Untitled

Transkript

Untitled
SİYAH BEYAZ DERGİSİ
:: EDİTÖR // YAYIN VE SANAT YÖNETMENİ ::
SELİM VARIŞLI
:: YAZARLAR ::
EMRE DEDEKARGINOĞLU, DURSUN ÇİFTKROSOĞLU,
GÖKHAN KORKMAZ, ASUMAN İNCİ,
MELİS SARILAR, ZELİHA KARAKOCA
:: İLETİŞİM ::
E-Mail: [email protected]
Facebook: www.facebook.com/siyahbeyazonline |
MySpace: www.myspace.com/siyahbeyazonline
Dünyanın en güzel insanlarından birini geçen ay kaybettik. Heavy Metal’in en önemli
kilometre taşlarından biri artık bu dünyada değil. Yazılacak çok şey var, yazmak istediğim
hiç bişey yok. Zira Dio için söylenecek her şey söylendi, yazılacak her şey yazıldı. Bu ayki
editör yazımız da bu olsun hatta.
Huzur içinde yatsın.
SELİM VARIŞLI
MELİS SARILAR
PETER PAN: RONNIE JAMES DIO
Bu bir yas yazısıdır.
Senelerim önümden geçti şimdi. Duygulandığım, üzüldüğüm,
sevindim günler. Günlere soundtrack olanlar. Kaybedilmişler ve
kaybedilen.
Gözlerinde yaşama sevinci vardı senin. Olmamalıydın. Bu
lanet sende büyümemeliydi. Sen de koşacakken gidenlerden
olmamalıydın.
Anlatacak bir sürü masallar vardı. Odamın içinde çınlayan sesin
pencereden içeri girecekti yine. Gölgeni dikmeme izin verecektin
. Büyüyecektim, dev olacaktım hayallerimin odasında.
Uçarken nefesin parıldayacaktı ardında. Aynı atmosferde nefes
almış olacaktık.
İnanılması güç. Bu da bir masal. Kanserin sırtına binip
Neverland’den de uzaklara gitmek.
Yaşam gözlerinin içindeydi. Kürenin içinde her yerinde. Masalcı
kulaklarımın derinliklerindeydi. Beynine örülmüş masalların. Ve
ruhun. Ruhun vardı senin. Dünyayı etkileyecek kadar.
İnanması güç, atmosferde nefesin dolaşmıyor artık. Yeni
masallar uçuşmayacak ruhumuzun posta kutularında. Ve biz
sadece eskileri yinelemek zorunda kalacağız. Onca insanı ardına
katıp Neverland’e götüreceksin yine. Ama nefesinin pırıltılı izini
göremeyeceğiz etrafında.
Parmakların bir daha birleşmeyecek. Umutsuz olmak içimden
gelen. Senin tersine. Hiçbir zaman tılsımın kaybolmadı içinden.
Kelimeler zor geçiyor boğazımdan. Anlatılamıyor. Gölgeni
dikmeye çalışan milyonlarca insan, gölgen yerine parmaklarını
iğneliyor şimdi. İnanamıyorlar gittiğine.
Parmakları kan içinde kalan, delik teşik bir sürü gölge terzin var
şimdi. Duaları dudaklarından dökülürken ağzına tuzlu bir tat
gelen. Her şey kapalı. Duyular gitmiş. Yerine sesin, melodilerin
kalmış. Masallarını milyonlarca insan hücrelerine kazıyor.
Dakikalar, saatler geçti. Bir kahraman daha kötüye yenildi dünya
yine bizlere kaldı vs.
Ronnie James Dio, gölgen olmasa da artık, yine dolaşacaksın
aramızda. Boşluğa tutunmak da var. Neverland’de sesin
yankılanacak yine. Ve sen o minik vücudun, muzip gözlerinle
ruhumuzu süsleyeceksin.
Umut tılsımın yine yardım edecek birilerine. Ölümsüzlüğe
hoşgeldin.
www.myspace.com/yolcubarankara
www.facebook.com/yolcubar
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Thrash Metal’in kurucularından olup da, kara
bahtının kölesi olan canımız cananımız gruplardandır
Exodus... Metallica’dan önce oradaydılar, ama
olanaksızlıklardan şanssızlıklardan, Gary Holt’un
kendi değişiyle “zamanlama konusunda mükemmel”
olmalarından hiçbir zaman hakettikleri ilgiyi tam
olarak göremediler. Hala tartışılan bir hadise olan
Big Four kapsamına kimileri Anthrax’ı çıkartıp onları
ekledi, çünkü onlara göre Exodus kökenlerine asla
ters düşmeden hep belirli bir çizgide ilerleyen tek
safkan Thrash Metal yadigarıydı. 1985 tarihli Bonded
By Blood eserleriyle Thrash Metal’i tanımlayan ayrı
bir eser ortaya koyan, aşırı ve sert müziklerini yıkıcı
tavırlarıyla destekleyen fakat uyuşturucu ve grup
içi problemler sebebiyle her zaman parçalı bulutlu
bir atmosfer içinde olmak zorunda kalan grup,
Pleasures Of The Flesh, Fabulous Disaster, Impact
Is Imminent ve Force Of Habit albümlerinden sonra
1993 senesinde deaktif konuma geçmiş, ‘97’de
tekrar toplanıp orijinal kadrosuyla Another Lesson
In Violence canlı kayıdını yayınlamış, ama yine
“zamanlama hatası” nedeniyle Nu-Metal’in zirvede
olduğu yıllar sebebiyle ilgi göremeyip tekrar
aktifliğini yitirmişti. Chuck Billy’nin kanser tedavisi
yararına düzenlenen Thrash Of The Titans konseri
için tekrar toplanmalarının ardından 2 Şubat 2002
tarihinde vokalleri Paul Baloff’u kaybetmeleri ile
tekrar darbe yiyen grup, ardından diğer vokalistleri
Steve Zetro Souza’yı tekrar saflarına katarak
yılların acısını Tempo Of The Damned albümüyle
çıkartmıştı. Bu kadar çilekeş bir kariyerin ekmeğini
ancak yiyebilmeye başlayan grup, 2004’te
yakaladığı bu rüzgarı günümüze kadar sürdürdü
ve yoluna hızla devam ediyor. Her ne kadar Tempo
Of The Damned sonrasında olaylı bir şekilde Steve
Souza ile tekrar yollarını ayırıp, Rob Dukes adlı yeni
bir vokalistle yollarına devam etseler de, son beş
senede yayınladıkları Shovel Headed Kill Machine
ve The Atrocity Exhibition: Exhibit A albümleriyle
modernize ettikleri Exodus müziğini başarıyla
devam ettirdiler. İki sene önce araya kült olmuş
albümleri Bonded By Blood’un yeniden kaydedilmiş
halini sıkıştırmaları her ne kadar biraz tartışmaya
yol açmış olsa da, grubun yükselen grafiğine terslik
çıkarmadı. Shovel Headed Killing Machine’de Rick
Hunolt yerine gruba katılan Heathen gitaristi Lee
Altus’un grubun kimyasına gayet uyması da grubun
son dönemine etki eden ayrı bir faktör oldu.
2007’de yayınlanan The Atrocity Exhibition:
Exhibit A albümünün ardından Exhibit B geleceği
grup tarafından duyurulmuştu. Aslında iki albüm
arasında birkaç ay fark olması bekleniyordu başta
fakat grup albümü iki buçuk senelik bir aradan
sonra çıkartabildi. Geç olsun, güç olmasın, şu
an karşımızda Exhibit B duruyor. İlk Atrocity
Exhibition albümüne benzer bir kapağa sahip
olan albüm, daha bu noktada yine eleştiriselliğini
gösteriyor. Leonardo Da Vinci’nin Vitruvian Man
skeç çalışmasından etkilenerek yapılan kapakta,
pentagram önünde yer alan bir iskelet elinde
silahlar tutuyor ve Gary Holt’a göre bu gönderme
insanın vahşi yanına yapılmış. Şarkıların konuları
da Exodus’tan bekleyebileceğimiz gibi savaş,
ölüm ve politika gibi konuları temel alıyor.
Albüme genel olarak bakarsak, Exhibit A’nın tam
olarak devamı gibi durduğunu söyleyebiliriz.
Shovel Headed Kill Machine’den beri grubun
üzerinde daha çok durduğu modernize, groovy
melodilerle dolu epik şarkı yapıları bu albümde
tavan yapmış durumda... 78 dakikalık bir Exodus
albümü sevenlerini tedirgin eder mi bilmiyorum
ama grubun edindiği bu progresif tavır benim
açıkçası hoşuma gidiyor. Evet, şarkılar gayet
uzun, 6-7 dakikalık epik şarkılar var. Şarkıların
hızı ve temposu pek düşmüyor, Exodus agresifliği
ve temposu çoğunlukla korunuyor. Bunun yanında
yer yer bas gitarın kimi zaman solo olarak direkt
şekilde yönlendirdiği ve ya kısa akustik kısımların
şarkılara nefes aldırdığı yerler de bulunuyor.
Öbür yandan Altus/Holt ikilisinin uyumlarının bu
albümde gerçekten öne çıktığını belirtmek gerek.
Oldukça ölümcül riffler, taramalar ve melodilerle
gelen ikilinin solo departmanında da klasik Exodus
çizgisini ileri taşıdıklarını görüyoruz. Yer yer
özellikle seksenlerde Metallica’nın sık kullandığı
minör kalıp rifflerin kullanılması da şarkıların
verdiği hissiyata pozitif bir etki yapıyor. Tom
Hunting ise kendisinden bekleyeceğimiz şekilde
davullarda yine harikalar yaratıyor. Amerika’daki
Thrash Metal davulcuları içerisinde kesinlikle ayrı
bir yeri hakediyor bu adam... Gruba girdiğinden
beri kimi fanlarca hala tartışılan Rob Dukes’i ise
ben beğendim. Vokalleri açıkçası beni rahatsız
etmiyor ve şarkılarla bence örtüşüyor. Kendisinin
Zetro ile Baloff arasındaki çiğ vokalleri kimi
yerlerde oldukça melodik vokallerle pekiştirilmiş
ki bunu Democide’da rahatça görebiliyorsunuz.
Albümdeki favori şarkılarım olarak Downfall,
Democide, The Ballad Of Leonard And Charles,
The Sun Is My Destroyer, Class Dismissed (A Hate
Primer) ve Beyond The Pale’i gösterebilirim.
Ayrıca Andy Sneap tarafından yapılan prodüksiyon
aşırı derecede temiz ve net ve bu durumda
albümün müzikal duvarının yoğunluğunun daha
net algılanmasını sağlamış.
Grubun Tempo Of The Damned ile başlattığı ikinci
döneminin doğal gelişim sürecinin son aşamasını
gösteren Exhibit B, agresif, amansız ve hızlı yapısı
kadar grubun gittikçe çeşitli ve progresif bir alana
kaydığı bir albüm olarak göze çarpıyor. Bonded By
Blood dönemindeki gibi çiğ ve direkt Thrash Metal
isteyenler için içine girmesi biraz zaman alabilir
ki 78 dakikalık uzunluğuyla gerçekten zor bir
albüm aslında bu... Fakat içerdiği güçlü şarkılar
ve yoğun müzisyenlik ile belli bir süre sonra
kesinlikle sizi içine çekiyor. Kısacası, otuzuncu
yılını kutlayan Thrash Metal değeri, yıldönümünün
hakkını verecek bir albüm ile karşımızda... Thrash
Metal seviyorsanız mutlaka kulak verin. Bu sene
Overkill ve Heathen’dan sonra diğer bir Thrash
efsanesi de hayalkırıklığı yaratmıyor.
25 yılı çoktan deviren ve hala inatla çizgisini bozmayan Exodus,
Atrocity Exhibition’ın ikinci ayağı olan “Exhibit B: The Human
Condition” ile saçları dökülmüş kafalarımıza hitli effect takılmaya
devam ediyor. Tabii son iki albümün ister istemez göze (kulağa) çarpan
iki handikapı bu albümde de mevcut. Kayıt fazla dijital tınlıyor ve
vokal hiç dayak yememiş gibi bi ses tonuna sahip. Halbuki rahmetli
Baloff ile rahmetsiz ışıksız leş karakter Souza, çocuklukları Ömer
Seyfettin hikayelerinde geçmiş gibi acımasızca söylüyorlardı. Ama
Baloff’un ölümü, Souza’nın da dengesiz bi herif olması nedeniyle
gruptan şutlanması neticesinde şu anki vokalin sopa yüzü görmemiş
sesine kısıldı kaldı Exodus üç albümdür (bu arada ben bu herifle aynı
masada yemek yedim, arkasından konuştuklarıma bak).
Ha şu var. Piyasadaki treş vokallerinin biçoğuna ezici bi üstünlük
SELİM VARIŞLI
sağlar bu adam (lan adı bi türlü aklıma gelmedi
herifin ya). Ama mevzu Exodus olunca beklentimiz
iki seksenin altına inmez. İkinci dezavantaj aslında
daha da beter. Gitarlar hesap makinesı gibi. Hesap
makinesında 1837837 yazınca o makinenın kendine
özgü dijit fontuyla baş aşağı çevirilip okununca
“LEBLEBİ” yazar ya, Exodus da öyle tınlıyor bana
üç albümdür, bu son albüm dahil. Besteler gayet
leş. Gary Holt lafının eri adam, yer yer 1982’ye
ayarlanmış saatlerin tik tak’larını duymak mümkün
albümde. Zaten bestelerin azalmayan gücü
sanırım Exodus’un peşinde hala mürit gibi koşuyor
olmamızın nedeni.
“Şöyle lezzetli aranjeler var, böyle baba sololar var,
hele üçüncü şarkının iki Dakka yirminci saniyesinde
Nirvana’ya erdim, Selam Kurt, atıl!” atmosferi
yaratmayım hiç. Eskiden çok yapardım öyle. Lakin
bu albüme zaten gelmez o ayar. 24 karat bunun
besteleri, böylesi her zaman denk gelmiyor şu
zamanda.
Yalnız albümün kapağı pek kötü geldi bana.
“Tempo Of The Damned” ve “Shovel Headed Kill
Machine” albümlerinin muazzam kapakları vardı
(bu arada Shovel albümünün grup içindeki adının
Mushroom Headed Kill Machine olduğu notunu da
düşeyim, kendi aralarında yaptıkları bi geyikte
fark etmiştim). Exhibit A’nın kapağı “idare
eder”den öte değildi. Bu ise bildiğin vasat. Tamam
dert anlatmaya yönelik, mesajlı içerikli kapak
hazırlama fikrine saygım sonsuz ama uygulamada
da daha lezzetli girişimler yapılabilirdi. Bu ne tuhaf
bi yazardır da yazdığı her grubun albüm kapağına
kafayı takıyor be kardeşim. Öyle abi öyle kabul
ettik onu biz. Teşekkür ediyor, Burn Hollywood
Burn nidalarıyla selamlıyorum hepinizi. El netice,
Exodus döver.
SELİM VARIŞLI
Klişe başlıklar listeme bi çizgi daha çektikten sonra
olaya gireyim. “Şın” efektiyle biten grup isimlerine
her daim hastayım. Genelde de hepsi iyi gruplar oluyor
zaten. Suffocation, Malevolent Creation, Dissection,
Incantation gibi. Okunmayan grup logolarına da ayrıca
hastayım. Miseration tarzı itibarıyla yeni dönem
Cannibal Corpse ve her dönem Necrophagist’i (zaten
kaç albümü var ki ne dönemi olsun) fazlaca anımsattı
bana. Böyle çekici örsü üzengiyi birbirine vurduran
kudrette Death Metal albümlerini her daim sevmişimdir.
Son zamanlarda da Ophiolatry, Gorod gibi yer altından
zemini tüm gücüyle tekmeleyen gruplara denk geldim,
mutlu ve zinde hissediyorum. Death Metal’in ömrü
kısalttığı, erken yaşlanmaya ve iktidarsızlığa neden
oldu yalan. Kendimden biliyorum. Tavuklar üzerinde
deneyler yapıp bunun insanlar için geçerli olabileceğini
varsayan bilim adamlarının zırvaları onlar :)
Miseration’ı
benzerlerinden,
takipçisi
olduğu
gruplardan ayıran ne özellik var peki, neden bu iki
sayfayı ayırdık onlara? Açıkça söyleyim, hiç bi orijinal
farklılıkları yok benzerlerinden. Ama eksikleri de
yok. O nedenle fazlaca iyi ve profesyonelce duran bir
albüm “The Mirroring Shadow”. Sahi yazının neresine
gelmişiz hala albümün adını zikretmemişim. Efendim
medya partneri olduğumuz (aslında partner kelimesini
de dikkatli kullanmak lazım şu zamanda) Lifeforce
Records’un son bombalarından biri olan bu albümü,
kafama kafama yolladıkları maillerle bıkmadan
usanmadan gazlayan firmanın ısrarına dayanamayıp
bi an önce media section’dan indirip kurtulayım
diye düşünerek download ettim. Meğer herifler feci
haklıymış. Kafaya vurulmaya değecek kadar kafaya
göze hitap eden bir albüm The Mirroring Shadow.
Morbid Angel’vari partisyonlarıyla ‘Dreamdecipher’ ve
bana yeni dönem Cannibal Corpse’u en çok anımsatan
parça ‘A Trail Blazed Through Time’ albümün zirve
noktaları. ‘Sulphury Sun’ da gerek adı, gerekse tadıyla
Behemoth’u göz önüne getiren muazzam bi çalışma.
İçinde yaşadığımız çağda haklı olarak promo pack’leri
CD ile yollamak yerinde online dağıtmayı seçen
Lifeforce Records’a bunun için kızamasam da şu albüm
bana CD formatında gelseydi de dinlerken “lan acaba
şu ziller orijinal CD kalitesinde nasıl tınlıyodur” diye
düşünmekten kendimi alıkoyabilseydim. 224 kbit VBR
mp3 ile o kadar da umutsuz sayılmasa da kayıtta ziller
söz konusu olunca frekans spektrumu açısından (bak
bak) bitrate’in her bit’i önem kazanıyor. Şu halde bu
albümü de “orijinaline denk geldiğin yerde affetme”
adlı uzunca listeye ekliyor, yarışmacı arkadaşlara
başarılar diliyoruz.
Hahahaha. Kesinlikle hayatımda duyduğum en samimi
albüm girişi. Yetenek avcılığı konusundaki başarısından
artık şüphe duymadığım Lifeforce Records’un geçen ay
kafama fırlattığı yeni albümlerden biri de “Internet Killed
The Audiostar”dı. Albümün adını haklı bulabilirsiniz.
Tabi bu, audiostar’ı kendinizce nasıl tanımladığınıza
bağlı. İnternet bence audiostar’ı değil cdstar’ı öldürdü.
Müzisyenlerin ne kadarı yayınladıkları CD’den para
kazanıyor? Daha doğrusu, müzisyenler yayınladıkları
CD’lerden ne kazanıyor, çıktıkları konserlerden ne
kazanıyor? “Internet raised the audiostar” işi realize
edersek daha mantıklı bi cümle olacaktır ama Türk
işi yorumlama gücümle iki dakkada albümün ismini
batırdım, bari cismini kurtarayım dur.
Metalcore, Screamo, Power-Violence, Mathcore,
Hardcore, Necrotormentorbrutalizeleşcore gibi bi sürü
sonu kor’la biten tarzın bir araya gelip Tarhana style
bi lezzette önümüze konmasından müteşekkil Name.
Name’in bi grup ismi olarak orijinal olduğunu da kabul
ediyorum. Bak sıvamadım bu sefer. ‘My Sweetheart,
the Whore’ adıyla sanıyla direk favorim oluverdi. ‘The
Spark Of Divinity’ aksak ritmli girişi ve daha atraktif
gelişme kısmıyla başta Chöpstick Suicide olmak üzere
ülkemizdeki bilumum postmodern orijinal sound hastası
tayfanın böbreküstü bezlerini overload edecek düzeyde
lezzetli. Sahi içinizde Chöpstick Suicide fanları varsa
Name’in albümünü de koşarak gidip alabilirler. Hayır
birebir aynı değil ama mantık ve performans olarak
benzer albümler. Tabi Audiostar’da ‘Robot’ gibi bi
masterpiece mevcut değil ama olsun, adı yeter.
The Sycophant, The Saint & The Gamefox
Kesinlikle çok eğleneceksiniz (bu kesinlikle kelimesinden
kurtulmam lazım, nothing is exact babe). 10 dakikayı
aşan süresiyle “epik” core şarkı nasıl yazılır onu göstermiş
elemanlar. Sycophant benim, tekim hepinizsiniz. Yağız
da kaleye geçsin. Bu maçtan sağ çıkabilenleri albümün
bir sonraki eğlence kaynağı olan ikinci epik parça ‘Dave
Mustaine’ bekliyor. Megadeth’i severim ama o kadar
da değil. Ve biliyorum ki etrafımda azılı hayranları
var. Kendimi riske atmayım hiç, dinleyin kendiniz
bizzat hakim olun mevzuya. Tarzın takipçisiyseniz,
görkemli bir kamikazede baş aşağı duruyormuşçasına
eğleneceğinize garanti verebilirim. Özellikle şarkının
son iki dakikasında. Hahahaha.
‘You’ll Never Die In This Town Again’ görkemli bir
kapanış için iyi bir seçim olabilirmiş ama arada hafiften
harcamışlar resmen şarkıyı. Kapanış şarkısında Black
Metal’e tek kaşı havada bir Öztürk Serengil selamı
vermişler ki anlayana sivrisinek saz, anlamayana Black
Metal gaz… Yarasın.
SELİM VARIŞLI
Başlık iğrenç di mi? Gizliden gizliye propagandasını
yaptığımız EBM – Aggrotech tayfasının ne yazık
ki keşfetmekte geç kaldığım gruplarından biri
Tamtrum. Bir tam turum… Neyse. Bir eczaneye
girip “Tamtrum var mı” diye sorsanız muhtemelen
olumlu yanıt alırsınız, ama yine de denemeyin
bunu :)
“Dö le mua sick fuck” şeklinde tınlayan Fransızcaİngilizce kırması Aggrotech sounduyla “Elektronic
Black Mess” kimi yerlerde garip gelse de ben
çabuk alıştım. Zaten albümün genelinde Fransızca
atmosferi yok (ne demekse o) ama aralarda
Premiere Basiere’e bağlamıyor değil. Premiere
Basiere’in ne olduğunu bilenler gözyaşlarıma eşlik
etmişlerdir şu dakika. Grubun altyapısı ve karanlık
anlayışı o kadar uyumlu ki uzun zamandır ilk kez
Hocico ayarında bir grupla karşılaşmanın mutluluk
gözyaşlarını paylaşıyorum sizlerle.
The Sisters Of Mercy, Kraftwerk ve hatta Depeche
Mode gibi topluluklardan aldıkları mirası modern
zamanlara taşıyan Tamtrum gibi topluluklar, henüz
ülkemizde (hatta dünyada da) undergroundun
undergroundu gibi kabul görseler de gittikçe
artan bir takipçi kitlesi ve buna paralel büyüyen
bir dik saçlı, deriler giymiş turuncu atmosferli
yetmişler punk’ı tayfası ile enteresan bir gidişatın
yolcusu durumundalar. Tamtrum bu cephenin daha
ekstrem bir penceresinden bakıyor. Üstüne bi gitar
eklenip yeni Kovenant albümü diye ortaya atılsa
gayet inandırıcı olabilir. Hatta “Kovenant’dan
bile beklenmeyecek düzeyde iyi bir albüm”
şeklinde eleştiriler alabilir (hahaha överken
yermenin dayanılmaz distorşını). Neyse olayın
daha realistik yanlarından dem vuralım. Yazıyı
şu noktaya kadar okuyup grubu merak eden
iflah olmaz metalci bünyeler albümü dinleyince
bana küfür edebilirler. Zira üçüncü sınıf kanlı
canlı postmodern at-avrat-silah tandanslı vampir
filmlerinde çalan müzikler gibi gelecektir onlara
bu albüm. Zira öyle (bu tanım güzel açıkladı olayı
bak). Şahsen bu gürültüyü benim için çekici kılan
şey iyi bi altyapının üstüne çöreklenmiş fantastik
ve ışınsal synth melodileri. Sırf bu lead synth’ler
yetersiz ve gaydiriguppak olduğu için ciğerlerimde
çok özel bi yere sahip Wumpscut gibi bi grubun
son albümüne alttan alttan sıvamıştım geçen
sayıda hatırlarsanız.
daha Aptamil bi isim tabii ama yine de über klişe.
Deshumanization İstanbul – Ankara otobanında
coşup 200 kilometre hız yaparak hayatınıza
tınlayan son şeyin leş gibi bi elektronik sound
olmasına neden olabilecek kadar gaz bi parça. O
nedenle arabada dinlemeyin. Emniyet kemerinizi
de takın. Doksanların başında atari salonlarındaki
oyunların biçoğunun başlangıcında “good players
don’t use drugs” gibisinden bi FBI uyarısı yer
alırdı. Tabii Türk gençliği için ne dil açısından ne
de başka açılardan bi anlam ifade etmiyordu bu
uyarı ama şimdi emniyet kemeri mevzusu yapınca
aklıma geldi. Albümün eğlenceli dakikaları ‘Abort
The Pope’da da inzibat eri gibi dolaşıyor. Parça
isimlerinden Tamtrum’un Internal Anadolu ozanı
usulü, yer yer bozlak style dertleri olduğunu
anlamak mümkün.
Electronic Black Mess’in zirve noktası beşinci
parça ‘Deshumanization’. Bu arada albümün
adı de hiper klişe tınladı şimdi fark ettim. Adını
hatırlamadığım ve açıkçası hatırlamaya değer
görmediğim İtalyan olması muhtemel kıytırık bi
power metal grubu “Super Metal” diye bi albüm
yayınlamıştı da baya bi süre hazmedememiştim o
ismi. Electronic Black Mess daha sindirimi kolay,
Güzel albüm, güzel grup. Ben henüz yeni tanıştığım
için dinlediğim tek albümleri üzerinden anlatmaya
çalıştım. O nedenle grubun dikografisine genel
olarak bakılınca biraz sığ kalabilir yazdıklarım
(tabi o durumda grubun diskografisinin Pasifik
Okyanusu ebatlarında derinlik ihtiva etmesi
gerekir, true ukala yazar). Tarzın takipçileri için
ultimate ideal. Orijinalini aramaya başladım bile.
SELİM VARIŞLI
Bu ayın Aggrotech namına ikinci sürprizi ağır
altyapısal cüsseli electro boyband (çüş) Aesthetic
Perfection’dan geldi. Daha doğrusu onun bi yere
geldiği yok, ben yeni keşfettim adamı. Üçüncü
sınıf gothic metal grubu ismine sahip olan ama
birinci sınıf çifte kavrulmuş, iki kere rafine, sızma
Aggrotech icra eden Perfeksiyon öyle daralmış bi
zamanımda imdadıma yetişti ki tebdili müzikte
hakkaten ferahlık hissettirdi. Yine damardan
infernal altyapı, yüksek subasman ve kaleidoskopik
lead synth’lerle dört dörtlük bir EBM ürünü var
elimizde. Suya sabuna dokunuyoruz.
İçinizde after armageddon oyunları sevenler illa
ki vardır. O tarz oyunlarda atmosfer vermek adına
illa ki kullanılması gereken ama niyeyse pek nadir
yer verilen bu ve bunun gibi albümler muazzam
“geleceğimiz çok karanlık, hepimiz ölecez”
atmosferiyle benim gibi Turist Ömer Mistır Spak
mantığına sahip bi adamı bile “evet lan ölecez
galiba” tribine alabildiğine göre yeterince iyi bi
oyunda yaratacağı etki Richter’in iflahını kesecek
düzeyde olacaktır. Ama henüz olamadı niyeyse.
Aesthetic Perfection, bu sayıda tanıttığımız diğer
aggro’cu gençlik grubumuz Tamtrum’a göre daha
geniş bi açıdan bakıyor olaya. Yine Hocico – Signos
De Aberracion rüzgarı yok değil ama öyle kafaya
çekiç style girmemiş. Zaten bu tarzın bütün klasik
ve klasikleşmeye aday albümlerinde Hocico’nun
Memorias Atras ve Signos De Aberracion
albümlerinden izler olacaktır diye tahmin
ediyorum. Şu ana kadar da yanıldığım söylenemez.
Yeri gelmişken Hocico’nun da yeni albüm yapma
zamanı geldi çoktan. Baksana Wumpscut altı ayda
bir albüm atıyor ortaya, Hocico’dan stüdyosal
imgelemde (ne?) iki senedir ses yok.
Grubun (grup değil bu tek kişi ama tek kişilik
projeleri tanımlayacak böyle kısa bi isim icat
edilmesi lazım acilen) çeşitlilik mantığına
dayanan bakış açısı gereği ağır tekno ritmlerden
full atmosferik (wöhe lan hala mı atmosferik)
ambiyans dakikalara kadar geniş bi yelpaze,
hatta yel değirmeni var. Albümün ortasında chillout lounge formatlı bi parça var mesela. Brunch
yapan göstermelik rich-trash tayfansın pervasızca
soundtrack yapmaktan kaçınmayacağı bu parçanın
ardından dronal mevzulara yerden terennüm
eden ambient bi şarkı var mesela. Namlusunu
seksenlere çevirmiş sniper effect trip-hop bi
parçayı da distortion scream vokalli bir Alman
underground latex club parçası izleyebiliyor.
Adamın bu mahalle manavı çeşitliliğini Salı pazarı
atmosferine girmeden hazırlayabilmiş olması da
takdire şayan.
Sevdim.
SELİM VARIŞLI
Dergimizi sürekli takip edenlerin (hep yapmak
istediğim klişe yazı girişlerinden birini daha
aradan çıkardım) hatırlayacakları üzere
Grendel’i daha önce tanıtmıştık. Harsh
Generation adlı 2008 tarihli albümleriyle
ortamlara derinlemesine izler kazımış, Nazca
düzlüklerinden hallice iniş pistleri çizmişlerdi
kayıp jenerasyonun zihinlerinde dolaşan
UFO’lara…
Şu an dinlemekte olduğum EP, Grendel’in 3
parçadan ve bolca remix’den oluşan 2009
tarihli EP’si “Chemicals + Circuitry”. İlk
bakışta gayet iyi tınlıyor ancak eski kayıtlarına
göre Grendel fazla diskoya bağlamış, fazla
bi Scooter olmuş gibi görünüyor. ‘Serotonin
Rush’ gibi kıro bir parça ismini ben açıkçası
Scooter’dan beklerdim. ‘Shotwired’ adlı
parçanın, orijinalini eşek sudan gelmeye
korkacak kadar dövecek bi The Synthetic
Dream Foundation remix’i var ki mevzubahis
grupla ilgili klavyeye aldığım bi yazıyı da bu
sayıda okuyabilirsiniz. Ben lisedeyken şu
grup var olsaydı ve ben de gruptan haberdar
olsaydım (duble ihtimalsizlik motoru, hail
to Hitchhiker) bugün çok daha neon bi
hayatım olabilirdi, hatta metal belasına
hiç bulaşmayabilirdim (yok yok kıyamam,
iyi ki lisede cühelaymışım). Scooter’ın Fire
şarkısı vardı ben lisedeyken. “Toplama disko
kaset”lerin açılış ve genelde pik noktasıydı.
Hey gidi elektronik müziğin elite nedense
yakın olduğu gençlik yıllarım…
Grendel’i bu sayıda yer verdiğimiz diğer
EBM-Aggrotech gruplarıyla bir tutmayın.
Zaten Grendel’de Aggrotech olayı pek yok.
Aggrotech mevzuatını kafanız kaldırmıyosa
bile Grendel için örneğin böbreğinize bi şans
verin, infiltrasyonun ne derece kolay olduğunu
görüp hayrete düşeceksiniz. Shotwired’ın
diğer iki parça karşısındaki kalitesi aklın yolu
bir lezzetinde öne çıkıyor olmalı ki Thomas
Rainer gibi muhterem bir şahsiyetin de remix
yapmak için aynı parçayı seçmiş olması tesadüf
olamaz. Bu EP’yi de “orijinali edinilmesi
gereken lanet albümler” listesine yazdım el
mahkum. Ayrıca grubun Harsh Generation
albümünü henüz dinlemediyseniz bir an önce
koşmaya başlayın, terli terli su içmeyin.
SELİM VARIŞLI
Adında “Season” geçen albümlere karşı zaafım vardır. Uzun uzun örnek
vermeyim, Seasons In The Abyss’den başlar, alır başını gider. Eskiden
Morgul diye bi grup vardı. Bilenler bilir, Yılmaz Morgul diye dalga geçilirdi
hatta. The Horror Grandeur diye şahane bi albümleri vardı. Güçlü kuvvetli
bi kayıtla bol klavyeli derinlemesine bi albümdü. İşte Sadist de albümünde
pek çok yerde Morgul’ın hasta korku filmi atmosferi veren klavye tonlarını
Death Metal’in içine döşemiş. Morgul’la kadro olarak bi bağlantısı var mı
bilmiyorum ama hatırladığım kadarıyla Morgul zaten tek kişiydi.
Sadist eski bi grup. Eski albümlerini pek iyi bilmem ama bildiğim kadarıyla
eskiden bu kadar iyi parçalar yapmıyorlardı. Bu arada albümün adı “Season
In Silence”. Yukarda Season’lı girizgah yapmışım ama devamını getirmeyi
unutmuşum. Klavye olmasaymış bu albüm kuru kalacakmış. O açıdan
ekstrem metalde klavyenin mümkün mertebe kullanılmaması taraftarı
olan ben (Dimmu Borgir, Cradle Of Filth gibi başarıdan ağlayan istisnaları
ayrı tutuyorum) bile Sadist’in şu hareketi karşısında şapka çıkardım.
Ayrıca solo konusunda da yer yer pis bi tavır sergilemişler, şık sololar var
albümde. Yalnız vokal sarmadı beni. Fill In The Blanks tadında çalışmış.
Vokal dediğin görev adamı levelından daha fazlasını yapabilmeli. Neyse.
Albümde ‘Bloody Cold Winter’ ve ‘Evil Birds’ gibi ismi klişe ötesi ama cismi
şık parçalar var (tamam kabul ediyorum, Evil Birds o kadar da klişe bi isim
değil ama ilk bakışta öyle duruyodu). Zaten Bloody Cold Winter’da tuhaf
atraksiyonlar var, pek anlayamadım o şarkıyı. Ya çok ustaca arak yapmışlar
ya da o şarkı o albüm için haddinden fazla iyi. Dinleyin görün (böyle de
adamı merak ettirip download etmeye zorlarım, boşa okumayın, pamuk
eller klavyeye).
Bu albüm için şöyle bi tespit püskürdüm. 5 sene sonra derginin bu sayısını
elime alıp okuduğumda bu yazıda afallayıp kalacam zira bu albümü çoktan
unutmuş olurum. Öyle akılda kalıcı, peşinde koşturucu bi albüm değil.
Ama hakkını verelim, iyi çalışmış adamlar. Yer yer orijinallik adına fazla
kasılmış gibi dursalar da genel olarak eli yüzü düzgün bi albüm Season In
Silence. Koşun alın diyemem, zaten almazsınız da ama indirin dinleyin,
indirip de dinlemeden istiflemeyin.
SELİM VARIŞLI
Chill out man! This is Chill-Out. This is Electronica. This is
Ambiance. A little bit of EBM. This is it!
Son yıllarda dinlediğim en ağırbaşlı, en bi “sükut altındır”
albümlerden biri “Mechanical Serpent”. Baştan aşağı
zerafet kokan bir sound, kuğulu parkta şafak vakti soslu
bir vokal, sağ gösterip sol vuran muazzam bir altyapı.
Bu grubu daha önce de dinlemiştim ama bu kadar iyi
olduklarını bilmiyordum. Ya da fark etmemiştim. Ya da
bu kadar iyi değillerdi bilemiyorum. Ama şu an dinlediğim
şey orijinallikte sınır tanımayan bünyeler için damardan
enjeksiyon, çift süspansiyon, 8 silindirli bir etki yaratacaktır.
Tempo ayarı şahane, klaslıktan asfalt ağlamış. ‘Invoking
The Beast’ adamı 1000 pieces of zürafa puzzle’a bağlar.
Bu soundda bir grubun o inanılmaz yüksekten tınlayan
die hard EBM remixlerini yapan grup olduğuna ilk bakışta
inanmak güç ama grubun sahip olduğu müzikal bakış
açısının fish-eye objektifle kapışacak düzeyde olduğunu
albümü dinledikçe ağır ağır sindirmek mümkün.
Adıyla bu kadar özdeş müzik yapan çok az grup tanıdım
(alakasız bkz. Slayer). Gece gündüz, plajda kahvede,
yemekte tuvalette, çatıda bodrumda, işte güçte her
daim dinlenebilecek standartta bir albüm yaratmışlar.
Ancak standardı kendileri çizmişler ki zaten bu
albümü böyle yere göğe sığdıramamamın sebebi de
orijinalliği. Loreena McKenneth bu albümü dinlediyse
uykuları kaçmış olabilir. Aynı şeyi Enigma üyeleri için
bile söyleyebilirim hatta. Sahi Enigma ne güzel gruptu,
naapıyolar acaba?
Açık söyleyim, bu grubun nereli olduğunu bilmiyorum
ama Alman olduklarını duysam hiç şaşırmazdım zira
bu tarz orijinal fanteziler genelde Almanlardan,
kısmen de İngilizlerden çıkıyor. İngilizler sıralarını
yetmişlerden doksanlara uzanan yelpazede savdıklarına
göre Foundation Alman olabilir. Fark etmişsinizdir,
bişeyler yazarken Google’dan falan kaynak araklamayı
sevmiyorum, merak eden zaten girer bakar. Ben kendi
derdimi anlatıyorum o grupla ilgili. Ve The Synthetic
Dream Foundation’dan yana da epeyce derdim var
anlatacak. Ama epeyce bi kısmını dinleyenin kendisine
bırakıp yukarıda yazdıklarım ışığında grubu merak
etmediyseniz boşuna kendinizi yormayın diyerek
ukalaca bir yazı kapanışı yapayım. Afiyetten yoruldum
bu grup yüzünden, o derece iyiler.
SELİM VARIŞLI
Orijinal isim bulma adına Çarşamba pazarı
wrist tadında tuhaflaşmış ama müziği hiç
de azımsanmayacak derecede şık olan yeni
dönem gruplardan biri We Got This Far. Tahmin
etmişsinizdir, Lifeforce Records’un keşfi bu
gençler de.
Yalnız baştan söyleyim, bu vokalle olmaz gençler.
Microsoft Sam vardır bilir misiniz? Windows’ta
vardı eskiden, bişeyler yazardınız, speech’e
basınca Sam sizin için onları okurdu. Tabii ultimate
mekanik bişey çıkardı ortaya ama adam okuyo
muydu okuyodu neticede. Sizin vokal o kadar bile
değil be gençler. Hayır vokal partlarının üstüne
synth abanın, yine de olmasın o vokal. O derece
yavan durmuş.
Sound olarak kimi orijinallikler yakalasam da
genele baktığımızda benzerlerinizden pek farkı
olmayan eli yüzü düzgün ve adamakıllı parçalar
yapmış bi grupsunuz. Ancak hiçbir zaman Nine
Inch Nails olamayacağınızı bilmenizi isterim. Bu
yönde bi çabanız varsa (ki gördüğüm kadarıyla
olabilir) vazgeçin. Kendiniz olun (Hail to Erşan
Kuneri). Bu yolda nice gençler heba oldu. Trent
Reznor adamı alır Marilyn Manson yapar; yaptı
da… Ama o bi kere olur. Adam kendi bile Marilyn
Manson kadar şöhret olamadı ama kabul edelim ki
Manson’dan bile daha sadık ve azılı bi kitlesi var.
Onun gibi olmaya çalışanların önce onun yarısı
kadar sadık bi kitleye oynamaları gerek. Bunu
yapacak orijinalite, daha amiyane tabirle buna
yetecek testosteronu salgılayacak bez sizde yok
arkadaşlar. Dost acı söyler. Gidişat güzel, ortam
güzel, ama yemezler.
Şimdi sizin hakkınızda insanlara bu grup kendi
tarzında baya iyi, hem gençler de, umut vaat
ediyolar, şimdiden keşfedin de ileride grup
büyüyünce “ben eskiden dinlerdim bunları yaw
breh breh” diye hava atarsınız desem; asla o
kadar büyüyemeyeceğiniz için haybeye bi laf
etmiş olurum. Ha şu cümleye kadar yazdıklarımı
da bunu okuyanların ne kadar haybeye görmüyor,
orası ayrı konu. Ama benim sizden farkım şu
ki, benim sizin gibi ideallerim, orijinal olma
çabalarım, Trent Reznor’laşma hedeflerim yok.
Kendimle barışığım görüyosunuz. Ama görmekle
olmaz, değerlendirin, siz de kendinizle barışık
olun. Tribal olmaktan çekinmeyin ama işi müzikal
anlamda trip yapmaya götürmeyin. Camia
hassastır, anında silerler sizi, kimse o tripleri
kaldırmaz.
Uzun lafın kısası, sizi bi süre daha dinlerim
ama aradan bi zaman geçince ancak ‘Endgame’
şarkınızı hatırlarım dinlediğim zaman. O da
şarkının temellerini üstat John Powell atmış gibi
duruyor, ordan ayrı bi lezzet aldım; vokale rağmen
hem de... Sahi John Powell güzel adamdır bak,
illa rol model arıyorsanız onu denemeniz daha bi
hayrınıza olacaktır güzel kardeşlerim.
2000’LERDE PROGRESSIVE METAL
İkibinli yıllara Progressive Metal’in bir nevi üst
noktalarını görerek girdiğini doksanlı yılları
anlattığımız sayımızda sizlere aktarmıştık. Dream
Theater’ın Scenes From A Memory albümüyle büyük
bir ivme yakalayarak onu takip etmesi, grubu
Progressive Metal tarzının ticari açıdan en büyük
grubu haline getirecekti. Dream Theater’ın ikibinli
yıllarda yaptıklarına değinmeden önce genel bir
durum değerlendirmesi yapmak yararlı olacaktır.
Metal müziğin birçok farklı alt tarza bölündüğü ve
genel akımdan biraz uzaklaşıp içselleştiği doksanlı
yıllar, Progressive Metal’in “progresif” takısını da
yavaş yavaş başka tarzlara eklemeye başlamıştı.
Progressive Death Metal, Avant-Garde Metal ve
Progressive/Technical Thrash Metal tarzlarından
önceki sayılarımızda bahsetmiştik. Bu tarzların yanında
Progressive Metal, Progressive Black Metal gibi fazla
ayrıksı bir tarz oluşturmasa da yine de çeşitli gruplar
için kullanılan terimlere de yol açmıştır. Enslaved,
Direwolf, Akercocke, Ne Obliviscaris, Hades Almighty
ve Sólstafir gibi gruplar Black Metal’i progresif
etkilerle icra ederek tarzın belirli kalıpları dışına
çıkmayı başarmışlardı. Bu tarz grupların, fazlasıyla
muhafazakar bir tarz olan Black Metal’e daha sanatsal
bir yan getirerek müzisyenliği farklı bir tabana
oturttuklarını ve akustik gitar, synth, orkestrasyon
gibi yan elementler kullanarak müziklerine gelişken
bir yan verdiklerini söyleyebiliriz.
ENSLAVED
Bunun yanında, yazı dizimizin ilk kısımında kısaca
geçtiğimiz Prog-Power Metal tarzını da bu noktada
açabiliriz. Temel olarak birbirine çok yakın yerlerden
gelmiş bu iki türün füzyonunu yapan gruplar, klasik
anlamda Power Metal yapan gruplara göre daha
kompleks şarkı yapıları, uzun şarkı süreleri, farklı
orkestrasyon denemeleri kullanarak Power Metal’in
epik yapısını pekiştiriyorlardı. Şu an hala göz önünde
olan bir tür olan Prog-Power Metal, kendi adında bir
festivale de sahip ve geniş bir hayran kitlesi tarafından
takip ediliyor. Bu noktada Amerika ve Avrupa
kıtalarındaki Power Metal anlayışlarının farklılığından
da bahsetmemiz gerekmektedir. Amerikalı Power
Metal grupları daha çok Speed Metal, Thrash Metal
ve Power Metal arasında dengeli bir müzik icra edip,
Avrupa’ya göre rif bazlı bir anlayış taşıyorlardı.
Yine Amerika Power Metal’inde klavye Avrupa’nın
aksine çok kullanılan bir element değildi. Avrupa
Power Metal’i ise klavyeyi oldukça yoğun kullanan
ve daha fazla melodik olma kaygısı içeren bir tarzdı.
Avrupa Power Metal’i yer yer Folk Metal ile flört
ediyordu ama Amerika Power Metal’inin yerel
müzik etkileşimi fazlasıyla nadir bulunuyordu.
Progressive Metal’in temelinin de Amerikan
Power Metal’inden geldiğini varsayarsak, ProgPower Metal gruplarının “klasik” diyebileceğimiz
yapıyı icra eden kolunun genelde Avrupa Power
Metal’inden gelen/etkilenen gruplar olduğu
şeklinde bir çıkarım da yapabiliriz. Amerika Power
Metal’inden gelipte müziğini progresif yöne
çeken grupların genelde Prog-Power Metal’den
daha farklı müziklere (bknz. Nevermore, Control
Denied) kaydığı da pek yanlış bir genelleme
olmayacaktır. Ama yine de istisna payı bırakalım.
:)
Prog-Power
Metal’de Angra,
Conception,
Communic, Vanishing Point, Evergrey, Kamelot,
Labyrinth, Pagan’s Mind, Time Requiem gibi
gruplar ;ülkemizden ise Dreamtone & Iris
Mavraki’s Neverland örnek verilebilir.
Diğer bir füzyon tarz ise Progressive Doom
Metal’di. Progresif ile Doom Metal terimlerini
yanyana kullanmak garip gelebiliyor tabii ama
burada kastedilen Candlemass, Solitude Aeturnus
gibi Doom Metal gruplarından alınan etkilerin
daha kompleks ama yine Doom Metal ağırlığını
hissettiren, yer yer de senfonik etkilerle
birleştirilen bir müzik tarzı... Bu tarza örnek
olarak Confessor ve Veni Domine örnek verilebilir.
Bu ara tarzlardan sonra ikibinlere tekrar geri
dönelim. İlk olarak 2001 tarihli Lateralus
albümüyle kendisini iyice kanıtlayan Tool’dan
bahsetmemiz uygun olacaktır.
TOOL DİYE BİR GRUP
Metal ve Rock aleminin şüphesiz son yirmi yılda
gördüğü en farklı gruplardan birisi olan Tool,
Progressive Metal söz konusu olunca adından
bahsedilmeyi hakediyor. Doksanların başında
kurulan ve şu ana kadar dört albüm yayınlayan
grup, varolan sanat algısını ters edecek anlayışıyla
oldukça ilgi çekmişti. Albüm kapaklarından,
kliplerine, albüm iç kitapçığına ve şarkılarında
kullandıkları fikirlere kadar özgün bir konum
elde eden grup, zamanla büyüyeceği gibi önemli
bir etkileşimde olacaktı.
İlk albümlerini Undertow adı altında 1993
senesinde yayınlayan grup, bu albümden çıkan
Prison Sex ve Sober şarkılarıyla da ilgi çekmişti.
1996 senesinde Ænima albümüyle birlikte,
günümüzde Tool karakteristikleri olarak anılacak
müzikal yapıları oturtmaya başlayan grup, ikibinli
yıllar boyunca iki albüm yayınlayarak ününü ve
konumunu daha da arttırdı. 2001’de yayınlanan
Lateralus, içerdiği Schism, Parabola ve Lateralus
eserleriyle oldukça adından söz ettirdi. Beş sene
aradan sonra yayınlanan son albüm 10000 Days
ise aynı başarıyı devam ettirdi.
Tool’u bu kadar farklı ve başarılı kılan,
müziğini yan sanat dallarıyla çok güçlü bir
şekilde destekleyerek, dinleyicilerine tam bir
paket sunması ve her seferinde farklı işlerle
gelebilmesiydi. The Melvins ve King Crimson’u
kendileri için birincil etkileşim olarak gören
grup, özellikle King Crimson’a olan bağlılığını
müziğiyle sık sık belli etmiştir. Farklı ölçüler
ve ritm kalıpları kullanmaları, elemanlarının
enstruman yetkinliğinin çeşitli olması gibi
faktörler grubu progresif müzik adına da önemli
bir karaktere sokmuştur. Bateristleri Danny
Carey’in bir şarkı içerisinde Fibonacci sayılarına
karşılık gelecek düzenlemeler yapabilecek kadar
kafayı poliritmlere takmış olması da dikkat
çekicidir.
Tool’un etkisi Porcupine Tree, Opeth, Katatonia,
Dead Soul Tribe gibi farklı tarzlardan grupların
son dönemlerinde yer yer belirgin olmuştur.
Dream Theater bile Tool’dan birşeyler kapmıştır.
(bkz. The Great Debate ya da Home)
Adları geçmişken bahsetmemiz gereken iki grup,
Opeth ve Porcupine Tree’yi de inceleyelim.
OPETH VE PORCUPINE TREE EKOLÜ
Opeth ismi artık birçok kişi için fazlasıyla tanıdık...
Doksanların ortasında aktif olup, ’99 tarihli Still
Life’a kadar adını çok fazla duyuramayan ama
o arada Morningrise gibi muhteşem bir albüm
bahşetmiş olan ve asıl patlamasını ancak 2001
tarihli Blackwater Park ile yapabilen Mikael
Akerfeldt ve tayfası, Blackwater Park ile
kazandığı ivmeyi öyle ya da böyle iyi şekilde
kullanmasını bildi ve ikibinli yılların en heyecan
veren Progressive Metal gruplarından birisi oldu.
Yola enstrumental ağırlıklı, Death Metal etkileri
taşıyan ve çift gitarı oldukça iyi kullanan bir
Progressive Metal grubu olarak başlayan Opeth,
zaman geçtikçe Progressive Rock’ı da işin içine
katarak işlettiği formülü daha ulaşılır hale
getirmişti. ‘95’te Orchid, ‘96’da Morningrise ile
yukarda bahsettiğimiz formülü başarıyla işleyen
ve iki güçlü albüm yayınlayan grup, ardından My
Arms, Your Hearse ile müziğini daha brutal bir
atmosferle buluşturmuş, ’99 tarihli Still Life ile
belli bir değişim sinyali vermiştir. Blackwater
Park albümünde Porcupine Tree beyni Steven
Wilson ile çalışarak müziğini Progressive Rock
ile dengeleyen grup, ardından fazlasıyla sert bir
albüm olan Deliverance ve tamamen Progressive
Rock
şarkılarından
oluşan
Damnation’u
yayınlayarak ününü perçinledi. Grubun son iki
albümü Ghost Reveries ve Watershed, grubun
giderek Progressive Rock etkileşimli bir yola
kaydığının habercisi olan ve genel anlamda
başarılı bulunan albümler oldular.
Progressive Metal grubu olmasına rağmen, etkileri
Melodic Death Metal ve Doom Metal gibi tarzlarda
da görülen Opeth, akustik pasajlar ile sert gitar
melodilerin arasında yaptığı sürekli geçişlerle de
birçok gruba yol gösterdi. Son on yılda kurulan
gruplardan çoğunda Opeth’in izlerine rastlamak
mümkündür.
Porcupine Tree’de Opeth gibi son on yılı karlı
geçiren bir grup... Aslen Progressive/Psychedelic
Rock grubu olsa da, grubun başı Steven Wilson’un
Opeth ile yaptığı işbirliğinden olsa gerek, son
üç albüm Deadwing, Fear Of A Blank Planet ve
The Incident’ta daha sert rifflere ve melodilere
dayanan bir müziğe geçmesi de kimi kritiklerce
grubun Progressive Metal ile flörtleşmesine
dayanıyor. Doksanlarda yoğun Pink Floyd etkili bir
tarz icra eden Porcupine Tree, Wilson’un projeyi
tek adam projesinden bir grup işine geçirmeye
karar vermesiyle daha grup odaklı bir hale geldi.
Grubun müziğine metal müzik etkilerinin gelmesi,
yine Wilson’un Gojira, Sunn O)), Meshuggah ve
Fear Factory gibi grupları dinlemesiyle olmuş.
Porcupine Tree, son on yılda, Katatonia, Opeth,
Riverside gibi gruplara bir etkileşim olurken,
bu grupların dinleyicilerine de ulaşarak ününü
arttırdı ve metal müziğin dışında da olsa bu
tarzla ilişkide olan gruplardan birisi haline geldi.
ÜÇ BÜYÜKLERDE SON DURUM
Üç büyükler olarak andığımız Dream Theater,
Fates Warning ve Queensryche üçlüsü de ikibinli
yıllarda aktif olsalarda kimi zaman tartışmalı bir
dönem geçirdiler. Fates Warning, on yılı sadece
iki albüm yayınlayarak geçirdi. 2000’de oldukça
deneysel bir albüm olan ve başarılı da kabul
eden Disconnected’ı yayınlayan grup, 2004’te
FWX’i yayınladığından beri sessizliğini koruyor.
Grup elemanları bu altı sene içinde sürekli yan
projeler ile meşgul oldular. Grubun bu sene yeni
albüm çıkartması bekleniyor.
Queensryche ise son on yılı eskiye özlemle
geçirdi desek çokta yanlış olmaz. Grubun orijinal
gitaristi Chris DeGarmo’nun katkısıyla kaydedilen
2003 tarihli Tribe, ticari olarak istenilen
başarıyı getiremedi. Grup, efsane albümleri
Operation:Mindcrime’ın
devamı
niteliğinde
Operation:Mindcrime II’yi ise 2006 senesinde
yayınladı ve Billboard listesinde başarılı bir
konum elde etti. Ardından gelen cover albümü
ve geçen sene çıkan –konsept yüzünden biraz
tartışma yaratan- American Soldier ile ikibinleri
kapatan grup, hala eski şanından uzakta...
Üç büyüklerin en önde gideni Dream Theater’da
bu on yılı tartışmalar yaratacak işlerle geçirdi.
Başarılı geçen Scenes From A Memory turnesi
ardından Six Degrees Of Inner Turbulence adlı
iki Cdlik albümle dönen grup, etkileşimlerini
artık daha net gösterdiği bir anlayışa geçmişti.
Tool, Radiohead, King Crimson, Alice In Chains
gibi etkileşimler ışığında kaydedilen albümün
ikinci CDsi kırk dakikalık bir konsept şarkıya ev
sahipliği yapıyordu. Albüm genel olarak başarılı
bulunmuştu. Ayrıca bu albümün turnesiyle
birlikte grup ilk defa ülkemizde konser vermişti.
Ardından gelen Train Of Thought ile Progressive
Rock yanını tamamen yoksayan ve Metallica
etkileşimli bir metal albümü yapan grup,
hayranlarını ikiye böldü. Kimileri albümü fazla
düz bulurken, kimisi de bu sert yaklaşımı cesur
bir yaklaşım olarak değerlendirmişti. Grup,
ardından Octavarium ve Systematic Chaos
albümleriyle tekrar tartışmalı işler yapmaya
devam etti. En son geçtiğimiz sene Black Clouds
And Silver Linings’i çıkartan grup, bu albüm ile
birlikte son yedi senedir pek yanına uğramadığı
Progressive Rock yanını tekrar hatırladı. Albüm
yine tartışmalara sebep oldu ve hayranları böldü
fakat hem edindiği yüksek Billboard konumu
ve kritiklerden genelde başarılı puanlar alması
ile ticari açıdan en başarılı Dream Theater
albümlerinden birisi olarak adını yazdırdı.
YENİ GELEN GRUPLAR,
VAROLAN GRUPLAR...
İkibinli yılları en karlı geçiren gruplardan
birisi olan İsveçli Pain Of Salvation’a da
kısaca değinmek gerek... The Perfect
Element ile ikibinlere çok sağlam giriş
yapan POS, bu albüm ile adını hem daha
fazla duyurabilmiş hem de birçok hayran
edinmişti. Melankolik yapısını güçlü
bir müzikaliteyle birleştiren albümün
ardından gelen Remedy Lane bu başarıyı
devam ettirerek grubu devler ligine
soktu ve grubun beyni Daniel Gildenlöw
çeşitli yan projelerde yer almaya başladı.
Grubun son on yıldaki en büyük işi 2004 tarihli
Be oldu. İnsanın yaratılışı ve varoluşu üzerine
soyut bir konsepti anlatan ve Rock Opera tadıyla
daha da dikkat çeken albüm gruba büyük başarı
getirdi. Fakat 2005’te grubun basçısı ve Daniel
Gildenlöw’ün kardeşi Kristoffer Gildenlöw’ün
gruptan atılması ile başlayan yeni dönem,
grubu tartışmalara konu etti. 2007’de Scarsick’i
yayınlayaran ve hayranlar arasında bir bölünme
yaratan grup ardından bateristi Johan Langell’i
kaybetti. Bu değişiklik sonrasında grubun
Daniel Gildenlöw’ün kesin diktatörlüğü altında
olduğuna dair eleştiriler bile geldi. 2007’den
beri iki basçı değiştiren ve yeni baterist ile yola
devam eden grup, geçen ay yeni albüm Road Salt
One’ı çıkarttı. Ve görünen o ki, Pain Of Salvation
tartışılmaya devam edecek.
ÖZLENEN KADROSUYLA
PAIN OF SALVATION
Diğer dikkat çeken ama ana akıma çok açılamamış
gruplara gelirsek... Önce Ayreon adını anabiliriz.
Hollandalı müzisyen Arjen Lucassen’in tek kişilik
projesi olan ve her albümde birçok ünlü konuk
sanatçıya yer veren Ayreon, belli konseptler
etrafında dolaşan ve bunu geniş bir müzik tarzı
yelpazesiyle yapan bir proje... Doksanlarda
aktif olan grup, ikibinlerde özellikle The
Human Equation albümüyle geniş bir kitleye
adını duyurdu. Progressive Rock, Heavy Metal,
Electronica, Folk gibi birçok tarzı harmanlayan
ve her albümünde yıldızlar kadrosu toplayan
Ayreon, en son 2008’de 01011001 albümünü
yayınlamıştı.
Bu on senelik zamanda en çok dikkat çeken
diğer bir grup Polonyalı Riverside’dı. Polonya’nın
son yıllarda Progressive Rock alanında yaptığı
atılımlar içerisinde ana akıma en çok etki eden
Riverside, 2003 senesinde Out Of Myself ile
piyasaya güçlü bir giriş yapmıştı. Neo-Progressive
Rock etkisi taşıyan, Pink Floyd, Tool, Opeth,
Porcupine Tree ve Dream Theater gibi önemli
gruplardan da izler taşıyan atmosferik ve duygusal
müzikleri kısa sürede geniş bir kitleye ulaştı.
Dört albüme sahip grup, Out Of Myself’ten sonra
Second Life Syndrome ile başarısını pekiştirdi ve
Reality Dream üçlemesinin son albümü Rapid Eye
Movement ile tarzın önemli gruplarından birisi
oldu. Grup en son geçtiğimiz sene Anno Domini
High Definition’u yayınladı ve albüm genel
anlamda pozitif tepkiler aldı.
Orphaned Land’de bu on senelik dönem içerisinde
popülaritesini arttıran bir grup oldu. Hem de
tek albüm ile... :) Grubun ’96 tarihli El Norra
Alila’dan sekiz yıl sonra çıkartabildiği Mabool,
grubu hem Progressive Metal adına önemli bir yere
konumlandırdı hem de oldukça büyük başarı elde
etti. Albüm, oryantal müzikler ile metal müziğin
en başarılı füzyonlarından birisi olarak görüldü.
Orphaned Land bu albümün ardından birçok
yerde sahne aldı ve adını geniş kitlelere duyurma
şansı elde etti. Grup, geçtiğimiz aylarda yeni
albümü The Neverending Way Of ORwarriOR’u
yayınlamış ve yine pozitif eleştiriler almıştı.
İsveçli
deliler topluluğu Meshuggah’ta ikibinli
yıllarda adından söz ettiren gruplardan oldu.
‘95’te çıkarttıkları Destroy Erase Improve ile
poliritmlerle bezeli kompleks bir müziğin ilk
örneğini sunan grup, ikibinlerde bu anlayışını
ilerletmeye
devam
etti.
Thrash
Metal
etkileşimindeki müziklerini yoğun groovy riffler
ve Death Metal ile Progressive Metal’den de
etkilerle icra eden grup, kimilerine göre devrimci
işler yapıyordu. Bu on yıl boyunca Nothing, Catch
33 ve obZen albümlerini yayınlayan grup yakında
bir canlı albüm ve DVD yayınlayacak.
İkibinlerde oldukça dikkat çeken yeni gruplardan
birisi de Mastodon oldu. Sludge Metal tabanlı
müziklerini kompleks yapılarla ilerleyen,
değişik ritm ve ölçü kalıpları kullanan progresif
yöne çekmeleriyle birlikte önemli Progressive
Metal gruplarından birisi haline gelen Mastodon
özellikle geçtiğimiz sene çıkarttığı Crack The
Skye ile oldukça fazla pozitif eleştiri aldı ve
albüm 2009’un en iyi albümlerinden birisi olarak
gösterildi. Dört albümü olan grup, Progressive
Metal için günümüzde yeni birşeyler sunan
önemli gruplar arasında...
Mastodon gibi genç bir grup olan Metalcore temelli
Between The Buried And Me’de yeni nesilin
dikkat çeken gruplarından... Metalcore temeline
Progressive Metal, Death Metal gibi türler ve King
Crimson, Soundgarden , Smashing Pumpkins,
Pantera gibi gruplardan etkileşimler ekleyen ve
bunu kaotik bir füzyon olarak dinleyiciye sunan
grup, 2002 yılından beri altı albüm yayınladı. Şu
an Extreme Progressive Metal adına önemli bir
grup olarak görülen BTBAM, geçtiğimiz aylarda
Cynic, Devin Townsend ve Scale the Summit ile
turneye çıkmış, ardından Avrupa için Lamb Of
God’a açılış grubu olmuştu.
Yine bu on yıllık zaman içerisinde tamamen
teknikalite içeren grupların sayısında artış oldu.
Kimi zaman Jazz Fusion’a kayan, akustik kısımlar
içeren ama genel mentalite olarak yüksek teknik
ve enstruman hakimiyeti isteyen eserler veren,
kimi zaman da tamamen enstrumental takılan
bu gruplara örnek olarak Behold...The Arctopus,
Canvas Solaris, Degree Absolute, Blotted Science,
Spiral Architect ve Twisted Into Form gibi isimler
örnek verilebilir.
Sanctuary’nin küllerinden doğan Nevermore’da
yirmi seneye yakın bir kariyere sahip olmasına
rağmen asıl patlamasını bu son on yıl içerisinde
yaptı. Dead Heart In A Dead World, Enemies
Of Reality ve oldukça beğeni toplayan This
Godless Endeavor ile ününü pekiştirerek geniş
hayran kitlesine ulaşan grup, Thrash Metal,
Groove Metal, Power Metal ve Progressive Metal
tarzlarından etkilenmiş yenilikçi ve farklı müziği,
gitaristleri Jeff Loomis’in farklı gitar tekniği
ve Warrel Dane’in kendine özgü vokalleriyle
dikkatleri çekiyor. Grup bu ay içerisinde yeni
albümü The Obsidian Conspiracy’i çıkartarak beş
senelik suskunluğuna son verecek.
Burada en çok adından bahsettiren gruplardan
bahsetmiş olsakta kısaca şöyle bir özet verebiliriz.
İkibinli yıllar Progressive Metal’in daha küçük
dallara ayrılıp, farklı tarzlarla yeni füzyon gruplar
oluşturmasına sebep olmuştur. Klasik Progressive
Metal’in ana akımdan uzaklaştığı ve farklı
tarzlardan etkilenerek müzik yapan grupların
daha çok öne çıktığı bu dönemde Progressive
Metal’de belli kavramları oluşturarak/kapsayarak
varolmaya devam etmiştir. Yazımızın gelecek
ayki son bölümünde genel olarak az bilinen ya
da burada adı henüz geçmeyen gruplar hakkında
kısa bilgiler vereceğiz. Gelecek ay yayınlanacak
olan son bölümde görüşmek üzere...
Düzeltme
Geçtiğimiz ay yayınlanan bölümde İsviçreli grup Celtic Frost’un
geldiği ülke olarak İsveç yazılmıştır. Düzeltir, özür dileriz.
EMRE DEDEKARGINOĞLU
IMAGES
Diğer bir acı kayıp ise ayın sonlarına doğru Slipknot
cephesinden geldi. Grubun basçısı Paul Gray
Iowa’da bir otel odasında ölü bulunmuştu. Ölüm
nedeni bu yazı yazılana kadar henüz açıklanmamış
olmasına rağmen Gray’in uyuşturucu kullandığı
ve odasında da enjeksiyon iğneleri bulunduğu
yönünde güçlü iddialar ortaya atılıyordu. Yakın
zamanda baba olacak olan Gray’in gidişi özellikle
Slipknot sevenler arasında büyük üzüntüye yol
açtı. İlk resmi albümlerinden beri dokuz kişilik
kadrosuna her zaman sadık kalan grubun nasıl
devam edeceğini ise zaman gösterecek. Umarım
öbür dünyada aradığı huzuru bulmuştur Gray.
Metal dünyası açısından kapkara geçmiş bir mayıs
ayından sonra hepinize merhaba... Biliyorsunuz,
16 Mayıs’ta metal dünyasının yetiştirdiği en
önemli vokallerden birisi olan Ronnie James Dio’yu
kaybettik. Üstad geçtiğimiz sene sonlarından beri
mide kanseri ile savaşıyordu. Heaven And Hell
olarak çıkacakları yaz turnesini üstadın sağlık
durumları elverişli olmadığı için iptal etmiş ve
bizleri kaygıya sürüklemişlerdi. Eşi ve menajeri
Wendy Dio ise 16 Mayıs’ta websitesinden Dio’nun
artık aramızda olmadığını haber edince, metal
dünyası yasa boğuldu. Rainbow ve Black Sabbath
gibi önemli gruplar kadar, kendi solo grubu Dio ile
metal müzisyenlerini fazlaca etkileyen, devilhorn
işaretini metal müzikte yaygınlaştıran ve vokal
kabiliyetiyle adından sıkça söz ettiren Dio’nun
yerini doldurmak mümkün olmayacak. Huzur
içinde uyu üstad!
VAKAY-İ HAYRİYE:
LOST HEDESİNİN BİTİŞİ
Geçen hafta altı senedir bir fenomene dönüşmüş
olan Lost’u noktaladık. Büyük çoğunluğa göre
hayalkırıklığı olan bir final ile bitti koca dizi...
Açıkçası finalden yana çok tatmin olmayanların
arasında ben de varım ama zaten böyle bir final
bekliyordum, bekliyorduk. İlk üç sezon boyunca
efsane bir şekilde giden, olay örgüsü ile karakter
incelemelerini ince ince işleyerek seyirciye
vermeyi başaran, kurguya mekan olarak adayı da
etkili şekilde katan ve oldukça büyük başarı elde
eden dizide ipin ucunun kaçtığı nokta dördüncü
sezon ile birlikte adadan ayrılıp sonra nedeni
belli olmayan şekilde geri dönmeye çalışmaları
olmuştu. Dizi adanın ağırlığını daha spiritüel bir
alana kaydırmıştı sanki... Geçen sezonun finalinde
de demiştim, dördüncü sezon ile birlikte dizi
bilime dayanan yanını tamamen bir kenara atmış
ve işi daha fazla inanç döngüsüne sokmuştu.
Zaten beşinci sezonda işin içine zamanda yolculuk
hedesi girince yavaştan “Bunu nasıl bağlayacaklar
bakalım...” düşünceleri oluşmuştu izleyenlerde...
Öyle ya da böyle bir şekilde bunlara cevap
verildi ama açıklanmayan milyonlarca detayda
öylece kaldı final ile birlikte... Altıncı sezonun
gidişatından böyle olacağı da belliydi. Sondan
bir-iki önceki bölüm, hala ortaya sorular atılıyor,
hala doğru dürüst birşey açıklanmıyor. Hatta
dizi içinden “Her sorduğun soru yeni bir soruya
yol açacak.” replikleriyle seyirciye hafiften ayar
veriliyor. En basitinden ekşisözlük’te insanların
tarihten oradan buradan alıntı yaparak yazdıkları
teorilere bakın. İnsanlar o kadar geniş düşünmüş ve
WORDS
dizi insanları o kadar
“gaza getirmiş”ti ki...
Hala ekşi’deki bazı
teorileri
okuyunca
“Lan bu adam bunu
ne diye bu kadar
düşünmüş?”
diye
şaşırdığım
oluyor.
Ama Lost senaristleri
yükledikleri
çoğu
gizemi altı pek dolu
olmayan basit açıklamalarla geçiştirdiler. Final
bölümünde zaten beklentiler olabilecek en alt
düzeydeydi ve konu bence biraz klişe bir şekilde
aşka ve duygusala bağlanarak sonlandırıldı.
Zaten altınca sezondaki alternatif evrenin belli
bir şekilde havada kaldığı da ayrıca ortadaydı,
her ne kadar dizinin bakanları Lindelof ve Cuse
bu alternatif olayların dizi için gerekli olduğunu
söylese de “bir dokunuş” için 17 bölüm kasmaya
da pek gerek yoktu herhalde... Bu nedenler
yüzünden dizi, sahip olduğu potansiyeli tam olarak
kullanamadan bitti diye düşünüyorum. Yine de altı
sezon boyunca tattırdığı farklı konu ve kurgusuyla
genel anlamda fazlasıyla sürükleyici ve başarılı bir
diziydi. Bitmesiyle Angel’ın Buffy’nin bitişindeki
gibi bir boşluk hissiyatı yarattı bende, ne deyim...
:)
CANIM ÜLKEMİN BİTMEK BİLMEYEN
ANATHEMA SEVGİSİ
Biliyorsunuz aylardır beklenen Sonisphere Festival
bu ayın sonunda vuku bulacak. Fakat Heaven And
Hell’in çekilmesi ve Dio’nun vefatı nın üstüne
Mastodon’un da bu yaz vereceği tüm konserleri
iptal etmek zorunda kalması sebebiyle hafiften
bir yaprak dökümü durumu vardı. Geçtiğimiz
günlerde ise festivalin hala en zayıf günü olarak
gözüken ikinci gün için Manowar’ın üstünde
yer alacak (yani şu an öyle gözüküyor ama
değişebilir de tabii...) grupta açıklandı. Ama
kocaman bir hayalkırıklığı yarattı. Evet, bu grup
Anathema. Geçen ay ülkemize gelip turne yapan
Anathema’nın Rammstein ve Metallica gibi iki ağır
isim yanında headliner olarak pek uygun olmadığı
ortada... Organizasyonun birçok grupla görüştüğü
söyleniyordu, belki uğraşmalarına rağmen uygun
bir isim bulamamış olabilirler ama Anathema bu
festivale pek gidecek grup değil, hele daha bir
ay önce ülkemize gelmişken... Facebook, Last.
fm ve forumlar gibi ortamlarda zaten feci yoğun
tepkiler yükseliyor. Üç günlük kombinelerini
satıp, Big Four’un çıkacağı son güne bilet almaya
çalışanlar bile var. Bakalım ilerleyen günlerde
nasıl gelişmeler olacak. Ama Anathema’nın bu
festivalde headliner olması kimse için heyecan
verici birşey olmasa gerek...
AYIN ALBÜMÜ
MIKE PATTON – MONDO CANE
Dergimizde
Patton
ismi
hafiften
torpillidir. :) Faith No
More ve Mr.Bungle’dan
tanıdığımız
lisanslı
deli Mike Patton’ın
düzgün
takıldığı
sayılı projelerinden
birisi Mondo Cane...
Albümünden
önce
YouTube gibi sitelere kaliteli canlı performans
videoları düşen projeden az çok ne bekleneceği de
biliniyordu ama Patton’un Faith No More’un tekrar
toplanmasından sonra albümün çıkışını sürekli
ertelemesi nedeniyle herkes meraktaydı. Albüm
geçtiğimiz ay piyasaya çıktı. Mondo Cane’nin olayı
‘50li ve ‘60lı yılların İtalyan Pop şarkılarının Patton
tarafından yorumunu içeriyor olması... Dolayısıyla
bu adamı daha rahat dinlenir işlerde duymak
isteyenler için oldukça iyi bir çalışma diyebilirim.
(Özellikle Patton’un diğer iki solo albümü olan
deli işleri Adult Themes For Voice ve Pranzo
Oltranzista’ya göre çok çok daha rahat bir albüm
bu...) Albüm bir orkestra eşliğinde kaydedilmiş,
Frank Sinatra tarzı Pop’tan Rock müziğe kadar
çeşitli tarzlardan da etkiler alınarak farklı yorumlar
yapılmış. Şarkıların orijinallerini bilmediğimden o
tarz bir kıyaslama yapamayacağım ama Peeping
Tom yanına diğer bir kolay dinlenir Patton albümü
olarak başarılı bulduğumu söyleyebilirim. 20
KM Al Giorno, Il Cielo In Una Stanza, Che Notte,
L’Uomo Che Non Sapeva Amare, Quello Che Conta
ve Urlo Negro dikkat çeken parçalar... Ama keşke
konser kayıtları olan Dio Come Ti Amo ve Legata
Ad Un Granello Di Sabbia (hatta bir tane daha
vardı da adını bulamadım) gibi eserleri de albüme
ekleseymişin Mike’cım.
SELİM VARIŞLI
Bazı insanlar vardır (klişe yazı girişleri listesine
de not edelim bunu). Karşılarındaki iş ne kadar
zor olursa olsun bi şekilde altından kalkacaklarına
inanırlar ve gerçekten de bi şekilde başarırlar
bunu. Bu başarı onlara ürküttükleri kurbağadan
çok daha fazlasına mal olsa da kendi yapmak
istedikleri şeyi yapmaktan vazgeçemezler.
Bunu bi kusur değil, enteresan bi özellik olarak
görmüşümdür hep.
İşte Karakatliam Festivali’nin organizatörü Kemal
de böyle bi adam. Karakatliam.com sitesinin
dördüncü yaş günü kutlamasına da dahil olarak
organize edilen Karakatliam Metal Performance
5, organizasyonun çapı itibarıyla bi sürü ters
gidebilecek noktaya sahipken Kemal bunların
altından başarıyla kalkabileceğine inandı. Ve
başardı da demek isterdim ama darbe beklenmedik
bi yerden, organizasyonun yapılacağı mekandan
geldi. Ha şu da var. Ekstrem metal gruplarının
sahne alacağı bir organizasyonu Latino Bar adında
bi yerde yapmak da Kemal’in hatasıydı evet. Öte
yandan, kucağından süs köpeğini eksik etmeyen
mekan sahibinin bu derece pervasız ve saygısız
bir tavır içerisinde olacağını muhtemelen Kemal
de tahmin etmemiştir. Sahnede günün headliner’ı
çalarken mekanın ışıklarını açtırıp miksere
müdahale edilmesi Türk metal camiasının ilk kez
başına gelen bi durum değil. Ancak bunun yabancı
bir gruba yapıldığına sanırım ilk kez şahit olduk.
Cumartesi ve Pazar olmak üzere iki güne yayılan
organizasyonun Cumartesi ayağında son grup
olarak sahne alan, festivalin headliner’larından
Quo Vadis, henüz bir saat bile çalmamışken
(ki konseri baştan sonra, sözünü ettiğim son
dakikalardaki rezillik de dahil olmak üzere
videoya kaydettim, ne kadar çaldıklarını çok iyi
biliyorum) mekan sahibi tarafından zorla sahneden
indirildi. Tabii 8 grubun arka arkaya çalacağı bir
günde akşam 20:30’a Latin dans organizasyonu
eklemek gibi dahiyane bir fikir ancak bu tarz
bir mekan işletmecisinden gelebilirdi. Bu son
söylediğim mevzudan Kemal önceden haberdar
mıydı, yoksa mekan afişlerle duyurulduktan sonra
mı işletmeci bunu söyledi, onu bilmiyorum. Ama
önceden haberi varsa bu da Kemal’in kusuru olur.
Nitekim Quo Vadis’e yeterince zaman kalması
için Carnophage, Self Torture ve Cenotaph gibi üç
büyük Türk grubu, 20-25 dakika civarı sahne kalma
özverisini gösterdiler. Bu üç grup yakın zamanda
bir organizasyon yapılarak sahneye çıkarılmalı ve
ne kadar isterlerse çalmalılar.
Öte yandan, Ankara seyircisi yoğun bir ilgi gösterdi
de mi böyle üç grup tekrar çıksın falan diyorum?
Hayır. 50 bilet bile satılmadı. Vaktiyle Suicide’ın
çıktığı bir konserde mekanda 30-40 kişi olduğu için
konser sonrası grubun frontman’i Erkan Tatoğlu,
“uzun bi süre Ankara’da sahneye çıkmayacağız”
demişti. Bu cümleden “Bunu hak etmiyorsunuz”
anlamını ne yazık ki çok az kişi çıkarmıştı. Suicide
uzunca bi süre sahneden uzak kaldı ama değişen
bişey olmadı Ankara seyircisi adına.
Neyse. Çalan gruplar genel olarak iyilerdi. Hatta
çıktıkları mekana ve sahneye göre fazlaca iyilerdi.
Carnophage, Self Torture ve Cenotaph’ın kısa
çalmaları esasında kötü oldu ama yukarıda sözünü
ettiğim zorunluluk çerçevesinde gösterdikleri
özveri takdire şayandı.
İlk günün sonunda, “bunun bi de ikinci günü var”
diye düşünürken, Ankara’da metal adına çok şey
ifade eden Yolcu Bar’ın sahipleri Kenan, Ulaş ve
Barış, festivale ve ikinci gün sahne alacak olan
gruplara sahip çıkarak organizasyonun ikinci
gününü Yolcu’ya almayı önerdiler. Duyurusu
haftalar boyu başka bi mekan üzerinden
yapılmış olan bu organizasyonu ikinci gün başka
bi mekana taşımak yeni mekan açısından da
riskliydi ama Yolcu yönetimi bu riski almaktan
hiç çekinmediler. Neticede ilk günün akşamında
organizasyonun Yolcu’ya alındığı ve ikinci günün
Yolcu’da yapılacağı internetten duyuruldu.
Facebook grubumuzda biz de duyurmuştuk, belki
denk gelmişsinizdir. Bu duyurunun sürprizi ise ilk
gün utanç verici bir şekilde sahneden indirilen
Quo Vadis’in ikinci gün Yolcu’da da sahne alacak
olmasıydı. Bu iyi bi haberdi zira Yolcu’da “aynı
günde organizasyon üstüne organizasyon yapalım,
bi de salsa ekleyelim” mantığı yoktu. Daha da
önemlisi Yolcu bu festivalin mantığını anlayan
insanların mekanıydı. Nitekim ilk gün ne kadar
olumsuz ve üzücü geçtiyse, ikinci gün de o kadar
sıcak ve güzel geçti.
İkinci gün Yolcu Bar için de özel bi gündü zira ilk kez
bir yabancı metal grubu Yolcu’da sahne alacaktı.
Günün duyurulan diğer gruplar çalarken Quo Vadis
elemanları da grupları izleyip, seyircilerle takılıp
samimi bir hava sergilediler. Grubun vokalistinin
büyük bir Death fanı olduğunu ve Symbolic adında
bir Death tribute grubu olduğunu öğrendim. Tabii
elemanla ne kadar derin bi Death muhabbetine
girdiğimizi tahmin edersiniz. Günün gruplarından
Decentra bi ara ‘Without Judgement’ coverladı
ve eleman beğendiğini söyledi. Ama bence bi
vokalist ancak bu kadar kötü söyleyebilirdi. Bence
Decentra’nın acilen vokalist değişikliğine ihtiyacı
var.
İkinci gün, ertesi günün Pazartesi olması nedeniyle
geç saate kadar kalamadım, Quo Vadis’in ikinci
şovunu da izleyemedim haliyle. Ama icabet
ettiğim kısmı oldukça iyi bir atmosferde geçti
ikinci günün. Tabii katılım yine düşüktü. Kemal “bi
daha konser yapmayı düşünmüyorum” diyordu.
Umarım gidişat böyle olmaz ve eli ayağı düzgün,
katılımı yüksek organizasyonlar gerçekleştirilir.
Not: Çektiğimiz fotoların büyük bi kısmı esrarengiz
bi şekilde kaybolduğundan elimizde kalan Chöpstick
Suicide fotolarını bastık. Grubun esas adamı Yağız’ı
böyle kocaman bastığımız için kusura bakmayın :)
ZELİHA KARAKOCA
Kof…
Üçüncü dereceden kayık beyinlerimiz. Asırlardır
değişmeyen düşünce fosilleriyle dolduruyoruz
çünkü içini. Aynı idelerin modernize edilmişi
sunuluyor hep kullanımımıza. Evrimin sonlarına
doğru yaklaşırken, kapıda aniden neyin belirmesini
bekliyor insan? Gelecekten gelecek fosilleşmemiş
düşüncelerden başka?!
Koyunları çobanların gütmediği, kurtların dağdan
inmediği… Var mı öyle bir dünya? “Gerçek”
denilen kelime yalanlar harmanında buharlaşıp
yok olurken neyin geleceğinden bahis? Kof…
Gelecekte çoktan geçmiş!
Kayıpsızlar da kof…Çünkü çeşit çeşit kaybetme
yollarından, kaybetmemeyi seçmişler… Oysa
yerin dibindeysen, kıyılardaysan…ne kadar çok
kaybetmişsen o kadar çok isyan etmişsindir ve
aynı derecede hissetmişsindir canlılığı.
Canlıysan öleceksin. ZANK! İnsan fark etti,
ölecek, herkes ölecek…
İnsan Dünya’ya yenildi. Kaybetmekte önemini
yitirdi böylece, ebediyet ekseninden çıkınca
kadın ve adam.
- PEAVEY 6505 head!
- ENGL FIREBALL head!
- MARSHALL 1960 A LEAD kabinet
- HUGHES & KETTNER ATTAX CLUB REVERB amfi
- MARSHALL MG100 HDFX head (2 adet)
- MARSHALL MG412A kabinet (2 adet)
- PEAVEY TNT 115 bas amfisi
- JACKSON DK2 elektro gitar
- YAMAHA AES420 elektro gitar
- IBANEZ AK 95 HOLLOW BODY gitar
- CORT GB-JB Bas gitar
- PRESONUS 16.4.2 StudioLive 16 kanal mikser
- BEHRINGER Eurodesk MX 8000 24+24 kanal mikser
- RODE NT2-A condenser mikrofon
- SHURE SM57 vokal ve enstrüman mikrofonu (3 adet)
- AKG D112 (Large-diaphragm dynamic microphone for bass
instruments)
- STUDIO PROJECTS C4 (Small-diphragm matched pair Microphones)
- SAMSON AUDIO drum microphone kit (8 parça)
- SHURE PG57 (2 Adet)
- SENNHEISER e825S
- BLUETUBE 2 kanal mikrofon ve enstrüman preamp
- MOTU 2408 ses kartı
- ALESIS 3630 compressor
- BEHRINGER Ultra-Graph Pro 31 band graphic equalizer
- ALESIS Midiverb 4 digital processor
- POWEPLAY PRO-XL 4 channel headphones (2 adet)
- M-AUDIO BX8a dinleme kabinleri
- WHARFEDALE PRO EVP-X SERIES 600 watt stüdyo kabinleri
- PEARL EXPORT SELECT SERIES bateri
- TAMA IRON COBRA (HP900 PTW Iron Cobra Power Glide twin
pedal)
- TAMA IRON COBRA (HP200 TWB twin pedal)
- PEARL P122 twin pedal
- 14 snare
- 10/12/13 alto
- 14/16 floor tom
- 20/22 kick
- PEARL DR-501 rack system
Zil Seçenekleri:
- MASTERWORK Custom 16/17/18 crash
- MASTERWORK Resonant 16/17/18 crash
- ZILDJIAN Scimitar 14 hi-hat
- İSTANBUL Samatya 14 hi-hat
- SABIAN B8 Pro 15 Rock hi-hat
- MASTERWORK Custom 14 hi-hat
- SABIAN HHX 20 dry ride
- SABIAN 20 medium ride
- MASTERWORK Custom Pointer 20 ride
- MASTERWORK Resonant 16 china
- İSTANBUL Custom 18 china
- İSTANBUL Xperiment X-Metal 18 china
- İSTANBUL Radiant 10 Rock mini china
- İSTANBUL Radiant 10 splash
Stüdyo DEEP’in akustik düzenlemesi yenilenmiştir.

Benzer belgeler

opethveruhs i sler i

opethveruhs i sler i Records’un son bombalarından biri olan bu albümü, kafama kafama yolladıkları maillerle bıkmadan usanmadan gazlayan firmanın ısrarına dayanamayıp bi an önce media section’dan indirip kurtulayım diye...

Detaylı

Merhaba

Merhaba DENİZ ERATAK, DAMLA ÖZDEMİR, EGEMEN LİMONCUOĞLU, EMRE AKPOLAT GÖKHAN KORKMAZ, GÜVENÇ ŞAHİN, MELİS SARILAR :: İLETİŞİM ::

Detaylı

yasaklanan, sansürlenen ve tepki gören albüm kapakları

yasaklanan, sansürlenen ve tepki gören albüm kapakları Paradise Lost ile güzel bir röportaj da bu özel dosya dahilinde sizleri bekliyor. İki sayı önce yayınladığımız Kreator röportajını da bu sayıda Unirock dosyamız

Detaylı

Darkthrone

Darkthrone ve The Atrocity Exhibition: Exhibit A albümleriyle modernize ettikleri Exodus müziğini başarıyla devam ettirdiler. İki sene önce araya kült olmuş albümleri Bonded By Blood’un yeniden kaydedilmiş ha...

Detaylı

THE KING IS GONE

THE KING IS GONE SİYAH BEYAZ DERGİSİ :: EDİTÖR // YAYIN VE SANAT YÖNETMENİ ::

Detaylı

House Of 1000 VoIces

House Of 1000 VoIces Festival demişken, bu yazın en büyük metal organizyonu olan, yine basın sponsorluğunu üstlendiğimiz Unirock Festivali geçen ay başarılı bir organizasyonla gerçekleştirildi. Bu ay Emre’nin köşesinde...

Detaylı