2008, vol.1, no.1 - Beykent Üniversitesi

Transkript

2008, vol.1, no.1 - Beykent Üniversitesi
BEYKENT ÜNİVERSİTESİ
STRATEJİK ARAŞTIRMALAR
DERGİSİ
SAHİBİ / PROPRIETOR:
Prof. Dr. Cuma BAYAT
(Beykent Üniversitesi adına/ On The
Behalf of Beykent University)
BEYKENT UNIVERSITY
JOURNAL OF
STRATEGIC STUDIES
YAYIN KURULU
PUBLISHING BOARD:
GENEL YAYIN YÖNETMEN
YARDIMCILARI
VICE EDITORS:
Prof. Dr. Erol EREN
Prof. Dr. Haydar ÇAKMAK
Prof. Dr. Ünsal OSKAY
Prof. Dr. Mümin ERTÜRK
Prof. Dr. Mustafa DELİCAN
Doç Dr. Ertan EFEGİL
Yrd.Doç.Dr. Sait YILMAZ
Yrd.Doç.Dr. Muzaffer ÜREKLİ
Yrd.Doç.Dr. Gonca BAYRAKTAR
Yrd.Doç. Dr. Hatice Övgü TÜZÜN
Prof. Dr. Günay KARAAĞAÇ
Çağdaş GÜVEN
Ahmet Gürkan ATAY
DANIŞMA KURULU
ADVISOR COMITTEE:
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
EDITOR -IN-CHIEF:
Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ
YAYIN SEKRETERİ
PUBLISHING SECRETARY
Özlem SAĞAT
Prof. Dr. Tuncer ÇELİK
Prof. Dr. Erol MANİSALI
Prof. Dr. İ.Erdal KEREY
Prof. Dr. Can İKİZLER
Prof. Dr. Cemalettin TAŞKIRAN
Prof. Dr. Selahattin SARI
Prof. Dr. Tayyar ARI
Prof. Dr. Muhittin KARABULUT
Prof. Dr. Günay KARAAĞAÇ
Prof. Dr. Tamer İNAL
E.Org. Şener ERUYGUR
E.Tuğa. İlker GÜVEN
Her hakkı saklıdır. Stratejik Araştırmalar Dergisi yılda iki kez yayımlanan, bilimsel hakem
kurulu olan bir yayındır. Stratejik Araştırmalar Dergisinde yayımlanan makalelerdeki görüş ve
düşünceler yazarların kişisel görüşleri olup, hiçbir şekilde Stratejik Araştırmalar Dergisinin veya
Beykent Üniversitesi’nin görüşlerini ifade etmez. Stratejik Araştırmalar Dergisine gönderilen
makaleler iade edilmez.
ISSN: 1307- 6108
Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi
Sıraselviler Cad. No: 111 PK:34437 Taksim/ İSTANBUL
Tel: 0212 867 55 82- 71- 91 Faks: 0212 867 55 77
www.beykent.edu.tr
ISSN: 1307- 6108
BEYKENT ÜNİVERSİTESİ
STRATEJİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ
BEYKENT UNIVERSITY
JOURNAL OF STRATEGIC STUDIES
Sayı/ Volume : 1
Numara/ Number : 1
Yıl- Bahar/ Year- Spring : 2008
Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Dergisi üniversitemizin 3. Bilimsel
Dergisi olarak bilimsel yayın literatürüne katılmaktadır. Üniversitemiz bir kent
üniversitesinden bir dünya üniversitesi olma yolundaki vizyonu ve misyonu ile
bu temel amacı doğrultusunda yürümektedir. Ülkemizin ihtiyaç duyduğu
nitelikli insan gücünü yetiştirmenin yanı sıra, üstün nitelikli bilim adamları ile
de dünya bilimine katkılar sağlamakta, bilimsel bilgiyi üretmekte ve bunları
çağdaş dünya ile paylaşmaktadır. Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar
Merkezi (BÜSAM) tarafından yayına hazırlanan Stratejik Araştırmalar
Dergisi’nin, üniversitemizin diğer bilimsel yayınları ile birlikte akademik
yayın zenginliğimize önemli katkılar sağlayacağına eminim.
Stratejik Araştırmalar Dergisi hakemli, ulusal ve uluslararası nitelikli bir dergi
olarak yılda iki kez yayınlanacaktır. Stratejik Araştırmalar Dergisi; uluslararası
ilişkiler, dış politika, ulusal ve uluslararası güvenlik alanında özgün çalışmaları
amaçlayan bir dergidir. Aynı zamanda disiplinler arası çalışmalara da yer
vermektedir. Derginin yer verdiği makalelerin gerçek bir bilimsel temele
oturması ve yaygın başvurulan kaynak eser olması için özellikle hakemlerin
seçiminde alanında uzman olan kişilere başvurulmakta ve yayına hazır hale
gelene kadar uzun bir hazırlık döneminden geçmektedir.
Dergi sadece uluslararası ilişkiler alanındaki ulusal ve uluslararası düzeyde
akademik çevrelere değil, bilim dünyasının ayrılmaz parçaları olan başta
dışişleri bakanlığı olmak üzere uluslararası ilişkiler alanındaki ilgili devlet
kurumlarına, iş ve medya çevrelerine, bağımsız araştırmacılara ve alana ilgi
duyan tüm entelektüellere hitap etmeyi hedeflemektedir. Bu amaçla, sadece
doğru ve bilimsel bilgiyi aktaran değil, olayların ve olguların doğru anlaşılması
ve analiz edilmesi yanında isabetli politikalar üretilmesine ilişkin gerekli
bilimsel verileri sağlayan bir kaynak olmayı hedeflemektedir.
Bir bilimsel derginin uluslararası bilim endekslerinde yer alması çok önemlidir.
Bu amaçla ilk aşamada, beş yıl süreyle düzenli yayın yapmak suretiyle SSCI
kapsamında izlenmeye girmeyi hedeflemekteyiz. Beykent Üniversitesi
Mütevelli Heyet Başkanı Sayın Adem ÇELİK’in maddi ve manevi
destekleriyle bu hedefi gerçekleştireceğimizden emin olarak yola devam
edeceğiz. Kısa sürede dergiye yayınlanmak üzere pek çok makale gönderilmiş
olması ve almış olduğumuz olumlu tepkiler yayın hayatında önemli bir
boşluğu doldurduğumuz konusunda ki inancımızı takviye etmektedir. Stratejik
Araştırmalar Dergisi’nin bu ilk sayısına makale gönderen araştırmacı ve
akademisyenlere, ayrıca çok kıymetli değerlendirmeleri ile gönderilen
makalelerin bilimsel olarak yeterli seviyeye gelmesinde katkıda bulunan
hakemlerimize teşekkürü bir borç biliyoruz. Dergimizin bundan sonraki
sayılarına makale gönderecek değerli araştırmacıların çalışmalarını bekliyoruz.
Saygı ve Sevgilerimle,
Prof. Dr. Cuma BAYAT
Rektör
The Beykent University Journal of Strategic Research is being added to
scientific publications literature as our university’s third scientific journal. Our
university is taking steps towards its main goal of progressing from an urban
university to a world university. Besides meeting our country’s need for
quality human resources, Beykent University contributes to science at the
global level via its extraordinary scientists who produce scientific knowledge
and share it with the modern world. I am confident that, like our university’s
other scientific publications, the Strategic Research Journal of the Beykent
University Strategic Research Center will be a valuable contribution to
academic publications.
The Strategic Research Journal will be published twice a year as a refereed,
national and international journal. The Strategic Research Journal aims at
publishing original studies in the fields of international relations, foreign
politics, and national and international security. The Journal will also include
interdisciplinary studies. To ensure that the constituting articles rest on sound
scientific foundations and to render the Journal a resource of frequent resort
the referees are chosen from among the experts in their fields, and the journal
goes through a lengthy preparation process before it’s ready to be published.
The target group of the journal is not only the national and international
academic communities in the field of international relations but also the
pertinent state institutions - above all, the Ministry of Foreign Affairs - the
business and media circles, the independent researchers, and all the
intellectuals that are interested in the field. To this end, the Journal intends not
only to transmit correct and scientific information but also to be a resource
providing the necessary scientific data for the thorough understanding and
analysis of events and phenomena, and facilitating the production of apt
policies.
It is vital for a scientific journal to be incorporated in international scientific
indexes. Thus, as the first step, we aim to be included in the surveillance
process within the framework of the SSCI by publishing regularly for five
straight years. With the financial and moral support of Adem ÇELİK, the
President of the Board of Trustees of Beykent University, we will confidently
proceed to achieve this goal. We believe that we fill a significant gap in
scientific publications. Our belief is justified by the many articles sent within a
short period of time to the Journal for publication and by the positive feedback
we received. We owe a debt of gratitude to the researchers and academics who
sent their articles to this first issue of the Strategic Research Journal, and to the
referees who contributed to the quality of the articles with their valuable
comments. We look forward to receiving further studies from esteemed
researchers for the upcoming issues of our journal.
Prof. Dr. Cuma BAYAT
Rector
Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Dergisi ulusal ve uluslararası
bilimsel literatüre önemli katkılar sağlamak üzere yayın hayatına
başlamaktadır. Dergimizin ilk sayısında gerek olgusal gerek coğrafi olarak
uluslararası ilişkiler alanında ancak disiplinlerarası nitelikte, değişik konularda
seçilmiş makalelere yer verilmiştir.
Rıza Sam, Türkiye'nin tarihsel süreç içerisinde konjonktürel dalgalanmalara
bağlı olarak birbirinden farklı güç dengelerinde yer alışı ve politik açmazlarını
ele almakta ve yeni dünya düzeni içindeki yerini sorgulamaktadır. Sait Yılmaz
ise 21. Yüzyıl güvenlik ortamındaki güçler ve güç dengesinin teoriden pratiğe
nasıl bir değişim izlediğinden yola çıkarak, bu trendlerin ulusal güç ve güç
politikalarına etkilerini incelemektedir. Gökhan Akyan, uluslararası bir sorun
karşısında analizciler ve karar vericilerin aksiyon stratejileri ve karar
alternatifleri ile ilgili analitik yaklaşımlar ortaya koymaktadır.
NATO, Türkiye ve AGSP ilişkilerini ele alan Mirelle Sadege, Türkiye’nin dış
politika önceliği açısından ABD ve AB arasındaki tercih çelişkilerini
sorgulamaktadır. Kültürel emperyalizmin yeni uluslararası düzendeki
konumunu inceleyen Suat Sungur ise küreselleşme, iletişim alanındaki
teknolojik gelişmeler ve iletişimin küreselleşmesi konularını irdelemektedir.
Engin Akgün, Çarlık Rusyası’nın Türk haklarına uyguladığı baskı ve
yaptırımlara yer verdiği makalesinde bu dönem ile ilgili önemli bir tarih
sayfasını aralamaktadır.
Hazar Bölgesi enerji kaynakları üzerinde oynanan oyunları inceleyen Çağrı
Kürşat Yüce ise bölgede sürdürülen güç mücadelesinin sadece enerji
yataklarından alınacak payları değil, bu havzada üretilecek enerjiyi dünya
pazarlarına taşıyacak güzergâhlar üzerine de olduğunu söylemektedir. Ersin
Özmen ise Sudan’daki Darfur sorununa geçmişten bugüne dış güçlerin
müdahalelerine de yer vererek geniş bir yelpaze ile yaklaşmakta ve
Türkiye’nin Sudan Darfur konusunda izleyebileceği dış politikaları
değerlendirmektedir.
Mesut Taştekin, AB Güvenlik Stratejisi Dokümanı’nı analiz ederken bir
yandan AB’nin küresel bir aktör olma niyetini sorgulamakta diğer yandan
Türkiye’nin Avrupa güvenliğine yapabileceği katkılara değinmektedir. Sinan
Çaya ise Türk Ordusu’nun bütünleştirici rolünü ortaya koyarken farklı
bölgelerden bireylerin sosyalleşmesi ve kişisel gelişmelerinde de önemli bir
işlev edindiğini ifade etmektedir.
Derginin akademik yayın hayatına kazandırılmasına destek olan başta
Mütevelli Heyeti Başkanımız Sayın Adem ÇELİK ve Sayın Rektörümüz
Prof.Dr. Cuma BAYAT olmak üzere üniversitemizin tüm akademik ve idari
personeline teşekkür ederiz.
Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ
Genel Yayın Yönetmeni
The Beykent University Strategic Research Journal started its publication life
to make significant contributions to the national and international scientific
literature. The first issue of our journal includes articles of several topics in the
field of international relations with an interdisciplinary approach.
Rıza Sam examines the locus of Turkey in various balances of power,
depending on conjunctural fluctuations, as well as the political impasses of the
country, and probes Turkey’s place in the new world order. Taking as his point
of departure the shift from theory to practice of the powers and the balance of
power within the context of the 21st century security, Sait Yılmaz investigates
the effects of these trends on national power and power politics. Gökhan
Akyan introduces analytic approaches pertaining to the action strategies and
decision alternatives of analysts and decision makers in the face of an
international problem.
Discussing NATO, Turkey and ESDP relations, Mirelle Sadege questions
Turkey’s dilemmas of preference between USA and EU with respect to the
country’s foreign policy priorities. Focusing on cultural imperialism in the new
international order, Suat Sungur examines globalization, the technological
developments in the field of communications, and the globalization of
communication. In his article on the pressures and sanctions Tsarist Russia put
on the Turkic people, Engin Akgün sheds critical light on that historical
period.
Çağrı Kürşat Yüce studies the games played over the energy sources of the
Caspian Region, and argues that the ongoing power struggle in the region
concerns not only the shares to be gained from the energy deposits, but also the
routes along which the energy to be produced in this basin would be
transported to world markets. Ersin Özmen’s expansive analysis of the Darfur
problem in Sudan includes a look at the historical interventions of external
forces, and assesses the possible foreign policies Turkey can adopt with
respect to the Darfur problem.
In his analysis of the EU Security Strategy Document, Mesut Taştekin
examines the intention of the EU to become a global actor and discusses the
contributions Turkey can make to the European security. Asserting the
unifying role of the Turkish Army, Sinan Çaya points out the critical function
the Army serves with respect to the socialization and personal development of
individuals from different regions.
We thank all the academic and administrative personnel of our university,
foremost Adem ÇELİK, the President of the Board of Trustees, and Prof. Dr.
Cuma BAYAT, our Rector, for supporting us in bringing our journal into the
world of academic publications.
Assistant Prof. Sait YILMAZ
Editor in Chief
BU SAYININ HAKEMLERİ (REFREES OF THIS ISSUE)
,
Prof. Dr. Cemalettin TAŞKIRAN ........Kırıkkale Üniv. (Uluslararası İlişkiler)
Prof. Dr. Erol EREN ............................Beykent Üniv. İİBF (İktisat)
Prof. Dr. Cafer Tayyar ARI..................Uludağ Üniv. (Uluslararası İlişkiler)
Prof. Dr. Muhittin KARABULUT .......Beykent Üniv. IIBF
Prof. Dr. Beril DEDEOĞLU................Galatasaray Üniv.(Uluslararası İlişkiler)
Prof. Dr. Mustafa DELİCAN ...............Beykent Üniv. (Uluslararası İlişk.)
Prof. Dr. Haydar ÇAKMAK ................Gazi Üniv. (Uluslararası İlişk.)
Prof. Dr. Ünsal OSKAY ......................Beykent Üniv. (ileşitim) Sinema-TV
Prof. Dr. İlter TURAN .........................Bilgi Üniv. (Uluslararası İlişk)
Prof. Dr. Mehmet ERDOĞAN.............Beykent Üniv. (Matematik)
Prof. Dr. Ahmet TAŞAĞIL..................Mimar Sinan Üniv.Fen-Edeb. (Tarih)
Prof. Dr. Esat ARSLAN.......................Çağ Üniv. (Uluslararası İlişkiler)
Doç. Dr. Hasan ÜNAL.........................Bilkent Üniv. (Uluslararası İlişk.)
Doç. Dr. Veysel KILIÇ ........................Beykent Üniv. (İngiliz Dili Edebiyatı)
Doç. Dr. Mesut Hakkı CAŞIN .............Yeditepe Üniv. (Uluslararası İlişkiler )
Doç. Dr. Ertan EFEGİL .......................Beykent Üniv. (Uluslararası İlişkiler )
Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ................Beykent Üniv. (Uluslararası İlişkiler)
Yrd. Doç. Dr. Gonca BAYRAKTAR ..Beykent Üniv. (Uluslararası İlişkiler)
Yrd. Doç. Dr. Neziha MUSAOĞLU....Beykent Üniv. (Uluslararası İlişkiler)
Yrd. Doç. Dr. Muzaffer ÜREKLİ ........Beykent Üniv. (Uluslararası İlişkiler)
İÇİNDEKİLER/ CONTENTS
Sayfa No
Yeni Dünya Düzeninde Denge Arayışları, Çatışan Dengeler Ve Türkiye’nin
Politik Açmazları
Rıza SAM………………..………………………………………………………....1 - 26
Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi
Sait YILMAZ…………………………………………………………………..…27 - 65
Teorik Karar Alternatifleri ve Aksiyon Stratejilerine Matematiksel Yaklaşım
Gökhan AYKAN..…………………………………………………………...........66 - 81
Türkiye, NATO ve AGSP
Mireille SADÈGE……………………………..……………………………..…...82 – 93
Kültürel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme, İletişim ve Yeni Uluslararası
Düzen
Suat SUNGUR …………………………………………………………...……...94 - 138
Çarlık Rusyası’nın Türk Halklarına Yönelik Politikası ve Bu Bağlamda
Uygulamaya Koyduğu Yaptırımlar
Engin AKGÜN…………………………………………………..……………..139 – 157
Hazar Enerji Kaynaklarının Türk Cumhuriyetleri İçin Önemi ve Bölgedeki
Yeni Büyük Oyun
Çağrı Kürşat YÜCE…………………………………………………...………..158 - 183
Sudan’ın Darfur Bölgesi Sorunu
Ersin ÖZMEN……. …………………………………………………………...184 - 212
On The Strategy Document Of The EU And Turkey
Mesut TAŞTEKİN……………………………………………………………..213 - 236
The Military As An Ongoing Nation-Builder In Turkey
Sinan ÇAYA………………...…………………………………………….……237 - 247
KAPSAM/ SUBJECTS
Uluslararası İlişkiler/International Relations
● Ulusal Güvenlik / National Security
● Uluslararası Güvenlik / International Security
● Güvenlik Bilimleri / Security Sciencies
● Terör / Terror
● İstihbarat / Intelligence
● Uluslararası Kuruluşlar / International Institutions
● Teknoloji / Technology
● Uluslararası İlişkiler Teorileri / Int. Relations Theories
● Orta Doğu / Middle East
● A.B.D. / U.S.A.
● AB ve Avrupa / EU and Europe
● Afrika / Africa
● Avrasya / Euroasia
- Kafkasya / Caucasus
- Orta Asya / Central Asia
- Rusya / Russia
● Asya- Pasifik / Asia-Pasific
● Latin Amerika / Latin America
● Kıbrıs / Cyprus
● Diaspora / Diaspora
● Teoloji ve Sosyo-Kültürel Konular / Teology and Socio-Cultural Issues
● Lojistik / Logistics
Ekonomi Politik/Political Economy
● Ekonomi Politik /Political Economy
● Küreselleşme / Globalization
● Lojistik / Logistics
● Enerji ve Su Konuları / Energy and Water matters
● Kurumlar ve Bölgesel Çalışmalar / Instutions and Regional Studies
Uluslararası Hukuk/International Law
● Uluslararası Çatışma Konuları / Int. Conflict Issues
● Uluslararası Adalet / International Justice
● Uluslararası Sorun Çözme / Int. Dispute Settlement
Uygulamalı Araştırmalar/Applied Research
● Strateji ve Karar Vermede Matematiksel Yaklaşım
/ Math Approach to Staretgy and Decision Making
● Uluslararası Sorunların Analizi / Analysis of International Affairs
● Harekat Araştırması / Operational Resarch
Vak’a Analizleri/Case Analysis
Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1 (1), 2008, 1-26
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY
YENİ DÜNYA DÜZENİNDE DENGE ARAYIŞLARI,
ÇATIŞAN DENGELER VE TÜRKİYE’NİN POLİTİK
AÇMAZLARI
Rıza Sam∗
ÖZET
Günümüzde her ülke, birbirinden farklı güç merkezlerinin yoğun rekabeti nedeniyle
periferide kalmamak için güç istenciyle hareket etmektedir. Bu istenç, çoğu kez kendini
bir refleks olarak ortaya koymaktadır. Kendini koruma arzusunun ön planda olduğu
böyle bir refleksin süreç içerisinde beklenilmeyen sonuçlarıyla da karşılaşılmaktadır.
Güç istenciyle hareket eden her ülkenin böyle beklenilmeyen bir sonuçla karşı karşıya
kalmasında, kısaca çoğu kez kötü ve daha kötü bir tercihte bulunmasında “riske
girmenin riskleri ve riske girmemenin risklerinin” farkındalığının baskı ve basıncı
büyük rol oynamaktadır. Bu çalışmada Türkiye'nin tarihsel süreç içerisinde
konjonktürel dalgalanmalara bağlı olarak birbirinden farklı güç dengelerinde yer alışı
ve politik açmazları ele alınmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Batılılaşma- Siyaset, Güç Dengeleri, Denge Açmazları, Güç
İstenci.
ABSTRACT
In the present era marked by intensive competition between different power centres,
every country acts with ‘will to power’ in order not to stay in the periphery. This ‘will
to power’ is often manifested as a reflex. Unexpected consequences of such a reflex in
which the desire of self-protection is foregrounded, may unfold in the process. The
pressure and strain that stem from the realization of “the risks of taking risks and the
risks of not taking risks” lead every country (acting with the will to power) face an
unexpected consequence that often compels it to choose between bad and worse. This
study aims to examine Turkey’s changing situatedness within various power groups and
its political impasses due to conjunctural fluctuations throughout history.
Keywords: Westernization- Politics, Power Balances, Balance Impasses, Will of
Power.
1.GİRİŞ
Günümüzde pek çok aktör tarafından birbirinden farklı düzeylerde resmi veya
gayri resmi olarak koalisyonlara, ekonomik işbirliğine ve savunmaya yönelik
∗
Yrd. Doç. Dr., Pamukkale Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, [email protected]
Yeni Dünya Düzeninde Denge Arayışları, Çatışan Dengeler Ve Türkiye’nin Politik Açmazları
girişimlerde bulunulmaktadır. Böyle bir girişimde, bazı ülkeler, bir taraftan,
hem ekonomik refahlarını hem de savunmalarını arttıracak organizasyonlarda
yer almak suretiyle, rakipleriyle yarışta üstün bir konuma gelmekte; diğer
taraftan da, dokunulamaz bir zırha bürünebilmektedirler. Bu bağlam içerisinde
meydana gelen oluşumlar, bir süre sonra, güç eşitsizliğinin de önemli
tetikleyicileri haline gelmektedir. Doğal olarak, oluşan bu güç dengeleri
karşısında
güçsüzlüğünü
yaşamak
istemeyen
her
ülke,
konjonktürel
dalgalanmalara bağlı olarak umduğu faydayı temin etmek üzere, istese de
istemese de bir oluşum içinde bulunmaya kendini zorunlu hissetmektedir.
Bu anlamda, günümüzde birbirinden farklı güç merkezlerinden ve bu güç
merkezlerinin birbirleriyle çok değişkenli rekabetinden bahsedilebilir. Deyim
yerindeyse dünya, adeta güç dengelerinin doğurduğu dengesizlikleri aşmak ve
yeni bir denge tesis etmek isteyenler için birbirinden farklı kamplara
bölünmüştür. Özellikle Weimar Üçgeni, Şanghay Altılısı, Asya Kaplanları,
Avrasya Balkanları, Avrupa Birliği vb. oluşumlar, bu farklı kamplara ya da
kutuplara bölünmüşlüğün bir ifadesi olarak örnek gösterilebilirler. Anılan
oluşumlar, içinde yer alanlara belli kazanımlar sağlamakla birlikte, zaman
zaman kaybettirdikleriyle de dikkat çekmektedirler. Örneğin böyle bir
birliktelikte umulan fayda temin edilemediğinde veya birliğin yapısının
genişlemesi söz konusu olduğunda, hiç arzu edilemeyen durumlara da “zımni
evet” demek zorunda kalınabilmektedir.
Bu durum, istenilmeyen bir karara baskı ve basınç altında imza atmak zorunda
kalındığında, tarihsel, coğrafi ve kültürel bir geçmişin ve birlikteliğin
bulunduğu soydaşların, akrabaların ya da yakınların küstürülmesi tehlikesini
de potansiyel olarak bünyesinde barındırmaktadır. Bunun yanı sıra, bazen de
konjonktür değiştiğinde, birliğin ya da oluşumun var olma nedeni ortadan
kalkmaktadır. İşte o zaman da birlik içindeki herkesin, birbirlerine yük
olduklarını haykırmaya ve geçimsiz bir tavra bürünmeye başlamaları suretiyle
hiçbir sakınca görülmeksizin, ya yeni bir oluşumu yapılandırmaya ya da
2
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,1-26
Rıza Sam
kendilerini
daha
huzurlu
hissedebilecekleri
başka
bir
organizasyona
yönelebilmeleri söz konusudur. Elbette, bunu yaparken, yönelmek istedikleri
organizasyonlara kendilerinin ne denli gerekli olduklarının zeminini tercih
edilebilme gerekçesi olarak önceden planlanmış birlik inşası faaliyetine girmiş
bulunmaktadırlar. Kısaca, her oluşum ya da birliktelik “dikensiz bir gül
bahçesi” vaat etmemektedir.
Bu çalışmada, gerek Osmanlı dönemi gerekse
Cumhuriyet dönemi
Türkiye’sinden günümüze gelinceye kadar geçen süre içerisinde dünyadaki
güç dengelerinin doğurduğu güç eşitsizlikleri ve dengesizliklerinin aşılması
için denge arayışları ve her denge arayışının kendi içerisindeki açmazları
ortaya konulmaya çalışılacaktır.
2. BATILILAŞMA SİYASETİNİN FARKLI GÜÇ MERKEZLERİ
ÜZERİNDEN YÜRÜTÜLMESİ
Denilebilir ki, Osmanlı Devleti tarih sahnesine çıktığı andan itibaren ilk siyasi
yenilgisini alıncaya kadar geçen süre içerisinde, kendi içine kapanan ve
kendisiyle yoğun bir hesaplaşmaya giren Batı’yı ve Batı’da meydana gelen
yenilik ve değişmeleri şaşkınlık içerisinde karşılamaktan uzak bir tavır
sergiliyordu. Güç dengeleri tersine dönünce, Osmanlı Devleti, Batı’daki
yenilik ve değişmelerin boyutunu ciddi bir biçimde fark etti ve Batı karşısında
yitirdiği gücünü tekrar toparlayabilmek için, dünya dengeleri içerisindeki
yerini koruyabilmek üzere, kendini güçlü kılabileceğini düşündüğü, askeri
alanda birtakım tedbirler alma yoluna gitti.
Batı’nın üstün olduğunun zoraki onayı, 1596 “Eğri Seferi”nde Avrupa’daki
yeni ateşli silahlar devriminin tüfekleriyle karşılaşmada şaşkınlık içerisinde
kalınması sırasındadır, denilebilir. Anılan tarih, Osmanlı maliyesinin ve devlet
ekonomisinin çöktüğü, askeri teknolojinin ve sanayideki gelişmelerin
izlenememesi nedeniyle Osmanlı’nın savaş sanayisi ile birlikte askerlik
alanında gerilediği bir tarihi işaret etmektedir (Berkes, 2002: 76-77).
3
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,1-26
Yeni Dünya Düzeninde Denge Arayışları, Çatışan Dengeler Ve Türkiye’nin Politik Açmazları
Osmanlı Devleti’nin sürekli gerilemesinin ve çözülmesinin bir türlü
durdurulamaması,
onun,
Batı’nın
gelişen
ezici
üstünlüğü
karşısında
tutunamamasına ve Batı ile girişeceği güç ilişkilerinde çok zor anlar
yaşamasına neden olmuştur. Bu bağlamda, Batı’nın askeri alanda ezici
üstünlüğünü hissettirdiği 1683 Viyana bozgunu, bu zor anların bir başlangıcı
olarak nitelendirilebilir.
Bu tarihten sonra 26 Ocak 1699’da imzalanan “Karlofça Barış Antlaşması” ile
Osmanlı Devleti için bir devrin bittiği ileri sürülebilir. Çünkü Osmanlı
İmparatorluğu ilk kez, açıkça kesin bir savaşta yenilmiş bir devlet olarak barış
imzalamış ve uzun süredir Osmanlı idaresinde bulunan ve Dar-ül İslam’ın bir
parçası sayılan geniş toprakları terk etmek zorunda kalmıştır. Bunun yanı sıra,
1718 “Pasarofça Antlaşması”yla Osmanlı Devleti kendi denetiminde olan ve
yapılandırmış olduğu daha başka toprakları da yitirmiştir. Nitekim, Karlofça ve
Pasarofça Antlaşmalarını izleyen diğer antlaşmaların hemen sonrasında
merkezi hükümetin hem taşra üzerindeki otoritesi gittikçe zayıflamış hem de
İmparatorluğa bağlı eyaletler bir bir bağımsızlıklarını ilan etmeye başlamıştır.
İşte tam bu sırada “Büyük Petro” idaresindeki Rusya, Osmanlı Devletinin
önünde enerjik bir Batılılaşma ve Modernleşme programının bütün
zafiyetlerden sıyrılabilme ve tekrar rakipleri ile mücadelede denk bir güç
olarak kendi dinamikleri ve yeteneklerini ortaya koyabileceği (Lewis,1993:3846) örnek bir ülke olarak durmaktadır.
Böylelikle, Osmanlı Devleti, tekrar güçlü günlerine dönebilme ümidiyle
Batılılaşma serüvenine, Batı Avrupa karşısında geri kalmışlığını yoğun olarak
eksikliğine bağladığı askeri-teknik reformlarla kapatmaya çalışmakla adım
atmış oluyordu (Ortaylı, 2001: 18). Ancak Batılılaşma yolunda atılan bu
adımlar, farklı güç dengelerinin birbirleri üzerindeki hiyerarşik güç
eşitsizliklerinin stratejik önemi dikkate alınarak gerçekleştirilmiştir. Bu
çerçevede Osmanlı Devleti’nin Batılılaşma hareketlerine, Batı içinde farklı
çıkar merkezlerinin bulunması nedeniyle, bu merkezler arasındaki çıkar
4
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,1-26
Rıza Sam
ayrılıklarını değerlendirerek ve bunları birbirine karşı kullanarak girdiği
söylenebilir. Nitekim farklı zaman dilimlerinde birbirinin aynı olmayan Batılı
ülkelerin yanında Osmanlı Devleti’nin yer alması, Batılılaşma siyasetinin
farklı güç merkezlerinin (Gevgilili, 1990: 69) egemen konumuna gelmelerine
göre gerçekleştirildiğini doğrulamaktadır.
Bu bağlamda birbirinden farklı anlamda ve doğrultuda Batılılaşma’dan
bahsedilebilir.
İlk
önceleri
toprak
yitimiyle
başlayan
güç
kaybını
durdurabilmek amacıyla askeri ve teknik alanda yapılmaya çalışılan yenilikler,
zamanla boyut değiştirerek, Batı’daki güç merkezlerinin amaçlarına hizmet
eden bir araç konumuna getirilmiştir. Özellikle zaman zaman ortaya çıkan
veya suni olarak yaratılan krizlerde, krizlerin başarıyla yönetilememesi
durumunun yaşanılması, beraberinde birinin diğerine karşı denge amacıyla
kullanılan farklı güç merkezlerine ciddi tavizler verilmesine yol açmıştır.
Bunun nedeni Batı’daki hızlı değişime ayak uyduramaması ve yenilikleri,
kendi kültür dinamiklerine bağlı olarak gerçekleştiremeyişinden ileri
gelmektedir. Sonuç itibariyle, her denge arayışı, siyasi yapının her geçen gün
önüne geçilemeyen bir güç yitimiyle daha da dengesizliğe bürünmüştür.
Yaşanılan bu durum, siyasi arenada iktidar eyleyenleri, dışlanmamak için
Avrupalılık
ve
Batılılık
aidiyet
duygularını
yüklenebilen
sembollere
yönelmeye ve onlara bel bağlamaya fazlasıyla motive etmiştir.
3.
BATILILAŞMA
SİYASETİNİN
MODERN
İMAJLARLA
DESTEKLENMESİ
Batılı devletlerin önlenemeyen yükselişi, beraberinde, onlara dünya egemenliği
ve zenginliğini getirmiştir. Dolayısıyla böyle bir güç karşısında güçsüzlüğünü
yoğun olarak yaşayan ülkeler, semboller üzerinden, ne derece Batılı
olduklarını ispat edebilmek için birbirleriyle yarışa girmişlerdir. Bu sayede,
yaşanılan güçsüzlüğün modern imajların kullanılmasıyla kapatılması söz
konusudur. Bu bağlamda birbirinden farklı dönemlerde siyasi arenada hükümet
5
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,1-26
Yeni Dünya Düzeninde Denge Arayışları, Çatışan Dengeler Ve Türkiye’nin Politik Açmazları
eyleyen iktidar sahiplerinin farklı bir modern imajla sahneye çıkması, bir
anlamda, Batıdaki güç dengelerinin değişimine yönelik uygulanan bir strateji
olarak düşünülebilir.
Örneğin Lale devrinde İbrahim Müteferrika’ya matbaanın kurdurulması ve üç
yüzyıl geriden de olsa Avrupa’daki yayınların basılarak ve çevrilerek takibine
çalışılması ile, bir bakıma, Batı zihniyetinin aktarımının sağlanılmak istendiği
söylenebilir. Bunun yanı sıra Batı’ya elçiliklerin açılması ve oraya, yenilikleri
takip etmesi için elçilerin gönderilmesiyle de (Ülken, 1999: 25-26), Batı’nın
gözünde onun zihni takipçiliğinin yapıldığı, modern imajlarla pekiştirilmek ve
bir izlenim uyandırılmak istenmiştir. Ayrıca, Batı’ya ve Batılı yaşantıya
duyulan özlem ve hayranlığın doruklarda seyretmesiyle, bu dönemde, adeta
“Nedim’in şiirlerinde anlattığı biçimde yaşamaya büyük bir çaba sarf
edilmiştir” (Küçükömer, 1989: 50-51). Daha sonraları izleyen dönemlerde de
gazetecilikle birlikte “Tercüme Odaları”ndan yetişen ve geleceğin ilk Avrupa
dilini öğrenen ve kendini yetiştiren aydınlar sayesinde, Avrupa edebiyatı ve
fikir dünyası ile tanışılmıştır (Berkes, 2002: 199). Gerçi her girişim kendini
güvence altına alabilmek amacıyla yapılsa da, sonuçta Batı’dan alınan her
unsuru, hiç sorgulamadan bir üstünlük edasıyla ve teslimiyetçi bir tavırla
insanların kendi bireysel ve kültürel özlerini köreltme pahasına kullanmaları ve
bunda bir sakınca görmemeleri, hem kendine hem de kültürüne yabancı bir
yığın kimliğin baskın bir konuma gelmesine uygun bir zemin hazırlamıştır.
Fakat bütün olumsuzluklara ve sorun yaratıcılığına rağmen, Batının her
defasında yaşanan açmazların aşılmasında daha da güçlenmiş bir şekilde
kendini gösterdiğine tanık olunmaktadır. Bu durum, Batının kendi içinde
çelişkiler yaşadığı dönemlerde de değişmemiştir. Örneğin, Batı’da Fransız
ihtilali ve onun getirdiği hürriyet, kardeşlik ve eşitlik vb. kavramların tarihsel
ve kültürel doku ile ilişkisi kurulmadan, temelsiz, sloganvari kullanımlarından
kaynaklanan olumsuzlukların dahi yine Tıbbiye, Mülkiye ve Harbiye’nin
açılmasıyla ve bu okullar aracılığıyla modern Batılı düşüncenin Türk
6
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,1-26
Rıza Sam
toplumuna girişinin sağlanılmasında (Davison, 1963: 59-80) bir an bile
tereddüt edilmediği fark edilebilir. Hatta Tanzimat dönemi ayrıntılı bir şekilde
incelendiğinde, yapılan merkeziyetçi düzenlemelerin açık bir şekilde Fransız
devlet sistemi kopya edilerek gerçekleştirildiği (Arai, 1992: 2), rahatlıkla
görülebilir.
Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde özellikle geçmişi bir saplantı konusu haline
getirebilecek her türlü eğilimin radikal olarak karşısında durulmuş ve geçmişe
dönük özlemlerden tamamen bağımsız bir gelecek kavrayışına geçilmiştir.
Gerçekleştirilmesi istenen en temel ideal ise, saplantısız, açık bir kültür sahibi
(fikri ve vicdanı hür) ve etkin yurttaşlardan oluşan modern bir toplum inşa
etmektir. Doğal olarak, kurulacak böyle bir politik toplum, herhangi bir kök
saplantısı üzerine inşa edilemezdi (Öğün, 2000: 132-134). Bu anlamda,
“Kurtuluş Savaşı”ndaki siyasal rejim tartışmaları içinde bir şekilde
biçimlenmeye başlayan, ancak 1930’larda kesin formülasyonunu kazanan
Kemalizmin, topyekün ve ödünsüz bir Batılılaşma programını bünyesinde
barındırdığı söylenebilir (Köker, 2000: 234). Bu durum, Cumhuriyetin
kendisinin
Batılılaşma
projesinin
resmileşmesindeki
son
noktayı
oluşturmasından (Tachau, 1962: 176) ileri gelmektedir.
Böyle bir düşünüş tarzı ve yapılanma içerisinde de toplum hayatında yenilikler
aracılığı ile meydana getirilmek istenen değişimlerin yoğun bir muhalefetle
karşılaşmaları ve değişim ajanlarının tutucu güçlerin hedefi olmaları
engellenmeye çalışılmış ve her fırsatta tutucu muhalefetin karşısına farklı bir
argümanla çıkılmıştır. Bütün bu girişimler, yoğun muhalefetin ve geleneğin
etkisini kırma amacına yöneliktir.
Özellikle, 1929 yılında “Cumhuriyet Gazetesi”nin düzenlediği “Miss Turkey”
yarışması, bu yönde atılan önemli bir adımdır, denilebilir. Türkiye’de ve
çoğunluğu İslam olan bir toplumda ilk kez böyle bir yarışma düzenlenmesinin
anlamı, ticari olmaktan ziyade siyasal bir olaydı; bir bakıma yenilik getirmenin
Avrupa’ya ve uygar dünyaya benzemenin bir başka yoluydu. İlki 1932’de
7
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,1-26
Yeni Dünya Düzeninde Denge Arayışları, Çatışan Dengeler Ve Türkiye’nin Politik Açmazları
ikincisi 1952’de yarışmaya katılan “Miss Turkey”ler “Dünya Güzellik
Kraliçesi”
unvanını
elde
etmişlerdir.
Burada
güzellik
yarışmalarıyla
gerçekleştirilmesi düşünülen şey, kısmen de olsa kent alt-orta sınıfının iffet
taslamasını zayıflatmak ve bu sınıftan kadınlar arasında bir güven duygusu
yaratmaktır. Bununla birlikte, 1932, 1934 ve 1935’te kadınlara tanınan bir
takım haklarla da onların politik arenada yer almaları sağlanmıştır.
Ayrıca, sanayi teşvik konusu ile devlet, yerli kapitalistler yaratmaya
koyulmuştur. Memleketin tam anlamıyla Avrupalı hayat tarzına alıştırılması
yönünde yoğun çaba harcanmıştır. Öyle ki; opera ve bale grupları oluşturulmuş
ve bunlar, Avrupa’dan getirilen yönetmenlerce yönetilmiştir. Bu arada
melodileri kederli olan Türk Müziğinin dinamik ve devrimci Türkiye için
yetersiz kaldığı düşünülmüştür. Bu amaçla, söz konusu eksikliği giderebilmesi
için Ankara Radyosu’na “Klasik Batı Müziği” yayını yapması (Ahmad, 1995:
126-139) ısrarlı bir şekilde önerilmiştir.
Ancak, Batı kültürüne aşina olunması yönünde alınan bu tedbirler, geniş halk
kesimlerine hitap etmiyordu. Dolayısıyla yenilik yolunda yapılan her atılım ve
adım, beklentileri boşa çıkarıyordu. Gerçi, moda ve tüketim maddeleri
üzerinden bir aşinalık sağlanıyordu; ama bu giyilen elbisenin sırıtışına engel
olmuyor ve onu kullananı gülünç olmaktan kurtarmıyordu. Bu bağlamda,
yenilik ve değişmelerin planlandığı şekliyle seyri, sadece batıcılar ve
modernleştiriciler için söz konusudur, denilebilir.
Aslında buradaki en önemli sorun, modern imajların modern fikirlerden daha
önemli olmasından kaynaklanmaktadır. Yaşanan sorun, imajlar aracılığı ile
gündeme gelen modern kimliklerin esasında aşırı gerçekçi mahiyette; yani
sahici gibi görünen, ancak sahteciliği ve inşa edilmişliği barındıran kimlikler
(Kadıoğlu, 1999: 31-32) olmasından ileri gelmektedir. Göz önünde
bulundurulmayan şey ise, Batı Avrupa tarzı modernleşme ve ulus devlet
oluşumunda, burjuvazinin yani kapitalizmin gelişimi ile ilintili olduğudur
(Zolberg, 1987: 54). Dolayısıyla gerçek temeller üzerine kurulmayan,
8
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,1-26
Rıza Sam
yukarıdan aşağıya bir dayatma ile inşa edilen kimliklerin yaşama şansı
bulunmamaktadır.
4. DÜNYA SAVAŞI SONRASI GÜÇ DENGELERİNDE ATLANTİK
PAKTI’NDA YER ALINMASI
II. Dünya Savaşı sonrasındaki gelişmeler, Türkiye açısından bir yandan ciddi
tehlikeler oluştururken, diğer taraftan tehdit olarak algıladığı unsurlara karşı
koyabileceği fırsatları da beraberinde getirmiştir. Özellikle hiçbir yükümlülüğü
yok iken Kore’deki savaşın durdurulabilmesi için asker gönderilmesiyle belli
bir Batılı oluşum içerisinde bulunabilmenin gerekli alt yapısı oluşturulmuştur.
Bilindiği üzere Avrupa’da Sovyet emperyalizmi ve üstünlüğü belirmeye
başladığı andan itibaren, Avrupa’nın Sovyetlerce yutulması tehlikesi gündeme
gelmiştir. Özellikle Sovyetlerin İran’a yerleşme çabaları, Türkiye’yi tehdit
edişi, Avrupa’da Sosyalist Blokun kuruluşu, Fin-Sovyet İttifakı, Yunanistan
üzerinde baskılar kurulması vb. gelişmeler, ABD’nin Avrupa’dan çekilmek
yerine, ona daha da kuvvetli sarılmasına neden olmuştur. Bundan dolayı ABD,
1947 Mart’ında Truman Doktrinini, 1947 Haziran’ında da Marshall Planını
ortaya atmıştır. Truman Doktrini, Amerika’nın Sovyet tehdidine maruz kalan
ülkeleri destekleme kararını ve Marshall Planı da hür Avrupa’yı ekonomik
bakımdan kalkındırma ve güçlendirme kararını ifade ediyordu (Armaoğlu,
1993: 423-436).
İşte bu noktada Sovyet tehdidine karşı Kuzey Atlantik Paktı’nın (NATO)
Varşova
Paktı
güçlendirilmesi
karşısında
sağlanıyordu.
Amerika’nın
Türkiye’nin
da
bu
katkıları
süreçte
ve
desteğiyle
Kore’ye
asker
göndermekle yapmış olduğu diplomatik manevra da, bir süre sonra bütün
itirazlara rağmen İtalya ve ABD’nin önderliğinde ve ikna ediciliğinde, NATO
vizesiyle, fedakarlığının bir karşılığı olarak ödüllendiriliyordu. Bir anda
Türkiye, Batı’nın en önemli müttefiki haline gelmiştir. Çünkü Sovyet tehdidine
karşı en önemli kalkan konumundadır.
9
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,1-26
Yeni Dünya Düzeninde Denge Arayışları, Çatışan Dengeler Ve Türkiye’nin Politik Açmazları
Türkiye’nin NATO üyeliğine, biri akılcı diğeri duygusal olmak üzere iki
açıdan
yaklaşılabilir.
Akılcı
açıdan
NATO,
Türkiye’nin
Sovyet
saldırmacılığına karşı bir güvence olarak görülmüştür. Ayrıca bu sayede
Batı’dan Türkiye’nin modernleşmesini mümkün kılacak yardımı ve borç para
akışını sağlama bağladığı da düşünülmekteydi. Duygusal açıdan ise,
Türkiye’nin nihayet Batılı uluslar tarafından eşit koşullarda kabul gördüğünün
bir işareti olarak yorumlanmıştır (Zürcher, 2002: 342).
NATO’nun ABD’nin desteği ile kurulduğu ve bu güvenlik birliğine
Türkiye’nin kabulünde ABD katkıları düşünüldüğünde, Demokrat Parti’nin
önde gelenlerinin sloganlarını ABD’ye endeksli olarak dillendirme çabaları da,
oldukça anlamlı hale gelmektedir. Özellikle Türkiye’de bir kuşak içinde ve her
mahallede bir milyoner yaratılacağı vaat edilerek, ülkenin “Küçük Bir
Amerika” yapılacağı vurgulanmaktadır. Neden “Büyük Bir Türkiye” değil de
“Küçük Bir Amerika” yaratılmak istenmesinin altında ise, rotanın Batılılaşma
serüveninde ABD’ye çevrilmesi bulunmaktadır. Yani bundan sonra Batı
Avrupa’da umduğunu bulamayan Türkiye’nin Batı olarak Amerika’yı
hedeflemesi ve yeni dünya düzenindeki dengeler içerisinde Amerika’ya
yaslanarak ve bu arada “Küçük Bir Amerika” olarak yer alma isteği söz
konusudur. Böylelikle, bir zamanlar Batı Avrupa’ya neden olabileceği
hoşnutsuzluk ihtimaline maruz kalmamak için gösterilen sempati, bu kez
ABD’ye hem de onun uydusu olarak gösterilmektedir.
Bu sempatinin, genelde Batı’nın, özelde ise petrol şirketlerinin çıkarlarına
hizmet ettiği söylenebilir. Çünkü 1952’de NATO’ya kabul edildiği tarihten
itibaren, Türkiye’nin adeta mümkün olan her yerde, Batı davasının
savunuculuğunu yaparak, Batılı gibi görünme ve değerlendirilme beklentileri,
bir anlamda, yerini bizim Batılı olup-olmamamızdan çok, Batı’nın bizden ne
kadar fazla kazanç elde edebileceği bir oluşuma terk etmiştir. Nitekim bir
Pentagon uzmanı olan Wolfowitz raporunda şöyle demektedir: “Türkiye’ye
yeniden bir müttefik olarak davranmamız gerekmektedir. Çünkü, düşmanımızın
10
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,1-26
Rıza Sam
geleneksel düşmanı dostumuzdur” (Ahmad, 1995: 232-288). Bu anlayış
çerçevesinde Türkiye, ABD’nin düşmanlarının geleneksel düşmanı olmadığı
sürece, onun dostluğunu sağlama alma şansını elde edemeyecektir.
Kuşkusuz Türkiye, kendisine ABD’nin Atlantik Paktı’nda sağladığı destekle
güvenli bir yer elde ederek, birçok avantaja sahip olmuştur. Ancak Türkiye,
uzun süreli olarak, bu avantajlarının rahatlığını yaşayamamıştır. Çünkü ABD,
1952 tarihi dikkate alındığında, Ortadoğu’da bölgesel bir ittifak kurmayı
düşünmekte ve bu amaçla hem Türkiye’yi hem de Mısır’ı bir araya getirmeyi
istemektedir. Ancak böyle bir teklif karşısında, her iki ülke de çok az isteklidir.
Fakat bir tercihte de bulunulması gerekmektedir. Türkiye’nin İsrail-Filistin
çatışması sırasında tercih ettiği tavır dikkate alındığında, bunun Arap ülkeleri
açısından hiç de memnuniyetle karşılanmadığı söylenmelidir (Zürcher, 2002:
342). Kısaca ABD, Atlantik Paktı’nda destek vererek Türkiye’nin dikkatini
kendi üzerine çekmekle birlikte yapmış olduğu yardımın karşılığında
beklentilerinin bir an önce gerçekleşmesini isteyen bir ülkedir. Bu yardımların
bedelini Türkiye, Arap ülkeleri ve zaman zaman komşularıyla ilişkilerinin
tehlikeye girmesi veya zedelenmesi ile fazlasıyla ödemek zorunda kalmıştır.
Özellikle SSCB’nin dağılması ile birlikte bir denge unsuru olan Varşova
Paktı’nın da önemini yitirmesiyle, bir anlamda NATO’nun varlık nedeni
ortadan kalkmıştır. Dolayısıyla, bu gelişmeler karşısında, bir zamanlar Sovyet
tehdidine karşı bir kalkan olarak görülen Türkiye, artık, tehlikenin ortadan
kalkmış olması sebebiyle birliğin içinde yalnız kalma veya birliğin yeni dünya
dengelerinde daha da işlevsel kılınabilmesi için genişletilmesinin sıkıntılarını
yaşamaya başlamıştır. Yaşanılan bu durum, Türkiye’nin yeni dünya dengeleri
içerisinde yer alabilmek ve elindeki kozları güçlendirebilmesi için, birliğin
dışında yeni arayışlara girmesi anlamına gelmektedir. Bu amaçla, her fırsat,
siyasal,
ekonomik,
sosyal
ve
kültürel
kazançlara
dönüştürülerek
değerlendirilmek istenmektedir. Nitekim Karadeniz Ekonomik İşbirliği
11
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,1-26
Yeni Dünya Düzeninde Denge Arayışları, Çatışan Dengeler Ve Türkiye’nin Politik Açmazları
Bölgesi’nin tercih edilmesi de böyle zorunlu bir arayışın sonucunda ortaya
çıkmıştır.
5. BİR DENGE OLARAK KARADENİZ EKONOMİK İŞBİRLİĞİ
BÖLGESİ’NİN TERCİH EDİLMESİ
Türkiye’nin stratejik duyarlılığını arttırabilmek için zaman zaman sorunlu veya
ihtiyaç duyulan bölgelere derhal asker göndermeyi istemesinin altında belli bir
gücün pazarlık konusu yapılabilmesi yatmaktadır. Ancak böyle bir anlayış
tarzında, bazen arzu edilen beklentilerin bütünüyle gerçekleşmemesi de
mümkündür. Örneğin, tıpkı Kore savaşında olduğu gibi Körfez savaşında da
ABD’nin desteğinde AT’ye alınabilme beklentisine girilmiştir. Ancak bu
beklenti gerçekleşmemiştir. Bu hayal kırıklığı, Özal dönemi Türkiye’sini yeni
bir arayışa sevk etmiştir. Karadeniz Ekonomik İşbirliği Bölgesi, bu anlamda
yeni dünya dengelerinde güçlü bir şekilde yer alabilme isteğinin bir ürünüdür,
denilebilir.
Böyle bir planın içinde Müslümanlar kadar Hıristiyan unsurlara da yer
verilmekteydi. Hem SSCB, hem de Bağımsız Türk Cumhuriyetleri ile bağlar
güçlendirilmek istenmiştir. Özellikle Gorbaçov’un başlattığı dışa açılma
döneminde, Türkiye ile SSCB’nin 1987-1990 yılları arasında ekonomik
alandaki ilişkileri hızla gelişmiş ve bu yıllarda birbirinden farklı 30 anlaşma
yapılmıştır. Bunun dışında, Orta Asya’da kendisi de faal olan İran İslam
Cumhuriyeti ile olan rekabette, Türkiye’nin ABD desteğiyle kendisini örnek
alınabilecek bir ülke olarak sunma isteği söz konusudur. Bu süreçte,
Balkanlardaki 1989-1992 yılları arasındaki manzara da Türkiye’nin lehine bir
seyir izlemiştir.
Özellikle Bulgaristan’da komünist rejimin yıkılışından sonra iktidara gelen
hükümet, burada yaşayan Türkleri temsil eden partinin desteğiyle iktidar
olmuştur.
Bu,
Türk-Bulgar
ilişkilerinde
bir
iyileşme,
Yunan-Bulgar
ilişkilerinde ise, bir gerilim demekti (Zürcher, 2002: 442-445). Konjonktür
12
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,1-26
Rıza Sam
dikkate alındığında, bu yolla Türkiye’nin Karadeniz, Arap dünyası ve Yakın
Doğu’nun içlerine kadar ilerleyip bir ticaret ve sanayi merkezi olarak kendisini
inşa etmesinin önü açılmış bulunmaktadır. Ancak SSCB’nin dağılması, ciddi
bir güç boşluğu ortaya çıkarmıştır ve bu boşluk, muktedirlerin buraya olan
ilgilerini motive etmiştir.
Aslında burada asıl ilginin Karadeniz Ekonomik İşbirliği Bölgesi’nde olmadığı
söylenmelidir. Çünkü, anılan bölgede yüklenilen misyonlar üzerinden başka
bir güce fikir verilmektedir ve bir izlenim oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu
bağlamda, Türkiye’nin fırsat buldukça ve uygun koşullar sağlandığında
Kafkaslara ve Orta Asya’ya yönelmesini ateşleyen etkenlerin arka planında,
sadece Türk soylu uluslardan oluşan topluluklara liderlik etmek değil, aynı
zamanda, İran ve Suudi Arabistan’ın bu bölgede arttırdığı etkilerine ve İslami
köktendinciliği destekleme çabalarına karşı koymak yer almaktadır.
Ayrıca Türkiye’nin bu bölgede Rus etkisini sınırlandırması da söz konusudur.
Türkiye’nin bu yolla yapmak istediği, aslında, hem Rusya hem de İslam’a bir
alternatif sunarak Avrupa Birliği’inden destek görmeyi ve en sonunda AB’ye
tam üye olmayı hak ettiği iddiasını güçlendirmekten başka bir şey değildir.
Fakat Özal’ın ölümünden sonra bu hamlelerin gerisi getirilememiştir
(Huntington, 2004: 210-211). Çünkü Özal sonrası Türkiye’de bir taraftan
siyasi istikrarsızlık durmak bir yana her geçen gün artmış, diğer taraftan da
Türkiye’nin yöneldiği bölge ve ticari alanlara Rusya’dan büyük bir baskı
gelmiştir. Bu yüzden, Türkiye’yi asıl hedefine ve beklentilerine ulaştırabilecek
diplomatik manevraları sonuçsuz kalmıştır.
6. AB’NİN REFAH VE İSTİKRAR KAYNAĞI OLARAK GÖRÜLMESİ
Çağdaşlığın,
uygarlığın
ve
komplekslerimizden
sıyrılmanın
güçlü
çağrışımlarını bünyesinde barındıran bir kompleks olarak, Batı Avrupa kendi
içinde birtakım çelişkileri taşısa da, albenisini geçmişte olduğu gibi bugün de
devam ettirmektedir. Avrupa Birliği’nin tercih edilmesinde ekonomik ve
13
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,1-26
Yeni Dünya Düzeninde Denge Arayışları, Çatışan Dengeler Ve Türkiye’nin Politik Açmazları
siyasal faktörler önemli bir rol oynamaktadır. Özellikle serbest geçiş hakkı
tanınması ve buna bağlı olarak yaratılan yeni istihdam alanları; refah artışının
ve siyasi istikrarın kaynağı olarak görülmektedir. Nitekim, Birliğin
genişlemesiyle bu sürece yeni dahil edilenlerin somut kazanımlarına
odaklanılması, belli bir fikir edinilmesi için yeterlidir, denilebilir. Türkiye’nin
de bu süreçte güçlü ve ısrarlı bir şekilde yer alma isteği bulunmaktadır. Ancak,
Avrupa Birliği’nin Türkiye söz konusu olduğunda hazmetme problemi de bir
anda depreşmektedir.
Bunun nedeni, Türkiye’nin hem olanakları ve sorunlarının diğer ülkelerden
farklı olması hem Gümrük Birliği’ni gerçekleştirebilecek olanakları ve
ekonomik gücü elinde bulundurması hem de dengeleri değiştirebilecek bir ülke
olmasıdır. Kuşkusuz böyle bir hazmetme probleminde Hıristiyan Batı dünyası
ile uzun yıllar savaş halinde bulunulmasının payı azımsanamaz. Bunun yanı
sıra Belçika eski başbakanı Martens’in “Türkiye’nin hiçbir zaman AB’ye
alınmayacağını, zira, AB’nin bir uygarlık projesi” olduğu yolundaki
açıklamaları
da
dışlanmanın
altında
dini
nedenlerin
bulunduğunu
güçlendirmektedir (Baştaymaz-Dülgeroğlu, 2003: 29-31). Almanya Başbakanı
Merkel’in
Mart
2007’de
yazılı
ve
görsel
basında
yapmış
olduğu
açıklamalarında da, benzer biçimde bu husus üzerinde durulmuştur ve şöyle
denilmiştir: “Kökenlerimiz itibariyle önce Hıristiyan sonra Yahudi’yiz.
Kökenlerimize sahip çıkmalıyız ve bunu Birliğin içinde tartışma konusu
yapmalıyız”. Birliğin 50. yıl kutlamalarına Türkiye’nin çağrılmaması ve
hassasiyetlerinin göz ardı edilmesi de yine bu zihniyet çerçevesinde
düşünülebilir.
Türkiye’nin tam üye yapılmamasının arka planında 12’lerden ayrılan bir ülke
olması yer almaktadır. Aslında buna daha 1989’da karar verilmişti. Çünkü tam
üyelik başvurusu reddedilmişti. Her ne kadar Türkiye’nin önüne birtakım
kriterler
konulup
oyalanması sağlanıyor
ve
“kendinizi değiştirmeniz
gerekiyor” deniyorsa da, 1995 senesinde “Essen Zirvesi’nde” AB’nin içine
14
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,1-26
Rıza Sam
almaya karar verdiği ülkelerin isimleri sıralanmakta ve bu sıralamada üye ve
aday ülkelerle birlikte toplam 26 ülkenin yer aldığı görülür. Ancak bu
ülkelerden bazıları ne Kopenhag kriterlerine uyuyor ne de yöneticileri seçimle
gelmiş ülkelerden oluşuyordu. Örneğin Slovakya, bu konumda olan ülkelerden
biridir (Manisalı, 2003: 164-165). O halde böyle bir çifte standardın bulunduğu
bir yerde öne çıkarılan kriterlerin uygulamadaki objektifliğinden hiçbir şekilde
bahsedilemez.
Eğer bir kural varsa ve bu harfiyen uygulanacaksa, her ülke için güvenirliliği
ve geçerliliğinden şüphe edilmemelidir. Burada Türkiye, tek taraflı olarak
Birliğe dahil edilmek istenmektedir. Bu istek, Aralık 2004’te Brüksel Zirvesi
Sonuç Bildirisi’nde yer alan ve Türkiye’yi kapsayan “genişleme” bölümünün
23. maddesinde de dile getirilmektedir. Bu maddede müzakerelerin yalnız
Türkiye ile değil, diğer devletlerle de yapılabileceği vurgulanmaktadır. Özetle
müzakereler sırasında, Türkiye birkaç devlete bölünürse, yeni bir karara gerek
olmaksızın onlarla da müzakere yapılabileceği söylenmektedir. Bu husus, “alt
kimliklerin, etnik ve mezhepsel farklılıkların yerel ağırlıklı bir demokraside
öne
çıkarılarak”
(Baştaymaz-Dülgeroğlu,
2003:
34),
Türkiye’nin
parçalanmasının hızlandırılması anlamına gelmektedir.
Burada asıl önemli olan ise, Birliğin ağır topları olan Fransa, Almanya ve
İngiltere’nin birbirlerine karşı olumsuz bir tavır alarak Birliğin geleceğini
tehlikeye atmalarıdır. Bu husus, güven arayışında olan Türkiye’nin önemli bir
açmazıdır. Örneğin Fransa’nın ABD’den ayrılan, onun desteğine ihtiyaç
duymayan kendi jeostratejik Avrupa kavramı bulunmaktadır. Bunun yanı sıra
bir taraftan Rusya’yı ABD’ye, İngiltere’yi Almanya’ya karşı oynatmaya
yönelmekte, diğer taraftan da kendi zayıflığını ve zaaflarını ortadan kaldırmak
için Fransız-Alman ittifakına güvenmektedir.
Almanya da kendini birliğin ekonomik lokomotifi ve yükselen değeri olarak
görmektedir. İngiltere ise, kaderini Avrupa ile birlikte tanımlamaya karşı
istekli görünmemektedir. Nitekim Ocak 1999’da Euro Grubu’unda bulunması
15
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,1-26
Yeni Dünya Düzeninde Denge Arayışları, Çatışan Dengeler Ve Türkiye’nin Politik Açmazları
hedeflenen ekonomik ve parasal birliktelikte yer almaması, bu isteksizliğinin
bir kanıtı olarak düşünülmelidir. İngiltere daha çok ticarete dayalı ekonomik
birleşmeyi desteklemekte; güvenlik ve savunma koordinasyonlarını bu
çerçevenin dışında tutmaktadır (Brzezinski, 2005: 65-68). Özetle, Birliğin
güçlü oyuncularının Birliğin geleceğini tehlikeye atma potansiyelleri
mevcuttur.
Fakat bütün bu olumsuzluklara rağmen, iyimser bir bakışla Türkiye’nin AB’ye
dahil olmasıyla hem bölgesel hem de bölgedeki istikrar kaynağının temelini
oluşturacağı düşünülmektedir. Bu yolla Türkiye’nin tarihi ve coğrafi ilgi ve
etki alanlarıyla daha aktif ve kalıcı politikalarla nüfuz edebileceği üzerinde
durulmaktadır. Bu etki alanları, kabaca, Orta Asya, Kafkaslar, Orta Doğu ve
Balkanlar şeklinde sıralanmaktadır. Türkiye’nin bu coğrafyalara Avrupa
üzerinden ulaşabileceği vurgulanmaktadır (Aktar, 2001: 101). Böyle bir
iyimser bakışta, Türkiye’nin dünya barışını tehlikeye sokacak oluşumlara
itilemeyeceği, dolayısıyla da hiçbir şekilde yalnız bırakılmaması gerektiği
caydırıcı bir unsur olarak dikkate alınmaktadır. İngiltere bu söylemi, hem
Fransa’yı hem de Almanya’yı suçlamak suretiyle desteklemektedir. Ancak
2005 yılında Türkiye’nin AB’nin muharebe gruplarında yer almasını sağlayan
bir
anlaşmanın
varlığı,
onun,
karar
mekanizmalarında
bulunmasını
engellediğinden bütün iyimserlikleri boşa çıkarsa da, terör konusunda, sık sık
“kendini
savunma
hakkı’nın”
vurgulanması,
gerginleşen
ilişkilerin
iyileştirilmesi açısından önemli bir yaklaşım olarak düşünülmelidir.
7. BİR SEÇENEK OLARAK AVRASYA KARTININ KULLANILMASI
Türkiye’nin Avrasya seçeneğini kullanabilmesinde, bu bölgede fazlasıyla
motive olmuş bir şekilde bulunmak isteyen jeostratejik oyuncular, jeopolitik
eksenler ve bu eksenlerden jeostratejik oyunculuğa geçme potansiyeli
taşıyanların aralarındaki ilişkilerin niteliği ile Türkiye’nin bu ilişkiler ağı
içerisinde nasıl algılandığı ya da algılanmak istendiği belirleyici olacaktır.
16
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,1-26
Rıza Sam
Bugün Avrupa birliği içerisinde yer alanların bile, Birliğin dağılma tehlikesini
dikkate alarak, gözlerini bu coğrafya’ya çevirdikleri gözlenmektedir. Hiçbir
ülke, enerji ile ilgili bir sıkıntı yaşamak istememektedir. Nitekim yapılan enerji
anlaşmaları ve ortak projeler çerçevesinde oluşturulan dünyanın “yeni enerji
haritası”, bu iddiayı doğrulamaktadır. Bu yeni hatların nereden başlayıp
nerelere uzandığını daha da ayrıntılı görebilmek için dünya haritasına bakmak
yeterli olacaktır.
Clinton dönemi ABD enerji bakanı olan Bill Richardson, 1996’da yaptığı bir
konuşmada şöyle diyordu: “Hazar Havzası enerji kaynaklarının Orta Doğu
petrollerine olan bağımlılığımızı ortadan kaldıracağını umut ediyorum”
(Manning, 2000: 15-16). Benzer görüşler Çinli ve Japon analizcilerce de
sıklıkla dile getirilmiştir. Burası dünya enerji kaynaklarının ¾’üne sahip
bulunmaktadır. Doğal olarak bölgeye egemen olana dünya hakimiyetini
getirecektir. Bu bağlamda, ABD’nin Avrasya stratejisi, jeostratejik açıdan
dinamik devletlerin amaca yönelik yönetimini ve jeopolitik olarak katalizör
devletlerin dikkatle el altında tutulmasını içermektedir. Başka bir ifade ile,
gizli
anlaşmaları
önlemek,
güdümlü
devletlerin
güvenlik
açısından
bağımlılıklarını devam ettirmek, teba’ları itaatkar kılmak, onları koruma
altında tutmak ve tehdit oluşturabilecek unsurların bir araya gelmesini
önlemektir (Brzezinski, 2005: 62-63).
Örneğin ABD’nin bugün gerek Orta Doğu’da gerekse Avrasya’da deniz aşırı
bulunuşu, buralarını yapılandırmak isteğinden kaynaklanmaktadır. Bir
anlamda Irak’a yapmış olduğu saldırılarla da, olası Rusya, Çin ve İran’ın
zengin enerji kaynaklarını bir boru hattıyla birbirlerine aktarmalarının önüne
geçme amacını taşıdığı söylenebilir. Çünkü dünyanın hakimiyetini getirecek
alanların etrafı Çin, Rusya ve İran tarafından sarılmış durumdadır.
Özellikle Rusya’nın İran’a Aralık 2007’de nükleer yakıt göndereceğini ilan
etmesi, yine bu tarihlerde Türkmen Gazı’nın hem Çin’e hem de Rusya’ya
pazarlanması ve Rusya-Yunanistan-Bulgaristan arasında imzalanan Burgaz-
17
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,1-26
Yeni Dünya Düzeninde Denge Arayışları, Çatışan Dengeler Ve Türkiye’nin Politik Açmazları
Dedeağaç Petrol Boru Hattı, bir anlamda, buralarını yapılandırmak isteyenlere
karşı verilmiş bir yanıt olarak düşünülebilir. Doğal olarak, ABD’nin bu
coğrafyaya yakın olan yerlerde istikrarsızlığı istemesi ve hemen akabinde
durumdan kendine vazife çıkarabilecek bir adalet dağıtıcısı olarak askeri
hümanizmini kullanmaya başlaması oldukça anlamlıdır.
ABD’nin
kendi
coğrafyası
dışında
bulunan
ülkelere
karşı
izlediği
politikalarının arka planında, yeni yönelimlerle birlikte, yerel ve global
alandaki değişimler yer almaktadır. Bu değişimler, bir anlamda güç
odaklarının ve dengelerinin değiştiğinin bir göstergesidir, denilebilir. Güç
odakları ve dengelerin değişimini, ABD’nin yönetiminde iktidar eyleyenler,
askeri yapıda tek taraflı bir politika izlemeyi tercih etmektedirler (Block, 2003:
439-456). Ancak ABD’nin sergilediği bu politikaların gittikçe derinleşen
global
bir
krizin
semptomları
olarak
(Robinson,2001:167-168)
değerlendirilmesi gereği vardır. Çünkü yabancılara yönelik tatbik edilen
politikaların kendi içinde iki çelişkili içerimi bulunmaktadır. İlki, denizaşırı
ülkelerle yeni ekonomik olanaklara kavuşarak global bir ekonomik yapının,
diğerinde ise yerel ihtiyaç ve olanaklar üzerine odaklanmış içsel bir ekonomik
ve toplumsal yapının temel ilkelerinin keskinleştirmesine neden olmuştur
(Arriggi-Silver, 2003: 3-31).
Denilebilir ki, global ve bölgesel alanlarda güvenlik sorunu, ABD’nin devam
eden tek kutupluluk anlayışı etrafında biçimlenmekte ve bir anlamda, çok
taraflı sözleşme formunda olan AB ile daha da kuvvetlendirilmektedir. Anılan
bölgenin stratejik özelliği gereği, buralarda öbeklenen süper güçlerin her biri
kendi politikalarını yerine göre baskı, yerine göre de teşvik ile kabul ettirmeye
çalışmaktadırlar. Daha küçük ülkeler ise, hiyerarşik güç yapısına ya itaat
etmekte ya da buna zorlanmaktadır. Deyim yerindeyse, yeni dünya düzeninde
barış, uluslararası düzenin kurallarına ve istikrarına tabi kılınmıştır (Yi, 2004:
497-503).
18
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,1-26
Rıza Sam
İşte bu teşkilatlanma ağı ve ilişkileri içerisinde, Türkiye’nin Avrasya
seçeneğini kullanmak istemesi, bir anlamda jeostratejik bir oyuncu konumuna
yükselerek güçlenmesi anlamına gelmektedir. Bu durum, burada kurulan veya
gelecekte kurulması düşünülen oluşumların dengesinin bozulması demektir.
“ABD’nin süper bir güç olarak, global toplumdaki sorunların çözümünde ve
diğer birçok konuda kilit bir konumda bulunması dolayısıyla da veto (dışlama)
hakkını kullanmayı isteyip istememesinin büyük bir önemi bulunmaktadır”
(Nye, 2005: 65-82). Bunda ise, ABD’nin dünyada birbirinden farklı ağlar
üzerinden elde ettiği güç kazanımlarının getirdiği üstünlüklere rakip olarak
gördüğü ülkelerin zayıflatıcı veya destekleyici etkisinin olup olmaması
belirleyici bir rol oynamaktadır. O halde, ABD, veto hakkına sahip bir güç
olarak, sorunların daha etkin bir biçimde karara bağlanmasını diğer güçlerle
işbirliği
içinde
bulunarak
çözmek
isterse,
Türkiye’nin
Avrasya’da
bulunabileceği sonucu çıkarılabilir. Bu bağlamda, Türkiye’nin ABD ile olan
ilişkilerine bakılarak, Avrasya’da gerçekten istenip istenmediği hakkında bir
fikir edinmek mümkündür.
Türkiye’nin ABD ile olan ilişkilerinde stratejik ortaklığa yönelik işbirliği, daha
çok askeri alandadır. Bu askeri ilişki ise, ABD’nin bir başka yere yönelik
politikasının bir fonksiyonu olarak gerçekleşmektedir. Bu yer ise, 1991’e kadar
SSCB ve Orta Doğu’dur. SSCB’nin çöküşünden sonra da Orta Doğu ve
Kafkaslar olmuştur. Kısaca, ABD’nin hiçbir zaman bütünleşmiş bir Türkiye
politikası olmamıştır. Bu nedenle, ABD’nin siyasi egemenleri, her zaman
Türkiye’yi
salt
jeostratejik
önemiyle
bir
bağımlı
değişken
olarak
değerlendirmişlerdir. Bir anlamda, Türkiye’nin bölgesel liderlik değerleriyle
ilgilenmek yerine, gerçek ya da potansiyel sorun noktalarına yakınlığından
hareket etmişlerdir.
SSCB’nin yıkılmasıyla, Türkiye’nin stratejik önemi, ABD açısından da
azalmıştır. NATO kapsamında kullanılan İncirlik Üssü’nün de bu anlamda bir
önemi kalmamıştır. Çünkü, ABD’nin Irak’ta yeni askeri üsler kurması söz
19
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,1-26
Yeni Dünya Düzeninde Denge Arayışları, Çatışan Dengeler Ve Türkiye’nin Politik Açmazları
konusudur (Aslanoğlu, 2003: 58-65). Bir süper güç olarak ABD’nin
Türkiye’ye bakış tarzını özetlemesi bakımından bir başka örnek Büyük Orta
Doğu Projesini anlatan ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın yaptığı
tanımdan çıkarılabilir. Bu Projeyi anlatan bakan Türkiye’yi Irak, Pakistan ve
diğer İslam Cumhuriyetleri gibi bir İslam Cumhuriyeti olarak tanımlamıştır.
Bunun bir dil sürçmesi mi yoksa İslam ülkelerinin karmaşık durumlarına daha
sonra bir adalet getirme istemiyle mi söylendiğini ise zaman gösterecektir.
Gerçi bugün için ABD ile Türkiye arasında bir istihbarat paylaşımı ile iki ülke
arasındaki gerginlikler aşılmış gibi görünse de, zaman içinde ne olacağı hala
bir muammadır, denilebilir.
8. TÜRKİYE’NİN DENGE AÇMAZLARI
1990’lı yıllardan sonra, eşitsizliklerin bir güç dengesi düzleminde genişlemesi
ve bunun yaygınlık kazanması, önemli hale gelmeye başlamıştır. Başka bir
ifade ile makro bölgesel bir eşitsizlik sürecinin derinleşmesi söz konusudur.
Doğal olarak güç dengelerinin değişimine bağlı olarak, dengeler farklı
yörüngelerde seyretmektedir. Her bölge, bu anlamda, eşitlik ve eşitsizlik
yapılarına göre bir derecelendirmeye tabi tutulmaktadır (Mann-Riley, 2007:
81-83). Bu bağlamda, her ülkenin daha eşitler arasında yer alabilmek için
yoğun gayretleri olduğu kadar, bu çabalardan rahatsızlık duyanların da bir tür
savunma yapmak suretiyle karşı atağa geçmeleri, dolayısıyla denge kurmaları
söz konusudur. Bu dengeler, bazen güçsüz bırakılarak negatif bir
propagandayla, bazen de ilginin tamamen bir başka yöne çekilmesiyle
gerçekleştirilmektedir. Bu nedenle, Türkiye’nin karşısına zaman zaman yapmış
olduğu bir girişiminden rahatsızlık duyulduğu ve asıl ilgisinden uzaklaştırmak
söz konusu olduğunda aleyhte propagandalara girişilmektedir. Bunların eş
zamanlı gerçekleştirilmiş olmalarında bir tesadüfîlik bulunmamaktadır.
Ülkelerin çıkarları söz konusu olduğunda, amaca uygun her fırsat
değerlendirilmektedir. Örneğin ülkemizde, geçmişte olduğu gibi, bugün de
20
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,1-26
Rıza Sam
jeostratejik oyuncular veya bu oyuncuların ideolojilerine hizmet eden
jeopolitik eksenler
Türkiye’yi
güçsüz
bırakacak arayışlara
girişerek,
kendilerini sağlama almaktadırlar. Tehdit unsuru olarak, genellikle, ya o
zamana kadar adı sanı duyulmayan bir tampon devleti öne çıkarmakta ya da
Ermeni meselesinde olduğu gibi güçlü lobicilik faaliyetlerine girişilerek baskı
ve basınç oluşturmaktadırlar (Evans, 2003: 283-286). Bunun dışında, bir başka
tehdit unsuru olarak, rahatsızlık duyulan ülkenin başına terörün musallat
ettirilmesidir. Böylece terör aracığı ile bir ülkenin frenlenmesi sağlanmakta ve
o ülke asıl ilgi alanlarından uzaklaştırılmaktadır. Bu bağlamda, Türkiye’nin
Sincan-Uygur bölgesi ve Çeçenistan’a yönelik yardım faaliyetlerinde
bulunmaya başladığı tarihler ile bu coğrafyalar üzerinden terör örgütlerine
yönelik desteklerin artışının eş zamanlı olmasında, bir rastlantısallık
bulunmamaktadır. Çünkü bu, yapılan hamleden duyulan rahatsızlığın bir
dışavurumu olarak düşünülmelidir.
Denilebilir ki Türkiye, bu anlamda attığı her adımda ve yer aldığı her
oluşumda, hiçbir zaman rahat bırakılmamıştır. Bu nedenle, caydırıcı özelliği
olan ve üzerindeki ambargoyu kaldıracak oluşumlarda bulunmaya yönelmiştir.
Bu amaçla, “Çin ve Pakistan ile füze ve diğer alanlarda işbirliği içerisindedir”
(Manisalı, 2003: 194). Çünkü kendine güvensizlik duygusunu hissettirebilecek
sayısız örnek etrafında bulunmaktadır. Öyle ki; kendisini emniyete almak
amacıyla hem aktif hem de savunma amaçlı güvenlik politikaları bile
Türkiye’nin yakın bölgelerindeki istikrarsızlığı arttırdığı gerekçesiyle eleştiri
konusu
yapılarak,
TSK’nın
hiçbir
şekilde
güçlenmesinden
memnun
olunmamaktadır. Bu da, hiç de dostça bir tavır değildir.
SONUÇ
Türkiye’nin yeni dünya düzeninde denge arayışlarına dikkat edildiğinde, her
ne kadar çatışan dengelerle karşı karşıya kaldığı ve politik açmazlarının
bulunduğu görülse de, bunlar üstesinden gelinemeyecek şeyler değildir. Çünkü
21
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,1-26
Yeni Dünya Düzeninde Denge Arayışları, Çatışan Dengeler Ve Türkiye’nin Politik Açmazları
Türkiye, konumu, tarihi, kültür mirası ve dokusu itibariyle bünyesinde
barındırdığı çeşitlilikleri ve onların birikimlerini sinerji yoluyla zenginliğe
dönüştürerek kullanabilecek bir ülkedir. Bu yönüyle Türkiye, hem jeostratejik
oyuncuların hem de konjonktürlere bağlı olarak jeopolitik eksenden
jeostratejik oyunculuğa terfi beklentisi içerisinde olanların beklentilerini boşa
çıkartarak ezber bozmaktadır. Bu nedenle, Türkiye’nin denge arayışlarına
yönelik birbirinden farklı girişimlerinden elde ettiği sonuçları, “ne pak ne de
mat” olarak görülmelidir.
O halde bugün bekleme evresinde olan Türkiye’nin hiçbir komplekse
girmeden, yeni dünya dengeleri arasındaki yerini alabilmesi ve geleceğine
karamsarlığa kapılmadan, umutla bakabilmesinde, hayati öneme sahip
güdüleyicilerin eşzamanlı koordinasyonunun sağlanarak eyleme geçirilmesi
gerekmektedir. Doğal olarak, böyle bir eyleme geçilirken takip edilecek
hatların önem derecesi, bir fayda maliyet analizi yapılarak ortaya konulmalı ve
bu hatların neden olabileceği tehditleri veya Türkiye’nin elindeki kozları
zayıflatabilecek hususlara yönelik açmazları aşabilecek fırsatlar yaratılmalıdır.
Yaratılacak her fırsatın Türkiye’nin bir koz olarak kullanabileceği ve gücüne
güç katabileceği düşünülmelidir.
Örneğin, bugün, çok sayıda ülke, alternatif ve temiz enerji kaynaklarına
yönelik teknolojiler geliştirmeye yönelmektedir. Bu bağlamda Türkiye, temiz
enerji kaynaklarına sahip olan ve doku itibariyle uyuştuğu ülkelerle ilişkilerini
daha da derinleştirmelidir. Özellikle Türkiye, Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattını
destekleyecek projeleri işlevsel kılmalıdır. Trans-Hazar, Şah Deniz, Doğu
Kaşağan, Tengiz, Kepez, Güneşli-Çırağan-Azeri sahalarına yönelik projeler ile
Rusya kaynaklı Mavi Akım projeleri üzerinden Türkiye’nin hem kendi
ihtiyacını karşılaması hem de enerji fazlasını Avrupa ve Akdeniz’e dağıtması
dikkate alınmalıdır. Bu sayede Türkiye, temiz enerji kaynaklarının dağıtımının
yapıldığı bir geçiş merkezi olabilir.
22
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,1-26
Rıza Sam
Nasıl ki Rusya, bugün Hazar Denizi’nin statü belirsizliğinden çözümsüzlükler
üreterek yararlanıyor, Türkmenistan gazını Kazakistan üzerinden alıyor ve
Kazakistan’ı da Doğu Kaşağan’da çıkardığı petrolden dolayı kendi
kıyılarındaki petrolü azalttığı gerekçesi ile pay almaya hak kazanarak bir enerji
üssü oluyorsa, Türkiye de bu bağlamda tarihi ve kültürel bir geçmişe sahip
olduğu akraba ve kuzenlerini Hazar’ın içine hapsolmaktan kurtarabilecek öncü
bir rol oynayabilir. Bu amaçla Türkiye, tarihi ve kültürel dokusu ile uyum
gösterdiği ülkelerin kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda arabulucu olmalı ve
Hazar’a yönelik herkesin üzerinde mutabık olduğu çözümler üretmelidir. Bu
husus, anılan ülkeleri farklı arayışlara yönelerek açık denizlere çıkmak
zorunda bırakmamış olacaktır.
Bütün bunlar yapılırken, diğer taraftan da Türkiye’nin sahip olduğu
yeraltındaki madenler, örneğin bor ve toryum, uzay teknolojisinin gereklerine
uygun olabilecek bilimsel projelerle desteklenmeli ve işletilmelidir. Bunun
dışında, Türkiye’nin Avrupa’da ve İskandinavya ülkelerindeki tarihi ve kültür
izleri araştırılmalıdır. Örneğin buralardaki halk destanları ile “Runik Alfabesi
ve Yazı Sistemi” ayrıntılı bir incelemeye tabi tutulmalıdır. Yine İtalya’daki
Etrüskler ve onların Fransa üzerindeki etkileri üzerinde durulmalıdır. Özellikle
bilimsel antropolojik incelemeler yapılmalıdır. Bu sayede, Türkiye’nin negatif
olarak algılandığı imajı pozitif yönde düzeltilebilir.
Eğer bunlar bir sorumluluk duygusu ile hareket edilip hayata geçirilebilirse,
Türkiye’nin hem daha önce kabul görmediği yerlerde kabul görmesi hem de
dış güçler olarak adlandırılan güçlerin Türkiye’de sorun yaratıcı etkilerinin
devre dışı bırakılması sağlanmış olur. Bu nedenle Türkiye’nin doğru zamanda
ve yerde diplomatik ilişkilerini de kullanarak, gerektiğinde içinde yer aldığı
güvenlik anlaşmalarında veto etme hakkını kullanabilmesi ve gerektiğinde de
ikili ticari ilişkilerini yeniden gözden geçirmek üzere askıya alma kararlılığını
göstermesi gerekmektedir. Bu, Türkiye’yi vesayetten kurtaracak bir savunma
23
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,1-26
Yeni Dünya Düzeninde Denge Arayışları, Çatışan Dengeler Ve Türkiye’nin Politik Açmazları
hattı olduğu kadar, aynı zaman da yeni dengeler içinde kendine aktif olarak bir
yer açması anlamına gelmektedir.
KAYNAKÇA
1. AHMAD FEROZ, “Modern Türkiye’nin Oluşumu”, (Çev: Yavuz Alogan),
Sarmal Yayınevi İstanbul, 1995
2. AKTAR CENGİZ, “Avrupa’nın Yol Ayrımında Türkiye”, İletişim Yayınları,
İstanbul, 2001
3. ARAİ MASAMİ, “Turkish Nationalism in the Young Turk Era”, Brill, 1992
4. ARMAOĞLU FAHİR, “20. yy. Siyasi Tarihi: 1914-1990”, cilt 1:1914-1980
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1993
5. ARRİGHİ G. SİLVER B. AND BREWER B. D.”Industrial Convergence,
Globalization and The Persistence of The North-South Divide, Studies in
Comparative International Development” ,vol.38 i.1, 2003
6.
ASLANOĞLU
Değerlendirme”,
MEHMET,
Bilimin
“Türkiye
Işığında
ABD
Aydınlanma
İlişkileri
Üzerine
Seminerleri,
Bir
Uludağ
Üniversitesi Yayınları, Bursa, 2003
7. BAŞTAYMAZ TAHİR, DÜLGEROĞLU ERCAN, “Türkiye’nin Jeopolitik ve
Jeoekonomik Önemi” Bilimin Işığında Aydınlanma Seminerleri, Uludağ
Üniversitesi Yayınları, Bursa, 2003
8. BERKES NİYAZİ, “Türkiye’de Çağdaşlaşma”, Yapı Kredi Yayınları,
İstanbul, 2002
9. BLOCK FRED, The Global Economy in The Bush Era, Socio-Economic
Rewiew, vol. 1 April, 2003
10. BRZEZİNSKİ ZBİGNİEW, “Büyük Satranç Tahtası (Çev. Yelda Türedi)”,
İnkılap Yayınları, İstanbul, 2005
11. DAVİSON RODERİC, “Reform in The Ottoman Empire: 1856-1876”,
Princeton: Princeton Univ. Pres, 1963
24
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,1-26
Rıza Sam
12. EVANS LAWRANCE, “Türkiye’nin Parçalanması ve ABD Politikaları:
(1914-1924”, (Çev.T. Alaya, N. Uğurlu) Örgün Yayınevi, İstanbul, 2003
13. GEVGİLİLİ ALİ, “Türkiye’de Yenileşme Düşüncesi – Sivil Toplum”, Basın
ve Atatürk, Bağlam Yayınları, İstanbul, 1990
14. HUNTİNGTON SAMUEL P., “Medeniyetler Çatışması ve Dünya
Düzeninin Yeniden Kurulması (Çev. Mehmet Turhan, Y. Z.Soydemir)”,
Okuyan Us Yayınları, İstanbul, 2004
15. KADIOĞLU AYŞE, “Cumhuriyet İdaresi Demokrasi Muhakemesi”, Metis
Yayınları, İstanbul, 1999.
16. KÖKER LEVENT, “Modernleşme, Kemalizm, Demokrasi, İletişim
Yayınları”, İstanbul, 2000.
17. KÜÇÜKÖMER İDRİS, “Düzenin Yabancılaşması”, Alan Yayınları,
İstanbul, 1989.
18. LEWİS BERNARD, “Modern Türkiye’nin Doğuşu”, (Çev: Metin Kıratlı),
Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1993.
19. MANN MİCHAEL AND RİLEY DYLAN, “Explaning Macro-regional
Trends in Gloabal Income, Socio-Economic Review”, vol.5 , June 24, 2007
20. MANİSALI EROL, “Kapitalizmin Temel İçgüdüsü”, Derin Yayınları,
İstanbul 2003
21. MANNİNG ROBERT, A.“The Myth of The Caspian Great Game and The
New Persion Gulf” The Brown Journal of World Affairs, vol. VII i.2, summerfall,2000
22. NYE S. JOSEPH, “US Power Strategy after Iraq”, Foreign Affairs, 82 (4),
2005
23. ORTAYLI İLBER, “Gelenekten Geleceğe”, Ufuk Kitapları, İstanbul, 2001.
24. ÖĞÜN SÜLEYMAN SEYFİ, “Mukayeseli Sosyal Teori ve Tarih
Bağlamında Milliyetçilik” AlfaYayınları, İstanbul, 2000.
25. ROBİNSON I, “Social Theory and Globalization: The Rise of a
Transnational State, Theory and Society”, vol.30, 2001
25
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,1-26
Yeni Dünya Düzeninde Denge Arayışları, Çatışan Dengeler Ve Türkiye’nin Politik Açmazları
26. TACHAU FRANK, “The Search for National Identity among the Turks,
Die Welt des Islams”, VIII,1962-1963
27. ÜLKEN HİLMİ ZİYA, “Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi”, Ülken
Yayınları, İstanbul, 1999.
28. Yİ-HUA KAN FRANCİS, “East Asia In A Unipolar International Order
And Europe’s Role In The Region”, Asia Europe Journa , 2, 2004
29. ZOLBERG A.R., “Beyond The Nation State:Comparative Politics in
Global Perspective” der. J. Berting & W. Blockmans, Beyond Progress and
Development: Macro Political and Macro Societal Change, Avebury,
Aldershot, 1987
30. ZÜRCHER JAN ERİK, “Modernleşen Türkiye’nin Tarihi”, (Çev. Yasemin
Saner Gönen) İletişim Yayınları, İstanbul, 2002
26
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,1-26
Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1 (1), 2008, 27-65
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY
ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE GÜÇ
VE GÜÇ DENGESİNİN EVRİMİ
Sait Yılmaz∗
ÖZET
Uluslararası ilişkiler alanında yaşanan her tür gelişme çeşitli güçlerin varlığı ve
bunların güç dengesi içindeki konumlarına uygun politika ve eylemleri ile yakından
ilgilidir. Bununla beraber yapılan pek çok analizde, güvenlik ortamındaki güçler ve güç
dengesinin nasıl bir değişim izlediği ve bu alandaki teoriden pratiğe değişen trendler
göz ardı edilmektedir. Özellikle küreselleşme, modern ve post-modern jeopolitiğin
ulusal güç ve güç politikalarına etkileri önemli bir inceleme konusudur. Öte yandan son
yıllarda ulusal gücün sert güç, yumuşak güç ve ekonomik güç şeklinde
gruplandırılması, bu alandaki tartışmalarda kapsamlı bir yer edinmektedir. Üzerinde
durulması gereken önemli bir olgu da 21. yüzyılın hegemonya ve güç politikalarının
hedefi olan ulus-devlet yapıları içinde en çok ulusal güç yapılarının ve güç uygulama
kabiliyetlerinin erozyona uğratıldığının anlaşılması ihtiyacıdır.
Anahtar Kelimeler: Ulusal Güç, Güç Dengesi, Yumuşak Güç, Hegemonya,
Küreselleşme.
ABSTRACT
All developments experienced in international relations arena are pertaining to
existence of various powers, politics and actions of them according to their position in
balance of power. However, in many analysis, it is undermined to reconsider the
transformation of those powers and balance of power, and the trends changing from
theory to practice. Particularly, effects of globalization, modern, and post-modern
geopolitics to national power and power policies are subject to exclusive research
studies. On the other hand, classification of National power as hard, soft, and economic
power in recent years occupies a comprehensive coverage within the discussions of that
area. Another crucial phenomen to touch upon is that we are in need of understand that
the structure of national power and capabilities in power use are suffered to erosion
more than the others in nation-state structure targeted by 21 st century hegemony and
power policies.
Key Words: National Power, Balance of Power, Soft Power, Hegemony,
Globalization.
∗
Yrd. Doç. Dr., Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Müdürü.
saityilmaz @beykent.edu.tr
Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi
GİRİŞ
21. yüzyılda bizi nasıl bir geleceğin beklediği sorusu pek çok ülkede “futurist”
denilen akademik çalışma gruplarının arayışlarına temel teşkil etmektedir. Bu
tür çalışmalar öncelikle kavramsal düzeyde Realizm, Liberalizm gibi
uluslararası ilişkiler alanındaki teorilerden yola çıkarak küreselleşme, modern
ve post-modern jeopolitik yaklaşımların muhtemel trendleri çerçevesinde,
kendine özgü çözümlemeler geliştirmeye çalışmaktadır. Bu tür kavramsal
çalışmaların arkasında yatan temel neden ise uluslararası ilişkileri açıklamaya
yönelik güç, güç dengesi ve hegemonya ilişkilerinin gelişim ve evrimine ışık
tutmaktır. Ancak uluslararası güç dengelerinin pratikte nasıl bir yörüngeye
oturacağı ise daha çok aktör düzeyinde bir çalışma gerektirmektedir. Bu
makalenin amacı ise güç ve güç dengelerinin evrimi ve içeriğindeki
değişimleri inceleyerek ulus-devlet güç yapısının ve 21. yüzyılda güç
kategorileri ve güç dengelerinin izlemekte oldukları trendler hakkında özellikle
ulusal güvenlik boyutunda öngörüler ortaya koymaktır.
1. GÜÇ VE GÜÇ DENGESİNE KURAMSAL YAKLAŞIMLAR
Uluslararası İlişkiler Kuramlarında Güç
Uluslararası ilişkiler teorileri, gücün evrimi ve güç ilişkilerini anlamamıza
önemli bir kaynak oluşturmaktadır. Uluslararası politika alanındaki teorilerin
en önemlisi olan ‘Realizme göre uluslararası ilişkilerin temelinde kendi ulusal
çıkarlarını maksimize etmeye çalışan devletler arasındaki güç mücadelesi
yatmaktadır (Baylis, Smith, 2005: 273). Realizm, temel olarak uluslararası
ilişkileri; aktörlerin devletlerden ibaret olduğu, devletlerin rasyonel davranarak
çıkarlarını maksimize edecek politikalar izledikleri, bu ilişkilerin de güçler
arasında bir hiyerarşik yapılanmanın söz konusu olduğu bir güç dengesi içinde
gerçekleştiği varsayımına dayanmaktadır. Realist yaklaşıma göre, her biri
mevcut statükoyu sürdürmek veya yıkmak arzusunda olan devletlerin güç
kazanmak istemelerinden dolayı, zorunlu olarak güç dengesi denen bir durum
28
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65
Sait Yılmaz
ve buna uygun politikalar ortaya çıkmaktadır (Arı, 1997: 256). Realizmde
dünya sahnesinin ana aktörleri ulus-devletlerdir ve onların egemenliğine
meydan okuyacak -belirli kolektif yollar dışında bir güç yoktur.
Liberaller ise savaşı uluslararası ilişkilerin doğal bir gereği olarak gören
realistlere karşıdırlar. Liberaller için de askeri güç kullanımı önemlidir; ancak
realistler kadar ön planda değildir. Liberaller, uluslararası ilişkilerin aktörleri
arasında ulus-devletin yanında, çokuluslu şirketler ve ulusaşan aktörleri de
aktör listesine dâhil etmektedir. Bu kapsamda, ulus-devlet; ulusal çıkar peşinde
koşan kendi içerisinde bir bütün veya birleşmiş bir aktör değil, ona yön veren
kendi çıkarları peşindeki bürokratik organizasyonların toplamıdır. Liberallere
göre uluslararası ilişkiler sadece güç dengesine değil; karşılıklı etkileşim
içerisindeki uluslararası düzeydeki yönetişim düzenlemeleri, uzlaşılmış hukuk
kuralları, kabul edilmiş normlar, uluslararası rejimler ve kurumsal kurallar
içerisinde yürütülmektedir.
Realist görüşün bir yansıması olan güç dengesi ile ilgili analize başlamadan
önce, bu alanda uzun vadeli sistem dönüşümlerini konu alan Güç Geçişi
(power transition), Hegemonik İstikrar (hegemonic stability) ve Uzun Döngü
(long cycle) gibi kuramların da güç ve güç dengesi devinimi ile ilgili
çalışmalara önemli katkılar sağladığını not etmeliyiz.
Güç Dengesi
Uluslararası ilişkiler alanındaki sistemci yazarlar kendilerine göre bir takım
sistem modelleri ve sistem türleri (hiyerarşik sistemler, güç dengesi sistemi,
evrensel sistem, gevşek iki kutuplu sistem vb.) ortaya koymuşlardır. Bunlardan
biri olan A. Morton Kaplan, güç dengesi sistemini esas olarak onsekizinci ve
ondokuzuncu yüzyılda Avrupa’da yaşan klasik güç dengesi sisteminden yola
çıkarak geliştirmiştir. (Arı, 1997: 101). Kaplan’a göre güç dengesi sisteminin
başlıca davranış kuralları arasında şu varsayımlar bulunmaktadır; (1)
Kapasiteyi artırma güdüsüyle hareket ederken savaş yerine görüşmeyi tercih
29
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65
Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi
etmek. (2) Sistem içinde başat duruma geçmeye çalışan devlet ve koalisyonlara
karşı çıkmak. (Kaplan, 1968: 391).
Uluslararası güç dengesi sisteminin özellikleri, gerçek anlamda onsekizinci
yüzyılda görülmeye başlamıştır. Güç dengesi sisteminin oluşumunda 17891945 yılları arasındaki tarihi oluşumlar etkili olmuştur. Bunlar arasında
ulusçuluğun gelişimi ile uluslararası sistemde devlet sayısının artması,
diplomatik ve askeri yöntemlerin gelişmesi, bilimsel ve teknolojik buluşların
savaşlara uygulanması, ideolojiler ve devlet dışı aktörlerin ortaya çıkışı ile
birlikte uluslararası sistemin sınırlarının genişlemesi sayılabilir. Çağdaş sistem
ise siyasi ve askeri güç yanında ekonomik gücün öne çıkışı, asimetrik güç
dengesi, karşılıklı bağımlılık, etnik ve dini kimliklerin tekrar öne çıkışı,
ulusüstü yapılar ve ulus-devlet yapısının erozyonu gibi daha çok Küreselleşme,
Modernizm ve Post-modernizm’in ivme verdiği akımlar ile evrilmektedir.
Küreselleşme, Modernizm ve Post-Modernizm
Soğuk Savaş’ın 1989 yılında sona ermesinin ardından küreselleşme
Amerika’nın dünyanın tek süper gücü olma konumunu tamamlayan teorik bir
boşluğu doldurdu ve küresel hegemonyanın doğal öğretisi oldu (Brzezinski,
2004: 178). Küreselleşme uluslararası arenaya üç yeni aktörü takdim
etmektedir: küresel sermaye pazarları, uluslararası organizasyonlar ve küresel
sivil toplum (Drezner, 2004: 271-272). Devletin sınırları bu arenada
küreselleşmenin yaptığı bütünleşmeyi yavaşlatan bir unsur olarak ortaya
çıkmaktadır. Küreselleşme ile uluslararası ve ulusüstü yapıların gelişmesi,
ulusal egemenliğin aşınmasına yol açmakta, ulusal çıkarları sağlamaya yönelik
güç politikalarının uygulanmasını güçleştirmektedir. Ekonomi ulusal gücün
lokomotifi olarak ortaya çıkarken uluslararası ekonomik aktörlerin (çokuluslu
şirketler, IMF, Dünya Bankası vb.) ulusal ekonominin gelişmesindeki
belirleyici rolü, ekonomik güvenliği ulusal güvenliğin en önemli güvenlik
parametresi haline getirmektedir.
30
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65
Sait Yılmaz
Modernizm, insanı merkeze koyan ve Rönesans, reform, aydınlanma
süreçleriyle el ele giden bir süreçtir. Modernizm; aklın, aydınlanmanın,
modern bilimin ve Batı’nın bir ürünüdür. Modernist kuram ABD’nin Realist
uluslararası ilişkiler anlayışındaki etkinliğini korumaktadır (Bostanoğlu,
1999:123). Modernizmin pratikteki işlevi; dünya arenasında rol almak isteyen
küçük ve güçsüz devletler için anahtar parametrelerin çoğunun dışarıdan
belirlenmesine imkan veren bir kuramsal çatı teşkil etmektir. Politik
gelişmenin önerdiği sosyal düzenin oluşturulması ABD müdahale anlayışını
geliştiren; devlet-yapma (state-building), ülke-inşası/ulus-yapıcılık (nationbuilding), kurum-yapma, bürokrasi-yapma gibi rollerin doğmasına yol açtı
(Kesselman, 973: 139-154).
Post-modern düşünce devlet-merkezci modeli sorgulayarak toplumu birçok
güç ağının kesişmesi olarak görür (Keyman, 2000: 101). Sivil toplum yapısı
içerisinde devlet bağımlı değişken olarak kabul edilir. Post-modernizm, devlet
dışı aktörlerin uluslararası ilişkilerdeki rollerine ağırlık atfederek, egemen
devletin alanını sınırlamaktadır. Post-modern sistem dengeye dayalı değildir.
Anlaşmazlıkları sona erdirme yolu olarak güç reddedilmiştir. Azınlık
anlaşmazlıkları ortak kurallar ya da mahkeme kararıyla çözüme bağlanacaktır.
Post-modernler, ulus-devletin iç egemenliğini “yönetişim” kavramı ile aşmaya
çalışmaktadır. Yönetişim yapısı üç eşit ortaktan oluşmaktadır (Gaudin, 1998:
47-55): devlet, özel sektör ve sivil toplum örgütleri. Ulus-devlet artık
“yöneten”
bir
güç
olarak
değil,
yönetişim
biçimlerinin
önerildiği,
meşrulaştırıldığı ve kontrol edildiği bir konumda görülmektedir (Hirst,
Thompson, 2000: 225).
2. 21. YÜZYILDA GÜVENLİK VE GÜÇ İLİŞKİLERİ
Bugüne kadar geliştirilen uluslararası ilişkiler kuramları genel olarak,
uluslararası politikayı üç anahtar kavram ile açıklamaya çalışmıştır: güç, yapı
ve hegemonya. Bugünkü uluslararası düzeni anlama ve güç ilişkilerini analiz
31
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65
Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi
etmede, hegemonya kavramı bize önemli bir katkı sağlamaktadır. Bu katkıda
gücü sadece zorlamaya değil, ‘rızaya da dayalı olduğunu ortaya koyan
Gramsci’nin payı büyüktür. Gramsci’ye göre hegemonya uluslararası
sistemdeki en kuvvetli devletin veya belirli bir bölgedeki hâkim devletin
konumunu tanımlıyordu (Barrett, 1997: 239). Gramsci’nin çalışmasını takip
eden Kanadalı bilim adamı Robert W.Cox, Gramscian anlayışı diğer
uluslararası ilişkiler teorilerinin eleştirilmesinde kullandı.
Cox’a göre realizm ve neo-realizm gibi teoriler –bilinçli ya da bilinçsiz olarak
zengin batının hâkim devletlerinin ve elit tabakasının çıkarlarına hizmet eden
statükoyu koruması için hazırlanmıştı (Cox, 1981: 126-155). Bu tür teoriler
uluslararası düzeni doğal ve değişmez yapmak amacına yönelikti. Hegemonya
hâkim devletin moral, politik ve kültürel değerlerinin topluma ve alt gruplara
yayılmasına imkân veriyordu. Bütün bunlar ise sivil toplum kurumları ile
olmaktaydı. Sivil toplum, devletten kısmen otonom olan kurumlar ve
pratiklerin ağını oluşturmaktaydı. Hegemonya, hedef aldığı toplumlara
uygulamak için sosyal ve politik sistemler üretmekteydi. Cox’a göre tarihsel
olarak iki hegemon gücün (ABD ve İngiltere) temel olarak kullandığı düşünce
“serbest ticaret” idi. Serbest ticaret ise hegemona diğer çevrelere ve pazarlara
nüfuz etmek için gerekli yolu açacaktı. ABD, bu anlayış çerçevesinde neoliberalizm ile hegemonya üretmekteydi.
Keohane’ye göre hegemonya siyasi bir üst yapıya sahip olmaksızın çeşitli
mekanizmalarla ilişkileri yönlendirirken, emperyalizm de imparatorluklar
siyasi bir üst yapı ile egemenlik kurmakta idi (Keahone, 1991: 435-439).
Ancak imparatorlukta sürekli bir genişleme ve yeni alanları imparatorluğun
egemenlik alanına dahil etme yaklaşımı vardır. Duncan Snidal ise; ikna ile
uygulanan hegemonya, lütufkar; ancak zorla uygulanan hegemonya ve zora
dayalı sömürgeci hegemonya olmak üzere hegemonyayı üçe ayırmaktadır
(Sindal, 1986: 579-614).
32
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65
Sait Yılmaz
Hegemonya ve hakimiyet (dominance) arasındaki fark Machiavelli, Gramsci
ve Nye gibi pek çok düşünür tarafından tartışılmış bir konudur. Machiavelli,
Gramsci ve Nye’e göre büyük bir güç hakimiyete, zorlamaya ve sert güce
dayanmaz. Machiavelli’ye göre büyük güce itaatin nedeni saygı olmalıdır
(Wright, 2004). Gramsci ise büyük gücün, gönüllülüğe ve düşünmeksizin
işbirliğine ittiğini söylemektedir (Cox, 1993: 49-66). Nye’e göre ise hakim güç
iş birliği ikna ederek hegemonik güç olur. Bu ikna düzeyi ise yumuşak güçle
çıkarları ortak imiş gibi göstererek sağlanır. Ancak hegemonik istikrar
teorisine göre büyük güçler, kendi pozisyonlarını sürekli müsaade almaksızın
tek taraflılık ve sert güçle sağlarlar.
Frankfurt Okulu olarak adlandırılan bilim adamları tarafından geliştirilen
Eleştirel Kuram’a göre gücün üç boyutu vardı (Gill, Law, 1988: 73-74); (1).
Açıkça, bir diğer devletin davranışını istenen yönde etkilemek için uygulanan
aktif “üzerinde güç”, boyutlardan birisidir. (2) İkinci boyut, güçlü tarafın
gündemleri belirlediği, göze açıkça çarpmadan uygulanan; daha edilgen ve
fakat örgütleyici bir yönü olan “gizli (covert) güç”tür. Gizli güç, belli siyasal
sınırlarını çizerek, bazı konuları gündem dışı bırakmak yolu ile uygulanır. (3)
Üçüncü boyut, “yapısal güç”tür; maddi ve normatif yönleri ile belirli
özendirme ve sınırlandırma sistemleri oluşturarak, tarafların ilişkilerini yapısal
güç koşullandırır.
Hegemonya, uluslararası sistemin kuralları ve normlarını kendi motivasyon ve
isteklerine göre değiştirme yeteneğine ve gücüne sahip olma konumudur
(Volgy vd., 2005: 1-2). Eğer global olayları bir yol haritasına göre etkileme
gücünüz yoksa bu tehlikeli bir illüzyon olacaktır. Hegemon gücün özellikleri
ile ilgili bazı genel belirlemeler yapılmıştır; para biriminin uluslararası alanda
geçerli olması, dünyanın her yerinde üsler ve müttefikler bulundurması,
bölgesel kriz ve çatışmalara liderlik etmesi, nükleer silahlara sahip olması,
diğer ülkeler üzerinde ikna gücünün olması, kültürel olarak kendi yaşam
biçimini ve değerlerini tüm dünyaya yayarak konumunu meşrulaştırması gibi
33
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65
Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi
(Uzgel, 2003: 31)… Brezinski’ye göre para, üretim kapasitesi ve askeri güç,
hegemonyanın üç sacayağıdır (Brzezinski, 2004: 87). Susan Strange,
Amerikan hegemonik gücünü, uluslararası politik ekonomideki güvenlik,
üretim, finans ve bilgi yapılarından kaynaklanan, bölgeselliği aşan yapısal
gücünün sağladığını ifade etmektedir (Strange, 1987: 565).
Yumuşak güç kavramını ortaya atan Joseph S. Nye ise 21. yüzyılda
hegemonyanın güç kaynaklarını şu şekilde sıralamaktadır (Nye, 2003: 30): (1)
Teknolojik liderlik, (2) Askeri ve ekonomik büyüklük, (3) Yumuşak güç, (4)
Uluslar üstü iletişim ağının düğüm noktalarını kontrol etmek. Nye’e göre bilgi
çağında yumuşak güce sahip olacak ülkeler aşağıdaki hususları sağlamış
olmalılar (Nye, 2003: 30): (1) Küresel normlara (liberalizm, çoğulculuk,
otonomi) hakim olmaya yakın kültür ve fikirler. (2) Etki ve gündem
oluşturacak küresel iletişim kanalları. (3) Ülke içi ve uluslararası performansı
ile küresel saygınlık uyandırmak.
3. SOĞUK SAVAŞ SONRASI GÜVENLİK ORTAMI VE GÜÇ
DENGESİ
21. yüzyıla girerken dünya politikalarındaki hızlı değişmeler, bugüne kadar
yerleşmiş dengeleri alt üst etti. Sınırların değiştiği, düzenleyici ve denetleyici
güçlerin belirsizleştiği, çeşitli grupların geleneksel ulus-devlet yapısını
zorladığı, bölgesel istikrarsızlık ve çatışmaların hakim olduğu bir güvenlik
ortamı meydana geldi. Güvenlik alanında sivil ve askeri faaliyetlerin kapsam
alanı genişlemeye devam ederken siyasi, ekonomik, toplumsal ve teknolojik
gelişmelerin güvenlik stratejilerine katkıları önem kazandı. 21. yüzyıl
dünyasında devlet dışı aktörler güvenlik ortamını daha da kaotik ve bulanık
hale getirirken, bu tür aktörlerin yarattığı güvenlik sorunları ile başa çıkmak
için bölgesel ve küresel düzenlemelere ihtiyaç duyulmaktadır.
Soğuk Savaş sonrası ulusal gücün kapsamı daha karmaşık ve bu gücün diğer
ülkelere tatbiki daha zor hale gelmiştir. Karşılıklı bağımlılığın manipüle
34
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65
Sait Yılmaz
edilmesi gibi gücün yumuşak şekillerinin kullanılması daha önemli hale
gelmiştir. Ülkenin uzun dönemli ekonomik güçlülüğü, ulusal gücün sert ve
yumuşak şekillerinin kullanımı için temel teşkil etmektedir (Nye, 1991: 3654). Ulus-devlete duyulan gereksinime karşın, küreselleşme ile birlikte
yaşanan değişim, ulus-devleti hedef almakta ve onun amacını, niteliğini,
kapsamını, sınırlarını yeniden belirlemektedir. Ulus-devlet, ulusal ekonomi
üzerindeki müdahalesini en üst düzeye çıkarmak, denetimi dışındaki
gelişmeleri yakından izleyerek etkilerinden korumak için önlemler almak
zorunda kalacaktır. Ancak, 21. yüzyıl, kendinden önceki dönemde de olduğu
gibi, uluslararası arenada ulus-devletlerin değişmez aktör olarak kalacakları bir
süreci içinde barındırmaya devam edecektir.
Tablo 1: Güvenlik Ortamının Değişimi
Soğuk Savaş
Bugün
* Devlet merkezli uluslararası düzen
* Küreselleşme / ulusaşan aktörler
* İki kutupluluk
* Güç: askeri, ekonomik ve ulusaşan
* Ulusal güvenlik endeksli
* Çıkar endeksli
* Ulusal savunma
* Güvenliğin geniş boyutu
* Tehlikeyi caydırmak ve savunmak
* Çatışma kapsamının genişlemesi
* Çatışma kaynakları belirgin
* Çoğu çatışma kaynakları belirsiz
Kaynak: Peter R. FABER: NATO’s Military Transfomation Past, Present, Future, NATO
Defence College Occasional Paper: After İstanbul, (Rome, 2004), 33.
Buzan’a göre ise Soğuk Savaş sonrası güvenlik ortamında üç teorik perspektif
öne çıkmaktadır: neo-realist, küreselci ve bölgeselci (Buzan, Waever, 2003:
13). Neo-realist yaklaşım, realizmin önerdiği gibi hala devlet merkezlidir ve
uluslararası düzende güç dağılımı, yani güç dengesinin tek kutuplu ile çok
kutuplu olmak arasında sıkıştığını öngörmektedir. Küreselci yaklaşım ise neorealizmin anti tezi olarak kültürel, ulusaşan ve uluslararası politik ekonomi
yaklaşımlarını da birleştirerek devlet dışı aktörlerin (şirketler, NGO’lar,
hükümetlerarası ve sivil toplum kuruluşları) küresel sistemdeki yapısal rolüne
odaklanmakta, bu aktörlerin sermaye-teknoloji-bilgi ve örgütleri kontrol
35
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65
Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi
ettiğini, devletin bu global ağın bir oyuncusu olduğunu ifade etmektedir.
Bölgeselci yaklaşım ise iki kutupluluğun kalkması ile dikkatlerin küresel
konulardan çok bölgesel konulara yöneldiğini, süper güç karşısındaki zayıf
güçlerin kendi iç sorunları ve yakın çevrelerine öncelik vermelerinin,
bölgeselci yaklaşımları artırdığını savunmaktadır.
Soğuk Savaş sonrası dönemin yeniden yapılanma süreci devam etmektedir.
Gidiş, çok kutupluluğa doğrudur ve uluslararası ortam gittikçe daha kaotik bir
hal almaktadır. Bunun nedenleri şu şekilde sıralanabilir: (1) Denetleyici ve
düzenleyici güçler etkisiz ve yetersizdir. (2) Küresel ısınma gibi çevre
sorunları gittikçe felakete yakın konular ile gündeme gelirken; su, petrol ve
doğal gaz gibi stratejik kaynaklar birer siyasi ve güvenlik sorununa
dönüşmektedir. (3) Süper ve büyük güç olmanın kaderi enerji kaynaklarının
kontrolü üzerinde devam eden mücadelelerin sonucu ile şekillenecektir. (4)
Etnik ve kültürel konular, demokrasi, insan hakları, terör gibi konular gittikçe
daha fazla istismar edilmektedir. (5) Küreselleşme ülkeler ve bölgeler arasında
dengesizliği beslemektedir.
11 Eylül 2001 saldırıları güvenlik ve güç politikaları tarihi için önemli bir
dönemeç oldu. Terör, asimetrik güç dengesi içerisinde bir yandan zayıf olanın
güç kullanma yöntemi olarak ortaya çıkarken Amerikan dış politikasını tekrar
askerileştirdi. Bu dönem Rusya’nın batıya yönelişini hızlandırdı ve diğer
yandan Amerika ile Avrupa arasındaki çatlakları artırdı. George W.Bush, ABD
dış politikası için yeni bir kavram tanımladı: terörizmle savaş sırasında
küresel hegemonya (Ikenberry 2001: 21). 2002 yılında ABD Ulusal Güvenlik
Konseyi tarafından açıklanan güvenlik politikası; hem Amerika’nın diğer bir
rakip güç üzerindeki askeri üstünlüğünü sürdürmekteki kararlığını hem de
askeri faaliyetlerle tehditleri ortadan kaldırma konusundaki özel hak iddiasını
ifade etmekteydi.
36
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65
Sait Yılmaz
4. GÜÇ VE ULUSAL GÜCÜN EVRİMİ
Uluslararası ilişkilerde güç, bir devletin başka bir devlete karşı uyguladığı ve
normal şartlar altında o devletin yapmak istemeyeceği bir şeyi yapmasını
sağlamaya yönelik etkidir (Tezkan, 2005: 137). Bir devletin uluslararası
ilişkilerde uyguladığı politikanın yegane vasıtası güçtür. Bu vasıtaya sahip
olmak
devletin
amaçlarından
biridir.
Siyasetin
bir
vasıtası
olarak
kullanılmayan veya kullanılma becerisi gösterilmeyen yeteneğin güç olma
niteliği yoktur. Kısaca, güç ancak kullanılabilirse güçtür. Ulusal güç, ulusal
güvenlik politikalarının ve uygulamalarının ana kaynağıdır (Bayat, 1982: VII).
Ulusal güç bir milletin ulusal hedeflerine ulaşma yolunda ulusal çıkarlarını
sağlamak maksadıyla sahip olduğu ve kullanacağı siyasi, askeri, coğrafi,
demografik, bilimsel ve teknolojik, psiko-sosyal ve ekonomik kapasitelerinin
bir araya gelmesi ile oluşan genel yetenektir (Tezkan, 2005: 148). Bir ulusdevlet ancak güç politikası uygularsa, güç kullanmaya istekli olur ve bu uğurda
kayıp vermeye razı olursa, küçük düşürülmeyi reddederse ve saygı uyandırırsa
büyük bir güç olur (De Rivero, 2003: 34-35). Ulusal güç unsurlarının
sınıflandırılması ile pek çok görüş olmakla birlikte doğal (coğrafya, nüfus,
doğal kaynaklar) ve sosyal (ekonomik, askeri, politik, psiko-sosyal, bilgi)
etmenler olarak iki başlıkta gruplandırabiliriz (Jablonsky, 2006: 130-137).
Ulusal gücün tüm unsurlarının birbirleri ile ilişkili olması nedeni ile
gruplandırılması kadar ölçülmesi de oldukça zordur. Unsurların her birinin
olduğu kadar, bunların birbirine olan etkileri de analiz edilmelidir. Bununla
beraber bazı değerler hem dinamik hem de görecelidir. Bu nedenle yapılan
değerlendirmeler kısa sürede güncelliğini yitirir. Maharet, bilimsel verilerden
çok sezgisel öngörülerin öne çıktığı bir ustalık gerektirir. Bununla beraber
ulusal gücün hesaplanmasında pek çok formül arayışı da olmuştur. Bu tür
formüller genellikle bir savaşı göze almada ilgili ülkenin tahmin edilen ulusal
gücünü ortaya koyma amacına yöneliktir.
37
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65
Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi
Bu formüllerden biri tahmin edilen ulusal gücü (Pp) şu şekilde formüle
etmektedir (Cline, 1980: 13):
Pp = (C + E + M) X (S + W)
Bu formül içinde;
C = Kitle; Nüfus ve Toprak
E = Ekonomik Yetenek
M = Askeri Yetenek
S = Stratejik Maksat
W = Ulusal Stratejiyi Uygulama Azmi
Bu formül içinde, daha elle tutulur olan (C,E,M) sayılabilir değerlere sahip
olmakla beraber gene de sübjektif değerlendirme dereceleri ile ortaya
çıkmaktadır. Örneğin, toprağın büyük bir bölümü işlevsiz olabilir ya da
nüfusun eğitimsiz ve niteliksiz oranı bu derecelendirmeye nasıl yansıyacaktır?
Ya da sizin, askeri unsurda bulunan bilimsel ve teknolojik üstünlüğünüz karşı
tarafın liderlik ve moral üstünlüğü karşısında değerini yitirebilir. Bununla
beraber ulusal gücün hesaplanmasında manalı olan unsurların tek tek
toplanmasından ziyade, bunların ortaya koyacağı ürün ya da sonuçtur.
ABD’nin Vietnam’daki C, E ve M üstünlüğünün karşı tarafın ölçülemez
değerleri olan S ve W karşısında etkisiz kaldığı unutulmamalıdır (Jablonsky,
2006: 138).
Ulusal güvenlik politikalarının başarılı bir şekilde uygulanması ile ülkenin
sahip olduğu ulusal güç ve bu gücü etkin olarak kullanma kabiliyeti arasında
doğrudan bir ilişki vardır (Sarkesian, 1995: 25). Ulusal gücün sürekli
geliştirilmesi, devleti yönetenler ile birlikte, öncelikle topluma düşen toplumun
bilinçlendirilmesine yönelik bir yükümlülüktür. Ülkelerin güç politikalarının
yavaş yavaş yok olması, en güçlü temsilcilerinin de dâhil olduğu ulus-devlet
sisteminin değişmekte olduğunun önemli ve açık bir kanıtıdır. Ulus-devletin
gerileyişinin bir temel faktörü de onun egemenliğini sınırlayan veya yerini
38
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65
Sait Yılmaz
almaya çalışan yeni aktörlerin ortaya çıkışıdır. Bu çalışmada gücün; askeri,
ekonomik ve yumuşak şekli üzerindeki güncel tartışmalara odaklanılacaktır.
Sert Güç
Yakın zamana kadar, bir ülkenin ulusal gücü denilince akla sadece Silahlı
Kuvvetler gelirdi. Bugün de ülke güvenliğinin temel dayanağı Silahlı
Kuvvetlerdir. Silahlı Kuvvetler varlığı ile barış döneminde ülkenin güvenliği
ve daha geniş kapsamda çıkarlarını korumak için rakip ülkeler üzerinde
caydırıcılık sağlar. Gerektiğinde sınırlı savaştan topyekun savaşa kadar bir seri
askeri operasyon içerisinde belirlenen hedefleri ele geçirmek veya yok etmek
üzere kullanılarak rakip ülkeye boyun eğdirilir. Bu yüzden barıştan itibaren
güçlü ve kullanılmaya hazır bir Silahlı Kuvvetlere sahip olmak bütün ülke
yöneticilerinin öncelikli görevidir.
Tablo 2: 2000 Yılında Tam Zamanlı Personel Sayısı Bakımından
Dünyadaki Silahlı Kuvvetler
Sıra
Devlet
Personel Sayısı
1.
Çin
2.81 Milyon
2.
Rusya
1.52 Milyon
3.
ABD
1.37 Milyon
4.
Hindistan
1.3 Milyon
5.
Güney Kore
680 Bin
6.
Pakistan
610 Bin
7.
Türkiye
610 Bin
8.
İran
510 Bin
9.
Vietnam
480 Bin
10.
Mısır
450 Bin
Kaynak: ISSS: The Military Balance (2001), International Institute for Strategic Studies,
Oxford University Press, (Oxford, 2001).
Bir devletin, ulusal güvenlik çıkarlarının zorunlu kıldığı hallerde kuvvete
başvurmaktan çekinmeyeceğini inandırıcı biçimde ortaya koyması çoğu zaman
etkili olur. Tabii, bunun için o ülkenin yeterli güce ve gücü kullanacak siyasi
idareye sahip olması gerekmektedir (Öymen, 2003: 165). Savunma gücünün
barış zamanında en etkili biçimde kullanılması için diplomasi ile silahlı
39
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65
Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi
kuvvetlerin çok yakın bir uyum ve iş birliği içinde olmaları gereklidir. Askeri
gücün dış politikada etkin bir unsur olabilmesi, büyük ölçüde silahlı
kuvvetlerin etkinliğine bağlıdır. Dünya politikasında önemli bir rol oynamak
isteyen ülkeler, daima güçlü ordulara sahip olmaya önem vermiştir.
Tablo 2’de ülkelerin silahlı kuvvetlerin büyüklük sıralaması, asker sayısına
dayalı olarak verilmiştir. Ancak yaklaşık son onbeş yıldır yapılan uluslararası
güvenlik müdahaleleri ve çokuluslu harekat örnekleri silahlı kuvvetlerin
üstünlüğü ile ilgili önemli dersler ortaya çıkarmıştır. Bir ülkenin askeri
gücünün uluslararası düzeyde etkinliğini belirleyen faktörleri şu şekilde
sıralayabiliriz: (1) Nükleer silahlara sahip olma. (2) Dış ülkelerde askeri varlık
bulundurma, güç projeksiyonu (üsler, denizaşırı varlıklar vb.), stratejik kuvvet
kaydırma (ulaştırma) ve takviye yeteneği. (3) Stratejik ve taktik haberleşme
kabiliyetleri. (4) Modern teknolojinin keskin uçlarını kullanan, çevik ve etkili
(isabetli ve tahrip gücü yüksek) ateş desteği ile takviye edilmiş manevra
kabiliyetleri. (5) Küresel ve bölgesel coğrafyalarda süratli, zamanında ve
emniyetli bir şekilde kuvvetlerinin lojistik desteğini, barınma ve idamesini
sağlayacak kabiliyetler.
Tablo 3: Dünyadaki Nükleer Güçler
S.No.
Devlet
Silah Sayısı
1.
ABD
10.640
2.
Rusya
8.600
3.
Çin
400
4.
Fransa
350
5.
İngiltere
200
6.
İsrail
100
7.
Hindistan
30
8.
Pakistan
24
9.
Kuzey Kore
?
10.
İran
?
Kaynak: NRDC (2002): Nuclear Database, Natural Resources Defense Council,
www.nrdc.org/nuclear/nudb/datab.asp (12 Sep., 2003).
40
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65
Sait Yılmaz
Silahlı Kuvvetler dışında da askeri işlevleri olan zorlayıcı güç unsurları da
bulunmaktadır. Bunların başında, özellikle Irak Savaşı ile gündeme çok daha
fazla oturan özel askeri şirketler gelmektedir. Paralı askerlerden farklı olarak,
özel askeri şirketler yasal bir yapıya sahiptirler (Yeoman vd., 2004: 30).
Dünyada 90’a yakın özel askeri şirket bulunmakta ve bunlar 110 ülkede
faaliyet göstermektedir (ICIJ, 2007). Özel askeri şirketler, devletlerin özel
jandarmalığından, örtülü operasyonlarına, bir devletin başka topraklardaki
faaliyetlerine, ticari şirketlerin çıkarlarının muhafızlığından mafya ve terör
örgütleriyle
dirsek
temasına
kadar,
geniş
bir
yelpazede
faaliyette
bulunmaktadırlar (Talu, 2001).
Yumuşak Güç
Kavramın yaratıcısı Joseph S. Nye’e göre yumuşak güç, zorlama veya paradan
ziyade cazibenizle istediğinizi sağlama kabiliyetidir. İstediğinizi başkaları da
istediği zaman, başkalarını kendi istikametinize sokmak için havuç ve sopalara
harcama yapma ihtiyacı duymazsınız. Nye’e göre; sert güç, ülkenin askeri ve
ekonomik gücünden kaynaklanan zorlama kabiliyetidir. Yumuşak güç, bir
ülkenin kültürü ve politik fikirlerinin çekiciliğinden gelir. Eğer diğer ülkeler
sizin politikalarınızı meşru görüyorsa yumuşak gücünüz fazladır (Nye, 2004:
256). Çünkü yumuşak güç, siyasi gündemi, diğer insanların önceliklerini
şekillendirecek biçimde belirleme kabiliyetine dayanır. Bir ülke, kendi
amaçlarının ve değerlerinin başka ülkeler tarafından benimsenmesini
sağlayabilirse askeri güç ve ekonomik gücünün ağırlıkta olduğu sert gücünü
(hard power) daha az kullanmak zorunda kalır.
Nye’in yumuşak ve sert güç şeklindeki sınıflandırması, bazı bilim adamlarınca
geçerli bulunmamaktadır. Bu kapsamdaki bir görüşe göre yumuşak güç
tanımlaması, gelişen demokrasilerin bulunduğu, eğitim ve yeni bilgi
teknolojilerinin girişine müsait, küresel haberlere ve medyaya açık ülkeler için
geçerli olabilir. Ayrıca, gücü bu derece kesin sınıflandırmak coğrafya, bilim ve
teknoloji,
insan
gücü
gibi
diğer
41
güç
kaynaklarının
yeterince
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65
Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi
değerlendirilmemesi gibi bir sonuç doğurabilir. Diğer yandan yumuşak güç
gereğinde ekonomik ve askeri kapsamda da olabilir. Silahlı Kuvvetleri tek
başına sert güç olarak görmek de mümkün değildir. Örneğin, insani yardım
amaçlı olarak askeri güç kullanımı bu tür amaca hizmet edebilir (Noya, 2005:
16).
Tablo 4: Joseph S. Nye’e Göre Güç Çeşitleri
Güç Çeşitleri
Askeri güç
Davranışlar
Temel Araçlar
* Zorlama
* Tehdit
Hükümet
Politikaları
* Zorlayıcı Diplomasi
* Caydırma
* Kuvvet
* Savaş
* Koruma
Ekonomik Güç
Yumuşak Güç
* İttifak
* Teşvik
* Para Verme
* Yardım
* Zorlama
* Yatırım
* Rüşvet
*Hayranlık
* Değerler, Kültür
*Kamu Diplomasisi
Uyandırma
* Politikalar
*İki Taraflı ve Çok
* Gündem Yaratma
* Kurumlar
Taraflı Diplomasi
Kaynak: Joseph S. NYE: Yumuşak Güç, Çev.: Ri. Aydın, Elips Kitapları, (İstanbul, Ekim
2005), 37.
Pek çok düşünürün kabul ettiği gibi yumuşak ve sert güç arasında kollanması
gereken optimal bir denge vardır. Sert gücün şu anda ABD'nin yaptığı gibi
aşırı kullanılması, yumuşak gücün kullanılma şansını da yok edebilir. Diğer bir
deyişle yüksek askeri güç sizi, kaba kuvvet kullanmaya sevk ettiği ölçüde,
gerçek toplumsal imkanları seferber etmek zorlaşmaktadır. Sert ve yumuşak
gücü birleştirme becerisi 'akıllı güç'tür (Nye, 2006: 2). Günümüz dünyası
karşılıklı konuşmayı ve ‘ikna’yı gündeme bir zorunluluk olarak getirmektedir.
Baskı ve zor kullanarak alınan neticelerin kalıcı olma şansı olmadığı gibi, aynı
şiddetle geri tepen siyasetleri meşrulaştırmaktadır. Dahası, herhangi bir alanda
baskı ve zor kullanan bir devletin, diğer alanlarda 'yumuşak' davranmasının da
pek inandırıcılığı kalmamaktadır.
42
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65
Sait Yılmaz
Ekonomik Güç
Ekonomik güç, bir ülkenin refahı, mutluluğu, güvenliği ve gelişmesi için
kullanılan bütün kaynakların toplam kapasitesi ve bu maksatlar için ürettiği
değerlerin meydana getirdiği toplam hasıla olarak tanımlanmaktadır (Tezkan,
2005: 181). Bir ülkenin ekonomik gücünün ölçülmesinde; sahip doğal
kaynaklar, ekonomik düzeni genel yapısı, sektörlerin (tarım, sanayi) dağılımı
ve kapasitesi, iş gücü, dışarıdan hammaddelere olan bağımlılığı, kendi kendine
yeterliliği, parasının değeri, uluslararası ekonomik ve finans örgütleri ile
ilişkisi, kredi notu, şirketleri, uluslararası tanınmış markaları, Gayri Safi Milli
Hasılası (GSMH), teknolojik kapasitesi, ulaştırma ver haberleşme ağı gibi
faktörler göz önüne alınabilir.
Tablo 5: Dünya Ticaret Oranları (2001)
Ülke
%
Çin
7.0
Hindistan
0.8
Japonya
5.8
Rusya
1.3
ABD
15.1
Fransa
5.0
Almanya
8.4
İngiltere
4.8
Avrupa Birliği
35.4
Kaynak: International Monetary Fund: Direction of Trade Statistics Yearbook 2002, (Washington
D.C.).
Küresel ekonomiye, dünya ticaretindeki payı yönünden bakıldığında (Tablo 5)
hegemon gücün ABD’de olduğu görülmektedir. ABD ekonomisinin ancak
%25’i ticaretten etkilenir ve bunun çok azı Avrupa ülkeleri ile yapılmaktadır.
Tablo 6’da yer alan ülkelerin tek başlarına ekonomi büyüklükleri dikkate
alındığında, bu ülkelerin biri hariç (İngiltere), diğerlerinin hepsi tek başlarına
ABD’nin küresel yönlendirme gücüne karşıdır. Ancak, ne tek başlarına ne de
oluşturmakta oldukları kıt’asal, bölgesel, birleşik veya sınırlı jeopolitik güç
43
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65
Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi
merkezleri (Denk, 2000: 23-24) aracılığıyla tek küresel güç merkezi olan
ABD’ye karşı koyabilmektedirler. Çünkü küresel güç olmak, sadece ekonomik
güç ile dünya piyasasını belirlemek şeklinde ortaya çıkmamakta, ekonomik
gücün güvenliğini sağlamak veya yeni ekonomik pazarları kontrol altına almak
ve gerektiğinde ele geçirmek üzere hazır, kullanılabilir bir askeri güce sahip
olmakla mümkün olabilmektedir.
Tablo 6: Dünyanın İlk Onları
Toprak
Nüfus
GSMH
Askeri
Büyüklüğü
Güç Enerji
(Sayısal)
Rusya
Çin
ABD
Çin
B.A.E.
Çin
Hindistan
Çin
ABD
Kuveyt
Kanada
ABD
Japonya
Rusya
ABD
ABD
Endonezya
Almanya
Hindistan
Kanada
Brezilya
Brezilya
Hindistan
Kuzey Kore
Singapur
Avustralya
Rusya
Fransa
Hindistan
Pakistan
İngiltere
Güney Kore
Finlandiya
Arjantin
Japonya
İtalya
Pakistan
Norveç
Kazakistan
Bangladeş
Brezilya
Vietnam
Tobago
Cezayir
Nijerya
Meksika
Fransa
Avustralya
Türkiye
İsveç
Kaynak: Harp Akademileri Komutanlığı: Geçmişte ve 21. Yüzyılda Savaşlar, Stratejiler, Harp
Akademileri Basımevi, (İstanbul, 2002), 336.
Günümüzün dünyasında, ulusal gücün en önemli belirleyicisi ekonomidir
(Ulagay, 2006). Ancak, tutarlı bir ulusal strateji çizip insan kaynaklarını
geliştirebilen ve ekonomisini güçlendirebilen ülkeler, ulusal gücünü büyük ya
da küresel güç olmaya yakın bir kategoriye terfi ettirme şansını elde edebilir.
Bunu sağlamanın önemli önkoşulu ise dünya sahnesinde dışlayıcı ve saldırgan
bir ülke olarak değil, bütünleştirici ve uzlaştırıcı bir ülke olarak görünebilmek;
iyi yetişmiş insanı, teknolojiyi ve sermayeyi ülkeye çekebilmek. Bunların
ötesinde, ülkenin büyüklüğü ve nüfus potansiyeli de dikkate alınması gereken
faktörlerdir.
44
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65
Sait Yılmaz
5. GLOBAL GÜÇ DENGESİ
Güç dengesi, ya ağır tarafı hafifleterek ya da hafif tarafa ağırlık kazandırarak
uygulanır. Tarihin çeşitli dönemlerinde ya tek bir hegemon güç olmuş ve o
dönem, bu gücün etrafındaki gelişmelere göre biçimlenmiş ya da birden fazla
birbirine benzer güç merkezi olmuş ve bunlar arasındaki çekişme ve rekabet
tarihsel olayların belirlenmesinde etkin olmuştur. Hegemon güç kendisinden
daha etkin bir güç istemediği için, diğer hegemon güç adaylarını ortadan
kaldırana kadar bölme ve parçalama sürecine itmiştir. Ancak tarih boyunca
yeni ortaya çıkan güç merkezleri, hızla gelişmiş eski hegemon gücün
üstünlüğüne son vererek kendilerinin merkezinde olduğu yeni bir dünya düzeni
kurmuşlardır.
Tablo 7: 19’ ncu Yüzyıldan Günümüze Hegemonya ve Güç Dengesi
Dönem
Süpergüç
19. yüzyıl
I.
Dünya
Sonrası
Soğuk Savaş
Savaşı
Soğuk Savaş Sonrası
Büyük Güç
İngiltere (H), Fransa, Rusya
Japonya, Almanya, ABD
İngiltere (H), ABD, Sovyetler
Birliği
ABD (H), Sovyetler Birliği
Japonya, Almanya, Fransa
Japonya, Almanya, Çin
ABD (H)
Çin, Japonya, Rusya, AB (Alm.İng.-Fr.)
Kaynak: Tablonun hazırlanmasında Çetin ÖNGÜN (Amerikan Gücüne Tarihsel Bir Yaklaşım,
2007) ve Barry BUZAN, Ole WAEVER (Regions and Powers, The Structure of International
Security, 2003) faydalanılmıştır.
Uluslararası güç dengesi sıralaması 1900’de sırasıyla, İngiltere, Almanya,
Fransa, Rusya ve ABD şeklindeydi. 1945’de liderlik ABD ve Rusya
(SSCB)’ya kaydı. II. Dünya Savaşı sonunda İngiltere hegemonyayı ABD’ye
devretmiştir. Bu yıllarda Japonya, Çin ve İngiltere çok geride kaldı. Soğuk
Savaş’ın 2 + 3 (ABD – Sovyetler Birliği + Çin – Japonya - Almanya)
dengesinin yerini son 15 yıldır Rusya’nın bir alt kademeye düşmesi ile 1 + 4
(ABD + Rusya – AB – Japonya – Rusya) almıştır (Buzan, Waever, 2003: 3).
2000’li yıllarda ABD tek başına tepededir; Çin, Almanya, Japonya ve Rusya
onu izlemektedir (Brzezinski, 2004: 279).
45
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65
Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi
Soğuk Savaş sonrası sistemin tanımını yapmaya çalışan Charles Krauthammer,
yeni sistemin “tek kutuplu (unipolar)” bir hegemonya olduğunu söylemişti
(Krauthammer, 1992: 195-206). Bu düzende, hegemonyanın en üst düzeydeki
gücü ve lideri doğal olarak ABD idi. Amerikan Stratejik Araştırmalar
Enstitüsünün yaptığı başka bir güç dengesi tanımı “asimetrik güç dengesi”ni
ortaya koydu (INSS, 1997: i-xi). Buna göre ABD, tek süper güç olarak yeni
düzende güç prizmasının en üstünde yerini alırken, onu “büyük güçler (major
powers)” olarak adlandırılan Rusya Federasyonu, Çin, Japonya ve AB
izlemekteydi. Büyük güçlerin altında ise bölgesel güç olma yarışında olan
Hindistan ve Brezilya gibi ülkeler başka bir kategoriyi oluşturmaktaydı.
Bu yüzyıl boyunca, uluslararası güç ilişkilerinin nasıl gelişeceği ve güç
dengelerinin nasıl bir yörüngeye oturacağı daha çok aktör düzeyinde
çalışmalara konu olmaktadır. Bu kapsamda: ABD ve AB’nin geleceği, Çin’in
ABD’ye ne oranda rakip olabileceği, Rusya Federasyonu’nun gittikçe çok
kutuplu bir hal alan dünya düzeninde nasıl bir konum edineceği, Japonya’nın
artan daha bağımsız güvenlik arayışları yanında Hindistan, Brezilya ya da İran
gibi bölgesel güçlerin daha yukarıya ne kadar terfi edebilecekleri ile ilgili
çalışmalara yer verilmektedir.
Soğuk Savaş sonrası dönem tek süper gücü daha müdahaleci yaparken, büyük
güçleri ise bölgesel güvenlik ortamlarındaki konumlarını güçlendirmeye
itmiştir. Aralık 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte iki kutuplu
dünyadaki ideolojik ve stratejik temel tehditler ortadan kalkmıştır. 19. yüzyılın
başlarında Almanya’nın, 20. yüzyılın başlarında ABD’nin dünya dengelerini
etkileyecek şekilde ortaya çıktığı gibi, 21. yüzyılda da küresel güç olma
yolunda ilerleyen ülkelerin, dünyanın jeopolitik dengelerini değiştireceği ve
bunun potansiyel etkilerinin bütün dünyayı etkileyeceği tahmin edilmektedir.
46
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65
Sait Yılmaz
6. GÜÇ KATEGORİLERİ
Güç kategorisinin belirlenmesinde Buzan’ın yukarıdan aşağıya; süper güç –
büyük güç – bölgesel güç sıralaması bugün için geçerli bir yaklaşım
sağlamaktadır. Buzan’a göre süper güç; sahip olduğu birinci sınıf askeri-politik
kabiliyetler ve bunları destekleyen ekonomisi ile uluslararası güvenliğin aktif
oyuncusu, her istediği bölgede tehdit, garantör, müttefik veya müdahaleci
konumundadır. Bu yönünün dışında, uluslararası toplumu kendi yanına
çekecek evrensel değerleri sahiplenmiştir. Büyük (great/major) güç ise bütün
sektörlerde süper güç ile yarışacak kabiliyetlere sahip değildir ve global ile
karşı karşıya gelme riski olduğunda, güç kullanımı ve isteklerinde orantılı
olmak zorundadır.
Şekil 1: 21. Yüzyılda Güç Dengesi Piramidi (Yılmaz, 2007: 16-17)
Bölgesel güçler ise kabiliyetleri ancak belirli bir bölge için etkili olan, küresel
gelişmelerin pek çoğuna katılamayan güçlerdir. Bu güçlerin konumları ve ne
istedikleri küresel hesaplamaların dışında tutulur. Örneğin, Soğuk Savaş
47
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65
Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi
döneminin Vietnam, Kore ve Mısır’ı böyle bir konuma sahipti. Ancak,
bölgesel güç olma konumunda olmayan ülkeler içinde sınırlı da olsa
bölgesinde etkili olan ülkeler için ‘alt bölgesel güç’ diyebiliriz. Buzan, böyle
bir kategoriye yer vermemekte ve bu ülkeleri bölge içi (domestic) ülkeler
olarak adlandırmaktadır. Buzan, ayrıca bazı ülkeleri bir kaç bölgenin güçlerini
ayırması nedeni ile tampon (buffer) ya da birkaç bölgeye ait olmakla birlikte,
tecrit edici (insulator) olarak tanımlamakta ve Türkiye’yi bölgesel güç
olmamakla beraber tecrit edici kategorisine koymaktadır (Buzan, Waever,
2003: 393-394).
Güç dengesi piramidinin en üstünde, askeri-politik konular ile ilgili askeri
gücü temsil eden tek bir kutup ve bu tabakada hegemon olan ABD
bulunmaktadır. Ancak, Amerika hegemonyayı ekonomik boyutta, orta
tabakadaki Avrupa ile paylaşmaktadır. Bölgesel güçlerin büyük güç ve hatta
sınırlı küresel güç olma şansı vardır. Ulusaşan konuların yer aldığı en alt
tabakada ise gücün dağılımında kaotik bir durum söz konusudur. Burada,
gücünü kullanma kabiliyetini kaybetmiş güçsüz güçler şeklindeki devletler ve
devlet dışı aktörlerin yer aldığı kaotik bir güvenlik ortamı söz konusudur. Öte
yandan gücü kontrol altına alınmış (/güçsüz güç) devletler ve devlet dışlı
aktörlerin bulunduğu kaotik ortamdaki El-Kaide ağı (en alttaki) ulusaşan
tabakadaki oyunu kazanma kabiliyetini artırmaktadır (Nye, 2004: 263).
7. GÜÇ MERKEZLERİ VE GÜVENLİK BÖLGELERİ
21. yüzyılda güç merkezi veya egemenlik bölgesinde hegemonya olma şartları
değişerek gelişmiş; parayı kontrol etmek, gündemi belirlemek, düğüm
noktalarında askeri güç bulundurmak, cazibe merkezi olmak gibi stratejik ve
politik etmenler gücün olmazsa olmazları içine girmişlerdir. Bu bağlamda güç
merkezi olma şartlarını, her alanda diğerlerine göre fazlasıyla sağlayan, hatta
diğerlerini kendine mecbur eden, muhtaç eden, bağımlı hale getiren aktör
bölgesel hakimiyetini ilan edecek, bu şartları dünya çapında sağlayabilirse
küresel bir güç merkezi haline gelecektir.
48
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65
Sait Yılmaz
Bazı kaynaklara göre güç merkezi olabilmek için, bir ülkenin aşağıdaki yedi
genel kuralı sağlamış olması gerekmektedir (Denk, 1988: 24); (1) Ekonomik
Alan (Yeteri kadar ekonomik kapasitesi olmak). (2) Teknolojik Alan (Enerji ve
iletişim alanındaki gelişmelere hakim olmak). (3) Parasal Alan (Uluslararası
alanda itibarı olan ve tasarruf edilebilir olarak değerlendirilen bir paraya
sahip olmak.) (4) Askeri Alan (Nükleer silahlara ve deniz aşırı kullanılabilecek
düzeyde 10 kadar Piyade Tümenine sahip olmak). (5) Coğrafi Alan (Hayati bir
müttefiki, esas deniz ulaştırma yollarını, içilebilir su rezervlerini ve enerji
kaynaklarını ülke sınırları dışında koruyabilecek pozisyona sahip olmak). (6)
Kültürel Alan (Ulusal ya da dinsel boyutta, diğerlerinin menfaatleri ile
işbirliği yapmaya müsait ve eserleri ile diğerlerini kendisine çeken evrensel bir
kültüre sahip olmak). (7) Diplomatik Alan ( Emperyalist bir dış politikayı
tasarlayan ve uygulamaya koyan, uyumlu ve yeteri kadar kuvvetli bir devlete
sahip olmak.)
Şekil 2: 21. Yüzyılın Başında Güvenlik Bölgeleri∗
Güç merkezleri ile ilgili çeşitli kategorik (jeopolitik, ekonomik vb.) veya
coğrafi (global, kıtasal vb.) sınıflandırmalar yapılmaktadır. Jeopolitik güç
∗
Şeklin hazırlanmasında Barry BUZAN ve Ole WAEVER: Regions and Powers, (2003) adlı
kitabında yer alan şekil ve açıklamalar esas alınmıştır. Buzan, Avrupa ve Karadeniz güvenlik
bölgeleri içine dahil etmemekle birlikte; Türkiye, bu bölgelerin doğal ve merkez ülkesi olarak
kabul edilmiştir
49
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65
Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi
merkezleri; “Kendi coğrafyası içerisinde ve dışında sahip olduğu ve kontrolü
altında bulundurduğu güç kaynaklarını, diğer ülkelere oranla geliştirerek bu
kaynakları kendi lehine etkileyebilen devletler veya devletler topluluğu”
(Levent, 1997: 2) olarak tanımlanmaktadır. Bu kapsamda jeopolitik güç
merkezleri aşağıdaki gibi tasnif edilmektedir (Denk, 1998: 24): (1) Küresel
(ABD), (2) Kıtasal (Çin, Rusya Federasyonu), (3) Bölgesel (Hindistan,
Brezilya, İran, Japonya), (4) Birleşik (NATO, Şangay İşbirliği Örgütü), (5)
Sınırlı (Kanada, Meksika, Türkiye, İsrail, G.Kore). Ekonomik güç merkezleri
arasında ise AB, NAFTA ve APEC’e yer verilmektedir.
Güvenlik bölgeleri de kendi güç merkezlerine ve güç dengelerine, yani
kutupluluk çeşidine sahip olabilirler. Güney Afrika, tek kutuplu; Güney Asya,
iki kutuplu; Orta Doğu, Güney Amerika ve Güney Doğu Asya ise çok
kutupludur. Güvenlik bölgeleri standart (birden çok bölgesel gücün
bulunduğu) veya tek merkezli bölgeler olarak ikiye ayrılmaktadır. Buzan’ın
güç dengelerine göre güvenlik bölgesi yapısı analizi, aşağıdaki tabloda
verilmiştir. Bazen yapısız güvenlik bölgeleri de meydana gelebilir. Bunun
nedeni bölgedeki güçlerin yetersiz kabiliyetleri ve diğer bölge dışı güçlerin
isteksizliği olabileceği gibi, güçlü bir uluslararası düzenlemenin bölgedeki
güçlerin işlevlerini engellemesi de olabilir.
Mevcut aktörlerden ABD; sert, yumuşak ve askeri güç açısından en üst
seviyededir. Ancak yapısı çatırdamaktadır. ABD gibi hegemon bir gücün
uluslararası ilişkilerdeki etkisinin artması ve politikalarını uygulamasının daha
az maliyetli olması, yumuşak gücünü sert gücü kadar etkili kullanabilme
yeteneğine bağlıdır. Irak savaşı ve ardından yaşanan gelişmeler ABD'nin diğer
ülkelerle kıyaslandığında çok ileri olan yumuşak gücünü özellikle Orta
Doğu'da kullanamadığını ve üstelik kontrolsüz bir şekilde kullanılan sert
gücünün, yumuşak gücüne zarar verdiğini göstermektedir. Oysa yumuşak
gücün kaynakları olan kültür ve politik değerler açısından ABD büyük bir
çekim gücüne sahiptir. ABD kendisini zorlayan takipçilerine rağmen
50
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65
Sait Yılmaz
yapısındaki gerekli onarım ve geliştirmeleri yaparak yerini korumaya devam
etmektedir.
Tablo 8: Güvenlik Bölgeleri; Güçler ve Trendler
Güvenlik
Bölgesi
Avrupa
Alt Güvenlik
Bölgeleri
(1) AB Merkez
(2) Baltık
(3) Doğu
Avrupa
(4) Balkanlar
Süpergüç/ Büyük
Güçler
* AB
* ABD
* Rusya Fed.
Bölgesel
Güçler
* Ukrayna
Muhtemel Trendler
* ABD ile birlikte diğer
bölgeleri yumuşak gücü
ile şekillendirmekte.
* Rusya’yı da yanına
çekerek ABD’ye rakip
olabilir.
(1) Rusya
* Rusya Fed.
* İran
* Çin-Rus-İran ittifakı
BDT
(2) Orta Asya
* ABD - AB
Japonya ile tüm Asya’yı
(3) Kafkasya* Çin
kontrol altına alabilir.
Karadeniz
* Kafkasya ve Ukrayna’yı
ABD ve AB’ye
kaptırabilir.
(1) Kuzeydoğu
* Çin
* Avustralya * Çin’e karşı ABDDoğu
Asya
* ABD
Japonya güç dengesi
Asya
(2) Güneydoğu
* Japonya
statükoyu korur.
Asya
* Devam eden dönüşüm
dengeleri değiştirebilir.
* Çin,
* Hindistan
* Çin önderliğinde süper
Güney
* ABD
karışımlı bir bölge olabilir
Asya
* ABD-Hindistan
dengeleyebilir
(1) Magrep
* ABD
* İran
* Batı tarafından
Orta
(2) Merkez
* AB
dönüştürülmekte.
Doğu
(3) Körfez ve
* Çin-Rusya
* Mısır, S. Arabistan,
Irak, İran ve Türkiye’nin
Doğu
geleceği belirleyici
olacaktır.
(1) Güney
* AB
* Zayıf devlet yapıları
Afrika
Afrika
* ABD
bölgesel güç çıkması
(2) Batı Afrika
* Çin
engeldir.
(3) Afrika
* Batı tarafından
Boynuzu
dönüştürülmekte ve
sömürülmektedir.
* ABD
NAFTA ve Pan-American
Kuzey
FTAA’ya göre
Amerika
şekillenmesi
beklenmektedir.
(1) Güney Koni
* ABD
* Brezilya
* Brezilya ve Arjantin
Güney
(2) Andean
* Arjantin
Mercosour’la güçlerini
Amerika
Ülkeleri
artırabilir.
* Andean ülkeleri
uyuşturucu ve iç
karışıklılarla meşgul
olabilir.
Kaynak: Tablonun hazırlanmasında Barry BUZAN ve Ole WAEVER: Regions and Powers,
(2003) adlı kitabında yer alan açıklamalar esas alınmıştır.
51
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65
Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi
Yükselen güçlerin ABD’nin rakibi olması henüz kesin değildir. Avrupa,
Japonya ve belki de Rusya’nın, yaşlanan nüfuslarının etkilerine rağmen,
güçlerinde herhangi bir değişim olmayacaktır. ABD’nin en yakın rakibi
AB’dir, ancak AB’nin de bu yüzyılın ilk çeyreğinde, mevcut problemlerini,
askeri ve siyasi alanlardaki eksikliklerini gidererek ABD’nin karşısına bir
süper güç olarak çıkması pek mümkün gözükmemektedir. Avrupa’nın
ABD’nin rakibi olabilecek bir siyasi güç için gerekli bütünlüğe ulaşması çok
zaman alacaktır. Eski ana Avrupa güçleri İngiltere, Almanya ve Fransa; ABD
ile aradaki güç boşluğunu kapatamayacak kadar zayıftırlar.
Şekil 3: ABD, Japonya ve Çin’in Tahmini Güç Hareketleri (Öngün, 2007:
133)
21. yüzyılda tek başına sıçrama yapma şansı olan ülkeler arasında dört ülkenin
ismi öne çıkmaktadır. Bunlar dünya imalat sanayinin en büyük gücü olma
yolunda ilerleyen Çin, yazılım alanında başlattığı atılımı, ekonomik
büyümesiyle hızlandıran Hindistan ile atılım yapmaları halinde bu ülkelere
katılma potansiyeli olan Rusya ve Brezilya’dır. Brezilya ve Rusya; Çin ve
Hindistan gibi benzer politik etkiler yaratacak olmamalarına rağmen,
ekonomik gelişimlerini sağlayacaklardır (NIC, 2004: 51). Brezilya, Güney
52
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65
Sait Yılmaz
Afrika, Endonezya ve hatta Rusya’nın Çin ve Hindistan’ın yükselen rolünü
destekleyecekleri öngörülmektedir.
8. 21. YÜZYILDA ULUSAL GÜCÜ BEKLEYEN TEHLİKELER
Soğuk Savaş sonrası dönem tek süper gücü daha müdahaleci yaparken, büyük
güçleri ise bölgesel güvenlik ortamlarındaki konumlarını güçlendirmeye
itmiştir. 19. yüzyılın başlarında Almanya’nın, 20. yüzyılın başlarında ABD’nin
dünya dengelerini etkileyecek şekilde ortaya çıktığı gibi, 21. yüzyılda da
küresel güç olma yolunda ilerleyen ABD hegemonya kurgusunun jeopolitik
dengeleri değiştireceği ve bunun potansiyel etkilerinin bütün dünyayı
etkileyeceği tahmin edilmektedir. Modernizm kökenli ABD hegemonya
kurgusunun post-modern AB ile birlikte iş birliği gerçekte bu ülkelerin
demokratikleşmesini veya ekonomik kalkınmasını değil, ulusal güçlerini tehdit
etmektedir.
Amerikan Hegemonya Kurgusu
Dünya ABD tarafından temel kuralları belirlenen bir çeşit modern düzene
doğru yavaş yavaş evrilmektedir. Hegemonik güçler, hiç bir zaman natılı ve
modern olma yarışında hep geriden gelecek, ulusal gücü ve egemenliği önemli
ölçüde erozyona uğramış, küreselleşme ve modern bilgi toplumu anlayışı
içinde ekonomilerini ve bilgi sistemlerini dışarıya bağlamış, kısaca güç tatbik
kabiliyeti olmayan her biri “güçsüz güç” olarak tanımlanabilecek ulusdevletlerden oluşan ikinci sınıf devletler topluluğu yaratmayı hedeflemektedir.
Tarih boyunca, klasik güç politikası ‘böl ve yönet’ olagelmiştir. ABD
hegemonyasının dayandığı güç politikası ‘dönüştür-böl-eklemle-yönet’ ve
stratejisi ise çifte yapılı dünya olarak tanımlanan ‘ağ stratejisi’dir.
Amerikan hegemonyası temel olarak iki yöntemle işlemektedir: yumuşak
gücün kullanıldığı rejim restorasyonu (Gürcistan, Ukrayna, Kırgızistan’daki
renkli devrimler ve diğer içten içe kurgulamalar) ve Irak örneğinde olduğu gibi
sert gücün kullanıldığı ülke inşası (nation-building). Eğer hedef olarak seçilen
53
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65
Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi
ülkeler siyasi, ekonomik ve kültürel olarak içine sızılmaya ve ağ örülmeye
müsait ise yumuşak güç unsurları vasıtası ile ülkedeki rejimin batılı düzene
uygun bir yönetime kavuşturulması için rejim restorasyonu metodu
kullanılmaktadır.
Şekil 4: ABD ve AB Hegemonya Kurgusu (Yılmaz, 2007: 70)
AB’nin Hegemonya Kurgusundaki Rolü
Demokrasi, kalkınma ve kültürler arası diyalog kapsamındaki projeler
kapsamında seçilen aktör, yöntem ve programlar ile hedef ülkenin sivil
toplumuna nüfuz edilmekte ve ulusal aktörler kısa devre edilmektedir. NGOvakıf-enstitü-sivil toplum örgütü gibi kurumlar aracılığıyla, hedef ülkedeki
iktidar ve kitlelerle doğrudan ilişkiye geçilerek ülkelerin iç düzenlerinde
toplumla devlet arasına giren kurumsal ve bireysel bir ağ oluşturarak, devlet
egemenliğine paralel bir egemenlik kurulmaktadır.
Kurulan global hegemonya kurgusunun dört temel fonksiyonu bulunmaktadır
(Yılmaz, 2006: 120):
54
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65
Sait Yılmaz
a.
Daha çok gözetleme, dinleme ve insan istihbaratına dayanan
küresel bir istihbarat üretim ağı,
b. Yönlendirilmiş medya, gündem oluşturan uluslararası kuruluşlar,
dezenformasyon (katkılı bilgi) üreten düşünce kuruluşları, etki ajanları vb.
unsurların yer aldığı global propaganda ve etki ağı,
c.
Ulus-yapma, rejimi restore etme gibi ülke senaryolarını
destekleyen temin edilmiş; militer güç, kişi, demokrasi vakfı, çağdaş sivil
toplum örgütü, kalkınma ajansı gibi örtülü istihbarat fonksiyonu olan operatif
kurum, kaynak ve vasıtalar,
d.
Tüm bu örtülü yapı ve faaliyetlerin gizliliğini ve güvenliğini
sağlayacak koruyucu güvenlik sistemleri.
Yeni hegemonyanın ekonomik modeli olan “serbest piyasa ekonomisi” kendi
siyasal
düzenlemelerini
de
beraberinde
getirmektedir.
Bu
değişimin
merkezinde “devlet” olma anlayışında yaşanacak değişimler bulunmaktadır.
Barış ortamı savunma harcamalarını asgariye indirecek, uluslararası barış
“kontrol altında tutmak” (containment) ve “caydırıcılık” gibi saldırgan
olmayan daha ucuz, yumuşak güç yöntemleri ile korunacaktır. Bütün bu
gelişmeler, yavaş yavaş devletlerin içinde merkezî yer tutan askeri
bürokrasinin
önemini
azaltacaktır.
Piyasa
ekonomisi
kendi
kendini
düzenleyeceği için devletin ekonomideki rolü asgariye inecek; bu da sivil
bürokrasinin merkezî önemini azaltacaktır. Ayrıca, yeni hegemonyanın
önerdiği toplumsal model 'orta sınıfın' var olması ve mümkünse genişlemesi
üzerine kurulu olduğundan, “demokrasi" yaygınlaştırılacak ve böylece devlete
hakim (bürokrasi gibi) odakların gücü erozyona uğrayacaktır.
Post-modern düzen, otoriter ve ulusalcı yaklaşımları reddeden, buna karşılık
bireyci ve tüm insanların mümkün olduğu kadar bir arada refahı ve gelişimini
öngören bir ideal dünya düzeni öngörmektedir. Ancak bunun ne AB içinde
başat rolüne soyunan ülkeleri, ne de başta ABD olmak üzere dünyanın geri
kalanındaki ülkeleri kendi ulusal çıkarlarının peşinde koşmaktan ve kendi
55
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65
Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi
uluslarının önceliklerini gözetmekten ve bu kapsamda gerekirse güç
kullanmaktan alıkoymayacağı aşikardır. Sistemin temeli, küçük devletlerin bir
arada tutulması ve yönlendirilmesi için sözde post-modern birer kavram gibi
sunulan karşılıklı bağımlılık ve paylaşım anlayışı içerisinde ülkelerin iç
yapılarının geçirgen hale getirilmesi, diğer yandan bu ülkelerin dış
politikalarının ulusaşan organizasyonlar vasıtası ile ipoteğe alınarak ağın
tamamlanmasıdır.
Post-modern anlayışın ekonomik güvenlik fonksiyonu; küreselleşme ile
birlikte,
ulus-devletlerin
güçlü
merkez
sermayeler
yörüngesinde
ve
denetiminde ufak adacıklar halinde sömürü merkezleri haline getirilmesi,
dünya kaynaklarının paylaşılmasında, merkezin beslenmesine yönelik olarak
ve merkezin hâkimiyetine uygun bir dünya sistemi ortaya çıkarma riski
taşımaktadır (Barnett, 2005: 7-8). Post-modern güvenlik arayışları hegemonya
anlayışının
aktör,
yöntem
ve
vasıtaları
ile
çerçevesinin
yeniden
kurgulanmasıdır. Yeni hegemonyayı temsil eden uluslararası sermaye sadece
liberalizm karşıtlarına değil, ulusalcılara da karşıdır (Cochran: 1995, 242).
Yapısı gereği, uluslararasıcı olan yeni hegemonya düzeni hem ekonomik hem
de siyasal-toplumsal uluslararası “düzenleyici” kurumlardan yanadır. Dünya
düzeninde ‘hukuksal düzenlemeleri’, ‘serbest piyasa ekonomisi’ ile bire bir
ilişkilendirilen ‘demokrasi’ ve demokrasi kültürüyle gelişen “insan hakları”nı
savunmaktadır.
AB Taslak Strateji dokümanında, ABD tanımlaması olan “serseri devletler”in
yerine “kırılgan” veya “başarısız olmakta olan ülkeler” ifadesi kullanılmakta
ve ABD’nin aksine bu tür ülkeler için “rejim değişikliği”
yerine “iyi
yönetimin geliştirilmesi” önerilmektedir (Haine, 2004: 44). Avrupa Güvenlik
Stratejisi (ESS) ‘kırılgan devlet’lere karşı; “diplomatik, politik ve askeri
vasıtaların
tamamının
uyumlu
ve
etkili
bir
şekilde
kullanılması”nı
önermektedir. Kırılgan devlet ise; halkının çoğunluğu için güvenlik, yönetim ve
kamu hizmetleri gibi temel fonksiyonlarını yerine getiremeyen devlet olarak
56
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65
Sait Yılmaz
tanımlanmaktadır.
Milenyum
Kalkınma
Hedeflerini
başaramayacağı
düşünülen 59 ülke, global barış ve güvenlik için bir engel olarak görülmekte ve
kırılgan devlet statüsüne alınmaktadır (UNDP, 2004). AB’ye göre kırılgan
devletler ‘iyi yönetilen devletler’e dönüştürülecektir (DFID, 2005).
AB’nin kırılgan ülkelerde demokrasi inşası Bosna, Kosova, Cezayir ve Gazze,
Nijerya, Uganda, Sierra Leone, Nepal, Afganistan ve Gürcistan gibi ülkelerde
test edilmiştir. 2004 yılında EIHDR sadece kırılgan devletler için 124 milyon
Avro bütçe almıştır. EIHDR programı, 2002-2004 döneminde 29 olan kırılgan
ülke miktarını daha sonra 32‘ye çıkarmıştır. Bu ülkeler arasında Endonezya,
Kamboçya, Meksika, Bosna, Türkiye, Rusya, Cezayir, Sudan, Kongo,
Kolombiya gibi ülkeler bulunmaktadır (Saferworld, 2005: 36). 2005-2006’da
ise listedeki dönüştürülecek kırılgan ülke sayısı 68’e ulaşmış olup çoğu Orta
Doğu ve Orta Asya ülkesidir.
AB Üyesi Ülke Olarak Güçlü Bir Ülke Olunabilir mi?
AB post-modern sisteminin en gelişmiş örneğidir. AB post-modern bir
varlıktır;
dünyadaki
ağırlıklarını
ve
etkilerini
artırmak
maksadıyla
egemenliklerini birleştirmeyi ve ortak yasalara uymayı gönüllü olarak kabul
eden bir devletler topluluğudur (Rehn, 2007: 73). Güç, artık bir seçenek
olmadığından, bir tür hukuk, pazarlık ve hakemlik karışımı gereklidir. Ancak,
AB henüz, Avrupa çıkarının değil, ulusal çıkarların daha etkin biçimde peşine
düşen bir örgüt konumundadır. Avrupa Birliği’ni politika ve güvenlik
konularında bir blok olarak görmek mümkün değildir. Burada ayrışımı
sağlayan tek tek ulusların çıkarlarıdır. AB anlayışı içerisinde ulusal çıkarlar
tanımlanırken milliyetçiliğin nasıl reddedileceği olgusu cevabı hala araştırılan
bir sorudur.
AB içerisinde güçlü konumda olmak ve ulusal çıkarların korunması ancak bazı
ekonomik, sosyal ve politik egemenlik unsurlarının elde bulundurulmasına
bağlıdır. Bunun için özellikle ekonomik vasıtalara dayanan uygun bir strateji
gereklidir. Halbuki AB’nin yeni üyeleri katılım sürecinde farklı stratejiler
57
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65
Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi
izlemiş olsalar da çoğu ekonominin tamamını liberal hale getirirken şok
terapiler uygulamışlar ve en iyi ekonomik birimlerini (blue chips) ve hatta
doğal kaynaklarını AB’nin hakim ülkelerine ve daha az oranda ABD’ye
satmak zorunda kalmışlardır (Stiblar, 2005: 4). Reformcu, liberal veya
değişimci olmasına bakılmaksızın yeni üyelerin yöneticileri ekonomik
vasıtalarını ellerinde tutamamışlar ve büyüyen AB’nin alt tabakasına doğru yol
almışlardır.
Başat ülkeler dışındaki diğer ülkelerin AB içinde etkin konuma gelebilmesi,
ancak kendi şirketlerini yönetebilmeleri ve uluslararası alanda karar verici
konumlarının etkinliği, diğer yandan bazı AB kurumlarını kendi ülkelerinde
konuşlanması ile mümkün olabilir (Stiblar, 2005: 22-23). Ülkenin iç kuvvetleri
ülke dışında da etkin olacak güce sahip olmalıdır. Ülkenin karar vericileri,
kurumsal yetkilileri ve özel yapısı (şirketler, bankalar vb.) ülkenin kendi
stratejileri ve hedefleri konusunda iş birliği yapmalıdır. Bu stratejiler
küreselleşme ve bölgeselleşme süreci içerisinde ülkeyi merkez ülkeler
konumuna taşımalı ve daimi vatandaşlarının diğer üye ülke vatandaşları ile eşit
refah ve haklara sahip olmasını hedeflemelidir. Bunu sağlamanın en temel
vasıtası ise daha AB’ye katılım safhasında yapılacak müzakerelerde bazı
egemenlik haklarının korunmasıdır. Böyle bir stratejik imkan ülkenin
faaliyetleri, kararları, beyanatları ve reaksiyonları ile ilgili önemli bir vasıta
yelpazesi sağlayacak ve kendi vatandaşlarına da imkanlar sunarken körü
körüne AB merkezine bağımlılığı önleyecektir.
Özetle söylemek gerekirse, Brüksel ve Frankfurt’tan dayatılan makro
politikalara teslim olmamak, içeride kuvvetli mikro vasıtalara sahip olmayı
gerektirmektedir. Bu ise, ancak güçlü bir finansal sektör, daimi vatandaşların
mülkiyet haklarının korunması ve ulusal çıkarların sağlanmasında hükümet ve
diğer iç yapılar arasında sıkı bir iş birliği ile mümkündür. Ekonomik kaynaklar
dışında korunması gereken; ekoloji, sağlık ve sosyal koruma, bilginin dağıtımı,
eğitim ve teknoloji alanında ilerleme, sanat ve kültürün gelişimi, dilin
58
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65
Sait Yılmaz
korunması, ulusal mirasın muhafazası gibi ulusal çıkarlar için uygun bir strateji
geliştirilmelidir. AB üyesi ülkeler ya kendi yarattıkları güç ve cazibe ile birlik
içinde bir refah ve gelişme merkezi olarak kimlik ve egemenliklerini bir ölçüde
koruyacaklar ya da diğerlerinin yarattığı cazibe tuzağı içinde devletler üstü
yönetime
teslim
olup
zamanla
kimliklerini
ve
egemenliklerini
kaybedeceklerdir.
SONUÇ
21. yüzyılda uluslararası ilişkilerde güç; sert, yumuşak ve ekonomik güç
şeklinde ayrışmaya yol açan gelişmeler ile evrimleşirken bu gelişimin
temelinde devlet dışı aktörlerin baskın konumlarının artmasının etkili olduğu
görülmektedir. Bununla beraber, bu aktörler hegemonik güçlerin askeri güç
dışındaki yeni politika yöntemlerine başvurmaları ile güvenlik ortamında
belirgin hale gelmektedirler. Yeni hegemonik güç paradoksunun hedefi ise
hedef
ülkelerin
ulusal
güçlerinin
zayıflatılması
ve
güç
politikası
kullanamayacak şekilde güvenlik kurgularının işlemez hale getirilmesi için
etki ve kontrol altına alınmasıdır. Bir ulus-devlet, ancak bir güç politikası
uygulayabilirse; dostça olmayan davranışları caydırır, kendi ulusal çıkarlarını
ve bağımsız iradesini koruyabilir. 21. yüzyıl hegemonik güç projeksiyonlarının
hedefi ulus-devlet yapılarının yok edilmesi ve ağ stratejisi ile kontrol altında
tutulmasıdır.
Yürütülen örtülü metotların hedefi, ulus-devlet elindeki güç unsurlarının
elinden alınması, egemenliklerin iç ve dış ağlara transferidir. Nitekim
demokrasisi restore edilen, rejimi ve kimliği yeniden tanımlanarak sözde batılı
ve modern dünyaya kazandırılan ülke örneği gittikçe artmaktadır. Güç
politikalarının hedefi ise seçilen ülkelerin ulus-devlet yapısı ve ulusal
güçleridir. Günümüz hegemonya kurgusunun temelinde, ülkelerin içeriden ve
dışarıdan ağ stratejisi ile kuşatılarak ülke etki ve kontrol altına alınması, güç
kullanamaz hale getirilmesi yatmaktadır.
59
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65
Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi
KAYNAKÇA
1. ARI, TAYYAR. (1997), “Uluslararası İlişkiler”, ALFA Yayınları, 2. Baskı,
İstanbul.
2. BARNETT, THOMAS P.M. (2005), “Pentagon’un Yeni Haritası, 21 nci
Yüzyılda Savaş ve Barış”, Çev Cem KÜÇÜK, 1001 Kitap Yayınları, İstanbul.
3. BARRETT, MİCHELE. (1997), “Ideology, Politics, Hegemony: from
Gramsci to Laciau and Mouffe, Mapping Ideology”, Ed. Stavoj ZIZEK, Verso,
London.
4. BARRY, TOM. (2004), “Toward A New Grand Strategy For U.S. Policy”,
IRC Strategic Dialogue No.3.
5. BAYAT, MERT. (1982), “Milli Güç ve Devlet, Belge Yayınları”, İstanbul.
6. BAYLİS, JOHN AND SMİTH, STEVE. (2005), “The Globalization of World
Politics, An Introduction to International Studies”, Oxford University Press,
New York.
7. BRZEZİNSKİ, ZBİGNİEW. (2004), “Tercih”, İnkıkap Kitapevi, İstanbul.
8. BUZAN, BARRY AND WAEVER, OLE. (2003), “Regions and Powers, The
Structure of International Security”, Cambridge University Press, Cambridge.
9. CHOMSKY, NOAM. (1993), “Medya Gerçeği”, (Çev. A. YILMAZ),
Tümzamanlar Yayıncılık, İstanbul.
10. CLARCK, WESLEY. (2004), “Modern Savaşları Kazanmak”, (Çev. A.
Berkeoğlu, İstanbul.
11. CLİNE, RAY S. (1980), “World Power Trends and U.S. Foreign Policy for
the 1980s”, Westview Press, Boulder CO.
12. COCHRAN, MOLLLY. (1995), “Postmodernism, Ethics and International
Theory”, Review of International Studies, C.21.
13. COOPER, ROBERT. (2005), “Ulus Devletin Çöküşü”, Güncel Yayıncılık,
İstanbul.
14. Council on Hemispheric Affairs/Resource Center (CHA/RC). (1997),
“National Endowement For Democracy”, Washington D.C.
60
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65
Sait Yılmaz
15. COX, ROBERT W. (1981), Social Forces, “States and World Orders:
Beyond International Relations Theory”, Millenium Journal of International
Studies, 10 (2), (1981).
16. COX, ROBERT. (1993), “Gramsci, Hegemony and International
Relations”: An essay in method, in Stephen GILL, Ed., Gramsci, Historical
Materialism and International Relations Cambridge University Press,
Cambridge.
17. DE RİVERO, OSWALDO. (2003). “Kalkınma Efsanesi”, Çitlembik
Yayınları, Çev.: Ömer Karakurt, İstanbul.
18. DENK, NEVZAT. (2000), “21 nci Yüzyıla Girerken Türkiye’nin Jeopolitik
Durumu ve Jeostratejik Öneminin Yeniden Belirlenmesi”, H.A.K. Yayını,
İstanbul.
19. DONELLY, THOMAS. (2005). “The Military We Need, Defense
Requirements of the Bush Doctrine”, American Enterprise Institute, AEI
Press, Washington D.C.
20. FLOURNEY, MİCHELE E. AND BRİMLEY, SHAWN W. (2006),
“Strategic Planning For U.S. National Security: A National Solarium For The
21 st Century”, Strategic Studies Institute, Washington D.C., 2006.
21. GAUDİN, JEAN-PİERRE. (1998), “Modern Governance, Yesterday And
Today : Some Clarifications To Be Gained From French Goverment Policies”,
International Social Science Journal, No.155.
22. GİLL, STEPHEN AND LAW, DAVİD (1988), “Global Political Economy,
Perspectives, Problems and Policies”, Harvester-Whesatsheaf,-Hertfordshire.
23. HAİNE, JEAN-YVES. (2004), Union Inaugural Address, Edit. Jess
Pilegard, The Politics of European Secutity, Danish Institute For International
Studies, Copenhagen.
24. Harp Akademileri Komutanlığı, (2002), “Geçmişte ve 21. Yüzyılda
Savaşlar, Stratejiler”, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul.
61
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65
Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi
25. HİRST, PAUL AND THOMPSON, GRAHAME. (2000), “Küreselleşme
Sorgulanıyor”, Gözde Kılıç YAŞIN: Devlet Yöneten Olmaktan Çıkıyor,
Cumhuriyet Strateji, (31 Ocak 2005).
26. IKENBERRY, JOHN : “American Grand Strategy in the Age of Terror”,
Survival, Vol.: 43, Issue: 4, (Febuary 4 th, 2001), p. 19-34.
27. Institution For Strategic Studies (ISS). (1997), Strategic Assesment, 1997,
INSS Publications, Washington D.C.
28. JABLONSKY, DAVİD. (2006), “Why is the Strategy Difficult?”, (Edt. B.
Bartholomees Jr.), U.S. Army War College, Washington D.C.
29. KAPLAN, MORTON. (1968), “New Approaches to International
Relations”, St. MaMartin’s Pres, New York.
30. KEHAONE, ROBERT O. (1991), “The United States and the Postwar
Order: Empire or Hegemony?”, International Peace Research Institute,
Journal of Peace Research, Vol. 28, No. 4, Oslo.
31. KEYMAN, E. FUAT. (2000), “Küreselleşme, Devlet, Kimilk/Farklılık:
Uluslararası İlişkiler Kuramını Yeniden Düşünmek”, Alfa Yayınevi, İstanbul.
32. KRAUTHAMMER, CHARLES. (1992), “The Unipolar Moment, in
Rethinkig America’Security”, Allison and Treverton, New York.
33. LEVENT, UFUK. (1997), “21 nci Yüzyılın Eşiğinde Türkiye”, H.A.K.
Yayınları, İstanbul.
34.
MELİA,
THOMAS
O.
(2005),
“The
Democracy
Bureaucracy,
Infrastructure of Amerikan Democracy Promotion”, Georgetown University.
35. MORALI, TURAN. (2003), Genkur. Bşk.lığı Küreselleşme ve Uluslararası
Güvenlik Sempozyum Bildirileri, Genkur. As. Tarih ve Stratejik Etüt Bşk.lığı
Ankara.
36. National Intelligence Council (NIC). (2004), Mapping the Glolbal Future,
Government Printing Office, Washington D.C.
37. NOYA, JAVİER. (2005), “The Symbolic Power of Nations” Real Instituto
Elcano, Working Paper (WP) 35/2005.
62
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65
Sait Yılmaz
38. NYE, JOSEPH S.JR. (2003), Amerikan Gücünün Paradoksu, (Çev.: Gürol
KOCA), Literatür Yayınları, İstanbul.
39. NYE, JOSEPH S. (2004), “Soft Power and American Foreign Policy”,
Political Science Quarterly; 119, Research Library Core.
40. NYE, JOSEPH S. (2005), Yumuşak Güç, (Çev.: R. Aydın), Elips Kitapları,
İstanbul.
41. NYE, JOSEPH S. (6 Eylül 2006), “Daha Çok Yumuşak Güce
Başvurmalıyız”, The DailyStar, (Çev. Radikal Gazetesi, 08 Eylül 2006).
42. ODOM, WİLLİAM E. (2002), “Modernizing Intelligence: Structure and
Change for the 21 st Century”, National Institute for Public Policy, VA.
43. Office of Director of National Intelligence, (2007). DNI Handbook, Office
of DNI ODNI), Washington D.C.
44. ÖNGÜN, ÇETİN. (2007), “Amerikan Gücüne Tarihsel Bir Yaklaşım”, Asil
Yayın Dağıtım, Ankara.
45. ÖYMEN, ONUR. (2003), “Ulusal Çıkarlar, Küreselleşme Çağında UlusDevleti Korumak”, Remzi Kitabevi, İstanbul.
46. ÖZKUL, HALİD. (2001), “Gizli Ordular-CIA”, Sorun Yayınları, İstanbul.
47. ÖZTÜRK, OSMAN METİN. (2007), “Amerika Çökerken”, Fark Yayınları,
Ankara.
48. REHN, OLLİ. (2007), “Avrupa’nın Gelecek Sınırları”, Çev. O. Şen,
H.Kaya, 1001 Kitap Yayınları, İstanbul.
49. RUGMAN, ALAN. (2004), “Globalleşmenin Sonu”, MediaCat Kitapları,
İstanbul.
50. Saferworld-International Alert. (2005), Developing an EU Strategy to
Address Fragile States: Priorities for the UK Presidency of the EU in 2005,
London.
51. SARKESİAN, SAM C. (1995), U.S. National Security: Policy Makers,
Processes, and Politics, Sec.Ed., Lynne Rienner Publishes, Colorado.
63
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65
Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi
52. SNİDAL, DUNCAN. (1986), “The Limits of Hegemonic Stability Theory”,
MIT Press, International Organization, Cooperation and Conflict, XXI, Vol.:
39.
52. STİBLAR, FRANJO. (2005), “Preservation of National Identity and
Interests in the Enlarged EU”, Center for European Integration Studies,
Discussion Paper C146, Bonn.
53. STRANGE, SUSAN. (1987), “The Persisting Myth of Lost Hegemony”,
International Organisation, C.41, No.4.
54. TALU, UMUR. (31 Ocak 2001), “Yeni Lejyonerler (2)”, Milliyet Gazetesi.
55. TEZKAN, YILMAZ. (2005), Jeopolitikten Milli Güvenliğe, Ülke Kitapları,
İstanbul.
56. TRAYNOR, IAN. (10 th Dec, 2003). “The Privatization of War”, The
Guardian.
57. UZGEL, İLHAN. (2003), “Hegemon Güç Kutusu”, (Ed. Baskın Oran),
Türk Dış Politikası, Cilt I, İletişim Yayınları, İstanbul.
58. VOLGY, THOMAS J. – KANTHAK, KRİSTİN – FRAİZER, DERRİCK –
INGERSOLL, ROBERT S. (2005), “Resistance to Hegemony within the Core”,
Matthew B. Ridgway Center for International Security Studies, University of
Pitsburgh.
59. WOODWARD, BOB. (1991), “The Commanders”, Simon & Schuster, New
York.
60. YEOMAN, BARRY – SCHERER, MİCHAEL – NEAVER, LOUİS: (2004),
“Dirty Warriors”, Mother Jones, Vol. 29 Issue 6.
61. YILMAZ, SAİT. (1998), “Modern Orduların Yeniden Yapılanma
Faaliyetleri Işığında TSK.lerinin 21 nci Yüzyıla Yönelik Konsept ve Kuvvet
Yapısı Nasıl Olmalıdır?”, Silahlı Kuvvetler Dergisi, Sayı : 358, Ankara.
62. YILMAZ, SAİT. (26 Mayıs 2007), “Küresel, Bölgesel ve Ulusal Düzeyde
Türkiye için Yeni Bir Yaklaşım”, Cumhuriyet Strateji Dergisi Yıl :3, Sayı :152,
Ankara.
64
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65
Sait Yılmaz
63. YILMAZ, SAİT. (2006), “21. Yüzyılda Güvenlik ve İstihbarat”, ALFA
Yayınları, İstanbul. 2. Baskı Milenyum Yayınları (2007).
Web Siteleri:
ABD Savunma Bakanlığı Web Sitesi:
http://www.defenselink.mil/specials/unifiedcommand/ (Access: 24 Eylül 2007).
DFID, (2005). Why We Need to Work More Effectively in Fragile States,
http://www.dfid.gov.uk/pubs/files/fragilestatespaper.pdf
Prime
Minister’s
Strategy Unit, UK Cabinet Office: Investing in Prevention: an International.
Strategy to Manage Risks of Instability and Improve Crisis Response,
(February 2005), http://www.strategy.gov.uk/output/Page5426.asp.
Motherjones:
www.motherjones.com/news/feature/2003/05/ma_365_01.html,
(3 Mayıs 2005).
NRDC (2002): Nuclear Database, Natural Resources Defense Council,
www.nrdc.org/nuclear/nudb/datab.asp, (12 Eylül 2007).
The Progressive Policy Institute. (2003), Progressive Internationalism: A
Democratic National Security Strategy,
www.ndol.org/documents/Progressive_Internationalism_1003.pdf,
Ulagay, Osman.(13 Şubat 2006). 21. Yüzyılda 'Ulusal Güç' Olmanın Yolları,
Milliyet Gazetesi, http://www.milliyet.com/2006/02/13/yazar/ulagay.html
Wright, Robert. (3 Agu, 2004) Robert WRIGHT: U.S. and Manhood:
Leadership is About Respect, not Just Fear, New York Times, in International
Herald Tribune, www.iht.com/articles/532228.html. (15 Eylül 2007).
65
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65
Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1 (1), 2008, 66-81
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY
TEORİK KARAR ALTERNATİFLERİ
VE AKSİYON STRATEJİLERİNE
MATEMATİKSEL YAKLAŞIM
Gökhan Aykan∗
ÖZET
Uluslararası bir sorun karşısında analizciler karar vericilere aksiyon stratejilerini
önermeden önce, analitik olarak o stratejilerin avantajlarını ve dezavantajlarını ortaya
koyabilirler. Karar vericiler, hazırlanmış olan karar alternatifleri arasından bir seçim
yapabilecekleri gibi bunların dışında da karar verebilirler. Analizciler bir sorunu veya
hipotezi analitik olarak incelediğinde, matematiksel olarak mutlak üstünlüğü olan
stratejileri tespit edebilir, sınıflandırabilir ve değerlendirebilirler. Hatta bunlardan
birkaç tanesini karar vericilere önerebilirler. Karar vericiler çekingenlik eğilimi
eğrisinin etkisi altına girdiklerinde, seçtikleri stratejilerde politik ayarlamalar yapmaları
her zaman mümkündür.
Anahtar Kelimeler: Karar verici, Strateji, aksiyon, analitik, olasılık, altenatif, karar
ABSTRACT
Analysts should may present the advantages and disadvantages of action strategies
before advising decision makers. Decision makers can either choose from a variety of
already prepared altervatives or they can make a completely different decision. When
analysts examine a problem or hypothesis analytically, they can identify strategies that
have absolute superiority, classify and evaluate them. They can even recommend some
of these strategies to decision makers. When decision makers fall under the influence of
the shyness affinity curve, political adjustments in their chosen strategies can always be
made.
Keywords: Decision maker, strategy, action, analytic, probability, alternative, decision
GİRİŞ
Karar vericilere (Decision maker) bir öneri olarak sunulmak üzere, analizciler
tarafından matematik bilimi (analitik istatistik, olasılık, kombinasyon vs.)
kullanılarak hazırlanacak aksiyon stratejileri alternatifleri üzerinde duracağız.
Matematik
∗
biliminin
sosyal
bilimlerde
kullanılması,
geçmiş
çağlara
(Ph.D.) (E.) Deniz Harp Okulu Sosyal Bilimler Bölüm Başkanı, BÜSAM ABD ve Türk
Diasporası Araştırma Masaları Uzmanı. [email protected]
Teorik Karar Alternatifleri Ve Aksiyon Stratejilerine Matematiksel Yaklaşım
dayanmaktadır.
Sosyal
Bilimlerde
kullanılan
matematik,
uygulamalı
matematik kapsamındadır (King, 2004: 72). Aksiyon stratejileri açısından
matematiksel süreç, stratejilerin permütasyon şeklinde ortaya konulmasını,
karar vericiye sunulacak kesin üstünlük arz eden stratejilerin hesaplanması ve
değerlendirilmesini kapsar. Şüphesiz karar verici, aksiyon stratejilerinin
seçilmesi aşamasından başlayarak, uygulamanın kesin sonuca ulaşmasındaki
süreç boyunca politik ayarlamalar yapacaktır (Ergin, 1987: 52). Ancak
analizciler tarafından kendisine sunulacak mutlak üstünlük arz eden stratejileri
dikkate alması da gerekecektir.
Karar vericiler, aksiyonu gerçekleştirme anı yaklaştıkça psikolojik baskı altına
girerler (Şekil 1). Bu durumu, bir model şeklinde Neal E. Miller∗ incelemiştir.
Miller bu modeli Yale Üniversitesi’nde geliştirmiştir (Ergin, 1987: 53).
A
Çekingenli
k
eğiliminin
üstünlük
C alanı
Eşitlik noktası
E
D
Yaklaşım eğiliminin üstünlük alanı
B
O
Dikey: Yaklaşım ve çekingenlik eğilimlerinin değerleri
Yatay: Aksiyonu gerçekleştirme anının uzaklığı gösterilmektedir
CD: Yaklaşım eğilimi eğrisi
Şekil 1. Çekingenlik ve Yaklaşım Eğilimleri Üstünlük Alanı (Ergin, 1987: 52)
∗
Yale Üniversitesi, psikolog
67
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 66-81
Gökhan Aykan
Şekil 2. Çekingenlik Eğilimini Üstünlük
Şekil 3. Yaklaşım Eğiliminin
Üstünlük Alanı
Neal E. Miller’in şeklini yakından incelediğimizde, esasında üst üste
bindirilmiş iki (Şekil 2, Şekil 3) eğilim olduğunu görebiliriz. Aksiyon anı
yaklaştıkça, yani karar vericiler çekingenlik eğilimi üstünlük alanına girdikten
sonra, beklenmeyen durumlar, öngörülmeyen krizler, dış müdahaleler,
hükümetler arası kuruluşlar, baskı grupları ve diğer değişkenler nedeniyle
seçtikleri stratejilerde politik ayarlamalar yapabileceklerdir. (Sönmezoğlu,
2005: 209-249), (Ergin, 1987: 52).
TEORİK
KARAR
ALTERNATİFLERİ
VE
AKSİYON
STRATEJİLERİNE MATEMATİKSEL YAKLAŞIM
Herman CHERNOFF∗ (Chernoff, Moses, 1963, New Publisher 1987: 71)’un
teorik modelinden ve ERGİN∗∗’in (Ergin, 1987: 53-60) aksiyon stratejisi
∗
Harvard üniversitesi matematikçi, ulusal bilim akademisi üyesi
∗∗
İstanbul Üniversitesi, politika stratejileri uzmanı, iktisatçı, Avrupa Parlamentosu ilk Türk
parlamenteri
68
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 66-81
Teorik Karar Alternatifleri Ve Aksiyon Stratejilerine Matematiksel Yaklaşım
örneğinden faydalanarak karar alternatiflerini ve aksiyon stratejilerini bir
hipotez ile inceleyelim.
Hipotez: TR ve GR devletlerinin kıyıları iki binin üzerinde ada, adacık ve
kayalıktan oluşan Adalar Denizi ile çevrelenmiştir. TR ve GR, savuma amaçlı
bir süpernasyonel kuruluşun ortak üyesidir. Her iki devlet de süper devletin
müttefiki ve diplomatik etki alanı içerisindedir. Aynı zamanda, iki devletin
birbirlerine eşdeğer güce sahip olduğu düşünülmektedir.
GR:
Kıta sahanlığı içerisinde kaldığını iddia ettiği TR’ye yakın olan iki
kayalıktan birine sınırlı sayıda özel birlik askeri çıkarma aşamasındadır.
Ayrıca kıta sahanlığını 12 mil olarak genişletmek ve sualtı kaynaklarını
işletmek eğilimindedir.
TR : GR’nin kıta sahanlığı alanının 12 mile çıkarma düşüncesini kabul
etmemekte, GR’nin anılan bölgeyi kendi egemenlik alanı içerisine sokma
eğiliminde olduğunu düşünmektedir.
P1 : Anılan bölgenin ele geçirilmesi, verimli su altı kaynaklarının bulunması
ve işletilmesi,
P2 : TR’nin engellemesi yüzünden girişimin sonuç vermemesi veya sualtı
kaynaklarını aramanın sonuç vermemesini ifade etmektedir.
GR’nin hayata geçirebileceği aksiyonlar:
a1 Gerektiği kadar kuvvet kullanma, su altı ve üstü kaynakların işletilmesini de
öngören aksiyonlar,
a2 Müzakereler, mevcut menfaatlerin paylaşılması, karşılıklı ödünler vererek
bir antlaşma imzalamayı hedefleyen aksiyonlar,
a3 Kıta sahanlığının 12 mile çıkması ve sualtı kaynaklarının işletilmesi
hedefinden vazgeçerek pasif bir tutumda bekleme politikasıdır.
P1 ve P2 durumlarına göre; a1, a2 ve a3 aksiyonlarından beklenen sonucun
rakamsal değeri Tablo 1 de olduğu gibidir;
69
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 66-81
Gökhan Aykan
Tablo 1. Aksiyonlar (Ergin, 1987: 54)
a1
a2
a3
P1
0
2
5
P2
4
3
2
a1 aksiyonu tercih edilirse bölge ele geçirilir, su üstü ve altı kaynakları
işletilirse, GR istediğine ulaşmış olacaktır(P1). Bu beklenen en iyi sonuçtur;
her hangi bir kayba uğramadığı için kaybın rakamsal değeri 0 olarak alınmıştır.
a1 aksiyonu tercih edilir, ancak P2 durumu ile karşılaşılırsa, GR boş yere
harekete geçmiş olacaktır. Bu aksiyonun rakamsal değeri 4 olarak alınmıştır.
GR
açısından
en
başarısız
sonuç
P1
durumunda
a3
politikasının
uygulanmasıdır. Bu durumda kaybedilen verimli sualtı kaynaklarına artı olarak
TR’nin politikası başarıya ulaşmış olacaktır; GR hesabına rakamsal değer
5’dir.
a3 aksiyonu benimsendiği, ancak sualtı kaynaklarını aramanın sonuç
vermemesi ve bölgenin kontrolünün TR’ye geçmesi olan P2 durumunda
GR’nin politikasının zayıflığı ortaya çıktığından GR hesabına bir kayıp söz
konusudur; rakamsal değeri 2’dir
P1 ve P2 durumlarında a2 aksiyonunun kaybın rakamsal değerleri ise; bir taviz
söz konusu olduğundan her ikisinde de, sınırlı olacaktır
Analizci Tablo 1’e dayanarak ihtimallerin gerçekleşme olanağını da ortaya
koymak durumundadır Analizci. Tablo 1’e göre; aksiyonların ağırlık oranları
şu şekilde tespit etmiştir;
Tablo 2. P ¹ ve P ² durumlarında data’ya dayanarak tespit edilen
z1, z2 ve z3 sonuç olasılıkları (Ergin, 1987: 54)
z1
z2
z3
P1
0.6
0.3
0.1
P2
0.2
0.3
0.5
70
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 66-81
Teorik Karar Alternatifleri Ve Aksiyon Stratejilerine Matematiksel Yaklaşım
a. Aksiyon Stratejileri
Karşılaştırmalı
olarak
stratejiler
tablosu
Stanford
üniversitesinde
geliştirilmiştir (Ergin, 1987: 55). Permütasyon yolu ile oluşturacağımız
stratejiler S= (S1,………….Sn) olarak gösterilebilir (Gırshıck, 04.12.2007:
30). Tespit edeceğimiz örneğin üç strateji; a1, a2 ve a3 permütasyon yolu ile 3 x
3 x 3 = 27 aksiyon stratejisi olarak hesaplanacaktır.
Tablo 3. Aksiyon Stratejileri (Ergin, 1987: 55)
S1
S2
S3
S4
S5
S6
S7
S8
S9
S10
S11
S12
S13
S14
S15
S16
S17
z1
a1
a1
a1
a1
a1
a1
a1
a1
a1
a2
a2
a2
a2
a2
a2
a2
a2
z2
a1
a1
a1
a2
a2
a2
a3
a3
a3
a1
a1
a1
a2
a2
a2
a3
a3
z3
a1
a2
a3
a1
a2
a3
a1
a2
a3
a1
a2
a3
a1
a2
a3
a1
a2
S18
S19
S20
S21
S22
S23
S24
S25
S26
S27
z1
a2
a3
a3
a3
a3
a3
a3
a3
a3
a3
z2
a3
a1
a1
a1
a2
a2
a2
a3
a3
a3
z3
a3
a1
a2
a3
a1
a2
a3
a1
a2
a3
Analizcilerin karar vericiye (decision maker) Tablo 3’te gösterilen S2
stratejisini
önerdiklerini
varsayalım.
Mayer
Girshick∗’in
kayıp
değerlendirmesini ( Ergin, 1987: 55) Tablo1 ve 2’ye göre yapalım. P1 durumu
öngörüldüğünde karar verici a1 0 kayıplı çözümü 0.6 ihtimalle deneyecektir.
Başarılı olmazsa 2 nci sıraya a1 0 kayıplı çözüme 0.3 ihtimalle deneyecektir ve
3 ncü sırada ise a2 2 kayıplı çözümü 0.1 ihtimalle deneyecektir.
Girshick’e göre kayıp değerlendirmesi;
∗
Stanford Üniversitesi, matematikçi
71
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 66-81
Gökhan Aykan
P1’ e göre; (0.6)0+(0.3)0+(0.1)2= 0.2
P2’ e göre; (0.2)4+(0.3)4+(0.5)3=3.5
bu işlemlere göre kayıp değerlendirmesi denklemini şu şekilde gösterebiliriz;
P1 hali öngörüldüğünde
(0.6)aı +(0.3)aj+( 0.1)ak, 1≤ i, j, k≤ 3
P2 hali öngörüldüğünde
(0.2)aı +(0.3)aj+( 0.5)ak, 1≤ i, j, k ≤ 3
Tablo 4. Stratejiler ve beklenen kayıp değerlendirmesi
P1
P2
S1
0.0
4.0
S2
0.2
3.5
S3
0.5
3.0
S4
0.6
3.7
S5
0.8
3.2
S6
1.1
2.7
S7
1.5
3.4
S8
1.7
2.9
S9
2.0
2.4
S10
1.2
3.8
S11
1.4
3.3
S12
1.7
2.8
S13
1.8
3.5
P1
P2
S14
2.0
3.0
S15
2.3
2.5
S16
2.7
3.7
S17
2.9
2.7
S18
3.2
2.2
S19
3.0
3.6
S20
3.2
3.1
S21
3.5
2.6
S22
3.6
3.3
S23
3.8
2.8
S24
4.1
2.3
S25
4.5
3.0
S26
4.7
2.5
P1
P2
S27
4.5
2.0
Her bir stratejinin yukarıdaki denklemi kullanarak, P1 ve P2 durumu için kayıp
değerlerini hesaplayarak (Şekil No 5) grafiğe yerleştirebiliriz.
Kullanılacak grafiği Chernoff’un grafiğinden faydalanarak şu şekilde
gösterebiliriz (Chernoff, Moses, 1963, New Publisher 1987: 21);
72
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 66-81
Teorik Karar Alternatifleri Ve Aksiyon Stratejilerine Matematiksel Yaklaşım
1
P1 durumunda beklenen kayıp (L1 )
L1
-2
-1
0
1
2
P2 durumunda beklenen kayıp (L2 )
-2
L2
Şekil 4. Strateji Grafiği
L2
5
S1
4
S10
S19
S2
3
S3
S25
S6
S26
S9
S18
2
S27
1
L1
0
L
0
1
2
3
4
5
Şekil 5. Stratejiler Grafiği
Stratejileri P1 ve P2 durumlarına göre hesaplanan kayıp değerlerini grafiğe
yerleştirdiğimizde bazı stratejilerin mutlak üstünlüğü ortaya çıkar. Üstünlük
73
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 66-81
Gökhan Aykan
arz eden stratejiler sol alt yanları boş olanlardır. Bu stratejilerin özelliği “P1 ve
P2 durumlarından yalnız birinin beklenen kayıp tutarında veya her iki durumu
da kapsayan kayıp değerlendirmesinde daha iyi sonuç göstermeleridir (Ergin,
1987: 56).” Üstünlük arz eden stratejilerin birbirlerine oranla hem avantajları
hem de sakıncaları söz konusudur. Örneğin S6 stratejisinde beklenen kayıp P1
halinde 1.1 ve P2 halinde 2.7’dir. Oysaki S1 stratejisinde beklenen kayıp P1
halinde 0 ve P2 halinde 4’dür.
Analizcilerin üstünlük arzeden stratejileri doğru tespit etmesi, başarıya giden
yolda önemli bir aşamadır. Analizciler, karar vericilere birden fazla strateji
sunabilirler.
Karar
vericiler,
çekingenlik
alanının
üstünlük
alanına
girdiklerinde, (Şekil 1) stratejileri az çok ayarlama ihtiyacı ile karşılaştıkları
görülmüştür (Ergin 1987: 57).
b. Stratejiyi Seçme Kriterleri
Stratejiyi seçme kriterleri, karar verici tarafından tespit edilir, analizciler
tarafından anılan kriter esas alınarak hazırlanan stratejiler karar vericilere
sunulur. Bu aşamada, dikkat edilmesi gereken bir konuda; gerekirse güç
kullanmayı gerektiren aksiyon seçilmiş ve aksiyonlar arası geçiş yapmaya
yönelik stratejiyi uygulamak amaç edinilmiş ise, ölçülü ve orantılı güç
kullanmak gerekecektir. Nitekim duruma göre, birden fazla aksiyonlar arası
geçişlerin olduğu, anılan stratejilerin ölçülü ve orantılı bir şekilde
uygulanması, aynı zamanda pazarlığa ve yeni aksiyonlar kullanmaya açığım
anlamı da taşıyacaktır. Bu durumda, karar verici, tüm elindekileri masaya
sürmemiş olacaktır. Çünkü tüm elindekileri masaya sürer de kaybederse, artık
pazarlık veya yeni bir strateji uygulamaya fırsatı kalmayabilecektir. Analitik
düşünce ışığında, analizcilerin değerlendirmelerinde esas tuttukları stratejiyi
karar vericiye sunulmak üzere seçme kriterlerini şu şekilde sınıflandırabiliriz.
74
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 66-81
Teorik Karar Alternatifleri Ve Aksiyon Stratejilerine Matematiksel Yaklaşım
5
4
S1
S10
S19
S2
3
S3
S25
S6
S26
S9
S18
2
S27
¼ L1 + ¾ L2 =0
1
L1 + L2 =0
L1 = L 2
0
L1
0
1
2
3
4
5
¼ L1 + ¾ L2 =0
L1 + L2 =0
L2
Şekil 6. Stratejiler Ve Beklenen Sonuçları
1. Minimaks Kriteri Uygulama Alanı İçinde Kalan Strateji (Ergin, 1987:
57)
Özellikle iyi niyetli olmayan aktörlere karşı anlaşma zemini bulunmakta zorluk
çekilen durumlarda kullanılması önerilmektedir. Tarafların birbirlerine denk
güce
sahip
oldukları
ve
ağır
kayıplarla
sonuçlanma
ihtimali
olan
anlaşmazlıklarda hedefleri ve riskleri azaltmak için uygulanır. Kayıplar
arasındaki açıklığın asgariye indirildiği stratejilerdir. Abraham Wald
tarafından karar vericilere önerilen bir kriterdir (Ergin, 1987: 57-58).
75
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 66-81
Gökhan Aykan
L1 = L2 koşullarına (Chernoff, Moses, 1963, New Publisher 1987: 147)
göre; minimax tespit edilir. L1 ve L2’e rakamsal bir değer verdiğimizde 1=1
olarak 0 noktasından başlatılacak 45 derecelik doğrunun geçerli stratejilerle
kesiştiği yer minimax kriteri karşılayacaktır. Hipotez durumuna göre en yakın
strateji S9 olarak gözükmektedir.
S9
P1
2.0
a1
P2
2.4
a3
Tespit edilen
0.4
a3
MiniMax
0
Şekil 7. Minimax’a en yakın strateji
S9.
1.
L1
.
.
.
-3
-2
-1
0
0
45o
.
.
.
1
2
3
-1.
-2.
L2
Şekil 8. L1 = L2 Minimax Kriter
Hipotezde verilen duruma göre süper devletin etkisi de dikkate alındığında,
karşı karşıya kalan iki devletin minimax kritere sürüklenme ihtimali yüksektir.
Özellikle ayna siyaseti (Ayman, 2001: 547) olarak yorumlanan bu durum
sonucunda, taraflar, riskleri azaltmak için benzer aksiyonları ölçülü ve orantı
olarak uygulayacaklardır. TR, GR’nin asker çıkardığı kayalığın karşısındaki
76
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 66-81
Teorik Karar Alternatifleri Ve Aksiyon Stratejilerine Matematiksel Yaklaşım
kayalığa benzer bir güç getirecek, daha sonra, her iki taraf da karşılıklı
paylaşımı sağlayan bir antlaşma yapmadan geri çekileceklerdir.
2. Kayıp Değerlerin Toplamının En Küçüğü Olan Strateji
R. Dunca Luce ve Howard Raiffa tarafından karar vericilere önerilen bir
stratejidir. Bu stratejiye göre P1 ve P2 eşit derecede gerçekleşme ihtimali
vardır, L1 + L2 = 0 olarak gösterilen bu duruma göre iki durumun kayıp
değerlerinin toplamı en küçük değer taşıdığı çözümdür (Ergin, 1987: 58).
S3
P1
0.5
a1
P2
3.0
a1
Toplam
3.5
a3
Şekil 9. Kayıp değerlerinin toplamı en küçük değer taşıdığı çözüm
Kayıpların ortalamasını düşürmek istenen durumda uygulanan stratejidir. L1 ve
L2’ e rakamsal bir değer verdiğimizde (+1) + (-1) = 0 (Şekil 6) çizilen doğruyu
yukarı kaydırdığımızda en yakın strateji S3 olduğu görülür (Şekil 10)
1
0
L1
-2
-1
0
1
2
3
-1
L2
L1 + L2 =0
Şekil 10. L1 + L2 =0
77
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 66-81
Gökhan Aykan
3. Psiko-Politik Nedenlerle Farklı Ön Yargıları Değerlendiren Strateji
Psikolojik ve politik nedenlerin çok sık yaşandığı adeta bir soğuk savaş
stratejisidir. Karmaşık bir yapı içerisinde P1 ve P2 durumu için ince
ayarlamalar gerektiren stratejidir. R. Duncan Luce ve Howard Raiffa’nın karar
vericilere önerdikleri stratejidir (Ergin, 1987: 57). Soğuk Savaş gibi birden
fazla politik aksiyonun uygulandığı süreçte güç odaklarının uyguladıkları bir
stratejidir. Örneğin karar vericiler P1 için ¼, P2 için ¾ tercihle çözüm aramak
kararını vermişlerdir.
¼ L1 + ¾ L2=0 koşullarında kayıpları düşürmeye çalışacaklardır.
L1 =3 olarak kabul edersek
1/4 .3+3/4. L2 =0
3/4 +3x/4 =0
3X/4= -3/4
3X=-3
X= -1
L2 = -1 dir.
1
L1
-2
-1
0
0
1
2
3
-1
¼ L1 + ¾ L2 =0
L2
Şekil 11. ¼ L1 + ¾ L2 =0
Çizilen doğruyu (Şekil 11) yukarı kaydırdığımızda en yakın strateji S6 olduğu
görülür (Şekil 6)
78
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 66-81
Teorik Karar Alternatifleri Ve Aksiyon Stratejilerine Matematiksel Yaklaşım
Tablo 7. S6 Stratejisi Kayıp Değerlendirmesi
S6
P1
0.5
a1
P2
3.0
a2
a3
4. Tek Aksiyonlu Stratejiler
Analizciler mevcut durumu uygun görürlerse, tek aksiyonlu stratejiyi de
seçebilirler. Bu durumda tek aksiyonlu stratejiler incelenir. Örneğin; S1, S11,
S27.
Tablo 8. Tek Aksiyonlu Stratejiler
S1
a1
a1
a1
P1
P2
0.0
4.0
S14
a2
a2
a2
P1
P2
2.0
3.0
S27
a3
a3
a3
P1
P2
4.5
2.0
Beklenen en iyi sonuca ulaşmayı hedeflemiş tek aksiyonlu strateji S1 dir. S1
stratejisi güç odağının kullanmayı tercih ettiği hedefe süratli bir şekilde
ulaştıran ve ciddi bir kaybı da göze alan stratejidir. Gerçek güce dayanmayan
S1 stratejisi politikaları ise zincirleme blöf niteliğindedir (Ergin, 1987: 59).
SONUÇ
Sadece davranışsal olarak değil, aynı zamanda analitik düşünce doğrultusunda
teorik karar alternatifleri ve aksiyon stratejilerini incelediğimizde, bazı
stratejiler diğerlerine oranla üstünlük arz etmektedirler. Üstünlük arz eden
stratejiler, analizciler tarafından mevcut duruma göre tespit edilip karar
vericilere seçmesi için sunulabilir. Karar vericiler ise, çekingenlik eğiliminin
üstünlük alanına girdiklerinde gelişen yeni durumlara göre, uyguladıkları
stratejilerde ölçülü ve orantılı bir şekilde ayarlamalar/düzenlemeler yapmak
79
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 66-81
Gökhan Aykan
durumunda kalabileceklerdir. Karar vericilerin amacı, riskleri azaltmak ve ağır
kayıplarla sonuçlanma ihtimali yüksek aksiyonları önlemek olabilir.
Minimaks Stratejinin, iyi niyetli olduğu şüpheli olan süper gücün diplomatik
etki alanı içinde bulunan ve eşdeğer bir güce sahip aktörlerin anlaşma zemini
bulmakta zorlandıkları sorunların çözümünde kullanılması önerilmektedir.
Aynı zamanda, minimax kriteri, kısa sürede sorunlara çözüm bulmak ihtimali
düşük olan durumlarda ve ortaya çıkan krizler karşısında riski azaltmak
amacıyla da uygulanabilir. Karar vericiler, kötümser ve ihtiyatlı bir yaklaşım
olan
minimax
stratejiyi
(S9)
tercih
ederek,
kalıcı
bir
çözüme
ulaşamayacaklardır. Ancak, kriz anı gerginliklerini dindirmiş ve yeni bir sayfa
açmış olacaklardır.
Psikolojik ve politik nedenlerin yoğun yaşandığı dönemlerde, örneğin soğuk
savaş dönemlerinde, güç odaklarının uyguladıkları stratejiler, örneğin S6
stratejisi, gerektiğinde aksiyonlar arası hızlı geçişi hedefleyen aksiyonlar arası
geçişlerde ölçü ve orantının diğer aksiyonun uygulanabilir olması için önemli
olduğu stratejilerdir. Anılan strateji uygulanırken yeni psikolojik ve politik
şartlara göre aksiyonlar arası ince ayarlamalar yapmak gerekecektir.
Tek aksiyonlu örneğin S1 stratejisi, genellikle güç odaklarının tercih ettiği,
hedefe süratle ulaşmaya yönelen stratejidir. Karşı tarafın çözümü geciktirecek
davranışlara yönelmemesi de bu şekilde engellenmiş olacaktır. Ancak, güç
odakları veya güç odakları dışındaki aktörler tarafından uygulanmadan önce,
varsa kaybedilmiş değerler ile kaybedilme ihtimali olan değerlerin muhasebesi
iyi yapılmalıdır. S1 stratejisinin muhasebesi iyi yapılmadan uygulanması
durumunda, ağır kayıplar ve risklerle karşılaşmak ihtimali yüksek olacaktır.
Nitekim karar vericiler tarafından uzun dönemli istikrar sağlayabilecek ve
gerginlikleri işbirliğine dönüştürebilecek bir tutumu, günün avantajlarına tercih
etmek imkan dahilindedir. Mağlup edilen düşmanın bir dost ve müttefik
durumuna dönüştürülmesi bir örnek teşkil edebilir. Bu örneklerin çeşitli
80
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 66-81
Teorik Karar Alternatifleri Ve Aksiyon Stratejilerine Matematiksel Yaklaşım
aktörlerin uluslararası ilişkileri dikkate alınarak daha da geliştirilebilmesi ve
analitik olarak ortaya konulabilmesi mümkün görülmektedir.
KAYNAKÇA
1. CHERNOFF Herman, MOSES E. Lincoln: Elementary Decision Theory,
Printed USA, NewYork, 1963,(New Publisher 1987)
2. ERGİN Feridun, Uluslararası Politika Stratejileri, Güryay Matbaası,
(İstanbul, 1987)
3. SÖNMEZOĞLU Faruk, Uluslararası Politika ve Dış politika Analizi, Filiz
yayını, (İstanbul, 2005)
4. KING Jerry P., Matematik Sanatı, TÜBİTAK Yayınları, Çev. Nermin ARIK,
(Ankara, 2004)
5. SULLIVAN R. Gordon, HARPER V. Michael, Umut Bir Yöntem Olamaz, BH
yayını, (İstanbul, 1998)
Elektronik Kitaplar:
1. GIRSHICK Meyer, BLACKWELL Abraham David, Theory of Games and
Statistical Decisions
http://books.google.com/books?id=1F2B8ap4wwC&pg=PP1&dq=Girshick+
Theory+of+games+and+statistical+decisions&hl=tr&sig=s3VTEvehvUr_Se8
1kZRQItjl9p4#PPP1,M1 (04.12.2007)
Makale
1. S. Güldan AYMAN, “Türk-Yunan İlişkilerinde Güç ve Tehdit”, Türk Dış
Politika Analizi,(Derleyen; Faruk SÖNMEZOĞLU), Krd. Matbaası, İstanbul,
2001
81
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 66-81
Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1 (1), 2008, 82-93
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY
TÜRKİYE, NATO ve AGSP
Mireille Sadége
∗
ÖZET
NATO üyesi ve ABD’nin sadık müttefiki Türkiye aynı zamanda Avrupa’nın
güvenliğinin vazgeçilmez bir aktörüdür. Türkiye Batı’ya bağlanma konusunda yüzyıllık
iradesi kendisini bir yandan ABD ile stratejik ortaklığa ve diğer taraftan Avrupa Birliği
üyelik kavşağına getirmiştir. Türkiye günümüzde bu iki savunma kutbuyla eşit
mesafede bulunmaktadır. Bu konum Türkiye için avantajlı olabilir çünkü Türkiye diğer
ülkelerle güç ilişkilerinde ağırlığını artırmaya olanak sağlayabilecektir. Bu seçenek
hangi koşulda öngörülebilir? Türk Hükümeti’nin 2003 yılından beri giriştiği şey bu
mudur? Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği bu oyuna girmeye hazır mı? İlk
bölümde, bir taraftan Türkiye ve NATO arasındaki ilişkiler çerçevesini diğer taraftan
Türkiye ve Avrupa Birliği arasında AGSP çerçevesinde özellikle güvenlik ve savunma
politikasını inceleyeceğiz. İkinci bölümde, Türkiye için bu iki kutbun her biriyle
yapılan bir yakınlaşmanın avantaj olduğu kadar taviz bakımından ne içerdiği konusunda
kıyaslamalı bir inceleme yapacağız.
Anahtar Kelimeler: NATO - AGSP - AB - Avrupa savunma politikasi - Savunma Dis politika - Soguk savas - Güvenlik - Atlantik Paktı – ABD –
ABSTRACT
Besides being a NATO member and a loyal ally of the USA, Turkey is also an
indispensable to Europe’s security. Turkey’s century old desire and will to become a
part of the West has led it to develop strategic partnership ties with the USA and
increased its determination to become a member of European Union. Today, Turkey
occupies a ground of equal distance vis-a-vis these two defense poles. This position can
be advantageous for Turkey because it may have enable Turkey to increase its weight in
power relations with the other countries. Under which conditions can this choice be
assumed? Has the Turkish Government been trying to realize this policy since 2003?
Are United States of America and European Union ready to enter this game ? In the
first section, we will examine the framework of relations between Turkey and NATO
and security and defense policy relations between Turkey and European Union in the
framework of AGSP. In the second section, we will examine the advantages and
disadvantages that may emerge if Turkey develops closer relationships with one or the
other of the two poles.
Key Words: NATO, ESDP, EU, Security, USA.
∗
Dr., Sarbonne Nouvelle Paris III Üniversitesi, Aujourd’hui La Turquie Gazetesi Yazı işleri
Müdürü, [email protected]
Türkiye, NATO ve AGSP
GİRİŞ
Türkiye pek çok kez dış politikasının gerçekleri ile yüzleşmek durumunda
kaldı. Bu gerçek onun bir yandan Avrupa’ya ait olma konusundaki şiddetli
arzusu yanında temel ikili ilişkilerinin Avrupa ile değil Amerika ile daha yakın
olmasıdır. Irak Savaşı sebebiyle 2003 yılından bu yana Birleşik Devletlerle
arasının biraz açılmış olması ve Avrupa Birliği ile üyelik görüşmelerine girmiş
olması dolayısıyla – ki bu süreç uzun ve zor gözüküyor, Batı ile ilişkileri
istikrarlı olmaktan uzaktır. Türkiye, stratejik ortaklık çerçevesinde bir yere
kavuşmak için bu iki batılı kutup ile ilişkilerinde sesinin ve kendi çıkarlarının
daha fazla dikkate alınması için nasıl davranmalıdır? İlk bölümde, bir taraftan
Türkiye ve NATO arasındaki ilişkiler çerçevesini diğer taraftan Türkiye ve
Avrupa Birliği arasında AGSP (Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası)
çerçevesindeki etkileşimleri inceleyeceğiz. İkinci bölümde, Türkiye için bu iki
kutbun her biriyle yapılan bir yakınlaşmanın avantaj olduğu kadar
verilebilecek tavizler bakımından neler içerdiği konusunda kıyaslamalı bir
inceleme yapacağız.
1. TÜRKİYE NATO VE AGSP İLİŞKİLERİ
Türkiye ve NATO
Türkiye, Batıya bağlı olmayı arzulamaktadır. Bu nedenle de, Şubat 1952’den
itibaren NATO üyesi olmuştur. Böylelikle, Sovyet tehdidine karşı Atlantik
Paktı’nın güney kanadının bekçisi olarak, Soğuk Savaş esnasında, Batının
güvenliğine ve savunmasına aktif olarak katkıda bulunmuştur. Bu şekilde
açılan işbirliği dönemine, Türk askeri kapasitelerinin artırılması ve
modernizasyonu için ve Ankara ile Avrupa Birliği ülkeleri arasındaki siyasi
diyaloga derinlik kazandırılması için çabalar eşlik etmiştir (Sadege, 2005: 89).
Türk yöneticiler için, NATO, Türkiye’nin güvenliğini sağlamaya yarayan bir
ittifaktan fazlasıydı ve Türkiye ile ABD arasındaki askeri ve ekonomik
ilişkilerin biçimleneceği çerçeveyi oluşturmaktaydı. Dolayısıyla, ABD’nin
83
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 82-93
Mireille Sadége
NATO bünyesindeki yadsınamaz liderliği yüzünden, kısa sürede, NATO ile
ABD eşanlamlı olarak ele alınmıştır (Sander, 1979: 83). ABD’nin tamamen
takip edildiği bir dönemden ve Amerikan yanlısı koşulsuz bir politikadan
sonra, özellikle 1963’teki Kıbrıs krizi esnasında olmak üzere, Türkiye, İttifakın
getirdiği güçlüklerin bilincine varacaktır. Türk yöneticilerin bu bilinçlenmesi
kademeli
olarak
gerçekleşmiştir
fakat
Batı
bloğuna
dâhil
olma
sorgulanmayacaktır. Türkiye için, Soğuk Savaş sonrası, her iki ülkenin
çıkarları bu noktada kesiştiği için, NATO’nun, Amerikan liderliği altında
güçlü bir müttefik olarak mevcudiyetini sürdürmesi gerekmektedir.
Türkiye ve AGSP
Soğuk Savaş’ın sona erdiği bir ortamda, bazı Avrupalı yöneticiler ve özellikle
Fransızlarda, Avrupa’ya stratejik seviyede tam ve eksiksiz bir rol verme ve
Avrupa ile Amerika arasındaki ilişkide reformlar yapma arzusu canlanmıştır.
Ancak,
Washington
bu
stratejik
Avrupa
vizyonunu
iyi
bir
gözle
görmemektedir çünkü her ne kadar çok uzun vadede olsa bile, bu, NATO’nun
varlığına bile zarar verebilecektir (Vedrine, 1996: 731). Bu alanda ilk zemini
Maastricht anlaşması oluşturur fakat daha yapacak pek çok şey vardır. Fakat
“AB’nin potansiyel silahlı kolu BAB” veya NATO bünyesinde bir “Avrupa
kutbunun” oluşturulması gibi çözümler tatmin edici bulunmaz (Quiles, 1999:
34). Dolayısıyla, Avrupalılar, Avrupa Birliği çerçevesinde siyasi ve askeri
enstrümanlar geliştireceklerdir.
1998-1999’daki Kosova krizi, bir mutabakat sağlamaya ve bir Avrupa
güvenlik ve savunma politikası (AGSP) geliştirebilecek siyasi iradeyi
sağlamaya imkan verecektir. Aralık 1998’de Saint-Malo’da yapılan Fransaİngiltere zirvesi, AB’nin özellikle “bağımsız askeri kapasitelere” sahip olarak,
uluslararası alandaki rolünü tam manasıyla oynayabilmesi için Fransızların ve
İngilizlerin iradesine işaret etmektedir. Aralık 1999’da Helsinki’de toplanan
Avrupa Konseyi, hedefi, NATO’nun taahhüt altına girmediği zamanlarda
84
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,82-93
Türkiye, NATO ve AGSP
AB’nin, Petersberg1 olarak adlandırılan görevleri yürütmesine imkan vermek
olan AGSP çerçevesinde yürürlüğe konulacak kurumlar ve operasyon
imkanları üzerine bir anlaşma oluşturmuştur. AGSP’nin eylem alanı,
NATO’nunkinden farklı olarak kriz yönetimi olacak ve müşterek güvenlik,
Washington Anlaşmasının 5. maddesine tabi olmaya devam edecektir.
Böylece, “bir organ olarak BAB, 2000 yılının sonunda görevini yerine getirmiş
olacaktır” (Le Monde, 5 Haziran 1999).
Amerikalıların rahatsızlıklarını ifade etmesine rağmen, 90’lı yılların sonlarına
doğru AB, kendi ordusunu oluşturma çalışmalarına hız vermiş ve NATO eski
genel sekreteri Javier Solana’yı, AGSP Yüksek Temsilcisi görevine atamıştır.
Aralık 1999’da Helsinki’de yapılan Avrupa Zirvesi, altı haftada sevk edilebilir
ve bir yıllık bir özerkliğe sahip, 60.000 kişiden oluşan bir Hızlı Tepki Gücünü
(Rapid Reaction Force) 2003 yılına kadar oluşturma ve AGSP Yüksek
Temsilcisi nezdinde Brüksel’de sürekli görev yapacak bir Politika ve Güvenlik
Komitesini (PGK) oluşturma, bir askeri komite ve BAB’ınkinden geniş ölçüde
katkı alacak bir genel kurmay oluşturma hedefini tanımlamıştı (Allain, 2002:
119).
Türkiye, AB’ne yakınlaşmak istemektedir ve savunma, hem en az itirazla
karşılaşacağı, hem de gereksinimlerine en fazla cevap verebilecek alan olarak
gözükmektedir. Bu çerçevede, Aralık 1991’de, AB üyesi olmayan diğer
NATO ülkeleri gibi, Batı Avrupa Birliğine (BAB) katılmaya davet edilmişti.
Maastricht Anlaşması çerçevesinde önerilmiş bu ortaklık, 6 Mart 1995’te
gerçekleşti. Bu şekilde, Türkler, daha özel biçimde Avrupalı olacak bir
savunma anlayışının geliştirilmesine yakından katılmış olacaktı. Yalnızca
NATO üyesi olarak ve AB üyesi değilken, Avrupa savunmasındaki bu özel
yerin Türkiye için ortaya koyacağı problemleri birlikte göreceğiz.
1
Petersberg olarak adlandırılan görevler, insani görevler, kriz yönetimi görevleri ve barışın
sürdürülmesi görevleridir.
85
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 82-93
Mireille Sadége
Ankara ile AB arasındaki ilişkiler hassas gözükmektedir, fakat Avrupa
savunması
konu
olduğunda,
Türkiye’nin
jeopolitik
önemini
kimse
tartışmamakta ve herkes bu gerçeği kabul etmektedir. Türkiye, siyasal ve
stratejik alanlarda bir katılımı, hatta bir işbirliğini arzulamakta ve basit bir
noktasal konsültasyon mekanizması ile yetinmeyi reddetmektedir. Avrupa
savunmasına etkileyici bir katkı ile dahil olmak isteyen Türkiye, Avrupalılara
kendi önemini vurgulamak istemektedir.
Öte yandan her ne kadar, dış politikasının temelini, ABD ile olan ilişkileri
oluştursa da, Türkiye, artık uluslararası arenada özerk bir stratejik oyuncu
olmayı arzulamaktadır. 2003’teki Irak harekatından beri ABD ile biraz
mesafeli olan ve AB’ne tam üye olmak için müzakereler sürecine –ki bu
sürecin uzun ve zor olması beklenmektedir– başlamış olan Türkiye, halen, bu
her iki savunma kutbuna eşit mesafede bulunmaktadır. Bu konum, Türkiye için
avantajlı olabilir çünkü diğer ülkelerle olan güç dengelerinde ağırlığını
artırmasına imkan verme ihtimali bulunmaktadır.
2. TÜRKİYE’NİN NATO VE AGSP İLE İLİŞKİLERİ
Türkiye ve NATO İlişkilerinin Perspektifi
NATO, bugün, Türkiye’yi Batıya bağlayan tek fiili bağı ve Batı güvenlik ve
savunma
politikalarının
tanımlanmasına
katılımı
için
tek
imkanı
oluşturmaktadır. NATO Anlaşmasının 5. maddesi, saldırıya uğrayan üye
Devlet için müşterek bir destek garantisi sağlamaktadır. Böylece, Türkiye’ye
düşman Devletler için ABD gibi müttefiklerden gelecek mukabelelerin
garantisi, güçlü bir caydırıcı unsurdur ve Türkiye’nin topraklarının güvenliği
için olmazsa olmaz bir korumadır. Ancak, Türk yöneticiler, bunlarla çatışma
halinde ittifakın onları yeterince desteklememesinden ve 1963’te olduğu gibi
kendi
çıkarlarını
Türkiye’ninkilerin
önüne
çıkarmalarından
endişe
etmektedirler.
86
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,82-93
Türkiye, NATO ve AGSP
11 Eylül, bu alanda özellikle bir dönüm noktası olmuş ve Türkiye için özellikle
ABD nezdinde ilginin artmasına neden olmuştur. Terörizme karşı mücadelede
Türkiye
ile
işbirliği,
ABD
önceliklerinden
biri
haline
gelmiştir.
Afganistan’daki savaş, Türkiye’nin koalisyon güçleri bünyesinde önemli bir
rol oynamasına imkan vermiş ve Türkiye, bir taraftan, uluslararası güvenlik
güçlerinin başında İngiltere’nin yerini alırken, diğer taraftan, Kabil’de barışın
sürdürülmesi için bir operasyon çerçevesinde birlikler sağlamıştır.
Bununla beraber Irak, ABD’nin Türkiye’ye karşı olan ilgisinin başlıca nedeni
olmayı sürdürmektedir. Türkiye, 1 Mart 2003’te, ABD’ye ümit ettiği askeri
desteği sağlamayacağını göstermiş ve böylelikle Washington’u hazırlıksız
yakalamıştır. Gerçekten de, Türkiye, o ana kadar “sağlam müttefik” konumunu
seçmişti ve bu konum sayesinde ABD’ye yakınlaşıyordu ve dolayısıyla
NATO’nun kendisi üzerindeki etkisini artırıyordu. Fakat Mart 2003’ten beri,
her iki tarafta da, güvenlik alanındaki görüş ve çıkar farklılıklarının mevcut
olması dolayısıyla bir bilinçlenme görülmekte ve Türk yöneticiler, en önemli
müttefiklerine karşı bir özerkleşme iradesi sergilemekteler (Parmentier,
1995 :131).
İki Devlet arasındaki başlıca uzlaşmazlık noktası, Kuzey Irak’ta yaşayan Kürt
toplulukları sorunu ile ilgili olarak karşıt ulusal çıkarların mevcut olmasıdır.
Bu bölgede istikrarın kaybolması ve istikrarsızlığın kendi topraklarının
güneydoğusuna bulaşarak kendi iç güvenliğini tehlikeye sokması konusundaki
Türkiye’nin kaygısı, iki ülke arasındaki anlaşmazlığın başlıca çıkış noktasını
oluşturuyor. ABD, çatışmalar sonrası yönetim konusunda ve ülkenin
kuzeyinde aktif olan Iraklı PKK topluluklarının kontrolü konusunda güçlükler
yaşıyor. Türkiye ise bunların yok edilmesini istiyor ve bu hususlar, aslında
hiçbir zaman olmadığı kadar yoğun olan Türk-Amerikan ilişkilerini bozmaya
devam ediyor.
Ancak, Türk-Amerikan ilişkilerinin halen içinde bulunduğu kriz, uzun vadede
Türkiye için yararlı olabilir. Gerçekten de, ABD, tek yanlı askeri ve stratejik
87
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 82-93
Mireille Sadége
eyleminin sınırlarının bilincine kısa süre önce vardı. Hedeflediği güvenlik
hedeflerini etkin bir şekilde sürdürebilmek için çok yönlülüğe başvurulması
gerekli olduğunu öğrendi. Dolayısıyla, Washington tarafından tayin edilmiş
düşmanlara karşı mücadeleye katılmaya müttefiklerini ikna etmek üzere bir
tavır değişikliği içine girmeleri beklenmektedir. Bunun için, ABD’nin,
Türkiye’nin spesifik çıkarlarını göz önüne almayı öğrenmesi gereklidir. Ulusal
güvenlik ve savunma hedeflerinin sürdürülmesi alanındaki destek, karşılıklı
hale gelmelidir.
Mart 2003’e kadar, Türkiye, karşılık almaksızın, ABD’nin kontrolü altında
sürdürülen bütün operasyonlara koşulsuz destek verdi. Örnek olarak,
Türkiye’nin birinci Körfez Savaşı esnasındaki tavrı gösterilebilir. Türkiye’nin
burada oynadığı çok önemli rol yadsınamaz. Irak’a uygulanan ambargo ile
ilgili eylemi, Türkiye için çok önemli ticari fedakarlıklara mal oldu. Bu
nedenle, Türkiye, Batıya vermiş olduğunu düşündüğü hizmetler için artık
ödüllendirilmeye
başlanmasını istiyor.
Bazı jestler yapmış olduğunu
düşünüyor ve bunlara karşı bir kadirşinaslık görmek istiyor (Billion, 1995:
134).
Bu durum insan gücü ve silah olarak Atlantik Paktına katkı payı için de söz
konudur. NATO bünyesinde ABD’den sonra ikinci büyük askeri güç olan
Türkiye’nin savunma alanındaki harcamaları, diğer üye Devletler tarafından
sağlanan katkıya göre orantılı olarak yüksektir. Bu onu, İttifakın başlıca mali
katkı sağlayıcılarından biri ve önem sırasıyla ikinci asker, silah ve askeri
altyapı tedarikçisi yapıyor. Öyle gözüküyor ki, Türkiye, Atlantik Paktının
üstlendiği
görevlerin
yürürlüğe
konulmasındaki
önemli
katkısının,
organizasyon bünyesinde daha büyük bir etkiye sahip olmasını ve kendi
stratejik çıkarlarının daha iyi göz önüne alınmasını beraberinde getirmesi
gerektiğini düşünüyor. Böylece, 2003’ten beri Türkiye, ABD karşısında
gücünü tartıyor.
88
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,82-93
Türkiye, NATO ve AGSP
Söz konusu olan, ABD ile olan ilişkilerinin ve NATO bünyesindeki
konumunun birbirinden ayrılmasıdır. Bu yaklaşıma yardımcı olabilmesi ve
Washington’dan gelebilecek büyük bir diplomatik baskıdan kaçınabilmek için,
Ankara, on yıldan fazla bir süreden beri Atlantik Paktının yapısının üzerine
çıkmadan buna oranla bağımsız entegre bir savunma kutbu oluşturmaya
çalışan Avrupalı müttefiklerine yakınlaşabilir. Böylece Türkiye, AB üyeleriyle
bir ortak iradede buluşuyor: şu anki Atlantik ötesi ilişkilerin etkin ve adil bir
ortaklığa dönüşmesi.
AGSP ve Türkiye İlişkilerinin Perspektifi
Avrupalılar ve özellikle Fransa için, özerk bir Avrupa savunmasının yürürlüğe
konması için tek olası çözüm, AB bünyesinde bir Avrupa askeri kapasitesinin
yürürlüğe konmasında yatıyordu (Buffotot, 2005: 23). 12 Aralık 2003’te
Brüksel’de yapılan Avrupa Konseyi, “Avrupa güvenlik stratejisini” kabul etti.
Böylece, tamamlayıcı üç eylem seviyesi belirleniyordu ama aynı güvenlik
beklentilerine cevap vermiyordu. NATO, müşterek bir savunmayı sağlamakla
yükümlü oluyorken AGSP, askeri operasyonlara başvurulmasına kadar
gidebilen, diplomatik enstrümanlar, barışçı düzenlemeler ve komşu toprakların
güvenli kılınması yoluyla, önleyici olarak, Devletlerin kendi güvenliklerini
sağlamasını hedefliyordu. “Berlin Artı” anlaşmaları tarafından oluşturulan
üçüncü opsiyon, AB tarafından yürütülen operasyonlarda NATO’nun lojistik
desteğiyle örtüşmekte idi. Bu anlaşmalar, kriz yönetimi alanında NATO-AB
arasındaki stratejik ortaklığın yer aldığı çerçeveyi tespit etmektedir.
31 Mart 2003’ten başlayarak, Concordia ve Proxima operasyonları
çerçevesinde, AB, İttifakın ve özellikle Türkiye’nin desteğinden yararlanarak
(ki bu işbirliği, Berlin Artı anlaşmaları çerçevesinde yer almakta) NATO
güçlerinden nöbeti devralıyor ve Eski Makedonya Yugoslav Cumhuriyetinin
istikrara kavuşması için eyleme geçiyordu (Foster, 2005: 213). EUFOR-Althéa
operasyonu çerçevesinde Bosna Hersek’te AB güçleri tarafından 7 Aralık
2004’ten başlayarak yürütülen operasyona Türkiye de katılıyor ve böylece,
89
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 82-93
Mireille Sadége
NATO tarafından yürütülen operasyonların devamı sağlanıyordu. Bu
operasyon çerçevesinde Türkiye’nin katılımı, AB üyesi olmayan ülkeler
arasından en önemli katılımı temsil etmekteydi.
AB’nin, müşterek güvenlik ve savunma politikasının inşa sürecinde aşması
gereken bir sonraki etap, 17 ve 18 Haziran 2004 tarihinde Brüksel’de toplanan
Avrupa Konseyi tarafından kabul edilmiş, Avrupa için Anayasa Anlaşması
projesinin kabul edilmesi idi. Anayasa Anlaşması, AGSP’nin NATO’ya karşı
rakip olarak değil de tamamlayıcı olarak geliştirilmesi gerektiğini ileri sürüyor
fakat bununla birlikte, AB Devletlerinin, NATO’nun eylemine oranla
özerkleşme iradelerini de reddetmiyordu.
Türkiye’nin, AGSP’nin gelişmesi için yaptığı işbirliği ve müşterek NATO ve
AB kontrolü altında yürütülen operasyonlara katılımı, 25’ler ve Türkiye
arasındaki askeri ve savunma ortaklığının geleceğini olumlu olarak öngörmeye
imkan vermektedir. Aralık 1999’daki Helsinki Zirvesi’nden beri AGSP’nin en
çok tartışılan yönlerinden biri, Türkiye’nin de dahil olduğu, AB üyesi olmayan
Avrupalı Müttefiklerin, bu politikada nasıl bir statüde görüleceğidir. Türkiye,
daha derinlemesine “tartışma ve karar sürecine” bütün yönleriyle ortak olmak
istemektedir.
Gerçekte,
Türk
hükümeti,
AGSP’nin,
AB
tarafından,
NATO’nunkine paralel ve rakip bir yapı çerçevesinde yürürlüğe konduğunu ve
NATO’nun, Avrupa’nın savunması ve güvenliği alanındaki temel rolünü
tehlikeye soktuğunu düşünmektedir. Ayrıca Türkler, kendilerinin görüşü
sorulmadan AB’nin NATO’nun imkanlarını kullanmasını kabul edilemez bir
durum olarak görmektedirler. Özetle, Türkiye, AB’nin, İttifakın planlama
kapasitelerine garanti edilmiş erişiminden endişe duymaktadır. Türkiye ve AB
arasında blokaj yaratan ve bugün hala süren olgu, Türkiye’nin AB’nin,
NATO’nun planlamasına, bilgilerine ve lojistik kapasitelerine erişimine imkan
tanımaya her durumda onay vermeye gönüllü olmamasıdır.
Böylece Türkiye’nin AB ülkeleri ile bir bilek güreşi başlatmış olduğunu
gözlemliyoruz. Ankara, Türkiye’ye AGSP çerçevesinde sürekli bir yer
90
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,82-93
Türkiye, NATO ve AGSP
tanınmadığı sürece AB’nin talebine cevap vermeyi reddediyor. Dolayısıyla
Türkiye, AB güvenlik siyasi komitesi bünyesinde kendisine yer verilmesini, ya
da AGSP çerçevesinde yürütülen operasyonlar dahilinde verdiği hizmetlerin
göz önüne alınarak AB üyesi Devletler tarafından kendisine karşı uygulanan
katılım kurallarının yumuşatılmasını ya da, AB’ye katılım sürecinde Avrupalı
Devletlerin bir desteğini talep ediyor. İster NATO, ister AB kontrolü altında
yürütülen operasyonlar çerçevesinde olsun, Türkiye, genel eylemlere payına
düşenden fazlasıyla katılıyor fakat karar alma mekanizmaları seviyesinde
ikinci plana itiliyor.
Türkiye’nin AB’ye tam üye olarak katılması, AB’ye çok sayıda avantaj
sağlayacaktır. Türkiye, bugüne kadar, Kongo Demokratik Cumhuriyetinde
yapılan operasyon haricinde, AB kontrolü altında yürütülen bütün görevlere
katıldı. Uzun vadede, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kalitesinin boyutları, Avrupa
savunma politikası için çok önemli bir artı oluşturabilir. Türkiye, ABD
tarafından Irak’a karşı yürütülen koalisyona katılmayı reddederek, bir taraftan,
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin bir kararı olmaksızın bir savaşın
başlatılmasına karşı çıkan Fransız-Alman pozisyonuna bağlılığını ve diğer
taraftan ABD’ye oranla bir özerklik arayışını ortaya koydu (Abramovitz, 2005:
43). Öyle görünüyor ki, Ankara ve Brüksel, yavaş yavaş Washington’un etki
alanından çıkmaya ve savunma ve güvenlik politikaları seviyesinde belirli bir
özerkliği
geri
kazanmaya
çalışırken,
başlıca
müttefikleri
ile
ipleri
koparmamaya da gayret ediyorlar.
SONUÇ
Son yıllardaki gelişmeler – ki bu gelişmeler, 3 Ekim 2005’te ucu ucuna gelen
katılım müzakerelerinin açılışına kadar gitti, öyle gösteriyor ki, Ankara,
öncelikli olarak, AB ile yakınlaşma kartını oynamayı seçmiştir. Bu karar,
birçok neden ile açıklanabilir: Türk kamuoyu nezdinde Amerikan karşıtı belirli
bir duygunun artması ve Türk diplomatik stilinin Avrupalılaşarak, askeri
91
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 82-93
Mireille Sadége
eylem yerine siyasal ve ekonomik enstrümanlara öncelik tanımaya başlaması
bunlar arasında sayılabilir (Grant, 2005: 45).
Tam üyelik, Türkiye’nin Batı bloğuna kalıcı olarak demir atması için en iyi yol
olmakla birlikte, hem jeostratejik, hem de askeri seviyede, Türkiye ile güçlü
bir ittifakın yaratacağı önemli kozu da küçümsememek gerekir. Dolayısıyla,
Türkiye, bu alandaki öneminin bilincinde olarak, kendi ulusal çıkarlarını öne
sürmesine imkan veren belirli bir eylem alanı bulmaktadır. Fakat bu eylem
alanı oldukça sınırlı çünkü ABD ve daha da önemlisi AB, tam üyelik sürecinin
başarısızlığa uğramasının Türkiye’nin Batı ile ipleri koparmasına yol
açmayacağına ve Ankara’nın Washington ile ve Avrupalı Devletler ile
bağlarının sona erdirilemeyecek kadar güçlü olduğuna inanıyor.
KAYNAKÇA
1. ABRAMOWITZ Morton, (2005), The United States and Turkey. (ABD ve
Türkiye), Allies in Need.
2. ALLAIN Jean-Claude, (2002), «L'UEO met fin officiellement à son
existence», Les Cahiers Européens de la Sorbonne Nouvelle, n° 3 «De
l'Europe divisée à la Grande Europe» sous la dir. élisabeth du Réau.
3. BILLION Didier, (1995), Le rôle géostratégique de la Turquie, (Türkiye’nin
jeostratejik rolü), Iris.
4. BUFFOTOT Patrick, (2005), Europe des armées ou Europe désarmée ?,
(Orduların Avrupası veya silahsızlanmış Avrupa mı ?), Paris, Michalon
Yayınları.
5. Le Monde, 5 Haziran 1999.
6. FOSTER Anthony, (2005), Armed forces and society in Europe, (Avrupa’da
silahlı kuvvetler ve toplum), New York, Palgrave Macmilla.
7. GRANT Charles, (2005), Turkey and EU foreign policy (Türkiye ve AB dış
politikası), BARYSCH Katinka, EVERT Steven ve GRABBE Heather, Why
92
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,82-93
Türkiye, NATO ve AGSP
Europe should embrace Turkey, (Avrupa Türkiye’yi Niçin Kucaklamalı),
Londra, Avrupa Reform merkezi.
8. PARMENTIER Guillaume, (2005), La Turquie au sein de l’OTAN et ses
relations avec les Etats-Unis (NATO bünyesinde Türkiye ve ABD ile olan
ilişkileri) - SADÈGE Mireille, La France et la Turquie dans l’Alliance
atlantique (Atlantik Paktında Fransa ve Türkiye), Les Editions CVMag, Paris.
9. SANDER Oral, (1979), Türk-Amerikan iliskileri 1947-1964, SBF Yayınları,
Ankara.
10. QUILES Paule, (1999), “L’OTAN, quel avenir ?” (NATO, Hangi
Gelecek ?) Bilgilendirme raporu, Ulusal Meclis, n° 1495.
11. VÉDRİNE Hubert, (1996), Les Mondes de François Mitterrand à l’Elysée
1981-1995, (1981-1995 Elysée’de François Mitterand’ın Dünyaları) Fayard.
93
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 82-93
Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1 (1), 2008, 94-138
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY
KÜLTÜREL EMPERYALİZMİN ÖTESİ:
KÜRESELLEŞME, İLETİŞİM VE YENİ ULUSLARARASI
DÜZEN
Suat Sungur∗
ÖZET
Günümüz dünyasının temel niteliğini yansıtan küreselleşme olgusu, ekonomik, siyasal,
sosyal ve kültürel alanlarda son dönemlerde yaşanan hızlı bütünleşme ve benzeşme
sürecini ifade etmektedir. Her alanda köklü bir değişimi beraberinde getiren bu süreçte
ulus devletin geleneksel politika araçları giderek zayıflamakta, özellikle
küreselleşmenin dinamiğini oluşturan teknolojik devrim, kurulu devlet hiyerarşileri,
örgütsel yapıları, yönetim süreçleri ve hizmet sunma biçimleri üzerinde büyük baskılar
oluşturmaktadır. Bunların yanı sıra iletişim teknolojisindeki hızlı ilerlemelere bağlı
olarak toplumların sosyal ve kültürel yapılarının da bir biçimde dönüşüme uğradıkları
görülmektedir.
Kitle iletişim araçlarının faaliyetlerinin küresel çapta yaygınlaşması ve dünyayı daha
küçük birimlere bölen sınırların öneminin azalması ile birlikte küreselleşmeye
olumluluk ya da olumsuzluk atfedilmesinin pratik bir yararı bulunmadığı görülmüştür.
Bu nedenle bu çalışmada çok farklı etkenlerin iç içe geçerek giriftleştirdiği
küreselleşme sürecinin çok yönlü analitik yaklaşımlarla çözümlenmesi ve taşıdığı tehdit
ve olumsuzlukların bilincinde olarak, sunduğu fırsatlardan azami ölçüde yararlanılmaya
çalışılması gerektiği düşüncesiyle kültürel emperyalizm iddiaları, küreselleşme, iletişim
alanındaki teknolojik gelişmeler ve iletişimin küreselleşmesi irdelenmeye çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Kültürel Emperyalizm, Küreselleşme, İletişim, Enformasyon
Toplumu.
ABSTRACT
Globalization reflects the today’s world’s one of the basic characteristics and brings
radical changes in political, social and cultural areas. By weakening political means,
globalization and especially technological revolutions form very big pressure on state
hierarchy, organizational structure, administration process and shape of puting forward
service. Furthermore related with the taking progress of communication technology
there are important changes can be seen in every society’s social and cultural structure.
In fact there is no practical benefit in attributing positive or negative view on
globalization. That’s why in this article we are going to try to analyze globalization
with many different analytical approaches by using the terms of cultural imperialism
Yrd. Doç. Dr., İstanbul Aydın Üniversitesi, Radyo Televizyon Programcılığı Bölümü,
[email protected]
∗
Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen
assertions, globalization, the technological developments in communication area and
globalization of communication.
Keywords: Cultural Imperializm, Globalization, Communication, Information Society.
1.GİRİŞ:
Ekonomik, politik ve teknolojik gelişmelerin etkisiyle kitle iletişim araçları
üzerindeki devlet denetiminin azalması, bu araçların ticari amaçlarla çok geniş
alanlara ulaşmalarını kolaylaştırmıştır. Dolayısıyla küresel kitle iletişiminin bir
sonucu olarak da, yerel kültürlerin evrensel bir kültüre doğru dönüşüme
uğramaları kaçınılmaz olmaktadır. İngilizcenin yaygınlığı ve ABD ve
İngiltere’nin teknolojik üstünlüğü, yerel kültürlerin dönüşümü üzerinde AngloSakson ağırlıklı bir etkileşim yaratmaktadır. Bu etkileşim yalnız Batılı
olmayan kültürlerde değil, kıta Avrupa’sında da tepki görmekte, kültür
emperyalizmine neden olduğu iddiasıyla eleştirilmektedir. Son yıllarda
küreselleşme
üzerine
yapılan
ve
oldukça
geniş
bir
alana
dağılan
değerlendirmelerin önemli bir bölümünde, ideolojik ya da başka endişelerle bir
taraf oluş ya da karşı duruş tavrı sergilenmektedir.
‘Kültürel emperyalizm’ terimi 1960’lı yıllardan bu yana neredeyse yirminci
yüzyılın ikinci yarısının genel entelektüel düşüncesinin bir parçası olarak
karşımıza çıkar. Bu model, modernleşme kuramıyla yüceltilen Amerikan
yardım programlarına, serbest bilgi akışı politikalarına Amerikan medyasıyla
eklemlenen medya endüstrilerinin egemenliğine getirilen eleştirel bir
yaklaşımdır. Kültür emperyalizmi tezine göre, gelişmiş kapitalist toplumlarda
üretilen ve yayılan kültürel ürünlerde, medyanın doğasında var olan ideolojik
kültürel bir çerçeve kurulur ve kitle kültürü ürünleri aracılığıyla tüm dünyaya
yayılır. Dolayısıyla, uluslararası iletişim, gelişmiş ülkelerin uluslararası
çıkarlarına ve güçlerini arttırmalarına ve özellikle ABD’nin küresel, askeri,
ekonomik, politik üstünlüğüne hizmet eden bir araç olarak görülür. Kültürel
emperyalizm 1960-1970’li yıllarda geçerli olan modernleşme teorilerini hedef
alması nedeniyle, ekonomik, siyasal ve kültürel olarak İkinci Dünya Savaşı
95
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138
Suat Sungur
öncesi kolonileri kontrol eden gelişmiş ülkelerle, gelişmekte olan, az gelişmiş
ülkeler arasında kurulan bağlılık ilişkileri temel inceleme alanı olarak görür.
Tomlinson’a (1999: 14) göre, kültürel emperyalizm, son derece karmaşık ve
sorunlu olan iki sözcüğü bir araya getirir ve gayet geniş bir yelpazeye yayılan
olayları kapsamaya çalışır. Mattelart (1992: 57) ise, emperyalizm sorununa ve
özellikle kültürel emperyalizme ihtiyatla yaklaşır ve bu kavramı çoğu zaman
olumsuz bir anlamla kullanır. Mattelart’ın dolaylı olarak belirttiği üzere sorun
kısmen, ‘kültürel emperyalizm’ teriminin genel bir kavram olması ve genel
hatlarıyla birbirine benzeyen olgulara atıfta bulunması nedeniyle herhangi bir
tanımının bütün anlamları içermesinin mümkün olmamasıdır. Burada sorun, bu
tanımın sadece kısmi olması değil, aynı zamanda empoze edilebileceğidir.
Böyle bir perspektiften bakıldığında, kültürel emperyalizmin özü itibari ile
alışkanlık ve değerlerin yayılması ile ilgili olduğu düşünülebilir. Fontana
Modern Düşünce Sözlüğü’nünde (The Fontana Dictionary of Modern
Thought) kültürel emperyalizm üzerine yazılanların pek çoğu, ekonomik
uygulamalara merkezi bir rol verir. Buradan da, bu konuda esas sorunun
ekonomik uygulamalar olduğu ve kültürel öğelerin, ekonomik-siyasi
hakimiyetin sürdürülmesi için bir araç olduğu sonucuna varılabilir. Martin
Barker’a (1989: 292) göre, ‘kültürel emperyalizm’ teriminin kesin bir tanımı
yoktur. Terim, emperyalist denetim sürecinin, destekleyici özellikte kültür
biçimlerinin ithal edilmesiyle takviye edilip kolaylaştırıldığı anlamda
kullanılır.
Tanımlardaki bu farklılık –kültürel hakimiyetin hizmetindeki ekonomik güç ya
da bunun tersi- çok daha derinlerdeki entelektüel ve siyasi bölünmelere işaret
eder. “Kültürel emperyalizm” terimini tartışma yaratmayacak biçimde
tanımlamak için hem “kültür” hem de “emperyalizm” terimlerinin yaygınca
kabul edilmiş bir tarifini yapmak gerekir. Williams, emperyalizm teriminin
ortaya çıkışında özellikle iki akımdan bahseder: Bunlardan biri daha çok siyasi
bir sisteme, diğeri ise ekonomik bir sisteme atıfta bulunur. Williams’a göre
96
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138
Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen
terimdeki belirsizlik, bunlardan hangisinin vurgulandığına bağlıdır (siyasi
sisteme olan atıf, on dokuzuncu yüzyıl İngilizcesinde sömürgecilikle ilgili
olarak kullanımından doğar; ekonomik sisteme olan atıf ise yirminci yüzyıl
başlarında modern kapitalizmin gelişim aşamalarının Marksist analizinden
kaynaklanır). Williams’a göre, bu terim bugün Amerika’yı tanımlamak için de
kullanılmaktadır. Gerçi “Amerikan emperyalizmi” sömürgeciliğin siyasi
biçimi anlamını taşımayıp, esas olarak kapitalizmin ekonomik hakimiyeti ile
ilgilidir. Böylece Williams şu sonuca varır ki, emperyalizmin “... temel
özellikteki toplumsal ve siyasi çelişmelere atıfta bulunan diğer bütün kelimeler
gibi, semantik olarak tek bir anlama indirgenebilmesi mümkün değildir. Onun
önemli tarihsel ve çağdaş anlamları, başlı başına incelenmesi gereken gerçek
süreçlere işaret eder” (Williams, 1985: 160).
Bu durum, kültür sözcüğüne geldiğimizde, Williams’ın da uyardığı üzere daha
karmaşık bir hal alır, çünkü kültür kelimesi İngiliz dilinin en karmaşık birkaç
kelimesinden biridir (Williams, 1985: 160). Durumun karmaşıklığını, bu
kelimeyi tanımlamak için yapılan girişimlere bakarak anlamak yerinde
olacaktır. 1950’li yıllarda yapılan bir çalışmada iki antropolog, A.L. Kroeber
ile Clyde Kluckholn, İngiliz ve Amerikan kaynaklarından yüz ellinin üzerinde
tanım derlerler (Aktaran: Tomlinson, 1999: 16). Buna göre, bu alanda ya epey
bir belirsizlik mevcuttur, ya da “kültür” o kadar geniş ve kapsamlı bir
kavramdır ki, bu tanımların hepsine uymaktadır. Aslında en genel anlamıyla
“kültür”, toplumun “yaşam tarzını” tanımlamakta işe yarayan bir kavramdır.
Kültürün bu anlamı, kültür politikaları üzerine bir UNESCO konferansına
katılan delegelerin konularını tanımlama girişimlerinde de ortaya çıkar. Söz
konusu konferansta
kaleme alınan rapor bazı tanımlama çabalarını
kaydettikten sonra, “Diğer delegelerin gözünde kültür, bütün toplumsal yapıya
nüfuz etmişti ve oynadığı rol o kadar büyük ve belirleyici idi ki, onu yaşamın
kendisiyle
karıştırmak
işten
bile
değildi”
diye
belirtir
(http://unesdoc.unesco.org, 2006).
97
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138
Suat Sungur
Melez bir terim olan kültürel emperyalizmin “kültürel” kısmında tartışma
konusu olan şey, bu anlamlar manzumesi ve onların getirdiği iddiadır. Çünkü
burada önümüze çıkan terim, sadece bir akademik disiplinde teknik olarak
kullanılan bir terim olmayıp çeşitli söylemlerde de karşımıza çıkmaktadır. Bu
söylemlerde kullanım biçimleri birbiriyle çakışmaktadır ve bu çalışmanın
amacı da kullanımdaki nüansların altında yatan derin anlamları kavramak ve
anlaşılır bir biçimde ortaya koymaktır.
Modernliğin radikalleştiği ve küreselleştiğine dair söylemlerin yaygınlık
kazandığı günümüzde, toplumlararası ve küresel ölçekteki toplumsal ilişkilerin
çözümlenmesinin sadece ‘uluslararası ilişkiler’ disiplinine, toplumsal ölçekteki
ilişkilerin çözümlenmesinin ise yalnızca ‘sosyolojiye’ bırakılması yönündeki
geleneksel eğilim sorunları ele almak ve çözüm yolları üretmede yeterli
değildir. Küreselleşme sürecindeki hızlı ve önemli gelişmelerle birlikte,
‘toplum içi’ ilişkilerin ve ‘toplumlararası’ ilişkilerin bağımsız alanlar gibi
algılanması zorlaşmış; kitle iletişim araçları sayesinde iç ve dış olayların
incelenmesi arasındaki engeller yıkılmış ve toplum bilimciler kendilerini
küresel ve toplumlararası ölçekte gerçekleşen sosyal oluşum ve sosyal
sorunlarla karşı karşıya bulmuştur.
Batı kültürü ile yerel kültürlerin etkileşimini sağlayan bu sürecin sonucunda
hangi kültürlerin kazançlı çıkacağı şimdiden kestirilemese de, başlangıç için
iletişim olanaklarından sonuna kadar yararlanabilen Batı kültürünün diğer
kültürler karşısındaki başat konumunu güçlendirdiğini söylemek yanlış
olmayacaktır. Özü itibariyle imleyici bir sistem olarak kültür anlayışı, kültürel
emperyalizm söylemini, çağdaş toplumların en önemli imleyici araçları olan
kitle iletişim araçlarına yöneltir. Günümüzde kültürel emperyalizm üzerine
ortaya konan pek çok tartışmayı anlayabilmek için kültürün yoğun bir piyasa
mekanizması içerisinde tüketim alışkanlıkları içerdiğinin kabul edilmesi
gerekir.
98
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138
Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen
Söz konusu kültür emperyalizmi tartışmalarında kitle iletişim araçları bir
kültürün diğer kültür üzerinde uyguladığı güç ilişkileri merkezi bir konuma
yerleştirilir. Bu noktada Tomlinson, küresel dünya vatandaşlığı bilincinin
oluşmasında ‘televizyon’un oynadığı rolü kavramsallaştırır. İletişim araçları
içeriklerinin dünyaya yayılmasının, farklı kültürlerde bir dünyalılık biçiminin
oluşmasına imkan sağlayacağını ileri sürer. Böylece küreselleşme teriminin
içerdiği varsayılan “tüm dünyanın tek bir mekan olarak bütünleşmesi”,
“küresel insanlık durumu” ve “dünya bilinci” gibi ifadeler kendiliğinden
meşrulaştığını ifade eder. Bu noktada bir diğer açıdan meşrulaşan ise “dünya
kültürü” anlayışıdır (Tomlinson, 1999: 40-47).
2.
YÜKSELEN
BİR
DEĞER
OLARAK
KÜRESELLEŞME
VE
İLETİŞİMİN KÜRESELLEŞMESİ
Küreselleşmenin Tanımlanamayan Tanımı
Günümüzde çok ciddi anlamda popülerlik kazanmış olan “küreselleşme”
kavramı, yalnızca egemen kavramsal ve siyasal söylemlerde değil, aynı
zamanda gündelik dilde de anahtar bir sözcüktür. Küreselleşme konusunda var
olan oldukça geniş ve gün geçtikçe büyüyen literatüre rağmen, ne ikna edici
bir küreselleşme teorisi, ne de belli başlı özelliklerinin sistematik bir analizi
vardır. ‘Küreselleşme’ sözcüğü büyük dönüşüm ve değişimlerin yaşandığı bir
dönemi anlatırken farklı çağrışımlara ve karşıt yorumlara yol açar. Bu sözcükle
yaygın ve derin etkileri olan bir olayın neden olduğu büyük bir değişim ifade
edilmeye çalışılır ancak küreselleşme taraftarları ve karşıtları arasında
kavramın tam olarak ne anlama geldiği konusunda ‘kesin’ bir uzlaşma yoktur.
Bu durum kavramın biraz da herkesin kendi dünya görüşüne uygun bir tanımı
benimsemek istemesinden kaynaklanmaktadır.
Tartışmaya katılan bazı gruplara göre (Cevizoğlu, 2007) küreselleşme bir
“Amerikan tezgahı” ya da “emperyalizmin yeni adı” iken, kimilerine göre de
kapitalizmin reel sosyalizmi çökertmesiyle ivme kazanan ve kaçınılmaz olarak
99
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138
Suat Sungur
tek bir dünya pazarının, hatta belki de teknolojik atılımlarla beslenen küresel
bir toplumun oluşmasıyla sonuçlanacak olan bir olgudur. Held ve arkadaşları
(2006: 163) küreselleşmeyi, başlangıçta çağdaş toplumsal yaşamın tüm
yönlerinde, siyasi, ekonomi, askeri ve kültürel alanlarda dünya çapında
bağımlılığın hızlanması, artması, derinleşmesi ve genişlemesi olarak düşünür.
Kimileri de (Beck, 2006: 221) bu terimi iktidarın, yönelimlerin, kimliklerin ve
ağların görünümünü değiştirerek ulus-ötesi aktörlerin egemen ulus-devletlerin
altlarını oydukları ve bu devletlerin krizle karşılaştıkları süreç olarak tanımlar.
Bazıları için (David vd., 1999: 21-22) küreselleşme, Batı medeniyetinin tüm
dünyaya yayılmasıyken, bazıları ise bunun tersine Batılılaşma ile küreselleşme
arasında kesin bir ayrım yapar ve ikincinin birinci ile eş anlamlı olduğu fikrini
reddeder. Aslında küreselleşme (‘dünya genelindeki birbirine bağımlı ağların
artması’ anlamında) insanlık tarihi kadar eski bir olgudur. Burada yeni olan,
ağların daha belirgin ve karmaşık bir görünüm arz etmesi, çeşitli bölgelerden
ve toplumsal sınıflardan daha çok insanı kapsaması olduğu söylenebilir.
Genel ve kapsayıcı bir tanım ile küreselleşme, ekonomik ve teknolojik güçlerin
paylaşılan sosyal alan olarak dünyanın bir bölgesindeki gelişmelerin kürenin
diğer tarafındaki bireylerin ve toplulukların yaşamlarında büyük ve derin
sonuçlar yaratacağı yaygın görüşünü yansıtır (Held vd., 2006: 161). Terim,
günümüzdeki uluslararası faaliyetlerde, özellikle de uluslararası ekonomik
akımlarda meydana gelen büyük artışları açıklamak için yaygın bir şekilde
kullanılır. Pek çoğu için, küreselleşme siyasi kadercilik ve çağdaş ekonomik ve
toplumsal değişmelerin tüm ölçüsünde ulusal devletlerin veya vatandaşların bu
değişimi kontrol, itiraz etme veya karşı koyma kapasitesinden üstün görünen
kronik güvensizlik ile de ilişkilendirilebilir. Bir diğer deyişle, ulusal
politikaların sınırları küreselleşme tarafından zorlama ile önerilir (Held vd.,
2006: 161-162).
Kapitalist üretim ve tüketim tarzının yaygınlaşması anlamında küreselleşme,
bir yandan mübadelelerin, yatırımların, sermaye akışlarının adı olurken, diğer
100
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138
Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen
yandan bu akışlar çerçevesinde gerçekleşen dünya ekonomisindeki uluslararası
rekabeti dile getirir. Dolayısıyla bu bağlamda küreselleşme, ulus devletlerin
uluslararası ilişkileri olarak değil, kapitalist sistemin uluslararası hareketi
olarak görülmelidir.
Küreselleşme
tanımlamak
kavramının
için
çağdaş
kullanılması,
toplumların
küreselleşmenin
karşılıklı
toplumsal
bağımlılığını
sistemlerin
doğasından bağımsız, engellenemez bir olgu olduğu yanılsaması yaratır. Bu
bağlamda küreselleşme günümüzün egemen bir gerçeği haline gelir. Toplumlar
artık enformasyon ve iletişim ağlarıyla bağlanmış durumdadır ve ağlar gerçeği
açıklamaktan çok gizlerler (Alemdar - Erdoğan, 2002: 509). Bu durumu
Luhmann (1990: 178) ise şöyle belirtir: “Dünya çapında iletişimsel sistem tüm
olasılıkları kapsayacak şekilde bir dünya kurmuştur.” Luhmann’a dayanarak
tanımlanan küresel toplumun içini Castells somut olarak doldurur.
Castells (2004: 115-117), Luhmann’ın sosyal sistem olarak tanımladığı
modern toplumu, birbirine bağlı ama merkezsiz bir düğümler kümesi
temelinde enformasyon ağlarından oluşmuş bir sosyal yapı olarak ifade eder.
Ortaya çıkan bu “yeni dünya düzeni”ni, politikadan ideolojiye, maliyeden
kültür ve sanata kadar her alanda “tek düşünce” olarak dayatılmaya
çalışılmasında, en az para piyasaları kadar etkili bir silah da “küresel
medya”dır. Küresel medya, tek bir cümleyle, yeni dünya düzeninin, yani siyasi
alanda yeni sağın, ekonomik alanda neoliberalizmin, ideolojik alanda de tek
düşüncenin dünya çapında yaygınlaştırmaya çalıştığı medya sistemi ve anlayışı
olarak tanımlanabilir (Duran, 2001: 8).
Küreselleşme hem ‘dünyanın küçülmesi’ hem de “bir bütün olarak dünya
bilinci”nin güçlenmesi (Robertson, 1999: 21), daha öz bir ifade ile “bir dünya
süreci” (Hall, 1998: 38) olarak tanımlanır. Bauman (1999: 69), küreselleşme
fikrinden çıkan en derin anlamın, “dünya meselelerinin belirsiz, kuralsız ve tek
başına buyruk doğası” olduğunu söyleyerek, küreselleşmenin “bir merkezinin,
bir kontrol masasının, bir yönetim kurulunun, bir idari bürosunun” olmadığını
101
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138
Suat Sungur
söyler. Küreselleşme, yeryüzü çapında birbirleri ile ilişkilendirilmiş farklı
sosyal bağlamlar ve bölgeler arasındaki ilişki biçimleri kadar bir gerilme
sürecine de işaret ederken, uzak yerleşimleri birbirine, yerel oluşumların
kilometrelerce ötedeki olaylarla biçimlendirildiği ya da bunun tam tersinin söz
konusu olduğu dünya çapındaki toplumsal ilişkilerin yoğunlaşması olarak
görmek de mümkündür.
Christopher W. Huges (2006: 323), küreselleşmenin en yaygın anlamının,
devletlerin ve piyasalarının arasındaki birbirine bağımlı ilişkileri ve onların
artan yoğunluklarını içeren veya daha doğru bir şekilde çoğu bölgelerdeki
devlet yönetimi ve onların milliyetçi yurttaşlarının ve bağımsız devletlerin
aralarındaki ahenksizliği olarak tanımlanabilecek olan ‘uluslararasılaşma’
olduğunu ileri sürer.
Hardt ve Negri’ye (2001) göre küreselleşme, tüm
dünyayı etkisi altına almış olması, sınırları etkisiz hale getirmiş olması ve belli
bir
merkezinin
bulunmayışından
dolayı
bir
‘imparatorluk’
olarak
adlandırılabilir. Nitekim Soğuk Savaş sonrasında ABD’deki imparatorluk
tartışmalarının esas boyutu küreselleşme süreci ile ilgili olması bunun bir
göstergesi olarak öne sürülebilir.
İletişimin Küreselleşmesi
Kapitalizmin genişlemesine ise son iki yüz yıldır iletişim ağlarının ve
akışlarının dünyanın sınırlarını durmaksızın geriye itmesi eşlik eder. Dünyaekonomisi ve dünya-toplumu gibi terimlere ayırt edilemez bir şekilde bağlı
olan dünya-iletişimi kavramı iletişim sektöründeki üretimin ve ticarileşmenin
uzamının dünya-ekonomisi uzamına eklemlenmesine işaret eder. Bu noktaları
kapsayacak biçimde kullanılan dünya-iletişimi kavramı Mattelart’ın İletişimin
Dünyasallaşması adlı eseri dünya-iletişimi kavramını eleştirel bir perspektife
açıkça yerleştirir. Chase-Dunn’a (1999: 191) göre de, küreselleşmenin
anlamlarından biri olan iletişimin küreselleşmesi, yeni bir dönem olan bilişim
ve enformasyon teknolojisi ile bağıntılıdır.
102
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138
Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen
Modernleşme ve sanayileşme başlangıcında olduğu gibi, bilim ve teknoloji
yenilikleri birbiri ardından gelmektedir. Ancak şu anki evrenin önceki
evrelerden farkı enformasyon ve
bilişim teknolojilerinin
gelişimidir.
Sanayileşme sonrası enformasyon teknolojileri olarak ortaya çıkan bu dönemin
üretim biçimi özellikleri ele alındığında karşımıza otomasyon, bilgisayar ve
telekomünikasyon gibi belli başlı kavramlar çıkar. Genel kanıya göre küresel
pazarı yaratan unsur, birbirinden ayrılmış olan milli pazarlar değil,
enformasyon teknolojisidir; çünkü ekonomik rekabet için uygun bir ortam
oluşturmaktadır (Chase-Dunn, 1999: 189). Hatta enformasyon teknolojisinin
"zamanı-mekanı sıkıştırması" (Harvey, 2006) devrimci teknolojik bir
gelişmede olduğu gibi yayılma ve ivme kazanma yoludur denebilir (ChaseDunn, 1999: 192).
Mattelart, “iletişim sistemlerinin ve ekonomilerinin bütünleşmesi ülkeler ve
bölgeler arasında olduğu gibi toplumsal gruplar arasında da yeni ayrımlarıneşitsizliklerin oluşmasına neden olur” diyerek, dünya-iletişimi kavramını
iletişim alanındaki çözümlemelerde “bu dışlama mantıklarını” (2001: 99-100)
dikkate alacak bir kavram olarak tanımlar. Böylece kavram, öncelikle
dünyanın eşitlikçi ve küreselci temsiline karşı bir konumlamayı beraberinde
getirir; dünyasallaşmakta olan sistemi fetişleştirmekten kaçınır; bu sistemin
tarihsel somutluğu dikkate alınarak çözümlenmesine olanak tanır. Fernand
Braudel’in
kavramı,
dünya-ekonomisi
“uluslararası
kavramından
işbölümüyle
içiçe
esinlenilmiş
geçmiş
dünya-iletişimi
ağların
uzamı
hiyerarşikleştirdiğini ve merkez(ler) ile çevre(ler) arasında her gün biraz daha
büyüyen bir kutuplaşmaya yol açtığını hatırlatma” (Mattelart, 2001: 100)
rolünü üstlenir.
İletişimin küreselliğini Harvey’in (2006: 270) ‘zaman-mekan sıkışması’ ve
McLuhan’ın (2001: 44-48) ‘küresel köy’ kavramaları da çarpıcı bir biçimde
ifade eder. ‘Zaman-mekan sıkışması’, telekomünikasyonun sınırları kaldırarak
bir içe çöküş meydana getirdiğine işaret eder. Harvey bu kavramı, iletişimin
103
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138
Suat Sungur
küreselleşmesinin yanı sıra, ekonomik ve ekolojik karşılıklı bağımlılığı da
içeren genel küreselleşmeyi tanımlamak için de kullanır. McLuhan’ın ‘küresel
köy’ kavramı ise kültürel bir kaybı ifade eder. Elektronik iletişim araçlarının
gelişiminin dünyayı görsel bir yönelimden işitsel bir yönelime kaydırdığı,
insanları kültür anlamında tembelliğe ittiği ifade edilerek, okur-yazarlığın
gerileyeceği, ilkelliğe doğru bir dönüşün yaşanacağı endişesi dile getirilir.
İletişim alanının elektronikleşmesinin tüm dünyada bir eş zamanlılığı meydana
getirmesi, dünyanın bir köy topluluğuna dönüştüğü düşüncesini doğurur ve bu
durum, kültürel açıdan bir kayıp olarak değerlendirilir. Morley ve Robins’e
göre küreselleşme, “küresel uzam bir akışlar uzamıdır, elektronik bir uzamdır,
merkezi yoktur, sınırların ve cephelerin nüfuz edilebilir olduğu bir uzamdır”
(Morley&Robins,
1997:
181).
İletişim
alanında
yaşanan
gelişmeler
değerlendirildiğinde, küreselleşme dünya üzerindeki sınırların kalktığı, anlam
mekanlarının sabitliklerini kaybettiği ve her şeyin sadece akış halinde olduğu
bir mekan/mekansızlık olarak değerlendirilir. Rodrik, (2006: 64) ulaşım ve
iletişim sektörlerindeki teknolojik ilerlemelerin, ulusal sınırları her zaman
olduğundan daha çok yabancı rekabete geçişken hale getirdiğini ve şiddetli
hükümet sınırlamaları hariç hiçbir şeyin bunu geri döndüremeyeceğini ifade
eder.
Öte yandan iletişim ve ulaşım araçlarındaki gelişmelerin sonucu olarak,
küresel ölçekte gerçekleşen iletişim ağlarının, sosyal ilişki biçimlerine yeni bir
boyut kazandırdığı gözlemlenir. Tarihin hiçbir döneminde yaşanmayan sanal
ilişkiler, günümüzde sanal ortamlarda gerçekleşmekte ve bu arada sanal
toplumlar ya da topluluklar meydana gelmektedir (Morley&Robins, 1997: 181;
Bauman, 1999: 25). İletişim araçları ve kültürel öğelerin hem gelişmiş ülkeler
arasında hem de üçüncü dünyaya olan akışı, bu kültürleri üreten ülkeleri,
diğerleri üzerinde baskın bir konuma getirmektedir. Günümüzde iletişim ve
taşımacılık sistemleri geçmişte olduğundan çok daha ucuz olması nedeniyle
coğrafi uzaklıkların önemi ortadan kalkmakta, iletişim teknolojileri ve kültürel
104
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138
Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen
malların sağladığı bilgi alt yapısı ise üretici konumda olan ülkelerin
hegemonya yeteneklerini arttırmaktadır.
Bu noktada “kültür emperyalizmi” kavramı, kültürel alandaki bağımlılıkla,
“ekonomik” alandaki bağımlılık arasında doğru orantılı bir ilişkilendirme
yapmaktadır. Kültür emperyalizmi tezi, teknoloji ihracatı, kapitalizmin ihracatı
ve içeriğin ihracatı olmak üzere üç düzeyde işler. Buna göre, yeni teknolojiler
Üçüncü Dünyaya çoğunlukla kapitalist Batı tarafından getirilmesi nedeniyle bu
teknolojiye bağımlı olan ülkeler, uluslararası kapitalizmin mali ve örgütsel
yapılarına da dolaysız bir şekilde dahil olurlar. Bir başka deyişle ulus ötesi
medya şirketlerinin büyümesi ve büyümenin özellikle bağımlı ülkelere doğru
ve onları kapsayacak biçimde olması, Batı sermayesinin ve bilgi birikiminin bu
ülkelerde kullanılması sonucunu da beraberinde getirir.
Nihayet Batı’da üretilen televizyon programlarının, sinema filmlerinin bu
ülkelerde yoğun olarak gösterilmesiyle ideolojik mesajların ve bu düşüncelerin
bu ülkelere taşınması, kültürel emperyalizmin son ve içeriksel düzeyi olarak
vurgulanır. Özellikle televizyon gibi belli bir düzeyde ekonomik ve teknolojik
alt yapı ile bu yapıyı işletecek bir bilgi birikimi gerektiren iletişim araçlarında,
kültür emperyalizmi tezini savunanların iddiaları için çok sayıda destek
bulabilmeleri mümkündür. Teknoloji ve bilgi zengini ülkelerin özellikle
uluslararası televizyon akışı alanında bu düzeyde olmayan ülkelere tek yönlü
program sağladıkları bilinen bir gerçektir. Ancak gelişmekte olan ülkeler
açısından bu mesele sadece programların ithalatı meselesi değil, ithal olmayan
program içeriklerinde de televizyon formatlarının kopyalanması ya da dolaylı
olarak benimsenmesi olayıdır.
Schiller (1992), uluslararası medyanın, ideolojik bir bilgi alt yapısı kurarak
yaygınlaşmakta
olduğunu
ve
bu
sürecin
reklam
ajanslarının
pazar
araştırmalarıyla desteklendiğini ileri sürer. Benzer görüşü paylaşan Mattelart
ise kültür emperyalizmini ulusal ve uluslararası güçler arasındaki birleşme ve
birbirine uygun hale gelme süreci olduğunu, ancak bu bir araya gelişte bir
105
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138
Suat Sungur
yönlendirme, örtülü bir anlaşma, kültürel yeniden üretimden çok propagandası
yapılan kültür karşısında diğerinin rolünün düşerek gerilemek durumunda
olduğunu belirtir (Aktaran: Önür, 2002: 161). Medya, toplumdaki güçlü
sınıfların kontrolünde olduğundan, bu yolla yaygınlaştırılan iletiler sınıf
sistemini yeniden üretir ve toplumun güç yapısı da medya sahipliği yoluyla
korunur.∗
Bu konuyla ilgili olarak Edward Said “ABD’den gelen çeşitli kültürel denetim
biçimlerinin fiilen karşı konmaksızın yayılmasıyla, yalnızca Amerika içindeki
grupları değil, zayıf ve küçük kültürleri de boyunduruk altına almaya ve
kendine çekmeye yönelik, yeni bir özümseme ve bağımlılık mekanizması
yaratıldığını” ifade eder. Said iddiasını ‘eleştiri kuramcılarınca yapılan
çalışmalardan bazıları –özellikle Herbert Marcuse’un ‘tek boyutlu toplum’,
Adorno ve Enzensberger’in ‘bilinç sanayii’ kavramları- Batı toplumlarında
toplumsal uzlaştırma aracı olarak kullanılan baskı ve hoşgörü karışımının
niteliğini netleştirir. McBride komisyonunun bulguları, Batılı ve özellikle
Amerikan medya emperyalizminin dünyanın geri kalan bölümü üstündeki
etkileri kadar, Herbert Schiller ve Armand Mattelart’ın “imge, haber ve
tasavvur üretim ve dolaşım araçlarının mülkiyeti konusundaki son derece
önemli bulgularıyla da güç kazandığını” öne sürerek destekler (Said, 2004:
428).
Boyd Barrett’e göre (Aktaran: Reeves, 1993: 56-57) bir ülkedeki medyanın
yapısı (medya mülkiyeti, dağılımı ve içeriği) diğer ülkelere göre eşitsiz bir
Marksist ideolojiye göre egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir,
başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda zihinsel üretimin
araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki,
kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda egemen
sınıfa bağımlıdır... (Egemen sınıflar) öteki şeyler bakımından olduğu kadar, düşünürler, fikir
üreticileri olarak da egemendirler ve kendi çağlarının düşüncelerinin üretimi ve dağıtımını
düzenlerler; o halde onların düşünceleri, çağlarının egemen düşünceleridirler. Bu önerme
dikkatle incelendiğinde üç önemli vurgu içerdiği görülür: (1) Düşüncenin üretimi ve dağıtımı
üzerindeki kontrol, üretime hakim olan kapitalistlerin ellerinde yoğunlaşır. (2) Bu kontrolün
sonucu olarak, hakim sınıfın dünya görüşleri bağımlı grupların düşünceleri üzerinde tahakküm
kurmaya başlar. (3) Bu ideolojik tahakküm, sınıfsal eşitsizliğin sürdürülmesinde anahtar rol
oynar.
∗
106
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138
Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen
dağılım gösterebilir. Bu eşitsizliğin ise dört boyutu vardır: Bu sürecin birinci
boyutu; bir iletişim aracının bir ülkede düzenli faaliyette bulunmasıdır. ABD,
İngiltere, Almanya gibi ülkelerde olduğu gibi iletişim araçlarının teknolojik
olarak erken bulunması ve endüstrileşmesiyle ülkelerin ulusal pazarlarının
oluşmasını
sağlar.
Bu
araçlar
merkez
endüstrileşmiş
ülkelerden
endüstrileşmemiş ülkelere ihraç edilir. Medya ürünleri tüketici kültürlere ihraç
edildikten sonra, o ülkeyi uluslararası kapitalizmin bir parçası haline getirir.
Kurulan medya sistemi ile birlikte kullanılması gereken teknolojileri,
programları kendileri üretemediklerinden merkez ülkelere bağımlı hale gelir.∗
İkinci boyut, endüstriyel düzenlemelerle gelir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra
organizasyon ve finans bakımından yetersizliklerine rağmen bu ülkeler,
toplumsal gelişmelerinde medyaya yer verirler. Medyanın bu ülkelerde
kurulup gelişebilmesi için teknik donanım ve personel gereksinimleri merkez
ülkelerin endüstrilerini bu ülkelere ihraç etmeleri biçiminde bir süreç yaşanır.
Üçüncü ve dördüncü boyutlarında ise medyanın uygulamada profesyonelliği,
objektifliği ve tarafsızlığı ele alınır. Medyanın işleyişinin gelişmiş ülkelerdeki
yapıya olan benzerliği, içeriğinin pazar ilişkilerine etkisinin olup olmadığı
konularının karşılaştırması yapılır. Daha sonra medya emperyalizminin çok
∗
Bu tür kültürleri “tüketci kültürler” olarak adlandıran Ersal İlal’e göre televizyonun Türkiye’ye
girişindeki gelişmeler bunun açık bir örneğidir: “Devlet Planlama Teşkilatı’nın yatırım öncelikleri
arasında yer almayan ve ekonomik büyümede olumsuz etkileri nedeniyle birinci ve ikinci
kalkınma planlarına alınmayan televizyonun en erken 1973 yılında Türkiye’ye girebilmesi
gerekirken, 1968 yılında yayınlara başlanır. Bu erken başlangıcın nedeni başka gelişmesi
engellenmiş bölgelerde de görülen bir ‘dış yardım’dır. Almanya 1966 yılında yaptığı bir öneriyle,
ileride ‘kaçınılmaz biçimde’ alınacak televizyon teknolojisinde eğitim amacıyla bir stüdyo hibe
eder, ayrıca Türkiye Radyo Televizyon Kurumu’nun 10 elemanını teknik eğitim için Almanya’ya
çağırır. Almanların bu iyiliksever davranışı Türkiye’de Pazar kapmak için bekleyen Fransız,
İngiliz ve ABD şirketlerinin elenmesine yol açar. Eğitim amaçlı kapalı devre yayın yapan stüdyo
ise ani bir kararla 31 Ocak 1968 tarihinde halka yayına başlar. Bir hibe, Almanya’ya büyük kar
sağlayacak ve bir tüketici kültür olarak Türkiye’ye pahalıya patlar. Daha ilk yıllarda Almanya’da
çalışan Türk vatandaşlarının dönüşlerinde getirdikleri televizyon alıcıları karşılığı Almanya’nın
geliri 10 yılda 30 milyar liraya varır. Bir küçük hibe büyük bir teknolojik bağımlılık getirir. Daha
sonra Türkiye’ye ‘teknoloji aktarımı’ yapılınca, montaj ve üretim hep Alman sistemine bağımlı
kalır, dolayısıyla tüp, ekran vb. yedek parçalarda bağımlılık sürer. Almanlar daha sonra renkli
televizyon için de bir eğitim stüdyosu hibe ederler ama buna gerek bile kalmadan, Alman PAL
renkli sistemi Türkiye’de nitelikleri ve yararları yeterince tartışılmadan, bir oldu bittiyle kabul
olunur.” Daha detaylı bilgi için bkz: Ersan İlal, İletişim, Yığınsal İletim Araçları ve Toplum, Der
Yayınları, İstanbul, 1991, s. 66-67.
107
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138
Suat Sungur
çarpıcı bir görüntüsü olan televizyon programlarının ithal edilmesi ya da
benzer formatlarda üretilmeye çalışıldığı görülür.
Boyd Barrett, medya emperyalizminin dört biçiminden söz ederken Üçüncü
Dünya ülkelerinin bir takım planlama güçlükleri içinde olduklarını da belirtir.
Söz konusu güçlüklerin giderilmesinde bu ülkeler, kendi ulus devletleri
aracılığıyla bir takım önlemler alırlar. Ancak yine de merkez ülkelerden
teknoloji seçimi, finans, medya politikaları ve içerikleri yönüyle farklılaşırlar.
Zamanla merkezden farklılıkları azalsa bile, yerelliklerin aşılarak ortak bir
kültürün gelişimi, diğer bir deyişle ulus kültürün bilincinin oluşturulmasında
sistemin gelişmesiyle paralellikler vardır. Öncelikle haber medyasının
kurulmasıyla birlikte meydana gelen gelişmelerle haber, eğlence ve reklamla
karışmış orta düzey bir pazar oluşturma süreci yaşanır. Kurulan medya
modelleri yoluyla bu toplumlar hem Batı’nın güçlü devletlerine ideolojik
olarak bağlanmakta, hem de modernleşmektedir (1987: 117-135).
Medyanın küreselleşmesi insanların üzerinde de küreselleştirici duygular
doğurur. Bu etki ilk olarak kitlelere yönelik gazetelerin yayınlanmaya
başlaması ile ortaya çıkar (Giddens, 1998: 77). İletişim araçlarından
yararlanabilen herkes, kendi yaşam alanının sınırlarının çok ötesindeki
olaylardan, savaşlardan, sevinçlerden, dramlardan ve değişimlerden haberdar
olur. Uzakların kitle iletişim araçları ile insanların yakınına gelmesi olgusu,
yüz yüze konuşma, görüşme gibi geleneksel bilgilenme kanallarında
gerilemeyi; dolayısıyla ‘yakın olanın uzaklaşması’ olgusunu ortaya çıkarır.
İnsan hayatına anlam atfeden odaklar ve referans çevresi genişleyerek tüm
dünyaya yayılır. Bu durum, aile ve komşuluk ilişkilerinin bir ölçüde
parçalanması anlamına gelir.
Radyo, televizyon, gazete gibi kitle iletişim araçları aracılığı ile kitleler
kendilerinden binlerce kilometre uzaklıkta gerçekleşen bir olayı okuyarak,
duyarak, izleyerek haberdar olabilirken, yakın çevrelerinde gelişen daha
dramatik bir olaydan –iletişim ortamlarına yansımamışsa- günlerce sonra
108
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138
Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen
haberdar olmakta ya da hiç olmamaktadır. İletişim ve ulaşım araçları, bir
taraftan yerelliğin ve akrabalığın çözülmesine yol açarken, diğer taraftan uzak
olan ‘yakın’ akrabalara ulaşmayı kolaylaştırarak veya onlarla iletişim
ortamlarında eşzamanlı olarak görüşme imkanı vererek ‘yeniden yerleştirme’
için olanak sağlar (Giddens, 1998: 137). İnternet toplulukları gibi yeni
toplumsallık formlarını ortaya çıkararak, birbiriyle hiç karşılaşmamış, coğrafi
olarak uzak mesafelerdeki bireyler arasında düşünsel ve duygusal ‘yakın’
ilişkilere ortam hazırlayarak bireyi modernliğin soyutlanmışlığından kurtarıp
tekrar özne durumuna getirir.
Elektronik ve telsiz sistemleriyle yapılan iletişim ise kültürel sınırların bölgesel
özelliğini ortadan kaldırır (Abu-Lughod, 1998: 172). Bir başka deyişle imge
akışı sınırlardan duraksamadan geçer. Bu akışın yönü büyük ölçüde merkezden
çevreye doğru olduğu için emperyalizmin çöktüğü 1960’lı yıllarda ‘yeni
emperyalizm’den veya ‘kültür emperyalizmi’nden söz edilmeye başlanır
(Tomlinson, 1999). Günümüzde çokuluslu bir yapıya sahip olan ama
merkezlerinin çoğu Amerika’da bulunan dev medya firmalarının küresel
medya piyasası üzerindeki hakimiyeti bir gerçektir.
Uluslararası televizyon akışlarında ABD, hiç şüphesiz dünyada bir numaralı
televizyon program ihracatçısıdır (Postman&Powers, 1996: 98). “1970’lerin
başında Büyük Britanya ve Fransa yılda 20 bin saatlik televizyon programı
ihraç ederken, ABD’de bu rakam 150 bin saati bulur. 1980’lerin başında
denizaşırı pazarın yüzde 60’ını ABD programları içerir. 1980’lerin ortalarında
ABD’nin payı yüzde 80’i bulur.” (İnceoğlu, 2004: 105). ABD, dünyanın bütün
ülkelerinin ihraç ettiğinden çok daha fazla program ihraç etmeye devam
etmektedir ve bu arada ithal ettiği programlar, yayınladığı televizyon
programlarının yüzde bir ya da ikisini geçmez. Bu programların çoğunluğunu
da İngiltere’den ithal ettiği belgesel içerikli programlar oluşturur.
Küresel ekonomi ve politik değişimlerle kendilerini biçimlendiren küresel
medya devlerinin strateji ve politikaları 1990’lardan beri yeni eğilimler
109
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138
Suat Sungur
göstermektedir: ‘Amerikan medya firmalarının çoğu ABD merkezli üretim ve
uluslararası dağıtım modelinden uzaklaşarak ulus aşırı üretim ve dağıtım
modeline yönelirler. Bu stratejiler, çeşitli yöntemler kullanılarak çokuluslu
üretimle bağlantılı küçük bağımlı yerel ekonomiler yaratma yoluna gider. Bu
durum medya ürünlerinin akışında içeriğin ‘yerelleştirilmesi’ne olanak
verirken, medya devlerinin daha geniş uluslararası platforma yayılmalarını
sağlar. Dolayısıyla bu bağlamda küresel kitle kültürünün her yerde
Amerikalılığın mini versiyonlarını üretmeye kalkışmadan, farklılıkları
özümseyerek daha büyük, her şeyi kapsayan ve aslında Amerikan tarzı bir
anlayışı olan çerçevenin içine yerleştirdiğini söylemek yanlış olmaz. Bir başka
deyişle küresel konumunu korumak için sermaye (egemen kültür endüstrileri),
karşı karşıya kaldığı ve bastırmaya çalıştığı farklılıklarla müzakere etmek,
onları kısmen içine almak∗, kendi kavram ve anlam oluşumlarını yerel söyleme
yerleştirmek zorunda olduğunun farkındadır (Gezgin, 2005: 11).
Yeni teknolojilerin icadının hızla arttığı, iletişim devriminin sınırlar ötesi
etkisinin hissedildiği bir dönemde gücü, dünya ölçeğindeki şirketler temsil
etmeye başlar. Medya dünyasındaki görkemli evlilikler -Amerikan Online
(AOL) ile Time Warner, Viacom Paramount ile CBS gibi- ve hızla büyüyen
Murdoch’s News Corporation gibi medya devleri, enformasyon çağında
enformasyonun metabolizmasını etkileyebilecek boyutlara ve güce ulaşır.
“Bugün
küresel
medya
pazarı
esas
olarak
7
çokuluslu
şirketin
hakimiyetindedir: Disney, AOL-Time, Warner, Sony, News Corporation,
Viacom, Vivendi ve Bertelsman. Bu şirketlerin hiçbiri pazara bir medya şirketi
∗
Kısmen içine almak ve yansıtmanın ilk sonucu, CNN’in bölgeselleşme projesiyle bağlantılı
olarak 1998 yılında Avrupalı, Asyalı ve Güney Amerikalı izleyicilerine yönelik programlar
yapmaya başlaması olur. CNN programlarını bölgesel tikellikleri dikkate alarak bu bölgelerin
izleyicilerine adapte etmekle de yetinmez, aynı zamanda ülkelerinde egemen konumda bulunan
medya şirketleri ile yerel ortaklıklar imzalar. Bu, CNN’in adını taşıyan haber kanallarının
dünyadaki farklı ülkelerde kendi dillerinde CNN’in programlarını yayınlamaları anlamına gelir. 27
Ocak 1996’da CNN Plus Madrid’ten İspanyolca yayın yapmaya başlar. CNN Türk ise Türk
kökenli izleyicilere seslenmek üzere 12 Ekim 1999 yılında kurulur.
110
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138
Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen
olarak girmemiştir; medya piyasasına girişlerinin tarihi ise aşağı yukarı on beş
yıl öncesine dayanır. Hepsi de 2001 yılının, dünyanın en büyük 300 finansalolmayan şirketler listesinde yer almaktadır ve esas faaliyetleri ABD’de
olmakla birlikte, yalnızca üçü gerçek anlamda ABD kökenlidir.
ABD’deki film stüdyoları, televizyon şebekeleri ile küresel müzik pazarının
yüzde 80-85’i bu yedi şirketin kontrolü altındadır. Bunların yanı sıra dünya
çapındaki uydu yayıncılığı, kitap ve dergi yayıncılığı, kablolu televizyon
yayıncılığı ile Avrupa’daki konvansiyonel yayıncılık pazarı da bu şirketlerin
kontrolündedir. Söz konusu yoğunlaşmanın özünü, 1960’lı ve 1970’li yıllarda
ivme kazanan yeni iletişim teknolojilerine yapılan yatırımlarla açığa çıkan
‘hız’ oluşturur” (Adaklı, 2006: 38). Amerika’nın önde gelen iletişim
uzmanlarından Ben H. Bagdikian’a göre; “Televizyon kanallarından film
stüdyolarına kadar geniş spektrumlu etki alanına sahip olan dev medya
şirketleri tarihte hiçbir diktatöre sahip olmamış bir iletişim gücünü ele
geçirdiler” (Bagdikian, 2004: 36). Bu görüş bir bakıma jeoekonominin
kurmaylarının yeni dünyada etkili olmak için habere, bilgiye, enformasyona
hakim olmak gerektiğini anlamalarını da açıklar niteliktedir.
Gelişen Enformasyon Teknolojileri Ve Ortaya Çıkardığı Sorunlar
1990’lı yıllardan itibaren toplumun hemen her alanında küreselleşme ve
‘sonrası’ ekiyle anılan endüstri sonrası, sömürgecilik sonrası, emperyalizm
sonrası gibi nitelemeler yaygınlaşır. Bu tür nitelemelerin toplumsal gündeme
oturmasında ise enformasyon teknolojilerinin gelişmesi ve enformasyon
toplumunun kurulduğu tezleri etkili olur (Alemdar&Erdoğan, 2003: 489). Söz
konusu bu yeni iletişim teknolojileri, ‘akışları’ maddi olarak imkanlı kılan
unsurlar olarak ele alır. Dolayısıyla, küreselleşmenin teknolojik yeniliklerden
ayrı düşünülemeyeceği vurgulandığında, teknoloji kendinde bir taşıyıcılıkaracılık-bağlantı işlevi ile donatılır.
111
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138
Suat Sungur
Örneğin toplumlar arasında toplumsal ve kültürel mübadelelerin artışının temel
nedeni olarak teknolojik yenilikler gösterilir: “Teknolojik gelişmeler malların
ve hizmetlerin üretiminin uluslararasılaşmasını hızlandırır ve buna engel
olmak mümkün değildir. 1980’li yıllardan itibaren iletişim sistemleri ve
enformasyon işleme sistemleri altyapısı telefon görüşmelerini ucuzlaştıracak
ve buna bağlı olarak da dünyadaki mübadelelerin yoğunluğunu arttıracak
şekilde gelişir. Bu teknolojik gelişmelerden biri olan internet de, ekonomik ve
bilimsel mübadeleleri hızlandırır ve kolaylaştırır. Bilgisayarların verileri
işlemesi konusundaki gelişmeler, fiber optik ve uydu yayıncılığı alanındaki
gelişmeler
mesafelerin
kısalmasıyla
de-lokalisazyon
politikalarının
uygulanmasını kolaylaştırır ve böylece ekonomik etkinliklerin dünyaya
yayılması söz konusu olur. Enformasyon teknolojileri, internet ve elektronik
ticaret sanayi devriminin yarattığı kadar önemli değişikliklere yol açmaktadır
ve bunu çok kısa bir zamanda gerçekleştirmiştir. Bu gelişmeler genişleyen bir
biçimde küresel bir nüfusun yaşam tarzını ve çalışma biçimini etkilemektedir”
(Aktaran: Tutal, 2006: 39).
Yukarıda
ana
hatları
sunulan
görüşler
dünya
ölçeğinde
yayılırken,
küreselleşme ile birlikte malların, sermayenin, hizmetlerin ve enformasyonun
tek tip düzenleme ile dünya çapında dolaşımı sağlanmaya çalışılır (Geray,
1995: 33) ve dünyanın tek bir mekan haline dönüşme süreci yaşanır (King,
1998: 17). Uluslararası ekonominin yeniden yapılandırıldığı bu dönemle
birlikte ekonomik üstünlüğün sürdürülebilmesi için enformasyona olan ihtiyaç
da artar. Enformasyonun rol ve öneminin arttığı günümüzde, enformasyon
aktarımının en hızlı ve en etkili yolunun kitle iletişim araçları kanalıyla iletişim
teknolojilerini kullanmaktan geçtiği göz önüne alındığında, kitle iletişim
araçları olmadan küreselleşmenin de olmayacağı gerçeği karşımıza çıkar (Işık,
2001: 38).
Zaman ve mekan gibi kavramların yeni içerikler kazanması ile birlikte,
insanlar arası ilişkileri ve bilgi birikimini mekansal yakınlığın değil, kitle
112
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138
Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen
iletişim araçlarına erişebilirlik derecesinin belirlediği günümüzde (Akçan,
1995: 64), uydu teknolojileri aracılığıyla uluslararası bağlamda yayınlar
gerçekleştiren medya kuruluşları kurguladıkları gerçeklikleri tüm dünyaya
sunar. Bir başka deyişle yeni iletişim teknolojileri hem yeni bir dünyanın
gerçekleşmesini sağlayan somutluklar hem de yeni bir işlerliğe kavuşan
dünyanın geçireceği dönüşümlerin motor gücü olarak işlev görür. Böylesi bir
çerçeveden
küreselleşmeye
yaklaşanlar
açısından
‘bilgi’
verimliliğin-
üretkenliğin önemli kaynaklarından biri olarak nitelenir.
Çağımızın ekonomisi bu çerçevede ‘bilgi ekonomisi’ olarak adlandırılır. Bir
başka deyişle günümüzde artık ‘bilgi’ satılık bir meta haline gelmiştir ve bilgi
ve iletişim endüstrilerinin çağdaş ekonomik kalkınmanın dinamosu olduğu bir
duruma doğru ilerlemektedir. “İnsanlık tarihi alışıldık olarak insanlığın
geçirdiği gelişme aşamalarını yansıtan adlarla betimlenir: taş çağı, bronz çağı,
demir çağı ve ardından modern toplumumuzun temellerini atan endüstri çağına
ulaşılır. Bugün yeni bir çağa girmiş olduğumuz genel olarak herkes tarafından
kabul edilmektedir. Bu endüstri-sonrası çağda enformasyon kullanma
kapasitesi yalnızca malların üretimi için değil, aynı zamanda yaşam kalitesini
yükseltmeyi amaçlayan çabalar için de can alıcı önemdedir. Bu yeni çağ artık
yaygın bir şekilde enformasyon çağı olarak adlandırılmaktadır” (Aktaran:
Mattelart, 1992: 18).
Yukarıdaki betimlemeden de anlaşıldığı gibi bu noktada enformasyon
kullanımının bir çağın temel belirleyeni olduğu fikriyle birlikte teknolojinin
değişimci-ilerleme sağlayıcı unsur olarak tanımlanmasıyla karşı karşıya
kalırız. Bu noktada eğer her teknolojinin oynayacağı bir rol olduğunu kabul
edersek, televizyonun çok uluslu şirketlerin küresel bakış açısının oluşturduğu
imgelemi yaygınlaştırma rolünü üstlendiğini söylemek yanlış olmaz. İletişim
kuramcıları yeni iletişim teknolojilerinin ortaya çıktıkları her dönemde aslında
birbirine
benzer
işlevler
üstlendiklerini
113
belirtir
ancak
günümüzde
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138
Suat Sungur
küreselleşmeye şüpheyle yaklaşılmasına neden olan şey kültürel bir
türdeşleşmeye yol açacağı kaygısıdır.
Bu kaygının biraz evhamlı bir kaygı olduğunu düşünenler, türdeşleşme
tehlikesinin bertaraf edilmesinde içeriklerin alımlanması sorununu gündeme
getirip, Coca Cola ya da Walt Disney imgesinden yola çıkarak dünyanın
kültürel anlamda türdeşleştiğini düşünenlerin, kültürün analizi ile ekonomik
olanın analizini birbirine karıştırdığı fikrini ileri sürerler. Bu çerçevede iletişim
araçlarının keşfedildikleri her tarihsel uğrakta, ekonomik alanla işlevsel
işbirliği yapmış olduğunu anımsamakta yarar vardır. Örneğin küreselleşen ilk
iletişim araç olan telgraf haber ajanslarının temel başvuru aracı haline gelir
ama bu haberler öncelikle borsanın işine yarar (Mattelart, 2001: 21). Nitekim
tarihçi Peter Burke (2000: 150), günümüzde ‘enformasyon toplumunda
yaşıyoruz’ önermesinin,
eğer
bu önermeyi ‘uzun
perspektifine yerleştirmeyi başarırsak’
erimli değişimler
cümlesiyle birlikte kullanıldığında
daha anlamlı olacağını ifade eder.
“Asıl güç, sahip olduğu gücü kullanmamayı becerebilmektir” deyişi ile birlikte
“toplumsal fayda” anahtar kelimesinden hareketle, “İçinde bulunduğumuz
çağın sağladığı olanaklar, son analizde aslında kim(ler)e hizmet etmektedir?”
ve “Bilim ve teknolojideki ilerleme, kim(ler)in menfaati doğrultusunda
yönlendirilmelidir?” sorularıyla başlayabileceğimiz bu değerlendirme, başlı
başına bir çalışma konusu olacak denli geniş, çok boyutlu ve tartışmalıdır. 19.
yüzyılın pozitivizmi ve 20. yüzyılın modernizminin arkasından “Herşey gider!
(Anything goes !)” sloganıyla gelen post-modern düzende sesini duyurma
olanakları artan birey ve kitleler, diğer taraftan, çokseslilikten kaynaklanan
bilgi kirlenmesine de yol açabilen bu karmaşık ortamda etkin olmakta
zorlanmaktadırlar.
Bunun da ötesinde, kredi kartı harcamalarından, gelir transferine, parmak
izinden işlediği suçlara, kütüphane kayıtlarından internette ziyaret ettiği web
sitelerine, telefon görüşmelerine ve en uçta genetik şifrelerine kadar tam
114
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138
Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen
anlamıyla erişilebilir, dolayısıyla etkilenebilir, saldırılara maruz kalabilir ve
gözetlenebilir konuma gelmiştir. Bu bağlamda ilk akla gelen eserlerden biri
olan George Orwell’in ‘1984’ isimli romanında öngördüğü “Büyük Birader”in
gözetimi altında sürdürülen bir yaşam, belki de, birçoklarınca yorumlandığı
gibi özellikle Stalin dönemi olmak üzere Sovyet komünist düzeni ve onun
toplumuna değil de, Amerikalıların deyimiyle “Yeni Dünya Düzeni” ve bu
çalışmanın konusu olan bilgi toplumuna özgüdür.
Yeni bilim ve teknolojilerde sağlanan ilerleme çok sayıda etik soruna gebedir,
örnek vermek gerekirse, genetik mühendisliğindeki gelişmelerin sosyo-kültürel
etkileri bir tarafa, siyasal bakımdan çok tehlikeli olumsuz sonuçlara neden
olabileceğini tahmin etmek hiç de güç değildir. İşte bu noktada, bilim ve
teknolojinin toplumsal faydası ve aslında kime hizmet etmesi gerektiği
bağlamında sorduğumuz sorularla bağlantılı olarak, bu alanlardaki gelişmenin
bireylerin yararına yönlendirilmesi bakımından siyasi kesimlere çok önemli
görevler düşmektedir.
Gelinen nokta ile ilgili olarak genel bir değerlendirme yapacak olursak, içinde
yaşadığımız çağda, bilgi toplumuna dönüşüm tartışmalarında iyimser
araştırmacıların aksine, özellikle toplum bilimciler arasında, kapitalizmin
yeniden yapılanması sürecinde emperyalizmin, ‘elektronik sömürgecilik’,
‘yeni-sömürgecilik’ gibi kavramlar çerçevesinde kuzey ve güney arasındaki
uçurumun giderek derinleştiğini öne sürenlerin sayısı hiç de az değildir. Söz
konusu bu durum bilgi yoksulu ülkeler arasında ‘küreselleşme’ olgusunun
‘yeni bir koloni düzeni’ olarak algılanmasına neden olmakta ve ‘sözde’
gelişmiş dünyanın ‘eşitlik’ adına hiçbir çaba göstermediğinin altını
çizmektedir. Bir başka deyişle kendini bilim ve teknolojinin gelişimine adamış
kuzey yarımküre, insan kopyalamaktan tutun, gen haritasının çıkarılarak
ölümsüzlüğe kavuşulması için çaba gösterirken, dünyanın pek çok yerinde
yetersiz beslenme nedeniyle ölen bebek ve çocukların sayısı her geçen gün
artmaktadır. Dolayısıyla insanoğlunun geleceği ‘bilgi’nin ‘güç’ anlamında
115
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138
Suat Sungur
hangi aktörler tarafından,
ne
yönde
ve nasıl kullanılacağı ya da
kullanılmayacağına bağlı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Küreselleşmeye Giden Yolda Enformasyon Toplumu Efsanesi
Tıpkı “ağ toplumu” gibi içinde yaşadığımız çağı tanımlamada kullanılan
kavramlardan biri de “enformasyon toplumu”dur. Enformasyon toplumu
önermesinin bir mit olup olmadığı konusundaki tartışmalar bir yana,
önermenin tartışılmasının bile çağımızın önemli ve çarpıcı gelişmelerinden biri
olduğunu söylemek mümkündür (Işık, 2004: 5). “Enformasyon toplumu”
kavramının iletişim teknolojisindeki gelişmenin, dijitalleşme teknolojisinin
genelleşmesinin ve enformasyon ile bilginin modern ekonomilerdeki stratejik
öneminden kaynaklanan toplum türünü betimlemek üzere ortaya atılmış
olduğunu belirten Trembley (1995: 461-482), bu kavramın ilerlemeciliğinin
abartılı bir şekilde gündeme getirdiğini öne sürer. Ona göre bu kavram işe
yaramayacak kadar belirsizdir.
Enformasyon kavramı güncel olaylardan, bilimsel buluşlara ve eğlence
ürünlerine kadar geniş bir konu alanını kapsar. Trembley, bu nedenle bir
enformasyon toplumundan söz etmeyi bir ekonomik toplumdan, bir siyasal
toplumdan veya bir toplumbilimsel toplumdan söz etmek kadar anlamsız
görür. O’na göre günümüzde tüm toplumlar enformasyon toplumlarıdır ve hali
hazırdaki dönüşümler kapitalizmin yeni bir evresi, tecimsel ve endüstriyel
mantığın daha önce kendisini bu mantıktan kurtarabilmiş olan kesimleri
kapsayacak şekilde genişlemesi olarak görülmelidir. Yaşamakta olduğumuz
geçiş dönemi, bir “sanayi-sonrası toplum” olmaktan çok, bir endüstriyel
örgütlenme tarzından başka bir örgütlenme tarzına, isim babası Henry Ford
olan Fordizmden, isim babası Bill Gates olan Gatesizm’e yönelik bir
değişmeden ibarettir.
Radikal bir değişme olarak enformasyon toplumunun ortaya çıkışını öne süren
iddia özünde iki düşünceye dayanır: (a) Enformasyonun işlenmesi ve
116
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138
Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen
iletilmesindeki aşırı hızlı gelişmeler, (b) insan etkinlikleri alanında
enformasyon ve bilginin artan stratejik önemi. Küresel toplumu oluşturan
sürecin temel unsurlarından biri olarak nitelenen enformasyon toplumu
önermesinin küreselleşme ile ilişkisini anlayabilmek için bu olgunun tarihsel
arka planının irdelenmesinde yarar vardır. Dolayısıyla enformasyon toplumu
önermesini anlayabilmek için geleneksel-tarım toplumları ile sanayi toplumu
olgularını kısaca değerlendirmek gerekir.
Geleneksel toplumdan sanayi toplumuna geçişle birlikte yaşanan değişim ve
dönüşümlerin benzeri, sanayi toplumundan enformasyon toplumuna geçişte de
yaşanır. Değer ve üretim biçimlerinin köklü dönüşüm geçirdiği enformasyon
toplumlarında, enformasyonun işlenmesinin ülkenin ekonomik gelişimine
katkı sağlayan temel faktörlerden biri olduğu ileri sürülür (Hamelink, 1991:
12). Denizaltı iletişim kabloları ile başlayıp, iletişim uyduları ve nihayet
bilgisayarların devreye girmesiyle devam eden enformasyon toplumuna geçiş
süreci toplumsal yapılanmada da önemli değişimler yaşanmasına neden olur.
Temelini bilgisayar ve elektronik teknolojisindeki gelişmelerin oluşturduğu bu
süreci aslında önceki iki evrenin mantıksal sonucu olarak düşünmek gerekir.
Nasıl ki geleneksel toplumdan sanayi toplumuna geçişte fiziksel güce dayalı
üretim teknikleri yerini makineye dayalı üretim tekniklerine bırakmışsa; sanayi
toplumundan enformasyon toplumuna geçişte de makineye dayalı üretim
teknikleri yerini enformasyona dayalı üretim tekniklerine bırakır. Dolayısıyla
artık sanayi ürünlerinin üretim ve dağıtım aşamalarında bile enformasyon
tekniklerinin kullanımının yaygınlaşması ülkeler arası güç hiyerarşisinin de
‘bilgiye sahip olma’ ekseninde şekillenmesine neden olur.
Enformasyon toplumu anlayışı 1950’li yıllardan bu yana Üçüncü Dünya
ülkelerinin egemen dünya sistemine kazandırılması yönündeki çabalara ivme
kazandırır. Enformasyon toplumu modeli de bu gelişmemiş ülkeleri
117
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138
Suat Sungur
kalkındırma politikaları gibi modernleşme kuramlarına dayanır.∗ 1960’lı
yıllarda modernleşme kuramı yandaşları kitle iletişim araçlarını, dünyanın geri
kalanının Amerika’da yaşamın nasıl olduğunu hayal etmesine imkan verecek
araçlar olarak görürler. Bu dönemin yaratılması planlanan uluslararası kültürü,
örnek
olarak
Amerikan
kültürünü
alır.
Amerikan
yaşam
tarzının
yaygınlaştırılmasında ve tüketim toplumu anlayışının benimsetilmesinde,
günümüzden farklı olarak ulusal kültürden yararlanır. Bir başka deyişle 1980’li
yıllara kadar Üçüncü Dünya ülkelerinin liberal piyasa ekonomisine
katılmalarını sağlamada ve Batılı tüketim toplumu anlayışını benimsemelerini
kolaylaştırmada ulusal bilincin ve kimliğin önemi vurgulanır. Bu bağlamda
dünya ölçeğinde enformasyon aktarımının teknik anlamda gelişmiş kapitalist
ülkelerden, gelişmemiş veya gelişmekte olan ülkelere doğru nicelik ve nitelik
açısından tek yönlü olarak gerçekleşmesi enformasyon dağılımındaki
dengesizlikleri de gündeme getirir (Tokgöz, 1994: 85).
1980’li yıllara doğru modernleşme kuramlarının Batı merkezciliğine işaret
etmek üzere kültür emperyalizmi ya da medya emperyalizmi gibi kavramlar
Batı bilim söylemine dahil olur. Bu kavramlar ana hatlarıyla ABD’nin merkezi
olduğu bir yapının tek yönlü yanlarıyla çevre ülkeleri nasıl egemenliği altına
aldığına işaret eder. Uluslararası iletişimin eşitsiz bir mübadeleye konu olduğu
tezine dayanan bu kavramlaştırmalar, program akışının tek yönlü olmasını
ifade ederken, bu programların bireycilik, elitizm, kapitalizm gibi ideolojilerin
taşıyıcılığını yaptıklarını vurgular. Bu kavramlarla uluslararası iletişim
sistemine yöneltilen eleştiriler, liberal serbest enformasyon akışı kuramına
∗
Modernleşme kuramı, kitle iletişim araçlarının etkileri, içerikleri ve gelişme ile ilişkileri üzerine
kurulmuş öneriler ve düşüncelere dayanır. Bu paradigma epistemolojik ve felsefi olarak John
Locke, Thomas Hobbes, Thomas Jefferson ve Jean-Jacques Rousseau’ya; klasik ekonomistlerden
Adam Smith, David Ricardo ve John Maynard Keynes’in düşüncelerine dayanır. İletişim
kuramları alanında ise Şikago Okulu’nun ampirik yöneliminden, Harold Laswell’in kitle
iletişiminin ikna etmede etkisi üzerine yaptığı araştırmalardan etkilenir. Modernleşme
paradigmasının eleştirmenleri Marksist bir perspektife dayanarak Batı’nın iletişim alanındaki
egemenliğini bu egemenliğin değişen boyutlarını dikkate alarak eleştirir. Aslında bu düşünürlerin
uluslararası iletişim çözümlemelerini Batı-merkezciliğin iletişim alanındaki eleştirisi olarak da
okumak mümkündür.
118
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138
Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen
dayanılarak ileri sürülen olumlu ideolojilerin geçersiz olduğunu gözler önüne
serer.
‘Serbest enformasyon akışı’nı∗ eleştirenler kültürel kimlik, ulusal kimlik ve
ulusal kültür gibi kavramlarla kültür emperyalizmi olarak adlandırdıkları
olguya karşı kültürel, ekonomik ve politik ulusal mekanların önemini
vurgularlar. Ancak, ulus-devlet anlayışıyla bağlantılı bu kavramlar, 1970’li
yıllara doğru eleştirel Batılı entelektüeller tarafından ulus-devletin antidemokratik ve baskıcı uygulamaları karşısında savunulması güç kavramlar
olarak nitelenir. Enformasyon ve ağ toplumu kuramcıları gibi liberal dünya
görüşünü savunanların artık yerel ve küresel gerçekliği tanımlamadıklarını
düşündükleri ulusal kültür, ulusal kimlik ve ulus-devlet gibi kavramlar liberal
küresel sisteme karşı çıkan düşünürler tarafından da terk edilir.∗∗
∗
Günümüzde serbest enformasyon akışı kavramı da artık pek kullanılmamaktadır. Onun yerini
kuralsızlaştırma terimi alır. Kuralsızlaştırma eğilimi önce telekomünikasyon alanında ortaya çıkar.
ABD’li kuralsızlaştırma iletişim medyasındaki büyük tekellerin kırılması için uygulanırken,
Avrupa’da kamusal yayıncılık ilkesinin yok edilmesine hizmet etmiştir. Bu farklılığa rağmen her
iki kıtada da ortak olan nokta neo-liberal söylemin egemen söylem haline gelmesidir. Bu söylem,
piyasanın kuralsızlaştırma ilkesinin vazgeçilemez bir ilke olarak kabul görmesini sağlamıştır. Bu
bağlamda, kuralsızlaştırma serbest enformasyon akışı anlayışının biraz yumuşatılmış ama daha
etkili bir biçimini temsil eder. Kuralsızlaştırma, serbest haber akışından daha etkilidir, çünkü
oluşturulan stratejinin politik ve ideolojik boyutunu öne çıkarmamakta, hukuki, teknik ve
endüstriyel prosedürleri vurgulamaktadır. Böylece kuralsızlaştırma ya da özelleştirme Batı
ekonomilerinin yeniden yapılanmasında izlenecek temel yöntem olarak uygulanabilmektedir.
1980’li yıllardan itibaren hız kazanan kuralsızlaştırma politikaları hem gelişmiş hem de gelişmekte
olan ülkelerde çok uluslu şirketlere önemli yatırım olanakları açar. Çok uluslu şirketler iletişim
etkinliklerinin yeniden yapılanması ve sermayenin yeniden değerlendirilmesi kaygısıyla Üçüncü
Dünya piyasalarına yatırım yapmaya başlarlar. Kültürel mekanların özelleştirilmesi anlamına
gelen kuralsızlaştırma politikaları ulusal kültürleri egemen ülkelerin iletişim içeriklerinin
egemenliği altına sokma riski taşır.
∗∗
Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, Herbert Schiller ve Dallas Smythe’in iletişim yaklaşımı bir
adaletsizlik duygusundan yola çıkar. Onlar iletişim sisteminin daha geniş ve antidemokratik
ekonomik bir sistemin parçası olduğunu ve bu sistemin bireylerin sömürüsüne dayandığı fikrini
savunurlar. Her ikisi de kitle iletişim araçlarının ulusal çaptaki çözümlemelerinin yanı sıra ve
öncelikli olarak iktidarın yayılması ve ulus aşırı iletişim endüstrilerinin dünya üzerindeki etkisini
araştırır. Her ikisinin çalışmaları da hegemonyayı elinde tutan kitle iletişim araçlarına karşı
mücadeleyi esas alır. Bu hegemonyaya karşı çözümler üretmeyi amaçlar. Armand Mattelard ise
bağımlılık kuramı, Batı Marksizmi ve evrensel ulusal bağımsızlık deneyimi gibi geleneksel
referansları yeniden gündeme taşır. Bunlardan yararlanarak iletişimi iktidara karşı direnişin en
temel kaynaklarından biri olarak yorumlar. Sınıf mücadelesinin yanı sıra, iletişimin küresel ölçekli
ekonomi politiğinin yarattığı dönüşümlerle birlikte filizlenen farklı mücadele biçimlerinin izlerini
sürer. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bkz: K. Alemdar, İ. Erdoğan, Öteki Kuram: Kitle
İletişimine Yaklaşımların Tarihsel ve Eleştirel Bir Değerlendirmesi, Erk Yayınları, Ankara, 2002.
119
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138
Suat Sungur
Kültürün Küreselleşmesi Ve Neden Olduğu Sancılar
1950-1990 yılları arasında tüm dünya toplumlarında ekonomik, toplumsal ve
kültürel alanda hızlı değişmeler yaşanır, çünkü bu alanlar köklü değişmelerle
küresel bütünleşmeye ve kültürel izolasyonların azalmasına doğru yönelim
kazanır. Kültürel grupların diğer gruplarla olan etkileşimleri ile geleneğin
bütünleştirici rahatlığı, bireylerin kendi kültürel kimliklerinin farkına varmaları
dolayısıyla daha duyarlı hale gelmeleri kültürel kimlik bilincini yükseltir.
Diğer endüstriyel ve kapitalist gelişmelerle birlikte sosyal hareketlilik ve
karşılıklı etkileşimin oluşumunda medyanın yaygın bir rolü söz konusudur.
Dolayısıyla medyanın kültürel çoğulculuğun oluşumunda yaygın bir rolünün
olduğunu söylemek yanlış olmaz (Mowlana, 1997: 217). Kültürlerarası
etkileşim sürecinin hızlanması ile küresel düzlemde kültürler de değişim
sürecine girerler. Söz konusu kültürlerin medya yoluyla zamanı ve mekanı
yeniden tanımlanır, sınırları esnetilir.
Küreselleşmenin sonucu olarak ortaya çıkan bölgeselleşmeler medyaya da
yansır. Programcılıktaki uluslararasılaşmaya bir panzehir ve küresel ağların yol
açtığı düşünülen standartlaşma ve kimlik kaybına karşı telafi olarak,
Avrupa’da, küreselleşme mantığının tahrip ettiği duygusal aidiyet ve yerel
anlamlara hitap eden bir bölgecilik görülür. Bu yeni bölgecilik, Avrupa’daki
kimliklerin farklılıklarına ve çeşitliliğine değer verir ve kültürel, bölgesel,
ulusal mirastaki bu çeşitliliği korumaya ve sürdürmeye çalışılmasında (Morley
- Robins, 1997: 38) yayıncılık önemli bir kaynak olarak görülür. Bu noktada
küresel-yerel bağlantısı göze çarpar, ancak burada “yerel” kavramı ile
kastedilen, bölgesel ve yerel toplulukların ayırt edici kimlik ve çıkarlarıdır.
Günümüzde
yaşanmakta
bölgeselleştirmek”
olan
küresel
(re-territorialise)
çağda
isteyenler,
medyayı
“tekrar
medyanın
yersiz
yurtsuzlaştırma (de-territorialisation) ve homojenleştirme tehdidine karşı, yerel
ve bölgesel kültürlerin bütünlüğüne ve farklılığına katkıda bulunması
gerektiğinde ısrar ederler. Bu bağlamda küreselleşme süreçlerinin yarattığı
120
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138
Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen
korku ve endişe, genellikle Amerikan kültürü ve Amerikanlaşma tehdidi ile
ilişkilendirilir. Amerikan kitle kültürü ve Hollywood’un kültürel hakimiyeti,
Avrupa kültürünü aşındıran, tahrip eden bir güç olarak görülür.
Ulus devletin giderek aşındığını varsayan görüşler temel alındığında çeşitli
ulus kültürler içindeki alt kültürler etnik canlanma olarak tanımlanabilecek bir
kültürel taleple kendilerine sistem içinde yeni bir statü arama sürecine girerler.
Oysa değişen dünya koşulları içinde ilkel toplumların dışında hemen her
toplumda var olan farklı kültürler iç içe yaşamakta, medya ve pazar
ilişkileriyle küresel alana açılmaktadır. Bu iç içelik bazı kültürleri daha güçlü
kılarken, bazılarını da zayıflatarak “öteki”leştirmektedir. Günümüzde etnik
kültürler pazar ilişkileri ve endüstriyel gelişmelere karşı bireylerine ortak
değerler, inançlar, gelenekler, adetler, alışkanlıklar, deneyimler kazandırarak
ulus kültürün içinde onlara ayrı bir kimlik yükleyerek aralarında dayanışma
bağlarının yaratılmasını sağlamaktadır. Dolayısıyla aynı kültüre ait bireyler
duygusal olarak da birbirlerine bağlanmakta ve ortak simgeleri, değerleri
inançları içselleştirerek gündelik yaşamlarında kullanmaktadır.
Küresel iletişim alanı içinde ulus devletlerin yapısal olarak modernleşme
sürecinde kat ettiği evrimsel değişmeler oldukça önemlidir. Gelişmekte olan
ülkelerde genelde ulus devletlerin gelişmesi ve uluslaşma sürecinde, çok dilli,
çok kültürlü, çok dinli farklılıkların tanınması süreci sancılı olabilmektedir. İç
çatışmaların ve çekişmelerin önlenmesi için, “başat kültüre” öncelik tanınarak
tekleştirici
politikalar
sürdürülürken,
küreselleşmenin
aşındırdığı
ulus
devletler, yaşayan kültürlere farklı kimlik ve iletişim hakkı vermede
zorlanmaktadır.
Nitekim ulusal medya araçlarının bu alt yerel kültürleri çoklukla görmezden
gelmekte ya da eşit temsil etme şansını sunamamakta olduğu bilinen bir
gerçektir. Dolayısıyla enformasyon toplumunun bugünkü alt yapısıyla
genişleyen dünya içinde söz konusu kültürlerin sesini duyuracak ya da küresel
alanda temsil edecek medya olanakları yeterli değildir. Görüldüğü üzere;
121
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138
Suat Sungur
küresel alanda çok kültürlülüğün yaşaması için medyanın yarattığı olanaklar
önemlidir. Toplumların demokratik düzenlemeler içinde çeşitli yasalar ve
politikalarla etnik kültürlere medyada temsil edilme olanağını yaratmaları
gerekir. Kültürel çoğulculuğun varlığı, çağdaş küresel durumun koşullarını
oluşturan öğelerden biri olduğu unutulmamalıdır.
“Dünyanın Amerikanlaşması”; Kültürün Küreselleşmesi
Kültürel üretimi küresel boyutlarda düşündüğümüzde, ‘kültürü kim üretiyor’
sorusunun yanıtlarının ne kadar karmaşık olduğunu görürüz, çünkü 90’lardan
bu yana ekonominin daha fazla uluslararasılaşması yönündeki eğilim, medyayı
da kapsayan çok uluslu şirketler aracılığı ile bütün dünyaya yayılmaktadır.
Adorno’nun deyişiyle kültürel üretimin önemli bir parçası haline gelen ‘kültür
endüstrileri’ yani televizyon, müzik, film endüstrisi, yazılı basın gibi sektörler,
kendi içlerinde veya medya dışı sektörlerle birleşip genişleyerek, ulus aşırı
medya holdinglerinin üretim ve yayılma politikaları kültürel üretim ve
tüketimin küresel boyutlarının ‘belirleyici etkenleri’ haline gelirler.
Bu noktada günümüzün en temel ve inkar edilemez gerçeklerinden biri kitle
iletişim araçlarından tüm dünyaya yayılan içeriğin büyük oranda Amerikan
orijinli olmasıdır. Son zamanlarda Amerikan medyası sadece film alanında
değil, televizyon ve iletişim alanlarında da hakim durumdadır ancak bu çağdaş
tahakkümün derin tarihsel kökleri vardır. 1920’li yıllarda Ticaret Kurulu
Başkanı olarak Herbert Hoover, Amerikan tüketim mallarının ve “Amerikan
yaşam tarzının” ihracata dayalı bir tür reklamı olarak Amerikan film
endüstrisinin potansiyelini fark eder ve buna bağlı olarak Amerikan hükümeti
en başından beri Amerikan filmlerinin ihracını teşvik ve sübvanse eder.
Dolayısıyla ABD günümüzde üst kültürün ve bilimsel çalışmaların olduğu
kadar popüler kültürün ve eğlence kültürünün göndergelerinin de egemen
uzamını oluşturmakta kalmamakta, ayrıca bunların esinlendiği kaynak olarak
da işlev görmektedir. Dolayısıyla dünyada egemen olan kültürün, Amerikan
yapısı olmasa bile en azından Amerikan kapitalist kültürünün doğasını taşıdığı,
122
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138
Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen
Amerikan güdümlü ve kopyası üretim biçiminden esinlendiği ve bu nedenle,
kültür sorununun aynı zamanda kültürel emperyalizm sorunu içinde yer alması
gerekmektedir.
Kültürün
küreselleşmesinin
dünyanın
Amerikanlaştırılması
olarak
nitelenebileceği dile getirildiğinde, Immanuel Wallerstein’ın küreselleşme
hakkında yaptığı saptama öne çıkar: Wallerstein’a (1983: 100-134) göre
tahakküm, büyük güçler arasındaki bir dengesizlik olarak tanımlanabilir.
Tahakküm, bu güçlerden birine ekonomik, politik, askeri, diplomatik ve hatta
kültürel arenalarda kendi kurallarını ve isteklerini ‘dayatma’ imkanıdır. Bir
ülkenin kültürünün evrenselliği ve uluslararası faaliyet alanlarını yöneten
uygun kural ve kurumları oluşturma kabiliyeti, son derece önemli güç
kaynağıdır. Bugün Amerikan kültürü, Hollywood’un etkisiyle özgürlük,
bireycilik, daha yüksek toplumsal düzeylere ulaşmak, açıklık ve değişimi (aynı
zamanda cinsellik ve şiddeti de) ifade eden bu değerler birçok alanda
Amerikan gücüne katkıda bulunur.
Genel olarak, Amerikan kültürünün dünya çapında erişime sahip olması
Amerika’nın yumuşak gücünün (Nye, 2003: ix) -kültürel ve ideolojik etkisininartmasına yardımcı olur. Nye’ye (1990) göre, ‘yumuşak güç’, istediğin şeyi
başkalarının da istemesini sağlamaya yarar. Yumuşak güç, insanları zorlamak
yerine onlarla işbirliği yapar, siyasi gündemi diğer insanların önceliklerini
şekillendirecek biçimde belirleme kabiliyetine dayanır. Bu güç aynı zamanda
iknadan ve insanları tartışarak harekete geçirmekten de farklıdır. O, ayartma ve
cezbetme kabiliyetidir. Cezbetme çoğu zaman karşındakini gönüllü itaatkarlığa
veya taklide sevk eder (Nye, 1990, 11).
Alman gazeteci Josef Joffe’ye (2001: 43) göre Amerika’nın yumuşak gücü
“ekonomik ve askeri varlıklarından daha büyüktür. Alt ya da üst Amerikan
kültürü en son Roma İmparatorluğu zamanında görülmüş bir güçle, ancak
yeni bir özellikle tüm dünyayı kapsar. Roma İmparatorluğu’nun ve Sovyetler
123
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138
Suat Sungur
Birliği’nin kültürel etkisi bu ülkelerin askeri sınırlarında sona eriyordu, oysa
Amerika’nın yumuşak gücü güneşin batmadığı bir imparatorluğa hükmeder.”
Sinema filmleri her kültür mekanında farklı yorumlanıyor olsa bile, bugün
Amerikan filmlerinin izlenme oranının tüm dünyada yüksek olması, Amerikan
kültürünün küresel akışkanlığının boyutlarını gösterir. Bu filmlerin izlenmiş
olduğu bir Orta Afrika ülkesinin kültürünün küresel kültürel durum içindeki
konumu yorumlayıcı/okuyucu olmaktan ileri gidemez. Bu tek yönlü kültürel
akış devam ettiği sürece izleyici toplumların yorumlama gücünde bir zayıflama
ve merkez ülke lehine bir kültürlenme gerçekleşir. Bu duruma, herhangi bir
Orta Afrika ülkesinin kültürel küreselleşme süreci içinde aktif olarak (müzik
gibi) yer aldığı alanlar örnek gösterilerek karşı çıkılabilir. Ancak burada da
Afrika
müziğinin
merkezin
otantiklik
anlayışı
çerçevesinde
yeniden
biçimlenerek modernize edilmesi gibi bir sonuçla karşılaşılır. Kültürel
modernizasyon ise, küresel kültür ortamında tikelliklerin –değişerek de olsavarlıklarını devam ettirmelerinin bir yolu olarak görülür.
Appaduari’nin (1990: 295) de belirttiği gibi, günümüz küresel karşılıklı
ilişkileri içinde temel sorunlardan biri “kültürel homojenlik ile kültürel
heterojenlik arasındaki gerilim”dir. Kültürün küreselleşmesi tam olarak
kültürün homojenleşmesi anlamına gelmemesine rağmen, küreselleşmenin
reklamcılık teknikleri, dil hegemonyası ve giyim tarzı gibi homojenleştirici
araçları da içerdiğini dikkate almak gerekir. (Appadurai, 1990: 305).
Friedman’a (2000: 35) göre küreselleşmenin kendine özgü bir demografik
kalıbı vardır. Bunlar, kırsal alanlardan ve tarımsal yaşam biçimlerinden küresel
giyim, yiyecek, alışveriş, eğlence yönelimleriyle daha sıkı bağlantılı kentsel
alanlara ve kentsel yaşam biçimlerine doğru hızlı bir akış olarak sayılabilir.
Küreselleşme süreci hem kültürel homojenleşme hem de kültürel farklılaşma
süreçlerini içerir. Bu iki küreselleşme sürecinin birlikte yaşanması şu
karşıtlıkları ortaya çıkarır: “Kültür emperyalizmi-kültürel gezegenleşme;
kültürel bağımlılık-kültürel karşılıklı bağımlılık; kültürel hegemonya-kültürel
124
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138
Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen
içerme; otonomi-sentez, melezlik; Batılılaşma-küresel karışım; kültürel
eşzamanlılık-melezleşme; dünya medeniyeti-küresel birlik” (Pieterse, 1995:
62). Günümüzde hemen her şeyin metaya dönüştürüldüğüne dikkati çeken
Latouche’a (1993: 16) göre ise artık küreselleşme teknolojik ve kültürel bir
olguya dönüşmektedir ve dünyanın ekonomikleşmesi zihniyetlerin dönüşümü
de beraberinde getirir.
Bir başka deyişle “günümüzde düşünceler köklü olarak işlevselleştirilmiştir ve
dil gerek üretimin düşünsel öğelerinin depolanması ve iletilmesi için gerekse
kitlelerin yönlendirilmesi için bir araç olarak görülmektedir” (Horkheimer,
1998: 64). Bu bağlamda kültürel küreselleşmenin görünümlerine değinirsek;
bu, imgelerin dünya ölçeğinde dolaşımını; kitle tüketim malları aracılığıyla
yaşam tarzlarının standartlaşmasını; üretim araçları, üretim teknikleri ve üretim
ilişkilerinin tüm dünyada rasyonelleşmesini; yerelliğin ve nostaljinin yeniden
üretimini; uluslar-üstü bir seçkinler sınıfının ortaya çıkışını, bunların arasında
bir dünya dilinin oluşmasını, bunların sınırlardan kolayca geçişini; eğlence ve
turizm mekanlarının egzotikleştirilmesini; eğitim ve bilimin standartlaşmasını
içerir.
Buraya kadar resmedilen çerçevede, kültürel olgu olarak küreselleşme iki
oluşumu içeren bir süreç olarak algılanabilir: Birinci oluşum, Batılı merkez
ülkelerin kültür kodlarının dayatıldığı türdeşleşmeyi yansıtır. İkinci oluşum
ise, kültürler arası farklılaşmayı, parçalanma düzeyinde gerçekleştirirken,
çevre ülkelerin kendilerini yeniden tanımalarına ve tanımlamalarına dair bir
imkan sunar. Bununla beraber konuya dünyadaki mevcut fiili durum açısından
yaklaşıldığında çevre ülkelerin içine itilmiş görünen kıskaç, küreselleşmenin
kazanımlarına dair iyimserliği ortadan kaldırıcı mahiyettedir, çünkü söz
konusu kıskacın bir ağzı çevre ülkelerin ‘kendi kendilerini oryantalize
etmelerini’ simgeler. Bu simgeleme, küresel kültür kodlarının aslında kendi
“yerli” kaynaklarında var olduğunu ifade eder, dolayısıyla onları yeniden üretir
ve kabul edilmelerine meşru bir zemin sağlar. Bu sayede toplum kendini
125
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138
Suat Sungur
hakim olan kültürel dünyanın parçası olarak algılamaya yönelir. Kıskacın diğer
ağzı dünya pazar ekonomisinin alternatifsiz hakimiyetini ifade eder. Bazıları
bu hakimiyetin nihai olarak ‘bir dünya devleti inşa edici yeni bir milliyetçilik
formu olduğunu’ söylemektedirler ki, bu da çevre ülkelerin karşıt bir kültür
milliyetçiliği doğrultusunda politik olarak kışkırtılmalarına yol açmaktadır.
3. SONUÇ
Küreselleşme kavramına farklı yaklaşımlar, olguların ve sorunların farklı
biçimde çözümlenmesine neden olduğu için, küreselleşme ile ilgili
çalışmalarda, kavrama hangi anlamın yüklendiğinin açıklanması önemlidir.
Küreselleşme, kimilerine göre güçlü devletlerin ve zenginlerin dünya
ölçeğinde geliştirmiş olduğu sömürü ilişkisini ifade ederken kimilerine göre ise
Doğu Bloğu’nun yıkılmasından sonra oluşan, ABD merkezli tek kutuplu,
siyasal, askeri ve ekonomik düzeni (‘Yeni Dünya Düzeni’) meşrulaştırmak için
ortaya atılan bir söylemdir. Küreselleşmeyi tüm dünyanın kültür, eğitim, bilim,
teknoloji, hukuk, estetik ve yaşam tarzları açısından başta ABD olmak üzere
daha çok Batı merkezli bir etkiye açık olması biçiminde yorumlayanlar da
bulunmaktadır. Her üç yaklaşım da, küreselleşmenin Marksist ideolojide öne
sürülen ‘sömürü ilişkilerini’ içerdiğini varsayar. Bir başka deyişle söz konusu
bu üç yaklaşım da küreselleşme ile çıkarları örtüşen ve çelişen tarafların
bulunduğunu vurgulayarak, küreselleşmenin ekonomi-politiğini, jeo-politiğini
ve jeo-kültürünü çözümlemeyi ön plana çıkarır.
Küreselleşmenin
asıl
belirleyicisi,
iletişim
ve
ulaşımdaki
teknolojik
yeniliklerdir. Teknolojinin hızla yenilendiği bütün dönemlerde olduğu gibi,
son zamanlarda da toplumsal değişme normatif değişmenin önünde
gitmektedir. Küresel düzensizliğin, başıboşluğun ve belirsizliğin temelinde,
değişimi düzenleyecek kurumların ve kuralların yetersizliği bulunmaktadır.
Küresel sömürü ilişkileri de, bu yetersizlikten kaynaklanmaktadır. Örneğin,
küreselleşme sürecinde askeri, ekonomik ve kültürel olarak kendilerine
126
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138
Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen
yetmeyen veya bu alanlarda küresel rekabete etkin bir biçimde katılamayan
zayıf devletler ya “kimlik savaşlarından faydalanarak ve modası geçmiş kabile
içgüdülerine yönelerek” kapalı bir toplum/topluluk haline gelmek ya da
küresel ekonomik düzenin sürdürülebilmesi için, “üzerlerine düşen minimum
düzeni sağlayan fakat küresel şirketlerin özgürlüklerini frenleyemeyen yerel
karakollara”a dönüşmek seçeneklerinden birine zorlanmaktadır. Böyle bir
durumda birinci durum uygarlıktan, diyalogdan ve demokrasiden kopmak
anlamına gelirken, ikinci durum ise küresel sömürü ilişkilerine açık olmayı ve
teslimiyetçiliği ifade etmektedir.
Ancak küresel çıkar ilişkileri ve uluslararası norm eksikliğinden hareketle,
küreselleşmeyi sömürü ilişkileri ile açıklamaya çalışmak, yaşanan değişimlerin
önemli boyutlarının ancak birine işaret etmek olacaktır. Bu bağlamda iletişim
ve ulaşım teknolojisindeki gelişmelerin toplumsal ilişki biçimlerini ve
toplumsal yapıyı dönüştüren bir içeriğe sahip olduğunu söylemek yerinde
olacaktır. Matbaanın icadı ile belli yazı dillerinin yayılması, gazete ve roman
formlarında kitle iletişimin başlaması, kamusallığı geliştirerek, ulusal
toplumsallık biçimlerini doğurmuştur. Zamanla ulus-toplum tek meşru
toplumsallık biçimi ve kimlik kaynağı haline gelmiştir. Ancak günümüzde
iletişim teknolojisi tarafından meşrulaştırılmış ulus-toplum formunun, yine
iletişim teknolojisindeki son zamanlardaki yeniliklerle aşındırıldığı veya
dönüşüme uğratıldığı gözlemlenmektedir.
Küreselleşme sürecinde sınır ötesi iletişim, uluslararası siyasi baskılar ve göç
gibi olgular, yaşanılan yerin insanların kendilerine ait olmadığı düşüncesini
vererek kimlikleri hem kırılganlaştırmakta hem de yerelleştirmektedir. Bir
zamanlar hâkim olan, siyasal kimliklerin tekliği (ulusal kimlik) ve
tekkültürlülük yönündeki anlayış, yerini çokkimliklik ve çokkültürlülüğe
bırakmaktadır. Bir başka deyişle küreselleşme, bireylerin dünyayı algılayış
biçimini değiştirerek, mekana bağımlı ve mekandan bağımsız kimlikler
yarattığını söylemek yanlış değildir.
127
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138
Suat Sungur
Küreselleşme sürecinde kimlik durumunu tek bir cümle ile veya yargı ile ifade
etmek mümkün değildir. Konu üzerinde yüzeysel olarak yapılan incelemelerde
süreç içinde kimlikle ilgili değişimler ya tamamen mahkum edilmekte ya da
tamamen onaylanmaktadır. Bu toptancı yaklaşımdan uzaklaşıp belirsizlikleri,
çelişkileri ortaya koymak, olumlu gelişmeler ile olumsuz gelişmeleri
birbirinden ayırmak gerekir. Bu noktada küresel olumsuzluklara karşı
koymanın en iyi yolu, küresel bir bilinç ve küresel çapta örgütlenmekten
geçmektedir. Bu da, küresel ölçekte genişleme imkanı bulmuş olan toplumsal
ilişkilerin normatif biçimde düzenlenmesini gerektirir.
Bu normatif düzenin sağlanması, günümüzün siyasal aktörleri olan ulusdevletlerin küresel yönetişim ve küresel demokrasi imkanını geliştirmesi ile
mümkündür.
Ayrıca
küreselleşmeyi
farklı
dillerin,
farklı
kültürlerin
zenginleştirdiği bir dünya toplumuna doğru yönlendirebilecek bir süreç haline
dönüştürecek politikalar üretmek, bu politikaların dünya toplumu tarafından
paylaşılmasını sağlayıcı girişimlerde bulunmak ve bunları uygulamaya
koymak gerekir. Kısacası gelişmeler karşısında içi boş, sırf slogan düzeyinde
kalan “tepkisel” tavırlar ve eleştiriler yerine, tutarlılığı öne çıkaran,
çözümleyici bir düşünsel çabayla nitelenen eleştiriler üretmek oldukça
önemlidir.
Geçmişte Amerikan medya-kültürel gücü bugün tamamen değilse de büyük
ölçüde uluslarötesi şirketlerin yetkesine baş eğmek zorunda kalmıştır. Böylece
Amerikan ulusal gücü, kültür hakimiyetinin en belirleyici unsuru olma
özelliğini uluslarötesi ticari şirketlerin kültürel hakimiyetine devrettiğini
söylemek
yanlış
olmayacaktır.
Bu
nedenle
bugünkü
dünya
piyasa
ekonomisinin “kökeni itibarıyla Amerikan tarzı olup” onun evrilmesiyle ortaya
çıktığı ve bunda ulusal tabanlı uluslarötesi şirketlerin Amerikan kökenli
iletişim ve kültür uygulamalarının görüldüğü küresel bir sistemin varlığından
söz edilebilir. Bu bağlamda televizyon ticarileşme baskısına fazlasıyla açık
kalırken, artık sadece içeriklerin Amerika’dan ihracı konusuna odaklanmak,
128
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138
Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen
içeriklerdeki türdeşlemeden söz etmek de yetersiz kalmaktadır, çünkü
günümüzde dünya televizyonları ABD’nin örgütlenme tarzını esas almaktadır.
Bir başka deyişle günümüzde ABD’nin modelini oluşturduğu medyaların ticari
örgütlenişi hemen her yerde kabul görmektedir. Ancak bu durum, iletişim
düzeninin Amerikan egemenliğinde olduğu şeklindeki klasik önermenin hala
geçerli olduğu anlamına gelmez. Dolayısıyla Amerikan emperyalizminin
ölmediğini, ama artık küresel kültürel durumu uygun bir şekilde betimlediğini,
Amerika yerine ulus ötesi kurumsal kültürlerin temel belirleyici gücü olarak
görmek daha uygundur. Yalnızca Amerikalıların taşıyıcısı olmadığı bu kültür
yine de kitle iletişim araçlarının yapılanmasında Amerikalı bilme ve yapma
biçiminin örnek alınmasına dayanır.
Yirminci yüzyılın son çeyreğinde eleştirel düşüncenin kimi çekincelerle
kullandığı ‘kültür emperyalizmi’ ve Batı’nın diğer kültürler üzerine kurduğu
tahakküm kavramlarının yerini günümüzde iletişim bilimlerinin keşfedip,
küreselleşme yanlılarının kendi yararlarına çevirdiği ‘enformasyon toplumu’,
‘ağ toplumu’, ‘akışlar toplumu’ gibi ‘muallâk’ kavramlar alır. Dolayısıyla
küreselleşme ve modernleşmenin tüm dünyaya yayılmış ve geri döndürülemez
etkilerinin olması, bu noktadan sonra kültür emperyalizmi yerine modernliğin
yaygınlaşmasının sonuçlarından söz etmeyi gerektirir. Bu bağlamda kültürel
bir uygulamanın zorlayıcı olmayan bir süreçte nasıl dayatılabildiği sorusuna
yanıt aranmalıdır. Bu yanıt, kültürün ‘artık metaların akışı ve pazarda el
değiştirmesi olarak değil, ‘insanların bireysel ve toplumsal anlam ve amaç
anlatıları üretmekte kullandıkları bir kaynak’ olarak tanımlanmasında gizlidir.
Bu kaynak ise ‘kitle iletişim araçları’ tarafından tasarlanmakta, üretilmekte ve
‘kitle kültürü’ halinde tüm dünyada hizmete sunulmaktadır.
Teknoloji, gereğince kullanılıp cömertçe dağıtıldığında, sadece coğrafi sınırları
değil, insani sınırları da ortadan kaldırma gücüne sahiptir. İletişim
teknolojisindeki gelişmelerin ortak yaşam alanlarını genişlettiği ortamda
gündeme gelen küreselleşme olgusu, yerel alışkanlıkları kırarak ve ulusal
129
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138
Suat Sungur
sınırları aşarak insanları birçok bakımdan ortak bir yaşam tarzına doğru
yönlendirir.
Küreselleşme deyince akla ilk önce ‘ekonomi’ gelir ama etkilerini, ekonomi ve
finans alanlarının çok ötesine taşıyan bir olgudur. Öyle ki, günümüz insanı
birlikte yaşadığı bireylere, topluma hatta dünyaya ait görüşlerini, değer
yargılarını başta televizyon olmak üzere kitle iletişim araçları aracılığı ile
edinir ve davranışlarını bunlara bakarak ayarlar. Günümüzdeki ve gelecekteki
küreselleşme sürecinin özgünlüğü, görgül olarak, toplumsal alanlarda ve
kültürel, siyasal, ekonomik ve askeri düzeylerdeki imaj-akışlarında olduğu
gibi, bölgesel küresel ilişki ağlarının tespit edilebilir ölçü, yoğunluk ve
sürekliliğinde ve bunların kitle iletişim araçları aracılığı ile kendilerini
tanımlayışlarında yatar.
Dünya toplumu bütün toplumları, kendi bünyesinde barındıran ve onları çözen
mega-ulusal bir toplum değildir, ancak iletişimde ve eylemde üretildiği ve
sürdürüldüğünde, çokluk hali ile tasvir edilen bir dünya vizyonudur.
Dolayısıyla küresel iletişim düzenin daha adil işleyebilmesi ve yararlarının
daha yaygın paylaşılması için her şeyden önce sistemin işleyişindeki
asimetrinin giderilmesi gerekir. Yalnızca sermayenin dolaşımının serbest
olduğu ve bu dolaşımın sermayeye sahip olanların tek başlarına belirlediği
kurallara göre gerçekleştiği bir düzenin tüm taraflara yarar sağlayacak biçimde
işlemesi
olanaksızdır.
Yürürlükte
bulunan iletişim
araçlarında
köklü
değişiklikler yapılmasını beklemek de gerçekçilikten uzaktır. Bu noktada
yapılması gereken insanları kitle iletişim araçlarından uzaklaştırmak değil, bu
araçların nasıl kullanılması gerektiğini göstermek, onlara medya okuryazarlığını öğretmek ve var olan düzendeki araçların haberler, politik
tartışmalar, toplumsal yaşam vb. ile ilgili bakışımızı nasıl yeniden yaratarak
düzeysizleştirdiğini göstermeyi amaçlayan programlar hazırlamaktır.
Medyanın uluslararası düzeyde kurduğu ilişkiler ağı ve yarattığı egemen
söylemle ulusal ve yerel kültürler üzerinde aşındırıcı bir etki bırakmakta
130
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138
Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen
olduğu açıktır. Bir başka deyişle günümüz kültürleri, yalıtılmış alanlar olarak
medya kültürü tarafından kuşatılmıştır. ‘Medya kültürü’ ise etkinlik ve izlenme
yoğunluğunun derecesine bağlı olarak toplumun kültürel yapısını sürekli bir
dönüşüme uğratmaktadır. Modern kültürün en önemli özelliklerinden birisi,
medyanın kültürel yaşam üzerindeki bu açık ve dönüştürücü etkisidir. Bu
bağlamda, medyanın kültür emperyalizminin oluşmasına önemli ölçüde
yardımcı olduğu söylenebilir. Belli bir azınlığın kültürü popülerleştirilerek,
evrensel ve çoğulcu gösterilerek çoğunluğa has yerel kültürlerin yalıtılmasına
ve marjinalleşmesine yol açabilmektedir. Bir başka deyişle, bu süreçte yerel ve
ulusal kültürler çoğulcu demokrasi ve kültür adına değişmekte ve bozulmakta;
yerine tek düze, monoton, tek sesli, dünyanın her yerinde birbirine benzeyen
bir özelliğe sahip olan medya kültürü geçmektedir.
Medyanın aracılık yaptığı kültür emperyalizminin olumsuz yönlerini kapatmak
için günümüzde değişik ‘ideolojik’ gerekçeler ileri sürülmektedir. Bunlardan
ilki, yayılan enformasyonun ‘çoğulcu’ olduğu iddiasıdır. Oysa kaliteli, seviyeli
ve kamusal çıkarları dikkate alan kültürel ürünler yerine reytingi yükseltmek
için şiddet, cinsellik ve boş zaman tüketimine dönük, insanları yönlendirme
etkisi güçlü olan dürtülere yönelik ürünle ağırlık kazanmakta, içerik
belirlemede daha çok ticarilik öne çıkmaktadır. Ticarileşme kaygısı, içerikte
belli birkaç temanın egemen olmasına yol açmakta ve farklılığa fırsat
vermemektedir. Bir başka gerekçe de egemen enformasyon akışının ‘kültürel
alışveriş olarak’ sunulmasıdır. Gerçekte uluslararası iletişim düzeni tersi bir
durumu göstermektedir. Oysa ki ortada eşit koşulların olmadığı ‘dengesiz’ ve
büyük ölçüde ‘tek yönlü’ bir kültür ve enformasyon akışı vardır.
Çok uluslu birkaç medya holdinginin ürettiği kültürel ürünlerin, tüketici
konumunda olan azgelişmiş ülkelerde yayılımı söz konusudur ve mevcut yapı
‘kültürel alışverişten’ çok ‘güçlüler lehine’ bir bağımlılık olduğunu
göstermektedir. Bu bağımlılığın beraberinde getirdiği kültür emperyalizmi,
ülkeler arasında var olan ekonomik, askeri, siyasal ve kültürel ilişkiler
131
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138
Suat Sungur
düzenini destekleme yönünde hizmet gören bir süreçtir. Medya bu süreçte
ideolojik bir işlev görmektedir. Dolayısıyla belli bir kamuoyu oluşturup, belli
davranış kalıplarını yayan çok uluslu medya işletmeleri, medya kültürünün
yaşam alanı bulmasına ortam hazırlamakta olduğunu söylemek yanlış
olmayacaktır.
Kısacası günümüzde bütün dünyada hâkim olan medya kültürü ulus ötesidir.
Küresel bakış açısı ile işlemekte,
ulus ötesi holdingler tarafından
üretilmektedir. Bu nedenle kültürel alışveriş, kültürel kaynaşma, ‘halkın talebi’
gibi gerekçelerle var olan dengesiz, eşit olmayan iletişim durumu
meşrulaştırılmaya çalışılması mazur görülemez. Genellikle belli biçimlerde
formatlanmış, geliştirilmiş, kurgulanmış iletişim ürünlerinin teknoloji ve
reklamcılık yoluyla kitleleri yönlendirme, ikna ve manipüle etme amaçlarına
dönük, egemen gücün tek yönlü enformasyonu şeklinde işleyen bu süreç,
ulusötesi medya holdinglerinin oluşturdukları uluslararası medya hakimiyeti
sayesinde kendi çıkarları doğrultusunda kamuoyu gündemini yaratarak
yönlendirmekte, sahip oldukları medya mülkiyeti ve ekonomik güç sayesinde
daha ucuza ürettikleri haber, program, reklam filmleriyle küresel çapta kendine
özgü özellikleri olan bütün kültürel kimlikleri hakimiyeti altına almaktadır.
Dünya genelinde Batı lehine ‘kültürlenmenin’ temel sebebi, bütün kitle
iletişim ortamlarının Batı üretimi ve öykünmeli haber ve programlarla dolu
olmasıyla ilgilidir. Kütle kültürü, kitle iletişim araçları tarafından üretilip
kitlesel olarak yayılan kolektif davranış, mit ya da tasarımların tümü
olduğundan hareketle ‘kültür emperyalizmi’ kavramının tek başına eksik
olduğu ancak kültür emperyalizmi ve medya emperyalizminin birbirini
besleyen kavramlar olduğu söylenebilir.
Kültürel yayılmanın önemli argümanlarından birisi, bunun daha çok
‘modernleşme’ ve ‘kalkınma’ adına yapıldığı şeklindedir. Bu görüşe göre kitle
iletişim araçları, gelişmiş kapitalist ülkelerin kültürel değerlerini geri kalmış
ülkelere aktarma aracı olarak görülerek kültür uçurumunun kapatılmasında bir
132
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138
Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen
rol üstlendiği öne sürülür. Ancak uluslararası iletişimin düzenine bakıldığında
sadece modernleşme yönlü teknoloji transferi değil, yayın içerikleri de ihraç
edilerek yerel kültürü zenginleştirmek yerine zayıflamasına yol açtığı
söylenebilir. Bu süreçte kitle iletişim araçları üretilmiş imajları ‘kitle bilincine’
akıtarak, endüstriyel üretim sistemi için gerekli davranış ve tüketim
kalıplarının standartlaşmasına yardımcı olur. Bir başka deyişle tüketim kültürü
şeklinde ortaya çıkan bu ürünlerin ‘yaşam biçimi’ haline gelmesi, kültürel
emperyalizmin bir sonucu olarak değerlendirilebilir.
KAYNAKÇA:
1. ABU-LUGHOD, J. (1998). “Küreselleşme Üzerine Tartışmalarda
Gevezeliğin Ötesine Geçmek”, Kültür, Küreselleşme ve Dünya Sistemi, Ed.
Anthony D. King, Çev. Ümit Hüsrev Yolsal, G. Seçkin, Ankara, Bilim ve Sanat
Yayınları.
2. ADAKLI, G. (2006). Türkiye’de Medya Endüstrisi: Neoliberalizm Çağında
Mülkiyet ve Kontrol İlişkileri, Ankara, Ütopya Yayınları.
3. AKÇAN, E. (1995). “İletişim ve Tüketim Toplumunda Mekansal
Farklılıklara Ait Çelişkiler”, Toplum ve Bilim, Sayı: 64.
4. ALEMDAR, K., Erdoğan, İ.(2002). Öteki Kuram: Kitle İletişimine
Yaklaşımların Tarihsel ve Eleştirel Bir Değerlendirmesi, Ankara, Erk
Yayınları.
5. APPADURAI, A. (1990). "Disjuncture and Difference in the Global
Cultural Economy", Theory, Culture and Society, Londra, Sage, s. 295-310.
6. BAGDIKIAN, B. H. (2004). The New Monopoly, Boston, Beacon Press.
7. BARKER, M. (1989). Comics: Ideology, Power and the Critics, Manchester,
Manchester Univsersity Press.
133
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138
Suat Sungur
8. BAUMAN, Z. (1999). Küreselleşme: Toplumsal Sonuçları, İstanbul, Ayrıntı
Yayınları.
9. BECK, U.(2006). “Küreselleşme Nedir?”, Küreselleşme Okumaları, Ed.
Kudret Bülbül, Ankara, Kadim Yay.
10. BOYD-BARRETT, J.O. (1987). “Media Imperialism: Towards an
International Framework for the Analysis of Media Systems”, Mass
Communication and Society, Ed. James Curran, Michael Gurevitch, Janet
Wolllacott, Londra, Sage, s. 117-135.
11. BURKE, P. (2000). Gutenberg’den Diderot’ya Bilginin Toplumsal Tarihi,
Çev. Mete Tunçay, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
12. CASTELLS, M. (2004). “Ağda Küreselleşme, Kimlik ve Toplum”, Küresel
Kuşatma Karşısında İnsan, Çev.Şehabettin Yalçın, İstanbul, Ufuk Kitapları.
13. CEVİZOĞLU, Hulki. “Eğitimde Küreselleşme Tehlikesi”, (Çevrimiçi),
http://66.102.9.104/search?q=cache:sC7UKTJKvl8J:www.sinanoglu.net/mod
ules.php%3Fname%3DNews%26file%3Dprint%26sid%3D688+%22k%C3%
BCreselle%C5%9Fme%22+%22emperyalizmin+yeni+ad%C4%B1%22&hl=t
r&ct=clnk&cd=6&gl=tr, 10.04.2007.
14. CHASE-DUNN, C. (1999). "Globalization: A World-Systems Perspective."
Journal of World-Systems Research, 5 (2): 187-217.
15. DURAN, R. (2001). “Burası Dünya Polis Radyosu!” Global Medya
Eleştirileri, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları.
16. FRIEDMAN, T. (2000). “Küreselleşmenin Geleceği/ Lexus ve Zeytin”
Ağacı, Çev. Elif Özsayar, İstanbul, Boyner Holding Yayınları.
17. GERAY, H. (1995). “Küreselleşme ve Masa Üstü Sömürgecilik”,
Mürekkep, Kış-Bahar Sayısı.
18. GEZGİN, S. (2005).
“Küreselleşmenin Medya ve Toplum Üzerindeki
Etkileri - Bölüm 2”, İ.Ü. İletişim Fakültesi Dergisi, Sayı: 22, s. 9-12.
19. GIDDENS, A. (1998). Modernliğin Sonuçları, Çev. Ersin Kuşdil, İstanbul,
Ayrıntı Yayınları.
134
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138
Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen
20. HALL, S. (1998). “Yerel ve Küresel: Küreselleşme ve Etniklik”, Kültür,
Küreselleşme ve Dünya Sistemi, Ed. A. D. King, Çev. Ümit Hüsrev Yolsal,
Gülcan Seçkin, Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları, s. 33–61.
21. HAMELINK, J. C. (1991). “Enformasyon Devriminden Sonra Yaşam
Sürecek mi?”, Enformasyon Devrimi Efsanesi, Der. Yusuf Kaplan, Kayseri,
Rey Yayınları, s. 11–32.
22. HARDT, M., NEGRI A., (2001). İmparatorluk, Çev. Abdullah Yılmaz,
İstanbul, Ayrıntı Yayınları.
23. HARVEY, D. (2006).
Postmodernliğin Durumu, Çev. Sungur Savran,
İstanbul, Metis Yayınları.
24. HELD, D. (1999). Global Transformations: Politics, Economics and
Culture, Standford, Standford University Press.
25. HELD, D., McGREW, A., GOLDBLATT, D., PERRATON, J.: “Küresel
Dönüşümler, Siyaset, Ekonomi ve Kültür”, Küreselleşme Okumaları, Çev.
İsmail Aktar, Ed. Kudret Bülbül, Ankara, Kadim Yayınları, 2006, s. 161-207.
26. HORKHEIMER, M. (1998). Akıl Tutulması, Çev. Orhan Koçak, İstanbul,
Metis Yayınları.
27. HUGHES, C. W. (2006). “Küreselleşme, Güvenlik ve 9/11 Üzerine
Düşünceler”, Küreselleşme Okumaları, Ed. Kudret Bülbül, Ankara, Kadim
Yayınları, s. 319-341.
28. IŞIK, M. (2001). “Globalleşme-Yerelleşme ve Medya”, Selçuk İletişim
Dergisi, Konya, Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayını, Cilt 1, Sayı 4, s.
38-43.
29. IŞIK, M. (2004). Medyada Yeni Yaklaşımlar, Konya, Eğitim Kitabevi
Yayınları, 2004.
30. İLAL, E. (1991). İletişim, Yığınsal İletim Araçları ve Toplum, İstanbul, Der
Yayınları.
31. İNCEOĞLU, Y. (2004). ABD’de Medya, İstanbul, Der Yayınları.
135
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138
Suat Sungur
32. JOFFE, J. (2001). “Who is Afraid of Mr. Big?”, The National Interest,
Yaz.
33. KING, A. D.: “Kültür Mekanları, Bilgi Mekanları”, Kültür, Küreselleşme
ve Dünya Sistemi, Çev. Ümit Hüsrev Yolsal, Gülcan Seçkin, Ankara, Bilim ve
Sanat Yayınları, 1998, s. 17-31.
34. LATOUCHE, S. (1993). Dünyanın Batılılaşması, Çev. Temel Keşoğlu,
İstanbul, Ayrıntı Yayınları.
35. LUHMANN, N. (1990). Essays on Self-Reference, New York, Columbia
University Press.
36. MATTELART, A. (1992). Communication and Class Struggle: New
Historical Subjects, USA, Intl General.
37. MATTELERT, A. (2001). İletişimin Dünyasallaşması, Çev. Halime Yücel,
İstanbul, İletişim Yayınları.
38. MATTELART, A. (2005). Gezegensel Ütopya Tarihi, Çev. Şule Çiltaş,
İstanbul, Ayrıntı Yayınları.
39. McLUHAN, M. (2001). Global Köy: 21. Yüzyılda Yeryüzü Yaşamında ve
Medyada Meydana Gelecek Dönüşümler, Çev. Bahar Öcal Düzgören,
İstanbul, Scala Yayınları.
40. MORLEY, D., Robins, K. (1997). Kimlik Mekanları Küresel Medya,
Elektronik Ortamlar ve Kültürel Sınırlar, Çev. Emrehan Zeybekoğlu, İstanbul,
Ayrıntı Yayınları.
41. MOWLANA, H. (1997). Global Information and World Communication:
New Frontiers in International Relations, Londra, Sage.
42. NYE, J. S. (1990). Bound to Lead: The Changing Nature of American
Power, New York, Basic Books.
43. NYE, J. S. (2003). Amerikan Gücünün Paradoksu, Çev. Gürol Koca,
İstanbul, Literatür Yayıncılık.
44. ÖNÜR, N. (2002). Küreselleşen Dünyada İletişim ve Toplum, Ankara, Alp
Yayıncılık.
136
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138
Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen
45. PIETERSE, J. N. (1995). “Globalization as Hybridization”, Global
Modernities, Ed. M. Featherstone, S. Lash, R. Robertson, Londra, Sage, s. 4568
46. POSTMAN, N., Powers S. (1996). Televizyon Haberlerini İzlemek, Çev.
Aslı Tunç, İstanbul, Kavram Yay.
47. SAID, E. (2004). Kültür ve Emperyalizm, Çev. Necmiye Alpay, İstanbul,
Hil Yayınları.
48. SCHILLER, H. I. (1992). Mass Communications and American Empire:
Critical Studies in Communication and in the Cultural Industries, New York,
Westview Press.
49. REEVES, G. (1993). Communication and Third World, New York,
Routledge.
50. ROBERTSON, R. (1999). Küreselleşme: Toplum Kuramı ve Küresel
Kültür, Çev. Ümit Hüsrev Yolsal, Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları.
51. RODRIK, D. (2006). “Küreselleşme Sınırı Aştı mı?”, Küreselleşme
Okumaları, Ed. Kudret Bülbül, Ankara, Kadim Yayınları, s. 57-85.
52. The Fontana Dictionary of Modern Thought (2000). Der. Alan Bullock,
Oliver Stallybrass, Stephen Trombley Londra, Fontana Books.
53. TOKGÖZ, O. (1994). Temel Gazetecilik, Ankara, İmge Kitapevi Yayınları.
54. TOMLINSON, J. (1999). Kültürel Emperyalizm, Çev. Emrehan
Zeybekoğlu, İstanbul, Ayrıntı Yayınları.
55. TREMBLEY, G. (1995). “The Information Society: From Fordism to
Gatesism”, Canadian Journal of Communication, 20 (4), s. 461-482.
56. TUTAL, N. (2006). Küreselleşme, İletişim ve Kültürlerarasılık, İstanbul,
Kırmızı Yayıncılık.
57. “UNESCO Final Report of World Conferance on Cultural Policies”,
http://unesdoc.unesco.org/images/0012/001223/122341e.pdf,
(Çevrimiçi)
12.09.2006.
137
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138
Suat Sungur
58. WALLERSTEIN, I. (1983). “The Three Instances of Hegemony in the
History of the Capitalist World- Economy”, International Journal of
Comparative Sociology, Vol. 24, Sayı: 1-2, s. 100-134.
59. WILLIAMS, R. (1985). Keywords: A Vocabulary of Culture and Society,
USA, Oxford University Press.
138
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138
Stratejik Araştırmalar Dergisi /Journal of Strategic Studies 1 (1), 2008,139-157
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY
ÇARLIK RUSYASI’NIN TÜRK HALKLARINA YÖNELİK
POLİTİKASI VE BU BAĞLAMDA UYGULAMAYA
KOYDUĞU YAPTIRIMLAR
Engin Akgün∗
ÖZET
Çarlık Rusyası’nın Orta Asya’da yürüttüğü işgâl siyasetine, işgâllerin sebepleri ile
işgâl sonrası (XIX. Y.Y.da) kurduğu yeni düzende Türk halklarının durumuna
değinilerek, Çar Hükümetinin işgâl sonrası başlattığı dini sömürü siyaseti ele
alınmıştır. Çarlık Rusyası amaçlarına ulaşmak için önce kaleler inşa etti. Daha sonra
da Türkistan halkının arazilerini müsadere yoluyla ellerinden aldı. Altay’da Çarlık
Rusya’nın yapmak istediği; Altay halkını çok tanrılı dinden, tek tanrılı dine
geçişlerini sağlamaktı ve başardı.
Çar Hükümeti, getirdiği göçmenleri Altay’ın en verimli alanlarına yerleştirerek Altay
Türklerini sefalete mahkûm etti. Bu makalede Çar Hükümetinin, Türk haklarına
yaptırımlarına ayrıntılı olarak değinilmiştir. Ayrıca, Basmacı isyanları ve Burhanist
hareket konusuyla ilgili çıkarımlarda da bulunulmuştur.
Anahtar Kelimeler: İslam, Baskı, Siyaset, Burhanizm, Misyonerler.
ABSTRACT
The distraction politics of Russian Czardom on Middle Asia, the reasons of the
distractions and the status of Turkish Publics in the new arrangement after the
distraction. (XIX Century) and the politics of religious exploitation, after distraction, by
Russian Government are discussed. Russian Czardom has firstly built castles to achieve
its goals and then. seized Turkistan’s territory. Russia aimed to ensure that change of
Altay people’s religion from multi-god basis to one-god and achieved.
Russian Czardom caused the Altay People misery by settling the migrants into the the
mots productive areas. In this article, from this point of view, the details of Russian
Government’s sanctions on Turkish People are elobarated comprehensively. In
addition, the inferences which are related the issue of Burhanist movement and
Basmacı Riot are also mentioned.
Keywords : Islam, Pressure, Politics, Burhanism, Missionary.
1.GİRİŞ
Türkistan’ın tamamen Rus istilası altına girmesiyle birlikte, Çarlık idare
sisteminin Orta Asya Türklüğüne uyguladığı idare ve eğitim sistemi, Türk
∗
Ahmet Yesevi Uluslararası Türk- Kazak Üniversitesi Doktora Öğrencisi.
Çarlık Rusyası’nın Türk Halklarına Yönelik Politikası Ve Bu Bağlamda Uygulamaya Koyduğu
Yaptırımlar
topluluklarını ruhani yönden birbirinden uzaklaştırmakla kalmadı, aynı
zamanda aralarına derin uçurumlarda koydu. Zaten, Türkistan’da uygulanan
Rus kültür politikasının asıl amacı, yerli halkın düşüncesini, şuurunu ve hayat
biçimini Ruslara yaklaştırmak ve Türkistan halkını parçalayarak onları ayrı
ayrı milletler haline getirmekti.
Zamanımızda Çarlık Rusya’nın Türkistan’ı işgali ve bu bölgede uyguladığı
sosyal, ekonomik ve siyasi politikaların ilmi açıdan araştırılması ve tutarlı bir
takım sonuçlara ulaşılmasının gerekliliği günümüzde de önemini büyük ölçüde
korumaktadır. Bu araştırma çalışmasında yukarıda sözü edilen amaç
doğrultusunda önce Çarlık Rusya’nın Orta Asya politikası tartışılacak, daha
sonra Çarlık Rusya’nın Altay Türklerine yönelik uyguladığı politika bu
bağlamda değerlendirilecektir.
2. ÇARLIK RUSYA’NIN ORTA ASYA POLİTİKASI
XVIII. asrın ilk çeyreğinde Rusya; Baltık Denizi ve Karadeniz vasıtasıyla
Avrupa’ya açılıp, Sibirya’yı işgal ederek, Doğu devletleriyle ticaret yapma
yollarını araştırmaktaydı. Tabi ki; amacına ulaşabilmesi için öncelikle Kazak
steplerinde kontrolü sağlaması gerekiyordu. Kazak sahrasını Asya’nın anahtarı
olarak gören I. Petro, Kazak yurdu için: “Kazak Ordaları bütün Asya
memleketlerinin anahtarı ve kapısıdır. Bu yüzden, bu ordaları kendimize
bağımlı hale getirmeliyiz” (Ataov, 1999: 27) demekte ve Rusya’nın
gelecekteki politikasını da bu sözleriyle belirlemiş olmaktaydı.
Rus idarecileri, Kazak topraklarının Rusya’nın eline geçmesinden elde
edilecek olan kazançlarını şöyle sıralıyordu: “1. Rusya İmparatorluğu (bir
damla kan dökmeden) birkaç yüz bin nüfusu kendine katacak; 2. Kazakların
teslim olmaları güney-doğu ülkelerinin güvenliğini sağlayacak; 3. Bu
dönemde Cungarlar hâlâ kuvvetli idiler ve Büyük Petro da en çok onlardan
çekiniyordu. Kazakların itaati sağlandıktan sonra, Kazakları kullanarak
Cungarlar’a karşı harekete geçmek ve onların kuvvetlerini zayıflatmak
140
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,139-157
Engin Akgün
mümkün olacak; 4. Kazaklar, devamlı isyan ederek hükümeti rahatsız eden
Başkurtlara, Karakalpaklar’a ve Büyük Petro zamanında Rusya’ya büyük
tehlike yaratan Hive hanlığına karşı kullanılabilecekti” (Levşin, 1832: 70)
Tabi böylelikle de onları durdurmak mümkün olacaktı.
Kazak cüzleri bu dönemde, Rus ve Çin imparatorlukları arasında sıkışmış bir
vaziyet arz etmekteydi. 1722 yılında Çar I. Petro, “Kırgız (Kazak) Cüzleri Rus
himayesi
altına
alınmalı
ki;
bunlar
vasıtasıyla
diğer
bütün
Asya
memleketleriyle irtibat kurulabilsin ve Rusya için faydalı ve uygun tedbirler
alınabilsin” (Hayit, 1995: 45 - 46) diyerek bölgenin önemini de dile getirmişti.
Kazak toprakları üzerinde bir kale inşaatı,
İvan Krilov idaresinde
yürütülüyordu. Çar’ın, Krilov’a buyruğu: “Başkurtlara ve Kırgızlara
(Kazaklara) güvenmeyiniz. Bu milletlerden biri Rusya’ya karşı ayaklandığı
takdirde diğerini ona karşı kışkırtınız. Fakat bunun için taraflardan hiç birine
silah vermeyiniz. Rusya’ya komşu olan diğer bütün devletler hakkında bilgi
toplayınız. Cungarlar’ın hareketlerini gözetleyiniz ve Hive hanlığıyla savaşta
Küçük Cüze yardım ediniz” (Yelagin, 1991: 92) şeklindedir.
Böylece Türk toplulukları ve Kazak Cüzleri arasına fitneler sokan Ruslar, bu
anlaşmazlıklardan yararlanarak elverişli bölgelere Rus Kazaklarını yerleştirmiş
ve 1821 yılına doğru, bölgedeki Hanlıkların çoğunu istila etmişti. Ruslar’ın
güney’e inmeleri de fazla uzun zaman almadı ve XIX. asrın sonlarına kadar
işgaller tamamlandı.
Çarlık Rusya, Kazak topraklarında başlattığı sömürü politikasının ilk
yıllarında, yerel halkın “dinine özgürlük” tanıma siyasetini başarıyla
gerçekleştirdi. Böylece yerel grupların güvenini kazanarak sömürü siyasetini
daha da derinleştirdi. Dolayısıyla Çar Hükümeti, Kazak bozkırlarında mescit
ve medreseler yapıp, İslam Dini’ne karşı gelmeyeceğini, tam tersine ona
destek vereceğini göstermeye çalıştı.
Bu durumu, Kazak topraklarında İslam Dini’nin genel durumuyla özel olarak
ilgilenen
memurların
idari
kurumlarına
141
verdiği
raporlardan
anlamak
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,139-157
Çarlık Rusyası’nın Türk Halklarına Yönelik Politikası Ve Bu Bağlamda Uygulamaya Koyduğu
Yaptırımlar
mümkündür. İşte bu bahsi geçen raporların birinde Çarlık Rusya, izlemiş
oldukları politikanın amacını: “Han ve sultanlar ile bozkırlardaki etkili
insanları kendi tarafımıza
çekebilmek”
şeklinde
açıklamaktadır.
Çar
Hükümetinin bozkırlardaki hâkimiyetlerinin ilk dönemlerindeki politikalarını
şu cümleler ifade etmektedir; “(Rusya), Kırgızlara ve tüm Orta Asyalı
halklara, onların dinine karışılmayacağı yönünde güven verdi. İslam’a karşı
sadece sabırlı olmakla kalmadı, İslam Dini’ni koruma görevini de üstlendi”
(Jolseyitova, 2004: 8 – 10). Elbette, Çar Hükümeti’nin İslam Dini’ne karşı
yürütmüş olduğu bu koruyucu siyaset fazla uzun sürmedi.
Önce Türkistan’ın ilk genel valisi Fon Kaufmann Bozkırda, İslam
misyonerlerinin faaliyetlerine karşı çıktı. (Yakovlev, 1911: 115). Kaufmann’ın
6 Şubat 1876 tarihinde eğitim bakanı D.A.Tolstoy’a gönderdiği mektubunda:
“Bana güvenilerek verilen genel valiliğin sınırlarında, Kazan Tatarlarının
çeşitli Müslüman dini eserleri satarak ticaret yaptıklarına dair bilgiler elime
ulaşmaktadır. Bu türden dini yayımlar, ucuz olması dolayısıyla sadece
bölgedeki zenginlere değil, tüm göçebelere ulaşabilmektedir. Müslüman
propagandasının dini yayımlar aracılığıyla yapılıyor olması, Orta Asya’daki
Rus menfaatine, aynı zamanda eğitim bakanlığının taşra bölgelerindeki
vazifelerine zararlı olduğu kanısındayım. Yıl geçtikçe İslam Dini, Kırgızlar
arasında Kazan Tatarlarının Müslüman dini eserleri satması nedeniyle
pekişmektedir. Sizden ricam: İç İşleri Bakanlığıyla irtibata geçmeniz ve
Müslüman eserlerin yayımlanmasına sınırlama getirme konusunda gereken
önlemleri almanızdır” (Jolseyitova, 2004: 10) diyerek konuyla ilgili olarak
endişelerini açıklamıştır.
Kazak âlimi aynı zamanda eğitimci ve seyyah olan Şokan Valihanov
kendisinin “Bozkırdaki Müslümanlık Hakkında” adlı eserinde: “Müslümanlık
şimdilik bizim kemiğimize ve kanımıza sinmedi (...) Tatar mollalarının, Orta
Asyalı
işanlar’ın
propagandası,
halkımızın
arasında
gün
geçtikçe
Müslümanlığın yayılımını hızlandırmaktadır” (Velihanov, 1985: 560) sözü
142
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,139-157
Engin Akgün
Türkistan’ın ilk genel valisi Fon Kaufmann’ın endişelerini tasdik eder
niteliktedir.
Çar Hükümeti’nin, eğitim alanında izlediği Ruslaştırma siyasetinde en yakın
destekçisi’nin Ortodoks kilisesi ve onun misyonerleri olduğu bilinmektedir.
Doğu halklarını vaftiz etme, Ruslaştırmaya ilişkin 1842 yılında Kazan
Şehri’nde açılan dini akademi, hükümetin en güvenilir kurumu durumundaydı.
1854 yılında Kazan dini akademisine bağlı olarak özel misyoner bölümü
açıldı. Onun başkanı olarak Kazan şehrinin başpiskoposu Grigorii (Postnikov),
üyeleri olarak da Kazan Üniversitesi’nin Profesörü A.Kazembek ve dini
akademinin öğretim üyeleri G.Sablukkov ve Nikolay İlminskiy tayin edildi. Bu
kişiler Arap, Fars ve Türk dillerini bilen iyi yetişmiş misyonerlerdi (Omarov,
1997: 16 – 17).
O günleri yaşamış olan Kazak âlimlerinden Ibıray Altınsarin, bahsi geçen
Kazan dini akademisiyle ilgili olarak şunları söylemektedir; “2 Haziran 1847
tarihinde Çar Hükümeti’nin izniyle Kazan dini akademisine bağlı olarak
(Tercümanlar komitesi) kuruldu. Onun başına Nikolay İlminskiy geçirildi.
Tercümanlar komitesinde E. Malov,
Zolotnitskiy, V.Trofimov, İ.Yakovlev,
Nikolay Petroviç Ostroumov,
N.
N. Bobrovnikov, V.Katarinskiy gibi
Müslüman halklarının dilini, dinini, örf - âdetlerini, yaşam tarzı ve koşullarını
iyi bilen kişiler görev aldı. Tercümanlar komitesinin esas amacı; Ortodoks
kilisesinin dini kitaplarını doğu halklarının diline aktararak onları vaftiz etme,
Hıristiyan dinine geçirmekti. Bu amaçlar doğrultusunda çalışan görevliler, üç
yüz yedi kitabı, Rus olmayan halkların diline çevirip yayımladı. Çevirisi
yapılarak yayımlanan (307)
kitabın iki yüz seksen sekizi dini içerikli
kitaplardı.” (Komisyon, 1991: 107).
Çarlık Rusya’nın egemenliği altında bulundurduğu halklar için dini kitapların
çevirimine büyük önem vermesinin bir sebebi, Tatar Türklerinin etkisini bu
coğrafyada kırmak olsa da diğer sebebi; XIX. asrın ortalarındaki Kazak
toplumunda Özbek, Tatar gibi Türk halklarına kıyasla İslam dininin henüz tam
143
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,139-157
Çarlık Rusyası’nın Türk Halklarına Yönelik Politikası Ve Bu Bağlamda Uygulamaya Koyduğu
Yaptırımlar
olarak benimsenmiş olmamasıydı. Kazak Türklerinin arasında Şamanist inanç,
örf ve geleneklere bağlılık söz konusuydu. Kazak halkının dini inancındaki bu
özelliğini hisseden Çar Hükümeti’nin misyoner âlimleri de elbette ki kendi
amaçlarınca yararlanmak istedi (Ulfet Jurnalı, 1906). Örneğin, 1860’lı yıllarda
N.İ. İlminskiy: “Kazaklar, Müslüman değil Şamandır. Dolayısıyla onları
Ortodoks Hıristiyan dinine geçirmek kolay olacaktır” diyerek hükümeti
inandırmaya çalışmıştır (Ulfet Jurnalı, 1906).
Türkistan bölgesinde özellikle eğitim konusunda yaptığı faaliyetleriyle tanınan
N.P.Ostroumov Ortodoks Misyonerler Birliği’nin “21. Yüzyıl Yıl Arifesinde:
Göçebe Halklar Hıristiyan Dini ve Kültürünü Kabul Etmekte İstekli mi?”
konulu panelinde, misyonerlerin asıl dikkatini Kazak bozkırları ve Türkistan
Bölgesine çekmiş ve “Rusya’ya bağlı Asyalı göçebelerin, insani ve kültürel
açıdan gelişmesi ve Ortodoks Hıristiyan Rus halkıyla birleşebilmesi için
Hıristiyanlığı kabul etmekten başka yolu yoktur. Eğer Asyalı göçebeler,
Hıristiyanlığı kabul etmezlerse, gelişemeyip Müslümanlığı kabul edecekler ve
devletimizin doğal gelişmesini yavaşlatıp, siyasi bütünlüğünü ve üstünlüğünü
de tehlikeye atacaktır” (Ostroumov, 1886: 15 – 17) demiştir.
N.İ.İlminskiy ve N.P.Ostroumov gibi misyonerlerin gayretleriyle Kazaklara ve
Orta Asya Türklüğüne karşı misyonerlerin şiddetle üzerinde durdukları konu,
Türk
halklarının
kullandığı
alfabenin
değiştirilmesi
gerekliliğiydi.
N.İ.İlminskiy ve N.P.Ostroumov’un düşüncelerine göre: “…Alfabe her zaman
din ile birlikte kabul edilmiştir. Örnek olarak, Batı Avrupa; Latin Alfabesini
Latin Kilisesi, Ruslar; Kril Alfabesini Slavyan Kilisesi aracılığıyla kabullendi.
Tatarlar, Kazaklar ve diğer Türk halkları da Müslüman ülkeler gibi, Arapçayı
Müslümanlıkla
birlikte
kabul
etmişlerdir.
Arapça,
Türk
halklarını,
Müslümanlığa yaklaştıran oldukça önemli bir faktördür. Bundan dolayı, Türk
halklarının yazısını yürürlükten kaldırır ve yerine Kril Alfabesini koyarsak
hem Hıristiyanlığa geçişleri sağlanır hem de Müslümanlıktan uzaklaşmış
olurlar. Böylelikle bir taşla iki kuş vurulmuş olur” (Jolseyitova, 2004: 11)
144
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,139-157
Engin Akgün
diyerek görüş bildirmişlerdi. O zamanlarda böyle bir şey yapılmadı belki; ama
bu fikirlerin unutulmadığı çok geçmeden belli oldu.
İ. Stalin zamanında, 1930–1937 yılları arasında yaşanan katliam ve
sürgünlerden sonra diğer bir deyişle halk aydınlarının büyük kısmının ortadan
kaldırılışıyla, Latin Alfabesinin yerine Kril Alfabesi yürürlüğe konuldu
(Mekemtas, 1993: 110 – 111). Çarlık Rusyası’nda, okul ve medrese açmak için
izin, ancak açılacak olan okul veya medresede Rus dili öğretmenleri mevcutsa
verilirdi. Türkiye’de, Buhara’da ve diğer doğu ülkelerinde eğitim alanların
imparatorluktaki okul ve medreselerde öğretmenlik yapması yasaktı. Ancak
Müslüman okullarında çocuklarının eğitim almalarını isteyen velilerin okul
müdüriyetinden izin alındığına dair ellerinde belge olmalıydı. Çocuklarını
Müslüman okullarında okumaları için belge almayı kabul etmeyip, çocuklarını
okul ve medreselere göndermeye kalkan veliler hakkında kanuni işlem
yapılırdı. Çarlık Hükümeti’nin emirlerine karşı gelen velilere; ilk seferde para
cezası, aynı suçun ikinci kez tekrarlanması halinde hapis cezası verilirdi. Eğer
veli, kurallara uymamakta ısrar ederse, çocuğun Müslüman okullarında eğitim
almasına kesin olarak yasak getirilirdi (Jolseyitova, 2004: 14).
1875 yılında hükümet; Türkistan Bölgesindeki tüm Müslüman okullarının
bölge okul idaresinin denetimine verilmesine ilişkin genelge yayınladı. Eğitim
Bakanlığı da 1879 yılında halk okulları müfettişlerine yerel okulları nasıl teftiş
etmeleri gerektiği konusunda birtakım talimatlar verdi. Ancak, o sıralarda
Türkistan genel valisi olan Kaufmann, bu konuda yönetimden biraz daha farklı
düşünmekteydi. Kaufmann’a göre Müslüman okullarına müdahale gereksizdi.
Çünkü hükümetin maddi yardımı olmadan bu okulların ayakta kalabilmesi
mümkün değildi. Bu nedenle okul ve medrese konularına Rus memurların
karışmasını uygun bulmuyordu. Kaufmann, hizmete girmiş olan Rus okulları
sayesinde bölgede Müslümanlığın âdeta direği haline gelen okul ve
medreseleri, günlük hayattan barış yoluyla çıkarmaya büyük önem veriyordu
(Jolseyitova, 2004: 14).
145
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,139-157
Çarlık Rusyası’nın Türk Halklarına Yönelik Politikası Ve Bu Bağlamda Uygulamaya Koyduğu
Yaptırımlar
1884 yılında Türkistan Bölgesi’nin genel valiliğine tayin edilen Rozenbah
daha görevine başlar başlamaz verdiği ilk talimat: “Göçebeler arasında
Müslüman propagandasını denetleyecek bir komisyonun kurulması” olmuştur.
Bu komisyona, Sırderya Eyaleti’nin askeri valisi Grodekov önderlik yapacaktı.
Komisyon, kısa zaman içerisinde gerekli araştırmalarını tamamlayarak sonucu
genel valiye bildirecekti. Komisyon, göçebeler arasındaki Müslümanlığa engel
koyma faaliyetlerini düzenlemekten daha çok Müslümanlık geleneğinin
koruyucuları olan okul ve medreselere önem verilmesini ve kesinlikle
Müslüman okullarını, Rus devletinin kontrolü altına girmesi gerektiği savundu
(Jolseyitova, 2004: 14).
Çarlık Rusyası’nda, imparatorlukta yaşayan millet ve halkların Çar
Hükümeti’nin siyasetine itirazını dizginlemek amacıyla da çeşitli faaliyetler
yürütülmüştür. Özellikle Kırgızları (Kazak), Tatarların manevi etkisinden
uzaklaştırmaya, Kırgızların Tatar halkıyla kaynaşmasının önüne geçilmesine
yönelik faaliyetleri, Çarlığın asimilasyon politikasında sonuç veren başarılı
girişimlerindendir. Müslüman çocukların beraberce aynı okulda eğitim
almasına karşı çıkan Çarlık Rusya, Tatar okullarında eğitim almakta olan
Kırgız (Kazak) çocukları okuldan çıkartmakta bir an bile tereddüt etmemiştir
(Arşiv belgesi). Türkistan Bölgesi’nin genel – valisi olan Rozenbah ile İslam
Dini’ne yönelik mücadelenin değişen seyri, Türkistan Bölgesi genel valisi
Duhovskiy’in yönetime gelmesiyle beraber çok daha farklı bir boyut kazandı.
Duhovskiy, Türkistan Bölgesi genel valiliği görevinde kaldığı sürece, İslam
dinine karşı daha kalıcı ve sonuç verici tedbirlere ağırlık verdi. Duhovskiy,
İslam dini ve Çarlık yönetiminin egemenliği altında yaşayan halkları
Ruslaştırma konusundaki görüşlerini, 1899 yılında Çar Hükümeti’ne
gönderdiği “Türkistan’daki İslam” adlı raporunda açıklamıştır. Raporda,
üzerinde durulan meseleler ise, sert çözüm yollarından kaçınılıp halkın iç
dünyasını,
şuurunu
ele
geçirmeye
yönelik
faaliyetlerin
gerekliliği
vurgulanmıştır. Ayrıca, özellikle tıbbi hizmetlerin genişletip diğer halkları
146
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,139-157
Engin Akgün
kendilerine bağlama, karışık nikâhları (Rus ve diğer halklar arasındaki)
desteklemek, tercümanların rolünü zayıflatmak, resmi evrakların tamamını Rus
diline geçirmek gibi önemli uyarı ve önerilerde (Jolseyitova, 2004: 16)
bulunmuştur.
Türkistan genel valisi Duhovskiy’in 1898 yılında Askeri Bakan’a bölgedeki
tüm Müslüman okullarının kaydının yapılması gerektiğine ilişkin teklifte
bulunmuştur. Bu şekilde Müslüman okullarını, bölgesel idarenin emrine
vermek
mümkün
olacaktı.
Amaç,
yerel
halka
Rus
kimliğinin
benimsetilebilmesidir. Genel vali, Rus devletinin kuvvet ve kudretinin
sembolü olarak okul ve medreselerde imparator portresinin asılmasına yönelik
denetimlerin üzerinde de hassasiyetle durmuş ve görevin icra edilmesinde tüm
sorumluluğu halk okullarının müfettişlerine vermiştir (Jolseyitova, 2004: 16 –
17). Ne var ki, imparatorun portresinin okullarda asılmasını yerel halk pek
desteklememiştir. Müslüman halkları bu durumu, dinlerine karışmak olarak
algılamışlardır.
Sonuç olarak, 1898 yılında Andican∗’da dini nitelikte ve Rus yönetimini hedef
alan isyan çıkmıştır. İsyanı bastıran Çar Hükümeti, konunun üzerine büyük bir
kararlılıkla gitmiş ve okul ve medreselerin hizmetlerine yönelik denetimleri
arttırmıştır (Jolseyitova, 2004: 17). Çar Hükümetinin Orta Asya Türk
halklarına, eğitim alanında uygulamış olduğu bu siyasetin esas amacını, Çarlık
Rusya’nın eğitim bakanı Tolstoy 1870 yılında: “Ülkemizdeki Rus olmayan
diğer tüm unsurları eğitmemizdeki asıl amacın onları Ruslaştırmak ve
Ruslarla
kaynaşmasını
sağlamak
olduğundan
hiçbir
zaman
şüphe
edilmemelidir” (Omarov, 1997: 16) sözleriyle izah etmiştir. Çarlık Rusyası
politikaları, tüm emperyalist iktidarlar tarafından halkların eğitim ve öğretimi
üzerine neden bu kadar düşüldüğünün önemli bir örneğini teşkil etmektedir.
∗
Günümüz Özbekistan Cumhuriyeti sınırları içerisinde yerleşim birimi.
147
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,139-157
Çarlık Rusyası’nın Türk Halklarına Yönelik Politikası Ve Bu Bağlamda Uygulamaya Koyduğu
Yaptırımlar
3.
ÇARLIK
RUSYA’NIN
ALTAY
TÜRKLERİNE
YÖNELİK
UYGULADIĞI POLİTİKA
Altay’da da Çarlık Rusya’nın baskısı hissedilebiliyordu ve Orta Asya’daki Rus
siyaseti bu coğrafyada da yürürlüğe konmuştu. Konuyla ilgili olarak D.V.
Katsyuba, 1828 yılında kabul edilen Altay Ruhani Misyonu vasıtası ile 100 yıl
boyunca Teleut, Şors, Altay ve Doğu Sibirya’nın diğer Türk halklarına,
Ortodoks Hıristiyanlığını öğretmeye çalıştı. Misyonerlerin yaptıkları bunlarla
da sınırlı kalmadı. Misyonerler, Kilisede söylenen ve diğer okunan edebi
eserleri Altay diline çevirip, diğer yandan da yerlilerin içinden papaz
yetiştirme çabalarına girişti. 1858 yılında misyoner V.İ.Verbitskiy, Altay
misyonerlerinin parasıyla ağaçtan bir kilise ve yabancılar için de küçük bir
okul kurdu. Bu okulun adı “Biylerin Akait Lisesi” ve “Kazan Ruhban
Mektebi”dir. Bu okullarda misyoner ve din adamları yetiştirildi. “İsimlerini
verdiğimiz misyoner okullarına Altay’ın en başarılı öğrencileri gönderilmiştir”
(Katsyuba, 1993: 95 - 96) diyerek, Rusya’nın asimile etme çabalarını da gözler
önüne sermiştir.
Çarlık Rusya’nın sömürü politikası, sadece bununla bitmedi. Rus göçmenlerin
Altay’ın verimli topraklarına yerleştirilmesi sonucu, Altay halkı sefalete terk
edildi. Böylece Çarlık düzeninin yöneticilerine tüccar ve ruhanilerine bağımlı
olan ve doğa olaylarına karşı sigortalanmamış, ekonominin ilkel usulleriyle
yaşamaya çalışan Altay halkı, Ruslar tarafından ücra yerlerde yaşamaya
mecbur edildi. Modern dünya ile aralarında tarifi mümkün olmayan uçurumlar
ortaya çıktı. Altay halkı, ekmek yapacak ve hatta ekmek pişirecek ocağı dâhi
olmayan, hayvancılıkla geçimlerini sağlayan yarı yabani kabilelere benzedi.
Bunun sonucunda da, şiddetli tabiatla baş başa kaldılar ve kendilerinin küçük
ve korkunç tanrılarını (Şamanizm inancındaki tanrılar) sayıp, onlara inandılar
(Pavloviç, 1994: 41).
Şamanlar ise, zaten kötü olan Altay halkının ekonomisini daha da kötüleştirdi.
148
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,139-157
Engin Akgün
Konuyla ilgili olarak L.P. Potapov; “…Şamanizm, dar gelirli insanlardan,
hayvan kurban etmesini isteyerek, onları zor duruma düşürmekteydi. Hatta
onları iflas ettirmekteydi. Ayrıca; şaman, kurban edilen hayvanın etinden
aslan payını almasının yanında, kazancı bununla bitmemekte ve yaptığı âyin
için de para alarak servetine servet katmaktaydı” (Potopov, 1953:309 - 310)
demektedir. Bu baskı, şiddet ve beraberinde gelen yoksulluk nedeniyle, XX.
Yüzyılın hemen başlarında Altaylar’da tarihe, etnografyaya ve edebiyata
Burhanizm adıyla giren hareket ortaya çıktı. Bu harekete katılanlar, ilk başta,
Altay’da Şaman (kam) ve kurban törenlerini kabul etmedi (Maydurova, 1995:
101 – 103).
Burhanizm, Şamanizm’e karşı tutumluluğuyla ve daha iyi hayat sürmeye
çağırarak (Yaş ormanı kesmeyin, genç hayvanı öldürmeyin vs. gibi söylemler
ile) karşı çıktı. Bundan dolayı Burhanizm, Altaylıların ekonomisine ve ilgisine
son derece uygundu (Pavloviç, 1994: 42 – 44). Fakat halkın öfkesi sadece
Şamanizm’e ve Şamanlara değil bütün sömürücülere karşı olduğundan,
Burhanist hareket, kısa zamanda anti–Rus bir görünüşe büründü ve
Hıristiyanlığa, ruhani misyonerlere karşı da tavır aldı (Pavloviç, 1994: 42 –
44).
Koydukları kurallarını korumakta son derece katı bir tutum sergileyen Çarlık
Rusyası, Burhanistler olarak nitelendirdiği bu ayaklanmacıların ekonomik ve
siyasi özgürlüklerine kavuşmak uğruna mücadele eden bir gurup vatansever
olduğu gerçeğini gizleyerek, Burhanistler olarak addedilen grubun üyelerini
yeni bir dinin temsilcileri olarak lanse edip, Altay halkının onlara destek
vermesine engel oldu. Bu ayaklanmanın bir benzeri, Çarlık Rusyası’ndan
hemen sonra yönetimi ele geçiren Sovyetler Birliği zamanında da görülmüştür.
Olayın çıkışı kısaca şöyle olmuştur: 1917 Ekim devrimine ve devrimle birlikte
gelen görüşlere dayanıyordu. Rusya Halklarının Hakları Bildirisi’nde: “Rus
Çarlığı hakimiyeti altında yaşayan halklara eşitlik, muhtariyet, hatta bağımsız
memleketler teşekkülüne kadar varan haklar verecektir” (Tursunov, 1962:158)
149
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,139-157
Çarlık Rusyası’nın Türk Halklarına Yönelik Politikası Ve Bu Bağlamda Uygulamaya Koyduğu
Yaptırımlar
şeklindeki açıklamalara rağmen, Sovyetler Birliğinin kurduğu sömürü düzeni
Çarlık rejimini arattı. Orta Asya Türklüğü 16- 21 Nisan 1917 tarihleri arasında
(Muhtariyet) fikrini tartışıyordu. Kongre “Şuray-ı İslamiye” tarafından
organize edilmişti. Bu kongrede Mustafa Şokay, Rusya’nın vereceği ziyanı
önceden fark etmiş olmalı ki, muhtariyeti ilan etmek Rusya’ya savaş ilan
etmekle aynı anlama gelir (Komisyon, 1998: 125) şeklinde görüş bildirmişti.
Mustafa Şokay’a göre: “Acele etmek durumumuzu daha da ağırlaştırır. Bizde
yetişmiş adam yok, tecrübe yok, imkân yok, ordu yok! Bağımsızlığımızı ilan
etmek kolay, bizim içinde bulunduğumuz şartlarda bağımsızlığımızı muhafaza
etmek zordur. Gelecek hakkında düşünüyor musunuz?” (Çokayeva, 2000: 76)
sözleriyle halkına endişelerini aktarmıştır.
Mustafa Şokay gibi düşünenler, eğitim ve kültür alanında muhtariyet almak
taraftarıydı. Çoğunluk, maalesef Şokay gibi düşünmedi ve 27 Kasım 1917
gecesi IV. Türkistan Müslümanları Kongresi’nde toprak muhtariyetini ilan etti
(Kara, 2002: 128). Türkistan Muhtariyeti tarihte Hokand Muhtariyeti olarak ta
anılır. 19 Şubat 1918 yılında Hokand Devrim Savaş Komitesi, özerk
hükümetin kendi kendisini fesh etmesini istedi. Hükümet başkanı Mustafa
Şokay bu ültimatomu reddetti. Kızıl Müfreze ve Ermeni Daşnaksutyan
Birlikleri 20 Şubat 1918’de saldırı düzenledi. Saldırının sonucu özerk hükümet
dağıtılarak, 9 gün boyunca yağmalandı (Hayit, 1997:33 - 34). Kurtulabilenler,
Fergana dağlarına kaçarak 1928 yılına kadar Sovyetlerin (Basmacı) olarak
nitelendirdikleri gerilla savaşını devam ettirdiler (Çokayeva, 2000: 64). Halk,
Basmacıları, Sovyetlerin sömürü, katliam ve aşağılayıcı tutumlarına karşı
durabilecek tek güç olarak görüyordu. Bundan dolayı Basmacılar, çok
geçmeden geniş halk kitlelerinin desteğini aldı (Kongratbayev, 1994: 82).
Sovyet tarihçilerinden A.İ.Zevelev, Basmacıların halkın desteğini almasıyla
ilgili olarak “Halk, bu savaşın ümmet-i İslam’ın hür yaşaması için yapıldığını
din adamlarının gayretleri sonucu anlamıştı” (Zevelev, 1956: 103) sözleriyle
Basmacılara verilen desteği izaha çalışmıştır. Napolyon Bonapart’ın:
150
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,139-157
Engin Akgün
“Feodaliteyi top öldürdü, modern dünyayı da mürekkep öldürecek”1 (Uçar,
1996: 276) sözünü kendilerine düstur edinmiş olan Sovyetler, Basmacılara
karşı hem askeri güç kullanarak hem de basından yaptığı çok yönlü bir
karalama politikasıyla “Türkistan Türklerinin Özgürlük Mücadelesini”
baltalamıştır.
Çarlık Rusyası ise, Burhanistlerle mücadelesini abartarak, Burhanistlerin geniş
halk kitlelerinin desteğini almasının önüne geçmiştir. Konuyla ilgili olarak
A.G.Danilin: “Altay halkının, Çarlık Rusya’nın sömürü siyasetine karşı
başlattığı ayaklanmanın (1904 yılında meydana gelmiştir) bastırılmasında, o
gün için elde bulunan bilgilerin sınırlı olması, Çet Çelpanov’un rolünün
abartılmasına yol açtığını” söylemekte ve konuya devamla 1931 yılında
Burhanizm’in sosyal – ekonomik tanımlanmasının gerçeği yansıtmadığını ve
araştırmacıların Burhanizm hareketinin yorumunu “Milli Kurtuluş Hareketi”
olarak açıklarken ileri gittiklerini ve Burhanist hareketi, dini hareket olarak
betimlediklerini (Danilin, 1993: 35) söylemiştir.
Yukarıdaki bilgilerden de anlaşılacağı üzere, Burhanist hareket ve Basmacı
hareketi özünde aynıdır. Her iki harekette, sömürü düzenine karşı ezilen halkın
yönetime karşı tutumunu sergilemektedir. Çarlık Rusya ve Sovyetler, her iki
ayaklanmayı da aynı şekilde, aynı yöntemlerle bastırmıştır. Fakat Burhan
hareketini gerçekleştiren kesimin yeni bir dini kabul etmiş olabileceği ihtimali
de yok değildir. Burhanist olarak adlandırılan ayaklanmacıların hangi dine
mensup oldukları konusu şu an için aydınlığa kavuşmamış olmakla birlikte,
kaynaklarda bu konularda sınırlıda olsa bazı bilgiler bulunmaktadır. Şimdi bu
bilgilere kısaca değinelim.
N.İ.İlminskiy’nin önderliğindeki misyonerlerin, Altay’a ticaret için Tatarların
geldiğine ilişkin raporları dolayısıyla İlminskiy, Tomsk piskoposu Makri’ye
gönderdiği mektubunda: “Tatarlar, ne zamandan beri, kimin izniyle ve hangi
nedenle sizin Altay’a geliyor? Eyalet valisi aracılığıyla Müslümanların ve
1
Not: Yanlı enformasyon ile gerçeklerin halktan saklanması kastedilmiştir.
151
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,139-157
Çarlık Rusyası’nın Türk Halklarına Yönelik Politikası Ve Bu Bağlamda Uygulamaya Koyduğu
Yaptırımlar
Budistlerin Altay’a ve hatta sınır şehirlerine bile girmesini yasaklayacak bir
sistem oluşturamaz mısınız? (...) Ben, Tatarlarla ilgili konuyu yukarıya açmak
istiyorum ve onların Altay’dan tamamen çıkarılması yönünde girişimde
bulunmalarını rica edeceğim” (Danilin, 1993: 35) demiştir. Buradan da
anlaşılacağı üzere N.İ.İlminskiy’in Altay’a İslam Dininin girmesi konusunda
endişeleri vardı.
Araştırmacı yazar Maydurova ise Lamaizm’den alınan “Sume” kelimesiyle
izah edilen suda yıkanma, abdest almanın da Burhanistlerin âdetlerine girdiğini
ve “kurban sunakları”, “muska” ve özellikle Moğollara benzer kurban
sungusunun da Burhanizm’in Lamaizm’den etkilendiğinin ispatı niteliğinde
olduğunu belirtmektedir (Maydurova, 1995: 101 – 103). Burada önem arz eden
konu; Moğollara benzer kurban sungusu (Kurbanın bir damla kanı yere
akmamalı, kurban boğazlanmaz, başına sert bir cisimle vurulur veya boğulur.
Kanı, bağırsaklara doldurularak pişirilir ve tüketilir) vurgusudur. Burhanizm,
yılda bir defa ak kuzu kurbanına müsaade ederek bu geleneğe uymak zorunda
kalmıştır. (İnan, 1995: 202 – 203 ) Kısaca kanlı kurbanlar Burhanistlerde de
yer almaktadır. Yine Burhanistlerin, Budizm-Lamaizm’den aldığı ibadetlerle
ilgili olarak: “…Ay için törenler yapmak (bu törenler ay’ın 8. ve 15.
günlerinde yapılmaktadır.)” (Maydurova, 1995: 101 – 103) açıklamaları yer
almaktadır.
Burhanistlerin dinleriyle ilgili olarak Rus âlimlerinin özellikle üstünde
durduğu da Budizm-Lamaizm olmakla birlikte, Lamaizm’den alındığı iddia
edilen
birtakım
âdetlerin
Şamanizm
ile
benzerliği,
Burhanistlerin,
Şamanizm’e karşı geldiği düşünülerek, Rus âlimleri tarafından göz ardı
edilmiştir. Fakat Altay’da ayaklanmaya katılanların sömürü düzenine baş
kaldırdığı düşünüldüğünde, ayaklanmacıların Şamanizm’e değil kendilerini
aldatan Şamanlara karşı olduğu fikri çıkarılabilir.
Oyrat Han’ın gelişi hakkında (mesihvâri beklentiler) bilgi verdiği söylenen
“Sudur” adlı kutsal kitabın Moğolca olmayıp Rusça yazıldığı ve Oyrat
152
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,139-157
Engin Akgün
Han’ın gelişi konusunda bilgi içermediği (Danilin, 1993: 142 – 144) de
düşünülürse, Burhanist olarak nitelendirilen kişilerin ateist olma ihtimalleri
de
vardır.
Yine
Burhanistlerin
dinleriyle
ilgili
olarak
misyoner
N.İ.İlminskiy’i telaşlandıran Tatar Türklerinin Altay’daki faaliyetleri ve
İslam’ı yayma konusundaki çabalarıdır.
İslam Dinine yönelik uygulanan yaptırımlar çerçevesinde yazılan bu makalede
Altay Türklerine değinmemizin asıl nedeni de budur. Altay’da oluşan bu yeni
durum bir
misyoner
olan
N.İ.İlminskiy’i oldukça
endişelendirmiştir.
Endişelenmesi, aynı zamanda N.İ.İlminskiy’in aşağıda açılımını yapacağımız
Çarlık Rusya’nın kirli politikalarını da bildiği anlamına da gelmesi bakımından
önemlidir. Aslında konu bir sır olmamakla birlikte, ilk defa Burhanizm’in vaizi
olan Çet adlı kişinin avukatlığını yapan D.A Klemens’in dudaklarından
dökülmüş ve mahkeme tutanağına girmiştir. D.A.Klemens mahkemede: Çet
adlı kişiyi, “tek tanrılı bir dini Altay’da yaymaya gayret eden reformcu” olarak
göstermiştir (Danilin, 1993: 29).
Avukat D.A.Klemens’in bu ifadelerinden çıkacak sonuç şudur: Çarlık Rusyası,
Altay’da insanı dehşete düşürecek bir oyunu sahneye koymuştur. Burada
amaç, Türk halklarını, Şamanizm gibi çok tanrılı dinden uzaklaştırarak
kültürlerini yozlaştırmaktı. Böylelikle Altay Türklerinin, tek tanrılı bir din olan
Hıristiyanlığa bir adım daha yaklaştırılması sağlanacaktı. Müslüman Tatarlar,
Altay’da sahneye koyulan bu oyunu zamanında fark etmekle birlikte, hem
yeterli destek alamayışları hem de N.İ.İlminskiy gibi tecrübeli bir misyonerin
duruma zamanında el koyması bu mücadelede başarısız olmuşlardır.
4. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Türkistan’ın istila edilmesinin önemli sebeplerinden birisi, Rusların,
Türkistan ekonomisine hakim olma isteği, yani bu bölgenin iktisadi
zenginliklerinden (yeraltı servetleri, ziraat ve hayvancılık vb.) istifade
etmekti. Türkistan, Rus sanayisine ucuz hammadde kaynağı ve endüstri
153
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,139-157
Çarlık Rusyası’nın Türk Halklarına Yönelik Politikası Ve Bu Bağlamda Uygulamaya Koyduğu
Yaptırımlar
mahsulleri için emin bir pazar yeri olarak sömürülecekti. Çarlık Rusyası
amaçlarına ulaşmak için önce kaleler inşa etti. Daha sonra da Türkistan
halkının arazilerini müsadere yoluyla ellerinden aldı.
Uyguladıkları
sömürü
politikasının
başarılı
olmasını
sağlamak
için
Türkistanlıların çocukları ile Rus çocuklarının aynı okullarda ders görmeleri
mecburiyetinin yanı sıra, okullarda Türk lehçelerinin Rus harfleriyle
öğretilmesine, müspet ilimlerden ziyade el sanatlarının öğretimine önem
verildi. Elbette ki, Çarlık Rusya, Türklerde yeni dünya görüşünün oluşmasına
katkıda bulunacağına inandığı fen ve kültür bilimlerinin gelişmesini
sağlayacak yeni usul (usulü cedit) okullarının gelişmesine de mâni oldu.
Tüm bunlardan da anlaşılacağı üzere, Çarlık Rusya işgâl ve emperyalist
emelleri için en büyük tehdit olarak gördüğü İslam dininin üzerine tam bir
kararlılıkla gitti. Kazan Ruhban okulunun ve bu okulun önemli misyoner
Türkologlarının yanında Çar Hükümetinin genel valilerinin de bu süreçte
yaptıkları başarılı çalışmalar sayesinde Çarlık Rusya durumu lehine çevirmeyi
bildi.
Altay Coğrafyasında ise; Çarlık Rusya’nın, Türk halkının Ortodoks
Hıristiyanlığı kabullenmesinde farklı bir tehdit algılaması vardı. Bu tehdit de
çok tanrılı bir dinden geliyordu. Bundan dolayı; Çar Hükümeti, getirdiği
göçmenleri Altay’ın en verimli alanlarına yerleştirerek Altay Türklerini
sefalete mahkûm etti. Altay halkını kendi inançlarının yani, Şamanizm’in
gereklerini yapamayacak hale getirdi. Böylelikle Altay Türkleri önce Şaman
tanrılarına kurban sunumunun gereksizliğine inandı. Daha sonra, kötü
durumda olan ekonomilerine en uygun çıkış yolunu aradı.
Böylece Altay Türkleri kendileri için uygun olan bu çıkış yolunun Burhanizm
olduğunu sandı. Burhanist olarak nitelendirilen Altay halkı, yüzyıllarca
kendilerini sömüren din adamlarından (Kam) şaman, sonrasında ise
sömürünün geldiği asıl merkez olan Ruslara yani Ortodoks Hıristiyanlara karşı
harekete geçti ve intikam almaya çalıştı. Maalesef, Altay Halkı kendilerini
154
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,139-157
Engin Akgün
yüzyıllarca sömürmüş ve kandırmış olan büyük oyun kuranların yine oyununa
gelmişti. Altay’da Çarlık Rusya’nın yapmak istediği; Altay halkını çok tanrılı
dinden, tek tanrılı dine geçişlerini sağlamaktı ve başardı.
Burhanizm’in ortaya çıkışının Moğolların, Budist Lamalarından kaynaklandığı
yönünde yapılan tüm spekülasyonlarla önce Budist Lamaların ülkeye girişleri
sıkı bir denetime alındı. Elbette ki Çar Hükümeti, tek tanrılı inanca
yaklaştırdığı Altay Türklerini Lamaizm’in kucağına atamazdı. Yine aynı
şekilde Müslüman Tatarların Altay’a girişlerini yasaklayarak İslam Dininin de
kucağına atmadı. Çarlık Rusyası’nın egemenliğindeki Türk halklarına
uyguladığı asimile siyasetinin, Türk halklarının kültür özelliklerine göre
farklılıkları olması doğal olarak konunun açıklanması ve ortaya konmasını
haliyle çok daha güçleştirmektedir. Bu konular üzerinde daha derinliğine
çalışma ve araştırmalara devam gerekmektedir.
KAYNAKÇA
1.
ÇOKAEVA, M. J., (2000). “Mustafa Çokay’ın Hatıraları”, İstanbul.
S.64,76.
2.
DANİLİN,
A.G.,
(1993).
“Burhanizm
(İz İstorii Natsionalno
–
Osvoboditelnogo Dvijeniya v Gornom Altae)”, “Ak Çeçek” Gorno-Altaysk.
s.29,35,142-144.
3.
EVLİA-ATAOV, D., (1999). “Tauelsidik jane sayasi sana”, Almatı.s.27.
4.
HAYİT, B., (1995). “Türkistan Devletlerinin Milli Mücadele Tarihi”,
Ankara.s.45-46.
5.
HAYİT,B., (1997). “Basmacılar”, Ankara.s.33-34.
6.
İNAN, A., (1995). “Tarihte ve Bugün Şamanizm Materyaller ve
Araştırmalar”, 4.Baskı, T.T.K, Ankara.202-203.
7.
JOLSEYİTOVA, M., (2004). “Kazakistanda İslami Bilim Beru Tarihınan
(XIX. gasrın II. jartısı XX.gasrın bası)”, “Aziyat”, Almatı.s.8,17.
8.
KOMİSYON., (1991). “Ibıray Altınsarin Tağlımı”, Almatı.s.107.
155
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,139-157
Çarlık Rusyası’nın Türk Halklarına Yönelik Politikası Ve Bu Bağlamda Uygulamaya Koyduğu
Yaptırımlar
9.
KAZAKİSTAN CUMHURİYETİ DEVLET ARŞİVİ., Tanif No:44, Bölüm
No: 1, Dosya No: 32721.
10. KATSYUBA,D.V., (1993). “Duhovnaya Kultura Teleutov, Kemerova”
.s.95-96.
11. KOMİSYON., (1998). “Mustafa Şokay”, Almata.s.125.
12. KARA, A., (2002). “Türkistan Ateşi (Mustafa Çokay’ın Hayatı ve
Mücadelesi)”, İstanbul.s.128.
13. KONGRATBAYEV O., (1994). “Turar Rıskılov- Kogamdık Sayasi Jane
Memlekettik Kızmetteri”, Almatı.s.82.
14. LEVŞİN, A., (1832). “Opisanie Kırgız-Kazaçik ili Kırgız-Kaysatskih Orde
i” Stepey,St.Peterburg.s.70.
15. MAYDUROVA,N.A.,
(1995).
“О
Buddiyskii
zaimctvovaniyah
v
Burhanizme (Po materialom Altayskoy duhovnoy missi)”, Altay i Mongolskii
Mir (Tezi i Stati), Gorno- Altayskii İnstitut Gumanitarnıh İssledovanii, GornoAltaysk.s.101-103.
16. MEKEMTAS, M., (1993). Kazak Kalay Orıstandırıldı, “Atamura”, Almatı.
s.110-111.
17. OSTROUMOv, N., (1886). Sposobnı Li Koçevıe Narodı Azii k Usvoeniyu
Hristianskoy Verı i Hristianskoy Kulturı, Moskva.s.15-17.
18. OMAROV, A., (1997). Kazakistandağı Agartu İsi Jane Patşa Ökimetinin
Otarlık Sayasatı, Almatı.s.16-17.
19. PAVLOVİÇ,
M.
L.,
(1994).
Oyratiya,
“Ak-Çeçek”,
Gorno-
Altaysk.s.41,44.
20. POTAPOV,L.P., (1953). Oçerki Po İstorii Altaytsev, Akademiya Nauk
SSSR,Leniningrad.s.309-310.
21. TURSUNOV, H., (1962). Vosstanie 1916 g. v. Sredney Azii i Kazahstane,
Taşkent.s.158.
22. UÇAR, ŞAHİN., (1996). Tarih Felsefesi Sohbetleri, İstanbul.s.276.
23. ULFET., (1906). No:12-13 Akpan (Şubat)
156
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,139-157
Engin Akgün
24. UELİHANOV,Ş., (1985). Tandamalı, Almatı.s.560.
25. YELAGİN A., (1991). “Kazaktar Kaşan Kelgen”, Kazakistan Komunisi,
sayı 3.s.92.
26. YAKOVLEV, A.İ.,PANARİN, S.A., (1911). Protivoreçie Reform:Opıt
Aravii I Turkistana // Vostok., Afro-Aziatskie Obşestva: İstoriya i
Sovremennost.. No:5,s.115.
27. ZEVELEV, A.İ., (1956). İz İstorii Grajdanskoy Voynı v Uzbekistane,
Taşkent.s.103.
157
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,139-157
Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1(1),2008, 158-183
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY
HAZAR ENERJİ KAYNAKLARININ TÜRK
CUMHURİYETLERİ İÇİN ÖNEMİ VE
BÖLGEDEKİ YENİ BÜYÜK OYUN
Çağrı Kürşat YÜCE∗
ÖZET
Geçen yüzyılda olduğu gibi, 21. yüzyılda da dünya devletlerinin üzerinde hassasiyetle
duracakları en önemli konulardan biri enerji olacaktır. Gelişen teknoloji ve artan nüfus
ülkeleri enerjiye bağımlı hale getirmektedir. Enerji kaynakları içerisinde günümüzde en
çok petrol ve doğal gaz kullanılmaktadır. Zengin hidrokarbon kaynakları ve yeni
jeopolitik konumu ile Hazar Havzası, Avrasya coğrafyasının en önemli bölgesi
konumundadır. Bu sebeple Hazar Bölgesi, nüfuz mücadelesinin en sert geçtiği
bölgelerin başında gelmektedir. Hazar Bölgesi’nde sürdürülen güç mücadelesi, sadece
enerji yataklarından alınacak payları değil, bu havzada üretilecek enerjiyi dünya
pazarlarına taşımanın hangi güzergâhlar vasıtasıyla yapılacağını da içermektedir. Hazar
Denizi’ne kıyısı olan Azerbaycan, Kazakistan, Rusya Federasyonu, İran ve
Türkmenistan ile bölge hinterlandında yer alan Özbekistan, bölgedeki temel enerji
üreticisi ülkeleridir. Bu ülkelerin bağımsızlıklarının ve ekonomilerinin geleceği
açısından mevcut enerji kaynakları çok büyük bir önem taşımaktadır.
Anahtar Kelimeler: Türk Cumhuriyetleri, Kafkasya, Orta Asya, Petrol, Doğal Gaz,
Büyük Oyun
ABSTRACT
As it was in the previous century, one of the most important subjects that countries will
consider with utmost sensitivity will be energy in the 21st century. Developments in
technology and increasing population are the main reasons why countries are becoming
more dependent on energy. Among energy resources, petroleum and natural gas are
now the most desired ones. The Caspian Region, with its rich hydrocarbon resources
and its enhanced geopolitical significance, is arguably the most important region of
Eurasia. Consequently, this is also a region where power struggles have become most
intense.The power struggle in the Caspian Region is not only about the sharing of
energy resources but also about alternative routes of transportation that will carry
produced energy to world markets.
Azerbaijan, Kazakhstan, Russian Federation, Iran and Turkmenistan that border the
Caspian Sea and Uzbekistan in the hinterland of the region, are the main producers of
energy. The present energy resources are of vital importance for these countries’
independence and their economy in the future.
Keywords: Turkic Republics, The Caucasus, Central Asia, Oil, Natural Gas, Great
Game
∗
Taşkent İlköğretim Okulu Seyhan/ADANA [email protected]
Hazar Enerji Kaynaklarının Türk Cumhuriyetleri İçin Önemi ve Bölgedeki Yeni Büyük Oyun
1.GİRİŞ
Günümüz dünyasında sanayileşmenin hızla ilerlemesi ve nüfusun artması
sonucunda, petrol ve doğal gaz tüketiminde ciddi artışlar meydana gelmiştir.
Ayrıca alternatif enerji kaynaklarının henüz bulunamamış olması, bu enerji
kaynaklarının önemini daha da artırmıştır. Dünyadaki enerji kaynakları içinde
belki de en önemli yeri işgal eden petrol, gelişmekte olan teknolojilerin motor
görevini üstlenmiştir. Günümüzde petrol, dünya ekonomisinin işleyişindeki
önemini koruyor ve petrolü kontrol eden ülkeler ise önemli ve stratejik bir
gücü ellerinde tutmaya devam ediyorlar. Bu enerji kaynağının da, 2000'li
yıllarda da, çoğu devletin stratejik hedeflerini, ekonomik yapılarını, politik
tercihlerini ve jeopolitik konumlarını yakından ilgilendirdiği görülmektedir.
Bir enerji kaynağı olarak petrolün uluslararası ilişkilerde bir siyasi güç olarak
kullanımı, geçmişte olduğu gibi günümüzde de devam etmektedir. Doğal gaz
ise, 30 yıldır yaygın olarak kullanılmaya başlanmış ve son yıllarda tüketimi
hızla artmıştır. Bu bağlamda, bağımsızlığını kazanan Türk Cumhuriyetleri’nin
bulunduğu coğrafya incelendiğinde, bu bölgelerin zengin enerji yataklarına
sahip oldukları gözlenmektedir. Yani, Hazar Havzası, 21. yüzyılda dünyanın
en önemli enerji üretim ve dağıtım alanlarından birisini oluşturmaktadır.
Özellikle de Hazar Havzası ülkelerinden olan Azerbaycan, Kazakistan,
Özbekistan ve Türkmenistan, yeni yüzyılda da dünya ekonomisini derinden
etkileyecek, petrol ve doğal gaz zenginliklerine sahiptirler.
SSCB'nin dağılmasıyla birlikte uluslararası politikada yaşanan değişiklikler,
Avrasya bölgesinde de önemli gelişmelere yol açmıştır. Yıllarca SSCB
egemenliği altında bulunan Kafkasya ve Orta Asya cumhuriyetlerinin, mevcut
zenginlikleri ile bağımsızlıklarını kazanmaları, bölgede enerji kontrolüne
yönelik güç mücadelesinin yaşanmasına neden olmaktadır. Sürdürülen enerji
mücadelesi günümüzde de tüm hızıyla devam etmektedir. Süper güçler ve dev
şirketler, Kafkasya ve Orta Asya bölgesindeki hidrokarbon rezervleri ile boru
hatları güzergâhlarına egemen olma yarışındadır. Bu kapsamda önce “Büyük
159
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,158-183
Çağrı Kürşat Yüce
Oyun” terimi, enerjinin önemi ve Hazar Bölgesi’ndeki petrol ve doğal gaz
kaynaklarının kısa geçmişi üzerinde durmak gereklidir.
2. “BÜYÜK OYUN” TERİMİ
Zengin hidrokarbon yataklarına sahip bölgeler, dünyanın güçlü devletlerinin
her zaman ilgisini çekmiştir. Dolayısıyla bu gibi enerji zengini yerler, güçlü
devletler tarafından her zaman kontrol altına alınmak istenmiştir. 19. yüzyılın
sonunda İngiltere ile Rusya, Orta Asya ve Afganistan'ı kendi nüfuz alanlarına
katmak için büyük bir rekabete girmişlerdi. Orta Asya’yı işgal eden Rusların,
kendi egemenliği altındaki Hindistan'a ilerlemesini engellemek isteyen
İngiltere'nin, Afganistan'ı işgal etmeye çalışması ile bu iki ülkenin Afganistan
üzerinde süren mücadelesi, tarihe “Büyük Oyun” (Great Game) olarak
geçmiştir (Kleveman, 2004: 21-22).
Enerji alanında dev petrol şirketlerinin ve süper güçlerin 20. yüzyılda vermiş
oldukları bu acımasız mücadele sonucunda; “Büyük Oyun” terimi dünya
literatürüne de girmiştir. Bu terim, ilk kez, 19. Yüzyılda İngiliz yüzbaşısı
Arthur CONOLY tarafından bir arkadaşına yazılan mektupta kullanılmıştır
(Kılıçbeyli - Emrahov, 2004: 115). Daha sonra bu nitelemeyi, 1907 yılında
Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan İngiliz yazar Rudyard KIPLING “Kim” adlı
eserinde kullanmıştır. Böylece bu terim, ölümsüzleşmiş ve çok sık kullanılır
olmuştur. Ayrıca araştırmacı Lutz Kleveman, Rudyard Kipling'in “Kim” isimli
romanında ölümsüzleştirdiği "Büyük Oyun" kavramını kullanarak, bölgede,
Büyük Britanya ve Çarlık Rusyası'nın 19. yüzyılda giriştikleri emperyalist
mücadelenin modern bir versiyonu olan bir “Yeni Büyük Oyun”un
oynandığını iddia etmiştir (Kılıçbeyli - Emrahov, 2004: 22).
Yüz yıl kadar önce Orta Asya’da, İngilizler ve Ruslar, Kipling’in büyük
oyununun oyuncularıydı. Günümüzde bu karmaşık ve acımasız oyunun oyuncu
sayısında bir artış gözlenmektedir. Dünyada oynanan bu zorlu oyunun
oyuncularını da şu şekilde sıralamak mümkündür:
160
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,158-183
Hazar Enerji Kaynaklarının Türk Cumhuriyetleri İçin Önemi ve Bölgedeki Yeni Büyük Oyun
-
Devletler: ABD, İngiltere, Rusya Federasyonu, Almanya, Çin,
Hindistan, Japonya, İran, Türkiye vb.
-
Şirketler: Exxon-Mobil, Chevron, Shell, BP-Amaco, Lukoil,
Socar, Sinopec, Yukos, Unocal, Total, Pennzoil, Gazprom,
British Gaz, Statoil, TPAO, Kazakoil vb.
Yukarıda belirtilenlere finans kuruluşlarını ve çok uluslu bankaları da
eklememiz mümkündür. Adı verilen dev şirketlerin bazıları, son yıllarda
birleşmiş ve adı geçen bu güçlü oyuncuların yanına yenileri de eklenmiştir.
Bilindiği
üzere,
enerjinin
paylaşım
savaşını
veren
petrol
şirketleri,
bulundukları devletlerin dış politikalarında çok etkili oldukları gibi, dünya
siyasetine de ekonomisine de az veya çok yön verebilmektedirler.
Günümüzde Yeni Büyük Oyun; Rusya’nın Hazar Havzası’nda etkisinin
azaltılması, Çin’in bölgeye girişinin engellenmesi, ABD destekli yönetimlerin
oluşturulması, ABD’nin askeri gücü ve şirketleri ile bölgede etkinliğini
artırması şeklinde bir dizi politikalar ve buna uygun stratejiler ile devam
etmektedir. Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan’dan sonra, son olarak, Orta
Asya’nın kontrolü için önemli olan Fergana Vadisi’nde olaylar yaşanmaya
başlamıştır. Bu yaşanan olayların da devam edeceği uzmanlar tarafından
sürekli dile getirilmektedir (Yüce, 2006: 107)
Hazar Havzası’ndaki Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan ve diğer bölge
ülkelerinin petrol ve doğal gaz kaynaklarını ele geçirmek, boru hatlarını
kontrol etmek için; başta ABD ile Rusya Federasyonu olmak üzere, Çin, AB,
İran ve Türkiye arasında büyük bir rekabet sürmektedir. Bu doğrultuda,
dünyanın seçkin ekonomi dergilerinde ve gazetelerinde, Hazar Bölgesi’nde
bulunan yabancı şirketlerin mücadeleleri konusunda her gün onlarca haber
yayınlanmaktadır.
Yeni büyük oyunda hedef; trilyonlarca dolarlık (200 milyar varil petrol ve 18
trilyon m3 muhtemel doğal gaz) Kafkasya ve Orta Asya petrol ve doğal
gazının üretiminde üstünlük sağlamak, taşınmasında geçiş ücretinden
161
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,158-183
Çağrı Kürşat Yüce
faydalanmak, diğer güçlere göre, enerjiyi kontrol ederek fiyatlara hakim
olmak ve stratejik üstünlük sağlamaktır (Üşümezsoy - Şen, 2003: 28). Özetle,
son yıllarda “yeni büyük oyun” olarak adlandırılan uluslararası mücadelenin
arka planında, geçen yüzyılda olduğu gibi günümüzde de enerji kaynaklarının
kullanımı, elde edilmesi veya nakli ile ilgili çıkar çatışmalarının olduğu
görülmektedir.
3. ENERJİNİN ÖNEMİ VE DÜNYADA BİTMEYEN ENERJİ MÜCADELESİ
Enerji, üretim işlemlerinde kullanılması zorunlu bir girdi ve toplumların refah
düzeylerinin yükseltilmesi için gerekli bir hizmet aracıdır. Bu nedenle enerji,
ekonomik ve sosyal kalkınmanın temel taşlarından biridir. Ekonomiye, yeterli
ve güvenilir bir enerjinin zamanında ve düşük maliyetle sağlanması da aynı
derecede önemlidir. Dünya nüfusu arttıkça petrol ve doğal gaza olan
gereksinim de artmaya devam edecektir. Bu nedenle dünyadaki petrol ve doğal
gaz kaynakları tükenene kadar veya bu enerji kaynaklarının cazibesini
gölgeleyecek yeni enerji türleri bulununcaya kadar, petrol ve doğal gaz
önemini koruyacak ve bu enerji kaynakları üzerinde yapılan mücadeleler de
devam edecektir.
Ülkelerin enerji güvenlikleriyle ulusal güvenlikleri arasında doğrudan ve güçlü
bir ilişki vardır. Yani; ucuz, kesintisiz ve temin yolları açısından
çeşitlendirilmiş enerji politikası, her ülke için ulusal güvenliğin vazgeçilmez
köşe taşıdır. Dünyadaki süper güçlerin, küresel güç olma mücadelesinin en
önemli gerekçelerinden biri, enerji kaynaklarına sahip olmaktır. Ayrıca bu
devletler için enerjinin naklini ve ticaretini kontrol etme düşüncesi de bir o
kadar önemlidir. 17 Mayıs 2001 tarihinde ABD Başkanı Bush’un söylediği
gibi; “enerji kaynaklarında çeşitlilik Amerika için önemlidir, sadece enerji
güvenliği için değil, ulusal güvenlik açısından da büyük değer taşımaktadır”
(Demiral, 2006: 2).
162
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,158-183
Hazar Enerji Kaynaklarının Türk Cumhuriyetleri İçin Önemi ve Bölgedeki Yeni Büyük Oyun
Orta Doğu’da yıllardır süren soğuk ve sıcak savaşların temelinde, enerji
kaynaklarına ve enerji nakil hatlarına hakim olma mücadelesinin olduğu
herkesçe bilinmektedir. Son yıllarda gerçekleşen Irak ve Afganistan işgalleri
de bu doğrultuda yapılan operasyonlardandır. Zaten ABD’yi küresel güç
yapan, enerji kaynaklarına hükmetmesidir. Diğer süper güçlerin ABD’yi
yakalayamamasının
nedeni
de,
enerji
kaynaklarına
yeterince
sahip
olamayışlarıdır.
Her geçen gün önemi artan Avrasya enerji kaynakları üzerinde, birçok ülkenin
doğal olarak çıkarları çatışmaktadır. Bölgedeki enerji pastası önemini
koruduğu sürece de buralarda gerginlik ve mücadele bitmeyecektir. Yani 20.
yüzyılın sonunda tekrar başlatılan ve 21. yüzyılda da şiddetle sürdürülen enerji
rekabeti, son yıllarda bölgeyi iyice germiştir ve bu durumun da uzun yıllar
devam edeceği öngörülmektedir. Görünen o ki, 21. yüzyılın mücadelesi Z.
Brzezinski’nin öngördüğü gibi, Avrasya satranç tahtasında oynanacaktır
(Brzezinski, 1998: 72). Bu mücadelenin merkezinde, her zaman olduğu gibi,
enerji kaynaklarının öncelikli rolü yer alacaktır. Coğrafi anlamdaki
merkezlerden birisi de Hazar Havzası olacaktır. Bu bağlamda, 21. Yüzyılda
Hazar Bölgesi enerji kaynaklarının önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Şener ÜŞÜMEZSOY’un “Turan Petrolleri” (Üşümezsoy, 2007: 146) olarak
adlandırdığı ve giderek önemi artan Hazar Havzası enerji kaynakları, 21.
Yüzyılın süper gücünün kim olacağını da belirleyecek öncelikli faktörlerden
biri olacaktır.
4. HAZAR HAVZASI ENERJİ KAYNAKLARINA KISA TARİHSEL
BAKIŞ
Hazar Bölgesi’ndeki petrol ve doğal gaz kaynaklarının keşfi ve bölge halkı
tarafından kullanımının tarihçesi, milattan önceki devirlere rastlasa da,
denizden petrol, ilk defa XVI. Yüzyılda çıkarılmıştır. Yani bölgedeki enerji
kaynaklarının varlığı, çağlar öncesinden beri bilinmekte ve kullanılmaktadır.
163
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,158-183
Çağrı Kürşat Yüce
Bakü'de 2600 yıldır insanların yanan suyun değerini bildikleri ve insan
yaşamının olmadığı Hazar Bölgesi’nde elde edilen petrolle ateşler yakıldığı
belirtilmektedir. Hatta petrol, Arapların kullandığı meşhur Rum ateşinin
elementlerinden birisiydi (İşler, 1999: 55-56).
Bakû’nün yerleşik bulunduğu Abşeron Yarımadası’ndaki petrol çıkarımına
ilişkin olarak, ilk gerçekçi bilgiler, 7. ve 8. yüzyıla kadar dayanmaktadır. Bu
dönemde petrolün, çok ilkel ve doğal yollarla elde edildiği kaynaklarda
belirtilmektedir (Nevruzov, 2003: 13). Marco POLO, “Seyahatler” adlı
kitabında, 1271–1273 tarihlerinde ziyaret ettiği Kuzey İran’ı anlatırken, neftin,
Bakü’de o zamanın koşullarına göre ticarî olarak işletilmekte olduğundan
bahsetmiş ve Bakü’deki bu ticaretin büyüklüğünden ne kadar etkilenmiş
olduğunu kayda geçmiştir (İşler, 1999: 56).
Bakü’de üretilen petrol, doğal olarak ticari gelişimi de beraberinde getirmiş ve
doğudan batıya, kuzeyden güneye Bakü’nün çevresine kadar uzanmıştı. Büyük
kaplarla yüklü deve kervanları, Bakü'de elde edilen petrolü uzun yıllar diğer
ülkelere taşıdılar. Talebin artışı ile birlikte yeni petrol arama sahaları
açılmıştır. O dönemde, kuyuların en eskileri elle kazılmıştır. Tarihi bilgilere
göre, Abşeron'da 1594 yılında 35 metre derinliği olan birinci basit kuyu
kazılmıştır. 1806 yılında Abşeron Yarımadası’nda 50 tane olan petrol kuyusu
sayısı 1821 yılında 120 olmuştur. 19. Yüzyılın sonunda Bakü’nün adı, dünya
çapında siyah altın başkenti olarak yayılmıştı. Bu bölgede ilk petrol kuyusu
1847'de Bibi Eybat petrol bölgesinde, Rus mühendis Semenov tarafından
sondajdanmıştır (Nevruzov, 2003: 13).
Azerbaycan sahillerinde petrolün aktif bir şekilde üretilmesi ve dünya
piyasalarına sürülmesiyle 19. Yüzyılda Batılı petrolcülerinin akınına uğrayan
bölge, 1900’lü yılların başında tek başına dünya petrol tüketiminin yarısını
karşılamaktaydı. Hazar Denizi’nin Sovyetler Birliği’nin işgaline uğramasından
sonra, ilk petrol 1922’de Azerbaycan kıyılarında Bibi Heybet bölgesindeki İliç
Körfezinde çıkarıldı. Ancak Hazar’da asıl petrol macerası, 7 Kasım 1949’da,
164
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,158-183
Hazar Enerji Kaynaklarının Türk Cumhuriyetleri İçin Önemi ve Bölgedeki Yeni Büyük Oyun
Azerbaycan’ın “neft taşları” yatağının işletime açılmasıyla başladı (Gouliev,
1997: 37). Yeni keşfedilen bu yataklarla Hazar’da en büyük üretici konumunda
olan Azerbaycan, 1986 yılına kadar SSCB’nin ürettiği petrolün % 60’ını tek
başına karşılamıştır (Ogan, 2004: 2 ve Aras, 2001: 21). Son zamanlarda Rusya
Federasyonu, İran, Kazakistan ve Türkmenistan’ın kendi ulusal sektörlerinde
petrol ve doğal gaz arama çalışmalarına hız verdikleri gözlenmektedir.
5. KAFKASYA VE ORTA ASYA’NIN ARTAN JEOPOLİTİK ÖNEMİ
1980’lerin sonlarında, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da yaşanan yapısal ve
ideolojik bunalımlar, bölgede komünizm ve ona bağlı güç ilişkilerinin
çökmesine neden olmuş ve birkaç yıl içerisinde bölgedeki jeopolitik görünüm
köklü biçimde değişmiştir. Böylece İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ortaya
çıkan Soğuk Savaş dönemi sona ermiş, Avrasya’daki tehditler, yerini
belirsizliklere dayalı potansiyel risklere bırakmıştır. Bu durum, Kafkasya ve
Orta Asya bölgelerinin jeopolitik önemlerinin günümüzde daha da artmasına
yol açmıştır.
Tarih boyunca Avrasya’nın değişik bölgelerine yapılan kavim göçlerinin en
önemli kavşak noktalarından birini oluşturan Kafkaslar, Anadolu-Akdeniz ve
Step-Karadeniz
nitelikli siyasi güçler arasındaki en önemli rekabet
alanlarından birini oluşturmuştur. Osmanlıların Karadeniz’in kuzey bölgelerine
sarktığı dönemlerde iç alanlardaki dağınıklığa rağmen istikrarlı bir bütünlük
arz eden bu bölge, Rusların kuzey-güney istikametinde Karadeniz’e ulaşan su
yollarını denetim altına almasından sonra, 200 yıl kadar süren bir hâkimiyet
mücadelesine sahne olmuştur (Berkok, 1958: 12).
Kafkasya, 18. ve 19. Yüzyıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu, Çarlık Rusya’sı
ve İran’ın nüfuz mücadelelerine sahne oldu. Osmanlıların 1877–78 savaşını
kaybederek bölgeden çekilmesinin ardından, bu mücadele, Hindistan yolunu
kesmek isteyen Rusya ile bu yolu açık tutmaya çalışan İngiltere arasında
devam etti. SSCB’nin dağılmasından sonra, bu durum, çok taraflı bir rekabet
165
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,158-183
Çağrı Kürşat Yüce
alanına dönüştü. Bugün bu rekabet içerisinde yer alan bölge devletleri arasında
Türkiye, Rusya ve İran’ın yanında, bölgede çıkarları olan ABD ve AB de yer
almaktadır.
Kafkasya, özellikle dört nedenden ötürü jeopolitik açıdan büyük önem
taşımaktadır (Berkok, 1958: 332). Bunlar şu şekilde sıralanabilir; 1.
Jeostratejik anlamda Orta Asya’ya giriş kapısıdır. 2. Orta Asya bakımından
bölge, dosdoğru Batı pazarına açılan bir geçittir. 3. Orta Asya ile bir bütün
olarak ele alındığında bölge önemli miktarda petrol ve doğal gaz
potansiyellerine sahiptir. 4. Bir Orta Doğu devleti olma niteliğini kaybeden
Rusya Federasyonu açısından, Akdeniz ve Basra’ya uzanan jeopolitik bağlantı
hattıdır.
Kafkasya, zengin enerji kaynaklarına sahip Hazar Havzası ile Batı’yı birbirine
bağlayan Doğu-Batı Koridoru özelliğindedir. Bugün, Kafkaslar üzerindeki
mücadelenin asıl nedeni de bölgenin kendine has bu jeopolitik konumudur.
Kafkaslar, Akdeniz’e açılan birçok kapıya sahiptir. Orta Asya’nın ticari
zenginliğinin taşınması bakımından Avrupa ile Asya arasında Anadolu’ya
ulaşan bir köprü niteliğindedir (Berkok, 1958: 12). Ayrıca, Basra’yı kontrol
eden stratejik konuma da sahiptir. Öte yandan Kafkasya Hazar enerji
kaynaklarının batıya ulaştırılmasında düşünülen muhtemel boru hatlarının
üzerinde yer alması sebebiyle paha biçilmez değerdedir. Zira bölgede, petrol
rafinerilerinin ve petrokimya tesislerinin yer alması stratejik ve ekonomik
açıdan çok önem taşımaktadır (Tavkul, 2005: 3).
Kafkasya gibi Orta Asya da, çok iyi incelenmesi gereken bir jeopolitik
olgudur. Orta Asya, Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi, günümüzde de
etrafına karşı tehdit oluşturan bir bölge değil, tehdit altında ve henüz istikrarını
bulamamış bir bölgedir. Ayrıca Orta Asya, Rusya ve Batı güç odakları için Çin
tehdidine karşı bir tampon bölgedir. Orta Asya, jeopolitik ve jeostratejik
açıdan önemli bir bölgedir. Strateji Uzmanı Erol MÜTERCİMLER, Orta
Asya’nın jeopolitik önemini şu cümleler ile anlatmaktadır: “Asya Kıtası içinde,
166
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,158-183
Hazar Enerji Kaynaklarının Türk Cumhuriyetleri İçin Önemi ve Bölgedeki Yeni Büyük Oyun
Türkistan’ı dikkate almayan politika düşünülemez. Türkistan, Asya’nın
tamamını ilgilendiren politikalarda öncelikle dikkate alınması gereken
bölgelerden birisidir” (Mütercimler, 1997: 63).
Orta Asya, 19. Yüzyılda Rusya ve İngiltere arasında süren zorlu rekabetin
ayırım hattı olduğu gibi, 20. Yüzyılın ikinci yarısına egemen olan ABD-SSCB
Soğuk Savaş rekabetinin ayrım hattını da oluşturmaktadır. Bu bölgenin, güney
kuşağı üzerinde bulunması, bölgenin coğrafi özelliklerinden kaynaklanan
jeopolitik önemini sürekli gündemde tutmuştur (Gubayduline, 2000 : 80).
SSCB’nin dağılmasıyla birlikte Orta Asya jeopolitiğinin önem kazanmasının
ve bu bölge üzerinde küresel rekabet yaşanmasının başlıca nedeni, bölgenin
zengin enerji kaynaklarına sahip olmasıdır (Ogan, 2004: 2). Özellikle petrol ve
doğal gaz rezervlerinin çok fazla olması, bölge ve dünya devletlerinin dikkatini
kısa zamanda bölgeye çekmiştir (Yüce, 2001: 24).
Bölgede bulunan enerji kaynakları ile ilgili olarak, değerli araştırmacı Haktan
BİRSEL ise şu tespiti yapmaktadır: “Dünyanın en iyi stratejistlerinin,
teorilerini oluştururken, birinci hedef olarak Orta Asya’yı göz önüne
almalarının en büyük sebebi, bu bölgenin sahip olduğu zengin enerji
kaynaklarıdır” (Birsel, 2005: 19).Bölgenin, ulaşım ve iletişim ağlarının
kesişme noktasında bulunması da belirtilen önemini pekiştirmektedir. Çünkü
Orta Asya’nın petrol ve doğal gaz taşınan bölgelerinden güney ve doğu
yönlerinde boru hatlarının inşası, kaçınılmaz olarak, ciddi jeoekonomik ve
jeostratejik sonuçlara yol açacaktır. Hazar Havzası’nın petrol ve doğal gaz
boru hattı güzergâhları, 21. Yüzyılın jeopolitiğini belirleyecektir (Ogan, 2004:
1-2).
Özetle, Kafkasya ve Orta Asya bölgelerinin coğrafî konumları, geçmişten
bugüne siyasi oluşumlara ve gelişmelere, tarihin akışına çok etkili olmuştur.
Tarih boyunca önemlerini her devirde koruyan Kafkasya ve Orta Asya,
jeopolitik ve jeostratejik önemlerini günümüzde de devam ettirmektedirler.
Ayrıca Kafkasya’da ve Orta Asya’da küresel ve bölgesel dengelerin iç içe
167
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,158-183
Çağrı Kürşat Yüce
geçtiği ve karşılıklı olarak birbirlerini etkilediği son derece hareketli jeopolitik
bir yeniden yapılanma süreci söz konusudur. Bu süreç, çok hızlı bir şekilde
bugün de devam etmektedir.
6. HAZAR BÖLGESİ’NİN PETROL VE DOĞAL GAZ REZERVLERİ
Hazar Havzası’nda yer alan Türk Cumhuriyetleri’ndeki enerji rezervlerinin
miktarı ile ilgili tartışmalar hala sürmektedir. Değişik kaynaklarda farklı
değerler ile karşılaşmamız mümkündür. Farklı değerlerin yanında, bazı
araştırmacılar,
bölgenin
enerji
potansiyelinin
abartıldığını
da
ifade
etmektedirler. Ancak bölgedeki arama çalışmalarının sürmesi ile enerji
rezervlerinin sürekli değişeceği de unutulmamalıdır.
Bölgedeki enerji kaynaklarının rezerv miktarlarının farklı kaynaklarda değişik
oranlarda öne sürülmesinin bazı nedenleri vardır. Şöyle ki, rezervler
konusunda farklı beklentisi olan oyuncuların, rezervleri, olduğundan yüksek ya
da düşük gösterme çabaları, herkes tarafından bilinmektedir. Örneğin, ülkesine
yabancı yatırımcı şirketleri çekebilmek ya da imzalanacak anlaşmalarda daha
iyi şartlar sağlamak isteyen üretici ülkeler, sahalardaki rezervleri olduğundan
çok daha yüksek gösterebilmektedirler. Bu durumun aksine, yatırımcı şirketler
de, yine bu anlaşmalardan elde edebilecekleri karları maksimize edebilmek
için rezervleri düşük gösterme ve yatırım gereksinimlerini çok yüksek çıkarma
çabasına girebilmektedirler. Bölgedeki enerji potansiyelleri hakkında çok
çeşitli referans kaynakları olmasına rağmen, bir fikir vermesi açısından,
araştırmamızda güvenilir olan kaynaklara yer verilecektir. Bu kaynakların
istatistikî verilerine genel olarak göz atacak olursak, karşımıza önemsenecek
potansiyeller çıkacaktır. Şimdi bu kaynaklardan bazılarını vermeye çalışalım.
Uluslararası Enerji Ajansı’na göre, Orta Asya ve Trans-Kafkasya’da yer alan
Türk devletlerinin ispatlanmış petrol rezervleri 17–50 milyar varil arasındadır.
Olası rezervler ise 186 milyar varildir (Tablo 1) (EIA, 2006: 112). Bu
rakamlar, ABD Ulusal Güvenlik (eski) Danışmanları’ndan Rosemarie
168
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,158-183
Hazar Enerji Kaynaklarının Türk Cumhuriyetleri İçin Önemi ve Bölgedeki Yeni Büyük Oyun
Forsythe’ın çalışmasında, olası ve ispatlanmış petrol rezervleri toplamı olarak
belirttiği 200 milyar varil rakamı ile iyimser tahmin aralığında paralellik arz
etmektedir (Pamir, 2000: 2). 2006 yılında Uluslararası Enerji Ajansı tarafından
yayınlanan bölge ile ilgili rapora göre, Hazar Bölgesi’nde toplam
(ispatlanmış+muhtemel) petrol rezervleri 200 milyar varilden fazladır (Tablo
1). Aynı kaynağa göre, Hazar Bölgesi’ndeki doğal gaz rezervlerinin toplam
(ispatlanmış+muhtemel) 560 trilyon m3 civarında olduğu belirtilmektedir
(Tablo 3) (EIA, 2006: 112).
TABLO 1: Türk Cumhuriyetleri’nin İspatlanmış, Olası ve Toplam Petrol
Rezervleri
İspatlanmış Rezervler
PETROL
ÜLKELER
Rezervler
(milyar
varil)
Üretim
(bin
varil/gün)
Yüksek
7
40
1,7
0,59
Toplam
Olası
Rezervler
Azerbaycan
Kazakistan
Türkmenistan
Özbekistan
Düşük
7
9
0,55
0,3
Toplam
ÜLKELER
17,2
1992
49,7
2000
186
2005
Azerbaycan
Kazakistan
Türkmenistan
Özbekistan
222
529
110
66
309
718
157
152
440
1.293
196
125
32
92
38
2
Düşük
39
101
38,55
2,3
Yüksek
39
132
39,7
2,59
203,2
2010
(düşük)
900
1.900
165
150
235,7
2010
(yüksek)
1290
2400
450
260
Toplam
927
1.336
2.054
3.315
4.600
Kaynak: EIA, Energy İnformation Administration, Caspian Sea Region: Key Oil and Gas
Statistics, July-2006
AIOC’nin ilk Başkanı olan Terrence (Terry) Adams ise, Azerbaycan ve
Kazakistan’ın (Hazar civarındaki) ispatlanmış rezervler toplamını 27,5 milyar
varil, olası rezervler toplamını 40–60 milyar varil olarak belirtmektedir (Pamir,
2000: 2). BP’nin 2005 yılı verilerine göre, Kazakistan’ın petrol rezervinin 39,6
milyar varil, Azerbaycan’ın petrol rezervlerinin 7 milyar varil olduğu;
Kazakistan’ın doğal gaz rezervinin 3 trilyon m3, Türkmenistan’ın doğal gaz
rezervinin 2,90 trilyon m3 ve Özbekistan’ın doğal gaz rezervinin ise 1,86
169
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,158-183
Çağrı Kürşat Yüce
trilyon m3 olduğu göz önüne alınırsa, bölgenin cazibesinin boyutları
kendiliğinde ortaya çıkacaktır (Tablo 2) (BP, 2005: 78).
TABLO 2: ABD Enerji Bakanlığı ve BP Verilerine Göre Türk
Cumhuriyetleri’nin Petrol Rezervleri
ÜLKELER
(Milyar varil)
AZERBAYCAN
KAZAKİSTAN
ABD ENERJİ BAKANLIĞI
VERİLERİ(2005)
Düşük
Yüksek
7
13
BP VERİLERİ(2005)
7
9
29
39,6
TÜRKMENİSTAN
0,5
1,7
0,5
ÖZBEKİSTAN
0,3
0,5
0,6
TOPLAM
16,8
44,2
47,7
Kaynak: ABD Enerji Bakanlığı; Caspian Sea Region Key Oil and Gas Statistics, Ağustos–2005BP: Statistical Review of World Energy Haziran–2005 ( 1 ton=7,33 varil )
ABD Enerji Bakanlığı’nın 2005 yılı verilerine göre ise, “Hazar Dörtlüsü”
olarak da bilinen Türk devletlerinin toplam petrol rezervleri, 17–44 milyar
varil arasındadır. Gaz rezervlerinin ise toplam 6,57 trilyon m3 ile 8,97 trilyon
m3 arasında olduğu belirtilmiştir (Tablo 2-4) (BP, 2005: 79). ABD Dışişleri
Bakanlığı raporlarına göre, Hazar'da henüz keşfedilmemiş en az 163 milyar
varil daha petrol var. Toplamı 179 milyar varili buluyor. Beklentiler, 200
milyar varile ulaşılması yönündedir (Arslan, 2005: 3). Ayrıca, dönemin ABD
Başkanı Bill Clinton'un Hazar Havzası Enerji Danışmanı John Wolf,
Washington'ın politikalarında etkin bir yeri olan Stratejik ve Uluslararası
Etüdler Merkezi'nin (CSIS), Hazar Bölgesi için hazırladığı “olumsuz raporu”
eleştirerek şunları söylemiştir: "Hazar, petrol zenginidir. Bu kurum (CSIS),
geçtiğimiz yıllarda da aynı raporları yayımladı ve yanıldığı ortaya çıktı. Yeni
bulunan Kuzey Kashagan petrol yataklarının büyüklüğü, bu iddiaları geçersiz
kılmaya yeter” (Yüce, 2006: 151-152).
170
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,158-183
Hazar Enerji Kaynaklarının Türk Cumhuriyetleri İçin Önemi ve Bölgedeki Yeni Büyük Oyun
TABLO 3: Türk Cumhuriyetleri’nin İspatlanmış, Olası ve Toplam Doğal
Gaz Rezervleri
İspatlanmış
ÜLKELER
Rezervler
Olası Rezervler Toplam Rezervler
Azerbaycan
30
35
65
Kazakistan
65
88
153
Türkmenistan
71
159
230
Özbekistan
66,2
35
101
Toplam
232
328
560
DOĞAL GAZ
ÜLKELER
1992
2000
2005
2010
0,28
0,20
0,18
0,7
Üretim (trilyon Azerbaycan
metre küp/yıl)
Kazakistan
0,29
0,31
0,84
1,24
Türkmenistan
2,02
1,89
2,08
3,50
Özbekistan
1,51
1,99
1,97
3,20
Toplam
4,10
4,39
5,07
8,64
Kaynak: EIA, Energy İnformation Administration, Caspian Sea Region: Key Oil and Gas
Statistics, July 2006
DOĞAL GAZ
Rezervler
(trilyon metre
küp)
Hazar’a kıyısı olan ülkelerinin sahip olduğu ham petrol rezervlerinin toplam
95,7 milyar ton olduğu hesaplanmıştır. Bu rezervlerin büyük bir kısmı,
Kazakistan (60 milyar ton) ve Türkmenistan’ın (16,5 milyar ton) payına
düşmektedir. Rusya’nın payı 2,2–5 milyar ton iken, İran’ın payı 2 milyar ton
civarındadır. Azerbaycan’ın payı ise 5–12 milyar ton kadardır (Kaliaskarova,
2007: 7). Aşağıdaki tabloda ABD Enerji Bakanlığı ve BP verilerine göre Türk
Cumhuriyetleri’nin doğal gaz rezervleri verilmiştir (Tablo 4).
TABLO 4: ABD Enerji Bakanlığı ve BP Verilerine Göre Türk
Cumhuriyetleri’nin Doğal Gaz Rezervleri
ÜLKELER
(Tcf)
(1 m3 =35,31kübik fit)
AZERBAYCAN
ABD ENERJİ BAKANLIĞI VERİLERİ(2005)
İspatlanmış (tcf)
Potansiyel (tcf)
BP VERİLERİ(2005)
Trilyon m3
30
35
1,37
KAZAKİSTAN
65
88
3
TÜRKMENİSTAN
71
159
2,90
66
35
1,86
ÖZBEKİSTAN
317 tcf=8,97 trilyon
9,13 trilyon m3
m3
Kaynak: ABD Enerji Bakanlığı; Caspian Sea Region Key Oil and Gas Statistics, Ağustos–2005,
BP: Statistical Review of World Energy Haziran–2005 NOT: Tcf (Trilyon Kübik Fit) Doğal Gaz
Sektöründe Kullanılan Bir Birimdir.
TOPLAM
232 tcf=6,57 trilyon m3
171
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,158-183
Çağrı Kürşat Yüce
Diğer bazı kaynaklarda ise, Hazar Bölgesi’nde tahminen 40 milyar varil bir
petrol rezervi vardır. Ancak önümüzdeki yıllarda sürdürülecek araştırmalar
sonucunda keşfedilecek yeni enerji yatakları ile bu rakamın 100 ile 200 milyar
varil civarında bir seviyeye çıkması beklenmektedir (Ogan, 2001: 155-Binay,
2003: 2). Bölgedeki devletlerin petrol ve doğal gaz rezervlerinin büyük kısmı
henüz geliştirilememiş ve bölgenin önemli bir kısmında dahi rezerv tespiti
halen yapılmamıştır.
Hazar Havzası’ndaki tahmini petrol rezervlerini, bazı ülkelerin zengin petrol
rezervleri ile karşılaştıracak olursak, önemli sonuçlara ulaşabiliriz. Şöyle ki,
Hazar’daki petrol rezervi, Irak'taki belirlenmiş petrol rezervinden 100 milyar
varil daha fazladır. Dünyanın bilinen en büyük petrol yatağına sahip Suudi
Arabistan’ın 261 milyar varillik petrol rezervinin üçte ikisi civarındadır (EİA,
2006: 119). Hazar Bölgesi’nin kaynakları konusunda araştırmacılar tarafından
telaffuz edilen en düşük rakam bile, ABD topraklarındaki (22 milyar varil) ve
Kuzey Denizi’ndeki (17 milyar varil) ispatlanmış petrol rezervlerinin
büyüklüğü ile yarışabilir. Başka bir ifadeyle, Hazar’ın petrol rezervlerinin
Basra Körfezi bölgesindeki rezervlerin dörtte birine eşdeğer olduğu
bilinmektedir (Kaliaskarova, 2007: 5 - Parlar, 2003: 619).
Ayrıca, Hazar Bölgesi’nin enerji kaynakları, bu bölgenin, 21. Yüzyılda ikinci
bir Basra Körfezi olabileceği düşüncesinin ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Bunun nedeni, bölgedeki eski rezervlere ek olarak, zengin yeni hidrokarbon
rezervlerinin keşfedilmesidir. Bazı kaynaklarda ise, bu bölgede bulunan enerji
rezervlerinin dünyada üçüncü sırada yer alacak potansiyele sahip olduğu
belirtilmektedir (Borombaeva, 2002: 14). Şekil 1’de Hazar Havzası’nda
bulunan enerji yataklarındaki bazı rezervlerin dünyadaki başka yatakların
rezervleri ile kıyaslanması verilmiştir.
Öte yandan, Hazar Denizi'nin büyük oranda keşfedilmemiş enerji rezervleri,
uluslararası yatırımlara açılmış durumdadır. Ancak bölgedeki zengin enerji
kaynakları, milyarlarca dolarlık geliştirme ve bunun ardından da taşıma
172
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,158-183
Hazar Enerji Kaynaklarının Türk Cumhuriyetleri İçin Önemi ve Bölgedeki Yeni Büyük Oyun
yatırımlarının sonrasında gerçek anlamda bir değer ifade edecektir. Bölgedeki
mevcut yatırımların sürdürülmesi, kesintisiz ihraç olanaklarının sağlanması
gibi
varsayımların
gerçekleşmesi
halinde;
Azerbaycan,
Kazakistan,
Türkmenistan ve Özbekistan’ın petrol üretimleri toplamının 2010 yılında 194
milyon tona, ihracatının ise 117 milyon tona ulaşması beklenmektedir (Pamir,
2006: 2).
(milyar varil petrol eşdeğeri)
K
ir
ku
k
Fo
rt
ie
s
K
up
ar
uk
S
ou
tP
ar
s
Te
ng
K
ar
iz
ac
ha
ga
na
P
k
ru
dh
oe
B
ay
S
D
K
as
ha
ga
n
A
C
G
20
18
16
14
12
10
8
6
4
2
0
Şekil 1: Hazar Havzası Rezervlerinin Dünyanın Büyük Rezervleri İle
Kıyaslanması
Kaynak: DİMİTROF, Thomas: “The İmplications of BTC”, İEA Roundtable on Caspian Oil and
Gaz Scenarios, http://www.iea.doe.gov, 14.04.2003
Başka bir kaynakta ise, bu durum, şu şekilde ifade edilmektedir. 2015 yılı
itibariyle dünya petrol tüketiminin 4 milyar ton olacağı tahmin edilmektedir.
2015 yılı itibariyle Hazar Bölgesi’nden dünya piyasalarına her gün ortalama
4.12 milyon varil petrol arz edilebileceği ve günlük üretim hacminin ise 4,7
milyon varil olabileceği öngörülmektedir. Batılı uzmanların görüşlerine göre
2015 yılında Hazar Denizi’nden üretilecek petrol miktarı, 1990’ların sonunda
Kuzey Denizi’nden üretilen petrol miktarına ulaşacaktır. Dolayısıyla Hazar,
gelecekte büyük petrol üretim merkezlerinden birisi olacaktır (Kaliaskarova,
2007: 6).
173
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,158-183
Çağrı Kürşat Yüce
Doğal gaz üretimi açısından bakıldığında, söz konusu 4 ülkenin 2010 yılı
üretimlerinin (iyimser senaryo) 201 milyar m3, ihraç potansiyellerinin ise 84
milyar m3 olduğu tahmin edilmektedir. Kötümser senaryoda 2010 yılı ihraç
değeri 71,6 milyar m3’tür. 2020 yılı için iyimser senaryoda 120 milyar m3,
kötümser senaryoda ise 115,9 milyar m3 ihraç potansiyeli öngörülmektedir
(Pamir, 2006: 2).
Öte yandan, büyük güçlerin yanı sıra finans çevrelerinin de rol aldığı
bölgedeki enerji rekabetinde, gerek kaynakların işletilmesinde ve gerekse
taşınmasında kendi projelerini kabul ettirebilecek olan ülkenin, yeni yüzyılda
uluslararası arenada büyük avantaj sağlayacağı aşikârdır. Bu yüzden enerjinin
nakli ile ilgili çok çeşitli projeler de öne sürülmüş durumdadır. Hazar
Bölgesi’ndeki petrol ve doğal gaz boru hatlarının büyük bölümü Sovyetler
Birliği döneminde inşa edilmiş olduğundan, çoğu Rusya içlerine dağıtım
yapmak amacıyla planlanmış. Bu durum da, hatların ihracat amaçlı kullanımını
kısıtlamaktadır. Eski hatların büyük bölümünde de bakımsızlıktan kaynaklanan
sorunların artmaya başladığı belirtilmektedir.
Bölge
devletlerinin
sahip
oldukları
enerjinin
dünya
pazarlarına
ulaştırılabilmesi için, son yıllarda, çeşitli boru hatları gündeme gelmiştir.
Bunlardan bir kısmının inşaatına başlanmış olup, bir kısmı ise halen proje
aşamasındadır. Bunlardan bazıları şunlardır; (1) Bakü-Tiflis-Ceyhan Ham
Petrol Boru Hattı Projesi. (2) Bakü-Tiflis-Erzurum Doğal Gaz Boru Hattı
Projesi. (3) Türkmenistan-Türkiye-Avrupa (Hazar Geçişli) Projesi. (4)
Türkiye-Yunanistan Doğal Gaz Boru Hattı Projesi. (5) Mavi Akım Doğal Gaz
Boru Hattı Projesi. (6) Aktau (Kazakistan petrollerinin Bakü-Ceyhan’a
aktarılması) Projesi. (7) Orta Asya Doğal Gaz Boru Hattı (Centgaz) Projesi
(Türkmenistan-Afganistan-Pakistan). (8) Türkmenistan-İran-Türkiye Doğal
Gaz Boru Hattı. (9) Samsun-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı . (10)
Türkmenistan-Çin Doğal Gaz Boru Hattı. (11) Kazakistan-Rusya (AtrauSamara) Ham Petrol Boru Hattı Projesi.
174
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,158-183
Hazar Enerji Kaynaklarının Türk Cumhuriyetleri İçin Önemi ve Bölgedeki Yeni Büyük Oyun
7. ENERJİNİN BÖLGE DEVLETLERİNE SAĞLADIĞI KATKILAR
Türk devletlerinin sahip olduğu zengin hidrokarbon kaynakları, özellikle
kaynak çeşitliliği yaratacağı dikkate alındığında, küresel enerji güvenliği
açısından büyük önem arz etmektedir. Ağırlıklı olarak tek bir kaynağa bağımlı
olmak yerine (Rusya ve İran gibi), kaynağı çeşitlendirmek, fiyat rekabetinden
yararlanmak ve arz güvenliği gibi nedenlerden dolayı, bölgedeki enerji
kaynakları,
bölgesel
enerji
güvenliğinin
çok
önemli
köşe
taşlarını
oluşturmaktadır (Pamir, 2006: 13).
Petrol ve doğal gaz, Hazar Havzası'nda yer alan Türk devletlerinin
kalkınmaları açısından son derece önemlidir. Yani, Türk devletlerinin sahip
oldukları enerji kaynakları, bu ülkelerin gerçekten bağımsız olabilmelerinin en
önemli
ön
koşulu
olan
ekonomik
gelişmelerinin
temel
girdisini
oluşturmaktadır. Bölgede faaliyete geçen boru hatlarından elde edilecek geçiş
ücretlerinden başka, Türk devletlerindeki enerji yataklarına yapılan yatırımlar
ve rezervlerin işletilmesinden elde edilecek gelirler, gerçekten de çok
önemlidir. 2000 yılında, bölgenin petrol ve doğal gaz ihracatının toplam
ihracat içindeki payının yaklaşık % 68 olarak gerçekleşmesi, bunun en açık
göstergesidir (Güngör ve Şentürk, 2004: 67-68).
Türk Cumhuriyetleri’ne yapılan enerji yatırımları ve buradan elde edilen
gelirler
bu
ülkelerin
ekonomilerine
çok
ciddi
boyutlarda
katkıda
bulunmaktadır. Bölgedeki Türk devletlerinin ekonomik göstergeleri, enerji
gelirleri sayesinde, çok kısa bir sürede büyük bir değişim ve dönüşüme
uğramıştır. Bu ülkeler, çok hızlı bir büyüme tirendi yakalamışlar ve milli
gelirleri sürekli bir artış göstermiştir. Yani enerji kaynaklarının, Türk
devletlerinin ekonomilerinin lokomotifi konumunda olduğunu söylersek,
yanlış olmaz. Örneğin; Azerbaycan’ın 2005 yılındaki yakaladığı büyüme hızı
% 26,4 düzeyindedir. 2006 yılındaki büyüme hızı ise, % 34,5 olarak
gerçekleşmiştir. Bu oran ile dünyada birinci sıraya oturmuştur (Yeniçağ
Gazetesi, 2007: 8). Bu ülke, son 12 yılda 3,5 milyar dolar olan milli gelirini 10
175
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,158-183
Çağrı Kürşat Yüce
katınına yakın artırarak, 33 milyar dolara çıkarmıştır. Azerbaycan, petrolden
bir yılda elde ettiği geliri, 8 milyar dolardan 11 milyar dolara çıkarmayı
hedeflemektedir (Yıldız, 2007: 6). İhracatını ise 6 milyar dolara çıkarmıştır.
Ülkede, kişi başına düşen gelir 4000 dolar seviyesine çıkmıştır. Enflasyon
oranı ise 2004 yılında % 6,7’dir. Azerbaycan, son yıllarda en çok yabancı
yatırım alan ülkeler arasındadır.
Kazakistan’ın büyüme hızı, 2004 yılında % 9,4 seviyesindedir. Son beş yıldır
büyüme hızı, ortalama olarak, % 10 civarında gerçekleşmiştir. Ülke, milli
gelirini 84 milyar dolara çıkarmış ve kişi başına düşen yıllık gelir ise 5592
dolara ulaşmıştır. Enflasyon oranı 2004 yılında % 6,9’dur. Son 12 yılda
ihracatını 5,3 milyar dolardan, 30,1 milyar dolara çıkarmıştır. Diğer Türk
devletlerinin ihracatları toplamının neredeyse iki katına ulaşmış durumdadır
(Türkiye’nin ise yarısına yakın). Ayrıca Kazakistan, geçen yıl 12,6 milyar
dolar dış ticaret fazlası vermiştir (Yeniçağ Gazetesi, 2007: 8). Son 15 yılda
ülkeye 42 milyar dolarlık yabancı yatırımı gelmiştir.
Türkmenistan’ın yıllık büyüme hızı, 2004 yılında % 8 idi. Ancak son yıllarda
bu oran ortalama % 15 seviyelerine çıkmıştır. Enflasyon oranı ise 2004 yılında
% 11,1 olarak gerçekleşmiştir. Ülke, milli gelirini 23,7 milyar dolara çıkarmış
durumdadır. Türkmenistan’da kişi başına düşen yıllık gelir 4573 dolar
seviyesine ulaşmıştır. 2005 yılı itibariyle ihracatı 4,7 milyar dolara ulaşmıştır
(Yıldız, 2007: 6).
Özbekistan’ın yıllık büyüme hızı 2004 yılında % 7,1 idi. Son yıllarda bu oran
% 10’un üzerindedir. Ülkenin milli geliri 16 milyar dolar civarındadır.
Enflasyon oranı ise 2004 yılında % 1,7’dir. Kişi başına düşen yıllık geliri 2500
dolar civarındadır. Özbekistan, yıllık İhracatını 3,7 milyar dolardan, 5,3 milyar
dolara çıkarmıştır (Yıldız, 2007: 6).
Diğer yandan, Türk devletlerinde enerji alanında çok büyük meblağlı
anlaşmaların da yapıldığı bilinmektedir. Yapılan enerji anlaşmaları, şu anda,
100 milyar doları geçmiş durumdadır. Azerbaycan sadece BTC ve AÇG
176
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,158-183
Hazar Enerji Kaynaklarının Türk Cumhuriyetleri İçin Önemi ve Bölgedeki Yeni Büyük Oyun
projelerinden 21 milyar dolar gelir elde edecektir. Ayrıca Türkmenistan ile
Rusya arasında yapılan doğal gaz anlaşması ile Türkmenistan, 25 yılda, 250
milyar dolar gelir elde edecektir (Yüce., 2006: 269). Kazakistan ise, Rus şirketi
olan Rosneft ile 55 yıllık petrol üretim ortaklığına dayanan 23 milyar dolarlık
anlaşma imzalamıştır (Eralp, 2006: 2). Bazı Türk devletlerindeki projelerin
parasal değerleri aşağıdaki tabloda verilmiştir (Tablo 5).
TABLO 5: Türk Cumhuriyetleri’ndeki Projelerin Bazılarının Parasal
Değeri
KAZAKİSTAN
AZERBAYCAN
Proje (Yatak) Adı
Kurmangaz
Parasal Değeri
(milyar dolar)
23
Proje (Yatak) Adı
Alov, Şark, Araz
Parasal Değeri
(milyar dolar)
9
Tengiz
20
Mega Proje
8
Karakaçanak
8
Nahçıvan
5
Tup-Karagan
3
Abşeron
4
Kashagan ve Aktau
2
Şahdeniz
4
Kaynak: ABD Enerji Bakanlığı (http://www.energy.gov), Haziran–2002 (Mega Proje ve Şahdeniz
verileri, projenin operatörü olan BP’nin sitesinden düzeltilmiştir.) Petroconsultans, EİG, İnterfax,
18.07.2004
2010 yılında 25 milyar doları, 2020 yılında ise 40 milyar doları aşması
beklenen petrol ve gaz gelirlerinin Türk Cumhuriyetleri’nin ekonomik
yapılarında da köklü değişimlere yol açacağı şüphesizdir. Ayrıca Türk
Cumhuriyetleri için Hazar enerji kaynaklarının geliştirilmesi, ekonomilerini
yeniden inşa etme ve iç istikrarı sağlama açısından önemlidir. Ancak
kaynakların geliştirilebilmesi için, yabancı sermayeye ihtiyaç duyulmaktadır.
Türkmenistan’ın ihracatının % 82’sini, Azerbaycan’ın ihracatının % 86’sını ve
Kazakistan’ın ihracatının ise % 65’ini petrol ve petrol ürünleri oluşturmaktadır
(DEİK, 2004: 24). Türk Cumhuriyetleri’nin 2000-2020 dönemi petrol ve doğal
gaz ihracat projeksiyonu aşağıda gösterilmiştir (Tablo 6).
177
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,158-183
Çağrı Kürşat Yüce
Tablo 6: Türk Cumhuriyetleri’nin 2000–2020 Dönemi Petrol ve Doğal
Gaz İhracat Projeksiyonu
2000
2010
2020
Milyon Ton
33,1
116,5
177,9
Milyar Dolar
6,6
18,1
28,9
Milyar m3
37
123
215
Milyar Dolar
2,2
7,4
12,9
TOPLAM GELİR (Milyar Dolar)
8,8
25,5
41,8
Petrol İhracatı
Doğal Gaz İhracatı
Kaynak: Başbakanlık Dış Ticaret Müsteşarlığı, http://www.dtm.gov.tr, 12.06.2006
Ayrıca bölgenin zengin enerji kaynakları potansiyeli, Türk devletlerinin
bulunduğu coğrafyanın jeopolitik önemini de hızla artırmaktadır. Ancak bu
durumun
bölgedeki
istikrarsızlığı
artırıcı
bir
dezavantajının
olacağı
muhtemeldir. Özetle, Türk devletlerindeki enerji kaynakları; bu ülkelerin
kalkınmalarında,
ekonomik
ve
askeri
olarak
güçlenmelerinde,
bölge
halklarının refah seviyelerinin yükselmesinde, bağımsızlıklarının pekişmesinde
ve demokratik gelişimlerinde çok önemlidir.
8. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
21. yüzyılın en stratejik enerji üretim merkezlerinden biri olmaya aday Hazar
Bölgesi’nde, petrol ve doğal gaz üretim ve ihraç potansiyeli açısından en çok
dikkat
çeken
ülkeler;
Azerbaycan,
Kazakistan,
Özbekistan
ve
Türkmenistan’dır. Zira bu ülkelerde, 80’e yakın uluslararası enerji şirketinin
ilgisini
görebildiğimiz
gibi,
bölgede
onlarca
milyar
dolarlık
enerji
antlaşmalarının yapılmış olması da, Hazar’ın önemini ortaya koymaktadır.
Bölgedeki potansiyel, trilyon dolarlarla ifade edilmektedir.
Zengin hidrokarbon kaynakları ve yeni jeopolitik konumu ile Hazar Havzası,
Avrasya coğrafyasının en önemli bölgesi konumundadır. Bu sebeple, Hazar
178
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,158-183
Hazar Enerji Kaynaklarının Türk Cumhuriyetleri İçin Önemi ve Bölgedeki Yeni Büyük Oyun
Bölgesi, nüfuz mücadelesinin en sert geçtiği bölgelerin başında gelmektedir.
Hazar Bölgesi’nde sürdürülen güç mücadelesi, sadece enerji yataklarından
alınacak payları değil, bu havzada üretilecek enerjiyi dünya pazarlarına
taşımanın hangi güzergâhlar vasıtasıyla yapılacağını da içermektedir.
Enerji kaynakları, 21. yüzyılın Büyük Oyunu’nda yine başrolü oynamaktadır.
Bunun bir sonucu olarak, Hazar Havzası’nda Soğuk Savaş sonrası büyük
güçler ve bölgesel güçler arasında yaşanan etkinlik mücadelesi, “Yeni Büyük
Oyun”
olarak
adlandırıldı.
Hazar
Havzası’nda
bulunan
Türk
Cumhuriyetleri’nin, sahip oldukları zengin enerji yataklarını akılcı ve gerçekçi
politikalarla işletmeleri ve güvenilir hatlarla dünya pazarlarına ulaştırmaları
gerekmektedir. Zira bölge devletlerinin güçlenerek tam bağımsız olmaları ve
halklarının refah seviyesinin yükselmesi kısa ve orta vadede buna bağlıdır.
KAYNAKÇA
1. ABD Enerji Bakanlığı, (2005). “Caspian Sea Region Key Oil and Gas
Statistics”
2. ARAS, Osman N. (2001). “Azerbaycan’ın Hazar Ekonomisi ve Stratejisi”,
İstanbul, Der Yayınları
3.
ARSLAN,
Faruk,
(2005).
“Hazar'ın
Kurtlar
Vadisi:
Petrol
İmparatorluğundaki Güç Savaşları”, İstanbul, Karakutu Yayıncılık
4. BERKOK, İsmail, (1958). “Tarihte Kafkasya”, İstanbul, İstanbul Matbaası
5. BİNAY, Mehmet, (2003). “Orta Asya Ve Hazar Petrolleri Üzerinde Poker
Oyunu: I. Bölüm”, http://www.turkiye.net,
6. BİRSEL, Haktan, (2005). “Hazar Enerji Havzası’nın Dünya Hâkimiyeti
Mücadelesindeki Rolü”, 2023 Dergisi, Ankara, Umut Tanı Matbaası
7. BOROMBAEVA, Elvira, (2002). “21. Yüzyılda Türkiye Üzerinden Dünya
Pazarlarına Ulaştırılacak Hazar Petrol Boru Hatları Seçenekleri ve Türkiye”,
Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, SBE, Ankara,
179
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,158-183
Çağrı Kürşat Yüce
8. BP, (2005). “Statistical Review of World Energy”
9. BRZEZİNSKİ, Zbignıew, (1998). “Büyük Satranç Tahtası”, İstanbul, Sabah
Kitapları
10. CEYLAN, Cengiz, (1994). “Yeni Türk Cumhuriyetlerinin Ekonomik Yapısı
ve Türkiye İle İlişkileri”, Yüksek Lisans Tezi, İÜ, SBE, İstanbul
11. DEİK, (2004). “Kazakistan Ülke Bülteni”, Türk Avrasya İş Konseyleri,
Ankara, http://www.deik.org.tr/ulkebulteni.asp,
12. DEİK, (2004). “Türkmenistan Ülke Bülteni”, Türk Avrasya İş Konseyleri,
http://www.deik.org.tr/ulkebulteni.asp,
13. DEİK, (2004). “Özbekistan Ülke Bülteni”, Türk Avrasya İş Konseyleri,
http://www.deik.org.tr/ulkebulteni.asp,
14. DİMİTROF, Thomas, (2003). “The İmplications of BTC”, İEA Roundtable
on Caspian Oil and Gaz Scenarios, http://www.iea.doe.gov,
15. EIA, (2006). Energy İnformation Administration, “Caspian Sea Region:
Key Oil and Gas Statistics”
16. ERALP, Yalım, (2006). “Kavga Büyüyor”,
http://www.usakgundem.com/haber.php?id=781,
17. GOULİEV, Resul, (1997). “Petrol ve Politika”, İstanbul, Medyatek
Yayınları
18. GÖNÜLLÜ, Gani, (1999). “21. Yüzyılda Kafkasya ve Orta Asya
Stratejileri”, Yeni Düşünce Dergisi, Sayı 660, s. 2-24
19. GUBAYDULİNE, M. Ş. (2000). “Orta Asya’nın Jeopolitik Çizgileri”,
Stratejik Analiz Dergisi, Cilt 1, Sayı 6, s. 80
20. GÜL, Atakan - GÜL, A. Yazgan, (1995). “Avrasya Boru Hatları ve
Türkiye”, Bağlam Yayınları, İstanbul
21. GÜNGÖR, Bayram-ŞENTÜRK, S. Hayri, (2004). “Hazar Enerji
Kaynakları ve Bölge Ekonomileri Açısından Önemi”, AKÇALI, Pınar-Elif H.
KILIÇBEYLİ-Ertan EFEGİL (Der.): Yakın Dönem Güç Mücadeleleri Işığında
Orta Asya Gerçeği, İst., s. 67-91, Gündoğan Yay.
180
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,158-183
Hazar Enerji Kaynaklarının Türk Cumhuriyetleri İçin Önemi ve Bölgedeki Yeni Büyük Oyun
22. İŞLER, Ali, (1999). “Hazar Petrolleri ve Petrol Boru Hatları Sorunu”,
Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, SBE
23. KALİASKAROVA, Zaure, (2007). “Hazar Denizi’nin Petrol ve Gaz
Kaynakları Potansiyelinin Araştırılması”, Çev. Janar TEMİRBEKOVA, AsyaAvrupa Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Dergisi, Sayı 5, ,
Ankara, s. 5-16
24. KARAKAYA, Dilek-KORAŞ, Fatih, (2005). “Enerji Bağlamında TürkiyeRusya İlişkileri”, http://www.turksam.org/tr,
25. KILIÇBEYLİ, Elife Hatun, (2004). “BOB’un Hedefi, Petrol ve Enerji
Rezervlerini Kontrol Altına Almak”, Zaman Gazetesi, s. 16
26. KLEVEMAN, Lutz, (2004). “Yeni Büyük Oyun: Orta Asya’da Kan ve
Petrol”, Çev. Hür Güldü, İstanbul, Everest Yayınları
27. MÜTERCİMLER, Erol, (1997). “21. Yüzyıl ve Türkiye Yüksek Strateji”,
İstanbul, Erciyes Yayınları
28. NEVRUZOV, Elçin, (2003). “Azerbaycan Petrollerinin Ekonomik ve
Siyasal
Açıdan
Değerlendirilmesi”,
Yüksek
Lisans
Tezi,
Marmara
Üniversitesi, SBE, İstanbul,
29. OGAN, Sinan, (2005). “Yeni Global Oyun ve Hazar’ın Statüsü”,
http://www.turksam.org/tr
30. OGAN, Sinan, (2001). “Hazar'da Tehlikeli Oyunlar: Statü Sorunu,
Paylaşılamayan Kaynaklar ve Silahlanma Yarışı”, Avrasya Dosyası, Cilt 7,
Sayı 2, s. 154-172
31. ÖĞÜTÇÜ, Mehmet, (1995). “Avrasya enerjisi-Stratejik Dengeler ve
Türkiye”, Yeni Forum, c.16, s. 2
32. ÖZALP, Necdet, (2004). “Büyük Oyunda Hazar Enerji Kaynaklarının
Önemi ve Konumu”, Panorama D., Sayı 1, s. 1-8
33. PALA, Cenk, (1999). “21. Yüzyıl Dünya Enerji Dengesinde Petrolün ve
Hazar Petrollerinin Yeri ve Önemi”, Petro-Gas, Sayı 11, s. 20-25
181
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,158-183
Çağrı Kürşat Yüce
34. PAMİR, A. Necdet, (2006). “Kafkaslar ve Hazar Havzası’ndaki Ülkelerin
Enerji Kaynaklarının Türkiye’nin Enerji Güvenliğine Etkileri”, Türkiye’nin
Çevresindeki Gelişmeler ve Türkiye’nin Güvenlik Politikalarına Etkileri
Sempozyumu, Harp Akademileri, İstanbul,
35. PAMİR, Necdet, (2000). “Hazar Bölgesi’nde Enerji Politikaları:
Avrupa’nın ve ABD’nin Konseptleri” Ankara, Sempozyum Bil,
36. PAMİR, Necdet, (2003). “Avrasya Boru Hatları, Enerji Güvenliği ve
Türkiye”, Jeopolitik Dergisi, Sayı 4, İst., s. 21-27
37. PARLAR, Suat; “Barbarlığın Kaynağı PETROL”, Anka Yayınları,
İstanbul, 2003
38. TAVKUL, Ufuk, (2005). “Kafkasya’nın Coğrafi Konumu ve Stratejik
Önemi”, http://www.caucasus.8k.com,
39. TEMİROVA, Zühre, (2000). “Hazar Denizi’nde Neft Fırtınası”, Yeni
Avrasya Dergisi, Yıl 1, Sayı 4,
40. ÜŞÜMEZSOY, Şener-ŞEN, Şamil, (2003). “Petrol Düzeni ve Körfez
Savaşları”, İstanbul, İnkılâp Kitapevi
41. ÜŞÜMEZSOY, Şener, (2007). “Türk Süperetnosu, Dünya Sistemi ve Turan
Petrolleri”, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Dergisi, Sayı 1, s. 146-147
42. Yeniçağ Gazetesi, (2007). “Azerbaycan Büyüme Rekoru Kırıyor”
43. YILDIZ, Abdülhamit, (2007). “Türk Dünyası’nda Büyüme Rekoru”, Zaman
Gazetesi
44. YILDIZ, Pembe, (2005). “Türkmenistan Ülke Raporu”, KOSGEB (Küçük
ve Orta Ölçekli Sanayi Geliştirme ve Destekleme İdaresi B.)
45. YÜCE, Çağrı Kürşat, (2006). “Kafkasya ve Orta Asya Enerji Kaynakları
Üzerinde Mücadele”, İstanbul, Ötüken Yayınları
46. YÜCE, Çağrı Kürşat, (2006). “1990 Sonrası Oynanan Yeni Büyük Oyun
ve Hazar Havzası’nın Önemi”, Global Strateji Dergisi, Yıl 2, Sayı 6, Ankara,
s.107
182
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,158-183
Hazar Enerji Kaynaklarının Türk Cumhuriyetleri İçin Önemi ve Bölgedeki Yeni Büyük Oyun
47. YÜCE, Çağrı Kürşat, (2001). “Türk Dünyası-Temel Meseleler ve Çözüm
Önerileri”, Ankara, Tutibay Yayınları
183
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,158-183
Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1 (1),2008,184-212
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY
SUDAN’IN DARFUR BÖLGESİ SORUNU
Ersin Özmen∗
ÖZET
Türkiye Sudan Darfur’da yaşanan soruna taraf bir ülke olmamasına rağmen Osmanlı
döneminden gelen bağlar ile BM ve NATO üyesi ülkeler arasında prensipte Barışı
Destekleme Harekatlarına sağladığı katkılardan dolayı Türkiye’nin Sudan Darfur
konusunda izleyebileceği dış politikaların neler olduğu ve bölgeden hangi ekonomik
faydaların sağlanabileceği ancak yapılacak gerçekçi bir değerlendirmeyle mümkün
olabilir.
Sudan Darfur’da yaşanan sorunların hızla gelişen petrol kaynakları üzerinde bir
paylaşım kavgası olduğu değerlendirilmektedir. Bu makale halen Sudan’ın Darfur
bölgesinde halen devam eden sorunla ilgili çalışmalara ışık tutabilme ve bilgilendirme
amacı taşımaktadır.
Anahtar Kelimeler: Sudan, Darfur, UNMIS, AMIS, Afrika Birliği Barış Gücü.
ABSTRACT
Although Turkey is not a part of subject problem in Darfur Region of Sudan, due to the
historical ties with the region from Otoman Empire times and Turkey’s involvement
almost in all peacekeeping operations in principle as a NATO and UN member country,
it is only possible with a realistic assessment to determine how Turkey can develop a
foreign policy and derive as much economic benefit as possible of this situation.
It has been assessed that the problem in Darfur is sort of a wealth-sharing on the rapidly
improving petroleum resources. This article aims to provide an informative background
for the studies on ongoing Darfur Problem.
Key Words: Sudan, Darfur, UNMIS, AMIS, African Union Peace Unit.
1.GİRİŞ:
2006 Darfur Barış Anlaşması hükümleri gereği Darfur’un tek bir bölge halinde
teşkilatlanıp teşkilatlanmayacağı 2010 yılında yapılacak bir referandumla
belirlenecektir. Referandum ile merkezden ayrılmış bir özerk bölge oluşması
halinde Sudan’ın petrol gelirleri azalacak ve iki özerk hükümet tarafından
∗
BÜSAM Afrika Masası Uzmanı, [email protected]
Sudan’ın Darfur Bölgesi Sorunu
elinden alınır hale gelecektir. Bu yüzden Sudan Devlet Başkanı El-Beşir
Darfur’a BM güçlerini sokmamaya kararlı görünmektedir. Bölgede görev
yapan Afrika Birliği Barış Gücünün devam etmesini, Afrika sorunlarına Afrika
tarzında çözümler bulunmasını istemektedir.
Sudan Devlet Başkanı El-Beşir ise, Darfur sorununun Afrika Birliği Barış
Gücü önderliğinde çözümünden yana olduğunu ve Sudan’da, Amerikanın
Irak’a müdahale ettiği gibi bir ortamın oluşmasına müsaade etmeyeceğini
belirtmektedir. Dolayısıyla Müslüman kimlikli bir hükümet görünümündeki
Sudan Hartum Hükümetinin Darfur sorunununa acil çözümler bulmaması,
hemen her çatışma ortamının ayrılmaz bir unsuru olan dini kimlik unsurunun
(burada İslam kimliği) saldırılara hedef olmasına açık kapı bırakmaktadır.
Hıristiyan dünyası bu fırsatı kullanıp İslamın bir barış dini olmadığı iddiasında
bulunabileceği ortamı bu suretle bulmuştur. Özellikle açık kaynaklarda bu
tema çokça işlenmektedir.
Bu makalenin amacı Sudan’ı ve Darfur Bölgesini ele alarak bugün devam eden
sorunların nedenlerini irdelemek ve Türkiye’nin bu sorunların çözümünde
hangi roller üstlenebileceğini ve Türkiye-Sudan ilişkilerinin hangi boyutlarda
geliştirilebileceğini değerlendirmektir.
1. SUDAN VE DARFUR TARİHİNE GENEL BAKIŞ
Osmanlı Yönetimi Zamanında Durum
Tarihi kaynaklarda Sudan (Orhonlu, 1996) denirken kastedilen alan bugünkü
Sudan’ın topraklarından çok daha geniş bir alandır. Kızıldeniz kıyılarından
başlayarak Batı Afrika'ya kadar uzanan geniş bir alana Biladu's-Sudan
(siyahlar ülkesi) adı verilmişti. Daha sonra "bilad" kelimesi atılarak bu bölgeye
sadece
Sudan
denmiştir.
Mısır’ın
639'da
Amr
İbnu'l-as
tarafından
fethedilmesinden sonra bu ülkeye yerleşen Müslümanlar kısa süre sonra ticaret
için Sudan pazarlarına gitmeye başladılar. Sudanlılar da İslam’ı ilk olarak bu
tüccarlar sayesinde tanıdılar. 1172'de Salahuddin Eyyubi'nin kardeşi Turan
185
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 184-212
Ersin Özmen
Şah, 1260'ta da Baybars bugünkü Sudan topraklarına birer sefer düzenlediler
ve bu seferlerden sonra buralarda İslam daha da güçlenmeye başladı.
1517'de Osmanlı Devleti'nin Mısır’ı fethetmesi Sudan'da etkisini gösterdi ve
Sudan'da varlığını sürdüren Func (Funj) İmparatorluğu da güneye doğru
kayarak varlığını sürdürdü. 1820’li yıllarda Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali
Paşa’nın Func Sultanlığına son vererek kurduğu Hartum şehri yeni idari
yapının başkenti olmuş ve bugünkü modern Sudan devletinin temelleri atılmış
oldu. Bir müddet sonra Mısır Sudanı adı verilen bu bölgenin sınırlarına
Kordofan ve Darfur Sultanlıkları da dahil edildi. Furlar Sudan’daki siyah
kavimlere
mensup
olmakla
beraber
menşeinin
kimlere
dayandığı
bilinmemektedir (Fadul Hasan, 2003: 92). Fur Hanedan ailesinin soyadı olan
‘Solong’ kelimesi Fur dilinde “Arap olan” anlamındadır (Şugır, 1981: 177).
Afrika’da Mısır ve Habeş Eyaletleri İstanbul’dan yönetilirdi ve merkeze bağlı
idi. Bugünkü Sudan’ın Kızıldeniz sahili (Eritre ve Etyopya) Osmanlı
Devletinin Habeş Eyaleti olarak adlandırılırdı. Sudan’ın iç kısımlarında varlık
gösteren üç Mahalli Sultanlık (Func, Darfur ve Kordofan) ise merkezî yönetim
dışında olmakla beraber Osmanlı hâkimiyetindeydiler. Darfur Sultanlığı ise
Müslüman kimliğinden dolayı Osmanlı Padişahı ve beraberinde taşıdığı Halife
kimliğine bağlılık göstermekteydi.
Bölgeye hayat götüren Nil Nehri havzası ana hat olarak kabul edildiğinde
sırasıyla bu üç sultanlıktan Func Sultanlığının başkenti Mavi Nil Nehri
üzerinde olan Sinnar şehri idi. Menşey bakımından ne Arap ve ne de önceleri
din bakımından Müslüman idiler. İkinci Sultanlık olan Kordofan Sultanlığı Nil
nehrinin daha batısında bugünkü Sudan’ın yine aynı isimle anılan Kordofan
bölgesi civarında yer almakta idi. En batıda ise Darfur Sultanlığı
bulunmaktaydı.
Darfur Sultanlığı
Sudan’daki mahalli Darfur Sultanlığı’nın kuruluşu tam olarak bilinmemekle
beraber Fur sultanlarından en ünlüsü Sultan Süleyman Solong’dur(1640–
186
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 184-212
Sudan’ın Darfur Bölgesi Sorunu
1660). Darfur Sultanlığı’nda sultanlık büyük oğula veraset yoluyla intikal
etmekteydi. Darfur Sultanlığı, Osmanlı Devleti’ne bağlı olduğunu kabul
etmekle beraber Osmanlı Devleti dahil hiçbir devlete vergi vermemekte fakat
her yıl Haremeyn Şerifeyn için Surre∗ gönderilmekteydi.
.
Resim-1: General Kitchener
24 Kasım 1874’te, yapılan savaşta Darfur bağımsızlığını kaybederek Mısır’a
bağlanmıştı. 1882’de Sudan’da Muhammed Ahmed El-Mehdi yerli bir lider
olarak ortaya çıktı ve Mehdi Hareketi büyük bir alana yayıldı. Sudan’daki
Mehdi Devleti’nin kendi aleyhlerine olduğunu gören İngilizler, İngiliz-Mısır
kuvvetleri komutanı İngiliz Generali Kitchener’i Sudan üzerine yollayarak
Kereri Savaşı ile (2 Eylül 1898) Mehdi Devleti’ni ortadan kaldırdılar. Böylece
İngiliz-Mısır ortak yönetimi Hartum’u Mısır’a bağlamayı başardılar. Fakat
Kitchener, Darfur bölgesini Sudan merkezi idaresine bağlamayı imkânsız
görmekteydi.
Mehdi Devletinin yıkılmasından sonra Hartum yakınlarında bulunan
Umdurman’da sürgündeki Fur Hanedanından Ali Dinar Darfur’a dönerek eski
∗
Osmanlı Devleti'nde her yıl Haremeyn'e (Medine ve Mekke) gönderilen para ve armağanlar.
İstanbul’dan gönderilenler Surre, Afrika’dan gönderilenler ise Mahmel diye adlandırılırdı. (Örn:
Mahmel-i Mısır) Bu maksatla düzenlenen alaya Surre-i Hümayun denirdi. Surre-i Humayun her
yıl Recep ayının girmesiyle başlar, 12 Recep günü surrenin yola çıkarılmasıyla sona ererdi. O gün
padişahın da törenlere katılmasıyla Surre-i Hümayun Üsküdar'dan uğurlanırdı. Surre-i Hümayun'a,
geçtikleri yerden hacca gitmek isteyen kişilerde katılırdı. I. Dünya savaşı sırasında Şam'a
gönderilen surre, yenilgiyle sonuçlanan savaş sonrasında İstanbul'a geri gelmiş ve bu gelenek
böylece sona ermiştir.
187
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 184-212
Ersin Özmen
Fur Sultanlığını yeniden kurmuştu.∗ İngilizler hoşlarına gitmeyen bu
gelişmeden sonra ikna yolu ile Darfur’u kendi yönetimleri altına almaya
çalışmaktaydılar. Mısır-İngiliz Ortak yönetimi Ali Dinar’ın sultanlığını kabul
etmek ve Darfur’un içişlerini Ali Dinar’a bırakma karşılığında;
a. Darfurda İngiliz müşavirlerin bulunmasını,
b. İngiliz hakimiyetini kabul ettiğinin bir ifadesi olarak Hartum’da
olduğu gibi İngiliz ve Mısır bayraklarının dikilmesini,
c. Darfur’un Hartum yönetimine vergi vermesi istenmişti.
Ali Dinar’a göre Hartum’daki Mısır-İngiliz idaresi sömürgeci ve işgalci bir
idare idi. Esasında emperyalist amaçlarla İngilizler Afrika’da bağımsız ve millî
bir devlet bulunması istemiyorlardı ve ülke kaynaklarından daha çok
faydalanmak için demiryolları inşa etmişlerdi. Bu esnada Ali Dinar’ın Darfur
Sultanlığı da kuruluşunu tam olarak sağlamış ve bölgede güçlü hale gelmişti.
Bu İngilizlerin Afrika politikaları için tehlikeli bir gelişme idi. Bu esnada
Fransızlar ise Orta Afrika bölgesinde etkinliklerini arttırmışlar ve Veday
Sultanlığı (Bugünkü Çad bölgesi) ile Darfur arasındaki sınır meselesi bahane
ederek
Darfur’un
hala
İngiliz
direkt
nüfuzu
altında
olmamasından
faydalanmak istemişlerdi.
Ali Dinar, halife unvanı taşıyan Osmanlı Padişahı’na bir mektup yazmış,
İngilizlere karşı tavrını ortaya açık şekilde belirtmiş ise de mektup İstanbul’a
ulaşmamıştı. Bundan başka Osmanlı Devletinin Almanya yanında savaşa
girmesinden sonra ilan edilen cihata Sultan Ali Dinar cevap vermiş ve Osmanlı
yanında yer aldığını belirten bir cevap vermişti. Görüldüğü gibi Darfur
Osmanlı
Devleti
Padişahına
bağlılığını
Halife
kimliğinden
dolayı
sürdürmektedir.
1916 yılında İngilizler Darfur üzerine yürüyerek Darfur’u ele geçirmiştir.
Darfur’daki Fur hanedanının son sultanı Ali Dinar’ın İngilizlerin Sudan’ı
işgaline rağmen 18 yıl boyunca İngilizlere tâbi olmadan hanedanını fiilen
∗
Ali Dinar’ın büyükbabası Sultan Muhammedi El-Fadıl Fur hanedanın yirmi beşinci sultanı idi.
188
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 184-212
Sudan’ın Darfur Bölgesi Sorunu
bağımsız olarak devam ettirmiştir. Bir milli lider olarak işgalci İngilizlere karşı
koymuş ve İngilizler Sudan’da işgallerini 1956 yılına kadar devam
ettirmelerine rağmen 1950-1960’larda bile Darfur’daki camilerde hutbeler hala
Osmanlı Halifesi adına okunmaya devam etmişti. Bu Ali Dinar’ın ve onu
seven Darfurluların Türklere karşı besledikleri duyguları açık olarak ortaya
koymaktadır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında sömürgecilik güç kaybetmiştir. 1948 yılında
yapılan Juba Konferansında, güneyli şefler ile kuzeyli milliyetçiler bir araya
gelmiş ve taraflar, birleşik ve bağımsız Sudan için mücadele etme konusunda
anlaşmışlardır Bu suretle başlayan mücadeleye karşı koyamayan İngiltere ve
Mısır, nihayet 12 Şubat 1953'te, ortak mülkiyeti sona erdirme ve Sudan'a
özerklik verme konusunda anlaşmışlardır. 19 Aralık 1955 tarihinde, Sudan
Meclisinde, ülkenin bağımsızlığına oybirliğiyle karar verilmiştir ve akabinde,
1 Ocak 1956'da İngiliz ve Mısır birlikleri ülkeyi terk etmiştir.
Bağımsızlığın Kazanılmasından Sonraki Dönem
Bağımsızlıktan sonra 1958-1964 arasında ülke askeri yönetimle yönetildi.
1969’da Albay Numeyri kansız bir darbeyle başa geçti. Darbe liderleri eski
adalet bakanının da katılımıyla oluşturdukları 10 üyeli Devrim Komuta
Konseyi vasıtasıyla ülkeyi 1985’e kadar yönettiler. Numeyri’nin ilk önceliği
1955’de güneyde başlayan ve 1960’ların ortasında bir iç savaşa dönüşen
ayrılıkçı hareketi sona erdirmekti. Numeyri Joseph LAGU liderliğindeki
Güney Sudan Kurtuluş Cephesi (Southern Sudan Liberation Front-SSLF) ile
27 Mart 1972’de Addis Ababa anlaşmasını imzaladı. Bu anlaşmayla;
Equatoria, Bahr al Ghazal ve Upper Nile eyalet ve vilayetlerine otonomi
veriliyordu.
Kuzey-Güney kavgası 1983’de Numeyri’nin güneyi herbiri kendi meclisi olan
3
bölgeye
böleceğini
ve
şeriat
kurallarının
yürürlüğe
konulacağını
açıklamasından sonra şiddetlendi. Fakat Temmuz 1984’de Milli Halk Meclisi
Numeyri’nin “Sudan bir İslam Devletidir” şeklindeki anayasa değişiklik
189
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 184-212
Ersin Özmen
teklifini reddetti. Güneyde huzursuzluklar daha da arttı ve bunun sonucu olarak
SPLM (Sudan Halk Kurtuluş Hareketi-Sudan People’s Liberation Movement)
doğdu ve Bahr al Ghazal ile Upper Nile vilayetlerinde askeri kontrolü ele aldı.
General Abdülrahman Suvaruzzeheb Mart 1985’de halkın arasında yiyecek
fiyatlarındaki artıştan doğan bir memnuniyetsizlik ortamında kansız bir askeri
darbeyle iktidarı Numeyri’den ele geçirdi. Bu darbeden sonra 1989’da ise
Tuğgeneral Omer Hasan Ahmed El Başir yaptığı darbeyle yönetimi ele geçirdi
ve 15 üyeli Devrim Komuta Konseyi’ni (Revolutionary Command CounsilRCC) kurdu ve ilk amacının güneydeki çatışmaları sona erdirmek olduğunu
söyledi. Darbeden sonra El-Beşir Devlet Başkanı, RCC Başkanı, Başbakan,
Savunma Bakanı ve Silahlı Kuvvetler Komutanı oldu. Anayasa, Milli Meclis,
tüm politik partiler ve ticaret kuruluşlarının faaliyetlerine son verildi. Acil
durum ilan edildi. Gazeteler kapatıldı. El Beşir’in önceki başbakan Dr.Hasan
El Turabi lidderliğindeki Milli İslami Cephe’ye (National Islamic Front-NIF)
yakınlığı ve bağlantısı kısa sürede ortaya çıktı. 1984’de vazgeçilen şeriat
kuralları tekrar ortaya çıktı ve NIF ile Turabi’nin hükümet üzerindeki etkisi
arttı.
Resim-2:Sudan Devlet Başkanı Ömer Hasan Ahmed El-Beşir
SPLA kendi içerisinde fraksiyonlara bölünerek bir müddet zayıfladı. Fakat
1995’de SPLA tekrar silahlandı ve takviyelerle güçlendi ve 1980’lerde
190
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 184-212
Sudan’ın Darfur Bölgesi Sorunu
kaybettiği yerlerin kontrolunu tekrar ele geçirdi. 1996 seçimlerinde Ömer El
Beşir Devlet Başkanı, Turabi ise Milli Kongre Partisi Lideri olarak meclise
girdi. Seçimler Turabi’ye güç kazandırdı ve Beşir’i Başkanlıktan etti. 1999
Aralığında Başkan Turabi parlementoyu feshetti ve acil durum ilan etti. 2000
seçimlerinde Ömer El Beşir % 85 oy alarak tekrar Başkan seçildi. Muhalefet
partileri seçimden yeteri süre önce teşkilatlanmalarını tamamlayamadıklarını
ileri sürdüler. Beşir, Turabi’yi SPLA isyancı liderleriyle bir mutabakat
imzalaması üzerine tutuklattı ve 2001 yılı baharında Turabi’nin çoğu adamı
tutuklandı.
2. BUGÜNKÜ SUDAN
Sudan’ın Siyasi Yapısı:
Ülkenin resmi tam adı Sudan Cumhuriyeti’dir. Kısa şekli Sudan olup yerel tam
adı olarak Jumhuriyat As-Sudan olarak kullanılmaktadır. Yönetim biçimi
parlamenter cumhuriyet olup başkent Hartum’dur. Sudan idari olarak 26
vilayete ayrılmıştır. Devlet ve Hükümet Başkanı Korgeneral Omar Hassan
Ahmad al-Bashir’dır. Ülkenin bağımsızlık günü 1 Ocak 1956 (Mısır ve
Ingiltere'den) olup, ülkede milli bayram olarak kutlanmaktadır. Anayasa 12
Nisan 1973 tarihinde yapılmıştır. Yasama organı 400 üyeli meclistir. 275 üye
halk oyuyla seçilir. Geri kalan 125 üye Devlet Başkanı Ömer Hasan Ahmed
El-Beşir tarafından atanr. Yürütme organı olan Bakanlar Kurulu Devrim
Komuta
Konseyi
tarafından
(Revolutionary
Command
Counsil-RCC)
tarafından seçilir ve 22 üyelidir. Bu kurul Devlet Başkanına danışmanlık
yapar. Ülkede şeriata dayalı yargı sistemi bulunmasına rağmen anayasa kabile
ve ananelere dayalı yargı kurallarına da müsaade etmektedir.
Sudan’da petrol
Sudan’daki petrol tespit faaliyetleri ilk defa 1959 yılında İtalyan Agip şirketi
tarafından Kızıldeniz’de başlatılmıştır. Shell şirketinin % 25 hissedar olduğu
Chevron Şirketi ilk petrolu 1978’de Yukarı Batı Nil Vilayetinin (Western
191
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 184-212
Ersin Özmen
Upper Nile) Muglad Havzasında buldu. 1981’de Chevron ikinci petrol tespitini
(daha küçük bir havzada) Melut Havzasındaki Adar Yale’de (Beyaz Nil’in
doğu kıyısında Dinkaların çoğunlukta olduğu bir bölge) yaptı. Chevron üçüncü
ve daha büyük bir tespiti ise Heglig’de (Batı Yukarı Nil’de Unity havzasının
70 km kuzeyinde) yaptı. Bu tarihten sonraki 20 yılda burası (Yukarı Batı Nil
havzası) Sudan petrol aramalarının asıl ilgi alanı oldu.
Sudan Halk Kurtuluş Ordusu 1984 yılı başlarında bazı Chevron çalışanlarını
kaçırıp sonradan serbest bıraktı. Bu olaydan kısa bir süre sonra da Chevron
tesislerine saldırı düzenledi. Bu saldırıdan sonra Chevron Sudan’daki tüm
personelini havadan 18 saat içinde tahliye ederek ülkede petrol arama
faaliyetlerini durdurdu. 1989’da bir darbe ile Milli İslami Cephe işbaşına geldi
ve 1990’da Chevron ülkeyi tamamen terketti. Chevron’un büyük petrol arama
imtiyazları küçük parçalara ayrıldı. Süregelen yıllarda Sudan Hükümeti petrol
işi ile ilgilenecek şirketler aradı.
1996 yılında Kanadalı Arakis Energy (Arakis) adlı firma Heglig ve Unity
petrol havzalarında geliştirme
faaliyetlerine başlamış ve çıkarılabilir
rezervlerin 600 milyon ile 1.2 milyar varil olduğunu öngörmüştür. Petrol
sahalarının Kızıldeniz’deki limana uzak oluşu nedeniyle bu sahalardan Port
Sudan yakınlarındaki Suvakin petrol terminaline kadar uzanacak 1600 km.lik
petrol boru hattının inşa edilmesi işi için Greater Nile Petroleum Operating
Company (GNPOC) konsorsiyumu kurulmuştur. GNPOC içerisinde Arakis
daha sonra hisselerini yine Kanadalı başka bir firmaya (Talisman) satmıştır.
Talisman ise 2003 yılında GNPOC içerisindeki hisselerini Uluslararası İnsan
Hakları örgütlerinden gelen baskılar neticesinde Hindistan Petrol Şirketi
ONGC Videsh’e (OVL) satmıştır. Bugün itibariyle bu konsorsiyumda Chinese
National Petroleum Company-CNPC (% 40), Malezya Petronas (%30),
Hindistan ONGC Videsh-OVL (% 25) ve Sudan Sudapet (% 5) yer almaktadır.
1999 Eylül’ünde ilk Nil petrolü Kızıldenize pompalanmaya başlanmıştır.
192
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 184-212
Sudan’ın Darfur Bölgesi Sorunu
Sudan’ın en büyük petrol havzası şu anda Yukarı Batı Nil (Western Upper
Nile) bölgesindeki Unity ve Heglig petrol sahalarıdır. Ülkedeki toplam
üretimin 2007 sonunda günde 650 bin varile 2008 yılında ise 800 bin varile
ulaşacağı tahmin edilmektedir (Sudan Tribune Gazetesi, 28 Şubat 2007). Son
zamanlarda Sudan’ın birçok bölgesinde yeni petrol arama ve çıkarma faaliyeti
yoğunlaşmış bulunmaktadır. 2004 yılı haziran ayında Kuzey Sudan’da,
Hartum güneyinde bulunan Cezire bölgesinde ilk kez arama başlamış olup Nil
vadisindeki El-Damir’de delme işlemlerine 2004 Kasım ayında geçilmiştir.
Petrol arama ve çıkarma faaliyetleri en son zamanlarda daha doğudaki Yukarı
Nil Havzasındaki Melut Havzasına kaymıştır.
Güney Sudan’da Kapsamlı Barış Anlaşması ile Güney Sudan Hükümetini
kurulmasından sonra oluşan ortamda petrol çıkarma lisans ve hakkı açısından
sorunlar ortaya çıkmıştır. Fransız TOTAL SA (TOT) ve İngiliz Beyaz Nile
(White Nil Ltd) Şirketleri arasında yaklaşık bir yıldır bir dava sürmektedir.
İngiliz kriketçi Phil Edmonds’un sahibi olduğu Beyaz Nil şirketi Güney
Sudan’daki Jonglei bölgesindeki petrol havzasında (Yaklaşık 118.000 km2)
petrol arama ve çıkarma hakkının % 60’ının kendisinde olduğunu iddia
etmektedir.
Mayıs 2005’de bu petrol havzasındaki hakların % 60’ı Güney Sudan Hükümeti
Petrol Şirketi Nile Pet tarafından Beyaz Nil şirketine devredildi. Beyaz Nil
Şirketine yapılan bu devir karşılığında ise şirketin % 50’sine Nile Pet sahip
oluyordu. Halbuki Güney Sudan Hükümetinin kurulmasından önce 1980’de bu
havzadaki petrol arama ve çıkarma hakları Fransız Total SA firmasına verilmiş
iç savaşın çıkmasıyla faaliyetlerini kapayan Total hakların devamlılığı için her
sene Hartum Hükümetine belli bir ücret ödemekteydi. İngiliz Mahkemesi
Beyaz Nil Şirketinin Total’e kendisine yapılan bu yetki devrini kanıtlayan
dökümanları sunmasını istemiştir. İngilterede konu ile ilgili mahkeme devam
etmektedir.
193
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 184-212
Ersin Özmen
Buna benzer diğer bir durum ise 2005 Barış anlaşmasından sonra Güney Sudan
Hükümeti tarafından Moldova Petrol Şirketi Ascom’a verilen 5B Petrol
Havzasından doğabilir. Merkezi Hartum Hükümetine göre bu havzadaki haklar
Malezya Petrol Şirketi Petronas’a aittir. Güney Sudan Hükümeti Petrol Şirketi
Nile Pet, Moldova ASCOM’ın % 5 hissesinin sahibidir. Her iki ihtilaflı
durumdan çıkarılacak sonuç Güney Sudan’da yeni hükümetin daha önceden
Merkezi Hartum Hükümetince verilmiş Petrol arama ve çıkarma imtiyazlarını
kendi karar ve menfaatleri doğrultusunda değiştirmesidir. Bu da Darfur
sorununun detayında petrolden pay alma maksadıyla oldukça iştah açıcı bir
husustur.
Sudan Maliye Bakaninin 7 Mart 2007 tarihinde yapmış olduğu açıklamaya
göre 2007 senesinde günlük petrol üretiminin günlük 520.000 varil civarında
gerçekleşmesi beklenmektedir. 2006 yılındaki ortalama üretimin 500.000 varil
hedeflenmesine rağmen daha düşük olduğu ve 365.000 varil/gün civarında
gerçekleştiği belirtilmiştir. Nil Havzalarından çıkarılan yüksek kaliteli petrolun
varil fiyatı 50 USD olarak tespit edilirken diğer bölgelerde nispeten daha
düşük kalitedeki petrolün varili 30 USD olacaktır. Her varilden petrol istikrar
fonu için 5 USD ayrılmaktadır. Ayrıca Güney Sudan Hükümeti geçen sene
petrolden 1,2 milyar USD gelir elde etmiştir. Halen OPEC'de gözlemci
konumunda bulunan Sudan'ın, birkaç yıl içerisinde, tam olarak üye olması
beklenmektedir. OPEC üyeliği, petrolün önemini ileride, Sudan için daha da
arttıracaktır.
Sudan Enerji ve Madencilik Bakanlığı yetkilileri ispatlanmış rezervlerin 700
milyon varil ve toplam rezervin de Kuzeybatı Sudan, Mavi Nil Basini ve
Kızıldeniz bölgesindeki petrol alanları da dahil olmak üzere Beş Milyar varil
olarak tahmin etmektedirler. Orta ve Güney Sudan Petrol sahalarında çıkartılan
petrolü Kızıldeniz kıyısında bulunan Port Sudan Limanına taşıyan petrol boru
hattının 1999 yılında devreye girmesiyle petrol üretimi sürekli bir artış
göstermiştir. 2004 yılında 343 bin varil olan günlük üretimin 2006 yılında 434
194
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 184-212
Sudan’ın Darfur Bölgesi Sorunu
bin – 600 bin varil arasında gerçekleştiği ve gelecek birkaç sene içerisinde de
günlük 1 milyon varile ulaşacağı tahmin edilmektedir.
3. SORUNLU BÖLGELER VE BARIŞ GÜÇLERİ
Güney Sudan Çatışma Tarihi
Sudan’da iç savaşı bazıları birinci ve ikinci iç savaş periyodu olarak
tanımlarken diğer bir tanımlama ise tek bir iç savaş olduğu ama arada bir 11
yıllık ateşkes döneminin bulunduğudur. Hangi tanımlama olursa olsun Sudan 1
Ocak 1956 da bağımsızlığına kavuşmasından sonra 11 yıl hariç olmak üzere
(1972-1983) iç savaş yaşamıştır. Hartum hükümetinin Güney Sudan’da şeriat
kuralları uygulayacağı korkusu yüzünden Hıristiyan ve Anemist yerlilerin
silahlanması çatışmaların nedeni olarak görünürken, 1978’de güneyde zengin
petrol yataklarının bulunması ve çatışmaların 1983’de başlaması da tesadüfi
olmadığı ve çatışmaların asıl sebebi olarak ileri sürülmektedir.
Sudan’da güney ile kuzey arasındaki savaş 1983’de başlamış ve 2004 yılına
kadar yirmibir yıl sürmüştür. Bu savaşın başlaması ile 1972 yılında yapılmış
olan Addis Ababa Barış Anlaşması sona ermiştir. Sudan Hükümeti ile
güneydeki isyancı hareketin başı Sudan Halk Kurtuluş Ordusu/Hareketi
(SPLA/M) kaynaklara sahip olma, dinin bölgedeki rolü, self determinasyon ve
güç için mücadele etmişlerdir. 2 milyondan fazla insanın ölümü ve 4
milyonunun da yerlerini terketmesine neden olan savaşta 600 bin insan mülteci
olarak ülkeyi terketmiştir (Web Siteleri; un, amis, umis).
Yıllardır uluslararası kuruluşlar, komşu ülkeler ve diğer büyük ülkeler
tarafından barış için birçok girişim başlatılmıştır. Böyle bir bölgesel barış
girişimi Doğu Afrika bölgesinde hükümetler arasında gelişmeyi esas alan ve
Sudan’ın da aralarında bulunduğu yedi üye devletin oluşturduğu IGAD
(Intergovernmental Authority on Development) organizatörlüğünde ve
finansmanıyla yapılmış ve BM de bu girişimi takip etmiş ve desteklemiştir
(Kavas, 2005).
195
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 184-212
Ersin Özmen
John GARANG önderliğinde sürdürülen mücadele sonunda Sudan Halk
Kurtuluş Hareketi/Ordusu (The Sudan People’s Liberation Movement / Army
(SPLM/A) ile Sudan hükümeti arasında Kenya Nairobi’de 20 kadar Afrika
liderinin de katıldığı (İngiltere, Norveç ve İtalya gözlemci) törenle 31 Aralık
2004 tarihinde Kapsamlı Barış Anlaşması (Comprehensive Peace AgreementCPA) imzalanmıştır. Gatang ve ayrılıkçı hareketin çok fazla avantajlar elde
ettiği bu anlaşmanın genel hatları şu şekildeydi:
a. Garang’ın Sudan Devlet Başkanı 1nci yardımcısı olması,
b. Petrol gelirlerinden önemli miktarda pay,
c. BM’e bağlı 10.000 gözlemcinin ülkede görev yapması,
d. Güneydeki ayrılıkçı hareketten 8–10.000 kişilik bir kuvvetin Sudan
Ordusunda yer alıp güneyde daha fazla söz sahibi olması,
e. Güney Sudan’da beş yıl sonra bir referandum yapılması.
UNAMIS ve UNMIS
BM 11 Haziran 2004 tarihinde 1547 sayılı kararıyla barış sürecinin
kolaylaşması için taraflarla temasları sürdürmek ve düşünülen barış
destekleme harekâtı için hazırlık mahiyetinde BM Sudan İleri Misyonu
(UNAMIS-United Nations Advanced Mission in Sudan) adıyla özel bir
politik misyona karar verdi. Bu kararın ardından UNAMIS Başkanı, askeri
danışman ve BM Sudan Özel Temsilcisi olarak Jan PRONK atandı. Özel
temsilci kuzey-güney arasında IGAD destekli barış girişimleri ile Afrika
Birliği destekli Darfur barış görüşmelerinde BM desteğinin yönetilmesini
sağladı.
BM Güvenlik Konseyi büyüyen tansiyon üzerine 30 Temmuz 2004’de 1556
sayılı kararı ile UNAMIS’e Darfur konusunda ilave görevler verdi. Bu kararda
devam eden insanlık krizi ile özellikle sivillere yönelik saldırıları da kapsayan
yaygın insan hakları ihlallerine dikkati çekilmekteydi. 10 Ocak 2005’de
Kapsamlı Barış Anlaşmasının imzalanmasından hemen sonra 24 Mart 2005’de
BMGK 1590 sayılı kararı ile BM Sudan Misyonunun (UNMIS-United
196
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 184-212
Sudan’ın Darfur Bölgesi Sorunu
Nations Mission in Sudan) görevini başlattı. Bu kararın gerekçesi olarak da
Sudandaki durumun uluslararası barış ve güvenliği etkileyecek boyuta
gelmesini belirtti. Bu misyonun başlıca görevi ise imzalanan Kapsamlı Barış
Anlaşması hükümlerinin uygulanmasını denetlemek idi. BMGK 24 Mart 2005
tarihli ve 1590 sayılı kararı ile yetki verilen kuvvet üst sınırı 10,000 personel
iken bu rakam 31 Ağustos 2006 tarihinde BM 1706 sayılı kararı ile 27.300’e
artırılmıştır. (Web sitesi: un/unmis)
Darfur Çatışma Tarihi
Darfur’da uzun süredir kıt kaynaklar üzerinde rekabet, çekişme, etnik,
ekonomik ve politik gerilimler yaşamaktaydı. Darfur'da çatışmalar, Sudan
Kurtuluş Ordusu / Hareketi (SKO/H) ve Adalet ve Eşitlik Hareketi (AEH)’nin
bölgede yaşayan Afrikalı yerlilere yönelik ayrımcı uygulamalara ve hükümetin
bölgeye hizmet götürmemesine karşı Sudan hükümet tesislerine saldırıları ile
başladı. Bunu takiben de Sudan hükümetinin ordu ve diğer milis grupları
bölgeye sevkiyle gerilim tahmin edilemez
seviyelere ulaştı.
Ayrım
yapmaksızın Sudan ordusu’nun hava bombardımanları ve beraberinde
Cancavid atlılarının saldırılarıyla bölgedeki köylerden çoğu yerle bir edildi. Bu
saldırılarda siviller öldürülmesi, kadın ve kızların tecavüze uğraması ve
çocukların kaçırılması ile yiyecek ve su kaynaklarının tahrip edilmesi şeklinde
gerçekleşen eylemler sonucu bölgesel barış ve güvenlik tehdit edilmiştir.
Darfurlu isyancılar, bölgedeki ayrımcılık ve yoksunluğa karşı silahlı
mücadeleye başvuracaklarını ilan ettiklerinde John Garang liderliğindeki
SHKH/O'yu izlemişlerdi. Ancak Darfur muhalefetini silahlı mücadeleye iten
sorunlardan biri de, Hartum-SHKH/O arasındaki görüşmelerin dışında
bırakılmalarıydı. Güneyde çatışmalar bitmesine ve Kapsamlı Barış Anlaşması
imzalanmaına rağmen Darfur’da çatışmalar bitmedi.
Darfur’da artan gergin durum üzerine 8 Nisan 2004’de Çad’ın başkentinin
adıyla anılan N’Djamena Ateşkes Anlaşması imzalandı. Ateşkes anlaşmasının
hemen ardından ise Afrika Birliği Sudan Misyonu’nun (AMIS) kurulması
197
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 184-212
Ersin Özmen
kararı verildi Sudandaki Afrika Birliği Misyonu (AMIS) Ekim 2004’de
personel sayısını artırarak 2341’i askeri personel ve 815’i Sivil Polis olmak
üzere toplam 3320 personel güce ulaştı. Afrika Birliği Sudan Misyonunun
görevi 8 Nisan 2004’de N’Djamena imzalanan ateşkes anlaşmasının
uygulamasını gözlemlemek, insani yardım malzemelerinin dağıtımı için
güvenli bir ortamın yaratılmasına yardım etmek ve yerlerinden edilmiş
kişilerle mültecilerin geri dönüşlerini desteklemek idi.
BM, 25 Ocak 2005’de yayımlanan Darfur raporunda hükümetin Cancavidleri
desteklediğini belirtmiş, 2000 köyün tahrip edildiğini, şiddet ve hastalık
sonucunda 450.000 kişinin hayatını kaybettiğini ve 2 milyona yakın insanın
yerinden olduğunu belirtmiştir. Evsiz kalarak mülteci durumuna düşen
insanların büyük bir çoğunluğu, arap olmayanlardan oluşmaktadır ve Arap
Cancavid saldırılarına maruz kalmışlardır. Sudan hükümetinin sürdürdüğü
operasyonlarda çoğu Afrikalı yerlilere ait Darfur'daki köylerden büyük
bölümü, Sudan Ordusu ve arap milisler tarafından tahrip edildi. Zorunlu göç,
Sudan'ın başka bölgelerinde de olduğu gibi, açlık tehlikesini ve salgın
hastalıkları da beraberinde getirdi.
Ekim 2004’de Güvenlik Konseyinin isteğiyle Darfur’da soykırım ve
uluslararası hukuk ile insan hakları ihlallerinin araştırılması maksadıyla bir
araştırma komisyonu kuruldu. Komisyon Ocak 2005’de Genel Sekretere
yaptıkları araştırmanın sonuç raporunu sundular. Bu rapora göre Sudan
hükümeti Darfur’da soykırım yapmamıştır ama Sudan askeri güçleri ve Sudan
hükümeti ile ittifak halindeki Cancavid milisleri ayrım gözetmeksizin sivillere
yönelik saldırılar, işkence, zorlama yoluyla ortadan kaybolmalar, köy imhası,
tecavüz ve diğer tarzda cinsel şiddet ile yağma ve zorla yerinden etme şeklinde
eylemler yapmıştır denilmektedir.
Çatışmaların durdurulması için birçok girişimden sonra 5 Mayıs 2006’da
Sudan hükümeti ve Darfur’un en güçlü ve en büyük isyancı grubu olan Sudan
Kurtuluş Ordusu / Hareketi (SKO/H) Askeri Lider konumundaki Minni
198
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 184-212
Sudan’ın Darfur Bölgesi Sorunu
Minawi arasında Nijerya’nın başkenti Abuja’da Darfur Barış Anlaşması
imzalandı. Ancak diğeri isyancı gruplar olan Adalet ve Eşitlik Hareketi (AEH)
ile SKO/H’nin kurucusu ve Siyasi Lideri Abdelwahid Mohamed Nur
liderliğindeki grup2 anlaşmayı imzalamayı reddetmiştir.
Afrika Birliği Sudan Misyonu (AMİS)
Afrika Birliği Sudan Misyonu’nun (African Union Mission in Sudan- AMIS)
kurulması
kararı
8
Nisan
2004’de
imzalanan
N’Djamena
Ateşkes
Anlaşmasından hemen sonra Sudan Hükümeti ile ayrılıkçı iki grup olan Sudan
Kurtuluş Ordusu/Hareketi ve Eşitlik ve Özgürlük Hareketi tarafından
verilmiştir. İlk başta 10 Afrika Ülkesinden 465 personel Haziran 2004’de
başlayıp ekime kadar süren bir sürede bölgeye gelmesiyle AMIS-I olarak da
bilinen görev fiili olarak başlamış oldu. AMIS Karargahı El-Fasir’de ve altı
sektör (Nyala, El Geneina, Kabkabiyah, Tine ve Çad Cumhuriyeti içerisindeki
Abeche) şeklinde bir tertiplenme vardı.
Bu görevin başlamasından bir süre sonra görev yapan birliklerin durumunun
gittikçe kötüleştiği gözlemlendi ve Afrika Birliği Barış ve Güvenlik Konseyi
tarafından AMIS’in kuvvet olarak 3320 askeri personel ve 815 kişilik bir sivil
polis gücü (CIVPOL) ile desteklenmesi kararlaştırıldı. Bu ikinci artıştan
sonraki dönemde yapılan diğer bir değerlendirmeyle AMIS’in kuvvet
seviyesinin 1560 sivil polis olmak üzere toplamda 6171’e yükseltilmesi Afrika
Birliği Barış ve Güvenlik Konseyinin 28 Nisan 2005 tarihli kararıyla
kararlaştırıldı.
4. DARFUR BARIŞ ANLAŞMASI VE SON GELİŞMELER
Darfur Barış Anlaşması (DPA)
Afrika Birliğinin Darfur’da barış arayışları 5 Mayıs 2006’da imzalanan Darfur
Barış Anlaşmasıyla (Darfur Peace Agreement-DPA) meyvelerini verdi. Üç
2
2005’de Hareketin Genel Sekreteri olan Minavi ile Kurucusu / Başkanı olan Abdelwahid
Mohamed Nur arasında anlaşmazlıklar sonucunda SKO/H iki parçaya bölünmüştü.
199
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 184-212
Ersin Özmen
yıldan fazla süren bu mücadeleden sonra imzalanan bu barış anlaşmasıyla
tarafların silahları bırakması için ümit doğdu. Barış anlaşması 4 ana bölümden
oluşmaktadır. Bunlar güç paylaşımı, refah paylaşımı, kapsamlı bir ateşkes ve
güvenlik uygulamaları ile diyalog ve danışma konularıydı. Darfur Barış
Anlaşmasına göre;
a.
İsyancı grupların önereceği 3 aday arasından Sudan Devlet
Başkanı tarafından hükümetin 4ncü en yüksek dereceli pozisyonu olan “başkan
üst düzey yardımcısı” seçilecek ve siyasi güç ve yetkiye sahip olacaktır.
b.
Geçici Darfur bölgesel yönetimi kurulacaktır. Bu yönetim Darfur
barış anlaşmasının uygulanmasından sorumlu olacaktır.
c.
Temmuz 2010’da Batı, Güney ve Doğu Darfur’un tek bir idari
birim olarak birleşip birleşmemesi için halk oylaması yapılacaktır.
d.
Sudan hükümeti Ekim 2006’ya kadar Cancavid milislerini
silahsızlandıracaktır.
Buna
paralel
SKO/H
ve
AEH
mensupları
da
silahsızlandırılacak ve gerekli nitelikte olanlar Sudan silahlı kuvvetlerine
katılacaktır.
Çatışmanın tüm tarafları görüşmelerde hazır bulunurken, Sudan hükümeti ile
Sudan Kurtuluş Ordusu / Hareketinin Minni Minawi liderliğindeki grubu barış
anlaşmasına imza koydu. Afrika Birliğinin barış anlaşmasını imzalama miat
tarihi 31 Mayıs’a kadar uzatılmasına rağmen Adalet ve Eşitlik hareketi ile
Sudan Kurtuluş Hareketi / Ordusundan Abdelwahit liderliğindeki grup barış
anlaşmasını imzalamadı. Darfur Barış Anlaşması’nı tanımıyan ve anlaşmada
düzenlemeler isteyenler Milli Kurtuluş Cephesini (National Redemption FrontNRF) kurdular. Darfur Barış Anlaşmasına imza atmamış isyancı gruplar olan
Adalet ve Eşitlik Hareketi (AEH) ile SKO/H’nin bir parçası olan Abdelwahid
Mohamed Nur liderliğindeki grubun ileri sürdükleri nedenler şu şekildedir:
a.
Öldürülen, tecavüz edilen ve yerlerinden edilenlere yeterince
bireysel tazminatların verilmemesi,
200
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 184-212
Sudan’ın Darfur Bölgesi Sorunu
b.
Anlaşmada insanlığa karşı işlenen suçların araştırılması ve sorumlu
olanların cezalandırılması konularına yer verilmemesi,
c.
Darfur’un birleşmiş bir vilayet olarak ilan edilememesi
d.
İsyancı silahlı grupların hükümette önerilen pozisyonlardan daha
yüksek pozisyonları alamamaları,
e.
Darfur’un temsil oranının artırılmasına karşılık Darfur’un kaderini
belirleyecek konularda söz söyleme yetkisine sahip olabilecek kadar
çoğunluğun verilmemesi olarak sıralanabilir.
Darfur Barış Anlaşmasından sonra Sudan hükümeti Barış Anlaşması
hükümlerinin tam manasıyla yerine getirilmesi açısından hiçbir ciddi girişim
göstermedi. Barış Anlaşması hükümlerinin vakit kaybedilmeksizin yerine
getirilmesi ve Darfur’daki durumun daha vahim seviyelere gelmeden
önlenmesi maksadıyla BM Genel Sekreteri, Sudan hükümetini devamlı
zorlamaktadır. Afrika Birliği Barış Gücünün Darfur’daki olaylarda yeterince
etkili olamadığı ve bir BM Barış Gücü ile değiştirilmesi gerektiğini
belirtmektedir. Bu açıdan BM Güvenlik Konseyi 31 Ağustos 2006’da 1706
sayılı kararı ile UNMIS’ın (BM Sudan Misyonu) görev sahasının halen
sürdürmekte olan görevlerini ve harekatını aksatmaksızın Darfur’u da
kapsayacak şekilde genişletilmesine (Darfur’a yığınaklanma da dahil olmak
üzere) kararlaştırdı. Bu kararın icrası için Sudan Hükümetinin rızasının
olmasını da kabul etti.
BMGK UNMIS görev süresini 24 Eylül 2006 tarihli 1709 sayılı kararı ile 8
Ekim 2006’a kadar, müteakiben 6 Ekim 2006 tarihli ve 1714 sayılı kararı ile
de 30 Nisan’a kadar uzatma kararı almıştır. Sudan hükümeti bu kararlarla BM
ve NATO içerisinde söz sahibi olan ABD’nin sorunu çözmekten ziyade Irak’ta
yaptığı gibi Sudan’ı da parçalamak ve kaynaklarını kontrol etmek amacıyla
müdahale etmek istediğini savunmaktadır.
Sudan Devlet Başkanı Ömer Hasan Ahmet El-Beşir ABD’ye tepkisini
kendisiyle görüşmeye Hartum’a gelen ABD Dışişleri Bakanı Müsteşarı
201
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 184-212
Ersin Özmen
Jendayi Frazer ile görüşmeyerek göstermiştir. El-Beşir aynı zamanda sert
açıklamalarda da bulunmuştur ve uluslararası güçlerin Darfur’da varlığını
kabul etmeyeceğini vurgulayarak, geldikleri takdirde Hizbullah’ın İsrail’i
yendiği gibi Sudan Ordusunun da bu güçleri yeneceğini belirtmiştir.
BM Güvenlik Konseyi Kapsamlı Barış Anlaşması, Darfur Barış Anlaşması ve
N’Djamena Ateşkes Anlaşmasına taraf olanlara bu adı geçen anlaşmalarda
verdikleri taahhütlere gecikmeksizin uymaları çağrısında bulundu. Ayrıca
Darfur Barış Anlaşmasına imza atmamış tarafların da anlaşmaya imza atmaları
ve anlaşmanın hükümlerini yerine getirilmesini geciktirecek davranışlarda
bulunmamaları çağrısında bulundu.
Son Gelişmeler
Darfur’da UNMIS’in görev sahasının genişletilerek Darfur’u da içine alacak
şekilde bir BM barış gücünün sorumluluğuna bırakılması fikrinin uygulamaya
dönüştürülememesi üzerine BMGK, 31 Temmuz'da 2007’de 1769 no’lu karar
ile BM Güvenlik Konseyi Darfur’a Afrika Birliği-Birleşmiş Milletler
Güçlendirilmiş Karma Kuvvetini (UN-AU Hybrid Force) göndermeye karar
verdi. Ancak karar barış gücüne hükümet destekli Janjawid milislerinin ve
Darfur silahlı muhalif gruplarının silahsızlandırılması ve dağıtılması görevini
vermedi. UNAMID (United Nations African Union Mission in Darfur) isimli
karma barış gücü El-Fashir’de 31 Aralık 2007’de yapılan devir teslim töreniyle
görevi AMIS’den devraldı. Kongo Cumhuriyetinden Rodolphe Adada BM
Genel Sekreterinin Darfur için Müşterek Özel temsilcisi olarak atandı.
Bölgedeki diğer bir gelişme ise Avrupa Birliğinin aldığı kararla bir Barış
Gücünü Çad ve Orta Afrika Cumhuriyetinde görev yapmak üzere
görevlendirmesidir. İrlandalı General Patrick Nash komutasında olan Barış
Gücüne çoğunluğu Fransız olmak üzere yirmi ülke personel katkısında
bulunmaktadır. Barış Gücünün görevi Darfur’dan Çad’a ve Orta Afrika
Cumhuriyetine sığınan mültecileri korumak olarak belirtilmektedir.
202
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 184-212
Sudan’ın Darfur Bölgesi Sorunu
5. DIŞ GÜÇLERİN DARFUR SORUNUNA YAKLAŞIMLARI:
A.B.D’nin Soruna Yaklaşımı
ABD 2004’de sorunun tırmanmakta olduğunu görüp Dışişleri Bakanı Collins
Powell’ı Darfur’a göndermiştir. Collins Powell olayları “soykırım” olarak
nitelendirmiştir. Başkan Bush, BM Güvenlik Konseyinin savaş suçlarının
işlenip işlenmediği ve konunun ceza divanınca soruşturulması kararını veto
etmemiştir. BM 25 Ocak 2005’de Darfurdaki öldürme fiillerinin savaş suçu
olabileceği ancak soykırım olarak nitelendirilemeyeceğini bildirmiştir.
ABD soruna tarafsız baktığını belirtmesine rağmen SKO/H lideri Minawi ile
Washington’da görüşmüş, barış anlaşmasının uygulanması konusunda
ABD’nin güvence vereceğini bir mektup yollamış ama Sudan hükümetine aynı
olumlu yaklaşımı göstermemiştir. Başkan Bush Birleşmiş Milletler’in Darfur’a
Barış Gücü gönderilmesi ile ilgili kararının en büyük savunucusu olmuştur.
ABD’de geçen sene içerisinde Sudan’a yatırım yapılmamasını esas alan bir
boykot
kampanyası
başlatılmıştır.
(Web
Sitesi:
sudandivestment.org.)
Kaliforniya Üniversitesi, Brown Üniversitesi, Wisconsin Üniversitesi başta
olmak üzere birçok öğrenci üyeleri vasıtasıyla kapsamlı bir kampanyaya
girişen bu grup özellikle Sudan’a yatırım yapan şirketleri bundan vazgeçirmek
maksadıyla protesto gösterileri düzenlemişlerdir.
Amerikanın Afrika ile ilgili en son inisiyatiflerinden biri de A.B.D Afrika
Komutanlığı’dır (Web Sitesi: africom.mil). (USAFRICOM) Halen üç ayrı
A.B.D Birleşik Muharip Komutanlık sorumluluğunda bulunan Afrika
Kıtasının tek bir Muharip Komutanlık sorumluluğuna verilmesi 2007 içinde
uygulamaya konulmuştur. Ekim 2007’de ilk harekat yeteneğine, 2008 Ekim
ayında ise tam harekat yeteneğine kavuşması planlanan A.B.D. Afrika
Komutanlığının özellikleri arasında Afrika’ya yönelik çalışan Amerikan
kurumları arasındaki gayretleri bütünleştirici, diplomasi ve gelişme çabalarına
yardımcı rol oynayan ve diğer Muharip Komutanlıkların askeri yapısından
farklı bir yapıda olması dikkat çeken hususlardır.
203
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 184-212
Ersin Özmen
Mısır, Libya ve Diğer Arap Ülkelerinin Görüşleri
BM kararı sadece Sudan’ı değil Mısır’ı da endişelendirmektedir. Mısır
hükümeti kararla birlikte hemen Sudan hükümetinin onayının öneminin altını
çizmiştir. Mısır Darfur’daki meydana gelen olayları ve yaşananlardan ziyade
BM güçlerinin bölge üzerindeki muhtemel etkisini tartışmaktadır. Mısır’a göre
Darfur’a gönderilecek bir barış gücünün yetkilerinin bu kadar fazla olması ve
sadece Darfur’u değil Sudan’ın komşuları ile olan ilişkilerini de denetlemesi
bu gücü işgalci bir güce dönüştürmektedir. Mısırlı uzmanlar ABD’nin
Sudandaki varlığına olumsuz bakmakta ve bunun ABD’nin yeni ortadoğu
projesinin bir parçası olarak görmektedir.
Libya Lideri Albay Muammer Kaddafi ise Sudan Darfur bölgesinde büyüyen
krizlerin nedenini Sudan Petrollerinden Batılı Petrol Şirketlerinin pay alma
kavgası olduğunu belirtmektedir. Kaddafi ayrıca çatışma ve kriz sonrasında bu
bölgelerde yeniden yapılandırma faaliyetlerinde bulunan şirketlerin de yine
kendi menfaatlerini gözeterek bu tip çatışmaların çıkmasını ve büyümesini
bilerek körüklemekle suçlamaktadır. Halen görevde bulunan Afrika Birliği
gücüne Mısır, Cezayir, Libya, Güney Afrika ve Nijerya gibi ülkelerle beraber
tüm Afrika ülkelerinin katkı sağlamaya hazır olduklarını ve Afrika’ya dışardan
müdahaleye kapıların kapanması gerektiğini vurgulamaktadır. Kaddafi ayrıca
Çad ve Sudan arasında 2006’da N’Djamena anlaşmasının imzalanmasında
başrol oynamış ve “İngiltere’nin gelip sizin yerinize çözümler üretmesini
istemiyorsanız bu işi aranızda çözmelisiniz” diyerek Afrika’ya dış müdahaleye
karşı tavrını belirtmiştir.
Arap Birliği krizin başından itibaren çözüm ile ilgili kararlar almış ancak bu
kararların çoğu Darfur’a insani yardımların yollanması ile ilgili olmuştur. Arap
Birliği üye ülkeleri aslında Afrika Birliği güçlerini destekleyecek bir barış
gücü potansiyeline sahip olmalarına rağmen bu riske girmek istememektedir.
Ayrıca Sudan Hükümetinin çizdiği sınırları da aşamamış ve olumlu
sayılabilecek herhangi bir adım da atamamıştır. Sudan, Darfur’a bir BM Barış
204
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 184-212
Sudan’ın Darfur Bölgesi Sorunu
gücü gönderilmesi kararının çıkmasından sonra Arap devletlerinden kendisini
desteklemelerini istemiştir. 7 Eylül 2006’de Kahirede toplanan Arap devletleri
Sudan hükümetinin isteği dışında uygulamaya karşı çıkmış ve Sudan’a zaman
tanınmasını istemiştir. Ancak Arap devletleri kararın Sudan hükümetince
dikkate alınmasını da istemişlerdir. Tüm bölgeyi etkileyebilecek yeni bir krizin
çıkmasından endişe duymalarına rağmen Arap devletlerinin Irak ve Lübnan
krizlerinde de olduğu gibi etkili ve somut bir adım atması beklenmemektedir.
Afrika Birliği Üyesi Ülkelerin Görüşleri
Afrika Birliği zirvesi için Etiyopya'da bir araya gelen 50 lider, örgütün dönem
başkanlığı için sırası geçen yıl gelen Sudan Devlet Başkanı Beşir'e, Darfur
krizi konusundaki tavrına tepkiler dolayısıyla bu yıl da başkanlığı vermediler.
Afrikalı liderler, Sudan yerine bu yıl birliğin dönem başkanlığını Gana'nın
Devlet Başkanı John Kuffuor'a verdiler. Beşir'in başkanlık sırası aslında geçen
yıl gelmiş ama Darfur krizi yüzünden 12 ay süreyle ertelenmişti. Böylece
başkanlık ikinci kez ertelenmiş oluyor. Uluslararası Af Örgütü (Amnesty
International) başta birçok uluslararası örgüt, Beşir dönem başkanlığına
getirilirse, Afrika Birliği'nin itibarının ciddi şekilde zedeleneceği uyarısında
bulunmuştu.
6. DARFUR’DA OYNANAN OYUN VE TÜRKİYE
Darfur’da Oynanan Oyun
Çok net olarak belirtilmesi gereken Darfur bölgesinde yaşanan olayların dini
tabanlı bir çatışma olmadığıdır. Sudan Darfur bölgesindeki olayların bir
nedeninin
yerleşik-göçebe
mücadelesi
olduğu
şeklinde
yapılan
değerlendirmelerin aksine aynı olaylar 100-200 yıl önce eski Kara Afrikanın
kuralları ve düzeninin devam ettiği bir ortamda vuku bulsaydı kimse kafasını
döndürüp bakmazdı ve bu Afrika tarzı bir yaşamın doğal sonucudur derdi.
Tarih içinde Afrikalı Koisan ve Pigmelerin ana yurtlarını işgal eden Bantu
yayılmasına benzer şekilde yerleşik-göçebe kavgası bu kıtadaki yaşamın doğal
205
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 184-212
Ersin Özmen
bir parçasıdır. Ancak burada durum öldürme, tecavüz ve zorla yerinden etme
şeklinde cereyan etmiştir.
Ayrıca Afrikalı-Arap çatışmsı şeklinde basite indirgenerek yapılacak bir etnik
tanımlama da sorunları anlamaya pek yardımcı olmaz. Çünkü Darfur, Arap ve
Afrikalıların içiçe girdiği, aynı deri rengine ve geleneklere bağlı insanların
yaşadığı ve Sudan’ın en dindar kesimlerinden biridir. Hafızlarıyla ünlüdür ve
Hafız olmayana kız verilmez diye yaygın bir gelenek vardır. Darfur sorunu,
Darfur’daki Afrikalı Müslüman kabilelerin Arap Sudan Hükümeti ile bir
mücadelesi değildir aslında. En yakın zamanda Araplardan da Darfur isyancı
gruplarına katılımlar olması bunun göstergesidir.
Darfur Kuzey Afrika’nın Arap kökenli insanları ile daha siyah derili
Afrikalıların kaynaşma ve ayrışma hatlarının olduğu yerlerden biridir. Özel
mülkiyetin kısmen olduğu ve toprağın kabileye ait olduğu bu ortamda petrol
tespit edilen bölgelerde (Allah’ın Afrikalıya bir lütfu gibi görünebilir ama aynı
zamanda beraberindeki ölümleri de getiren bir lütuf) değişik yöntemlerle
Müslüman Afrikalı kabilelerin yerlerinden edilmeleri, saf bir yaklaşımla
göçebe hayatı süren kabilelerin birdenbire yerleşik hayata geçme arzuları
olarak açıklanabilir mi?
Halen sürdürülen mücadele petrol bulunan sahalarda yaşamakta olan Darfur
halkının buralardan uzaklaştırılması işlemidir. Pastadan en büyük payı almakta
olan Asyalı Ülkeler (özellikle Çin, Hindistan ve Malezya) yaptıkları bağışlarla
yerlerini değiştirmeye çalıştıkları köyler için uzak yerlerde kurulan okul, sağlık
ocağı şeklindeki yardımların maksada hizmet etmeyeceği ilk akla gelen husus
olacaktır. 16. Yüzyılda başlayan sömürgeci düzenle bu modern sömürü düzeni
arasında kesinlikle fark yoktur. Sadece kullandığı enstrümanlar değişmiştir o
kadar.
Petrol üzerinde sürdürülen pay kapma kavgasını açıkça ortaya koyan petrol
arama ve çıkarma imtiyazlarını gösteren EK Harita’da da görüleceği üzere
petrol arama ve çıkarma faaliyetleri Güney Sudan’dan Güney Darfur’a
206
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 184-212
Sudan’ın Darfur Bölgesi Sorunu
kaymıştır. Bunun da ötesinde geleceğe yönelik henüz bir sondaj faaliyetinin
başlamadığı bölgelerin bile petrol arama ve çıkarma lisansları birçok şirkete
verilmiştir. 2006 yılında Güney Sudan Hükümetinin petrol geliri 1.2 milyar
dolardır (Sudan Tribune, 7 Mart 2007).
Petrol arama ve çıkarma faaliyetlerinde Çin, Malezya, Hindistan, Fransız ve
Sudan şirketleri petrol imtiyazlarını ellerinde tutmaktadır. Avrupalı şirketler
sömürge döneminden kalan alışkanlıklarını başka yollardan devam ettirmeye
çalışmaktadırlar. Petrolden pay almak maksadıyla 80 Avrupa kuruluşunun
oluşturduğu ECOS (European Coalition on Oil in Sudan) bu tip bir girişimin
sonucudur.
Amerika cephesinden bakıldığında ise resmi istatistiklere göre ABD’nin
senelik petrol ithalatının % 15.3’ü Afrika’dan gerçekleşmektedir. Günde 1.5
milyon varil ham petrol üretimi ile ABD’nin Batı Afrika sahillerinden gelen
petrol miktarı hemen hemen Suudi Arabistan’dan ithal edilen petrol miktarına
eşit ve hatta daha fazladır. Başta Nijerya olmak üzere Batı Afrika ülkeleri
(Ekvator Ginesi, Kongo Cumhuriyeti, Gabon ve Angola) bu dilimde yer
almakta ve özel bir öneme sahiptirler. Nijerya 2004 OPEC verilerine göre
(Bkz. Tablo-1) dünyanın 8’ nci büyük ham petrol ihracatçısı ve ABD’nin
başlıca petrol sağlayıcılarındandır. ABD Afrika Komutanlığının uygulamaya
konmasının arkasındaki en geçerli sebep Amerikanın Afrika’daki petrol
kaynaklarını kontrol etme ve emniyete alma düşüncesidir. ABD İstihbarat
Yetkilileri ABD’nin Afrika’dan ithal ettiği petrol miktarının 2015 yılına kadar
% 25’e çıkacağını tahmin etmektedirler.
Komşu ülke Çad’ın doğusunda Darfur sınırına yakın bölgede istikrarsızlık
devam etmektedir. Bu konu ile Darfur bölgesindeki sorunların bağlantısı
vardır. Sudan ve Çad hükümetleri bir diğerinin bölgesindeki istikrarsızlığı
gizlice desteklemektedir. Çad Devlet Başkanı Deby 2006 Nisan ayında başkent
N’Djamena’ya yapılan saldırıların Sudan tarafından desteklendiğini iddia
207
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 184-212
Ersin Özmen
etmektedir. Buna karşılık Başkan Ömer El-Beşir’e göre Darfur’daki faaliyet
gösteren isyancıların % 40’ı Çad tarafından desteklenmektedir.
Sorunlu Çad-Sudan sınır anlaşması olan Tripoli Anlaşması hükümlerine her iki
taraf
diğerinin
uymadığını
ve
sınır
bölgesindeki
istikrarsızlıkları
desteklediklerini iddia etmektedirler. Sudan-Çad sınır konusunda konusunda
“Tarihin tekerrür ettiği” prensibi bir kez daha kanıtlanmaktadır. Darfur’da
yaratılan bu kargaşa ortamı merkezi hükümetlerden ayrılacak bir federal
oluşuma ve dolayısıyla da petrol kavgasında yer almak isteyen ECOS tarzı
kuruluşların ekmeğine yağ sürecektir.
Avrupa Birliği tarafından oluşturulan 3000-4300 asker gücündeki Barış
Gücünün Kasım-Aralık 2007’de bölgede görevlendirilmesi ile Darfur üzerinde
perde arkasındaki niyetler yavaş yavaş kızışmaya başlamıştır. Fransaya
yakınlığı bilinen Çad Devlet Başkanı İdris DEBY’nin iktidarını yıkmaya
çalışan isyancılar 2006’da yine Fransa’nın askeri birliklerinin yardımıyla geri
püskürtülmüştü. Bu açıdan eskiden beri Fransanın etkisi ve güdümü altındaki
Çad’da Darfur’dan kaçan mülteciler için yollandığı söylenen barış gücünün
gerçekte Sudan’daki petrol konusunda Amerika’nın almaya çalıştığı önlemlere
Avrupa Birliğinin bir karşılama tedbiri olduğu da akıllara gelmektedir.
Darfur Barış Anlaşması hükümlerine göre 2010 yılında bir referandum
yapılacaktır. Bu referandum ile Batı, Kuzey ve Güney Darfur kendi gelecekleri
için oy kullanarak tek bir eyalet veya vilayet çatısı altında birleşip
birleşmemeye
karar
vereceklerdir.
Federatif
bir
yönetime
geçilmesi
durumunda Khartum Hükümetinin petrol gelirleri azalacak, kurulacak yeni
bölgesel hükümet eliyle petrol imtiyazlarının batılı şirketlere verilmesi
gündeme gelebilecektir. Darfur’da oynanan oyunun asıl temelinde bu sebep
yatmaktadır.
208
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 184-212
Sudan’ın Darfur Bölgesi Sorunu
Türkiye ve Sudan
Yukarıda belirtilen sebepler ışığında Türkiye’nin Sudan ve özellikle Darfur
bölgesi ile ilgili dış politikası ve yaklaşımının şu şekilde olması gerektiği
değerlendirilmektedir:
a.
Sudan hükümeti görünüm itibariyle Müslüman ve Arap bir kimliği
temsil etmektedir. Yerlerinden edilen kişilere yönelik devam eden saldırılar
gizlice Sudan Hükümeti tarafından yürütülen bir faaliyet olarak görünmekte ve
Müslüman bir ülkenin çifte standartlı politikası olarak batılı devletlerce
devamlı gündeme getirilmektedir. Bu açıdan ilk başta bu saldırıların Sudan
tarafından durdurulması için gerekli her türlü önlem alınmalıdır. Afrika
Birliğinin dönem başkanlığını Sudan Devlet Başkanına vermeyerek tepkisini
göstermesi bu açıdan manidardır.
Türkiye Afrika Birliği’ne gözlemci statüsüne 12 Nisan 2005 tarihinde kabul
edilmiştir. Türkiye,
Sudan Hükümeti ile
isyancı gruplar arasındaki
görüşmelerde arabuluculuk rolü üstlenebilir. Çatışmaların durdurulması için
diğer Arap ülkelerinin de duyarlı olmasını isteyebilir ve bu ülkeler nezdinde
girişimler başlatabilir. Özellikle Mısır’ın Sudan ile komşu olması hasebiyle
Mısır’dan çatışmaların durdurulması konusunda aktif rol alması gündeme
getirebilir.
b.
Ne Sudan ne de diğer Afrika ülkeleri 31 Aralık 2007’de UNAMID’in
göreve başlamasından önce Darfur’da yerleşecek bir BM gücünün gelmesini
önleyici tedbirler kapsamında gerçekçi bulmamışlardır. AMIS’in yetersiz
kaldığı konuların başında olan askeri birlik rotasyonlarının sağlanması ve Barış
Gücünün maddi kaynaklarla desteklenmesi hususunda Sudan ve diğer Arap
Ligi ülkeleri elle tutulur katkıda bulunmamışlar ve bugün bir anlamda
AMIS’in (Dolayısıyla da Afrika Birliğinin) kredibiletisini düşüren ortamı
kendi elleriyle yaratmışlardır.
Bu noktada yapılabilecek tek husus UNAMID Karma Afrika Birliği-Birleşmiş
Milletler Barış Gücünün görev süresince samimi bir yaklaşımla destek olmak
209
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 184-212
Ersin Özmen
suretiyle Afrika’nın sorunlarına Afrika tarzı çözümler bulunması prensibini
devam ettirmek olabilir. Burada unutulmaması gereken hususlardan birinin
Afrika Birliğinin sadece çatışmaları önleme misyonu olan bir kuruluş olmadığı
fakat bu tip çatışma bölgelerindeki başarısız olduğu algılaması daha fazla
gündeme getirilmek suretiyle birlik zayıflatılmaya ve kıtanın dış müdahalelere
daha açık hale getirilmesine çalışıldığı dikkatten kaçmamalıdır.
Dolayısıyla Afrika’lı ülkeler kendi kıtalarındaki sorunlara Avrupa veya
Amerika tarzı çözümler istemiyorlarsa taşın altına ellerini sokmayı bilmeleri
gerekmektedir. Kısaca Arap ve Afrika Ülkelerine şu dakikada düşen en önemli
görev 31 Aralık 2007 itibariyle görev başına geçmiş olan UNAMID’e hem
gözlemci ve hem de birlik katkısı sağlamak suretiyle Sudan ve Darfur üzerinde
bir oldu-bitti Otonom Hükümetin (Güney Sudan’dakine benzer) kurulmasını
önlemektir.
Türkiye, UNAMID için de personel katkısı sağlamalıdır. Türkiye yeniden
yapılandırma ve kalkındırma faaliyetlerinde yer alabilir ve Türkiye
ekonomisine önemli katkılar sağlayacak projelere imza atabilir. UNAMID’in
Darfur ve/veya Sudan’ın diğer bölgelerinde uygulamaya koyacağı altyapı ve
kalkınma projelerinde yer almak için Türkiye girişimlerde bulunmalı ve Türk
firmalarının değişik sektörlerde bu projelerden pay almasını kolaylaştırıcı
açılımları sağlamalıdır. Bu da ancak Barış Gücü içerisinde yer almakla ve ikili
girişimlerle gerçekleşebilir.
c.
Sudan Doğu ve Güney Afrika Ülkeleri Ortak Pazarı (COMESA)
üyesidir ve COMESA üyesi ülkelere girişte üs ülke olarak kullanılabilir.
COMESA üye ülkeleri arasında mevcut gümrük muafiyetleri de Sudan’a
yatırım yapan ya da yapacak olan Türk Şirketlerine cazip mali imkanlar
yaratabilir. Sudan komşusularından Çad, Etiyopya, Uganda, Demokratik
Kongo Cumhuriyeti ve Orta Afrika Cumhuriyetinin denize kıyısı yoktur ve
Sudan işlek limanları dolayısıyla bu ülkelere yapılacak ticaret için bir giriş
limanı rolu oynayabilir.
210
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 184-212
Sudan’ın Darfur Bölgesi Sorunu
Sonuç olarak uluslararası ilişkilerde devletlerden özel şirketlere kadar değişen
aktörler Sudan’ı adeta bir çatışma sahnesi haline getirmişlerdir. Çin’in
Afrika’daki başarılı açılımlarına Amerika’nın ve Avrupa Birliği’nin karşı
koyması gibi, birçok batılı ülke de Darfur’a barış getirme adı altında petrolden
pay kapmaya çalışmaktadır. Türkiye de bu süreçte kendisine fayda sağlayacak
politik ve ekonomik girişimleri vakit kaybetmeden başlatmalıdır.
SUDAN PETROL
ARAMA VE ÇIKARMA İMTİYAZLARI
211
Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 184-212
Ersin Özmen
KAYNAKÇA:
1. ORHONLU Cengiz, “Osmanlı İmparatorluğunun Güney Siyaseti, Habeş
Eyaleti”, Türk Tarih Kurumu, 1996.
2. HASAN Yusuf Fadul, “Mukaddime fi Tarihi’l-Memaliki’l-İslamiyye fi’lSudani’1-Şarki (1450-1821)”, Hatum, 2003.
3. ŞUGIR Nuum, “Coğrafyet ve Turihü’s-Sudan”, Beyrut, 1981.
4. US Country Book on Sudan.
5.
Atatürk
Araştırma
Merkezi
Dergisi,
“Birinci
Dünya
Savaşı'nda
Emperyalizme Karşı Türklerin Yanında Yer Alan Darfur Hakimi Ali Dinar
(1898-1916)”, Sayı 61, Cilt: XXI, Mart 2005.
Web Siteleri:
1. ECOS: http://www.ecosonline.org
2. www.sudantribune.com (28 Şubat 2007) (“Total may offer South Sudan
stake in disputed oil block” isimli yazı)
3. http://www.un.org
4. http://www.amis-sudan.org
5. http://www.unmis.org
6. KAVAS A, “Sudan’da Bulunan Petrol Baskıya Dayalı Barış Getirdi”,
http://www.tasam.org , (21 Ocak 2005).
7. http://www.sudandivestment.org (Sudan Divestment Task Force)
8. http://www.africom.mil/
9. http://www.sudantribune.com, (7 Mart 2007), “Sudan Sees 520.000 Bpd Oil
Output In 2007”, Sudan Maliye Bakanı Al-Zubair Ahmed Al-Hassan Verdiği
Bildiri Haberi.
10. Tarig Mohammed Nour: http://www.atam.gov.tr
11. http://www.un.org/Depts/dpko/missions/unmis/facts.html
212
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 184-212
Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1 (1),2008,213-236
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY
ON THE STRATEGY DOCUMENT OF THE EU
AND TURKEY
Mesut Taştekin∗
ÖZET
Bu makalede AB Güvenlik Stratejisi Dokümanı analiz edilmektedir. 2003 yılında
Avrupa Konseyi tarafından kabul edilen doküman üç bölümden meydana gelmektedir.
Söz konusu doküman çerçevesinde AB’nin güvenlik, risk ve tehdit algılamaları
tartışılmaktadır. AB Güvenlik Stratejisi Dokümanı Avrupa için ortak bir strateji kültürü
oluşturmaya çalışmaktadır.
AB, Transatlantik birliğe yakından bağlı kalarak ABD’ye bir karşı ve bir alternatif
olmaksızın küresel bir aktör olma niyetini beyan etmektedir. Türkiye’nin bu
çerçevedeki rolüne ise değinilmemektedir. Ancak Türkiye’nin Avrupa güvenliği için
jeopolitik önemi üzerinde durulmalıdır. Bu kapsamda, bu makale ilgililerin
bilgilendirilmesine yönelik bir öngörü sağlamaya çalışmaktadır.
Anahtar Kelimeler: AB Güvenlik Stratejisi, Javier Solana, Türkiye, AB Güvenliği,
Güvenlik Ortamı.
ABSTRACT
This article aims to analyze the European Union security strategy document. This
document which consisting of three chapters was accepted by the European Council in
December 2003. This paper will discuss security, risks and threat perceptions of the EU
in the light of the document. The European security strategy document aims to build a
common European strategy culture.
The EU has declared its will to act as a global actor, not opposed to the USA as an
alternative but with the USA at an equal partner, remaining closely tied to the
Transatlantic community. No mention of Turkey’s role has been made in the document.
In addition, it will be underlined that Turkey has a geopolitical importance for
European security. In this context, this article tries to give an insight to the document in
order to enlighten the interested public.
Keywords: EU Security Strategy, Javier Solana, Turkey, EU Security, Security
Environment
1. INTRODUCTION
This paper attempts to analyze the European Union security strategy document
(EUSS, 2003) consisting of three chapters, which was accepted by the
∗
PhD Candidate, Gazi University, [email protected]
On The Strategy Document of the Eu and Turkey
European Council in December 2003. The document firstly lays out the
international and European security environment. Secondly, it clarifies the
strategic objectives of the EU, and policy implications for the EU are
explained in the third chapter. This paper will discuss security, risks and threat
perceptions of the EU in the light of the document. In addition, it will be
underlined that Turkey has a geopolitical importance for European security.
The document, despite being crucial for Turkish security interests, has not yet
been discussed either in the wider public or among scholars. This article tries
to give an insight to the document in order to enlighten the interested public.
1. EUROPEAN SECURITY STRATEGY DOCUMENT: ITS SCOPE
AND CONTENT
The document outlines the security environment in which the EU regards itself
as the European as well as the global security actor which is seeking to build
up a multi-polar international order which is based on multilateralism. In the
document, Russia is seen to have a vital role in this proposed world order and
in European security as an important partner of the EU. Despite the fact that
the security of Europe and Turkey are closely interrelated (Çayhan, 2002: 4255), Turkey is not mentioned in the document, nor is there any information
related to Turkey and its possible role in European security concern. Moreover,
the areas that are mentioned as part of the European security environment and
risk areas are also geographical regions that include Turkey, and in which
Turkish state interested as well. Turkey stands at the crossroads of the regions
which are regarded in the document as important regions for European security
such as the Balkans, the Mediterranean, the Near East, and the Caucasus.
The strategy document of the EU is put forth for consideration since EU states
could not come to a unanimous decision and develop a common attitude in the
face of the USA’s determination on its Iraqi course (Karaosmanoğlu, 2003:
175-183, 2001: 156-166). Some EU states witnessed not only how the
214
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,213-236
Mesut Taştekin
solidarity of transatlantic states was eliminated by the USA subjectively, but
they also perceived that the USA ignored the EU as a political actor of global
significance. It was inferred by some EU politicians that Washington was
eager to see the EU as merely a complementary part of the USA’s global
policy (Brzezinski, 1997) or it had such a tendency to this matter. The USA
started the war on Iraq and expected her allies to support them without taking
into consideration the transatlantic allies’ criticisms or waiting for them to
come into reconciliation.
However, we can infer that the USA’s Iraqi policy was a catalyst for the EU
putting forward a security strategy document. The European security strategy
document drew on lessons taken from the Iraqi crises; thus, the EU announced
to the world what kind of attitude it would adopt towards various
developments in the world. Also, the document presented perspectives to the
EU member states about foreign policy. In the document, the EU strongly
emphasized that is an independent actor in world affairs.
For a long time, it has been frequently expressed on the other side of the
Atlantic that Western Europe would gradually lose the strategic importance in
international relations which it had during the Cold War (Schweigler, 2004:
410-506, Dreighton, 2002: 719-741). The EU, which was founded against an
unstable political background, could not be an important strategic associate
within the new circumstances. The EU, which had already been deprived of a
common strategic culture, did not have the capability of acting with a single
identity. According to this perception, the USA should have arranged its
security and defense relations with each EU state separately and not with the
EU as a single actor.
It was thought that the political influence of France within international
relations after the collapse of the Soviet Union had diminished and that it had
lost part of its political power to reshape the international order. These ideas
asserted that France no longer had such an important role in world affairs and
215
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 213-236
On The Strategy Document of the Eu and Turkey
thus Germany, which was considered to be a rising European power, should
have been given priority over France. Such thoughts were already on the
agenda of the US foreign policy schools after the collapse of the Soviet Union.
While Germany was considered as a regulative actor (Ordnungsmacht) in
Central and Eastern Europe, Japan would take over certain roles in the Far East
as a close ally of the US in world affairs. Owing to the lack of a power similar
to Germany or Japan in the Near East, the USA should take over the shaping
of this region directly. Within the new world political constellation, the USA
no longer had compelling reasons to support further EU integration. Because
of this, USA’s support for deepening EU integration was abandoned and the
priority for US foreign policy moved to reshaping the Near East and, in
broader sense, Asia.
The EU was thought to lack strategic thought and political significance as
demonstrated by Kissinger’s famous words that the EU did not even have a
phone number. Consequently the USA should not look to the EU as a serious
player in world affairs (Mathiopoulos, 1998: 41-57). More recently, such
assumptions were not proven; the EU accepted the security strategy document
which shows a common attitude, determination and will for the development
of a common strategic culture. Thus, France which has a strong will to play a
strategic role in international relations continued its efforts by being active
during the preparation of the document and proved that it could not be put
aside in the shaping of world political structures and affairs. Germany, under
the leadership of Kanzler Gerhard Schröder, supported France to make the EU
a world political actor.
With the leadership of France and Germany, the EU tried to gain a position as
a world power (Wolfram, 2005: 38-39). Javier Solana, General Secretary and
High Deputy was appointed as “Foreign Minister of the EU”; thus, the EU
obtained a phone number and fortified its role as a political actor in world
policy. Moreover the EU responded to George Bush’s “Grand Strategy” by
216
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,213-236
Mesut Taştekin
approving the “A Secure Europe in A Better World. European Security
Strategy”, prepared by J. Solana (USNSS: 2004, Schrader, 2004: 37-50). Thus,
the EU proved its will, power, and determination to play a role as an equal
actor with the USA in the shaping of international security and defense
relations in the world political order. In addition, it was stated that the EU
would not be satisfied with just a civilian power position (Ehrhart, 2004: 149163).
As mentioned above, the EU strategy document began to take shape during the
discussions and developments that took place around the Iraqi issue. The Iraqi
question revealed that the US and the EU perceived the notions “I” and “the
other” differently and evaluated world politics and threats in a different way.
Moreover, a guiding document needed to be formed for those EU states which
supported different approaches so that disagreements could at least be
minimized. In short, the document was approved unanimously by the Heads of
state and governments of the EU.
The document is unique in the sense of being the first example of efforts to
develop a culture of common strategy by exceeding conventions of nationstate strategy culture. From that point on, the EU’s perception and evaluation
of world politics and security conditions gained clarity, and its role as a new
political actor with 450 million people, 25 different nations in its constitutions
became clearer. In the document, the security concept embraces quite a large
meaning field including military, political, diplomatic, economic and
environmental dimensions, so the threats which had already occurred or were
likely to occur were dispersed among all these fields. The necessity to develop
suitable instruments and precautions in order to overcome the crises which
occurred or would occur in this field was a natural result of the EU security
perceptions (Eric, 2004: 27).
Apart from its introduction, the document was divided into three parts: (1)
Security Environment: Global Challenges and Key Threats, (2) Strategic
217
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 213-236
On The Strategy Document of the Eu and Turkey
Objectives, and (3) Policy Implication for Europe. In the introduction part, the
meaning and importance of the EU as well as influences and changes which
affected the EU member states and citizens are pointed out. It was stated that
Europe had never been so secure, so prosperous, and so free. The USA’s and
NATO’s positive contributions to the EU integration process are also stated in
the introductory part. It is emphasized that, despite the expansion of some
values such as rule of law and democracy, Europe faces threats and challenges.
The first part of the document addresses the European security environment in
context of global challenges and main threats. These are discussed below.
2. SECURITY ENVIRONMENT: GLOBAL CHALLENGES AND KEY
THREATS
In this part of the document, international terrorism, the proliferation of
weapons and technology of mass destruction, regional conflicts, failed states,
and international organized crime are mentioned as the leading challenges and
threats for world and European security. The stated security problems are
outlined and the globalization process is assessed. It is pointed out in the
document that our world is experiencing a globalization process and that there
are negative and positive aspects of globalization.
Poverty and hunger problems are particularly emphasized. It is stated that
these are the phenomena accompanying the globalization process. Having
pointed out that poverty and hunger cause instability and armed conflicts, the
policies to fight poverty and hunger are considered within the framework of
security measures. That there is a connection between poverty / hunger and
security in the document is certainly worth praising. Surmounting the security
problem as a pre-requisite for social development is stated. When it is
considered that this point is disregarded in the US security strategy, making the
connection between security and human development is a significant favorable
improvement, and it is possible to see the EU’s attention to social democratic
218
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,213-236
Mesut Taştekin
values. Another significant issue touched upon in this part is that Europe is
devoid of energy sources and that this issue is a security problem when
dependency to energy sources is stressed.
The EU strategy document regards terrorism as the most important problem in
terms of European security and focuses on the global dimension of the
problem. That the document focuses on this problem must be an indicator of
the USA’s search for co-operation in sharing security concerns (Dedeoglu,
2004). The document states that Europe is both a target and a base for
terrorists. That terrorism forms a threat to European security is supported by
the fact that the El-Qaide organization has cells in some European countries
such as England and Spain.
In the document, the proliferation of weapons of mass destruction coupled
with the presence of terrorist organizations and organized crime is mentioned
as another threat to European security. In the direction of such a policy, the EU
and three important EU states, namely France, England and Germany, started a
bargaining process to persuade Iran to abandon the project, as it had initiated a
nuclear program long before. The worry was that Iran may use this for the
production of nuclear weapons. Nevertheless, this initiative of the EU has not
yet been achieved (Frankfurter Rundschau, 16.11.2004).
Another significant point stressed in the first part is the changing function and
significance of states and the emphasis on their changing order in the
globalization process. The unstable relationship between Near Eastern states
and state system is referred to. The warning was made that the proliferation of
weapons of mass destruction and advances in rocket technology in this region
particularly might turn the Near East into a source of threat for European
security (Perthes, 2004).
As another source of instability and threat, regional conflicts such as
Afghanistan, Somalia and Liberia are mentioned. A direct and indirect effect
of these conflicts to European security is also expressed.
219
Furthermore,
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 213-236
On The Strategy Document of the Eu and Turkey
developments such as the collapse of states which have difficulty carrying out
their duties (Schneckener, 2004: 188-194) affect regional security directly and
European security indirectly. Unstable environments also trigger organized
crime, the trafficking of women, immigration, gunrunning and the opium
trade. In the document, Europe is defined as one of the main targets of such
organized crime and criminals. Such crime combined with a possible
connection of terrorism to the weapons of mass destruction feeds Europe’s
security worries.
Contribution of the EU to stability in Europe through supporting the
administrations having a sense of democratic responsibility in the neighboring
regions; strengthening EU’s capability of rapid reaction forces by improving
appropriate mechanisms against the mentioned threats and crises as a
requirement of an active multi-multilateralism in the world politics;
emphasizing of achievements of the EU in crises prevention, and emphasizing
the significance of transatlantic relations, are main subjects to be issued in the
next part.
3. STRATEGIC OBJECTIVES
In the second part of the document, the above-mentioned strategic goals are
focused on. The main proposition of this part is that humanity has more
opportunities and abilities then ever, but faces dangers and uncertainties in
similar proportions.
The thesis that democracy should become widespread globally for defending
European security is given coverage in this part as well. On this point, the
USA and the EU share similar opinions and political culture; nevertheless the
opinion that the American way of life has some negative aspects in it is
widespread in Europe. Although it is accepted that US political culture
attaches importance to citizen and human rights, there is another objection that
social problems such as homelessness are not taken seriously enough in
220
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,213-236
Mesut Taştekin
American politics, namely in the world view and lifestyle of the Americans. In
addition, market conditions are relied on more than necessary and the
regulatory power of politics is not given an opportunity. As is known, in US
political culture, “liberty”, which is one of the values of the Enlightenment, is
preferred to “equality”. In contrast to this, in European political culture,
“equality” is given priority. Therefore, it may be assumed that the EU has a
different approach towards values such as equality, liberation, democracy, and
the free market from that of the USA.
The belief that the EU, with democracy and similar European values, will be
able to surmount the security problem by disseminating wealth is a significant
point. In a way, here an alternative solution is offered to the American
intervention policy which is based on the military instrument. The EU resorts
not only to military, but also diplomatic as well as economic and other civilian
instruments such as development aid in order to contribute to European as well
as global stability. Actually, it is difficult to put forward that the EU’s
economic aid is enough to secure regional stability. However, associating
security and economic instruments with one another to prevent crises is very
important. With this point, the EU strategy differentiates itself from the USA
national security concept by attributing civilian instruments in addition
military one in its proposed intervention policy.
In the EU strategy document, three strategic goals are established in order to
defend and support European security and its values in a way going beyond
Europe. Firstly, main threats are touched upon, and international terrorism∗ is
well studied. Fighting terrorism, limiting and preventing the proliferation of
weapons of mass destruction, reinforcing the role of “International Atomic
Agency” and establishing a tight export regime are listed as basic measures
∗
For Turkish perspective on international terörism see Denker, Mehmet Sami (1997),
Uluslararası Terör, Türkiye ve PKK, Boğaziçi Yayınları: İst.; Arıboğan, Deniz Ülkü (2003),
Tarihin Sonundan Barışın Sonuna Terörizmi Anlamak ve Anlamlandırmak, Timaş Yayınları: İst.
221
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 213-236
On The Strategy Document of the Eu and Turkey
against threats that have appeared or will materialize. As is known, the USA
has similar concerns and supports the mentioned measures. However, while
the USA is willing to implement the measures unitarily, the EU wants to rely
on binding multi-lateral relations (Krause, 2004: 43-59).
When globalization is accepted as a paradigm, the source of security threats
will not be limited to the close geographical area. The significance of
geography is increasingly declining; for instance, the atom program of North
Korea, the nuclear risk from Southeastern Asia, and the developments in the
Near East, will be a close threat for European security. Threats to European
security may begin outside European territory, so the whole globe needs to be
regarded as the European security area (Fuerot, 2004). Consequently, as
globalization also covers Europe, directing global developments and
controlling them will be evaluated within the framework of European security.
In a globalize world, security threats and risks are not solely of military origin.
Therefore, there are threats and risks which are not of military origin.
Preventing and impeding them can not be realized only through using military
instruments. Such threats can only be surmounted through the use of political,
diplomatic, and military instruments.
The document states how the EU has responded to the above-mentioned
threats, and shows its contribution in the Balkans, Afghanistan and the
Democratic Republic of Congo as examples (Helse, 2005). As is known, the
EU deployed military troops in the mentioned regions and places in the name
of its legal entity, and wanted to contribute to the formation of peace and
wealth in these regions. Another important point in this part is that defense
doctrines during the Cold War period lost their function and the problem of
occupation was no longer problem. However, the document set the ground for
intervention by emphasizing the necessity to start the defense line at or outside
the European border. However, how the EU will establish a balance between
222
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,213-236
Mesut Taştekin
the international law and its intervention policy is a significant point that needs
clarification (Ortega, 2005: 87-104).
As the second strategic target, the document emphasizes the improvement of
the EU’s relations with its neighbors. Security and wealth should not be aimed
only within the EU borders. Giving a share from this wealth and security to the
neighboring countries will be linked to the interests of the EU. The interest of
neighboring countries in this will be of interest to the EU. Thus, the EU will
move away from being an isolated wealthy and secure block, and instead
contribute to creating a belt of peace on its periphery that will incorporate
democratic states. Eastern European, Mediterranean countries and the Balkans
are pointed out within this context. The Israel-Palestine conflict forms the
basis of Near Eastern problems. In this conflict, while the EU has supported
the Arabs, the USA has backed Israel (Atatöv, 2003). Whereas the USA was
tolerant towards the security concerns of Israel and overlooked its wrong
doings, the EU was more sensitive to the pathetic situation of the Palestinians
(Krell, 2004, Asseburg, 2003).
It is worth noting another significant development that the EU must have been
worried about: the unexpected and dangerous consequences of allowing the
USA to determine developments in the Near East. The USA, after its
intervention in Iraq, started a new initiative with the concept of a “Greater
Middle East”, and struggled to shape the region in line with the new political
requirements. Within this framework, the USA allocated 18-19 billion US$
solely for the reconstruction of Iraq (Gaerber, 2004: 87-100). The EU was
worried about being left out of the developments and issued a draft document
entitled “The EU-Mediterranean and Middle East Strategic Partnership” on
March 22, 2004. In this way, the EU demonstrated its concern over the
question of security. The document seems to be the continuation of the
Barcelona process within the framework of Near Eastern dialog, and
emphasizes the intention of a common peace, stability and wealth in the region
223
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 213-236
On The Strategy Document of the Eu and Turkey
by making reference to the issues in the European security strategy document.
Nonetheless, no figure regarding the financial dimension is provided.
The third strategic target of the document is the proposition that international
order should be shaped based on multi-lateral relations and laws. As
dependency increases in a globalizing world, the actors involved participate in
this process. Thus, it is thought that a stronger and healthier international
community will be formed. As participants become familiar with judicial
norms they will try to conform to these norms; unlawful behaviors will be
taken under control by applying the multi-lateral mechanisms. However,
international law should be rearranged in line with the new conditions. Despite
this call, the document did not focus on what needed improvement.
International organizations need to be strengthened. The United Nations as a
worldwide nation and its role in international security are studied. As the
decisions of the UN form the basis and framework of law, the UN Security
Council is a primary multi-lateral organization responsible for international
peace and security. The UN constitutes the heart of multi-lateralism and world
order, and it should do so. Therefore, one of the priorities of the European
security policy is to reinforce the UN and thus help the UN to play its role
successfully.
It is emphasized that international and regional organizations are fundamental
for a world order in which prosperity and peace is prevalent. The document
stresses the significance of commercial and economic relations to establish a
better international order and that of global and regional organizations
facilitating these relations. In this respect, the EU security strategy is clearly
different from the American national security strategy. The EU has become an
example of multi-lateral relations among equal states from the standpoint of
development. The EU could make contribution to the formation of world order
by disseminating its experience globally. This will mean a more stable and
peaceful world order.
224
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,213-236
Mesut Taştekin
In the document, the states qualified as rogue states are not named, but it is
inferred from the revealed concept that much effort will be exerted to attach
these states to the international community and diplomatic efforts will be made
to achieve this. It is pointed out that frequently resorting to military sanctions
will remove the legitimacy of the present international system and, the
international order may turn into a chaos. Therefore, particular attention should
be paid to judicial values to determine the behaviors of other actors. Coercive
measures in the document are not named. The third part of the document lays
out policy implications for Europe.
4. POLICY IMPLICATIONS FOR EUROPE
The main points taken up in this part of the document are: (1) The need for the
EU to develop a strategic culture, (2) Strengthening the capacity for preventing
crisis and swift action, (3) Improving civil crisis management, making military
and civil elements more effective by combining these two after the
intervention to crisis (Rummel, 2005a: 83-105, 2004: 259-279), (4) Enabling
diplomacy as an instrument to solve problems, (5) The EU and NATO
relations, and (6) The call to develop strategic partnerships with the leading
states of world politics.
The EU’s successful crisis management in the Balkans is emphasized and this
is shown as an example of what the EU can achieve (Ortega, 2005: 87-104). It
is stressed that similar achievements can be obtained in other regions only if
the member states adopt a common attitude. It is reiterated that the EU, with a
common culture, conscience and will, can evaluate its potential in managing
and overcoming crisis. Other achievements of the EU in international politics
and security are touched upon. In order to eradicate the threats and dangers
mentioned above, the EU should use its potential and develop its mobility.
Briefly, the EU defines itself as an actor responsible for both regional and
global security. To carry out its global responsibility, the essential equipment
225
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 213-236
On The Strategy Document of the Eu and Turkey
and Common Foreign and Security Policy instruments should be reinforced
and equipped with other convenient mechanisms. In this way, it is thought that
the EU will be able to make a significant contribution to European security.
The EU, with its two million military personnel and 160 billion Euro military
expenses, has the power to establish its own defense system and to set up
active intervention means (Reiter, 2004: 26-31). However, this potential is
evaluated within the authority of national states, not within the framework of
the EU institutions. The document regards the existing potential as having the
capacity to be used in a number of operations concurrently. The EU is of the
opinion that this potential can be evaluated more actively if a strategic culture
is adopted. However, the EU is far away from the aforementioned stage. The
EU has not managed a significant crisis or intervened in a serious crisis to date.
So far, the EU has undertaken some responsibilities in collaboration with
either the USA or the UN. In addition, the EU accepts that it can achieve some
of its political goals through the wise use of diplomatic instruments.
In the document, the EU is required to be active diplomatically, and nation
states are expected to limit their powers in favor of supra-national structures of
the EU. Diplomacy is assessed as an easy and low-cost means compared to
military intervention. In other words, in order to reach the above-mentioned
goals, low-cost formulas and cooperation should be sought. Channeling
foreign relations towards the same political targets and agenda is stressed. In
this context, the need to coordinate foreign trade, development aid, and foreign
and security policies is accentuated. According to the document, trade and
development policies should be used as powerful tools to promote reform and
prevent crises before their occurrence.
In the document, in addition to its positive references to the continuing good
transatlantic relations, the EU considers that it can attain the aforementioned
goals more easily by establishing good relations with the other powers in
world politics. This way, the formation of a more peaceful and stable multi-
226
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,213-236
Mesut Taştekin
polar world order, in which the EU can participate as an “equal actor”, is
secured. For this reason, the importance of multi-lateral relations is often
stressed. Consequently, the EU should develop new partnerships not only with
the USA (Hacke, 2004: 63-71) but also with Canada, Russia, Japan, China and
India in order to build up a multi-polar world order which is based on the
values of the international laws. That the names of those states are mentioned
in the document should be seen not only as an outcome of the EU’s efforts
towards finding support to its own project but also as a result of the significant
roles it playing now and/or that of the probable roles it will play in the future
in international relations.
The document has not included Turkey which has been active over the past
fifty years in favor of European security. Conversely, it has made reference to
Russia as a significant partner which was a threat to Europe during the cold
war era.
5. EUROPEAN SECURITY AND THE ROLE OF TURKEY
As mentioned above, Turkey has not been referred to in the strategic
document. However, Russia’s importance in respect of European security is
pointed out clearly. On the other hand by not giving Russia an EU membership
perspective, a different Russian strategy has been accepted (EU-Russia
Summit, 2005), and a possible full-membership of Turkey into to the EU has
been agreed on. The reasons why Turkey has not been referred to in the
document could be explained as the following: It may be an attempt to prevent
Ankara’s position becoming more powerful during the negotiations;
alternatively, it may be am implicit assumption that Russia’s contribution to
EU security would be crucial in comparison to Turkey’s. For Turkey this is a
very important case to be discussed. However, in the document the Balkans,
the Mediterranean region, the Near East and the Caucasus have been listed as
sensitive regions for European security. These regions are undoubtedly
227
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 213-236
On The Strategy Document of the Eu and Turkey
important for Turkish security, too. Turkey is a country that is at the junction
of all these regions, and as well as being affected by European developments,
has the potential to affect the mentioned regions’ security (Oran, 1996: 353370).
Not mentioning Turkey in the document directly and the not referring to
Turkey’s EU membership application should perhaps be put down to an
oversight. Although there is no direct reference related to Turkey, it is known
that the EU is very concerned with Turkey for strategic reasons (Bağcı, 2000,
5-25). Even without Turkey’s EU membership, Turkey is very important for
European security. Besides Russia, it would have been fine to give a place to
Turkey. The fact is that if the EU prefers Russia to Turkey, this could cause
new security complications for Turkey. The EU, by choosing Russia in its
security policies, will cause Turkey to stay closer to the US security guarantee.
In contrast, the USA, despite all good relations with Russia, has been seeing
Russia as a counterpart, especially with regard to the Caucasus and Central
Asia, has given priority to Turkey over Russia in a certain way (Sagorski,
2000: 329-334).
Russia’s continuing development and influence, for the most part, has been
against interest Turkey and Turkic people. Russia and Turkey, especially since
the XIX century, have been competing and racing hard in order to become
important actors in the system of the Western balance of power. The fact that
important European states have chosen Russia as a partner has always been
against Turkish interests. Turkey’s alliances with the west are an essential
counterbalance to Russia’s power. That is why Turkey has always tried to
enter into the western states system. It has also given importance to setting up
relationships with the main actors, the strongest state in the western state
system (Çomak, 2005: 201-208). In this way, Russia, with those relations set
up first with the Western Europe and later with the USA, was balanced and the
228
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,213-236
Mesut Taştekin
country that caused security crises on Turkey has been attempted to get over.
So, the destabilizing potential of Russia should be eliminated.
Turkey is not only an actor that would contribute to the fortifying of
multilateralism and the setting up of a multi-polar world order, but also, with
its powerful armed forces, is capable of intervening actively in crises that
might come into existence around Europe. Turkey is, in respect of security and
strategy, at the junction of Asia–Europe–Africa. Turkey’s preference is to
participate in European and Transatlantic institutions as well as EU structures.
In this way, Turkey is trying to bring its national development forward.
However, should Turkey’s attempt to join the EU fail, Turkey will become
isolated, and depended on the USA more strongly. On the other hand, it is also
possible that Turkey would set up successful relations with Russia and with the
other power centers which would not be in harmony with the interests of the
EU security concern.
Turkey, in spite of all these worries and assertions, doesn’t claim to function
effectively as a regulative power (Ordnungsmacht) in the Near Easter, Central
Asia or the Caucasus. Turkey, in order to reinforce the international system
which is under the leadership of Transatlantic allies, is active in the
aforementioned regions and is for setting up its national development in the
frame of transatlantic and European institutions.
The EU’s concerns about taking on a power such as Turkey and facing
difficulties of furthering its integration policy further are not yet over. Some
interested groups in the EU claim that with the possible membership of
Turkey the EU’s borders will expand and that expansion will leave the EU
with new unstable frontiers. Furthermore, after Turkey’s becoming a member
of the EU, it may grow by spreading its national power and impact in the
surrounding region. Naturally this, in turn, may draw the reaction of Russia
and thus the relations between the EU and Russia could become tense and so
an insecurity environment could be set up for Europe. Since Turkey’s
229
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 213-236
On The Strategy Document of the Eu and Turkey
membership will eventually be so costly, keeping it out of the EU integration
process may be recommended (Wehler, 2004: 33-34, Reiter, 2004).
Furthermore, if Turkey becomes more powerful economically, this could lead
to Turkey gaining more power within European institutions -this may be
considered to be against the interests of the EU.
The EU, to a certain extent, takes the value of Turkey’s geopolitical position
into consideration, but seems to lack the ability to evaluate it well (Oran, 1996:
353-370). However, in the document it is pointed out that for Europe’s security
a possible source of worry is the dependence of the EU on the energy sources.
Turkey is a country at the crossroads of energy corridors. The contribution of
Turkey to the EU’s energy needs might overcome these energy shortcomings.
However, the EU tends to supply its energy needs not through Turkey but
through Russia (Ruelhl, 2004, Schenider, 2005). The EU seems to have
accepted the event of Russia’s re-expansion in the Caucasus and Central Asia
and its control over these regions (Ruelhl, 2005). However, energy resources
from the Caucasus and Caspian Sea could be well transported through Turkey
to Europe. The EU, from this point of view, has not grasped or taken the
importance of Turkey into consideration as the USA has. In other words, this
means that the EU has not shaken off its suspicions concerning the positive
contributions Turkey could make to EU security situations.
The worry is that Turkey will eventually gain more power after becoming full
EU membership and be powerful like France, the UK and Germany, and thus
influence the balance of power structures among the EU states (Nussbaumer,
2004). Furthermore, according to this view, after possible full membership,
Turkey gaining a powerful position in the EU could effect and might change
the developmental direction of the EU and might even stop the EU integration
process. Such worries in certain EU circles could not be overcome and are still
current. After gaining EU membership, Turkey, by using EU-linkage as a
lever, may reinforce its influence in the Caucasus, Central Asia, and the Near
230
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,213-236
Mesut Taştekin
East and in the Balkans. This powerful potential of Turkey causes some
worries within the EU. The assumption of these worries is that that the
outcome would not be in harmony with EU security interests. Such an
assumption supports insecure feelings against Turkey’s membership. However,
Turkey’s possible exclusion from the European integration process will not
only expose the limits of the EU’s integration ability but will also demonstrate
limits of ability of the EU as a global actor, as it is described in the strategic
document.
Conclusion
The European security strategy document, which aims to build a common
European strategy culture, is an important step that has been made in the sense
of defining the common interests and the common threat perception. Yet it is
too early to claim that the EU, with that document, has reached a strategic
culture and a clear definition of common perception and interest. It is still
unclear what sort of impact the document will have on the EU and EU states.
The members of the EU are aware that they can’t overcome crucial security
threats and dangers with their own national resources. On the other hand, they
seem too far away to put EU common interests above national interests.
The EU security strategy document, which attempts to set up a common
strategic culture, is an endeavor to overcome the fragmentation between EU
states, as seen in it response to the USA’s Iraq intervention. The EU has
declared its will to act as a global actor, not opposed to the USA as an
alternative but with the USA at an equal partner (Rummel, 2004: 119-143),
remaining closely tied to the Transatlantic community. It has been strongly
pointed out that in establishing a multi-polar world order, to which the EU can
contribute, a stable and peaceful world order could be created. Thus, the EU
document follows the USA concepts in respect of the perception of security
threats and the need for intervention in regional crises; it differs in respect of
231
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 213-236
On The Strategy Document of the Eu and Turkey
its proposal to set up a world order project. Fundamentally, by underlining its
intervention policy with a mix of economical, civilian, and military elements,
it has differentiated itself from the USA.
It has not been mentioned on the Turkey’s role in the document. However, it
does state that by spreading welfare and security in Europe and around, the
formation of a new line dividing Europe should be prevented. In view of these
declarations, the omission of Turkey from the document appears contradictory.
Indeed, the EU’s strategic vision that is represented in the document could be
realized better with the contribution of Turkey. It agrees on the point that
gaining stability in Europe and around is a part of Turkey’s security politics.
Consequently, it would have been convenient if Turkey had been named as a
strategic partner in the document. Turkey, as has been mentioned in the
document, by taking part in the Barcelona process, has become an effective
member of some regional organizations such as the Black Sea Economic
Cooperation, the Economic Cooperation Organization and the Organization of
the Islamic Conference. Because of this, Turkey could have a positive effect
on the EU’s European security policy and there is no doubt that it can take
responsibility for being a mediator in regional conflicts and clashes and assist
in developing a regional security environment for the EU.
REFERENCES
1. Andersson, Jan Joel, The EU Security Strategy: Coherence and Capabilities,
Utrikespolitiska Institutet, 20 October 2003, Stockholm, (http://www.isseu.org/solana/docsto.pdf) (Downloaded: 28. 06. 2005).
2. Arıboğan, Deniz Ülkü (2003), Tarihin Sonundan Barışın Sonuna Terörizmi
Anlamak ve Anlamlandırmak, Timaş Yayınları, İstanbul.
3. Asseburg, Muriel (2003), Die EU und der Friedensprozeß im Nahen Osten
and Materialsammlung zum Friedensprozeß im Nahen Osten Anlageband zur
232
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,213-236
Mesut Taştekin
SWP-Studie 2003/S 28, “Die EU und der Friedensprozeß im Nahen Osten”
(Berlin: SWP-Studie, July).
4. Ataöv, Türkkaya (2003), 11 Eylül: Terörle Savaş mı, Bahane mi?, Alkım
Yayınevi, İstanbul.
5. Brzezinski, Zbigniew (1997), Die einzige Weltmacht, (Weilheim/Berlin).
6. Çakmak, Haydar (2007), Avrupa Güvenliği, Platin Yayınları., Ankara.
7. Çayhan, Esra (2002), Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası ve Türkiye,
Akdeniz Üniv. İ.İ.B.F. Dergisi (3).
8. Çomak, Hasret (2005), Rusya Faktörü ve Üç Boyutlu Dış Politika, Stratejik
Öngörü Dergisi, (June).
9. Dedeoglu, Beril (2004), Yeniden Güvenlik Topluluğu: Benzerliklerin
Karşılıklı Bağımlılığından Farklılıkların Birlikteliğine, Uluslararası İlişkiler
Dergisi, (Sayı 4, Kış).
10. Deighton, Ann. (2002), The European Security and Defence Policy,
Journal of Common Market Studies. Vol. 40 No. 4.
11. Denker, Mehmet Sami (1997), Uluslararası Terör, Türkiye ve PKK,
Boğaziçi Yayınları, İstanbul.
12. Ehrhart, Hans-Georg (2004), Abschied vom Leitbild „Zivilmacht?
Konzepte zur EU-Sicherheitspolitik nach dem Irak-Krieg”, Varwick, Johannes
/ Knelangen, Wolfgang (Hg.), Neues Europa -alte EU? (Opladen:Verlag Leske
und Budrich).
13. EUSS (2003). EU Security Strategy Document, Bruxel, 12. 12. 2003.
http://www.consilium.europa.eu/uedocs/cmsUpload/78367.pdf)
14. EU-RUSSIA Summit (2005), Fifteenth EU-Russia Summit. Road Maps,
Moscow, 10 May 2005;
(http://ue.eu.int/ueDocs/cms_Data/docs/pressdata/en/er/84815.pdf)
(downloaded: 28. 08. 2005).
15. Frankfurter Rundschau, 16.11.2004. (Downloaded: 28. 06. 2005).
233
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 213-236
On The Strategy Document of the Eu and Turkey
16. Gaerber, Andrae (2004), Transatlantische Initiative für Mittleren Osten
und Nordafrika -eine unvollstaendige Agenda, Internationale Politik und
Gesellschaft, (Heft 4, Berlin)..
17.
Goetz,
Roland
(2004),
Rußlands
Energiestrategie
und
die
Energieversorgung Europas, (Berlin: SWP-Studie, March).
18. Hacke, Christian (2004), Die europäische Verfassung: Katalysator für
mehr außen und sicherheitspolitische Gemeinsamkeiten?,Politische Studien,
(Sept-Okt.).
19. HeIse, Volker (2005), Militärische Integration in Europa, (Berlin: SWPStudie, Sept.).
20. Hilz, Wolfram (2005), Die Sicherheitspolitik des Europäischen
Führungstrios, Aus Politik und Zeitgeschichte.
21.
Javier
Solana,
draft
version
of
the
EUSS
Document,
http://ue.eu.int/ueDocs/cms_Data/docs/pressdata/en/reports/76255.pdf.
22. Karaosmanoglu, Ali L. (2003), Transatlantik Çatlağı: Değişen Kimlikler,
Doğu-Batı Düşünce Dergisi 23, (Mayıs-Haziran-Temmuz).
23. Karaosmanoğlu, Ali (2001), Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği
Acisindan Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri, Doğu Batı, (No 14).
24. Krause, Joachim (2004), Multilateralism: Behind European Views, The
Washington Quarterly, (Spring).
25. Krell, Gert (2004), Die USA, Israel und der Nahost-Konflikt, Studie über
Demokratische Außenpolitik im 20. Jahrhundert, (Frankfurt/M.: HSFK-Report
Nr. 14).
26. Mathiopoulos, Margarita (1998), Die USA und Europa als globale Akteure
im 21. Jahrhundert, Aussenpolitik, 2/1998.
27. Müller, Friedeman / Ulbach, Uwe (2001), Persischer Golf, Kaspisches
Meer und Kaukasus, (Berlin: SWP-Studie, January).
28. Mommsen, Margerata (2004), Die EU und Russland, WeIdenfeld, Werner
(ed), Europa Handbuch (Bonn: BPB).
234
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,213-236
Mesut Taştekin
29. Nussbaumer, Heinz (2004), Wo endet Europa? Vom Umgang der
Europäischen Union mit der Türkei, Vortrag vor der Orientgesellschaft
Hammer -Purgstall am 18. 12. 2004 in der Diplomatischen Akademie Wien.
http://www.da-vienna.ac.at/userfiles/nussbaumer.pdf (12. 08. 2005).
30. Oran, B. (1996), Türk Dış Politikası:Temel İlkeleri ve Soğuk Savaş
Ertesindeki Durumu Üzerine Notlar, AÜSBF Dergisi, (cilt.: 51, No: 1-4,).
31. Ortega, Martin (2005), Über Petersberg hinaus: Welche militaerische
Missonen für die EU?, in: Gnesotto, Nicole (2005) (Hg.), Die Sicherheits- und
Verteidigungspolitik der EU, Institute für Sicherheitsstudien, Paris.
32. Perthes, Volker (2004), Europa und Amerikas Greater Middle East,
(Berlin: SWP Aktuell 5, Feb.).
33. Reiter, Eric (2004), Die Sicherheitsstrategie der EU, Aus Politik und
Zeitgeschichte B 3-4.
34. Reiter, Eric (2004), Die Situation der EU in ihrer geplanten strategischen
Überdehnung –Sicherheitspolitische und strategische Aspekte eines Beitritts
der Türkei zur EU, (Arbeitspapier des Österreichischen Instituts für
Europaeische Sicherheitspolitik Wien, Dez.).
35. Ruelhl, Lothar (2005), Sicherheitspartner Türkei. Geopolitik, Strategie und
europäische Interessen, Sicherheitspolitik des Bundesministeriums für
Landesverteidigung, Wien, (April).
36. Rummel, Reinhard (2004), (2005)a, Der zivile Gehalt der Europäischen
Sicherheits und Verteidigungspolitik, Schröter, Lothar (ed.), Europa und
Militär - Europäische Friedenspolitik oder Militarisierung?, (Schkeuditz).
37. Rummel, Reinhard (2004), Soft-Power EU Interventionspolitik mit zivilen
Mitteln,
in:
Ehrhart,
Hans-Georg
/
Schmitt,
Burkard
(Hg.),
Die
Sicherheitspolitik der EU im Werden (Baden-Baden: Nomos V. G..
38. Rummel, Reinhard, (2004), Europäische Mitverantwortung für Globale
Sicherheit, Reinhard C. Meier-Walser (ed.) Gemeinsam sicher? Vision und
Realität Europäischer Sicherheitspolitik (München).
235
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 213-236
On The Strategy Document of the Eu and Turkey
39. Sagorski, Andrej (2000), Entwicklung der russisch-amerikanischen
Beziehungen, Gorzka, Gabriele. / Schulze, Peter, (Hg.), Wohin steuert
Russland unter Putin? (Frankfurt: Campus V.).
40. Schneider, Eberhard (2005), Die Europäische Union und Rußland im 21.
Jahrhundert, (Berlin: SWP-Dis.papier, Mai).
41. Schrader, Lutz (2004), Europas Antwort auf Bushs Grand Strategy,
Welttrends 42 (İlkbahar).
42. Schneckener, Ulrich (2004) (Hg.), States at Risks. Fragile Staaten als
Sicherheits- und Entwicklungsproblem, (Belin: SWP-Studie, Nov.).
43. Schweıgler, Gerhard (2004), Aussenpolitik der USA, Lösche, P. / von
Loeffelholz, H. D. (Hg.), Laenderbericht der USA (Bonn: BPB).
44. Wehler, Heinz-Ulrich (2004), Verblendetes Harakiri: der Türkei-Beitritt
zerstört die EU, Aus Politik und Zeitgeschichte, (B 33-34).
46. USNSS: (www.whitehause.gov/nsc/nss.pdf) (17. 5. 2004).
236
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,213-236
Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1 (1),2008,237-247
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY
THE MILITARY AS AN ONGOING
NATION-BUILDER IN TURKEY
Sinan Çaya∗
ÖZET
Türk Ordusu; bütün genç erkekleri, hiç ayırt etmeksizin, zorunlu hizmet uyarınca
bünyesine çekip bütünleştirmekle; bir ulus inşacı işlevi ortaya koymaktadır. Burada
insan kaynakları açısından hiçbir ziyan söz konusu olmayıp, bütün potansiyel kıymetler
yerini bulmaktadır. Müşterek biz duygusu tek askere kadar herkesi kuşatmaktadır.
Askerlik hizmeti etnik bilincin ön plana çıkmasını engelleyerek bütünleştirici bir rol
oynamaktadır. Diğer yandan farklı bölgelerden bireylerin sosyalleşmesi ve kişisel
gelişmelerinde de önemli bir işlev edinmektedir.
Anahtar Kelimeler: Türk Ordusu, Zorunlu Askerlik, Ulus İnşası, Askerlik Sistemi,
Eğitim.
ABSTRACT
Turkish military serves as a nation-builder, absorbing and unifying all young males in
the compulsory service with no discrimination whatsoever. All valuable potentials
attain recognition, there being no place for waste, as far as human resources go. The
we-feeling there extends out to each and every one of the soldiers.
Military service plays an integrating role by diminishing ethnic consciousness. On the
other hand it has crucial functions in socialization and personal development of people
from different regions.
Key Words: Turkish Armed Forces, Compulsory Service, Nation-building, Military
System, Training.
1. INTRODUCTION
In Turkey the compulsory military service gives everyone a chance to see a
part of the country necessarily different from his hometown, where he serves
in full integration with his peers from elsewhere. This ongoing process (which,
even if by coercion, is mostly welcome by the vast majority anyhow) calls for
and accepts all. The same clothing, the same food and the same shelters pertain
∗
Yrd. Doç.Dr. Beykent Üniversitesi Meslek Yüksek Okulu. [email protected]
The Military As An Ongoing Nation-Builder In Turkey
to all. Though individuality is necessarily discarded, another virtue is stressed.
Recognition through a genuine, self-experienced empathy of the others as
equals, as comrades-in-arm.
As Janowitz (1975: 432) points out the Turkish draft system contrasts with
most of today’s Middle Eastern countries and greatly contributes to national
integration. He who serves shares the honour of participation. An alternative
technical and complicated professionalism understanding could not have done
this. It even would have caused a setback against it: “The proposition can be
offered that precisely because it was a draft force with a high turnover of
personnel (rather than a long-term, standing-service force) that it served as an
institution for building national cohesion”.
Other authors also stress the importance of the draft system in “incorporating
all citizens into the national scene”. “The army is one of several tangible
manifestations of what it means to be a Turk, especially for the peasants and
nomads. A second manifestation is the education system, which is reaching
more and more people every year” (Roberts et all, 1970: 71-72).
2. MILITARY SERVICE DIMINISHES ETHNICAL CONSCIOUSNESS
The official policy makes no discrimination between ethnical and/or regional
groups and even minorities. It should be pointed out that as a general principle
western boys on the whole are more likely to serve in the eastern regions and
vice versa. (the Turkish Police Force a similar rule holds true: A policeman is
not appointed to his home-city, very big cities constituting an exception). Only
youths from coastal regions are sent to the Navy.
Many kinds of talents/crafts are widely utilized in the Army. Over two hundred
professions are officially described: Barber, tailor, barman, waiter, hairdresser,
carpenter, blacksmith, auto-repairman, hotel-receptionist, plumber etc. are
some examples. Some minority youths, due to their traditional specialistoccupations, may even end up better off than the bulk of the privates. It is a
238
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,237-247
Sinan Çaya
possible scene to encounter a Greek or an Armenian or a Jewish origined lad
in the bar of an officer club (orduevi) as a barman or a receptionist etc. for
instance. Many “gypsy” youths also obtain comfortable positions due to their
traditional musical talents.
Here is a case history now: When I was a lycée student, we had an Armenian
friend named Aret. His mother sometimes used to come to our dormitory to
fetch him clean laundry. She had a special way of calling out his son’s name,
elongating the second syllable while strongly stressing the letter “r”: #A-´reeet.
Some boys even used to tease him (in a good-humoured manner) imitating his
mother’s way of uttering this name.
Years later, when I was a sub-lieutenant (reserve–officer), I was once drinking
tea in an officer club. I then happened to hear that characteristic call from the
voice of an old lady! I felt as if I were again an adolescent in my former
dormitory. Surprised, I wondered if Aret’s mother was in that same location
now, by any chance! In fact, there she was, sitting in the same lounge a few
meters away! Aret himself, also a sub-lieutenant now, was in charge of a
section of that officer club.
It is interesting to note that the role of armies in integrating and unifying
ethnicities and even races, seems to be a true case for other countries, too.
Armed Forces in America, where racial and ethnical tensions are high in the
civilian society, also “dilute” such tensions. As Moskos and Butler (1996: 2)
express; “a visitor to an army dining facility is likely to see a sight rarely
encountered elsewhere in American life: blacks and whites commingling and
socializing by choice”.
As a rule of thumb the more military the environment, the more complete the
integration. Interracial comity is stronger in the field than in garrison, stronger
on duty than off, stronger oh post than in the world beyond the base (Moskos
and Butler 1996: 2).
239
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,237-247
The Military As An Ongoing Nation-Builder In Turkey
3. EACH SOLDIER’S VALUE IS RECOGNIZED PER SE AND IS
EMPLOYED
Command of foreign languages, nowadays including Balkanic languages with
a view for a position in Bosnia or Kosova, also come into play for procurement
of special duties in the Army. As another related case history, the story of
Mahmut could be of some interest:
He was a friend of mine while I was a freshman in the university. The son of
an ambassador, Mahmut knew English and German perfectly. He was not a
hard worker, though. Fond of an easy life, he built a low average in his courses
and got dismissed at the end of the year. He could have deferred his military
service and re-enter any other
university in any other major and earn a
reserve-officer status after graduation.
This, he did not choose to do. Instead, he went to the Army service. He became
a sergeant (çavuş) coming out of his basic training in the sergeant-courseprogram (çavuş talimgâhı) and ended up in Brussels in the NATO
Headquarters, due to his foreign languages! He became a hero in our eyes
because he chose to be a draftsman and also because he made his way to
Brussels!
After completing his service, he returned to the university, thanks to an
academic amnesty. Now there wasn’t a trace of frivolousness in Mahmut. He
was a very responsible, hard-working and successful student. No wonder. The
Army had done him a lot of good, as an anonymous folk poem (mani) dictates:
“Tomatoes in the gardens/ They’re used to make salads/ Let the rascal go to
army/ To attain his wisdom!” (“Bahçelerde domata / Ondan olur salata/
Varsın gitsin askere/ Akıllansın kerata!”).
Such privileges during the army service are only cases of de facto
discrimination but not real discrimination or favouritism of any kind. [“In
sociology there exists the concept of de facto discrimination. This concept
emerges due to the needs of certain situations. For instance, if a minimum
240
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,237-247
Sinan Çaya
tallness of 1.67 meters is stipulated to become a police-officer, those
candidates who do not meet this particular requirement, are not admitted to this
profession” (Mutlu 1996)].
In a similar manner, being tall is actually a virtue in the army. Militarypolicemen (inzibat) are recruited from among tall draftsmen. To enter some
special units where being presentable in appearance matters (protective forces
of National Palaces, Atatürk’s Mausoleum, The Guarding Regiment of the
State President etc.), a private must be tall.
Obviously, the more education one has, the better off he/she is almost
anywhere, the army being no exception.
On the Çanakkale Front, Colonel Mustafa Kemâl once saw a script in a
beautiful calligraphy from the Holy Koran on the ramparts. He found the
soldier who had written this script and said that such a talented man should
not die in action. In spite of the soldier’s objection, his commander sent him
away from the front. This soldier later became a famous master calligrapher
(üstâd hattat). His name is Macit Ayral (summarized from Uluç December 4,
1998). (Ironically, in contrast to that, the Nobel Prize holder young scientist J.
Mosely was a signal officer in the opposing British Army at the same time. He
unfortunately got killed in action).
4. A RELIEF FOR THE OPPRESSED, FOR THE DEPRAVED
Cultural deprivation (which has usually correlation with low financial income)
may also, for that matter, indirectly work to the detriment of an individual in
many cases all over the world. Even the casualty rates in action can be related
to socio-economical status. As Schaefer and Lamm (1983: 200-201) let us
know; a research carried out by Zeitlin and his co-workers in 1973 in the State
of Wisconsin confirms this idea: 15% of the fathers of all high school seniors
were poor. But, 27 % of the fathers, who had lost sons in Vietnam were poor.
The casualty of the poor were disproportionately higher. Hoult (1979), Mayer
241
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,237-247
The Military As An Ongoing Nation-Builder In Turkey
(1955) and J. Willis (1975) arrived at similar conclusions in their work. Sons
of well-to-do families would usually end up as officers and be less exposed to
dangers than the enlisted men.
Still, depraved and oppressed youths are better off in the military than
everywhere else. [In the movie The First Blood this is expressed in the words
of the frustrated ex-veteran (played by Silvester Stallone). There he was
somebody, not a bum. Millions worth of equipment was confined to him.
There was good friendship relations].
This is especially true in Turkey within the draft system. For many who feel as
if they were outcasts (those who are poverty-stricken, those coping with
problems, those coming from broken homes etc.) the service functions as
therapy. The feeling of belonging develops maybe for the first time.
Acceptance and respect is attained from inside the organization as well as from
outside. [Writer and poet Salih Bolat had an interview with literary critique
Selim İleri on a television screen about the place of trains and railroads in
literature. Bolat, the son of a railroad man, said at one point that formerly
steam trains used to blow their whistles while passing throgh towns.
Intermittent blows were those of freight trains. Passenger trains’ whistle was
somewhat longer. But a train carrying soldiers would have a long, proud and
somewhat bitter whistle, a sound which strikes the hearers with awe and which
ransoms deference].
The following long case-history drastically illustrates how the concept of
comradeship coupled with compatriotship and seniority working together in
the military environment, outweigh an otherwise too strong and deeply
embedded negative attitude like class-consciousness [Those who come earlier
to service are senior to new-comers. Privates with no rank insignia are
differentiated in this regard. When any two soldiers of equal standing come
together one is in the leader, the other is in the follower position]:
242
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,237-247
Sinan Çaya
After completing his basic training in Manisa, private Yaşar was appointed to
a military establishment in İstanbul, for the rest of his service. The date was
the end of 1999. He was a darkly complected young man with bushy
eyebrows.
Here, they made him responsible from a certain corridor in the main building.
He had to mop the floors, wipe the window panes, dispose the waste baskets.
Though a naturally smart young man, he was illiterate. (His ending up in
İstanbul instead of a “forsaken” military troop elsewhere in the provinces, can
be taken as a sub-theme as to verify the idea of justice in the military).
Nowadays illiterate soldiers constitute a very small minority and the formerly
common “Ali-schools” (Ali, a proper name, in those years came to designate
an illiterate recruit) are abolished long ago. (One of Yaşar’s favourite topics of
conversation with other soldiers was his super-human efforts in locating his
place of appointment in İstanbul. Since he could neither read nor write, this
proved to be quite an adventure for him!).
A special, intensive evening program was arranged to give Yaşar and a few
other soldiers the basics of elementary education. Further studies for selfimprovement were said to be their own responsibilities. Unfortunately Yaşar
was little interested in further study. A major was in charge of a department
occupying two adjacent rooms opening up to Yaşar’s responsibility zone, his
very corridor. And this officer at first tried to motivate Yaşar with the
following promise:
“When you obtain full command of reading, I will find enjoyable novels for
you like the the Love of Baltacı Pasha for Cathrin Baltacı was an Ottoman
pasha and Cathrin the Queen of Tsarist Russia. Are you not interested now,
Yaşar?”
[The novel Baltacı ile Katarina, written by Murat Sertoğlu was a serial novel
in 1970’s emitted in a conservative newspaper, which many provincial readers
used to enjoy. It is a fanciful historical novel dealing with the Prut Battle in
243
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,237-247
The Military As An Ongoing Nation-Builder In Turkey
1711 between Tsarist Russia and the Ottomans. Grand Vizier Baltacı (The
nickname means the axe-carrier) Mehmet Pasha was in charge of the Ottoman
army. According to Turkish historians’ point of view, though he was in a
position to crush the Russians; for the sake of the the beautiful Tsarin,
imploring him for forgiveness, Baltacı got generous and spared the Russians,
contending with a little profitable peace treaty].
Alas, even such promises did not help much! Yaşar was from a village of
Kahraman Maraş. He had grown up as an orphan. Moreover, he had had to
take care of his two much younger brothers. Contenting with the little aid from
distant relatives (themselves up to neck in poverty-stricken conditions); he had
indulged in casual labor work whenever he could, including shoe-shining and
drum-playing in wedding and circumcision ceremonies. Finally the neighbours
incited him to get married in young age and move into the house of his fatherin-law as an “içgüveysi” (The literal translation is self-explanatory: It means
“an internal groom”). Yaşar had begot three children before he got conscripted
to the army.
On the verge of the Ramadan festival, the chief NCO of the support services
company (where Yaşar belonged to) informed the neighbour officers in the
headquarters about Yaşar’s distressful home conditions. He urged them all to
allocate the traditional charity donations for this particular nefer (plain soldier),
who cleans their offices every single day. (Most were already aware of his
poverty; Yaşar wasted no chance to broadcast it). [Once in an interview in a
certain room he said to the present officers the following: “The army feeds me.
This is O.K. But one needs some cash for other needs. At least enough to buy
the razor blades at the canteen!” He did not neglect to complain about his
stingy father-in-law, either].
A certain reserve-officer (sub-lieutenant) was especially moved by the tragic
life story of Yaşar. He donated a substantial sum off his January salary to
Yaşar.
244
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,237-247
Sinan Çaya
However two days later Yaşar approached him and notified him that he had
sent the much-welcomed donation home to his brothers. He explained that
now he had to make a phone call to ascertain that they had received the sum.
The problem was that he was again broke and could not afford a long distance
call. What if the sub-lieutenant would be kind enough to bestow him with the
telephone money?
Upon discovery of this “shrewd, demanding attitude” the sub-lieutenant
immediately regretted his previous generosity, let alone agreeing to be further
“fleeced”.
Whatever Yaşar’s opportunist outspokenness about his poverty and his
readiness to maximize a possible golden-hearted benefactor’s financial aid may
be; his poor and low socio-economical origins are only too obvious. [Moral/
ethical development is related to the social status. Certain social roles go with
certain status holders. When the individual is conscious of the expectations of
the social environment, he has to adjusts his steps as expected. Eventually,
most of such outward behaviour is also internally adopted. This appears to act
as a Rosenthal Effect/ self-fulfilling prophecy phenomenon.
Another argument for the mentioned greediness may be that the human nature
is insatiable (especially in a capitalist culture). Henry Miller in his famous
trilogy narrates his own youth and his strife for being accepted as a writer. In
the last volume of the autobiographical novels (Nexus); he finally sells his first
novel (if only under the name of his sweetheart, “the unforgettable Mona”) and
before his trip to Europe, a tramp comes to him and asks for a dollar. The
author takes out a dollar but puts it on the bench. Then he asks the tramp:
“Wouldn’t it be more American to ask for more and to settle for less?”. The
tramp observes this difficult man, this crazy philosopher, with utmost hatred.
Then he snatches the money, runs away and swears at the author from across
the road].
245
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,237-247
The Military As An Ongoing Nation-Builder In Turkey
Many months after Yaşar’s arrival, a new recruit was assigned to the
photocopy room nearby. One day the officer in charge of the department
consisting of two rooms went there with a heavy bunch of official papers.
Once the task was over, he felt obliged to talk to the recruit, out of
thankfulness. The private’s name was Mustafa. He was the son of a spare parts
dealer for cars, a well-to-do man. With his expert knowledge and his yearslong-toil for his father Mustafa had his own claims over the shop, as well. And,
where was that shop? In Maraş, the home-city of our hero Yaşar! Well then!
Was Mustafa aware that other “Maraşlı” (“Maraşian”), his fellowcountryman? Yes, yes, they knew each other. Were they on good terms with
each other? Yes, yes indeed!
The officer thought that after all, Yaşar was senior to Mustafa and this fact
must have had a role in their relationships. A few tactful, insinuating questions
seemed to confirm his thoughts. So much the better! Mutual
advantages
instead of a one-sided gain in friendship. Reciprocity saves the honour of a
man and saves him from the suppression of all-queasy feelings of gratefulness.
A final question from the officer was more like an ascertaining:
 “Mustafa, the idea of compatriotship seems to be important in the soldier’s
home (“asker ocağı”), I suppose?”
 “Yes, my commander! In civilian life it is not the same thing, at least not to
that extent! But it definitely something here in the army!”
So, in a military setting the social forces that can draw together two persons
with two different backgrounds work like wonder! Elsewhere (even back
home), the worlds of such two young men would have been wide apart.
5. CONCLUSION
The compulsory military service welcomes and embraces all conscripts in
Turkey. As the Turkish laws rightfully express it, the service is an obligation
as well as a right for each young and healthy male individual.
246
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,237-247
Sinan Çaya
REFERENCES
1. JANOWITS, Morris (1975) “Some Observations on the Comparative
Analysis of Middle Eastern Military Institutions” in PARRY, V.J. and YAPP;
M.E. ed.: War, Technology and Society in the Middle East, Oxford University
Press.
2. MOSKOS, Charles C. and BUTLER, John Sibley (1996) All That We Can
Be, Basic Books, N.Y.
3. MUTLU, Kayhan ( 1994) “Sosyolojide Etnik Sorun Kavramı” in Avrasya
Dosyası, Cilt 1, Sayı 1, Çankaya, Ankara.
4. ROBERTS. Thomas D. et all (April 1970) Area Handbook for the Republic
of Turkey, The American University, Washington D.C.
5. SCHAEFER, Richard T. And LAMM, Robert P. (1983) Sociology, McGrawHill book Company, N.Y.
6. ULUÇ, Hıncal (December 4, 1998) “Atatürk, Sanat, Askerlik” in Sabah
[Newspaper].
247
Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,237-247
YAYIN KURALLARI:
1. Beykent Üniversitesi, Stratejik Araştırmalar Dergisi, yılda iki kez
yayınlanan hakemli bir dergidir. Dergi; uluslararası ilişkiler, dış politika, ulusal
ve uluslararası güvenlik alanında özgün çalışmaları amaçlayan bir dergidir.
Aynı zamanda disiplinler arası çalışmalara yer vermektedir.
2. Hazırlanan makaleler; “Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi,
Sıraselviler Cad. No.111, 34437, Taksim, İstanbul” adresine gönderilmelidir.
Tel: 0090 212 243 02 71-73. Faks: 0090 212 243 02 78. Elektronik başvurular
Microsoft Word dosyası şeklinde aşağıdaki elektronik posta adreslerine
[email protected]
gönderilebilir: [email protected]
3. Dergiye gönderilen makaleler orijinal olmalı, aynı anda başka bir yayında
yayımlanmak için gönderilmemiş olmalıdır. Eğer gönderilen makalenin bir
kopyası diğer bir yayın kuruluşuna gönderilmiş veya burada
yayınlanmış/yayınlanacaksa bu durum yazar tarafından başvuru esnasında
açıkça ifade edilmelidir.
4. Yayın için gönderilen makaleler hakem değerlendirmesine tabidir. Editör ve
redaksiyon kurulu tarafından gözden geçirilen makaleler bilimsel yazım
kuralları açısından gözden geçirilir. Uygun görülen makaleler daha sonra ilgili
alanlardaki üç hakeme akademik inceleme için gönderilir. Editör ve hakemler
gönderilen makaleleri üç aşamalı bir metot ile inceleyecekledir: a) Edebi
niteliği: yazım tarzı, dil kullanımı, metnin organizasyonu. b) Referans
kullanımı: referans yazım uygunluğu, kaynaklar, dipnotların metinle ilişkisi. c)
Bilimsel kalitesi: Araştırmanın derinliği, niteliği, bilime katkısı, orijinalliği ve
bilimsel inandırıcılığı. Hakemlerin kararına göre, makaleler dergide
yayımlanacak veya yayını uygun görülmeyecektir. Hakem raporları gizli
tutulacak ve beş yıl süre ile arşiv olarak muhafaza edilecektir.
5. Metinler bir buçuk veya çift aralıklı olarak A4 boyutlu kağıdın bir yüzüne
yazılacaktır. Sayfalar sırasına uygun olarak numaralandırılacaktır. Gönderilen
metinler geri verilmeyeceğinden, yazar bir nüshasını muhafaza etmelidir.
Editörler, metinlerin kaybolması veya hasar görmesinden sorumlu değildir.
6. Metinler aşağıdaki sıraya göre düzenlenmelidir: İlk sayfada; başlık, (varsa)
alt başlık, yazar isimi (leri), bağlantılı olduğu kuruluş, tam posta adresi, telefon
ve faks numarası. Devam eden sayfalarda; metinin ana bölümü, referans listesi
ve dipnotlar, ekler, tablolar.
7. Kural olarak makaleler, dip notlar hariç, 10.000 kelimeyi geçmemelidir.
Kitap incelemeleri 2.500 kelime civarında olmalıdır.
8. Yazarlar bu dergi için öngörülen yazım tarzına uygun olarak makalelerini
hazırlamaktan sorumludur.
248
9. Makale başlıkları 12 punto, kalın ve büyük harfle yazılmalıdır.
10. Her makalede metnin ana tartışma konularını ve sonuçlarını özetleyen bir
özet (abstract) ile altıdan fazla olmayan anahtar kelime bulunmalıdır.
11. Dipnotlar makale içinde sırası ile yükseltilmiş numara ile
numaralandırılmalı ve makale sonunda listelenen dipnotlara atıf yapılmalıdır.
Dipnotlar asgari düzeyde tutulmalıdır. Kitap referansları: yazarın soy ismi,
isminin ilk harfi(leri), italik olarak kitabın başlığı, yayıncı kuruluş, parantez
içinde basım yeri ve yılı, sayfa no.(ları) şeklinde olmalıdır. Makale referansları
yazarın ismi ve soy ismi, aktarma işareti içinde makalenin başlığı, altı çizgili
olarak yayının adı, Cilt no., parantez içinde yayın yılı ve sayfa no.(ları)
şeklinde olacaktır. Aynı referansa müteakip atıflar sadece yazarın ismi, yayın
yılı ve sayfa no.(ları) şeklinde olabilir.
12. Tablolar ve Şekiller metin içine konulmalıdır. Üstünde kısa bir tanımlayıcı
başlık, altında ise açıklamaları ve dipnota atıf yer almalıdır. Şekiller gerekli
kısaltmayı sağlayacak şekilde isimlendirilmelidir.
13. Telif hakları: Yazarlar makalelerinin ve özetlerinin her türlü telif ve izin
verme hakkını Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi’ne ait
olduğunu kabul ederler. Yazarlar, makalelerinin yayınından sonra Beykent
Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin iznine tabi olarak makalelerini
başka yayınlarda kullanabilirler.
TELİF TRANSFERİ:
Yayını halinde……………………………………… başlıklı makalenin
yazar/ları olarak, tüm telif haklarını Beykent Üniversitesi’ne devrediyorum/z.
Yazar/lar: Ad/Soyad:
İmza:
Kurumu:
Adres:
İLETİŞİM:
Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Sıra Selviler Cad. No.111,
34437 Taksim İstanbul. Tel: 0212 2430271 – 73 – 77,
Faks: 0212 2430278, www.beykent.edu.tr
249
PUBLICATION REGULATIONS:
1. Beykent University, Journal of Strategic Studies is a refereed journal and
published twice a year. The Journal (JSS) focuses on international relations,
foreign policy, and national and international security studies. The journal also
encourages interdisciplinary studies.
2. Manuscripts should be sent to Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar
Merkezi, Sıraselviler Cad. No.111, 34437, Taksim, Istanbul. Phone: 0090 212
243 02 71-73. Fax: 0090 212 243 02 78.
Electronic submissions as a Microsft world attachment file are also welcome at
[email protected] or [email protected]
3. Articles submitted to JSS should be original contributions and should not be
under consideration for any other publication at the same time. If another
version of the article is under consideration by another publication or has been
or will be published elsewhere authors should clearly indicate this at the time
of submission.
4. Articles submitted for consideration of publication are subject to peer
review. The editorial board and editors previously takes consideration whether
submitted manuscript follows the rules of scientific writing. The appropriate
articles are then sent to three referees known for their academic reputation in
that respective areas. The Editors and referees use three-step guidelines in
assessing submissions: a) Literary quality: writing style, usage of the language,
organization of the text, b) Use of references: referencing, sources,
relationships of the footnotes to the text, and c) Scholarship quality: depth of
the research, quality, contribution originality, and plausibility of the argument.
Upon the referees’ decision, the articles will be published in the journal, or
rejected for publication. The referee reports are kept confidential and stored in
the archives for five years.
5. Manuscripts should be one-and-half or double spaced throughout and typed
in English on single sides of A4 paper. Pages should be numbered
consecutively. The author should retain a copy, as submitted manuscripts
cannot be returned. The Editorial Board cannot accept responsibility for loss
of, or damage to, the manuscripts.
6. Manuscripts should be arranged in the following order of presentation: First
sheet: title, subtitle (if any), author(s), name(s), affiliation, full postal address,
telephone and fax numbers. Subsequent sheets: main body of text, list of
references and footnotes, appendices, tables.
7. Articles as a rule should not exceed 10.000 words, not including footnotes.
Book reviews should be about 2.500 word- length.
250
8. Authors are responsible for ensuring that their manuscripts conform to the
JSS style. Editors will not undertake retyping of manuscripts before
publication.
9. Titles in the article should be 12 punt, bold and in uppercase form.
10. Each manuscripts should be summarized in an abstract, which should
describe the main arguments and conclusions of the manuscripts and up to six
keywords.
11. Notes should be numbered consecutively throughout the article and
indicated in the text by a raised numeral, referring to the list of notes, which
should be placed at the end of the article. Notes should be kept to a minimum.
References to books should give the author’s surname preceded by the initial
letters of his/her forename, The title of the book should be in italics, and the
place, publisher and year of publication should follow in brackets. References
to articles should give the author’s forename and surname, the title of the
article in single quotation marks, the name of publication underlined the
number of volume in Arabic numerals, the year of publication in brackets and
the page numbers. Subsequent references to a book or article may be made
only the author’s name.
12. Tables and figures should be embedded in the text. A short descriptive title
should appear above each table with a clear legend and any footnotes suitably
identified below. All units must be included. Figures should be completely
labeled, taking into account necessary reduction.
13. Copyright. It is a condition of publication that authors vest or license
copyright in their articles, including abstracts, in Beykent University Center
for Strategic Studies. The author may use the material elsewhere after
publication providing prior permission from the Center for Strategic Studies.
TRANSFER OF COPYRIGHT:
In the event of its publication we, as the writer(s) of the article titled …………
transfer all of its copyrights to Beykent University.
Writer(s): Name/Surname
Signature:
Institution: Address:
CONTACT INFORMATION:
Beykent Üniversitesi, Stratejik Araştırmalar Merkezi (Beykent University,
Strategic Research Center), Sıra Selviler Cad. No.111, 34437 Taksim, Istanbul.
Telephone: 0212 2430271-73-77,
Fax: 0212 2430278, www.beykent.edu.tr
251
BEYKENT ÜNİVERSİTESİ
STRATEJİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ
MAKALE – YAYIN İNCELEME FORMU
MAKALE YAZARI VE MAKALE ADI
Makalenin Yazarı
Makalenin Adı
İNCELEYENİN
Unvanı, Adı ve Soyadı, İmzası
Adresi (Kurumu)
Telefon Numarası
İnceleme Tarihi
İNCELEME ESASLARI
Çok Uygun - Hiç Uygun Değil
5
4
3
2
1
Genel Değerlendirme
Makale başlığı içeriğe uygun mudur?
Özet uygun mudur?
Yazının dili anlaşılabilir midir?
Makale ilgili bilim dalına veya uygulamaya katkı
yapabilecek nitelikte midir?
Yazıda kullanılan araştırma yöntemi amaca uygun
mudur?
Sonuçlar objektif bir biçimde elde edilmiş midir?
Konuyla ilgili kaynaklar yeterli midir?
Sonuç bölümünde bulgular irdelenmiş midir?
Tablolar uygun ve anlaşılabilir midir?
Şekiller uygun ve anlaşılabilir midir?
* 1’den 5’e kadar puan veriniz. (5: Çok Uygun, 4: Uygun, 3: Küçük Düzeltmeler
Gerekli, 2: Önemli Değişiklikler Gerekli, 1: Hiç Uygun Değil)
İMZA
252
SONUÇ
DEĞERLENDİRME SONUCU
Tarih:
( ) Olduğu gibi yayınlanabilir.
İmza
…………………….
…………………….
( ) Küçük düzeltmelerle yayınlanabilir.
( ) Önemli değişikliklerin yapılması zorunludur.
e-posta:
( ) Kesinlikle yayınlanamaz.
* Başka görüşleriniz varsa lütfen aşağıya yazınız. Yazacaklarınız uzun ise ek sayfa(lar)
kullanabilirsiniz.
.
253
İLETİŞİM BİLGİLERİ:
CORRESPONDENCE ADDRESES:
Editör:
Editor:
Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ
Beykent Üniversitesi
Stratejik Araştırmalar Merkezi
Sıraselviler Cad. No:111 Taksim,
İstanbul
Tel: 212 243 02 71-77
e-mail: [email protected]
Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ
Beykent University
Strategıc Research Center
Sıraselviler Cad. No:111 Taksim,
İstanbul
Tel: 212 243 02 71-77
e-mail: [email protected]
Editör Yardımcıları:
Associate Editors:
Prof. Dr. Günay KARAAĞAÇ
Beykent Üniversitesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Ayazağa Kampüsü, Ayazağa, Şişli,
İstanbul
Tel: 212 289 64 86
e-mail: [email protected]
Prof. Dr. Günay KARAAĞAÇ
Beykent University
Department of Turkish Language &
Literature
Ayazağa Kampüsü, Ayazağa, Şişli,
İstanbul
Tel: 212 289 64 86
e-mail: [email protected]
Çağdaş GÜVEN
BÜSAM Ortadoğu Araştırma Masası
Uzmanı
[email protected]
Çağdaş GÜVEN
BUSRC, Spesialist of Middle East
Research Desk
[email protected]
Ahmet Gürkan ATAY
BÜSAM Kıbrıs Masası Uzmanı
[email protected]
Ahmet Gürkan ATAY
BUSRC, Spesialist of Cyprus
Matters Research Desk
[email protected]
254