwerert) ABD-Miami’deki Küba karşıtı
terörist örgütler hakkında bilgi topladıkları
ve ülkelerini bilgilendirdikleri için göstermelik bir yargılama sürecinin ardından tutsak edilmişlerdi. “ABD’nin ulusal güvenliğini tehdit ettikleri” suçlamasıyla hapsedilen beş sosyalist yurtsever kahramanla ilgili başlatılan uluslararası kampanyanın bir
parçası olan toplantıya 42 ülkeden 145 kişi
katıldı. Kahramanların yakalanma ve yargılama aşamalarındaki insan haklarına aykırı
durumlar değerlendirilirken bu kampanya
kapsamında yapılabilecek etkinlikler görüşüldü.
Bizler de bu toplantıda, Partimiz adına
yaptığımız konuşmada özetle: Partimizi
temsilen, dünyada sosyalizmin ve emperyalizme karşı mücadelenin sembolü olan
Küba’da bulunmaktan onur duyduğumuzu,
bu nedenle Küba’nın mücadelesini desteklediğimizi ve her fırsatta Küba’yı ve Devrimi’ni Türkiye’de geniş kitlelere anlattığımızı belirtik.
Ayrıca her etkinliğimizde duyurduğumuz Beş Kahraman’ın sosyalizm için, terörizme ve emperyalizme karşı ABD’nin zindanlarında Kahraman Gerilla Che gibi
mücadele ettiklerini, bunun hukuki bir yargılama değil, politik bir savaş olduğunu, er
ya da geç Beş Kahraman’ın zaferle evlerine
geri döneceklerini söyledik. “Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi, Yaşasın
Küba ve Sosyalizm” sloganlarıyla konuşmamızı tamamladık.
3 gün devam eden toplantı, yayınmlanan
Sonuç Deklarasyonu’nun ardından 13
Mayıs günü sona erdi.
Türkiye’ye döndüğümüzde ise aklımızda Küba’dan kalan en önemli şey, Nazım
Hikmet’in de gördüğü insanların gözlerindeki hürriyetin resmiydi. Küba’da yapılacak daha çok şey vardı ama bir o kadar da
çok şey yapıyordu Küba Halkı ve Önderliği. Dünyanın dört bir yanında ezilen mazlum milletler için açlıktan sömürüden kurtuluşun simgesiydi Küba. Batı Sahra’dan,
Kongo’dan, Nijerya’dan, Dominik’ten,
Bolivya’dan ve sayamadığımız daha birçok
ülkeden hatta ABD’den eğitim almak için
Küba’ya gelen gençler vardı. Bir Kongolu
Doktor, Küba İşçi Sendikaları’nın kuruluşunun 70’nci yılı nedeniyle düzenlenen
uluslararası toplantıda şöyle haykırıyordu:
“Kim derdi ki Kongolu yoksul bir
çiftçi kadının oğlu okuyup da Doktor
olacak ve bugün burada konuşacak;
ancak bu Küba sayesinde mümkün.
Ayrıca kim diyebilir ki Obama Afrikalıdır, renk önemli değil bizimle birlikte
savaşan halkımıza yardım eli uzatan Che
ve Fidel Obama’dan daha fazla Afrikalıdır.”
Küba sadece diğer ülkelerden gelen
gençlere eğitim vermiyor. 30 binden fazla
Kübalı doktor, diğer ülkelerde insanlara
sağlık dağıtıyor, binlerce Kübalı öğretmen
özellikle Latin Amerika ülkelerinde çocuklara eğitim veriyor.
Küba Halkı da ülkelerinin sosyalist
mücadele içerisindeki yerini çok iyi görüyor. Küba’da Devrimi ve Sosyalizmi size
en iyi işçiler, çalışanlar anlatıyor. Onların
ağzından duyuyorsunuz devrimin kazanımlarını. Her biri sanki Fidel ve Che ile birlikte yan yana savaşmış gibi anlatıyor Küba
Devrimi’ni. Bu durum insana umut ve
huzur veriyor. Örneğin Ülkemizde eğitimin
ve sağlığın paralı olduğunu öğrenen Kampta çalışan bir işçi şaşırdığını belirterek:
“Küba’da çocukların ayakkabısından çorabına her şeyini, tüm eğitim giderlerini devlet karşılıyor, her gün çocuklara kahvaltı ve
süt veriliyor, üstelik üniversitede okuyan
gençlere burs veriliyor.” diyordu. Onun
söylediğini biz de görüyorduk. Küba’da
karşılaştığımız her çocuk temiz, bakımlı ve
sağlıklıydı ve her çocuğun gözünde Devri-
min, Sosyalizmin ışığı parıldıyordu.
Küba’dan ayrılırken dünyanın dört bir
yanından gelen devrimcilerle tanışmanın
verdiği mutluluk ve coşkunun yanında, içimizde yoldaşlarımızdan ayrılmanın getirdiği buruk bir hüzün vardı. Çok canlı bir
şekilde yaşayıp gördük ki aynı kutsal dava
uğruna savaşmak; çok kısa bir zaman diliminde bile dili, ırkı, milleti, vatanı ne olursa olsun insanları birbirine yakınlaştırıyor
ve sımsıkı kaynaştırıyor. Farklı dillerden,
dünyanın her yerinde devrim mücadelesinin verildiğini duymak sosyalizmin aslında
tüm dünyada çok uzak olmadığını, insanlığın er ya da geç büyük sosyalist bir aile olacağı gerçeğini bizlere bir kez daha gösterdi.
Halkın Kurtuluş Partisi’nden Onurun,
Direncin, İnancın, Kararlılığın Simgesi
Kübalı 5 Kahraman’la Dayanışma Etkinliği
1
959’da Fidel, Che, Raul ve Camilo
Yoldaşlar’ın önderliğinde kazanılan
Küba Halkının bağımsızlığına, onuruna kasteden, ABD Emperyalistlerinin
beslemesi canilerin Küba’ya karşı hain
planlarını önlemek ve ortaya çıkartmak
için faaliyet yürüttü Kübalı 5 Kahraman.
ABD Emperyalizmine karşı işlenebilecek en büyük suçu işledi bu 5 yiğit insan.
Tam bağımsız, gerçekten özgür, onuruna
sahip çıkan bir önderlik, yiğit bir halk ve
bu önderliği, bu halkı korumak için öne
atılmış 5 Kahraman.
Onlar ABD’de yuvalanmış CIA ve FBI
güdümündeki karşıdevrimci terörist
örgütleri ve onların Küba Halkına karşı
saldırılarını deşifre etmek önlemek için
çalışıyorlardı. Bu nedenle ABD için bundan büyük suç olamazdı. ABD Emperya-
eylemlerinin ardından, son olarak da 13
Haziran Cumartesi günü Küba Büyükelçisi Ernesto Gomez Abascal ve Alejendro
Simancas Marine’ın katılımıyla Parti
binamızda bir toplantı gerçekleştirildi.
Ankara İl Başkanımız Sait Kıran,
bir açış konuşması yaparak sözü Ernesto
Yoldaş’a verdi.
Küba Büyükelçisi Ernesto Yoldaş,
Kübalı 5 Kahraman’ın hukuki süreciyle
ilgili bilgiler verdi. ABD Emperyalizminin bu davada ikiyüzlülüğünü gözler
önüne serdi ve bu davanın; ABD Emperyalizminin 1959 yılından bu tarafa Küba
Halkına ve önderliğine yaptığı saldırıların
bir parçası olduğunu vurguladı.
Büyükelçinin konuşmasının ardından,
11-12 Mayıs 2009 tarihinde, Havana’da
yapılan Kübalı 5 Kahraman’la ilgili ulus-
lizmi ikiyüzlülüğünü, halklara düşman
yüzünü bir kez daha gösterdi ve Kübalı 5
Yurtsever’i casusluk suçlamasıyla zindanlara attı. 5 Kahraman 1998 Eylülü’nden
beri 11 yıldır ABD Hapishanelerinde;
aileleriyle görüştürülmeden, tecrit odalarında tutsak edilmiş durumda... Kendi
hukuklarına bile uymuyor bu yapılan.
Usta’mızın deyimiyle; kendi namussuzluklarını bile namusuyla yapmıyor ABD
Emperyalizmi. 3Dünyanın bütün ülkelerinde halklar bu kanunsuz uygulamalara
karşı seslerini yükseltiyorlar. Yürüyüşler
örgütleniyor, basın açıklamaları yapılıyor,
ilanlar veriliyor.
Türkiye’de onurun timsali Kübalı 5
Kahraman’a, Halkın Kurtuluş Partisi’nin
destek eylemleri devam ediyor. ABD
Büyükelçiliği önünde yapılan basın açıklamaları, büyük illerde yapılan destek
lararası toplantıya katılan Partimiz Heyeti’nden Bursa İl Başkanımız Halil Ağırgöl, toplantı ile ilgili bilgiler verdi.
Halil Ağırgöl konuşmasında; yapılan
açık insan hakları ihlalleri nedeniyle dünyanın dört bir yanından 5 Kahraman için
destek yağdığını, 5 Kahraman’la ilgili
davanın hukuki bir dava olmadığını, politik bir savaş olduğunu, bu nedenle Küba
Halkına ve 5 Kahraman’a verilecek her
türlü desteğin ABD Emperyalizmine karşı
mücadelenin bir parçası olduğunu belirtti.
42 ülkeden 145 temsilcinin katıldığı toplantıda alınan kararlar doğrultusunda,
Kübalı 5 Kahramana dünya çapında verilecek desteğin artacağını söyledi.
Etkinlik Kübalı 5 Kahraman ile ilgili
film gösterimiyle sona erdi.
Sn. urullah AKUT
Halkın Kurtuluş Partisi
Ankara’dan
Kurtuluş Partililer
Ankara, 28.isan.2009
Sayın Dostum,
Bizleri birbirimize bağlayan dostluk ve dayanışma ilişkilerimize dayanarak, 18
Nisan tarihinde Roma’da Avrupa Sol Partinin benimsediği “Küba Devrimiyle Dayanışma” beyanatının bir nüshasını sizlere de göndermemizin yararlı olacağını düşündük.
Bu açıklama, ülkemizdeki devrimci sürece desteği ifade etmekte, aynı zamanda
Amerika Birleşik Devletleri’nin ablukasını ve AB’nin Küba’ya dair “Ortak Tutumunu”
kınamakta ve Amerika Birleşik Devletlerinde haksız yere mahkûm edilen Beş Kübalının serbest bırakılmasını talep etmektedir.
Bildiğiniz üzere; tüm bunlar, daha insani bir toplum yaratmak ve bizleri yıldırmaya
çalışan ABD’nin ve bazı müttefiklerinin baskılarını ve saldırılarına direnerek, bağımsızlığımızı ve egemenliğimizi savunmak adına halkımızın haklı mücadelelerini oluşturmaktadır. Bu jestinizden ötürü en derin minnettarlığımızı sunarız.
Dostluk ve çalışma temaslarımızı geliştirmek üzere elçiliğimizin daima hazır bulunduğunu bir kez daha teyit eder, en içten selamlarımızı sunarız.
Saygılarımla.
Ernesto Gomez Abascal
Küba Cumhuriyeti Büyükelçisi
6
Yıl: 4 • Sayı: 44 / 16 Haziran 2009
Şanlı 15-16 Haziran Direnişi yol göstermeye devam ediyor:
Yerli yabancı Parababalarının saldırılarına
karşı; haydi daha bilinçli daha örgütlü yeni
15-16 Haziranlar yaratmaya!
B
undan 39 yıl önce, 168 fabrikada 150
bine yakın işçi, İstanbul ve İzmit’te
iki gün hayatı durdurdu.
İşçi Sınıfımız; başına geçirilmek istenilen lanet halkasına karşı “YETER BE!” diyerek ayağa kalktı. Amerikancı Demirel hükümetine ve onun emrindeki sarı-gangster
sendikacılara verdi dersini… Şehitler vermek pahasına 1970’in bu iki sıcak gününü
dar etti yerli-yabancı Parababalarına… 1970
yazının 15-16 Haziran günlerinde İşçi Sınıfımızın kanı-teri İstanbul ve İzmit sokaklarını,
caddelerini ıslatıyordu. Yürüyüş sırasında
çıkan çatışmalarda Yaşar Yıldırım, Mustafa Bayram ve Mehmet Gıdak isimli işçiler
şehit düştü. İstanbul’da, Galata Köprüsü tarihinde ilk kez gündüz saatinde açılarak, işçilerin bir araya gelmeleri önlendi.
İşçi Sınıfımız; sahip olduğu potansiyel
gücünü (Devrimci Özgücü) dosta da düşmana da gösterdi.
Düşmanlar, İşçi Sınıfının elindeki en
önemli örgütü DİSK’i kapatarak, örgütlenme ve toplusözleşme yapma haklarını budamak isterken, dostlar ise (devrimci ortam)
ülkemizde İşçi Sınıfı var mıydı? Yok muydu? tartışmaları ile zaman öldürüyordu.
Oysa ülkemizdeki İşçi Sınıfının sosyal
varlığını ve Devrimci Potansiyelini bilinçlice kavramış, her söze başlayışta “Başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere” diyen Devrimci
Hareket de vardı. Eneski Sosyalizmin temsilcisi Hikmet Kıvılcımlı ve onun önderliğindeki öğrencileri, İşçi Sınıfımızın bu kendiliğinden gelme eylemine bilinçlice katılarak, o eylemleri Sosyalist bir içeriğe sokmak için çaba sarf ediyorlardı.
Bunun doğal sonucu olarak da 15-16
Haziran tutukluları arasında, bu devrimci hareketi temsil eden İPSD Genel Başkanı, Genel Sekreteri ve o günlerin gençlik önderi, bugün Partimizin Genel Başkanı urullah Ankut ve gençlik mücadelesinde yer alan bir üye de bulunuyordu.
Yerli-yabancı Parababaları, bugün acımasız bir şekilde uyguladıkları baskı, sömürü ve soygun düzenini o günlerden yasal kılıfa sokmak istiyordu. Tabiî bunu yaparken
27 Mayıs Politik Devrimi ile ülkeye nispi
demokratik bir ortam ve geniş örgütlenme
olanakları getiren 61 Anayasası’nın da ortadan kaldırılması gerekiyordu. Ancak evdeki hesapları çarşıya uymamış, 15-16 Haziran Direnişi ile oyun bozulmuştur. Direniş; İstanbul ve İzmit’te ilan edilen sıkıyönetimle, binlerce işçi-devrimci, sendikacının tutuklanması ve 5 binin üzerinde sınıf
kardeşimizin işsizlik cehennemine atılmasıyla ancak durdurulabilmişti.
Bir AB-D uşağı, 12 Mart Faşist Darbesinin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın da belirttiği gibi; “toplumsal uyanış ekonomik gelişmenin önüne geçmişti”. Bu nedenle ülkedeki, Antiemperyalist,
Antifeodal ve Antişovenist devrimci hareketin bastırılması gerekiyordu. 12 Mart ve
12 Eylül faşist darbeleri ile de bu amaçlarına ulaştılar.
Çalışma yaşamında bugünkü uygulamalar, bundan 39 yıl öncesinden getirilmek istenenlerden daha acımasız ve işçi düşmanı
hükümlerdir. Sarı-gangster sendikacılık yine İşçi Sınıfımızın başının belası ve devrimci sınıf sendikacılığının önünde en önemli
engeldir. 39 yıl önce Amerikancı Türk-İş
varken, bugün bunun yanına bir de dinci-Ortaçağcı Hak-İş eklenmiştir. Yıllardır,
Parababaları hükümetlerinin desteğini arkasına alarak İşçi Sınıfımızın sırtında boza pişiren Amerikancı Türk-İş yetmemiş gibi,
şimdi de Ortaçağcı Tayyipgiller Hükümeti’nin desteğini arkasına alan Hak-İş, aynı
ihanet örneklerini vermektedir.
Ancak sınıf hareketi içindeki Truva Atları ne kadar çoğalırsa çoğalsın, “doğada
her şey zıddıyla birlikte bulunur” diyalektik yasası gereği, Devrimci Sınıf Sendikacılığı’nın önü kesilemedi/kesilemiyor.
Devrimci Sendikacılar İşçi Sınıfı mücadele
tarihine yeni yeni şanlı sayfalar eklemeye
devam ediyorlar. 2008 ve 2009 1 Mayısları,
devrimci siyasal mücadelenin ve devrimci
sınıf sendikacılığının, inançlı, kararlı, yiğit,
fedakâr ve direngen tavrının dosta da düşmana da gösterildiği günler olmuştur.
Aras Kargo İşgal ve Grevinde, Coca-Cola İşgal ve Direnişi’nde, Ünsa İşgal ve Direnişi’nde, LC Waikiki-Meha Tekstil Direnişi’nde, Kocaeli Üniversitesi Grevi’nde, Pirelli-Ekolas Direnişi’nde ve daha ismini sayamadığımız grev ve direnişlerde hep 15-16
Haziran Şanlı Direnişi yaşatılmış ve o ruhla
mücadele edilmiştir. Bütün bu mücadelelerde İşçi Sınıfımız dostunu da düşmanını da
görmüş, grev ve direniş okullarından devrimci sınıf bilinci ile donanarak çıkmıştır.
Ve bu mücadelelerin başını hep Proletarya
Sosyalistleri-Kurtuluş Partililer çekmiştir.
Dolayısıyla bir kez daha diyoruz ki; “Tarihin yörüngesi, en ufak ikirciliğe yer bırakmayacak ölçüde, İşçi Sınıfının yörüngesine girmiştir. e denli parlak göktaşı
görünmek tutkunluğu içinde bulunurlarsa
bulunsunlar, eğer uzayın sağır boşluklarında yitmek istemiyorlarsa, bütün Devrimci yıldızlar, Tarihin ve İşçi Sınıfının yörüngesi içine akmalıdırlar. Bu yörünge
Proletarya Partisidir.” (Hikmet Kıvılcımlı)
Proletarya Partisi’nin önderliğinde İşçi
Sınıfımız, daha bilinçli, daha örgütlü yeni
15-16 Haziranlar yaratacaktır. İşte o zaman
İkinci Kurtuluş Savaşı başarılacak, bir
avuç Finans-Kapital+Tefeci-Bezirgân ittifakının sömürü ve soygununa son verilip, DEMOKRATİK HALK İKTİDARI kurulacaktır. Bugünler yakındır. Haziran 2009
HALKIN KURTULU: PARTİSİ
GENEL MERKEZİ
Ordu Gençliği’mizin Devrimci Adımı: 27 Mayıs 1960 Politik Devrimi
Kurtuluş Partililer Kartal’da 27 Mayıs Politik Devrimi’nin 49’uncu yılını kutladılar
Günümüzde AB-D Emperyalistleri, 27 Mayıs Politik Devrimi’ni gerçekleştiren Devrimci Gelenekli Ordu Gençliği’mizi sindirmek, pasifize
etmek amacıyla sözde Ergenekon Operasyonu yapmaktadır.
Gerçek Ergenekoncular;12 Eylül’ün netekimcileri, Maraş, Çorum
ve Sivas Katliamlarını tezgâhlayanlar ve yapanlar, DİSK Genel Başkanı Kemal Türker’in katilleri, bin operasyon yapan halk düşmanları serbestçe ortalıkta gezerken, devrimci gelenekli Ordu Gençliği’ni Ergenekoncu gibi göstererek; hem halkımızın kafasını karıştırmakta, hem de
AB-D’nin halk düşmanı ajanlarını gizlemektedirler.
AB-D Emperyalizminin, Jön Türk gelenekli Ordu Gençliği’mize saldırdığı bugünlerde, 27 Mayıs Politik Devrimi’ni alanlarda kutladık.
2
7 Mayıs Devrimi; bundan 49 yıl önce 38
Genç Subay tarafından yerli-yabancı Parababalarının hizmetinde ve emrindeki
satılmış Demokrat Parti İktidarının alaşağı
edilmesidir.
27 Mayıs’ı gerçekleştiren Devrimci Gelenekli Ordu Gençliği, Demokrat Parti İktidarının halka ve vatana ihanet içinde olduğunu,
Birinci Kurtuluş Savaşı sonucunda elde edilen bağımsızlığın kaybedildiğini görüyor ve
bu gidişe bu hamlesiyle dur diyordu.
Demokrat Parti’nin kazandığı 14 Mayıs
1950 seçimleriyle birlikte Tekelci Sermaye,
Birinci Kurtuluş Savaşı’nda alt edilmiş Ortaçağ artığı Antika asalak Tefeci-Bezirgân Sermayeyle birlikte siyasi iktidarı
tamamıyla ele geçirmişti. Bu
gerici ittifakın Emperyalizmle
olan ortaklığı sonucunda ise
Türkiye hızla yarı sömürge bir
ülke haline getirilmişti.
Bu dönemde, bir yandan
sosyalizmin yayılmasını engellemek için AB-D Emperyalizmi tarafından 1950’li yıllarda
uygulanmaya başlanan “Yeşil
Kuşak Projesi”yle ülkedeki
gerici, Şeriatçı güçler palazlanırken, bir yandan da ülkedeki
ekonomik sömürü gittikçe artmış ve halk gittikçe yoksullaşmıştır.
Bayar ve Menderes’in ezanın Arapça
okunmasından sonraki ilk icraatları, Meclisin
dahi onayı alınmadan, Kore’ye, ABD Emperyalizmi için savaşacak asker göndermek olmuştur. Bunun ardından da 1952 yılında ülkemiz NATO’ya üye edilerek Türk Ordusu bir
Amerikalı Generalin emrine verilmiştir. 1954
yılında çıkarılan Yabancı Sermayeyi Teşvik
Yasasıyla da ülkemiz yabancı Finans-Kapitalistlere açık pazar olarak sunulmuştur.
1958 Ağustosu’nda yapılan devalüasyonla
Dolar 2,83 TL’den 9 TL’ye çıkmış ve Milli
Gelir 1950 ile 1957 arasında altına oranla %
26 azalmıştır. 1959 yılında bütçe açığı 266,7
milyon dolara yükselirken, Türkiye hayat pahalılığında Brezilya’dan sonra dünya ikincisi
olmuştur.
Bu ekonomik sömürüyle birlikte halkın
üzerindeki siyasi baskı ve zor da Demokrat
Parti İktidarında her geçen gün gittikçe halkı
canından bezdirecek hale gelmiştir. ABD’nin
eleştirilmesinin bile “Komünizm Propagandası” olarak yasaklandığı dönemde, devrimciler ve yurtseverler en akıl almaz işkencelere, baskılara tabi tutulmuşlardır. 1951 Tevkifatıyla birlikte TKP dağıtılırken, Hikmet Kıvılcımlı tarafından 1954 yılında kurulan
Vatan Partisi 1957’de kapatılmış ve Partililer en ağır işkencelerden geçirilerek hapsedilmişlerdi.
Bunun yanında çalışanların örgütlenme
hakları sınırlandırılmıştı ve işçilere toplusözleşme, grev hakkı tanınmıyordu. Basın üzerinde yoğun bir biçimde sansür uygulanırken,
üniversitelerde başlayan tepkiler polis zoruyla ve sıkıyönetim mahkemeleriyle bastırılma-
17 Mayıs’ta Tandoğan
Meydanı’ndaydık
27 Mayıs günü Kartal Meydanı’na sloganlar, pankartlar ve dövizlerimizle yürüdük.
Yürüyüşümüz süresince; ”Kahrolsun ABD-AB Emperyalizmi”,
“Yaşasın Sosyalizm”, “Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız”, “Şeriat
Ortaçağdır”,”Laiklik Yoksa Bilim, Demokrasi, Özgürlük
Yoktur”,”Davamız Halkın Kurtuluş Davasıdır”,”Yaşasın 27 Mayıs”
sloganlarımızı haykırdık.
Kartal Meydanı’nda Partimiz tarafından hazırlanan basın açıklaması yaptık. Açıklama okunduktan sonra halaylarımızla 27 Mayıs Politik Devrimi’ni kutlama programımızı tamamladık.
ya çalışılıyordu. 27-28 Nisan 1960 olayları
olarak yakın tarihimize geçen başkaldırılarda,
edim Özpolat, Turan Emeksiz gibi yurtsever gençlerimiz polis kurşunuyla şehit düşmüşlerdir.
Birinci Kurtuluş Savaşı’nın kazanımlarının teker teker kaybedildiğini, her geçen gün
biraz daha emperyalizme bağımlı hale geldiğimizi gören Jön Türk Gelenekli Ordu ve
Aydın Gençliğimiz ise Dirlik Düzeninden
kalma geleneklerini dirilterek, bu baskı ve zor
iktidarını 27 Mayıs 1960’ta devirdi. Tanzimat’ta, Meşrutiyet’te ve Birinci Milli Kurtuluş’ta da Ordu Gençliği aynı şekilde davranmıştı.
Ancak 27 Mayıs toplumda tamamıyla bir
alt üstlük yaratmamıştı. Bu nedenle Bir sosyal
devrim niteliği taşımaz. Toplumun sadece
üstyapısında önemli değişiklikler yaratmış bir
Politik Devrim’dir. Ancak sınırlı da olsa bu
değişim sayesinde Türkiye Halkı, o güne kadar sahip olmadığı birçok özgürlüğe, hakka
sahip olmuş, bunlar 1961 Anayasası tarafından güvence altına alınmıştır.
İşçi Sınıfımızın Sendikalarda örgütlenebilmesi, grev ve toplusözleşme hakkına sahip
olması, çalışanların örgütlenme hakkı, temel
insan haklarının anayasal güvence altına alınması, hâkim teminatı üniversitelerin özerk
kurumlar haline getirilmesi, Anayasa Mahkemesi ve TRT’nin kurulması bu dönemden
sonra gerçekleşmiştir. Asıl önemlisi ise 27
Mayıs Devrimi’nin Halk üzerinde yarattığı
etkidir. Halkımız ve gençliğimiz 27 Mayıs
Politik Devrimi’ni ve devrimle elde edilen
Anayasal hakları hemen sahiplenmiştir. Bu
kısmî de olsa özgürlük ortamında İşçi Sınıfı
mücadelesi çok kısa bir sürede gelişmiş, Sosyalizm halk yığınları içerisinde bilinir hale
gelmiştir. Aydın Gençlik, yerli yabancı sosyalist yayınları, Marksist klasikleri tanımaya
başlamıştır.
Dolayısıyla 27 Mayıs Politik Devrimi,
Emperyalizmin açık işgaline karşı verilen Birinci Kuvayimilliye’nin devamıdır. 27 Mayıs’ta Birinci Kurtuluş Savaşı’nda yenilgiye
uğrayan emperyalizmle ortaklık kurmuş, onlara uşaklık eden yerli hainlerin iktidarı devrilmiştir. Bu ihtilal emperyalizmin ve onun
uşağı Parababalarının satılmışlar cephesine
karşı verilen İkinci Kurtuluş Savaşı’nın da
önemli bir basamağıdır.
Kartal’dan
Kurtuluş Partililer
Bu nedenlerle halkın, kendi aşağılık vurguncu iktidarına karşı örgütlendiğini ve bilinçlendiğini gören bir avuç Parababası, yeniden
aynı hataya düşmemek için 27 Mayıs’la, başta 1961 Anayasası olmak üzere, elde edilen
tüm kazanımlara saldırmaya, bunları yok etmeye çalışmıştı. Bu amaçla Kontrgerilla eylemleriyle Ordu Fosili Generaller tarafından
gerçekleştirilen 12 Mart ve 12 Eylül Faşizmlerine zemin hazırlandı. 12 Mart Faşizminde,
61 Anayasası’nın birçok özgürlükçü maddesi
yok edilirken, 12 Eylül ile birlikte 61 Anayasası tamamen ortadan kaldırıldı. 27 Mayıs’ın
kısmi de olsa özgürlükçü ortamında yetişen
Aydın Gençlik ve İşçi Sınıfı önderleri ya
Kontrgerilla terörüne kurban
gittiler ya da Faşizmin zindanlarından, işkencehanelerinden
geçtiler.
27 Mayıs’ın ilerici, devrimci çizgisini bilen ve 61 Anayasası’na sahip çıkan Devrimci
Gençler; Mahirler, Denizler bir
yandan Anayasayı İhlal suçundan yargılanırken, bir yandan
da Faşizmin yargıçlarına karşı
61 Anayasasını sonuna kadar
savunuyorlardı.
Ordu Gençliği’nin 27 Mayıs Hareketi; antiemperyalist,
halksever ve yurtseverdi. Ancak günümüzde Emperyalizm çağında Sosyalizmle taçlanmayan her bağımsızlık hareketi
yenilmeye mahkûmdur. Bu tarihin bize öğrettiği kaçınılmaz bir gerçekliktir. Ne yazık ki
İşçi Sınıfının ideolojik ve pratik önderliğinden yoksun 27 Mayıs Hareketi de zamanla
yenilgiye uğradı. Ama bugün biliyoruz ki,
Aydın ve Ordu Gençlik içindeki Devrimci Jön
Türk geleneği hâlâ canlı ve devam ediyor.
AB-D uşağı yerli satılmışlar cephesinin
vurgun ve talanına karşı İkinci Kuvayimilliye
(Kurtuluş Savaşı) seferberliği 27 Mayıs
1960’ta olduğu gibi bugünün de meselesidir.
Emperyalizm aynı emperyalizmdir ve dünün
Bayar’ı-Menderes’i
bugünün
Tayyipgiller’idir.
Hikmet Kıvılcımlı’nın Milli Birlik Komitesi’ne yazdığı Açık Mektup’ta belirttiği şekilde görevimiz; Birinci Kuvayimilliye seferberliğinde olduğu gibi: yedisinden yetmişine,
çobanından mareşaline kadar, demir çarık,
demir asa: Ucuz Devlet - Bilinçli Ticaret Toprak Reformu uğruna, İkinci Kuvayimilliye seferberliğine çıkmaktır.
Halkın Kurtuluş Partisi, Partimiz, başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere, köylü, şehirli, esnaf, küçük üretmen, küçük ve orta sermayedar, aydın, asker, kısacası tüm değer yaratan,
yurtsever insanlarımızın verdiği işte bu kutsal
İkinci Milli Kurtuluş Hareketi’nin Partisidir. Er ya da geç bu kutsal insanlık davası başarı kazanacaktır.
Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız!
Ya İstiklal Ya Ölüm!
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
“Şkırmak için;
eriat Ortaçağdır” sloganını hay-
87 yıl önce, Halklarımızın kanı canı pahasına Emperyalist yedi düveli kovarak kazandığı vatan topraklarını, Emperyalist yedi düvele peşkeş çeken yerli satılmış Tayyipgiller’i teşhir etmek için;
Yerli yabancı Parababalarının icazetinde
gittikçe azgınlaşan Şeriata karşı birleşilmez
ise ölümlerin, zulümlerin yurtsever insanlara karşı devam edeceğini duyurmak için;
Yeni Sevr’e karşı İkinci Kurtuluş Savaşı’nın başlatılmasının zorunluluğunu bilinçlere çıkarmak için;
“Demokrasi getirecek” diye sarılınan
AB yılanının Halkları Sevr’e götüreceğini,
Halkların birbirine kırdırılacağını, AB-D
yolunu savunanların ya gafil ya da hain olduğunu göstermek için;
Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın mantıki sonucu olan, İkinci Kurtuluş Savaşı’yla
ulaşılacak Demokratik Halk İktidarının,
Kurtuluş Partililerin öncülüğünde kurulacağını yurtsever insanların bilinçlerine, yüreklerine kazımak için, çıktık Tandoğan
Meydanı’na.
“Şeriat Ortaçağdır”, “Yeni Sevr’e
Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız” ve “AB-D Yolu Sevr’e Çıkar Savunanlar Ya Gafildir Ya Hain” pankartları-
mızla, Parti bayraklarımızla, dağıttığımız
bildirilerimizle, haykırdığımız sloganlarımızla kızıl soluğumuzu yaydık kitleye, ses
getirdik, ilgi odağı olduk.
Ankara’dan
Kurtuluş Partililer
7
Yıl: 4 • Sayı: 44 / 16 Haziran 2009
“Öyleyse, Ya Bağımsızlık, Ya Ölüm!”
Kurtuluş Yolu/İstanbul-İzmir
Halkın Kurtuluş Partisi, Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın kıvılcımı olan 19 Mayıs’ı özüne uygun bir şekilde
İstanbul ve İzmir’de kutladı.
Kurtuluş Partililer, 19 Mayıs günü saat 14.00’da Taksim Travmay Durağında bir basın açıklaması yaptı. Açıklamanın ardından
Taksim Anıtına çelenk koymak isteyen Kurtuluş Partililer, kolluk
güçleri tarafından engellenmek istendi. Bunun üzerine Partililer,
sloganlarla, konuşmalarla engellemeyi protesto etti.
“Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız”, “Emperyalistler geldikleri gibi gidecekler”, “Gün gelecek devran dönecek Tayyipgiller
hesap verecek”, “Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Sosyalizm”
9
0 Yıl önce, Birinci Ulusal Kurtuluş
Savaşı’mızın önderi Mustafa Kemal,
o günkü ülkenin konumunu şöyle anlatıyordu.
“Temel ilke, Türk Ulusu’nun onurlu
ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır.
Bu, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. e denli zengin ve gönençli olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus,
uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan kendini kurtaramaz.
“Yabancı bir devletin koruyuculuğunu istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği
açığa vurmaktan başka bir şey değildir.
Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri hiç düşü-
sloganları atıldı.
İzmir’de de Halk Kurtuluşçu Liseliler, Karşıyaka’da bir basın
açıklaması yaptı. Saat 15.30’da Karşıyaka Çarşı girişinde, Kurtuluş Partisi Gençliği adına yapılan konuşmada; “Ülkemiz emperyalistler tarafından işgal edildiğinde, 19 Mayıs’ta mücadele başlatıldı. Kovulan emperyalistler bugün işbirlikçileriyle Yeni Sevr’i dayatıyorlar. Bugün İkinci Kurtuluş Savaşı’mızın başarıya ulaştırılarak sosyal kurtuluşla taçlandırılması gerekiyor. Bunu başaracağız” denildi.
Eylemde; “Ya Özgür Vatan Ya Ölüm”, “Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız”, “Kahrolsun AB-D Emperyalizmi”, “Yeni Sevr’e
Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız” sloganları atıldı.
Bu anlaşma ile Osmanlı devletinin orduları dağıtılıyor, devlet yönetimi emperyalistlere geçiyordu. Ülkenin pek çok vilayeti, bu emperyalistlerce kendi aralarında
paylaşılıyordu.
Böyle bir duruma hangi yurtsever kayıtsız kalabilirdi?
Dönemin Osmanlı yöneticileri; başta
halife Vahdettin ve hükümet yetkilileri,
kurtuluşu İngiliz Korumacılığında, Amerikan Mandacılığında arıyorlardı. Mustafa
Kemal, bu tür çözüm yollarının uşaklık
olacağını belirtir ve kendi gibi düşünen asker arkadaşları; Ali Fuat Cebesoy, Fevzi
Çakmak, Kazım Karabekir ve İsmet İnönü
ile birlikte, Anadolu’da halka gitmekten ve
silahlı direnişten başka çözüm yolu olmadığı konusunda anlaşırlar.
İzmir
nülemez.
“Oysa Türkün onuru ve yetenekleri
çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus
tutsak yaşamaktansa yok olsun, daha
iyidir.
“Öyleyse, ya bağımsızlık, ya ölüm…”
(Söylev-Nutuk, Türk Dil Kurumu, s. 10)
Mustafa Kemal’e bunları söyleten,
memleketin içinde bulunduğu siyasi, askeri ve ekonomik olumsuz koşullardı.
Yarısömürge durumuna düşürülen, en
önemli nedenlerinden biri kendisini parçalamak, yağmalamak, yutmak olan Birinci
Emperyalist Paylaşım Savaşı’na, aldatılarak Alman Emperyalistlerinin yanında zorla sokulan, bu nedenle de bu Paylaşım
Savaşı’nın bir tarafı değil, kurbanı olan
Osmanlı; savaşın galibi İngiliz, İtalyan ve
Fransız Emperyalistleri ile 30 Ekim 1918
yılında Mondros Ateşkes Antlaşması’nı
imzalamak zorunda kalıyordu.
F
atih Sultan Mehmet, bundan tam 556 yıl
önce Konstantinopolis’i ele geçirdi ve
Karadeniz’deki son ilini de alarak, Bizans’ın varlığına son verdi.
Bu Fetihle ilgili olarak, Partimizin ilk Genel Başkanı Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı
1953 yılında, Fetih ve Medeniyet adlı eserinde şöyle bahsediyordu:
“İstanbul’un Fethini sırf bir Müslümanlık ve Hıristiyanlık savaşına bağlamak, en az beş yüz yıl evvelki kafa ile düşünmek olur.
İstanbul’un Fethi; bir dinin öteki dine
karşı zaferi değil, ilerlemenin gerilemeye
karşı zaferidir.”
“Gerçekte, İstanbul’un Fethi, her şeyden evvel bir insanlık ve medeniyet hamlesidir. Arapça’da “Fetih” sözü güzel bir
tesadüfle: “Açmak” anlamına gelir. İstanbul’un Fethi de o zamanki insanlığı bir çıkmazdan kurtarmış, medeniyete yeni ufuklar açmıştır. İstanbul’un Fethi, tarih yolu
üstüne kâbus gibi çökmüş bir cesedin
(Bizans engelinin) kaldırılması, Bizans
çöküntüleriyle tıkanmış medeniyet yollarının -Yalnız Müslümanlara, Yalnız
Türklere değil- Tüm İnsanlığa yeniden
açılmasıdır. Açılış biraz acıklı mı olmuştur? Mümkün. Fakat o zaman ölüleri
böyle kaldırmak adetti.
“Demek, İstanbul’un Fethi, yalnız
İstanbul
Mustafa Kemal’in
Yurtseverliğinin Özü Neydi?
Osmanlı’yı güden, yöneten dört devlet
sınıfı vardı. Bunlar: İlmiye (Aydınlar),
Seyfiye (Askerler), Mülkiye (İdareciler),
Kalemiye (Yazıcılar).
Bunlardan Mülkiye (İdareciler) ve Kalemiye (Yazıcılar, kalemliler), Osmanlı’nın
derebeyleşme süreciyle paralel biçimde
Tefeci-Bezirgân Sermaye tarafından rüşvete, irtikâba, komisyona, zimmetçiliğe alıştırılarak bozulmuş, çürümüş, böylece de
Osmanlı’nın kuruluşundan gelen Devrimci
Geleneklerini tümüyle yitiren sınıflardı.
Para ilişkisi dışında kalan İlmiye ve
Seyfiye sınıfı diğerleri gibi yozlaşmamıştı.
Osmanlı’nın ilk kuruluşundaki İlkel Komuna Gelenekleri, bu iki sınıfta daha diri
olarak yaşamaktaydı. Osmanlı’nın son dönemlerinde bunlara Jön Türkler adı veril-
mişti. İşte, Mustafa Kemal de bu geleneğin
canlı bir biçimde yaşadığı Ordu Gençliği’ndendi… Kendi kişiliği de bu gelenekle
birleşince; 18 Mart 1915’de “Çanakkale
Geçilmez” oldu. Mustafa Kemal’i, Birinci
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın önderi yapan
işte bu kişilikti. Çok iyi bir asker, stratejist,
taktisyen ve inisiyatifli bir devrimci idi
Mustafa Kemal.
19 Mayıs 1919, Birinci Ulusal
Kurtuluş Savaşı’mızın
Kıvılcımıdır
Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız, 1919’un
19 Mayısı’nda Mustafa Kemal’in Samsun’a fiilen ayak basması ile şekillenmiş,
Lenin’in önderliğindeki genç Sovyet Cumhuriyeti’nin maddi ve manevi desteği ile
de Emperyalist haydutlar, ülkeden kovulmuş, çökkün Osmanlı derebeyliği üzerine
daha modern Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.
Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız yeryüzünde zafere ulaşan ilk başarılı Ulusal
Kurtuluş Savaşı’dır. Mustafa Kemal’in önderlik ettiği Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı; ilk olarak 1954’de Fransız Emperyalistlerine, daha sonra da ABD Emperyalistlerine karşı Ulusal Kurtuluş Savaşı veren yiğit Vietnam Halkının önderi Ho Şi
Minh’e, 1934’deki Uzun Yürüyüş’ün mimarı, 1949’da Kurtuluş Mücadelesinin sonucunda Devrimi gerçekleştiren Çin lideri
Mao Ze Dung’a, Cezayir Bağımsızlık Savaşı önderlerine, Mısır’ın antiemperyalist
önderi asır’a, 2 Aralık 1956’da 80 Arkadaşı ile Sierra Maestra adlı sıradağlarda
verdikleri mücadele ile Küba Devrimini
gerçekleştiren Che’ye, Fidel Castro’ya ilham kaynağı olmuştur. Bu önderler, Mustafa Kemal’i bilir ve saygı duyarlar.
Ulusal Kurtuluşla kurulan genç Türkiye
Cumhuriyeti, ekonomik olarak çok kötü
koşullardaydı. Osmanlı’nın, bu günün
Dünya
Bankası
olan
Duyun-u
Umumiye’den aldığı borçlar ödeniyor, bir
taraftan da yabancılarda olan limanlar, tekel idaresi millileştiriliyor, bir yandan da,
Tayyipgiller’in “babalar gibi sattıkları”
Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT’ler) kuruluyordu: Kurtuluş Savaşı’nda tek müttefikimiz Sovyetler’in de maddi destekleriyle Şeker fabrikaları, çimento fabrikaları,
tren yolları, bankalar, limanlar, Sümerbanklar gibi KİT’ler kurularak tüm ülkede
kalkınma hamlesine girişiliyordu.
Cumhuriyet bugün 87 yaşında. Sayıları
70 milyon içinde 2500-3000 kişiyi geçmeyen; ABD ve AB (AB-D) uşağı satılmış,
vatan ve halk düşmanı Modern (Finans-
Kapitalist) ve Antika (Tefeci-Bezirgân)
Parababaları, mazlum halkımızın kanını,
iliğini sömürmekte, cennet Türkiye’yi işsizlik ve pahalılık cehennemine çevirmektedir. Halklarımızın kanı canı pahasına yarattığı tüm değerler, ülkemizin yeraltı ve
yerüstü zenginlikleri, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) vb. emperyalist finans örgütleri ve çokuluslu şirketlere peşkeş çekilmektedir Ortaçağcı
Tayyipgiller tarafından. Yabancı emperyalistlerin uşağı yerli satılmışlar sayesinde,
AB-D Emperyalizmi ülkemizin ekonomisinden, politikasına, tarihinden, kültürüne
ve sanatına her şeyini belirlemektedir.
Sosyalist ülkelerdeki örneklerinden
esinlenerek Cumhuriyetle birlikte ülkemize kazandırılan, Tarım Kredi Kooperatifleri, Zirai Donatım Kurumları, Devlet Üretme Çiftlikleri, Toprak Mahsulleri Ofisi,
Köy Enstitüleri gibi kurumlar ortadan kaldırıldı; Sümerbank, Tekel vb. kuruluşlar
özelleştirme adı altında yerli yabancı Parababalarına peşkeş çekildi.
Yerli satılmışlar “Yabancı bir devletin
koruyuculuğu”nda, “insanlık niteliklerinden yoksunluk”larını, “güçsüz”lüklerini ve
“beceriksiz” lerini “açığa vurmaktan başka
bir şey” yapmamaktadırlar.
87 yıl önce Cumhuriyet, Saltanatın tepesini yani Padişahlık ve Hilafeti kaldırmıştı. Saltanatın tabanını oluşturan, derebeyleşmiş Tefeci-Bezirgânlık ise, “İrtica”
denilen gerici isyanlara, suikastlara giriştikçe ezildi. Ezildikçe kabuğuna çekildi,
kabuğuna çekildikçe rahat bırakıldı, hatta
ayrıcalandı.
ABD’nin Sovyetler’e karşı geliştirdiği
“Yeşil Kuşak Projesi”nin sonucu olarak
1946’dan itibaren başlayan ve 1950’de Demokrat Parti’nin iktidar olmasıyla hızlanarak devam eden bir gidişle Türkiye, irticai
örgütlerle kuşatıldı. Günümüze geldiğimizde ise, “İrtica” denilen gericilik, mantar misali ortamını bulunca hortladı, daha
doğrusu emperyalistlerin “yürü ya kulum”
demesiyle pervasızlaştı. Ülkemiz; her yıl
Ortaçağcı-Siyasal İslam’la doktrine edilmiş 54.000 gencin mezun edildiği ve sayısı 600’e yaklaşan İmam Hatip Liseleri’yle,
yine aynı ideolojiyle şartlandırılmış
900.000 civarında yoksul çocuğumuzun
mezun edilip topluma salındığı ve sayıları
on bine yaklaşan resmi ve gayriresmi
Kur’an Kurslarıyla ve binlerce Tarikat evleriyle donatıldı.
Cumhuriyetin bütün kurumları (Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Bakanlıklar,
İstanbul’un Fethinin 556’ıncı yıldönümü, tüm insanlığa kutlu olsun!
Türklerin değil, bütün dünyanın kutlayabileceği, kutlamakta haklı –hatta bir dereceye kadar, insan olarak görevli- sayılabileceği büyük Tarihsel Devrimlerden birisidir.” (H. Kıvılcımlı, Fetih ve Medeniyet )
İlkel Sosyalist Toplum da denen toplumlarda, insanın insanı sömürmesi, ezmesi, aşağılaması-hor görmesi söz konusu değildi. İnsanlar bir ailenin üyeleri gibi eşitçe ve kardeşçe yaşarladı. İşte Osmanlı atalarımız, İlkel
Komüna’nın yani İlkel Sosyalist Toplumun
Gelenek-Göreneklerini ve mert, yiğit, savaşçı, toplumu için kendini feda
edebilen insan kalitesini,
Kollektif Aksiyon gücünü
önemli ölçüde taşıdıkları
için, Osmanlı, üç kıtaya yayılan, 14,5 milyon km2 yüzölçümüne sahip ve altı yüzyıl
ömür sürmüş bir imparatorluk haline gelmiş ve bu kadar
uzun süre yaşayabilmiştir.
Bu gelenek sayesinde Tarihsel Devrimci olan Fatih
Sultan Mehmet önderliğinde,
derebeyleşerek çürüyen ve
insanlığın gelişiminin önünde bir moloz yığını haline dö-
nüşmüş Bizans’ın başşehri fethedilip ortadan
kaldırılmıştır.
Bizans, 10-11’nci Yüzyıllar arasında en
parlak devrini yaşamış ve 11’inci Yüzyılla
beraber derebeyleşmeye başlamıştı. Zamanın
dünya medeniyetini temsil eden Bizans İmparatorluğu; geniş halk yığınları için çekilmez
işkence haline gelmişti.
Bizans toplumsal düzeninin halk için dayanılmaz hale gelmiş olması nedeni ile İstanbul’un kapıları, dışarıdan genel olarak Türkler ve Müslümanlar, içeridense Hıristiyanlar
ve Museviler eliyle açılmıştır. Bizans rejimi-
nin baskısı, halk için itici rolü oynamış; Osmanlılığın getirdiği yeni düzen, bunalan halkı
cazibe kuvveti gibi çekmiştir.
Fatih Sultan Mehmet, taşıdığı İlkel Sosyalist geleneklerden dolayı fetihten sonra Müslüman olmayanları köle etmemiş ve üç gün
sonra herkesi inancında da, yaşayışında da
özgür bırakmıştır. Onların yaşadığı bölgede,
Fetih’ten sonra hiçbir yıkım, kıyım, zulüm,
tahribat yapılmamış ve insanlara hiçbir zarar
verilmemiştir.
Tekfur denilen Bizans derebeyleri, şahsi
servet yığmak için halkı soyuyorlardı. O yüzden Osmanlı’yı gören köylü, yeni düzeni
hemen benimsedi ve Hıristiyan Bizans’ı bir daha ağzına
almadı. İşte, dini ayrı Hıristiyan halka, Osmanlılığın en
büyük cazibesi, şüphesiz o
eşitlikçi ve adaletçi toprak
düzeni ile bu on kere daha
ucuz devlet şeklidir.
Osmanlılık ve İstanbul’un
Fethi, yalnız Kadim büyük
medeniyet yollarını açıp, insanlığın eski kazançlarını geliştirmekle kalmadı. Belki,
YÖK, TRT, RTÜK vb.) Ortaçağcı güçler
tarafından ele geçirildi.
Kısacası 19 Mayıs 1919 yılında başlayıp dört yıl süren Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla elde ettiğimiz bağımsızlığımız, 1946
sonrasında yitirilerek, ülkemiz AB-D Emperyalistlerinin yarısömürgesi durumuna
düşürülmüştür. Bundan 87 yıl önce, Türk
Milletinin, bağrına oturmuş olan Emperyalizme ve onun uşağı Saltanat’a karşı kurduğu bir savunma kalesi demek olan Cumhuriyet’in kazanımları, kerte kerte aşındırılmakta, ülkemiz Ortaçağın karanlığına
geri götürülmek istenmektedir.
Öyleyse yapılması gereken Birinci Kuvayimilliye’de bayraklaştırılan Tam
Bağımsızlık prensibini acilen hayata geçirmektir. Emperyalistlerin NATO’larını
da, IMF’lerini de, Dünya Bankalarını da
kovmaktır. ABD üslerini, “İkili Anlaşmalar”ı ortadan kaldırmaktır.
O nedenle Cumhuriyet’i kuran Birinci
Kuvayimilliyecilikten sonra bir İkinci Kuvayimilliyecilik gerekmektedir.
Birinci Kuvayimilliyecilik: SİLÂHLI,
askercil sıcak savaştı. Bu savaşın bütün
yokluklarına rağmen cephesi açıkça belirliydi. Stratejisi ve taktiği az çok genel kurallara göre basitti. Hedefi ise olağanüstü
kolay anlaşılırdı.
İkinci Kuvayimilliyecilikte, cephe ne
denli baş döndürücü, strateji ve taktik ne
denli karmakarışık, hedef ne denli güç anlaşılır olursa olsun, Birincisinin geriye götürülmesine karşı çıkılacak, mantıki sonucuna ulaştırılıp Sosyalizme kavuşturulacaktır.
Kurtuluş Partisi, bu görevi başaracak
biricik güçtür. Çünkü biz, Birinci Milli
Kurtuluş’un ve önderi Mustafa
Kemal’in Antiemperyalist-Tam Bağımsızlık prensibinin ve Laikliğin de mirasçılarıyız.
Çünkü biz, Birinci Kurtuluş’un en içten
ve tek destekçisi Ekim Devrimi’nin ve
O’nun Önderi Lenin’in devamcılarıyız.
Çünkü biz; Birinci Kuvayimilliye’nin
Köyceğiz Cephesi Komutanı, İkinci
Kurtuluşun Önderi Hikmet Kıvılcımlı’nın devamcılarıyız.
Antiemperyalist, Antifeodal, Antişovenist mücadelemizle Ulusal Kurtuluşu,
Sosyal Kurtuluşla taçlandıracağız. 19 Mayıs 2009
HALKIN KURTULU: PARTİSİ
GENEL MERKEZİ
üzerinde ne Doğu, ne Batı biliminin hâlâ bir
türlü duramadığı bambaşka ve inkâr edilmez
bir sonuç daha verdi: Batı medeniyetinin doğuşu.
Bugün İstanbul’un Fethi’ni; Tayyipgiller,
sözde vatansever faşistler de kutlamaktadırlar. Ancak onlar; ne Osmanlı’nın İlkel Komünal geleneklerini, ne İstanbul’un fethinin insanlık için anlamını ve neden bu günü kutlamak gerektiğini bilmezler, anlamazlar. Materyalist tarih anlayışından yoksun Sevrci, Sorosçu Sahte Solcular ise bu kutlamalara karşı
çıkarlar. Oysa biz, Marksizmin şaşmaz materyalist anlayışından kaynaklanan Tarih Tezi’ni
bildiğimiz için, olayları birçok Tarihçiden
çok daha iyi anlarız.
Bütün Antika çürüyen medeniyetleri, Barbar yani İlkel Sosyalist Toplumlar ortadan
kaldırdı. Bu nedenle Modern Tarihte insanlığı
Parababalarının zulmünden Modern Sosyalizm kurtarır. İşte o da Bilimsel Sosyalizmdir.
Çürümüş Bizans gibi hasta, geberen kapitalizm olan emperyalizm de eninde sonunda
ortadan kaldırılacaktır. Ve bunun yolu da Fatih, Che ve Kıvılcımlı olmaktan ve onlar gibi
davranmaktan geçer. Halkın Kurtuluş Partisi
bu uğurda savaşmaya devam edecektir.
29.05.2009
Halkın Kurtuluş Partisi
İstanbul İl Örgütü
8
Yıl: 4 • Sayı: 44 / 16 Haziran 2009
Başyazı
Recep Vurmuş Yoldaş’ın Anısına:
AB-D Emperyalistleri ve Yerli Uşaklarına karşı
Devrimci Önderler gibi mücadele etmeliyiz
Baştarafı sayfa 1’de
Her ölüm acıdır, ama ölümün de bir doğal
olanı vardır, bir de Recep Yoldaş’ımızın başına gelen gibi ve dolayısıyla bizlerin de onu
sevenler olarak, canından bir parça bilenler
olarak, başımıza gelen bu ölüm gibi anormali, doğal olmayanı vardır. Bu genç ölümdür.
İşte bu durum, tüm yoldaşlarımızla beraber hepimizin yüreğini yakıyor. Ama elden ne
gelir ki? Dünya böyle! Hani sevgili ozanımız
Musa Eroğlu’nun bestelediği bir türküde de
Fatsalı şair Dursun Ali Akınet der ya:
Bu dünyanın direği yok.
Merhameti yüreği yok.
Gerçekten de öyle, yoldaşlar. Eğer merhameti olsaydı, bu tür şeyler olmazdı. Her şey
normal sürecinde akardı. Ama ne yaparsın ki,
dünyanın kanunu böyle.
Peki, bunları hiç mi değiştiremeyiz?
Bir kısmını değiştiremeyiz. İnsan bir ünlü
düşünürün de söylediği gibi: “Doğduğu anda bile ölmek için yeterince yaşlıdır.” Bu
tür felaketler oluyor. Ama bunları biz insan
bilincimizle, Hz. Muhammed’in de dediği gibi, bu dünyanın en şerefli yaratıkları olarak,
en asgariye (en aza) indiremez miyiz?
İndirebiliriz. Ama tümden yok edemeyiz.
Ama indirebiliriz ve indirmeliyiz.
Hz. Muhammed çağının devrimcisidir
Bu dünyada biz insanlar, hayvanlarla ve
bitkilerle birlikte canlılar âlemini oluşturuyoruz. Üçümüz bir bütünü meydana getiriyoruz.
Ama biz, Hz. Muhammed’in de bahsettiğimiz
yukarıdaki Hadis’inde belirttiği gibi, canlılar
âleminin en yücesiyiz, canlıların en şereflisiyiz ve en akıllısı, bilinçlisiyiz. O zaman bu
görev ve sorumluluk bizlere düşüyor.
Halil Arkadaş, dünyadaki zenginlerle fakirler arasındaki korkunç uçurumdan örnekler verdi. Bizim ülkemizde de çok korkunç
uçurumlar var, arkadaşlar, biliyorsunuz. Hatta yaşıyoruz bunları. İşte işsizlik resmi açıklamalara göre, devletin açıklamalarına göre
bile yüzde 15-16’larda. Bazı namuslu burjuva
ekonomistleri yüzde 25-30’larda diyor. Kaldı
ki, çalışma yaşındaki nüfusumuzun yarısı işsizdir. 53 milyonluk bu nüfusumuzun 23 milyon kadarı çalışıyordu malum kriz öncesinde.
Krizle birlikte 3 milyon insanımız daha işsiz
kaldı. Geriye 20 milyon kadar çalışan insanımız kalır. Yani yüzde ellinin üzerinde işsizlik
Türkiye’de şu anda. İşsizlikle ilgili olarak,
karşı duvardaki krizi konu alan afişimizde de
yine Hz. Muhammed’in söylediği gibi: “Bütün kötülüklerin anasıdır”.
Geçenlerde yapılan, işsizliğin yol açtığı
sorunlarla ilgili bir araştırmada, şöyle bir sonuç çıkmış: İki sene işsiz kalanların ruh sağlığı önemli ölçüde bozuluyormuş ve onlarda
depresyon belirtileri görülmeye başlanıyormuş. Yani böyle de bir felaketin içindeyiz.
Türkiye’nin mazlum ve mahkûm sınıfları olarak. Zengin ve fakir sınıflar arasındaki uçurum korkunç boyutlarda. O zaman insan olarak bize düşen, bu eşitsizlikleri yani bu toplumsal eşitsizlikleri ortadan kaldırmaktır.
Eğer bunu yapmazsak, yapmak istemezsek
insanlığımızın hakkını veremeyiz. Ben de en
iyi şekilde bu dünyada, şu kısacık ömrümü
yaşayayım, her türlü imkâna sahip olayım, ailem sahip olsun, çocuklarım sahip olsun, gerisinden bana ne dersek, o zaman bir hayvandan farkımız kalmaz. Evrimin alt basamaklarında kalmış hayvanlar böyle yaşar. Fakat sürü halinde yaşayan, evrimin üst basamaklarına tırmanmış hayvanlarda bile durum değişir.
Sürünün bir koruyucusu, bir önderi, bir şefi
vardır. Yabanıl hayvanlarda, babunlarda
(maymun türü), aslanlarda, yaban geyiklerinde böyle sürü şefleri vardır. O, dışarıdan gelecek tehlikelere karşı en önde mücadele ederek, hayatını ortaya koyarak, sürüsünü korur.
Koruyamadığı anda önderliği hemen elinden
alınır.
Hayvanlar bile böyle davranırken, biz insan olarak bu dünyayı en adil bir sosyal düzene kavuşturmak için mücadele etmezsek, insan olmamız neye yarar?
O şerefi taşıyor olabilir miyiz?
Kaldı ki bütün peygamberlerin, özellikle
de Hz. Muhammed’in birincil amacı budur.
Diyor ki bir Hadisinde:
“Yolun üzerindeki bir taş ya da bir
ağaç, müminlerin gelip geçmesine engel
teşkil ediyor ve bir mümin o taşı o ağacı
alıp yoldan kaldırıyorsa bu yapılan sadakadır. Yani insanların o yoldan rahatça geçebilmesini sağlamak bile bir sadakadır,
insancıl bir görevdir”, diyor. Allah bunu
takdir eder, diyor.
Ve yine kendisi de ümmetinin en yoksul
insanları gibi yaşıyor. Hâlbuki o bir topluk
önderi, bir din kurucusu. Elinin altında toplumun hazinesi var. İstese çok lüks şekilde yaşayabilir. Ama asla böyle bir düşüncesi olmuyor. Biliyorsunuz, başta Hz. Ebubekir’in kızı
Aişe, Hz Ömer’in kızı Hafsa olmak üzere
dört eşi kazan kaldırıyor, Hz. Muhammed’in
şaşmaz bir şekilde izlediği bu yoksullara özgü yaşama biçimine. “Artık hazine doldu
biz de rahat edelim biraz”, diyorlar. Hz.
Muhammed kesin biçimde reddediyor. Ve babalarının evine gönderiyor onları. “Ya bu
dünyayı seçeceksiniz ya da Allah ve Resulü’nü seçeceksiniz. Gidin bir ay düşünün,
kararınızı verin. Eğer Allah’ı ve Resulü’nü
seçerseniz gelin. Yok, bu dünyanın nimetlerini seçerseniz orada kalın!” diyor. Mecburen geri dönüyorlar.
Hz. Muhammed eğer böyle olmasaydı,
böyle yaşamasaydı, kurduğu din bugünlere
gelemezdi. Bu kadar etkili olamazdı. Hz. Muhammed de bildiğimiz gibi, o çağdaki Arap
Toplumunun içinden henüz çıkmış olduğu İlkel Komünal Toplum düzeninin geleneklerini
canlı bir biçimde yaşatan toplum önderidir.
Çağının devrimcisidir.
Ve onun yolundan giden Selçuklu atalarımız, Osmanlı atalarımız da yüzlerce yıl dünyaya insancıl nizam vermişlerdir. Çünkü onlar da İlkel Sosyalist Toplum’un geleneklerine sahip eşitlikçi önderler tarafından yönetilmişlerdir.
1500 yıldan beri tarihin her yerinde Türkler var. Eski dünyanın tarihinin. Kaldı ki, yeni dünyanın keşfi bile bir yönüyle, bizim İstanbul’u alıp, çürümüş Bizans’ı ortadan kaldırmamız nedeniyle olmuştur. Eğer atalarımız Tarihte bu denli büyük rol oynayabilmişlerse, bu onların taşıdığı Sosyalist Gelenekler
sayesinde olmuştur. Selçuklu, Osmanlı atalarımız da tabiî sonunda içine girdikleri Sınıflı
Toplumun pisliklerine bulaşmışlar, insanı
hayvan yerine koyan anlayışına hoş görüyle
bakmaya başlamışlardır. Medeniyetin hazineleri, sarayları, rahat ve lüks hayatı onları da
kendine çekmiş, bozmuş, çürütmüştür. Bu sebepten de tüm Antika Medeniyetler gibi bizim kurduğumuz Antika İmparatorluklar da
zamanla gerilemiş, sonra da çökmüş ve yıkılmıştır.
İşte Recep Yoldaş gibi yoldaşlarımız da,
Tarihte olumlu rol oynayan atalarımız gibi,
Sosyalist inançlarından güç alıyorlar. Toplumumuza ve tüm dünyaya insanları mutlu edecek bir düzen getirmek için mücadele ediyorlar. Kıvılcımlı Usta, bizleri gözü pek, atılgan,
yiğit devrimciler yapan bu özelliğimize, “Jön
Türkler Geleneğimiz” der. Yani biz devrimciler de böyleyiz, arkadaşlar. Dünyaya en insancıl düzeni getirmek için mücadele ediyoruz ve ömrümüzü buna adamışız.
İşte ben de 1967 senesinde, bilim adamı
olmak için buraya, İstanbul Beyazıt’a, üniversiteye geldim. Ama burada, İşçi Sınıfımızın ve tüm halkımızın çektiği acıların gerçek
sebebini görüp öğrenince ve Amerika’nın ülkemizi nasıl yarısömürge durumuna düşürdüğünü kavrayınca, o idealimden vazgeçtim.
Devrimci oldum, Sosyalist oldum. O günden
bu yana da hep bu uğurda mücadele ediyorum.
İşte Recep Yoldaş da Ankara’ya, tıpkı benim gibi yoksul bir halk çocuğu olarak öğrenim görmeye geliyor. Almanca biyoloji bölümüne giriyor. Ve orada, benim gibi o da halkımızın acılarının, felaketlerinin sebebini öğreniyor, yüreği yanıyor ve devrimcilikte karar
kılıyor. Ondan sonraki tüm hayatını devrimci
mücadeleye adıyor. Başta İşçi Sınıfımız ve
tüm halkımızın kurtuluşu için kavgaya adıyor. Ve dünyanın baş haydudu Amerikan Emperyalizmini, Avrupa Birliği Emperyalizmini
ülkemizden ve bölgemizden kovmak için,
kendi ülkelerinin sınırları içine çekilip gitmeleri için ve insanlarımıza kötülükler yapmalarının engellenmesi için savaşa adıyor kendini.
Ayhan Arkadaş, “Recep asgari ücretle çalıştı hep”, dedi. Bu sözün düzeltilmeye ihtiyacı var. Asgari ücretle sendikada çalıştığı
dönem, sanıyorum 2003’ten sonrasını kapsar
aşağı yukarı.
Ayhan Arkadaş: 2003. 2002’de ama
onun altında da çalıştığı dönem oldu.
urullah Ankut Yoldaş: 2003 aşağı yukarı. Ama ondan öncesinde, tamamen kendi
imkânlarıyla, anne babasının gönderdiği
harçlıklarla geçimini sağlayarak yine aynı şekilde devrimci kavgasını sürdürdü.
Ne zaman saflarımıza katıldı Recep yoldaş?
Dinleyiciler: 1991’de.
urullah Ankut Yoldaş: 1991’de. Demek ki arkadaşlar, 2003’ten daha öncesine
kadar (2003’ten biraz öncesinde de az miktarda ücret veriliyordu), sadece kendi imkânlarıyla kavgasını sürdürüyordu Yoldaş’ımız.
Son soluğunu vermeden önce nasıl sürdürüyorsa, öncesinde de yine aynı şekilde sürdürüyordu...
Yani insan böylesine insancıl bir kavgaya,
davaya bütün benliğiyle girdi mi, zaten başka
türlü bir yaşama biçimini benimseyemez.
Bundan daha yüce bir yaşam biçimi olamaz
ki... İşte Halil Arkadaş, Meha İşçilerinin Direnişlerinden örnek verdi.
Şimdi devrimciler olarak o arkadaşlarımızın uğradığı haksızlığa duyarsız kalırsak, onların mücadelelerine, gücümüzün yettiği kadar yardım etmezsek ve deneyimlerimizle onlara yol göstermezsek, devrimciliğimiz ve insanlığımız nerede kalır?
Demek ki, nerede bir haksızlık varsa ona
karşı mücadelede biz de olmalıyız. Haksızlığa uğrayanların yanı başında yerimizi almalıyız.
İşte böyle bir anlayışla bir araya gelmiş
insanlarız biz. Partimizi bu mücadele anlayışı
üzerine inşa ettik. Partimizi oluşturan yoldaşlarımız bu ortak inanca sahiptir. Yani kader
birliği etmişiz. Bu yüzden de bir yoldaşımızı
kaybettiğimiz zaman, başımıza böylesine bir
felaket geldiği zaman, gerçekten yüreğimiz
yanar yakılır bizim.
Ortadoğu, Haçlıların vahşiyane,
insanlık dışı katliamlarına sahne
olmuştur
Bugün Suriye’de Halep şehrinin güneyinde Maarra adlı bir kasaba vardır. Ortaçağın
çok güzel bir şehriydi bu. Ve çok ünlü bir şairi vardır bu şehrin. Şehir sakinleri hep bu şairleriyle övünür. Ebul Alâ el Maarri’dir adı.
Arap edebiyatının en ünlü şairlerindendir bu
şair. El Maarri’nin düşünce dünyası yer yer
Sosyalist motifler barındırmakla birlikte; derin bir karamsarlığın, kötümserliğin ve umutsuzluğun hüznüyle doludur. Tarihin, bildiğimiz en eski Sosyalist isyanını örgütleyen, o
halk hareketine önderlik eden ve davası için
başını veren yiğit Mazdek’in inançlarını benimsediği de iddia edilmektedir bazı Ortaçağcı-Şeriatçı düşünürler tarafından. El Maarri,
974’te doğar, 1057’de ölür.
Burada çağrışım oldu. El Maarri’nin güzel
şehri Maarra, Ortaçağ’da Haçlıların en vahşiyane, en insanlık dışı vahşetine sahne olmuş
bir şehirdir. Aynen bugün Batılı Emperyalistlerin yaptığı zulüm gibi, Ortaçağda da Avrupa’nın Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfları, din
maskeli Haçlı Seferleri’ni düzenledi bölgemize. Anadolu’ya, Suriye’ye, Filistin’e, Mısır’a.
Yani tüm Ortadoğu’ya. Tıpkı bugün olduğu
gibi o günde, Batılı sömürgeciler vurgun için
geliyorlardı bölgemize. Bizi sömürgeleştirmek için geliyorlardı. Saldırıyorlar, katlediyorlar, işgal ediyorlardı. Anadolu’yu baştanbaşa geçip Suriye’yi, Filistin’i, Mısır’a kadar
olan İslam ülkelerini işgal ediyorlardı. Korkunç katliamlar yapıyorlardı.
Maara’yı da kuşatıp ele geçirdikten sonra,
yetişkinlerini kazanlarda kaynatıp etlerini yiyorlardı. Çocukları şişlere geçirip, ateşin üzerinde çevirerek pişirip yiyorlardı. Bunları
Fransız Tarihçiler yazar. Böylesine bir felaket
yaşamış bu şehir. Sadece orası değil, yine Sema Arkadaş’ımızın memleketi olan Antakya
da aynı felaketi yaşamış. İki yüz günlük bir
muhasaranın ardından düşüyor şehir. Haçlıların eline düşüyor. Dışarıda da yiyecek tükeniyor, içerde de. Hem kuşatıcı zalimler, hem de
içerideki mazlumlar açlık felaketiyle karşı
karşıya geliyor. Haçlı Seferleri’nin teşvikçilerinden olan Piyer Lermit (Pierre L’Ermitte)
yani Keşiş Lermit, işgalciler; “Açız, açlıktan ölmek üzereyiz” dediği zaman, “Bu sizin korkaklığınızdan” diyor. “Müslüman
cesetleri ne güne duruyor, onları tuzlayıp
pişirirseniz çok da lezzetli olur.” diyor. Ve
öyle de yapıyorlar. Şehre girdikleri zaman da
korkunç katliamlar yapıyorlar.
Yine Kudüs’ü işgal ettiklerinde, Müslümanlar aynı acıları yaşıyor. Katliamla karşılaşıyor. Sağ kalan son Müslümanlar, son bir
umutla Ömer Camii’ne sığınıyorlar. Ne yazık
ki bu umutları da boşa çıkıyor. Ve işgalciler
kapıları kırarak içeriye giriyorlar, Cami’deki
Piyer Lermit Haçlı Ordusu topluyor
tüm Müslümanları kılıçtan geçiriyorlar. Ve
öyle ki, yine Fransız Tarihçilerin anlattığına
göre, Cami’nin içinde, Fransız ve diğer ülkelerden Haçlı şövalyeleri atlarıyla gezerken,
Müslüman kanı atların dizlerine kadar çıkıyor. Müslüman cesetleri o kan denizi içinde
yüzüyor. Yani böylesine vahşiyane zulüm yapıyor Ortaçağın Batılıları bölgemiz insanlarına.
İşte bu bölgenin, Maarra’nın şairi EbulAlâ el Maarri der ki bir dizesinde:
Sırçadan yapılmışız gibi parçalar bizi kader
Ve yapışmaz bir daha asla kırıklarımız.
Ne yazık ki, devrimci kavgada da sırçadan
yapılmışız gibi bazen kader bizleri parçalıyor.
Ve o parçalarımızla bir daha bedence bir araya gelemiyoruz. Ve bu kadar acı veriyor bu
olaylar, bu parçalanışlar yani bu zamansız
ölümler bize...
Ama hepimiz ne isteriz, arkadaşlar?
Bu dünya, insancıl bir dünya değil, şairimizin de dediği gibi. O zaman, bu dünyayı
mümkün olan en insancıl hale getirmek isteriz. Bunu başarırsak, doğal felaketleri de asgariye indirmek mümkün olur. Sıfıra indiremiyoruz sosyal ayrıcalıkları ama sosyal felaketleri ortadan kaldırabiliriz. Savaşları ortadan kaldırabiliriz. Ve dünyayı aklın, bilimin
ışığında yeniden kurabiliriz. Dünyayı değiştirebiliriz. Yapmamız gereken budur, arkadaşlar.
Dün Haçlılar bugün Emperyalistler
halklara kan kusturmaktadır
Amerika’nın silahlanmaya ayırdığı para
2008’de 607 milyar dolarmış. Her yıl, aşağı
yukarı bu kadar para ayırıyor silahlanmaya
bu haydutlar başı devlet. Bu para eğer insanlığın hizmetine verilse, dünyada açlıktan
ölüm diye bir şey kalmaz. İşte Afrika’da kuraklık olduğu yıllar, yoksul siyah insanların
görüntüleri geliyor televizyon ekranlarına.
Anaların, bebelerin iskelete dönmüş bedenlerinin görüntüleri geliyor. Hastaların, çaresizlerin sinekler uçuşuyor yüzlerinde, gözlerinde... Açlıktan, hastalıklardan kitleler halinde
kırılıp gidiyorlar. Sayıları on milyonları aşıyor. İşte bunların tümü ortadan kalkar 600
milyar dolar böyle insanların dertlerine derman bulmaya ayrılsa. Ama ne gezer?.. Tam
tersine, bütün bu felaketlerin yaratıcısı zaten
Batılı Emperyalistlerdir. Onların sömürü ve
talanıdır. Tıpkı Haçlı Seferleri’nde olduğu gibi, yine bu acıların müsebbibi Batılı haydut
sömürgecilerdir. Onların sömürü ve zulümleridir mazlum dünya halklarına bu acıları yaşatan.
İşte yalanlar üzerine inşa ettikleri bir saldırı ve savaşla Irak’ı işgal ettiler. 2003’ten bu
yana, yani altı yıldır işgal altında tutuyorlar.
Ortalama dört milyon masum insan hayatını
kaybetti bu savaş ve işgal sürecinde. Gerekçelerinin tümünün yalan olduğunu, geçersiz
olduğunu, kendileri de kabul etti. Bush alçağı
da itiraf etti bunu bildiğimiz gibi. Ama biz bu
kadar masum insanın boşu boşuna canına
kıydık, diyorlar mı? Demiyorlar.
İşte Afganistan’da köyleri bombalıyorlar.
Sadece bir günde, 147 kadın ve çocuklardan
oluşan sivil insan hayatını kaybetti. Katletmeye de devam ediyorlar. Obama alçağı bize de
geldi geçen günlerde. Bizden de daha fazla
asker istedi, Afganistan’a götürüp kendileri
adına savaştırmak için. ABD Emperyalizminin çıkarları için, bizim halk çocukları savaşacak, öldürecek ve ölecek. Düşünebiliyor
musunuz? Geçmişte Kore’de olduğu gibi…
Yine İsrail alçağı! İşte Gazze’de binlerce
masum Filistinli Müslümanı katletti. Hastanelere varıncaya kadar bombaladı. Çocuklar,
kadınlar, yaşlılar hep öldü.
Amerika ve Avrupa Birliği ne dediler bu
katliam hakkında?
Bu İsrail’in meşru savunma hakkıdır, dediler. Yani kınamak bir yana, savundular o canavarlığı.
Niye savundular?
Çünkü İsrail onların petrol bekçisi oradaki. Yani onların bir ileri karakolu, bir müfrezesi, bir askeri birliği... O yüzden savunuyorlar.
Yine Yugoslavya’yı yedi parçaya böldüler. Orada da on binlerce masum insan hayatını kaybetti bu parçalanış sırasında. Hâlbuki
onların müdahalesi öncesinde, Sosyalist Yugoslavya’da bütün o halklar kardeşçe bir arada yaşıyordu. Aralarında hiçbir sorun yoktu.
Onlar müdahale edince cehenneme çevirdiler
ülkeyi. Demek ki, bunlar nereye adım atsalar
ölüm, acı, gözyaşı bunlarla beraber geliyor.
Yani ecel cellâdı bunların yanı başında, nereye giderlerse o cellât da bunlarla birlikte gidiyor ve görevini yapıyor. O zaman bunları bölgelerimizden, ülkelerimizden kovmamız gerekir.
Halklarımızın acılarının son bulması
için Emperyalistleri ve uşaklarını
kovmak şart
Ne yazık ki bunlar, dışarıdan gelip bu ülkeleri sadece kendi güçleriyle işgal etmiyorlar. İçimizde de hainler var, işbirlikçiler var.
Halil Arkadaş’ın sözünü ettiği Parababaları
ve onların emrindeki siyasiler, bunların en
Mevlana
önemli işbirlikçileridir. Yerli Parababaları, tamamen bunların şirketlerinin Türkiye’deki
şubeleridir.
Bir tek yerli sanayi markası var mıdır Türkiye’de?
Yok. Hepsi Avrupa ve Amerikan Emperyalistlerinin uluslararası tekellerinin Türkiye
şubeleri, arkadaşlar. Şimdi o yüzden bizim
yerli Parababaları da onların taşeronu, işbirlikçisi konumundadır. Onların bir dediğini iki
edememeleri bundan kaynaklanıyor. Siyasi
olarak bütün iktidarları onlar getirip götürüyorlar. Hükümeti hangi parti kuracak, hangi
sermaye partisi kuracak, hangisi gidecek onlar belirliyor. Askerin başını NATO kanalıyla
tutmuşlar, Ordu’yu da onlar yönetiyor. Medya dediğimiz bütün gazetelerin, televizyonların tepesindeki yöneticiler hep misyoner
okullarından yani kolejlerden mezundur. Orada Batılıların sömürgeci emperyalist ideolojileriyle doktrine edilmiş yani adlarından başka
Türklükle ilgileri kalmamış insanlardan oluşuyor. Yani medyanın, yazarçizerlerin, ekranların ortaya koyduğu, savunduğu kültür de
onların kültürü. Bizim ahlâkımız, bizim geleneklerimiz, bizim kültürümüz yok oralarda.
Yani tümüyle, her şeyiyle ekonomiden, siyasetten, askeriyeden, kültürden, felsefeden, sanattan dine varıncaya kadar aklımıza gelebilecek her alanda onların hâkimiyeti var, belirleyicilikleri var. Türkiye’yi, ne yazık ki Türkiye yönetmiyor, onlar yönetiyor. İşte bundan
kurtulmamız lazım, onun için de mücadele etmemiz lazım. O yüzden öncelikle
Türkiye’nin Tam Bağımsız olması gerekir.
Onu sağlamak için de bu bir avuç büyük Parababasının ortadan kaldırılması gerekir, arkadaşlar. Hain siyasilerin, satılmış aydınların,
akademisyenlerin, yazarçizerlerin bulundukları etkin mevkilerden alaşağı edilmeleri gerekir.
Yani bizzat onları öldürelim anlamında
söylemiyoruz ama ekonomik hayattaki varlıklarının bitirilmesi gerekir. NATO’dan çıkılması gerekir. Yoksa NATO tümüyle Amerikan generallerinin emrinde ve Amerikan
ideolojisiyle yönlendirilen bir askeri, saldırgan örgüt. Bizim Ordu’nun orada işi yok. Siyasi, askeri, saldırgan bir örgüttür NATO.
Başkomutanı da ABD’li general. Şimdi neresinde bunun bağımsızlık?..
Bir de Parababaları diyor ki, Ordu siyasetten uzak durmalı.
Sen en büyük siyasetin içine sokmuşsun
Ordu’yu. Batılı Emperyalistlerin siyasetinin
emrine vermişsin sen Ordu’yu. Demek ki, onlar halkı kandırmak için böyle söylüyor.
Tabiî ekonomideki varlıkları sona erdiği
anda (bu da halkın gerçek anlamda iktidara
gelmesiyle mümkün olacaktır) bu medya da
Parababalarının satılmış medyası olmaktan
çıkar. Halkın medyası haline gelir. O zaman,
halkın temsilcisi olan namuslu aydınlar yönetir o medyayı. Bugünkü gibi dönek, hain, satılmış yazarçizerler yönetmez, arkadaşlar. İşte bunun için mücadele ediyoruz. Demokratik
Halk Devrimi ve onun zaferiyle gerçekleşecek halk iktidarı için mücadele ediyoruz.
Bu devrimi kimle yapacağız?
Bunu başta İşçi Sınıfımız, köylümüz, esnafımız, memurlarımız, aydınlarımız ve Ordu
Gençliği’mizle beraber yapacağız.
Çünkü Ordu da halk çocuklarından oluşur.
Onun gençliği de, tıpkı sivil gençliğimiz gibi
halkın çocuklarıdır. Onlarla bir araya gelerek
yapacağız bunu. Tıpkı 1919’da Mustafa Kemal’in önderliğinde başlatılan ve zafere ulaştırılan hareket gibi, biz de Antiemperyalist
İkinci Kurtuluş Savaşı’mızı başarıya ulaştıracağız. Zafere ulaştıracağız. O zaman bunların
tümünü kovup Türkiye’yi gerçekten bağımsız
yapacağız. Bunu yapmadığımız sürece böyle
felaketler bitmez, arkadaşlar. IMF gitmez. İşte devamlı görüşülüyor IMF ile ve bugüne
kadar 21 kere anlaşma yapılmış. Ve hep felaket getirmiş bu anlaşmaların tümü halkımıza.
Geçenlerde Brezilya Devlet Başkanı Lula
geldi Türkiye’ye. Çok önemli bir şey söyledi.
Basında okumuştur arkadaşlarımız. “IMF’yi
kovduk ülkemiz zenginleşti” dedi. Yani
IMF’yi kovmadan ülkemiz kurtulmaz, ekonomisi kurtulmaz. Bu kesin bir gerçektir.
9
Yıl: 4 • Sayı: 44 / 16 Haziran 2009
Bizi yönetenler ne yazık ki kandırıyorlar
insanlarımızı. Dini sömürüyorlar, din sömürüsü yapıyorlar. Şu anda iktidarda bulunanlar,
bunu en hayâsızca yapan ekiptir. Hâlbuki Hz.
Muhammed öldüğünde hırkası, ibriği ve bir de
kırbasından (su kabı) başka bir kişicil mülkü
yok. Bütün malı mülkü bundan ibarettir. Dört
Halife de yine aynı şekilde yaşıyor. Hz.
Muhammed’le tam uyumlu bu Halifeler de.
Fakat bugün din sömürüsü yapan siyasilerin, emperyalist işbirlikçilerinin hepsi trilyoner. Tayyip siyasete girmeden önce, yani
Necmettin Erbakan’ın çömezliğine başlamadan önce İETT’de üçüncü sınıf bir topçudur
(futbolcudur). Oradan Refah Partisi Gençlik
Kollarına geliyor, sonra da Refah Partisi İl
Yönetimine, İl Başkanlığı’na geliyor. Sonra
Belediye Başkanlığı yapıyor. Ve şu anda da
dolar milyarderi, arkadaşlar. Oğullarının
gemileri var, kuyumculuk şirketleri var...
Bu serveti nereden edindi bunlar?
Vurgundan, talandan.
Yedi tane yolsuzluk suçlamasıyla ilgili
dosyası var Tayyip’in mahkemelerde bekleyen. Hepsi de yüz kızartıcı suçlardan oluşuyor. Yani ihaleye fesat karıştırma, rüşvet,
zimmet, kalpazanlık gibi adi yüz kızartıcı
suçlardan oluşmakta bu dosyalar ve davalar.
Türkiye’de gerçekten hukuk olsa, bağımsız
yargı olsa Tayyip’in tüm serveti elinden alındığı gibi, 30–40 yıl da ceza yer.
Yine Tayyip’in milletvekillerinin, bakanlarının, il yöneticilerinin çoğu da böyle. Gül
de böyle... Bir trilyonu götürmüşler Erbakangil zamanında. Devletin verdiği parayı,
seçimle ilgili masraflar yaparak harcadık,
diyorlar. Hâlbuki tüm faturalar sahteymiş,
hesapları kitapları sahte. İç ediyorlar trilyonu.
Nereye harcandığı belli değil bu trilyonun.
Türkiye’de bağımsız yargıdan söz
etmek mümkün değil
Sincan Ağır Ceza Mahkemesi, “Gül, bu
suçtan dolayı şu anda yargılanmalıdır”, dedi
biliyorsunuz geçen günlerde. Böyle yargıçlar
da var Türkiye’de. Ama onlar da seslerini
çıkaramıyor ne yazık ki. Böyle namuslu
aydınlar var. Namuslu hocalar var.
Sincan Ağır Ceza Mahkemesinin bu kararı açıkladığı tarihe dikkat ettiniz mi?
Enteresan bir durum vardı kararın açıklandığı tarihte. Ayın 17’sinde Ankara’da bu vurgunculara karşı, satılmışlara karşı 150–200
bin kişiden oluşan, halkımızın dev bir mitingi
oldu. Hemen ertesi gün de mahkeme bu kararı verdi ve açıkladı. Eğer biz gerçek devrimciler kitleselleşsek, yüz binlerle böyle eylemler ortaya koymaya başlasak, inanın Tayyip
ve şürekası için de mahkemeler çalışmaya
başlayacaktır. Hâlbuki mevcut yasalara göre
bile milletvekili dokunulmazlığı, sadece
Meclise girildiği andan sonraki eylemleri
kapsıyor. Ondan önceki dönemi kapsamıyor
dokunulmazlık. Şimdi bunlar vurgunlarının
önemli bir bölümünü Meclisten önceki
dönemde yapmışlardır. O zaman, bunların bu
dönemdeki suçlarından dolayı dokunulmazlık
diye bir zırhı olmamalı. Ama ortada hukuk
yok ki... Mahkemeler de kuşatılmış durumda
ne yazık ki. Bağımsız değil. Bağımsız yargı
diye bir şey yok.
Namuslu Paşaları, “Ergenekon Davası”
diye içeriye atıyorlar. Namuslu aydınları içeriye atıyorlar. Türkan Saylan gibi bir eğitim
meleğini bile tutuklamak istediler. Bütün
ömrünü İşçi Sınıfımızın, diğer halk kesimlerinin ve halk çocuklarının sağlığına ve eğitimine harcayan bir meleği bile suçlu ilan
etmekten çekinmediler. Evini aradılar, eşyalarına, dosyalarına el koydular.
Türkan Saylan, önce SSK Hastanesinde
İşçi Sınıfının hizmetine veriyor kendini.
Kaç yılını aldı Mustafa bu dönem?
Mustafa Arkadaş: Üç yıl SSK’da çalışıyor. Deri Hastalıkları Uzmanlığını oradan alıyor. İşçi Sınıfımız için çalıştığı ve İşçi Sınıfımızı tanıdığı bu üç yılını da; “Bir Üniversite
daha bitirdim” diye değerlendiriyor.
urullah Ankut: İşçi Sınıfımızın hastalıklarına, dertlerine derman buluyor bu sürede bir hekim olarak. Tabiî bu sürede de, hayatının her döneminde olduğu gibi, gece gündüz
çalışıyor hasta işçi kardeşlerimizi sağlığına
kavuşturabilmek için. Ben günde 3–4 saat
uyurum, geri kalan zamanımı bütünüyle
işime veririm. Bir anne olarak oğullarımla
bile bu yüzden yeterince ilgilenemedim,
diyor.
Sadece hasta işçi kardeşlerimizle ilgilenmekle kalmıyor onların çocuklarıyla da ilgileniyor. Onların eğitimlerine kafa yoruyor.
Onları okutup adam etmek için uğraşıyor.
Onlara burs buluyor, yurt buluyor velhasıl
onları eğitimli, meslek sahibi insanlar haline
getiriyor. Tabiî bu işle uğraşırken, yoksulluktan halk çocuklarının eğitimsiz, cahil kaldıklarını görüyor. Eğer imkân sağlansa, onların
da en iyi eğitimi alacak kapasiteye sahip
olduklarını görüyor. Bu acı gerçekten hareketle, bu kez de tüm halk çocuklarının eğitim
imkânlarına kavuşturulması işine kafa yoruyor. Ve yine burslar bularak, yurtlar kurarak
on binlerce halk çocuğunun eğitimini sağlıyor.
Bu arada bir de, Türkiye’de o zamanlar
sayıları on bini bulan cüzam hastalarının sağlığıyla uğraşıyor. Onları iyileştirmek için
hayatının yirmi yıllık bölümünü de Türkiye’yi il il, köy köy dolaşmakla geçiriyor. Tüm
cüzam hastalarını tespit ediyor ve onların
tedavisini sağlıyor. Bu süre sonunda, 10 bin
civarında olan cüzam hastalarının sayısı 2
bine iniyor. Kaldı ki, o 2 bin kişi de şu anda
tedavi altında. Yani eskiden olduğu gibi, o
hastaların burunları, parmakları düşmüyor,
dökülmüyor, gözleri kör olmuyor. Sadece
sinirlerinde, ayak tabanlarında belli duyarsızlıklar oluyor. Onlar da tedaviyle kontrol altında tutuluyor ve hastalığın ilerlemesi durduruluyor. Olmuş hasarlar sabitleniyor. Mikrop
ortadan kalkıyor.
Onların çocuklarının eğitimiyle de ilgileniyor.
Kürt illeri ülkemizin en yoksul illeridir.
Mevcut sömürge statüsünden dolayı o illerde,
ne yazık ki, ne acı ki, yoksulluk, işsizlik, açlık
kol geziyor. Cüzam hastalarının büyük bölümü bu yüzden Kürt illerimizde bulunuyor.
Türkan Hoca da en çok o bölgeleri dolaşıyor.
Ve orada, özellikle kız çocuklarının eğitimsizliğini görüyor. Bilindiği gibi, genellikle
Kürt illerimizde kız çocukları okula gönderilmez, ilkel bir anlayıştan dolayı. Ve bu cüzam
hastalarının çocuklarının eğitimiyle ilgilenirken, onları okuturken, tüm çocukların eğitimiyle ilgilenmek gerektiğini düşünüyor bir
kez daha. Ve ondan sonraki ömrünü de bu işe
harcıyor. Yani başta kız çocukları olmak
üzere, yoksul halk çocuklarının eğitimine
harcıyor. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ni kuruyor. Bilindiği gibi, bu derneğin
temel işi eğitimdir.
cımıza ulaşamayız. Gitmek istediğimiz yere
gidemeyiz. Devrimci harekette buna Devrimci İdeoloji denir. O ideolojinin ışığı bizim
yolumuzun üzerine düşer, yolumuzu aydınlatır ve o aydınlıkta biz yolumuzu kolayca,
yanılmadan, şaşırmadan buluruz. İşte bu
Devrimci Teoridir. Bu teoriyi de Türkiye
Devrimi’nin Önderi Hikmet Kıvılcımlı
oluşturmuştur. Onlarca kitabı şu anda bizim
bütün Parti şubelerimizde vardır.
Usta’mızı bedence kaybettikten sonra
Hareketimiz, Partimiz bu alanda da üstüne
düşeni, daha doğrusu sorumluluğunun gereğini yaptı. Her şey devamlı akıyor. Bir akış,
bir değişim, bir oluşum içinde. Dünyanın,
Usta’mızı kaybettikten sonraki gelişimlerini
de, Ustaların oluşturduğu teoriyi geliştirerek,
ana tezleri baz alarak, onların ışığında biz
bugünlere getirdik. Yani şu andaki dünyamızın ve Türkiye’mizin sınıf ilişki çelişkilerini
çok net şekilde ortaya koyduk. Devrimci kavgada nereye gideceğiz, dost kim düşman kim,
nasıl ayırt edeceğiz, izleyeceğimiz hat ne olacak? bunu tümüyle, çok açık, net bir şekilde
belirledik.
İşte Ermeni Meselesi’ndeki görüşlerimiz
net, Kürt Meselesi’ndeki görüşlerimiz net,
Kıbrıs Meselesi’nde görüşlerimiz net, Ordu
Meselesi’nde görüşlerimiz net, arkadaşlar.
Çanakkale Savaşı’na, tarihimize, Kurtuluş
Savaşı’na, Mustafa Kemal’e bakıştaki görüşlerimiz net ve doğru tabiî. AB-D Emperyalizminin Türkiye’yi Yeni Sevr’e götürmek istediği konusundaki tespitimiz de kesindir. Ortaçağcı ideolojilerle mücadele etmek ve Laikliği savunmak konusundaki görüşümüzde
kesin doğrudur. Çünkü Tefeci-Bezirgân Sermayenin dünya görüşü olan Ortaçağcılık,
AB-D Emperyalistlerinin Türkiye’deki işbirlikçiliğini yapmaktadır. Bu nedenle AB-D
Türkan Saylan çok sevdiği kız öğrencilerle...
Evi arandığında, tutuklanmak istendiğinde ölümün eşiğindeydi. Ekranlarda siz de
görmüşsünüzdür, karnı asit doluydu. Yürüyemiyordu. Tekerlekli sandalyesindeydi. O
zaman yoldaşlarımla da konuştuk Hoca’nın
bu halini. Ne yazık ki, ömrü artık aylarla
sınırlı, demiştik. Ve işte bir ayı biraz geçti
ölümün gelmesi. Ama böylesi bir insanı bile
gözaltına almak istediler, büyük acılar yaşattılar. Ve yine, uzman bir hekim arkadaşın söylediğine göre, en az birkaç aylık ömrünü
götürdüler, kısalttılar bu saldırıyla; o çektiği
acıdan, stresten dolayı. Çünkü o hastalıkta
sıkıntı, stres çok olumsuz etki yapar. Bütün
hastalıklarda olduğu gibi... Yani bu “Ergenekon Davası” saldırganları bu kadar zalim ve
vicdansız.
O bakımdan Türkiye’de yargıdan, hukuktan, bağımsız mahkemelerden söz etmek
mümkün değil, onlar da Parababalarının
kuşatması altında. Bu alandaki kuşatmayı da
ortadan kaldırmak gerekir. Yargıyı özgürleştirmek gerekir. Bu da, halkımızın gerçek bir
devrimci parti etrafında ordulaşarak yapacağı
bir devrimle mümkün olur. Halk devrimiyle.
Ve halkın gerçek temsilcilerinin yani işçilerin, köylülerin, aydınların el ele, omuz
omuza, Türk ve Kürt kardeşlerimizin yine
kardeşçe dayanışarak, beraberce ülkenin
yönetimini devralmalarıyla mümkün olur.
Başka türlü değişmez bu düzen.
Bu düzen kaldıkça, Parababaları partilerinin biri gider biri gelir ama değişen hiçbir şey
olmaz. O bakımdan, devrimci görevler bizler
için çok önemli. Bir an önce halkımızın çektiği bu acılara son vermemiz gerekiyor. Onun
için de tüm zamanımızı bu kavgaya, bu davaya adamamız gerekiyor.
İşte Recep Arkadaş’ımız da tüm zamanını
devrimci kavgaya ayıran yoldaşlarımızdan
biriydi. Bunu bizler de yapabiliriz, yapmalıyız. Çünkü bir davada zafere ulaşabilmek için
böyle olmak gerekir.
Türkiye’de Devrimci Teoriyi Hikmet
Kıvılcımlı oluşturmuştur
Ha tabiî, zafere giden yolu da doğru belirlemek gerekir. Yolu doğru seçemezsek ama-
Emperyalizmiyle kaynaşıktır bu ideoloji.
Yine Devrimci Gençliğin bizim kuşaktaki
önderleri olan Denizler’in, Mahirler’in bakışıyla bizim bakışımız tam bir paralellik oluşturur. Aynı şekilde değerlendiriyoruz Türkiye’nin meselelerini ve doğru yolda da tavizsiz şekilde de ilerliyoruz. Ne yazık ki, Türkiye sol ortamına baktığımızda, bizim dışımızda böyle bir hat izleyen hareketin olmadığını
görüyoruz şu anda. Sol grupların hepsi sağ
cepheye yani emperyalizmin safına savruldular gittiler. Böylece de devrimci hattı terk ettiler. ABD ve Avrupa Emperyalistlerinin saflarına doğru savrulup gittiler. Ve bugün bu
nedenle onlarla aramızda çok büyük bir
ayrım, farklılık, hatta uçurum oluştu. O
bakımdan biz tek başımıza doğru yolda yürüyoruz. Güçlendiğimiz oranda onları etkileyeceğiz. Onlar için şu halleriyle zaten deniz bitmiştir. Halkımıza verebilecekleri hiçbir şey
kalmamıştır. O yüzden işte günbegün kar
gibi, bahar güneşi altında kalmış kar gibi eriyip gidiyorlar. Ama biz gelişiyoruz her geçen
gün. Çok yavaş adımlarla da olsa gelişip güçleniyoruz. Çünkü bizim ideolojimiz, halkımızın tüm problemlerine yanıt veriyor, çözüm
getiriyor. Hâlbuki bizim dışımızdaki sol hareketlerin verebilecekleri hiçbir şey yok. Onların bütün tezleri; Amerika’nın ve Avrupa Birliği’nin tezleriyle uyum halinde. Onlar
CIA’nın “Taraf”ının, Radikal 2’nin, “Ben
antiemperyalist değilim” diyen dönek, satılmış, ajanlaşmış yazarçizerlerinin savunduğu
görüşlerle birebir aynıdır.
En güncelinden örnek verelim:
Ermeni Meselesi’nde diyorlar ki; 1915’te
Osmanlı, Ermenilere soykırım yapmıştır.
Biz diyoruz ki, hayır; karşılıklı bir trajedi
yaşanmıştır. Karşılıklı bir savaş olmuştur ve
yüzlerce yıl kardeşçe yaşayan Ermeni insanlarını, Batılı Emperyalistler; Amerika, İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya Emperyalistleri
ve Çarlık Rusyası kışkırtmıştır, Müslüman
halka karşı, Osmanlı’nın Müslüman halkına,
Türklere ve Kürtlere ve Çerkezlere karşı. Bu
nedenle 1915’te yaşanan trajedinin sorumlusu onlardır, diyoruz biz.
Geçenlerde Obama geldi Türkiye’ye. O
da diyor ki, Osmanlı soykırım yapmıştır
1915’te.
Avrupa Birliği örgütlerinin, Avrupa Parlamentosu’nun ve diğer örgütlerinin bir sürü
kararı var bu şekilde; Osmanlı soykırım yapmıştır, diyor onların hepsi de.
Demek ki, AB-D Emperyalistlerinin bu
konudaki teziyle, bizim Soytarı Sevrci Sahte
Sol diye adlandırdığımız grupların tezleri
birebir örtüşüyor.
Yine Kıbrıs Meselesi’nde AB-D Emperyalistleri diyor ki; Türk ordusu Kıbrıs’ta
işgalcidir, orayı terk etmesi gerekir. Türkiye’nin de Kıbrıs’tan elini çekmesi gerekir.
Kıbrıs AB toprağıdır.
Şimdi Avrupa Birliği ve Amerika bunu
diyor.
İşin acıklı tarafı bizim Soytarı Sahte Sol
da aynı şeyi, diyor.
Peki, biz ne diyoruz?
Türk Ordusu oraya 1974’te ne için gitti?
Amerika’nın tezgâhladığı faşist darbeyle,
Türkleri ve Rum Sosyalistlerini ortadan kaldırma planını engellemek için gitti. Eğer
1974’te Türk Ordusu oraya gitmeseydi Kıbrıs’ta Türk de kalmayacaktı, Rum devrimci
de, Sosyalist de. Amerika’nın casus örgütü
CIA’nın planladığı, faşist ikos Sampson’un
önderliğindeki Rum ve Yunanistan faşistlerinin gerçekleştirdiği faşist darbe, işte böylesine korkunç bir katliam projesi içeriyordu.
Türk Ordusu bunu engelledi o harekâtla.
Kıbrıs Sorunu’nda çözüm olarak biz şunu
diyoruz: Ada’da 700 bin Rum var, 200 bin de
Türk. Nüfusa orantılı bir şekilde Ada paylaştırılır, bir parçası Türkiye’nin vilayeti olur,
öbür parçası da Yunanistan’ın. En hakkaniyetli şekilde bu mesele böyle çözülür.
Kürt Meselesi’ni kardeşlik, eşitlik,
özgürlük temelinde çözmeliyiz
Kürt Meselesi’nde, Soytarı Sahte Sol,
Amerikancı Kürt hareketini destekliyor.
Çözüme oradan gidilir, diyor. AB-D Emperyalistleri de aynı şeyi, diyor. Zaten o hareketin yöneticisi ve hamisi onlardır. Böyle bir
çözüm, halkların düşmanlığı üzerine inşa edilebilir. Halkların kardeşliğine tamamıyla zıttır. Bu burjuva çözüm Türk, Kürt ve Ermeni
Halklarını birbiriyle kanlı bir boğazlaşmanın
girdabına götürür.
Biz diyoruz ki; 1071’den beri Türkler ve
Kürtler kardeşçe bir arada yaşamışlardır. Ve
bu vatanı ortak mücadeleleriyle ortak vatanları yapmışlardır. Ve aralarına bir düşmanlık
girmemiştir 1000 yıl. Osmanlı çöktükten
sonra, Osmanlı sınırları içinde yaşayan diğer
Müslüman halklar Osmanlı’yı terk edip gittikleri halde, Kürtler gitmemiştir. Kendi iradeleriyle birlikte kardeşçe işgalcilere karşı
savaşarak, bu vatanı o emperyalist işgalcilerden kurtarmışlardır. Öyleyse yine kardeşçe
ama gerçek anlamda eşitliğe dayalı, hakkaniyete dayalı bir kardeşlik içinde Türk-Kürt
Federasyonu şeklindeki bir çözümle, bu
ülkede yine yaşamaya devam edebiliriz. Yapmamız gereken budur. Kardeşlik, eşitlik ve
gönüllü birliğe dayanan bir temel üzerinde
kurabiliriz bu çözümü. Bundan sonra Türklerin ve Kürtlerin bu ortak vatanımızda kardeşçe yaşayabilmelerinin yolu budur. Ve yine
beraberce ülkemizden AB-D Emperyalistlerini ve yerli işbirlikçilerini, tıpkı Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’mızda olduğu
gibi kovmalıyız, diyoruz. Tabiî bu sefer kesin
biçimde, onların bir daha vatanımıza gelmelerine kesinlikle izin vermeyecek biçimde...
Yukarıda belirttiğimiz gibi, bizim dışımızdaki
sol hareketler bu görüşte değildirler. Onlar
Amerikancı Kürt hareketinden yanalar.
Irak’taki gibi, Amerika’nın sağdıçlığında ve
vesayeti altında, Amerika’ya bağlı bir kukla
Kürt devletinin Anadolu’da da kurulmasından yanalar.
Obama geldiğinde, Meclisteki bütün parti
başkanlarını ziyaret etti, görüştüler. Ahmet
Türk de görüştü. Görüşmeden çıktıktan sonra
dediği aynen şudur Ahmet Türk’ün:
“Amerika gibi önemli bir ülke Kürt
Ahmet Türk
sorununun çözümünde çok etkin rol oynayabilir.”
Hasan Cemal, Murat Karayılan’la Kandil’de görüştü. Murat Karayılan’da aynı şeyi
diyor:
“Obama, Kürt sorununun çözümüne
önemli katkı sunabilir”, diyor.
Yani ABD ile birlikte çözümü savunuyor,
onlar.
Biz diyoruz ki; bu çözüm kardeşliği esas
almaz, halklara mutluluk getirmez.
İşte Irak’ta Kürt Halkına mutluluk mu
getirdi?
Değil. Diğer tüm halklarla kanlı bıçaklı şu
anda. Amerika gittikten sonra asıl büyük felaket yaşanacak. O yüzden de Barzani ve Talabani, Amerika’yı bu konuda uyarıyor, hatta
gitmemesi için yalvarıyor. Siz tümden çekildikten sonra da bir bölük askeriniz burada
kalsın, diyor ABD’ye.
Irak’taki Kürt illerinin petrolleri de şu
anda Amerikan şirketlerine pazarlanmış
durumda. Hem de otuz yıllığına. Yani oraya
özgürlük ve mutluluk getirmedi Amerika.
Türkiye’ye de getirmez. Oysa bizim çözümümüz tamamen kardeşliği temel alan ve dünyanın kanlı zalimlerine karşı bir ittifak içeren
çözümdür.
Yani demek istediğimiz, diğer bütün sol
hareketlerden, Türkiye’nin temel meselelerinde farklıyız, ayrıyız biz. Ve bizim görüşlerimiz de, Sosyalist teoriyi bir bilim halinde
ortaya koyan devrimci önderlerin, Marks’ın,
Engels’in, Lenin’in ve Kıvılcımlı Usta’nın
tezleriyle birebir uyum halindedir. Ve devrimci Hareketimizin Tarihiyle, Mustafa
Suphi’nin, Ethem Nejat’ın ve Onbeşler’in
tezleriyle birebir uyum halindedir. Deniz ve
Mahir Arkadaşlar’ın tezleriyle de tümüyle
örtüşmektedir. O bakımdan biz Türkiye’nin
tek Devrimci Hareketiyiz, Partisiyiz. Ve zafere de bizim gösterdiğimiz yoldan varılacaktır.
Recep Yoldaş Gerçek Bir Devrimciydi
O zaman, bizlere düşen büyük sorumluluklar var. Hep anlattım. Başarılı olmamız
için işte Recep Yoldaş gibi arkadaşlarımızı
örnek almamız gerekir.
Peki, nedir bu arkadaşların özellikleri?
Özellikleri şudur: Recep Arkadaş kendisine bir görevin verilmesini beklemezdi. Şimdi
kıdemli arkadaşlar elbette görevler verecekler, yeni genç arkadaşlara, kıdemsiz arkadaşlara. Verilen görevi başarılı şekilde yapmak
bir devrimci kalitedir, ama yeterli değil. Tam
devrimci bir kalite değil.
O zaman nedir tam devrimci kalite?
Gerçek devrimci nedir o zaman, arkadaşlar?
Gerçek devrimci, durumu, Türkiye’nin
durumunu, devrimci hareketin durumunu, Türkiye’deki halkın, İşçi Sınıfının,
köylünün, esnafın, aydınlarımızın durumunu tahlil eder. Teorimizin ışığında
değerlendirir, oradan sonuçlar çıkarır,
projeler üretir. Der ki; ben şu bölgede, şu
fabrikada, şu mahallede, şu ilde şu ilçede şu
göreve talibim, şu görevin yapılması gerekir.
Ve ben bu göreve talibim. Şu kadar arkadaşla
veya tek başıma bu görev başarılabilir, demeli. İşte Recep Arkadaş, bunu diyen arkadaşlarımızdandı. Bu yüzden gerçek bir devrimciydi. Şimdi böyle arkadaşlarımız çoğalmazsa,
sorumluluğumuzun gereğini başarıyla yerine
getiremeyiz. Yani zafere ulaşamayız. Çünkü
kıdemli arkadaşlar her yeri, her şeyi aynı
anda görüp değerlendiremezler. Her şeye
zamanları ve enerjileri yetmez. Demek ki, en
kıdemsiz arkadaştan en kıdemli arkadaşa
varıncaya kadar, herkesin bu anlayış içinde
olması gerekir. İşte bu anlayışa sahip olursak
o zaman bütün görevlerin üstesinden geliriz.
Arkadaşlarım bilir, ben hep şunun hasretini çekerim ve böyle davranan arkadaşlara da
her zaman takdirlerimi söylerim: Arkadaş bir
projeyle gelir, ben şunu yapmak istiyorum,
der. Tamam. İşte böyle arkadaşların çoğalması gerekir. O zaman her yerde işler saat intizamıyla yürür ve başarıya gideriz. Yaşımız,
gençliğimiz hiç önemli değildir. Benim üniversite öğrenciliğim yıllarındaki psikoloji
bilimine göre, insanların 14 yaşında zekâ
gelişimi tamamlanıyor. Yani 14 yaşındaki bir
arkadaşımız da, bir yoldaşımız da daha ileri
yaşlardaki kıdemli arkadaşlarımız gibi teorimizi, pratiğimizi kavrayıp, onun ışığında
meseleleri tahlil edip çözümler üretebilir.
Yeter ki o istek, o enerji, o fedakârlık olsun...
Haçlıların bozgununun sebebi,
Müslüman Ordularının komutanlarının
ve askerlerinin İlkel Komünal
Gelenekleri taşıyor olmasıdır
Tarihimizden sık sık örnekler veririm.
Fatih, İstanbul’u aldığında 21 yaşındadır.
Bildiğimiz gibi Hz. Muhammed vasiyetinde:
“Konstantiniyye elbette fethedilecektir
Müslümanlar tarafından. e mutlu o şehri
fetheden komutana ve o orduya.”, der.
Fatih bunu düstur ediniyor. Ben Hz.
Muhammed’in takdirini kazanacağım, o
komutan ben olacağım ve onun adaletini
cihana hakim kılacağım, diyor. Ve dikkat
edersek, savaşın her aşamasında, savaş meydanında ordusunun en önündedir. Hatta
donanma bir defasında önemsiz bir yenilgiye
uğradığında, Fatih Haliç’in girişindedir, bunu
gördüğünde öfkeyle ve hırsla beyaz atını
denize sürer. Yani o kadar kendini adıyor
davaya.
10
Yukarıda Haçlı Seferleri’nden söz ettik.
1071’de bildiğimiz gibi Türkler ve Kürtler el
ele vererek Bizans Ordusu’nu Malazgirt’te
yendiler, darmadağın ettiler ve Anadolu’nun
kapıları Türklere açıldı. Ve aşağı yukarı on yıl
içinde tüm Anadolu fethedildi. Yunanlı yazar
acracas der ki:
“Arapların üç yüz yılda başaramadıklarını Türkler on yılda başardı.”
Bu neden kaynaklanıyor?
Çünkü İslam Medeniyeti bir yere kadar,
Anadolu sınırlarına kadar geldi, ondan sonra
derebeyleşti. Artık İslamiyeti, o insancıl yönüyle, Hz. Muhammed’in ve Dört Halife’nin
temsil ettiği yönüyle ele alan, değerlendiren
ve ona uygun yaşayan Arap önderler kalmadı
İslam devletlerinde. Yani saraylara kapandılar, Muaviye’yi ve Yezid’i örnek aldılar. Böyle olunca da adalet getirmez oldular. Tabiî savaşçı ruhlarını da, İlkel Komünal Toplumdan
gelen savaşkanlıklarını da tümüyle yitirdiler.
O yüzden çakılıp kaldılar Anadolu sınırlarında.
Ama Selçuklu atalarımız; Alparslan, Melikşah, Kılıçarslan, Hz. Muhammed’i ve
Dört Halife’nin yaşayışını örnek aldılar. Onların adaletini ve yiğitliğini örnek aldılar.
Çünkü kendileri de İlkel Komünal Toplumdan geliyorlardı. Tabiî Osmanlı’yı kuran atalarımız da aynı şeyi yaptılar.
Ne yaptılar?
Yiğitlikleriyle zaferler kazandılar. Bizans’ın derebeylerini ortadan kaldırdılar, toprağı yoksul köylüye dağıttılar. Hiç kimsenin
dinine, inanışına karışmadılar. Herkesi özgür
bıraktılar. Böylece mutluluk getirdiler. Bu nedenle Hıristiyan Bizans Halkı, Müslüman
Selçuklu Türklerini kurtarıcı olarak karşıladı.
İşin sırrı buradadır. Siz adalet, eşitlik getirirseniz halk sizi anlar, benimser. Başka dinden
olsa bile anlar...
İşte Anadolu’yu fetheden Alparslan’ın en
önemli komutanlarından biri de Kutalmış oğlu Süleyman. Anadolu Selçuklu Devleti’nin
kurucusu, arkadaşlar. İznik’e geliyor, İznik’i
karargâh ve başşehir yapıyor. Sonrasında da
bir savaşta ölüyor. Öldüğü sırada oğlu daha
küçüktür. I. Kılıçarslan, altı yaşındadır. Daha
büyük oğlu yok. Selçuklular, o dönem yoğun
savaşlara giriyorlar. İdealist komutanlar ve
önderler hep savaşın ön safında yer alıyorlar.
Kendi çocukları da on yaşından itibaren savaş
cephelerinde yetiştiriliyor. Yetişkin olur olmaz da büyük çoğunluğu, hep ön safta çarpıştıkları için telef oluyor cephelerde. O yüzden
Selçuklular’da, önder ölünce yerine geçecek
büyük oğul bulunmuyor. Geride kalanlar hep
küçük çocuklar oluyor. İşte bu sebepten Atabeylik adı verilen bir müessese ortaya çıkıyor
kendiliğinden. Güvenilir, kıdemli komutanlar
o genç şehzadeleri yanlarına alarak, onların
yetişmesinde örnek, öğretmen, önder rolü oynuyorlar. Oturdukları şehirlerde onları yanlarına alarak, katıldıkları savaşlara götürerek
yetiştiriyorlar. Gerçek birer savaşçı ve komutan yapıyorlar.
İşte Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun
sultanı Alparslan’ın oğlu Melikşah da, I. Kılıçarslan’ı alıp oturduğu İsfahan’a götürüyor.
Sultan olmasına rağmen ona Atabeylik ediyor. Altı yıl orada iyi bir eğitimden geçiriliyor
Kılıçarslan. 13 yaşına gelince de yeniden İznik’e dönüp babasının yerine tahta geçiyor ve
yönetimi ele alıyor.
Anadolu, Müslümanlar tarafından yurt
edinilmeye başlandıktan yani Malazgirt Zaferi’nden 24 yıl sonra, Papa II. Urban 1095’te
bir toplantı düzenliyor. Yüzlerce başpiskoposu, piskoposu ve rahipleri bir araya getiriyor.
Müslümanları Anadolu’dan ve tüm Ortadoğu’dan atmak için bir karar alıyorlar. Tabiî
Kudüs’ü de fethetmeye ant içiyorlar. İşte bu
karar üzerine Haçlı Seferleri’nin hazırlıklarına girişiliyor. Muhakkak ki Papayı ve rahipleri bu karara yönelten, Avrupa’nın vurguncu,
asalak Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfıdır. Yani Haçlı Seferleri din maskeli olmasına rağmen özünde ekonomiktir. Sömürgeleştirme
ve yağmalama amacına yöneliktir. Bu gerçeğin altını özellikle çizmek gerekir.
Bir yıl içinde hazırlıklar tamamlanıyor.
Yıl sonunda ilk kafile yola çıkıyor. Ve bunu
diğerleri izliyor. Haçlılar artık azgın, devasa
bir sel gibi akın akın gelmeye başlıyorlar Doğu’ya. Sefere katılanların gömleklerinin
üzerlerinde bezden dikilmiş geniş haçlar
bulunduğu için, bu seferlere Haçlı Seferleri adı verilmiştir Tarihte. İlk Haçlı Ordusu
Trakya’ya geldiğinde, Kılıçarslan daha 17 yaşında bile değildir. Bu kadar genç bir komutan ve devlet başkanıdır. Haçlı Ordusu’ndan
haber alır almaz birçok deneyimli savaşçıyı
Trakya’ya gönderiyor. Onları iyice gözleyin,
bütün özelliklerini öğrenin ve bize sürekli bilgi aktarın, diyor. Görevliler, Haçlı
Ordusu’nun her an nerede olduklarını Kılıçarslan’a bildiriyorlar. Kılıçarslan deneyimli
komutanlar gibi, düşmanını tüm yönleriyle
tanımak istiyor. Savaşın en önemli kuralıdır;
düşmanınızı, onun savaş gücünü, kuvvetli ve
zayıf yönlerini bilmezseniz onu yenemezsiniz. İşte bu sebeple onların her hareketini izliyor Kılıçarslan.
Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos,
Haçlı Ordusu’nu getirip bugünkü Hersek’e
yerleştiriyor. Arkadaşlarımızın bir kısmı bilir,
Yalova yakınlarındaki bir yerdir Hersek. Otuz
Yıl: 4 • Sayı: 44 / 16 Haziran 2009
bin civarında bir sayıya sahiptir ilk Haçlı kafilesi. İznik’e de yani Kılıçarslan’ın başşehrine de aşağı yukarı bir günlük yürüme mesafesindedir Hersek. Bu kadar da yakın Selçuklu
başşehrine. Kılıçarslan bütün komutanlarını
toplayıp, bu düşmanla nasıl savaşmalıyız,
bunları nasıl yeneriz ve geldikleri yere göndeririz, diye soruyor. Tüm komutanlar ve önder, onun hesaplarını yapıyor. Ben gencim,
bu işi beceremem, aklım ermez, gibi acizliklere asla düşmüyor. Zaten böyle komutanlar
için ya ölmek var ya da yenmek. Yenilgi asla
kabul edilemez. Eninde sonunda düşman yenilecektir. Kanun budur.
Çevreye çapula çıkıyorlar Haçlılar. Bütün
çevredeki Hıristiyan, Müslüman köylerini,
çiftliklerini, tarlalarını çapul edip karargâhlarına dönüyorlar. İşte böyle çıkışlarından birinde gelip, İznik yakınındaki bir hisarı ele
geçiriyorlar. Kılıçarslan ani bir baskınla gelip,
orada altı bin Haçlı’yı bir anda yok ediyor. On
beş gün sonra da kalanlarına saldırıyor yine
aynı şekilde. Hersek üzerine ani bir baskın
yapıp, yirmi bin kişiyi de orada yok ediyor.
Sağ kalan dört bin kişi de Kuzeye doğru kaçarak canlarını kurtarabiliyor. I. Haçlı Seferi,
böylece daha ilk adımda uğradığı hezimetle
ortadan kalkmış oluyor.
Ama Avrupa Tefeci-Bezirgân Sermayesinin din sömürüsü yaparak, o denli güçlü bir
sömürü ve yağma arzusu var ki, seferler dalga dalga gelmeye devam ediyor. Ortadoğu’yu
ve zenginliklerini sömürmek için yüz binlerce insan akın akın yollara düşüyor. Sözü uzatmayalım. Daha kalabalık yeni bir Haçlı Ordusu Marmara’yı boydan boya geçerek Eskişehir dolaylarına ulaşıyor. Kılıçarslan peşlerine
düşüyor ve uygun anı yakaladığına inanarak
saldırıyor. Fakat orada, kendinden büyük ordulara karşı o güne kadar savaşlarda başarıyla uyguladığı bozkır taktiği sökmüyor. Çünkü
şövalyelerin üzerleri tümden kalın zırhlarla
kaplıdır. Türk atlıları ise bildiğimiz gibi hafif
süvaridir. Yani zırhsızdır, üzerlerinde cepken-
Selahaddin Eyyubi
lerinden başka bir şey yoktur. İri olmayan
ama hızla hareket edebilen atlar üzerindedir
Türk savaşçılar. Usta okçulardır bunlar. Bozkır savaş taktiğine göre; okçuların dalga dalga, belli periyotlarda düşman askerlerinin
üzerine bir anda binlerce ok yağdırması ve
geri çekilmesi gerekmektedir. Bu şekilde düşman ordusuna defalarca vurulur. Düşman özgüvenini yitirir. Dağılmaya yüz tutar. Kazanma umudu tümden yok olmuştur. İşte bu an
geldiğinde bozkırın Türk savaşçıları düşmanın üzerine bütün güçleriyle abanırlar ve göğüs göğüse süren bu çarpışmayla da düşman
tümden imha edilir.
Ama burada ilk okçuların saldırısı çok küçük bir zayiata yol açıyor. Çünkü ağır zırhlar
içindedir şövalyeler. Tekrar edilir saldırı, yine
bir başarı elde edilmez. Ağır zırhları delemez
oklar. Bunun üzerine göğüs göğüse çarpışmaya girilir. Tabiî Türk atlı ve piyadelerinde zırh
yoktur. Bu nedenle bu savaş taktiği de başarı
getirmez Selçuklu Türklerine. Üstüne üstlük
yeni düşman kafileleri gelip savaşa katılır.
Yorgun Türk savaşçılarının üzerine peyderpey yeni, zinde Haçlı Orduları çullanır. Sonunda Türk Ordusu yenilir, bozulur. Haçlılar
karşısında İznik civarında ilk zaferi kazanan
Kılıçarslan, burada ilk yenilginin acısını tadan Müslüman önder olur. Daha on yedi yaşlarındadır. Buna rağmen pes etmez. Anadolu
içlerine çekilir ve dört yıl süren bir savaş hazırlığına girişir. Dağılan ordusunu yeniden toparlar ve güçlendirir. Yeni savaş taktikleri geliştirir. İlkel Komuna gelenekli savaşçılar için
zaten yenilgiyi kabullenmek diye bir şey asla
söz konusu olamaz. Sivas’ı başşehir edinen
Danişmentoğulları Beyliği’nin kurucusu Danişment Gazi’yle görüşür ve onunla işbirliği
yapar. Beraberce Haçlılara karşı savaşma kararı alırlar. Yine sözü uzatmayalım. Geliştirdiği yeni taktikler ve oluşturduğu yeni ordusu
ve müttefiki ile birlikte, çok kalabalık, sayısı
yüz bin civarında olan yeni bir Haçlı Ordusu’nu uygun anda karşılar Kılıçarslan. Bu kez
tam zafer elde eder. Kalabalık ordunun hemen
hemen tümünü imha eder. Ardından yeni seferlere girişir ve Haçlılar karşısında kesin sonuçlu iki zafer daha kazanır. Bu iki zaferde de
düşman ordusu tümden yok edilir. Ve Haçlılar, aldıkları bu öldürücü darbeleri bir daha
onaramazlar. Anadolu onlar için bir ölüm çölüne dönüşmüştür artık. Bu gerçeği Lübnanlı
Arap yazar Amin Maalouf “Arapların Gözünden Haçlı Seferleri” adlı ünlü eserinde
şöyle ortaya koyar:
“Yeni gelenler karşısında ilk alarma geçenler, Frenklerin Anadolu’dan son geçişini henüz gayet iyi hatırlayan Kılıç Arslan
ve Danişmend olur. Hiç duraksamadan yeni bir istilanın yolunu kesmek için güçlerini birleştirmeye karar verirler. Türkler,
Rumların artık güçlü bir şekilde ellerinde
tuttukları İznik veya Eskişehir taraflarına
uğramaya pek cesaret edememektedir.
Çok daha uzakta, Güneydoğu Anadolu’da
yeni bir pusu denemeyi tercih ederler. Hem
yaşı hem de tecrübesi artmış Kılıç Arslan,
bir önceki seferin geçtiği yolun üstünde bulunan tüm su kaynaklarını zehirletir.
“Sultan, bir yıldır Bizans’ta ikamet
eden Saint-Gilles komutasındaki yüz bin
kadar adamın Boğaz’ı geçtiğini Mayıs
1101’de öğrenir. Onlara ne zaman baskın
vereceğini kestirmek için hareketlerini
adım adım izlemeye çalışır. Önce İznik’e
uğrayacakları hesaplanmaktadır. Ama ne
tuhaftır ki, sultanın eski başkentinin yakınında mevzilenen keşif kolları onların geldiğini görmez. Marmara Denizi tarafında,
hatta Konstantinopolis’te onların hakkında hiçbir şey bilinmemektedir. Kılıç Arslan
onların iznini ancak haziran sonunda, birdenbire kendisine ait bir şehrin,
Ankara’nın surları önünde ortaya çıkıverdikleri zaman yeniden bulur. Anadolu’nun
merkezindeki bir şehir Türk topraklarının
da tam ortasındadır ve Kılıç Arslan oraya
saldırabileceklerine hiç ihtimal vermemiştir. Yetişmeye bile vakit bulamadan, Frenkler şehri alır. Kılıç Arslan dört yıl geriye, İznik’in düştüğü günlere
geri dönmüş gibi hisseder kendini. Ama şimdi ağlayıp sızlanma zamanı değildir, çünkü
Batılılar artık doğrudan onun topraklarının kalbini tehdit etmektedirler. Güneye
doğru yeniden yola koyulmak üzere Ankara’dan çıkacakları zaman pusu kurmaya
karar verir. Ama bir
kez daha yanılacaktır:
Sırtlarını Suriye’ye
dönen istilacılar kararlı bir şekilde kuzeydoğuya, Danişmend’in
Bohémond’u esir olarak tuttuğu güçlü iksar Kalesi üzerine yürürler. İş anlaşılmıştır!
Frenklerin niyeti, Antakya prensini kurtarmaktır!
“Sultan ve müttefiği (Danişmend) ancak o zaman istilacıların bu tuhaf güzergâhı-tam inanamasalar da-kestirmeye başlarlar. Bir anlamda içleri rahatlamıştır,
çünkü şimdi pusu yerini belirleyebilirler.
Pusu yeri olarak, Batılıların kızgın güneş
altında serseme dönmüş bir halde, ağustosun ilk günlerine ulaşacakları Merzifon
Köyü seçilir. Orduları hiç göz korkutucu
değildir. Yakıcı zırhların altında belleri bükülmüş, ağır ağır ilerleyen birkaç yüz şövalye ve arkalarında gerçek savaşçılardan
çok kadın ve çocuklardan oluşan alacalı
bulacalı bir kalabalık. Türk süvarilerinin
ilk dalgası üzerlerine akın eder etmez,
Frenkler tabanları yağmalamaya başlar;
sonrası artık savaş değil, bütün gün süren
bir kıyımdır. Gece bastırınca Saint-Gilles
ordusunun geri kalan büyük bölümüne haber bile vermeden yakınlarıyla birlikte sıvışır. Ertesi gün hayatta kalan son Frenklerin de işi bitirilir. Esir alınan binlerce genç
kadın Asya haremlerini dolduracaktır.
“Merzifon katliamı henüz sona ermiştir
ki, ulaklar Kılıç Arslan’a yeni bir haber getirir: Yeni bir Frenk sefer kolu Anadolu’da
ilerlemeye başlamıştır bile. Bu kez güzergâhta şaşkınlığa hiç yer yoktur. Haç kuşanmış savaşçılar güney yolunu tutmuşlardır
ve ancak günlerce yürüdükten sonra bu
yolun aslında bir tuzak olduğunun [kuyular ve su noktaları zehirlenmiştir] farkına
varırlar. Ağustos sonunda sultan süvarileriyle birlikte kuzeydoğudan çıkıp geldiğinde susuzluktan kıvranan Frenkler neredeyse can çekişmeye başlamıştır. Hiçbir direnç gösteremeden kılıçtan geçirilirler.
“Ama her şey bitmemiştir. İkincisinin
ardından üçüncü bir Frenk ordusu daha,
aynı yoldan ve bir hafta arayla yola çıkmıştır. Atlar, yayalar, kadınlar ve çocuklar
tamamen susuzluktan bitap düşmüş bir
halde Konya Ereğlisi [Herakleia] kenti ya-
kınına varırlar. Uzaktan gördükleri derenin pırıltısına doğru karmakarışık bir halde koşuşturmaya başlarlar, ama Kılıç Arslan da bu suyun kenarında pusu kurmuş,
onları beklemektedir...
“Frenkler birbirini izleyen bu üç kırımdan sonra bir daha bellerini doğrultamazlar. Bu belirleyici yıllarda onları harekete
geçiren yayılma isteğiyle birlikte böylesine
kalabalık bir yeni gelenler–savaşçı olsun
olmasın-kafilesi gerçekten bölgeye ulaşabilseydi, hiç kuşkusuz Arap Doğusu’nun
tamamını toparlanma fırsatı vermeden sömürgeleştirirlerdi. Ama diğer yandan,
Frenklerin Arap Topraklarındaki en kalıcı
ve en çarpıcı eserlerinin, inşa ettikleri kalelerin kökeninde de bu adam kıtlığı yatar.
Çünkü asker sayısının azlığını telafi edebilmek için, bir avuç adamla kalabalık kuşatmacıları bozguna uğratabilecek kadar iyi
tahkim edilmiş kaleler inşa etmek zorunda
kalacaklardır. Ama Frenklerin, sayıca
azınlıkta kalma kusurunu yıllar yılı aşmalarını sağlayan ürkütücü-kalelerinden daha ürkütücü-bir kozları vardır: Arap dünyasının uyuşukluğu.” (age, s. 71–73)
Aradan yıllar geçer, Kılıçarslan ölür, yerine oğlu Mesut geçer. O da babasının bıraktığı işi aynen sürdürür. Ömrünü Haçlılarla savaşa adar. O da ölür, yerine oğlu II. Kılıçarslan geçer. O da dedesinin başlattığı savaşı
sürdürmekle geçirir ömrünü. Ve bu savaşlarda yüz binlerce Haçlı istilacı, Anadolu’da imha edilir. Tabiî burada İlgâzi, Belek gibi ünlü
yiğit Selçuklu komutanların hakkını da teslim
etmek gerekir. Böyle komutanlara sahip olmasalardı Selçuklu sultanları bu işi başaramazlardı.
Bu komutanların kalitesini anlatmak bakımından burada Amin Maalouf’un adı geçen
eserinden birkaç paragraf daha aktaralım:
“Belek, İlgazi’nin öz yeğeni olan bu
adam bambaşka bir kumaştandır. Birkaç
ay içinde yiğitlikleri camilerde ve meydanlarda kutlanan, Arap âleminin taptığı bir
kahraman olacaktır.
Belek, 1122’nin Eylül ayında gerçekleştirdiği parlak bir baskınla, II. Baudouin’in
yerine Urfa kontu olan Jocelin’i ele geçirmeyi başarır. İbnü’l-Esir’e göre, onu özel
olarak diktirdiği bir deve derisine sardı ve
sonra tüm fidye tekliflerini geri çevirerek bir
kaleye kapattı. Antakyalı Roger’nin ardından ikinci bir Frenk devleti daha şefini yitirmiştir. Endişelenen Kudüs kralı, kuzeye
bizzat çıkmaya karar verir. Urfa şövalyeleri onu Jocelin’in tuzağa düştüğü yere, Fırat kıyısındaki bataklık bir alana götürürler. II. Baudoin çevreyi kolaçan ettikten
sonra geceyi geçirmek üzere çadırların kurulmasını emreder. Ertesi gün doğulu
emirlerde görüp benimsediği ve en sevdiği
spor olan doğanla avlanmak için erkenden
kalkar. Ama hiç gürültü yapmadan yaklaşan Belek ve adamları birdenbire kampı
kuşatırlar. Kudüs kralı silahlarını atar. O
da tutsak edilmiştir.
Belek bu başarılarının yarattığı itibar
hâlesi içinde, 1123’ün Haziran ayında zafer alayıyla Halep’e girer. Bir zamanlar İlgazi’nin yaptığı gibi, o da önce Rıdvan’ın
kızıyla evlenir, sonra hiç vakit yitirmeden
ve bir kez bile yenilmeden şehrin çevresindeki Frenk topraklarını teker teker geri almaya girişir. Kırk yaşındaki bir Türk emirin askeri ustalığı, kararlılığı, Frenklerle
her türlü uzlaşmayı reddeden tutumu, sadeliği ve kanaatkârlığı kadar, birbirini izleyen zaferleri de diğer Müslüman emirlerin şaşırtıcı değersizliğinden bıçakla ayrılmış gibidir.” (age, s. 98)
Bu hezimetlerden canlarını kurtarabilen
Haçlı Orduları aşağılara, Suriye, Filistin hatta
Mısır’a kadar inebiliyor. Bu da Ortadoğu İslam diyarını tümden harap etmelerini ve Müslüman Halkı kılıçtan geçirmelerini önlüyor.
Zayıflatılmış güçlerle inebiliyorlar oralara.
Tabiî oralarda da Selahaddin Eyyubi gibi yiğit savaşçı önderlerle karşılaşıyorlar ara sıra
da olsa. İşte bu nedenle Haçlı Ordularının zülüm ve katliamları sınırlandırılabiliyor. Yine
de uzun süre kalabiliyorlar oralarda.
Eğer Türk komutanların ordusundaki bu
yiğit savaşçılar olmasaydı, hiç kuşkunuz olmasın, bu Haçlı saldırgan çapulcular Ortadoğu’yu sam yeli gibi kavurur, çekirge sürüleri
geçmiş tarlalara döndürürlerdi. Ortadoğu’da
da; Amerika’da, Avustralya’da, Yeni Zelanda’da, siyah Afrika’da ve Hindistan’da yaptıklarının aynısını yaparlardı. Tabiî bu savaşlarda Kürt Halkı, Türklerin hep can dostu olmuştur. Omuz omuza verilmiştir.
Selçuklu ve Osmanlı da sınıflı
topluma girerek derebeyleşmiştir
Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu komutanlar hep Hz. Muhammed’in ve Kur’an’ın
hep İlkel Komuna Gelenekli yönünü benimsemişlerdir. Hem yiğit savaşçılar hem de adaletlidirler. Zalimlerin değil halkın koruyucusudurlar. Derebeylere karşı üretmen köylünün
yanındadırlar. O yüzden bu komutanları yalnız Müslüman tarihçiler değil Batılı ve Ermeni tarihçiler de över.
Demek ki, 1000 yıl boyunca Selçuklu ve
Osmanlı atalarımız, Ortadoğu ve Afrika İslam âlemini, Batılı sömürgecilerin zulmünden
korumuştur. Onların saldırganlıklarına karşı
set oluşturmuştur.
Tabiî kendisi de, hep söylediğimiz gibi,
zamanla sınıflı toplumun pisliklerine bulaşmış, bozulmuş ve sonunda derebeyleşmiştir.
En sonunda da tüm Antika imparatorluklar
gibi çökmüştür. Bu tarihin doğal akışıdır.
Ama atalarımız bu akışın önemli bir bölümünde çok olumlu roller oynamıştır.
ABD’nin, AB’nin ve onların askeri müfrezesi olan İsrail’in bugün bile Ortadoğu’da
yaptıkları vahşeti göz önüne getirirsek, atalarımızın Tarihte oynadıkları çok olumlu rolün
önemini daha kolay kavrayabiliriz.
Biz bunları anlatınca, bizim Sevrci soytarılar bize her zamanki azgınlıklarıyla saldırıyorlar: “ Vay şoven, Osmanlıcı, vb.” zırvalamalarla bizi suçlamaya çalışıyorlar.
Onlar ne Tarihi bilirler ne de bugünü. Ne
emperyalizmi bilirler ne de yerli ortaklarını...
Onlar bu saçmalamalarıyla, AB-D Emperyalistlerine hizmet etmekten başka hiçbir iş
yapmış olmadıklarını bilmezler ki... Bu soytarılar, Türk düşmanlığıyla kafayı bozmuş
Batı Emperyalizminin (AB-D’nin) ünlü sözcüleri-temsilcileri gibi, Türk Tarihinin katliamlar ve talanlar tarihi olduğunu iddia ederler. Tabiî bu hizmetlerinden dolayı AB-D Emperyalistleri de bunlara sempatiyle bakar.
Bunların enselerini sıvazlayıp, başlarını tapışlar. Bunları “umut kaynağı, demokrasi güçleri” ilan eder. Bu uyurgezerler aldıkları bu
liyakat madalyasından sonra olsun uyanmazlar. Yahu, bu emperyalistler bize neden böyle
madalyalar veriyorlar, diye hiç düşünmezler.
Dedik ya, onlar ciddiyetsiz!
Burada belki uyanırlar diye, onlara Mahirler’in şu sözlerini hatırlatalım:
“(…) devrimcilerin bu konuda tek ve
şaşmaz bir ölçüsü vardır. O da şudur: Karşıdevrimciler eğer bizi överlerse biz kendimizden şüphe ederiz. Karşıdevrimciler bizi
ne kadar kötülüyorlar ve de provokasyon oklarını atıyorlarsa, bizim kendimize ve birbirimize güvenimiz o kadar artar. O kadar
doğru çizgide olduğumuzu anlarız.” (THKPC Savunma, s. 169)
Tabiî bu ilke, tüm dünya devrimcilerinin
şaşmaz bir ölçütüdür. Biz aynı ölçütü,
Mao’nun ve Fidel’in de kullandığını biliyoruz.
Çağrışımlarla konuştuk… Demek ki yoldaşlar, gençliğimize, kıdemsizliğimize bakmayacağız. Alparslan, Kılıçarslan, Belek, Selahaddin olacağız. Görevler isteyeceğiz, projeler üreteceğiz ve aldığımız görevleri başarıya ulaştırmak için, bu büyük tarihsel önderler
gibi ve bizim devrimci önderlerimiz ve yoldaşlarımız gibi; Kıvılcımlı Usta gibi, Che gibi, Recep Yoldaş gibi, Faruk Hoca Yoldaş
gibi bütün enerjimizle, bütün zihni yeteneğimizi ortaya koyarak çalışacağız.
Bunları yaptığımız anda, hem hareketimiz
öncü grup olur hem de solun birliğini sağlar.
Solun birliğini sağladıktan sonra Devrimi
yapmak oldukça kolaylaşır. On yıllarca beklemek gerekmez. Bizim bütün zaafımız parçalanmışlığımızdan kaynaklanıyor. Onu ortadan kaldırdığımız anda çığ gibi gelişiriz. Çünkü halkımızın, namuslu olmak kaydıyla, her
kesimi bizi benimser. Bizim teorimiz öylesine güçlü, adil, eşitlikçi, hakkaniyetli ki, alınteriyle geçim sağlayan tüm halk kesimleri bizi anlar ve benimser. Ama yukarıda söylediğimiz gibi çalışan arkadaşlarla, yerli yabancı
Parababalarının ve onların hain satılmış medyasının bize uyguladığı bu aşağılık ablukayı
kırmamız gerekiyor. Ancak ondan sonra halkımıza kolayca ulaşabiliriz-sesimizi duyurabiliriz.
Dikkat edersek, bizim eylemlerimiz hiç
verilmez, bizim mücadelemiz hiç yer almaz
satılmışlar medyasında. Partimizin adı hiç
geçmez Parababaları medyasında. Özel olarak yasaklıyız biz. O yüzden de sesimizi halkımıza ulaştırmakta zorlanıyoruz. Ancak kendi gücümüzle bu ablukayı kırabileceğiz. Belli
bir sayıya ulaştıktan, güce ulaştıktan sonra da
bize aynı ablukayı uygulayamazlar artık. O
bakımdan önderlerimizi ve Recep Yoldaş gibi
arkadaşlarımızı anarken hatırlamamız gereken bunlar olmalı, arkadaşlar.
Hepimiz ölümlüyüz, ölümlü olmayan canlı yok.
İnsan ne ister?
Kendi ideallerinin öldükten sonra da sürmesini ister.
Recep Yoldaş’ın da istediği buydu. Biz bu
devrimci görevimizi layıkıyla yaparsak, bizden önce geçen yoldaşlarımıza karşı da manevi borcumuzu, yoldaşlık borcumuzu ödemiş
oluruz. Tabiî önderlerimize karşı da... O bakımdan bu anlayışla bakmalıyız meselelere.
Bu kadar uzun süre dinlediğiniz için ben
de hepinize teşekkür eder, devrimci yüreğimin tüm sıcaklığıyla selamlarım.
Bu sayımızda Başyazı olarak, Kurtuluş
Partisi Genel Başkanı urullah Ankut
Yoldaş’ın, Recep Vurmuş Yoldaş’ın Anısına
yaptığı konuşmayı yayımladığımız için 43’üncü
sayıdaki Başyazı’mızın 2’nci bölümü, gelecek
sayımızda yayımlanacaktır.
11
Yıl: 4 • Sayı: 44 / 16 Haziran 2009
Bursa’da İnsanlarımızın Canına Kıyan
Bir Avuç Parababasının Kâr Hırsıdır!
26 Mayıs Günü Bursa Şevket Yılmaz Devlet Hastanesi’nde Meydana gelen
8 yurttaşımızı yitirdiğimiz yangınla ilgili Halkın Kurtuluş Partisi İl Örgütü bir
basın açıklaması yaptı. Hastane önünde saat 13:00 da yapılan basın açıklamasını İl Başkanı Halil Ağırgöl okudu.
Basın açıklamasının okunmasının ardından Partililer tarafından yangının
çıktığı Hastane önüne kaybedilen insanlarımızın anısı için ve bu acıların unutulmayacağını vurgulamak için kırmızı karanfiller bırakılarak eylem sloganlarla sona erdirildi. Okunan basın açıklaması metni aşağıda sunulmuştur.
2
6 Mayıs 2009 gününü Bursa
Halkı çok acı bir olayla karşıladı. Bursa Şevket Yılmaz
Devlet Hastanesinde sabaha karşı
saat 02:00’da çıkan yangında, 8 insanımızı acı bir şekilde kaybettik.
Yapılan ilk açıklamalara göre; yangının -2 bodrum katında bulunan
Radyoloji Servisinde elektrik kontağından başladığı ve yangın sonucunda 3. katta yoğun bakım servisinde bulunan hastaların dumandan
zehirlenerek yaşamlarını yitirdikleri belirtiliyor.
Bu trajik olay sonrasında 8 canımızı kaybetmenin acısını ve
özellikle yangından etkilenen, aralarında henüz yeni doğmuş bebeklerin de olduğu insanlarımızın
üzüntüsünü birlikte yaşıyoruz. Ancak yangın sonrasında ortaya çıkan
ihmallerin büyüklüğünü ve insan
hayatına ülkemizde verilen değerin
azlığını görünce bir kat daha fazla
canımız yanıyor.
Bir gün önce Türk Mühendis ve
Mimar Odaları Birliğinin konuyla
ilgili yaptığı araştırmanın ön raporu yayımlandı. Bu raporda, sekiz
insanımızı nasıl yok yere kaybettiğimizi açıkça görüyoruz:
- Hastanede yangın algılama
sisteminin çalışmadığı, bu nedenle
otomatik yangın söndürme sisteminin devre dışı kaldığı,
- Elektrik Tesisatında kullanılan
kabloların standart dışı olduğu, Halojen Free olmadığı yani hastanelerde kullanılması gereken yanmaz
kablolardan kullanılmadığı,
- Binada mimari projeye aykırı
düzenlemelerin yapıldığı,
- Kablo bacasından hem elektrik tesisatının geçirildiği hem de
başka yakıcı gazların hatlarının geçirildiği,
- Yangının devam ettiği kablo
bacasının müdahale kapağının ortak alana açılması gerekirken yoğun bakım ünitesine açıldığı,
- Kaçak akım ve yangın koruma
sigortalarının devre dışı bırakıldığı
ayrıntılı olarak bu raporda belirtildi.
Bu raporda görüldüğü üzere,
söz konusu bu basit önlemlerle giderilebilecek eksiklikler giderilmediği için insanlarımız yaşamlarını
yitirdiler ve yaralandılar. Üstelik
bu, aynı hastanede 2004 yılında çıkan yangından sonra meydana gelen ikinci yangın vakasıydı. Buna
rağmen gerekli önlemlerin hiçbiri
alınmamıştı.
Basında özellikle vurgulandığı
üzere; 2002 yılında hizmete açılan
Şevket Yılmaz Devlet Hastanesi
“Akıllı Bina” olarak adlandırılmış
ve Kalite Ödülüne layık görülmüştü. Ancak bu “kaliteli ve akıllı” binada yukarıda bir kısmı belirtilen
önlemler alınmadığı için insanlar
öldü ve yaralandı.
Bugün yaşanan bu trajedi Sağlık alanında son dönemlerde yaşadığımız acı olaylardan yalnızca bir
tanesi. Geçmiş 3 yıl içerisinde çok
yoğun bir şekilde hastanelerde
meydana gelen çocuk ölümlerini
henüz unutmadık Sadece 2008 Yı-
lının Temmuz ayında 42 çocuk Ankara Zekai Tahir Burak Kadın Sağlığı Eğitim ve Araştırma Hastanesinde, Eylül Ayında da 13 çocuk İzmir Tepecik Devlet Hastanesinde
yaşamlarını enfeksiyon nedeniyle
yitirdiler. Hatta 2008 Kasım ayında
da 12 saat içerisinde 4 çocuk yine
Şevket Yılmaz Devlet Hastanesinde hayatını kaybetmişti.
Bunca çocuğun bir anda ölümünden sonra yapılan resmi açıklama ise bütün ölümlerin tesadüf
olduğuydu. Bu gün de aynı zihniyet aynı açıklamayı yapıyor, “zaten
öleceklerdi” diyor.
Demek ki; binanın kaliteli veya
akıllı olması değil, o binayı ve projeyi idare edenlerin akıllı olması ve
yüreğinin insan sevgisiyle dolu olması temel prensip olmalıdır. İnsan
hayatını kurtaracak olan bu ilkedir.
Bugün binalar, hastaneler, okullar, yüreğinde insan sevgisi yerine
kâr hırsı taşıyanlar tarafından yönetildiği için işte biz bu acıları yaşıyoruz. Artık hastaneler insan hayatını kurtarmak için çalışmıyor.
Okullar kaliteli bilimli insan yetiştirmek için çalışmıyor. Bir avuç
vurguncuya nasıl kâr ettirilir diye
çalışıyor.
Şevket Yılmaz Devlet Hastanesinde meydana gelen bu yangının
taşeron firmanın işlettiği Radyoloji
Bölümünde meydana gelmesi tesadüf değildir. Devletin asli görevi
olan hizmetler hastanelerde, okullarda artık yaygın bir şekilde vurguncu taşeron firmalara yaptırılıyor. Daha az giderle en çok kârı nasıl elde ederim, eğitimsiz az sayıdaki personele en az ücretle en çok
işi nasıl yaptırırım çabasıyla hastanelerimiz işletiliyor.
Sonuç olarak; bugün yaşadığımız bu büyük acı, bir avuç vurguncunun halkımızın sırtından, bizlerin sırtından kâr etme çabasından
kaynaklanmaktadır. İnsanın en temel hakkı olan eğitim ve sağlığın
kâr amacı güdülerek parayla satılmasından kaynaklanmaktadır. Bu
gün, Halkımızı ve vatanımızı yabancı Parababalarının sömürüsüne
sunan, bağımsızlığımızı elimizden
alan, bizi işsizlik ve pahalılık cehenneminde yakan işte bu idare biçimidir. Bir avuç Parababasının
(Finas-Kapital ve Tefeci-Bezirgân
vurguncuların) iktidarıdır. Asıl olması gereken bu insanlık dışı zihniyetin bir an evvel toplum hayatımızdan silinip atılması ve insanlık
değerlerinin iktidar kılınmasıdır.
Halkımızın insanca yaşayabilmesi ve paranın, kârın değil insanlık değerlerinin iktidar olması için
mücadele eden Halkın Kurtuluş
Partisi olarak yaşamını yitiren insanlarımızı kaybetmenin acısını
yaşıyor, tüm halkımıza başsağlığı
diliyoruz. Er ya da geç çekilen bu
acıların hesabı sorulacaktır!
Halkın Kurtuluş Partisi
Bursa İl Örgütü
nuşması ve saygı duruşundan sonra
15-16 Haziran günlerini ve günümüzde 15-16 Haziran ruhunu yaşattığımız Direnişlerimiz, İşgallerimiz
ve Grevlerimizden oluşan sineviz-
Holding’e hayatı zindan eden Arçelik Direnişi’nden iki, ABD Emperyalizminin simgesine karşı dünya
çapında eylemler yapan Coca-Cola
Direniş ve İşgalinden, taşeron işçileri köle olarak gören üst işvereni
alt eden ve iki şanlı işgal gerçekleştiren Ünsa İşgalleri ve Direnişi’nden iki, neredeyse eylem yapıl-
yon gösterimiyle devam etti.
Sonra İşçi Sınıfının mücadele
okulları olan Direniş, İşgal ve Grevlerden gelen işçi arkadaşlarımız konuştu. İtalyan Parababası PirelliEkolas dize getiren Direnişi’nden,
bilim yuvası olması gerekirken ticarethaneye dönüştürülen Kocaeli
Üniversitesi Grevi’nden, Türkiye’nin en büyük Parababası Koç
madık mağaza önü bırakmayarak
işvereni alt eden LC Waikiki-Meha Direnişi’mizden iki işçi arkadaşımız mücadelelerini aktaran konuşmalar yaptılar.
Yürüttüğümüz İşçi Sınıfı mücadelesinde her zaman yanımızda
olan Genel-İş Sendikası Anadolu
Yakası Şube Başkanı Veysel Demir de duygu ve düşüncelerini ak-
Yerli yabancı Parababalarının saldırılarına karşı; haydi daha bilinçli daha örgütlü
Yeni 15-16 Haziranlar Yaratmaya!..
Baştarafı sayfa 1’de
Partimiz Genel Başkanı olan Nurullah Ankut’un da bulunduğu çok sayıda insan tutuklandı. 15-16 Haziran Şanlı İşçi Direnişi’ni, işçi örgülerinin dışında örgütleyen
tek hareket, Hareketimizdi.
Gelenek o günlerden bugüne devam ediyor. 15-16
Haziran
geleneğini
İşgaller, Grevler ve Direnişlerle sürdüren Partimiz,
Direniş’in 39’uncu yılında
kutlama programı hazırladı.
Bölgelerimizde yaptığımız
afişler, dağıttığımız 15-16
Haziran bildirileri ve etkinliğe çağrı ilanlarıyla çok kısa zamanda etkinliğimizle
ilgili hazırlıkları tamamladık.
13 Haziran günü Kartal Meydanı’ndan salona kadar “Yaşasın 1516 Haziran Direnişimiz” pankartımızla, sloganlarımızı haykırarak etkinliğimizin yapıldığı Hasan Ali
Yücel Kültür Merkezi’ne kadar
yürüdük.
Kutlama programımız açış ko-
taran konuşma yaptı.
Türkiye sınıflar mücadelesinde
Devrimci Sendikal bayrağı en yükseklerde dalgalandıran, İşgal, Grev
ve Direnişlerin yaratıcısı DİSK Örgütlenme Daire Başkanı ve akliyat-İş Sendikası Genel Başkanı
Ali Rıza Küçükosmanoğlu, 15-16
Haziran Direnişi’nin tarihini ve
derslerini bilinçlere çıkarttı.
Türkiye Devrimi’nin
Önderi Hikmet Kıvılcımlı’dan devraldığı bayrağı en
yükseklerde dalgalandıran,
15-16 Haziran Şanlı Direnişi’nin yaratıcı ve yürütücülerinden Partimiz Genel
Başkanı urullah Ankut
da, 15-16 Haziran günlerinin öncesinde Direniş’in
nasıl hazırlandığını ve o
günlerin olaylarını bugünlerle bağlantılar kurarak aktardı.
Etkinliğimiz 15-16 Haziran Direnişi etkinliğimizde bizimle beraber olan Grup Göç’ün sunduğu
coşkulu müzik dinletisiyle son buldu.
Kartal, Ümraniye ve
Gebze’den
Kurtuluş Partililer
Dilê Riha
Urfa’nın Yüreği
Te pir hezdikir lê ji Hozan Cigerxwîn
Em ji bi çuyina te ciger bi xwîn bûnî,
“Wek te bîrindar” bûni.
Çok severdin ya Ozan Cigerxwîn’u
Gidişinle bizim de ciğerimiz dağlandı ,
Yaralandık senin gibi.
Li sibeke Gulanê,
Li bin rojeke sor,
Me tu bi rêkir ji Gola Masîdar
ji hembêza welatê te yî germ.
Hemû tişt hemû kes girîn bi çûyîna te
Masîyan qender@
Serok Receb’ê karkeran
Reco yê cîranan
Tirs û kabûs ê neyaran
Dest pî yê Partî ya me
Evindar ê doza xwe
Hevalê diler, fedakar û dilovan
Hevalê me yî ji dil û can
Tu her dem bîra me dayî
Tu di dilê me dayî
Em te ji bîr nakin tu caran
Tu êdî di dilê welatê xwe da yî
Mîna Stranek te tim digotî
Bilbil dinalin
Di tepikek Riha’yê bi aywanan bilind de
Li Gelê xwe, li Hevalê xwe
Mêze dikî bi berkenî
Helbet şerê me serfirazî bibe
Çîna ku te ji bo emrê xwe feda kirî
Canê xwe dayî serketin bibe
Ewe heval ew roja em bi dilşadî çaw dikin hat
Tu bi dilgeşiyekê şadî
Bibî Xwîn
Bigerî bi Tîngermî li temarên welatê xwe.
Recep Yoldaş her zaman halkların beyninde, yüreğinde yaşayacak
Ömrünü adadığı haklı mücadelesi zafer kazanacak!
H
iç aklımıza gelir miydi bir gün
Recep Yoldaş’ımızın anmasını
yapacağımız?
Ama hayatta, mücadelede bu da
varmış; Recep ve onun gibi aramızdan erken ayrılan yoldaşları da anmak
varmış. “Hayatta her şey insan içindir” der bir ağabeyimiz...
Çok zor oldu gidişini kabullenmemiz ama anlatmamız gerekiyordu onu
genç yoldaşlarımıza, aramıza yeni katılanlara. Bir kez daha hatırlamamız
gerekiyordu devrimci kişiliğini, yaptıklarını... Ve bu zor günü de kavga
azmiyle donanmış olarak bitirmemiz
gerekiyordu.
Uğruna mücadele ettiği ve can
verdiği İşçi Sınıfının bağrından, sıcak
mücadelesinden başarıyla çıkmış LC
Waikiki-Meha İşçileri de aramızdaydı. Hiç tanımasalar da ne kadar etkilendiler Recep Yoldaş’tan... Hele hele
Coca-Cola Direnişi’nde işçilerle kol
kola, en önde polise direndiği görüntülerinden… Yaşasaydı, emin olun sizinle de en önde mücadele ederdi, dedik onlara.
Onun nezdinde tüm Devrim Şehitleri için saygı duruşuyla başladı program. Kendisi gibi genç bir yoldaşın
şiiri geldi ardından.
Programı sunan Sema Yoldaş tuta-
Bir mayıs sabahı,
Kızgın bir güneşin altında,
Balıklı gölden uğurladık seni
Memleketinin sıcak bağrına.
Her şey, herkes ağladı gidişine
Balıklar bile@
İşçilerin Recep Başkan’ı,
Mahallenin Reco’su
Düşmanın korkulu rüyası
Partimizin eli kolu
Kavgasına aşık
Cesur, fedakar, sevecen,
Candan yoldaşımız
Her zaman aklımızda,
Her zaman yüreğimizdesin
Unutmayacağız seni asla.
Gimdi sen yüreğindesin memleketinin .
Hep söylediğin türküdeki gibi
“Bülbüllerin öttüğü
Yüksek eyvanlı” bir tepesinden
Bakıyorsun halkına,
Bakıyorsun yoldaşlarına gülümseyerek.
Elbet kavgamız zafere ulaşacak .
Ömrünü adadığın
Uğruna can verdiğin Sınıf kazanacak .
İşte yoldaş beklediğimiz o mutlu gün geldiğinde
Sen çılgınca bir sevinçle
Kan olacak
Akacaksın memleketinin damarlarında ılık ılık.
mıyordu kendini, çok sevdiği yoldaşını kaybetmenin acısıyla. İl Yöneticisi
Halil Yoldaş’a verildi söz.
“Yoldaşımızın kişiliği, mücadelesi
ışığında, bugün devrimci önder nasıl
olmalıdır?”ı anlattı arkadaşımız.
Ardından “O beni babası gibi, ben
de onu aynen oğullarım gibi sevdim”
diyen Genel Başkan’ımız Recep Yoldaş’ı ve günümüzün siyasi meselelerini anlatan, aydınlatan, duygulu, bilgi dolu konuşmasını yaptı.
Salonda bulunan başka yoldaşlar
da söz alarak onu ve onunla paylaşımlarını anlattılar.
Sinevizyon gösterimi sırasında
tüm salon ağlıyordu. İnsan öyle capcanlı görünce karşısında…
Bir yoldaşımızın anası yemek vermek istemiş Recep Yoldaş’ın anısına.
Bir iki kez sohbet etmiş ama çok sevmiş kendisini. Çocuklarla, gençlerle
olduğu gibi yaşlılarla da kaynaşırdı
hemen. Programın sonunda anamızın
verdiği yemek yenildi hep beraber.
Gönlü, sofrası boldu Recep
Yoldaş’ın. O gün de boldu sofrası...
Bitirdik böylece o günü. Kafamızda, yüreğimizde Reco’nun capcanlı
sesiyle, görüntüsüyle. Hep söylediğimiz gibi; aramızdan sadece bedence
ayrıldığının bilinciyle ve mücadele
azmiyle…
Selam Olsun Bizden Önce Geçene!
Selam Olsun Savaşırken Düşene!
İstanbul’dan
Kurtuluş Partililer
12
Yıl: 4 • Sayı: 44 / 16 Haziran 2009
İşçiler, zaferlerini anlatıyor:
Meha-LC Waikiki İşçisinin onur ve ekmek mücadelesi zafer kazandı
Baştarafı sayfa 16’da
İşçiler haklı bir gurur, heyecan ve onur
yaşıyor. Kutlamadan sonra görüştüğümüz
Meha-LC Waikiki İşçileri tüm direniş boyunca yaşadıklarını, öğrendiklerini paylaştı.
Kurtuluş Yolu: Meha-LC Waikiki’de
75 günlük bir mücadeleden, Direnişten
zaferle çıktınız. Kazanımlarınız neler oldu?
Songül
Songül: Çok şey kazandık. Sadece para
değil. Paraları aldık; fakat arkadaşlarımızla
sevinemiyoruz. Çünkü hem ayrılıyoruz
hem de gideceğimiz yeni işyerlerinde nelerle karşılaşacağız, oralarda neler yapacağız
bunların telaşı sardı. Yani içimiz içimize
sığmıyor. Çok şey kazandık. Çok mutluyuz.
Şahin: Direnişte maddi açıdan çok manevi kazanımlar oldu. Birçok arkadaşımız ilk
defa böyle bir Direnişe katıldı. Birkaçımızın deneyimleri vardı, direniş olmasa da…
Çok zorluklar yaşadık. Ama bireysel kazanımlar oldu. Tabiî bunun haricinde, birlikte
olunca başarılmayacak bir şeyin olmadığı
görüldü. Büyük hayal kırıklıkları vardı, birçok işçi arkadaş haklarını alamayacağını
söylüyordu. Umutsuzluğa kapılanlar oluyordu, biz de birlikte hareket edersek yüzde
99 alacağız diye arkadaşlarımızı teşvik ediyorduk.
Ayfer: Çok mutluyum. Onurumuz ve
gururumuz için o çadır kurulmuştu. Onlar
kaldıramadı çadırımızı. Biz, davulla, zurnayla kaldırdık. Özgüvenimi kazandım. İş
yasalarını öğrendik, sendikayı öğrendik,
çok şey öğrendik… Çadır, tabiri caizse, eğitim yeri oldu bizim için. Şimdi girdiğim
hiçbir işyerinde, hiçbir şeyi bana zorla yaptıramazlar.
Kurtuluş Yolu: LC Waikiki’den gasp
edilen hangi haklarınızı aldınız?
Derya: Tazminatları, mesaileri, maaşı
aldık, asgari geçim indirimlerini aldık.
Kurtuluş Yolu: Direnişteki İşçiler aldı
değil mi?
Derya: Evet 53 kişi aldık.
Kurtuluş Yolu: Bir de Meha patronuna açtığınız dava vardı…
gelin çalışın diyorlardı. Söylentiler dolaşıyordu, hiçbir hak verilmeyecek diye…
Mektuplar gönderiyordu; sizi mahkemeye
vereceğim, diye. Başta bize önerdiği bir
miktar vardı, kabul etmeyince, bunu size
karşı kullanırım dedi. Birkaç sefer de kullandı. Fakat boşa gitti. LC Waikiki bedel
ödedi.
Kurtuluş Yolu: LC Waikiki’yi haklarınızı vermeye iten ne oldu? Sizinle masaya oturmasını ne sağladı?
Mehmet: Pazar günkü eylemden (10
Mayıs’ta) önce de karar verdik. Artık eylemlerimiz daha etkili olacak, ses getirici
olacak, daha kararlı olacağız diye. Pazar
günü ilk önce Kartal’da yaptık. Güzel geçti, bildiriler dağıttık. Pendik’e geçtiğimizde
Via Port Alışveriş Merkezi’ne girmeye çalıştık. Güvenlikler bize engel olmaya çalıştılar. Sonuçta biz de kararlıydık. Direnişimizin başarıya ulaşması için gerekliydi bu.
Onlar da çok sert müdahale etmeye başlayınca, biz de karşılık verdik. Sonra bazı arkadaşlarımıza yanlış hareketleri oldu. Biz
de cevap verdik. Maltepe’ye geçtik. Orada
da başarılı bir eylem yaptık. Ertesi gün zaten yeni bir teklif geldi. Waikiki epeyce zor
durumda kaldı. Markası gidiyordu. Kendini
kurtarmak için anlaşma yoluna gitti.
Songül: Pazar günkü eylemde içeriye
kadar gittik. Önlükleri giyince fark ettiler.
Orada çalışanlar da üzüldü. Çünkü onlar da
işçiydi. Baskılar bizi yıldıramadı.
Mesut
Mesut: Pazar günü Kartal’a gittik, orada eylem yaptık. Pendik’teki mağazaya girdiğimizde bildiri dağıtamayacağımızı söylediler. Bazı arkadaşlarımız içeri girmişti.
Bizi apar topar, ite kaka dışarı atmaya çalıştılar. Ben de birine elimin tersiyle iterek
vurdum. Kargaşalık çıktı. Arkadaşları jandarma karakola götürdü. Karşılıklı şikâyetçi olunmadı. Ondan sonra üçüncü bir eylem
gerçekleştirdik. Orada da bildiri dağıtırken
sorunlarla karşılaştık, güvenlik görevlileri
orada da bizi engellemeye çalıştı. Sivil polis de bildiri dağıtamazsınız, yasal değil, diye bizi uyarmaya başladı, Yunuslar geldi.
Ama biz devam ettik bildirilerimizi dağıtmaya ve o gün zaferle çıktık.
Pazar günkü bu eylemlerden sonra LC
Waikiki bizi tekrar görüşmeye çağırdı. Sonuca ulaşmamızda o günkü eylemlerin çok
büyük bir payı oldu.
Derya
Derya: Evet… Davamız da devam edecek. Davada da sonuna kadar gideceğiz.
Ama bizim açımızdan en önemlisi onur…
Onurumuzu kazandık.
Kurtuluş Yolu: Direniş nasıl sonuçlandırıldı?
Mehmet: LC Waikiki’nin önerileri oldu. Birkaç defa görüşmeler yapıldı, pazarlıklar oldu. En son anlaşmaya varılan aşama
olumluydu. Kabul ettik.
Kurtuluş Yolu: Oy birliğiyle mi karar
verildi?
Mehmet: Evet.
Kurtuluş Yolu: İlk görüşme girişimleri ne zaman oldu?
Songül: DİSK’le eylem kararı aldık. 15
gün içinde masaya oturdu LC Waikiki. Eylemlerden sonra bizi çağırdı. Önce DİSK’i
aradan çıkarmak istedi. Uzlaşmak istedi.
Böyle kabul edilmeyince de mecbur kaldı.
Kurtuluş Yolu: eler yaptı Direnişi
kırmak için?
Songül: Neler yapmıyordu ki… İçimize
adam gönderiyordu. Yeni fabrika açacağız,
Ayfer
Ayfer: DİSK bizi LC Waikiki’ye yönlendirmeden önce bizi kimse tanımıyordu.
Eylemler yapınca bizi kaile aldılar.
Kurtuluş Yolu: Karşınızdaki güç LC
Waikiki, Türkiye’nin 30’uncu zengini…
Erol: Waikiki bizi elinin tersiyle itip,
parasıyla satın alabileceğini düşündü. Sizi
kaile almıyorum diyen LC Waikiki ancak
75 gün dayanabildi. Yani biz 75 gün daha
dayanırdık da… Türkiye’nin 30’uncu zengini ancak bu kadar dayanabildi. Biz onu
dize getirebildik. Bundan sonra da fason
atölyelerde çalışan arkadaşlar bizi örnek almalı. Biz gittiğimiz yerlerde, Meha İşçisi
olarak bunu yaptık, diyebileceğiz. İnşallah
onları da örgütleyebiliriz, yaşadıklarımızı
anlatabiliriz.
Songül: Mecbur kaldı. Kendisine üst iş-
veren olarak sorumluluğunu kabul ettirmiş
olduk. O da direnişle geldi. Tabiî başta böyle bir şey yoktu.
Derya: Yasalara göre vardı tabii ama biz
işçiler bilmiyorduk.
Mehmet
Mehmet: LC Waikiki’yi anlaşmaya
iten, işçinin mağdur olmuş olması değildir.
Artık yaka silkeleme durumu oldu ister istemez. Böyle Direnişlerin zaferle sonuçlanması çok hoş bir olay. Biz bugün buruk bir
sevinç yaşıyoruz. Çadırın yıkılması (zafer
dolayısıyla Direnişimizi başarıyla sonlandırmış olmamızdan dolayı da olsa) ayrı bir
zorluk verdi, üzüntü verdi. Bugün burada
yine bir aradayız. Ama yarın herkes yeni
hayatına başlayacak. İster istemez… Kazandığımız birçok şeyden ders alarak yola
çıkmalıyız. Tabiî ki burayla sınırlı kalmamalı. Çünkü, yarın öbür gün başka işyerlerinde, başka işçi arkadaşlarla aynı durumlarla karşı karşıya geleceğiz. Sonuca gitmek
için de şunu söyleyebilirim, azimli, kararlı
bir şekilde duruşumuzu sergilemek lazım
işçiler olarak.
Cemal: Polis zoruyla eve gitseydik hiçbiri olmayacaktı bunların. Ama biz LC
Waikiki mağazalarına gittik, alışveriş yapıp
bıraktık, açıklamalar yaptık, bildiriler dağıttık. Bundan dolayı kazandık. Mücadelenin, direnişin emekçi insanlar için gerçekten önemini gördük. Hepimiz işçiyiz, birçok şeye katlanmak zorunda kalıyoruz.
Ama kendi gücümüzün farkında olduğumuzda önümüzde hiçbir kuvvet duramaz,
diye düşünüyoruz.
Kurtuluş Yolu: Çevrenizin Direnişe
tepkisi nasıldı?
İsa: Direnişimizde, çevremizdeki insanlar, bilinçli olmadığı için, Direnişin ne anlama geldiğini bilmediği için, çok hoş olmayan kelimeler de kullandılar. Ama biz,
insanları günden güne bilinçlendirdikçe,
gerçekten hakkımızı aldığımızı belirttikçe
durum değişti. Örneğin kardeşim bana, niye
çadıra gidiyorsun? “Boşu boşuna gidiyorsun”, diye söylüyordu. Son görüşmemde,
Waikiki’den gelen teklif sonucu, “sonuna
kadar git”, dedi. İnsanlar zaman geçtikçe,
örneğin ben, Direnişi 30-40’ıncı gününden
sonra kavramaya başladım. Zafer yaklaştıkça, sonuçlar alınmaya başlayınca, insanlar
da daha gönüllü bir şekilde sarıldılar, iş
yapmaya başladılar. Zafer için ne gerekiyorsa yapıldı.
Derya: Ben ilk günden beri patron Habip Kuruahmet’in, affedersin, bizi bir köpek yavrusu gibi sokağa atmasını kabullenemedim. Paradan ziyade bunu onur meselesi yaptım. İlk günden beri çadırdaydım.
Her gün geldim. Başta çadırı çok küçümsediler. Ayrıldılar, gittiler, çalıştılar, zamanla
farkına vardılar. Sonra da katılan oldu. Bu
her şeyden önce bence onur meselesi. Herkesin bunu yapması gerekiyor, diye düşünüyorum. Sonuçta patronu patron da yapan
biziz. Bizim üstümüzden geçiniyorlar, bizim verdiğimiz emek sonucu patron oluyorlar. Para kazanıyorlar. Biz çalışmazsak onlar bir şey kazanamayacak, patron olamayacaklar. Tüm arkadaşların bilgilenmesini,
çadır deneyimini yaşamasını istiyorum.
Mehmet: Çadırı, sadece bir çadır olarak, bir naylon parçası olarak görmemek,
tanımlamamak lazım… Çadırı, Direnişin
sembolü olarak tanımlamamız lazım. Azmi,
kararlı duruşu sergilemek açısından önemli.
Çevremden olumlu tepkiler aldım. Olumsuz tepkiler şöyle oldu: “yazıktır, gidin çalışın ama mücadelenize devam edin”, şeklinde oldu. Sonuna kadar gidilmesi gerekiyorsa, yılmadan, usanmadan gidilmeli.
“Kurtuluş Yok Tek Başına”, diye bir sloganımız var. Bunu söylerken içindeki o tanımı da kavramak lazım. Biz zafer edası
içindeyiz. Ama bu zafer sarhoşluğu olmamalı. Bundan sonraki süreci de artık değerlendirmeliyiz.
Kurtuluş Yolu: Direnişin ilk günün-
den bugüne, 75’inci güne gelirsek… Direniş nereden nereye geldi? Bu süreçte
sizi yıldıran ya da mücadeleye sıkı bir şekilde sarılmanızı sağlayan olaylar nelerdir?
Songül: Direnişe başladık, ayın 4’üydü
hiç unutmuyorum, tokat gibi geldi. Ertesi
gün sıyrıldık bundan. Neler yapabiliriz diye
bilgi toplamaya başladık. Notere gittik.
Akıllı davranmamız gerekiyordu, duygusallığı bırakmamız gerekiyordu. Neyse makineler gidene kadar böyle devam etti. Makineler gidince bir kırılma oldu tabiî. İnsanlar, burada neyi bekleyeceğiz? Boş fabrikayı mı bekleyeceğiz? endişesine düştüler.
Hepimiz yaşadık bunu. Daha sonra Nakliyat-İş Başkanı, DİSK Örgütlenme Daire
Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu gelince
yanımıza… Zaten O, makineler götürülünce yanımızdaydı, bizimle birlikte copları
yedi. Bundan sonraki hedefimiz LC Waikiki, deyince bir ışık doğdu. Dediğim gibi bir
yol çizdi, biz o yoldan gittik. Waikiki mağazalarını eylem alanına dönüştürdük. Bildiriler dağıttık... Çok mücadele ettik…
Yağmur... Kar… Yollar yürüdük… Mecidiyeköy, Taksim arası bütün LC Waikiki mağazalarında eylem yaptık. Attığımız sloganlar, hepsi doluydu, boş değildi. İçinde
bir anlam, ifade vardı.
Ayfer: Önce kazanma umuduyla yola
çıkmadık. DİSK geldi, en büyük sendikalardan olduğunu bildiğimiz için umutlandık. Benim 5 yıllık emeğim vardı içerde.
Ailemle sıkıntı yaşamama rağmen devam
ettim.
Kurtuluş Yolu: Çadırın kaldırılmasına karar verildiği zaman da oldu sanırım...
Şahin: Evet. Birçok arkadaşımız bu tür
eylemlere katılmadığı için bir ay sonra bir
umutsuzluk hâkim oldu. Biz haklarımızı
alamayacağız; burada boşu boşunu perişan
oluyoruz, diye konuşmaya başladılar. Çalışalım, işimize bakalım, gibi söylemler oldu.
Daha sonra arkadaşların çoğunluğu tarafından çadırın kaldırılma kararı alındı. Daha
sonra Waikiki’den gelen bir teklif tekrar bizi canlandırdı; tekrar toparlandık. 72 bin gibi bir rakamı taahhüt etmişti. Direnirsek
hepsini alabiliriz, diye teşvik ettik arkadaşları. Cesaret vererek… Eylemlerden korkuluyordu, ceza yeriz, karakola düşeriz, diye
korkular vardı. Zamanla aşıldı. Eylemlere
devam kararı aldık. Sıkı bir şekilde eylem-
Şahin
lere devam ettik. Bayağı bir zordu bizim
açımızdan. Aileler problem çıkarıyordu, eşlerle zaman zaman konuştuk. Haklı olduğumuzu, haklarımızı almak için de mücadele
etmek gerektiğini sürekli vurguladık. Kimisini oturup konuşarak ikna edebildik, kimisini de ikna edemedik, onlar koptular. İyi
bir mücadele verdiğimize inanıyorum, başarı buradan geldi.
Songül: Biz, dediğimiz gibi, DİSK’i kapının önüne konulduğumuz gün tanımış olsaydık, çok daha farklı olurdu. LC Waikiki’nin 80 bin işi vardı fabrikada; biz o malları oradan çıkarttırmamış olsaydık, bu zaferi bir hafta içinde de alırdık. Dediğim gibi, deneyimli, tecrübeli insanlarla daha önce birlikte olmuş olsaydık, böyle uzamayacaktı. Direnişi bir ay içinde DİSK’le sonuçlandırdık diyebiliriz.
Şahin: Süreci anlatıyorduk. Çok tartıştığımız zamanlar da oldu, sevindiğimiz, eğlendiğimiz zamanlar oldu. İşçi Sınıfına örnek, gurur kaynağı olacağız dedik. Gerçekten de tekstil sektöründe ilk defa böyle bir
olay yaşanıyor. Bu tüm tekstil sektörünü
etkileyecek…
Derya: Bizi LC Waikiki’ye yönlendiren
Ali Rıza Küçükosmanoğlu’dur. Bunu özellikle belirtmek istiyorum. Ona buradan da
teşekkür etmek istiyorum. Ali Başkan olmasaydı, biz hâlâ Meha diyorduk.
Kurtuluş Yolu: akliyat-İş Sendikası’nın daha önce önderlik ettiği Coca-Cola İşgal ve Direnişi’nde, yine Arçelik Direnişi’nde üst işveren ve taşeron vardı…
Songül: Deneyimli insanlarla ilerlemek
güzel.
Derya: Ali Rıza Küçükosmanoğlu olmasaydı, ben açıkça kazanacağımıza inanmıyorum.
İsa: Waikiki’nin bu durumdan sorumlu
olduğunu ben söylüyordum arkadaşlara.
Bunun kâğıt üstünde olduğunu bilmiyordum, bilmiyorduk. Makineler giderken Ali
Başkan yanımızdaydı. Bu direnişte kazanmamızın yüzde 40’ı Ali Başkan’a ait. Yüzde 60’ını da ben işçilere bağlıyorum. Gerçekte o olmasaydı, yani yönlendirici olmasaydı, bugüne gelemezdik, zafer kazanamazdık. Gerçekten beraber çok güzel bir
zafer kazandık.
Saliha: Biz başta örgütsüzdük. Bunu zafere ulaştırmamız büyük bir başarı. Çünkü
bizim gibi bütün işçilerin bunun farkına
varmaları engelleniyor. Sistem böyle. Ben
bu Direnişimizin diğer işçilere örnek olacağını düşünüyorum. Gerçekten çok büyük
kazanım. Eğer kazanmasaydık da LC Waikiki-Meha Direnişi, her zaman güzel bir örnek olacaktı. Başarıya ulaşmış olması da
çok güzel gerçekten. Direnişte çok farklı
duygular yaşıyorsunuz, çünkü yaşadığınız
birçok şey var. Yılgınlığa düşüyorsunuz,
ışık kaybolabiliyor. Çadırı dağıtma noktasına kadar gelmiştik. Fabrikanın içinin boşaltılması, ailelerin baskısı bizi bu noktaya getirdi. Çadırı kaldıralım, hafta sonu eylemler
Saliha
yaparız dedik. Çadırı bir mevzi olarak görüyorduk. Toplanma yerimizdi, simgeseldi.
Sonra vazgeçtik. İyi ki vazgeçmişiz. Çünkü
dışarıdan bakıldığında dört direkli bir muşamba. Ama çok büyük anlamı vardı; orada
biz her şeyi paylaştık, orada desteğe geliyorlardı bize...
Kurtuluş Yolu: Emperyalizmin krizi
nedeniyle tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de faturayı işçiler, emekçiler ödüyor. Buna karşın parmakla sayılır direniş, grev var. Siz bu ortamda militanca
bir mücadele sonucunda zafer de kazandınız. Meha-LC Waikiki Direnişi’nin bu
süreçteki yeri nedir?
Songül: Hep bizlerle gurur duyuyorlar,
büyük cesaretimizden dolayı. Bugün biz
patronumuzu bile şaşırttık. Bu gücü nereden alıyorlar, diye soruyor… Bize yol gösteren biri vardı tabiî. DİSK Örgütlenme
Daire Başkanı Ali Başkan sağ olsun. Bize
bir yol çizdiler ve biz o yoldan ilerledik, bizim de katkı sunduğumuz bazı şeylerle. Güzel bir sonuç aldık. Diğer işçiler, Meha İşçisi gibi şöyle yapalım, böyle yapalım diyorlarmış; mağaza işgal edelim vs… Duyduğum zaman çok seviniyorum, arkası geldiği için.
Emsal teşkil etsin istiyorduk. Herkes
ayaklansın istiyorduk. Birçok çalışan katılmış olsaydı, krizi bahane eden patronlara
karşı direnişe kalksaydı, beraber 1 değil 35 çadır kursaydık çok iyi olurdu. Ama çok
şey kazandık.
Mehmet: Waikiki’ye çalışan Ebru Nakış firması var. 200 kişilik bir kadroyla iki
saat içinde tutanaklar tutulmadan işbaşı
yaptırıldı,
bütün
hakları
verildi.
Waikiki’nin patronunun dediği şu oldu:
İkinci bir Meha istemiyorum. Yani Meha
kendisini sarsmıştı. Meha Direnişi büyük
bir patronu yıldırabiliyorsa, bütün patronları da alt edebilecek durumdayız.
Cemal: Başta birçok arkadaş birlikte
Cemal
13
Yıl: 4 • Sayı: 44 / 16 Haziran 2009
mücadele ettik. Biber gazı, cop, yağmur yedik. 75 gün sonra buraya geldik. Emekçilere örnek olduk. Çok sevinçliyim bu yüzden.
Songül: Gerekirse fason üretimi Türkiye’de yapmayacağını söyledi. Toplantıya
giden arkadaşlara söylemiş. Fason çalışan
arkadaşlara sesleniyorum; gözlerini, kulaklarını iyi açsınlar, bir an önce ayaklansınlar,
ne gerekiyorsa yapsınlar.
Kurtuluş Yolu: Fasonları etkileyeceğini söylemiş...
Şahin: Tabiî ki bunlar bir kazanım. Ciddi denetleyeceğini, böyle bir olayın bir daha yaşanmaması için gerekeni yapacağını
söyledi. Tabiî bu ne kadar ciddi, bunu önümüzdeki süreçte göreceğiz.
Kurtuluş Yolu: İşçi Sınıfı Biliminin
Ustaları, direnişleri, grevleri bir okul
olarak nitelendirirler. Siz de bu okuldan
başarılı bir şekilde mezun oldunuz. Özellikle bu kriz ortamında işten atılan ya da
işten atılma korkusu yaşayan işçiler,
emekçiler var. Onlara neler söylemek istersiniz?
Saliha: Biz işçiler için, din, dil hiç fark
etmiyor, hepimiz işçiyiz. Sömürülüyoruz
hepimiz. Bunun önüne geçmenin yolu da
bir araya gelmektir, örgütlenmektir. Haklarımızı bilmiyoruz; bir şekilde araştıralım,
öğrenelim. İşten atılan binlerce insan var,
işten atılma tehlikesi olanlar var. O yüzden
bilinçlensinler. Başlarına gelmeden önce
örgütlensinler. Biz işten atıldıktan sonra örgütlendik, eğer öncesinde örgütlenseydik
makineleri bırakmayacaktık. Çok daha kısa
sürede kazanacaktık. Birçok eksiğimize
rağmen iyi bir sonuç aldık. Birey olarak biz
tekiz, ama birleştiğimizde binleriz, milyonlarız. İşyerinde tek patron var ama yüzlerce
işçi var. Birlik olursak her zaman haklarımızı alırız diye düşündük.
Derya: İşçi arkadaşlara söylemek isteğim, hiçbir patronun duygu sömürüsüne
kanmayın. Patronların genelde söyledikleri,
iş yapamıyorum, para kazanamıyorum,
şeklindedir… Kesinlikle kanmasınlar, haklarını yedirmesinler.
Şahin: Bizim de korkularımız vardı.
Ama korkunun ecele faydası yok. Bir şekilde, patrona, sermayeye karşı birlikte hareket etmeliler, mücadele etmeliler. Bu şekilde işlerinden olmayacaklarına haklarını
alacaklarına inanıyorum. Yeter ki birliktelik olsun. Sendikalaşma bu konuda çok
önemli. Bizim en büyük eksiğimiz oydu.
Biz direnişe başlarken tamamen sendikasız
yani hiçbir örgütlülük yoktu. İşten atıldığımız için bir araya gelmiştik. Bu konuda çok
daha aktif olmak gerekir. Sendikalar konusunda daha aktif olmaları lazım. Bir de burada tabiî sendika da önemli. Bu seçimi yaparken de iyi etüt etmeleri, değerlendirmeleri lazım. Ama mutlaka sendikalı olmaları
gerekir ki, bizim yaşadıklarımızı yaşamasınlar.
Ayfer: Kölece çalışmasınlar, örgütlensinler diyorum. Örgütlendikten sonra hiçbir
şey yıldırmıyor.
Sevda: Onlar da bizim gibi dirensinler.
Eminim ki kazanırlar. Biz de çok umutsuzduk ama kazandık. Mücadeleyle kazandık.
Mücadele etmeseydik, hiç kazanamazdık,
bundan eminim. Diğerleri gibi kaçıp gitseydik, hiçbir hakkımızı alamayacaktık. Benim amcamın oğlu bana, polislere güvenme, diyordu. Onlar işçinin yanında değil,
diyordu. Ben de, ne biçim konuşuyorsun,
demiştim ona. Fabrikanın önünde bize biber gazıyla saldırdılar ya… Anladım ne kadar haklı olduğunu…
Sevda
Kurtuluş Yolu: Bir anlamda bu Direniş boyunca gerçek dostunuzu, düşmanınızı gördünüz…
Sevda: Anladım, bir kere polisler bizden yana değil…
Saliha: Açıkçası bize destek olmaya gelip de bizi bölmeye çalışanlar da oldu. Destek adı altında… Ama DİSK Örgütlenme
Daire Başkanı Ali Başkan, Halkın Kurtuluş
Partisi ve İl Başkanı Pınar Hanım bizi ger-
çek anlamda desteklediler. Bizimle kavgaya giriştiler. Duygulandım gerçekten. Bazı
işçi arkadaşlar çekiniyordu. Ama düşünün,
size desteğe gelenler, yumruğunu kaldırıp;
sen işçiye nasıl el kaldırırsın, diye hesap soruyor, senin önüne geçiyorlar. Birilerinin
böyle sahiplenmesi gerçekten güzel bir
duygu… Bu konuda gözümüze görünen,
yanımızda diyeceğimiz insanlar bunlardı.
Şahin: Bizim en büyük şansımız da
DİSK Nakliyat-İş’in olmasıdır. Evet yanılmıyorsam 7’nci günde Nakliyat-İş Başkanı
Ali Rıza Başkan geldi, konuştuk, bize destek vereceğini söyledi. Aynı iş kolunda olmasak da… Bizim tereddütlerimiz oldu,
çünkü biz tekstildeydik, sendika ise nakliye
işkolundaydı. Nasıl olacak? diye sorduk.
Size üye de değiliz, nasıl olacak? diye sorduk. Bunun sorun olmayacağını söyledi Ali
Başkan. DİSK’in aldığı bir karar ile; bundan sonra DİSK’e üye olsun olmasın, tüm
işçilere destek olacağını söyledi. Çok da iyi
oldu bu. DİSK’in yanımızda olması apayrı
bir olaydı: Bize yol gösterdi, doğruları bize
söyleyerek, önceden olabilecekleri bize anlattı. Bizi başarıya ulaşmamızda en büyük
pay sahibi, DİSK Nakliyat-İş ve Ali Rıza
Başkan’dır. Ve ekibi tabiî ki… Bu konuda
kendisinden çok hoşnuduz. Çok da iyi bir
insan olduğunu, karakter açısından iyi bir
insan olduğunu, işçi hakları konusunda çok
dürüst bir insan olduğunu düşünüyorum.
Kurtuluş Yolu: Kendinizi Direniş öncesi ve bugünlerle karşılaştırır mısınız?
eler değişti sizin açınızdan?
Mehmet: 75 günü değerlendirmemize
gelince… Direnişten önce ben çalışırken,
tek başına bu mücadeleyi vermeye çalışıyordum. Ama bugün burada örgütlü bir şekilde mücadele ettik. Kazanım sağlandı.
Tek başına bir şey yapılamayacağını gördüm. Tek başına insanların dikkatini çekemeyeceğimizi gördüm. Dayanışma içerisinde olduğumuzda hiçbir gücün karşımızda duramayacağını gördüm.
Zafer direnen mücadele eden
LC Waikiki/Meha işçilerinin oldu
DİSK Örgütlenme Daire Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nun
LC Waikiki/Meha Direnişi’yle ilgili yaptığı basın açıklaması
Tuğba
dük, sevindik. Sonu güzel bitti. Böyle olmalıydı. Diliyorum ki, işçi kardeşlerimiz de
böyle mücadele ederler. Haklarını alırlar.
İşçiler genelde bilinçsiz, haklarını bilmeden
çalışıyorlar.
Erol: 117 kişi atıldık ama 53 kişi mücadele ettik. Onların mücadelesiyle diğer arkadaşlar da bizim sayemizde maaşlarını,
mesailerini aldılar. Onlara bir şey demiyoruz. Boyunları bükük ama… Biz Waikiki’yi dize getirdik, diğer işçi arkadaşlar onlara zulmedenleri dize getirirler umarım.
Bir işçi olarak gittik,
bir militan gibi de savaştık
Kurtuluş Yolu: İşçi Sınıfı 31 yıl sonra
1 Mayıs’ı Taksim’de kutladı. Siz de Meha-LC Waikiki İşçileri Taksim Alanı’na
girdiniz... O gün yaşadıklarınızı, duygularınızı öğrenebilir miyiz?
Songül: 1 Mayıs’ta önce denemesini
yaptık Tünel’de. 1 Mayıs günü 8 yaşındaki
kızımla gittim. Arkadaşlarım, onunla ne yapacaksın, dediler. Ben babamın ağzından
ilk sendikayı duymuştum. Kızım da görsün
diye, onu da götürdüm. Kızımla beraber
Şişli-Mecidiyeköy sokaklarında koşturduk.
Dedim diğer arkadaşlara, çocukla ben sizi
etkiliyoruz, siz gidin, dedim. Onları gönderdim, arkadaşlarımız Taksim’e girdi. Girdiklerini duyunca, Taksim’e girmiş kadar
sevindim. Ama çok mücadele verdik. Kızım da umarım devamını getirir.
İsa: Daha önce katılmadım. İlk 1 Mayıs’ımdı. Bayram havasında kutlayacağımızı sanıyordum. Ama Şişli’ye yaklaştığımızda bunun böyle olmayacağını gördük.
Gerçekten bir militan gibi savaşmanın gerekliliğini anladım orada. Savaştık da… Bir
işçi olarak gittik, bir militan gibi de savaştık. Güzel oldu. Bundan sonra 1 Mayıs’ın
işçi bayramı olarak Taksim’de kutlanacağına inanıyorum.
Erol
Erol: Ben direnişin ne olduğunu bilmiyordum. 37 yaşındayım. Bu yaşıma kadar
böyle bir şeyle hiç karşılaşmadım. Gördüğüm yerlerde de gülüp geçiyordum. İnsan,
başına gelmeden bilmiyor. Bizim de başımıza Meha’da geldi. Yalan yok. Ben başlarda destek veriyordum ama güvenmiyordum… Kendime de… Bunun sonunda bir
şey olmaz. Dışarıdan gelen arkadaşlar, işte
onlar biraz destek vermeye çalıştılar. Ama
benim gördüğüm, yapamayız, edemeyiz
şeklindeydi. Fakat DİSK Nakliyat-İş, Ali
Başkan gelince işler değişti. Bize Coca-Cola örneğini anlatınca, işte o zaman kıpırdanmaya başladık. LC Waikiki’den bir şeyler alabileceğimize inandık. Tabiî maddi
manevi zorluklar yaşadık. Çoğu arkadaşımız yaşadı. Ben Direnişten aldığım paradan
çok daha fazlasını, çalışsaydım direniş boyunca alırdım. Ama biz meseleye böyle
bakmadık. Onurumuz dedik, gururumuz
dedik. Bu mücadeleye böyle girdik. Kazanmak gerçekten çok güzel oldu. Arkadaşlığın ne olduğunu gerçekten öğrendik. Ben
her perşembe akşamı nöbetçiydim. Mesut,
Cemal üçümüz nöbetçiydik. Her perşembe
akşamı da yağmurun altında kaldık. O zorlukları yaşadık, o copları yedik. Emniyet
amirinin, sanki karşısında düşman varmış
gibi, hücum diyerek saldırması benim
açımdan bardağı taşıran son damla oldu.
Sanki karşısında İsrailli, ABD’li düşman
varmış gibi saldırdılar. Öyle vurdular. Ama
onların saldırıları sökmedi. Her şeyi gördük. Bundan sonra Erol olarak nerede bir
çadır görsem, gider çayımı içer, şekerimi
götürürüm, selam veririm. Ben Meha İşçisiyim diye alnımın akıyla söylerim.
Tuğba: Ben de açıkçası kazanırız diye
düşünmüyordum, çok ümitli değildim. Buna rağmen her gün gidip geldim. Oradaki
dostluk, arkadaşlık bırakılmıyordu. Uzun
bir zaman geçirdik beraber. Beraber üzül-
İsa
Mehmet: 1 Mayıs’ın ayrı bir güzelliği
var. Daha önce yaşamadım. İlk yaşadım.
Ne kadar büyük bir coşku içinde olduğumu
da anlatamam. Engellerin çıkabileceğini biliyordum. Ama geri adım atma lüksümüz
yoktu. Biz orada Meha Direnişi’ni temsilen
bulunuyorduk. Örnek olmamız gerekiyordu. Taksim’de de kazandık. 1 Mayıs’ta girilemeyen Taksim’e Meha İşçisi olarak girmek ayrı bir güzellik oluyor. Gurur duyuyorum bundan. Şehitleri unutmuyoruz,
Taksim Şehitleri’ni.
Cemal: 1 Mayıs’ta gittik, neredeyse
Mecidiyeköy’den Taksim’e bütün ara sokaklarda dolaştık, DİSK’in kortejine katılmak için. Çok zorlandık. Barikatları aşarak
girdik.
Mesut: İlk defa 1 Mayıs’a gittim ve
Taksim’e Meha Direnişçisi olarak girdim.
Saliha: Biz de korkuyorduk… Geçen
senelerden dolayı. Bir de bayan olmamızdan kaynaklı. Direnişin bize kazandırdığı
cesaretle gittik, gerçekten barikatı aşıp, biber gazı yiyip Taksim’e girmiş olmak çok
daha güzel bir duygu. Küçüklüğümden beri
olan polis korkumu yendim. Kendimi aşmış
oldum.
Kurtuluş Yolu: Başarınızı kutlarız.
Bundan sonraki mücadelelerinizde de
başarılar dileriz.
4
Mart’tan bu yana “ücret, fazla mesai, asgari geçim indirimi, kıdem ve ihbar tazminatları haklarımız gasp edilemez” diyerek direnişe geçen LC WAİKİKİ/MEHA işçileri haklarını gasp ettirmedi.
LC WAİKİKİ’nin ürünlerini üreten Meha Tekstil Ltd. Şti. 4 Mart tarihinde kriz bahanesiyle işyerini kapattığını açıkladı. LC WAİKİKİ, 2008 yılında kurumlar vergisi
ödemelerinde Türkiye’de ilk yüz işletme arasında 32’nci sırada bulunmaktadır.
MehaTekstil patronu, 4857 Sayılı İş Kanunu’nun toplu işçi çıkarmayla ilgili hiç bir
kuralına uymadan, işçilerin çalıştığı süreye ilişkin, ücret fazla mesai asgari geçim indirimi yıllık ücretli izin, kıdem tazminatlarını ödemeden işçileri topluca işten çıkardı.
İŞKUR’a da bildirimi; “işçiler istifa etti” şeklinde yaptı.
İşyerine de polis çağırdı ve öğleye kadar çalışan 117 işçiyi zorla işyerinden çıkarttırdı.
MEHA Tekstil işçilerinin karşı karşıya kaldığı bu durum, birçok işyerinde tekstil, metal işkolu başta olmak üzere diğer işkollarında da yaşanan bir durumdur.
İçerisinde yaşadığımız kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalist düzenin
1929’dan sonra en büyük ekonomik krizinin faturası-bedeli İşçi Sınıfına çıkarılmak isteniyor, sermaye sınıfı işverenler tarafından.
Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu DİSK olarak sendikalarımıza üye
olsun olmasın, “krizin bedelini ödemeyeceğiz” kampanyası kapsamında MEHA Tekstil
işçilerinin direnişine, mücadelesine sahip çıktık.
MEHA Tekstil işçileri, işyerinin önüne çadır kurarak 4 Mart tarihinde direnişe
başladılar. MEHA Tekstil patronu hileli bir icra oyunu ile işyerindeki makinaları işçiler
ile birlikte DİSK ve DİSK’e bağlı sendika yöneticilerinin karşı çıkmasına rağmen polis
zoru ile dışarıya çıkardı.
Polis birkaç işçiyi gözaltına aldı ve biber gazı kullandı.
Mücadelenin ve Direniş’in asıl muhatabı artık LC WAİKİKİ idi.
MEHA Tekstil Direnişçileri DİSK ile birlikte; “tüm LC WAİKİKİ mağazaları bir direniş alanı” diyerek Direnişlerini yaygınlaştırdılar.
Taksim Meydanı, İstiklal Caddesi, Mecidiyeköy, Şişli, Bakırköy, Gaziosmanpaşa,
Kadıköy, Kartal, Vivaport Alışveriş Merkezi, Maltepe Mağazaları birer direniş alanına
döndü.
DİSK Konya İl Temsilciliği de LC WAİKİKİ önünde bir dayanışma eylemi yaptı.
DİSK Genel Başkanı Süleyman ÇELEBİ ve DİSK’e üye sendikaların yöneticileri
Mecidiyeköy Mağazası önünde yapılan basın açıklaması ve oturma eylemine katıldı.
“Ekmeğimiz için direne direne kazanacağız” denilerek, İstanbul Sokaklarında, Meydanlarında LC WAİKİKİ mağazalarının önünde binlerce bildiri dağıtıldı.
Halkımız Direniş’le ve dayanışmaya LC WAİKİKİ’yi protestoya çağrıldı.
LC WAİKİKİ/MEHA işçilerinin haklı Direniş’ine halk örgütlerinin, sendikaların,
siyasi partilerin, meslek örgütlerinin, halkımızın, gençliğin dayanışması, desteği de her
geçen gün arttı.
31 yıl aradan sonra “İŞTE 1 MAYIS, İŞTE TAKSİM” diyerek, İşçi Sınıfının birlik
dayanışma ve mücadele gününde polisin barikatlarına biber gazına rağmen LC WAİKİKİ-MEHA işçileri de Taksim Meydanı’na Direniş’in çoşkusu ile çıktı.
Direniş süresi içerisinde çeşitli aşamalarda LC WAİKİKİ işyeri ve yöneticileriyle
DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi’nin de katıldığı görüşmeler yapıldı.
LC WAİKİKİ tarafından işçilere iki defa mektup ile çağrı yapıldı.
Mektuplarda bir takım teklifler yapılarak, işçilerden Direniş’ten vazgeçmeleri istendi.
Tüm bunlara karşın işçiler Direnişlerine sahip çıktılar.
LC WAİKİKİ tarafından DİSK, Uluslararası Sendikal Örgütlere, İTO, İSO gibi işveren örgütlerine şikayet edildi.
En son LC WAİKİKİ’den gelen görüşme çağrısı üzerine yapılan toplantıda, LC
WAİKİKİ’nin, işçilerin taleplerinin büyük çoğunluğunun kabulünü içeren önerisi Direnişçi İşçiler ile değerlendirildi.
Yapılan değerlendirmede, taleplerin büyük çoğunluğu kabul edildiği için oylama
yapıldı ve oybirliği ile Direniş’in kazanımla, zaferle sonuçlanma aşamasına geldiği kabul edildi.
İşçilerin hak ettiği ücret, fazla mesai, asgari geçim indirimi, kullanılmayan yıllık
ücretli izinleri, kıdem ve ihbar tazminatlarının hesabını bizler yaptık ve bizlerin yaptığı
toplam işçi alacağı üzerinden anlaşılan tutar işçilere nakit olarak ödendi.
Ayrıca Meha patronuna karşı açılan alacak davası da devam edecektir.
LC WAİKİKİ/MEHA Tekstil İşçilerinin Direnişi başta benzer tekstil fabrikaları olmak
üzere tüm İşçi Sınıfımıza örnek olacak bir zaferle sonuçlandı.
Direniş’te anlaşma, üst işveren konumundaki LC WAİKİKİ ile yapıldı.
LC WAİKİKİ/MEHA Direnişi birkez daha göstermiştir ki “Örgütsüz işçi köledir.
Örgütlü işçi yenilmez”. Direniş aynı zamanda kadın işçilerin yiğitliğinin cesaretinin,
fedakarlığının da örneği olmuştur.
Yaşasın LC Waikiki İşçilerinin Onurlu Direnişi!
Zafer Direnen LC Waikiki/Meha İşçilerinin Oldu!
Yaşasın DİSK!
14
Yıl: 4 • Sayı: 44 / 16 Haziran 2009
B. Obama TayyipGül’ü neden öpüyor? (2)
Baştarafı sayfa 16’da
gerekli görüyor.
CIA, yerel ilişkileri de unutmuyor. Yerel
ilişkilere yönelik söylenenler ise şöyle:
“Hem askeri, hem de sivil personel
için yabancı kültürler, tarih ve diller
alanında eğitim köklü şekilde güçlendirilmelidir. Karışık bölgelerde, yerel görevliler ve yerli halk ile günlük ilişkilerde
bulunacak çok gerekli personel için düzenlenen geziler uzatılmalıdır.
“Harcama yetkisi sahadaki personele
aktarılmalıdır. Bu yetki, parayı esnek
şekilde hedefler ve daireler arasında dolaştıracak diplomat ve komutanları kapsamalıdır. Sorumluluklar, asker olsun, sivil olsun, işi en iyi yürütecek bu daire ve
personele verilmelidir. Tarım, Adalet,
Sağlık ve İnsani Hizmetler, Eğitim gibi
sivil alanlarda kullanılan yerel yapılandırma ekiplerine yaratıcı eylemler için
daha fazla kaynak ayrılmalıdır.” (agy)
Görüldüğü gibi, geri ülkelere yönelik
çalışacak daha çok sayıda, daha becerili
eleman gerektiği, harcamaların esnek tutulması tavsiye ediliyor. (Bu emperyalizmin
bizim gibi ülkelerde daha fazla para dökmesi anlamına geliyor. Bizim Sorospu
Çocukları, paranın sesini duyunca şimdiden ellerini ovuşturmaya başlamışlardır!)
CIA, NATO, Avrupa Birliği, Birleşmiş
Milletler gibi uluslararası örgütlerde de koordinasyonun ve ilişkilerin geliştirilmesinden yana. Böylece ABD politikalarının pürüzsüz yürütülmesi amaçlanıyor. Zaten aksi
düşünülemez. Bu koordinasyonun sağlanmasında NATO’ya büyük iş düştüğü vurgulanıyor. Şöyle yazıyor CIA Uzmanı:
“ABD için görevlendirilen personel
ATO, Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler’de uluslararası ilişkiler kurmalıdır.
Bu koordinasyonun önündeki engeller
imha edilmelidir. ATO’nun stratejik iki
komutanlığından birisi olan ATO Müttefik Komutanlığı, bu görevin başarılması için görevlendirilmelidir.” (agy)
yor ve denilenleri uyguluyor. Kahire’de 4
Haziran 2009’da yaptığı konuşmaya bakalım:
“Ben Amerika Birleşik Devletleri’nin
işkenceye başvurmasını açık bir şekilde
yasakladım ve Guantanamo Körfezindeki hapishanenin önümüzdeki yılın ilk aylarında
kapatılmasını
emrettim.”
(www.whitehouse.gov/blog/newbeginning/
transcripts)
Terör, korku salmak demektir. Böyle
bakıldığında terörün âlâsını kendi yapmaktadır ABD Emperyalizmi. Ne var ki, ABD
için kendi politikasına aykırı hemen her siyaset, silah kullanmasa dahi, en azından potansiyel olarak teröristtir. Emperyalizm
için bugün karşı terörizm ya da karşı ayaklanma, dün Kontrgerilla operasyonları olarak adlandırdığı kirli, sinsi, hain, sözde savaştır. Tabiî ki, bu kirli işler için yerel güçler de gereklidir. Yoksa emperyalist ajanları
yüzük taşı gibi açıkta kalır. Bu nedenle yerel güçlerin yaratılmasına büyük önem verir
emperyalistler. CIA Uzmanı da bu durumu
vurguluyor burada. Şöyle yazıyor:
“ABD karşı terörizm girişimleri daima yerel güçleri geliştirmeye yönelmelidir. El Kaide ve Taliban’ı yenecek güçler,
son aşamada Afgan güçleri olacaktır. Teröristlerin yerel halkı tehdit ettiği diğer
ülkelerde de bu durum geçerlidir. Yerel
kapasiteyi hızla artırmaya yönelik yollar
aramalıyız, bu kapsamda tehdit altındaki sahalarda uzun süre kalacak ve doğrudan yerel güçlerle birlikte çalışacak
iyi eğitilmiş Amerikan gönüllülerine gerek vardır.” (agy)
Çok yönlü, topyekûn bir savaş söz konusudur emperyalizm açısından. Bu savaşta
karşı ayaklanma ve psikolojik girişimlerin
yeri büyüktür. Bunun için ille de bir ayaklanma girişimi olmayabilir. Tıpkı bizim Ergenekon Oyununda olduğu gibi, emperyalizm kendisi bir ayaklanma (Ergenekon’da
“darbe” diyorlar) tanımlayıp, psikolojik
le savaş stratejisinin bir parçası olarak görür. Buradan Obama’ya verilmek istenen
mesaj açıktır. Askeri araçların yanı sıra, her
türlü yolu dene. Yumuşak da olabilirsin.
Ama genel savaş stratejisini unutma, çizgiden çıkma. Diyalog, güler yüz, sıcak ilişkiler hep savaş stratejisi içinde kalmalıdır. Nitekim, Obama da bu söylenenlere uydu.
Basında yer aldığı kadarıyla, Afganistan’da
“Light Taliban ile görüşülebilir” dedi.
(Hürriyet, Holbrook Obama’nın Afganistan
Stratejisini Açıkladı, 21 Mart 2009) Tabiî
emperyalist siyaset çizgisinden çıkmaksızın… (Kaldı ki, ABD ile savaşta olsa bile,
Taliban da özünde CIA ürünüdür. Dün
ABD’ye hizmet etmiştir, bugün de radikal
dinci örgütlenme ile halkı afyonlayarak;
kendi niyetinden bağımsız olarak, son duruşmada emperyalist siyasete hizmet etmektedir.)
Şimdi, böyle bir stratejinin (Obama’nın
stratejisinin), “Benden olmayan düşmanımdır” diyen Bush’un stratejisinden
öz olarak bir farkı var mı?
Strateji gene aynıdır. Obama’nın yaptığı
sadece göz boyamadır.
Afganistan, Pakistan, Irak, İran
CIA uzmanlarının Afganistan, Pakistan,
Irak ve İran üzerine de kısa yazıları var. Bu
başlık altında, bu yazılara bakalım:
Afganistan: Afganistan yazısı “Afganistan: İşi Bitir” başlığını taşıyor. Yazarı
ise bir “okumuş çocuk”: Georgetown Üniversitesi’nde Profesör ünvanlı, Seth G. Jones adında bir Siyaset Bilimcisi. Şöyle yazıyor Afganistan ile ilgili olarak:
“ABD için 2001’de Taliban’ı düşürdüğünde başlayan işi bitirme zamanı gelmiştir. ABD ve ATO şimdi hızla, eş zamanlı olarak birçok cephede birden ilerlemelidir. Müttefikler Afganistan’daki
güçlerini artırmalı, Afgan güvenlik güçlerini canlandırmalı, aşiretleri desteklemeli, yerel yönetimi güçlendirmeli ve komşu Pakistan ile birlikte Afgan sınırı boyunca yerleşmiş bulunan ayaklanmacıları ortadan kaldırmalıdır.
Karşı Terörizm
Diğer bir bölüm “Karşıterörizm: Sürdürülebilir Bir Kampanya Yürüt”
başlığını taşıyor. Yazarı Brian Michael
Jenkins adında RAND’ın Başkan Danışmanlarından biri. Bu zatın “Amerikan terörizm araştırmacılarının başı” olarak
kabul edildiği belirtiliyor. Şimdi de bu CIA
Uzmanının dediklerine bakalım.
“Devlet diplomasisi ve psikolojik operasyonlar (yani emperyalist yalan makinesi – K.Y.) da dâhil politik savaşa daha büyük öncelik verilmelidir. Bunun için şu
anki daireler arası ilişkiyle yürütülen girişimlere göre daha resmi bir yapı gereklidir. ABD, terörizme karşı küresel girişimlerde önderlik yapmaktadır ama bu
alanda ilerleme sağlamak için uluslararası işbirliği ve çok yanlı çabalar gereklidir ki, bu işbirliği ve çabaların kapsamı
duruma göre değişecektir. Aynı konuya
yönelik çok sayıda kampanya yürütülmeli, bunları aynı yönde oluşturulan
işbirliği izlemelidir.” (Brian Michael Jenkins, Karşıterörizm: Sürdürülebilir Bir
Kampanya Yürüt, Rand Review)
Görüldüğü gibi emperyalizm, politik savaşa çok daha fazla önem ve öncelik verilmesini, bu alanda ABD’nin yalnız bırakılmamasını, diğer ülkelerden de destek sağlanması gerektiğini belirtiyor. Bu kirli,
“kancıkça” savaş, emperyalizmin öteden
beri uygulayageldiği bir yoldur. Bundan
sonra emperyalizmin açık askeri savaştan
çok bu yola başvurması beklenir. ABD Emperyalizmi, bununla bağıntılı olarak yıpranan işkenceci, katil yüzünü gizlemeye çalışacaktır. Bunu: “Stratejimiz, değerlerimizle uyumlu olmalıdır. Guantanamo’yu
kapatmalıyız, orada yanlışlıkla tutulmakta olanları serbest bırakmalı, geri
kalanlara adil davranmalı, en tehlikeli
terörist elebaşlarını tutmalıyız. İşkence
karşıtlığında samimi olmalı ve bunu tüm
ABD organlarına uygulamalıyız”, diyerek ifade ediyor CIA Uzmanı. Ancak, bunlar, ABD Emperyalizminin askeri güç kullanımını bırakacağı anlamına gelmemeli.
Nitekim, örneğin “Afganistan’da, otuz
yıldır süren savaş, bir otuz yıl daha sürecek olsa da askeri ve ekonomik sorumluluklarımızı sürdürmeliyiz”, diyorlar.
Obama da hemen hemen aynı şeyleri söylü-
Obama’nın Pakistan Halkına ilk hediyesi: Swat Vadisi’nden kitlesel göç...
savaşla toplumu istediği yöne yöneltebilir.
Tabiî, bunun için sivillere de gerek vardır:
“ABD ordusu çok sayıda farklı yapıyı
dikkate almalıdır. Bunlardan biri, karşı
ayaklanma alanında deneyimi gittikçe
artan geleneksel askeri gücümüzü oluşturan bizim bugünkü eğitimli ve donanımlı silahlı kuvvetlerimizdir. Diğeri,
askeri uzmanları karşı ayaklanma ve
psikolojik savaş alanında birleştiren, gönüllü sivillerin özel görevler üstlendiği,
siyasi görevli ve ajan olarak görev
yaptığı bir örgüttür.” (agy)
Bu strateji kapsamında “düşman” ile görüşmek de vardır:
“Muhalifler ile görüşmek, Amerikan
stratejisinin bir parçası olarak kalmalıdır. Diyalog, ne savaşa alternatiftir,
ne de savaşa son vermek zorundadır. Düşmanı caydırmayı, demoralize etmeyi ve
bölmeyi amaçlayan, aynı zamanda düşmanın hayal âleminden çıkmasını sağlayan bir stratejinin parçasıdır; Clausewitz’in ünlü özdeyişinin tersine çevrilmesi, yani savaşın başka araçlarla sürdürülmesidir.” (agy)
Görüldüğü gibi, emperyalizm için her
yol savaşa çıkar. Diyalog da savaş kapsamındadır. Ünlü Prusyalı General Clausewitz’in “Savaş siyasetin başka araçlarla (yani silahlarla) devamıdır” özdeyişini
tersine çevirerek, “düşman” ile diyalogu bi-
“… Afganistan’da 50.000’in üzerinde
uluslararası askeri güç var, bunun yanı
sıra 50.000’den fazla da Afgan Ulusal
Ordusu’nun askerleri var. ABD ve ATO güçlerinin sayısı, yerel askerler yetişene kadar en az 28.000 daha artırılmalıdır. Bu durum, bazı ABD güçlerinin
Irak’tan Afganistan’a kaydırılması gibi
zor seçimler gerektirebilir” (Seth G. Jones, Afganistan: İşi Bitir, Rand Review)
ABD Emperyalizmi, Afganistan bataklığında debelendikçe batıyor. Tek başına
kayıpları gittikçe artıyor. Bu nedenle kayıpları diğer ülkelere yayarak seyreltmek peşinde. Dolayısıyla Türkiye’ye de görev
düşüyor. Zaten Soros da demiyor mu,
“Türkiye’nin en iyi ihraç ürünü ordusudur” diye? Tayyipgil de ABD’nin bir dediğini iki etmeyeceğine göre? Gene de ordu
tabanındaki hoşnutsuzluğu kışkırtmamak
için Afganistan’a asker göndermekte ayak
sürüyebilir Tayyipgil ve ordu fosilleri. Diğer NATO ülkeleri de Afganistan bataklığına girmek istemeyecektir, hatta var olan
güçlerini çekme eğilimine girecektir. Bu
durumda ABD Irak’tan asker çekerek, geçici olarak, istemeye istemeye Afganistan’a
göndermeyi de hesaba katıyor. Bir an önce
yerel güçleri artırıp Afganistan’dan çekilmek peşinde. Ancak yerel güçler de kendi
deyişleriyle düzensiz, yetersiz ve hemen
Satılmışlar medyasının “Barış Meleği Obama”nın ordusu Afganistan’da 147 sivili katletti...
hemen tümüyle yolsuzluğa batmış durumda. Ve “Yolsuzluk karşı ayaklanma kampanyasına zarar verir, çünkü halkın desteği azalır”, diyorlar. “Savaşta, kentler
kaybedilmese de, kırsal alanda savaşın
kaybedilebileceği belirtilerek, güvenlik
açısında risk taşısa da karşı ayaklanma
kırsal topluluklara ulaşma yolları aramalıdır”, deniyor.
Kısacası ABD Emperyalizmi Afganistan’da bir kısır döngüye girmiş durumda.
CIA uzmanlarınca, “İşi bitir artık” denerek
bir an önce bu kısır döngüden çıkması gerektiği belirtiliyor.
Pakistan: Afganistan’a komşu Pakistan’da da işler iyi gitmiyor emperyalizm
için. Pakistan üzerine yazının sahibi Christine Fair adlı Güney Asya politik ve askeri
olaylarında uzmanlaşmış bir “siyaset bilimci”. Yazı “Önceliği Kuruluşlara Ver”
başlığını taşıyor.
Burada özetle denilenler şöyle: Pakistan’ın ABD için vazgeçilemez ama kararsızlık ve belirsizlik içinde olduğu,
ABD’nin 2001’den beri Pakistan’a 10 milyar dolar yardım yaptığı, ama bu yardımın
silahlı kuvvetlere gittiği, sıradan Pakistanlılara bir yarar sağlamadığı, bu nedenle Pakistan’daki askeri yönetimler de göz önüne
alındığında, bu desteğin hoş görülmediği
belirtiliyor. Buradan hareketle CIA Uzmanı
ABD Başkanı’na şu görevleri duyuruyor:
“Şu anda ABD’nin önündeki görev,
ordunun siyasetten çekilmesine yardım
etmek ve gelişmiş politikacıların yetişmesini sağlamaktır. Amerikan yardımının
etkili olması için ABD reform yapmayı
hedefleyen sivil liderlerle işbirliği yapmalıdır. ABD tüm siyasi partilere, temel
sivil kuruluşlara ve sivil toplum gruplarına ulaşmayı esas almalı, aynı zamanda
silahlı kuvvetler ile ilişkisini sürdürmelidir. Yeni ABD Başkanı güvenli ve mamur
bir Pakistan için sivil Pakistan liderlerini
önemli işbirlikçiler olarak görmelidir.”
(agy)
CIA Uzmanının Pakistan ile ilgili diğer
tavsiyeleri ABD’nin Pakistan’da sivil kuruluşlara, özellikle adliye, polis ve yasaların
uygulanmasına; çok sayıda politikacının
yetiştirilmesine; insan hakları, yolsuzluk,
siyasi barış ve insan gelişimine yardımda
bulunması şeklinde. Ayrıca, eğitimin de bu
yardımda öncelik taşıdığını belirtiyor. Ancak şurası önemli: Eğitime destekte laikliğe
yer yok! “Eğitim Pakistanlıların tercihlerine uygun olmalı, müfredatın laikleşmesini kapsamamalıdır” diyor.
Kısacası, Pakistan’da sivil örümcek
ağlarını geliştir, yardımı sivil kuruluşlara
aktar, halkın dinle afyonlanmasını da sürdür, diyorlar. Bunlar CIA Uzmanlarının
Ilımlı İslam Projesi kapsamında İslam Ülkeleri için şimdiye kadar söyleyegeldiklerinden farklı değil. Obama da aynen böyle
düşünüyor ve davranıyor. En son 4 Haziran’da Kahire’de yaptığı konuşmada Afganistan ve Pakistan ile ilgili şunları söylüyor:
“Şimdi artık biliyoruz ki, Afganistan
ve Pakistan’daki problemleri sadece askeri güçle çözümlemek mümkün değildir. Bu nedenle, Pakistan’la ortak olarak, okul ve hastane, yol ve ticaret
yapımı için önümüzdeki beş yıl boyunca,
yılda 1,5 milyar dolar yatırım yapmayı
ve evlerini kaybedenlere yardım yapmayı planlıyoruz. Aynı nedenlerle Afganların ekonomilerini geliştirmeleri ve
insanlara gerekli hizmetleri sağlamalarına yardım için 2,8 milyar dolardan fazla para temin ediyoruz” (www.white-
house.gov/blog/newbeginning/transcripts)
Irak: Irak ile ilgili yazının başlığı
“Irak: Yeni Bir Vizyon Oluştur”. Yazarlar ora Bensahel, Edward O’Connell ve
David E. Thaler adlı CIA Uzmanları. Burada da yenilikten söz ediliyor. Yazının en
önemli kesiminde söylenenler şöyle:
“Güçlerin Koalisyondan Irak güvenlik güçlerine aktarılacağı tutarlı bir karşı
ayaklanma stratejisi uygulamaya konulmalı. Bu strateji, diğer şeylerin yanı sıra
(‘diğer şeylerin’ ne olduğu açıklanmıyor
ama bizce Amerikan çıkarlarıdır. – K. Y.),
halkın korunmasına, yasaların güçlendirilmesi ve güvenliğin askeri olmayan yollardan sağlanmasına, temel sosyal ve
ekonomik hizmetlerin verilmesine, tutuklular açısından insan haklarına bağlı
kalınmasına, sadece Irak Hükümetinin
değil, Irak Halkının da ulusal uzlaşma
çabalarına yoğunlaşan bir siyasi gündeme odaklanmalıdır.
“Amerika’nın Irak’taki rolü bir geçiş
dönemindedir. Amerikan varlığının yerel
olarak kabullenilmesi, etkinliğinin algılanmasına bağlı olacaktır. Iraklıların,
yerel güvenlik güçlerinin güvenlik ve stabiliteyi sağlayacağına yönelik güveni artmaktadır. Ve gelecekte Irak–ABD ilişkileri açısından, Irak tek sesli olmayacaktır. Kürtler sağlam bir işbirliği ve
ABD üsleri istemektedir. Şii Araplar ve
Sünniler bu konuda bölünmüşlerdir:
Ama her iki topluluk da yakın gelecekte,
hem güvenlik alanındaki pozitif gidişin
sürmesi, hem de Irak Güvenlik Güçlerinin inşası bakımından, ABD varlığına
gerek olduğunu biliyorlar.
“ABD’nin Irak ve bölgedeki uzun vadeli amacı da dönüşüm halindedir. ABD
bir yandan çıkış stratejisini tartışırken,
bir yandan da temel altyapı inşasını sürdürmektedir ve bu durum dost ve düşmana çeşitli sinyaller göndermektedir.
Öte yandan, Ortadoğu’daki ABD işbirlikçileri, ABD’nin gelecekte bölgeye,
özellikle de İran’a karşı tutumundan kuşkuludur ama bu tutum uzun vadeli
ABD-Irak ilişkileri açısından son derece
önemlidir.
“ABD Irak ve bölgeye yönelik
bakışını belirlemelidir. Irak’ta olumlu
gelişmeler olsa da, nihai durum hâlâ belirsizdir. Bu nedenle Irak ile uzun süreli,
iki yanlı bir işbirliği karşılıklı çıkarların
gelişmesi açısından yeterince sağlam, değişen siyasi ortama göre yeterince esnek,
yerel ve bölgesel duyarlılıkların azaltılması açısından yeterince yumuşak olmalıdır. Dahası, ABD, afet yardımı ve
sınır güvenliği gibi geniş kesimlerin ilgisini çekecek olaylara yönelik çok yanlı
bir bölgesel güvenlik çatısı oluşumunu
desteklemelidir; ılımlı, güvenli, büyüyen
bir Irak bu çatı altında gelişebilir.” (Nora Bensahel, Edward O’Connell, David E.
Thaler. Irak: Yeni Bir Vizyon Oluştur)
Burada da Obama’ya verilen öğütler,
milyonlarca masum insanı katlettikten sonra yeniden canlanan “Çirkin Amerikalı”
imajının kaldırılmasına yönelik tutum
takınması; esnek ve yumuşak olması, fincancı katırlarını ürkütmemesi; işbirlikçileri
güçlendirerek, ateşteki kestaneleri işbirlikçilere çıkarttırması, dolayısıyla sinsi bir
yaklaşım göstererek mümkün olduğunca
erken Irak’tan çıkmasıdır. Obama’nın Kahire’de yaptığı konuşmada söyledikleri farklı
değildir:
15
Yıl: 4 • Sayı: 44 / 16 Haziran 2009
“Bugün Amerika’nın çifte sorumluluğu vardır: Iraklıların daha iyi bir gelecek kurmalarına yardım etmek ve Irak’ı
Iraklılara bırakmak. Irak Halkına bizim
orada üs kurmak istemediğimizi, onların
toprak ve kaynakları üzerinde hiçbir iddiamız olmadığını açıkça bildirdim.
Irak’ın egemenliği kendisine aittir. Bu
nedenle, muharip tugaylarımızın gelecek
Ağustosa kadar dönmeleri için emir verdim. Yine bu nedenle, Irak’ın demokratik yolla seçilmiş hükümeti ile anlaşmamıza uygun olarak Irak şehirlerindeki
muharip kuvvetleri Temmuz ayına ve
Irak’taki bütün kuvvetlerimizi 2012 yılına kadar geri çekeceğiz. Biz Irak’ın kendi güvenlik kuvvetlerini eğitmesine ve
ekonomisini geliştirmesine yardım edeceğiz.”
İran: CIA Uzmanları, ABD’nin İran’a
karşı tutumunda da köklü değişiklikler öngörmektedir. İran yazısını yazan CIA Uzmanları Keith Crane adlı bir ekonomist,
James Dobbins adlı RAND’da Uluslararası Güvenlik ve Savunma Politikası Merkezi’nin Başkanlığını yapan üst düzey bir görevli ve Clifford Grammica adında
RAND’ın iletişim uzmanı bir zat. Yazının
başlığı ne denilmek istendiğini açıklıyor aslında: “İran: Yapıcı Bir İlişki Kur.” Yazının en önemli kesimi şöyle:
“İran rejimi kararlı ve kısa vadede
dış baskılara ve çarpıcı değişimlere dirençli gözüküyor. Ancak, İran’ın toplumsal şartları, uzun vadede ABD ile daha yapıcı bir ilişkiye yardımcı olacak gibi gözüküyor.
“Siyasi, demografik ve ekonomik eğilimler gösteriyor ki İran zaman içinde
daha demokratik ve yumuşak olacaktır.
Eğitim düzeyi belirgin şekilde yükselmektedir. Halk devletin sorunlarına cevap vermesini beklemektedir. İki bin dokuz seçimi, İranlılara başkanlarını değiştirme fırsatını verecektir. Bilgi (enformasyon) akışı, en azından Internet aracılığıyla, nispeten serbesttir. Medyada çeşitli politikalar tartışılmaktadır. Gelir
gittikçe artmaktadır, tüketiciler gittikçe
daha gelişmiş ülkeler gibi harcama eğilimindedir. Kadınların işgücüne katılımı
gittikçe artmaktadır.
“Acem kökenli olmayan etnik gruplar
ülke nüfusunun yarısını oluşturmaktadır; bu gruplar sivil özgürlüklerin ve seçimle gelmiş yöneticilerin yaygınlaşmasından yanadır. Bu gruplar, ülkenin daha demokratik bir yapıya kavuşmasında
önemli rol oynayabilir.
“İran Hükümeti, 1980’lerdeki nüfus
patlamasından gelen kuşağa iş bulma
baskısıyla yüz yüzedir. İran gençliği işsizlik konusunda son derece hoşnutsuz,
bazen şiddete varacak ölçüde öfkeli duruma gelmiştir. Devlet esaslı ekonomik
sisteme karşı hoşnutsuzluk artmaktadır.
“ABD, İran Yönetimi ile ilişki kurarak İran’ın kişisel özgürlüklerden yana
eğilim ve politikalarını teşvik etmeli;
İranlılar arasında toplumsal, siyasi, ekonomik konularda tartışmaları desteklemeli; İranlılar ve Amerikalılar arasında
ilişki ve etkileşimlerin kurulmasına yardımcı olmalıdır.
“ABD Yönetimi eğitime yönelik ve
diplomatik alışverişlerde daha cömert
olmalı, ABD görevlilerinin İran medyasında konuşmasını teşvik etmeli, ana toplumsal sorunlar için bir tartışma forumu
olarak ABD tarafından desteklenen yerel dillerdeki radyo yayınlarını artırmalıdır.
“ABD, özel sektörü güçlendirerek ve
dinci kuruluşları zayıflatarak İran ekonomisinin liberalleşmesine yönelik değişimleri de teşvik edebilir. Bu kapsamda,
ABD, İran’ın Dünya Ticaret Örgütü’ne
girmesine karşı çıkmamalı ve ülkede daha iyi bir ekonomi yönetiminin yerleşmesini Uluslararası Para Fonu ve Dünya
Bankası aracılığıyla desteklemelidir.
ABD gene de likit gaz üretimi ve gazı sıvı yakıta dönüştürme teknolojilerinde
ambargoyu sürdürmeli, bunu İran politikası ABD çıkarları ile uyumlu hale gelene kadar bir pazarlık unsuru olarak
kullanmalıdır.
“… Şimdi İran’a karşı da Soğuk Savaşın kazanılmasını, Varşova Paktı’nın
dağılmasını ve Avrupa’nın yeniden birleşmesini sağlayan politikaları uygulama
zamanıdır: Yumuşama (detant) ve sınırlama, mümkün olduğunca iletişim, gerekli olduğunda da zıtlaşma. İran ile önşartsız ve kapsamlı olarak müzakerelere
başlama zamanıdır.” (Keith Crane, James
Dobbins, Clifford Grammich. İran: Yapıcı
Bir İlişki Kur, agy)
Obama da bu tavsiyelere bire bir uydu.
Kahire’de yaptığı konuşmada şöyle diyor-
du:
“İslam Devriminden beri İran ABD
asker ve sivillerine karşı rehin alma ve
şiddet hareketlerinde rol oynadı. Bu geçmiş herkese malumdur. Ben, geçmişin
tuzağında esir olmaktansa, İran’ın liderlerine ve halkına, ülkemin ileri adım atmaya hazır olduğunu açıkça ifade ettim.
Şimdi mesele, İran’ın neyin karşısında
olduğu değil, nasıl bir gelecek kurmak istemesidir. Yıllarca devam eden güvensizliği bir tarafa bırakmanın kolay olmayacağını takdir ediyorum fakat biz cesaret,
dürüstlük ve kararlılıkla ilerleyeceğiz.
Ülkelerimiz arasında müzakere edilecek
birçok mesele olacak ve biz karşılıklı
saygı esasında ve ön koşul ileri sürmeden
ileri adım atmağa hazırız.” (www.whitehouse.gov/blog/newbeginning/transcripts)
Görüldüğü gibi, ABD Emperyalizmi,
içeriden ve dışarıdan çalışarak, çok yönlü
oyunlarla, uluslararası finans kuruluşlarıyla, yeri geldiğinde ekonomik önlemlerle,
medya ile, etnik ayrılıkları körükleyerek
vb. İran siyasetini uzun vadede kendi çizgisine çekme peşinde. Çünkü son durumda,
İran gibi Ortaçağcı yönetimlerden emperyalizme ciddi bir tehdit gelmez. Hatta bu
gerici yönetimler halkların sosyalizme yönelmesinde engeldir, bu yüzden emperyalizm tarafından teşvik de edilir. Nitekim
İran da emperyalizmin bu girişimlerine uygun cevap veriyor. Örneğin, dolar dışında
bir rezerv paranın geçerli olacağı petrol piyasası kurma girişiminden vazgeçti İran.
Bu girişim, ABD Emperyalizmine büyük
bir darbe anlamına geliyordu. Diğer bir örnekse, bölgede İran’ın emperyalizm tarafından oynanan Ermeni oyununa çanak tutuşu. İran, Nisan ayında Ermenistan ile 470
km’lik bir demiryolunun kurulması için anlaştı (Hürriyet, 16 Nisan 2009). Böylece
emperyalizmin Ermenistan piyonu rahatlatılmış olacak. Bu da emperyalizm için hoş
bir gelişme. Havuç ve sopa siyasetiyle İran
emperyalist çizgiye çekilecek gibi görünüyor. Böylece zaman içinde yıpranan mollaların alternatifi olarak sosyalizm de zayıflatılmış olacak, ABD’ye göre…
Nükleer Silahların yayılması ve
Kore Demokratik Halk
Cumhuriyeti
CIA Uzmanlarınca yazılan ve bu yazımızda değineceğimiz son yazı, sözde nükleer silahlanma ama özde Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti üzerine. Yazı, David Ochmanek adlı bir “savunma araştırıcısı” tarafından yazılmış. Başlığı ise “ükleer Silahlanma: ükleer Kullanımını
Önle. Teröristlerin Edinmesinde Caydırıcı Ol” şeklinde. Yazıda yer alan önemli
bölümleri aktaralım:
“Kuzey Kore 9 Ekim 2006’da ilk nükleer denemesini yaptığında, patlamanın
küçük, bir buçuk kilotonluk şiddeti, asıl
büyük tehlikeyi gizledi: Kuzeydoğu Asya’da yoksul bir halkın ABD ve diğer
tüm komşu ülkelerin muhalefetine rağmen nükleer silah geliştirmesi ve denemesi. Eğer Kuzey Kore ve İran nükleer
silahlardan vazgeçmeye ikna edilemezse,
bunun sonuçları ABD ve müttefik güvenliği açısından derin olabilir.” (David
Ochmanek. Nükleer Silahlanma: Nükleer
Kullanımını Önle. Teröristlerin Edinmesinde Caydırıcı Ol, agy)
Yazının ilk paragrafı, açıktan tehdit dolu
bu cümlelerden oluşuyor. Daha sonra bu
tehdidi gerekçelendiriyor CIA Uzmanı.
Nükleer silah sahiplerini ikiye ayırıyor. Birincisi Rusya, Çin, Hindistan gibi güçlü,
büyük nükleer silahlı ülkeler; ikincisi ise
“bölgesel muhalif” özellikte nükleer silahlı ülkeler. Ve emperyalistlerce “bölgesel
muhalif” ülkeler (aslında sadece Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti) daha büyük
tehdit oluşturuyor. Çünkü bu ülkelerin konvansiyonel güçleri zayıf, bu yüzden nükleer silaha kolay başvurabilirler, ayrıca büyük
ülkeler gibi “genel olarak kabul edilen devlet davranışı normlarına” uymayabilirler,
deniyor. İktidarını tehlikede gören bir lider,
ya hep ya hiç düşüncesiyle nükleer silaha
başvurabilir, emperyalistlere göre. Bunları
belirttikten sonra daha da saldırgan bir tavır
tavsiye ediyor CIA Uzmanı:
“ABD ve müttefik liderleri, sadece
nükleer silahların bölgesel muhalifler tarafından kullanılmasını caydırmakla yetinmemeli. Caydırıcılık, muhaliflerin silahlarını kullanmama konusunda ikna
edilmesine bağlıdır. Caydırıcılığın ötesinde, ABD ve müttefik liderleri, muhalifler tarafından nükleer silah kullanımını önleyecek, muhalifin niyetine ve eylemine bakmaksızın fiziksel olarak saldırıyı bloke edecek askeri donanımları gerekli görmelidirler. Bu anlamda, nükleer
silahları ve bunları fırlatacak sistemleri
önceden, hatta fırlatıldıktan sonra saptayacak, izleyecek ve tahrip edebilecek
özellikte güçler gereklidir. Dolayısıyla,
bu silahları taşıyan orta menzilli füzelere
karşı çok daha etkin savunma sistemleri
geliştirilmeli ve konuşlandırılmalıdır.
“ABD, aynı zamanda, bölgesel muhaliflerin nükleer silahlar edinmesinde caydırıcılığın ötesini de görmelidir: Caydırıcılık özellikle bölgesel muhaliflerin terörist gruplarla ilişkilerine de yoğunlaşmalıdır. RAD’dan meslekdaşım Brian
Michael Jenkins’in dediğine bakılırsa,
nükleer silah sahibi hiçbir ülke nükleer
cephaneliğinin zerresini bile herhangi
bir terörist gruba vermez, çünkü, böyle
bir durumda devletin yarar sağlayacağı
belirsizdir, oysa risk büyüktür.
“Ancak, bu devletlerin hesaplarını da
etkileyebiliriz. Caydırıcılık prensiplerini
sürdürmeliyiz ki, bu devletler terörist
eylemlerin sonuçlarını, misillemenin
ABD’nin temel caydırıcılık stratejisi olduğunu ve nükleer saldırı sonrası terörist ortamda ABD saldırısı için baskının
yoğun olacağını hesap edebilsin. Gizli
nükleer silah programları olan yönetimlerin suçsuz olduklarını kanıtlamak için
fazla zamanları yoktur. Saldırı için bağlantılarının kanıtlanması gerekli değildir” (agy)
CIA ajanı “devletler” ifadesini kullansa
da, bu ağır tehdidin muhatabı doğrudan
doğruya Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’dir. Emperyalizmin gözü kesse, tıpkı
Saddam’a yaptığı gibi, kanıt, belge aramayıp saldıracak. İşte emperyalizmin “demokratik”(!) yüzü. Ne var ki, bu emperyalist
tehdidi Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin haklı çıkışını engelleyemedi. Kore
Demokratik Halk Cumhuriyeti, ABD’nin
taahhütlerini yerine getirmediğini belirterek Nisan ayında silahsızlanma görüşmelerinden çekildi, Mayıs ayında ise yeni bir
nükleer silah denemesinde bulundu. Emperyalistlerin saldırı tehdidi tutmadı. Obama, CIA Uzmanlarının tavsiyelerine uyarak, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’ni
daha da yalnız kalmakla tehdit etti. Emperyalistler, zayıf bulduğu anda Kore’ye saldırmak peşinde. Gözü kesmiyor…
Sonuç: Obama da uşaktır
Görüldüğü ABD başkanları, yetkileri
büyük olsa da, bağımsız davranamazlar.
ABD tekellerinin güdümündedirler. Obama
da farklı değildir. CIA ajanları ve uzmanları tarafından ABD Başkanının izleyeceği
yol, daha başkanın kim olacağı belli değilken çizilmiştir. Bunun dışına çıkılamaz.
Bugün Obama tıpa tıp çizilen bu yolu izlemektedir. Aylar öncesinde CIA tarafından
söylenenler ortadadır. Bugün Obama’nı
söyledikleri ve yapmaya çalıştıkları da ortadadır. Arada hiçbir fark yoktur.
ABD Emperyalizmi, Bush Yönetimi döneminde hem ekonomik, hem siyasal olarak yıpranmıştır. Yaptığı haksız saldırılar
dünya halklarının tepkisini artırmıştır. Küresel ekonomik kriz de ABD’nin içinde bulunduğu çıkmazı derinleştirmiştir. Bu durumda ABD, siyahi Obama ile hem kendi
halkının, hem de dünya halklarının gözünü
boyama peşindedir. Nitekim Obama her fırsatta bunu vurgulamaktadır. Kahire’de yaptığı konuşmada sarf ettiği sözler şöyledir:
“Barak Hüseyin Obama adlı, Afrika kökenli bir Amerikalının başkan seçilebilmiş olması konusunda çok şey yazılıp
söylendi.”
Sürekli yenilikten söz etmektedir, Obama. Ama bu da oyunun, kandırmacanın bir
parçasıdır. Hoş, CIA Uzmanlarınca tavsiye
edilen bazı taktik değişiklikler de yapmaktadır. Ancak strateji aynıdır. Özünde değişen hiçbir şey yoktur. Söyledikleri ve yaptıkları, kendisi başkan olmadan önce CIA
uzmanlarınca tavsiye edilenlerin aynen hayata geçirilmesinde başka bir şey değildir.
Dolayısıyla Obama da diğer ABD başkanları gibi emperyalistlerin uşağıdır. Obama’nın ipliği, kaçınılmaz olarak, kısa sürede dünya halkları açısından da pazara çıkacaktır.
O bir rüzgârdı insanlık için esen
Baştarafı sayfa 16’da
mezdi görevin büyüğünü küçüğünü.
Afiş mi?
Recep elinde fırça-kova hazırdı.
Bildiri mi dağıtılacak?
Recep elinde tomar tomar bildiriler, otobüs
duraklarında, caddede, sokakta, mahallelerde en
öndeydi.
Örgütlenme mi var İzmir’de, Ankara’da,
İstanbul’da, Konya’da, Malatya’da?
Recep ilk otobüse binenlerdendi. Ve Malatya’ya örgütlenmeye giderken, yani görev başında bedence aramızdan ayrıldı Yoldaş’ımız.
Seminer mi verilecek?
Recep elinde kitap geceli gündüzlü okurdu.
Kavga mı var, Recep en önde hazırdı kavgaya.
Recep, Önderimizin üstüne basa basa belirttiği “Cesaret Vatanına” sahip yoldaşlarımızdandı. Bedeni kendinin değildi artık, Halkların Kurtuluş Mücadelesine vakfetmişti bedenini.
Yoldaşlarına, Önderliğe saygı, sevgi, güven
mi?..
Sonsuzdu Recep Yoldaş’ımızda.
Devrimci Teorimize inanç, bağlılık mı?
Sınırsızdı Yoldaş’ımızda. Kuşku duymadı
Recep, bu topraklara Marksizm-Leninizmi
uyarlayan Usta’mız Kıvılcımlı’nın teori ve pratiğinden. O teori ve pratiği günümüzde devam
ettiren Önderliğimize karşı beyninde hiç soru
işaretleri oluşmadı. Çok tartışırdı, çok sorardı
ama hep ikna olmak için, öğrenmek için. Ve
sonra harekete geçerdi, durdurabilene de aşk
olsun…
İnsana ait olan güzel duygularla yetiştirilmişti Yoldaş’ımız. İnsan sevgisiyle doluydu.
İnsan sevgiyle büyütülmüştü. Gördü sömürüyü,
insanları soyup soğana çevirenleri ve isyanla
doldu o güzel yüreği. Dayanamadı haksızlıklara. Tanışınca mücadeleyi insan sevgisi temeline
koyan ve insanlık için biricik faydalı olan teoriyle, zümrüt bir denize dalar gibi daldı mücadeleye.
Mücadelesiyle örnek olmuş bu yiğit Yoldaş’ımızı, insanlığın kurtuluş mücadelesinde
hiçbir zor durduramadı, bu kanser düzeninin
yarattığı trafik canavarı bedence aramızdan aldı
Yoldaş’ımızı. O şimdi pratik olarak aramızda
değil ama kavgası kavgamızda yaşamaya
devam ediyor.
Recep Yoldaş’ımızı, Devrimci Mücadele ile
tanıştığı Ankara’da Parti binamızda gerçekleştirdiğimiz bir etkinlikle andık.
Anma etkinliği, Devrim Şehitleri anısına
gerçekleştirilen saygı duruşu ile başlatıldı. Yoldaş’ımızın mücadelesinin anlatıldığı sinevizyon
gösterisiyle, konuşmalarla ve müzik dinletisiyle
devam etti. Yapılan konuşmalarda Recep Yoldaş’ın Hacettepe Üniversitesinde öğrenci olarak
başladığı devrimci mücadelesini son soluğuna
kadar sürdürdüğü belirtildi ve Yoldaş’ımızın
kişiliğini belirleyen unsurların; kavgaya adanmışlık, insan sevgisi ve cesaret olduğu vurgusu
yapıldı.
Etkinliğimiz, en yaşlısından en gencine tüm
yoldaşlarımızın, “Recep Yoldaş, Kavgan
Büyüyerek Sürecek” sözü ile sona erdi.
Güzel ile faydalıyı kavuşturan Devrimci
Teorinin
yılmaz
savunucusu
Recep
Yoldaş’ımızı unutmayacağız, unutturmayacağız.
Ve Recep Yoldaş, insanlığın kurtuluşuna
kadar olan kavgada hep aramızda olacak. Bizlere yol gösterecek.
Ankara’dan
Kurtuluş Partililer
Komünist .air Nazım Hikmet Mücadelemizde Yaşıyor
Baştarafı sayfa 16’da
ları verirler; İşkenceler, hapis cezaları bunların bir kısmıdır.
Ama bunlarla da yetinmezler. Sürgünlerle sürer sözüm ona cezalandırmaları. İşte
bu yüzden Nazım yıllarca sürgün yaşadı,
vatandaşlıktan çıkarıldı ve kavgasını verdiği topraklardan delicesine sevdiği vatanından uzakta öldü. Ona çıkarları gereği o yıllarda bu cezaları layık görenler, bugün ölümünün 46’ncı yılında ona “vatandaşlığını”
iade ediyor, mezarının Türkiye’ye getirilmesini tartışıyor.
Aslında amaçları yine çok açık; çünkü
yine çıkarları bunu gerektiriyor. Nazım’ın
anılarıyla halkımızı kandırmaya, uyutmaya
çalışıyorlar. “Bakın biz de ona sizin kadar
sahip çıkıyor, değer veriyoruz” izlenimi yaratmaya çalışıyorlar. Onun üzerinden yürüttükleri siyasetleri ile Nazım’ın davasının,
hayatının, eserlerinin içini boşaltıyorlar,
anısını sömürüyorlar.
Emperyalistler istedikleri kadar onu basit bir aşk şairi olarak tanıtmaya çalışsınlar.
O Türkiye ve Dünya Halklarının kalbinde
yaşayan komünist şairdir ve onun özlediği,
beklediği kardeşlik düzeni SOSYALİZM
biz gerçek devrimciler tarafından kurulacaktır.
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
Kurtuluş Partililer Kemalpaşa Çambel Köyünde Halk Pikniği yaptı
G
eleneksel pikniğimizi 24 Mayıs Pazar günü yeni bir alanda, Kemalpaşa ilçemizin
ismi gibi güzel Çambel Köyü’nde 300 kişinin katılımıyla gerçekleştirdik.
Hep beraber yapılan sabah kahvaltısından
sonra açış konuşmasıyla programımız anlatıldı.
Omuz omuza çekilen halaylardan sonra, 23
Mayıs’ta bedence aramızdan ayrılan; ama hiçbir
zaman unutamayacağımız Recep Vurmuş Yoldaş’ımızın anmasını yaptık.
Yusuf Gencer Yoldaş saygı duruşunun ardından, Recep Yoldaş’ımızın kısacık ömründe sınıf
ve devrim kavgasında başardıklarını özlü konuşmasıyla anlattı.
“Recep Vurmuş Yoldaş Ölümsüzdür” sloganından sonra sözü kavga arkadaşı Zeki Olkun Yoldaş alarak
gençlik ve sınıf mücadelesindeki Recep Vurmuş Yoldaş’ın yaptıklarına
dikkat çekti.
“Recep Yoldaş aramızda” sloganın haykırıldığı anmada son sözü İl
Başkanı Tacettin Çolak alarak Recep
Vurmuş Yoldaş’ın olaylar karşısındaki inisiyatifine, fedakârlığına, kararlılığına vurgu yaparak her arkadaşın
Recep gibi olması gerektiğini belirtti.
Recep Vurmuş Yoldaş’ın ağabeyi
Hayati Vurmuş ise yaptığı konuşmada:
“Recep’le biz 17 yıl yaşadık, kalan 17 yıl
ise sizlerle geçti. Dolu dolu geçen 17 yıldan biz
ailesi olarak çok mutluyuz. Recep bulunduğu
her yerde saygı duyulan kişiliğe sahipti. Sizlerle geçen yılları Recep’in en güzel yıllarıydı.
Recep sizlerle yaşıyor, yaşayacak” dedi.
Çambel Köyü’nden Halil Düzman Arkadaş’ımızın kendi yazdığı şiirle bizleri selamlaması Partilileri onurlandırdı, coşturdu:
Kemalpaşa ovası meşhur olur Sultaniye üzümü
Yörük verdiyse tufan sözünü
Biz çekeriz misafirin nazını
Dostlar hoş geldiniz Yörük köyüne
Altı Mayıs Hıdrellez salıncaklar kurulur
Salınan güzellerin nasipleri bulunur
Akşam olur bazlamalar yoğrulur
Dostlar hoş geldiniz Yörük köyüne
Biz köylüyüz üreticiyiz
Biz bu toprağın has bekçisiyiz
Hatta biz Mustafa Kemal’in sevgilisiyiz
Canlar hoş geldiniz Çambel Köyü’ne
Bu güzel karşılamanın ardından bir sürpriz
de Gökkaya Köylüleri yaptı.
Öğlene doğru, Turgutlu Gökkaya köylüleri,
ellerinde büyük CHE pankartıyla yürüyüş yaparak piknik alanına geldiler. Partililer Gökkayalıları; “İşçi Köylü El Ele Kurtuluş Partisine”,
“İşçi Köylü Gençlik Devrim İçin Birleştik”,
“Yaşasın Sınıf Dayanışması” sloganlarıyla karşıladı.
Hep beraber yenen analarımızın hazırladığı
öğlen yemeğinden sonra, İl Başkanı’mız Av. Tacettin Çolak yaptığı konuşmada; dünyada ve ülkemizdeki sömürü ve zulme dikkat çekti.
Emperyalistlerin dün ordularıyla geldiklerini, bugün ise “Project Demokrasi” dedikleri sivil
örümceklerle Türkiye’yi üç parçaya bölmeye çalıştıklarını, buna karşı İkinci Kurtuluş Savaşı’nın
verilmesinin şart olduğunu belirtti. Türkiye
Cumhuriyeti’nin Kürt ve Türk Halkları tarafından kurulduğunu, bu gerçeğin hem Çanakkale’de şehit düşenlerde, hem de Birinci Ulusal
Kurtuluş Savaşı’nda cephede savaşanlarda görüldüğünü söyledi. Recep Yoldaş’ımız da Kürt
Milliyetindendi. Ama O Enternasyonalistti. Yerli yabancı Parababaları düzenine karşı verdiğimiz savaşta ödün vermez bir Yoldaş’ımızdı.
O’nu bu savaşta kaybettik ama kavgası zafere
kadar sürecek... Zaferi birlikte kucaklayacağız,
dedi.
Bilgi yarışması, çuval yarışması ve halaylarla devam eden pikniğimiz başarıyla sonuçlandı.
Kollektif çalışmayla her işi başaracağımızı,
bir kez daha yaşayarak gördük.
İzmir’den
Kurtuluş Partililer
CMYK
CMYK
B. Obama TayyipGül’ü neden öpüyor?
(2)
O bir rüzgârdı insanlık için esen
YRecep Yoldaş’ımız.
üreği bedenine sığmayan bir yoldaşımızdı,
Recep Vurmuş Yoldaş Ölümsüzdür!..
K
Devrimci İnancını, Devrimci Heyecanını
Devrimci Teoriyle bütünleştirmiş bir yiğitti Recep Yoldaş.
Bileğinin hakkına yer etti yoldaşlarının gönlünde, bileğinin hakkına bir bir yükseldi Devrimci Mücadelede. Her görevin üstesinden geldi
layıkıyla. Ardından yazılan, söylenen her şey,
onun ödünsüz, kararlı mücadelesinin bir sonucuydu.
Hak ediyor yoldaşımız anısına düzenlenen etkinlikleri. Hak ediyor “Recep Vurmuş Yoldaş
Kavgamızda Yaşıyor” sloganını. İnsan olmanın
gereğini yerine getirenler hak eder, insanlığın
unutmayacağı insan olmayı. İnsanlığın kurtuluş
mücadelesine katkı sunanlar, insanlığın kurtuluşu için insanlığından başka her şeyini ortaya koyan insanlar hak ederler anılmayı.
Üniversitede öğrenci iken Aydın Gençliğin
mücadelesini örgütleyen Gençlik Önderiydi. Şehitlerimizin kanıyla sulanan Şentepe’deki Mahalle çalışmalarında Mahmut-İbo-Sadi Yoldaşlar’ın bayrağını taşıdı onurluca. İşçi örgütlenmesine daldı boylu boyunca, yaktı ardındaki tüm
gemileri. Usta’mızdan, İşçi Sınıfı önderlerimizden öğrenmişti “Başta İşçi Sınıfımız gelmek
üzere” mücadele etmeyi. Direnişlere, grevlere
önderlik etti; direnişler, grevler örgütledi yoldaşlarıyla birlikte. Usta’mızdan bizlere miras, İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği (İPSD)’de mücadele etti, semt çalışmaları yürüttü. O mirasa
sahip çıktı, mücadelesi de kendinden sonrakilere
miras kaldı.
Görev adamıydı Recep Yoldaş’ımız. Ayırt et-
Devamı sayfa 15’te
Komünist 6air Nazım Hikmet Mücadelemizde Yaşıyor
omünist şair Nazım Hikmet ölümünün 46’ncı yılında Türkiye
ve Dünya Halklarının kalbinde yaşamaya devam ediyor.
Hayatını ve şiirlerini emperyalizmle mücadeleye adamıştı Nazım, zaten bu yüzden değil miydi açılan 11 dava, sürgün yılları, 12
yılı aşkın hapis cezaları?..
Çok şey yazmış çok şey yaşamıştı Nazım. O sadece Türkiye
Halklarının değil, Dünya Halklarının da komünist şairiydi. Eserleri birçok dile çevrildi, birçok ödül aldı ama içinde umudu, kızgınlığı, insanlığı, sevgiyi taşıyan bu eserler ülkemizde yıllarca yasaklandı.
Neden mi?
Çok açık; çünkü O, emperyalistler ve onların yerli uşakları için
bir “vatan haini”ydi.
Nazım onlara en güzel yanıtı yine bir şiiriyle vermişti:
“âzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet.
âzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.”
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara
haykıran puntolarla,
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson’un
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali.
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
“Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet
âzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.”
Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben
yurt hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan, tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmihalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
âzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Biz devrimciler çok iyi biliyoruz ki, emperyalistler ve onların
kukla devletleri kendi isteklerine boyun eğmeyenlere en ağır ceza-
İşçiler, zaferlerini anlatıyor:
Devamı sayfa 15’te
Meha-LC Waikiki İşçisinin onur ve ekmek mücadelesi zafer kazandı
4
Mart’ta, haklarının gasp edilmesi üzerine Direnişe başlayan Meha-LC Waikiki İşçileri zafer kazandı. LC Waikiki
işçileri, kendilerine yapılan haksızlığa boyun eğmedi, Direniş başlattı. Yaşanan sıkıntılar ve baskılar sonucu Direniş Çadırlarını kaldırma noktasına geldiler; ama yine
mücadeleren vazgeçmediler.
DİSK Örgütlenme Daire ve Nakliyat İş
Sendikası Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nun Direnişe dahil olması üst işveren
olan LC Waikiki’yi göstermesiyle bütün
LC Waikiki mağazalarını eylem alanına çeviren İşçiler, verdikleri militan, yiğit mücadele sonucu gasp edilen haklarını LC Waikiki’den aldılar.
İşçiler, zaferlerini Direniş çadırının bulunduğu İstanbul/Küçükköy’de davul zurna
eşliğinde çekilen halaylarla kutladılar.
Devamı sayfa 12’de
G
Obama da uşaktır
eçen sayımızda bir CIA kuruluşu
olan RAD Corporation’ın
Rand Review adlı dergisinde,
CIA uzmanları tarafından “Yeni Başkana
On iki Tavsiye” başlığıyla yer alan toplam on iki ayrı yazıdan söz etmiş ve bu
yazılardan Türkiye üzerine olanı ele almıştık. Yılda üç kez yayımlanan bu derginin “Sonbahar 2008” sayısında yer alan
ve Amerikan Emperyalizminin dış siyaseti için önemli olan diğer yazılar üzerinde
duracağız.
Askeri girişimler
Bu yazı, “Askeri Girişimler: Dengeyi
Sivil Eylemlere Yönelt” başlığını taşıyor.
Yazarı Robert E. Hunter adlı “kıdemli”
bir “RAND Danışmanı”, yani CIA Uzma-
nı. Ayrıca, 1993-1998 yılları arasında NATO’da ABD temsilciliği yapmış bir emperyalist siyasetçi. Dediklerine bakalım
bu CIA Uzmanının.
“ABD askeri girişimleri ve bunların
1990’lardan beri artan kötü sonuçları
ile baş edebilmek için yeni başkan ve
Kongre, önemli miktarda kaynağı savunma kuruluşlarından ve askeri servislerden ABD Dışişleri Bakanlığı ve
Uluslararası Kalkınma Ajansı’na (AID,
bilindiği gibi yardım kuruluşu maskeli bir
emperyalist sömürü aygıtıdır – Kurtuluş
Yolu) kaydırılmalıdır. Askeri ve sivil girişimler, aynı zamanda, tepeden tırnağa bütünleştirilmelidir; böylece askeri
ve sivil görevliler birbirlerinin bugüne
kadarki büyük deneyimlerinden yararlanmalıdır.
“Bugün ABD’nin askeri ve askeri olmayan ulusal güvenlik harcamalarının
oranı 17’ye 1’dir. Askeri olmayan giri-
şimlerin payında büyük artış yapmak
uygundur. Bu kapsamda, ABD Dışişleri
Bakanlığı’na yeni en az 1100 yabancı
servis görevlisinin, AID’e ise 2000 görevlinin alınması ve şu anda ölü durumda olan Amerikan İstihbarat Ajansı’na benzer ayrı bir örgütlenmeye gidilmesi gerekir.” (Robert E. Hunter, Askeri Girişimler: Dengeyi Sivil Eylemlere
Yönelt, Rand Review, Sonbahar 2008)
CIA, görüldüğü gibi, askeri girişimlerin ABD’yi kötü duruma düşürdüğünü, bu
nedenle sivil girişimlere ağırlık verilmesini, bunun için yeni kaynak ve eleman tahsisini, yeni örgütlenmeyi gerekli görüyor.
Üstelik, aktardığımız bölümün devamında
bu değişikliklerin “Yeni yönetim ve Kongre tarafından hızla ve iktidar gücü ile
yerine getirilmesi gerektiği”ni belirtiyor,
CIA. Bu yazılanlardan, sanki
ABD Emperyalizmi
askeri
operasyonlardan vazgeçiyormuş izlenimi
doğabilir. Tabiî
ki böyle değil.
CIA’nın istediği
aslında askeri
ve sivil eylemler arasında daha iyi bir koordinasyon. Böylece daha başarılı, daha az tepki doğuran askeri operasyonlar murad ediliyor olsa gerek. Şöyle deniyor devamla:
“ABD’nin özellikle karşı ayaklanma
ve karşı terörizm alanında dış ülkelerde yapacağı girişimlerin başarısı için,
askeri ve askeri olmayan eylemler, girişimler, kuruluşlar ve personel arasında
şimdiye kadar olandan daha fazla koordinasyon ve bütünleşme gereklidir.
Savunma ve Dışişleri gibi farklı bakanlıklar arasında ilişkilerde mesafe konulması kabul edilemez.” (agy)
CIA uzmanı, bu koordinasyonun nasıl
sağlanacağını da söylüyor. Askeri ve askeri olmayan modern teknikler konusunda farklı daireler arasında çapraz
(karşılıklı) eğitim başlatılmalıdır, diyor.
Askeri ve sivil personel arasında profesyonel alış verişi sağlamak için de sivil kuruluşların reorganize edilmesini
Devamı sayfa 14’te