KAFDAĞI e-dergi Güz 2015 8.sayı (pdf olarak indirmek için tıklayınız)

Transkript

KAFDAĞI e-dergi Güz 2015 8.sayı (pdf olarak indirmek için tıklayınız)
EDEBİYATA ‘ YENİ’DEN YOLCULUK
KAFDAĞI
G
Ü
Z
/
2
0
1
A H M E T Y I L D I R I M
A H M E T Ç E T İ N
M E L T E M Ö Z K A N
4
-
8
.
S
YENİMAHALLE KAYMAKAMLIĞI
İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü
A
Y
I
K U R U
A N A D O L U O L M A K
DERSLERİN DİLİNDEN BEN
Tarihe not düşecek kalemlerin Kafdağı'nın sayfalarından doğması,
gelecekte hepimizin -öğretmenlerimizin, okullarımızın, ülkemizin- gururu olacak.
KURU
Ahmet Yıldırım
ANADOLU OLMAK
Ahmet Çetin
YENİMAHALLE KAYMAKAMLIĞI
İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü
KAFDAĞI
Edebiyata YENİ’den Yolculuk
SAHİBİ
İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü Adına
Seyit Ahmet KAYHAN
EDİTÖR
Fahriye OKYAY
GRAFİK-TASARIM
Ümit KARAKAYA
İlçe Sekreterya ve Teknik Birim
Gülistan DEMİRKAYA, Hüsnü TEPE, Hüseyin KARA
YAYIN KURULU
Hilmi TURAN,
Yenimahalle İlçe MEM Şube Müdürü
Fahriye OKYAY
Kaya Bayazıtoğlu A.L., Md Yrd.
Ümit KARAKAYA, Ahmet Hamdi Tanpınar O.O.
Elif GÜRBÜZ, Abay Ortaokulu
Hatice AYAN, Çiğdemtepe E.M.L.
Mevlüt SAĞLAM, Şentepe A.L.
Neslihan YILDIRIM OKTAY, Şükûfe Nihal O.O.
Zehra KÖYMEN, Mustafa Azmi Doğan A.L.
Hülya Akay TAMKAN, Mimar Sinan O. O.
YAYIN İLKEMİZ
Gönderilen eser ve çalışmalar, yayımlansın
ya da yayımlanmasın iade edilmez. Yazıların
içeriğinden yazarlar sorumludur. Yayın
kurulu yazılar üzerinde değişiklik yapabilir.
Alıntılarda «Kafdağı» adı kullanılmalıdır. Bu
dergide yayımlanan görüş ve düşünceler
Milli Eğitim Müdürlüğünün görüş ve
düşüncelerini yansıtmaz.
04
09 06
İÇERDE
NE
VAR?
AMAÇ: DEĞERLERİ DİĞERLEŞTİRMEMEK
Fahriye Okyay
KİTAPLARDA YOLCULUĞUM
Fatma Feyza DAĞCI
10
PASTEL
Eren Alkoç
13
BALIKÇININ UMUDU
Sude Kavilcioğlu
14
ÖĞRETMENİM
Gülvera Yazılıtaş
16
GİZLİ DÜNYAM
Beyza Ekin Nigar
18
ATATÜRK
Çağatay Altun
20
TESADÜF
Eda Yücel
22
TRENLER
Yakup Çebi
26
İZMİR
Nur CANBOLAT
28
Meltem Özkan
30
DERSLERİN DİLİNDE BEN
BEYPAZARI EFSANELERİ
Neslihan Yıldırım Oktay
32
KUTLU İNSAN
Beyza Gizem Yıldırım
58
CUMHURİYET OLDUKÇA
Alperen Arslan
36
MUTLULUK
Ferda DOĞRU
61
KAYBEDENİ OLMAYAN OYUN
Nilgün Sönmezer
37
FARKEDİLMEYİ BEKLEDİM
İlhan Bora ÖZIŞIK
62
SANA
Hülya Akay Tamkan
40
BAŞAKLAR GİBİ BÜYÜMEK
Elif Kübra Özdil
64
BİRKAÇ SANİYE
Fahriye Okyay
42
BİR MİLLETİN VAROLUŞU
Yeter Sena Yıldız
66
İNSAN OLMAK
Arife Büşra Öztürk
48
AYNADAKİ YABANCI
Kayahan Kaya
68
BEN ÖĞRETMENİM
Burcu ÇOBAN
50
TURKUAZ
Kaan Akbulut
71
YALNIZLIK
Ahmet Maruf Terzi
52
TANIMADAN SEVDİM
Özge Solmaz
72
ÖZGÜRLÜK YOLUNDA
Ali Can Keleş
54
MİDİLLİ
İrem Yalın
74
PENCEREMDEN ATATÜRK
Ferhat BABACIN
56
GÖKYÜZÜNDEN YAZIYORUM ŞİİRİMİ
Cansu Tekkilioğlu
78
KAFDAĞI
E
D
İ
T
Ö
R
AMAÇ: DEĞERLERİ DİĞERLEŞTİRMEMEK
FAHRİYE OKYAY
Edebiyat Öğretmeni
Kaya Bayazıtoğlu A. L.
4
KAFDAĞI
Güzellik kendi başına naiflik demekken güzelliğin içine sindiği hiçbir varlık, kavram, durum
ve davranış nasıl kaba olabilir ki? Güzellik naifliğine istinaden kırılgandır aynı zamanda;
onu korumak da çoğaltmak da bunun için çok
zordur. Bunun için böylesi güzel bir amacı
canlı tutmak hiç kolay değildir. Eğitim yuvaları
okullarımızda güzelliklerin mücadelesini
veren ve her öğretmenimize buradan sonsuz
şükranlarımızı sunuyor; değerlerimizin önünü
ve ufkunu açacak düşüncelerimizin ve girişimlerimizin gerçekleşmesi konusunda yeterli iradeyi daha fazlasıyla ortaya koyamadığımız için de kendilerinden özür diliyoruz.
İlk sayımızla “Edebiyata Yeni Bir Yolculuk”
başlığıyla çıktığımız yolda dört yılı geride bırakırken beşinciye merhaba diyoruz. Kafdağı'na
yola çıkan bu kervana dilinde kelamı, elinde
kalemi olan herkesi davet ettik ve ardımızda
bıraktığımız yıllar boyunca kervanımıza katılan düşünen, üreten ve paylaşan tüm değerlerimizle, öğrencilerimiz ve öğretmenlerimizle, gurur duyduk ve duyuyoruz.
“Değerleri” diğerlerinden ayıramazsak değerler de diğerleşir… Hakikat şu ki bize hiç yaşamamışım dedirtecek gerçek diğerleşmektir.
Eğitimin sanatsız yapılamayacağını, çünkü
eğitimin ruhu şekillendirmek olduğunu bunun
da ancak sanatla başarılabileceğini sözcüklerle anlatabilmek için var olduk ve varız.
Vicdanlarımızı, illerimize göre değil de niyetlerimize göre sorguladığımızda bir nebze
olsun rahatlarken; niyetlerimizden ziyade illerimize göre sorguladığımızda aynı rahatlığı
hissedemiyoruz ve niyetlerimizin baz alınması temennisiyle dokunuyoruz klavyemizin tuşlarına.
Yaşam şekillerimizin, düşüncelerimizin ve hayallerimizin evlerimizdeki ekranların birer yansıması olduğu günümüzde, halen yapılan bir
araştırmada yüzde kırk beşi hayatında bir
kitap dahi okumamış bir toplum gerçekliği gölgesinde, okuyan ve üreten bireylerin sayısını
çoğaltabilmek, onlara bir deniz feneri vazifesiyle destek olabilmek, onları yüreklendirebilmek için uğraştık ve uğraşıyoruz.
İnsan buluşma ve vedalaşma aralığında bir
arada olabiliyor sevdikleriyle. Her buluşma
kadar her ayrılık da bir vuslat aslında ve her
veda yeni bir başlangıç. Farklı ufuklara açılmak, oralarda başka başka Leylalarla buluşmak…
“Aşağıdakilerden hangisi(değil) dir?” mantığıyla gözünü hep aşağılarda tutan, aşağıdaki
seçeneklerin ağırlığıyla kafasını kaldırıp yukarılara bakamayan, dolayısıyla da “Bizim oğlan
bina okur döner döner yine okur” misali hep
aynı güfteyi terennüm etmekten yeni güftelere
yelken açamayan gençler yetiştirerek, ufku
miyop nesillerin yetişmesinden imtina ettiğimiz bir inançla hep karşınızda olduk ve
Allah'ın izniyle olacağız.
Dost yürekli, yar vefalı olduktan sonra ayrılık
da yok hüzün de...
Bazen yorgun oluyor insan sebepsiz…
Gelecek sayıya kadar şimdilik muhabbet ve
sağlıkla kalın…
5
KAFDAĞI
K
O
N
U
K
K
KURU
AHMET YILDIRIM
Beypazarı Efsaneleri
6
A
L
E
M
KAFDAĞI
Efsanemiz, Beypazarı'nın Türkiye'nin hiçbir yerinde görülmeyen “kuru” adlı yiyeceğiyle ilgili. Kuru, dayanıklılığı ve doyuruculuğu nedeniyle, buzdolabı gibi besin saklama teknolojisinin olmadığı zamanlarda, uzun yıllar, yolcuların ve bilhassa hacıların en gözde yiyeceği olmuş. Beypazarı kurusunu, tanımayanlar için, yaş olarak da yenebildiği halde,
daha çok kurutularak tüketilmesi nedeniyle, gevrek, kirik kırak türüne dâhil ederek anlatabiliriz; ama bu ve buna benzer açıklamalar hep eksik kalır. Çünkü o, gerek yapılışı,
gerek lezzeti itibariyle kendine has bir yiyecektir. Sanırım ona bu farklı lezzeti veren sır,
Beypazarı'nın havasında, suyunda, kullanılan malzemesinde ve yapılışında olduğu
kadar aşağıda sunmaya çalışacağım sevgi dolu öyküsünde de gizli.
Beypazarılı şair yazar Gülten Ertürk, şairler toplantısı için Ankara'ya gittiği bir gün, katılımcılara Beypazarı kurusu ikram eder. Toplantıyı Beypazarı'nın yetiştirdiği ünlülerden
rahmetli Hüseyin Yurdabak Hoca yönetmektedir. Katılımcı şairlere, “Bu kuruyu yiyorsunuz ama hikâyesini bilmiyorsunuz!” der ve ta 1930'lu yıllarda, 80 yaşındaki Huri
Nine'den dinlediği öyküyü kısaca anlatır.
Beypazarı Kurusu'nun efsanesi kısaca şöyle:
Vaktiyle İnözü bağlarında yaşayan iki
genç, birbirine sevdalanır, fırsat buldukça
gizli gizli buluşurlar. Fakat bir gün ailesi,
kızlarını ansızın köye gönderir. Durumu
sevdiğine haber veremeyen kız, buluşma
yerine gelemez. Delikanlı pınar başındaki
ağacın altında akşama kadar bekler,
gelen giden olmaz. Sevdiğinin evden çıkamadığını sanır. Sonraki günler tekrar tekrar gelir ama kız yoktur. Delikanlı, sevdiği-
ni görememenin derdiyle yanarken, aniden çıkan savaş nedeniyle apar topar askere alınır. Sevdiğinden kimseye söz edemeden, gözü arkada kala kala Beypazarı'ndan ayrılır.
Kız köyden dönünce, ilk işi sevdiğine koşmak olur. Kendisini affettirmek için de
ununu süt ve tereyağı ile yoğurup mayalandırdığı ve üstüne sevgisini katıp asma
yaprakları üstünde fırında pişirdiği çörek-
7
KAFDAĞI
lerden götürür. Buluşma yerinde bekler,
ama delikanlı gelmez. Sevdiğinin kendisine küstüğünü sanır. Ertesi gün yine çörek
dolu bohçasını alır, o ağacın altına gider,
gelecek ümidiyle sabırla bekler. Bu böyle
günlerce sürer ama sevdiği gelmez.
Zavallı kız, yemeden içmeden kesilir, yataklara düşer. İnce hastalığa yakalanmıştır. Sevdiğini sayıklaya sayıklaya can verir.
Anlatıldığına göre, sevdiği genç de cephede şehit düşmüştür.
Kızın cenazesi, ağıtlarla kaldırılıp defnedilir. Taziye ziyaretleri günlerce sürer. Birkaç
gün sonra, kızın çeyiz sandığını açarlar.
Bir de ne görsünler; sandıktaki bir bohçada, kızın sevdiği genç için yaptığı çöreklerden vardır. Üstelik aylardır avlanmadan,
bozulmadan durmuşlardır. Çörekleri bozulmadan kalışına hayret ederek, taziyeye
gelenlere ikram ederler. Tadına bakanlar,
ağızda dağılıveren bu hoş kokulu yiyeceği
çok beğenir. Gel zaman git zaman, Beypazarı'nda güz mevsiminde hazırlanan kışlık
yiyeceklere kuru da katılır.
Derler ki Beypazarı kurusundaki o hoş
koku, aşkın kokusudur. Kuru, o büyüleyici
lezzetini, sevdalı yüreklerden almıştır.
8
KAFDAĞI
Ş
İ
İ
ANADOLU
OLMAK
R
Dağların gölgesinde bir mızrak gibi uzanan
Topraklarında nice yiğitler yatan
Bir ırmak gibi hırçın ve duru
Bir çınar gibi büyük ve bilge
“
Ne zaman dinlesem destanını,
Ne zaman koklasam toprağını,
Soğuktan donar vücudum
Kalbime bir kurşun yemiş gibi olurum
İşte ben o zaman Şerife Bacı olurum.
Ne zaman dinlesem destanını,
Soğuktan donar vücudum
İşte ben o zaman Şerife Bacı olurum.
Ne zaman masmavi denizini görsem,
Ciğerlerim patlayacak gibi olur.
Ata'mın mavi gözlerinde boğulurum.
Ne zaman darda kaldığını görsem,
AHMET ÇETİN
Mehmet Emin Yurdakul
Ortaokulu, 8/E
Kabuğuma sığamam, engelleri tanımam
İşte ben o zaman Anadolu olurum.
9
KAFDAĞI
D
E
N
E
M
E
KİTAPLARDA
YOLCULUĞUM
FATMA FEYZA DAĞCI
Mehmet Emin Yurdakul
Ortaokulu, 8/E
Odama girdiğimde aklımdaki tek şey kitap okumaktı. Kitaplar… 15 yaşındaydım ve kitaplarla tanışıklılığım 7 yaşımda başlamıştı. Hiç unutmam ilk okuduğum kelime “elmas” ve ilk okuduğum kitap Ela ve
Lale'nin el tutuşması, Ali'nin Talat' a top atması ile ilgiliydi.
Birinci ve ikinci sınıfta çevrem tarafından takdirle
karşılanan okuma aşkım, üçüncü sınıftan yedinci sınıfa kadar bir mola vermişti. Hatta öyle ki şimdi bu
denli bağlı olduğum kitaplar için beşinci sınıfta “Iyk,
kitap okumak mı? Ne sıkıcı!” diye düşünmüşlüğüm,
10
kitap okuyanlara “sıkıcı
insan” gözüyle bakmışlığım
vardı.
Okuma isteğim bitmişken,
beni kitaplara bağlayan şey
yine hayatın kendisi, bizzat
sorunlarım oldu. Bir şeyleri
unutmak adına elime aldığım
kitapla Ankara'daki evimden,
hatta şu anda oturduğum odadan o denli uzaklaşacağımı
KAFDAĞI
tahmin edememiştim. Beni bilinmeyen bir
zamana, hiç bilinmeyen bir yere götüren o
kitabı yaklaşık iki saat sonra elimden bıraktığımda kavramıştım hala Yenimahalle'deki evimde oturan ben olduğumu. Ve
gülümsemiştim, aynı şimdi ve her hatırladığımda olduğu gibi. Dudaklarımdan ilk dökülen kelimeler “Vay canına!” olmuştu ve
sonrasında fark etmiştim sorunlarımı,
hatta gerçek dünyayı unuttuğumu. Sanki
uçsuz bucaksız bir yolculuğa çıkmıştım kitabımı okurken ve o anda olacaklar haricinde hiçbir şey umurumda değildi. Bir
kez daha gülümsemiş, ardından da yorulmadığım kanısına vararak bıraktığım kitabı tekrar elime alarak okumaya devam
etmiştim.
Ve sonra.. Sonra bir kaç ay içinde bitirdiğim her kitabın arkasından yeni bir kitap
almış, onu okumuş, bitirmiş; Ankara dışına çıkmış, sorunlarımdan kaçmış, gezmiş, görmüş, eğlenmiş ve geri gelmiştim.
Gün geçtikçe kitaplığımda artan kitap sayısı, hayatımda azalmaya başlayan sorunlarımın müjdecisiydi sanki. Öyle ki her
okuduğum kitabın arkasından, her çıktığım yolculuğun dönüşünde yaşayarak öğrendiklerim, sorunlarımı kendiliğinden
çözmüş, bitmiş tükenmiş ve aslında yo-
Başlarda sadece sorunlarımdan kaçmak için elime aldığım o kitabın bir kaç
ay içinde hayatımın merkezi halini alacağını bilemezdim. Ancak şimdi,
benim ve çevremdeki insanların bildiği
bir şey var ki o da her bir kitapla başka
bir yolculuğa çıktığım ve her yolculuktan mutlulukla geri döndüğümdür.
rulmuş beni; mutlu, huzurlu ve olgunlaşmış bir birey haline getirmişti.
Başlarda sadece sorunlarımdan kaçmak
için elime aldığım o kitabın bir kaç ay içinde hayatımın merkezi halini alacağını bilemezdim. Ancak şimdi, benim ve çevremdeki insanların bildiği bir şey var ki o
da her bir kitapla başka bir yolculuğa çıktığım ve her yolculuktan mutlulukla geri
döndüğümdür.
Odama girdiğimde aklımdaki tek şey kitap
okumak ve bir elimde kahvem, diğer elimde kitabımla dakikalar içinde yeni bir yolculuğa çıkıp, saatler sonra apayrı bir mutluluk ve huzur ile geri döneceğimdir.
11
KAFDAĞI
Ş
İ
İ
12
R
KAFDAĞI
PASTEL
Tinsel imgelerle yıkarım düş balığı sözcükleri;
Pastelle boyanmış ölümler,
Sentetik ömürler anlatırım size.
Kaldırım arası titrek sular biriktiririm gözlerime,
Kanatır saçlarım hücrelerimi.
Saatim hep bir eksik gösterir;
Yarından bir eksik, dünden bir fazla…
Yaşar dururum bu döngüde;
Yalnızlık kusar, saydam ağlarım,
Bedenler yaratır, hesap sorarım
Ben merkeziniz içinde.
Cümlenin ektiği, sözcüğün biçtiği kadarım.
Kayıplıklardan yastık yapar yatarım
Pastelden bozma ölüme.
EREN AĞKOÇ
Kaya Bayazıtoğlu
Anadolu Lisesi, 12/M
13
KAFDAĞI
H
İ
K
Â
BALIKÇININ
UMUDU
“
Y
E
Yoksul bir kasabada bir balıkçı yaşardı.
Her gün birkaç balık tutar, karnını doyururdu. Yine günlerden bir gün büyük bir
balık tutmayı umut ederek denize açıldı.
Sabah erkenden rıhtıma doğru geldi. Gökyüzü pırıl pırıldı ve martılar neşe içinde denizin üstünde süzülerek uçuyorlardı. Balıkçı teknesiyle denizde epey yol aldıktan
sonra durdu, oltasını denize attı ve beklemeye koyuldu. Saatler geçmesine rağmen
bir türlü balık tutamamıştı. Hâlbuki biraz
ilerisinde onun gibi denize açılan balıkçıların ağları balık doluydu. Onları görünce
umutsuzluğa kapıldı. “Acaba yanlış yerde
mi duruyorum.” diye düşündü ve diğer balıkçıların yanına gitmeye karar verdi. Üç
gündür her şeyde bir terslik vardı, balık tutamıyordu ve açtı. Giderken elinde kalan
son balık yemleri de denize döküldü. “Her
gün rızkımı veren Allah üç gündür vermiyorsa elbet vardır bunda bir hayır.” dedi
ama yine de eve eli boş gitmek onu üzdü.
Sokakta karşısına beyazlara
bürünmüş bir adam çıktı. Balıkçı,
adamı görünce bir anda ürküp geri
çekildi. Beyazlara bürünmüş adam,
balıkçıya:
—Sana üç dilek hakkı veriyorum,
yalnız bu haklarını iyi kullanmalısın...
SUDE KAVİLCİOĞLU
Özel Batıkent
Onur Ortaokulu, 5/B
14
KAFDAĞI
Karnı da iyice acıkmıştı. Teknesini sahile cak ona yardım et. Yarın daha erken bir vaçekip evine doğru yürürken dalgınlıkla yan- kitte denize açıl ve oltanı at bekle dedi, bir
lış bir sokağa girdiğini fark etmedi bile.
anda yok oldu.
Sokakta karşısına beyazlara bürünmüş
bir adam çıktı. Balıkçı, adamı görünce bir
anda ürküp geri çekildi. Beyazlara bürünmüş adam, balıkçıya:
Balıkçı açlıktan hayal görmeye başladığını düşünerek yürürken karşısına gerçekten yaşlı bir kadın çıktı. Elinde ağır bir
sepet vardı ve taşımakta zorlanıyordu. Kadının elinden sepeti alarak gideceği yere
kadar taşıdı. Kadın da ona teşekkür etti.
Taşıdığı sepetten kızarmış bir tavuk alarak Balıkçı'ya verdi. Balıkçı şaşırmıştı. İlk
dileğim ne çabuk gerçekleşti dedi. Ertesi
gün denize her zamankinden daha erken
çıktı. Dedesinden dinlediği ve şimdiye
kadar hiçbir balıkçının yakalayamadığı
“Bereket Balığı”nı yakaladı. Tüccarlar çok
yüksek fiyata balığı satın aldılar. Bir anda
zenginleşen Balıkçı kısa sürede evlendi ve
boy boy çocukları oldu. İşini yapmaya
devam etti. Her yıl aynı gün aynı saatte
“Bereket Balığı” ağlarına takıldı. Balıkçı
artık yokluk çekmiyordu. Bütün dilekleri
gerçekleşen balıkçının hayatı değişmişti.
Umudunu hiçbir zaman kaybetmeyen Balıkçı, hayatta hiçbir şeyin hep aynı devam
etmeyeceğini gösterdi.
—Sana üç dilek hakkı veriyorum, yalnız
bu haklarını iyi kullanmalısın, dedi.
Balıkçı bu durum karşısında şaşırarak
ama daha çok da sevinerek sırayla dileklerini söylemeye başladı:
—Karnım çok aç, sabahtan beri ağzıma
bir şey koymadım. Karnımı doyurmak için
balık tutmaya çıktım ama hiçbir şey tutamadım. O yüzden yiyecek istiyorum.
Beyazlara bürünmüş adam, balıkçıya
ikinci ve üçüncü dileklerinin neler olduğunu sordu. Balıkçı:
—İkincisi yıllardır bu yoksul kasabada
tek başıma yaşıyorum, sıcak bir yuvam,
beni seven bir karım, çocuklarım olsun.
Üçüncü dileğim ise ailemle birlikte bolluk
ve bereket içinde yaşamak istiyorum,
dedi.
Beyazlara bürünmüş adam:
—Birazdan karşına yaşlı bir kadın çıka-
15
KAFDAĞI
Ş
İ
İ
R
ÖĞRETMENİM
GÜLVERA YAZILITAŞ
Özel Batıkent İnci Ortaokulu, 6/B
Cahillik denizine düştüğümde,
Tam bir cankurtaransın,
Bilgi ağınla beni kuşatırsın,
Benim kahraman öğretmenim.
16
KAFDAĞI
Geleceğime ışık tutarsın,
Cahilliği yok edip atarsın,
Bilgilerini paylaşırsın,
Benim dünyalar güzeli öğretmenim.
Ne zaman dara düşsem,
Elimden tutar kaldırırsın,
Karanlıkta bırakmazsın,
Benim melek yüzlü öğretmenim.
Bizi karşına alırsın,
Hayatı anlatırsın,
Yaramı merhem olup sararsın,
Benim fedakâr öğretmenim.
Cahillik denizine düştüğümde,
Tam bir cankurtaransın,
Bilgi ağınla beni kuşatırsın,
Benim kahraman öğretmenim.
17
KAFDAĞI
D
E
N
E
M
GİZLİ DÜNYAM
BEYZA EKİN NİGAR
Mehmet Emin Yurdakul
Ortaokulu, 8/E
18
E
KAFDAĞI
Evet, dostlar, kitap okumanın büyülü, gizemli dünyasına sizleri de alalım. Sığ
düşüncelerden, cehaletten aydınlığa yükselmenin tek yolunun kitaplardan geçtiğini
biliyoruz. Emin olun kitapların dünyasına girerseniz bir daha çıkmak istemeyeceksiniz.
Daha derinlere dalıp tozlu raardaki sırları keşfetmeye doyamayacaksınız.
Geçmişe dönüp baktığımda hatırlıyorum
da okumayı yeni söktüğüm dönemlerde
ailem bana hayranlıkla bakardı. Galiba o
yıllarda okumaya olan aşkımı anlamışlardı. Kitap okumayı zorunlu bir görev olarak
değil keyifli bir etkinlik olarak algıladığımı
görmüşlerdi çünkü.
'Cin Ali, Ayşecik' serilerini hala saklarım.
Şu an ne kadar harika kitaplarla tanışmış
olursam olayım, okuduğum ilk kitap olan
'Ayşecik Okulda' benim için her zaman en
değerli kitap olmuştur. Kendimi geliştirdiğim dönemlerde Ömer Seyfettin, Sait Faik,
Reşat Nuri Güntekin'le kendimi zenginleştirmeye devam ettim. Ardından dünya edebiyatından yazarlarla birlikte kitapların
içinde keşfedilmesi gereken mükemmel
bir dünyanın olduğunu fark etmeye başladım. Büyük coğrafyaya açılıp Craig Silvey'i, Debbie Mocamber'i, Jojo Moyes'i ya
da çok daha farklı olan Hint edebiyatının
piri Shantorom'un mucizevî kitaplarını
okudum.
19
Romanlardan sonra şiir kitaplarına, şairlere olan hayranlığım artmaya başladı.
Orhan Veli'nin, Nazım Hikmet'in, Victor
Hugo'nun kalbini dinlemeye başladım.
Yeni kitapları tanıdıkça bu engin okyanusta küçücük bir damla olduğumu anladım
ve daha çok yol kat etmem gerektiğini biliyorum artık. Şimdi kitaplığımı büyütmek
kitaplarla büyümek istiyorum.
Evet, dostlar, kitap okumanın büyülü, gizemli dünyasına sizleri de alalım. Sığ düşüncelerden, cehaletten aydınlığa yükselmenin tek yolunun kitaplardan geçtiğini biliyoruz. Emin olun kitapların dünyasına girerseniz bir daha çıkmak istemeyeceksiniz. Daha derinlere dalıp tozlu raflardaki
sırları keşfetmeye doyamayacaksınız.
Hadi bir çocuğun oyuncaklarına sarıldığı
gibi sarılın kitaplara. Hayat kısa, kitaplar
çok. İyi değerlendirmek yaşama anlam
katmak lazım.
KAFDAĞI
Ş
İ
İ
R
ATATÜRK
ÇAĞATAY ALTUN
Özel Batıkent İnci Ortaokulu, 5/B
“
Savaşları kazandık,
Göğsümüzde imanla,
Atatürk'tü rehberimiz,
Her savaşın başında.
20
KAFDAĞI
Yurdumuzda düşman,
Her tarafı sarmıştı,
Atatürk'ten habersiz,
Yurdu aldım sanmıştı.
Atamız ve askerleri,
Hepsi çelik yürekli,
Geçit vermedi elbet,
Kahramanlık gösterdi.
Atatürk'ün askerleri,
Ölümden kaçar mı hiç?
Şehitlik makamından,
Korkup da gider mi hiç?
Savaşları kazandık,
Göğsümüzde imanla,
Atatürk'tü rehberimiz,
Her savaşın başında.
21
KAFDAĞI
H
İ
K
Â
TESADÜF
Eda ÖZEL
Mehmet Akif İnan Ortaokulu, 7/H
22
Y
E
KAFDAĞI
“
Saat yediye alarm kurdu genç kadın.Hala
annesiyle konuştuklarını düşünüyordu.
Annesi, onun cennet tanesi, böyle mi düşünüyordu yani? Vasıfsız eleman olarak
mı görüyordu evladını? Bu düşüncelerle
kendisini uykunun kollarına bıraktı genç
kadın.
Hava kararmıştı. Yetkin, bir çalışırken
bir de resim yaparken kaybediyordu
kendisini. Resim yaparken dünya
yansa umurunda olmazdı genç
adamın. Artık eve gitmeliyim diye
düşündü ve siyah arabasına doğru
ilerledi.
Hava kararmıştı. Yetkin, bir çalışırken bir
de resim yaparken kaybediyordu kendisini. Resim yaparken dünya yansa umurunda olmazdı genç adamın. Artık eve gitmeliyim diye düşündü ve siyah arabasına
doğru ilerledi. Arabası onun için annesi ve
işinden sonra sahip olduğu en önemli olan
şeydi. Annesini düşünürken aklına uzun
zamandır nur yüzünü görmediği geldi. Arabasının kapısını özenle açıp içeri girdi ve
bir süre hareket etmeden sadece oturdu.
Günün raporunu çıkardı kafasında. İlk
günü yorucu geçmişti. Anlam veremediği
tek şey o büyüleyici gözlerdi.
Sabah yedide alarmını hiç ertelemeden
uyandı Ahu. O şirkete annesini haksız çıkarmak hem de bunca çalışmanın sonucunu alabilmek için gidecekti. Ahu hırslı
bir kadındı. Hayatına sadece iki erkek sokmuş onun dışında tamamen işine odaklanmıştı. Bu erkeklerden birisi babası diğeri ise 'eski ' nişanlısıydı.
23
KAFDAĞI
Diz üstü dört parmak kısalığında kırmızı elbisesini giydi. Siyah topukluları ayağına
geçirdi, yakut küpesini takıp arabasına
doğru gitti Ahu, karşılaşacaklarını bilmeden.
Yetkin şirkete girmeden önce tereddüt etti
önce, sonra yarım ağız gülümsedi “Sen
Ateş Demiroğlu'nun oğlusun ilk zorlukta
böyle düşünmemelisin” diye tekrar etti
içinden.
soy' dedi kendinden emin bir sesle. Adam
dış dünyadan kopuk bir şekilde kadına bakıyordu. En sonunda ne yaptığının farkına
vararak profesyonel bir sesle 'Yetkin Demiroğlu' dedi kadının tanıdık büyülü gözlerinin etkisinden çıkmaya çalışarak.
Kadın güzel bir bedenin içindeki boş bir
ruh değildi. Bunu bilgisinden anlamıştı.
Zeki bir kadındı. Büyülenmişti Yetkin.
Ahu, bu gününün son günü olacağından
şüpheliydi. Özgüven kalkanlarını indirmemek için kendini zor tutuyordu. Bu adam
ne kadar yakışıklıydı böyle.
Danışmaya gidip CV'leri aldı ve odasına
gidip incelemeye başladı genç adam: Ahu
Altınsoy, Soner Kılıç, Semih Çekiç. Çok kişi
başvurmamıştı bu sene. Geçen seneki görüşmelerin zorluğunu kendine hatırlattı.
Yetkin aslında katılmamakta haklılar diye
düşündü.
Yetkin görüşme bittikten sonra köşeli çenesini kaşıdı ve 'Sanırım şirketimiz için en
uygun aday sizsiniz Ahu Hanım' dedi.
Nefes alıp devam etti.
Kapısı tıklatıldı genç adamın ilk aday gelmişti.
'Yardımcılarımla bu gün bir değerlendirme
yapıp sizi arayacağız. Lütfen telefon numaranız…' dedi ve masadaki küçük not
kâğıdını alıp kadına uzattı, 'Buraya yazar
mısınız' Adam isterse numarayı CV'den
alabilirdi ama kadının yazmasını istemişti.
Soner Kılıç… Bilgisayar üzerine uzmandı
fakat çok laubaliydi ve bu şirkette böyle insanlara yer yoktu.
İkinci aday Semih Çekiç… Gayet mütevazi, cana yakın fakat bilgisayar ve yabancı dil konusunda yetersizdi.
Kadın telefon numarasını yazıp odadan
çıktı. Adam bir süre arkasından baktı kadının sonra aklına dün çizdiği resim geldi.
Böyle bir şey olabilir mi gerçekten? Hemen
Kapı üçüncü kez çaldığında gelen kişi Ahu
Altınsoy'du … Kadın yanına doğru ilerleyip narin ellerini uzattı adama 'Ahu Altın-
24
KAFDAĞI
çekmecesinden kadının CV'sindeki resmive önceki gün çizdiği resmi çıkarmıştı.
Çok benziyordu. Hatta benzemiyordu. Aynıydı. Gözlerine inanamamıştı. Böyle bir
şey olabilir mi diye düşündü ensesini kaşırken.
nun dediğini gibi telefonu kapatır kapatmaz Ahu'yu aradı.
Kadın elinde telefon ile uzun süre oturdu
saattir oturuyordu tam artık aramayacaklar derken telefonu çaldı. 'Ahu Hanım?'
diyen kadına cevap vermeye çalıştı. “Bebenim.”
Kadın eve doğru ilerlerken annesi aramıştı. Merhaba bile demeden iş görüşmesini
sormuş sonra tebrik edip telefonu yüzüne
kapatmıştı.
“İşe kabul edildiğinizi haber vermek için
aramıştım. Tebrik ederim.”
Telefonu kapattıktan sonra evden ayrılmak istediğini söylemek için annesini
aradı Ahu. Zaten ekonomik durumları
gayet iyiydi. Ahu elbette annesinin yanından ayrılmak istemiyordu; fakat annesinin onu yanında istemediğini anlamıştı
genç kadın. Kalbi burularak aradı annesini
ve yaptığı iş başvurusunu, kabul edilişini,
olan biteni, her şeyi anlattı. Annesi sonuna kadar dinledi ve hiçbir şey demeden kapattı. En çok buna üzülmüştü Ahu. Oysa
bir 'Gitme' dese gitmezdi.
Ahu arabasını sahile çekip bir banka oturdu. İçinde şiddetli şimşekler çakıyor güçlü
fırtınalar kopuyordu. Annesini artık tanıyamıyordu. Cennet annesi kapılarını kapatmıştı.
Yetkin akşam olduğunda evrak çantasından çizdiği resmi çıkardı tekrar göz gezdirdi. Çantasından bu sabah kadının yazdığı
telefon numarasını eline aldı ve numarayı
tuşladı.
Çalıyor… Sekreteri açmıştı telefonu 'Ahu
bugünkü adaylardan en uygun olanı, sana
vereceğim numara kendisine ait, kabul
edildiğini söyle' dedi. Kadın da patronu-
Kanepesine oturdu kadın. Kendi beyazlığında kaybolmaya başlamıştı bile…
25
KAFDAĞI
Ş
İ
İ
R
TRENLER
YAKUP ÇEBİ
Türk Dili Ve Edebiyatı Öğretmeni
Mustafa Azmi Doğan A. L.
Trenler gider, uzak şehirlere
Motorlu trenler, Elektrikliler…
Ağlar lokomotieri o trenlerin.
Bir kadın saçlarını rüzgâra verir,
Hasretini çeker denizlerin.
Uzak şehirlere trenler gider
Motorlu trenler, Elektrikliler…
Öksürür kompartımanları o trenlerin;
Sarhoşun biri uykuda ağlar,
Vapur, çoktan rıhtımındadır.
Trenler gider, uzak şehirlere
Motorlu trenler, Elektrikliler…
Hep içimden giderler,
Sarsarak raylarını;
26
Dağıta dağıta uykulu bir şehrin rüyalarını
Uzak şehirlere trenler gider.
Savrulur damlar, bacalar;
Savrulur telgraf direkleri,
İncir, badem, ceviz ağaçları;
Kırılır yumurtaları güvercinlerin.
Trenler gider, uzak şehirlere
Motorlu trenler, Elektrikliler…
Hep yan yana giderler
Kirli masasında isli kadehler,
Kirlenir giderler.
Uzak şehirlere trenler gider.
Motorlu trenler, Elektrikliler…
Hem uzanır giderler,
Hem oynaşır giderler.
Son yolcusu da çekildi çoktan
Zaten son faslıdır şimdi gecenin.
Vapurlar rıhtımlarında bağlı,
Trenler istasyonlarında;
Geceler bende,
Gece bende.
27
KAFDAĞI
G
E
Z
İ
İZMİR TADI, DOĞASI VE İNSANIYLA Şirince insanları çok samimiydi, evleri ahşaptı,
kapıların önünde kalıp
kalıp sabunlar. Bize biraz
tereyağı biraz da kaşar
tadı veren kendi yaptıkları tulum peynirinden
ikram ettiler. Gerçekten
çok lezzetli bir tulum peyniriydi.
NUR CANBOLAT
Şükufe Nihal
Ortaokulu, 8/E
İ
zmir, tarihin yeşeren en güzel bahçelerinden biri…
İzmir, ülkemizin denize bakan en güzel
gözlerden biri…
deniz kenarındaydı. Karşımızda
güzel bir ada ve gün batımı manzarası vardı.
Bol bol yüzdük, eğlendik, sahil
kenarında oturduk. Bir süre
sonra otel ve etrafı sıkıcı gelmeİzmir'e ilk gidişim, hatta yanım- ye başlamıştı, artık İzmir'i keşda ailem olmadan yaşadığım ilk fetme zamanıydı.
şehir dışı maceramdı. Kamp için İlk önce otelimize bir iki saat
ilk olarak Çeşme yakınlarına Se- uzaklıktaki Meryem Ana Kiliseferihisar'a gitmiş, Ormancı Tatil si'ne gittik. Kilise ve etrafı çok kaKöyü'nde kalmıştık. Otelimiz labalıktı. Ortam biraz ürkütü-
28
KAFDAĞI
cüydü benim için. Papa ve yardımcılarına
benzeyen adamlar bizim tekrar çıkış yolumuzu belirliyordu. Haç işaretleri ve yanan
mumlar vardı.
Şirince insanları çok samimiydi, evleri ahşaptı, kapıların önünde kalıp kalıp sabunlar. Bize biraz tereyağı biraz da kaşar tadı
veren kendi yaptıkları tulum peynirinden
ikram ettiler. Gerçekten çok lezzetli bir
tulum peyniriydi.
Bazı kaynaklara göre Meryem Ana'nın
Efes'e yerleşerek burada öldüğü kabul
edilmekteymiş. Ortodoks Rumları, Panaya Kapulu adı altında her yıl buraya gelerek ayin yapıyorlarmış.
Evlerin çok göz alıcı bir havası vardı Şirince'de. Çeşmeli bir avlu içinde yer alan The
St. Jhon Boptrist Kilisesi'ne gittik. Kilise
Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından restore edilmiş. Kilise kapısının önünde, ortasında Meryem Ana Heykeli bulunan
küçük havuza, dilek dilenerek madeni
para atılıyor.
Kilisenin biraz ilerisinde üç çeşme vardı:
Aşk Çeşmesi, Para Çeşmesi, Şans Çeşmesi.
İkinci durağımız “Efes Antik Kenti” oldu.
Bir gezi rehberi sayesinde tüm Efes'i,
Roma'yı, kent insanlarının yaşadıkları yerleri öğrendik, tanrı ve tanrıçaları tanıdık.
Nike, Zeus, Afrodit, Ares gibi birçok tanrı
ve tanrıçanın heykelleri vardı her yerde.
İlçenin esnafı: Takıcılar, hediyelik eşya ve
el işleri satanlar, İzmir tatlıları satanlar…
Çok hoş bir ortamdı.
Şirince'de son olarak bir kafeteryaya gittik. Manzara ormandan denize kadar uzanan meyve ağaçları ile bezeliydi.
Şehir iki kısımdı, kapılar ile ayrılmıştı. Kapılar iki sütundan oluşuyordu. Her bir sütunda garip şekiller ve kedi heykelleri yer
alıyordu. Şehrin kocaman bir kütüphanesi
ve bazısı kaygan bazısı sert kayaları vardı.
Eskiden tiyatro ve mizah gösterilerinin yapıldığı yer günümüzde Tarkan, Ajda Pekkan gibi ünlülerin konser verdikleri bir açık
hava sahnesi imiş.
Son gün merkezde bir balıkçıdaydık. Deniz
börülcesini ilk orada yedim. Yine sipariş
verdiğim alabalık bildiğimiz alabalıktan
farklıydı. İzmir'e ait tuhaf görünümlü mezelerle servis ediliyordu, incir ve üzümle
süslenmişti.
İzmir'den ayrılırken şöyle düşünmüştüm
ve hala düşünüyorum: İzmir, adı, tadı, doğası, tarihi ve insanı ile Türkiye için bir
gurur kaynağı.
Üçüncü durağımız Şirince idi. Hani Mayalılara göre dünya yok olsa da yok olmayacak(!) denilen yer.
29
KAFDAĞI
Ş
İ
İ
R
DERSLERİN DİLİNDE BEN
MELTEM ÖZKAN
Tevk İleri Anadolu
İmam Hatip Lisesi, 10/E
“
Kimya'da saf maddeyim ben.
Geometri'de üçgenlerin özeli,
Coğrafya'da dört mevsimim ben.
30
KAFDAĞI
Türkçe dersinde cümlenin gizli öznesi,
Matematik'te pozitif mutlak değerim ben.
Tarih'te yeniçağ açıp ülkenin yükselen dönemi,
Kimya'da saf maddeyim ben.
Geometri'de üçgenlerin özeli,
Coğrafya'da dört mevsimim ben.
Arapça'da olmazsa olmaz fiilim, fiili çeken zamirim,
Arapça'nın ham maddesi, dersin özüyüm ben.
Fizik'te düzgün doğrusal grafiğin sütunu,
Sağlık'ta korumaların birinci korumasıyım ben.
Temel Dini Bilgiler'de “kâlû-belâ”dan beri
Elhamdülillah Müslüman,
Biyoloji'de köksalan aktif çiçekli bitkiyim ben.
İngilizce'de my name is Meltem,
Kur'an'da mim-elif-lam-te-elif-mim'im ben.
Edebiyat'ta dönemin zihniyeti ve âhenk unsuru,
Dil ve Anlatım'da Ural-Altay dil ailesinin Altay koluyum ben.
Beden'de sağ gösterip sola dönen,
Hayat dersinde ben, benim ben.
31
KAFDAĞI
K
İ
T
A
P
BEYPAZARI EFSANELERİ
NESLİHAN YILDIRIM OKTAY
Türkçe Öğretmeni
Şükûfe Nihal O. O.
32
KAFDAĞI
Beypazarı Efsaneleri'nin yazarı Ahmet Yıldırım, “ Mecnun'un bin
türküsü var, hepsi de Leyla üstüne. İnsan bir kez sevmeye görsün,
bizimki de o hesap; bir Beypazarı sevdasıdır, almış gönlümüzü.
Yaşama sevincimiz, onunla çoğalmış ve çoğalmakta yıllar boyu…
Ve bütün gerçekliğiyle birlikte bir efsanedir Beypazarı.” deyip
başlar Beypazarı Efsaneleri'ni anlatmaya…
Efsane deyip geçmeyin! Doğrudur; efsaneler inanılması güç, olağanüstü olaylar
anlatırlar. Bu yönüyle masala benzerler,
ama kiminde kişilerin, kiminde de olayın
geçtiği yerin gerçekliği bakımından da hikâye gibidirler. Bir başka söyleyişle efsane, bir parça masaldan, bir parça hikâyeden alan, masalla hikâye arasında bir
halk edebiyatı türüdür. Peki, giriş cümlemizdeki ilk üç sözcüğün bu paragrafta işi
ne? Niçin kullandık, “Efsane deyip geçmeyin” sözlerini?
İşte böyle bir işleve katkı sağladığına
inandığımız bir kitapla karşınızdayız.
Beypazarı Efsaneleri'nin yazarı Ahmet Yıldırım, “ Mecnun'un bin türküsü var, hepsi
de Leyla üstüne. İnsan bir kez sevmeye
görsün, bizimki de o hesap; bir Beypazarı
sevdasıdır, almış gönlümüzü. Yaşama sevincimiz, onunla çoğalmış ve çoğalmakta
yıllar boyu… Ve bütün gerçekliğiyle birlikte bir efsanedir Beypazarı.” deyip başlar
Beypazarı Efsaneleri'ni anlatmaya…
Kitapta tarihi evleri, saray mutfağı tarzı yemekleri ve doğal güzellikleriyle ünlü Beypazarı'ndan derlenmiş yirmi üç efsane
var. Bir ilçeden bu sayıda efsanenin çıkması da ilginç değil mi? Ankara'nın ilçesi
Beypazarı'nın bir kültür hazinesi olarak nitelendirilmesi de boşa değil demek ki.
Evet, ısrarla yinelemek gerekiyor: Efsane
deyip geçmeyin! Çünkü efsaneler, yukarıda sıraladığımız özelliklerinin dışında çok
önemli bir işleve sahiptir. Üretildikleri toplumun yaşama biçimini; inancını, korkularını, sevinçlerini, hayallerini yani toplumu oluşturan kültürel değerlerini içlerinde
barındırır ve kuşaktan kuşağa aktarırlar.
Kitapta dört yer ismi efsanesi var. Eser
Beypazarı isminin efsanesiyle başlıyor.
33
KAFDAĞI
Öncelikle ilçe tarihinin, yörede yaşadığı bilinen en eski insan topluluğu Luvilerle
(Işık İnsanları) başladığı; sırasıyla Hititlerin, Firiglerin, Galatların, Romalıların, Bizanlıların, Selçukluların ve Osmanlıların
hüküm sürdüğü anlatılır.. Daha sonra,
kent isminin Luviler zamanındaki ismi Laganya'dan (Kaya Doruğu Ülkesi) Beypazarı'na dönüşümünün efsanesi verilir. Efsaneye göre, Dinar Hezar Bey'in anısına
şehre Bey Hezarı denir. Zamanla beyin kurdurduğu pazar, çevre köy, kasaba ve şehirlerden büyük ilgi görür, kent bir ticaret
merkezi haline gelir. Hezar ismi unutulur
pazara dönüşür ve kent bugünkü adını
alır.
Biliyorsunuz, efsanelerimizde kimi zaman
iyiler ödüllendirilir, kimi zaman da kötüler
uyarılır ya da cezalandırılır. Bu Beypazarı
Efsaneleri'nde de böyledir. Örneğin, Karakaş Seli efsanesinde; düğün kalabalığından bunalan evin hanımı, ekmek isteyen
bir ihtiyarı, Hızır'ı, terslediği için cezalandırılır; fakat iyi niyetli gelin ödüllendirilir.
Anadolu'nun her yöresinde bir aşk efsanesi, hiç değilse bir aşk hikâyesi vardır.
Eserde de Âşıklar Mezarı isimli bir efsane
hemen dikkat çekiyor: Zengin bir ağanın
34
Şehir efsaneleri dilden dile aktarılırken
farklı yorumlar ortaya çıkar. Yazar kitabına aldığı efsanelerde karşılaştığı farklı anlatılara da yer veriyor. Örneğin Karakoca
efsanesinde, suyun yeryüzüne çıkışıyla ilgili bir de suyun güzelleştirici etkisiyle ilgili olmak üzere iki anlatıya yer veriliyor.
Gömleksiz Köprü, Höşmerim, Kara Davut
Hazretleri, Dutlu-Tahtalı efsanelerinde de
aynı durumla karşılaşıyoruz.
güzeller güzeli kızına, fakir bir delikanlı
âşık olur. Kız da delikanlıya sevdalıdır.
Ama ağa kızı vermek istemez. Âşıklardan
gerçekleştirilmesi imkânsız bir istekte bulunarak işi yokuşa sürer. İki sevdalının
büyük bir tarlayı akşama kadar çapalaması gerekmektedir. Gençler, sevinçle
kabul ederler. Kızın babası nasıl yapamayacaklarından eminse, onlar da aşklarından aldıkları güçle başaracaklarına inanmaktadır. Ertesi gün, kız tarlanın bir ucundan, delikanlı diğer ucundan girer. Akşam
hava kararırken tarlayı bitirirler. Tarlayı bitirirler ama kendileri de tükenirler. Tarlanın ortasında birbirlerine sarılır ve yaşama elveda derler. O günden beri, orası,
kimi anlatımlarda Âşıklar Mezarı'dır, kimi
anlatımlarda da Kız Oğlan Tarlası…
KAFDAĞI
Şehir efsaneleri dilden dile aktarılırken
farklı yorumlar ortaya çıkar. Yazar kitabına
aldığı efsanelerde karşılaştığı farklı anlatılara da yer veriyor. Örneğin Karakoca efsanesinde, suyun yeryüzüne çıkışıyla ilgili
bir de suyun güzelleştirici etkisiyle ilgili
olmak üzere iki anlatıya yer veriliyor. Gömleksiz Köprü, Höşmerim, Kara Davut Hazretleri, Dutlu-Tahtalı efsanelerinde de aynı
durumla karşılaşıyoruz.
Yazarın kullandığı sade akıcı dil sayesinde
efsaneler bir çırpıda okunuyor. Kitabın masalsı anlatımı da okuyucuya zevkli bir
okuma vadediyor.
13,5 x 21 boyutlarında, 2014 Ağustos'unda basılan kitap yüz sayfadan oluşuyor. Keyifle okunan efsanelerden bazılarının isimleri de şöyle: Karakoca, Göyneksiz Köprü, Karaşar, Semerci Baba, Gelegra, Höşmerim, Topçu Baba, Akşemseddin Hazretleri, Yaşayan Efsane Yalnız
Ağaç…Kapak tasarımını Özgür Kağan
Tot'un yaptığı eserde Gökalp Yıldırım'ın
çektiği on iki ilginç fotoğraf da, Beypazarı
insanının geçmişte yaşadığı olayların yanı
sıra, yüreğindeki sevgi ve hayal gücünden
hayat bulan bu güzel efsanelere eşlik ediyor.
35
KAFDAĞI
Ş
İ
İ
R
CUMHURİYET
OLDUKÇA
ALPEREN ARSLAN
Özel Hasan Tanık Ortaokulu, 8/D
Söz hakkı halkta olan rejim cumhuriyet,
İnanıyoruz, yaşatacak milletimizi
ilelebet.
Halkın seçtiğine verilir önem,
Halk üstündür bu rejimde her yerde ve
her dönem
Ne garip vardır, ne zalim bu rejimde,
Ne fakir, ne de zengin vardır.
Çünkü asıl zenginlik özgürlüktür bence,
Bu rejimde halka verilir önem ilk önce.
Demokrasinin temelidir cumhuriyet,
Cumhuriyetle gelir hürriyet.
Özgürüz, rahatız cumhuriyet oldukça,
Bu millet bayrağını cesurca korudukça.
36
KAFDAĞI
H
İ
K
Â
KAYBEDENİ
OLMAYAN OYUN
Y
E
Bu nasıl olabilirdi, galiba
rüya görüyordum. Biraz
önce onların albümlerdeki
sararmış fotoğraflarına bakıyorken, şimdi onlar oyun
oynamak için beni bekliyorlardı. Arkadaşlarımı bekletemezdim, hemen yanlarına koştum.
Nilgün SÖNMEZER İlkbahar bütün güzelliğini cömertçe sergiliyordu. Kiraz ve erik
Edebiyat Öğretmeni ağaçları çiçek açmış, evimizin bahçesini gelin gibi süslemişTevk İleri A. İ. H. L. lerdi. Bütün mahalleyi saran leylak kokuları arasında, pencerenin önünde oturmuş, eski albümleri karıştırıyordum. Evin içi
sokakta oynayan çocukların sesleriyle doluydu.
Birden dışarıdan birilerinin “Nilgün” diye seslendiğini duydum. Gözlerimi sokağa çevirdim. Bir de ne göreyim, benim
canım arkadaşlarım yakan top oynamaya hazırlanıyorlar, beni
de oyuna çağırıyorlardı. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutuyordum. İşte hepsi oradaydı. Emine, Ümit, Mahzun, Ebru, Ali,
Osman, Ayşegül.
37
KAFDAĞI
Bu nasıl olabilirdi, galiba rüya görüyordum. Biraz önce onların albümlerdeki sararmış fotoğraflarına bakıyorken, şimdi
onlar oyun oynamak için beni bekliyorlardı. Arkadaşlarımı bekletemezdim, hemen
yanlarına koştum. Oyunlar oynadık, güldük, eğlendik. Vaktin nasıl geçtiğini anlamamış, akşama kadar sokağın, oyunların
tadını çıkarmıştık.
Mahzun'a gelmişti. Mahzun gözlerini uçları yırtılmış ayakkabılarına çevirdi ve 'Bir
çift yeni ayakkabı istiyorum, babamın
bana ayakkabı alacak parası yok.” dedi. O
anda ne kadar duygulandığımızı, onunla
ne kadar gurur duyduğumuzu anlatamam.
Arkadaşlarımın hepsi çok iyi çocuklardı.
Özellikle Mahzun. Mahzun bizim yanımızdaki mahallede oturuyordu. Durumları
pek iyi değildi ama öyle kocaman yürekli,
yardımsever bir çocuktu ki onun gibi bir arkadaşa sahip olduğumuz için hepimiz
gurur duyardık.
Bir gün Ümit ve Mahzun, iki mahalle arasında “Taş Oyunu” turnuvası düzenleyelim, diye teklifte bulundu. Hepimiz çok heyecanlanmıştık. Hemen kabul ettik.
Oyunu kaybeden taraf kazananlara gazoz
alacaktı. Gazozlar depozitolu şişelerde satılırdı. Boş şişeleri verip paralarını geri
alırdık. Turnuvaya başlamadan önce herkes parayı alınca hangi hayallerini gerçekleştireceğini heyecanla anlattı. Ümit
kendine kocaman, kırmızı bir oyuncak
kamyon almak istediğini söyledi. Ben sarı
saçlı, mavi gözlü bir bebek alacaktım.
Emine “oyuncak bebeğim için beşik alacağım.”dedi, güzel gözlerini açarak. Sıra
“Nilgün, kızım sofra hazır.” Bu annemin
sesiydi. Bu sesle hatıralar âleminden sıyrılmaya çalıştım. Elimde sararmış fotoğraflar… Dışarıya baktığımda hava kararmış, yağmur yağmaya başlamıştı. Arkadaşlarım, onlar nereye kaybolmuşlardı.
Demek ki fotoğraflara bakarken dalıp gitmiştim.
Geçmişe dair hayalimde canlanan hikâye
beni öylesine kuşatmıştı ki yemeğimi yedikten sonra hemen odama çekildim. Sadece bir kesitini âdeta yeniden yaşadığım
hatıraların devamını yazmak için kâğıda
kaleme sarıldım. Bu hikâye gerçek bir
dostluğun, kardeşliğin hikâyesiydi ve kaybedeni olmayan bir oyunun hikâyesi.
Turnuva yapmaya karar verdikten bir
hafta sonra taş oyununa başlamıştık. Turnuvanın sonunda Ümit ve Mahzun finale
kaldı. Kim kazanırsa ödülü o alacaktı.
Mahzun en son topu atıp taşları deviremeyince sıra Ümit'e geldi. Ümit oyunu kazandı, istediği o kırmızı kamyonu aldı
38
KAFDAĞI
fakat hepimiz iyi biliyorduk ki Mahzun yenilmemişti, vazgeçmişti. Çok istediği o bir
çift ayakkabı hayalinden, arkadaşı için
vazgeçmişti.
de not çıktı. ”Arkadaşım, borç batağında
olduğunu öğrendim. Belki biraz faydam
olur diye sana bir miktar para bıraktım.”
yazıyordu notta. Ümit hemen koştu ama
yetişemedi.”Mahzun” diye haykıran sesi
sokaklarda yankılandı.
Aradan uzun yıllar geçti. Ümit çok ünlü bir
işadamı oldu. Mahzun ise sokaklardan
kâğıt toplayarak geçimini sağlıyordu. En
büyük hayali üç tekerlekli bir çöp toplama
arabası almaktı. Bunun için yıllardır para
biriktirmekteydi.
Mahzun bir gün çöpleri karıştırırken bulduğu gazetede bir haber gördü.”Ünlü işadamı borç batağında” Bu arkadaşı Ümit'ti.
Hemen onun işyerine gitti. Burası geniş güvenlik önlemlerinin alındığı, güneş ışıkları
vurduğunda gözleri kamaştıran camlarla
kaplı bir iş merkezi idi. Önce onu içeri
almak istemediler. Zor da olsa içeri girdi,
arkadaşının yanına çıktı fakat Ümit kendisiyle hiç ilgilenmemişti. Mahzun biliyordu
ki Ümit onun borç para istemeye geldiğini
düşünmüştü. Oradan ayrılırken üzgün ve
kırgındı. Buna rağmen o, düşündüğünü
yapmalıydı. Önceden bir gazete parçasına
sarıp hazırladığı paketi arkadaşının sekreterine bıraktı ve iş merkezinden çıkıp
gitti. Sekreter paketi Ümit'e verdiğinde
Ümit neye uğradığını şaşırmıştı. Paket için
kullanılan gazete parçası kendisiyle ilgili
haberin bulunduğu gazete sayfası idi. Paketi açınca içinden bir miktar para ve bir
39
Aradan henüz birkaç gün geçmişti. Bir
sabah Mahzun işe gitmek için kapıyı açtığında evin önünde bir çöp toplama arabası gördü. Arabanın önünde “Oyun Başladı” yazan bir tabela duruyordu, arkasında
ise başka bir tabela vardı ve başka bir şey
yazıyordu: ”Kaybedeni Olmayan Oyun”
İşte benim çocukluğumdan kalma en
güzel hikâye. Hem bizi anlatan, hem içimizdeki dostluğu, kardeşliği, sevgiyi anlatan en güzel hikâye. Ne mutlu bize ki hep
kaybedeni olmayan oyunlar oynamışız. Oynadığımız oyunlar sayesinde sevmenin,
sevilmenin, paylaşmanın farkına varmışız.
Arkadaşlarımla hâlâ görüşüyorum. Onlarla bir araya geldiğimizde çocukluğumuzu,
sokağımızı, oyunlarımızı konuşuyoruz.
KAFDAĞI
Ş
İ
İ
R
SANA
HÜLYA AKAY TAMKAN
Türkçe Öğretmeni
Mimar Sinan O. O.
“
Bir kervan gibi taşır bana
Yaktığın hoyrat türküleri.
Seninle iki ayrı şehiriz,
Bizi birleştiren nehir...
40
KAFDAĞI
Sabah uyandığımda,
Güneşli gözlerin,
Işıltılı gündüzleri taşıyor yüreğime...
Öpücüklerin,
Çiğ tutmuş yapraklar gibi
Serinletiyor alnımı.
Seninle iki ayrı şehiriz,
Bizi birleştiren nehir...
Balıklar geçer o yandan bu yana,
Dalgalar, o kambur develer,
Bir kervan gibi taşır bana
Yaktığın hoyrat türküleri.
Seninle iki ayrı şehiriz,
Bizi birleştiren nehir...
İçinde mesaj yazan şişeleri
Bulduğumda,
Balıkçı dedelerin dizlerinde,
Öykü dinlerdi çocuklar.
Midye kabukları şatosunda da
Haykırdım ben bunları...
Seninle iki ayrı şehiriz,
Bizi birleştiren güzelim, neftî bir nehir...
41
KAFDAĞI
H
İ
K
Â
42
Y
E
KAFDAĞI
BİRKAÇ SANİYE
“
“Kızı mı okutcan yani tövbe tövbe hiç olur şey mi?”
diye söyleniyordu dedem. “Hadi oğlanları okutcam
dedin, bi şiycik de demedik, onlara da gerek yok ya
neyse. Sen okumadın da noldu sanki? Aç mısın
açık mısın? Kız kısmısının okuması da neemiş?
Hem dört oğlana kim bakcak, anasına kim yardım
etcek? He, de hele…” Oğlanlar okula gitti mi sorun
yoktu ama söz konusu kızlar olunca aşılması gereken dağlar kadar büyük ön yargıları vardı insanların. Dedemin derdi bizim şehre taşınmamız mıydı
yoksa benim ilkokuldan sonra okumaya devam
etmem miydi? Bilemiyorum. Bildiğim bir şey varsa
o da “Kim ne der?” sorusuna daha sık muhatap
olan küçük yerlerin insanı için, kendi doğrularından
daha önemli bir kıstasın varlığıydı: Başkalarının
doğruları.
FAHRİYE OKYAY
Edebiyat Öğretmeni
Kaya Bayazıtoğlu A. L.
43
KAFDAĞI
önde geleninden daha fazla bir idrake, ferasete ve ileri görüşe sahip, maddi imkânları değil ufku geniş bir babam olmasaydı, bugün bu cümleleri kuracak ne bir
kelimem ne de düşüncem olurdu.
asanın altından görünen
Müdürün ayakkabılarını
fark etmeseydim, kapıda
geçirdiğim ve içine on altı
yıllık ömrümü sığdırdığım
mütereddit birkaç saniye
sonunda aklımdan geçeni yapsaydım hayatım boyunca bu sadece benim hikâyem
değil aynı zamanda Müdürün de hikâyesi
olacaktı. Bu birkaç saniye kara delik gibi
yıllarımı içine almış ve zaman mevhumu
ortadan kalkmıştı.
M
Hatıralar kesik kesik de olsa, bir araya geldiklerinde hepsi ana hikâyenin mütemmim cüzü niteliğinde…
“Kızı mı okutcan yani tövbe tövbe hiç olur
şey mi?” diye söyleniyordu dedem. “Hadi
oğlanları okutcam dedin, bi şiycik de demedik, onlara da gerek yok ya neyse. Sen
Yıllarca zihnimin en ücra köşelerine kök okumadın da noldu sanki? Aç mısın açık
salarak gizlenmiş, şu an gülümseyerek ha- mısın? Kız kısmısının okuması da netırladığım bu hikaye, yarım yüzyıl sonra bu emiş? Hem dört oğlana kim bakcak, anasatırlarla gün yüzüne çıkıyor. Oysa o gün sına kim yardım etcek? He, de hele…” Oğbu olayı aynı soğukkanlılıkla karşılayama- lanlar okula gitti mi sorun yoktu ama söz
mış birkaç saniye sonunda kendime gel- konusu kızlar olunca aşılması gereken
diğimde sırtımın terden sırılsıklam oldu- dağlar kadar büyük ön yargıları vardı inğunu fark etmiştim.
sanların. Dedemin derdi bizim şehre taşınmamız
mıydı yoksa benim ilkokuldan
Altmışlara gelindiğinde, birçok gelişmiş
ülke kırklı ve ellili yılların yıkıcılığını üstle- sonra okumaya devam etmem miydi? Birinden atmış olmasına rağmen biz henüz lemiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da
bu girdaptan kurtulamamıştık. Yokluk - “Kim ne der?” sorusuna daha sık muhayoksulluk ülkenin her yerinde olanca acı- tap olan küçük yerlerin insanı için, kendi
masızlığıyla devam ediyordu. Bizleri yok- doğrularından daha önemli bir kıstasın
sul kılan sadece maddi yokluklar değildi el- varlığıydı: Başkalarının doğruları.
bette düşünce ve inanç dünyamız da bu “Bi gidem de hele, kızı mektebe gönderi
yokluklardan nasibini almıştı. İşte tüm bu miyiz göndermez miyiz, yeniden düşünüyokluklar içinde büyüyen bir kız çocuğuy- rüz; ama Alaattin okumalı, ben okuyamadum ben. Kendisi demiryollarında işçi ol- dım o okumalı. Şeherde ortaokul var, öğmasına rağmen zihnen o günün pek çok
44
KAFDAĞI
Bu konuşmaların yapıldığı yazın sonunda
biz beş kardeş, amcam, annem, babam
toplam sekiz nüfuslu bir aile şehre taşındık. O yılların her karesi aklımdandır.
Babam şehre gelince kimsenin sözüne
kulak asmamış, amcamla beraber beni
de ortaokula yazdırmıştı. Ortaokuldan
sonra girdiğimiz sınavı kazanarak öğretmen okuluna devam ettik. Zor şartlarda
okuduk, fakirdik. Yokluk, yoksulluk sadece
bizde değildi. Hemen herkes yoksuldu.
Harmanlar kalkar, hasatlar yapılır paralar
kazanılır ve Eylül ayında kurulan panayırdan ihtiyaçlar yıllık olarak karşılanırdı.
Okullar açılmadan önce ayakkabılarımız
panayırdan alınırdı. Okul ayakkabım bir
çift kösele ayakkabıydı, yaz da kış da onu
giyerdim. Okul dışında tabanı kösele deri
ayakkabılarımızı giymezdik, günlük ayakkabılarımız “Pehlivan” marka kara lastiklerdi. Taş toprak, mahalle aralarındaki yollarda kışın çamurunda yürüyebilmek imkânsızdı. Altı taşlardan dolayı deliniveren
ayakkabılarım, yağmurlu günlerde. Öğretmen okulunda yatılı kalan arkadaşlarımdan Aysel ayaklarımın ıslandığı günlerde
kendi çoraplarından verirdi. Ben de ıslak
çoraplarımı çıkarır, lavaboda yıkar, sınıftaki sobanın yanında kurutur, eve dönerken yeniden giyerdim.
retmen okulu var. Biz gitmesek çocuğu
kimin yanına gönderisin? Her gün ta mektepten bura gelemez, burdan mektebe gidemez. Hem oğlanların da okul zamanları
geliyo…” demişti babam dedemin “He,
de hele…” sorusuna karşılık. Alaattin en
küçük amcamdı ve dedem de amcamın
okumasını istiyordu ama kız çocuklarının
okuması toplumda henüz iyi karşılanmıyordu.
Beş altı kişilik köy okulumuzda tüm sınıflar bir arada okurduk ve biz amcam Alaattin ile aynı sınıfa gidiyorduk. Babam demir
yollarında işçi olduğundan evimizde mal
yapılmaz yani hayvan bakılmazdı. Kendi
etimizi sütümüzü karşılayacak kadar
köyde yaşayan herkesin yapabileceği bir
iki inek, koyun, tavuk dışında hayvancılıkla uğraşmazdık. Şehre gidişimize bu anlamda bir engel yoktu. Bir gün öğretmenimiz eve bizi ziyarete gelmiş ve babamla
epey konuşmuşlardı. Onlar konuşurken
duymuştum. “Bu kızı okut Sadi Efendi” diyordu öğretmenim. “ Kız, kafalı. Seni
utandırmaz. Köyde yok olup gitmesin, kurtarsın kendini.” Sırtı bana dönük olduğu
ve alçak sesle konuştuğu için babamın ne
söylediğini duyamamıştım. Dedemle konuşmalarından anladım ki öğretmenimin
söyledikleri babamın aklına yatmıştı ya da
öğretmenim vermeyi düşündüğü kararda
babamı cesaretlendirmişti.
Giysilerimiz de farklı değildi. Gizlencelik
dediğimiz bayramdan bayrama alınan el-
45
KAFDAĞI
tanıdıklarımızın çocuklarına evin bir odasını pansiyon gibi kiralardı babam. O çocukların da yükü annemin üzerindeydi.
Her gün yemek, temizlik yapılır, su taşınır
ve çocuklara bakılırdı. Annemin tek yardımcısı ben olduğumdan okuldan geldikten sonra ders çalışmaya hiç vakit bulamazdım. Sabahları namaza kalkan babamın tıkırtılarıyla uyanır, okula gidene
kadar çalışabilirdim derslerime.
biselerimiz dışında günlük bir veya iki kıyafetimiz olurdu. Anacığımın eli çamaşırdan çıkmazdı. Evlerde çeşme bile yoktu.
Suyu, elimizde iki kova ya da ibrik mahalle
çeşmesinden taşırdık. Şimdiki gibi kiri
pisi çıkaran deterjanları, çamaşır makinelerini de bilmiyorduk. Küllü sularla arıtılırdı çamaşırlar. Elleri hep çatlak olurdu
anamın. Nasıl olmasın ki? Yemekti, çamaşırdı derken, o eller hiçbir gün boş durmamıştı.
On yedi yaşımı doldurmadan öğretmen
olarak atamam yapılmış, bulunduğumuz
ilçeye yakın başka bir ilçeye tayinim çıkmıştı. Benimle birlikte aynı gün farklı köylere atanan üç dört arkadaşla birlikte ilçede yarım gün kadar süren bir toplantıya aldılar bizi. Hepimizi gideceğimiz köyler, yapmamız gereken iş ve işlemler konusunda
bilgilendirdiler. Bu toplantılar her ay bir
defa yapılıyordu. Maaş gününe denk getirilen bu toplantılara her okuldan bir öğretmen katılır, okulların işleyişi, problemleri
konuşulur, bizlere ulaştırılması gereken konularda bilgilendirilirdik. Biz henüz ilk toplantımızı yapmıştık. Memurdan evraklarımızı almış ve imzalatmak üzere Milli Eğitim Müdürü'nün odasına gelmiştik. En
önde ben vardım, kapıyı çaldım ve kısa bir
beklemeden sonra açtım. Müdür masasında oturuyordu. “Buyrun” dedi bize.
Üstümüz başımız neyse evlerimizin düzeni de oydu. Akşamları yere serilip sabahları toplanıp yüklüğe dizilen döşek, yorgan
ve yastıklar, saman kırlentler, tahtadan el
yapımı divanlar, halı niyetine hasırlar...
Halı nedir bilmezdik. Evlerimizde hasırlar
seriliydi. Mısır koçanlarından yapılan hasırlar. Pek çok yerde hasırlar sazdan yapılır; fakat bizim yaşadığımız bölge dağlık olduğu için saz pek bilinmezdi. Mısırlar toplandıktan sonra, koçanlarındaki yapraklar
tek tek iplik gibi eğrilir ve hasırlarımız bundan örülürdü. Biraz daha hali vakti yerinde olanlar hasırlarının üzerlerine kilim
atarlardı. Kap kacak desen ona keza.
Çelik henüz yoktu, en lüks mutfak eşyalarımız alüminyum tencere, tabak, kaşık ve
çatallardı.
Bir maaşla geçinmek mümkün olmadığından köyümüzden şehre okumaya gelen
İşte ne olduysa o anda oldu. Odaya gire-
46
KAFDAĞI
ceğim ama yerde tertemiz bir halı serili.
Ben o güne kadar böyle bir halı görmemişim. Üzerine basacak mıyız, basmayacak
mıyız? “Acaba içeri nasıl girmem gerekiyor?” diye bir an tereddüde düştüm. Ayakkabıyla girsem halı, tozlu ayakkabılarımdan daha temiz görünüyordu; ayakkabılarımı çıkarıp girsem o da pek mantıklı gelmedi. Kapıda duraksadığım birkaç saniye
kara delik gibi yıllarımı içine almış ve
zaman mevhumu ortadan kalkmıştı.
Masanın altından görünen Müdürün
ayakkabılarını fark etmeseydim, kapıda
geçirdiğim ve içine on altı yıllık ömrümü
sığdırdığım mütereddit birkaç saniye sonunda aklımdan geçeni yapsaydım hayatım boyunca bu sadece benim hikâyem
değil aynı zamanda Müdürün de hikâyesi
olacaktı. Kapısında ayakkabılarını çıkararak içeri giren bir öğretmen… Hayatı boyunca beni unutmaz, trajik bir anekdot olarak kim bilir kaç kez anlatırdı.
Peki, ben niye anlattım? Çünkü bu başkasının değil benim hikâyem. Hem adı üstünde bir hikâye…
Kurgu gerçeklikle, gerçeklik de yaşanmışlıkla ölçülemez değil mi?
47
KAFDAĞI
D
E
N
E
48
M
E
KAFDAĞI
İNSAN OLMAK
Ben kimim, neyim, nasılım? Sabırlı mıyım,
dürüst müyüm, kırıcı mıyım, tembel
miyim, düşünceli bir insan mıyım yoksa
bana verilen komutların her birine itaat
eden bir robot muyum?
Evet, bunların hepsi bende olabilir. Çünkü
emin olduğum bir şey varsa ben bir insanım! Birçok kusurum olabilir. Çünkü ben
yalan söylemeden, zor durumda kalmadan dürüstlüğün ne olduğunu anlayamaDürüstüm diyeceğim, kandırmacaların, hi- yacağım tıpkı cahilliğin pençesini ensemlelerin içinde bulacaksın beni. Özgürüm di- de hissetmeden bilgeliğin, öğrenmenin
yeceğim, belki tutsaklıklarımda yakalaya- önemini anlayamayacağım gibi. İradeli olcaksın beni. Sabırlıyım diyeceğim, belki öf- mayı, sahip olduklarımın tükenmesinden
keme hâkim olamayıp kalbini kırdığım kişi sonra öğrendim mesela. Çünkü hata yapsen olacaksın. İrade sahibiyim diyeceğim madan doğruları bilemem. Ama insanı,
belki, iradesiz kullandığım kabloların esiri diğer canlılardan ayıran önemli bir özelliği
iken göreceksin beni. Gururluyum, iffetli- yani düşünme yetisini kullanarak bu hayim desem aşağılık olaylarda göreceksin taları onarabilirim. Daha da önemlisi uyabeni. Duygularım var diyeceğim, sert, taş rabilirim, kendimi de başkalarını da.
kesilmiş, ifadesiz çehrelerime bakacaksın Çünkü ben insanım ve insan olmak tüm
benim. Bilgeyim diyeceğim, cahillikleri- bunları gerektirir.
min esiriyken yakalayacaksın beni. Kusursuzum diyeceğim, hatalarımla boğuşurken izleyeceksin belki beni.
ARİFE BÜŞRA ÖZTÜRK
Özel Kardelen Ortaokulu, 7/A
49
KAFDAĞI
Ş
İ
İ
R
BEN ÖĞRETMENİM
BURCU ÇOBAN
BTR Öğretmeni
M. Rüştü Uzel M. T. A. L.
“
Ben öğretmenim,
Her öğrencim bir umut tohumudur,
Ülkemin geleceğine ektiğim.
İyi bir anne, şefkatli bir baba, vefalı bir dost,
Yardımsever bir vatandaştır benim her öğrencim
50
KAFDAĞI
Nasıl can verirse güneş, havaya, suya, toprağa
Nasıl can verirse kışın ayazında donmuş doğaya.
Ben de öyle can veririm topluma.
Ben öğretmenim,
Sırtımdaki yük ağır...
Yeni nesli, Cumhuriyet'in özverili öğretmen ve
eğitimcilerini yetiştireceğim
Ve yeni nesil benim eserim.
Ben öğretmenim,
Eğitmenim, rehberim...
Heyecanlıyım ben, idealistim, meraklıyım,
Sevgi doluyum, özveriliyim ve sabırlıyım,
Ben öğretmenim,
Her öğrencim bir umut tohumudur,
Ülkemin geleceğine ektiğim.
İyi bir anne, şefkatli bir baba, vefalı bir dost,
Yardımsever bir vatandaştır benim her öğrencim
Ben öğretmenim,
Başöğretmen Mustafa Kemal Atatürk'ün manevi huzurunda
Saygı ile eğiliyorum.
Öğretmen olmaktan gurur duyuyorum.
Günümüz mutlu yarından umutlu olsun.
51
KAFDAĞI
D
E
N
E
YALNIZLIK
AHMET MARUF TERZİ
Özel Kardelen Ortaokulu, 6/A
52
M
E
KAFDAĞI
Yalnızlık genelde kötü bir durum gibi algılanır. Bazen insan kendini öyle yalnız hisseder ki dünyada bir tek kendisi yaşıyormuş gibidir. Aslında insanın yalnız olması
değil yalnız olduğunu zannetmesi kötüdür.
Çünkü Allah-u Teâlâ bize şah damarımızdan daha yakındır. İnsan kalabalığın içinde meşguliyete dalıp hayat amacını unutur. Ancak yalnız olduğunda içine dolan
huzur sayesinde Allah'ı bulur. Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) de
Hira Dağı'nda mağaraya gidip orada yalnız kalıp ibadet etmiş, peygamberlik de
aynı yerde verilmiştir.
Yalnızlık bazen huzur da verebilir.
Mesela bir sonbahar sabahı şafak
sökerken ağaçlar yapraklarını döküyor
Üstelik istemediğin şeyleri yapmaktan
veya sana zarar verecek kötü insanlarla
beraber olmaktansa yalnız olmak daha iyidir.
siz de güneşin doğuşunu izlerken
yaprakların arasında yürüyorsunuz. Ne
kadar da huzur verici değil mi?
Yalnızlık bazen huzur da verebilir. Mesela
bir sonbahar sabahı şafak sökerken
ağaçlar yapraklarını döküyor siz de güneşin doğuşunu izlerken yaprakların arasında yürüyorsunuz. Ne kadar da huzur verici
değil mi? İşte yalnızlığın ne olduğunu bilenler yalnızlıkla mutluluğa da erebilirler.
Aslında insan yalnızlıktan kaçmamalı.
Çünkü insan dünyaya yalnız gelmiştir ve
yine yalnız gidecektir.
53
KAFDAĞI
Ş
İ
İ
R
ÖZGÜRLÜK YOLUNDA
Alİ CAN KELEŞ
Özel Samanyolu Anadolu Lisesi, 10/A
Cumhuriyet Bayramı Şiir Yarışması İlçe 1.si
“
Kan ağlıyordu Anadolu, bir tarafta savaş, bir tarafta kıtlık.
Katlediliyordu milletim, bir parça ekmeğe muhtaç kalmıştık.
54
KAFDAĞI
Kan ağlıyordu Anadolu, bir tarafta savaş, bir tarafta kıtlık.
Katlediliyordu milletim, bir parça ekmeğe muhtaç kalmıştık.
Oysa bir zamanlar biz değil miydik cihana hükmeden,
Yetimleri doyurup onlara sevgi bahşeden?
Ne oluyor ey Anadolu, nedir bu halin?
Ne işi var köyümde bu zalimlerin?
Karşı konulmaz Türk'ün özgürlük sevdasına
Zincir vuramaz kimse Türk'ün bağımsızlığına
Çarpmıştım, asla el değdirtmedim bayrağıma
Bu, gül yüzlü anamın vasiyetidir bana
Kan ve gözyaşı son bulacak huzur doğacaktı
Bu topraklar yeniden barışa doyacaktı.
Mustafa Kemal yaptı beklenen hamleyi
Ve milletimiz izzetle yaşamayı hak etti
Demek Türk'ü hiç tanımamıştılar
Sonunda kaçmak zorunda kaldılar
Artık biz seçiyorduk ülkeyi yönetenleri
Bitmişti zulmün ve zalimlerin devri
Zira yeni bir şey duymuştuk, “Cumhuriyet”
Bununla geldi ülkemize eşitlik ve adalet.
55
PENCEREMDEN
ATATÜRK
FERHAT BABACAN
Halide Edip M. T. A. L.
10 Kasım Atatürk’ü Anma Haftası
Kompozisyon 1.si
Onun düşüncelerini hayatımıza
ilmek ilmek işlemek, aydınlık bir
gelecek demektir. Türk çocuğu
ecdadını tanıdıkça daha büyük işler
yapmak için kendinde kuvvet
bulacaktır, diyor Ulu Önder. Ben on
yedi yaşında bir gencim. Onu
kitaplardan okudum, tanıdım,
öğrendim.
56
KAFDAĞI
P
O
R
T
Atütürk'ü anlat dediklerinde bana, durup
düşünüyorum, nasıl anlatılır ki o yüce
insan? Onun sevgisi nasıl tarif edilebilir?
İstiyorum ki bana bir ayna verseler tam
göğsümün üstüne yerleştirsem, görseler
onu, onun bendeki rengini, sesini, kokusunu…
Atatürk'ü anlamak demek kuru bir laf
değil. Onun düşüncelerini hayatımıza
ilmek ilmek işlemek, aydınlık bir gelecek
demektir. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça
daha büyük işler yapmak için kendinde
kuvvet bulacaktır, diyor Ulu Önder. Ben on
yedi yaşında bir gencim. Onu kitaplardan
okudum, tanıdım, öğrendim. Her şiiri, her
yazıyı okuduğumda her resme baktığımda
ister istemez yüzümde bir tebessüm oluşuyor. O gözlerdeki ışığı görüyorum, o
inancı hissedebiliyorum. Onların dünyalarına adım atabilmek, onlar gibi düşünebilmek isterdim. Kıskanmamak elde
değil… O nasıl bir inanç, nasıl bir cesaret? Vatan denildiğinde hızla çarpan kalpler, bu ülke için nice kanlar dökmüş, nice
canlar yanmış; yine de akıllarda tek bir düşünce “Ya İstiklal Ya Ölüm!” Kadın, erkek,
yaşlı, genç demeden birlikte çıkmışlar o
karanlık sisli dünyadan. İmrenilecek bir hikâye. Türklüğün öyküsü, dillere destan bir
lider!
57
R
E
Onunla tanıştığımda çok küçüktüm. Atatürk ülkeyi kurtarmış diye öğretirlerdi. Anlıyorum ki Atatürk yeni bir çağ başlatmış.
Türklüğün dünyasında ve azimle, kararlılıkla, başı dimdik ilerlemiş o dikenli yolda,
korkusuzca… İşte bu nedenle Atatürk
benim için umut demek, özgürlük demek.
O kadar şanslı bir milletiz ki her karamsarlığa düştüğümüzde onların arkasına sığınabiliyoruz, çünkü biliyoruz ki imkânsız
diye bir şeyin olmadığı bir kez kanıtlanmış, tekrarı kimi korkutur?
Atatürk ilminin, ışığın, bilginin ismi benim
dünyamda. O benim öğretmenim, aydınlığım çağdaşlığım. O benim Cumhuriyetim!
Atatürk “Öğretmenler bir kandile benzer,
kendini tüketerek başkalarına ışık verir.”
demiştir ve işte tam da bunu yapmıştır hayatı boyunca. Milletimize, ülkemize, aklımıza ışık tutmuş önümüzü aydınlatmış bir
kandil misali…
Hani derdik ya küçükken, Atatürk ölmedi,
yüreğimde yaşıyor! Her daim orada kalacak. Sana sesleniyorum Atam, gururla!
Senin gençlerin, seninle doğduk senin düşüncelerini, ilkelerini soluyarak filizlendik
ve seninle, senin ülkende öleceğiz!
Hani derdik ya küçükken; Atatürk ölmedi,
yüreğimde yaşıyor! Her daim orada kalacak.
KAFDAĞI
D
E
N
E
M
E
KUTLU İNSAN
VE BANA HATIRLATTIKLARI
BEYZA GİZEM YILDIRIM
Tevk İleri A. İ. H. L.
A-11/E
Geçiş dönemi ürünlerinden Kutadgu Bilig hakkında bir
makale üzerinde çalışıyordum. Saat gece yarısını geçmişti. Gözkapaklarım ağırlaşmıştı. Ama içtiğim kahveler
yüzünden uyuyamıyordum. Zaten makaleyi de tamamlayamamıştım. Kutadgu Bilig’deki karakterlerin temsil ettiği adalet, mutluluk, akıl ve ölüm kavramlarının seçilmesinin bir nedeni vardı ama ben tüm çalışmalarıma, araştırmalarıma rağmen çözemiyordum. Kitaplığımdaki raftan sonuncu kitabı çekip aldım. Bestesiz güftesiz bir
şarkı dönüyordu zihnimde. Kitabın kırmızı kapağının üzerinde kabartmalı gülleri vardı. Büyük puntolu harflerle
Hz. Muhammed yazıyordu. Daha önce okuduğumu hatırlamadığım bu kitabı baştan sona bitiremeyeceğimi düşünerek rastgele bir yerden okumaya başladım.
Bir gün Medineli Yahudilerden biri sinsi bir emel için peygamberimizin yanına gelir. Mekân kalabalıktır ve elinde
bir parça ekmek vardır. Peygamberimize sorar “Bu
benim rızkım mıdır ya Muhammed?” Amacı Efendimizi
küçük düşürmektir. Hz. Peygamber rızkın dese ekmeği
atacak, rızkın değil dese yiyecektir. Bütün topluluk bil-
58
hassa Müslümanlar gözünü
kırpmadan izlemektedir. Hz. Muhammed tereddütsüz cevaplar:
“Yersen rızkındır.”
Bu çok zekice bir cevaptı ve
aklın karşılığıydı. Sayfaları çevirdim. Kâbe hakemliği anlatılıyordu. Bu olayı biliyordum.
Kâbe’nin inşası sırasında tüm
kabile başkanlarının Hacer-ül
Esved taşını yerine koymak istemesi aralarında tartışmalara
neden olur. Mekkeliler tarafın-
dan hakem tayin edilen peygamberimiz ridasını çıkarıp taşı üzerine yerleştirir ve her kabile başkanı hırkanın bir ucundan tutar. Böylece
sorun çözülmüş olur. Evet, bu olay da adaleti
temsil ediyordu. Zihnimde dönen şarkı ritmini
arttırmıştı. Şühhesiz diğer iki kavram da efendimizin hayatında saklıydı. Peygamberimizin
en mutlu olduğu an Rabbine en yakın olduğu
andı ve efendimiz Allah’a en çok Miraç’ta yakındı. Öyle ki Cebrail’in bile geçerse yanacağı
maneviyata çıkmış Allah’la perdesiz görüşmüştü. Fakat Miraç hadisesini yalnızca Peygamberimiz yaşadı. Çünkü O kulluğun da ötesinde kulların en hayırlısıydı. O zaman bizim
de mutluluğumuz Allah’a en yakın olduğumuz
secde vaktinde saklıydı. Mutluluk damla olup
okyanustan geldiğini ve yine okyanusa döneceğini unutmamaktı. Tüm bunları O sevgilinin
hayatından tutup çıkarıyordum amma dört
kavramdan bir tanesi kalmıştı ki zaman onu
nasıl yazdı bilmiyordum. Ölümü görüp bildiği
halde gamsız kedersiz yaşayana şaşarım demişti. Peygamberimiz aynı zamanda firkat,
yok oluş ya da yitirilen bir hayat olmadığını vefatıyla göstermnişti. Yine de O’ndan sonra okuyamamıştı ezanları Bilal. Ölüm ki ölümsüzlüğe açılan kapı, ölüm ki makalemin eksik son
kavramıydı.
Buğulu camın ardından izlediğim sabahın
sisi, vicdanımda karşılık bulduğum düşüncelerin ta kendisiydi. Sağımda solumda değil
bendeydi. Dışımda değil içimdeydi. Akıl beynimde, mutluluk kalbimde, adalet vicdanım-
59
da, ölüm damarlarımdaydı. Beni yoktan var
eden Allah âlemin özünü, mahlûkatların en şereflisi insanı yaratan Allah, belki de beni böyle
adapte etmişti dünyaya. Güle renk, bülbüle
ahenk, kertenkeleye hızlı hareket edebilme yetisi, kuşa kanat verdiyse ve tüm bu canlıların
düşmanlarına karşı gelişmiş savunma mekanizmaları varsa benim de nefsime karşı irademin tezahürü aklım, bir gün tadacağım ölümüm, hesap günü adalet terazisine güvenim
ve nefsime dahi zulmetmeyeceğim kadar mutluluğum var. Allah imtihan ettiği gibi kitabı kalemi de elime vermiş. Ben ki hâlâ isyan etmede, ben ki hâlâ şükürden çok uzakta… Adını
adının yanına yazdığı sevgiliyi örnek kılmış da
bana, gözümdeki perdeleri sıyırmaktan aciz
kalmışım. Yıllarca Allah’ın evim dediği kalbime bakamamış adaleti, mutluluğu, ölümü,
aklı daşırda aramış, pınarda olduğumu fark
edemeden susamışım.
“Kutlu olma bilgisi” okuyanın her iki dünyada
da mutlu olacağı vaat edilmiş. Bu makaleyi
yazmamın sebebi de hep bu mutluluk arayışından değil miydi sanki. Mutluluk Kutadgu
Bilig’de sembolize edilmiş dört unsurdaydı ve
bu dört unsur Peygamberimizde tecelli bulmuştu. Zaten onu anlamaya çalışmamızın nedeni örnek almak sonra da dönüp kendimize,
içimizdeki cevheri O’nun hayatı ışığında görmekti. O cevher insanda en büyük düşmanı
nefsine karşı kalkanı olan akıl, mutluluk, ölüm
ve adaletti. Makalemi bitirmiş hayatıma da
yeni bir bakış açısı getirmiştim.
KAFDAĞI
D
E
N
E
60
M
E
KAFDAĞI
MUTLULUK
Hani bir deniz vardır bazen dalgaların adeta masmavi bir elbise
giyerek coşkuyla, sevinçle dans ettiği bir deniz. Tatlı bir telâşe
içindedir ya martılar, kıyıdan bir çocuğun hayaller kurarak attığı
susamlı simit parçasını ilk önce kapma derdinde. Ya da yüreğiniz
kıpır kıpırsa mesela, serbest bıraktığınızda renkleriyle gökyüzünü
de kendi havasına bürüyen uçan balonlar.
Vardır seyretmeye doyamayacağınız bu güzel anlar, manzaralar
sizin düşlerinizde. Vardır çünkü onların görevi size hissettirmektir.
Vardır çünkü sizin; sabahın tazeliğinde yağan yağmurdan kalma
su birikintisinden su içen bir serçeyi gördüğünüzde, uyandığınızda
her sabah kahvaltıda bir kuru ekmek bir zeytin bile olsa
hissettirmektir size mutluluğu...
Güzeldir mutlu olmak, her aynaya baktığınızda yüzünüzdeki
gülümsemenin içinizde, bazen yıllarca beklemenize rağmen sizde
hala tükenmeyen bir umut olduğunu hatırlamanızı, bazen aslında
fazlasıyla zayıf olduğunuzda bile içinizdeki gücü sanki hiç
bitmeyecekmiş gibi hissetmenizi, bazen uçmak istediğinizde
sadece bu amaç için yaşamanızı sağlar. Sağlar çünkü
mutlusunuzdur. Sağlar çünkü güzel şeydir mutlu olmak.
FERDA DOĞRU
Mustafa Azmi Doğan
Anadolu Lisesi, 9/C
61
KAFDAĞI
Ş
İ
İ
R
FARKEDİLMEYİ
BEKLEDİM
İLHAN BORAN ÖZIŞIK
Mimar Sinan Ortaokulu, 6/L
62
Fethiye'ye gittin
Hani sen yüzmeyi seversin ya
Denize girdin
Ölü Deniz'de büyük bir dalga oldum sen beni görmedin…
Kızkalesi'ne gittin
Plajı geçip denize girecektin
Bu da demek oluyor ki kumlarda yürüyecektin.
Kum oldum senin için
Üzerimden geçerken ayağın yandı acı hissettin
Canını yakmak istememiştim
Özür dilerim…
Şehre indin gece
Yanan tek sokak lambası bendim
Işığımı farketmedin…
63
KAFDAĞI
D
E
N
E
M
E
BAŞAKLAR GİBİ BÜYÜMEK
ELİF KÜBRA ÖZDİL
Mehmet Akif Ersoy
M. T. A. L.-12/A
64
KAFDAĞI
Hepimiz kalın birer halat gibiyiz ve amacımız öğrendiklerimizle incelmek,
bir iğne deliğinden geçebilecek kadar incelmek. Bunun için çaba sarf
ediyoruz. Zamanla incelmeye çalışıyoruz. Ne zaman ki geçeceğiz o iğne
deliğinden, işte o vakit olgun bir insan olacağız.
Zaman göz açıp kapayıncaya dek geçiyor
ve bizler değişiyoruz. Kimimiz ideallerin,
kimimiz hayallerin, hep bir şeylerin peşinde koşuyoruz. Her zaman daha fazlasını istiyoruz. Gitgide bencil ve hırslı bir insana
dönüşüyoruz. Gözlerimizi kör, kulaklarımızı sağır eden kibir yapışıyor üzerimize.
Artık nasıl davrandığımızın ve düşündüğümüzün farkına varamıyoruz.
Bizi olgunlaştıransa başarıya ulaşıp yeni
şeyler öğrenmek. Öğrendikçe yavaş yavaş
pişmeye başlıyoruz. Olgunlaşırken başaklar gibi büyümek gerekiyor... Nasıl ki
başak doldukça başını öne eğiyorsa bizler
de doldukça tevazua ermeliyiz.
Bazılarımız hayatın getirdiği acımasızlıkla
yoğrulmuştur. Karakterinin ismi bile kibir
olmuştur. Bazılarımız da kalbindeki iyiliği
yitirmemiştir. Özünü korumayı başarabilmiştir. Bu öz iyiliktir. Herkesin hatta kalplerinde var olan iyilik duygusunu unutmuş
taş kalpli insanların özü bile budur. Peki
ya bu benlik neden kalpte saklanmayı tercih etmiştir? Saklanmasına neden olan ha-
65
yatın ona gösterdiği acımasızlıklar ve acılardır. İyiliğini unutarak üzülmeyi de mi
unutmaya çalışır? Fakat hiçbir insan bu
şekilde mutlu olmayı başaramaz. Acılar,
yanlışlar bizi biz yapar. Doğruyu bulmamızda yardımcıdırlar. Yanlışlarımızı doğruya çevirebilmek elimizde. Ama bu ne
kadar yanlış yaparsak o kadar doğru bulacağız anlamına gelmez. Hataları doğru
okumak gerekir, ders çıkarmak gerekir.
Kimse kusursuz değildir elbet. Olduğunu
söyleyen hata eder. Önemli olan kusurlarımızı bile değerlendirebilmektir. Hayatta
ölene dek öğreneceğimiz çok şey var. Yapmamız gereken sabredip sonuna kadar çabalayıp tevekkül etmektir; bir de asla bu
iyi niyetimizi her zaman koruyabilmek.
Hepimiz kalın birer halat gibiyiz ve amacımız öğrendiklerimizle incelmek, bir iğne
deliğinden geçebilecek kadar incelmek.
Bunun için çaba sarf ediyoruz. Zamanla incelmeye çalışıyoruz. Ne zaman ki geçeceğiz o iğne deliğinden, işte o vakit olgun bir
insan olacağız.
KAFDAĞI
D
E
N
E
M
E
BİR MİLLETİN
VAROLUŞU
YETER SENA YILDIZ
Yahya Kemal Beyatlı
Anadolu Lisesi, 10/F
Cumhuriyet Bayramı
Kompozisyon 1.si.
Takvim yaprakları 9 Ocak 1916 tarihini gösteriyordu. Türk ordusu üç yüz yirmi gün süren savunma savaşında iki yüz elli üç bin şehit vermişti. O şehitlerin
kanlarıyla aklımızda kalıplaşmış olan kavramın doğuşuna bir adım daha yaklaşılmıştı. Oturduğumuz
okul sıralarında öğrettikleri gibi kazınmıştı beleğimize. Ama eksikti. Aslında ne kadar farklıydı cumhuriyet. İstiklâl Marşı'ydı cumhuriyet. Özgürlüğümü hür
benliğimde haykırdığım, ruhumun ıslanmış kefenindeki yaşam tarzıydı. Anamdı, babamdı, sevdiğimdi,
çocukluğumdu, geçmişim ve geleceğimdi… Var oluşunun yegâne gayesiydi cumhuriyet…
Birinci Dünya Savaşı sonrası Anadolu işgal edilmişti. Cennet vatanım Anadolu taşıyla, toprağıyla kan
ağlıyordu. Anadolu insanında bir sessizlik, bir durgunluk vardı.
Herkes kurtuluşa giden yolu kendi kafasıyla bulmaya çalışıyordu. Ellerinde hiçbir şey yoktu. Ne top, ne
66
tüfek, ne de düzenli bir
ordu… Yaralar derin, şartlar
ağırdı. Yapılacak hiçbir şey
yok gibiydi. Anadolu insanı çaresizlik içindeydi. Ancak umudunu yitirmemişti. Yiğit bir
önder bekliyordu. Beklediği
de oldu. 19 Mayıs 1919'da,
Çanakkale'de ün salmış olan
Mustafa Kemal belirdi.
KAFDAĞI
Dedelerimin ve ninelerimin gönlünde tekrar umut filizleri yeşermişti. Silahları
kazma ve kürekti. Ama asıl silahları vatan
için çarpan yürekleriydi. Bu yürek öyle ki
düşman eri Anadolu insanının gözlerine
bakınca korkudan titriyordu. Ulusumuzun
bu dayanışması, bu inanmışlığı, bu kararlılığı ve şahlanışı karşısında düşmanın
kaçmaktan başka yapabileceği bir şey
yoktu. Nitekim de öyle oldu. Gül yapraklarıyla bezenmiş bir yolda Mustafa Kemal ve
arkadaşlarının önderliğinde kuruldu cumhuriyet.
yetini, hiç durma. Oturduğun sıradan
başla işe. Kullandığın tebeşirden, yürüdüğün yoldan, baktığın, gördüğün, duyduğun
her şeyden… Bilmediklerini araştır ve
duyur, duyurabildiğin herkese.
Vicdanını ve aklını aynı terazide iyi kullanmayı bil bu yolda. Çekebildiğin kadar yükseklere çek al bayrağı, tutabildiğin kadar
yüksek tut İstiklâl Marşı'nı okurken sesini.
Beyaz kefeni giyinceye kadar canını bu
uğurda verebilecek cesareti göster, dik
dur, sağlam adımlar at. İşte cumhuriyeti
böyle koruyabilirsin, boş boş cumhuriyetçiyim diye bağırarak değil.
Şimdi şöyle bir dur ve düşün. Ne acılar ve
ne çileler çekilmiş bu uğurda. Biraz da
özgür olabilmek için, düşündüklerimizi
kısık sesle söylememek için ne savaşlar
verilmiş Anadolu'nun dört bir yanında. Dedeni askere yollarken tek bir gözyaşı dahi
dökmeyen kahraman annesini düşün. 1315 yaşlarında bıyığı daha yeni terleyen,
lakin cennet vatanı için canını ortaya
koyan o akranlarını düşün. Ve onu düşünerek bak önüne, sağlam bak, tam önüne.
Kimsenin ne dediği seni ilgilendirmesin.
Kulaklarını kapat bağnaz düşüncelere ve
senin yolunda gördüğünün tut elinden.
Ama sakın unutma yaşanmışları. Geçmişini, tarihini… Bu yola oradan geldiğini.
Hep duyduğumuz ama idrak edemediğimiz bir söz güzel tamamlar bunu: “Bize bu
cumhuriyet dedelerimizden miras kalmadı. Biz onu torunlarımızdan ödünç aldık.
“gerçekten de böyle olmalı düşüncelerimiz. Öyle bir korumalıyız ki sanki en yakın
arkadaşımızın emaneti gibi dedelerimizin
yıllar önce bu vatanı koruduğu gibi. Atatürk “Cumhuriyet, ahlak üstünlüğüne dayanan bir ülküdür; Cumhuriyet erdemdir”
demiştir. Yapabildiğinin en iyisini yap
şimdi. Unutma erdemlilerin rejimi senin
avuçlarının içinde. Bu rejimi bulan hayat
ömrü boyunca hür yaşar, özgür olur.
Kolay kazanılmayan bir cumhuriyetin çocuklarıyız. Korumak istiyorsan cumhuri-
67
KAFDAĞI
H
İ
K
Â
68
Y
E
KAFDAĞI
AYNADAKİ YABANCI
"Şafaktan önce her yer karanlıktır."
Katherine Manseld
Ufuktaki güneşin akşamüstü tablosundaki son fırça darbeleri, sonbahar esintileriyle savrulan meşe ağaçlarının ağır
makam ezgileri, güvercinlerinin şaklabanlıklarını izleyen sakallı adam, ezan yakarışlarını bekleyen teyzeler, otobüs durağında sigara yakan genç kız. Edepsizce küfürleşen serseri gençlerin yankıları, tozlu
kaldırım taşlarını örten kuru yapraklar,
topal sokak köpeğinin titizlikle kokladığı
ıslak bira şişesi ve Paris'teki caz festivallerini aratmayan, "Ankara'da Bir Kasım Akşamı" senfonisi.
Kurt ini kadar rutubetli odamın, boyası
kavlamış ahşap penceresinde, çöp tene-
KAYAHAN KAYA
Mustafa Azmi DOĞAN
Anadolu Lisesi, 11/C
69
kesinin üzerindeki cılız kediyi taklit edermişçesine otururken, bu mağrur ve mahzun akşam senfonisi ruhuma hazin bir
boşluk duygusu kırbaçlar. Romantizm
dolu bu saatlerde inimde bir mahkûm gibi
volta atarken, parmak izleriyle dolu çatlak
aynada her seferinde karşımda beliren
yıkık dökük hikâyeler ve yaşanmışlıklar
içerisinde kaybolmuş benliğim, ah ulan
gözlerim! Titrek yıldızlar eşliğinde her uykusuz gecede andığım vefasız sılanın şahidi. Her bakışında dalgasına kapıldığım
uçsuz deryanın batan gemisi, her aklıma
geldiğinde içtiğim rakının kemancısı. Ona
her ulaşamadığım gecenin sonunda elimde şah damarımdan yakalamış kıraç yılanı gibi beliren illetin dumanı. Annemin eskilerde bahar dediği derbeder gözlerim.
Şimdi azap çekermişçesine kıpkırmızı...
Derme çatma gecekondumuzun çürük çatısı kadar çökmüş şakaklarım. Hasan Sabbah’ın fedaileri gibi bilincimi yitirdiğim her
dakikada, saldırdığım kavgalarda yediğim
yumrukların kalkanı. Şimdi her yanı diş izleriyle dolu sokak köpekleri kadar hırpanisin. Saygısızlık yaptığım her hocadan
tokat yiyen yanaklarım, her kayıp gecede,
gecekonduların kustuğu isi soluyan burnum, her zehir dolu dakikada ezan çığlıklarını acıyla yutan kulaklarım, on sekize
varmadan ağarmaya yüz tutmuş saçlarım, okuldan atıldığım gün jiletle çentik attığım kaşlarım, sigara dumanıyla bezenmiş dişlerim, teker teker dökülen kirpiklerim, ey adaleti olmayan bu semtin zifiri karanlığında kaybolup giden gençliğim!
Şimdi şu masum yüzün hatırına, gözü
yaşlı ananın hatırına, derya gözlü sılanın
Ulan dudaklarım! Babamın evden kovdu- hatırına, ağuşunu açmış babanın hatırığu her hazin gecede cesedime sarılırmış- na, her gece yalvaran ezanın hatırına kırçasına ağulu otu öpen dudaklarım. Özür di- dığım cigara, pişmanlıklarla dolu kalbimleyeceği her yerde, küfürler haykıran du- deki aykırılıklarla birlikte yok olduğunda,
daklarım. Şimdi sen de zehir dolu her ne- bu kırık aynaya cephanesi umut olan bir
fesimde acımadan kestiğim kollarım gibi asker bakıyor olacak.
çatlaklarla dolusun.
70
KAFDAĞI
D
E
N
E
M
TURKUAZ
Uzak bir yol gibisin
Kahve fallarının üç vakte kadar çıkacağı
Yaralarımın üzerini de en sevdiğim çiçekle
Örtüyorum
Maviliğine ulaşırken.
Ve sen okyanusum oluyorsun gecelerimde
Bir turkuaz gibi
Sevdam gibi.
Umut teknem ufkunda,
Güneşin doğusunu bekliyor
Sahra çölü gibi…
KAAN AKBULUT
Mimar Sinan
A.T.M.L. 9/F
71
E
KAFDAĞI
Ş
İ
İ
R
TANIMADAN SEVDİM
ÖZGE SOLMAZ
Ahi Evran A.T.M.L.-12/G
10 Kasım Atatürk Haftası, Kompozisyon İlçe 1.si
“
Ses verdin bir bahar günü Samsun'dan;
Sesin düşmanın yüzünde patladı Anadolu'dan.
Ben “İlk hedefiniz Akdeniz'dir” diyen
Sesini sevdim Ata'm.
72
KAFDAĞI
Mavi gözlerindeki düşle,
Yüzündeki beyaz gülüşle;
Ve sarı saçlarındaki fırtınayla
Sevdim seni Ata'm
Ses verdin bir bahar günü Samsun'dan;
Sesin düşmanın yüzünde patladı Anadolu'dan.
Ben “İlk hedefiniz Akdeniz'dir” diyen
Sesini sevdim Ata'm.
Umutları ötelenmiş nasırlı ellere,
Yüzüne kelepçe vurulmuş yüzlere;
Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir, diyerek
Bir güneş gibi ülkemin üzerine doğuşunu sevdim, Ata'm.
Çağdaşlaşma yolunda vermedin hiç taviz,
Şimdi o ilke ve inkılâplarınla güvendeyiz.
Ritmini kaybetmiş ülkeme, kara tahta başında
Bir ışık oluşunu sevdim Ata'm.
Şimdi sonbahar ve günlerden 10 Kasım
Mevsim kederli, insanlar yasta, acıyor sol yanım.
Gözleri sağır eden bir acı her yüzde
Dokunsan çığlık çığlık boşalacak yaşlar gözde.
Bugün yine birleştirdin tek vücut yaptın bizi,
Çocuklar okulda, insanlar yolda dizi dizi…
Biz seni sımsıkı yumruk misali sevdik Ata'm.
Ben seni hiç tanımadan sevdim Ata'm.
73
KAFDAĞI
G
E
Z
İ
MİDİLLİ
İREM YALIN
Özel Aktif Anadolu Lisesi, 9/A
Üç yaz önce ailemle farklı bir yer görmek isteğiyle annemin Yunanistan'da yaşayan
arkadaşı Selma Teyzelere gitmeyi düşündük; zaten bizi sürekli davet ediyorlardı.
Hazırlıkları yaptık ve yola çıktık. Önce
araba ile İzmir'e daha sonra da uçakla
Atina'ya gittik. Günde beş kere Atina'ya, iki
kere de Selanik'e uçak var. Atina uçağının
saat aralığı bize daha uygun olduğu için
biz Atina'ya gittik. Atina'dan yine bir uçakla adadaki tek havaalanı olan Midilli Havaalanı'na indik. Selma Teyze'nin eşi
Metin Amca bizi alıp evlerine götürdü. Yol
boyu limon, portakal, zeytin ağaçları ile bezeliydi. Midilli'nin havası, İzmir'in havasına benziyor ama coğra özellikleri bakımından çok farklı bir yer ve havası fazla
nemli değildi.
Ertesi gün kahvaltıdan sonra odama çıktım ve gezilecek yerleri biraz araştırıp listeledim. Midilli, Ege Denizi'nin üçüncü
büyük adası. Gezmeye adanın en yüksek
noktası, Olympos Dağı'ndan başladık
74
Mantamados köyü süt ürünleri ve
seramikleri ile ünlü. Bu köyün
yakınlarında Molivos Kalesi var.
Büyüleyici bir yer. Tepesine doğru
çıkıldığında yeşilin arasında
büyümüş bir şehrin ayaklarımın
altında olduğunu görüyorum.
Karşımda masmavi bir deniz ve
halka halinde büyüyen bir ada…
ama dağa tırmanmadık. Çok yüksek ve
üzerine efsaneler yazılmış bir dağ. Oradan
24 dakika uzaklıktaki seramik yapıları ile
ünlü bir köy olan Panayia Ayastisa köyüne
gittik. Burada seramik diğer yerlerden
farklı olarak sadece büyük yapılarda değil
minik süs eşyalarında da kullanılıyor. Bu
güzel sokakları gezdikten sonra merkeze
döndük. Eski Liman denilen sahilde Panellinion Cafe adında bir kafede dinlendik.
Daha önce hiç yemediğim çeşit çeşit kekler, pastalar, çikolatalar vardı. Dünyaca
ünlü özel bir kahveleri var ama benim
damak tadıma pek uymadı. '' Gamade
''adındaki bu kahve gül suyu ve badem ile
yapılıyor.
Daha sonraki günlerde gezimize devam
ettik. Her ne kadar içine girmemiş olsam
75
KAFDAĞI
da en beğendiğim yerlerden biri olan fosilleşmiş jeoloji parkının tarihi etkileyici gerçekten. Skala Skamnia Sahili hayatımda
gördüğüm en temiz deniz.
plastik kullanımının yasak olduğunu duymuştum. Ahşap eşyalar doğanın parçası
halinde tüm mekânlara büyülü bir hava katıyor.
Mantamados köyü süt ürünleri ve seramikleri ile ünlü. Bu köyün yakınlarında Molivos Kalesi var. Büyüleyici bir yer. Tepesine doğru çıkıldığında yeşilin arasında büyümüş bir şehrin ayaklarımın altında olduğunu görüyorum. Karşımda masmavi
bir deniz ve halka halinde büyüyen bir
ada… Midilli Adası'nın en turistik yeri Molivos. Burada ahşap kullanımının zorunlu,
Bütün bu güzelliklere karşın en güzel tarihi mekân: Petra… Köyün merkezinde
114 basamaklı 'Panagias tis Glikolousas'kayasını göreceksiniz. 40 metrelik
bu kayanın üzerine küçük bir kilise konumlandırılmış. Burası tarihi özelliklerini
yitirmemiş bir yer.
76
Gezimizin son günlerinde Plamira Kasabası'na gittik. Orada genelde ahtapot par-
KAFDAĞI
ve Selim, geçen yaz Antalya'da tanışmıştık. Ailesi Türk ama Venedik'te yaşıyorlar.
Tatillerde de Türkiye'ye geliyorlar.
çaları balıkçı dükkânlarının vitrinlerinde
kurutulup, restoranlara satılıyor. Kızartma, sote, haşlama ızgara şeklinde servis
ediliyor. Bir sahil balıkçısında ahtapot
yedik ama size tavsiye etmem. Pek lezzetli bir et değil ve tadında biraz ekşilik var.
Genel olarak baharatlarla tatlandırılarak
servis yapılıyor.
İki hafta sonra eşyalarımızı topladık. Son
bir kere Panelinion'a ve 2. körfez olarak adlandırılan Kalloni Körfezi'ne gittik. Ada'nın
kuzeyinde bulunuyor. Biraz kirli ama güzel
bir yer. Gemiyle sabah 08.00'de Ayvalık'a
geçtik ve orada bir hafta kaldıktan sonra
Elazığ'a döndük.
Bu tatilde sadece yeni yerler görmedim
yeni insanlarla da tanıştım. Mesela Tauna
Midilli Adası'na giden herkese bahsettiğim yerlere uğramalarını tavsiye ederim.
77
KAFDAĞI
Ş
İ
İ
R
GÖKYÜZÜNDEN
YAZIYORUM
ŞİİRİMİ
Gökyüzünden bakıyorum annem sana
Gökyüzünden yazıyorum şiirimi
O güzel başını kaldırıp baktığın zaman
Bulutların arasından
Geceden kalma ayın sönük ışığından
İşte tam şuradan bakıyorum sana
Dalıp gidiyorum bakışlarına
Maviyle yazıyorum annem sana
Hayatın rengiyle yazıyorum yani
Adı ölüm olana takılıp kalmadan
Sonsuzluk denen sırla yazıyorum
78
KAFDAĞI
Söylediğin türkü diyorum annem
Veya içindeki sessizlik
Boğazındaki hıçkırık
Ben gözlerinde ıslaklık değil
Yüreğinde mutluluk olmak istiyorum.
Ne başında dikildiğin kara topraktan
Ne ayrılık kokan ağıtlardan
İşte tam oradaki uzak yıldızlardan
Canın kadar yakından yazıyorum
Gökyüzünden yazıyorum şiirimi annem
Gökyüzünden yazıyorum
CANSU TEKKELİOĞLU
Atatürk Anadolu Lisesi, 11/G
79
YENİMAHALLE KAYMAKAMLIĞI
İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü