HF162 - Hayatım Futbol

Transkript

HF162 - Hayatım Futbol
3
0OCAK2
01
5-SAYI
1
62
DE
L
İMİ
?
DâHİMİ
?
Ki
mi
neg
ör
eobi
rdâ
hi
,
a
maki
ms
eonua
nl
a
mı
y
or
.
Ki
mi
neg
ör
ei
s
eobi
rde
l
i
,
ki
ms
eonunl
aa
nl
a
ş
a
mı
y
or
Yayın Koordinatörü
Bielsa
İlker Yılmaz
Kimine göre dâhi, kimine göre ise deli. Marcelo Bielsa oyuncularıyla
iletişimi veya antrenman metotlarıyla değil hayatının tümünde aykırı bir
kişilik. Nüfuzlu bir ailenin her şeye rağmen futbol diye direten oğlundan
da başka bir şey beklenemez. Hayatım Futbol’un 162. sayısında Kaan
Kavuşan ve Emre Çelik’e sorduk; “Bielsa, deli mi? Dâhi mi?” Kaan, Her
dâhinin biraz deli olduğunu söyleyerek Arjantinli’nin nasıl bir deha
olduğunu anlatıyor. Emre ise delinin ötesine gidiyor, Bielsa hastalıklı bir
kişilik diyor. Bir sonuç yazmıyoruz. Tezler burada karar sizde.
Yazarlar
Cihat Akbel
Emre Çelik
Emre Gürkaynak
Fırat Topal
Kaan Kavuşan
Mert Sarıbaş
Rıdvan Erdem
Serkan Akkoyun
Bu sayıda ayrıca; Galatasaray’ı İstanbul’da mağlup etmeyi başaran
Diyarbakır Büyükşehir Beldiyesporlu Samet Yeniceli ile yaptığımız
söyleşiyi, Feyenoord formasıyla tekrar ümit vadeden tecrübeli(!) Colin
Kazım Richard’ı, aylardır büyük takımların antrenmanlarına çıkan
Norveç’in dünya yıldızı adayı Martin Ødegaard’ı, Afrika Uluslar Kupası’nın
sürprizi Ekvator Ginesi’ni, önemli maça çıkarken bilgisayar başında takım
elbise giyen adamların hesabı @fmbaskan’ı bulabilirsiniz.
Keyifli okumalar,
İlker Yılmaz
[email protected]
[email protected]
#162 BU SAYIDA
Bielsa
Bielsa Delidir, Çünkü…
Bielsa Dâhidir, Çünkü…
Röportaj
Samet Yeniceli Diyarbakır’ı ve İstanbul hatırasını anlattı
Coca-Cola Kid Liman İşçiliğini Sevdi
Calin Kazım Richards bu sefer şeytanın bacağını kırmışa benziyor
Büyüteç
Devleri peşinden koşturan Martin Ødegaard Real Madrid’de
Afrika Uluslar Kupası
Ebola krizi olmasa turnuvaya gidemeyecek olan Ekvator Ginesi
çeyrek finalde
Oyun
Football Manager’in hayatın ta kendisi olduğunu bir kez daha
@fmbaskan’la örnekleyelim
Serkan Akkoyun
Röportaj HF162
“HAYATIMIZIN EN ÖZEL AKŞAMI”
Diyarbakır Büyükşehir Belediyspor, İstanbul’da Galatasaray’ı yenerken stoper Samet
Yeniceli, Hayatım Futbol’a o özel günü, maç öncesini ve sonrasını anlattı
Cizrespor ve Diyarbakır Büyükşehir
Belediyspor’un Türkiye Kupası’nda gruplara
kalmasının ardından yine bu sayfalarda
yazdığım yazıyı, Yılmaz Erdoğan’ın şu dizeleri ile
bitirmiştim; “Hep kardeş olacak değiliz ya, yaşasın
halkların sevgililiği”
Aradan geçen 2 aydan fazla sürenin sonunda ilk
sevgilim, çocukluğumu geçirdiğim, babamdan
ilk dayağımı yediğim, bir kızın ne kadar
güzel olabileceğini ilk defa keşfettiğim şehir
Diyarbakır’ın en üst ligdeki takımı İstanbul’a
geldi. Hem de ne geliş…
Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor, İstanbul’da
Galatasaray ile karşılaştı. Maç sonunda sahadan
2-0 galip ayrıldılar. Yıllar sonra bu yazıyı birileri
okursa, bilgisi olsun diye verdiğim bu detayları
hızlıca geçelim ve asıl meseleye gelelim; Diyarbakır
Büyükşehir Belediyespor, Galatasaray’ı nasıl yendi?
Kafama takılan bu soruya cevap aramak için ben
de galibiyeti sahada yaşayanlardan Diyarbakır
Büyükşehir Belediyesporlu Samet Yeniceli’nin
kapısını çaldım.
Samet, Malatya’da yetişmiş, Yeni Malatyaspor,
Ünyespor’da oynamış ve şimdi de Diyarbakır
Büyükşehir Belediyespor forması giyiyor (Aslında
cümlelerdeki öğrenilmiş geçmiş zaman eki hiç
inandırıcı değil. Samet’i Yeni Malatyaspor’un
eski adı olan Malatya Belediyespor altyapısında
oynadığı dönemden bu yana tanıyor, takip
ediyorum). Samet’le yaptığımız sohbette aslında
konuşmaya bile gerek kalmadan Galatasaray
galibiyetinin şifrelerini çözmüştüm. Diyarbakır
takımının oyuncularının gözlerinde, şehre
yeni gelen bir Anadolu gencinin heyecanını
görüyordunuz. ‘Seni yeneceğim İstanbul’ yerini
‘Seni yeneceğiz Galatasaray’ almıştı ve o her
filmin sonunda köyüne boynu bükük dönen ya
da İstanbul’un zorlu şartlarında tüm değerlerini
yitirmiş Anadolu gencinin aksine, Diyarbakır
takımının oyuncuları şehre halay çektirerek
ayrılıyorlardı. ‘Ah İstanbul, İstanbul olalı…’ ise
Galatasaray takım otobüsünde inceden, inceye
çalıyordu.
Diyarbakır takımı dersini iyi çalışmıştı. Rakibine
saygı duydu. Kilit oyuncularını ‘kilitledi’ ve
zaaflardan kısa süre içerisinde sonuç elde etti.
Uzaktan bir şut ve gol! Artık kalan dakikalarda
Diyarbakır şehrinin ortasında yer alan Dağkapı’nın
surları gibi bir defansa ihtiyaç vardı. Samet, Kamil,
Abdullah, Serkan… Formayı ter içinde bıraktılar.
Yusuf’un ikinci golünden sonra sevincini yarıda
kesip sakat Barış Ataş’ın formasını açması
da bir başka şifreydi. Diyarbakır Büyükşehir
Belediyesporlu oyuncular maçı izleyen herkese
‘Bizi unutamayacaksınız’
demenin en güzel yöntemini
seçmişti.
-Biraz kendini tanıtır mısın?
Futbola nasıl başladın, nasıl bir
futbol geçmişin var..
1990 Malatya doğumluyum.
Hemen hemen her futbolcuda
olduğu gibi benim futbol
yaşantım da mahalle aralarında
başladı. Daha sonra Malatyaspor
alt yapısında devam ederek
A takıma kadar yükseldim
ve orada profesyonel oldum.
Profesyonel futbol hayatımda 3 defa şampiyonluk
yaşadım. Genelde oynadığım her sene takımımın
bir iddiası oluyordu. Şampiyonluklarımı Yeni
Malatyaspor, Ünyespor ve Diyarbakır Büyükşehir
Belediyespor’da yaşadım.
-Takım olarak Diyarbakır şehrini temsil ediyorsunuz.
Bu üzerinizde bir baskı oluşturuyor mu?
Aslında bizim üzerimizde değil de farklı yerlerde
bir baskı oluşturuyor… Özellikle deplasmanda
oynadığımız her maç ağır hakaretlere ve tacizlere
uğruyoruz. Sahada biz sadece işimizi yapmak için
varız. Farklı konuların futbola
taşınması, ülkemiz ve spor
camiası adına üzücü bir durum.
-Şehir ve takım arasında, siz
futbolcular arasında nasıl bir ilişki
var? Taraftarlar ile aranızdaki ilişki
nasıl?
Taraftarlarımız bizlere gerek
tribünde gerek saha dışında
destek veriyor. Şehrin herhangi
bir yerinde karşılaştığımız zaman
ilgi alakalarını gösteriyorlar.
Diyarbakır şehri ve halkı futbolu
gerçekten çok seviyor.
-Galatasaray’ı İstanbul’da yenmek çok kolay bir iş
değil. Hele sahada Sneijder, Selçuk, Melo gibi as
oyuncular varken. Maç öncesi takımda nasıl bir
hava vardı?
Evet, takım olarak gerçekten müthiş bir iş
başardığımızı düşünüyorum. Maç öncesi
hepimizin düşüncesi ‘Biz saha da elimizden
gelen mücadeleyi, özveriyi gösterelim, güzel
oyunumuzu oynayalım, skor çok da önemli değil’
yönündeydi. Düşündüğümüz her şeyi saha içinde
gerçekleştirdiğimiz için skor da bizim lehimize
oldu.
-Uçakta, otobüste İstanbul’a gelirken neler
konuştunuz aranızda. Çok özel olmayan şeyler
varsa bizlerle paylaşabilir misin?
geldiğinde takımımızı bir üst lige taşımak.
Söylediğim gibi tüm arkadaşlarla maç akşamının
çok özel olacağını belki de hayatımızda
unutamayacağımız maçlar arasında olacağını
düşünüyorduk ve konuşuyorduk. Nitekim de
hayatımızın en önemli ve unutamayacağımız
maçlardan bir tanesi oldu…
Tabi ki futbol yaşantımı olabildiğince başarılı ve
şampiyonluk dolu yıllarla geçirmek. Buna göre
takım seçimimi yapmayı tercih ediyorum ve
üst liglerde oynamak için çalışmalarıma devam
ediyorum.
-Sahada Pandev, Sneijder, Melo, Selçuk gibi
isimlere karşı oynamak nasıl bir duyguydu?
Özellikle ilk yarı Pandev’le sık sık karşı karşıya
geldin? Bir stoper için zor olmalı…
Saydığınız isimler gerçekten ülkemizde futbol
hayatını sürdüren önemli isimler. Onlara karşı
oynamak heyecan vericiydi. Bir de sahada o
futbolculara karşı istediklerini yapabilmek
inanılmaz haz veren bir durumdu. Pandev
kariyeri, futbolculuk geçmişi çok büyük olan
bir oyuncu. Saha içinde bunu hiç unutmadan
rakibime SAYGI duyarak elimden geldiği kadar
rakibimi savunmaya çalıştım. Bunu iyi yaptığımı
düşünüyorum nitekim ikinci yarıya çıkarken
Pandev oyundan alınmıştı…
-Bundan sonraki hedefiniz nedir? Diyarbakır
Büyükşehir Belediye’yi nerelerde göreceğiz?
Takım olarak hedef önceliğimiz kendi
oynadığımız ligimiz. Tek düşüncemiz sezon sonu
-Kişisel olarak kariyer hedefini nasıl belirledin?
-Okuyucularımıza ve Türk futbol izleyicisine
söylemek istediğin bir şeyler var mı?
Öncelikle bu güzel röportaj için sizlere teşekkür
ediyorum. Futbol izleyicileri ve taraftarlarına;
onlar olmazsa sahadaki futbolun hiç bir anlamının
olmayacağını söylemek istiyorum. Fair-play
ruhundan ayrılmamalarını, futbol izlemekten zevk
almalarını ve bunun sadece bir oyun olduğunun
bilincinde olmalarını dilerim.
Fırat Topal
Profil HF162
COCA-COLA KID LiMAN iŞÇiLiĞiNi SEVDi
Kariyeri, bonservisiyle transfer olduğu Türkiye’deki kulüplerden yabancı takımlara
kiralanmakla geçen Colin-Kazım Richards, şimdilik en verimli dönemini geçiriyor
2 Nisan 2008’de, Fenerbahçe’nin Şükrü
Saraçoğlu’nda Chelsea ile oynayacağı Şampiyonlar
Ligi çeyrek final maçı öncesinde Londra kafilesi
İstanbul’a geldiğinde en çekindikleri isimler
Colin-Kazım Richards ve Mateja Kezman’dı.
İngiliz basını da onun meşhur “Coca-Cola Kid”
efsanesini yine dillendirmeye başlamıştı. Yeri
gelmişken belirtelim, kendisine takılan bu
lakap, 19 yaşındayken Brighton & Hove Albion’ın
onu transfer etmesi sırasında ödenen 250 bin
poundu Brighton taraftarı Aaron Berry’nin
karşılamasından ve parayı, Coca-Cola’nın açtığı bir
yarışmadan kazanmasından geliyordu. Kezman’ın
Chelsea’de daha önce futbol oynamasının bu
çekincede bir etkisi vardı elbet, ama Fenerbahçe
kadrosunda Alex, Deivid, Lugano, Edu gibi etkili
oyuncular varken, maça yedek kulübesinde
başlayacak olan Colin-Kazım’ın isminin öne
çıkarılması, onun hala Ada Futbolu’nda piyasası
olan bir futbolcu olduğunun göstergesiydi. Halbuki
İngiltere’de oynadığı en üst düzey kulüp, o sırada
Premier League’de mücadele eden Sheffield
United’dı. Kader de ona yardım etmiş ve Kazım,
İstanbul’daki maçta oyuna sonradan girip durumu
1-1’e getirmiş ve galibiyette rol oynamıştı.
Kazım’ın Türkiye günleri hep olaylıydı.
Fenerbahçe’de oynarken, 4 maç ceza aldığı
bir dönemde, takım arkadaşları Kasımpaşa’ya
mağlup olduğunda, aynı gece bir gece kulübünde
görüntülenmiş, ertesi gün antrenmana giderken
geçirdiği trafik kazasında ayak bileği kırılmıştı.
Fenerbahçe onu kadro dışı bırakarak Toulouse’a
kiraladı. Galatasaray’da Fatih Terim’in üçüncü
döneminde, kendisinden bekleneni veremediği
için önce Olimpiakos’a sonra da Blackburn
Rovers’a kiralandı. Ardından onun bonservisini
alan Bursaspor’da da işler iyi gitmedi ve 7 ay önce
4 yıllığına imza attığı kulüp tarafından kadro dışı
bırakıldı. Bu sezon yine yollara düştü ve Graziano
Pelle’nin gidişiyle çok önemli bir santraforu
kaybeden Feyenoord’a kiralandı. Toulouse,
Olimpiakos ve Blackburn maceraları onun için
birkaç parlak performans dışında hayal kırıklığı
olmuştu. Hatta Blackburn forması giyerken, eski
takımı Brighton’la karşılaştıkları Championship
mücadelesinde, eski taraftarlarına yaptığı
homofobik hareketler sebebiyle dava edildi ve
mahkeme tarafından 750 poundluk bir cezaya
çarptırıldı.
Gemi Rotterdam Limanı’nda
Feyenoord’un Kazım’la ilgilenmesi, Fenerbahçe’de
önceki dönemlerde forma giyen Pierre van
Hooijdonk sayesinde oldu. Futbol Direktörü
Martin van Geel’in asıl hedefi, 2011/12 sezonunda
Rotterdam kulübünde forma giydiği dönemde
harikalar yaratan John Guidetti’ydi ama Guidetti
Celtic’e transfer oldu. Feyenoord, Kazım’ın yanına
bir santrafor daha eklemek istiyordu zira herkes
onun klasik bir santrafor olmadığının farkındaydı
ve daha çok forvet arkasında kullanılması
düşünülüyordu. Ancak ne Guidetti ne de onun
alternatifi olarak düşünülen Wolfsburg’lu Bas
Dost’un transferleri gerçekleşmeyince, hücum
hattı çok üretken olmayan Mitchell te Vrede ve
Kazım’a kaldı. Hollanda basını onun Türkiye’deki
vukuatlarından haberdardı, bu yüzden uluslararası
tecrübesine rağmen, geçmişinden ve şubat
ayından beri resmi maç oynamamasından
dolayı endişe duyuyorlardı. Nitekim 28 yaşındaki
futbolcu, eylül ayının başına kadar maç kadrolarına
bile alınmadı, çünkü kondisyon depolamakla
meşguldü. Bu sırada Martin van Geel, Hollanda
basınına “Kazım, yakında Guidetti gibi bir patlama
yapacak” mesajını vermişti.
Kazım’ın golle tanışması, ilk kez Feyenoord
formasını giydiği Willem II mücadelesinin 63.
dakikasında oldu. Takım 2-0 mağlupken oyuna
girmiş ve durumu 2-1’e getiren golü atmıştı, De
Kuip’te kaybettiler. Bunun üzerine izleyen hafta
De Klassieker mağlubiyeti geldi ve yine içeride
Ajax’a 1-0 mağlup oldular. Kazım bu maçta 90
dakika forma giymişti. Kendisine yönelik eleştiriler,
oyun içinde oldukça aktif olmasına rağmen,
gol yollarındaki becerisinin çok yüksek olmadığı
yönündeydi.
Kazım, Go Ahead deplasmanında Feyenoord
formasıyla ikinci golüne kavuştu ve takımı 4-0
kazandı. Daha sonra da ilk 11’den bir daha çıkmadı.
Takımı Avrupa Ligi gruplarından çıkmayı başardı
ve şu anda ligde PSV ile Ajax’ın arkasında üçüncü
sırada bulunuyor. Son şampiyonluğunu 1999’da
kazanmış, son 40 yılda mutlu sona 4 kez ulaşan
Feyenoord’un bu sezon da ipi göğüslemesi
mümkün görünmüyor, ama en azından Kazım için,
bir nevi yeniden doğuş diyebiliriz. Çıktığı 14 resmi
maçta 7 gol atan futbolcu, takımının bu sezonki
en golcü ismi. Her fırsatta da Rotterdam’da
yaşamaktan oldukça mutlu olduğunu dile
getiriyor. Tabii bunda, Rotterdam’ın, Hollanda’nın
siyahi nüfus açısından en yüksek yüzdeye sahip
şehir olmasının payı da büyük. Henüz 8 aylıkken
kaybettiği ve “o artık benim koruyucu meleğim
dediği” kardeşine her maçtan önce kendisiyle
ailesini koruması için dua eden Kazım şimdilik
huzuru bulmuş gibi görünüyor. Geçtiğimiz hafta
sonu oynanan Ajax maçında golle buluşamadı,
ama tarihte ikinci kez 0-0 biten Ajax-Feyenoord
maçında gol atamamak büyük bir kusur
sayılmamalı.
Geçmişi kovalarken
Tabii Kazım’ın Hollanda günleri güllük gülistanlık
geçmiyor. Ekim ayında, kendisinin perdeyi açtığı
ve 4 gol attıkları maç sonrası, rakip takımın defans
oyuncusu Eric Botteghin’in, Feyenoord kalecisi
Kenneth Vermeer’i yerde yatarken tekmelemesi
üzerine, “Eğer amacı insanlara zarar vermekse,
bunu maç sonrası dışarıda da yapabiliriz” mesajını
yolladı. 22 Kasım’da takımınınn lig sonuncusu
Dordrecht’i 2-0 mağlup ettiği maç sırasında, takım
arkadaşı Tony Vilhena ile maç içerisinde bir pas
alışverişi sonrası sözlü bir düelloya girdi. Vilhena
maç sonrası “Kazım benim için bir kardeş gibidir,
aramızda bir sorun yok” açıklaması yaptı, ancak
Hollanda basını, o maçın Kazım’ın üst üste gol
atamadığı yedinci maç olmasını da gündeme
getirerek Feyenoord’daki golcü probleminin
futbolculara da yansıdığını iddia etti. Feyenoord’un
eski futbolcuları ve basın mensupları, onun
Eredivisie’de, şampiyonluğu oynayacak bir takımın
golcüsü seviyesinde olmadığından bahsedip
duruyorlardı.
70’lerde Avrupa’yı kasıp kavuran Feyenoord’da
8 yıl boyunca forma giymiş ve Anderlecht teknik
direktörü olarak Belçika şampiyonlukları yaşamış
Jan Boskamp, onun klasik bir golcü olmadığından
ve mutlaka sağ veya sol açık pozisyonununa
kaydırılmasından söz ediyordu. Kazım bu
eleştirilere, “Herkes Pelle ve Guidetti’den bahsedip
duruyor, bu isimler kulüp için harika işler yaptılar,
ama unutmayın onların da döneminde takım
hiçbir kupa kazanamadı” diyerek cevap verdi. Gullit
de aynı gerekçe ile onu eleştirenler arasındaydı
ve Kazım’dan, “O benim çocukluk kahramanımdı,
ondan beni anlamasını beklerdim” cevabını aldı.
Öte yandan, Feyenoord seyircisi Kazım’ın maç
içindeki performansından ve formasına olan
sevgisinden memnundu. Hatta bir ara, televizyon
programlarında, Kazım’ın, maç sonu seyircileri
selamlarken maç içindekinden daha fazla
kondisyon harcadığı şakaları yapılmaya başladı.
Kazım, kasım ayında NAC Breda’ya karşı,kırmızıbeyazlı forma ile yedinci golünü atmasının
ardından “Uzun süre sonra ilk kez kendimi evimde
hissediyorum ve futbola konsantre oluyorum”
ifadesini kullandı. Bu sırada kalecilerle olan
maceraları da basına konu olmaya devam etti.
Ligin ilk yarısındaki Ajax maçında Jasper Cillesen’le,
AZ maçında Esteban Alvarado ile ve son olarak
da Emmen ile oynanan hazırlık maçında Marko
Meerits ile sözlü düellolara girdi. Cillesen, ona maç
içinde “Yeteri kadar hızlı değilsin” demişti, Kazım
maç sonunda Ajax soyunma odasında Cillesen’in
peşine düştüğünde, kendi ifadesine göre
Hollandalı kaleci ‘süt dökmüş kediye’ dönmüştü.
Fred Rutten ve Kazım
Emre Çelik
DELi
Bielsa delidir çünkü anlaşabildiği kimse yok!
Bielsa Özel HF162
“Futbolcularım robot olsaydı, Futbol tarihinin en iyi
hocası olurdum.”
Son 17 senede kazandığı tek kupa 2004 Olimpiyat
Oyunları olan bir hocanın ağzından dökülen
sözler… Takımlarına oynattığı futbol tarzı takdirle
karşılansa da istisnasız bir şekilde çalıştırdığı
hiçbir takımda devamlılığı sağlayamamış bir hoca.
Bunun en büyük sebebi ise futboldan ziyade saha
dışı meseleler olan bir problem adam. Evet, Bu
sözler Marcelo Bielsa’ya ait. Scolari’nin 2002’deki
Dünya Kupası zaferinde taktiklerinden dolayı asıl
krediyi verdiği ama kadro kalitesi olarak Brezilya ile
başa baş seviyedeki ekibiyle ve daha da önemlisi
kendi taktikleriyle bu başarının kıyısına bile
yaklaşamamış olan Bielsa. Şili’de alkışları toplayan
ama Sampaoli’nin gelişinin ardından takımın bir
seviye daha atlaması ile acaba mı dedirten Bielsa.
Athletic’te çalıştığı dönem basın mensuplarına
gerizekalılar diyen, oyuncuların büyük bölümüyle
problem yaşayan, kendisini kovdurmak için elinden
geleni yapan ve yönetimle adeta dalga geçen
Bielsa. Takımın geleceğini düşünerek önümüzdeki
dönemin en potansiyelli stoperlerinden biri olarak
görülen Doria’yı takıma kazandıran Marsilya
yönetimini adeta bir ergeni andırırcasına “Neden
benden habersiz transfer yaptınız?” diyerek 5 aydır
istifayla tehdit eden ve o potansiyeli kullanmaya
kesinlikle yanaşmayan Bielsa…
Bielsa’nın sabıkaları bu satırları doldurmaya
yeter de artar. Fakat Arjantinli hocanın belli başlı
olaylarından ve bu olayların perde arkasından
yola çıkarak biraz olsun profili, neden “dâhi!”
olmasına rağmen kupa kazanamadığı; daha da
önemlisi neden hiçbir üst düzey kulübün, zaman
zaman gündeme gelmesine rağmen, Bielsa riskini
almaktan arkasına bakmadan kaçtığını biraz olsun
ortaya koymak mümkün.
En başarılı olduğu kulüp: Athletic
Bielsa, Athletic Club’da da problem çıkarmadan
sadece 1 sezon geçirebildi ve Newell’s Old Boys
ile Vélez Sársfield kariyerini bir kenara koyarsak
en başarılı olduğu sezon da Athletic’teki ilk
senesiydi. İlk sezonunda ligde 10’uncu olmasına
rağmen takımı Avrupa Ligi’nde ve Copa del Rey’de
finale çıkarması elbette Bielsa’ya taraftarlar
önünde tanrı statüsüne yaklaştırmaya yetti ve
takımın başına geçerken 1 sezonluk sözleşme
Keşke bunları
oynatabilsem.
imzalamasına rağmen yönetimi Bielsa ile
sözleşme uzatmaya itti. Lâkin yönetim Bielsa’nın
sözleşmesini uzatır uzatmaz 1 hafta geçmeden
fazlasıyla pişman olacaktı.
Hikâye, Marcelo Bielsa’nın kontratını uzattığı
3 Temmuz’dan sadece 2 gün sonra kulübün
antrenman tesisleri Lezema’da yaşanan olayla
başladı. 5 Temmuz’da Athletic Club, sezon açılışı
için Lezema’da toplandığı gün, tesislerdeki
inşaat ve yenileme çalışması devam ediyordu.
Javi Martinez ve Fernando Llorente hakkında
4-5 gün önce çıkan takımdan ayrılacak haberleri
Bielsa’yı ne derece etkiledi bilinmez ama Bielsa,
o gün kontrolü kaybedip önce işçilere hakarette
bulundu. Ardından hızını alamayan El Loco, bir
işçiyi boğazından tutarak çalışma alanının dışına
fırlattı. Halbuki inşaat, antrenman tesislerini
etkilemiyordu bile. Yaşanan bu kavganın üzerine
yaptığı açıklama ise savaşın başladığını ilan
eder nitelikteydi. Bielsa olaylı antrenmanın
ardından yaptığı basın toplantısında, çalışmayı
yürüten Balzola firmasını hırsızlık, sahtekârlık ve
tembellikle suçladı.
El Loco, “İşçilerden birine kötü davrandığımı
kabul ediyorum ama bu şartlar altında sezona
hazırlanamam. Bu insanlara saygı duymamı da
kimse beklemesin çünkü işlerini yapmıyorlar”
sözleriyle başladığı açıklamasında çalışmaların
çoktan bitmesi gerektiğini vurguladı. Bielsa’ya
ilk yanıt kulüpten değil Balzola’dan geldi: ‘Sen
teknik direktörsün. İnşaattan ne anlarsın? Git
kendi işini yap.’ Athletic Başkanı Jose Urrutia’nın
2011’deki seçimlerde en büyük destekçilerinden
biri olan firma, 2002’de sosyal sorumluluk projesi
amaçlı kurulan Athletic Fundacion’un da 2003’ten
bu yana en önemli destekçilerinden biri. Kısacası
Bielsa bu sefer baltayı kayaya vurmuştu. Zaten
firmanın bu açıklamanın üstüne kulüp, resmi
sitesinden “Marcelo Bielsa’nın açıklamalarına
katılmıyoruz ve kendisinden özür bekliyoruz.
Tesislerdeki inşaat planlanan şekilde devam
etmektedir” şeklinde bir bildiri yayınlandı.
Fakat Marcelo Bielsa geri adım atmadı ve istifasını
verdi. İki gün içerisindeki bu gelişmelerin ardından
Athletic camiası da tam anlamıyla ikiye bölündü.
Kentin yarısı, El Loco’yu haklı bulurken; diğer yarısı,
Bielsa’nın Bask kimliğinin bile üzerine çıkmaya
başladığını ve kulübü eleştirmeye kimsenin
hakkı olmadığı yönündeydi. Fakat genel beklenti
Bielsa’nın istifasının kabul edileceği yönündeydi.
Ne de olsa bu kulübü en son şampiyonluğa
ulaştıran isim Javier Clemente bile tam 6 sene
önce kulübü eleştirdiği için kovulmuştu. Bielsa
kimdi? Ama Athletic yönetimi bu hamleyi
gerçekleştirecek cesareti kendisinde bulamadı
ve düzenlenen acil bir toplantıda El Loco’yu
bir şekilde ikna etmeyi başardı. Fakat kulüp ve
Bielsa arasındaki ilişkiler o günden itibaren hiçbir
zaman eskisi gibi olmadı. Bielsa, antrenmanlara
bile 3 günlük keyfi rötarla çıkarken; o günden
sonra deyim yerindeyse “Madem istifamı kabul
etmediniz, olacakları siz istediniz” düşüncesiyle
görevini sürdürdü. Athletic’in o sezonu nasıl
geçirdiğini herkes biliyor; sezonun büyük
bölümünü küme düşme hattında geçiren takım
adeta paçayı zor kurtardı. Bir bakıma Bielsa, kendi
egosunu tatmin etmek ve gücünü göstermek
adına takımı adeta kendi keyfi için kullandı.
Benden gerisi yalan
Athletic’te ve istisnasız çalıştırdığı her takımda
yaşadığı problemlerden birisi de oyuncuların
transferleri hakkındaydı. Tıpkı Marsilya’da
yönetimle yaşadığı problemlerin temelinde yer
alan Mathieu Valbuena, Doria ve Souleymane
Diawara konusunda olduğu gibi. İkinci sezonuna
başlarken sözleşme yenilemeyen Fernando
Llorente, transfer olmak istediğini açıklayan Javi
Martinez ile Fernando Amorebieta; Bielsa için
bir problemdi. Bu problemin kaynağı da El Loco
için elinde oyuncularını tutmaktan aciz olan,
transferde kendisine danışmayan yönetimler…
Athletic’te yaşadığı problemleri tekrar hatırlamak
gerekirse Llorente’yi Juventus istiyordu fakat
Athletic serbest kalma maddesi verilmeden
Llorente’yi elden çıkarmayacağını açıkladı. “Javi
Martinez ve Fernando Llorente giderse bu hedef
küçülttüğümüzü gösteriyor” diyen Bielsa bu
savaşta baskıyı yönetime yönlendirdi. Yoksa
görevi kabul ederken Athletic’in Bask kökenliler
dışında transfer yapmadığını bilmiyor muydu?
Zaten niyetinin çok başka olduğunu da ilerleyen
günlerde gösterdi. “İstediğim seviyede değil”
diyerek o sezon Llorente’yi neredeyse Ekim
ayına kadar takımla çalışmalara dâhil etmedi.
İlk 4 hafta ne Amorebieta’yı ne de Llorente’yi
kesinlikle oynatmadı. Llorente çark edip takımda
kalmak istediğini açıkladı ama Bielsa inadından
vazgeçmedi. Sparta Prag maçından önceki basın
toplantısında ise Llorente hakkında “Emekli
olmasını söyledim. Artık onun katkısına ihtiyacımız
olmadığını düşünüyorum. Aynı şeyleri geçen
sezonun sonunda Javi Martinez ve Amorebieta’ya
da söyledim. Belki iyi gitmiyoruz ama onlar
olmadan birliğimiz de bozulmuş değil” sözlerini
sarf etti. Halbuki değil takımın içinde, kentte
ve camiada bile birlik çoktan bozulmuştu. Daha
doğrusu bu birliği kendisi bozmuştu. Zaten bir
gün uyuyan yardımcı antrenöre Arjantin aksanıyla
yaklaşıp şaka amaçlı Bielsa taklidi yapan Iñigo
Pérez yüzünden tüm istirahatleri iptal edip takıma
ceza antrenmanı yaptıran birinden nasıl bir takım
yaratması beklenebilir ki? Akıllara oyuncularının
saçı sakalıyla uğraşan Dunga mı geldi yoksa?
Yeni genç yetenekler parlattığını iddia edenler
olabilir. Stoperde ağırlıkla oynattığı Borja Ekiza,
Xabi Castillo ve Jonas Ramalho’nun şu an
sırasıyla Eibar, Alaves ve Girona’da oynaması;
tüm sezon 17 maçta, o da ikinci senesindeyken
doğru dörtlüyü bulamadığı için zorunluluktan
oynattığı Aymeric Laporte mi? Bielsa aslında
benzer bir problemi de bu sezon Doria ile yaşıyor.
Doria üzerinden yönetimle demek daha doğru
olur. Kendisine danışılmadan transfer edilen
genç stoperi, yönetime tavır koymak amacıyla
kesinlikle kullanmıyor. Son oynanan Nice maçında
Nicholas N’Kolou’nun Afrika Uluslar Kupası’nda,
Rod Fanni’nin ise kart cezalısı durumunda olması
bile Bielsa’yı inadından vazgeçirmeye yetmedi.
Aslında Bielsa’nın inadını sürdürmesi şaşırtıcı
değil. Fakat geride kalan 5 senede (Şili’de bile
Olimpiyat Milli Takımı’nın hocası belirlenirken
federasyonla anlaşmazlığa düşmüş ve ufak
çaplı da olsa bir kavgaya girişmişti) gittiği her
yerde inadı yüzünden yönetimlerle ve camialarla
problem yaşamışken yönetimlerin hâlâ Bielsa’ya
sabretmesi gerçekten şaşırtıcı. Doria belki de bu
sezon, tıpkı Fernando Llorente’nin Athletic’teki
son sezonundaki gibi Bielsa’nın inadı yüzünden
oynayamayacak. Fakat ileride gecikmeli de olsa
potansiyeline ulaşıp beklentileri karşılayacaktır.
Peki ya Bielsa…?
Kovdurma bağımlısı
Her teknik adam sıradan bir kulüp
çalıştırmaktansa Arjantin Milli Takımı’nın başına
geçmek ister. Tıpkı Marcelo Bielsa gibi. Fakat
kendisine hem Espanyol’dan hem de Arjantin’den
teklif gelince, tekliflerin ikisini birden kabul etmez.
Temmuz 1998 sonunda Arjantin ile görüşürken
Espanyol’un teklifini kabul eden Bielsa, takımın
sezon öncesi hazırlık kampını yürütürken bir
taraftan Arjantin ile olan görüşmeye devam etti.
Passarella’dan boşalan koltuğa AFA’nın gerçekten
kendisini geçirmek isteyip istemediğinden emin
olmamış olabilir. Fakat bunun için de 3 ay görevini
sürdürmesi ve kendisini kovdurması gerekmiyordu
elbette. 17 Ağustos’ta Arjantin, Bielsa’yı takımın
başına geçirdiğini resmen açıkladı ve o gün
savaş başladı. El Pais’ten Robert Alvarez’e göre
Bielsa’nın sözleşmesinde milli takımdan teklif
alırsa yerine birisi bulunana kadar takımın başında
kalma zorunluğu vardı. Bielsa bu maddeyi aktif
hale getirmek için kulüple masaya oturdu ve bir
aylık görüşmelerin ardından 18 Eylül’de kulüple
mutabakata vardı. Anlaşmaya göre Espanyol
kulübeye birini bulsa da bulmasa da 24 Aralık’ta
Bielsa’yı serbest bırakacaktı. Fakat Bielsa o kadar
beklemedi bile. Arjantin’in resmen teklif yaptığı 17
Ağustos’tan sonraki ilk La Liga maçını bir kenara
koyarsak adeta kendini kovdurmak için elinden
geleni yaptı; 5 maçta 1 galibiyet bile alamadı.
Kısacası yine kendini kovdurmayı başardı. Tıpkı
Athletic’te olduğu gibi. Ya da Marsilya’da yapmaya
çalıştığı şey gibi.
Bielsa’nın Avrupa’da çalıştırdığı üçüncü kulüp olan
Marsilya’da da aynı senaryoyu yaşaması ya talihsiz
bir tesadüf, ya Avrupalıların anlayışsızlığı ya da
Marcelo “El Loco” Bielsa. Yönetimle sudan sebeple
kavgasını etti, yönetimi birden fazla kez istifayla
tehdit etti, kendisine bir ceza verilip verilmeyeceği
-daha doğrusu dolaylı yoldan kovulmayı bekleyip
beklemediği- sorulduğunda “ben kulübüme
bağlıyım” cevabını verdi, buna rağmen sözleşme
yenileyip yenilemeyeceği yönündeki soruları ise
yine başarılı bir biçimde yanıtsız bırakmayı başardı.
Gerçi şunu da unutmamak lazım; Marsilya’yı da
işin içine katarsak Avrupa’da çalıştırdığı takımlarda
kovulma oranı %33,3. Yine de kazandığı kupa
sayısından fazla.
Milli takım hocası?
Bielsa’yı başarısız kılan faktörlerden birisi de
tartışmaya açık bir şekilde onun dâhi olarak
görülmesini sağlayan antrenman metotları.
Oyuncularını her gittiği takımda robotlaştırmaya
çalışması, bir başka ifadeyle ağır antrenman
metotları Bielsa’nın tüm takımlarında sezon
sonu bocalamasına yol açan faktörlerin başında
geliyor. Espanyol’u tüm sezon çalıştırmadığını bir
kenara koyarsak 1998’den bu yana çalıştırdığı tek
kulüp takımı olan Athletic’te başarılı olarak kabul
edildiği sezonda Avrupa Ligi’ni alamamasının en
büyük sebebi de buydu. Üç kulvarda yoluna devam
etmesine rağmen üç kulvarda yarışabilecek bir
takım yaratamamıştı. Birçok oyuncu, Bielsa’nın
ayrılmasının ardından Avrupa Ligi Finali’nde
adım atacak halimiz kalmadı diyerek Bielsa’nın
sezon sonunu düşünmediğini vurgularken Euro
2012’de Fernando Llorente’yi kadroya almasına
rağmen neredeyse hiç kullanmayan Vicente del
Bosque de Llorente için “Takımın toplandığı ilk
gün yürüyemeyecek haldeydi. Muhtemelen kariyeri
boyunca bir daha hiçbir sezon bu denli ağır bir
antrenman sezonu geçirmeyeceğinin kendisi de
farkında” demişti. Hem de Bielsa ile Llorente’nin
arası henüz açılmadan önce. Örnekler çoğaltılabilir.
Marsilya’da da sezonun ikinci yarısı sergilenecek
performans şimdilik tek kulvarda devam eden
Marsilya için Bielsa’nın bu konudaki defosunun
devam edip etmeyeceğini gösterecek ama şurası
bir gerçek ki Marsilya’nın sezona başladığı gibi
devam etme ihtimali, düşüşe geçme ihtimalinden
çok daha az. Yoksa Şili’deki kısmi başarısının en
büyük sebebi 3 günde bir maç olmaması mıydı?
Bielsa taktiksel olarak özel bir hoca olmasına
rağmen bu açıdan bir kulüp teknik direktöründen
ziyade bir milli takım hocası çiziyor. İstemese de
bu profile dönüşmüş durumda. Şili ile yaptıkları,
en azından Athletic ve Marsilya’da yaşadıklarıyla
kıyaslanınca kısmen Bielsa’nın profili daha da
belirgin bir biçimde ortaya çıkıyor. Hakeza son 15
senede “dâhi” olarak görülmesine rağmen sadece
iki kulübün Bielsa riskini alması ve Bielsa’nın bu
kulüplerde oynattığı futbola rağmen gündeme
istisnasız bir biçimde “oyuncu kalitesini” yerdiği
için yönetimlerle yaşadığı problemlerle gelmesi
de. Muhtemelen kurulu bir takıma gelmektense
kadrosunu kendisinin belirlediği bir takım Bielsa’yı
oyuncuları tarafından daha çekilebilir, dolayısıyla
da daha başarılı kılıyor. Zaten Marsilya’da da
yarattığı kaosla problemli bir karakteri olduğunu
bir kez daha ortaya koyduktan sonra, üst düzey
bir kulübün Bielsa kumarını oynama ihtimali, en
azından Arjantin Milli Takımı’nın önümüzdeki
5 sene içerisinde bu kumarı oynama ihtimaliyle
kıyaslandığında fazlasıyla düşük.
Başarı kıstasında önemli bir etken olsa da
kazanılan kupalar elbette tek başına bir hocanın
başarılı olup olmadığını belirlemiyor. Ortaya
konulan oyun, kulüp ve taraftarlarla ilişkiler,
oyuncu grubunda bir harmoni yaratabilmek,
taktiksel ve yönetimsel hatalarını kabullenerek
kusursuzluk ütopyasına bir adım daha yaklaşmak
gibi nice kıstas mevcut. Belki dikkatinizi çekmiştir;
bu kıstasların bir çoğu birbiriyle bağımlı ve insan
ilişkileri üzerine kurulu. Futbolun insanların
oynadığı bir oyun olduğu düşünülünce taktik
konular bile! Zaten bu taşlar bir araya geldiğinde
kupalar da kendiliğinden geliyor. Bielsa için var
olmayan bu taşlar… Peki ya Bielsa, 19’uncusu
önümüzdeki sene Çin’in Hefei şehrinde
düzenlenecek RoboCup’ta (Robot Futbol Dünya
Kupası) yıllardır hayalini kurduğu robotları
yönetmeyi tercih etse… Bu sefer de kol bozuk
çıkar mı dersiniz?
Bielsa Özel HF162
Kaan Kavuşan
DÂHi
Bielsa dâhidir çünkü futbol bir ders
olsa başöğretmeni o olurdu!
Bielsa çok önemli River Plate maçı öncesinde Velez
Sarsfield’lı futbolcu Martin Posse’yi yanına çağırır
ve şöyle der; “Martin, yarınki maçta Juan Pablo
Sorin’i kovalaman gerecek. Gerekirse yatağına
kadar eşlik edeceksin.” Martin Posse duyduğu
şey karşısında şaşırmıştır. Çünkü hücumları ve
yeteneğiyle bilinen bir kanat oyuncusu olarak
aklı hep gol ve asistlerdedir. Şaşkınlıkla cevap
verir: “Marcelo, saygısızlık olmasın ama dediğini
yaparsam hücumdaki verimim düşer.” Bielsa
sakin bir ses tonuyla tartışmaya son noktayı
koyar: “Mükemmel. Bunda olumsuz bir yan yok,
Martin. Git, Sorin’le konuş. Maç boyunca hücuma
çıkmamayı kabul ederse, o zaman sorun çözülmüş
demektir!”
Bielsa’nın sorgulanmaz militaristik otoritesi
yüzünden, Posse’ye suratını asmaktan başka çare
kalmaz ama o maçta oynadığı oyun, gazetelerce
kahraman gösterilmesine sebep olur. Sezon
sonundaysa Velez, Clausura’yı kazanır.
Kolay adam değildir Bielsa. Boşuna “El Loco” (Deli)
lakabı koyulmamıştır ona. Fakat zor bir adam oluşu
dehasının üstünü örtemeyecek kadar önemsizdir.
Genellikle dâhilik ve delilik arasında ince bir çizgi
olduğu söylenir ama ikisi iç içe geçmiş kavramlardır.
Dünyayı -konumuz özelinde futbolu- değiştirmek
için biraz deli olmak zorunludur. Athletic Club’tan
eski oyuncusu Fernando Llorente, “İlk başlarda
ısrarcılığı ve ‘hayır’ı cevap olarak kabul etmeyişi
sinirlerinizi alt üst edebilir ama sonunda bir dâhi
olduğunu anlarsınız” diyor onun için.
Başarısızlık bu mu yani?
Yönetimlerle tartışır, komando antrenmanlarıyla
oyuncularının canını çıkarır, geçinmesi zordur; ama
hepsinin ötesinde, dedikleri uygulandığında adeta
bir sihirli değnek vardır elinde Bielsa’nın. Bugün o
değnek şu ana kadar çalıştırdığı en yüksek profilli
kulüp takımı olan Marsilya’nın üstünde. Kadro
yapısını incelediğinizde Marsilya’nın en fazla orta
sıralara oynayabilecek bireysel futbolcu kalitesinin
farkına varırsınız. Ama bugün o Marsilya, PSG gibi
para babası bir takım ve Lyon gibi bir ekol takımıyla
şampiyonluk mücadelesini kafa kafaya sürdürüyor.
Herkes %200’ünü veriyor takıma. Herkesin adam
olmaz dediği büyük yetenek Thauvin, Bielsa
öncesinde sadece ‘gelecek vaat eden’ oyuncu olan
Imbula ve daha ileri sıçramayacağı düşünülen
Gignac, bugün Avrupa devlerinin transfer
listesinde. Athletic Club’a oynattığı Avrupa Ligi
finalini, kulüp bir daha ne zaman görebilir emin
değilim. Şili Milli Takımı herkesin hayran olduğu
bir futbol ekolü hâline geldiyse, bir numaralı
sorumlusu o. Arjantin Milli Takımı, o gittikten sonra
kupaları sıralayamadığı gibi, bir daha o kalitede
futbol da oynayamadıysa da…
Chelsea, PSG, Bayern, Real Madrid gibi zenginliğiyle
diğer tüm takımlardan oyuncu toplayan takımların
hocası olmadı hiçbir zaman Bielsa. Çünkü Bielsa
kendine inanan ve hükümdarlığını kabul eden
oyuncularla yol almak zorundadır. Eldeki verilere
bakıp büyük kupa kazanma şansı olmadı diye onu
başarısız mı sayılmalı, yoksa futbola kattıkları için
başarılı mı sayılmalıyız, ona siz karar verin.
“Kazanmak için iyi oynarız”
Başarı hakkında şöyle diyor Arjantinli hoca; “Bana
gazeteciler genelde kazanmak ve iyi oynamak
arasında hangisini tercih ettiğimi sorarlar. Ben bu
ayrıma karşıyım. Biz kazanmak için iyi oynarız.
Bunlar iki ayrı seçenek değil. Başarıya ulaşan yolda,
güzel oynamaktan daha hızlısı ve hoşu yok.”
İyi oynamak için başarısız olma riski de alınmak
zorundadır çoğu zaman. Acı yoksa kazanmak da
yoktur. Bielsa, “Başarı; biçimi bozan, gevşeten,
aldatıcı, bizi daha kötü yapan ve kendimize aşık
olmamızı sağlayan bir şey olabiliyor. Başarısızlıksa
tam tersi. Başarısızlık antrenman demek, daha iyi
olmaya çalışmak demek. Mahkumiyetiyle bizi daha
güçlü yapan bir şey” diyor başarı hırsını anlatırken.
Bunu bir “kaybeden edebiyatı” olarak okuduysanız,
ben ne anladığımı söyleyeyim; “Her gün, her saniye
başarıyı odağına almak eninde sonunda, toplamda
başarılı olmamayı getiriyor.”
Bir hayli göreceli olabilecek,
“Başarılı mı, değil mi?”
tartışmalarını bir kenara
bırakalım ve onu bir dâhi yapan
özelliklerine odaklanalım biz…
Mükemmellik ve
kusursuzluk arasındaki
farkı bilen adam
Bielsa bir idealisttir her şeyden
önce. Hayatına da ideallerinin
peşinde bir adam olarak
başlamıştır zaten. Önce babasının
tuttuğu takım Rosario Central
yerine Newell’s Old Boys’u
tutmaya başlamış küçük
yaşlarda; sonra babası, erkek ve
kız kardeşleri Arjantin’in önemli
politikacılarından olmasına rağmen o tüm ısrarları,
‘Gel oğlum, yapma etme... Önünde iyi bir kariyer
var’ nasihatlerini es geçip futbolcu olmaya karar
vermiş bir adamdır. Sakatlık sebebiyle henüz 25
yaşında oyunu bıraksa da bu sefer gözünü teknik
direktörlüğe dikmiş bir futbolcu eksidir. Ünlü
bir eski futbolcu değilseniz, maça 1-0 geriden
başlarsınız. Çok çalışması gerekmiştir onun da. Bu,
tabii Mourinho ve Sacchi gibi hocalar için de geçerli.
Bielsa için de tek çare kafa patlamaya devam
etmekmiş. Onun için bir takıntı haline gelen futbol
videolarını toplayama bu dönemden başlamış
mesela. Kendi mükemmelliğinin peşine düşmüş
ve mükemmellik ile kusursuzluk arasındaki farkı
anlamış. Kusursuzluğun peşinde olmak, insanı
eninde sonunda vasatlığa yöneltir. Çünkü kusursuz
bir düzen kurmaya çalışırsanız, risk almıyorsunuz
demektir. Kusur hataları en aza indirgemekten
geçer. Bu da sizi bütünde bir mükemmelliğe
ulaştırmaz.
Başöğretmen Bielsa!
Bielsa’nın dev bir maç arşivine sahip olduğunu
söylemiştik. Bu rakam 10 binlerde. Her maç üzerine
düşünülmüş, her maç üzerine gözlemlenmiş bir
ayrıntı var. Analiz programlarından da yardım
alıyor fikrini oluştururken Arjantin hoca. Bu izleme
tecrübesi sayesinde futbolun içindeki her şeye
karşı bir fikri var. Hiçbiri de muğlak değil. Martin
Posse, “Futbol hakkında fikirleri
çok net. Herkese bunu çok
anlatıyor ve her oyuncusunu
neyi, neden istediği konusunda
ikna ediyor” diyor. Bu ego,
oldukça didaktik bir öğretmene
dönüşmesini sağlıyor Bielsa’nın.
Bilbao’daki antrenmanlarından
birkaçında oyuncularına
topun neresine vurmaları
gerektiğini anlatmış, bununla
da yetinmemiş vurmaları
gereken yerleri kramponlarında
boyamış Arjantinli hoca. Futbol
dışındaki taktik çalışmalarda
da video görüntüleri büyük
bir yer oynuyor. Bu fazla kafa
çalıştırma hali mutlaka ayrıntılı
bir anlatma sefahati ve münazaralar gerektiriyor.
5-6 saat süren video seanslarında oyunculara
neler yapmaları gerektiğini tek tek anlatıyor.
Oyuncularının canını çıkardığı antrenmanlar
sırasında oyunu sık sık kesiyor ve herkese neler
yapması gerektiğini anlatıyor. Bir hayli dediğim
dedik bir hoca Bielsa, her iyi öğretmenin olduğu
gibi. Öğretmenizden çok bildiğinize inanıyorsanız,
gelişim gösteremezsiniz. Bielsa’nın oyuncularıysa
A’dan Z’ye hep bir gelişim içindeler. Geriye giden bir
tane futbolcu gösteremezsiniz.
Felsefe sahibi bir adam
Çünkü Bielsa bir progresiftir. Futbolun nasıl göze
hoş gelen bir şekilde oynanması gerektiğine
dair bir fikri vardır her zaman. Taktiklerinde
önlemden ziyade, nasıl daha iyi oynayabileceğinin,
oyununu nasıl geliştirebileceğinin yollarını arar.
“Benim için futbol hareketliliktir” diyor. “Hep
koşmak zorundasınız. Bir futbolcu, futbolda hiçbir
koşulda olduğu yerde dikilemez. Ben takıntılı bir
hücumcuyum. İzlediğim o tüm videoları da atak
yapmak için izliyorum, defans yapmak için değil.
Defans yöntemim ne biliyor musunuz? Herkes
(bütün takım) koşar. Koşmak arzuyla alakalı bir
mesele olduğuna göre, defans yapmak yaratıcı
olmaktan daha kolaydır çünkü yaratmak yetenek
gerektirir.” Bu felsefi beyin jimnastiği Bielsa’yı
büyük bir taktik deha haline getiren şey de aynı
zamanda.
Takımlarını hareketlilik ve dinamizm ekseninde
kuran hocanın en büyük alametifarikası taktiksel
geçişliliği. 4-3-3, 3-3-3-1, 1-3-3-3, 3-5-2 ve 4-23-1… Bunların hepsini bir sezonda -daha da ileri
gidiyorum bir maçta- saha içinde görebilirsiniz,
adeta kaotiktir dışarıdan bakanlara göre. Top
kendinde değilken bol pres ve alan parselleyiş, top
kendiyken en doğudan bir şekilde kaleye inmek bu
geçişliğinin anahtarlarından. Onun için önemli olan
bir taş yerinden kaydığında, tüm takımın mekanik
hareketi sayesinde oyun stilinin bozulmaması.
Taktiklerle kafayı bozmuş bir başka hoca Pep
Guardiola’nın, onu “Gezegen üzerindeki en büyük
hoca” ilan edişi boşuna değil.
Detaylar konusunda obsesif
Bielsa aynı zamanda agresif bir stile sahip. Bir
futbol sever için en önemli şey futbolcuların
arzusudur herhalde. Her şey telafi edilebilir ama
isteksizlik asla. Guardiola onun anlayışı için şöyle
diyor; “Bielsa takımları çok agresif. Nefes almanıza
bile izin vermiyorlar. Yedi kişiyle ceza sahası içindeler,
bir bakıyorsunuz topu kaptırıyorlar ama 11 kişiyle
defanstalar!” Bu ağır militaristik antrenmanları
gerektiriyor tabii. Herkes antrenmanların çok ağır
olduğu kabul ediyor. Şu an Marsilya’da oyuncusu
olan Gignac şöyle diyor; “Evet, antrenmanlar çok
sıkı ama aydınlatıcı. Hem taktik hem de teknik
açıdan. Bielsa her şeyi en ufak detayına kadar biliyor.
Antrenman programlarına bir göz attım. Yüzlercesi
var. Her biri analiz ettiği maçlar üstüne kurulmuş.
Bize saf ve gerçek futbolu o öğretti.”
Ekmeğim çık taştan!
Bielsa ekmeğini taştan çıkarır yani. Benzer bir
şekilde ekmeğini taştan çıkarıp Atletico Madrid
ile mucizeler yaratmaya devam eden Diego
Simeone milli takımdan hocası için şöyle diyor
biyografisinde; “Her oyuncudan alabileceği en
iyi performansı almayı çok iyi bilir. Bir kere onun
takımına girdiğinizde, bambaşka bir oyuncu olarak
çıkarırsınız.” Bielsa bu başarıyı dürüstlüğüyle
sağladığını düşünüyor ve şöyle diyor; “Bir teknik
direktörün yapabileceği en büyük iki hata nedir
biliyor musunuz? Uçabilecek bir oyuncuları
yürümeye zorlamak ve uçamayacak oyuncuları
uçabileceğine inandırmak.” Baya delice bence de
ama işe yarıyor.
Eski öğrencisi Iker Muniain’e de sormuşlar; “Bielsa
söylendiği kadar deli mi gerçekten?” diye. Şöyle
cevap vermiş genç yetenek; “Hayır, tabii ki değil.
Daha da deli!” Ünlü yazar Philip K. Dick “Bazen
içinde bulunduğumuz gerçekliğe vereceğimiz en
iyi tepki delirmektir” der. Bielsa’nın da içinde yer
aldığı, sadece kupaların başarı sayıldığı futbol
dünyası içindeyseniz; sadece güzel oyunla başarıya
ulaşmak isteyen bir anlayışın ısrarla inşası, pek
tabii ki delilik olarak nitelenebilir. Başarının etki
alanına bakmadan, sadece kupaya ve rakamlara
indirgenmesi, bir anlamda Dünya Kupası sahibi
Kleberson’un Cruyff’tan daha iyi futbolcu olduğunu
söylemeye benziyor. Bu düz, gerçekçi olduğunu
iddia eden mantığın izinden gitmektense,
Bielsa’nın dâhi deliliğinin izinden giderim daha iyi!
Rıdvan Erdem
Fransa HF162
KADRO AYNI, OYUN FARKLI
Marcelo Bielsa’nın Marsilya’ya gelişi kulübün
taraftarları başta olmak üzere futbolun romantik
tarafı ile ilgilenen herkeste büyük bir heyecan
yarattı. Geçtiğimiz yıl Nuri Bilge Ceylan filmleri
misali durağan bir oyun oynayan Olympique
Marseille, usta yönetmenin eriştiği kalitenin
çeyreğine dahi yaklaşamamıştı. Elie Baup ve José
Anigo’nun aksine, Marcelo Bielsa kanı hızlı akan
Marseille taraftarına izlemekten zevk alacakları bir
futbol vaat ediyordu.
Sezon başı hazırlık kamplarında ezber bozan
oyuncu seçimleriyle ön plana çıktı Bielsa. Sol
bek olan Morel’i sıklıkla stoper’de kullanırken,
“çapa” olarak nitelendirilen Alaxys Romao’yu
N’Koulou’nun yedeği gibi görevlendirdi. Her maç
öncesi ve sonrası yaptığı açıklamalarda aşağı
yukarı aynı şeyleri söylüyordu ‘El Loco’, “Kimin
nerede oynadığı önemli değil, önemli olan herkesin
aynı mentaliteye uyup görevini optimum düzeyde
yerine getirmesi”.
Şili Milli Takımı’nı çalıştırırken kullandığı oyun
formatının bir türevini yerleştirmeye çalıştı Bielsa
sezon başından beri. Oyuncularının teknik ve
mental yeteneklerini göz önünde bulundurarak,
onları bu özelliklerine göre saha içinde
görevlendirdi.
Kuş bakışı Bielsa’nın sitemi
Bielsa Avrupa’da ve Dünya’da bir çok antrenör
için ilham kaynağı olmuştur. Bu sezon başından
beri Marseille’de kullandığı sistemin en çok göze
batan kısmı hücum varyasyonlarındaki zenginlik
olsa da, taktiği asıl işleten unsur defansif başarısı.
3 varyant üzerine kurulu olan sistem’de dizilişler
maç içinde şu şekilde değişebiliryor: 4-1-4-1; 3-4-21; 4-1-2-3.
Savunma yapma biçimini topa sahip olma veya
amiyane tabirle “topa basarak” yaptırmıyor Bielsa.
Markajı teke tek yapmaktansa, saha içindeki
pencere ve rakiplerin dizilişlerine göre uygulatıyor.
Bu durumda, genelde kullandığı tek santrfor iki
rakip stoperin arasında gezinmekle yetiniyor. Bu
oyunculara direkt olarak baskı yapmaktansa,
aralarındaki olası bir pas bağlantısını kesmeyi
tercih ediyor. Kanat oyuncuları ve merkezde kalan
iki orta saha oyuncusu rakibin iki beki ve orta
sahadaki iki oyuncusundan sorumlu oluyorlar.
Yani burada bire birdeki üstünlük ön plana çıkmış
oluyor ve rakip takım ikinci bölgede 4’lü bir set’i
aşmak zorunda bırakılıyor. 4’e 4 yapılan bu markaj
oyununda Bielsa’nın temel amacı kısa pasları
engelleyerek rakibini teknik kapasite açısından
zorlamak. Uzun toplarla çıkamayan takımlar
karşısında böylece ciddi bir avantaj elde etmiş
oluyor Marsilya.
Rakibi uzun topla çıktığında ise, Bielsa kendi
yarı alanında yer alan oyuncularına (özellikle geri
4’lü ve onların önünde yer alan 6 numaraya) sert
bir pres uygulattırmayı tercih ediyor. Bu görevi
üstlenecek oyuncuların ikili mücadele kazanma
oranları hayati önem taşıyor. Eğer direkt oyunda,
yani uzun paslarla çıkan bir rakibe karşı ikili
mücadelelerde ayakta kalamazsanız, sürekli
top kayıpları yaparak sistemi işletemez hale
geliyorsunuz.
Genel olarak düşünce oldukça basit: Rakibi uzun
oynamaya zorlamak ve savunmadaki oyuncuların
yardımı ile tüm ikili mücadeleleri kazanıp hızlı bir
şekilde yeniden hücuma çıkmak.
Marcelo Bielsa yarattığı bu sistemde ileride
iki hücum oyuncusu ile rakip stoperlere pres
yapmayarak, kendi yarı sahasında 1 oyuncu
fazla kullanma hakkına sahip oluyor ve böylece
sistemindeki ikili mücadele kazanma oranını
arttırma şansı doğuruyor.
Yönetim mi haklı Bielsa mı?
Bazı teknik adamların niçin Türkiye’ye
gelmemeleri gerektiği hal ve tavırlarında saklıdır.
“Deli mi? Dahi mi?” diye kendimize sorarken Bielsa
hakkında, ülkemizde referanduma gitmek zorunda
kalabiliriz. Alışılmışın dışındaki demeçleriyle El
Loco çalıştırdığı kulüplerin yönetimleriyle çoğu
zaman ters düşmüş fakat idealist huyundan
asla ödün vermemişti. Marsilya’da da bu durum
değişmedi.
Sezon başında başkan Vincent Labrune’ün
transferler konusunda Bielsa’dan bağımsız
hareket etmesi Arjantinliyi çileden çıkarmaya
yetti de arttı bile. Henüz görevini yeni
devralmışken Valbuena’nın Dinamo Moskova’ya
satılması ve istediği oyuncuların alınmaması
Bielsa’yı basın toplantısı yaparak yönetimi kurşuna
dizmeye sevk etti.
Olaylı geçen toplantıda El Loco, “Gönderilen
oyuncular hakkında bir bilgim yoktu, açıkçası kimse
bana bir şey sormadı. Transfer edilen diğer isimlere
gelecek olursak, hiç biri benim yönetime sunduğum
listede yer almıyordu. Yani olayı şu şekilde
özetleyebiliriz: Benim iznim olmadan oyuncular
gönderildi, bana sorulmadan oyuncular alındı.
Mevzu bundan ibaret” dedi.
Doria
Bütün bunlar yaşanırken başkent takımı Paris
Saint Germain’e olan “yakınlığı” ile bilinen
L’Equipe gazetesi, yangına biraz daha körükle
giderek Bielsa’nın gönderileceği yönünde haberler
yayımlamaya başladı. Olayı geçiştiren Marsilya
Başkanı Vincent Labrune, itiraf etmeliyim ki bu
krizi güzel idare etti. Fakat hesaba katmadıkları bir
şey vardı: Bielsa’nın inadı.
Doria hikâyesi
Son 3-4 yıldır ismi transfer piyasasında “gelecek
vaat eden” oyuncular listesinde geçen Brezilyalı
stoper Doria’yı Marsilya yönetimi tabir-i caizse
bir kamyon para dökerek aldı. Uğruna 8 milyon
euro harcanan Doria, yönetim ve Bielsa arasında
yaşanan inatlaşmanın kurbanı oldu. 20 yaşındaki
yıldız adayı savunma oyuncusu tek bir dakika bile
süre alamazken, sosyal medyada alay konusu
oldu.
Öyle ki, geçtiğimiz günlerde Fransız bir spor yazarı
Marcelo Bielsa’nın Marsilya’daki merkezi defans
oyuncusu hiyerarşisini çizdi;
sekiz muhasebe departmanından Micheline hanım
ve tüm bunlar sakatlanır veya cezalı olursa nihayet
Doria!
Netice itibariyle bu takımın Doria’ya, onun da
gelişmek için Marsilya’ya ihtiyacı var. Tek bir yanlış
(ki bana sorarsanız doğru bildiğinden şaşmamak
sağlam bir omurga göstergesidir) tüm doğrularını
elbette götürmez. Fakat şu bir gerçek ki, Marsilya
çok kıymetli bir oyuncusunu yöneticilerinin ve
başkanının acizliği yüzünden kullanamadan
kaybetmek üzere.
Bu resme göre Bielsa’nın kafasında birinci stoper
N’Koulou, ikinci stoper Morel, üç numara Fanni,
dört genç isim Baptiste Aloé, beş bir diğer genç
Sparagna, altı takımın aşçısı José Hernandez, yedi
numara temizlik görevlisi Jocelyn Sainte-Rose,
Sezon sonu şampiyonluk zor görünse de, Bielsa
takımın başında olduğu ve istedikleri yapıldığı
sürece Marsilya’nın son yıllarda başına gelen
en güzel şey olarak kalacaktır. Geçen yıl yokları
oynayan bu takımı küllerinden inşa etmek, düpe
düz sanattır.
Emre Gürkaynak
Büyüteç HF162
SONRAKi
BÜYÜK OLAY
Türkçede tam anlamıyla karşılık bulamayan ‘The Next Big Thing’ deyişinin, futbol
sahasındaki tanımı, 16 yaşında bir çocuk son zamanlarda. Martin Ødegaard
Dünyada geçirdiği gün sayısı, yıla vurulduğunda
15’e tekabül eden biri, genelde okula gidiyor olur.
Bu kişi okulunda çok başarılı olabilir hatta bu
başarısının yanına sportif kanadı eklemiş olma
ihtimali de vardır. Yahut derslerinde zorlanır ama
konu spor olduğunda gayet iyidir. 15 yaşında biri
okul takımında oynayabilir, takımın en iyisi olabilir,
yaptıklarıyla yaşadığı şehre adını ezberletebilir.
Bazılarının menzili ise daha da geniştir. Adını
ezberlettiği şehir değil, ülkedir. 15 yaşında biri
herhangi bir spor dalında ülkesini temsil ediyor
olabilir, dünya rekoru kırabilir, Olimpiyatlar’da
madalya kazanabilir -ki bu durumun birçok örneği
vardır.
Dışarıdan alanında her şeyi yapabilecek güce
sahip gözüken bu 15 yaşında birileri, içeride de
dışa yansıyandan pek farklı hissetmez tahminen.
Ancak her şeyin ötesinde kalan bazı noktalar da
vardır. 15 yaşında biri çoğu ülkede ehliyet alamaz.
Alkol alması kuralların dışına çıkması demektir.
Ayrıca bu yaşta birinin bütün dünyanın gözü
önünde Arsenal senin Bayern Münih benim
dolaşıp; Real Madrid’e milyon dolarlık anlaşmayla
katılması da ne mümkün ne de görülür şeydir.
Norveçli Martin Ødegaard da 15 yaşında biriydi.
Çok değil bir sene önce. Ancak o ‘çok değil’
diye tanımladığımız aralıkta, muhtemelen okul
takımında oynamadı ama adını yaptıklarıyla önce
yaşadığı şehre sonra ülkeye ezberletti. Sonra da
dünyaya. Rekor kırıp, Olimpiyat altını kazanma
şansı yoktu belki ama futbolda ülkesini temsil
de etti iyi şekilde. 16 yaşına geldiğinde, Norveç
1. Ligi’nde forma giyen ve gol atan en genç
oyuncuydu. Norveç Milli Takımı’nda oynayan
en genç isim olmayı da başarmıştı. Avrupa
Şampiyonası Elemeleri tarihine adını yazdırırken
de titri çok farklı olmayacaktı. Ancak Ødegaard
bunlarla yetinmedi bir de üstüne ehliyet aldı!
Ajax, Arsenal, Bayern Münih ve taraftarı
olduğu Liverpool’un (bu kulüplerin Ødegaard’la
ilgilenenlerin ufak bir kısmı olduğu söyleniyor)
tekliflerini reddeden Ødegaard, Real Madrid’le
6 yıllık anlaşma imzaladı. İspanya medyasına
göre Norveç ekibi Stromgodset, bu transferden 3
milyon euro kazandı. Onun ehliyeti buydu.
Futbol dünyasının ‘next big thing’i Ødegaard’ın
Real’deki ilk senesinde Zidane’ın çalıştırdığı
Castilla’da oynayıp ardından A takıma çıkması
bekleniyor. Kendisine biçilen rol de Real Madrid’in
geleceği. Hal böyle olunca Ødegaard’ın ne kadar iyi
olduğundan çok baskıyı kaldırıp kaldıramayacağı
konuşuluyor.
Hakkında bildiklerimiz sınırlı. Kendisi de bir
dönem futbol oynayan babasının anlattıklarından
küçüklüğünden beri, birkaç sene evvel oluyor,
fazladan antrenman yaptığını öğreniyor ve
buradan çalışkan olduğunu çıkarıyoruz. Zaman
zaman ‘yeni Messi’ olarak anılan sol ayaklı
Ødegaard hakkında internette gezinen videolar da
bonservis bedeline destek çıkar cinsten. Şimdilik
her şey baskıya karşı koyabileceğini gösteriyor
yani.
Norveçli futbol yazarı Thore Haugstad’ın ‘filler
arasındaki balet’ olarak anlattığı 16 yaşındaki
Ødegaard’ın, Cristiano Ronaldo ve Ramos’la
çektirdiği bir fotoğraf var. İleride o fotoğrafa
baktığında pişmanlık görmemek için şimdi,
yine aynı fotoğraftaki iş disiplini ve sportif
doyumsuzluğu fark etmeli. Bunu başardığı
takdirde zaten heybesinde olan çalışkanlığı ve
yeteneğiyle filler arasında dans çok daha kolay
olacaktır.
Cihat Akbel
Afrika Uluslar Kupası HF162
EKVATOR GiNESi
SÜRPRiZ YUMURTA
Organizasyona aylar kala ev sahipliğini üstlenen Ekvator Ginesi muhteşem
bir sürprize imza atarak çeyrek finale kalmayı başardı. Rakipleri Tunus...
İyi başlamak, rakip Kongo
Müthiş bir seyirci atmosferiyle start alan
turnuvada ilk maç profesör lakaplı kurt hoca
Claude Le Roy’un Kongo’suna karşı oynandı.
Beklenildiği gibi Nsue önderliğinde hücumlarını
geliştiren ev sahibi, Balboa ve süper çocuk Iban
Edu’yla kontrolü eline aldı. İlk dakikalardaki baskı
da sonuç getirdi. Açılış golü Ekvator Ginesi’nin
kaptanı ve starı Nsue’den geldi. Claude Le Roy’un
devre arasındaki fırçası işe yaramış ki ikinci yarıda
bambaşka bir Kongo’yla karşılaştık. Son yarım
saate girilirdiğinde ise manzara belliydi: Kongo
hücum edecek, Ekvator Ginesi de kontra ataklarla
karşılık verecekti. Nitekim öyle oldu. Kontradan
geliştirilen atakta Emilio Nsue’nin nizami golü
ofsayt gerekçesiyle iptal edildi. Kendine güveni
yerine gelen ev sahibi, tecrübesizlikten kaynaklı
şuursuz hücumlara kalkışınca maçın bitimine 3
dakika kala kalesinde golü gördü. Böylece Ekvator
Ginesi maçtan önce iyi, fakat maç oynandıktan
sonra kötü sayılabilecek bir beraberlikle sahadan
ayrılmış oldu.
Rakip son finalist: Burkina Faso
Gruptaki ikinci maçta rakip 2013’ün finalisti güçlü
Burkina Faso’ydu. İlk karşılaşmalarında Gabon’a
kaybetmişlerdi ve buradan mutlaka 3 puanla
ayrılmak durumundaydılar. İlk düdükle birlikte
Burkina Faso’nun dominasyonuna şahit olduk.
Alain Traore’nin direkten dönen iki topu ve bir iki
cılız Ekvator Ginesi hücumuyla soyunma odasına
girildi. İkinci yarıya ev sahibi ekip daha dirençli
başladı. Fakat maçın sonlarına doğru kontrolü
yine Burkina Faso aldı. Alain Traore ve Pitroipa’nın
denemeleri de sonuçsuz kalınca maç 0-0’lık skorla
sonuçlandı. Böylece Ekvator Ginesi şansını son
maça taşıyordu.
En zor maç: Gabon
Ekvator Ginesi için kazanmak dışında hiçbir
sonuç yeterli değildi. Rakip Aubameyang gibi
bir süperstarı kadrosunda bulunduran güçlü
Gabon’du. İlk yarının tamamında kontrol
rakip takımda kaldı. Bu süre zarfında oldukça
iyi kapanan ev sahibi ekip soyunma odasına
beraberlikle döndü. Turnuvanın başından beri
tecrübesiyle takıma çok şey katan Javier Balboa
oscarlık performansıyla küçük bir müdaheleden
penaltı çıkarınca her şey kırmızı-beyazlıların lehine
döndü. 55. dakikadan sonra afallayan Gabon
korkunç ofansif denemelerle rakibinin ekmeğine
yağ sürdü. Ekvator Ginesi’nin dirençli takım
savunmasını bir türlü geçememeleri hücumlarının
şeklini de darmaduman etti. Bu bocalamaların
en üst seviyeye çıktığı anda sahneye süper çocuk
Iban Edu çıktı. Gabon’un tabutuna son çiviyi çakan
Valencialı oyuncu takımına da çeyrek final biletini
getiriyordu.
Federasyon ve Esteban
Becker faktörü
Turnuvayı 2 ay kala üstlenen Ekvator Ginesi
vaziyeti epey iyi götürüyor. Bazı ulaşım ve
konaklama sıkıntıları dışında büyük çaplı bir
problem yaşanmadı. Bunun dışında Bata’da
oynanan Ekvator Ginesi maçlarına müthiş bir
katılım var. 35 bin kapasiteli stat üç maçta da
40 bine yakın taraftara oynadı. Bunda kuşkusuz
en büyük pay tartışmalı devlet başkanı Teodoro
Obiang’ın satın alıp insanlara ücretsiz dağıttığı
biletler. Fakat genel olarak da ülkede maçlara ilgi
çok yoğun. Herkes beklemediği bir takımla karşı
karşıya.
Bir parantez de Arjantinli teknik direktör Esteban
Becker’e açmamız lazım. Zira sahadaki takım
Emilio Nsue
Esteban Becker
onun eseri. Sportif direktörlük yaptığı iki sene
içinde oyuncuları çok iyi gözlemlediğini görüyoruz.
Topsuz oyundaki diziliş ve sahaya kulübeden etkisi
takdire şayan. Enerjisi, imajı ve oyuncularla ilişkisi
de onu önemli kılan diğer özellikleri.
Oyun stili ve kilit oyuncular
Ekvator Ginesi’nin çok fazla maç yapmamış
olması, oyuncu grubunun belirsiz olması ve
takımın başına turnuvadan 3 hafta önce yeni bir
antrenörün getirilmesi kupa başlamadan önce
ev sahibi için dev bir soru işaretini de beraberinde
getirmişti. Turnuva başladığında ise bambaşka
bir manzarayla karşılaştık. Çok iyi alan kapatan,
topu ayağına aldığı zaman da en doğru şekilde
değerlendiren ‘iyi’ ayaklı oyunculardan kurulu bir
takım izledik. Futbol kültürlerini ve kadrosundaki
futbolcuların çoğunluğunu aldıkları eskiden
sömürgesi oldukları İspanya’dan da esintiler
taşıyorlar. Yani sahada klasik bir Afrika takımından
epey uzak bir manzara var. En önemli avantajları
Javier Balboa, Kike Boula, Iban Edu ve Nsue gibi
çok özellikli bir hücum hattına sahip olmaları.
Gözleri kapalı şekilde paslaşmaları, müthiş
yardımlaşmaları ofans hattını çok özel kılıyor.
Valencia B takımında top koşturan 19 yaşındaki
Iban Edu izleyenleri kendine hayran bırakıyor.
Orta sahanın göbeğindeki Zarandona ve Viera da
takımın olmazsa olmazları. Savunma hattında
ise Sipo, Randy ve Rui gibi bu turnuvada tanışma
fırsatı bulduğumuz önemli oyuncular bulunuyor.
Kaleci Felipe Ovono’yu ise yakında Avrupa’da
görebiliriz. Performansıyla zaferde pay sahibi olan
21 yaşındaki eldiven takım arkadaşlarına da güven
veriyor.
Javier Balboa
Iban Edu
Nereye kadar?
Ekvator Ginesi tarihinde ikinci kez katıldığı
turnuvada ikinci kez çeyrek finale kaldı. Ama bu
seferki takım 2012’deki kadrodan oyun olarak daha
farklı. Tribünlerdeki atmosfer de o günden sonra
epey değişmiş gözüküyor. Sahadaki futbol her
şeye açık. Şampiyon olabilirler mi, zor gözüküyor.
Fakat kesinlikle sürpriz yapacak potansiyeli
taşıyorlar. Rakip B grubunu lider tamamlayan
Tunus. İşleri oldukça güç. Yarı finale kalmaları bile
ulusal bir zafer anlamına geliyor. 2012’de Ekvator
Ginesi Kadın Futbol Takımı’na ev sahibiyken
şampiyonluk yaşatan Esteban Becker’i çok önemli
bir maç bekliyor. Becerebilecekler mi, izleyip
göreceğiz.
Mert Sarıbaş
Oyun
HF162
HAYATIN TA KENDiSi!
Maxim Tsigalko, Freddy Adu, Anatoli Todorov,
Temur Altunhan, Muslu Nalbantoğlu ve daha
nicesi... Bu yazdıklarımın sizin için bir isimden
çok daha fazla anlamı varsa siz de gençliğinizin
bir kısmını Football Manager’e kaptırmışsınız
demektir.
1992 yılında Championship Manager adıyla çıkan
ve bir çoğumuzun hayatına da bu adıyla dahil olan
oyun 2005 yılından itibaren Football Manager
adıyla çıkmaya başladı. Yine de Championship
Manager 01/02 ve 03/04 serilerinin yeri diğer
serilerden daha farklı desek yanılmış olmayız
sanırım, ikisini de halen oynayanlar var.
Geçenlerde Andy Murray’in instagram’a attığı
fotoğraf ile Football Manager oynadığını
öğrendik. Mansfield Town’u alt liglerden çıkartıp,
şampiyonluklar yaşatma hayalleri var gibi
duruyordu. Pek çoğumuz da oyunda tuttuğu
takımı alarak bu hayallerin peşinden gitmiştir.
Bundan iki yıl kadar önce Vugar Husynzade için
“Football Manager sayesinde teknik direktör
oldu” gibilerinden haberler çıkmıştı. Olayın
özü yansıtılan romantliklikten biraz uzak;
Husynzade, FC Bakü kulübünde asistanlık
görevini sürdürürken iki yıldır teknik direktörsüz
çalışan A2 takımının başına getiriliyor, bu terfide
Football Manager’in bir payı olmuyor. Fakat
oyunun büyük bağımlısı olan Husynzade’nin FC
Bakü A2 takımını yönetirken Football Manager
tecrübelerinden faydalandığı konusunda şüphe
yok. Yine iki ay kadar önce Football Manager
oyununun İskoçya’daki bazı okullarda beden
eğitimi dersi müfredatına dahil edileceğini
okumuştuk.
Kısaca bir oyundan çok daha fazlasını ifade eden
bu oyun için twitter’da açılan -@fmbaskanhesabı ise hissettiklerimize tercüme oluyor;
* “FM’de biz 2025’e kadar gittik arkadaşlar, pek bir şey değişmiyor.”
* “Sevilme duygusunu, sadece altyapıdan çıkardığı oyuncunun “sevdiği kişiler” kısmında adını görünce
tadan yalnız kahramanlara iyi geceler.”
* “Belki whatsapptan eski sevgilinin last seenine bakmıyoruz ama elimizden kaçan genç topçunun yeni
takımında neyaptığını herkesten iyi biliriz”
* “Rakip takım hocası bizim takım için “Potansiyelini
yansıtmıyor” dediğinde sakin kalamadık “
* “Şeytana uyup save ile oyun kazansa, çoluğuna
çocuğuna haram lokma yedirmiş gibi vicdan azabı
çeken adamların iyi niyeti tartışılmaz.”
* “Dinle bak, bir şampiyon oluyoruz, iki Türkiye kupasını alıyoruz, üç finansı da düzeltiyoruz, olay bitmiştir.”
* “Biri sakat, biri uyumsuz, biri formsuz, biri mutsuz derken onlarca futbolcunun kahrını çeken cefakar
hocaların Öğretmenler Günü kutlu olsun.”
* “Lisedeyken yüz vermediğimiz kız sonradan güzelleşmedi ama gençken bedavaya almadığımız oyuncu
sonradan dünya yıldızı olup yüreğimizi yaktı.”
* “Gurbetçi akrabalarından gelirken yanında çikolata değil bir fatih sonkaya, bir muslu nalbantoğlu
getirmesini bekleyen hasret dolu yürekler.”
* “38 şut çektiği maçta, rakibin tek şutuyla mağlup olmuş adamlara hayalkırıklığı anlatmıyorsunuz
inşallah?”
* “Birlikte şampiyonluklar yaşadığın oyuncuları yıllar sonra antrenör olarak teknik ekipte
biraraya toplamak > Ocean’s 11+12+13”
*”FM oynarken yanımıza gelen “kuzen” bizi
hiç anlamadı..”
* “İşler kötü gitmeye basladığında, kendi
kendine yaptığı hayali röportajlarda yönetime
bütçe konusunda laf sokan kardeşlerimiz,
hoş geldiniz.”
* “Biz vefayı, istifa ettiğimizde dakika
düşünmeden bizle birlikte görevi bırakan
kalender mesai arkadaşlarımızdan öğrendik.”

Benzer belgeler