sayi 35 k - Sağlik Ve insan Dergisi

Transkript

sayi 35 k - Sağlik Ve insan Dergisi
YAYIN DANIŞMA KURULUMUZ
Prof. Dr. Ahmet Oğul ARAMAN
İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. Ahmet SERPER
Hacettepe Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. Ali İhsan DOKUCU Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Cerrahisi ve Çocuk
Ürolojisi Klinik Başkanı
Bülent AKARCALI
Eski Sağlık ve Sosyal Güvenlik Bakanı Eski Turizm Bakanı
Prof. Dr. Bülent ZÜLFIKAR
İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü Pediatrik HematolojiOnkoloji Bilim Dalı Başkanı / Türkiye Hemofili Derneği Başkanı
Prof. Dr. Cevdet ERDÖL
Ankara Milletvekili
Esra KAZANCIBAŞI ÖZTEKİN
Sağlık Editörü / Yazar / Yayıncı
Prof. Dr. Hasan Fevzi BATIREL
Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. Haydar SUR
Biruni Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. İskender PALA
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yönetim Kurulu Üyesi
Prof. Dr. Metin DOĞAN
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. M. İhsan KARAMAN
Türkiye Yeşilay Cemiyeti Başkanı
Prof. Dr. Murat TUNCER
Hacettepe Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Mustafa SOLAK
Afyon Kocatepe Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Necdet ÜNÜVAR
TBBM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşleri Komisyonu Başkanı Adana
Milletvekili
Prof. Dr. Nesrin DİLBAZ
Üsküdar Üniversitesi Öğretim Üyesi
Osman GÜZELGÖZ
Sağlık Bakanlığı İletişim Koordinatörü
Öznur ÇALIK
TBMM Nüfus ve Kalkınma Grubu Başkanı Malatya Milletvekili
Prof. Dr. Sabahattin AYDIN
Medipol Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Tevfik ÖZLÜ
Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Farabi Hastanesi Başhekimi,
Hasta Hakları ve Sağlıklı Yaşam Derneği (HAKSAY) Başkanı
Prof. Dr. Tuncay DELİBAŞI
Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi Klinik Şefi
Prof. Dr. Uğur DİLMEN
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Yunus SÖYLET
İstanbul Üniversitesi Rektörü Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Üyesi
Üniversite Hastaneleri Birliği Derneği Başkanı
EDİTÖRDEN
Yeni Bir Hayat İçin
Bağışlayın…
Ülkemizde “organ bağışı” konusuna birkaç yıl öncesine kadar çoğu kimse
önyargıyla yaklaşırken, Sağlık Bakanlığınca gerçekleştirilen etkinlikler,
sağlık personelini bilinçlendirmek ve kamuoyundaki duyarlılığı artırmak
için yapılan hizmetlerle bu önyargılar yavaş yavaş kırılmaya başladı. Organ
bağışındaki artışla birlikte “organ nakli” alanındaki başarılı operasyonlarla
ülkemizde birçok gelişmiş ülkeye kıyasla çok önemli aşamalar kaydedildi.
Her yıl 3-9 Kasım tarihlerinde kutlanan “Organ Bağışı Haftası” dolayısıyla
biz de Kasım sayımızın kapak dosyasını “Organ Bağışı ve Organ Nakli”
olarak belirledik.
Sağlık Bakanlığı Sağlık Hizmetleri Genel Müdür Yardımcısı Uzm. Dr.
Arif Kapuağası’nın bu alanda dünden bugüne atılan bütün adımları,
günümüzdeki durumu ve gerçekleştirilmesi planlanan projeleri ayrıntılı bir
biçimde aktardığı “Türkiye’de Organ Bağışı ve Organ Nakli” başlıklı yazısı,
alanında uzman hocaların hazırladığı makale ve bilgilendirici yazılarla
sizler için kapsamlı ve dikkat çekici bir dosya hazırladık.
Kasım sayımızın bir diğer kapak dosyası da “ağız ve diş sağlığı” oldu. “1925 Kasım Toplum Ağız ve Diş Sağlığı Haftası” vesilesiyle hazırladığımız
dosyamızda çocuklarda diş sağlığı, diş hastalıkları ve diş hekimliği
konularındaki yazıları sizlere sunduk.
29 Ekim - 1 Kasım tarihlerinde yurtdışındaki Türk tıp bilim adamlarının
katılımıyla İstanbul’da “Türk Tıp Dünyası Kurultayı” düzenlendi.
Önemli toplantılar ve sunumlarla başarılı bir biçimde gerçekleştirilen
organizasyonun açılış konuşmasını Sağlık Bakanı Dr. Mehmet Müezzinoğlu
yaptı. Organizasyonun ayrıntılı haberini ve Prof. Dr. Ömer Özkan’ın
organizasyon hakkındaki değerlendirme yazısını da sayfalarımızda
bulabileceksiniz.
Birbirinden değerli makaleler ve dikkat çekici çalışmalarla sizler için yine
dolu dolu bir sayı hazırladık. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz.
Sevgi ve saygılarımızla…
Ayşe Aydın
AYLIK SAĞLIK VE YAŞAM DERGİSİ
Yıl: 3 Sayı: 35 • KASIM 2014 ®ISSN: 2146-829X ÜCRETSİZDİR.
EsasMedya Ltd. Şti. adına
/saglikinsandrg
/saglikveinsandergisi
www.saglikveinsandergisi.com
www.saglikveinsandergisi.com
[email protected]
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: M. Suat GÜZELGÖZ Genel Yayın Koordinatörü: Ayşe AYDIN Yayın Editörü: Esra ÖZ Hukuk Danışmanı:
Av. Bekir EREN Kurumsal İletişim ve Reklam: Ensar ÜSTÜN Görsel Yönetmen Mustafa HORUŞ Grafik Tasarım: EsasMedya Tasarım
Yayın İdare Merkezi: Aşağı Öveçler 1328. Sokak 15/3 Çankaya / Ankara Tel : 0312 472 44 63 Faks: 0312 472 44 83
Yayın Türü: Yaygın Süreli Basım Yeri: İmaj İç ve Dış Ticaret A.Ş. Macun Mah. 3. cad. No: 2 (A Girişi) İstanbul Yolu 6. km. Yenimahalle /
ANKARA Tel : 0312 397 91 40 Basım Tarihi: Kasım 2014, ANKARA
Kaynak gösterilmeden yazılar iktibas edilemez, alıntı yapılamaz. Yazılar yayınlansın, yayınlanmasın yazarlarına iade edilmez. Yazılarda kısaltma yapılabilir.
Hukuki sorumluluk yazarlarına aittir. Yayınlanan reklamların hukuki sorumluluğu reklamverenlere aittir.
Tıbbın Duayenleri
04 İstanbul’da Buluştu
34
56
08
Tıp Sadece Bir Meslek Değil,
Aynı Zamanda Bir Gönül İşidir
Çağdaş Anestezinin
Ağrılı Tarihi
Türkiye’de Organ Bağışı ve Organ Nakli
38
Diş Hekimliği ile Tanışma
72
İnsanın Zamanı Durdurmak İstediği Yer:
LUZERN
74
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi
haber
TIBBIN DUAYENLERİ
İSTANBUL’DA BULUŞTU
Önemli çalışmalara imza atan dünyaca ünlü Türk bilim insanları, Sağlık Bakanlığının düzenlediği Türk Tıp Dünyası Kurultayı’nda bir araya geldi.
Tecrübe paylaşımının hedeflendiği
kurultaya Prof. Dr. Gazi Yaşargil, Prof.
Dr. Münci Kalaycıoğlu, Prof. Dr. Özgür Harmanlı, Prof. Dr. Banu Onaral,
Dr. Utkan Demirci, Prof. Dr. Ömer Özkan, Prof. Dr. Selim Arcasoy, Prof. Dr.
Fahri Saatçioğlu, Prof. Dr. Cengizhan
Öztürk, Prof. Dr. Ömer Baki Denkbaş,
Prof. Dr. Murat Tuzcu, Prof. Dr. Şükrü
Emre, Prof. Dr. Sezai Yılmaz, Prof. Dr.
Murat Tuncer, Doç. Dr. Ferit Saraçoğlu, Dr. Süreyya Savaşan gibi tıp
dünyasının ünlü isimleri katıldı. Kurultayda, Türkiye’nin, yurt içi ve dışı
sağlık politikalarıyla güncel mevzuat
uygulamaları konusunda bilgiler sunuldu, görüş alışverişinde bulunuldu.
4
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
Katılımcılar, kurultayda Sağlık Bakanlığına yönelik talep ve önerilerini en
üst düzeyde dile getirme imkânı da
buldu.
Duayenleri buluşturan kurultayın
açılışını Sağlık Bakanı Dr. Mehmet
Müezzinoğlu ve Başbakan Ahmet
Davutoğlu’nun eşi Sare Davutoğlu
gerçekleştirdi.
“Sağlık Olmazsa Olmazlarımızdan”
Açılışta konuşan Sağlık Bakanı Dr.
Mehmet Müezzinoğlu, sağlığın insanlar için olmazsa olmazları arasında olduğunu ve öneminin her geçen
gün artacağını vurguladı. Müezzi-
noğlu, “Bugün dünya tıbbına baktığımızda dakikalar içinde bilimsel gelişmeler ve buluşlar gerçekleştiğini
görebiliyoruz. Bir taraftan tıbbi teknolojide ve ilaç sanayinde baş döndürücü hızla devam eden gelişmeler
varkenAma diğer taraftan da daha
sağlıklı olmak için artan taleplere de
şahit oluyoruz. İnsanlar artık sağlıkla
ilgili bütün detayları daha çok istemekte, daha çok aramakta ve sağlıklı
yaşamak için her türlü fedakârlığı
yapmak durumundalar” dedi.
Türkiye’nin de evrensel bir alan olan
sağlıkta dünyayla güçlü şekilde yarışır olması gerektiğine dikkat çeken Bakan Müezzinoğlu, Dünyanın
değişik ülkelerinde çok önemli üniversitelerin araştırma merkezlerinde
Türkiye’nin önemli fertlerinin görev
yaptığını hatırlattı.
Enstitü Başkanlığı kurulacak Bakan Müezzinoğlu, Türkiye Sağlık
Enstitüleri Başkanlığı’nın kuruluş
aşamasına gelindiğini belirterek,
TBMM’de bulunan tasarıyı en geç
yıl sonuna kadar yasalaştırmayı hedeflediklerini bildirdi. Müezzinoğlu,
başta kanser, biyoteknoloji, kronik
hastalıklar, anne, çocuk ve ergen
sağlığı, geleneksel ve tamamlayıcı
tıp, akreditasyon şeklindeki 6 enstitüyü, hızla ülkenin Ar-Ge dinamiklerine ve koordinasyonunun hizmetine sunmayı amaçladıklarını belirtti.
Türk sağlık geleceğine önemli katkı
sağlayacak kongrenin iki gün süreceğini belirten Müezzinoğlu, tıp fakültelerinin Ar-Ge dinamiklerini dünya
ile entegre edebilmesi insanlığın
sağlıklı geleceğine önemli katkılar
sağlayacağını ifade etti. 90 bin yatak hedefi Kamu-özel iş birliğiyle inşaatı devam
eden 24 bin yatak kapasiteli 17 şehir hastanesinin 2017 sonu itibarıyla
hizmete gireceğini belirten Müezzinoğlu, yine bir yıl içinde 24 bin yatak kapasiteli 20 şehir hastanesinin
ihale süreçlerini tamamlayacaklarını vurguladı. Müezzinoğlu, “Fiziki
mekânların ileri teknolojiyle yapılması, bir hasta başına ortalama 225
metrekare kapalı alan düşen fiziksel
mekânı düşünmenizi istiyorum. Do-
layısıyla bir taraftan 90
bin yatak kapasitesini
önümüzdeki 3-4 yıl
içinde tamamlayarak, 40 bin yatak
kapasitesini geçtiğimiz 10 yılda sıfırdan yenilemiş ve
Türkiye’deki bütün
hastanelerin fiziksel
mekânlarını yeniden
yapmış bir ülke konumuna gelmiş olacağız”
diye konuştu. “Gurur duyuyorum”
Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun eşi
Sare Davutoğlu, çocukluğundan bu
yana insanların dertlerine derman
şifa bulabilmekten daha değerli
ne olabilir diye düşünmüş biri
olduğunu kaydetti. Davutoğlu, “Kamudaki 72 bin
hekimimizin 32 bini
kadın. Akademik tıp
dünyasında kadınların ciddi bir ağırlığı
olduğu başka bir
gerçeğimiz. Ülkemizin seviyesini
gösteren
güzel
gelişmeler bunlar.
Türkiye şifa arayan komşu ve ülke
halkları için bir cazibe merkezi oldu. Şifa
için
hastanelerimizi
tercih eden yabancı hastaları gördükçe ülkemle gurur duyuyorum” diye konuştu. SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
5
haber
“AKDENİZ’DE SAĞLIK” KONFERANSI
ROMA’DA DÜZENLENDİ
“Sağlık ve Göç, Yaşam Tarzı, Antimikrobiyal Direnç ve Uluslararası Sağlık
Tüzüğü” konuları çerçevesinde Akdeniz ülkelerinin ortak sağlık sorunlarının ele alındığı konferansta Türkiye’yi
Sağlık Bakanı Dr. Mehmet Müezzinoğlu temsil etti. Bakan Müezzinoğlu
toplantıda “Göç ve Sağlık” ile “Yaşam
Tarzı” konularında konuşma yaptı. Sağlık Bakanı Müezzinoğlu “Göç ve
Sağlık» konusundaki konuşmasında,
teknolojide yaşanan baş döndürücü
gelişmeler nedeniyle ülkelerin birbirine yaklaştığına dikkati çekerek, bu
gelişmelerin insanların sık seyahat
etmesini kolaylaştırdığını, kalıcı olarak yer değiştirmelerin kolaylaştığını, bunun da beraberinde barınma,
beslenme, sosyal entegrasyon, iletişim, sağlık sorunlarını getirdiğini ifade etti.
Göç politikalarının planlı bir şekilde
olması durumunda ülkelerin kendi
ölçeklerinde yerel imkânlarla bununla baş edebileceğini dile getiren Müezzinoğlu, “Ancak bazen Türkiye’de
bizim yaşadığımız gibi, sizin dışınızda gelişen mücbir sebeplerden
dolayı öyle bir ikilemle karşı karşıya
kalırsınız ki, ne karar alsanız altından tek başına kalkmanız mümkün
değildir. İşte bulunduğu coğrafyada
Türkiye’nin tam olarak karşılaştığı durum da budur” dedi.
6
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
“Sağlıklı beslenme ve hareket, toplumsal
kültüre dönüşmeli”
Bakan Müezzinoğlu, konferansın ikinci bölümündeki “Yaşam Tarzı” oturumunda da bir konuşma yaptı.
Sağlık Bakanı Müezzinoğlu, günümüzdeki en önemli kalıcı sağlık sorunlarının başında gelen kanser,
kardiovasküler hastalıklar, diabet,
solunum yolu hastalıkları gibi sorunların sağlıklı yaşam kültürüyle azaltabileceğini ve kontrol altına alınabileceğini belirterek, “Aynı dilli konuşup,
aynı hedefi belirleyerek, sağlıklı yaşam strateji belirlemeliyiz. Sağlıklı beslenme ve hareket en önemli iki
başlık. Sağlıklı beslenme konusunu
yalnız sağlık bakanlarıyla değil tüm
paydaşlarla, tüm topluma mal etmemiz gerekiyor” şeklinde konuştu.
Müezzinoğlu, “Biz bireylere ve özellikle ailelere sağlıklı beslenme kültürünü yerleştirebilirsek, birçok hastalığın önünü alabiliriz. Bu anlamda,
(İtalyan bakan) Lorenzin’in söylediği;
Akdeniz mutfağı, Akdeniz diyetine,
sabah kahvaltısını eklemek gerektiği
kanaatindeyim» dedi.
Bakan Müezzinoğlu, Dünya Sağlık Örgütü ile 7-8 yaş aralığında
Türkiye’de yüzde 22,5 oranında fazla
kilolu çocuk olduğunu tespit ettiklerini, bunun önünü almak için sağlıklı
beslenmeyi toplumsal bir aktiviteye
dönüştürmeleri gerektiğini aksi takdirde, bunun artış göstereceği uyarısında bulundu.
Sağlık Bakanı Müezzinoğlu, bu konuda yerel yönetimlere yönelik bisiklet kampanyası başlattıklarını
belirterek, “1 kilometre bisiklet yolu
yapana 1000 adet bisiklet kampanyasıyla toplumun tüm kesimleriyle
hareketli yaşama geçmesini arzu ediyoruz. Bisiklet kampanyasıyla yerel
yönetimlere mesajı verdik. Ülke insanının her gün yarım saatini kendisine
uygun koşullar doğrultusunda harekete, spora vermeli” dedi.
Müezzinoğlu, tütün ve alkol kullanımında da tütünle mücadelede “Dumansız hava sahası” kampanyasıyla
son 5 yılda büyük başarı elde ettiklerini ve Türkiye’de 15 yaş üzerinde
sigara tüketimini yüzde 31’lerden
yüzde 27’lere çektiklerini anlattı.
Bakan Müezzinoğlu, alkol ile mücadelede ise alkol satışını belirli saatler
arasına alarak tüketimini azaltmayı
hedeflediklerini kaydetti.
37,500’ü
• Son on yılda yıllık ortalama %5.1’lik nominal GSYİH • Avrupa, Kafkaslar, Orta Asya, Orta Doğu ve
artışı ile Avrupa’nın en hızlı büyüyen ekonomisi ve
Kuzey Afrika’ya erişim
dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinden biri
(2004-2013)
• Kamu- özel sektör işbirliğinde 1.1 trilyon $ GSYİH
ile dünyanın 16. büyük ekonomisi (IMF 2013)
• Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD)
ülkeleri arasında %5.2 ortalama yıllık büyüme
beklentisiyle en hızlı büyüyen ekonomi
(OECD 2012-2017)
• Yüksek rekabete dayalı yatırım teşvikleri ve özel
Ar-Ge desteği
• Yarısı 30.4 yaşın altında olan 76.6 miyonluk nüfus
• Yılda yaklaşık 610.000 üniversite mezunu
kapakkonusu
TÜRKİYE’DE ORGAN BAĞIŞI
VE ORGAN NAKLİ
Arif KAPUAĞASI
Sağlık Bakanlığı
Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü
Genel Müdür Yardımcısı
Organ naklinde geldiğimiz nokta, bu
konuda ileri olduğu düşünülen birçok ülkeye göre küçümsenemeyecek
ölçüde, belki de kimilerini kıskandıracak bir düzeye gelmiştir.
Böbrek nakli ve karaciğer nakli ile ilgili verilerimizi kıyasladığımız zaman
görülmektedir ki hem sayısal olarak
hem de yapılan nakillerin başarısı
açısından birçok ülkeye göre çok çok
ilerideyiz. Gerçekleştirilen nakillerde; gerek toplam nakil sayısı gerekse
milyon nüfus başına yapılan nakil sayıları baz alındığında dünyanın ilk 3-4
ülkesi arasına girmekteyiz. Katılım
sağladığımız birçok uluslararası toplantı, sempozyum, kongre vb. organizasyonlarda, organ nakli konusundaki deneyimlerimizden yararlanmak
üzere ülkemize gelerek tecrübelerini
arttırmak isteyen pek çok hekim, cerrah ve bilim insanının yoğun taleplerini bizzat müşahade etmekteyiz.
8
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
Herkesin hemfikir olacağı üzere bu
başarı canlı nakillerle yakalanmış bir
başarıdır. Oysa ki kalp, kalp kapağı,
akciğer, pankreas, ince barsak, kornea gibi birçok organ ve dokunun tek
kaynağı kadavradır. Özetle söylemek
gerekirse; organ nakli alnında gerçek
bir başarıdan bahsedebilmek için kadavra organdan yapılan nakil sayılarının en az canlıdan yapılan nakil sayısı
kadar olması, kadavra organ bağışının da artmış olması ile de tek kaynağı kadavra organ olan kalp, kalp kapağı, akciğer, pankreas, ince barsak,
kornea nakillerinin de istenilen sayı
ve kalitede yapılması ile mümkün
olabilecektir. Sayın Sağlık Bakanımızın da ifade ettiği gibi organ naklinde öncelikli hedefimiz kadavradan
organ naklinin artırılmasıdır.
Ülkemizde organ nakli aktivitesinin
başlaması 60’lı yılların sonu ile 70’li
yılların başına dayanır. Türkiye’de
ilk organ nakli 1968 yılında Türkiye
Yüksek İhtisas Hastanesinde Dr. Kemal BEYAZIT tarafından yapılan kalp
nakli ile gerçekleştirilmiştir. İlk böbrek nakli ise 1975 yılında Dr. Mehmet
HABERAL ve ekibince Hacettepe Üniversitesi Hastanesi’nde bir anneden
oğluna yapılan nakil ile gerçekleştirilmiştir. Yine Dr. Mehmet HABERAL
ve ekibi 1978 yılında ülkemizde kadavradan ilk böbrek naklini ve 1988
yılında ilk karaciğer naklini gerçekleştirmiştir. 1979 yılında 2238 sayılı
“Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun” yürürlüğe girmiştir. 1994 yılında Organ Nakli
Kuruluşları Koordinasyon Derneği
(ONKKD) kuruldu. ONKKD merkezler
arası ilişkinin geliştirilmesi için yoğun
çaba harcadı. Böbrek, karaciğer, kalp,
immünoloji danışma kurulları kurarak organ temin ve dağıtımındaki
esaslarını belirledi. 2000 yılında Sağlık Bakanlığı tarafından Ulusal Organ
ve Doku Nakli Koordinasyon Sistemi
kuruldu.
Bilindiği üzere, tedavisi sadece organ ve doku nakli ile mümkün olan
hastalıklar dünyada olduğu gibi, ülkemizde de önemli sağlık sorunlarından birisidir. Bu bilinçle, ülkemizde
organ nakli çalışmalarının verimliliğini arttırmak amacıyla 2000’li yılların
başlarında Bakanlığımız koordinasyonu ve denetiminde “Ulusal Organ
ve Doku Nakli Koordinasyon Sistemi” kurulmuştur. Bu Sistemin amacı;
ülke genelinde organ ve doku nakli
hizmetleri alanında çalışan kurum
ve kuruluşlar arasında gerekli koordinasyonu sağlamak, kısıtlı imkânlarla
temin edilebilen bağış organ ve dokuları, bilimsel kurallara ve tıbbi etik
anlayışına uygun olarak, adaletli bir
dağıtımla, en uygun hastalara, en
kısa süre içerisinde naklini sağlamaktır. Bakanlığımız, o tarihten bugüne
kadar organ ve doku nakli hizmetleri
konusundaki çalışmalarını aynı istek
ve heyecanla sürdürmektedir.
Organ nakli mevzuatı dinamik bir yapıya kavuşturulmuştur. Ortaya çıkan
ihtiyaçlar ve tespit edilen aksaklıklar
değerlendirilerek süratle gerekli değişiklikler yapılmaktadır.
Ulusal Koordinasyon Sisteminin yürütülmesi amacıyla Bakanlığımız Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü’ne
bağlı olmak üzere; Ankara’da Ulusal
Organ ve Doku Nakli Koordinasyon
Merkezi (UKM) ile Adana, Ankara,
Antalya, Bursa, Diyarbakır, Erzurum,
İstanbul, İzmir, Samsun olmak üzere 9 ilde Organ ve Doku Nakli Bölge
Koordinasyon Merkezleri (BKM) kurulmuş ve her bir BKM’ne bağlanan
iller belirlenmiştir. Ülke genelinde
herhangi bir hastanede beyin ölümü ve organ bağışı gerçekleştiğinde
hastanede görevli organ nakli koordinatörleri Bölge Koordinasyon Merkezine bildirmektedir. Organ ve Doku
Nakli Bölge Koordinasyon Merkezleri
ise organları bağışlanan donöre (verici) ait bilgileri Ulusal Koordinasyon
Merkezine hızlı bir şekilde ulaştırmaktadır. Bu merkez, donörün organ
ve dokularının ülke genelinde nakil
beklemekte olan hastalardan aciliyet
ve organ uyumu kriterlerine göre en
uygun hastanın bulunduğu Organ
Nakli Merkezine gönderilmesini sağlamaktadır.
olduğunun ve her yerde yapılmasından ziyade deneyimli ekipler tarafından, büyük merkezlerde ve yüksek
başarı oranlarında yapılması gerektiğinin öneminin farkındadır.
Ülkemizde kadavra donör sayısını
arttırmak ise öncelikli ve nihai hedefimizdir; çünkü sağlıklı insanlardan
organ almaktansa, öncelikle kadavra
vericiden organ temin etmeye çalışmak çok daha akılcı bir yoldur. Bu
nedenle, açılan nakil merkezleri, canlı
vericilerden nakil yapsalar dahi, kadavra verici sayısı yeterli olmadığında verilen hizmet bir anlamda hep
eksik kalmaktadır.
Kadavra vericiden organ temini hususunda, 2002 yılı ile 2013 yılı sonu
verilerini karşılaştırdığımızda, yıllık
beyin ölümü bildirimlerinin sayısının
148’den 1708’e, kadavra verici sayısının 111’den 379’a, kadavradan yapılan böbrek nakli sayısının 189’dan
585’e, karaciğer nakli sayısının 82’den
289’a, kalp nakli sayısının da 20’den
63’e çıkmış olduğunu görmekteyiz.
2014 Ekim ayı itibariyle beyin ölüm
bildirim sayısı 1418, kadavra verici sayısı 309, kadavradan yapılan böbrek
nakil sayısı 471, karaciğer nakil sayısı
243, kalp nakli sayısı 60’a ulaşmıştır.
Tüm bu bahsedilen gelişmelerle birlikte dünya çapında nakil merkezleri
ve organ nakli ekiplerine sahip olduğumuz halde, kadavra verici sayısı ve
kadavradan yapılan organ nakli sayısı
bakımından gelişmiş ülkelerin hayli
gerisindeyiz. Kadavra verici sayısını
arttırılması gerektiği tartışmasız bir
gerçektir. Elbette, hedefimiz organ
nakli ile ilgili hizmetlerde başarıyı en
2002 yılında ülkemizde toplam 23
adet böbrek nakli merkezi mevcutken, günümüzde bu merkezlerin sayısı 63’ye çıkarılmıştır. Karaciğer nakli
merkezleri sayısı 15’den 38’e; Kalp
nakli merkezi sayısı 12’ye, Akciğer
nakli merkezi sayısı da 6’ya ulaşmıştır. Hedefimiz sadece büyük illerde
değil, yurdumuzun ihtiyaç duyulan
bölgelerinde bu merkezlerin açılmasını sağlayarak tüm vatandaşlarımızı
bulundukları yerde tedavi olabilme
imkânına kavuşturmaktır. Her ne
kadar hedefimiz hizmeti vatandaşın
bulunduğu yerde ayağına kadar götürmek olsa da, Bakanlığımız organ
naklinin özellikli bir tedavi yöntemi
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
9
üst seviyelere çıkarmaktır; ancak, bu
başarıyı yakalamak için sadece Bakanlığımızın çabaları yeterli değildir;
çünkü bu organizasyon, birçok kurum ve kuruluşun, her şeyden önce
de vatandaşlarımızın çaba ve katkılarıyla geliştirilebilir. İşte bu noktada,
organ bağışı gibi hassas bir konuda
vatandaşlarımızın bağışladığı organların en uygun, en çok ihtiyacı olan
hastaya gideceği ve kadavradan organ dağıtımının en adaletli şekilde
gerçekleştirileceği hususlarına olan
güveninin en üst düzeye çıkarılması
özel bir önem arz etmektedir.
Organ nakli, bilimsel yönü kadar
hukuk, etik, din ve toplumsal değer
yargılarını içeren sosyal yönü de oldukça karmaşık olan bir olgudur. Bu
nedenle özel yasalara ve düzenlemelere ihtiyaç duyulur. Bütün bu hassas
temeller üzerinde, Organ Doku ve
Hücre Nakli, Bakanlığımız tarafından
Kanun, Yönetmelik ve Yönergelerle
hakkaniyetli, denetlenebilir, belirli
standartları olan bilimsel ve etik uygulamalar haline getirilmiştir.
2010 yılındaki ülkemizin kadavra
bağış oranı milyon nüfus başına 3.6
idi. Bu rakam, halk eğitimleri, sağlık
çalışanlarına verilen eğitimler, her
yıl ülke çapında düzenlenen 3-9 Kasım Organ Bağış Haftası etkinlikleri, sempozyumlar, kongreler ve hiç
kuşku yok ki topluma ulaşmadaki en
önemli müttefikimiz olan basın ile
yaptığımız topluma doğru bilgileri
ulaştırmamızı sağlayan ortak çalışmalar sonucunda, 2013 yılı sonunda
kadavra bağış oranımız milyon nüfus
başına 5,1’e yükselmiştir.
Bu gün ülkemizde 24.729 kişi bekleme listesinde böbrek, karaciğer, kalp,
akciğer, pankreas gibi solid organ
beklemektedir. Bütün Dünya’da olduğu gibi ülkemizde de nakil sayısı
ihtiyacın dramatik düzeyde altında
seyretmektedir. Ciddi boyutta organ
nakli bekleyen hasta sayısına sahip
olan ülkemizde, herkesin etik bir
bağlılık üstlenerek, tarafsız olarak, organ bağışı sorumluluğunu kabul etmesi halinde, bu sorunun üstesinden
gelinebilecektir.
Organ bağışı hassas bir konudur ve
zaman zaman medyada konu ile ilgili
çıkan olumsuz ve doğru olmayan haberler vatandaşlarımızın bu konudaki güveninin sarsılmasına neden ola10
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
bilmektedir. Bunun yanında olumlu
haberler de çıkmaktadır ancak olumsuz haberlerin etkisi de daha fazla
olmaktadır. Zaten hassas olan bir
konuda vatandaşlarımız tarafından
kimi zaman “Acaba bağışladığımız
organlar en uygun hastaya gidecek
mi?” sorusu dile getirilmektedir. Bu
ve benzeri kaygılara meydan verilmemesi adına adaletli ve şeffaf bir
organ dağıtımı için Bakanlığımız gereken tüm çalışmaları yapmaktadır.
2000 yılı öncesinde organ nakli ve
organ bağışı ile ilgili verilerimiz maalesef çok yetersizdi. 2008 yılı Mayıs
ayında Sayın Bakanımız tarafından
lansmanı yapılan “Ulusal Organ Bekleme Listesi Programı” ile ilk önce
böbrek nakli bekleyen hastalara adaletli ve şeffaf bir sistem ile kadavra
böbrek dağıtımı bu sistem üzerinden başlatılmıştır. Bu programın faaliyete geçirilmesi ile kadavra böbrek
dağıtımında hastanın yaşı, bekleme
süresi, diyalize girme süresi ve verici
ile alıcı arasındaki doku uyumu gibi
faktörler gözetilerek yapılacak sıralama neticesinde, daha uzun süre
bekleyen ve doku uyumu daha iyi
hastaların, çocukların ve acil ihtiyacı
olan hastaların seçilmesi mümkün
olmuştur. Böylelikle, kadavradan
elde edilen böbreklerde daha adaletli ve şeffaf bir dağıtım sağlanmasının yanı sıra, nakledilen böbreğin
fonksiyon göreceği süre ile hastaların yaşam sürelerinin uzatılması da
hedeflenmiştir.
2010 yılı Şubat ayından itibaren ise
nakli yapılabilen diğer organlar sisteme entegre edilerek tüm organların bu sistem üzerinden dağıtımı
sağlanmış, ayrıca tüm canlı vericili
nakillerin de sisteme kaydı zorunlu
hale getirilmiş, vericilerin ve nakledilen organların takibi sağlanmış ve
bu sistem; anlık olarak istatistiksel
verilerin de elde edilebildiği dünyadaki emsallerinden eksiği olmayan
bir bilgi sistemi haline getirilmiştir.
Programın ismi de güncellenerek
“Türkiye Organ ve Doku Nakli Bilgi
Sistemi” adını almıştır. Özellikle organ nakli alanında dünya tarafından
kalitesi ve geçerliliği kabul edilen
verilere sahibiz. Verileri pasif olarak
sonradan toplamak yerine aktif bir
veri toplama sistemine geçmemizin
bunda büyük rolü vardır.
Son 4-5 yılda organ nakli konusunda büyük gelişmeler kaydedilmiştir.
Hemen hemen tüm nakiller artık ülkemizde yapılabilmekte olup vatandaşlarımızın organ nakli yaptırmak
amacıyla yurtdışına gitme zorunluluğu en aza indirilmiştir.
Mevzuatımızda da çağın gereklerine
uygun önemli yenilikler yapılmaktadır. Örnek verecek olursak “Kompozit
Doku Nakilleri Yönergesi” belki de
konu ile ilgili dünyada ilk ve tek mevzuattır. Bu yönerge hükümleri çerçevesinde artık ekstremite (kol, bacak),
yüz ve saçlı deri, ince barsak gibi
nakillerde ülkemizde başarı ile yapılabilir hale gelmiştir. Ülkemizde yeterli sayıda ve coğrafi olarak dengeli
dağılmış organ nakli merkezi bulunmaktadır. Tüm bu merkezler, Bakanlığımız tarafından ruhsatlandırılmış
ve denetlenmekte olup, merkezlerde
çalışan organ nakli profesyonelleri,
uluslararası standartlara göre değerlendirilmektedirler.
Organ transportunu sağlamak amacıyla, yaklaşık 4000 kara ambulansı,
tam donanımlı 3 uçak ambulans ve
17 ambulans helikopterle faaliyet
gösteren Hava Ambulans sistemi, bir
yandan asli görevini yaparken, diğer
taraftan organların ve nakil ekiplerinin transportunun sağlanmasına
destek vermektedir.
Bakanlığımızca bireye organ nakli gerekmeden önceki safhalarda gerekli
önlemleri almaya yönelik birtakım
programlar ve çalışmalar yürütülmektedir. Örneğin Hipertansiyonun
önlenmesi ve kontrolüne ilişkin “tuz
kısıtlaması”na ilişkin çalışmalar, “diyabet kontrol programı” gibi. Hipertansiyonun önlenmesi ve kontrol altında
tutulması, tuz kısıtlamasına gidilmesi
ve diyabet gelişimi ve obezitenin önlenmesine yönelik yapılan çalışmalar
ile son dönem böbrek yetmezliğine
(Kronik Böbrek Yetmezliği) gidişin
azaltılması, dolayısıyla böbrek nakli
gerekecek hasta sayısının azaltılması
hedeflenmektedir.
2013 yılı Nisan ayından itibaren organ bağışında bulunanların bilgilerinin kayıt altına alındığı “Türkiye
Organ Bağışı Bilgi Sistemi” programı
devreye sokulmuştur. Bu bilgiler kayıt altına alındıktan sonra kayıt edip
bağışı alan kişinin bile daha sonra
erişim yetkisinin olmadığı ve ihtiyaç
duyulması halinde ise sadece Bakanlık merkezde erişim yetkisine sahip
yetkili kişilerin erişimi ile müdahale
edilebilecek ölçüde yüksek güvenlikli bir şekilde korunmaktadır. Ayrıca
organ bağışı sırasında bağış yapan
kişinin bildirmiş olduğu bir aile bireyine SMS yolu ile mesaj gönderilerek
organ bağışı konusunun aile içerisinde de konuşulması ve tartışılması hedeflenmektedir.
Bir yoğun bakım servisinde yeterli sayıda beyin ölümü tanısı konulabiliyor
ve kadavra donör tespiti ile etkin bir
donör bakımı yapılabiliyor ise, bu durum o yoğun bakım servisinin kaliteli
hizmet verebilecek kapasitede olduğunun en iyi göstergelerinden biridir.
Daha farklı bir şekilde ifade etmek
gerekirse bir yoğun bakımda yapılan
tedavinin sonucunda tedavisi yapılan hasta ile ilgili iki seçenek vardır;
1.Hasta yaşar 2.Hasta ölür. Ölüm ise
iki şekilde gerçekleşir; 1.Tedaviye yanıt vermeme sonucunda kardiyak
ve/veya respiratuvar yetmezlik sonucu ölüm 2.Her türlü tedaviye ve
kardiyak ve respiratuvar sistemin
sağlam olmasına rağmen beyin
ölümünün gerçekleşmesi. (Respiratuvar sistem sağlam olsa
da, akciğerlerin solunum için
gerekli gaz değişimini sağlayabilmesi için gerekli impulslar
beyinden gelmedediği için
solunum ventilatör olmaksızın gerçekleşemez) Buradan
çıkarılacak sonuç ise iyi bir
yoğun bakımın ve yoğun bakım hizmetinin daha yüksek
oranda hastanın hayatta kalmasına olanak sağladığı gibi
yapılan etkin tedavilerin sonucunda herşeye rağmen hayata
tutunamayan hastalarda beyin
ölümü tanısı konmasına olanak
sağlayacak süreyi de kazandırarak
daha yüksek oran ve sayıda beyin
ölümü tanısı konulabilmesidir. Sonuç olarak, bir yoğun bakım sevisinde yeterli sayıda beyin ölümü tanısı
konulabiliyor ise o yoğun bakımın
her anlamda iyi bir yoğun bakım olduğunu söylemek mümkündür.
yoğun bakım ekibinden hemen hemen hiç bahsetmemesidir. Yoğun bakımcılar belki de olayın doğası gereği
arka planda kalmakta olsalar da hiç
kuşkusuzdur ki gerek beyin ölümü
tanısının konulması gerekse sunulan
iyi yoğun bakım hizmeti ile potansiyel donörlerin ve donör adayların
organlarının istenilen standartlarda
kalmasını temin etmede en önemli
aktörlerdir. Bakanlığımız, yoğun bakım uzmanlarının bu konuda üstlendiği rolün farkında olup, onlarında
bu alanda hak ettikleri saygı ve ilgiyi
görmeleri ve ön planda olmalarını
sağlamak anlamında gereken desteği vermektedir. Bu konuda yoğun bakım dernekleri ile müşterek bir plan
doğrultusunda işbirliği içinde hareket edilerek bir çalışma planı oluşturulmuş olup, yoğun
bakımcılarında beyin ölümü
tanısının konulması ile organ
nakli süreçlerinin içerisinde etkin bir rol almaları konusunda
gerekli adımlar atılmıştır.
Sonuç olarak özetlemek gerekirse;
•
Organ nakli konusunda deneyimli ve nitelikli yeterli sayıda
insan gücüne sahibiz ve daha fazla sayıda nitelikli insan gücü yetişmesi konusunda Bakanlığımızın
katkı ve destekleri devam etmektedir.
• Yoğun bakım servislerimizle ilgili
yaptığımız modernizasyon ve iyileştirme çalışmalarımız devam etmekte olup, yoğun bakım ihtiyacı
olan hastalarımızın tedavisine
yönelik her türlü imkânlar sağlanmıştır.
• Bakanlığımızca
ruhsatlandırılmış
ve ülke sathına yayılmış ve yeterli
sayıda nakil merkezi ile hizmet verilmektedir.
• Yapılan organ nakillerinde alıcılar
ve canlı vericili nakillerde vericilerin izlenmesine yönelik altyapı
sağlanmış olup, yapılan nakillerin
kalitesinin de takip edilmesine yönelik standartlara ilişkin çalışmalar yapılmaktadır.
• Organ
Nakli Koordinasyon Sisteminin geliştirilerek daha iyi bir
noktaya getirilmesine yönelik çalışmalar devam etmektedir.
• Bakanlığımız organ nakli ve organ
bağışı konusunda her türlü ulusal
ve uluslararası işbirliğine açıktır ve
desteklemektedir.
• Organ naklinin etik ve hakkaniyet-
li bir anlayışla yapılmasına yönelik
her türlü imkan sağlanmış olup,
merkezler denetlenmekte ve belirlenen ilkelerin dışında hareket
edenlere mevzuatta bildirilen
yaptırımlar uygulanmaktadır.
Bir diğer önemli nokta ise medyanın
yaptığı haberlerde hep nakli yapan
cerrahi ekibi ön plana çıkarması ancak belki de asıl kahramanlar olan
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
11
kapakkonusu
BAĞIŞLAYIN… HAYAT DEVAM ETSİN
Türkiye Organ Nakli Vakfı
Türkiye’de her yıl 3-9 Kasım tarihleri
Organ Bağışı Haftası olarak kutlanıyor. Sağlık Bakanlığı ve Türkiye Organ
Nakli Vakfı’nın öncülüğünde kutlanan bu haftanın çok temel ve kutsal
bir amacı var: Organ Bağışı konusunda kamuoyundaki duyarlığı artırmak. Organ Bağışı Haftası’nın bu yılki
teması da “Bağışlayın, hayat devam
etsin” olarak belirlendi. Organ Bağışı
konusunda duyarlılığı artırmak, bu
konudaki ‘doğruları, yanlışları’ halka
anlatmak elbette ki bir hafta boyunca yürütülen etkinliklerle sınırlı kalmayacak. Türk halkının organ bağışı
konusunda duyarlılığını artırmaya
dönük çalışmalar hayatın tam da
içinde, en yoğun şekilde olsun istiyoruz. Türkiye Organ Nakli Vakfı’nın bu
çalışmalarına destek veren, verecek
olan tüm kamu ve sivil toplum kuruluşlarının yanı sıra Türk halkına da
şimdiden teşekkürlerimizi sunmayı
bir borç biliyoruz.
Peki; neden “Bağışlayın, hayat devam
etsin” diyoruz ?
Sadece bu yıl Bin 688 hasta, beklediği organa kavuşamadığından hayatını kaybetti.
Organ bekleyen binlerce kişinin sonu
da böyle mi olacak? Organ bekleyen
tam 28 bin 154 hastamız var. Bağışlanacak her yeni böbrek, karaciğer,
kalp, akciğer, pankreas, ince bağırsak
12
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
ve kornea onlar için yaşam umudu
olacak. Öncelikle, organ nakli bekleyen binlerce hastanın da yaşama
hakkı olduğuna inandığımızdan “Bağışlayın, hayat devam etsin” diyoruz.
Organ bağışında dünya çapında bir
yetersizlik var. Bu yüzden, bekleme
listeleri zaman geçtikçe uzuyor. Avrupa ve Amerika başta olmak üzere dünyanın birçok yerinde de bu
yetersizliğin giderilmesine dönük
çabalar yoğunlaştırılmış durumda.
İspanya, İtalya, Fransa, Hırvatistan ve
Amerika’da bu çabalar ciddi sonuçlar
verdi. Ancak Türkiye’de organ bağışını yeterli düzeye getirmemiz için
daha çok çalışmamız gerekiyor. Bu
yıl Türkiye’de Bin 430 beyin ölümü
gerçekleşti ancak bunların sadece
309’unun organları, nakil bekleyenler
için umut oldu. Yani; ölen kişilerden
organları bağışlanan donörlerin oranı Türkiye’de kayıtlara milyon nüfus
başına 5.0 olarak yansıdı. Ancak bu
bu oran İspanya’da milyon nüfus başına 34.6, İtalya’da 21.1, Amerika’da
da 20… Ne kadar çok bağış olursa,
bu oranları da artırmış olacağız.
Kuran’ı Kerim’de Maide Suresi’nde
“Bir kişiye hayat vermek, bütün insanlara hayat vermeye eşdeğer” deniliyor. Organ naklinin sevap olduğu
Din İşleri Yüksek Kurulu’nca 1980’de
alınan bir kararla halkımıza duyurul-
du. Ancak, Türk halkının çoğunun
halen “organ bağışı dinen caiz değil”
türünden bir düşüncesi var. Oysa bu
düşüncenin değişmesi için Diyanet
İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in
çok anlamlı bir çağrısı oldu. Görmez,
“Dini, ilmi, tıbbi, hukuki şartlar yerine
geldikten sonra bizim organlarımızı
bağışlamamız candan cana giden en
büyük sadakadır” çağrısını yaptı. Geçen yıl düzenlediğimiz Organ Bağışı
haftasında yapılan bu çağrının daha
çok karşılık bulmasını, bütün tereddütlerin ortadan kalkmasını istiyoruz. Bu yüzden de, “Bağışlayın, hayat
devam etsin” çağrımızı yineliyoruz.
En yalın ve en duru haliyle söyleyelim: Organ bağışının, kan bağışından
farkı yoktur. Hayat kurtarmak isteyen
herkes organını bağışlayabilir. Organ
bağışına kendisinin de her an ihtiyaç
duyabileceğini farkeden insanlar çoğaldıkça daha mutlu ve sağlıklı bir
toplum olabileceğimize eminiz. Bu
yıl Türkiye’de tam 6 bin 180 organ
doku ve nakli gerçekleştirildi. Toplum olarak daha fazlasına ihtiyacımız
varken, ısrarla ama ısrarla “Bağışlayın,
hayat devam etsin” diyoruz. Türkiye
Organ Nakli Vakfı olarak desteklerinizi, önerilerinizi ve en önemlisi bağışlarınızı bekliyoruz.
www.hayatdevametsin.com
www.tonv.org.tr
kapakkonusu
KAHRAMAN
OLMAK
İSTER
MİSİNİZ?
Didem SEYMEN
Birisini ölümüne sevinebilir mi insan?
Sabah Gazetesi
Sağlık Muhabiri & Editörü
Tabi ki hayır! Bunun o kadar kolay
bir olay olduğunu sanmayın. Ben
narkozdan uyanır uyanmaz bana
böbreği nakledilenin, 19 yaşında bir
genç olduğunu öğrenince ağlamaya başladım. O çok gençti. Kim bilir
ne hayalleri vardı. Şimdi sıra bende,
onun bana emanet ettiği böbreğe en
iyi şekilde bakmak ve onu yaşatmak
benim boynumun borcu. Alper’in
hayalleri benim hayallerime karıştı,
onun sevdiği yemek benim sevdiğim
yemek oldu…
Belki de yaşarken yapamayacağınız
bir fırsat. Yaşarken dört kişinin hayatını kurtarabilir misiniz? Çok zor. Ama
bu dünyadan göçüp giderken, birileri sizin sayenizde, sizden bir parçayla
hayata tutunacak, belki iyileşip doktor olacak, belki iyileşip bir anne olacak, o da yavrusunu dünyaya getirecek. Ve ömrü boyunca, bırakın ömrü;
aldığı her nefeste, içtiği bir yudum
suda size ve ailenize dua edecek.
İşte böyle bir şey organ nakilli olmak... Biraz tuhaf ama bir o kadar da
gerçek.
Tuhaf çünkü hiç tanımadığınız, belki
yolda hızla ilerlerken farkında bile olmadan yanından geçtiğiniz birisi size
hayat bağışlıyor.
Gerçek çünkü birisi hayatını kaybederken, bir evde cenaze varken, diğer evde sevinç ve gözyaşı birbirine
karışıyor.
14
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
Okuluma Doyamadım
Türkiye’de 60 binden fazla böbrek
hastası var. Ben de bunlardan bir tanesiydim. Belki de en şanslılarından
birisiyim. Çünkü 15 yaşında diyaliz
makinesi ile yaşamaya başlayacağımı öğrendiğim andan itibaren
yaşama daha da sıkı sarıldım. Liseyi
diyalize girerek bitirdim, üniversite
sınavına özel bir merkezde doktorlar eşliğinde girdim. Hiç dershaneye
gidemedim ama Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sanat Tarihi
Bölümünü kazandım. Okulda ders
programın benim diyaliz saatlerime
göre düzenlendi. Hiç kantinde doya
doya arkadaşlarımla oturup sohbet
edemedim, onlarla arkeolojik gezilere katılamadım çünkü haftanın üç
günü, dörder saat gitmem gereken
bir makinem vardı. Ama ben yine de
hayat doluydum.
Ben çocuk böbrek hastası neler yaşar biliyorum çünkü bu hastalığa 2,5
yaşında yakalandım. Küçücük bebeklerin hiçbir şey anlamamalarına
rağmen, her şeyi anlıyorlarmış gibi
annelerinin gözlerine bakmalarına
şahit olmak, küçücük bebeğin karnına takılan diyaliz hortumlarını görmek inanın çok üzücü.
Arkadaşlarımdan Pes Edenler Oldu
Genç bir böbrek hastası neler yaşar
onu da biliyorum çünkü 15 yaşında
diyaliz makinesi ile tanıştım. Gençlerin en deli dolu, en verimli dönemlerinde diyaliz makinelerine mahkûm
olmaları onları hem bedenen hem de
ruhen olumsuz etkiliyor. Bunu ben
de yaşadım ancak bir gün bile yaşama sevincimi kaybetmedim. Pek çok
arkadaşımın yaşama sevinci söndü,
pes ettiler.
Ben, organ nakli bekleme listesinde
beklemenin de ne demek olduğunu
çok iyi biliyorum. İnsanların umutla
bekledikleri bir telefon. 24 saat baş
cunda açık tutulan cep telefonları.
Milli piyango bekler gibi beklemek…
Umut etmek. Ve organ çıktı diye çağırıldığınız halde böbreğin size takılamaması sonucu eve dönmek. Bunu
da yaşadım.
Ben ‘ikinci hayata merhaba’ demenin
ne demek olduğunu da çok iyi biliyorum. O umut, o heyecan ve sonunda
yeniden doğmak. 21.03.2006 benim
hayata ikinci kez merhaba dediğim
gündür.
Neboş Sekiz Yaşında
Ben bugün sağlıklıysam ve bu yazıyı
yazabiliyorsam, bilin ki bu 19 yaşındaki Alper’in ve ailesinin sayesinde
oldu. Diyaliz hastası olmak zordur.
Diyalizden çıktığınız her gün kemikleriniz biraz daha kamburlaşır. ‘Bugün de bitti’ diye sevinirsiniz. Eve
gittiğinizde aileniz doya doya su içerken, sizin içemeyeceğiniz, istediğiniz
kadar meyve yiyemeyeceğiniz aklınıza gelir. Buruk bir şekilde tutarsınız
evinizin yolunu…
21 yaşında ikinci hayatıma başladığım ve ismini Neboş koyduğum
böbreğimle sekizinci yılım. Her 21
Mart’ta Neboş’un önce doğum gününü kutluyor, sonrasında da Alper’e
duamızı edip uyuyoruz.
Sabah Gazetesi Sağlık Muhabiri olarak da sekizinci yılım. Sekiz yıldır
organ nakli haberleri yaparken hep
aynı heyecanı hissediyorum. Bir gün
Organ Nakli Koordinartörü Levent
Yücetin’e ‘Ben de koordinatör olmak istiyorum’ dediğimde bana; ‘Didem’ciğim sen o işi kaleminle yapacaksın’ demişti. Eğer güzel bir şeyler
yapabiliyorsam ne mutlu bana.
Bir Gün Sizin de Bağışlanan Bir Organa
İhtiyacınız Olabilir
Erkek arkadaşım ile Antalya Organ
Nakilli Çocuklar Kampında tanıştık.
Kendisi organ nakilli çocuklar kampının sponsor firmasının kurumsal
iletişim sorumlusuydu ve organizasyonun tanıtım ekibinde görev alıyordu. Benimle tanıştıktan sonra organ
nakline artık farklı
bir gözle yaklaştığını
düşünüyorum. Kampı o
kadar sahiplendi ki iki yıl üst
üste tüm organizasyonu
Emin yaptı. Ve şimdi ben
nasıl organ nakilli çocukların ablasıysam, o
da onların abisi oldu.
Organ nakli ile ilgili
neler yapılabilir diye
beraber sürekli yeni
fikirler üretiyoruz.
Allah benim karşıma organ nakline bu
kadar duyarlı birisini
çıkardığı için çok şanslıyım bence .
Ve son olarak şunu söylemek istiyorum; her yıl 10
bin kişi organ bulunamadığı
için hayatını kaybediyor. Oysa siz
bunu engelleyebilirsiniz. Nasıl mı?
Organ bağışını çevrenizdeki herkese anlatarak, bu konuda tartışarak, konuşarak… Hakkında
konuşulması bile organ bağışı oranlarını artıracaktır,
ben buna inanıyorum. Birisi bana, ‘Ne yapabilirim?
Organlarımı nereye bağışlayayım?’ diye sorduğunda
onlara verdiğim tek cevap
şu oluyor; “Ailenize vasiyet
edip organlarınızı bağışlamalarını söyleyin, onları buna
ikna edin yeter. Bir gün sizin
veya sevdiklerinizin de organa ihtiyacı olabilir. O zaman siz de organ
bağışının önemini anlayacaksınız
ama neden o kadar geç kalınsın ki?
Bu dünyaya bırakabileceğiniz en güzel miras organlarınız. Onları bağışlayıp hayat kurtarın.
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
15
kapakkonusu
HEDEF, % 50 KADAVRADAN,
% 50 CANLIDAN BÖBREK NAKLİ!
Türk Böbrek Vakfı, 3-9 Kasım Organ Bağışı Haftası’nda ülkemizde halen % 20’ler seviyesinde
gerçekleşen kadavradan organ bağışına dikkat çekmeyi amaçlıyor.
2012 yılında sadece böbrek bekleyen 19 bin hastanın, 500 ‘ü kadavradan, 1500 ‘ü canlıdan olmak üzere 2
binine böbrek nakledilebildi. 1.154
beyin ölümü vakasında, sadece 275
aile organ bağışını kabul etti. Geride
kalan binlerce hasta ise her sabah
“belki de bugün sıra bendedir” umuduyla yaşıyor…
Türk Böbrek Vakfı Başkanı Timur
Erk, organ naklinin sadece ‘Kronik
Böbrek Yetmezliği’ hastalarını değil,
başka nedenlerle organ yetmezliği
yaşayan ve nakil bekleyen hastaları
da ilgilendirdiğini belirtiyor. Erk,
bugün Türkiye’de akciğer, karaciğer, kalp, kalın bağırsak,
pankreas, kornea ve doku
nakli sırasındaki binlerce
hasta Ulusal Bekleme
Listesi’nde sıranın kendilerine geleceği günü
beklediklerine dikkat
çekiyor.
Türkiye’de yıllık kadavradan organ bağışı oranı milyonda 4 iken, bu
oran Avrupa ülkelerinde
milyonda 25 – 35 arasında
değişiklik gösteriyor. Organ
bağışının önündeki büyük engeller; süreçle ilgili bilgi yetersizlikleri, ön yargılar, dinsel çekinceler ve
karar verme anındaki duygusal durum olarak ortaya çıkıyor.
Durumu değerlendiren Timur Erk,
‘Organ bağışının ne olduğu ve nasıl
yapıldığı konusunda olumlu gelişmeler olsa da Türkiye yeterli bilgi ve
bilinç düzeyine ulaşılabilmiş değildir.
Organ bağışı konusunda çekinceler
halen mevcut. En büyük endişelerden biri, ölen kişinin vücut bütünlüğünün bozulması. Oysa organ nakli
ameliyatları çok özen gösterilen
ameliyatlardır ve vücut bütünlüğü
korunur.’ diyor. Erk, ayrıntılı bilgi verildiği ve sorular cevaplandığında,
ölen kişinin yakınlarının düşünceleri
16
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
ve kararlarının olumlu yönde değişebildiğini belirtiyor.
Tüm semavi dinler organ bağışını
teşvik eder ve bir başkasına hayat
vermeyi sevap olarak değerlendirir!
İslam dininde organ, doku ve kan
nakli tedavinin gerekli unsurları olarak kabul edildiğini açıklayan Erk, bu
konuda rehber olan ayetler bulunduğunu belirtti:
kadavradan organ nakli konusunda
en büyük engeli oluşturabiliyor. Hastanın beyin ölümü gerçekleştiğinde
onay verecek kişiler, din görevlilerine
danışıyor. Çoğu zaman ise yapılan
görüşmelerden sonra ölen kişinin
yakınlarının fikirleri olumlu yönde
değişiyor ve organ bağışına onay verebiliyorlar.
Kadavradan Organ Nakli Talebine
Red Cevabı %74!
2011 yılında 1.291 beyin ölümü bildirimine karşılık 333 vaka için aile ya
da kanuni vasilerden onay alınabilirken, 958 red cevabı alınmıştır.
Bir diğer deyişle, kadavradan
nakle uygun beyin ölümlerinin sadece % 26’sı organ
nakline imkan sağlayabilmiştir. 2012 yılında ise
bugüne kadar bildirilen
1194 beyin ölümünden
284 onay, 910 red cevabı
alınmıştır.
ABD’de ve İngiltere’de
beyin ölümü gerçekleşen
vericinin kanuni vasilerinin
red cevabı oranı %50, bu oran
Fransa’da % 30, İspanya’da % 20
iken, 2011 yılında Türkiye’de, %74
oranında red cevabı alınmıştır.
“Kim bir kimseye hayat verirse, o sanki bütün insanlara hayat vermişçesine sevap kazanır.” Maide suresi, 32.
Ayet
“İnsan kendisinin kemiklerini bir araya getiremeyeceğimizi mi sanıyor?
Evet bizim onun parmak uçlarını bile
aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter.”
“Organınızı vereceğiniz kişi yaptığı
iyilik ve fenalıklardan kendisi sorumludur.” Kıyame suresi, 3-4. Ayetler
Özellikle Türkiye’de dinsel çekinceler,
Son yıllarda yürütülen yoğun çalışmalar sayesinde organ bağışına yönelik bilincin arttığını görüyoruz. Örneğin 2006 yılında 2500 kişiye organ
bağış kartı verilmişken, 2007’de bu
sayı 35.200’e ulaşmıştır. Yapılan nakillerin yüzde 70’ i canlıdan, yüzde 30’u
kadavradan sağlanmaktadır.
Tüm çalışmalara rağmen son 3-4
sene içerisinde kadavradan böbrek
nakli oranının % 20’leri aşamadığını
belirten Erk, hedefin ‘% 50 kadavradan, % 50 canlıdan nakil’ olması
gerektiğini belirtiyor. ‘İdeal olan, çoğunluğunun kadavradan yapıldığı
nakillerdir.’ diyor.
Hastanelerinizin
daha etkin
yönetimi ve
verimliliği için...
kapakkonusu
YÜZ, EKSTREMİTE VE KOMPOZİT
DOKU NAKİLLERİ
Prof. Dr. Selahattin ÖZMEN
Koç Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi,
Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi
Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
TARİHÇE
Kompozit doku; karaciğer, böbrek,
kalp gibi iç organlar dışında kalan ve
birden çok embriyonik tabakadan
köken alan, içerisinde çok farklı türden dokuları barındıran vücut yapıları için kullanılan bir terimdir. Bu tanı18
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
ma kol, bacak, yüz, sinir, kas, gırtlak,
barsak gibi yapılar dahildir.
Kompozit doku nakilleri diğer nakillere göre biraz daha geç olarak uygulamalarımızda yerlerini aldılar, bunun
en önemli nedeni bu nakillerin hayat
kurtarıcı olmadığı ve sadece hayat
kalitesini arttırdığı görüşüydü. Ancak
bu hasta gurubu ile konuştuğunuzda
aslında bu nakillere ne kadar ihtiyaç
duyduklarını, nefes aldıklarını ancak
toplumda fiilen yaşamadıklarını anlamak son derece kolaydır.
sonra olmuştur. İnsanlarda bu nakillere başlamadan önce, 2002-2003 yıllarında Amerika Birleşik Devletlerinde, Cleveland-Ohio’da The Cleveland
Clinic Foundation’da, nakillerin deneysel araştırmalarını oldukça detaylı olarak gerçekleştirdik. Aynı klinikte
Türkiye’den çeşitli hastanelerden gelen hekimler başta olmak üzere uluslararası bir ekiple çok önemli deneysel nakiller gerçekleştirdik. Bizden
önce de Türk Hekimler çeşitli bacak
ve sinir doku nakilleri konularında
çalışmalar gerçekleştirmişlerdi.
Kompozit doku nakillerinin özellikle
gündeme oturması 2000’li yıllardan
The Cleveland Clinic Foundation’daki
tam teşekküllü mikrocerrahi labora-
tuvarında çok farklı türden denekler
üzerinde nakiller ve nakillerin immünolojisi üzerinde çalışmalar gerçekleştirdik. Ben şahsen sıçan, domuz, fare,
koyun, tavşan gibi değişik deneysel
modeller üzerinde çalışmalarda bulundum. Bu yaptığımız çalışmalarda
çok önemli başarılara imza atarak çok
sayıda uluslararası ödül kazandık. Sıçanlarda arka bacak nakli modeli, kasık bölgesinin nakli modeli, tam yüz
nakli modeli, kısmi yüz nakli modeli,
yüzün sırta nakli modeli gibi modeller
tanımladık ve literatüre kazandırdık.
The Cleveland Clinic’te yaptığımız
çalışmalarda farklı genetik yapıdaki
sıçanlar arasında yapılan nakillerde 5
gün, 7 gün ve 21 gün gibi çok kısa süreli bağışıklık sistemini baskılayıcı ilaç
kullanımını takiben hiç ek ilaç verilmeden yapılan nakillerin sıçanlar ölene kadar 2 yıldan fazla sürelere varan
oranda sağ kalmaları sağlanabildi. Bu
çalışmalarda farklı genetik yapıdaki
türler arasında nakil yapıldığında her
iki türün birbirini reddetmeden bir
uyum içinde yaşadığını gördük, bu
yapı kimera (chimera) olarak bilinir
ve Antalya - Olimpos’taki chimera
efsanesinden esinlenerek isimlendirilmiştir. Nakillerdeki nihai amacımız
sıçanlarda sağladığımız kimerizmi
insanlarda da sağlayabilmektir. Kimerizm insanlarda sağlanabildiği
zaman her türlü nakil bağışıklık sistemine müdahale edilmeden, ömür
boyu ilaç kullanımı gerekmeden rahatça gerçekleştirilebilir hale gelecektir. Bağışıklık baskılayıcı ilaçların
ömür boyu verilmemesi hayati önem
taşımaktadır zira bağışıklık sistemini
baskılayan ilaçların ciddi enfeksiyonlar, karaciğer ve böbrek yetmezlikleri
ve hatta kanser gelişimlerine kolaylık
sağlamaları gibi yan etkileri söz konusu olabilir.
“İnsanlarda yüz nakli mümkün müdür?” sorusunun cevabını verebilmek
için öncelikle bu işlemin laboratuvar
ortamında denenmesi gereklidir.
Bunu ilk olarak Türk Hekimler olarak
The Cleveland Clinic Foundation’da
Dr. Maria Siemienow’un Laboratuvarında arkadaşlarım *Dr. Betül Ulusal ve eşi **Dr. Ali Ulusal ile birlikte
gerçekleştirdik. Sene 2002 idi, sıçanlarda ilk tam yüz ve skalp (saçlı deri)
bölgesinin mikrocerrahi ile naklini
gerçekleştirdik. İlk tam yüz nakli ger-
çekleştirilen sıçana “Zorro” adını verdik, dünyada ilkti ve çok değerliydi.
Daha sonra başka tam yüz nakilleri
de yapıldı.
İnsanlarda yapılacak nakiller düşünüldüğünde her yüz nakli alıcısı tam
yüz nakli ihtiyacı duymayacaktır. Biz
de deneysel çalışmalarımız sırasında
bunu düşünerek **Dr. Yavuz Demir
ile birlikte yarım yüz-saçlı deri nakli
modelini geliştirdik.
The Cleveland Clinic Foundation’da
bir diğer geliştirdiğimiz model de
sıçanlarda yüz ve saçlı deri muadili
bölgenin alıcı sıçanın sırtına nakledilmesiydi. Bu modeli geliştirme nedenimiz klinik şartlarda acil olarak
vericiden alınan yüzün geçici olarak
alıcının başka bir bölgesinde saklanmasının uygunluğunu test etmekti.
Gelişmiş mikrocerrahi tekniklere ve
bağışıklık sistemini baskılayan ilaçlara rağmen yaşanabilecek bir cerrahi
başarısızlık veya ret durumunda, deforme de olsa alıcının yüzü alınmış
olduğundan ciddi anlamda sorun
oluşabilir. Alınan yüzü karın veya sırt
gibi bir bölgede belli bir süre tutarak
uygun şartlarda alıcının yüzüne aktarmak bu riski ortadan kaldırabilir.
2002 ve 2003 yıllarındaki çalışmalarımız sırasında tüm bu deneysel
modelleri geliştirmemizin nedeni
“insanda yüz nakli yapabilir miyiz?”
sorusuna yanıt aramak içindi. Bu soruyu biz 2003’ün başında araştırıyorduk, ama bizden daha önce bu soruyu film endüstrisi sorgulamış ve yanıt
aramıştı. 1960 yılında bir Fransız yönetmen, Georges Franju “Les yeux
sans visage (Eyes without a face)” adlı
filmde bu konuyu gündeme taşımıştır. Filmde bir cerrahın kızı trafik kazası geçiriyor ve yüzü ciddi anlamda
deforme oluyor, cerrah baba kızının
yüzündeki deformiteyi düzeltebilmek için genç kızları kaçırarak yüz
nakletmeye çalışıyor ancak bir süre
sonra anlıyor ki, yüz nakli yapmak o
kadar da kolay bir şey değil.
Yüz nakli yapmak teknik olarak düşünüldüğünde gerçekten çok mu zor?
İnsan anatomisini incelediğimizde
baş boyun bölgesinde o kadar yoğun
bir damar ağı var ki iyi bir mikrocerrah için, mikrocerrahi ile doku nakli
gerçekleştirmek çok zor görünmemektedir.
Yüz dokusu nakledilmek üzere olduğu yerden güvenle alınabilir mi?
2003 yılında The Cleveland Clinic Foundation’daki çalışmalarımızda bunu
da araştırdık. Taze donmuş insan kadavrasında bütün yüz derisini kısa
bir sürede nakil için hazırlayabildik.
Kadavradan çıkarılan yüz bölgesinde
gözkapağı, burun, dudak, kulak gibi
klasik tekniklerle rekonstrüksiyonu
son derece zor olan yapıları nakletmek mümkün olabilir. Metilen mavisi
ile ana damarlardan boya verdiğimizde kulak, gözkapağı gibi en uç doku
alanlarının dahi çok iyi boyandığını,
dolayısıyla nakil için uygun damarlanmaya sahip olduğunu gösterdik.
Bu kadavra çalışmasıyla yüz dokusunun naklinin mümkün olabileceğini
göstermiş olduk.
Taze kadavra üzerinde yaptığımız
çalışmalarda hazırladığımız yüz dokusunun duyusu olacak mı yoksa
bir maske gibi mi olacak sorusunu
da yanıtlamış olduk. Supraorbital,
infraorbital ve mental sinirlerin nakil
sırasında rahatça dikilebileceğini, bu
sinirlerin izole edilebileceğini gösterdik. Yüzdeki motor aktiviteyi, yani
mimik hareketlerimizi sağlayan fasiyal siniri de onardığımızda mimikler
tama yakın sağlanabilecektir. Nitekim klinik olgularda da daha sonra
bunun mümkün olduğu görüldü.
Bir efsaneye göre klinikteki ilk kompozit doku nakli Aziz Cosmas ve Aziz
Damien tarafından gerçekleştirilmiştir. Bir kilise çalışanına ölen bir Etiyopyalı siyahi kölenin bacağı nakledilmiştir. Bu konuda yapılan tabloları
Prof. Dr. Selahattin ÖZMEN
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
19
haber
günümüz bilgisiyle değerlendirdiğimizde köle siyahi olduğu için nakledilen bacak siyah görünmektedir,
ancak bir diğer yorum da bacağın
bağışıklık sistemini baskılayan ilaç
kullanılmadığından kangren olup
atıldığı için siyah göründüğü de olabilir. Ancak gerçek dünyaya dönecek
olursak el, ön kol nakilleri, sinir nakilleri, kemik, kas, değişik doku nakilleri
özellikle son 20-30 yılda gerçekleşebilir hale gelmiştir. İlk başarılı ve halen yaşayan önkol ve el nakli 1999’da
yapıldı. Günümüzde yapılmış onlarca
önkol, el, hatta parmak, kol ve bacak
nakli mevcuttur.
Özellikle yüz nakilleri gündeme gelince ciddi tartışmalar baş gösterdi.
Bazı hekimler yüz naklinin hayat kurtarıcı bir işlem olmadığını ve yapılmasının gerekli olmadığını öne sürmekteydi. Öte yandan hayat kurtarıcı
bir işlem olmadığını savunanlara en
iyi yanıtı yüz nakli ihtiyacı olan hastalar veriyor. Bu hastalar nefes alıp
veriyorlar ancak toplumda neredeyse hiç yoklar, evlerinden çıkmıyorlar,
hatta eve gelen misafirlerle bile görüşmekten kaçınıyorlar. Ben bu hasta
grubunun toplum içinde adeta “yaşayan ölüler” olduklarını düşünüyorum. Hastalara yüz nakli yapıldığında
ölebileceği hatırlatıldığında böyle bir
deformiyteyle yaşamaktansa bu riski
göze almaya çoktan hazır olduklarını
ifade ediyorlar. Ciddi deformasyon
bırakan yanıklar, mekanik travmalar,
ateşli silah yaralanmaları, doğuştan
anomaliler gibi pek çok faktör yüz
nakli ihtiyacına yol açabilir.
Aslında Plastik Cerrahlar olarak mevcut rekonstrüksiyon tekniklerini kullanarak çok ileri düzeyde deformite
düzeltici ameliyatlar yapabiliyoruz
ve çok başarılı sonuçlar elde edebiliyoruz. Ancak yine de mevcut cerrahi
tekniklerle tam olarak fonksiyon gören göz kapağı, dudak, burun, kulak
gibi organları yapmak oldukça zordur. Klasik tekniklerle dokuları restore etmek mümkün ancak bire bir aynısını yapmak günümüz teknolojisi
ve cerrahi teknikleriyle henüz mümkün değildir.
Baş-boyun bölgesindeki yapıları
izole olarak veya kombine olarak rekonstrükte etmek gerekebilir. Klasik
rekonstrüktif cerrahi tekniklerle deri
yamaları, yağ nakilleri, damarlı veya
20
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
damarsız kemik nakilleri, serbest kas
nakilleri gibi çeşitli dokuların kişinin
kendi vücudundan alınarak başka
bölgelere nakledilmesi söz konusudur. Bunun yanı sıra bir takım protezler ve epitezler kullanarak yapay bir
doku ile de defektli alan taklit edilebilir veya kapatılabilir. Ancak kullanılan tüm komplike tekniklere rağmen
sonuçların cerrahları ve hastaları tam
olarak tatmin ettiğini söyleyemeyiz.
Bu en iyi yapılan rekonstrüksiyon için
bile geçerlidir. Bu nedenle bazı ağır,
baş boyun defektlerinin yüz naklini
hak ettiğini söyleyebiliriz.
Yüz nakli bizim çalışmalarımızı da
sunduğumuz ve yayınladığımız
2000’li yılların başlarında tüm dünyada oldukça popüler oldu ve 2005
yılında Fransa’da ilk kısmi yüz nakli
gerçekleştirildi. Bu nakil bir köpek
tarafından yaralanan orta yaşlı bir
kadının ağız çevresinin yumuşak dokusunun naklini içermekteydi. Kısa
bir süre sonra ikinci yüz nakli, ayı
saldırısı sonucu yaralanan bir erkek
hastaya Çin’de yapıldı. Aslında estetik görünüm olarak çok iyi bir sonuç
elde edilmiş olmasına rağmen hasta
nakil sonrasında bağışıklık sistemini
baskılayan ilaçlarını kesip geleneksel
Çin tıbbına yönelince, bir süre sonra
hasta yaşamını yitirdi. Üçüncü nakil
basına “ağaç adam” olarak yansıyan
bir erkek nörofibromatozis hastasına, Fransa’da yapıldı, yine sadece
yumuşak doku nakli şeklindeydi ve
yine oldukça iyi bir sonuç elde edildi.
Dördüncü nakil ise yüzünün orta kısmından yaralanan bir kadın hastaya
yüzün kemik dokularını da içerecek
şekilde ABD’de The Cleveland Clinic
Foundation’da yapıldı.
Amerika Birleşik Devletleri’nden
döndüğümde Türkiye’de yüz nakli
yapmak konusunda planlarımız vardı. 2007 yılında Gazi Üniversitesi beni
“Türkiye Bilimler Akademisi Üstün
Yetenekli Genç Bilim Adamı” ödülüne aday gösterdi ve proje olarak “İnsanda Yüz Nakli” konusunu sundum.
Değerlendirme komitesinde Tıp
Fakültesi’nde Hocam olan bazı Öğretim Üyelerinin de olduğu çok değerli
bilim adamları vardı ancak insanda
yüz nakli konusunda tereddütleri
vardı ve “projeyi sıçanlarda nakil çalışmalarına devam etmem şeklinde
değiştirmem konusunda bir öneri
oldu”. Ancak deney hayvanlarında
yeteri kadar deney yaptığımızı ve
insanda nakillerin başladığını, bizim
de Türkiye’de Yüz nakli yapabileceğimizi belirttim. Bu şekilde birkaç yıl
kaybetmiş olduk. 2010 yılında sınıf
arkadaşım ve çok yakın arkadaşım Dr.
Ömer Özkan Sağlık Bakanlığı’ndan
özel izinle Eylül ayında ilk önkol naklini gerçekleştirdi. Bu nakilden sonra
Sağlık Bakanlığı benim de dahil olduğum bir bilimsel komisyon kurdu. Bu
komisyonun görevi Kompozit Doku
Nakli Yönetmeliğini oluşturmaktı. Bir
yıllık çalışma sonucunda Türkiye’ye
ait “Kompozit Doku Nakli Yönetmeliği” ni oluşturduk. Kompozit doku
nakli konusunda endikasyonları ve
kontrendikasyonları belirledik. Bu
dünyadaki ilk ulusal kompozit doku
nakli yönetmeliğiydi. Mart 2011 de
yönetmelik yayınlandı.
Ocak 2012 de Sağlık Bakanlığı ilk nakil için Akdeniz Üniversitesi’ne öncelik verdi ve ilk yüz nakli Antalya’da bir
erkek hastaya gerçekleştirildi. Aynı
vericiden alınan ekstremiteler aynı
gün bir başka hastaya nakledildi,
böylece ilk defa üç uzuv nakli yapılmış oldu. Ancak birkaç ay yaşayan
hasta gelişen komplikasyonlar sonucu kaybedildi.
İkinci bir yüz nakli vericisi bir ay kadar sonra çıktı ve nakil için Sağlık
Bakanlığı Gazi Üniversitesi’ne yani
bize organları alıp almayacağımızı
sordu. Ancak verici ile bizim alıcımız
arasındaki yaş farkı 20’den fazla olduğundan biz vericiyi kabul etmedik ve
bizden sonra Sağlık Bakanlığı vericiyi
Hacettepe Üniversitesi’ne yönlendirdi. Hacettepe Üniversitesi’nde yine
bir erkek yüz nakli ve beraberinde
bir başka alıcıya 4 ekstremite nakli
yapıldı. Ancak ekstremite nakli yapılan hasta gelişen komplikasyonlarla
birkaç gün sonra kaybedildi. Bir ay
kadar sonra 17 Mart 2012’de üçüncü yüz naklini Gazi Üniversitesi Tıp
Fakültesi Plastik, Rekonstrültif ve Estetik Cerrahi Anabilim Dalı olarak biz
gerçekleştirdik, 3. Yüz nakline ait detaylı bilgi aşağıda verimiştir.
Gazi Üniversitesi Tecrübesi
Gazi Üniversitesi Hastanesi Plastik,
Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Anabilim Dalı olarak yaptığımız nakil
Türkiye’de ve dünyada bazı ilklere
sahipti. Hastamız 19 yaşında bir bayandı. 6 yıl kadar önce ateşli silahla
orta yüz yaralanması geçirmiş ve 2
yıl öncesinde bana başvurduğunda
35 kadar ameliyat geçirmişti. Orta
yüz bölgesi hemen hiç yoktu. Burun
tamamen yoktu, üst çene tama yakın
hasarlamış, önceki ameliyatlardan
kalan ince bir kemik dokusu mevcuttu. Üst çenede dişlerin pek çoğu
yoktu, alt çenede defekt orta ve sol
tarafta ciddi bir kemik defekti vardı,
ağız deformeydi, üst dudak hiç yoktu
ve geçirilmiş onlarca ameliyata bağlı
vücutta birçok iz ve defekt mevcuttu.
Yüz nakli için en uygun adaylardan
biri olduğunu düşündüğüm hastaya
yüz naklini bir alternatif olarak sunduğumda başta şaşırdı ve korktu.
Ancak özellikle ABD’deki kendisine
benzer bir deformitesi olan hastada
yapılmış yüz naklini görünce yüz nakli programına dahil olmayı kabul etti,
aile de ameliyatı kabul etti. Hastanın
programa dahil edilme süreci en az
6 ay sürüyor, psikiyatri eşliğinde birçok test ve değerlendirmeler yapılı-
yor. Hastanın Gazi Üniversitesi’ndeki
multidisipliner konseyimizden onay
almasından ve psikiyatrik değerlendirmelerinden sonra adı Sağlık
Bakanlığı’na nakil için bildirildi.
Nakil Süreci
17 Mart 2012 de Ulusal Nakil Koordinasyon Merkezi’nden bir kadın yüz
nakli vericisi olduğu bildirildi. Verici
ve bizim hastalarımızdan biri oldukça
uyumluydu, hastaya durumu bildirdiğimizde nakil için hazır olduğunu
bildirdi.
Verici İstanbul’daydı, hastamız ise
Kahramanmaraş’ta ikamet ediyordu.
İki Plastik Cerrah ve bir Protez Uzmanından oluşan 3 kişilik bir ekiple
vericiden yüz dokusunu almak üzere
Sağlık Bakanlığı’nın jet ambulansı ile
İstanbul’a ulaştık ve Samatya Devlet
Hastanesi’ne varır varmaz vericinin
yakınıyla durumu konuşup kendisine
teşekkür ettik, nakil sürecini açıkladık. Protez uzmanı ekip arkadaşımız
tarafından vericinin alınacak olan
yüz parçasının yerine konulmak üze-
re hazırlanacak olan silikon maskeyi
hazırlamak üzere yüz kalıbı alındı. Bu
sayede nakil dokuyu aldıktan sonra
alınan yüz dokusunun silikon maskesini yerine koyarak vericide görünen
bir defekt kalmasını önleyebilecektik.
Protez uzmanımız vakit kaybetmeden silikon maskenin hazırlıklarına
başladı.
Hayati organların önce alınabilmesi
için organ alımında öncelik karaciğeri nakletmek üzere alacak olan genel
cerrahi ekibine verildi. Karaciğer alındıktan sonra böbrek nakli yapacak
ekiple birlikte ameliyata başladık.
Orta yüz kısmını kemikleriyle birlikte almak üzere plan yaptık. Orta yüz
derisi, kasları, burun, 10 tane diş, üst
dudak, üst çenenin sert damağı nakledilmek üzere alındı. Hastanın alt
çenesinde sadece kemik dokuda bir
eksiklik vardı ancak herhangi bir ret
veya başarısızlık durumunda hastanın mevcut dokularından hiçbirini
kaybetmemek amacıyla bu alandan
doku alınmadı. Tüm yüzün derisini
alarak nakil yapmak da izleri boyun
bölgesine saklamayı sağlayacağın-
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
21
haber
dan bazı cerrahlarca tercih edilen
bir yöntem olmasına rağmen bunun
için alıcıda mevcut sağlıklı yüz derisi
kısımlarının atılması gerekecekti. Bu
durumda hastada herhangi bir ret
veya başka bir sorun çıktığında çok
ciddi sorun yaşama riski doğurabilecekti, bu nedenle sadece defektin olduğu kısımların nakledilmesini planladık. Bu sayede yaptığımız nakilde
erken dönemde veya yıllar sonra bir
sorun çıkarsa bile sadece bu dokuyu aldığımızda hastanın hiçbir kaybı
olmayacak, yine eski yüzü tamamen
yerinde olacaktı. Bu kararımızın haklılığını diğer nakillerin sonuçlarını görünce kanıtlamış olduk.
Yüz dokusunu aldıktan sonra hazırlanan maske, vericideki defekt alanına
hastanenin Plastik Cerrahi Uzmanı tarafından uygulandı ve dikildi.
Bu sırada nakil ekibi olarak hemen
Sağlık Bakanlığı’nın Ambulans jeti
ile Ankara’ya döndük. Hastamız bu
arada Ankara’ya ulaşmış ve ameliyata alınarak hazırlanmaya başlamıştı.
Mikrocerrahi işlemleri ile 4 tane damarı birbirine diktik ve nakledilen
dokunun alıcının damarları vasıtasıyla beslenmesini sağladık. Daha sonra
üç boyutlu olarak alınan yüz dokusu
milimetrik olarak işlenerek alıcının
yüzüne yaklaşık 6 saate adapte edildi
ve daha sonra plak vidalar ile alıcının
kemiklerine fikse edildi.
Ameliyat sonrası dönem sorunsuz
geçti, hasta kendi yüzünü psikiyatrinin kontrolü altında 14 gün kadar
sonra gördü ve çok beğendiğini ifade
etti. 4. haftada basının karşısına çıktığında özgüveninin ne kadar artmış
olduğunu görmemiz başarılı olduğumuzun kanıtıydı.
Hastanın olmayan sol gözü için protez hazırlandı. Alt çenedeki kemik defekti kalçadan aldığımız kemik grefti
ile onarıldı. Daha sonra nakledilen bu
kemik üzerine diş implantları yerleştirildi, 5 adet implant başarı ile nakledildikten sonra Ağustos 2013’te diş
restorasyonu tamamlandı.
Yaptığımız nakil tüm dünyadaki birkaç kadından kadına ve kemikli yapılan nakilden biri oldu. Bu özellikleriyle Türkiye’de yapılan ilk kemikli
ve üç boyutlu nakildi, ilk ve hala tek
kadından kadına nakil özelliklerini de
taşımaktadır.
22
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
Kompozit Doku Nakilleri Yapılmalı mı?
Kompozit doku nakilleri hayati risk
nedeniyle yapılan ameliyatlar olmadığından bazı hekimler bu nakillerin
yapılması konusunda şüphe taşımaktadırlar. Dokunun nakil yoluyla
alınmasının belirgin bazı avantajları
vardır; hazır bir doku alınıp kullanıldığından hastanın başka bir vücut bölgesine zarar verilmemektedir, yani
verici alan morbiditesi yoktur.
Alınan doku bire bir orijinal kulak,
burun, gözkapağı gibi fonksiyon ve
şekil olarak vericide eksik olan bölgeye uygun doku olarak transfer
edilebilir, normalde bu tür yapıların
rekonstrüksiyonu son derece zordur.
Ama farklı kişiler arasında yapılan
nakillerin çok önemli iki dezavantajı
vardır; birincisi bağışıklık sisteminin
baskılanması, ikincisi nakledilen dokunun reddedilme riski. Bu konuları
sıçanlarda yaptığımız deneylerde
büyük oranda çözmemize rağmen
henüz insanlarda çözülebilmiş değildir ve alıcının ömür boyu bağışıklık
sistemini baskılayan ilaç kullanmaları
gerekmektedir. Eskiden kullanılacak
ilaç dozunun deri nakli nedeniyle çok
yüksek olması gerekeceği düşünülüyordu ancak günümüzde gerekli ilaç
dozunun sadece böbrek nakillerindeki doz ile aynı miktarlarda olduğu
görüldü.
Türkiye’de organ nakillerinde verici
bulmanın sorunlu olduğu bu nedenle canlı vericilerden nakillerin daha
sık yapıldığı aşikardır. Kompozit doku
nakillerinin çok büyük bir kısmının
canlı vericiden yapılması mümkün
olmadığından kadavra verici şarttır.
Yapılan nakillere bakıldığında bu nakiller için mevcut durumda yeterince
verici bulabildiğimizi söyleyebiliriz.
Ancak kompozit doku nakillerinde
sayı artacak olursa kadavra verici bulmak sorun olabilir.
Bir başka muhtemel sorun alıcının
başkasının yüzünü taşımasının yaratabileceği sosyal ve psikolojik sorunlardır. Yurtdışında yapılan bazı
kompozit doku nakillerinde bu gibi
sorunların ortaya çıktığı bilinmektedir. Ancak ülkemizde yapılan nakillerin hiçbirinde günümüze kadar böyle
bir sorun yaşanmadı. Hastaların psikiyatrist ve psikolog eşliğinde değer-
lendirilmeleri ve bu desteğin nakil
yapıldıktan sonra da devam etmesi
son derece önemlidir.
Sonuç
Ülkemizde özellikle kısa sürede art
arda gelen nakiller büyük bir yankı
uyandırdı. Bu nakillerde büyük rolü
olan sorumlu uzman doktorlar –ben
dâhil- basında yer aldılar. Ancak bu
nakillerin bir ekip işi olduğu ve Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahinin yanı
sıra; Nefroloji, Psikiyatri, Tıbbi Etik,
İmmünoloji, Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon, Sosyal Hizmet Uzmanları
gibi pek çok branştan uzman hekim
ve yardımcı sağlık personelinin, hastanelerimizin Rektör, Dekan ve diğer
yöneticileri dâhil tüm yapılarının koordineli çalışması sonucu başarılabildiğini hatırlatmak isterim. Özellikle o
dönemde Rektör olan Sayın Prof. Dr.
Rıza Ayhan ve Dekan olan Sayın Prof.
Dr. Sacit Turanlı’nın ekibimize her
türlü desteği verdiğini hatırlatmak ve
buradan teşekkür etmek istiyorum.
Bu nakiller cerrahi beceri olarak aslında Türkiye’de birçok Plastik ve Rekonstrüktif Cerrah tarafından başarıyla gerçekleştirilebilir, önemli ve zor
olan çok faktörlü bir koordinasyonun
gerçekleştirilmesidir.
Mevcut dezavantajlara rağmen kompozit doku nakilleri yapılmalı mı?
Uygun hasta seçimiyle yüz ve uzuv
nakilleri bazı hastalar için tek seçenek gibi gözükmektedir ve gerekli
durumlarda yapılmalıdırlar. Ancak
hastalar ömür boyu ilaç kullanımının
riskleri konusunda ve diğer bazı gelişebilecek sorunlar hakkında yeterince bilgilendirilmelidirler.
Nakil yaparken hasta seçimi çok
önemlidir. Çok ciddi bir değerlendirme şarttır. Aksi halde halen deneysel
diyebileceğimiz bu nakillerde önemli
sorunlarla karşılaşmamız söz konusu
olabilir.
* Doç. Dr. Betül Gözel Ulusal, Balıkesir Üniversitesi Tıp Fakültesi Plastik, Rekonstrüktif
ve Estetik Cerrahi Anabilim Dalı
** Prof. Dr. Ali Engin Ulusal, Balıkesir Üniversitesi Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji
Anabilim Dalı
***Prof. Dr. Yavuz Demir, Mersin Üniversitesi
Tıp Fakültesi Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Anabilim Dalı
kapakkonusu
BAĞIŞLAMAK YA DA BAĞIŞLAMAMAK!
Mümin UZUNALAN
Organ Nakli Koordinatörü
Hayata Bağıs Derneği Başkanı
Konu organ bağışı olduğunda aklımızdan geçenler; bir ölüm, geride
kalanların verdiği bir karar ve kurtulan hayatlardır aşağı yukarı. Gazetelerde haber olarak yer aldığında dahi,
organ nakli ile hayata tutunan kişiler
veya onların yakınlarının söyledikleri
çok önemli olur da organ bağışlayan aileler pek ortalarda görünmezler nedense. Bizler de olayı ‘şurada
hayatını kaybeden bu kişi, şu kadar
insanın canını kurtardı’ sığlığında
yaşar gideriz. Oysa organ bağışı kavramının altında, oldukça gelişmiş bir
organizasyonun kökleri uzanır, ya da
Mümin UZUNALAN
24
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
uzanmalıdır ülke çapında. Bu organizasyonu başarabilen ülkeler vatandaşlarına organ nakliyle tedavi sunabilirken başaramayan ülkeler sadece
ümit sunabilmektedir. Sunulan ümidi
de fazla abartmamak gerektiğini fısıldar rakamlar yıllar yılı…
Fazlaca karışık hale getirmeden anlatmaya çalışalım organ bağışı sistematiğini. Öncelikle, ülkemizde sağlıkla ilgili bir sorunun çözümünde en üst
karar verici Sağlık Bakanlığı’dır. Çemberi biraz daha daraltırsak İl Sağlık
Müdürlükleri’ne, daha da daraltırsak
rektörlüklere, dekanlıklara ve hastane başhekimliklerine ulaşabiliriz. Demek ki, sağlıkla ilgili bir uygulamanın
kararı vatandaşın günlük hayatına
girene kadar en azından birkaç merciden geçiyor. Konumuz organ bağışı
olduğuna göre kapsamımızı hastanelerin yoğun bakım ünitelerine doğru
biraz daha daraltacağız. Çünkü organ
bağışının gündeme gelebilmesi için
hayatını kaybetmiş birine yani bir
ölüye ihtiyaç vardır. Ancak ölümün
özelliği yoğun bakım şartlarında gerçekleşmiş olması, ölünün özelliği ise
yoğun bakım desteği altında ve bir
suni solunum cihazına bağlı halde olmasıdır. Kişi kesinlikle bir ölüdür. Fakat beyni dışında organ fonksiyonları
kısa bir süre için de olsa devam edecektir ki bu duruma beyin ölümü denir. Zaten organ naklini mümkün kılan da bu durumdur. Şu halde yoğun
bakım ünitesi sorumluları da dördüncü ve en kritik merci olarak sistemin
içerisindeki yerlerini alıyorlar. Bugün
temel sorunumuz; yoğun bakımlarda
beyin ölümü gerçekleşen vakaların
sisteme bildirilmemesidir. Bu bildirim
organ bağışının kontak anahtarıdır, o
olmazsa diğer mevcutların bir önemi
kalmaz.
Buraya kadar olan organizasyon karar verme ardından da kararlı olma
ile ilgilidir. Dolayısıyla aktörleri, kararlı olması gereken karar vericilerdir.
Organ bağışına destek olmak için
kanunlar koyan bir Bakanlık, il sınırları içerisinde organ bağışı ile ilgili
çalışmalar yapan bir Müdürlük, hastanesinde organ bağışını arttırmaya
yönelik faaliyetlerde bulunan yöneticiler ve bir yoğun bakım ünitesi sorumlusu.
Peki, yoğun bakım ünitesinde beyin
ölümü gerçekleşmiş bir kişi varsa,
organ bağışı mantığı içerisinde neler
yapılıyor? Diyebiliriz ki, sürecin başlangıcı her zaman için ‘beyin ölümünün tespitidir. Yoğun bakım hekimi,
sorumlusu olduğu ünitede oluşan
her beyin ölümünü kanunen bildirmek zorundadır. Bu zorunluluğa, birçok kişinin hayatını kurtarma olasılığını ve sorumluluğunu da iliştirmek
yanlış olmayacaktır. Beyin ölümü
tespiti… İşte bu noktaya kadar verilen irili ufaklı kararların, bazen büyük
bir hızla bazen de ister istemez ilerleyişinin son durağıdır. Çünkü beyin
ölümü tespitinden itibaren karar vericilerin görevi bitmiştir. Artık önceden belirlenen ve kanunlarda yazılı
prosedürlerle birlikte onlarla kol kola
girmiş bürokrasiyle ilgilenme zamanıdır.
Ülkemiz kanunları gereği beyin ölümünün tespitinde iki adet uzman
hekim görev alır. Bunlar, anestezi ve
reanimasyon, nöroloji veya beyin
cerrahisi alanlarında uzmandırlar.
Yoğun bakım hekimi beyin ölümü
teşhisini koyduktan sonra, diğer uzman hekim de vakayı değerlendirir.
Eğer yapılan testler sonucunda ölümü tespit ediyorlarsa, ‘beyin ölümü
tespit tutanağı’ imzalanır.
Artık söz konusu vaka hem tıbbi hem
de kanuni olarak ölmüştür. Bundan
sonra yapılacak iş, ölen kişinin ailesiyle ‘organ bağışı’ hakkında görüşmektir. Aile, o son derece üzüntülü
dakikalarda, vereceği kararla organ
bağışı yapar veya yapmaz.
Bu arada, karar vericilerin arasına bir
uygulayıcı katılmıştır sessizce. Organ
nakli koordinatörü (ONK). ONK’un
görevi yoğun bakım hekiminin beyin
ölümü vakasını kendisine bildirmesiyle başlar. Testlerin tamamlanmasının ardından aile ile organ bağışı
görüşmesi yapar. Aile görüşmesinin
sonucunu Bakanlığın ilgili birimlerine bildirir. Eğer aile organ bağışında
bulunursa, bağışlanan organların
fonksiyonlarıyla ilgili bilgileri içeren
tıbbi formları hazırlar ve Bakanlığa
iletir.
Hummalı çalışma tüm hızıyla sürmektedir. Bir taraftan bağışlanan
organlar için en uygun alıcı tespit
edilmeye çalışılırken diğer taraftan
da bağışlanan organların fonksiyonlarını sürdürmesi yolunda çabalar
harcanır. ‘Donör bakımı’ olarak adlandırılan bu işlemler sayesinde, nakli
yapılacak organın ameliyata kadar
işlevsel kalması ve bu sayede yapılacak naklin başarı oranının arttırılması
hedeflenir.
Organ bağışı organizasyonunda yer
alan her bir görevli için donör aslında
bir ölü değil, dört-beş belki daha fazla insanın hayatını kurtaracak kutsal
bir varlıktır. Bu anlayışla gerek ameliyata kadarki süreçte, gerek ameliyat
aşamasında, gerekse ameliyattan
sonra mümkün olan en üst seviyede
özen gösterilir.
Beyin ölümü şüphesi ve tespiti, aile
görüşmesi, organ bağışlanması ve
donör bakımının yan yana yazıldığında boyu iki satır bile etmese de, o an-
Diğer vücut da bu pek kıymetli misafirini ağırlamaya hazırlanmaktadır,
başka bir deneyimli cerrahi ekibin
ellerinde. Çoğu zaman, spor müsabakalarındaki oyuncu değişiklikleri gibi,
görevini yerine getiremeyen organ
çıkartılıp yerine görevini tam olarak
yapabilen yeni organın nakli yapılır.
Böbrek naklinde ise, genellikle hastanın kendi böbrekleri çıkartılmayıp
onlara arkadaşlık edecek üçüncü
böbrek gelir yerleşir, başka umutlarla beraber. Böylece ölü bir bedenden
yeni yaşam kıvılcımları saçılmıştır
insanlığa. Bağışlanmadığında kısa
bir süre içerisinde toprağa karışacak
olan kalp, karaciğer, akciğer, böbrek,
pankreas, ince barsak, kornealar ve
diğer dokular 9-10 ölüm yolcusu hastaya umut olmuştur. Bu dünyadan
ayrıldıktan sonra, belki de yaşarken
mümkün olmayan yardımlar yapılmıştır, hayatlar kurtarılmıştır hayatta
olmayan bir bedenle…
Kabul etmek gerekir ki hayatı boyunca organ bağışı kavramıyla hiç
karşılaşmayan birisinin bu fikirle tanışma zamanı çok sevdiği bir yakınını kaybettiği an olmamalıdır. Organ
bağışından söz edebilmek için kişinin yoğun bakım şartlarında ve suni
solunum cihazına bağlı olduğu halde
beyin ölümünün gerçekleşmiş olması gerektiğini daha önce belirtmiştik.
Aileler, ağır kafa travmaları, beyin tümörleri, beyin kanamaları, beyni etkileyen ağır enfeksiyonlar vs. gibi nedenlerle bazen birkaç saat bazen de
birkaç gün içinde sevdiklerini son yolculuğuna uğurlar. Bu durum çok büyük çoğunlukla beklenmeyen ani bir
ölüm anlamına gelmektedir. İnsanlar
böyle beklenmedik kayıp karşısında
organ bağışı teklifine çok sıcak bakmayabilir. ‘Benim annem öldü, benim
kocam öldü, benim çocuğum öldü,
bütün insanlık ölsün bana ne!’ tepkisi
normal karşılanabilir. Ancak yaşadığı
süre içerisinde ‘organ bağışı’ hakkında olumlu görüş belirtmiş kişilerin
yakınları, tüm üzüntülerine rağmen
olumlu karar verebilmektedirler. En
beklenmedik ölümlerde bile aile bir
an için bulunduğu durumdan sıyrılıp
‘bir gazete haberini okurken ‘organ
bağışı ne kadar güzel’ demişti’ ya da
‘benim de organlarımı bağışlayın demişti’ gibi hatırlamalarla bağışa onay
vermektedirler. Dolayısıyla organ bağışı konusunun tüm boyutlarıyla halkın arasında konuşulması ve insanların bu konudaki fikirlerini aileleriyle
paylaşmaları çok önemlidir.
Bir ölümle başlayan, o ölümün birçok
hayatı kurtarmasıyla sonuçlanan bu
süreçte çok fazla iş ve işbirliği vardır.
Bir taraftan da zamana karşı yarışılmaktadır. Başlangıcından itibaren en
yüksek hızda hareket etmeye ek olarak en düşük hata oranıyla çalışmak
zorunluluğu da vardır. Bağışlanan
organların en iyi şekilde naklinin gerçekleşmesi önemlidir. En az onun kadar önemli olan diğer konu da bağış
yapan ailenin tüm süreçler hakkında
eksiksiz bilgilendirilmesi, ortaya çıkan olumsuz gelişmelerden de haberdar edilmesidir. Daha birkaç dakika önce en yakınındakilerden birini
kaybetmiş olduğunu öğrenmiş buna
rağmen o sevdiğinin organlarını bağışlama yüceliğini göstermiş insanlar
asla incinmemelidir.
Halk, hasta, hekim, yönetici, yoğun
bakımcı diye ayırmak da bir noktadan sonra garip kaçıyor doğrusu. Hekimler arasında organ bekleyenlerin
sayısı az değildir. Ya da yoğun bakım
sorumluları da bir gün ölecekler. Bakan, başhekim, rektör, müsteşar…
onların yakınları da bir gün onların
organları hakkında karar verici olacaklar. Biraz derinleştiğimizde hepimizin aynı tarafta olduğunu görmek
güç değil. Tam bugün diyalizle tanışan kaç böbrek hastası var? Yarın kim
bilir kaç kişi karaciğer yetmezliği yaşadığını öğrenecek doktorundan? Bu
insanlar bir hafta önce, doğum gününde, geçen yaz tatilinde, yılbaşında, bir yıl önce sağlıklı olduklarından
o kadar eminlerdi ki. Bizim şu anda
olduğumuz gibi.
ları yaşayanlar için bu süreç bir ömür
gibidir. Artık sıra donör organlarının
çıkartılması ameliyatına gelmiştir. Organ nakli yapabilmek için öncelikle
nakledilebilecek bir organa ihtiyaç
olduğundan, bu ameliyat çok önemlidir. Yapılacak bir hata organı veya
organları kullanılamaz hale getireceğinden, bu ameliyat ancak çok tecrübeli organ nakli cerrahları tarafından
yapılmaktadır. Çıkartılan organlar
özel sıvılarla yıkanıp paketlendikten
sonra buz dolu çantalara koyulurlar
ve yeni vücutlarına doğru yolculuklarına başlarlar.
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
25
kapakkonusu
NAKİL BAŞARISI ARTARKEN
ORGAN BAĞIŞ SAYISI DÜŞÜYOR
Organ bağışı ile tek bir insanın pek çok kişinin hayatını kurtarması mümkün olabiliyor. Ülkemizde
yeteri kadar bağışın olmaması ise organ nakli konusunda en önemli sorun olarak gösteriliyor.
Türkiye canlıdan canlıya organ naklinde dünya sıralamasında birinci olan Kore’den sonra 2. sırada
yer alıyor. Prof. Dr. Koray Acarlı, organ nakli ve organ bağışının önemi hakkında bilgi verdi.
Canlıdan nakiller yerine kadavradan
bağışların artması gerekiyor
Gelişmiş ülkeler kadavradan organ
naklinde ilk sıralarda yer alırken, Türkiye canlıdan canlıya organ naklinde
dünyada 2. sırada bulunmaktadır.
Ancak organ nakli konusunda başarılı olduğumuzu söylemek için kadavradan nakil sayımızın fazla olması
gerekmektedir. İnsanlar yeteri kadar
organ bağışına yönlendirilmediği
için operasyonlar canlıdan nakillerle
gerçekleştirilmektedir.
Her insanın
bir gün organa ihtiyacı olabilir
Organ bağışı sayısının az olması ülkemiz insanını rahatsız etmiyor gibi
görünüyor ancak herkesin bir gün
organa ihtiyacı olabileceğini düşünmesi gerekir. İnsanların bir yakınını
kaybetmeleri durumunda organ ba-
Prof. Dr. Koray Acarlı
26
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
ğışı konusunda ne düşündüklerini
önce kendi kendilerine sormaları çok
önemlidir. Bu konuda kişinin sadece
organlarını bağışladığını beyan eden
bağış kartı taşıması yeterli olmamaktadır. Organlarını bağışlamayı düşünen bireyler aynı zamanda ailelerine
de bu konuda vasiyette bulunmalıdır.
Akraba bağlarının kuvvetli olması
canlıdan canlıya nakil oranlarını artırıyor
Batılı ülkelerle kıyaslandığında Türkiye’deki akraba bağlarının çok daha
kuvvetli olduğu görülmektedir. Canlıdan organ naklinin ülkemizde daha
fazla olmasının nedenleri arasında
akraba ilişkilerindeki bu bağlılıktan
söz etmek mümkündür. Bunun yanında Batılı ülkelerde kadavra sayısı
fazla olduğu için canlıdan organ nakline ihtiyaç ülkemizdeki kadar fazla
olmamaktadır.
90’lı yıllarda Türkiye’de yılda 3-4 tane
karaciğer nakli yapılmaktaydı. Günümüze bakıldığında sayısal anlamda
gelişmiş ülkeler seviyesine geldiğimizi görmekteyiz. Çok başarılı nakiller gerçekleştirilmesine rağmen bu
durum bizi tatmin etmemekte her yıl
binlerce insan hayatını kaybetmektedir.
Türkiye’de organ bağışı oranında
artıştan bahsedilmesi doğru bir yaklaşım değildir. Geçtiğimiz yıllarda ülkemizde sadece 10 tane organ nakli
merkezi bulunurken, günümüzde
bu merkezlerin sayısı 38’e çıkmıştır.
Ancak gerçekçi bir artıştan söz edebilmek için organ nakli yapan mer-
kezlere düşen kadavra sayısının her
geçen sene artması gerekir. Bir organ
nakli merkezine düşen kadavra sayısı, 20’den 5’e geriliyorsa burada artıştan bahsedilmesi mümkün değildir.
Türkiye’deki artış minimum gelişme
göstermektedir. Ve bu konuda toplumsal bir farkındalık ve duyarlılık
oluşması önemlidir.
İstanbul’un potansiyeline bakıldığında
kadavra sayısının yıllık 200 olması
gerekiyor
Organ nakli konusunda belli değerler
kullanılmaktadır. Gelişmiş ülkelerde
organ bağışı milyon kişi bazında 2030 olarak belirlenmektedir. Bu açıdan
bakıldığında İstanbul 10 milyon nüfus kabul edilse bile yılda 200 kadavra olması gerekmektedir. Bu neredeyse Türkiye genelinin sayısına yakın bir
rakam olarak gözükmektedir.
Organ bağışı bilinci gençken para
biriktirmek gibi düşünülmeli
Organ nakli haftası Türkiye’deki algının da değişmesinin başlangıcı
olmalıdır. Yaşlılıkta rahat etmek için
gençken para biriktirmek örneğinde olduğu gibi hasta olunca organ
bulunacak bir ortamı şimdiden hazırlamamız gerekmektedir. Bu birkaç
doktorun ve ilgili birimlerin tek başına altından kalkabileceği bir durum
değildir. Sokaktaki insandan, medyaya kadar tüm toplumun destek
vermesiyle oluşturulacak ortak bir
duyarlılıktır.
kapakkonusu
BÖBREK NAKLİNDE YENİ TEKNİKLER
YAŞAM SÜRESİNİ UZATIYOR
Böbrek yetmezliği görülme oranı
dünyada ve ülkemizde her geçen
gün artıyor. Türkiye’de bu yıl itibarıyla yaklaşık 70.000 kişi böbrek yetmezliği nedeniyle diyalize girerken,
bu rakamın önümüzdeki yıllarda
100.000’in üzerine çıkması öngörülüyor. Ortalama insan ömrünün uzaması ve obezite oranlarının artması
gibi etkenler her yıl daha fazla insanda böbrek yetmezliği gelişmesine
neden oluyor. Op. Dr. Mert Altınel,
“3-9 Kasım Organ ve Doku Bağışı Haftası” öncesinde böbrek naklinde yeni
gelişmeler hakkında bilgi verdi.
Böbrek nakli
hastaya konforlu bir yaşam sunuyor
Op. Dr. Mert Altınel
28
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
Böbrek yetmezliği gelişen hastalarda iki tedavi seçeneği mevcuttur.
Bunlardan birincisi diyaliz, ikincisi ise
böbrek naklidir. Hemodiyalizde hasta haftada 3 kez diyaliz makinesine
bağlanır ve 4 saat boyunca vücudunda biriken atık maddeler ve sıvılar
temizlenir. Böbrek yetmezliğinin en
başarılı tedavisi böbrek naklidir. Bilimsel araştırmalar, böbrek naklinin
hastaya daha uzun bir yaşam sağladığını göstermektedir. Böbrek nakli
olan hastalarda 10 yıllık sağ kalım
oranı hemodiyalizin iki katıdır ve %80
civarındadır. Yeni kullanılan ilaçlar ile
hastalara takılan böbreklerin çalışma
oranları da gitgide yükselmiş ve 10
yılın sonunda %60’ların üzerine çıkmıştır.
Yeni yöntemler ve ilaçlar ameliyat
başarısına yansıyor
Türkiye canlı vericiden yapılan böbrek nakillerinin yüksekliği nedeniyle
bu konuda büyük tecrübenin olduğu bir ülkedir ve bu konuda referans
ülke konumundadır. Bölgemizden ve
dünyadan birçok alıcı ve verici Türk
vatandaşlarına uygulanan aynı kanunlar çerçevesinde Türkiye’de böbrek nakli olmaktadır. Canlı vericiden
yapılan böbrek nakillerinin hemodiyalize olan üstünlüğü, yeni teknikler,
yeni ilaçlar ve yeni tedaviler ile son
yıllarda daha da pekişmiştir.
Laparoskopik yöntem böbrek vericilerinin
sayısını %25 artırdı
Canlı vericiden yapılan böbrek naklindeki en büyük teknik gelişme verici ameliyatlarında olmuştur. Son 10
yıldır laparoskopik(kapalı) yöntemle
yapılan böbrek vericisi ameliyatları, yakınlarına bu büyük fedakarlığı
yapan kişilere büyük bir konfor ve
rahatlık sağlamıştır. Eskiden 20-25
santimetrelik bir kesi ile yapılan verici ameliyatı, şimdi üç adet sadece
5 milimetrelik deliklerden girilerek
ve teknolojik aletler kullanılarak gerçekleştirilmektedir. Sadece böbreği
çıkarmak için kasık bölgesinde 5 santimetrelik bir kesi yapılır ve böbrek
buradan çıkarılır. Kapalı yöntemle
ameliyat edilen vericiler, ameliyatın ertesi günü taburcu olup, ağır iş
yapmamak kaydıyla 3-4 gün sonra
çalışma hayatına geri dönebilirler.
Gelişen teknoloji ve artan tecrübe ile
bu ameliyatın komplikasyonları da
yıllar içinde büyük ölçüde azalmıştır.
Hastalara ameliyat sürecinde kan ve-
rilmesi ihtimali ise sadece %0,04’dür.
Yüksek başarı ve düşük komplikasyon oranları sayesinde daha fazla kişi
yakınlarına böbrek vericisi olmuştur.
ABD’de yapılan çalışmalar, kapalı verici ameliyatı seçeneğinin, böbrek vericilerinin sayısını %20-25 oranında
artırdığını göstermektedir.
Böbrek nakli ameliyatı alıcı ve verici için
son derece güvenli
Böbrek nakli hastanın ve vericinin
doku uyumunun değerlendirildiği, bağışıklık sistemini de içine alan
önemli bir ameliyattır. Alıcı ameliyatının komplikasyonları da yeni teknikler ile yıllar içinde gitgide azalmıştır.
Takılan böbreğin damarlarında tıkanma olması veya idrar kaçağı olması
gibi daha önce %5 civarında olan
komplikasyonlar, son teknik uygulamalarla %2’nin altına inmiş ve böbrek nakli ameliyatı cerrahi açıdan
hastalar için daha güvenli ve daha az
komplikasyonlu hale gelmiştir. Cerrahi komplikasyonların daha az gö-
rülmesi sayesinde böbrek nakli olan
hastaların büyük kısmı ameliyattan
sonraki 4. günde taburcu olup evlerine gidebilmektedir.
Vücudun yeni böbreği reddetme ihtimali
önceden hesaplanıyor
Alıcı ve vericinin doku uyumunu
değerlendiren testler de son yıllarda büyük oranda değişmiştir. Yeni
kullanılan testler sayesinde takılan
böbreğin reddedilmesi ihtimali ameliyattan önce hassas bir şekilde tespit
edilebilir. Bu sayede reddedilme riskinin azaltılması için ameliyat öncesinde hazırlık yapılabilir ve reddedilme
ihtimalini azaltacak özel ilaçlar kullanılabilir. Eğer ameliyat öncesinde
yapılan bu testlerde takılacak böbreğin reddedilmesi ihtimali çok yüksek
bulunursa, bu vericiden böbrek nakli
yapılmasından vazgeçilebilir ve yeni
verici adayları değerlendirmeye alınır. Bu sayede başarısız olabilecek bir
ameliyat önlenmiş olur.
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
29
kapakkonusu
“Başkaları için kendinizi unutursanız,
o zaman sizi daima hatırlayacaklardır.”
Türkiye’nin bir köşesindeki bir kentinde, bilmediğimiz bir gerçeği, gizli
ve görünen kahramanlarıyla önümüze seren Yeni Hayat; Dostoyevski’nin
bu cümlesiyle başlıyor. Yeni Hayat,
“yaşamak” için mücadele veren insanlarla, “yaşamdan sonra” hatırlanmak isteyenlerin karşılaşma hikâyesi.
3 yaşındaki Hasan Hüseyin, 53’ündeki Mustafa Kemal, 14 yaşındaki Elif,
24 yaşındaki Mehmet ve daha onlarca, yüzlerce insan, hayatın kıyısında,
kendilerini kurtaracak kahramanı
beklemektedir.
Her gün Türkiye’de 10 insan, organ
nakli olamadığı için hayatını kaybediyor. Ve her yıl 60 bin insan, yaşamak için, ümidini kaybetmeden,
kendisine bulunacak organı bekliyor.
Oysa bu organın gelme olasılığı, milli
piyangodan büyük ikramiyenin çıkma olasılığı kadar! Çünkü Türkiye’de
organlarını bağışlayanların sayısı sadece milyonda 3!
Aile içinde bile konuşulmaya cesaret
edilmeyen bir tabuya el atan Tulu30
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
han Tekelioğlu, “Yeni Hayat” belgeselinde, izleyiciyi, insanlığın başka
bir yüzüyle karşı karşıya getiriyor. 15
gün, 12 saat boyunca, eş zamanlı olarak kameraya kaydedilen gerçekler,
bugüne kadar görmekten imtinayla
kaçındığımız hayatın gerçekleri! Hiçbir kaygı duymadan büyük cesaretle
organlarını sevdiklerine bağışlayan
insanlar, hayatın kıyısındayken yaşama tutunabilen çocuklar, yetişkinler
ve o insanların hayatta kalması için
kendini adamış organ nakli hekimleri. Günlük hayatın akışında pek
hatırlamadığımız fedakarlık, kahramanlık, adanmışlık gibi değerlere
vurgu yapan Yeni Hayat, Türkiye’nin
bir köşesinde, binlerce insanın hayatta kalmasına etkisi olan bir kent’te
Antalya’da geçiyor!
Şaşırtıcı değil mi? Çünkü Antalya, bir
turizm cazibe merkezi olmanın ötesine geçerek, dünyada organ nakli
ameliyatlarının gerçekleştiği sayılı
merkezlerinden biri haline gelmiş
durumda.
İnsanın insana verebileceği en büyük
hediye yaşamdır! İnsanlığın bu güzel
yüzünü gerçek olaylarla, tanıklıklarla,
heyecanlı bir dille anlatan “Yeni Hayat” belgeseli, belki istatistikleri değiştiremeyecek ama, organlarının bir
başka bedende hayat bulmasına ön
yargılı yaklaşan Türk insanında yeni
bir duygu yaratacağı kesin…
kapakkonusu
ORGAN NAKLİ
Organ yetmezliği ve ölüm ne cinsiyet tanır, ne de millet. ”Zengin misin, fakir misin “ diye sormaz,
yaşının, mesleğinin de önemi yoktur onlar için. Herkes eşittir.
Prof. Dr. Alper DEMİRBAŞ
Organ nakli ve bağışı ne yazık ki
Türkiye’de istenilen oranlara ulaşmayan hatta yaklaşamayan bir alan. Bunun sonucu olarak her yıl, her yaştan
binlerce kişi hayatını kaybediyor. Dahası kronik organ hastalıkları sadece
hastayı değil ailesini ve yakın çevresini de ilgilendirir, yaşam düzenlerini
alt-üst eder. Tıpta ‘yüzyılın mucizesi’
olarak tanımlanan bu alanda tıp fakültesine başladığım günden beri
ilgilendim ve hasta hayatı kurtarmak
için mücadele verdim.
Organ nakli sadece bir ameliyat değildir. Canlı ya da kadavra vericili
olsun işin içine tıbbın dışında hukuk, etik, felsefe, sosyoloji, ekonomi,
eğitim yani tümüyle hayat girer. İşte
bu nedenle ülkemizde organ nak32
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
li ve bağışı sorununun çözümü için
tüm bu alanların dikkate alınması
ve bu alanlara ilişkin de çalışılması
gerekir. Bu birliktelik Sağlık Bakanlığı çatısı altında devlet ve tüm sivil
toplum kuruluşlarının ortak çabası ile
olabilir. Özellikle son yıllarda Sağlık
Bakanlığı’nın organ nakli konusuna
verdiği önem Türkiye’deki organ nakli sayısının artışında kendini göstermektedir. 1998 yılında 360 olan böbrek nakli sayısı 2013 için 2.900 nakile
ulaşmıştır.
Şu anda ülkemizde 60 bin Kronik
Böbrek Yetmezliği yaşayan hastanın
olduğu tahmin ediliyor ve her yıl bu
sayıya 8-10bin hasta ekleniyor. Türk
Nefroloji Derneği geçen haftalarda
bir açıklama yaptı her 100 diyaliz
hastasından 14-15’i her sene hayatını
kaybediyor. Bunun anlamı Hiçbir doğal afet veya maden kazası olmadan
her yıl tam 9.000 kişi artık akşam yemeklerinde sevdikleri ile sofraya oturamıyor demek.
Bu hastalığın kesin çözümü ise böbrek nakli. Diyaliz tedavisini, hastaya
böbrek nakli için gerekli süreyi kazandıran bir tedavi yöntemi olarak
düşünmeliyiz. Bu nedenle tüm dünyada olduğu gibi yasal, bilimsel ve
Prof. Dr. Alper Demirbaş
etik sınırlar içerisinde olmak şartı ile
böbrek nakli ile ilgili geliştirilen her
yöntemin sayısı ve başarısı artırılmalıdır. Herkes kendisinin ve bir yakınının bu hastalığa yakalanabileceğini
unutmamalı. Bir transplant cerrahı
olarak gönül rahatlığıyla şunu söyleyebilirim: Bir sevdiğimin yaşama
dönebilmesi için hiçbir kaygı duymadan bir böbreğimi bağışlayabilirim.
Çünkü biliyorum ki, böbrek nakli hayat kurtarır.
Tüm dünyada korkunç bir organ kıtlığı var. Çünkü artık hasta sayısı daha
fazla. Eskiden diyaliz makinesi az olduğu ya da yaygın olmadığı için de
böbrek hastalarının çoğu kaybediliyordu. Şimdi böbrek hastalarını daha
uzun yaşatmak mümkün. Tüm bunlar
da organ ihtiyacını artırıyor. Tekrar
söylüyorum diyaliz hastaları hayata
bağlar ama hayat kurtaran nakildir.
Oysa bu konuda öyle büyük bir bilgi
eskiliği ve buna bağlı olarak yanlış
yönlenme var ki! Mesela geçenlerde
bir baba-oğul geldi. Biri A Rh(-) , diğeri A Rh(+). Böbrek naklinde Rh faktörünün bir önemi yoktur, kan naklinde
önemlidir bu. Ama bu hasta yıllarca
nakil olamamış bu yüzden... Şimdi
hem bu yanlış bilgilenmeleri düzelt-
memiz hem de doku uyumsuzluğunda olduğu gibi kan uyumsuzluğunu
da aşmamız gerek ki hastalara bir çözüm sunabilelim.
Geçtiğimiz yıl Türkiye’de 373 kadavra
organ bağışlandı. Bu bir eksiklik ya
da geri kalmışlık değil, biz yıllardır
kadavra bağışının artırılması için uğraşıyoruz ama bu zaman isteyen bir
şey. Yani bu sürecin içinde henüz biz
başlangıç aşamalarındayız açıkçası.
Birçok faktör giriyor işin içine. Çünkü
kolay bir karar değil gerçekten. Örneğin insan evladının organlarını bağışlaması kolay bir karar değil. Onun
için çok ciddi bir bilinçlendirme yapılması lazım, bu yapılıyor. Onun için
çok ciddi bir bilinçlendirme yapılması lazım, bu yapılıyor. Yani mümkün
olduğu kadar yapılıyor ama artış son
derece yavaş. Havuza her yıl 10 bin
yeni böbrek hastası eklendiğini düşünürsek, işimiz zor. Tutun ki Türkiye
dünyanın en yüksek kadavra bağış
oranına sahip olan İspanya’ nın düzeyine çıktı; yine de kadavradan sağlanan organlarla bu insanların tümüne
organ nakli yapılması mümkün değil.
O yüzden canlı vericili nakiller devreye giriyor. Dediğim gibi tüm dünyada, canlı vericili nakiller kadavradan
vericili nakiller geçmiş yada geçme
eğiliminde.
Organ nakliyle 20 yılı aşkın bir süredir
uğraşan biri olarak şunu söylemek
istiyorum: Lütfen öldükten sonra organlarınızı bağışlayın. Çünkü toprak
oluyorlar. Öbür dünyada onlara ihtiyacınız olmayacak, bunu bütün dinler de bu şekilde söylüyor. Eğer ailenizde bir kronik organ hastası varsa
o zaman doğru bilgiyi edinin. Organ
naklinin bir sınırı yoktur. Aktif kanser
ve AIDS hastaları dışında tüm organ
yetmezliği hastaları daha önce nakil
olmuş veya olmamış olsun nakil adayıdır. Aynı şekilde hazırlık testleri yapılır ve uygun ise nakilleri gerçekleştirilir. Çok yanlış inanışlar var; mesela
bir böbreğimi verirsem sakat kalırım
çocuğum olmaz diyen hastalar oldu.
Ailelerinde kronik böbrek hastası
ya da siroz hastası olan ailelerin bu
konuda çok iyi bilinçlendirilmesi lazım... Eğer verici adayında belli şartlar sağlanmışsa, belli hastalıklar yoksa yapılan geniş kapsamlı tetkiklerde
bir sorun yoksa o zaman böbrek vericisi olmanın bir zararı yoktur. Peki,
faydası nedir? Yakınınızın hayatını
kurtarmak!
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
33
haber
TIP SADECE BİR MESLEK DEĞİL,
AYNI ZAMANDA BİR GÖNÜL İŞİDİR
Prof. Dr. Ömer ÖZKAN
Akdeniz Üniversitesi
Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahi
Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
Kanuni’nin o muhteşem deyişinde
olduğu gibi insan hayatında sağlıklı
yaşamak kadar değerli bir nesne yoktur. Çoğunlukla bunu maalesef sağlığımızdan kaybettiğimiz zamanlarda
anlayabiliyoruz. Çok küçük yaşlarda
iken basit bir diş ağrısını çektiğim zamanlarda dişimin ağrısı olmadığı zamanların ne kadar değerli olduğunu
fark etmiş, tedavimi olup ağrım geçtiği zaman uzun süre ‘oh be bugün
de dişim ağrımıyor, hiçbir ağrım sızım
yok, çok şükür’ dediğimi hatırlarım.
Sağlıklı günlerimizde bunun kıymetini bilip şükretmek, buna ihtiyacı olan
hasta insanların da halinden anlayıp
bulunduğunuz pozisyon veya mesleğe göre insan olmanın bilinciyle
imkânlar ölçüsünde en üst düzeyde
maddi veya manevi katkıda bulunmak gerekir.
Tarih boyunca ilgili bilim insanlarının
birinci önceliği de hastalıkları yenmek için çalışmak, yasam kalitesini
artırmak, hatta ölüme çare bulmak
olmuştur. Belki de bilinen en eski
34
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
meslek olarak amacı insanı hem ruhen hem de bedenen tam sağlıklı
tutmak olan tıp, eskiden olduğu gibi
sonsuza kadar vazgeçilmez bir bilim,
bir meslek dalı olarak devam edecektir. Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de son yıllarda önemli bilimsel
gelişmeler ve katkılar olmuştur. Fakat
ne yazık ki bu olumlu gelişmeler bu
mesleğin uygulayıcıları olan sağlık
personeline aynı ölçüde yansımamış,
hatta geçmişe göre olumsuzluklar ve
moral bozuklukları da oluşmuştur.
Unutulmamalıdır ki son dünya düzeninde her şeyin parayla, maddeyle
ölçüldüğü bir yapıda bu tur sıkıntılar
belli bir süre olacaktır. Bunu da doğal
kabul etmek zorundayız. Önemli olan
bu sorunların kökenine, nedenlerine
ve çıkış noktalarına inmektir. Amaç;
bulunduğumuz, ait olduğumuz toplumda bu günümüzü ve gelecek nesillerimize huzur içerisinde sağlıklı
bir şekilde yaşama imkânı sağlamak
ise hepimize düşen olumlu, olumsuz
ancak yapıcı eleştirilerimizi uygun
ortamlarda ifade etmek bunları dile
getirmek olmalıdır. Burada niyet çok
önemlidir. Biz sürekli mesleki gelişmelerden,
son dönem kanun veya yönetmeliklerden bahsederken geçtiğimiz
hafta İstanbul’da Sağlık Bakanlığının
düzenlediği çok önemli bir kurultay
gözlerden kaçtı. Bir kaç küçük boyutlu haber dışında medyada veya
sosyal ortamlarda hak ettiği ölçüde
yer almadı. Hâlbuki bu sıradan bir
kongre değildi. Mutlaka her bilimsel
emek harcanan aktivite değerlidir.
Ancak bu kurultay benim davet edildiğimde düşündüğümden çok daha
üst düzeyde geniş bir vizyon düşüncesinin ürünüydü. Dünyada örneği
var mıdır bilmiyorum ama çok akıllıca planlanmış önümüzdeki yıllarda
daha da iyi fikirlerin ortaya çıkacağından şüphem olmayan Türkiye’ye
yakışan bir toplantıydı.
Yıllardır tıptaki düzeyimizin hep dünyanın önünde olduğunu çoğumuz
söyler bunu uluslararası kongrelerde
de birebir gururla hissederdik. Bu ku-
Prof. Dr. Ömer ÖZKAN
rultayda dünyanın dört bir tarafında
hemen hemen her kıtada kendini kanıtlamış, önemli Türk Tıp Bilim adamları davetliydi. Amaç dünyada söz
sahibi bu meslektaşlarımızla ülkemizdeki paydaşları bir araya getirip
bilgi alışverişi sağlamak, her iki taraf
için ne tur katkılar sağlanabileceğini araştırmak ve bir anlamda moral
motivasyon sağlamaktı. Burada kesin
olan ve birçok kez vurgulanan şey
amacın yurtdışında yaşayan bu beyinlerin ülkemize geri dönmeleri için
ikna edilmesi olmadığıydı. Sadece
iki taraflı bu değerli beyin gücünde
kuvvet oluşturmaktı. Çok değerli sunumlarla önemli projeler sunuldu.
Gelecek hedefleri yapıldı. İlgili kurumların sunumları ile projelere destek imkânları anlatıldı.
hemen tüm kadroları tüm toplantı
boyunca hazır bulundular ve değerli
sunumlar yaptılar. Günün geç saatlerine kadar toplantılar dikkatle ve aynı
yoğunlukla takip edildi. Ertesi günde
çalışma grupları oluşturularak ilgili
alanlarda hedefler ve gelecek vizyonu üzerine görüşler belirlendi. Bulunduğum organ nakli ve hematoloji
çalışma grubunda da önemli görüşler paylaşıldı ve çok faydalı olduğuna
inandığım sonuç bildirgesi oluştu. Hepimizin gurur kaynağı asrın beyin cerrahı Profesör Gazi Yaşargil de
çok değerli bir sunum yaptı. Burada
en önemli konu da başta Sağlık Bakanı olmak üzere Bakanlığın hemen
Çok değerli olan tıp mesleğinin geleceğinin iyi eğitilmiş gelecek nesiller
ve bunlara sağlanacak imkânlarla
olacağını unutmamız gerektiğini bir
kez daha hatırlatmak isterim. Unut-
Yine bu çalıştaylara Sağlık Bakanı ilk
günkü gibi bizzat eşlik etti ve görüşlerini paylaştı. Bu kadar iyi organize
edilmiş emek harcanmış bu kurultayın ülkemiz için hayırlı ve faydalı olmasını diliyorum.
Emeği gecen herkesi kutluyorum. mamalıyız ki Tıp adamlığı sadece bir
meslek değil aynı zamanda bir gönül
işidir. Bunu sadece bir meslek olarak
algılar veya algılatırsak hem uygulayıcı olarak bizler hem de hizmet alan
biz ve insanlarımız olacaktır. Adı her
ne olursa olsun ilgili insanları değerli
kılan, eğitimine ve gelişimine katkıda bulunacak her türlü düşünce ve
etkinliğe katkıda bulunmalı destek
vermeliyiz. Bu arada içinde bulunduğumuz organ nakli haftasında tek eksiğimiz
olan organ bağışı bilincinin daha da
farkındalığının oluşmasını diliyorum.
Bu konuda oldukça faydalı etkinliler
yapılmakta ve bunlara katkı sağlamamız gerekmektedir. Önümüzdeki
yıllarda öncüsü olduğumuz altyapım,
organizasyon ile teknik ve tıbbi tecrübe alanında olduğu gibi bağış oranında da dünyayı yakalama ümidini
taşıyorum. Sevgi ve saygılarımla
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
35
dosya
“TOPLUM AĞIZ
VE DİŞ SAĞLIĞI HAFTASI”
Prof. Dr. Taner YÜCEL
Türk Dişhekimleri Birliği
Genel Başkanı
Şeker içeriği yüksek olan sağlıksız bir
beslenme ve yetersiz ağız hijyeni diş
çürüklerine yol açan önemli faktörlerdir; bunlara ek olarak diş çürükleri
sosyo-ekonomik durum ile de bağlantılıdır. Ancak diş çürükleri “koruma” ve “tedavi” yöntemleri ile önlenebilir hastalıktır.
Hal böyle iken diş çürüğü ve diş eti
hastalıklarının mortaliteden çok
morbiditeye etki etmesi ne yazık ki
ülkemizde hükümetlerin ağız-diş
sağlığı politikalarını göz ardı etmelerini kolaylaştırmış, bu da toplum ağız
diş sağlığını olumsuz etkilemiştir.
Buna karşılık kamunun şimdiye kadar ağırlıklı olarak erişkin hastalara
yoğun bir şekilde tedavi hizmetini
(% 96) sunması, çocuklara verilen
koruyucu dişhekimliği esaslı hizmetin ise toplamın ancak % 4’ünü
kapsaması, dünyada olduğu gibi,
Türkiye’de de ‘sessiz salgın’ olarak
adlandırılan diş çürüğü kendini
yüksek değerler ile göstermiştir. Ülkemizde orta yaş grubunda %70,7
olan diş çürüğü, 65-75 yaş grubunda
ise %96,2’yi bulmaktadır.
Unutulmamalıdır ki diş çürüğü ve
diş eti hastalıklarına neden olan bakteriler sadece diş sert dokularında
hastalık meydana getirmezler, genel sağlığımızı da tehdit eden kardiyovasküler hastalıklara, enfeksiyöz
eklem ve romatizmal hastalıklara,
düşük ağırlıklı bebek doğumlarına,
diyabetin kontrol altına alınmasını
güçleşmesi gibi durumlara neden
olabilirler.
36
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Dünya Dişhekimleri Birliği’nin (FDI) bildirilerinde ve İstanbul Deklarasyonu’nda
ifade edildiği gibi bireyin genel sağlığının korunması programına artık
ağız diş sağlığı da dahil edilmekte ve
diş hekimlerinin ağız sağlığının yanı
sıra hastalarının ve geniş anlamda
toplumların genel sağlığı ve yaşam
kalitelerine katkı yapmalarının gereği üzerinde durulmaktadır.
TDB’de benzer şekilde yıllardan beri
‘bilimsel temelli koruyucu ağız diş
sağlığı politikaları’ esaslı ağız diş sağlığı hizmet modeli oluşturulmasını
talep etmektedir.
Sık görülen bir kronik hastalık olan
diş çürükleri ve sonuçları ülkemiz için
büyük bir kamu sağlığı yüküdür. Yaşam kalitesinde kayıplara yol açarak
genel sağlığa da zarar veren ve tedavi için büyük harcamalar yapılmasına
neden olan bir problemdir.
Bu bağlamda siyasi irade en kısa sürede koruyucu temelli ağız diş sağlığı
hizmetlerini hem kamu hem de serbest çalışan diş hekimlerini de içine
alacak şekilde düzenlemeli, ülkenin
tüm diş hekimliği potansiyeli koordine ve yapısal olarak faydalanılır hale
getirilerek gelecek nesillerin ağız diş
sağlığını koruma altına alan politikaları bir an önce hayata geçirilmelidir.
İşte bu nedenle 1996 yılında Türk Dişhekimleri Birliğinin önerisi ile Sağlık,
Milli Eğitim ve İçişleri Bakanlarınca
kabul edilen 22 Kasım’ı içine alan
haftanın “Toplum Ağız ve Diş Sağlığı
Haftası”, 22 Kasımın da “Dişhekimliği
Günü” olarak bütün yurtta kutlanılmasını, atılmış önemli bir adım olarak görüyoruz.
Türk Dişhekimleri Birliği ve Dişhekimleri Odaları yaptıkları çeşitli etkinlikler ile “Toplum Ağız Diş Sağlığı” konusunda uyarıcı ödevini gönüllü olarak
yapmaktadırlar.
Tüm vatandaşlarımızın “Toplum Ağız
ve Diş Sağlığı Haftasını”, meslektaşlarımızın “Dişhekimliği Günü”nü en iyi
dilek ve saygılarımla kutluyorum.
dosya
DİŞ HEKİMLİĞİ İLE TANIŞMA
Öğr. Gör. Dr. Gökçen AKÇİÇEK
Prof. Dr. Sema DURAL
Hacettepe Üniversitesi
Diş Hekimliği Fakültesi
Ağız, Diş ve Çene Radyolojisi Anabilim Dalı
dişlerin canlılığını kontrol etmede
kullanılan testlere vitalite testleri denir. Vitalite testleri: elektrikli pulpa
testi, soğuk testi, sıcak güttaperka
testi olarak sınıflandırılabilir.
Aft ve ülsere lezyonlar nedir?
Günümüzde hastaların hekimlerden
beklentileri her geçen gün artmakta
ve bilgi arayışları devam etmektedir.
Bu derlemedeki amacımız hastaların en sık sordukları soruları kısa kısa
cevaplandırmak ve hastalara doğru,
güvenilir bilgiler sunmaktır.
Radyografi nedir?
Radyografi X-ışınları kullanılarak bir
objenin görüntüsünün film üzerine
veya dijital olarak monitör üzerine
kaydedilmesidir. Radyografi diş hekimliğinde kullanılan en değerli tanı
araçlarından biridir.
Vitalite testi nedir?
Dişler çürük, travma ve fiziksel etkiler
gibi birçok farklı nedenle canlılıklarını kaybedebilir. Bu gibi durumlarda
38
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
Aft ağız içerisinde sıklıkla yanak ve
dudak mukozasında olmak üzere, dil,
yumuşak damak, farenks, diş etinde
görülebilen sarı-kırmızı hale ile çevrili oldukça ağrılı ülsere lezyonlardır.
Ülser, cilt veya mukuozada oluşabilen, epitelin bazal tabakasının altına
uzanan doku kaybıdır. Ülserler aftöz stomatit, uçuk (herpes simplex)
veya su çiçeği gibi viral enfeksiyonlar, beslenme bozukluğu, vitamin
yetmezliği, anemi, Behçet hastalığı
veya travma sonucu gelişebilir. Ağızda görülen ülsere lezyonlar tat alma,
konuşma, çiğneme ve yutkunma gibi
fonksiyonları ağrı nedeniyle olumsuz
etkileyerek hastanın beslenmesini,
konuşmasını, kendini ifade etmesini
ve dolayısı ile yaşam kalitesini olumsuz yönde etkileyebilmektedir. Uzun
süre iyileşmeyen ülsere lezyonlardan
biyopsi alınması gerekebilir.
Süt dişleri lokal anestezi ile
çekildiklerinde alttan daimi diş gelir mi?
Normal koşullarda her süt dişinin
altında daimi diş tomurcuğu vardır.
Dolayısıyla süt dişi ister sallanıp doğal yollardan düşsün isterse de sınırlı
uyuşturma ile hekim tarafından çekilsin altından daimi diş gelir. Ancak 6
yaş civarında ağızdaki yerini alan ilk
daimi diş halk arasında süt dişi olarak algılanır. Ağıza çıkan ilk daimi diş
olduğundan diğer daimi dişlerden
daha erken çürür ve çekilir. Ebeveynler bu dişi süt dişi zannettiklerinden
çekildikten sonra altından daimi diş
çıkmasını beklerler fakat çekilen diş
daimi olduğundan alttan tekrar diş
gelmez.
Ağızda görülen kırmızı lezyonların
önemi nedir?
Ağız mukozasında sistemik hastalıklar, lokal travma, dermatolojik
hastalıklar veya lokalize enfeksiyonlara bağlı olarak farklı karakterlerde
kırmızı lezyonlar ortaya çıkabilir. Bu
lezyonların büyük bir çoğunluğu sistemik veya dermatolojik hastalığın
tedavi edilmesi, lokalize travmanın
ortadan kaldırılması veya lokalize enfeksiyonun tedavi edilmesi ile kaybolurken bir kısmı ise uygulanan tedavilere cevap vermez. Böyle durumlarda
ilgili alandan biyopsi alınıp lezyonun
histopatolojik olarak değerlendirilmesi uygundur. Ağızda görülen bazı
kırmızı lezyonların kanser oluşturma
riski nedeniyle takibi ve uygun tedavisi büyük önem taşımaktadır.
Kist nedir?
Kist etrafı epitelle çevrili içi sıvı dolu
olan patolojik kitledir. Ağız içinde diş
kaynaklı (odontojenik) ve diş kaynaklı olmayan (non-odontojenik) kistler
görülebilir. En sık karşılaşılan odontojenik kist radiküler kist, en sık karşılaşılan non-odontojenik kist ise insisiv
kanal kistidir. Radiküler kist, dişlerin
canlılığını kaybetmesi ve buna bağlı
olarak diş kökünde inflamasyon gelişmesi sonucunda oluşur. Anatomik
bir yapı olan insisv kanalda nadiren
embriyojenik epitel kalıntıları bulunabilmekte ve bu kalıntıların çoğalıp
kistik dejenerasyona uğraması sonucunda kist gelişebilmektedir.
Diş apsesi nedir?
Dişler vücudun en sert kısmı olmakla
birlikte orta bölgelerinde pulpa diye
tanımlanan damar ve sinirler içerirler.
Diş çürüğü tedavi edilmediği takdirde ilerleyerek pulpaya kadar ulaşır ve
inflamasyona neden olur. Pulpa dokusu kök ucundaki küçük bir delikten
(foramen apikale) kemiğe açılır. Dolayısıyla burada gelişen iltihabi durumlar da aynı yol aracılığıyla kemiğe ve
ilerleyen dönemlerde ise kemiği de
yıkıp dişetine ulaşabilir. Pulpa dokusunda gelişen iltihabi durumun
kemik ve diş etine yayılmasıyla diş
apsesi ortaya çıkar.
Yirmi yaş dişleri çekilmeli midir?
Ağzımızda alt ve üst diş arklarının en
sonunda bulunan 3. büyük azı dişlerine yirmi yaş dişleri denilir. Bu dişler
genellikle 20 yaş civarında sürdüklerinden bu isim ile anılırlar. Çenelerde
yirmi yaş dişlerinin sürmesine yetecek yer olduğu durumlarda bu dişlerin çekimine gerek yoktur. Yirmi yaş
dişlerinin süremeyeceği durumlarda
(yer darlığı, yirmi yaş dişinin normal
sürme pozisyonunda olmaması, bu
dişten kist gelişmesi vb) ise çekimi
uygundur.
Ağız solumunu diş
ve diş etlerini etkiler mi?
Ağızdan solunum küçük yaşlarda
başlar ve uzun süre devam ederse
üst çenede derin damak oluşumu
ve buna bağlı olarak da kapanış bozukluklarına neden olabilir. Ayrıca
ağızdan solunuma bağlı olarak üst
ön dişlerde çürük ve bu bölgedeki
dişetlerinde büyümeye ve kanamaya
neden olabilir.
Bruksizm (diş gıcırdatma) nedir?
Bruksizm, diş gıcırdatma ya da diş
sıkma olarak tanımlanan parafonksiyonel bir aktivitedir. Stres, anksiyete, kapanış bozukluğu, santral sinir
sistemi disfonksiyonları, ilaç ve alkol
kullanımının bruksizm üzerinde etkili
olduğu düşünülmektedir. Bruksizm,
anormal diş aşınmalarına, periodontal dokularda hipertrofiye, kemikte
kalınlaşmaya, periodontal dokularda
mevcut bir enfeksiyon varsa enfeksiyonun şiddetlenmesine, kaslarda ağrıya, lokalize edilemeyen baş ağrısı ve
temporomandibular (çene) eklemde
hastalıklara neden olabilir.
Hamile hasta film çektirebilir mi?
Film çekiminde kullanılan X-ışınlarının anne karnındaki bebeklere
özellikle de ilk üç ayda olumsuz etkileri olduğu bilinmektedir. Ancak
annedeki enfeksiyon ve ağrının da
bebek üzerinde olumsuz bir etkisi
vardır. İşte bu nedenle hamile hastalarda genel muayene değil sadece ağrıyan dişin muayenesi ve ilgili
bölgenin görüntülenmesi amaçlanır.
Tanı ve tedavi için film çekimi gereken durumlarda hamile hastaya bebeği X-ışınlarından koruyacak kurşun
önlük ve yakalık giydirilerek film çekilebilir. Hamile hastalar için diş tedavilerinin en uygun olduğu dönem 4. ile
6. aylar arasıdır.
Hangi ağrılar diş ağrısı ile karışabilir?
Sinüs, kas, nörovasküler, kardiyak,
nöropatik, orta kulak ve psikojenik
kökenli ağrılar bazı durumlarda diş
ağrısı ile karışabilir ve hasta tarafından diş ağrısı olarak algılanabilir.
Hasta diş ağrısı hissettiğinde öncelikle dişler muayene edilmeli, dişler
sağlıklı ise başka bir kaynağın ağrıya
neden olabileceği unutulmamalıdır.
Bulantı refleksi olanlardan
film çekilebilir mi?
Bulantı refleksi olan hastalardan özel
teknikler ile intraoral (ağız içi) film çekilebilir. Çok şiddetli bulantı refleksi
olan ve özel teknikler ile bile film alınamayan hastalardan ise ağız dışından çekim yapılan panoramik teknik
ile film çekilebilir.
Engelli hastaların diş muayenesi
yapılabilir mi?
Kooperasyon (iletişim) kurulabilen
engelli hastaların rutin diş muayenesi yapılabilmektedir. Kooperasyon
kurulamayan, ağzını açmayan, sabit
duramayan hastaların ise genel anestezi altında diş tedavileri yapılabilmektedir.
Ağız kuruluğu hangi durumlarda ortaya
çıkar? Ne yapılmalıdır?
Ağız kuruluğunun birçok sebebi vardır. Stres, bazı sistemik hastalıklar (diyabet, Sjögren Sendromu vb), tükürük bezinde taş olması, tükürük bezi
hastalıkları, baş-boyun bölgesinden
radyoterapi almış olmak, dehidratasyon, yüksek ateş, diare, kullanılan
bazı ilaçlar (antidepresanlar, bazı
migren ilaçları, vb) vitamin eksikliği
ve menapoz ağız kuruluğunun nedenleri arasında sayılabilir. Bu gibi
durumlarda ağız kuruluğunun nedeni belirlenmeli ve etkene yönelik tedavi yapılmalıdır. Gerekli durumlarda
yapay tükürük de kullanılabilir.
Kaynaklar:
White SC, Pharoah MJ. Oral Radiology Principles and Interpretation. 5th ed. St. Louis
(MO): Mosby Inc; 2004.
Langlais RP, Miller CS. Color Atlas of Common
Oral Diseases. Malvern, USA: Lea & Febiger;
1992.
Gegezi JA, Sciubba JJ, Jordan RCK. Oral Pathology Clinical Pathologic Correlations. 5th ed.
St. Louis Missouri; 2008.
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
39
dosya
AĞAÇ
YAŞKEN
EĞİLİR
Aslı ERCANLI
Diş Hekimi
Sonbahara adım atığımız bugünlerde farklı bir heyecan yaşıyoruz. Küçük
ve canımızdan daha değerli yavrularımız bu hafta 1. sınıfa başladı. “Ağaç
yaşken eğilir” atasözünü hatırlatarak
çocuklarımızın ağız sağlığının son
derece önemli olduğunu hatırlatmak
isterim.
İlerleyen yaşlarda ağız ve diş sağlığının son derece sağlıklı olabilmesi için
çocukken bazı konulara dikkat etmeliyiz. Çocuklarımızın ağız bakımı onların daha sağlıklı bir birey olmalarını
sağlayacaktır. Daha açık ve net anlatmak gerekirse, çocukken ağızda oluşabilecek süt çürüğünün tedavi edilmemesi demek ilerleyen dönemde
daha sağlıksız bir ağız anlamına geliyor. Ağız ve dişlerin genel sağlığın
ilk adımı olduğunu da dikkate alırsak
çocukluk döneminde başlayan doğru bakım çocuğunuzun gençlik hatta
yaşlılık döneminde daha sağlıklı olmasına yardımcı oluyor.
Toplumumuzda süt dişi çürükleri yeteri kadar önemsenmiyor. Oysa oluşacak olan sürekli dişlerin sağlığı, süt
dişlerinin sağlıklı olmasına bağlıdır.
Ağız bakımı bebeğin doğumunda itibaren başlamalı ve bebeğin beslenmesinden sonra tülbent veya gazlı
bez ılık suya batırılarak bebeğin damakları temizlenmelidir. Temizleme
işlemi süt dişleri çıkana kadar bu şekilde devam edilmeli ardından dişler
çıkmaya başladıkça da diş fırçasına
geçilmeli.
Çocuğunuzun macunu yutma riskine
karşı Florursüz diş macunları tercih
etmelisiniz. Çocuklara şeker çikolata yerine, taze ve kuru meyveler
veya meyveli yoğurtlarla beslenme
alışkanlığı kazandırmalısınız. Eğer
dünyalar tatlısı bebeğinizin gece
uyumadan önce biberonla süt içme
alışkanlığı varsa beslenmeden sonra
mutlaka ağız çalkalanmalı. Çocukların içtikleri sütten suya kadar etkilendiklerini söyleyebilirim. Örneğin
içme sularının ideal oranda flor içermesi çürük önlemede en temel adımı
oluşturuyor.
İster çocuk olsun isterse yetişkin ağız
bakımında en önemli ayrıntı düzenli
olarak diş hekimi kontrolüne gidilmesidir. Çocuk 6 yaşına gelindiğinde
ilk sürekli azı dişi çıkar ki bu azılar
artık bir ömür boyu ağızda kalacak
olan dişlerdir. Bu azıların çiğneyici
yüzeyleri oldukça girintili çıkıntılı olması gıdaların kolayca birikmesine
neden olur. Ve kolayca çürüyüp genç
yaşlarda kaybedilebilir. Bu durumu
önlemek için bu dişlerin yüzeylerine,
5-6 yıl koruma özelliği olan örtücüler
uygulanıyor. Bu örtücüler, diş hekimi
tarafından 15-20 dakikalık tek seansta kolayca yerleştiriliyor.
Süt dişi çürüğünü tedavi ettirmeli miyim?
Dt. Aslı Ercanlı
40
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
Evet, süt dişi çürüğünü kesinlikle
tedavi ettirmelisiniz. Çünkü süt dişleri de çürükleri ilerlediğinde enfekte olup yaygın iltihaplara sebep
olurlar. Bu iltihaplar hem çocuğun
tüm vücut sağlığı için, hem de ağız
sağlığı için çok zararlıdır. Böbrek ve
kalp sağlığı üzerinde olumsuz etkileri vardır. Süt dişi enfeksiyonları
daha sonra çıkacak olan sürekli diş
germlerini de olumsuz etkileyip, erken çürümelerine neden olur. Ayrıca
erken süt dişi kayıpları sürekli dişlerin geç veya çapraşık sürmesine yol
açar. Süt dişlerini de yaklaşık 10-15
yıllık iş görecek normal dişler olarak
kabul edip zamanında dolgularını
yaptırmalısınız.
Çocuğumun süt dişleri çürük nedeniyle
çekildi, ne yapmalıyım?
Eğer zamanından önce süt dişi kaybı
meydana gelmişse mutlaka diş hekiminize başvurup yer tutucu yaptırmalısınız. Erken süt dişi kaybı oluşan
boşluğun, olması gereken diş tarafından değil de, yan dişler tarafından
kayarak kapanmasına yol açar. Bunu
engellemek çene ve yüz gelişimi ile
dişlerin düzgün gelişmesi açısından
çok önemlidir. Diş hekiminiz, çocuğunuzun ağzına uygun bir yer tutucu
yaparak sürmesi gereken diş sürene
kadar o boşluğu koruyacaktır.
Çocuğum dişlerine darbe aldı, ne
yapmalıyım?
Çocuklar genellikle düşerler, spor
veya oyun sırasında dişlerine veya
ağızlarına darbe alırlar. Özellikle her
türlü travmaya engel olmak için diş
hekiminize koruyucu ağızlık için başvurun. Çocuğunuz, ağzından alınan
bir ölçüyle hazırlanan silikon ağızlıklar ile her türlü dudak, yanak, dil ve
dişleri içeren yaralanmalardan korunmuş olur.
haber
29 Ekim-4 Kasım Kızılay Haftası
KIZILAY HAFTASI
TÜRK KIZILAYI HER YIL MİLYONLARCA
İHTİYAÇ SAHİBİNE ULAŞIYOR
Ahmet Lütfi AKAR
Türk Kızılayı Genel Başkanı
Her yıl 29 Ekim- 4 Kasım tarihleri
arasında tüm yurtta kutlanan Kızılay
Haftası bu yıl da çeşitli etkinliklerle
kutlanıyor.
Genel Merkez Müdürlükleri ve yurdun çeşitli bölgelerinde faaliyetlerini sürdüren 700’ü aşkın Türk Kızılayı
Şubesi, tüm yurtta eğitim veren ilk
ve orta dereceli okullar ve yurt genelinde kutlanan Kızılay Haftası, Kızılaycılık bilincinin oluşturulmasında,
Kızılay’ın ulusumuz açısından önemini vurgulamak ve Kızılay’ın karşılıksız
sunduğu hizmetlere kamuoyu desteğini sağlamak açısından büyük önem
taşıyor.
1868 yılından bu yana ulusal ve uluslararası alanda her koşulda insanların
42
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
acısını hafifletmeye çalışan ve hizmetlerinde hiçbir ayrım ve çıkar gözetmeyen Türk Kızılayı, ülkemizin en
köklü ve güçlü yardım kuruluşudur.
146 yıldır insan onurunun korunması
amacıyla, gönüllü olarak çalışmalar
yürüten Türk Kızılayı, günümüze kadar yurtiçi ve yurtdışında milyonlarca
ihtiyaç sahibine halkımızın yardım
elini uzatmıştır.
Savaşta ve barışta, sosyal hayatta, uluslararası alanda ve afetlerde
birçok görev üstlenen Türk Kızılayı,
mensubu olduğu Hareketin 7 temel
ilkesinden biri olan gönüllülük esasına göre çalışmalarını yürütmektedir.
Türk Kızılayı’nın sonsuz bir özveriyle
gerçekleştirdiği çalışmalarda temel
gücü yardımsever halkımız ve Kızılaycılık ruhudur.
Toplumsal dayanışmayı sağlamak,
sosyal refahın gelişmesine katkıda
bulunmak, yoksul ve muhtaç insanlara barınma, beslenme ve sağlık yar-
dımı ulaştırmak gibi önemli görevler
üstlenen ve birçok konuda da öncü
olan Türk Kızılayı, kan, ilkyardım, afet
müdahale, sağlık, sosyal hizmetler,
gençlik ve gönüllülük çalışmaları ile
eğitim alanlarında da hizmetler sunmaktadır.
Kuruluşundan bu yana afete hazırlık
ve afetlerde halkın gereksinimlerini
karşılamaya yönelik çalışmalar yürüten Kızılay, ulusal ve uluslararası
planda bütün bu çalışmalarıyla saygınlık kazanmıştır. Kızılay yurdumuzda meydana gelen doğal afetlerde,
felaketzedelerin acılarına ortak olur.
Yerleşim sistemleri, battaniye, giyim
eşyası, gıda maddesi, sıcak yemek,
sağlık yardımı yaparak afetzedelerin
acısını hafifletir.
Türk Kızılayı, halk sağlığı ile yakından
ilgilenen bir kurum olarak Türkiye’de
kan hizmetlerinin kurulup geliştirilmesi görevini üstlenmiştir. “Güvenli
Kan” temini projesi ile ülkemizin kan
sorununu çözmeyi hedefleyen Türk
Kızılayı, ülkemizin kan gereksiniminin
önemli bir bölümünü karşılamaktadır.
Türk Kızılayı ülkemizin birçok bölgesinde hizmet veren tıp merkezleri ile
hiçbir sosyal güvencesi olmayan vatandaşlarımıza ücretsiz, diğer vatandaşlarımıza da sembolik ücretlerle
sağlık hizmeti sunmaktadır.
Sosyal hizmet alanında da birçok faaliyet yürüten Türk Kızılayı, çalışma
gücünü kaybetmiş, yoksul ve korunmaya muhtaç vatandaşlarımıza yiyecek, giyecek ve nakdi yardımlar yapmaktadır. Sosyal güvencesi olmayan
kişilere ilaç yardımı ve ücretsiz sağlık
yardımı yapan Kızılay, engelli vatandaşlarımıza da yardım elini uzatmaktadır. Türk Kızılayı, ayni ve nakdi
yardımlarının yanı sıra yurdumuzun
değişik yörelerinde şubeleri tarafından kurulan ve yönetilen aş ocaklarında her gün binlerce yoksul vatandaşımıza sıcak yemek vermektedir.
Kızılay, hizmetlerinin kalitesini arttırmak amacıyla personeli, üyesi,
gönüllüleri ve işbirliği içinde çalıştığı kurum ve kuruluşların çalışanlarına ve halkın afet bilincini arttırarak
afetlerden daha az zarar görmelerini
sağlamak amacıyla özellikle çocuklar
olmak üzere bütün halkımıza yönelik
eğitim programları düzenlemektedir.
Her yıl 29 Ekim - 4 Kasım tarihleri
arasında kutlanan Kızılay Haftası, Kı-
zılaycılık bilincinin oluşturulmasında,
Kızılay’ın ulusumuz açısından önemini vurgulamak ve Kızılay’ın karşılıksız
sunduğu hizmetlere kamuoyu desteğini sağlamak açısından büyük önem
taşımaktadır. Türkiye genelinde faaliyet gösteren Türk Kızılayı Şubeleri
ve tüm okullarda çeşitli etkinliklerle
kutlanan Kızılay Haftası, Kızılaycılık
felsefesi ve temel ilkelerini tanıtmak
ve benimsetmek, gerçekleştirdiği
yenilikleri ve hedefleri konusunda
kamuoyunu bilinçlendirme imkânı
sunması açısından önemlidir. Türk Kızılayı gönüllü olarak yürüttüğü tüm
çalışmalarında vatandaşların desteğine ihtiyaç duymaktadır. Gerçekleştirdiğimiz çalışmaların doğru araçlar
ile halkımıza aktarılması bu çalışmaların devamlılığına büyük katkı sağlayacaktır.
Türk Kızılayı’nın çalışmaları zamanla
sınırlı değildir. Yılın 365 günü Kızılaycılar ihtiyaç sahiplerini yalnız bırakmamaktadır. Bu sebeple Kızılay’a
gösterilen ilgi de bir hafta ile sınırlı
kalmamalıdır. Unutulmaması gereken Kızılay’ın hepimizin Kızılayı olduğu, hepimizin bir gün Kızılay’a ihtiyacı olabileceği gerçeğidir.
Türk Kızılayı, yardımseverlerin ve
gönüllülerinin desteği ile dünyanın
neresinde olursa olsun insan onurunun korunması doğrultusunda tüm
gücüyle çalışmaya devam edecektir.
Ahmet Lütfi AKAR
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
43
haber
2-8 Kasım Lösemili Çocuklar Haftası
AKUT LÖSEMİ:
BİLİNEN ADIYLA KAN KANSERİ
Prof. Dr. Muhit ÖZCAN
Lösemi, Lenfoma, Miyelom Hastaları ve
Araştırma Eğitim Birliği Derneği Başkanı
Akut Lösemi Nedir? Belirtileri Nelerdir?
Akut lösemi, blast adı verilen olgunlaşmamış, son derece primitif hücrelerin kan üreten imalathane olan
kemik iliğinde kontrolsüz çoğalma
ve aşırı bölünmeleri sonucu ortaya
çıkan hastalıktır. Bu kontrolsüz çoğalma süreci olgunlaşmanın duraklaması ve kemik iliğinin bozguncu
hücreler tarafından ele geçirilmesi
şeklinde devam eder. Kemik iliğinin
dışına taşan lösemi hücreleri kanda artmaya başlarlar ve bazen kan
damarları aracılığıyla başka yerlere
taşınır, oralarda toplanarak büyük tümörlere yol açabilirler.
44
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
Hastalarda görülen ana yakınmalar
kemik iliği işgalinin yarattığı sonuçlara bağlıdır. İşgal sonucu normal kan
hücreleri üretilemez veya çok az üretilir. Kemik iliğinde üretilen 3 ana hücre grubu bulunmaktadır. Bunlardan
birincisi olan alyuvarlar=eritrositler
(bu hücrelere hatalı bir Türkçe çeviri
ile kırmızı küre diyenler olmakla birlikte, bu hücreler aslında ortası çukur
bikonkav disk şeklindedir ve bu adlandırma doğru değildir) azaldığında
kansızlık diye bilinen durum ortaya
çıkar. Bu da kendisini çabuk yorulma
(efor dispnesi) olarak gösterir. Hastalar bunu halsizlik, bitkinlik, güçsüzlük,
yorgunluk olarak hissederler. Kansızlığın yarattığı etkiyi azaltabilmek için
kalp daha hızlı atmaya başlar (taşikardi), hastalar bu durumu çarpıntı olarak ifade eder.İkinci önemli hücremiz
akyuvar=lökositlerdir (bunlar da bazı
hekimler tarafından uygun olmayan
şekilde beyaz küre diye adlandırılırlar). Lökositlerin 5 alt tipi bulunur
ve bunlar içinde en savaşçı olanları
nötrofillerdir. Nötrofillerin azlığı (nötropeni) enfeksiyonlara karşı savaşta
yetersizliğe yol açar. Nötrofillerdeki
azlık ne kadar derin ise karşılaşılacak
enfeksiyonlar da o kadar sert ve ölümcül olmaktadır. Bu durumda gelişen
enfeksiyonlarla mücadele edebilmek
için çok çeşitli ve pahalı antimikrobiyal ilaçların kullanılması gerekmektedir. Kemik iliğinde üretilen üçüncü
önemli hücre ise trombositlerdir (kan
pulcukları). Kanın bu en küçük hücreleri damarları ve vücudu kanamaya
karşı korumaktadırlar. Trombositler
bir damarda hasar olduğunda hasarlı
bölgeye yapışarak onarımını sağlar
ve kan kaybını önler. Eksikliklerinde
kolay kanamalar oluşur. Hastalarda
bu durum kendisini ciltte irili ufaklı kırmızı kanamalar veya morluklar
olarak gösterir; bunlar peteşi ve ekimoz olarak adlandırılır.
Trombosit azlığına bağlı en ölümcül
kanamalar kafa içine (intrakraniyal)
olanlarıdır. Dolayısıyla genel klinik
tablo; ani başlayan ve hızlı ilerleyen
bir süreçte; çabuk yorulma, solukluk,
enfeksiyona bağlı yüksek ateş, cilt
ve mukoza kanamalarından (diş eti
kanaması, burun kanaması, mide kanaması ve en vahimi beyin kanaması)
oluşmaktadır.
Akut Lösemi Ne Sıklıkta Görülür?
ABD’de 2013 yılında yaklaşık 48.000
lösemi olgusu bildirilmiş olup, 2014
yılında ise bu sayının 53.000 civarında olacağı öngörülmektedir.
Hastalığın yıllık görülme sıklığı (insidans) 100 bin kişide 13 civarındadır.
ABD’de 2011 yılında yaklaşık 302.000
yaşayan lösemi hastası olduğu bilinmektedir. Başka bir yaklaşımla insanların %1.4’ü yaşam boyu lösemiye
yakalanma riski taşımaktadırlar. Diğer kanserlerle karşılaştırıldığında lösemilerin aslında nadir görüldüğünü
söylemek mümkündür. Çocuklarda
en sık görülen kanser olmakla bilikte,
daha çok erişkinlerde görülür. Amerikan Kanser enstitüsünün verileri son
10 yılda löseminin istikrarlı bir şekilde yılda yaklaşık %0.2 oranında arttığını göstermektedir. Aynı kaynaktan
gelen başka veriler ise lösemiden
ölümlerin her yıl yaklaşık %1 oranında azaldığını ortaya koyarak bizim bu
savaşımda önde olduğumuzun müjdesini de vermektedir.
Risk Faktörleri Nelerdir?
• Radyasyona maruz kalmak bilinen
en önemli risk faktörlerindendir.
Japonyada atom bombasından
kurtulanlarda ortalama 6-8 yıl sonra lösemiler görülmüştür. Kimyasal maddelerden özellikle benzen
(deri ve ayakkabı sanayi, yapıştırıcılar, boyalar, sigara içeriği vs) maruz kalmak lösemi riskini arttırır.
Enfeksiyon etkenlerinin de lösemi
ile ilişkisi bilinmektedir. Bu durum
Karayipler’de sık görülen HTLV1 isimli virus ATLL kısaltmasıyla
bilinen “Erişkin T Hücreli Lösemi
Lenfoma”da ve EBV isimli virus
sıklıkla Afrikalı çocuklarda izlenen
bir lösemi-lenfoma tipinde (Bur-
kitt Lenfoma) öne çıkmaktadır.
Akut lösemiler kalıtsal hastalıklar
değildirler; bir hastada görülmesi
ailesinde de görüleceği anlamına
gelmez. Ancak bazı kalıtsal hastalıklarda lösemi riski artmıştır. Bunlar arasında Down sendromu,
Klinefelter sendromu, Fanconi
anemisi, Bloom sendromu, Ataksitelanjektazi ve Neurofibromatosis
sayılabilir.
• Sigara bir başka önemli risk fak-
törüdür. Elektromanyetik alanlarla ilgili risk hakkında tartışma
sürmektedir ve sürmelidir. Ancak
kişisel yaklaşımım güvenli oldukları anlaşılana kadar yüksek gerilim hatlarından uzak durulması
gerektiği yönündedir.
• Yaşlılığın kendisi baslı başına bir
risk faktörüdür. İki ana akut lösemi
alt tipinden birisi olan akut miyeloblastik lösemi (AML) özellikle 65
yaş üstünde çok daha sık görülür.
Daha önceden başka kan hastalıklarının varlığı da akut lösemi gelişimi için risk faktörüdür. Burada sözü
edilen hastalıklar özellikle miyelodisplastik sendromlar (MDS), polisitemia vera ve esansiyel trombositoz gibi klonal aşırı çoğalma ile
seyreden hastalıklar olup, demir
eksikliği gibi çok sık görülen kan
hastalıklarına sahip hastalar için
böyle bir risk yoktur. Sayılan risk
faktörlerine sahip olanlarda hastalık görülmeyebileceği; buna karşın
hiç bir risk faktörü olmayanlarda
hastalık gelişebileceğini de ifade
etmek gerekir.
idi. Yukarıda özetlediğim belirtilerden hemen hemen hiç birisi yoktu.
Dr. Addison isimli bir hematologa
yönlendirildi hasta. Dr Addison beyazperdede hematolog olarak görünen ilk karakter benim ulaşabildiğim
kadarıyla. Bundan 45 yıl önceydi
ve maalesef lösemiyi etkin şekilde
tedavi edecek ilaçlar henüz yoktu.
Kısa sürede hastalık ilerledi ve hasta
kaybedildi. Belki de dünya tarihinin
en şöhretli akut lösemi hastası oldu
Jenny, yani Ali MacGraw.
Bugün artık o filmin bu sonla bitmesine izin vermemek ve filmi mutlu
son ile bitirebilmek için elimizde çok
fazla olanak var.
Akut lösemi tedavisi hastanede ve
hasta yatırılarak yapılır. İlk tedavi yaklaşık 1 ay kadar hastanede kalmayı
gerektirir. Bu tedavinin sonunda ortalama 100 hastadan 50-90 kadarı
remisyona girer. Remisyon hastalığın
temelli yok olması hali yani şifa değildir; ancak şifaya giden yolun birinci
ve en önemli basamağıdır. Remisyon
kavramı İngilizce “re” ve “mission” kelimelerinden gelmekte olup kemik
iliğinin tekrar görev yapabilir (kan
hücrelerini yeniden ve sağlıklı olarak
üretebilir) hale geldiğini anlatır. Bu
durumda vücutta hala lösemik ana
hücreler (belki de lösemi kök hücresi) vardır ve bu yüzden şampiyonluk
yolunda 6-0’lık bir derbi maçı galibiyeti kadar değerlidir. Ama daha kazanılması gereken çok maç önümüzde
beklemektedir. Remisyon sağlandıktan sonraki aşamada ulaşılan bu “huzur ve güven ortamının” pekiştirilme-
Tedavide Neredeyiz?
1970 yılı yapımı unutulmaz film
“Love Story” “Aşk Asla Pişmanlık Duymamaktır” sloganıyla 2. Dünya savaşı
sonrası kuşağının kalplerine kazındı. Erich Segal’in romanından, Arhur
Hiller yönetiminde filmleştirilen bu
eserde fakir Jennifer, aristokrat Oliver
ile yüzyılın unutulmaz aşklarından
birisini yaşamaktaydı. Belki de mutluluk tanımının gereği olarak, maalesef bu mutlulukları uzun sürmedi.
Çocuk sahibi olmak istiyorlardı ama
olamıyorlardı. Bir doktora gittiler ve
kontrolde güzel yıldız Ali MacGraw’in
lösemi olduğu anlaşıldı. Klinik durum
lösemi teşhisi için son derece sıradışı
Prof. Dr. Muhit ÖZCAN
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
45
si hedeflenir. Bu aşamada remisyon
sonrası pekiştirme tedavileri (postremisyon konsolidasyon) devreye girer.
İşte bu noktada bir yol ayrımı vardır
ve yeterli veri desteği ile çok önemli
kararlar almak gerekir. Hastanın yaşı,
tıbbi durumu ve hastalığının özelliklerine göre iki ana yoldan birisi seçilmelidir; ya kemoterapi ile devam ya
da bir başkasından alınan kök hücreler ile kök hücre nakli (geleneksel
adıyla kemik iliği transplantasyonu).
Bu kararın alınmasında en önemli
yardımcılar hastaya tanı konulduğu
anda yapılan kemik iliği incelemesinden elde edilen verilerdir. Burada
çok özel ve gelişmiş laboratuvarlarda
sitogenetik ve moleküler testler yapılmaktadır. Ülkemizde akut lösemi
tedavisinde önemli bir eksikliğimiz
işte bu noktadadır. Maalesef her
merkezde moleküler incelemeler
yapılamamakta veya yetersiz nitelikte yapılmaktadır. Bu nedenle lösemi
tedavi edecek bir merkezin mutlaka
çok ama çok iyi bir moleküler laboratuvarı veya böyle bir laboratuvara erişim şansı olmalıdır. Aksi halde kemoterapi mi kök hücre nakli mi yapalım
kararı için yol ayrımına gelindiğinde
kimi hastaya gerektiğinden az tedavi
verilecek ve hastalık tedavisi başarı
şansı azalacak; veya gereğinden çok
tedavi verilerek hastada istenmeyen
toksik yan etkilerin süresi uzayacaktır. Her koşulda durumun hasta aleyhine olacağı aşikardır.
Ülkemizde son yıllarda yapılan kök
hücre nakil sayısında önemli artışlar
izlenmiştir ve 2014 yılı sonunda bu
sayının 3000’i aşması beklenmektedir. Bugünlere ulaşılmasında başta
özveri ile çalışan hematologlarımızın ve onların derneği Türk Hematoloji Derneği olmak üzere, Sağlık
bakanlığı ve SGK’nın önemli katkıları
olmuştur.
Sağlık Bakanlığı Tedavi Hizmetleri
Genel Müdürlüğünce son yayınlanan
“Kemik İliği Nakil Endikasyon Listesi” ise işleri kolaylaştıran ve kendimizi muasır medeniyet seviyesinde
hissetmemizi sağlayan çok önemli
bir adım ve emsal belge olmuştur.
Bundan sonra yapılması gereken kalitenin etkin bir şekilde denetlenmesi
olmalıdır. Kök hücre naklinde verici
46
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
bulunması konusunda da ülkemizde
ve dünyada önemli gelişmeler yaşanmaktadır. Doku uyuşum testlerinde
%100 uyuşum temel alınmaktayken,
gelişen tıp teknoljisi sayesinde %50
uyuşumlu anababadan veya çocuklardan nakil seçeneği kolaylıla uygulanabilir hal almıştır. Haploidentik
transplantasyon (haplo nakil) olarak
bilinen bu uygulama sayesinde ebeveynlerinden birisi hayatta olan veya
çocuğu olan herkesin gerektiğinde
kök hücre vericisi olabilecektir. Bu
durumda neredeyse ihtiyacı olan
hastaların %90-95’inin verici bulma
sorunu ortadan kalkabilecektir. Haplo nakillerin bir başka çok önemli
avantajı ise, dünya ilik bankalarından
uygun verici aramakla geçen ortalama 6 ay sürenin burada olmaması ve
acil nakil gerektiren hastalara önemli
seçenek sağlamasıdır.
Güncel tedavilerle lösemide şifa
olasılığı “Love Story-Aşk Hikayesi”
filmine tema olan romanın yazarı
Erich Segal’in hayal bile edemeyeceği
bir noktaya gelmiştir. Artık lösemili
hastalar tamamen iyileşebilmekte;
evlenip çocuk sahibi olabilmektedirler. Ancak lösemi tedavisi çok uzun
bir süreçte; sabır, sükunet ve cesaret
gerektirir. Bunların tamamı aynı anda
hastada ve hastanın sevdiklerinde olmalıdır. Bu durum işleri çok kolaylaştıracaktır. Lösemi tedavisi mümkünse
tek kişilik ve temiz odalarda yapılmalıdır. Hastanın izolasyonu gerekmez;
süreç karantina gibi düşünülmemelidir. Hatta sıklığı fazla olmamak şartıyla hastanın en sevdikleri hekimin
uygun gördüğü zaman dilimlerinde
hastayı kısa süreliğine ziyaret edebilirler.
Gelecekte Neler Olacak?
Hematolojideki bilimsel gelişmeler
devrim niteliği taşımakta ve bizlerin
başını döndürmektedir. . Günümüzün güncel yaklaşımı “Akıllı İlaçları”
keşfetmek moleküler teknolojinin
ilerlemesi sayesinde geçilmiş önemli bir dönüm noktasıdır. Akıllı ilaçlar,
tıpkı TV’lerde canlı savaş yayınlarında gördüğümüz sahnelerdeki gibi
hedefe kilitlenerek takibe alan, belirleyen ve onu yok eden ilaçlardır. .Lö-
semi hücresini alıp yaşamını onu çözmeye adamış insanlar var. Bu alanda
çalışan isimsiz kahramanlara şükran
borçluyuz. Lösemi hücresi çözüldükçe onun zayıf noktası öğrenilmekte; ya hücre yüzeyindeki bir antijeni
hedef alan ya da hücre içindeki bir
enerji hattını susturan “hedefe yönelik ilaçlar” (targeted treatment) klinik
kullanıma sunulmaktadır.
Akut lösemide akıllı ilaç var mı?
Akut lösemilerin bir alt tipi olan Akut
Lenfoblastik Lösemide (ALL) eğer
Philadelphia kromozomu (translokasyon 9;22) saptanmış ise, bu kromozomu hedef alan imatinib ve dasatinib gibi ilaçlarla lösemik hücreyi
durdurmak mümkün olabilmektedir.
Bu ilaçlarla tedavi ile remisyon sağlama oasılığı %90’ları bulmuş durumda. Lösemileri daha iyi tanıdıkça her
birine özel akıllı ilaç üretimi de beraberinde gelecektir; beklenti budur.
Akut Lösemili Hastaya Neler Öneriyorum?
Akut lösemiden tam olmasa da kısmen korunabiliriz; hepimizin bildiği
sağlıklı yaşam koşullarına uyarak!
Sigarayı bırakın, egzersiz yapın, kimyasallardan uzak durun, insanları ve
hayvanları sevin…
Tanı aldığınız zaman başka bir uzmandan veya merkezden ikinci görüş alınız. Bu hem sizin için hem de
tedavi eden ekip için yararlı olacaktır.
Ülkemiz dışında olağan bir yaklaşım
olan bu uygulama bizim insanımız
özelinde (hekim veya hasta) seyrek
başvurulan bir durumdur.
Hastalar tedavi eden ekibe sorular
sormalıdır. Yapılacak tedavi, süreç,
beklentiler. Hepsini öğrenmek hakkınız.
Hastalık hakkındaki bilgilere www.
losemilenfomamiyelom.org
adresindeki Lösemi Lenfoma Miyelom
hastaları ve Araştırma Eğitim Birliği
Derneğinin web sayfasından ulaşabilirsiniz.
Bu hastalıktan tamamen kurtulmak,
yani şifa bulmak, olanaklı. O halde şu
üç şeyi hep taşıyınız; sabır, sükunet
ve cesaret.
haber
TKD Başkanı Prof. Dr. Lale Tokgözoğlu:
“50 YAŞINDAN GENÇ İNSANLARDA KALP
KRİZİNİN EN SIK GÖRÜLDÜĞÜ ÜLKE TÜRKİYE”
Türk Kardiyoloji Derneği (TKD)’nin 30. Ulusal Kardiyoloji Kongresi ulusal ve uluslararası düzeyde
önde gelen akademisyenlerin katılımıyla 23-26 Ekim’de Antalya’da gerçekleştirildi.
Türk Kardiyoloji Derneği (TKD) Başkanı Prof. Dr. Lale Tokgözoğlu, “22 Avrupa ülkesinde yapılan
“Euroaspire III” adlı araştırmaya göre 50 yaşından genç insanlarda kalp krizinin en sık görüldüğü
ülke Türkiye” dedi.
30. Ulusal Kardiyoloji Kongresi’nde
düzenlenen basın toplantısına, Türk
Kardiyoloji Derneği (TKD) Başkanı
Prof. Dr. Lale Tokgözoğlu, Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Engin Bozkurt, Genel
Sekreter Prof. Dr. Adnan Abacı, Genel
Sekreter Yardımcısı Prof. Dr. Enver
Atalar, Bilim Kurulu Başkanı Prof. Dr.
Mahmut Şahin ile yönetim kurulu
üyeleri Prof. Dr. Necla Özer ve Prof.
Dr. Sinan Aydoğdu katıldı.
yapılan “Euroaspire III” adlı araştırmaya göre 50 yaşından genç insanlarda kalp krizinin en sık görüldüğü
ülke Türkiye. Çünkü yurdumuzda
her 10 ölümden 4’ünün nedenini
hala kalp ve damar hastalıkları oluşturuyor” diye konuştu.
Türkiye’de her iki ölümden birinin
kalp ve damar hastalıklarından kaynaklandığını söyleyen Prof. Dr. Lale
Tokgözoğlu, “Ülkemizde kalp ve damar hastalıkları nedeniyle 2020 yılına
doğru maalesef yılda 400 bin civarında ölüm beklenmektedir. Kalp ve
damar hastalıkları, Türkiye’de her iki
ölümün birinden sorumludur.” dedi.
Tokgözoğlu, Türkiye’deki kalp damar
hastalıklarının diğer Avrupa ülkelerine
kıyasla daha fazla olmasının nedenini
sigara ve tütün ürünleri tüketiminin
yüksek olmasına bağladı. Ayrıca giderek artan kilo alımı, hareketsizlik ve
sağlıksız beslenmenin de bu hastalıkları tetiklediği kaydedildi. Kalp-damar
hastalıklarına yol açan nedenleri kısmen önlemenin ve geciktirmenin
mümkün olduğunu ifade eden Tokgözoğlu, “Finlandiya’da sınırlı bir bölgede sigara, hipertansiyon ve kolesterol
kontrolü ile 20 yılda ölüm oranları yüzde 70 düşmüştür, yani başarı örnekleri
mevcuttur” diye konuştu.
Ülkemizde kalp-damar hastalıklarına Avrupalılara göre daha genç
yaşta yakalanıldığını ve daha erken
ölüm olayları ile karşılaşıldığını dile
getiren Prof. Dr. Tokgözoğlu , “Bizim
de katıldığımız 22 Avrupa ülkesinde
48
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
Sigara ve hareketsizlik
en önemli risk faktörleri
2025 Yılına Dek Kalp Damar
Hastalıklarında Ölüm Oranı Yüzde 25
Azaltılacak
Ülkemizde diğer ülkelere kıyasla yüksek olan ölüm oranlarını
düşürmek için yapılan girişimler
hakkında bilgi veren Prof. Dr. Tokgözoğlu, “Bu salgını kontrol altına almak için Birleşmiş Milletler’de 2011
yılında yapılan bir toplantıda 25’e
25 diye adlandırılan bir proje kabul
edilmiş ve bütün ülkeler tarafından
imzalanmıştır. Bu projede amaç
2025 yılına dek kalp damar hastalıklarından ölümleri yüzde 25 azaltmak olarak belirlendi” diye konuştu.
Projeye imza atan ülkelerde bunu
sağlayacak sağlık politikalarının geliştirilerek uygulanacağını belirten
Tokgözoğlu, yapılacaklar arasında
tuz, sigara ve hareketsizliği azaltma,
şişmanlık ve şeker hastalığındaki artışı önleme, temel ilaç ve tedavilerin
kapsamını artırma gibi hedefler olduğunu söyledi.
Kadınlarda Spazm Riski Fazla
2014 yılında hazırlanan kalp-damar
hastalıkları ile ilgili eylem planı hakkında bilgi veren Prof. Dr. Tokgözoğlu, “Kadınlarda en önemli ölüm
nedenlerinden biri kalp- damar hastalığı; bu hastalıklardan ölüm oranı
meme kanserinden daha yüksektir.
Kadınların kalp damarları erkeğinkine göre daha ince bu nedenle spazm
geçirme riskleri fazla. Her yıl kadınların yüz de 55’i kalp ve damar hastalıklarından hayatını kaybediyor. Kadınlarda hastalığın seyri erkeklere göre
daha kötü ve hastalığa bağlı ölümler
de daha fazla görülüyor. Kadınlarda
kalp hastalıkları erkeklere göre 10 yıl
geç ortaya çıkıyor” şeklinde konuştu.
Kadınlar, Bulguları Fazla Ciddiye Almıyor
Kadınların en sık göğüs ağrısı
şikâyetiyle hastaneye başvuruda bulunduğunu ifade eden Prof. Dr. Lale
Tokgözoğlu, şunları söyledi: “Koroner
kalp hastalığı, kadınlarda erkeklere
göre daha ileri yaş döneminde geliştiğinden kalp krizi semptomları,
diğer hastalıklar tarafından maskelenebiliyor. Bu gibi nedenlerle kadınlar,
bulguları fazla ciddiye almıyor. Hatta
kadınlarda hiçbir şikâyet olmadan
kalp krizi de gelişebiliyor. Bu krizler
erkeklerle kıyaslandığında kadınlarda daha sık görülüyor. Ayrıca, diyabet
öyküsü olan kadınlarda kalp-damar
hastalıklarına bağlı ölüm oranı da artıyor.”
İnme: Kalp Ritim Bozukluğu Hastalarının
Korkulu Rüyası
Kalbin ritim bozukluklarının hastaların korkulu rüyası olan ‘inme’ye
de neden olabildiğini vurgulayan
Tokgözoğlu, korunma ve tedavi yöntemlerini şunları söyledi: “Bugünkü
bilgilerimize göre kalp damar hastalıklarına yol açan nedenlerin çoğu
önlenebilirdir. Kalıtsal eğilimlerle
kalp damar hastalığı olanlarda bile
hastalığı geciktirmek mümkündür.
Kalbe ve beyine giden damarların
yapısını bozup, daralıp tıkanmasına
yol açan risk faktörlerinin başlıcaları
sigara tüketimi, kan basıncının yüksek seyretmesi yani hipertansiyon,
şeker hastalığı, kan yağlarından özellikle LDL kolesterol (yani kötü koles-
terolün) yüksek olması, özellikle karın bölgesinde kilo fazlalığı, sağlıksız
beslenme alışkanlıkları ve hareketsiz
yaşamdır. Kalp hastalıkları ve inme
sebepli erken ölümlerin büyük çoğunluğu, sağlıklı beslenme, düzenli
fiziksel aktivite, tütün dumanından
kaçınma ve mevcut risklerin tedavisi
yoluyla önlenebilmektedir. Bireyler
kendi kalp ve damar hastalığı risklerini düzenli fiziksel aktivite yaparak,
tütün kullanımından ve pasif içicilikten kaçınarak, meyve ve sebzeden
zengin bir diyet seçerek, yağ, tuz ve
şekerden zengin gıdalardan kaçınarak, Batı tipi diyet dediğimiz hazır ve
işlenmiş gıdalardan uzak durarak ve
sağlıklı bir vücut ağırlığını muhafaza
ederek azaltabilirler.”
En Önemli Misyonumuz
Bilimsel Araştırmaların Teşvik Edilmesi
Prof. Dr. Lale Tokgözoğlu “Türk Kardiyoloji Derneği’nin en önemli misyonu, bilimsel araştırmaların teşvik
edilmesi ve ülkemizdeki genç kardiyologların önünü açmaktır. Onlara
eğitim, araştırma ve kendini geliştirmek için olanaklar yaratmak için var
gücümüzle çalışmamız ve onlara
örnek olmamız her zaman önceliğimiz olacaktır. Kongremiz vesilesiyle oluşan bilimsel uluslararası
platform sayesinde, güçlenen ülkeler, kurumlar ve akademisyenler arası ilişkilerin de bu bağlamda kısmen
katkısı olacaktır” dedi.
Dünyada 85 Bin Civarında Hastanın
Kalbine Bu Şekilde Giriliyor
nı belirterek, artık bunun için eriyen
stentlerin geliştirildiğini belirtti. Aynı
zamanda ilaç da salgılayan bu stendin 1-2 yıl içinde kaybolduğunu aktaran Abacı, şu bilgileri verdi: “Vücut o
stendi kaybediyor. Dolayısıyla damarında metal kalmadan hastanın damarını açmış oluyorsunuz. Bu koroner hastalıklar açısından çok önemli
bir gelişme. Şu anda bu tedavi her
damara uygulanamıyor. Belirli seçilmiş damarlara uygulanabiliyor. Ama
bununla ilgili çalışmalar devam ediyor. Stentler çok daha iyi hale getiriliyor. Pahalı olmakla beraber zamanla
ucuzlayacak ve yaygın olarak kullanılan bir tedavi haline gelecektir.”
Üç Dakikada Bir Kişi
Kalp Krizinden Ölüyor
Genel Sekreter Yardımcısı Prof. Dr. Enver Atalar, herkesin korktuğu güncel
konulardan birinin ebola salgını olduğunu, ancak eboladan Türkiye’de
ölen kimsenin olmadığını söyledi.
Asıl korkulması gerekenin koroner
arter hastalığı ve kalp krizi olduğunu
belirten Atalar, “Türkiye’de özellikle kadınlarda olmak üzere, kalpten
ölümlerde Avrupa’da birinci sıradayız. Üç dakikada bir Türkiye’de bir
vatandaşımız kalp krizinden ölmektedir. Kalp krizi sırasında ölmeseler
bile kadınların dörtte biri, erkeklerin
de beşte biri bir sene sonrasına kadar
ölüyorlar. Hala önümüzde önemli bir
sorun olarak koroner arter hastalığı
ve kalp krizi duruyor. Eboladan korkuyoruz ama daha çok kalp krizinden
korkmamız lazım” dedi.
TKD Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Engin
Bozkurt, ameliyat edilemeyen hasta
grupları için kasıktan ya da koldan
girilerek, kalp damarlarını ve kapaklarını değiştirmeye başladıklarını dile
getirerek, “Bu yöntem dünyada giderek kabul edildi. Dünyada 85 bin civarında hastanın kalbine bu şekilde giriliyor. Ülkemizde de giderek artıyor.
Geçen yıl 450 kişi bu şekilde ameliyat
edildi” diye konuştu.
Eriyen Stentler Geliştirildi
Genel Sekreter Prof. Dr. Adnan Abacı
da gerek normal stentlerde, gerekse ilaçlı stentlerde, damara konulan
stendin ömür boyu damarda kaldığı-
Prof. Dr. Lale Tokgözoğlu
Türk Kardiyoloji Derneği (TKD) Başkanı
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
49
haber
DERMOSKOPİ İLE YENİ BİR DÖNEM:
BİYOPSİ ALMADAN DERİDEKİ KÖTÜ HUYLU
OLUŞUMLARA TANI KOYMAK MÜMKÜN
Prof. Dr. Ertan YILMAZ
Türk Dermatoloji Derneği Başkanı
Dermoskopi Nedir?
Dermoskopi (Derinin Yüzeyel Mikroskopik İncelemesi) başlıca derideki koyu renkli lekelere tanı koymak
amacıyla kullanılan bir dermatolojik
muayene yöntemidir. Tecrübeli bir
uzman bu yöntem ile melanomları
kolaylıkla tanıyabilir. Dermoskopi için
yüksek kaliteli büyütücü bir merceğe
ve de kuvvetli bir ışık sistemine ihtiyaç vardır.
Bu yöntemle derinin yapısı ve dokusu büyütülerek daha rahat algılanabilir. Bu amaçla hazırlanmış birçok
cihaz vardır. Bazı aletler ile incelenen
bölgelerin fotoğraflarını da çekmek
mümkündür
Dermoskopinin Avantajları Nelerdir?
Dermoskopi, şüpheli lezyonlarda
hekimin karar vermesine yardımcı
olur ve cerrahi girişim kararında yol
50
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
gösterir. Örneğin büyümekte olan
bir benin alınmasının gerekli olup
olmadığını dermoskopi söyleyebilir.
Böylece hastayı bu tip cerrahi girişimlerden koruyabilir. Çıplak gözle
çok rahatsız edici görünen bir benin,
dermoskopla bakıldığında çok masum olduğu anlaşılabilir. Tam tersine
sorunsuz bir ben de dermoskopla
bakıldığında çok farklı görülebilir ve
biyopsi alınması gerekebilir. Bu cihazlarla kombine edilen bilgisayar
yazılımları muayene görüntülerini arşivlemeyi, uzmanın tanısını ve rapor
çıkarabilmesini sağlar. Hastaların eski
benlerinin fotoğrafları arşivlenebildiğinden, ta kip döneminde benlerde
değişiklik olup olmadığı kontrol edilebilmekte, eğer riskli bir değişiklik
varsa bunu erkenden tedavi edebilme şansı doğmaktadır.
almak gerekir” Egzemadan bitlenmeye, ilaç döküntülerinden uyuza ve
mantar hastalıklarına kadar pek çok
hastalıkta, bireyi hekime yönelten en
önemli yakınma kaşıntıdır. Kimi zaman en az ağrı kadar hastayı rahatsız
eden; uykusuzluğa ve depresyona
yol açan, hatta intiharın eşiğine getiren bu bulguya, pek çok iç hastalığı da eşlik edebilmektedir. Kaşıntı
için vücudun bir çeşit uyarısı ya da
derinin bir tepkisi demek mümkün.
Basit gibi görünse de, kaşıntı bazen
Uzun Süren Kaşıntı Önemli Hastalıkların
Habercisi Olabilir
“Kaşıntı, deri hastalıkları dışında,
kansızlıktan parazite kadar pek çok
hastalığın belirtisi olabilir. Bu nedenle uzun süren kaşıntıları ciddiye
Prof. Dr. Ertan YILMAZ
oldukça karmaşık sorunlarla birliktelik gösterebilir.
Kaşıntının Nedenleri Nelerdir?
talıkları, barsak parazitleri ya da yukarıda belirtilen diğer klinik tablolar
yönünden incelemeler yapılır. Tüm
bu araştırmaların sonuçlarına göre,
gerekirse ilgili diğer dallardan uzman
hekimlerin de yardımına başvurulur.
Kaşıntının tedavisi nasıldır? Kaşıntıda öncelikle nedene yönelik tedavi
yapılmalıdır. Var olan deri hastalıkları
uygun ilaçlarla tedavi edilir. Kaşıntı
tedavisinde çok sık olarak kullanılan
antihistaminlerin, ürtiker (kurdeşen)
dışındaki kaşıntılarda etkisi hemen
hemen yoktur.
Barsak parazitlerinden kansere kadar pek çok hastalık kaşıntıya neden
olabilir.Kaşıntının nedenleri araştırılırken hastanın yaşı, var olan hastalıkları, kullandığı ilaçlar, banyo alışkanlıkları ve hastanın psikolojik durumu
gibi faktörler dikkate alınmalıdır. Bazı
ilaç alerjilerinde, deride görünen
herhangi bir şey olmaksızın kaşıntı
gelişebileceği unutulmamalıdır. Barsak parazitleri, diyabet, iç organ kanserleri (safra kesesi, karaciğer, barsak
kanseri); safra kesesi taşları ya da
viral hepatit (sarılık) gibi nedenlerle
ortaya çıkan safra yolu tıkanıklıkları,
lösemi ve lenfoma gibi malign (kötü
huylu) kan hastalıkları, böbrek yetmezliği, AIDS gibi sistemik (birçok
organı tutan) hastalıkların gidişi sırasında ya da bazen bu hastalıkların
ilk belirtisi olarak yaygın ve nedensiz
kaşıntılar ortaya çıkabilir.
Deri kuruluğu nedeniyle oluşan
kaşıntıdan kaçınmak için ;
En Sık Rastlanan Kaşıntı Nedeni
Cilt Kuruluğu 1. Banyo ılık suyla yapılmalı, kısa sürmeli (10 dk. gibi) ve gerekmedikçe
haftada ikiyi geçmemelidir.
Kaşıntının en sık rastlanan nedenlerinden birisi deri kuruluğudur. Yaşlı
hastalarda çok sık rastlanan bir türdür. Çünkü insan yaşlandıkça deri
fonksiyonları, derinin esnekliği ve su
tutabilme özelliği azalır. Sert alkali
sabunlarla ve çok sıcak su ile sık banyo yapılması, derideki bu bozulmayı
daha da arttırıp, koruyucu lipid tabakasını zayıflatarak, deri kuruluğuna ve kaşıntıya yol açar. Ülkemizde
yaygın olan liflenme ve keselenme
alışkanlığının da derinin kuruyup kaşınmasında önemli rolü vardır. Deride görünür herhangi bir şey yokken,
hasta kaşıntıdan yakınıyorsa, bu durum aksi kanıtlanana dek, altta yatan
bir hastalığın belirtisi olarak kabul
edilmelidir. Teşhis için yaptığınız araştırmalar nelerdir? Genellikle kaşıntısı
olan kişilerin ilk başvurdukları hekim
dermatologdur. Dermatologlar, deri
muayenesi ve genel muayene ile kaşıntının nedenini belirlemeye çalışırlar. Deride herhangi görünür bir bulgu yoksa muayene bulgularına göre
kansızlık (demir eksikliği), karaciğer
ya da böbrek hastalıkları, tiroid has-
Birinci kuşak diye tanımlanan ve sedatif (uyku verici) özellikleri olan antihistaminler, bu özellikleri nedeniyle
kullanılabilir. Mentollü krem ya da
pudraların, uzun süreli kullanımda,
tahrişe neden olabileceği unutulmamalıdır. Yine de, kısa süreli olarak
vazelinli, kortikosteroidli pomatlarla
birlikte kullanılabilir.
2. Banyolarda sabun yerine “syndet”
diye tanımlanan, sert (alkali yapılı) olmayan ve derinin asit ve lipid
örtüsünü bozmayan ürünler kullanılmalıdır.
3. Kese ve lif kullanılmamalı, temizleyici ürün vücuda elle sürülmelidir.
4. Banyo sonrasında, yumuşak bir
havluyla deriyi fazla tahriş etmeden kurulanmalı ve ilk 3 dakika
içinde, henüz daha deri kuruyup
gerilmeden, derideki nemliliğin
sürmesini sağlayacak nemlendirici / yağlayıcı pomat ya da emülsiyonlar yaygın olarak sürülmelidir.
5. Kolonya, alkol gibi maddelerin, kaşıntı giderici jel ve sulu pudraların
deriyi kurutarak kaşıntının daha
da artışına neden olacağı unutulmamalıdır.
6. Derisi kuru ve kaşıntıya eğilimli bireylerde, vücuda ilk temas eden
giysilerin pamuklu olması gerekir.
Sentetik ürünlerin ya da yünlü
giysilerin deriye doğrudan teması
kaşıntıyı arttırır.
7. Yüksek ısılı ve düşük nemli ortamların da, deri kuruluğu ve kaşıntıya
yol açabileceği akılda tutulmalıdır.
Psikiyatrik Sorunlar da
Kaşıntıya Neden Oluyor
Uzun süren ve bir nedene bağlanamayan kaşıntılarda, hasta bir psikiyatrist ile konsülte edilmelidir. Neden
ne olursa olsun, serin ve klimalı bir
ortam, pamuklu, hafif giysi ve yatak
takımlarının kullanılması, aşırı terlemeden kaçınılması kaşıntıyı azaltır.
Kalın, yünlü ya da sentetik giysilerin
giyilmesi, çok sıkı giyinilmesi; hem
deriyi tahriş etmekte, hem de vücut
ısısını arttırarak kaşıntıyı tetikleyebilmektedir. Alkol alımından, sıcak ve
baharatlı yiyeceklerle, sıcak içeceklerden kaçınılması uygun olacaktır.
Bu maddeler deride vazodilatasyona
(damarların genişlemesine) neden
olarak kaşıntıyı arttırabilirler.
Fast-Food Tüketenlerde Deri Sorunlar
Daha Sık Görülüyor
Yoğun biçimde fast-food tüketenlerin daha az meyve, sebze tükettiklerini ve daha az su içtikleri gözlemleniyor. Bu sağlıksız beslenme şekli,
kişinin genel görüntüsünü ve güzelliğini olumsuz etkiliyor.
Az vitaminli yiyeceklerle beslenmek,
yağda eriyen vitaminler dediğimiz A,
D, E, K vitaminlerini eksik almak cilt
güzelliğini bozuyor. E ve A vitamini;
güzel, sağlıklı ve kırışıksız bir cilt için
olmazsa olmaz.
Beslenmenin cilt sağlığındaki önemi
tartışılmaz. Günlük diyette yeşil yapraklı çiğ sebzeler ile meyve tüketimine dikkat edilmesi gerekir.
Öte yandan su tüketimi de cilt sağlığı için çok önemli. Su, cildimizin nem
oranını etkiler, susuz kaldığımızda
cildimiz de susuz kalıp nem kaybına
uğrayacağı için yeterli miktarda su içmeliyiz, bu da günde en az 1,5 lt yani
5-6 bardak su içilmesi gerekliliğine
işaret eder.
Güzelliğin en önemli unsurları arasında yer alan bitkisel proteinler, özellikle tahıllarda bulunan B vitamini saç
ve tırnak güzelliği için çok önemlidir.
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
51
haber
“HER YIL 230 MİLYON HASTAYA
BÜYÜK CERRAHİ GİRİŞİM İÇİN
ANESTEZİ UYGULANIYOR”
48. Ulusal Anesteziyoloji ve Reanimasyon Kongresi’nde konuşan Türk Anesteziyoloji ve Reanimasyon
Derneği Başkanı Prof. Dr. Neslihan Alkış, “Her yıl dünya genelinde 230 milyon hastaya büyük cerrahi girişim
için anestezi uygulanmaktadır. Bu cerrahi işlemlerle ilişkili olarak 7 milyon kişide ciddi komplikasyonlar
gelişmekte ve 200 bini Avrupa’da olmak üzere yılda 1 milyon insan hayatını kaybetmektedir. Konu ile
ilgilenen herkesin görevi bu komplikasyon oranlarını azaltmaya çalışmaktır” dedi.
48. Ulusal Anesteziyoloji ve Reanimasyon Kongresi basın toplantısı
ATO Congresium’de yapıldı. Basın
toplantısına Türk Anesteziyoloji ve
Reanimasyon Derneği (TARD) Başkanı Prof. Dr. Neslihan Alkış, TARD 2.
Başkanı Prof. Dr. Hülya Bilgin, TARD
2. Başkanı Prof. Dr. Güner Kaya, TARD
Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Ömer
Kurtipek, TARD Genel Sekreteri Prof.
Dr. Zekeriya Alanoğlu ve Resüsitasyon Derneği Başkanı Prof. Dr. Agah
Çertuğ katıldı. Ayrıca, Sağlık Bakanlığı ile yürütülen ani kalp durmasında
ilk yardım konulu ‘Hayata El Ver’ kampanyasının tanıtımı da yapıldı.
TARD Genel Sekreteri Prof. Dr. Zekeriya Alanoğlu, 2 bin 500’e yakın üyeleri
ile en büyük sayıda üyeye sahip tek
ve çatı dernek olma özelliğini taşıdıklarını söyledi. Bu yıl bin 600 kişinin
kongreye katıldığını kaydeden Alanoğlu, “Bunun yanında 300 civarında
firma ve temsilci yeni teknoloji ve gelişmelerden bizleri haberdar ediyor.
52
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
Bu yıl kongrede hasta ve çalışan güvenliği, risk altında olan çalışanların
durumu, çalışma şartlarının yeniden
ele alınması gibi konular ele alınacak”
dedi.
Anestezide Hasta Güvenliği İçin
Helsinki Bildirgesi
2010 yılında Helsinki’de Avrupa’daki
bütün Anesteziyoloji Derneklerinin
başkanlarının imzaladığı ‘Helsinki
Bildirgesi’nde hasta güvenliğinin
sağlanmasında anestezi uzmanlarının önemine vurgu yapıldığı kaydeden Alkış, “Helsinki Bildirgesi ile
üzerinde uzlaşılan konu başlıkları,
hastaların, tıbbi uygulamalar sırasında kendilerini güvende hissetme
ve bir zarara uğramama beklentisi
içinde olmaları en doğal haklarıdır.
Anesteziyoloji perioperatif dönemde
hasta güvenliğinin sağlanmasında
anahtar bir rol oynar. Hastaların tıbbi uygulamaların güvenli olması ko-
nusunda eğitilmeleri çok önemlidir
ve onlara diğer hastalardaki işlevleri
daha da iyileştirmek için geri bildirim
sağlamaları fırsatı verilmelidir. Sağlık hizmeti harcamalarını karşılayan
kurumlar, uygulamaların giderlerini
karşıladıkları için doğal olarak; perioperatif anestezi bakımının güvenli
sunulmasını beklerler. Hastaların tıbbi uygulamaların güvenliği konusunda eğitilmeleri, onların verecekleri
geri bildirimin daha sağlıklı olması
ve diğer hastalardaki uygulamaların
da iyileştirilmesi bakımından önem
kazanır. Hasta güvenliğinde insan
faktörünün tıptaki önemini bilen biz
anesteziyologlar; cerrah, hemşire ve
ekipteki diğer elemanlarımız ile birlikte bu eğitimin geliştirilmesi, yaygınlaştırılması ve sunumunu tümüyle desteklemekteyiz. Tıbbi malzeme
ve ilaç üreten firmalar, hastalarımızın
bakımı için gereken güvenli ilaç ve
araç-gereçlerin üretiminde ve geliştirilmesinde önemli bir rol oynarlar.
Anesteziyoloji tıpta hasta güvenliğinin geliştirilmesine önderlik etmiş bir
uzmanlık dalıdır. Bizler gelinen noktanın yeterli olmadığını ve bu alanda
hala araştırmaların ve yeni yöntemlerin gerektiğine inanmaktayız. Etik,
yasal veya düzenleyici hiç bir kural,
bu bildirgede hasta güvenliğinin
sağlanması için belirtilen önlemleri
azaltmamalı veya ortadan kaldırmamalıdır.” Şeklinde konuştu.
Her Yıl Dünya Genelinde 230 Milyon
Hastaya Majör Cerrahi Girişim İçin
Anestezi Uygulanmakta
Anesteziyoloji’nin Anestezi, Yoğun
bakım, Acil Tıp ve Algoloji’de hastanın ameliyat sürecindeki kalite ve
güvenliğin sağlanması ile sorumlu
olduğunu belirten Prof. Dr. Alkış,
şunları söyledi: “Bu süreç hastanın
gerek hastane içi ve gerekse hastane
dışında özellikle risk altında bulunduğu durumları da kapsar. Her yıl
dünya genelinde 230 milyon hastaya majör cerrahi girişim için anestezi
uygulanmakta. Bu cerrahi işlemlerle
ilişkili olarak 7 milyon kişide ciddi
komplikasyon gelişmekte ve 200
bini Avrupa’da olmak üzere yılda bir
milyon insan hayatını kaybetmekte.
Konu ile ilgilenen herkesin görevi bu
komplikasyon oranlarını azaltmaya
çalışmaktır. Anesteziyoloji; özellikle
hasta güvenliğinin geliştirilmesinde
ve gerçekleştirilmesinde sorumluluk
almada rolü çok önemli olan bir uzmanlık dalıdır.”
Riskli Hastalarda Anestezi Uygulaması
Genel Anestezi uygulamasının riskli olduğu ameliyatlarda hastaların
uyanık vaziyette iken yapılan spinal
anestezi ve torakal epidural anestezi
(bölgesel anestezi) yöntemi ile cerrahi operasyonların yapılmasının artık
mümkün olduğunu hatırlatan TARD
2. Başkanı Prof. Dr. Hülya Bilgin ise
şunları söyledi: “Ameliyat öncesi değerlendirmelerinde kalp, akciğer gibi
organlarda sıkıntılar nedeni ile ‘anestezi alması uygun olmayan’ özellikle
de yaşlı hastalarda spinal anestezi ya
da torakal epidural anestezi yöntemleri uygulanabiliyor. Bölgesel anestezi yöntemlerinden olan epidural
anestezi; bel, sırt ve boyun bölgelerinde uygulanabilen bir yöntemdir.
Genel anestezi ile beraber uygulanabildiği gibi genel anestezi uygulamasına gerek duyulmadan da yapılabilir.
Bu yöntemle ayrıca ameliyat sonrası
ağrı kontrolünde de kullanılıyor. Bu
yöntemin özellikle genel anestezinin riskli olabileceği hastaların hastanede kalış süresine ve konforuna
çok olumlu katkıları bulunmaktadır”
dedi.
Beyin Ameliyatlarında Hasta İle
Konuşularak Ameliyat Yapılabiliyor
Hastanın şuurunun açık olduğu, ancak ağrı hissetmediği bölgesel anestezinin de fıtık, apandisit, doğum,
sezaryen ile ortopedi ameliyatlarında sıkça yararlanıldığını dile getiren
Bilgin, cilt kesisine dikiş atmak gibi
basit işlemlerde de lokal anestezinin
uygulandığını söyledi. Bilgin, vücuda
verilen her ilacın bir zehir olduğuna,
bu nedenle doz ayarlamasının hayati
önem taşıdığına dikkati çekerek, bu
noktada anestezi uzmanlarına büyük
sorumluluk düştüğünü bildirdi. Özellikle yaşlı ya da özel sağlık durumları
bulunan hastalara yüksek doz anestezi yapılması gerektiğini ifade eden
Bilgin, özellikle son yıllarda beyin
ameliyatlarında hasta ile konuşularak ameliyatların yapıldığını belirtti.
Bilgin, hastanın sağlık durumuna
göre belirlenecek teknikler ile hasta
güvenliği korunarak uygulamaların
yapıldığının altını çizdi.
Dernek 2. Başkanı Prof. Dr. Güner
Kaya, bebek ve çocuklara yapılan
anestezi uygulamasının da riskli olduğuna işaret ederek, “Anestezi çok
güvenli olmakla birlikte düzensiz
kalp ritmleri, solunum problemleri,
alerjik reaksiyonlar gibi durumlarda
çocuklarda komplikasyonlara neden
olabilir” diye konuştu.
Yeni Doğmuş Bebeğe Bile 12 Saat
Anestezi Verebiliyor
Anne ve babaların, çocuklarının
ameliyatı öncesinde anestezi uzmanı
ile görüşmesinin endişenin ortadan
kalkması için görüşmesi tavsiyesinde bulunan Kaya, çocuğun genel
sağlık durumuna uygun yapılan doz
ile operasyonların başarılı geçtiğini
bildirdi. Kaya, “Yeni doğmuş bebeğe
bile 12 saat anestezi verebiliyor ve
sağlıklı bir şekilde ameliyattan çıkartabiliyoruz. Çocuklarımızı, sıfır ağrı ile
ameliyattan çıkartabiliyoruz” dedi.
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
53
Çocuklarda Anestezi Uygulamaları
Güvenli mi?
Anestezinin günümüzde çok daha
konforlu ve güvenli koşullarda uygulandığını kaydeden TARD 2. Başkanı Prof. Dr. Güner Kaya, “Anestezi
çok güvenli olmakla birlikte nadir
durumlarda, örneğin düzensiz kalp
ritimleri, solunum problemleri, alerjik
reaksiyonlar gibi çocuklarda komplikasyonlara neden olabilir. Anne
babalar çocukları için söz konusu
anestezi uygulamalarında korkuya
ve telaşa kapılabiliyorlar. Ancak burada yapılması gereken en önemli
şey ameliyat öncesi anestezi uzmanı
ile tanışmak, konuşmak ve konuyla
ilgili bilgi almaktır. Gerek anestezi uygulamasının detayları gerekse olası
komplikasyonlar hakkında soruların tek ve gerçek muhatabı anestezi
uzmanlarıdır. Çocuğun genel sağlık
durumu, almış olduğu reçeteli reçetesiz ilaçlar, bitkisel gıda takviyeleri
ya da vitaminler, herhangi bir şeye
alerjisinin olup olmadığı, özellikle
gıdalar, ilaçlar, ya da lateks İleri yaştaki çocuklar sigara, alkol ya da benzeri madde kullanım alışkanlıklarının
sorgulanması, çocuğunuz ya da aile
bireylerinden birinin varsa önceki
anestezi uygulamaları sırasındaki
reaksiyonlarının iyi sorgulanması
gereklidir. Cerrahi müdahale ya da
anestezi uygulaması sırasında çocuğun güvenliğini sağlamak için bu tür
sorulara doğru yanıt vermek anestezi
uzmanı ile iyi bir iş birliği sağlamak
son derce önemlidir. Çocuğa cerrahi
ve anestezi uygulanması düşüncesi
54
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
gerek anne babalar gerekse çocuklar
için korkutucu olabilir. Ancak anestezi prosedürleri ve uygulama ile ilgili
güvenlik koşulları son 25 yılda çok
değişti ve gelişti. Teknolojideki gelişmeler ve anestezi uygulamalarındaki
son yenilikleri yine anestezi uzmanı
ile görüşerek öğrenmek mümkün
olacaktır” açıklamasında bulundu.
giden hattında yaraya giden oksijeni
azalttığına dikkati çeken Kutlu “Bu
durum yara iyileşmesinde gecikmeye ve enfeksiyona neden olabiliyor.
Enfeksiyonsa bir hastayı yoğun bakıma kadar götürebilen çok ciddi bir
durum” dedi.
Anestezi Uygulaması ile Ağrı Tedavisi
“Sigara kullanımının ameliyat sırasında ve sonrasında balgam miktarı ile
kıvamının artmasına bağlı olarak solunum yollarında tıkanma” gibi problemlere yol açtığını söyleyen Kutlu,
“Sigara içen kişilerde yine uyuma ve
uyanma sırasında hava yollarında
ani daralmalar daha sık görülüyor ve
hastanın hayatını tehlikeye sokabiliyor” dedi.
Dernek üyesi Prof. Dr. Ömer Kurtipek
de anestezinin en çok kullanıldığı
alanlardan birinin ağrı tedavisi olduğunu, bunun dışında yoğun bakım
hastalarında tedavisinde de etkin rol
aldığını bildirdi. İyi bir yoğun bakım
tedavisi ile hastanın yaşam süresinin arttığına ve yeniden sağlıklarına
kavuşabilme imkanına kavuşabildiğine işaret eden Kurtipek, destek
ihtiyacı olmayan ama genel durumu
her an bozulabilecek kritik hastaların yakın gözetim altında tutulduğunu söyledi.
Sigara İçenlerde Yaralar Geç İyileşiyor
Anestezi uygulandıktan sonra gerçekleştirilen suni solunumda, akciğerin işleyişinin bir miktar değiştiğine
dile getiren Dr. Fikret Kutlu, “Akciğer
solunum sistemini döşeyen epidel,
sigaradan ötürü zarar görmüşse, suni
solunuma geçildiğinde hastada fizyolojiyi değiştiriyor ve tekrar hastanın uyandırılmasında sorunlar yaşanabiliyor” diye konuştu.
Sigara kullanımının kan dolaşımını
bozduğuna, dikiş hattında yaraya
Ameliyattan En Az 2 Ay Önce Bırakın
Kutlu, şunları söyledi: “Kronik alkol
kullanımı da tansiyon yüksekliği, ritm
bozukluğu, kalp yetmezliği, karaciğer fonksiyonbozukluğu, kalp damar
sistemi, karaciğer ve sinir sistemini
içeren sorunlar oluşturabiliyor. Akut
alkol alımında kan şekeri düşüklüğü,
vücut ısısının azalması, kanda elektrolit dengesinde bozulma, solunumun baskılanması gibi yan etkiler
nedeniyle acil değilse operasyonun
ertelenmesi gerekiyor. “
“Bu nedenlerden ötürü, planlı operasyonlardan en az 2 ay önce sigara
ve alkolün bırakılması gerekmektedir” diyen Kutlu, ameliyattan bir süre
önce sigaranın bırakılmasının da hiç
sigara içmeyen bir kişiyle aynı şansa
sahip olunduğu anlamını taşımadığının da altını çizdi.
haber
ÇAĞDAŞ ANESTEZİNİN AĞRILI TARİHİ
Doç. Dr. Tuğhan UTKU
İ.Ü.Cerrahpaşa Tıp Fakültesi
Anesteziyoloji ve Reanimasyon ABD.
TARD Yönetim Kurulu Üyesi
Anestezi, Yunanca “–sız” ekine karşılık gelen (ἀν-, an-) ve “duyum, his”
anlamına gelen (αἴσθησις, aesthesis)
den oluşan bir kelime olup bilinçsizlik, ağrısızlık ve kas gevşemesiden
oluşan geçici bir durumu ifade eder.
Tanımında da yer aldığı üzere anestezi uygulamalarının temel bileşenleri;
bilinçsizlik, hatırlamama, ağrısızlık ve
kas gevşemesi olarak sıralanabilir.
Bilinen ilk genel anestezi uygulaması 1842 yılında Crawford W. Long tarafından gerçekleştirilmiş olmasına
karşın, bu uygulamanın yayınlanmamış olmasından dolayı, tarih kayıtlarına adını verme onuru bir başka
kişiye William T.G. Morton’a kısmet
olmuştur. Boston’lu bir diş hekimi
olan Morton, New England Journal
of Medicine dergisinin ilk editorü ve
Harvard Tıp Fakültesi Dekanı olan
cerrah John Collins Warren’ın boyundan tumor çıkarma işlemi sırasında
“eter anestezisi” ni halk huzurunda ilk
kez uygulamıştır. Massachusetts Genel Hastanesi’nde
56
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
16 Ekim 1846 cuma günü yapılan bu
ilk uygulama “Dünya Anestezi Günü”
olarak yaygın olarak kutlanmakta,
ABD ise Eter Günü olarak kutlanmaktadır. Kadim Yunan mitolojisinde Hades’in beş nehrinden biri olan
Ameles potamos (unutkanlık nehri)
olarak da bilinen Lethe nehrinden
esinlenerek isimlendirilen, özünde “sülfirik eter” olan Letheon’dur
Morton’un kullandığı anestezik.
Aslında, insanın dünya üzerinde varlığı ile başlayan savaşımının önemli
bir kısmını fiziksel ağrı ile mücadele
oluşturmuştur demek yanlış olmayacaktır. “Bu hikaye oldukça dramatik bir
hikaye olup şu anda gelinen nokta pek
çok deneyimin ve ayrı ayrı kazanılmış
zaferlerin tümüdür.” (N.Alkış, Ankara
Üniversitesi D.S.H.Meslek Yüksekokulu
Yıllığı Cilt 1, Sayı 1, 2000).
(K.Akpir, Türk Anest Rean Der Dergisi
2012; 40(Ek sayı 1):1-26).
1940 ların sonlarına kadar, göreli çağdaş anestezi uygulaması “açık damla”
yöntemi ile “onbaşılar” tarafından uygulanmaktayken, çağdaş tıbbın hızlı
ilerlemesi, bununla koşut cerrahi girişimlerin gelişme sürecinde anestezi
uygulamasının bağımsız bir disiplin
olarak varlığını sürdürme zorunluluğu, kaçınılmaz evrimsel gelişme ile
yüzleştirdi anestezi alanını.
Bu konuda, anesteziyi “cerrahiye rağmen hastayı yaşatma sanatı” olarak
tanımlayan, Türk Anestezi tarihinde
özel bir konuma sahip Hocam Prof.
Dr. Sadi Sun’a sözü devretmek yerinde olacaktır; “1947 yılında aylıksız
asistan olarak girdiğim ve 2 yıl cerrahi
Hipokrat (MÖ 5YY) bu uğraşı en duru
ifade eden deyişlerden birine sahiptir “Sedare dolorem opus divinum est”
(ağrıyı dindirmek ilahi bir sanattır).
Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde
de anestezi ilk olarak cerrahlar tarafından uygulanmış olup, kayıtlarda ilk
uygulamaların izleri Askeri Tıbbiye’ye
uzanır. “Journal de Constantinople’da
yazıldığı üzere, 1847-1848 öğretim
yılında Galatasaray’daki Mekteb-i
Tıbbiye-i Şahane’de yapılan ameliyatlarda kloroform kullanılmıştır”
Doç. Dr. Tuğhan UTKU
asistanlığı yaptığım Cerrahpaşa I. Cerrahi Kliniğinde o güne kadar cerrahların anestezi yönünden çektiği sıkıntılar, Prof Fahri Arel’in Amerikada yaptığı
tetkiklerle toraks cerrahisine yönelmesi, bu klinikte bir an önce anestezi meselesinin halledilmesi zorunluluğunu
ortaya koyuyordu” (S.Sun, Türk Anest
Rean Cem Mecm 1990;18:5-12).
Böylelikle, 1948 yılında kapalı devre
N2O, O2 ve eter anestezisi verilecek
intermittent akımlı Mc Kesson Nargraft cihazının kliniğe alınması ile
birlikte Prof. Sun çalışmalarına başlamıştır. Prof. Baha Sezer’in Paris’ten
getirdiği kafı patlak bir tüpü eldiven
parmağı ile tamir eden Prof. Sun, 3
Ağustos 1949 da, 33 yaşında kardiya
darlığı olan bir kadın hastaya uygulanan intratorakal özofagogastrostomi
ameliyatı sırasında, ilk kez endotrakeal entübasyon ile genel anestezi
uygulamıştır. 11. Milli Tıp Kongresinde Prof. Burhanettin Toker ile birlikte
sundukları “Bugünkü cerrahide anestezi ve anestezist” konulu bildiri ile
yeni bir maceranın başlangıcını yapmaktaydılar.
Yeni değiştirilen Tüzüğünde amacını;
“Anesteziyoloji ve Reanimasyon alanında uzmanlık öğrencileri ve uzman
hekimlerin bilgi ve becerilerinin arttırılması ve Türkiye’de uzmanlık eğitiminin
kalitesinin yükseltilmesi için faaliyetlerde bulunmak, üyelerinin ve meslek
grubunun haklarını savunmak için gerekli alt yapı çalışmalarının oluşturulması için diğer dernekler, sosyal ve sivil
toplum kuruluşları ve idari birimler ile
uyumlu çalışmalar yürütmek, tüzel kişilik olarak bizzat veya üyeler tarafından açılmış olan davalara ve soruşturma süreçlerine müdahil olarak iştirak
etmek, görüş beyan etmektir” olarak
belirleyen Türk Anesteziyoloji ve Reanimasyon Derneği (TARD), üye sayısı
hızla artma eğiliminde olan ve 2500
den fazla üyesi bulunan köklü ve
dinamik bir geleneğin temsilcisidir
bu anlamda. Giderek genişleyen ilgi
ve sorumluluk alanları nedeniyle de
yine Tüzükte faaliyet alanları; Anesteziyoloji, Perioperatif bakım, Yoğun
Bakım (Reanimasyon), Algoloji, Palyatif Bakım, Resüsitasyon, Nutrisyon
olarak sıralanmaktadır.
1956 yılında kurulmuş bulunan Anesteziyoloji Cemiyeti, 1972 yılında ‘’Anes-
teziyoloji ve Reanimasyon Derneği’’
adını almıştır. Derneğin adında ‘’Türk’’
isminin kullanılmasına Bakanlar Kurulunun 24.1.1975 tarih ve 7-9349 sayılı
kararı ile müsaade edilmiştir. TARD,
T.C. Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar
Teknik Dairesi’nin 16.6.1966 tarih ve
6-6502 no’lu karar suretiyle bildirilen ve Bakanlar Kurulu’nun 4.6.1966
tarihinde aldığı karara dayanarak,
merkezi Hollanda’da bulunan Anesteziyolojistler Dünya Federasyonu’na
(WFSA- World Federation of Societies
of Anaesthesiologists) iştirak etmiştir
ve halen üyesidir.
Bu yıl 48. Ulusal Kongresini düzenlemiş olan Derneğimiz, yabancı muhatapları ile etkin işbirliği içinde, ilgili birim ve organlarda temsil edilerek söz
sahibi olma çabasını sürdürmektedir.
Ülke genelinde uzmanlık öğrencilerini hedefleyen “asistan okulları” ve
mezuniyet sonrası eğitim niteliğinde
Avrupa Anestezi Derneği (ESA-European Society of Anaesthesiology) ve
Anesteziyolojistler Dünya Federasyonu
(WFSA- World Federation of Societies
of Anaesthesiologists)’ nun ortak organı olan Anesteziyoloji için Avrupa
Eğitim Komitesinin (CEEA-Committee
for European Education in Anaesthesiology) hazırlamış olduğu modüllerini
yürütmekle yetkilidir. Bunlar dışında
da düzenlediği çeşitli kurslar ile eğitim görevini etkin olarak yerine getirmeye çalışmaktadır.
Derneğin çalışmaları ile, Avrupa
Anestezi Derneği’nin yürüttüğü Avrupa Anestezi ve Yoğun Bakım Board
(EDAIC-European Diploma in Anaesthesiology and Intensive Care) sınavının her 2 aşaması için de uluslararası
sınav merkezi durumuna ulaşmak
söz konusu olmuştur. Bu sayede her
yıl yüzlerce yabancı meslektaşımız sınav için ülkemize gelmektedirler.
rak belirlenmiş olan eğitim süresinin 5
(beş) yıla çıkarılması” söz konusu olmuştur. Böylece uluslararası eğitim
akreditasyonları açısından önemli
bir engel aşılmış olup; söz edilen 5
yıllık eğitim süresinin en az 1 yılının
Yoğun Bakımlarda geçirilecek olması
da Yoğun Bakım alanındaki önemli
misyonun pekiştirilmesi anlamına
gelmektedir.
Derneğimiz, sosyal sorumluluk projelerinde de etkin görev üstlenme konusunda özveri ile çalışmayı sürdürmektedir. Bunlar içinde en güncel ve
önde gelen projeler arasında “Hayata
el ver” ve “Organ bağışında uyum için
teknik yardım projesi” yer almaktadır.
T.C. Sağlık Bakanlığı’nın himayesinde,
Ankara Üniversitesi ve Resüsitasyon
Derneği’nin katkılarıyla Türk Anesteziyoloji ve Reanimasyon Derneği tarafından, “Hayata El Ver” kampanyası
16 Ekim 2014 Perşembe günü başlatıldı. Kampanya yaklaşık 2 yıl sürecek
ve ani kalp durmasında ilk ve doğru
müdahalenin nasıl yapılması gerektiği toplumun her kesimine verilecek
eğitimlerle anlatılacak, kamuoyunda
farkındalık artırmaya yönelik çalışmalar yapılacaktır.
Benzer şekilde, diğer uzmanlık alanları ile ortak eğitim çalışmaları yapmak ve sosyal sorumluluk projelerinde yer almak konusunda interaktif
bir yaklaşım içindedir. Türk Tabipleri
Birliği Uzmanlık Dernekleri Eşgüdüm
Kurulu (TTB-UDEK) üyesi olarak diğer
uzmanlık alanları ile ortak çalışmaktadır. Algoloji ve Yoğun Bakım Yan
Dal eğitimleri düzenlemek ve yürütmek konusunda da önemli bir işlev
görmektedir.
Türkiye genelinde örgütlenmiş bulunan derneğimizin; Karadeniz, EgeAkdeniz, Dicle-Fırat, Adana, Bursa
olmak üzere aktif çalışan şubeleri
mevcuttur.
İki yüz yılı aşkın bir gelenek ve birikim, dünyanın çeşitli bölgelerinde
gerçekleştiği gibi ülkemizde de Derneğimiz çatısı altında sürdürülmekte,
insanlığın temel sorunsalı acı çekmek
ve bunun çağdaş türev ve uygulama
alanlarında evrensel bilimsel ve örgütsel seviyeye ulaşmak konusunda
çalışmalar devam etmektedir.
Tıpta Uzmanlık Kurumu’nun (TUK)
20.06.2014 tarihli 488 No’lu kararı
ile “Anesteziyoloji ve Reanimasyon
uzmanlık dalındaki bilimsel ilerleme,
gelişme ve değişmeler de göz önünde
bulundurularak 1219 sayılı Kanunun
EK-1 sayılı çizelgesinde 4 (dört) yıl ola-
Bu uzun, bitmeyecek, nesillerden
nesillere aktarılacak, insan yararını
öncülleyen bir çabanın tarihi bir başka deyişle. Öncü nesille başlayan ve
büyük bir titizlikle sürdürülen, ozanın
deyişi ile “acıyı bal eğlemenin” bildiğimiz yolu…
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
57
sektörden
İEİS, İLAÇTA AR-GE ATILIMI İÇİN
TÜM PAYDAŞLARI BULUŞTURDU
İlaç endüstrisinin öncü kuruluşu İlaç
Endüstrisi İşverenler Sendikası (İEİS),
Türkiye ilaç endüstrisinin, dünyanın
önde gelen ilaç üreticilerinden ve
ihracatçılarından birisi konumuna
gelmesini ve Ar-Ge yetkinliğinin artırılmasını hedef olarak belirlemiştir.
İEİS, bu motivasyonla Ar-Ge konusunda öncü rol üstleniyor, bu alanda
yaşanan koordinasyon eksikliğinin
giderilmesi ve sinerji yaratacak birliktelikler kurulması yönünde faaliyetlerini sürdürüyor.
İEİS tarafından “İlaçta Ar-Ge; KamuÜniversite-Sanayi İşbirliğinin Önemi”
başlıklı toplantı, 23-24 Ekim tarihlerinde İstanbul Wyndham Levent
Otel’de düzenlendi.
İlaçta Ar-Ge alanında atılım yapmış
ülke örneklerini incelemenin yanı
sıra kamu, üniversite ve sanayi bakış
açısıyla, Ar-Ge ve bu alandaki işbirliği olanaklarının tartışıldığı toplantı,
İEİS Yönetim Kurulu Başkanı Nezih
BARUT’un konuşmasıyla başladı.
58
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
Nezih Barut yaptığı konuşmada, “İEİS
olarak, ülkemizin dünyanın önde gelen ilaç üreticilerinden ve ihracatçılarından birisi konumuna gelmesini
ve endüstrimizin Ar-Ge yetkinliğinin
artırılmasını hedef olarak belirledik. Gerekli koşullar oluşturulduğu
takdirde, Türkiye ilaç endüstrimizin,
mevcut birikimiyle üreteceği katma
değerli ürünleri ihraç ederek, dış ticaret açığını azaltacağına inancımız
tam. Endüstrimiz, son yıllarda Ar-Ge
ve ihracat konusunda gittikçe artan
bir heves ve çabaya sahip.
Ar-Ge ikliminin oluşmasında geç
kalmış olmanın dezavantajlarını gidermek için yüksek düzeyde koordinasyonun sağlanması gerekiyor.
Öğrenilmiş çaresizliğin üzerine gitmemizin, neden yapamayacağımıza
değil nasıl yapacağımıza odaklanmamızın zamanı çoktan geldi. Bu çerçevede, ilaçta Ar-Ge alanında tüm paydaşları bir araya getirerek, ülkemiz
için uygun Ar-Ge ikliminin sağlanma-
sını tetiklemek amacıyla bu toplantıyı düzenledik.” dedi.
Almanya, Brezilya ve Güney Kore’den
konusunda uzman kamu ve özel
sektör temsilcileri tarafından ülkelerindeki ilaçta Ar-Ge atılımı aktarıldı.
TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Güven SAK’ın moderatörlüğünü yaptığı
oturum; son yıllarda devletin stratejik
yaklaşımıyla biyoteknoloji alanında
hızlı ilerleme kaydeden Brezilya’nın
Sao Paulo Endüstri Federasyonu Biyoteknoloji Üretim Zinciri Koordinatör Yardımcısı Eduardo GIACOMAZZI
tarafından “Brezilya’nın Biyoteknoloji Atılımı” aktarılarak başladı. 2000
yılından bu yana ülkelerindeki biyoteknoloji çalışmalarını iki katına
çıkardıklarını belirten GIACOMAZZI,
“Ülkemizde, ilaçta Ar - Ge konusunda
kamu - üniversite - endüstri işbirliği
sağlanmış durumda. Biyoteknoloji alanındaki yenilikleri yakalamaya
önem veriyoruz. Bu alanın gelişmesi
için farkındalığı olan bilim adamlarına, siyasetçilere ve vatandaşlara ihtiyaç var” dedi. Her yüzyılın kendine ait
bir gelişime sahne olduğunu belirten
GIACOMAZZI, “Biyoteknoloji çağına
hoş geldiniz”. diyerek konuşmasını
sonlandırdı.
Avrupa’nın en büyük uygulamaya
dayalı araştırma kuruluşu olan Alman
Fraunhofer Enstitüsü’nün Yaşam Bilimleri Başkanı Dr.Claus-Dieter KROGGEL “İlaç Ar-Ge’sinde Kamu-Üniversite-Sanayi İşbirliği” konusunu ele
aldı. İnovasyonun farklı disiplinlerin
bir araya gelmesiyle gerçekleştiğini
dile getiren KROGGEL, çalışmalarında disiplinler arası iletişimin sürekli
var olduğunu belirtti. Uluslararası
çalışmaların önemine vurgu yapan
KROGGEL, “İlaç üretiminde bütüncül
bir yaklaşım söz konusu, bu bağlamda Türkiye İlaç endüstrisini de destekleyebiliriz. Bu güzel insanlarla yeniden buluşmayı çok isterim” diyerek
sözlerini tamamladı.
İlaçta inovasyon atılımıyla dikkat çeken ülkeler arasında yer alan Güney
Kore’den ise Ticaret Yatırım Teşvik
Ajansı Biyomedikal Endüstrisi Direktörü Da-Hee JEONG “Güney Kore İlaçta Inovasyonun Neresinde?” başlıklı
bir konuşma yaptı. Da-Hee JEONG,
Kore’de ilaç endüstrisinin 110 yaşında olduğunu ve ilaç gelişimi için
araştırmaların sürdüğünü belirten
JEONG, “Teknolojik alt yapı, insan
kaynakları, devlet teşvikleri ve kaynak yaratma konularında Türkiye’yle
işbirliğine açığız.” dedi.
Oturum, MINES-Paris Tech Üniversitesi, Endüstriyel Ekonomi Merkezi’nden
Prof. Dr. Margaret KYLE’nin “Eşdeğer
İlaç Endüstrisi için İlaçta İnovasyonun
Ekonomik Katma Değeri” başlıklı konuşmasıyla son buldu.
“İlaç Ar-Ge’sinde Neredeyiz? İlaçta
Ar-Ge Faaliyetlerini Artırmak İçin
Neler Yapılabilir?” başlıklı oturum,
İEİS Ar-Ge Çalışma Grubu Başkanı
ve Yönetim Kurulu Üyesi Serdar
SÖZERİ moderatörlüğünde gerçekleştirildi. Bu oturumda, kamu ve endüstri temsilcileri tarafından ilaçta
Ar-Ge konusu ayrıntılarıyla tartışıldı.
Oturumun konuşmacıları arasında,
Sağlık Bakanlığı Türkiye İlaç ve Tıbbi
Cihaz Kurumu Başkan Yardımcısı Dr.
Hüseyin YILMAZ, SGK Başkan Yardımcısı Dr. Mustafa KURUCA ve TÜBİTAK
ARDEB Sağlık Bilimleri Araştırma Grubu Başkanı Prof. Dr. Sevim AYDIN bulunuyor.
İEİS Yönetim Kurulu Üyesi Murat
BARLAS moderatörlüğünde gerçekleşen “İlaç Ar-Ge’sinde Üniversite Sanayi İşbirliği” başlıklı oturumla
başlayan toplantının ikinci günü ise
Gazi Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi’nin ilaçta Ar-Ge altyapı ve insan kaynakları
alanındaki çalışmalarının anlatıldığı
sunumlarla son buldu.
Murat Barlas
İEİS Yönetim Kurulu Üyesi
Nezih Barut
İEİS Yönetim Kurulu Başkanı
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
59
gündem
EBOLA VİRÜSÜ DÜNYADA
YAYILMAYA DEVAM EDİYOR
Prof. Dr. Serhat ÜNAL
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi
İç Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine
göre Batı Afrika’da Mart ayında baş
gösteren Ebola salgını yüzünden
bugüne kadar 8.000’i aşkın vakadan
yaklaşık 4.000 kişi hayatını kaybetti.
Birleşmiş Milletler ve Dünya Sağlık
Örgütü gibi büyük örgütlerin salgını
durdurma çabaları halen daha sonuç
vermemiştir. Askeri önlemlere dahi
başvurulmasına rağmen; salgın kontrol altına alınamamıştır. Günümüzde
ulaşım çok hızlanmıştır. Herhangi bir
ülkeden kalkan uçak saatler içerisinde dünyanın diğer ucuna ulaşmaktadır. Ebola hastalığının bulaştıktan
sonra belirti vermesi 20 güne kadar
uzayabileceğinden ve hastalık etkeni
kişiden kişiye direkt temasla bulaşabileceğinden tüm dünya için risk söz
60
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
konusudur. Ebola virüsü insandan
insana çok hızlı bulaşabilmektedir.
Hastalık şimdilik Batı Afrika’da 5 ülkede sınırlıdır. İlk olarak yaklaşık 1,5 yıl
kadar önce olgular ortaya çıkmaya
başlamıştır. Sierra Leone, Gine, Liberya ve Nijerya salgından en çok etkilenen 4 ülkedir. Bu ülkelere ek olarak
Senegal’de bir olgu bildirilmiştir. Eş
zamanlı olarak Demokratik Kongo
Cumhuriyeti’nde de olgular saptanmış fakat Kongo’da hastalığa sebep
olan virüsün salgın yapan virüsten
farklı bir virüs olduğu anlaşılmıştır.
WHO açıklamasında şimdiye kadar 7
farklı ülkede yaklaşık 9 bin ebola vakası ile karşılaşıldığını kaydederken,
dünyanın çeşitli yerlerinden ebolayla
ilgili haberler de gelmeye devam etmektedir.
Dünya Sağlık Örgütü (WHO), tüm önlemlere rağmen hızla yayılmaya devam eden ebola hastalığı sebebiyle
11 Ekim itibari ile hayatını kaybeden
kişi sayısının 4 bini geçtiğini duyurmuştur. Salgından en fazla etkilenen
Batı Afrika ülkeleri Gine, Liberya ve
Sierra Leone’de 4 bin 24, çeşitli bölgelerden ise 9 kişinin virüsün bulaşması
sonucu yaşamını yitirdiği, toplam sayının 4 bin 33’e ulaştığı bildirilmiştir.
Günümüzde Ebola virüs hastalığının resmi bir tedavisi yoktur. Hastaların belirtileri uygun yöntemlerle
tedavi edilmektedir. Kanaması olan
kişilere kan nakli, kanama sebebiyle pıhtılaşma kusuru gelişirse pıhtılaşmayı sağlayacak kan ürünleri
hastaya uygulanmaktadır. Ayrıca,
hastalığın neden olduğu vücuttaki
su ve tuz açığı tedavi edilmektedir.
Ebola virüs hastalığı, KKKA’dan farklı
olarak çok daha ağır ve ölümcül bir
hastalık yapmaktadır. 1976’da ilk tanımlandığı dönemden itibaren bakacak olursak neden olduğu hastalığın
%60-80 ölüme yol açtığı görülmektedir. Son salgında ölüm oranı %50’nin
üzerindedir.
Hastalığın öldürücü olmasından
dolayı ABD’de geliştirilmekte olan
ZMapp isimli bir ilaç çaresizce hastalığın tedavisinde denenmektedir.
Bu ilacın içerisinde virüse karşı etkili
olacak çeşitli antikorlar mevcuttur.
Ayrıca, Ebola virüsüne karşı geliştirilen aşının güvenlik deneyleri insanda
yapılmaya başlanmıştır. 18 Eylül 2014
tarihinde İngiltere’de insan üzerinde
ilk kez Ebola virüs aşısı denenmiştir.
Şimdilik ciddi bir yan etki gözlenmemiştir.
Ayrıca geçtiğimiz günlerde ABD
Maryland’deki Uluslar Alerji ve Bulaşıcı Hastalıklar Enstitüsü tarafından
geliştirilen aşı virüsle yürütülen savaşta kaderin tersine dönmesine yönelik umutları artırdı. Aşı sadece birkaç hafta önce ABD ve İngiltere’deki
gönüllülerde de test edilmişti. Ayrıca geçtiğimiz ay maymunlardaki
testler de başarıyla sonuçlanmış,
herhangi bir hastalık belirtisine rastlanmamıştı.
Ebola virüsünün gövdesinden alınan
ve aktif olmayan bir parçanın vücuda verilmesinden oluşan virüsün 10
bin gibi yüksek miktarda dozunun yıl
sonuna kadar hazır edileceği söyleniyor. Bu arada aşının öncelikli hedefi
bölgede faaliyette bulunan doktorları ve diğer sağlık çalışanlarını korumak. Güvenilir bir aşının daha fazla
sağlık çalışanının bölgeye gelmesini
sağlayabileceği umuluyor.
Türkiye’de Durum ve Virüsten Korunma
Türkiye’de şu anda endişe edilecek
bir durum yoktur. Amerika Birleşik
Devletleri, vatandaşlarından hayati
önem arz etmedikçe hastalık bölgesine seyahat etmemelerini talep etmiştir. Eğer salgın bölgesine gitmek
zorundaysanız şunların uygulanması
gerekmektedir;
• Alkol bazlı el dezenfektanları ile
elinizi sık sık dezenfekte edin.
• Özellikle hasta kişilere (ateşli, hal-
siz, kanaması olan..) ve onların
çıkartılarına (tükürük, salya, kan,
kusmuk, idrar, dışkı vb.) dokunmayın
• Özellikle maymun ve yarasa gibi
hayvan etlerini yemeyin bu hayvanların ne canlılarına ne de ölülerine dokunmayın
• Ebola hastalığının tedavisi yapılan
hastanelere gitmeyin
• Riskli
bölgede yaşarken ateşiniz
çıkarsa (>38,6°C), baş ağrısı, halsizlik, ishal, karın ve kas ağrısı veya
kanama gibi belirtiler ortaya çıkarsa hemen tıbbi yardım için hastaneye başvurun.
• Eğer bu belirtileri gösterirseniz lüt-
fen kimseye temas etmeden, kimseye dokunmadan hatta mümkün
mertebe etrafa dokunmadan hastaneye ulaşın.
Prof. Dr. Serhat Ünal
• İnfekte hayvanlarla (maymun, yarasa vb.) veya bu hayvanların vücut sıvılarıyla direkt temas
• Eğer sizde de hastalık ortaya çıkar- • Hava yoluyla, besinlerle veya suyla
sa son 10 gün içerisinde kimlerle
temas ettiğinizi sağlık personeline
bildirin.
Ebola Virüs Hastalığı Belirtileri ve
Bulaşma Yolları
İnsanlarda, kanamalı ateş tablosuna
yol açar. Bu açıdan yol açtığı klinik
tablo ülkemizde de görülen Kırım
Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) tablosuna benzer. Hastaların vücut sıcaklıkları 38,6°C’yi geçer. Halsizlik, şiddetli baş ağrısı, kas ağrısı, ishal, kusma
ve karın ağrısı sıklıkla tabloya eklenir.
Hastalığa yakalananların vücutlarının
çeşitli yerlerinden kanamalar ortaya
çıkar. Kanamalar ağızdan, makattan,
burundan veya kulaktan dışarıya kan
sızması şeklinde olabileceği gibi; deri
altına yaygın kanama deri altında
morarma, etkilenen bölgenin şişmesi
şeklinde de gözlenebilir.
Salgının tam olarak kökeni bilinmiyor olsa da araştırıcılar hastalığın bir
hayvandan insana bulaşmış olabileceğini öngörmektedir. İlk bulaşmanın nasıl ortaya çıktığı bilinmese de
insandan insana hastalığın nasıl bulaşabildiği bilinmektedir;
• Hastaların kan, serum, plazma, idrar, sümük, salya, tükürük, gaita,
kusmuk ve meni gibi vücut sıvılarıyla direkt temas
• Hasta kişilerin şahsi eşyalarına do- • Hastanın tedavisi sırasında kullakunmayın
nılan şırınga, iğne ve bistüri gibi
• Cesetlere dokunmayın
ekipmanlarla direkt temas
bulaşmaz.
İlk insan olgusunun, hastalığı hayvandan kaptığı düşünülmektedir.
Bu bulaşmanın muhtemelen hasta
hayvanın etinin yenmesiyle olduğu öngörülmektedir. Afrika’da vahşi
hayvanların etlerinin yenmesi oldukça eski bir gelenektir. Afrikalılar
maymun, yarasa, aslan veya fil gibi
pek çok hayvanın etini tüketmektedir. Afrika’dan gelen yarasa, maymun
vb. hayvanların etlerinin yenmesi
de hastalığa sebebiyet verebileceği
unutulmamalıdır.
Hasta kişilere hizmet veren yakınları
ve sağlık çalışanları hastalık için risk
altındadır. Hastalara hizmet verecek
kişilerin biyolojik/kimyasal tehditte
kullanılması gereken özel malzemeleri kullanması gerekir. Bu malzemelerin kullanılması da eğitimli personel tarafından yapılmalıdır.
Hastalıktan Kurtulanların Virüsü
Bulaştırma Riski Yok
Sadece, hastalığı geçiren erkeklerin
menilerinde virüs 3 ay kadar kalabilir. Ebola virüs hastalığı geçirenlerin
3 ay süreyle ilişki sırasında prezervatif kullanması veya cinsel ilişki yaşamamaları önerilir. Kişi, Ebola virüs
hastalığından kurtulursa vücudunda 10 yıllarca kalacak antikorlar üretmiş olur ve bu antikorlar sayesinde
bir daha kendine Ebola virüsü bulaşamaz.
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
61
haber
ROMATİZMAL HASTALIKLARDA ERKEN TANI
VE TEDAVİ ÖNEM TAŞIYOR
Türkiye Romatoloji Derneği tarafından düzenlenen 15. Ulusal Romatoloji Kongresi’nde konuşan Türkiye
Romatoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. İhsan Ertenli, romatizmal hastalıklarda geleneksel yöntemlere
başvurmanın yanlış olduğunu belirterek “Tanının erken konması hastanın iyileşmesi için önemli. Ancak
geleneksel yöntemlerle vakit kaybedilirse ilaçla geri dönüş dahi mümkün olmuyor” dedi.
Türkiye Romatoloji Derneği tarafından düzenlenen 15. Ulusal Romatoloji Kongresi düzenlene basın toplantısına Türkiye Romatoloji Derneği
Başkanı Prof. Dr. İhsan Ertenli, Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Romatoloji-İmmünoloji Bilim Dalı Başkanı
Prof. Er. Eren Erken, İç Hastalıkları ve
Romatoloji Uzmanı Doç.Dr. Bünyamin Kısacık, Gaziantep Üniversitesi
Romatoloji Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr.
Ahmet Mesut Onat katıldı.
Toplantıda, romatizmal hastalıklarda
kişiselleştirilmiş tedavi, Ailesel Akdeniz Ateşi (AAA) hastalığında doğru
tanı ve tedavinin önemi, kadınların
doğurganlık çağında ortaya çıkan
romatizmal hastalıkların zamanında
teşhis edilmesi ve bunun bebek sağlığına etkisi, Behçet hastalığı gibi birçok konu ele alındı, yeni yaklaşımlar
tartışıldı.
Romatoloji’nin sürekli büyüyen bir
alan olduğunu belirten Prof. Dr. Ahmet Mesut Onat, “Ülkemizde ciddi
gelişmeler ve eğitimin yaygınlaştırılmasına ihtiyaç var. Kongremize
62
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
katılanla gittikçe artıyor. 700 kişiyle
kongre yaptık. Çok önemli bir hastalık. Hastalıklar bazen bilinmediğin
dolayı mağdur olunuyor” dedi.
Türkiye Romatoloji Derneği Üyesi ve
Gaziantep Üniversitesi İç Hastalıkları
Anabilim Dalı Romatoloji Bilim Dalı
Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Mesut
Onat, basın toplantısında, Ankilozan
Spondilit (AS) hastalığının halk arasında iltihaplı bel romatizması olarak
bilindiğini ve “daha çok erkeklerde”
görüldüğünü söyledi. Onat, “Ülkemizde Suna Pekuysal ve Ahmet Mete
Işıkara’nın hastalığı olarak da toplum
bu rahatsızlığı biliyor. Bu hastalığa
yakalananlar bunu fıtığa bağlıyor.
200 binde bir görülen bir hastalık. Erken tanı çok önemli” dedi.
Ankilozan Spondolit ile Bel Fıtığı
Karıştırılıyor
Hastalığın, eklem ve omurgayı etkileyen kronik bir seyir izlediğini anlatan
Onat, Ankilozan Spondilit sırasında
ilk eklemlerin tutulduğunu dile ge-
tirdi. Onat, “Bu eklem, omurganın alt
kesimi ile leğen kemiği arasında yer
alır. Hastalığın ilerlemesiyle omurgadaki tüm bölgeler boyun eklemine
kadar etkilenebilir” dedi.
Zaman zaman diz, ayak bileği gibi
diğer eklemler ile göz gibi organların
da etkilenebildiğine dikkati çeken
Onat, şunları kaydetti: “Hastalık yavaş seyirli başlayan bel-sırt ve kalça
ağrısına neden olur, gece ağrısı ve sabah tutukluğu en önemli yakınmalar
arasında yer alır. Omurganın alt kesiminden başlayarak disklerin kenarlarında, bağların yapışma yerlerinde
iltihap oluşur ve zamanla ilginç bir
şekilde bu bölgede kemikleşmeler
gözlenir. Zamanla bel bölgesinden
başlayarak boyun bölgesine kadar
tüm omurgadaki bağlar, diskler kemikleşir ve omurga adeta tek kemik
halini alabilir. Bu durumda ağrı yanında hastanın hareketlerinde de belirgin kısıtlılık oluşur.”
Hastaların çoğunun, çalışma hayatlarına devam edebildiğini dile getiren
Onat, özellikle yeni ilaçların kullanıl-
masıyla işgücü kayıplarının belirgin
düzeyde azaldığını söyledi. Onat, hastaların yaşam kalitelerini devam ettirebilmeleri açısından düzenli kontrollerinin yanı sıra egzersiz, kilo kontrolü,
sigaradan uzak durmak gibi önlemleri
almaları gerektiğini vurguladı.
Romatizmal Hastalıklarda
Erken Tanı Önemli
Türkiye Romatoloji Derneği Başkanı
Prof. Dr. İhsan Ertenli de romatizmal
hastalıklarda kişiye yönelik tedavi ile
yaşam kalitesinin arttığını belirterek
bu hastalıkların en sık kadınlarda
görüldüğünü söyledi. Yaşın ilerlemesine bağlı olarak hastalığın görülme
sıklığının da yükseldiğini vurgulayan
Ertenli, romatizmal hastalıkların çocukluk çağında da görülebildiğini
belirtti.
Her Hastanın Tedavisi Kişiye Özeldir
Ertenli, bu hastalıkların önemli bir
bölümünün kesin nedeninin bilinmediğini ifade ederek, “Ancak genetik yatkınlık bazı romatizmal hastalıklarda önem taşır. Eklemlerdeki yükü
artıran şişmanlık ya da damar yapısını bozan sigara kullanımı gibi dış etkenlerin engellenmesi, romatizmalı
hastalar için de yararlıdır. Bazı iltihaplı romatizmal hastalıklar kas-iskelet
sistemi dışında derimizi etkileyebilir.
Hastalarımız kronik ve tedavi uzun
sürelidir. Her hastada tedavi farklıdır.
Her hastanın tedavisi kişiye özeldir”
diye konuştu.
Romatizmal hastalıkların genellikle
zamanında teşhis edilemediğini dile
getiren Ertenli, bunun tedavi başarısını düşürdüğünü söyledi. Ertenli, tedavide kişiselleştirilmiş yöntemlerin
önemine değinerek, şunları kaydetti:
“Bir hasta için yararlı olan ilaçlar ya da
tedavi girişimleri bir başka için yarar
sağlamayabilir. Hastaların doktorlarının önermediği ilaçları kullanmamaları özellikle önem taşımaktadır.
Aksi halde bilinçsiz ve gelişigüzel ilaç
kullanımı, romatizmal hastalığı tedavi etmeyeceği gibi hasta için tehlikeli
sonuçlar doğurabilir, en önemlisi de
hastalığın tedavisini geciktirir.”
Ertenli, bu hastalıkların kronik olduğunu ve ilaçların mutlaka düzenli
kullanılması gerektiğinin altını çizdi.
Hasta Hemen Kötü Düşünmemeli
Romatizmal hastalığında vatandaşların internetten bilgileri alarak
psikolojilerini bozuğunu ifade eden
Prof. Dr. Ertenli, “Daha hastalığın
başında internetten bakıp karalar
bağlıyorlar. Hasta hemen kötü düşünmemeli. Ama bizde hemen depresyona giriyor hasta. Buna gerek
yok. Herkeste tüm kötü olaylar olacak diye bir şey yok. Hele erken tanı
varsa daha da iyi şeyler olur. Erken
tanı olur ve iyi hekime gidilirse sıkıntı en aşağıya iner. Ancak pek çok
hastamızın, doktorlara gitmediğini
görüyoruz. Geleneksel yöntemlere
yöneliyorlar. Biz medyanın bu konuda duyarlı olmasını istiyoruz. Tanının
erken olması hastalığın iyileşmesi
için önemli. Ancak geleneksel yöntemlerle vakit kaybedilirse ilaçla
geri dönüş dahi mümkün olmuyor.
Romatizmal hastalıklarda dokumuz
zarar görüyor. Bozulmuş dokular
sülük tedavisiyle nasıl düzelir? Biz
bilimden yanayız. Eğer denilen yöntemlerle bilimsel veriler ortaya konursa elbette değerlendiririz. Ama
bu bilim olmadan biz ne yapabiliriz?
Geleneksel yönetimi uygulayan hekime gelmiyor. Daha sonra sıkıntı
artıyor. Bizim hastalıklarımız için işe
yarayan tedaviler değildir yöntemler” şeklinde konuştu.
Bel Fıtığı Kısa Sürelidir, Dinlenince Geçer
Romatizmal ağrıların bel fıtığı ile karıştırıldığını da ifade eden Prof. Dr.
Ertenli şunları söyledi: “Bel ağrısı 40
yaşından önce başladıysa, dinlenince artıyorsa bu hastanın romatologa
gitmesini öneririz. Bel fıtığı kısa sürelidir. Dinlenince geçer. Ama romatizmal hastalıkları daha uzun süreli
ağrıları olur.”
Türkiye’de AAA Görülme Sıklığı Yaklaşık
Binde Birdir
Kongre Başkanı Prof. Dr. Eren Erken
de Ailesel Akdeniz Ateşi (AAA) hastalığının, özellikle Akdeniz çevresindeki ülkelerde görüldüğünü belirterek,
hastalarda ateşin genellikle 38 derecenin üzerinde olduğunu ve karın
ağrısı şikayeti bulunduğunu ifade
etti. “Türkiye’de AAA görülme sıklığı
yaklaşık binde birdir” diyen Erken,
şöyle devam etti: “Hastalığın tanısında hala neredeyse 7 ila 10 yıl gecikme yaşanıyor. Ailesel Akdeniz Ateşi,
tanısı geç konulursa ve iyi tedavi
edilmezse olumsuz sonuçlara sebep
olabilecek bir hastalık türüdür. Eğer
hastayı iyi tedavi etmezseniz, zamanla kalp yetersizliği, böbrek yetersizliği
ve karaciğer yetersizliğine yol açar.
Bu hastalık çocukluk döneminde
başlıyor. 1997’de geni bulundu. Bulunan genin bilime de büyük katkısı
oldu. Bu hastalıkta belirtiler genelde
ergenlikte başlıyor. Ayda bir ya da
yılda 4 kez olabilir. Ataklar geliyor.
Karın ağrısı birden başlayıp yayılıyor.
Göğüs zarına kadar çıkıyor. Erken tanı
bunda da önemlidir. Genetik ve kliniğin birleştirilmesi şart. Organları da
bozuyor bu hastalık. Ancak, korkunç
bir hastalık değil, Amyloid denilen
madde birikince doku hasarlanıyor.
Bu madde böbrek ve kalp gibi organlarda birikebiliyor. En çok böbrek
hasarı oluyor. Bu hastalığa etki eden
ilacımız var. Hastalık yok hasta var.
Ancak zamanla vücudu etkilediği de
bir gerçek.”
Behçet Hastalığını Bir Türk Doktoru Buldu
İç Hastalıkları ve Romatoloji Uzmanı
Doç. Dr. Bünyamin Kısacık ise Behçet
hastalığı hakkında bilgi verdi. Her
hastalıkta olduğu gibi bu hastalıkta
da bilgi kirliliği olduğunu belirten Kısacık, “Romatizma tv.com adlı sitede
bilgi kirliliğinin önüne geçen bir yayın yapılıyor. Gerekli görenler bakabilir. Dergiler de var. Behçet hastalığını
bir Türk doktoru buldu. İlk tanımladığı hastalarda tekrarlayan yaralar vardı. Bu hastalık genelde gençlerde ortaya çıkıyor. Körlük yapması kötü bir
sonucu bu hastalığın. En büyük belirtisi sürekli tekrarlayan yaralar. Sadece
ağızda olması bu hastalığa yakalandığınız anlamına gelmez. Ancak aynı
yaralar genital bölgelerde de varsa
bu hastalığa yakalanılmış olabilir. Eklemleri, beyni, damarlarımızı etkiler.
Hastayı konuştuktan sonra tanı konabiliyor. Geç kalınırsa körlük olabiliyor.
Tanının kesinlikle erken konulması
lazım ki sıkıntı yaşanmasın. Genelde
100 binde 20 civarında gözüküyor.
Bulgular hakkında uyanık olunmalı»
şeklinde konuştu.
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
63
haber
GOOGLE’IN YENİ PROJESİ İLE KANSER VE KALP
KRİZİ BELİRTİLERİNE ERKEN TEŞHİS KONABİLECEK
C
M
Dr. Sertaç DOĞANAY
Tek Doz Dijital ve Social Touch Kurucusu
Bir süredir sağlık alanında çalışmalar
yapan Google, şimdi de kanser ve
kalp krizi gibi ölümle sonuçlanabilecek hastalıkların erken tanısını sağlayabilmek için bir proje üzerinde
çalışıyor. Google X laboratuvarlarında bu projeyi yürüten bilim adamları;
kan dolaşımındaki problemleri tespit
edecek nano parçacıklar içeren, ağızdan yutulacak bir hap ile bulguların
anında raporlanabileceği, giyilebilir
bir cihaz geliştiriyorlar. Henüz geliştirilme aşamasında olan proje esas olarak; insan vücudundaki herhangi bir
biyokimyasal değişikliğin tanımlanabilmesi, bir uyarı mekanizması olarak
kullanılabilir fikrinden doğuyor. Bu
nedenle, ancak ileri seviyedeyken
teşhisi konulabilen pankreas kanseri
gibi hastalıklara erken tanı olanağı
sağlayan bu mekanizma hayati önem
taşıyor. Aynı zamanda; yan etkileri ve
diğer ilaçlarla etkileşimi söz konusu
olan ilaç tedavisinin, yerini yavaş yavaş erken tanılı ve önleyici tedaviye
bırakması önemli gelişmelerden.
64
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
Nano parçacık teknolojisi, insan vücudunu hücresel düzeyde incelememizi sağlıyor. Bu teknolojiyle Google,
değişik görevler görecek farklı nano
parçacık modellerinin tasarlanmasıyla, birçok hastalığın önceden belirlenebileceğinin farkında. Nano
parçacıklarla, vücutta seviyesi yükselen ve bir hastalığa neden olabilecek maddelerin tespiti gerçekten
de mümkün. Kanserli hücreler ya da
damarlarda yağlanmaya sebep olabilecek plakları işaretleyecek nano
parçacıklar geliştirilebilir. Google da
tam olarak bunun üzerinde çalışıyor.
Vücutta neler olup bittiğine dair bilgi verecek olan bu nano parçacıklar,
manyetik özellikleri sayesinde belirli
bir bölgeye çağırılabiliyor. Google’ın
tasarlamakta olduğu, bileğe takılarak kullanılacak cihaz da bu görevi
üstleniyor olacak. Manyetik alandaki
nano parçacıkların, kanserli hücrelerin etrafındaki hareketini izleyecek
olan yazılımlar ise ileriye dönük teoriler arasında.
Son dönemlerde sık sık duyduğumuz; Google, Apple, Microsoft gibi
büyük şirketlerin yaptığı bu tarz yatırımlarla, sağlık sektöründe adeta
yeni bir çağa adım atıldı. Hastaların
yaşam süresini ve kalitesini arttırmayı
öngören bu projeler, hem umut vaad
ediyor hem de daha ilerisi için büyük
bir heyecan kaynağı yaratıyor.
Y
CM
MY
CY
CMY
K
haber
ULUSAL TIP GÜNLERİNDE
KORUYUCU SAĞLIK HİZMETLERİ ELE ALINDI
Koruyucu sağlık hizmetlerinin etkin bir biçimde yürütülmesi için iş gücü kaybını önlemede ve
maliyeti azaltmadaki önemin vurgulandığı Dr. Reşit Galip ve Hemşire Safiye Elbi Uluslararası
Katılımlı 5. Ulusal Tıp Günleri Kastamonu’da gerçekleştirildi.
17-19 Ekim tarihleri arasında Dr. Reşit
Galip ve Hemşire Safiye Elbi Uluslararası Katılımlı 5. Ulusal Tıp Günleri
Kastamonu’da gerçekleştirildi.
Günümüzün sağlık sorunları ve çözümünün tartışıldığı toplantı, Safiye
Elbi, modern hemşirelik eğitimi almış
ilk hemşire ve Dr. Reşit Galip de Milli
Eğitim Bakanlığı yapmış olan önemli
hekim adına düzenlendi.
Dr. Reşit Galip Baydur ve Hemşire
Safiye Hüseyin Elbi Uluslararası Katılımlı V. Ulusal Tıp Günleri düzenleme
kurulu adına Kongre Eş Başkanı Yrd.
Doç. Dr. Serap Selver Kipay, soruları
yanıtladı.
Bu Toplantılar Neden Yapılıyor?
İlki 2 Eylül 1925’de Ankara’da Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün desteği ve ülkenin zor çetin günlerinde var
olan sağlık sorunlarını çözmek, hal66
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
kın ve askerin sağlığını korumak ve
geliştirmek amacıyla “I. Milli Türk Tıp
Kongresi” adı ile toplanmıştır. Bir başka önemli amacı ise savaş alanlarında
askerin, cephe gerisinde vatandaşın
sağlık sorunlarını tartışmak ve çözüm
yolları bulmak, bulunan çözümleri
sağlık şuralarına taşıyarak gerekli yasal düzenlemelerin yapılabilmesine
olanak tanımaktır. Böylece savaşın
yıkıcı etkisi nedeniyle yeniden ayağa
kalkma çabası içerisinde olan ve bir
yangın yeri olan Anadolu sağlıklı nesiller ile medeniyet yarışında gelişmiş
ülkeler düzeyine ulaşabilecektir.
“Milli Türk Kongreleri” ilk toplandığı
yıldan itibaren aynı amaç ve coşkuyla düzenli olarak iki yıl ara ile zaman
zaman ise üç-dört yıl ara ile yapılmış,
ardından yirmi kongrenin sonunda
toplantılar unutulmuştur. Cumhuriyetin ilk kurulduğu yıllarda ve sonrasında bulaşıcı hastalıklarla yapılan
ciddi savaşlar pek çok bulaşıcı has-
talığın eradike edilmesine neden
olmuştur. Bulaşıcı hastalıkların eradike edilmesinde ve koruyucu sağlık
hizmetlerinin halka ulaştırılmasında
önemli katkı ve tembihinin olduğu
göz ardı edilemeyecek olan “Milli Tıp
Kongrelerinin” unutulması sağlığı korunmasına yönelik çabaları da önemli ölçüde etkilemiştir.
Koruyucu sağlık hizmetlerinin etkin
bir biçimde yürütülmesi iş gücü kaybını önlemede ve maliyeti azaltmada
oldukça önemlidir. Her ne kadar sağlık alanında istendik modern gelişmeler her geçen gün hızla yol alsa da
toplumun eğitim düzeyi artmış olsa
da sağlığa yönelik sorunlar güncel
olmayı sürdürmektedir. Bu nedenle
benzer bir ruh ile “Milli Tıp Kongrelerine” öykünme ve hatta vefa sonucu
Ulusal Tıp Günleri toplantıları yapılmaya başlanmıştır. Böylece alanlarında akademik yeterliliğe ulaşmış bilim
insanlarının bir araya gelerek sağlık
sorunlarını ve yeni bilimsel gelişmeleri tartıştıkları halkı bilinçlendirmeye yönelik çabalar ortaya çıkmıştır.
Sadece sağlık alanında değil aynı
zamanda ülkenin gelişmesine katkı
sağlayacak çeşitli alanlarda bilgi paylaşımının yapıldığı “Ulusal Tıp Günleri” (UTG) toplantıları farklı konularda
bilgi paylaşımı ile zenginleşmiştir.
UTG bir başka önemli farkı ise tümüyle gönüllülük esasına dayanması,
kongre katılımlarının ücretsiz olması
ve paylaşıma istekli olan herkese açık
olmasıdır.
Neler Hedefleniyor?
Ulusal Tıp Günleri kongrelerinin
önemli özelliklerinden biri de pek
çok farklı disiplinden bilim insanının
bilgi paylaşımına olanak tanıyarak
disiplinler arası etkileşimi sağlamaktır. Öznesi insan olan tüm disiplinlerin işbirliği içerisinde çalışmalarını
yürütmeleri bireyin fiziksel, ruhsal,
sosyolojik açıdan iyilik halini sürdürmesine de önemli ölçüde katkı sağlayacaktır. Ayrıca sağlığın korunması
ve geliştirilmesi sürecinde koruyucu
sağlık hizmetlerinin öneminin vurgulanması, koruyucu sağlık hizmetlerine yönelik çabaların artırılması ve
konuya ilişkin halkın bilgilendirilmesi
ve bilinçlendirilmesine yönelik yaklaşımlar farkındalık yaratacaktır.
Hedeflere Ulaşıldı mı?
Katılımların her kongrede artması ve
hatta farklı disiplinlerden ciddi ilgi
görmesi hedeflenen amaçlara biraz
daha ulaşıldığını göstermektedir. Hedeflenen bilincin ve farkındalığın en
önemli göstergeleri her yıl artan coşkuyla katılımların olması ve en önemlisi halkın toplantılara ilgi göstererek
katılmasıdır.
Özellikle Hangi Branşlar Seçildi?
Ulusal Tıp Günleri kongreleri, disiplin
farkı gözetmeksizin insan ve toplum
için bir araya gelmeyi hedeflemiş, bireyi ve içerisinde yaşadığı toplumu
ideale ulaştırma ve geliştirme amacıyla çalışmalarını sürdürmekte olan
disiplinler arası bilim insanlarının
bilgi paylaşımında bulunduğu toplantılardır.
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
67
sağlığımıziçin
ÖNEMLİ BİR TOPLUM SAĞLIĞI PROBLEMİ:
BEL AĞRISI
Prof. Dr. İhsan ERTENLİ
Çalışma Sonuçları
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi
İç Hastalıkları Anabilim Dalı
Romatoloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi
Avanos şehrinde 6025 (yaşayanların %87’si), Gülşehir’de 5024 (yaşayanların %95’i) olmak üzere 11049
erişkin gönüllü çalışmaya alınmıştır.
Gönüllülerin 6199’si erkekti (%56,1).
Ortalama yaşları 44,6±16,4 olarak hesaplanmıştır. Katılımcıların %32,7’si
aktif olarak çalışıyordu. Katılımcıların
%60,0 hiç sigara içmemişti, %28,4’si
içmeye devam ediyordu, %11,6 ise
içmeyi bırakmıştı. Düzenli alkol alımı
%3,2, sosyal içicilik %5,8 katılımcıda vardı. BMI < 25, 25-29,9 arası ve
≥30 olması sırasıyla %33,5, %35,0 ve
%31,4 gönüllüde vardı. En sık komorbid hastalıklar hipertansiyon (%18,8),
diabetes mellitus (%10,4) olduğu
saptandı.
Türk İç Hastalıkları Uzmanlık Derneği, 2013 yılında Türkiye’deki kronik
hastalıkların prevalansını ve bunlara
ait risk faktörlerini belirlemek amacıyla uzun süre izlenmesi planlanan
bir kohort başlatmıştır. Bu amaçla
Türkiye’nin İç Anadolu bölgesindeki
(Kapadokya bölgesi) Avanos ve Gülşehir ilçeleri belirlenmiştir. Bu çalışmaya Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı
olan, 18 yaş ve üstü, belirlenen ilçelerde ikamet eden ve en az 1 yıl boyunca ilçede yaşaması planlanan bireyler alınmıştır. Bu çalışma için lokal
etik kurul ve Sağlık Bakanlığı’ndan
izin alınmıştır.
Şubat-Mart 2013 tarihleri arasında
250 gönüllü ile yapılan pilot çalışmadan sonra Nisan 2013-Kasım 2013 tarihleri arasında sorgulama yapılmıştır. İlk aşamada gönüllülerin ikamet
ettikleri hanelerin yapısal özellikleri
ve hane içi olanaklar sorgulanmıştır.
Daha sonra demografik veriler, fiziksel ölçümler (tansiyon, boy, kilo, karın, bel, kalça, boyun çevresi), beslenme alışkanlıkları, fiziksel aktiviteleri,
sigara kullanımı, alkol kullanımı, daha
önceki tıbbi tanılar ve kullanmakta
oldukları ilaçlar sorgulanmıştır.
Gönüllülere bel ağrısı ile ilgili şu sorular sorulmuştur;
• Hayatınız boyunca hiç bel ağrısı
yaşadınız mı?
• Üç aydan daha uzun süreli bel ağrınız oluyor mu?
• Hayatınız boyunca hiç eklem şişliği yaşadınız mı?
• Tekrar eden oral aftöz lezyonlarınız oluyor mu?
• Oral aft sorusu renkli resimler gösterilerek de doğrulanmıştır.
68
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
Bel ağrısı ve Kronik Bel ağrısı Prevalansı
Bel ağrısı 4.890/11049 (%44,3) gönüllüde çıkmıştır. Bel ağrısı olanların %51,3’sinde ağrı süresi 3 aydan
uzun sürmektedir. Tüm gönüllüler
içerisinde kronik bel ağrısı sıklığı
2.499/11049 (%22,7) hastada vardır.
Hastaların kendi ifadelerine göre hayatları boyunca eklem şişliği %19,8,
oral aft ise %13,2 hastada olmuştur.
Bel ağrısı ve kronik bel ağrısı ile ilişkili
faktörler
Bel ağrısı ve kronik bel ağrısı ile yaş
ve cinsiyet arasında ilişki saptanmıştır. Bel ağrısı sıklığı yaşla birlikte artış
göstermektedir. Kadınlarda erkeklere göre daha sık görülmektedir. Öte
yandan yaş gruplarına ayrıldığında
18-29,9 (kadınlarda %68,1 vs %64,1,
p>0.05) ve 30-39,9 (%66,1 vs %63,7,
p>0.05) yaşlarında kronik bel ağrısı
durumuna göre cinsiyetler arasında fark saptanmamıştır. 40 yaşından
sonra kadınlarda kronik bel ağrısı
sıklığı artış göstermektedir. Spondiloartrit hastalığı için aday olan genç
erişkin ve kronik bel ağrısı olan 702
hasta ayrıca incelenmiştir. 18-40 yaş
arasında kronik bel ağrısı olan has-
taların çok değişkenli analizleri incelendiğinde bu yaş grubunda kronik
bel ağrısı ile ilişkili faktörler yaş OR
1,05 (%95GA 1,03-1,06), obezite (BMI
≥ 30 olmasına göre) OR 1,35 (1,041,74), eklem şişliğinin olması OR 1,37
(%95 GA 1,05-1,78), oral aft OR 1,34
(%95 GA 1,03-1,74), sigara kullanımı
OR 1,33 (%95GA 1,04-1,70) ve alkol
kullanımı OR 0,56 (%95GA 0,39-0,81)
olarak saptanmıştır.
Bel ağrısı ve kronik bel ağrısı kadınlarda, ileri yaşta, düşük eğitim düzeyi
olanlarda, oral aft olanlarda, eklem
şişliği olanlarda, işteki fiziksel aktivite, düzenli ilaç kullanımı, tekrarlayan ishal öyküsü bulunanlarda ve
komorbid hastalığı olanlarda (hipertansiyon, diabetes mellitus, koroner
arter hastalığı, astım, dislipidemi)
daha sıktır. Bel ağrısı olanlarda sigara ve alkol kullanımı daha az sıklıkta
saptanmıştır. Multivariate analizde
self-reported eklem şişliği varlığı, kadın cinsiyet, oral aft, ileri yaş, sigara
kullanımı, yüksek BMI ve obezite ile
bel ağrısı arasında ilişki saptanmışken, alkol kullanımı ve yüksek eğitim
düzeyi ile negatif korelasyon saptanmıştır.
Bel ağrısı toplumdaki önemli sağlık
problemlerinden birisidir. Bu epidemiyolojik çalışmada toplumun yaklaşık %44’ünde hayatları boyunca bel
ağrısı şikayeti yaşadığı saptanmıştır.
Yine toplumun yaklaşık %23’ünde 3
aydan uzun süreli bel ağrısı bulunmaktadır. Bel ağrısı ve kronik bel ağrısı ile ilgili risk faktörleri olan kadın
cinsiyet, yaş, obezite, işteki fiziksel
aktivite durumu, eğitim düzeyinin
düşüklüğü daha önceki birçok çalışmada ortaya konulmuştur. Öte yandan self-reported eklem şişliği ve
oral aft varlığı ile bel ağrısı ve kronik
bel ağrısı arasında bir ilişki de saptanmıştır.
Kronik bel ağrısı ile ilgili yapılmış iki
önemli epidemiyolojik çalışmada
prevalansı %19,3-23,0 arasında saptanmıştır. Bizim çalışmamızda da
benzer şekilde toplumun %22,7’sinde 3 aydan uzun süreli bel ağrısı
olduğu görülmektedir. Kronik bel
ağrısı toplumda önemli bir morbidite nedeni olarak öne çıkmaktadır ve
kişilerin %11-12’sinde kalıcı sakatlık
tablosu yapmaktadır. Genel olarak
bakıldığında bel ağrısı ve kronik bel
ağrısı kadınlarda erkeklere göre daha
sık ortaya çıkmaktadır. Yaş gruplarına
ayrıldığında cinsiyet arasındaki farkın
bel ağrısı grubunda devam ettiği görülmektedir. Öte yandan genç erişkin
yaş grubunda (18-40 arası) kronik bel
ağrısı açısından cinsiyetler arasındaki
fark ortadan kalkmaktadır. Bu durum
genç erişkin yaşta kronik bel ağrısını
ile ilişkili başka faktörlerin olduğunu düşündürmektedir. Nitekim
aksiyel spondiloartrit tanımı
için iki temel zorunluluk
vardır; 45 yaşından küçük
olmak ve 3 aydan uzun
süreli hastalığı olmak.
Elde edilen verilere göre,
aksiyal spondiloartrit gelişimi için aday olan bu
grupta obezite, oral aft,
self-reported eklem şişliği,
sigara gibi kolaylaştırıcı faktörler ve alkol gibi koruyucu
faktörler daha düşük oranlarda
olmakla birlikte bulunmaktadır.
olan hasta vardır. Bel ağrısı ve kronik bel ağrısı ile ilgili risk faktörleri
üzerinde birçok çalışma yapılmıştır.
Bizim çalışmamızda da benzer risk
faktörleri gösterilmiştir. Öte yandan
RAS ile kronik bel ağrısı arasındaki
ilişki hastalık patogenezi açısından
da üzerinde durulması gereken yeni
ve şaşırtıcı bir bulgudur.
Kronik bel ağrısı aynı zamanda sağlık sistemine önemli bir maliyet de
getirmektedir. Örneğin, İngiltere’de
yapılan bir maliyet analizinde kronik
bel ağrısı olan kişilerin olmayanlara
göre 2 kat daha fazla sağlık harcaması yaptığını göstermiştir. Sunulan
veriler, ülkemizdeki kronik hastalıklar sıklığının (örneğin hipertansiyon, diabetes mellitus gibi) ve ilişkili
faktörlerin belirlenmesi amacıyla
yürütülen geniş bir kohorttan elde
edilmiştir. Kronik bel ağrısı da bir
hastalık olmamakla birlikte toplumu
etkileyen sık bir kronik bulgu olarak
karşımıza çıkmaktadır. Bizim amaçlarımızdan birisi de toplumdaki ankilozan spondilit ve aksiyal spondiloartrit sıklığının belirlenmesidir. Aksiyal
spondiloartrit sıklığının belirlenmesi
için olmazsa olmaz şart kronik bel
ağrısının bulunmasıdır. Bu aşamadan
sonra inflamatuar bel ağrısı ve spondiloartrit sıklığı da belirlenecektir.
Ülkemizde erişkin yaş grubunda yaklaşık 10-11 milyon kronik bel ağrısı
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
69
sağlığımıziçin
GÜNEŞ IŞIĞINA FAZLA MARUZ KALANLAR
PTERJİUM RİSKİ ALTINDA
Halk arasında kuşkanadı olarak bilinen pterjium hastalığı, gözde batma, sulanma ve kızarıklığa yol açıyor.
Göz beyazındaki et olarak açıklanan pterjium göz bebeğinin üzerine doğru yürüyerek görme alanını
daraltabilir ve görmeyi engelleyebilir. Bazı tiplerde gözlükle düzelmeyen ciddi derecede astigmat gelişebiliyor
Göz beyazında oluşan ete halk arasında kuşkanadı denildiğini belirten
Opr. Dr. Akın Banaz, bu hastalığın
pterjium olarak literatürde geçtiğini
söyledi. Pterjium hastalığının gözde
batma, sulanma ve kızarıklığa yol açtığını açıklayan Opr. Dr. Banaz, sıcakta
özellikle banyodan sonra hastaların
göz kızarıklığıyla ilgili yakınmalarının arttığından bahsetti. Pterjiumun
göz bebeğinin üzerine doğru yürüdüğünde görme alanını daraltabildiğini ve görmeyi engelleyebildiğini
belirten Opr. Dr. Banaz, hastalığın
bazı tiplerinde gözlükle düzelmeyen
ciddi derecede astigmatın da geliştiğinden bahsetti.
Çiftçiler, denizciler ve trafik polisleri
risk altında
Pterjiumum tam olarak neden kaynaklandığının bilinmediğini söyleyen Opr. Dr. Akın Banaz, özellikle
güneş ışığına fazla maruz kalanlarda
daha sık görülen bir hastalık olduğunu vurguladı. Bu nedenle çiftçiler,
denizciler ve trafik polislerinin risk
altında olduğunu açıklayan Opr. Dr.
Banaz, pterjiumun yavaş gelişen bir
hastalık olduğuna da dikkat çekti.
Opr. Dr. Banaz, hastalıktan korunmak
için güneş ışınlarından kaçınmanın
faydalı olabileceğini bildirdi.
Cerrahi müdahale şart
Opr. Dr. Akın Banaz
70
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
Pterjiumun cerrahi olarak alınması
gerektiğini söyleyen Opr. Dr. Akın Banaz, ameliyatın lokal anestezi ile gerçekleştirilebildiğini ve sadece 15 dakika sürdüğünü açıkladı. Hastaların
hastanede kalmasına gerek olmadığını belirten Opr. Dr. Banaz, ameliyattan sonra birkaç gün gözün kapatılabileceğini ve gözdeki sulanmanın bir
hafta kadar daha sürebileceğini söy-
ledi. Opr. Dr. Banaz, hastaların ameliyat sonrası bir hafta içinde günlük
hayatlarına dönebileceğini, iyileşme
sürecinin tamamlanmasının ise 3 ay
kadar zaman alabileceğini bildirdi.
Genç hastalarda tekrarlama riski fazla
Pterjiumun özellikle ameliyattan
sonraki ilk 3 ay içinde tekrarlayabildiğini belirten Opr. Dr. Banaz, tekrarlayan pterjium hastalığının eskiye
oranla daha çok probleme neden
olabileceğini açıkladı. Yeniden oluşan pterjiumun daha kızarık, daha
büyük ve daha fazla yapışık olabileceğini söyledi.
Pterjiumun tekrarlamaması için kök
hücre tedavisi
Göz beyazında etin tekrar nüksetme
ihtimalini azaltmak için sadece pterjiumun alınmasının kimi vakalarda yeterli olmadığını belirten Opr. Dr. Akın
Banaz, kök hücre transferinin uygulanmasının söz konusu olabileceğini
bildirdi. Göz kapağının altında kalan
kısımdan alınan kök hücrenin, etin çıkarıldığı yere uygulandığını belirten
Opr. Dr. Banaz, böylelikle hastalığın
tekrarlama riskinin en aza indirildiğini bildirdi.
gezelimgörelim
İNSANIN ZAMANI DURDURMAK İSTEDİĞİ YER:
LUZERN
Ankara Üniversitesi
Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanı
nun İsviçre’nin mükemmelliğine yaraşır bir düzenle saat gibi işleyişine
tanıklık ettim.
Bir kaç yıl önce yaptığım bir seyahati
hatırlayıp paylaşmak istedim, 2008
yılında meslek yaşamımın belki de
en önemli zamanlarından birini geçirdim, yüz yıldan fazla geçmişi olan
bir mesleğin mensupları ile uluslararası bir ortamda yan yana gelme
fırsatı buldum. Merkezi Bonn’da
olan Birleşmiş Milletler Ekonomik
Sosyal Konseyi’nin üyesi Uluslararası Ev Ekonomisi Federasyonu’(IFHE)
nun 100. kuruluş yıldönümü kutlamaları kapsamında düzenlenen
kongreye delege olarak katıldım ve
bir araştırma tebliği sundum. Dünyanın aklınıza gelebilecek her yerinden katılımcıların olduğu 1756
kişinin konuk, konuşmacı ve izleyici
olarak katıldığı dev bir organizasyo-
Zürih havaalanının E terminalinden
inip çıkışa doğru yönelmek üzere
havaalanı metrosuna bindiğimizde, kulağıma gelen müzik inek çanı
ve “möö”lemesi ile iç içe idi. Diğer
yandan, metro ilerledikçe duvardaki
resimler hareketlendi ve Heidi’nin el
salladığını gördüm. İki dakika süren
bir seyahat bu, binmenizle inmeniz
bir oluyor. Metronun kapıları açıldığında dört ayrı dilden “İsviçre’ye hosgeldiniz! Seyahatinizden memnun
kalmanızı dileriz…” deniyor. Sonrasında Zürih’ten Luzern’e gitmek
için trene bindik ve havaalanından
doğrudan istasyona geçtik, hiç dışarı çıkmadık, yorulmadık. Daha o
noktadan itibaren İsviçre’ye özgü, insanların genlerine işlendiğini düşündürten bir “kalite” ve “mükemmellik”
ilk adımda kendini hissettirmeye
başladı. Bu ülkede nasıl memnun kalınmaz ki?
Prof. Dr. Şengül HABLEMİTOĞLU
72
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
Dört farklı kültürün ve dilin 13. yüzyıldan beri uyum, zenginlik ve tarafsızlık içinde yaşadıkları konsensüs
devletindeki kente, Luzern’e doğru
trenle yol alırken, Alplerin görkemine karşın bir o kadar yalın ve sevimli mimariyi izleyerek bugüne kadar
Avrupa’da gördüğüm en temiz ve en
konforlu tren sistemi ile bir İsviçreli
kadar rahat, sanki uzun süredir orada
yaşıyormuşum gibi hissederek yaklaşık bir saatlik bir yolculuktan sonra
kendimi Luzern’de buldum. Trenden
iner inmez etrafı kısa süre inceledikten sonra ana çıkışa yönelerek, 10
dakikalık yürüme mesafesindeki otelimize elimizdeki harita ile hiç tereddütsüz ulaşmanın keyfi ile yerleştik.
Luzern büyükçe bir gölün ( bana
göre denizden farkı yok, çünkü orada yaşayanlar göle denizmiş gibi
davranıyorlar ) etrafında canlı, kıpır
kıpır, sıcacık bir kent. Luzern Gölü bir
haç biçiminde, güney doğuya doğru
uzanan kolu Uri Gölünü oluşturmuş,
batıya doğru uzanan kolu Luzern
Körfezi. Denizden 425 m. yükseklikte olan Luzern Gölünün uzunluğu
38 km, en dar yeri 5 km, en derin
noktası 22 m., yüzölçümü 114 km2.
Eski İsviçre efsanelerinde Wilhelm
Tell’in maceraları, Luzern Gölü kıyılarında geçmiş, gölde dolaşınca Williem Tell’in ne kadar şanslı olduğunu
düşündüm, tıpkı bugün yaşayan
hemşehrileri gibi… Şehir çok kalabalık, etraf turist kaynıyor, kongreye
katılanlar belli herkesin boynunda
kartları var, kartlar olmadan kongre
merkezine alınmıyoruz. Görkemli,
folklorik ögeler taşıyan bir açılışın ardından duayen isimleri dinleme, tanışma, yan yana gelme şansım oldu.
Ayrıca Luzern’in altını üstüne getirme fırsatı da buldum.
duğu bir ülkede insanlar kazandıkları
para ile modern, konforlu bir yaşam
sürdürebiliyorlar. İsviçre bir refah ülkesi, kongre kapsamında geleneksel
Home Visit etkinliği içinde gönüllü
bir ailenin evine akşam yemeğinde
beşer kişi konuk ediliyor (ben, Gana,
Nijerya, Japonya, Avustralya’dan gelen delegeler). Emekli bir hemşire ve
bir Katolik kilisesi yöneticisi olan çiftin evini gördükten ve anlattıklarını
dinledikten sonra refah toplumunun
bir parçası olmanın, sokaklarda yoksulların bulunmayışının ne anlama
geldiğini bir kez daha anladım. Söylediklerine göre Almanlar son yıllarda İsviçre’ye yaşam koşulları nedeni
ile göç etmeye başlamışlar. Bu da AB
için düşündürücü olsa gerek…
İstasyonun hemen yanından yeni
köprüye çıkınca güzelliği ile insanı büyüleyen olağanüstü bu İsviçre
kentinin sokaklarında yürürken asla
bıkmayacağımı, hatta zamanı orada
durdurmak istediğimi düşündüm.
Ahşap kokan eski köprüsü, kuğuları ve arkasındaki Alp dağları ile tipik
İsviçre manzarası içinde, “neden bu
insanlar bu kadar rahat yaşarken benim ülkemde içinden çıkılamaz sorunlarla boğuşup duruyoruz” dedim
durdum. Bir küçük şişe suyun 3, bir
kışlık paltonun 3500 İsviçre Frankı ol-
Şehrin simgesi aslan; ilginç bir öyküsü var. Fransız devriminin ardından
İsviçre askerleri paralı olarak Napolyon için savaşmışlar, Napolyon savaşı kaybetmiş ve çok sayıda İsviçre
askeri ölmüş. Aslan İsviçreli askeri
temsil etmekte. Soylu ve güçlü…
Altında Fransız ordusunun kullandığı kalkan bulunmakta (bourbon
logosu). Başarılı bir sanat eseri olan
aslan figürünün dünyanın en önemli
ikinci kaya heykeli olduğu söylenmekte. Bu ufacık tefecik kentte adım
başı bir saat ve çikolata mağazası-
na, dondurmacıya rastlamak da ilginç. Belirgin ancak yalın bir İtalyan
esintisi taşıyan küçücük çok sayıda
meydana çıkan sokakları, pencereleri rengarenk çiçeklerle süslü
evleri, minik çeşmeleri, heykelleri
ve merdivenleri ile surların çevirdiği bu şehirde umulmadık sayıda
müze var. Bunlar arasında Wagner
müzesi önemli. Gelelim Pilatus tepesine; adını mitolojiden alan Pilatus
Tepesi’ne tırmandık. Tam 2.132 metre yüksekliği olan Pilatus’a dünyanın
en dik (48 derecelik) dağ treni ile tırmanırken önce tedirgin oldum, ama
manzaranın etkileyiciliği korkumu
unutturdu. Pilatus, Roma ordularının
başında İsviçre’ye kadar gitmiş, kanlı
savaşlar sonrasında Luzern’nin yanında yükselen Alplerde can vermiş.
Uzun yıllar “Pilatus’un ruhunu rahatsız ederiz” korkusuyla kimse çıkmamış tepeye. Şimdi binlerce turist var,
günün her saatinde. Dağın zirvesi
geceleri aydınlatılıyor, Pilatus’un
ruhu Luzern’i ve ziyaretçilerini izliyor, kişi başına düşen geliri 30 bin
doları aşan, ordusu olmayan, terör,
arsenikli su ya da susuzluk, yoksulluk, kömür, erzak dağıtımı, maden
faciası, çocuk evlilikleri nedir bilmeyen, mutlu ve refah içinde yaşayan
insanların ülkesini…
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
73
kampus
ESKİŞEHİR
OSMANGAZİ ÜNİVERSİTESİ
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nin
kuruluşu 1970 yılına dayanmaktadır.
44 yıllık bilimsel birikimi ile üniversite bugüne kadar 50.000’e yakın mezun vermiştir. Eskişehir Osmangazi
Üniversitesi, öğrencilerine kaliteli bir
eğitimin yanı sıra; gelişmiş sosyal, kültürel ve sportif imkanlar sunma konusunda da iddialıdır. Tam bir üniversite
kenti olan; bilimsel, kültürel, ekonomik, insani açıdan ileri ve genç nüfus
için bir çekim merkezi haline gelmiş
bulunan Eskişehir’de kurulu olması da
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nin
başlıca kozlarındandır.
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde
toplam 28.000 öğrenci (önlisans, lisans ve lisansüstü toplamı) öğrenim
görmektedir.
Fakülteler:
• Tıp Fakültesi,
• Mühendislik-Mimarlık Fakültesi,
• Fen Edebiyat Fakültesi,
• İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi,
• Eğitim Fakültesi, İlahiyat Fakültesi,
• Ziraat Fakültesi,
74
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
• Diş Hekimliği Fakültesi,
• Sanat ve Tasarım Fakültesi,
• Turizm Fakültesi
Yüksekokullar:
• Eskişehir Sağlık Yüksekokulu,
• Devlet Konservatuvarı
Meslek Yüksekokulları:
• Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu,
teknolojik ihtiyaçlarını karşılamada
kullanmayı amaçlamaktadır. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi eğitim ve
öğretimin yanı sıra, toplumun refah
seviyesinin yükseltilmesine katkıda
bulunmak ve sorunlarına çözüm aramak amacıyla yapılan çalışmalara da
her zaman önem vermekte ve imkan
yaratmaktadır. Eskişehir Osmangazi
Üniversitesi’nin sayıları gittikçe artan
araştırma ve uygulama merkezleri de
çalışmalarını bu yönde yürütmektedir. Üniversitede Rektörlüğe bağlı
merkez sayısı 26’dır.
• Eskişehir Meslek Yüksekokulu,
• Mahmudiye Meslek Yüksekokulu, Merkezler:
• Ağız, Diş ve Çene Sağlığı Eğitim,
• Sivrihisar Meslek Yüksekokulu
Uygulama ve Araştırma Merkezi,
Enstitüler:
• Fen Bilimleri Enstitüsü,
• Sosyal Bilimler Enstitüsü,
• Sağlık Bilimleri Enstitüsü,
• Metalurji Enstitüsü,
• Eğitim Bilimleri Enstitüsü
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi engin bilgi ve birikimini, endüstrinin ve
kamu/özel sektörün teknik ve ileri
• Akciğer ve Plevra Kanserleri Uygulama ve Araştırma Merkezi,
• Atatürk
İlkeleri ve İnkılap Tarihi
Araştırma ve Uygulama Merkezi,
• Bor Uygulama ve Araştırma Merkezi,
• Çocuk ve Genç Eğitimi Uygulama
ve Araştırma Merkezi,
• Deprem Araştırma ve Uygulama
Merkezi,
• ESOGÜ Radyo Televizyon, Uygula-
ma Merkezi,
lık personeli sayıları bir önceki yıla
göre %12 oranında artırılmıştır.
• Toprak ve Su kaynakları Araştırma
• Fen Bilimleri Araştırma Merkezi,
• Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim
ve Uygulama Merkezi,
Laboratuvarları, Tüp Bebek ve
• Genetik Hastalıklar, Doğum Önce- • Türkçe Öğretimi Uygulama ve Dalı
Taş Kırma Merkezi Türkiye’nin en
ma ve Araştırma Merkezi,
si Tanı,
• Biyoteknik Uygulama ve Araştırma
Merkezi,
• Halkbilim Araştırma ve Uygulama
Merkezi,
• Kadın Araştırmaları Uygulama ve
Araştırma Merkezi,
• Kütüphane
ve Dokümantasyon
Merkezi,
• Merkezi
Araştırma Laboratuvarı
Uygulama ve Araştırma Merkezi,
Araştırma Merkezi, Uzaktan Eğitim
Uygulama ve Araştırma Merkezi,
• Yunus Emre Araştırma Merkezi, • Hastanenin bilgi-işlem ve dijital
• Teknoloji Transfer Ofisi Uygulama santral altyapısı geliştirilmiştir.
ve Araştırma Merkezi,
• Tıbbi cihazların yenilenmesi yatı• Yaşlanma ve Bellek Uygulama ve rımları bir önceki yıla göre %243
Araştırma Merkezi,
kat artmıştır.
tim, Uygulama ve Araştırma Merkezi.
miştir. Söz konusu cihaz donanım
bakımından Türkiye’deki ilk cihazlardan biridir.
• Hücresel Tedavi ve Kök Hücre Üre- • 3 TESLA MR cihazı faaliyete geç-
ve
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde
toplumun sağlık hizmeti ihtiyaçlarını
karşılayan, hizmet sunum yeterliliğini
sağlamış ve geleceğe yönelik olarak
stratejik alanlarda üst düzey merkezler kurulması yoluyla etkinliği ve
kurumsallaşmayı ön plana çıkaran
bir sağlık hizmeti sunulması amaçlanmaktadır. Bu amaçla, Eğitim Uygulama ve Araştırma Hastanesi’nde
2013-2014 öğretim yılında;
• Tıbbi ve Cerrahi Deneysel Araştır-
kalitesini iyileştirme için
yardımcı personel, hemşire ve sağ-
• Ortadoğu Araştırma ve Uygulama
Merkezi,
• Özel Eğitim Hizmetleri Uygulama
ve Araştırma Merkezi,
• Sağlık
Uygulama ve Araştırma
Merkezi,
• Sürekli Eğitim Merkezi,
• Teknoloji Eğitim Uygulama
Araştırma Merkezi,
modern merkezleri haline getirilmiştir.
• Hizmet
• Eskişehir Osmangazi Üniversitesi
Hastanesi’nde tek kişilik modern
odalarda çağdaş otelcilik hizmet
anlayışı ile hizmet verilmeye başlanmıştır.
Diş Hekimliği Fakültesi Hastanesi
2013 yılında 28 ünitten oluşan 8 ayrı
klinik, 1 radyoloji ünitesi ve 5 ünitlik 2
ayrı lokal ameliyathane ile hastalarına Diş Hekimliğinin tüm branşlarında
tedavi hizmeti verebilecek hale getirilmiştir.
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
75
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde
Erasmus ve Farabi öğrenci hareketliliğini artırmak için yapılan çalışmalar
hız kazanmış ve son üç yıllık süreçte
uluslararası öğrenci hareketliliğinde
%51 ve ulusal öğrenci hareketliliğinde %336 oranında artış sağlanmıştır.
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nin
Avrupa ülkelerinden çok sayıda üniversite ile Erasmus değişim programına yönelik ikili anlaşması bulunmaktadır. Buna göre öğrenciler,
gerekli koşulları sağlamaları halinde
aynı akademik yıl içinde, öğrenimlerinin bir ya da iki dönemine anlaşma
yapılmış bulunan bir Avrupa üniversitesinde devam edebilme imkanına sahiptir. Eskişehir Osmangazi
Üniversitesi’nin ayrıca Türkiye’deki
birçok üniversite ile Farabi değişim
programı anlaşması vardır. Farabi
değişim programı ile öğrenciler, kontenjan ve koşullar çerçevesinde öğrenimlerinin yine bir ya da iki dönemine yurt içindeki anlaşma yapılmış
bulunan başka bir üniversitede devam edebilmektedir. Yurt içinde eğitim veren yükseköğretim kurumları
76
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
ile yurtdışında eğitim veren yükseköğretim kurumları arasında öğrenci
ve öğretim elemanı değişimini gerçekleştirmeyi amaçlayan bir program olan Mevlana Değişim Programı
aracılığıyla da öğrenciler, en az bir en
fazla iki yarıyıl süresince eğitimlerini
başka bir üniversitede sürdürebilme
imkanına sahiptir.
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde
öğrencilerin sorun, ihtiyaç ve önerilerini üniversite yönetimi ile paylaşabilmelerine çok önem verilmektedir. Öğrenciler dilekçe yazarak ya da
elektronik posta yoluyla dilek, öneri
ve şikayetlerini iletebildiği gibi, kendi
oylarıyla seçtikleri Öğrenci Konseyi
aracılığıyla da bunu yapabilmektedir. Öğrenci Konseyi temsil yönünün
yanı sıra, gençlerde katılımcı demokrasi kültürünün yerleştirilmesi açısından da önem arz etmektedir.
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, başarılı ya da ekonomik güçlük çeken
öğrencilerini eğitim-öğretimlerine
devam ederken imkanlar dahilinde
desteklemektedir. LYS’de Eskişehir
Osmangazi Üniversitesi bölümlerine en yüksek puanla yerleştirilen
ve kesin kayıt yaptıran 1 öğrenciye
(kontenjanı 100’ü aşan birimlerde 2
öğrenciye) Yüksek Öğrenim Kredi ve
Yurtlar Kurumu’nun her yıl belirlemiş
olduğu aylık burs miktarı kadar; bu
öğrencilerden yerleştirildiği puan türünde Türkiye genelinde ilk 1000’e girerek kayıt yaptıranlara ise burs miktarının 3 katı kadar aylık burs, 12 ay
süreyle başarı bursu olarak verilmektedir. Öğrencilere ayrıca üniversitenin çeşitli birimlerinde kısmi zamanlı
çalışma imkanı da sunulmaktadır.
Üniversitenin asli görevleri olan nitelikli eleman yetiştirme ve bilimsel
araştırmalar yapmanın taşıdığı önemin bilincinde olan; aynı zamanda
sosyal, kültürel ve sportif faaliyetlere
de geniş bir biçimde ev sahipliği yaparak, öğrencilerini çok yönlü bireyler olarak hayata hazırlamakta olan
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, 44
yıllık deneyimi ile geleceğe güvenle
bakan ve ülkesine güvenen nesiller
yetiştirmeye devam etmektedir.
ESKİŞEHİR OSMANGAZİ ÜNİVERSİTESİ REKTÖRÜ
PROF. DR. HASAN GÖNEN
Üniversitemizde başta merkez yerleşke olmak üzere bütün yerleşkelerin bilimsel, sosyal ve fiziksel anlamda; öğrenci, çalışan ve diğer paydaşların ihtiyaçlarını karşılayabilecek, “Yaşayan Yerleşke”ye dönüştürülmesi amaçlanmaktadır. Bu amaç doğrultusunda son yıllarda çok önemli faaliyetler gerçekleştirdik.
Eskişehir’in Ankara ve Konya’dan sonra İstanbul ile de Yüksek Hızlı Tren bağlantısı kurmuş olmasının,
Üniversitemizin öğrenci sayısı ve kalitesini çok daha yukarılara taşıyacağına inandığımı belirtmek isterim. Bugüne kadar Eskişehir’in ekonomik, bilimsel ve kültürel yaşamına çok değerli katkılarda bulunan
Eskişehir Osmangazi Üniversitemiz, kaliteli eğitim-öğretimin huzurla kucaklaştığı bir bilim yuvası olarak katkılarına bundan sonra da devam edecektir.
Üniversiteler hepimizin bildiği gibi toplumdaki tüm faaliyetlerin merkezinde olması gereken, çevrelerine yol gösteren ve rehberlik eden kurumlardır. Bu bakımdan üniversitemizin kamu kurum ve kuruluşları, sanayi kuruluşları ve sivil toplum kuruluşları ile yaptığı işbirliklerinin nitelik ve nicelik olarak gün
geçtikçe gelişmekte olduğunu da belirtmek istiyorum.
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi olarak; eğitim-öğretim kalitemizle gerek ulusal gerekse uluslararası
düzeyde daha çok tercih edilmeyi, girişimci ve yenilikçi mezunlarımızın sayısını artırmayı, bünyemizde
yürütülen bilimsel çalışmaları toplumun faydası doğrultusunda ürün ve hizmetlere dönüştürme çalışmalarımıza ivme kazandırmayı ve hastanemizde sunduğumuz sağlık hizmetlerinin kalitesini etkin ve
rekabetçi bir anlayış doğrultusunda yükseltmeyi hedefliyoruz.
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
77
film
haber
“Bir hastalığı tedavi ettiğinde kazanabilir,
ya da kaybedebilirsin. Ama bir insanı
tedavi ettiğinde, sana garanti veriyorum,
sonuç ne olursa olsun kazanacaksın.”
Yönetmen: Tom Shadyac
Senaryo: Steve Oederkerk
Oyuncular: Robin Williams, Josef Sommer, Bob Gunton, Daniel
London, Monica Potter, Philip Seymour Hoffman, Irma P. Hall
Tür: Komedi-dram
Süre: 115 dakika
Prof. Dr. Gürsel Levent OKTAR
Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi
Kalp ve Damar Cerrahisi Anabilim Dalı
11 Ağustos 2014’te, 63 yaşındayken yitirdiğimiz, ünlü aktör Robin
Williams’ın başrolde oynadığı, 1999
yılında gösterime giren komedi ve
78
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
dram ögeleri taşıyan A.B.D. yapımı
bir sinema filmi. Gerçek bir yaşam
öyküsü üzerinden senaryolaştırılan
filmde, intihar eğilimi nedeniyle kısa
bir süre psikiyatri kliniğinde tedavi
gören Hunter “Patch” Adams (Robin
Williams), kendi isteği ile taburcu
olur ve burada edindiği deneyimler
sonucunda, empati ve yaratıcılığın
hastaların tedavisinde çok önemli bir
yeri olduğunu fark ederek Virginia
Üniversitesi’nde tıp eğitimine başlar.
Başarılı bir öğrenci olmasına karşın,
sıradışı tedavi yöntemleri uygulama
düşüncesi nedeniyle hocalarından
tepki görür. Adams, tıp öğrencilerinin üçüncü yıla kadar kliniklere girme
yetkisi olmadığı halde, hastalarla ile-
tişime geçerek kliniklerde yeni tedavi
teorilerini denemeye çalışır. Amacı
“hastaların hayatlarına renk katarak”
mizah yoluyla tedavilerine katkıda
bulunmaktır. Sonrasında yoksul ve
kimsesiz hastalar için kendi parası
ve topladığı bağışlarla “Gesundheit
Institute” adını verdiği özel bir klinik
açma girişiminde bulunan Adams, sınıf arkadaşı ve sevgilisi Carin Fisher’in
bir cinayete kurban gitmesi ve açmış
olduğu kliniğin lisanssız olması nedeniyle zor günler geçirse de, ünü
ülke çapına yayılır ve bir anlamda
amacına ulaşmış olur.
Yalancı Yalancı, Çatlak Profesör gibi
komedi filmlerinin ünlü yönetmeni
Tom Shadyac bu filminde gerçek bir
yaşam öyküsünü sıradışı bir anlatımla beyazperdeye yansıtıyor. Robin
Williams’ın Patch Adams rolünde
muhteşem bir performans sergilediği film, belki de biz hekimlerin aslında
hastalıkları değil, hastalarımızın kendilerini tedavi etmeyi hedeflememiz
gerektiği gerçeğini vuruyor yüzümüze. Yer yer gözleri dolduran, bazen de
kahkahaya boğan sahneleri ile empatinin ve insani değerlerin önceliği
ve değerini izleyicilere başarıyla aktarıyor. Hafızam beni yanıltmıyorsa,
bu film bir dönem ülkemizde bazı tıp
fakültelerinde, birinci sınıf öğrencilerine gösterilerek, hekim adaylarına
hekim – hasta ilişkilerinin önemi vurgulanmaya çalışılmıştır.
Bu filmle ilgili son bir ilginç not;
gerçek Patch Adams’ın bu filmin
çekimini, yapımcı şirket Universal
Studios’un hastane yapım maliyetini karşılama sözü vermesi nedeniyle
kabul etmiş olması ve film oldukça iyi
bir gişe hasılatı yapmasına karşın hiçbir maddi destek görmemesidir.
İnsanı güldüren, hüzünlendiren, heyecanlandıran, ama en önemlisi düşündürüp mutlu eden, her sinemaseverin izlemesi gereken bir Robin
Williams başyapıtı. Işıklar içinde uyu
büyük usta…
Prof. Dr. Gürsel Levent OKTAR
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
79
kitap
KOKUYLA KEŞFET
Türkiye’de ilk defa “Kokuyla Keşfet” adıyla kitap yayınlandı. Kitapta koku almanın bilimsel yönleri eğlenceli bir dille işlenirken, kokunun cinselliğe ve insan ilişkilerine etkisi,
hastalıklar, parfüm gizemli yönleri ve kokuyla ilgili daha birçok konuyu ele alınıyor.
“Kokuyla Keşfet” kitabında 52 Bilim insanı ve uzman bir araya geldi, Sağlık Editörü ve
Biyolog Esra Öz yazdı. Son yıllarda nörobilim alanında bilimsel haberler çalışan Öz,
beynin işleyiş mekanizması ve bunun iletişim alanında kullanmanın yolları üzerinde
çalışmalarını sürdürdü. Kokunun iletişimdeki rolünü, nörobilim ile birleştiren Öz, kokunun insanlar üzerindeki etkisi üzerine araştırmaları, bilim insanları ve uzman görüşleri
çerçevesinde bir araya topladı. “Kokuyla Keşfet” isimli kitabının sunumlarını yapmaya
başlayan Öz, farklı örneklerle kokunun iletişimdeki önemini anlatıyor ve büyük ilgiyle
izleniyor.
Yazar: Esra Öz
Yayınevi: Kent Kitap
Yayın Tarihi: 2014
Sayfa Sayısı: 250
Kokunun insanları ve markaları nasıl etkilediğini anlatan Öz, kokunun insanları ve
markaları nasıl etkilediğinden, kokunun iletişimde ve ilişkiler üzerindeki etkisini vurguladı. Öz, kokunun insanların aşk hayatından, hastalıklara hatta yediğimiz yemeklere
kadar çok büyük etkisinin olduğunu dile getirdi. Kokunun bazı hastalıkların ön belirtisi
olurken, koku alamama hastalıklarını anlatan Öz, “Yıllar boyu çok iyi bildiğiniz peynir,
kahve gibi kokuları unutursanız Alzheimer, Parkinson riskine karşı tetkik yaptırın. Günümüzde artık nesnel ölçüm metotları ile koku duyusunun ölçümlerini de yapabiliyoruz” diye konuştu.
AŞK, KILIÇ VE MUSKA
Hürrem Sultan küçük yaşta bir cariye olarak İstanbul’a getirilirken yolda ölür, Kanuni
ile hiç tanışmaz. Sultan Süleyman’ın efsane şehzadesi Mustafa, babasından sonra
tahta geçer.
Roman eğer tarih bu şekilde gerçekleşseydi, günümüzde nasıl bir ülkede ve dünyada
yaşıyor olurduk sorularına cevap veren ve günümüzde devam eden bir taht mücadelesine dek uzanan, bir polisiye olaylar zincirinin hikayesidir.
Yazar: Eray Aydın
Editör : Sami Çelik
Yayın Tarihi: 2014
Sayfa Sayısı: 260
* Hürrem Sultan küçük yaşta bir cariye olarak İstanbul’a getirilirken yolda ölür, Kanuni ile hiç tanışmaz. Sultan Süleyman’ın efsane şehzadesi Mustafa, babasından
sonra tahta geçer.
* YIL:2013 Osmanlı İmparatorluğu hala ayaktadır. İmparatorluk eskisi kadar güçlü ve geniş sınırlara sahip olmasa da yine de sözü dinlenen ve dünyada güç dengesi oluşturan bir devlettir.
STRESİNE SAHİP ÇIK
Stresin başımıza gelen olaylardan daha çok bizim o olaylara verdiğimiz tepkilerden
oluştuğunu bilerek. Çünkü bu bilinç, durumları ve olayları yeniden değerlendirmemiz anlamına geliyor. Bu durumda stresi var olan bir duygu ya da durum olarak
görmekten sıyrılıp, tamamen verdiğimiz fiziksel ve duygusal tepkilerden kaynaklandığını da anlayacağız.
Yazar: Serap Duygulu
Yayınevi: Hayat Yayıncılık
Yayın Tarihi: 2014
Sayfa Sayısı: 168
80
80
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014
Doğada her şey zıttıyla ve karşılığıyla vardır. Tıpkı gece-gündüz, siyah-beyaz, kadınerkek, ölüm-yaşam, varlık-yokluk, iyi-kötü gibi. Dolayısıyla stres aynı anda hem iyi,
hem de kötü olabilir. Eğer stres durumunu yönetebiliyorsanız stres sırasında salgılanan hormonlar olaylara ve sorunlara odaklanmanızı ve çözümler üretmenizi sağlayabilir, vücudunuzun savunma sistemi yenilenir, bağışıklığınız güçlenir, direnciniz
artar. Bu stresin iyi yüzüdür.
Ancak stres kronikleşirse, yani uzun sürer ve siz aşamazsanız o zaman da stresin
kötü yüzü ortaya çıkar ve direncinizi yitirirsiniz, savunma sisteminiz çöker. Böylece
hastalıklara karşı savunmasız hale gelirsiniz. Bu da bir süre sonra sizi geri dönülemez noktalara getirir.

Benzer belgeler