İnsan hakları takvimi - İnsan Hakları Ortak Platformu

Transkript

İnsan hakları takvimi - İnsan Hakları Ortak Platformu
İnsan hakları takvimi
17-30 MAYIS
Kayıplar Haftası
İnsan Hakları Derneği (İHD), 1995’ten itibaren her yıl 17-31 Mayıs tarihleri arasındaki
dönemi “Kayıplar Haftası” olarak anıyor. Bu etkinliklerin amacı, insanlık suçu olan
“Kayıplar” sorununu her yıl gündeme getirmek, kayıpların soruşturulmasını ve
sorumluların bulunarak yargı önüne çıkarılmasını sağlamak.
“dokuzunda kayboldu mayıs’ın
cesedi bulundu
onikisinde...
kaçırıldığında da
kaybolduğunda da
ve cesetken de
yakışıklıydı...
amcamdı...” (Yılmaz Erdoğan)
21 MAYIS
Dünya Dİyalog ve Kalkınma İçİn Kültürel
Çeşİtlİlİk Günü
Kültürel çeşitlilik insanlığın ortak mirasını oluşturur ve herkesin yararı için geliştirilmeli
ve korunmalıdır... (UNESCO Kültürel Çeşitlilik Sözleşmesi)
21 Mayıs, Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO)’nün ilan ettiği
Kültürel Çeşitlilik Evrensel Bildirgesi’nin BM Genel Kurulunda kabul edildiği 2001’den
beri “Diyalog ve Kalkınma İçin Dünya Kültürel Çeşitlilik Günü” olarak kutlanıyor.
3. Bütün Kültürler için Eşit İtibar ve Saygı İlkesi
Kültürel ifadelerin çeşitliliğinin korunması ve geliştirilmesi,
azınlıklara mensup kişilerin ve yerli halkların kültürleri de dâhil bütün
kültürlere eşit itibar ve saygı gösterilmesini gerektirir.
(UNESCO Kültürel Çeşitlilik Sözleşmesi)
4 HAZİRAN
Silahlı saldırı mağduru çocukları anma günü
4 Haziran 1982 tarihinde İsrail, Beyrut’a saldırdı. Saldırı üç ay boyunca sürdü. 18 bin
ölü, 30 bin yaralı. Batı Beyrut Katliamı olarak İsrail Filistin çatışması tarihinde yer
eden bu saldırının arkasından 19 Ağustos 1982 tarihinde acil olarak toplanan Birleşmiş
Milletler Genel Kurulu, İsrail’in silahlı saldırısının en masum kurbanları olan Lübnanlı
ve İsrailli çocuklar için 4 Haziran tarihini anma günü olarak ilan etti.
1
İnsan hakları takvimi
5 HAZİRAN
Dünya Çevre Günü
Dünyanızın Size İhtiyacı var: İklim Değişikliğine Karşı Birleşin
Dünya Çevre günü, BM Genel Kurulunun Stockholm İnsani Çevre Konferansının 1972
yılında açılışına işaret etmek için belirlenmiştir.
Stockholm Konferansı, çevrenin bir insan hakkı olarak dile getirildiği ilk toplantı olma
özelliğini de taşımaktadır. Çevre sorunlarına yönelik politika arayışlarında önemli bir
yeri olan Konferans’ın çevre hakkı açısından önemi ise, “İnsan, onurlu ve iyi bir yaşam
sürmeye olanak veren nitelikli bir çevrede, özgürlük, eşitlik ve yeterli yaşam koşulları
temel hakkına sahiptir.” (m.1) ilkesinin yer aldığı bildirinin kabul edilmesinden ileri
gelmektedir. Bu konferansın sonrasında, gerek Birleşmiş Milletler ortamlarında, gerekse
diğer uluslararası platformlarda çevre hakkı kavramının yeniden tanımlandığı ya da
politikalarla içselleştirildiği gelişmeler yaşanmıştır.
Dünya Çevre Günü, her yıl dünyanin bir kentinde anılmaktadır. 2009 yılında
“Dünyanızın Size İhtiyacı var: İklim Değişikliğine Karşı Birleşin” sloganıyla Dünya
Çevre Gününün ev sahipliğini Mexico City yapacak.
20 HAZİRAN
Dünya Mülteciler Günü
Keskin tel örgüleri aşmaya çalışarak, su sızdıran teknelerle denize açılarak,
kamyonların havasız bölümlerinde seyahat ederek, binlerce mülteci ve sığınmacı her
gün yaşamlarını riske atarak daha güvenli ve iyi bir yaşam için çaresizce
uğraş veriyorlar.
Mültecilerin çoğuna ev sahipliği yapan Afrika ile dayanışmanın bir ifadesi olarak
İnsan hakları takvimi
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 4 Aralık 2000 tarihinde aldığı bir kararla 20
Haziran tarihini Dünya Mülteciler Günü olarak ilan etti. Mültecilerin Statüsüne
İlişkin Sözleşmenin 50. yıldönümüne denk gelen 2001 yılından bu yana mültecilerin
sorunlarını görünür kılmaya yönelik etkinlikler düzenleniyor.
BM Mülteciler Yüksek Komiserliğinin istatistiklerine göre, 31,7 milyon kişi kendi
topraklarından zorunlu nedenlerle koparak, dünyanın farklı ülkelerinde insan onuruna
yaraşır bir yaşam arayışı içinde. Bu rakam, sadece BMMYK’nın koruması altına
girebilmiş olan erkek, kadın ve çocuğu kapsıyor. Bu korumadan yararlanamayanların
sayısını tespit etmek ise oldukça zor…
2008 yılında BM Mülteciler Yüksek Komiserliği tarafından yapılan araştırma
sonuçlarına göre, mültecilerin ihtiyaçlarının %30’u karşılanamıyor. Bu ihtiyaçların
en önemli bölümünü, temel ihtiyaçlar ve hizmetler oluşturuyor. Araştırma, özellikle
gıda güvenliği ve beslenme, sağlık, temiz suya erişim, hijyen, gıda dışı maddelerin
dağıtımı, eğitime erişim gibi temel konularda iyileştirmeye yönelik tedbirlerin alınması
gerekliliğini ortaya koyuyor. Raporda yer alan bir başka önemli konu ise, mültecilerin
cinsel taciz ve şiddete karşı korunmaları ihtiyacı.
İşkence Mağdurlarıyla Dayanışma Günü
26 HAZİRAN
...Ne savaş durumu, ne bir ülkenin istikrarsızlığı ne de olağanüstü koşullar işkenceyi
meşrulaştıramaz. Ne yazık ki, Türkiye de dâhil olmak üzere, pek çok ülkede işkence
halen daha bilgi edinme ve giderek kendisi gibi olmayanı cezalandırma pratiği olarak
devam ediyor...
İnsanlık onuruna karşı işlenmiş bir suç olarak tanımlanan işkencenin bütünüyle
ortadan kaldırılması ve BM İşkence ve Başka Zalimce, İnsanlık Dışı ya da Onur Kırıcı
Davranış ya da Cezaya Karşı Sözleşme’nin etkili uygulanmasının desteklenmesi
amacıyla Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 1998 yılında İnsan Hakları Evrensel
Bildirgesinin 50. Yılında aldığı bir kararla, 26 Haziran tarihini İşkence Mağdurlarını
Destekleme Günü olarak ilan etti.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
Editörden...
4
İnsan Hakları İçin Diyalog Dergisi
Mayıs – Haziran 2009 Yıl: 1 Sayı: 1
ISSN 1309-050X
..
Kapasite Geliştirme Derneği Adına Sahibi ve
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Y. Levent Korkut
..
Genel Yayın Yönetmeni
Yılmaz Ensaroğlu
Yayın Koordinatörü
Ezgi Koman
Yayın Kurulu
Bekir Berat Özipek
Emre Senan
Feray Salman
Hüsnü Öndül
Kerem Altıparmak
Simten Coşar
Tanıl Bora
Katkıda Bulunanlar
Emrah Kırımsoy, Fulya İnci,
Görkem Tanrıverdi,
Kemal Özmen, Kübra Ceviz
Danışma Kurulu
Ahmet Murat Aytaç, Ali Bayramoğlu,
Aksu Bora, Ayhan Bilgen, Baskın Oran,
Cennet Uslu, Dilek Kurban,
Ertuğrul Cenk Gürcan, Etyen Mahçupyan,
Eser Köker, Erol Önderoğlu, Fatma Benli,
Ferhat Kentel, Gökçen Alpkaya,
İhsan Dağı, Mehmet Emin Yıldırım,
Melek Göregenli, Mesut Yeğen,
Mithat Sancar, Murat Belge,
Mustafa Erdoğan, Necdet İpekyüz,
Tahir Elçi, Turgut Tarhanlı, Türkay Asma,
Orhan Kemal Cengiz, Ozan Erözden,
Ragıp Zarakolu, Sezgin Tanrıkulu,
Şanar Yurdatapan, Taner Kılıç,
Ümit Kardaş, Vahap Coşkun, Yasin Aktay,
Yıldıray Oğur, Yıldız Ramzanoğlu,
Zeynep Gambetti,
Tasarım ve Uygulama
Emre Senan
Kapak illüstrasyonu:
Yurdaer Altıntaş
..
Baskı
Mas Matbaacılık A.Ş.
Hamidiye Mah. Soğuksu Cad.
No:3 34408 Kağıthane İstanbul
0212 249 10 10
..
Yayın Türü
Yaygın Süreli Yayın
Baskı Tarihi ve yeri
Mayıs 2009, İstanbul
Baskı Adedi:
xxxxx
..
İdare Merkezi
Tunus Caddesi 87/8 Kavaklıdere/Ankara
Tel: 0 312 468 84 60 Faks: 0 312 468 92 53
Dergide yayımlanan yazılardan kaynak
gösterilerek alıntı yapılabilir.
Merhaba,
İnsan Hakları İçin Diyalog dergisi, İnsan Hakları
Ortak Platformu (İHOP) tarafından yayımlanacak olan
iki aylık bir yayın. İnsan Hakları İçin Diyalog’un
temel amacı, insan hakları alanında çalışan bireylerin,
uzmanların, üniversitelerin ve sivil toplum örgütlerinin
hem kendi aralarındaki iletişimi, paylaşımı, işbirliğini
ve dayanışmayı hem de bu aktörlerin kamu idaresi ile
iletişimini ve diyalogunu güçlendirmektir. Bu çerçevede
Dergi, bireylerin, örgütlerin ve kamu idaresinin,
birbirlerinin çalışmalarından doğrudan haberdar
olmalarının yanı sıra, insan hakları hareketinin, kamu
idaresinin insan haklarıyla ilgili çalışmalarından,
plan ve programlarından zamanında bilgi sahibi
olmasını sağlamaya çalışacaktır. Böylece, insan hakları
hareketinin, ihtiyaç duyulan hallerde gerekli lobi
ve diyalog faaliyetleriyle, karar alma süreçlerine ve
mekanizmalarına zamanında müdahalede bulunması
kolaylaşacak, karar alıcılar da sivil toplumun ve bilim
dünyasının öneri ve katkılarını yine zamanında elde
etme imkânını bulabileceklerdir. Özetle, İnsan Hakları
İçin Diyalog’un, insan hakları hareketini oluşturan
unsurlar arasında iletişim ve paylaşımı, dolayısıyla da
işbirliği ve dayanışmayı güçlendirmesini ve karar alma
süreçlerine daha etkili müdahalede bulunmalarına
katkı sağlamasını bekliyor, bilim dünyasıyla insan
hakları hareketi arasındaki iletişimi ve etkileşimi de
güçlendirmesini umuyoruz.
Bu amacı gerçekleştirme yolunda İnsan Hakları İçin
Diyalog, yayın politikasında, üslup ve söyleminde
iletişim ve diyalog kurmayı esas almaya çalışacaktır.
Bu çerçevede, kamu idaresinin insan haklarının
geliştirilmesi yolunda yaptıklarını her türlü politik ön
yargıdan uzak biçimde açıkça desteklemekten ama
insan haklarına aykırı politika ve uygulamalarına
da, doğuracağı sonuçlardan bağımsız bir biçimde
kararlılıkla karşı durmaktan çekinmeyecek,
kaçınmayacaktır.
Bu itibarla, Dergi’nin bilgi/haber akışı ve insan hakları hareketi içindeki iletişimi,
paylaşımı ve dayanışmayı geliştirmek bakımından sivil toplum örgütlerinden
beslenen, buna karşılık insan hakları hareketinin gündemini ve Türkiye’de ve
dünyada insan haklarından yana yaşanan teorik ve pratik gelişmeleri izlemek
bakımından da örgütleri besleyen bir yayın olmasını öngörüyoruz. Doğal olarak
Dergi’nin hedef okuyucu kitlesini, öncelikle insan hakları hareketini oluşturan
bireyler, kurumlar ve kuruluşlarla, karar alıcılar, ilgili kamu görevlileri ve medya
mensupları oluşturmaktadır.
Öncelikle, ilk sayıların genellikle kurtulamadığı eksikliklerimizi hoşgörüyle
karşılamanızı diliyoruz. Dergi için belirlenen bölümler de dâhil, görsel boyutumuzdan
içeriğe varıncaya dek her türlü eleştiri ve önerilerinize açık olduğumuzu bilmenizi
istiyoruz. Ne de olsa, sizin derginiz. Alçakgönüllüyüz ama iddialıyız; sadece
boyutları ve hacmi açısından değil, muhtevasından yana da aykırı olmaya, yıllardan
beri savunageldiğimiz değerler ve kavramlarla ilgili algılarımızı, yargılarımızı,
önyargılarımızı masaya yatırmaya ve gerektiğinde yeniden düşünmeye, tartışmaya
niyetliyiz. Çünkü kendi düşünsel kalıplarımızı ve kabullerimizi tartışmaya açıp, belki
de farkında olmadan kendi zihinlerimizde oluşturduğumuz duvarları yıkamazsak,
önümüze dikilen duvarları aşmanın daha zor olacağını biliyoruz. Bunu hep birlikte ne
ölçüde başarabileceğimizi, zaman içinde göreceğiz.
Bu dergiyle sizleri, sadece hukuki metinlerle ve raporlarla baş başa bırakmamayı
düşünüyoruz. Bu bağlamda, sizlere her sayıda bir insan hakları takvimi sunmaya,
Türkiye’den ve dünyadan kısa kısa haberler aktarmaya ve Gündem’deki sorunlardan
bir seçki sunmaya çalışacağız. İnsan haklarıyla ilgili Kavramlar/Kuramlar, Ulusal ve
Uluslararası İnsan Hakları Hareketi, Uluslararası Mekanizmalar, İnsan Hakları
ve Hukuk/Yargı gibi bölümlerin yanı sıra, insan hakları kahramanlarını ele alan
Alternatif Kahramanlık Öyküleri, insan haklarıyla ilgili kültürel/sanatsal ürünleri,
raflarda yer alan yayınları tanıtıcı bölümlerimizin ilginizi çekeceğini umuyoruz.
Tarihte İnsan Hakları, insan hakları açısından yakın geçmişimizi ele alırken, her
sayıda birkaç yazarımız da, çeşitli olaylara, sorunlara mercek tutacak. Her sayıda
bir Dosya’mız olacak. İlk sayının Dosya’sı, “Hukukun Üstünlüğü” ilkesini ele alıyor.
İkinci sayıda ise “Kayıplar” ile karşınıza çıkmayı planlıyoruz. Bu anlamda da
katkılarınızı şimdiden bekliyoruz.
Daha önce de dedik; İnsan Hakları İçin Diyalog, sizin derginiz. Hem güzel bir dergi,
hem de etkili bir diyalog, ancak sizlerle mümkün. O yüzden de derginize sahip
çıkmanızı, her türlü görüş, eleştiri ve önerilerinizi bizlerle paylaşmanızı bekliyoruz.
Daha iyi bir ikinci sayıda buluşmak umuduyla.
Yılmaz Ensaroğlu
5
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
Kısa Kısa...
6
Ottawa Sözleşmesine Göre
Türkiye’nin Çok İşi Var!
Mayınsız Bir Türkiye Girişimi,
4 Nisan “Uluslararası Mayın
Bilincini Geliştirme ve Mayın
Hareketini Destekleme Günü”
dolayısıyla bir açıklama yaptı.
Açıklamada 2004 yılında
Türkiye’de her üç günde
bir 1 kişinin, mayın ya da
çatışmalardan kalan patlayıcı
maddeler nedeniyle yaşamını
yitirdiği ya da sakat kaldığı ve
2008 yılında bu rakamlarda
hiçbir değişiklik olmadığı
belirtildi. Türkiye’nin 2004
yılında imzaladığı Ottawa
Sözleşmesi’ne göre stoklarındaki
2,5 milyon mayını imha etmesi,
toprağa döşeli bir milyon mayını
da 2014’e kadar temizlemesi
gerekiyor.
gerçekleştirdi. Toplantıda 2010
yılına kadar tamamlanması
gereken yasal düzenlemeler ve
referansları tartışıldı. Avrupa
Konseyi 2005’te kadınların
korunmasına yönelik bir tavsiye
kararı yayımlamış; hükümetler,
yerel yönetimler ve bölgesel
konumda kadına yönelik
şiddete karşı yoğun bir dikkat
çekme kampanyası yürütmüş,
bu çalışmalarına 2008’de
son vermişti. 25–27 Mayıs’ta
ikinci kez toplanacak Komite,
bu toplantı sonunda bir karar
yayımlayacak.
www.mayinsizbirturkiye.org/
TRT’de Kürtçe Ve Ermenice
Radyo Yayını
Türkiye Radyo ve Televizyonu
(TRT), 1 Nisan tarihinde Kürtçe
ve 2 Nisan’da Ermenice radyo
yayınına başladı. Kürtçe yayın
yapacak ve 24 saat kesintisiz
dinlenebilecek Radyo 6’ya
FM bandından ulaşılabiliyor.
Türkiye’nin Sesi Radyosu’nda
dil çeşitliliği kapsamında
gerçekleştirilecek Ermenice
yayınlar ise, sabahları
07.00–07.30, akşamları da,
18.00–18.30 saatleri arasında
gerçekleşecek.
Avrupa Konseyi Kadına Yönelik
Şiddetle Mücadele Özel
Komitesi Toplandı
Kadına yönelik şiddete karşı
yasal düzenlemelerin yapılması
amacıyla Avrupa Konseyi
bünyesinde oluşturulan
Özel Komite, ilk toplantısını
6-8 Nisan’da Strasbourg’da
Dünya Ekonomik Forumu
Raporunda Türkiye Basın
Özgürlüğünde 106. Sırada
Dünya Ekonomik Forumu
“Küresel Bilgi Teknolojisi
2008–2009 Raporu”nu
yayımladı. Her yıl tüm dünyadaki
iş insanlarına sorulan binlerce
soruyla hazırlanan raporda
Türkiye, basın özgürlüğü
alanında 134 ülke içinde
106’ncı oldu. 406 sayfalık
rapor Geleneksel Küresel Bilgi
Teknoloji Raporları Dünya
Ekonomik Forumu toplantıları
sırasında tüm katılımcılara
uygulanan “Yönetici Düşünce
Anketi” çerçevesinde elde edilen
puanlarla oluşturuluyor. Bu
yıl 134 ülkenin verileri temel
alınarak çeşitli sıralamalar
yapıldı. Rapor’daki “Yargı
Bağımsızlığı” sıralamasında
Türkiye 134 ülke arasında
64’üncü oldu.
www.weforum.org/pdf/gitr/2009/
gitr09fullreport.pdf
Türkiye Kyoto Protokolü’nü
Kabul Etti
Türkiye’nin Kyoto Protokolü’ne
katılmasını öngören yasa
tasarısı, 5 Şubat’ta TBMM’de
kabul edildi. Kyoto Protokolü,
küresel iklim değişikliğiyle
mücadele etmek için, Birleşmiş
Milletler’in 1997’de Japonya’nın
Kyoto şehrinde düzenlediği
çevre toplantısında katılımcı
hükümetler tarafından kabul
edilen bir anlaşmadır. Temelde
sanayileşmiş ülkelerin 2012’ye
kadar 1990’daki sera gazı salım
oranlarını yüzde beş’in altına
indirmesini öngörüyor. Dünyanın
en fazla sera gazı üreten 13.
ülkesi olduğu ortaya çıkan
Türkiye ile birlikte, protokolü
onaylayan ülke sayısı 181 oldu.
AP’den Türkiye’ye “Demokratik
Reformlar Yetersiz” Uyarısı
Avrupa Parlamentosunun
Türkiye’de ifade ve basın
özgürlüğünün durumundan
endişe edildiği vurgulanan
Türkiye Raporu, 11 Şubat 2009
tarihinde kabul edildi. Avrupa
Birliği reformlarında üç yıldır
yavaşlama gözlendiğine işaret
edilen raporda, Türkiye’de
basın ve ifade özgürlüğünün
hâlâ tam anlamıyla güvence
altına alınmadığı, Türk Ceza
Kanunu’nun 301. maddesinde
yapılan değişikliğin, şiddet
içermeyen düşüncelerini dile
getirenlerin yargılanmasının
önüne geçmediği, internet
sitelerine sıklıkla yasak
getirildiği, eleştiride bulunan
basına yönelik açılan davaların,
demokratik ve çoğulcu bir
toplumda basın özgürlüğüne
hizmet etmediği görüşlerine
yer verildi. Ayrıca Rapor’da
Demokratik Toplum Partisi
(DTP)’nin kapatılmasından
kaygı duyulduğu ve Türkiye
hükümetinden, yeni bir laik
anayasa çalışmalarına yeniden
başlamasının beklendiği
belirtiliyor.
Eğitim Sistemi Toplumsal
Eşitsizliği Gidermiyor
Eğitim Reformu Girişimi
“Eğitimde Eşitlik: Politika
Analizi ve Öneriler” raporunu
24 Şubat’ta açıkladı.
Rapor Türkiye’de zorunlu
ilköğretimde okullaşmanın
tam olarak sağlanamadığını,
ilköğretime erişimde en büyük
sorunlarla karşılaşanların kız
çocukları ve kırsal kesimde
yaşayanlar olduğu belirtiliyor.
Güneydoğu Anadolu’nun kırsal
kesiminde yaşayan bir kız
çocuğunun ilköğretime erişim
olasılığı % 48-52 arasında
değişiyor. Raporda daha
gelişmiş bölgelerde yaşayan
ve sosyoekonomik durumu
daha iyi ailelerin çocukları
daha üst eğitim kademelerine
erişebilirken, ebeveynleri
daha az eğitimli, gelirleri
daha düşük, kırsal kesimde
yaşayan çocukların risk altında
olduğu belirtiliyor ve “eğitim,
toplumsal eşitsizliklerin
giderilmesine hizmet edemiyor
ve bu eşitsizliklerin yeniden
üretilmesine katkıda bulunuyor”
deniyor.
www.erg.sabanciuniv.edu/
2 Bin 300 Dil Tehlike Altında
Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim
ve Kültür Örgütü (UNESCO)
“Tehlike Altındaki Diller
Atlası”nı yayımladı. Otuzdan
fazla dilbilimcinin hazırladığı
Atlas’a göre 2 bin 300 dil
tehlike altında. UNESCO’nun
sınıflandırmasına göre
dünyadaki toplam 6 bin dilin
538’i “son derece”, 502’si “ciddi
anlamda”, 602’si “kesinlikle”
tehlike altında. 607 dil ise
“güvensiz” durumda. 199 dili
10’dan az sayıda insan, 178
dili ise 10–50 arasında kişi
konuşuyor. Atlas’a göre dil
kaybı, hemen her bölgede
her türlü ekonomik ortamda
gerçekleşebiliyor. Yaklaşık 2
bin dilin konuşulduğu Sahra
Altı Afrika’da 200 dilin gelecek
100 yıl içinde kaybolacağı
tahmin ediliyor. Avustralya’da
108, Fransa’da 26 dil tehlike
altında. Dünyanın dil açısından
en zengin ülkesi 800 dilin
bulunduğu Papua Yeni Gine.
Ülkede 88 dil tehlike altında. Bu
arada tekrar yaşama döndürülen
veya güçlendirilen diller de
var. Britanya’da 1700’lerin
ikinci yarısında kaybolan
“Cornish”, Fransa’ya bağlı Yeni
Kaledonya adasında 2006’da
son konuşanı ölen Sishee dili,
yeni konuşanlarıyla yaşama
döndürüldü.
www.unesco.org/culture/ich/index.
php?pg=00206.
Hekim, Savcı ve Hakimlere
İşkenceyi Belgeleme Eğitimi
Türk Tabipler Birliği (TTB),
işkence ve kötü muamelenin
uluslararası standartlara
uygun belgelenmesi amacıyla
hekimlere ve hukukçulara
eğitim veriyor. Avrupa Birliği
destekli TTB ile International
Rehabilitation Council for
Torture Victims (IRCT)
tarafından yürütülen proje
kapsamında, 4 bin hekimin,
1.500 savcı ve hâkimin,
işkenceyi belgelemede
uluslararası standart olarak
kabul edilen İstanbul
Protokolü’yle ilgili eğitim alması
öngörülüyor. 16 Şubat tarihinde
başlayan eğitim programı, Kasım
ayına kadar devam edecek.
İstanbul Protokolü, işkenceyi
belgelemede izlenmesi gereken
prosedürleri tanımlıyor.
Raporlar
ABD İnsan Hakları Raporu
ABD Dışişleri Bakanlığı’nın her
yıl yayımladığı İnsan Hakları
Raporu’nun 2008 Türkiye
değerlendirmesinin giriş
bölümünde işkencenin arttığı,
yargıya müdahale izlenimlerinin
çoğaldığı, Müslüman olmayan
grupların kendi din adamlarını
yetiştiremediği, kadınlara
yönelik şiddetin, çocuk yaşta
evlendirmelerin ve töre
cinayetlerinin devam ettiği
ve polislerin karıştığı insan
kaçakçılığı vakalarının sürdüğü
belirtildi.
www.state.gov/g/drl/rls/hrrpt/2008/
eur/119109.htm
İHD 2008 İnsan Hakları
İhlalleri Raporu
İnsan Hakları Derneği 2008
yılında meydana gelen insan
hakları ihlallerini açıkladığı
raporunu Mart ayında yayımladı.
Raporda, temel insan hakları
bağlamında askeri vesayet,
7
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
Kürt sorununun çözümsüzlüğü,
ifade özgürlüğü, din ve vicdan
özgürlüğü, azınlık hakları,
işkence ve yaşam hakkı gibi
çeşitli insan hakları sorunlarına
yer verildi. Demokrasi problemi
bağlamında ise siyasi partiler
rejimi, seçim yasaları ve
yerinden yönetimle ilgili sorunlu
düzenlemelere vurgu yapıldı.
kesintiye uğradığı, işkence
ve kötü muamelenin arttığı,
hükümetin yeni anayasa
için tartışmaları başlatma
taahhüdünü yerine getirmediği
belirtiliyor.
www.hrw.org/legacy/wr2k8/pdfs/turkey.pdf
www.ihd.org.tr/images/pdf/IHD_2008_
Turkiye_Insan_Haklari_Ihlalleri_Raporu.pdf
8
BİA 2008
Medya Gözlem Raporu
2008 BİA Medya Gözlem Raporu
yayımlandı. Rapora göre,
2008 yılında 82 kişi TCK 301.
maddeden, 44 kişi TMK’dan, 23
kişi TCK 216. maddeden, 47 kişi
“hakaret”ten, 15 kişi “askerlikten
soğutmak”tan yargılandı.
Tel: 0 212 288 38 83
www.bianet.org/rtext/file1/113149
bia_medyagozlemraporu_2008.html
MAZLUMDER 2008 Yılı
Türkiye İnsan Hakları Raporu
İnsan Hakları ve Mazlumlar
İçin Dayanışma Derneği
(MAZLUMDER)’nin hazırladığı
“2008 İnsan Hakları
Değerlendirme Raporu”na göre,
geçtiğimiz yıl Türkiye’de 343
kişi şüpheli şekilde öldü. 25 kişi
töre cinayetlerinde can verdi.
29 kişi yerinde infaz edildi ya
da işkenceyle öldürüldü. 207
işkence vakası yaşandı. 10 kişi
cezaevinde yaşamını yitirdi.
www.mazlumder.org/haber_detay.
asp?haberID=4739
İnsan Hakları İzleme Örgütü
Türkiye Raporu 2008
İnsan Hakları İzleme Örgütü
(Human Rights Watch-HRW)’nün
2008 yılını değerlendirdiği
2009 Raporu açıklandı. Raporun
Türkiye bölümünde, Türkiye’de
insan hakları reformlarının
HIV Pozitiflere Yönelik
Hak İhlalleri Raporu
Pozitif Yaşam Derneği “HIV
Pozitiflerin Uğradıkları Hak
İhlalleri Raporu”nu yayımladı.
Temmuz 2007-Temmuz
2008 arasında verilen hukuk
danışmanlıkları temel alınarak
hazırlanan raporda HIV pozitif
kişilerin haklarının en çok
sağlık kuruluşlarında ihlal
edildiği belirtiliyor. Raporda
HIV pozitiflerin hak ihlaline
uğradıkları diğer alanlar şöyle
sıralanıyor: Sosyal çevre ve
aile, iş yerleri, yasalar önü
ve medya. Rapor için derneğe
başvurulabilir.
Cezaevleri
Hak İhlalleri Raporu 2008
İnsan Hakları Derneği (İHD)
Cezaevlerinde Hak İhlalleri
2008 Raporu’nu açıkladı.
Raporda, dernek merkezi
ve şubelerine geçen yıl
cezaevleriyle ilgili toplam 3.519
başvuru yapıldığı belirtilirken,
İHD’nin bu başvurulardan
ve basın taramalarından
derlediği bilgilere göre 2008’de
cezaevlerindeki hak ihlalleri
nedeniyle toplam 37 insan
yaşamını kaybetti. Bu ölümlerde
10’dan fazlasında intihar iddiası
olduğu da raporda yer alan
bilgiler arasında.
www.ihd.org.tr/images/pdf/2008_yili_
cezaevi_genel_raporu.pdf
LGBTT Bireylere Yönelik
2008 Hak İhlalleri Raporu
LGBTT Hakları Platformu,
2008’de lezbiyen, gey,
biseksüel, transseksüel ve
travesti (LGBTT) bireylere
yönelik insan hakları ihlallerinin
yer aldığı raporunu yayımladı.
Raporda 2008 yılının LGBTT
bireyler açısından nefret
cinayetleri, işkence, taciz,
intihar, para cezaları, çete
saldırıları, ev mühürlemeleri,
yargıda homofobi ve örgütlenme
hakkına yönelik ihlallerle dolu
bir yıl olduğu belirtiliyor.
www.kaosgl.com/node/2433
TİHV Yaşam Hakkı
İhlalleri Özel Raporu
Türkiye İnsan Hakları Vakfı
(TİHV) son sekiz yıl içinde
meydana gelen yaşam hakkı
alanındaki ihlallere dikkat
çeken bir rapor hazırladı.
Raporda 2008 yılı içinde faili
meçhul ölümler, gözaltında
ya da cezaevlerinde ölümler
ile yargısız infaz/dur ihtarına
uymama/rasgele ateş açma
sonucunda meydan gelen
ölümlere ilişkin veriler, geçmiş
yıllar ile karşılaştırılıyor. TİHV
raporunda 2000-2005 arasında
insan hakları açısından oluşan
olumlu havanın 2005’ten
sonra gerek yasal değişiklikler
gerekse uygulamalar nedeniyle
tersine döndüğü vurgulanıyor.
Rapora TİHV’in Ankara, İstanbul
ve Diyarbakır ofislerinden
ulaşabilirsiniz.
Diyarbakır E ve D Tipi Kapalı
Ceza İnfaz Kurumları İnceleme
Raporu
TBMM İnsan Haklarını İnceleme
Komisyonu’nun “Her Türlü
Şiddet, Kötü Muamele ve
İşkence ile Ceza ve Tutukevleri
ile İlgili Sorunların İncelenmesi”
amacıyla 28 Ocak 2009
tarihinde Diyarbakır ilinde
bulunan E ve D Tipi Kapalı Ceza
İnfaz Kurumlarında inceleme ve
görüşmeler yaparak hazırladığı
rapor, 24 Şubat tarihinde
açıklandı. Diyarbakır E ve D Tipi
Kapalı Ceza İnfaz kurumlarında
meydana geldiği ileri sürülen
kötü muamelelere ilişkin
hazırlanan raporda, Diyarbakır
E Tipi Ceza İnfaz Kurumunda
kapasitenin çok üzerinde tutuklu
ve hükümlü bulunmasının,
insani yaşam standartları
açısından kabul edilemez olduğu
belirtilmektedir. Aynı şekilde,
Rapor’da, çocuk tutukluların
bulunduğu koğuşun fiziki olarak
yetersiz olduğu ve çocukların
içinde bulundukları ortamın bir
an önce düzeltilmesi gerektiği
vurgulanmaktadır.
www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/
belge/Diyarbakir_E-D_Tipi_Inceleme_
Raporu.pdf
İnsan
Hakları
Hareketinden
“İşkencenin Haritalandırılması”
projesine çeşitli illerde yaptığı
toplantılara Mart ayında da
sürdürdü. Bunların yanı sıra,
hYd, Roman toplumunun
yurttaşlık haklarının
geliştirilmesini amaçlayan
“Roman Hakları Savunuculuk
Eğitimi”ni 24 Mart tarihinde
Ankara’da gerçekleştirdi. Kadın
Yurttaşın El Kitabı dağıtımına ve
tanıtım toplantılarına ise İzmir,
İzmit ve Diyarbakır’da devam
edildi.
www.hyd.org.tr
Helsinki
Yurttaşlar Derneği (HYD):
Laikliğin gündelik hayatımıza
etkileri üzerine üretken ve
kapsamlı bir tartışma ortamı
oluşturabilmek, bu tartışmanın
sonucunda gündelik hayatta
temel demokratik prensipleri
koruyan bir laiklik tahayyülü
üzerinde bir uzlaşma sağlamak
amacıyla başlattığı “Gündelik
Hayatta Laiklik Pratikleri”
adlı çalışmasına devam etti.
Çalışma kapsamında, planlı
ve derinlemesine tartışma
toplantıları düzenlenerek,
laiklik uygulamalarının gündelik
hayattaki farklı problematik
alanlarla bağlantısı üzerine
istişareler yürütülüyor.
Ayrıca Dernek, İnsan Hakları
Gündemi Derneği (İHGD) ile
ortaklaşa yürüttüğü Türkiye’de
işkence/işkence faillerinin
dokunulmazlığı konuları
üzerinde çalışan insan hakları
örgütlerinin kapasitesinin
arttırılmasını amaçlayan
İnsan Hakları Derneği (İHD):
İnsan Hakları Derneği (İHD), 8
Mart Dünya Kadınlar Günü’nde
özel bir bülten hazırladı ve
dağıttı. Bültene derneğin web
sitesinin yayınlar bölümünden
ulaşılabiliyor. Dernek, 2008 Yılı
İnsan Hakları İhlal Raporu’nu
da Mart ayında açıkladı. İHD
Muğla Şubesi 5- 8 Mart arası
kadınlar günü dolayısıyla
çeşitli etkinlikler gerçekleştirdi.
İstanbul, Ankara ve Gaziantep
Şubeleri Ergenekon örgütü
tarafından işlendiği ileri sürülen
cinayetlerin ve gözaltında
kayıplar da dâhil, insanlığa
karşı işlenmiş tüm suçların
gerçek failleri ortaya çıkana
kadar her cumartesi saat
12.00’de yapılacak oturma
eylemine başladı. Dernek
ayrıca, 16 Mart 1978’de İstanbul
Üniversitesinde yedi öğrencinin
katledilmesi, 16 Mart 1988’de
Halepçe’de binlerce Kürt’ün
soykırım amaçlı öldürülmesi, 12
Mart 1995’te başlayıp 16 Mart
1995’e kadar geçen zamanda
İstanbul Gazi mahallesinde
Alevilere yönelik cinayetlerin
sorumlularının cezasız
kalmaması çağrısı yaptı. Tüm
bunların yanı sıra, Yüksek Seçim
9
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
10
Kurulu (YSK)’nun,
29 Mart 2009 tarihinde yapılan
yerel seçimlerde Türkiye
Cumhuriyeti kimlik numarası
taşıyan kişilerin ancak oy
kullanabileceği yolundaki
kararın ardından İHD bir
açıklama yaparak kararın
hukuka aykırı olduğunu belirtti
ve kararın kaldırılmasını talep
etti. Dernek, 21 Mart Nevruz
Bayramı dolayısıyla yaptığı
açıklamada ise, 2600 yıldır barış
ve kardeşlik içinde kutlanan
Nevruz’un 20 yıldır ölü ve yaralı
bilançoları ile hafızamızda yer
aldığını belirtti. Dernek Mart
ayında ayrıca İHD Adana Şube
Başkanı Ethem Açıkalın’ın
gözaltına alınmak istenmesinin
ardından, Adana’da çocukların
maruz kaldıkları hak ihlallerini
eleştirmeye devam edeceklerini
duyuran bir basın açıklaması
yaptı.
www.ihd.org.tr
İnsan Hakları ve Mazlumlar
İçin Dayanışma Derneği
(MAZLUMDER):
MAZLUMDER 2008 Yılı Türkiye
İnsan Hakları Raporu’nu Mart
ayında açıkladı. Periyodik
olarak yayımladığı aylık ihlal
raporlarının yanı sıra, geçtiğimiz
aylarda “Doğubeyazıt İlçesinde
Meydana Gelen Ölüm Olayı”,
“Nuriye Memiş’e Hak Ettiği
Ödülün Verilmemesi” ve
“Balıkesir, Ayvalık-Altınova
Beldesi” olayları hakkında
gözlem raporlarını kamuoyuyla
paylaştı. Dernek ayrıca
“Toplumsal Barış İçin Anadil
Hakkının Önündeki Engeller
Kaldırılmalıdır” başlıklı bir
açıklama yaptı. Bunların dışında
MAZLUMDER, İsrail’le ilişkilerin
kesilmesi için başlattığı imza
kampanyasında topladığı 97.100
imzayı Mart ayında Başbakan
Tayyip Erdoğan’a gönderdi.
Ayrıca 29 Ocak tarihindeki
suç duyurusuyla ilgi bir yanıt
gelmediği için bu kez Adalet
Bakanına konuyu hatırlatan bir
mektup yolladı. Türkiye’deki
sığınmacı ve mülteciler ile henüz
başvurusu bulunmayan kişilerin
Suriye’li sığınmacının sınır
dışı edilmesiyle ilgili olarak,
Türkiye’nin taraf olduğu 1951
Cenevre Sözleşmesinin 33.
maddesiyle koruma altına alınan
geri gönderilmeme ilkesinin
ihlal edildiği gerekçesiyle, bu
ihlali gerçekleştirenler hakkında
inceleme yapılması talep edildi.
Bunlara ek olarak MAZLUMDER,
“Darbe Günlükleri”nde ismi
geçen, Ergenekon terör
örgütü davasında sanık
olarak yargılanan emekli
generallerle ilgili yaptıkları
suç duyurusunun iki yıldır
incelemeye alınmamasının
hukuki gerekçesinin
açıklanması talebini dile getirdi.
MAZLUMDER, YSK’nın sandık
kurullarındaki görevlilerin
kılık - kıyafeti ile ilgili 2009/8
sayılı genelgesinin iptali ve
yürütmesinin durdurulması
için Danıştay’a dava açtı.
MAZLUMDER Diyarbakır Şubesi
ise 14 Mart günü “Dini ve
Etnik Ayrımcılık Konferansı”
düzenledi.
www.mazlumder.org.tr
de Genel Sağlık Sigortası’ndan
yararlanmasını talep eden basın
bildirisi yayımladı. Dernek
İçişleri Bakanlığına hitaben
yaşam hakkının her şeyin
üzerinde olmasından hareketle
“Polis Vazife ve Salahiyetleri
Kanunu”nda değişiklik
yapılması talebini de bir basın
açıklamasıyla dile getirdi.
Derneğin yaptığı açıklamalardan
biri de Uluslararası Ceza
Mahkemesi (UCM)’nin Sudan
Devlet Başkanı hakkında verdiği
kararla ilgiliydi. Bu arada, 22
Mart 2009 tarihinde iltica
talepleri kabul edilmeyen 2
Uluslararası Af Örgütü:
Uluslararası Af Örgütü (UAÖ)
Türkiye Şubesi, 8 Mart Dünya
Kadınlar Günü dolayısıyla
İngiltere Şubesi ile ortak bir
fotoğraf eylemi gerçekleştirdi.
Örgüt, eylem için bir çağrı
yaparak, kadının insan
haklarına dikkat çekmek isteyen
kişilerden, kadın hareketine
ilham veren bir kişinin ya
da bir nesnenin fotoğrafını
web sitesinde yayımlanmak
üzere UAÖ Türkiye Şubesi’ne
göndermelerini istedi. Eylemin
web sitesine ve fotoğraflara
http://www.amnesty.org.tr/
yeni/index.php?view=articl
e&catid=69&id=872&optio
n=com_content adresinden
ulaşabilirsiniz. Uluslararası Af
Örgütü Türkiye Şubesi 14–15
Mart tarihinde Muğla’da, Muğla
Barosu ile birlikte “Avukatlara
Yönelik Mülteci Hukuku Eğitimi”
düzenledi. 33 kişinin katıldığı
eğitimde mevzuat, dava
örnekleri ve güncel gelişmeler
konusunda bilgiler verildi.
UAÖ Mart ve Nisan aylarında
kadın hakları, Güney Kore’de
gazetecilerin tutuklanmaları,
ABD’de 15 yaşındaki bir çocuğa
polis tarafından şok cihazı
kullanılmasının ardından
ölmesi, Suriye’de bir insan
hakları savunucusunun
keyfi tutuklanması, Suudi
Arabistan’daki işkence ve diğer
kötü muameleler hakkında
basın açıklamaları ve acil eylem
çağrıları yaptı.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı:
Vakıf, Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesinde sonuçlanan
işkence yasağı ile ilgili davaları
değerlendirdiği açıklamayı
kamuoyuyla paylaştı. Diğer
etkinlikleri ve açıklamaları için:
www.tihv.org.tr
İnsan Hakları Gündemi
Derneği:
Dernek, Mart ayında “Türkiye
İnsan Hakları Hareketi”, “Eğitim
Hakkı ve İnsan Hakları”,
“Ayrımcılık Karşıtı Hukuk”,
“İnsan Hakları Savunucuları”,
“Uluslararası Ceza Mahkemesi”,
Avrupa ve İnsan Hakları
Mekanizmaları konulu beş
kitap yayımladı. Kitapların
pdf formatına derneğin web
sitesinden ulaşılabiliyor.
www.rightsagenda.org
www.amnesty.org.tr
İnsan Hakları
Araştırmaları Derneği:
İnsan Hakları Araştırmaları
Derneği (İHAD) izleme
faaliyetlerinin bir parçası olarak
“Din ve Vicdan Özgürlüğü”
ve “İltica ve Sığınma Hakkı”
aylık izleme raporlarını
yayımladı. Aylık raporların
yanı sıra 2008 İltica ve
Sığınma Hakkı Raporu’nu da
kamuoyuyla paylaştı. Dernek
mültecilere psiko-sosyal
destek çalışmalarına başladı.
Mültecilere psiko-sosyal
destek veren insan hakları
aktivistlerinin eğitilmesiyle
ilgili bir müfredat geliştirmeyi
hedefleyen çalışmanın açılış
toplantısında ortak kuruluşların
tanıtımları ve görev paylaşımı
yapıldı.
www.ihad.org.tr
Kadın Adayları Destekleme
Derneği:
2009 Yerel Seçimlerinde
belediye başkanı, il genel
meclisi, il ve ilçe belediye
meclisi üyesi ya da muhtar
adayı olmak isteyen kadın
siyasetçiler için Siyaset Okulu
gerçekleştirildi.
Amargi Kadın Akademisi:
Adalet Bakanlığının bir
toplantısında, bazı yargıçların
tecavüze uğrayan kadınların
tecavüzcüsüyle evlendirilmesi
uygulamasını yeniden gündeme
getirmesi ve cinsel ilişkiye
rıza yaşının 14’e indirilmesini
istemeleri üzerine tacize
ve tecavüze karşı 18 Mart
tarihinde bir basın açıklaması
düzenleyerek kadınların cinsel
şiddete maruz kalmadığı daha
güvenli bir yaşam taleplerini dile
getirdi.
Cinsel Şiddete Karşı
Kadın Platformu:
Platform, taciz ve tecavüze
karşı caydırıcılık yaratma
ve mağduriyetin ortadan
kaldırılması amacıyla bir
kampanya başlattı. Kampanyayla
cinsel şiddete uğrayan
kadınlara destek verilmesi,
mağduriyetlerin ortadan
kaldırılması amaçlanıyor.
Kampanyanın bir hedefi de
tecavüz kriz merkezlerinin
kurulmasını Meclis’in gündemine
getirebilmek.
Trabzon Kadın Platformu:
Trabzon Kadın Platformu ise,
yerel seçimler öncesinde “40
Mahalle 40 Kadın Muhtar
Kampanyası” başlattı. Kampanya
kapsamında kadınlar toplumsal
cinsiyetten, erkeklerle
çalışmaya, siyasete kadar pek
11
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
çok konuda eğitim görerek
kendi seçim kampanyalarını
yürüttüler.
Kadın Emeği ve İstihdamı
Girişimi (KEİG) Platformu:
Platform, işsizliğin sebebi olarak
çalışmak isteyen kadınları
gösteren Devlet Bakanı Mehmet
Şimşek’in sözlerini bir basın
açıklamasıyla protesto etti.
Sosyal Demokrasi Vakfı
(SODEV):
SODEV, “Evlilik Değil
Evcilik” projesi kapsamında
imza kampanyası başlattı.
Kampanyada Meclis’te erken
yaşta evliliklerin önlenmesine
yönelik bir araştırma komisyonu
kurulması da isteniyor.
12
Tarlabaşı Toplum Merkezi:
Merkez’in Bilgi Üniversitesi’nde
13 Şubat’ta düzenlediği Çocuk
Hakları Forumu’na katılan
yaklaşık 150 çocuk kendi
cümleleriyle “büyüklere”
taleplerini ilettiler. Forumda
konuşan Tarlabaşı’lı çocuklar
şiddetsiz, hoşgörülü, çalışmak
zorunda olmadıkları, özgürce
konuşabilecekleri ve en önemlisi
kendilerine saygı gösterilen bir
dünyanın hayalini kurduklarını
söylediler.
Çocuklar İçin Adalet Girişimi:
Girişim İstanbul, Adana, Ankara,
Cizre ve Diyarbakır’da 10 Mart’ta
düzenlenen eylemle, çocukların
terör suçlarıyla yargılanmasına
son verilmesini istedi. 10 Nisan
tarihinde İstanbul’da Rengahenk
Sanatevi’nde 100’den fazla
ismi bir araya getiren Çocuklar
İçin Adalet Çağırıcıları, terör
suçlarıyla yargılanan çocukların
durumuna dikkat çekmek için
çocuklarla görüşülerek yapılmış
olan “Gözmece” adlı filmin
gösterimini gerçekleştirdi.
Uluslararası
Azınlık Hakları Grubu:
Grup, hükümeti okullarda
azınlık çocuklarına karşı, farklı
kültür, dil, tarih ve dinlerini yok
sayarak yapılan ayrımcılığın
durdurulması için harekete
geçmeye çağırdı. TESEV
Demokratikleşme Programı’nın
yürüttüğü Azınlık Hakları ve
Anayasal Vatandaşlık Projesi
kapsamında Su Film tarafından
hazırlanan ve Türkiye’deki
gayrimüslim vakıfların mülkiyet
sorununu ele alan “Vatandaşlık
Halleri” isimli belgesel
izleyiciyle buluşmaya devam
etti.
KAYİKİ:
28 Şubat Cumartesi günü
“Ege’de ölümlere son!”
sloganıyla yola çıkan çeşitli
ülkelerden mülteci-sığınmacı ve
göçmen hakları savunucularının
oluşturduğu “KAYİKİ” hareketi
“umut yolculukları” sırasında
meydana gelen ölümlere karşı
bir ses yükseltmek amacıyla bir
kampanya başlattı.
Türkiye
Sakatlar Derneği (TSD) :
Derneğin Ankara Şubesi, 29
Mart yerel seçimleri öncesinde
engelliler için yaptıkları
çalışmalarda, sivil toplum
örgütlerine danışmayan ve
engellilerin fikir ve önerilerini
almayan yerel yönetimleri
eleştiren bir açıklama yaptı.
Altı Nokta Körler Derneği ise
şehirlerin kaldırımlarından
ulaşım hizmetlerine kadar
her alanının engelliler için
de düzenlenmesi gerektiğini
belirten bir açıklama yaptı.
İnsan Hakları Hareketinden’ bölümünde yer almasını istediğiniz etkinlikleri
[email protected] adresine bekliyoruz.
Başlarken...
Yılmaz Ensaroğlu
...
DÜNDEN BUGÜNE
İNSAN HAKLARI HAREKETİ
VE DİYALOG
İnsan hakları açısından uzun yıllardır tartışılan Türkiye’de,
artık varlığını ve etkinliğini dünyaya kanıtlamış bir
insan hakları hareketi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Kuşkusuz “insan hakları hareketi” deyince, yaptıkları
fedakârlıklarla ve ödedikleri ağır bedellerle ön plana çıkmış
birkaç insan hakları örgütünü kastetmiyoruz. Biliyoruz
ki, bu ülkede hak ve özgürlük mücadelesini sadece birkaç
sivil toplum örgütü vermiyor. İnsan hakları alanlarının
tamamına ya da büyük bir çoğunluğuna yönelik ihlalleri
izlemeye ve raporlamaya, bunlarla ilgili olarak kamuoyunu
bilgilendirmeye, yöneticiler üzerinde de baskı kurmaya
çalışan örgütlerimiz var. Ancak bunların yanı sıra, kadınlar,
çocuklar, engelliler, işçiler, azınlıklar vb. bir ya da birkaç
alanla veya toplumsal kesimle ilgili sorunlar üzerinde
çalışan örgütlerimiz de var. Sivil toplum örgütlerinin
dışında, üniversitelerde insan haklarının farklı boyutları
üzerinde çalışan bilim insanlarımız, merkezlerimiz var.
Aynı şekilde, kamu idaresi içinde de, aynı değerleri ve
ilkeleri, tamamen ya da kısmen, az veya çok paylaştığımız
yetkililer, görevliler var. İnsan hakları hareketi deyince,
bulunduğu yerde ve zamanda, tüm dünyada genel kabul
görmüş insan hakları değerlerini, ilkelerini ve standartlarını
her yerde, herkes için isteyenlerin, bunun için çalışanların
tamamını kastediyoruz.
>
13
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
Elbette insan hakları için savunucularının, diğer bir ifadeyle, insan hakları hareketini
oluşturan bireylerin, örgüt ya da kurum temsilcilerinin her konuda tam mutabakat
içinde olmaları mutlaka gerekmiyor. Fakat insan haklarının herkes için geliştirilmesi,
korunması ve herkes tarafından kullanılabiliyor olması için çalışma konusunda,
insan haklarını amaç edinme hususunda tam bir uzlaşı içinde olmaları da gerekiyor.
Bu temelde bir uzlaşma gerçekleştiğinde de, temel hedeflere ulaşılabilmesi için bir
diyalog ve işbirliği, kaçınılmaz bir ihtiyaç olarak kendisini dayatıyor.
BAŞLARKEN
14
Neden diyalog ve işbirliği bir gereksinim olarak kendisini dayatıyor? Çünkü Türkiye’de
hâlâ insan hakları ihlalleri, bazı kamu görevlilerinin keyfi uygulamaları yüzünden zaman
zaman ortaya çıkan arızî bir sorun değil. Ülkemizdeki insan hakları sorunlarının anayasal,
yasal, toplumsal ve kültürel dayanakları ve kökleri, varlıklarını korumayı sürdürüyor.
Öte yandan, yıllarca uygulanan polarizasyon politikaları sonucu, toplumda derin bir
kutuplaşma ve ayrışma söz konusu. Herkesin, her kesimin zihninde, sınırları çok derin ve
keskin “öteki”ler var. Tüm bunlara ek olarak, insan haklarını korumaya elverişli olmayan,
tam tersine insan hakları sorunları üretmeye devam eden bir hukuki ve siyasi sistem,
bunca reforma rağmen, varlığını, hükümranlığını devam ettiriyor. Dolayısıyla işimiz,
havsalamızın alabildiğinden de zor. Sivil toplumda, üniversitede ya da kamu idaresinde
çalışan insan hakları savunucuları olarak önümüzde, hukukla sınırlı hale getirmemiz,
hak ve özgürlüklerin güvencesi kılmamız gereken devasa bir devlet aygıtı ve neredeyse
insan haklarıyla ilgili tüm algılarını ve yaklaşımlarını köklü bir değişime ve dönüşüme
zorlamamız gereken bir toplum var. O yüzden de, birbirimize, birbirimizin düşüncelerine,
deneyimlerine ve birikimlerine gerçekten çok ihtiyacımız var.
Aslında sözünü ettiğimiz diyalog ve işbirliğinin çok ufuk açıcı tarihsel köklerine de
sahibiz. Modern dünyada insan hakları alanındaki ilk örgütlenmeler olarak Uluslararası
PEN (1921), Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu/FIDH (1922), uzunca bir aradan
sonra Amnesty International/Uluslararası Af Örgütü (1961) ortaya çıkıyor. Daha
sonraki yıllarda pek çok ulusal ve uluslararası insan hakları örgütü kuruluyor.
İnsan hakları hareketinin geçmişi
Türkiye’de ise, Cumhuriyetin ilk yıllarında, özellikle Birinci Meclis döneminde, ciddi bir
demokrasi, hak ve özgürlük mücadelesi verildiğini görüyoruz. Bugünkünden bile çok
daha demokratik ve yapıcı tartışmaların yaşandığı Birinci Meclis’te muhalefet vardı ve
söz sahibiydi. 18 Nisan 1921’de Kastamonu Milletvekili Ali Kemali Bey, birey hak ve
özgürlüklerinden, bu özgürlüklerin dokunulmazlığından vazgeçilemeyeceğini ve var
olan ceza yasasının bu özgürlükleri karşılayamadığını öne sürerek Hürriyet-i Şahsiye
adlı bir teklif verdi. Teklif, hükümetçe iki yıl Adalet Komisyonunda bekletildikten sonra,
17 Ocak 1923 tarihinde Meclis gündemine geldi ve sert tartışmalara yol açtı. Önerge
ile ilgili söz alan Erzurum Milletvekili Avni Bey, “vatanın selametinin birkaç insanın
inanış ve kararıyla yürütüldüğünü, millet egemenliğinin olmadığı”nı ifade ederken,
Ali Şükrü Bey, milletin baskı altında olduğuna dikkat çekti. Hükümet ise bu yasanın
çıkarılması için şartların uygun olmadığını ve zamana ihtiyaç olduğunu ileri sürdü.
Önerge sahibi Ali Kemali Bey, 7 Şubat 1923’teki görüşmede, “hükümetin kanunsuz
olduğu”nu savundu ve yasa 12 Şubat’ta oy çokluğuyla kabul edildi. Birinci Meclis’te
rejimin giderek halk egemenliğini yadsıdığını ve otoriterleştiğini gören muhalif
milletvekillerinin çabalarıyla kabul edilen bu yasa da birey hak ve özgürlüklerini
koruyamadı ve bu milletvekillerinin, korku ve kaygılarında ne kadar haklı oldukları
kısa sürede anlaşıldı. Mustafa Kemal ise, birkaç kez Meclis’in kapatılması gerektiğini
söyledi; hatta muhalif bazı milletvekillerinin adlarını da vererek, “Onların halk
tarafından linç edilmeye layık olduğu”nu vurguladı.
Sivil örgütlenme
Tek Parti dönemi boyunca, hak ve özgürlükleri savunma amaçlı ciddi bir örgütlenme,
ne siyasi alanda, ne de sivil alanda yapılabildi. 1945’lere geldiğimizde, hem çok partili
hayata geçildi hem de insan hakları alanında sivil örgütlenmeler başladı. 1945’te,
İstanbul Üniversitesi Anayasa Hukuku Profesörü Ali Fuat Başgil’in öncülüğünde
ilk İnsan Hakları Derneği kuruldu. İnsan hakları alanındaki ilk örgütlenme olan bu
derneğin kurucuları arasında sağ görüşlü Başgil’in yanı sıra, Vakit Gazetesi –sonradan
Vatan Gazetesi – Başyazarı Ahmet Emin Yalman da vardı. Dernek, bir süre sonra
kapandı. 16 Ekim 1946 tarihinde Ankara’da BM İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri
Sağlama ve Koruma Türk Grubu kuruldu. Derneğin kurucuları arasında milletvekilleri,
akademisyenler, diplomatlar bulunuyordu. Dernek, İnsan Hakları adlı aylık bir dergi de
çıkarmıştı.
Zekeriya Sertel, Cami Baykurt ve Tevfik Rüştü Aras’ın önderliğinde, Mareşal
Fevzi Çakmak’ın da içinde olduğu bir grup tarafından 1946’da ikinci İnsan Hakları
Derneği kuruldu. Zekeriya Sertel “Hatırladıklarım” kitabında bu derneğin özgürlük
ve demokrasiyi savunmak amacıyla kurulduğunu belirtiyor. 19 Ekim 1946’da yapılan
15
BAŞLARKEN
Meclis’te oluşan İkinci Müdafaa-i Hukuk Grubu, daha sonra, son derece demokratik
talepler içeren bir program oluşturdu. Programda, “Milletin egemenlik hakkına karşı
yetki ve imtiyazların kaldırılması, Başkumandanlık Yasası’nın gereğinde değiştirilmesi
ve kaldırılması, İstiklal Mahkemelerinin kaldırılması” dile getiriliyordu. Programa
ek olarak hazırlanan sonraki düzenlemelerde ise, “siyasal suçlarda idam cezasının
kaldırılması, işkencenin yasaklanması” istemleri ifade ediliyordu. Ne var ki, Birinci
Meclis’in önde gelen muhalif milletvekillerinden Ali Şükrü Bey, 26 Mart 1923’te
(yasadan 45 gün sonra) ortadan kaybolduktan sonra, cesedi Ankara yakınlarında
bulundu ve olaydan sorumlu tutulan Giresun Alay Komutanı ile arkadaşları da “ölü ele
geçirildiler.”
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
ilk toplantıda, Mareşal Fevzi Çakmak başkanlığa, Tevfik Rüştü Aras da genel
sekreterliğe getirildi ve 20 Ekim’de dernek resmen kuruldu. Kurucular arasında eski
milletvekilleri, emekli generaller, eski büyükelçiler ve siyasi parti yöneticileri vardı.
Kısa sürede, basında derneğe yapılan saldırılar sonucu DP, Fevzi Çakmak ve Tevfik
Rüştü Aras ile ilişkilerini kesti. Bir süre sonra saldırıların şiddetlenmesi ve kendisine
komünist denilmesi üzerine, önce Mareşal Fevzi Çakmak, daha sonra sırasıyla Celal
Bayar ve DP İstanbul İl Başkanı Kenan Öner, dernekle olan ilgilerini kestiler. Oysa
22 Ekim 1946 tarihli Ulus gazetesinde Çakmak “İnsan haklarını arıyoruz, milliyet ve
siyasi ideoloji bahis konusu değildir. İşaret ettiğimiz kutuplar, insan haklarını aramak
hususunda birleşmişlerdir” diyordu. Ne var ki, dernek yöneticileri artık kendilerini
savunma durumundaydılar. O günün siyasal iktidarı, daha işin başında, Falih Rıfkı
Atay başta olmak üzere basındaki kalemleriyle İnsan Hakları Derneği’ni yıpratmaya
yönelik kampanyalar örgütledi ve kısa zamanda bunu başardı. Ve Tan Matbaasının
yerle bir edildiği, Dünya Gazetesinin, Sosyalist Partinin, Türkiye Sosyalist KöylüEmekçi Partisinin kapatıldığı günlerde İnsan Hakları Derneği de dağıtıldı.
BAŞLARKEN
16
Daha sonra, 14 Temmuz 1950’de İstanbul’da “dünya barışına katkıda bulunmak”
amacıyla, Türkiye Barışseverler Derneği kuruldu. Genel Başkanlığa Behice Boran,
Genel Sekreterliğe de Adnan Cemgil getirildi. Kurulur kurulmaz, Türkiye’nin Kore’ye
asker gönderme kararı protesto edilerek TBMM Başkanlığına telgraf çekildi. Bu olay
nedeniyle 29 Temmuz 1950’de, yani kuruluşundan 15 gün sonra kurucular tutuklanarak
derneğin etkinliklerine son verildi ve kuruculara 15’er ay hapis cezası verildi.
Uzunca bir aradan ve 27 Mayıs askeri darbesinden sonra, Temel Hakları Yaşama
Derneği (1962), Barış Derneği (1977), Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi (1978)
kuruldu ama bu kez de 12 Eylül darbesi yapıldı. 12 Eylül ile başlayan süreç, gözaltında
ve cezaevlerinde işkenceyi yoğunlaştırdı, ölümler yaşandı. Siyasal partiler, dernekler,
sendikalar kapatıldı, yöneticileri cezaevlerine konuldu. Başta Anayasa olmak üzere tüm
temel hak ve özgürlüklerle ilgili yasalar değiştirildi. Ülkenin anayasal ve yasal çerçevesi
12 Eylül yönetimince yeniden çizildi. Bu da oldukça anti-demokratik bir çerçeveydi.
Yaklaşık bir yıl süren, tutuklu ve hükümlü yakınlarıyla bir grup aydının başlattığı
tartışma sürecinden sonra, 17 Temmuz 1986 tarihinde, 98 kişi tarafından üçüncü İnsan
Hakları Derneği (İHD) kuruldu. Tüzüğe göre, “Derneğin tek ve belirli amacı, ‘insan hak
ve özgürlükleri’ konusunda çalışmalar yapmaktır.”
1990’lı yıllar, hem insan hakları sorunlarının yeniden tırmandığı hem de insan hakları
alanında resmi ve sivil örgütlenmelerin, inisiyatiflerin, kurumsallaşmaların hızla çoğalıp
geliştiği bir dönem oldu. İHD, kuruluşundan yaklaşık dört yıl sonra, 32 insan hakları
savunucusu aydınla birlikte, Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV)’nı kurdu. Bundan
bir ay kadar sonra, 28 Ocak 1991’de, 54 kişi tarafından “zalimlere karşı mazlumdan
Söz konusu dönemde, TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu, İnsan Hakları
Eğitimi On Yılı Ulusal Komitesi, Başbakanlık İnsan Hakları Üst Kurulu, Başbakanlık
İnsan Hakları Başkanlığı, ardından İnsan Hakları İl ve İlçe Kurulları, Başbakanlık İnsan
Hakları Danışma Kurulu gibi yeni yapılanmalar devreye sokuldu. Ancak “insan hakları
örgütlerine de buralarda yer veriyormuş gibi yapma” politikasından hiç vazgeçilmedi.
Örneğin, bir yerlerde bu örgütlere yer vermek gerekiyorsa, o zaman çok sayıda başka
örgütler de katılarak, insan hakları örgütleri etkisiz ve işlevsiz kılınmak istendi. Bu
politika, ihtiyaç halinde yeni insan hakları dernekleri kurdurmaya kadar vardırıldı.
Öte yandan, hiçbir zaman kendilerine gerekli ve yeterli önem verilmese ve ihtiyaçları
karşılanmasa da, bu yapılanmalar, şu sonucu doğurdular: Bu birimlerin bünyesinde
çalışanların hiç değilse bir kısmı, kendi kurumları içinde ciddi bir insan hakları
mücadelesi vermeye başladılar. Ve artık bugün, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, tüm
bu birimlerde, aynı duygu ve düşünceleri önemli ölçüde paylaştığımız insan hakları
savunucuları yetiştiler. Son derece büyük bir direnç gösterilmekle birlikte, bu sürece
17
BAŞLARKEN
yana tavır koymak ve her türlü baskı ve işkenceye karşı insan hak ve hürriyetlerinin
savunuculuğunu yapmak üzere”, MAZLUMDER (İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin
Dayanışma Derneği) kuruldu. 1993’te, temel hak ve özgürlükler, barış, demokrasi,
çoğulculuk alanlarında çalışmak amacıyla Helsinki Yurttaşlar Derneği (hYd) kuruldu.
Bu süreç, 2000’li yıllarda da, Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi (2002), İnsan
Hakları Gündemi Derneği (2003) ve İnsan Hakları Araştırmaları Derneği (2006)
gibi derneklerle sürdü. İsimlerini saydıklarımız, genel insan hakları üzerinde çalışma
yapanlar; bunların dışında, birtakım toplumsal gruplarla ilgili olarak ya da bazı spesifik
sorunlar üzerinde çalışmak amacıyla çok sayıda dernek, vakıf kuruldu, platform ve
inisiyatif oluşturuldu, çeşitli meslek kuruluşlarının bünyesinde insan hakları birimleri
faaliyete sokuldu.
Resmi kurumsallaşma ve ilişkilerde yeni dönem
Bu sivil inisiyatiflerin yanı sıra, birtakım resmi kurumlar bünyesinde de insan hakları
birimleri oluşturuldu. Buna paralel olarak, devletin sivil örgütlerle ilişkilerinden yana
bir kırılma meydana geldi. Sivil örgütlere yönelik olarak uzun bir dönem sürdürülen yok
sayma ve baskılarla yıldırma politikası, 1990’lı yılların sonlarına doğru yerini, diyalog
kurmaya terk etti. Bu bağlamda 1991’den itibaren kabinelerde yer almaya başlayan
“İnsan Haklarından Sorumlu Bakan”lar, düzenli olmasa da insan hakları örgütleriyle
ve uzmanlarıyla bir araya geldiler. Derken, yüzyılın son insan hakları zirvesi, 1999
AGİT Zirvesi İstanbul’da yapıldı ve hemen ardından AB Helsinki Konseyi, Türkiye’ye
aday ülke statüsü verdi. Bu süreçte, toplantılara davet edip görüşlerini alma yerine,
oluşturulacak komisyon ve kurullarda insan hakları örgütlerinin de yer alması teşvik
edilmeye başlandı.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
yargı da girmiş bulunmaktadır. Ne var ki, resmi kurumlarda çalışan insan hakları
savunucularının işlerinin, bir bakıma daha zor olduğunu da belirtmek gerekiyor.
Nitekim çeşitli kurumlarda hak ve özgürlük mücadelesi verenleri bırakalım bir yana,
TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkan ve üyelerinin zaman zaman
verdikleri mücadeleler, karşılaştıkları engellemeler ve ödedikleri bedeller, henüz
hafızalardaki tazeliğini korumaktadır.
Aynı şekilde, çeşitli üniversitelerin bünyesinde insan hakları merkezlerinin kurulduğunu
ancak buralarda çalışan akademisyenlerin de yeterli ilgiyi görmediklerini, ihtiyaç
duydukları imkânların, kadroların ve kaynakların kendilerine sağlanmadığını, dahası,
akademik özgürlüklerinin önünde hâlâ önemli engeller olduğunu biliyoruz. Tüm bu
olumsuzluklara rağmen, buralarda insan hakları teorisi, insan hakları hukuku ve insan
hakları politikaları etrafında oldukça önemli çalışmalar yapıldığını da vurgulamak
gerekiyor.
BAŞLARKEN
18
Tüm bu iç karartıcı tabloya karşın, içinden geçmekte olduğumuz süreçte, insan haklarını
çifte standartsız ve ayırımsız bir perspektifle, kararlı ve istikrarlı bir biçimde herkes
için talep eden ve savunan insan hakları savunucularının önemi, tüm dünyada her
geçen gün artmaktadır. Artık ulus üstü düzeyde örgütlenmiş olan ve çeşitli ülkelerden
çok sayıda insanı, vatandaşlık bağından daha güçlü bir bağla birleştiren, uluslararası
insan hakları platformundan ve bu platformda somutlaşan bir global insan hakları
cemaatinden, ailesinden söz etmek mümkündür. Gerçekten de insan haklarının üstün
bir evrensel değer olarak hükümranlığını ilan etmesine paralel bir biçimde, çeşitli
ülkelerin insan hakları savunucuları, birbirleriyle irtibat kurmakta ve tüm devletleri,
insan haklarına saygı göstermeye zorlamak için işbirliği yapmaktadırlar.
İHOP kuruluyor
Artan bu önemlerinin yanı sıra, insan hakları hareketi, çeşitli ve çok boyutlu sorunlarla
ve engellerle de karşı karşıyadır. Bu sorunları çözmek ve engelleri birlikte aşabilmek
amacıyla Türkiye’deki belli başlı örgütler, her geçen gün yoğunluğu artan biçimde
bir araya gelerek ortak tutumlar aldılar, ortak etkinlikler düzenlediler, ortak metinler
yayınladılar. Bu süreç sonunda gelişen ilişkiler, 2005 yılında İnsan Hakları Ortak
Platformu (İHOP)’nu doğurdu. Kuşkusuz her örgüt, kendi çalışmalarını aynı şekilde
sürdürmektedir; ancak tek başlarına yapamayacakları ya da birlikte yapmaları
daha anlamlı olacak kimi çalışmaları da bir ağ bünyesinde gerçekleştirmektedirler.
Bu cümleden olarak İHOP, 2005’den beri, kendisini kuran ve bugüne kadar getiren
Helsinki Yurttaşlar Derneği (hYd), İnsan Hakları Derneği (İHD), İnsan Hakları
ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği (MAZLUMDER) ve Uluslararası Af Örgütü
Türkiye Şubesi (UAÖ–Türkiye) başta olmak üzere, pek çok örgütle ilişki, işbirliği ve
dayanışma içerisinde faaliyetlerini sürdürüyor. Bazen kendi bileşeni olan – olmayan
ama hak temelli çalışan örgütler için doğrudan programlar hazırlayıp tek başına ya da
ortaklıklar kurarak kendisi yürütüyor, bazen örgütlere, koalisyonlara sadece destek
sağlıyor.
Kuşkusuz, etkili ve işlevsel bir diyalog ve işbirliği için herkese görev düşüyor. Ancak
bu görevlerin yerine getirilebilmesi için de, öncelikle var olan ve yüksek sesle itiraf
edilmesi gereken güven bunalımını aşmak icap ediyor. Dolayısıyla kısa vadede, “güven
artırıcı” önlemlere, girişimlere ve zeminlere, daha doğru bir ifadeyle, önyargıları bir
kenara koymaya ve doğrudan tanışmaya ihtiyacımız var. İşte İnsan Hakları İçin
Diyalog, bu zemini sağlamaya talip ve bu doğrultuda sizlere her türlü hizmeti vermeye
hazır olarak elinizde duruyor.
Bir devlette
ne kadar çok kanun varsa,
devlet o kadar çok yozlaşmış demektir.
Facitut
19
BAŞLARKEN
Türkiye’de insan hakları alanında mücadele eden hükümet dışı kuruluşların
oluşturduğu bağımsız bir dayanışma ve paylaşma ortamı olan İHOP, Türkiye’de sivil
toplumun karar alma süreçlerine etkili bir biçimde katıldığı ve diyalog ortamının
sürdürüldüğü, insan hak ve özgürlüklerine saygılı, hukukun üstünlüğünün egemen
olduğu katılımcı ve çoğulcu bir ortamın geliştirilmesi ve kalıcı kılınmasına katkıda
bulunmak gibi bir vizyona sahiptir. “Diyalog ve Savunuculuk”, İHOP’un ana stratejik
eksenlerinden sadece birisidir. İşte İnsan Hakları İçin Diyalog dergisi, İHOP’un
güçlendirmeye çalıştığı diyalog ve işbirliği perspektifinin ürünlerinden biridir. Bir
bakıma İnsan Hakları İçin Diyalog, bir süreden beri gittikçe geliştiğini gözlediğimiz,
düzensiz de olsa yer yer uyguladığımız, uygulamaktan kaçınmadığımız ama henüz
tam da benimseyip içselleştiremediğimiz bir anlayışı ve yöntemi temsil etmektedir.
Bu yaklaşım, temel olarak şu düşünceye dayanmaktadır: İnsan hakları sadece hukuki
değil, aynı zamanda ahlaki taleplerdir. Bu yüzden de yalnızca yasal düzenlemelerle
güvence altına alınıp uygulanabilmeleri mümkün değildir. Bundan ötürü, sadece
Türkiye’de değil, tüm dünyada gerçekten adaletin, hak ve özgürlüklerin egemen olması
ve zulmün, haksızlığın, baskının ve sömürünün son bulması için çok yönlü düşünmek,
çalışmak ve farklı deneyimleri ve birikimleri paylaşmak gerekmektedir.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
Kavramlar, kuramlar...
20
-Dİ
-YA
-LOG
Nilgün Toker
İlk ve doğrudan anlamı
konuşma etkinliğine işaret
eden diyalog teriminin,
bu ilk anlamı her zaman
içeren ama çoğunlukla
konuşmadan fazla ve hatta
farklı nitelikler taşıyan
yakın anlamları üzerinde
düşünmek, terimin insan
hakları bakımından bugün
taşıdığı ağırlığı anlamak
bakımından önemlidir.
Bugün insan hakları
literatüründe diyalog
terimi, sıklıkla farklı
“değer” kümeleri
arasındaki mümkün
bir karşılaşmaya işaret
etmektedir.
Bu nedenle de sanki gerçekte birbirlerine
kapalı anlam dünyaları arasında
birbirlerine açılma imkânının adı diyalog
olarak sunulmaktadır. Bu bakımdan
diyalog, konuşamayanların konuşabilirliği
olarak sunulmaktadır. Konuşamama hali,
bir tikel hakikate kapanma, bu hakikatin
dışında kalanları dışlama ya da kendi
hakikatini tüm diğerlerine vazetme
haliyse; konuşmanın bu kapanma,
dışlama ya da belirlemeden vazgeçmeyle
mümkün olacağı açıktır. O halde diyalog
teriminin ilk ve temel anlamı,
kendine kapalı bir hakikat arayışı olarak, monologun karşıtı olarak geçerliliğin diğerine
açılmada aranılışına işaret eden anlamı, insan hakları bakımından taşıyacağı değerin
de temelidir.
Aslında diyalog teriminin konuşmayı da içeren ama ondan ibaret olmayan felsefi
içeriğine de yakından bakılırsa, geçerlilik ya da doğruluğun tesisine yönelik bir
yöntem olarak sunuluşundan beri, tikel bir pozisyonun herhangi bir önermenin
geçerliliğini sağlayamayacağı, geçerliliğin tam da bu tikelliğin aşıldığı yerde tesis
edilebileceği şeklinde bir bakış açısına işaret eder. Diyalog, en az iki kişinin aynı konu
hakkında yaptıkları bir konuşmadır; Platon’un takdim ettiği şekliyle, tarafların bir
konunun “tanımı” üzerine yaptıkları konuşmadır. Bu konuşmanın formu, bize diyalog
terimin mahiyetini verir: Taraflar birbirlerinin eşit muhataplarıdır; aynı konu üzerinde
birbirlerini ikna etmek üzere konuşmaktadırlar; bu konuşma karşılıklı birbirini dinleme,
onaylama ya da karşı çıkma edimleriyle gerçekleşmektedir. Diyalogun formundan
hareketle ortaya koyduğumuz bu nitelikler gösteriyor ki, bir diyalog imkânının ön
koşulu, taraflar arasındaki eşit muhataplık ilişkisini tesis edecek bir tanımanın
varlığıdır. Tanıma, diğerini kendisiyle eşit bir kanaat, eylem öznesi olarak kabul
etme, diyalogun kendisinin, içerisinde gerçekleşeceği çerçeve ya da “sınır” olarak
tanımlanmalıdır. Başka bir deyişle, diyalogun gerçekleşme imkânı, anlam dünyasının
kabul etmeye dayalı olarak teşkil ettiği bir ortak duyu alanı gerektirir ya da ancak bu
türden bir ortak duyu içerisinde diyalog mümkündür. Ortak duyu, ortak, paylaşılan
değer ve dile işaret ettiğine göre, diyalogun ön koşulu olacak ortak duyunun eşitlik,
karşılıklılık ve tanımaya dayalı bir dili içermesi gerektiği açıktır.
Bir diğer tikel ilgi/çıkarın ifadesi olarak sunulan bir kanı tarafından geçersizleştirilen
kanılar arasındaki ilişkinin zorunlu olarak çatışma olacağının farkındalığıyla, bu
çatışmayı aşmanın yöntemi olarak sunulan diyalog, tikeller arası karşılaşmayı tekil
pozisyonlardan çıkma imkânı olarak tanımlar. Diyalog, birbirine kapalı “monolog”ların
yan yana geldiği bir karşılaşma değildir; terimin tam anlamıyla bir karşı karşıya
gelme, karşılaşmadır. Bu karşılaşmanın, herkesin ilk pozisyonuna kapanıp, karşıtlık
tesis etmeleriyle sonuçlanan bir konuşma etkinliği de değildir diyalog. Karşılaşmadan
beklenen, birbirinin ilgisini fark etme aracılığıyla, üzerinde konuşulan konunun
farklı veçhelerini anlama, böylece tek yanlılıktan kurtulmayı sağlayacak bir kanaat
genişlemesine ulaşmadır. Kendi tikel ilgisinden hareketle ortaya konulmuş bir tanımın
geçersizliğini fark etmenin sağlayacağı şey, diğerine açılmadır ve bu açılma herkes
için geçerli olanın, ancak herkesçe kabul edilmiş bir önermeye ulaşıldığında mümkün
olabileceğini de gösterir.
Farklı ilgi ya da değerler arasındaki karşılaşmayı çatışmacı ve dolayısıyla baskıcı,
tahakküm edici karşılaşma olarak değil de diyalojik karşılaşma olarak tasavvur
21
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
KAVRAMLAR, KURAMLAR
22
etmek, aslında doğrudan insani yaşam
alanını nasıl kavradığımızla ilintilidir. Eğer
farklılıklar arasında herhangi bir karşılıklılık
bağıntısı kurulabilecek bir değer denkliği
tanımlanmıyorsa, bir fark diğeriyle ilişkisini
hiyerarşik bir ilişki olarak tanımlıyorsa ya
da diğerini değersizleştirip yok sayıyorsa,
bu farklar arası ilişki, zorunlu olarak bir
güç ve çatışma ilişkisidir. Diyalog, tam
da farklar arası ilişkinin hiyerarşik olarak
tanımlanmadığı yerde mümkündür ya da
bu türden bir hiyerarşinin reddidir. Başka
deyişle, farklar arası diyalojik bir bağıntı
aramak, bu türden hiyerarşi ve çatışmaları
aşma imkânının peşinde koşmaktır. Değer
bakımından denkleştirilmiş farklılıklar
tasavvuru, herhangi bir değerin taşıdığı
hakikat iddiasının diğer değerle aynı statüde
olduğunu kabul etmektir. Bu bakımdan
gerçekte farklılıklar arası diyalojik bir
karşılaşmadan beklenen, karşılıklı kabul
etmeye dayalı bir konuşma içerisinde tikel
değerleri aşan bir müşterek değer alanının
yaratılmasıdır. Diyalog, bu müşterek
değerler olmaksızın gerçekleşemez ama
diyalog olmaksızın bu müşterek değerler
de yaratılamaz. O halde diyalog, hem kendi
çerçevesini çizecek olan bir ortak duyuya
dayanır ama hem de bu ortak duyu diyalojik
bir kurulumdur; veri olan, hazır bulunan
bir yapı değildir. Bu anlamda beşeri yaşam
dünyasının dinamiğinin ifadesini diyalogda
bulduğu da söylenebilir.
Diyalogun bir konuşma etkinliği olarak
taşıdığı en önemli niteliğin, konuşanlar
arasındaki muhataplık ilişkisi olduğunu
söylemek, bu etkinlik içinde sözün
iletilebilirliğinin diyalogun esasını
oluşturduğunu söylemektir.
İletilebilir bir sözü kurmak, zorunlu olarak diğerini hesaba almayı gerektirir. Diğeri
tarafından alımlanabilir bir sözü ifade etmektir iletilebilirlik; bu nedenle diğerine
kapalı bir dil, diyalogun taşıcısı olamaz. Diyalogun dili, tam tersine diğerini merkeze
alan bir dildir ki, diğeri tarafından alımlanabilir bir ifade kurulabilsin. Konuşan ve
dinleyen arasındaki ilişkinin karşılıklılık ilkesi gereğince sürekli olarak yer değiştirdiği
diyalogda, muhatabın pozisyonu, bir onaylama ya da reddetme pozisyonu değil, onay
ya da karşı çıkışını kanıtlama pozisyonudur. Böylece karşılıklı değişen kanaatler,
aslında karşılıklı değişen kanıtlamalar aracılığıyla gerçekleşen şey bir dinleme değil,
karşılıklı konuşma ve ikna çabasıdır. İkna, diyalogun içinde gerçekleştiği ortak duyunun
temel değerlerinden biridir. Diyaloga katılan tarafların iknaya açık olarak konuştukları
önceden kabul edilmezse, diyalog gerçekleşemez.
Sayılan tüm bu nitelikler, diyalogun içinde gerçekleşeceği ortak duyunun demokratik
bir yaşam formuna işaret ettiğini gösterecektir. Gerçekten de diyalog, kökeni itibariyle
de demokrasinin kavramıdır ve bugün hala demokratik tasavvurlarca yeniden farklı
kavramlar eşliğinde tanımlanan bir kavramdır. Özellikle çağdaş iletişimsel kamusal
alan ya da müzakereci demokrasi kuramlarınca temel bir kamusal karşılaşma
formu olarak sunulan diyalog, yukarıda saydığımız nitelikleri nedeniyle merkezi bir
kavram haline gelmiştir. Diyalog, kendi tikel hakikatine kapalı bir geçerlilik tesisi
olarak tanımlanabilecek olan özcü, tek biçimci pozisyonun aşılma zemini olarak
görüldüğünden, farklı değerler arası dolayımı mümkün kılan bir karşılaşma imkânı
sağladığından, hak ve değer bakımından eşitlenmiş insanlar arası müşterek bir
bağıntının, ortak kurulma yolunu gösterdiğinden dolayı özellikle insanlığın ortak
duyusu olarak insan haklarını sunan demokrasi kuramlarınca önemle altı çizilen bir
kavramdır.
Bu önemlidir; insanlığın içinde konuşabileceği bir ortak anlam dünyası tarif etmeksizin
müşterek bir konuşma alanı yaratılamaz. Ancak bu alan, farklılıklar arası diyalojik
bir karşılaşmanın kurulumu olduğunda gerçektir. Bunun için her farkın, diğerini
kendisiyle aynı değerde kabul edebileceği bir gerçek tanıma, yani diğerinin farkının
fark edilebileceği bir dinleme, görme gerekir. Konuşanların her zaman “yüz yüze”
olamayacağı kadar büyük uzamlarda, yüz yüze gelmenin, diğerinin farkını görmenin
doğrudan olmayan yolları (sanat, edebiyat, medya vb.) bu bakımdan önemlidir.
KAVRAMLAR, KURAMLAR
23
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
Sizce Diyalog...
24
İnsan Hakları
İçin Diyalog, yayın
hayatına başlarken,
Türkiye’de insan
hakları alanında
çalışan sivil
toplum örgütlerine,
akademisyenlere,
kamu yöneticilerine
ve politikacılara
“insan hakları için
diyalog” denince
ne anladıklarını ve
İnsan Hakları İçin
Diyalog dergisinden
ne beklediklerini
sordu. Bundan
sonraki sayılarımızda
da, birçok aktivisti,
uzmanı ve yöneticiyi
bu mini söyleşilerle
konuk etmeyi
sürdüreceğiz. Çünkü
farklı alanlarda
ve kurumlarda
insan haklarının
geliştirilmesi ve
korunması için
değişik roller oynayan
tüm aktörlerin, insan
hakları için diyaloga
yükledikleri anlamlar
ve dile getirdikleri
beklentiler, bu
diyaloga zemin
olmaya, oluşturmaya
talip dergimizin
yayın politikasının
belirlenmesinde de
etkili olacaktır.
Murat Belge
(Helsinki Yurttaşlar Derneği):
Türkiye’de insan haklarının
yaygınlaşmak ve çoğalmak
bakımından olsun, derinleşmek
ve köklenmek bakımından olsun,
istenilen kıvamda olmadığını
biliyoruz. Olmamasının başlıca
nedeni, bu kıvamı sağlamaktan
sorumlu olanların, insan
haklarının –kendileri dâhil–
herkes için önemini ve gereğini
yeterince kavramamış olmalarıdır.
Bu alanda çalışma ilk olarak
seksenlerin ikinci yarısında
başladığına göre, belki buna fazla
şaşmamak gerek…
“Diyalog”, henüz bu kavrayışa
gelememiş olanları, “dışlamak”
yerine, buraya getirmek için
başlatılması gerekli ve “empati”ye
dayanan ve “empati”yi karşı
tarafın da benimsemesini
sağlamaya çalışan bir konuşma
tarzı olmalıdır. Bir toplumun
genetik olarak “insan hakları
düşmanı” olabileceğine
inanmıyorsak, bu alanda
yetersizliğin nedenlerini genel ve
siyasi kültürde aramak gerekir.
Diyalog bu tip engelleri aşmayı
amaçlar ve böyle bir dergiden
beklenecek olan da budur.
Öztürk Türkdoğan
(İnsan Hakları Derneği):
İnsan hakları için diyalogdan,
insan hakları ortamının kendi
içinde sürekli iletişim halinde
olmasını, bu alanda farklı
düşüncelerin aktarılmasının
sağlanmasının yanı sıra, insan
hakları alanında olup bitenlerin
kamuoyuna aktarılmasının
anlaşılması gerektiğini
belirtmek isterim. İHD, insan
hakları mücadelesini, Örgütsel
Yapısının Güçlendirilmesi,
İnsan Hakları Kültürünün
Geliştirilmesi, Türkiye’de İnsan
Hakları ve Demokrasi Zemininin
Güçlendirilmesi ve İHD’nin İzleme,
Raporlama ve Savunuculuk
Kapasitesinin Artırılması şeklinde
programlayarak yürütmektedir.
İnsan Hakları İçin Diyalog
dergisi, nasıl bir insan hakları
örgütü sorusunu da kamuoyunda
tartıştırarak, bu alana katkı
sunabilir. Uzun zamandır insan
hakları örgütlerinde hem haber
bülteni niteliğinde hem de teorik
tartışmaların yapıldığı düzenli
aralıklarla dergi çıkarılamıyordu.
Çeşitli nedenlerle yayınlarımız
düzensiz yapılıyor. Bu dergi, bu
iki alanda biraz da güncelliği
yakalayacak şekilde yayın
yaparak insan hakları ortamında
bulunanlara düzenli bir bilgi ve
haber akışı sağlayabilir.
Nebahat Akkoç (KAMER):
Öncelikle, “kadın hakları”nın
insan hakkı olduğunun kabul
edilmesini ve içselleştirilmesini
anlıyorum. Sonra resmi, sivil
tüm kişi, kuruluş ve kurumların,
yaptıkları işin ana eksenine insan
haklarını oturtmasını ve insan hakları
konusunda konuşulabilir, tartışılabilir
uzlaşılabilir olmasını anlıyorum.
Nerede ve kim tarafından uygulanmış
olursa olsun, tüm haksızlıkların
deşifre edileceği bir dergi olması
önemli bir boşluğu dolduracaktır.
25
Özlem Altıparmak
(Uluslararası Af Örgütü
Türkiye Şubesi):
“İnsan Hakları İçin Diyalog”
kavramından insan hakları
konusunda faaliyet gösteren tüm
kişi ve grupların, sivil toplum
kuruluşlarının, akademisyenlerin
birbirlerini karşılıklı olarak dinleyerek
ve bu şekilde yeni bilgi ve bakış
açısına sahip olarak gerçekleştirilen
karşılıklı bir öğrenme sürecini
anlıyorum. Ve derginin bu alanda
çalışan tüm kişi ve gruplar arasındaki
iletişimi, dayanışmayı arttırmasını,
insan hakları hareketini oluşturan
tüm aktörlerin birlikte çalışabilme
kapasitesini güçlendirmesini ve karar
alma süreçlerinde tüm aktörlerin söz
sahibi olması konusunda yapıcı bir
işlev üstlenmesini bekliyorum.
SİZCE DİYALOG
Orhan Kemal Cengiz
(İnsan Hakları Gündemi
Derneği):
Dilerseniz ilk önce diyalogdan
ne anladığımı belirteyim. Bence
diyalog öncelikle karşıdakine
“açık” olma halidir. Yani
karşımızdakinin ifade ettiği
düşünceyi, görüşü olduğu
gibi anlayabilmek ve oradan
hareketle, icabında birlikte
hareket edebilmenin zeminini
yaratabilmektir. Diyalog mutlaka
bir konsensüs aramadan, ortak
paydaları görebilmek ve bu
ortak paydaları, kendi verili
güç ve etkilerini arttırmak
için kullanabilmektir. İnsan
hakları için diyalogdan da tam
olarak bunu anlamaktayım.
Türkiye’de, insan hakları
örgütlerinin diyalogundan
bahsedilince, neredeyse
tamamıyla ortaklaşmacı bir
yere ulaşmak, tamamıyla bir
konsensüse ve ortak ajandaya
ulaşmak anlaşılabiliyor. Hâlbuki
bu ne mümkün ve ne de gerekli.
Bunun yerine, insan haklarını
savunmak büyük ortak paydasını
bir asgari müşterek olarak
kabul edip, diğer örgütlerin
meseleleri bizden çok farklı
görebileceklerini, hatta bu geniş
alan içerisindeki öncelik ve
hassasiyetlerinin oldukça farklı
şekillerde tezahür edebileceğini
kavrayıp, bu “duruma” samimi
bir saygı duyup ve hatta bu
farklılıkları bir zenginlik olarak
görüp yan yana yürüyebilmek,
insan hakları örgütleri açısından
oldukça verimli bir diyalog
imkânı sunacaktır.
Öncelikle böyle bir derginin
çıkabilmesi çok önemli. Emeği
geçen herkesi kutlarım. Bu
dergide ezber bozan, esinleyici
ve motive edici bir ruhun ortaya
çıkacağını umut ediyorum.
Bunun yapılabilmesi için de,
insan hakları savunucularının,
bir “mahalle baskısıyla” karşı
karşıya kalmadan, özgürce
görüşlerini ifade edebilmesi
gerekir. Böyle bir atmosferin
yaratılabilmesi için de, insan
hakları savunucularının “birey
olarak” muhatap alınması
gerekir. Herkesin kendi adına ve
özgürce konuştuğu bir platform
oluşturulabilirse, düşünce
ve ifade özgürlüğünün aynı
zamanda bir miktar “saçmalama
özgürlüğünü” de içerdiği kabul
edilir ve böyle bir ruh bu
dergiye yansıtılabilirse, sanırım
hepimizin “titreyip kendimize
geleceği” bir momentum
yaratılabilir, yakalanabilir.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
SİZCE DİYALOG
26
Prof. Dr. Hasan T. Fendoğlu
(Başbakanlık İnsan Hakları
Başkanı):
Diyalog, insan olmanın gereği
ve doğal sonucu olan bir
ilişki ve danışma yöntemidir.
Önyargıları değiştirmenin,
gerçeğe ulaşmanın, tanışıp
kaynaşmanın yoludur diyalog.
Hakkı dile getirmenin, doğrunun
ışığında aydınlanmanın aracıdır.
Esaslı bir özgüvene, sağlam
bir zihinsel alt yapıya, bilgiye,
yüce gönüllere sahip insanların
dilinde çağlayana dönüşür,
hoşgörünün, samimiyetin ifadesi
olur diyalog. Bir bahar esintisinde
sevgi sözcükleri olur, kalplere
nüfuz eder, sulh olur. Sanat olur,
gönül açar, yaşama renk katar.
Bilgenin dilinde erdem olur, yön
verir insanlığa, insan merkezli
ve insan sevgisi eksenli, insan
haklarına saygılı bir barış dünyası
kurabilmenin ilk adımıdır diyalog.
Ertuğrul Cenk Gürcan
(İnsan Hakları Araştırmaları
Derneği) :
En özlü ve özet ifadeyle,
insanların eşit ölçüde söz sahibi
olmalarını, birbirlerini karşılıklı
olarak ve eşit ölçüde dinlemelerini
anlıyorum... Diğer bir deyişle,
yalnızca hukuksal eşitliği değil,
sosyo-kültürel eşitliğin bizzat
kendisini anlıyorum... İnsan
hakları için diyalogun, hak temelli
bir diyalog olması gerektiğini ama
bunun için de, her şeyden önce,
diyalogun muhtemel taraflarının
karşılıklı ve eşit var oluş, ifade
ve temsil hakkına sahip olmaları
gerektiğini anlıyorum. Bu
çerçevede bu derginin, insan
hakları alanında ve insan hakları
için çalışan örgütlerin eşit ölçüde
sesi olmasını, derginin onlara
kendilerini eşit ve özgür bir
biçimde dile getirme olanağı
tanımasını bekliyorum.
tabandan oluşan sivil toplum
hareketleri, sivil toplum örgütleri
aracılığıyla insanların yani hak
sahiplerinin sorunlarını dile
getirmeleri… İnsan Hakları İçin
Diyalog dergisinin de, yukarıda
sözünü ettiğim katılımı ve
iletişimi kolaylaştırması için bir
araç olmasını bekliyorum.
Ömer Faruk Gergerlioğlu
(MAZLUMDER):
İnsan hakları için diyalog,
sorunları çözmenin en önemli
yollarından biridir. Çünkü insanlar
ancak birbirleriyle iletişim
kurarak anlaşırlar, uzlaşırlar.
Sorunları ve beklentileri farklı
olan kesimlerin, birbirleriyle
hiç diyalog kurmadan yan yana
durmalarının, aslında pek de bir
anlam ifade etmediğini hepimiz
Adem Arkadaş
biliriz. Üstelik, diyalog olmaksızın
(Uluslararası Çocuk Merkezi):
İnsan hakları için diyalog denince, bir araya geliş ya da yan yana
duruş, her an için çatışmaya
uluslararası insan hakları
hukuku çerçevesinde tanımlanan bile yol açabilir. Bu takdirde, bir
avantaj ya da kazanımmış gibi
görev sahiplerinin (devletler,
hükümetler, hükümet çalışanları), zannedilen bir araya gelme, bir
hak sahipleri (çocuklar, kadınlar, dezavantaja dönüşür. Oysa en
aşılmaz görünen sorunlar bile
engelliler, azınlıklar... kısaca
diyalogla aşılabilir.
insanlar, yani hepimiz) ile
İnsan Hakları İçin Diyalog
ilgili yükümlülüklerini yerine
dergisinden, insan hakları
getirirlerken gerçekleşmesi
alanında çalışan tüm aktörler
gereken katılım ve iletişim
arasında sahici ve kalıcı bir
için karşılıklı konuşmayı
anlıyorum. Bu katılım ve iletişim diyalogu başlatmasını bekliyorum.
Çünkü toplumumuzda farklı
için uygulanabilecek değişik
kesimlerden pek çok
yollar geliyor aklıma. Örneğin;
Emrah Kırımsoy
(Gündem Çocuk Derneği):
İnsan hakları için diyalog
denilince, öncelikle insan
hakları alanında savunuculuk
çalışmalarının temel aracı olan
iletişim aklıma geliyor. Öyle
bir iletişim ki, amacı, insan
haklarına saygı gösterilmesi,
insan haklarının korunması ve
geliştirilmesidir. Dolayısıyla
insan hakları için diyalog,
sadece savunuculuk çalışması
yürütenler arasında değil, hem
hak sahipleri hem de aralarında
savunucuların da olduğu, ancak
asıl sorumluluk sahibi olan
devletin de bulunduğu taraflar
arasında olan iletişimdir. Bu
nedenle taraflar arasında
insan hakları konusunda;
“konuları, kavramları, ihlalleri
gündeme taşımak”, “ortak
dil oluşturulmasına katkıda
bulunmak”, “düşüncelerin
yaygınlaşmasına katkıda
bulunmak”, “görüş alışverişi
ve tartışmalar için zemin
oluşturmak”, “insan haklarıyla
ilgili çalışmalara ilişkilenmek
ve çalışmaları ilişkilendirmek”,
“insan hakları konusunda
yapılan çalışmalardan haberdar
olmak”, “birlikte üretme, çalışma,
beslenme ve zenginleşme fırsatı
oluşturmak” insan hakları için
diyalogun içinde yer alıyor.
İnsan hakları için diyalog konusu
çok geniş olduğundan, konuyla
ilgili bir dergiye çok fazla misyon
yüklemek ve yüksek beklentide
bulunmak haksızlık olacaktır.
Ancak kişisel olarak, insan hakları
savunucularının gündemindeki
konuları, kavramları, ihlalleri
mercek altına alan, tartışan,
tartıştıran ve harekete geçiren bir
yayın olmasını bekliyorum. Ayrıca
insan haklarıyla ilgili yürüyen
çalışmaları takip edebileceğim,
çalışmalardan deneyimleri
öğrenebileceğim ve çalışmalara
ilişkilenmemi sağlayacak bir
dergi olmasını istiyorum.
demokrasinin ulaştığı seviyeye
göre değişim göstermektedir.
Demokrasinin ileri düzeye
ulaştığı ülkelerde dahi,
bazen çok çeşitli sebeplerle,
örneğin terör korkusu veya
başka birtakım nedenlerle
insan hak ve özgürlüklerinin
kısıtlanabildiğine ilişkin
örnekler görülebilmektedir.
Bu tür kısıtlamaların önüne
geçilebilmesi ve insan hak ve
özgürlüklerinin geliştirebilmesi
için siyasi iradenin, sivil toplum
örgütlerinin, üniversitelerin ve
ilgili kurum ve kuruluşların ortak
çalışması gerekmektedir. Bu
açıdan insan hakları konusunda
üzerine sorumluluk düşen
devlet ve sivil kuruluşların
ortak çalışma içerisinde olması,
bu çalışmaları yaparken
herhangi bir siyasi düşünceyi
kollamaktan öte, toplumun tüm
bireylerinin insan haklarından
yararlanabileceği bir ortamı
yaratmak üzere diyalog içinde
bulunmalarının son derece
yararlı olduğunu düşünüyorum.
İnsan hakları konusunda
vatandaşlarımızı
bilinçlendirecek, yetkililerin
ve kamuoyunun dikkatini
çekebilecek ve ülkemizde
insan hakları alanında gerekli
düzenlemelerin yapılması
yönünde ufuk açıcı yayınlarda
bulunulması yerinde olacaktır.
Böyle bir yayın anlayışının
benimsenmesi, Türkiye’de insan
haklarının korunması, insan
hakları konusundaki ihlallerin
Jale Ağırbaş
önlenmesi, uluslararası düzeyde
(DSP İstanbul Milletvekili,
yapılan haksız eleştirilerin
TBMM İnsan Haklarını
ortadan kaldırılması ve toplumun
İnceleme Komisyonu
ve uygulayıcıların bilincinin
Kâtip Üyesi)
Herhangi bir ayrım gözetilmeden, geliştirilmesi açısından son
tüm insanların yararlanabileceği derece yararlı olacaktır.
temel hak ve özgürlüklerin
kullanılması, ülkelerdeki
27
SİZCE DİYALOG
entelektüel, değişik açılardan
da olsa, bazen aynı şeyleri
söyleyebilmektedirler ama
aralarında bir iletişim ve
diyalog olmaması yüzünden,
çoğu kez bunun farkına bile
varamamaktadırlar. Bu farklı
kesimleri, adaletli ve onurlu bir
buluşmaya davet etmek ve bunu
sağlamak, herhalde bu derginin
asgari başarısı olacaktır.
Söyleşi...
Yılmaz Ensaroğlu
İnsan Hakları İçin Diyalog’un,
her sayısında en az bir konuğumuz
olacak. Ancak ilk sayımızda bir
konukla söyleşmek yerine, biri kamu
idaresinden, biri sivil toplumdan, biri
de üniversiteden üç konuğu birden
ağırlayalım dedik. TBMM İnsan
Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı,
İçel Milletvekili Zafer Üskül, İnsan
Hakları Derneği eski Genel Başkanı
Hüsnü Öndül ve Hacettepe Üniversitesi
Öğretim Üyesi Levent Korkut’la birlikte
bir küçük oturum yaptık.
Yılmaz Ensaroğlu: Bir kavram olarak
“diyalog” size neler düşündürüyor, ne gibi
çağrışımlara yol açıyor? Bu çerçevede, insan
hakları için diyalogdan ne anlıyoruz ve İnsan
Hakları İçin Diyalog dergisinden ne bekliyoruz?
Zafer Üskül: TBMM İnsan Haklarını
İnceleme Komisyonu Başkanı olduğum andan
itibaren, STK’larla ve üniversitelerin insan hakları
merkezleriyle diyalog içine girmenin yararlı
olacağını, farklı kurumların kendi birikim ve
deneyimlerini diğerleriyle paylaşmalarından ortak
bir yarar elde edilebileceğini düşündüm. Bu nedenle
de, değişik toplantılar yaparak çalışmaya başladık.
Fakat uygulamada bazı sıkıntılarla karşılaştık.
Bizde genel olarak insan haklarıyla ilgilenen
kurumların sayısı on civarında. Diğerlerinden,
şimdiye kadar en azından bizim çalışmalarımıza
katkı sağlayabilecek, işbirliğini yararlı hale
getirebilecek olanak bulmakta zorlandık. Bir de, bu
kurumların iş yükleri çok ağır olduğu için birlikte
kararlaştırdığımız bazı işleri sonuçlandırmakta da
güçlük yaşadık. Örneğin, “Bize somut talepler iletin.
Zafer Üskül Kimdir?
30 Ağustos 1944’de
Mersin Silifke’de doğdu.
Ankara Üniversitesi Siyasal
Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi.
Doktorasını Fransa’da Grenoble
Üniversitesi’nde siyasal bilimler
dalında tamamladı. Eskişehir
İTİA’da Öğretim Üyesi olarak görev
yaptı. 1974’te doçent, 1979’da
profesör oldu. Birçok üniversitede
öğretim üyeliği görevinde
bulunarak lisans ve yüksek lisans
dersleri verdi. Mersin Üniversitesi
İİBF Anayasa Hukuku Öğretim
Üyeliği ve Rektör Yardımcılığı
görevini yaptı. İnsan Hakları
Yüksek Danışma Kurulu Üyeliği
ve Başkan Yardımcılığı görevinde
bulundu. Birçok sivil toplum
kuruluşunun kurucusu, yöneticisi
oldu. Anayasa hukuku, kamu
yönetimi, kooperatifçilik ve yerel
yönetimler alanlarında çalışmalar
yaptı. 14 telif ve tercüme kitabının
yanında yüzü aşkın makale
yayınladı. 1990’da Yunus Nadi
Ödülü’nü kazandı. 23. Dönem’de
Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan
Haklarını İnceleme Komisyonu
Başkanı oldu.
29
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
SÖYLEŞİ
30
Falanca hakla ilgili olarak filanca kanunun şu maddesi şöyle düzenlenirse insan
hakları alanında bir gelişme sağlanır” deyin dedim. Çünkü yasama faaliyetine bunları
aktarmamız mümkün olabilir. Ama şimdiye kadar somut bir öneri gelmedi. Öbür taraftan
STK’larla iletişimimiz oldu; zaman zaman onlar ziyarete geldiler, zaman zaman ortak
toplantılarda bir araya geldik. Onlar daha çok hazırladıkları raporları bize göndererek,
bizlere katkıda bulunmaya çalışıyorlar. Doğrusu, biz hem yurt içinden STK’ların
gönderdiği raporları, hem de uluslararası STK’ların raporlarını çok dikkatlice okuyoruz.
Tabii bu arada AİHM kararlarını da mümkün olduğunca gözden geçiriyoruz. Yaptığımız
incelemeler sonucunda raporlarımızı yazarken önerilerimizi, bütün bu kaynaklardan
beslenerek yapmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla bu ilişkilerin canlı tutulması gerekiyor.
Ama STK’ların da gerçekten işlerini daha ciddi yapmaya çaba harcamalarında yarar
var. Bu konuda benim sıkıntım şu: Yeteri kadar inceleme yapılmadan ya da yapma
imkânı bulamadan raporlar hazırlanıyor ve bu raporlar kamuoyunda ve özellikle de
basında, “gerçekmiş” gibi yansıtılabiliyor. Örneğin, Erzurum’daki açlık grevi nedeniyle
bazı basın yayın organlarında ölüm orucu yapıldığı bilgisi verildi. Hâlbuki Erzurum’da
ölüm orucu yoktu, hiç yapılmadı. Ama böyle bir yanlış bilgi çıktı.
Hüsnü Öndül: TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu ile ilişkiler
bağlamında değil de, genel olarak, hem hükümet hem de devlet organlarıyla sivil
toplumun diyalogu bağlamında, AB’nin 2008 İlerleme Raporu’nda bir paragraf var.
Bunun üzerinde duralım isterseniz: “Sivil toplum örgütleriyle ilgili olarak hükümet
kurumları, düzenli olarak STK’lara danışmaktadır ancak bu işbirliğini düzenleyen
tutarlı bir hukuki çerçeve mevcut değildir. İstişareler belirsiz tercih kriterleriyle
ve belirli bir düzen olmadan yapılmakta ve bu istişarelerin somut politika getirisi
olmamaktadır. Sivil toplum ve diğer menfaat sahiplerinin karar alma sürecine daha
fazla katılımlarının sağlanması halinde, siyasal çoğulculuk geliştirilebilir. Öte yandan,
STK’ların genişliği ve kapsamı güçlendirilmelidir” . Yani hem mevcut durumu tespit
eden hem de hükümete öneri getiren bir paragraf var. Sizce sivil toplumla devlet
organları arasında, idare arasında ilişkilerin geliştirilmesi konusunda problemler var
mı genel olarak?
Zafer Üskül: Bu tespitler doğru. Gerçekten de STK ile ilişkileri kurumsallaştıran
bir altyapımız yok, ciddi mevzuat eksikliğimiz var. Bizim komisyonumuzun da
STK’larla işbirliği yapması yasal olarak düzenlenmiş değil. Biz yasamızda değişiklik
önerirken bunu dikkate alarak bir hüküm koyduk. Tabii yasal olarak bu düzenlenir
ve kurumsallaşırsa hem diyalog daha etkili bir biçimde sağlanmış olur hem de daha
etkili sonuçlar alınabilir. Ancak bildiğim kadarıyla TBMM’nin yasama faaliyetine sivil
toplumun müdahale edebilmesine olanak sağlamak üzere TBMM içinde bir çalışma
var. Bu konuda bir yıldan beri değişik toplantılar yapıldı. Şimdi de İçtüzük değişikliği
içinde bu konu dikkate alınıyor. Bu TBMM açısından bence olumlu bir gelişme. Elbette
bizim tüm Bakanlıklarımızın teşkilat kanunlarının da yenilenmesi lazım. Bu bir ihtiyaç
olarak tespit edildi ama bir türlü gerçekleştirilemedi.
Levent Korkut Kimdir?
1985 yılında Ankara Üniversitesi
Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu.
Orta Doğu Teknik Üniversitesi
Siyaset Bilimi Bölümü’nde yüksek
lisansını tamamladıktan sonra,
Chicago Üniversitesi “Studentat-Large” programına devam etti.
2001 yılında Ankara Üniversitesi
Hukuk Fakültesi’nde doktorasını
tamamladı. 1992–2001 yılları
arasında Hacettepe Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
Departmanı’nda araştırma görevlisi
olarak çalıştı. Çeşitli uluslararası
projelerde uzman olarak çalışan
Korkut, Hacettepe Üniversitesi’nde
insan hakları hukuku konusunda
ders vermektedir. Korkut’un insan
hakları, ayrımcılık, eşitlik vb.
konularda pek çok makalesi ve
çevirisi bulunmaktadır. Levent
Korkut, 2004 – 2006 tarihleri
arasında Uluslararası Af Örgütü
Türkiye Şubesi Başkanlığı yaptı.
Uluslararası Af Örgütü Uluslararası
Yönetim Kurulu Üyeliğini
sürdürüyor. Korkut ayrıca İHOP
Yönetim Kurulu üyesidir.
31
SÖYLEŞİ
Yılmaz Ensaroğlu: Hüsnü Bey, yıllarca
insan hakları alanında çalışan sivil toplum
örgütlerinde yöneticilik yapmış birisi olarak
Türkiye’de kamu idaresinin sivil toplumla
ilişkilerini siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Yeterli
diyalog var mı aralarında?
Hüsnü Öndül: Ben, konuyu Türkiye’deki
demokratikleşmeyle ilgili ilerlemelerle bağlantılı
olarak görüyorum. Siyasal çoğulculuk ya da
genel olarak “çoğulculuk” hem idareye hem de
hayatın çeşitli alanındaki faaliyetlere hâkim değil.
Dolayısıyla demokrasinin çoğulculuk ilkesiyle
katılımcılık ilkesine uygun kurumsallaşmalar şart.
Yasa değişiklikleri bunlardan birisidir.
Yılmaz Ensaroğlu: Yani yasal
düzenlemeler olmayınca, az önce AB İlerleme
Raporundan okuduğunuz bölümde de vurgulandığı
gibi, ilişkiler düzensiz ve dolayısıyla verimsiz mi
kalıyor?
Hüsnü Öndül: Evet kişiye bağlı kalıyor.
İsterse yapıyor, istemezse yapmıyor. Dolayısıyla
bu alanda istikrarlı kurumların varlığına ihtiyaç
var. Bunun için de, bizim yurttaşlar olarak ifade
özgürlüğümüzün koruma altında olması gerekiyor.
İHD Genel Sekreteri olduğum dönemlerde, Adalet
Bakanlığına veya Emniyet Müdürlüğüne telefon
açtığımda; “Vatandaş niye size geliyor, siz kimsiniz?”
şeklindeki sert tepkilerle karşılaştım. Yani sonuçta
“İHD’ye neden başvuruyor vatandaş, gelsin bize
başvursun” diyebiliyor kamu idaresi. Dolayısıyla bu
demokrasinin algılanışında da problem olduğunu
gösteriyor. Ama bu bahsettiğim konu on yıl önceydi.
Yani son on yılda Türkiye önemli mesafeler kat etti,
demokrasiye doğru.
Levent Korkut: “Diyalog” deyince,
bence kelimenin anlamı üzerinde de duralım biraz.
“Monolog değil” yani “farklı seslerin iletişimi”… Bu
iletişimde herkesin aynı şeyi söylemesi beklenemez,
farklılıklar mutlaka olacaktır. Katılımcı demokrasi
açısından farklılıklar önemli.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
SÖYLEŞİ
32
Çünkü diyalogda karşılıklı öğrenme de gerçekleşir. Sivil toplum örgütlerine yöneltilen
bazı eleştirilerin nedeni de aslında diyalogun olmaması. İletişimsizlik ortamında
yanlış bilginin ortaya çıkması daha büyük bir olasılık… Ben şöyle görüyorum: Birincisi,
genel olarak kamuyla sivil toplum arasındaki perdenin kaldırılması ve geçişken bir
yapının oluşturulması, burada kamunun bizim tarihsel geleneğimizde var olan yönetici
konumundan kurtulması gerekiyor. Yani birlikte çalışan ve üreten konuma geçmesi
gerek. Bunun için her iki tarafta da engeller var. Kamuda “Ne gerekirse biz yaparız, yani
Komünist Partiyi de biz kurarız, eşcinsel hareketleri de biz yaratırız, yani yapılacak ne
varsa, biz yaparız” mantığı var. Sivil toplumda da kamuya karşı bir kuşku var. “Acaba
onlarla işbirliği yaparsak, bizim sivilliğimiz uçar kaybolur mu?” Dolayısıyla her iki
taraf açısından da güven ortamının sağlanması gerekiyor. Bu genel diyalog. Bunun
ötesinde daha özelleşmiş bir diyalog alanı, her alanda teknik çalışma becerisinin
geliştirilmesidir. İnsan hakları alanına özel olarak baktığımızda, kamu, sivil toplumun
elinde olan bilgiyi paylaşabiliyor. Mesela Uluslararası Af Örgütü Hollanda Şubesi ve
Emniyet Genel Müdürlüğü, polisin uyguladığı şiddetle ilgili beraber proje yapabiliyor
ve bunu geliştirebiliyor. Taraflar bu konuda güven anlayışı içindeler. Bu düzeyde bir
işbirliği Türkiye’de henüz yok. Bu daha nitelikli bir diyalog, yani artık işbirliğine doğru
evrilen bir diyalog.
Zafer Üskül: Aslında iyi kullanılabilse, öyle bir diyalogun başlayabileceği
bir mekanizma var: İlçe ve il insan hakları kurulları. Orada hem idare var –genellikle
vali değil ama vali adına vali yardımcısı- hem de sivil toplumun değişik kurumlarından
temsilciler. Dolayısıyla oraya yapılan insan hakları ihlalleriyle ilgili başvuruların
değerlendirilebileceği bir ortam var ama iyi kullanılabilirse tabii... Çok iyi kullanıldığını
zannetmiyorum.
Levent Korkut: Kullanılmıyor; çünkü il ve ilçe kurullarında birtakım sorunlar
var. Birincisi, -belki ilçe düzeyinde bunu sağlamak oldukça zor, onu düşünmek gerekirçok sayıda ilçe var ve açıkça söylemek gerekirse Türkiye’de sivil toplumun ilçelere kadar
nüfuz etmiş bir yapısı yok. Sivil toplumun da böyle bir sorun var. Ayrıca, idare adına
buraya katılacakların bu çalışmaya hazırlanması ve yetiştirilmesi açısından da sorunlar
var. İkincisi bu kurulların hiçbir mali kaynakları yok. Yani ayrılmış bir bütçeleri, ufak da
olsa kullanabilecekleri kaynakları bulunmuyor. Ama bence en önemlisi anlayış itibariyle
hazır değiller. Bu kurulların yetiştirilmesi ve hazırlanması gerekiyor.
Zafer Üskül: Çok büyük sıkıntılar olduğunu biliyorum. Söylememin nedeni bu
kurumlar orada sivil toplumla bir araya gelebiliyor. Acaba bunu nasıl destekleyebiliriz,
nasıl işler hale getirebiliriz, nasıl daha etkili hale getirebiliriz? Bunun üzerinde
düşünmekte yarar var.
Levent Korkut: Onları yönlendirebilecek daha ulusal düzeyde oluşumlar
olursa, mesela İnsan Hakları Ulusal Kurumu oluşturulur, bütçeli ve kadrolu olursa, o
kurum, il ve ilçe kurullarını da yönlendirebilir, onlara öncülük yapabilir.
Zafer Üskül: Bu konuda bir çalışma var. Hem onların bütçesinin sağlanması
Hüsnü Öndül Kimdir?
Avukat olan Hüsnü Öndül,
İnsan Hakları Derneği (İHD),
Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve
Çağdaş Hukukçular Derneği
kurucularından. iHD Ankara Şubesi
için 1988, 1989, 1990 Ankara
İşkence Raporu kitaplarını, İHD
Genel Merkezi için “Kopenhag
Siyasi Kriterleri ve Türkiye”,
TMMOB için “Türkiye’de Kentli
Hakları Mevzuatı” kitaplarını
hazırladı. 1975 yılında “Kimiz” adlı
şiir kitabı, 1997’de “İnsan Hakları
Yazıları” adlı kitabı yayımlandı.
2001 yılından bu yana Evrensel
gazetesinde haftalık yazılar
yayımlayan Öndül, IPS İletişim
Vakfı Yayınlarından çıkan “İnsan
Hakları Haberciliği” kitabının
yazarları arasında yer alıyor.
33
SÖYLEŞİ
hem de Ulusal Kurum’un kurul haline getirilmesi
konusunda...
Levent Korkut: Yani Ulusal Kurum
önderlik ederse il kurulları daha zenginleşebilir.
Yine Ombudsman yani Kamu Denetçiliği meselesi
var. Kamu Denetçiliği konumu aslında bir anlamda
sivil toplumdan gelen şikâyetlerin kamu idaresine
yansıtılma yeri. Onlar da il kurullarını belki daha
işlevsel hale getirebilir. Çünkü il kurulları şu anda
elde etikleri şikâyetleri doğrudan ilgili kurumlara
gönderiyorlar. Hâlbuki ciddi bir kamu denetçiliği
mekanizması olsa, bunlar da kendi aralarında
işbirliği yapabilirler. Türkiye’de insan hakları
alanındaki en önemli problemlerden birisi, - diğer
sivil toplum örgütleri açısından da belki geçerli-,
sivil toplum örgütleri, yaptıklarının etkisini
göremedikleri, sonucunu alamadıkları için giderek
kötümserleşiyorlar.
Zafer Üskül: Bu noktada hem Komisyon’da
hem Meclis’te yaşadığımız bir sıkıntıyı dile getireyim
ben de. Gerçekten diyalog önemli… Ama diyalog iki
tarafın bir araya gelerek kendi görüşlerini ısrarla
savunması anlamına gelmez. Yani her iki taraf da
ayrı şeyleri tekrarlıyorsa, o şey “monolog” olur.
İki taraf birbirini dinlemeden diyalog kurulamaz.
Bunu ben hem Komisyon’da hem de Genel Kurul’da
yaşıyorum. Siyasi partilerin arasında bile diyalogdan
ne anlaşılması gerektiği konusunda bir görüş
birliği yok. Sivil toplum kuruluşlarıyla da belki bu
diyalog üzerine bir eğitim yapmak lazım. Sadece
sivil toplum kuruluşlarıyla değil, devlet kurumları
ve yetkilileriyle de… Ne olduğuna bakmak lazım…
Yani bir kere birbirinizi dinleyeceksiniz, anlamaya
çalışacaksınız, ondan sonra da açık fikirli olarak
önerileri tartışacaksınız. Bütün bunların karşılıklı
görüşülebilmesi, müzakere edilebilmesi gerekir.
Bizde ne yazık ki bu yok. Zaman zaman siyaset
yapmak adına diyalog yok ediliyor. Aslında bu
şekilde verimli bir siyaset de yapılmıyor. Dolayısıyla
bunu hakikaten çok ciddi bir şekilde gözden
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
SÖYLEŞİ
34
geçirmek gerekiyor. Bu anlamda da sizin derginiz, toplumun, siyasetçinin, sivil
toplum yöneticilerinin gelişmesine çok ciddi bir katkı yapabilir.
Hüsnü Öndül: Bir de güven sorunu var. Başbakanlık İnsan Hakları Danışma
Kurulu’nun dört yıldır neden toplanmadığı sorusunun yanıtının verilmesi gerekiyor.
İdarenin inisiyatifine bağlı bir yapı orası. Bundan dersler çıkarmak gerek.
Levent Korkut: Bence de bu soruya yanıt verilmesi gerekiyor. Danışma
Kurulu aslında idari bir yapı olmamakla birlikte, yine de o mekânda, kamu ve sivil
toplum bir araya gelebiliyordu. Ve eminim ki bu dört yıl boyunca toplanmış olsaydı,
çok önemli mesafeler alınırdı. Çünkü ne kadar çok bir araya gelinirse, diyalog kültürü
de o kadar gelişiyor.
Zafer Üskül: Çok sesliliğin meşruiyetini tartışılır hale getirmememiz lazım.
Bu çok önemli… Doğal karşılanması gerekir. Farklı fikirlerin bir arada bir kurumda
olabilmesi, birlikte iş yapabilme kültürünün yerleşebilmesi için yapı ve mekanizmalara
ihtiyaç var. Bunun yarattığı problemleri yaşıyoruz sanırım.
Levent Korkut: Hem mekanizmalara ihtiyaç var hem de o mekanizmaları
işletecek zihniyete ihtiyaç var. Mekanizmayı kuruyorsunuz, zihniyet ona uygun değilse
hiçbir anlamı olmuyor. Biz bu diyalogdan hareketle işbirliği üzerine gitmeliyiz. Şimdi,
demokratik ülkelerde sivil toplum örgütleri kamu kaynaklarını kullanabiliyor ancak
bunun kuralları oluşturulmuş durumda. Kamu kaynağı sivil topluma nasıl verilir? Bunun
güvenliği, tarafsızlığı ve şeffaflığı nasıl sağlanır? Tüm bunların kuralları belirlenmiş.
İşte Avrupa Birliği aslında bir kamu kaynağı ve bu kaynağı sivil topluma aktarırken bir
yöntem izliyor. Bunu ulusal düzeyde de yapmak mümkün. Burada da büyük eksiklikler
var. Yani sivil toplum-kamu ilişkileri derken çok boyutlu düşünmek gerekiyor.
Zafer Üskül: Elbette kamu kaynaklarından bütün gelişmiş ülkelerde STK’lar
yararlanıyor. Ama ne yazık ki, bizim ülkemizde kamu kaynağından yararlanan kurumlar
vatan haini ilan edilebiliyor. Yani bizim zihniyet dünyamızda çok büyük sorunlar var.
Bu dernekler, vakıflar listeleniyor, arşivleniyor ve onlara karşı gizli saklı politikalar
geliştirilmeye çalışılıyor. Bu zihniyetin tamamen değişmesi gerek. İnsan haklarını
savunma hakkını savunmak durumundayız.
Hüsnü Öndül: 2008 yılında İHOP bileşenleri ortak bir karar aldılar ve Paris
Prensiplerine uygun Ulusal İnsan Hakları Kurumu ile ilgili görüşlerini belirlemek için
kendi içlerinde toplantılar düzenlediler. İHD 29 şubesiyle üç bölge toplantısı yaptı
ve şubelerin yönetici organlarının ve üyelerinin görüşlerini tartıştı. Bu görüşler kendi
içinde merkezi toplantıda bir kez daha tartışılarak İHOP’a getirildi. Mazlum-Der,
Helsinki Yurttaşları Derneği ve UAÖ de aynı çalışmayı yaptı. Daha sonra, Başbakanlık
İnsan Hakları Başkanlığının düzenlediği bir toplantıya çağrıldık ve konuyla ilgili bizlere
görüş sordular. Yani biz bu tür çalışmaların olduğunun farkındayız ama İnsan Hakları
Başkanlığı ve İnsan Hakları Danışma Kurulu pratiği bize şunu gösterdi: Eğer Danışma
Kurulunun oluşumuna dair düzenlemeler idareye emredici sorumluluklar yüklemiş
olsaydı, 4 yıl içinde bu toplantılar yapılırdı. Demek ki, idare açısından emredici
35
SÖYLEŞİ
düzenlemelerin olması gerekiyor. Bu çok önemli… Ya böyle olması ya da idareden
daha bağımsız bir oluşumun gerçekleşmesi gerekiyor.
Yılmaz Ensaroğlu: Biraz da diyalogsuzluğun sonuçları üzerinde duralım
dilerseniz. İnsan hakları alanında çalışan sivil toplum örgütleriyle, yine bu alanda
çalışan bilim insanlarının; bunlarla kamu idaresinin arasında yeterli diyalogun
olmaması sizce ne gibi sorunlar doğuruyor? İlk çırpıda aklınıza gelen birkaç sorunu
öğrenebilir miyiz?
Levent Korkut: Bir kere sivil toplum örgütleri bir konuyu çalıştıkları zaman
aynı konunun idarede nasıl ele alındığını, orada ele alınıp alınmadığını, onların nasıl
bir tepki gösterdiklerini çoğu zaman bilmiyorlar. Oysa sivil toplum örgütü çalışırken,
eğer kamunun ne yaptığını, ne düşündüğünü, tepkilerini iyi bilirse, belki de birçok şeyi
farklı düşünecek ve daha farklı ele alacak. Aynı zamanda, biraz önce konuştuğumuz
gibi, sivil toplum örgütü kamu ile diyalog içinde olmadığı için, önüne bir vaka
geldiğinde bununla ilgili araştırmasını yeterince yapamıyor. Çünkü insan hakları öyle
bir konu ki, sivil toplum örgütünün çalışabilmesi için kamunun kapılarını açması,
belli şeyleri şeffaflaştırması lazım. Erişim sağlayabilirse, sivil toplum örgütü daha
rahat bilgi toplayacak ve gerçeğe ulaşması kolaylaşacak. Burada da diyalogsuzluğun
yarattığı bir problem var. Son olarak, sivil toplum açısından baktığımızda, sivil
toplum kamuya karşıdan bir bakışla hareket ediyor, yani karşı taraftan hareket ediyor.
Eğer idare sert davranıyorsa, -bu sadece Türkiye’de değil bütün dünyada böylediridarenin sertliğine göre sivil toplum örgütü pozisyonunu belirliyor. Bu da sivil toplum
örgütünün algılayışını değiştirebiliyor. Yani, bir insan hakları örgütü olmaktan çok bir
muhalif örgüt olma sınırına gelebiliyor.
Bu ortamın giderilmesi, “diyalog” ve “demokratikleşmeyle” mümkündür.
Diyalog dediğimiz şey, burada idareyle, kamu idaresiyle, sivil toplum arasındaki
diyalog. Demokratik olmayan bir yapıda “diyalog” olamaz. Sistem katılımcı
demokrasiyi kurduğu andan itibaren “diyalog” başlar. Klasik devlet anlayışında devlet
üstündür. Katılımcı olmayan demokrasilerde ise durum farklıdır. Diyalogun olabilmesi
için toplumsal çerçevede demokrasinin olması gerekir.
Örneğin Türkiye’de bilim insanları yeterince katkılarını sunamıyor. Bu
özellikle, kamu karar alırken, ne kadar bilim insanlarından yararlanıyor sorusunu
akla getiriyor. Acaba onların bulguları, onların bilgileri yasama süreçlerinde,
yönetmeliklerde, tüzüklerde yeterince kullanılıyor mu? Aynı şekilde, sivil toplum ne
kadar bilim insanlarından yararlanıyor, o da ayrı bir konu. Bu arada bilim insanlarını da
sorgulamak gerekiyor. Türkiye’de bilim insanları ne sivil toplumla yeterince çalışmaya
alışkınlar ne de pratik yasa üretimi süreçlerinde çalışmaya... Bazen çok teorik
kalıyorlar. İdarecinin ya da sivil toplum yöneticisinin derdini anlayamayabiliyorlar.
Bu da yine alışkanlığın olmamasından kaynaklanan bir sorun.
Kamu açısından baktığımızda da, kamu sivil toplumu anlamada güçlük çekiyor.
Sivil toplumun yaptığı faaliyeti doğrudan kendi iktidarına yönelik bir tehditmiş gibi
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
SÖYLEŞİ
36
algılıyor, özellikle de siyasi bir makamdaysa. Siyasi değil, bürokrat makamındaysa,
o zaman da kendisinin teknik çalışmasına ya da kendi kariyerine bir tehdit olarak
düşünüyor. Hâlbuki olumlu örneklerde gördüğüm bir şey var. Kamu idaresi, sivil
toplumdan yararlanmayı bilerek aslında kendi konumunu sağlamlaştırmaya doğru
gidiyor. Sivil toplumun elindeki bilgilerden hareketle kendisini düzeltmeye ve
aksaklıkları gidermeye çalışıyor.
Zafer Üskül. Bir kere böyle bir diyalogun kurulması, her şeyden önce insan
hakları ihlallerinden haberdar olmamı sağlayabilir. Bu, çok önemli bir şey... Ben ihlal
iddialarını sivil toplum kuruluşlarından ya da basından alıyorum. Zaman zaman da
bireyler başvuruyor. Ama bireylerin hiç başvurmadığı alanlarda da insan hakları
ihlalleri oluyor. Ve biz o konularda da çalışma yapabiliyoruz. Dolayısıyla ciddi çalışan
sivil toplum kuruluşlarının varlığı benim çalışmalarımda yardımcı olur. Bunu her
zaman söylerim. Aynı şekilde basın mensuplarıyla her görüşmemde şunu söylüyorum:
Lütfen konuların üstüne gidin ama ezbere değil araştırarak gidin. Haberlerinizde
doğruluk payı yükselsin. O zaman ben onları daha ciddiye alacağım ve duruma hemen
müdahale etmek üzere gerekeni yapacağım.
Levent Korkut: Birçok ülkenin medyasında insan hakları alanındaki
gazeteciler uzmanlaşmıştır.
Zafer Üskül: İnsan hakları alanındaki bir iki çalışmamız, medyanın tavrı yüzünden
engellendi. Çok acı bir şey… Afla ilgisi olmayan bir yasa teklifimiz, af yasası gibi sunuldu.
Bunun üzerine de bir daha gündeme getirilemedi. Çünkü siyasi iktidar, af getiriliyor iddiası
ile karşılaşmak istemiyor. O yasa teklifinin afla hiç ilgisi olmamasına karşın basın öyle “Gizli
af getiriliyor” diye sundu. Bir daha da gündeme getirilmedi. Medyanın yardımcı olmasından
vazgeçtim, insan hakları alanında bir iyileştirme yapacaksak, karşımıza bir engel olarak
çıkmasa bari. Oysa medya çok yardımcı olabilir bize…
Levent Korkut: Aslında medya temel güçlerden birisi. Orada medyanın
tutumu, takındığı tavır çok önemli... Mesela BBC öyle bir yayın politikası izliyor ki
çoğulculuk açısından, toplumdaki her kesimi görünür hale getiriyor. Engellileri, farklı
kültürleri… Yayın ilkelerinin temelinde bu var. Medyanın yönlendiriciliği ve toplumdaki
etkisi tartışılmaz fakat bizde insan hakları açısından medya cidden çok sorunlu.
Hüsnü Öndül: Ben geçen yıl, Bağımsız İletişim Ağı’nın düzenlediği hak
haberciliği çerçevesinde İletişim Fakültesinden mezun ya da son sınıf öğrencilerine
verilen eğitim çalışmalarına katıldım. Orada şöyle bir bilgiye sahip oldum. İletişim
fakültelerinin hepsinde - ki çok değişik üniversitelerden gelen iletişim fakültesi mezunları
vardı- insan hakları dersleri yok. Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesinde ve bir
iletişim fakültesinde daha varmış. Dolayısıyla, iletişim fakültelerinde de insan hakları
derslerinin, medya ve insan hakları ilişkisinin ele alınması gerekiyor.
Zafer Üskül: Bence de çok doğru. Hukuk fakültelerinde de insan hakları
derslerine ağırlık verilmesi gerekiyor. Yeteri kadar bu konular üzerinde durulmuyor.
Siz başta bir ara söylediniz, “İfade özgürlüğümüz sağlansa” diye. Aslında ifade
37
SÖYLEŞİ
özgürlüğümüz şu anda güvence altına alınmış durumda. Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin ilgili hükmü, AİHM kararları ışığında okunarak Türkiye’de uygulanmak
zorunda. Anayasa’nın 90. maddesi bunu öngörüyor. Uygulanmıyorsa bunu uygulamayan
kim? Yargıçlar mı, savcılar mı? Sorunumuz orada. Bir türlü zihniyet değişmiyor.
Tamam, iç hukuk hükümleri, bunlara, AİHS’e uyumlu hale getirilsin. Bu doğrudur. Tabiî
ki AİHS’ne aykırı hükümler varsa bunların ayıklanması gerekiyor. Bu çok doğru… Ama
diyelim ki ayıklanmıyor. Yargıç ne yapacak? Doğrudan AİHM kararının ışığı altında,
AİHS hükümlerini uygulamak zorunda. Bu Anayasa gereği böyle ama uygulanmıyor.
Hüsnü Öndül: Bu ciddi bir problem. Stajyer avukatlara verilen staj eğitimi
kapsamında AİHM ve AİHS’ne dair bir program da var. Avukatlardan bazıları, bu
program çerçevesinde benim anlattığım konuları, hukuk fakültelerinde aldıkları
derslerden ötürü bildiklerini belirttiler. Bunu Ankara Barosu için söylüyorum.
Bunun gibi yargıçların ve savcıların eğitimine de özel bir önem verilmesi gerekiyor.
Yani AİHM’ni artık bir dış olgu, bir yabancı kurum olarak görmemesi lazım Türkiye
yargısının. Anayasa’nın 90. maddesi buna dikkat çekiyor ve emrediyor.
Zafer Üskül: Elbette emrediyor. Yüksek mahkemelerin yargıçlarına “Eğitime
girin” deseniz kıyamet kopuyor. Aslında bilmiyor da değiller. Belki binlerce defa yazıldı,
TV’lerde söylendi. Artık bunu duymayan yargıç kalmamıştır diye düşünüyorum.
Hüsnü Öndül: Tabii bilgiyle kültür meselesini ayırmak lazım…
Zafer Üskül: Bizim ülkemizde bir yargıç kültürü sorunumuz var. Bunun
gelişmesi gerekiyor. Bu konuda ne kadar oldu bilmiyorum ama yargıç ve savcıların
önemli bir bölümü eğitimden geçirildi. Farklar da var, bakıyorsunuz çok güzel
kararlar veriliyor, AİHM’e gönderme yapan kararlar da çıkıyor. Ama zaman zaman
yargıçlarımızın kendi siyasal düşüncelerinden bağımsız karar veremediklerini de
görüyoruz. Bunu yasa hükümleriyle, Anayasa hükümleriyle ortadan kaldıramazsınız.
Bu kültürle ilgili bir şey...
Levent Korkut: Burada da yine diyalogun önemi var bence. Eğer sivil
toplum kendi içinde, kamu idaresiyle ve üniversiteyle iyi bir diyalog içinde olursa,
bu diyalogun ürettiği bilgi ister istemez yargıçlara, savcılara da gidecektir. Diyalog
ne kadar gelişirse, oradan çıkan bilgi de, oradan çıkan sonuçlar da, toplumun her
kesimini etkileyecektir. Bunların arasında yargıçlar ve savcılar da var. Yani bir açıdan
da toplum yüksek sesle bazı şeyleri ifade edemediği için yargıçlar o kadar geniş
bir hareket alanı içinde yer alabiliyor. Toplumda belli bilgiler temellendirilebilirse,
biz “İnsanlara hiçbir temelde ayrımcılık yapılmamalıdır” diyebilirsek ve bu konuda
toplumda bilgi üretilirse, yargıçlar da bunun dışında kalamazlar. Diyalogun burada
toplum kurgularını değiştirmesi açısından özel bir önemi var. Bizim gibi toplumlarda
en büyük tehlike değişimin durması. Toplumsal değişim kurumları değiştirecektir.
Kurumlar donarsa o zaman tehlike başlıyor demektir.
Hüsnü Öndül: Diyalog ve katılımcılık açısından iki örnek üzerinde durmak
istiyorum: F tipi cezaevleri açılmadan önce Adalet Bakanı Hikmet Sami Bey, Temmuz
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
SÖYLEŞİ
38
2000 ya da Ağustos 2000 tarihinde İnsan Hakları Derneği’ne ve bazı sivil toplum
örgütlerine Sincan Cezaevi’ni gezme olanağı tanıdı. Biz de hemen aynı gün görüşlerimizi
açıkladık ve ayrıca yazılı rapor haline getirdik. İnsan hakları standartları açısından
uygun bulmadığımızı ifade ettik. Bu bizim bilgilenmemiz açısından olumluydu. Bunun
üzerinden on yıl geçti; bir daha hiçbir F tipi cezaevinde inceleme yapma olanağına sahip
olamadık. Oysa fiziksel koşulların yanı sıra oradaki muamelelerdir asıl önemli olan.
2000 yılında yapılan demokratik bir tutumsa, bunun devamının gelmesi gerekiyordu.
Ne yazık ki gelmedi. İkinci örnek ise, ulusal programla ilgili. Hükümet, Avrupa Birliği
katılım müzakereleri için Ağustos sonu Eylül başında ulusal program taslağını sivil
toplum örgütlerine gönderdi ve “15 Eylül’e kadar görüşlerinizi bildirin” dedi. Şimdi bu
da anlaşılır bir şey değil. Bu diyalog değil, bu “Merhaba” demek ve geçmektir. Hâlbuki
bu konuda Avrupa Birliğinin geliştirdiği standartlar var. Yeteri kadar zamanın verilmesi
gerekir. Yeterince inceleme olanağı tanımadan “Gönderdik mi?” “Evet gönderdik” oldu.
Aynı şekilde, benzer bir durum, Adalet Bakanlığı Yargı Reformu Stratejisi konusunda da
ortaya çıktı. Bakanlık, taslağı internet sitesine koydu, on civarında üniversite, Yargıtay
ve Danıştay görüş bildirdi. Ama Yargıtay’ın eleştirisi şu oldu: “Taslak hazırlanmadan
önce bizim görüşümüz alınmalıydı”. İdare bir taslağı hazırlıyor ve diyor ki “Bununla
ilgili olarak görüş bildirin”. Ulusal programda olduğu gibi yeterince zaman da vermiyor.
Hazırlık için ve katılım için uygun zaman ve ortamların yaratılması gerek.
Yılmaz Ensaroğlu: Bildiğiniz üzere, Meclis’te sivil toplumun yasama
faaliyetlerini izlemesi, yasama süreçlerine katılımı konusunda da yeni
düzenlemeler getiren bir İçtüzük değişikliği var. Biraz da bunun üzerinde duralım
mı? Sizler bu gelişmeye nasıl bakıyorsunuz?
Zafer Üskül: Sivil toplum kuruluşları İçtüzük değişiklik önergesini hemen
incelemeli ve görüşlerini iletmeli. Zaten bu konuda hemen harekete geçilmiyor.
Biliyorsunuz, internet sitesine konuldu taslak ve görüşler alınıyor, bekleniyor. Bir
taslak ortaya konmadan mı görüşler istenmeli yoksa taslak hazırlandıktan sonra mı? Bu
tartışılabilir ama bizim bazı konularda çok fazla zamanımız da yok. Eğer hiçbir taslak
olmadan görüş istemeye kalkıp onun üzerinden taslak oluşturmaya kalkarsanız ve onu
tekrar tartışmaya açarsanız, harcanması gereken süreyle, bir taslak üzerinden hareket
ederek sonuca varmaya çalışmak için gereken süre arasında çok fark var. Açıkçası,
ben bir taslak üzerinden tartışmayı sürdürmenin çok da fazla sakıncalı olduğunu
düşünmüyorum. Öbür türlü, her kafadan bir ses çıkıyor ve birbirleriyle bağlantısını
kurmak çok kolay olmayabiliyor. Oysa bir taslak varsa, onun üzerinde çalışmak her
zaman daha kolay.
Levent Korkut: Taslak iyi olur tabii. Ama taslak hazırlanmadan önce bir
genel yoklama yapılmasında da fayda var. Böylece, oluşturulacak taslakta bazı hatalar,
bazı yanlış anlaşılmalar önlenebilir ve bu diyalogu teşvik eder. Zaman yokluğu, bazı
meseleler açısından doğru olabilir. Ama mesela biz Ulusal İnsan Hakları Kurumu’nu
2004’ten beri Türkiye’de tartışıyoruz. Bunun ürettiği bazı şeyler var. Bunlar
39
SÖYLEŞİ
değerlendirilebilir taslak hazırlanmadan önce. 2004’te bu süreç başlatılmış olsaydı,
bol bol yeterdi zaman. Bazı konular son ana kadar çalışılmadı.
Zafer Üskül: Taslak hazırlanırken tüm bunların değerlendirilip
değerlendirilmediğini çok iyi bilmiyorum. Değerlendirilmiş olması gerektiğini
düşünüyorum. İçtüzük çalışmalarında sadece Türkiye içindeki çalışmaları
değerlendirmekle yetinmedi hazırlayan grup. Avrupa Birliği üyesi değişik ülkelerde
nasıl yapılıyor bu iş, incelediler. Meclis’te de neredeyse bir yılı aşkın bir süredir “Sivil
toplumla nasıl ilişki kurulur?” konulu bir çalışma var. O çalışmaların sonuçlarını
mutlaka değerlendirmiş olmaları gerekir. Artık bir taslak ortaya çıktığı zaman onu iki
kişi kaleme almış olmuyor ki, ciddi bir ön hazırlık aşamasından sonra o taslak yazılıyor.
Ama haklısınız, değerlendirmek için verilen zaman önemli.
Levent Korkut: Orada bir sorun var. Yasa yapma süreçlerinin çok aceleye
getirilmemesi gerek. Biraz zaman tanınması -ki bu hükümetin 2001’den bu yana bol
bol zamanı vardı- aslında mümkün. Daha geniş bir zamanda tartışma yaratarak yasa
yapmak daha sağlıklıdır.
Zafer Üskül: Meclis’in gündemini izlerseniz çok yoğun bir gündemi olduğunu
göreceksiniz. Bakın TCK, Ceza Muhakemesi Kanunu, Medeni Kanun baştanbaşa
yeniden yapıldı. Şimdi Ticaret Kanunu, Borçlar Kanunu var gündemde. Bunlar temel
ve çok büyük kanunlar. Onun dışında yüzlerce kanun tasarısı, teklifi var. Dolayısıyla
çok yoğun bir gündem var ve bunların hepsinin ele alınması lazım.
Levent Korkut: Sivil toplum örgütleri açısından baktığımızda da bazı
problemler var ama şunu da anlıyoruz ki, Türkiye hızlı değişmek zorunda olan bir
ülke. Ama bu hızlı değişim olurken, insanların, sivil toplumun, siyasi partilerin bunu
sindirmesi de çok önemli. Dolayısıyla zamanın çok verimli kullanılması gerekiyor.
Birçok olayda ciddi zaman kaybedildi. Mesela 2005, 2006, 2007 görece insan hakları
açısından fazla aktivitenin olmadığı bir dönem oldu.
Zafer Üskül: O dönemde başka şeyler yapıldı. Ceza Kanunu o dönemde
çıkarıldı. Arkasından Ticaret Kanunu, Borçlar Kanunuyla ilgili çalışmalar başlatıldı. Onlar
ancak gündeme gelebildi, hala görüşülemiyor. Çok zaman gerektiriyor bunlar. Tabii
İçtüzük meselesinde, Meclis’in çalışmalarını muhalefetin haklarını sınırlamadan daha
verimli hale getirebilirsek, muhtemelen bu işler biraz hızlanacak. Orada da çok dikkatli
olmak gerekiyor, muhalefetin mutlaka olması gerekiyor. Muhalefetin sesini çıkarabileceği
olanakların tanınması gerekiyor. Ama işlerin daha hızlı götürülmesini sağlayacak
mekanizmalar da lazım. Yani zaman zaman biz burada, yoklama isteğinden kanunları
görüşemez hale gelebiliyoruz. Hâlbuki milletvekillerinin tamamı her kanunla çok yakından
ilgili değiller. Sonuçta asıl tartışmalar, asıl görüşmeler komisyonlarda oluyor. Yasama
faaliyetini biraz etkinleştirmek gerekiyor. İçtüzük onu başarabilirse, muhtemelen daha
çok zaman kazanırız ve hazırlık çalışmalarına daha fazla zaman ayrılabilir.
Levent Korkut: Modern yasama sistemlerinde genel kurul tartışmalarından
çok, hazırlık aşamasındaki, bürokratik aşamadaki faaliyetler ve sivil toplum diyalogu
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
SÖYLEŞİ
40
önemli. Genel Kurulda artık siyasi ifadeler yer almalı, yani partiler destekler ya da
desteklemez. Onları ifade edebilecek zaman yeterlidir Genel Kurulda. Genel Kurul bir
hazırlık çalışması yeri değil.
Zafer Üskül: Ama şimdi sistem öyle işlemiyor, onun için de yavaşlıyor.
Levent Korkut: Diyalogla ilgili bir konuyu vurgulamak istiyorum. Kamu
idaresi, yirmi yıl öncesinden farklı olarak, bir diyaloga yönelmiş durumda fakat şöyle
bir sorun var. Eğer siz sivil toplum örgütü olarak o icraatı eleştiriyorsanız ya da rapor
getiriyorsanız, kamu idaresi bir sonraki toplantıya sizi çağırmayabiliyor. Biz bunu
çocuk haklarında, mültecilerde ve çeşitli alanlarda yaşadık, yaşıyoruz. Tabii burada
iki bakanlık çok öne çıkıyor: İçişleri Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı. İnsan haklarıyla
ilgili konuların toplandığı yerler buralar çünkü. Bence bürokratların burada gerekli
donanıma sahip olmaları ve bunu yönetebilecek duruma gelmeleri gerekiyor. Yani
örgütleri kara listeye alarak bu mesele çözülemez. Öyle olunca, sivil toplum örgütleri
de tepki göstermeye başlıyor ve tüm bunlar diyalogu tersine çeviriyor.
Yılmaz Ensaroğlu: Örneğin, mültecilerle ilgili bir çalışmada, bu konuda
en yoğun çalışması olan iki örgüt, hazırladıkları raporlar yüzünden toplantıların
dışında tutuldular. Ancak zamanımız daralıyor. Biraz da, bunca değişimden sonra
Türkiye’deki belli başlı insan hakları sorunları olarak neleri görüyoruz, bir de ne
olacak bu sivil ve demokratik Anayasa meselesi? Neler görüyoruz yakın gelecekte?
Bunlar üzerinde duralım istiyorum.
Zafer Üskül: İnsan hakları alanında Anayasa’nın 90. maddesine yapılan
eklemeden sonra bence mevzuattan kaynaklanan sorun yoktur denilebilir. Bu elbette insan
haklarıyla ilgili uluslararası anlaşmalara aykırı iç hukuk hükümlerinin gözden geçirilmesini
engellememelidir. Ama yargı sistemimiz mutlaka insan haklarıyla ilgili uluslararası
sözleşmeleri dikkate alarak vermelidir kararlarını. Birinci mesele bu… Yani ayıklanacak
hükümler var, onları ayıklamalıyız ama ayıklayamasak bile bu yargıyı etkilememeli. Çünkü
kanun üstünlüğü var. İkincisi; uygulamadan kaynaklanan sorunlar. Biz Komisyon olarak
sürekli uygulayıcıları uyarıyoruz. Bizim geçen yıl Nevruz olayları ile ilgili yaşanan olayların
sonucunda hazırladığımız raporda, 25–26 madde halinde önerilerimizi ortaya koyduk.
Aslında orada önerdiğimiz konular, bütün toplumsal olaylarda idarenin nasıl davranması
gerektiğini gösteren uyarılardır. İdarenin bunları uygulaması gerekir. Bir başka sorun da
ne yazık ki, yanlış uygulama yapanlar hakkında hem idari hem adli soruşturmaların sonuç
verir bir biçimde yapılmaması. İstatistikler bunu gösteriyor, ceza alanların oranları %2’yi
aşmıyor. Adil ve etkili soruşturma ve gereken müeyyidelerin uygulanması gerekiyor. Bu
yapılırsa uygulamadan kaynaklanan sorunlar büyük ölçüde azalacaktır. Bir başka sorun
da, fizik olanaklardaki sınırlılıklar. Bu özellikle cezaevlerinde karşımıza çıkıyor. Ne yazık
ki, cezaevi nüfusu çok kalabalık… Yani kapasitenin kaldıramayacağı ölçüde kalabalık…
Sadece bundan kaynaklanan sorunlar var.
Levent Korkut: Zafer Bey’e katılıyorum. Uygulamada ciddi problemler var.
Türkiye’nin taraf olduğu sözleşmelerin -iç hukuk itibariyle baktığımızda- bunların tam
41
SÖYLEŞİ
olarak uygulanmadığını görüyoruz. Yargı, yargı reformu ve yargı kültüründeki değişim
meselelerine de katılıyorum. Zafer Bey de ifade etti. Bu önümüzdeki dönemde ciddi
bir sorundur. Bunu aşabilecek ve süreci hızlandırabilecek neler yapabiliriz, onun
üzerinde düşünmemiz gerekir. Bugün kâğıt üzerinde baktığımızda Türkiye, ABD’den
daha fazla insan hakları sözleşmesine taraf. Hatta belki bazı Batı ülkelerinden
de daha fazla sözleşmeye taraf olmuş olabilir. Ancak uygulamaya baktığımızda,
bunun tam olarak yansıdığını söylemek doğru olmaz. Esas problemler uygulamadan
kaynaklanıyor. İkinci olarak, Türkiye henüz ayrımcılık alanında güçlü bir düzenlemeye
sahip değil. Diğer konularda olduğu kadar bu konuda da ileri gidilemedi. Ayrımcılıkla
ilgili daha fazla çalışmak gerekiyor. Bu konuyu düzenleyen bir yasa yok. Bu da önemli
bir alan olarak önümüzdeki dönemde kendisini hissettirecek. Üçüncü olarak insan
haklarıyla ilgili olan kurumların oluşturulmasında geç kalındı. Ulusal İnsan Hakları
Kurumu, Ombudsman, Kamu Denetçisi gibi kurumların Türkiye’de doğru bir şekilde
yapılandırılması önemli bir konu. Bu konular dört beş yıldır konuşulmasına rağmen
henüz tam bir adım atılamadı. Her ne kadar bir kamu denetçisi yasası çıktıysa da,
Anayasa Mahkemesi iptal etti. Orada da bazı problemler var, belki önümüzdeki dönem
bu iki konuda, ulusal kurum ve kamu denetçiliği konusunda iyi bir çalışma yapmak
gerekecek. Bunun ötesinde güvenlik ve insan hakları ilişkisi, bütün dünyada olduğu
gibi Türkiye’de de önemli bir sorun. Burada temel felsefemiz bireylerin güvenliğinden
başlamak olmalı yani bireylerin güvenliği sağlanmadan kamu güvenliği sağlanamaz.
Bir başka konu da özel grupların durumları geliyor. Ceza evlerinin durumu, işkence
ve kötü muamelenin üzerine gidilebilmesi için gerekli izleme mekanizmalarının ve
sivil toplum katılımının sağlanması ve çocukların, engellilerin hak alanları ve bunların
korunabilmesi de yine önemli konular arasında.
Yılmaz Ensaroğlu: Sivil toplumun yasama faaliyetlerini izlemesi ve
yasama süreçlerine katılımı konusunda ne düşünüyorsunuz?
Levent Korkut: Birçok demokratik ülkede sivil toplum yasama süreçlerine
çeşitli yollarla katılıyor. Türkiye’de bugüne kadar sivil toplumun yasama süreçlerine
katılımı çok sınırlı kaldı. Bunu geliştirmek gerekiyor, geliştirirken bazı hukuki
düzenlemeler de yapmak gerekiyor. Yasama sürecine katılım derken illa ki yasama
içinde katılımını anlamamalıyız tabiî ki. Yasamanın başka yollarla da katılımı sağlaması
lazım, ama yasama organında resmi bir katılım prosedürünün de olması gerekir. Bunun
için de iç tüzük değişikliği gerekiyor, Meclis iç tüzüğünde yapılan değişiklikte buna
yer verilmeli. Maksimum katılım nasıl sağlanır, oradaki temel mantık o olmalı. Sadece
içtüzük değişikliği değil, bunun uygulaması da çok önemli.
Yılmaz Ensaroğlu: İnsan hakları savunucuları açısından özellikle Hüsnü
Bey’e ve Levent Bey’e birkaç hususu sormak istiyorum. Birincisi Türkiye’deki
insan hakları savunucuları halen ne gibi zorluklarla karşı karşıyalar. Geçmişte, ne
gibi zorluklarla karşılaştılar, ne tür bedeller ödemek zorunda kaldılar? Ve halen
önlerinde ne gibi engeller problemler var?
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
SÖYLEŞİ
42
Hüsnü Öndül: Pek çok zorlukla karşı karşıya kaldılar. Gözaltı, tutuklama,
örgütlerin kapatılması ve pek çok dava… Örneğin; İHD yöneticileri hakkında 1986
yılından bu yana binin üzerinde dava açıldı. Etkinlikleri yasaklandı. Bazen terörist,
bazen bölücü nitelemelerine muhatap oldular. Medyada hedef gösterildiler. 1998
yılında İHD Genel Başkanı Akın Birdal’a yönelik saldırı, bu tür bir hedef göstermenin
sonucudur. Bugüne kadar İHD’nin 22 yöneticisi ve üyesi öldürüldü.
Levent Korkut: Şu anki durum on beş sene önceye göre daha iyi diyebiliriz.
Hüsnü Bey’in de dediği gibi 1990’larda insan hakları savunucuları ölüm tehdidiyle
karşı karşıyaydı. Dernekler ya da vakıflar o dönemde temeli olmayan yasal işlemlere
muhatap oldular. Faaliyetleri engellendi, kapatıldı. Bunlar da bir azalma var fakat tam
anlamıyla bütün sorunlar ortadan kalkmış değil. Bunları engelleyecek düzenlemelerin
yapılması gerekiyor. İnsan hakları savunucuları, günümüzde bireysel olmaktan çok
belli dernekler ve vakıflarla birlikte hareket ediyorlar ya da onların içinden çalışıyorlar.
Dolayısıyla dernek ve vakıfların özgür bir ortamda çalışmaları, insan hakları
savunucularını doğrudan ilgilendiren bir konu. İnsan hakları savunucularına yönelik
tehditler azalmakla birlikte, zaman zaman bunların yeniden boy gösterdiğini gördük.
Örneğin; 2006–2007 yıllarında insan hakları savunucularına yönelik baskılarda artışlar
oldu. Hrant Dink’in öldürülmesi büyük bir infial yarattı. İnsan hakları savunucuları
kendilerini güvende hissetmiyorlar. Bu tip olayların sona erdirilmesi ve kesin biçimde
kamunun bu olayların üzerine gitmesi gerekiyor. Her ne kadar 90’lardaki duruma geri
dönülmüş değilse de bu da, bir tehdit alanı olarak hala varlığını koruyor, İnsan hakları
savunucularının ifade özgürlükleri de önemli. Sonuçta insan hakları savunucuları
evrensel kurallar ve ilkeler çerçevesinde temel hak ve özgürlüklerin korunmasıyla ilgili
çalışma yapan kişiler. Bu kişilerin ifade özgürlükleri kısıtlanacak olursa çalışmalarını
sürdüremeyeceklerdir. Sürdürseler de cezai birtakım yaptırımlarla karşı karşıya
kalacaklardır. Genel ifade özgürlüğü içerisinde insan hakları savunucularının ifade
özgürlüğüne özel olarak dikkat etmek gerekiyor. Onların ifade özgürlüğü bir anlamda
turnusol kâğıdı yerine geçiyor. Onların ifade özgürlüklerini kısıtlıyorsanız o ülkedeki
ifade özgürlüğünün standartları açısından soru işaretleri ortaya çıkacaktır.
Yılmaz Ensaroğlu: Peki insan hakları savunucularına yönelik bu
saldırıların ya da engellemelerin kaynağı nedir, kimdir? Bunun altında neler
yatıyor? Daha önemlisi, bu saldırılar, bu gergin ilişki yerini nasıl diyalog ortamına
bırakır?
Hüsnü Öndül: İnsan hakları savunucuları, ülkenin, hak ve özgürlüklerin
yaşam bulduğu bir sisteme sahip olmasını istiyor. Demokratik bir Türkiye istiyor.
Türkiye’nin demokratikleşmesini istemeyen güçler doğal ki, savunuculara karşı
olumsuz tutum geliştireceklerdir. Devlet kadrolarına hâkim zihniyet, insan hakları
ve özgürlüklerine saygı çerçevesine evrildikçe, açılım sağlanacaktır. Israrla, sabırla
çalışmak lazım. Diyalog için çalışma ve sabır şart.
Levent Korkut: Burada iki durumu ayırmak lazım birbirinden. Bu saldırıların
43
SÖYLEŞİ
kaynağında illegal örgütlerin yapıların rol oynadığını söyleyebiliriz. Henüz süreçler
bitmemişse de bazı davalar bunu güçlü bir şekilde işaret ediyor. Örneğin, Ergenekon
Davası. Burada tabii yasal süreç bitmediği için fazla bir şey denilemez ama Türkiye’de
1970’lerden beri illegal örgütlenmeler devlet içerisindeler. Bunu Başbakanlar da
hisseti, Cumhurbaşkanları da. Geçtiğimiz dönemde herkesin aslında bildiği bir konu
bu. Bu yapılar insan hakları savunucularına da yöneldiler. İnsan hakları savunucularına
yönelik öldürme olaylarında bu kişilerin rol oynadığını düşünüyorum. Bu işin bir
ayağı ve bu diyalogla çözülebilecek bir şey değil. Bunu çözmenin yolu, hukuk devleti
olmaktır. Hukukun üstünlüğüne bağlı bir devlet olmak ve bütün illegal yapıları ortadan
kaldırmaktır. İkinci ayağı ise, insan hakları savunucularıyla kamu kurumları arasındaki
ilişkiler.. Yani, örneğin; bir gösteri yürüyüşünde, bir basın açıklamasında polisin aşırı
şiddet kullanımı ya da yargı organlarının insan hakları savunucularına yönelik hiç de
hak etmedikleri birtakım cezai yaptırımlar uygulamaları ya da bunlara yönelik kararlar
vermeleri…. Burada diyalogun geliştirilmesi bu tür tutumları azaltabilir.
Yılmaz Ensaroğlu: Bir de toplumsal algı var herhalde.
Levent Korkut: Evet, diyalog toplumsal algının da değişmesine neden
olacaktır. İnsan hakları savunucularının hain ya da başka şekilde damgalanması,
onlara yönelik davranış kalıplarını da etkiliyor. Dolayısıyla işin bu yönü diyalogla
irdelemeye daha uygun.
Yılmaz Ensaroğlu: Sivil toplum kuruluşlarının insan hakları sorunlarına
ideolojik gözle baktıkları şeklinde bir sorun sürekli gündeme geliyor. Bu sorun
nasıl aşılır yani toplumun bu konuda ortak algıya kavuşması, herkes tarafından
kabul edilen, herkes için savunulan bir değer haline gelmesinin yolu nedir?
Levent Korkut: Bu konu Türkiye açısından çok kolay bir konu değil. Çünkü
sadece insan haklarına özgü bir konu değil. Toplumda dar ideolojik bakış, birçok alanda
hâkim. Toplumun çeşitli fay hatlarıyla bölünmüş olması da bunu destekliyor. Sivil
toplumun kendi içerisinde bir araya gelişi ve bunları paylaşması geçmişte çok yaygın
değildi. Dolayısıyla siz aslında tarafsız bir bakışla baksanız bile bazı şeyler üzerinize
gelebiliyordu. Sivil toplum kuruluşları bu konuda duyarlı olmalı. Tarafsız bakışı, yani
insan hakları politikaları temelinde bakışı iyi bir şekilde oturtmalılar. İnsan haklarının
da bir politik zemini var tabii ki, ama bu siyasi partilerin ideolojik zemininden
farklı bir zemin. Yani bir yandan eşcinsellerin haklarını savunurken bir örgüt, öbür
yandan başörtülüleri dışlaması o örgütün haklı olarak damgalanmasına neden olur.
Çünkü eşit davranmıyordur örgüt. Oysa metinler açık, uluslararası belgelerde hak ve
özgürlüklerden kimin yararlanacağı ortada. Birey esas alınmak zorunda. Sivil toplum
örgütleri, birey hangi birey olursa olsun, insan hakkı ihlaliyle karşılaştığında, ona karşı
reaksiyon göstermek zorunda. Toplumun genelinde de bu algının yaygınlaştırılması
gerekiyor. Bunun için bence farklı sivil toplum örgütlerinin bir araya gelmeleri ve
birlikte hareket etmeleri çok önemli. Toplumda sivil toplum örgütleri toplumun
mozaiğini yansıtıyor. Çok sayıda örgütün farklı kesimler tarafından kurulması, farklı
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
SÖYLEŞİ
44
kesimlerin duyarlıklarına hitap etmesi mümkün. Bunlar bir araya gelirler, ortak ilkeler,
ortak esaslar oluştururlarsa büyük bir etki yaratacaktır. Türkiye ve benzeri ülkelerde
sık yaşanıyor bu sorun. Demokrasinin eksikliği, toplumlar arası ilişkiyi zayıflatıyor
ve toplumun farklı kesimleri birbirlerine karşı önyargılar oluşturmaya başlıyorlar.
Devlet mekanizması bu farklılıkları geçmişte çok kullandığı için toplumda da belli bir
kinlenme oluştu diyebiliriz bu meselede.
Yılmaz Ensaroğlu: Sivil toplum örgütlerinin sadece belli konulara
duyarlılık gösterdikleri, birtakım sorunları ya da pek çok sorunu da görmedikleri
yolundaki eleştirilere ne diyorsunuz?
Levent Korkut: Aslında sivil toplum örgütlerinden bütün sorunlarla aynı
anda ilgilenmesi beklenemez. Stratejik açıdan bakıldığında da bu çok doğru değildir,
kaynakların yetersizliği vs. nedeniyle çalışmalarını belli alanlarla sınırlaması bir sivil
toplum örgütü için normal bir durumdur. Anormal olan sadece bir kesimin sesi olup
diğer insan hakları problemlerine duyarsız kalmaktır.
Yılmaz Ensaroğlu: Bu eleştiriler tabii daha çok genel izleme ve raporlama
yapan ya da pek çok konuda açıklamalar yapan, tepki gösteren örgütlere yönelik
olarak gerçekleşiyor.
Levent Korkut: Genel izleme, raporlama yapan örgütlerin çok daha dikkatli
olması gerekiyor. Yani o alana giren her sorunu kapsamaları lazım. Yani diyelim ki ifade
özgürlüğü alanında bir rapor yazılıyor. Raporun tüm alanları ve herkesi kapsaması gerekir.
Dışladığı zaman işte toplumda zaten var olan ideolojik önyargıları da desteklemiş oluruz
ki, bir insan hakları örgütü için bu düşünülmemesi gereken bir şey.
Hüsnü Öndül: İdeolojik ve siyasi tercihlerimiz yerine, her biri birer değeri
ifade eden insan hakları ve özgürlüklerini esas aldığımızda sorun kalmaz. Aykırı
davranan bazen kardeşimiz, arkadaşımız ya da yoldaşımız olabilir. İlkelere dayalı
tutum aldığımızda o durumda üzülsek bile, gerçekte tutarlı davranmış oluruz. Etik
de böyle bir şeydir zaten. Kâr- zarar hesabı yapmadan ilkesel tutum almak… Ortak
paydanın, menfaatlerin savunulmasından değil, değerlerin savunulmasından geçtiğini
kabul etmemiz gerekir.
Yılmaz Ensaroğlu: Evet, görülüyor ki, diyalogun kendisini konuşmak
için bile çok daha uzun zamana ihtiyaç var. Ne var ki, zamanımız da yerimiz de
sınırlı. Tekrar konuşmak ve daha detaylı değerlendirmeler yapabilmek umuduyla
bu güzel söyleşi için hepinize çok teşekkür ediyoruz.
Güç, özgürlüğün en büyük düşmanıdır.
Henry C. Wallich
Gündem / Kim ne diyor?..
Sarı Gelin Belgeseli Üzerine
10 Soruda Çocukların Kafalarına Mayın Döşemek
Doç. Dr. Serdar M. Değirmencioğlu
Yıl 2008. Genelkurmay Başkanlığı tarafından hazırlatılan “Sarı Gelin–Ermeni
Sorununun İç Yüzü Belgeseli” adlı yapım, Milli Eğitim Bakanlığı aracılığı ile okullara
gönderilir. Bu “şey” ne bir belgesel, ne de eğitsel malzemedir ama okullarda
gösterilmesi istenir ve gösterilir. Okullara gönderilen yazılarda, yapımın öğrencilere
izlettirilmesi, bir sonuç raporu yazılması ve raporun 27 Şubat 2009 mesai bitimine
kadar gönderilmesi istenir.
Yıl 2009. Okullara gönderilen yazı hakkında bir uyarı mesajı
bir insan hakları e-posta grubuna iletilir. Gruba üye olan
insan hakları savunucuları konuyu ülkenin gündemine taşırlar
ve bir hafta içerisinde Milli Eğitim Bakanlığı konu hakkında
hesap vermeye zorlanır.
Soru 1: Kimin fikri?
Genelkurmay, senelerdir web sitesinden ülkeyi kurtardığı için, belki bir de DVD
yaptırtması şaşırtıcı olmayabilir. Ama düşünmemek elde değil: Dünyada başka hangi
ordu, sitesinde böyle konulara yer veriyor, DVD hazırlatıyor ve okullara dağıtılmasını
sağlıyor? Hukuki açıdan, fikrin değil kararın nereden geldiğini saptamak gerekir.
Karar, Milli Güvenlik Kurulu bünyesindeki bir birimden geliyor.
Soru 2: Nasıl bir şey?
İki DVD’den oluşan bu “şey” dayanılması güç bir şey. İlk DVD, bu “şeyin” ne kadar
“bilimsel olduğu” ile başlıyor. Belli ki, DVD birilerini bir şeylere inandırmak için
yapılmış ve sıkı bir inandırma çabası içeriyor. Mesut Mertcan bu çabaya, kulağa güzel
ve inandırıcı gelen bir ses tonuyla katılıyor; “kardeşçe yaşama arzusu”, “barış” gibi
olumlu sözlerle izleyiciyi kazanmaya çalışıyor.
Soru 3: Hangi ikna teknikleri kullanılmış?
Bilimsellik ve “barışseverlik” iddiaları dışında, yapımda özellikle duygular üzerinden
yol alınmak isteniyor. Güven ve merhamet uyandıracak yaşlı dedeler, “başını
kestiler”, “hepsini odun niyetine yaktılar” vb. şeyler söylüyorlar. Bir diğer dede,
“aklına geldikçe insanın aklını oynatası geliyor” diyor ve gözyaşlarına kapılıyor. Bu
sözler ve görüntülerin duygusal açıdan kolay etkilenebilecek izleyicilerin, örneğin
çocukların, akıllarında kalacağını tahmin etmek hiç zor değil.
Güven ve merhamet, ardından nefret uyandırmak için toplu mezarlar, kemikler,
45
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
kafatasları kullanılmış. Bunlar çocuklara kesinlikle kötü ve kalıcı etkisi olacak
görüntüler ama zaten istenen de bu. Kullanılan ikna malzemesi amaca uygun. Amaç,
birilerinin hep iyi, birilerinin hep kötü ilan edilmesi ve bunların belleklere kazınması.
Yani, çocukların kafalarına korku, tiksinti, acıma ve nefret karışımından oluşan kalıcı
mı kalıcı, duygusal mayınlar yerleştirmek.
Soru 4: Ya ana fikir?
Ana fikir, ilk DVD’de ağır ağır öne çıkarılmakta ve sonra sürekli yinelenmekte:
“Ermeni kötüdür”. Örneğin, “Tarihin belki de en kara sayfalarını” yazanların
Ermeniler olduğu söyleniyor. Söylenenler hiçbir şekilde zaman, koşullar ve
bağlam (örn., “şu tarihte” veya “şurada” yaşananlar, “şu grubun” yaptıkları) ile
sınırlanmadan verilmiş. Söylenenler hep bir bütüne, yani bütün Ermenilere yönelik.
Bunun hemen ardından, yine hiçbir sınır konmadan, kapsayıcı bir şekilde “Ermenistan
saldırgan, yayılmacı, tehditkâr, intikamcıdır” deniyor. Yani, “hep düşmandı” ve
“düşman kalacak”. Çıkarılması istenen sonuç; “komşuyu reddet ve ona düşman ol.”
GÜNDEM
46
Bunlar, etnik sıfatları fütursuzca kullanan milliyetçi yaklaşımın bildik göstergeleri.
Bu yaklaşım, tarihteki bütün olayları birbirine katar ve zaman, mekân, durum, hiçbir
ayrım yapmadan “Ermeni”, “Türk”, gibi kategorileri bir sabit kategori haline getirir.
Bir sabit hep iyi, diğer sabit ise hep kötüdür. Bu yolla, bir halkın bir diğer halkı “ezeli
düşman” görmesi istenir.
Soru 5: Bu ilk mi?
Birilerine zorla “acı gerçekler” içeren görüntüler izletilmesi elbette hiç yeni değil.
Örneğin, Bolu Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi, liselerde “terör” konulu
seminerler düzenlemiş ve parçalanmış ceset fotoğrafları ile öğrencilere terör
yaşatmıştı (bkz. Radikal, 26.9.2002). Parçalanmış cesetler ‘ibret olması amacıyla’
gösterilmişti. Bu fotoğrafları dehşetle izleyen öğrenciler, özellikle vücudunun yarısı
parçalanmış kadının fotoğrafını görmeye dayanamamıştı.
Soru 6: Kitlesel mi?
Anlaşılacağı üzere, görüntüleri izletenler güçlü, izletilenler ise güçsüz konumdalar.
Kitlelerin güçsüz olduğu ülkelerde, bu gibi insan haklarına aykırı uygulamaların
kitlesel olması gayet kolay… Aklıma, 1997’de Burdur’da bedelli askerlik yapanlar
için düzenlenen bir düzine “seminer”, yani beyin yıkama seansları geliyor.
Bunlardan birinde bize, tandıra atıldığı söylenen bebek cesetleri ve daha nice
ceset gösterilmişti. Toplam beş bin kişiydik. Kim bilir bu oturumlar kaç kere daha
düzenlendi; daha kaç bin er bu görüntülere maruz kaldı?
Soru 7: Etkisi olur mu?
Burdur’daki seminerlerde sık vurgulanan mesaj, bu oturumda da yinelenmişti:
“Türkiye’nin iç düşmanları her zaman dış düşmanlarının hizmetindedir. Dış
düşmanların kim olduğu bellidir: Rum, Yunan, Ermeni.” Arkamda oturan er, “bu
saçmalıklara kim inanır yahu?” diyerek tepki verirken, hemen önümde oturan çok
daha genç er, yanındakilere, “Şimdi elimde silah olacak, kaç tanesini gebertirdim bu
Rumların!” diyordu.
Bu iki erin sözleri, okullarda öğrencilere izletilen “şeyin” etkisi hakkında bir
ipucu veriyor. Eleştirel düşünebilen, propaganda deşifre etmeye alışık izleyiciler,
propaganda malzemesini kolay ayırt ederler. Bu yetkinliğe sahip olmayan izleyiciler
ise, kendilerine söylenenlere ve gösterilenlere çabucak inanabilirler. Etkinin artması
için kullanılan korkutucu ve çarpıcı görüntüler, bu izleyicileri özellikle kolay etkiler.
Sonra da istenildiği gibi düşünmeye ve hatta davranmaya başlarlar. Yani birilerine
düşman olurlar. Kafalarda patlamaya hazır mayınlar oluşur.
Soru 9: Ya Ermeni çocuklar?
Ya Ermeni çocuklar? Ermeni okulları? Bu “şeyin” okullara gönderilmesi kararını
verenlerin, onlar hakkında ne düşündüklerini kestirmek hiç güç değil. Asıl güç olan,
bir devletin kendi vatandaşlarından bir bölümünü doğrudan tehdit eden bir yapımı
nasıl olup da okullara dağıtabildiğini anlayabilmek.
Eğer yapımdaki ana fikir “Ermeni kötüdür” ise ve söylenenler hiçbir şekilde zaman,
koşullar ve bağlam ile sınırlanmadan veriliyorsa, “Ermeni” ve “Türk” gibi kategoriler,
birer sabit kategori olarak sunuluyorsa ve bir sabit hep iyi, diğer sabit hep kötüyse,
Ermeni çocuklara diğer sabit kategoriye üye olduğu söylenen çocuklar kötü bakmaz,
hatta kötü davranmaz mı? Sonuçta, Ermeni çocuklara düşmanlık beslemezler mi?
47
GÜNDEM
Soru 8: Ya çocuklar?
“Belgesel” denilen ama belgesel olmayan “şeyin” ilköğretim okullarının hepsine
gönderildiği ve tüm öğrencilere izletilmesinin istendiği anlaşılıyor. Kaç öğrenciye
izletildiğini bilmek mümkün değil, ama sayının yüksek olduğu açık. İzleyenlerin
çoğunun etkileneceği de kesin: Henüz deşifre etme becerileri gelişmediği için yaşı
küçük öğrenciler, yanlı malzemeden daha kolay etkilenirler. (Bir umut; belki de
onları bu saçmalıktan sakınan yönetici ve eğitimciler olmuştur.) Yaşı küçük olmasa
da, eleştirel düşünmeye çok alışık olmayan ve propaganda malzemesini sınamayı
bilmeyen öğrenciler de söylenenlerden ve görüntülerden mutlaka etkilenecekler ve
Ermenilere düşmanlık besleyeceklerdir.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
Soru 10: Ya çocuk hakları?
Çocuklara yapılanların ne yurtseverlikle, ne de herhangi bir eğitsel hedefle ilişkisi
olabilir. Bu yapım, çocukların kafalarına korku, tiksinti, acıma ve nefret karışımından
oluşan kalıcı duygusal mayınlar yerleştirmeyi; düpedüz düşmanlık üretmeyi
hedeflemektedir. Bu nedenle hem gösterimlerin engellenmesi, hem de gösterimlerin
gerçekleşmesini sağlayanların soruşturulması gerekir.
Çocuklara yapılanların ortaya çıkmasının ardından çocuk haklarını ciddiye alan
kişi ve kuruluşlar güçlü bir şekilde gösterimlerin engellenmesini talep ettiler.
Hrant Dink Vakfı ise bir adım daha atarak bu vahim durumu mahkemeye taşıdı;
düşmanlık tohumlarının atılmasını bir ölçüde bile olsa engelleyebilmek için İdare
Mahkemesinde dava açtı. Vakıf, bu çabasında hiç kuşkusuz ki, çocukların yararını
düşünenlerin desteğini alacak.
GÜNDEM
48
Tam da bu nedenle gerekli desteğin dayanaklarını ele almak yararlı olabilir. Milli
Eğitim Bakanlığı, bu yapımın okullara dağıtılmasını ve gösterimini sağlarken, kendi
mevzuatına aykırı davranmıştır. Mevzuata göre, eğitsel malzemeler, bir sınıf veya
döneme uygunluğu açısından incelenir ve uygunsa o sınıf veya düzeydeki öğrenciler
için kullanılmak üzere onaylanır. Okullarda gösterilen bu yapım, herhangi bir onay
taşımadığına göre, yapımın eğitsel malzeme olmadığını Bakanlık baştan bilmektedir.
Çocuk hakları açısından ise iki temel ilkenin ihlali söz konusudur. Bunlardan ilki,
çocukları ilgilendiren bütün uygulamalarda ve kararlarda çocukların yararının önde
tutulmasıdır. Bu yapımın hiçbir açıdan çocuklar için bir yarar taşıması söz konusu
değildir. Diğer ilke ise, ayrımcılıktan kaçınılmasıdır. Bu genel anlamda ayrımcılıktan
kaçınılması yanında, eğitimde ayrımcılığı teşvik eden süreçlere yer verilmemesini de
içerir. Okullarda gösterilen bu yapım, hem ayrımcılığı hem de ırkçılığı içermekte ve
teşvik etmektedir.
Şimdi ne olacak?
Gelen tepkiler ardından Milli Eğitim Bakanlığının yaptığı açıklamaların, günü
kurtarma çabalarının ötesine geçtiği söylenemez. Yapılan açıklamalar, ne çocuklara
verilen zararı, ne de kafalara yerleştirilen mayınları ortadan kaldırabilir. Varılan
noktada, Bakanlığın okullara dağıtılan bu yapımın toplatılmasını sağlaması ve bir kez
daha okullarda gösterilmemesi konusunda güvence vermesi gerekmektedir.
Gerek Bakanlığın şu ana dek sergilediği tutum, gerekse sürecin başlamasına neden
olan kararın Milli Güvenlik Kurulu ve Genelkurmay damgalı olması, bu konuda
anlamlı bir çözüme ulaşılması için çocuk hakları savunucularının kararlı ve ısrarlı
davranmasını gerektirmektedir.
[email protected]
Uluslararası Ceza Mahkemesİ’nden
Ömer El Beşİr’e Tutuklama
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM)
Darfur’daki insanlığa karşı suçlar ve savaş
suçları nedeniyle Sudan Devlet Başkanı Ömer
El Beşir hakkında tutuklama kararı verdi. UCM
Sözcüsü Laurence Blairon, Beşir’in “Darfur’daki
sivil nüfusun önemli bir bölümüne karşı
bilerek saldırı düzenlemek, cinayet, yok etmek,
tecavüz, çok sayıda sivili zorla yerinden etmek
ve mallarına el koymak”la suçlandığını belirtti.
Birleşmiş Milletler (BM)’e göre, Darfur’daki altı
yıllık silahlı ihtilafta 300 bin kadar insan ölmüş,
milyonlarcası da yerinden edilmişti.
GÜNDEM
49
UCM kararının açıklanmasının ardından, Sudan’ın başkenti Hartum’da El Beşir lehine
gösteriler yapıldı. Cumhurbaşkanı Ömer El Beşir’e destek dövizlerini taşıyan halk,
Ceza Mahkemesine seslenerek kararın geri alınmasını istedi. Sudan Devlet Başkanı
Ömer El Beşir de kendisine yöneltilen suçlamaları reddetti. Beşir kendisi lehine
yapılan gösterilerde UCM için de “Bu yanlış adaletten bahsedildikçe, bu Mahkeme’yi
ve onun yandaşlarını ayağımın altında ezerim” dedi. Bu gelişmeler devam ederken
Sudan’ın Ankara Büyükelçisi İbrahim Matar Abdurrahim Muhammed de büyükelçilikte
bir basın toplantısı düzenledi ve kararı “siyasi” olarak nitelediğini belirtti. Büyükelçi,
tutuklama isteminin “dünyadaki en tehlikeli karar” olduğunu savunurken, Mahkeme’yi
de tanımadıklarını söyledi. Muhammed, “Amacımız Darfur sorununu barışçıl şekilde
çözmek” derken İslam Konferansı Örgütü, Arap Birliği ve Afrika Birliği başta olmak
üzere, uluslararası kuruluşlarla işbirliği içinde olacaklarını ifade etti. Muhammed,
Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’ndeki geçici üyelik konumunu kullanarak El Beşir
hakkında girişimde bulunmasını istedi. Türkiye’nin Sudan’ın hep yanında olacağına
inançlarının tam olduğunu, Türkiye’ye her zaman güvendiklerini ifade eden Muhammed,
“Türkiye ile aramızdaki diyalog hiçbir zaman eksik olmadı” dedi. Karar sonrasında
Türk yetkililerle görüşmesi olmadığını söyleyen Muhammed, Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’a şu anda resmi davetleri olmadığını, ancak Sudan’a gelmek isteyen Türk
yetkililerini beklediklerini ifade etti. Bu açıklamanın ardından Türkiye’nin Güvenlik
Konseyi’ne yönelik herhangi bir resmi girişimi olmadı ancak yapılan bazı açıklamalar,
karar aleyhinde yorumlanabilecek nitelikteydi. Örneğin; TBMM Başkanı Köksal
Toptan, 6 Mart günü karar hakkında yaptığı açıklamada ‘’İşin hukuki boyutu bana göre
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
tartışmalıdır, çünkü Uluslararası Ceza Mahkemesi, Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında
bir organ değil. Ülkelerin, ağırlıklı bir şekilde sivil toplumun inisiyatifiyle gelişmiş bir
organ. Birçok ülke üyesi değil. Mesela biz değiliz. Amerika da, birçok ülke de üyesi
değil. Böyle olunca oradan çıkacak kararlar tartışmalı olabilir” dedi.
GÜNDEM
50
Uluslararası Ceza Mahkemesi Türkiye Koalisyonu bunun üzerine Dışişleri Bakanı
Ali Babacan’a bir mektup göndererek; UCM’nin verdiği bu kararın tarihi bir karar
olduğunu ve El Beşir’in UCM önüne çıkması için derhal Mahkeme’ye teslim edilmesinin
sağlanmasının gerektiğini söyledi. Koalisyon, bu kararın, insan haklarını ihlal eden
kişilerin ne kadar güçlü ve dokunulmaz olurlarsa olsunlar, uluslararası adaletten
kaçamayacaklarına ve işledikleri suçların cezasız kalmayacağına dair önemli bir işaret
olduğunu belirterek Türkiye de dâhil olmak üzere tüm ülkelerin, UCM kararlarının
uygulanması ve uluslararası adaletin sağlanması konusunda etkin çaba harcaması
gerektiğini vurguladı. Koalisyon tarafından gönderilen mektupta, Dışişleri Bakanı
ve Meclis Başkanı gibi üst düzey yetkililerin mahkeme kararının aleyhinde ve BM
Güvenlik Konseyi’nin erteleme kararı lehinde yorumlanabilecek nitelikte yaptıkları
açıklamaların kaygı verici olduğu da belirtildi. Koalisyon’un UCM kararlarına uyma
konusunda Türkiye’nin rolü ve sorumluluğunun altını çizdiği mektuba www.ucmk.org.
tr/, www.ucmk.org.tr/ adresinden ulaşılabilir.
“Kadın Erkek Fırsat Eşİtlİğİ Komİsyonu” Kuruldu
Avrupa Kadın Lobisi Yönetim Kurulu üyesi Dr. Selma Acuner, çıkarılan yasanın
hedefleri açısından uygunluğunu ve kurulacak Komisyon’un önceliklerinin neler olması
gerektiğini İnsan Hakları İçin Diyalog’a değerlendirdi: “Türkiye’de kadınların sorunları
çok çeşitli ve bu sorunlarla mücadele, tek bir kurumla olmaz. Ancak çeşitli aktörlerle
halledilebilir.” Komisyon’un devlet katında kurumsallaşmanın önemli bir ayağı olduğu
görüşünde olan Acuner, çıkarılan yasanın içeriğinde bazı maddelerin yer alıyor olmasını
ayrıca önemsiyor. Yasalarla günlük yaşam arasında boşluk olmaması gerektiğini belirten
Acuner, “Kanun teklifleri ve tasarılarının Komisyon’ca gözden geçirilecek olması
önemli. Aile, devlet, piyasa konularında atılacak adımlar kadın odaklı bakış açısıyla
gözden geçirilmeli. Komisyon bu açıdan ümit veriyor” diyor. Acuner’e göre yasadaki
bir diğer önemli madde de, Komisyon’a yaptığı çalışmaları kamuoyu ile paylaşma
yükümlülüğü getirmesi. Bu bağlamda Acuner, “Bu sayede yıllardır eksikliği her fırsatta
dile getirilen izleme sistemi Komisyon’la kuruluyor. Bu komisyonun çalışmalarını takip
etmek açısından büyük kolaylık olacak” diyor. Kurulacak komisyonla, kadınların maruz
kaldıkları hak ihlallerine ilişkin doğrudan başvuru yapabilecekleri bir kurum oluştuğunu
da ifade eden Acuner, yasanın Komisyon’a başvurulara 3 ay içerisinde yanıt vermek
zorunluluğu getirdiğini hatırlatıyor ve yanıt vermezse bunu kamuoyuna anlatmak
zorunda olduğuna dikkat çekiyor.
“Komisyon Kadın STK’larıyla Birlikte Çalışmalı”
Komisyon’un uygulamada nasıl çalışacağının belirleyici olacağına dikkat çeken Acuner,
51
GÜNDEM
“Kadın Erkek Eşitliği Komisyonu” kurulması, Türkiye kadın hareketinin neredeyse on
yıldan beri üzerinde çalıştığı, dile getirdiği bir talepti. Uzunca bir zamanın ve yoğun
çabaların sonunda, konu bir kez daha Meclis gündemine geldi ve kadın milletvekillerinin
çoğunluğunun etkin desteği ve tüm partilerin ittifakıyla “Kadın Erkek Eşitliği Komisyonu”
kurulmasına ilişkin yasa teklifi 29 Ocak 2009’da Anayasa Komisyonunda kabul edildi.
Ancak 10 Şubat’ta yapılan Meclis görüşmelerinde AK Parti’li birkaç milletvekilinin
verdiği önergeyle komisyonun adı “Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu” olarak
değiştirildi. Kadın örgütleri, komisyonun isminin değiştirilmesinin gerçek eşitlik
yolunda geri atılan bir adım olacağı ve komisyonun amaç ve işlevlerini daraltacağı
gerekçesiyle itiraz ettiler. “Fırsat değil, gerçek eşitlik talep ettiklerini” her fırsatta dile
getiren kadınlar, isim değişikliğine yönelik eleştirilerinde şu noktanın altını çizdiler:
“Fırsat eşitliği; kadın erkek arasında var olan mevcut eşitsizlikleri gidermeyi değil,
sadece taraflara ‘eşit muamele’ edilmesini öngören bir politikadır, mevcut eşitsizliği
korur”. Tüm bu itirazlara rağmen, 25 Şubat 2009’da toplanan Meclis Genel Kurulunda,
Komisyonun adı “Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu” olarak oy çokluğuyla kabul
edildi ve 24 Mart 2009’da Resmi Gazete yayımlanarak yürürlüğe girdi.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
bu noktada STK’lara ve Komisyon’a atanacak kişilere önemli roller düştüğünü söylüyor.
Acuner Komisyon’un her şeyden önce kadın örgütleriyle birlikte çalışması gerektiğine
vurgu yapıyor. “Yılların savunuculuk çalışmaları sonucunda oluşmuş bir deneyim var
ve Komisyon, bu deneyimleri kazanıma dönüştürme açısından önemli bir fırsat. Bir
Bakanlık ve Genel Müdürlük var. Bu Komisyon’la kadın politikalarına çözüm getirecek
bir ortaklık kurulmalı. Artık elimizde izleme yapabilecek bir kurum oldu.” Bundan sonra
atılacak öncelikli adımın, hızla bir eşitlik çerçeve yasası hazırlanması olduğunu söyleyen
Acuner, “Halihazırda kadın örgütlerinin bu konuda çalışması var. Böyle bir kurumla yasa
bir araya geldiğinde eşitsizlikle mücadelede önemli bir açılım sağlanabilir” diyor.
GÜNDEM
52
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Kerem
Altıparmak ise, Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonunun Anayasa Komisyonunda ilk iki
teklifte olduğu gibi “Kadın Erkek Eşitlik Komisyonu” olarak isimlendirilmesine rağmen,
Genel Kurulda adının “Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu” olarak değiştirilmesine
dikkat çekiyor. Kerem Altıparmak, Bakan Nimet Çubukçu’nun değişikliğin yasanın esasını
etkilemeyeceğini, ancak uluslararası terminoloji ile ortaklık sağlamaya çalışıldığını
belirtmesiyle ilgili saptamasının doğru olmadığını söylüyor ve Avrupa Konseyinin kadınerkek eşitliğini izlemekle yetkili organının adının “Kadın Erkek Eşitliği Yönlendirme
Komitesi (The Steering Committee for Equality between Women and Men) olduğunu
belirtiyor.
Altıparmak, eşitlik kavramıyla fırsat eşitliğinin aynı anlamı taşımadığını, fırsat eşitliğinin
liberal bir kavram olduğunu belirtiyor. Altıparmak: “Erkek eli değen bir müdahale ile
kadın erkek eşitliğinin, fırsat eşitliğine çevrilmesinin muhafazakâr nedenleri kadar
liberal nedenleri de var. Farklı yorumları bulunmakla birlikte, fırsat eşitliğinden
kastedilen, toplumsal rekabette tarafların eşit olması, cinsiyet (veya başka bir nedenle)
ayrımcılık yapılmamasıdır. Şartların eşit olduğunu varsayan bu yaklaşım, lehe veya
aleyhe müdahale yapılmasının doğal dengeyi bozacağını kabul eder. O halde, fırsat
eşitliği sağlandığında, yani kadına ek engeller çıkarılmadığında, eşitlik de sağlanmış
olacaktır. Bu yaklaşımın olumsuz sonuçları birçok yerde dillendirildiğinden bir örnekle
yetinebiliriz: Fırsat eşitliği denildiğinde, kota gibi Başbakanın daha önce uygun
görmediğini ifade ettiği uygulamaların önü alınabilecektir” diyor. Kerem Altıparmak’a
göre Bakanın haklı olduğu bir nokta da var. Altıparmak şöyle açıklıyor: “5840 sayılı yasa,
esasa ilişkin hükümler getirmeyen bir usul yasasıdır. Bir başka deyişle yasa, bir ihtisas
komisyonunun görevlerini saymakta ama bu komisyonun görev alanındaki kadının
insan haklarının ne olduğunu tanımlamamaktadır. Yasa’ya göre Komisyon’un üç temel
faaliyet alanı vardır: Yasama faaliyetlerine katılma, izleme ve raporlama, şikâyet alma
ve inceleme. Yasa’nın 3. maddesine göre, Komisyon’un bu görevleri yerine getirirken
referans noktası ‘kadın erkek eşitliği konusunda T.C. Anayasası, uluslararası gelişmeler ve
yükümlülükler’ olacaktır. Özellikle ikinci kaynak türü önemlidir. Yasa sadece uluslararası
yükümlülükleri değil, gelişmeleri de dikkate almayı zorunlu kılmaktadır. Öyleyse, sadece
Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Hakkında Sözleşme değil ancak bu
Sözleşme’yi yorumlamaya yetkili Komite’nin raporları veya yukarıda belirtilen Kadın
Erkek Eşitliği Yönlendirme Komitesi’nin değerlendirmeleri de Komisyon’un üçlü faaliyet
alanının temelini oluşturacaktır. Komisyon’un ‘fırsat eşitliği’nin ne olduğunu yorumlamaanlamlandırma yetki ve görevi yoktur”.
Komisyon, TBMM Başkanlığının talebi üzerine ya da istenildiğinde Meclis Başkanlığına
sunulan kanun tasarı ve teklifleri ile KHK’lerin, kadın erkek eşitliği konusunda Anayasa’ya
uluslararası gelişmelere uygunluğunu inceleyerek ihtisas komisyonlarına görüş bildirecek.
Kadın hakları ile kadın erkek eşitliğini sağlamaya yönelik olarak diğer ülkelerdeki ve
uluslararası kuruluşlardaki gelişmeleri takip edecek, gerektiğinde yurt dışında incelemelerde
bulunacak ve bu gelişmeler konusunda Meclis’i bilgilendirecek olan Komisyon, kadın
erkek eşitliğinde Meclis çalışmalarına ilişkin gerekli bilgi ve dokümanları da sağlayacak.
Komisyon, kadın erkek eşitliği konusunda kamuyu bilgilendirici etkinlikler yapacak,
Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası anlaşmaların kadın erkek eşitliği ve kadın hakları
konusundaki hükümleri ile Anayasa ve diğer ulusal mevzuat arasında uyum sağlamak
için yapılması gereken değişiklikleri ve düzenlemeleri belirleyecek. Komisyon, Meclis
Başkanlığınca havale edilen kadın erkek eşitliğinin ihlaline ve cinsiyete dayalı ayrımcılığa
dair iddialarla ilgili başvuruları inceleyecek ve gerekli görürse ilgili mercilere iletecek.
Komisyon, görevleriyle ilgili genel yönetim kapsamındaki kamu idareleri ile gerçek ve tüzel
kişilerden, kanunlarda öngörülen usullere uyarak bilgi isteyebilecek ve ilgilileri çağırarak
bilgi alabilecek. Ayrıca, görev alanıyla ilgili faaliyet gösteren kamu kurum ve kuruluşları,
üniversiteler, sivil toplum örgütleri ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının
çalışmalarından yararlanabilecek. Komisyon, Ankara dışında da çalışabilecek. Komisyon,
kendisine ulaşan başvurularla ilgili, başvuru sahibine, başvurunun sonucu ve yapılan işlem
hakkında, havale tarihinden itibaren başlayarak en geç 3 ay içinde bilgi verecek.
(TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 23, C. 39, Yıl: 3.)
53
GÜNDEM
Komisyonun Görev ve Yetkileri
Kanun’da Komisyon’un amacı şöyle tanımlanıyor: Kadın haklarının korunması
ve geliştirilmesi, kadın erkek eşitliğinin sağlanmasına yönelik olarak ülkemizde
ve uluslararası alandaki gelişmeleri izlemek, bu gelişmeler konusunda Meclis’i
bilgilendirmek, kendisine esas veya tali olarak havale edilen işleri görüşmek,
istenildiğinde Meclis’e sunulan kanun tasarı ve teklifleriyle kanun hükmünde
kararnameler hakkında ihtisas komisyonlarına görüş sunmak. Komisyon’un üye sayısı,
Danışma Kurulunun teklifiyle Meclis Genel Kurulunca belirlenecek. Komisyon’da, siyasi
parti grupları ile bağımsızlar, Meclis’teki sayılarının üye tam sayısına nispet edilmesiyle
bulunacak yüzde oranına uygun olarak temsil edilecek. Üyeler belirlenirken, kadın
milletvekilleri ile insan hakları konusunda uzman milletvekillerine öncelik tanınacak.
Üyelikler için bir yasama döneminde 2 seçim yapılacak, her devre için seçilenlerin
görev süresi 2 yıl olacak.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
Hukukun korumasından korkunun egemenliğine:
“Gözaltında Kayıplar”
Tahir Elçi
Geçtiğimiz günlerde Şırnak’ın Silopi ve Cizre ilçelerinde yapılan kazı çalışmaları ve bulunan
bazı kemiklerle birlikte bir kez daha “gözaltında kayıplardan” söz edilmeye başlandı.
Halen Kanada’da yaşayan Tuncay Güney, Ergenekon soruşturması bağlamında yaptığı
açıklamalarda “BOTAŞ kuyuları” veya “Asit kuyuları’ndan” söz etmiş, bazı kayıp yakınlarının
Silopi Cumhuriyet Başsavcılığına yaptıkları başvurular üzerine, ilçe yakınlarındaki Botaş
Jandarma Karakolu ve birkaç kilometre ötesindeki Sinan Lokantası olarak bilinen eski bir
tesisin bahçesinde kazılar yapılmıştı. Burada kemikler bulunmuş, cesetlere ait diğer bazı
bulgulara rastlanmıştı. Tuncay Güney’in açıklamalarına ne kadar itibar edilir bilinmez ama
gerçekten de ceset kuyuları vardı ve yıllar önce o kuyulardan biri açılmıştı.
GÜNDEM
54
1994 yılında jandarma istihbarat görevlileri ve itirafçıların gözaltına alıp götürdüğü
bir kayıp kişinin yakınlarının yaptığı takip sonucu, Cizre–Silopi arasında, Sinan
Lokantası olarak bilinen yerde, içinde çok sayıda cesedin olduğu bir kuyu bulunmuştu.
Bunun üzerine yapılan incelemeler sonucunda, Cumhuriyet Savcısının gözetiminde
kuyunun içinden büyük ölçüde dağılmış insan cesetleri çıkarılmış, ancak kimlikleri
saptanamadığından, “kimliği belirsiz” olarak Silopi’deki kimsesizler mezarlığına
gömülmüşlerdi. Kuyuda karşılaşılan korkunç manzara karşısında daha fazla cesedin
aranması ve çıkarılmasına son verilerek kuyu kapatılmıştı. Yani, “ceset kuyuları” tabiri
sadece bir iddiadan ibaret değil, otopsi tutanağı, dosyası olan bir olguydu. Halen 1994
yılında bu kuyudan çıkarılan kimliği belirsiz cesetlere ait soruşturma dosyası, Silopi
Savcılığında faili meçhul olarak açık durmaktadır.
Silopi’deki kazı çalışmalarından birkaç gün sonra, bu kez Cizre ilçesinin hemen yanı
başındaki Kuştepe köyünde kazı çalışmaları başlamış, burada da yirmiyi aşkın kemik
parçası bulunmuştu. 1993 yılında çevreden gelen köy korucuları, Cizre Tank Taburunun
hemen karşısındaki bu köyde yaşayanları zorla çıkarmış, evlerine ve diğer mallarına
el koyarak silah zoruyla köye yerleşmişlerdi. Bu tarihten sonra etrafta çok sayıda
kimliği belirlenebilen veya belirlenemeyen cesetler bulunmuştu. Diğer bir ifadeyle,
Kuştepe köyü de Sinan Tesisleri gibi bir dönem JİTEM’in infaz gruplarının kullandığı
infaz mekânlarından biriydi. Bilindiği üzere, bu soruşturma kapsamında, 1993–94 ve
95 yılarında Cizre İlçe jandarma Komutanlığı yapmış ve halen Kayseri İl Jandarma Alay
Komutanı olan Cemal Temizöz adlı kamu görevlisi gözaltına alındı ve tutuklandı.
12 Eylül 1980 Askeri Darbesinden beri gözaltında kayıplar olsa da, yaygın şekilde
1990’lı yılların başlarında yaşanmaya başlandı. Anılan yıllarda bir yandan
gözaltında kayıp ve faili meçhul cinayetler gibi insan haklarının ağır ihlallerine tanık
olunurken, öte yandan hukuk devletinin bilinen ilkeleri uygulanmıyor, mağdurların
başvurabilecekleri adli mekanizma işlemiyordu. Güneydoğu’nun hemen her yerinde,
insanlar benzer şekilde sivil görevliler tarafından alınıp götürüldükten sonra ya kayıp
oluyor veya bir süre sonra cesetleri bulunuyordu. Kayıp yakını mağdurların başvuru
yaptığı savcılıklar, “bizim kayıtlarımızda bu isimde bir gözaltında görünmüyor.”
denilerek geri çevriliyorlardı. Diğer bir ifadeyle, gözaltında kayıp gibi yaşam hakkının
ağır ihlalini oluşturan suçların sorumluları, adeta suç ve cezadan muaf kalıyorlardı.
Kişilerin en kutsal hakkı olan ve Anayasa’nın koruması altında olan yaşam hakkı, yine
bizzat kamu görevlilerince ihlal ediliyor, devletin güvencesi altında bulunan kişilerin
can güvenlikleri, devletin memurları tarafından ortadan kaldırılıyordu.
Mahkeme’nin Taş/Türkiye kararında isminden sıkça söz edilen ve gözaltında kayıp
olayının baş sorumlusu olarak sunulan görevli ise, geçtiğimiz Mart ayında Cizre’de yapılan
kazılarda bulunan kemiklerle bağlantılı olarak gözaltına alınan Kayseri İl Jandarma
Alay Komutanı Cemal Temizöz’den başkası değildi. AİHM Kararının “Olaylar” kısmının
1. paragrafında Muhsin Taş’ın bizzat Cizre İlçe Jandarma Komutanı Cemal Temizöz
tarafından gözaltına alındığı belirtilmiş, Karar metninin sonlarındaki 67. paragrafta;
kayıp Muhsin Taş’ın ölümünden bizzat devlet görevlilerinin sorumlu olduğu saptaması
yapılarak Sözleşme’ye taraf Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin, Taş’ın yakınlarının
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS)’nin yaşam hakkına ilişkin hükümlerini ihlal
ettiğine hükmedilmişti. Tabii bu bölgede uluslararası yargı kararlarına konu olmuş
gözaltında kayıp olayları bunlarla sınırlı değildir. 2001 yılında uzun bir süre kamuoyunu
da meşgul eden iki HADEP’li yönetici olan Serdar Tanış ve Ebubekir Deniz de önce sivil
plakalı bir aracın içindeki sivil giyimli istihbarat görevlileri tarafından alınmak istenmiş,
55
GÜNDEM
Yurttaşların artık hukukun koruması altında olmadığı, şikâyetlerinin soruşturulmadığı
bu ortamda bazı kayıp yakınları, şikâyetlerini Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi (AİHM)’ne götürmeyi başarmışlardı. Aslında başta Diyarbakır–
İdil–Cizre–Silopi hattı olmak üzere, gözaltında kayıplar bölgenin hemen her yerinde
görülüyordu ama AİHM’in Türkiye’deki gözaltında kayıplarla ilgili ilk kararları, bugünkü
güncel tartışmalar bağlamında hayli dikkat çekicidir. Mahkeme’nin, Türkiye’deki
gözaltında kayıp olgusuyla ilgili ilk kararı, 1992 yılında Şırnak şehir girişindeki arama
noktasından gözaltına alındıktan sonra bir daha kendisinden haber alınamayan Mehmet
Ertak adlı kişiyle ilgilidir (Bakınız: Mahkeme’nin Ertak/Türkiye, 20764/92 ve 09 Mayıs
2000 tarihli kararı). AİHM’nin gözaltında kayıplarla ilgili diğer kararları da sırasıyla;
Silopi ilçesinde gözaltına alındığı resmi belgelerle sabit olan ama akıbeti hakkında bilgi
alınamayan Abdulvahap Timurtaş ile ilgili başvuru (Bakınız: Timurtaş/Türkiye, 25531/94
ve 13 Haziran 2000 tarihli karar) ile Şırnak’ın Cizre ilçesinde yine gözaltına alındığı
savcılık kayıtlarıyla sabit olan ancak kayıp olan Muhsin Taş’ın yakınlarının şikâyetiyle
ilgiliydi (Bakınız Taş/Türkiye, 24396/94 ve 14 Kasım 2000 tarihli kararı).
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
başarılı olunamayınca, Silopi İlçe Jandarma Komutanlığına çağrılmışlardı. Devletin
resmi bir kurumu ve resmi bir binasına gitmenin “güvenli” olabileceğini düşünen Tanış
ve Deniz, Jandarma Merkezine gitmiş ama bir daha geri dönmemişlerdi. Bu şikâyetle
ilgili AİHM’in kararında da başka bir kamu görevlisinin ismi dikkat çekicidir. Halen
Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklu olan General Levent Ersöz. Ersöz, Tanış ve
Deniz kaybolmadan önce Silopi ilçesindeki politik faaliyetlerine son vermeleri yönünde
kendilerini ve ailelerini sık sık ölümle tehdit etmişti.
Ergenekon soruşturması ile geçtiğimiz ay Silopi ve Cizre’de yapılan kazılar ve daha sonra
insan haklarının ağır ihlalleri bağlamında çok önemli bazı isimlerin gözaltına alınmasıyla
“gözaltında kayıp” olgusu bir kez daha toplumun gündemine gelmiştir. Olayların yerel
savcılıklarca münferit olarak ele alınarak soruşturulmasının sonuç getirmeyeceği
anlaşılmıştır. Kamu gücünü arkasına almış, hukuk dışı yapıların işlediği gözaltında kayıp
ve faili meçhul cinayetlere ait soruşturmalar birleştirilmeli ve tek elden yürütülerek gerçek
tablo ortaya çıkarılmalıdır. 1990’lı yıllarda göz ardı edilen hukukun üstünlüğü ilkesi,
gecikmiş de olsa şimdi artık yaşama geçmelidir. Geçmişin bu ağır ve kirli mirası gelecek
kuşaklara devredilmemeli, bu ağır suçların soruşturulması daha fazla ertelenmemelidir.
www.munzur.org
GÜNDEM
56
Çoğunluğu 1992–2002 yılları arasında olmak üzere yüzlerce sivil insan; evinden,
işyerinden, sokaktan veya bir arama noktasından görevliler tarafından alındıktan
sonra kayboldular. Gözaltında kayıplar, bir yandan geride kalan yakınları üzerinde
derin ve sürekli bir acı bırakırken, toplumun diğer bireyleri üzerine dehşet verici bir
korku tesis etmektedir. Herkesin her an kaybolma korkusu yaşadığı, hukukun koruması
yerine korkunun egemen olduğu bir toplumda, artık hukukun üstünlüğünden ve insan
haklarından söz etmek olanaklı değildir. Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Evrensel
Bildirgesi’nin girişinde, “…Korkudan kurtulmuş insanların oluşturduğu bir dünya
kurulması amacıyla…” Bildirgenin kaleme alındığı vurgulanmıştır. BM “Zorla Kayıp
Edilmeye Karşı Herkesin Korunmasına Dair Bildiri”nin giriş bölümünde de konuya ilişkin
şu çarpıcı ifadelere yer verilmiştir: “...kaybetmenin, hukukun üstünlüğüne, insan hakları
ve temel özgürlüklere bağlılık duyan herhangi bir toplumun en derin değerlerini göz ardı
ettiğini ve bu tür uygulamaların sistematik olarak yapılmasının, insanlığa karşı suç niteliği
taşıdığını düşünerek” denilmiş ve kaybedilme eylemlerinin insan onuruna karşı işlenmiş
bir suç olduğu belirtilerek, devletlere gerekli önlemleri alma ve bu türden olayları etkili
şekilde soruşturma ve sorumluları cezalandırma yükümlülüğü getirilmiştir.
Yasama Faalİyetlerİne Sİvİl Toplumun Katılımı
Hazırlanan taslağın içinde demokrasi kültürünün ve geleneğinin
yerleşmesi ve gelişmesinde büyük ölçüde katkıda bulunacağına
inandıkları “Sivil Toplumun Yasa Yapmaya Katılım Süreci”nin
ayrıntılı olarak tanımlanması gerektiğini ifade eden STK’lar, bu
tarif yapılırken ve katılım süreçleri belirlenirken uyulması gereken
asgari kriterlere ilişkin taleplerini şöyle sıraladılar:
STK’ların TBMM komisyon toplantılarına doğrudan katılımını öngören yasal
düzenlemeler yapılmalı; süreç hem katılımcılara hem de bilgi almak isteyen yurttaşlara
açık olmalı;
Danışma sürecine katılacak olanların belirlenmesinde esas alınacak ilkeler ayrımcı
olmamalı; yasama faaliyetleri sırasında gündemde olan konularla ilgili çalışma yapan
STK’lara yer verilmeli;
Katılımın etkin ve nitelikli olmasının sağlanması için danışma sürecine katılım,
mümkün olan en erken safhada başlamalı; yasa taslakları TBMM’ye sevk edilmeden
önce ya da Genel Kurula gelmeden önce STK ve halkın önerilerine sunulmalı;
Katılımın etkin sonuçlar üretmesi bakımından yorum yapma ve hazırlık için makul
süreler tanınmalı;
Danışma sürecine geri bildirim, değerlendirme ve gözden geçirme aşamaları dâhil
edilmeli;
Katılımı etkinleştirmek ve sürdürülebilir kılmak için özel ve yeterli miktarda kaynak
ayrılmalı.
57
GÜNDEM
Yeni İçtüzükte STK Katılımı Ayrı Başlıkta Ele Alınmalı
TBMM İçtüzüğü 36 yıl sonra değişiyor. 16 Ekim 2008’de Meclis’te grubu bulunan
dört siyasi partinin temsilcilerinin katılımlarıyla kurulan İçtüzük Uzlaşma Komisyonu,
hazırladığı İçtüzük taslağını Şubat ayında kamuoyuyla paylaştı. Yeni yasama yılıyla
birlikte, 1 Ekim 2009’dan itibaren yürürlüğe girmesi planlanan İçtüzük’ün, gelecek görüş
ve öneriler doğrultusunda son şeklini alması ve Mayıs sonuna kadar Meclis’te kabul
edilmesi öngörülüyor. Bu sürece müdahil olmak isteyen insan hak ve özgürlüklerinin
farklı alanlarında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları (STK), İçtüzük değişikliği
çalışmalarında, özellikle STK’ların yasama sürecine etkin katılımının sağlanması
için ele alınması gereken konulara dikkat çekmek amacıyla hazırladıkları ortak
görüş metnini Uzlaşma Komisyonu üyelerine gönderdiler. STK’lar, yurttaşların temel
gereksinimlerine yanıt vermesi ve toplumsal adaleti tesis etmesi beklenen yasama,
yürütme ve yargı faaliyetlerinin bu işlevlerini yerine getirebilmesi için öncelikle, bu
ihtiyaçların daha iyi tespit edilebileceği kanalların oluşturulması, bu kanalların açık
tutulması ve katılım süreçlerinin etkinleştirilmesi gerektiğini belirtiyorlar.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
Asgari olarak yukarıda belirtilen ilkeler
çerçevesinde “Sivil Toplumun Katılım
Süreci”nin İçtüzük’te ayrı bir başlık altında
ele alınmasını isteyen STK’lar, bu başlığın
içeriğinin düzenlenmesinde kendilerine de
danışılmasını bekliyorlar.
GÜNDEM
58
Komisyona gönderilen ortak görüşe katkı
veren STK’lar şöyle: Antalya Kadın Danışma
ve Dayanışma Derneği, Başak Kültür ve
Sanat Vakfı, Çanakkale Kadın El Emeğini
Değerlendirme Derneği-ELDER, Kadın
Danışma Merkezi, Çanakkale Yerel Gündem
21, Çocuk İhmalini ve İstismarını Önleme
Derneği, Düşünce Özgürlüğü Derneği, Gündem
Çocuk Derneği, Habitat İçin Gençlik Derneği,
Helsinki Yurttaşlar Derneği, İnsan Hakları
Araştırmaları Derneği, İnsan Hakları Derneği,
İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma
Derneği, Femin&art Trabzon Kadın Sanatçılar
Derneği, KAOS GL, Kazete, Lambdaİstanbul,
Mültecilerle Dayanışma Derneği,
Özgürlüğünden Yoksun Gençlerle Dayanışma
Derneği, Siyasal Ufuk Hareketi, Sosyal Hizmet
Uzmanları Derneği, TBMM Ortak Çalışma
Grubu, Türkiye Çocuklara Yeniden Özgürlük
Vakfı, Türkiye Sakatlar Derneği, Uluslararası
Af Örgütü Türkiye Şubesi.
Komisyonun Amacı Düzeltmek Değil
Yenisini Oluşturmak
Meclis’te grubu bulunan dört siyasi partinin
eşit olarak temsil edildiği İçtüzük Uzlaşma
Komisyonu’nda yer alan isimler şöyle: Salih
Kapusuz (AK Parti), Ali Topuz (CHP), Nevzat
Korkmaz (MHP) ve Selahattin Demirtaş
(DTP). Siyasi kimliklerinden bağımsız bir
şekilde hem iktidar hem de muhalefet
açısından olaylara yaklaşmak suretiyle yeni
PARLAMENTO,
REFORM, KATILIM
Ebru Ağduk
Parlamenter sistemlerde
yasamanın merkezinde olan,
temsiliyeti ve kamu idaresinin
denetimini sağlamak amacıyla
kurulan parlamentoların,
yüzyıllardır yerine getirdikleri
işlevlerin ve yetkilerin tartışıldığı
bir döneme tanıklık ediyoruz.
Bu tanıklık, parlamenter
sistemin olduğu ülkelerde farklı
zamanlarda tecrübe edilmektedir.
Ancak burada ortak olan nokta,
parlamentoların toplumun değişen
gereksinim ve taleplerine göre,
düzenli aralıklarla yapılarını
gözden geçirmeleri ve reform
çalışmalarını uygulamaya
koymalarıdır.
Parlamentoların reform
tartışmalarını başlatmalarının ve
uygulama sürecine geçmelerinin
ardında, her ülkeye ve politik
sisteme özgü nedenler olmakla
birlikte, ortak olan nedenlerin
varlığı da gözlemleniyor. Ortak
nedenler, kamu idaresinin
güçlenmesi, yasama organlarının
alt yapılarının zayıflığı ve siyasi
parti disiplininin, her geçen gün
artan bir şekilde uygulanması
olarak sıralanabilir.
Biraz daha açmak gerekirse,
kamu idaresi ve bürokrasisi
güçlenerek karmaşık büyük
yapılar haline gelirken; yasama
organlarının zayıflayan alt
yapıları, seçilmişlerin yasama
Siyasi Etik Kurulu, Parlamento Akademisi
oluşturulacak. Komisyonlar yeniden
tanımlanacak, AR-GE, Bilişim, Bilgi
Teknolojisi, Gelecek komisyonları kurulacak.
Belli bir tasarı veya konuyu incelemek,
araştırmak ve görüşmek üzere özel
komisyonlar oluşturulacak. Komisyonlarda,
ilgili Bakanlığın bütçesi görüşülecek.
Torba kanun ve temel kanun uygulaması
kalkacak. Yasama ve denetim faaliyetleri,
oluşturulacak “Meclis Resmi Bülteni”nde
yayınlanacak. Kanun tasarı ve teklifleri, belli
sürede sonuçlandırılacak, son oylamalar
açık oylamayla yapılacak. Komisyonlar
çalışmalarını, 1 haftalık kesin gündem, 1 aylık
taslak gündem çerçevesinde sürdürecek. Sivil
toplum kuruluşları, komisyon toplantılarına
katılıp söz alabilecek. Komisyon üyesi
olmayan milletvekilleri de komisyonlarda
önerge verebilecek. TBMM Genel Kurulunda,
denetim imkânları genişletilecek ve
etkinleştirilecek. Genel Kurulda, her hafta
salı günü sözlü sorular için 1 saat süre
sürecinde etkin olması gereken
konumlarını da zayıflatmaktadır.
Siyasi partilerin parti
disiplinini yasama organında
etkili bir şekilde uygulaması
ile seçilenlerin seçmenlerin
görüşlerini yansıtacak politikaları
üretme ve savunma alanları
daralmaktadır. Bunun yanı sıra,
yasama organlarının en yaşamsal
işlevlerinden biri olan idarenin
denetlenmesi, özellikle de ulusal
bütçenin denetlenmesi için var
olan mekanizma ve yöntemler,
değişen ekonomik ve sosyal
koşullarla birlikte etkin araçlar
olmaktan çıkmıştır. Bütün bu
sorun alanları, alt alta listelenip
bakıldığında görülecektir ki,
her bir nokta, aslında yasama
organlarının var oluş nedenleri
olan temsiliyet, yasama (politika
üretme) ve idarenin denetlenmesi
işlevlerine denk gelmektedir. Bu
işlevlerin tam anlamıyla yerine
getirilmemesi, esasen bütün siyasi
sistemin olumsuz bir şekilde
etkilenmesine neden olmaktadır.
Bu sorun alanlarının ve olumsuz
etkilenmelerin farkında olan
ülkeler, yasama organlarında
reform tartışmalarını başlatmış
ve reformları uygulamaya
koymuşlardır. Bu çerçevede
yasama organları, farklı
zamanlarda iç tüzüklerinde
değişiklikler yapmışlardır. Ancak
reform alanlarını ve çalışmalarını
sadece iç tüzük değişikliği
ile kısıtlamayan, bu amaçla
parlamentoda komisyonlar kuran,
komisyon çalışmalarını sivil
59
GÜNDEM
bir İçtüzük taslağı hazırladıklarını ifade eden
komisyon üyeleri, çalışmalarında öncelikle
var olan İçtüzüğü düzeltmek yerine yeni bir
İçtüzük oluşturulmasına karar verdiklerini
söylüyorlar. Mevcut İçtüzüğün 1973 yılında
kabul edilmiş ve o tarihten bugüne kadar 111
maddesinde toplam 155 değişiklik yapılmış
olduğundan, sistematiğinin bozulduğuna
ve bu haliyle hem iktidar hem de muhalefet
partileri tarafından sürekli eleştirildiğine
dikkat çeken komisyon üyeleri, çalışmalarında
demokratik, katılımcı, çoğulcu, planlı
ve öngörülebilir bir yasama ve denetim
yapılması esasını benimsediklerini dile
getiriyorlar. Hazırlanan İçtüzük taslağında
öngörülen yeniliklerden bazıları özetle şöyle:
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
ayrılacak. Genel Kurulda, soru-cevap diyalogu
kurulacak. Denetimde, sadece muhalefete
mensup siyasi parti grupları ve grubu
olmayan milletvekillerinin kullanabileceği,
“acele soru” kurumu getirilecek. Meclis
Başkanı, 4 yerine 2 turda seçilecek.
Yeni İçtüzük taslağı ile bu bağlamda Anayasa
ve ilgili kanunlarda yapılması gereken
değişikliklerin tam metinlerine Türkiye
Büyük Millet Meclisinin internet sayfasından
ulaşılabilir. Görüş ve önerilerinizi ictuzuk@
tbmm.gov.tr adresine gönderebilirsiniz.
TBMM İç Tüzük Uzlaşma Komisyonu’ndan
AK Parti Milletvekili Salih Kapusuz’a sorduk:
GÜNDEM
60
TBMM İçtüzük Yasa Değişikliği Hangi
Aşamada?
TBMM İçtüzük Uzlaşma Komisyonu 16 Ekim
2008 tarihinde kurulmuştur. Komisyon,
çalışmaları sonucunda hazırladığı metni
başta TBMM Başkanı olmak üzere Meclis’te
grubu bulunan siyasi partilere sunmuş,
hazırlanan bu metinler siyasi partilere,
hukuk fakültelerine ve hukuk derneklerine
de gönderilmiştir. Ayrıca bu metinler TBMM
internet sitesi aracılığıyla da ilgilenen
herkesin bilgisine sunulmuştur. Gelen
görüşler çerçevesinde Komisyon’un metni
yeniden değerlendirmesi ve oluşacak
mutabakat metnini, TBMM’ne resmi İçtüzük
teklifi olarak sunulması amacıyla, TBMM
Başkanına arz etmesi beklenmektedir.
Değişiklik, sivil toplum örgütlerinin
yasama sürecine katılımıyla ilgili ne
öngörüyor?
Halen Türkiye Büyük Millet Meclisi
çalışmalarına sivil toplum kuruluşlarının
toplum örgütlerine ve yurttaşlara
açan ülkeler de bulunmaktadır.
Bu çalışmaların arasında
özellikle Westminster Sistemini
yenileştirmek amacıyla yola çıkan
İngiltere, Kanada, Avustralya
ve Yeni Zelanda örnekleri öne
çıkmaktadır.
Yukarıda adı geçen ülkeler
de dâhil olmak üzere çeşitli
ülkelerin yasama organlarında
yapılan reform çalışmaları, daha
çok yasama komisyonlarının
kapasitelerinin arttırılarak
yasama sürecindeki etkilerinin
arttırılması, kamu idaresini etkin
denetleyecek yöntem ve araçların
geliştirilmesi ve en önemlisi,
yasama sürecinde seçmenlerin,
yurttaşların görüşlerinin
yansıtılmasını sağlayacak
mekanizmaların geliştirilmesine
odaklanmaktadır. Bu reform
alanlarının herbirinin altında
yatan genel amaç ise, yurttaşların
karar alma süreçlerinin her
geçen gün daha fazla dışında
kaldıklarını hissetmeleri, siyasete
ve özellikle yasama organlarına
karşı duydukları güvenin hızla
azalmasından kaynaklanan
boşluğun doldurulmasıdır.
Dolayısıyla bu reformlar
sayesinde, yasama organlarının
kamu idaresini iyi denetleyen,
daha temsiliyetçi ve daha katılımcı
kurumlar olmaları ve nihai olarak
kamuoyunun bu kurumlara olan
güvenlerinin artmasını sağlamak
hedeflenmektedir.
Yurttaşların kendi görüşlerinin
Yeni içtüzük taslağı ile sivil toplum
kuruluşları temsilcilerinin Komisyon’a
davet edileceği açıkça İçtüzük madde
metnine yazılmıştır (madde 27). Ayrıca
sivil toplum kuruluşlarından yazılı görüş
istenebileceği metne dâhil edilmiştir.
Komisyon’a katılan sivil toplum
temsilcilerinin konuşma sürelerine ilişkin
hükümler getirilmiştir (madde 35).
TBMM Araştırma Komisyonlarının gerek
duymaları halinde sivil toplum kuruluşları
temsilcilerinin bilgisine de başvurabileceği
hükmü getirilmiştir.
TBMM çalışma salonlarına girebilecekler
arasına sivil toplum temsilcileri de ilave
edilmiştir (madde 123).
Parlamento Akademisine “Sivil toplum
katılımını sağlamak” görevi de yüklenmiştir
(madde 119).
Sizin ve partinizin STK’ların
yasama sürecine katılımı
konusundaki yaklaşımı nedir?
Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzük
taslak metninin hazırlanmasında Meclis’in
dinamik, demokratik, şeffaf, çoğulcu
ve katılımcı bir yasama ve denetim
faaliyetini gerçekleştirmesi temel ilke
ve hedef olarak belirlenmiştir. Bu ilke
çerçevesinde kanunların, hazırlanmasından
kanunlaşma aşamasına kadar geçen bütün
yasama organı tarafından
yeterince “dillendirilmediği”
düşüncesi ile birlikte, bu görüşleri
gündeme taşıyacakların elde
edeceği siyasi kazanımların
farkına varan seçilmişler,
yurttaşların gerek sivil toplum
örgütleri aracılığıyla gerekse
bireysel olarak görüşlerini
paylaşabilecekleri yolları
açmaktadırlar. Bugüne kadar
kullanılan geleneksel “danışma”
yöntemleri olan sivil toplumun
görüş bildirdiği toplantıların
dışında, yeni teknikler, yöntemler
denenmekte ve yeni teknolojiler
daha fazla uygulamaya
konulmaktadır. Danışma sürecinin
de ötesine geçen bu yeni
girişimlerin altındaki asıl itici
güç, karar alıcılar ve yurttaşlar
arasında karşılıklı dinlemeye ve
birbirinden öğrenmeye dayalı
sağlam ve sahici bir diyalogun
inşa edilmesi ve bu süreçlerden
her iki tarafın da kazançlı
çıkmasının sağlanmasıdır.
Artık günümüzde, katılımcı
demokrasi ve yöntemler alanında
oluşmuş ve sürekli evrilen yeni
bir çalışma alanı mevcuttur.
Savunuculuk çalışmaları yapan
ve hak temelli çalışan örgütlerin
yanı sıra, sadece katılımcı sürecin
kendisine odaklanan, yeni
teknikler ve modeller geliştiren
sivil toplum örgütlerinin sayısı her
geçen gün artmaktadır. Katılımcı
modeller olarak öne çıkan yurttaş
jürileri, yurttaş forumları, yurttaş
meclisleri gibi modeller, Türkiye
ve birçok ülke için henüz yeni
61
GÜNDEM
katılımını düzenleyen bir hukuki metin
bulunmamaktadır. Sivil toplum temsilcileri
Meclis’teki çalışmalara teamülen
katılabilmektedirler. Hazırlanan yeni İçtüzük
taslak metni ile sivil toplumun Meclis
çalışmalarına katılımını düzenleyen hususlar
İçtüzük metnine aktarılmıştır. Bunları şu
şekilde sıralayabiliriz:
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
süreçte çoğulculuğun ve katılımcılığın
desteklenmesi gerekmektedir. Kanunlaşma
sürecinde özellikle TBMM aşamasında
da bu katılımcılığın sağlanması temel
olmalıdır. Bu amaçla demokratik hayatın
vazgeçilmez unsurlarından biri olan sivil
toplum örgütlerinin de yasama sürecine
azami ölçüde katkı yapmalarını sağlayacak
önlemlerin alınması gerekir. Sivil toplumun
yasama sürecine katılımı, yasama kalitesinin
artmasını da sağlayacak ve bu şekilde
problemlerin çözümünde daha öngörülebilir
mevzuat çalışması yapılacaktır. Bu nedenlerle
halen İçtüzüğümüzde olmayan sivil toplum
katılımına ilişkin düzenlemelere İçtüzük
taslak metninde yer verilmiştir.
GÜNDEM
62
Uzlaşma Komisyonlarının Yapısı ve
Yasama Süreci
Uzlaşma komisyonlarında TBMM’de grubu
olan tüm siyasi partiler eşit sayıda temsil
ediliyor. Diğer ihtisas komisyonlarından
farklı olarak uzlaşma komisyonlarında
kararlar oy çokluğu ile değil, uzlaşma ile
veriliyor. İçtüzük Uzlaşma Komisyonu
da uzlaştığı konular üzerinden bir taslak
metin oluşturmaya karar verdi. Bu arada
uzlaşılamayan konular ve çoğunluk ve azınlık
görüşünün de yansıtılacağı raporlar da
hazırlanacak.
Uzlaşma Komisyonlarının hazırladıkları
taslaklar Meclis Başkanlığı’na gönderiliyor.
Başkanlık da taslakları ilgili ihtisas
komisyonlarına gönderiyor. Bundan sonra
normal yasama süreci işliyor. Taslaklar
komisyonda görüşüldükten sonra Meclis
Genel Kurulu’na gönderiliyor ve buradaki
görüşmelerde son halini alıyor.
modellerdir. Bununla birlikte,
yeni yöntemler pek çok ülkede
farklı zamanlarda, tartışılan konu
ve alana uygunlukları dâhilinde
kullanılmaktadırlar. Örneğin
bazı ülkelerde yasama organları,
internet siteleri aracılığıyla
forumlar oluşturmakta, görüşülen
yasa taslaklarının yanı sıra,
ulusal politikalar, vizyon belgeleri
hakkında yurttaşların görüşlerini
almaktadırlar.
Bugünlerde Türkiye’de de
parlamenter reform çalışmaları
için çabalar var. Ekim 2008’de
Türkiye Büyük Millet Meclisi
(TBMM)’nde grubu olan siyasi
partilerin eşit sayıda temsili ile
İç Tüzük Uzlaşma Komisyonu
kuruldu. Komisyon, uzlaşarak
yazdığı taslak metni, görüş
almak amacıyla TBMM internet
sitesine koymuştur. Taslak
metin, yasama sürecinin birçok
alanında yeni uygulamalar
öngörmektedir. Ancak burada
asıl vurgulanması gereken,
yasama süreci teknik bir alan gibi
gözükmesine rağmen, yurttaşlar
olarak hepimizin gündelik
yaşamını doğrudan etkileyen
yasaların nasıl yapıldığını
belirliyor olması bakımından,
hepimizin söz söylemesi, görüş
bildirmesi gereken bir alandır.
Şu anda gündemde olan iç tüzük
değişikliği süreci, önerdiği
değişiklikler kadar, sivil toplum
örgütlerinin ve yurttaşların sürece
katılmaları açısından ortaya çıkan
bir fırsat olarak da büyük önem
taşımaktadır.
Çocuklar İçİn Adalet
Gİrİşİmİ (ÇİAG)
ÇİAG, 2008 yılında Doğu ve Güneydoğu
Anadolu’da toplumsal gösteriler
sırasında gözaltına alınan, yargılaması
süren ya da sonlanan (ceza alan veya
almayan) çocukların, “çocuk” olduğuna
dikkat çekmek amacıyla bir araya
gelen çocuk hakları ve insan hakları
savunucularından oluşan bir girişim.
Girişim, ailelerin destek çağrısı üzerine farklı illerde konuyla ilgili çalışma yapan ve/
veya yapmak isteyen kişi ve kurumların birbirleriyle iletişime geçmesiyle oluşmuş,
İHOP’un desteğiyle ile bazı duruşmaların izlenmeye başlanmasıyla da koordineli
bir şekilde çalışmaya başlamıştır. Bu kapsamda çocukların durumuyla ilgili veri
toplanmasına başlanmış, uzman görüşleri oluşturulmuş, farklı illerde koordinasyon
toplantıları yapılmış, ulusal ve uluslararası düzeyde raporlama çalışmaları
başlatılmış ve bir yandan da basın toplantıları, basın açıklamaları vb. etkinliklerle
medya çalışmaları gerçekleştirilmiştir. Tüm bu çalışmalarda dile getirilen Acil
Talepler ise şunlar:
Çocukların tutukluluk hallerinin derhal sona erdirilmesi,
Tüm çocukların, Ağır Ceza Mahkemelerinde değil, zaten bu amaçla kurulan Çocuk
Mahkemelerinde yargılanmaları,
63
GÜNDEM
ÇİAG, söz konusu çocukların, BM Çocuk
Haklarına Dair Sözleşme’nin ve Birleşmiş
Milletler Çocuk Ceza Adaleti Sisteminin
Uygulanmasına Dair Asgari Standartların
öngördüğü gibi çocuğa özgü yargılama
sürecine tabi olmalarını sağlamak için oluştu.
Girişim, şu anda yaşları 12-18 arasındaki ortalama 500 çocuk hakkında “terör örgütü
propagandası yapmak”, “2911 sayılı yasaya muhalefet” ve “Örgüt adına suç işlemek
suretiyle örgüte üye olmak” suçlamalarıyla düzenlenen iddianamelere göre çeşitli
illerde açılan kamu davalarının çocuklar bakımından ortaya çıkardığı adaletsizliği
ortaya çıkarmak, kamuoyunda farkındalık yaratmak ve bu uygulamaların ortadan
kaldırılmasına yönelik kamuoyu baskısı yaratmak amacıyla çalışmalarını sürdürüyor.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
Çocukların suça itilme nedenleri ve suçtan korunmaları yönünde önerileri içeren
sosyal inceleme raporlarının kapsamlı, bağımsız ve tarafsız bir şekilde hazırlanması,
12-15 yaş grubundaki çocukların işlediği fiilin anlam ve sonucunu; atfedilen
suçu anlayıp anlamadığını gösteren farik-i mümeyyiz raporlarının uzmanlarca
hazırlanması,
Çocuklarla ilgili hazırlanan raporların mahkemelerce dikkate alınması,
Çocukların tekrar suça yönelmelerini önleyecek mekanizmaların oluşturulması,
Bu çocukların gerek yargılama sürecinde gerekse yargılama sonrasında, eğitim başta
olmak üzere hiçbir haklarından yoksun kalmamaları ve psikolojik ve gelişimsel
destek almaları,
Terörle Mücadele Kanununun 9. ve 13. maddeleri, Anayasa’ya ve Anayasa’nın 90.
maddesi gereği üst norm niteliğindeki uluslararası sözleşmelere aykırı olduğundan
kaldırılması…
GÜNDEM
64
Bu talepler doğrultusunda bir araya gelen girişim 14.04.2009 itibariyle; Aileler,
Ankara Barosu, Amargi Kadın Akademisi, Başak Kültür ve Sanat Vakfı, Berfin
Yoksullukla Mücadele Derneği, Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu, Çağdaş
Hukukçular Derneği Van Şubesi, Cizre Esnaf ve Sanatkârlar Odası, Cizre Şoförler
Odası, Cizre Üniversiteliler Derneği (CÜDER), Çocuklar Aynı Çatı Altında Derneği
(ÇAÇA), Çocuk Çalışmaları Birimi (ÇOCA), Dives Cizre Temsilciliği, Diyarbakır Barosu,
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Çocuk Müdürlüğü, Diyarbakır Göç-Der, Diyarbakır
Sarmaşık Yoksullukla Mücadele ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği, Eğitim-Sen
Genel Merkezi, Eğitim-Sen Cizre Şubesi, Gündem Çocuk: Çocuk Haklarını Tanıtma,
Yaygınlaştırma, Uygulama ve Uygulamaları İzleme Derneği, Irkçılığa ve Milliyetçiliğe
Dur De Girişimi, İnsan Hakları Derneği, İnsan Hakları Gündemi Derneği, İstanbul
Çocuk Hakları Aktivistleri Grubu, Çağdaş Hukukçular Derneği İzmir Şubesi, KESK
Şırnak Şubesi, MEM U ZİN Kültür Merkezi, Mazlum-Der, Mazlum-Der İstanbul Şubesi,
Mazlum-Der Van Şubesi, Özgürlüğünden Yoksun Gençlerle Dayanışma Derneği
(Öz-Ge Der), Sendika.Org, Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği Genel Merkezi ve Tüm
Şubeleri, Şırnak Barosu, Şırnak Kadın Derneği (Şar-Der), Şırnak Gençlik Çalışma
Grubu (Genç-Der), Şırnak Tabip Odası, Travma Çalışmaları Enstitüsü, Tutuklu ve
Hükümlü Aileleri Demokratik Dayanışma Derneği (TUHAD-DER), Türkiye İnsan
Hakları Vakfı (TİHV), Türkiye Barış Meclisi, Türkiye Çocuklara Yeniden Özgürlük Vakfı
Ankara Şubesi, Türkiye Gençlik Federasyonu, Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi
(TTB), Uçan Süpürge, Vakit Geldi Girişimi ve Van Barosu’ndan oluşmaktadır.
Yargıçları kim yargılayacak?
Latin Atasözü
DOSYA:
HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ
Editör:
Hüsnü Öndül
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
NEDEN HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ?
İnsan Hakları İçin Diyalog’un ilk Dosya’sı için
“hukukun üstünlüğü” ilkesini neden seçtik?
DOSYA
66
Çünkü hukukun üstünlüğü ilkesi, insan haklarının hukuk yoluyla
korunmasında temel bir ilkedir. Çünkü insan haklarının korunması
bağlamında son yıllarda ve aylarda pek çok tartışmalar yaşanıyor.
Örneğin sadece insan haklartı çevrelerinin değil, neredeyse tüm dünyanın
yakından izlediği Hrant Dink cinayeti, önlemler açısından olsun, soruşturma
ve yargılama süreçleri bakımından olsun dikkat çekici özellikler taşıyor.
Ergenekon soruşturması ve yargılama süreci de... Aynı zamanda faili meçhul
cinayet ve gözaltında kayıp iddiaları ve olguları açısından da Türkiye’de
hukukun üstünlüğü ilkesinin yaşama geçmesi tartışmaları yapılıyor. Konuyla
ilgili bir başka tartışma, Ergenekon soruşturması bağlamında tekrar güncel
hale geldi: Askeri yargı! Acaba hukukun üstünlüğü ilkesi ve yargı birliği ilkesi
açısından konuya nasıl yaklaşılmalıydı? Öte yandan, ’Taş atan çocuklar’
sorunu da yargılama boyutu ile gündemdeki yerini almıştı. Çocuk hakları
ve adil yargılanma hakkı bağlamında bu konunun da değerlendirilmesi
gerekiyordu.
Konuyu tüm bu boyutlarıyla ele almaya çalıştığımız Dosya’da,
Prof. Dr. Sami Selçuk “Hukukun Üstünlüğü İlkesi”ni, Dr. Ümit Kardaş da
“Hukuk Devleti – Çift Başlı Yargı Çelişkisi”ni ele alıyorlar. İnsan haklarının
hukuk yoluyla korunması konusunu Hüsnü Öndül incelerken, Tahir Elçi
de hukukun üstünlüğü ve adil yargılanma hakkı bağlamında çocukların
yargılanmaları konusunu tartışıyor.
Bu arada Hükümetin, Avrupa Birliği ile ilişkiler bağlamında,
“AB Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı”nı
hazırladığını ve bunun 31 Aralık 2008 günlü Resmi Gazete’de yayımlandığını
da hatırlatmamız gerekiyor.
Bu arada Adalet Bakanlığı da Ulusal Program’da sözü edilen “Yargı
Reformu Strateji Taslağı”nı hazırladı ve daha sonra çeşitli kurumların
görüşlerini aldı. Taslak ile ilgili olarak çok sayıda üniversitenin Hukuk
Fakülteleri, barolar ve Noterler Birliği görüş bildirdi. Yargıtay, Danıştay ve
Askeri Yargıtay da görüş bildirenler arasında bulunuyor. Taslak, katılımcı
süreçlere başvurmaksızın Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanmış olduğu
için haklı olarak eleştiriliyor. Her şeye rağmen tartışmaya açılması olumlu
bir yaklaşımdır. Dileriz ki, uzmanların, meslek kuruluşlarının ve sivil toplum
örgütlerinin de katkılarıyla, evrensel ilkelere dayalı bir taslak-tasarı ortaya
çıkar. Çünkü konu, insan haklarının yargısal koruma altına alınması
açısından büyük önem taşımaktadır. Taslak ve görüşler Adalet Bakanlığının
internet sitesinde yer alıyor.
Bilindiği üzere, adil yargılanma hakkına ilişkin kurallar, Anayasa’nın 9,
19, 36, 37, 38, 138, 139, 140, 141 ve 159.maddelerinde düzenlenmiştir.
Anayasal kurallar da dâhil olmak üzere, yargının hukukun üstünlüğü ilkesi
doğrultusunda yapılandırılmasına acil ihtiyaç var. Bu ihtiyacı hukukçular
çok uzun zamandır her vesileyle dile getiriyorlar.
“Kuvvetsiz adalet aciz, adaletsiz kuvvet de zalimdir.”
Pascal
.............................................................
67
DOSYA
Hukukun üstünlüğü ilkesinin gerçekleştirilmiş olması için mutlaka
gözetilmesi ve uygulanması gereken uluslararası standartlar ve ilkelere
de Dosya’mızda değiniyoruz. Bu çerçevede, Birleşmiş Milletlerin yargı
bağımsızlığına, savcıların ve avukatların rolüne ilişkin belgelerinin yanı sıra,
kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı, adil yargılanma hakkı ve etkili başvuru
hakkı konusunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bazı kararlarıyla
ilgili özet tanıtıcı bilgilere yer veriyoruz. Ancak daha ayrıntılı bilgi
edinmek isteyen okuyucularımız bu kararların tam metinlerine, verdiğimiz
kaynaklardan ulaşabilirler. Bu kararlar ve özellikle Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi Büyük Dairesinin Demir-Baykara davasındaki kararı, AİHM’nin
nasıl değerlendirmeler yaptığına, hangi kaynaklardan yararlandığına dair
ufuk açıcı hükümler içermektedir.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ İLKESİ
Prof. Dr. Sami Selçuk
Onursal Yargıtay Başkanı
Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi
“Hominum causa omne ius constitutum est: Bütün hukuk insan için
konmuştur.”
Digesta, 1, 5, 2 Hermogenium
Bırakın hukukun üstünlüğü ilkesini, hukuk devleti ilkesini bile gerçekleştiren bir
düzende, yasama, yürütme ve yargı, hukuka bağlı olmak zorundadır.
Çünkü hukuk, yangında kurtarılacak ilk gereçtir.
DOSYA
68
Anayasal, idari ve adli yargı sistemleri bunu sağlar. Yeter ki bağımsız olsunlar.
Elbette yargıçlar da, hukuku, yasaları uygulamak ve uygularken yorum disiplinine
uymak; anayasaya, yasaya / yasalara ve hukuka uygun düşen vicdani kanıya göre
hükümler kurmak zorundadırlar (Anayasa, m. 138).
Hukukun üstünlüğü ilkesinin benimsendiği ve yaşama geçirildiği bir ülkede, bütün
hukuksal işlemler ve kimi eylemler, hukukun soğukkanlı mantık süzgecinden geçirilirler.
Toplumda hukuksal güven ve yarına inanç ancak böylelikle sağlanabilir.
Toplum katmanlarında ve yönetimde hukukun ayak bağı görüldüğü ve yangından
mal kaçırırcasına kimi etkinliklerin, işlemlerin yargıdan kaçırıldığı bir ülkede hukukun
üstünlüğü de, demokrasi de bir düştür.
Ancak, bilimsel toplantılarda, yazılı ve görsel basında, hukukun üstünlüğü yerine daha sık
kullandığımız ilke “hukuk devleti ilkesi”dir.
Çoğu kez hukuk devleti ilkesiyle hukukun üstünlüğü ilkesi eşanlamda algılanmaktadır.
1961 ve 1982 anayasaları da iki ilkeyi, terimi çok özensiz ve birbirlerinin yerine,
eşanlamlı olarak kullanmıştır (sözgelimi, 1961 An. md. 77, 92; 1982 An. md. 81, 102).
Üstelik 1961 ve 1982 anayasalarının 2. maddelerinde Cumhuriyetin nitelikleri
sayılırken “hukuk devleti”nden söz edilmiştir, “hukukun üstünlüğü”nden değil.
Yasalarımız da öyle. Özetle, ister kurucu iktidar, ister ikincil / olağan / sıradan iktidar
olsun, Türk yasa koyucularının gözünde bu iki terimin anlamı ve işlevi özdeştir.
Oysa bunlar farklı anlayışların ürünüdür.
“Hukuk devleti ilkesi” Kara Avrupalı, özellikle Alman, Fransız ve İtalyan kökenlidir.
Buna karşılık “hukukun üstünlüğü / egemenliği / önceliği) ilkesi” Anglo-Sakson
kökenlidir. Her iki ilkenin doğuş nedenleri ve sonuçları da başka başkadır.
Toplum ve hukuk, devletin vesayetindedir ve edilgindir. Vesayetçi devletin yukarıdan
aşağıya doğru düzenlediği makro anlamda bir toplumsal sözleşme vardır: Anayasa. Amaç,
devleşen “Leviathan devleti” hukukun sınırlarında tutmaktır. Bu ne ölçüde başarılırsa,
Kant’tan, Rousseau’dan esinlenilen “hukuk devleti”ne, dolayısıyla demokrasiye de
ancak o ölçüde ulaşılabilecektir.
Bütün bunlar, Kara Avrupa’sı ülkelerinde devleti, birey zararına dokunulmaz bir
nesneye dönüştürmüştür. Savaş, bu dokunulmazlığı sarsma savaşıdır.
Demek, özünde hukuk devleti deyişi, bir yandan devleti hukukun sınırları içine çekme
amacını, hatta ülküsünü yansıtırken, öte yandan de bu ülküye henüz ulaşılamadığını
örtülü bir biçimde itiraf etmektedir.
Bu amaç, bu ülkü bugün de sürmektedir. Çünkü Jakoben devlet, başı derde gerdiğinde
hukukun bir türlü erişemediği kör, karanlık, görünmez bir kavrama başvurmaktadır:
“Hikmet-i hükümet / devlet aklı: la raison d’Etat”. Kerameti kendinden menkul bu “hikmet-i
hükümet” kavramından 06.01.1989’da Fransız Yargıtayındaki konuşmasında Başkan
69
DOSYA
“Hukuk devleti ilkesi”nin boy verdiği Kara Avrupa’sı ülkelerinde, “devlet merkezci” bir
yönetim vardır. Devlet her yerde hazır ve nâzırdır. Jakobendir. Bu ülkelerde hukuku
üreten temel güç devlettir. O yüzden de hukuk hep devletten yanadır; devlete sürekli
ayrıcalık tanır. Devlet kendi yarattığı hukuk yüzünden yurttaşlarıyla sürtüşme içinde
ve bu hukuku araç kılarak pek çok şeye el atmış durumdadır. Başı sıkışınca başvurduğu
kavramlardan biri sözgelimi “kamu yararı”dır. İçeriği belirsiz ve tartışmalı olan bu
kavramla hukuk, zaman zaman mistikleştirilmiş, hukuku siyasallaştırma oyununun
bir parçası olmuştur. “Kamu yararı”, “yönetimin takdir hakkı” gibi tanımlanamaz ve
sınırları çizilemez kavramlarla beslenen bir yönetim, kuşkusuz hukukta da etkisini
göstermiş, “özel hukuk” ve “kamu hukuku” ayrımı ortaya çıkmıştır, çıkmaktadır.
Buna koşut olarak “yargı birliği” ilkesinden sapılmıştır. Üç yüksek yargı organına
gerek görülmüştür: Anayasa mahkemesi, yargıtay ve danıştay. Hepsinin görev
alanları ayrıdır. Birbirlerinin alanına giremezler. Bu nedenle, yani üç parçalı bir yargı
bulunduğu ve son sözü söyleyecek tek yüksek yargı organı olmadığı için, ilk derece
mahkemesi yargıçları, bir yasanın anayasal kurallara, bir tüzüğün yasalara aykırı
olup olmadığına kendileri karar veremezler. Kendi görev alanlarına girmeyen bu tür
konuları ilgili yargıya götürmek ve bekletici sorun yapmak zorundadırlar. Bu yüzden
yargılama uzamaktadır.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
Mitterrand şöyle yakınmaktadır: “Hukuk, adalet hiçbir biçimde hikmet-i hükümet denilen
nesneye kurban edilmemelidir. Uzun yıllar taşıdığım siyasal sorumluluğum döneminde
hikmet-i hükümet diye bir nesneye hiç rastlamadım. Ne zaman hikmet-i hükümetten söz
edilmişse, bilmelisiniz ki, bu bir başka şeyi gizlemek için uydurulmuş bir bahanedir”.
Başbakan William Pitt’in dilinde hikmet-i hükümetin karşılığı “devlet işlerinde
zorunluluk”tur. Mitterrand’dan 206 yıl önce 18.11.1783’te Komünler Meclisinde
şöyle diyordu, Pitt: “Zorunluluk, birey özgürlüklerini çiğnemenin özrüdür; zorbaların
bahanesi, kölelerin inancıdır”.
Bütün bunların sonucu olarak Kara Avrupa’sında toplum devletçi kurallara bağlı, içine
kapalıdır. İktidar tektir. Yargı da bundan payını almıştır. Erkler, güçler ayrılığından ne
kadar söz edilirse edilsin yargı birliği sağlanamamış, yargıyı bağımsız kılma kavgası
bir türlü bitmemiştir.
DOSYA
70
Görülüyor ki, “hukuk devleti” küresindeki savaşım, devletin topluma ve bireye
karışmasını azaltma savaşımıdır. Temel amaç, kanımca “az devlet, çok hukuk”
formülüyle özetlenebilir. Dar bir ufuktur bu.
Buna karşılık, “hukukun üstünlüğü ilkesi”nin boy verdiği Anglo-Sakson ülkelerinde
toplum, sözleşmeci, uzlaşmacıdır. Kendi kendini düzenler. Saydam ve dışa
açıktır. Bireyler yarışmacıdır. Girişim gücü devlette değil, bireyde ve sivil toplum
örgütlerindedir. Devlet merkezci değildir. Toplum çoğulcu olduğundan iktidar da tek
değil, parçalıdır. Çok kutuplu kurumlar, kuruluşlar devletin temel görevlerinin bir
kesimini üstlenmiştir. Çoğulculuk kurumsal parçalanmayı, işbölümünü yaratmakta,
toplum kendi hukukunu kendi üretmektedir. Devletin karşısında özerk bir hukuk
vardır. Her şey üretilen bu hukukun hakemliğinde çözülmektedir. Birey ile devlet
bu hukukun karşısında eşit konumdadır. Her ikisi de toplumun ürettiği ve dayattığı
hukuka bağlıdır. Toplumun ürünü olduğundan başat, egemen güçtür, hukuk. Devlet ise
ikincil plandadır. Hukuk yaşanarak Sokratik yöntemle öğretilmekte, uygulanmaktadır;
somuttur, esnektir ve de devletten bağımsızdır. Toplum devletin vesayetinde değil,
devlet zorunlu olarak toplumun içindedir. Bu yüzden genellikle yazılı bir anayasaya
bile gerek duyulmamıştır.
Bunun sonuçları ise ortadadır: Hukuk devletten bağımsız olduğundan yargı da bağımsız
ve çok güçlüdür. Hukuk ve dolayısıyla yargı birliği örselenmemiş, anayasa mahkemesi,
yargıtay, danıştay ayrımına gerek görülmemiştir. Tek bir yüksek mahkeme vardır.
Hukukta özel hukuk, kamu hukuku gibi katı kavramlaşmalara ve ayrımlaşmalara
yer verilmemiştir. Anayasa mahkemesi, yargıtay ve danıştay biçiminde üç parçalı
olmadığı, yargı birliği sağlandığı, son sözü yüksek mahkeme söyleyeceği için her
derecedeki mahkeme, bir yasanın anayasal kurallara, bir tüzüğün yasalara aykırı olup
olmadığına karar verebilmektedir. Bekletici sorun kaygısı söz konusu değildir. Bu
yüzden yargılama hızlıdır.
İktidar, çoğulcu toplum gereği, parçalı ve aşağıdan yukarıya doğru biçimleniyor.
Geniş bir ufuktur, bu.
Bu açıdan ülkemizde bu terim / kavram kargaşasının çözülmesi zorunludur. Hukuk
bir bilimdir ve binlerce yılın deneyimlerinden ve binlerce düşünürün beyinlerinden
süzülüp gelen bütüncü bir “kavramlar / terimler sözlüğü”ne sahiptir. Bu kavramlar /
terimler küreseldir, onlar üzerinde kişilerin mülkiyet hakkı yoktur. Yalnızca kullanım /
yararlanma / intifa hakkı vardır, o kadar.
Hiç kuşkusuz, hukuk devleti ilkesini değil, hukukun üstünlüğü ilkesini benimsemek,
demokrasimizin çıtasını yükseltecektir.
Yazının daha ilk tümcesinde “bile” dememin nedeni, işte budur.
Görülüyor ki, hukuk devleti ile hukukun üstünlüğü ilkeleri birbirlerinden ayrıdır.
Serüvenleri de başkadır.
Kanımca “hukukun üstünlüğü ilkesi”, gelişme biçimi ve özü gözetildiğinde,
demokrasinin de özüdür.
Bu nedenlerle de Anglo-Sakson ülkelerinde “hukukun üstünlüğü”, Kara Avrupa’sı
ülkelerinde, deyim yerinde ise, “üstünlüğün hukuku” egemendir. Bu yüzden Fransız
hukukçusu Laurent Cohen-Tanugi (Le droit sans l’ Etat, sur la démocratie en France et
en Amérique, PUF, Paris, 1987), Anglo-Sakson ülkelerinde “devletsiz hukuk”un, Kara
Avrupa’sı ülkelerinde ise “hukuksuz devlet”in bulunduğunu söylüyor.
Hiç de haksız değil.
“Hukuk, demokraside azınlıkların haklarını ve
özgürlüklerini koruma aracıdır.”
Alfred E. Smith
.............................................................
71
DOSYA
Bu çıtayı yükseltmenin ilk adımı, elbette demokrasinin çerçevesini çizen ve hukukun
üstünlüğü ilkesine yaslanan çağcıl bir anayasadır.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ: İNSAN HAKLARININ HUKUK
YOLUYLA KORUNMASINDA TEMEL İLKE
Hüsnü Öndül
Avukat
Birleşmiş Milletler tarafından 10 Aralık 1948 tarihinde kabul ve ilan edilen İnsan
Hakları Evrensel Bildirisi’nin ‘Başlangıç’ bölümünde, “İnsanın zulüm ve baskıya karşı
son çare olarak ayaklanmak zorunda kalmaması için insan haklarının hukuk düzeni ile
korunmasının temel bir gereklilik” olduğu vurgulanır. Bildirinin 28. maddesinde de,
“Herkesin bu Bildirge’de ileri sürülen hak ve özgürlüklerin tam olarak gerçekleşebileceği
bir toplumsal ve uluslararası düzene hakkı vardır.” denilmektedir.
Avrupa Konseyi Statüsü’nün (1949) 3. maddesinde, “Avrupa Konseyinin her üyesi,
hukukun üstünlüğü ilkesini ve yetki alanı altında bulunan herkesin insan haklarından
ve temel özgürlüklerden yararlanma ilkesini kabul eder.” hükmü yer alır.
DOSYA
72
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 1. maddesinde, (4 Kasım 1950) “Sözleşmeci
taraflar, kendi yetki alanları içinde bulunan herkese bu Sözleşme’nin birinci
bölümünde açıklanan hak ve özgürlükleri tanırlar.” hükmüne yer verilir. Bu madde ile
devletler, insan haklarını güvence altına alma ve koruma alanında iki tür yükümlülük
altına girmektedirler. Birincisi, Sözleşme’nin tarafı olan devletler, bireylerin
haklarını ve özgürlüklerini kullanmalarını engelleyecek tutum ve davranışlardan
kaçınacaklar(negatif yükümlülük); ikincisi, bireylerin haklarını ve özgürlüklerini
kullanmaları için gerekli önlemleri alacaklardır (pozitif yükümlülük, AİHM, Marcks
v.Belçika).
Sözleşme’nin 6. maddesinde adil yargılanma hakkı; 13. maddesinde de, etkili başvuru
hakkı düzenlenmiştir. 13. madde şöyledir: “Bu sözleşmede tanınmış olan hak ve
özgürlükleri ihlal edilen herkes, ihlal fiili resmi görev ifa eden kimseler tarafından bu
sıfatlarına dayanılarak yapılmış da olsa, durumun düzeltilmesi için ulusal bir makama
başvurma hakkına sahiptir.” Sözleşme’nin 46. maddesi, “kararların bağlayıcılığı ve
uygulanması” başlığını taşır ve şöyledir: “Yüksek Sözleşmeci taraflar, taraf oldukları
davalarda Mahkeme’nin kesinleşmiş kararlarına uymayı taahhüt ederler.”
Hukukun üstünlüğü ilkesiyle ilgili olarak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi(AİHM) Silver
ve Diğerleri/İngiltere (25 Mart 1983) kararında; “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin
temelinde var olan ilkelerden biri olup, kişinin hakkına kamu makamları tarafından
yapılan müdahalenin etkili bir denetime tabi tutulmasını ifade eder” demektedir.
Hukuk devleti dediğimiz devlet, tüm eylem ve işlemleri hukuka uyan ve hukuk
kurallarına bağlı olan devlettir. Bu hukuk, insan hakları hukukudur. Hukuka uymayı ve
bağlı olmayı sağlayacak olan da yargısal denetimdir.
Hukuk Devleti özellikleriyle ilgili olarak Anayasa Mahkemesinin 1963 ve 1992
tarihli kararlarında, “Hukuk devleti, insan haklarına saygı gösteren ve bu hakları
koruyucu, adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye kendisini zorunlu
sayan ve bütün faaliyetinde hukuka ve anayasaya uyan bir devlet olmak gerekir.
Hukuk devletinde yasa koyucu organ da dâhil olmak üzere, devletin bütün organları
üstünde hukukun mutlak bir egemenliğe sahip olması, yasa koyucunun faaliyetlerinde
kendisini her zaman anayasa ve hukukun üstün kuralları ile bağlı tutması gerekir.”
şeklinde değerlendirmeler yapılmaktadır. Anayasa Mahkemesinin 1985 ve 1989 tarihli
kararlarında da aynı anlayış vardır. Anılan tarihli kararlarda, Hukuk Devleti,”Yasa
koyucu organ da dâhil olmak üzere Anayasa ve hukuka uyan devlet, tüm işlem ve
eylemleri hukuka uygun olan devlettir” denmektedir.
Bağımsız yargı(yargıç) nitelemesinin akla getirdikleri şunlar olabilir:
a) Mahkemeler bağımsız olacak,
b) Mahkemeler (yargıçlar) başka kişi, kurum veya organlardan emir almayacak,
c) Yasama ve yürütme gücünün baskısı ve etkisi altında kalmayacak,
d) Ekonomik, sosyal ve siyasi diğer güçlerin baskı ve etkisi altında kalmayacak,
e) Yargı (yargıç) özgür olacak.
Tarafsız yargı nitelemesi için de şunlar söylenebilir:
Yargıç,
a) Yargılamada yan tutmayacak,
b) Taraflara karşı nesnel (objektif) olacak,
c) Kişisel duygu ve düşüncelerinden arınabilecek.
İnsan haklarının hukuk yoluyla korunması, hakların esasına ilişkin normatif
düzenlemeler kadar, usule ve mekanizmalara dair normatif düzenlemelerin de insan
hakları hukukuna uygunluğunu şart koşar. Doğaldır ki, yargı gücü, kararlarıyla, AİHM’in
Silver ve Diğerleri/İngiltere kararında vurgulandığı gibi, insan haklarını korur. Yargı,
kararlarıyla aynı zamanda hukukun ilerlemesine de katkıda bulunur.
.............................................................
73
DOSYA
Hukukun üstünlüğü ilkesini yaşama geçirecek güç, yargı gücüdür. Yargı, yargısal
denetim yaparak hukukun üstünlüğü ilkesini yaşama geçirir. Yargı gücünün bu
fonksiyonu yerine getirebilmesi de onun bağımsızlık ve tarafsızlık ilkelerine göre
yapılandırılmış olmasına ve o doğrultuda çalışmasına bağlıdır.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
HUKUK DEVLETİ -ÇİFT BAŞLI YARGI ÇELİŞKİSİ
Ümit Kardaş
Emekli Hakim Albay
DOSYA
74
Çift başlı yargı yapılanması nedeniyle yıllardır ihlal edilen tabii hâkim ilkesinin önemi,
bugün Ergenekon soruşturması vesilesiyle daha anlaşılır hale gelmiştir. Askeri yargının
varlık amacının dışında geniş bir yargı alanına sahip olması ve adli yargı aleyhine
alabildiğine genişlemesi, hem askerlerin hem de onlarla birlikte suç işleyen sivillerin,
tabii hâkimlerinden ayrı mercilerde yargılanmalarına neden olmaktadır. İlk defa 1961
Anayasasının 138. maddesi ile askeri yargı bir anayasa metnine en geniş şekliyle
girmiş,1982 Anayasası bu düzenlemeyi 145. maddesinde aynen tekrarlamıştır. Bu
düzenlemeye paralel bir şekilde düzenlenen 353 sayılı kanunun 9. maddesi, askeri
mahkemelerin askerler bakımından görev alanını belirlemiştir. Askeri mahkemeler,
asker kişilerin askeri suçlarının yanı sıra, asker kişiler aleyhine işledikleri suçlar ile
askeri mahallerde yahut askeri hizmet ve görevleriyle ilgili olarak işledikleri suçlara
da bakarlar. Aynı yasanın 12. maddesi, asker ve sivil kişilerin birlikte suç işlemeleri
halini düzenlemektedir. Bu maddeye göre, askerlerle sivillerin müştereken bir suç
işlemeleri durumunda, suç, Askeri Ceza Kanunu’nda yazılı bir suçsa askeri yargı, sivil
bir suçsa adli yargı görevli olacaktır.
Askeri suç nedir, nasıl tanımlanmalıdır?
Askeri suçun Askeri Ceza Kanunu’nda bir tanımı yoktur. Oysa bu suçun tanımı çok
önemlidir. Diğer görev alanları bu tanıma göre belirlenmektedir. En önemlisi, sivil
kişilerin askeri mahkemelerde yargılanma gerekçeleri olarak askerlerle birlikte
işledikleri suçların askeri suç sayılmaları ve bu gerekçe ile sivillerin tabii hâkimlerinden
koparılmaları, vahim bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de uygulanan
sivil ve askeri yargı sistemlerinin farklı sistemler olduğu, ayrı usuller uyguladıkları,
hâkimlerinin bağımsızlıklarının ve güvencelerinin farklı düzenlemelere bağlı olduğu,
bu durumun da yargılama birliğine aykırı olduğu açıktır. Bu nedenle, askeri suç
kavramının açıklıkla ve kesinlikle belirlenmesi, yoruma açık olmaması, sınırlarının
iyi çizilmesi büyük önem taşımaktadır. Askeri suç tanımının önemine ilişkin olarak
Askeri Ceza Kanunu’nun 54. maddesini örnek gösterebiliriz. Bu madde ile 765 sayılı
Türk Ceza Kanunu’nun 125. ile 145. maddeleri arasındaki maddeleri (5237 sayılı Türk
Ceza Kanunu’nda 6. ve 7. Bölümlerdeki karşılıkları) Askeri Ceza Kanunu’na sokularak
askeri suç haline getirilmiştir. Siyasi suç niteliğindeki bu suçların askeri suç haline
getirilmesi çok sakıncalıdır. Bu yapay bir askeri suç genişletmesi olup, hem asker
kişileri hem de askerlerle birlikte bu suçları işleyen sivilleri askeri yargı alanına alarak
tabii hâkimlerinden ayırmaktadır. Örnek olay olarak Şemdinli Davasını verebiliriz. Van
Cumhuriyet Başsavcılığınca asker sanıklar hakkında soruşturma yapılmış, söz konusu
kişiler hakkında devletin birliğini bozmak suçundan dava açılmıştır ( 5237 sayılı TCK
madde 302). Sanıklar adli yargıda yargılanmışlar ve mahkûm olmuşlardır. Ancak
Yargıtay temyiz incelemesinde mahkûmiyetle sonuçlanan davanın askeri yargıda
görülmesi gerektiği noktasından kararı bozmuş ve dava yeniden askeri mahkemede
görülmeye başlamıştır. Yukarıda belirttiğimiz gibi, 765 sayılı TCK’nın birinci babının
birinci faslında, Devletin Arsıulusal Şahsiyetine Karşı Cürümler başlıklı bölümünde,
125 – 145 arasındaki maddelerde düzenlenen suçlar, Askeri Ceza Kanunu’nun 54.
maddesi içine alınarak askeri suç haline getirilmişlerdir. 765 sayılı TCK’daki 125.
maddenin 5237 sayılı TCK’daki karşılığı 302. maddedir. Sanıkların yargılandığı suç, bu
durumda askeri bir suçtur. Asker kişilerin askeri suçları ise, gerek Anayasa’ya gerekse
353 sayılı kanuna göre askeri mahkemelerde yargılanır. Bunun sonucu, askerlerle
müştereken suç işleyen siviller de 353 sayılı kanunun 12. maddesi uyarınca tabii hâkim
ilkesine aykırı olarak askeri mahkemelerde yargılanmaktadırlar. Bu durum, askeri suç
tanımının siyasi suçları da kapsayacak kadar geniş tutulmasından doğmakta, askeri
yargının sivil yargı aleyhine genişlemesi, asker ve sivil kişilerin tabii hâkimleri dışında
merciler karşısında yargılanmalarına neden olmaktadır.
75
DOSYA
Çift başlı yargının bazı askeri bürokratları dokunulmaz kıldığına bir önemli örnek de,
emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’e ait 2003–2004 yıllarına ait darbe
girişimlerini anlatan günlüklerdeki eylemlere ilişkin yargısal sürecin işlemeyişidir. Darbe
günlüklerinin Nokta dergisinde yayımlanması üzerine, günlüklerin sahibi Özden Örnek’in
şikâyetiyle derginin genel yayın yönetmeni Alper Görmüş hakkında başlatılan soruşturma
sonunda, Bakırköy C. Başsavcılığınca iftira atmak ve hakaret etmek suçlarından Görmüş
hakkında dava açılmıştır. Bunun yanı sıra, günlüklerdeki darbe girişimleri anlatımları
ciddiye alınarak, şüpheli Özden Örnek hakkında da askeri darbe hazırlığı yapmak
iddiasıyla soruşturma başlatılmıştır. Ancak savcılık, kendisini bu konuda yetkili
görmediğinden soruşturmaya başlamadan Nokta dergisindeki yayını delil göstererek,
soruşturma evrakını 19.04.2007 tarihli yetkisizlik kararıyla yetkili olduğunu düşündüğü
Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığına göndermiştir. Eğer darbe girişiminde
bulunanlar emekli olmadan bu günlükler açığa çıksaydı, bu takdirde işlenen suç anayasal
düzene ve bu düzenin işleyişine karşı işlenen suçlardan (TCK 309, 311, 312, 313) olmasına,
yani Askeri Ceza Kanunu’nda düzenlenen bir askeri suç olmamasına rağmen, suç askeri
mahalde işlendiğinden, söz konusu asker kişiler askeri yargı alanına girecek ve general
olmaları nedeniyle de, Genelkurmay Askeri Mahkemesinde yargılanacaklardı. Kuşkusuz
bu durumda darbe girişiminde bulunan generaller hakkında Genelkurmay Başkanının
soruşturma emri vermesi gerekecekti. Nitekim dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi
Özkök, bu girişimlerden haberdar olmasına rağmen soruşturma emri vermemiştir. Ancak
353 sayılı askeri ceza muhakemesini düzenleyen kanunun 17. maddesi uyarınca Özden
Örnek ve günlüklerde adı geçen generaller hakkında emekli olmaları ve suçun da askeri
bir suç olmaması nedenleriyle görevli merci, adli yargıdır. Çünkü söz konusu maddeye
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
göre, emekli olmaları nedeniyle askeri yargı ile olan ilgileri kesilmiş bulunmaktadır.
DOSYA
76
Özden Örnek’in günlüklerindeki darbe girişimlerine yönelik yargısal sürecin geldiği
nokta önemli olduğundan, sürecin tamamını incelemekte yarar bulunmaktadır.
Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığı, Bakırköy C.Başsavcılığının yetkisizlik
kararıyla gönderdiği soruşturma evrakıyla ilgili aşamaya ilişkin cevabi yazısında,
asker kişiler hakkında görev ve sıfatlarından dolayı soruşturma başlatılmasının, askeri
kurum amirinin takdir ve değerlendirmesine bağlı olması nedeniyle, soruşturma
evrakının Genelkurmay Başkanlığına gönderildiği belirtilmiştir. Genelkurmay
Başkanlığı mahkemeye gönderdiği cevabi yazısında ise, iddia hakkında gerçek, somut
ve tutarlı bir bilgi ve belge bulunmaması nedeniyle herhangi bir işlem yapılamadığı
bilgisini vermiştir. Oysa kuvvet komutanlarının işlediği iddia olunan suç, TCK’da yer
alan siyasi bir suç olup, askeri bir suç değildir. Ayrıca söz konusu asker kişiler emekli
olduklarından, askeri yargıyla olan ilişkileri de kesilmiş bulunmaktadır. Bu nedenlerle,
görevli yargı yeri, adli yargı merciidir. Adli yargının görevli ve yetkili olduğu bir olayda
görev, yetki ve soruşturmanın açılması konularında Genelkurmay Başkanlığı tek karar
verici merci durumuna sokulmuştur. Genelkurmay Başkanlığı adeta yargıyı bloke etmiş
ve hukuka ve kanunlara aykırı olarak fiili (de facto) bir durum yaratmıştır. Bu durum,
ne hukuk devletiyle ne demokrasiyle ne de adil yargılanma hakkıyla bağdaştırılabilir.
Yargılama birliği ve tabii hâkim ilkelerine aykırı olarak görev alanı geniş tutulan
askeri yargının yarattığı çift başlılıktan yararlanılarak bazı yurttaşlar dokunulmaz
kılınmışlardır. Bu durumun sonucu olarak, darbe teşebbüsünde bulundukları iddia
edilen kuvvet komutanları, soruşturulamaz ve yargılanamaz bir konuma gelmişler,
hukuk dışı bir korumaya alınmışlardır. Derginin genel yayın yönetmeni Alper Görmüş
ise gelebilecek tüm baskılara rağmen demokrasi ve hukukun üstünlüğünün yolunu
açma konusunda gösterdiği cesaretle 2003–2004 yılındaki darbe teşebbüslerini ortaya
çıkaracak günlükleri yayımlayarak, halkı bilgilendirme görevini yapmış ancak bunun
sonucunda, kolaylıkla yargılanır duruma gelmiştir. Bu tablo, cumhuriyetin eşit yurttaşlar
temeline dayanmadığını göstermektedir. Diğer yandan, yaratılan fiili durum nedeniyle
Alper Görmüş Anayasa’nın 39. maddesiyle kendisine tanınmış olan ispat hakkını da
kullanamaz duruma düşürülmüştür. Ergenekon soruşturmasında savcılık, ek iddianameyi
darbe girişimi üzerine kurmuş olduğundan bu sorun kısmen aşılmış gözükmektedir.
Asker Kişilerin İşledikleri Suçların Askerlik Hizmet ve
Görevleriyle İlgili Olması Ölçütü
Askeri mahkemelerin görev alanını düzenleyen 353 sayılı kanunun 9. maddesinde yer
alan ölçütlerden birisi de, asker kişinin işlediği suçun askeri hizmet ve göreviyle ilgili
olması ölçütüdür. Kanuni düzenlemelerle askeri personele yüklenen ve periyodik hale
getirilerek onların bilgisine sunulan işler askeri görevleri oluşturmaktadır (İç Hizmet
Kanunu m. 6, 7, 14, 15 – İç Hizmet Yönetmeliği m. 4–27). Amirler, anılan mevzuat
çerçevesinde askeri ihtiyaçların doğurduğu gerekler ışığında, yazılı veya sözlü emirler
verebilirler (İç Hizmet Kanunu m. 8 – İç Hizmet Yönetmeliği m. 28–34). Askeri
şahısların bu görevlendirmelerle ilgili olarak işlediği suçlarda askeri yargı görevli
olacaktır. Ancak hizmet ve görevin salt askeri mevzuatta yer alıyor olması, işlenen
suçu gerçek anlamda askeri suç haline getirmeyebilir. Gerçekleşen suç, askeri hizmet
ve görevle ilgili olarak işlenmiş olmakla birlikte, söz konusu suçun işlenmesiyle gerçek
anlamda askeri yarar ve gereklerin korunması ihlal edilmemiş olabilir. Mevzuatla
tevdi edilen hizmet ve görev doğrudan doğruya yurt savunmasının sağlanması, askeri
disiplinin tesisi, askeri yarar ve gereklerin korunması ilkeleriyle bağlantılı olmayabilir.
Bu durumda ise askeri hizmet ve görevden söz edilemez. Suç işleyenin yargılanma
merciini belirleyecek somut eylemin niteliği bir yorumla ortaya konabileceğinden
bu ölçüt de tabii hâkim ilkesine aykırıdır. Çünkü adli yargıyla askeri yargı arasındaki
görev sınırı, yoruma meydan vermeyecek şekilde açık ve net değildir.
77
DOSYA
Suç işleyen kişinin işlediği suçun hangi yargı alanına girdiğini önceden net olarak
bilmesi, tabii hâkim ilkesinin en önemli unsurudur. Bu durum nedeniyle adli
yargıyla askeri yargı arasında çözümlenmesi uzun zaman alan görev uyuşmazlıkları
olmakta, yıllarca Uyuşmazlık Mahkemesinden görev yeri ihtilafının çözümlenmesi
beklenmektedir. Bu konuda örnek verebileceğimiz önemli ve güncel olay, birden çok
sanığın yargılandığı JİTEM davasıdır. Asker kişilerle sivil kişilerin birlikte işledikleri
iddia olunan “cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak”, “bir suçu söyletmek için işkence
yapmak”, “ taammüden adam öldürmek” suçlarından dolayı 2005 yılında Diyarbakır
2. Ağır Ceza Mahkemesinde açılan davada, adli yargı mercii sanıklardan bir kısmının
asker kişi olması gerekçesiyle görevsizlik kararı vermiş ve kesinleşen kararla birlikte
dava dosyası, Diyarbakır 7. Kolordu Komutanlığı Askeri Mahkemesine gönderilmiştir.
Askeri mahkeme ise sanıkların TSK ile ilişkilerinin kesilmiş olduğu, yüklenen suçların
da askeri suç olmadığı, 353 sayılı kanunun 12. maddesi uyarınca görev yerinin adli
yargı olduğu gerekçesiyle görevsizlik kararı vermiştir. Böylece çift başlı yargı içinde
bir görev uyuşmazlığı çıktığından, bu uyuşmazlığın çözümü için dosya Uyuşmazlık
Mahkemesine gönderilmiştir. Uyuşmazlık Mahkemesi 02.06.2008 tarihli kararında
askeri mahkemenin gerekçesini kabul ederek asker kişilerin ilişkilerinin TSK’dan
kesilmesi ve yüklenen suçların askeri suç olmaması (askeri hizmet ve görevlerine
ilişkin olmaması) nedenleriyle adli yargının görevli olduğuna karar vermiştir. Bu
somut olayda, yargılama, sırf görev uyuşmazlığı, yani çift başlı yargının yarattığı
belirsizlikler nedeniyle dört yıl gecikmiştir. Söz konusu davada suç tarihleri 1992–
1994 yılları arasındadır. Dava 2005 yılında açıldığına göre, soruşturma aşaması on
yılı aşkın bir süre devam etmiştir. Bu gecikmede, olayda asker kişilerin bulunması
nedeniyle duyulan tereddütlerin rol oynadığı açıktır.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
Askeri Mahal Ölçütü
Asker kişinin işlediği suç, Askeri Ceza Kanunu’nun dışında TCK’da, 6136 sayılı kanunda
veya bir başka özel kanunda düzenlenmiş olabilir. Ancak suç askeri mahalde işlenmiş
ise askeri yargı görevli olacaktır. İç Hizmet Kanunu’nun 12, 51 ve 100. maddelerinin ışığı
altında istikrar kazanmış Askeri Yargıtay kararlarına baktığımızda, askerlerin eğitim,
öğretim, tatbikat gibi görev yaptıkları, barındıkları ve konakladıkları yerlerin askeri
mahal kabul edildiği görülmektedir. Bunlar da İç Hizmet Kanunu’nun 12. maddesinde
sayılan; kıta, karargâh, askeri kurum (askeri hastane, okul, orduevi, dikimevi, askeri
fabrika, askerlik şubesi, ikmal merkezi, depo)dur.
DOSYA
78
Görüldüğü gibi “askeri mahal” olarak kabul edilen yerler maddede sayılmıştır. Ancak bu
kavramı açıklayan bir tanım verilmemiştir. Gerek 353 sayılı kanunda gerekse 211 sayılı
İç Hizmet Kanunu’nda askeri mahallin tanımı yoktur. Bunun yanında, sayılan yerlerle
ilgili olarak tanımlar yapılmıştır. Örneğin İç Hizmet Kanunu’nun 12. maddesinde askeri
kurumun tanımı yapılmıştır. Suçun salt askeri mahal sayılan yerde gerçekleşmiş olması
nedeniyle asker kişiler tabii yargı yerlerinden ve tabii hâkimlerinden koparılmış
olmaktadırlar. Örnek olarak yine Şemdinli soruşturmasını verebiliriz. Şemdinli
soruşturmasında ayrıca davada yargılanan sanık astsubayın sıralı komutanları olan alay
komutanı, tugay komutanı ve kolordu komutanı hakkındaki soruşturma evrakı, gereği
yapılmak üzere Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığına gönderilmiştir. Söz konusu
komutanlardan ikisinin general olması ve generalleri yargılayan tek mahkemenin
de Genelkurmay Başkanlığı Askeri Mahkemesi olması nedeniyle soruşturma evrakı
askeri yargıya gönderilmiştir. Söz konusu komutanlara ilişkin evrak Askeri Savcılıkça
Genelkurmay Başkanlığı’na gönderilmiş, ancak bu makamca soruşturma açılmasına
gerek görülmemiştir. Yine Van Cumhuriyet Başsavcılığı, dönemin Kara Kuvvetleri
Komutanı hakkında “suç işlemek için örgüt kurmak”, “görevi kötüye kullanmak”,
“sahte belge düzenlemek” ve “ adil yargılamayı etkilemek” suçlarıyla ilgili evrakı da
Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığına göndermiştir. Bu evrak da Askeri Savcılıkça
Genelkurmay Başkanlığına gönderilmiş olup, bu komutan hakkında da soruşturma emri
verilmemiştir. Oysa dönemin Kara Kuvvetleri Komutanına yüklenen suçlardan “suç
işlemek için örgüt kurmak” , “sahte belge düzenlemek” ve “ adil yargılamayı etkilemek”
suçları askeri suç kapsamı içinde olmadıklarından, bu suçların soruşturulmasının adli
yargıda yapılması gerekirdi. Ancak bu suçlar, askeri mahalde işlenmiş olduklarından
askeri yargı görevli olmaktadır. Askeri mahal ölçütü de askeri yargı alanını alabildiğine
genişletmektedir.
Asker Kişilerin Asker Kişilere Karşı Suç İşlemeleri Ölçütü
Asker kişilerin asker kişiler aleyhine işledikleri suçlarda da askeri yargı görevlidir.
Anılan suçların Askeri Ceza Kanunu’nda öngörülen askeri suçlardan olmaları zorunlu
değildir. Askeri yargının görevli olması için suçların asker kişi aleyhine işlenmiş olması
yeterlidir. Askeri şahıs, asker kişi aleyhine hırsızlık, dolandırıcılık, sahtekârlık, konut
dokunulmazlığını ihlal suçlarını işlediği takdirde, askeri mahkemede yargılanacaktır.
Bu suçlar Askeri Ceza Kanunu tarafından gönderme dahi yapılmayan suçlardır. Diğer bir
anlatımla, “askeri suç benzeri” nitelikleri dahi yoktur. Salt asker kişi aleyhine işlenmiş
olmaları nedeniyle askeri yargının görevli olması, görev sınırlarının belirlenmesinde
sağlıklı bir kabul değildir. Bu düzenlemeler, yukarıda yinelediğimiz ölçütler ışığında
tabii hâkim ilkesine aykırıdır. Sırf failin de mağdurun da asker kişi olmaları sebebiyle
askeri yargı organlarının görevli ve yetkili olduğunu kabul etmek, ancak askerler
arasında olup bitenleri, “kol kırılır yen içinde” düşüncesiyle sivil mahkemelere teslim
etmek istememek olarak açıklanabilir.
Askeri yargının işleyişindeki özel usuller, cezaların kişiselleştirilmesindeki özellikler,
hâkimlerin konumları, atanmaları, sicil alma biçimleri, askeri mahkemelerin yapıları
ve kuruluş şekilleri, verilen cezaların doğurduğu farklı sonuçlar, askeri hâkimlerin
sicil, izin gibi nedenlerle hiyerarşik ilişki içinde oldukları komutanla bağlantıları
göz önüne alındığında, askeri yargının kuruluş, işleyiş, cezalandırma aşamalarıyla
bir bütün olarak ayrı bir teşkilatlanma içinde olduğu görülmektedir. Yerel askeri
mahkemeler vardır. Onların üzerinde ayrı bir merci olan Askeri Yargıtay vardır. Böyle
ayrı bir organizasyona sahip olan askeri yargının görev alanının son derece hassas ve
kesin hatlarla belirlenmesi gereği açıktır. Çünkü asker kişiler genel suçları nedeniyle,
bu yargının görev alanına alınmakla sadece tabii hâkimlerinden koparılmamakta, aynı
zamanda tamamen farklı bir yargı sisteminin faaliyet alanına dâhil edilmektedirler.
Olayın asıl çarpıcı yanı, asker olmayan sivil kişilerin bu sisteme tabi kılınmalarıdır.
“Sivillerin” yargılanmasını içeren suçların, ulusal savunmanın sağlanması, askerlik
hizmetlerinin sağlıklı bir biçimde ve aksamadan yürütülmesi, ordu disiplininin
korunması ile doğrudan ya da dolayısıyla ilgili suçlar olmadığı açıktır. Ayrıca bu suçlarla
79
DOSYA
Askeri Yargılamaya İlişkin Sorunların Genel Bir Değerlendirmesi
Askeri mahkemelerin görev alanlarının belirlenmesinde kullanılan görev ölçütleri
belirsizlik içermektedir. Nitekim yargı organları arasında bu kavramların farklı yorumları
nedeniyle uyuşmazlıklar çıkmaktadır. Uyuşmazlık Mahkemesi Ceza Bölümünün
konuyla ilgili kararlarının çokluğu, askeri yargı ile adli yargı arasındaki uyuşmazlığın
boyutlarını gözler önüne sermektedir. Askeri mahkemelerin görev alanları, mevcut
düzenlemelerle büyük ölçüde genişlemiştir. Askeri mahkemeler; asker şahısların
ve asker şahıs sayılanların, askeri suçlarına bakmalarının ötesinde, onların genel
suçlarına da bakar hale getirilmişlerdir. Bu durum, onların kuruluş nedenlerine terstir.
Böylece askeri mahkemeler, askerlerin tek yargı yeri haline gelmiştir. Bu, onların tabii
yargı yerlerinden koparılmaları demektir. Çünkü unutulmamalıdır ki, onlar da yurttaş
olarak genel yargıya tabidirler.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
“askeri yarar”ın zarara uğratıldığı da söylenemez. Çünkü bu suçlarla devletin genel
yararı ihlal edilmiştir. Suçlarda askeri değil “siyasi” ağırlık ön plandadır. Dolayısıyla
askerlerin de, askerlerle birlikte suç işleyen sivillerin de askeri disiplin ve hizmetle ilgili
olmayan suçlar nedeniyle askeri yargıya tabi kılınmaları usul hükümleriyle, tabii yargı
yerlerinden koparılmaları anlamına gelmektedir. Askeri mahkemeleri siyasallaştıracak
görevlendirmeler, birçok sakıncayı beraberinde getirir.
DOSYA
80
Diğer önemli bir sorun, askeri hâkimlerin bağımsız ve güvenceli olmamalarıdır.
Askeri hâkimler, subay üniforması ve dolayısıyla hiyerarşik bir yapılanma içinde
görev yapmaktadırlar. Komutanlar, sicil yoluyla askeri hâkimlerin yükselmelerinde
etkili olmakta, atanmalarında ise bağlı bulundukları kuvvet komutanları yetkili
bulunmaktadır. Denetlenmelerini Milli Savunma Bakanlığına bağlı teftiş kurulu
yapmakta, Milli Savunma Bakanı kendilerine disiplin cezası verebilmektedir. En
vahimi, askeri mahkemelerde komutan tarafından görevlendirilen bir muharip sınıf
subayı, hâkim yetkisi kullanmaktadır. Hiçbir demokratik ve hukuki çerçeveye sığmayan
bu mahkemelerin, olağan dönemlerde askeri disiplin ve hizmetle ilgili olmayan birçok
suçtan dolayı askerleri ve bazı müşterek suçları nedeniyle sivilleri yargılamasının adil
yargılanma hakkını ortadan kaldırdığı açıktır.
Yukarıda belirtilen nedenlerle askeri suçlar sırf askeri suçlara indirgenerek
tanımlanmalıdır. Diğer bir deyişle, askeri suçlar salt askerler tarafından işlenebilen ve
askeri hizmet ve görevle ilgili olan suçlardır. Bunlar doğrudan doğruya askeri disiplini
bozan, askeri yarar ve gerekleri ihlal eden eylemler olarak düzenlenmelidir. Bu suçlar
askeri mahkemelerin görev alanlarının belirlenmesinde ana ölçüt olmalıdır. Bu ölçüt
esas alındığında, Askeri Ceza Kanunu’ndaki az sayıda suç bu tanıma girecektir. En
önemlisi, askeri yargının görev alanı, yukarıda belirttiğimiz ölçütlere göre yeniden
düzenlendiğinde, sivillerin hiçbir şekilde askeri mahkemelerde yargılanamayacakları
özellikle belirtilmelidir. Bunun dışında asker kişiler de disiplini ihlal eden suçları
dışında tabii yargı yerlerinde yargılanır olacaklardır. Ordunun iç disiplinini ilgilendiren
suçlar bakımından da asker kişilere hukuk güvenliği ve adil yargılanma sağlayan
düzenlemeler getirilmelidir. Kuşkusuz bütün bunları sağlamak için öncelikle anayasa
değişikliği yapılması gerekmektedir. 1961’de anayasaya giren askeri mahkemeler
ve Askeri Yargıtay kaldırılmalıdır. Yine idari yargı alanında Askeri Danıştay işlevi
gören ve tek dereceli bir yüksek yargı mercii olarak görev yapan Askeri Yüksek İdare
Mahkemesinin de kaldırılması gerekmektedir.
.............................................................
Kanunla İhtİlafa Düşen Çocukların
Yargılanması ve Cezalandırılması Sorunu
Tahir Elçi
Avukat
Komite, çocuk ceza adaleti kurallarının uygulanmasını, 16 (ve daha küçük)
yaş altındaki çocuklarla sınırlayan veya 16–17 yaşlarındaki çocuklara,
yetişkin suçlulara davranıldığı gibi davranma yönünde istisna uygulayan
Taraf devletlere, 18 yaş altındaki herkese çocuk ceza adaleti kurallarının
ayrımsız biçimde uygulanması doğrultusunda yasalarını değiştirmelerini
tavsiye etmektedir. BM Çocuk Hakları Komitesi, Genel Yorum: 10, Madde: 38.
Ulusal ve Uluslararası Hukuki Çerçeve
Türkiye, belli başlı uluslararası insan hakları sözleşmelerinin tarafı olduğu gibi,
çocuk hakları ve çocuk ceza adalet sistemi açısından büyük önem arz eden Birleşmiş
Milletler (BM) Çocuk Haklarına Dair Sözleşme (ÇHS)’nin de tarafıdır. ÇHS’nin yanı sıra,
devletlerin hukuken ve ahlaken uymakla yükümlü olduğu, çocuk haklarını koruyan
ve çocuk ceza adalet sistemine ilişkin ilkeleri düzenleyen diğer bir dizi uluslararası
81
DOSYA
Türkiye’de çocuk ceza adalet sistemi, aslında öteden beri hukuk ve bilim çevrelerinde
tartışılmakta olan bir konudur. Ancak son aylarda, özellikle Güneydoğu’daki toplumsal
bazı olaylar bağlamında, çocukların yaygın şekilde tutuklanmaları ve ağır cezalarla
cezalandırılmaları, kanunla ihtilafa düşen çocukların sorununu kamuoyu gündemine
de taşıdı. Sorun, yazılı ve görsel medyada daha çok “taş atan çocuklara ağır ceza” veya
“bir taşa kırk yıl ceza” biçiminde taş ve ceza kavramları ekseninde yansıtılmaktadır.
Halen kitlesel gösteri ve yürüyüşlere katılarak çeşitli yasal olmayan davranışlarda
bulundukları gerekçesiyle, yüzlerce çocuk ağır ceza istemleriyle yargılanmaktadır. Özel
Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri (ÖYACM) tarafından yargılanan bu çocukların bir kısmı,
bir yılı aşkın süre tutuklu kalmış veya hala tutuklu olarak yargılanmaktadır. Son iki yıldır
artarak devam eden gösteri ve yürüyüşlerle birlikte, sorunun yakın zamanda binlerce
kişiyi etkileyeceğini ve konunun giderek hukuki tartışmaların boyutunu aşıp ciddi bir
toplumsal soruna dönüşeceğini tahmin etmek güç değildir. Sorunu çocuk ceza adalet
sistemi bağlamında iki farklı eksende ele almak mümkündür. Birincisi, çocukların, taraf
olduğumuz uluslararası insan hakları sözleşmelerine de aykırı olarak, çocuklara özgü
yargılama usulüyle ve çocuk mahkemelerinde yargılanmaları yerine, Terörle Mücadele
Yasası hükümleri uyarınca ve Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemelerinde yargılanmalarıdır.
Diğeri ise, kanunla ihtilafa düşen çocukların, çocuk ceza adalet sistemine özgü tedbir
ve yaptırımlar yerine, eylemleriyle orantısız şekilde, ağır ceza istemleriyle ve uzun
süre tutuklu olarak yargılanmaları ve ağır cezalarla cezalandırmaları sorunudur.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
belgeden söz etmek de mümkündür. Bunlar, ÇHS’yi tamamlayan ve özellikle ceza adalet
sistemi ile ilgili ilkeleri somut olarak düzenleyen belgelerdir. BM Çocuk Ceza Adalet
Sisteminin Uygulanması Hakkında Asgari Standart Kurallar (Beijing Kuralları), BM Çocuk
Suçluluğunun Önlenmesine İlişkin Yönlendirici İlkeler (Riyad İlkeleri), BM Özgürlüğünden
Yoksun Bırakılmış Çocukların Korunmasına Dair Kurallar (Havana Kuralları) ve Hapis
dışı Önlemlerle İlgili Asgari Standart Kurallar (Tokyo Kuralları), bunların en önemlileri
olarak anılabilir. Ayrıca ÇHS uyarınca kurulan BM Çocuk Hakları Komitesinin Genel
Yorumlarıyla, ÇHS ve diğer belgelerdeki ilkeler yorumlanmış, çocuk adalet sitemiyle
ilgili uluslararası hukukun kural ve standartları ayrıntılı şekilde düzenlenmiştir. Bunların
yanı sıra, bölgesel düzeyde ve Türkiye’nin de taraf olduğu Çocuk Haklarının Kullanımına
Dair Avrupa Sözleşmesi de ÇHS’deki çerçeveye paralel düzenlemeler getirmiştir.
DOSYA
82
Öte yandan, daha 1979 yılında çıkarılan, 1982 yılında yürürlüğe gireceği öngörülen
ama yıllarca uygulanmayarak büyük ölçüde kadük kalmış olan 2253 Sayılı Çocuk
Mahkemelerinin Kuruluşu, Görev ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un yanında,
2005 yılında 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu yürürlüğe konularak iç hukukumuz
uluslararası normlarla uyumlu hale getirilmeye çalışılmıştır. ÇHS’ye paralel şekilde
Çocuk Koruma Kanunu, çocuklarla ilgili yapılacak düzenleme ve ceza adalet sistemi
içinde alınacak önlemlerde çocukların yüksek yararının gözetilmesi gerektiğini esas
alarak, 18 yaşın altında olan herkesi çocuk olarak kabul etmiştir. Aslında daha önce
Avrupa Birliği (AB) ile uyum çerçevesinde 30.07.2003 tarih ve 4963 Sayılı Çeşitli
Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’la, Çocuk Mahkemelerinin yargılama
yetkisi, 15–18 yaş grubundaki çocukları da kapsayacak şekilde genişletilmiştir.
Henüz uygulamaya tam olarak geçmediyse de, Türkiye’nin çocuk ceza adalet
sistemine ilişkin düzenlemeler uluslararası standartlara yakınlaşmışken, 2006 yılında
Terörle Mücadele Kanunu (TMK)’nun 9 ve 13. maddelerinde yapılan bir değişiklikle,
uluslararası ve ulusal hukukun çocuklara sağladığı koruma büyük ölçüde bertaraf
edilmiştir. 29.06.2006 tarih ve 5332 Sayılı Kanunla, Çocuk Koruma Kanunu’nda ve
Çocuk Mahkemelerinin Kuruluşu, Görev ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’da yer
alan hükümlere aykırı olarak, 15–18 yaş grubundaki çocukların, TMK kapsamındaki
suçlarda, kendilerinin doğal yargı yeri olan Çocuk Mahkemeleri yerine Özel Yetkili Ağır
Ceza Mahkemelerinde yargılanacakları düzenlemesi getirilmiştir. Aynı değişiklikle,
TMK kapsamındaki suçlardan haklarında mahkûmiyet hükmü kurulanların, Ceza
Muhakemesi Yasasının 231. maddesinin sağladığı, hükmün açıklanmasının geri
bırakılması imkânından yararlanamayacakları, verilen cezaların seçenek yaptırımlara
çevrilemeyeceği ve ertelenmeyeceği hüküm altına alınmıştır.
“Gözaltında olan veya muhakeme devam ederken tutulu bulunan “tutuklu”
küçükler, masum sayılır ve buna göre muamele görürler. Küçükleri tutuklamaktan
mümkün olduğu kadar kaçınılır ve istisnai hallerle sınırlı olarak tutuklama kararı
verilir. Bu suretle, alternatif tedbirlerin uygulanması için her türlü çaba gösterilir. Her
nasılsa tutuklama kararı verilmiş ise, soruşturma organları ve çocuk mahkemeleri,
tutma süresini mümkün olan en kısa süreye indirmek için, bu işlemlerin süratle
yapılmasına öncelik verirler. Tutuklu küçükler, hükümlü küçüklerden ayrı yerlerde
tutulur.”Havana Kuralları, Madde: 17.
ÇHS ve onu tamamlayıcı nitelikteki Beijing, Riyad ve Havana Kuralları ile BM Çocuk
Hakları Komitesi, devletlere, suça itilmiş çocukların mümkün olduğunca ceza
kovuşturması dışında tutularak, başka tedbirlere başvurulmasını, çocuklara özgü
ceza adalet sistemi çerçevesinde bir kovuşturmaya gidilecekse de, bu kez çocuklara
hürriyeti bağlayıcı cezaların uygulanmamasını tavsiye etmektedir. Zira çocuk ceza
adalet sisteminin asıl amacı, cezalandırma olmayıp, onarıcı, düzeltici, eğitici ve ıslah
edici tedbirlerle, çocuğu yeniden topluma kazandırmaktır. Toplumun uzun süreli
çıkarları ve esenliği bakımından da, içinde bulundukları sosyal koşullar nedeniyle
yasalarla ihtilafa düşen çocukların yargılanmaları, salt çocuk olmaları dolayısıyla
eğitim amaçlı ve yeniden topluma kazandırılmaları esas alınarak yapılmalıdır.
2006 yılında TMK’da yapılan düzenleme ile genel bir usul yasası olan Ceza Muhakemesi
Kanunu (CMK)’nun şüpheliler için öngördüğü, müdafi ile görüşme, müdafiinin
dosyayı incelemesi hakkı gibi haklara sınırlama getirildiği gibi, ulusal ve uluslararası
düzenlemelerin çocuklar için öngördüğü, kolluğun çocuk ceza adalet sistemi konusunda
uzman biriminin ve Savcılığın çocuk hukuku konusunda uzman biriminin soruşturmayı
83
DOSYA
Çocuk Ceza Adalet Sistemine İlişkin Uluslararası Standartlar
ÇHS’nin 40/3 maddesi, “Sözleşmeye taraf devletler, hakkında ceza yasasını ihlal
ettiği iddiası ileri sürülen, bununla itham edilen ya da ihlal ettiği kabul olunan çocuk
bakımından, yalnızca ona uygulanabilir yasaların, usullerin, onunla ilgili makam ve
kuruluşların oluşturulmasını teşvik edecekleri…” düzenlemesi ile taraf devletlere,
çocuklara özgü bir ceza adalet sistemi oluşturmaları yükümlülüğü getirmiştir. ÇHS’deki
bu genel ve emredici gibi görünmeyen düzenleme ile ilgili BM’nin yukarıda anılan
diğer uluslararası kuralları ve BM Çocuk Hakları Komitesinin Yorumlayıcı İlkeleri, taraf
devletlerin küçüklere özgü bir usul ve adalet sistemi oluşturmaya yönelik düzenleme
yapmalarını şart koşmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) de, adil
yargılanma hakkını düzenleyen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS)’nin 6. maddesi
bağlamında, çocuk yargılamalarının yetişkinlerden farklı bir usulle, daha özenle ve
mümkün olduğunca haklarında hürriyeti bağlayıcı cezalar yerine, diğer yargılama
tedbirlerine başvurularak yapılması gerektiğine ilişkin kararlar vermektedir. TMK’da
2006 yılında yapılan değişiklikle, uluslararası sözleşme ve ilkeler göz ardı edilmiş,
ulusal yasalarca da çocuklara sağlanan bir dizi hak ve güvence bir yana bırakılmıştır.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
yürütmesi biçimindeki çocukların yararına getirilen güvenceler de sona ermiştir. Bu
arada yine uluslararası düzenlemeler ve Çocuk Koruma Kanunu uyarınca, suça itilen
çocuklar için yapılması gereken sosyal ve psikolojik inceleme ve yargılamada esas
alınacak sosyal inceleme raporları düzenlenmemektedir. Çocuklar zihinsel, fiziksel
ve ruhsal açıdan tam olarak olgunlaşmamış, toplumsal rol ve sorumlulukları henüz
öğrenme sürecinde olan kişilerdir. Çocukların sosyal ve kültürel koşullarının yanı sıra,
suç teşkil ettiği ileri sürülen eylemlerin özellikleri ile çocuğun eylemdeki konumu
bilimsel olarak anlaşılmadan eylemlerinden sorumlu tutulması modern çocuk ceza
adaleti anlayışına aykırıdır. Böylece, çocukların gerçekte davranışlarının farkında
ve davranışlarını yönlendirme yeteneğine sahip olup olmadıkları, diğer bir ifadeyle
cezai sorumluluklarının tam olup olmadığı bilimsel olarak saptanmadan yargılama ve
cezalandırma yapılabilmektedir.
DOSYA
84
ÇHS ve diğer tamamlayıcı kural ve yorumlayıcı ilkeler, çocukların yasaya aykırı
davranışları için ceza kovuşturmasına başvurulsa bile, haklarında, durumlarıyla
orantılı ceza ve tedbirlere başvurulmasını öngörmektedir. Kaldı ki, suç oluşturan
eylemin ağırlığıyla orantılı bir cezaya hükmedilmesi, yetişkinler için de adaletin ve
ceza yargılama ilkelerinin bir gereğidir.
Öte yandan, Anayasa’nın 90/son maddesine göre, “…usulüne uygun olarak yürürlüğe
girmiş temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmalarla kanunların aynı
konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda, milletler
arası antlaşma hükümleri esas alınır.” Yani Anayasa, bu düzenlemeyle, uluslararası
hükümlerle ulusal hukuk hükümlerinin farklılık arz etmesi durumunda, uygulamacının
uluslararası hükümleri dikkate alacağına açıkça hükmetmiştir. Dolayısıyla, BM Çocuk
Haklarına Dair Sözleşme’nin, 18 yaşından küçük herkesi çocuk kabul eden hükmüne
rağmen, TMK’daki yeni düzenleme uyarınca, 15–18 yaş grubunun Çocuk Mahkemeleri
yerine eski Devlet Güvenlik Mahkemeleri yerine geçen ÖYACM’lerde yargılanmaları,
yukarıda anılan emredici anayasal hükmün de ihlalini oluşturmaktadır.
Çocuklara Ağır Cezaların Arka Planı
28 Mart 2006 tarihinde bir silahlı çatışma sırasında yaşamını yitiren bazı PKK
militanlarının Diyarbakır’da yapılan cenaze törenine binlerce kişi katılmış, örgüt lehine
atılan slogan ve gösteriler üzerine güvenlik güçleri topluluğa sert şekilde müdahalede
bulunmuştu. Olaylar sırasında polis görevlilerinin aşırı ve orantısız güç kullanımı
sonucu, yedisi çocuk olmak üzere on kişi yaşamını yitirmişti. İşte bu olaylara katılan
göstericilerle ilgili açılan bir dava üzerine, suçun/suçların niteliği ile ilgili Diyarbakır
ÖYACM ile Yargıtay 9. Ceza Dairesi arasında TCK’nın 220/6. maddesi bağlamında
“örgüt adına suç işleme” konusunda görüş ayrılığı ortaya çıkmıştı. Yerel Mahkeme,
gösterici sanık ile yasa dışı örgüt üyeleri arasında veya her ne şekilde olursa olsun sanık
ile örgüt arasında bir bağlantı saptayamadığını, bu nedenle yasa dışı gösteri nedeniyle
2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Yasasına muhalefet ve örgüt propagandası
yapmak nedeniyle 3713 Sayılı Yasanın 7/2. maddesine muhalefet suçları dışında,
ayrıca “örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemekten”, örgüt üyeliğinden
cezalandırmaya gerek bulunmadığına karar vermişti. Ancak Yargıtay 9. Ceza Dairesi
ise, göstericilerin örgütün yayın organlarından yapılan çağrılar üzerine, diğer bir
anlatımla örgütün genel çağrısı üzerine ve örgütün amacı doğrultusunda gösteriye
katıldıklarını, bu nedenle diğer bağımsız suçlardan ayrı olarak ayrıca örgüt üyeliğinden
de cezalandırma yoluna gidilmesi gerektiğine hükmetmişti. Yerel Mahkemenin direnme
kararı vermesi üzerine, konu Yargıtay Ceza Genel Kurulu (CGK)’nda da görüşülmüş ve
Genel Kurul tarafından, yerel mahkemenin direnme kararının ortadan kaldırılmasına
karar verilmiştir (Yargıtay Ceza Genel Kurulu, 04.03.2008 tarih, 2007/9-282 Esas ve 2008/44 Karar).
Bu arada, CGK’nın yukarıda anılan içtihadından sonra Yargıtay 9. Ceza Dairesi, artık bir tek
propaganda suçunu işleyen sanığın, propaganda suçundan ayrı olarak örgüt üyeliğinden
de cezalandırılması görüşünü ortaya koymuştur. Diğer bir ifadeyle, artık sadece bir zafer
işareti yapan veya Kürt toplumunun geleneksel olarak kutladığı Newroz Bayramında,
doğrudan örgüt lehine olmazsa bile, Kürt tarihini-kültürünü çağrıştıran bir slogan atan
kişi, örgüt propagandasının yanı sıra, örgüt üyeliğinden de cezalandırılacaktır. İşte
halen yüzlerce ve belki de yakın zamanda binlerce çocuğu ağır ve adaletsiz cezalarla
karşı karşıya getirecek yasal ve yargısal uygulamanın nedeni budur.
Öte yandan, yargının bu yeni uygulamasının dayandırıldığı 2006 yılında Diyarbakır’da
meydana gelen cenaze töreni sırasında aşırı ve hukuk dışı şiddet sonucu, çoğu çocuk
on göstericinin ölümünden sorumlu polis görevlileri hakkında hâlâ bir kamu davası
açılmadığı gibi, kayda değer bir soruşturma işleminin bile olmadığını ifade etmek
gerekmektedir.
Koruma tedbiri, yönlendirme ve gözetim kararları, danışmanlık, şartlı
salıverme, bakım için yerleştirme, eğitim ve meslek öğretme programları ve
85
DOSYA
CGK, kararını “ne kadar fiil varsa o kadar suç vardır, ne kadar suç varsa o kadar ceza
vardır” şeklinde özetlenen ceza hukukunun “gerçek içtima” olarak bilinen kuralına
dayandırmış ve sonuç olarak şu yorumu yapmıştır: “…. Örgütün genel çağrısı, örgüte
ait yayın organlarının yayınları ve çağrıları ile somutlaşmış olup, bu çağrıların belirli
bir kişiye yapılmış olmasına gerek bulunmamaktadır. Örgütün bilgisi ve istemi
doğrultusunda gerçekleştirilen bu eylemlerin örgüt adına gerçekleştirildiği sabittir.
Örgüt adına gerçekleştirilen bu eylemlere katılan sanığın eylemi, diğer suçların
yanında 5237 sayılı TCK’nın 314/3 ve 220/6. maddeleri yollamasıyla 314/2. maddesine
de aykırılık oluşturur…”
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
diğer kurumsal bakım seçenekleri gibi çeşitli düzenlemelerin uygulanmasında,
çocuklara durumları ve suçları ile orantılı ve kendi esenliklerine olacak
biçimde muamele edilmesi sağlanacaktır. BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, Madde: 40/4.
Uygulama, Ulusal ve Uluslararası Hükümleri İhlal Ediyor
Halen bir uygulamaya dönüşen Yargıtay 9. Ceza Dairesi ve CGK’nın anılan içtihadı,
başta anayasa hükümleri, ceza hukukunun genel ilkeleri ve çocuk ceza adalet sisteminin
ilkeleri açısından bir dizi sorunu beraberinde getirmektedir. Şöyle ki; öncellikle
“örgüt adına suç işlemek” ne anlama gelmektedir? Örgütün yayın organlarında aynı
etkinliklere ilişkin yapılan yayınlar, gösteriye katılan kişileri mutlaka örgütün amacı
doğrultusunda eyleme katıldığına yeterli bir kanıt oluşturmakta mıdır? Bu ağır ve
adaletsiz cezalandırma biçimi, demokratik bir toplumun gereklerine ve ayrıca suç
ve ceza arasındaki adil bir dengeye uygun düşmekte midir? Daha da önemlisi, bu
cezalandırma şekli, suç ve cezada kanunilik ilkesinin unsurlarından olan “belirlilik”
ve “öngörebilirlik” benzeri kurallarla bağdaşmakta mıdır?
DOSYA
86
CGK’nın içtihadının en kritik yönü ise, örgütün genel stratejisiyle örtüşen ve örgütün
yayınlarında yer verilen her eylem ve etkinliğe katılan her kişinin, o eylem ve etkinliğe,
örgütün amacı doğrultusunda katıldığının kabulü ile örgüt üyesi gibi cezalandırılması
gerektiği görüşüdür. Bu yorum şekli, ceza hukukunun bilinen “kesin delil = mahkûmiyet
kararı” kuralı bir yana, tümüyle keyfiliğe dayanan ve “delil–mahkûmiyet” ilişkisini de
göz ardı eden bir yorum biçimidir. Örneğin, 15 Şubat 2008 tarihinde Şırnak’ın Cizre
ilçesinde gösteri yapan topluluğa güvenlik güçlerinin müdahalesi sırasında, polis
panzerinin altında kalarak can veren 16 yaşındaki Yahya Menekşe adlı çocuğun cenaze
törenine katılan ve çoğunluğu Yahya Menekşe’nin okul ve mahalle arkadaşları olan
diğer çocuklar hakkında, diğer bir dizi suçun yanı sıra, “örgüte üye olmamakla birlikte
örgüt adına suç işlemekten” de dava açılmıştır. Çocuklar, bir yılı aşkın süre tutuklu
kalmış ve yargılanmaları Diyarbakır ÖYACM’de halen sürmektedir. Aynı şekilde, Kürt
toplumunun eskiden beri kutladığı Newroz Bayramında geleneksel olarak ateş yakılıp
etrafında halay çekilerek yapılan kutlamalar da, örgütün amacı doğrultusunda yapılan
bir eylem kabul edilerek, örgüt üyeliğinden cezalandırma yoluna gidilebilmektedir.
3713 Sayılı TMK’nın yürürlüğe girdiği 1991 yılında, dönemin Ana Muhalefet Partisi
Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP), Anayasa Mahkemesine başvurmuş, bu yasanın
2. maddesinin 2. fıkrasında yer alan “örgüt üyesi olmasa da örgüt adına suç işleyen
kişinin örgüt üyesi sayılması” biçimindeki düzenlemeyi, iptal davasına konu yapmıştı.
Başvuruda düzenlemenin uygulamada yanlışlıklara ve haksızlıklara yol açabileceğini,
geçmişte olduğu gibi tek başına hareket eden sanıklar ile örgütler arasında yapay
bağlantılar kurulabileceği belirtilerek hükmün Anayasa’nın 38. maddesindeki “suçun
kanuniliği” ilkesi ile bağdaşmadığını ileri sürmüştü. Anayasa Mahkemesi, 31.03.1992
tarih ve Esas: 1991/18, Karar: 1992/20 sayılı kararında, düzenlemeyi Anayasa’ya aykırı
bulmamış, ancak bugün CGK’nın yaptığı “örgüt adına suç işleme” yorumuyla ilgili
açıklayıcı bir yorumda bulunmuştu. Buna göre, CGK’nın görüşünün aksine, örgütün genel
ve soyut çağrısı ile değil, ancak örgütün bilgisi ve istemi doğrultusunda suç işlenmesi
durumunda, örgüt adına suç işlemekten söz edilebileceği görüşü ortaya konulmuştu.
Anayasa’nın “kanunilik” ilkesinin esası ve amacı, yasanın ne gibi eylemleri suç sayıp
yasaklamış olduğunun, hiçbir kuşkuya yer vermeyecek biçimde belirtilmesi ve buna
göre cezanın da önceden yasa ile saptanarak kişinin yasak eylemleri ve bunların
cezalarını önceden bilmesini sağlamaktır. Bu kural, aynı zamanda bireylerin temel
hak ve özgürlüklerinin de güvencesini oluşturmaktadır. “Kanunsuz suç ve ceza
olmaz” ilkesinin diğer bir yönü de, ceza kanunlarının belirli olmasıdır. “Belirlilik
ilkesi” uyarınca, suçun cezasının aşağı ve yukarı sınırları açıkça belli olmalı, diğer bir
anlatımla, mümkün oldukça kesin ifadeler halinde düzenlenmelidir.
Yargının Uygulaması, Sosyal Barışa Zarar Veriyor
Suç ve cezalar arasında makul ve adil bir dengenin bulunması, diğer bir deyimle,
suç ve ceza arasında orantılılık ilkesi, ceza hukukunun, adil yargılanma ilkesinin ve
insan haklarının da bir gereğidir. Nitekim Türk Ceza Kanunu’nun “Adalet ve Kanun
Önünde Eşitlik” başlıklı 3. maddesi, “Suç işleyen kişi hakkında, işlenen fiilin ağırlığıyla
orantılı ceza ve güvenlik tedbirine hükmolunur.” şeklindeki genel düzenlemeyle, suç
ve ceza arasındaki orantının, Anayasa’nın 10. maddesinde de düzenlenen “adalet ve
eşitlik” ilkelerine aykırı olamayacağını hüküm altına almıştır. Suç ve ceza arasındaki
dengenin bozulması, yurttaşların hukuka, adalete ve dolayısıyla devlete olan güvenini
zedelemektedir. Bunun yanı sıra, yukarıda belirtilen vakada olduğu gibi, bir çocuğun
cenazesine katılma sırasında yaşanan kimi hukuk dışı davranışların, yirmi yılı aşkın
ağır hapisle cezalandırılmasına varan adaletsiz uygulamalar, toplumsal iç barışı da
bozmaktadır. Oysa hukuk devletinde yargının asıl fonksiyonu, adaleti sağlayarak iç
barışın teminine katkı sağlamak olmalıdır. Binlerce çocuğun sıradan davranışları
nedeniyle yirmi yıla yakın ağır ceza istemleriyle yargılanması ve böylesine ağır
yaptırımlarla cezalandırılması, adalete ve sosyal barışa hizmet etmemekte, aksine
zarar vermektedir. AİHM de birçok kararında devletlerin suç oluşturan davranışları
cezalandırmasının meşru olduğunu, ancak verilecek cezanın, demokratik bir toplumun
87
DOSYA
Öte yandan, çocukları toplumsal gösterilere katılmaya iten sosyal, ekonomik ve kültürel
nedenlerle ilgili bir araştırma yapılmadan, sosyal inceleme raporları düzenlenmeden,
tümüyle varsayımlarla çocukların, yetişkinler gibi örgütün amaçları doğrultusunda
gösteriye katılarak “örgüt adına” suç işlediği kabul edilmektedir. Oysa Beijing Kuralları,
çocuklara orantılı bir yaptırım uygulanırken, salt eylemin ağırlığının değil, çocuğun
içinde bulunduğu koşulların da gözetilmesi gerektiği kuralını getirmektedir.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
gereklerine uygun olması gerektiğine karar vermektedir. Bir gösteri yürüyüşüne
katılmaktan ibaret bir eyleme karşı yirmi yıl hapis cezasının, demokratik bir toplumda
görülebilecek bir durum olmadığına kuşku bulunmamaktadır.
Uygulamanın bu haliyle sürmesi durumunda, kısa bir süre içinde, çoğu çocuk olmak
üzere binlerce insanın suç olup olmadığı bile tartışmalı olan davranışlardan onlarca yıl
cezalarla cezaevlerini dolduracağı beklenmelidir. Yargının bu uygulamaları, toplumu ve
ülkeyi, toplumun esenliği ve geleceği açısından büyük tehlikeler barındıran bir hukuk
kriziyle karşı karşıya getirmiş bulunmaktadır. Giderek derinleşen soruna ve yargının
keyfi yorumunun önüne geçecek şekilde TCK’nın 220/6. maddesi yeniden kaleme
alınmalı, çocukların TMK hükümleri ve ÖYACM’ler yerine, kendi doğal mahkemelerinde
ve çocuk ceza adalet sisteminin modern ilkelerine uygun olarak yargılanmaları
sağlanmalıdır. Aksi takdirde, bu uygulamanın toplumsal dokuda oluşturacağı yaraların
faturası hayli ağır olacaktır.
.............................................................
DOSYA
88
Yargı Bağımsızlığı ve Hukukun Üstünlüğüyle
İlgİlİ Uluslararası Belgeler
BM Yargı Bağımsızlığına Dair Temel Prensipler:
26 Ağustos - 6 Eylül 1985 tarihleri arasında Milano’da toplanan Suçların Önlenmesi
ve Suçluların Islahı üzerine 7. Birleşmiş Milletler Konferansı’nda kabul edilen bu
belge, devletlerin adalet dağıtım sistemi ve teşkilatının temel alacağı prensipleri
içeriyor. Temel prensipler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesini, Ekonomik, Sosyal ve
Kültürel Haklar ile Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmelerini temel alarak
yargıçların adalet sistemi ile ilgili rolüne, onların göreve seçilmelerinin, eğitimlerinin
ve davranışlarının önemine dikkat çekiyor. BM Yargı Bağımsızlığına Dair Temel
Prensipleri Belgesinde; “Yargı Bağımsızlığı”, “Yargıçların İfade ve Örgütlenme
Özgürlüğü”, “Yargıçların Nitelikleri”, “Göreve Seçilmeleri ve Eğitimleri”, “Hizmet
Şartları ve Görev Süreleri”, “Mesleki Gizlilik ve Muafiyet”, “Disiplin, Görevden Alınma
ve Göreve Son Verme” konularıyla ilgili düzenlemeler yer almaktadır. www.ihop.org.tr
BM Savcıların Rolüne Dair Yönerge:
27 Ağustos - 7 Eylül 1990 tarihleri arasında Küba’nın Havana şehrinde yapılan 8.
Birleşmiş Milletler Suçun Önlenmesi ve Suçluların Islahı Konferansı’nda kabul edilen
yönerge, adaletin dağıtımında önemli rol oynayan savcılara ilişkin düzenlemeleri
içeriyor. Savcıların ceza muhakemesinde etkili, tarafsız ve adil olmalarını sağlama
ve geliştirme konusunda devletlere yardımcı olması için formüle edilen Yönerge’de;
“Savcıların Nitelikleri”, “Göreve Seçilmeleri ve Eğitimleri”, “Statüleri ve Hizmet
Şartları”, “İfade ve Örgütlenme Özgürlüğü”, “Ceza Muhakemesindeki Rolü” başlıkları
yer alıyor. Ayrıca savcıların takdir haklarını kullanmaları ve ulusal hukuka uygun şekilde,
sanıkların ve mağdurların haklarına saygı göstererek kovuşturmadan vazgeçmeleri
ya da durdurmaları da Yönerge’de düzenlenen başka bir konu. Yönergede yer alan
bir diğer konu da, savcıların kovuşturmanın adilliğini ve etkililiğini sağlamak için
polisle, mahkemelerle, hukukçularla, kamu için çalışanlarla ve diğer idari personelle
kuracakları ilişkiler. Yönerge, savcıların bu kuruluşlarla işbirliği yapmak için çaba
harcaması gerektiğini belirtiyor. Yönerge’de yer alan son konu ise savcılar hakkında
disiplin kovuşturmaları. www.ihop.org.tr ve http://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhak/pdf01/307-312.pdf
www.ihop.org.tr
BM Bangalor Yargı Etiği İlkeleri:
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komis¬yonu’nun 23 Nisan 2003 tarihli oturumunda
kabul edilen Bangalor Yargı Etiği İlkeleri, altı temel ilkeden oluşuyor. İlkeler şöyle:
“Bağımsızlık”, “Tarafsızlık”, “Doğruluk ve Tutarlılık”, “Dürüstlük”, “Eşitlik”, “Ehliyet ve
Liyâkat”. Belgede ayrıca bu ilkelerin yürürlüğe nasıl konulacağıyla ilgili bir bölüm de
yer alıyor. www.ihop.org.tr
Hâkimlerin Rolü, Etkinliği ve Bağımsızlığı Konusunda Avrupa Konseyi Üye Devlet Bakanlar Komitesi Tavsiye Kararı:
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesinde yer alan “adil yargılanma hakkı”na
dayanan demokratik ülkelerde “Hukuk Devleti” ilkesini güçlü kılmak için hâkimlerin
bağımsızlığını geliştirmek amacıyla hazırlanmış bir belgedir. Devletlere; bireysel
olarak hâkimlerin, genel olarak yargının rolünü geliştirici, bağımsızlık ve etkinliklerini
güçlü kılıcı tedbirlerin alınması gerektiğini vurgulamaktadır. 13 Ekim 1994 tarihli
518. Bakanlar Komitesi toplantısında kabul edilen tavsiye kararında, “Hâkimlerin
Bağımsızlığı Genel İlkeleri”, “Hâkimlerin Otoritesi”, “Uygun Çalışma Koşulları”,
“Hâkimlerin Birlikleri”, “Adlî Sorumlulukları ve Görevlerini Yerine Getirmeler ve
Disiplin Cezasını Gerektiren Suçlar” konuları yer alıyor. www.ihop.org.tr
.............................................................
89
DOSYA
Avukatların Rolüne İlişkin Temel İlkeler Bildirgesi:
7 Eylül 1990 tarihinde gerçekleştirilen Suçun Önlenmesi ve Suçluların Kazanılması
Hakkında 8. BM Kongresi’nde kabul edilen Bildirge, avukatların görevlerini gereği
gibi yerine getirmelerini sağlama ve geliştirme konusunda devletlere yardımcı olmak
amacıyla oluşturulmuş bir düzenlemedir.
Bildirge’de yer alan başlıklar şöyle: “Avukata ve Adli Hizmetlere Ulaşma”,
“Ceza Adaleti İle İlgili Konularda Özel Koruyucular”, “Avukatların Nitelikleri ve Eğitimi”,
“Avukatların Görev ve Sorumlulukları”, “Avukatlık Faaliyetinin Güvenceleri”,
“Avukatların İfade ve Örgütlenme Özgürlüğü”, “Avukatların Meslek Örgütleri” ve
“Avukatlara Yönelik Disiplin İşlemleri”. Avukatların Rolüne İlişkin Temel İlkeler
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesİ’nde Adİl
Yargılanma Hakkı
Madde: 6
1. Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai
alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla
kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir
süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini isteme hakkına
sahiptir. Hüküm açık oturumda verilir; ancak, demokratik bir toplumda genel
ahlak, kamu düzeni ve ulusal güvenlik yararına, küçüklerin korunması veya
davaya taraf olanların özel hayatlarının gizliliği gerektirdiğinde veya davanın
açık oturumda görülmesinin adaletin selametine zarar verebileceği bazı özel
durumlarda, mahkemenin zorunlu göreceği ölçüde, duruşmalar dava süresince
tamamen veya kısmen basına ve dinleyicilere kapalı olarak sürdürülebilir.
DOSYA
90
2. Bir suç ile itham edilen herkes, suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar
suçsuz sayılır.
3. Her sanık en azından aşağıdaki haklara sahiptir:
a) Kendisine yöneltilen suçlamanın niteliği ve nedeninden en kısa zamanda,
anladığı bir dille ve ayrıntılı olarak haberdar edilmek;
b) Savunmasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara sahip olmak;
c) Kendi kendini savunmak veya kendi seçeceği bir avukatın yardımından
yararlanmak ve eğer avukat tutmak için mali olanaklardan yoksunsa ve
adaletin selameti gerektiriyorsa, mahkemece görevlendirilecek bir avukatın
para ödemeksizin yardımından yararlanabilmek;
d) İddia tanıklarını sorguya çekmek veya çektirmek, savunma tanıklarının
da iddia tanıklarıyla aynı koşullar altında çağrılmasının ve dinlenmesinin
sağlanmasını istemek;
e) Duruşmada kullanılan dili anlamadığı veya konuşmadığı takdirde bir
tercümanın yardımından para ödemeksizin yararlanmak.
AİHM Kararlarında Adİl Yargılanma Hakkı (*)
Hedef ve amaç: “Hukukun üstünlüğü temel ilkesini en üst noktaya koymak…”
(Salabiaku v.Fransa,1988, Golder v.Birleşik Krallık).
“Adalet sisteminin adil bir biçimde işleyişi, demokratik toplumlarda, çok
önemli bir yere sahiptir, bu toplumlarda Sözleşmenin amacı ve hedefi ile bağdaşmayan
sınırlayıcı bir yorumun bulunmaması gerekir.” (Delcourt v.Belçika, 1970)
“Bir kişi, kendisine karşı yapılan yargısal işlemlerden esaslı bir
biçimde etkilendiği anda cezai bir suçlama ile karşı karşıya kalmıştır.” (Deveer
v.Belçika,1980)
“Resmi bir şekilde bildirim olmalıdır ancak resmi eylemden böylesi bir sonuç
çıkartılması da yeterlidir.” (Corrigliano v.İtalya, 1982)
“Bağımsızlık, parlamentodan, taraflardan ve yürütmeden bağımsızlık
anlamına gelmektedir.” (Campbell-fell v.Birleşik Krallık 1984)
Dış baskılara karşı güvenceler: “Mahkeme üyeleri yasamadan, taraflardan,
yürütmeden veya diğer üyelerden talimat almamalıdırlar.” (Beamuartin v.Fransa, 1994)
“Devlet Güvenlik Mahkemesine yenilenebilir 4 yıllık atanma, sorgulanması
gereken bir durumdur.” (İncal v.Türkiye, 1998)
Masumiyet karinesi: “Kamu görevlileri tarafından yapılan olumsuz
açıklamalar (yargıç değil) masumiyet karinesini ihlal edebilir.” (Allenet de Ribemont
v.Fransa)
“Yeterli zaman davanın karmaşıklığına göre değişir.” (Öcalan v.Türkiye, 2003)
“Devletin iddia ile savunma arasında eşit bir ilişkiyi sağlayacak önlem almak
gibi pozitif bir yükümlülüğü vardır.” (Jespers v.Belçika)
“Bir avukat mahkemeden iyi bir gerekçe ile çıkartılabilir.” (X v.Birleşik Krallık)
“Bir kişinin avukatı ile duruşma dışında herhangi bir aşamada görüşme
imkanının olmaması, 6(3)(c)yi ihlal eder.” (Öcalan v.Türkiye, 2003)
91
DOSYA
Açık duruşma ve kamuya açık kararın iki amacı vardır:
“Adaletin gizli biçimde kamu bilgisi olmadan işlemesinden dava taraflarının
korunması…” (Pretto v.İtalya,1983)
“Adalet mekanizmasına ve mahkemelere kamu güveninin sağlanması…”
(Diennet v.Fransa,1995)
“Devlet, adalet sistemini, mahkemelerin 6(1)’e uygun hareket edebilecekleri
şekilde düzenleme yükümlülüğü altındadır.” (Zimmerman and Steiner v.İsviçre 1983)
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
“Eğer tanığın güvenilirliğine olanak sağlayacak bir bulgu yoksa, hazırlık veya
yargılama sırasında bu durum 6(3)(d)’yi ihlal eder.” (Sadak v.Türkiye 1996)
(*) Bu kararlar, David Blundell’in, Türkiye Barolar Birliği ile Avrupa Konseyinin ortaklaşa yürüttüğü “Türk Avukatlarının Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi Konusunda Aşamalı Eğitimleri Projesi” kapsamında düzenlenen Eğitim Seminerleri notlarından alınmıştır. HYPERLINK
“http://www.barobirlik.org.tr/ihep/belgeler/dersnotlari/index.aspx” http://www.barobirlik.org.tr/ihep/belgeler/dersnotlari/index.aspx
.............................................................
AİHM Büyük Daİre Kararı (*)
Demir ve Baykara/Türkiye Davası
(Başvuru No: 34503/97; Karar Tarihi 12 Kasım 2008)
AİHS hükümlerinin diğer uluslararası metinler ve belgeler ışığında
yorumlanması ve uygulanması
DOSYA
92
(a) Temel
AİHS’de kullanılan terim ve kalıpların anlamını belirlemede, aslen Viyana Anlaşmalar
Hukuku Sözleşmesi’nin 31. ve 33. maddelerinde yer alan yorum kuralları AİHM’ye
kılavuzluk eder. Viyana Sözleşmesi uyarınca, AİHM’nin, sözcüklere bağlamlarında
yüklenecek sıradan anlamları ve sözcüklerin dâhil oldukları hükmün amacı ışığında
yüklenecek anlamları tespit etmesi gereklidir. Yukarıda değinilen safhalar uyarınca
belirlenmiş olan bir anlamın teyit edilmesi için, ya da anlamın, tanımlanmadığı
takdirde muğlâk, bulanık, ya da bariz bir biçimde anlamsız veya mantıksız olacağı
durumlarda anlamı belirlemek için, tamamlayıcı yorum yollarına da başvurulabilir.
AİHS her şeyden önce insan haklarının korunmasına yönelik bir sistem olduğundan,
AİHM, AİHS’yi, AİHS’de yer alan hakları teorik ve aldatıcı değil, uygulanabilir ve
etkili kılacak bir şekilde yorumlamalı ve uygulamalıdır. Ayrıca, AİHS bir bütün
olarak ele alınmalı ve çeşitli hükümleri arasında iç tutarlılık ve uyumu teşvik edecek
şekilde yorumlanmalıdır.
Bunlara ek olarak, AİHM hiçbir zaman, AİHS hükümlerini, AİHS’yle korunan hak ve
özgürlüklerin yorumlanmasında tek başvuru çerçevesi olarak değerlendirmemiştir.
Tam aksine, Sözleşmeci Taraflar arasındaki ilişkilerde uygulanabilecek olan bütün
ilgili uluslararası hukuk kural ve ilkelerini de dikkate almalıdır.
AİHM ayrıca, günümüz koşullarında yorumlanması gereken AİHS’nin “yaşayan”
niteliğine daima atıfta bulunduğunu ve AİHS hükümlerini yorumlamasında gelişen
ulusal ve uluslararası hukuk normlarını dikkate aldığını gözlemler.
(*) Kararın tam metni için: http://www.yargitay.gov.tr/aihm/upload/34503-97.pdf
(b)AİHS’nin Yorumlanmasında Kullanılan Uluslararası Metin ve Belgelerin Çeşitliliği
(i) Genel Uluslararası Hukuk
AİHS’nin temel hükümlerinin Sözleşmeci Devletlere dayattığı kati yükümlülükler,
öncelikle ilgili hükme uygulanabilir uluslararası anlaşmaların ışığında yorumlanabilir
(bu anlamda örneğin, AİHM, AİHS’nin 8. maddesini, 20 Kasım 1989 tarihli Birleşmiş
Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi ve 24 Nisan 1967 tarihli Çocukların Evlat
Edinilmesine İlişkin Avrupa Sözleşmesi ışığında yorumlamıştır.)
Üstelik AİHM’nin Golder davasında belirttiği üzere, taraflar arasındaki ilişkilerde
uygulanabilir olan ilgili uluslararası hukuk kuralları, “uygar uluslarca tanınmış
olan genel hukuk kuralları”nı da içermektedir (bkz. Uluslararası Adalet Divanı
Statüsü’nün 38/1 maddesinin (c) bendi). Avrupa Konseyi Danışma Meclisi Hukuk
Komitesi Ağustos 1950’de görevlerini yerine getirmede “Komisyon’un ve AİHM’nin
bu tür ilkeleri uygulamalarının gerekeceğini” öngörmüş ve AİHS’ye bu kapsamda
spesifik bir madde eklemeyi “gereksiz” görmüştür.
Soering kararında, AİHM, üçüncü ülkelere sınır dışı etmeye ilişkin olarak AİHS’nin 3.
maddesiyle ilgili içtihadını geliştirmede evrensel kapsamları olan metinlerde ortaya
konulmuş ilkeleri dikkate almıştır. İlk olarak, 1966 tarihli Medeni ve Siyasi Haklar
Uluslararası Sözleşmesi’ne ve 1969 tarihli Amerika İnsan Hakları Sözleşmesi’ne atıfla,
AİHS’nin 3. maddesine aykırı muamelenin yasaklanmasının uluslararası çapta kabul
gören bir standart olduğunu değerlendirmiştir. İkinci olarak, (Birleşmiş Milletler)
İşkence ve Diğer Zalim, İnsanlık Dışı ve Küçük Düşürücü Muamele ve Cezaya Karşı
Sözleşme’nin, bir kimsenin işkenceye maruz bırakılabileceği başka bir devlete sınır
dışı edilmesini yasaklamasının, AİHS’nin 3. maddesinin genelinde esasen benzer bir
yükümlülüğün hâlihazırda bulunmadığı anlamına gelmediği kanısındadır.
93
DOSYA
Yine başka uluslararası sözleşmelere atıfta bulunma babında, AİHM, devletin “aile içi
köleliğe” ilişkin pozitif yükümlülüğünü tespit etmek amacıyla, evrensel uluslararası
sözleşmelerin hükümlerini dikkate almıştır (ILO Zorla çalıştırma Sözleşmesi; Esaretin,
Esir Ticaretinin ve Esarete Benzer Uygulamaların ve Kurumların Kaldırılmasına Dair
Ek Sözleşme ve Uluslararası Çocuk Hakları Sözleşmesi – bkz. Siliadin – Fransa, no.
73316/01). Bu uluslararası sözleşmelerin ilgili hükümlerine atıfta bulunmasının
ardından, AİHM, AİHS’nin 4. maddesine riayet edilmesi hususunu yalnızca devlet
yetkililerinin doğrudan eylemleriyle sınırlamanın, özellikle bu konuyla ilgili olan
uluslararası anlaşmalarla tutarsız olacağını ve söz konusu maddeyi etkisiz kılacağını
mütalaa etmiştir.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
Ayrıca, Al-Adsani kararında evrensel anlaşmalara atıfla (İnsan Hakları Evrensel
Bildirgesi’nin 5. maddesi, Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin
7. maddesi, (Birleşmiş Milletler) İşkence ve Diğer Zalim, İnsanlık Dışı ve Küçük
Düşürücü Muamele ve Cezaya Karşı Sözleşme’nin 2. ve 4. maddeleri), bunların
uluslararası ceza mahkemeleri (Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin
10 Aralık 1998 tarihli Furundzija kararı) ve ulusal mahkemeler (Lordlar Kamarası’nın
tek taraflı Pinochet davası kararı) tarafından yorumlanmasıyla, işkencenin
yasaklanmasının, mutlak bir uluslararası hukuk normu veya jus cogens statüsü
kazandığını ve bunu ilgili içtihadına dâhil ettiğini tespit etmiştir.
(ii) Avrupa Konseyi Belgeleri
AİHM, bazı kararlarında, AİHS’yi yorumlamak amacıyla, bilhassa Bakanlar Komitesi’nin
ve Parlamenterler Meclisi’nin tavsiyeleri ve kararları olmak üzere, Avrupa Konseyi
organlarının özleri itibarıyla bağlayıcı olmayan belgelerini kullanmıştır (bkz. diğer
kararların yanı sıra Öneryıldız – Türkiye [BD], no. 48939/99).
DOSYA
94
Bu yorum yöntemleri, denetleyici mekanizma ya da uzman kadrolar olsun, diğer
Avrupa Konseyi organlarının AİHS’ye Taraf Devletleri temsil etme işlevi olmamasına
rağmen, AİHM’nin bu organlardan kaynaklanan normlara atıfta bulunarak kendi
muhakemesini desteklemesine de neden olmuştur. AİHS’nin teminat altına aldığı hak
ve özgürlüklerin tam kapsamını yorumlamak amacıyla, AİHM, örneğin, Avrupa Hukuk
Yoluyla Demokrasi Komisyonu ya da diğer adıyla “Venedik Komisyonu”nun (bkz. diğer
kararların yanı sıra Rusya Muhafazakar Girişimciler Partisi ve Diğerleri – Rusya, no.
55066/00 ve 55638/00; Bask Milliyetçi Partisi – Iparralde Bölgesel Örgütü – Fransa,
no. 71251/01…; Çiloğlu ve Diğerleri – Türkiye, no. 7333/01, 6 Mart 2007), Irkçılık ve
Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonu’nun (bkz. örneğin Bekos ve Koutropoulos –
Yunanistan, no. 15250/02; Ivanova – Bulgaristan, no. 52435/99, Cobzaru – Romanya,
no. 48254/99, 26 Temmuz 2007, D.H. ve Diğerleri – Çek Cumhuriyeti [BD], no.
57325/00 …) ve Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi’nin (AİÖK) (bkz. örneğin Aerts –
Belçika, 30 Temmuz 1998; Slimani – Fransa, no. 57671/00; Nazarenko – Ukrayna, no.
39483/98, 29 Nisan 2003; Kalashnikov – Rusya, no. 47095/99, ve Kadikis – Letonya,
no. 62393/00, 4 Mayıs 2006) çalışmalarından faydalanmıştır.
(iii) AİHM’nin Değerlendirmesi
AİHM, Saadi – İngiltere kararında, AİHS hükümlerinin konusu ve amacını ele alırken
elindeki hukuki konunun uluslararası hukuk temelini de dikkate aldığını yakın
tarihte teyit etmiştir. Avrupa ülkelerinin, devletlerin büyük çoğunluğu tarafından
kabul edilmiş bir dizi kuraldan ibaret olan uluslararası ya da iç hukuk standartları,
AİHM’nin daha geleneksel yorum yöntemlerinin yeterli derecede netlik elde etmeye
imkân vermediği bir AİHS hükmünün kapsamına açıklık getirmesi talep edildiğinde,
göz ardı edemeyeceği bir gerçeği yansıtmaktadır.
Örnek vermek gerekirse, sendika hakkının, sendikal monopol anlaşmalarını dışlayan
negatif bir boyutunun olduğu tespitinde AİHM, özellikle Avrupa Sosyal Şartı, kendi
denetleyici organlarının içtihadı ve diğer Avrupa ya da evrensel belgeler temelinde,
konuya ilişkin olarak uluslararası düzeyde artan bir görüş birliği olduğu temelinden
hareket etmiştir (bkz. Sigurdur A. Sigurjonsson – İzlanda, 30 Haziran 1993; Sorensen
ve Rasmussen – Danimarka [BD], no. 52562/99 ve 52620/99…).
AİHM bu bağlamda, uluslararası hukuk normları arasında ortak payda arayışında,
hukuk kaynakları arasında, savunmacı devlet tarafından imzalanıp imzalanmadığı
ya da onaylanıp onaylanmadığına göre ayırım yapmadığını gözlemler.
Ayrıca, Christine Goodwin – İngiltere ([BD], no. 28957/95), Vilho Eskelinen ve
Diğerleri – Finlandiya ([BD], no. 63235/00) ve Sorensen ve Rasmussen – Danimarka
davalarında, AİHM, bağlayıcı olmamasına rağmen Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’nı
kılavuz olarak almıştır. Üstelik McElhinney – İrlanda ([BD], no. 31253/96), Al-Adsani
– İngiltere ve Fogarty – İngiltere ([BD], no.37112/97) davalarında AİHM, o tarihte
yalnızca sekiz üye devlet tarafından onaylanmış olan Devletlerin Dokunulmazlığına
Dair Avrupa Sözleşmesi’ni dikkate almıştır.
Bunlara ek olarak, Glass - İngiltere kararında AİHM, AİHS’nin 8. maddesini yorumlayarak,
AİHS’ye taraf devletlerin tümü tarafından onaylanmadığı halde, 4 Nisan 1997 tarihli
Oviedo İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesi’nde yer alan standartları dikkate almıştır
(bkz. Glass – İngiltere, no. 61827/00).
Tehlikeli faaliyetlere ilişkin olarak AİHS’nin 2. maddesi kapsamındaki devlet
yükümlülüğünün kriterlerini belirlemek amacıyla AİHM, Öneryıldız – Türkiye kararında,
diğer metinlerin yanı sıra, Çevreye Zarar Veren Faaliyetlerden Doğan Hasarlara
İlişkin Hukuki Sorumluluk Sözleşmesi ile (ETS no. 150 - Lugano, 21 Haziran 1993)
95
DOSYA
Evlilik dışı doğan çocukların yasal statüsüyle ilgili olarak Marckx – Belçika kararında
AİHM, yorumunu, AİHS’ye diğer sözleşmeci taraflar gibi, o tarihte Belçika’nın da henüz
onaylamadığı 1962 ve 1975 tarihli iki uluslararası sözleşmeye dayandırmıştır (Marckx
– Belçika, 13 Haziran 1979). AİHM, bu belgeleri imzalayanların oranının düşüklüğünün,
üye devletlerin büyük çoğunluğunun iç hukukunda, ilgili uluslararası belgelerle uyumlu
olarak “anne daima bellidir” (mater semper certa est) kuralının hukuken tanınmasına
yönelik gelişim karşısında kaale alınmaması gerektiği kanısındadır.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
Ceza Hukuku Yoluyla Çevrenin Korunması Sözleşmesi’ne (ETS no. 172 - Strazburg, 4
Kasım 1998) atıfta bulunmuştur. Türkiye dâhil olmak üzere, üye devletlerin çoğu bu
iki sözleşmeyi onaylamamıştı (bkz Öneryıldız).
Taşkın ve Diğerleri – Türkiye davasında AİHM, çevrenin korunması hususunda (kişinin
özel hayatının bir bölümünü teşkil ettiği değerlendirilen) AİHS’nin 8. maddesine ilişkin
içtihadını, büyük ölçüde Çevre Konularında Bilgiye Erişim, Karar Alma Sürecinde
Halkın Katılımı ve Yargıya Başvuruya İlişkin Aarhus Sözleşmesi’nde (ECE/CEP/43) yer
alan ilkeler temeline oturtmuştur (bkz. Taşkın ve Diğerleri – Türkiye, no. 49517/99, 4
Aralık 2003). Türkiye Aarhus Sözleşmesi’ni imzalamamıştı.
DOSYA
96
AİHM, Hükümet’in, ayrıca İnsan Hakları İzleme Komitesi’nin çalışmaları bağlamında,
AİHS sistemini belirli ekonomik ve sosyal haklarını içerecek şekilde genişletmek üzere
ek bir protokol hazırlanması konusunda üye devletlerin siyasi desteğinin bulunmadığına
değindiğini not etmiştir. Ancak AİHM, üye devletlerin bu tavrına, Hükümet’in de bilgisi
dâhilinde olduğu üzere, Sosyal Şart mekanizmasını güçlendirme dileğinin de eşlik
ettiğini gözlemler. AİHM bunu, sözleşmeci devletler arasında ekonomik ve sosyal
hakları geliştirmeye yönelik bir görüş birliğinin varlığını destekleyici bir argüman
olarak değerlendirmektedir. AİHM’nin Sözleşmeci Devletlerin bu genel arzusunu, AİHS
hükümlerini yorumlarken dikkate almasına engel bulunmamaktadır.
Sonuç
AİHM, AİHS metnindeki terim ve kavramların anlamlarını tanımlamada, AİHS
dışındaki uluslararası hukuk öğelerini, bu öğelerin yetkili organlarca yorumlanmasını
ve Avrupa Devletlerinin bunların ortak değerlerini yansıtan uygulamalarını dikkate
alabilir ve almalıdır. Konusu spesifik olan uluslararası belgelerden ve sözleşmeci
Devletlerin uygulamalarından kaynaklanan görüş birliği, spesifik davalarda AİHS
hükümlerini yorumlarken AİHM için mülahaza teşkil edebilir.
Bu bağlamda, savunmacı devletin ilgili davanın konusuna ilişkin olarak uygulanabilir
olan belgelerin tümünü onaylamış olması gerekmemektedir. AİHM için, ilgili
uluslararası belgelerin, uluslararası hukukta veya Avrupa Konseyi üye devletlerinin
çoğunun iç hukukunda uygulanan norm ve ilkelerde devam etmekte olan bir gelişimi
ifade etmesi ve belirli bir alanda modern toplumlarda ortak bir zemin olduğunu
göstermesi yeterli olacaktır (bkz. üzerinde gerekli değişiklikler yapılmak üzere,
yukarıda anılan Marckx).
.............................................................
Uluslararası
Uluslararası
insan
insan hakları
hakları
hareketi...
hareketi...
MAITI
NEPAL
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
Bir Kuruluş:
MAITI Nepal
Fulya İnci
1993 yılında Nepal’de insan ticaretinin neden olduğu acıları hafifletmek ve bu insan
hakları ihlaliyle mücadele etmek için bir araya gelen bir grup Nepallinin çabaları,
bugüne kadar pek çok genç kadının hayatını değiştirmede başarılı oldu. MAITI
Nepal’in hükümetle işbirliği içinde Hindistan sınırında yıllardır yürüttüğü çalışmalar,
genç kadınların seks köleliği tuzağına düşmelerini engellerken, bu durumun yarattığı
travmalar da kapsamlı rehabilitasyon programlarıyla hafifletildi.
İnsan ticareti Nepal’de uzun yıllardır ciddi bir sorun teşkil ediyor. MAITI Nepal’in
verilerine göre, bugün Hindistan’da yaklaşık iki yüz bin Nepalli genç kadın, seks kölesi
olarak yaşamaya zorlanıyor. Resmi otoriteler ise bu kronik ihlalin önüne geçmekte
yetersiz kalıyor. MAITI Nepal’in oluşumunun temelinde de bu insan hakları ihlalini
engellemeye yönelik sorumluluk yatıyor.
ULUSLARARASI HAREKET
98
MAITI Nepal, 1993 yılının Kasım ayında bir grup sosyal sorumluluk sahibi Nepalli
tarafından, ülkedeki kadınları insan ticareti, aile içi şiddet ve çocuk sömürüsü gibi
suçlardan korumak amacıyla oluşturuldu. Başlangıçtan itibaren odak noktası insan
ticaretini önlemek, mağdurları kurtarmak ve onların rehabilitasyonlarını üstlenmek
olan bu sivil toplum örgütü, bununla bağlantılı birçok konuda gerçekleştirdiği
faaliyetler ve savunuculuk projeleriyle etkili oldu.
Bu çerçevede, 1993 yılında insan tacirlerinin elinden kurtarılmış genç kadınlar için
bir Sığınma Evi kuruldu. Burada bir yandan mağdurlara yönelik olarak bilinçlendirme
eğitimleri ve beceri geliştirme çalışmaları
yapılırken bir yandan da gönüllüler
tarafından tıbbi kontroller ve psikolojik
destek sağlandı. 1994’te girişilen
Kamusal Bilinçlendirme Programları ile
insan ticaretine karşı toplumsal desteği
artırmaya ve sosyal baskı oluşturmaya
yönelik çalışmalar yapıldı. 2001 yılında
bu programlar ülke çapında 30 bölgede
uygulanmaya başladı. Parlamento üyeleri ve parti liderleriyle insan ticaretinin ulusal
bir sorun olarak mecliste yer alması için görüşmeler yapıldı. Bir Çocuk Sığınma Evi
kurularak yetimlere, çok fakir ailelerden gelen çocuklara ve aile içi şiddetin çocuk
kurbanlarına çeşitli olanaklar sağlandı.
Burada yaşayan çocukların ilköğrenimi
için 1998’de Teresa Akademisi kuruldu.
1999’da HIV/AIDS virüsü kapan insan
ticareti kurbanları ve çocuklar için bir
yatılı hastane kurularak, hem tıbbi
tedavileri hem de rehabilitasyonları
gerçekleştirilmeye başlandı. Kısacası,
bunlar ve benzeri girişimlerde, seks
köleliğine zorlanan kadınlar, terk edilmiş
çocuklar, insan ticaretinin potansiyel
kurbanları, mahkûm çocukları ve hasta
kadın ve çocuklar MAITI Nepal’in ana
hedef grupları oldular.
99
ULUSLARARASI HAREKET
1994 yılında sınır görevlilerinin suçluları
ve potansiyel kurbanları teşhis etmekte
başarısız olduğunu ya da yozlaşmış bazı
resmi görevlilerin suçlularla işbirliği
yaptığını fark eden MAITI Nepal,
hükümetle işbirliği içinde yeni bir
girişimde bulundu. Tacirlerin teşhisi ve
potansiyel kurbanların kurtarılması için
Nepal polisinin de yardımıyla gönüllü
ekipler oluşturuldu. Başlatılan sınır
koruma operasyonunda, hükümetin
izniyle MAITI Nepal ekipleri sınır
polisleriyle ortak çalışmaya başladı.
Yöntem şu şekilde işliyordu: Sınırdan geçiş
yapan ve şüpheli görülen araçlar polis
tarafından durduruluyor; polis şüphelileri
sorgularken, MAITI Nepal görevlileri (çoğu
zaman içlerinde eski bir seks ticareti
mağdurunun da bulunduğu bir ekip)
araçlardaki kadınları bazı sorular sorarak
gözlemliyordu. Söz konusu ekip, aynı
zamanda bu kadınları Hindistan’daki seks
ticareti konusunda da bilgilendiriyorlardı.
Sonuçta ifadelerde tutarsızlık varsa,
kadınlar durduruluyor ve olası tacirler
tutuklanıyordu.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
MAITI Nepal çalışanlarının sınıra yakın ofislere götürdüğü kadınlar, yakınlarıyla
irtibata geçilene kadar misafir ediliyordu. Örgüt, 1997 yılında Hindistan sınırına yakın
yaklaşık on bölgede, bu geçici dönem için evler kurdu. Misafirliklerinin ardından
mağdurlar refakatçilerle yakınlarının yanına gönderiliyor; yakınları tarafından
kabul edilmediklerinde ya da yakınları da insan ticareti suçuna karıştığında ise,
sığınma evlerinde kalıyorlardı. Sığınma evlerinde MAITI Nepal çalışanları tarafından
rehabilitasyonları sağlanan genç kadınlar, mali açıdan ayakta kalmalarını sağlayacak
dikiş ve sebze üretimi gibi becerileri de ediniyorlardı.
ULUSLARARASI HAREKET
100
Bugün halen uygulanan bu yöntem, kapsamlı arka planıyla başarılı bir örnek oldu.
Sonuçta MAITI Nepal’in “sınır koruma operasyonu”, yüzlerce potansiyel insan
ticareti mağdurunu kurtarmakla kalmadı; sığınma evlerinde kalan mağdurlara ayakta
kalmalarını sağlayacak ekonomik alternatifler de yaratılmaya çalışıldı. Potansiyel
mağdurlarla birkaç bölgede kurulan evlerde altı aylık eğitim programları yürütüldü.
MAITI Nepal, binden fazla genç kadına mikro kredi yöntemiyle kendi işini kurma
fırsatı verdi. Aynı zamanda Hindistan’da kurulan yerel iletişim ofisleri ile burada da
kurtarma çalışmaları yürütüldü. Söz konusu kadınlar, yasal süreçlerin başlatılması için
suçluları teşhis etme konusunda yüreklendirildiler. Mağdurlara hukuki danışmanlık
için ayrı birimler oluşturuldu. Nepalli öğrencilere yönelik eğitici programlar, sınır
bölgelerindeki insanlar ve yerel STK’larla bilinçlendirme toplantıları ve siyasilere
yönelik birçok proje gerçekleştirildi. Böylece insan tacirlerinin cezalandırılmasında
yasal prosedürlerin oluşması ve önlem alınması için yönetimlere baskı uygulanmasına
da zemin hazırlandı. MAITI Nepal’in insan ticaretiyle mücadelesinde attığı adımlara
ve Nepal’de bu konudaki gelişmelere www.maitinepal.org adresinden ulaşılabilir.
Söz konusu yöntem, insan ticaretinin önemli bir sorun olduğu ve engelleme
çalışmalarının emniyet güçleri tekelinde yürütüldüğü Türkiye gibi ülkelerde çözüm
için bir umut oluşturabilir. İnsan ticareti konusunda donanımlı bir STK ya da bir araya
gelecek bir grup sorumlu, benzer girişimlerin ülke koşullarına uydurulması halinde,
hükümet desteği ve sınır görevlileri ile işbirliği içinde, mevcut insan hakları ihlallerini
önlemede etkili ve yararlı adımlar atabilir.
Kuvvetsiz adalet aciz,
adaletsiz kuvvet de zalimdir.
Pascal
İnsan hakları ve hukuk
Bu bölümde, insan haklarının
yargı eliyle korunmasına ya da
ihlal edilmesine ilişkin çarpıcı
karar örneklerine/özetlerine yer
vereceğiz. Bu sayıda çocukların
yargılanmasıyla ilgili AİHM
kararlarının bir kısmını özetle
aktarıyoruz.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
ÇOCUKLARLA İLGİLİ AİHM KARARLARI
Çocukların Kişi Özgürlüğü ve Güvenliği Hakkı,
Adil Yargılanma Hakkı ve İşkence Yasağı
Güveç-Türkiye kararı (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) 2. Dairesi
(Başvuru No:70337/01; 20 Ocak 2009 tarihli karar)
(Başvurucu, 30 Nisan 1980 doğumludur ve gözaltına alındığı 30 Eylül 1995 tarihinde
15 yaşındadır.)
“AİHM, öncelikle, başvuranın bir yetişkin cezaevinde tutulmasının söz konusu tarihte
yürürlükte olan ve Türkiye’nin uluslararası anlaşmalar kapsamındaki yükümlülüklerini
yansıtan yönetmelikleri ihlal ettiğini gözlemler.
İNSAN HAKLARI VE HUKUK
102
Ayrıca, 25 Nisan 2001 tarihli sağlık raporuna göre, başvuranın psikolojik problemleri
cezaevindeki tutukluluğu sırasında başlamış ve sonrasındaki beş yıllık tutukluluk
süresince kötüye gitmiştir. 24 Temmuz 2000 ve 7 Ağustos 2000 tarihli sağlık raporları
da başvuranın cezaevinde yaşadığı sorunları ayrıntılarıyla anlatmıştır.
Başvuranın yaşını, yetişkinlerle birlikte cezaevinde tutukluluk halinin süresini,
yetkililerin psikolojik sorunları için kendisine yeterli tedavi olanağı sağlayamamasını
ve son olarak da intihar girişimlerini önlemeye yönelik olarak hiçbir adım
atmamalarını dikkate alan AİHM, başvuranın insanlık dışı ve küçültücü muameleye
maruz bırakıldığına dair şüphe duymamaktadır. Dolayısıyla, AİHS’nin 3. maddesi ihlal
edilmiştir.
Başvuran, AİHS’nin 5/3 maddesi kapsamında tutuklu yargılanma süresinin haddinden
fazla olduğunu ileri sürerek şikâyetçi olmuştur.
AİHM, başvuranın tutukluluğunun, AİHS’nin 5/3 maddesi bağlamında 30 Eylül
1995’te yakalandığında başladığını ve 17 Ekim 1997’de mahkeme tarafından mahkûm
edilmesine kadar devam ettiğini gözlemler. 17 Ekim 1997’den, mahkûmiyeti Yargıtay
tarafından 12 Mart 1998’de bozulana kadar, 5/1 maddesinin (a) bendine göre “yetkili
bir mahkeme tarafından mahkûm edildikten sonra” hükümlü bulundurulmuştur,
dolayısıyla tutukluluğunun bu bölümü, 5/3 madde kapsamı dışındadır (bkz. Cahit
Yılmaz – Türkiye, no. 34623/03, 14 Haziran 2007). Ancak, 12 Mart 1998’den, 10
Ekim 2000’de kefaletle serbest bırakılana kadar, başvuran yine AİHS’nin 5/3 maddesi
bağlamında tutuklu yargılanmakta idi. Dolayısıyla, başvuran, dört yıl, yedi ay, on beş
günü tutuklu yargılanarak geçirmiştir.
Türkiye’yle ilgili en az üç kararda, AİHM, çocukların tutuklu yargılanması uygulamasına
ilişkin endişelerini ifade etmiş (bkz. Selçuk – Türkiye, no. 21768/02, 10 Ocak 2006;
Koşti ve Diğerleri – Türkiye, no. 74321/01, 3 Mayıs 2007; Nart – Türkiye) ve bu
davadaki başvuranın geçirdiğinden daha kısa olan sürelere ilişkin olarak AİHS’nin 5/3
maddesinin ihlal edildiğini tespit etmiştir. Örneğin, Selçuk kararında, başvuran on altı
yaşındayken dört ay tutuklu yargılanmış, Nart kararında başvuran on yedi yaşındayken
48 gün tutuklu yargılanmıştır. Bu davada, başvuran on beş yaşında tutuklanmış ve
dört buçuk yıldan fazla bir süre tutuklu yargılanmıştır.
Yukarıda anlatılanlar ışığında, AİHM, başvuranın tutuklu yargılanma süresinin
haddinden fazla olduğu ve AİHS’nin 5/3 maddesini ihlal ettiği kanısına varmıştır.
Yukarıda anlatılanlar ışığında, AİHM AİHS’nin 5/4 maddesinin ihlal edildiği sonucuna
varmıştır.
Başvuran, yakalandığında yalnızca 15 yaşında olduğuna, 13 gün gözaltında tutulduğuna
ve avukat yardımı olmaksızın burada sorgulandığına işaret etmiştir. Akabinde ölüm
cezası öngören bir suçtan dolayı yargılanmış ve zaman içinde ruh sağlığı bozulmuştur.
İntihar girişimlerinden kaynaklanan yaralarından ve psikolojik sorunlarından dolayı
çok sayıda duruşmaya katılamamıştır. Yükü böylesine ağır bir davayla başa çıkabilmek
için bir avukat veya psikolog yardımı alamamış, davayı inceleme ve lehine kanıt sunma
olanağı bulamamıştır.
Yukarıda anlatılanlar bağlamında ve T. - İngiltere [BD] (no. 24724, 16 Aralık 1999) ve V.
– İngiltere [BD] (no. 24888/94) kararlarına atıfta bulunarak, başvuran, yargılamasına
etkili olarak katılma olanağından yoksun bırakıldığından şikâyetçi olmuştur.
Hükümet, polisin, başvurana üzerine atılı suçları ve haklarını hatırlattığını belirtmiştir.
Ayrıca, yargılamanın başından beri avukat yardımından faydalanmıştır.
103
İNSAN HAKLARI VE HUKUK
Hükümet, başvuranın aslında Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun 297 – 304
maddeleri çerçevesinde tutuklu yargılanmasına itiraz etme imkânının olduğunu
ifade etmiştir (bkz. Bağrıyanık –Türkiye, no. 43256/04, 5 Haziran 2007). AİHM,
sözkonusu tarihte Türkiye’de tutuklu yargılanmanın meşruluğuna itiraz etme
olasılığını hâlihazırda incelemiş ve uygulamada çok küçük bir başarı ihtimali sunduğu
ve sanıkların faydalanabileceği, gerçek anlamda çekişmeli bir usul sağlamadığı
sonucuna varmıştır (bkz. yukarıda anılan Koşti; Bağrıyanık; Doğan Yalçın – Türkiye,
no. 15041/03, 19 Şubat 2008). AİHM, bu davada yukarıda kaydedilen sonuçlardan
farklı bir sonuca varmasına neden olacak özel bir durum tespit etmemiştir.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
AİHM, devlet güvenlik mahkemelerinin iddia edildiği üzere bağımsızlığı ve tarafsızlığına
ilişkin şikâyet içeren Türkiye aleyhindeki birkaç başvuruda, şikâyetçi olunan yargılama
işlemlerinin adil olmasına ilişkin başka şikâyetlerin dikkate alınmasını gereksiz
bularak, incelemesini yalnızca bu mahkemelerin bağımsızlığı ve tarafsızlığı boyutuyla
sınırlamıştır (bkz. diğerleri meyanında, Ergin – Türkiye, (No. 6), no. 47533/99, 4
Mayıs 1999). Ancak, AİHM, sıkça mevzu bahis olan sorunun bu davada bir kenara
bırakılmasını gerekli görmektedir, zira başvurunun kendine özgü vahim koşulları, 18
yaşından küçük bir şahsın yargılama sürecine etkili katılımı ve avukat yardımı alma
hakkını da içeren daha zorlayıcı konular ortaya koymaktadır.
AİHM, AİHS’nin 6. maddesi kapsamında bir sanığın kendisine yönelik cezai yargılamaya
etkili olarak katılma hakkının genellikle yalnızca mevcut bulunma hakkını değil,
aynı zamanda yargılamayı dinleme ve takip etme hakkını da kapsadığını hatırlatır.
Çekişmeli yargılama kavramı bu tür hakları kendi içinde barındırır ve özellikle AİHS’nin
6. maddesinin 3. paragrafının (c) bendindeki “kendi kendini savunmak” ifadesinden
çıkarılabilir.
İNSAN HAKLARI VE HUKUK
104
Bu bağlamda “etkili katılım”, sanığın yargılama sürecinin niteliği ile uygulanabilecek
her türlü cezanın ehemmiyeti de dâhil olmak üzere, kendisi için söz konusu olan
riskleri etraflıca kavradığı varsayımını içinde barındırır (bkz. en yakın tarihli olan
Timergaliyev – Rusya, no. 40631/02, 14 Ekim 2008 ve bu kararda anılan kararlar).
“Etkili katılım” kavramı ayrıca, sanığın, örneğin, gerekliyse bir çevirmen, avukat,
sosyal yardım uzmanı veya arkadaşının yardımıyla mahkemede genel olarak nelerden
bahsedildiğini anlayabilmesini gerektirir. Sanığın, iddia makamı tanıklarının
söylediklerini anlayabilmesi ve temsil ediliyorsa, savunma avukatına olayları kendi
anlatımıyla aktarabilmesi, katılmadığı ifadeleri belirtmesi ve mahkemenin savunma
için ortaya konulması gerekli olguların farkında olmasını sağlayabilmesi gerekir (bkz.
Stanford – İngiltere, 23 Şubat 1994 kararı).
Bu davada başvuran, 30 Eylül 1995 tarihinde yakalanmış ve akabinde tek cezası ölüm
olan bir suçla itham edilmiştir. Küçük yaşına rağmen, söz konusu tarihte uygulanabilir
mevzuat, başvuranın yargılamasını bir çocuk mahkemesinde yaptırmasını ve Devlet
tarafından kendisine bir avukat verilmesini engellemiştir.
18 Nisan 1996 tarihinde kadar, yani yakalandıktan yaklaşık altı buçuk ay sonrasına
kadar bir avukat tarafından temsil edilmemiştir. Bir avukat tarafından temsil edilmediği
bu süre içinde, polis, savcı ve hâkim tarafından sorgulanmış, itham edilmiş ve ardından
mahkeme tarafından sorgulanmıştır (18 yaşından küçük bir şahsın gözaltında yasal
temsilcinin bulunmamasıyla ilgili olarak bkz. Salduz – Türkiye [BD], no. 36391/02, 27
Kasım 2008). İlk yargılamada 14, ikincisinde ise 16 duruşma yapılmıştır. Başvuran, bu
duruşmaların en az 14’üne katılmamıştır. Bunun sebebinin sağlık sorunları olduğunu
belirtmiştir. Tıbbi kanıtlarlarla desteklenen bu iddiaya Hükümet itiraz etmemiştir.
Ayrıca, yukarıda anlatıldığı üzere, mahkeme başvuranın duruşmalarda bulunmamasına
dair herhangi bir endişe beslememiş ve katılımını sağlamaya yönelik hiçbir adım
atmamıştır.
Bu şartlarda, AİHM, başvuranın etkili bir şekilde yargılamaya katıldığı kanısında
değildir. Ayrıca, aşağıda izah edildiği üzere AİHM, başvuranın kendi yargılamasına
katılamamasının, 18 Nisan 1996’dan itibaren bir avukat tarafından temsil edilmesiyle
telafi edildiği kanısında da değildir (bkz. a contrario, Stanford).
AİHM, başvurana yönelik cezai yargılamayı bütünüyle dikkate almıştır. Özellikle
yargılamanın büyük bir bölümündeki, deyimi yerindeyse, de facto avukat yardımı
eksikliği dâhil olmak üzere, yukarıda vurgulanan eksikliklerin, başvuranın yargılamasına
etkili olarak katılamamasının sonuçlarını daha da kötüleştirdiği ve kendisinin etkili iç
hukuk yollarına başvurma hakkını ihlal ettiği kanısındadır.
Dolayısıyla, 6. maddenin 3. paragrafının (c) bendi ile birlikte ele alındığında, AİHS’nin
6/1 maddesi ihlal edilmiştir.
Selçuk- Türkiye kararı
AİHM 4. Daire, (Başvuru No: 21768/02; Karar Tarihi: 10 Ocak 2006)
(Başvuran 1985 doğumludur ve gözaltına alındığı 27 Aralık 2001 tarihinde 16
yaşındadır.)
“Başvuran, tutuklu yargılanmasının, AİHS’nin “makul süre” gereğini aşmış olduğu
hususunda şikâyette bulunmuştur: AİHM, bakılan bir davada, yargılanmasına devam
edilen suçlunun gözaltında tutulmasının, makul süreyi aşmamış olduğunu garanti
etmenin öncelikle yerel adli makamların yükümlülüğünde olduğunu yineler. Bu
amaçla, masumiyet karinesi ilkesini göz önünde bulundurarak, kişisel özgürlüğe saygı
105
İNSAN HAKLARI VE HUKUK
Bu davada, başvuranı temsil eden avukat, adli yardım kapsamında atanmamıştır.
Ancak, AİHM, başvuranın küçük yaşı, itham edildiği suçların ciddiyeti, polis ve bir
iddia makamı tanığı tarafından başvuran aleyhinde ortaya atılan çelişkili iddialar,
avukatının kendisini gerektiği gibi temsil edememesi ve duruşmalara katılmamasının,
mahkemeyi, başvuranın, acilen yeterli avukatı yardımına ihtiyacı olduğunu düşünmeye
sevk etmiş olması gerektiği kanısındadır. Aslında, “adalet çıkarları gerektirdiğinde”, bir
sanığın, mahkeme tarafından mahkemenin kendi girişimiyle atanacak bir avukatının
olması hakkı bulunmaktadır (bkz. Vaudelle – Fransa, no. 35683/97, AİHM 2001–1).
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
kuralını terk etmeyi haklı çıkaran gerçek bir kamu yararı gereğinin mevcut olduğunu
veya olmadığını ortaya koyan tüm olayları incelemeli ve bunları, serbest bırakılma
başvurularında verdikleri kararlarda göz önüne sermelidirler.
Yakalanan kişinin suçu işlediğine dair makul şüphenin devamı, devam etmekte olan
gözaltının geçerliliği için mutlaka aranılan bir şarttır (sine qua non) ancak, belli bir
süre sonra, artık yeterli olmaz. Bu durumda AİHM, adli makamlarca öne sürülen
gerekçelerin, özgürlükten mahrum bırakmayı haklı çıkarmaya devam edip etmediğini
tespit etmelidir (bkz.,6 Ilijkov/Bulgaristan, no. 33977/96, § 77, 26 Temmuz 2001, ve
Labita/İtalya [BD], no.26772/95, §§ 152-153, ECHR 2000-IV).
İNSAN HAKLARI VE HUKUK
106
AİHM, söz konusu davada, göz önünde bulundurulması gereken sürenin, 27 Aralık
2001 tarihinde başladığını ve söz konusu tarihte henüz reşit olmayan başvuranın
tutuksuz yargılanmaya başlandığı 1 Mayıs 2002 tarihinde bittiğini belirtmiştir.
Sonuç olarak dört aydan fazla devam etmiştir. Bu süre boyunca Karşıyaka Ağır Ceza
Mahkemesi, başvuranın gözaltında tutulmasını, “suçun niteliğini, delillerin durumunu
ve gözaltı süresinin uzunluğunu göz önüne alarak” gibi benzer kalıplaşmış terimler
kullanarak uzatmıştır.
Hükümet’in görüşlerinde, tutuklu yargılama süresinin uzatılmasıyla yerel makamların,
başvuranın kaçma veya benzer bir suç işleme riskini engellemeyi amaçladıkları
belirtilmektedir. Hükümet ayrıca, başvuranın gözaltında tutulmasının uzamasının
kamu yararına olduğunu ileri sürmüştür. AİHM bu noktada, kaçma riskinin yanı
sıra, Hükümetçe öne sürülen diğer iddiaların, yerel mahkemelerin kararlarında
kullanılmamış olduğunu hatırlatır.
AİHM öncelikle, kaçma tehlikesinin, yalnızca riske atılan hükümlünün gücüne
dayanarak değerlendirilemeyeceğini, fakat ilgili bir grup diğer ek unsurlara değinilerek
değerlendirilmesi gerektiğini; söz konusu unsurların, bu tür bir suçun mevcudiyetini
doğrulayabileceğini veya tutuklu yargılamayı haklı çıkaramayacak kadar zayıf
kalacağını yineler (bkz. Muller/Fransa, 17 Mart 1997 tarihli karar, Raporlar 1997 II, §
43; Letellier/Fransa, 26 Haziran 1991 tarihli karar, A Serisi no. 207, § 43). Ağır ceza
beklentisi ve delilin ispat kuvveti, durumla ilgili olsa da kesin değildir ve garanti temin
etme olasılığının, doğabilecek bir riski ortadan kaldırmak için kullanılmak durumunda
kalınmış olması mümkündür (bkz. Baginski/Polonya, no. 37444/97, § 72, 11 Ekim 2005).
Bu bağlamda AİHM ayrıca, söz konusu davada başvuranın avukatı, yerel mahkemeye
garanti vermeyi teklif etmiş olduğu halde, dava dosyasından söz konusu teklifin,
ulusal mahkemelerce değerlendirmeye alınmadığının anlaşıldığını gözlemlemektedir.
Bu nedenle yerel mahkemeler, başvuranın kaçma riskinin mevcudiyetini gösteren fiili
gerçek durumları dile getirmemişlerdir. Bununla birlikte yetkili makamlar, önceden
verilmiş ve başvuranın serbest bırakılması halinde yeni bir suç işlemesine ilişkin makul
bir endişeye mahal verebilecek hiçbir mahkûmiyet kararına değinmemişlerdir (bkz.
Toth/Avusturya, 12 Aralık 1991 tarihli karar, A Serisi no. 224, § 70). Kamuya yöneltilen
tehlike hususunda söz konusu iddia, dava koşulları altında tek başına ikna edici bir
nitelik taşımamaktadır (bkz. Romanov/Rusya, no. 63993/00, § 94, 20 Ekim 2005).
AİHM ayrıca, genelde “delil durumu” deyimi, ciddi suç göstergelerinin mevcudiyeti
ve devamlılığı hususunda ilgili bir etken olma ihtimali olsa da, söz konusu davada tek
başına, başvuranın şikâyette bulunmuş olduğu gözaltının uzunluğunu haklı çıkaramaz
(bkz. Letellier, Tomasi/Fransa, 27 Ağustos 1992 tarihli karar, A Serisi, no. 241-A,
Mansur/Türkiye, 8 Haziran 1995 tarihli karar, A Serisi no. 319-B, § 55).
Yukarıda kaydedilenler ve özellikle, başvuranın söz konusu tarihte henüz reşit olmadığı
gerçeği ışığında AİHM, yetkili makamların, başvuranın dört aydan fazla gözaltında
tutulması için bir gerekçe göstermedikleri sonucuna varmıştır. Dolayısıyla, AİHS’nin
5 § 3. maddesi ihlal edilmiştir.”
KOŞTİ ve Diğerleri-Türkiye Kararı
AİHM 2. Daire (Başvuru No:74321/01) Karar Tarihi: 3 Mayıs 2007
“Mahkeme, dava dosyasından Devlet Güvenlik Mahkemesinin başvuranların tutukluluk
halini her duruşma sonunda, kendi isteğiyle veya başvuranların talebi üzerine
değerlendirmiş olduğunu gözlemlemektedir. DGM, tutukluluğu her defasında “suçun
niteliği, delillerin durumu ve dava dosyası içeriği” gibi değişmeyen, basmakalıp
ifadelerle uzatmıştır.
“Delillerin durumu” ifadesi genel olarak suçun ciddi belirtilerinin varlığına ve sürdüğüne
ilişkin bir etken olabilirken, somut davada iki yıl üç ay süren koruyucu tutukluluk
dönemini, özellikle başvuranların yaşlarının küçük olması itibariyle tek başına haklı
çıkaramamaktadır. (bkz. özellikle Selçuk – Türkiye, no. 21768/02, Letellier – Fransa,
A Serisi no. 207, Tomassi – Fransa, A Serisi no. 241-A, Mansur – Türkiye, A Serisi no.
319-B). Sonuç olarak AİHS’nin 5 § 3. maddesi ihlal edilmiştir.”
107
İNSAN HAKLARI VE HUKUK
Son olarak AİHM, başvuranın avukatının devamlı olarak, yetkili makamların dikkatini,
başvuranın henüz reşit olmadığı gerçeğine çekmiş ve Birleşmiş Milletler Çocuk
Hakları Sözleşmesi’nin 37. (b) maddesine dayanarak Mahkeme’den, başvuranın
serbest bırakılmasını talep etmiştir (bkz. Paragraf 16). Dava dosyasından, yerel
makamların, başvuranın gözaltında tutulmasının devamına karar verirken yaşını göz
önüne almadıkları anlaşılmaktadır.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
NART- Türkiye Kararı
AİHM 2. Daire (Başvuru No:20817/04; Karar Tarihi: 6 mayıs 2008
(Başvuran, 1986 doğumludur. Olay tarihi olan 28 Kasım 2003 tarihinde
17 yaşındadır.)
“Başvuran tutuklu olarak yargılanma süresinin makul süre kuralını aştığından şikâyetçi
olmuştur. Ayrıca tutuklu olarak yargılanmasının kanuni geçerliliğine itiraz edecek
etkili iç hukuk yolu bulunmadığını ileri sürmüştür.”
Hükümet bu argümanlara itiraz etmiştir.
İNSAN HAKLARI VE HUKUK
108
Hükümet başvuranın tutuklu olarak yargılanması için geçerli nedenler bulunduğunu
belirtmiştir. Öncelikle başvuranın benzer suçlardan mahkûmiyetleri bulunduğunu
belirtmiş ve ilgili mahkeme kararlarını sunmuştur. İkinci olarak, başvuranın silahlı
soygunla suçlanması nedeniyle on beş yıl hapis cezası almakla karşı karşıya kaldığını
ifade etmiştir. Bu noktada, aşağı haddi 3 yılı aşmayan hürriyeti bağlayıcı cezayı
müstelzim fiillerden dolayı, küçükler hakkında tutuklama kararı verilemeyeceğini
öngören Çocuk Mahkemelerinin Kuruluşu, Görev ve Yargılama Usulleri Hakkında
Kanun’un 19. maddesine atıfta bulunmuştur.
AİHM, AİHS’nin 5/3 maddesinin tutukluluk için azami bir süre sınırı öngörmediğini
hatırlatır. Tutukluluk süresinin makul olup olmadığı soyut olarak (in abstracto)
değerlendirilemez. Bir sanığın tutuklu bulundurulmaya devam edilmesinin makul olup
olmadığı her davanın özel verileri göz önünde bulundurularak değerlendirilmelidir.
Tutukluluğun devam etmesi, masumiyet karinesinin kişisel hürriyete saygı ilkesinden
ağır gelmesine rağmen ancak kamu yararı için gerçekten zorunlu bulunduğuna
ilişkin belirli göstergeler bulunuyorsa haklıdır. Böyle bir zorunluluğun var olduğu
veya olmadığı yönündeki koşulları incelemek ve bunları serbest bırakılma talebiyle
ilgili kararlarında belirtmek öncelikle ulusal yargı makamlarına düşmektedir. İşte,
bu kararlarda belirtilen nedenler ve başvuranın itirazlarında ifade ettiği ihtilafsız
gerçeklere dayanarak, AİHM’den, 5/3 maddenin ihlal edilip edilmediğine karar vermesi
istenmiştir (bkz. Klamecki – Polonya, 25415/94; W. – İsviçre; Contrada - İtalya).
Mevcut davada, AİHM, göz önünde bulundurulacak sürenin, 28 Kasım 2003 tarihinde
başvuranın gözaltına alınmasıyla başladığını ve 16 Ocak 2004 tarihinde İzmir Çocuk
Mahkemesinde görülen ilk duruşmada serbest bırakılmasıyla sona erdiğini kaydeder.
Dolayısıyla süreç kırk sekiz günü kapsamaktadır.
AİHM bu davayı incelerken, ilgili iç hukuk kısmında atıfta bulunulan önemli uluslararası
anlaşma ve kuralların varlığını göz önünde bulundurur ve çocukların yargılama öncesi
tutulu bulundurulmalarının, tutukluluğun kesinlikle gerekli olduğu hallerde, ancak son
çare tedbiri olarak kullanılması, olabildiğince kısa olması ve çocukların yetişkinlerden
ayrı tutulması gerektiğini hatırlatır.
AİHM, başvuranın tutuklu olarak yargılanmasına itiraz ettiğinde, İzmir Ağır
Ceza Mahkemesinin, bu itirazı, dava dosyasının içeriği, suçun niteliği ve delil
durumuna dayanarak reddettiğini gözlemler. Genel olarak “delil durumu” ifadesi,
suçluluk durumunun ciddi bir belirtisi ve bu belirtinin devamlılığı için ilintili bir
etmen olabilmesine karşın, mevcut davada başvuranın şikâyetçi olduğu tutuklu
bulundurulma süresinin uzunluğunu yalnız başına haklı çıkaramaz (bkz. Selçuk –
Türkiye, 21768/02).
Yukarıda belirtilenler ışığında, özellikle de başvuranın o tarihlerde 18 yaş altında
olmasıyla ilişkili olarak, AİHM, başvuranın tutukluluk süresinin AİHS’nin 5/3 maddesine
aykırı olduğu kanısına varır. Dolayısıyla bu madde ihlal edilmiştir.
Hükümet, iç hukukun başvuranın tutuklu olarak yargılanmasının kanuni geçerliliğine
itiraz edilebilecek etkili başvuru yolları sağladığını savunmuştur. Başvuran tutuklu
olarak yargılanmasına yaptığı itirazın, bunu kalıplaşmış ifadelerle reddeden ulusal
mahkemeler tarafından ciddi biçimde değerlendirilmediğini ileri sürmüştür.
AİHM, mevcut başvuruya benzer meseleleri ele alan birçok davada Hükümet’in
yukarıda anılan savlarını reddettiğini kaydeder. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 298.
maddesinin etkili bir çare olarak değerlendirilemeyeceği ve AİHS’nin 5/4. maddesinin
ihlal edildiği sonucuna varmıştır (bkz., mutatis mutandis, Koşti ve Diğerleri – Türkiye,
74321/01; Öcalan – Türkiye [BD], 46221/99). AİHM bu davada, daha önceki davalarda
vardığı sonuçlardan sapmasını gerektirecek özel koşullar tespit edememiştir.
Sonuç olarak, AİHM, AİHS’nin 5/4 maddesinin ihlal edildiğine karar verir.”
109
İNSAN HAKLARI VE HUKUK
Ayrıca, başvuranın avukatının, başvuranın 18 yaşından küçük olduğunu yetkili
makamların dikkatine sunmasına karşın, yetkili makamların tutukluluğa karar verirken
başvuranın yaşını hiç göz önünde bulundurmadıklarının anlaşıldığı kaydedilmiştir.
Ayrıca dava dosyası, başvuranın tutuklu iken yetişkinlerle beraber bir cezaevinde
tutulduğunu ortaya koymaktadır.
66
Rakamlarla insan hakları...
6
RAKAMLARLA İNSAN HAKLARI
Bu bölümde, insan haklarını bazı rakamlar etrafında ele alacağız.
Amacımız, sadece okuyucunun bilinçlenmesi (!) elbette. Her sayıda
bir ya da birkaç rakamı masaya (siz bunu dergi sayfaları diye
okuyun) yatırıp, o rakam(lar)ın insan hakları ve insan hakları
savunucuları açısından, dolayısıyla insanlık bakımından anlam
ve önemi üzerinde duracağız. Neşteri vurduğumuz rakam, bazen
bir uluslararası belgenin, Anayasa’nın ya da bir yasanın bir
maddesi olacak, bazen belki bir veri... Şimdi buyurun ilk şanslı
sayımıza...
66:?
İlk sayımızda ele alacağımız rakam, 66 (yazıyla altmışaltı). Sakın yanlış anlamayın;
size bir iskambil oyunundan söz etmeyeceğiz. Tabii sizi “altmışaltıya bağlamak” gibi
bir düşüncemiz de yok. Şimdi “Altmışaltıya bağlamak da ne demek?” diye sorduğunuzu
duyar gibiyiz. Aslında siz, altmışaltıya bağlamanın ne demek olduğunu biliyor
olmalısınız. Ne de olsa yıllardır birileri tarafından sürekli altmışaltıya bağlanıyorsunuz.
Hâlâ açık değil mi? Neyse, sabrınızı bir de biz zorlamayalım. Efendim, altmışaltıya
bağlamak, aynen şu demek: “Geçici bir çözümle durumu kurtarmış görünmek.”
Artık şimdi, büyüklerimiz tarafından kaç kez altmış altıya bağlandığınızı saymaya
başlayabilirsiniz.
Gelelim bizim 66’ya. Bizim üzerinde durmak istediğimiz 66, başka bir 66 ve inanın
ömür boyu yararını göreceğiniz bir 66.
66 = TÜRK. Evet, yanlış okumadınız. Bizim bu 66 sayesinde Türk’ün ne olduğunu,
kim olduğunu öğrenip anlayacaksınız. Önce soralım: Türk kimdir? El cevap: “Türk
Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes.” Kim diyor bunu? Anayasa, madde 66.
Gördüğünüz gibi, bu 66 çok önemli. Kendinizi kaybetmemeniz, dost ve düşmanlarınızı
iyi tanıyabilmeniz için bu 66’yı iyi bilmeniz lazım. Malum, Türk’ün Türk’ten başka
dostu yoktur!
Özellikle ana-babası ya da bunlardan birisi Türk olan arkadaşlar için daha önemli bir
konu ise şu: Öyle babanız ya da ananız Türk olduğu için siz de kendinizi otomatikman
Türk olarak kabul ve ilan etmeye kalkmayın. Çünkü bu 66’nın ikinci cümlesi “Türk
babanın veya Türk ananın çocuğu Türk’tür” idi ve devlet büyüklerimiz, bu garip, bilim
111
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
dışı cümleyi neyse ki, 2001’de kaldırdılar da bu saçmalıktan kurtulduk. İyi de yaptılar.
Öyle tuhaf şey olur mu? Neymiş, Türk babanın veya Türk ananın çocuğu da Türk’müş.
Türklük bu kadar ayağa mı düştü? Artık bundan sonra, Türk babalar ve Türk analar da
boşa heveslenmesinler; çocuklarının “Türk” olması garantisi yok! Yani anlayacağınız,
2001’den bu yana, Türk olabilmenin doğumla, soyla herhangi bir ilişkisi kalmamıştır.
Tabii küçük bir problem var geriye kalan: Vatandaşımız olmayan ama kendisini hâlâ
Türk zannedenleri ne yapacağız? Aldığımız duyumlara göre bu konuda da bir uyum
paketi hazırlanıyormuş. Ah, şu AB yok mu? Başımıza daha neler getirecek! Reform diye
diye ne hale düşürdü bizi!
Evet, gördüğünüz gibi, bu 66 da, bizi altmışaltıya bağlama teşebbüslerinden biri
Böylece, bir etnik kimlik, birden fazla etnik grubun bir arada yaşadığı bir coğrafyada,
bir üst kimlik olarak tanımlanıp dayatılıyor, olan da gariban etnik Türklere oluyor,
etnik aidiyetleri, kimlikleri namına ortada bir şey bırakılmıyor. Çünkü sadece onlar
değil, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Kürt, Arap, Çerkez, Laz herkes Türk.
RAKAMLARLA İNSAN HAKLARI
112
İnsan Hakları Açısından 66. Madde (*)
Her şeyden önce bu düzenleme, insan hakları açısından kabul edilmesi mümkün
olmayan bir düzenlemedir. Çünkü birey, kişi, yurttaşlık, çoğulcu demokrasi,
etnik ve dilsel, kültürel farklılıkların korunması ve geliştirilmesi hakkı, eşitlik ve
denklik, kadın – erkek eşitliği, ayrımcılık yasağı, kimlik hakları gibi pek çok hak
ve özgürlük standardına aykırılık içermektedir.
Anayasa’nın 66. maddesinin incelenmesinden, Anayasa koyucunun “Türk
kimdir?” sorusunu sorduğu anlaşılıyor. O nedenle, madde başlığı “Türkiye
Cumhuriyeti Vatandaşlığı” değil, “Türk Vatandaşlığı”dır. Yani maddede Türk
tanımlanmaktadır. Buna göre Türk, Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı
olandır. Devlet de Türk devletidir. Bu durum, vatandaşlığın hukuksal bağ olarak
algılanmadığını, vatandaşlığın etnik kökene göre belirlendiğini göstermektedir.
Oysa sorun vatandaşlık sorunu olarak kavransa ve algılansa, maddenin başlığının
ve içeriğinin, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Vatandaşlığı veya yalnızca Vatandaşlık
şeklinde düzenlenmesi gerekirdi. Böyle bir bakış açısı ise doğal olarak, Türk’ün
kim olduğu ya da kime Türk dendiğini sormaz, kim Türkiye Cumhuriyeti devletinin
vatandaşıdır, kime Türkiye Cumhuriyeti devletinin vatandaşı denir, sorusunu
sorardı.
Yürürlükteki anayasal düzenleme, etnik kökene dayalı bir düzenlemedir. Ve diğer
yasalarda devlete yüklenen görev ve çalışmalarla birleştirildiğinde, farklı dil,
din, kültüre sahip Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının bu özelliklerini korumaları
ve geliştirmeleri doğrultusunda hiçbir yasada devleti ödev yükleyen normatif
66
düzenlemeye rastlanmadığı gibi, farklılıkların yasaklandığı, farklılıkların ifade
edilmesinin de yaptırım altında olduğu görülmektedir. Devleti ancak Türk’ün dili,
kültürü, müziği, sineması, folkloru, edebiyatı ve benzeri alanlar için özel hukuksal
düzenlemelere ve kurumsallaşmalara gitmiştir. Bu doğaldır. Doğal olmayan, farklı
dil ve kültürlerin varlığının yok sayılması, hatta yok sayılma ile de yetinilmeyip,
yasaklama rejimine tâbi tutulmasıdır.
RAKAMLARLA İNSAN HAKLARI
Çoğulculuk ilkesi, farklı dilsel, dinsel, etnik kimliklerin varlığının, farklı
düşüncelerin ifade edilmesi özgürlüğünün bulunduğunun kabulü anlamına gelir.
Hatta yalnızca kabul de yetmez, devletin temel amaç ve görevlerinin de buna göre
belirlenmesi gerekir. Belirtilen durum, anayasal vatandaşlığın kapsamını da tayin
eder. Anayasal vatandaşlıkta, devletin milli niteliği kaybolmaz. Milli nitelik, tek bir
etnik kökene, topluluğa dayanmak olarak algılanamaz. Anayasal vatandaşlıkta ve
yukarıda tartışılan vatandaşlık anlayışında, millilik, çeşitli etnik kökenden gelen
Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarına (yurttaşlığa) dayalı olmak demektir. Anayasal
vatandaşlık anlayışının benimsenmesi, devlete bugüne değin ihmal ettiği bir alanda
yeni amaç ve görevler yüklemeyi gerektirir. Örneğin, etnik ve kültürel çoğulculuk
alanında, “devlet Türkiye’nin çoğulcu etnik yapısını ve kültür çeşitliliğini, ülke
113
bütünlüğü içinde korumak ve geliştirmek için gerekli tüm koşulları hazırlar
ve uygun önlemleri alır” şeklinde bir düzenleme yapılması gerekir. Böyle bir
düzenlemenin ve devletin görev üstlenmesinin nedeni, Türkiye’nin çoğulcu etnik
ve kültürel yapısıdır. Örneğin, Türkiye’de 1927–1965 yıllarında yapılan nüfus
sayımlarında, konuşulan dil (anadil) istatistikleri yayımlanmıştır. Sonraki yılların
istatistiklerinin hâlâ yayımlanmamış olması, büyük bir eksiklik olmakla birlikte,
Türkiye’de Türkçe, Kürtçe, Abhazca, Arapça, Arnavutça, Çerkezce, Ermenice,
Gürcüce, Kıptice, Lazca, Pomakça, Rumca, Süryanice, Tatarca, İbranice, Zazaca
dilleri konuşulmaktadır. Bu ve şu anda sayamadığımız diğer dillerin korunması
ve geliştirilmesi için devletçe bir çalışmanın gösterilmesi gerekirken, hâlâ farklı
dilleri yasaklayan, cezalandıran hükümlerden kurtulabilmiş değiliz.
Sonuç olarak, Anayasa’nın, belirli bir ideolojiyi, fikri, dini ve etnik aidiyeti dayatan
değil, yurttaşlarının tamamını eşit ve denk olarak gören bir anlayışla ele alınması
gerekir. Mevcut düzenlemelerdeki etnik vurgular çıkarılmalı, vatandaşlık haklarıyla
ilgili düzenlemelerde Türkiye Cumhuriyeti Devleti ya da Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşları denmeli, farklı dil, din ve kültürleri yasaklayan ve aykırı davranışlar
için yaptırım öngören hükümler ayıklanmalıdır. Türkiye’de anayasal vatandaşlık
anlayışı hâkim olmalı ve ulusun vatandaşların tamamından oluştuğu gerçeğine
uygun düzenlemeler yapılmalıdır.
(*) Bu bölüm, İnsan Hakları Derneği, Kopenhag Siyasi Kriterleri ve Türkiye (Mevzuat Taraması). İnsan Hakları Derneği Yayınları, Ankara, 2000.
s. 31–34’den özetlenerek hazırlanmıştır.
Alternatif
Kahramanlık
Öyküleri...
RE
KA
RŞI BİR Dİ
RE
AĞI
E
NAZ
İL
Ş
Nİ
KIZIL
ORKESTRA
Tanıl Bora
“… AŞAĞILAYAN BAKIŞLARINIZLA CEZALANDIRIN…”
Nasyonal-sosyalist (Nazi) Almanya’nın korkunç gizli polis örgütü
Gestapo, 1942 sonbaharında giriştiği kapsamlı operasyon
sonucunda, bir “casus ve hain şebekesini” açığa çıkardı.
Sovyetler Birliği’ne casusluk yapan komünist bir yer altı teşkilatı
olarak “deşifre” edilen bu yapıya, evinde telsiz cihazı bulunan bir
piyanistten ötürü, Kızıl Orkestra adı verildi. Savaşın ortasında,
bütün muhalefet tasfiye edilmişken, totaliter rejim propaganda
ve baskı aygıtıyla kimseye göz açtırmazken, küçümsenmeyecek
yaygınlıktaki böyle bir “şebeke”nin varlığının öğrenilmesi, Hitler’i
çok öfkelendirmişti. Kızıl Orkestra’nın elli kadar mensubu derhal
idam edildi.
Kızıl Orkestra, Nazilerin yenilgisinden sonra da öyle bilindi: Komünistlerin yönetiminde,
Sovyetler Birliği’ne hizmet eden bir casus şebekesi. Bu takdim, Soğuk Savaş’ın antikomünist ortamında, Kızıl Orkestra’nın itibarsızlaştırılmasını, unutturulmasını
beraberinde getirdi. “Komünistlik” yaftası, “vatan hainliği” imasının zehrine de
bulanıyor, böylece bu anti-Nazi direnişçiler neredeyse ayıplanıyordu. Almanya
toplumunun büyük çoğunluğunun, “sıradan insanların” Nazi rejiminin zulmüne, Yahudi
soykırımına ses çıkarmamış, dahası itaat etmiş ya da en azından bilmezden gelmiş
olmasıyla yüzleşmeyi engelleyen bir tepkiydi bu. Bu cesur insan topluluğunu “casus”
diye itibarsızlaştırmak ve yok saymak, “kimse bir şey yapamadı, zaten yapamazdı”
bahanesini güçlendiriyordu.
Oysa Kızıl Orkestracılar, casusluktan fazlasını yapmışlardı. Aralarında komünistler de
vardı ama son on yılda ortaya çıkan yeni bilgiler ortaya koyuyor ki, çok sayıda başkaları
da vardı: Solcular, demokratlar, liberaller, Hıristiyan muhafazakârlar ve belirli bir
politik kimliği olmayan insanlar… Meslek sahibi seçkinler, entelektüeller, sanatçılar
da vardı, küçük memurlar, işçiler de. Onları bir araya getiren tek saik, Nazilere karşı
“bir şeyler yapmak”tı. Elden ne gelirse, ne yapabilirlerse - bir şeyler yapmak. Şayet bir
programdan söz edilebilirse, Kızıl Orkestra’nın yazılı olmayan programı, insan onuru
ve vicdanıydı.
1930’ların ortalarında bir arkadaş çemberinde oluşan ilişki ağı, merkezsiz bile
denilemeyecek kadar dağınık bir şekilde yayıldı. Birkaçı dışında illegal örgütlenme
tecrübesi olmayan bu insanlar, el yordamıyla, herkesin sadece işbirliği yaptığı
arkadaşlarını tanıdığı, ötesini ise merak etmediği ilişkiler kurdular.
115
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
Bu ilişki ağı, Yahudileri, komünistleri, takibat altında olan başkalarını sakladı.
İstihbarat toplayıp Nazilere karşı savaşan devletlere aktardı. Anti-Nazi manevî direnci
canlı tutacak ufak tefek bir şeyler yapmaya çalıştı. Evet, “ne olursa olsun, bir şeyler
yapmak”tı dert.
Kızıl Orkestra’nın en çok bilinen şahsiyetleri, Arvid Harnack ve Harro SchulzeBoysen’dir. Arvid Harnack, Markist bir iktisatçıydı. Uzun süre yurtdışında bulunduğu
ve bilimsel faaliyetlerle uğraştığı için politik kimliği saklı kalmıştı. Ekonomi
Bakanlığına girdi, 1937’de ‘mahsus’ Nazi Partisi’ne üye oldu ve epey yükseldi. 1942’ye
kadar Sovyetler Birliği’ne ve Batılı müttefiklerine, Almanya’nın cephe gerisine ilişkin
istihbarat raporları yolladı. Harro Schulze-Boysen ise, muhafazakâr aristokratik bir
aileden geliyordu ve gençliğinde Nazi hareketine katılmıştı. Ancak Nazilerin iktidara
geldikten sonra yaptıkları, onu tereddütlere sevk etti, giderek Nazizmden koptu.
Alman Hava Kuvvetleri karargâhında görev alan Schulze-Boysen, Nazi karşıtı müttefik
cepheye düzenli askerî bilgiler aktaracaktı.
KAHRAMANLIK ÖYKÜLERİ
116
Yaptıklarının “casusluktan” ibaret olmadığını söyledik. Etkisi belki mütevazı, ancak
insanlık onuru ve vicdanı adına yüksek değer taşıyan işler de yaptılar Kızıl Orkestracılar.
1942 Ocak’ındaki bildiri eylemi, önemli bir örnektir. Altı sayfalık bildirinin başlığı
“Almanya’nın geleceğine dair kaygılar gitgide Alman halkını sarıyor” idi. Almanya’nın
savaşı kaybetmekte olduğu söyleniyor, Nazi rejiminin korkunç işkenceleri, cinayetleri,
insanlık dışı tedhişi hatırlatılıyor ve insanlar boyun eğmemeye çağrılıyordu. Bildiride
söylenenler, Kızıl Orkestracıların hareket saiklerini de özetler:
“Alman halkı biliyor ki, gün gelecek; tarih önünde, dünya önünde ve bizzat kendine
karşı bu olanların sorumluluğuyla yüzleşmek zorunda kalacaktır... Varsın, hakikati
arayacak takatten yoksun olanlar hiçbir şey yapmadan dursun... Savaşı uzatan her gün,
tarifi imkânsız yeni acılar ve kurbanlara yol açmaktan başka bir sonuç doğurmuyor.”
“Halkın çöküşe varmadan kurtulmasının tek ön koşulu, itaati ve istenen yükümlülükleri
yerine getirmeyi reddetmektir… Herkes, bugünkü devlet ondan her ne istiyorsa aksini
yapmanın derdine düşmelidir… Sokak köşelerinde yine kuyruk beklemek zorunda
kaldığınızda, giderek daha yüksek sesle protesto edin. Her şeye rıza göstermeyi
bırakın, kendinize emrettirmeyin. Kendinizi daha fazla ezdirmeyin. Nazi üniformalıları,
aşağılayan bakışlarınızla cezalandırın! Halkın canilerden ve gammazlardan ruhunun
ta derininde tiksindiğini hissetmelerini sağlayın onların! Kış yardımı adı altına para
toplama kampanyası denen saçmalığa katılmayı artık bırakın! İktidardaki rejime
yapılacak her kuruş yardım, savaşı uzatacak ve sefaletimizi derinleştirecektir!
Düşüncelerimizin ve duygularımızın uyuşturulmasına son verelim artık.”
“Bildiri eylemi” deyip geçmeyin; Nazi rejimi altında, olağanüstü zor bir işti bu.
Dikkat çekmemek için Berlin’de bir dişçinin muayenehanesinde toplanıyorlardı. Üç
kişiydiler: Dişçi, bir müzisyen ve sekreterlik yapan bir kadın. Kâğıt hem zaten kıttı hem
de toplu alımlar kuşku uyandıracağından, ihtiyaç duyulan kâğıtlar, değişik yerlerden
az miktarlarda toplanarak bir araya getirildi. Başka bir şehirden teksir makinesi temin
ettiler. Telefon rehberlerinden ve başka kaynaklardan rastgele çıkarılan binlerce
adrese, yine değişik postanelerden, teker teker postaladılar bildiriyi. Mektubun ulaştığı
adresler arasında “sıradan insanlar” yanında, üst düzey Naziler de vardı. Bildiri elbette
infiale yol açtı, Gestapo (gizli devlet polisi) aylarca iz sürdü.
“Etkisine” bakıldığında mütevazı denemeyecek bir başka eylemden söz edelim:
Ortaokul ve lise öğrencileri iki kız kardeş, Cato ve Mietje van Bek’in yaptıkları. Okula
giderken banliyö trenine bindikleri istasyondan, düzenli olarak mahkûm ve savaş
esirlerini taşıyan trenlerin geçtiğini fark edince, “bir şeyler yapmaya” karar verdiler.
Üç arkadaşlarıyla beraber, tutuklu ve esirlerin boşaltılıp nakledildiği istasyonları
keşfettiler. Kalabalığın arasından götürülüyorlar, insanlar bu geçenlere yokmuş gibi
davranıyordu, zaten “yabancılar ve suçlular”la her türlü temas, bizzat tutuklanma
nedeniydi. Sonraki günlerde küçük kızlar, trene yetişmek üzere koşar gibi yaparak veya
orada eğleşiyor pozu takınarak tutukluların ellerine, ceplerine bir şeyler sıkıştırmaya
çalıştılar: Bir dış fırçası, bir elma. Verecek hiçbir şey yoksa, cesaret dileyen, moral
veren sözcükler karalanmış bir kartpostal. Veya bir çiçek… “Manevî destek vermek,
KAHRAMANLIK ÖYKÜLERİ
117
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
insan sıcaklığı sunmak” diye açıklayacaklardı sonraları, yapmak istedikleri şeyi.
Mektupla bildiri eyleminin faillerinden biri, müzisyen Helmut Roloff’tu. Tutuklandı
ancak tutarlı ifadeleri ve biraz da talihinin yardımıyla, idam edilmeden kurtuldu.
Oğlu Stefan Roloff, savaştan sonra evlerinde Nazilerden ve “bu işlerden” hiç
konuşulmadığını hatırlıyor. Hatta babasının son derece dakik ve disiplinli yaşantısına
ve “Alman” soğukluğuna baktığında, onu da Nazilere yıllarca itaat ederek utanca
ortak olan “tipik Alman”lardan biri olarak görüyordu. Babasının, vicdanının sesini
dinleyerek bu zillete karşı “bir şeyler yapmak” için fedakârlıkları göze almış birisi
olduğunu, çok sonraları öğrendi ve kendini Kızıl Orkestra’nın bilinmeyen yönlerini
aydınlatmaya adadı. 2002’de yayımlanan kitabında, babasının ve onun tanıdığı ve
tanımadığı arkadaşlarının yaptıklarını, “medenî cesaret ve insan haklarından yana
tavrın” timsali olarak tanımlıyor.
KAHRAMANLIK ÖYKÜLERİ
118
Evet, Nazi hava kuvvetleri karargâhında “casusluk” yapan üsteğmen Schulze-Boysen
de bütün hayatı müzik olan kendi halinde bir adamken insanlık dışı bir rejime karşı bir
bildiri eylemine girerek (ayrıca evinde telsiz cihazı saklayarak) canını tehlikeye atan
piyanist Helmut Roloff da, yürekleri pır pır ederek, istasyonun karşı tarafındaki dik dik
bakan şu siyah şapkalı adam, acaba Gestapo’dan mıdır, diye ödleri koparak, toplama
kampına sevk edilen bir tutsağın eline bir kartpostal, bir dal çiçek tutuşturmak, “insan
sıcaklığı sunmak” için fırsat kollayan o kız çocukları da insanlık onurunun ve vicdanının
timsalidirler.
Mercek...
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
KALABALIKLARIN YÜRÜYÜŞÜ
Cihan Aktaş
Kalabalıkların, kitlelerin hareketleri beni her zaman etkilemiştir; elbette baskıya,
zulme, haksızlığa karşı bir duyarlığın ifadesi olduklarında.
Kitlelerin ayağa kalktığı her konu, insanların kardeşliği açısından bir açılım ifadesidir
kanımca. İnsanların kardeşliğini duyurtan her bir araya gelme çabası, İslam
kardeşliğini de içeren bir mümkünler alanının ifadesi olmaktadır. Bu nedenledir ki
Ali Şeriati, Paris’te Afrikalı öğrencilerle birlikte Belçika Kongosu’nun ilk Başbakanı,
Afrikalı lider Partice Lumumba’nın öldürülmesinin protesto edildiği, pek çok
milletten insanı bir araya getiren bir mitingin ardından, “Bir millet, ortak bir sancı
duyan bütün insanların toplamıdır” diye yazmıştı.
MERCEK
120
İçinde bulunduğumuz dönemde kalabalıklar, kuru-kalabalık olarak nitelendirilmelerine
izin vermeyecek bir bilinçle bir araya gelerek protestolarını ve taleplerini dile
getiriyorlar. Çok farklı görüşlere sahip olabilen insanlar, Gazze’nin ocak ayı boyunca
bombalanması sırasında yaşandığı gibi, gece yarılarında
kalkıp yollara düşüyor, yaşanmakta olan katliamı, işgali ve uluslararası kurumların
bu olanlar karşısındaki ilgisizliğini protesto ediyorlar. Çeşitli yardım kuruluşları,
gemilerle yardım taşıyor Gazze’ye. Sayısız sivil inisiyatif, sürüp giden katliam için sesini
yükseltmeyi sürdürüyor.
Bir ay boyunca, dünyanın her tarafında, kalabalıklar Gazze için akıyordu meydanlara...
Meydanlara akan her bir kişide, Yasin suresinde bahsi geçen “şehrin en uzak ucundan
koşarak gelen adam”ı görmeyi umuyorum ben.
Haksızlığa, zulme karşı, mazlumun yanında olma adına caddelerden akan, meydanlarda
toplanan kalabalıkları çok etkileyici bulduğumu söyledim ya… Bu muhalif kitlelerin
tek vücut halinde görünen yürüyüşlerindeki farklı elementleri, iktidarı ellerine
geçirdiklerinde nasıl da çehre değiştirdiklerini düşünmeden edemeyeceğim kadar
tanıdığımı sanıyorum. Gücü bir baskı aracı, bir çıkar ağı kaynağına dönüştüren iktidarın
değirmeni, gün geliyor muhalif kalabalıkları içine çekerek öğütmeye başlıyor. İktidarın
o dolayımlı ve muğlak dilini bu kez eski muhalifler, kendi yumuşatılmış söylemlerinin
rengiyle boyayarak terennüm ediyorlar. Yolsuzlukla, adam kayırıcılıkla, dış güçlerin
maşası olmakla, bu kez onlar suçlanıyorlar.
Yine de bu mümkün gelecek sahnelerine takılmadan, caddelerden akan kalabalıkların
sunduğu bildiriyi önemsiyorum; o kalabalıkların hiç olmazsa, resmi iletişim kanallarının
başka türlü gösterdiği ya da hiç göstermediği gerçeklikleri oldukları haliyle kavrama
yeteneğine ve açığa vurma cesaretine sahip insanlardan oluştuğunu düşünerek.
Çoktandır ulus devlet bir meşruiyet krizi yaşıyor. Kuzey ve Güney arasındaki uçurumun
Güney’in aleyhine olacak şekilde derinleşmesi de sürüyor. 19. yüzyılda Avrupa ve
Kuzey Amerika’daki devletlerin faaliyeti olan sivil toplumun inşası, rastgeleliğe terk
edilmiş durumda. Devletler zayıflarken, paradoksal bir şekilde, kendini devletin yapısı
ve işleyişine göre biçimlendiren sivil toplum da zayıflıyor. Sivil toplum kurumlarının
yerini, içinde bulunduğumuz yıllarda gruplar alıyor. Immanuel Wallerstein bu gelişmeyi
şöyle değerlendiriyor: “…bu gruplar, sadece yoğunlaşmış korku ve hayal kırıklıklarının
değil, ayın zamanda eşitlikçi bilinç artışının da ürünüdürler ve bu nedenle çok güçlü
bir çekim noktasındadırlar.” Bir taraftan eşitlikçi iddialara sahipken, aynı zamanda içe
dönük görünümlü olmaları nedeniyle, bu grupların siyasi rollerinin büyümesi kaotik
bir sonuç ortaya koyabilir, Wallerstein’a göre.
Uluslararası kurumların inandırıcılığının yittiği bir noktada adalet çağrısını yapmak,
ortak paydalar etrafında bir araya gelmenin değerine inanan grupların oluşturduğu
kalabalıklara düşüyor. Gruplar ve bireyler bir araya gelerek yeni bir insan hakları
etiğine duyulan ihtiyacı haykırıyor.
Mevcut insan hakları etiğinin vardığı nokta, mesela Arapların, Müslümanların, Orta
Doğu’luların içinde bulundukları tarif edilmiş durumun, kendi yetersizliklerinin,
anlamsızlıklarının, kısacası kendi alt-insanlıklarının sonucu olduğunun ilanı. Bu
insanların sefaletlerini oluşturan sebep ve şartların, kendi tembelliklerinden ve
miskinliklerinden kaynaklandığını ilan etmeleri durumunda anlayışlı bir muameleyi
hak ettikleri varsayılabiliyor.
“Uluslararası Adalet Divanı, silahlı muhafızlığını NATO’nun (yani ABD’nin) yaptığı
Yeni Dünya Düzeni’ne karşı çıkmaya çalışan herkesi, her yerde, insan hakları adına
tutuklayıp yargılamaya hazır. Bugün “demokratik” totalitarizm, daha da sağlam bir
biçimde yerleşiklik kazanmış durumda. Bu kölece düşünme tarzına karşı, uğruna
dünyanın egemen halini ve mutlak adaletsizliğini kabul etmeye mecbur edildiğimiz
bu sefil ahlakçılığa karşı, özgür düşünebilen herkesin ayaklanması, bugün her
121
MERCEK
Grupların birer damla gibi kalabalığın içinde akarak bir nehir oluşturduğu apayrı
bir katılım imkânı mevcut yine de... Ümit Aktaş’a göre, karmaşıklaşan ve şeffaflaşan
bir dünya koşullarında gruplaşma eğilimi, Müslüman toplumlarda kendini yeniden
cemaatleşmeye dönüş şeklinde hissettiriyor. Bu cemaat yapıları ise sivil, çoğulcu,
özgürlükçü ve demokrat anlayışların geliştireceği çok sesli bir senfoniye (kendiliğinden
ve çok sesli bir uyumun birliğine) ulaşma arzusuna sahip görünüyor.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
zamankinden daha fazla gereklidir” diye yazıyor, Alain Bodiou, Etik’inde.
Ne barışta ne savaşta ne de ateşkeste uyulan bir genel kural var. Mültecilerin bulunduğu
binalar, kaçmaya çalıştıkları yollar, nefes almaya çalıştıkları dinlenme alanları, tampon
bölgeler herhangi bir ayrım gözetilmeksizin vuruluyor. Savaşın ateşinden kaçarak
bir yerlere sığınmaya çalışan eli bayraklı insan, tarih boyunca belki hiç yaşanmadığı
kadar hırslı-hınçlı bir öfkeyle yok ediliyor. Mevcut insan hakları etiği, önce kötü’yü
kurguluyor, sonra negatif bir şekilde kitlelere özgürlüklere ve insan haklarına saygıyı
dayatıyor. Önceden dayatılmış kötünün üretimi, ona yönelik olarak sürdürülen her
türlü şiddeti ve müdahaleyi meşru kılacak şekilde sürüyor.
Dünyanın globalleştiği, küçük bir köye dönüştüğü var sayıldığı halde, kişilerin veya
toplumların birbirlerini doğru anlamasına izin vermeyen duvarlar, sinema ve edebiyatın
başlıca konusu olmaya devam ediyor. Bilinmezliklerin oluşturduğu duvarlar, yerlerini,
kayıtsızlığın duvarlarına bırakıyor.
MERCEK
122
Apaçık haktan hukuktan yoksun bırakılan hemcinsini savunmak üzere kalabalıklara
karışan kişi, soyut bir sevgiden değil, haksızlıklara karşı somut bir tepki göstermesini
talep eden bir duyarlılıkla hareket ediyor. Böyle bir duyarlılığı Ayşe Kalyoncu “etik
zeka” olarak isimlendirdi, bir sohbetimiz sırasında.
“Yolunda gitmesi gereken niye öncelikle kendi hayatımız olmalı… Sanki niçin birilerinin
varlığı bizim varlığımıza armağan edilmeli” Etik zeka, işte bu tür soruları sorduran
zihinde kendini gösteriyor...
2008 yılı yazında, Tünel’in başında ikindi üzeri katıldığım “Darbeye Karşı 70
Milyon Adım” yürüyüşü sırasında şunları düşünmüştüm: İşte, 70’li yıllarda birbirine
yabancılaşan, toplumsal adalet ve emperyalizm konusunda hassas kitleler, halkı sürü
olarak telakki eden zihniyet karşısında bir araya gelmiş bulunuyor. Katılımcıların
arasında yer tutan başörtülü genç kız gerici, eli bastonlu sakallı dede softa bir unsur
değil. Sol görüşlü yürüyüşçüler satılmış kızıl komünist, başı açık kadınlar erkek olmayı
doğuştan Allah tarafından bağışlanmış bir imtiyaz olarak telakki eden kimi dindarlar
tarafından görüldüğü şekilde “kıyamet kadını” sayılmıyorlar.
Türkiye’de belki de ilk kez böyle bir yürüyüş yapılıyordu. Bir gece önce ise, Taksim
Meydanı’nda “futbolist”lerin şenliğine (ya da çilesine) tanık olmuştum. Darbeye Karşı
70 Milyon Adım yürüyüşü sırasında İstiklal Caddesi’ne akan “elenmiş, süzülmüş”
kalabalığın heyecanı, Türkiye için yepyeni ve tazeleyen bir imkânı dillendiriyordu. Ben
öyle ummak istiyordum.
Uluslararası kurumlar, çekilen acılarla, çözüm üretecek seviyede ilgilenmiyor. Hoşgörü
kelimesi, olabildiğince sık kullanılırken kürsülerden, çok uzak olmayan topraklarda
bedenler parçalanıyor, yürekler dağlanıyor, topluluklar kutuplaşmalara yol açan
nifaklarla zehirleniyor.
Hükümetler ise İran gibi birkaç sistem dışı istisna bir kenara bırakılırsa, nadiren
yaslandıkları “soğuk ideolojilerin” gereklerinin dışına taşırıyorlar demeç ve
icraatlarını. Demokrasinin günümüzdeki anlamı bu: Kitlelerin talepleri bir filtreden
geçirilerek yansıyor zirvelere. Bu sadece Müslüman toplumlar için geçerli bir tuhaflık
da değil. İngiltere’de Tony Blair, İşçi Partisinin lideri olarak, yoksul ve toplumsal
duyarlılığa sahip kesimlerin oylarıyla başbakan olmuştu, fakat iktidarda bulunduğu
süre içinde seçmen kitlesinin talepleriyle hiç de uyumlu olmayan bir politika izledi. Siz
ne kadar öfke duyarsanız duyun, Gazze’de olanlar için, ABD vetosuyla kilitleniyor BM
ve bu demokrasiyi bir oyuna dönüştüren tuhaf kural, uluslararası sistemin işleyişine
aksediyor. Adaletten uzak bir temsiliyet, zirvelerden eteklere doğru saçılıyor.
Slogan atmaya yatkın bir mizaca sahip değilim. Yine de çok slogan attım geçmiş
yıllarda; özellikle yirmili yaşlarımda katıldığım mitinglerde. Miting kalabalıkları, insanı
kişiliğinin pek aşina olmadığı bir yanıyla buluşturuyor. Bazen de bir ajans haberinin
zorlamasıyla yüze çıkıyor o yanınız.
İki buçuk yıl önce, Doğu Konferansı’nın bir organizasyonuyla, bir otobüs içinde
Suriye üzerinden Lübnan sınırına ulaşmak üzere yol alırken, Şam’da yapılacak basın
açıklaması sırasında dillendirilecek sloganlar arıyorduk. “Dünya susma!” diye bir
slogan yükselmişti benim içimden de... Dünya susuyordu çünkü. İsrail’in yüzlerce
insanın ölümüne yol açan bombardımanlarını, “bir arka bahçe temizliği harekâtı” adı
altında paranteze alması belletilmiş, zihni karışık bir dünyaydı, içinde yaşadığımız…
Çürümüş, bayat ve zorbalığa sessiz kalan çehresiyle, yenik bir dünya.
Gazze için de bir slogan uydurmayı istedim, bombardımana ilişkin ilk haberleri
dinlerken. Sesinizi yükseltin, sesinizi yükseltin, sesinizi yükseltin! Başka bir cümle de
gelmedi aklıma.
Kalabalıkların yürüyüşü: Tek taraflı kararlarla sürdürülen, işgallere ve toplu cinayetlere
123
MERCEK
“Dünya susma!” Sloganlar, bağlamlarını şaşırdığında itici ve yüzeysel gelirler bize.
Fakat bir slogan uydurmak hiç de kolay değildir. Eski parlak sloganların silik bir
kopyası gibi durmayan, sizi sokağa ve meydana, yola çıkmaya sürükleyen duyguyu
ve düşünceyi, aklınızla yüreğinizi, en kestirme yoldan ve kısa süre içinde buluşturan
kelimelerle ifade edebilmelisiniz.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
izin veren barış görüşmelerinin, dışlamalar üzerine inşa edilerek içi boşaltılan
konsensüs söylemlerinin reddi… 2006 yılında bir yaz günü Kadıköy’de bir grup feminist
aktivist ve yazar kadınla birlikte, Haydarpaşa Köprüsü’nün eteklerinde, akıp giden
kalabalığı izliyordum. Candan, Nilgün, Gülnur, feminist bir duyarlılıkla yaklaşarak,
önümüzden geçen gruplara katılma konusunda, bu gruplardan kimisi Troçkist, kimisi
Maocu, kimisi anarşist, kimisi Mahir Çayancı, kimisi silahlı mücadeleden yana, kimisi
Türk, kimisi Kürt şovenisti olduğu için tereddüt ediyorlardı.
O sırada Mazlum-Der kortejinin önümden geçtiğini gördüm, korteje katılmak için
onlardan ayrıldım.
Kadıköy mitingi öngörülenden kalabalıktı. Benzeri mitinglerden farklı olarak
canlandırma ve maketlerle güçlendirilmeye çalışılmıştı, ana temalar. Hatırladığım
sloganlardan ikisi şöyle: “Emperyalizmin Orta Doğu’daki Temsilcisi Olmayacağız!” ve
“Filistin’de Bir Kardeşin Var!”
MERCEK
124
Bazen bu mitinglere katılan insanlar bile, sürüp giden protestoların ve atılan
sloganların, devletlerin tavrı karşısında çok da yararlı olmadığını, tersine öfke ve
tepki birikimini sönümleyen bir işlevi yerine getirdiğini savunuyor. Bir de bu sivil
tepkilerin emperyalist karar mekanizmalarınca yönlendirildiği şeklinde, hiç de yabana
atılamayacak bir iddia çıkıyor karşımıza. Bir mitingde yanı başımızda slogan atan ya
da elinde megafonla konuşan kişi, provokatör bir ajan, bir fondan beslenen fırsatçının
biri olabilir pekâlâ.
Her şeyden haberdar, her türlü hak/hukuk ihlalleri ve ezilme biçimleri konusunda da
donanımlı, kozmopolit bir duruşu olan kişilerdir belki de, sözü edilenler. Uluslararası
konferanslarda somutlaşan bir lobiciliğin sağladığı imkânların farkındadırlar. Bir
kampanya yapılır, biyografi zenginleşir. Bir makale yazılır, New York’ta ya da Londra’da
yapılacak kadın hakları seminerine gidebilme şansı oluşur. CV zenginleşir, doktora
başvuruları kolaylaşır.
Kadın hakları alanında da sözün kimseye bırakılmadığı, sermayenin fonlarıyla ele
geçirilmiş geniş bir STK’lar ağı oluştuğu söylenemez mi? Bölgemizdeki kadınların
ezilmişliği, bir istismar (ve fon sağlama) alanına dönüşmüyor mu? Sivil etkinliklerin
gizli bir ajandaya sahip olduğundan kuşku duyulabilecek kadın militanlarının bile,
feminizmin kredisini fazlasıyla tükettikleri söylenebilir.
Soros’a ait vakfın, Güneydoğu’da kadın lider yetiştirme programına katkıda bulunması,
birkaç yıl önce Meclis’te bir soru önergesiyle gündeme gelmişti. Bölgemizdeki
kadınların ezilmişliği, bir istismar alanına mı dönüştü? Kadınlarımızın ezilmişliğini
oluşturan şartların ortadan kalkması için en küçük bir çaba olsun göstermiyorsak,
fonların, STK’ların vaatlerinin çekimine kapılan mağdur ve mazlum kadınları da bir
yere kadar kınayabiliriz.
İşgallere ve toplu cinayetlere, insan hakları alanındaki ihlallere yönelik olarak
yüreğimizden yükselen tepkileri, birileri farklı bir amaçla, gizli bir ajandada izlenen
bir plan-program için kullanmak istiyor da olabilir. Fakat bu, bizim kötülüğün
egemenliğine, yerleştirilmeye çalışılan güçlü olanın haklı olduğu şeklindeki yargıya
yönelik protestomuzun ve eleştirimizin değerini azaltmaz. Birileri tarafından istismar
edilme tehlikesi var diye, hakikati dillendirmekten ve sesleri bastırılanların, yargısız
infaza uğrayanların yanında yer almaktan uzak duramayız.
“Bir yalana inanmaya yöneltiliriz. Gözün içinden değil göz ile gördüğümüzde” diye yazmış
William Blake. “Gözün içinden görmek”, kalp gözüyle görmekle aynı şey değil midir?
Elbette daha önemli olan hayat tarzıdır. Nasıl bir hayat tarzı içindesiniz? Neleri,
nasıl tüketiyorsunuz? Neler okuyor ve okuduklarınızı nasıl paylaşıyorsunuz? Yoksa
okur olmaktan çok seyirci misiniz? Bir katliam sahnesini ekranlardan izlediğinizde
ilk tepkiniz nasıl oluyor? Daha önemlisi, nasıl bir seyircisiniz? Esasında, gide gide
katil, kurban ve seyirci şeklinde ayrılabilecek üç insan sınıfından hangisine dâhil
edilebileceğinizi düşünüyorsunuz? Böylesi sınıflamalara karşı itirazı olan, bu üç insan
sınıfının dışında bir yerde varlığını hissettiren bir bakışa ve kavrayışa mı sahipsiniz
yoksa? Eğer öyleyse, katıldığınız gösteri, kolaylıkla içi boşaltılan bir gösteri, attığınız
slogan da rengi tezlikle solacak bir slogan olmayacaktır.
Geciken adalet adalet değildir.
William A. Gladstone
125
MERCEK
Hayat, bize gösterilen sınırların sunduğundan daha farklı yollarla da yaşanabilir ve
vicdan, kurumların karmaşık bürokrasisi içinde azap çekmeye, dahası körelmeye terk
edilmeyebilir.
Orası öyle, protesto eylemleri, katılan kişinin kendi hayat tarzına dönük bir
muhasebesini de içermiyorsa, anında oluşturduğu yadsınamaz etkiye karşılık, bazen
mevcut düzenin dolaylı olarak olumlanması anlamına da gelebilir. Bir hayat tarzı
eleştirisinden yoksun olması oranında, içeriği tezlikle boşalacak, sloganlarının rengi
solacak eylemlerdir bunlar. Siz meydanlara dolarsınız; katliamı sürdüren, cinayetlerinin
fotoğrafını, internet kanalıyla seyirciliği benimsemiş bir dünyaya ulaştırır.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
İnsan Haklarının İbretl‹k Haller‹
Karin Karakaşlı
Hani size bir sözcük söylerler ve onun ilk aklınıza getirdiklerini anlatmanızı isterler.
Çağrışıma dayalı bu oyunda bana “Türkiye’nin insan hakları” dense, “ibret” diyesim
geliyor. Arkasından bir sözcük daha: “İnsaf...”
İnsan haklarının tüm alanlarına ilişkin ibretlik davalarımız var. Ama nicedir hukuk,
bizim vicdanımızdan tamamen ayrı bir mecrada seyrettiği için, esas hesaplaşmayı
duruşma günleri dışında, yılın geri kalan tüm diğer günlerinde bir başımıza veriyoruz.
MERCEK
126
İnsan haklarına ilişkin ibretlik süreçlerden biri Engin Çeber. Bilmem ki, bu denli
uğruna mücadele ettiği şeyin doğrudan simgesine dönüşmüş kaç insan var? Engin
Çeber, 28 Eylül 2008’de arkadaşları ile birlikte Ferhat Gerçek’i vuran ve felç kalmasına
neden olan polisin hâlâ tutuklanmamış olmasını protesto ettiği basın açıklamasının
ardından gözaltına alındı ve cezaevine gönderildi. Götürüldüğü karakolda ve Metris
Cezaevi’nde aralıksız işkence gören Çeber, 10 Ekim’de yoğun bakımda olduğu Şişli
Etfal Hastanesi’nde hayatını kaybetti.
Zaten onun son fotoğrafında dimdik yüzümüze bakan gözleri yeterince ödeştiriciydi
ama sonra bir de sözleri geldi. Bir mektup:
“Merhabalar… Size bu dilekçeyi Metris T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu: 2 Nolu B-8’den
yazıyorum. Ben ve Özgür Karakaya, Cihan Gül, Aysu Baykal, 4 kişi 29.9.2008 tarihinde
Metris T tipi hapishanesine sevk edildik. İlk geldiğimizde askerin çırılçıplak soyma
saldırısından başlayarak bizlere dayak atmaları. Bizi cezaevine getiren polislerin,
askere, ‘bunlar asker öldürüyor’ gibi yalan yanlış sözlerle, askeri ve görevli gardiyanları
bize karşı kışkırtmaları sebebiyle, askerlerin saldırmaları… Bizleri coplarla içeriye,
infaz koruma memurlarına teslim ettiler. Sonra karantinaya koydular, adlilerin arasına.
Sabah sayımında, bu sefer de gardiyanların saldırısına maruz kaldık. Bu saldırılar
da sabah, akşam sayımlarında yapıldı. Tahta sopalarla vurmalar, ufak demirlerle
vurmalar, vücudumuzun her tarafına, kafamızdan aşağıya soğuk su dökmeler, bulaşık
sabunu dökmeler. Sonrasında da sopalarla saldırıya devam etmeler...”
İşkenceler bu mektubun yazıldığı gün ve ertesinde de sürdüğünden, Çeber mektubu
yollayamadı. Koğuş arkadaşının ayakkabısından çıkan bu kâğıt parçasını okuduğumuzda
artık hepimiz alıcı, hepimiz muhataptık.
Nitekim davanın “işkence suçundan adam öldürmek” gerekçesiyle açılmasında da,
kamuoyuna mal olmasında da genel tepkinin payı büyük oldu. Ancak söz konusu
gerekçe, sadece bir müdür ve üç infaz koruma personelini kapsadığından, mahkemenin
iddianamede isnat edilen suçlardan ceza vermesi halinde dahi işkencecilerin büyük
kısmı cezasız kalabilecek.
Belli ki, toplumsal duyarlık ve baskıyı arttırarak sürdürmekten öte bir çıkar yol yok.
Aksi halde, asıl biz Engin Çeber’i öldürmüş olacağız.
Bir gelinin gösterdiği
Kadınlar cephesinde de durum evlere şenlikti. Dünyaya ‘barış ve güven mesajı vermek’
amacıyla gelinlikle otostop yaparak ülkeleri dolaşan İtalyan sanatçı Pipa Bacca
(Giuseppina Pasqualina Di Marineo), Kocaeli’nin Gebze ilçesinde tecavüz edildikten
sonra boğularak öldürüldü. Dolayısıyla tam da uğruna mücadele ettiği şeyin ta
kendisine dönüşen bir simgeyle daha kuşatıldık. Nefes almak daha da zorlaştı.
Sonra Bursa’nın Mudanya ilçesinde 14 yaşındaki kıza cinsel istismarla suçlanan Vakit
Gazetesi yazarı 76 yaşındaki Hüseyin Üzmez, Adli Tıp Kurumu’nun B.Ç.’nin beden
ve ruh sağlığının bozulmadığı’ yönünde rapor vermesi üzerine tutuksuz yargılanmak
üzere tahliye ediliverdi. Süregelen o davanın da esas takipçisi, kendi onurunu rencide
edilmiş hisseden başta kadınlar olmak üzere herkesti.
Sonra defalarca Savcılığa bir adamın tacizine ve tehdidine maruz kaldığı yönünde
suç duyurusunda bulunduğu halde korumaya alınmayan ve evinde boğazı kesilerek
öldürülen travesti Ebru Soykan cinayetini taşımak gerekti. Kamuoyu açıklaması, kendine
insan diyen herkesin ortaklaşmasını gerektiren bir isyandı: “Travesti ve transseksüel
cinayetleri sıradan cinayetler değildir. Bir travesti ya da transseksüeli öldürmeyi bu
kadar kolaylaştıran, sıradanlaştıran bu karanlık sürdüğü sürece, aynı acıları yaşamaya
devam edeceğiz. Travesti ve transseksüel cinayetleri politik cinayetlerdir, katili
biliyoruz. Çünkü asıl katil; travesti ve transseksüellere yönelik suçlara karışan kişilere
ceza indirimleri uygulayan, haklarını aramak için kurdukları örgütlerin kapısına kilit
vurmak isteyen yargıdır. Asıl katil; seks işçiliği dışında bir seçenek tanımayıp, sonra da
seks işçiliği yapıyorlar diye suçlayan, gündüz yaşamından dışlayıp geceye hapseden,
sonra da su testisi su yolunda kırılır’ diyen her birimizdir.”
127
MERCEK
Duruşmaya gelen Bacca’nın kardeşi Antonia Giuseppina Beatrice Pasgualina Di
Marineo Cesedi teşhis ettim. Bacca’nın yüzü büyük korku ve şaşkınlık yansıtıyordu.
Polisle yaptığım görüşmede, ablamın tecavüz edildikten sonra hunharca öldürüldüğünü
öğrendim. Failden şikâyetçiyim” dediğinde ekledik: “Biz de şikâyetçiyiz. Sadece
duruşma salonunda görünen sanıktan değil, onu ve sayısız benzerini türeten cinsiyetçi,
şiddet merkezli zihniyetten.”
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
Ergenekon diye bir çerçeve
Öldürüldüğü 19 Ocak’tan bu yana Türkiye’de vicdan miladı yaratan Hrant Dink ise,
cinayet davasının çok ötesinde bir iç sorgulayışı dayattı. Bu cinayete vardıran tüm o
bilinçli yalnızlaştırma, hedef olarak yaftalama süreçleri, o kutuplaştıran, ötekileştiren
dil, en büyük mücadele alanlarımız olarak duruyor. 23 Ocak’ta yüz binlerle verdiğimiz
“Hepimiz Ermeniyiz. Hepimiz Hrant Dink’iz” sözü tam da böylesi daimi bir mücadeleyi
ve onun uğruna öldüğü o empatik, barış dilini daha da konuşulur kılmayı gerekli kılıyor.
Öte türlüsü ancak haram bir yaşamdır olsa olsa.
MERCEK
128
Ve nihayet tam da bu cinayetin eklemlendiği Ergenekon davası tüm yap-boz parçalarının
yerleştirileceği kanlı, karanlık çerçevesiyle vicdan yüzölçümümüzü belirliyor. Ne denli
sulandırılmaya ve kafa karıştırılmaya çalışılsa da, sürekli yolu birbirine çıkan kilit
isimleri, kuyulardan fışkırıveren insan kemikleri ve ülkenin gıyabında tasarlanmış
tüm darbeleri ile Ergenekon, ertelenmişliğe ve unutuluşa terk edilmiş yakın tarih
ödeşmelerimizin adı. Şimdi artık görmezden gelemeyeceğimiz kadar aşikârken, onunla
ne edeceğimiz, bundan sonraki Türkiye’nin halini de belirleyecek kadar hayati. Daha
da hayati olansa, tüm bu karmaşa ortamında bazı unutulmaz ayrıntılara vereceğimiz
öncelik. Hrant Dink’i hedef haline getiren “Türklüğü tahkir ve tezyif” yaftası ile sosyolog
Pınar Selek’in araştırma kitabından Mısır Çarşısı bombası yaratan ve hep vicdanımızı
bombalayan yargı kararları gibi...
Görmek dediğin
Görmek sorumluluktur; çünkü artık “bilmiyorum” diyemezsin. Üstelik görmek, seni
tanık ve eğer susarak sineye çekiyorsan suç ortağı kılar. İnsanlığımızı da, bir insan
olarak hak ettiklerimizi de, neleri katlanılır kabul ettiğimiz belirliyor. Davaları hukukun
labirentlerinde kaybetmeden vicdanın pusulası kılmakla başlıyor her şey.
Yok; eğer bahane kolaycılığına sığınacaksanız elbette sonu yok: Yazının başından beri
konu ettiğim tüm cürümler için bahane çok! Seç beğen!
“Ne işi varmış gösteride falan? Hem sayımda da kalkıverseymiş ayağa...”
“O da gelinlikle otostop yapılmayacağını bilmemiş mi bu memlekette?”
“Bak kızın annesi de işin içinde. Alan memnun, satan memnun bir düzen”
“Ne beklersin işte. Namussuz hayat; zaten travesti!”
“O da çok ileri gitti ama...”
Yok; eğer bu bahaneleri okumak bile azıcık acıttıysa içimizi, halen umut var demektir.
Ve gözümüzü Rachel Corrie’ye çevirmenin zamanıdır. Henüz 23 yaşındayken, 16 Mart
2003 de, İsrail ordusunun Filistin Gazze Şeridi’ndeki bir doktorun evini ve ailesini
yok etmesini engellemeye çalışırken, bir askeri buldozer tarafından ezilerek yaşamını
yitiren genç aktivist, kendini başkasının yerine koymanın ölümsüz heykeli gibi.
ABD’nin en müreffeh yerini terk ederek, hariçten gazel okumadan, acının merkezindeki
insanlarla bütünleşmeye, gözleri o bölgeye çekerek yaşanan vahşeti durdurabilmeye
çalışan Rachel, bedeninin ezilmesi pahasına ezdirmediği onurla sesleniyor hepimize:
Filistin’e geleli yalnızca iki hafta oldu. Buna rağmen gördüklerimi anlatmaya
kelime bulamıyorum. Buradaki çocuklar, evlerinin duvarlarındaki tank
mermisi delikleri ve bir işgal kuvvetinin onları sürekli izleyen kuleleri olmadan
bir gün yaşamış mıdır? Bilmiyorum.
Hiçbir okuma, konferanslara katılma, belgesel izleme ve kulaktan dolma bilginin
beni buradaki durumun gerçekliğine hazırlayamayacağı düşüncesindeyim.
Görmeden bunu hayal edemiyorsun ve gördükten sonra bile, bu deneyimin hiç
de o gerçekliği bütünüyle yansıtmadığının farkındasın.
Bizi de o merak kurtaracak. Gördüğümüz şeyin dayattığını yapmak kurtaracak. İnsan
haklarının biricik sağlamasıyız biz. Yasa gediklerinin vicdan dolgusuyuz. Bizden farklı
olanın, o farklılığını insanca yaşayabilme hakkını savundukça daha bir kendimiziz ve
daha bir insan...
129
MERCEK
Benim ailemden hiç kimse, memleketimde, bir ana caddenin sonundaki bir
kuleden bir roketatar tarafından, arabamızla giderken vurulmadı… Bir evim
var. Gidip okyanusu görme hakkım var. Eğer evinizin duvarlarının aniden
içeriye yıkılmasıyla uyanma korkusu içinde bir gece geçirseniz, eğer ölüm
saçan kuleler, tanklar, silahlı “yerleşimler” ve bu şimdiki dev metal duvar
ile çevrelenmiş bir dünyanın gerçekliğini yaşasanız, dünyanın süper gücü
tarafından desteklenen dördüncü büyük ordusunun, sizi vatanınızdan silmek
için yaptığı baskıya karşı direniş içinde, sağ kalma mücadelesiyle geçen tüm
çocukluk yıllarınız için dünyayı affedebilir miydiniz? Merak ediyorum.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
ŞU MALUM İNSAN HAKLARI
Yıldırım Türker
Kolay değildir, insan hakları mücadelecisi olmak. Düşman olmayı, lanetli olmayı,
bütün güvencelerden birer birer soyunmayı göze almak, insanın yakınlarına tavsiye
edebileceği bir hayat tarzını işaret etmiyor elbet. Ama kimileri, nedendir bilinmez,
kendilerine böyle bir hayat seçer. Kendilerini böyle oldurabilirler. Sabahtan akşama
gerilimli bir vakanüvislik sürdürür; yazılması, söylenmesi yasaklanmış, görmezden
gelinmesinde karar kılınmış vahşeti, zulmü kayda düşerler. Onlar, kimi korku
filmlerinde, ardında bekleyen canavarı sezse de, o karanlık kapıyı usulca aralamaktan
kaçınmayan kahramanlara benzerler. Ama onları yönlendiren, ket vuramadıkları
merakları değil, sesini duyuramayan kurbana ses olma konusundaki kararlılıklarıdır.
MERCEK
130
Sevimsizdirler. Ağızlarını açtıklarında karanlıktan dem vururlar. Ellerinde kayıtlar,
fotoğraflar; parçalanmış, elektrikle dağlanmış, çürütülmüş, yırtılmış bedenleri
gösterirler. Çoğunluk bizi hiç ilgilendirmeyen hayatların uğradığı tecavüzleri ille de
bize duyurmaya çalışırlar. İkide bir tutuklanırlar. Ellerinde kalabalıklara okumaya
çalıştıkları raporlarla gözaltına alınırlar. Dayak yerler. Tehdit edilirler. Bu toplumun
kurallarınca saygın işadamı-işkadını olmayı reddetmiş, her an polis takibi altında
yaşayan, damgalı varoş sakinleri olarak kıyıda durmayı seçmişlerdir. Tuhaftırlar.
Enerjileri had hudut bilmez. Çoğunluk uykusuz, kimileyin aç karnına, oradan oraya
koştururlar. Basın toplantıları düzenlerler. İşkence mağdurlarına, tutuklu yakınlarına,
kayıp analarına, türbanlı kızlara, düşünce ‘suçlularına’, travestilere, dayak yiyen
kadınlara, hakkı çiğnenen işçilere; postalların, yumrukların, copların, küfürlerin
menzilinde yaşayan herkese yetişmeye çalışırlar. Kapılarını, telefonlarını, kulaklarını
gece gündüz açık tutarlar.
Tuhaf bir inatla, burada, yanı başımızda, itile kakıla, hiçbir yere kaçmadan, sırası
geldiğinde aralarından birkaç kişiyi hapishanelere uğurlayarak, ama hiç ara vermeden
o uğultulu yayınlarını sürdürürler. Solcu bir işkence mağdurunu savunurken bölücü
örgüt üyesi, türbanlı kızın hakkını savunurken irticacı, travestiyi savunurken ahlâk
düşmanı ilan edilirler. Bir yere kaçmazlar. Hep burada, inadına vahşetin menzilinde
dikilirler.
Onları görmüş olabilirsiniz. Hiç değilse bir fotoğraflarını. Aşağılayıcı bir gazete
manşetinin hemen altında. Belki de karşılaşmışsınızdır. Bir mahkeme ya da cezaevi
kapısında, Cumartesi annelerinin arasında. Ama çoğunluk polis kordonunun berisinde.
Tam da orada.
........................................
İnsan Hakları Derneği, 12 Eylül karanlığına karşı 1986 yılında, sivil toplum
mücadelesinin öncülüğünü üstlenerek kuruldu. Bütün dernekler kapatılmıştı, İHD
kurulduğunda. Daha önce Uluslararası Af Örgütü, Helsinki Yurttaşlar Derneği gibi
yabancı kökenli kuruluşlar, insan hakları ihlalleriyle ilgili kayıt düşüyordu. Ama İHD,
bu alanda ilk yerli örgüttü. 12 Eylül uygulamaları, insan hakları mücadelesini iyice
kışkırtıyordu. Selimiye’den Metris’e koşuşturan tutuklu yakınları, konuya duyarlı
sanatçı ve aydınlar, ilk üyelerdi. Genel Başkan, Nevzat Helvacı’ydı. Mahmut Tali
Öngören, Emil Galip Sandalcı, Yavuz Önen, Haldun Özen, Şaziment Şülekoğlu, Leman
Fırtına, Melahat Sarptunalı, Vahide-Hasan Açan, Sacide Çekmeci, Murat Çelikkan,
ilk elde akla gelen isimlerden. İHD’nin ilk büyük etkinliği, idam cezasına hayır ve
ayrımsız genel af kampanyalarıydı. O günün şartları altında cezaevlerinin koşulları,
ifade özgürlüğü ve işkence, Dernek yoğunlaşmasının ana eksenlerini oluşturuyordu.
Dernek daha sonra çalışma yaşamından kaynaklanan sorunlardan cinsel ayrımcılığa,
çevreden kadın sorunlarına kadar geniş bir alanı kucaklayacaktı. Olağanüstü Hal
koşulları, Güneydoğu-Kürt meselesini, gözaltında kayıplar, açlık grevleri gibi sorunları
gündemde tutuyordu. İnsan Hakları Derneği, bu alanlarda verdiği mücadele sonucu
çoktan lanetli, çoktan vatan haini ilan edilmişti.
Unutmayın. Henüz muktedirlerimiz Avrupa kapılarında titreşmiyor, insan haklarına
palavra diyor, yiğitliğe vicdan sürdürmüyordu. Henüz dünyalı olmanın kapılarını
aralayacak olan ülkünün, bu bir avuç “münasebetsiz’in bekçiliğine soyunduğu insan
hakları olduğu akla bile gelmiyordu.
Kimi insanlar hayatlarını ahlâki bir öneri gibi kurgular, öyle de yaşar.Onlar hakkı
çiğnenen, hayatı paralanan, sözü ketlenenlerin yanında durmayı sürdürecek. Çünkü,
bu göreve kendi kendilerini memur ettiler. Bu, hayatını saf vicdanın, saf adaletin
peşine salmış tuhaf insanlara akıl erdirebildiğimizde, insanın yepyeni, olağanüstü bir
tanımını yapabileceğiz. O tanıma yakışacağız.
131
MERCEK
Ama her şeyden önce, hayatımıza “insan hakları” tamlamasını armağan etmişti.
Kimilerinin kirli bir istihzayla andığı, kimilerinin açıkça bölücülüğün fısıltısı olarak
algıladığı bu kavram, zamanla hayatımızın orta yerine oturdu. İnsan olmanın, kendinin
olduğu kadar ötekinin de temel haklarını korumaktan, savunmaktan geçtiğine inananlar
çoğaldı. Zulmün adı kondu. İşkencenin adı kondu. İnsan hakları militanı, denetçisi
insanlar, kayıt düşme ve hesap sorma geleneğine bağlı kaldılar. İhlalcilerin başına
bela oldular. Gözaltındakilerin kayıp edilmemesi, zulme uğramaması için kapılarda
beklediler. İtilip kakılmayı göze alarak hayat bekçiliği yaptılar. Bu topluma başka bir
hayatın mümkün olduğunu hissettirmek için nice zorluğu göze aldılar. Bu toplumun
insanları, yıllarca her gün yeni bir hakkını öğrenerek insan olma mücadelesinde yol
aldı.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
Bir kuruluş...
Bu bölümde, Türkiye insan
hakları hareketinden bir
kuruluşu ayrıntılı biçimde
ele almaya çalışacağız.
Bu, bazen bir dernek ya da
vakıf bazen bir sivil inisiyatif
ya da platform olacak; bazen
bir üniversitedeki insan
hakları merkezi ya da insan
haklarıyla ilgili bir kamu
kuruluşu.
132
Amacımız, internet
sayfalarında da kolaylıkla
bulunabilecek birtakım
nesnel bilgiler vermekten
çok, o sivil toplum örgütü,
merkez ya da kurumun biraz
kuruluş seyrine, yazılmamış,
bilinmeyen arka planına
uzanabilmek... İlk sayımızda,
İnsan Hakları İçin Diyalog’u
çıkaran İnsan Hakları Ortak
Platformu’nu mercek altına
alıyoruz.
İNSAN HAKLARI
ORTAK PLATFORMU
Feray Salman
Tüm siyasi partileri, sendikaları, dernek
ve vakıfları temelli kapatan 12 Eylül
askeri darbesinin gerçekleştirdiği yoğun,
yaygın ve ağır insan hakları ihlalleri, insan
hakları için örgütlenmeyi bir ihtiyaç olarak
gündeme getirdi. 1986 yılında İnsan
Hakları Derneği (İHD)’nin kurulmasıyla
başlayan örgütlenme süreci, 1990 yılında
Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV)’nın,
1991’de İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin
Dayanışma Derneği (MAZLUMDER)’nin
kurulmasıyla sürdü ve bundan sonra
çok sayıda insan hakları alanında
çalışan sivil toplum örgütü oluştu. Aynı
yıllarda, Türkiye’de de Helsinki Yurttaşlar
Meclisi’nin kurulması için çalışmalarını
sürdüren aydınlar, 1993’te Helsinki
Yurttaşlar Derneği (HYD)’ni kurdular. Bu
arada Uluslararası Af Örgütü (UAÖ)’nün
Türkiye’de örgütlenme çabaları da
aralıklarla devam ediyordu. 12 Eylül askeri
darbesinden kısa bir süre önce kapanan
UAÖ Türkiye Şubesi, 1995 yılında kuruluş
çalışmalarına başladı ve nihayet 2002
yılında tekrar kuruldu.
Bunların dışında, insan hakları alanında
çalışan pek çok STK olmakla birlikte, halen
Türkiye’nin en önemli ve köklü insan
hakları örgütleri olarak tanımlanabilecek
bu kuruluşlar, bir süreden beri daha yakın
iletişim ve işbirliği içerisinde çalışmalarını
sürdürüyorlar. Düzenli olmasa da, bilgi ve
deneyim paylaşımı ile başlayan ilişkiler,
çeşitli ihlaller karşısında zaman zaman
ortak tepki verme, kamu otoritesi
karşısında ortak tutum belirleme ve birlikte etkinlikler düzenleme gibi faaliyetlerle
daha yoğunlaştı, daha çok güçlendi. Bu yakınlaşma süreci, yaşanan uzun bir görüşme ve
tartışma döneminin ardından İnsan Hakları Ortak Platformu (İHOP)’nun kurulmasıyla
yeni bir boyut kazandı.
Helsinki Yurttaşlar Derneği (hYd), İnsan Haklar Derneği (İHD), İnsan Hakları ve Mazlumlar
için Dayanışma Derneği (MAZLUMDER) ve Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi (UAÖTürkiye), Türkiye’de insan hakları hareketi içinde yer alan örgütlü ve örgütsüz yapıların,
politika oluşturma ve karar alma süreçlerine etkili ve nitelikli müdahalesini olanaklı
kılacak bir ortamın geliştirilmesi amacıyla 2005 yılında İHOP’u kurdular.
İHOP, insan hakları ve temel özgürlüklere saygıyı geliştirme ve bu hakların ulusal
ve uluslararası düzeyde tanıtılması, insan hakları ve temel özgürlüklerin hukuk
ve uygulama düzeyinde hayata geçirilmesi için inceleme, araştırma, saptama,
değerlendirme, kamuoyu oluşturma yönünde faaliyet ve çaba gösteren kişi, grup ve sivil
toplum örgütlerinin oluşturduğu insan hakları hareketinin, insan hak ve özgürlüklerinin
korunması, geliştirilmesi ve yaygınlaştırılmasında ve hukukun üstünlüğü ilkesinin
hayata geçirilmesinde önemli bir rol oynadığına inanmaktadır. İHOP, sözünü ettiğimiz
bu insan hakları hareketini güçlendirmek ve ortak önceliklerini desteklemek için üç
stratejik müdahale alanı belirledi:
•Paylaşma ve Dayanışma,
•Diyalog ve Savunuculuk,
•Yapısal Gelişim ve Genişleme
1. Paylaşma ve dayanışma
İnsan hak ve özgürlüklerinin korunması, geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması için
üzerine düşen rolü oynayabilmesi, her şeyden önce insan hakları hareketinin, ihtiyaç
duyduğu bilgi, beceri ve yöntemlere erişiminin sağlanmasını, ayrıca sahip olduğu
bilgi ve becerinin de görünür kılınmasını gerektirmektedir. Aynı şekilde, insan
hakları savunucularının, Türkiye’nin temel insan hakları ve demokrasi sorunlarına
yaklaşımlarını paylaşacakları ve seslerini yükseltebilecekleri bir iletişim ve etkileşim
zemininin oluşturulmasını, yani paylaşma ve dayanışma ortamının güçlendirilmesini
gerekli kılmaktadır. İşte İHOP, üyeleri ile birlikte bu gereksinime yanıt vermeye
çalışmaktadır. Bu alanda yapılan bazı çalışmalar şunlar:
İnsan Hakları Seminer Programı: İnsan haklarıyla ilgili farklı alanlarda faaliyet
gösteren aktivistler ile üniversite arasındaki bilgi, beceri ve deneyim paylaşımını
güçlendirmek amacıyla, 2007 yılından bu yana her yıl düzenlenmekte olan Seminer
Programı, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF) İnsan Hakları Merkezi
(İHM) ile İHOP tarafından ortaklaşa düzenleniyor.
133
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
Deneyim ve Bilgi Paylaşımı: İnsan haklarının farklı tematik alanlarında çalışan
örgütler arasındaki iletişimi, bilgi ve deneyim paylaşımını artırmaya yönelik toplantılar
gerçekleştirilmektedir. Bu toplantılar, STK’lar arasındaki önyargıları gidermeye ve
ortak kesişme noktalarını belirgin hale getirmeye katkıda bulunmaktadır.
BİR KURULUŞ
134
Deneyim ve bilgi paylaşımının sağlandığı bir diğer alan, Türkiye’nin onayladığı
insan hakları sözleşmelerinde yer alan yükümlülükler bakımından hükümetlerin
performansının izlenmesi ve müdahale etme araçlarının geliştirilmesi ile ilgilidir.
Bu konuda 2006 yılında, merkezi İsviçre’de bulunan HURIDOCS ile ortak bir çalışma
yaparak aktivistlere yönelik on günlük bir eğitim programı gerçekleştirildi. 2007
yılında da eğitim ve sağlık hakkının izlenmesi ve raporlanması konusunda atölye
çalışmaları yapıldı ve bu konularla ilgili yayınlar Türkçeye çevrildi.
Çeviri Hizmetleri: İHOP, insan haklarına ilişkin bilgiye erişimi tercümeler aracılığıyla
kolaylaştırarak insan hakları hareketinin, insan hakları norm ve standartlarına sahip
çıkma sürecini hızlandırmaya, güçlendirmeye çalışmaktadır. Bu kapsamda farklı
alanlarda mücadele eden örgütlerin ihtiyaçları imkânlar ölçüsünde karşılanmaktadır.
İzleme ve Ortak Müdahale Alanlarının Genişletilmesi: İHOP, insan hakları alanındaki
gelişmeleri ve eğilimleri önceden tespit edebilmek, bu gelişmelerden insan hakları
hareketini haberdar edebilmek, ortak savunu alanlarını ve kamu idaresi üzerindeki
sivil denetimi güçlendirmek üzere izleme yöntemleri geliştirmeye çalışmaktadır.
İzleme faaliyetlerinin sonucu olarak, Türk Ceza Yasasının 301. maddesi başta olmak
üzere, ifade özgürlüğü ile ilgili maddeleri, Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nda
yapılan değişiklikler, Kişisel Verilerin Korunması Kanunu, TBMM İnsan Haklarını
İnceleme Komisyonu Kanunu’ndaki değişiklikler, TBMM İç Tüzük değişiklikleri,
sivil bir anayasanın oluşturulması konularında uzmanların da katılımını sağlayarak
ortak görüşler oluşturuldu ve bu görüşler, çeşitli yol ve yöntemlerle, karar alıcılarla
ve kamuoyuyla paylaşıldı. Hukukun üstünlüğü ilkesinin korunmasının en önemli
koşullarından biri olan adil yargılanma ilkesinin güçlendirilmesi için çeşitli davalarda
gözlemci heyetler oluşturuldu. Malatya’da Protestanların boğazları kesilerek
öldürülmesi davası, insan hakları savunucularına karşı açılan davalar, Terörle Mücadele
Kanunu kapsamında Diyarbakır ve Adana’da yargılanan 18 yaşın altındaki çocukların
davaları gibi bir dizi dava, gözlemci heyetler tarafından izlendi. Yargı üzerinde
sivil denetim gücünün artırılması için deneyimli hukukçularla adil yargılanmanın
izlenmesine ilişkin bir el kitabı hazırlandı.
2. Dİyalog ve savunuculuk
İnsan hakları ve özgürlüklerine dayalı politikaların ve uygulamaların hayata
geçirilmesi için kamu idaresi ile diyalog ortamının geliştirilmesi, insan hakları
hareketinin savunuculuk yöntemlerinin etkinleştirilerek sivil denetim kapasitesinin
güçlendirilmesi son derece önemlidir. İHOP bu çerçevede, temel sorun alanlarında,
sorunun kaynaklarını ortaya çıkaracak bilgi, beceri ve araçların paylaşımını sağlamaya,
kamu idaresi nezdinde diyalog ve savunuculuk kanallarını geliştirmeye ve sorunun
çözümüne katkıda bulunacak yasa, politika ve uygulamaların geliştirilmesine yönelik
girişimleri desteklemek ve/veya başlatmak için kaynaklarını kullanmaktadır. Bu
çerçevede özellikle diğer hak ve özgürlüklerin kullanılabilmesinin ön koşulu olan ifade
özgürlüğünün korunması ve ayrımcılıkla mücadele alanlarında sürekli bir çalışma
programı oluşturulmuştur. Bu eksende yapılan çalışmaların bazılarını şu şekilde
özetlemek mümkündür:
2008 yılında ifade özgürlüğü alanındaki çalışmalara devam edilmiştir. Leeds
Üniversitesi Öğretim Üyesi Yaman Akdeniz ve AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim
Üyesi Kerem Altıparmak tarafından İnternet: Girilmesi Tehlikeli ve Yasaktır başlıklı
bir rapor hazırlanmış ve yayınlanmıştır.
Ayrımcılıkla Mücadele Programı: Türkiye’de görünen sorunların kaynağında yatan
ayrımcılık sorunu, İHOP’un sürekli çalışma alanlarından birini oluşturmaktadır. 2007
yılında ayrımcılığa maruz kalan gruplarla bir atölye çalışması ile başlatılan faaliyetler,
2008 yılında da sürdürülmüştür. Helsinki Yurttaşlar Derneği tarafından geliştirilen
haritalama yöntemi temelinde ayrımcılık kurumları ve pratiklerinin analiz edilmesi
çalışmaları, medyada ırk ayrımcılığına ilişkin söylem analizi çalışmaları, ayrımcılıkla
mücadele çerçeve yasa tasarısı taslağı hazırlama ve ayrımcılıkla ilgili atölye
çalışmaları da program dâhilinde yürütülmektedir. Yayın çalışmaları kapsamında,
uzmanlar tarafından Bir Kurucu Öteki Olarak Türkiye’de Gayrimüslimler ve Avrupa
Birliği Ülkelerinde Ayrımcılık Yasağı ve Eşitlik Kurumları’nı konu alan iki araştırma
hazırlanmıştır.
135
BİR KURULUŞ
İfade Özgürlüğü Çalışmaları: “Düşünceye Özgürlük” kampanyası, yasama ve yürütme
organlarının, ifade özgürlüğü üzerindeki yasal kısıtlamaları ortadan kaldıracak bir
reform programı oluşturmak üzere harekete geçmelerini sağlamak amacıyla, 30 Ekim
2006 tarihinde başlatılmıştır. 2007 yılında da sürdürülen kampanya, öncelikli olarak
TCK’nın 301. maddesinin kaldırılması için kamuoyu baskısı yaratmaya çalışmıştır.
Kampanya çerçevesinde ifade özgürlüğüne aykırı olarak haklarında dava açılan kişi
ve kurumlara yönelik bir veri tabanı hazırlanmış, AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi İnsan
Hakları Merkezi ile birlikte İfade Özgürlüğü: İlkeler ve Türkiye konulu uluslararası bir
sempozyum düzenlenmiş, otuz bine yakın imza toplanmış ve TCK’nın 301. maddesinin
yürürlükten kaldırılması için bir yasa taslağı hazırlanarak hükümete ve TBMM’ye
iletilmiştir. Kampanya yirmi ilde yerel kampanyalarla da desteklenmiştir.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
İnsan Hakları Ulusal Kurumuna Yönelik Çalışmalar: Türkiye’de kamu idaresinin
insan hakları faaliyetlerinin denetimini yapacak, insan haklarının yaygınlaşması ve
korunmasına hizmet edecek BM Paris Prensiplerine bağlı bağımsız bir insan hakları
ulusal kurumunun oluşturulmasında insan hakları örgütlerinin etkileme kapasitesini
güçlendirmek amacıyla, İHOP kurucu örgütleri içerisinde görüş oluşturmaya yönelik
bir tartışma süreci başlatılmıştır. İHOP kurucu örgütlerinin her biri, kendi iç tartışma
süreçlerini tamamlamış ve rapor haline getirmişlerdir. Ayrıca farklı ülke deneyimlerini
içeren bir araştırma tamamlanmış, insan hakları kurumlarına ilişkin belgeler ve
raporlar Türkçeye kazandırılmıştır. İHOP Yönetim Kurulu, bu görüşler ışığında kamu
idaresinin ilgili organlarını izlemektedir.
Tematik Ağların Güçlendirilmesi: Bu kapsamda, İHOP üyesi örgütlerin de içinde yer
aldığı tematik alanlarda faaliyet gösteren ağlar desteklenmektedir. Uluslararası Ceza
Mahkemesi (UCM) Koalisyonu, Mülteci Hakları İletişim Ağı ve Çocuklar İçin Adalet
Girişimi, İHOP’un destek sunduğu ağlardır.
BİR KURULUŞ
136
3. Yapısal gelİşİm ve genİşleme
Platform Yapısının Güçlendirilmesi: İnsan hakları hareketinin kendi içinde
etkileşimini, paylaşımını ve dayanışmasını güçlendirecek ve baskı ve denetim gücünü
artıracak bir ortamın yaratılması, ancak, bu hedefleri gerçekleştirebilecek bir esnekliğe,
katılımcılığa, şeffaflığa ve işlevselliğe sahip bir platform yapısıyla mümkün olabilir.
Açık, işbirliğine dayalı ve etkili çalışma usullerini geliştirmek, demokratik bir örgütsel
kültürü kalıcı kılmak ve alanın gereksindiği uzmanlığı ve gerekli beceriyi üretmek,
İHOP’un amaçlarına erişimini kolaylaştıracaktır. Bu çerçevede, periyodik yönetim,
genişletilmiş yönetim kurulu toplantıları, çalışma ilke ve usullerinin geliştirilmesi
ve yazılı hale getirilmesi, faaliyet izleme, raporlama, değerlendirme ve mali denetim
mekanizmalarının güçlendirilmesi, uzman ve gönüllü havuzlarının oluşturulması,
programlama, proje uygulama, medyayı etkin kullanma becerisinin artması, stratejik
ortaklıkların geliştirilmesi, sürdürülebilirliğin sağlanması, genişleme usullerinin
belirlenmesi ve sekreteryanın kapasitesinin güçlendirilmesi yönünde etkili ve kalıcı
adımlar atılmasına devam edilmektedir.
Platformun Yapısı: Platform yönetim Kurulundan ve sekreteryadan oluşmaktadır.
İHOP Yönetim Kurulu: İHOP Yönetim Kurulu, Platform’un karar alma organıdır. Yönetim
Kurulu her kurucu örgütü temsil eden ikişer üyeden oluşmaktadır. Üye örgütler, altışar
aylık dönemler halinde sırayla İHOP adına Sözcülük/Başkanlık görevini gönüllü olarak
yürütmektedirler. Yerel insan hakları örgütlerinin ihtiyaçlarını ve perspektiflerini de
dâhil edebilmek için her üç ayda bir Yönetim Kurulu, şubelerden katılan temsilcilerle
istişarede bulunmaktadır.
İHOP Sekreteryası: Sekreterya, Yönetim Kurulu tarafından onaylanan tüm program
ve projelerin genel koordinasyonundan ve mali idaresinden sorumludur. Sekreterya
bir Genel Koordinatör, Genel Koordinatör Yardımcısı ve iki tam zamanlı proje
yürütücüsünden oluşur. Platformun profesyonel düzeyde çalışan tek organıdır.
www.ihop.org.tr
e-posta: [email protected]
İHOP Kurucu Üyeleri
Helsinki Yurttaşlar Derneği
Tomtom Mah. Kumbaracı Yokuşu No:50 Daire: 3 34433
Beyoğlu – İstanbul
Tel: 0 212 292 68 42
[email protected]
www.hyd.org.tr
İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği (MAZLUMDER)
Mithatpaşa Caddesi No: 21/14
Kızılay- Ankara
Tel: 0 312 435 77 95
www.mazlumder.org.tr
[email protected]
Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi
Abdülhakhamid Cd. No:30/5 Talimhane
Beyoğlu/İstanbul
(0212) 361 62 17 ve 18
[email protected]
137
BİR KURULUŞ
İnsan Hakları Derneği
Necatibey Cad. No: 82 / 11-12 (6. Kat)
Demirtepe Ankara
Tel: 0 312 230 35 67
[email protected]
www.ihd.org.tr
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
Tarihte insan hakları...
VAKTİ ZAMANINDA İNSAN HAKLARI
Murat Toklucu
İnsan hakları bilincinin sağlamlığını, onun sıradanlaşmasıyla
da ölçmez miyiz biraz? Tersi de doğru, hatta daha aşikâr: İnsan
hakları bilincinin yokluğu veya zayıflığı, gündelik, sıradan,
“basit” olaylarda gösterir kendini.
138
İnsan Hakları İçin Diyalog’un “tarih” köşesinde, bu noktadan
hareket ediyoruz. Eski gazete sayfalarını tarayarak, onlarca
yıl öncesinde yayımlanmış haberlerden, Türkiye’de insan
hakları pratiğinin ve insan haklarına bakışın tarihini okumaya
çalışıyoruz. Kimisi politik ve toplumsal açıdan görece önem
taşıyan, çoğu ise “önemsiz”, “küçük” sayılan olaylarla
ilgili haberlere bakıyoruz. Otoriteler insan haklarını hangi
yöntemlerle, nasıl bir hal ve tavırla ihlâl etmişler?
Mağdurlar, bu muameleler karşısında ne ölçüde insan
haklarının çiğnendiği bilinciyle hareket etmiş, ne ölçüde sineye
çekmişler? Matbuat, (eskiden “basın” denmezdi, “medya” ise
hiç denmezdi!), ihlâlleri ne derece normalleştirerek aktarmış, ne
derece sorunlaştırmış?
En önemlisi, insan hakları ihlâllerinde ve bunların basındaki
sunumunda değişen ne, devam eden ne?
Bu eski gazete kırpıklarının, insan haklarını savunucularını
çoğunlukla sinirli bir tebessüme sevk edeceğini sanıyoruz.
Belki arada, iyileşmeleri saptamamızı sağlayacak vesileler de
çıkacaktır. Ne olursa olsun, maksat, azmimizin bilenmesi...
Tartışmak polis tarafından yasaklanmıştır
4 Şubat 1959’da CHP Eminönü teşkilatından gençler “İfade-i
meram en iyi nesirle mi olur, şiirle mi?” başlıklı bir münazara
yapmak için Valilikten izin almışlar. Münazara başladığı sırada
gelen polis, gençleri aralarında tartışmamaları konusunda
uyarmış. Gençler, isterlerse tartışmaya mahal vermeyecek bir
konuda sohbet edebileceklerini söyleyen polise izin belgelerini
gösterseler de fayda etmemiş. Bunun üzerine gençler, “Böyle
bir münazaraya müdahale etmeye lüzum var mı?” konusunda
sohbet etmeye başlamışlar. Polis bunun da bir tartışma
sayılacağı gerekçesiyle gençleri parti binasından çıkarmış.
Devletin radyosuyla alay edilmez!
30 Nisan 1959 tarihli Yeni Sabah’ın haberine göre,
“Radyolarda Partizan Neşriyatı ve Ajans Haberlerini Dinlemek
İstemeyenler Derneği”nin kurucuları, üçer lira para cezasına
mahkûm edilmiş, dernek de kapatılmış. Mahkemede derneğin
kuruluşunda kanundışı bir durum bulunmadığı, ancak
“Cemiyet nizamnamesinde, partizan yayınlar dinletilerek
mağdur edilenlere yardım edileceğinin ve asabı bozulanların
tesellisinde tıbbi ve psikolojik yardımda bulunulacağının
belirtilmesinin” suç teşkil ettiği sonucuna varılmış. Kararda
“Bu ifadeyle radyo ve neşriyatını istihfaf (hafifseme) ve onunla
istihza (alay etme) kastı güdüldüğü kanaatiyle mahkûmiyet ve
kapama kararı verildi” denilmiş.
Polisten tıraş cezası
8 Eylül 1971 tarihli Günaydın’ın haberine göre polis, İstiklal
Caddesi’nde kızlara laf atarken yakalanan gençlerin saçlarını
karakolda “ceza olsun diye” kesmiş, daha doğrusu tıraş
makinesiyle saçlarının ortasından yol açmış. 17 Aralık 1967
tarihli Hürriyet’te de Kadıköy’de Savcı Yardımcısının kızına
laf atan ve karakolda saçı kesilen Ringo Süheyl’in haberi var.
Süheyl’in saçlarını kestiren komiser, durumu “Sarkıntılıkla
mücadelede maalesef yetersiz kalıyoruz. Bu yüzden adliyenin
de onayıyla bu usulü tatbik ediyoruz” diye açıklamış.
139
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
Türk düşmanı kadınlar
31 Ocak 1982 tarihli Hürriyet’te “Avrupa Konseyi’ndeki bir
numaralı düşmanımız, Türkiye’yle uğraşan Rosetta” başlıklı
bir haber yer alıyor. Habere göre, Avrupa Konseyinin Portekizli
parlamenter üyesi Elena Rosetta, darbeciler gidip demokratik
bir iktidar gelene kadar Türkiye’nin Konsey’den çıkarılmasını
savunuyormuş. Haberde “Düzgün fiziğiyle Konsey’deki
erkeklerin başını döndürüyor” diye bahsedilen Rosetta,
komünist değil sosyal demokrat olduğunu söylese de, Hürriyet
“Komünist Rosetta, Salazar cuntası döneminde tutuklanmasının
acısını çıkarmaya çalışıyor” diyerek çıkmış işin içinden.
TARİHTE İNSAN HAKLARI
140
Atatürk’e kravat takıp hakaret etmek
1982 yazında turist olarak geldiği Muğla’da “Posta pulundaki
Atatürk resmine takke giydirip kravat takmak suretiyle Atatürk’e
hakaret ettiği” gerekçesiyle tutuklanıp 1,5 ay cezaevinde
kalan 19 yaşındaki Alman genç kız Dorte Plaue, Türkiye dışına
çıkmamak kaydıyla 1000 mark kefaletle serbest bırakıldıktan
bir süre sonra sahte pasaportla uçağa binip kaçmış. Almanya’ya
döner dönmez bir basın toplantısı yapan Plaue, “Puldaki resme
karalamalar yapmanın suç olduğunu nereden bilebilirdim?”
demiş.
Komünistlerin imhası meselesi
13 Haziran 1986 tarihli Günaydın’ın sürmanşetinde, 104
yaşındaki 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın “komünistleri imha
etmek lazım” sözlerine yer veriliyor. Röportajın devamında,
komünizm tehlikesinin geçmediğini söyleyen Bayar, “bu tehlike
hiçbir zaman geçmeyecek” gibi bir tespitte de bulunmuş. Tek
çözümün komünistlerin topyekûn imhası olduğunu belirten
Bayar, “Türkiye’nin geleceğinden umutlu musunuz?” sorusuna
“Çok umutluyum, komünizme dikkat etmek kaydıyla hiçbir
tehlike görmüyorum” yanıtını vermiş.
Eğer yasalara saygı gösterilmesini
istiyorsak, önce saygı duyulacak yasalar
yapılması lazımdır.
Louis D. Brandeis
DARBELER VE İNSAN HAKLARI
27 Mayıs Askeri Darbesi
Ezgi Koman
27 Mayıs 1960 günü erken saatlerde TRT Radyosunda bir anons:
“Sevgili Vatandaşlar, Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son
müessif hadiseler dolayısıyla kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla
Türk Silahlı Kuvvetleri, memleketin idaresini ele almıştır. Bu harekâta Silahlı
Kuvvetlerimiz; partileri içine düştükleri uzlaşmaz durumdan kurtarmak ve
partiler üstü tarafsız bir idarenin nezaret ve hakemliği altında, en kısa zamanda
adil ve serbest seçimler yaptırarak idareyi, hangi tarafa mensup olursa olsun,
seçimi kazananlara devir ve teslim etmek üzere girişmiş bulunmaktadır.
Kabineye mensup şahsiyetlerin, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne sığınmalarını rica
ederiz. Şahsi emniyetleri kanunun teminatı altındadır.
Müttefiklerimize, komşularımıza ve bütün dünyaya hitap ediyoruz.
Gayemiz, Birleşmiş Milletler Anayasası’na ve insan hakları prensiplerine
tamamen riayettir. Büyük Atatürk’ün ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ prensibi
bayrağımızdır.
Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO ve CENTO’ya inanıyoruz
ve bağlıyız. Düşüncemiz ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’tur.”
Milli Birlik Komitesi Üyesi Albay Alparslan Türkeş
Ve...
TBMM feshedildi. Anayasa askıya alındı. Aralarında Cumhurbaşkanı Celal Bayar ile
1950 seçimlerinde oyların yüzde 53.5’ini alarak iktidar olan Demokrat Parti (DP)’li
Başbakan Adnan Menderes, DP’li Bakan ve vekillerin de bulunduğu yüzlerce kişi
141
TARİHTE İNSAN HAKLARI
Girişilmiş olan bu teşebbüs, hiçbir şahsa veya zümreye karşı değildir. İdaremiz,
hiç kimse hakkında şahsiyata müteallik tecavüzkâr bir fiile müsaade
etmeyeceği gibi, edilmesine de asla müsamaha etmeyecektir. Kim olursa olsun
ve hangi partiye mensup bulunursa bulunsun, her vatandaş; kanunlar ve
hukuk prensipleri esaslarına göre muamele görecektir. Bütün vatandaşların,
partilerin üstünde aynı milletin, aynı soydan gelmiş evlatları olduklarını
hatırlayarak ve kin gütmeden birbirlerine karşı hürmetle ve anlayışla muamele
etmeleri, ıstıraplarımızın dinmesi ve milli varlığımızın selameti için zaruri
görülmektedir.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
tutuklandı. Menderes ve DP’li vekiller Yassıada’ya hapsedildi, Milli Birlik Komitesinin
kurduğu Yüksek Adalet Divanı tarafından yargılanıp, ölüm cezasına çarptırıldılar.
Cumhurbaşkanı Bayar yaşından dolayı idamdan kurtuldu. Başbakan Adnan Menderes,
Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam edildiler.
DP’li vekiller çeşitli hapis cezalarına çarptırıldı ve Kayseri Cezaevi’ne gönderildiler.
Birkaç yıl sonra vekillerin cezalarına af geldi.
Ekim 1960’da 147 öğretim üyesi üniversitelerden uzaklaştırıldı. Askerin siyasete
müdahale etmesini yasaklayan mevcut 22 Mayıs 1930 tarih ve 1632 sayılı Askeri Ceza
Kanunu dışında, 27 Mayıs’tan sonra 4 Ocak 1961 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri İç
Hizmet Kanunu çıkarıldı. Bu kanun, Türk Silahlı Kuvvetlerinin daha sonraki darbe ve
teşebbüslerinin dayanağı oldu.
TARİHTE İNSAN HAKLARI
142
“Ve yine hiç şüphe etmiyorum; 27 Mayıs başarıya ulaşmamış ya da hiç
yapılmamış olsaydı, ne ordu içinde cuntalar kurulacak, ne 12 Mart, 12 Eylül
müdahaleleri yapılacak, ne de demokrasi dejenere edilebilecekti.”
Celal Bayar (Dönemin Cumhurbaşkanı)
Devlete karşı, onların yönettiği devlete karşı kazanılmış bir zaferdi...
Onların elinden devleti alma hareketidir. 1960, halkın elinden devleti alma
hareketidir.
Süleyman Demirel (Dönemin DSİ Genel Müdürü)
60 İhtilali... Ve kaptılar, işte kendileri güya demokrasinin bayraktarlığını
yapıyorlar... Müdahaleci ekip. Fakat ne yaptılar; üniversiteden geçmeler,
147’ler olayı, arkasından Bab-ı Ali önünden geçeceğiz lafları derken birden, bir
ülke ve kültür birliği projesi ortaya çıktı. Bunu biz ortaya çıkardık. Dünyada
görülmemiş bir totaliter rejim projesi, yani Nazi Almanya’sında bile eşi
görülmemiş bir proje.
Bülent Ecevit (Dönemin CHP Ankara Milletvekili)
12 Mart Muhtırası
12 Mart 1971 günü saat 13.00’de TRT Radyosunda bir başka anons:
“Meclis ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatlarıyla yurdumuzu anarşi,
kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün
bize hedef verdiği uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş
ve anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye
Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.
Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetleri’nin bu vahim ortam
hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliğini giderecek çarelerin, partilerüstü bir
anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek
anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap
kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik
kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir.
Bu husus süratle tahakkuk ettirilemediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri
kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve
kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya
kararlıdır. Bilgilerinize...“
143
TARİHTE İNSAN HAKLARI
Fotoğraf Ali öz
Ve...
TSK bir muhtıra verdi. TBMM feshedilmedi. Anayasa askıya alınmadı. Ancak 12 Mart
Muhtırası’nın verildiği gün Hükümet istifa etti. Askerin de onayıyla, Nihat Erim,
hükümeti kurmakla görevlendirildi. Muhtırayla birlikte pek çok yayın toplatıldı,
sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Binlerce kişi tutuklandı, işkenceye uğradı, yargılandı,
mahkûm edildi. Sosyalist Deniz Gezmiş, Hüseyin İnsan, Yusuf Aslan ölüm cezasına
çarptırıldılar ve idam edildiler. Türkiye İşçi Partisi ve Devrimci İşçi Sendikalar
Konfederasyonu başta olmak üzere pek çok parti, sendika ve dernek kapatıldı. 12 Mart
sonrasında yapılan anayasa değişikleriyle yürütme erkinin Meclis karşısında gücünü
artıran “kanun hükmünde kararname” çıkarma yetkisi hükümete verildi. “Devlet
Güvenlik Mahkemeleri” kuruldu.
ULU
SL
AR
SSII
A
A
AARR SSAANN HHAAKKLLAARRII
İİNN
M
MEEKKAANNİ
İZZM
MAA
LLAA
RRII
Bİrleşmİş M‹lletler Irk Ayrımcılığının
Ortadan Kaldırılması Kom‹tes‹
Feray Salman
Nefret ve bölünmeyi yaratan faktörler olan ayrıştırma ve ayrımcılıktan azade kılınmış
bir dünya toplumu oluşumu Birleşmiş Milletlerin temel amaçları arasındadır. 1963
yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu önce Her Türlü Irk Ayrımcılığının Önlenmesi
Bildirgesi’ni kabul ederek bu alanda mücadelenin ilk resmi adımını atmıştır. Ardından,
1965 yılında, Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Uluslararası
Sözleşme’yi kabul ederek BM Genel Kurulu, dünya toplumuna yasal bir araç sunmuştur.
Sözleşme’yi onaylayan Devletler, böylelikle ırk ayrımcılığını ortadan kaldırmak için
her türlü önlemi alma yükümlülüğünü almışlardır.
Sözleşme 27 ülke tarafından onaylandıktan sonra 1969 yılında yürürlüğe girmiştir.
Bugün toplam 173 ülke Sözleşme’yi onaylamıştır. Sözleşme, en eski ve en çok ülke
tarafından onaylanmış Birleşmiş Milletler insan hakları sözleşmesidir. Türkiye de bu
Sözleşme’yi yürürlüğe girdikten üç yıl sonra (1972) imzalamış ancak onaylaması 23 yıl
(16 Eylül 2002) sürmüştür.
Sözleşme, Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması Komitesi (CERD)’ni kurmuştur.
Taraf Devletlerin ırk ayrımcılığı ile mücadele etme yükümlülüklerini yerine getirmek
için attığı yasal, yargısal, idari ve diğer adımların Komite tarafından incelenmesini
mümkün kılacak üç prosedür oluşturulmuştur.
Sözleşmeye taraf olan tüm Devletlerin Komite’ye düzenli rapor sunma zorunluluğu.
Devletlerin Devletleri şikâyet etmesi.
Irk ayrımcılığı mağduru olduğunu iddia eden bir kişi ya da grubun Komite’ye kendi
Devleti aleyhine şikâyette bulunması. Bu ancak ilgili Devlet Sözleşmeye taraf
olduysa ve CERD’nin bu tür şikâyetleri kabul etme yetkisini tanıdığını ilan ettiğinde
gerçekleşebilir.
Üyelik
CERD, Sözleşme’deki ifadeyle, “tarafsızlıkları ve yüksek ahlaki duruşlarıyla tanınan
18 uzmandan oluşur”. Komite’nin üyeleri dört yıllık bir süre için Sözleşme’ye Taraf
Devletler tarafından seçilirler. Seçimler iki yıllık aralarla üyeliklerin yarısı için yapılır.
CERD’in oluşumunda dünyadaki farklı coğrafi bölgeler ve aynı zamanda farklı
uygarlıklar ve adalet sistemlerinin adil temsiliyetine dikkat edilir.
145
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
Özerklik
CERD özerk bir yapıdır. Komite’deki uzmanlar kendi şahsi sıfatlarıyla seçilirler. Üyeler
azledilemezler ya da kendi istekleri dışında değiştirilemezler. Sözleşme’ye uygun
olarak kendi iç tüzüklerini oluştururlar ve dışarıdan asla talimat almazlar.
Ancak, Birleşmiş Milletler ile olan ilişkileri açıktır. Komite, Birleşmiş Milletler
tarafından hazırlanan ve kabul edilen bir Sözleşme altında kurulmuştur. Cenevre’deki
İnsan Hakları Merkezi’nde bulunan sekreteryasının giderleri Birleşmiş Milletler’in
olağan bütçesinden karşılanmaktadır. Yılda iki kere gerçekleştirilmesi planlanmış olan
Komite toplantıları, genellikle Birleşmiş Milletlerin New York’taki Genel Merkezinde
ya da Cenevre’deki Birleşmiş Milletler ofisinde gerçekleştirilir.
ULUSLARARASI MEKANİZMALAR
146
Devletlerin Raporlama Yükümlülüğü
Taraf Devletler, Sözleşme’yi onayladıkları tarihten itibaren iki yıl içinde, ilk raporlarını
Komite’ye sunmak zorundadırlar. İlk raporun ardından her iki yılda bir güncelleme
raporları ve her dört yılda bir de kapsamlı raporlar sunmakla yükümlüdürler. Komite’nin
önüne incelemesi için bir rapor geldiğinde, ilgili ülkeden bir temsilci raporu sunabilir,
uzmanların sorularına cevap verebilir ve uzmanların yaptıkları gözlemlerle ilgili
yorumda bulunabilir. Komite’nin Genel Kurula sunduğu rapor bu süreçleri özetler ve
fikir ve tavsiyelerini sunar. Hükümet Dışı kuruluşların da gölge ya da alternatif rapor
hazırlayarak bu sürece katılmaları olanaklıdır. Komite, raporları gözden geçirdikten
sonra, Sonuç Gözlemlerini Taraf Devlete bildirir ve Komite’nin belirleyeceği bir tarihe
kadar sonuç gözlemlerinde yer alan sorun alanlarının giderilmesine ilişkin tedbirler
almasını ister.
CERD, raporlarını hazırlamaları için Taraf Devletlere bir rehber hazırlamıştır. Komite,
ayrıca Sözleşme’de belli maddelerle ilgili olarak uzmanların gerçekleri ortaya koymak
ve görüş oluşturmak için gereksinim duyacağı bilgilerin yetersiz olduğunu gördüğü
durumlarda Taraf Devletler için genel tavsiye kararları almıştır. Komite şimdiye dek 31
Genel Yorum yayınlamıştır.
Devletlerarası Şikâyetler
Sözleşme’ye taraf olan tüm Devletler, Komite’nin bir devletin, bir diğer devletin
Sözleşme’yi etkinleştirmediğine dair şikâyetini kabul etme ve bu şikâyet üzerine harekete
geçme yetkisini kabul etmiştir. Ancak bu prosedür, ilgili taraflar için kullanılabilecek
başka bir prosedür varsa onun yerini almaz. Prosedür, eğer başka bir yolla çözüme
ulaşılmamışsa, arabulucu bir komisyonunun oluşturulmasını öngörmüştür.
Bireysel Başvurular
Sözleşme’nin ihlalinin mağduru olduğunu iddia eden birey ya da grupların
başvurularının CERD tarafından kabul edilmesine ilişkin prosedür, on Taraf Devletin
Komite’nin bu alandaki yetkisini kabul ettiği 1982 yılında devreye girmiştir.
Komite bu tür başvuruları gizli olarak ilgili Taraf Devletin dikkatine sunar ve izinleri
olmadığı takdirde, başvuru yapanların kimliklerini açıklamaz. Devlet görüşlerine bir
açıklama getirdiğinde ve belki de bir tazminat önerdiğinde, Komite konuyu tartışır
ve ilgili birey ya da gruba ve Taraf Devlet’e iletilmek üzere öneri ve tavsiyelerde
bulunabilir.
Sözleşme’ye göre Taraf Devletlerin haklarının ihlalinden dolayı mağdur olduğunu
iddia eden kişi ya da grupların dilekçelerini almaya yetkili bir ulusal organ kurabilir.
Dilekçe sahipleri ancak böyle bir yapıya başvurduktan sonra tatmin olmazlarsa konuyu
Komite’nin dikkatine getirebilirler.
Irk ayrımcılığını yasaklayan hükümleri dâhil edecek şekilde ulusal
anayasalarda yapılan değişiklikler;
Mevcut yasa ve yönetmeliklerin ırk ayrımcılığını devam ettirme eğiliminde
olanları değiştirmek üzere sistematik olarak gözden geçirilmesi ya da Sözleşme’nin
gerekliliklerini yerine getirmek için yeni kanunların yürürlüğe konulması;
CERD’nin önerileri çerçevesinde yasalarda değişikler yapılması;
Irk ayrımcılığının cezalandırılabilir bir suç haline getirilmesi;
Adalet, güvenlik, siyasal haklar ya da kamunun kullanımına açık yerlere
erişimde ayrımcılığa karşı yasal garantilerin oluşturulması...
Eğitim programları
Irk ayrımcılığı sorunları ile ilgilenmek ve yerel halkların çıkarlarını korumak üzere yeni
kurumların oluşturulması;
Yasalar ya da idari uygulamalarla ilgili planlanan değişiklerle ilgili olarak görüşlerinin
dikkate alınacağını belirterek Komite’ye önceden danışılması.
147
ULUSLARARASI MEKANİZMALAR
Etki
Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin
yürürlüğe girmesi ve CERD’nin yirmiyi aşkın yıl boyunca Taraf Devletlerin
yükümlülüklerini yerine getirmek için nasıl harekete geçtiklerine dair raporları düzenli
olarak gözden geçirmesi olumlu sonuçlar doğurmuştur. Bu sonuçların bir kısmı aşağıda
belirtilmiştir:
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
Taraf Devletlerin ırk ayrımcılığına ilişkin politikalarından uluslararası bir forumda
mesul oldukları gerçeği, ulusal kanun ve uygulamaları Sözleşme’nin hizasına getirmek
için bir destek görevi görmektedir.
ULUSLARARASI MEKANİZMALAR
148
Komite, Taraf Devletlerin dört alanda daha fazla çalışması gerektiğine inanmaktadır.
Bunlar:
Irksal üstünlüğe ya da nefrete dayalı ve ırk ayrımcılığını teşvik eden
düşüncelerin yayılmasını ve aynı zamanda şiddet eylemlerine ve ırkçı faaliyetlere
desteği cezalandıran kanunların geçmesi ile ırk ayrımcılığını teşvik eden ve güçlendiren
faaliyetlerin ve örgütlerin yasaklanması;
Bireylerin ırkları, renkleri, ulusal ya da etnik kökenlerine bakmaksızın hukuk
önünde eşitliğini garanti altına alacak yasama faaliyetleri;
Irk ayrımcılığına karşı korunmayı ve tazminatı garanti altına alan yasama
faaliyetleri;
Eğitim, öğretim, kültür ve bilgi alanlarında önyargılarla savaşacak, anlayış,
tolerans ve dostluğu yaygınlaştıracak ve Birleşmiş Milletler Sözleşmesi ve uluslararası
insan hakları sözleşmeleri hakkında bilgi yayacak eylemlerdir.
Sözleşme uyarınca Taraf Devletler aşağıdaki hususları taahhüt etmiştir:
Bireylere, kişi gruplarına ya da kurumlara yönelik ırk ayrımcılığı hareketleri ve
uygulamalarına karışmamayı ve kamu yetkilileri ve kurumlarının böyle davranmasını
sağlamayı;
Kişi ya da kurumların ırk ayrımcılığını himaye etmeme, savunmama ve
desteklememeyi;
Hükümet politikaları ile ulusal ve yerel politikaları gözden geçirmeyi ve ırk
ayrımcılığı yaratan ya da uygulayan kanun ve düzenlemeleri değiştirmeyi ya da
yürürlükten kaldırmayı;
Bireylerin, grupların ve kurumların gerçekleştirdiği ırk ayrımcılığını yasaklamayı ve
sonlandırmayı;
Birleşmeci ya da çok ırklı örgütler ve hareketler ile ırklar arasındaki engelleri
ortadan kaldıracak diğer araçları cesaretlendirmek ve aynı zamanda ırksal bölünmeyi
güçlendirme eğilimi olan her şeyin cesaretini kırmayı.
www2.ohchr.org/english/bodies/cerd/index.htm
www2.ohchr.org/english/bodies/cerd/index.htm
www.ihop.org.tr” www.ihop.org.tr
.............................................................
BM Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması
Komİtesİnİn Türk‹ye’ye Tavs‹yeler‹
BM Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması Komitesi, 23–24 Şubat 2009 tarihlerinde,
Türkiye tarafından, ilk rapordan başlayıp üçüncü raporu kapsayacak şekilde tek belge
olarak sunulan dönemsel raporları değerlendirmiş ve gözlemlerini oluşturmuştur.
Aşağıda özetlenen sonuç gözlemleri İnsan Hakları Ortak Platformunun web sitesinde
bulunmaktadır.
Komite, Türkiye’den sonuç gözlemlerinde dile getirilen bütün konulara ilişkin aldığı
tedbirleri içerecek biçimde, dördüncü ve beşinci dönemsel raporlarını birleşik tek bir
belge halinde 15 Ekim 2011 tarihine kadar sunmasını istemiştir.
Türkiye’nin ulusal mevzuatını uluslararası insan hakları standartlarıyla bütünleştirmek
amacıyla gerçekleştirmiş olduğu ve Anayasa değişikliğini, Medeni Kanun, Ceza Kanunu,
Dernekler Kanunu ve Sözleşme’nin uygulanmasıyla ilişkili diğer bazı kanunların
kabul edilmesini içeren kapsamlı yasal düzenlemeler, hâkimler, savcılar ve diğer
kamu görevlilerinin insan hakları konusunda bilinçlendirilmesini amaçlayan eğitim
programları, ırk ayrımcılığıyla küresel düzeyde mücadele etme konusundaki kararlılığını
ortaya koyacak şekilde Birleşmiş Milletler Medeniyetler İttifakı Girişimine başlangıçta
verdiği destek ve aktif katılımı, ülke içinde yerinden edilmiş ve çoğunluğunu Kürtlerin
oluşturduğu kişilerin geri dönüşü ve zararlarının tazmini konusunda attığı adımlar
Komite tarafından olumlu gelişmeler olarak değerlendirilmiştir.
Ancak Komite, Türkiye’nin raporunda verdiği bilgiler ışığında, Sözleşme’nin tam olarak
hayata geçirilmesinin önünde engel teşkil eden bir dizi sorun alanı da tespit etmiş ve
tavsiyelerini sunmuştur. Aşağıda özeti verilen Tavsiyelerin tam metinlerini İHOP web
sitesinde ve orijinal metinleri de Komite’nin web sitesinde bulmak mümkündür.
Tavsiyeler
Türkiye’nin Sözleşme’nin 22. maddesine koyduğu çekincesini ve Sözleşme’nin
uygulanmasına dair coğrafi kısıtlamayı da içeren beyanlarını kaldırmaya yönelik
değerlendirme yapması.
Komiteye göre, bir ülkede farklı etnik grupların özel ihtiyaçlarının ve ırk ayrımcılığına
149
ULUSLARARASI MEKANİZMALAR
Komite’nin nihai gözlem raporunda, Sözleşme’nin hükümlerinin tam olarak
hayata geçirilmesinde Türkiye’nin hâlihazırda gerçekleştirmiş olduğu ilerlemeyi
değerlendirmektedir. Bu değerlendirme, bir yandan olumlu gelişmelere işaret ederken
öte yandan da Komite’nin kaygılarını içermektedir.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
karşı korumada olası eksikliklerin belirlenebilmesinin önkoşulu, toplumun etnik yapısına
ilişkin bilgilerin mevcut olmasıdır. Komite, konuyla ilgili nicel verinin bulunmaması
durumunda Sözleşme’nin kapsadığı bütün alanlarda, nüfusun yapısını ve durumunu
değerlendirebilmek için, taraf Devletin kullanılan ana dillere, yaygın olarak konuşulan
dillere veya etnik çeşitliliğe dair diğer göstergelere ilişkin bilgileri ve bunların yanı sıra,
bu alanda gerçekleştirilmiş akademik çalışmalardan derlenmiş bilgileri sağlaması.
Farklı etnik grupların TBMM’de ve diğer seçilmiş yapılarda yeterli düzeyde temsil
edilmesini ve kamu kurumlarında yer almalarını sağlamaya yönelik teşvikte bulunması
ve bu tür bilgilerin taraf Devletin bir sonraki dönemsel raporuna dâhil edilmesi.
Türkiye’nin kendi iç mevzuatında Sözleşme’nin 1. maddesinde sayılan tüm unsurları
içerecek şekilde açık ve kapsamlı bir ırk ayrımcılığı tanımı yapmayı değerlendirmesi.
ULUSLARARASI MEKANİZMALAR
150
Türkiye’nin, Sözleşme’nin 5. maddesinde belirtilen tüm hak ve özgürlüklerin Sözleşme
kapsamına giren tüm gruplara ayrım yapılmaksızın uygulanmasını sağlaması, özellikle
ulusal veya etnik köken nedeniyle ayrımcılığın üzerine yoğunlaşarak ülkedeki ırk ayrımcılığı
durumunu etkili bir biçimde incelemeye ve değerlendirmeye yönelik bir çalışma yapması
ve bu tür ayrımcılığı ortadan kaldırılmak üzere gerekli önlemleri alması.
Komite, etnik grupların varlığının belirlenmesi konusunda kısıtlayıcı ölçütlerin
uygulanmasının; bazı grupların resmen tanınıp diğerlerinin tanınmamasının farklı
etnik ve diğer gruplara birbirinden farklı muamele yapılmasına yol açabileceğinden
ve bu durumun Sözleşme’nin 5. maddesinde belirtilen hakların ve özgürlüklerin
kullanılmasında fiili (de facto) bir ayrımcılığa neden olabileceğinden kaygı duymaktadır.
Bu çerçevede, Türkiye’nin bu tür araştırmaların sonuçlarına ve alınan tedbirlere ilişkin
bilgilere bir sonraki dönemsel raporda yer vermesi.
Genel olarak kamunun Romanlara, Kürtlere ve gayrimüslim azınlıklara mensup kişilere
yönelik ve saldırı ve tehditleri içeren düşmanca tavrının sürdüğüne dair iddialardan
kaygı duyarak Türkiye’nin genel olarak kamunun eğitimini ve bilgilendirme
kampanyalarını içerecek şekilde, bu tür davranışları önlemeye ve bunlarla mücadele
etmeye yönelik adımlar atması. Ayrıca, ırk ya da etnik köken nedeniyle fiilen (de facto)
ayrımcılığa neden olabilecek tüm eğilimleri izlemeye ve bu tür eğilimlerin olumsuz
sonuçlarıyla mücadele etmek için çaba göstermesi.
Komite, Sözleşme’nin 4. maddesinin doğrudan doğruya uygulanabilir nitelikte
olmadığını; uygulanması için özel bir mevzuatın kabul edilmesi gerektiğini gözlemektedir.
Ayrıca Komite, Ceza Kanunu’nun sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından
farklı özellikler nedeniyle kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmeyi yasaklayan 216.
maddesinin kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlike doğuracak eylemlerle
sınırlandırıldığını; bu nedenle, diğer şeylerin yanı sıra, kamu güvenliği açısından tehlike
doğurmayacak şekilde düşmanca eylemlere tahrik etmeye yönelik ifadelerin, yasanın
kapsamı dışında kaldığını kaydetmektedir. Bu çerçevede Türkiye’nin Sözleşme’nin 4.
maddesinin tam ve yeterli bir biçimde uygulanmasını sağlaması ve Ceza Kanunu’nun
216. maddesinin Sözleşme’ye uygun bir biçimde yorumlanması ve uygulanması.
Komite, Türkiye’nin Mültecilerin Statüsüne ilişkin Sözleşme’ye koyduğu coğrafi
çekincenin kaldırılmasına niyetli olduğu yönündeki beyanını memnuniyetle
karşılamaktadır ve bu sürece yüksek öncelik vermesini teşvik etmektedir. Ayrıca
Komite, taraf Devletin mültecileri ya da BMMYK’ya sığınmacı olarak kayıtlı kişileri
sınır dışı etmekten kaçınmasını talep etmektedir.
Türkiye’nin yürüttüğü yasal reform çalışması dâhilinde Sözleşme’nin 5. maddesinde
korunan tüm hak ve özgürlükleri içeren, ayrımcılık karşıtı kapsamlı bir mevzuatı
yasalaştırması.
Komite, din görevlilerinin eğitimi ve mülklerin geri iadesi konuları dâhil olmak üzere,
özellikle Rum azınlığın içinde bulunduğu ciddi durum hakkında kaygı duymaktadır.
Komite, Türkiye’yi bu tür ayrımcılıkları çözüme kavuşturmaya ve Heybeliada’daki Rum
Ortodoks Ruhban Okulunun açılması; el konulmuş mülklerin iadesi ve bu bağlamda
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin ilgili tüm kararlarının gecikmeksizin uygulanması
için acil olarak gerekli önlemleri almaya davet etmektedir.
Komite, Romanlara Karşı Ayrımcılığa dair 27 sayılı Genel Tavsiyesini (2000)
hatırlatarak; Türkiye’nin özellikle eğitim, çalışma ve barınma alanlarında süreğen
ayrımcılığın yarattığı dezavantajları giderecek özel önlemleri alarak Romanların
durumunu geliştirmesini tavsiye etmektedir.
“Türk Vatandaşları Tarafından Yabancı Dilde Eğitim ve Öğretim ve Farklı Dil
ve Lehçelerin Öğrenilmesi Hakkında Kanun” ve “Türk Vatandaşlarının Günlük
Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerin Öğrenilmesi
Hakkında Yönetmelik” in 2003’te kabul edildiğini kaydetmekle birlikte, özellikle taraf
151
ULUSLARARASI MEKANİZMALAR
Türk Ceza Kanunu’nda yapılan değişiklikle, 301. maddenin “Türklük” yerine “Türk
milletini” alenen aşağılamayı suç saydığını ve bu suçun soruşturulmasının Adalet
Bakanının iznine bağlı kılındığını kaydeden Komite, yeni maddenin Sözleşme’de yer
alan haklarını savunan kimselere karşı uygulanması olasılığından kaygı duymaya
devam etmektedir. Bu çerçevede Türkiye’nin Ceza Kanunu’nun 301. maddesinin
Sözleşme’ye uygun bir biçimde yorumlanması ve uygulanmasını sağlaması.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
Devletin özel dil kursları veren tüm okulların “kurslara yönelik ilgisizlik ve katılım
azlığı sebebiyle kurucuları ve sahipleri tarafından kapatıldığı”na ilişkin bildirimi
bağlamında, etnik gruplara mensup çocukların anadillerini öğrenmeleri için sağlanan
olanakların yetersiz olmasından dolayı kaygı duymaya devam etmektedir. Komite,
Türkiye’nin belirtilen kanunların etkin bir biçimde uygulanmasının sağlanmasını tavsiye
etmektedir. Ayrıca Komite, taraf Devletin mevzuatta yapılacak diğer değişikliklerle,
Türkiye’de konuşulan geleneksel dillerin yaygın eğitim-öğretim sistemi dâhilinde
öğretilmesi olanağını sağlamayı değerlendirmesini tavsiye etmekte ve bu dillerde
eğitim veren devlet okulları ağını kurmasını ve yerel toplulukların mensuplarının bu
konudaki karar alma süreçlerine katılımını güçlendirecek araçları değerlendirmesini
teşvik etmektedir.
ULUSLARARASI MEKANİZMALAR
152
Irk ayrımcılığının görülmediği hiçbir ülke olmadığını göz önünde bulunduran
Komite, taraf Devletin bu tür bir ayrımcılığa ilişkin şikâyetlerin neden yapılmadığını
araştırmasını talep etmektedir. Kamu idaresinde ve ceza adalet sisteminin işleyişinde
ırk ayrımcılığının önlenmesine ilişkin 31 sayılı Genel Tavsiyesini (2005) hatırlatan
Komite, taraf Devletin bu tür hiçbir şikâyetin olmamasının mağdurların tazminat
arayışının engellenmesinden; haklarından haberdar olmamalarından; tepkilerden
korkmalarından; kolluk ve yargı görevlilerine karşı güvensizliklerinden ya da
yetkililerin ırk ayrımcılığıyla ilgili davalara karşı ilgisiz ya da duyarsız olmalarından
kaynaklanmadığını doğrulamasını tavsiye etmektedir. Komite, taraf Devletin bir
sonraki raporunda ırk ayrımcılığı fiillerine ilişkin şikâyetler ve hukuk davalarında ya da
idari davalarda yargılama sürecinde alınan kararlar hakkında güncel bilgi sağlamasını
talep etmektedir. Bu bilgilerin açılan davaların sayısına ve niteliğine; alınan kararlara
ve verilen cezalara ve varsa, bu tür fiillere maruz kalan kişilere verilen tazminat ve
diğer telafi edici uygulamalara dair ayrıntıları içermesi gerekmektedir.
Komite, taraf Devletin hâkimlerin, savcıların, avukatların ve polis memurlarının
Sözleşme’nin içeriği ve önemi hakkında daha fazla bilgi sahibi olmasını sağlamak için
ulusal düzeyde bu kişilerin eğitimine yönelik çabalarını arttırmasını teşvik etmektedir.
Komite, taraf Devletin etnik köken, ırk ya da din nedenli nefretin ceza yargılamalarında
cezayı ağırlaştıran bir unsur olarak dikkate alınmasını öngören özel bir hükmün ülkenin
ceza hukuku mevzuatına dâhil etmesini tavsiye etmektedir.
Komite, taraf Devletin bir sonraki dönemsel raporunda Azınlık Sorunlarını
Değerlendirme Kurulunun çalışmaları hakkında ayrıntılı bilgi ve Kamu Denetçisi
bürosunun ve Ulusal İnsan Hakları Kurumunun oluşturulması hakkında güncel bilgi
vermesini talep etmektedir.
Kültür ve Sanat Dünyasında
İnsan Hakları....
Kübra Ceviz
Türkiye’de ve dünyada
işkence görmüş milyonlarca
insana adanmış, etkili
sinema diliyle ön plana
çıkarak pek çok ödül alan
22 dakikalık, kısa, ama
işkence konusunda belleği
tazeleten bir film
İşkenceye Tolerans.
Kurulduğu 1990 yılından bu yana işkence
ve kötü muamele gördüğü gerekçesiyle
başvuru yapan 11.590 kişinin tedavi
ve rehabilitasyonunu üstlenen Türkiye
İnsan Hakları Vakfının özenli ve kapsamlı
çalışmasıyla, Armağan Pekkaya ve Umut
Kol’un sinema dilinin birleştiği film, 2008
yılından beri izleyicilerin karşısında.
İŞKENCEYE
TOLERANS:
Armağan Pekkaya ile söyleşi
Filmleri yurt içi ve yurt dışındaki
festivallerde gösterilen ve çeşitli ödüller
alan Armağan Pekkaya ve Umut Kol, halen
bağımsız olarak kısa film ve belgesel
çalışmalarını sürdürüyorlar. İşkenceye
Tolerans dışında Pekkaya’nın, “Dışarıda
Olmak” (2002), Kol’un da “Kimsesiz”
(2006) adlı filmleri var. Dışarıda
Olmak, 2002 yılında 42. Antalya Film
Festivali “En İyi Belgesel Ödülü” aldı.
İşkenceye Tolerans ise, İzmir ve İstanbul
Uluslararası Kısa Film Festivallerinde
aldığı “En İyi Belgesel” ödüllerinden
sonra, geçtiğimiz ay gerçekleşen İstanbul
153
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
8. AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nde de ikincilik ödülüne değer görüldü.
Kazandığı başarının, işkencenin ve kötü muamelenin önlenmesi için verilen mücadelede
önemli bir adım olduğu noktasından hareketle, yönetmenlerden Armağan Pekkaya ile
“İşkenceye Tolerans” üzerine söyleştik.
Armağan Pekkaya kimdir?
“Sus, karışma, bulaşma!” nasihatleriyle yetiştirilmiş ancak yetişememiş bir nesildenim.
Filmi bir ifade aracı olarak keşfettiğimden beri varoluşumu anlamlandırmaya
çalışıyorum. Duyarlılıklarımı sorumluluklarım olarak algılıyorum.
İşkenceye Tolerans belgesel fikri ortaya nasıl çıktı, süreç nasıl gelişti?
Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın işkenceyi önleme projesi kapsamında geliştirildi.
Araştırma ve hazırlık aşaması uzunca bir süre aldı. Bütün hassasiyetlere özen
göstererek üretmeyi amaçladığımızdan uzunca bir süre sadece okuduk.
KÜLTÜR-SANAT DÜNYASINDA İNSAN HAKLARI
154
Sizi böyle bir çalışmaya iten nedenler nelerdi?
Yaşadığı ülkenin sorunları karşısında sorumluluk hissetme duygusuyla üretiyoruz. Bizi
biz yapan hikâyelere sahip çıkarak üretiyoruz.
Belgesel çekimi esnasında kimlerden destek aldınız ve kaynaklara/
vakalara ulaşmada sıkıntı çektiniz mi?
Vakıf çalışanları en büyük destekçimizdi. Özellikle araştırma aşamasında Ülkü Özen’in
büyük desteğiyle çalıştık. Aleni olana ulaşmada doğal olarak bir sıkıntı yaşamadık.
İşkence ile ilgili bir belgesel çekmek yani devletçi geleneğe sahip bir
toplumda normalleştirilen gerçekleri göstermek çok da kolay değildir. Özellikle
politik film/belgesel biraz da cesaret istiyor diyebiliriz. Bu süreçte sizin
çekinceleriniz ya da yaşadığınız gerilimler oldu mu?
Sorunlar karşısında sorumluluk hissettiğiniz ölçüde bir şey yapmamanın gerilimlerini
yaşamaktansa, bir şeyler üretebilmenin gerilimlerini yaşamayı tercih ettik. Çaresizlik
en büyük gerilimdir. Öğretmenlerin, hukukçuların, doktorların, herkesin yapabileceği
olduğu gibi, filmcilerin de yapabilecekleri olduğunu önce kendimize göstermeye
çalıştık.
Belgesel çok fazla ödül aldı. Genelde bu tip çalışmalar görmezden gelinir.
Bekliyor muydunuz? Ödüllerin etkisi nasıl oldu?
Ödülden ziyade çok insana ulaştırmak gibi bir kaygımız vardı. Ancak ödüllerin de
etkisiyle filmin beş bine yakın seyircisi oldu. Bu rakam da bir belgesel film için ciddi
bir rakam kuşkusuz. Film Antalya, İstanbul, İzmir, Ankara, Nurnberg, Boston, Londra
festivallerinde gösterildi. Ödüller aldı. Bazı meselelerin görmezden gelinecek hali
aştığı bir durumdayız artık.
Belgeselde gördüğümüz görüntüler aslında çok tanıdık, her gün televizyonda
izlediğimiz ve daha çok, kitlesel şiddetle ilgili sahnelerdi. Ancak daha yoğun ve ağır
işkenceleri, hatta Engin Ceber’de olduğu gibi yaşam hakkını ihlal edecek bireysel
vakalarla da karşılaşmaktayız. Neden bu görüntüleri tercih etmediniz?
Sinemanın pornografik biçimiyle ilgilenmiyoruz. Seyircinin zekâsına güvenerek
üretiyoruz. Kimseyi aptal yerine koymanın anlamı yok. Sonuçları göstermeye çalıştık.
İnsanlar da nedenlerini algıladı.
Bir yönetmen olarak göstergelerle anlattınız “işkence”yi. Kelimelerle
anlatmanızı istesek?
Enver Karagöz’ün suskunluğudur. Suskunluk sonuçtur. Nedenleri malumdur.
Suskunluğun nedenlerine karşılık yine de önce tahtaya insan yazmak gerekir. Nedir
insan?
Belgesel, şiddet görenler üzerinden kurgulanmış. Bu esnada karşılaştığınız
vakalar sizi nasıl etkiledi? Şiddet uygulayanlarla da görüşmeyi denediniz mi?
Beni ilgilendiren, kitle iletişim araçlarında temsil olanağı bulamayan insanların
öyküleri.
“Sola dönüş yasaktır!”; özel bir anlamı var mı?
Kızılay Meydanı’nda bulunan dört büyük trafik levhasıdır. Tabii ki, bu kadar değil!
155
KÜLTÜR-SANAT DÜNYASINDA İNSAN HAKLARI
Tolerans kısa bir belgesel; işkencenin tarihi ise oldukça uzun. Seçmek ve
kurmak zor olmadı mı? Atladığınız, bu da olsaydı’ dediğiniz şeyler var mıydı?
Meselemiz işkencenin ya da şiddetin tarihi değildi. Meselemiz, 11 Eylül’den sonra
artan, arttırılan baskının, evrenselden yerele fotoğrafını çekmekti. Bin bir üslupla
ifade edilecek içeriği, bir üslupla ve sinematografik kaygılarla ifade ettik.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
Filmi çekerken ulaşmayı düşündüğünüz kitle hangisiydi?
Ulaşabildiniz mi? Ne gibi eleştiriler aldınız?
“Sıradan” insanların izlemesini, düşünmesini ve eleştirmesini istedik. Festivaller
aracılığıyla da bunu sağladık. Film izlendikten sonra coşkulu alkışlar ve sonrasında
uzun süreli sessizlik bizim için en anlamlı eleştiriydi. Tabii uzun sessizliklerden sonra
uzun uzun konuştuk da.
KÜLTÜR-SANAT DÜNYASINDA İNSAN HAKLARI
156
İnsan hakları ihlalleri konusunda oldukça geniş gündeme sahip bir
ülkeyiz. Aslında daha önce çektiğiniz kısa filmler de bu alana dair ama doğrudan
hedefi yok. Bu anlamda işkenceye öncelik vermenizin özel bir nedeni var mı?
Diğer sorunlara/ihlallere yönelik projeleriniz de var mı? Uluslararası bir çalışma
yapmayı düşünüyor musunuz?
Doğrudan hedefimiz hayat aslında, sorunlara duyarlı değilseniz ve bir şey
yapmıyorsanız sorumlusunuzdur. Biz de filmci olarak varoluşumuzu gerçekleştirmeye
çalışıyoruz. Tüm çelişkiler filmleştirilebilinir. “Tolerans” belgeselinin, Türkiye İnsan
Hakları Vakfı’nın bir projesi kapsamında geliştirilen bir film olduğunu söylemiştim.
Kişisel olarak önceliğim, insana özgü olan çelişkiler ve çatışmalardır.
İnternet:
G‹rİlmes‹ Tehl‹kelİ ve
Yasaktır:
Türkiye’de İnternet İçerik
Düzenlemesi ve Sansüre İlişkin
Eleştirel Bir Değerlendirme
Yazarlar: Kerem Altıparmak, Yaman Akdeniz
İHOP - İmaj Yayınları
Türkçe – İngilizce
250 sayfa
Raflardan...
İnsan Hakları Ortak
Platformu (İHOP)’nun
yayınladığı, “İfade
Özgürlüğü Programı”
çerçevesinde Yaman
Akdeniz ve Kerem
Altıparmak tarafından
yazılan “İnternet:
Girilmesi Tehlikeli ve Yasaktır: Türkiye’de
İnternet İçerik Düzenlemesi ve Sansüre İlişkin
Eleştirel Bir Değerlendirme” başlıklı kitapta,
Türkiye’de İnternet’teki içeriğe ilişkin yasal
düzenleme ve sansür konularında durum
değerlendirilmesi yapılmıştır.
Çalışmada İnternet’teki içeriğin yasal
düzenlemesiyle ilgili diğer girişimlerin yanı
sıra, yeni çıkarılan ve kısaca “5651 Sayılı
Kanun” diye anılan “İnternet Ortamında
Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve bu
Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele
Edilmesi Hakkında Kanun” ve onunla
ilintili düzenlemeler de eleştirel açıdan
değerlendirilmektedir.
157
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
Kitap, var olan düzenleme sistemlerinin nasıl işlediğini ve ağırlıklı olarak Türk
yargısının yetki alanı dışında bulunan web sitelerine erişimin, adli ve idari erişim
engelleme kararlarıyla nasıl engellendiğini örnekler vererek inceliyor. Bu incelemede
5651 Sayılı Kanun’un uygulanmasıyla ilişkili olduğu ölçüde, “Telekomünikasyon
İletişim Başkanlığı” (TİB)’nın ve onun yasadışı etkinlikleri izleyen “İnternet Bilgi İhbar
Merkezi”nin kuruluşu ve işleyişi de ele alınıyor. Çalışmada ayrıca yeni düzenlemenin
kapsamı dışında kalan erişim engelleme kararları da değerlendiriliyor.
Kitabın Birinci Bölümünde 5651 Sayılı Kanun’dan önceki sansür uygulamaları,
5651 Sayılı Kanun’un gelişimi ve yürürlüğe girmesi, onun uygulamaları ve eleştirel
değerlendirmesi dâhil olmak üzere, Türkiye’de İnternet içerik düzenlemelerinin
tarihçesi ayrıntılı olarak okuyucuya sunuluyor. Birinci Bölümde, ayrıca Türkiye’deki
web sitesi engelleme ve kapatmalarının temel gerekçeleri de özetlenerek analiz
ediliyor.
RAFLARDAN
158
İkinci Bölümde, Türkiye’de İnternet yönetimine ilişkin mevzuatın ve uygulamanın
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Anayasa Hukuku açısından değerlendirilmesine
yer veriliyor. Engellemeye ilişkin yargı kararlarının ve idari işlemlerin etkinliğiyle
filtrelenmiş ve engellenmiş web sitelerine erişim için Türkiye’deki kullanıcılar
tarafından başvurulan “boşluklardan yararlanma” teknolojilerinin değerlendirilmesi
de yine bu bölümde yapılıyor.
Kitabın Üçüncü Bölümünde, Türkiye’yi bu konuda ilgilendiren uluslararası gelişmeler
gözden geçirilerek İnternet’te içerik düzenlemeleriyle ilgili Avrupa Birliği ve Avrupa
Konseyi düzeyindeki gelişmelere değiniliyor.
Akdeniz ve Altıparmak, kitabın son bölümünde ise bazı önemli tavsiyelerde
bulunuyorlar. Bu bölümde, 5651 sayılı Kanun’un kamuoyundan destek görmediğinin
altı çiziliyor ve 5651 Sayılı Kanun’un uygulanmasından kaynaklanan sorunlar ve var
olan hukuksal rejim değerlendiriliyor. Kitapta açıklanan gerekçelerle 5651 Sayılı
Kanun’un kaldırılmasının en doğru çözüm olduğu yazarlar tarafından öngörülüyor ve
hükümetin var olan politikası yerine, çocukları gerçekten zararlı İnternet içeriğinden
korumak için yeni bir politika geliştirecek geniş bir kamuoyu yoklaması yaptırması
gerektiği belirtiliyor. Fakat Akdeniz ve Altıparmak, bu yeni girişimin şeffaflık, açıklık
ve çoğulcu bir yöntemle gerçekleştirilmesi gerektiğini de vurguluyorlar.
.............................................................
İfade Özgürlüğü: İlkeler ve Türk‹ye
Editör: Tanıl Bora
Yazar : Arnaud Amouroux, Ayhan Bilgen,
Christoffer Badse, Fikret Başkaya,
Fikret İlkiz, Gökçen Alpkaya, Kerem Altıparmak,
Laurent Pech, Levent Korkut, Mustafa Erdoğan,
Osman Can, Sophie Redmond, Şanar Yurdatapan,
Türkan Sancar, Zühtü Arslan
İletişim Yayınevi
263 sayfa
.............................................................
Uluslararası Ceza Mahkemes‹ Temel
Belgeler Derlemes‹
Çeviri: Hivren Özkol, Gülay Arslan
Gözden Geçirme: Devrim Aydın
İHOP yayınları, Ankara 2006
230 sayfa
İnsan hakları ihlallerinin giderilmesinin önemli ve etkili araçları, insan hakları ihlallerini
önlemeye ve ihlalcileri cezalandırmaya yönelik küresel, tekil devletlerin güdümünde
159
RAFLARDAN
Demokrasinin ve bireysel özgürlüklerin vazgeçilmez unsuru olan düşündüklerini
açıklama ve yayma hürriyetini, yani ifade özgürlüğünü, bir “turnusol kâğıdı” olarak
değerlendirmek mümkündür. Bir ülkede demokrasinin, kişi hak ve özgürlüklerinin ne
kadar önemsendiği en net bir şekilde, bu özgürlüklerle kurduğu ilişkilerde tezahür
eder. Uzun yıllardır Türkiye toplumunun önündeki en büyük sorunlardan birisi,
kuşkusuz ifade özgürlüğüdür. Hâlâ bu ülkenin aydınları, sorunlara duyarlı vatandaşları,
düşüncelerini açıkladıkları için soruşturmalara uğruyor, haklarında davalar açılıyor,
hatta hayatlarının bir bölümünü hapishanelerde geçirmek zorunda kalıyorlar. İfade
özgürlüğü sorununun çözülmesi, Türkiye’nin daha demokratik bir ülke olma yolunda
atması gereken öncelikli ve en önemli adımlardan biridir. İnsan Hakları Platformu (İHOP)
ile Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İnsan Hakları Merkezi tarafından 30
Kasım–2 Aralık 2006 tarihleri arasında Ankara’da düzenlenen “İfade Özgürlüğü: İlkeler
ve Türkiye” başlıklı uluslararası konferansta sunulan bildirilerle oluştu bu kitap… Bu
derleme, ifade özgürlüğü konusunu farklı disiplinlerden uzmanların yeni yaklaşımlarla
tartıştığı, sadece Türkiye’deki değil, dünyadaki uygulama ve örneklerle hayli zengin ve
özenli bir çalışma olarak okuyucunun ve ilgilenenlerin istifadesine sunuluyor.
diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009
olmayan, adil ve herkes tarafından kabul gören bir hukuk düzeni kuracak kurum ve
kuruluşlardır. Henüz önleyici mekanizmalar konusunda yeterli ilerleme kaydedilmemiş
olmakla birlikte, insan hakları ihlallerinin faillerini cezalandırmaya yönelik küresel
yargı organının temelleri 1998 yılında Roma Statüsünün imzalanmasıyla atılmış,
2002 yılında bu Statü ile kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) faaliyetlerine
başlamıştır. Mahkeme’nin kurucu sözleşmesi olan Roma Statüsü birçok Devlet
tarafından da desteklenmiş ve şu ana kadar 100 Devlet onay vererek Statü tarafından
kurulan mahkemenin yetkisini kabul etmiştir. Ancak, başta Amerika Birleşik Devletleri
ve İsrail gibi devletler olmak üzere, henüz Statü’ye onay vermeyen Devletler de
mevcuttur. Üstelik bu devletlerden bir kısmı, Mahkeme’yi etkisiz hale getirecek
uluslararası düzenlemeler yapmaktan da çekinmemektedir.
RAFLARDAN
160
Türkiye, 2004 yılında gerçekleştirilen Anayasa değişikliği ile UCM kapsamına giren
suçlarda “suçluların iadesine ilişkin” bir düzenleme yapmış olmakla birlikte (38.
madde), Statü’ye taraf olacağına dair siyasi iradeyi henüz göstermemiştir. Bu çerçevede,
çocuklardan kadınlara, engellilerden yaşlılara, ayrımcılık mağduru olabilecek etnik,
dini, dilsel, ırksal farklılığa sahip tüm gruplara kadar herkesin insan onuruna saygılı
bir yaşam sürdürebilmesi amacına hizmet edecek bir hukuk düzeninin oluşturulması
çabasını ifade eden UCM, toplumun her kesiminin sahip çıkması gereken bir konudur.
İnsan Hakları Ortak Platformu tarafından 2006 yılında yayımlanan “Uluslararası Ceza
Mahkemesi Temel Belgeler Derlemesi” kitabı, insan hakları alanda çalışan kişi ve
gruplar için bir başvuru kitabı.
Kitap, Uluslararası Ceza Mahkemesinin kurucu sözleşmesi niteliğinde olan Roma
Statüsü’nün daha önceden yapılmamış resmi çevirisini içeriyor. Bu nedenle de hem
akademisyen çevresi hem de hukukçular açısından önemli bir kaynak özelliğini
taşıyor. Dört bölümden oluşan kitabın birinci bölümünde, Uluslararası Ceza
Mahkemesi hakkında temel bilgiler yer alıyor. Bu bölümde “Mahkemenin Kuruluşu”,
“Yargı Yetkisi”, “Ceza Hukukunun Temel İlkeleri”, “Mahkemenin Oluşumu ve İdaresi”,
“Soruşturma ve Kovuşturma Süreci”, “Yargılama”, “Cezalar”, “Temyiz ve Karar
Düzeltme”, “Uluslararası İşbirliği ve Adli Yardım”, “İnfaz”, “Taraf Devletler Kurulu”,
“Mahkemenin Mali Mevzuat” ve “Son Hükümler” başlıkları yer alıyor. “Suç Unsurları”
adlı ikinci bölümde ise, Mahkeme’nin kapsamına giren suçlar tanımlanıyor ve suç
tespiti üzerinde duruluyor. “Usuller ve Delil Kuralları” adlı üçüncü bölümde ise; “Genel
Hükümler”in yanı sıra, yargı yetkisi ve kabul edilebilirlik, yargılama işlemlerinin çeşitli
safhalarına ilişkin hükümler, soruşturma ve kovuşturma, yargılama, ceza, temyiz ve
düzeltme gibi usul ve hükümler ele alınıyor. Kitabın son bölümü ise “Uluslararası Ceza
Mahkemesinin Ayrıcalıkları ve Bağışıklıkları”.
.............................................................

Benzer belgeler