kasım/aralık 2014/06 fiyatı 2 tl ıssn 1302

Transkript

kasım/aralık 2014/06 fiyatı 2 tl ıssn 1302
İKİ AYLIK
SİYASİ / TEORİK
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
KASIM/ARALIK 2014/06 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X172
•
EDİTÖRDEN
editörden - içindekiler
Değerli okuyucu,
Merhaba
2014 yılının son sayısı ile birlikteyiz.
Ortadoğu’da çok önemli gelişmeler yaşanıyor.
Emperyalistlerin ve bölge gerici devletlerinin
siyasetlerinin ürünü olan IŞİD halkların başına bela
olmuş durumda. IŞİD çeteleri Ezidilere, Kürtlere,
Alevilere, kendisinden olmayan herkese saldırıyor.
ABD öncülüğünde oluşan koalisyon IŞİD’e hava
bombardımanı ile durdurmaya çalışıyor. Fakat
bombardıman IŞİD’i durdurmaya yetmiyor.
TC devleti koalisyon içinde yer almasına rağmen,
ABD emperyalizmi ile kimi noktalarda farklı
düşünüyor ve çelişiyor. Herkes çıkarına uygun siyaset
geliştiriyor ve savunuyor.
Emperyalistler, Irak ve Suriye’de işgalin ve
savaşın asıl sorumlularıdır. Onların Ortadoğu’ya
müdahaleleri, kendi çıkarlarını korumak ve
nüfuzlarını yaygınlaştırmak içindir. Ortadoğu’nun
daha da fazla silahlandırılması, emperyalist
müdahalede gelecekte farklı sonuçlar doğuracaktır.
Kürt ulusunun demokratik kazanımları tehlikeye
girecektir. PYD’nin bu zor dönemde ABD
emperyalizmi ile kurduğu ilişki anlaşılır olmakla
birlikte, gelecek açısından yarar değil zarar
getirecektir. Bu konuda ayrıntılı tavrımızı ilgi ile
okuyacağınızı düşünüyoruz.
2015 yılının yeni bir dünya yaratma mücadelesinde
başarılı bir yıl olması umuduyla, okurlarımızın yeni
mücadele yılını kutluyor, emperyalist barbarlığa karşı
mücadelede başarılar diliyoruz.
2015 yılının ilk sayısında buluşmak üzere, hoşça
kalın….
YDİ Çağrı
Kasım 2014 ✓
İÇİNDEKİLER
GÜNDEM
IŞİD Barbarlığına Karşı Kobanê Direniyor
. . . . . . . . . . . . . . . . 3
Irak, Suriye, Güney ve Batı Kürdistan: Öne Çıkan BAzı Gelişmeler. 8
AKP HSYK’nın Çoğunluğunu Kazandı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13
Türkiye’de Mülteci Olmak. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15
PANORAMA
ABD: Devletin Irkçı Cinayetleri Sürüyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19
BATI AFRİKA: Ebola Virüsü, Ölümler ve Tavırlar. . . . . . . . . . . . . . . . 23
Almanya’nın Dünya Stratejisi... AFRİKA ÖRNEĞİ. . . . . . . . . . . . . . . 27
ICOR
2. ICOR Dünya Konferansı Kararları. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 32
2
CPI (ML) HİNDİSTAN: Yeni-Sömürgecilik Ve İdeolojik-Siyasi
Çizginin Gelişmesi Üzerine Tutumumuzun Değerlendirilmesi . . . 37
GÜNCEL
İşçi Cinayetleri “Fıtratda” Mı Var? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 46
Mevsimlik Hayat . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 47
Dünya Kobanê Günü Taksim . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 48
Adana’da Kobanê Eylemi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 49
Dünya Kobanê Günü Mersin . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 49
Kobanê Düsseldorf/Almanya Yürüyüşü Hakkında... . . . . . . . . . . . 50
Bıji Berxwedane Kobanê Adı Altında Avusturya’nın
Bregenz Şehrinde Dayanışma Yürüyüşü Gerçekleşti! . . . . . . . . . . 50
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi: Metin Yoksu • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Metin Yoksu •
Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt/İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 172 · Kasım/Aralık 2014 •
ISSN 1301-692X172 • Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul
Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.com · [email protected]
gündem
. .
KOBANÊ DIRENIYOR!
IŞİD BARBARLIĞINA KARŞI
Rojava’da Kürt halkı demokratik kazanımlarını koruma mücadelesi vermektedir.
Bu mücadeleyi desteklemek işçilerin, emekçilerin görevidir. Kobane direnişi meşrudur,
haklıdır. Ortadoğu’yu Ortaçağ karanlığına sürüklemek isteyenlere karşı bir direniştir.
Bu direniş desteklenmeli ve direnişin yanında olunmalıdır.
Her ne şekilde olursa olsun, bu direnişin yanında olmak insanlığın bir görevidir.
S
uriye’de Al-Kaide’nin örgütlenmesi olan AlNusra ile yoğun bir çatışma içerisine girdi. 10
Haziran 2013’te Musul’u ele geçiren örgüt, uluslararası kamuoyunun gündemine oturdu. Bu örgüt
Suriye’de katliamlar yaptı, yapmaya devam ediyor.
Kendinden olmayan ve kendisi gibi düşünmeyen
gruplarla çatışmaya girdi. IŞİD, ele geçirdiği kentlerde insanların kafasını kesiyor. İnsanları çarmıha gererek öldürüyor. Kadınları bacaklarından araca bağlayıp ikiye ayırıyor. Binlerce kadını hayatları boyunca
tecavüz edilmek üzere köle pazarlarında satıyor. Çocukları “büyüyünce kâfir olurlar” diyerek kurşuna
diziyor.
IŞİD, Şengal’de Ezidilere karşı yaptığı katliam ile
barbar yüzünü birkez daha gösterdi. Katliamdan
kaçan onbinlerce Ezidi göç yollarına düştü. Binlerce
Ezidi kadın IŞİD tarafından kaçırıldı. Köle pazarı
kuruldu ve Ezidi kadınlar köle pazarlarında satılmaya başlandı. IŞİD’in elinde olan kadın ve çocukların
sayısı net olarak bilinmiyor. IŞİD, Şengal’de yaptığı
katliam ile barbar ve faşist yüzünü ortaya koydu.
15 Eylül 2014‘te, IŞİD faşistleri Kobanê’ye yeniden
saldırmaya başladı. Üç koldan ağır silahlarla saldırı
başlatan IŞİD faşistleri, Şengal’de yaptıkları katliama
bir yenisini daha eklemek istiyor! Daha önce IŞİD
Kobanê’ye saldırmıştı. Ancak ağır kayıplar veren IŞİD
geri çekilmek zorunda kalmıştı. Son saldırının öncekilerden en önemli farkı IŞİD’in Musul ve Rakka’dan
elde ettiği ağır ve gelişmiş silahları kullanmasıdır.
Kobanê’de 15 Eylül’de başlayan IŞİD çetelerinin
saldırıları ve buna karşı YPG/YPJ’nin direnişi tüm
şiddetiyle devam ediyor. Kobanê halkı ve savunma
birlikleri, IŞİD çetelerinin ağır silahlarına karşı, hafif silahlarla direniyor. IŞİD’in barbarca saldırılarına
karşı tarihi bir direniş sergilendi, sergileniyor. Bu yazı
yazıldığı sırada Kobanê direnişi 25. gününde idi. IŞİD,
günlerdir Kobani’ye tanklar, füzeler ve ağır silahlarla
saldırıyor. Bugün ağır bir saldırı altındaki Kobani’yi
3
gündem
4
savunmak, sadece Ortaçağ karanlığını temsil eden
IŞİD barbarlığına karşı olmayı değil; aynı zamanda
emperyalist güçlerin savaş ve işgal planlarına karşı,
halkların kardeşliğini ve demokratik geleceğini savunmak anlamına gelmektedir.
IŞİD’in saldırılarından kaçan on binlerce, çoğu kadın, çocuk, yaşlı insanlar Kürdistan’ın Kuzey sınırına
yığıldı. TC’nin kolluk güçleri, katliamdan kaçan ve
sınırda dikenli teller dibinde bekleyen insanları içeri
almadı. Katliamdan kaçan insanların sınırdan içeri
alınması için binlerce Kuzey Kürdistan’lı sınır hattına koştu. Kolluk güçleri, Kobanê’den gelen insanların
içeri alınması için gösteri yapan kitlenin üzerine gaz
bombaları ve Tomalar ile saldırdı. Tüm bu saldırılar
dayanışmayı geriletmedi. Halk dikenli telleri kaldırdı ve AKP hükümeti insanların Kuzey’e geçişine izin
vermek zorunda kaldı. AKP hükümeti sınırı açmak
zorunda kalmasaydı, IŞİD’in yapacağı katliamın suç
ortağı olacaktı. Bu suç ortaklığı, AKP
hü kü met inin
u lusla ra rası
kamuoyu nezdinde daha da
teşhir olmasına
neden olacaktı.
Sınırın açılması bir anlamda
zorunluluğun
bir sonucudur.
T.C. devleti bir yandan PKK ve onun önderi Öcalan ile “barış” görüşmeleri yürütüyor! Diğer yandan
PKK’yi “terör” örgütü olarak nitelendiriyor! RTE
ABD’de de yaptığı açıklamalarda, TC’nin terör örgütlerine karşı mücadele ettiğini, IŞİD’in de kanlı bir
terör örgütü olduğunu ve Türkiye’nin IŞİD’e karşı askeri, siyasi olarak üzerine düşeni yapacağını açıkladı.
RTE, söylemleri ile kanla beslenen faşist bir örgütü
PKK ile aynılaştırıyor!
Milliyetçi bir örgüt olan PKK’nin savunduğu davası haklıdır. PKK’nin demokratik, milli baskıya karşı
çıkan ve Kürt ulusuna özgürlük isteyen yanı haklı bir
yandır. PKK’nin Kobanê direnişini desteklemesi ve
içerisinde yer alması, Ortaçağ barbarlarına karşı yürütülen bir kurtuluş mücadelesidir. Kürtlerin Kobanê
direnişi çözüm süreci’ni “zora sokan” değil, aksine
onun önünü açan, şartları olgunlaştıran bir anlama
sahiptir. AKP hükümeti, Suriye’de iç savaşın bu bo-
yuta gelmesinden bütün emperyalist ve bölge güçleri
kadar sorumludur. AKP hükümeti, Ortadoğu’daki
gelişmeler içinde önemli bir rol oynadı, oynuyor. Ve
AKP bu çelişmelerden Türk burjuvazisi lehine yararlanmak istiyor! AKP’nin genel siyaseti, Kürtleri, Türk
burjuvazisinin peşine takarak Ortadoğu’da bugünkünden daha büyük güç olma siyasetidir. AKP’nin
vizyonu eski Osmanlı toprakları üzerinde yeniden
hakimiyet kurmak ve belirleyici bir güç olmaktır.
AKP hükümeti, “uçuşa yasak bölge” ve “tampon
bölge” taleplerini dillendirmektedir. Bu talepler için
batılı emperyalist ülkeler ikna edilmeye çalışılmaktadır! „Uçuşa yasak bölge“ ve „tampon bölge“ ancak BM
kararı ve NATO’nun desteği alınarak uygulanabilinir. Çin ve Rusya’nın da Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi’nde alınacak karara onay vermesi gerekir.
„Tampon bölge“ Suriye topraklarının bir kısmının
ve özellikle de Rojava’nın bir bölümünün BM denetimine girmesi
anlamına gelir.
TC’nin istediği
30 km derinliğinde bir „tampon bölge“dir.
AKP hükümeti,
„uçuşa yasak
bölge“ ve „tampon bölge“ istemine gerekçe
olarak insani
yardım ve Suriye topraklarında savaş mağdurlarına
destek vermeyi amaçladığını ileri sürmektedir! Gerçek ise, PYD denetimindeki bölgelerin işgal edilmesi
ve özerklik ilan edilen kantonların tasfiyesidir.
Türk devleti ve emperyalist güçlerin Rojava ve
Kobanê’ye müdahalesine karşıyız. Onların “insanlık” adına yaptığı müdahale, esasında kendi yarattıkları ve dünyanın en büyük düşmanı olarak tanıttıkları IŞİD’in ortaçağ barbarlığı yerine, 21. yüzyıl
barbarlığını kurmaktır. IŞİD’in ortaçağ barbarlığı ile
emperyalistlerin 21. yüzyıl barbarlığı arasında özde
bir fark yoktur.
IŞİD neden Kobanê’yi hedef aldı? Kobanê’nin stratejik bir konumu var. Kobanê, Kürtlerin özerklik ilan
ettiği Rojava’daki üç kantonun tam ortasında yer
alıyor. Diğer kantonlar (Cizire ve Afrin) arasındaki
irtibatı sağladığı için Kürtler açısından son derece
önemli. IŞİD’in Suriye’deki ana karargâhı Rakka’dır.
Kobanê, IŞİD‘in denetlediği birçok bölgenin tam or-
Galler’de toplandı. Pazarlıklar ve IŞİD mevzilerinin
nasıl bombalanacağı üzerine görüşüldü. IŞİD’e karşı
oluşturulan koalisyonun kapsamı, genişliği ve hangi
ülkelerin koalisyona dâhil edileceğinin pazarlıkları
yapıldı. Daha önce ABD, Irak’taki IŞİD mevzilerini bombalamaya başlamıştı. 23 Eylül 2014’te, ABD,
koalisyon güçlerinin de desteği ile ilk kez Suriye’de
IŞİD’e yönelik hava saldırısı gerçekleştirdi. Operasyonda Suriye’nin Rakka şehrindeki IŞİD’e ait depo ve
tesisler hedef alındı. ABD hava saldırısına, savaş jetlerinin yanında Predator ve Reaper modeli insansız
hava araçları ile katıldı. Ayrıca bölgede bulunan savaş
gemilerinden Tomahawk füzeleri fırlatıldı. Hava saldırıları devam ediyor, edecek.
25 Eylül’de Suriye Demokratik Birlik Partisi (PYD)
eş başkanı Salih Müslim, Avrupa Parlamentosu’nda
bir basın toplantısı düzenledi. Kobane kentini kuşatan IŞİD‘in “Sincar’da yaptığı katliamı Kobane’de
tekrarlayacağı” uyarısında
bulunan Müslim, PYD’nin
silahlı kanadı
YPG güçlerinin Kobane’yi
sonuna kadar
savunacağını,
fakat ellerindeki silahların bunun için
yetersiz olduğunu belirten Müslim, IŞİD güçlerinin
ise uzun menzilli toplar, Musul baskınında Irak ordusundan ele geçirdiği ABD yapımı Abrams tankları
ve zırhlı araçlarıyla ilerlediğini kaydetti. IŞİD’i durdurmak için uluslararası güçlerden istedikleri antitank silahlarını bugüne kadar hibe olarak ya da parasını ödeyerek temin etme imkânı bulamadıklarını
anlatan Müslim, ABD’nin Suriye’de IŞİD hedeflerine
yönelik hava saldırılarının “geç ve yetersiz” olduğunu
ve Kobani için bir sonuç alınamayacağını dile getirdi.
Salih Müslim, IŞİD’e karşı koalisyona dâhil olmayı
talep ettiklerini fakat “tanınmadıkları için” sonuç
alamadıklarını belirtti. Müslim, silah temin edebilmeleri halinde örgütü sahada mağlup edecek tek gücün kendileri olduğunu ifade etti.
Rojavalı Kürtlerin emperyalistlerden yardım talepleri ve ABD’nin IŞİD’e karşı oluşturdukları koalisyona katılma talepleri anlaşılırdır, ama yanlıştır.
ABD ve destekçileri, IŞİD vb. örgütler kontrol dışına
gündem
tasında yer alıyor. Kobanê, IŞİD’in gözünde de stratejik açıdan öncelikli bir hedef idi. Kobanê, şu an
IŞİD’in kontrolündeki Girsespi (Tıl Abyad), Cerablus ve Rakka’nın ortasında bir ada gibi duruyor. IŞİD
barbarlarının hedefi bu adanın ele geçirilmesidir. Kobane üç cepheden ağır silahlarla IŞİD tarafından kuşatılmış durumdadır. Artan IŞİD tehdidi yüzünden
Kobanê’de yaşayan sivil halk Türkiye’ye sığınmak
zorunda kaldı. Rojava’da Kürt halkı demokratik kazanımlarını koruma mücadelesi vermektedir. Bu mücadeleyi desteklemek işçilerin, emekçilerin görevidir.
Kobane direnişi meşrudur, haklıdır. Ortadoğu‘yu
Ortaçağ karanlığına sürüklemek isteyenlere karşı bir
direniştir. Bu direniş desteklenmeli ve direnişin yanında olunmalıdır. Her ne şekilde olursa olsun, bu
direnişin yanında olmak insanlığın bir görevidir.
ABD başkanı Obama, 11 Eylül 2014’te IŞİD’e karşı
eylem planını açıkladı. IŞİD’e karşı hava saldırılarının
düzenleneceğini belirten
Obama, Suriyeli muhaliflere malzeme
ve eğitim desteklerini arttıracaklarını,
„Irak ve Kürt
a skerler i n i n
hem eğitim
hem de istihbarat konularında desteğe ihtiyaçları“ olduğunu ve
bunlara destek verileceğini belirtti. Ayrıca 500 askeri
danışmanın Irak’a gönderileceğini söyleyen Obama,
„IŞİD’i kapsamlı ve sürdürülebilir terörle mücadele
stratejisi ile azaltıp imha“ edeceklerini belirtti!
12 Eylül’de, 10 Arap ülkesinin de destek verdiği
ama Türkiye’nin altına imza atmadığı Cidde bildirgesi imzalandı. Bildirgede; “IŞİD’in etkin olduğu bölgelere komşu ülkelerden yabancı uyruklu savaşçıların
geçişinin engellenmesi, IŞİD ve şiddet eylemleri gerçekleştiren radikal gruplara yapılan maddi yardımın kesilmesi için gerekli tedbirlerin alınması, IŞİD’in sahip
olduğu ideolojiden uzak durulması, suçluların cezasız
kalmayacağı ve adalete teslim edileceğinin vurgulanması, insani yardım sorumluluğunun paylaşılması,
IŞİD vahşetinin neden olduğu maddi hasarın telafi
edilmesi ile yeniden imarı ve IŞİD tehdidinden en çok
etkilenen ülkelere destek verilmesi” gerektiği belirtildi.
Daha sonra savaş makinası NATO, 4-5 Eylül’de
5
gündem
6
çıktığı için IŞİD mevzilerini bombalamaktadır. Esas
sorun IŞİD’i kontrol altına almaktır. IŞİD kontrol
altına alındığında, emperyalistlerin IŞİD’i Kürtlere karşı bir koz olarak kullanmaları da olasılıklar dâhilindedir. IŞİD’in saldırılarını püskürtmek,
Kobanê kantonunda öz yönetimi sağlamlaştırmak
için belirleyici güç Kürtlerin kendisidir, halkların
mücadelesidir. Her şeyden önce emperyalist müdahaleden medet umma hatasına düşülmemelidir.
IŞİD vahşetine karşı çıkarken, mücadele ederken,
emperyalist saldırganlığa davetiye çıkarılmamalıdır. Unutulmamalı ki Ortadoğu’yu kan gölüne dönüştüren bu dinci faşistler, ABD’nin başını çektiği
emperyalist güçler, onların kuklaları olan kimi Arap
ülkeleri eliyle desteklenerek ve onların yarattığı kaotik iklim içerisinde gelişip güçlenmişlerdir. Bunun
içindir ki IŞİD faşistlerinin saldırılarına ve emperyalist müdahaleye hayır diyoruz. Yapılması gereken
emperyalist müdahaleye, barbarlığa ve IŞİD faşistlerine karşı halkların dayanışmasını güçlendirmek
olmalıdır. Çözüm, emperyalistlerin ve onların işbirlikçilerinin müdahalesinde değildir. Bizim çağrımız
halklaradır. Halkların direnişi, mücadelesi, emperyalist ve gerici güçlerin müdahalesinin tek alternatifidir. Bugün bütün halklar kendini Kobanê’li olarak
görmeli ve yapabileceği bütün desteği vermelidir.
Bütün devrimciler, demokratlar bunu yapmalıdır.
Emperyalist güçlerin ve gerici rejimlerin Kobanê’ye
müdahalesi gerçek çözüm değildir. Gerçek çözüm
halkların direnişi ve mücadelesindedir. Çözüm, 21.
yüzyıl barbarlarının iktidarı ve desteği değildir.
IŞİD vb. gruplar, emperyalist siyasetin, emperyalist baskının ve yerli uşaklarının tezgahladığı
oyunların bir sonucudur. Dünyanın en büyük terörist güçleri, kendilerinin üretip, büyütüp beslediği küçük haydutları kontrollerinden çıkınca,
„terörist“, „terörizme karşı mücadele“ yaygarasını
koparıyorlar. 1979’da Rus sosyal emperyalizminin
Afganistan’ı işgal etmesine karşı, batılı emperyalist
güçler „mücahit“leri destekledi ve silahlandırdı. Bugün terörist olarak ilan edilenler, o dönem batılı emperyalistlerin gözünde Rusya’ya karşı savaşan mücahitlerdi! Mücahitler içerisinden Taliban ortaya çıktı.
Taliban, Al Kaide’yi üretti. Al Kaide içerisinden IŞİD
palazlanıp ortaya çıktı. Beslenen, desteklenen dinci
faşist gruplar, kontrol altında olduğu sürece emperyalistler açısından bir tehlike oluşturmuyordu.
Çünkü kontrol altında olan grupları emperyalistler, birbirlerine karşı kullanıyordu. 11 Eylül 2001’de
Washington ve New York’ta Pentagon ve Dünya Ticaret Merkezi (DTM) ikiz kulelerini vuran eylemler,
bütün dünyada emperyalist ve gerici güçlerin açıkça
savaş düzenine geçmesinin bahanesi yapıldı. Yürüyen savaşlarda ölenler, sakat kalanlar, evsiz barksız
kalanlar, acı, açlık çekenler, göç yollarına düşenler
yine ezilen sömürülen geniş halk yığınları oldu, oluyor. Emperyalistler açısından “terör” ve “terörizm”
gerçekte, kendi doğrudan kontrolleri altında olmayan herkes, her hareket, her şeydir. Bu sistemin adı
emperyalizmdir. Bu sistem terörcü ve barbar bir sistemdir. Bu sistem dünyayı adım adım barbarlığa sürüklemektedir. Bu barbar sistem, kendi muhalifleri
arasında da kendini üreten barbarlık biçimlerinin
temel sebebidir. O sürekli olarak barbarlık üretmektedir. IŞİD’de emperyalist barbarlığın ürettiği faşist,
dinci bir örgüttür.
AKP hükümeti 3 Ekim 2014’te, savaş tezkeresini meclisten geçirdi. Türk ordusunun sınır dışına
müdahale etme yetkisinin yanı sıra, “yabancı silahlı
kuvvetlerin Türkiye’de bulunması” da artık mümkün. Suriye‘ye asker göndermenin yolu açılmıştır.
‚Tampon bölge‘ ve ‚uçuşa yasak bölge‘ talepleri ile
AKP hükümeti, emperyalistleri ikna etmeye çalışıyor! AKP hükümetinin ve emperyalist güçlerin
Suriye’de yürütmeye çalıştıkları savaş bizim savaşımız değildir. AKP hükümeti, Ortadoğu’da kurtlar
sofrasında pay almak için uğraşıyor! Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin Suriye’de karşı karşıya gelmeleri ve savaş yürütmeleri, halklara karşı savaştır,
bize karşı savaştır! O halde, Suriye‘ye asker gönderilmesine hayır demek, buna karşı mücadele etmek
günün acil görevlerinden biridir. Kuzey KürdistanTürkiye’li işçi ve emekçilerin düşmanı Suriye’de
değil, içerdedir. Bizim mücadelemiz faşist Türk
devletine karşı mücadeledir. Suriye’ye asker gönderilmesine karşı mücadele, faşist Türk devletine karşı
mücadele olarak kavranmalı ve mücadele bu temelde
yürütmelidir.
Ülkelerimizde, IŞİD’in Kobanê’yi abluka altına
almasına karşı protestolar, eylemler yapıldı, yapılıyor. Bu gösterilerde, Kürt halkının öfkesini anlamakla beraber çevrenin yakılıp yıkılmasını doğru
bulmuyoruz. Bu durum eylemlerin haklılığına gölge
düşürmekte, egemen sınıfların medyası tarafından
dikkatleri başka yöne çekmek için tepe tepe kullanılmaktadır. Ayrıca bu durum kitle gösterilerini provokasyonlara açık hale getirmekte, ajan provokatörlerin sahneye daha rahat çıkmalarına yaramaktadır.
mak istemiyor. ABD öncülüğündeki koalisyon içinde
yer alan devlet, Kobane’ye “koridor” açılması için yeşil ışık yakmış durumda.
Diğer yandan PYD’nin Duhok’da KDP, YNK ve
diğer partiler ile yürüttüğü görüşmeler sonucunda,
Güney Kürdistan parlamentosu Rojava’daki kantonları tanıdı. Ayrıca Kobani’ye ilk etapta ağır silahlarla
donatılmış 200 Peşmerge gönderme kararı aldı. Önümüzdeki günlerde 200 Peşmerge Kuzey üzerinden
Kobane’ye geçecek…
Suriye‘nin çeşitli milliyetlerden halkları için gerçek çözüm, ancak bütün ulusların ayrılma hakkına
sahip olduğu, tüm milliyetlerin birlikte yan yana yaşadığı, demokratik, federatif bir Suriye’dir. Suriye’de
İşçilerin- Köylülerin Demokratik İktidarı’na ancak
böyle varılabilir. Böyle bir iktidara da ancak işçi sınıfı önderliğinde antiemperyalist demokratik devrimle
varılır. Esad ve dinci faşistlere karşı savaş, bu uzun
mücadelede yalnızca bir ilk evredir. Ve daha bu ilk
evrede komünist devrimci güçler kendilerini programatik olarak bütün burjuva feodal güçlerden ayırmak, kendi programıyla ortaya çıkmak, diğer programların halk için neden kurtuluş olmadığını emekçi
yığınlara anlatmak zorundadır.
Gün Kobanê ile dayanışma günüdür. Rojava halkı üç yıldır tüm gerici saldırılara karşı direniyor.
Rojava’nın direnişine ses verilmelidir. Kürt halkının
gerçek dostları ve muhatapları; emperyalistler ve gericiler değil, işçiler, emekçiler, devrimciler, komünistler
ve sosyalizm uğruna savaş verenlerdir. Zulmün olduğu yerde direniş te olacaktır. IŞİD saldırıları ve katliamları karşısında tüm insanlık yeni bir sınavla karşı
karşıyadır. Günlerdir insanlık için, halkların geleceği
için direnen Kobani halkı, hepimiz için, tüm insanlık için direnmektedir. Kobani’nin savunulması, aynı
zamanda insanlığın en temel değerlerinin, eşitlik,
özgürlük, barış ve kardeşliğin savunulması demektir.
Emekçilerin savaştan çıkarı yoktur. Emekçiler, savaş
politikalarından yana olamaz. Kobanê’de yaşanan insanlık dramı karşısında sessiz ve tepkisiz kalınamaz.
Sadece Kobani’yi değil, insanlığın en temel değerlerini savunduğumuzu göstermek için sokağa çıkmak ve
mücadeleyi örgütlemek görevdir. IŞİD barbarlığına
ve emperyalist planlara karşı, halkların kardeşliği ve
dayanışması için mücadeleyi büyütelim. IŞİD çeteleri ve arkasındaki güçler yenilgiye uğrayacak, Rojava
halkı zafer kazanacaktır.
22.10.2014 ✓
gündem
Kobane direnişine sahip çıkmak, desteklemek ve
IŞİD’in saldırılarına karşı çıkmak haktır, meşrudur.
Sokağa çıkmak, protesto etmek, tepki göstermek haktır, meşrudur. Bu yapılırken provokasyonlara gelinmemeye dikkat edilmeli, eylemin haklılığına gölge
düşürecek edinimlerden uzak durulmalıdır. Provokasyonlara karşı uyanık olunmalıdır. Bu gösterilerde
şimdiye kadar 38 kişi yaşamını yitirdi. AKP hükümeti, 12 Eylül’ü aratmayan faşizmi uyguladı, uyguluyor.
Faşist devletin kolluk güçleri, faşist güçler, Hizbullah
ve IŞİD yandaşları, ülkelerimizin dört bir yanında Kobanê direnişine sahip çıkan halka silahlarla,
satırlarla ve gaz bombaları ile saldırdı, saldırmaya
devam ediyor. Kolluk güçleri yargısız infaz yapıyor,
gösteri yapan kitlelerin üzerine ateş açılıyor. Batı’da
HDP/DBP binalarına saldırılar düzenleniyor. Ölümlerin yanı sıra yüzlerce kişi yaralandı. Yüzlerce kişi
gözaltına alındı. Diyarbakır ve Mardin Kızıltepe’de,
sokaklara tanklar indi. İstanbul Esenyurt’ta, asker
sokağa çıktı. AKP hükümeti, Türkiye’de 1990’lı yıllardan bu yana ilk kez altı ilde ve onlarca ilçede sokağa çıkma yasağı ilan ederek, yeni bir Olağanüstü
Hal (OHAL) uygulamasına gitti. Gezi’den Lice’ye,
Lice’den Kobani’ye halka reva görülen yine şiddet,
zor ve baskı oldu. Demokratik tepkilere yönelik İçişleri Bakanı Efkan Ala‘nın ‘misliyle karşılık verilecektir’ ifadesi, siyasi iktidarın uyguladığı faşizme en iyi
örnektir. “İleri demokrasi” adına uygulanan faşizmdir. AKP hükümeti, TC’nin devlet geleneğinden devraldığı faşizmi uygulamaya devam ediyor.
ABD ile IŞİD barbarlığına karşı kahramanca savaşan PYD arasında gelinen aşamada ilişki kurulmuş
durumda. Kobane’ye havadan yapılan silah yardımı,
IŞİD mevzilerinin havadan bombalanması, komuta
merkezinde PYD temsilcisinin bulunması, PYD ile
yapılan görüşmeler vb. bir işbirliğinin olduğunu gösteriyor. ABD ile PYD arasındaki bu ilişki, ABD’nin
“müttefiki Türkiye ile köprüleri attığı” ya da siyaset
değiştirdiği anlamına gelmiyor. ABD çıkarlarına
uygun davranıyor. ABD, IŞİD’i kontrol altına alma,
petrol yataklarını güvence altına alma mücadelesi veriyor. IŞİD ile savaşan PYD’ye “sırtını dönmek” istemiyor. Çıkarı bunu gerektiriyor. Biz bu ilişkiyi anlaşılır bulmakla birlikte yanlış buluyoruz.
AKP hükümeti ise ABD ile PYD arasında kurulan
ilişkiden pek hoşnut değil. PKK gibi “Terör örgütü”,
olarak gördüğü PYD’ye silah yardımı yapılmasına
karşı. Silahların bir gün kendisine yönelmesinden
korkuyor. Buna rağmen TC gelişmelerin dışında kal-
7
gündem
IRAK; SURİYE; GÜNEY VE BATI KÜRDİSTAN:
Öne çıkan bazı gelişmeler!
İslam Devleti’nin (İD) (önceki adıyla IŞİD) Musul’u ele geçirmesiyle başlattığı saldırılar ve
giderek etkisi altına aldığı bölgeyi genişletmesi, uluslararası düzeyde İD’ye karşı alınacak
önlemlerin, yapılacak müdahalelerin neler veya nasıl olacağı üzerine tartışmaları da
beraberinde gündeme getirdi.
Ş
8
engal’de Ezidiler’e yönelik katliam ve onbinlerce insanın evini-barkını terketmek zorunda
kalması, bu konudaki tartışmaları da yoğunlaştırdı.
Kamuoyuna yansıyan barbarlık görüntüleri ve onbinlerce insanın katliamdan kurtulmaya çalışırken
yollarda da yaşayabilmek için gerekli olan asgari ihtiyaçlardan mahrum kalması; yaşlı ya da çocuklar başta olmak üzere sayısızca insanın bu yollarda ölmesi,
vb. gelişmeler, “insani yardım” adına emperyalist
güçlerin bölgeye yeni bir müdahalesine de vesile oldu.
Irak ve Güney Kürdistan’a müdahale değişik biçimlerde gerçekleşti. Maliki’nin başbakan olmadığı
bir merkezi hükümetin oluşması dayatılırken, Güney
Kürdistan’da da Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni destekleme adına bölgeyi daha da fazla silahlandırmaya çalıştılar, çalışıyorlar. İD’ye karşı savaş, ABD’nin
bombardımanı eşliğinde merkezi Irak ordusu ile Peşmerge güçlerinin ortak davranışları biçiminde geliştirilmeye başlandı ve kimi yerlerde İD güçleri geriletildi, ilerlemesi frenlendi.
Şengal katliamının boyutlarının daha da büyük bir
vahşete varmasını ise YPG/ YPJ ve HPG güçlerinin
müdahalesi engelledi ve Kürdistan’ın üç parçasının
silahlı güçleri İD’ye karşı mücadelede pratikte ortak
davranma durumunda kaldı. Bu gelişmelerden itibaren İD ile mücadele bağlamındaki gelişmeler bir
bütün olarak içiçe girdi ve İD sözkonusu olduğunda,
özellikle Kürtler açısından Irak-Suriye ya da Güney
Kürdistan-Batı Kürdistan’daki İD karşıtı mücadele
de birbirinden kopmaz hale geldi.
İD’nin 15 Eylül’den itibaren Kobanè’ye yönelik saldırılarını yoğunlaştırmasıyla, Rojava Kürtleri açısından Kobanè’nin savunulması mücadelenin merkezine yerleşti. Yazımız yazılırken Kobanè’ye saldırılar ve
İD’ye karşı direniş kesintisiz devam ediyordu. IrakGüney Kürdistan’da da İD ile çatışmalar bazen şiddetlenip, bazen dinse de devam ediyor. Bu sayımız-
daki, 10 Ekim 2014 tarihli yazımızda Kobanè ile ilgili
tavır takındığımız için, bu yazımızda konu ile ilgili
olarak son iki aylık süreçte öne çıkan kimi gelişmelere biraz daha yakından bakacağız.
IRAK’TA HÜKÜMET KURULDU!
“Kapsayıcı hükümet kurma” görevini alan Başbakan Haydar El Abadi’nin yasaya göre 10 Eylül’e kadar hükümeti kurması gerekiyordu. Abadi’nin, başta
Sünni Araplar olmak üzere Kürtleri ve Maliki’nin
Başbakanlık döneminde merkezi yönetimle sorunu
olan kesimleri ikna edip hükümette yer almalarını
sağlama işi zordu. En zor olanı da “kapsayıcı hükümet” kurmanın esas amacı olan İD’ye destek veren
Sünni Arap kesimlerini İD’ye destek vermekten vaçgeçirebilecek kişileri bulabilmekti!
Yapılan görüşmeler, pazarlıklara paralel olarak
Ağustos ayı sonuna doğru kimi Sünni Arap kesimleri “Bağdat’ta reformdan geçirilmiş bir siyasi düzende
yer buldukları takdirde” İD’ye karşı mücadele edeceklerini açıklamaya başladılar. Bu açıklamayı yapanların Maliki yönetimine karşı silaha sarılan “Sünni isyancılar” olduğu, bunlar adına konuşan El Zubai’nin
“Bize bu çözümü garanti ederlerse biz de IŞİD’den
kurtulmayı garanti ederiz.” (Sabah, 31 Ağustos 2014)
dediği açıklandı.
Hükümette yer almayı kabullenmenin ötesinde bir
de kimin hangi bakanlığı alacağı konusunda yürüyen
pazarlıklar en son Savunma ve İçişleri bakanlıklarının dağılımında kızıştı. Yasal mühlet çerçevesinde
hükümeti kurmanın mümkün olmadığı görüldüğünde, bu iki bakanlık koltuğunun dağılımı yapılmadan
9 Eylül’de hükümetin kurulduğu ilan edildi ve Parlamento, Abadi’nin kabinesini çoğunlukla onayladı.
Kürtler merkezi yönetimle olan sorunlara çözüm
bulunması için hükümete üç aylık süre tanıdıklarını,
ABD ÖNDERLİĞİNDE ANTİ-İD KOALİSYONU...
Ağustos ayı sonlarında ABD emperyalizminin baş
temsilcisi Obama, İslam Devleti’ne karşı “Henüz bir
stratejimiz yok” açıklamasını yaptı ve ABD’deki rakipleri tarafından –alay edilerek de- eleştirildi. Bu
dönemde ama ABD emperyalizminin diğer temsilcileri –Dışişleri Bakanı Kerry, Genelkurmay Başkanı
Dempsey vd.- İD’ye karşı zafer için bombardımanların sadece küçük bir rol oynayabileceğini, zafer için
İD’nin Suriye’deki kesiminin de hesaba katılmak zorunda olduğunu ve bunun için de ABD’nin bölgede
İD’ye karşı uzun süreli mücadeleyi üzerlenecek bir
koalisyonu oluşturmasının önkoşul olduğu yönünde
açıklamalarla kamuoyunu meşgul etmişlerdi bile.
Bu açıklamaların yapıldığı dönemde Esad yönetimi
de, kendileriyle koordineli biçimde yapılması şartıyla
ve BM’nin 2170 sayılı Kararı temelinde, İD’ye karşı mücadelede her türlü uluslararası ya da bölgesel
operasyona sıcak baktığını -ABD ve İngiltere’ye de-,
destek vermeye hazır olduklarını, bilgileri dışındaki
herhangi bir müdahaleyi ise egemenliklerine saldırı
olarak göreceklerini açıkladı. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Psaki ise “Amerikalıların hayatları risk
altında olduğunda Suriye rejiminin onayını almayız.”
diyerek ABD emperyalizminin bölgeye müdahalesini
bir nevi “savunma savaşı” olarak gösterme sahtekarlığını devam ettirdi.
Koalisyonu oluşturmanın hazırlık propagandası
Suriye’de İD’ye yönelik müdahalenin yolunu açmakla
içiçe yürütüldü. Obama formalite icabı Suriye üzerinde “keşif uçuşlara” izin verdi ve İD Suriye’de de
resmen izlenmeye başlandı. ABD emperyalizminin
değişik temsilcileri, sıkı ve yoğun bir diplomatik çalışma içindeydiler.
Bu haberle aynı zamanda medyaya yansıyan ilginç
bir gelişme ise, Mısır, Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin Dışişleri Bakanları’nın ve
Ürdün’ün Büyükelçisi’nin katıldığı ve Cidde’de yapıldığı yazılan toplantıda, ortak açıklama yaparak
Suriye’de radikalizme karşı ortak mücadele ilan etmeleri idi... Kendilerini İD’den ayırdılar... Bu arada
Suriye’deki çatışmanın görüşmelerle sona erdirilmesi
için de çağrı yaptılar.
4-5 Eylül tarihlerinde Galler’de yapılacak olan
NATO zirvesinden önce ABD Dışişleri Bakanı Kerry,
İD’nin tehdidi altında bulunan ülkelerin desteğini talep edeceğini de ilan etmişti. Bu gelişmelerin yaşandığı bir ortamda Obama’nın “İD’ye karşı herhangi bir
stratejimiz yok” demesinin inandırıcılığı yoktu aslında. Takınılan tavırlara bütünlük içinde bakıldığında,
Obama’nın bu açıklamasının -ABD’de alaya ve eleştirilere yol açsa da-, oluşturulmak istenen koalisyonun
ABD’nin dayatması olarak değil de “eşitler arasında
işbirliği” olarak gösterilmesi için yapılan bir açıklama
olduğunu göstermektedir.
NATO zirvesinde konu hakkında konuşulsa da
NATO olarak ortak bir karar ya da eylem, söylem
konusunda bir karar çıkmadı. Fakat zirvenin son gününde ABD Dışişleri Bakanı Kerry, Türkiye dahil 9
ülkeye İD’ye karşı “uluslararası koalisyon kurulması”
çağrısı yaptı. Kendileriyle birlikte 10 ülkeyi “çekirdek
grup” olarak adlandıran Kerry, bu grubun daha kapsamlı bir koalisyonun oluşturulmasını sağlayacağını
açıkladı. Sözkonusu ülkeler şunlardır: ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Danimarka, Türkiye, Polonya, Kanada ve NATO üyesi olmayan Avustralya.
Medyaya yansıdığı kadarıyla bu devletlerin temsilcilerinin kendi aralarında yaptıkları toplantıda özel
bir anlaşma yapılmamıştır. Ama Baş Şef Kerry, Eylül
ayı sonlarına doğru yapılacak BM Genel Kurulu’na
kadar “herkesin düşünüp”, hazırlanmasını salık verip
BM Genel Kurulu’nda İD’ye karşı mücadelede daha
kapsamlı bir plan geliştirebilmeyi umduğunu açıkladı. NATO zirvesi sürerken İran’ın başyetkilisi Ayetullah Hamaney de yaptığı açıklamayla İD’ye karşı ABD
ile işbirliğine ışık yaktı! Aralarında açık bir ortaklık
ya da anlaşma olmasa da, NATO zirvesinden sonraki
günlerde Esad rejimi Rakka ve çevresinde, ABD ise
Irak’ta İD’ye bomba yağdırıyorlardı. Esad rejimine
karşı mücadele resmi açıklamalara göre de öncelliği-
gündem
iki taraf arasındaki tartışmalı bölgeler, bütçe ve petrol
satışıyla ilgili sorunlar çözülmezse hükümetten ayrılacaklarını açıkladılar. Hükümette, Cumhurbaşkanı
ya da Başbakan Yardımcılığı koltuklarında yer alanların bir bölümü tanıdık isimler: Maliki, Nuceyfi, Allavi, Caferi, Zebari vd...
Eksik kalan iki bakanlık konusundaki pazarlıklar
ise 18 Ekim’e kadar sürdü. Sonuçta “kapsayıcı” olduğu düşünülen hükümet tamamlandı. Yeni hükümetin
idari reformlar, ordunun yeniden yapılandırılması ve
vilayetlere daha fazla özerklik verecek değişiklikler
yapması bekleniyor. Böylece Irak’ın bütünlüğünün
korunması ve İD’ye karşı mücadelede başarılı olması
hesaplanmaktadır. Bu hesabın tutup tutmaması birçok etkene bağlıdır. Bu hesap, kısa sürede sonuç alınması zor olan bir hesaptır.
9
gündem
10
ni kaybetmiş, öncelik İD’ye karşı mücadele almıştır.
BM Genel Kurulu’ndan önce başka devletleri ikna
edip koalisyona katabilmek için diplomatik turlar
çoğaldı... 8 Eylül’de Kahire’de yapılan ve Dışişleri
Bakanları’nın katıldığı toplantısında Arap Ligi, İD’ye
ve diğer cihatçılara karşı mücadele kararı aldı. Bunu
bir yükümlülük saydı...
10 Eylül’de ise Obama “yeni” stratejilerini kamuoyuna açıkladı. Obama konuşmasına, İD’yi “önce
zayıflatıp sonra yok etmek” için ne yapacağından
bahsetmek istediğini söyleyerek başladı. Başlıklar temelinde ifade edersek “yeni strateji” dört noktadan
oluşmaktadır. Buna göre 1. Sistemli bir hava saldırısı
operasyonu yürütülecek. Bu adım 8 Ağustos’tan beri
Irak’ta uygulamadadır. 2. “Sahada bu teröristlerle savaşan güçlere desteği” artıracak. Bu noktada Irak’a
475 “yeni görevli” gönderileceğini de açıkladı. Bunların Irak’lı ve Kürt kuvvetlerini eğiteceğini ve istihbarat ekipmanı olarak destekleyeceğini açıkladı. Yani
kara kuvvetleri “yerliler”! Hava ve logistik ve de emir
kuvvetleri ABD... Zaten Koalisyona da ABD’nin liderlik edeceği başından belirlenmiştir. 3. İD’nin para
kaynaklarını kesme, istihbaratı ve savunmayı güçlendirme, İD’ye “yabancı savaşçı akışını durdurma”ya
çalışacaklar. 4. “Masum sivillere insani yardım sağlamaya devam” edecekler...miş...
Bu “yeni” olarak tanıtılan stratejinin belirleyici
özelliği, ABD’nin “kara harekatı”nı kendi askeri dışındaki güçlere yüklemek, kendi liderliğinde diğer
ülkeleri, değişik biçimlerde ve ölçülerde savaşın taşıyıcıları yapmaya çalışmasıdır. Bir nevi “ben desteklerim, yönetirim, siz savaşın” demenin planıdır bu.
Irak’taki bombardımana Suriye’de bombardımanı da
eklemektir. Zaten bölgede yürüyen taşeron/ temsilci
savaşlara bir yenisi daha eklenmektedir. Bu planları
veya istekleri ama, gerekli görüldüğünde ABD askerlerinin herhangi bir kara harekatına katılmayacağı
anlamına da gelmiyor.
Obama “yeni” stratejilerini açıkladığı gün Cidde’de
“Ortadoğu’da tehdit ve riskler” konulu ve Batılı medyada “Anti-Terör-Konferansı” olarak da adlandırılan
toplantı gerçekleşiyordu. İki günlük toplantının son
gününde, 11 Eylül’de toplantıya katılan 10 Arap ülkesinin imzaladığı (Türkiye, 49 rehinenin güvenliğini
gerekçe göstererek imzalamadı) sonuç bildirgesine
göre, bu 10 ülke İD’ye karşı mücadeledeyi destekleme
ve katkıda bulunma kararı almıştır. Bunlar da böylece –toplantıda ABD Dışişleri Bakanı Kerry de vardıABD liderliğindeki koalisyona yamandı.
Basına yansıdığı kadarıyla Ankara hükümeti
Obama’nın dört adımdan oluşan planında üçüncü ve
dördüncü noktalara evet, ilk ikisine de hayır demiştir.
Böylece İD’ye karşı askeri harekatın parçası olmayacağını belirtmiştir.
ABD’nin Türkiye’yi koalisyona katma arzusu ve
ikisi arasındaki çelişkiler, iki devlet arasındaki diplomatik görüşmelerin yoğunlaşmasını da beraberinde
getirdi. Görüşmeler ertesinde yapılan açıklamaların
karşı taraf tarafından “mutabakat yok, görüşmeler
sürüyor”, “öyle bir şey söylenmedi” vb. diye tekzip
edildiği; bu arada itiraf sayılabilecek yalanların da
piyasaya sürüldüğü bir ortamda pazarlıklar sürdü.
İD’nin Musul’da 49 kişiyi rehin alması durumu,
AKP hükümetine pazarlıklarda öne süreceği bir gerekçe olmuştu. Aynı zamanda başta Cumhurun başı
Erdoğan’a olmak üzere AKP hükümetinin temsilcilerine, kamuoyuna daha çok yalan ve birbiriyle çelişkili
şeyler söyletiyordu!
Obama’nın bu “yeni” stratejisine gerek Güney Kürdistan gerekse de Rojava Kürtleri sıcak baktılar! Kürdistan Bölge Yönetimi zaten pratikte ABD bombardımanları eşliğinde İD’ye karşı Irak merkezi ordusuyla
ortak davranmaktadır. Rojava’nın siyasi olarak belirleyici gücü PYD’nin de stratejiyi olumlu gördüğünü
Eşbaşkanı Salih Muslim açıkladı. Muslim: “IŞİD’in
ne olduğunu, nasıl savaştığını biz daha iyi biliyoruz.
Bu nedenle de muhakkak bizimle bir dayanışma olması gerekiyor. Bizim de bu strateji içinde yer almamız, bu nedenle normaldir, doğaldır.” (Politika, 16
Eylül 2014) diye tavır takınmaktadır. Salih Müslim
bu tavrı, İD’nin Kobanè’ye son saldırılarının daha yoğunlaşmadığı bir dönemde takınması, emperyalistlerin onları muhatap olarak kabul etmesi durumunda
onlarla işbirliğine hazır olduklarını göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
ABD önderliğindeki İD’ye karşı koalisyonda yer
alan ya da destek verenler, 15 Eylül’de “Irak’ta Barış ve Güvenlik Uluslararası Konferansı” adı altında
Paris’te toplandı. Konferansa İran davet edilmedi. Sonuç bildirgesinde Irak’a, Irak hükümetinin ihtiyaçlarına göre her türlü yardımın –askeri yardım da- yapılacağı kararı verildi...Yakın gelecekte de Bahreyn’de
İD’nin mali kaynaklarının kurutulması amacıyla
uluslararası bir konferans yapılacağı ilan edildi. Konferanstan üç gün sonra Fransa uçakları Irak’ta İD’yi
havadan vurmaya başladı! Yapılan açıklamalara göre
koalisyonu destekleyen ülkelerin sayısı bu arada 40’a
kadar yükselmişti.
bu askeri gücün oluşmasını bekleme durumunda değiller. İçinde bulunulan koşullarda Suriye’de İD’ye
karşı mücadele eden esas güç YPG/ YPJ güçleridir.
Bunların ÖSO içinde olan kimi gruplarla Kobanè’de
eylem birliği yapması ise bu iki gücün biraraya getirilmesinin olasılığına işaret etmektedir. ABD’nin
Türk devletiyle çelişen tavırlarından biri de PYD’yi
PKK’den ayrı ele almak ve Rojava Kürtlerini ÖSO ile
birlikte “yeni” bir muhalefet gücü haline getirmeye
yönelik tavrıdır.
gündem
20 Eylül’de 49 rehinenin serbest bırakıldığı ve
Türkiye’ye getirildiği haberi medyaya yansıdı. Bununla birlikte gündeme gelen soru, AKP hükümetinin İD’ye karşı koalisyon ve Obama’nın stratejisi
konusunda nasıl bir tavır takınacağı sorusuydu. Pazarlıklarda artık “Türk hükümetinin kaygısını anlayabiliyoruz” dedirtecek bir gerekçe kalmamıştı.
BM Genel Kurulu toplandığında kabaca durum
böyleydi. 24 Eylül’de BM Genel Kurulu şiddet barındıran radikalizme ve terörizme karşı korunma
hakkında bir karar aldı. Fakat bu karar doğrudan
ABD önderliğindeki İD’ye karşı koalisyonla bağlantılı değildi. Zaten 23 Eylül’de ABD beş Arap ülkesinin desteğiyle Suriye’de İD’ye karşı bombalama startı
vermişti. Bu bombardımanda ABD ilk kez “Yırtıcı
Kuş” adını verdiği F-22 Raptor tipi savaş uçağını da
kullandı! Esad rejiminin resmi izni olmadan yapılan
bombardıman hakkında Suriye hükümeti kendilerinin bombardımandan önce haberdar edildiğini açıkladı. Böylece bombardıman alanına resmen Suriye’de
katıldı.
ABD önderliğindeki koalisyonun askeri toplantısı
da denebilecek toplantısı, 14 Ekim’de ABD’de yapılan
toplantıydı. ABD Genelkurmay Başkanı Dempsey’in
davetiyle, koalisyon devletlerinin askeri yetkililerinin
katıldığı toplantıya ABD dışında 21 devletin temsilcisi katıldı. Bunların 16’sının Genelkurmay Başkanı,
3’ünün Başkan Yardımcısı düzeyinde temsil edildiği,
Türkiye’nin ise Genelkurmay Harekat Başkanı Korgeneral Erdal Öztürk tarafından temsil edildiği açıklandı. Üst düzeyde temsil edilmeyen ikinci devletin
hangi devlet olduğu belli değil.
Bu toplantıda Obama yaklaşık 60 ülkenin koalisyona katkı sağladığını belirtti ve İD’ye karşı saldırı operasyonunu “IŞİD’e karşı dünya” olarak adlandırdı.
Toplantıda kimin nasıl bir görev ya da rol üzerlendiği
konusunda medyaya fazla bir şey yansımadı. Koalisyon oluşturma sürecinde belirgin hale gelen bir konu,
Suriye’de Esad rejimine karşı güvenip dayanabilecekleri muhalefeti güçlendirme konusudur. Bu bağlamda
Suudi Arabistan’da 5000 kadar muhalif gücün askeri
eğitimi yapılacağı, Türkiye’nin de buna evet dediği,
4000 kadar muhalifin de Türkiye tarafından eğitileceği vb. haberleri yalanlanmadı. Sonuçta Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) desteklenmeye, güçlendirilmeye
çalışılmaktadır. Bu konuda ama yeni bir IŞİD yaratmamak için, eğitilecek olanların özenle seçimi yapılacakmış. Tüm bunlar ama kısa zamanda gerçekleşebilecek işler değil. Bu nedenle de yaratmak istedikleri
... VE PYD’NİN YAKLAŞIMI
ABD’nin beş Arap devletinin desteğinde Suriye’de
İD’ye yönelik bombardıman hakkında konuşan PYD
Eşbaşkanı Salih Muslim, bombardımanı memnuniyetle karşıladıklarını ama yetersiz buldukları yönünde tavır takındı. Kobanè’ye bağlı köylerde hala sivillerin olduğunu ve korkularının katliam yaşanacağı
korkusu olduğunu söyleyen Muslim, “Bunun önüne
geçilmesi için de bu bölgeye askeri bir operasyon
yapılmasını destekliyoruz” (Politika, 24 Eylül 2014)
tavrını takındı. Bununla da sınırlı kalmıyor, işbirliğine çağrıda bulunuyordu. Obama’dan nasıl bir açıklama bekliyorsunuz sorusuna verdiği cevap şöyledir:
“Suriye’de ve Rojava’da gerçek manada direnen demokratik güçlerle işbirliğine gidilmesini ve bu güçlerle koordinasyon geliştirileceğini duyurmasını bekliyoruz.” (Politika, 24 Eylül 2014)
YPG Sözcüsü Rèdùr Xelìl ise: “Eğer uluslararası
koalisyon gerçekten Kobanè bölgesindeki DAİŞ merkezlerini vurmak istiyorsa ve darbe vurma isteminde
ciddiyse biz de uluslararası koalisyona yardımcı olmaya ve kendileriyle koordineli çalışmaya hazırız.”
(Politika, 27 Eylül 2014) biçiminde tavır takınarak
koalisyonun kendileriyle çalışması için davetiyede
bulunuyordu. Davet kabul edilmiş..., 29 Eylül tarihli basılı medya, ABD uçaklarının Kobanè’ye yardım
için 28 Eylül’de, Kobanè’ye saldıran İD güçlerine yönelik bombardımana başladığı haberini yazmıştı...
Kuşkusuz ki bombardıman selamlandı. Ama bombardımanın İD’ye karşı mücadelede yetersiz olduğu,
bu nedenle de daha fazla bombardıman ve yardım,
öncelikle de silah yardımı isteniyordu.
İD’nin Kobanè’ye yönelik yoğun saldırısına karşı
mücadelede gerçekten de yardıma ihtiyaç vardı. Fakat
emperyalistlerin, işgalin ve savaşın asıl sorumluları
olarak Irak ve Suriye somutunda Ortadoğu’ya müdahaleleri, kendi çıkarlarını korumak ve nüfuzlarını
11
gündem
12
yaygınlaştırmak için bölgeyi daha da fazla silahlandırmalarını selamlamak, desteklemek ve bu emperyalist müdahalede muhatap olarak görülmeyi başarı
saymak vb. tavırlar Kürt milletinin demokratik kazanımlarını da heba edecek yanlış tavırlardır.
PYD’nin bu zor bir ortamda anlaşılabilecek ama
yanlış olan tavırlarının sayısız örnekleri verilebilir.
Ama sorunun özünü belirleyen nokta, sistem içi siyasete sahip olmaktır. Bu çerçevede davrananlardan
kendilerini kabul eden emperyalistlerle işbirliği yapmaya açık olmamasını beklemek de yanlış olur.
17 Ekim tarihinde ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Jen Psaki PYD ile önceden aracılar üzerinden konuşulduğunu ama “geçen hafta sonu”, yani 12 Ekim
tarihinde, Paris’te PYD ile doğrudan görüşüldüğünü
açıkladı. Sonradan medyaya yansıyan haberlere göre
ABD temsilcileri Paris’te PYD Eşbaşkanı Salih Muslim ile görüşmüşlerdir. Bu arada Psaki’nin yardımcısı
Marie Harf da PYD ile istihbarat bilgilerinin paylaşıldığını da açıkladı. Bu açıklamaların basına yansıdığı
günlerde PYD sözcüsü Nevaf Helil, ABD’nin PYD’ye
silah yardımı yapacağını, Salih Muslim’in sadece
Paris’te değil, 16 Ekim’de Duhok’ta da ABD Temsilcisi ile görüştüğünü, her iki görüşmenin ana konusunun silah yardımı olduğunu açıkladı. Nevaf Helil bu
arada PYD’nin iki yıldır ABD ile temas halinde olunduğunu, ABD’nin Türkiye’nin tavrı nedeniyle bunu
şimdiye kadar açıklamadığını da sözlerine eklemektedir. (Bkz. Hürriyet, 20 Ekim 2014)
Türk devletinin PYD’ye destek verilmesine karşı
çıkması ve Erdoğan’ın “PKK ile PYD birdir ikisi de
terörist örgüttür” mavalına karşı ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Marie Harf, bu iki örgütün bir ve aynı olmadığını açıkladı. Harf: “IŞİD ile
savaşan PYD gibi Kürt grupların desteklenmesinin
çok önemli olduğuna inandığımızı Türklere açıkça
belirttik.” (Hürriyet, 22 Ekim 2014) diyerek aralarındaki farklılığı da kamuoyuna duyurdu.
19 Ekim’de ABD, hava yoluyla Kobanè’ye ilk resmi silah “yardımını” gerçekleştirdi. Verilen bilgiye
göre 24 ton silah, 10 ton tıbbi malzeme -27 kontaynırdan oluşan yardım- sözkonusudur. Bu “yardımı”
Kobanè Kantonu Başbakanı Enwer Muslim diğer
şeylerin yanısıra şöyle değerlendirmektedir: “Kobanè
Kantonu’na verilen desteğin gelecekteki demokratik
Suriye’ye destek vermek anlamına geldiği artık herkesçe kavrandı. Bu yüzden de ABD, Fransa, İngiltere,
Kanada, Almanya ve tüm uluslararası güçler Kobanè
Kantonu ve direnişine destek vererek demokratik bir
Suriye kurma çabalarına destek verdiler. Demokratik
bir Suriye çabaları için Kobaniye verilen destek aynı
zamanda demokratik bir Ortadoğu’ya da destek vermek anlamına geldiği biliniyor.” (Politika, 22 Ekim
2014)
Enwer Muslim’in emperyalistleri ve onların bölgeyi
paylaşma, talan etme adımlarını demokratik Suriye
ve demokratik Ortadoğu için atılan adımlar olduğunu savunmasına şaşırmadık. Ama bu tavır bunların
demokratiklikten sadece ve sadece gerici burjuva demokrasisini anladığını, “üçüncü yol” olarak gösterilen yaklaşımın da gerçekte bağımsızlık savunan bir
yaklaşım olmadığını, sömürü düzeni çerçevesinde
hareket edildiğini bir kez daha göstermektedir. Demokratikliği emperyalistlerin kendilerini muhatap
olarak kabul etmeleriyle ölçen bir yaklaşımın kendisinin demokratik olmadığını, emperyalistlerin
egemenliğinde ezilen halkların bağımsızlığına kavuşamayacağı gerçeğinin üzeri örtüldüğü ölçüde, bu
siyasetle Rojava’nın da bağımlılık düğümüyle boğulacağı tehditi kapıya dayanmıştır!
Bu gelişmeler Rojava Kürtlerinin, emperyalistlerin
teknelerine bindirmek için attığı oltaya takıldığını
göstermektedir. Bu ama aynı zamanda Suriye devletinin bütünlüğü çerçevesinde, tabii ki emperyalistlerin
çizeceği çerçevede Kürtlerin özerkliğinin de kabul
edildiğini göstermektedir. Karşılıklı çıkarlar ve hesaplar sözkonusu olunca, ortaya birlikte davranma
hali çıkmakta ve bu ortak davranmayı sonuçta belirleyecek olan ise kimin daha güçlü olduğudur!
Ekim ayı ortalarında Duhok’ta yaklaşık 10 gün süren görüşmeler Rojava Kürtlerinin örgütlerinin birliği ve özellikle de Güney Kürdistan’da Barzani kesiminin ortak davranmaya başlaması, Kürdistan Bölgesel
Yönetimi’nin Rojava’yı destekleme kararı alması vb.
gelişmeler, Kürtlerin birliği açısından umut veren
gelişmelerdi. Fakat bu gelişmeler de Güney ve Batı
Kürdistan’lı Kürtlerin liderliğini ABD emperyalizminin yaptığı koalisyona entegre etme rolünü oynamaktadır. Türk devletinin PKK ile “barış süreci”nde
pazarlık gücünü korumak ve PKK’yi, Kuzey Kürdistan Kürt hareketini zayıflatmak amacıyla Barzani
takımına destek vermesi, PYD’ye destek verilmesine
karşı çıkması da bu gidişatı önleme kudretine sahip
değildir. Kürt kartına oynamak siyasette de değişiklikleri beraberinde getirmektedir. Gidişatın nasıl bir
yol izleyeceğini birlikte göreceğiz.
27.10.2014 ✓
AKP, HSYK’NIN ÇOĞUNLUĞUNU KAZANDI!
güncel
HSYK SEÇİMLERİ YAPILDI
12
Eylül 2010’da, 26 maddeden oluşan Anayasa değişiklik paketi halkoyuna sunuldu.
2010 yılında gerçekleştirilen Türkiye Anayasa değişikliği referandumu ile Anayasada bir takım önemli
düzenlemeler gerçekleştirildi. 26 maddelik bir değişikliği içeren paket, TBMM tarafından kabul edildikten sonra Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından
referanduma sunuldu. Referandum sonucunda %
57.88 evet ve % 42.12 hayır oyu çıkarak anayasa değişiklikleri kabul edildi. Hâkimler ve Savcılar Yüksek
Kurulunun (HSYK) yapısı 12 Eylül 2010 günü yapılan
Anayasa referandumu ile değiştirildi. Kurulun teşkilat yapısı, çalışma usul ve esasları yeniden düzenlendi. Anayasa değişikliği ile HSYK‘nın üye sayısı 7’den
22’ye çıkarıldı. HSYK’nın üç daire şeklinde çalışması benimsendi ve HSYK sekretaryası oluşturuldu.
Meslekten çıkarma kararlarına karşı yargı yolu açıldı. HSYK’nın başkanı adalet bakanı olup, müsteşar
kurulun tabii üyesidir. Kurulun diğer üyeleri ise; ilk
derece adli yargı hâkim ve savcılarının kendi aralarından seçtikleri yedi, ilk derece idari yargı hâkim ve
savcılarının kendi aralarından seçtikleri üç, Yargıtay
Genel Kurulunun kendi üyeleri arasından seçtiği üç,
Danıştay Genel Kurulunun kendi üyeleri arasından
seçtiği iki, Türkiye Adalet Akademisi Genel Kurulunun kendi üyeleri arasından seçtiği bir ve Cumhurbaşkanının hukukçu öğretim üyeleri ve avukatlar
arasından seçtiği dört üyeden oluşmaktadır.
Anayasa’da yapılan değişiklikten sonra, 17 Ekim
2010’da HSYK üyeliklerine seçilecek kişiler için seçimler yapıldı. 2010’da HSYK seçiminde listeler açıkça ilan edilmedi ama Adalet Bakanlığı’nın bir listesi
olduğu biliniyordu. Bakanlığın listesinde, bakanın
müsteşar yardımcısı ve şimdi Fetullahçı olduğu söylenen İbrahim Okur’da (onunla birlikte alnı secdeye
gelen 11 Cemaatçi) vardı. Seçim sonuçları ilan edildiğinde sanıldığı gibi özerk bir HSYK oluşmamıştı.
Yeni HSYK’nın yapısı ağırlıklı olarak Gülen/AKP koalisyonundan oluşuyordu. Anayasa Mahkemesi’nin
her hâkim veya savcının sadece bir adaya oy vermesi
kuralını iptal etmesi sonucunda, YARSAV’ın toplu davranıp HSYK üyeliklerinin çoğunu kazanması
tehlikesine karşı, Gülencilerle birlikte bir liste oluşturması kaçınılmazdı! Çünkü o dönemde Gülenciler
AKP’nin kankasıydı. Ortaklık henüz bozulmamıştı.
Şimdi olduğu gibi o zamanlarda da amaç için her yol
mubahtı. Yargının ele geçirilmesi ve yargıda Kemalistlerin hâkimiyetinin kırılması için Gülen takımına
ihtiyaç vardı.
AKP, 17 Aralık 2013’e kadar bütün İslamcı akımların bir koalisyon partisi idi. 17 Aralık’tan itibaren bu
koalisyon kesin bir biçimde parçalandı. Gülencilerle,
AKP arasında resmen bir iktidar savaşı başladı. Köprüler adeta bir daha kurulmamak üzere atıldı. AKP bu
noktadan itibaren Gülen ce¬maatinin iktidar ortaklığı ile yetinmediğini, iktidarı istediğini görerek tedbirler geliştirmeye, emniyet ve yargı içinde cemaatin
gücünü kırmaya yöneldi. Yan¬daş medyada “paralel
devlet” ten, “yargı vesayeti”nden, yargının hukuksuz
işler yapmaya başladığından vs. söz edil¬meye başlandı. “Paralel yargı”nın Türk Ordusuna ‘kumpas’
kurduğu söylemleri geliştirildi. Cemaatin önemli
gelir kaynaklarından biri ve Türkiye’deki kadro devşirme okulları konumunda olan dershaneler kapatıldı. Devlet kurumları içerisinde Gülenci olduğu iddia
edilen kişilere karşı bir sürek avı başlatıldı. Emniyet
içerisinde binlerce polis ve birçok emniyet müdürlerinin görev yerleri değiştirildi. Gülenci olduğu iddia
edilen emniyet içerisinde ki polisler gözaltına alındı. Kimileri tutuklandı. “Paralel devlet, paralel yargı” ulusal çıkarlar için bir tehlike idi ve mutlaka yok
edilmesi gerekiyordu! Bu anlamda Hâkim ve Savcıların çatı örgütünde, Gülencilerin temizlenmesi veya
hâkimiyetlerinin kırılması için her yol kullanılmaya
başlandı.
Hükümete yakın hâkim ve savcılardan, hükümetin istediği çoğunluk oluşmazsa HSYK’nın topa tutulacağı, yok edileceği söylemleri geliştirildi. HSYK
seçimlerini, Gülencilerin kazanması halinde seçim
sonuçlarının meşru olmayacağı AKP’nin yetkili isim-
13
güncel
14
leri tarafından açıklandı. AKP hükümeti, yapısını
değiştirmek istediği HSYK seçimleri öncesi kapsamlı
rüşvet paketini açıkladı. Buna göre, hâkim ve savcıların maaşlarına bin 155 lira seyyanen zam yapılacak.
Böylece mesleğe yeni başlayan hâkimin maaşı 5 bin
141 liraya çıkacaktı. Pakette, zam dışında disiplin cezalarının affı ve silah edinmede polisle aynı hakları
sahip olma gibi ayrıcalıklar da yer alıyordu. AKP hükümeti rüşvet paketini açıklamakla yetinmedi, Yargıda Birlik Platformu (YBP) listesi ile seçimlere katıldı. HSYK seçimleri öncesinde AKP adeta seferberlik
ilan etti. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, seçim turuna
çıkarak birçok adliyeyi ziyaret etti. Adalet Bakanlığı
Müsteşarı Kenan İpek ve ekibi seçim propagandasına
aktif olarak katıldı. HSYK seçimleri; hükümet, cemaat, Yarsav-Yargıçlar Sendikası’nın yarıştığı üç liste arasında yapıldı. HSYK 1. Daire Başkanı İbrahim
Okur’un da arasında bulunduğu kimi “bağımsız”
isimler de adaylıklarını açıkladılar. Gülenciler ayrı
bir liste yerine bağımsız adaylarla seçime katıldılar.
12 Ekim’den önce HSYK üyelikleri için Yargıtay
ve Danıştay’da seçimler yapıldı. Yargıda Birlik Platformu, Yargıtay’da seçilen üç üyeliğin hiç birini kazanamadı. Danıştay’da ise iki üye seçildi. Sonuç bire
bir bitti. Bu sonuca göre, HSYK’ya muhalifler dört ve
AKP bir üye kazanmıştı. 12 Ekim’de yapılacak seçimlerde, AKP adaylarının dört sandalye kazanması
halinde YSK’da çoğunluğu oluşturacaktı. 12 Ekim
2014’te, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na adli
yargıdan 7 asıl, 4 yedek, idari yargıdan ise 3 asıl, 2
yedek üyenin belirleneceği seçimler yapıldı. AKP’nin
desteklediği Yargıda Birlik Platformu sekiz üyelik kazandı. Cemaat iki 2 üyelik aldı. Yargıçlar Sendikası ve
YARSAV, HSYK seçimlerinde bir varlık gösteremedi.
Seçimler sonunda AKP, 22 üyeli HSYK içindeki temsil gücünü 15 üyeye çıkardı. Bu sonuçla HSYK’da Cemaat ve ulusalcıların egemenliğine son verildi.
Egemen sınıflar, kuvvetler ayrılığından dem vurmakta, yasama/yürütme ve yargının birbirinden bağımsız olduğunu öne sürmektedir. Bu savunu büyük
bir yalandır. KKT’de güçler ayrılığı değil güçler birliği vardır. Türkiye’de olan her zaman güçler birliğidir.
Seçimler, bu güçler birliğinin görüründe demokrasi
maskesine büründürülmüş şeklidir. Gerçekte güçlerin birbirini tamamlaması, kontrolüdür söz konusu
olan. Bağımsızlık söz konusu değil, karşılıklı denetim
söz konusudur. Türkiye’de yargı hiçbir zaman bağımsız olmadı, olmayacak da. İktidar, bir toplumsal
yapı içinde egemenliği elinde bulunduran güçtür. Her
iktidar bir sınıfın damgasını taşır. “Sınıflar üstü” bir
iktidar yoktur. Bir ülkedeki iktidarın niteliğini belirleyen, izlenen politikaların kimin çıkarlarına hizmet
ettiğine bakmak gerekir. Her sınıfın kendine özgü ve
kendi çıkarlarını koruyan, kollayan bir yargısı vardır.
HSYK’da çoğunluğu ele geçiren AKP, yargıyı yeniden şekillendirecek ve kendi yargısını kuracaktır.
Yargının üst kesimi hâlâ AKP’nin denetiminde değildir. Yargının orta ve alt kesimi ise bir çok kurum
gibi bölünmüş ve önemli ölçüde ideolojik Kemalist
kesimin kontrolünden çıkmış durumdadır. Yüksek
yargı, bütün yargıyı belirleme durumundadır. AKP,
HSYK aracılığıyla yüksek yargıyı ele geçirmek için
çalışacak ve yüksek yargıda Gülen ve ulusalcıların
egemenliğini sonlandırmak için her yolu deneyecektir. Türkiye’de hukuk, hukuk olmaktan çıkarılıp siyasetin bir aracı haline getirilmiştir. Hukuk, egemen
sınıfların iktidar mücadelesinde birbirlerine karşı
kullandıkları bir araçtır.
On dört bin hâkim ve savcı oy kullanarak, HSYK
üyelerini seçmektedir. Yargıyı belirleyen, şekillendiren siyasi iktidar ve Adalet Bakanı’dır. Bütün burjuva
demokratik ülkelerde yüksek yargı üyeleri, yasama
meclisi tarafından seçilmektedir. Burjuva demokrasisinin ilkesi açısından belirleyici olan “halksa”, o
zaman seçilenler atananlara üstündür, atananları seçilenler atar! Halkın seçmediği yüksek yargıçlar, halk
adına “Büyük Türk Milleti” adına karar vermektedir!
Bizim talebimiz yüksek yargıçların halk tarafından
seçilmesidir. Beğenilmeyen yargıçlar geri çağrılmalı
ve yenileri halk tarafından seçilmelidir. Bizim arzuladığımız sosyalist sistemde kuvvetler ayrılığı diye bir
şey yoktur. Yargı, siyasi olmayacak tezi ise palavradır. Burjuva hukuku, olmayan bir eşitliği, eşitmiş gibi
göstermektedir. Lafta erkler ayrılığı savunulmasına
rağmen, uygulamada yapılan ve uygulanan erklerin
birliğidir. Yargı, yürütme ve siyaseti halk belirlemelidir. Hukukun gerçek anlamda üstünlüğü ancak
halkın iktidarında mümkün olur. Yargının gerçek
anlamda bağımsızlığı ve tarafsızlığı bu sistemde
mümkün değildir. Halkın iktidarında, yargı tarafsız ve bağımsız çalışacaktır. Halk iktidarında, yargı
halkın çıkarları temelinde yargılama yapacak ve halk
adına karar verecektir. Siyasi iktidara endeksli bir
yargı yerine, halkın çıkarlarına endeksli bir yargı için
mücadele bu köhnemiş sömürü düzeninin yıkılması
için mücadeleye bağlıdır. Mücadelemizin pusulasını
buna yönlendirmeliyiz.
15.10.2014 ✓
güncel
TÜRKİYE’DE MÜLTECİ OLMAK!
Mülteci sorunu bugüne ait bir sorun değildir. Bu sorun ile yoğun bir şekilde karşılaşma, 2. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da statüsü belli olmayan yüzbinlerce mültecinin kamplarda yaşamasıyla karşılaşıldı. Özellikle de
Alman faşizmin saldırıları sonucu Avrupa’da yoğun bir mülteci sorunu yaşanmıştı.
İ
kinci Dünya Savaşı öncehükmü, mülteciye Türkiye’de
sinde de mültecilere
Türk uyruklu kimselerin
Her
mülteci
güvenli
sığınma
yardım etmeye çalıhaklarından fazlasını
şan kimi kurumsağladığı şeklinde
hakkına sahiptir. Her bireyin sahip olması
lar vardı ama
yor u m la na ma z”
gereken temel haklar ve ihtiyaçlar, mültecilere de
bu kurumlaşeklindeki
çerın çalışmakince ile yauluslararası sözleşmelerle koruma altına alınmıştır.
ları yetersiz
y ı n la n m ı ş t ı r.
Mülteciler,
düşünce
ve
seyahat
özgürlüğüne
sahiptir.
ka lıyordu.
Türkiye
bu
İkinci Dünya
protokolü
coğMülteciler, işkence ve onur kırıcı muameleye tabii
savaşı sonrarafi sınır şartı
tutulamaz. Sosyal ve ekonomik haklar diğer bireylere koyarak
sında göreceli
imzaladı.
bir “barış” dö1951 Cenevre Sözolduğu gibi mültecilere de tanınması gerekir.
nemine girilmişti.
leşmesi ve 1967 protosahip olmalıdır.
Bu göreceli “barış” dökolü, mülteci hukukunun
neminde uluslararası sözmihenk taşı olarak görülmekleşmeler imzalanmaya başlandı.
tedir. Türkiye sadece Avrupa Kon10 Aralık 1948’de İnsan Hakları Evrensel
seyi üyesi ülkelerden gelenlere mültecilik hakkı
Beyannamesi imzalandı. Üç haftalık yoğun görüş- tanıyor. Diğer ülkelerden gelenlere ise üçüncü bir
melerden sonra, 1951’de Cenevre’de Mültecilerin ülke tarafından kabul edilene kadar “geçici sığınma”
Statüsüne İlişkin Sözleşme kabul edildi. Bu sözleşme imkânı tanıyor. Türkiye mültecilere Avrupalı olan ve
1954’te yürürlüğe girdi. Daha sonra 4 Ekim 1967’de olmayan diye ayrımcılık yapan ülke konumundadır.
Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Protokol im- Mülteci hakları ve hukuku daha birçok sözleşmeye
zalandı. Cenevre’de 28 Temmuz 1951 tarihinde im- yansıtılmıştır.(*) Mülteci sorunu denilince, Birleşmiş
zalanan Mültecilerin Hukuki Durumuna ilişkin Söz- Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR)
leşme, sadece 1 Ocak 1951’den önce meydana gelmiş akla gelmektedir.
olaylar sonucunda mülteci olan şahısları kapsıyordu.
Oysa 1951’den sonra da yeni mülteci durumları ortaMülteci Nedir?
ya çıkmaya devam etti. Bu nedenle, söz konusu mültecilerin, Sözleşme’nin kapsamına girmeyebileceği
Mültecilerin Statüsüne İlişkin 1951 Sözlesmesi’ ne
dikkate alınarak, Sözleşme’deki tanımın kapsamına göre mülteci “ırkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal grugiren bütün mültecilerin, Ocak 1951 tarih sınırlama- ba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zusına bakılmaksızın eşit hukuki statüden yararlanma- lüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan ve bu
larının arzu edilir olduğu dikkate alınarak yeni bir yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri
protokol karara bağlandı. Türkiye, Birleşmiş Millet- dönemeyen veya dönmek istemeyen kişi” dir. Baskı
ler Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre ve zulme maruz kalanlar göç yollarına düşmekteSözleşmesi’ne ve 1967 Protokolü’ne taraftır. Türkiye dir. Bu göçler kimi zaman ülke içinde, kimi zaman
Sözleşmeyi 24 Ağustos 1951 tarihinde imzalamış ve da sınır aşırı göçler şeklinde olmaktadır. Savaşlar, iş29 Ağustos 1961 tarihinde çekince koyarak onayla- galler, baskıcı yönetimler, açlık ve yoksulluk her yıl
mıştır. 359 Sayılı Onay Kanunu 5 Eylül 1961 gün ve milyonlarca insanın göç yollarına düşmesine neden
10898 Sayılı Resmi Gazete’de “Bu sözleşmenin hiçbir olmaktadır. Yaşadıkları ülkelerdeki savaşlardan, zu-
15
güncel
lümden veya açlıktan kaçan, ailelerini, tüm sevdiklerini geride bırakarak başka ülkelere sığınmaya çalışan yoksullar için yaşama tutunmak hiç de kolay
olmamaktadır. Savaş mağdurları, daha çok çocuklar
ve kadınlar olmaktadır. Mülteciler çoğunlukla hayati tehlike yüzünden planlamadıkları halde ülkelerini
terk etmek zorunda kalmakta ve varsa değerli eşyaları bunları getirmeye bile fırsat bulamamaktadır.
Mülteciler, ülkelerini terk ederek kültürünü, dilini,
bilmedikleri bir toplumda çeşitli sorunlarla karşılaşmakta ve desteğe ihtiyaç duymaktadır.
UNHCR’in 2013 sonu verilerine göre; İkinci Dünya
Savaşı’ndan bu yana ilk kez mülteci sayısı 50 milyon
sınırını aşmış durumdadır. Yirmi yıl önce 1994’te
Ruanda’da Tutsi’lere yönelik bir soykırım yapıldı.
Bu soykırımda bir milyon Tutsi’nin öldürüldüğü
söylenmektedir. Soykırım esnasında ve sonrasında
yüzbinlerce insan göç yollarına düştü. Akdeniz mülteci mezarlığına dönmüş durumdadır. Akdeniz ve
Ege denizinde umut yolculuğuna çıkan mülteciler
hayatlarını kaybediyor. İnsan tacirleri ceplerini dolduruyor. Mülteciler, hurda gemilere, teknelere bindirilerek ölüm yolculuğuna çıkarılıyor. Avrupa Birliği,
sınırlarına duvar örüyor. Yunanistan, son birkaç yıldır mültecileri sınırlarının dışında tutabilmek için
milyonlarca avro harcadı. 2012 yılında Türkiye ile
arasındaki kara sınırına 10,5 km uzunluğunda tel bir
duvar yerleştirdi ve bu bölgeye yaklaşık iki bin sınır
güvenlik görevlisi konuşlandırdı. Amaç mültecilerin
geçişini engellemektir. İspanya, Fas sınırına jiletli
duvar örmüştür. Jiletli telleri aşmaya çalışan birçok
mülteci yaşamını yitirmektedir. Bir başka göç yolu
İtalya’nın Lampedusa adasıdır. Kuzey Afrika’dan
binlerce kişi Avrupa’ya gitmek için İtalya’nın Lampedusa adasına gitmeye çalışıyor. Bu yolculuk esnasında
gemiler batıyor, batırılıyor ve yüzlerce mülteci yaşamını yitiriyor. ABD, Meksika sınırına mülteci akışını engellemek için duvar örmüştür. Burada örneğini
verdiğimiz duvarlar, insanlığı ayıran günümüzde de
var olmaya devam eden duvarlardan sadece birkaç tanesidir. Bu örnekler daha da çoğaltılabilinir.
Mültecinin Hakları nedir?
16
Her mülteci güvenli sığınma hakkına sahiptir. Her
bireyin sahip olması gereken temel haklar ve ihtiyaçlar, mültecilere de uluslararası sözleşmelerle koruma
altına alınmıştır. Mülteciler, düşünce ve seyahat özgürlüğüne sahiptir. Mülteciler, işkence ve onur kırı-
cı muameleye tabii tutulamaz. Sosyal ve ekonomik
haklar diğer bireylere olduğu gibi mültecilere de tanınması gerekir. Her mülteci sağlık hizmetlerinden
yararlanabilmelidir. Her yetişkin mülteci çalışma
hakkına sahip olmalıdır. Hiçbir mülteci çocuk okula
gitmekten alıkonulamaz.
Sığınma kabul eden devlet, mültecilere harcanacak
kaynak bulamadığı durumlarda, UNHCR, kendi temel ihtiyaçlarını karşılayamayan mülteciler ve diğer
ilgili kişilere yardım sağlamakla yükümlüdür. Bu
yardım mali destek; gıda maddesi; mutfak malzemesi,
aletler, temizlik malzemesi veya barınak gibi ihtiyaçlar şeklinde olabileceği gibi, bir kampta veya topluluk
halinde yaşayan mülteciler için okul ve klinik yapılması gibi programlar şeklinde de olabilir. UNHCR,
mültecilerin en kısa zamanda kendi kendilerine yeterli duruma gelebilmeleri için elinden gelen tüm gayreti gösterme yükümlülüğüne sahiptir. Buraya kadar
kısaca Mülteciler hakkında imzalanan sözleşmeler,
mültecilerin kimler olabileceği ve mülteci haklarının
ne olduğunu açıklamaya çalıştık. Türkiye’de ki mültecilerin durumu ve mültecilere karşı geliştirilen ırkçı
saldırılar üzerinde durmak istiyoruz.
Türkiye’ye Gelen Mülteciler
Türkiye’ye en çok sığınmacı İran, Irak, Afrika ve
Afganistan’dan geliyordu. Mart 2011’de Suriye’de başlayan iç savaş sonucu, Suriyeli mülteciler Türkiye’ye
gelmeye başladı. IŞİD faşistlerinin Kobanê’yi abluka
altına almasından itibaren yüz elli bini aşkın Kürt,
dikenli telleri aşarak ülkelerimize geldi. Basına yansıyan bilgilere göre; anda ki durumda ülkelerimizde
bulunan Suriyeli mülteci sayısı 1,5 milyonu aşmıştır. Mülteci sayısındaki rakamların sürekli değiştiği
göz önünde bulundurulmalıdır. Ülkelerimizde aynı
zamanda kayıt dışı mülteciler de var. Ülkelerimize
gelen ve kayıt altına alınmayanlar mülteci olarak görülmemektedir.
Mültecilerin Yaşam Koşulları Ve Sorunları
Ülkelerimizin her alanında Suriyeli mültecileri
görmek mümkün. Mülteci kamplarında kalanlar var.
Ülkelerimizde bulunan tüm mülteciler kamplarda
kalmıyor, kalamıyor. Kimisi köprü altlarında, kimisi
parklarda, kimisi akrabalarının yanında yaşam savaşı veriyor. Kimi göçmenler dileniyor. Çadır kentlerde
kalmayanlar kaçak olarak bir yerde çalışıp para ka-
barbarlığın yarattığı koşulların sonucudur. Açlıktan,
savaşlardan ve katliamlardan kaçanlar, sınırları yıkıp
geliyor. Mültecilik sadece Türkiye’ye özgü bir sorun
değildir. Mülteciler gittikleri her ülkede günah keçisi
olarak görülüyor. Türk hâkim sınıfları, emperyalistler
ve gerici iktidarlar, mültecilerin durumunu ırkçılığın
körüklenmesi için kullanıyor. Mülteci sorunu, kapitalist-emperyalist sistemin eseridir. Mültecileri, ülkelerinden koparan, yollara düşürüp başka topraklarda
birer rehine gibi yaşamaya mahkûm eden emperyalist haydutlardır. Okyanusların karanlık sularına
gömülen gemilerde yaşamını yitirenler, sınır boylarında kurşunlananların
sorumlusu da
onlardır.
Irkçılık, şovenizm AKP
hükümeti ve
tüm gericilerin yol arkadaşıdır. AKP
hükümeti, 1,5
milyon mülteciye kapıların açılması
ile övünmektedir. Irkçılık, şovenizmin azdırılması, dikkatlerin
gerçek sorunlardan, sınıf mücadelesi sorunlarından
kaydırılması, egemen sınıfların sık başvurduğu araçlardan biridir. Türkiye’de mültecilere yönelik ırkçı
saldırılar giderek artmaktadır. AKP hükümeti, mültecilere yönelen ırkçı, faşist saldırıları „münferit vakalar“ olarak değerlendirmektedir. Öncelikle, mülteci ve sığınmacıların can ve mal güvenliğini hedef alan
eylemlerin ve linç girişimlerinin biran önce sonlandırılması, mültecilere ait ev, işyeri ve araçlara zarar
verilmesinin kesinlikle engellenmesi gerekmektedir.
Toplumda mülteci ve sığınmacılara karşı ırkçı nefreti
yayanlar egemen sınıflardır. Mültecilere saldıranlar,
ev ve iş yerlerini yakanlar hakkında doğru dürüst
davalar açılmamaktadır. Nefret suçu işleyenler, ırkçı
ve faşist saldırıları gerçekleştirenler takibata uğramamaktadır.
Mülteci kadınlar, fiziksel ve cinsel saldırılara maruz kalmaktadır. Mülteci kadınlar, cinsel sömürüye
ve fahişeliğe zorlanmaktadır. Mülteci ve sığınmacı
durumuna düşen kadınlar, çok kötü şartlarda yaşam
mücadelesi vermek zorunda kalmaktadır. Fuhuşa iti-
güncel
zanabilir durumdalar. Sığınmacıların barınmaları
için yol gösterici herhangi bir mekanizma yok. Kendi
imkânlarıyla bir yerde yaşamak zorundalar. Mülteciler, İnşaatlarda, sanayide, merdiven altı atölyelerde ya
da diğer ağır işlerde ucuza çalıştırılmaktadır. Çalışan
mültecilerin ücretleri ödenmediğinde şikâyette bulunma hakları yok.
Ülkelerimizde, fuhuşun, hırsızlığın, uyuşturucunun ve kısaca tüm kötülüklerin kaynağının mülteciler olduğu algısı var. Mültecilere karşı tahrik, saldırı
ve linç girişimlerine tanık oluyoruz. Mülteci göçü,
ücretlerin düşmesine, kira ve tüketim maddeleri fiyatlarının yükselmesine
neden oluyor.
Mülteci hareketini fırsata
d ö nü ş t ü r ü p
kasasını daha
çok doldurmak isteyen
mülk sahipleri, üretim ve
ticaret araçlarını elinde bulunduran sermaye grupları
fırsat kollamaktadır. Sömürü ve istismara açık geniş
bir kitle olduğunu gören bu kesim, daha çok kazanma hırsı ile kira ve mülklerin fiyatlarını arttırmaktadır. Çalışma ücretleri düşürülmektedir. İşsizliğin ve
yoksulluğun ayyuka çıktığı ülkelerimizde, orta ve alt
gelir düzeyindeki insanlar tepkilerini mültecilere yöneltmektedir. Gayri meşru kazanç sağlayan sermaye
gruplarına ve mülk sahiplerine tepki gösterilmemektedir. Bu tepki veya öfke hali genel olarak mültecilere
karşı hoşnutsuzluk ve homurdanmaya neden olmaktadır. Irkçılar bu durumu iyi kullanarak, mültecilerin
gelmesi ile birlikte, kiraların yükseldiğini, işsizliğin
arttığını ve mülteciler yüzünden yaşam koşullarının
giderek kötüleştiğinin propagandasını yapıyor. Bunun sonucu olarak, tepkiler ve öfke sömürücü sisteme, fırsat kollayıcılarına karşı değil, mültecilere karşı
yöneltilmektedir.
Burjuva ve faşist muhalefet partileri, mültecilerin
ülkelerimize gelmelerinin sebebinin AKP hükümeti olduğunu söylüyor! İktidar muhalefet dalaşında
mültecilerin durumu kullanılıyor. Oysa göç yollarına
düşmenin temel nedeni, açlık, savaşlar ve kapitalist
17
güncel
18
len kadınlar var. Tecavüze uğrayan çok sayıda kadın
var. Ayrıca ailesi öldüğü için ortada kalan kız çocukları var. Bu kızlar alelacele evlendiriliyor. Her göçte ve
savaşta olduğu gibi bu göçte de kadınlar ve kız çocukları savaşın ganimeti olarak görülüyor. Kadınlara ve
özelde de mülteci kadınlara yaklaşım, erkek egemen
toplumunun bir yansımasıdır.
Bu göçlerden en fazla zarar gören kesim elbette ki
çocuklardır. Çocuklar üzerindeki travma uzun yılları kapsayacak olumsuzlukların temelini atmaktadır.
Mülteciliğin özellikle çocuklarda yol açtığı sonuçlar
son derece ciddidir. Her yıl dünya çapında yüzbinlerce çocuk savaş, çatışma gibi nedenlerle ülkelerinden
kaçarak mülteci durumuna düşmektedir. Türkiye’ye
de her yıl Afganistan, Sudan, Somali ve son yıllarda
Suriye’den gelen sayıları binlerle ifade edilen çocuk
mülteciler var. Dünya mülteci nüfusunun büyük bir
bölümünü kadın ve çocuklar oluşturuyor. Yetişkin
insanların genellikle travma yaşadıkları ortamlar,
çocuk mülteciler üzerinde, iki-üç katı daha fazla
olumsuz izler bırakmaktadır. Onlar, tüm bu korkulara, acılara neyin yol açtığını da anlayamamaktadır.
Kimi zaman kaçış yolunda, anne-babalarından ayrı
düşüp, izlerini kaybedenler var. Kimi zaman aileler,
çocukları kurtulsun diye onları, diğer insanlarla birlikte göndermektedir. Kız çocukları cinsel tacize maruz kalmakta ve kimileri de fuhşa zorlanmaktadır.
Irkçı tavırlarla karşılaşmaları, toplum içindeki sosyal statülerini kaybetmeleri, bir topluluğa üyelik hislerini kaybetmeleri, mültecilerin sosyal ve kültürel
alanda yaşadıkları sorunların başında gelmektedir.
Travmatik yolculuk süreçleri, yol boyunca karşılaşılan zorluklar, kötü muameleler, kimlik yokluğu, belirsizlik, korku, endişe, kalış yeri ile ilgili zorluklar ve
her an geri gönderilme korkusu yaşanan sorunların
başında gelmektedir. Mültecilerin Türkiye’de yaşadıkları en önemli sorunlar temel ekonomik ihtiyaçlar
olan barınma, beslenme, sağlık, ilaç temini, giyim ve
eğitim alanlarında yaşanan sorunlardır.
Sınırların açılması, duvarların yıkılması temel talebimizdir. Sınırların olmadığı ve büyük insanlığın
kardeşçe yaşadığı bir dünyanın yaratılması öncelikli
hedefimizdir. Emperyalist devletlerin sınırları “yoksul akını”na karşı geçilmez kale duvarları haline getirilmiştir. Güya “seyahat özgürlüğü” savunucusu olan
ve geçmişte “demirperde”yi “insanlık ayıbı” olarak
adlandıran emperyalistler, şimdi daha yoğun bir biçimde kendi sınırlarına duvar örmektedir. Bu duvarların yıkılması, parçalanması büyük insanlığın mü-
cadelesi ve direnişine bağlıdır. Mücadele edilmeden,
işçi sınıfı önderliğinde devrimler yapılmadan, hâkim
sınıfların saltanatına son verilemez. Görev bunun
için mücadele etmek ve uyuyan devin uyandırılması
için çalışmaktır.
Mültecilik, emperyalist-kapitalist sistemin yarattığı
koşulların bir sonucudur. Kapitalizmin yol açtığı açlık, yoksulluk, savaşlar, katliamlar ve siyasi baskılar
sonucu insanlar yaşadıkları alanları terk etmektedir.
Mültecilik, emperyalist talanın ve emperyalist barbarlığın sonucudur. Emperyalizm var olduğu sürece
mültecilik olgusu da devam edecektir. KKT’de mızrağın sivri ucu mültecilere değil, egemen sınıflara ve
onların sömürü düzenine yöneltilmelidir. Mültecilere karşı yönelen ırkçı, faşist saldırılara karşı mücadele
edelim. Öfkemizi, kinimizi mülteciliğinde kaynağı
olan sömürücü sisteme karşı mücadeleye dönüştürelim.
09.10.2014 ✓
(*) Mültecilerin Hakları İle İlgili Belgeler
Mültecilerin hakları ile ilgili birçok çok uluslararası, bölgesel sözleşme ve belgeler bulunmaktadır. Tüm insanların
sahip olması gereken haklar yanında özel olarak mültecileri
ilgilendiren bu belgelerden en temel olanları aşağıda yer almaktadır.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (1948)
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (1950)
Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair Cenevre Sözleşmesi
(1951)
Vatansız Kişilerin Statüsüne İlişkin Sözleşme (1954)
Vatansızlığın Azaltılmasına İlişkin Sözleşme (1961)
Her Tür Irk Ayrımcılığına Son Verilmesine İlişkin Sözleşme (1965)
Uluslararası Ekonomik Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi (1966)
Uluslararası Sivil ve Politik Haklar Sözleşmesi (1966)
Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair Protokol (1967)
Afrika Birliği Örgütü Sözleşmesi (1969)
Cartagena Deklarasyonu (1984)
Çocuk Hakları Sözleşmesi (1989)
panorama
PA NOR A M A
DEVLETİN IRKÇI
CİNAYETLERİ
SÜRÜYOR!
- ABD -
Obama’nın başkanlığa seçilmesini ABD’de ırkçılığın son bulduğunun bir verisi
olarak kabul edenlerin sayısı hiç de az değildi. Kimi günlük gazetelerin, ırkçılığın
resmen sona erdirilmesinin 50. yılında (2014 Temmuz ayı) takındığı tavırlarla,
ırkçılığın pratikte devam ettiğini ortaya koyan verileri ve örneklerle durumu bilince
çıkarmaya çalışması, ABD’de ırkçılığın hiç de son bulmadığını; tersine, sorunun
sadece “beyazların” bireysel olarak ırkçı tavırlara sahip olması durumu olmadığını,
ırkçılığın halen kurumsal ve yapısal bir sorun olduğunu ortaya koyuyordu.
A
merika Birleşik Devletleri’nde (ABD) açık ve
resmi ırkçılık, özellikle İkinci Dünya Savaşı
sonrasındaki süreçte verilen mücadele sonucunda çıkarılan değişik kanunlarla resmen yasaklandı. Çıkarılan kanunlar arasında “ırkçılığa son veren kanun”
olarak kabul edilen kanunların başında 2 Temmuz
1964 tarihinde, Başkan Lyndon B. Johnson tarafından imzalanarak yürürlüğe konan “Civil Rights Act
1964” adı altındaki “Vatandaş Hakkı Kanunu”dur.
Sözkonusu kanuna göre, hükümette, resmi kurumlarda ve iş dünyasında/ çalışma alanlarında, ırkı, ten
rengi, dini, cinsiyeti ve etnik kökeni nedeniyle yapılan her tür ayrımcılık, dıştalanma yasaklanmıştır.
6 Ağustos 1965’te seçim yasası değiştirilir ve sadece okuma imtihanını başarıyla geçenlerin –esasta siyahların ama indigenlerin de çoğunluğunun o
dönemde dışlanmaktan dolayı okullara gidemediği
ve okur-yazar olamadığı için seçmen kayıtları listesine alınmadığı bir duruma- seçebilme durumuna son
verilir.
3 Ekim 1965 tarihinde ise 1924’deki “Göç Kanunu”
iptal edilerek kota kaldırılmış ve yerine liberal düzenlemeler konmuştur. 1967’de Virginia’da mahkemeye
yansıyan bir -“karışık evlilik” olarak adlandırılan
renkleri farklı olan insanların evlilikleri- davaya kadar en az 16 eyalette böylesi evlilikler yasaktı. Sözkonusu davada bu durumun Anayasa’ya aykırı olduğu
kararı çıkar ve değişik tenli insanların evliliklerinin
önündeki resmi engeller/ yasaklar kaldırılır.
1964’deki kanuna rağmen yaşamda, pratik olarak
ırkçılığın devam etmesi ve buna karşı mücadeleler
sonucu, 1968 Nisan ayında yeni bir kanun kararlaştırılır. Yine Başkan Johnson’un imzaladığı bu kanuna
göre, ırkı, ten rengi, dini ve etnik kökeni nedeniyle
19
panorama
20
herhangi birine ev kiralamamak ya da satmamak;
ya da kiralama veya satmada farklı koşulları uygulamak, şartları koşmak, ya da zorlamak, tehdit etmek,
korkutmak vb. vb. uygulamalar illegaldir.
Daha sonraki yıllarda İndigen kökenli halklara
“kendi kaderini tayin” olarak da adlandırılan, geleneksel inançlarını yaşayabilme vb. hakları tanıyan
kanunlar çıkarılır.
Öne çıkardığımız bu örnekler temelindeki bu değişiklikler esasında 1964’deki kanunun pratikte yaşam
bulabilmesi için atılan ve kağıt üzerinde ırkçılığın,
ayrımcılığın son bulması için yapılan değişikliklerdir. Yine de 1964’deki kanun, ABD’de ırkçılığı resmen sona erdiren kanun olarak kabul edilmektedir.
Obama’nın başkanlığa seçilmesini ABD’de ırkçılığın son bulduğunun bir verisi olarak kabul edenlerin
sayısı hiç de az değildi. Kimi günlük gazetelerin, ırkçılığın resmen sona erdirilmesinin 50. yılında (2014
Temmuz ayı) takındığı tavırlarla, ırkçılığın pratikte
devam ettiğini ortaya koyan verileri ve örneklerle durumu bilince çıkarmaya çalışması, ABD’de ırkçılığın
hiç de son bulmadığını; tersine, sorunun sadece “beyazların” bireysel olarak ırkçı tavırlara sahip olması
durumu olmadığını, ırkçılığın halen kurumsal ve
yapısal bir sorun olduğunu ortaya koyuyordu. Burjuva demokratlığı yaklaşımı temelinde de olsa, sorunun bilinçlere çıkarılmaya çalışılması, ırkçılığa karşı
mücadele açısından iyi ve de olumluydu. Obama’nın
siyah tenli biri olarak Başkan seçilmiş olması olgusu
da ırkçılığın devam ettiği gerçeğini ortadan kaldırmamıştır.
1964’deki “Vatandaş Hakkı Kanunu”nun 50. yıldönümünde bu konuda yazılanlar ama ABD’de sorun
hakkında genel bir tartışma başlatma rolünü oynamadı, oynayamadı. Irkçılığın kurumsal ve yapısal bir
sorun olduğunu tartışmanın ve bilince çıkarmanın,
ırkçılığa karşı mücadelenin gerekliliğini gündeme
getiren olay, yine ırkçılık temelinde yaşanan ve bir
beyaz polisin, ABD’nin Missouri eyaletine bağlı Ferguson kentinde siyah bir genci katletmesi oldu.
Beyaz polislerin siyah tenli insanları katletmesi
yeni bir şey değildi. Sorunun ülke çapında tartışılmasını sağlayan, gündeme getiren esas şey, kolluk güçlerinin bu cinayetine karşı siyahların haftalarca protestolar gerçekleştirmesi, sıkıyönetime, sokağa çıkma
yasağına rağmen ırkçılığa karşı mücadele etmesiydi,
devletin kolluk güçlerini hiçe saymasıydı. İlk iki-üç
hafta gibi yoğun olmasa da, belli belirlenmiş tarihlerde gerçekleştirilen protesto eylemleri sayesinde
sorun -aradan iki-buçuk ay kadar zaman geçmesine
rağmen-, hàlà gündemdedir.
FERGUSON’DAKİ CİNAYET
9 Ağustos’ta polis 18 yaşındaki Michael Brown adlı
siyah genci en az altı kurşunla katleder. Olay, yine siyah olan Michael’in arkadaşı Dorian Johnson’ın anlatımına göre şöyle gelişmiştir: İki arkadaş eve giderlerken polis tarafından nedensiz biçimde taciz edilir.
Polisler Michael’i polis arabasına bindirmeye çalışırken Michael polisin elinden kurtulur ve kaçmaya
başlar. Bunun üzerine polis ateş eder ve Michael bu
arada ellerini kaldırmış “teslim” işaretini vermiştir
ama polis ateşe devam eder.
Polisin resmi açıklamasına göre ise, ateş eden polis
“acil savunma”, yani kendisini korumak için ateş etmiştir.
Michael olay yerinde ölür ve cesedi dört saat orada
yerde kalır, polis kimseyi -Michael’in annesi ve ailesini de-, olay yerine yaklaştırmaz.
Olayın nasıl yaşandığı konusunda değişik versiyonlar var. Ama Michael’in sağ kolundan dört, kafasından ise iki kurşunla ve kurşunların ön taraftan
ve yukarıdan kafasına sıkıldığı yapılan otopsi tarafından belirlenmiştir. Polisin “acil savunma” iddiası
ise esasında yine Michael’in polisle dalaş sırasında,
polisin silahına ulaşmaya, almaya çalıştığı iddiasına
dayanmaktadır. Michael’in kendisi silahsızdır. Sonuçta olayın nasıl geliştiği tam net değildir. Açık olan
şey, Michael’in ve arkadaşının polis tarafından taciz
edildiği ve bu arada yaşanan taciz ve itiraz ile polise
karşı direniş sonucu - savunmada olan polis değil, iki
siyah tenli gençtir- açık ırkçı bir cinayet işlenmiştir.
10 Ağustos’ta Michael için yaşanan yas, gerçekleştirilen bir “uyarı nöbeti”nden sonra yerini öfke ve
şiddete bırakır. Yüzlerce insan toplanır ve o akşam
arabaların camları kırılır, dükkanlar talan edilir,
polisle şiddetli çatışma yaşanır... Onlarca protestocu
tutuklanır. Böylece ırkçılığa, polis saldırılarına karşı
protestolar alevlenir.
Devletin kolluk güçleri protestoculara, kelimenin
gerçek anlamında askeri-savaş araçlarıyla, panzerler/ zırhlı araçlar ve otomatik silahlarla, sis bombası,
gözyaşartıcı bomba, plastik mermilerle vb. müdahale
eder. Sayısız eylemci ve kimi gazetecileri de tutuklar. 14 Ağustos’ta Missouri Valisi güvenlik sorumluluğunu “otoyol polisi”ne devreder. “Özel Silahlar ve
Taktikler Birimi” (SWAT) devreye sokulur. Ferguson
meye çıkarılıp çıkarılmayacağına karar verecek!
Bu karar bile, ırkçılığın kurumsal olduğunun bir
belgesidir. Yaşanan açıkça ortadadır. Silahsız bir siyah
genç, polis tarafından taciz edilir, polisin tacizine, saldırısına karşı kendisini korumaya çalışan insan katledilir. Hangi polisin Michael’i katlettiği açıktır. Ama
devreye genelde hep kullanılan “kendisini savunma”,
“acil savunma” vb. motifi konmakta ve polisin ifadesi bile alınmadan, “kendisini savunma” durumunda
ateş ettiği ilan edilmektedir. Silahsız ve kendisini polisin elinden kurtarmaya çalışıp kaçmak isteyen birinin, silahlı polisi –üstelik polis olabilmek için polis
akademisinin imtihanlarından, eğitiminden geçen
birini- nasıl olur da son imkan olarak silahla kendisini “savunmaya” zorlayacağı sorusu bile sorulmamaktadır. Bunun gibi, polisin kendisini “savunmak” için
neden örneğin ayaklara değil de kafaya kurşun sıktığı
da sorulmamaktadır. Bu savununun perde arkasında
yatan gerçeklik, beyaz polisin kendisini “savunma”
adına siyah birini, ya da birilerini katletme hakkına
sahip olduğu yaklaşımıdır. Bu nedenledir ki siyahları
katleden polislerin çoğu mahkemeye bile çıkarılmamaktadır, mahkemeye çıkarılanların da çoğunluğu
“kendisini savunma” adına temize çıkarılmaktadır!
Sonuçta sistemin kendisi, yapısal kurumlaşma, polise, siyahları öldürebilirsiniz, size ceza yok deme durumundadır. Toplumsal tepkiler karşısında göstermelik olarak da olsa, kimi polislerin cezalandırılması
ise devletin kurumlarının ırkçılığının üzerini örtmeye yarayan perde olarak kullanılmaktadır.
panorama
üzerinden bin metre kadar yükseklikte uçuş yasağı
ilan edilir. Güvenlik görevini alan kolluk güçlerinin
sorumlusunun bir siyah olması durumu biraz sakinleştirmeye hizmet eder. Ama Ferguson polisinin
basın toplantısında Michael’i 49 Dolar değerindeki
bir Puro paketini çalmakla suçlaması, protestoların
yeniden alevlenmesini tetikler. Bu açıklamadan sonra katil polisin iddia edilen bu “hırsızlık” olayından
haberinin olmadığı açıklansa da, devletin kolluk güçlerinin ırkçılığın üzerini örtme motiflerinden biri
devreye sokulmuştur.
Protestolarda katilin adının açıklanması yüksek
sesle talep edilmesine rağmen, 15 Ağustos’a kadar katil polisin adı, polise karşı tehditler bahanesiyle gizli
tutulur. Protestoların ve çatışmaların gittikçe şiddetlenmesini dindirmek için de katilin adı açıklanır:
Darren Wilson!
16 Ağustos’ta Vali Nixon sıkıyönetim ve gece sokağa çıkma yasağını ilan eder. Buna rağmen protestolar
durmaz. Yüzlerce insan sıkıyönetimi de gece sokağa
çıkma yasağını da takmaz! Bunun üzerine Vali bu sefer de “Ulusal Tugaylar”ı devreye sokar. 19 Ağustos’ta
gece sokağa çıkma yasağı kaldırılır. 20 Ağustos’ta
ABD Adalet Bakanı Eric Holder (kendisi siyah biri)
Ferguson’a gider ve Michael’in anne ve babasıyla da
görüşür, tarafsız bir soruşturma yapılacağı sözünü
verir. 21 Ağustos’ta da “Ulusal Tugaylar” geri çekilir... Öfke dinmeye, protestolar ve çatışmalar azalmaya başlar. Katil polis “emekli” edilir ve gizlenen bir
yere götürülür... BM Genelsekreteri Ban Ki Moon bile
ABD polislerinin geçerli yasalara, uluslararası standartlara uyması gerektiğini ABD’den talep eder.
Çok kısa aktardığımız bu gelişmeler ABD’de ırkçılığa ve polisin siyahlara karşı baskılarına karşı yeni
bir tartışmayı başlatmış ve siyahların kendi haklarına sahip çıkıp yeni bir “Siyahların Mücadelesi için
Örgüt”ün oluşmasına da vesile olmuştur. Protestoların
Ferguson’da polisle çatışmalara dönüşmesine paralel olarak en az 100 (yüz) şehirde protesto ve eylemler
gerçekleşti. Michael’in katledilirken ellerini havaya
kaldırıp “teslim” işareti vermesine atfen, tüm protestolarda eller havaya kaldırılarak “eller havaya, ateş etme”
sloganları atıldı, atılıyor. Havadaki eller ve “ateş etme”
sloganı protestoların sembolü haline geldi.
Başta Başkan Obama olmak üzere devletin sorumlu
kademeleri kitleleri “sakin” olmaya ve protestolarını
“barışçıl” biçimde gerçekleştirmeye çağırıp, sorunun
araştırılacağına dair vaatler verdiler. Oluşturulan
“Yüksek Jüri” 2015 Ocak ayında katil polisin mahke-
KİMİ VERİLER VE IRKÇI CİNAYET ÖRNEKLERİ...
2012 yılında, Türkiye’de “yargısız infaz” olarak ifade edilen terime uygun, “yasadışı” olarak katledilen
siyahların sayısı 313’tür. 2001 yılından bugüne kadar
kurşunlanarak ya da dövülerek öldürülen siyahların
sayısı 5000 olarak verilmektedir. Keyfi kontroller, cezalar, terörize etme vb. durumlar esasta sürekli yaşananlardır.
Ferguson örneğinde ise durum kabaca şöyledir: 21
bin nüfusun üçte ikisinden fazlası siyahtır. 53 polisin sadece üçü siyahtır. 2013’te 483 siyah, 36 beyaz
tutuklanmıştır, oran olarak yaklaşık %93’e %7. Yerel
mahkemeye çıkarılanların %90’ı siyahtır. Kontrollerde/ aramalarda siyahların oranı %92, trafik kontrollerinde ise oran %86’dır. Buna karşın polis, siyahların
%22’sinde, beyazların ise %34’ünde “yasak madde”
bulmuştur.
21
panorama
22
Sözkonusu rakamlar esasında devletin kolluk güçlerinin siyahları en başından, evet, ten rengine bakarak suçlu ilan ettiğini, buna göre de davrandığını
göstermektedir.
Bu yaklaşım ABD çapında egemen olan yaklaşımdır! Buna bağlı olarak da polisin keyfi olarak siyahları katletmesi sözkonusudur.
Basına yansıyan kimi cinayetleri örnek olarak verirsek durum şöyledir.
14 Eylül 2013 tarihinde Charlotte’nin bir “mahallesi” olan North Carolina’da beyaz bir polis 24 yaşındaki Jonathan Ferrell’i 10 (on) kurşunla katleder. Jonathan araba kazası yapmıştır. Yardıma ihtiyacı vardır
ve saat 2.30 sularında bir evin kapısını çalar. Kapısı
çalınan kadın korkar ve polise telefon eder. Polis üç
kişiyle geldiğinde Jonathan onlara doğru yürür. Bunun üzerine polis Jonathan üzerine 12 kurşun sıkar,
10’u isabet eder ve Jonathan ölür... Protestolar bile yaşanmaz! Jonathan ailesi dava açar, sonuç daha belli
değil.
17 Temmuz 2014 tarihinde New York’ta Eric Garner polis tarafından tutuklanırken sokakta yere yatırılırken kaba kuvvet sonucu ölür. 5 Ağustos 2014
tarihinde ise Ohio’da 22 yaşındaki John Crawford
Walmart’ta çocuğuna oyuncak tabanca almaya çalışırken polis tarafından kurşunlanarak katledilir.
Ferguson’da Michael Brown’un katledilmesinden üç
gün sonra Los Angeles’te 25 yaşındaki zihin engelli
Ezell Ford polis tarafından yere yatırılıp sırtından
vurularak katledilir. Polisin açıklamasına göre, yaya
geçidinden geçerken polis Ford’la konuşmaya çalışır,
ama Ford yürümeye devam eder ve “şüpheli hareketler” yapar. Ellerini cebine koymuştur. Polis tarafından
durdurulduğunda ise, Ford polisin birine saldırmış ve
silahını almaya çalışmış, bu arada diğer polis Ford’u
arkadan vurmuştur. Vurulan Ford’un ellerine kelepçe vurulur ve ilkyardım çağrılır. Ford kısa süre sonra
hastahanede ölür. Ford’un akrabalarının verdiği bilgiye göre Ford şizofreni hastası ve sözkonusu polisler
bunu bildiği halde katletmişlerdir. Polis bu olayda da
“savunma” motifini bahane olarak kullanmıştır.
2012 Şubat ayında Florida’da Sanford şehrinde George Zimmerman adlı polis 17 yaşındaki Trayvon
Martin’i kurşunlayarak katleder. Mahkeme “kendisini savunma” durumu adına beraat kararı verir. Trayvon Martin silahsızdır, kurşun sıkan, katil olan, polis!
Ama “savunma”da olan da polis oluyor!
Bunlara benzer örnekler sayısızdır. Temel yaklaşım, bazen biçimler değişse de aynıdır! Katlet ve suç-
la! Irkçılığın üzerini örtme motifi de belli: “Kendisini
savunma”! Pratikte ise siyahlara polisin saldırıları,
baskıları, tacizleri karşısında savunma hakkı bile tanınmamaktadır! Polisin saldırılarına karşı gelen, direnen, polisin “canını, hayatını tehdit” eden ilan ediliyor! Eh, polis tehdit altında ise, tehdit eden de siyah
ise, o zaman katledilmesi ırkçıların ölçülerine göre
“normal” görülüyor! ABD’de ırkçılığın yanısıra polis
kurumu, 1990 ve 1997’de kararlaştırılan “Programm
1033” ile resmen askeri araç-gereçle donanmaktadır.
Afganistan ve Irak’taki savaşlarda kullanılan savaş
araç ve malzemeleri, ucuza ve bedava polis kurumularına satılmakta, verilmektedir. Bu programdan
yararlanan eyaletlerin sayısı en azından 30 olarak
verilmektedir. Polis asker gibi eğitilmektedir. Buna
dayanarak da kimi insan hakları savunucuları haklı olarak, “asker vatandaş tanımaz, düşman tanır”,
bu nedenle de polis savaştaymış gibi karşısındakini
düşman olarak algılamakta ve ona uygun da davranmaktır yönlü tespitler yapmaktadırlar. Ferguson’da
yaşananların savaş ortamına benzemesi, polisin askeri araçlarla halka saldırmasının sonucudur.
IRKÇILIĞA KARŞI MÜCADELE...
Michael Brown’un katledilmesinin yoğun ve şiddetli protestolar sonucu ırkçılık ve polisin saldırılarını ABD’nin gündemine dayatması, protestolarla
dayanışma vb. gelişmeler, aynı zamanda ırkçılık konusundaki tartışmaları da canlandırdı.
Bu tartışmalar okullara kadar da yansıdı. Kimi
okullarda Michael Brown’un katledilmesi temelinde
ırkçılığın tartışılması önce yasaklandı, sonra da okulun eğitim planına uygun olması şartıyla yasak kaldırıldı. Devletin yetkili kurum ve kişilerinin sorunun
üzerini örtme çabaælarına rağmen, ırkçılığa, polisin/
devletin baskılarına karşı protestolarda bir “Siyahların Mücadelesi için Örgüt”lenme oluşmaya başlamıştır. Kendi hakları için mücadele eden bir hareketin
gerektiğini savunanlar, aynı zamanda uzun nefesli
bir mücadelenin gerektiğini de vurgulamaktadırlar.
Bu mücadelede ırkçılığa karşı yeni yasaların çıkarılması için mücadele de yer almaktadır.
Sözkonusu oluşum 10-13 Ekim tarihlerinde Ferguson ağırlıklı eylem günleri örgütledi. Binlerce insan
katıldı bu eylemlere. Eylemlere yaptıkları çağrıda
açıkça ırkçılığın kurumsal ve yapısal bir sorun olduğu ortaya konmakta, sosyal ve ekonomik eşitsizliğe
dikkat çekilmektedir.
reçte, ilk davada beraat eden bir polise ceza verilmesi
ise, egemenlerin mücadele ve şiddetin dilinden başka
bir şeyden anlamadığına işaret etmektedir.
Ezilenlerin kurtuluşu ancak kendilerinin mücadeleleriyle gerçekleştirilebilir. Irkçılık sömürü sisteminin yol arkadaşıdır! Irkçılığa karşı mücadele de
sömürü sistemine karşı mücadele olarak yürütülürse
başarıya ulaşabilir. Sömürü sistemi yıkılmadan, ırkçılığın kendisini gösterdiği biçimler değişebilir, ama
ırkçılık son bulmaz. Bu bilinçle ırkçılığa karşı verilen
mücadelelerle dayanışmamızı burada da ilan ediyoruz.
20.10.2014 ✓
panorama
Protesto eylemlerinde umut verici gelişmenin başında, sıkıyönetime, gece sokağa çıkma yasağına
rağmen protestoların, mücadelenin sürdürülmesi,
polisin açık ırkçılığına, saldırılarına karşı militanca
mücadele edilmesi geliyor. Irkçılığı geriletebilecek ve
uygulamada azaltabilecek, giderek açık ırkçılığı başka biçimlere bürünme zorunda bırakacak olan da bu
mücadeledir. “Zincirlerimizden başka kaybedecek bir
şeyimiz yok”, “Kendinizi savunun! Kendinizi savunun!” ya da “Uyan! Sokağa çık!” vb. sloganların atıldığı; “Biz sistemli ırkçılığı, beyazların egemenliğini
parçalamak için buradayız” sesleri, gelecek açısından
umut vermektedir. Bu mücadelelerin yaşandığı sü-
EBOLA VİRÜSÜ,
ÖLÜMLER VE TAVIRLAR....
- BATI AFRİKA-
Her geçen gün Ebola virüsüne yakalananların ve ölülerin sayısına yenileri
eklenmektedir. Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) 17 Ekim 2014 tarihli verilerine
göre, şimdiye kadar tespit edilen Ebola hastalarının sayısı toplam 9191, bunlardan
ölenlerin sayısı ise 4546’dır.
T
emmuz ayından beri uluslararası alanda gündemin önsıralarında yer alan ve medyada da sık işlenen konulardan biri, Batı Afrika ülkelerinden ve aynı
zamanda dünyanın en yoksul ülkelerinden olan Guinea, Liberya ve Sierra Leone’de Ebola virüsü ile başgösteren salgın hastalıktı. Konu gündemdeki yerini
korumaktadır. Her geçen gün Ebola virüsüne yakalananların ve ölülerin sayısına yenileri eklenmektedir.
Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) 17 Ekim 2014 tarihli verilerine göre, şimdiye kadar tespit edilen Ebola
hastalarının sayısı toplam 9191, bunlardan ölenlerin
sayısı ise 4546’dır. Kayıt altına alınamayan hasta ve
ölülerin sayısının daha yüksek olduğu tahmin edilmektedir. Ebola’nın yaygınlaştığı ülkeler esasta Guinea, Liberya ve Sierra Leone olsa da Nijerya, Senegal
ve Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde de Ebola’ya
23
panorama
bulaşan ve ölenler oldu. Nijerya ve Senegal’de virüsün
yaygınlaşmasının engellendiği, kontrol altına alındığı
WHO tarafından açıklandı. Dikkatler, Ebola’nın salgın hastalık olarak yaygınlaştığı Guinea, Liberya ve
Sierra Leone’ye yöneldiğinden, Kongo DC’deki durum hakkında fazla haber verilmemektedir. Kongo
DC’de ama virüsün diğer ülkelerden bağımsız olarak
–yani herhangi bir hastanın virüsü oraya taşımaması
anlamında bağımsız- ortaya çıktığı, virüse bulaşanların sayısının onlarca insan olarak ifade edildiği bir
durum sözkonusudur.
Yapılan kimi tahminlere göre sözkonusu ülkelerde
salgın hastalığın önü alınmazsa 2015 yılı başlarına
kadar en azından 500.000 ile 1.400.000 arasındaki
sayıda insan Ebola virüsüne bulaşacaktır. Bu da en
azından yarısının öleceği anlamına geliyor. Fakat bu
şimdilik sadece bir tahmindir. Felaket tellalları gibi
komplo teorisyenleri de ortada cirit atıyor... Gelişmelere değinmeden önce, kısaca Ebola virüsünün ne olduğuna, ne zamandan beri bu virüsün bilindiğine vb.
değinelim.
EBOLA’NIN GEÇMİŞİ...
24
Ebola virüsü insanlar üzerinde ilk kez 1976’da
keşfedilir. Keşfeden Belçikalı enfeksiyon tabibi Peter
Piot’dur. Ebola ismi ise virüsün kaynaklandığı yerin o dönem adı Zaire olan Kongo DC’nin Yambuku
bölgesi olmasından kaynaklanan, “Yambuku Virüsü” deme yerine Ebola nehrinden esinlenerek verilen
bir isimdir. 1976’da Ebola’ya bulaşanların sayısı 602,
ölenlerin sayısı ise 431’dir. O tarihten bu seneye kadar
başgösteren Ebola salgınından ölenlerin sayısı 1600
civarındadır. Ortaya çıktığı ülkeler ise Kongo DC,
Kongo, Gabun, Uganda, Güney Sudan’dır.
Ebola virüsünün beş değişik türünün olduğu ve
dördünün ölümcül olduğu belirtilmektedir. Bundibugyo, Zaire, Tai Forest, Sudan ve Filipinler’de bulunan, ama öldürücü tehlikesi olmayan Reston türü.
Şimdiki virüsün hangi türden olduğu daha kesinleşmemiştir, eğilim bunun Zaire türü olduğudur.
Virüsün insanlara bulaşma yolu ise, şimdiye kadarki bilgilere göre yabani hayvanlardan, onların etinin
yenmesi ile olmaktadır. İnsandan insana bulaşma
yolu ise esas olarak vücudun sıvı maddelerinden, kan,
ter, idrar, tükürük vb. ile temasa gelme yolu ile olmaktadır. Virüse bulaşanlarda hastalığın belirtileri 2.
gün ile 21. gün arasında ortaya çıkmakta ve ilk başta
grip gibi yüksek ateş/ ısı, kas ağrıları, mide bulantısı
ve ishal biçiminde ortaya çıkmakta, daha sonra ise iç
kanama vb.ne dönüşmektedir. Sözkonusu belirtilerin
Sıtma, Tifo, Kolera gibi hastalıkların belirtilerine de
benzediği söylenmektedir. Hem bu benzerlikten hem
de Ebola’ya karşı bilgi ve tıbbi donanım olmadığından dolayı da sözkonusu hastanın Ebola’ya bulaşıp
bulaşmadığının tespit edilmesi zor... Tespit edildiğinde ise virüs başka insanlara bulaşmış durumdadır.
Guinea, Liberya ve Sierra Leone’de başgösteren
Ebola salgını daha şimdiden, şimdiye kadar olanların
hepsinden çok daha felaketli sonuçlara yol açmıştır.
Kontrol altına alınana kadar daha ne kadar insanın
bu virüse bulaşacağını, ne kadarının ölebileceğini
düşünmek bile insanın tüylerini ürpertiyor!
Özetle aktardığımız bu duruma bakıldığında Ebola
şimdiye kadar yoksul ülkelerde ortaya çıkmıştır. Bunun perde arkasında da yine yoksulluktan kaynaklı,
yaşam koşullarının –siz bundan her tür zaruri ihtiyacı, barınma, sağlık, hijyenik ortam ve imkanlar,
gıda vb. vb.ni anlayın- kötülüğü durmaktadır. Sözkonusu ülkelerde oysa yeraltı ve yerüstü kaynakları
zengindir. Fakat bu kaynaklar da sömürgeci, emperyalist güçler tarafından talan edilmiş, edilmektedir.
Örneğin Liberya’da zengin kauçuk kaynakları var ve
emperyalistler talan ediyor. Ama Ebola’ya karşı mücadelede, hastahanelerde hammaddesi kauçuk olan
eldivenler yok! Emperyalistlerle onlara bağımlı ülkeler arasındaki bu ilişki, Ebola’ya karşı mücadele bağlamında takınılan tavırlara da yansımaktadır.
Sömürü sisteminin açık savunucusu olan medya
mensuplarının bile tespit ettiği bir nokta, 1976’da
varlığı keşfedilmesine rağmen, ilaç tekellerinin kàr
getirmeyeceği gerekçesiyle bugüne kadar Ebola’ya
karşı ilaç üretmediğidir. Onlara göre ne de olsa Ebola,
yoksul ülkelerde ortaya çıkmaktadır, ama yoksulların
ilaç alacak parası olmadığından alamayacaktır... İlaç
tekellerinin şimdiye kadar Ebola’ya karşı etkin olabilecek herhangi bir ilaç ya da aşı üretmediği olgudur.
Onların esasta azami kàr getirecek alanlara yöneldiği,
yöneleceği de gerçektir. Bu bağlamda yapılan bu tespitin gerçeklik payı vardır. Ebola salgını başladıktan,
özellikle de ABD ve Avrupa’da –İspanya’da- tek tek
insanlarda ortaya çıkmasından sonra, birçok tekelin
hayvanlar üzerinden denediği, insanlar üzerinden
ama çok az denediği ya da denemediği ilaçları devreye soktular ve kısa sürede Ebola’ya karşı ilaç üretmeye çalıştıklarını açıkladılar. Bu arada tabii ki Ebola’ya
karşı mücadele adına sözkonusu ilaçları da denemektedirler. Ebola hastalarını kobay olarak kullanıyor-
SOMUT SALGININ BAŞLAMASI...
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) 23 Mart 2014 tarihinde Guinea’da Ebola salgını olduğunu dünya kamuoyuna duyurdu. Resmi olarak bu açıklamadan
beri Ebola salgınının varlığı bilinmektedir. Fakat bu
açıklama yapıldığında Guinea’da 60 kadar insan yaşamını yitirmişti bile. Sorunu araştıran kimi bilim
insanlarının ortaya çıkardığı sonuca göre, ilk Ebola
kurbanı 6 Aralık 2013 tarihinde (kimileri 28 Aralık
diye yazıyor) ölen iki yaşındaki çocuktu. Liberya ve
Sierra Leone sınırlarına yakın olan bir yerleşim bölgesinde meydana gelen bu ölüm, ilk önce çocuğun
ailesinden, sırasıyla annesi, kızkardeşi ve nenesinin
ölümüyle sürer. 2 Şubat’ta ise bir hemşire ve ebe ölür.
Bu dönemde ölümlerin nedenini bulabilmek için,
kan tahlilleri yapılır, akrabalara, hastalara, hastahane
çalışanlarına vb. sorular sorulur, araştırılır... Ebola
olduğu tahmin bile edilmez. Ölümlerin sürmesi üzerine “Sınır Tanımayan Doktorlar” yardıma çağırılır. Onların “bilirkişileri” de önce “Lassa-Ateşi” adlı
hastalıkla karşı karşıya olduklarını düşünürler. Mart
ayında Ebola virüsü olduğu tespit edilir. Bu arada salgın hastalık haline gelmiştir. WHO’nun 23 Mart’ta
Ebola salgınının yaşandığını resmen açıklamasına
rağmen ciddi bir müdahale, yardım sözkonusu değildir.
Virüsün yabani hayvan etinden bulaştığı tahmini
sonucu Guinea hükümeti önlem olarak 24 Mart’ta
yabani hayvan eti –maymun, yarasa vb.- yemeyi yasaklar.
“Sınır Tanımayan Doktorlar” Batılı devletlerden
yardım talebinde bulunur ama işe yarar harhangi
bir yardım alınmaz. Ebola’nın varlığı bilinmesine
rağmen sorun Batılı medyada gereken ilgiyi görmemiştir. Sorunun ciddi bir sorun olduğunun ve hemen
müdahale edilmesi gerektiğinin yaygın biçimde gündeme gelmesi ve tartışılması, bu anlamda medyada
sorunun yaygın biçimde ele alınması ve tartışmalara,
tavır almalara yol açması, ancak Temmuz ayı sonlarında ABD kökenli Kent Brantley adlı bir doktorun
Liberya’da hastaları tedavi ederken Ebola virüsüne
bulaştığının ortaya çıkmasıyla mümkün olmuştur.
Almanca yayınlanan haftalık gazete “Die Zeit” (Zaman) bile bu durumu şöyle aktarmaktadır: “Brantley
ABD’ye tedavi için götürüldüğü dönemde, Liberya’da,
Liberya’nın Virologu ve Ebola-Virüsü’nün en deneyimli uzmanı Şeyh Ömer Han, Ebola virüsünden
öldü. Onun ölümü birkaç satırla bildirildi. Beyaz,
dikkatleri üzerine çekmişti, siyah değil; beyaz görünüyordu, siyah görünmüyordu, beyaz kurtuldu, yaşıyor, siyah öldü!” (11 Eylül 2014)
Bu durum tespiti burjuva gazetecilerin bile ırkçılığın, sömürgeciliğin kimi yansımalarını dile getirmek
zorunda kaldığını göstermektedir. Ebola’ya karşı tavırlar da, bu yaklaşım temelinde, “beyazların” korunmasının belirleyici etken olduğu bir yaklaşım temelinde yükselmektedir.
Guinea’dan sonra 29 Mart’ta Liberya’da, 24
Mayıs’ta da Sierra Leone’de Ebola virüsüne bulaşan
hastaların varlığı tespit edildi. Temmuz ayı sonlarına
doğru, ABD’li doktorun virüse bulaştığının ortaya
çıktığı dönemde ölenlerin sayısı 700’ü aşmıştı. WHO
8 Ağustos’ta Ebola-Salgını’nı uluslararası acil sağlık
sorunu ilan etti.
ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinin Sağlık Bakanları ya da devletin diğer yetkililerinin açıklamalarının, takınılan tavırların temel yönünü, Avrupa ya
da ABD’ye virüs taşınsa da buralarda salgın hastalık
durumu yaşanmayacağı biçimindeki yaklaşım belirliyordu. Nasıl olur da acil müdahale ile Batı Afrika
ülkelerinde Ebola’ya karşı önlemler alabiliriz, oradaki insanları kurtarabiliriz sorusu yerine, nasıl olur da
virüsün ABD’ye, Avrupa’ya ulaşmasını, bulaşmasını
engelleyebiliriz diye önlemler almaya çalıştılar, çalışıyorlar. Bunun için Ebola virüsünün salgın hale geldiği ülkelere uçuşlar neredeyse sıfırlandı. Hava alanlarında gerek çıkışlarda gerekse de varışlarda kontroller
panorama
lar! İlaç üretmeye çalışmaları kuşkusuz ki yoksulları
düşündüklerinden değil, kàr getireceği bir ortamı
kullanmak, bunun da ötesinde virüsün kendi ülkelerine kadar uzanıp, kendileri için tehlikeli olduğunda,
bu tehditin önünü almak için de Ebola’ya karşı ilaç
üretmek için çaba göstermeye başlamışlardır. Kısa bir
sürede Kanada WHO’ya 800 kapsül ilaç teslim edeceğini açıklamıştır.
Ebola virüsünden korunmanın en basit yöntemi
ise, hasta olan insanla temasa gelmemek, hastanın
“izole edilmesi” vb. yönlü açıklamalar yapılmaktadır.
Ellerini yıkayabilecek suyu-sabunu bile olmayanlara
“hijyenik” önerilerin yapılması, virüsün yayılmasının nedeni olarak ölülerin yıkanması ve veda için
öpülmesi gibi gelenekleri göstermek ise –virüsün
bulaşmasına yol açtığı ve buna karşı önlem alınması
gerektiği halde- sömürgeci yaklaşımın bir göstergesidir, sorunun esas kaynağının, nedeninin üzerinin
örtülmesidir.
25
panorama
sıkılaştırıldı, zorunlu hale getirildi. Siyah tenli insanlara karşı zaten varolan ırkçı önyargılara bir yenisi
daha eklenme durumundadır! Virüsün kendisi ise ne
coğrafik sınırlar ne de insanların ten rengini tanıyor!
Emperyalistleri telaşlandıran da budur!
Obama’nın havayolu bağlantılarının kesilmesi talebine karşı takındığı tavır da bunu belgelemektedir.
Obama: Batı Afrika ile bağımızı basitçe koparamayız.
Bu yapılırsa, bölgeye yardımcıların ve malzemelerin
gitmesi daha da zorlaşır. (şimdi dikkat!) Bunun dışında bu tür önlem, sözkonusu ülkelerde ikamet edenleri, oradan gitmek için isteklendirir uyarısında bulundu. O ülkelerde ikamet edenleri yerlerinden gitmeye
isteklendirmemek lazım! Aksi halde ABD’ye de gele-
bilirler! O zaman bunu engellemek için önlem almak
gerekiyor!!! Yaklaşım budur.
... VE KİMİ ÖNLEMLER!
26
Guinea, Liberya ve Sierra Leone’de bir yandan sınırlı imkanlarıyla “Sınır Tanımayan Doktorlar” örgütü ve Kızıl Haç gibi örgütler salgına karşı mücadele
etmeye çalışırlarken, yine sınırlı imkanları olan bu
devletlerin yönetimleri değişik önlemlere başvurdular. Ebola’ya bulaşanların kurtarılmasından çok,
virüsün yayılmasını engellemeye çalıştılar. Sağlık
sisteminin yerlerde süründüğü bir ortamda, virüse
bulaşanların izole edilmesi, serum verilmesi vb. önlemlere bile imkanları yoktu, yok. Kimin virüse kapılıp kapılmadığını tespit etmek için de imkanlar çok
sınırlıdır, kan testi yapacak laboratuvarlara ihtiyaç
vardır. Bunlar olmadığı için de başvurdukları önlemlerin başında karantina altına almak, sıkıyönetim
ilan edip sokağa çıkma yasağı getirmek vb. önlemleri gündeme getirdiler. Sierra Leone’de üç günlüğüne
ilan edilen sıkıyönetimin açıklaması, tek tek evlerin
ziyaret edilip, Ebola hakkında insanları bilgilendirmek ve sabun dağıtmaktı. Sıkıyönetim dışında alınan
bir önlem de 1,2 Milyon insanın yaşadığı bölgeyi karantina altına almaktı.
Ebola virüsünün beyazların uydurduğu bir yalan
olduğunu düşünenler, ya da hastahanelerde yer bulamayanlar, hastahanelerdekiler ise aç kaldıklarından
vb. dolayı kimi tedavi merkezlerine saldırdı ve kolluk
güçleriyle çatıştılar. Özellikle Karantina altına alınanların bu önlemlere karşı protestoları, yönetimleri
olayların büyümemesi için geri adım atmaya zorladı.
Guinea’da kitleleri Ebola hakkında bilgilendirmek
için yerleşim alanlarını dolaşan yardım güçlerine saldırılar yaşandı. Kimileri öldürüldü.
Tıbbi imkansızlıklardan kaynaklanan ve doktorların, hemşirelerin virüse bulaşmasını engelleyecek
önlemler olmadığından, çok sayıda doktor, hemşire
ve yardımcıları da virüse kurban gittiler. Bu arada
alınan önlemler, günlük ekmek parasını çıkarmak
zorunda olanların çalışamamasına yol açmış, tarım
alanındaki ürün alma durumu kötüleşmiş ve insanlar daha şimdiden açlıkla karşıkarşıya kalmıştır. Yani
Ebola felaketini bir de açlık felaketinin izlemesi olasılığı büyüktür.
Yardım çağrıları esas olarak daha fazla uzman,
doktor, tıp çalışanları ve tıbbi yardıma yönelikti.
Emperyalist devletler ve kurumları ise, Ebola’ya
karşı mücadele için şu kadar milyon Dolar ya da Avro
ayırdıklarını, mali yardım yapacaklarını açıkladılar.
Açık artırma gibi sözverdikleri miktarı giderek yükselttiler. BM’nin açıklamasına göre 1 Milyar Dolar’a
ihtiyaç vardı! 2008 yılında Bankaları kurtarmak için
devreye trilyonlarca Dolar sunulurken ve 1 Milyar
Doları isteseler anında verme imkanları olanlar, verilen vaatlere göre bu miktarın toplanmış olması gerektiği halde, bu miktarı bile karşılamış değiller.
Mali yardıma paralel kimi mobil hastahanelerin
gönderileceği ya da inşa edileceği açıklandı. En başta
“Sınır Tanımayan Doktorlar” örgütünün temsilcileri
olmak üzere Ebola virüsüne karşı mücadele etmeye
çalışan sözkonusu ülkelerin temsilcilerinin çalışanı/
personeli olmayan hastahanalerden çok uzman personele ihtiyaç olduğu; şimdi, anda uzman personelin
gönderilmesinin ya da anda 200 izole yatağın, iki ay
sonra devreye girecek tedavi merkezlerinden, ya da
200 hastahane yatağından daha acil ve önemli olduğu yönlü çağrıları, Ebola hakkındaki çığırtkanlıklar
arasında kaybolup gidiyordu.
Eylül başında Obama, artık sivil araçlarla mücadelenin kazanılamayacağını, askeri araçların/ aletlerin
devreye girmesinin zorunlu olduğunu açıklayarak
“askeri yardım” sözü veriyor, İngiltere ordusu Sierra
Leone’de 62 yataklık tedavi merkezi kuracağını açık-
yolladığı, ya da yollayacağı belli değil.
Çin ise asker yerine çalışanlarıyla birlikte mobil laboratuvarlar yolladı. Küba ise 165 doktor ve hastabakıcı yolladı, 300 kişi daha yollamayı planlamıştır.
Savaşın, savaşların yürütücüleri, dünya barışının dibini oyanlar, milyarlarca işçi ve emekçiyi her
tür yöntem ve araçla tehdit edenler, Ebola virüsüne
bulaşanları kelimenin gerçek anlamında ölüme terkedenler, “Dünya barışını” “uluslararası güvenliği”
korumaya çalıştıklarını kitlelere empoze ediyorlar.
Bu arada somut sözkonusu olan ülkelerde, Guinea,
Liberya ve Sierra Leone’de yeraltı ve yerüstü zenginlikleri talan ettiklerinin, milyonlarca insanı açlığa,
yoksulluğa, yokluğa ve evet ölüme mahkum ettikleri
gerçeğinin üzerini de örtmektedirler.
Bu emperyalist, sömürü sistemine karşı mücadele
için fazlasıyla neden var! Ebola’ya karşı takınılan tavırlar da bunlara yenisini eklemiştir.
23.10.2014 ✓
panorama
lıyor, Almanya Savunma Bakanı, orduya çağrıda bulunarak “yardım” için gönüllü kayıtlar talep ediyordu...
18 Eylül’e gelindiğinde, hem ABD Başkanı Obama hem de BM Güvenlik Konseyi, Ebola’yı “Uluslararası Güvenlik ve Dünya Barışı için Tehdit” olarak
ilan etti ve daha çok acil yardım talebinde bulundu.
Özellikle 2001 yılından beri uluslararası düzeyde yaşanan emperyalist askeri müdahaleler, her seferinde
“Uluslararası Güvenlik ve Dünya Barışı için Tehdit”e
karşı “mücadele” adına gerçekleşmektedir. Ebola da
“Uluslararası Güvenlik ve Dünya Barışı için Tehdit”
olarak görüldüğüne göre, buna karşı “mücadele”nin
de aslında askeri müdahale olacağının ilanıydı bu.
Ebola’ya karşı mücadele ve sözkonusu ülkelere yardım adına devreye “askeri yardım” sokuldu.
ABD Liberya’ya 3000 kadar asker yolladı. İngiltere
askeri hastahane ile sayısı belirtilmeyen asker yolladı. Almanya’nın “gönüllü yardımcı” olarak kaç asker
Almanya’nın Dünya Stratejisi...
AFRİKA ÖRNEĞİ
- ALMANYA/BATI AFRİKA-
Önce savaşla destabilize et, sonra askeri müdahale ile yeniden stabilize et ve her iki
durumda kazançlı çık, Alman devleti bu konularda deneyimlidir.
B
ugün dünyadaki durumu belirleyen emperyalistler arasındaki giderek
sertleşen çelişkilerdir.
ABD yönünü yoğun bir şekilde Güney ve Doğu Asya’ya
çevirmiş durumda. Yeni emperyalist büyük güç Çin, bu
bölgedeki Amerikan çıkarları için tehlike arz etmektedir. Çin ve Japonya arasında
kimin sınır denizlerine, Japon Denizi’nden (Doğu Denizi) Güney Denizine kadar
(Pasifik Okyanusu) hâkim
27
panorama
olacağı dalaşı neredeyse 2013 baharında askeri bir
hesaplaşmaya yol açacaktı. Öne sürülen gerekçe
ise Japonya’nın bazı adalar üzerinde hak talebi, asıl
amaç ise Japonya’nın ve ABD’nin bölge üzerindeki
hâkimiyetidir. Çin ile ABD ve müttefikleri arasında
orta vadede bir savaş olasılığı bilimkurgu senaryosu
değildir. ABD’nin dünya hegemonyası somut bir şekilde tehdit altında. Bu durum gerçekten de emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişkiler açısından
niteliksel olarak yeni bir durum. Güç kaybına uğramış olan büyük güç Rusya yeniden sağlam adımlarla eski hâkimiyetine ve gücüne geri dönmektedir.
Putin batılı emperyalistlere, ABD’ye ve Japonya’ya
yüksek sesle karşı gelmekte. Rusya, batılı emperyalistlerin doğuya doğru genişleme politikalarına karşı
ofansif ve yüksek sesle karşı koymakta. Ukrayna ve
Kırım krizi bunun somut örneğidir. Kırım’ın askeri
işgale ve ayrılması Putin’in Avrupa Birliği’ne, özellikle Almanya’nın Ukrayna’yı ilhak etme isteğine ve
tam olarak NATO’ya alma isteğine cevabı olmuştur.
Bu da emperyalistler arasındaki çelişkilerin daha da
kızışmasına yol açmıştır. Hali hazırda Almanya, AB
ve ABD, Rusya’ya karşı askeri bir çatışmaya hazır değildir. Bu bir sınavdı, ama belirleyici değildi. Avrupa Birliği (AB), Almanya ve Fransa’nın önderliğinde
birçok alanda dış politikalarını yeniden belirlemektedirler. Andaki öncelikli hedefleri Afrika, Yakın ve
Ortadoğu’da stratejik pozisyonlarını genişletmektir.
Ancak yalnızca bu şekilde kendi başına hareket eden
dünya gücü bloğu haline gelebilir. Bunların asıl amaçları propaganda makinalarının ispatlamaya çalıştığı
gibi ABD’ye yardım etmek ya da müttefiklerinin yükünü hafifletmek ve benzeri şeyler değil. Avrupa Birliği ve ABD arasındaki ekonomik ve ticari rekabetin
kızışması, bir taraftan Avronun ABD Dolarını tehdit
etmesi, öte yandan Avrupa Birliği’nin askeri, politik
ve stratejik olarak hâkimiyet alanlarını koruması ve
genişletmesi. Bunlar göz ardı edilmesi mümkün olmayan gerçeklerdir.
Almanya’nın dünya gücü olmak için üçüncü
denemesi
28
Cumhurbaşkanı Gauck “Alman Ulusal Bayramı”
olan 3 Ekim’de (2013 –ÇN) yaptığı ilkesel konuşmada büyük Alman devletinin daha ofansif strateji takip
etmesi gerektiğini söyleyerek “Almanya kendisini küçültmemeli” Almanya Gauck’ın deyimiyle “uluslararası her türlü problem çözümünde – buna askeri mü-
dahaleler de dahil - daha güçlü bir şekilde işin içine
girmeli. Almanya her alanda büyük güç olduğunun
hakkını vermeli. Bu sözlerle Gauck, uluslararası politikalarda Almanya’nın yeni temel pozisyonunu ortaya koymuş oldu. Büyük koalisyonun (CDU, CSU, SPD
–koalisyonundan oluşan Federal Hükümet - ÇN) kurulmasından sonra, dışişleri bakanı Steinmeier ve savaş bakanı von der Leyen koalisyon anlaşmasına dayanarak bu tür politikalara şekil vermeye başladılar.
Bu politikaları basına duyurmak için 31 Ocak 2014
tarihinde yapılan mega emperyalist buluşma olarak
görülen Münih Güvenlik Konferansı iyi bir fırsattı.
Almanya bu toplantıda Gauck, Steinmeier ve von der
Leyen üçlüsü tarafından temsil edilmekte idi.
Gauck bu toplantıda yaptığı açılış konuşmasında büyük koalisyonun yeni politik stratejisinin
adeta sözcülüğünü yapan bir konuşma yaparak
“Almanya’nın yeniden birleşmesinden sonra Almanya
adım adım uluslararası alanda güvenlik ve nizamiyet konularında garantör olma seviyesine gelmiştir...
Almanya’nın dünyadaki rolü üzerine pasifistlerin yanı
sıra Almanya’nın tarihsel suçunu kullanarak, dünyaya yabancılaşma ve külfetsizliğin arkasına gizlenenler
de vardır... Dünya’daki durum, bu günlerde Mali ve
Orta Afrika Cumhuriyeti’nde olup bitenler, bizi buna
itmekte.” demiştir. Gauck’un vizyonu Almanya’nın
uluslararası alanda çıkarlarını savunabilmesi için
daha yaygın askeri operasyonlar yapabilmesidir.”
Buna ek olarak “Devletlerin egemenliği ve içişlerine
karışmama ilkesi”ni basitçe rafa kaldıran ve böylelikle askeri müdahaleler için ahlaki zemini hazırlayan
“Koruma Sorumluluğu Konsepti”nin geliştirilmesini
talep etmektedir.
Alman dışişleri bakanı olarak Steinmeier şunları talep etmektedir. “Almanya şuna hazır olmak dışa
yönelik güvenlik politikalarında dünyadaki krizleri
çözmede daha erken, daha kararlı ve atılgan bir şe-
Almanya’nın Afrika stratejisi
Yeni Alman hükümetinin göreve gelmesinden sonra Afrika kıtasına, bakanlar düzeyinde yoğun bir ziyaret başladı. Şubat başında von der Leyen Somali ve
Senegal’i ziyarette bulundu. Ve orada şunu ilan etti.
“Özellikle Afrika’da Almanya daha fazla sorumluluk
almalı.” Alman politik-askeri devleti stabilize etme
modeli Prusya geleneğindeki dili kullanarak “terbiye etmek” olarak adlandırıldı. Von der Leyen askeri
müdahaleleri gerekçelendirmek için demagojik argümanlar öne sürerek “... Ruanda ve Kongo’da uluslararası birlikler müdahale etmediği için milyonlarca
insan ölmüştür.” (3) Bundan çıkarılacak sonuç, bu tür
çatışmalarda Almanya askeri olarak daha müdahaleci olmak zorundadır. Yani Almanya daha çok savaş
yürütmelidir!
Kalkınma bakanı Müller 7 Şubat tarihinde Addis Abeba / Etiyopya’da yapılan Afrika Birliği toplantısına katılır. 13 Mart tarihinde Merkezi Afrika
Cumhuriyeti’ne bir ziyarette bulunur ve 25 - 28 Mart
tarihleri arasında Mali ve Sudan’ı ziyaret eder. Müller, “Afrika’nın krizlerden şanslar kıtasına yolu” şiarı
altında “BMZ’in (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma
Federal Bakanlığı - ÇN) “Yeni Afrika Politikası”nı
geliştirir. Müller, kendisini Steinmeyer ve von der Leyen ile kıyasla “Barış Bakanı” olarak göstermeye çalışmaktadır.
Steinmeier 23-27 Mart tarihleri arasında Afrika’yı
turlayarak, Etiyopya, Tanzanya ve Angola’yı ziyaret
etti. “Benim buraya ziyaretimin sebebi Afrika projesinin henüz başlangıç aşamasında olmasıdır.” Büyük
Koalisyon Steinmeier öncülüğünde Almanya’ya ait
yeni bir Afrika stratejisi hayata geçirmek istemektedirler. Bu saldırgan stratejinin ana hedefi ekonomik
ve politik çıkarların güçlendirilmesidir. Bu politikaları hayata geçirmek için tamı tamına 6 bakanlık
görevlendirilmiştir: Dış işleri, savunma, kalkınma
yardımı, ekonomi, içişleri ve tarım bakanı. Yeni yeni-sömürgeci Afrika politikasının temel şiarı “Terörizme karşı mücadele” (Steinmeier), “Akdeniz üzerinden yoksulluk göçü” (von der Leyen), “Göçü önleme”
(Müller) ve “Güçlü ekonomik işbirliği ve Alman yatırımları” (Merkel).
Von der Leyen için AB misyonundaki öncelikli iş
bölümü “komşu kıtamız olan Afrika’da güçlü bir şekilde var olma.”dır. 20 Şubat tarihinde meclis Alman
askerlerinin sayısının 180’den 250’ye çıkarılması ve
Avrupa Birliği eğitim misyonuna onay verdi. Ancak
bu sadece başlangıçtı. Almanya Fransa için yardımcı
konumunda olmak istemiyordu. İstediği kendi sorumluluğu altında askeri ve sivil müdahaleler organize etmektir. Bunun için Avrupa Birliği’nin yapısını ve
olanaklarını kullanmaktır.
19 Mart’ta Alman hükümeti Somali’de yürüyen
temsili bölgesel savaşa 20 askerini gönderilmesi kararını aldı. Avrupa Birliği 1 Nisan’da bin (1000) kişilik
birlik ile Merkezi Afrika’ya askeri müdahalenin başladığını açıklamıştır. Bu askeri müdahale adeta dalga
geçercesine “Barış Birlikleri” olarak adlandırılmakta.
Burada Almanya daha mütevazi bir şekilde on asker
ve bir sağlık ve iki nakliyat uçağı ile müdahil olmuştur.
panorama
kilde olaylara müdahale edebilmelidir. Bu anlamda
Westerwelle’den (eski Alman Dışişleri Bakanı) kalma,
geri durma kültürüne son verilmelidir. Steinmeier’in
amacı olaylara askeri olarak daha yoğun bir şekilde müdahale etmektir, yoksa “Güvenlik Politikası” ve
“Kriz Yönetimi”nin başka bir anlamı yoktur. Bu anlamda Almanya kendisine politik olarak yakın duran
rejimleri daha iyi koruyabilsin. Bununla çekimser seçmenin tutumu savaş çığırtkanlığına dönüştürülmek
istenmektedir. Ne ile? “İnsan hakları emperyalizmi”
ile. Von der Leyen göreve geldikten sonra atağa geçerek şunları talep etmekte: “Almanya’nın angajmanını
genişletmek ve güçlendirmek. Bunun için askeri politik
çerçeveyi oluşturmak.”
Von der Leyen “Alman ordusunun Avrupa Perspektifi” için harekete geçiyor. Çünkü “Avrupa global
oyunda bir adım ileri gidememekte, askeri konulara
gelince bir bölümü kendini incelikle geri tutarken, diğer bölümü ortak zemini sağlamaksızın ileri atılmakta.” (1)
Yani Almanya’nın askeri stratejisi Avrupa’nın politik ilkesi haline getirilmek istenmektedir. Münih
Güvenlik Konferansının “patron”u olan Ischinger,
gerçek durumu daha bariz bir şekilde dile getirmekte:
Almanya artık öncü rolünü oynamak zorunda, yani
Avrupa’daki savunma ve güvenlik politikalarını belirlemek zorundadır. Ve Alman şovenizmini daha da
perçinleştirerek devamla “Avrupa’nın ne yapacağı konusunda Portekiz, Letonya ve Bulgaristan’ın inisiyatifine bırakamayız. “Burada biz harekete geçmeliyiz”!!!
(2) Evet, gerçek hedef bu! Almanya, Avrupa’daki askeri öncülüğü artık ele almalı. Daha Aralık 2013 tarihinde yapılan Avrupa Birliği zirve toplantısında yeni
adımlar atarak Avrupa Birliği’nin askeri politikalarını güçlendirmek için karar almıştı.
29
panorama
Alman hükümeti, Afrika ülkeleriyle ortaklık için
mali bütçesini 100 milyon artırarak 1,3 milyar Avroya çıkarmıştır. Bu para ile özellikle Alman tekellerinin Afrika’da yaptıkları ticaretin kayıpları karşılanmaktadır. “Ancak bu şekilde birlikte çalışarak istikrarlı
ve işlevsel devletler hedefine ulaşabiliriz.”. (Müller)
Önce savaşla destabilize et, sonra askeri müdahale ile
yeniden stabilize et ve her iki durumda kazançlı çık,
Alman devleti bu konularda deneyimlidir. Mali’ye
yaptığı ziyarette Müller övünerek, bu ülke “kaostan
nasıl kalkınma yardımı ile kurtularak kısa bir zaman
içinde stabil bir devlet ve ekonomik refaha kavuşabildiğine dair bir örnektir”. (5) diyor.
Alman tekelleri için kârlar garanti altına alınmaktadır. Afrika 1 milyar nüfusu ile ihracat ülkesi olan
Almanya için devasa bir pazardır. Afrika ülkeleri ile
geliştirilen ekonomik işbirliği bir yandan yeni hammadde ve enerji kaynakları sağlarken “öbür yandan
Almanya’nın hammadde bağımlısı olduğu Rusya gibi
ülkelerden bağımsızlığı hedeflenmektedir. Alman ordusu Afrika’da yalnızca askeri manevralara, Avrupa
Birliği harekâtına, Birleşmiş Milletler gözlemcisi misyonlarına katılmakla kalmıyor, on yıllardan bu yana
Alman askeri uzmanları çalışma yürütmektedir.
Savunma bakanlığının bilgilerine göre 6 Afrika ülkesinde 40 askeri uzman karşılıklı anlaşmalar üzere
askeri danışmanlık yapmaktadır. (6)
Fransa ve Almanya - iki Avrupa büyük gücün
rekabeti
30
Steinmeier Almanya’nın “Afrika’da daha fazla sorumluluk” tartışmasını başlatmıştır. Buna gerekçe
olarak da Fransa’nın Mali ve Merkezi (orta) Afrika’da
askeri olarak zorlanması, bunun için Almanya’nın
“zorunlu dayanışması” gerekçe gösterilmekte. Almanya yükü hafifletmek istiyormuş(!), daha fazla
sahtekârca düşünülemez. Esas mesele ne?
Önceleri Ekonomi ve Politika Vakfı’nda şimdi Friedrich Ebert Vakfı’nın Kamerun’daki büro başkanı
D. Tull gibi “Afrika uzmanı” kişiler (dile getiriyor
-ÇN): “Berlin’in Fransa ile ortaklığı konusunda oldukça dikkatli davranmak zorunda, çünkü Fransa bölgede
uzun bir süredir olumsuz bir konuma sahip.”
Hamburg’daki Giga enstitüsü: “Fransa, Afrika’da
uzun bir süredir sevilmeyen bir aktördür.” Kenyalı kalkınma ekonomisti olan J. Shikwati tam da batı
yanlısı olan Afrikalı elitler için “Almanya nerede ise
bütün Afrika kıtasında büyükelçilikler açmıştır, gi-
derek değişen bir dünyada stratejik olarak belirleyici
rol oynamak istiyorsan kendi yol ve yöntemlerini geliştirmelisin.” A. Atta-Asamoah Güvenlik Araştırması Enstitüsünde yaptığı bir tespitte, bu hiçbir zaman
“Almanya askeri konularda geri durmalıdır anlamına
gelmez”, tersine “Afrika güvenlik mimarlılığının uzun
süreli finanse edilmesi” (devlet orduları ve silahlanmanın sağlanması) merkeze koymalıdır demiştir. (7)
Fransız emperyalizmi uzun bir süredir derin bir
ekonomik kriz yaşamaktadır. Bu krizden çıkış yolu
olarak da ezelden beri uyguladığı bir yöntemle dışa
karşı saldırgan ve savaş politikası yürütüyor. Böylelikle özellikle Afrika’daki askeri müdahaleler giderek çoğalmaktadır. Bir yandan Fransız silah sanayisi
bundan yararlanırken, öbür yandan devlet bütçesi
ağır yükün altına girmekte. Bu kriz, emekçileri bütün
alanlarda etkilemekte, işsizlik, yoksulluk vs.
İşte böylesi bir vakumun içine Alman emperyalizmi atlamakta.
Büyük koalisyonun Afrika ve dünya hegemonyası stratejisi elbette Alman finans kapitalin öncülüğü altında, Avrupa’da Fransa’nın andaki zayıflığını
kullanmak istiyor ve Afrika’daki “topraklarında”
yayılmayı hedefliyor. Alman stratejisinin öngörüsü,
ekonominin belli alanlarını kapmak, altyapı projelerine yatırım yapmak, hammaddeyi ele geçirmek, sivil
toplum kuruluşları ve askeri eğitim üzerinden müdahalede bulunup ilerlemek. Politik ve diğer alanlarda
alan kazanmak.
Almanya’nın uluslararası ağırlığı önemli oranda
artmıştır. Fransa ise güçsüz başkanları (başbakan)
sayesinde önemli oranda zayıflamıştır. Alman hükümetine yakın medya, yüzü kızarmadan iddialarda
bulunmakta? “Alman sömürgeciliğinin vahşiliğine ve
de yüz kızartıcılığına rağmen, sömürgeciliği en azından kısa sürmüştür, bu yüzden (Afrika’da) Almanya
samimi aracı ve “güvenilir ortak” olarak görülmektedir!” (TSP) Hereros’lara uygulanan katliam, Alman
vahşi sömürgeciliği acı ama kısa olarak rafa kaldırılmakta, Almanya’nın yeni-sömürgecilik politikasındaki rolü küçültülerek zararsızlaştırılmakta ve Almanya kendi çıkarlarını göz ardı eden barışçıl bir güç
olarak sunulmakta. Ortaklık, karşılıklı rekabeti dışlamaz. Almanya ve Fransa’nın Şubat ayında yaptıkları hükümetler düzeyindeki görüşmede Hollande ve
Merkel Alman ve Fransız askerlerinin Afrika’da daha
sıkı işbirliği yapması anlaşması imzalandı. Bu askeri
birliklerin bir kısmı Mali’de konuşlandırıldılar. Bu
birlikler 6 bin Alman ve Fransız askerinden oluşmak-
panorama
ta ve Fransız komandosu altında hareket etmekte.
Avrupa Birliği’nin Brüksel’deki Afrika zirvesi
2 Nisanda Brüksel’de 4.Avrupa Birliği Afrika Zirvesi toplandı. Bugüne kadar Brüksel’de yapılan en
büyük uluslararası hükümet şeflerinin (başbakanların - ÇN) katıldığı toplantı gerçekleştirildi. Bu toplantıya 90 ülkeden delegasyon katıldı, bunlardan 51
Afrika’dandı. Merkel’in iddia ettiği gibi aynı göz hizasında bir buluşma olmadı. Kimin davet edileceğine, kimin davet edilmeyeceğine eski sömürgeci güçler karar verdi. Afrika Birliği’nin itirazlarına rağmen
Fas ve Mısır davet edildi. Sahra Demokratik Arap
Cumhuriyeti davet edilmedi, çünkü Avrupa Birliği bu ülkenin Fas tarafından işgalini desteklemekte.
Eritre ise “insan hakları ihlalleri” gerekçe gösterilerek davet edilmedi. Güney Afrika başbakanı Zuma
“Artık Avrupa’nın talimat verdiği dönemler geride
kaldı”ğını söyleyerek toplantıyı boykot etti.
Zirvenin şiarı adeta alay edercesine: “İnsana, refaha ve barışa yatırım yapmak” olarak belirlenmişti.
Bu bakış açısı beyaz adamın Afrika’da hiç eskimeyen
sömürgeci şovenist bakış açısıdır: “İnsana yatırım
yapmak” insanı yatırım aracı olarak görmek (!) kimi
hayrete düşürür ki?!
Avrupa Birliği zirvenin tayin edici hedeflerini koydu. Göçmenleri durdurmak, Avrupa sermayesi için
ticaret ve yatırım serbestliği, daha yaygın askeri müdahaleler ve Avrupa ülkelerinin Afrika’daki askeri
aygıtının genişletilmesi. Çin’in Afrika’da önüne geçilemeyecek bir şekilde yayılmasını sınırlandırılması
hedeflenmekte. Nerden bakarsanız bakın “ortaklık”
boşboğazlılığı altında yeni-sömürgeci bakış açısı.
Başbakan Merkel zirvenin gerçek amacını tam isabetli bir şekilde ortaya koyarak “sadece yardım yapmaktansa daha fazla yatırım yapmak.” Onun isteği
“güçlü ekonomik iş birliği” ve dahası “Alman ekonomisinin (sermayesinin), Afrika’da yatırım yapması için ilgisini kabartmak. Merkel’in Hollande’la
yaptığı basın toplantısında yeni yönelimlerinin
Afrika’da daha fazla askeri varlık ve daha fazla etki
alanı olduğunu açıkladı. “Tarihsel sorumluluk açısından Almanya için yeni bir dönemin başlangıcı ortaya
çıkmıştır, Afrika’da eski klasik yardım politikası yapmaktayız ve Malili askerleri eğitmekteyiz.”
Şurası kesin: Merkel Afrika zirvesinde Almanya’nın
Afrika stratejisinin yeni yönelimini tüm opsiyonları askeri, politik ve ekonomik - gözeterek ortaya koydu.
(Herşeye Rağmen, Sayı 66, Mayıs 2014, sayfa 20-23,
Almanca’dan çeviridir.)
Dipnotlar:
welt.de/politik/ausland/article124770924/Regierung-ueberarbeitet-deutsche-Afrika-Strategie.html
TSP, “Dış cephelerde Alman Federal Ordusunun Müdahaleleri”, 28.01.2014
welt.de/politik/ausland/article124770924/Regierung-ueberarbeitet-deutsche-Afrika-Strategie.html
Söyleşi: “Afrika’da İstikrar adaları”, Alman Dalgası,
25.03.2014 (Radyo)
TSP 29.03.2014
dwd e / bun d e s we hr- be t r it t-in- af r ik a- be k annte sterrain/a-17480168
TSP, “Almanlar gelsinler mi?” Almanya’nın Afrika politikasının yeni stratejileri üzerine makale,
23.03.2014✓
31
✒
ICOR - DEVRİMCİ PARTİ VE ÖRGÜTLERİN ULUSLARARASI KOORDİNASYONU
çeviri
2. ICOR DÜNYA KONFERANSI KARARLARI
ICOR (Devrimci Parti ve Örgütlerin Uluslararası Koordinasyonu) İkinci Dünya Konferansının aldığı kararları ve
ICOR sitesinde yer alan kimi önemli yazıların Türkçe çevirisini yayınlıyoruz. Ayrıca yayınladığımız üç karar ICOR’un
İnternet Sitesindeki Almanca karar metinlerinin Türkçeye çevrilmesidir. YDİ ÇAĞRI
ASYA –KÖYLÜLER KONFERANSI ÜZERİNE
Delhi’de Nisan 2013’de 1. Asya- Köylüler Konferansı başarılı bir şekilde gerçekleşti. Bu konferans
emperyalizme karşı ve köylülerin hakları için teori
ve pratikte mücadele etmeye hazır olan çeşitli köylü
örgütlerini davet etmişti.
CCC-Asya, gelecek konferansın Asya ile sınırlanmamasını, bilakis bunun uluslararası çapta gerçekleşmesi gerektiği kararına vardı.
Bu nedenle 2. Dünya Konferansı şu kararı alıyor:
Gelecek Köylüler Konferansının Asya’dan katılımcılarla sınırlanmaması gerektiği, bilakis gelecekte
dünya çapında gerçekleştirilmesini kararlaştırır.
ICC, Asya Kıtasal Eşgüdüm Komitesi (CCC) ile işbirliği içinde bunu gerçekleştirmek ve uygun bir zaman planı hazırlanmak ile görevlendirilir.
01.04.2014
DÜNYA KADINLAR KONFERANSININ DESTEKLENMESİ
2. ICOR-Dünya Konferansı Katmandu / Nepal’deki
tabandan kadınların 2. Dünya Kadınlar Konferansı 2016’yı hazırlığını, kendisinin ilkeler, tasarım ve
planlaması ile ilgili kararları (Karakas ve Johannesburg / Güney Afrika) temelinde destekliyor.
ICOR’un üyeleri olarak mücadeleci kadın hareketinin güçlenmesinde aktif olarak çalışacağız ve bu çalışma içinde devrimci düşüncelerin ve ICOR’un güçlendirilmesinin propagandasını yapacağız.
01.04.2014
MADEN İŞÇİLERİNİN EZİLMESİNE KARŞI
32
2. ICOR Dünya Konferansı geçen yıl Arequipa’da
gerçekleşen
Uluslararası
Maden
İşçileri
Konferansı’nın delegasyonlarına ve katılımcılarına
karşı uygulanan gaddarca baskıları mahkûm eder.
Daha başından itibaren bizzat Peru’daki yönetici örgütler bu baskıcı önlemlerin hedefi oldular. Afrika
koordinatörü Kongolu Eugéne Badibanga Kapongo
yoldaşa Avrupa’ya seyahat etme vizesi bir kez değil bilakis iki kez reddedildi. Bu, Kongo’dan gelen
yolculara Schengen vizesi vermeye yetkili Belçika
Elçiliği’nin uyguladığı kötü niyetli zorluk çıkarmanın siyasi bir işlemidir. Uluslararası Konferansın
delegelerinden biri ve Almanya’dan Konferansı destekleyen maden işçileri örgütü “Kumpel für AUF”
[Kumpel – Almanya’da maden işçileri için, maden
işçilerinin birbirlerine hitap ettikleri / kullanılan
maden işçisi/madenci/koldaş/iş arkadaşı anlamına
gelen bir deyim – ÇN ] (“Kumpeller AUF’dan yana”)
‘un bir önderi olan Christian Link yoldaşa RAG
(Almanya’da bir maden holdingi – ÇN)-grubuna ait
tüm maden işletmelerine taşıtla bir giriş yasağı verildi. Bu onun yaşam temelini elinden almakla eş anlamlıdır. Almanya’dan diğer üç delege devam eden
art niyetli zorluğa ve aşağılanmaya maruz kaldılar.
Tüm bu baskıcı olayların bir rastlantı olmadığı, bilakis sadece üstü çeşitli tarzda kamufle edilmiş uluslararası maden işçileri koordinasyonuna karşı baskının bilinçli eylemidir.
Biz ICOR’un tüm üye örgütlerini, böylesi baskıya
karşı işçi dayanışmasını ateşlemek için bu baskıya
karşı mücadeleyi başlatmaya ve adımlar atmaya çağırıyoruz. Uluslararası Maden İşçileri Konferansı
ICOR’un tam desteğine sahiptir.
01.04.2014
çeviri
KAPİTALİST DÜNYA EKONOMİK KRİZİNİN GELİŞMESİ VE
DEVRİMCİ BİR STRATEJİ VE TAKTİK İÇİN ULUSLARARASI
MARKSİST-LENİNİST
VE İŞÇİ HAREKETİNE GÜNCEL TALEPLER
✒
1.KARAR:
İşçi sınıfı ve halklar, krizin kendilerinin sırtına yüklenmesinin sürmesini engellemek için
mücadeleler geliştiriyorlar. Egemen sınıflar devrimci bir kaynama/kabarmadan korkuyorlar.
Mücadele edilerek kısmi başarılar elde edilebilir; ama işçi sınıfı krizin bedelini ödemeye devam
etmemesinin biricik biçimi, Marksist-Leninist partilerin kendilerinin her bir ülkesinde sınıf
mücadelesinin deneyimlerinden sonuç çıkararak bu sisteme son verecek işçi sınıfının, ezilen
halkların ve diğer emperyalizm tarafından ezilenlerin mücadelelerini, ister demokratik, ister
tarım devrimleri, ister anti-emperyalist, yeni-demokratik veya sosyalist devrimler olsun
devrimlere götürmektir.
1) İkinci dünya savaşından sonraki en uzun ve en derin
dünya ekonomik ve mali krizi sürüyor ve gelişiyor. Burada
sermayenin kronik bir aşırı derecede birikimi temelinde
göreceli bir fazla üretim krizi söz konusudur.
Emperyalistler ortak bir kriz yönetimi uygulamaya çalıştılar. Bu, sadece ekonomik değil, aynı zamanda siyasi
hedeflere de sahipti: Kitlelerin mücadelesinin gelişmesini
frenlemek ile siyasi ve devrimci krizlerin gelişmesini engellemek.
Ama hızlı bir şekilde, pazarların denetlenmesi ve siyasi
ve stratejik nüfuz bölgeleri uğruna
tekeller ve emperyalistler arası rekabet mücadelesine geçildi.
2) Devrimci strateji ve taktik için
emperyalist güç ilişkilerindeki dünya çapındaki değişiklikler dikkate
alınmak zorundadır.
Dünya ekonomisinin ekseni Avrupa/ABD’den Asya’ya kaydı.
Fazla sermaye eski emperyalist
ülkelerden BRICS-ülkelerine (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika); MIST-ülkelerine (Meksika,
Endonezya, Güney Kore ve Türkiye) ve Latin Amerika ile
Asya’nın diğer ülkelerine kaydı. Bu ülkelerin bazılarında
geçici veya göreceli ekonomik büyüme ortaya çıktı.
Çeşitli emperyalist güçlerdeki çeşitli tekel grupları arasında kimin uzun süren dünya ekonomik krizinden daha
iyi koşullarda üstün çıkacağı uğruna mücadele keskinleşiyor. Bu, gerek ülkeler içerisinde gerekse uluslararası alanda gerçekleşiyor ve siyasi krizlerle de ifadesini buluyor.
Sermayenin kronik bir aşırı derecede birikimi, kapitalist
üretim tarzı için karakteristik olan yeni spekülasyon balonlarını imal ediyor.
Kapitalist ülkelerin dengesiz gelişmesi hızlanıyor.
3) Ekonomik canlanmanın eğilimleri kendisini dünya
çapında gösteriyor. ABD 2013 sonunda sanayi üretiminin
kriz öncesi durumuna ulaştı. Faiz artışının sonucu olarak
ABD’ne ve diğer “eski” emperyalist ülkelere sermaye akışlarının bir geri dönüşü başladı. Bu ise devlet borçlarında
büyük bir artışa ve de sermayenin geri çekildiği Güney
Afrika, Brezilya, Türkiye, Hindistan vs. gibi ülkelerdeki
enflasyonun artışına götürüyor.
ABD’deki ekonomik canlanma, ABD’nin tarihinde ilk
kez arduvaz petrolünün çevreye zarar veren bir şekilde çıkarılmasıyla petrol ve gazda kendi ihtiyacını bizzat kendisi temin etmeye ve bunları ihraç etmeye yakın olması ile
bağlantılıdır da.
Dünya krizini Çin de hissediyor. Onun 2013’deki büyümesi
krizden önceki durum karşısında % 10’dan fazladan % 7,7’ye
düştü. Satın-alışlarını azalttı.
Her ne kadar bu kriz sona
ermek üzere olsa da, artakalan
sermayenin hepsi imha edilmediği ile bağlantılı olarak gelecek
daha derin bir kriz kaçınılmazdır.
4) Gerek emperyalist gerekse ezilen ülkelerde işçi sınıfının aşırı derecede sömürülmesi, yoksulluk, özellikle gençlik, kadınlar ve göçmenler arasındaki işsizlik ve sağlık-,
eğitim-ve refah sektörlerindeki bütçe kısıtlamaları arttı;
bu, büyük halk kitlelerinin dertlerini çoğalttı. Kadın kitlesinin çifte sömürülmesi, keza kadına özel baskı da keskinleşti. İfrat derecesinde çevrenin aşırı sömürülmesi küresel
çevre felaketine geçişi hızlandırıyor.
5) Bu kriz, Libya, Suriye ve Ukrayna örnekleri gösterdiği
gibi ve hammaddelerin kontrolünü güvence altına almak
için (ABD’nin belirleyici desteğiyle) Fransa’nın Mali’deki
direk yatırımları gibi emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerin keskinleşmesine götürüyor. Bu siyasi istikrarsızlığı
beraberinde getiriyor.
Emperyalist Çin, dünya egemenliği uğruna emperya-
33
✒
çeviri
34
listler arasındaki mücadelede ABD’ne ekonomik ve siyasi
olarak ciddi bir şekilde meydan okuyor.
Rusya kendini toparlıyor ve nüfuzunu geliştirmeye çalışıyor. Çin kendisinin Latin Amerika ve Afrika’daki ekonomik ve siyasi nüfuzunu geliştiriyor.
ABD, Afganistan, Irak, Libya, Suriye vs. ‘de olduğu gibi
otoritesini kaybetmemek için saldırgan bir politika izliyor.
Bu saldırganlıkta AB ABD’ne eşlik ediyor.
AB-emperyalistleri kendisinin nüfuz alanını Doğu
Avrupa’ya, Ukrayna’ya yaymaya çalışıyor. Bu çelişkiler
doğu yönüne hareket ediyorlar. ABD ile yerel gericiler
ve Çin arasındaki çelişkiler, Rusya’yı içine çekmek için
keskinleşecek ve genişleyecektir. Ukrayna halkının Rusya-yanlısı Yanukoviç hükümeti ile haklı hoşnutsuzluğunu ABD ve AB tarafından faşistlerin katılımı ile yeni bir
hükümeti göreve getirmek ve Ukrayna’nın AB’ne girişini
teşvik etmek için kullanıldı. Kırım’ın Rusya tarafından
işgal edilmesi bu çelişkileri keskinleştirdi
ve dünya savaşı tehlikesini yükseltti. Tüm
devrimcilerin görevi,
emperyalist
savaşa
karşı çıkmak ve ulusal
ve sosyal kurtuluş mücadeleleriyle dayanışmaktır.
6) Bu dönemde özgürlük ve demokrasi için büyük kitlesel
hareketleri yaşadık.
Mısır, Tunus ve Yunanistan vs.’de olduğu
gibi hükümetler değiştirilmek zorunda kalındı. Kitle hareketleri Türkiye, Bahreyn vs.’de olduğu gibi
hükümetlere meydan okuyor. Kitle hareketleri Bangladeş,
Hindistan, Brezilya, Moritanya vs’de olduğu gibi başka bir
düzeyde toplumu sarstılar.
Ukrayna, Libya veya Tayland gibi bazı ülkelerde emperyalist güçler, kitleleri kendi çıkarları için araçlandırmak
için görünürde demokratik taleplerle büyük hareketleri
biçimlendirmek için kitlelerin hoşnutsuzluğunu bile kullanıyorlar.
Tüm dünyada önemli işçi ve halk mücadeleleri gelişiyor.
Krizin yüklerini işçi sınıfı ve halkların sırtlarına/omuzlarına yüklenmesine karşı mücadeleler hükümetlere ve Brezilya, Kolombiya, Uruguay, Arjantin, Yunanistan, Bulgaristan, Bosna-Hersek, Güney Afrika, Bangladeş gibi Asya
ülkelerinde vs.’de olduğu gibi uyarlama siyasetinin uygulayıcı devletlerine karşı siyasi mücadeleler haline geliyor.
IWF (Uluslararası Para Fonu –ÇN), AB, Dünya Bankası,
WTO (Dünya Ticaret Örgütü –ÇN) gibi emperyalist kuruluşlara karşı ülkeler aşırı mücadeleler gelişiyor.
7) İşçilere karşı saldırıya baskıcı yasalar eşlik ediyor.
Anti-terör yasaları, devlet aygıtın faşistleştirilmesi, ırkçı,
yabancı düşmanı ve faşist örgütlerin ortaya çıkışı. Egemen sınıflar, işyerleri yerlerinde kalsın diye aşırı sömürü
durumlarının kabul edilmesini hedefleyen propaganda
kampanyalarını teşvik ediyorlar. Modern anti-komünizm
teşvik ediliyor.
8) Devrimci strateji ve taktik her ülkenin özelliklerine
uygun olarak birbirinden farklıdır. Değişiklikleri sınıfsal
yapıda dikkate almak gereklidir. Uluslararası tekeller proletaryası içinde çalışma özel öneme sahiptir. Yoksul köylüler farklı nedenlerle büyük kentlere ve genç işçiler yaşamlarını tehlikeye atarak emperyalist metropollere göç etmek
zorunda kalmışlardır.
Hükümetlerin ekonomik ve mali önlemleri tarafsız değildir; bu önlemler, bir ülkeyle daha fazla, diğeriyle daha
az olduğu gibi tekelin biri veya diğeri ile ilgili olabilir.
AB’de olduğu gibi daha büyük emperyalist ülkeler tarafından sömürülen daha küçük emperyalist ülkeler vardır.
Brezilya, Hindistan ve Türkiye gibi yerel egemenlik
çabasına sahip ülkeler ortaya çıkmaktadır. Bu ülkelerin
emperyalist ülkelere
doğru gelişip gelişmeyeceği yoksa hâlâ bağımlı veya yeni-sömürge olup olmadıkları
hakkında bir tartışma
vardır.
9) Tek tek her ülkenin özel strateji ve
taktiğini proleter enternasyonalizmi
ile
birleştirmesi zorunlu
olan uluslararası devrimci hareketin strateji
ve taktiğinin dikkate
alınması gereklidir.
İşçi sınıfı ve halklar,
krizin kendilerinin sırtına yüklenmesinin sürmesini engellemek için mücadeleler geliştiriyorlar. Egemen sınıflar devrimci bir kaynama/
kabarmadan korkuyorlar. Mücadele edilerek kısmi başarılar elde edilebilir; ama işçi sınıfı krizin bedelini ödemeye
devam etmemesinin biricik biçimi, Marksist-Leninist partilerin kendilerinin her bir ülkesinde sınıf mücadelesinin
deneyimlerinden sonuç çıkararak bu sisteme son verecek
işçi sınıfının, ezilen halkların ve diğer emperyalizm tarafından ezilenlerin mücadelelerini, ister demokratik, ister
tarım devrimleri, ister anti-emperyalist, yeni-demokratik
veya sosyalist devrimler olsun devrimlere götürmektir.
Bu, - böylesinin henüz bulunmadığı yerlerde – kitlelerle
en sıkı bağ içinde ve proleter enternasyonalizmi uygulayan
proletaryanın devrimci partilerini inşa etme ve güçlendirilmesini gerekli kılar.
Bu, uluslararası örgütlenme, koordineyi, işbirliğini ve
işçi hareketi, ezilen halklar, kadın hareketi, çevre hareketinin vs. uluslararası deneyimlerinin değiş-tokuşu biçimlerini teşvik etmeyi de içerir.
Sosyalizme, eski burjuva sistemin yerle bir edilmesinin
ve proletarya diktatörlüğünün gerekliliği kabul edilerek ve
sadece devrimci yolla ulaşılır. ✓
Toprak ananın emperyalist güçler tarafından kendilerinin kâr açgözlülüğünü gerçekleştirmek için geri dönülmez
bir şekilde tahrip edilmesi tehlikesi nedeniyle çevre sorunu tüm insanlık açısından büyük dert edinme konusu haline geldi. Uluslararası Konferans Marksist-Leninistlerin
ve işçi hareketinin çevre sorununda ihmalleri/kusurları
bulunduğunu tespit eder.
Emperyalist, tekelci güçler, ne pahasına olursa olsun, azami kârlara ulaşmaktan başka hiçbir gerekçe tanımadıklarından doğal kaynakların yağma edilmesi için ellerinden
gelen şeyi yapıyorlar.
Kriz döneminde emperyalist-tekelci güçler yeni-sömürge
ülkelerdeki kendilerinin yardakçılarıyla ortakça hem insani, hem de doğal kaynakların imha edici sömürüsünü
güçlendiriyorlar.
Kapitalist üretim tarzı ile insanlığın doğal yaşam temeli
arasındaki çelişki emperyalist dünya sisteminde yeni bir
esas çelişki haline geldi.
Ozon tabakası, ABD, Japonya, Almanya, Kanada, İngiltere ve Fransa gibi çok gelişmiş sanayi ülkelerindeki
endüstriler vasıtasıyla tehlikeli maddelerin emisyonları
nedeniyle daha şimdiden ciddi bir şekilde tahrip edildi; Çin, Hindistan, Rusya ve Brezilya gibi ülkeler onlarla
arasındaki mesafeyi kapatıyorlar. Yaşam temellerini tehlikeye sokmaktaki iklim felaketine yol açan bir sera etkisi
ortaya çıktı. Deniz kirliliği, nehirlerin kirlenmesi, yağmur
ormanlarının imha edilmesi, türlerin ölümü, buzulların
erimesi ve kutup buzlarının erimesi vs. hepsi bununla
bağlantılıdır. Fracking (hidrolik kırma tekniğiyle kaya gazının çıkartılması –Türkçeye ÇN) vasıtasıyla gaz çıkarma
genişletilmek durumundadır.
Selüloz fabrikaları gibi çevreye zararlı sanayilerin kurulması, suları birçok yıl boyunca zehirleyen siyanür kullanılarak açıkta maden işletmesi ve ormanların gelişigüzel kesilmesi tekellerin kâr dürtüsü ile haklı gösteriliyor.
Mono-kültür-ormanları veya soya yetiştirmedeki gibi
yoğun-tarımda zehirli haşarat öldürücüsü kimyasallar
kullanılıyor. Bunun sonuçları su/sel baskınları, çöllerin
genişlemesi, göllerin kuruması, buzulların hızla erimesi,
ırmakların endüstriyel olarak kirletilmesi vs. dir. Emperyalistler, sorunlarını çevreye zarar veren fabrikalarını ezilen ülkelere kaydırarak hallediyorlar. Bütün bunlar
genel olarak insanları ve her şeyden önce insanlığın ezici
çoğunluğunu, işçi sınıfı ve ezilen halkları ilgilendiriyor.
Zengin ülkelere “kirletme hakları”nın satın alınması
üzerinden dünya iklimini tahrip etmeyi sürdürmeyi bahşetmeleri alay etmektir. Bu nedenle Marksist-Leninist partiler ve örgütler, bu sorunu küresel ele almak ve çevrenin
tahrip edilmesi emperyalist planlarına karşı direnişi ör-
gütlemekle sorumludurlar. Sadece emperyalist-kapitalist
sistemin yerle bir edilmesi ve onun yerine yeni bir toplumun getirilmesiyle bu sorunun nihai olarak çözülebileceği
bilinciyle sınıf mücadelesini, çevrenin tahrip edilmesine
karşı mücadele ile birleştirmek gereklidir.
Her ne kadar çevre sorunu emperyalist sistemin yerle
bir edilmesi ve onun yerine yeni bir sosyalist toplum getirilmesiyle sonal olarak çözülebilse de bu, daha bugünden
reformlar için mücadele etmeyelim anlamına gelmez.
Partilerimiz bu mücadeleyi her ülkede yürütmek ve kendileri bunun başını çekmek zorundadırlar. Örneğin atom
reaktörlerine karşı ve tüm dünyada nükleer çöplere karşı,
Pastera UPM (eskiden Botnia) selüloz fabrikası tarafından
Güney Amerika’daki Uruguay-nehrinin kirletilmesine
karşı, Bhopal 1984’deki zehirli gaz emisyonuna karşı vs.,
2002’de Magurchara ve Tengratila’daki infilaklara, Meksika Körfezi’ndeki 2010 BP-petrol sızıntısı felaketine karşı
ve ABD ve onun müttefiklerinin Irak ve Afganistan’daki sürüp giden bombalamalarına ve ezilen halklara karşı
saldırı savaşlarına karşı mücadele ile çevrenin tahrip edilmesine karşı tüm dünyadaki mücadeleler ile dayanışma
içinde olmalıyız.
Biz, Marksist-Leninistler, Fukuşima nedeniyle eylemler,
2013’te Varşova’daki, Katmandu/Nepal 2013’deki uluslararası buluşmadaki mücadeleler, Hindistan’da atom
reaktörleri inşasına karşı, Amazona’daki yağmur ormanlarının savunulması için mücadelelerde, Latin Amerika
sahillerindeki biyo-sistemin savunulması için eylemlerde
vs. olduğu gibi çevrenin tahrip edilmesine karşı güncel
mücadelelere katıldık ve devrimci ve Marksist-Leninist
düşünceleri bu hareketlerin içine taşıdık ve küçük-burjuva-oportünist çizgiye karşı mücadele ettik.
Bizler güçlerimiz oranında tüm bu tek tek mücadeleleri
çevreyi kâr açgözlülüğünden kurtarmak için uluslararası
bir direniş cephesinde birleştirmeye çalışmalıyız. İşçi sınıfı kendisinin önderlik rolünü üstlenmeli ve aynı zamanda tüm ciddi çevre koruyucularıyla işbirliği yapmalıdır.
Çevre sorununun çözümü insan ile doğanın birliğinde
yatıyor; nihai olarak kârın değil, bilakis insanlığın çıkarlarının odak noktasında durduğu sosyalizm/komünizmde
yatıyor.
Marksist-Leninist Parti ve Örgütlerin Uluslararası Konferansı (MLPÖUK) bütün ülkeler proletaryasını, ezilen
halkları ve tüm ezilen insanlara şu çağrıyı yapıyor: Emperyalistlerin sebep olduğu çevrenin imha edilmesine karşı
mücadele edin! Toprak anamızı ve insanlığın yaşam temellerini kâr ekonomisinden koruyun! İklim zirvesi ile bağlantılı Uluslararası Çevre Gününe katılın! Seçenek şudur: Ya
emperyalist barbarlık içinde çöküş ya da sosyalizm! ✓
çeviri
ÇEVRE SORUNU VE MARKSİST-LENİNİSTLERİN GÖREVLERİ
✒
2. KARAR
35
✒
çeviri
36
3. KARAR
KADININ KURTULUŞU İÇİN MÜCADELEDE MARKSİST-LENİNİSTLERİN
GÖREVLERİ VE TABANDAN KADINLARIN DÜNYA KADIN KONFERANSI
SÜRECİ VE ULUSLARARASI KADIN HAREKETİ
Dünya ekonomik ve mali krizinin ortaya çıkışı emperyalistlerin işçi sınıfı ve halklara saldırılarını keskinleştirdi. Her şeyden önce emekçi kadınlar, onlar kendilerinin çalışmasına artık ihtiyaç kalmadığında önce işten
çıkarıldıklarından bu saldırıların sonuçlarını hissettiler.
Bu, kadının kurtuluşu ile ilgili olarak burjuva ve proleter
çizgi arasında berrak bir ayrım çizgisini gerekli kılıyor.
Çeşitli görünüm ve biçimleriyle kadın sorunundaki
burjuva ve küçük-burjuva çizgi kapitalist sömürü sistemini temelli olarak eleştirmiyor. Bu hat bu sistem içerisinde kadınların hak eşitliği için mücadele ediyor. İleri
emperyalist ülkelerde bu çizgi boyunca birçok talepler
gerçekleştirildi. Oysa emperyalist sistemin en gelişmiş
ülkesinde bile tam hak eşitliğine ulaşılamaz. Bu hat kadının kurtuluşu için mücadeleyi proletaryanın kendisinin siyasetinin özü/çekirdeği olarak sosyalizm ve komünizm için sınıf mücadelesi ile birleştirmiyor.
Proleter çizgi, ataerkillik ve kadınların ezilmesinin
üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin gelişmesi ile
başladığı temelli Marksist analizi baz alıyor. Bu nedenle kadının bütünüyle kurtuluşu, tam hak eşitliği sadece
yasa yoluyla değil, aynı zamanda pratikte de sadece üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin tamamıyla ortadan kalkacağı bir toplumda mümkün olur.
Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin ortadan
kalkmış olmasından sonra dahi binlerce yıldır sömürü
toplumlarında egemen ideoloji olan ve sınıfına bakılmaksızın erkekler tarafından içselleştirilmiş olan pederşahi, erkek şovenisti ideoloji otomatikman ortadan kalkmayacaktır. Bundan dolayı uzun ve yoğun bir ideolojik
mücadele gerekli olacaktır. Kadının kurtuluşu sorunundaki proleter çizgi kadının kurtuluşu için mücadeleyi
proletaryanın sosyalizm ve komünizm için sınıf mücadelesinin özsel bir parçası olarak kabul eder.
Mücadeleci geniş bir kadınların kitlesel hareketi
mümkün ve gereklidir. Ama bu hareket kendisini sekter
bir şekilde daraltmamalıdır ve tüm sınıf ve tabakalardan, özellikte küçük-burjuvalardan burjuva kadınların
kitlesine kadar kadınları kapsamalıdır.
Emekçi kadınları onların kurtuluşu için örgütleyenler
özellikle komünist kadınlar olacaktır. Toplumun birçok
kesimlerinden kadınların mücadelesi için yolu açacak
olan komünist partilerinin içerisinde ve dışarısında özel
örgütler, yayınlar ve konferanslar yaratılmak zorundadır.
Kadınlar bugün hâlâ meta olarak değerlendiriliyor ve
kâr için bedenleri satılıyor ve onlar alçakça aşağılanmaya maruz kalıyorlar. Kadınlar cinsiyetleri nedeniyle, tecavüz, ev içi şiddet, taşlanma, kadın ticareti vs. gibi dünya çapında günbegün şiddete maruz kalıyorlar. Özellikle
savaşlarda kadınlara cinsel tecavüz savaş silahı olarak
kullanılmaktadır. Cinsel tecavüz kadın siyasi tutuklulara karşı ezmenin aracı olarak ta kullanılıyor.
Tüm zecri tedbirler ve baskıya rağmen kadınların ataerkilliğe ve sınıfsal ezmeye karşı yürüttüğü mücadeleler
ilerleme kaydediyor. Gerçekten giderek azgınlaşan polis şiddeti tehlikesi kadınları Taksim’deki direnişe katılmaktan alıkoymadığı gibi ve yine örneğin kadınları
Tahrir-Meydanındaki direnişe güçlü bir şekilde katılmaktan tecavüz ve saldırı tehlikesi bile geri koymadığı
gibi.
Kadınların birçok sosyal mücadelelere katılımı ile
bağlantı içinde kadınlar sosyal ayaklanmanın yolunu
gösteriyorlar. Örn: Kürtaj hakkının kaldırılması, doğal
kaynakların yağmalanması, sağlık hizmetlerinde ve eğitimde tasarruf programları vs. konuları kitlesel protestolara götürdü. Kadınlar, grevlerde ve ekonomik talepler
için protestolarda cephenin en ön safında bulunuyorlar.
Emperyalist, kapitalist sistemin saldırılarına direnebilecek biricik güç bilinçli, örgütlü kadın ve erkek işçiler
sınıfı ve ezilen insanlar ve bu güç tarafından yaratılacak güçlü sınıf mücadelesidir. Oysa kadın sorununun
varlığının inkâr edilmesine son vermenin bir önkoşulu,
kadınları kendilerine özgü siyasi iradeleriyle birlikte örgütlü bir gücün bir parçası haline gelmeye yetkinleştirmektir.
Burjuva kadın hareketinin yanlış görüşlerine karşı
ideolojik mücadele verilmelidir. Buna rağmen pederşahiliğe karşı burjuva kadın hareketi ile ittifaklar içinde
ortak mücadeleler yürütülebilir.
Her somut ülkede kadınların mücadelesinin iyileştirilmesi için uluslararası dayanışmayı oluşturmak olağanüstü derecede önemlidir. Deneyim değiş-tokuşu ve
ortak eylemlerle sınıf bilinçli kadın hareketi kadının
kurtuluşu için mücadeleye katkı sunmak durumunda
olacaktır.
Bu bağlamda, ezilen kadınların geniş bir tabanını
temsil eden çeşitli ülkelerin emekçi kadınlarını ve tabandan kadınlarını bir araya getirmek için uluslararası
bir girişim olan Dünya Kadın Konferansı gibi uluslararası kadın buluşmalarına ve konferanslarına katılmak ve
etkin bir şekilde desteklemek önemlidir. Bu uluslararası
konferanslar biz Marksist-Leninistlere çeşitli ülkelerdeki mücadeleler hakkında derin bir anlayış kazanmamıza
izin veriyor.
11. Uluslararası Konferans Karakas’taki başarılı Tabandan Kadınların 1. Dünya Kadın Konferansı’nı selamlıyor. Bu konferans Nepal’deki Tabandan Kadınların 2. Dünya Kadın Konferansı hazırlığını ve de diğer
uluslararası ve devrimci inisiyatifleri kararlı bir şekilde
teşvik ediyor ve onların kendi başlarına örgütlenmesine
ve biçimlendirilmesine saygı duyuyor. ✓
çeviri
YENİ-SÖMÜRGECİLİK VE İDEOLOJİK-SİYASİ ÇİZGİNİN GELİŞMESİ
ÜZERİNE TUTUMUMUZUN DEĞERLENDİRİLMESİ
✒
ICOR - DEVRİMCİ PARTİ VE ÖRGÜTLERİN ULUSLARARASI KOORDİNASYONU
Teorik Çalışma Semineri
11 Mart 2014 - ÖRGÜT / ÜLKE: CPI (ML) HİNDİSTAN
CPT (ML)’in, II. dünya savaşından sonraki on yıllarda
ABD-emperyalizmi önderliğindeki emperyalist güçler
vasıtasıyla sömürgeciliğin yeni-sömürgeciliğe dönüşmesi
anlayışının geliştirilmesi, programının hazırlanması ve
devrimin yolunun belirlenmesi uzun ve zorlu bir süreçti.
“Gerçeği olgularda aramak” ve “somut durumun somut
tahlili” gerekliliği Marksist-Leninist güçlerin genel olarak kabul edilmiş ilkeleridir. Ne var ki, bu ilkeleri kabul
ederek onları pratiğe uygulamak -(emperyalizmi -ÇN)
yenmek için bu on yıllar esnasında cereyan eden hızlı gelişmeleri kavramak, emperyalizmin 20’li yılların sonları
ve 30’lu yıllardaki ‘büyük bunalım’ döneminden beri dönüşmesinin, özellikle II. Dünya savaşı sırası ve sonrasında ideolojik-siyasi pozisyonların gelişmesinin somut bir
tahlilini yapmak- zordur. Uluslararası komünist hareketin (ICM) maruz kaldığı ağır darbelere, Hindistan’daki
komünist hareketin karşı karşıya kaldığı ciddi sağ oportünist ve sekter sapmalara ve Marksist-Leninist hareketin
birçok gruba bölünmüşlüğüne rağmen dogmatizm ve metafizik anlayış çoğu örgütlerin eski hataları terk etmeyi ve
yeni duruma uygun olarak çizgilerini geliştirmeyi ret tavırları hâlâ güçlüdür. Bu nedenle somut koşullara uygun
olarak çizgi ve pratiğin değiştirilmesi yolunda ilerlemek
için uluslararası ve ulusal düzeyde tavizsiz bir mücadele
verilmek zorundadır. Yeni durumun ve kendisinin ideolojik-siyasi çizgisinin gelişmesinin analizinde örgütümüz
CPI (ML)’in deneyimine toplu bakış bu sorunda değerli
öğretileri ortaya koyuyor.
Hindistan’daki komünist hareketinin 90 yıldan fazla bir tarihi vardır. O zamanlar İngiliz sömürgesi olan
Hindistan’a Marksizm-Leninizm salvolarını getiren Rusya’daki Ekim Devrimi idi. Daha sonra Hindistan Komünist Partisi’(CPI)’nin kurulmasına götüren ülke içerisinde ve dışında 1920’den beri komünist gruplar kuruldu.
1930’lu yıllarda parti ve ülkenin çeşitli kesimlerinde sınıf
ve kitle örgütlerinin kuruluşu başarıldı. Köylülüğün birçok anti-feodal mücadeleleri ve daha iyi ücret ve yaşam
koşulları için sınıf mücadeleleri yürütüldü. Parti, bağımsızlık hareketi içerisinde Puma Swaraj (tam bağımsızlık)
şiarının yaygınlaştırılmasında da önderliği üstlendi. Ama
o (parti – ÇN), sömürge efendileriyle işbirliğini geliştiren büyük burjuvazinin komprador niteliğini kavramayı
ihmal etti, aynı şekilde (-ÇN) bu sınıf ve feodal büyük
toprak sahiplerinin egemenliği altındaki siyasi partilerin
çoğunun -Kongre (Partisinin –ÇN) önderliğinin ve Müslümanlar Ligi’nin - uşaklığını da. Demokratik devrimi
zafere götürmek için bağımsızlık mücadelesinde işçi sını-
fının önderliğinin inşa edilmesinin önemini kavramadı.
Bunun sonucu olarak bu dönemdeki pratikte Kongre ve
Müslümanlar Ligi’nin peşine takıldı. II. dünya savaşı sırasında, bağımsızlık mücadelesine önderlik etmenin objektif koşulları iyileştiğinde, Sovyetler Birliği’nin Büyük
Britanya, ABD ve Fransa ile Nazi-Almanya’sının önderliğinde faşist İtalya ile birlikteki faşist ittifaka karşı oluşturduğu taktik ittifakı namına ülkeyi köleleştirdiği İngiliz sömürge gücünü destekledi ve kendisini şiddetli bir
şekilde sürmekte olan bağımsızlık mücadelesinden uzak
tuttu. Sosyalist güçlerin dünya çapında zaferler kazandığı
ve yeni önderi ABD-emperyalizmiyle emperyalist kampın, egemenliğini sürdürmek için yeni yöntemler geliştirdiği savaş sonrası dönemde bile CPI-yönetimi bu durumu
doğru analiz etmeyi ihmal etti; kendisinin eski hatalarını düzeltmedi ve demokratik halk devrimini (PDR) yönetmek için çizgisini geliştirmeyi ihmal etti. Bu tavizkâr
tutumlar İngiliz sömürgecilerinin ülkeyi Hindistan ve
Pakistan olarak bölmesini ve iktidarı Kongre ve Müslümanlar Ligi önderliğine devretmesini kolaylaştırdı.
1948 İkinci Parti Kongresi önderliğin sağ sapmasını
mahkûm etmesine ve yeni bir yönetim seçmesine rağmen,
gelişmekte olan uluslararası durum ile Hindistan’daki durumun somut bir tahlilini yapmayı ihmal etti. Bu kongre
bir parti programı ve eklektik bir anlayış bazında devrimin yolunu geliştirdi. Sol, maceracı bir çizgiyi kabul etti;
hızlı bir şekilde bastırılan, herhangi bir sübjektif hazırlık
olmaksızın iktidarı ele geçirmek üzere kentsel ayaklanmaya çağırdı. Parti dağılmanın eşiğinde bulunduğu sırada SBKP-önderliğinin yardımıyla 1951’deki Olağanüstü
Parti Konferansı tarafından bir program ve demokratik
devrimin tamamlanması için taktik bir çizgi kararlaştırıldı. Her ne kadar bu esas olarak Hindistan’daki durum
ile uyum içinde olsa da, uluslararası durumun analizinde
ve daha Sovyet Partisi tarafından izlenen pozisyonlarda
kendini gösteren 1947’de gerçekleşen iktidarı devralma
sorununda bütün zaaflar ve sınırlarına sahipti. Önderlik, bu çizgiyi pratikte uygulamak yerine kısa bir süre
içinde sağ pozisyonlara kaymaya başladı. Revizyonistler
SBKP’nin XX. Parti Kongresi sırasında Sovyetler Birliği’ndeki iktidara açıktan açığa saldırdıklarında emperyalizmle barışçıl rekabet/yarışma ve bir arada yaşama ve
sosyalizme barışçıl geçiş sağ oportünist çizgisini yaydılar.
CPI-önderliği özünde, iktidarı elinde bulunduran Kongre-yönetiminin ağırlıklı olarak ulusal-burjuva bir niteliğe
sahip olduğu analizini yaptı. Ve onunla işbirliği halinde
parlamenter yoldan Ulusal-Demokratik Devrime çağırdı.
37
✒
çeviri
38
Bu durumda sağcı önderliğe karşı parti içi mücadele güçlendi ve 1964’de partinin bölünmesine ve CPI(Marksist)’in
gelişmesine götürdü. Bu (parti –ÇN) CPI-önderliğinin
ulusal-demokratik devrim çizgisini reddetmeye ve işçi
sınıfı önderliğinde demokratik halk devrimini tamamlamaya çağırmasına rağmen, kendisini Sovyetik revizyonist
çizgiden ayırmayı ve Hindistan devletini yöneten büyük
burjuvazinin niteliğini doğru bir şekilde irdelemeyi reddetti. Büyük burjuvazinin, bir yanda emperyalizmle işbirliği, diğer taraftan emperyalizmle rekabet içinde olmak
üzere ikili bir karaktere sahip olduğu tahlilini yaptı. Fakat o zamanki somut durumda bu yanlardan hangisinin
esas yan olduğunu açıklamadı. Gerçekte bu parti onunla işbirliği yapan bir çizgi izledi. CPI (Marksist) sonuçta
merkezci (orta yolcu) bir çizgide konaklandı, parlamenter
ahmaklığa ve Sovyet-revizyonizmine teslim oldu. Ve bu
kendisini kısa bir süre içinde 1967 genel seçimlerindeki
oportünist ittifaklarda ve Batı-Bengal ile Kerala’daki birleşik cephe hükümetlerinde gösterdi.
Onun içindeki komünist devrimciler bu yeni-revizyonist çizgiye karşı acımasızca bir mücadele yürüttüler;
1967’deki Naxalbari-Ayaklanmasının önderliğine sahiptiler ve 1969’da CPI(Marksist-Leninist)’i kurdular. Bu
parti Mao önderliğindeki Çin KP’nin sovyetik-revizyonist
çizgisiye karşı mücadelesini bütünüyle destekledi. Bu gelişmeler CPI (Marksist) tabanını, gençleri ve yüksekokul
öğrencilerini heyecanlandırdı. Onlar gerici Hindistan
devletini devirmek ve Marksizm-Leninizm ve Mao Zedung-düşüncelerinin önderliğinde demokratik halk devrimini tamamlamak için mücadele ettiler. Oysa CPI(ML)
önderliği de aynı kendilerinin selefleri gibi ülkede gelişmekte olan durumun analizini yapmayı ve buna uygun
olarak programını ve yolunu geliştirmeyi ihmal etti. Çin
KP’si içindeki Lin Biao grubu tarafından “Yaşasın Halk
Savaşın Zaferi”nin yayınlanmasıyla birlikte geliştirilen ve
1969’daki 9. Parti Kongresi’nde hâkim olan sekter çizgiyi
mekanik bir şekilde izlediler. “Yolumuz olarak Çin yolu”
şiarını mekanik bir şekilde savunarak Hindistan’ı , devrim öncesi Çin’e benzer bir şekilde yarı-sömürge ve yarıfeodal nitelikli ülke olarak irdeledi ve kendisinin devrim
yolu olarak uzun süreli halk savaşını kabul etti. Parti ve
kitle örgütlerinin Bolşevik stilde inşa edilmesini ret etti.
Biricik izlenmesi gereken mücadele biçimi olarak ortaya
koyduğu “sınıf düşmanlarının imha edilmesi çizgisini”
silahlı mücadelenin başlaması için bir adım olarak kabul
etti. Bu sekter çizgi partiyi hızlı bir şekilde sol kitlelerden
uzaklaştırdı ve düşmanın gaddarca baskısı vasıtasıyla ağır
darbeler almaya ve 1972’de dağılmaya götürdü.
Akabinde partiyi yeniden inşa etmek için çabalara girişildi; mevcut Marksist-Leninist partilerden birçoğu “sadece silahlı mücadele” yolunu terk ettiler ve kitleler içinde açık çalışmaya başladılar. Bunlardan bazıları sendika
çalışmasına başladılar ve diğer sınıf ve kitle örgütlerinin
inşasını teşvik ettiler. Oysa birkaç grup, ister bunu şimdi
güncel olarak uygulamakta olsunlar veya olmasınlar “yalnızca silahlı mücadele” çizgisinde ısrar ettiler. Ne var ki
bu taktik farklılık bir yana bırakılırsa, hepsi belgelerin-
de “yarı-sömürge; yarı-feodal; halk savaşı” çizgisini savunmayı sürdürdüler. Bunlardan hiçbiri, ülkenin somut
durumunda gerçekleşen değişikliklerini araştırmaya başlamaya hazır değildiler. Bu nedenle bu ML-gruplarından
çoğu ülkedeki birçok kitlesel ve kendiliğinden halk ayaklanmalara rağmen bunlara katılmayı veya önderliği üstlenmeyi ret ettiler. Kongre-rejimi 1975’te bu halk hareketlerini bastırmak için olağanüstü hal ilan ettiğinde ve
mevcut tüm demokratik hakları kaldırdığında, bunun
halk üzerindeki etkisini doğru değerlendiremediler. 1977
Genel Seçimlerinde Kongre’yi ağır bir yenilgiye sevk eden
halkın sıkıyönetim ilanına tepkisi onların değerlendirdiklerinin tersi idi. Çoğu daha hâlâ eski tahlillerde ve devrimin yolunda ısrar etti. Çin’de iktidarı Mao’nun ölümünden kısa bir süre sonra kapitalist yol takipçileri tarafından
gasp edilmesini de doğru değerlendiremediler. Bunlardan
çoğu - birkaç yıl sonra metazori kabul etmek zorunda
kalsalar da - 1963 Büyük Polemik’in Belgelerinin parçası
olarak çıkan, Çin KP tarafından temelli olarak karşı çıkılmasına karşın Çin’deki kapitalist iktidar sahipleri tarafından uluslararası komünist hareketin (ICM) genel çizgisi
olarak ilan edilen sınıf uzlaşmacı “Üç Dünya Teorisi”nin
savunulmasına devam ettiler. Kısaca ML-hareket şaşkınlığını sürdürüp durdu ve karman çormandı.
Olağanüstü durum kaldırıldıktan sonra yeni ortaya çıkan zengin kapitalist köylü sınıfı ülkenin birçok kesimlerinde daha fazla sübvansiyon ve daha iyi satış fiyatları
için tarım mücadeleleri yürüttüğünde, bu ML-örgütlerin
çoğu, bu sınıfları Çin’deki devrimci savaş sırasındaki
zengin köylülerle karşılaştırdıklarından, bunları mekanik
bir şekilde desteklediler. 1970’lerdeki böylesi uluslararası
ve ulusal önemli gelişmelere rağmen, “Çin’in mücadelesi bizim mücadelemizdir” şiarına dayanan eski stratejiyi
daha hâlâ savundular ve yeniden inşa için çabalarını “sınıf düşmanlarının imha edilmesi” çizgisinin reddedilmesi gibi belirli taktik unsurlarla sınırladılar. Hindistan’da
Marksist-Leninist hareketin aldığı darbelerin kendileri
tarafından tahlil edilmesini izole olmuş bir görünüme indirgediler. Sonuç olarak kendilerinin gözleri önünde gerçekleşmekteki ve içinde bulundukları durgunluktan çıkaracak değişikliklerin kapsamlı bir analizini yapamadılar;
stratejik çizgiyi buna uygun olarak geliştiremediler ve eski
hataları düzeltemediler.
Bu durumda, esas olarak bu örgütlerin tutumu nedeniyle, Kerala devletinin CPI(ML)- Örgütsel Komitesi’nin
inisiyatifi ile 1979’da oluşturulan CPI(ML) Merkezi Yeniden Örgütlenme Komitesi [CRC-CPI(ML)] emperyalist
hegemonya altında gerçekleşen değişikliklerin somut bir
analizini yapmaya cesaret etti. Bu komite, Lenin’in çığır açan eseri Kapitalizmin En Yüksek Aşaması olarak
Emperyalizm’de yaptığı analizden sonra, emperyalist
sistemdeki on yıllardaki gelişmeler de dâhil olmak üzere,
savaş sonrası on yıllar sırasındaki uluslararası ve ulusal
durumdaki gelişmelerin değerlendirilmesini talep eden
ML-hareketin karşı karşıya bulunduğu ciddi sorunları
çözmek için gerekli çaba görüşünü savundu. Marksist tutum, devrimci devinim/dönüşüm için somut bir program
çeviri
Birliği’nde kapitalist restorasyon gerçekleştiğinde Hindistan’daki ML-güçler ile dünyanın her yerindekiler – Büyük Polemik Belgelerinde yayınlanmış - ÇKP-tarafından
temsil edilen değerlendirmenin peşinden gittiler. Stalin’in
ölümünden sonra Kruşçof önderliğindeki revizyonist
güçler tarafından iktidarın gasp edilmesinden sonra
1956’daki SBKP’nin XX. Parti Kongresi döneminden beri
kapitalist yola yozlaşmanın alıp başını gittiği değerlendirmesinden memnunlardı. Mao’nun ölümünden sonra
iktidarın Deng önderliğindeki revizyonist güçler tarafından gasp edilmesinin buna götürdüğü şeklindeki Çin’in
kapitalist yola yozlaşması üzerine neredeyse aynı açıklama onlar tarafından savunuldu. Onun (kültür devriminin –ÇN) vasıtasıyla Çin’de sovyetik darbelerin her türlü
yinelenmesinin başarılı bir şekilde engelleneceği ile kendi
değerlendirmelerini (kitabına) uygun tarzda kültür devrimi sırasında terk ettiler. Böylesi basitçe pozisyonlardan
hoşnut olmayan CPI(ML) [CRC-CPI(ML)] ‘in Merkezi
Yeniden İnşa Komitesi, kapitalist restorasyon ve tam da
kültür devriminden sonra ÇKP’in Mao sonrası önderliği
vasıtasıyla sınıf uzlaşmacı ‘Üç Dünya-Teorisi’nin ilerleyişi, tüm eski sosyalist ülkelerin içten içe kapitalist yola
yozlaşmasının temelli bir araştırılmasının talep edilmesi
değerlendirmesini yaptı.
Kruşçof revizyonistlerinin öne sürdüğü gerekçe, II.
dünya savaşından sonra sosyalist güçlerin elde ettiği başarıların emperyalist kampın zayıflamasına ve sömürgeciliğin ortadan kalkmasına götürdüğü idi. “Barış içinde bir
arada yaşama ve emperyalizm ile barış içinde yarış ve sosyalizme barışçıl geçiş” çizgisini böyle propaganda ettiler.
Bu hat SBKP’ni ve tüm komünist partilerinin önderliğini
kapitalist yola girmelerine götürdü. ÇKP, emperyalizmin
zayıflamadığı ve sömürgeciliğin ortadan kalkmadığı analizini yaptı ve bu barışçıl geçiş çizgisinin kofluğunu teşhir
etti. Sömürgecilik daha zararlı, daha sinsi bir biçimi olan
yeni-sömürgecilik ile yer değiştirmiş, mali sermayenin
yağmacılığı ve hegemonyası, pazar güçlerini ve teknolojik
ilerlemeleri kontrol eder hâle gelmişti. ÇKP’nin bu ideolojik ofansifi Sovyet-revizyonizmine karşı mücadelenin yoğunlaşmasına ve birçok ülkede ML-partilerin oluşmasına
götürdü. O (ÇKP’nin bu ideolojik ofansifi –ÇN) ÇKP’nin
onun tarafından önerilen UKH’nin (Uluslararası Komünist Hareketin -ÇN) genel çizgisi temelinde Komünist
Enternasyonal’in yeniden örgütlenmesi için uluslararası
bir ofansifine ilişkin beklentileri besledi. II. dünya savaşından sonraki duruma uygun olarak Lenin’in emperyalizm araştırmalarının ileriye doğru geliştirilmesi de
beklendi. Oysa Çin’de olup bitenler Lin Biao’nun 1966’da
yayımlanan “Yaşasın Halk Savaşının Zaferi” kitabıyla Büyük Polemik pozisyonlarından geri çekilmeydi. Bununla
ilgili ÇKP-önderliği tarafından hiçbir eleştiri bulunmadığından, bu, Mao ve ÇKP tarafından otorize edilmiş görüş
olarak anlaşıldı. Yeni ortaya çıkan ML-güçlerin birliği
için uluslararası düzeyde herhangi bir inisiyatife girişilmeksizin, UKH’in stratejik çizgisi olarak halk savaşının
“Çin yolu” onaylandı ve emperyalizm ve proleter devrim
çağının emperyalizmin toptan çöküş ve sosyalizmin dün-
✒
formüle etmek için toplumdaki somut koşulların çok titiz,
temelli bir incelemesini talep ediyor. Lakin yukarda kısaca değinildiği gibi Hintli komünistler bu bağlamda birçok
kez başarısızlığa uğradılar. Hint toplumunun kendileri
tarafından yapılan tahlili genel anlamda kendisini yanlış
olarak kanıtladı. Burada, somut koşulların somut analizinden değil; birkaç genellemeleri çıkış noktası olarak almak ortak olan şeydi. Hindistan’daki durumun analizini
yapmak için tartışmalar çoğu kez baz olarak Rus mu veya
Çin modelini mi yoksa her ikisinin bir kombinasyonu
mu alıp almamak gerektiği etrafında dönüp durdu. Hint
toplumunu masaya yatırmak için Marksist tahlilin güçlü araçlarını kullanma konusunda herhangi bir çaba asla
yoktu.
Komünist devrimciler bu yanlış yaklaşımda istisna
oluşturmadılar. Hangi incelemelere başlamış olsalar da
bunlar bölük pörçük idi ve kendilerini küçük alanlarla
sınırladılar. Peking Rundschau Haziran 1967 sayısında
Naxalbari-Mücadelesini öven “Hint Ufkundaki İlkbahar
Gök Gürültüsü” baş makalesinde - Lin Biao’nun (1986’da
yayımlanmış) kitabı “Yaşasın Halk Savaşının Zaferi”ndeki
iddialar bazında - önceleri Hindistan gibi sömürgeci hegemonya altında bulunan tüm ülkelerin devrim öncesi Çin’e
benzer şekilde yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelere dönüştüklerini tespit etti. Ve İktidarı devraldıktan sonra veya
sömürge olmaktan kurtulduktan sonra devrim yollarının
‘halk savaşı’ olduğunu. Onların hepsi, başka farklılıklarını dikkate almaksızın Hint durumunun devrim öncesi
Çin’dekine çok benzer olduğu anlayışına çabuk bir şekilde vardılar. Böylesi bir sonuca ulaşmak için münakaşa ve
tartışmalar, Hint toplumunun tahlili için herhangi bir
somut adımlar bazında değil, esas olarak mantıki bir düzeyde yürütüldü. Her ne kadar Naxalbari-mücadelesi bir
yanda yoksul ve topraksız köylüler ile diğer yanda plantaj ve büyük toprak sahipleri arasındaki keskin çelişkiyi
yansıtsa da, Mao’nun Hunan-Raporuna uygun bir şekilde
mekanik bir tarzda analiz edildi. Hint komünist hareketi uzun tarihinin baş belası olan Hint durumunun somut
tahlil edilmesindeki mekanik tutumun mirası, emperyalist düşünce fabrikaları tarafından tasvip edilen arazilerin
üst sınırlarının belirlenmesi de dâhil olmak üzere üstten
tarım reformu ve yeşil devrim siyasetinin tarım sektöründeki üretim ilişkilerini zaten değiştirdiği olgusuna
rağmen böylesine ağırdı. Sovyetler Birliği sosyal-emperyalist bir güce dönüştüğünden ve Çin’de sekter maceracı
Lin Biao çizgisi kendi nüfuzuna sahip olduğu; iktidar sahipleri kapitalist yoldaki kendi nüfuzlarını tüm alanlarda
güçlendirdikleri kısa bir süreden sonra bu sorunda onlar
Uluslararası Komünist Hareketten (IKB) büyük bir yardım almadılar. Her iki tarafın teorik katkıları karışıklığı
sadece büyüttü.
CPI(ML) [CRC-CPI(ML)] ‘in Merkezi Yeniden İnşa Komitesi bu durumda eski sosyalist ülkeler ve genel olarak
IKB-içinde komünist partileri vasıtasıyla maruz kalınan ciddi geriye itici darbelere bir yanıt bulmaya çalıştı.
Alınan bu darbelerle Hindistan’daki hareketin maruz
kaldıklarıyla bağlantı bulmak onun çabasıydı. Sovyetler
39
✒
çeviri
40
ya çapında zaferi çağına dönüştüğü tahlili yaptı. Bir “yeni
çağ”ın bu teorisi, Kruşçofçuların değerlendirmesine benzer bir şekilde emperyalist kampın zayıflamış olduğu değerlendirmesi bazında öne sürüldü. Bu gelişmeler, her ikisinin de, emperyalist kampın ABD-önderliğinde şimdiye
kadarki sömürgeci gaspın yağmalamanın yeni-sömürgeci
biçimleriyle yer değiştirdiği II. dünya savaşından sonraki
aşamadaki somut durumun somut bir analizini yapmayı
ret ettiklerinden SBKP ve ÇKP-önderliklerinin yozlaşmasının gerçekleştiğini gösterdi. Ve Kruşçof ve Lin Biao’nun
gerekçelendirmeleriyle çelişki içinde emperyalist kamp
güçlendi veya kendisinin yeni-sömürgeci ofansifi vasıtasıyla küresel finans sisteminin yinelenen krizleri ve sosyal güçler tarafından konulan meydan okuyuşları aşacak
hale geldi ve eski sosyalist ülkeler ile komünist partilerin
yozlaşma vasıtasıyla dünya çapında zayıflayan sosyalist
güçlerdi.
CPI’nin revizyonist sapmasına ve CPI(M)-önderliğinin
yeni-revizyonist yozlaşmasına karşı parti içi mücadele sürecinde komünist devrimciler, barışçıl bir arada yaşama
ve emperyalist kamp ile barışçıl yarış ve sosyalizme barışçıl geçişin tasfiyeci stratejik çizgisini propaganda eden
Kruşçof tarafından gasp edilmesinden sonraki Sovyetler
Birliği’nin yozlaştığını zaten değerlendirmişlerdi. Bu revizyonist çizginin başlıca yönelimi emperyalizmin II.
dünya savaşından sonra daha zayıfladığı, bunun da barışçıl geçiş için koşulları yarattığı idi. Çin ile Arnavutluk’un
dışında sosyalist ülkeler de dâhil olmak üzere CPI ve
CPI(M)’in önderlikleri de bu çizginin peşinden gittiler
ve ABD/tarafından yönetilen emperyalist kampın ve ‘sömürgelikten kurtulmuş’ ülkelerde iktidardaki komprador
sınıfların havarileri haline yozlaştılar.
Her ne kadar ÇKP 1963’de “Uluslararası Komünist
Hareketin Genel Çizgisi için Bir Öneri”de (Ek) yayımlanan “Yeni Sömürgeciliğin Savunucuları” yorumunda,
emperyalist gasp etme biçiminin II. dünya savaşından
sonraki yıllar sırasında büyük değişikliklere uğradığını
tespit etmiş olsa da, bu, onlar tarafından hiçbir temelli
araştırmaya ve Marksist bir bakış açısından incelenmeye
tabi tutulmadı. ÇKP ve UKH’da daha hâlâ egemen olan
onun doğasının esas olarak değişmediği genel anlayış idi.
Lenin’in çığır açan eserinde emperyalizmi analiz ettiği
gibi başlıca hareket yasalarının daha hâlâ aynı olduğu
bir gerçektir. Ne var ki onlar bu başlıca yasaların bu süre
içinde yeni biçimler aldıklarını kabul etmeyi reddettiler.
Emperyalist nüfuz etmenin bu yeni biçimlerinin yalnızca
somut bir tahlili üretim tarzı ve yeni sömürgeci hâkimiyet
altında ülkelerdeki sosyal formasyonlar hakkında berrak
bir tablo verebilirdi.
Dünya seviyesinde esas güç olarak çok uluslu şirketlerin (MNGs) ortaya çıkışı, sermayenin tutarlı bir şekilde enternasyonalleşmesi, IWF (Uluslararası Para Fonu
– ÇN) ve Dünya Bankası gibi uluslararası mali örgütlerin gelişmesi, GATT ve daha sonra yeni-liberal dönemde
WHO (Uluslararası Sağlık Örgütü –ÇN) vasıtasıyla ticaretin enternasyonalleşmesi vb. yeni-sömürgeciliğin özel
özellikleridir. Emperyalist güçler tarafından doğrudan
hegemonya yerine finans kapital, pazar güçleri vie teknoloji transferi vasıtasıyla dolaylı ekonomik-siyasi hegemonya bu mali kurumlar ve diğer acentalar aracılığıyla
gerçekleştirilebildi. Emperyalist bir gücün doğrudan söz
konusu ülkeyi sömürgeleştirmesi ve hükmetmesi yerine
birçok emperyalist güçler aynı zamanda yeni-sömürgeci
bir şekilde hükmedilen bir ülkeyi yağmalayabildi. Bu yeni
siyasi ve ekonomik durum nedeniyle emperyalist rekabet,
I. ve II. dünya savaşı zamanlarından farklı olarak, kendisini birçok daha yeni biçimlerde gösteriyor. Uluslararası
düzeydeki bu yeni faktörlerin kendisini Hint sosyal formasyonlarının dinamiğinde nasıl yansıttığını değerlendirmek Marksist-Leninistlerin doğrudan sorunuydu.
ABD-emperyalistleri Ford ve Rockefeller Foundation
(fonlar, vakıflar –ÇN) gibi benzer düşünce fabrikaları,
Dünya Bankası ve acentalarla arazi/toprak üst sınırları üzerine yasalar dâhil olmak üzere ‘yukardan tarım
reformları’ndan yana tavır koymaya başladıklarında bu
eğilim Hindistan’ın birçok kesimlerinde artan bir şekilde berrak hale geldi. Eski feodal ilişkilerde değişikliklere
götüren Yeşil Devrim Hindistan’da büyük kapsamlı bir
şekilde denendi. Oysa bu gelişmeler hakkındaki Marksist-Leninistlerin açıklaması böylesi değişikliklerin sadece tecrit edilmiş bölgelerde gerçekleştiği idi. Bunun artan
eğilim haline geldiğini ve bu değişikliklerinin hızlı bir
şekilde gittikçe daha fazla bölgelere yayıldığını kabul etmeyi reddettiler. Naxalbari’den sonra ülkenin çeşitli kesimlerinde tarım mücadeleleri patlak verdiğinde, buna bu
mücadelelerin gaddarca bastırılması eşlik ettiğinde, bunları frenlemek için egemen sınıflar bu reform önlemlerini
hızlandırdılar. Yerel egemen sınıfların ara sıra direnişine
rağmen böylesi önlemleri devletlerin tümünde gerçekleştirmek için merkezi hükümet bu çabaları giderek güçlendirdi. Eğer körce köhne pozisyonlara yapışıp kalınmadıysa, çeşitli devletlerde, her ne kadar tarım reformunun yarı
gönüllü bir gerçekleşmesi olsa da, feodal sınıf ilişkilerindeki önemli değişikliklerin çeşitli oranlarda gerçekleştiğini sonuç olarak görülebildi. Hindistan’ın kırsal alanında
yeni bir sınıfın, bir esas güç olarak kapitalist çiftçi veya
Kulakların ortaya çıkışı, bu değişikliklerin sonucuydu.
Marksist-Leninistler daha hâlâ tüm bu değişikliklerin
kısmen veya belirli bölgelerle sınırlı oldukları şeklinde gerekçelendirdiler ve gerçeklikten çok uzak bir şekilde tüm
Hindistan düzeyindeki durumun yanlış yorumlanmış nicel bir analizini sundular. Bir diğer güçlü gerekçe, feodal
ilişkilerdeki bu kısmi ve sınırlı değişikliklere rağmen ne
tarımda kapitalist üretici güçlerin gelişmesi ne de tarımsal
artı değerin kapitalist birikimin dikkate değer herhangi
bir tarzda gerçekleşmediği idi. Böylesi bir hareketin başlangıçta ancak çok yavaş bir hızla veya belirli bölgelerle
sınırlı kaldığı olgudur. Lakin bunun artan bir şekilde
büyümekteki eğilim haline geldiği olgusu savsaklandı.
Kapitalist gelişme normal sürecinde gitmediğinden veya
eşit oranda olduğundan, kırsal alandaki sınıf ilişkilerinin
hâlâ yarı-feodal olduğu söylendi. Bunun doğrudan sonucu, bu yarı-feodal ilişkilerin üretici güçlerin önündeki
gerçek engeller olarak hâlâ varlıklarını sürdürmeleri idi.
çeviri
nin artan akışı ve uluslararası pazarın güçlerine artan
entegrasyonu altındaki kapitalist koşulların bu gelişimi,
bir hizmet sektörünün hızlı büyümesiyle birlikte tüketim
gelişmesini de yoğunlaştırdı.
Tüm bu gelişmeler, eğer sömürgeci güçler feodalizmi
emperyalist hegemonya için sosyal baz olarak kullandılarsa, yeni-sömürgecilik altında artık bunun devam ettirilmediğini gösterdi. Söz konusu olan üretim sektörünü
ve pazarı uluslararası sisteme entegre etmek olduğu zaman, değişiklikler çok hızlı bir şekilde gerçekleşmektedir.
Hindistan’da gelişmekte olan yeni durumun bu gerçekliği
daha önce tahlil edilen şeye hiç benzer değildi. Bununla bağlantı içinde yeni-sömürgeci durumda devlet yapısı
ve onun işlevinin doğası daha derin analizi gerektiren
kompleks bir konudur. Dışardan ve yerli kaynaklardan
mali sermayeyi kanalize ederek devlet çok önemli bir oynamaktadır. Yeni-sömürgeci hegemonya, nüfuz ve devlet
aygıtının kontrolü vasıtasıyla çeşitli emperyalist güçler
tarafından çok daha etkili bir şekilde uygulanır. Oysa
emperyalist güçler yeni-sömürgeci bir şekilde egemenlik
altında tutulan ülkelerde devlet üzerinde denetim uğruna
birbirleriyle rekabet ettiklerinden böylesi ülkelerde devlet
gücünün manevra kabiliyeti artar. Tüm bu faktörler daha
temelli araştırmaları gerekli kılmaktadır. Daha önceleri
– 60’lı yılların ikinci yarısı ve daha sonrası – Hint devletinin yarı-sömürge olduğu ve devrimin yolunun aynı devrim öncesi Çin’deki gibi halk savaşı yolu olduğunu mekanik bir şekilde kanıtlamaya çalışan tutumun zaaflarının
ne kadar ciddi olduğunu ortaya koyuyor.
1970’li yıllar Marksist-Leninist hareket için meydan
okuyucu bir durum yarattı. Tüm eski komünist partiler
parlamenter ahmaklıkla (kretinizme) yozlaştılar ve Sovyet-revizyonist çizgiyi izleyerek egemen sınıf politikasının havarileri haline geldiler. Bu sağ oportünist sapmaya
karşı mücadele içinde ortaya çıkmış olan Marksist-Leninist hareket, sol sekter bir çizginin izlenmesiyle birçok
grupların dağılmasına varan ciddi darbelere maruz kaldı.
Kültür Devrimini yönetmiş olan ÇKP’nin önceden Sovyetler Birliği’nin yozlaştığı bir türde yozlaşmayacağının
Marksist-Leninistler tarafından neredeyse körce inançla
savunulmasına karşın kapitalist yol takipçileri Mao’nun
ölümünden kısa bir süre sonra iktidarı gasp ettiler. Ülkede başlamakta olan sosyal politik ve ekonomik durumun
somut bir tahlilini talep eden yeni sınıflar güçler ortaya
çıkmıştı. Bu geçici gelişmelere ve Komünist hareketin
maruz kaldığı ciddi – uluslararası ve ülke içindeki – darbelere rağmen hemen hemen Marksist-Leninist grupların
hepsi, bunun sebeplerini aramak için ciddi araştırmalara
başlamayı reddettiler. 1979’da CRC-CPI (ML)’i oluşturanlar da uzun süre sol sapmanın bizzat kurbanlarıydılar.
Bu, onları CPI (ML)’in 1970’lerin ilk yıllarında dağılmasından sonra belli bir süre ülkedeki gelişmenin somut bir
analizini yapmayı beceremez hâle getirdi. Gerici Kongre-merkezi hükümetine karşı yoğun halk ayaklanmaları
gerçekleştiğinden ve İndira Gandhi hükümeti, mevcut
demokratik hakları kaldırarak (masıyla birlikte) sıkıyönetim ilan ettiğinde, doğru bir görüşü hakeza geliştire-
✒
Çıkarılan böylesi bir sonuç olgularla çelişiyordu. Feodal
ilişkiler çöktü veya gittikçe artan oranda daha fazla bölgede gittikçe daha zayıf hale geldi. Her bilimsel tahlil, böylesi arda kalan zayıf ve kırılgan feodal ilişkiler veya feodal
kalıntıların kapitalist üretici güçlerin gelişmesini engelleyemeyeceğini gösterirdi. Örneğin feodal ilişkilerin büyük oranda çöktüğü veya onların aslında önemli bir güç
olmadığı bölgelerde kapitalist üretici güçler salt yavaşça
geliştiler veya bu engellenmiş bir büyümeydi. Bu, üretici
güçlerin gelişmesinin yavaşlamasında belirleyici bir rol
oynayan feodalizmden başka bir güçlü gücün varlığına
dikkat çekti. Örneğin feodal ilişkilerin neredeyse komple
çökmüş olduğu Kerala ekonomisi hakkındaki geçici bir
araştırma kapitalist gelişme için neredeyse önkoşulların
hepsinin bulunmasına karşın üretici güçler gelişmesinin
oranı, birçok diğer devletlerle karşılaştırıldığında bile, çok
yavaş olduğunu gösterdi. Bu araştırmalar, Kerala ekonomisinin emperyalist ve Hint tekelleri vasıtasıyla hammadde ve mamul ürünlerin büsbütün piyasa kontrolü ile genel
yeni-sömürgeci denetlenmesinin bu duraksamanın nedeni olduğunu gösterdi. (Meyvelerin ihracat malı olarak
hâkimiyeti, değişikliklerin feodal ilişkilerde zorlandığı
bir köylü hareketinin gelişmesi vs. gibi) bu duruma katkı sağlayan Kerala için birçok özel koşulların bulunduğu
olgudur. Ama Kerala ekonomisinin yeni-sömürgeci egemenliğinin bu özel koşullar tarafından gerekçelendiğini
söylemek bir yanılgı olurdu. Yeni-sömürgecilik genel bir
fenomendir ve sadece Kerala ile sınırlı değildir. O (yeni-sömürgecilik –ÇN), Kerala durumunun özgüllükleri
nedeniyle yalnızca özel biçimler almıştır. Diğer Hint bölgelerinde başka biçimler alabilir. Bu yeni sömürgeci hegemonyanın kendisini çeşitli biçimlerde nasıl ifade ettiğini
sadece çeşitli bölgeler veya devletlerdeki ekonomik durumun somut bir tahlili gösterebilir.
Hammaddelerin hazır bulunduğu veya diğer bölgelerden özellikle işlenip ve çeşitli ülke parçalarına geri yollanmak için, özellikle Mumbai çevresindeki sanayi kuşağına büyük miktarlarda alınıp getirilen Kerala’dan farklı
olarak endüstriyel olarak en çok gelişmiş bölgeler olarak
değerlendirilen bölgelerde, Maharashta ve Gujarat gibi
devletlerde benzeri araştırmalar yapıldığında sanayileşmenin Kerala gibi diğer bölgelerden ancak karşılaştırılabilir tarzda daha iyi oldu ortaya çıktı. Genel olarak bu bölgelerdeki gelişim, kapitalist ülkelerdeki kapitalist gelişme
ile karşılaştırıldığında yine yavaş veya engellenmiştir. Bu
bölgelerdeki tüm ekonominin somut bir analizi de yenisömürgeci hegemonya sorununun kavranmasına götürür.
Bu ise, yeni-sömürgeci hegemonyanın üretici güçlerin gelişmesini bütünüyle engellediği demek değildir. Kendisinin pazar genişlemesinin gereksinimlerine uygun olarak
çok uluslu holdingler ve diğer uluslararası mali acentalar endüstriyel alt yapıyı ve üretici gücü, özellikle belirli
sektörlerde kendilerinin diledikleri gibi, oranda teşvik
ederler. Bu sınırlı genişleme bile, yabancı ve yerli tekeller/
firmalar tarafından denetlenen pazarın buna izin verdiği kadar ve oranda küçük tedarikçi sanayinin gelişmesi
için uygun koşulları yaratır. Uluslararası mali sermaye-
41
✒
çeviri
42
mediler ve uygun objektif durumu kullanarak devrimci
hareketi ileriye doğru götürmek için kitleyi büyük çapta
harekete geçiremediler. Tüm bu olumsuz deneyimler onları, yukarda açıklandığı gibi, 1947’dan sonra, savaş sonrası durumun somut bir tahliline yönelerek, dogmatik
pozisyonlardan kopmaya ve “gerçeği olgularda aramaya”
zorladı. Ve bu, onlara bu dönem sırasında ülkedeki gelişmeler üzerine belirli sonuçlara ulaşmaya yardımcı oldu.
Bu, aynı zamanda onlara uluslararası Komünist hareketin
aldığı darbeleri yeni bir açıdan/ışıktan görmelerine yardım etti.
CRC tarafından Hint durumunun somut araştırılmasına girişildiğinde, Hint durumunun devrim öncesi
Çin’deki durum ile her benzerliğinin sadece yüzeysel olduğu gittikçe açığa çıktı. Her ikisini eşitleyerek, emperyalizmin yeni-sömürgeci aşamasında II. dünya savaşından
sonra ortaya çıkan geniş ölçüdeki değişiklikler ihmal
edildi. Bu nedenle tarım burjuva sınıfının veya Yeşil Devrim altındaki gittikçe daha büyük bölgelerdeki tarım sektöründe hesaba katılması gereken esas güç olarak feodal
toprak sahiplerinin yedeği olarak Kulakların ortaya çıkışı
veya merkezi devlet ve devlet hükümetleri tarafından yukardan uygulamaya konulan tarım reformunun kitleleri
yanılgıya uğratması bu güçler tarafından görülemedi. II.
dünya savaşından önce sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde feodalizmin emperyalist hegemonya ve sömürü için
sosyal bir baz rolü oynadığı şeklindeki Marksist-Leninist anlayış esas olarak doğruydu. Bu feodal-emperyalist
prangalar/ayak bağları kapitalist üretici güçlerin doğal
gelişmesi için engel olarak doğru bir şekilde kavrandı. II.
dünya savaşından sonraki zamanda başlıca hatanın, emperyalist sömürünün bu sürede de aynı yöntemle varlığını
sürdürüp sürdürmediği araştırılmaksızın, somut durumda esas olarak hiçbir değişikliğin olmadığının mekanik
bir şekilde yinelenmesidir. Onlar, Hintli toplumu değerlendirmek için uygun analiz araçlarını kullanmayı ihmal
ettiler.
ÇKP, Sovyetik sapmaya karşı mücadele içinde, harekete
devrimci bir yön veren emperyalist hegemonyanın yeni
aşamasının çeşitli yanlarını açıklayan yeni sömürgeciliğin savunucuları da dâhil olmak üzere 9 Yorum ile birlikte Öneriyi… yayımladı. Bunun devamında Mao’nun
önderliğinde Çin’de sosyalist yolun temsilcileri ÇKP içindeki sağ eğilime karşı mücadeleyi yoğunlaştırdılar. Bu pozisyonları iktidardan def etmek için Kültür Devrimi başlatıldı. Öneri, Tüm ülkelerin işçileri birleşin! ve Dünyanın
işçileri ve dünyanın ezilen halkları ve ulusları birleşin! Leninist şiarları vurgulayarak yaydı. Bu, 1943’te dağıtılmış
olan Komünist Enternasyonali yeniden inşa etmek için
Mao yönetimindeki ÇKP’nin inisiyatifi ele alacağı beklentilerini uyandırdı. Ama böylesi bir girişim olmadı. Tersine; Öneri’de savunulan çizgi kısa bir süre içinde reddedildi ve 1969’daki ÇKP 9. Parti Kongresi, emperyalizmin
toptan çöküşe ve sosyalizmin toptan zafere doğru gittiği bir çağa, dünyanın yeni bir çağa girdiğini tanımladı.
Merkezci/orta yolcu bir görüş savunan Çu En Lay 1964’de
yazdığı bir makalede Komünist Enternasyonal’in yeniden
inşa edilmesinin gerekliliğini ret etti. Kısa bir süre içinde Lin Biao’nun “Yaşasın Halk Savaşının Zaferi” yazısı
ÇKP’nin başlıca bir belgesi olarak yayımlandı. Bu yazı,
ABD-önderliğindeki emperyalist kamp altındaki tüm
eski sömürge, yarı-sömürge, bağımlı ülkelerde iktidarın
komprador sınıflara devredilmesinin ‘Sömgürgelikten
Kurtulma’ olarak desteklendiği, yarı-sömürge ve yarı-feodal olarak, devrim öncesi Çin’e benzer bir şekilde uzun
süreli halk savaşının onların devrim yolu olarak lehte tavır takınıldığı şeklinde tahlil etti. Sovyet revizyonizmine
karşı mücadele sürecinde Marksist-Leninist partilerin bir
uluslararası platformu oluşturulmadığından, Sovyet-revizyonist çizgiye karşı mücadelede ortaya çıkmış bulunan
Marksist-Leninist partiler arasında bu gelişmeler üzerine
çok uluslu bir tartışma gerçekleşemedi. Onların tümü,
kendilerinin uluslararası otoritesi olarak ÇKP ve Mao’nun
izinden gitmeye ve Çin’den ne gelirse gelsin bunların hepsini mekanik bir şekilde kendi çizgileri olarak izlemeye
başladılar. Lin Biao’nun kitabındaki iddiaların Öneri ile
yapılan değerlendirmeye ve onunla aynı zamanda yayımlanmış olan Yeni Sömürgeciliğin Savunucuları’ndaki II.
dünya savaşından sonraki durumun değerlendirilmesine
karşı konuştuğu olgusu bu ML-partiler/gruplar tarafından kale alınmadı. Bu bağlamda CRC-CPI (ML)’in, Lin
Biao’nun kitabının ÇKP’nin daha eski pozisyonlarının
karşısında durduğu değerlendirmesi ileriye doğru önemli
bir adımdı. CRC, Lin’in yeni bir çağa götüren (çizgisiniÇN) yanlış değerlendirdiği ve bu çağın Marksizm-Leninizmi olarak Mao-Zedung-düşüncelerini adlandırdığı
ÇKP içerisindeki sol sekter çizgiyi temsil ettiği değerlendirmesini yaptı. (Maoizm ve Maoist partilerin bu konseptini daha sonra bu sekter pozisyonlardan türettiklerini
kavramak zor olmasa gerektir). CRC-CPI (ML) hakeza,
aynı Sovyet revizyonistlerinin sağ oportünist çizgisi gibi,
sol maceracı çizginin de, II. dünya savaşından sonraki durumu yanlış analiz ettiği ve bu sürede emperyalist kampın
zayıflamış olduğu tespitinin de olgulara ters düştüğü değerlendirmesinde bulundu.
CRC BU POZİSYONLARDAN ÇIKAN SONUÇLAR
OLARAK ŞUNLARI TESPİT EDİYOR: II. dünya savaşından sonraki zaman birçok değişikliklere uğradı. Sovyetler
Birliği o zamana kadar biricik sosyalist ülke olarak varlığını sürdürse de savaştan sonra Çin ve Doğu Avrupalı
ülkelerle birlikte toplam 13 ülke dünya nüfusunun üçte
biri sosyalist geçiş döneminde bulundular ve özellikle
önceden sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde komünist
hareket çok güçlü hale geldi. Sosyalist kampın daha da
ilerleyişi kaçınılmaz göründü. Diğer emperyalist güçlerin II. dünya savaşı sırasında zayıflaması aynı zamanda
ABD-emperyalizminin emperyalist kampın önderliğini
üstlenmesine götürdü. Eski emperyalist güçlerin aldığı
darbelerle birlikte eski sömürge politikası bir hezimet ile
karşı karşıya kaldı ve sömürgelerde komprador burjuvazinin iktidarı devralmasıyla eski sömürge hegemonyasının
neredeyse sonunu getirdi. Gerçekte bu değişikliklerin birkaçı uzun bir süre boyunca arka planda olgunlaşmıştı. Bu
siyasi-ekonomik transformasyonlar savaş hali sırasında
çeviri
tırmaların devamı veya ilerletilmesi olarak kapsamlı her
analizinin eksikliğine; emperyalizm üzerine birçok, kısmen reformist, sınıfsal bakış açısından çıkmayan ve tek
taraflı teorilere götürdü. Böylesi teorilerin nüfuzu, İngiltere dâhil olmak üzere sömürgeci güçlerin zayıflaması ve
sömürgelikten kurtuluş süreci yeni sömürgeciliğin daha
zayıf ve sadece emperyalizmin ekonomik bir biçimi olarak yorumlanmasına götürdü. Büyük Britanya ile diğer
sömürgeci güçlerin sömürgelerden geri çekilişi ulusal bağımsızlığın kazanımı olarak yorumlandı. Bu yorumlamalar daha sonra 50’li yıllarda revizyonizm için teorik esas
temellerden biri haline geldi. Lenin, kendisinin emperyalizm üzerine incelemelerinde bu süredeki yeni ‘sömürgeci
biçimler’ hakkında şunlara değinmişti: “Kapitalist emperyalizm çağının sömürge politikasından söz edildiğinde,
mali sermayenin ve büyük güçlerin, dünyanın ekonomik
ve politik yönden paylaşılmasına çıkan dış politikasının,
devletsel bağımlılığın tam bir dizi geçiş biçimlerini yarattığını belirtmek gerekir. Bu çağ için karakteristik olan, sadece ülkelerin sömürge sahipleri ve sömürge ülkeler olarak iki ana gruba ayrılması değil, aynı zamanda, politik
olarak, biçimsel olarak bağımlı olan, ama gerçekte mali
ve diplomatik bir bağımlılık ağı içine düşmüş çok çeşitli
türde bağımlı ülkelerin de varlığıdır. Bu biçimlerden birine, yarı sömürgelere biraz önce değinmiştik. Bir başka
biçime tipik bir örnek örneğin Arjantin’dir.” (Lenin, SE,
cilt 1, sf:835 vd, Alm., Türkçesi: Lenin, Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, sf: 88, İnter Yayınları, Ist,
Ekim 1995) Lenin, bu değerlendirmeyi sürdürerek bunun
bu sürede tüm Güney Amerika için kullanılabileceğini de
açıklığa kavuşturdu.
II. dünya savaşından sonraki on yıllarda sömürgelikten kurtulma sürecini iki faktör hızlandırdı. Bir yandan
sermayenin daha önceki Pax Britannica vasıtasıyla (Britanya önderliğindeki –ÇN) hegemonyasını aşarak Pax
Amerikana vasıtasıyla (ABD-önderliğindeki –ÇN) nükleer ve uzay hegemonyasına küreselleşmesinin yoğunlaşması. ABD’nin birçok kıtalararası askeri üsleri Sovyetler
Birliği’ni kuşatma için onun Batı Avrupa ve Japonya ile
yaptığı anlaşmalar ve zaten sömürgelikten kurtulmuş ülkelerin komprador burjuvazisi ile imzaladığı birçok diğer
antlaşmalar, tüm bunlar sömürgelikten kurtulmanın hızlandırılması için bir arka plan yaratan uygun faktörlerdi.
Diğer yandan sömürgelerde burjuvazinin önderliğinde
özerklik taleplerine sahip hareketler ortaya çıktı. Bunun
yanında komünist partiler tarafından yönetilen proletaryanın bu ülkelerdeki bağımsız etkinlikleri süreci ve Komünist Enternasyonal tarafından yönetilen tüm dünyada
ulusal kurtuluş hareketlerinin yoğunlaşması hakeza sömürgelikten kurtulma sürecini hızlandırmak için emperyalist kampı zorlamada önemli ve belirleyici rolü oynadı.
Bu dönemdeki güçlü sosyalist bir blokun varlığı emperyalist burjuvazinin siyaseti ve etkinliklerini keza dünya
çapında etkiledi. Bu sürede burjuvazi, sosyalist ilerleyişi
vurmak için Sovyetler Birliği’nin ilerici siyasetinin deneyimleriyle kendisinin kontrolünde Keynesci ekonomi biçiminde deneyler yapmaya zorlandı.
✒
hızlandı ve bunun sonucu olarak savaştan sonra egemen
yapı haline geldiler.
Emperyalizm ve proleter devrimin bu yeni aşaması sırasında daha çok önceleri oluşmaya başlayan ve daha sonra transnasyonal (uluslar aşırı) veya çok uluslu firmalar
diye adlandırılan uluslararası tekeller üretim ve pazarı
küresel bir plana göre yeniden örgütlediler ve dünya ekonomisi egemenliğinin esas sütunları/direkleri haline geldiler. Bu, sermaye ve onun spekülatif doğasının meçhul
yeni boyutlarına enternasyonalleşmesini yoğunlaştırdı.
Japonya üzerine atılan Atom-bombasıyla ulaşılan nükleer
hegemonya ile başlayan ve atom teknolojisinin gelişmesi, kıtalararası savaş yeteneği ve füzeler deposu, modern
savaş araçları ve bununla bağlantılı bilgi teknolojisi, astronotluk teknolojisi ve uygun askeri taktik vasıtasıyla,
ABD-emperyalizmi tarafından sımsıkı ele tutulan askeri
üstünlük giderek daha da belirleyici hâle geldi. Bununla
birlikte birçok ekonomik, siyasi ve askeri anlaşmalar ve
ittifaklar dünya çapında yaygınlaştırıldı. Bretten Woods
antlaşması ve bunu baz alan Dünya Bankası, IMF (Uluslararası Para Fonu –ÇN), GATT ve benzer mali ve ticari
anlaşmalara girişildi. Aynı şekilde Birleşmiş Milletler ve
onun çeşitli acentaları ve eklentilerinin yapılanmasına da
girişildi.
Emperyalist sistem tarafından biçimlendirilen bu ekonomik, siyasi ve askeri ofansif emperyalist güçleri II. dünya savaşından sonraki sürede, uzaklardaki sömürgeler ve
yarı-sömürgeler de sömürgelikten kurtarılarak dünya çapında yeni sömürgeci hegemonyayı yerleştirmeye yetkin
kıldı. ABD-emperyalizmi önderliği ve bu yeni ekonomik,
askeri ve siyasi düzende inisiyatifi kazandı. Bunu ilerleten
faktörlerden biri, emperyalistlerin 20. yüzyılın başında
teorik fizik, kuvant mekanik ve genetik bilim vs. deki belirli bir oranda bilimsel kazanımları teknolojik kazanımlara dönüştürebilmesidir. 20. Yüzyılın başından bu yana
ABD-emperyalizmi esas olarak petrol sektörü egemenliği
vasıtasıyla gücü nedeniyle İngiliz emperyalizmini geçmeye başladı. Bunun yanında bu yüzyılın başından beri
Latin Amerika’daki bağımlı ülkeler üzerindeki dolaylı hegemonya uygulamasında deneyimler elde etti. Çok uluslu
şirketler (MNCs) bu yüzyılın başından beri petrol tekellerinden çıkarak ABD’nin ekonomik yaşamında önemli
bir role sahip olmaya başlamışlardı. Sömürgeler diğer emperyalist güçlerin bütünüyle kontrolü altında olduklarında, ABD, bu yüzyılın ilk günlerinde – esas olarak Büyük
Britanya’nın takip ettiği himayecilik – politikasına karşı
sesini yükseltmeye başlamıştı. Peş peşe gelen tüm bu faktörler birbirlerini tamamladılar ve sömürgeci yağmalamanın II. dünya savaşından sonra ortaya çıkan koşullara
uygun olarak yeni sömürgeci biçimlere dönüşmesine sevk
etti. Dünyanın emperyalist tarafından coğrafi bağlantılar
olmaksızın veya onların üzerinden paylaşılmasının yeni
bir boyutu ortaya çıktı.
Bu dönem sırasında emperyalist gaspın yeni bir aşamaya dönüşmesi hakkında UKH veya komünist partilerin onun büyük eseri Kapitalizmin en yüksek aşaması
olarak Emperyalizm’de Lenin tarafından yapılan araş-
43
✒
çeviri
44
Kapitalizm savunucularının her zaman talep ettiği gibi
her şeyi pazarın egemenliğine bırakmak yerine, burjuva
ekonomik öğreti tarafından dikte edilen krizden muaf
bir kapitalizmin gelişmesini gerçekleştirmek için kısmen devletin güdümüyle bazı alanlarda planlı ekonomik
etkinlikler uygulandı. Bu bir yandan devasa bir askeri
ekonominin büyümesine; diğer yandan ise kapitalist-emperyalist ülkelerde birçok sosyal yardım faaliyetlerine götürdü. Kamu sektörünün ve devlet kapitalisti biçimlerin
büyümesine de götürdü. 1960’dan sonraki deneyimler,
tüm bu deneylerin sadece emperyalist krizin derinleşmesine ve genişlemesine götürdüğünü kanıtlamıştır. Lenin, “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Emperyalizm”in
Fransızca ve Almanca baskısına önsözünde şunları yazdı:
“Küçük üreticinin emeği üzerine kurulu özel mülkiyet,
serbest rekabet, demokrasi – kapitalistlerin ve kapitalist
basının işçileri ve köylüleri aldatmak için kullandığı bütün bu şiarlar çok geride kalmıştır. Kapitalizm, dünya
nüfusunun büyük çoğunluğunun bir avuç “ileri ülke” tarafından sömürgeci baskısının ve mali açıdan boğulmasının bir dünya sistemine dönüşmüştür. Tepeden tırnağa
silahlı dünyaya egemen iki üç haydut (Amerika, İngiltere,
Japonya) “ganimet”i paylaşıyorlar ve kendi ganimetlerini
paylaşma uğrundaki kendi savaşlarına bütün dünyayı çekiyorlar.” (Lenin, SE, cilt 1, sf. 771, Alm., Türkçesi: Lenin,
Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, sf: 1213, İnter Yayınları, Ist, Ekim 1995)
Lenin, Kautsky gibi oportünistleri teşhir ederek emperyalizmin beş temel özelliklerini şöyle açıklamıştı: “1. Üretimin ve sermayenin yoğunlaşması, ekonomik yaşamda
tayin edici rol oynayan tekelleri yaratacak kadar yüksek
bir seviyeye ulaşmıştır; 2. Banka sermayesi sanayi sermayesiyle iç içe geçmiş ve bu “mali sermaye” temelinde bir
mali oligarşi oluşmuştur; 3. Meta ihracından farklı olarak sermaye ihracı özel bir önem kazanmıştır; 4. Dünyayı
aralarında paylaşan uluslararası tekelci kapitalist birlikler
oluşmuştur; 5. Kapitalist büyük güçler tarafından dünyanın teritoryal paylaşımı tamamlanmıştır.” (age, sf. 838
vd, Türkçesi: age, sf: 92) Lenin, kapitalizmin kendisinin
en yüksek biçimi emperyalizme dönüşmesinin sömürgeci
fetihlerdeki hatırı sayılır ‘patlama’ ile ayrılmaz bir şekilde
ilintili olduğunu açıkladı. Dünyanın teritoryal paylaşımı
uğruna mücadele olağanüst derecede keskinleşti. Yani; bu
aşamadaki emperyalizmin doğuşu dünyanın teritoryal
paylaşımı ve nerede mümkün olursa, bölgeleri kendi denetimi altına sokma ile ilgili doğrudan sömürgeci hegemonya uğruna mücadelenin yoğunlaşmasıyla ilintilidir.
Çünkü “Kapitalizm ne kadar gelişmişse, hammadde eksikliği kendini ne kadar hissettirirse, rekabet ve dünyada
hammadde kaynakları için mücadele ne kadar şiddetliyse,
sömürge elde etme mücadelesi o kadar amansızdır.” (age,
sf. 833 vd, Türkçesi: age, sf: 85-86) Lenin şöyle devam etti:
“… çünkü tekeller kurarak bir rakibi saf dışı bırakmak …
Sömürge pazarında daha kolay olmaktadır (hatta ancak
böyle mümkündür.” (age, sf. 835 vd, Türkçesi: age, sf: 8758)
Ama II. dünya savaşından sonraki yıllarda yukarda
açıklandığı gibi ortaya çıkan somut koşullarda emperyalist ülkeler sömürgelikten kurtulma politikasını kabul
etmek zorunda kaldılar. ABD-emperyalizminin yönettiği yeni-sömürgeciliğin yeni bir aşaması başlatıldı. Her ne
kadar yeni-sömürgecilik anlayışı da daha ileri inceleme
ve gelişmeyi gerekli kılsa da, onun başlıca özellikle ÇKP
tarafından onun Büyük Polemik belgelerinde açıklanmıştır. O (ÇKP-ÇN) emperyalist kampın yardakçıları haline gelen Kruşçof-revizyonistlerini “Yeni-Sömürgeciliğin
Savunucuları” olarak da adlandırdılar. ÇKP, 1963 tarihli
“Yeni-Sömürgeciliğin Savunucuları”nda “SBKP-önderliği
çoğu kez sömürgeciliğin bugünkü dünyadan zaten kaybolduğu görüşünü yayıyor”u saptadı ve şöyle dedi: “Konunun içeriği çok berraktır: Emperyalistler ikinci dünya
savaşından sonra kendilerinin sömürgeciliğini asla terk
etmediler; bilakis yeni-sömürgeciliği geçirmek için sadece yeni bir biçime büründürdüler. Bu yeni sömürgeciliğin
önemli bir özgüllüğü, kendilerini emperyalistlerin kendilerinin doğrudan sömürge hegemonyasının eski biçimini
değiştirmek ve seçkin ve eğitilmiş ajanların yardımıyla
sömürge hegemonyası ve sömürüsünü yeni bir biçimde
uygulamak zorunda gördüklerinde yatıyor. ABD tarafından önderlik edilen emperyalistler zaten kendi bağımsızlıklarını ilan etmiş bulunan sömürgeler ve devletleri,
askeri blokları kendi çıkarına uygunca kitabına uyar bir
biçiminde tezgâhlayarak, askeri üsler inşa ederek, bir “birlik” veya bir “topluluk” oluşturarak ve kukla hükümetleri
teşvik ederek. … onları kendi denetim ve köleliğine tabi
kılıyorlar. Ayrıca BM, bu ülkelerin iç işlerine karışmak ve
askeri, ekonomik ve kültürel saldırıları onlara karşı uygulamak için önemli bir araç olarak kullanıyorlar. “ Bir
paragraf sonrasında şöyle deniyor: “Bu yeni türde sömürgecilik çok daha tehlikeli bir sömürgeciliktir.” (Genel Çizgi Üzerine Polemik, sf: 212 vd., Alm., Türkçesi: Polemik,
İnter Yayınları, sf: 180, İst, Temmuz 1988)
Ama kendisini bizzat Marksist-Leninist adlandıran birçok örgüt yeni-sömürgeciliği, kendileri tarafından yayımlanan kitaplarda döne döne kendi anti Marksist-Leninist
görüşlerinin altını çizen ve bu nedenle ağır hatalar yapan
Sovyet-revizyonizminin teorisyenlerinin, bu savunucuların aynı sözcükleriyle açıkladılar. Bu revizyonist teorisyenler ABD’nin kukla rejimlerinin hükümet ettiği sadece
bir avuç ülkeyi adlandırıyorlar. Diğerlerini ise yarı-sömürgeler olarak adlandırıyorlar. Lenin ve Mao’nun birçok kez
açıkladığı gibi, bir yarı-sömürge ülke sömürgeci aşamada
geçiş evresinde veya orta evrede idi. Devrim öncesi Çin
gibi bu yarı-sömürgeler, ki onun bazı parçaları sömürge
aşaması sırasında doğrudan emperyalist işgal altındaydı,
emperyalist sermaye ve çok uluslu holdingler tarafından
yağmalanan veya emperyalist gaspın yeni biçimlerine
tabi olan şimdiki Asya-Afrika-, Latin Amerika ülkelerinden temelde farklıdırlar. Sömürge aşaması sırasındaki
sömürgeler / yarı-sömürgelerdeki gibi demokratik halk
devriminin başlıca özellikleri yeni sömürgelerde şimdiki
yeni-sömürgeci aşamada aynıları olarak kalkmaktadırlar.
Demokratik halk devrimi ancak emperyalizmin, bürokratik komprador burjuvazinin ve kapitalist büyük toprak
çeviri
Kongresi’nde 1970’deki kendisinin 8. Parti Kongresi’nin
başlıca belgelerini reddetti ve bugünkü emperyalizmin
yeni-sömürgeci aşamasının anlayışı bazında devrimin
program ve yolunu karar altına aldı.
Lin Biao-cuların ve Çu En Lay’ın orta yolcu/merkezci çizgisini ve daha sonra sınıf uzlaşmacı ‘Üç-DünyaTeorisi”ni propaganda eden sekter çizginin yanlış görüşlerinden biri, Komünist Enternasyonal’in yeniden
örgütlenmesine ilişkin herhangi bir inisiyatife girişmeye karşı gelmekti. Lin Biao’nun ‘Yaşasın Halk Savaşının
Zaferi’ kitabının Marksist olmayan öğretileri gibi, MLgüçlerin kafasını karıştırmak için, Komünist Enternasyonalin yeniden örgütlenmesine karşı karşı-devrimci ofansifi de Mao adına propaganda edildi. Bu güçlü eğilime
karşı mücadelede CRC-CPI(ML) 1979 yılında, RCP-ABD
ve diğer beş ML-partiyle birlikte Marksizm-Leninizmi
ve Mao Zedung-Düşüncelerini savunmak için ve reviyonizmin Kruşçofcu, Dengci, Hocacı tüm tür ve türelerin
veya sınıf uzlaşmacı Üç-Dünya-Teorisinin uluslararası
seviyede mahkûm edilmesi için ortak bir tavrın çıkarılmasında önemli bir rol üstlendi. Ortak Açıklama Komünist Enternasyonali adım adım yeniden örgütlemek için
çabalar göstermeye çağırdı. RCP-ABD’nin girişimi ile
1984’de uluslararası bir konferans gerçekleştiğinde CRCdelegasyonu buna katıldı ve yeni-sömürgecilik ile onun
uluslararası önemi konusunda kendisinin anlayışını sundu. RCP’nin o zamanki durumda savaşın esas eğilim olduğu görüşüne karşı, CRC, dünyanın emperyalist güçler
tarafından teritoryal paylaşımının artık esas nitel özellik
olmadığı yeni-sömürgeci durumda devrimin esas eğilim
kaldığı ve Marksist-Leninist güçlerin ideolojik gelişme ve
ortak dayanışma eylemleri için bir platformda birleşmeleri gerektiği görüşünü savundu. RCP kendi çizgisi bazında uluslararası bir örgütün kurulmasından yana tavır
takındığından ve CRC’in muhalefetine rağmen Devrimci
Enternasyonalist Hareket (RİM) kurulduğundan, CRC
bundan ayrıldı. İdeolojik-siyasi sorunlar üzerine uluslararası tartışmalar için tüm Marksist çabalara katılmayı
sürdürdü ve UKMLPÖ katılımcısı oldu ve daha sonra,
yeni bir devrimci ofansif için objektif koşulların oluşmasını yoğunlaştıran dünyanın emperyalist ülkelere ve yeni-sömürgeci hegemonya altındaki büyük bir sayıda ülkelere bölündüğü şimdiki uluslararası durumda Komünist
Enternasyonal’in yeniden örgütlenmesinin kendi anlayışı
bazında ICOR’un oluşturulması için inisiyatifin parçası
haline geldi.
✒
sahiplerinin egemenliğini yıkarak ve proletarya önderliğinde işçi-köylü ittifakı bazında halk demokrasisinin bir
devletini inşa ederek zafer kazanabilir.
Sosyalist dünya hareketi için uygun olan ve anti-emperyalist harekete arka çıkan II. dünya savaşından sonraki bu durumu doğru değerlendirmek YERİNE, bu gelişmeler hakkındaki yanlış sonuç çıkarmalar komünist
hareketin yönetici seksiyonunda devrimin sübjektif güçlerinin sürekli olarak zayıflamasına götürdü. Kruşçof
revizyonistleri bu aşama sırasında emperyalist kampın
gücünü küçümsediler ve sosyalist güçlerin gücünü abarttılar. Sosyalizmin üstün olduğu ve sınıf mücadelesini barışçıl bir arada yaşamaya dönüştürebilecek ve sosyalist
ülkelerin, özellikle Sovyetler Birliği’nin yardımıyla sosyalizme barışçıl geçişin dünya çapında mümkün olduğu
yeni durumda belirleyici güce sahip olduğu sonucu çıkarıldı. Sosyalizmin bir üstünlük pozisyonuna ulaştığı yeni
durumda, sosyalist ülkelerde kapitalizmin restorasyonunun mümkün olmadığı sonucu çıkarıldı. Sömürgelikten
kurtulmuş ülkelerde devleti yöneten burjuvazinin yeni
durumda ulusal kurtuluşun önder gücü olmadığı, bilakis
bu ülkeleri Sovyetler Birliği ile işbirliği içinde sosyalizme
götürmeye hazırlıklı ve yetkin olduğu da değerlendirildi!
Sömürgelik kurtulma sürecini ulusal bağımsızlığın kazanımı olarak tanımladı ve ABD-emperyalizmi önderliği
altındaki yeni-sömürgeci ofansif içinde bulduğu tehdidi neredeyse ihmal etti. Sovyetik incelemeler ve kitaplar
böylesi gerekçeleri yayarak yeni-sömürgelikte sadece emperyalizmin daha zayıf bir biçimini gördüler. UKH içinde
egemen olan bu modern revizyonizme karşı mücadeleyle
ÇKP’ni 1960’lı yıllarda Üçüncü Enternasyonal yolunun
sürdürülmesi olarak Sovyet-revizyonizmine karşı Büyük
Polemik’i yürüttü. ÇKP tarafından Lenin ve Üçüncü
Enternasyonal’in öğretilerinin sürdürülmesi olarak Büyük Polemik’te temsil edilen bu bilimsel değerlendirmenin tersine; yeni sömürgeciliğin ülkelere emperyalizm
tarafından hükmedilmesi anlamına geldiği şeklindeki
Sovyet/revizyonistlerinin gerekçelerini tekrarlayan birkaç
abes teorileri ÇKP ve Mao adına daha hâlâ propaganda
ediliyor. Diğer ülkeler onlar tarafından yarı-sömürgeler
olarak adlandırılıyor.
1979’da CRC-CPI(ML) kurulduktan sonra daha hâlâ
tüm diğer ML-gruplar tarafından izlenen “Çin Yolu”na
karşı (onun tarafından) güçlü bir kampanya örgütledi.
CRC, bu dönemde Kulaklar-sınıfı arasında ortaya çıkan
köylü hareketlerinin sınıfsal niteliğini açıklayarak, yeni
duruma uygun olarak ve topraksız ve yoksul köylülerin
ve sayıları artan tarım işçilerinin harekete geçirilmesiyle köylü hareketinin gelişmesine dair yeni bir sınıf analizi yapmaya çağırdı. ‘Yarı-sömürge, yarı-feodal’ tahlilini gayri-bilimsel olarak teşhir etti ve Hindistan’ın nasıl
yeni-sömürge, bağımlı bir ülke haline geldiği anlayışını
geliştirmeye başladı. 1982’deki ilk Tüm Hindistan Konferansında kendisinin gelişmekte olan yeni sömürgecilik
anlayışını açıklamaya çalıştı ve araştırmalara devam etmeye karar verdi. Bu otuz yıllık araştırma ve buna dayanan pratik ile CPI(ML) kendisinin 2011’deki 9. Parti
K. N. RAMACHANDRAN
CPI(ML) Genel Sekreteri
21 Ocak 2014 ✓
[ICOR İnternet sitesindeki Almancaya çevrilmiş metinden Türkçeye çevrilmiştir. -ÇN]
45
güncel
İŞÇİ CİNAYETLERİ “FITRATDA” MI VAR?
S
oma madeninde gerçekleşen işçi kıyımı sonrası
birçok sivil toplum kuruluşu ve siyasi partiler
Kuzey Kürdistan ve Türkiye’nin her şehrinde ve her
alanında binlerce işçi ve emekçi ile beraber alanlarda
işçi cinayetlerine karşı eylemler gerçekleştirdi. Bunu
rağmen 28 Ekim’de Karaman’ın Ermenek İlçesinde
Türkiye Maden Kurumuna ait madende taşeron firma tarafından çalıştırılan 18 işçi yerin 350 metre altında suya gömüldüler.
Daha Soma katliamının üzerinden beş ay geçmemişken, yeniden bir işçi kıyımına şahit oluyoruz.
Soma’dan sonra Ermenek faciası yer altında çalışan
işçilerin iş güvenliği ve sağlığı konusunda hiçbir iyileştirme yapılmadığını ve Soma’dan hiçbir ders çıkarılmadığını gösteriyor. Madeni su basmasının nedeni olarak gösterilen çavuşların ihmali iddiası işçiler
tarafından reddediliyor. Daha öncede iş güvenliği ve
sağlığı ile ilgili eksikleri bulunun maden kapatılıyor
ve göstermelik düzeltmelerden sonra tekrar açılıyor.
Öğle saatlerinde meydana gelen faciada işçilerin yemek saatinde madenin dışında olması gerekirken,
sermayedarların daha fazla kar hırsı işçileri daha fazla
çalıştırmak için yemeği yerin 350 metre altında yediriyor. Eğer o işçiler patronların biraz daha zamandan
tasarruf etme hırsı olmasaydı hayatta kalabilirlerdi.
İşçinin fıtratı ölüm mü?
46
Manisa’nın Soma ilçesinde, Soma Kömür İşletmeleri A.Ş.’ye ait Eynez ve Atabacası maden ocaklarında
çalışan bir grup işçi, bu ayki maaşları ödenmediği gerekçesiyle Ankara’ya yürüyüş başlattı. Aynı gün meydana gelen Ermenek faciasını öğrenen Soma maden-
lerinde çalışan işçiler, rotalarını Ermenek’e çevirdiler.
Karaman valisi, 81 ilin valilerine genelge göndererek
Ermenek’e hiçbir eylemcinin kabul edilmeyeceğini
açıkladı. Soma işçilerini Uşak’ta durduran çevik kuvvet polisi işçi sınıfının dayanışmasına engel olmak
için elinden geleni yapıyor. Sermayenin kar hırsının
kurbanları olan emekçilerin toplum tarafından sadece iş cinayetlerinde hatırlanması artık rutin hale
geldi. Maden ocaklarında, inşaatlarda, fabrikalarda meydana gelen işçi katliamlarında ortaya tek bir
şey çıkıyor, sınıf bilincinin oluşmadan katliamların
önüne geçilmeyeceği gerçeği. Hükümetin sermayeye
açıktan verdiği destek patronların işçi katliamlarını
çok normal günlük kazalarmış gibi ifade etme pişkinliği göstermesinin en büyük nedenidir.
Kuzey Kürdistan ve Türkiye’de gerçekleşen iş cinayetleri günlük hayatımızın bir parçası haline geldi.
Bu durum şu şekilde açıklanabilir, son bir haftada iş
cinayetlerinde ölen ve yaralanan işçilerin sayısına bakarak görebiliriz. Ermenek’te meydana gelen faciada
18 işçi yerin 350 metre altında suya gömüldü, Ankara
OSTİM’de her yıl rutin olarak gerçekleşen kıyımlara
bir yenisi ekleniyor, üç işçi ağır olmak üzere dokuz
işçi yaralandı ve hesap veren hiç kimse bulamıyorsunuz. Veysel Temur, 22 Ekim`de Gaziantep’te bir
işçi inşaatta düşerek hayatını kaybetti, Ardahan’da
baraj inşaatında çalışan Aytaç Demir, üzerine düşen
demirler nedeniyle can verdi. Adana’da 20 katlı rezidans inşaatında çalışan Mehmet Açar inşattan düşerek hayatını kaybediyor. Konya’da 12. Kattan düşen
kalıp ustası Mehmet Candemir hayatını kaybetti. Son
bir haftada ölen işçilerin sayısı genel olarak sadece
Avrupa’yı değil dünyanın en geri kalmış ülkelerini
bile geçiyor.
İşçilerin anayasal hakkı olan sendikalaşma hakkı,
sermaye tarafından baskı yoluyla ellerinden alınmaya
çalışılıyor ve hükümet, patronların sendikalaşan işçileri işten çıkarmasına göz yummaya devam ediyor.
Son olarak gündeme gelen Sütaş işçilerinin sendikalaşması sonucu firma tarafından işten çıkarılması bu
durumu güncel şekilde açıklamaya yeter. Sermayenin
kar hırsına kurban giden işçilerin haklarını aramakla
görevli olan sermayenin yanında olan sarı sendikalar, eski başbakan yeni cumhurbaşkanı Recep Tayyip
Erdoğan’ın “ölmek bu işin fıtratında var” düşüncesini
aynı şekilde paylaşıyor ve bu şekilde düşünmeye de-
lışmak imkansız olmaya devam edecek. İş sağlığı ve
güvenliğinin tam olarak oluşturulmasının önündeki
tüm yasal engellerin kalkması için işçilerin sendikalardan örgütlenmesi ve örgütlü bir şekilde mücadele
etmesi gerekiyor.
Kuzey Kürdistan ve Türkiye’de günde ortalama üç
işçi iş cinayetlerine kurban gidiyor. Bunun tek ve başlıca sorumlusu sermayenin kar hırsıdır. Sermayenin
iktidarı devrimle yıkılmadıkça bu cinayetler son bulmayacaktır.
28.10.2014 ✓
güncel
vam ediyor.
Basına yansıyan işçi kıyımlarının hesabının sorulması bir tarafa, sadece görünürde açılan soruşturmalar ketum bırakıldı ve bırakılmaya devam ediliyor.
Burjuvazi bütün argümanlarını kullanarak işçi sömürüsünü yeni bir boyuta ulaştırıyor. İşçilerin sendikalaşmasını engellemeye çalışarak işçilerin örgütsüz
ve güvencesiz olmasını istiyor. İşçilerin burjuvazinin
sömürü sistemine karşın topyekun hareket etmesinden başka çaresi yok. İş cinayetine kurban giden her
işçinin hesabı sorulmadan, yeniden gerçekleşecek
olan iş cinayetlerine engel olmak ya da, olmaya ça-
MEVSİMLİK HAYAT
M
evsimlik tarım işçileri en kuralsız-denetimsiz-keyfi koşullarda çalıştırılan en yoğun işçi
kitlesidir. Barınma koşullarından keyfi ücret belirlemelerine, ulaşımdan beslenmeye ve aslında yaşamlarının bütün olarak altüst oluşlarına kadar, kelimenin
gerçek anlamıyla kölelik koşullarında çalışırlar. Daha
çok çadırlarda kalan işçiler, kimi zaman ısınmak için
yaktıkları ateşin çadırı tutuşturmasıyla, kimi zaman
da kamyon kasalarında, küçücük minibüslerde taşınırlarken yaşanan trafik kazalarında hayatlarını
kaybederler. Bir midibüste 45 ya da daha fazla sayıda
insanın taşındığı koşullarda ölümler kitleselleşir!
Sabah erken saatlerinde elma bahçesinde çalışan
işçileri Isparta’nın Yalvaç ilçesinden Gelendost’a götüren midibüsün kaza yapması sonucu 18 işçinin hayatını kaybetmesi, 27’sinin de yaralanması gibi...
26 kişilik midibüse 46 kişi işçiyi biraz daha kar
etme düşüncesi bindirirseniz, o kaza değil artık cinayettir ve hesabı verilmedir. Bu cinayet yük fazlalığı
nedeniyle midibüsün frenlerinin patlamasıyla yaşandı. Basına yansıyan bilgilere göre eski model midibüs
kaza yerine 1 kilometre kala rampa çıktıktan sonra
inişe geçti, bu sırada yük fazlalığından dolayı freninin patlaması sonucu kontrolden çıktı.
İşçi sınıfının en güvencesiz bölüklerini oluşturan
tarım işçileri, aynı zamanda sınıfın en korumasız kesimleri olan kadın ve çocuk emeği istihdamı üzerinden yükseliyor. Bugün Yalvaç’ta hayatını kaybeden,
yaralanan işçilerin de ezici bir çoğunluğu kadınlardan oluşuyor!
Sadece hayatlarını kaybetmekle kalmıyorlar bunun
yanı sıra, Kuzey Kürdistanlı mevsimlik tarım işçilerine uygulanan faşist saldırı ve uygulamalar da çaba-
sı oluyor.
Daha dün Antalya-Serik ilçesinde çalışan Şırnak’tan
gelen mevsimlik tarım işçileri, ırkçı-faşist bir grubun
saldırısına uğruyor. 200 kişilik faşist grubun saldırılarından korunmaya çalışan çocuk ve kadınlardan
oluşan 100 kişilik mevsimlik tarım işçisi, boş fabrikaya sığınmak zorunda kalıyor. Faşist grup tarım işçilerinin kaldığı çadırları yakma girişiminde bulunuyor.
İşçilere saldıran faşist gruba müdahale etmeyen polis,
tarım işçilerinden bazılarını gözaltına aldı.
İşçilerin maruz kaldığı bu cinayet ve ırkçı faşist saldırıların sorumlusu kapitalist sistem ve onun devletidir. Bu kapitalist sistemi işçi ve emekçiler, devrimle
yıkıp kendi iktidarları olan demokratik halk iktidarını kurmadan bu katliamlar ve ırkçı saldırılar son
bulmayacaktır.
31.10.2014 ✓
47
güncel
DÜNYA KOBANÊ
GÜNÜ TAKSİM
1
48
Kasım Dünya Kobane Günü dolayısıyla Taksim
Tünel’de toplanan binlerce kişi Galatasaray’a
yürüyerek Kobane’nin yanında olduklarını haykırdılar.
İstanbul Kobane Dayanışması, 1 Kasım Dünya Kobane Günü dolayısıyla Taksim Tünel’den
Galatasaray’a yürüyüş düzenledi.
Yürüyüşe Halkların Demokratik Partisi (HDP)
milletvekilleri Sebahat Tuncel ve Levent Tüzel’in yanı
sıra bir çok demokratik kitle örgütü, siyasi parti ve
dergi çevreleri katıldı.“IŞİD’e desteğe son. Kobanê’ye
yardım koridoru açılsın!”, “1 Kasım Dünya Kobanê
Günü’nde dünya Kobanê için ayakta” yazılı pankartlar taşıyarak Galatasaray’a yüründü. Yürüyüşe her
kurum kendi flama ve dövizleriyle katıldı. Sloganlar
eşliğinde yürüyen kitle Galatasaray Lisesi önüne geldiğinde toprağa düşenler için bir dakikalık saygı duruşunun ardından HDP milletvekilleri Levent Tüzel
ile Sebahat Tuncel ve İstanbul Kobane Dayanışması
adına Dr. Samet Mengüç birer konuşma yaptı.
Levent Tüzel yaptığı açıklamada: “Barış demek
Kobane’yi tanımak demektir. 48 gündür Kobane’de
direnenleri selamlayarak Irak Şam İslam Devleti’ne
(IŞİD) karşı sokaklarda olduklarını belirten Tüzel,
Başbakan Ahmet Davutoğlu ve İçişleri Bakanı Efkan Ala’nın Kobane’yle dayanışmayı kabul etmediğini söyledi. “Bizleri sokaklarda görmek istemeyen,
Kobane’de halkların dayanışmasını istemeyen bir
rejim varsa o da AKP rejimi ve bu rejimin başındaki
cumhurbaşkanı ve başbakandır.
“Halklar IŞİD’i lanetlerken bir tek AKP rejimi
IŞİD’e karşı tavırsız kaldı, hatta destekledi. Bugün sokağa çıkanları tehdit ediyor.
Başbakan Ahmet Davutoğlu diyor ki HDP barıştan
söz etmiyor.“Bizde diyoruz ki; utanın, utanın, utanın.
Biz ille de barış diyoruz. Barış demek Kobane’nin
Rojava’nın statüsünü tanımak demektir.”
Sebahat Tuncel yaptığı açıklamada: “Gördüğünüz gibi AKP’nin bütün yasaklarına rağmen burada
toplanan kalabalık iyi bir mesajdır. AKP hükümeti
‘Kobane ile Dayanışma’ etkinliklerini yasadışı ilan
etmiştir. Biz de Türkiye’de barış ve özgürlük mücadelesi yürütenler olarak ‘sokağa çıkılması’ çağrılarına
kulak verdik.”
“Bugün biz bu zulme direnmek için, IŞİD gibi katliamcı, tecavüzcü, halklara ölümü, zulmü reva gören
bir zihniyete karşı sokaktayız. Biz AKP hükümetinden beklerdik ki, bizimle birlikte yan yana olmasa
bile bu katliamcı zihniyetin yanında olmadığını,
sokağa çıkan halkların demokratik haklarını kullanması konusunda her türlü tedbiri alacağını ifade
etmesini beklerdik.”
“Başbakanından içişleri bakanına kadar sokağı
tahrik eden, terörize eden açıklamalar içinde oldular. Özellikle HDP’ye yönelik yaptıkları çağrı aslında partimizi siyaset yapamaz hale getirmektir. Şimdi
AKP hükümeti görmüştür ki bu halk ne olursa olsun
sokağa çıkacaktır. Kobane’de direnen ve yaşamını yitirenleri saygıyla anıyoruz.”
İstanbul Tabip Odası Genel Sekreteri Samet Mengüç de yaptığı açıklamada AKP hükümetinin politikalarını eleştirerek taleplerde bulundu.
“1 Kasım’ın Dünya Kobane Günü ilan edilmesiyle dünyanın dört bir yanında bugün halklar sokakta, Kobane’nin düşmeyeceğini haykırıyor. AKP’nin
Kobane’de oynadığı uğursuz rolü ve bölgemizde yürüttüğü savaş politikalarını asla kabul etmeyeceğiz.
Taleplerimizi ısrarla savunmaya devam edeceği.
“IŞİD’e yapılan her türlü destek kesilsin. Kobani’ye
her türlü yardımın geçmesi için koridor açılsın.
Rojava’nın statüsü tanınsın. Savaş ve işgal tezkeresi
geri çekilsin.”
01.11.2014 ✓
Kürdistan faşizme mezar olacak
Halkların kurtuluşu için tek yol devrim
U
luslararası Kobane ile dayanışma günü olarak
ilan edilen 1 Kasım günü dünyada ve ülkelerimizdeki birçok kentte düzenlenen yürüyüş ve çeşitli
eylemlere Adana’da bir yürüyüş ve basın açıklaması
ile destek olundu.
5 Ocak Meydanında toplanılıp Çakmak Caddesi
üzerinden İsmet İnönü Parkı’na kadar bir yürüyüş
gerçekleştirildi. Bu esnada sık sık ve hep bir ağızdan
Kobane’deki direnişe atfen çeşitli sloganlar atıldı.
İnönü Parkı’na gelindiğinde ise öncelikle Kobane’de
yitirilen, iş cinayetlerinde kaybedilen ve devrim mücadelesinde yitirilenler için bir dakikalık saygı duruşunda bulunuldu. Ardından “Kobane Dayanışması”
adına bir basın açıklaması okundu. Basın açıklamasında “Suriye’de Rojava bölgesinde Kobane Kantonu
günlerdir ağır silahlarla donatılmış IŞİD çetelerinin
kuşatması altında onur ve yaşam mücadelesi veriyor. İnsanlık değerlerinin düşmanı IŞİD çeteleri tıpkı
Şengal’de olduğu gibi Kobane’de de vahşi bir katliam gerçekleştirmek için saldırıyorlar. Ağır silahlar,
tanklar, toplar eşliğinde sürdürülen bu kuşatmayı bütün dünya izliyor. Kobane’deki halklar bu saldırılara
karşı öz savunma yapıyor. Evlerini, toprağını, sanını
IŞİD vahşetinden koruyor. Biz de Kobane’nin bu direnişinin yanında olduğumuzu ilan ediyoruz” denildi.
Yanı sıra açıklamada hükümetin Suriye’deki çatışmaları kışkırtmaya çalıştığı ve IŞİD’e destek olduğu
ifade edildi.
Açıklamanın ardından eylem Kürtçe şarkılar ve
marşlar ile devam etti. Daha sonra ise kimi örgüt
temsilcileri söz alarak kısaca görüşlerini ifade ettiler.
Eylem herhangi bir sorun yaşanmadan sona erdi.
01.11.2014 ✓
DÜNYA KOBENÊ GÜNÜ
MERSİN
güncel
ADANA’DA KOBANÊ
EYLEMİ
D
ünya Kobanê Günü etkinlikleri çerçevesinde Mersin’de yapılan eyleme yaklaşık 500 kişi
katıldı. Özgür Çocuk Parkı’nda yapılan etkinlikte
AKP Hükümetinin Kobanê politikası eleştirilirken,
Kobanê halkıyla dayanışma mesajları verildi.
Dünya Kobanê Günü nedeniyle Mersin Özgür Çocuk Parkı’nda yapılan etkinlikte, Kürtçe ve Türkçe
atılan sloganlarla Kobanê’de IŞİD çetelerine karşı
mücadele edenler selamlanırken, yapılan konuşmalarda Kobanê direnişinin tüm ezilen halkların direniş mücadelesi olduğu vurgulandı.
Dünya Kobanê gününde yapılan basın açıklamasında, kobanê’nin düşmeyeceği belirtilirken, Rojava
anayasası okundu. Birçok sivil toplum kuruluşunun
yanı sıra siyasi partiler, yazarlar, öğrenciler etkinliğe
destek olmak için alanlardaydı. Siyasi parti temsilcileri ve STK’ların temsilciler Kobanê ile ilgili konuşmalar yaptılar. Yazar-Şair Adil Okay, yaptığı konuşmasından Kürt halkını yalnız bırakmayacaklarını,
sosyalistler olarak her zaman ezilen halklardan yana
olduklarını ve sosyalist olmanın ilk koşulunun mazlumdan yana olmak olduğunu ifade etti. Adil Okay,
“Bir Türk olarak, bir sosyalist olarak Kürt halkının
yanındayım, 80’lerde Filistin için nasıl savaştıysak,
bu günde Kürt halkı için savaşacağız. Genç olsaydım
bu gün Kobanê’de emperyalistlere karşı mücadele
ederdim” diye konuştu.
“Kobanê direnişi insanlık direnişidir. Kobanê düşerse insanlık düşer” ve “Rojava’dan Kobanê’ye emperyalizm yenilecek” pankartının açıldığı etkinlikte,
sık sık “Bijî berxwedana Kobanê” ve ”Katil IŞİD işbirlikçi AKP” sloganları atıldı. Etkinlikte, Kobanê’de
yaşamını yitirenler için fotoğraf sergisi açıldı.
Mersin’de yapılan Dünya Kobanê Günü etkinlikleri slayt gösterisi ile sona erdi. Etkinlik nedeniyle polisin sıkı güvenlik önlemi aldığı gözlendi
Zafer direnen Kobanê halkının olacak!
02.11.2014 ✓
49
güncel
50
DÜSSELDORF –
ALMANYA- YÜRÜYÜŞÜ
HAKKINDA
Avrupa’nın hemen hemen bütün başkentlerinde ve büyük şehirlerinde; Işid barbarlarının Kobani’ye bir aya yakın
yoğun saldırı ve katliam tehditlerine rağmen dünya sessiz
ve seyretmektedir... Kürdistanlı ve diğer milliyetlerden
devrimci ve demokratların verdiği destekle Almanya’nın
Düsseldorf kentinde, IŞİD saldırılarını protesto için on
binlerce kişinin katıldığı görkemli bir miting gerçekleşti.
Uluslararası güçlere sessizliğini bozması çağrısı yapılan
mitingde, Kobanê direnişine destek çağrısı yapan PYD
eş başkanı Salih Müslim, “Arîn Mîrxan’lar olduğu sürece
Kobanê düşmeyecektir” dedi. Almanya Kürt Demokratik
Toplum Merkezi (NAV-DEM) ve PYD öncülüğünde, birçok
örgüt, kurum ve organizasyonun desteğiyle Düsseldorf’ta,
on binleri aşkın kişinin katıldığı görkemli bir miting düzenlendi. “Şengal’den Kobanê’ye” sloganı ile yapılan yürüyüş için sabahın erken saatlerinde Kaiser-Willhelm Ring
meydanında toplanan on binler 12.00’de yürüyüşe geçti.
NRW Eyalet Parlamentosu önünde gerçekleşen mitingde,
Kobanê için bir an önce harekete geçilmesi için uluslararası topluma sessizliğini bozma çağrısı yapıldı.
Mitingin açılış konuşmasını yapan NAV-DEM Eş başkanı Yüksel Koç, IŞİD çetelerine karşı gece gündüz ayakta
olacaklarını vurgulayarak şunları söyledi: “AKP hükümeti
bugün çetelere açık açık destek veriyor. Biz AKP hükümetini bu yaklaşımlarından dolayı protesto ediyoruz. Dünyanın sessizliğini de. Yürüyüşün uzunluğunun üç kilometreyi aştığı söylendi.
Daha sonra Salih Müslim konuşma yaptı. Konuşmasına, kendileriyle dayanışma içerisinde olan uluslararası
kurumlara teşekkür ederek ve dünya devletlerine Kobanê
direnişine destek çağrısı yaparak başlayan PYD Eş başkanı
Salih Müslim, “Kobanê’de bugün yürütülen direniş insanlık adına yürütülmektedir” dedi.
Müslim, “Bu direniş sayesinde YPG ve YPJ güçleri savaşmaktadır. Şunu net bir şekilde söylemem gerekiyor ki,
Kobanê’de hiç bir savaşçımız ve yöneticimiz geri çekilmemiş ve mücadele içerisindedir. Herkes bunu çok iyi bilsin
Kobanê düşmeyecektir. Bugün Kobanê’nin bütün yönetimi ön cephede savaşıyor. Bizim Arin Mirxan gibi kızlarımız ve erkeklerimiz var, dedi. ”Kanlarının son damlasına
kadar direneceklerini vurgulayarak; “Son dakikaya kadar
savaşacağız. Eğer bir gün yenilsek de bu bizim ayıbımız
değil. Çünkü biz direniyoruz. Bu ayıp bize yardım sözü verip de yerine getiremeyenlerin ayıbı olur. Dünya devletlerin ve insanlığın ayıbıdır. Herkes bunu çok iyi bilsin.“ diye
konuşmasını bitirdi... Diğer konuşmacılar; bir gün bile boş
geçirilmemeli ve tepkisini demokratik haklar içinde mutlaka vermelidirler. Kürtlere katliam yapılmasına seyirci
kalmamalıdır, vurgusu yaptılar... Batılı emperyalistlerin
büyük oranda seyrettiği bu katliamı; orada nasıl kazançlı
çıkarımın hesaplarının yapıldığı bu dalaşta, onların Kürtlerin ve halkların dostu olmadığı defalarca yaşanmasına
rağmen bunu bir kez daha yaşamaktayız. Elbette bu Ortaçağ barbarlığını yaşatan faşist dinci katillerin ve dinin
halklar için ne kadar büyük bir tehlike olduğu ortada...
Yürüyüşte Alman devrimci sol örgütler ve diğer reformist sol da vardı. Biz Çağrı okurları da yürüyüşte yer aldık
ve geniş propaganda yapıldı...
YDİ ÇAĞRI Okuru - ALMANYA ✓
BIJİ BERXWEDANE
KOBANÊ ADI ALTINDA
AVUSTURYA’NIN BREGENZ
ŞEHRİNDE DAYANIŞMA
YÜRÜYÜŞÜ GERÇEKLEŞTİ!
Yürüyüşü Vorarlberg eyaletinde bulunan Kürt Kültür
Toplum Merkezi (KKTM) gerçekleştirdi. Bu yürüyüşe
Vorarlberg Alevi Kültür Merkezi (VAKM), Özgür Gelecek
(ÖG) okurları, Yeni Dünya İçin Çağrı (YDİÇ) ve Sosyalist
Gençlik okurları da desteklerini sundular.
Yürüyüş gününde de provokasyonlar devam etti
Yürüyüş başlamadan önce kitle yavaş yavaş toplanma
alanına gelmeye başladı. Toplanma alanında yürüyüş
izni alınmasına rağmen güvenlik amaçlı bir tane polis
memuru bile yoktu. Bu arada da MHP’li ve dinciler de
Bregenz Tren Garında, şehrin bir kaç başka noktalarında da toplanmışlar. Toplanan gerici faşistler 20’ye yakın
insanı, yaşları 15 ile 19 yaş aralarında, bir grup gençleri
miting alanına göndermişler. Miting alanına gelmeleri ile
birlikte bu genç insanlar, büyüklerinden ne öğretilmişse,
ağızlarından küfürden başka bir şey yoktu, provoke etmeye başladı. Bu insanlarla YDİÇ okurlarından bir arkadaş
konuştu. Bunlara miting alanından gitmeleri söylendi, bu
gençlerle konuşulmasına rağmen halen küfür ediyorlardı. Bu gençler faşist abileri tarafından iyice kurgulanmış
olacak ki, miting toplanma yerinde bunları ikaz eden insanların yakasına yapışmaya başladılar ve saldırdılar. Bu
faşist gençlerin provokatif saldırısı işi çığırından çıkardı
ve olan oldu, çatışma başladı. Bu çatışmada iki genç bıçak
darbesiyle çeşitli yerlerinden yaralandı. Yaralanma olayından sonra MHP’lilerin bir başka şehirde düzenlemiş
oldukları Kermesten bir dizi adamın yürüyüşün yapıldığı
şehre geldiği haberi bizlere ulaştırıldı.
Şehrin çeşitli yerlerinde toplanan faşist gericiler yürüyüşe katılmak isteyen insanları engellemek istemektedirler.
Yürüyüş yerine insanlar gelmeye başladı.
Polis MHP’li ve dinci faşistlerin şehrin içinde çoğaldığını, bunları halen dağıtılmadığını, şayet yürüyüşü gerçekleştirecekseniz şehirin içinde çatışmanın muhtemelen
çıkacağını bize söylüyordu. Dolayısıyla da yürüyüşü en
iyisi iptal etmek olduğu önerisini yürüyüşü düzenleyenlere öneriyordu. Yürüyüşü iptal etmeyeceğimizi, bu yürüyüşün bugün burda gerçekleşeceğini dile getirerek polisin
önerisini ret ettik. Ayrıca güvenlik sorununun polisin görevi olduğunu söyledik.
Yürüyüş yaklaşık olarak saat 17 civarında başladı. Yürüyüşe katılım oldukça iyiydi tahminen 500 kişi katıldı.
Bu insanlar hep bir ağızdan ‘’Bıji Berxwedana Kobane’’
ruhuyla haykırıyordu. Almanca olarak ‘’her yer Kobane
her yer direniş’’ diye haykırıyor, enternasyonal dayanışmanın önemini öne çıkararak ‘’Yaşasın enternasyonal
dayanışma-dayanışma başkaldırıdır her yerde faşizme
karşı mücadele’’ diye yürüyüşün dışında kalmış kitleleri
yürüyüşe davet ediyordu. Faşizme karşı mücadelenin birlikte verilmesinin gerektiğini öne çıkararak ‘’faşizme karşı
omuz omuza’’ diye haykırıyor. Halkların kardeşliğini hiç
unutulmuyor, yürüyüşün öne çıkması gereken özelliğini
vurgulamaya çalışarak ‘’yaşasın halkların kardeşliği’’ diyordu. Kobane’de yürüyen ‘’kararlı’’ mücadeleyi kitle şöyle dile getiriyordu: ‘’Kobane İŞID’a mezar olacak’’. Bütün
kitle İŞID’in yaptığına karşı ‘’susma sustukça sıra sana
gelecek’’ diyordu. Kuzey Kürdistan-Türkiye’deki protesto
yürüyüşlerinde faşist Türk devletinin yaptıklarını lanetlemek için ‘’Kürdistan faşizme mezar olacak’’ diye haykırışını göklere kadar yükseltiyordu.
Yürüyüş güzergâhının çeşitli yerlerine faşist ve dinci
gericiler yerleşmişler kitleyi provıke etmeye çalışıyordu.
Miting alanına geldiğimizde faşist gericiler, mitinge yakın
bir noktada toplanmışlardı. Yürüyüşe katılan insanlara
sürekli küfürler ederek kitleyi provoke etmeye çalışıyordu.
Kitlenin sabrı taşmış, bu insanlara karşı derslerini-hadlerini bildirmek istiyordu. O sırada bir ses bombası düştü
yürüyüşe katılan kitlenin içine. Yürüyüşçülerden bir bölüm arkadaş saldırıya yeltendi. Polis bu saldırıya yeltenen
insanlardan bir kişiyi gözaltına aldı. Gözaltına alma gerekçesi ise şöyle; ‘’Bir ihbarın olduğunu, bu ihbarda bu kişiyi tarif ettiğini, bıçaklanan kişilerin faili olarak onu tespit ettiklerini, bundan dolayı o kişiyi gözaltına alıyoruz’’
dedi. Kargaşanın yaşandığı anda sağlık sorunu olan bir
YDİ Çağrı okuru arkadaş bayıldı. İlk yardım geldi arkadaşı hastaneye götürdüler, gerekli tetkikler ve sağlık muayenesinin ardından taburcu ettiler.
Yaklaşık olarak bir saate yakın orda kalmamıza rağmen
gözaltına alınan kişiyi alamadık. Yürüyüşün sonlanması
için arkadaşlar karar aldılar ve yürüyüş sonlandı.
Gözaltına alınan kişi 12. 10. 2014 Pazar akşamı serbest
bırakıldı.
16.10.2014
Vorarlberg YDİ Çağrı okurları ✓
güncel
Hafta içerisinde KKTM taraftarları ve YDİÇ taraftarları iki eylem gerçekleştirmişti. Eylemlerden birisi 6.10.2014
pazartesi günü T.C. Bregenz Başkonsolosluğu’nun önünde oldu. Sahibinin sesi medya Hürriyet gazetesi Avrupa
baskısı haberi sanki eylemciler Bregenz Başkonsolosluğunu yağma etmişler biçimiyle veriyor. Oysaki ordaki kitle
herhangi bir taşkınlık yapmamış sadece demokratik tepkisini dile getirmiş ve oradan ayrılmıştır.
Yerel Avusturya yazılı basını bu eylem hakkında haber
yayımlamıştır.
İkincisinde ise 7.10.2014 Salı günü Avusturya Radyo Televizyon Kurumu (ORF)-binası işgal edildi. Kobane’deki İŞID saldırılarına karşı Avusturya halkına
doğru bilgileri aktarmaları ve Kobane’deki gerçekliği
yansıtmaları kendilerine söylendi. Bunun üzerine ORF
temsilcisi KKTM’de bir röportaj yapma sözü verdi. Kuzey Kürdistan-Türkiye’de askerin ve polisin denetiminde
MHP’li, Hüda-Par ve diğer dinci örgütlerin birlikte örgütlenip Kürtlere ve duyarlı devrimci insanlara nasıl saldırdıklarını anlatmaları istenildi.
KKTM’den 11.10.2014 Cumartesi günü için bir yürüyüş
düzenlenmesi gerektiği, buradaki kamuoyuna Kobane’de
yaşanan insanlık dramını daha iyi anlatmamız gerektiği vurgusu yapıldı ve bir yürüyüş yapma kararı alındı.
Avusturya medyası yapılacak olan yürüyüşe oldukça ilgi
gösterdi ve yürüyüşün nerde ve hangi saatte gerçekleşeceğini duyurdu.
Yürüyüş yapılacağını karşı gruplar medyadan öğrenince MHP’li ve diğer dinci gerici örgütler provokasyona
başladı. MHP’li ve diğer dinci örgütler Cumartesi için
karşı eylem talebinde bulunmuşlar. Vorarlberg Emniyet Müdürlüğü buna müsaade etmemiş. Gerici faşistler
müsaadeyi alamayınca ilk işleri Cuma 10.10.2014 günü
akşamı KKTM’nin camlarına taş atarak kırmak oldu ve
kaçtılar. Amaçları yapılacak olan yürüyüşü engellemekti.
51

Benzer belgeler

Bolşevik Partizan sayı 168... pdf dökümanı olarak indirebilirsiniz

Bolşevik Partizan sayı 168... pdf dökümanı olarak indirebilirsiniz mücadele sahtekarlığını teşhir edelim. Onların, gerçek niyetleri IŞİD’e karşı mücadele etmek değildir. Onların gerçek niyeti Kobanê’ye, Rojava’ya destek, Kürt ve bölgede yaşayan diğer halklara yard...

Detaylı