İndirmek İçin Tıklayınız!

Transkript

İndirmek İçin Tıklayınız!
ahim Karaca
-Şiirler-
akta kalan
A YÜZÜ
1- Gökyüzünün Yedi Rengi
2- Mektup /Yağmura Yazılan/
Umutsuz Bir Şarkı /Sen Gidersen
3- Abidin /Gündüzler ve Gecelerde
4- Harman Yeri /Phoneix
5- Bağışla Beni /Giz /Yarın /
Solmasın Yüzün
10.50
3.25
4.20
4.20
4.00
BYÜZÜ
1- Saklı /Ardından /Ne Çıkar /Uğurlama
2- Ruhi Su Ağıdı /Düş /Yanakta Kalan /Pusu
3- Göçmen
4- Ozan Bebe /Fırat'ın Türküsü
5- Yürek Çağrısı /Tacir /Zeytin Ağacı/
Balıkçının Türküsü /Yolculuk/
Demircilere Övgü /Pişman Etme/
Belki Bir Şarkı
6- İçe Dönü /Büyükşehir Gurbetçisi
8.35
4.00
2.00
2.00
5.55
4.35
ç
I
K
I
Y
O
R
Eylül 1998 Sayı: 8
"Düşünceye Af" Değil, "Tutsaklara Özgürlük" Tavır
3
Işık Yurtçu-Röportaj Tavır
6
İdil Kültür Merkezi Baskını ve Tutuklamalar Tavır
7
Kültür -2- Yiğit Tuncay
10
Sevdalanmak Zamanı Bülent Özcan
14
Ölüm Orucu Destanı-"'Boran' Fırtınası" Grup Yorum
15
Niye Çağdaş Halk Müziği Demiyoruz! Grup Yorum
19
Halk Türküleri ve Öyküleri man Altın
21
Düşmanlar Pablo Neruda
23
Kültürel Çalışmada Birleşik Cephe Mao Tse-Tung
24
İmaj ve Küfür Kitapları -2- Şaban Öztürk
26
Bir Destandı Sahneye Taşıdığımız Ayşe Gülen Halk Sahnesi
31
Oyun "Bedreddin Yiğitleri-Berdan Bölümü" Ayşe Gülen Halk Sahnesi
33
Çılgın Şehir-Savcı, hakim ve cellat: Medya Veli Göktaş
39
Semir Aslanyürek-Röportaj Yasin Ali Türkeri
41
Haber/Yorum Tavır
44
kültür sanatta
TAVIR
Aylık Sanat Dergisi
İdil Kültür Sanat Bilimsel Araştırma Yay. Org. Film. Tic. San. Ltd. Şti. tarafından yayınlanmaktadır.
Sahibi
İrşad Aydın
Taksim
Ayşe Nil Halk Kütüphanesi
İstiklal Cd. Korsan Çıkmazı
Saadet Apt.4/2 Beyoğlu
Abone Koşullan
(6 aylık) 900.000.-TL
(1 yıllık) 1.800.000.-TL
Yazıişleri Müdürü
Yasin Ali Türkeri
İdil
Yazışma Adresi
Kültür Merkezi Dereboyu C No: 110/55
Ortaköy/lstanbul Tel/Fax:(212) 26132 19
İzmir
Ege Kültür Sanat Merkezi
1. Beyler No: 22 Kat: 4/403 Kemeraltı
Adana
İnönü C.
Aydın Işhanı No:505
Hesap
No:
(TL): 1116-344793 Aynur Cihan İşbankası Ortaköy-lstanbul
(DM): 1116-281093 Aynur Cihan İşbankası Ortaköy-lstanbul
Okmeydanı
Okmeydanı Halk Kültür Merkezi
Piyalepaşa C. No: 148
Antakya
Cumuhuriyet M. Gündüz C
Murat S. Bakırcı Psj. No:8
Tel: (326) 2140115
Ofset Hazırlık
Tavır Yayınları
Almanya
Hagedornstr. 15
47169 Duisburg
Tel:(00 49 203) 40 11 26
Baskı
Başak Ofset
TAVlR'dan
HEMEN HEPİMİZ FİLMLERDE izlemişizdir; gazetelerde iki satır bile olsa yer alan "af"
sözünün adli koğuşlarda yarattığı heyecanı... Daha bir hızlanır voltalar, tespihlerin turum...
Umutla pırıldayan gözler, delecekmişcesine dikilir taş duvara. Ona eşdeğer bir heyecan da
dışarıda yaşanır. Hısım-akraba, bir umuttur beklerler. Evlat kokusuyla sızlar burun direkleri;
yar özlemidir saran yürekleri...
İşin aslında ise, özgürlük özleminin iğrenççe sömürülmesi vardır. Kokuşmuş düzenlerinin
birazcık olsun yaşaması için kudurmuşçasına uğraşanlar, ulaşabildikten ne varsa kirletmek
isterler. Halkın kanıyla yıkadıkları ellerini, utanmazca uzatırlar halkın ekmeğine, yaşamına,
umuduna...
Yine "af" demekte karanlığın sahipleri. Kimi affediyorlar? Özgürlüğünü, bir bebenin
gözlerinde doğacak olan umut için feda eden devrimcileri mi? Yoksa, pisliklerine
bulaştırdıkları insanları mı? Hangi cüretle?.. Ne hadlerine?..
Kim verdi size o hakkı? Biz vermedik, halk da vermedi; tarih ise çoktan aldı o hakkı
elinizden. O hak, ancak ve ancak yarınları çalınanların, umutlarını kör kuyularda
yitirenlerindir. Affedecek birileri varsa, o ancak halktır, biziz. Ama sizin için ne çare; çünkü
"biz unuttuk bağışlamayı"...
Yine saldırdılar... İnsanlıklarını kahpe dehlizlerde çoktan yitirenler, bütün kinlerini
kusarak saldırdılar kültür merkezimize. Saçlarımızdan sürükleyerek, kafalarımıza vura vura
götürdüler bizi. Yine meşruluğumuza saldırmışlardı; haklılığımıza, doğruluğumuza...
Fırtınalar arasında büyüttüğümüz bir top gülümüzü, narinliğine bakıp kolayca
ezebileceklerini sandılar. Göremedi, göremezdi bakışları; kıskançlıkla toprağa tutunan
köklerimizi. İrşad'ı tutukladılar, bir gün sonrasında ise konser çıkışı Ufuk'u... Daha bir
bilendi Yorumcular; "boran fırtınası" türküleriyle...
Eylül zamanı, yaprak dökümü aylarıdır. Bu hazan ayında yolculadık ustalarımızı, toprağın
sonsuzluğuna. Ruhi Su, Yılmaz Güney, Pablo Neruda...
Çağrımız var Ruhi Usta'ya: "Susma be hey ozan / Susma / Soluğunu kat sesine / Sesini vur
dağlara / Gümbür gümbür gümbürdesin yüreğin..."
Pablo Neruda, halkın ekmeğini, adaleti haykırıyor dizelerinde. İflah olmaz bir şarapneldir
saplanıyor "düşmanlar"ın göğsüne; kanımıza "Salut!" diyen hainin boğazına takılan
yumruk: "Bir Ceza İstiyorum!"
Yılmaz Güney, arka iç kapağımızdan yolluyor selamını... Her zamanki gibi dimdik, her
zamanki gibi vakur...
Onlardan öğrendik kavganın sanatını; ve yine onlardan öğrendik sanatın kavgasını... Ne
mutlu ki bize, sadece üç-beş değil, onlarca-yüzlerce onlar. Ve bir usta şefkatiyle bakıyorlar
bize; gözlerinde sevgi, gözlerinde gurur... Onların çizdiği portede yazmaya devam ediyoruz
umudun şarkısını. Ve onların tualinde renkleniyor özgür yarınlarımız...
Ekim ayında görüşmek üzere...
2
Dostlukla...
GÜNCEL
tavır
"DÜŞÜNCEYE AF" DEĞİL,
"TUTSAKLARA ÖZGÜRLÜK"
M
illi Güvenlik Kurulu
(MGK) tarafından bir
operasyonla kurulan hü­
kümetin henüz bir yılı
olmadan erken seçim
tartışmaları başladı ve
karar altına alındı. Erken seçimin yanı­
na "af" tartışması da katılarak kamu­
oyunun gündemi bunlarla doldurul­
maya başlandı. Erken seçim ve affın
gündemi gelmesi, aslında yaşanan si­
yasal sürecin bir sonucu olarak ortaya
çıkmıştır.
Susurluk sonrası siyasi iktidar,
halkın gözünde katliamlarıyla, uyuştu­
rucu ticaretiyle, vurgunculuğuya, mafyacılığıyla, kısaca tüm kokuşmuşluğuyla ve kontrgerillacılığıyla iyice teş­
hir olmuştu. Egemenler, halkın yüzbinler olup alanlarda, sokaklarda ada­
let taleplerim haykırması karşısında
iyice köşeye sıkışmıştı. Halka karşı
sürdürülen savaşın ana kaynağı olan
MGK, halkın yükselen mücadelesi
karşısında politikaya çok daha açıktan
müdahale ederek, yeni bir süreç baş­
latmıştı. Bu sürecin temel politikaları­
nı; Susurluk gerçekliğinin üstünü örte­
rek, kontrgerillaya çeki düzen vererek
denetim dışı davranışları kontrol altına
almak, düzen partilerim ve el altından
besleyip büyüttükleri islamcı kesimin
rahatsızlık verici gelişmesini disipline
etmek, sonuç olarak, devleti yeniden
toparlayıp sömürü ve zulüm politika­
larına yeniden istikrar kazandırmak
oluşturuyordu.
MGK, bu çerçevede belirlediği laiklik-şeriat karşıtlığı gündemiyle dev­
letten, düzenden uzaklaşan tüm ke­
simleri düzen içi bir saflaşmaya yeni­
den kazanmaya yöneldi. Refahyol hü­
kümeti tasfiye edilerek ANASOL-D
hükümeti kuruldu. Kurulur kurulmaz
da halka karşı saldırılara hız verdi. Bu
süreçte bir Ekonomik-Sosyal Konsey
oluşturuldu. Konseyde işçi, memur,
esnaf, çiftçi, bir çok kesimin temsilcisi
sıfatıyla konfederasyonlar, sermaye ve
hükümet temsilcileri başbaşa verip
miyonları oyalamaya çalışırken "demokrat-aydın" çevreler de MGK poli­
tikalarına hizmet eder tarzda laiklikşeriat ekseninde tartışmaya, yazıp çiz­
meye başlamıştı. Sonuç olarak MGK
bu politikalarında, özellikle de "soldemokrat" kesimin yardımıyla hiç de
azınsanmayacak oranda mesafe almış­
tı.
Hükümet, siyasi partiler ne yapar­
larsa yapsınlar halk kitlelerinin güncel
somut sorunlarına ve taleplerine hiç­
bir çözüm sunmadıktan gibi, vaatler,
sözler göz boyama taktikleri de işe ya­
ramaz haldedir. Özellikle, Susurluk
sonrası devletten ve demokrasicilik
oyununun başaktörleri olan siyasi par­
tilerden halkın herhangi bir beklentisi
kalmayıp, düzenden daha da uzaklaş­
maktadır. Hiçbir parti, bir önceki oy
oranım dahi tutturabileceğinden emin
değil. Kamuoyu anketlerinde karşıları­
na çıkan gerçek, demokrasicilik oyu­
nunu devam ettirebilmelerim ciddi
olarak tehdit eden bir tablodur. Top­
lam seçmen sayışınım hemen hemen
yarısı ya hiçbir partiye oy vermeyece­
ğim ya da birbirlerinden hiçbir farkı
kalmayan burjuva düzen partileri için­
de kararsız ve umutsuz olduklarını be­
lirtiyorlar.
Kriz giderek derinleşiyor ve çarkın
başında bulunanların da birbirleriyle
çelişkileri büyüyor. Bütün taraflar bu
gidişatta ayakta kalabilmek için bir di­
ğerinin ayağım kaydırmaya çalışıyor.
Özellikle halkın giderek büyüyen hoş­
nutsuzluğunun ve düzen dışına çıkma
eğiliminin artması karşısında kitleleri
yeniden düzene bağlamak için yeni
manevralara ihtiyaç duyuyorlar. Bir
süre önce başlayan erken seçim tartışmaları ile birlikte; en son gündeme ge­
tirilen "af" konusu da, işte bu manev­
ralardan birisidir.
Af konusu gündeme girer girmez
medya, belirlenen görevine sarılıp, af
konusunu çeşidi yönleriyle çarpıtarak,
kamuoyunu yönlendirmeye çalışarak
ele aldı. Hükümette yer alan partiler­
den diğer burjuva düzen partilerine,
reformist soldan çeşitli demokratik
kitle örgütlerinin temsilcilerine, köşe
yazarlarından
demokrat-yurtsever
çevrelere kadar hemen her kesim, af
konusunu tartışıyor.
Burjuva düzen partileri, af konusu­
nu siyasi çıkar malzemesi olarak kul­
lanma hesaplan yaparken affın sınırla­
rını belirlemeye çalışıyorlar. Diğer
çevrelerin tartışmaya yaklaşımları ise
yüzeysel, faydacı ve özünde düzenin
adaletini, yargı mekanizmasını meşru­
laştıran bir çerçeveyi aşamamaktadır.
Tartışmalarda çeşitli kesimlerce dile
getirilen görüşler, şu başlıklarda topla­
nıyor:
1- Adli tutuklu ve hükümlüler affe­
dilsin, "teröristlere" kesinlikle af uy­
gulanmamalı.
3
2- Adli tutuklu ve hükümlülerden
"kader kurbanları" dışında hiç kimse
aftan yararlanmamak.
3- Düşünce suçluları da af kapsa­
mına alınmalı.
4- Ayrımsız genel af uygulanmalı.
5- Devlet yalnızca kendisine karşı
işlenen suçları, siyasi suçları affede­
bilir.
Birinci görüş, af tartışmalarının ilk
günlerinde tüm burjuva düzen partile­
ri ve burjuva medya tarafından ilk
ağızdan koro halinde ileri sürüldü.
Egemenlerin hiçbir yol ve yöntemle
devrimci mücadelenin gelişimini engelleyememelerinin paniği ve korkusu
içinde olduklarınım somut bir yansı­
masıydı. Öte yandan kamuoyuna siya­
si tutsakların "asla affedilmeyecek te­
röristler" olarak sunulması ile halkın
gözünde bir kez daha devrimcileri ka­
ralama çabasını taşıyordu.
Burjuva medya, çeşitli adli olay­
larda mağdur olanların, yakınlarım
kaybedenlerin duygularını kullanarak
"suç" kavramın kişiselleştirmeye
(yani "suç"u kişilerin hata ve eksikle­
rine bağlama), suç işlemenin maddi
zemine olan sosyal adaletsizlikleri ört­
meye çalıştı. Yozlaşmayı, baskılan,
yasaklan, her tarafından kan, irin akan
zulüm düzenim ve sahiplerini gizle­
meye çalıştı. Böylece tek suçlunun ki­
şiler olduğu, bunların da cezayı hak et­
tiği, devletin bu cezayı uygulamakla
adaleti yerine getirdiği propagandasıy­
la zulüm düzeni meşrulaştırılmaya ça­
lışıldı.
Kimi "demokrat" kesimler ise
4
çeşitli yazı­
lan, konuş­
maları ve
davranışları
nedeniyle
yargılanıp
hapsedilenlerin
af
kapsamına
alınması
gerekteğini,
bunun dış
kamuoyuna
olumlu me­
saj olacağı­
nı söyledi­
ler. Bu konuda çeşitli etkinlikler, açık­
lamalar yaparken ısrarla "düşünce
suçluları" vurgusu yaparak, düşünce­
yi affedilmesi gereken "suç" olarak
kabullenen bir çizgide iktidardan ica­
zet bekliyorlar. Aynı zamanda "dü­
şünce suçluları" diyerek, düşünceyi
ve eylemi birbirinden özenle ayırıp, si­
yasi tutsaktan düşünceleri olmayan,
şiddet düşkünleri olarak suçladıklarım
ve devletle bu noktada aynı zeminde
buluştuklarım unutuveriyorlar!
Ağırlıklı olarak İHD, EMEP,
ÖDP gibi çevrelerde şekillenen bir
başka yaklaşım ise "Ayrımsız Genel
Af' sloganında ifadesini buluyor. insan haklarına burjuvazinin penceresin­
den bakan, haklıyı-haksızı, suçu-cezayı bir türlü netleştirmeyen bir bakış
açısından yansıması olan bu yaklaşı­
ma göre, Susurluk gerçeğinin failleri,
affedilebilirler.
Bir başka yaklaşım, genel hukuk
ilkelerinden yola çıkılarak belirtilen,
devletin bir taraf, bir kişilik olduğu ve
yalnızca kendisine yönelik suçlan af­
fetme yetkisi olduğu yaklaşımıdır. Ki­
mi baro yetkililerinin hukukçu mantığı
niteliğine, halklara karşı uyguladığı
tüm zulüm politikalarına bakmadan,
onu bir "af mercii" olarak gören ve her
türlü karşı çıkışı affedilmesi düşünülen
"suç" olarak ele alan bir bakış açısıdır.
Bu yaklaşımın sahipleri ne bu zulüm
düzenini, ne de devrimcileri ya hiç ta­
nımıyorlar ya da bilerek, isteyerek dü­
zenin hukukunu, yargısını, tüm zulüm
politikalarını meşru görüp devrimcile­
ri karalıyorlar.
Sonuç olarak bütün bu yaklaşım­
larda ortaya çıkan sorun; "af* konusu­
nun hangi bakışla ele alınması gerekti­
ğidir. Daha somut söylersek suçun,
suçlunun, cezanın ve affın nasıl tanım­
landığı ile ilgilidir. Doğru değerlendi­
rilmediğinde yukarıda belirtilen gö­
rüşlerin savunucuları gibi adaletsizli­
ğin haksızlığın, yozluğun, ve bütün
suçların asıl sorumlusu olan zulüm dü­
zenini ve uygulamalarım meşru gören,
destekleyen bir çizgiye düşmek kaçı­
nılmazdır.
Suç Nedir-Suçlu Kimdir?
Milyonlarca emekçiyi ekonomik
terörüyle açlığa, sefalete, köleliğe
mahkum edenler, ülkenin her türlü
zenginliğim emperyalizme peşkeş çe­
kenler, karlarına daha fazla kar kat­
mak için milyonlarca emekçiye yaşa­
mı zindan edenler değil midir suçlu
olan? Binlerce yıldır bu toprakları
alınteriyle, kanıyla sulayan, vatan edi­
nen halkların kimliklerini, dillerini,
kültürlerim yok sayan; baskıyla, katli­
amlarla, sürgünlerle halklara zulüm
edenler suçlu değilse kimdir suçlu?
Halklar, tarih boyunca hak ve öz­
gürlüklerini egemenlerin gerici, baskı­
cı sistemlerine karşı büyük bedeller
ödeyerek elde etmiştir. Bugün burju­
vazi dünya çapında, insanlığın kazan­
mış olduğu tüm hak ve özgürlükleri sı­
nırlandırmaya, geriletmeye yönelmiş­
tir. Ancak tarih, halkların bugüne ka­
dar elde ettiği tüm hak ve özgürlükle­
rin çok daha ötesinde, insanın insanca
yaşayabileceği bir düzene doğru ilerli­
yor. Emekçi halklar baskının, zulmün
kaynağı olan sömürünün, ezenin-ezilenin olmadığı, gerçek özgürlüğün ya­
şanacağı bir toplumsal düzenin kavga­
sını veriyor. Her sınıflı toplumda ege­
menler kendi sömürü ve zulüm düzen­
lerinin devamı için belirli bir hukuk
sistemi oluşturmuş, yasalara, yasakla­
ra toplumsal yaşamın sınırlarım kendi
çıkarlarına göre çizmiştir. Açıktır ki;
egemenlerin koyduğu her yasak, ezi­
lenlerin en doğal, en insani davranışla­
rım, yaşamlarım sınırlamaya, denetim
altına almaya yöneliktir. "Suç" deni­
len şey de, her baskıcı sistemde ege­
menlerin kendi çıkarlarına aykırı bul-
dukları davranışları içermiştir.
Burjuvazinin feodalizme karşı
emekçilerin gücünü de yanına alarak
sürdürdüğü mücadelesinde ana şiar
olan "eşitlik, kardeşlik, özgürlük", bu­
gün en alçakça yöntemlerle ezmeye,
yok etmeye çalıştığı, "suç" olarak
gördüğü, "tehlikeli" kavramlar ol­
muştur. Burjuvazinin adaleti de, huku­
ku da bugünkü egemenlik sisteminin
en gerici biçimi olan faşizmin adaleti
ve hukukudur. Gerçek adaletin, eşitli­
ğin, özgürlüğün mücadelesi, emperya­
lizme ve faşizme karşı emekçi hakla­
rın omuzlarında yükselmektedir. Eğer
"suç"tan, "suçlu"dan söz edilecekse,
halkların kurtuluş mücadelesine karşı
burjuvazinin her türlü saldırısı bütü­
nüyle "suç" olarak kabul edilmek du­
rumundadır.
Böyle değerlendirildiğinde "af"
ne anlama geliyor? Halklara karşı diz­
ginsiz saldırıların sorumlusu, hak ve
özgürlük düşmanı, "suçlu" olan kontrgerilla iktidarına "af" yetkisinin bah­
sedilmesi, onun her türlü kurumunu,
bütün suçlarını meşru görmek değil
midir?
Eğer suç, haklı olana karşı haksız
olan her türlü davranış ve uygulama
ise, haklı kim, haksız kimdir? Kim hak
ve özgürlükleri yok sayıyor, saldırı­
yor, kim bütün bunları var etmenin,
kalıcı kılmanın kavgasının veriyor?
Bu sorulara cevap verildiğinde fa­
şizmden, onun kurumlarından başka
suçlu aramak pusulayı şaşırmaktır.
"Düşünce Suçluları
ve Düşünceye Özgürlük"
Kimi çevreler " demokrat"lıklarının kanıtı olarak af tartışmalarına "dü­
şünce suçluları da af kapsamına alın­
malıdır" diyorlar. Yalnız, onlara "af"
istemenin, düşüncelerim ifade ettikleri
için "suç" işlemiş olduklarım kabul et­
mek olduğunu, devlerin tam da bunu
kabul ettirmek için nasıl çaba gösterdi­
ğini unutuveriyorlar.
İfade edilmeyen düşünce, düşünce
sayılmaz. Bu gerçek, herkesçe kabul
edilir. Düşünmek ve düşünceyi ifade
etmek, onu gerçek kılmak-için çaba
göstermek insana özgüdür, insanı in­
san yapan özelliktir. Bilimsel onur, bi­
limsel namus düşünceyi, doğru ve ger­
çek olanı her koşulda, ne pahasına
olursa olsun savunabilmektir. Doğru­
lan, gerçeği yazmak, söylemek, sa­
vunmak böyle bir düzende zulmün
hışmına uğramayı, bedel ödemeyi gö­
ze almayı gerektirir. Baskılar karşısın­
da sinmek, susmak, bildiklerini, gör­
düklerini, gerçeği söylemekten, sa­
vunmaktan kaçmak, gerçek anlamda o
düşüncenin taşıyıcısı olmamaktır.
Böyle olanlar, hiçbir özgürlüğün de
savunucusu olamazlar.
Yazılarından, sözlerinden, eserle­
rinden dolayı burjuvazinin baskısına,
işkencesine, hapis cezalarına maruz
kalanlar, zulmü, gerçek suçluyu teşhir
ettikleri için, doğrunun ve haklının sa­
vunucusu oldukları için hapsedildiler.
Onlar adına asıl suçlu olan devletten
"af" talep etmek, "düşünceye özgür­
lük" konusunda samimiyetsizliktir.
Düşünceyi ifade etmeyi, onu savuna­
bilmeyi, gerçekleştirme hakkım gaspedenlerden, işlenen "suç"a verdikleri
"ceza"dan bir seferliğine vazgeçmele­
rini, bağışlamalarım istemek değil mi­
dir? Bu, açıkça düzenin yasaklarını,
uygulamalarım meşrulaştırmak, ona
hak vermek, "affetme" yetkisi taraya­
rak boyun eğmek değil de nedir?
Hapishanedekilerin de önünde işte
böylesi bir tuzak durmaktadır. "De­
mokrat" larımız, "düşünce suçluları
da affedilsin" demekle, içerde olanla­
rın fiziksel olarak dışarda olmalarım
talep ederken içerdekilere "suç" işledi­
klerini kabullenmeyi tercih olarak su­
nan iktidarın istediği zeminde hareket
etmiyorlar mı?
Bir büyük yanlış da "düşünceye
özgürlük" sloganını yalnızca yazılan,
sözleri, eserleri nedeniyle hapsedilen
aydın-yazar-sanatçıları kapsayan bir
çerçevede ele almaktır. Elbette sanatçı-aydın-yazarlar üzerindeki baskılara
karşı, özellikle de bu alana özgü mü­
cadele biçimleri, araçları, sloganları
olacaktır, olmalıdır ama bu, baskıların
kaynağı olan faşizme karşı emekçi
halkların her alanda süren mücadele­
sinden ayrı ele alınamaz. Bu mücade­
leyi bütünlüklü görmeyen, "düşünce­
ye özgürlük" ile yalnızca hapsedilen
aydın-yazar-sanatçıları ele alan bakış
açısı, zulüm düzenine karşı halkın
haklı savaşını örgütleyen, savaşan ve
tutsak düşen devrimcileri-yurtseverleri düşünceleri olmayan, şiddet düşkü­
nü teröristler olarak görmektedir. Ni­
yet ne olursa olsun, sonuçta düzenin
her gün, her saat yaptığı anti-propagandaya destek veren bir yaklaşımdır.
Bütün çarpık, tutarsız, yanlış bakış
açılan ve hareket tarzı asıl olarak kay­
nağını düzenden kopamayan, güçsüz,
cesaretsiz, halka güvensiz ve bedel
ödemeyi göze alamayan bir çizgiden,
bir yaşam biçiminden almaktadır. So­
run, asla bilmeme sorunu değildir. So­
run, statükoları parçalayıp halkın saf­
larında kararlılıkla yer alamamaktadır.
Bütün muhalif düşüncelerine karşı so­
nuçta düzeni temel alan, ondan icazet
bekleyen reformist bir tavrın dışına çı­
kamamaktır.
Haklı Olanın Talebi
"Af Değil Özgürlük"tür
Haklı ve meşru olan halktır. Suçlu
olan, artık bütün halkın gözünde de
tüm kirli yüzüyle açığa çıkan zulüm
düzeni ve onun uygulayıcılarıdır. Bas­
kının ve sömürünün olmadığı bir dün­
ya istemek, her şeyden önce zulme
karşı haklılığına inanarak mücadele et­
meyi gerektirir. Bu ülkenin aydınlan,
sanatçıları, demokratları gücünü hal­
fan haklı mücadelesinden alan, ayak­
lan sapasağlam toprağa basan, değer­
leriyle, gelenekleriyle gelişmekte ola­
nı görmeli ve bu kavgaya omuz ver­
melidir. Bu kavga, bütün çirkefliğiyle,
yozluğuyla, çürümüşlüğüyle her türlü
özgürlüğün önüne dikilen zulmü ve
onun tüm kurumlarını gerçek yerine
oturtan bir kavgadır. Bu ülkenin hapis­
hanelerinde tutsak edilenler ise, özgür­
lük ve bağımsızlık inançlarından asla
taviz vermeyenlerdir.
Silkinmeli, halkın haklı mücadele­
sine sarılmalı, gerçeğin, doğrunun pe­
şinden kararlılıkla yürümeliyiz. Ancak
o zaman kendi özgürlüğümüzü elleri­
mize alacak, gerçek özgürlüğün anla­
mını iliklerimize kadar hissedecek,
coşkuyla "özgürlük" diye haykırabileceğiz. Çünkü "af" suçlunun, "öz­
gürlük" ise haklı olanın talebidir. •
5
RÖPORTAJ
tavır
ışık yurtçu:
Af Dilemek, Suçunu
Kabul Etmektir!
Son dönemde iktidar tarafın­
dan ortaya atılan bir af tartışması
var. Bu tartışmaların odağı ise "dü­
şünce suçluları ve siyasi tutsaklara
af çıksın mı, çıkmasın mı" nokta­
sında. Bu tartışmalara baktığımız­
da siz de uzunca bir süre düşünce
suçu diye tabir edilen davalarınız­
dan dolayı tutuklu kaldınız. Bu tar­
tışmalara nasıl bakıyorsunuz?
Zaten en başta özgürlükleri iade
edilmesi gerekenler siyasi mahkum­
lardır. Siyasi mahkumları kapsama­
yan tırnak içerisinde bir af hedefini
bulmuş sayılmaz. Darbe hukuku, anti­
demokratik yasa maddeleriyle dolu­
dur. Başta anayasa olmak üzere, te­
rörle mücadele yasası, TCK bu anti­
demokratik maddelerle doludur. Bu
nedenle bu maddelerin cezaevine
gönderdiği insanların özgürlüklerinin
iadesi gerekiyor. Bu anlamda düşün­
6
celerini ifade ettikleri için cezaevinde
bulunanlar ve "terör suçlusu" sayı­
lanlar. (Çünkü terör suçları da belir­
sizlik içindedir. Duvara bildiri asan
da terör suçlusu sayılıyor, arkadaşı­
nın evine çay içmeye giden de terör
suçlusu sayılıyor, duvara yazı yazan
da terör suçlusu sayılıyor). Yani te­
rörden devlet ne anladığını açıkça
belirtmelidir. Örneğin; ben bir gaze­
tenin yazıişleri müdürü idim. Yayınla­
nan yazılardan, haberlerden dolayı
yaklaşık 17 yıla mahkum oldum. Ben
de terör suçlusu sayıldım. Bu nedenle
cezaevleri bence çeteler, uyuşturucu
kaçakçıları ve buna benzer bir takım
suçluların dışında tamamen boşaltıl­
malı ve hemen yargı reformuna gidil­
melidir.
Geçmişte düşünce suçlusu oldu­
ğunuz gerekçesiyle...
Düşüncelerini ifade ettikleri için
cezaevinde bulunanlar kesinlikle suç
işlemiş sayılmaz. Çünkü düşünceyi sı­
nırlayan, bilgi kaynaklarına ulaşıl­
mayı önleyen, sansür uygulayan, bil­
gilenme sürecini saptıran bir siyasal
sistem demokrasi sayılamaz zaten. O
nedenle bunların affedilmesi değil bir
hakkın iadesi anlamını taşıyan özgür­
lüklerinin geri verilmesi söz konusu­
dur. Af dilemek suçunu kabul etmek­
tir. Bana gelince, ben cezaevine girdi­
ğimden çıkıncaya kadar hiç bir za­
man kendimi suçlu görmedim ve bu
nedenle cumhurbaşkanlığı nezdinde
girişilen af önerisini de reddettim.
Ta ki yasal düzenleme yapılınca­
ya kadar. Yasal düzenleme yapılıp ce­
zaevinden çıkarken dahi içim elver­
medi. Çünkü benimle aynı konumda
olan arkadaşlar cezaevindeydi. İşte o
sırada İsmail Beşikçi cezaevindeydi,
diğer genç arkadaşlar cezaevindeydi.
Daha sonra da Haluk Gerger ceza­
evine girdi. Ragıp Duran cezaevine
girdi. Eşber Yağmurdereli cezaevine
girdi. Şimdi onlar da aynı konumda.
Hiçbirinin bunu af olarak kabul ede­
ceğini sanmıyorum.
Ülkemizde yargının bağımsızlı­
ğına inanıyor musunuz?
Şimdi DGM'ler nedir? DGM'ler
olağanüstü mahkemelerdir. Bugün,
Avrupa da bunların yasallığını red­
detmektedir. Çünkü DGM' lerde aske­
ri hakimler vardır. Askeri hakimler
nedir? Asker nedir? Asker, devletin
güvenliğini sağlayan unsurlardır. As­
keri hakimler de devlete karşı (siste­
me karşı) gelen unsurları yargılayan
kişilerdir. Dolayısıyla bunlar taraftır.
Bu nedenle yargının bağımsızlığı,
DGM'ler nezdinde söz konusu değil­
dir. Diğer taraftan da sivil mahkeme­
lere bakıyorsunuz; bu mahkemeler de
Adalet Bakanlığı'na, dolayısıyla siya­
si iktidara bağlıdır. Hangi siyasi ikti­
dar başa gelirse gelsin, onların tali­
matıyla dava açabilmektedir. Adalet
Bakanlığı'nın bireysel dava açma
hakkı vardır, talimat verme hakkı var­
dır. Nitekim ben bu davalardan bir­
çok kez yargılandım. Böyle bir adalet
sisteminin bağımsız olduğundan söz
etmek mümkün değildir.
Bize zaman ayırdığınız için
teşekkür ederiz. •
GÜNCEL
tavır
idil kültür merkezi basıldı
grup yorum elemanları
TUTUKLANDI!
D
ergimizin de bünyesinde
yayımlandığı İdil Kültür
Merkezi, 21 Ağustos Cu­
ma günü Vatan Caddesi'ndeki Siyasi Şube po­
lisleri, çevik kuvvet ve
jandarma tarafından basıldı. Baskı­
nın sebebini soran, arama izinlerini
görmek isteyen kültür merkezi çalı­
şanlarına herhangi bir gerekçe gös­
termeyen polis, arkadaşlarımızın
zorlamaları üzerine DGM'den ara­
ma izinleri olduğunu, "şüpheli bir
şahıs" aradıklarım, bunun için kim­
lik kontrolü yapacaklarını belirttiler.
Yapılan kimlik kontrollerinin ardın­
dan "kimliklerini verdiğimiz kişiler
dışarı çıksın. Onları gözaltına almı­
yoruz." yalanım söyleyerek olası bir
direnişin önüne geçilmeye çalışıldı.
Bu yalana kanmayan kültür merke­
zimiz çalışanları "Hiç birimiz dışarı
çıkmıyoruz. Çıktığımızda bizi gözal­
tına alacağınızı biliyoruz." diyerek
cevap verdi. Zaten bu yalan da kısa
bir süre sonra açığa çıktı. İdil Kültür
Merkezi'nin sahnesini kiralayan ve
yeni oyunlarının hazırlığını burada
yapan Mahir Günşiray'ın da arala­
rında bulunduğu Tiyatro Oyunevi
Sanatçıları dışarı çıkmalarına rağ­
men gözaltına alındılar.
İdil Kültür Merkezi çalışanları­
nın polisin keyfi tavrına tepki gös­
termeleri üzerine "robocop" larını
içeri çağıran polisler, içeride bulu­
nan herkesi zor kullanarak gözaltına
almaya çalıştılar. Bu duruma karşı
direnen arkadaşlarımızı, jandarma
ve özel tim eşliğinde gözaltına aldı­
lar. Baskın sırasında kültür merkezi­
nin çevresini iki otobüs çevik kuv­
vet, iki minibüs jandarma, özel tim
ve sivil polisleriyle kuşatarak terör
estiren polis, çevrede biriken halka
da saldırarak bu duruma tepki göste­
ren, Ortaköy halkından Suphi Gö­
ren'i de gözaltına aldı. Kültür Mer­
kezimize yapılan baskında gözaltına
alınanların isimleri şöyle; Grup Yo­
rum elemanları İrşad Aydın, Fikri­
ye Kılınç, Vefa Saygın Öğütle, Öz­
gürlük Türküsü elemanı Mehmet
Öztürk, Ayşe Gülen Halk Sahnesi
oyuncuları Aziz Akal, Hakan Hekimoğlu, Naciye Eyi, Derya Karahan, Tavır Dergisi muhabiri Muza­
ffer Aslan, Tavır Dergisi Antakya
Büro Temsilcisi Nebiha Aracı,
Grup Günışığı elemanları Gökhan
Güney, Barış Gökgöz, Özgür Te­
kin, Cihan Keşkek, Grup Harman
Yeri elemanları Kadir Kahraman,
Serdar Güven, Koma Bertin ele­
manı Ersoy Daşkın, İdil Kültür
Merkezi çalışanı İsmet Özdemir,
misafirlerimizden Erdoğan Bilim,
Aşkın Tuncer ile beş yaşındaki oğ­
la Anıl Tuncer, Nuri Gökhan Kozalan, Meliha Demirkol, Özgür
Duman, Umut Küçükrecep, Ali
Aracı, Okmeydanı Halkının Sesi
Gazetesi muhabirleri Gülbahar Ün­
lü, Seda Güldü. Baskın sırasında
gözaltına alınanların bir bölümü ay­
nı günün akşamı ve ertesi gün siyasi
şubeden serbest bırakılırken, Grup
Yorum elemanı, İdil Kültür Merkezi
ve dergimizin sahibi İrşad Aydın,
yine Grup Yorum elemanları Fikriye
Kılınç ve Vefa Saygın Öğütle, Öz-
7
arı'ndaki konserlerini (elemanları­
nın üçünün gözaltına alınmasına
rağmen) gerçekleştirmek için İz­
mit'e giden Grup Yorum, önce fuar­
da düzenlenen imza gününe katıldı.
Akşam saatlerinde ise konserine
başlayan Grup Yorum, burada yak­
laşık 2500 kişiye seslendi. Üç ele­
manı gözaltında olmasına rağmen
yine de sahneye çıkan Grup Yorum,
türkülerinin birer "Boran Fırtınası"
olduğunu ve haksızlıklar, sömürüler
var oldukça türkülerini her zaman
gürlük Türküsü elemanı
Mehmet Öztürk, Ayşe Gülen
Halk Sahnesi oyuncusu Aziz
Akal, Okmeydanı Halkının
Sesi Gazetesi muhabiri Gülbahar Ünlü, Koma Berfin
elemanı Ersoy Daşkın, Özgür
Duman, Ali Aracı 25 Ağustos
Salı günü savcılığa çıkarıldı­
lar. Savcılıkta yapılan sorgu­
lamalardan sonra Grup Yo­
rum elemanları İrşad Aydın
ve Vefa Saygın Öğütle ile
Koma Berfin elemanı Ersoy
Daşkın mahkemeye sevkedildiler. Hakimlikte yapılan
hukuk dışı bir duruşmadan sonra,
İrşad Aydın ve Ersoy Daşkın tu­
tuklanarak Ümraniye Hapishane­
s i n e gönderildiler. Özgürlük
T ü r k ü s ü elemanı Mehmet Öz­
türk de hakkında gıyabi tutukla­
ma kararı olduğu gerekçesiyle tu­
tuklanarak gene iki arkadaşımız
ile birlikte Ümraniye Hapishane­
sine götürüldü.
Polis gerek İdil Kültür Merkezi
sahibi ve Grup Yorum elemanı İrşad
Aydın, gerekse de Koma Berfin ele­
manı Ersoy Daşkın üzerinde komp­
lolar yaratmak hesabıyla her iki dev­
rimci sanatçıyı da tutuklatmıştır.
Bir Gün Sonra Grup Yorum
Elemanı Ufuk Lüker, Konser Son­
rası Tutuklandı!
İdil Kültür Merkezi'nin basılma­
sından bir gün sonra İzmit Fu­
8
söyleyeceklerini be­
lirtti.
Konser biter bit­
mez sahnenin etrafını
kuşatan polis, Grup
Yorum'u kulise adeta
hapsetti. Seyircilerin
etrafına da abluka ku­
ran polis, onları da
sahne civarına yaklaş­
tırmadı. Grup Yorum
elemanlarının kimlik­
lerini isteyen polis "kimlikleri kont­
rol edip hemen bırakacağız" deme­
sine rağmen. Grup Yorum elemanı
Ufuk Lüker'i "savcılık tarafından
aranıyor" gerekçesiyle gözaltına al­
dı. Asayiş Şubesi tarafından gözaltı­
na alınması gereken Ufuk Lüker'i,
Kocaeli Terörle Mücadele Şubesi'ne
bağlı polisler gözaltına aldılar. Gö­
zaltında kaldığı süre boyunca haka­
ret ve kaba dayağa maruz kalan
Ufuk Lüker, iki gün soma 24 Ağus­
tos günü savcılığa çıkarılarak tutuk­
landı ve sadece adli tutuklu ve hü­
kümlülerin kaldığı Kocaeli Hapisha­
nesi'ne götürüldü. O'nun da tek
"suçu" konser sırasında dinleyicile­
re seslenmesiydi. Sadece türküler
değil Grup Yorum'u, Grup Yorum
yapan; halkın dili, yüreği, öfkesi ol­
ması ve bu öfkeyi dile getirmesidir
de.
1994 yılında Denizli'de verilen
bir konserden dolayı Grup Yorum
elemanı Ufuk Lüker'e dava açılmış
ve bu dava sonucunda altı ay hapis
cezası almıştı. İşte Ufuk Lüker, bun­
dan dolayı şimdi İzmit Hapishanesi'nde.
Grup Yorum'un yine Denizli'de
1992 yılında gerçekleştirdiği bir
konser sonrası dava açılmış ve Grup
Yorum'un iki-elemanına 20 ay hapis
cezası verilmişti.
Grup Yorum elemanı Özcan
Şenver,
Oturma
Eylemine
Giderken
Gözaltına
Alındı!
29 Ağustos
günü, her
Cumartesi
gelenek­
selleşen
kayıp
ve
tutsak ya­
kınlarının
oturma ey­
lemine po­
lis saldırdı.
Saldırıda,
Grup Yo­
rum ele­
manı Özcan Şenver ve Ayşe Gülen
Halk Sahnesi oyuncusu Derya Karahan ile birlikte 150'ye yakın insan
gözaltına alındı. Polisin yerlerde sü­
rükleyerek gözaltına aldığı insanlar
için DGM Savcılığı, 4 gün gözaltı
süresi verdi. Dergimiz yayma hazır­
lanırken, gözaltı süresi devam edi­
yordu.
jandarma destekli ge­
linmektedir. Çünkü bu
sanat kurumu, tüm et­
kinliklerinde MGK'yı
hedef göstermektedir
ve saflaşmanın laikşeriatçı ekseninde yü­
rütüldüğü bir zeminde
devrimci sanatçılar
MGK'yı işaret etmiş­
lerdir. Bunun için teh­
likelidir ve bizzat as­
kerlerin eli, bu baskın­
da yeralmıştır.
"Susturulması Gereken"
Müzik Grubu: Grup Yorum
Grup Yorum isminin 28 Şubat
Kararları'yla MGK'nın "susturul­
ması gereken müzisyenler" listesi­
nin en başında olması, aslında tüm
bunları açıklıyor. Grup Yorum, söy­
lediği türkülerle, çektirdiği halaylar­
la MGK'nın baş hedefleri arasın­
da. Ve bu tutuklamalar, baskınlar,
gözaltılar, MGK'nın talimatlarım
yerine getirmeye çalışmaktan
başka bir şey değiller. Bu düşün­
celeri pekiştiren bir etken de İdil
Kültür Merkezi baskınında yaşa­
nanlardır. Baskının bir ilginç yö­
nü de, belki de gözlerden kaçan
yönüdür ama üzerinde dikkatle
durulması gereken bir yöndür bu;
baskına diğerlerinden farklı ola­
rak jandarma katılmıştır. Ne böl­
ge jandarmaya ait bir bölgedir, ne
polisin gücünün yetersiz kalacağı
bir bölgeye gidilmektedir. Öyley­
se jandarmaya niye gerek duyul­
muştur? Çünkü, işler artık MGK
eliyle yürütülmektedir. Bir sanat
kurumuna dahi böyle özel tim ve
Baskına Tepki:
İdil Kültür Merkezi'nde Basın Toplan­
tısı!
Aralarında dergimi­
zin de bulunduğu
İdil Kültür Merkezi,
Grup Yorum, Öz­
gürlük Türküsü, Fo­
toğraf ve Sinema
Emekçileri,
Ayşe
Gülen Halk Sahnesi,
Okmeydanı Halk Kültür Merkezi,
Ayşe Nil Halk Kütüphanesi tara­
fından 24 Ağustos Pazartesi günü
saat 12:00'de İdil Kültür Merkezi'nin basılması ve Grup Yorum ele­
manı Ufuk Lüker'in İzmit Fuarı'nda
verilen konserden soma gözaltına
alınarak tutuklanması ile ilgili ortak
bir basın toplantısı yapıldı.
Yapılan basın toplantısında poli­
sin keyfice, kurumlarımıza girerek
ortalığı talan etmesi ve birçok insa­
nımızı gözaltına almasının hiçbir
hukuka sığmayacağı, ortalığın kan
gölüne çevrilerek orada bulunanla­
rın zorla gözaltına alınmasının, ora­
ya yüzlerce asker ve polisle gelerek
tam bir terör estirilmesinin, korkula­
rının ne denli büyük olduğunu gös­
terdiği belirtildi. Açıklamada şöyle
denildi: "Teslim olmamak geleneği­
mizdir! Ufuk, 1994 yılında Deniz­
li'de verdiğimiz bir konser sonrası
açılan davada 6 ay ceza aldı. Ceza­
sı kesinleştiğinden bu yana düzenin
adaletine teslim olmadı. Niye teslim
olmadı? Çünkü suçlu olan sömürü,
baskı politikalarıyla halkın tepesine
çöreklenenlerdir!"
Açıklama,
"MGK'nın listelerinde hedef olmak­
tan gurur duyuyoruz" sözleriyle bi­
tirildi.
Basın toplantısında, gözaltına alı­
nan ve bir gün sonra serbest bırakı­
lan Grup Günışığı elemanı Özgür
Tekin, gözaltına alınırken ve siyasi
şubede yaşadıklarını anlattı. Ayrıca
'Haklar ve Özgürlükler Platformu
Dönem Sözcüsü Oya Gökbayrak
ve TAYAD'lı ailelerden Fatma Alcan da birer konuşma yaptılar. •
9
TARTIŞMA
yiğit tuncay
Kültür -2
B
u yazımızda, kültürün
çözümlenebilmesi ve
çelişkilerin ortaya çı­
karılabilmesi için, ya­
zık ki, maddenin ve
onun yansıması olan
bilincin diyalektik iliş­
kisini anlatmaya çalış­
tık. Tüm bu anlattıklarımız, tarihsel
akış içinde gerek sınıf savaşımları­
nın, gerekse gerçekliği özümleme­
mize yardım eden ve bizim kazanımımız olan sosyalizm aydınlanma
çağının getirdikleridir. Bizim kültü­
rümüz buradan çıkacaktır ve bu bi­
linç bastığımız toprağı anlamamıza,
geleneklerin, göreneklerin olumlu
yönlerinin, Ekim Devrimi deneyimi­
nin sıçratılmasıyla mümkün olacak­
tır.
Benim burada vurgulamak iste­
diğim bunalıma yol açan bilimle de­
ğil, bilimsel sosyalizm ışığında bili­
min kendisiyle sürükleyip getirdiği
gerçek ile temastır. Yazarların kitap
olarak sermaye karşısında değil, da­
ha çok sermayenin sermaye olarak
karşısında sesi soluğu kesilmiştir.
Kriz, kültürün gerçekten ne kadar
bağımsız değil, tersine gerçeğe ne
kadar bağımlı olduğunu kanıtlar.
Gerçeği görmekten kaçan aydınlar,
bunalımlarını felsefede yaşarlar.
Yaptıkları cılız tespitse, insanileş-
10
meyi toplumun anlayabilmesi ve so­
runlarını aşabilmesi için felsefi "aş­
ma" ile birey olabilmesi açısından da
varoluşunu kavramasıdır. Bu cılız
tespitlerin önermelerini, devrimci ol­
duğunu söyleyenler arasında bile görebileceğimiz, "Sofi'nin Dünyası",
"Simyacı" gibi kitapları okuyarak
yapmaya çalışmaktadırlar. Bunalım,
burjuvazinin bunalımıdır. O bunalıma ortak olmak, bilimsel sosyaliz­
min geldiği seviyeyi ve gerçeği gör­
mekten kaçmaktır.
Burjuva biliminin yarattığı daral­
madan nasibini almamış olanların,
genişlemeye, yani aslında hiç bir şey
çıkmayacak olan kendi bireysel do­
ğasının zaaflarını "derinlik" zanne­
derek açılmaya kalkışması komik
değil midir sizce? Bu gidip gelmeler,
özellikle, küçük burjuvazi içinde vu­
cut bulan, ve onları "sarkaca" dön­
düren bir süreçtir. Marks modern ol­
mamıştır ve Marksizm de post-modern (modernizm sonrası felsefesi)
olmayacaktır. Bu sorun, kendini
Marksist zanneden, Marksizmin içi­
ne sızmış "modern sosyalistlerin"
sorunudur.
Sözünü ettiğimiz bu "modern
sosyalistlerin" argümanlarına daya­
narak krizini aşmaya çalışan egemen
sınıflar, felsefi idealizme dayanarak
bir kere daha kendi "akılcılığı'na
saldırıyor. Daha doğrusu, eski kaba
materyalizminin yerine yeni kaba
materyalizmini koymaya çalışıyor.
Bu da demek oluyor ki, tükenmiş
"aklını" restore ediyor.
"Modern sosyalizm, özünde, bir
yandan günümüz toplumunda mülk
sahibiyle mülksüzler arasındaki, ka­
pitalistlerle ücretli işçiler arasındaki
sınıf uzlaşmazlıklarının, öte yandan
üretimdeki anarşinin doğrudan ürü­
nüdür. Ama modern sosyalizm te­
orik yapısıyla, köken olarak görü­
nüşte, 18. yüzyıl Fransız materyalist­
lerinin koyduğu ilkelerin daha akli
bir uzantısı olarak kendim gösterir.
Her yeni teori gibi modern sosya­
lizm de, derin kökleri ekonomik ger­
çeklerde yatsa da, kendini ilkin elin­
deki zihinsel malzemeye bağlamak
zorundaydı.
(...) şimdi ilk kez olarak gün ışığı,
aklın krallığı kendini gösterdi. Bun­
dan sonra boş inanç, adaletsizlik,
ayrıcalık, baskı, yerine ebedi adale­
te, doğaya dayanan eşitliğe ve insa­
nın elinden alınmaz haklarına bıra­
kacaktı.
Bugün aklın krallığının, burjuva­
zinin idealleştirilmiş krallığından
başka bir şey olmadığını; o ebedi
adaletin gerçekliğini burjuva adale­
tinde bulduğunu; eşitliğin, kendini
burjuva yasa önünde eşitliğe indirge-
diğini; burjuva mülkiyetinin insanın
temel haklarından biri olarak ilan
edildiğini; akıl yönetiminin Rousseau'nun 'Toplumsal Sözleşmesi'nde
vücut bulduğunu ve ancak bir de­
mokratik burjuva cumhuriyeti olarak
vücut bulabileceğim biliyoruz.
(...) İşte bu durum, burjuvazinin
temsilcilerine, kendilerini sadece
özel bir sınıfın değil, tüm acı çeken
insanlığın temsilcisi olarak öne çı­
karmalarına olanak verdi. " (Engels)
Şimdi burjuva aklının çöküşü
karşısında hezeyana kapılan aydın­
lar, tekrardan felsefi idealizme, insan
haklarına, sözde kadın haklarına, do­
ğaya ve hayvanlara, azınlık hakları­
na, tanrıtanımazlığa, varoluş prob­
lemlerine, Cumhuriyet Devrimi'nin
güzellemesine, baş çelişki olarak ko­
yulan "ilerlemeci"lik ve "gericilik"
kamplaşmasına sarılarak felsefi bu­
nalımlarını "aşma"ya çalışıyorlar.
Bu da sonuçta karşımıza bir "üst ya­
pı" kültürü, yani muhalif "seçkin"
lerin kültürel yapılanması olarak çı­
kıyor.
Bir "ben'in içindeki ben" "Simya"sını yapanlar, emperyalist ülke­
lerden birinde yaşayan ünlü varoluş­
çu Sartre'ın şu sözlerine dikkat et­
melidirler: "Sömürgeci olduğumuzu
çok iyi biliyorsunuz. Pençelerimizi
önce altın ve madenlere, sonra "ye­
ni kıtaların" petrolüne geçirdiğimizi
ve onları eski ülkelere geri getirdiği­
mizi de biliyorsunuz. Bunun müthiş
sonuçlarına tanık olarak sarayları­
mız, katedrallerimiz ve büyük sanayi
kentlerimiz yeter; fiyatların birden­
bire düşmesi tehlikesi olduğu zaman
ise sömürge pazarları hemen bu dar­
beyi yumuşatır ya da başka yere yö­
neltirdi. Zenginliğin kaymağını yi­
yen Avrupa, insanlık konumunu
yurttaşlarına doğal hak olarak ver­
di. Bizim için insan olmak demek,
sömürgeciliğin suç ortağı olmak de­
mektir, çünkü istisnasız hepimiz sö­
mürge talanından yararlandık. "
Diyalektik ilişkiyi, çelişkilerin
özünü diyalektik gerçeklik temelin­
de ortaya koyan bu sözlerin, bir va­
roluşçunun kaleminden çıkması ve
varoluşçunun dayandığı noktayı farkedebilmesi çok da ilginç olmasa ge­
rek. Konuşan, "gelişmiş" Batı'nın
aydınıdır. Kendi varoluşunu ve Av­
rupa "uygarlığı"nın dayandığı nokta­
lan bize anlatmaktadır. Anlaşılan
odur ki, "seçkin"lik olarak sunulan
ve sadece teknik ilerlemelere, üretim
araçlarının gelişkinliğine göre belir­
lenen kültürün, "uygarlık" adı altın­
da emperyalizmle "özdeş"leştirilmesi, hep varılmak istenen bir seviyeymiş gibi karşımıza çıkarılmaktadır.
Çünkü emperyalizm, özenilen "seç­
kin" insanların ve eşitsiz gelişmenin
tepe noktasını oluşturan "uygarlığın"
yansımasıdır. Eşitsiz gelişme yasası­
nın işleyişi çok açıktır. Bir piramidi
andıran emperyalizmin hiyerarşisi
aşağıdan yukarıya şöyle işler; ege­
men sınıflar egemen kentlere, ege­
men kentler egemen uluslara, ege­
men uluslar egemen kıtalara dönüşe­
rek, basamakları andıran çelişkili tır­
manışım katlayarak sürdürür. İde­
alist bakışta olduğu gibi parçalanma­
mış maddi ve manevi kültürün "öz­
deş" birliği de aynen bu şekilde çe­
lişkili işleyişini sürdürür. Fiziğin bir
kuralı olan bir yerde azalma varsa,
mutlaka başka bir yerde çoğalma
vardır yasası bunu kanıtlar.
Ayrıca, diyalektik ilişkinin belir­
leyici olan yanı aynen Lenin'in dedi­
ği gibi: "Dünyadaki tüm olayların
kendi 'devinimleri', kendi doğal ge­
lişimleri, kendi canlı varoluşları
içinde anlaşılması, karşıtlardan olu­
şan bir bütün gibi anlaşılmasına
bağlıdır. " Ancak, burada üstünde
durulması gereken ince nokta ise;
sözünü ettiğimiz karşılıklı ilişkide
bulunan çiftler vardır, ve sık sık
Marksizmin "mekanik türü bu iki
yönlü nedenselliği reddeder denir.
"Bu mekanik Marksizm kavramıdır,
diyalektik marksizmin değil. Üretici
güçlerin, pratiğin, ekonomik temelin
ilke olarak belirleyici rolü oyadığı
doğrudur, bunu reddeden materya­
list değildir. Fakat, belli koşullarda
üretim ilişkileri, kuram ve üst yapı­
nın, kendilerini önde gelen belirleyi­
ci, rol içinde ortaya koyduklarını da
kabul etmek gerekir... " (Mao Tse
Tung)
Bütün bu ilişkiler asimetrik iliş­
kilerdir çünkü, örnek olarak, altyapı
sonuç olarak üstyapıyı belirler. Üst­
yapının son tahlilde altyapıyı belirle­
mesi aynı anlamda doğru kabul edil­
mez. Eğer birşeyin oluşumu, temel­
de, başka bir şeyin ortaya çıkışma
yol açıyorsa, asimetrik nedensel iliş­
ki var demektir.
Buna ilişkin olarak Engels'in şu
sözleri örnek gösterilebilir: "Siyasi,
hukuki, felsefi, edebi, sanatsal, vb.,
gelişme, ekonomik gelişmeye daya­
nır. Ama bütün bunlar hem birbirileri üzerinde, hem de ekonomik temel
üzerinde tepki gösterirler. Diğerleri­
nin hepsi edilgen etkiyken, tek başı­
na etkin, neden (olan) ekonomik du­
rum değildir. En sonunda kendini
her zaman gösteren ekonomik zorun­
luluk temeli üzerinde karşılıklı etki­
leşim vardır daha çok."
Engels, aslında, diyalektik ilişki­
yi simetrik karşılıklılık temelinde
değil de, görüldüğü gibi asimetrik
bir şekilde anlatmaya çalışıyor.
Ancak, buradan yola çıkarak
"baş çelişki" tespiti yapıp, buradan
politika üretmeye kalkışanların ya­
nılgıya düştükleri zamanlarda vardır.
Günümüzde bunun örneği olan; "ge­
riciliğe karşı mücadele" naraları
atanlar, asıl gerici olan iktidarın üs­
tünü, örtmüşler ve materyalizmi de
salt tanrı tanımazlığa indirgemişler­
dir. Eğer materyalizm salt tanrıtanı­
mazlık olsaydı ya da "dünyevileşme" (sekülerleşme) bu sistemden çı­
kış noktası olsaydı, o zaman Marks
1844 El Yazmaları'nda şu sözleri
neden sarfetsin; Bu önemsizliğin
yadsınması olarak tanrıtanımazlık
Tanrı'nın olumsuzlanmasıdır, ve in­
sanın varoluşunu bu olumsuzlama
yoluyla ortaya koymaktadır; ama
sosyalizm olarak sosyalizmin böyle
bir aracılığa gereksemesi yoktur.
Sosyalizm, öz olarak, insanın ve do­
ğanın pratik ve kuramsal duyusal bilinçliliğinden kalkarak yola çıkarak.
Sosyalizm artık dinin ortadan kaldı­
rılması aracılığıyla meydana gelme­
yen, insanın olumlu şekilde kendi bi­
lincine varışıdır: Ve gene aynı şekil11
de gerçek hayat insanın, özel mülki­
yetin ortadan kaldırılması aracılı­
ğıyla , komünizm aracılığıyla mey­
dana gelmeyen, olumlu gerçekliği­
dir. Komünizm, olumsuzlamantn
olumsuzlaması olarak konumdur
(position) ve dolayısıyla insanın kur­
tuluşu ve iyileşmesi sürecinde tarihi
gelişmenin bir sonraki aşaması için
zorunlu olan edimli (actual) evre­
dir."
Kaldı ki, 28 Şubat kararlan ken­
di varettiğini olumsuzlamıştır. As­
lında, olumsuzlayan hem yoksayıp,
hem de varsaymaktadır. Peki gerici
olan kimdir. Halk mı? Yoksa ekonomi-politiğin yeni yörüngeleri mi?
Yine Marks buna ilişkin olarak şun­
ları söylüyor: "Özel mülkiyetin için­
de servetin özel özünü keşfeden bu
aydınlanmış politik iktisat karşısın­
da, özel mülkiyeti sadece nesnel bir
töz (değişenlerin özünde değişmeden
kaldığı varsayılan idealist kavram,
asıl cevher) olarak gören para tica­
ret sistemi savunucuları, bu yüzden
artık putatapar, fetişist ve katolik du­
rumuna düşmüşlerdi. Adam Smith'e
Politik iktisadın Luther'i derken bu
yüzden haklıydı Engels. Luther diniimanı-dışsal dünyanın tözü saymış
ve dolayısıyla katolik paganizmine
karşı çıkmıştı-diniliği insanın içsel
tözü yaparak dışsal diniliği ortadan
kaldırmıştı-normal yurttaşın dışın­
daki rahibi ortadan kaldırarak rahi­
bi normal yurttaşın yüreğine yerleş­
tirmişti; servet de tıpkı böyledir: in­
sanın dışında ve insandan bağımsız,
dolayısıyla ancak dışsal bir tarzda
kazanılabilecek ve kullanılabilecek
servet ortadan kalkar; yani, servetin
dışsal, zihindışı nesnelliği yok olur,
özel mülkiyet insanın kendinde cisimleşir ve insan kendisi özel mülki­
yetin özü olarak tanınır. Ama bunun
sonucunda insan, özel mülkiyetin yö­
rüngesine sokulur, Luther'in insanı
din yörüngesine soktuğu gibi."
(1844 El Yazmaları, Marks)
Yine Marks, Yahudi Sorunu'nu
yazarken dinden özgürleşmek iste­
yenlerin ne istediklerini açıklamaya
girişir. Bu incelemesinde hem Hegel'in Hukuk Felsefe'sinin eleştirisi­
12
ni yapar, hem de özel Yahudi soru­
nunu bir yandan sivil (burjuva) top­
lum içinde ele alırken, öte yandan
genel yabancılaşma sorunu içine ya­
yarak genel olarak kurtuluşun, insani
özgürleşmenin, yeterli bir analizini
verir. Çünkü, "Devlet, dinden, devlet
olarak kendi biçiminde kendi özüne
uygun bir tarzda, devlet dininden öz­
gürleşerek özgürleşebilir. Bu, devle­
tin devlet olarak hiçbir dini tanıma­
ması ama herşeyden önce kendini
devlet olarak tanıması demektir.
Dinden politik özgürleşme sonlandırılmış, dinsel özgürleşme değildir,
çünkü, politik özgürleşme insani öz­
gürleşmenin sonlandırılmış, çelişki­
siz bir biçimi değildir." O zaman
"gerçek, bireysel insan, ne zaman
soyut yurttaşı kendinde soğurup, bi­
reysel insan olarak, günlük yaşamın­
da, özel işinde ve özel durumunda
cinsil varlık olursa, ne zaman insan
kendi güçlerini toplumsal güçler
olarak tanır ve örgütler ve böylece
toplumsal gücü kendisinden politik
güç biçiminde ayırmazsa, işte ancak
o zaman insani özgürleşme tamam­
lanmış demektir." (Marks)
Siyasallaşmış İslam'ın tasfiyesi
değil, tabam genişlemiş bir halk ha­
reketinin bütünlüğü arayışı sorun­
dur. Tespit edilen "gericilik" tehlike­
si, genişlemiş ve bütünlüğü oluştur­
maya başlamış bir gücün "kültürel"
hakimiyetinin tehlikesidir. Gizli iş­
gali artık, açık işgale çeviren emper­
yalizm için önemli olan ise, burada,
hangi güç olursa olsun açık işgalin
"iş birliği"ni yapacak siyasi öznele­
rin ve bu öznelerin militarize edilmiş
yaptırım gücüdür.
Lenin ise bilimsel temellere da­
yanarak bu konudaki politik tavrını
daha 1909'da şöyle belirtmiştir:
"(...) Marksizm, abc ile yetinen bir
materyalizm değildir. Marksizm da­
ha ilerilere gider. O, dine karşı mü­
cadeleyi bilmek gerekir, der; oysa,
bunun için, kitlelerin inanç ve din
kaynağını materyalist açıdan açıkla­
mak gereklidir. Dine karşı mücade­
leyi, soyut ideolojik öğütlerle sınır­
landırılmamak; buna indirgememeli; bu mücadeleyi, dinin toplumsal
kökenlerini ortadan kaldırmayı
amaçlayan işçi sınıfı hareketinin so­
mut pratiğine bağlamalıdır. Niçin
din, kentli işçi sınıfının geri bıraktı­
rılmış tabakaları arasında, geniş,yarı-proleter tabakaları içinde, köylü
kitleleri içerisinde varlığını sürdürü­
yor? Burjuva "ilericisi", radikal ya
da burjuva materyalisti bu soruyu,
halkın bilgisizliği yüzünden, diye ce­
vaplandırır. Öyleyse, kahrolsun din,
yaşasın tanrıtanımazlık; baş görevi­
miz tanrıtanımaz düşünceler yay­
maktır. Marksistler ise şöyle der:
Yanılıyorsunuz. Bu görüş, bir kültür
eylemi üzerine yapay, burjuvaca sığ
biçimde düşünüldüğünü kendiliğin­
den açığa vuruyor. Bu görüş, dinin
kökenlerini yeterince tam olarak
açıklayamıyor. Materyalist anlamda
değil, idealist anlamda açıklamaya
çalışıyor."
Ayrıca İslam'ın konumu, Hristiyanlığın yanında kendine özgü fark­
lılıklar gösterir. Bir de bunun yanısıra Türk toplumuna etkileri vardır.
Tüm bu etkiler bu coğrafyada farklı
farklı özgülükler göstermiştir. Bu ta­
rihsel süreçleri ancak, bastığı toprağı
tanıyan sosyalistler becerebilir. "ge­
ricilik" diye tanımladıklarınla müca­
deleye girişenlerin, en başta halkla
karşı karşıya kalacaklarını bilmeleri
gerekir. Zaten bu mücadele giriyo­
rum diyenlerin 28 Şubat kararlarının
parolasına sığınmış ve devlet eliyle
yaratılan '68 kuşağının karikatürü
olmaları kaçınılmazdır.
Parola bellidir; "Haydi Türki­
ye'm İleri!" daha daha ileri! İleri atı­
lan her adım, Mehter Bölüğü'nürı
adımları gibi iki geri atmış ve Yeni­
çerilikten Nizam-Cedid'e geçişte ol­
duğu gibi modernize ya da post-modernize edilmiş bir orduyla bize dö­
nen, hatta parçalanmış, sahte politik
özgürlüğün peşine takılmış bir sivil
toplum felsefesinin "aşma" edimidir.
Unutulan bir başka şey ise, kapita­
lizm Batı'da aşağıdan yukarıya ge­
lişmiş ve feodalizmden çıkmıştır.
Bizim gibi ülkelerde ise, Batı'nın ge­
lişme evreleri yukarıdan aşağıya ve
ordu eliyle yaratılmıştır. "aşma edi­
mi sonuçta" ileri felsefesidir. Ayrıca,
kimse Yön hareketinin gördüğü ha­
yalleri görmemelidir, çünkü, "tarihte
bir olay iki kere ortaya çıkar; birinci­
si trajedi, ikincisi ise; komediye dö­
ner."
Değinilmesi gereken bir diğer
konuda, yukarıda maddenin tanımını
yoksullaştırdığını söylediğimiz yön­
lere ilişkin olarak, maddeyi sadece
"para"ya indirgemek sorunudur. Ön­
celeri bizlerde, felsefi materyalizmin
karşısında duran felsefi idealistlerin
ahlaki açıdan materyalist olduklarım
söyleyerek, onların paraya, kariyerizme düşkünlüklerini vurgu yapmak
isterdik. Oysa ki bu söylemle bizler
de, aslında, onların yaptığı gibi mad­
denin tanımını salt parayla somutlamayan bir yoksullaştırmaya gidiyor­
duk. Felsefi idealizmin kültürü felse­
fi olarak varolmaktır. Felsefi olarak
varolanlar, ekonomik anarşinin için­
de de ahlaki açıdan "yararcı" (ütiliteryanist) olacaklardır. Günümüzde
ise, aydınlar arasında daha yaygın
olanı felsefede kaba "materyalizm",
ahlakta yararcılık; siyasette sivil top­
lumculuktur. Bu da sonuçta insanın
parçalanmış yanım bir kez daha gös­
terir.
Çağımızdaki burjuva felsefesi,
idealist kültür anlayışı da kültürü
maddi temellerinden sıyıran, üretim
ilişkilerinden ve insanın pratik eylemselliğinden soyutlayan bu gele­
neksel burjuva idealist felsefesinin
çeşitli değişik görünüşleriyle deva­
mından başka bir şey değildir. Bütün
bu gibi görüşleri ortak kılan yan,
kültürün oluşmasında toplumsal-tarihsel pratiğin küçümsenmesi, kültü­
rün nesnel karakterinin yadsınması
ve tarihsel bakış açısından kaçınıl­
masıdır.
Toparlayacak olursak, kültürün,
emekle işlenmiş, dönüşüm, değişime
uğratılmış, insani faaliyet sonucu or­
taya çıkmış yeni bir doğayla; gerek
yaşadığımız coğrafyanın, gerekse
kendi ehlileşmemiş doğamızın zaaf­
larını "insanileştirerek" gelişmemiz­
le ilintili olarak, insanın üretici faali-,
yetinin bir sonucu olarak ortaya çık­
tığım görmekteyiz. Hiç kuşkusuz insan doğayı dönüşüme uğratırken
kendi de dönüşüme uğramakta, diş
çevrenin koşullandırmalarıyla bi­
çimlenirken, kendisi de dış çevresini
koşullayarak biçimlendirebilmektedir.
Demek ki, burjuva idealist kültür
görüşlerinin tam tersine, kültürü an­
cak insanın maddi varlık alanının be­
lirleyiciliğinde, insanın pratik etkin-
Bilimsel sosyalizmin ışığında
oluşturulacak devrimci kültür,
emekçilerimize yabana değildir.
Onlar, sosyalizmin kültürünü
herkesten daha fazla sahiplene­
ceklerdir. Çünkü bu bizim kültü­
rümüzdür. Halkımızın bunları
anlamaması mümkün değildir.
Ortak kültürümüzdür bu bizim.
"Ortak düşman karşısında bir
kader birliğine gidilmiştir. Ortak
acılarda salt bilimsel denemeye­
cek bir birliktir bu.
liğiyle, insanın toplumsal çıkarlarım
karşılayacak üretim, ilişkileriyle bir­
likte ele alınabileceğini, dolayısıyla,
kültürün tarihin bir ürünü olduğunu,
tarihsel-toplumsal gelişme yasaları­
na bağlı olduğuna, tarihte belli bir
toplumsal-ekonomik üretim tarzına
karşılık verdiğim ve ancak yine insa­
nın toplumsal, pratik etkinliğiyle ge­
liştirilebileceğim görmekteyiz. Kül­
türel yozlaşmalar, başkalaşmalar ya
da bunalımlar belli bir toplumsal
üretim tarzı ve ilişkilerinin kendi
özelliğinin bir anlatımından ve so­
nuçlarından başka birşey değildir.
İşte bu yüzden biz Marksizmi in­
celiyoruz. Aynen Mao'nun dediği
gibi "biz dünyayı,toplurmı, edebiyat
ve sanatı diyalektik materyalizm ve
tarihi materyalizm görüşüyle gözle­
mek için Marksizm'i inceliyoruz,
yoksa, edebiyat ve sanat eserleri ye­
rine felsefe kitapları yazmak için de­
ğil. Marksizm yalnız edebiyat ve sa­
nat yaratmasında realizmi içine alır,
ama kendini realizmin yerine koy­
maz. Nasıl ki, fizikteki atom ve
elektronik teorisini içine aldığı hal­
de, kendini fizikteki atom ve elektrik
teorisinin yerine koymaz. İçi boş ve
kuru doğmatik formüller yaratma
duygusunu bozar, hatta yalnız yarat­
ma duygusunu değil, en başta Mark­
sizm'i de bozar. Dogmatik "Mark­
sizm" hiç de Marksizm değil, olsa
olsa Anti-Marksizm'dir. Peki, Mark­
sizm yaratma duygusunu bozmaz
mı? Evet bozar, derebeylik, burjuva,
küçük burjuva, liberal, bireysel, ni­
hilist, sanat için sanat, aristokrat, çü­
rümüş, pesimist yaratma duyguları­
nı, halk yığınları ve emekçilerin ma­
lı olmayan daha başka yaratma duy­
gularım kati olarak bozar."
Bilimsel sosyalizmin ışığında
oluşturulacak devrimci kültür,
emekçilerimize yabancı değildir.
•Onlar, sosyalizmin kültürünü her­
kesten daha fazla sahipleneceklerdir.
Çünkü bu bizim kültürümüzdür.
Halkımızın bunları anlamaması
mümkün değildir. Ortak kültürü­
müzdür bu bizim. "Ortak düşman
karşısında bir kader birliğine gidil­
miştir. Ortak acılarda salt bilimsel
denemeyecek bir birliktir bu. Ne var
ki, çalışmalarımız söz konusu birliği
gereğince göz önüne serememektedir. Biliyoruz böyle olduğunu ya da
bilmek zorundayız. Üstelik, halk
kavramımız yeterince gerçekçi nitelik taşımıyor. Aramızda hala birçok­
ları var ki, halkı puslu bulanık bir
cam arkasından görmektedir. İçimiz­
den her biri yanılabilir halk konu­
sunda ya dayanılmalara yol açabilir.
Bazılarımıza sorarsanız, yapılacak
şey salt konuşmaktır; işin karmaşık
yanlarıyla yüz yüze gelmemeye çak­
şır bunlar. Bazılarımız da vardır,
karmaşık bir dille konuşur, 'temel
nitelikteki büyük ve yalın doğrular­
la karşılaşmamaya bakarlar. "Halk
karmaşık bir üsluptan anlamaz. Pe­
ki, ya Marks'ı anlayan emekçiler?
'Rilke kitleler için pek karmaşık bir
yazardır.' Peki ya, bana onun aşırı
ilkelliğini
söyleyen
emekçi­
ler?" (Brecht)
13
ŞİİR
bülent özcan
SEVDALANMAK ZAMANI
Susma be hey ozan
susma
Soluğunu kat sesine
Sesini vur dağlara
Gümbür gümbür gümbürdesin
yüreğin...
Susma be hey ozan
susma
Sevdanı kat sesine
sevdanı...
Zaman
Sevdalanmak zamanı...
14
TANITIM
grup yorum
ÖLÜM ORUCU DESTANI
'BORAN' FIRTINASI
Cura, Kaval, Elektrik Piyano, Syntseizer, Blok Flüt: Grup Yorum
Bas, Şelpe, Bağlamalar: Grup Yorum, Erdal Erzincan, Engin Arslan
Akustik Gitar: Murat Köseoğlu-Bass: Şuayip Yeltan, İsmail Soyberk
Elektrik Gitar: Selçuk Mısırlıoğlu-Akustik Davul: Volkan Öktem
Keman, Viyola, Çello: Kalan Müzik Orkestrası-Arp: Şirin Pancaroğlu
Kontrbass: Mahmut Yalay-Obua: Sezai Kocabıyık-Klarinet: Göksun Çavdar
Piccolo Flüt, Orkestra Flütü: Celal Kara
Trompet: Şenova Ülker-Trombon: Levent Çoker
Duduki: Ertan Tekin-Sipsi: Sinan Çelik-Kabak Kemane: Fatih Görgün
Vurmalı Çalgılar: Diler Özer, Vedat Yıldırım, Celal Özsarı, Deniz Selman
Soprano Vokal: Nurdan Kızıldeli
"M
arşlarımız"
adlı çalışma­
mızın dinleyicilerimizle
buluşmasının
ardından geli­
şen süreçte, daha öncesinden tar­
tıştığımız bir konu, gittikçe so­
mutlaştı. "Çağdaş Halk Müziği"
tanımı, geldiğimiz aşamada müzi­
ğimizi ifade etmiyordu. Bunun,
yanı sıra, ülkemizde yaşanılan
bazı direnişler, olaylar, tek başına
bir türküyle anlatıldığında yete­
rince anlatılamıyor, bir yanları
hep eksik kalıyordu. Tüm bunla­
rın sonucu olarak, Kültür Sanatta
TAVIR Dergisi'nin bu sayısında-
ki "Niye Çağdaş Halk Müziği De­
miyoruz!" adlı yazımızda içeriği­
ni ayrıntılarıyla anlattığımız
"destan"ı koyduk önümüze.
69 gün süren, Anadolu ve dün­
ya halklarının bilincinde fırtına­
lar yaratan, bir çok erdemi içinde
barındıran ve burjuva ideolojisi­
nin "sosyalizm öldü!" çığlıkları
karşısında
Marksizm-Leninizm'in zaferini muştulayan bir
eylem vardı karşımızda: '96
Ölüm Orucu Eylemi.
Faşizmin, ülkemizdeki dev­
rimci mücadeleyi ve demokratik
muhalefeti tamamen ezmek için
başlattığı saldırı dalgasının karşı­
sında, bedenleriyle barikat ördü
devrimci tutsaklar. Halka yönelik
saldırıya karşı kendilerini feda
ederek, yıllardır anlatmaya çalış­
tığımız "Yeni İnsan"\ kişilikle­
rinde somutladılar. Verdiği bir
çok politik mesajın yanında, bir o
kadar da duyguyu içeriyordu bu
direniş. Ve bu eylemin yarattıkla­
rı, bir ya da birkaç türküyle anla­
tılamazdı. Bunun sonucu, bu eylemi "destan" formuyla anlatmak
için çalışmalara başladık.
Bu çalışma, yaklaşık 1,5 yıllık
bir sürece yayıldı. Çalışmanın ilk
adımını, geniş bir arşiv taramasıyla attık. Dönemin gazetelerin­
den ve televizyon haberlerinden
oluşan arşiv dosyalarımızla bir15
likte, " ' B o r a n ' Fırtınası" kur­
gusunun ana hatları da şekil­
lenmeye başladı.
"Destan" tarzına ilişkin,
önümüze tam anlamıyla koya­
Ölüm Orucu Şehitlerine...
bileceğimiz örneklerin olma­
ması, bir çok araştırmayı da
beraberinde getirdi. Senaryo
Tarihi insanlar yapar... O insanlar ki dinmeyen
teknikleri, başlıca araştırma
firtınasıdır sevdanın. Evet, sevdadır devrim, en sıcak yeri
konularımızdan biriydi. Bu­
insanın... Toprak gibi ellerimizde büyüttüğümüz, toprak
nunla beraber, kurgunun ne ol­
duğu ve diyalektik bakış açı­ gibi gerçek yıldızıyla sarmaş dolaş. Böylesine kucaklar
sıyla nasıl şekillendiği yönün­
bizi, alev alevdir. Güneşe yelken açtırır bir başka iklimde
deki araştırmalarımızı derinakıntıya göğüs göğüse. Yalınayak geçer çağlardan,
leştirdik.
Destan anlatımı, sonuçta tetutuşturur alnından doğmamış günlerin arka sokaklarını.
atral bir anlatım olacaktı. Bu
Hele bir de patladı mı, ateş parçaları yağar şehirlere
anlamda, tiyatronun çalışma­
ölümü yenen ekmeğin vakti.
mızda önemli bir yeri vardı. En
basitinden, kuru ajitatif ve anBurada başlıyor. Durmaksızın yıkımlar biriktiriyor
lık-gelip geçici etkiler yaratan
şafağın kayalara çarpan kızıllığı. Yıkımlar ki
bir anlatım yerine, kalıcı, de­
uçurumlarında kavga beslenir. Kınalı bir ananın ak sütü
rinliği olan, "destan"sı bir an­
latıma yönelmeliydik. Şunu
gibi akar ıssızlığın o geniş ovalarından, fırtınadan
çok iyi biliyorduk: Bir şiiri ya fırtınaya göçer.
da metni devrimci gibi oku­
Dağınıktır saçları dağların ağarırken öfke,
mak, bağıra çağıra okumak de­
mek değildi.
rüzgargülleri oğul; temize çekiyorlar tütün gibi
Aslında bu durum, çalışma­
avuçlarından hayatı, oğul dediğim; hayatı anlatıyorlar
ya başlarken duyduğumuz te­
bize. Biz oğul, salt sis gibi görünsek de yürür gideriz.
mel kaygılardan biri idi. Ölüm
Orucu Eylemi, dışımızdaki ör­
Çarpıyor şimdi dünyanın en doğru anı!.. Eriyen
neklerinden de görüleceği gibi, gövdenin balkonundan kanatlanıyor, yüreğin tam orta
slogancı bir anlatıma düşmeye
açık bir konuydu. Ki bunu gös­ yerinden dikiliyor göğe... Artık kaldırıyor başını halklar
terecek iki yer vardı: içerik ve
bulutlara kadar, soruyorlar; hangi sevdadan, hangi
anlatım biçimi. İçerikte; klişe­ fırtınalardan yoğurulmuşuz biz?...
leşmiş, söylene söylene dillere
Böyle bir anda ezberlenir onur. Ve böyle bir anda sıkılı
pelesenk olmuş ve anlamını yi­
tirmiş imge ve söylemlere, sığ yumrukta büyüyen sevdadır. Sıcacıktır. Elleri, ellerim gibi
anlatımlara düşmemek gereki­ yağız bir "BORAN FIRTINASIDIR "o...
yordu. Diğer bir uçta ise; yeni
imgeler, söylemler bulma uğ­
runa "şair elitizmi"ne düşüp,
anlaşılabilir olmaktan uzaklaş­
anlatım biçiminin ve kurgusunun
ğimiz sancıyı bizimle paylaşan­
ma durumu vardı. "Yeni" ama
oluşumunda bizimle birlikte gün­
lar, bu kadarla sınırlı değildi kuş­
"yabancı olmayan" bir içeriği
lerce gecesini gündüzüne katan
kusuz. Direnişi anbe an yaşayan­
yakalamalıydık. Bunu da ölçüme
Şair Savaş Ezgi ve Tiyatro Sanat­
lar, özgür tutsaklarımız vardı. Şi­
vuracağımız . tek yer; Anadolu
çısı Yiğit Tuncay'ın büyük emeği
irleriyle, besteleriyle, Ölüm Oru­
kültürünün terazisiydi. " ' B o r a n '
var. Gecenin bir yarısında, uyku­
cu şehitlerine ilişkin anlatımları
Fırtınası"nın, bunu genel olarak
dan sıyrılmak için kol kola halay­
ve ses' kayıtlarıyla, eleştiri ve
başardığını düşünüyoruz. Bunda,
lar çektiğimiz sıcak-kolektif orta­
önerileriyle önümüze kocaman
bizimle aynı kaygıyı paylaşan ve
mı bizimle paylaştıkları için onla­
bir derya açtılar. Çalışmanın her
bunu kolektif üretimde yaşama
ra teşekkür ediyoruz.
aşamasında, onların yoldaş sıcak­
geçiren, çalışmamızın içeriğinin,
"Yeni"yi oluştururken çekti­
lığı vardı.
TUTTU ELLERİMDEN... SICACIKTI...
Yiğit TUNCAY
16
"Destan" formu, müzikal
bir formdu. Bu anlamda, aslolarak müzikal sound açısından
"yeni"nin adımlarını atmak ge­
rekiyordu. Günümüz müzik pi­
yasasına baktığımızda "ye­
ni"nin risk olduğu görüşünün
hakim olduğunu görürüz. Bu­
nun için "yeni", korkutur onla­
rı; oluşturdukları dengelerin
bozulacağını düşünürler. Ade­
ta, "böyle tutturduk, böyle git­
sin" havasındadırlar. Halbuki
"devrimci müzik", sadece içe­
riğiyle değil, biçimiyle de dev­
rimci olmalıdır. Bu ise, sürekli
"yeni"nin arayışında olmak
demektir.
Geliştirdiğimiz
"destan"
formuyla, örneğin "Voltada
Söylenen Türkü" gibi acapella bir türküyle "Ve Zafer" gibi
senfonik bir ezgiyi ya da tama­
men otantik bir havanın hakim
olduğu "Umudun Zeybeği"ni ay­
nı kurgunun içinde buluşturabildik. "Destan" formu, bize müzi­
kal anlatımda bu olanağı sağladı.
Enstrümanların kullanımı için
de aynı şeyi söylemek mümkün.
Müzikal altyapı biraz dikkatli
dinlendiğinde, örneğin akustik
davulun çalımında 'cross'un ve
'hı-hats'in
kullanılmadığı,
'bass'ın klasik piyasa çalımının
dışında kullanıldığı, otantik vur­
malı çalgıların yoğunluğu ya da
'arp'tan 'duduki'ye hayata geçir­
meye çalıştığımız müzikal zen­
ginlik görülecektir. Bunlar, kuş­
kusuz bilinçli tercihlerimizdir ve
müzikal soundda da "yeni" ye dö­
nük çalışmalarımız olarak değer­
lendirilmelidir.
"'Boran' Fırtınası", 500
stüdyo saati süren bir çalışmanın
ürünü. Stüdyo, masabaşı çalışma­
sında oluşturduğumuz tarifi, so­
mutluğa dökeceğimiz yerdi. Bir
ressamın, tualde somutladığı re­
sim, hiçbir zaman kafasında oluş­
turduğu resmin aynısı değildir.
Bu durum, diğer sanat dalları için
de geçerlidir. Çünkü somutlukta,
eserini düşüncede kurarken karşı­
na çıkmayan engeller -nesnel,
hatta kimi zaman öznel somut ko­
şullar, teknik malzeme, eldeki
materyal vb.- vardır. Aradaki far­
kı en aza indirmenin tek yolu ise;
yine kendi gerçekliğinden, so­
muttan hareket etmektir. Somut
koşullar üzerinden şekillenen bir
soyutlama, ortaya çıkan eserde
büyük oranda karşılığını bulacak­
tır, Stüdyo çalışmasının, kafamızdakinin somuta döküldüğü yer ol­
duğu gerçeğinden hareketle, ge­
nel olarak başarılı olduğumuzu ve
"'Boran' Fırtınası"na ilişkin ka­
famızda oluşturduklarımızı bü­
yük oranda hayata geçirdiğimizi
söyleyebiliriz.
Sonuç olarak; "'Boran' Fırtı­
nası", 65.5 dakika süren bir des­
tan çalışması olarak ortaya çıktı.
Destanın 'bütün'ünü kavramak
için, önce 'parça'ları doğru bir
şekilde anlamak gerektiğini düşü­
nüyoruz.
Çalışmamızın başında yer alan
"Meşale", üzerindeki efektlerle
birlikte destanın, daha doğrusu
Ölüm Orucu sürecinin açılışını
yapıyor. "Meşale", bir film se­
naryosundan esinlenerek şekil­
lendirdiğimiz destan kurgumuzun
ana tema (Main Tema) müziği ve
destanın ilerleyen bölümlerinde,
anlattığı duygu ve olaya göre de­
ğişik versiyonlarıyla karşımıza
çıkıyor.
"Meşale"nin kesintisiz
bir şekilde "Boran Fırtınası"na
dönmesiyle birlikte, ölümü esare­
te tercih eden boran kuşlarını an­
latmaya başlıyoruz. Anlatımdan
da anlaşılacağı üzere boran kuşla­
rı, Ölüm Orucu direnişçileriyle
bir çok benzerlik taşıyor. Bu ben­
zerlikten hareketle, boranlar ile
Ölüm Orucu savaşçılarını özdeşleştiriyoruz.
Koğuş kapısının kapanmasıyla
birlikte hapishaneye giriyoruz.
Hapishanede "Voltada Söylenen
Türkü" karşılıyor bizi
"Dünyayı
Sarsacak
Ka­
ray'da, "Niye Ölüm Orucu?" sorusunu cevaplamaya çalışıyoruz.
Bu bölümü müziklendirirken, an­
latmaya çalıştığımız duyguyu,
Ermeni halk çalgısı 'duduki' ile
ifade edebileceğimizi düşündük.
Alınan karârın ardından, bü­
yük bir kararlılıkla Ölüm Orucu'na giriyor devrimci tutsaklar.
"Açlığın Yürüyüşü Başlıyor",
bu kararlılığı anlatan bir çalışma.
17
Marş formunda olan bu çalışma­
da, trampet v.b. enstrümanların
yerine otantik vurmalı çalgılarla
altyapının oluşturulmasının, par­
çaya ayrı bir dinamizm, bu top­
raklara özgü bir coşku kattığını
düşünüyoruz.
Bu parçanın ardından, duvar
dibine dizilmiş Ölüm Orucu dire­
nişçilerini sahneliyoruz ve "Buca'daydı B e r d a n " adlı türkü­
müzle, deyim yerindeyse objekti­
fimizi Berdan'ın üstüne çeviriyo­
ruz. Berdan, Buca Barikatları'nı,
bir dönemi paylaştığı yoldaşlarını
düşünüyor. Bu düşünceyle birlik­
te geçmişe dönüyor. 21 Eylül
'95'te, Buca Hapishanesi'nde ya­
şanan ve üç devrimci tutsağın şe­
hit düştüğü barikat direnişini,
"Vatan Buca Olmuştu" adlı tür­
kümüzle anlatıyoruz.
Ardından
objektifimiz İl­
ginç'e dönüyor. İlginç; 4 Ocak
'96'da, Ümraniye Hapishane­
si'nde yaşanan ve dört devrimci
tutsağın şehit düştüğü direnişte,
ağır yaralananlar arasında. "Üm­
raniye'deydi İlginç" adlı türkü­
müzle bu direnişi anlatıyoruz.
Yemo'nun gözleri dalmış;
doğduğu toprakları, Nurhak Dağ­
ları'nı düşünüyor. "Nurhak'a
Özlem"de, Yemo'nun bu özlemi­
ni anlatıyoruz. Bir yoldaşı geliyor
yanyına Yemo'nun, düşüncelerini
bölüyor: "Yak hele kirve..." Ye­
mo'nun düşünceleri '84 Ölüm
Orucu'na yöneliyor ve Metris Ha­
pishanesi'nin duvarından atlayıp
içeri giren Yemo; Apo, Haydar,
Fatih ve Hasan'ın uzattığı kızıl
bantları alarak Bayrampaşa'ya
geri dönüyor. Ve Yemo'nun kızıl
bantları getirmesiyle birlikte
"Tören Başlıyor". Bu parçada,
Ölüm Orucu şehitlerinin kendi
sesleri ve alkış efektleriyle, Ölüm
Orucu törenini anlatıyoruz.
Dışarıdayız... Ölüm Orucu
Eylemi, ilk şehidini veriyor. Ey­
lemin, Ölüm Orucu'na evrilmediği ve henüz Süresiz Açlık Grevi'nin sürdürüldüğü günlerde, aç­
lık grevinin 34. gününde Adalet
18
Yıldırım, bu eylemi desteklemek
için yapılan bir, eylemde şehit dü­
şüyor. Destanın bu bölümünde
O'nu, "Halkın 'Adalet'i"ni anla­
tıyoruz. Müzikal altyapı ile anla­
tım arasındaki ilişkiye baktığı­
mızda ise, 'iki karşıt duygunun
çatışması'ndan ortaya çıkan kur­
guyu görüyoruz.
"İlk Boran Kalkıyor Göğe"de, "Kantinleri boşalttılar, yi­
yorlar" diyenlerin suratına tokat
gibi inen Aygün'ü anlatıyoruz.
Ve ardından "Aygün'ün Vasiyeti"ni söylüyoruz. Burada da duy­
gu yoğunluğunu, bizce en iyi acapella bir söylem yansıtıyor. Enstrümansız, yalın bir söylem bu,
tıpkı direnişleri ve ölümü kucak­
lamaları gibi. Yalın ama deprem­
ler yaratan, derin bir sesleniş bu.
"Bir ömür de benden asla­
nım" diyor Berdan, "Bîr Ömür
de..." Alıyor yüzyıllar öncesin­
den Bedrettin'in selamını. "Ber­
dan Çayı'ndan Ege Dağları'na"da, verdiği ömrünü anlatı­
yoruz Berdan'ın; Mısırlı, Arap
bir müzisyen olan Kemal El Tavil'in ezgisiyle.
Ölüm Orucu Eylemi'nin her
anını evlatlarıyla birlikte yaşıyor
analar. "Tutsak Anaları"nda on­
ları anlatıyoruz. Burada, şehit
anamız Şükran Ağdaş sesini katıyor çalışmaya. "Bir Görüş Kabi­
ninde", bir ana ile ölüm orucun­
daki kızı arasındaki diyalogu ak­
tarıyor bizlere.
Çanakkale'de, umudun simge­
sini avuçlarına kına ile işleyenler,
İdil ile bütünleşiyor "Halkımızın
Gelini"nde.
"İlginç de Düştü"de, mesleği
insanların hayatını kurtarmak
olan bir devrimciyi, İlginç'i anla­
tıyoruz. Ve O'nun türküsünü söy­
lüyoruz: "Yeniden Doğuyor­
sun". Bu çalışmanın şiirini,
A.Kadir'in güçlü dizelerinden
uyarlıyoruz.
Ölüm Orucu Eylemi, dışarıda
da yankısını buluyor. "Sokaklar
Yürüyordu Düşman Üstüne",
Gültepe'yi yangın yerine çeviren­
leri, Gültepe Şehitleri'ni anlatı­
yor.
"Tedariğini Hazırla" diyor
direnişçiler yarenlerine, "olur ya,
düşerim senden ayrı." "Vatan
Yeni Şehitlerle Sarsılıyordu"da,
zafere atılan iki adım olan Hüse­
yin Demircioğlu ve Ali Ayata'yı
anlatıyoruz.
Bir Ege yiğidi de katılıyor bo­
ranların arasına. "Umudun Zey­
beği"nde, ak libaslı Bedrettin yi­
ğitlerinin ateşini bugüne taşıyan
Müjdat'ı anlatıyoruz.
"Sahnedeydi İdil ve Ölüme
Açılıyordu Perde"... Bir sanatçı
İdil; müzisyen, tiyatrocu ve ya­
zar... Bir kadın aynı zamanda.
Dünyada ve ülkemizde, ölüm oru­
cunda şehit düşen ilk kadın... Ti­
yatro salona artık Çanakkale. Çı­
kıyor sahneye İdilcan ve ölüme
açılıyor perde...
Ecel kuşunu kepaze ediyor bo­
ranlar. "Güneşe Gidiyorlardı",
fırtınaya katılan yeni boranları,
Tahsin Yılmaz, Hicabi Küçük ve
Osman Aygün'ü anlatıyor. Ve he­
men ardından, Yemo katılıyor
aralarına. Derin derin çekiyor son
nefesini Yemo ve bir koşudur tut­
turuyor ölümün üstüne, "Düğüne
Gider Gibi".
Yaralı bir kaplan olan düş­
man, boylu boyunca seriliyor ye­
re. "Yemliha İle Doğrulduk Za­
fere"...
"Ya Kazanacaklar­
dı..."da, zaferin söke söke koparılışını anlatıyoruz.
"Ve Zafer!"... Durduruyor
hayatın ve tarihin akışını Ölüm
Orucu direnişçileri. Onur, namus,
gurur; ne varsa insana dair, kaldı­
rıyorlar ayağa, yüceltiyorlar.
"'Boran' Fırtınası" yaratıyor
onlar... Ve bırakarak düşenleri
şehirlerin ufkuna, fırtınadan fırtı­
naya havalanıyorlar...
Onlar için ne söylesek, ne
yazsak az. "'Boran' Fırtınası"nı
onlara, onlarca yıllık devrim tari­
himizi 69 güne sığdıran Ölüm
Orucu şehitlerimize ve gazileri­
mize armağan ediyoruz. •
TARTIŞMA
grup yorum
NİYE
çağdaş halk müziği
DEMİYORUZ!
"K
armaşıklaşan, çok
yönlü bir yaşam
etkinliği içerisinde
yürütülen insanca
yaşam mücadelesi,
vatan toprakları­
mız üzerinde yürütülen bağımsızlık,
demokrasi, sosyalizm mücadelesine
de yansıyor kuşkusuz. Bu mücadele
içinde yaşanılan bazı direnişleri ve
bu direnişlerin yarattığı etkileri göz
önüne alırsak...
Örneğin bu direnişlerde coşku,
kararlılık, hüzün, yoldaşlık, devrime
ve halka inanç duygularını çok rahat
bir şekilde görebiliriz. İşte böylesi
olguları tek bir marş formu ya da
türkü formuyla anlatamayacağımızı,
böyle bir anlatımın yetersiz kalaca­
ğını düşünüyoruz."
Kültür Sanatta TAVIR Dergisi'nin Ocak '98 tarihli 4. sayısında
"Artık Çağdaş Halk Müziği Demi­
yoruz" isimli yazımızın • "Neden
Destan?" sorulu alt başlığında, bunu
kısaca yukarıdaki şekliyle gerekçelendirmiştik. Destanı, teknik olarak
yaratacağı etki yanıyla da "destan­
lar form olarak duygunun en yalın
ve en iyi ifadelendirme biçimleri
olacaktır." şeklinde ifade etmiştik.
Kuşkusuz yukarıda yazdıkları­
mız, bugüne dek gerçekleştirmediği­
miz bir çalışmaya ilişkin sözlerdi ve
doğal olarak düşüncede oluşanların
sofraya nasıl geleceğinin anlaşıl­
mamasının da haklılık payı vardı.
Çünkü destan tarzı, müzik alanında
sıkça başvurulan bir yöntem değildi.
Biz de daha önce buna ilişkin bir-iki
ön adım (Sibel Yalçın Destanı) at­
mıştık ama bu da hedeflediğimiz
destan tarzının bire bir karşılığı de­
ğildi. Kısacası, kapsamlı bir destan
çalışmasını hayata geçilmemiştik.
1996 Ölüm Orucu'nu anlatan
"Boran Fırtınası" isindi çalışma­
mız düşündüklerimizin büyük bir
bölümünü hayata geçirdiğimiz bir
çalışma oldu.
Destan Nedir?
Klasik ve genel tanımlamalarıyla
ele alındığında destanlar, önemli ta­
rihsel olayları ya da kişilikleri anla­
tan epik olarak yazılmış ve yine ku­
ral olarak kapsamlı yapıtlardır. Des­
tanda kişilerin karakterleri ayrıntılı
olarak işlenmez ama çok sayıda kah­
ramanı barındırır bünyesinde. Des­
tanlarda kahramanların temsil ettik­
leri bir bireyin duygularından öte
toplumun duygularıdır. Destanlar,
ayrıca çok uzun bir zaman dilimini
anlatmaz.
Edebiyatta destanlar diğer kolla­
ra oranla kesin ve kural koyucu, bel­
li bir çerçevenin dışına çıkmayan ya­
pımlardır.
Belirtmek gereğini hissediyoruz
ki; gelinen Süreçte destanı klasik ka­
lıplarıyla ele almadık. Yüzlerce yıllık birikimi ve yaşadığımız çağın in­
sanlığa kazandırdığı deneyim ve bi­
rikimleri ele aldığımızda, bu tarzın
küçük bazı değişiklere uğraması ge­
rektiğini düşündük. Belki bazı ede­
biyatçılara ters gelebilir ama biz des­
tan formunu ele alırken, bunun bir
reçete gibi harfiyen uygulanmasın­
dan değil; bunun yeniden yorumlan­
masından ve ele alınmasından yana­
yız.
En azından yaşadığımız çağın
içinde gelişen koşullan ele aldığı­
mızda, belli başlı formların yeniden
uyarlanması ve geliştirilmesi gerek­
liliğini göz önünde bulunduranlar
için, bu daha belirleyici ve sanatsal
faaliyetlerin önünü açıcı bir işleve
sahip olacaktır.
Bize göre destan formu, duygu­
lan ve olayları nasıl bir kurgu etra­
fında çerçevelemek istediğimize gö­
re genişler veya daralır. Anlatımın,
biçimin kalıplaşmış sınırlamaları ol­
mamalıdır. Hayatın kendisi ve onun
içinden alınabilecek en küçük konu
bile aslında destanın konusu olabi­
lir. Bu da seçeceğimiz temanın fark­
lılığına göre biçime de yansıyacak­
tır. Örneğin Ölüm Orucu'nun kurgulanmasıyla bir işçinin bir gününü an­
latmak arasında muhakkak bir fark
olacaktır. Ya da örnek olarak yakılan
köylerden göç etme olgusunu ele
alalım. Nereye göçer bu insanlar?
Ya köyün bağlı olduğu şehre ya da
büyük şehirlere ya da çok zor ama
yurtdışına çıkarlar ve orada bir ya­
şam kurmak zorunda kalırlar. So­
nuçlar, hepsi için çok zorlu olur. Bu
üç durumu, öykülemek üzere yarattı­
ğımız üç aileye uyarlarsak, her bir
ailenin içine girdiği çevre, toplumsal
ilişkiler vs. farklı farklı olacaktır.
Öyleyse, biçim de buna paralel bir
seyir izlemek zorundadır. Böyle ol­
madığında tabi ki oluşturulmak iste­
nen duygu, verilmek istenen mesaj
yerli yerine oturmayacaktır.
19
Bu küçük örnekten somut bir ör­
neğe, "Boran Fırtınası"na, dönecek
olursak; buradaki biçim ilk bakışta
şiirlerin ve şarkıların ardarda sırala­
nışı gibi gelebilir ama çalışmayı dik­
katle dinlediğimizde, hikayenin kur­
guya dayalı bir anlatımı olduğu ve
bunun alışılmış müzik kalıplarının
dışında olduğu görülecektir.
Kurgunun 29 ayrı bölümü vardır.
Her biri, kendi içinde bağımsız, ken­
di hikayesiyle başlayıp biten bölüm­
lerden oluşmaktadır ama her hikaye­
nin bir diğeriyle bağlantısı vardır.
Yani, hikaye topluca bir bütünü ifa­
de etmektedir.
"Bütün", kendisini oluşturan
parçaların tümü hatta daha fazlası­
dır. Bu yanıyla kendisini oluşturan
parçalardan daha başkadır da! "Bo­
ran Fırtınası", öykünün anlatım tar­
zı, kurgulanışı yanıyla da bu tanım­
lamaya uymaktadır. Bu, diyalektik
bir bakıştır. Her bir bölüm ve bunun
içindeki imgeler, bütünün içindeki
bağlantıyı simgeler. Bazı cümlele­
rin, göndermelerin ya da müzikal
motiflerin yer yer tekrarlanması bu
bütünlüğü farklı yerlere taşıma ve
hikayenin birleştiriciliğini sağlama
işlevini görür.
Örneklersek;
a) Berdan Çayı'ndan Ege Dağları'na: Takvim yaprakları birer bi­
rer ölüyordu ve Berdan sayıklıyor­
du...
b) Vatan Yeni Şehitlerle Sarsı­
lıyordu: Takvim yaprakları birer bi­
rer ölüyordu, vatan yeni şehitlerle
sarsılıyordu. İlginç'in ardından...
Kasetin A ve B yüzlerindeki iki
bölüm, hikayenin birleştiriciliğini
simgeler. Yine, İlginç'i anlatırken
kullanılan "yarana sarma" sözü. Bu
söz, birinci bölümde Ümraniye Katliamı'nı ve buradan yaralı 'çıkan İlginç'i anlatırken, ikinci bölümde İl­
ginç'in şehit düşmeden önce bilinci­
nin kapanması ve sayıklamasını an­
latır. Kapanan bilinci O'nu, yine
Ümraniye'ye götürmüştür. Böylece
bu iki olayın gelişim kurgusu bu
sözle sağlanmıştır.
Aynı yaklaşım müzikte de var­
20
dır. "Meşale" isimli ezgi, kasetin as­
lında ana ezgisidir. Bu ezginin versi­
yonları, hikayenin akışına ve duygu­
suna göre çeşitli isimlerde birleştiri­
ci bir işlev görmüştür ("Halkın
'Adalet'i", "Sahnedeydi İdil ve Ölüme Açılıyordu Perde" vb...). Bu tarz
çalışma film müziklerinin hazırlan­
masında sıkça kullanılır. Film mü­
ziklerinin de ana teması olan bir ez­
gi oluşturulur ama filmin akışına gö­
re ana ezginin çeşidi versiyonları çe­
şitli düzenlemelerle kullanılır. "Meşale"nin kurgulanması da bu yanıy­
la ele alınmıştır.
Biçim ve İçerik
Destan tarzının belki de üzerinde
en çok uğraşılan yanıdır, biçim ve
içerik. Neyi, nerede, nasıl anlataca­
ğını bilmek ya da bunu doğru bir şe­
kilde uyarlamak işin, belki de en
zorlu kasımıdır. "Boran Fırtına­
sında biçim ve içerik, kimi yerlerde
zıtlıklar gösterir. Kimi yerlerde de
sözü besleyen duygular, müzikal
formda öne çıkarılmıştır.
Yukarıda bahsettiğimiz zıtlıklara
en çarpıcı örnek, "Halkın 'Adaleti"
bölümüdür. Sözdeki duygusal yo­
ğunluk müzikte yoktur. Aksine mü­
zikte daha coşkulu bir hava vardır.
Bu, kimilerine yanlış gelebilir. Bi­
çim ve içerik açısından bir uyumsuz­
luk gibi de gelebilir ama müzikte ey­
leme gitmenin, yapılan eylemin coş­
kusu vardın Metinde ise Adalet Yıldırım'ın şehit düşüşü anlatılmıştır.
Söz ve müziği bir araya getirip bir
eylemin coşkusu ve sonucunda veri­
len bir şehidin acısı iç içe geçirilmiş­
tir. Bu yanıyla düşündüğümüz için,
biçim ve içerik arasında bir uyum­
suzluk bizim için söz konusu olma­
mıştır.
"Boran Fırtınası"nda hiçbir mü­
zik, aslında sözün yarattığı duygu­
dan bağımsız değildir ama bu ba­
ğımlılıktan anladığımız, sözü harfi
harfine takip eden bir müzikal anla­
yış değildir. Söz ve müzik, kurgunun
kimi yerlerinde karşıt duyguların ça­
tışmasını anlatarak da bir kavram
oluşturur. Zaten kurgudan anladığı­
mız, hikayelerin birbirine yapıştırıl­
ması değildir. Kurguda ortaya çıkan
hikaye, bazen karşıt duyguların, çe­
lişkilerin çatıştırılmasından ortaya
çıkar ki, bu ortaya bambaşka bir
kavram çıkartır.
"Boran Fırtınası"nda biçim ve
içerik sorununa yaklaşım, temel ola­
rak bu perspektifle olmuştur.
Çağdaş Halk Müziği Kavramı
Bu Yüzden Yetersizdir!
Daha önce tartışmaya açtığımız
ve yer yer tartışmamıza katılımların
olduğu "Artık Çağdaş Halk Müziği
Demiyoruz" yazımızın ardından, bu
konuyu yeniden gündemimize ala­
cak olursak, belirli bir alamı ve dü­
şünce sistematiğini adlandırmada
kavramlar tam olarak yerli yerine
oturduğu gibi biçimin ve içeriğin ge­
niş bir yelpazede dolaştığı müzikte,
bete, bizim müziğimizde belli bir
kavramlara sıkışıp kalmak, müziği
daraltmak ve sınırlamaktır. ÇHM,
böylesi destan tarzı bir çalışmada,
kendine nasıl bir yer bulacaktır? Biz
söyleyelim; bu çalışma, ÇHM kavra­
mının bire bir dışlanmasıdır. Müzi­
kal kalıplarda yeni, daha geniş baka­
bilme perspektifinin bir sonucudur.
Dünyaya daha geniş bir perspek­
tifle bakıldığında, müziğin anlatım
dilinin de genişletilebileceğini görü­
rüz. Bunu sağlayacak olan da, yine
sanatın diğer kollarıdır ama sorunun
çözümü, bu sanat dallarından nasıl
yararlanılabileceğini bilmekte yatar.
Bu tür sanat dallarının müzikle uyu­
şan yanları doğru kavranıp böylesi
türden deneysel çalışmalara yönelindiğinde, müziğin anlatım kalıpları
da genişletilecektir. Sonuç olarak;
müzik, bir sinemaya göre daha dar
bir anlatım diline sahiptir ama bu, şu
anki sınırlarının genişletilemeyeceği, "Boran Fırtınası"nı da aşan de­
ğişik tekniklerin hayata geçirileme­
yeceği gibi bir anlama da gelmiyor.
Bu yüzden müzikal olarak yeni bir
ufka açılmanın gerekliliği hala önü­
müzde duruyor.
Ve bu yüzden de ÇHM kavramını şiddetle reddediyoruz. •
ARAŞTIRMA inan altın
HALK TÜRKÜLERİ VE ÖYKÜLERİ-3
sepetçioğlu
E
şkıyalık ve eşkiya
türkülerinin doğuşu­
nu, biçimini, ortaya
çıkış şeklini ve tarih
içindeki gerçek yer­
lerini Haziran '98 ta­
rihli 6.
sayımızda
yazmıştık. Gene aynı
yazıda "Eşkiya suç işleyerek de­
ğil, adaletsizlik sonucu yasalara
karşı gelir. Adaletsizliklere kar­
şıdır, zenginden alıp fakire verir,
kendini koruma ve öç alma dışın­
da adam öldürmez. Bu yüzden de
halk tarafından sevilir, sayılır,
yardim görür, desteklenir. Halk
onları 'ele geçmez kurşun işle­
mez' olarak bilir." diyerek "er­
demli eşkıyalığı" tanımlamıştık
Bu sayımızda ise, Sepetçioğlu
Osman Efe'yi tanıyacağız.
Kimdir Sepetçioğlu?
Sepetçioğlu; 18. yy'da yaşa­
mıştır. Kastamonu'ya bağlı Araç
ilçesinin Boyalı Bucağı Yukarıavşar köyünde doğmuştur. Baba­
sı, isminden de anlaşılacağı gibi
sepetçilikle uğraşan kendi halin­
de bir köylüdür. Sepetçioğlu he­
nüz çok küçükken askere giden
babası, bir daha geri dönmez.
Çok küçük yaşta anasıyla bir ba­
şına kalan Sepetçioğlu, yıllar yılı
köyde ağanın baskısı, zulmü al­
tında yaşar. Delikanlı çağına gel­
diğinde ağanın zulmüne dayana­
mayıp Kastamonu'ya yerleşir. O
vakte kadar köydeki ağadan kur­
tulduğunda tüm baskılardan kur­
tulacağını, rahata erişeceğini dü­
şünür. Ancak Kastamonu'ya gel­
diğinde ağanın zulmünden çok
daha beter zulümle karşılaşır.
Zalim ve zorba derebeyi, Kasta­
monu'da halkı haraca kesmekte­
dir...
Sepetçioğlu, burada baba ya­
digarı mesleği sürdürmektedir.
Açtığı küçük sepetçi dükkanında
günde birkaç sepet yapmakta,
kendi yağıyla kavrulmaktadır.
Günlerden bir gün derebeyinin
adamları, Sepetçioğlu'nun da ka­
pısını çalarlar. Sepetçioğlu so­
nunda belanın kendisini de bul­
duğunu anlamıştır. Derebeyinin
adamları Sepetçioğlu'na bir hafta
süre tanımış, bu sürenin sonunda
yüz tane sepet yapıp derebeyine
vermesi gerektiğini bildirmiştir.
Fakat Sepetçioğlu, "bu süre için­
de bu kadar sepeti yapmam im­
kansız" dese de onları ikna ede­
mez. Günler günleri kovalar, ver­
dikleri tarih gelir geçer ama Se­
petçioğlu sepetleri götürmez. Bu
tarihten sonra da derebeyinin he­
defi olur. Çok ağır koşullar altın­
da tutulur. Ve günlerden birgün,
derebeyine kötü söz söylediği ge­
rekçesiyle zorla yakalanarak de­
rebeyinin huzuruna çıkartılır. Se­
petçioğlu, yakalanmadan önce
başına gelecekleri bildiğinden
saldırmalığını koltuğunun altına
almıştır. Derebeyi, Sepetçioğ­
lu'na ağır hakaretlerde bulunur,
O'nu öldürmeye kalkışır. Bunun
üzerine Sepetçioğlu, asılır koltu­
ğunun altındaki saldırmalığa ve
zorbanın hesabını görür. Hemen
ardından yakalanır ve zindana
atılır. Sepetçioğlu bunun bir ko­
layını bulur ve henüz yeni girdiği
zindandan kaçar. Artık O'nu tu­
tabilene aşkolsun! Kaçtıktan son­
ra Araç'ın Gülpü Dağı'na sığınır
ve derebeyine karşı tek başına
savaşa girer. O, bu zamana kadar
kimsenin kaçmayı başaramadığı
zindandan kaçarak, dağlara yas­
lanmıştır. Artık bu tarihten sonra
21
adı
"Sepetçioğlu
Osman Efe" olur
ve adını tüm yöre
halkı bilir, övgüy­
le söz eder.
Zalim derebeyi
ölmesine ölmüştür
ama değişen bir
şey
olmamıştır.
Hatta derebeyinin
yerine geçen oğlu,
babasının zulmünü
arttırarak sürdü­
rür. Bir yandan da
Sepetçioğlu'nu
arar. Sepetçioğlu,
savaşını tek başına
sürdürür ve bu ara­
da vaktiyle sözlü
olduğu biriyle ev­
lenir.
Günün birinde
Sepetçioğlu'nun
anasının ve karısının kaldığı köyü
basan derebeyinin
adamları, Sepetçi­
oğlu'nun anasını
ve karısını alarak
Kastamonu'ya gi­
derler. Derebeyi,
Sepetçioğlu'na ha­
ber salar: Ya gelip
teslim olacaktır,
ya da anasını ve
karısını öldürecek­
tir.
Bunun üzerine
çok öfkelenen ve
yerinde durama­
yan Sepetçioğlu,
bir geçe yarısı esir
tuttukları
sarayı
basarak anasını ve
karısını yanına ka­
tar ve dağların yo­
lunu tutar. Artık üç kişilerdir ve
birlikte savaşacaklardır. Nice sa­
vaşırlar da. Ancak günün birinde
Gülpü Dağı'nda, derebeyinin sipahilerince çevrilirler. Ve saat­
lerce süren kahramanca bir dire­
nişin ardından üçü de öldürülür­
ler.
Sepetçioğlu'nu diğer efeler :
22
den ayıran en büyük özelliği; ya­
nında anası ve karısından başka
hiç kimsenin olmayışıdır. Gönül
rızasıyla verenlerin dışında hiç
kimseden zorla para almamıştır.
Büyük bir savaşçı olan Sepetçi­
oğlu Osman Efe, aynı zamanda
çok güzel saz çalıp türkü çağıran
ozan ruhlu bir yiğittir.
Sepetçioğlu, yaptığı kahra­
manlıklar karşısında başta civar
köyler olmak üzere tüm yöre hal­
kı tarafından sahiplenilmiş, adın­
dan saygıyla söz edilmiştir. Yö­
rük soyundan gelme Sepetçioğlu
adına, geçen iki yüz yıllık zaman
içinde pek çok türkü yakılmış ve
oyun yaratılmıştır. •
ŞİİR
pablo neruda
DÜŞMANLAR
Barut dolu tüfekleriyle geldiler
Ateş buyruğu verdiler acımadan
Şarkı söyleyen bir halkla karşılaştılar
Sevgiyle
Ve görev aşkıyla birleşmiş bir halk
Ve incecik genç kız
Bayrağıyla beraber düştü
Ve köşede vuruldu genç adam
Halkın şapşallığı
Ölülerin şapşallığıyla düştüğünü gördü
O zaman bu yerde
Katiller
Bu yerde halkın düştüğü
Bu yerde bayraklar
Kanı emmek üzere alçaldılar
Ve yeniden katillerin anlacında yüceldiler
Bu ölüler adına
Ölülerimizden bir ceza istiyorum
Vatana kan sıçratanlara
Bir ceza istiyorum
Bu ateş emrini veren cellatlar için
Bir ceza istiyorum
Bu suçla iktidara gelen hayın için
Bir ceza istiyorum
Can çekişmeye başlatan için
Bir ceza istiyorum
Bu suçu savunanlar için
Bir ceza istiyorum
Elleriyle elimizi tutanlar için
Bir ceza istiyorum
Onları ne evlerinde rahat
Ne de elçi olarak görmek istemiyorum
Onları burada bu yerde
Hüküm giymiş olarak bir arada
Bir ceza istiyorum
Çeviren: Enver GÖKÇE
23
MAKALE
mao tse-tung
Kültürel Çalışmada
BİRLEŞİK CEPHE
3
0 Ekim 1944... Bütün
çalışmalarımızın ama­
cı, Japon Emperyaliz­
mi'ni altetmektif. Tıp­
kı Hitler gibi, Japon
Emperyalizmi de kaçı­
nılmaz sonuna yaklaş­
maktadır ama çabaları­
mızı sürdürmemiz gerekmekte­
dir. Çünkü Japon Emperyaliz­
mi'ni kesin olarak altetmeniz,
ancak böyle mümkün olabilir.
Çalışmalarımızda savaş başta ge­
lir, sonra üretim, ondan sonra da
kültürel çalışma gelir. Kültürsüz
bir ordu, ruhsuz bir ordudur; ruh­
suz bir ordu ise düşmanı yenemez.
Kurtarılmış bölgelerdeki kül­
türün daha şimdiden ilerici yan­
ları vardır ama hala geri yanlan
da vardır. Kurtarılmış bölgeler
daha şimdiden yeni bir kültüre,
bir halk kültürüne sahip ama fe­
odalizmin kalıntılarının bir çoğu
da varlığını hala sürdürüyor.
Şensi-Gansu-Ningsia Sınır Bölgesi'nde yaşayan bir buçuk mil­
yon insandan bir milyon kadarı
okuma yazma bilmemekte, iki bi­
ni büyücülükle uğraşmaktadır.
Geniş kitleler, hala batıl inançla­
rın etkisi altındadır. Bunlar, hal­
24
kın kafasının içindeki düşmanlar­
dır. Halkın kafasının içindeki
düşmanlarla mücadele etmek ço­
ğu zaman Japon Emperyaliz­
mi'ne karşı savaşmaktan daha
zordur. Kitleleri kendi cehaletle­
rine, batıl inançlarına ve sağlığa
aykırı alışkanlıklarına karşı mü­
cadele etmek üzere harekete geç­
meye çağırmalıyız. Böyle bir
mücadele için geniş, birleşik
cephe zorunludur. Nüfusun dağı­
nık, haberleşmenin yetersiz ve
başlangıç için var olan kültür te­
melinin düşük olduğu ve ayrıca
savaş içinde bulunan Şensi-Gan­
su-Ningsia Sınır Bölgesi gibi bir
yerde, bu birleşik cephe, özellik­
le geniş olmalıdır. Dolayısıyla
eğitim alanımızda sadece düzenli
ilk ve orta okullara değil, aynı
zamanda düzenli olmayan ve da­
ğınık köy okullarına, gazete oku­
ma gruplarına ve okuma yazma
sınıflarına da sahip olmalıyız.
Modern tarzda okulların yanında
eski tarz köy okullarını da işe ya­
rar hale getirmeli ve değiştirme­
liyiz.
Sanat alanında, sadece mo­
dern oyunlarımız değil, aynı za­
manda Şensi operamız ve Yang-
Bizim görevimiz, yararlı
olabilecek bütün eski tip
aydınlarla, sanatçılarla ve
hekimlerle birleşmek, onlara
yardımcı olmak, onları
düzeltmek ve değiştirmektir.
Onları değiştirebilmek için
ünce onlarla birleşmemiz
gerekir.
ko dansımız da bulunmalıdır. Sa­
dece yeni Şensi operalarıyla ve
yeni
Yangko
danslarıyla
yetinmeme­
li, aynı za­
manda eski
opera toplu­
luklarını . ve
bütün Yangko
topluluklarının
yüzde
90'ını
oluşturan eski
Yangko toplu­
luklarını da işe
yarar hale getir­
meli ve yavaş ya
vaş değiştirmeli
yiz. Böyle bir yal
laşım, tıp alanın
daha da gereklidir.
Şensi-Gansu-Ningşia Sınır Bölgesi'nde
gerek insanların, ge­
rek hayvanların ölüm oran çok
yüksekken, birçok kimse halen
büyücülüğe inanmaktadır. Bu ko­
şullarda, sadece modern hekimle­
re bel bağlamak hiçbir çözüm ge­
tirmez. Elbette, modern hekimle­
rin eski tarzda hekimlere kıyasla
üstünlükleri vardır ama eğer hal­
kın dertleriyle ilgilenmez, halk
için hekim yetiştirmez, sınır böl­
gesindeki binlerce eski tarzda he­
kim ve baytarla birleşmez ve on­
ların ilerlemesine yardımcı ol­
mazlarsa, fiiliyatta büyücülere
yardımcı olacaklar, insanların ve
hayvanların yüksek ölüm oranı
karşısında kayıtsız kalacaklardır.
Birleşik cephe için iki ilke var­
dır. Birincisi birleşmek, ikincisi
ise eleştirmek, eğitmek ve değiş­
tirmektir. Birleşik cephede hem
teslimiyetçilik, hem de başkaları­
na tepeden bakan, hor gören sekterlik yanlıştır. Bizim görevimiz,
yararlı olabilecek bütün eski tip
aydınlarla, sanatçılarla ve hekim­
lerle birleşmek, onlara yardımcı
olmak, onları düzeltmek ve de­
ğiştirmektir. Onları değiştirebil­
mek için önce onlarla birleşme­
miz gerekir. Eğer bunu
doğru uy-
gularsak,
onlar bizim yardımımızı
memnunlukla karşılayacaklardır.
Bizim kültürümüz, bir halk
kültürüdür. Kültür işçilerimiz
halka büyük bir istek ve bağlılık­
la hizmet etmeli, kitlelerle birleş­
meli ve kitlelerden kopmamalıdır. Bunu gerçekleştirebilmek
için kitlelerin ihtiyaçlarına ve is­
teklerine uygun hareket etmeli­
dirler. Kitleler için yapılan bütün
çalışmalarda, ne kadar iyi niyetli
olursa olsun herhangi bir bireyin
isteğinden değil, kitlelerin ihti­
yaçlarından yola çıkılmalıdır.
Sık sık şöyle bir durumla karşıla­
şılır. Kitlelerin nesnel olarak bel­
li bir değişikliğe ihtiyaçları var­
dır ama öznel olarak henüz bu ih­
tiyacın bilincine varmamışlardır
ve bu değişikliği yapmak için is­
tekli ya da kararlı değillerdir.
Böyle "durumlarda sabırla bekle­
meliyiz. Çalışmalarımız sayesin­
de kitlelerin çoğunluğu o ihtiya­
cın bilincine varıncaya ve deği­
şiklik için istekli, kararlı bir hale
gelinceye kadar, o değişikliği
yapmamamız gerekir. Aksi tak­
dirde, kendimizi kitlelerden ko­
parırız. Kitleler bilinçli ve istekli
olmadıkları sü­
rece
onların
katılmalarını
gerektiren
bütün çalış­
malar kağıt
üzerinde ka­
lır ve başarısızlığa
u ğ r a r .
"Acele işe
şeytan ka­
rışır" dey i m i ,
"acele
e tme 'meli yiz"
anla­
mına
gelmez, "aceleci ol­
mamalıyız" anlamına gelir. Ace­
lecilik sadece başarısızlığa yol
açar. Bu, her türlü çalışma için
ve özellikle de amacı kitlelerin
düşüncesini değiştirmek olan
kültür ve eğitim çalışması için
doğrudur. Burada iki ilke sözkonusudur. Birincisi, kendi kafa­
mızdan kitlelere yakıştırdığımız
ihtiyaçlar değil onların gerçek
ihtiyaçlarının
belirleyiciliği;
ikincisi de bizim kitleler adına
kararlaştırdığımız istekler değil
kitlelerin kendi başlarına karar­
laştırdıkları istekler. •
* Bu yazı, Şensi-Gansu-Ningsia Sınır Bölgesi kültür ve eğitim işçileriyle
yapılan söyleşiden alınmıştır. •
25
DEĞERLENDİRME
şaban öztürk
İMAJ VE KÜFÜR
KİTAPLARI -2-
E
le alacağımız kitaplar,
her ne kadar anı-belge
türü kitaplar olarak ad­
landırılsalar da, yakın
geçmişe ilişkin içerikle­
re sahip olduklarından,
öncelikle tarih ve tarih
bilinci üzerinde durmak
istiyoruz.
Tarih yaşanmış, geçilmiş olayla­
rın, olguların tamamıdır; aynı zamanda yorumudur da. Tarih donuk,
durağan değil, aksine akışkandır, sıç­
ramak, sarmal gelişim içindedir.
Geçmiş olay ve olgular, bugünün bir
bakıma önseli de olduğundan, anın
anlaşılmasında derinliğe ulaşmamızı
da sağlar. Konunun bizim için anla­
mım ve önemini Dr. Hikmet Kıvıl­
cımlı şöyle aktarıyor: "Bilimcil sos­
yalizmin yolu: Diyalektik Maddeci­
liktir. Diyalektik Maddeciliğe göre,
olaylar boyuna değişirler. Onun için
gerçeklik, yalnız bütün çelişkili gi­
dişler içinde ele alınırken, pratikle
değiştirilmek zorundadır. Her şey gi­
bi insan ve toplumun kendisi de deği­
şir. Ve bu değişme, insanla ilgili ol­
duğu ölçüde insanın düşüncesi de
davranışı ile yapılır.
Toplum gerçekliği -son duruş­
mada- hangi mekanizma ile değişir?
Toplumun maddi üretimi temelinde
dolaysızca etki yapan üretici güçler­
le değişir. Üretici güçlerin başında
ne gelir?... 'İnsan gücü' der demez,
iki karakter göz önüne gelir.
1-İnsan önce planladığı tasarı ile
yapacağını düşünür.
26
2-Sonra, o tasarının doğrultu­
sunda davranır.
Marx'ın dediği gibi; insan eme­
ğinin hayvan çabasından (Mühendi­
sin arıdan ve örümcekten) ayrımı:
Yapacağını önce kafasında tasarla­
yışında toplaşır. Engels'in dediği gi­
bi; inşan yemeyi içmeyi bile önce ka­
fasında geçirerek yapar. Yapılacak
işin kafada bilinçle tasarlanışına ve
planlanılışına TEORİ denir. Pratiksiz teori yaramaz kuruntuculuk ol­
duğu gibi, Teorisiz pratik de, biraz
ustanın deyimiyle 'kafasız işgüzarlık'tır.
Şimdi, Teori nedir? Gerçekliği
değiştirmek üzere tasarlanan planlı
düşüncedir. Bunu söyler söylemez,
göz önüne iki türlü gerçeklik gelir:
1-Yaşanan gerçeklik,
2-Yaşanmış bulunan gerçeklik.
Asıl, insana yararlı olmak üzere
değiştirilecek olan gerçeklik, elbette
içinde bulunduğumuz şimdiki olay­
lardır. Ancak, şimdiki olaylardan
hiçbiri daha önceki olayların diya­
lektik ürünü bulunmaktan çıkamaz.
Her şimdiki olay, geçmiş olayların
sonucudur, bugünün gerçekliği, is­
ter istemez dünün gerçekliklerinden
çıkagelmiştir. Bugüne dek gelmiş
geçmiş gerçekliklerin topuna birden
bilim dilinde TARİH adı verilir.
Demek, nasıl teorisiz pratik ve
pratiksiz teori olmazsa, tıpkı öyle
gerçekliksiz tarih ve tarihsiz gerçek­
lik de bulunamaz. Bir ülkenin tarihi
(dünkü olayları) gereği gibi bilinme­
dikçe, o ülkenin gerçekliği (bugünkü
olayları) iyi kavranamaz. Kavramak
iddiasına kalkışılınca, gösterilen ça-.
ba veresiye alış-verişe benzer. Teori
ezbere kuruntuya döner, pratik ka­
ranlığa kubur sıkmaya.
Onun için, bilimcil sosyalizmin
soyadı tarihcil maddeciliktir. Onun
için tarih incelenimleri, kimi alış­
kanlıkların yakıştırdığı gibi: Bir ek­
santrik müzecilik merakı, bir eskiler
alayımcılık hevesi değildir. Tam ter­
sine, insancıl düşünce ve davranışın
özü gerçeklik ise, gerçekliğin kökü
'Tarih'tir. Tarihi unutmak, teorinin
ve pratiğin kökünü kurutmak olur."
(DR. H.KIVILCIMLI; TARİH TE­
Zİ; S:17-18)
Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın işaret
ettiği gibi, günümüz gerçekliğini an­
lama ve değiştirme uğraşında tarihi
bilmenin çok önemli yeri vardır. Te­
ori ve pratiğimizi geliştirmede de ol­
dukça önemli bir role sahip olan ta­
rih bilinci, aynı zamanda saplan si­
yasi çevrelerin pişkinliklerini, kök­
süzlüklerini, dönüp durmalarını da
daha rahat görmemizi sağlar.
Ülkemizde tarihi öğrenmenin çe­
şitli zorluklan da var. En önemlisi;
tarihe yaklaşımdaki yöntem yanlış­
lıklarıdır. Bu yanlış yaklaşım sonu­
cu, ortaya çıkan ürünler de eksik ve
yanlışlıklarla doludur. Bunun sebe­
bini Dr. H.Kıvılcımlı şöyle açıkla­
makta: "Türkiye'de düşünce ve teori
basmakalıpçılığı ve dolayısıyla pra­
tik davranış tökezleyişleri en yaygın
hastalığımızdır. Bunun objektif ne­
deni: Egemen çevrelerin her düşün-
ce ve davranışı ya Nemrutça kökün­
den kazıma yahut kendi yozlaştırıcılığı altında ansızın şımartma eğili­
minde olmasıdır. Ama bir de subjek­
tif neden var: Tarihcil Maddeci ol­
duklarını açıklayanlar, genel olarak
tarih ve özellikle Yakındoğu ve Tür­
kiye tarihi üzerinde bir yabancıdan
gelmeyen sabırlı çabaya dayanamı­
yorlar. O zaman ağızdan dolma top­
lar gibi, kulaktan kapma, hele şaira­
ne destan düşmeciklerini yahut ün­
lendirilmiş acayip romantizmleri ta­
rihle karıştırıyorlar.
Oysa klassifikasyon bilimi ola­
rak tarih, henüz dünyada kurulama­
mıştır. Tarihi dünyada gelişi güzel
olaylar kırkambarı: birikim bilimi
olmaktan kurtarmadıkça, geri ülke­
ler içinde özellikle Türkiye' nin tari­
hini anlamak güç oluyor. Türkiye ta­
rihini anlamadan, Türkiye, gerçekli­
ğini anlamak ise, ondan da daha
güçleşiyor. Bu yüzden, Teori topal
kalıyor, Pratik aksıyor."(Tarih Tezi;S:18)
Tüm bunların yanı sıra, yanlış
bakış açılarıyla tarihin reddi de sözkonusu olabilmekte ve bu bakış açı­
larım bilinçli bir şekilde geliştirip
yaymaya çalışanlar, mevcut yeni du­
rumlarına zemin hazırlamaktadırlar.
Özellikle 12 Eylül sonrası devrimci
hareketlere yönelik fiziki tasfiyeyi
sağlamak için cunta tarafından geliş­
tirilen şiddet ve psikolojik harbin ya­
nı sıra, sözün şiddeti de devreye so­
kularak devrimci kültür-sanattan,
devrimci düşüncenin her alanına yö­
nelik tasfiye harekatına girişilmiştir.
Bu konuda da egemenler, nasıl ki fi­
ziki şiddet uygularken pişmanları,
itirafçıları kulanmışlarsa, aynı şekil­
de dünün gayrı-resmi inkarcılarını
kullanmışlardır. Kabeleri yıkılan sol­
cular, "dün olmadı ya allah, ya bis­
millah haydi YENİDEN" diyenler,
hepsi devrimci geleneği tasfiyeye gi­
riştiler. Tam da bu hatta KOPUŞ te­
orileri ortaya attılar. Onların koptuk­
ları, düzenin üzerimizde bıraktığı
yerleşik olumsuzluklar değildi, tarih­
sel devrimci çizgiydi. Bunlar tarihi
ya kişiselleştirdiler, ya da tamamen
inkar ettiler; üstelik kendi öznel ta­
rihlerini de.
Bizim, tarihe ve tarihi kişiliklere
geçmişten gelen bir yaklaşımımız
vardır. O da şudur: "Türkiye' de
Marksist hareket şerefli bir mücade­
le tarihine sahiptir.. CHP ve DP dö­
neminin zorbalık yıllarında, siyasi
irticanın en azgın olduğu yıllarda,
Türkiyeli proleter devrimciler yiğit­
çe ve mertçe mücadele vermişlerdir.
Türkiye proleter devrimci hareket
içinde, siyasi irticaya karşı baş eğ­
mez bir mücadele içinde olan arka­
daşlarımız, biz genç proleter devrim­
ciler için örnek olmuşlar ve büyük
değer taşımışlardır. Ama bu geçmiş­
teki mücadelelerin hatalarını eleştir­
meyeceğiz anlamına gelmez. Bugün
ve yarın için doğru olan politika, dü­
nün eleştirisinden çıkar.
Biz Türkiye'deki Marksist hare­
ketin tarihine sonuna kadar saygılı­
yız. Ve onun bir devamı olarak ken­
dimizi görmekteyiz.
Geçmişin mirasçısı, geçmişteki
kararlı ve uzlaşmaz mücadelelerin
mirasçısı olmak isteyen kimse, bu­
gün doğru devrimci çizgide, prole­
taryanın devrimci bayrağını yüksek­
lerde tutmak zorundadır.
, Bugün kim Leninizm' in yüce bay­
rağını, hem teoride hem sosyal pra­
tikte emperyalizmin ve oportünizmin
saldırılarını göğüsleyerek yüksekler­
de tutuyorsa, Türkiye'deki Marksist
hareketin tarihi zincirlerinin haldeki
halkası olur; devamı olur." (MAHİR ÇAYAN-Aydınlık Sosyalist
Dergi'ye Açık Mektup)
Devrimci hareketin geçmişe iliş­
kin yaklaşımları böyle. Bunu daha
bilinçli bir şekilde kavramak için,
yukarıda arzettiğimiz gibi tarihi öğ­
renmek de zorunluluktur. Bu zorun­
luluğu yerine getirirken ilk elden göz
atacağımız kitaplar; Mete Tuncay'ın
sol tarih üzerine yaptığı çalışmalar,
Sosyalist Yayınları'ndan çıkan Sul­
tan Galiyev, Mustafa Suphi, Şefik
Hüsnü gibi kitapların yanı sıra, yakın
tarihimize ilişkin de ilk elden göz
atacağımız kitaplar: Dava dosyaları,
Savunmalar, devrimci önderlerimi­
zin teorik ve polemik yazılandır. Anı
ve anlatı kitaplarına pek itibar edil­
memelidir. Özellikle, kendilerini
"68 kuşağı" diye adlandıran, o dö­
nemden kalma eskilerin anı ve anlatı
kitapları, daha çok kendi mevcut du­
rumlarını olumlamak için devrimci
hareketin dününe-bugününe küfürle
doludur; konular, olaylar çarpıtılmı­
ştır bu tür kitaplarda. Ele alacağımız
kitaplar da, bu konuda itibarlı olma­
yan kitaplardan...
Bunlardan biri, Turhan Feyizoğlu'nun 3. baskısı Doruk Yayınları ta­
rafından piyasaya sürülen "MA­
HİR" adlı kitabı; diğeri de Ali Taşyapan'nın Belge Yayınları'ndan çı­
kan "Anılarla Geçmişe YolculukKaypakkaya İle Birlikte..." adlı ki­
tabi.
Turhan Feyizoğlu, Mahir ça­
yan'ın biyografisini yazdığı iddi­
asında. Ne var ki, yazdıklarından
kendisinin de kafası karışmış olacak
ki, önsözün sonunda şu ifadeleri kul­
lanmış: "...Sonuçta, elde edilen yazılı-sözlü bütün bilgiler kullanılarak,
anı-belge türü bir kitap ortaya çıkar­
tılmıştır." Kitap, sadece yazanımı
değil, okuyanın da kafasını karıştıracak bir kitap. Nasıl karıştırmasın ki;
mübarek dedikodu ve spekülasyon
kırkambarı gibi. Feyizoğlu, ne kadar
P-C ve Mahir düşmanı hain varsa
onlara tutmuş çanağım, onlar da bir
güzel kendilerini kusmuşlar. Peyami
Safa'ya da gidip Nazım Hikmet'i ve
yaşadıklarını sorsaydınız, ancak
böyle anlatırdı. Feyizoğlu'nun kita­
bına dayanak yaptığı kişilerin büyük
çoğunluğu, yakın tarihimizin "yetim-i Safa"lan.
Turhan Feyizoğlu bu kitabıyla
adeta, TİP ve o dönemin TKP'sini
olumlamak, onların revizyonist-pasifist çizgisini açığa çıkaran başta
MAHİR ÇAYAN olmak üzere bütün
devrimcileri ve P-C'yi olumsuzlamaya soyunmuş. THKP-C'nin aslında, sadece Mahir'in kafasından çık­
mış bir şey olduğunu, gerçekte böyle
bir oluşumun olmadığını kanıtlama­
ya çalışmış. Tüm bunları da en zor
anlarda Parti'ye ihanet ettikleri için,
Parti'den atılan hainlere, Yusuf Kü27
periler'e, Münir Ramazan Aktolgalar'a; Kızıldere sonrası P-C'ye ihanet
eden 23ya Yılmazlar'a, Necmi Demirler'e, İlkay Demirler'e, Sina Çıladırlar'a, Bingöl Erdumlular'a ve
diğerlerine dayanarak ileri sürmekte.
Tabi kendisine soracak olursanız;
"ben söylemiyorum onlar öyle söylü­
yor" diyecektir. Fakat böyle bir
"saflığının" olmadığını kitabı ince­
ledikçe kanıtlayacağız.
Bilindiği gibi Y. Küpeli ve M.
Ramazan Aktolga kliği, gö­
revlerini yerine getirmedikle­
ri, Parti'nin devrimci çizgisini
tasfiye edip sağ çizgiyi hakim
kılmaya kalktıkları için ve kı­
saca ihanet etikleri için Parti'den-Cephe'den atılmışlardır.
Ve bu karara ilişkin bugün ha­
la orta yerde "THKP Genel
Komitesi'nce verilen, sağ sap­
ma görüşü benimseyenlerin
örgütten ihraç kararı: (...)"
başlıklı ve Genel Komite üye­
lerince imzalanmış belge var­
ken, bunlar söylenebiliyor.
Kime dayanılıyor. Ziya Yıl­
maz, Ertuğrul Kürkçü gibile­
re. Onlar, imzaları "Mahir is­
tedi" diye attıklarım söylü­
yorlar. Bunlardan Ziya Yıl­
maz,
Kızıldere
sonrası
TKP'ye kapağı atmıştır ve
Küpeli'yle a y n ı yerrde buluşa­
rak aynılaşmıştır. Ertuğrul
Kürkçü de, ifadeleri boyunca
her ne yaptıysa Mahir'i sevdi­
ği için yaptığım söylemiş dur­
muştur. Şimdi yıllar sonra
böyle bir tavır göstermelerin­
den, diyet borçlarım ödemele­
rinden daha doğal ne olabilir ki. El­
bette kî bir şey olmaz, ama söyledik­
leri de tarihi doğrular olarak kabul
edilemez. Böylesine donup kalmış,
düzen tarafından önce kazınmış,
soma şımartılmış unsurlara dayana­
rak tarih açıklamaya kalkmakla tarih
açıklanamaz, sadece bu unsurlara ta­
rihin akışı içinde yer açılmaya çalışı­
lır ki kitapta da bu yapılmaya çalışıl­
mış. Bu ise yanıltıcı, aldatıcı, gerçek
sorunlardan, olgulardan uzak tutucu
bir şeydir.
28
Elbette Feyizoğlu, yakın tarihin
hainlerini yeni kuşaklar nezdinde ak­
lamakla yetinmiyor, aynı zamanda
eski bir hain olan Aclan Sayılgan'a
da başvuruyor. MDD'cilerle TİP'liler arasındaki tartışma ve ayrışma
dönemini anlatırken, öne çıkan Mihri Belli'yi O'na anlattırıyor. Ve Ac­
lan Sayılgan'ı, eski TKP'li olarak ni­
telendiriyor. 1951 tutuklamaları sıra­
sında pişmanlık dilekçesi verip iti­
rafçı olduğundan söz eftniyor. Kaldı
ki tüm sol çevreler, bu adamın niteli­
ği konusunda hemfikirdir.
Feyizoğlu kitabından oynanmış
bir belge örneği de verelim: KUR­
TULUŞ yayınlan tarafından Mart
'71 'de çıkmış olan "1965-1971 Tür­
kiye'de Devrimci Mücadele ve
DEV-GENÇ" adlı kitapçığı, Y. Küpeli'ye mal etmiş. Bir kere, ne kay­
nak gösterdiği Yar Yayınları'ndan
çıkan "THKP-C Dava Dosyası/Yazı­
lı Belgeler" de, ne de orjinalinde Yu­
suf Küpeli diye bir imza yoktur.
KURTULUŞ imzası vardır. Marksist-Leninist örgüt bilincini azıcık da
olsa almış herkes bilir ki; bir kolekti­
fin imzasını taşıyan yazılar kişilere
mal edilemezler, hele hele o görüşle­
ri inkar etmiş, o görüşler doğrultu­
sunda mücadele edip canını vermiş
olanlara, ihanet etmiş hain bir kişili­
ğe hiç mal edilemez.
Kitabın (3. baskı) 109., 127.,
155., 158:, 159. sayfalarında, 196970 yılları arasında değişik zamanlar­
da FKF ve MDD'ciler için­
de yaşanan tartışmalar an­
latılmakta ve '69'un Tem­
muz'undan başlayarak an­
lattığı her olaya "buna ka­
rşı Küpeli şunu dedi, Küpe­
li bunu yazdı" diyerek, san­
ki Küpeli'nin kendi imzası­
nı taşıyan ayrı ayrı yazılar,
ya da başkalarının bu konu­
da anlatımı varmış kurgu­
sunu yapmış. Kaynak ola­
rak da yukarıda sözünü etti­
ğimiz Kuıtuluş'un broşürü­
nü göstermiş. Yine belirt­
miştik; o broşür Mart
'71'de Kartaloş imzasıyla
çıkmış kolektifin ürünüdür.
Broşürü yok sayıp Y. Kü­
peli imzasım öne çıkaran
Feyizoğlu Kesintisiz Dev­
rim 1, 2, 3 isimli broşürler­
de anlatılan görüşleri de
çarpık yorumlar ve alıntı­
larla vermiştir. Örneğin
491. sayfada (3. baskı Do­
ruk yayınları) THKP-C ve
THKO'nun birleşmediklerini, birleşemeyeceklerini
anlatıyor, sonuçta Kesinti­
sizlerden bir cümlelik alıntı yapıyor:
"öncü savaşı aşamasında olan
THKP-C'nin küçük burjuva aydın
çevrelerdeki, müttefiki ancak Kema­
listler olabilir." Kararını vermiş olu­
yor: THKP-C ve THKO birleşemezdi. Konu başlığına da yine Kesintisiz
2-3'den aldığı o cümleyi koyuyor fa­
kat" ... küçük burjuva aydın çevreler.
..;" "küçük burjuva çevreler ...." ola­
rak geçiyor. İkisi arasında önemli
kategorik fark var ama biz ayrıntısı­
na girmeyelim, "tashih" hatasıdır di-
yelim. Diyelim ama yazardan da PC'liler nerede THKO'luları küçük
burjuva aydını olarak kategorilendirmişlerdir, onu da bize göstermesini
bekleyelim.
Olaylar ve alıntılar yukarıda ver­
diğimiz örneklerdeki gibi kurgulanıp
aktarılmış. Eğer her olayı, anlatıyı ve
alıntıyı ele alıp düzeltmeye kalksak
aynı kitabın kalınlığında iki cilt orta­
ya çıkar, fikir edinilmesini yeterli
bulup kısa geçiyoruz. Fakat bu işin
doğrusunu yapmak da devrimcilerin
boynunun borcudur.
Kitapta nasıl bir MAHİR ÇA­
YAN anlatıldığına gelince, onu da
daha ilk satırlarda görmek mümkün.
Dördüncü sayfada (3. baskı) kardeşi
Hüseyin Ergün Çayan'ın şu anlatı­
mına yer verilmiş "Mahir, sinirli bir
mizaca sahip olduğu için okul (ilk
okul) müdürüne bir nedenle hakaret
eder. Okul müdürü Mahir'in okulu
bitirmesi nedeniyle ona birşey yapa­
maz ama Ergün'ü bir sene sınıfta
çaktırır." Yazar tembel bir öğrenci
gerekçesini kitaba almakta beis gör­
müyor. Zaten kitap boyunca Mahir
birşeyler yapmıştır, yakınındakiler
de cezasını çekmiştir. Mahir'in daha
hayatının ilk yıllarından bir olayla
kişilik çizilmeye başlanıyor, anla­
tımlar devam ediyor zeki, şehirli,
kültürlü, marksist teoriye hakim, te­
orik soyutlama gücü çok yüksek fa­
kat, teori oluştururken "becerikli"
değil, hırslı; biraz şizofren, biraz ma­
zoşist bir tip ortaya çıkıyor. Nasıl ki
kitaba göre hayatının ilk yıllarındaki
vukuatından dolayı kardeşi bedel
ödüyorsa hayatının son vukuatından
KIZILDERE eyleminden sonra da
arkadaşları hayatları ile bedel ödü­
yorlar. Son çizgiyi de Ertuğrul Kürk­
çünün Niksar'daki ilk ifadesini ko­
yarak tamamlıyor: "Kürkçü, Nik­
sar'daki ilk ifadesinde, üç İngilizi
beyinlerine kurşun sıkarak öldür­
düklerini, itiraf etmiş, Mahir Ça­
yan'ı, bütün işleri bozmakla suçla­
mış, "hepimiz onun kaprislerinin
kurbanı olduk" demiştir. Kürkçü, ku­
şatma başlamadan önce Çayan'a
herkesin değişik istikametlere dağıl­
masını söylediğini, ancak Çayan'ın
bu teklifi kabul etmeyerek, sözkonusu faciaya sebep olduğunu bildirmiş,
şöyle konuşmuştur: 'Hepimiz toplu
halde bulundukça güvenlik kuvvetle­
rinin elinden kurtulmaya imkan yok­
tu. Bunu Mahir'e izah ettim herbirimizin bir tarafa dağılmamızı teklifin­
de bulundum ama o bu teklifi kabul
etmeyip 13 kişiyi ölümün kucağına
itti. Ben ölmek istemiyordum, ancak
arkadaşlarımı bırakıp kaçamadım,
fakat daha sonra bir kolayını bulup
samanlığa sığındım, başka çarem
yoktu.' " (T. Feyizoğlu; MAHİR;
DORUK yayınlan, S.524)
İnanmadığı halde hasbelkader
(siz buna arkadaş davasına da! diye­
bilirsiniz) çatışmanın içine düşmüş,
ölmek istemeyen birinin, kan, barut
içinden çıktıktan sonra, hayatım ris­
ke sokmamak için, herkes için her
şeyi söylemesi doğal. Ancak o kişi­
nin (Ertuğrul Kürkçü'nün) resmini
çizmeye yarayacak bu çizgilerle,
Mahir'in resmini çizmeye kalkmakla
tabloyu karmakarışık etmiştir Feyi­
zoğlu. Elbette ortaya bir Mahir resmi
çıkmıyor, kimi yerde Küpelinin, ki­
mi yerde Ziya Yılmaz'ın, kimi yerde
Münir Ramazan'ın, kimi yerde Er­
tuğrul Kürkçü'nün, böylesine pekçok resmi hatta Fatma Hikmet'i bile
görebiliyoruz ama MAHİR'i göre­
miyoruz. Fakat aferin Feyizoğlu'na
tüm Türkiye'ye bunu Mahir diye
yutturmaya kalkıyor!
Tüm bunların yanı sıra son yıllar­
da Devrimci hareketi tasfiyeye yöne­
lik faaliyetlerin bir parçası olarak
Mahir Çayan hakkında söylenenler
ona karşı samimi duygular içinde
olanları isyan ettirmiştir. Bugün bur­
juva basınında çalışan siyasi olarak
bu konuların uzağında olan, Mahir'i
tanıma fırsatı bulmuş olan Tuğrul
Eryılmaz'a şu sözleri ettirmiştir:
"Mahir de şimdilerde kimilerinin
ima ettiği gibi, bireyselliğini toplum­
sal kurtuluş için keyfinden feda eden
bir mazoşist değildir." Aynı çevre­
ler, Mahirlerin açtığı yolda yürüyen
devrimciler de aynı şeyi söylemiyor­
lar mı?
Son olarak Feyizoğlu'na şunu
hatırlatmak isteriz: "Hiçbir belge bi­
ze o belgeyi yazanın kendisinin ne
düşündüğünden, neyin olmuş oldu­
ğunu düşündüğünden, neyin olmuş
olması gerektiği ya da olabileceğini
düşündüğünden, yahut belki başka­
larının onu neyi düşündüğünü san­
malarım istediğinden ya da hatta
kendisini ne düşündüğünü sandığın­
dan fazla birşey söylemez." Ta ki bi­
lim yöntemiyle, bilim adamı namusluluğuyla onlar üzerinde çalışıp, on­
ları çözmeye çalışana kadar.
Belge yayınlarından çıkan, Ali
Taşyapan'ın kitabına gelince, son
yıllarda anı kitapları moda oldu. Faz­
la kafa yormayan, özel hayatlar ek­
seninde geliştirilen, her önüne gele­
nin de hayatım anlattığı bu kitaplar
son dönemin en çok tüketilen ma­
mülleri arasında yer almakta. Sol
çevrelerde de aynı kitaplar çok moda
durumda. Ancak geçmişe ışık tuttu­
ğu iddia edilen bu kitapların, böyle
bir niteliği olması söz konusu değil­
dir. Çünkü yazan kişilerin subjektif
niyetlerine, mevcut durumlarını olu­
şturan, varlık nedenlerine bağımlı kı­
lınmış, doğru olmayan anlatımlarla
dolu kitaplardır bunlar. Özellikle te­
levizyonların yatak odalarına kadar
girip insanları özel hayatlara yönelik
meraklandırmaları ve bu meraklan
sürekli kışkırtmaları insanları top­
lumsal olandan ayırıp bireyselin ze­
minine çekmiştir. Bu bir politikadır,
apolitikleştirmenin politikasıdır. So­
lun da bu eksene girmesiyle mesele­
lerin bireyler üzerinden tartışılmaya
başlanmasına neden olmuştur, böy­
lece apolitikleşmenin kıskacında
ideolojik-politik tartışmalar kısırlaşmıştır.
Ali Taşyapan'ın kitabı da yukarıda değindiğimiz zemine oturan bir
kitaptır. Önemsiz sayılabilecek bir
kitabı önemli hale getiren ise anıların
İbrahim Kaypakkaya'lı olmasıdır.
Vakti zamanın da devrimciliğe bula­
şmış ya da devrimcilerle birlikte
vaktinin bir bölümünü geçirmiş ları
hatıraları ise kendi durumu­
na bakmadan devrimcilere akıl ver­
melerle doludur. Taşyapan da, bol
bol bunu yapmakta.
Kayseri'nin Develi'sinden çık29
mış bu insan, Develi yöresini en ufak
ayrıntısına kadar anlatmayı ihmal et­
memiş. Bu yanıyla kitap Develi Yö­
resi Köyleri Kalkındırma ve Dayanı­
şma Derneği'nde Mansiyon Ödülü'ne layık görülebilir. Hiç niyeti yok­
ken bu arkadaşı yazmaya ikna eden­
ler ise ancak kötekle ödüllendirilmelidirler.
Ali Taşyapan, 12 Eylülde hapis­
hanede ama örgütlü bir devrimci de­
ğil; örgütsüz olmanın kendisim özgürleştirdiğini, insanlaştırdığını söy­
lüyor, aynen bunlan anlatıyor: "An­
nemin ölüm haberi beni çok etkiledi.
Açık konuşayım babamı annemden
çok severdim. Yazdıklarımdan zaten
bu anlaşılıyor. Babamın ölümünü dışardayken duydum. O zamanki ruh
halim farklıydı. Oldukça katılık için­
deydim. Ölüm bir doğa yasasıdır,
herkes için geçerlidir, üzülünecek
nesi var! üzülünecek birileri varsa o
da, kurşunlanan, asılan devrimciler­
di. Babam zaten yaşadığı kadar ya­
şamış. Benim için üzüldüyse problem
kendisinin, üzülmeyeydi. Bu katılı­
ğım annemin kalbine bıçak gibi sap­
lanmıştı. Annemin ölüm haberini
30
duyduğumda içinde
bulunduğum koşullar
ve ruh halim farklıy­
dı. Koşullar drama­
tik. Cezaevindeyim ve
açlık
grevindeyim,
örgütsel bağım yok,
köprülerin altından
epey sular akmış, eski
katı ruh halinin yeri­
ni duygusallık almış.
Aslında eskiden de
duygusallık
vardı.
Ama
bastırılmıştı.
Şimdi ise serbestlik
vardır, mübarek co­
şup duruyor..." (KAPAKKAYA
İLE
BİRLİKTE; Ali Taüyapan; S: 124; BEL­
GE YAYINLARI)
Örgütten koptuktan
sonra duygularına ve
özgürlüğüne kavuştu­
ğunu söyleyen Ta­
şyapan, okuyucuya
sık sık bu önerilerde
bulunuyor haddini aşarak, dili geç­
miş zaman kipiyle İBRAHİM KAYPAKKAYA'ya da benzer önerme­
lerde bulunuyor. Yazar, İbrahim
Kaypakkaya'yı da kitabın 397-400.
sayfalarında anlatırken iyi, hoş, akıl­
lı, bilgili, önder fakat katı ve sekter
olarak da nitelendiriyor, özellikle ka­
tı sınıfçılık ve ilkelerin tavizsiz savunulması onun karşı olduğu yönler.
Yani tipik liberal havalar. Bu liberal
arkadaş İbrahimli yıların tersine o
günlere ilişkin değerlendirmelerinde
bir zamanlar "sosyal faşist" dediği
Sıtkı Coşkun, Veysi Sansözenler'e
ilişkin hiçbir değerlendirme yapmaz­
ken onları tasfiye eden devrimcilere
sol sekter diyebiliyor. (Bakınız 431.
sayfa) "Devrimciliği" aşmış bu arka­
daşın kitap boyu yaptığı siyasi ve ta­
rihsel değerlendirmelere insan katıl­
madan edemiyor ama gülmekten ka­
tılıyor. Nasıl mı? Şöyle: "Bazı solcu
örgütlerimizin iddia ettiği gibi ege­
men sınıf öyle düğün bayramla aske­
ri aracı davet etmiyor. Bunu ben de­
ğil egemenler söylüyor. Öyle sahte­
karlıktan demokrasi hayranı geçin­
mek için değil, bu konudaki sıkıntıla­
rını çok net ortaya koyarak düüünce
beyan ediyorlar" (A. TAŞYAPAN;
KAYPAKKAYA İLE BİRLİKTE
Belge Yayınlan; S.470)
Sivil toplumcu, barışçı, demok­
ratlar da aynı şeyi söylemiyorlar mı.
Alatonlar, Sabancılar aslında ne ka­
dar barış sever, demokratlar; ne ge­
rek var katı sınıfçılığa? Yazarımızın
bu konuda da fikri var. Bakın ne di­
yor: "Ben şahsen ülkenin bir numa­
ralı patronu Vehbi Koç'un Faşizan
eğilimli olduğunu sanmıyorum...."
(Aynı eserden S:471) Anlıyacağınız
bu dünyada devrimciler olmasalar
faüizm de olmazdı!
Örnekleri çoğaltmak mümkün,
642 sayfalık bu kitabın satırları dev­
rimcilere, onun ustalarına, örgütlü­
lüklerine küfürle dolu. Ve biz de bu
küfür kitabından İBRAHİM KAYPAKAYA gibi tarihimize adı altın
harflerle yazılmış bir devrimciyi öğ­
renmeye kalkarsak yanılırız. Eğer
İbrahim'i öğrenmek istiyorsak onun
biyografisini ve Bütün Yazılarını ön­
celikle okumalıyız.
Kapaklarına baktığınızda birşey
zannedeceğiniz iki imaj ve küfür ki­
tabını ele aldık. Kuşkusuz bu tip ki­
taplar piyasada furya halinde. Yazar­
larının bazıları da "marksist kadro"
olarak ortada dolaşmakta, devrimci­
lerin yanlış yaptığım, önlerinin tı­
kandığını söylemekteler.
Oysa
Marksist kadroyu kadro yapan en­
gelleri ve tıkanıkları aşması, devrim­
ci mücadelenin ihtiyacına cevap ve­
ren pratiğidir, sorunlar karşısında ağ­
layıp, sağa-sola küfür savurması de­
ğildir.
Devrimciler bu kakafonik ortam­
da her zamankinden çok bilimsel
sosyalizmin ışığında tarihi öğren­
mekle yükümlüdürler. Çünkü, sa­
vunduğumuzu söylediğimiz değerle­
rin altım doldurmaz isek, kendimiz­
de derinleştirmezsek, çok yönlü sal­
dırılar karşısında yukarıda adı geçen
olumsuz tiplerden biri olur çıkarız.
Onun için bunlara fazla gülmeyin,
sizin de başınıza gelir soma. •
TANITIM
ayşe gülen
halk sahnesi
bir destandı
sahneye taşıdığımız
"Düşenler,
kişilikleri ve yapıp ettikleri hatırlandıkça yaşayacaklar. Onların ölümsüzlükleri, haki­
katin kendisidir... Adalet uğruna şe­
hit düşenler ölümsüzlüğe erdiler."
1400'lü yıllar... Bedreddin Yiğit­
leri, Osmanlı'nın karşısındalar. Bayezid, korkusunu saldığı dehşetle
gizliyor. Bayezid Paşa, Osmanoğlu'nun tüm askerini getiriyor üs­
lerine... Bedreddin
Yiğitleri
inançlarıyla,
çıplak ayakla­
rıyla çıkıyorlar
karşısına ve başlı­
yorlar vuruşmaya;
öleceklerini bile bi­
le direnmeye devam
ediyor yiğitler ve
düşledikleri bir yaşam
için veriyorlar yirmi
bin can...
Börklüce sesleniyor
Bayezid Paşaya:
"Bre Bayezid paşa!
Eğir bizim düzenimiz yan­
lış olsaydı, nice utanmaz
sömürücü varsa, bizi yok et­
meye çalışır mıydı? Eğer bi­
zim inancımız insanları mutluluğa
kavuşturmasaydı, sizin gibi yaratık­
lar buna düşman olur muydu? Bunca
tanık varken sen benden inancımı in­
kar etmemi istersin öyle mi? İşte ca­
nım işte siz... Dilediğince harcayabi­
lirsiniz"
Ve 96'lı yıllar... Bedreddin Yi­
ğitleri, karanlığı Ölüm Orucu'yla
yırtarak geliyorlar. Ve yine Osman­
lı'nın karşısındalar. Ve yine inançla­
rını inkar etmelerini istiyor düşman.
Tüm güçleriyle saldırıyor devlet. Bu
sefer daha güçlü; askeriyle tan­
kıyla... Ve Bedreddin
Yiğitleri, ak
libaslı bedenlerini ya­
tırıyorlar ölüme...
Uzun bir aradan sonra ilk defa bir
sahne oyunumuzu beğeninize sun­
duk. Bütün halkın gözlerini bir anda
hapishanelere çeviren, tüm dünyada
çalkıntılarla ses bulan ve 12 insanı­
mızın ölümüyle zafere dönüşen
"Ölüm Orucu"nu anlattık.
"Ölüm Orucu"... İsmiyle dahi in­
sanda ürperti yaratan bir kelime. Ve
yüzlerce insanın inançları için ölme
kararlılığını dile getiren, "Yeni İnsan"ı yaratan bir direniş, savaş... 12
Eylül döneminin suskunlu­
ğu ve karardığı içinde hapisharilerden umut ışığı
olan, 1996'da ise büyük
bir direnişi ve zaferi ör­
gütleyen eylem biçi­
mi... Ve biz ürerim gü­
cümüzü, tarihimizin
ve halkımızın derin­
liklerinden gelen di­
reniş
geleneğini
her dakika, her sa­
at feda edilen be­
denlerle biraz
daha büyütülen
bu tohumdan
aklık.
Oyunu yaz­
maya başla­
dığımızda,
içine düştüğümüz sıkıntı­
yı anlatmak gerçekten çok zor. Nasıl
bir oyun? Bu soru, sıkıntılarımızın
temelini oluşturuyor fakat, aynı za­
manda yeni ve kolektif bir tartışma,
ürerim aşamasına götürüyordu.
Bu aşamada imdadımıza koşan
"Direniş Ölüm ve Yaşam-2" kitabı
oldu. Kitapta, 69 gün an an anlatıl­
mış. Ölüm, acı, coşku, sevinç... Ses­
sizce, acılarla ağır ağır yaklaşan
ölüm... Bu sefer ansızın yakalayama­
yacak onları; çünkü davetliydi gittiği
31
yere. Ölüm Orucu gönüllüleri, büyük
bir kıvançla ve zafere olan tutkularıyla çağırmıştılar ölümü... Ve mil­
yonlarca insanın gözyaşları arasında
kucaklıyorlardı ölümü umut veren
gülüşleriyle. Bu gülüşler, bir tebes­
süm olup oturdu Anadolu insanının
yüzüne. Bir tebessümün sıcaklığında
yoğruluyordu Anadolu insanının
gerçek kimliği.. Kitabı okurken, işte
bu duygularla bir kez daha Ölüm
Orucunu yaşamaya başlamıştık...
Diğer bir yardımı ise hapishane­
lerdeki özgür tutsaklarımızdan aldık.
Ölüm Orucu'nun canlı tanıklarıydı
onlar, duygularım kim daha iyi ifade
edebilirdi ki? Onlar, yoldaşlarına
olan sevgilerini, ayrılmanın acısını
ve zaferin en güzelini bize gönder­
dikleri oyun metinlerine sığdırmışlardı. Oyunumuzu bu zor, sıkıntılı,
ama bir o kadar da güzel bir çalışma
ortamı içinde çıkarabilmeyi başar­
dık.
Oyunuzun ismini ise "Karanlığı
Yırtanlar-Bedretin Yiğitleri" koy­
duk. Karardığı Yırtanlar; Evet, onlar
halkın üstüne" öbeklenen karanlığı,
32
hapishanelerden fış­
kıran bir ışıkla,
Ölüm Orucu'yla yır­
tanlardı. Ve kökleri
tarihimizden gelen
bir ses; "İşte bizden
istediğiniz. Ve dahi
bizim vermeyi kesinlediğimiz... Karara
varırsanız, canımız
yolunuza
kurban­
dır..." diyen Bedreddin Yiğitleri'rin bu
güne ulaşan sesiydi
onlar. Ve Bedreddin
yiğitleri yeniden ses­
leniyordu "Biz dev­
rimciyiz ve bugün,
Ölüm Orucu direni­
şimizin 52. günü...".
Oyunumuzun çıkma­
sıyla birlikte, hepi­
mizin sabırsızlıkla
beklediği
bölüme
"rol
paylaşımı''na
gelmiştik. Heyecanı­
mız, başrol oyuncusu
olup olmama nokta­
sında değildi, herkes şehitlerimizin
canlandırıldığı bölümde bir rol al­
mak istiyor, aynı zamanda alacağı
rolü layıkıyla yerine getirip getire­
meyeceği ile ilgili karamsar düşün­
celere dalıyordu. Oyunumuzda genel
olarak 12 şehidimizi de anmamıza
karşılık, bizim için simgeleşen İdil
ve Berdan için ayrı bölümler yaptık.
Bunun nedenleri üstündeki tartışma­
larımızda, hepimizin isteği, 12 şehi­
dimizi ayrı bölümlerde ele alabil­
mekti. Ama gerek teknik olanaklar,
gerekse süre olarak-bunu yapabile­
cek gücümüz olmadığı açıktı. Bunun
üzerine İdil ve Berdan bölümlerinin,
sadece kişileri değil, tüm şehitlerimi­
zi ve direnişi kapsayacağını düşün­
erek olmasına karar verdik.
Oyunumuz 2 perdeden oluşuyor.
İlk perdede Ölüm Orucu'nun sebep­
lerini ve o günlerin soluğunu verme­
ye çalıştık. İlk bölümünde oynanan
Hücre-Bakan bölümünde, devletin
her zaman başka kılıflar uydurarak
tutsaklar üstünde oynadığı hücre tipi
uygulamasını; onları onlar gibi can-
landırarak, ama daha açık bir şekilde.
oynayarak verdik. İkinci bölümünde
belli bir politik görüşü olmayan ama
halkın içinde yaşayan ve insani bir
dostlukları olan iki inşaat işçisinin,
yapmakta oldukları hücrelere karşıtutumlarını ve en insani tepkilerini
canlandırdık. Son bölümde ise,
Ölüm Orucu'nun bütün ihtişamıyla
yaşandığı görkemli bant takma töre­
nini, gölge oyunuyla yaşayarak ve
gözyaşlarımızı tutamayarak oynadık.
İkinci perdede; yaratılan, ileriye
taşınan geleneği ve direnişi vermeye
çalıştık. İlk bölümünde, Anadolu ka­
dınının gerçek kimliğini, sokaklarda
coplanarak, sürüklenerek, gözaltına
alınarak, bedeller ödeyerek, gösteren
analarımızdan birini Ölüm Orucu şe­
hitlerinden aldığı mektupla saklana­
maz olan duygularım öfkesini ver­
meye çalıştık.
İkinci bölümünde daha önce Ay­
şe Gülen Halk Sahnesi'nde oynayan.
bir devrimci sanatçıyı, "İdil"i sahne­
ledik. Çoğumuzun göremediği ama
tanıdığı "İdil' imizi beyazlar içine
sarmıştık. Beyaz, temizliği ve saflığı
ifade ediyordu. İdil'in üstünde ise
saflık onura, temizlik namusa dönüş­
müş bir gelinlik olmuştu. Son bölü­
münde ise Bedreddinleşen Berdan'ı
oynadık. Berdan, "Ne ki dedik ne ki
ettik; tümü doğrudur gerçektir..." di­
yen Bedreddin'in sözlerini, şimdi bir
kez daha dosta düşmana haykırıyor­
du; "...bu insanlık ailesinin önü çok
açık, bunu biliyoruz, buna inanıyo­
ruz; biz başarırız." Berdan'ın haykı­
rışı çığlık olup döndü Bedreddin'e.
Berdan Bedreddin'de, Bedreddin
Berdan'daydı artık.
Onlar yine gelecek...
Çırılçıplak ağaca asılan, çırılçıp­
lak gelecek yine.
O kemiksiz, sakalsız, bıyıksız,
gözün bakışı, dilin sözü, göğsün so­
luğu gibi...
Yine gelecek... Sözü, bakışı, so­
luğu bizim aramızdan çıkıp gelecek.
12 Bedreddin yiğidini oyunları­
mızla ülkenin dört bir yanma götüre­
cek ve onları daima yaşatacağız... •
OYUN
ayşe gülen
halk sahnesi
Karanlığı Yırtanlar:
BEDREDDİN YİĞİTLERİ
(Berdan
Bölümü)
(perde açıldığında Berdan, yatağında yatmaktadır. Başında bir yoldaşı, kitap okumaktadır. Berdan
sayıklamaya başlar.)
Berdan: Toprak adamları, toprağı fethe gideceğiz. Ve biz milletlerin ve mezheplerin kanunları­
nı iptal edeceğiz.
Yoldaşı: Berdan! Berdan! İyi misin? Kendinde misin Berdan? Ne dediğini anlamadım.
Berdan: İyiyim, iyiyim. Sayıkladım galiba.
Yoldaşı: Evet sayıklıyordun. Rüya mı görüyordun?
Berdan: Evet. Ne söylüyordum, anlıyabildin mi?
Yoldaşı: Vallahi, tam anlayamadım ama toprak diyordun, fethetmek diyordun, kanun diyordun.
(gülümseyerek) Gene ne rüya görüyordun?
Berdan: (O da gülümser) Kimi gördüm, bil bakalım?
Yoldaşı: Eee, doğrusu... Sayıklarken söylediğin sözler hiç yabancı değil. Daha önce duymuş­
tum. Bir kitapta da okumuş olabilirim ama hatırlayamadım.
Berdan: Ak sakallı bir ihtiyar gördüm.
Yoldaşı: (gülerek) Yoksa ermiş mi gördün? Asasını sana doğru sallayıp "ey fani" deyip sana
bilgece sözler mi söyledi? Demek ak sakallı ihtiyar ha!
Berdan: (gülerek) Evet ak sakallı ihtiyar ama ermiş değil, Bedreddin'di O. Köylüleri isyana çağı­
rıyordu.
Yoldaşı: Gerçekten? Şeyh Bedreddin ha? (gülerek) Buna hiç şaşırmadım Berdan. Bir ara nere­
deyse özdeşleşmiştin onunla. Hatırlıyor musun, geçen sene Bedreddin oyununu hazırlarken
onunla yatıp onunla kalkıyordun. Çok da güzel bir oyun olmuştu. Sahi Berdan, o oyundan bir bö­
lüm okusana. Okuyabilir misin?
Berdan: Rüyamda tarladaydı Bedreddin. Yanında köylüler vardı, etrafına toplanmışlardı. Ama
oyundan sözleri hatırlamam biraz zor olacak.
Yoldaşı: İstersen o kadar zorlama kendini Berdan. Fazla yorma kendini.
Berdan: (bir sûre bekler, müzik başlar) 1400'lü yıllar...İznik Gölü durgundur, karanlıktır, derindir.
Dağların içindedir, bir kuyu su gibi.Burada göller dumanlıdır. Balıkların eti yavan olur. Sazlıklar­
dan sıtma gelir. Ve göl insanı sakalına ak düşmeden ölür. Bu göl İznik Gölü'dür. Gölün yanındaki
İznik Kasabası'nda kırık bir yürek gibidir, demircilerin örsü. Çocuklar açtır. Kurutulmuş balığa
benzer kadınların memeleri ve delikanlılar türkü söylemez. İznik kasabasında, esnaf mahallesin­
de bir ev, bu evde bir ihtiyar vardır. Bedreddin adında. Boyu küçük, sakalı büyük, sakalı ak ve
sarı parmakları saz gibi Bedreddin. Ak bir koyun postunun üzerine oturmuş, "Varidat"ı yazıyor.
33
(berdan bu sözleri söylerken ışıklar yavaşça kararır. Berdan yataktan çıkar, altında Bedreddin kıyafeti vardır.
Bir sakal ve sarık giyerek sahnenin ortasına gelmiştir. İlk başta kesik kesik konuşan Berdan, giderek ses tonu­
nu da değiştirir ve Bedreddin'in sesiyle konuşmaya başlar. Bedreddin'in etrafına bir güneş gibi uzanmıştır
müridleri. Işıklar yanar.
Bedreddin: Bir ateş ki kalbimin içindedir. Tutuşmuştur günden güne artıyor. Dövülmüş demir
olsa dayanmaz buna, eriyecek yüreğim. Ben gayri zuhur ve huruc edeceğim. Toprak adamları
toprağı fethe gideceğiz.
Ve kuvvet-i ilmi, sırr-ı tevhiti gerçeklendirip, biz milletlerin ve mezheplerin kanunlarını iptal
edeceğiz.
(diğer oyuncular kalkar ve ortaya gelip çalışmaya başlar.)
Bedreddin: Güç ve dahi el birliği, nice iş çıkarmakta bir yerleştirin kafanıza. Eskiden her har­
mandan gelirdi yanık türküler. Şimdi tümümüz üç harmanda toplanmışız. Tüm Yeniköy burada.
Ve dahi türkülerimiz değişik Bir kıvanç var içimizde. Bir sevincin tomurcuklandığını, giderek açtı­
ğını, geliştiğini görüyoruz. Neden? Çünkü bu topraklar, bu ürünler, bu ürünlerin sağlıyacakları,
yarın, yarının mutluluğu, karındaş olmanın onurlandırıcı keyfi. Hepsi bizim, hepsi. Ve dahi egeme­
ne verdiğimiz paylar da bizim. Bizim olanda salt siz ve biz varız demektir. Öyleyse nice doğrudur
bellettikleri? Hiç aklımızdan geçmekte miydi? Bu topraklar bizim... Nice olur ki, biri sahiplenip
bize de, toprağa da efendilik ede? Nice bir haksızlıktır bu? Ve dahi insan olmak, haksızlığın kar­
şısına dikilmeyi gerektirmektedir. Aklımıza gelmezdi, gelemezdi. Neden derseniz, bir başımızaydık biz. Şimdi öyle mi? Bakın yörenize tüm Yeniköy burada... Derbentçisi, menzilcisi, ormancısıyla tümünün palaları bilenmiş, tümünün dişleri kenetli. Ve dahi güçlü olan biziz. Haksızlığı, sömü­
rüyü sezinlesek bile güçlenmenin gerektiğini bilmiyorduk biz. Sövüyor, söyleniyor ama katlanıyor­
duk sessizlikte. Şimdi öyle değil türkülerimiz dağlarda yankılanmakta, gücümüz harmanlarda.
(bedreddin de çalışmaya başlar. Köylülerden biri türkü söyler, diğerleri de ona katılırlar.)
Hep bir ağızdan türküler söyleyip
Hep beraber sulardan çekmek ağı
Demiri oya gibi işleyip hep beraber
Hep beraber sürebilmek toprağı
Bedreddin: Ve dahi bilmekteyiz ki, yeryüzünde bizden güçlüsü yoktur. Tüm Aydın Ovası, Bozdağlar'dan, Kaz Dağlanrı'na, deniz kıyısından Menderesler kaynağına biziz. Bitmez, tükenmez in­
san... Ve dahi her biri ne ettiğinin bilincinde. Hakkı için vuruşmaya kararlı.
1. Köylü: Kararlıyız Şeyhim!
Köylüler: Kararlıyız Şeyhim!
Bedreddin: Bir kez karara vardı mı kişi, korkuyu yitirdi demektir. Korkumuz kalmadı gayrı.
Kimsede kalmayacak. Hele bu yılı bir geçirelim. Bir anlasın yöre insanları, direnmenin karşılığın­
da yaşamı kurtarmakta.
2. Köylü: (neşeyle) O zaman seyreyleyin şenliği.
3. Köylü: Seyreyleyin ki, beyler tası, tarağı topladıklarıyla seğirtip kaçmaktalar.
Bedreddin: Ama kaçacakları bir yer kalmaz. Daha şimdiden bize özenen köyler var. Gelen ha­
berlerden bizimle, olmak istedikleri anlaşılmakta. Bir kez anlaşılırsa bizim yaptığımızın değeri,
tüm köyler, bucaklar ve dahi kentler bize katılırlar. Her insan kendi kendisinin efendisi olacak
demektir. Her çalışan kendi emeğinin karşılığını alacaktır. Öyle olanda kimse insanları sömürmeyecektir. Sömürmeyende ayrıcalıkların, rütbelerin, makamların da değeri yitecektir. Sen nasıl bir
insansan, Karamanoğulları, Germiyanoğulları, Menteşoğulları ve dahi Osmanoğulları da öyle bir
insandır. Birbirlerinden ayrıcalıkları, salt geliştirdikleri bilgileri, salt harcadıkları emekleriyle belir­
lendi mi, gelsin beylerim benimle bile ter döksün, emek versin. Benimle bile elde etsin toprağın
ürettiğini, hünerin yarattığını. Ve tüm insanların düzeni olanda din ayrıcalıkları da anlamını yitire- .
34
çektir. Bizim düzenimiz bu işte...
(tekrar çalışmaya başlarlar. Türkiye devam ederler.)
Ballı incirleri hep beraber yiyebilmek
Yarin yanağından gayrı her yerde,
her şeyde, hep beraber diyebilmek
Savaşçı: Ovanın yüzüne uzandı sözcükler. Güneşin aydınlığında ışıldadı. Ve türkü Aydın Ovası'nda, bir dev ağzın gökyüzünde yankılanan güçlü, tatlı, okşayıcı nefesi halinde harman yerin­
den harman yerine, köylüklerden bucaklara doğru uzayıp gitti.
Savaşçılar: Düştük dağlara dağlara... Aştık dağları dağları
Savaşçı: Bedreddin Yiğitleri ufka baktılar. Bedreddin halifesi baktı. Baktı Köylü Mustafa. Bak­
tı korkmadan, kızmadan, ürkmeden. Baktı dimdik dosdoğru.
Henüz ne kadar olmuştu ki şeyhlerinin elini öpeli, al atlarının kolanını sıkalı ve iznik kapısın­
dan dizlerinde çırılçıplak bir kılınç, heybelerinde el yazma bir kitapla yola çıkalı. Kitaplarının adı
Varidat'tı.
Bedreddin Yiğitleri kayalardan ufka baktılar. Git gide yaklaşıyordu bu toprağın sonu fermanlı
bir ölüm kuşunun kanatlarıyla.
Bu kayalardan bakanlar onu, üzümü, inciri, narı, tüyleri baldan sarı, sütleri baldan koyu da­
varları, ince belli, aslan yeleli atlarıyla duvarsız ve sınırsız bir kardeş sofrası gibi açmıştılar.
Birden bire, kayalardan dökülür, gökten yağar, yerden biter gibi, bu toprağın verdiği en son
eser gibi Bedreddin Yiğitleri şehzade ordusunun karşısına çıktılar.
Dikişsiz ak libastı, baş açık, yalınayak ve yalın kılınçtılar. Mübalağa cenk olundu. Aydın'ın
Türk köylüleri, Sakızlı Rum gemiciler, Yahudi esnafı, on bin mürhid yoldaşı Börklüce Mustafa'nın,
düşman ormanına on bin balta gibi daldı.
(savaşçılar Bedreddin'in yanına gelirler)
Bedreddin: Gelin şöyle yanıbaşıma.
Savaşçılar: Başüstüne şeyhim.
Bedreddin: Dinlenmişsinizdir umarım.
Savaşçı: Buyruğunuz üzere dinlenmişiz şeyhim.
Bedreddin: Uyku gerekliydi size.
Savaşçılar: Sağolun şeyhim.
Bedreddin: Anlatın.
Savaşçı: Bunca savaşa girdim, çıktım şeyhim. Hani, yiğit yüreğinden ölüm korkusunu nice at­
mış olsa da, yine de savaşta bir ürküntü gelir çakılır. Oysa bu kez hiç öyle değiliz. İlk kez sava­
şa gireceklerimiz bile öylesine sağlam, öylesine heyecansızız. Bir akşam üstü gün, ormanların
arasına kızıllığını tutuşturarak battı. Biz öyle sanmışız şeyhim. Meğer Bayezid, ordusuna buyruk
vermiş, dağları indireceksiniz, ormanları tutuşturacaksınız, demiş. Ve dahi başlamışlar buyruğu­
nu uygulamaya. Biz güneşin batışı zannederken, yelle birlikte bir alev devi yetişip sıçramakta.
Öyle bir gelmekte ki, insani, hayvanı, nice varlığı var ise tutuşup gitti orman. Kalan kaldı, ölenle­
ri yüreğimize gömdük.
Savaşçı: Bayezid Paşa acımasızca yürümekte. Bir köye rastladı değil mi şeyhim. Hiç bakma­
makta, köy nedir, nicedir. Kadını çocuğu, yaşlısı bebesi bir bir kılıçtan geçirilmekte. İnsanların
hayvanlardan daha vahşi olduğunu orda gördüm ben. Ve inandım ki, insan belli bir sömürünün
kulu olanda köpekleşmekten öte sıradanlaşıyor.
Savaşçı: Bunun hıncı biledi bizi şeyhim. Elimizdeki kılınçtan- daha keskin, daha bir güçlü ol­
duk. Toplandık biraraya. Torlak Kemal'le birleştik, öylesine hınçla beklemekteyiz. Hele bir geçsin
ordu, hele bir geçidi aşsın Bayezid.
35
Savaşçı: Aştı... Ucunu gösterdi saldırdık biz. Öyle bir budamaya giriştik ki anlatılamaz. Biz vu­
ruyoruz, arkadan Torlak Şeyhimiz vuruyor. Ancak yeniçeri bitmek bilmiyor. Karşımızdaki ordu gibi
de değil. Bayezid Paşa neredeyse Osmanoğlu'nun tüm askerini salmış. Biz topu topu yirmibin ki­
şiyiz, Osmanoğlu'nun üstümüze getirdiği ordu ise yüzelli bini aşmakta.
Savaşçı: Getirsin... Bizim için önemli değil. Yine de öylesine kıvançlıyız. Neden derseniz, biz
inandığımız bildiğimiz için vuruşmaktayız. Onlar bilinci yitirmek için. Ama bu vuruşma anında bile
bir iyice doğradık Çelebi Mehmet'in ordusunu. Bu insanın demirle, bilincin hınçla vuruşmasıydı.
Karşımızdaki ordu şaşalıyor. Hemen hemen bozulacak duruma geliyor. Her saldırımızda kırıyor,
tüketiyoruz onları. Ama tükenmiyorlar ki.
Savaşçı: Akşamüstü Börklüce Şeyhimiz buyruk verdi. Karaburun'a doğru çekilmeye başladık.
Vuruşa vuruşa Karaburun'a geldiğimizde yeniden, sayıyor bizi şeyhimiz. Beş bin bizim yanımızda
var. Arkamızdan gelen Torlak Şeyhmizin yanında ise ikibin kalmış. 0 zaman topluyor tümümüzü
Börklüce Şeyh. Yöresinde bir çember olduğunda "Bakın karındaşlar!" diyor...
Börklüce: Bakın karındaşlar! Görmektesiniz ki, Osmanoğlu bizden güçlü bu kez. Biz gücümü­
zün tümünü topladık, yine de başedememekteyiz. Siz varın gidin. Sadece bir savaşçı takımı bıra­
kın. Vuruşa vuruşa gerileriz biz. Deniz Kıyısında, kayalıklarda, dağlarda sinip orasından burasın­
dan bir iyice kemiririz bunları. Ama sizin yaşamanız gerek. Nice can kurtarırsak, onca yararlı olu­
ruz.
Savaşçı: Bre şeyhim! Biz ki insan olmanın onurunu paylaştık seninle. Biz ki yaşamanın anla­
mını yudumladık bunca yıldır. Tam yerleşemedik belli, tam oturtamadık düzenimizi. Ama yine de
insan emeğinin değerini, özgürlüğün anlamını, kardeşliğin temelini, barışın niteliğini gördük. Öl­
dük, öldürdük... Sevdik, inandık. Hakikat dedik, ortakça yaşam dedik... Bunları yitirdikten sonra
ölümün sözü mü olur?
Savaşçı: Siz nice bir öndersiniz ki, bize bunların tümünü öğrettikten sonra varın tutsak yaşa­
yın diyorsunuz. Kuşça can bunca değerli olsaydı, burada ne işimiz vardı? Elbet bizde sizinle kalı­
yoruz. Ve dahi ya yeniyoruz, ya ölüyoruz.
Savaşçılar: Ya yeniyoruz, ya ölüyoruz!
Börklüce: Ya yeniyoruz, ya ölüyoruz!
Savaşçı: Ordu yeniden üzerimize atıldı. Çembere aldı bizi. Öyle bir direnme ki, bizden vurulan
düşmüyor, yaralanan ağzını açıp ses vermiyor.
Savaşçı: Hani şeyhim, tarlalarda ortak nice çalışmakta, nice türküler söyleyerek iş görmekteysek öyle. Ağızlarımızda ölüme meydan okuyan türküler. Bir kısmımız çemberi yarabildik. Ben
dağa varıp baktım ki, Börklüce şeyhmiz yerde. Yeniçeriler üşüşmüşler başına, Bayezid en başta.
Biz bir avuç kalmışız, onların yüzelli binden fazla ordusundan yirmi bin kişi ya kalmış ya kalma­
mış.
Savaşçı: Savaş bitmişti. Dolanıp kente girdiler. Dede Sultan'ımızı önde götürdüler. Ben bir kı­
lık uydurup karıştım Karaburunlu'nun arasına. Dede Sultan'ım bacağından boynuna al kanlar
içinde...
Börklüce: Bre Bayezid Paşa! Eğer bizim düzenimiz yanlış olsaydı, nice utanmaz sömürücü var­
sa, bizi yok etmeye çalışır mıydı? Eğer bizim inancımız insanları mutluluğa kavuşturmasaydı, si­
zin gibi yaratıklar buna düşman olur muydu? Bunca tanık varken, sen benden inancımı inkar et­
memi istersin, öyle mi? İşte canım, işte siz... Dilediğinizce harcayabilirsiniz.
Bayezid: Hemen çarmıha gerin şunu. Bakalım kuş kadar canı değerli mi, değil mi?
Börklüce: Sağolasın bre koca köçek. Sen Romalı'sın ben İsa, sen Harun'sun ben Mansur.
Çok sevindirdin beni. Yenikliğin acısını duyardık içimizde. Şimdi bir zalimin, son zulmünü göster­
mekten mutluyuz.
Bayezid: (Kızgın) Tez davranın!
(Cellad, Börklüce'yl alıp çarmıha bağlar. Bir elini çivilerken...)
Börklüce: Bre cellad, sen nasıl bir insansın ki, bizi işkence için çarmıha gerdiklerini unutmak36
tasın. Çiviyi ağır ağır ca­
kasın ki, daha çok acı­
sın. .
(Cellad elindeki çekici ve çivi­
yi atar. Bayezid'e doğru diz
çöker)
Cellad: Efendim, beni öl­
dürün ama bu görevi ba­
na vermeyin.
Savaşçı: Börklücemiz da­
ha bir keyiflendi. Sanki
çarmıha gerilen o değil.
Sanki çivi avucunun orta­
sından geçip etlerini, si­
nirlerini parçalamamış
da, sizin yanınızda semaha durmuş gibi. Coşkulu... tutkulu.
(Bayezid, celladı ensesinden tutup savurur. Yerdeki çekiç ve çiviyi alarak Börklüce'nin yanına gelir.)
Börklüce: Bre paşa, yetmedi mi cellatlığın ha? Şimdi de kendi ellerini kana bularsın. Bak sa­
na şunu diyeyim. Yoksul hakkını yitirmek için kim ki celladlığa soyunur, kim ki köpekliğini işler
egemenin, bir gün dişleri dökülür, gözleri körelir, uyuzlaşır, kötüleşir. Neden dersen, insana in­
san gibi ölüm yaraşır; bizimki gibi. Köpeğeyse köpeğinki gibi. Hadi öteki elimi de sen çivile çar­
mıha. Ama ağır ağır ki, efendin Mehmed Çelebi'nin keyfi bir iyice kızışsın. Ve dahi senin de kuy­
ruğun keyifle sallansın.
(Bayezid, hısımla çekiç ve çiviyi cellada fırlatır.)
Bayezid: Çak bre çak!
(Cellad, ağır ağır doğrulur. Çekiç ve çiviyi eline alır, Bayezid'e bakar ve sonra elindekileri bırakır. Bunun Özeri­
ne Bayezid, kuşağından palasını çıkarır, boynundan tutarak cellada diz çöktürür ve tam kılıcı boynuna vuracak­
ken.*..)
Börklüce: Sen emir kulusun cellad başı. Nice buyrulmaktaysa öyle yap. Biz bağışlarız seni. Ve
dahi senin gibi bir buyruk kulunun çabalamasından hiç acı duymayız, tasan olmasın. Neden der­
sen, Şeyhimiz Bedreddin'imiz buradadır. Yanıbaşımızda. Ve dahi senin incittiğin yeri, o okşaya­
rak iyileştirmektedir. O yüzden bildiğin, dilediğince gör işlevini.
Savaşçı: Ellerinden, ayaklarından çivilediler çarmıha. Ve dahi ordu gezinmeye başladı. Baye­
zid gittiğimiz her yerde tüm dediklerini yalanlamasını istedi Börklüce'den. Yalanlar mı Börklüce'miz...
(Burada Börklüce, söylediği sözleri Bedreddin'den alarak söyler.)
Börklüce: Ne ki yaptık, ne ki dedik, tümü doğrudur, gerçektir. Hakikat Savaşçıları ölümsüzdür.
Bizler inançlarımızla daima yaşayacağız.
Savaşçı: Bir kolunu kopardılar Ayasluğ'da. Ortaklar'a doğru hareket ettik. Ardımızdan büyük
37
bir cenaze töreni düzenlemişler. Kolunu bir tabuta koymuşlar, ağıtlar yakmışlar, şaşkınlıkları coş­
kuya dönüşmüş. Ortaklar'a geldiğimizde diğer kolunu ve bir bacağını kesti Bayezid. Yakıp yıktı
Ortaklar'ı, oradan Aydın'a geçildi. Orada da inkar etmesi istendi. Nice bir dayanıklılık ki, her
yanından kan aktığı halde, bir türlü ölmemekte. Bayezit dayanamadı;
Bayezid: Bre ölmeyecek misin?
Börklüce: Ölür müyüz hiç? Biz ki insanlığın geleceği için çaba harcamışız. Ve dahi milyonların
gönlüne girmeyi başarmışız. Hiç ölür müyüz?
Savaşçı: Bu kez dayanamadı Bayezid. Palasını sıyırdığı gibi aldı başını Börklüce'nin. Ve dahi
bir yağlığın içine koyup Çelebi Sultan Mehmed'e gönderdi.
Savaşçı: Bedreddin gülümsedi. Baktı kemerden dışarı. Dışarıda güneş var. Yeşermiş avluda
bir ağacın dalları ve bir akarsuyla oyulmaktadır taşlar. Aydınlandı gözlerinin içi Bedreddin'in...
Bedreddin:
Madem ki bu kerre mağlubuz
Netsek, neylesek zaid.
Gayri uzatman sözü
Madem ki fetva bize aid
Verin ki başak bağrına mührümüzü
(bedreddin darağacına yürür, bayezid Paşa, bedreddin'in yanına gelir.)
Bayezid: Ne o şeyhim, sararmışsın?
Bedreddin: Güneş de batarken sararır. (Bedreddin ipi boynuna geçirir.) Hakikat Savaşı'nda
ölenler ölmüş sayılmazlar. Hakikat Savaşçısı olmak ve bu savaşta şehit düşmekten daha onur­
lusu yoktur. Hakikat Savaşı'mızı gelecekte onurun, özverinin, kahramanlığın bayrağı haline
getirenler de çıkacaktır. Bu bayrak halkların kurtuluş bayrağı olacaktır.
Savaşçı: Yağmur çiseliyor. Serez'in esnaf Çarşısı'nda, bir bakırcı dükkanının karşısında Bed­
reddin bir ağaca asılı.
Yağmur çiseliyor. Serez Çarşısı dilsiz, Serez Çarşısı kör. Havada konuşmamanın, görmemenin
kahrolası hüznü var. Ve Serez Çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.
Yağmur çiseliyor. Çarşının köşesinden üç adam belirdi. Bedreddin'in asılı olduğu ağacın al­
tına geldiler. En genç olanı çıktı ağaca. Düğümü elleriyle açarak ve uyuyan oğlunu anasının kol­
larına bırakan bir baba şefkatiyle, Bedreddin'in ölüsünü aşağıda bekleyenlerin kollarına teslim
etti. Bedreddin'in çıplak ölüsünü, çıplak atın üstüne koydular ve terk ettiler orayı.
Bir daha da gören olmadı Bedreddin'i ama inandı köylü, inandı halk. Dediler ki; "Bir gün
gelecek".
O gelecek yine... Çırılçıplak ağaca asılan, çırılçıplak gelecek yine.
O kemiksiz, sakalsız, bıyıksız, gözün bakışı, dilin sözü, göğsün soluğu gibi dirilecek.
Yine gelecek... Sözü, bakışı, soluğu bizim aramızdan çıkıp gelecek.
(ışık söner bedreddin'i taşıyanlar bedreddin'i berdan'ın yatağına götürür ve bedreddin, berdan kimliğine
girer. Başında yoldaşı beklemektedir. Işık yanar.)
Yoldaşı: Berdan...Berdan...
(Berdan ses vermez yoldaşı katfaltı düzgün bir şekilde hazırlar.lşıklar söner ve iki yoldaşı kataifaltın başında
saygı duruşunda "bir mermi de benden aslanım' şiirini okur...) •
38
veli göktaş
ÇILGIN ŞEHİR:
savcı, hakim ve cellat: Medya
Filmin Orjinal adı: MAD CITY
Yönetmen: Costa Gavras
Oyuncular: Dustin Hoffman, John Travolta, Alan Alda, Mia Kirshner,
Robert Prosky, Blyte Danner
Senaryo: Tom Matthews
Müzik: Thomas Nevvman
Dağıtımcı Şirket: Warner Bros.
G
azetede bir haber; "Ce­
zaevlerine' hakim deği­
liz", ya da "Cezaevle­
rinden şu kadar silah,
şu kadar telefon çıktı".
Akşam
televizyonda
haberleri izliyoruz "Ör­
gütler cezaevlerinden
yönetiliyor" diye bir haberle karşılaşı­
yoruz. Politik olmayan bir insan bası­
nın yalan-yanlış şeyler söylemeyeceği
düşüncesinde olduğu için bunlara ina­
nacak ve doğal olarak kafasında, hapis­
hanelere yapılacak her türlü 'müdaha­
le' meşrulaşacaktır. Hatta "helal ol­
sun" diyecektir, tutsakların kafaları-beyinleri demir çubuklarla parçalanırken.
Hapishaneler konusu o kadar çok işle­
nir ki; politik bir insan, bunun bir saldı­
rı hazırlığı olduğunu anlar. Çünkü ege­
menler, yaptıkları haberlerle, yapacak­
ları saldırının halk tarafından tepki gör­
memesini, en azından halkın 'tarafsızlaşmasını' ister. Bunu yapabilmek için
ise elinde çok büyük bir olanak vardır:
MEDYA! Televizyonuyla, gazetesiyle
neredeyse ulaşamadığı ev yoktur. İste­
diği şeyleri, istediği şekilde yorumlaya­
rak hatta elindeki delil ve belgeleri bile
cımbızlama dediğimiz yöntemle istedi­
ği hale getirerek sunar ve insanları is­
tediği gibi yönlendirir.
Basın, egemenlerin elinde güçlü bir
silahtır. Gazi'de halk mı ayaklanmış;
televizyonlar, gazeteler hemen barikat­
ların arkasındakiler için bir avuç terö­
rist ya da provakatör edebiyatı yapma­
ya başlar. İşçiler eylem mi yapmış; he­
men taşkınlık ve haksızlık edebiyatıyla
polislerin onlara saldırmasının meşru­
luğu sağlanmaya çalışılır.
"Mad City (Çılgın Şehir)"de, işte
tüm bunların kısa bir anlatımıdır aslın­
da. Max Brackett (Dustin Hoffman),
zeki bir haber spikeridir. Sam Baily
(John Travolta) ise, evli ve iki çocuk
sahibi, mütevazi birisidir. Hava kuv­
vetlerinde bir dönem bulunmuş ama
kolejli olmadığı için oradan ayrılmak
zorunda kalmıştır. Beş yıl boyunca ise,
kısa bir süre önce atıldığı Doğal Tarih
Müzesi'nde güvenlik görevlisi olarak
çalışmıştır.
Mas, daha önce büyük bir televiz­
yon kanalında oldukça iyi bir görevde­
dir. İşinin uzmanıdır ancak, bir uçak
kazasından sonra yaptığı bir haberden
dolayı bütün kariyerini kaybeder ve ar­
kadaşı Kevin Hollander (Alan Alda) ile
arası açıldığı için sürgüne gönderilir.
Bulunduğu yerde, geldiğinden beri raitingleri artmıştır. Şimdi ise müzede,
müzenin sahibi bayan Banks (Blyte
Danner) ile röportaja gelmiştir. Kendi­
si içeride, yardımcısı Laurie (Mia
Kirshner) kamerası ile aracın yatımda­
dır.
İşten atıldığını ailesine söyleyemeyen Sam, çocuklarını ve karısını dü­
şündükçe iyice bunalıma girmiştir. Son
çare olarak, Bayan Banks ile görüşmek
için müzeye gelir. Patronun kendisi ile
görüşmeyi kabul etmek istemeyeceğini
düşünerek yanında silah da getirmiştir.
Hatta biraz daha ileriye giderek bir çan­
ta da dinamit almıştır yanına. Düşün­
düğü gibi, Bayan Banks kendisi ile gö­
rüşmeyi kabul etmez. Oysa Sam'in is­
tediği, patronunun kendisine sadece
beş dakika ayırmasıdır. Kendisini din­
letebilmek için silahım çıkartır ve mü­
zenin bütün kapı ve pencerelerini kapa­
tır. Tartışma biraz büyüyünce patronu­
nun gözünü korkutmak için bir el ateş
eder. İşte o andan sonra geri dönüşü ol­
mayan bir adım atmış olur. Çünkü,
yanlışlıkla cam kapının arkasındaki es­
ki arkadaşı olan müze bekçisini vur­
muştur. Arkadaşım vurmuş olmanın
paniğiyle ne yapacağım bilmez halde­
dir. Bir ara televizyonu açar. Televiz­
yonda biraz önce vurduğu arkadaşım
görür. Arkadaşı yaralı bir halde müze
önünde durmaktadır ve televizyondaki
ses içerideki gelişmeleri canlı olarak
aktarmaktadır. Sam böylece içeride bi­
risinin olduğunu anlamıştır. Max'i bu­
lur; O'da artık Sam'in "rehinidir".
Max, Sam'i konuşturur ve O'nun
gerçekte böyle bir şey planlamadığım
ve çok saf birisi olduğunu anlar. Max,
Sam'a, bir kişiyi istemeden de olsa vur­
muş olması ve içeride bir çok çocuğu
da rehin alması yüzünden, herkesin
O'nu bir cani olarak gördüğünü anlatır.
Bu durumu lehine çevirebileceğini ama
kendisiyle televizyonda canlı yayında
röportaj yapması gerektiğini ve her şe­
yi burada olduğu gibi anlatmasını ister.
Bu arada müzenin etrafı polis, am­
bulans, çocukların aileleri, sayısız med­
ya ve alakalı-alakasız bir sürü insan ta­
rafından kuşatılmıştır. Bütün Amerika­
nın gözü, artık müzededir.
39
Sam, Max ile röportaj yapınca in­
sanlar onun hakkındaki düşüncelerini
büyük oranda değiştirir. Artık Ameri­
kan Halkı'nın %59'u Sam'in tarafındadır. Çünkü o işinden atılmış ve çocuk­
larına bakmak zorunda olan bir aile ba­
basıdır.
işin içine FBI da karışmıştır fakat,
Sam röportajla halkın sempatisini ka­
zandığı için FBI şimdilik Sam'a birşey
yapamamaktadır. Fakat Sam'i halkın
gözünden düşürmek için de elinden ge­
leni yapmaktadır ve so­
nunda, bunun için
Sam'in karısını kullanır.
Karısı, televizyondan
Sam'a çağrılarda bulu­
nur. Herkesi bırakıp tes­
lim olmasını ister. An­
cak Sam, işin bu kadar
basit olmadığım biliyor­
dur. Sadece işine geri
dönmek istemenin bede­
li bu kadar ağır olmama­
lıdır. Karısının, çağrıla­
rına polis megafonun­
dan devam etmesine iyi­
ce kızan Sam, havaya birkaç el ateş
eder. Böylece hakkında oluşan bütün
lehte düşünceleri bir anda yıkar. Max,
herşeyi tekrar toparlamak zorunda ka­
lır. Bunun için yardımcısından Sam'in
bütün akraba ve dostlarıyla röportaj
yapmasını ister.
Sam, bu arada içeride çocuklarla
oynamaktadır. Onlara kızılderilileri an­
latır. Kızılderili şefinin maketini göste­
rir. Şeflerin de bir çeşit patron oldukla­
rım ama onların kendi halkım düşündü­
ğünü, şimdiki patronların -bayan
Banks'ı göstererek- halkım düşünme­
diğini sadece kendilerini düşündükleri­
ni anlatır. Bu arada FBI, müzenin tava­
nında uygun bir yerde, kendileri için
uygun bir an beklemektedir. Ve öyle
bir fırsat ellerine geçtiği an silahlar
ateşlenir. Sam bu saldırıdan kurtulmayı
başarır.
Kamuoyunun gündemini bu haber
oluşturmaktadır. Dolayısıyla Max da
bu haberin sahibi olarak oldukça prestij
kazanmıştır. Eski iş arkadaşı Hollander, bundan yararlanmak ister ve mü­
zeye gelir. Sam ile canlı yayında röpor­
taj yapmak istemektedir. Max'tan bu
40
haberi kendisine vermesini ister. Karşı­
lığında Max, eski işine dönecektir.
Hollander, Sam ile röportaj yap­
mak ister ama sadece kendi prestiji ve
raitingi için ister ve Sam'a ne olacağı
umrunda değildir. Hatta bunun için
Sam, halkın gözünde bir cani, tehlikeli
bir sapık olarak gösterilebilir. Max bu­
na karşı çıkar, haberi O'na vermez.
Hollander bunun üzerine kendisi dışa­
rıda bir haber hazırlamaya başlar. Bu­
nun için Max'in yardımcısına yaptırdı­
ğı röportajları cımbızlar ve kendi iste­
diği şekle sokar. Sam artık tehlikeli bi­
risi, Max ise Sam ile tuhaf ilişkisi olan
garip birisidir. Hollander, haberi canlı
olarak bütün Amerika'ya yayınlar. Bu
sırada Sam'in yanlışlıkla vurduğu mü­
ze bekçisi de ölünce, işler iyice sarpa
sarar. Bu olayların üst üste gelmesi,
hem Sam, hem de Max için her şeyin
bitmesi anlamına gelir.
Amerikan Halkı'nın nabzım, yap­
tırdığı anketlerle sürekli ölçen FBI için
ise, harekete geçmenin tam sırasıdır.
'Teslim ol' çağrıları yapılır. Sam umut­
suzluk içindedir. Kendisi için her şeyin
bittiğini düşünür. Kapıları açarak ço­
cuklara gitmelerini söyler. Çocuklar,
Sam'a başarılar dileyerek oradan çıkar­
lar. Max ise, FBI'ın Sam'i sağ yakala­
mak istediğinden kuşkuludur. Dışarı
çıkarak silahlarım bırakmalarını,
Sam'in teslim olacağım söyler fakat,
FBI, O'nu dinlemez, aradan çekilmesi­
ni ister. Sam ise, kendisi için "kurtulu­
şu" bulmuştur. Yanında getirdiği kilo­
larca dinamiti ateşler...
Max yaralı olarak kurtulur ama bir
gerçeği iyi bilmektedir. Bu gerçeği bü­
tün televizyon kameraları karşısında
haykırır: "O'nu biz öldürdük".
"Çılgın Şehir (Mad City)", politik
bir film değil belki ama, günümüz
medyasının geldiği durumu oldukça iyi
yansıtıyor. Günümüz medyası da, y a n ı başında yaşanan birçok şeyi görmez­
den gelmiyor mu? Kaçınılmaz olarak
göstermek zorunda kalırsa da, ya kuşa
çeviriyor ya da çarpıtıyor. İşte tam da
bu noktada, filmi CNN ve bazı medya
kuruluşlarının sahibi olan Times Turner'ın finanse ettiğini dü­
şünürsek, konunun önemi
daha bir ortaya çıkıyor.
Böyle bir çarpıklığın,
medyanın düştüğü duru­
mun, halkın gözünde
inandırıcılıklarını yitirmiş
olmalarının, kendileri de
bilincinde olacaklar ki;
olayı hemen kendi açıla­
rından ele almak gereksi­
nimi duymuşlar. Ne de
olsa kendilerini kurtarmak
zorundalar; "Olay, mün­
ferit bir durum".
Hangimiz yaşadığımız gerçekleri
olduğu gibi televizyonlarda ya da gaze­
telerde görebiliyoruz? C e v a b ı n genel
olarak olumsuz olduğunu düşünüyo­
rum. Çünkü medyada, "Kim kimin eşi­
ni aldatmış?", "Kim nerede, ne kadar
para harcamış?", "Kedilerle köpekler
de artık iyi geçinmeye başlamış" vb.
haberleri izlemek zorunda' kalmıyor
muyuz? Onlardan arta kalan saatlerde
ise, aynı içerikte magazin programlan,
sözümona spor programlan ve emper­
yalizmin yoz ve ahlaksız filmlerini gö­
rüyoruz.
Bu filmde dikkat çeken bir şey da­
ha var: Filmde, Amerika'daki devletin
kolluk güçleri, birisini öldürmek için
en azından halkın nabzına göre hareket
ediyor. Gerçi bu, bir katliamı meşrulaş­
tırmak için medya eliyle hazırlanan
göstermelik bir demokrasi oyunu olsa
da... Peki, ya ülkemizde? Ülkemizde
onlar, kesinlikle böyle bir şeyi düşün­
mezler hatta onlar, kendilerini meşru­
laştırmaya çalışan medyaya bile yeri
gelir, düşman olur: "Çekme karde­
şim" . •
RÖPORTAJ
yasin ali türkeri
semir aslanyürek'le
sinema üzerine...
senaryo kuramı ve
BUGÜNÜN SANATÇILARININ GÖREVİ
DOĞAYI TAKLİT ETMEK DEĞİL ONU
ÖZÜMSEMEK VE YENİDEN YARATMAKTIR!
Senaryo kavramı üzerine yaz­
ma sebebinizi bu alanda ciddi üre­
timler olmadığı sebebine bağlaya­
bilir miyiz?
Senaryo kuramını yazma sebebi
aslında senaryonun henüz rayına
oturmamış olması Türkiye' de. Ben
yıllardır bunu dile getirmeye çalışı­
yorum ve gerçekten kanaatimce, se­
naryo anlaşılamadı. Yani nedir se­
naryo? Edebiyat mı? Sinema mı?
Roman mı? Şiir mi? Nedir. Bunların
arasında anlaşılmıyor. Yani herkes
bir senaryo yazabiliyor. Her eli ka­
lem tutan yazsa o zaman herkes ya­
zar. Hepimiz şiir yazmışızdır. O hani
insanın belirli bir yaşamda böyle bir
romantikliği tutar. İşte bir kaç şiir
yazar, tabi şiir diye tanımlamamız
zor onları. Şimdi onun için ben bazı
şeyleri koymaya çalıştım bu kitapta.
Dikkat ederseniz bugün gerçek­
ten herkes senaryo yazabileceğini
sanıyor. Belirli bir şablon var piya­
sada dolaşan, Türkiye'de daha doğ­
rusu onu gören, bunu bende yapabi­
lirim, bende yazabilirim gibi bir şey
var. Yani hele sinemayı görmüşse fa­
lan fistan. Bu doğru değil, bu çok
zor. Tabi film göstermek mi daha
zor, senaryo yazmak mı? Hangisi
daha zor diye bir saptama yapmak
yanlış olur. Çünkü herşeyin kendine
göre zorlukları var. O anlamda se­
naryoda kendine göre büyük bir sa­
bır isteyen, çok ince bir matematik,
insani bir matematik isteyen bir mes­
lek, bir ve insanda bir edebiyat türü
diyelim.
Sizce Türkiye'de yaratıcı, ülke
gerçeklerini özümsemiş "gerçek­
ten" senaristler var mı?
Maalesef yok.
Sinemada, daha doğrusu
Hollywood'da yerleşen bu tekno­
loji kültürü sinemanın anlatım di­
lini mezara gömüyor diyebilirmiyiz?
Şimdi öyle dememiz ne kadar
doğru ben onu bilmiyorum. Açıkçası
böyle bir saptama yapmaktan çekmi­
yorum. Neden? Çünkü, şimdi sizin
dediğiniz gibi olabilir, ancak bu ta­
mamen doğru değildir. Teknolojinin
sinemayı geliştirdiği tarafları da
var. Tabi yıkıcı olduğu tarafları da,
ben özellikle hep şunu söylemişim.
Teknoloji bedel ödetir. Yalnız şöyle
bir şey de var. Teknoloji sinemayı
geliştiriyor evet geliştirmesine fakat
teknoloji tek başına bir sanat olmu­
yor. Bunun için insan beyni lazım.
Yaratıcı insan dehası demek daha
doğru olur belki. Böyle yani, insan
düşüncesi olarak onu icra etmesi
için teknoloji bir araçtır sadece.
Son süreçte yerli filmlerin geli­
şim içinde olduğu şeklinde yaygın
bir görüş var. Siz bu konuda ne
düşünüyorsunuz?
Yerli filmler bir gelişim içerisin­
de bunu inkar edemiyoruz. Çünkü
gerilemede bir ilerlemedir. Diyalek­
tiğin gereği bu. Fakat bizim sinema­
mız şöyle gelişiyor. Bir adım ileri iki
adım geri. Ben daha önce Antrak'ta
yazmıştım. "Sinemanın Sefaleti" di­
ye. Onu okudunuz mu, gördünüz mü
bilmiyorum, ama çok da uyuyor ben­
ce bu Marksizm klasiklerinin yapıt­
ları altında yani o başlıklar altında
sinemayı analiz etmek çokta hoşuma
gitmişti bir ara. Bu yazının ikinci se­
risi bir adım ileri, iki adım geri ola­
caktı. Özellikle ben bunu anlatacak­
tım. Şimdi dönüşme var gibi gösteri­
liyor. Yani Mahzuni Şerif'in bir lafı
var. "Bir gül getirmez yazı". Evet
gerçekten çok dikkatli olmak lazım.
Bu bir taraftan sevindirici tabi ama
bunu bir gelişme saymak çok erken.
Yani "Eşkıya" çok ses getirdi. Çok
kasa yaptı filan ama film değildi bir
defa. Yani biraz bir geri adım aslın­
da. Yani çok eksik bir şeydi. Yani sa­
nat değildi benim tabirimle. Benim
anlayışıma göre bir düşünceden yok­
sundu. Sırf kasa düşünülerek yapıl­
mış. Sırf Hollywood yapımına özen­
tiyle yapılmış. Hatta bazen şöyle de­
mişim. Çoğu zaman da buna
inanıyorum da. Oradan Şener Şen'i
ve Uğur Yücel'i atın filmde bir şey
kalmıyor. Bunların belirli bir izleyici
41
kitlesi var. Onlar izlediler yani.
Kitabınız da bir kayıp öyküsü­
nü fondaki bir milli marşla öyüleyerek bir örnekleme yapmışsınız.
Ülkemizde yaşanan bu gerçeklerin
beyaz perdeye aktarılmayışının se­
beplerini siz neye bağlıyorsunuz.
Heralde bunca senarist, yönetmen
bu yaşananlardan bihaber ola­
mazlar değil mi?
S. A- Şöyle söyleyelim. Bir ülkede
bir milletvekili neyse sanatçı da öy­
ledir. Sanatçı neyse tuvaletçisi de,
öğretmeni de öyledir, işçisi de öyle­
dir, memuru da öyledir. Yani biz he­
nüz gelişmemiş ve maalesef çocuklu­
ğunu yaşamamış bir ülkeyiz, bir mil­
letiz daha doğrusu. Yani ben neyi
kastediyorum. Türkiye de yaşayan
millet kelimesi belki tabiri caizse di­
yorum gerçekten öyle. Şimdi eskiden
beri bizim sanatçılarımız, bizim se­
naristlerimiz sorunsalı işlememişler.
Yılmaz Güney "Sorunsalı", "Sorun­
sal" olanı işleyecek gibi oldu. O da
çok erken gitti. Benim kanaatimce
Yılmaz Güney tam olgun döneminde
gitti. Yani olgunluğa adım atar at­
maz. Ben onun 'Duvar' filmini göre­
li çok olmadı ve 'Duvar'da onun res­
men geliştiğini, ortaya başka bir Yıl­
maz Güney çıktığını gördüm. "Yol"
da henüz yoktu. Henüz bu olgunluk
yoktu. Yol hala benim için ödüllü ol­
42
masına rağmen ödüller benim
için çok belirleyici değil. Ödülü
ben vermiş bile olsam, ertesi
gün ben acaba yanlış mı yaptım
diye düşünebilirim. Ödül çok
çok göreceli bir şey. Neye göre
ne? Ve o zamanki psikoloji , o
zamanki filmler kıyaslanıyor ve
benzeri vs... Buna rağmen ben
Duvar'ı çok daha ilginç gör­
düm. Duvar çok daha olgun bir
film. Politik bir filmdi, şiirsel
bir filmdi.
Neden olgunluk dönemi diyo­
rum biliyor musunuz? Sinema­
ya en çok benzeyen filmiydi Yıl­
maz Güney'in. Şimdi gerçekten
bizim sanatçılarımız bunu gör­
mediler, bunu işleyemediler,
veyahutta işletmediler. Bakın sinema
tarihinden bu yana, yani ilk filmin
yapılışında ki çok komik oluyor ilk
filmin yapılışı. Fuat Uzkınay'ın "Bir
Rus Abidesinin Yıkılışı." O film de­
ğildi tabi, o belgesel de değildi. O,
bir elaman gitmiş bir kulenin yıkılışı­
nı izlemiş. Onun film yapmak gibi bir
amacı yoktu. Onun için film sayılma­
malı. Ben itiraz ediyorum film olma­
sı için insanların film yapmak ama­
cıyla ortaya çıkmış olması gerekiyor.
Bunu gerçekten ayırmak lazım.
Şimdi ilkel sanatçı da böyle resme­
der diyorum. Fakat günümüzün sa­
natçısı çocuk gibi resim yapmaya
özenen bir çok sanatçı var. Çok
önemli bir şey. Burada başka bir şey
vurgulanıyor. Saflık değil bu. Objek­
tif olma. Naif ve objektif olma. Picasso'nun bir lafı var çok meşhur
"Eskiden çocukluğumda Sezar gibi
resim yapardım. Şimdi çocuk gibi re­
sim yapmaya çalışıyorum beceremiyorum" diyor. Bu sözün arkasında
çok büyük bir anlam var. Bazıları
bunu yapmaya çalışıyorlar ama tabi
sinemada yapılmıyor bu başka sa­
natları kastediyorum. Şimdi bugü­
nün sanatçılarının görevi doğayı
taklit etmek değil, onu özümsemek ve
yeniden yaratmaktır. O'nu bir dü­
şünceye bürümek, yönlendirmek.
Başka türlü olamaz. Günümüzün sa­
natçısı artık o layık sanatçı değil.
Gününün sorunlarını bilen, gününün
felsefesiyle yoğrulmuş, gününün bi­
linciyle, teknolojisiyle modern bir in­
san. Bütün bunların yanısıra sanatçı.
Kitabınız, sinema dili üzerine
düşüncelerinizi en başlardan ele
alarak ele almış. Böylesi bir yakla­
şımın özel bir sebebi var mı?
Siz Mimar Sinan Üniversitesi
STV bölümü öğretim üyesisiniz.
Ve bu yıl YÖK bu bölümü ÖYS
kapsamına dahil etti. Yani artık si­
nema üzerine yetenek ve bilgiden
öte, iyi bir tarih ve coğrafya ezber­
ciliği sinemacı olmak için yeter de­
niliyor. Bu yıl bir kaos yaşanır mı?
Hem eğitimciler, hem öğrenciler
açısından.
Yani yarım yamalak yapılıyor bu
işler. Dışarıda oldu diye burada ol­
du. Biz hep taklit ettik. Biz çocukça
sanat yapmıyoruz. Yapıyoruz diye­
cektim onu da söylemek zor biraz.
Çünkü niye çocukca, çocuk taklit
eder anlıyor musunuz. Ama çocuklu­
ğun taklidi ilkel sanatçının yaptığı
işe benzer. İlkel toplumlardaki sa­
natçıya benzer. Çocuk öyle resim ya­
par, öyle sanat yapar. Taklit ederek;
çok objektiftir. Bir evi resmederek
evin duvarının içinden lambanın
yandığını görürüz. Bir de televizyon
seyreden adamı da görürsünüz. Bu
çok objektif. Oysa dışarıda görün­
mez o yapılanlar. Oysa taklit eder.
H.Z. Muhammed söylemiş "Her
kötünün iyi bir tarafı vardır." Şimdi
bakın bu gerçekten böyle. Bu gerçek­
ten çok kötü yapıldı, bu resmen kötü­
lük. Bunu böyle kabul etmek müm­
kün değil ama bununda mutlaka iyi
bir tarafı olacak. Doğruyu bulaca­
ğız. Doğruyu henüz bilmiyoruz. De­
neye deneye... Evet okullarda da
böyle oluyor. Şimdi bir taraftan da
öğrenciyi seçtiğimiz zaman çok mu
iyi bir öğrenciyi seçiyoruz sanıyor­
sunuz. Hayır, neden? Çünkü seçtiği­
miz halde bize verilen imkan, seçme
olanağı seçmekle seçmemek arasın­
da fazla bir şey bırakmıyor bize. Yani
öğrencilere birşeyler yazdırıyor, ön-
ce testen geçiriyor, ezberleyen, kurs
gören testi geçiyor. Ondan sonra
birşey yazdırmaya kalkışıyorsunuz.
Ne olduğu belli değil. Hangisinin iyi,
hangisinin kötü olduğunu ayıramı­
yorsunuz. Neden? Çünkü liseden çok
kötü geliyor öğrenciler. Hiçbir yara­
tıcı yönleri yok. Kaldı ki mülakatta
onun gerçekten yetenekli olup olma­
dığını anlayacağınız süre verilmiyor
gerçekten. Beş dakikada insan ancak
adını söyleyebiliyor. Zaten beş daki­
kada jürinin karşısına çıkma tedir­
ginliği gitmiyor, heyacan vb... Onun
için mülakat çok uzun sürmeli. Gön­
ler sürmeli, yani çocuğun psikoloji­
sini çok iyi analiz edebilmemez la­
zım... Şimdi sanıyorum bunu değişti­
recekler, itirazlar sürüyor. Fakat bu­
nu değiştirebilmeleri için bizimde
bazı şeyleri değiştirmemiz gereke­
cek. Yani "biz niye öğrenci seçmeli­
yiz" i çok iyi ortaya koymalıyız. Bunu
daha önce ortaya koymamıştık açık­
çası. Bir de bir takım spekülasyonlar
var. Dolaşıyor. Torpil, morpil. Ben
öyle birşey olduğunu sanmıyorum.
Açıkçası yani benim bildiğim kadar
ama şöyle birşey olabilir. Ben bunu
kötü görmüyorum. Şimdi bir çocuk
geldi zayıf ama bu çocuk benim gö­
züme girdi. Neyleri gözüme girdi.
Oturuşuyla, bakışıyla, gözleriyle
vb... Ben bunu alabilmeliyim. Bu
adam gelişime açık. Biz Sovyetler
Birliği'nde eğitim gördüğümüz za­
man, hocalarla çoğu zaman konu­
şurduk. Bir de öğrenci seçildiği za­
man orda herhangi biri gelip dinle­
yebilirdi. Kenardan seyredebilirdi.
Vilainçti Talankim diye bir yö­
netmen vardı. Atelye topluyordu. Bir
Vietnam'lı çocuk geldi. Yani bu ada­
ma ne sordularsa, inanın bana
abartmıyorum, bir kelime cevap ver­
medi, hiçbir şey söylemedi. On soru
soruldu hiçbirine ne olumlu, ne
olumsuz birşey söylemedi, cevap
vermedi. Ondan sonra teşekür ederiz
dediler.
Adam dedi "aldınız mı beni?"
-Bizler sonra açıklayacağız.
-Hayır şimdi açıklayacaksınız.
-Çıkın açıklayacağız. "Hayır çık­
mıyorum açıklayın. Şimdi bilmek is­
tiyorum" dedi. "Tabi almayacağız."
dediler. "Hayır bana daha sorun."
dedi.
Baktılar çaresiz birkaç soru daha
sordular yine cevap yok. Bu sefer de­
diler ki "lütfen çıkın!" "Hayır çıkmı­
yorum!" dedi. Ama kardeşim olmaz
ki böyle. Oradaki görevlilere dedi-
Teknoloji sinemayı ge­
liştiriyor evet geliştirmesi'
ne fakat teknoloji tek başına bir sanat olmuyor. Bu­
nun için insan beyni lazım.
Yaratıcı insan dehası de­
mek daha doğru olur bel­
ki.
ler, "lütfen bunu burdan çıkarın.
Onunla uğraşamayız." Üç-döri kişi
onu çıkaramadı. Ayaklarını dikleştirdi ve yere yattı adam. Sonra, "bı­
rakın şunu, gel!" dedi. "Bak biz sa­
na son bir soru soracağız. Eğer ce­
vap verirsen seni alacağız. Vermezsensen çıkıp gideceksin. Anlaştık
mı?" "Tamam, anlaştık" dedi çocuk
çaresiz. "Söyle" dedi "neden yönet­
men olmak istiyorsun?" Vietnamlı
ofladı, pufladı şöyle tersten baktı.
Talankime dedi ki, "sen niye yönet­
men oldun peki?" Talankim kahka­
hayla cevap verdi. Büyük bir kahka­
ha attı. 'Tamam" dedi "seni alıyo­
rum." Ve çok ilginç filmler yaptı.
Adamın diploma projesi de Aziz Nesin'in bir uyarlaması; ilginçtir. Yani
böyle birşey olabilmeli aslında.
Buna karşı herhangi bir itiraz
ya da yeni bir düzenleme yapılma­
sı yönünde okul idaresinin bir giri­
şimi olacak mı?
Oldu. Ben on senedir bir prog­
ram öneriyorum. Umarım onu dikka­
te alırlar bundan sonra. Tabi bu uy­
gulamaya karşıyım. Bu yürümez
böyle inanın. Ama okuldaki uygula­
malarda artık yenilenmeli, rayına
oturmalı. Bizim bütün arkadaşları­
mızın epey deneyleri oldu bu konu­
da. Tabi YÖK bunu böyle yapmadan
önce gidip okullara bakıp, yani bun­
lar ne ile ders yapıyor diye bir sora­
bilmeli. Bir de her üniversitede bir
sinema-televizyon açılacağına bir
tek üniversite, yakutta enstitü, veya
akademi neyse, olmalı.
'Sizin de kitabınızda geçen ve
ülkemizde sıkı sıkı tartışılan bir
düşünce suçu kavramı var. son sü­
reçte de ülkemizde yürütülen af
tartışmasında düşünce suçluların
da af isteniyor. Sizce tutsaklara
özgürlük mü, yoksa düşünceye öz­
gürlük mü?
Şimdi bakın gerçi Fazilet Partisi­
nin elemanları bunu söylüyor fakat
bu doğru bir şey. Bir defa hiç kimse­
nin suç işlemiş birini affetmeye hak­
kı yoktur. Ben suç işlemişsem, top­
lum suçu işlemişsem, topluma karşı
suç işlemişsem, onu gerçekten mağ­
dur ettiğim insanın beni affetmesi la­
zım. Onun için bütün mahkemeler
yeniden yapılmalı, cürümler vb. ve
bir katil zanlısının mağdur ailesi ge­
lip tamam biz bu adamı affediyoruz
diyorlarsa; ki o bile kolay kolay affe­
dilmemeli.
Yani kardeşim orda 400 milletve­
kili var. Çoğunluk neyse 276 millet­
vekili neyse 276 milletvekillinin hak­
kı yokki affetmeye şunu bunu. çünkü
onlara karşı suç işlemediler ki. Ben
iddia ediyorum. O milletvekillerine
kendilerine karşıbiri suç işlemiş ol­
sun onlar bu kararda zorlayacaklar
bu bir. Birde "Düşünce Suçluları"
diyebir kavramdan söz ediyorsak ki
ben düşünce suçlusu diye bir şey kab
ul etmiyorum ısrarla kabul etmiyo­
rum. Çünkü düşünceyi ben suç kabul
etmiyorum. O zaman düşünce suç­
lusu varsa bu ülkede o da devletin
kendisidir. Evet düşünen insanı suç­
lu görmekle asıl suçu devlet işliyor.
Onun affetmeye değil, affedilmeye
ihtiyacı vardır.
Teşekkür ederiz. •
43
HABER/YORUM
ANTAKYA BÜROMUZ, DÜZENLEDİĞİ PİKNİKTE HALKLA KAYNAŞTI
Kültür Sanatta TAVIR Dergisi Antakya temsilciliği, 16 Ağustos 1998 tarihinde Hatay'ın Karaali beldesinde
dayanışma pikniği düzenledi.
Piknikte yapılan açılış konuşmasında, hayatın her alanında olduğu gibi, savaşı kültür cephesinde sürdüren TA­
VIR Dergisi tanıtıldı. Okunan şiirlerin ardından, Şems-ıl Cenubi (Güneyin Güneşi) müzik grubunun dinletisi pik­
niğe katılan insanları coşturdu.
Türkülere eşlik eden anaların, piknikte kendi sesleriyle söyledikleri Arapça türküler, pikniğe katılanlara duy­
gu yüklü anlar yaşattı.
Verilen yemek arasının ardından oynanan skeçler ve "Asker" adlı mizah oyunu herkesin beğenisini topladı. •
GELENEKSEL İDİL FUTBOL TURNUVASI BAŞLADI
Birincisi geçtiğimiz yıl düzenlenen ve Gazi Halk Gücü'nün şampiyon olduğu; geleneksel olarak her yıl yapılması
düşünülen İdil Futbol Turnuvası, bu yıl Nurtepe'de başladı. 10 takımın katıldığı turnuvada kura çekimlerinin ardından
gruplar şöyle oluştu:
A GRUBU:
Armutlu Halk Gücü, Nurtepe Halk Meclisi, Güzeltepe Halk Gücü, Gazi Halk Gücü, Doğu Spor
B GRUBU
İdil Kültür Merkezi, Nurtepe Halk Gücü, Beyoğlu Çölemerik Spor, Alibeyköy Halk Gücü, Okmeydanı Halk Meclisi
Tek devreli lig usülüne göre oynanacak maçlar sonunda A Grubu'nun birincisi ile B Grubu'nun ikincisi, B
Grubu'nun birincisi ile A Grubu'nun ikincisi yan final karşılaşması yapacak. Bu maçların galibi de final maçı için karşı
karşıya gelecek ve turnuvanın şampiyonu bu karşılaşmanın sonunda belli olacak. •
İLK UTANÇ BELGESİ 0XF0RD YAYINLARI'NIN...
Bir, günlük gazeteden aktarıyoruz: "Oxford Yayıncılık, 'bandrol' adı verilen güvenlik holog­
ramlarını ilk alan yayınevi oldu. Bakanlığa başvurarak hologram talebinde bulunan Oxford Ya­
yıncılık, Bakanlık'ta düzenlenen törenle hologramları aldı. Tanesi 6 bin 500 liradan satılan ho­
logramlar için Oxford Yayıncılık, Kültür Bakanlığı'na 7 milyar 254 milyon 715 bin lirayı peşin
ödedi."
Dergimizin geçen sayısındaki "Kitaplara Bandrol Oyunu" adlı yazımızda, Kültür Bakanlığı'nın
yere-göğe koyamadığı "bandrol"ün iç yüzünü sizlere anlatmıştık.
"Bandrol" uygulaması aslolarak, hayatın pek çok alanında ortaya çıkan tekelleşme olgusu­
nu, yayıncılığa da hakim kılmayı amaçlıyor. Yayıncılık alanı, kitle iletişim araçları içerisinde tekelleşmeyen tek yer. Bu alandaki tekelleşmenin en büyük sonucu ise, devrimci-muhalif yayınev­
lerinin susturulması olacak. Böylesi astronomik rakamları ödeyemeyen yayınevleri, daha en
baştan "kalbur altı"na düşecek. Kazayla bu rakamları karşılayabilenler ise, devletin sansür ku­
rumlarıyla karşılaşacak. Böylelikle, düzenle hiçbir alıp veremediği olmayan yayın tekellerinin bo­
rusu ötecek!
Oxford Yayıncılık, bandrolleri, Bakanlık'ta düzenlenen törenle almış(!) Bize sorarsanız, tören
az gelir, bu örnek yayıncılara madalya taksalar yeridir ve de her birinin alınlarından öpülmelidir(!)
Bu durum karşısında, ağzı kulaklarına varan İstemihan Bey, "Hologram, yayınevleri açısın­
dan prestij meselesidir." buyurmuşlar. Sağolun, biz o prestijden almayalım! O şeref, Oxford
Yayıncılık gibilerine aittir.
Kültür Bakanlığı'nın yayın hayatına sokmaya çalıştığı bu sansür ve denetim politikasının ilk
adımını Oxford Yayıncılık attı. Bu durum, yayıncılık adına bir utançtır ve bu utanç, Oxford
Yayıncılık'ın boynunda hep asılı kalacaktır. •
44
BİR YAZAR DAHA OLDU SESSİZ:
BEKİR YILDIZI YİTİRDİK...
7 Ağustos Cuma günü kalp krizi geçirerek hastaneye
kaldırılan Bekir Yıldız, 8 Ağustos Cumartesi günü, sabah
10:00 sıralarında hayata gözlerini yumdu.
Bekir Yıldız, 1953 yılında Urfa'da doğdu. Babasının po­
lis olması nedeniyle çocukluk yılları, Van, Kastamonu, Urfa, Adana gibi bir çok şehirde geçti. İlkokuldan sonra Ada­
na Sanat Enstitüsü'ne girdi. Mersin ve İstanbul Sanat Ens­
titüleri'nde öğrenimini tamamladı. Bir yıl kadar değişik iş­
lerde çalıştı. Sonra İstanbul Matbaacılık okulunu bitirdi.
Dizgi operatörlüğü yaptı. 1962 yılında Almanya'ya işçi ola­
rak gitti. Dönüşünde bir baskı makinası getirerek matbaacılığa başladı. Sonra dizgi makinası alarak Asya
Matbaası'nı kurdu. Kendi de operatör olarak çalıştı.
Bekir Yıldız, yazarın görevini: "insan sevgisi, yiğitlik, şefkat, namus duygularını coşturup, üretim
araçlarının, sömürülen sınıflar adına ele geçirilmesinin kavgasını vermektir" diye açıklarken, gerçekleri
bütün çıplaklığı ve çarpıcılığı ile yansıtarak okuru silkeleyip amacına ulaşacağını düşünür: "Gerçekleri
yoğurup dinamit haline getirmeye çalışırım. Okunduğunda bu dinamitin mutlaka patlamasını isterim oku­
yanın kafasında". O, yazılarında gereksiz süslemelerden ve dolaylı anlatımlardan kaçar, insan gerçeğine
uygun yazılar yazmak ister. Herkesin, kitabım rahatlıkla okuyabilmesini ister:
"Eğer öykülerim ilgi görmüşse, nedeni süte su katmamış olmamdır. Fazla laf etmekten, dolambaçlı ve
yapışık bir anlatımdan kaçınmamdır."
İlk öyküsü, 1951 yılında bir çocuk dergisinde çıktı. Almanya'daki gözlemlerini kitaplaştırdı. "Türkler
Almanya'da", 1966'da yayınlandı. Çocukluk ve gençlik yıllarını geçirdiği Urfa ve çevresini konu alan öy­
küler yazdı. 1967'de "Reşo Ağa" ile adını duyurdu.
Bekir Yıldız'ın yazılan Yeditepe, May, Halkın Dostları gibi dergilerde yayımlandı. 1968 yılında "Ka­
ra Vagon" adlı kitabıyla May Edebiyat ödülünü, "Darbe" adlı romanıyla 1990 Milliyet Yayınları Roman
ödülünü almıştır.
En çok okunan yazarlar arasında yer alan Bekir Yıldız'ın "Bedrana", "Halkalı Köle", "Kara Çarşaf­
lı Gelin" adlı öyküleri sinemaya uyarlanmıştır. Sanatçının yapıtları arasında Türkler Almanya'da, Reşo
Ağa, Kara Vagon, Kaçakçı Şahan, Sahipsizler, Evlilik Şirketi, Harran, Beyaz Türkü, Alman Ekmeği, Dün­
yadan Bir Atlı Geçti, İnsan Posası, Demir Bebek, Halkalı Köle, Yaman Göç, Reform Masalı, Aile Savaş­
ları sayılabilir. Yazarın ayrıca Ölümsüz Kavak, Arılar Ordusu ve Şahinler vadisi isimli çocuk kitapları
vardır.
Anadolu roman geleneğinin bu büyük kalemini saygıyla anıyoruz. •
SABAHATTİN ALİ ÖYKÜ ÖDÜLLERİ
SAHİPLERİNİ BULDU
Güre Belediyesi tarafından bu yıl ilk kez düzenlenen ve Seçici Kurulu'nu Feridun Andaç, Talip Apaydın, Meh­
met Başaran, Osman Şahin ve Öner Yağcı'nm oluşturduğu "Sabahattin Ali Öykü Ödülleri", sahiplerini buldu.
Seçici Kurul'un yaptığı değerlendirmeye göre "birincilik ödülü", Mehmet Güler'in "Arka Oda" ve Zeynep
Aliye'nin "Raylardaki Merdivenler" adlı ödülleri arasında bölüştürülürken, "başarı ödülü", Özcan Karabulut'un
"Baştan Sona Yalnızlık" ve Hakan Şenocak'm "Naj"adlı eserleri arasında paylaşıldı.
Değerlendirmede ayrıca, Murat Bülent Tepebaşıh'nın "Kalıcı" adlı öyküsüne "özendirme ödülü" verildi. •
45
HABER/YORUM
BORATAV'IN ESERLERİ TÜRKİYE'YE GETİRİLİYOR!
Uzun yıllar boyunca Halkbilimci Pertev Naili Boratav'a sürgün hayatı ya­
şatan siyasi iktidarlar, şimdi Boratav'ın 50 bin sayfayı aşan yazı ve bunun yanısıra ses kayıtlarım içeren halkbilim arşivini Türkiye'ye getiriyor. Ölmeden
önce tüm eserlerini Tarih Vakfı'na bırakan Boratav'ın eserlerinin getirilmesi
bunlar için yeni bir kütüphane düzenlemesinin oluşturulmasının toplam 750
bin dolara malolacağı açıklandı. Şimdi bu miktarın toplanması için yoğun bir
şekilde sponsor aranıyor.
Sponsor arayışına bir katkı(!) sunmayı amaçlayan Kültür Bakam da her bir
eseri 7000 dolara satın alabileceklerini belirtiyor. İşin bu aşamasından itibaren
zaten girişimin devlet nezdindeki samimiyetsizliği de kendini gösteriyor. Son
zamanlann kültür kaharamanları holdingler ise gönüllü yardım yapmaya hazır
olduklarını belirtiyorlar.
Pertev Naili Boratav'ı sürgüne gönderen de, Halkbilim kürsüsünü kapatan
da bugünkü düzenden farklı değildir. Bugün ardından methiyeler düzenler yıl­
lardır iktidar koltuğunu sırasıyla paylaşıyorlar. Ne olduysa birden Boratav'ın
nasıl değerli bir kişilik olduğu akıllarına geliverdi. Bunun ilk etkeni de tabi ki
Boratav'ın ölmüş olmasıydı.
Bugünkü girişimleri devletin vicdani muhasebesi gibi görmek yanlıştır.
Egemenler şimdi yeni bir pazar bulmuş ve bunu sömürmenin hesaplarını yapı­
yorlar, yine eserlerdeki, Boratav'ın kişiliğindeki ilerici yanlan boşaltmaya ve
kendi çizgilerinde özdeşleştirmeye çalışıyorlar. •
GRUP GÜNIŞIĞI ELEMANINA GÖZALTI!
Her Cumartesi İzmir Haklar ve Özgürlükler Platformu tarafından Konak
Meydanında yapılan kayıplar için oturma eylemine 25 Temmuz'da polisler ta­
rafından saldın gerçekleştirildi. Polis, İzmir'de kaybedilen dört devrimcinin
akibetini araştırmak için gelen Belçikalı heyetten iki kişiyi gözaltına aldı. bu
arada heyete rehberlik eden Grup Günışığı elemanı Gökhan Güney'i de gözal­
tına alındı.
Çalışmalarım izmir İdil Kültür Merkezi'nde sürdüren Grup Günışığı'nın
gitaristi olan Gökhan Güney aynı gün serbest bırakılırken, Belçikalı heyette yeralan iki kişi sınırdışı edildi.
Polisin bu keyfi gözaltısını İzmir İdil kültür Merkezi ve İstanbul İdil Kül­
tür Merkezi, Grup Yorum, Özgürlük Türküsü, FOSEM, AGHS, Ayşe Nil Halk
Kütüphanesi, Okmeydanı Halk Kültür Merkezi ve Kültür Sanatta Tavır Dergisi
ve yaptıkları yazılı açıklamalarla protesto ettiler. •
HACI BEKTAŞ-1 VELİ ANMA TÖRENİ YAPILDI
Geleneksel Hacı Bektaş-ı Veli Anma Törenleri'nin 35.si, Nevşehir'in Hacı
Bektaş ilçesinde yapıldı. 15 Ağustos Cumartesi günü yapılan açılış törenlerinin
ardından, çeşitli müzik grupları ve yerel sanatçılar müzik dinletileri verdi. Et­
kinlikler, Pir Sultan Abdal Derneği'nin hazırladığı "Sivas Katliamı" m anlatan
slayt gösterisi ve söyleşilerle devam etti. Etkinlikler, semah gösterileri ve halk
oyunlarının ardından 18 Ağustos Salı günü sona erdi. Anma törenlerinde der­
gimiz de açtığı bir standla yeraldı..
Geleneksel olarak yapılan Hacı Bektaş-ı Veli Törenleri'ne katılım, beledi­
yenin yaptığı çalışmaların yetersizliği dolayısıyla fazla olmadı. •
46
KISA KISA
Grup Yorum
25 Temmuz 1998;
Okmeydanı Sibel Yalçın Direni;
Parkı'nda, '96 Ölüm Orucu şehitleri için
düzenlenen anmaya katılarak bir dinleti
verdi.
26 Temmuz 1998;
idil Kültür Merkezi tarafından, '96
Ölüm Orucu şehidi Ayçe İdil Erkmen'in
mezarı başında düzenlenen anmaya
katılarak "Mitralyöz" ve "Bize Ölüm Yok"
türkülerini seslendirdi.
26 Temmuz 1998;
Gazi Mahallesi'nde, '96 ölüm Orucu
şehitleri için düzenlenen anmaya katılarak
bir dinleti verdi.
26 Temmuz 1998;
Ümraniye 1 Mayıs Mahallesi'nde, '96
Ölüm Orucu şehitleri İçin düzenlenen
anmaya katılarak bir dinleti verdi.
2 Ağustos 1998;
TMMOB üyesi mühendislerin
-düzenlediği motor gezisine katılarak bir
dinleti verdi.
12 Ağustos 1998;
Son albümü "Boran Fırtınası",
dinleyicileriyle buluştu.
16 Ağustos 1998;
Kadıköy Akyüz Kitabevi tarafından
düzenlenen imza gününe katıldı.
22 Ağustos 1998;
Izmit Fuarı'nda bir konser verdi.
Konseri yaklaşık 2500 kişi izledi.
' Özgürlük Türküsü
16 Ağustos 1998;
Zeytinburnu Halk Meclisi Girişimi
tarafından düzenlenen pikniğe katıldı.
KISA KISA
Ayşe Gülen Halk Sahnesi
25 Temmuz 1998;
Okmeydanı Sibel Yalçın Direni;
Parkı'nda düzenlenen Ölüm Orucu
şehitlerini anma programında "Karıncalar"
adlı oyununu sahneledi.
26 Temmuz 1998;
İdil Kültür Merkezi'nde, Ölüm Orucu
direnişini konu alan "Karanlığı YırtanlarBedrettin Yiğitleri" adlı oyununu
sahneledi.
26 Temmuz 1998;
İdil Kültür Merkezi tarafından, '96
Ölüm Orucu şehidi Ayçe İdil Erkmen'in
mezarı başında düzenlenen anmaya
katılarak bir şiir dinletisi sundu.
26 Temmuz 1998;
Ümraniye 1 Mayıs Mahallesi'nde, Ölüm
Orucu şehitlerini anma programında,
"Karanlığı Yırtanlar-Bedrettin Yiğitleri"
adlı oyunundan bir bölüm sahneledi.
17 Ağustos 1998;
Avcılar Pazarı'nda "Af Değil Özgürlük"
isimli sokak oyununu sergilediler.
105.7
ÇEVRE RADYO'YA
90 GÜN
KAPATMA CEZASI
VERİLDİ.
Emeğin, Özgürlüğün, Kardeş­
liğin Sesi 105.7 Çevre Radyo, 2
Temmuz 1998 tarihinde saat
15.00' da yayınladığı haber bülte­
ninde, bir habere konu olan tutuk­
lular için "Tutsaklar" ifadesi kul­
lanıldığı ve yayınlanan bir müzik
parçasının sözlerinin " Toplumu
şiddet, terör ve etnik ayrımcılığa
sevk ettiği , toplumda nefret duy­
guları oluşturacak yayınlara imkan verdiği gerekçesiyle 90 gün kapatıldı.
Gerekçe olarak Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK)' nun 3984
sayılı kanununun 4. maddesinin (g) bendi hükmünün ihlali olarak gös­
terilen kapatma cezası, 19 Ağustos 1998 Çarşamba günü saat 00.00
dan itibaren yürürlüğe girdi.
Bilindiği gibi Emeğin, Özgürlüğün, Kardeşliğin Sesi 105.7 Çevre
Radyo 15 Mayıs 1998 tarihinde yine aynı gerekçelerle 30 gün süre ile
kapatılmıştı.
Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK)' nun açıklamasında" 3984
sayılı kanunun 4. maddesinin (g) fıkrasının tekrar ihlal edilmesi halin­
de 33. maddenin 2. fıkrası gereğince, ihlalin ağırlığına göre radyoya
uygulanan kapatma cezası 1 yıla kadar uygulanacağı veya yayın iz­
ninin iptal edileceğini" duyurmuştur. Bu arada 95.1 Özgür Radyo da
benzer gerekçelerle aynı tarihte yine üç ay kapatıldı.
RTÜK'ün bu ceza yağmurundan diğer televizyon ve radyo kurumlarıda bolca nasibini aldı. •
Grup Günışığı
25 Temmuz 1998;
'96 Ölüm Orucu şehidi Müjdat Yanat'ın
mezarı başında gerçekleştirilen anmaya
katılarak bir dinleti verdi.
26 Temmuz 1998;
Denizli İHD'nin '96 Ölüm Orucu
şehitleri anısına düzenlediği "Ölümü
Yenenlerin Anısına" adlı geceye katıldı.
2 Ağustos 1998;
Kuşadası'nda, '96 Ölüm Orucu şehitleri
için düzenlenen bir pikniğe katıldı.
KARİKATÜRİST
DOĞAN GÜZEL TUTUKLANDI.
"Qırıx" adlı karikatür bandının çizerliğini yapan Doğan Güzel, 31
Temmuz 1998 Cuma günü Beyoğlunda "şüpheli" olduğu gerekçesiyle
gözaltına alındı. Üç gün süreyle Beyoğlu Merkez Karakolu'nda tutu­
lan Doğan Güzel, çizdiği karikatürlerin "Türkiye Cumhuriyeti Devle­
ti'nin manevi şahsiyetini tahkir ve tezyif ettiği" gerekçesiyle 3 Ağus­
tos 1998 tarihinde çıkarıldığı Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından
tutuklandı.
Devletin, kendine muhalif sanat yapan bütün sanatçılar üzerinde
estirdiği terörü protesto ediyor, karikatürist Doğan Güzel'in, enkısa
sürede özgürlüğüne kavuşmasını istiyoruz. •
47
HALK ŞENLİĞİ AFİŞİ ASAN ÜÇ KİŞİYE TUTUKLAMA
Bem-Sen adına tertip komitesinin düzenlediği, Grup Yorum'un da katılacağı Halk Şenliği'ne valilik tarafın­
dan izin verilmedi. Öte yandan, Halk Şenliği afişi asan üç kişi tutuklandı. Gençlik Parkı Açıkhava Tiyatrosu'nda gerçekleştirilecek olan ve Grup Yorum'un yanı sıra Grup Harman Yeri, halk ozanlarından Ali Kocaoğlu
ve Aydın Günönü'nde katılacağı halk şenliğinin afişlerini asan Uç kişiyi polis arkalarından ateş ederek gözaltına
aldı. Dört gün süren işkenceli sorguların ardından Evrim Turan, Şerif Turunç ve İnanç Yaman tutuklanarak An­
kara Merkez Kapalı Hapishansi'ne gönderildiler. Konuyla ilgili açıklama yapan Tertip Komitesi halk
muhalefetinden korkanlar halkın acısını, sevincini, coşkusunu, umudunu türkülerini de dile getirmesinden kork­
tuklarını belirttiler. •
LİSE KİTAPLARINDA, TALİM TERBİYE KURULU ENGELİ:
NAZIM HİKMET VE AZİZ NESİN YASAK!
Ankara Milli Eğitim Müdürlüğü Komisyonu tarafından hazırlanan Lise 1 Türk Dili ve Edebiyatı kitabı,
serbest okuma parçalarında Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Melih Cevdet Anday, Nermi Uygur ve Ataol
Behramoğlu'nun eserlerine yer verildiği gerekçesiyle, Talim ve Terbiye Kurulu İnceleme Komisyonu tarafından
reddedildi.
Talim Terbiye Kurulu'nun, Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Melih Cevdet Anday, Nermi Uygur ve Ataol
Behramoğlu'nun eserlerinin yer aldığı Lise 1 Edebiyat kitabını reddetmesi, Nazım Hikmet Kültür ve Sanat
Vakfı, Pen Yazarlar Derneği, Türkiye Yazarlar Sendikası ve Edebiyatçılar Derneği'ni tarafından yapılan ortak
bir açıklamayla protesto edildi.
Yapılan ortak açıklamada; "Ankara Milli Eğitim Müdürlüğü Komisyonu'nca hazırlanan ve serbest okma
parçalarında Nazım Hikmet ve Aziz Nesin'in yapıtlarına yer veren Lise 1 Türk Dili ve Edebiyatı kitabının Talim
Terbiye Kurulu İnceleme Komisyonu tarafından yasaklanması, Milli Eğitim Bakanlığı içindeki gerici güçlerin
ne denli etkin konumda olduklarını birkez daha göstermiştir. Ülkemizin aydınlık bir geleceği, çağdaş dünyada
saygın bir yeri olsun istiyorsak, önce çocuklarımıza çağdaş yaşam kültürünü verecek eğitim olanaklarını
sağlamalıyız. Çağdaş edebiyata yer vermeyen bir eğitim sistemiyle çağdaş bireyler yetiştirebilme olanağı
yoktur." denildi.
Talim Terbiye Kurulu tarafından yasaklamaya gerekçe olarak gösterilen yazarların ortak özelliği; eserlerinde
halkın dertlerini, acılarını, sevinçlerini ve toplumsal sorunları konu alıyor olmalarıdır. Bu durum, açıktır ki,
gençliği talim(!) ve terbiye(!) etmek isteyenlerin işine gelmemektedir. Ülkemizin gençliğinin Nazım Hikmet'le,
Aziz Nesin'le buluşması, böylesi yöntemlerle engellenemez. Çünkü onların kökleri, egemenlerin
düşünemeyeceği kadar derinlerdedir. Bu kökleri koparmaya, hiçbir kişi ya da kurumun gücü yetmeyecektir.
DÜZELTME!
Dergimizin Ağustos '98
tarihli 7. say ısında, film
aşamasındaki bir yanlışlıktan
dolayı, ön kapaktaki logomuz
yanlış basılmıştır.
Suat Parlar'ın Yeni Kitabı
Kirli İşler
İmparatorluğu
Uyuşturucu Kaçakçılığı-Mafya-Devlet
Doğrusu; bu sayımızda
basıldığı gibidir.
Düzeltir, tüm okurlarımızdan
özür dileriz. •
48
ÇIKTIK!..

Benzer belgeler

İndirmek İçin Tıklayınız!

İndirmek İçin Tıklayınız! Halklar, tarih boyunca hak ve öz­ gürlüklerini egemenlerin gerici, baskı­ cı sistemlerine karşı büyük bedeller ödeyerek elde etmiştir. Bugün burju­ vazi dünya çapında, insanlığın kazan­ mış olduğu ...

Detaylı

İndirmek İçin Tıklayınız!

İndirmek İçin Tıklayınız! İdil Kültür Sanat Bilimsel Araştırma Yay. Org. Film. Tic. San. Ltd. Şti. tarafından yayınlanmaktadır. Sahibi İrşad Aydın Taksim Ayşe Nil Halk Kütüphanesi İstiklal Cd. Korsan Çıkmazı Saadet Apt.4/2 ...

Detaylı