Darkthrone

Transkript

Darkthrone
EMPEROR OF THE VOID
Merhaba,
Uzun ve yorucu bir ayın ardından yine beraberiz
(yazıya klişe cümleyle başlama klişesi). Bu ay özellikle doksanlarda yeri göğü inletmiş olan efsane
isim Bryan Adams’la şık bir röportaj yaptık ve kendisini kapağa taşıdık. Çok özel bir röportaj olmasa
da güzel oldu.
Bu ay iki bombamız daha var ki, Emre’nin süper
sorularıyla şölene dönüşen Enslaved röportajı
ve Ayşenur’un kıvrak sorularına her zamanki üslubuyla yanıt veren Fenriz’in arz-ı endam eylediği
Darkthrone röportajı. Enslaved’ı her zaman
işine inanılmaz ciddiyet gösteren bir grup olarak
görmüşümdür, röportajda da yanılmadığımı gösterdiler. Ivar ve Grutle’ın samimi yanıtlarında kaybolduk dergice. Darkthrone röportajımızda ise Fenriz’in
yine “dolu” olduğunu anlamak mümkün :)
Dergide de göreceğiniz üzere, yabancı isimlerle
yaptığımız röportajların orijinal İngilizce metinlerini
de yayınlıyoruz Türkçe çevirisinin yanı sıra. Bunun
nedeni, diller arası farklılıklardan kaynaklanan olası
çeviri kısıtlamaları nedeniyle röportajları orijinal
diliyle okumak isteyen okurlarımızı da (aranızda
var böyleleri biliyorum, bizim yazarlarımız arasında
bile var hatta :)) düşünüyor olmamız. Orijinal metin her zaman iyidir.
Bu ay acar yazarımız Baha da çok babayiğit bi
hareket yaparak 2008’de yayınlanmış en dikkat çekici 50 albümü, kendi yorumlarıyla birlikte listeledi. Güzel bir dosya oldu, ben bile habersiz olduğum
bir çok albüm gördüm dosyada.
Geçtiğimiz Rock Station Festivali’nde Türk dinleyicisiyle buluşan Alman topluluk One Bullet Left,
önümüzdeki aylarda yayınlamayı planladığı ve
çalışmalarına çoktan start verdiği ilk albümü için
ülkemizden sürpriz bir isimle düet yapıyor. Son
dönemde yayınladığı solo çalışmasıyla dikkatleri
iyice üzerine çeken sanatçımızı henüz resmi duyuru
yapılmadığı için sürpriz olarak saklıyoruz :)
Geçtimiz ayın üzücü haberi Rolling Stone
Türkiye’nin yayın hayatına son vermesiydi. Aynı
gruba bağlı 6 dergiyle beraber (ki bunlar arasında
şık sinema dergisi Empire da bulunuyor) yayını
durdurulan Rolling Stone, ülkemizde yayınlanan
müzik dergileri arasında önemli yer teşkil ediyordu.
Yaşanan ekonomik krizin basılı dergileri daha fazla
vurmamasını diliyoruz.
Gelecek ay görüşmek üzere...
Selim Varışlı
:: EDİTÖR // YAYIN VE SANAT YÖNETMENİ ::
SELİM VARIŞLI
[email protected]
:: YAZARLAR ::
ATİLLA ÇELİK, AYŞE NUR, BAHA ÖZER, CAN ÇAKIR, DENİZ ERATAK, DERYA OKUMUŞ,
EGEMEN LİMONCUOĞLU, EMRE AKPOLAT, EMRE DEDEKARGINOĞLU, ERDEM YABAŞ, FATİH KANIK,
GÖKÇE DERELİ, GÜVENÇ ŞAHİN, İPEK ATCAN, MELİS SARILAR
:: FOTOĞRAF ::
DERYA ENGİN :: www.myspace.com/shae666
SERHAT HOŞGÜL :: www.serhathosgul.net
TUNCAY AKTÜRK :: juliangraves.deviantart.com
:: İLETİŞİM ::
E-Mail: [email protected] | MySpace: www.myspace.com/siyahbeyazonline
RÖPORTAJ
SELİM VARIŞLI
ÇEVİRİ
EGEMEN LİMONCUOĞLU
- Son albümünüz "11" ile başlamak istiyorum. Özellikle dinleyicilerin yorumları
nasıldı?
Bryan Adams: İyi karşılandı. Neredeyse bir yıla yakın bir zamandır pek çok ülkeyi
kapsayan bir turnedeyiz. Şu anda bir dizi akustik konser vesilesiyle Amerika’yı
turlamaktayım.
- Turneniz nasıl geçiyor? Albüm sonrası çıktığınız "11 Days, 11 Cities" turneniz
nasıldı?
B.A: Sadece ben ve akustik gitarım var sahnede tam 2 saat boyunca. Müthiş
eğlenceli olduğunu söylemeliyim. Sanırım bir süre daha böyle konserlere devam
edeceğim.
- Keith Scott ile kariyerinizin başından beri birliktesiniz. 2006'da aldığınız Juno
ödülünü de ona ithaf etmiştiniz. Bu kadar uzun zaman beraber çalışmak müzik
dünyasında sık rastlanan bir durum değil. Bu uzun birliktelik hakkında neler
söylemek istersiniz?
B.A: Benim için bir kardeş gibidir Keith. Eğer onunla çalışmıyorsam müzikal yeteneğinin ve katkısının eksikliğini fazlasıyla hissediyorum. Ve ayrıca söylemeden
olmaz, müthiş bir espri anlayışı da vardır.
- Pop müzik sahnesinde olsanız da özellikle seksenlerde ve doksanların başında
Rock'a daha yakın duruyordunuz ve birçokları tarafından Rock müzisyeni olarak
tanındınız. Siz kendinizi hangi tarafa yakın görüyorsunuz?
B.A: Benim için hava hoş. Müzik müziktir. Eğer günün sonunda zaman testinden
geçebilen şarkılar yazabilmişseniz bence doğru şeyi yapmışsınız demektir. Başka bir deyişle eğer 20 yıl once yazdığınız şarkılar hala çalınıyorsa, onları hangi
müzik türüne dahil ettiğiniz çok da umrumda değil. Önemli olan müzik ve bu da
başlı başına fantastik bir şey.
- Gazze'de yaşanan savaşa (ya da soykırıma) hassasiyetinizi biliyorum. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
B.A: Böylesi haksız ve yüzlerce masum çocuğunun ölümüne neden olan bir
olay hakkında ne denebilir ki? Hele tüm bunlara engel olunabilecekken bu hale
gelmesine izin verilmesine. Birileri savaş suçlusu olarak Lahey Savaş Suçları
Mahkemesi’nde hesap vermeli.
- Türkiye konserlerinizi hatırlıyor musunuz? Özellikle 1992 İstanbul konseriniz
bugün efsane olarak anlatılır. Ayrıca aynı dönemde 'Do I Have To Say The Words?'
parçanıza İstanbul'da bir klip çekmiştiniz. Özel bir hikayesi var mıydı?
B.A: Hatırlıyorum, hem de çok iyi hatırlıyorum o konseri. Türkiye’de bu büyüklükte konser veren ilk bizdik ve çok sıradışı bir geceydi. Tüm seyircilerin ellerinde maytaplar olduğunu hatırlıyorum. Ve eğer yanılmıyorsam konser alanına
izleyicilerin alınmasının epey uzun sürmesi nedeniyle oldukça geç
start alan bir konser olmuştu. Hala o konserin hatırlanması çok hoşuma gitti açıkçası. Bizim için de muhteşem bir geceydi çünkü.
- Biraz da insanlık tarihinin en ünlü parçalarından biri olan 'Everything I Do'dan söz edelim. Bir çok insanın hayatının belli bir dönemine soundtrack olan bu şarkı için bugün dönüp baktığınızda neler
düşünüyorsunuz?
B.A: Yazdığım günden çok da farklı bir hissiyatım yok şarkıya karşı.
Güzel bir şarkı ve nerede kaydettiğimiz aklıma geldikçe hala gülümsüyorum. (Kuzey Londra’da uyduruk bir stüdyoda kaydetmiştik). İşin
ilginç yanı şarkıyı tamamen yazmam sadece 45 dakikamı almıştı.
- "Robin Hood Prince Of Thieves" filmi için neler düşünüyorsunuz?
Sizin parçanızla en iyi şarkı dalında Oscar'a aday gösterilmişti. Öte
yandan başroldeki Kevin Costner'a da en kötü erkek oyuncu ödülünü
getirmişti.
B.A: Filmle çok ilgilendiğimi söyleyemem. Bir filmdi işte.
- Geçtiğimiz yıllarda kaybettiğimiz efsanevi müzik adamı Michael
Kamen ile birlikte çalışmıştınız. Onunla çalışmak nasıldı?
B.A: Sevgili Michael. O da bir diğer kardeşimdi. Onu kaybedeli bir
kaç yıl oluyor ve açıkçası onu gerçekten özlüyoruz. Onunla bir numara olmuş üç tane şarkı yaptık ve hatta iki tanesi Oscar’a da aday
olmuştu. Ne diyebilirim ki. Onunla çalışmak hiçbir zaman bir iş gibi
gelmedi bana, her zaman müzik ön plandaydı. Sınırsız müzik.
- Büyük bi Slayer hayranı olduğunuz doğru mu? Slayer bir albümünü
size ait The Warehouse Studio'da kaydetmişti ve sanırım söylentiler
bundan sonra çıkmıştı.
B.A: Evet, doğru. Ama ne var ki uzun zamandır dinlememiştim onları. İyi oldu bak hatırlattığın, şimdi gidip “Reign In Blood” albümünü
koyacağım.
- Fotoğrafçılığa devam ediyor musunuz?
B.A: Her zaman. Bu ay bir sürü çekim yapacağım ve yılın kalanı için
de epeyce planlarım var. Umarım hepsini gerçekleştirebilirim.
- Sizi yeniden bir filmde oyuncu olarak görme ihtimalimiz var mı?
B.A: Pek yok gibi. Tabi eğer “Yaşayan Ölülerin Dönüşü” için bir zombiye ihtiyaçları yoksa.
- Savaş sonrası Vietnam'da konser veren ilk batılı sanatçıydınız. Nasıl
hissetmiştiniz? Konserden neler hatırlıyorsunuz?
B.A: Konser alanının neredeyse yarısının polis dolu olduğunu hatırlıyorum. Ama çok iyi bir atmosfer vardı onu da eklemeliyim. Tekrar
orada sahne almak güzel olurdu.
- Yaklaşık 30 yıllık solo kariyerinizden sonra bugün dönüp baktığınızda geçmişe ve geleceğe dair neler düşünüyorsunuz?
B.A: Kulağa hoş geliyor! Bir “rocker” olmaktan daha iyi bir iş biliyor
musunuz? Ben bilmiyorum.
- Röportaj için teşekkürler. Eklemek istedikleriniz varsa söz sizin...
B.A: Bir gün tekrar Türkiye’ye gelmek istiyorum. Lütfen oradaki
dostlarıma selam söyleyin benden. Orada verdiğimiz konserleri hiç
unutmadım.
- Let's start with your recent album "11". Especially
how about reactions you receive from your fans?
Bryan Adams: It's been well received, we've been
touring it all over the world for nearly a year now.
I’m doing a series of acoustic concerts at the moment, mostly in the USA.
- How is everything going with your shows? And how
was your "11 Days, 11 Cities" tour as far as we know
you started right after the release of "11" record.
B.A: I'm in the USA now doing another acoustic show,
which is simply me and an acoustic guitar for 2 hours.
It's been incredible fun, I'm going to continue this for
awhile.
- You're working with Keith Scott since you've started
your carrier. What do you want to say about this? You
were dedicated him the Juno Award which you won
in 2006.
B.A: The guy is a brother to me, I miss his musicality
when I'm not working with him, and he has an excellent sense of humour.
- Especially in 80's and early 90's, your music were
more close to classic Rock scene. And too many people know you as Rock musician but you're also related
to the Pop music scene. Which do you prefer? Or i'd
better ask you prefer any of this categories?
B.A: I'm fine with that, listen music is music, at the
end of the day it's all about songs, if the songs pass
the time test the you've done the right thing. In other words, if songs you recorded 20 years ago are still
being played, i don't care what category you want to
put them in. it's all music, which is fantastic.
- I know your sensitivity about the war (or massacre)
on Gaza. What do you want to say about that?
B.A: What can be said for this situation other that
it's incredibly unjust and hundreds of innocent children have died and it could have all been avoided.
someone needs to answer for this in the Hague war
crimes tribunal.
- Do you remember about your Turkey shows? Especially your 1992 Istanbul concert still told as legend.
Besides you shot a video to 'Do I Have To Say The
Words?' Are there any special stories about that?
B.A: Yes, i remember it very well. We were the first
artists to play a big show in Turkey and it was an extraordinary night. Everyone had sparklers and i also
remember it being a very late show due to the venue
not being able to get the people in properly, but it
was all good in the end. I'm glad to hear people remember that night, it was incredible for us too.
- Let's talk about the song which is one of the most
popular songs of history of mankind, 'Everything I Do'.
This song was a soundtrack of too many people's life.
So what do you think about this song today, after all
these years?
B.A: I think the same of it now as I did when i wrote
it. It's a pretty song and it makes me smile when i
think of where we wrote it (a really dumpy studio
in north London) and that it only took 45 minutes to
write in its entirety.
- You also worked with legendary music-man Michael
Kamen. How was working with him?
B.A: Dear Michael. He was another brother. Michael
passed away some years ago and he is deeply missed.
We wrote three number one hits together and two of
them got Oscar nominations. What more can I add,
other than to say working with Michael was never
work, only music. Unstoppable music.
- What do you think about the movie "Robin Hood Prince Of Thieves". It was nominated to Oscar with
your song. On the other hand, Kevin Costner wins
the Razzie award (worst actor) and Saturn Award
(best actor) with this movie too.
B.A: I didn't mind the film it was OK.
- There are some rumours about you're a huge Slayer
fan. Is that true? They recorded an album at your
studio Warehouse and i guess rumours started that
you're a Slayer fan right after that.
B.A: Yes it was true, however I haven't listened to
them for awhile, thanks for reminding me i'll go and
put on my CD of Reign in Blood.
- Are you still interested in or working about photography?
B.A: All the time, i'm shooting most of this month
and have lots of things lined up for this year. I hope
they all come together.
- Is there any possibility to see you as a movie actor
again?
B.A: Not likely, unless they want a zombie for 'Return Of The Zombies'.
- You were the first western musician who played at
Vietnam after the war at 1994. How did you feel?
What kind of things you remember from that concert?
B.A: I remember it being half police in the venue,
but generally a really good vibe. I'd like to go back
again.
- After your solo career about 30 years approximately, what do you think about this 30 years of rockin n
rollin'? ...and the future?
B.A: Sounds good to me! Can you think of a better
job than a rocker’s? I can't.
- Thank you so much for the interview. If you want
to add something...
B.A: Look forward to coming back to Turkey some
day. Please say hello to my friends, and say that i’ve
never forgotten the shows we have done there.
“BENİMLE ÇALAR MISIN?” SONA ERDİ
Metin Türkcan’ın vokal olma yolunda attığı güzel bir adım olan ve ileriki
dönemlerde de sıkça haberlerini alacağımıza benzeyen “Metoboy” projesi
düzenlenen seçmeler 23 Aralık 2008 günü Kemancı’da gerçekleşti.
17 yaşındaki basçı Berkhan Ay ve 20 yaşındaki davulcu Ozan Demir’in seçilmesiyle son bulan bu yarışma ile Metoboy’un da temelleri atılmış oldu. Proje nasıl başladı ve Metin Türkcan bu konu da neler düşünüyor bir de kendi
ağzından dinleyelim…
Böyle bir yarışma düzenleyip yeni bir grup kurma fikri nereden çıktı?
Grup kurma fikri benden çıktı, böyle bir yarışma olması ise Çiğdem Şener
(reklamcı) arkadaşımın aklına gelen cici bir fikir. benimlecalarmisin.com
adresindeki çizimimden ayrıntılı bir şekilde “ne nasıl oldu”yu da öğrenebilir
ilgilenenler...
İPEK ATCAN
Katılan isimleri elemek zor oldu mu?
Pek kolay oldu diyemem, zorlandık epey, son ön elemelerden sonra ben pek
karışmadım, güvendiğim arkadaşlarıma bıraktım bu zor işi :)
Önümüzdeki dönemlerde neler yapmayı planlıyorsun?
‘Planlar şunlar’ diyemem ama kısa vadede stüdyoda provalar yapacağız ve
çıkıp çalacağız yeni grupla beraber inşallah...
Seçtiğin isimleri senin açından bir dinleyebilir miyiz?
Pek de ben seçtim diyemem, onlar kendileri o gece yaptıkları performanslarıyla gelen arkadaşlarımın beğenilerini zaten kazanmışlar. Benim ilk baştan
beri tahmin ettiğim gibi oldu yani. Sahne başka bir durum...
Pentagram ve Şebnem Ferah ile çalışmaya devam edecek misin?
Tabii ki devam edeceğim, nasıl bir soru bu :) Benim hem Şebo’yla hem
Pentagram’la ilişkim çalışmak falan değil. Bu abinle kardeş olmaya devam
edecek misin gibi tınladı bana. Biz arkadaş da değil artik aileyiz diyebilirim
çok rahat bir şekilde...
GÖKÇE DERELİ
“Ne kadar uzağa kaçabiliyorsan o kadar uzağa kaç çünkü mutluluk artık bu şehirde değil.”
“ALBÜM”ün teması olabilecek bu sözü bir anlamda yaşadı FOMA. Türkiye’deki kuralcı ve kendilerinden
başka herkesin karar verdiği bir albüm yapmak yerine, soğuk ülkelerden kendi istediklerini yaparak
döndüler.
Üstelik “ALBÜM”ün en uzun şarkılarından biri olan ‘Opus 8’e Apocalyptica’yı da dahil ederek geldiler.
Geçen yıl çıkardıkları EP Rolling Stone dergisi tarafından “Yılın En İyi Rock EP”si seçilen FOMA, yeni
albümleri “ALBÜM”ü –biraz gecikmeyle de olsa- Şubat ayında Elec-Trip etiketiyle yayınlıyor. Bu aralar
biraz da krizin etkisiyle müzik piyasasında dinlenebilcek albümlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmezken, açıkçası ilaç gibi bir albümle geldiklerini söyleyebiliriz.
Peki ne yapar bu FOMA, kimdir, nedir, elektro destekli, klasik kaynaklı, üstüne hafif distortionla karman çorman bir müzik mi yapıyor?
Her şeyden önce kendi istediklerini yapıyorlar. Belki de en büyük artılarından biri bu. “ALBÜM” için
şunu söyleyebiliriz ki ne önüne, ne de arkasına herhangi bir sıfat eklemeye gerek yok. “Rock” işte...
Temiz, saf, sert ve “Evet içimize sinerek yaptık” dedikleri bir müzik.
FOMA’nın nasıl kurulduğuna gelirsek, Mavisakal’dan tanıdığımız Murat Tümer ve Batur Yurtsever yanlarına Tanju Eren’i de alarak üretkenlikleri de üst seviyelerdeyken “haydi tamamen bize ait bir şeyler
yapalım” düşüncesiyle kurulmuş ilk başta. Ardından grup Evren Uysal’ı da ekibe dahil edip. Haydi çalalım diye yola çıkmışlar. İlk EP’nin ardından olumlu geri dönüşler alan grup, bu arada boş durmayıp
“ALBÜM”ün kayıtlarını yapmaya başladılar.
“ALBÜM”den biraz bahsedersek –ben dinledim ordan biliyorum:P- Tabii ki en büyük bombalardan biri
yazının başında söylediğim gibi Apocalyptica. ‘Opus 8’ isimli, albümün en uzun şarkısında FOMA’ya eşlik eden Apocalyptica’yı tanımayan yoktur herhalde. Daha önce Rammstein, HIM, Rasmus gibi gruplarla
çalan Finlandiya’lı ünlü grup. ‘Opus 8’de de gayet olmazsa olmaz bir performans sergilemişler.
Diğer sürprizler bir diğeri ise İmer Demirer’in trompetiyle eşlik ettiği ‘Hayır Diyemedim’ ve bir de daha
önce Aylin Aslım’dan dinlediğimiz, Tanju Eren bestesi olan ‘Hala’ var ki; sarhoş kafayla, sevgiliden ayrıldıktan sonra dinlenmeyecek parçalar arasına rahatlıkla girer.
Kısacası hala bu şehirde yaşamak zorundaysanız, ve söylemek istediklerinizi ifade edebilcek cümleler
arıyorsanız Şubat’ı bekleyin. Belki de birileri sizin yerinize bunları haykırmıştır…
EMRE DEDEKARGINOĞLU
The Cure denince aklımıza neler gelir? Robert Smith?
Dışarı taşmış ruj, dağınık saç ve ifadesiz bir yüz renginin anti-imaj kokan birleşimi? Gothic Rock? Faith?
Pornography? Wish? Disintegration? Türkiye’de The
Cure bilenlerin %90’ı için sadece Love Song?
Post-Punk tarzıyla başlayan ve ilk albümünde gayet basit ve minimal bir müzik yapan The Cure’un,
Seventeen Seconds ile müziğini yoğun bir duygu seliyle vaftiz etmeye başlaması ile oturttuğu o farklılığı, grup üyelerinin yaşamlarındaki gerilimlerle
doğru orantılı olarak bestelenen Faith gibi sis grisi
ve Pornography gibi kan kırmızısı iki albümle iyice
nitelendirilmişti. Hala basit ve minimalist bir anlayışları vardı ama o Robert Smith’in o kırılgan vokaliyle vaftiz ettiği müzikleri artık yerine umarsız,
depresif ve rahatsız bir hal almıştı. Gothic Rock’ı
şekillendiren albümlerden görülen bu iki albüm
sonrasında Robert Smith, The Cure’u farklı yönlere çekerek müziğini devam ettirdi ve dinleyicisiyle
arasında özel bir bağ oluşturdu. (Tabii grubu sadece Love Song’dan ibaret gören dinleyicileri burada
sayamıyoruz.)
The Cure karanlığa farklı anlamlar yükleyebilen bir
grup... Yani, bir Disintegration’dur, bir Faith’dir, bir
Pornography’dir, Bloodflowers’dır, bu albümlerden
alınan tadı başka bir grup henüz veremedi. Bakıyorsunuz, basit albümler, direkt, ulaşılır ama atmosfer
olarak ezici ve rahatsız edici bir havaları var. O yüzden herkes içine giremiyor. Bu tamamen The Cure’a
has bir melankoli... Yedi dakika boyu tekrar eden
statik ve umut kırıntısından yoksun Faith’in melodilerini, şair edasıyla canlı performanslarda uzatarak
onca seyirciyi değil sıkmak direk hipnotize
edebilen bir melankolidir bu... Dolayısıyla
The Cure’un karanlık şarkılarını her zaman
baş ucu eserleri yapan birçok dinleyici var.
Ha, The Cure hep böyle mi müzik yaptı?
Hayır. Robert Smith yeri geldi bol bol pop
müzik enjekte etti şarkılarına, Let’s Go
To Bed gibi garip ama eğlenceli bir şarkı
yayınladı ya da Pop-Rock ekseninde neşeli
birçok şarkı da yaptı.
Geçen sene, geleneksel The Cure dört
sene arayla albüm çıkarma yılıydı. En son
2004 senesinde The Cure adlı albümlerini
çıkartmıştı grup, genel çizgilerine göre biraz sert olan albüm karışık görüşler almıştı. 2008’in sonlarına doğru sessiz sedasız
yeni albüm 4:13 Dream çıktı. İngiltere’nin
en özel dörtlülerinden birisinin on üçüncü
albümü olmasından referans olarak verilen albümün ismi bir yana, albümün çıkmasından önce Robert Smith bence üzerinde durulası bir açıklama yaptı. Albüm
için tam otuz üç şarkı kaydedilmişti, ve
Smith “Yedi dakikalık gayet düşük tempo
şarkılar var, bunun yanında gayet tempolu ve hareketli şarkılar var.” demişti ama
asıl derdini sonra belli etti; “İçimden bir
ses diyor ki ‘Olabilecek en piyasa şarkıları
albüme koy ve insanları tekrar The Cure
dünyasına çek.’, başka bir ses ise ‘S..tir
et, tüm kıyameti ve kederi CD’ye koy.’ “
Şahsen bende ikinci cümleyi destekleyen
tarafta olurdum. Hayır, mutlu ve olumlu
The Cure şarkılarıyla hiç derdim yok. Çok
sevdiğim şarkılar var içlerinde... ama sonuç itibariyle üzerinde The Cure hissiyatı
olan karanlık şarkılar... Tabii ki Smith yine
kendisine eseni yaptı ve tempolu, pozitif
şarkıları yeni albüme koydu.
Karşımızdaki albüm hiçbir şekilde karanlık ve ya
depresif değil... The Cure tadında, yer yer eski albümlere gönderme yapan bir Rock albümü ile karşı
karşıyayız. Underneath The Stars’ın Plainsong’u
andıran dingin atmosferi ve yankılarla gömülmüş
Smith vokalleriyle başlayan albüm, genelde tempoyu pek bozmadan devam ediyor. Albümde misal
bir Apart ayarında ballad beklemeyin çünkü tüm
şarkılar, bazılarının içinde ironik sözler bile olsa da
müzikal olarak tempolu, hareketli ve çoğunlukla
pozitif bekliyor olacak sizleri...
Underneath The Stars, albümü dingin bir şekilde
açıyor, albümdeki tek dingin şarkı olması da altı
çizilmesi gereken bir nokta zira sıradaki şarkı
The Only One ile Pop etkili ve eğlenceli melodileri ile albümün asıl kimliği hakkında kesin kanıtları önümüze seriyor. The Reasons Why, intihardan bahseden bir şarkı ama gelin görün ki müzik
intihar edecek adamı intihardan vazgeçirebilir,
Simon Gallup’un bas gitarının domine ettiği şarkı, Smith’in vokalleriyle ve dengeli temposuyla
öne çıkıyor. İlk single olarak yayınlanan Freaks-
how, kısa ama oldukça tempolu ve hareketli bir
şarkı, yer yer funky etkiler taşıyor. Sirensong ise
Wish’ten fırlamış gibi, gayet romantik bir havaya
sahip, sakin gitar melodileri ve Smith’in hisli vokalleri ile hafif nostalji yaşatıyor. The Real Snow
White albümdeki en iyi şarkılardan birisi, zira çok
güçlü nakarat melodilerine sahip, gitar melodileri
ile Gallup’un basları da oldukça iyi kaynaştırılmış.
Porl Thompson’un gitarlarıyla öne çıkan bir diğer
şarkı olan The Hungry Ghost’ta Robert Smith’in vokalleriyle etkisini arttırıyor.Switch, One Hundred
Years’ı andıran delişmen gitar ve sample davullarla giriş yapıyor, Smith’in Disintegration şarkısında
temponun yükseldiği anlarda yaptığı vokalleri çok
andıran hareketli vokaller var ve şarkı genel olarak
sert bir yapıda ilerliyor, gayet dikkat çekici sözler
ve yoğun baslar ise şarkıya farklı bir hava vermiş.
The Perfect Boy, tıpkı Apart gibi “he-she” bazlı kırık kalpli bir ilişkiyi ele alan sözleri ile tipik bir pop
etkili The Cure şarkısı, This.Here And Now. With
You ise gitar melodileri ve basların yine birbirini
tamamladığı ve gayet radyo dostu nakaratıyla öne
çıkıyor. Sleep When I’m Dead, The Head On The
Door döneminden kalma gayet hareketli ve yüksek tempolu bir şarkı, hafif kaotik bir atmosferi
var ve albümün en iyi şarkılarından birisi olarak
göze çarpıyor. Seksenler The Cure’unu özleyenler
bu şarkıyla özlemlerini giderebilirler. The Scream, önceki şarkıdan aldığı kaotik havayı sert ve
uğursuz bir atmosferle birleştiriyor, yoğun baslar
ve arkaplandaki klavye melodileri şarkıyı oldukça tamamlıyor. Sonlara doğru tempo ve tansiyon
gittikçe yükseliyor, Smith’in vokalleri de çığrından
çıkıyor. Albümün en aşırı şarkılarından birisi denilse hiç yanlış olmaz. Albümün son şarkısı It’s Over
ise, hem albüme nokta koyuyor, hemde öncülünün
getirdiği yüksek tansiyonu daha da yukarılara taşıyor, gayet sert, uğursuz, kaos içeren bir şarkı bu
yönüyle Pornography şarkısını andırdığını söylemek
mümkün...
Albüm, grubun 2004’te çıkan The Cure albümünden daha güçlü bir albüm, rahatça bunu diyebilirim. Her ne kadar grubun karanlıkçalarlarından
çok fazla etki taşımasa da, hem yüksek temposu,
hem Pop hem de Hard Rock’a kadar geniş yelpa-
zede etkileşim içeren farklı şarkıları ile en iyi The
Cure albümü olmasa da dört senelik bekleyişe güzel bir nokta koyuyor. İlk dinlemelerde albüme hiç
alışamasam da zamanla net bir şekilde oturdu, bu
nedenle The Cure’un karanlık dönemini özellikle
tercih eden dinleyiciler de albüme uzun bir şans
vermeli diye düşünüyorum. Porl Thompson’un gruba dönüşü kesinlikle fark ediliyor, albüm Pop etkilerine rağmen tamamen gitar odaklı bir albüm,
prodüksiyonun garipliği nedeniyle hiçbir zaman
tam olarak Smith’in vokallerine odaklanamıyoruz
zaten, bas ve ya elektro gitarlar şarkıyı bir şekilde domine ediyorlar ki albüm prodüksiyonu nedeniyle eleştiri de aldı. Ama prodüksiyon, Death
Magnetic’deki gibi kulağımıza tecavüz etmek yerine şarkılardaki atmosferi daha da belirginleştirmiş,
özellikle sonlara doğru dizilmiş olan sert şarkılarda
bunu farketmek daha mümkün... Robert Smith’in
hem hisli vokalleri hem de yine özenle yazdığı belli
olan hikayeleri albüm için ayrı artı puanlar... Sonuç itibariyle Gothic Rock’ın kralları, beklentilerin
karşılığını vermiştir. Artık turnede bekleriz kendilerini...
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Doksanlarda zirvesini yapan Norveç Black Metal’inin
önemli gruplarından Enslaved geçtiğimiz aylarda yeni
albümü Vertebrae’yi çıkardı. Yine geçen sene, grubun
üç elemanının Trinacria projesiyle ilgilendiğini de düşünürsek, ne ara bestelediler de kaydettiler konusundaki
merakımızı hasıraltı ederek albümü inceledik.
Açıkçası Enslaved, türdaşı gruplara göre her zaman
farklı bir grup oldu. Diğer gruplar nispeten daha direkt
müzikler yaparken, Enslaved, katmanlı düzenlemeler,
epik ve progresif şarkı yapıları üzerinden bu günlere
geldi. İlk albümleri Vikingligr Veldi ile uzun ve epik,
aynı zamanda yoğun melodilere sahip şarkılar yaptılar
ve her albümlerinde bu yapıyı daha da ileri taşıdılar.
Frost biraz daha direkt Black Metal’di, Eld ise günümüz
Enslaved’inin temelini atan ilk albümdü. Estetik karşıtı,
anti bir imaja sahip olan Black Metal’de, müziği estetize eden, farklı etkileşimlerle zenginleştiren bir grup
oldu Enslaved, zamanla gittikçe progresifleşti, teknikleşti ve Black Metal içinden gelipte, cesur hareketler
yapan gruplardan birisi oldu.
Grubun beyinleri olan Grutle Kjellson ve Ivar Bjørnson
için Bathory ve Celtic Frost ne ise, King Crimson ve Pink
Floyd’da o... Dolayısıyla, grubun Eld ile başlattığı ve
Below The Lights ile iyice Progressive Rock ekseniyle
birleştirdiği müziğindeki sürekli olan gelişim şaşırtıcı
olmamalı... Tarzları içinde, kendilerini belli kurallarla
sınırlamadan, ilerlemekten korkmadan, etkilendikleri
isimleri müziklerine bu kadar ustaca entegre edebildikleri için şu an Enslaved oldukça önemli bir konumda...
Vertebrae’nin temelinde yatan fikirler de, aynı Ruun
gibi, grubun 2004 tarihli albümleri Isa’da yatıyor. Grup
, Isa’da oldukça keskin bir adım atmış, müziğini tamamen progresifleştirmiş, temiz vokalleri artık müziğin
bir parçası haline getirmiş, Progressive Rock etkisini de
iyice yükseltmişti. Kariyerlerinin dönüm noktalarından
birisi olan Isa’daki fikirler ve ipuçları Vertebrae’de bizi
neyin beklediği hakkında oldukça kesin fikirler veriyor.
Öncelikle artık belirtmemiz gerekir ki, Enslaved bir
Black Metal grubundan öte, bir Extreme Progressive
Metal grubu oldu. Hala bir Vikingligr Veldi ve ya Frost
beklentisi içinde iseniz, artık o yollardan çok uzakta
olduklarını kabul etmelisiniz. Vertebrae, Enslaved’in
Black Metal ile bağlarını tamamen zayıflatacak derecede az Black Metal etkisi içeriyor. Grup artık çift vokalli,
Opeth gibi sürekli iniş-çıkışlarla ve gerilimlerle dolu,
sakin kısımların sert kısımlarla denge içinde olduğu bir
müzik yapıyor. Albüm, atmosferik bir şekilde açılan
Clouds ile başlıyor, paslaşmalı giden Herbrand-Grutle
vokalleri ise yukarıda yazdığım maddeyi doğruluyor.
Herbrand Larsen, hem klavyesi hem de temiz vokalleriyle artık Enslaved müziğinin bir parçası olmuş durumda... Temiz vokalleri şarkılara derinlik katarken, çaldığı
Progressive Rock klavyeleri şarkılara ayrı bir boyut veriyor. Grubun Black Metal mirasından aldığı blast-beat
ve tremolo picking kısımları, şarkıda Grutle’ın söylediği kısımlarda öne çıkıyor. Yer yer Rush’ı andıran melo-
diler ise grubun Progressive Rock’ı müziğine nasıl
yedirdiğini gösteriyor. İkinci şarkı To The Coast ise
oldukça hüzünlü ve yoğun melodilerle başlıyor. Şarkı tamamen Grutle-Herbrand’ın temsil ettiği zıtlıkların derlemesi gibi, Herbrand’ın söylediği kısımlar
hüzünlü ve sakin, Grutle’ın kendine özgü black vokalleriyle söylediği kısımlar ise grubun Black Metal
dönemlerini alıntılıyor. Ivar’ın karakteristik riffleri
bu şarkıda öne çıkıyor. Ground, önceki şarkılar gibi,
yine benzer formül ile ilerliyor. Grutle-Herbrand
atışması, melodilerin sertliği ve sakinliğini de tanımlıyor. Şarkıda ayrıca uzun ve oldukça güzel bir
solo bulunuyor.
Albüme adını veren şarkı Vertebrae, Tool’u andıran
tempolu bir giriş ile başlıyor, Ivar ve Arve ikilisinin
güçlü melodileri ve sakin akustik ağırlıklı kısımları
ile devam ediyor. Albümdeki en karanlık atmosfere
sahip şarkılardan birisi, hatta en karanlığı bile denilebilir. New Dawn ise, Enslaved’in köklerine saygı
duruşunda bulunan bir giriş ile başlıyor, çekiç gibi
işleyen old-school melodiler ile Grutle’ın vokalleri
ve blast-beat giden tempolu kısım ile Herbrand’ın
armonik vokallerini birleştiriyor. Şarkının ortasındaki kısım ise hafif oryantal bir tınıya sahip ve şarkıya
ilginç bir hava katıyor. Moog sesleri ve katı melodiler ile ilerleyen şarkıda, grubun Isa’dan beri geliştirdiği birbiriyle katman oluşturan melodi kullanımını
duymak mümkün oluyor. Şarkı oldukça atmosferik bir
şekilde bitiyor ve yerini, albümün en uzun süreli şarkı
olan Reflection’a bırakıyor. Ruun’daki müzikal yapıya
yakın bir temaya sahip olan şarkı, Cato Bekkevold’un
ilginç zil kullanımları, yoğun klavye desteği ve Ivar/
Arve ikilisinin güçlü melodik işlemeleri ve güzel bir
solo ile ilerliyor. Center, Orta Doğu müzikleri etkili,
oryantal bir melodiyle açılıyor, sık kullanılan fısıltı
şeklinde vokaller ise şarkıya farklı bir hava kazandırıyor. Grubun Tool etkileşimlerini ve Psychedelic Rock
tatlarını albümde en çok entegre ettikleri şarkı Center olmuş ve albümün en deneysel çalışması olarak
görmemiz mümkün... Albümün son şarkısı The Watcher, sakin gitar tınıları ile başlayıp, hüzünlü melodiler
ve Grutle’ın haykırışları ile devam ediyor. Grup Black
Metal köklerini bu şarkıda yoğun olarak kullanmış,
zira Herbrand’ın vokal yaptığı yerlerde bile gitarlar
sakin parçalara geçmiyor, aynı agresifliği ve yoğunluğu
devam ettiriyor.
Özetlemek gerekirse, bu bir geçiş albümü... Şahsen
grubun en sevdiğim albümü olan Isa’yı aşabilecek bir
albüm değil ama tarzı içerisinde oldukça keyifli dinlenebilecek bir eser... Enslaved’de, aynı Opeth gibi,
bir geçiş süreci içerisinde bulunuyor, artık Black Metal denemeyecek kadar progresif bazlı bir müzik ya-
pıyorlar, Progressive Metal/Rock ve Psychedelic Rock
etkilerinin yönlendirdiği bir tarza geçiş yapılacak gibi
görünüyor. Metal etkisi hala keskin bir şekilde mevcut
ama Enslaved artık, en basitinden, Below The Lights
ve ya Isa’daki Progressive Black Metal yapan Enslaved
değil... Çünkü Vertebrae’de asıl başarılmak istenen
şeyin albüm boyunca sürecek bir atmosfer olduğu çok
açık, adamlar şarkının atmosferini etkileyen elementler üzerinde oldukça durmuşlar ve bunu ropörtajlarda
kendileride belirtiyorlar. Aslında Ruun’da yer alan son
şarkı Heir To The Cosmic Seed’de bu albümün ipuçlarını vermişler ama hiçkimsenin aklına böyle atmosferik
bir albüm yapılacağı sanırım gelmemiştir. Artık eski
Enslaved agresifliği, artık daha dengeli ve olgun bir
tavırla yer değiştirecek gibi görünüyor. Grubun klasik dönemlerini seven dinleyicileri, misal Reflection’ı
dinlerken muhtemelen bayılacaklardır çünkü alışık
olmadıkları bir deneysellik var albümde ve bir geçiş
albümü olduğundan, grup bu süreci Isa albümünde başardıkları gibi oturtmamışlar. Bu albümden itibaren,
büyük ihtimalle Enslaved, Progressive Rock etkisinin
daha ön planda olacağı, artık tamamen Herbrand ve
Grutle’ın vokalleriyle yön vereceği şarkılar yazacak,
yer yer Black Metal köklerinden alınanlara yer verilecek ama asıl vurgu hep progresif etkileşimlerde olacak. Bir sonraki albümde göreceğiz.
- Merhaba. Öncelikle yeni albümünüz “Vertebrae” için
tebrikler.Kayıt sürecinin nasıl geçtiğini sormak istiyorum.Sonuç sizi memnun etti mi?
Ivar: Hey, çok teşekkürler. Gerçekten zor ve ağır bir süreçti, yaptığımız en zorlayıcı kayıttı. Albüm Ocak ve Mart
2008 arasında, Norveç’te farklı stüdyolarda kaydedildi,
farklı kısımlar için en iyi sonuçları bulmak için enstrüman kayıtlarını birçok farklı stüdyoda yaptık. Ardından
albümü master edilmek üzere New York’a göndermeden
önce, miks işlemini Joe Baresi ile birlikte Doğu Norveç
ormanlarında bitirdik. Sonuçtan gayet memnunum, albüm tamamen bittiğinde gerçekten kendimi hoşnut hissettim. Elimizden gelenin en iyisini yaptık ve oldukça zor
bir sürece sürekli odaklandık. Bu ileriye doğru attığımız
en zorlu adımdı. Daha önce ulaşmadığımız alanlara ulaştık, daha melodi ve atmosfer bazlı ve deney gerçekten
başarılı oldu.
- Gruptan bazı üyeler çeşitli projelerde yer aldılar ve
bunun yanında plak şirketinizi değiştirdiniz. Bu olayların
kayıt sürecine nasıl etkileri oldu?
Ivar: Diğer projeler Enslaved ile asla çakışma yaratmadı, zaten buna asla izin vermeyiz. Enslaved her zaman
ilk önceliğimizdir, yoksa bu seviyeye ulaşamazdık. Ama
şirket meselesinin kaydı zorlaştırdığını düşünüyorum.
Şirketleri kayıttan altı ay önce değiştirmek üzereydik
ama eski şirketimize bir şans daha vermeyi kararlaştırdık. Kayıt sürecinin ilk haftalarında işlerin iyi gitmediğini
farkettik ve albüme başlamamıza rağmen şirketten ayrılmak durumunda kaldık. Çok şanslıyız ki, eski ve yeni
şirketlerimizdeki tüm çalışanlar çok iyi insanlar ve menajerlik yetkililerimiz de işten öte insanlarla ilgililer birkaç haftalık konuşmadan sonra herşey yoluna girdi ve
Indie Recordings ile devam ediyoruz. Bu durumun bize
çok fazla stres yüklediğini tahmin ediyorum, ama yinede kendimizi sonuca odakladık ve işlerin kötüye gideceği
yönünde bir saniye bile şüphe duymadık.
- Vertebrae yumuşak ve sert kısımlar arasında örülmüş
güçlü bir atmosfere sahip ve şarkılar arasında sürekli bir
dengenin olduğu hissediliyor. Buna katılıyor musunuz?
Grutle: Evet, Vertebrae her açıdan en homojenik albümümüz, şarkıları ayrı olarak dinleyebilirsin, ama birçok
farklı kısım ve iyi bir dengeye sahip tek bir epik parça, bir bütün olarak da alabilirsin. Denge derken demek
istediğim şey, şarkıların müzik içindeki farklı temalara
hak ettiklerini vermek amacıyla düzenlenmesidir, herşey
bir ses duvarı aracılığıyla geliyor. Sert ve brutal kısımlar
içinde, şarkı içinde akan melankolik/yumuşak kısımlar
içinde yer var. Ve bu sefer, bu parçaları müzik içinde
çok iyi bir şekilde birleştirebildik. Miksaj işlerini yaptığı
için Joe Baresi’ye hakkını vermem gerekiyor, söz konusu
“sound” olduğunda aradığımız kayıp bağlantı kesinlikle
oydu.
- Enslaved, Herbrand Larsen’in artan katkılarıyla çift
vokalli bir gruba dönüşüyor. Vertebrae şu ana kadar çıkardığınız en fazla temiz vokale sahip albüm diyebiliriz.
Bu bilinçli bir karar mıydı? Bu konu hakkında olumsuz görüşler alıyor musunuz? Ve Herbrand’ın şarkılara katkıları
hakkında neler düşünüyorsunuz?
Grutle: Ben ve Herbrand albüm için vokal kısımlarını düzenlerken her zaman şarkının hakkettiğini verebilecek
ve en iyi dengeyi sağlayacak çözümü bulmaya çalışıyoruz. Nasıl söyleyeceğimize karar vermeden önce farklı
vokal fikirlerini deniyoruz. Bu sefer “Ruun”a göre daha
fazla temiz vokal var, fakat bir sonraki albümde bu oranın fazla mı, az mı olacağı konusunda herhangi bir ısrarımız yok, bekleyin ve görün, hehe...
- 2004 yılında çıkan albümünüz “Isa” ile Black Metal
kökleriniz ile progresif müzik arasında keskin bir geçiş
yaşadınız. Ruun ve Vertebrae’ye yakından baktığımızda
da bu iki albümün temelinin Isa’da gömülü olduğunu görebiliyoruz. Isa albümünü kariyerinizde ve müziğinizde
bir dönüm noktası olarak görüyor musunuz?
Ivar: Kesinlikle. Yeni denemeler, Prog-Rock ve diğer tarzlardan etkileşimler konularında önceden, hatta en eski
albümlerimizde bile güçlü ipuçları vardı. “Below The
Lights”ın kıvılcım, Isa’nın ise değişimin yaşandığı kesin
nokta olduğunu düşünüyorum (tam burada geçmişin gözyaşları arasında “Blodhemn” albümünü açarım /Ed). Bu
albümle bizim için herşey değişti, kadromuz olabilecek
en iyi müzisyenler ile stabil bir hal aldı, şarkılar şekillerini buldu ve biz hem stüdyoda hem de canlı performansta
çok farklı bir grup olduk. Isa Enslaved’in değişmeyen ve
yenilmeyen özelliklerini gösterdi ve bunu oldukça
somut bir seviyede başardı, Isa’nın çıkışına kadar
geçen zorlu yıllar boyunca oluşan güç açığa çıktı
ve biz ileriye doğru oldukça kesin bir adım attık.
- Kariyerinize saf bir Black Metal grubu olarak
başladınız ve Eld ile birlikte, müzikal açıdan daha
deneysel alanlara doğru ilerleme kaydettiniz.
Yaptığınız iş Black Metal ile biraz zıt, fakat siz
müziğinizi oldukça değiştirmenize rağmen köklerinizi de her zaman yanınızda tutuyorusunuz.
Enslaved’in geçirdiği bu değişimi nasıl özetlersiniz?
Grutle: Bu noktada on yedi sene önce başladığımızı hatırlamanız gerekiyor ve tabii ki o zamandan beri çok geliştik. Eğer gelişmeseydik daha
garip olurdu, hehe. Bunun yanında, doğal bir
gelişim süreci oluştu ve hiç bir albüm bir önceki
ile aynı yapıda olmadı. Sound açısından sürekli
gelişme ve ilerleme isteğimiz vardı. Bu her zaman Enslaved’in özündeki tavır oldu. Dünyanın,
“tüm albümlerinde aynı tınlayan” bir gruba daha
ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum. Hayranlarımızın değişmemizi ve ilerlememizi takdir ettiğini
düşünüyorum. Kendimizi hiçbir zaman bir Black
Metal grubu olarak görmedik çünkü bizim tanımlarımızda Black Metal, satanik içerikli herhangi
bir metal olabilir.
- Sadece eski albümlerinizi dinlemeyi seçen dinleyicileriniz olabilir. Canlı performanslarda eski
albümlerinizden çok sık istek alıyor musunuz?
Grutle: Eğer insanlar yeni işlerimizden hoşlanmıyorlarsa, benim için sorun değildir. Bizim sadece
eski işlerimizi sevenlerin Enslaved fanı olmaktan
öte az ya da çok Oldschool Extreme Metal hayranı
olduklarını düşünüyorum. Bence bizim hayranlarımız, bizim müzikal evrimimizi takdir ediyorlardır ve sıradaki albümümüzün, öncesindeki albüm
ile benzeşmesini beklemiyorlardır. Benim düşüncem, onların müziğimizin daha çok içine girmekten ve “mücadele etmek”ten, tıpkı bizim müzik
yaparken, düzenlerken ve dinlerken hissettiğimiz
şekilde haz aldıklarıdır. Fakat bir yandan da çok
basit bir durum var, eğer bir şeyi sevmiyorsan,
onu dinleme. Ben nefret ettiğim bir müziği gönüllü olarak dinleyip de kendime asla işkence et-
mezdim. Bu bir beyin ameliyatı değil, direk kapatırım.
Eski şarkılarımıza yönelik bazı istekler alıyoruz ve ‘92’95 dönemimizden her zaman 3-4 şarkı çalıyoruz, dengeyi sağlamak için...
- Hala saf Black Metal’e karşı ilginiz var mı? Öyleyse,
güncel Norveç Black Metal sahnesini nasıl buluyorsunuz?
Ivar: Evet, bu konuda güncel kalmaya çalışıyorum. Ama
itiraf etmeliyim ki, saf Black Metal eski görkeminden biraz kaybetti. Şu günlerde artık daha Punk gibi -gruplar
iyi çalamıyor, söyleyemiyor veya felsefe, dünyayı değiştirmek, savaşmak hakkında konuşamıyor, artık herşey
daha çok suçlu olmak, uyuşturucu almak ve hiçbirşeyi
sallamamak hakkında... Darkthrone, Mayhem ve diğer
oldschool müzisyenler mesajı olan yetenekli insanlardı.
Tabii ki hala saf Black Metal ile devam eden gruplar var,
Taake, Aura Noir gibi... Sahnenin daha az geleneksel
tarafında birçok heyecan verici şey oluyor ama... Deneysel gruplar görüyorsunuz, Negura Bunget, Norveçli
değil ama Deathspell Omega ve Avant-Garde’ın kralları
Virus... Daha “yeni” tınlayan Black Metal grupları görüyorsunuz, Iskald,Vreid ve Keep Of Kalessin gibi... Ve
tabii ki hepimiz Immortal’ın yeni albümünü dört gözle
bekliyoruz.
- Norveç’te Viking dönemi inançların, Hristiyanlığa karşıt
olarak hala yaşatıldığını biliyoruz ve sizde bir Viking dini
olan Asatru’yu destekliyorsunuz. Günümüz dünyasında
olan olayları ve durumları göz önüne alarak, ilahi dinler
hakkında neler düşündüğünüzü açıklar mısınız?
Grutle: Kendimi asla inançlı bir insan olarak değerlendirmedim ve Asatru gibi eski kültleri de din olarak değerlendirmedim. Bence bu tanım beyin yıkamayı ve ikiyüzlü
hareketleri belirten, negatif bir kelimedir, ilahi olarak
referans verdikleriniz de aynı şekilde... Asatru daha çok
felsefe, yol gösterici esaslar ve kişisel gelişim üzerine
dayalıdır, iyi/kötü, düzen/kaos veya siyah/beyaz üzeri-
ne değil... (Doğrusunu da öğrenmiş olduk böylece... :))
- Eski albümlerinizde şarkı sözlerinizi daha çok Norveççe
yazmayı tercih ediyordunuz, İzlanda dilinde şarkılarınız
da vardı. Şu an İngilizce’yi tercih ediyorsunuz. Kendi
ana dilinizi sözlerde kullanmanızın arkasında bir fikir var
mı?
Ivar: Belirli bir nedenimiz yoktu, sadece bu şekilde yapmak daha doğru geldi. O dönemde sözlerimiz ve konseptlerimiz için daha tarih bazlı bir tabanımız vardı, birçoğu kendi ülkemiz ve İzlanda’daki tarihsel olaylar ve
doğa ile ilgiliydi ve bu konulara en yakın dili kullanmak
bize daha doğal geldi. İngilizce’ye geçiş de çok dramatik
değildi, basit bir şekilde tüm dinleyicilerimizin çevirilere dayanmadan sözleri takip edebilmesi için doğal bir
gereklilik olduğunu hissettik.
- Progressive Rock hayranları olduğunuz biliniyor. ProgRock’ın Enslaved’i hangi yönlerde etkilediğini sormak
istiyorum. Sevdiğiniz Prog-Rock gruplarına örnekler verebilir misiniz?
Grutle: Evet, progresif müziği seviyoruz, bizim tanımlarımıza göre basitçe progresif müzik, geleneksel ve
normal bir formattan dışarı çıkıp biraz daha ilginç ve
dinleyeni zorlayıcı özelliklere sahip olan müziktir. Ve bu,
kısaca, bizim üzerimizde büyük etkisi olan şeydir. Yaratıcı olmaktan korkmayan ve tarz sınırlarını yıkmak isteyen müzisyenler sık sık ilginç müzikler yapmaya eğilimli
olurlar. Bu, teknik kapasiteler ile ilgili değil, başkalarının senden bekledikleri şeyleri sallamamak kabiliyetiyle
ilgili.
Genesis, King Crimson, Shining (Nor), Van Der Graaf
Generator, Rush, Pink Floyd, Anekdoten, Bo Hansson,
Neurosis, Jethro Tull, Led Zeppelin, Tool, Deep Purple,
Junipher Greene, Premiata Forneria Marconi gibi gruplardan zevk alıyoruz. Burada bahsetmek için çok fazla
örnek var, hehe.
- Geçen sene Ivar, Grutle ve Arve “Trinacria” adında bir
projeye dahil oldular. Enslaved müziğine zıt bir şekilde
minimalist ve basit bir projeydi. Bu projenin arkasındaki hikaye nedir? Projeyi nasıl özetlersiniz?
Ivar: Biraz garip bir şekilde başladı, Norveç Resmi Konser Ajansı (Rikskonsertene) tarafından bize bir başvuruda bulunuldu ve yine Norveç’ten, emprovizasyonal
Noise yapan iki bayandan oluşan Fe-Mail ile bir proje
yapmamız talep edildi. Benden bir saatlik materyal
yazmam istendi, bu mateyaller iki tane Norveç festivalinde ve 12 konserlik küçük bir Norveç turnesinde icra
edilecekti. Bunun ilginç olacağını düşündük ve üstünde
çalışmaya başladık, festival ve turne sonrasında projenin bırakılmak için fazla eğlenceli ve iyi olduğuna karar
verdik ve bir albüm yapmayı istedik. Enslaved’in plak
şirketi Indie Recordings bir şovu izlemişti ve bizimle
hemen anlaşma yaptılar. Bu grupla daha fazla iş yapmaya niyetli olduğumuzu düşünüyorum, belki 2010’da
yeni bir albüm olabilir. Ve 2010’da en az bir festival
şovu hakkında planlarımız var.
- Ivar ve Grutle, Lars Sponheim adlı bir Norveçli politikacının internetten müzik paylaşımının yasal sayılma-
sını önermesi üzerine, kendisinin çiftliğindeki sürüsünden bir kuzu “download” ederek :) protest bir eylem
yapmışlardı. Tüm bu MP3 ve diğer formatlar ve bu formatların internetteki paylaşımı hakkında neler düşünüyorsunuz?
Ivar: Dosya indirmek müzik hakkında fikir edinmek için
iyi bir şeydir. Bir müzik markete gidip albümü dinlemek
gibi birşeydir. Ama eğer müziği seviyorsanız onu almalısınız diye düşünüyorum. Yapmazsanız birçok aktif grup
dağılmak zorunda kalacaktır. Bir albüm kaydetmek için
para harcanıyor ve biz hiç albüm satamazsak yenilerini de çıkaramayız. Bu kadar basit. Fikir edinmek için
indirin ama beğendiyseniz alın, sevdiğiniz grupları destekleyin.
- Sorularım bu kadar, zaman ayırdığınız için teşekkür
ediyorum. Umarım sizi yakın zamanda Türkiye’de görebiliriz. Türk hayranlarınıza mesajınız var mı?
Grutle: Yakın zamanda Türkiye’ye gelip, sizler için çalmayı gerçekten umut ediyoruz. Eğer bir Türk organizatörü bunu okuyorsa menajerimiz ile iletişime geçmekten çekinmesin. Size çalmaktan ve ülkenize gelmekten
keyif alırız. Sabrınız için teşekkürler...
EMRE DEDEKARGINOĞLU
- Hi. First, congragulations for your new album Vertebrae. I would like to ask how the recording process was?
Are you pleased with the final result?
Ivar: Hey, thank you very much! The process was really hard and intense; definately the most demanding
recording we have ever done. The album was recorded
from January to March 2008 in different studios in Norway; we did the instruments in different studios to find
the best studio for the different parts. Then we mixed
the album together with Joe Baresi, this time in the forrests of Eastern Norwegian, before sending the album of
to New York for mastering. I am really pleased with the
final result, when the album was finally done I felt really content – we had done our best and stayed focused
through a very tough process. It is the most drastic step
forward we have taken. We have gone places we haven’t
before, more melody and atmosphere; that experiment
was really successful.
- Some of the members also involved in various projects, and you also changed your label, how these events
affected the recording process?
Ivar: The other projects never interfered with Enslaved;
we would never let that happen – Enslaved is the first
priority, we could never reach this level otherwise. But I
think the label thing made the recording a little harder.
We almost changed labels half a year before the recording – but got convinced to give our old label one more
chance. A few weeks into the recordin we did notice
that things were not improving and we had to leave
even though we were started on the album. Luckily all
the people in the old and new label are great people,
and our management is luckily more concerned with
people than just business – after some weeks of talks
everything worked out and we could continue, now on
Indie Recordings. I guess this added quite a lot of stress
for us, but we stayed focused and never doubted for a
second that things would work out.
- Vertebrae has a strong atmosphere woven between
heavy parts and mellow partitions and it feels like there
is a balance among the songs. Do you agree?
Grutle: Yes, “Vertebrae” is our most homogenic album
in many ways, you can listen to the songs seperately,
but also as an unity, like one epic song with loads of
different parts and with a nice balance. With balance
I mean that the songs are arranged in order to make
justice to all the different themes in the music, they
all come “through” the wall of sound. There has been
made room for both harsh and brutal parts as well as
floating and mellow/melancholic parts. And, we have
managed to unite these parts in the music very well this
time. I have to honour Joe Barresi for doing teh mixing job, he was definately the missing link we´ve been
searching for when it comes to the sound!
- It seems that Enslaved is turning to a dual-vocal band
with the increasing addition of Herbrand Larsen. Vertebrae is the most “clean vocalised” album of you to date.
Is it a conscious decision? Do you get negative reactions
about this case? And what is your opinions about Herbrand’s additions to the songs?
Grutle: When me and Herbrand arrange the vocals on
an album, we always try to find the best balance and to
do justice to the music. We try out different vocal ideas
before we decide what type of vocals we´re gonna sing
over it. This time it ended up with more clean vocals
than on “Ruun”, but we don´t have any specific urge to
do more or less of anything on the next release, wait
and see… Hehe.
- With your 2004 release, Isa, you had a sharp shift between your Black Metal roots and more progressive territories. When looked closely to Ruun and Vertebrae, it
can be seen that, the musical basis of these two albums
was buried in Isa. Do you see Isa as a turning point in
your career and music?
Ivar: Absolutely. There had been strong hints at experimenting and influences from prog-rock and other genres
before, even back to the oldest albums. I think “Below
the Lıghts” was the spark, and the “Isa” was the actual
point where the change took place. Everything changed
for us with this album; the line-up was stabilized with
the best musicians ever, the songs found their shape
and we became a completely different band in the studio and live. “Isa” symbolized the stoic and unchanging
qualities of Enslaved – and turned out to do that on a
concrete level also; all the strength that was built up
through rough years prior to this was unleased and we
took a massive step forward.
- You have started as a raw Black Metal act and progressively, beginning with Eld, you have been shifting to
more experimental areas musically. The thing you have
been doing is a bit opposite to Black Metal actually,
but you also keep your roots with you while changing
your music distinctively. How would you summarise the
change in Enslaved?
Grutle: You have to remember that we started 17 years
ago, and that we of course have developed a lot since
then. It would have been rather strange if we had not..
hehe. On the other hand, there has been a natural progression all way, and no album sounds the same as the
former one. We´ve always had the urge to change and
develop our sound. That has always been the essence
in Enslaved. I don´t think the world needs ANOTHER
band that sounds exactly the same on all albums, and
I think our fans really appreciate that we change and
develop!
We´ve never concidered ourselves as a black metal
band, as our definition of black metal is any kind of
metal with a satanic concept.
- There maybe many listeners who strictly choose to listen your old works.Do you get requests from your older
albums often, during live performances?
Grutle: If people don´t enjoy the new stuff, that is
fine by me. I think those who only like our old stuff is
more or less fans of old school extreme metal rather
than Enslaved fans. I think that our fans really appreciate our musical evolution, and they don´t expect the
next album to sound like its successor. I think they
really enjoy to be “challanged” and to dive deeper
into our music, just like what we enjoy ourselves while
making,arranging or listen to music.
But, it´s really simple; if you don´t like something,
don´t listen to it. I never torture nyself with volunterily listen to music I hate...I turn it off it ain´t brain
surgery.
We do get some requests for old songs, and we always
play 3-4 old songs from 92-95 to get some..balance!
into it.
- Do you still have an interest in raw Black Metal? If so,
how do you find contemporary Norwegian Black Metal
scene?
Ivar: Yeah, I try to stay updated. But I have to admit that
the “raw” Black Metal has lost some glamour. These days
it is more like punk in a way – they can’t play very well,
and they don’t sing or talk about philosophy, changing the world and fighting; now it is more about being criminal, taking drugs and don’t giving a fuck about
anything. The old-schoolers like Dark Throne, Mayhem
and others were very talented musicians with a strong
message. Of course there are still bands going strong
with the raw stuff; Taake, Aura Noir and so on.Yet, on
the less conventional side of the scene, there is a lot
exciting going on. You have experimental bands like
Negura Bunget, Deathspell Omega (not Norwegian) and
kings of avantgarde Virus and so on, you have bands
with a “newer” Black Metal sound like Iskald, Vreid and
Keep of Kalessin and of course we are all waiting for
Immortal’s next album!
I think our fans really appreciate
that we change and develop!
- We know that in Norway, the Viking-age beliefs still exist, standing opposite to Christianity and you are also believing in a Viking religion called Asatru. With considering
the contemporary events and the situation of the world,
what are your thoughts about abrahamic religions?
Grutle: I´ve never concidered myself a religious man and
I have never concidered old sun cults like Åsatru as a
religion either. To me religion is a negative word constructed for brain washing and hypocritical movements
like the ones you refer to as Abrahamic religions for instance.
Åsatru is about philosophy, guidelines and personal
growth, not about good/evil,order/chaos or black/
white.
- In your previous albums, you had chosen to write the
lyrics mostly in Norwegian and also there are songs written in Icelandic. Now you mostly prefer English. What
was the idea of yours behind the usage of your native
language in your songs?
Ivar: We had no particular reason for doing it; it simply
felt very right to do it that way. We had a more history-oriented base for lyrics and concepts back then – a
lot dealt with historical events and nature in our native
country and Iceland; it felt natural to have the lyrics
in a language that was so close to these subjects. The
change to English was equally undramatic; it simply felt
natural to change to a language where almost all our listeners could follow the lyrics directly instead of relying
on translations.
- It is known that you are Prog-Rock fans. In what terms
we can say Prog-Rock influenced Enslaved? Can you give
examples to your favourite Prog-Rock acts?
Grutle: Yes, we do like progressive music, which is by
definition , simply music that steps out of an ordinary
format and becomes a little more interesting and challenging than a convential piece of music. And, that is, in
a nutshell, what has got a big influence on us. Musicans
that are not afraid of being creative, and that are willing
to tear down the genre-boundaries, often tend to make
interesting music. It is not neccecary about technical
skills, but rather the ability to don´t give a f... about
what everyone else expect from you.
We really enjoy bands like Genesis, King Crimson, Shining (Nor), Van Der Graaf Generator, Rush, Pink Floyd,
Anekdoten, Bo Hansson, Neurosis, Jethro Tull, Led Zeppelin, Tool, Deep Purple, Junipher Greene, Premiata
Forneria Marconi..etc. to much wonderful music to mention here... Hehe.
- Last year Ivar, Grutle and Arve involved in a project
called Trinacria. Opposite to Enslaved’s music, it is a
minimalistic and simplistic project. How would you summarise this project? What is the story behind it?
Ivar: It started out in a strange way; we were asked by the
Norwegian Official Concert Agency (“Rikskonsertene”) to
do a project together with Fe-mail, a female improvisational Noise duo also from Norway. I was asked to write
an hour of music together with the two members of Femail to be performed at two Norwegian festivals and a
small Norwegian tour of 12 shows. We thought it would be interesting and
started to work on it – after the festivals and tour we decided it was too good
and enjoyable to just quit- and we decided we wanted to make an album. Enslaveds label Indie Recordings saw one of the Norwegian shows and signed us
immediately. I think we are still determined to do more work with this band;
maybe a new album will be done in 2010. And we have plans for at least one
festival show in 2010!
- Ivar and Grutle were involved in a protest act, with “downloading” a sheep
from a flock of Norwegian politician called Lars Sponheim, because of he had
offered to legalize music downloading. What are your thoughts about all these
MP3 and other formats and their online trading things?
Ivar: Downloading can be a good place to check out music. It’s like going to
the record store and listening to a record. But I think that if you do like the
music, then you should buy it. If not many of the bands today will not survive.
It cost money to record an album and if we don’t sell any records we just can’t
release any new ones. It’s as simple as that! Download to check something out,
but buy if you like it. Support the bands you like!
-This is the end of my questions. Thanks for giving time. I hope we can see you
soon in Turkey. Any messages to your Turkish fans?
Grutle: We really hope to come down to Turkey and play for you soon! So, If
any Turkish concert agency read this; do not hesitate to contact our management! We would love to come to play for you. Tesekkürler for your patience!
Jean-Dominique Bauby, bir kadın/moda dergisinin editörü, üç çocuk babası, boşanmış ve de sevgilisi olan bir
adamdır. Geçirdiği beyin kanaması sonunda komaya girer, bedenini hiçbir şekilde hareket ettiremez, nefes
almakta dahi zorlanır ve tek gözüyle görebilir. İşlev yapamayan, açık kalması dahi riskli olan sağ gözü doktorlar tarafından dikilmiştir. Sol gözünü kapatıp açmasıyla,
alfabedeki harflerin kullanım sıklığına göre oluşturulmuş
harf dizimiyle kelimeler oluşturur ve insanlarla iletişim
kurmaya başlar. Dahası “The Diving Bell And The Butterfly” adında bir kitap yazar. Kitaptan uyarlanıp 2007
yılında gösterime giren aynı adlı film ödüller alır, tüm
dünya bu Fransız’ı tanır ama ne yazık ki Jean Dominique
o günleri göremez. Çünkü kitabının yayınlanmasından on
gün sonra, felçli olduğu hâliyle, tüm dünyaya ve kadınlara sadece sol gözüyle bakarak ve bir kelebek olarak
ölür.
Kitabın ve filmin adı şuradan gelmektedir: Jean Dominique kendini ne zaman umutsuz, berbat hissetse su
altında, bir dalgıç kıyafetinin içinde olduğunu düşünür.
Filmde de bunu çok güzel tasvir etmişlerdir. Hikâyenin
kahramanını, yüzyıllar öncesinden kalma, kocaman, dalgıçtan ziyade astronotları andıran, gayet hantal, hareketi her türlü kısıtlayan bir giysinin içinde görürüz. Kafasını
sağa sola hareket ettirmeye çalışır, bedeni külçe gibidir,
kımıldayamaz. Oysa ne zaman kendini özgürmüş gibi hissetse, mutlu olsa, kelebeklerden bahsedilir.
AYŞE NUR
God Is An Astronaut albümleri de işte tam olarak, dalgıç
giysisi ile kelebek arasındaki gelgitleri betimler. Hayatınız boyunca karşınızda hep zorluklar vardır. Sorunlardan
kurtulmaya çalışırken başka irili ufaklı engeller çıkıverir
önünüze. Daha iyi bir hayat için, standartlarınızı daha
yüksek tutmak için sürekli çırpınırsınız. Sizin hayatınızı,
sizin inisiyatifinizden daha fazla zorlayan etkenler belirir. Bu etkenler bazen öylesine güçlüdür ki, savaşmak
sadece kendinizi hırpalamaktır, boşuna yorulmaktır. Kendinizi öylesine gidişata bırakırsınız. Bir nehirde akıntıya kapılmış gibi savrulursunuz, ama bir yerlerde suyun
sakinleşeceğini de bilirsiniz. Oysa bazen sorununuz gidişatına bırakılamayacak denli bulanıktır. Bulanık oluşu
sizin ona biçtiğiniz bir görselliktir. İnancınız sarsılmış,
güveniniz parazit yayında kitlenmiş, kendinizi mutsuz
hissetmektesinizdir. Evden dışarı çıkmak istemez, sonra
da dört duvardan şikâyetçi olursunuz. Sorunun ne olduğundan tam olarak emin olmakla birlikte, aslında sizi öylesi bir kasvete boğan hiçbir şeydir, bilirsiniz. Sorgular,
sorgular, yine sorgularsınız. İşte God Is An Astronaut öylesi bir gruptur ki, size sadece hayatınızın fon müziğini
bağışlar. Tüm sorgulamalarınız, kararlarınız, coşkularınız, kaybettikleriniz, özledikleriniz için.
Müzik öylesine acayip bir şeydir ki, gerçekten doğru
noktalardan tutunmuşsanız o acayip şeye, sizin bir
parçanız olmuştur. Ve eğer o tutunduğunuz noktalardan biri de bu kara delikse, atomlarınıza ayrılabilir,
çok daha büyük kütlelerin parçası olabilir, yok olabilir
veyahut da delirebilirsiniz. Ya sular altında bir dalgıç
giysinin içerisine hapsedilmişsinizdir, ya da uzay boşluğunda bir astronot giysisine. Her iki ihtimalde de
bir şeylerin olmasını beklersiniz. Sadece bakar, sizi en
çok acıtan anlara döner, kayıplarınızı ve yaralarınızı
gözden geçirirsiniz. Bunlar öyle anlatıldığı gibi şerit
hâlinde geçen hayattan kareler değildir. Doğanın ve
uzayın dengeleri Yılbaşı Hayaleti’nden daha acımasızdır. Derinizmiş gibi hissettiğiniz, kendinizi içine hapsettiğiniz, sadece özel olduğunu düşündüğünüz insanlara gösterdiğiniz iç dünyanızın kapıları bir anda alev
alır. O insanların bıraktıkları dağınıklık ve pisliğin aslında halının altına süpürülen toz birikintisinden başka bir şey olmadığını; ama o birikintilerin büyüdükçe,
mabedinizin, iç dünyanızın orta yerinde varlığı şüphesiz olan bir tepeye dönüştüğünü ve o tepenin yani
anılarınızın yandığını görürsünüz. Bari bu kalsaydı diye
elinizi uzatmaya kalkarsınız, siz de alev alırsınız.
God Is An Astronaut öylesi bir gruptur ki, sizi size anlatır, sizin sizden nefret etmesini sağlar, size sizi sevdirir. Olduğunuz ruh hâline göre bir şekle girmez, ruh
hâliniz şarkılara göre şekilden şekle dönüşür. Zaman,
dünya, uzay durur. Sizse bir dalgıç elbisesi içinde kelebek olmanın nasıl bir duygu olduğunu hatırlamaya
çalışırsınız. Her şey bir anda hareket etmeye başlar,
sizse kıpırdayamazsınız. Zaman durduğundaki ağırlığınız yerini hiçliğe bırakır. Bomboş hissedersiniz. Kimse
sizi görmez, fark etmez. Herkes hayatına devam eder.
İnsanlar işe gider, derse girer, eve dönerler. İnsanlar
ürer, doğar, ölür ve hatta öldürürler. Sizse sıfırdan
başlamak istersiniz. Şarkıyı başa alabilmeyi, play demeden önce bir kez daha düşünebilmeyi dilersiniz. Bu
sefer daha akıllıca davranmak istersiniz. Siz yolun en
başını görmeye çalışırken insanlar hayatlarına devam
ederler. Siz değişmek isterken, renklere bürünmek,
güzelliğin ve özgürlüğün simgesi gibi doğaya karışmak
için hazırlanırken insanlar yoğun iş günlerinin bitmesi
için beklemeye başlamışlardır. Öncekilerden ve sonrakilerden bir farkı olacakmış gibi, mesai/ders saatlerini
bitirir, günü tüketir, ertesi gün için beklemeye başlarlar. Sizin biten tek günlük ömrünüz, doğaya karıştırdığınız bedeniniz bir hiç uğruna, sadece o insanları izleyerek, onların arasına karışıp karışmamak konusunda
tereddütler içinde düşünerek geçmiştir.
Ve bir God Is An Astronaut şarkısı daha bitmiştir.
www.myspace.com/godisanastronaut
RÖPORTAJ
AYŞE NUR
ÇEVİRİ
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Norveç Black Metali'nin en kült topluluklarından biri
olan Darkthrone ile oldukça karanlık ve oldukça
metal bir röportaj gerçekleştirdik. Fenriz’in klasik
röportaj üniforması da yine üstündeydi.
Not: Sorularıyla karanlığa asalet kattıkları için üstat Şanver Ofluoğlu’ya ve Alkan Karaçam’a
teşekkür ederiz.
- Dark Thrones and Blags Flags ile bu dönemde tam
olarak yapmayı istediğin müziği icra ettiğine inanıyor musun?
Fenriz: Böyle düşünmüyorum, kendime "başarma"
sorusunu sormadım. Bizi TESADÜFLER yönlendiriyor
ve tesadüfler doğanın kuralıdır, basitçe “BİRŞEY
OLACAKSA OLACAKTIR” demektir. UFO'nun 1974'te
elde ettiği davul sound’unun (Rock Bottom şarkısını
inceleyin) aynısına sahip olmamız tamamen tesadüftür ya da BENİM şarkılarım sık sık Diamond Head'in
1980 çıkışlı “Lightning To The Nations” albümündeki
hızlı şarkılar gibi yazılmıştır. Temel olarak biz daha
çok 1979-1985 arası dönemdeki sound ve riffleri
alıyoruz artık ama BİRÇOK istisna var. Biz geçmişe
dönük bir grup değiliz, sadece yapmak istediğimizi
çalıyoruz ve bu tamamen tesadüftür.
- Albümde müzikal anlamda bir bütün olmadığı gibi
sözler açısından da öncekilere nazaran değişimler
var. Giderek daha kaygıdan uzak, daha müziği doldurma amaçlı sözler yazıyorsun. Müzikal anlamda
da Thrash, Heavy, Death Metal’e daha yakın şarkılar
varken özellikle Nocturno’nun yazdıkları daha Black
Metal şeyler. Metalin en köklü gruplarına saygı mahiyetinde bir şeyler yapmak mı amacınız, yoksa zaten
bunları dinliyorsunuz ve bunlardan etkileniyorsanız
da icra ettiğiniz müzik de bu yönde mi gelişiyor?
Fenriz: Biz 70’lerde ve 80’lerde büyüdük ve bu tarzlar bizler için ana tarzlardır. Çaldığımız şekil için
de aynı şekilde... Baskıcı olmayı denemiyorum ama
kişi olarak baskıcıyım ve yollarımızı şu an oldukça
kalabalık olan metal dünyasından her zaman ayrı
tutacağım. Bu nedenle, eğer eski şeyler trend olursa (Pek sanmıyorum, birçok kişi stüdyoda PLASTİK
MODERN SOUND elde etmek istiyor ve benim buna
karşı hiç ilgim yok.) bundan da uzaklaşacağıma eminim, kendi yolumu bulmak için... Ted'in stili artık
HEAVY METAL KARANLIĞI (PORTRAIT'i referans vererek) ve ben kendi tarzımla uğraşıyorum: SPEED METAL/NWOBHM-PUNK. Ben her zaman müziğin birçok
AŞIRI formunu dinledim, ama metal müzikte 19681986 arası sound'ları (stüdyo soundu) ve 1968-1993
arası TARZları dinlemeyi tercih ediyorum. Şu an
desteklediğim neredeyse bütün aktif Metal/Rock ve
Punk grupları eski tarzları eski sound ile çalıyorlar.
Modern sound'a tamamen alerjiğim, bunu sevmenin
de çok kolay olduğunu düşünüyorum. Kulaklarıma
itaat etmeliyim ve onların beğendiklerini takip etmeliyim, başka her şey kendime ihanet olur. (Tek
günah!)
- Albümlere ve diğer yasal ürünlerinize genellikle
kendinizi ve değişiminizi ifade edebilecek isimler
verdiniz. NWOBHM bunun en bariz örneğiydi. “Dark
Thrones and Black Flags” adını duyduğum anda ilk
düşündüğüm şey “The Cult is Alive” gibi daha punk
bir albüm olacağıydı. “Black Flag” malum anarşizmle özdeşleşmiş bir kavramdır ve de aynı isimde
gayet sert, gayet kült olmuş ve pek çok metal grubunu da etkilemiş bir punk grubu vardı. Gerçi daha
metal bir albümle karşılaştık ama albüme adını verirken bu göndermeleri de düşünmüş müydün?
Fenriz: Evet, bizi Punk hakkında konuşmaya iten
Black Flag adlı grup hakkında tüm gazeteciler aynı
şeyi düşünüyor ve Punk, metal içinde REDDEDİLEMEZ bir faktördür, tıpkı Blues bazlı Rock gibi... Öyleyse insanlara metal ağacının köklerini göstermek
iyi bir şeydir. Çünkü kökleri kesersen, tüm ağaç
ölecektir. Dark Thrones And Black Flags'ın daha çok
punk değil metal müzik içerdiğini fark ettiğin için
sana teşekkür ediyorum, birçok kişi sadece kapağa
ve albüm adına baktı (gazeteciler de dahil) ve (müziği duyduktan sonra bile) albümün çok punk olduğu sonucuna ulaştılar. Fakat albüm Metallica'nın
“Kill'em All”undan daha punk değil. İçindeki elementlerimizi analiz edersiniz, Kill'em All ile neredeyse aynı - ama biz 1983 Metallica'sından çok
daha farklı bir sounda ulaştık. Bu da tabii ki bir
tesadüftü, hahahaha...
- İnternette dolaşan Rock Hard röportajı videosunda elinde Détente – “Recognize No Authority”
plağı var, ki muhteşem bir albümdür. 2008 yılında
grubun demoları yeniden derlendi ve grup da aktif
şu anda. Son dönemlerde eski grupların büyük bir
kısmı (Onslaught, Whiplash, Seance, Terrorizer, Artillery…) hortladı. Yeniden bir araya gelen gruplar
hakkında ne düşünüyorsun? Seni heyecanlandıran
bir reunion oldu mu?
Fenriz: Eski albümler gibi tınlayan yeni bir albüm
yapmaya çalıştıklarında, birden çekindiler ve 198990 arasında çıkan yeni metal sounduna ihtiyaçları
olduğunu düşündüler. Bu onları ruhsuz ve aşırı sıkıcı yaptı. Bu durumda büyük bir istisna Vulcano'nun
“Tales From The Black Book” albümüdür, bu albümde eski günlerdeki sound'u getirmek için yeterli cesaretleri vardı, HARİKA! Konserlerden birçok
nedenden dolayı zevk almıyorum, en büyük neden
insanları sevmiyor oluşum. Metal konserlerinde her
zaman birisi konseri izlemek yerine, kulağımın dibinde bana bir şey demek için bağırıyor. Bu nedenle, 15 yıldır birçok konserde bulunduktan sonra,
bu sene sadece dört tane konsere gittim. (Sıradaki bizim 30-31 Ocak'ta Norveç'te yapılacak Metal
Merchants Festival olacak, birçok eski güzel grup
olacak, Artillery ve Pagan Altar gibi...) Ama gruplar yeniden birleşip canlı çaldıklarında, en azından
canlı gelen ses her zaman olan ile biraz aynı oluyor,
böylece gerçek hayranlar modern sound ile sürün-
dürülmüyor, hahahahaha. Yeniden birleşmeler ile
ilgilenmiyorum, hiçbir zaman bir grup yeniden birleşsin diye umutlanmadım.
- Gittikçe Lemmy gibi kült bir metal figürü oluyorsun. Bunun farkında mısın? Daha çok demeçlerinden yükseliyor bu yön. Üstelik Lemmy gibi sosyal
biri olmamana rağmen...
Fenriz: Hayır, doğduğumdan ve global yer altı metal yıllarıma kadar,e '87, '88 ve '89'da, sosyal bir kişi
değildim. Ama bir kayıt kontratı alınca (Hayatımdaki tek amacımdı!) bunu değiştirmeye çalıştım.
Bu nedenle ileriki 10-15 yılı sürekli Oslo'daki barlara gitmekle ve binlerce insanla tanışmakla geçirdim. Ama ne zaman yer altı, aptal 90’lar tarzları
ve tempoları yerine 80’ler tarzları çalan çocuklarla tekrar güçlenmeye başlayınca, tekrar kendi iç
dünyama döndüm. (Metal dünyasında farklı yıllar
sadece tipik TARZLAR değil ayrıca tipik TEMPOLAR
demektir, mesela 90’ların ağaçkakan hızındaki davul çalış tarzlarını sevmiyorum.) Old'dan Oscar'a,
yer altı hakkında ilgimi yeniden uyandırmamı sağladığı için teşekkür ediyorum, yer altı 80’lerin
tarzlarına döndü. Elbette bazı gruplar her zaman
gerçek 80’ler tarzlarını çalıyorlardı ama şu an konuştuğum şey yer altındaki GENEL AKIMlardır. Bu
nedenle, Mayıs 2005'te dışarıya çıkmayı tamamen
bıraktım, bu demek oluyor ki artık barlarda insanlarla tanışmak yok, 1995'ten beri buraya Black Metal konuşmaya gelen insanlarla da konuşmak yok.
Ayrıca, artık neredeyse hiçbir konsere gitmediğim
anlamına da geliyor. DJ’liği de neredeyse bıraktım,
yerine derlemeler yapıyorum. Çünkü sadece içen
ve birbiriyle konuşan insanlar için HARİKA müzikler
ayarlamaktan sıkıldım. Temel olarak ben sosyal bir
insan değilim -on beş sene boyunca zıttını denedim.
Bu nedenle insanların daha fazla kişiyle tanışamayacağım/görüşemeyeceğim gerçeğini anlayacağına
ve saygı göstereceğine inanıyorum, hayatımda görüşmek veya başka bir şey yapmak için zamanım
olmayan yeterince insan var, mesela bu röportaj
bile gerçekleşmeyebilirdi. Kendimi klonlasam bile
g*tümü toparlamak için yeterince zamanım olmazdı, haha.
- 2000’li yıllar, Motörhead önderliği bir yanda kalsın,
yeni rock’n’roll ve punk grupları için de oldukça iyi
geçti. Ve buradan görebildiğim kadarıyla bu alanda
da en iyiler İskandinav ülkelerinden çıktı. The Hellacopters, Backyard Babies, Hardcore Superstar,
Turbonegro, Gluecifer… gibi. Bu gruplar ve genel
olarak içinde olduğumuz dönemdeki rock’n’roll ve
punk grupları hakkında ne düşünüyorsun?
Fenriz: Bu saydıkların yer üstü gruplar, bu nedenle
çoğunu duymadım. Tabii ki Turbonegro’yu seviyorum, birçok sevdiğim şarkıları var ama Just Flesh’i
gerçekten beğeniyorum. Şu an desteklediğim ve
dinlediğim aktif gruplar; TOXIC HOLOCAUST, D.I.E.,
RAMMER, RAM, METALIAN, DISHAMMER, MIDNIGHT,
PYROTOXIC, BLADE OF THE RIPPER, DEVASTATOR (Florida), THE NORTH BLUE HEALER, TROUBLED HORSE,
WITCHCRAFT, HOODED MENACE, KÖRGULL THE EXTERMINATOR, BROKEN BRAIN (Spa), ABYSSED (Can),
IN SOLITUDE, AFTER THE BOMBS, BLIND TO FAITH,
FAUSTCOVEN, BOMBSTORM, BLIZZARD, HELLREALM,
CHEMIKILLER, WHIP, TRENCH HELL, HELLSHOCK,
REPELLENT, SPEED TRAP, CAST IRON, RAZOR FIST,
SADISTIC INTENT, VULCANO, OBLITERATION, GHOUL
CULT, ATOMIC ROAR, HELLISH CROSSFIRE, BANISHED
FORCE, SLOGSTORM, ENSLAVED, BLÜDWÜLF, DEATH
BEAST, WAR CRIMES, BASTARDATOR, CREEP COLONY,
TYRANT (Swe), NATTEFROST, CORRUPT, WORLD
BURNS TO DEATH, NEKROMANTHEON, ENFORCER,
NOCTURNAL, JEX THOTH, DEATHRONER, SONIC RITUAL, MÄNIAC, MORNE, ALPHA CENTAURI, DEMON’S
GATE, DOOMED BEAST, RESISTANCE (Fra), KARNAX,
EVIL ARMY, WITCH (USA), VIRUS (Nor), AURA NOIR,
ORCUSTUS, LONEWOLF, THE DEVIL’S BLOOD, FARSCAPE, VOMITOR, OLD, DEATHHAMMER, EM RUINAS,
SALUTE, THE BATALLION (yeni albümde daha kirli
bir sound olsun lütfen, haha!), ZEMIAL, GASMASK
TERRÖR, EIDOMANTUM ve PORTRAIT. California’dan
DESOLATOR’u da düşünüyorum ve Yunanistan’dan
Omega’da da gelecek var. Bahsettiğin grupların hepsi 60’ların, 70’lerin, 80’lerin tarzlarını çalan 90’lar
grupları, 2000’lerle aralarında HİÇBİR bağlantı yok
ve 2000’lere uygun değiller, üzgünüm.
- Bir belgesel olan Metal: A Headbangers Journey’de
tüm rock ve metal dünyasını şaşırtan iki röportaj
yer almıştı, Gorgoroth ve Mayhem röportajları. Gerçekten bu kadar yüzeysel, bu kadar basit olamayacağından emindik Norveç gruplarının ama bu tavrı
da anlayamamıştık. 2007’de yayımlanan Once Upon
a Time in Norway’i izlediğimdeyse fikirlerini onaylamasam da bu iki grubun yaptığı açıklamaları çok
sevdim. İki belgeseli de izledinse bu tavır farkı için
ne söyleyebilirsin?
Fenriz: O film için benimle ropörtaj yapıldı. Ama
sonra gördüm ki röportaj yapanlar gerçek yeraltı
80’ler metali hakkında pek bir şey bilmiyorlar ve
biraz sansasyon işlerinin peşindeler. Ve bu nedenle
tabii ki o filme karşı hiçbir ilgim yok, izlemedim ve
asla izlemeyeceğim. Bence insanlar metal dünyasında gözlerini değil KULAKLARINI kullansalar daha iyi
olur, diğer her türlü yaklaşım tamamen pozcu işidir.
- Darkthrone Black Metal adına çok iyi albümler yaptı ve şu anki hâlini de pek çok insan takdir ediyor.
O günlerle artık çok ilgili değilsiniz biliyorum ama
2000’li yıllarda o “kara taht” ın sahibi sence kim
olabilir?
Fenriz: 1994’ten beri insanlar sandılar ki ben Burzum, Mayhem veya Darkthrone, Immortal veya
Gorgoroth’tan kopyalanmış tarzları dinlemek istiyorum. Neden? Ben Motörhead’i kopyalayım ve sonra
Lemmy’nin bir b*k vermesini mi umayım? Hayır. Öyleyse insanlar ne halt etmeye benim hakkımda bir
Sanatçılar RUHLARINDAN BİR ŞEYLER VERİP, BİRŞEYLER YARATMAK
İSTEDİKLERİ için sanatçıdırlar...
şeyler sanıyorlar ve neden bu kadar az sosyal bilince sahipler? Sana diyebileceğim şey, bu 90’ların
kopyalanmış tarzlarını çalıp, ona Black Metal diyen
kimseyi sallamıyorum. Bu grupların birçokları için
ilginç olduğunu anlıyorum ama aynı şekilde onlar da
anlamalı ki bunların hiç birisi benim için ilginç değil. Aktif gruplardan sevdiklerim Norveç’ten Faustcoven, Avustralya’dan Vomitor, Chicago’dan Hellrealm ve Almanya’dan Old. Bu gruplarda 90’ların
etiketleri yok, daha zamansızlar. Bu daha sanatsal
veya başka bir şey değil, ya da gotik veya feminen de değil. Hayır, bu grupları seviyorum çünkü bu
gruplar meşaleyi benim sevdiğim şekilde tutuyorlar,
kirli ve çılgın Black Metal stilinin başladığı şekilde
yani...
- Dünyaya bir albüm olarak gelecek olsan hangi albüm olmak isterdin?
Fenriz: Bonded By Blood, EXODUS. (Adamımsın Fenriz! / Ed)
- İsrail’in atalarının Hitler tarafından soykırıma
uğratılması gerçeğini ve şimdiki İsrail’in Filistin’i
yerle bir etmesini nasıl ilişkilendiriyorsun? Black
Metal’deki yıkıcı tavrın bu tarz bir yıkıcılıkla ilişkisi
var mı?
Fenriz: İnsanlar tehdit edildiklerinde savaşmak zorundadırlar, bu doğanın kuralıdır. Ve bu çatışmaya
neden olan iki ideadan fazladır. Ama metal dünyasında bu bir problem değildir, modern plastik sound kullanmayı seçen insanlar metalin ruhunu yok
ediyorlar, bu bir problemdir. Ve BENİM savaşım budur. DARKTHRONE modern metal sound’una DÜŞÜK
PRODÜKSİYONLU bir alternatiftir.
- Online müzik paylaşımı ve MP3 hakkında neler düşünüyorsun?
Fenriz: Bu konuda güçlü görüşlerim yok. İnanın ya
da inanmayın, albüm satın almak işin anahtarıdır.
2006’dan beri sadece albüm kitapçıklarını yapmak
için altı aylık bir dönemi kullanıyorum. (1996-2005
arası görsellerle ilgilenmezdim, Darkthrone’un bu
departmanında ben görevli değildim.) Albümü alırken albüm hakkında önemli bilgiler elde ediliyor.
Ama bunun hakkında bir halt vermeyen tarzlar, insanlar müziklerini indirdiklerinde ağlamamalılar.
Sanatçılar RUHLARINDAN BİR ŞEYLER VERİP, BİRŞEYLER YARATMAK İSTEDİKLERİ için sanatçıdırlar, bu
şekilde başkaları da bundan zevk alır. Bunu başaramayanlar bu konuda bir düşünceye sahip olamazlar
diye düşünüyorum.
- Türkiye hakkında bildiğin bir şeyler var mı? Hiç
rakı içtin mi?
Fenriz: Sadece Mezarkabul’u, Türk Pentagram’ı biliyorum. PENTAGRAM’I DİNLEMEYİ UNUTMAYIN!
AYŞE NUR
- Do you think that with Dark Thrones and Black
Flags, you completely had achieved the music you
wanted to do now?
Fenriz: i don’t think like that, i don’t ask myself
that question of achievement. We are driven by COINCIDENCE, a law of nature saying simply “WHAT
HAPPENS - HAPPENS”. It is quite coincidental that
we have now almost the same drum sound as UFO
had in 1974 (check the song ROCK BOTTOM) or that
MY songs are often written like the “fast” songs of
DIAMOND HEAD lightning to the nations album from
1980. Basically we mostly have sounds and riffs
from 1979-1985 now, but with MANY exceptions. we
are not a retro band, we are just playing what we
make. and it’s rather coincidental.
- In the album, it seems that there is no musical
unity and also, lyrically, there are some changes
compared to the past records.You,gradually,write
lyrics that are filling the music,moving far from apprehension.Musically there are songs that are close
to Heavy,Thrash and Death Metal, while the songs
Nocturno had written are more akin to Black Metal.
Do you have an aim to honour the deep rooted metal bands or you already listen to these styles and
influenced by them, do the music you make goes
same path with that styles you listen?
Fenriz: We grew up in the 70s and 80s and that is
the main styles for us. also the way we play. i am
not trying to opress, but as a person i AM oppressive
and i will always stray away from the paths in our
metal world that is most crowded in the moment.
so if old metal becomes very trendy (i don’t think
so, most people want the PLASTIC MODERN SOUND
in the studio and therefore have no interest for me)
i am sure i will go away from it, to find my own
path. Ted’s style is now HEAVY METAL DARKNESS (to
quote PORTRAIT), and i make my own style of: SPEED METAL/NWOBHM-PUNK. I have always listened
to EXTREMELY many forms of music, but in metal i
prefer the sounds (studio sound) of 1968-1986 for
metal, and the STYLES from 1968-1993. Almost all
of the active metal/rock/punk bands i support play
these old styles with old sound. I am just allergic to
modern sound, i think it’s too easy to like as well.
also, i must obey my own ears and follow what they
like. anything else would be betraying myself. (the
only sin).
- You have been giving labels that will reflect yourself and the changes you had to your albums and
legal products. NWOBHM was an awesome example
to that. When I heard the label, Dark Thrones and
Black Flags, what I thought first was it would be a
punkish album like The Cult Is Alive. “Black Flag”,
you know, a term identified with anarchism, and
also there was a very heavy punk band with that
name, which was a cult and influenced many metal bands.Dark Thrones and Black Flags was more
metal album though, but what I will ask is, do you
ever think about that referenced while labeling the
album?
Fenriz: Yeah, i knew that all the journalist would
as about the band BLACK FLAG which would lead
us to talk about punk. and punk is an UNDENIABLE
factor in metal, just as heavy blues based rock is.
so that’s good to show the roots of the metal tree.
Because if you cut of the roots, the whole tree will
die. I thank you for noticing that DARK THRONES
AND BLACK FLAGS holds mostly metal music and
not punk, so many has just looked at the cover and
the title (even journalists) and concluded (even after hearing the music) that it’s very punk. but it’s
no more punk that KILL EM ALL with metallica. And
if you analyze our ingredients it is very much the
same as kill em all - but we end up sounding very
different from 1983 Metallica. But that’s also a coincidence HAHAHA!
- On the RockHard interview which is tracking through the internet, you have a Détente - Recognize
No Authority record and it is an awesome album. In
2008, the demos of the band were compiled again and also the band is active now. Recently, many
older bands like Onslaught,Whiplash,Seance,Terror
izer,Artillery made comebacks. What do you think
about these reunions? Were there any reunion event
that excited you?
Fenriz: When they try to make a new album like the
old ones, they chicken out and think instead that
they need this new metal sound that most bands had
since 1989-90. That makes it soulless and extremely
boring. a big exception from this rule is VULCANO
“tales from the black book” album, they had the
balls enough to sound just like the old days. GREAT!
I don’t enjoy concerts because of lots of reasons,
mainly because i don’t like people. And at metal
gigs it’s always someone that shouts in my ears to
tell me something instead of watching the gig. So
finally after 15 years of going to shows, i now only
go to ca 4 shows a year (next one will be our METAL
MERCHANTS FESTIVAL in january 30/31 here with
many great old bands like PAGAN ALTAR and also the
abovementioned ARTILLERY. But when they reform
and play LIVE... At least live sound is a bit the same
as it always was, so that true people don’t have
to suffer through modern sound. HAHAHAHA. But i
don’t care about reunions at all, i never hope for a
band to reunite.
- You are becaming a cult metal icon like Lemmy
day by day. Are you aware of that? Especially with
your various statements, you show this side of yourself and you are not a social person like Lemmy
is...
Fenriz: No, since birth and up to my global underground metal years in 87 88 and 89 i was not a social
person. but after i got the record deal (the only ambition i had in life!) i tried to change that. So i spent
the next 10-15 years to always go out to the pubs in
Oslo rock city and meet THOUSANDS of people. but
when the underground was strong again with lots
of kids playing the 80s styles instead of the stupid 90s
styles and tempos (different ages in the metal world
is not just typical STYLES, but also typical TEMPOS
- i don’t like the typical 90s woodpecker-fast drum
styles for instance) i returned to myself. I thank Oscar
from OLD to make me aware that the underground
had returned to the 80s styles. ofcourse some bands
were always true to the 80s, but i am now talking
about GENERAL CURRENTS in the underground scene.
so i stopped going out completely in May 2005. this
means no meeting people at pubs anymore, and that
also means not meeting people that came here from
around the world since 1995 to talk about black metal. and it means not going to shows anymore almost,
and almost quit dj’ing. Instead i make compilations.
because i got tired to pick out GREAT music for people
that just drank and talked all over it. Basically i am
not a social person - i tried the opposite for 15 years
- so i now wish that people understand and respect
that i can’t meet more people, i have enough people
in my life already that i don’t have time to meet. or
else, this interview for instance couldn’t be realized.
Even if i cloned myself, i wouldn’t have alot of time
to wipe my ass after taking a shit, HAHA.
- The years of ‘00s, nevermind the leadership of Motörhead, were also good for some new rock’n’roll and
punk bands.And from what I see here is the best ones
in this field are all coming from Scandinavian countries.The Hellacopters, Backyard Babies, Hardcore
Superstar, Turbonegro, Gluecifer etc...What are your
general thoughts about these bands and the contemporary rock’n’roll and punk bands?
Fenriz: those are overground bands, so i haven’t heard most of them. i like Turbonegro ofcourse, my fave
songs are many but i particularly like “JUST FLESH”.
The active bands i support are: TOXIC HOLOCAUST,
D.I.E., RAMMER, RAM, METALIAN, DISHAMMER, MIDNIGHT, PYROTOXIC, BLADE OF THE RIPPER, DEVASTATOR florida, THE NORTH BLUE HEALER, TROUBLED
HORSE, WITCHCRAFT, HOODED MENACE, KORGÜLL THE
EXTERMINATOR, BROKEN BRAIN spain, ABYSSED canada, IN SOLITUDE, AFTER THE BOMBS, BLIND TO FAITH,
FAUSTCOVEN, BOMBSTORM, BLIZZARD, HELLREALM,
CHEMIKILLER, WHIP, TRENCH HELL, HELLSHOCK, REPELLENT, SPEED TRAP, CAST IRON, RAZOR FIST, SADISTIC INTENT, VULCANO, OBLITERATION, GHOUL CULT,
ATOMIC ROAR, HELLISH CROSSFIRE, BANISHED FORCE,
SLOGSTORM, ENSLAVED, BLÜDWÜLF, DEATH BEAST,
WAR CRIMES, BASTARDATOR, CREEP COLONY, TYRANT
sweden, NATTEFROST, CORRUPT, WORLD BURNS TO
DEATH, NEKROMANTHEON, ENFORCER, NOCTURNAL,
JEX THOTH, DEATHRONER, SONIC RITUAL, MÄNIAC,
MORNE, ALPHA CENTAURI, DEMON’S GATE, DOOMED
BEAST, RESISTANCE france, KARNAX, EVIL ARMY, WITCH
usa, VIRUS norway, AURA NOIR, ORCUSTUS, LONEWOLF, THE DEVIL’S BLOOD, FARSCAPE, VOMITOR, OLD,
DEATHHAMMER, EM RUINAS, SALUTE, THE BATALLION
(dirtier sound on next album, please! HAHA), ZEMIAL,
GASMASK TERRÖR, EIDOMANTUM and PORTRAIT. I am
also thinking DESOLATOR from California and OMEGA
from Greece sounds promising. Those bands you mentioned are all 90s bands that play styles from 60s, 70s,
80s, they have really NOTHING to do with the 2000s,
and are not typical of the 2000s. sorry!
- In the documentary, Metal: A Headbanger’s Journey,
there were two interviews that surprized all metal and
rock community: Gorgoroth and Mayhem interviews.
We were sure that the Norwegian bands shouldn’t be
that simple and cursory, but on the other hand, we
couldn’t really get that attitude. When I have watched 2007-released Once Upon A Time In Norway, although I did not approve their ideas, I loved the sta-
tements they made. If you have watched those two
documentaries, can you compare and explain the
attitude differences between?
Fenriz: I was interviewed for that film. But i found
out that the interview people didn’t know alot about real underground 80s metal, and they were just
after some sensation stuff. So i of course have NO
interest in that movie and i never saw it and i will
never see it. I think it would be better if people use
their EARS not their eyes in this metal world. anything else is poser-behaviour.
- Darkthrone made many good albums for Black Metal and also many people appreciate the way the
band held now.I know that you are not that interested in those days, but, who could have that “dark
throne” in ‘00’s in your ideas?
Fenriz: Since 1994 people have assumed that i want
to listen to copied styles from Burzum, Mayhem or
Darkthrone or Gorgoroth or Immortal. WHY? Do i
try to copy Motörhead and expect Lemmy to give
a SHIT? NO!!! So why THE FUCK does people keep
ASSUMING things about me, and have so little social intelligence? What i can tell you is that i don’t
give a FLYING FUCK about all those that play 90s
copied style and call it Black Metal. I understand
that these bands are interesting for many, but they
must also understand it is not interesting for ME.
Active Black Metal bands i like is FAUSTCOVEN Norway, VOMITOR Australia, HELLREALM Chicago, and
OLD from Germany. They have no 90s tags, they are
more timeless. And it’s not arty or anything either,
and not very gothy or feminine. No, these bands i
like because they HOLD THE TORCH the way i like it
and the way it has been held since the beginning of
dirty insane black style.
- Imagine that you will come to earth as an album.
Which album you would like to be?
Fenriz: Bonded By Blood, EXODUS.
- How could you relate the genocide commitment of
Israelian ancestors made by Hitler and Israel’s contemporary violent actions on Palestinian lands? The
destructive attitude of Black metal have anything
with that kind of destruction?
Fenriz: When people are threatened they must
fight. I think it’s a law of nature. And it’s more than
2 ides to that conflict. But in the metal world it’s
not a problem, all the people who choose modern
plastic sound that is destroying the soul of metal is
a problem. And that’s MY war. And DARKTHRONE IS A
LO FI alternative to the modern metal sound.
- What do you think about online music sharing,
mp3, etc?
Fenriz: No strong opinions about it. Believe it or
not. But buying albums is the key. I use half a yearspan of time to make the album booklets since 2006
(i didn’t care much about visuals in 1996-2005, i
wasn’t in charge of that department of Darkthrone
in those years). So there’s a lot of KEY information to the album when buying the album. But other
styles who don’t give a fuck about it shouldn’t cry
when people just steal the music instead. The whole reason artists are artists is that they are willing
to GIVE FROM THEIR SOULS AND CREATE SO THAT
OTHERS CAN TRY TO ENJOY. Those who aren’t can
not have an opinion in this matter, i think.
-Do you know anything about Turkey? Did you ever
drink “raki”, the traditional Turkish alcoholic drink?
Fenriz: I only know MEZARKABUL, the Turkish Pentagram. DON’T FORGET TO LISTEN TO PENTAGRAM!!!
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Onu hepimiz The 3rd And The Mortal’ın uzun kızıl
saçlı ve güzel sesli vokali olarak tanıdık. The 3rd And
The Mortal ile çıkardığı Tears Laid In Earth albümündeki hüzünlü vokalleriyle dikkatleri üzerine çeken ve
‘90larda yaygınlaşan bayan vokalli metal gruplarının
Doom/Gothic Metal kolunun ilk örneklerinden olan
Norveçli Kari Rueslåtten... Kısa süreli metal müzik
macerasından sonra kariyerine Pop müzik yaparak
deva meden Rueslåtten, şu an hala metal müzik işleriyle anılıyor ve solo kariyeri birçok kişi tarafından
esgeçiliyor olsa da oldukça güçlü eserler vererek yoluna devam ettiğini söylemek mümkün...
3 Ekim 1973’te hayata gözlerini açan Kari, ‘90lı
yılların başlarında bazı gruplarda yer aldıktan sonra, The 3rd And The Mortal’a girer. Grup ile Sorrow
EP’sini ve oldukça önemli bir albüm olan Tears Laid
In Earth albümünü yapar. Müzikal açıdan Doom ve
Gothic Metal etkisini sonuna kadar gösteren bu iki
albümde de, Kari’nin vokaliyle desteklenen keskin
bir melankoli ve hüzün vardır ve bu nedenle albüm
birçok Gothic Metal grubuna örnek olmuştur. Kari,
1994’te The 3rd And The Mortal’dan ayrılır ve Sigurd
Wongraven(Satyr) ile Gylve Nagell(Fenriz)’in isteği
üzerine Storm adlı gruba girer. Grubun amacı Norveç halk şarkılarını metal olarak yorumlamaktır ve
Kari, Satyr ve Fenriz’den grupta aşırı bir tavır olmayacağına dair garanti alır. 1995 yılında Moonfog
Records’tan grubun tek albümü Nordavind yayınlanır fakat son dakikada yapılan bazı değişiklikler nedeniyle gruba tepki gelir. Söz konusu olay, grubun
Oppi Fjellet şarkısına eklediği “...en grusom død til
hver en mann/som ikke hyller vårt faderland...” (a
horrifying death to every man/who doesn’t hail our
fatherland...) mısrasıdır. Özellikle Kari’nin Neo-Nazi
olarak yanlış bir şekilde damgalanmasına neden olan
olay budur. Kari, bu albümün yayınlanmasından sonra birçok kez konu hakkında çok üzgün olduğunu ve
Satyr ile Fenriz tarafından aldatıldığını belirtmiştir.
Storm albümün yayınlanmasından sonra dağılır ve
Kari, metal müzik macerasına nokta koyarak solo
kariyere yönelmeye karar verir. 1995 senesinde
Demo Recordings adını verdiği kayıtları piyasa sürer.
Albüm genel olarak kuzey yerel müziklerinden etkiler taşımaktadır, Kari ise önceki projelerine göre
daha çeşitli şekillerde vokal yapar, yer yer Loreena
McKennitt’i andıran bir performans sergiler.
1997 senesinde ilk albümü Spindellsinn’i Sony Norveç aracılığıyla yayınlanır. Albüm tamamen Norveççe sözler içerir, Norveç yerel müzikleri etkisi çok
fazladır, demo kayıdına göre daha tempolu ve yoğun
Pop müzik etkilidir. Kari bu albümle Norveç’te bazı
müzik ödüllerine adaylık kazanır. 1998’de ise ikinci albümü Mesmerized’i yayınlar. Bu albüm ile Kari,
müziğini daha modernize ederek, daha özgün bir ta-
bana taşır. Eskisi kadar yerel müzik etkileşimi yoktur, müzik endüstriyel seslerden klasik tabanlı müziklere kadar bir çok etkileşim bulundurur. Kari’nin
vokalleri ise gittikçe gelişme göstermiş ve yorumu
Tori Amos-Loreena McKennitt çizgisini kendi özgün
yorumuyla birleştirmeye başlamıştır. Kari bu albüm
ile yine Norveç içinde çeşitli ödüllere adaylık kazanır.
Mesmerized’dan sonra Kari, albümlerinde daha fazla kontrol özgürlüğü elde etme ve kendi kendine
prodüksiyon işlerini halletme arzusuyla Londra’ya
giderek birkaç sene prodüksiyon ve stüdyo teknikleri konusunda çalışmalar yapar. Norveç’e döndüğünde kendi stüdyosunu kurar ve ardından İsveçli GMR
Records’a geçerek, 2002 senesinde en güçlü albümü
olarak görülen Pilot’u piyasaya sürer. Kari bu albümde düzenlemelerin tamamen minimalist ve melodiyi
öne çıkaran yapıda olmaları için çok çaba sarfettiğini
ve aynı zamanda melankolik bir atmosfer yaratmak
istediğini söylemiştir.Albüm Mesmerized’de ortaya
konulan müziği daha da ileri taşımıştır ve çoğunlukla
deneysel bir albümdür. Müzikal çeşitlilik oldukça yoğundur, Kari’nin yorumu ise gittikçe güçlenmektedir.
Albümden Exile adlı şarkıya klip çekilir ve en bilinen
Kari şarkılarından birisi olur.
2005 senesinde ise Kari dördüncü ve şimdilik en
son albümü olan Other People’s Stories’i yayınlar.
Albüm, oldukça deneysel olan Pilot’un tersine daha
basit ve direkt bir albümdür, fakat müzikalite olarak
Kari’nin yakaladığı çizgiyi devam ettirir, yoğun etkileşim yelpazesi, melodi ve vokali eşit olarak öne
çıkaran bir düzenleme ve Kari’nin tamamen oturmuş
vokalleriyle birleştirilmiştir. Albüm, 2007 senesinde
remaster edilerek tekrar piyasaya sürülür.
Kari, Other People’s Stories’in yayınlanmasından
beri sessizliğini korumakta... En son iki sene önce
Agnes adında bir kız çocuğu dünyaya getirdi ve yeni
bir albüm hakkında henüz bir gelişme yok.
Her ne kadar sadece metal müzik adına yaptığı işlerle bilinse de solo kariyeri, pop müzik adına oldukça güçlü albümler içeriyor ve asla atlanmaması
gerekiyor. Norveç doğasından çok etkilendiğini belirten Kari’nin Loreena McKennitt, Enya, Björk ve Tori
Amos etkili ama özgün vokallerini dinleyebileceğiniz
başka bir proje yok ve solo kariyeri, The 3rd And The
Mortal’daki vokallerinden oldukça farklı denebilir.
Üzerinde oldukça düşünüldüğü belli olan melodilerle ve üstün vokalleriyle işlediği şarkılar sayesinde,
günümüzde sözüm ona pop müzik yapan birçok isimden çok daha üstün bir müzisyen Kari Rueslåtten, fakat fazla göz önünde olmaması nedeniyle hak ettiği
ilgiyi görmüyor. Kendisini The 3rd And The Mortal ve
Storm’da takip etmiş ve beğenmişseniz, solo albümlerine mutlaka göz atın.
BAHA ÖZER
Açıkçası her yıl en iyisiyle - en kötüsüyle albümler veya filmler
sıralanır, dinlediklerimiz, izlediklerimiz sıraya konur, bu hepimizin, dünyadaki bütün ciddi dinleyicilerin, dergi çıkaran tayfaların hemen hemen her yıl yaptığı amansız bir mücadeledir.
“En iyi” her ne kadar çetrefilli bir yola çıkarsa da düşüncelerimizi bunu yapmaktan da vazgeçmeyiz ve işi heyecana kaptırırız, onun için sadece “en dikkat çekici” diyelim ve burada işi
yumuşatalım bakalım geçtiğimiz sene neler dikkatimizi çelmiş.
Açıkçası bu liste hazırlanırken yurt dışındaki dergi “en iyi” listeleri dâhil her bir şeye bakıldı tür/tarz farkı gözetmeksizin…
Ve Siyah Beyaz Dergisi’ne uygun olarak hazırlandı…
uğradı. Yıllar Axl Rose’u haklı mı haksız mı çıkaracak
bunu ilerde göreceğiz ama Guns n’ Roses ismi tabii ki
bu yıla damgasını vurdu.
4- JUDAS PRIEST
Nostradamus
Judas Priest’in dünyanın
en büyük kâhinlerinden birisi olan Nostradamus’un
hayatının
derinliklerine
kadar inen bu çalışması
Heavy Metal dinleyicilerince beğenildi ve etkileyici
bir konseptle unutulmazlar arasında yer aldı. Heavy Metal dergilerinden de iyi notlar alan bu albüm
Halford’un son tokadı olarak nitelendirildi.
1- AC/DC - Black Ice
“Stiff Upper Lip”in üzerinden 8 yıl geçmiş olması ve
bu sürenin sonunda Brendan O’Brien yapımcılığındaki
“Black Ice” ile sıkı bir geri dönüş albümü dinleten
AC/DC listenin en başında yer alıyor. Birçok ülkede
liste başı olan bu albüm rock ‘n’ roll’un yeniden yükselişine tanıklık etmemize yardımcı oldu. Belki bazı
dinleyicilerin beklentilerini pek karşılayamamış olabilir ama bu durum bu albümün büyüklüğünü engellemiyor. Hayranları aylarca yıllarca bu albümün çıkışını bekledi durdu, hatta grubun konser haberinin
çıkmasını bekleyenler bile çoğunlukta ve bu durum
2008’e girdiğimizde bu albümün çıkışıyla iyice alevlendi. Metallica’nın biraz gölgesinde kalma durumu
da olsa AC/DC ismiyle ve albümüyle en başta yer alıyor. Saygı!
2- METALLICA
Death Magnetic
Metallica’nın bu albümü
birçok seveni tarafından
çok beğenilmiş olmasına
rağmen bir kesim tarafından da kayıtlarından dolayı eleştiriye uğradı. Eski
Thrash günlerine kıyısından
bulaşmayı deneyen Metallica, Rick Rubin’in yapımcılığındaki “çiğ soundlu” bu
albümüyle yılın dikkat çekici listesinin en üstlerinde
gezinmekte…
3- GUNS N’ ROSES
Chinese Democracy
Çıkışı yılan hikâyesine dönen bu son Guns n’ Roses
çalışması soundundan dolayı hayranlarını şaşırtmakla
kalmadı bazı kesimler tarafından yoğun eleştiriye de
5- TESTAMENT
The Formation of
Damnation
Alex Skolnick dehasının bu
grupta olması çok büyük
bir şans. Yıllar yılı geçmiş
ve o kirli thrash soundu
müziklerinden hiç eksilmemiş, aynı ciddiyetle, aynı
özveri ile yapılmış kusursuz bir çalışma. Thrash Metal’in yaşadığının en büyük
kanıtlarından biri…
6- MOTÖRHEAD
Motörizer
Lemmy ve Motörhead olmasaydı mutlaka ayakların birisi eksik kalacaktı. “Motörizer”, yıllara meydan okuyan
güçlü bir grubun güçlü bir
albümü olarak dergilerde
yer aldı ve geçtiğimiz yıl Avrupa ve Amerika listelerinde başarılı oldu. Lemmy’i kimse durduramaz, kimse
de durdurmak istemez.
7- JON OLIVA’S PAIN – Global Warning
Jon Oliva Savatage’ı bir kenara bıraktığından beri
Trans Siberian Orchestra ve kendi projesiyle
ilgileniyor.
“Global Warning” ilk
dönem Savatage yapıtlarını
anımsatır
nitelikte bir çalışma
ve gerek dergilerden
gerekse de web sitelerinden tam puan almış durumda.
11- URIAH HEEP
Wake The Sleeper
Hard Rock ve Progressive
Rock tarzındaki çalışmalarıyla efsaneleşen Uriah Heep’in bu çalışması sessiz sedasız olarak
çıktı ve küçük bir kitle
tarafından sahiplenildi.
Her birisi çok güçlü rock
çalışmalarından oluşan
bu nadide albüm lirikleri ve müzikalitesiyle geçtiğimiz yılın tarzındaki en iyi çalışmalarından birisi
olarak gösterildi. Yıllar sonra böyle bir albüm, çok
şaşırtıcı!
8- OPETH – Watershed
Plak şirketlerince onlar “Swedish Extreme Progressive Metal”in kralları. “Blackwater Park” ile başlayan
değişim kadro değişikleri sonucunda “Watershed” ile
devam ediyor. Bir önceki albüm “Ghost Reveries”in
gölgesinde kalsa bile “Watershed” ile Opeth klâsını
konuşturmuş durumda. “Porcelain Heart” ve “Heir
Apparent” unutulmazlar arasına girdi bile…
12- JOURNEY
Revelation
Melodik Rock ve AOR
çizgisinde yer alan
Journey
topluluğu
Filipinler’den
ithal
ettiği yeni vokalist
Arnel Pineda ile adeta ikinci baharını yaşıyor. Amerika’daki
konserleri çok başarılı geçen grubun son albümü “Revelation” deyim yerindeyse yeri göğü inletti. 80’lere
şöyle bir selam verdik bu albüm sayesinde…
9- ENSLAVED
Vertebrae
Norveç’in bu bilge filozofları “Isa” ve “Ruun”
gibi deneysel albümlerden sonra çıkardığı
“Vertebrae” ile King
Crimson ciddiyetindeki şarkılarıyla Progressive sularda geziniyor.
Boşuna uğraşmayın; ilk
dinlemede onları hiç çözemezsiniz, katman katman
incelikle işlenmiş muhteşem bir albüm.
13- ZERO HOUR – Dark
Deceiver
Bu grubun ne yaptığını
çözebilen var mı? Teknik Metal’in geçtiğimiz
sene Zero Hour’dan
sorulduğu bir gerçek.
“Dark Deceiver”da Tipton kardeşlerin 44 dakikada neler yaptığını
dinlemek istiyorsanız
buyurun.
10- VOLBEAT – Guitar
Gangsters & Cadillac
Blood
Müziklerinde birçok müzik türünün sentezini
başarılı bir şekilde sunan Danimarkalı topluluk her geçen gün yeni
hayranlar
kazanıyor.
Dinleyenleri şimdiye kadar burun kıvırmadı ve
bu son albüm müzik dünyasının en iyi çıkışlarından
birisi olarak nitelendirildi. Groove Metal’in son noktası olarak ta lanse edebiliriz.
14- BLACK STONE CHERRY – Folklore and
Superstition
Southern Rock’ı alın
Hard Rock’a ve oradan
Nickelback’in müziğine bulayın işte size
Black Stone Cherry.
İlk albüm çok başarılıydı, fakat geçtiğimiz
sene çıkan bu çalışma
ile güneyliler başarıyı
ikiye katladı ve dikkat
çeken albümler arasında yer aldı.
zünden hala şeytanın bacağını kıramadı ama “Tightly
Unwound” bu senenin eli yüzü düzgün albümlerinden
birisi olarak tarihe geçti.
18- R.E.M. – Accelerate
“Around The Sun” ile
olumsuz eleştirileri kabul eden grup “Accelerate” ile “Document” zamanlarına geri döndü ve
Katrina Kasırgası’ndan
bahseden
şarkılardan
tutun da politik yaklaşımlı sözlere kadar Stipe
yine yoğun eleştirilerini
kimselerden sakınmadı. Müzik ise her zamanki bildiğimiz R.E.M.’den farklı ve güçlüydü. “Supernatural
Superserious” bu albümden klasikler arasına girdi.
15- EXTREME – Saudades de Rock
“Waiting for the Punchline”dan 13 sene sonra gelen
bu -Portekizce ismi ile- yeni Extreme albümü sevenlerini şaşırtmakla kalmadı ve küçük bir başyapıt olarak nitelendirildi. Bettencourt’un her zamankinden
daha ritmik yapıda çaldığı bu albüm “Comfortably
Dumb”ıyla, “Flower Man”iyle aklımıza kazındı.
16- BLACKMORE’S NIGHT – Secret Voyage
Ritchie Blackmore ve Candice Night’ın birlikteliği hoş
anlar yaratmaya devam ediyor. Son iki albümdür tekdüze ilerleyen grubun müziği “Secret Voyage” ile bir
anlamda kırıldı, Candice Night’ın vokalleri bir parça
geriye, Blackmore’un
yarattığı müzikalite ise
ön plana alındı ve ortaya unutulmaz bir albüm
çıktı. “Gilded Cage”
sanki Atonement’ın sahil sahnesine soundtrack
olabilecek derecede güzelken “Sister Gypsy”
ise bir Blackmore’s
Night klasiği oldu…
17- THE PINEAPPLE THIEF – Tightly Unwound
“Little Man” ve “What We Have Sown” gibi iki depresif albümden sonra
Pineapple Thief iyice
içine kapandı ve sonunda böyle bir albüm
yarattılar. Kabul, İngiliz modern progressive rock müziğini Indie
sularına bulaştırmakla
görevli bu topluluk yoğun Porcupine Tree ve
Radiohead etkileri yü-
19 - VAN MORRISON
Keep It Simple
Yılların eskitemediği
bir müzisyen. Kimileri onun müziğini sıkıcı buluyor kimileri de
onu takdir seviyesinde
çok seviyor. Ama gerçek olan birşey var ki
onlarca belki yüzlerce
müzisyeni etkilemiş bir
isimden bahsediyoruz.
“Keep It Simple” onun eski dönemlerinden bir kayıtmış gibi duruyor. Caz, folk ve blues’un harmanlanması Van Morrison’un ustalık alanına giriyor. “Keep
It Simple” “ben kaliteli müzik dinliyorum” diyen dinleyicilerin kapsama alanına girmiş gibi gözüküyor. En
azından dinleyicisini yakalamış durumda.
20- THE BLACK CROWES
Warpaint
Chris ve Rich Robinson
kardeşler aldılar yanlarına North Mississippi Allstars’ın Luther
Dickinson’ını,
şöyle
geriye “The Southern
Harmony…” ve “Amorica” zamanlarına kadar gittiler ve ortaya
“Warpaint” çıktı. 7 yıl
sonra gelen bu albümü kendi dinleyicileri
kadar Dickinson’ın takipçileri de dinledi ve bu acılı
blues çığlıkları kendilerinin başarısı oldu. “Goodbye Daughters of the Revolution”, “Locust Street” ve
Luther Dickinson’ın attığı enfes slide sololu “Movin’
On Down The Line” bu albümdeki tepe noktalarıydı.
21- LAMBCHOP – OH (Ohio)
Nashville’in sakin çocuklarının çıkardığı bu albüm
country, soul ve folk müziği dikkatle birleştiriyordu.
Hoş bu albümde de daha önceki çalışmalarında olduğu gibi bir değişim söz konusu değildi ama “Slipped Dissolved And Loose” başta olmak üzere diğer
besteler çok üst düzeyde geziniyordu. Kurt Wagner
ve tayfası hiç değişime uğramadan yollarına tam gaz
devam ediyor. Kusursuz bir albüm!
22- TV ON THE RADIO – Dear Science
2000’lerin en ilginç gruplarından birisi belki de.
Funk’ın deneysel halini dinlemek öyle çok kolay olmasa gerek, zaten bu tarz gruplarda pek ortalıkta
gezinmiyorlar. TV On The Radio “Dear Science” ile
neredeyse bütün olumlu eleştiri okları üzerlerine
geldi ve artık onların ilerde ne yapacağını, nasıl bir
albümle geri döneceklerini kestiremez olduk.
23- SUN KIL MOON – April
Mark Kozelek’in Red House Painters’dan sonra ortaya çıkardığı kendi projesi. “April” bilindiği gibi Nisan
1’de çıktı ve şaka gibi Kozelek bize hüzün kusmaya
devam etti. Hüznün adresi daha albümün ilk girişinde
“Lost Verses” ile verildi ve bu 9 dakikalık şaheser sayesinde uzun süre diğer şarkılara geçemedik. Hemen
geçenler olduysa bu albümün ne kadar da hissiyatlı
bir şaheser olduğunu daha erken anlamıştır.
24- CALEXICO – Carried To Dust
Calexico Ennio Morricone’den feyz almaya devam
ediyor. Belki de bu etkileşimi en fazla açığa çıkaran
albüm buydu. Liriksel açıdan en sert Calexico albümü
ve bu albümde Iron & Wine ve Tortoise müzisyenleri
de kendilerine eşlik ettiler. Geçtiğimiz senenin dikkat
çekici albümlerinden birisi olmasının sebebi ise ciddi
sözlerine karşın Calexico müziğinden ödün verilmemesiydi. Bunu da her zaman ki gibi başarıyorlar.
25- MY MORNING JACKET – Evil Urges
Biraz punk biraz funk ve biraz psychedelic deneysel
country. Olmuş mu? Tabii ki olmuş. Jim James çok
farklı loop’larla yarattığı “Evil Urges” dünyasında her
şeye yer olduğunu bu albümle kanıtladı. Bugün onlar
jam band’lerin arkasında çalan, şarkılarını tanınmaz
hale getiren bir topluluk ve onlar artık bugünün en
ciddi doğaçlama gruplarından dahi destek görüyor
ve her geçen gün büyüyen bir çizgi yakalıyorlar.
Takdir!
26- MOGWAI
The Hawk Is Howling
Değişim olmadan da başarılı olunabileceğini kanıtlayan diğer bir toplulukta
Mogwai. Önceki albümlerinin sentezi niteliğinde
sayılabilecek bu çalışmada aslında çok farklı bestelerde vardı fakat yine de değişik denemelere fazla
girişmediler. Post Rock’ın belki de en iyi topluluklarından birisi. Son çalışması “The Hawk Is Howling”
ise albümü anlayanları uçurmaya devam ediyor.
27 – CONOR OBERST – Conor Oberst
Bright Eyes’dan tanıdığımız Conor Oberst çok beğenilen bu albümü Meksika’nın tozlu yollarından geçerek,
Bob Dylan, Tom Petty gibi isimlerden feyz alarak gerçekleştirmiş. Özellikle Bob Dylan’ın ilk dönem eserlerini çok anımsatıyor. Sonuç ise; en iyi şarkı yazarlığı
koltuklarından birisi kendisinin oldu. Albümü baştan
sona bir kez dinlemek bile yeterli oluyor.
28- FLEET FOXES – Fleet Foxes
Sadece bir ilk albüm, hepsi bu! Fleet Foxes’in ismini
artık bundan sonra çok duyabilir ve daha da çok dinleyebiliriz. Sanki kendilerine farklı-küçük bir dünya
yaratmışlar ve oradan bize tınıları gönderiyorlar. Ve
böylece bizde böyle bir müziği ilk defa duyuyoruz. Bir
daha böyle bir albümle karşılaşmayabiliriz veya böyle bir şey çıkartamazlar, kim bilir? Onlar Amerika’dan
Seattle’dan geliyorlar.
29- PAUL WELLER – 22 Dreams
Weller’ın bu albümde çalıştığı müzisyenleri saysak
bir sayfayı doldurur herhalde. Robert Wyatt, Noel
Gallagher, Steve Cradock gibi isimleri bünyesinde barından bu çalışma hemen hemen bütün müzik yayın
organları tarafından takdirle karşılandı ve bize de bu
albümü dinlemek ve cd player’lardan hiç çıkarmamak düştü.
30- BECK – Modern Guilt
Hayatınız nasıl olursa olsun Beck hep sizinle olsun.:)
Bu albüm her yayından çok ilgi görmese de Beck’in
en iyi tınılarını taşıdığı bir gerçek. Bizce “en iyi alternatif rock” listelerinin başında gelir gelmesine de
buradaki listede yukarıdaki “metalci”lere nasıl kök
söktürecek orası muamma.:)
“Orphans”
ve “Youthless” başta
olmak üzere kısaca
“Modern Guilt” iyi bir
albüm!
31- TINDERSTICKS –
The Hungry Saw
“The Hungry Saw”
ile klasik Tindersticks
geri dönmüş durumda
ve Stuart Staples bütün romantikliğini bize yansıtarak o eski tarzını bu albümle daha da geliştirdi.
Sözler, şarkıların melankolik yapısı ve bestelerdeki
orkestrasyonlar çok başarılı. Böyle şarkıların yanında buğulu camlar ardından dışarı bakıp bir kahve ya
da viski içmek iyi gelebilir, öyle değil mi? :)
32- THE HOLD STEADY – Stay Positive
Pek çok müzik-magazin dergisinin, web sitelerin yok
saydığı bir grup ve müzik albümü bu. Craig Finn’in
şarkı yazarlığına bir şey denilemez tabii ki ama anlattığı hikâyeler de en azından birilerimizin dikkatini
çekmiştir. Post Rock ve Punk arasında gezinen çizgisi
ile bu albüm özellikle girişteki “Constructive Summer” ile parıldarken diğerleri de sırayla sizi bekliyor.
Dinlenilmemesi büyük kayıp.
33- OKKERVIL RIVER – The Stand Ins
Okkervil River, Indie Rock’ın yükselen değerlerinden… Son yıllarda güzel resimlerle bezenmiş albümlerle karşımıza çıkan bu ilginç grubun bu albümü önceki çıkardıkları çalışmalara pek benzemiyor. Daha
mutlu, daha hareketli bir Okkervil River dinledik bu
çalışmada ve bizce hiç sakıncası olmadı, çünkü her
şarkı, her melodi doğru yerlere gitti, değişimden kazançlı çıktılar.
kilerini üzerinde barındırıyor. Adam Duritz yine kendi
yaşantılarından oluşturulmuş liriklerle karşımıza çıktı
ve “Washington Square” ve “On Almost Any Sunday
Morning” ile ne olduğunu, duygularını bize açtı.
36- JAMES – Hey Ma
Manchester sound geri mi döndü? Evet bir anlamda
öyle yazabiliriz. “Laid”,
“Seven” gibi albümlerle
gönlümüzde yer bulmuş
bir grubun son albümünü onca seneden sonra
heyecanla dinlememek
olmazdı. Biraz politik,
biraz hareketlilik, işte
son James bu! Çok büyük etki yaratamadı ama
şarkılar çok iyiydi ve geçen senenin olumlu hanesine rahatlıkla yazıldılar.
37- KINGS OF LEON – Only by the Night
Amerika’nın köklerinden gelen Indie Rock grubu kisvesi altında modern country, southern, caz ve alternatif öğeleri başarıyla sentezleyip önümüze sundular. Birçok dinleyicinin favori topluluklarından birisi
olması boşuna değil, Tennessee’li bu çocuklar müzik
dünyasını bir anda esir aldılar “Only by the Night”
ile…
34- PORTISHEAD – Third
Bristol, İngiltere. Trip Hop, Electronica. Beth Gibbons, Barrow ve Utley. “Dummy”, “Portishead” ve
“Third”. Bunlar elbette birçoğumuzun hayatının anlamlarından bir kaçıdır. Onca zamandır beklenen bir
albümdü ve geçen sene kendilerinden beklenen bir
değişimle karşımıza çıkıverdiler. Gibbons her zaman
ki gibi iyiydi, şarkılar klasik Trip Hop/Portishead kalıplarına biraz uzak kalsa da hepsi de birer canavardı.
35- COUNTING CROWS – Saturday Nights & Sunday
Mornings
Günahlar ve üzüntüler üzerine kurulmuş iki bölümden oluşan bir Counting Crows başyapıtı. “Saturday
Nights” daha çok güçlü “rock” şarkılardan oluşurken
“Sunday Mornings” ise akustik western tınılı folk et-
38- JOHN MELLENCAMP
Life, Death, Love
And Freedom
“Mainstream Folk
Album”! Ünlü yapımcı T-Bone Burnett ile kotarılan
bu
Mellencamp
albümü adı üstünde yaşam, ölüm,
aşk ve özgürlükten
bahsediyor. Bunlardan bahsederken
kendi hikâyelerini
anlatıyor usta. “Longest Day”, “Young Without Lovers” ve “Troubled Land” bu albümdeki en iyi çalışmalar. Bunları dinlemeyen bünye kalmasın diyerek
Mellencamp stilinin ne kadar çok müziğe katkı sağladığını bu albümden anlayabiliriz diyorum sadece.
Hepsi birer birer yaşamı anlatan türkülerdir.
39- BLIND MELON – For My Friends
Amerikan Rock’ın saygı duyulması gereken bir diğer topluluğu da Blind Melon. Shannon Hoon’u acı
bir olayla kaybeden grupta vokalleri Travis Warren
devralmış durumda. 12 sene sonra gelen bu yepyeni
albüm Blind Melon sevenleri tatmin etmiş durumda
ve albümün ilk şarkısı da -“For My Friends”- sanırım
yaşanılan acıyı çok iyi özetliyor.
40- SNOW PATROL – A Hundred Million Suns
R.E.M.’in yeni yapımcısı Jacknife Lee ile çalışan
Snow Patrol dinleyicileri ikiye bölen bu albümle aslında iyi bir çıkış yakaladı, listelerde de başarılı bir
grafik çizdi. Güçlü pop ve alternatif şarkıları sevenler
kaçırmasın diyerek Snow Patrol’u dikkatle izlemenizi
öneririz.
41- GAZPACHO – Night
2008’in sürpriz isimlerinden birisi kuzey ülkelerinden
geldi. Gazpacho yeni türeyen Porcupine Tree, Pure
Reason Revolution benzeri gruplardan bir tanesi.
“Night” ile progresif rock sevenleri şaşkına çeviren
grubun hayranları da günden güne çoğalıyor. Beste
aralarına violin gibi bir enstrümanı yerleştirip yürekleri dağladılar ve bir hüzün seli meydana getirdiler,
helal olsun! “Massive Illusion”ı mutlaka dinlemelisiniz.
42- THE PRETENDERS
Break Up The Concrete
Punk, folk ve country’i iyi
harmanlayan rock topluluklarından, 80’lerin
kalburüstü gruplarından
birisi The Pretenders.
Onların bu son kaydı da
80’lerdeki çalışmalarını çokça anımsatıyor.
Geçtiğimiz senenin en
başarılı çalışmalarından birisi de onlardan geldi ve
hayranlarını küskünlüğe uğratmadılar.
43- ALANIS MORISSETTE – Flavors of Entanglement
Biz dinledik ve başarılı bulduk. İlk dinleyişte alışmak
zor olsa da Kanada’nın başarılı ismi her albümünde
bir ya da iki şarkıyı dilimize dolayıveriyor. Bir önceki
albümüyle arada 4 yıl oynamasına rağmen listelerde
de çok başarılı bulundu bu albüm. 2008’in beklenen
pop albümlerinden birisiydi ve Alanis hareketli şarkılarla ve video kliplerle adından söz ettirmesini bildi.
44- MARTIN ORFORD – The Old Road
Neo-Progressive rock grupları IQ ve Jadis’de yer almış
deyim yerindeyse “çıtayı epey yükseltmiş” bir isim
Martin Orford. Bu listede yer almasının sebebi ise bu
albümüyle klasik progressive rock dinleyicilerini ters
köşeye yatırması ve adından epey söz ettirmesidir.
“The Old Road” bünyesinde John Wetton gibi klasik
bir ismi de barındırıyor ve albüm folk tınılarıyla beraber mükemmelliğe ulaşıyor. Geçtiğimiz senenin üç
beş kaliteli prog rock albümlerinden biri.
45- KARMAKANIC – Who’s The Boss In The Factory?
Progressive Rock’ın The Flower Kings ailesinden çıkmış mükemmel bir topluluk. 70’lerin Deep Purple tınıları, caz, fusion ve klasik müziğin buluşmasından
doğmuş bir albüm karşımızdaki. Çok uzun melodi
pasajları, epik öğelerle süslemeler, bütünüyle bu albümde buluşmuş. 19:30 dakikalık “Send a Message
From The Heart”ın hatırına bile alınabilir ve keyifle
dinlenebilir. Geçtiğimiz sene çoğu Prog Rocker’lar bu
albümü konuşuyordu.
46- BLITZEN TRAPPER – Furr
Blitzen
Trapper
2000’lerin
başlangıcından beri var olmuş
Amerikalı Indie Rock
grubu. Deneysel olan
şarkılarında gizli olan
bir şeyler gizli. “Wild
Mountain Nation” Indie
ailesi içerisinde saygın
bir yere sahip ve grubun son albümü “Furr”
ise bu başarısını ikiye katlıyor. Indie Rock’ın belki en
üstlerinde gezinmiyorlar fakat sessiz ve derinden gelen bir yapıları olduğu gerçek.
arasında geçtiğimiz sene çok konuşuldu ve bu albümün konukları ise Eric Clapton, Eric Johnson, Robben
Ford ve Mark Knopfler gibi isimlerdi. Bu çalışma da
country, blues ile harmanlanmıştı ve defalarca “dinlemeye doyulamaz” derecede bir his kaplıyordu içinizi… Müzik bu olmalı!
50- SUSAN TEDESCHI – Back To The River
Senenin daha son zamanlarında gelen mükemmel
ötesi bir blues/soul albümü. Bu çalışma blues severler tarafından merakla bekleniyordu ve
daha önce The Black
Crowes, Madrugada,
Primal Scream ve Tom
Petty ile de çalışan
yapımcı George Drakoulias bu albümün
patronuydu.
Sonuç
ise tek kelimeyle “kusursuz”! Tedeschi’nin
soul ve caz vokallerine çok iyi gidebilecek derecede iyi bir vokali var,
bunu da bu albümünde çekinmeden sergilemiş.
47- BRIAN ENO & DAVID BRYNE – Everything That
Happens Will Happen Today
Bu iki dost yeniden buluşur da adından söz ettirmez
mi? Müzik dünyasında böyle buluşmalar çok etkileyici
performans durumlarının yaşanmasına sebep olabiliyor. Gospel müziğini folk ve elektronika ile buluşturmakta bu ikilinin göreviydi ve geçtiğimiz sene bu
albüm adından çokça söz ettirdi. Dinleyenler müzik
dinledi, dinlemeyenler ise bir yerlerden bulup keyfini
çıkarmalı…
48- KLAUS SCHULZE & LISA GERRARD
Farscape
Birisi Tangerine Dream ve solo albümlerle elektronik müziğin tanımını
yapmış bir müzisyen,
diğeri ise Dead Can
Dance’in her şeyi diyebileceğimiz
Lisa
Gerrard. Durum bunu
gösterirken geçtiğimiz
senenin en güzel buluşmalarından birine
daha tanıklık etmişti
müzik dünyası. Lisa
Gerrard vokalleriyle
“Liquid Coincidence” bölümlerinden oluşan albümde
Schulze’yi bir parça geride bıraksa da bu albüm Space müziğin son zamanlardaki çıtasını belirledi.
49 – SONNY LANDRETH – From The Reach
Slide gitarın tanımını yapmış ve “sağ parmak” tekniği
ile birçok gitaristin ulaşmak istediği yere ulaşmış büyük bir müzisyen. “From The Reach” blues albümleri
VE DİĞERLERİ…
- RAZORLIGHT – Slipway Fires
- KAISER CHIEFS – Off with Their Heads
- THE MARS VOLTA – The Bedlam In Goliath
- THE MOUNTAIN GOATS – Heretic Pride
- WHITE LION – Return Of The Pride
- WHITESNAKE – Good to Be Bad
- ALKALINE TRIO – Agony & Irony
- TESLA – Forever More
- WE ARE SCIENTISTS – Brain Thrust Mastery
- RAZORLIGHT – Wire to Wire
- SUPERGRASS – Diamond Hoo Ha
- THE BLACK KEYS – Attack & Release
- JOE SATRIANI – Professor Satchafunkilus and the
Musterion of Rock
- ELVIS COSTELLO – Momofuku
- BON IVER – For Emma For Everago
- SIGUR ROS - Með suð í eyrum við spilum endalaust
- THE SUBWAYS – All or Nothing
- MARILLION – Happiness Is The Road
- TRACY CHAPMAN – Our Bright Future
- DIDO – Safe Trip Home
- PORTUGAL.THE MAN – Censored Colors
- WILLE NELSON AND WYNTON MARSALIS – Two Men
with the Blues
MELİS SARILAR
YAKINDAKİ SES
Hikayelerde böyle anlatılmamıştı ki! Hani nerede
beyaz ışık? Hani nerede beni karşılayacak insanlar?
Sıkıcı, renksiz kapalı bir kutu burası. Hiçbir şey yok.
Kendimi de hissedemiyorum. Sanırım ben de yokum.
Bir sıkıntı var dolaşıyor etrafta ve ben de burada figüranım: yanda oturan kişi. İyi ki bir öldüm- o yine
iyiymiş- ölüm yine mi gelse diye bakınıyorum bir o
yana bir bu yana. Daha sonra fark ediyorum mor noktayı. Fark ettikçe büyüyor gözümde . İyicene dikiyorum gözlerimi daha da büyüyor benim kadar oluyor,
o şiştikçe taban da mavileşiyor bulutlar bir kolluk
mesafemde, mor top ışık saçmaya başlıyor. Yerini değiştiriyor ve bir el görüyorum. “Tanrının insanoğlunun eline uzanan eli mi bu?” diye durup düşünürken,
eldeki Olmeca kafamı iyice karıştırıyor. Tanrı bana
tekila uzatıyor. Bir kıvırcık saç tutamı görüyorum
gözlerim kamaşıyor. Ve evet beyler bayanlar beni
karşılayan iki melek falan değil, gururla söylerim ki:
Janis Joplin.
Olanca gülümsemesiyle bakıyor bana. İçten içe konuşmaya başlıyoruz. “Burada havalar iyi, düşünmeye
zamanım kalmıyor, yalnız meleklerden sıkıldım, muhafazakar çiçek çocuklara kim katlanabilir ki?” diyor.
Gülüyorum “Haklısın. Ama biz nerdeyiz?”
“ Araf gibi bir şey herhalde. Yalnız oturmayı tercih
ettiğim bulut işte burası. Cehennem mi cennet mi
bilemem.”
ARADAKİ SES
Yeterince uyuştun mu Janis? Yeterince eğlenebildin
mi? Tadına varabildin mi yaşamanın? Bir nefesini bile
ziyan etmedin değil mi? Zaman geciktiricilerinin arasında tiyatral bir şekilde boğulmuştun… Haklısın pek
de doğru değildi seni bir yerlere tıkmak. Sen doğa-
ya aittin. Medeniyet zamanları sana göre değildi. Bir
kadın-çocuktun sen inatçı ve anaç. Bu yüzdendir ki
siyahların arasında “beyaz bir leke” idin dışlanan siyah rengi korumak için çığlıklar atan. O Siyahi çığlıklar milyonlarca insanın kulağından silinmedi hala
dönüyor ordan oraya… Birkaç genç Woodstock’taki
sevimli-sarhoşluğundan, bazıları Festival Express’teki
kadınsı hallerinden.., albümlerinden bahsediyorlar
Janis. En çok da “Pearl”den… İntihar mektubu gibiymiş, parçalardan parça yaratmışsın, hayatına kim
girdiyse onların bir şarkısı olmuş. Anneleri olmuşsun
onların, “Tell Mama” diye bağırmışsın. Hayatlar ötesi
uzaklıktan bile kollarınla kaplamışsın.
Pasifik’teki balıkların şarkı söylediğine inanıyorum
artık. Küllerinle beslemişsin onları, sen yine doğaya
ait olmuşsun Janis, akılsız kurtçukların yerine bilge
balıklara yem olmuşsun.
DIŞ SES
her zamanki gibi size şükrediyordum Sevgili tanrı. Janis yine bulutunun üzerine yaramazlık yapmaktaydı
aramıza yeni geleni de almış yanına açmışlar tekilalaları. Bir sohbet bir sohbet… Şarkılar söyledi Janis. Birkaç dakika sana şükretmeyi unuttuysam affet
beni. Janis’i dinliyordum. Dalmışım. Bir de bir mesaj
iletmemi istedi size : “I Need A Man To Love”
Sonra bir gökkuşağı çizdi gökyüzüne göz kırptı ve mor
bir ışıkla kayboldu. Yine mor güneş oldu o sevgili tanrım, yaşayanların aklından çıkmamak için…
DİYALOG
“İsmini biliyorum: Janis! Ama sen kimsin?!”
“Kendimin kurbanıyım”
-ÇIKIŞ-
BAHA ÖZER
Tıpkı bir soluk fotoğraf karesine bakar gibi. Müziğin ne hissettirdiğini sesli bir şekilde tam anlamıyla tanımlamak zor
olsa da içimizde hapsettiğimiz bu hissiyatı bazen tek bir
cümleyle aniden ortaya çıkarabilme gibi bir özelliğimiz hep
vardır. Bazen de dinlediklerimiz hissettiklerimizi tıkar boğazımıza, oradan bir türlü çıkamaz, özgürleştiremez kendisini.
Öyle bir yer düşünün ki ulaşılmaz olsun, öyle bir boşluk düşünün ki bulutlar gelsin sarmalasın ve öyle bir kıyı düşünün
ki o sert dalgalar yüzünüze çarpsın. Ve bütün bu duyguları
bir anda tattırabilecek birçok melodi düşünün ki hayatınıza
bir fon olabilsin. Bulutlu ve soğuk iklimin kaotik insanlarını
buluşturan bir müzik bu, belki dinledikten 40 dakika sonra
size katarsis yaşatabilir ya da o sert dalgalarla boğuşturabilir, onlar kendilerini mutlu ve eğlendirici insanlar olarak
tanıtadursun biz ise hayata dair bu iç burkan notalara derinlemesine süzülelim…
Mogwai bugün Godspeed You Black Emperor ve Sigur Rós
ile birlikte Post Rock’ın en çok bilinen üç grubundan biri
olarak kabul ediliyor. Glasgow’da kurulan ve 1995 yılında
temelleri atılan topluluğun ileriki zaman içerisinde oluşturduğu (1996–1997) materyalleri yıllarında gün ışığına çıkarması “Ten Rapid” adlı derleme albüm ile oldu. Bu toplama albüm fikri ile birlikte grup ileri de birçok müzisyen ile
çalışmalarda bulunacağının, şarkılarının remiks hallerinin,
film-belgesel müziklerinin, single’ların EP’lerin ve çok sevdikleri şarkıların cover versiyonlarını yayınlama düşüncesini
destekler nitelikte olduğunun da sinyallerini verdi. Zaman
içerisinde görüldü ki Mogwai’nin bu tutumu kendilerini
haklı çıkardı ve gerek film-belgesel sektöründe ve müzik
dünyasında bir dolu iyi isimle çalışarak şarkılarının remiks
hallerinden tutun da cover şarkı söyleme çılgınlığına dek
her alanda kendilerini gösterdiler. 1997 yılının bir anlamda
önemi de “4 Satin” ismiyle yayınlanan ilk Mogwai EP’sinin
piyasaya çıkmasıydı. Stuart Braithwaite, Brendan O’Hare,
Dominic Aitchison ve John Cummings’den oluşan kadrosuyla
Mogwai, ilk albümü olan “Young Team”i ise yine 1997’de
beğenilere sundu. Post enstrümantal rock’ın en iyi ürünlerinden birisini piyasaya süren grubun bu albümü çiğ soundu
ile dikkatleri üzerine çekmekte gecikmedi. Daha yeni yeni o
dönemlerde ilerici müzik akımlarına dahil edilen Post Rock
akımının Tortoise, Labradford, Sigur Rós ve Godspeed You
Black Emperor ile birlikte en iyi topluluklarından birisinin
Mogwai olacağı daha ilk albümden belliydi. Başlangıç hatasız ve başarılıydı. “Young Team”in birde konuğu vardı ki; o
da geçtiğimiz senelerde dağıldıklarını açıklayan Arab Strap
grubunun üyesi Aidan Moffat’tı. Albüm bir kenarda dursun
Mogwai müziğinin “gitar temelli” olduğu apaçık belli oluyordu. Gitar melodisi ve riflerinin üstüne deneysel bir takım düşünceler katan grubun minimalist yapısı da bir diğer
önemli özelliğiydi. Rahatsız edici karmaşık “Katrien” melodileri, sentetik konuşma bölümlerinin bulunduğu “Tracy”,
aniden patlayan ve sarsan “Like Herod” ve 16 dakikalık bir
Mogwai klasiği olan “Mogwai Fear Satan”, “Young Team”
albümünün temel taşları sayılabilir. Hatta albümden sonra
“Mogwai Fear Satan”ın remiksini de çıkarmışlardır. Bu albümden sonra gruptan davulcu Brendan O’Hare ayrılıp ve
yerine Martin Bulloch geçer.
Mogwai’nin bir sonraki durağı “Come on Die Young”dı. Daha
önce Paul Savage ile çalışan grup bu sefer de Mercury Rev ve
Sparklehorse’dan tanıdığımız Dave Fridmann’ı yapımcı koltuğuna oturttu. İlk dinlenildiğinde pek güçlü etki veremeyen
bu albüm bir önceki “Young Team” kadar güçlü ve karmaşık değildi, hatta bestelerde o kadar düzleşme görülüyordu
ki bu çok eleştirildi. Dinleyiciler albümün ismine bakarak
bir umutsuz pas beklemişti ama beklentiler boşa çıktı. Ama
albümü beğenen diğer bir kitle de mevcuttu, onlar ise karamsarlığı bırakıp kendilerini “Come on Die Young”a teslim
etmişti bile. “Punk Rock” albümün ağır bir açılış çalışmasıydı. Şarkının derinlerinde Iggy Pop’ın Punk Rock hakkındaki
görüşleri Mogwai müziğiyle etkileyici bir biçimde veriliyordu. “Cody” ise bir diğer farklı çalışmasıydı Mogwai’nin. Farkı ise şarkı yapısının iyimserliğinden ileri gelmekte… Belki
de bu yüzden bu tarz besteler yüzünden albüme olumsuz
eleştiri gelmiş olabilir diyorum. Bu çalışmada Mogwai’nin
çok sevdiği müzisyenlerden Arab Strap’ın Aidan Moffat’ına
öykünerek yazdıkları “Waltz for Aidan” bir diğer ilginç çalışma olarak gözükmekte… Albümde “Kappa” ve “Ex-Cowboy”
gibi uç besteler yanında “Christmas Steps” gibi enstrümantal müziğin tepe noktalarından bir çalışma da mevcut ki bu
albümle beraber insana farklı deneyimlerde yaşatıyor. Toplama albümlere yine devam eden grup 2000 yılında sanki bir
albüm baskısı gibi duran “EP +6”yı çıkardı. “Stereo Dee” ve
“Stanley Kubrick” albüm kayıtlarındaki çalışmalar gibi ilgi
çekti.
Mogwai’nin üçüncü durağı “Rock Action”dı. Sıra dışı olmaya
hazırlanan bir grubun albümüne böyle basit bir isim vermesi
şaşırtıcı. Hoş, albümden beklentiler o kadar da iyi değildi. O
güzelim gitar tınıları gitmiş, o psychedelic hava kaybolmuş,
yerine daha basit riflerle kotarılan açık bir gökyüzünde dinlenebilecek rahatlıkta bir albüm çıkararak sevenlerini ikinci kez şaşırtmıştır topluluk. Bu düşünceyi ilk iki albümdeki
müzikal yapıyı bu albümle karşılaştırarak yapıyorum. Ama
bir yandan da şöyle düşünülebilinir: Mogwai günden güne
kendini geliştirebilen bir topluluk olarak çok farklı düşüncelerdeki yapımcılarla bu işi en iyi şekilde tamamlayıp yoluna
devam etmek düşüncesini de taşımış olabilir. Ve belki de
bu albüm sanıldığı kadar vasat değildir. Beklentiler farklı
olduğu için objektif bir şekilde düşünememek gerçeği şöyle dursun albüm her şeye rağmen ilgiyi hak ediyor. Çünkü
iki albüme de benzemeyen bir çalışma karşımızda duruyor,
Mogwai ise ilerici yapısıyla demek ki her albümde farklı tınıları kulaklarımızda dolaştıracak, bu sebeple bu negatif
düşünceleri pozitife dönüştürmek gerek diye düşünüyorum.
Mogwai’nin ilk iki albümüne göre daha yalın olan albümünde
saf gitar melodilerini dolambaçsız, anti-deneysel bir şekilde
kulaklara sunduğu bir gerçek. Bunun yanında ise albümdeki
besteleri tek tek incelediğimizde şöyle bir sonuca varıyoruz
ki bu albüm gerçekten de iş yapar. Başarılı bir açılış şarkısı “Sine Wave”in yanında o kadar naif besteler var ki… “2
Rights Make 1 Wrong” ya da “Take Me Somewhere Nice”
böyle değişik, düz, ama ruh halinize göre değişebilen yapı-
ları da bünyesinde barındırıyor. Öyle çok fazla incelemeden
grubun bir sonraki faaliyetlerine göz atmak istersek …
MUTLU İNSANLAR İÇİN MUTLU MÜZİK Mİ?
Yıl 2003’ü gösterirken Tortoise yıllar öncesinde “Millions
Now Living Will Never Die”ı çıkarmış, Sigur Rós ise “( )” albümüyle tüm dünyada eşi ve benzeri olmadığını kanıtlamıştı. Post Rock kulvarında Mogwai’nin “Happy Songs for Happy
People”ı tüm zamanların en iyi çıkışlarından birisi olarak
değerlendirildi ve yukarıdaki grupların en iyi albümleri gibi
“Happy Songs for Happy People”da onların buraya kadar
ki en iyi hanesine yazıldı. Mogwai üzücü, depresif sınırlara
adım attırıcı bir müzik yapıyor orası kesin, bu düşüncelerde bu albümle iyice onaylandı. “Hunted By a Freak” deyim
yerindeyse kült bir açılış şarkısı. Yer yer yükselen yapıya
karşılık gitarın o sakin ama rahatsız edici tınılarını üzerinde
taşıyor. “Moses? I Amn’t” ise Mogwai’nin şimdiye kadar denediği en iyi ambient işlerden birisi olarak gözüküyor. Şarkıda kullanılan cello ise hüznü tarif etmekte gecikmiyor. “Kids
Will Be Skeletons”ın durgun yapısı huzurla karışık bambaşka
duygular yaşatmakta sanki. Sanırım Mogwai müziğinin tarifi de bu olmalı ama bunu da her seferinde deneysel bir
şekilde yapsalar daha iyi olacak gibime geliyor. “Killing All
the Flies” vokal efektlerine rağmen sinematografik yapıyı
da beraberinde barındırıyor. Böyle ambiyanslara bu albümde çokça rastlıyoruz. “Boring Machines Disturbs Sleep” ise
albümün en yorucu yolculuklarından. Siren seslerini anımsatan, rahatsız edici temasına rağmen vokallerin oldukça iyi
duyulabildiği, sizi derinlere dek götürebilecek aşmış Mogwai
eserlerinden birisi. Yorucu olmasının sebebi ise bana göre
zor dinlenilebilirliği olacaktır. “Ratts of the Capital”ın gitar
tonlarının yarattığı sevinçli bir hava söz konusu ama baslar
ile birlikte sanki bu hava dağılıyor, üzgün hale bürünüyor
bu enstrümantal çalışma. Hafiften tonların sertleşmesiyle
Explosions of the Sky melodilerini anımsatan sertliklere dek
uzanıyor bu eser. Sadece birkaç nota üzerinden giden sakin
bir beste olan “Golden Porsche”de ise piyano başrollerde
geziniyor. Mogwai müziğinin “gitar eksenli” olmasından dolayı arada böyle piyanoyu ön plana almaları da albümdeki
ilginç maceralardan oluyor kesinlikle. Aynı durum bir sonraki “I Know You Are But What Am I” için de geçerli ama
bu çalışmada yer yer sample’ların yarattığı etkiyi kolay kolay üzerinizden atamıyorsunuz. “Stop Coming to My House”
ise bu albümün kapanış çalışması. “Happy Songs for Happy
People”ın piyasaya çıktıktan sonra müzik eleştirmenleri
tarafından beğenilmesi öyle çok şaşılacak bir olay değil.
Önümüzde çok başarılı bir albüm durmakta, deneysel yak-
laşımları bu albümde pek öyle etkin bir şekilde kullandıkları
söylenemez ama bu çalışma hakkında öyle bir gerçek var
ki o da çoğu Mogwai dinleyicisinin kabul ettiği bir düşünce
olan “Mogwai’nin en iyi işlerinden birisi” olduğu gerçeğidir.
2006 senesinde Post Rock mevzusunda bir Gregor Samsa
gerçeği ile karşılaştık. “55:12” adlı bu çalışma, o sene çıkan
Mogwai’nin “Mr.Beast” albümüyle birlikte en sevilen albüm
olmayı başardı. Explosions in the Sky ve Sigur Rós albüm
çıkarmadığı için bu boşluktan yararlanan bu iki topluluk o
sene kariyerlerinin en iyi ürünlerini ortaya çıkardılar. Mogwai daha önceki çalışmalarından daha güçlü yapıdaki “Mr.
Beast” albümünde deneysel sınırları zorlamakta gecikmediğini bu albümle vurguladı. Albümün içindeki her çalışma bir
Mogwai klasiği gibi duruyor, gözleri dolduruyor sanki. “Auto
Rock” ve “Glasgow Mega-Snake” arka arkaya çok iyi ikili
olmuşlar gibi albümü sürüklemeye hazırlıyor dinleyicileri.
“Acid Food” ise yine bilindik depresif duyguları yaşatıyor.
“Travel is Dangerous” ve “Team Handed”da bu albümdeki
gidişata en uygun eserler olarak gözükürken “Friend of the
Night”da daha önce bahsettiğim piyanoyu başrole soyundurma olayı gerçekleşiyor ve başarılı oluyor da... “Folk Death
95” ve “We’re No Here” adlı çalışmalarla da bugüne kadar
ki belki de en dibe çekici bestelerini dinletiyor bize Mogwai. Aynı yıl Darren Aronofsky’nin “The Fountain” adlı filmi
için Clint Mansell ve Kronos Quartet ile çalıştılar. Ve daha
sonra senenin sonuna yaklaşırken Fransalı futbolcu Zinedine
Zidane için çekilen belgesel bir film için müzik bestelediler.
“Zidane: A 21st Century Portarit” adındaki bu soundtrack
albümünde gerek deneysel gerekse de sade bestelerle adlarından oldukça söz ettirdiler. 2007 yılını yeni albüm hazırlıkları için geçiren Mogwai 2008 yılında yine oldukça tartışma
yaratacak yeni albümü “The Hawk is Howling” ile dinleyici
karşısına çıktılar. Bugüne kadar ki her albümünde aşağı yukarı bir değişimi uygulayan bir Mogwai bu albümünde tam
orta safhada yer alıyor. Albümdeki şarkıları bir bir dinlediğinizde kimi zaman değişim yarattıklarını düşünüyorsunuz
ama bir diğer düşünce de müziklerde ve bestelerde değişim
yaratmadan ilerlediklerini ve vasat bir albüm çıkardıklarını da düşünmeden edemiyorsunuz. Bu noktada bir düşünce
değer kazanıyor, o da Mogwai’i anlamaya çalışmak. Bu grup
hakkında yazı yazmak ne kadar zorsa onları incelemek ve
şarkılarında ne bulunduğunu, bu besteleri neden yaptıkları-
nı açıklamakta o kadar zordur. “The Hawk is Howling” diğer
bütün albümlerinin bir sentezi niteliğinde duruyor. Bunu çok
fazla değişime uğramadan arada bir farklı denemeler deneyerek ulaşan topluluğun bu albümü de bence çok başarılı.
Çünkü çok cesur bir grup var karşımızda, ne yaptığını çok
iyi bilen, yanlış anlamaya çok müsait ama onların müziğini
anladıktan sonra da takdir etmemizi bekleyen bir topluluk.
“The Hawk is Howling”i Songs:Ohia ve Arab Strap yapımcısı
Andy Miller ile kotaran Mogwai daha ilk şarkıda boğazımızda bir yumru oluşturuyor. “I’m Jim Morrison I’m Dead” tek
kelimeyle “korkunç” bir çalışma. “3:56”. saniyeden sonra
başlayan o tuşlu melodilerini şarkıyı karartmak için koymuşlar sanki. “Requiem for A Dream” filminin herhangi bir
bölümüne rahatlıkla konabilecek derecede rahatsızlık veriyor. Bu tarz yapıyı defalarca sergilemelerine rağmen farklı noktalarıda aralara yerleştirmekten çekinmiyorlar. İşte
Mogwai’i anlamamıza yarayacak ipuçlarından bir tanesi.
“Batcat” keza öyle bir çalışma. Sentezi ilk önce veriyorlar ve daha sonraki dinlemelerde müziğin katman katman
yerleştirilmesinden dolayı alttaki sesler bir bir yukarı çıkıyor ve şaşırmaca oyunu oynuyorsunuz, Mogwai dehasının su
yüzüne çıktığı bir albüm olarakta bakabiliriz bu çalışmaya.
“Danphe And The Brain” ve “Local Authority” depresif sınırlarda gezinen iki Mogwai klasiği olmuş durumda. Barry
Burns’ün ortaya çıkardığı o derin atmosferi bu iki çalışmada
da çok rahat hissediyorsunuz. “The Sun Smells Too Loud”da
sample’larla ortaya çıkarılan, gitarın yarattığı sürreal etkiye rağmen huzuru yakaladığınız bir beste olarak açıklayabiliriz. Bu albümdeki en ilgi çekici beste ise “I Love You,
I’m Going To Blow Up Your School” olarak gözüküyor. Çoğu
Mogwai dinleyicileri bu albümden bu çalışmayı çok sevdi.
“Scotland’s Shame”, “The Precipice” ve “Kings Meadow”da
“The Hawk is Howling”i olumlu derecede düşündüren “iyi”
besteler.
Kış müziği mi yoksa Sonbahar müziği mi yapıyorlar bir türlü
karar veremediğim bir grup olan Mogwai, bana göre sadece
“insanı derinliğe götüren”, “insanın boğazında koskoca bir
yumru oluşturan”, “uzak diyarların kendine uzak insanlarını”, “gözyaşına boğan o dolu melodilerin yarattığı acıyı”
anlatan “insanın düşüncelerini özgürleştiren” soğuk iklimin
bence sıcak insanlarının yarattığı bir topluluktur. Onlar Mogwai. Glasgow İskoçya’dan…
ERDEM YABAŞ
Ayreon Arjen Anthony Lucassen isimli uzun boylu abimizin
uzun zamandır devam ettirdiği bir nevi all-star çalışması... Keza 01011001 yedinci Ayreon albümü olarak karşımıza çıkmıştı bu yıl içerisinde...
Bu albümle önceki Ayreon albümleri arasında ciddi farklılıklar var.Birincisi bu albüm daha önceki tüm Ayreon
albümlerinden daha sert bir noktada duruyor.Vokal iniş
çıkışları davul ve ritimler en fazla progressive rock dinleyebilen ve Ayreon’un o yönünü seven insanlar tarafından
muhtemelen aforoz edilmiştir ancak bence Ayreon bu albümle milenyum uzay metaline karanlık ve sert, muhteşem bir ürün bırakmıştır.
Teknik kapasitesi yüksek,inanılmaz geçişleri ve atmosferi
olan, bol bol riff ve bol iniş çıkışlı multi vokal düzenlemeleriyle elindeki yüklü malzemeyi muhteşem bir rock/metal operaya, bir şahesere dönüştürebilme işinin altından
alnının akıyla çıkılmış bir albüm karşımızdaki.
Yüklü malzemeye gelelim. Arjen yaklaşık 12 yıldır rock
operaları yazan ve her seferinde yeni birşeylerle gelmeye
çalışan bir deha. Dile kolay her seferinde farklı bir ürün
ortaya koyabilmek kolay birşey değil. Arjen’in bir başka
özelliğiyse kural olarak daha önce çalıştığı enstrumentalist
ve vokallerle bir sonraki albümde çalışmaması idi.Geçmiş
zaman diyorum çünkü bu albümde bu kuralını yıkmış ve
daha önceden çalıştığı müzisyenlere de yer vermiş.
Arjen bu kadar müzisyeni nasıl koordine ediyor? Evet hakkaten kilit bir soru bu. Nasıl ulaşıyor nasıl karar veriyor?
Bu noktada Arjen günümüz dünyasını kullanıyor ve internet işini çok kolaylaştırıyor. En ünlülerden en ünsüzlere
myspace, e-mail, şirket maili, telefon,menejerler üzerinden ulaşıyor ve işini görüyor.Peki bu kadar insan Arjen’i
niye ve nasıl kabul ediyor? Arjen daha önceki albümleri
ile deha olarak ün salmış biri olduğundan ona hayır diyebilmek oldukça güç olsa gerek. Tam bir günümüz iş hayatı
örneği olarak Arjen’in referansının ne kadar sağlam oldu-
ğunu görüyoruz albüme teşrif eden müzisyenleri gördüğümüzde.
Müzisyenlere vokallerden başlayalım. Arjen de dahil olmak üzere 17, evet tam 17 vokal var albümde. Bu daha
önceki albümlerden de oldukça fazla.
Anneke van Giersbergen, Agua de Annique vokali, The
Gathering ile ün salmış Anneke daha önce teşrif edenlerden. Ayreon’un üçüncü albümü olan Electric Castle
albümünde vokallik yapmış olan Anneke bu albümde de
işini layıkıyla yapıyor.Şarkılarda vokali girdiği anda bir
anda kendi büyüsüne kaptıran, bir anda olayı gizemli hale
getiren, mistikleştiren sesini yine Arjen ile ortak çalışma
sonucu albüme kusurca yedirmiş.
Steve Lee, Gotthard vokali, İsviçre’de platinum satışı
yapmış bir kişi.Albümde yüksek perdelerdeki olağanüstü
performansı göze çarpıyor.Açıkçası ben Steve Lee’nin çok
yönlülüğünü bu albümde tanımış oldum. Burada Arjen’i
bu muhteşem vokali bu kadar iyi kullanabildiği için tebrik
etmek gerekiyor.O kadar zor vokaller yazılmış ki ortak bir
çalışma olmadan altından kalkılabilmesi mümkün değilmiş gibi gözüküyor. Ancak albümü dinlerken hakkının verildiğini görüyorsunuz.
Marjan Welman, Elister, Hollandalı kızımız; Arjen’in iş
verdikleri kişilerden. Arjen’in işe alım süreci şu şekilde
işliyor. Önce Marjan bir Arjen’e bir demo yolluyor. Ardından Arjen Ayreon şarkıları söyleyen bir grupta Marjan’ın
performansını izliyor. Sonrasında kafasında bu albüm için
oluşturduğu bir vokal çizgisi için onu uygun görüyor ve
Marjan bu albümde karşımıza çıkıyor.Çok temiz bir ses
rengiyle e=mc2 şarkısında şarkıyı sürükleyen vokal olarak
yerini alıyor.
Bob Catley, Magnum’un efsane vokali, o derinlerden kısıkmış gibi çıkan kendine has sesiyle albümde boy gösteriyor.
İyi de yapıyor.Gerçi ben bazen şarkıyı söylerken çatlayacağını sansam da işin üstesinden geliyor.
Simone Simmons, Epica, Hollandalı güzel kızımız için pek
birşey söyleyemiyeceğim çünkü öne çıktığı şarkı albümün
gerek müzikal gerekse liriksel açıdan en zayıf şarkısı olan
web of lies olduğu için eğer albümde harcanmış biri varsa
o da kendisidir.Yine de kendisi verilen işi hor görmemiş
Phideaux Xavier ile söylediği şarkıda işini layıkıyla yapmış.
Jorn Lande, yaşayan efsanelerden biri olan Jorn tabi ki
bu albümde de tek kelimeyle olağanüstü bir performans
çiziyor. Gerek epik, gerekse karanlık ses rengini kullanmasını bu kadar iyi bilen bir insandan bu albümde tabi ki
iyi şeyler beklenilir. Ancak yine Arjen ile birlikte o kadar
ince çalışılmış ki hayallerimin ötesinde bir performansla
karşı karşıya bıraktı beni vokaller.Albümde tek geçeceğim
kişi kendisi.
Jonas Renkse, Katatonia, bir önceki albümde yer alan
Mikael Akerfeldt’in referansıyla albüme teşrif etmiş bir
müzisyen. Albümde ingilizce mellow diye tabir edilen
melul havayı yaratan vokal rengine sahip olan Jonas albümde bu sesini en az Katatonia’daki kadar iyi kullanı-
yor. Onun dışında rock operaya uygun olacak şekilde de
yönlendiriyor,ayrıca brutal vokaliyle de yer yer hizmet
ediyor ve işini iyi yapanlar arasına giriyor.
Tom Englund, Evergrey, farklı bir ses rengi ihtiyacını fazlasıyla karşılamış..Albümde sivrilmiyor, sinmiyor, tam
ortada, işimi yaparım edasıyla vokallik işini gözü kapalı
yapıyor.Sesinin buruk yönünü de albümde kullanmayı başarabilen Tom sınıfı geçiyor.
Wudstik albümdeki en enteresan isimlerden birisi. Kendisi
bir hip hop sanatçısı. Yine Arjen’in işe aldıklarından. Arjen myspace’te gezinirken ilham kaynaklarında Ayreon’un
olduğu bir hip hop sanatçısı görünce olayı merak eder,
Wudstik ile sohbet eder ve birkaç şarkısını dinler..Vokallerini çok sever ve kafasında oluşturduğu bir karakterin sesi
için onu davet eder.Wudstik de bir Ayreon sever olarak
bayılarak teklifi kabul eder ve işini layıkıyla yapar.
Floor Jansen, After Forever, yine daha önce Ayreon albümlerinde boy göstermiş biri olarak karşımıza çıkıyor.
Bu albümde bayanlar arasında en çok sivrilenlerden biri
oluyor.Daha önce Arjen ile çeşitli projelerde çalışmanın
verdiği rahatlığın da etkisi ile her türlü ses oyunu ve rengini ortaya koyuyor. Özellikle kendi vokal geçişleri çok değişken ve çok fazla ses rengi ve geçiş bulunduruyor. Eğer
bu tarz vokal olma yolunda ilerleyen bayanlar varsa ders
niteliğinde bu albümde Floor’u dinleyebilir ve kendilerine
birşeyler katabilirler.
Liselotte Hegt, Dial, bir gazeteci,vokal, basçı olarak karşımıza çıkan bu pek de bilinmeyen kişi, Arjen’in keşfi ve
düzgünce kullanımı olarak göze çarpıyor.Çeşitlilik katabilme anlamında yine doğru bir tercih olarak kabul edilebilir.Arjen ile birlikte söyledikleri şarkıda öne çıkıyor.
Hansi Kursch, Blind Guardian, power metalin efsane vokallerinden biri olan Hansi Arjen’in bu projesinde daha
fazla yer almak çok istemiş ama pek zaman bulamamışlar. Bu durum albüme yansısa da river of time parçasında
ön plana çıkmayı başarmış ve bazı şarkılarda arka planda her yerden ayırt edilebilir sesiyle boy göstermiş. Yine
Arjen albümde kilit noktalarda kullanmayı başarabilmiş
Hansi’nin sesini.
Magali Luyten,Virus IV, işte cızırtılı bayan vokalimiz.Yine
albümde çeşitlilik bakımından bir savaşçı edasıyla motorhead tarzı vokalini bir de Arjen’in zorlamalarıyla yüksek
perdelere taşıyabilmesi kendi adına inanılmaz bir referans olacağının göstergesi olmuş.
Daniel Gildenlow, Pain of Salvation, Arjen’in kendi studyosunda ağırlayamadığı, Daniel’in yanına İsveç’e uçtuğu
bir durum olmuş. Kaydı da Daniel’in kendi studyosunda
yapmışlar. Daniel de albümde tıpkı POS’ta yaptığı gibi enteresan iniş çıkışlar ve ses rengiyle albüme renk katmayı
başarmış ve en üst seviye vokallerin arasında yerini almıştır.
Enstrumanlara gelirsek Arjen’in kendisi vokal yapmanın
ve besteleri yapmanın yanında her zaman olduğu gibi gitarları, klavyeleri, synthleri, bas gitarı ve programlama
işini üstlenmiş.
Ed Warby, Gorefest, Death Metal havasından farklı olarak
Arjen’e uyum göstermiş, yer yer yaptığı şahane ataklarla
albüme metal havasını veren isimlerden biri olmuş.
Jeroen Goessens birbirinden farklı flutleri ve sesleriyle
albüme renk katmış ve bazı şarkılara klasik Ayreon havası
katmayı başarabilmiş.
Lori Linstruth kızlardan virtüöz solo gitarist olmaz hurafesini yerle bir etmiş attığı soloyla hem teknik hem de
ruhsal açıdan ders vermiş.
Ben Mathot kemanıyla, David Faber de çellosuyla yukarıda bahsedilen web of lies şarkısını enstrumental olarak
güzel kılmayı başarmışlar. Mathot river of time’da attığı
keman solosuyla da şarkıya başka bir hava katmış.
Michael Romeo, Symphony X, attığı uçuk solo ile albüme
imzasını atmıştır.
Derek Sherinian, attığı inanılmaz solo ile içinde bulunduğu şarkıyı bir seviye üste taşımayı başarmış.
Tomas Bodin, The Flower Kings, klavye solosu ile uzayın
derinliklerine götürmüş ve şarkının modunu belirleyerek
renk katmış.
Joost van den Broek, After Forever, içinde bulunduğu şarkıya atılabilecek en güzel klavye solosunu atarak referanslarına referans katmış.
Tabi ki bu kadar müzisyeni bir çatı altında toplamak hiç
kolay bir iş değil. Çoğunun kendi grubu ya da projesi için
sorumlulukları, belki bir dünya turnesi belki bir dinleme
süreci vs. var. O yüzden birçoğu için çok fazla hazırlanma
fırsatı olmamış.Ancak bu durum albümün zayıf olmasını
değil bence daha güçlü olmasına yol açmıştır. Çünkü bir
şarkıdaki bir vokal çizgisi üzerinde günlerce kafa patlatırsanız doğallığını yitirebilir. Arjen de bunun farkında olan
biri olarak vokallere müdahale etme ve istediği çizgiye
çekme ile kendi doğallıkları, spontane gelişen vokal iniş
çıkışları arasındaki nüansı çok iyi ayırt etmiş ve çok iyi
korumuş ortaya ruh kokan bir albüm çıkmıştır. Enstru-
manlarda, özellikle de atılan sololarda müzisyenlere tam
olarak ne istediği nasıl kokacağını çok net bir şekilde anlatmış olsa gerek ki atılan her solo birbirinden kıymetli
ve hem Ayreon hem de müzisyenlerin kendileri kokan bir
ürün olmuş.
Şarkılarda dikkat edilecek yerler:
Age of Shadows - çoklu vokalle nakarat esnasında soprano
tarzı vokalin uzay metaliyle uyumu, gitar solosu,Jonas’ın
şarkıyı mistikleştirmesi, Anneke’nin zero-one bölümü.
Comatose - Efsane Jorn’un efsane bir şekilde comatose
demesi.
Liquid Eternity - Floor’un yüksek perdelerdeki iniş çıkış ve
ruhu,nakarattaki çoklu vokal uyumu.
Web of Lies - çok kötü sözler, güzel enstrumanlar
İkinci bölüm:
The Fifth Extinction - epik bir şölen, vokallerin geçişleri,
toplu vokallerdeki ustalık, steve lee, klavye solosu, nakarat, müthiş bir opera tadı.
Waking Dreams - Jonas, Anneke, klavye solosu.
Truth Is Here - Arjen vokali, liselotte, yöresel enstrumanlar.
Unnatural Selection - en farklı şarkı, sert riffler sert vokaller. Catley - Steve Lee soru cevap atışması karşılıklı
vokal iniş çıkışları.
River Of Time - keman, üflemeliler ve Hansi.
Connect The Dots - we all know bölümü.
E=mc2 - wudstik , marjan welman, romeo solosu
Beneath The Waves - Daniel - Jorn ve finaldeki Hansi bölümü başlı başına olağanüstü..en iyilerden.
New Born Race - Lori’nin müthiş solosu.
The Sixth Extinction - müthiş bir kapanış, olağanüstü bir
final bölümü, rock/metal opera tiyatrosal bir sahne deneyimi olabilecek bir şarkı
Ride The Comet - yeni dönem Ayreon’u tanımlayan şarkı,
oldukça gaz, Magali Luyten’in performansı.
Kişisel favorilerim: The Fifth Extinction ve kapanış parçası olan The Sixth Extinctiondır.
EMRE AKPOLAT
vector-games.com
Survival horror türünün ilk serilerinden olan Alone in
the Dark yeni oyunuyla bizi karanlıkta yalnız bırakmaya devam ediyor. Türü gereği bu oyunda başımıza
gelen çeşitli felaket ve sorunlara rağmen hayatta kalmaya çalışıyoruz. Bu durumlar, içinde bulunduğumuz
binanın yıkılması ya da yakarak öldürmeniz gereken
bir takım canavarlarla baş başa kalmamız olabileceği
gibi el fenerimizin pilinin bitmesi gibi daha basit şeyler de olabiliyor. Bir yandan da olan biteni anlamamızı
engelleyen esrar perdesini aralamak için uğraşıyoruz.
Kahramanımız serinin diğer oyunlarından hatırlayacağınız Edward Carnby. Oyunun başında kendimize geldiğimize alıkoyulduğumuzu ve bizi pek de parlak bir
geleceğin beklemediğini öğreniyoruz. Bazı esrarengiz ve korkunç olaylardan sonra bizi alıkoyan kişilerin elinden kurtularak oyuna başlıyoruz. Olaylar New
York’taki Central Park çevresinde ve 2008 yılında geçiyor. Bu türde senaryo diğer türlerdekine göre oyunun
daha önemli bir parçası olduğu için olaylar hakkında
bu kadar bilgi şimdilik yeter.
Oyun diğer survival horror oyunlarıyla benzer bir oynanışa sahip olsa da oyunu kahramanımızın gözünden oynama seçeneğinin olması bazı durumlarda işleri epey
rahatlatıyor. Fakat yine de buna alışmanız biraz vakit
alabilir. Çünkü nesnelerle yapabildiğiniz hareketler o
an kullandığınız görüş açısına göre değişiyor. Örneğin
yangın tüplerini ortam kamerasındayken sallayarak bir
yakın saldırı aracı olarak kullanırken birinci kişi kamerasına geçtiğinizde yalnızca alevleri söndürmek için
kullanabiliyorsunuz. Topladığımız nesneleri kullandığımız inventory ekranı sıradışı bir şekilde tasarlanmış.
Karakterimiz ceketinin yanlarını bir işporta satıcısı gibi
açıyor ve böylece yanımızdaki nesnelerin hepsini bir
arada görme fırsatımız oluyor. Yaralandığımız zaman
sağlık malzemelerini de benzer bir şekilde kullanıyo-
ruz. Havok fizik motoru gerçekçi fiziksel etkileşimler
sağlarken buna ek olarak alevlerle etkileşim içinde
olmak da oyunun atmosferine katkıda bulunuyor. Örneğin, tahta bir sandalyeyi elinize alıp ateşe tuttuğunuzda sandalye alev alıyor ve bu alevli sandalyeyle
düşmanlarınızı ya da başka nesneleri yakabiliyorsunuz. Oyunda kullandığınız araçlarla da pek çok şekilde
etkileşime girmeniz mümkün. Öyle ki, anahtarlarını
bulamadığınız bir arabayı düz kontak yaparak kullanabiliyorsunuz. Evet, GTA serisinde zaten istediğiniz her
aracı kullanabiliyordunuz ama AitD’ta doğru kabloları
birbirine yaklaştırmak da sizin göreviniz.
Oyun görsel olarak oldukça tatmin edici. Işıklandırma
efektleri ve gölgeler özellikle dikkati çekiyor. Alevler
etkileşim bakımından olduğu kadar görsellik bakımından da kayda değer. Ortamlar bekleyeceğiniz üzere
oldukça karanlık ve kasvetli. Dışarıda geçen bölümler de gece olduğu için aynı atmosfere sahip. Hatta
oyunun başlarındaki taksili kovalamaca bölümünde dışarının da en az içerisi kadar tehlikeli olduğunu bire
bir görüyorsunuz. Ortamlar gibi karakterler etkileyici
görünüyorlar. Demolarda yüzlere yakın çekim yapıldığında bile inandırıcı görünmeye devam ediyorlar.
Düşmanlarınız duvarlarda gezinirken kullanılan yarık
efekti özellikle ortamla etkileşimli olduğu için hoşuma
gitti.
Sesler ve müzikler de oyunun karanlık atmosferini tamamlıyorlar. Müzikler ObsCure serisinin de müziklerini
yapan Olivier Derivière tarafından yapılmış.
Sonuç olarak, alışmanız gerekecek yanları olsa da AitD
keyifli vakit geçirmek için gayet yeterli. Her yıl çıkan
onlarca FPS, ismi 200X ile biten spor oyunları ya da
MMORPG'ler artık ilginizi çekmiyorsa bu oyuna bir şans
vermenizi tavsiye ediyorum.
COŞKUN PINARBAŞI
1983 Ankara’da doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini aynı şehirde
tamamladı. Ortaokul ve lise eğitimi sırasında babası ile beraber
çeşitli fotoğraf ve video çalışmalarında bulundu. Kameraman
asistanı olarak başladığı bu sektörde, başlarda “acaba” diyordu
“bende bu minik dünya da kendimi ilerletebilecek miyim?” Derken, 1999’ların o ağır, hantal kamera ve ayağını omuzlarında bir
kaç yıl taşıdı. Zamanla o hantallık ve ağırlık, meydan kendisine
kalınca kuş gibi geldi!
2000 Haziran ayından bu yana medya sektörü içinde bir çok profesyonel kişilerin yanında belgesel filmler, reklam filmleri ve klip
çalışmalarına imza attı; kameraman ve kurgu operatörü olarak.
Savaş muhabiri, fotoğrafçı ve bir dönemin vazgeçilmez belgesel
programı ‘Haberci’nin yapımcısı Coşkun ARAL’ın kurmuş olduğu
İZ TV’de halen kurgusunu yapmış olduğu belgesel çalışmaları yayınlanmaktadır.
İlk ustası babası ve profesyonel fotoğraf sanatçılarının yanında ‘çekirdekten’ kendini yetiştirerek, geliştirerek bu inanılmaz
zevkli kareler dizesine imzalar atmaya başladı.
Bugüne kadar birçok arşiv edindi fotoğraf çekimlerinden (Doğa,
insan, portre ve konulu çalışmaları, vb.). Bu çalışmalarının bir
çok kısmını da farklı paylaşım sitelerinde görmek mümkün.
Ve diyor ki;
"- Eğer ilerlemekten haz duyuyorsan unutma kimse seni bu yoldan alı koyamaz."

Benzer belgeler

Untitled

Untitled sene arayla albüm çıkarma yılıydı. En son 2004 senesinde The Cure adlı albümlerini çıkartmıştı grup, genel çizgilerine göre biraz sert olan albüm karışık görüşler almıştı. 2008’in sonlarına doğru s...

Detaylı

Merhaba

Merhaba parçanıza İstanbul'da bir klip çekmiştiniz. Özel bir hikayesi var mıydı? B.A: Hatırlıyorum, hem de çok iyi hatırlıyorum o konseri. Türkiye’de bu büyüklükte konser veren ilk bizdik ve çok sıradışı b...

Detaylı

Geçmiş mi, Son Kullanma Tarihiniz?

Geçmiş mi, Son Kullanma Tarihiniz? Geçen yıl çıkardıkları EP Rolling Stone dergisi tarafından “Yılın En İyi Rock EP”si seçilen FOMA, yeni albümleri “ALBÜM”ü –biraz gecikmeyle de olsa- Şubat ayında Elec-Trip etiketiyle yayınlıyor. Bu...

Detaylı

yasaklanan, sansürlenen ve tepki gören albüm kapakları

yasaklanan, sansürlenen ve tepki gören albüm kapakları 2004 senesinde The Cure adlı albümlerini çıkartmıştı grup, genel çizgilerine göre biraz sert olan albüm karışık görüşler almıştı. 2008’in sonlarına doğru sessiz sedasız yeni albüm 4:13 Dream çıktı....

Detaylı