Bizim Gezegenimiz Dünya

Transkript

Bizim Gezegenimiz Dünya
– Ne demek Gondi gonda?
BİZİM GEZEGENİMİZ DÜNYA
BİRİNCİ BÖLÜM
GONDVANA
SAAT 22:00 yatakhanenin bütün ışıkları söndü. Ortaokul
öğrencileri çoktan uyudular. Nöbetçi öğretmen gezinirken
uyku taklidi yapan büyük öğrenciler de birer birer uykuya
daldılar. Dişlerini fırçalamadıklarına pişman olup tekrar
musluğa gidenler usulca döndüler. Su sesleri de kesildi.
Birden, büyük sınıfların yatakhanesinden bir bağırma
duyuldu:
– Gondvan? Gondvan? Gond… Gondi…
Küçükler korkuyla yataklarından sıçradılar. Ne oluyor? Ne
var, diye birbirlerine sordular. Sonra tekrar yorganlarını
başlarına çektiler.
– Gondvan! Gondvani! Gondvana! Gond… Gondi…
Bu kez daha çok duyuldu bağırma. Lise yatakhanesinin
ışıkları yandı. Küçükler yalınayak fırlayıp o yana koştular.
Herkes birbirine bakıyor, bağıranın kim olduğunu anlamaya
çalışıyordu. Gürültü artmış, havada yastıklar uçuşmaya
başlamıştı ki kapının yanından biri seslendi:
– Nöbetçi öğretmen geliyor!
Işıklar o anda söndü. Bütün çocuklar yataklarına döndüler.
*
ERTESİ sabah çocuklar yüzlerini yıkarken, yemekhaneye
inerken hep aynı şeyi soruyorlardı birbirlerine:
– Kimdi bağıran?
Bizim Gezegenimiz Dünya
1/144
Suzan Albek
Altıncı sınıftan Engin, kahvaltıda yanındakini dürttü:
– Ben Gondvanya diye bir şey biliyorum ama ne olduğunu
çıkaramıyorum.
Karşıdan büyük bir öğrenci söze karıştı:
– Gondvana, Eskimo dilinde “Günaydın” demektir.
Küçüklerden biri atıldı:
– Hayır, değil, Gondvana, bir masaldaki devanasının adıdır.
Kızdı mı küplere biner, uçar Gondvana.
Engin beğenmedi bunu:
– Hayır! Durun, aklıma geldi şimdi. Gondvana Güney
Kutbu’nda bir yer olacak, yanılmıyorsam.
Gondvananın “Günaydın” anlamı en çok tutuldu. Hafta
boyunca küçükler sabah uyandıklarında, kahvaltıya
otururken, derse girerken birbirlerini “Gondvana,
Gondvana” diye selâmladılar.
Cumartesi günü öğleyin Engin, lise 2’den ağabeyi Aydın’ı
okulun önünde bekliyordu. Aydın kolunda çantası çıktı
kapıdan.
– Gondvana! Diye bapırdı Engin.
Aydın duraladı, kardeşinin yüzüne baktı:
– Bu da nereden çıktı?
– Günaydın demekmiş.
Hiç konuşmadan eve vardılar. Aydın dayısına gitmek üzere
annesinden izin aldı. Engin de takıldı peşine. Aydın kardeşini
ekmek için koşuyor, arada dönüp öfkeyle bağırıyordu:
Bizim Gezegenimiz Dünya
2/144
Suzan Albek
– Gelme diyorum sana! İşim var dayımla!
Engin dinlemiyor, inatla Aydın’ı izliyordu. Dayılarının evine
vardıkları zaman, Aydın hızla arayı açıp bir solukta
merdivenleri çıktı. Kapıyı çaldı.
İçerden tiz bir motor sesi geliyor, yüksek sesle konuşmalar
duyuluyordu. “Gondvanya,” “Gondvanya” dedi bir ses, kapı
açıldı, kuvvetli bir hava akımı Aydın’ı içeri çekti, kapı pat
diye kapandı. Engin kalakaldı dışarıda.
*
AKŞAM, Aydın nefes nefese eve döndüğünde babası sofraya
oturmuş bekliyordu. Usulca sofrada yerine geçti. Babasının
“Neredeydin bu saate kadar?” sorusunu bekledi.
Soru geldi, cevabı Aydın’ın yerine Engin verdi:
– Gondvanadaydı babacığım.
– Bırak şımarıklığı! O da ne demek?
Engin soruyu Aydın’a yolladı:
– Onu ağabeyime sorun babacığım.
Aydın bir öksürdü söze başladı:
– Öh! Öh! Gondvana bir kıtadır baba.
Babasının öfkesi meraka dönüşmüştü:
– Ya, öyle mi! Yeni mi çıktı bu kıta? Yoksa ad mı değiştirdi?
Soru böylece başka yöne dönünce Aydın rahatladı,
anlatmaya başladı:
– Hayır, yeni değil. Milyonlarca yıl önce vardı. Avustralya,
Hindistan, Afrika ve Güney Amerika’yı kaplıyordu.
– Peki, sonra ne oldu?
Bizim Gezegenimiz Dünya
3/144
Suzan Albek
– Sonra bu büyük kıta faylarla parçalara ayrıldı. Büyük bir
bölümü okyanusların altında kaldı. Wegener teorisine göre
bu karalar, birbirlerinden uzaklaştılar. Yeni kıtalar doğdu.
Bir kanıtı da var teorinin.
– Nedir o?
– Güney Amerika’nın doğu sahilleriyle, Afrika’nın batı
sahillerinin birbirlerine uyması… Yaklaştırırsanız hemen
hemen birleşecekler.
Bu konuşma sürerken Engin’in sofradan kalktığını kimse
görmemişti. Az sonra koşa koşa geldi içeri. Elinde bir
makasla küçük birer Afrika ve Güney Amerika haritası vardı.
İkisini de masanın üzerine koyup, yap-boz oyunundaki gibi
özenle birbirine ekledi.
– İşte tamam! Senin Mengener teorisi doğruymuş ağabey!
Aydın kardeşine öfkeyle bakıyordu!
– Mengener değil, Wegener. Ama sen nereden buldun o
haritaları?
– Şey… Senin eski ansiklopedinden kestim.
– Ne? Ansiklopedimden mi kestin? Gösteririm ben sana!
Aydın’la Engin, el kol bacak birbirlerine üzereydiler ki, Engin
fısıldadı:
– Bırak kolumu, yoksa yatakhanede Gondvana diye
bağıranın sen olduğunu bütün okula yayarım.
Ortalık birden yatıştı, ikisi de hiçbir şey olmamış gibi
oturdular yerlerine. Aydın babasına döndü:
– Bu konu üstünde dayım çalışıyor. Ben de ona yardım
ediyorum. O size daha iyi bilgi verir. İsterseniz yarın gidelim.
– Bakalım, belki gideriz. Fakat bu işler senin derslerini
aksatmıyor mu?
Bizim Gezegenimiz Dünya
4/144
Suzan Albek
Engin meyvesini yiyinceye kadar az önceki çatışmayı
unutmuştu. Soruyu karşıladı:
– Sanmam babacığım. Bütün öğretmenler bana “Sen Aydın
Özbilen’in kardeşi misin? Onun gibi çalışkan olacak mısın?”
diye soruyorlar.
Söyleyecek söz yoktu artık. Ertesi gün hep beraber
Yerbilimci dayıya gitmeye karar verildi.
*
Aydın birden Engin’e döndü:
– Saçmalama! Nereden biliyorsun Dünya’nın soğuduğunu?
Anne Özbilen söz karıştı:
– Aydın, niye kardeşini azarlıyorsun? Dünya, Güneş’ten
koptuğu zaman ateşten bir top değil miydi? Yavaş yavaş
soğudu. Soğurken de üstünde kırış kırış bir kabuk oldu.
Kabuğun bazı yerleri çatladı. Tıpkı benim fırından
çıkardığım elma tatlıları gibi…
PAZAR sabahı Özbilenler kapıyı çaldıkları sırada, yerbilimci
Metin Toprak büyük bir yer yuvarlağını bir motor
aracılığıyla döndürüyordu. Engin kapıdan başını uzatıp:
– Gondvana. Gondvana! Diye bağırdı.
Aydın ile Engin bu sözleri duyunca gülmeye başladılar.
Engin:
– Anne, biz Dünya’nın Güneş’ten kopmuş olduğunu
ilkokulda öğrendik. Ama başlangıçta Dünya’mız soğuk
muydu, sıcak mıydı onu bilmiyorum…
Metin toprak motoru durdurdu.
– Gondvanya! Hoş geldiniz!
Aydın kesinlikle:
– Soğuktu…
Odanın içi çeşitli boylarda kürelerle doluydu. Her biri ayrı
renklerde boyanmıştı. Bazılarının üstünde sadece demiryolu
gibi siyah çizgiler vardı. Duvarlarda Dünya’nın uzay
araçlarından alınmış resimleri asılıydı. Engin siyah çizgili
küreyi havaya atıp tuttuktan sonra sordu:
– Bu Mars gezegeni mi dayı?
– Neden Mars olsun?
– Mars’ın üstünde böyle siyah kanallar var ya…
– Değil, ama ilginç bir benzetme yaptın. Bu da yer küresi. Bu
siyah çizgiler Dünya’mızın büyük çatlakları, yani faylar.
Görüyor musun? Okyanusun dibinde bile derin çatlaklar var.
Bir çatlak da Akdeniz’in üstünden geçiyor.
– Demek soğurken çatlamış Dünya’mız?
Annesi:
– Peki, o çatlaklar ne öyleyse? Niye dağlar oldu? diye sordu.
Bizim Gezegenimiz Dünya
5/144
Suzan Albek
Aydın:
– Bazı şeylerin de içi genişledikçe kabuğu çatlar. Biz
büyüdükçe pantolonun dikişleri patlamıyor mu? diye yarı
şaka, yarı ciddi cevap verdi.
Yerbilimci dayı ile baba Özbilen bir köşede konuşmaya
dalmışlardı:
– Bütün jeoloji bilginleri bu konuları tartışıyorlar. Son
yıllarda uzaydan alınan fotoğraflar, Dünya’mız üstünde çok
ilginç belgeler verdiler. Ama yine de Dünya’nın oluşumunu
anlamak için kabuğunun altında, çekirdeğinde neler
Bizim Gezegenimiz Dünya
6/144
Suzan Albek
olduğunu bilmek gerek. Bu konuda bize yer sarsıntıları,
volkanlar, petrol kuyuları çok yardımcı oluyor. Önümüzdeki
yaz bir araştırma gezisine katılmak istiyorum. İzin verirseniz
Aydın’ı da yardımcım olarak yanıma alabilirim.
Gezi sözünü duyan Aydın’ın yüreği ağzına gelmişti.
– Baba, görüyor musunuz? Bütün bu küreleri ben boyadım,
elektrik tellerini bağladım. Dayımın hesaplarına da yardım
ettim.
– Görüyorum, görüyorum, iyi çalışmışsın! Yine de lise
öğrencisinden yerbilimcisi olmaz. Hele bekle bir iki yıl daha.
Metin Toprak izni koparmak niyetindeydi:
– Geziye katılıp katılmayacağımızı şimdiden bildirmemiz
gerek. Aydın’ın lise öğrencisi olması önemli değil. Bu
konularla çok ilgileniyor…
Odada bir vınlama duyuldu. Engin dikkatsizlikle kırmızı bir
düğmenin üstüne oturmuştu. Birçok küre çeşitli yönlerde
fıldır fıldır dönmeye başladılar. Odanın içinde güçlü bir hava
akımı doğdu. Konuşmalar bu gürültü içinde yitip gitti.
İKİNCİ BÖLÜM
ÇAĞRI
AYDIN ders yılı boyunca sınıf birinciliğini kimseye
kaptırmadı. Yılsonuna doğru bir gün Lise Müdürü Aydın’ın
sınıfına girdi; bütün çocuklar ayağa kalktılar. Müdür,
elindeki kâğıtlara göz atarak konuşmaya başladı:
Uluslararası bir araştırma kurumu önümüzdeki yaz tatilinde
bir Japon gemisiyle dünya gezisi düzenlemiş. Bu geziye
okulumuzdan Aydın Özbilen’e bir çağrı var.
Bütün başlar Aydın’a döndü. Aydın kıpkırmızı oldu. Müdür
sözünü sürdürdü:
Bu mektupla benden Aydın Özbilen hakkında bilgi isteniyor.
Aydın Özbilen’in sınıfta iyi bir arkadaş ve bütün derslerini
çok severek çalışan bir öğrenci olduğunu biliyorum. Bu
geziye katılmasını onaylıyorum.
Sınıfta bir alkış koptu. Aydın ayağa kalktı., arkadaşlarına
başıyla selâm verdi. Sonra müdürün yanına giderek teşekkür
etti. Müdür Aydın’ın elini sıkarak tekrar söze başladı:
– Japon gemisi haziran başında İstanbul’a gelecek.
Mektupta ek olarak geminin gideceği yerleri gösteren bir
harita var.
Müdür renkli bir harita açtı. Öğrencilere doğru tuttu. “Ne
güzel!” diye sesler yükseldi sınıftan.
– Sakin olun! Bu mektupta sizi de ilgilendiren bir bölüm
var: Eğer Aydın Özbilen bu gezide bir lise öğrencisinin
çalışmalara katılıp yararlı olabileceğini kanıtlarsa her yıl,
Bizim Gezegenimiz Dünya
7/144
Suzan Albek
Bizim Gezegenimiz Dünya
8/144
Suzan Albek
okulumuzdan bir öğrenci bu kurum tarafından düzenlenecek
bir geziye katılacak. Bunu bütün sınıflara bildireceğim.
Müdür sözünü bitirip sınıftan çıkarken, öğrenciler ayağa
kalkıp Aydın’ın çevresini aldılar:
– Kutlarız! Kutlarız!
– Aydın, sen gidemezsin bu geziye, yarı yolda evini özler,
dönersin.
– Niye Aydın gidiyor? Son sınıflarda başka çalışkan öğrenci
yok mu?
– Bir iş var bunun içinde!
– Aydın’ın bir bilgin dayısı var. O yazmıştır kuruma!
– Ne olur yazmışsa! Fena mı? Okulumuz da yararlanacak
bundan.
– Annesi yollamaz Aydın’ı.
– Kıskanmayın! Aydın hiç birimizin anlamadığı kitaplar
okuyor. Hepimizden bilgili.
– Bütün gece de garip garip şeyler sayıklıyor!
– Bilgin Aydın! Bilgin Aydın!
Aydın arkadaşlarının elinden güçlükle kendini kurtardı,
altıncı sınıftan kardeşi Engin’i aramaya gitti.
*
YAZ tatili başlayınca Aydın, dayısıyla beraber bütün yol
hazırlıklarını tamamladı.
5 Haziran sabahı beyaz bir gemi limana girdi. Siyah
bacasının üstünde büyük, sarı bir yuvarlak vardı. Burnunda
“Fuji-Yama” yazıyordu.
Aydın, annesi, babası, kardeşi ve kendisini geçirmeye gelen
arkadaşlarıyla vedalaştı, gemiye bindi.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
AYDIN’DAN ENGİN’E MEKTUP
8 Haziran 1973
Fuji-Yama
Kardeşim Engin,
Karadeniz neden “kara” biliyor musun? Nereden bileceksin!
Dur, sana her şeyi baştan anlatayım:
Fuji-Yama demir aldıktan sonra güvertede ekibimizin bütün
üyeleriyle tanıştım. Başkanımız Japon Profesör Okado. Sert
görünüşlü bir adam. Boğaza girerken pek heyecanlandı:
“İşte, büyük kıtaları birbirinden
çatlaklardan biri!” diye bağırdı.
ayıran
en
önemli
Ben yanında duruyordum. O sırada hemen; “Ne olur anlatın,
nasıl çatlamış burası?” diyemedim. Akşam yemeğinden
sonra masalara planlar, haritalar serilip konuşmalar
başlayınca Okada ne dedi dinle bak:
“Bir milyon yıl önce Karadeniz tıpkı Hazar Denizi gibi büyük
bir göldü. Tuna, Sakarya, Kızılırmak, Dniepr, Dniestr, Don
nehirleri bu gölü tatlı sularıyla besliyorlardı. Bu yüzden
gölün tuz oranı çok düşüktü. Burada tatlı su koşullarına uyan
pek çok hayvan ve bitki yaşıyordu. Fakat jeolojik bir olay
sonucu, büyük bir çöküntü oldu. Çanakkale ve İstanbul
boğazları açıldı. Akdeniz’in tuzlu suları Karadeniz’e
doldular.”
“Göl canlıları bu değişime uyamadıklarından öldüler, dibe
çöktüler. Orada kokuştular. Bu yüzden Karadeniz’in suları,
Bizim Gezegenimiz Dünya
9/144
Suzan Albek
Bizim Gezegenimiz Dünya
10/144
Suzan Albek
bu kokuşmadan çıkan hidrojen sülfürle bulaşıktır. Bu gazlı
bölüm 200 metreden dibe kadar gider. Bugün ancak üst
tabakalarda hayat vardır, derinlerde yoktur.”
Anladın mı şimdi? Sülfür! Yani kükürt gazı. Pis kokulu,
berbat bir şey. Korkma, bu gaz senin denize girdiğin Kilyos,
Şile plajlarında yok. Ortalarda. Şimdi bizim geçtiğimiz
kapkara dalgalı yerlerde.
yarıyor. Japonca öğrenemem ama Almancamı ilerleteceğim.
Her zaman bu kadar uzun yazacağımı umma.
Hoşça kal!
Aydın Özbilen
Uluslararası Yerbilim Araştırmaları Ekibi Üyesi
“Peki, Okado niye böyle konferans çekiyor?” diyeceksin. Bu
gemi, okul da ondan. Okado’nun beş tane öğrencisi var
yanında. Üçü müthiş birbirlerine benziyor, aynı boydalar.
Adları; Atio, Butio, Cutio. Hiç birbirlerinden ayrılmıyorlar.
Üçgenin üç köşesi A-B-C gibi. Mikio biraz uzun boylu. Tung,
şişman güleç yüzlü. Almanya’dan iki öğrenci var. Kurt ve kız
arkadaşı Bettina. Bunların hepsi üniversiteden, Yerbilim
Bölümü öğrencileri.
Gemide iş bölümü yapılmış. Bütün öğrencilere mutfak,
güverte, gözlem nöbeti düşüyor. Yani, patates soymak,
güvertenin tahtalarını fırçalamak, gözlem odasında aletlerin
başında ölçü almak…
Birkaç gün sonra Batum’a varıyoruz. Oradan uçakla petrol
bölgelerine gideceğiz. Sonra sana anlatırım gördüklerimi.
Sen “Çamur Volkanı” nedir, bilir misin? Nereden bileceksin!
İşte Hazar Denizi’nde onları göreceğiz.
Bizim Mika’ya iyi bak! Çok şeker verme, gözleri sulanır.
Ansiklopedilerimden resim kesme, dönünce hesabını
sorarım. Bütün tatili peşinde köpek, bisiklet üstünde
geçirme. Otur, İngilizce çalış. Benim İngilizcem çok işe
Bizim Gezegenimiz Dünya
11/144
Suzan Albek
Bizim Gezegenimiz Dünya
12/144
Suzan Albek
Sıfırlar azalıyor. Günümüze vardık. Her yer karanlık. Yalnız
kazma sesleri duyuluyor. Nokta halinde ışıklar orada oraya
gidip geliyor. Uzaktan bir araba tıkırtısı duyuluyor.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
KARADENİZ’DE İLERLERKEN
KOSKOCA bir timsah başı… Üstü kabuk kabuk. Ağzı
durmadan açılıp kapanıyor. O ne? Timsah değil bu. Vücudu
iri ve hantal… Arka ayaklarının üstüne yaslanmış. Yosunlarla
kaplı bir ağaç kütüğünün üstünde oturan tam bir canavar.
Önünde büyük bir göl var. Yerler yemyeşil, yosunumsu
bitkilerle örtülü. Eğreltiler, dev sarmaşıklar göklere
yükseliyor. Korkunç canavar kütükten göle doğru kayıyor.
Yeşil sulara kuyruğunu vurdukça iri hayvanlar başlarını
çıkarıp tekrar dalıyorlar.
Otların arasında çok büyük bir kurbağanın artıkları var.
Üstünde dev kelebekler uçuşuyor. Canavar, ağacın üstünden
inip ağır ağır uzaklaşırken bu görünüm üstünde bir yazı ve
sayı beliriyor.
Büyük bir gümbürtü ile bu yazı ve sayı silindi. Şimdi yeşil
çayırları çevreleyen dağlar ateş püskürmeye başlıyor. Yer
gök oynuyor. Gölün kenarındaki dev eğreltiler, kalın gövdeli
ağaçlar, kibrit çöpü gibi devrilip sulara gömülüyorlar.
Toprak tekrar yatışıyor. Yanardağların yamaçlarını çayırlar
kaplıyor. Aralarından ırmaklar akıyor. Yeni canlılar çıkıyor
ortaya.
200.000.000
Bizim Gezegenimiz Dünya
200.000
13/144
20.000
Suzan Albek
İşte kocaman bir kömür parçası... Kökleriyle, dallarıyla tıpkı
bir ağaç biçiminde… Başka bir parçanın üstünde kat kat
kömürleşmiş yapraklar, hatta yaprakların damarları
görünüyor.
Gözlüklü uzun boylu bir adam işçilerin getirdiği bu
parçaların resmini çekiyor. Daha sonra işçiler kömüre
bulaşmış iri kil ve kumtaşı parçalarını gözlüklü adama
getiriyorlar. Bakın bakın, neler var bunların üstünde:
Kabuklu su hayvanlarının izleri, parmakları bir bir sayılan
pençeler, dizi dizi omurgalar…
Tırt… Tırt… Tırt… Film bitti.
“KARBON ÇAĞI 300 – 320 MİLYON”
300.000.000
Ortalık aydınlanıyor. İşçiler, arabalar içinde büyük kömür
parçalarını yeryüzüne çıkarıyorlar.
2000
*
GEMİNİN küçük sinema salonunun ışıkları yandı. Uzun boylu
gözlüklü İngiliz uzman David Kohle ayağa kalktı söz aldı:
– Filmde beni tanıdınız sanırım. Bu filmi öğrencilere
kömürün nasıl oluştuğunu göstermek için yaptık. En ilginç
olanı da gördüğünüz gibi kömürlerin en alt katmanında
çıkan, kil ve kumtaşları üstündeki fosiller. Çok eski ama çok
iyi poz veren artistlerdir onlar.
Film, Aydın’ın çok hoşuna gitmişti. Yanında oturan dayısına
döndü:
Bizim Gezegenimiz Dünya
14/144
Suzan Albek
– Boğazdan çıkınca Kilyos’tan ötede bizde de çok kömür
var. Hele Ağaçlı’da denizin hemen dibindeki yarlar, kat kat
kömür. Acaba, orada araştırma yapsak biz de fosil bulur
muyuz?
Dayısı cevap verdi:
– Oradaki kömür linyittir. Sen yine gittiğinde bak. En alttaki
kil katmanında belki filmdeki canavarın fosilini bulursun.
Aydın dayısının şaka yaptığını anlamıştı:
– Niye olmasın? Yerin altını araştırırsak neler buluruz!
Kömür, elmas, altın, zümrüt, yakut… İyi aranırsa yerin
üstünde bile neler bulunur. Bir yerde okumuştum; ilk
yakutu, Ortaasya’da devrilen bir ağacın kökleri arasında
bulmuşlar.
– Kömürden yakuta geçtin Aydın, çok düş kuruyorsun.
Aydın ile Metin Toprak konuşurlarken salonun ışıkları
sönmüştü. David Kohle, piposunu masasının üstüne vurdu:
– Lütfen susalım! İkinci film başlıyor.
Yeşil, durgun bir deniz. İçinde bir sürü canlı kıvıl kıvıl
dolaşıyor. Öbek öbek yosunlar o yana bu yana sallanıyorlar.
Sinema makinesi suyun içinde kaynaşan renk renk canlıları
mikroskop altında büyütülmüş olarak gösteriyor bir ara.
Tüylerini oynata oynata hareket eden minnacık hayvanlar
bunlar. Kenarda, bir derenin çamurlu suları denize karışıyor.
Küçük hayvancıklar bu çamurlu suyun içindeki toz gibi
tanecikleri kapıyorlar, hücrelerinin içinde sindiriyorlar,
sonra tekrar eğile büküle başlıyorlar kaynaşmaya. Arada bir
bu hayvanlardan bazıları duruveriyor. Şerit gibi yosunlarla
beraber, ağır ağır suyun dibine çöküyorlar.
Bizim Gezegenimiz Dünya
15/144
Suzan Albek
Deniz biraz dalgalanıyor. Uzun bir süre geçtiğini anlıyoruz.
Denizin dibinde çubuk gibi bakteriler, dibe yığılmış olan bu
küçük hayvancıklara üşüşüyorlar; hücreler ayrışıyor, dipte
kara, kalın bir çamur oluşuyor. Yine deniz dalgalanıyor. Yüz
binlerce yıl geçiyor. Denizin dibindeki kara çökelekten
minnacık yağ damlaları çıkıyor, yavaş yavaş suyun yüzüne
doğru yükseliyorlar. Bu damlalar birike birike sanki bir yağ
seli oluyorlar, başlıyorlar çevredeki kayaların arasına
sızmaya. Bazı kayalar sıvı geçirmez cinsten. Yağ seli bunların
oyuklarında birikip kalıyor. Başlıyor tüte tüte gaz çıkarmaya.
Deniz yeniden dalgalanıyor. Suyun içine lavlar akıyor. Bir
önceki filmde olduğu gibi yeryüzünde yanardağlar
püskürmüş herhalde. (Bu film sadece suyun dibini
gösteriyor. Yeryüzünü değil.) Derelerin çakıllarla suyun
dibini doldurduğunu görüyor, yağmur gibi kum savuran
rüzgârın sesini işitiyoruz.
Böylece içinde gaz-yağ-deniz suyunun depolandığı kayalar,
kalın bir tortul örtüyle kaplanıyor.
Perde kararıyor. Derin mağaralarda yankılanan sesler gibi
bir müzik işitiyoruz. Perde aydınlanırken bir de ne görelim!
Kapkara bir boru, tortul katmanları dele dele yerin altına
iniyor, gaz ve yağ deposuna yaklaşıyor… yaklaşıyor…
Yaşasın! İnsanlar, milyonlarca yıl sonra çok önemli bir yakıt
olan petrolü buldular.
*
SALONUN ışıkları yandı. Kömür ve petrol uzmanı David
Kohle ayağa kalktı:
– Bu filmde ben yokum. Başoyuncular; mikro-organizmalar,
kayalar, sular… Doğanın güçleri.
Bu kadar gürültüden sonra hepinize iyi uykular!
Bizim Gezegenimiz Dünya
16/144
Suzan Albek
BEŞİNCİ BÖLÜM
ATEŞ TANRISI
üstünde ufak ufak alevlerin alçalıp yükseldiğini gördüler
hep.
FUJİ-YAMA, Karadeniz’de dört günlük bir yolculuktan sonra
Batum’a vardı. Orada hiç kalmadılar. Kendileri için tutulmuş
özel bir uçakla, Musul’a gitmek üzere havalandılar.
Hava yolu Doğu Anadolu dağlarının üstünden geçmekteydi.
Bulutların arasından denizin üstündeki adalar gibi dağların
dorukları görünüyordu. Aydın, aşağısını seyrederken kendi
kendine mırıldandı:
– Benim her yanı ayrı güzel yurdum! Benim güzel yurdum!
Uçak gitgide yükseliyordu. Az sonra altlarında pamuk gibi
bembeyaz bulutlardan başka bir şey görmez oldular.
Günlerden bir gün, o yörede oturan yaşlı bir adam, o ince
ince alevlerin tüttüğü yerde derin bir kuyu açtı. Kuyudan su
yerine kötü kokulu, yağlı, kara bir sıvı çıktı. İhtiyar adam
buna sevindi. Kuyusunun yanına bir kulübe yaptı. Başladı
kova kova kara su çıkartmaya.
*
Kuyudan neden kara su çıktığını dede de bilmiyordu ama bu
kara su çok işine yarıyordu. Doldurduğu şişeleri çocuklara
veriyor, hepsini pazara yolluyordu. Çocuklar akşama kadar
dolaşıyor : “Yakan su! Yakan su! Kara ilaç! Kellere,
çıbanlılara, karnı ağrıyanlara kara ilaç!” diye satıp şişeleri
bitiriyorlardı.
“GÜNÜMÜZDEN yüzyıllarca önce İran ve Irak yaylalarının
Doğu Anadolu’ya kavuştuğu bu yörede çok tanınmış bir
tapınak vardı. Ortasında hiç sönmeyen bir ateş yanardı. Yerli
halk, kurbanlarla, armağanlarla tapınağa gelir, bunları “Ateş
Tanrısı”na sunarlardı. Hiç kimse ortadaki ateşe fazla
yaklaşmaya cesaret edemezdi. Zaten tapınağın rahipleri
bunu yasaklamışlardı.
Çalı çırpı konulmadan sürekli olarak yanan bu ateşin
nereden çıktığını merak eden bir genç adam, bir gece, gizlice
tapınağa girdi. Kutsal ateş bu meraklı adamı hemen yakıp
kavurarak dışarı attı. Bu yüzden ülkenin insanları, yüzyıllar
boyunca korku içinde ateş tanrısına taptılar.
Savaşlar, akınlar oldu. Tapınak yıkıldı. Ortasındaki büyük
ateş söndü. Fakat geceleyin oradan geçenler, toprağın
Bizim Gezegenimiz Dünya
17/144
Suzan Albek
İhtiyar adam bu sıvıyı şişelere doldurup kulübesine
diziyordu. Çevrenin çocukları kuyunun yanına gelip şaşkın
şaşkın bakıyor, sonra soruyorlardı:
– Dede, niye herkesin kuyusundan beyaz su çıkıyor da senin
kuyundan kara su çıkıyor?
Daha sonra o bölgede başka kuyu açanlar oldu. Hepsinden
“Neft” dedikleri kara sıvı çıktı. En sonra da yüzyılımızın
başında uzmanlar, mühendisler, iş adamları oraya geldiler.
Büyük burgularla çok derin kuyular açtılar. Başladılar bol
bol kara sıvı çıkarmaya. Bu sıvının adı taş yağı anlamına
gelen “Petroleum” idi.
Petrol çok yanıcı bir sıvıydı. Çelik kulelerin kurulduğu
yerlerde sık sık yangınlar oldu. Buna karşılık, bütün
dünyanın çok işine yaradı. Taşıt araçlarını yürüten benzin;
Bizim Gezegenimiz Dünya
18/144
Suzan Albek
aydınlatma, ısıtmada kullanılan daha pek çok yan ürün
petrolden çıkarıldı.”
*
YERBİLİMCİLERİN uçağı bulutların üstünde bir saat
uçtuktan sonra alçaldı, alçaldı, kurak Musul düzlüğüne indi.
Az sonra vardıkları petrol alanından sürekli bir uğultu
geliyordu. Aydın ilk olarak petrol kuyularını görüyordu.
Onun için kendilerini gezdiren teknisyeni ve yanındaki
çevirmeni dikkatle dinliyordu:
– Buradaki kuyunun derinliği 1500 ile 3000 metre arasında
değişir. Daha kuzeyde, Kafkasya’da ise 5000 metreye kadar
iniliyor. Açılacak kuyunun derinliği, yeryüzünü örten tortul
katmanın kalınlığına bağlı. Bu derinliğe indirilen boruların
çok çeşitli kayaları delmesi gerek.
Bir öğrenci teknisyene sordu:
– Bu kadar sert kayaları ne ile delebilirsiniz?
– Elmasla. Dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de en
uçtaki kesici alete elmas takılı. Çünkü bildiğimiz en sert
madde budur. Amerika’da “Borasan” adında daha sert bir
karışım elde edildi. Biz yine de elmasla çalışıyoruz. Uçtaki
borunun sürekli olarak dönmesi bu kesme işini
kolaylaştırıyor. Kayaları kesmekle iş bitse yine iyi… Yeni
açılan kuyularda bu kayalardan örnekler çıkarma
zorunluluğu var. Bazen borunun ucundaki 6-7 metre
uzunluğunda havuç biçimindeki kaya parçasını yukarı
çekeriz.
Aydın merakını yenemedi, teknisyenin sözünü kesti:
– 2000-3000 metrelik boruyu o kadar güçlükle indirmişken
nasıl tekrar çıkarırsınız?
Bizim Gezegenimiz Dünya
19/144
Suzan Albek
Teknisyen Aydın’a döndü:
– Eğer bu boru tek parça olsaydı dediğiniz gibi çok zor bir iş
olurdu bu. Fakat petrol sondaj boruları su boruları gibi
birbirine geçmedir. Bunlar parça parça yukarı alınır. İçlerine
dolan çamur ve kaya parçaları boşaltılıp incelenir. Bunlar
yerkabuğunun yapısı konusunda çok ilginç bilgiler verirler.
Bu geçme borular elektrik enerjisiyle tekrar kuyuya indirilir.
En uçtaki dönen kesici parça gaz katmanını geçip petrol
yatağına eriştiği zaman…
Öğrenciler neşeyle bağrıştılar:
─ Vıjjt.. Vıjjt.. diye fışkırır petrol!
─ Tıpkı artezyen kuyusundan fışkıran su gibi!
─ Yanardağın püskürttüğü dumanlar gibi kapkara!
O sırada çelik bir kulenin dibine gelmişlerdi. Teknisyen
büyük gürültülerle çalışan makineleri gösterdi.
– Söylediğiniz kadar kolay değil. Her zaman fışkırmaz
petrol. Çok yerde bu büyük pompalarla çekmek gerekir.
Makineler o kadar gürültü çıkarıyorlardı ki artık söylenen
sözler duyulmaz olmuştu. Teknisyene teşekkür ederek
oradan uzaklaştılar.
Aydın gördüklerinin etkisi altındaydı. Geceyi geçirecekleri
misafirhaneye giderlerken arkadaşlarıyla hep bu konu
üstünde konuşuyorlardı.
– Bu kadar derinden çıkarılan başka maden var mı acaba?
– Hayır! En derinden gelen, petrol. Bunun için petrole
“Karanlık derinliklerin güçlü kralı” deniyor.
– Ya elmas? Şu gökyüzündeki yıldızlar gibi pırıl pırıl
parlayan elmas? Demek yüzük, küpe yaptığımız o güzel taş
bu işlere de yarıyor.
Bizim Gezegenimiz Dünya
20/144
Suzan Albek
Bettina gökyüzüne doğru konuşurken önündeki çukuru
görmemişti. Çamurun içine yuvarlandı. Arkadaşları hemen
yardımına koştular. Aydın, Bettina’yı kolundan tutup
kalkmasına yardım ederken ayağına sert bir şey takıldı.
Eğildi, çamurların arasında yuvarlak bir taş eline geçti. Aldı,
biraz çamurunu ovalayıp çantasına attı.
Bettina üstünü silkelerken:
– Nasıl da görmedim önümü! Diye söyleniyordu.
– Elmasları düşünüyordun, dedi Kurt. Merak etme, sana
dönüşte bir elmas yüzük alacağım. Ama bu gezide iyi bir
yerbilimci olduğunu görürsem tabii.
Aydın, Bettina’nın yere düşen çantasını kaldırdı, verdi:
– Karanlık derinliklerin güçlü kralı seni yeraltına çekiyordu
az kalsın, dedi.
Üçü elele verdiler. Kurt hafif bir şarkı tutturdu:
Biz yerbilimcileriz, biz yerbilimcileriz,
Dünyamızı gezeriz,
Gizlerini sezeriz.
Bir, iki, üç! Bir, iki, üç!
Aydın da yavaş yavaş şarkıya katıldı. Arkadan gelen Tung ile
Mikio da mırıldanmaya başladı. Bettina onlara döndü:
– Bu bizim marşımız olsun, dedi.
Biz yerbilimcileriz, biz yerbilimcileriz,
Dünyamızı gezeriz,
Gizlerini sezeriz.
Bir, iki, üç! Bir, iki, üç!
ALTINCI BÖLÜM
UMULMADIK ŞEYLER
SABAHLEYİN yerbilimcilerin uçağı hazır onları bekliyordu.
Hemen bindiler. Kısa bir süre sonra Bakü’deydiler.
Alanda kendilerini karşılayan Azerbaycanlı mühendis
Türkçe olarak “Hoş geldiniz!” dedi. Burada çevirmenlik
Metin Toprak’a düşüyordu.
Azerbaycanlı mühendis ayağını yere vurarak:
– Burada nereyi kazsanız petrol çıkar! Fakat biz size
denizden petrol çıkarılışını göstermek istiyoruz. İskelede
vapur bizi bekliyor. Hazar Denizi’ne açılacağız, dedi.
Genç öğrenciler Hazar Denizi’nde gezinti yapacakları için
memnundular. Hafif hafif şarkı söyleyerek iskeleye doğru
ilerlediler.
Dünya bizim evimiz,
Her yerini biliriz.
Uzun iskelede yürürlerken Aydın bir köpek havlaması
duydu. Arkasına döndü. Kısa boylu, uzun beyaz tüylü, ıslak
kara burunlu bir köpek gördü. Hayvanın başını okşadı, sonra
önden giden arkadaşlarına seslendi:
– Bakın güzel bir köpek geliyor peşimizden!
Kurt döndü baktı.
– Cins bir köpek! Dedi.
Aydın tekrar seslendi:
– Benim tıpkı bunun gibi bir köpeğim var, adı Mika.
Rüzgâr seslerini dağıtıyordu. Kurt bağırdı:
Bizim Gezegenimiz Dünya
21/144
Suzan Albek
Bizim Gezegenimiz Dünya
22/144
Suzan Albek
– Ne diyorsun?
– Mika! Mika! Benim köpeğimin adı Mika!
Aydın “Mika, Mika!” diye bağırırken küçük köpek
bacaklarının arasında dolaşıyor, kuyruğunu sallayarak kesik
kesik havlıyordu. Aydın çömeldi:
– Mika! Mika! Ne var?
Küçük beyaz köpek sevinçle ayaklarını Aydın’ın dizlerine
dayayıp yüzünü yalamaya başladı. Aydın yalandan kızdı:
– Dur Mika! O kadar şımarma!
Önden gidenler vapura binmişlerdi. Aydın köpeği bırakıp
koştu.
*
KÜÇÜK vapur Bakü’nün güneyine doğru bir süre yol aldı,
sonra durdu. 500 metre kadar ötede çelikten bir ada vardı.
Üstünde bir petrol kulesi yükseliyor, makinelerin gürültüsü
işitiliyordu. Azerbaycanlı rehber şöyle dedi:
– Petrolün çıkarılışını buradan izleyeceğiz. Daha fazla
yaklaşmak tehlikeli olur.
Çelik adadan gelen gürültü artıyordu. Birden bir patlama
duyuldu. Alarm düdükleri çalmaya başladı. Petrol kulesinin
tepesinden bir çamur sütunu çıktı; yükseldi, yükseldi, on
katlı bir ev boyunu buldu.
Vapurdakiler olayı merakla izliyorlardı. Biraz da
heyecanlıydılar. Arada patlamalar duyuluyordu. Çamur
sütunu yükseldikçe yayılıyor, döküntüleri küçük vapura
doğru sürükleniyordu. Azerbaycanlı mühendis hızla kaptan
köprüsüne çıktı, telâşla bağırdı:
Bizim Gezegenimiz Dünya
23/144
Suzan Albek
– Çabuk demir alın, son hızla uzaklaşalım!
Güverteye çamur yağmaya başlamıştı. Yolcular alt kata
indiler. Küçük vapur dalgalar arasında sarsılarak oradan
uzaklaştı.
Hepsi tekrar güverteye çıktılar. Azerbaycanlı mühendis
korkusunu saklamıyordu.
– Umulmadık bir şey bu. Bu kadar şiddetli bir patlamaya hiç
rastlamadım.
Mikio sordu:
– Bu çamur nereden geliyor?
– Hazar Denizi’nin dibi böyle çamur püskürten volkanlarla
kaplıdır. Bu çamur da orada petrol olduğunun kanıtıdır.
Kurt denizden petrol çıkarılmasıyla çok ilgiliydi:
– Kuzey Denizi’nde de petrol sondajı yapılıyor. Bir kere
görmüştüm. Hiç böyle bir olay olmadı.
– Sanırım, bu, bir iç deniz olan Hazar’a özgü. Dipteki
volkanların bazen kendi kendine de püskürdüğü olur. Bu
püskürme uzun sürerse denizin üstünde bir adacık ortaya
çıkar. Arkasından gaz püskürmesi başlar.
– Bugünkü püskürmenin bu kadar fazla olmasını nasıl
açıklıyorsunuz?
– Denizin dibine indirilen sondaj borusu, tam volkan
bacasının içine girmiş olacak. Böyle giderse sal çökebilir.
Kaptan köprüsünde elinde dürbünle olayı izleyen David
Kohle seslendi:
– Çevrede dolaşan gemiler görüyorum. Yardıma gidiyorlar.
Azerbaycanlı mühendis dürbünü aldı:
– Evet, bunlar bacanın ağzını doldurmak için kil taşıyorlar.
Vaktinde yetişirlerse çelik sal ve üstündekiler kurtulur.
Bizim Gezegenimiz Dünya
24/144
Suzan Albek
*
ÇAMUR fışkırmasını durdurmak için yapılan çalışmalar
saatlerce sürdü. Sonra bir sessizlik oldu.
Küçük vapurun güvertesindekiler “Çamur volkanı yenilgiye
uğradı!” diye düşünürlerken büyük bir patlama duyuldu.
İnce uzun bir alev gökyüzüne yükseldi. Mühendis:
– Şimdi de gaz fışkırıyor. Bununla da uzun süre
uğraşacaklar. Biz dönsek iyi olacak, dedi.
Azerbaycanlı mühendis bu işe çok şaşmıştı:
– Bu hayvanı buralarda hiç görmemiştim. Çok cins ve akıllı
bir köpek… Dönüşte onu alır, ben bakarım. Siz merak
etmeyin, dedi.
Aydın teşekkür etti.
O akşam yerbilimciler ekibi uçakla Semerkant’a vardı.
Vapur demir aldı. Yolcular Bakü’ye varıncaya kadar, denizin
ortasında yanıp duran büyük meşaleyi seyrettiler.
*
BAKÜ’de vapurdan iskeleye çıkarlarken, Aydın’ın üstüne
yumak gibi beyaz bir şey atladı. Aydın geriye sıçrayarak:
– Korkuttun beni Mika! Dedi.
Köpek Aydın’ı kaldıkları yere kadar geçirdi.
Ertesi sabah yine kapısının önündeydi. Bütün gün şehri
beraber dolaştılar. Mika, Aydın’ın elinden şeker yedi.
Yola çıkacakları gün, havaalanına gitmek üzere otobüse
binmeden önce Aydın köpeği sevdi, okşadı:
– Hoşça kal Mika! Dönüşte Semerkant’tan doğru Batum’a
gideceğiz. Gemimiz orada bekliyor. Seni tekrar
göremeyeceğim.
Beyaz köpek başını Aydın’ın dizine dayamış, söylediklerini
anlar gibi kıpırdamadan dinliyordu. Otobüs kalkınca uzun
süre arkasından koştu, sonra gözden kayboldu.
Bizim Gezegenimiz Dünya
25/144
Suzan Albek
Bizim Gezegenimiz Dünya
26/144
Suzan Albek
YEDİNCİ BÖLÜM
SİHİRLİ DAĞ
“YÜZYILLAR önce, Turan ovasına kuzeydoğudan gelen
göçebe Moğolların akın ettiği çağlarda, bu bölgede sulak
bahçeler, bağlar arasında zengin bir Türk kenti vardı. Türk
boylarının atlıları, eli silah tutan bütün erkekleri, yıllardır
sınırlarda bu akını durdurmaya uğraşıyorlardı.
Oysa Moğollar dalga dalga aşağı iniyor, ölenlerin yerini
doldurup gitgide ilerliyorlardı. Türk oymakları çekilmek
zorundaydılar. Öyle ki, sağ kalan savaşçılar, Moğolların ok
yağmuru altında çekile çekile yukarıda sözünü ettiğimiz
kentin sınırlarına kadar gelmişlerdi. Büyük bir dağ, kentin
önünü kapatıyordu. Türk savaşçıları dağın yan tarafında,
kente giden yolun ağzındaki dar boğazı tutmuşlardı.
Bir sabah Moğollar bu boğazı ele geçirmek için saldırıya
geçtiler. Fakat o anda şaşılacak bir olay kendini gösterdi:
Moğolların attıkları okların hiç biri dar boğazdaki
savaşçılara değmiyor, yol değiştirerek dağa saplanıyorlardı.
Saldırganlar dehşet içinde kalmışlardı. Bu yüzden: ‘Bu dağ
sihirli! Burası büyülü kent!’ diye bağrışarak dörtnala geri
döndüler. Bir daha oralara sokulmadılar.”
*
SEMERKANTLI bilgin kendine özgü güzel bir Türkçe ile
okuduğu siyah, kalın kitabı kapayarak kendisini dinleyen
konuklarına döndü:
– Ne dersiniz? Bir gerçek pay var mı bu efsanede?
Metin Toprak aynı soruyu İngilizceye çevirerek yanında
oturan öğrencilere yöneltti:
Bizim Gezegenimiz Dünya
27/144
Suzan Albek
Mikio çayını yudumlayarak cevap verdi:
– Dağın bol demir, magnezit kapsadığını gösteriyor.
– Bana kalırsa bu sadece güzel bir efsane, dedi Kurt. Hiçbir
demir yatağı oku yönünden çevirecek mıknatıs gücüne sahip
olamaz.
Semerkantlı bilgin sakalını sıvazladı:
– Yine de efsane bu bölgede demir ve magnezit yatakları
bulunduğunu kanıtlıyor. Yarınki gezide pusulaları
unutmayalım. Oka yön değiştirtmese de bu yoğun maden
yataklarının pusula iğnelerini fıldır fıldır döndürdüğünü
görmenizi isterim.
*
SABAH erkenden geziye çıktıkları zaman öğrencilerin gözleri
hep pusulalarındaydı. Öğleyin grup bir su başında mola
verdi. İki saat orada dinlenilecekti. Kurt ile Aydın ise bir an
önce yola çıkmak istiyorlardı. Az ötede birkaç köylü
atlarından inmiş, onlara bakıyorlardı. Kurt, Aydın’ın kulağına
bir şeyler söyledi. Sonra atlıların yanına yaklaştı.
Aydın dayısından buluşacakları yeri ve saati öğrendi. Kurt da
köylülerle anlaşmış iki at kiralamıştı. Hemen atlara atlayarak
yola koyuldular. Arada duruyor, pusulalara bakıyorlardı.
Henüz bir değişiklik yoktu. Fakat bir tepeye yaklaşırken
Aydın, pusula iğnesinin yavaş yavaş kaydığını gördü. Kurt’a
seslendi:
– Kurt, dikkat et! Artık pusula iğnesi kuzeyi göstermiyor.
– Evet, benimki de öyle. Sola kayıyor!
Bizim Gezegenimiz Dünya
28/144
Suzan Albek
İkisi de pusuladan hiç gözlerini ayırmadan yolu izleyerek
tepeye tırmanmaya başladılar. Pusula iğnesi artık kuzeyden
çok uzaktaydı.
Atlar yorulmuştu. İkisi de yere inerek atları yularlarından
tuttular, yavaş yavaş yürümeye koyuldular. Tepeye varınca
Kurt, derin bir nefes aldı. Eliyle kuzeye doğru uzanan
tepeleri gösterdi:
– İşte, Semerkantlı meslektaşımızın sözünü ettiği demir ve
magnezit yataklarının üstündeyiz. Bak, pusula iğnesi
neredeyse yerinden fırlayacak.
Aydın ve Kurt atlarını bir ağaca bağlayarak bir kayanın
üstüne oturdular.
– Kurt, benim mıknatıs konusunda çok az bilgim var.
Öğretmenlere soramıyorum, sana sorayım bari. Önce şunu
söyle; pusula iğnesinin gösterdiği kutup, tam Dünya’nın
kutbuyla aynı mı?
– Hayır, değil! Manyetik kutupla, coğrafya kutbu arasında
ufak bir açılık fark var. Bunu hesaplamışlar. Fakat çok
önemli değil. Onun için şimdiki gibi anormal durumların
dışında pusula iğnesinin gösterdiği yön Kuzey Kutbu’dur.
Aradaki açıyı biz dikkate almasak da olur.
– Peki, pusulanın iğnesini kuzeye yönelten bu manyetik
alan nasıl doğuyor? Başka gezegenlerde de manyetik alan
var mı?
– Pek çok bilgin Dünya’nın çekirdeğinin demir ve nikelden
oluştuğunu söylüyorlar. Eğer doğruysa bu yoğun demir,
elbet bir manyetik alan yaratır.
– Ya Dünya’nın çekirdeği demir değilse?
– O zaman başka bir etken aramak gerekir. Örneğin
Dünya’nın kitlesi… Bu büyük kitle manyetik alan yaratabilir.
Bizim Gezegenimiz Dünya
29/144
Suzan Albek
Ay’a giden uzay adamları orada manyetik alan olmadığını
kanıtladılar.
– Venüs’ün kitlesi hemen hemen Dünya’mızınkine yakın.
Orada manyetik alan var mı?
– Venüs’e yaklaşan uzay gemileri orada manyetik alan
olmadığını bildirdiler. Öyleyse kitle, tek başına bir etken
değil.
– Belki de bu manyetik güç uzaydan geliyor. Güneş
üstündeki patlamalardan Dünya yüzeyinde manyetik
fırtınalar oluyor ya. Bir kez çok şiddetli bir patlamada
Dünya’daki bütün radyo dalgalarının karıştığını duymuştum.
– Evet, manyetik güç Güneş’ten de gelebilir. Bu konuda
henüz çok kesin konuşamayız.
– Ben Dünya’yı, kendi kendine manyetik gücünü yaratan
kocaman bir mıknatıs gibi düşünüyorum. Bilginler ne derse
desinler.
Kurt ile Aydın bu konuşmaya daldıkları için vaktin geçtiğini
anlamamışlardı. Güneş ufka yaklaşmış, her yana kırmızı bir
ışık yayılmıştı. Az sonra karşıdan ciplerin yaklaştığını
gördüler. Gelenler, ciplerden inip ellerinde pusulalarıyla
tepeye tırmanmaya başladılar. Bir süre de onlar mıknatıs
konusunu tartıştılar.
Aydın’la Kurt’un az önce üstünde oturdukları kaya güneşin
son ışıkları altında koyu vişne rengini almıştı. Aydın
çantasından küçük çekicini çıkardı. Kayadan ufak parçalar
kopartıp çantasına attı.
Hava kararmadan Kurt ile Aydın atlarına atlayarak önceden
yola çıktılar. Atları aldıkları köylülere teslim ettikten sonra
arkadan gelenlere katıldılar.
Geç vakit Semerkant’a varıldı.
Bizim Gezegenimiz Dünya
30/144
Suzan Albek
SEKİZİNCİ BÖLÜM
KARA DELİK
1908 YILI 30 Haziran günü upuzun, kara bir tren uflaya
puflaya Sibirya’da ilerliyordu. O yıllarda pek çok görüldüğü
gibi, omuzlarında ekose battaniyeleri, ağızlarında pipolarıyla
dünya gezisine çıkmış iki meraklı İngiliz de yolcular
arasındaydı.
Tren kömür almak için küçük bir istasyonda durmuş,
yolcular su doldurmak, ekmek almak için inmişlerdi. Bill ile
John sessizce pipolarını içerek dışarısını seyrediyorlardı.
Birden, ıssız, sarı bozkırda bir alev sütununun fıskiye gibi
havaya yükseldiğini gördüler. Bu alev borusunun iki
yanından mavi ışınlar çıkıyor, gökyüzünde gözle
görülmeyecek uzaklıklara ulaşıyordu. Bunu gören bazı
yolcular korkuyla bağırarak trene doğru koşmaya
başlamışlardı.
Bill ile John ayağa kalktılar. Siyah şapkalarını giydiler.
Kırmızı-yeşil ekose battaniyelerini omuzlarına attılar. Şişkin
çantalarını kaptılar, trenden indiler.
Ateş sütunu yok olmuştu. Fakat toprak ayaklarının altında
zangır zangır titriyordu. Deprem son bulunca kampana çaldı.
Kalabalık, kompartımanlara doldu. Tren her yanından
buharlar çıkararak yola düzüldü.
Bill ile John, ateş düşen yeri aramak üzere istasyondan
çıktılar. İndikleri “Tunguska” bölgesinde günlerce dolaştılar,
köylülerle konuştular, tahta kulübelerde gecelediler, ateşin
yerini bir türlü bulamadılar. İkisi de inatçıydılar. “Biz bunun
ne olduğunu anlamadan ülkemize dönmeyiz” dediler.
Bizim Gezegenimiz Dünya
31/144
Suzan Albek
Bir gün, Bill ile John rastladıkları koca sakallı bir köylüyle
konuşurken, yine ateş düşen yeri sordular. İhtiyar korkuyla
haç çıkardı, dualar mırıldandı:
– Ben o gün, Taşlık Tunguska’da oğlumun yanındaydım.
Gökyüzünde mavi ışıklar görünce melekler inecek sandım.
Başımı kaldırdım. Az kalsın kör oluyordum. Bir alev soluğu
sardı her yanımı, üstümdeki gömleğim kavruldu. Kaçtım,
kaçtım…
İhtiyar adam işaretlerle bunları anlatırken Bill ile John
şişman bavullarını ellerine almışlardı bile. Taşlık
Tunguska’nın yolunu öğrendiler. Bir at arabası tuttular, yola
çıktılar.
İhtiyar adamın söylediği yere gelince, yanmış, yıkılmış,
kömür olmuş ağaçlar gördüler. Çevrede hiçbir canlı
kalmamıştı. “Buraya büyük bir Göktaşı düşmüş olmalı” diye
düşündüler. Oysa göktaşı düşseydi çukur açması gerekirdi.
Çekirdeğinin dağılmasıyla çevrede demir ve nikel
bulunurdu.
Bill ile John günlerce göktaşından bir iz aradılar,
bulamadılar. Kendileri gibi meraklı kişilere rastladılar. Onlar
da Taşlık Tunguska’yı yakıp kavuran şeyin izini
bulamamışlardı.
Bill ile John indikleri istasyona gittiler. Geri dönen trene
bindiler. Kompartımanda karşılıklı pipolarını yaktılar. Bir
ayda İngiltere’ye vardılar.
John ile Bill İngiltere’nin kuzeyindeki küçük şehirlerinde
gördüklerini herkese anlattılar. Kimse onlara inanmadı.
Bizim Gezegenimiz Dünya
32/144
Suzan Albek
Bir gün John ile Bill’e “Londra Kraliyet Sismoloji
Enstitüsü”nden bir çağrı geldi. İkisi birden çantalarını
kaptıkları gibi çağrıldıkları yere gittiler. Onlara: “Siz, nedeni
bilinmeyen çok büyük bir doğa olayının tanıklarısınız. Bizim
aletlerimiz olay sırasında Sibirya’dan yayılan deprem
dalgalarını kâğıda geçirdi. Başka bir şey öğrenemedik”
dediler.
Bill ile John’un bütün anlattıklarını en küçük ayrıntılarına
kadar not ettiler. Onlar da çok mutlu olarak küçük
şehirlerine geri döndüler.
*
MADEN bölgesinden Semerkant’a döndükleri gece,
yerbilimciler erkenden odalarına çekildiler. Biraz sonra
kaldıkları okulun koridorlarında kalın bir ses duyuldu:
“Tunguska’ya gidecekler! Tunguska’ya gidecekler, sabah
dört otuzda hazır olsunlar! Tunguska’ya gidecekler!”
Tung uykuya dalmak üzereydi. Aydın usulca sordu:
– Tung, yarın Tunguska’ya gidecek misin?
Tung homurdanarak arkasını döndü.
– Tung, ne olur söyle! Niye Tunguska’ya gitmiyoruz? Söyle
de rahat uyuyayım.
Tung kalktı yatağına oturdu:
– Of! Niye her şeyi bilmek istiyorsun? Tunguska’ya gidenler
bir daha Batum’a gemiye dönmeyecekler de ondan.
Sibirya’dan Japonya’ya geçecekler. Ben daha Japonya’yı
özlemedim. İstersen sen git. Adresimizi vereyim. Anneme,
babama selâm söyle!
Tung sözlerini bitirip başına yorganı çekti. Aydın da yatağına
girdi.
*
Aydın heyecanla yatağından fırladı. Tunguska onu çok
ilgilendiriyordu. Bu konuyu aralarında hep konuşuyorlardı.
Aydın aynı yatakhanede kalan Kurt’un karyolasını sarstı:
– Kurt! Kurt! Biz Tunguska’ya gitmeyecek miyiz?”
ERTESİ gün Semerkant’ı gezen öğrenciler akşamüzeri çay
salonunda toplanmışlardı. Aydın dayısına sordu:
– 1908 yılında Tunguska’ya düşen şeyin ne olduğu anlaşıldı
mı?
– Amerikalı gökbilimciler yeni bir sav öne sürüyorlar.
Meslektaşımız Tim Ryan gelince ona soralım.
Kurt başını kaldırmadan konuştu:
– Hayır, gitmeyeceğiz!
– Ama neden gitmeyeceğiz?
– Bilmiyorum. Ben gitmeyeceğim. İstersen sen git!
– Niye hepimiz gitmiyoruz?
Az sonra kapı açıldı. Tim Ryan ağır adımlarla içeri girdi. Aynı
soruyu ona sordular. Tim Ryan:
– Kara delik, dedi.
Kurt’un sabrı tükenmişti:
– Bilmiyorum. Git Tung’a sor.
Bizim Gezegenimiz Dünya
33/144
Suzan Albek
Masanın yanına gitti. Çay doldurdu. Herkes merakla
bekliyordu. Tim Ryan üç fincan çay içti. Bisküvilerini bitirdi,
sonra konuşmaya başladı:
Bizim Gezegenimiz Dünya
34/144
Suzan Albek
– Gök cisimleri ile uğraşan bilginlerimiz şöyle diyorlar:
Evrende sönmüş güneşlerin gözle görülmeyen kalıntıları
bulunur. Bunlar sıkışarak sonsuz yoğunlukta madde
çekirdekleri oluşturmuşlardır. Bu çekirdekler o kadar
yoğundur ki Sibirya’ya çarpanı 1 milyon milyar ton
ağırlığında. Buna karşın büyüklüğü bir tek atom kadar.
Bunun için bu güçlü cisme “boşluk” veya “delik” diyoruz. Bu
kara boşluk evrende dolaşırken, bir huni gibi hep içine yeni
maddeler çekiyor. Hesaplara göre kara delik, Tunguska’da
yeri delmiş, hiç hızını yitirmeden dünyanın içinden geçip
çıkmış gitmiş. Buna göre o yıl aynı günlerde, Tunguska’daki
gibi bir olay başka yerde de olmuş mu diye araştırılıyor. Kara
boşluk elbette çıktığı yerde de basınç ve sıcak dalgaları
yaratacak, mavi röntgen ışınları yayacak. Bilginler, kara
deliğin dünyanın içinden çıktığı yerin Atlas Okyanusu’nda
Azor Adaları’yla Kuzey Amerika arasında olacağını
söylüyorlar. Şimdi 1908 yılında o yolu izleyen bütün
gemilerin günceleri okunuyor. Güzel bir iş değil mi?
DOKUZUNCU BÖLÜM
BENİM GÜZEL YURDUM
Tim Ryan bu açıklamayı yaparken salonda çıt çıkmıyordu.
Tung ağlamaklı bir sesle sordu:
– Mister Ryan, bu kadar büyük bir güç dünyamıza tekrar
çarpsa bütün insanlığı yok etmez mi?
– Elbette eder. Ama evren sonsuz... Başka yıldızlar, güneşler
de var. Boşlukta gezen bütün cisimler hep bize çarpacak
değil ya! Onun için bunu hiç aklınıza getirmeyin. Bana lütfen
bir çay daha koyar mısınız?
Saat üçü on geçiyordu. Uzaktan büyük yolcu gemilerine,
şileplere, tankerlere benzemeyen ufak bir geminin ağır ağır
yaklaştığını gördüler. Yolcu gemileri gibi bir sürü aydınlık
penceresi yoktu bunun. Bir tarafında kırmızı, bir tarafında
yeşil ışığı, önünde projektörü yanıyordu. Bacası hiç
seçilmiyordu. Buna rağmen Engin, Fuji-Yama’yı tanımıştı.
Babasını kolundan çekerek iyice rıhtım taşlarının kenarına
geldi. Neredeyse düşecekti.
– İşte! İşte! Geliyor, bu bizim gemi;
Tung hemen yerinden kalktı. Tim Ryan’ın çayını doldurdu,
saygıyla eğilerek bir tabak bisküvi ile beraber sundu.
Bizim Gezegenimiz Dünya
35/144
Suzan Albek
1 TEMMUZDA, Fuji-Yama, Boğaz’dan geçecekti. Engin, gece
hemen hemen hiç uyumadı, saat birde kalktı, giyindi.
Sabretti, babasını gereksiz yere uyandırmadı. Saat ikide
babası da kalktı, hazırlandı. Hemen arabayı garajdan çıkarıp
hızla
Anadolu
Hisarı’na
indiler.
Ortalık
henüz
aydınlanmamıştı. Pırıl pırıl ışıklı büyük yolcu gemileri, uzun
tankerler, küçük bir kılavuz gemisinin ardına takılıp ağır ağır
Boğaz’dan geçiyorlardı.
Engin telâş içindeydi. “Ya Fuji-Yama daha önce geçtiyse? Saat
kaç oldu? Aydın bana sabaha karşı üç ile dört arasında
geçeceğiz diye yazmıştı. Nerede kaldı bu gemi?” diye
babasına durmadan soru soruyordu. Babası daha sakindi:
– Oğlum bu karanlıkta nasıl seçeceksin gemiyi?
– Ben seçerim, ben seçerim, bacasındaki güneşi görürüm.
Gemi tam geçerken direğinin tepesinde bir ışık, şimşek çakar
gibi üç kere yandı söndü. Baca aydınlandı, sarı yuvarlağı
göründü. Engin avaz avaz bağırarak elini, kolunu sallamaya
başladı:
Bizim Gezegenimiz Dünya
36/144
Suzan Albek
– Aydın! Aydın! Dayı! Dayı! Buradayız. Buradayız; baba, ne
olur sen de bağır, belki duyarlar.
– Aydın! Aydın! Metin! Metin!
Engin’le babasının sesi tepelerde yankılandı. Gemi
uzaklaşırken üç kere, kalın kalın düdüğünü öttürdü.
– Sanki ne olurdu, sabah geçselerdi de ağabeyimle dayımı
görseydik!
Babası Engin’in elinden tuttu:
– Olur mu çocuğum? Bu gezi programlı. Nereye kaçta
varacakları hesaplı. Ağabeyini çok mu özledin sen?
Engin hiç sesini çıkarmadı. Alacakaranlıkta görünmez olan
gemiye bir süre daha baktı. Sonra arabaya binip eve
döndüler.
*
AYDIN parmaklığa yaslanmış kıyıları seçmeye çalışıyordu.
Dayısı yanındaydı.
– Aşağı yukarı Anadolu Hisarı’nın önünden geçerken
Engin’le babamın sesini duyar gibi oldum. Orada mıydılar
acaba? Işıkla işaret verdiğimizi görmüşler midir?
– Aydın, neredeyse ağlayacaksın. Çok mu özledin kardeşini?
Aydın hiç sesini çıkarmadı. Kamaralarına indiler.
*
FUJİ-YAMA pırıl pırıl bir güneş altında, Marmara’da
ilerliyordu.
Öğleden
sonra
yolcular
güvertede
toplanmışlardı. Karşı sahilde Kapıdağ Yarımadası belirmişti.
Aydın ailesini görmeden İstanbul’dan geçişinin verdiği
üzüntüyü unutmuştu. Kendi ülkesinde olmanın kıvancı
Bizim Gezegenimiz Dünya
37/144
Suzan Albek
içinde arkadaşlarına çevrelerinde gördüklerini açıklıyordu.
Yanında duran Tung elini uzattı ve sordu:
– Kapıdağ’ın karşısındaki şu beyaz lekeli tepe nedir?
– Tung’un gösterdiği yönde Marmara Adası. Üstündeki
lekeler de şey… şey…
Neydi acaba o beyaz lekeler? Aydın’ın bir türlü aklına
gelmiyordu. Aydın bunu düşünürken Mikio bir soru attı
ortaya:
– Hem bu küçük denizin adı Marmara hem de adanın.
Anlamı nedir Marmara sözcüğünün?
Kurt söze karıştı:
– Marmara, Marmar… Marmor… Marmor, bizim dilimizde
beyaz, sert bir taşın adıdır.
Aydın’ın kafası birden aydınlandı:
– Mermer, mermer! Adanın üstünde gördüğünüz o beyaz
lekeler mermer ocakları.
Tung tekrar sordu:
– Çok mu çıkar sizin ülkenizde marmar?
Aydın güldü:
– Marmar değil, mermer. Çok vardır bizde. Çok da kullanılır.
O sırada Metin Toprak yanlarına gelmişti:
– En büyük mermer ocakları bu bölgededir. Hem bu ocaklar
binlerce yıldır kullanılıyor. Eski çağlarda buradan çıkarılan
mermerden büyük heykeller, tapınakların sütunları yapılır;
Akdeniz ve Karadeniz ülkelerine taşınırdı.
Mikio adaya doğru elini uzattı:
Bizim Gezegenimiz Dünya
38/144
Suzan Albek
– Bakın ne güzel küçücük koylar var! Keşke biraz
durabilseydik bu adada. Hem denize girerdik hem mermer
ocaklarını yakından görürdük.
– Ben bu taşı bilmiyorum. Yakından görsek iyi olurdu.
İçinde ne var anlardık, nasıl? ne zaman oluşmuş? Ben bir
baktım mı anlarım! Dedi Tung, hepsi güldüler.
– Mermerin ana maddesi kireç, dedi Kurt.
Aydın mermerin kireçle ilgisini bilmiyordu.
– Şu bildiğimiz sıvacılıkta kullanılan kireç mi? O elde
ufalanan yumuşak bir maddedir. Nasıl bu kadar
sertleşebilir?
Metin Toprak, çevresindeki öğrencilere mermerin
oluşumunu şöyle anlattı:
– Biliyorsunuz toprakların, taşların aşınması sonucu pek
çok birikinti denizin dibine çöküyor. Bunların arasına
denizlerde yaşayan yumuşakçaların sert kalker kabukları da
karışıyor, dipte bir deniz çamuru oluşuyor. Eğer bu bol
kalkerli çamur, alttan çok yüksek ısıda bir katman tarafından
ısıtılırsa sertleşip mermer oluyor.
Kurt ekledi:
– Biliyorum, yerkabuğunda böyle yer yer çok yüksek ısıda
ocaklar var. Belki magma fışkırmaları… Bunlar
yakınlarındaki kayaları değişime uğratıyor.
– Mermer de bir değişim kayası öyleyse!
– İçindeki o çizgiler, damarlar da deniz çamuruna karışmış
hayvanların izleri.
Hepsi yakınından geçtikleri adayı seyrediyorlardı. Yüksek
tepelerdeki mermer ocakları güneşin altında bembeyaz
parlıyorlardı.
Bizim Gezegenimiz Dünya
39/144
Suzan Albek
Peki, denizin dibinde oluşan bu mermer, bu kadar yüksekliğe
nasıl çıkmış? Aydın aklını kurcalayan bu soruyu dayısına
iletti, o da aynı soruyu çevresine yöneltti. Bu konuyu az çok
bilen Kurt açıkladı:
– Vaktiyle denizlerin dibinde olan pek çok kitlelerin yüz
binlerce yıl boyunca yavaş yavaş yükselip denizin yüzeyine
çıktığını, adaları, karaları oluşturduğunu biliyoruz. Geçen yıl
İtalya’da bir gezi yapmıştık. Etna yanardağına çıkarken dağın
yamacında kat kat fosil birikintileri gördük. Hocamız bunu
Sicilya Adası’nın denizden 1200 metreye kadar
yükselmesiyle açıkladı. Belki de üstünde oturanlar hiç
anlamadan bazı adalar hala yükseliyorlar.
Metin Toprak söz aldı:
– Sadece adalar değil, başka yerler de yükseliyor. Avrupa’da
böyle bir yer biliyor musunuz?
Bütün öğrenciler bir süre düşündüler; sonra birkaç yer adı
ortaya attılar. Hiçbiri tutmadı.
Metin Toprak sorusunu tekrarladı:
– Avrupa’da yükselen yer neresidir? Çöken yer neresidir?
Beş dakikaya kadar doğru cevap isterim. İsterseniz
birbirinize danışın.
Öğrenciler baş başa verdiler, fısıldaştılar, bir sonuca vardılar,
Tung sözcü oldu:
– Avrupa’da yükselen yer Finlandiya Körfezi, çöken yer de
Hollanda.
Metin Toprak Tung’un elini sıktı.
– Çok doğru! İyi bildiniz. Finlandiya Körfezi yüz yılda bir
metre yükseliyor. Az sayılmaz.
Bizim Gezegenimiz Dünya
40/144
Suzan Albek
– Yer kabuğu hiç yerinde durmuyor, kıpır kıpır oynuyor
galiba, dedi Aydın.
– Tabii, öyle! Ayağımızın altındaki toprak durmadan alçalıp
yükseliyor, sallanıyor, dedi Metin Toprak.
Kurt bu konuda şunları söyledi:
– Cenevre’de, yer ancak çok hareketsiz olduğu zaman
çalışabilen bir ölçü aleti vardır. Bu alet haftada kaç saat
çalışabiliyor, biliyor musunuz? Ancak otuz saat. Geri kalan
zamanda İsviçre toprağı hiç yerinde durmuyor çünkü.
Mikio güldü:
– Bizde olsa o alet hiç çalışamaz. Öyle oynak toprağımız
vardır ki!
*
GÜVERTEDE bu konuşmalar olurken Marmara Adası’ndan
uzaklaşmışlardı. Denizin rengi daha koyu, dalgalar daha
iriydi. Birden geminin şiddetle sarsıldığını duydular. Hepsi
ne oluyor diye birbirlerine baktılar. Metin Toprak açıkladı:
– Çanakkale Boğazı’na yaklaşıyoruz. Burası, kuzey
rüzgârlarına açıktır, deniz de çok akıntılıdır.
Aydın’ın aklı hep kıpır kıpır oynayan yer kabuğundaydı.
– Bu sakın Marmara Denizi’nin altında gelen bir itki
olmasın? Dedi.
Hepsi güldüler. Kurt takıldı:
– Bazen pek çocuksun Aydın!
Epeydir ortada görünmeyen Bettina’nın birden sesi duyuldu:
– Hem de korkak bir çocuk! Hep okuduğu, sinemalarda
gördüğü şeyler oluverecek sanıyor.
Bizim Gezegenimiz Dünya
41/144
Suzan Albek
Aydın, Bettina’nın elinde tuttuğu kalemi ve kâğıtları denize
fırlattı. Gülerek kaçmaya başladı. Bettina arkasından koştu.
Kurt ile Mikio karşısına çıkıp Aydın’ı yakaladılar. Bettina’dan
yana çıktılar.
– Aydın, bu yaptığın ayıptır. Niye attın kızın kâğıdını
kalemini denize?
– Böyle şaka olmaz, cezanı göreceksin! Diyerek Aydın’ı
kolundan bacaklarından yakaladılar, küpeştenin üstüne
kaldırdılar
– Cezanı göreceksin! Cezanı göreceksin!
– Haydi bakalım boyla denizin dibini!
– Belki dipteki itki seni tekrar suyun yüzüne çıkarır.
Mikio ile Kurt Aydın’ı havada sallarken Bettina etraflarında
dört dönüyor, Kurt’u kolundan çekiştiriyordu:
– Bırakın çocuğu! Bırakın çocuğu!
Kurt’la Mikio hiç oralı olmadılar.
– Haydi! Bir… iki… üç… hop!!!
Aydın havada uçtu, pat diye yerde duran halatların üstüne
düştü. Bettina yanına koştu, telâşla sordu:
– Bir şey olmadı ya? Bir şeyin acımadı ya? Hiç sevmem
böyle şakaları.
Metin Toprak bu oyunu uzaktan izliyordu.
– Hepsi çocuk bunların, ama akıllı çocuklar, dedi kendi
kendine, içeri girdi.
*
SABAHLEYİN gemi İzmir Körfezi’ne girerken Aydın sevinç
içindeydi. Bu uzun gezide İzmir’e uğramak program dışıydı.
Okado, son gün hem mutfağın bazı eksikliklerini
Bizim Gezegenimiz Dünya
42/144
Suzan Albek
tamamlamak hem de eski çağlardan kalma Efes ve Milet
kentlerini görmek için bu kararı almıştı.
Gemi yavaş yavaş rıhtıma yaklaşıyordu.
– Aydın, senin İzmir’de akrabaların var mı?
Kurt’un bu sorusu üstüne Aydın’ın aklı başına geldi. İki elini
sallayarak olanca gücüyle bağırdı:
– Engin! Engin! Anne! Anne!
Çantalarını alıp geminin iskelesinden inerlerken Aydın’ın
şaşkınlığı daha geçmemişti. Yanından geçen dayısı omzuna
vurdu.
– Aydın, o kadar şaşma! Okado İzmir’e uğramaya karar
verince ben telsizle annene bildirdim.
Rıhtımda Özbilenler ve Metin Toprak sevinçle kucaklaştılar.
Aydın annesini ve Engin’i arkadaşlarıyla tanıştırdı. Metin
Toprak da Okado’yla. Aydın’ın elini tutmuş olan Engin
anlatıyordu; babası işini bırakıp gelememişti. Annesiyle
kendisi telgrafı alır almaz uçakla İzmir’e gelmişlerdi.
Annesiyle konuşan Okado, onları da kendileriyle Efes
gezisine katılmaya çağırdı. Sevinçle kabul ettiler. Otobüse
bindiler. Engin, Aydın’a durmadan soruyordu:
– Çamur volkanlarını gördün mü? Petrol kuyuları derin mi?
kutuplara gidecek misiniz?
Aydın, bir yandan Engin’in sorularına karşılık veriyor, bir
yandan da geçtikleri yerler hakkınıda misafirlerine bilgi
veriyordu.
– İçinde bulunduğumuz Batı Anadolu Bölgesi’nde çok
deprem olur. Çok şiddetli yıkıcı depremler… Geçen yıl
Gediz’de oldu. Okado bu konuyla çok ilgiliydi;
Bizim Gezegenimiz Dünya
43/144
Suzan Albek
– Elbette olacak Aydın! Çünkü yurdunuz Orta Asya, İran,
Irak üstünden gelip Balkanlar’a geçen Deprem Kuşağı
üstünde. Depremleri hiçbir zaman önleyemezsiniz. Fakat
bizim Japonya’da yaptığımız gibi esneyebilen yapılar
kurmalısınız.
Bu konuşma sürerken Efes’e varmışlardı. Bu eski çağ
şehrinin anıtlarını, tapınaklarını uzun süre gezdikten sonra
hep beraber iki yanında sıra sıra sütunlar dizilmiş olan geniş
bir yola indiler. Kendilerini gezdiren rehber:
– İşte burası Liman Caddesi, dedi.
O zaman her kafadan bir ses çıktı.
– Liman mı? Ama deniz nerede?
– Deniz olmayan yerde liman olur mu?
Okado şöyle dedi:
– İşte biz bunun için geldik buraya. Akarsular uzmanı Bayan
Emilia Van Loon bilgi verecek bize.
Mavi gözlü, beyaz saçlı sevimli Hollandalı bayan Van Loon
sütunların gölgesine oturdu. Kucağına bir harita açtı.
Ötekiler etrafını sardılar;
– Bakın bu Küçük Menderes Nehri. Dağlık bir bölgeden
çıkmış, gürül gürül akarak kendine güzel bir vadi açmış, iki
yanı yemyeşil. Kuşadası Körfezi’ne yaklaşırken o dağlardaki
gücü kalmamış nehrin. Serile serile varmış denize.
Döküldüğü yerin ağzını da dağlardan getirdiği çakıllar,
topraklarla durmadan doldurmuş. Hem de öyle bir
doldurmuş ki kendisi de geçemez olmuş artık. Yön
değiştirmiş, denize varmak için başka bir yatak kazmış
kendine. Ama olan Efes Limanı’na olmuş. Nehrin getirdiği
çakıllar, kumlarla gitgide sığlaşmış, gemiler yanaşamaz
Bizim Gezegenimiz Dünya
44/144
Suzan Albek
olmuş, kent gücünü yitirmiş. Buna karşılık alüvyonlarla
dolan eski nehir ağzı bereketli bir ova olmuş. İşte şu
gördüğünüz geniş ova.
Emilia Van Loon bu açıklamayı yaptıktan sonra Aydın’a
döndü:
– Mister Özbilen, siz buralısınız. Şehrin tarihini bilirsiniz
sanırım. Efesos denizden uzak düşeli ne kadar olmuş?
Aydın biraz durakladı, aklından bir hesap yaptı…
– Pek kesin bilmiyorum ama, İsa’nın doğumunda Efesos bir
limandı, dışarıya kumaş, köle, zeytinyağı yollayan önemli bir
liman. Tıpkı Miletos gibi. Belki 1500 yıl öncesine kadar da
liman olarak kaldı sonra girilemez oldu.
Van Loon bu cevabı beğenmişti.
– Doğru, dedi. 1000, 2000 yıl gibi kısa bir süre içinde
denizden ne kadar yer kazanılmış. Bir de nehirlerin,
rüzgârların denizleri böyle milyonlarca yıl doldurduğunu
düşünün; kıtalar gitgide büyümez mi?
Öğrencilerin bu soruyu tartışmasına vakit kalmadan Okado
konuşmayı jesti:
– Aydın Özbilen’le Metin Toprak’ın ülkesinin bu kadar sıcak
olduğunu bilmiyordum. Hemen yola çıksak iyi olacak!
Gölgede bekleyen otobüslere binildi. Kısa bir yolculuktan
sonra Millet’e vardılar. Buranın da Efes gibi eski bir liman
olduğu açıkça görülüyordu. Büyük Menderes Nehri küçük
kardeşiyle aynı işi yapmış, taşıdığı taş ve topraklarla
Millet’in önünü tıkamıştı.
*
Bizim Gezegenimiz Dünya
45/144
Suzan Albek
AYDIN ÖZBİLEN’le Metin Toprak’ın güzel yurdunun bir
günlük misafirleri İzmir’e döndüklerinde akşam oluyordu.
Engin’le annesi yine limana geldiler. Aydın’a arkadaşlarıyla
yemesi için bir sepet üzüm verdiler. Aydın, annesi ve
Engin’le vedalaştı, üzüm sepetini koluna taktı, tam gemiye
giderken birden aklına geldi:
– Engin, gel sana gemiyi gezdireyim, biraz daha vaktimiz
var.
Bunu duyan Engin geminin merdivenlerine fırlamıştı bile.
Aydın önce kamaraya indi, sepeti bıraktı. Sonra kardeşine
gözlem odasını gezdirdi. Engin bu kadar çok aleti görünce
şaşırmıştı. Ölçü aletlerinin sarı, parlak madenleri üstünde
elini gezdirerek sordu:
– Neler ölçüyorsunuz bunlarla?
– O kadar çok ölçü alıyoruz ki saymakla bitmez. Denizlerin
derinlikleri, akıntılar, rüzgârlar, manyetik alan, balıkların
yolları. Gemide bir balık uzmanı ve arka tarafta bir balık
tutma kafesi var. Suyun içinde görünmüyor.
Engin’le Aydın güvertede, başında beyaz külâhıyla geminin
Çinli aşçısına rastladılar. Aşçı elinde bir ipe geçirilmiş bir
sürü balık tutuyordu. Aydın onu kardeşiyle tanıştırdı.
– Bay Li Sing, Engin Özbilen.
Çinli saygıyla eğilerek Engin’i selamladı.
Geminin kalkmasına az kalmıştı. Makinelerin sesleri, çanlar
duyulmaya
başlamıştı.
Aşağı
inerlerken
Engin,
merdivenlerin ortasında durdu:
– Ağabey, sana bir şey söyleyeceğim ama üzülme…
– Neymiş o? Söyle bakalım, üzülmem!
– Bobim Mika sen gideli ortada yok.
Bizim Gezegenimiz Dünya
46/144
Suzan Albek
– Biliyorum. Mika Bakû’de. İskelede.
– Ne? Ne diyorsun? Bakû… a… a…
ONUNCU BÖLÜM
POMPEİ
Engin şaşkın şaşkın bir şeyler söylemeye uğraşırken Metin
Toprak, kolunda koca bir meyve sepetiyle merdivenleri çıktı.
– Haydi, kalkıyoruz çabuk olun! Dedi.
FUJI-YAMA Yunanistan’da hiç durmadan Korint Kanalı’ndan
geçti, İtalya’ya doğru yol aldı. Mesina Boğazı’nı geçtikten
sonra kuzeye yöneldiklerinde Aydın, ilk kez bir etkin volkan
gördü. Hava kararmıştı. Fakat tam karşılarında gökyüzü
kıpkırmızıydı. Bir adanın tepesinden yukarıya durmadan
kıvılcımlar sıçrıyordu. Kurt ile Bettina güverteye koşarak
“Stromboli! Stromboli!” diye bağırdılar. Aydın kollarını
açarak geminin burnuna koştu:
– Oh! Ne güzel! Ocak gibi yanıyor!
Engin’i yanaklarından öptü. Aydın aşağıya inip son bir defa
annesine sarıldı, tekrar gemiye çıktı.
Kaptan geminin kalın düdüğünü üç kere öttürdü, Fuji-Yama
hareket etti.
Engin’le annesi gemi gözden kayboluncaya kadar rıhtımda
kaldılar.
Bettina çok güldü bu söze.
– Sen yaklaş bakalım. Görürsün, güzel mi değil mi?
– Etkin bir volkanı yakından görmeyi o kadar istiyorum ki!
Sicilya’ya uğramadığımıza göre Etna’yı göremeyeceğiz.
Acaba Vezüv’e çıkmayacak mıyız? Daha hiç yanardağ
kraterinin içine bakmadım.
Stromboli’yi seyretmek için yanlarına gelmiş olan Mikio,
Aydın’a cevap verdi:
– Merak etme! Japonya’da çok göreceksin. İçinde fokur
fokur lavlar kaynayan kazan gibi kraterler, baca gibi
tütenler, subuharı fışkırtanlar, şimşek çaktıranlar, gümbür
gümbür diyenler, ne istersen var!
– Burada da Pompei’ye gidip Vezüv’ün marifetlerini
göreceğiz, dedi Kurt.
*
FUJI-YAMA programı aksamadan sabah çok erken saatte
Napoli Limanı’na girdi. Hava çok sıcaktı. Yolcular en ince
Bizim Gezegenimiz Dünya
47/144
Suzan Albek
Bizim Gezegenimiz Dünya
48/144
Suzan Albek
elbiselerini giymişlerdi. Kısa bir otobüs yolculuğundan sonra
Pompei’ye vardılar.
Pompei, Roma devrinde bağlık bahçelik, zengin bir kentti.
Mermer sütunlar, heykellerle süslü yolları, geniş avlulu
villaları vardı. Milattan sonra 79 yılında Vezüv’ün
patlamasıyla tümü küller altında kalmış, ancak çağımızda
arkeologlar tarafından külleri temizlenerek ortaya
çıkarılmıştı.
Öğrenciler sütunlar arasında, taş duvarların üstünde
merakla dolaşıyorlardı. Bir ara Kurt mermer bir çeşmenin
merdivenlerine fırladı; üstündeki beyaz gömleği çıkarıp
omzuna attı. Ağır bir sesle söylev verir gibi konuşmaya
başladı:
– Yolcular durun! Ben, Romalı yazar Plinius. Genç Plinius.
Bir de yaşlı Plinius var. Karıştırmayın, tabiat bilginidir. Ey
yolcular! Ben Plinius, o yılın Augustus ayında
Pompei’deydim. Şimdi size büyük felaketten sonra tarih
bilgini Tacitus’a yazdığım mektubu okuyacağım.
Arkadaşları Kurt’un çevresini sarmış bekliyorlardı. Kurt
omzundaki gömleği düzeltti, elindeki kâğıt yuvarlağını açtı,
başladı okumaya:
– Dostum Tacitus,
Bir süredir Pompei’nin hemen yanında yeğenim Lucullus’un
evinde kalıyordum. Lucullus’un tepede bağın ortasındaki
evini çok severdim. Hem Pompei’den çıkan anayol üzerinde
olduğu için gidip dostlarımı görmek kolay oluyordu.
O sabah erkenden kalktım. Hava çok güzeldi. Lucullus’un
kızları kuyudan su çekiyorlardı. Hemen kente gitmek üzere
yola çıktım. O gün dostum Marcus beni davet etmişti. Önce,
direkli caddedeki dükkânının önünde bulunan oyun taşında
Bizim Gezegenimiz Dünya
49/144
Suzan Albek
dama oynayacak, öğleden sonra da gladyatör dövüşlerini
görmeye gidecektik.
Yolda giderken testileriyle kente şarap taşıyan kızlara
rastladım. Her yanda horozlar ötüyordu. Birden dizlerime
bir kesiklik geldi, yol kenarına oturdum. O anda Vesbius
(Vezüv) Dağı’nın tepesinde mantar biçiminde bir bulur
gördüm. Arkasından güçlü bir patlama duydum. Bulut
çabucak genişledi, genişledi bütün gökyüzünü kapladı.
Çevrem karanlıklara boğuldu. Yerimden fırladım, başladım
deniz yönüne doğru koşmaya. Üstüme küller yağıyordu.
Hemen yanıma koca bir taş düştü. Arkama baktığım zaman
çamur selleri içinde insanların yuvarlandıklarını gördüm.
Havada keskin bir kükürt kokusu vardı.
Düşe kalka deniz kenarına vardım. İskelede karşıma ilk
çıkan gemiye bindim. Hemen demir aldık. Nice sonra
karaya çıktığımızda Vesbius’un püskürmesiyle Pompei,
Herculanum, Stabiae kentlerinin yok olduğunu öğrendim.
Dostum Marcus oyun taşının başında, küller altında heykel
gibi kalakalmış olmalı. Tabiat bilgini Plinius da
Pompei’deydi o günlerde. O da ölmüştür sanırım.
Tanrılar bizi Vulcanus’un gazabından korusun!
Plinius İunior
Kurt sözünü alkışlar arasında bitirdi. Bettina bir defne
dalından çelenk yaparak Kurt’un başına koydu. Tekrar bir
alkış koptu. Öğrenciler sisler arasında doruğu görülen
Vezüv’e son bir kez dönüp baktıktan sonra otobüse bindiler.
NAPOLİ’den güler yüzlü, konuşkan bir yer bilim uzmanı,
Guiseppe Ponti geziye katıldı. Gemi yola çıktıktan sonra
toplantı salonunda öğrenciler, İtalyan yerbilimciye sorular
sordular. Hepsinin aklı Vezüv’deydi.
Bizim Gezegenimiz Dünya
50/144
Suzan Albek
– Sinyor Ponti, çağımızda Vezüv tekrar etkin oldu mu?
– Tabii, 1944’de büyük bir patlama oldu. Koca bir lav nehri
doğdu. Pek yavaş ilerleyen bir nehirdi bu. İnsanlar önünden
yürüyerek bile kaçabiliyorlardı. Fakat yolunun üstünde ne
varsa yandı gitti.
– Ülkenizde pek çok yanardağ var. Bunlardan
yararlandığınız bir alan var mı?
– Olmaz olur mu? Biliyorsunuz, bizde maden kömürü yok.
Bunun yerine su gücü yani beyaz kömürden yararlanıyoruz.
Bir de kırmızı kömürümüz var. Volkan bacalarından elde
ettiğimiz su buharı ile elektrik santrallerini işletiyoruz.
Vaktiniz olsaydı gezdirebilirdik sizi. İlginç bir şey daha
söyleyeyim size. Etna yanardağının petrol püskürdüğünü
duydunuz mu hiç?
– Hayır…
– Nasıl olur? Petrol organik artıklardan oluşuyor.
Yanardağın içinde olamaz ki…
Guiseppe Ponti güldü:
– Haklısınız. Pek çok kimse olamaz der buna. Ama gerçek.
Etna petrol püskürttü. Yani petrolün kökeninin organik
olduğu pek de kesin değil. Meslektaşımız David Kohle buna
ne der bilmem ama bence, çok derin katmanlardan, kıtaları
ayıran fay bölgelerinden, bol petrol çıkabilir. Öğrenciler bir
yanardağın petrol püskürmüş olmasına çok şaşırmışlardı.
Akşam salonda Guiseppe Ponti ile David Kohle’nin etrafını
aldılar. Uzun tartışmalara giriştiler.
ONBİRİNCİ BÖLÜM
SAM YELİ
FUJI-YAMA tekrar güneye doğru inip Afrika kıyıları boyunca
ilerlerken ısı git gide artıyordu. Dışarıda bile güçlükle soluk
alınıyordu. Gri bir sis altında gökyüzü ile deniz birbirinden
ayırt edilemiyordu. Atio, Butio, Cutio güvertede
görevliydiler. Tahtaları temizlerken ellerindeki kovalarla bir
yandan da birbirlerini ıslatıyorlardı. Üstündeki giysiler
hemen kuruyor rüzgâr alev gibi yakıyordu. Az sonra üçü de
sızlanmaya başladılar:
– Çok sıcak dayanamıyorum!
– Ağzımın içi kum doldu. Nereden geliyor bu?
– Benim de öyle. Dişlerim gıcır gıcır.
Aydın ve Mikio bir hava uzmanı ile birlikte kaptan köprüsü
üstündeki gözlem odasında çalışıyorlardı. Aydın bir ara
güverteden gelen sesleri duydu. Dışarı çıktı. Atio, Butio,
Cutio işi bırakmışlar, birbirlerinin başından aşağı kovalarla
su döküyorlardı. Aydın seslendi:
– Ne yapıyorsunuz orada? Islatmayın birbirinizi, Sam Yeli
esiyor!
– Sam Yeli mi? Nedir o? Ne olur ıslanırsak?
– Afrika’dan gelen Sam Yeli. Islak bir yere dokundu mu
bembeyaz leke yapar, saçlarınız parça parça ağarır.
Atio, Butio, Cutio çok korkmuşlardı. Ellerindeki kovaları yere
attılar. Silkelenmeye başladılar. Aydın onların bu haline
kahkahalarla gülüyordu. O sırada Mikio hızla gözlem
odasından çıktı:
– Kaçın! Kaçın! Çabuk içeri! Diye bağırdı.
Aydın sordu:
Bizim Gezegenimiz Dünya
51/144
Suzan Albek
Bizim Gezegenimiz Dünya
52/144
Suzan Albek
– Mikio şaka mı ediyorsun? Ne oluyor?
– Sam Yeli fırtınaya dönüştü. Taşıdığı kum bulutları
üstümüze geliyor!
Aydın başını yukarı kaldırdı. Direğin tepesindeki rüzgâr
ölçme aleti durmadan dönüyordu. Gökyüzü hiç
görünmüyordu. Sanki direklerin üstüne kurşun renkli bir
perde gerilmişti. Atio, Butio, Cutio çoktan aşağı kaçmışlardı.
Aydın arkasından, Fransız hava uzmanı Paul Picaus (Pol
Piko)’nun sesini duydu:
– Haydi, siz de inin. Fırtına yaklaştı!
Aydın ile Mikio merdivenlerden iner inmez karşılarında
başları havlulara sarılmış Atio, Butio ve Cutio’yu gördüler.
Üçü birden konuşmaya başladılar:
– Aydın, beyaz leke nedir? Gerçek mi?
– Biz istemeyiz beyaz saç!
– İstemeyiz! İstemeyiz!
Mikio Aydın’a döndü:
– Neler anlatıyor benim yurttaşlar? Ne masal anlattın
bunlara?
– Masal değil Mikio. Bizde öyle söylerler. Sam Yeli eserken
denize girerseniz her yeriniz leke olur derler. Gerçekten öyle
lekeli insanlar vardır.
– Hiç duymamıştım. Peki, buna karşı nasıl korunulur?
– Bir çaresi var bunun. Boynuna anahtar asacaksın. Ama
Atio, Butio ve Cutio için çok geç…
Aydın bunları söylerken üçgen arkadaşlar A-B-C karşı
karşıya geçmişler, birbirlerinin saçlarına, ellerine bakıyorlar,
durmadan kendi dillerinde bir şeyler söylüyorlardı.
Bizim Gezegenimiz Dünya
53/144
Suzan Albek
*
AZ SONRA vapurun bütün yolcuları salona toplanmışlar,
Paul
Picaus’nun
kendilerine
açıklama
yapmasını
bekliyorlardı. Gözlem odasını kapayıp aşağı gelen Pau Picaus
şunları söyledi:
– Yirmi dört saattir Büyük Sahra’da Simun (Sam Yeli)
esiyor. Fırtınanın kaldırdığı kum bulutları 5000 metreye
kadar yükseldiler ve kuzeye yöneldiler. Hemen hemen
Akdeniz üstündeler. Korkarım bir kum yağmuru altında
kalacağız.
Emilia Van Loon söz aldı:
– Demek ki binlerce ton toz ve kum yağacak. Sonra da
denizin dibine çökecek. Bu da karaların aşınması, yani
erozyonun güzel bir örneği.
Metin Toprak aynı anda konuştu:
– Bu olay yüz milyonlarca yıldır sürüyor hem. Rüzgârlar,
nehirler karaların toprağını, kumunu taşıyıp durmuşlar,
sonra da bunlar hep denizlerin diplerine çökmüş.
Kurt bir soru sordu:
– Denizlerin dibi bu kadar birikintinin ağırlığını nasıl
taşımış?
Metin Toprak cevap verdi:
– Taşıyamamış işte. Dipte kırılmalar, çatlamalar olmuş.
Yanlara doğru basınç doğmuş. Kıyılarda yerkabuğu kat kat
kırılmış, denizin kıyılarına paralel sıra dağlar çıkmış ortaya.
Salonda bu konuşmalar olurken dışarıda fırtına olanca
gücüyle sürüyordu. Buna rağmen Fuji-Yama hızını hiç
kesmemişti. Geminin üstündeki radar durmadan dönüyor,
Bizim Gezegenimiz Dünya
54/144
Suzan Albek
gemiye yolunu gösteriyordu. Vakit öğleye yaklaşmıştı. Paul
Picaus ayağa kalktı:
– Kum fırtınası sona erdi. Bakın, haberci geldi, dedi;
Bu kez Atio, Butio, Cutiom bir ağızdan konuştular:
– Hayır hayır, yanılıyorsunuz. Tung hasta. Deniz tuttu.
Kamarasında yatıyor.
Salonun yuvarlar penceresini gösterdi. İnce bir güneş ışığı
pencereden süzülüyor, salona yayılıyordu. Paul Picaus:
– Şimdi yukarı çıkalım, Simun’un neler yaptığını görelim,
dedi.
Okada:
– Peki öyleyse, yemekten sonra iş başı yaparsınız, dedi.
Hep beraber yemeğe indiler. Aydın ve Bettina’nın karşısında
oturan Atio, Butio ve Cutio arkadaşları kendilerine yardım
edeceği için çok neşeliydiler. Bettina onlara bakıp Aydın’ı
dürttü:
– Bu çocukların boyunlarında ne var böyle?
Hepsi birden salondan çıktılar. Merdivenlerden ilk yukarı
çıkan Bettina bir çığlık attı:
– A! A! Ne olmuş buraya böyle?
Güverte kalın bir toz, kum ve çamur katmanıyla kaplanmıştı.
Okada üzüntüyle söylendi:
– Gördünüz mü gemimizin halini!
Atio, Butio, Cutio eğilmişler, ellerini zeminin üstünde
gezdiriyorlardı:
– Ne kadar da güzel parlatmıştık tahtaları, şimdi ne olacak?
Okada bu sözü duymuştu.
– Bugün güverte görevi sizin. Tekrar temizleyeceksiniz.
Başa çıkamazsanız belki arkadaşlarınız size yardım ederler,
dedi.
Aydın, Mikio ve Bettina da bu sözü duydular. Hep bir
ağızdan:
– Elbette, elbette yardım ederiz! Dediler.
Okada şöyle bir göz gezdirdi:
– Ya Tung nerede? Yoksa iş olduğu zamanlar görünmüyor
mu?
Bizim Gezegenimiz Dünya
55/144
Suzan Albek
Aydın gülmeye başladı. Atio, Butio ve Cutio’nun
boyunlarında bir ipin ucunda birer anahtar asılıydı. Aydın:
– Anahtar! Dedi. A-B-C üçgenini Sam Yeli vurdu. Buna karşı
astılar anahtarları.
Sam Yeli’nin neler yaptığını Bettina’ya anlattı. Atio, Butio,
Cutio, Aydın’ın söylediklerini anlamışlardı. Suratları asıldı.
Bettina gülmesini kesti:
– A-B-C üçgeni ile tam yeni anlaşmaya başladık, neden
böyle şeyler söylüyorsun Aydın? Uydurma şeyler bunlar,
dedi.
*
YEMEKTEN sonra öğrenciler eski blucinlerini giydiler,
ellerine kovaları alıp güverteye çıktılar, temizliğe başladılar.
Az sonra burunda çalışan Aydın’ın sesi duyuldu:
– Bakın! Bakın! Burada ne var?
Bizim Gezegenimiz Dünya
56/144
Suzan Albek
Hepsi işlerini bırakıp Aydın’ın yanına koştular. Aydın elinde
kocaman bir martı ölüsü tutuyordu. Kuşun geniş kanatları
çamura bulanmış, başı yana düşmüştü.
– Sam Yeli önünde sürüklenip öldürmüş hayvanı, ne yazık!
diye Bettina içini çekti.
O akşam Fuji-Yama Cebelitarık Boğazı’nı geçti. Öğrenciler
yaralı kuşla uğraştıkları için Afrika’yı Avrupa’dan ayıran,
Akdeniz’i Atlantik’e bağlayan bu önemli boğazı görmediler
bile. Kuşa Afrika’dan gelen deli rüzgârın anısına “Simun”
adını verdiler.
Az ötede Mikio seslendi:
– A! Burada da bir kuş ölüsü var!
Halatların arasında büyük bir martı yatıyordu. Kanatlarının
genişliği 1 metre vardı. Akşam oluyordu. Hepsi ölü kuşları
kanatlarından tutup denize atarlarken üzgündüler. İşlerini
bitirmiş tam aşağı inmek üzereydiler ki kaptan köşkünden
Kurt seslendi:
– Buraya gelin! Bir şey göstereceğim!
Kurt’un kucağında uzun gagalı uzun bacaklı martıya hiç
benzemeyen bir kuş vardı. Bettina hayvanın tüylerini
okşarken eline bir sıcaklık geldi.
– Bu kuş sıcak, galiba yaşıyor!
Kurt kuşun tüylerindeki çamurlarım temizledi, usul usul
yokladı. Hayvan gerçekten yaşıyordu. Bu uzun gagalı kuşun
adını hiçbiri bilmiyordu. O sırada yanlarına gelmiş olan
Japon kaptan kuşun başına kanatlarına dokundu.
– Turna kuşu bu. Vücudunun büyüklüğüne bakmayın. Çok
güzel uçar. Fakat bu hiçbir zaman uçamayacak. Kanatları
kırılmış.
Kuşu özenle taşıyarak aşağı indirdiler. Bir köşede yer
hazırlayıp önüne su ve yem koydular. Turna kuşu usul usul
başını kaldırdı. Çatlak bir sesle uzun uzun bağırdı.
Bizim Gezegenimiz Dünya
57/144
Suzan Albek
Bizim Gezegenimiz Dünya
58/144
Suzan Albek
ONİKİNCİ BÖLÜM
KAYBOLMUŞ KITA
KAYBOLMUŞ KITA! Kaybolmuş kıta! Yerin neresi?
Kaybolmuş kıta! Kaybolmuş kıta! Nereye battın? Kuzeyde
misin? Güneyde misin? Neredesin?
Bu soruları yazarlar, bilginler meraklı kişiler yüzyıllar
boyunca sordular durdular. Kaybolmuş kıtanın nerede
olduğuna dair bir kanıt bulamadılar.
bulduk. Buna göre 12 bin yıl önce Atlantik’de Gulf Stream
akıntısının kuzeye çıkmasını önleyen bir engel ortadan
kalkmış. Bu sıcak su akıntısı kuzey kıyılarını dolaşmaya
başlayınca buzullar erimiş, iklim yumuşamış, bol yağmurlar
olmuş. Çökmesiyle bu akıntıya yol açmış olan bu kıta,
Atlantid olamaz mı?
Öğrenciler ille Atlantid kıtasının şimdi geçtikleri yerlerde
olmasını istiyorlardı.
Yunan filozofu Solon, Kaybolmuş Kıta Efsanesi’ni dedesinden
dinlemişti. Dedesi ona bu efsanenin sekiz kuşak gerideki
dedelerinden kaldığını o uzak geçmişteki dedelerinin de
bunu Mısırlı Rahiplerden duyduğunu söylemişti.
Emilia Van Loon şunu ekledi:
─ Bir bilginimiz denizaltıyla Atlas Okyanusu’nun dibini
araştırdı. Dipten çıkardığı kaya parçalarını incelediğimizde
bunların 12 bin yıl önce toprak üstünde donmuş olduklarını
anladık.
Efsaneye göre bilinmeyen bir tarihte yeryüzünün bilinmeyen
bir yerinde “Atlantid” adında bir kıta varmış. Burada
Atlantidler yaşarlarmış. Bir kez Atlantidler Yunanistan’a
gelip Atina’ya saldırmışlar, yenilgiye uğrayıp geri
çekilmişler. Sonra ne olmuşsa olmuş Atlantid kıtası insanları
evleri kentleriyle bir gün bir gece içinde suların içine
gömülmüş.
Öğrenciler bunu duyunca sevinçlerinden neredeyse kalkıp
oynayacaklardı. Yerlerinde duramaz olmuşlardı. Metin
Toprak yeni bir kanıt ortaya attı:
─ En eski Babil ve Asur kaynakları dünyanın 11500 yıl önce
önemli bir evre geçirdiğini belirtir. Bu eski insanlar taş
levhalar üstüne oydukları resimli takvimlerini de o tarihten
başlatırlar. Bu evre belki de Nuh Tufanı’na denk düşer.
*
FUJI-YAMA gemisinin Atlantik’e açıldığı ilk gece bu sorun
ortaya atıldı. Kaybolmuş kıta acaba Atlantik miydi?
İsveçli okyanus uzmanı Per Kunt bu fikri savunuyordu.
─ Bugün elimizde çok duyarlı ölçü aletleri var. Geiger
bunlardan biri. Bununla Meksika körfezinden çıkıp kuzeye
akan Gulf Stream sıcak sı akıntısının yaşını ölçtük. 12 bin yıl
Bizim Gezegenimiz Dünya
59/144
Suzan Albek
Öğrenciler hep birden konuşmaya başladılar:
─ Tamam öyleyse, Atlantid 11500 yıl önce batmış.
─ Atlantik Okyanusu’nun dibine.
─ Böylece Gulf Stream’e yol açılmış.
─ Doğru, doğru böyle. Bulduk kayıp kıtayı.
Metin Toprak öğrencileri yatıştırdı:
─ Durun, durun bakalım. Pek çabucak kesin yargılara
varıyorsunuz. Bu kadar kanıt yetmez değil mi Mr. Kunt?
Bizim Gezegenimiz Dünya
60/144
Suzan Albek
Per Kunt, Metin Toprak’ın sözlerine katıldı:
─ Evet, henüz kesin bir şey bilmiyoruz. Belki de Atlantid
sadece güzel bir efsane.
Öğrenciler hiç seslerini çıkarmadılar. Hep beraber yavaşça
salondan çıktılar, güverteye gittiler. Geminin burnunda
toplandılar, yüzlerini rüzgâra verdiler. Her biri kendi dilinde
kapkara okyanusa doğru seslendi:
─ Batık kıta orada mısın?
─ Kayıp kıta orada mısın?
─ Neresi? Neredesin?
Okyanusun iri dalgaları geminin burnuna vurdular:
Vum… Vum… Vum… Vum…
ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM
EVRENDEN GELEN SESLER
EPSİL… YILDIZININ gök bilginleri, dev teleskoplarının başına
geçmiş o sırada yakın bir noktadan geçen bir gezegeni
inceliyorlardı. Gezegen Güneş’in çevresinde elips bir
yörünge üstünde 365 günde dolaşıyor, bir yandan da kendi
ekseni etrafında 24 saatte dönüyordu. Yanında kendisiyle
beraber dolaşan bir uydusu vardı. Gezegenin çevresi yoğun
bir atmosferle kaplıydı. Uydunun ise böyle kalın, koruyucu
bir örtüsü yoktu. Onun için göktaşları yüzeyini delik deşik
etmişlerdi.
Epsil!.. Bilginleri kırmızıaltı ışınlarla çalışan güçlü makineleri
ile gezegenin pek çok resmini çektiler. Görüntülerde gezegen
koyu mavi idi. Bunun için bilginler onu “Mavi Gezegen” diye
adlandırdılar.
*
MAVİ Gezegen tam yuvarlak değildi, kutuplarda hafifçe yassı
idi. Çevresinde güçlü bir manyetik alan vardı. Güneş üstünde
patlamalar olduğu zaman çıkan manyetik dalgalar Mavi
Gezegen’e kadar ulaşıyordu. Bir keresinde bu dalgalar o
kadar güçlü idiler ki gezegenin ekseni etrafındaki dönüşünü,
1 saniyenin binde biri kadar yavaşlattılar. Olayı izleyen
Epsil… bilginleri küçük Mavi Gezegen’e bir şey olacak diye
çok korktular. Ama gezegen hemen toparlandı, hiç şaşmadan
eskisi gibi dönmeye başladı.
*
Bizim Gezegenimiz Dünya
61/144
Suzan Albek
Bizim Gezegenimiz Dünya
62/144
Suzan Albek
MAVİ GEZEGEN’in atmosferi uzaydan gelen zararlı ışınların,
Samanyolu’ndan dökülen atom parçacıklarının yüzeye
geçmesini önlüyordu.
Epsil… yıldızında yaşayan akıllı varlıklar bilgine durmadan
sorarlardı. Fırıl fırıl dönen küçük Mavi Gezegen’de hayat var
mı?
Bilginlerin ölçülerine göre gezegen öteki yıldızlar gibi ışık
saçmıyordu ama sıcaktı. Buna göre “Mavi Gezegen’de hayat
yok” dediler. Sonra atmosferin alt katmanlarının ısısını
ölçtüler. 100°C aşağı buldular. “Öyleyse hayat olabilir”
dediler. Daha keskin bilgi almak için Epsilliler Mavi
Gezegen’in çok yakınına uzay gemilerini yolladılar. Bunların
aldıkları fotoğraflarda, gezegenin kara parçaları, koyu mavi
denizleri, bembeyaz parlak karlarla kaplı kutupları, bitkilerle
kaplı kırmızı bölgeleri göründü. Epsil… bilginleri
yıldızlarının her yönüne haber saldılar:
“Mavi Gezegen’de hayat var! Mavi Gezegen’de hayat var!”
Bu kez Epsil… yıldızının akıllı canlıları bilginlere başka
sorular sordular:
“Fırıl fırıl dönen küçük Mavi Gezegen’de ne çeşit hayat var?
Bizim gibi akıllı, uygar canlılar mı, yoksa sadece oldukları
yerde sallanan otlar mı?”
*
TANINMIŞ Amerikalı gök bilgini Drake, bir dağın tepesinde
büyük bir anten ve bir gözlem evi kurmuştu. Bu gözlem
evinde, çok büyük güçte radyo alıcı ve vericileri vardı. Drake
sürekli olarak bunları açık tutar, uzaydan gelebilecek radyo
sinyallerini kapmaya çalışırdı.
Bir gece tam gözlem evini kapayacağı sırada en duyarlı
alıcısından kısa bir “bip bip” sesi duydu. Hemen aletinin
başına geçti. Gece gündüz durmadan çalıştı. Bip bip’in geldiği
yönü ve uzaklığı hesapladı.
Ses, Güneş sistemi yakınından Epsil… yıldızından geliyordu.
Drake 21 cm dalga uzunluğundaki bu sinyalleri tam
yakalayacakken dünyadaki bir sürü parazitin karışmasıyla
tekrar kaybediyordu.
Drake yıllar yılı evrendeki canlı varlıkların seslerini duymak
için uğraştı, fakat başaramadı. Epsil… yıldızının akıllı
varlıkları 21 cm uzunluğundaki radyo dalgalarına Mavi
Gezegen’den hiçbir cevap alamayınca yayını kestiler.
Kendileri gibi ileri canlıların yaşadığını bildikleri yıldızlarla
konuşmaya daldılar.
Bilginler bu soruyu karşılamak için toplandılar, düşündüler,
taşındılar:
“Bunu anlamamız için gezegene radyo dalgaları yollamamız
gerek” dediler.
Epsil’liler, gene de dev teleskoplarıyla, uzay gemileriyle,
uygun zamanlarda Mavi Gezegen’i gözlemekten bıkmadılar.
Uzay adamları Mavi Gezegen’in yüzeyinde olup bitenleri
ilgiyle izlediler ve bir gün gezegenin çevresinde küçük
noktalar gibi dönüp duran yapay uyduları gördüler.
Başladılar Mavi Gezegen’e 21 cm uzunluğunda kısa radyo
dalgaları göndermeye…
Yine bir gün Mavi Gezegen’in derin denizlerinin üstünde
hava akımlarının oluk gibi aşağıya doğru indiğini gözlediler.
Bizim Gezegenimiz Dünya
63/144
Suzan Albek
Bizim Gezegenimiz Dünya
64/144
Suzan Albek
“Eyvah! Küçük gezegenimizde çok kötü şeyler olacak.
Elimizde olsa da haber versek!” diye düşündüler.
ONDÖRDÜNCÜ BÖLÜM
KASIRGA
O sırada yapay uyduların televizyon alıcıları da bu olayı
çekmişlerdi. Bunları arka arkaya yeryüzü uzay
istasyonlarına göndermeye başladılar. Uzay istasyonları da
bu kıvrım kıvrım hava akımlarını görünce, büyük hava
gözlemcilerine bir alarm bildirisi yolladılar:
1973 YILI TEMMUZ AYI sonunda Fuji-Yama gemisi Panama
Kanalı’ndan geçmek üzere Karabiber Denizi’nde yol
alıyordu. Akşamleyin geminin telsizcisi şu bildiriyi aldı:
- Dikkat! Dikkat! Karabiber Denizi’nin kuzeyinde çok şiddetli
bir kasırga bekleniyor! Rotanızı değiştirin! Rotanızı
değiştirin!
“Dikkat! Dikkat! Karabiber Denizi’nin kuzeyindeki siklon
bölgesinde büyük bir fırtına oluşuyor!”
Bu bildiriyi alan hava gözlemcileri denizlerdeki bütün
gemilere, hava alanlarına aynı bildiriyi ilettiler:
“Dikkat! Dikkat! 15 enlem, 75 boylam. Karabiber Denizi’nin
kuzeyinde fırtına bekleniyor!”
Telsizci bildiriyi hemen kaptana iletti. Geminin zilleri, çanları
çalmaya başladı.
Yerbilimciler
geminin
salonunda
kitap
okuyor,
konuşuyorlardı. Olan bitenin farkında değillerdi. Güvertede
dolaşan Kurt, Bettina ve Aydın geminin yol değiştirdiğini
görünce çok şaşırdılar. Hemen kaptanın yanına koştular.
Kaptan soğukkanlılıkla durumu açıkladı:
─ Tam rotamızın üstünde büyük bir kasırga beklendiği
haberini aldık. Onun için tam yolla güneye döndük. Telâş
etmeyin, kısa sürede tehlikeli bölgeden çıkarız!
O sırada telsizci kaptana yeni bir haber ulaştırdı:
─ Kasırga Haiti adasının güney kıyılarına yaklaşıyor!
Bütün yolcular olayı izlemek için gözlem odasına gittiler.
Hava uzmanı makinelerin kayıt şeritlerini inceledikten sonra
şöyle dedi:
─ Basınç aletimiz siklon bölgesinde çok büyük bir değişiklik
olduğunu kaydetmiş. Biz incelemekte geciktik. Bereket
versin ki bizi dışarıdan uyardılar.
Bizim Gezegenimiz Dünya
65/144
Suzan Albek
Bizim Gezegenimiz Dünya
66/144
Suzan Albek
Mikio ile Aydın dışarı çıktıkları zaman az önce gökyüzünde
pırıl pırıl parlayan yıldızların hiç biri yoktu. Simsiyah
bulutlar alçaktan kuzeye doğru koşuyorlardı. Aydın, Mikio’ya
sordu:
─ Mikio, sen hiç kasırga gördün mü?
─ Gördüm. Tornado ve hortum da gördüm. Ama uzaktan.
Pasifik’te çok olur. Geçtiği yerde ne var ne yok havaya
uçurur, ağaçları kökünden söker.
─ Peki, sonra ne olur havaya uçan şeyler?
─ Ne olacak, paramparça olur, dağılır. Kasırga da tornado da
havaya kaldırdıklarını usulca yerine koyacak değil ya!
Aydın yüreği çarparak olacakları beklemeye başladı. O gece
Fuji-Yama gemisinde kimse uyumadı. Aletlerin göstergeleri
durmadan sağa sola oynadı. Sismograflar büyük bir
depremde olduğu gibi geniş zigzaglar çizdiler.
Gün ağarırken telsizci yeni bir haber getirdi: Haiti adasının
güney kıyıları yerle bir olmuş, denizde pek çok balıkçı
teknesi kaybolmuştu. Telsizci son bildiriyi aldı:
─ Kasırga kuzeye doğru kayarak dağılıyor!
Kaptanın çabuk manevrası Fuji-Yama’yı büyük bir
tehlikeden kurtarmıştı. Fakat rotalarını değiştirdikleri için
çok vakit kaybetmişlerdi. Gemi bir süre daha güneye
gittikten sonra rotasını doğuya çevirdi, Panama’ya doğru
tam yol ilerlemeye başladı.
ONBEŞİNCİ BÖLÜM
ELEKTRİK
FUJI-YAMA, Panama Kanalı’nı geçmiş, kuzeye doğru
yönelmişti. Hava çok sıcaktı. Öğle dinlenmesinde herkes
kamarasına
çekilmişti.
Aydın
yatağına
uzanmış
düşünüyordu:
“Yerkabuğunun altında ne var? Sima. Silisyum ve
magnezyumlu
kayalar.
Yani
ara
katman,
yerkabuğundakinden daha ağır, sımsıkı kayalardan oluşmuş.
Deprem
dalgalarının
yansımasına
göre
bunların
yoğunlukları ölçülmüş. Ama günümüzde hiç görmedik bu
kayaları. Bunlar yerlerinde de durmuyorlar. Sürekli
devinimdeler. Yerin altındaki basınç bazı bölümlerde
patlamalara yol açıyor. Kim bilir ne gümbürdüyorlardır!
Kütlelerin arasında manyetik alanlar var. Bundan elektrik
akımı doğar. Derin bir kuyu açsak, elektrik fışkırır mı yerin
altından?”
Aydın bu düşüncelere dalmışken kapının vurulduğunu ve
Kurt’un kendisini çağırdığını duydu. Hemen dışarı çıktı.
Bettina’yı da alarak yukarı çıktılar.
Güvertede Okado, Per Kunt, Emilia van Loon ve Metin
Toprak konuşuyorlardı. Per Kunt eliyle kuzeyi gösterdi:
─ Bu akşam Guadelup adasının yanından geçeceğiz.
Biliyorsunuz oralarda okyanus 3500 – 4000 metre
derinliğinde. Dipte de kalın bir birikinti yok. Ancak 5
kilometre kalınlıkta bir kaya tabakası var. Yani yerkabuğu
çok ince.
Metin Toprak söz aldı:
─ Ara katmana ulaşmak için ideal yer!
Bizim Gezegenimiz Dünya
67/144
Suzan Albek
Bizim Gezegenimiz Dünya
68/144
Suzan Albek
“Evet, öyle” dedi Per Kunt.
─ Bunun için benim de katıldığım bir ekip 1961 yılında
burada ilginç bir deneme yaptı. Bir gemiden, daha doğrusu
çelik bir saldan, çok uzun bir boruyu denize indirdik. Yer
kabuğunun en derin bölümüne yani kaya kısmına ulaştık.
Oradan örnek alarak kaya parçaları yukarı çekildi. Fakat...
Öğrenciler merakla sordular:
─ Sonra ne oldu peki? Delindi mi yer kabuğu?
─ Sonrası fiyasko… Çünkü boruyu tekrar indirdiğimiz
zaman aynı kuyuyu bir daha bulamadık.
Okado şöyle dedi:
─ Denizde kuyu açmak çok güçtür. Ne kadar uğraşılsa
borunun indirildiği sal yerinden oynar. Oysa karada 10 bin
metreye kadar inilebiliyor. Amerika’da petrol kuyularının ne
kadar derine indiğini göreceksiniz.
Aydın sordu:
─ Öyleyse Amerika’daki petrol kuyuları yerkabuğunu
delebilirler mi?
Okado gülümsedi:
─ Nasıl olur Mister Aydın? Kıtalarda yerkabuğunun 35
km’den aşağı olmadığını bilmiyor musunuz?
Aydın sıkılarak konuştu:
─ Kuzey Asya’da yerkabuğunun çok ince olduğu bölgeler
var diye duymuştum.
Okado, Aydın’ın omzuna vurdu:
Bizim Gezegenimiz Dünya
69/144
Suzan Albek
─ Yarın California’ya varıyoruz. Hemen petrol bölgelerine
gideceğiz. Orada petrol kuyularından ne ilginç şeyler
çıktığını göreceksiniz.
*
SONDAJ kuyuları, çevresi yüksek kayalarla çevrili, kurak,
dümdüz bir alandaydı. Çeşitli boylardaki çelik kuleler, sarı
toprak üzerine diken gibi saplanmışlardı. Araştırmalar son
bulmuş, alanda sadece birkaç görevli kalmıştı. Buraya en
yakın kent, yüz kilometre uzaktaydı. Bu yüzden ekip, kampta
kalmak zorundaydı. Kayalarda yansıyan zayıf gün ışığı
çekilmeden çadırlar hazırlanmış, ertesi günün programı
yapılmıştı. Bütün gün ciple yapılan yolculuktan
yorulmuşlardı. Onun için herkes erkenden çadırına çekildi.
Aydın ve Mikio aynı çadırdaydılar. Hemen kendilerini
yataklarına atıp derin bir uykuya daldılar.
*
VIZ…….Vız……. Vızzzzzzzzzzzzzzz……………..
Aydın bu garip vızlama ile uyandı. Kalktı, saatine baktı. Gece
yarısıydı. O sırada Mikio bağırdı:
─ Söndür şu ışığı söndür!
Aydın şaşırdı:
─ Işığı yakmadım. Çadırın içinde bir aydınlık var.
“Acaba saatim mi durdu?” diye düşündü Aydın. Saati salladı,
kulağına koydu. Hayır, durmamıştı saat. Bir gariplik vardı bu
işte.
Bizim Gezegenimiz Dünya
70/144
Suzan Albek
Aydın’ın burnuna hiç bilmediği bir koku geldi. Aydın havayı
kokladı. Çadırın kapısını aralayıp çıktı. Çıkar çıkmaz da
dehşetle bağırdı:
─ Mikio! Mikio! Çabuk kalk!
─ Paniğe kapılma. Ölü, durgun elektrik bu; hiçbir şey
yapmaz.
─ Bir gaz kokusu var. Nedir bu?
─ Ozon. Korkma zararı olmaz.
Mikio yanına gelmişti bile. İkisi de dilleri tutulmuş gibi
çadırın önünde kalakaldılar.
Mikio’nun soğukkanlılığı ve bilgisi Aydın’ı yatıştırmıştı.
“Hortlaklara benziyoruz” dedi.
Sondaj alanındaki A kulesinin tepesinden bir ışık demeti
yavaş yavaş yukarıya yükseliyor, sonra bölünüp su damlaları
gibi yere akıyordu.
İkisi de güldüler. Bir süre kulenin tepesinde alçalıp
yükselerek yayılan arada bir kıvılcım gibi öteki kulelere
sıçrayıp kaybolan ışığı seyrettiler. Sonra içeri girdiler,
yataklarının üstüne oturdular. Üstlerindeki ışık hafiflemiş,
çadırın içi kararmıştı. Havadaki ozon duyulmaz olmuştu.
Aydın hâlâ bu olayın etkisi altındaydı. Mikio’ya sordu:
─ Sence nereden geldi bu durgun elektrik? Yoksa… Yoksa…
yerin altından fışkırmış olmasın?
Aydın biraz kendine gelip Mikio’ya sordu:
─ Nedir bu Mikio?
Mikio ellerini kuleye doğru uzattı:
─ Soğuk ışık! Ölü elektrik!
Mikio’nun elleri havada bembeyaz dolaşıyordu.
─ Korkma, sende de var. Saçlarına dokun, bak!
Mikio’nun yanıtlamasına kalmadan Aydın dışarı fırladı.
Tepesindeki soğuk ışık yavaş yavaş kaybolan A kulesi bütün
öteki kulelerden yüksekti. Aydın tekrar döndü çadıra.
─ Mikio! Mikio! Bu elektrik yerin altından fışkırdı gibi
geliyor bana. A kulesi en derin sondaj üstünde. Ben
gidiyorum dayımı uyandırmaya.
Aydın elini başına götürdü. Saçları diken dikendi. Yatırmaya
uğraştı, olmadı. Mikio’ya baktı. Onun saçları da havaya
kalkmıştı. Uçlarından iplik iplik beyaz ışıklar yayılıyordu.
Mikio yatağında doğruldu:
─ Sakın ha! Sen aklını takmışsın bu yer altı elektriğine.
Biliyorsun bizim hocalar böyle önyargıları sevmezler.
Aydın’ın bütün vücudunu bir titreme sarmıştı.
─ Elektriklendi. Bir çaresine bakalım, uyandıralım ötekileri!
Aydın kararsızlıkla çadırın içinde dolaştı.
─ Haklısın! Dayım da sevmez telâşı. Yarın sabah anlatırız.
─ Böyle sivri uçların ışıklanması atmosferdeki elektrik
yükünün artmasından olur. Kunt ile Bettina’ya…
O anda küçük bir ışık demeti Mikio’nun parmak uçlarından
fışkırıp yayılmaya başladı. Aydın geri geri çekildi;
─ Çek ellerini çek!
Aydın tam bağırmak, dayısını çağırmak üzereydi ki Mikio
eliyle ağzını kapattı:
Bizim Gezegenimiz Dünya
71/144
Suzan Albek
Bizim Gezegenimiz Dünya
72/144
Suzan Albek
Mikio sözünü bitiremeden daldı uykuya.
Aydın Mikio’yu dürttü.
─ Miki düşünsene! Belki bu kuyu yerkabuğunun altındaki
Moho kesintisine kadar inmiştir.
Mikio homurdanarak döndü arkasını.
─ Düşün Mikio! Eğer elektrik Moho kesintisinden fışkırdıysa
yaşadık! Bir elektrot, Güney Kutbu’na sok, bir elektrot Kuzey
Kutbu’na. Durgun elektrik akan elektrik olsun, tıkır tıkır
işlesin. Hem...
Mikio birden başını kaldırdı. Bir haykırdı, çadırın direği
sallandı:
─ Sus! Sus artık!
─ Ama, Mikio, endüstride…
─ Sen judo bilir misin Aydın? Ya karate? Ya taekwondo?
Gelmeyeyim yanına, çabuk sus!
Aydın kolunu bacağını Mikio’ya kaptırmamak için usulca
girdi yatağına.
“Dönüşte judo öğreneyim bari” dedi kendi kendine.
ONALTINCI BÖLÜM
BÜYÜK KANYON
AYDIN uyandığı zaman çadır boştu. “Mikio dün gece bana
çok kızmış olmalı. Beni kaldırmadı. Çok geç kaldım galiba”
diye düşündü. Uyku tulumunu katlayıp çantasına bağladı.
Hazırlanıp çıktığında ekipten birçok kimse daha önce
gitmişlerdi. Son cip onu bekliyordu. Dayısı cipte yoktu.
Aydın’ın buna canı sıkıldı. Bir gece önceki olayı ona anlatmak
istiyordu.
En yakın havaalanına gitmek üzere yola çıktıkları zaman,
onlara ev sahipliği edecek olan Amerikalı öğrenci günün
programını açıkladı:
─ “Büyük Kanyon”a yaklaşıyorlar. Bir grup, California’daki
“Şeytan Tepesi”ni görmeye gitti. En son biziz. Ben Tom.
Havaalanında turizm uçağı bulursak Arizona’daki meteor
kraterini görmeye gideceğiz.
Aydın Tom’a sordu:
─ Acaba bunların hepsini göremez miydik? Ben, Colorado
Nehri’nin kanyonlarını hep merak ederim.
─ Başkanınız Okado, “Herkes her şeyi görmek isterse
Amerika’da onbeş gün kalmamız gerekir. Oysa dört günden
fazla kalamayız” dedi. Onun için böyle gruplara ayırdık sizi.
Cipte dört Japon öğrenci vardı. Birbirlerinden hiç ayrılmayan
Atio, Butio, Cutio ve hiçbirine benzemeyen güler yüzlü Tung.
Aralarında durmadan kendi dillerinde tartışıyorlardı.
Sonunda içlerinde en iyi İngilizce bilen Tung söz aldı:
─ Çok kötü bir iş oldu. Arkadaşlarım Amerika’nın bu
bölgesindeki kanyonlar hakkında ödev hazırlayacaklardı.
Bizim Gezegenimiz Dünya
73/144
Suzan Albek
Bizim Gezegenimiz Dünya
74/144
Suzan Albek
Geç kalıp kanyonlara gidemedikleri için Okado çok kızacak
onlara.
Amerikalı öğrenci zor durumdaydı:
─ Sizi götüreceğim meteor krateri de çok ilginç. Uzun yıllar
önce buraya düşen bir göktaşı 1.3 kilometre çapında, 150
metre derinliğinde bir çukur açmış!
Tung sordu:
─ Göktaşı içinde duruyor mu çukurun?
─ Hayır. Ne içinde ne çevresinde
rastlanmadı.
─ Öyleyse niçin gidiyoruz oraya?
göktaşının
izine
Amerikalı öğrenci ne diyeceğini bilemedi. Tung
arkadaşlarına bir şeyler söyledi ve yine onların adına
konuştu:
─ Arkadaşlarım Sibirya’da böyle bir meteor çukuru
görmüşler. Profesörümüz Okado’nun koleksiyonunda
1947’de Sibirya’ya düşen bu göktaşının parçaları var.
Aydın merakla sordu:
─ Göktaşı parçaları mı? Ne var bunların içinde?
─ Demir ve nikel. Göktaşının düştüğü yöreyi görmeye
gidenler 50 ton demir ve nikel parçası toplamışlar. Okado da
oraya yaptığı geziden dönüşte küçük bir parça almış.
Atio, Butio, Cutio bir ağızdan konuştular:
─ Onun için biz göktaşı çukuru görmek istemiyoruz. Büyük
Kanyon’u görmek istiyoruz. Colorado Nehri, Büyük Vadi…
*
Bizim Gezegenimiz Dünya
75/144
Suzan Albek
BU konuşma sürerken havaalanına gelmişlerdi. Aydın,
Tom’la beraber cipten indi. Bilgi almak için havaalanı
girişine yöneldiler.
Az sonra döndüklerinde Tung uzaktan seslendi:
─ Ne haber?
─ Hiçbir uçak yok. Ne Arizona’ya ne de Büyük Kanyon’a
gidebilmek için Las Vegas’a.
─ Ne yapacağız öyleyse?
─ Bilmem. Tom’a soralım!
Tom döndüğünde Atio, Butio ve Cutio’nun suratları asıktı.
Tung sordu:
─ Ne yapacağız şimdi?
─ Uçak olmadığına göre yapacak bir şey yok. Bu bölgede çok
sönmüş yanardağ var. İsterseniz sizi oraya götürebilirim.
A-B-C bir ağızdan cevap verdiler:
─ Yanardağ, Japonya’da çok.
yanardağ!
Hem
sönmemiş.
Canlı
Tom, Aydın’a döndü:
─ Japonlara hiçbir şey beğendiremiyorum. Sen ne dersin?
Ne yapalım?
Aydın düşündü:
─ Bu ciple Büyük Kanyon’a gidemez miyiz? Önden gidenler
de bu akşam dönmeyeceklerine göre vaktimiz var demektir.
Tom cipin ön gözünden büyük bir harita çıkardı. Dizlerinin
üstüne serdi.
─ Uzak. Çok uzak 500 km. Yol çok sarp yerlerden geçiyor.
Dar boğazlar, dağlar.
Bizim Gezegenimiz Dünya
76/144
Suzan Albek
Tung söze karıştı:
─ Cip sağlam, gideriz.
Japonlar bir ağızdan bağırdılar:
─ Hayır, hayır, kanyon’a!
─ Siz görürsünüz, şimdi nasıl uçurumların yanından
geçeceğiz. 2500 metreye kadar yükseleceğiz.
A-B-C:
─ Gideriz! Gideriz! Gideriz!
Tom direksiyona geçti:
─ Haydi öyleyse! Sonra pişman olursanız karışmam.
Tom bunu söyleyerek hızla gaza bastı. Cip sarsılarak yola
koyuldu. Kendilerini Büyük Kanyon’a götürecek olan kuzey
anayoluna çıktılar.
*
AYDIN takvimli saatine baktı. 8 Ağustos 1974 saat 9. Hava
güzel. Yolun iki yanı çeşitli ağaçlarla süslü.
Uzun süre hiç konuşmadan gittiler. Tom sessizliği bozdu:
─ Eğer böyle oyalanmadan gidersek akşama kanyona yakın
bir motelde geceleriz. Yarın sabah çok erken kalkıp kanyonu
görür döneriz.
Dağların üstünde uzun bir yaylayı aştıktan sonra iki tarafı
yüksek kayalarla çevrili dar bir boğaza girmişlerdi ki cip
garip hırıltılar çıkarmaya başladı, yavaşladı, yavaşladı,
durdu.
Tom yere atladı. “Hay Allah kahretsin!” diyerek cipi yolun
kenarına çekti.
Motorun kapağını açtı. Hepsi indiler. Eğildiler, motora
baktılar. Tom: “Hiç de anlamam bu işten” dedi. Japonlar: “Biz
de anlamayız” dediler. Aydın da onlara katıldı.
Tung, Tom’un omzuna vurdu:
─ Ya yemek? Ya yemek?
Tom gülerek cevap verdi:
─ Üzülme, bir benzin istasyonunda durur yeriz.
Az sonra bir kavşağa vardılar. Tom yavaşladı. Bir tabelanın
üstünde “Ölüm Vadisi” diğerinde “Büyük Kanyon-Ulusal
Park” yazıları ve ok işaretleri vardı. Tom direksiyonu Ölüm
Vadisi yönüne hafifçe kırdı:
─ Ne dersiniz? Ölüm Vadisi’ne gidelim mi?
Bizim Gezegenimiz Dünya
Gerçekten yol gittikçe kayalık, kurak bölgelerden geçiyordu.
Koyu renkli sivri kayaların dibinde toprak kül rengi bir tozla
kaplıydı. Hepsi acıkmışlardı. Küçük bir lokantada yemek
yediler. Sonra büyük virajlarla, döne döne bir dağı
tırmanmaya başladılar. Cipin hızı yavaş yavaş azalıyordu.
Yükseldikçe hava serinliyor, ufka yaklaşan güneşin altında
kayaların gölgeleri yolun üstüne seriliyordu.
77/144
Suzan Albek
Tom vidaları, kapakları oynattı, sonra Aydın’a seslendi:
─ Sen direksiyona geç, ben söylediğim zaman gaza bas.
Tom motorun başında epeyce uğraştı. Aydın cipin içinde her
şeyi kurcaladı. Sabahtan beri o kadar gürültüyle çalışan
cipten şimdi hiç ses gelmiyordu. Sanki derin bir uykuya
yatmıştı. Japon öğrenciler yolun kenarına oturmuş, sabırla
sonucu bekliyorlardı. Tom onlara döndü:
Bizim Gezegenimiz Dünya
78/144
Suzan Albek
─ Ne oldu bu arabaya bilmem! Hiç böyle bir şey başıma
gelmemişti.
─ Tom, biz yanlış yola sapmış olmayalım? Neden bu kadar
tenha burası?
Tung sordu:
─ Benzin bitmiş olmasın?
Tung oturduğu yerden Tom’un paçasını çekti:
─ Tom, Tom, sakın yanlışlıkla Ölüm Vadisi’ne girmiş
olmayalım?
Aydın:
─ Sen üçüncü pastanı yerken biz benzin doldurduk. Hem
yedek bidonumuz da var
Diyerek şaka yapmak istedi. Fakat kimsede gülecek hal
yoktu. Yol ıssızdı. Bir tek araç geçmiyordu.
Tom:
─ Biraz yardım edin arabayı kenara itelim. Burada yardım
beklemekten başka çaremiz yok.
Hepsi birden cipi bir kayanın altına çektiler. Aydın kayaların
uygun bir yerinden yukarı tırmandı. Çevreye bir göz attı,
aşağıya seslendi:
─ Burası ayın yüzeyi gibi bir yer. Her yer kayalık. Gelin
bakın!
Atio, Butio, Cutio da tırmanarak Aydın’ın yanına çıktılar. En
arkada Tung uflayarak düzlüğe vardı. Tom yolun kenarında
yardım gözlüyordu. Ortalık adamakıllı kararmıştı. Aydın,
Tom’a seslendi:
─ Tom sen de gel buraya! Karşıdan bir araç gelirse ışıklarını
görürüz.
Oysa hiçbir ışık göremiyorlardı. Ne ışık, ne ses!
Aydın kısık bir sesle sordu:
Bir kayanın dibinde birbirlerine sokulmuş oturan A-B-C
mırıldandılar:
─ Jugo de neyava… Yome ri yuki!
Tom’un cevap vermesine vakit kalmadan karşıdan bir ışık
belirdi. Tom hızla kayalardan aşağı kaydı. Yola çıkıp, eliyle
koluyla işaretler yapmaya başladı. Küçük bir araba
durmadan yanından geçti. Tom tekrar yukarıya
tırmandı.”Zaten durmayacağını biliyordum” dedi.
Aydın sordu:
─ Neden durmasınlar? Yolda bozulan bir arabaya yardım
etmezler mi?
─ Belki isterler, ama korkarlar.
─ Neden korkacaklarmış? Bizden mi?
─ Tabii, bizden. Silahlı olmadığımızı nereden bilecekler? Bu
saatte, bu tenha yerde herkes birbirinden korkar.
A-B-C yine mırıldandılar:
─ Yomeri yu ki, osatono.. tayerimo!
Her yer kapkaranlıktı. Kayaların oyuklarında toparlak gözler
parlıyordu. Aşağıdan, kayaların üstüne çekip vurulur gibi bir
ses geliyordu:
─ Gunk! Gunk! Gunk!
Tom Tung’a göndü:
Bizim Gezegenimiz Dünya
79/144
Suzan Albek
Bizim Gezegenimiz Dünya
80/144
Suzan Albek
─ Tung, aşağıdaki Ölüm Vadisi’den seni çağırıyorlar. Dinle
bak! Tung! Tung! Tung!
Tung altta kalmadı:
─ Benim yerime sen git. Sen ev sahibisin.
Aydın, Tung’un omzuna vurdu:
─ Sahi, korktun mu? Guguk kuşu bu. Bizde de vardır. Dinle:
Guk! Guk! Gung! Gunk!
Uuuuvvvvv! Uuuvvvv! Uuvvvv!
─ Ya bu ses ne?
Tom cevap verdi:
─ Bu çakal. Buralarda yaban domuzu da çoktur. Ateş yaksak
iyi olacak.
Hepsi birden fazla dağılmadan ayaklarıyla yerlere vurarak
çalı çırpı aramaya koyuldular. Buldukları kuru kökleri,
dikenleri bir kayanın üstüne yığdılar. Tung ve Aydın aşağıya
inerek benzin bidonunu getirdiler. Biraz döküp çalıları
tutuşturdular.
Tom cipten bir şeyler çıkarıyordu. Az sonra aşağıdan
seslendi:
─ Şunları elimden alın, ben de çıkayım!
Eğilip Tom’un uzattıklarını aldılar: kocaman bir battaniye,
bisküvi, çikolata ve bir de gitar. Tom kayalara asılıp kendini
yukarı çekti. Gitarını eline aldı:
─ Haydi bakalım, böyle surat asmayın. Şimdi size bir
Kızılderili türküsü söyleyeceğim.
Aydın battaniyeyi serdi. Hepsi ateşin karşısına yerleştiler.
Bizim Gezegenimiz Dünya
81/144
Suzan Albek
Büyük Ruh! Büyük Ruh!
Sen güçlüsün, iyisin, akıllısın.
Göklerde görürüm
Birçok bulut!
Ormanlarda, havada duyarım
Savaş sesi, bağrışmalar, naralar.
Büyük Ruh! Büyük Ruh!
Bana yardım et!
Tung sağa sola bakarak sordu:
─ Burada daha Kızılderililer var mı acaba?
Tom şarkısını kesti, birden ayağa fırladı:
─ İşte ben Kızılderili!
Tom ellerini yukarı kaldırıp ateşin karşısında ayaklarını vura
vura dans etmeye başladı.
Hepsi şaşkın şaşkın bakıyorlardı. Tom yerine oturup gitarını
eline aldı:
─ Büyükbabamın annesi Kızılderili imiş.”Hualpai”lerden.
Şimdi onlardan bir kol Büyük Kanyon’un yakasında yaşıyor.
Merak etmeyin. Balta savurmuyorlar artık.
Aydın:
─ Biliyorum. Sınırlı bir bölgede yaşıyorlarmış. Çok çalışkan
insanlarmış. O topraklarda çıkan fosilli taşlardan pipolar, süs
eşyaları yapıp satıyorlarmış.
Vakit ilerliyordu. Öğrencilerin korkusu, tedirginliği geçmişti.
Arada kuru kökler toplayıp ateşi canlandırdılar. Japon
öğrenciler usulden bir şarkıya başladılar:
Bizim Gezegenimiz Dünya
82/144
Suzan Albek
─ Zaten başka çaremiz yok! Dedi
Yu yake koyakeno
Akatonbo
O varete mitanova
Itsunohika
Taehateta
Tung yerinden kalkmadan karşılık verdi:
─ Öyleyse size güle güle! Dönüşte beni buradan alırsınız.
Sıra Aydın’a gelince o da memleketinden bir şarkı söyledi:
Ilgaz, Anadolu’nun
Sen yüce bir dağısın!
……….
Yalçın kayalıkların
Göklere yükseliyor.
Senin dumanlı başın
Bulutları deliyor…
Aydın’dan sonra Tom yine gitarına vurmaya başladı:
Biz Arizona arslanları
Dım dım dım dım…
Tung çoktan uykuya dalmıştı. Tom gitarını sırtına vurdu:
─ Ben cipte uyuyacağım, isteyen gelsin
A-B-C aşağı inmedi. Battaniyeye sarınıp uzandılar. Aydın
uyku tulumunu cipten aldı. Ateşin karşısına serdi. Tung’un
üstünü örttü. Aşağıda guguk kuşu durmadan ötüyordu:
Guk! Guk! Gunk! Gunk! Tung! Tung!
*
GÜN ağarırken yukarıdakiler Tom’un sesiyle uyandılar.
─ Haydi bakalım yerbilimciler! Büyük Kanyon’a yaya olarak
yola çıkıyoruz.
Atio, Butio, Cutio Tung’u kollarından yakaladıkları gibi
kayalardan aşağı sarkıttılar. Tung ellerinden kurtuldu, paldır
küldür yuvarlanarak kendini cipin yanında buldu. Ötekiler
de eşyalarını toplayıp aşağıya indiler. Yolun kenarına
dizildiler. Tek tük otomobiller geçmeye başlamıştı. Ellerini
kollarını sallayarak işaret verdiler. Hiçbiri durmadı. Az sonra
ağır ağır yaklaşan büyük bir kamyon onları görünce
yavaşladı, önlerinde durdu. İri yarı bir şoför yere atladı:
─ Selâm! Bir şey mi oldu?
Tom cevap verdi:
─ Arıza. Dün geceden beri buradayız.
İri yarı şoför kamyonundan bir çelik ip çıkardı. Cipe
bağladılar. Tom direksiyona geçti, arkadaşları arkaya.
Kamyon cipi çeke çeke yola koyuldu.
Vardıkları ilk benzin istasyonunda başlayan tamir hemen
hemen iki saat sürdü. Cip yeniden gürültüyle çalışmaya
başlayınca hepsi sevinçle içine doldular. Yola çıktılar.
Dar boğazlar arasında gitgide yükselirlerken
çevrelerindeki vahşi manzaranın etkisi altındaydılar.
Aydın sordu:
─ Sanki bir değirmen çalışıyormuş gibi sürekli bir uğultu
duyuluyor. Nedir bu?
─ Sabredin, şimdi göreceksiniz, dedi Tom.
Aydın bir yandan uyku tulumunu toplayarak:
Bizim Gezegenimiz Dünya
83/144
Suzan Albek
hepsi,
Bizim Gezegenimiz Dünya
84/144
Suzan Albek
Dar boğazdan çıkıp yüksek bir tepeye vardıkları zaman
durdular. Aşağıda Colorado Nehri çavlanlar yaparak
kayalardan dökülüyordu. Az ötede sulardan bir kol ayrılıyor,
oluk gibi bir kayanın içine girip gözden kayboluyordu.
Tom elini uzattı:
─ Bakın nehrin bir kolu burada kendi açtığı bir tünele
giriyor, demin tırmandığımız tepenin altından geçiyor. Onun
için yol boyunca hep o uğultuyu işittiniz.
Hepsi uzun bir süre çavlanlara baktılar. Suyun serinliği
yüzlerine vuruyordu. Tekrar cipe bindiler. Tom bilgi
veriyordu:
─ Büyük Kanyon’a çok uzak değiliz.
Colorado Nehri çok çamurlu akıyordu. İçinde koskoca ağaç
kütükleri yüzüyordu. Aydın, Karadeniz’den geçerken
gördüğü Kızılırmak ağzını anımsadı:
─ Bizde Kızılırmak da böyle çamurlu akıyor. Ülkenin bütün
verimli toprağını denize döküyor.
A-B-C hep beraber:
─ Erozyon! Erozyon! Erozyon! Dediler.
Tom da aynı şeyi düşünüyordu:
─ Colorado döküldüğü California Körfezi’ne her yıl
milyonlarca ton çamur ve kum taşıyor. Böylece 26 yılda
denizden 3 kilometrelik bir alan kazanılmış.
Bu konuşma sürerken birden yol kenarında “Büyük Kanyon”
levhasını gördüler. Tom cipi park yerine çekti. Çantalarını
fotoğraf makinelerini aldılar. Ok işaretlerini izleyerek
kanyonun görüldüğü düzlüğe geldiler.
Bizim Gezegenimiz Dünya
85/144
Suzan Albek
Colorado Nehri 2000 metre aşağıda, duvar gibi dimdik
yükselen kayaların arasında akıyordu. Hepsinin dili tutulmuş
gibiydi. Tom çantasından bir dürbün çıkardı. Aydın’a uzattı:
─ Bak, dünyanın jeolojik tarihini burada görebilirsin. Nehir
yerkabuğunu öyle bir yarmış ki bütün katmanlar ortaya
çıkmış. Dipte 2 milyar yıllık kayalar var.
Aydın dürbünü gözünden ayırmıyordu:
─ Aşağıda siyah kayalar görüyorum!
─ Onlar şist. En eski kayalar. Üstlerinde tortul kayalar var.
hem de çok kalın katmanlar halinde.
─ Bu kadar kalın tortul katmanlar burada nasıl oluşmuş?
Benim bildiğim topraktan kopan döküntüler sularda ya da
çukurlarda tortullaşır.
Tung söze karıştı:
─ İyi ya işte. Burası da vaktiyle denizmiş. Ama yüz
milyonlarca yıl önce.
Tom, dürbünü Tung’a uzattı:
─ Çok bilgilisin Tung. Gerçekten Amerika’nın bu bölgesi
denizin altında kalmış. Hem de üç kez. Sonra yavaş yavaş
yükselmiş.
Tung mırıldandı:
─ İşte en altta en eski kayalar… Onun üstünde tortul
katman… Onun üstünde püskürük kayalar… Bazalt bunlar
değil mi Tom?
─ Evet Tung. Taşları çok iyi tanıyorsun sen!
Aydın’ın aklı en dipteki kapkara parlak şistteydi
─ Ah şu şistten bir parça koparabilsem de koleksiyonuma
koysam! Dedi.
Bizim Gezegenimiz Dünya
86/144
Suzan Albek
Tung güldü; Aydın’ı arkasından hafifçe itti:
─ Haydi in aşağı, çekicini de al! Biz seni sonra iple çekeriz
buraya.
karşıda bir tepenin üstünde sarı bir ışığın durmadan yanıp
söndüğünü gördü:
─ Tom, bu yanıp sönen sarı ışık ne anlama geliyor?
Atio, Butio, Cutio durmadan fotoğraf çekiyorlardı. Tung’un
sözünü duyunca Aydın’a döndüler:
─ Aydın, biz sana o kayaların resimlerini yollarız, dediler.
Tom’un cevap vermesine vakit kalmadan salonda radyonun
sesi işitildi:
─ Dikkat! Dikkat! Yol polisi bildiriyor, vadiyi sis basıyor. Sarı
sis lambası olmayan araçların inmesi tehlikelidir.
Vakit, öğleyi geçmişti. Colorado kanyonunu yoğun bir sis
kaplıyordu. Kayalar görünmez olmuştu.
─ Acıktık. Dönelim artık! Dedi Tung.
Son bir kez kanyona bakarak geri döndüler. Cipe doğru
yürüdüler. Binmeden önce A-B-C, Tom’a teşekkür ettiler.
Tung da onlara katıldı:
─ Tom, gerçekten çok güzel bir gezi oldu. Sen de Japonya’ya
gelirsen biz de seni gezdiririz. Adresini vermeyi unutma.
Mektuplaşalım.
Hepsi cipe bindiler. Tom dönüş programını yapmıştı:
─ Gelirken gördüğünüz “Dağbaşı” motelinde acele bir şeyler
yer, son hızla vadiye ineriz. Ondan ötesi kolay. Akşama Los
Angeles yakınlarındaki “Madencilik Okulu”na varırız.
Diğerleriyle orada buluşacaksınız değil mi?
Aydın cevap verdi:
─ Evet, öyle. Ertesi sabah, yani 10 Ağustosta gemiye
biniyoruz. Ver elini Japonya.
*
“DAĞBAŞI” Lokantası kalabalıktı. Güçlükle yer bulup
yerleştiler. Aydın oturduğu yerden dışarıya bakarken
Bizim Gezegenimiz Dünya
87/144
Suzan Albek
Öğrenciler hemen ayağa kalktılar:
─ Tom çabuk gidelim!
Tam kapıya doğru yaklaşmışlardı ki ikinci bir anons
duyuldu:
─ Dikkat! Dikkat! Yol polisi bildiriyor, sarı sis lambası
olmayan araçların vadiye inmesi kesinlikle yasaktır.
Aydın sordu:
─ Tom, bizim arabanın sarı sis lambası var mı?
Tom soğukkanlılıkla cevap verdi:
─ Ne gezer! Ben bu cipi elden düşme aldım. Yazın turistleri
gezdirip üniversite giderlerimi karşılıyorum. Öyle şeyler
almaya param kalmıyor ki!
Tung hafif bir gülümsemeyle söze karıştı:
─ Bizim gibi akılsız turistleri gezdiriyorsun değil mi Tom?
Tung’un bu yerinde sözüne hepsi güldüler. Gerçekten
hesapsızca yola çıktıkları için akılsızlık etmişlerdi.
Lokanta boşalmıştı. Bütün yolcular acele arabalarına atlıyor,
hemen uzaklaşıyorlardı. Aydın çok telaşlanmıştı:
─ Yarın, Fuji-Yama limandan ayrılıyor. Nasıl yetişeceğiz?
Bizim Gezegenimiz Dünya
88/144
Suzan Albek
Avluda son otomobil motorunu çalıştırıyordu. Tom birden
kapıya doğru koştu:
─ Bir fikrim var. Çabuk gelin.
Hepsi dışarı çıktılar. Tom yola çıkmak üzere olan arabadaki
genç karı kocayla konuşmaya başladı:
─ Arkadaşlarımın çok acele işleri var. Acaba onları da
alabilir misiniz?
─ Ancak 3 kişilik yerimiz var. İsteyenler gelsinler.
Tom arkadaşlarına döndü. “Ne dersiniz?” gibi bir işaret
yaptı. Japon öğrenciler bir süre tartıştılar. Sonra Tung söz
aldı:
─ Teşekkür ederiz. Fakat grubun dağılmaması daha doğru!
Sis açılınca hep beraber yola çıkarız.
Araba tam hareket etmek üzereydi ki Aydın seslendi:
─ Durun! Durun! Bir dakika!
Sonra arkadaşlarına döndü:
─ Hiç olmazsa üç kişi önden giderse bizim ekibe durumu
anlatır, onları bekletiriz. Biz de arkadan yetişiriz. Ben derim
ki…
Tom, Aydın’ın sözünü kesti:
─ Çok doğru. A-B-C önden gitsinler. Biliyorsunuz, ötekilerle
“Madencilik Okulu”nda buluşacaksınız. Biz yarın doğru
limana geliriz. Haydi, karar verin!
Fazla düşünmeye vakit kalmadan A-B-C kendilerini
tanımadıkları Amerikalı karıkocanın arabasında buldular.
Tung, Tom ve Aydın hızla kalkan arabanın arkasından el
salladılar ve içeri girdiler.
Bizim Gezegenimiz Dünya
89/144
Suzan Albek
Radyo sisin daha da yoğunlaştığını, hiç rüzgâr olmadığı için o
gece vadiden kalkmayacağını bildiriyordu. Öğrenciler çaresiz
o gece motelde kalmak üzere odalarını ayırttılar. Sonra
içinde kalın kütüklerin yandığı şöminenin karşısına geçtiler.
Aydın yerinde duramıyor, sık sık Tom’a soruyordu:
─ Yarın geç kalmayız, erken yola çıkarız, değil mi?
─ Telâş etme Aydın! İnsan geziye çıkınca böyle şeyleri göze
almalı. Bakın şimdi size Colorado kanyonları hakkında güzel
bir kitap okuyacağım. Vakit geçer.
Tom bunu söyleyerek çantasından bir kitap çıkardı. Tung ve
Aydın yanına yerleştiler. Tom başladı okumaya:
“XIX. yüzyılın ortalarında Gren ve Colorado nehirlerinin
çıktığı ve birleşip California Körfezi’ne aktığı bölge henüz
tanınmıyordu. En iyi haritalarda bile buralar boş
bırakılmıştı. Yalnız, Colorado Vadisi’ne giden hiçbir avcının
geri dönmediği söylentileri dolaşırdı.
1869 yılında Wesley Powell adında bir yerbilim uzmanı bu
bölgeyi nehir yoluyla araştırmayı aklına koydu. Pek çok
kimse onu bu tehlikeli işten vazgeçirmek istediyse de Powell
yılmadı. Hükümetten para yardımı alarak hazırlığa girişti.
Önce 9 kişilik bir ekip kurdu. Beyaz meşeden 6 metre
boyunda üç kayık yaptırdı. Çam ağacından daha küçük bir
kayık daha ısmarladı. Bu kayıklara on ay yetecek kadar
yiyecek, ölçü aletleri ve gerekli eşya doldurdu. 29 Mayısta
Powell ve arkadaşları Uinta Dağı eteklerinden Green nehrine
kayıklarını indirdiler.
Manevrası kolay olan küçük, çam ağacından kayıkta Powell
önden gidiyor, ötekiler onu izliyordu. Küçük derelerin
nehirlere katıldıkları yerlerde hızlı akıntılar oluyor, kayıklar
ilerlemekte çok güçlük çekiyorlardı. 8 Haziranda grup
Bizim Gezegenimiz Dünya
90/144
Suzan Albek
“Lodore” adını verdikleri bir kanyona girdi. Burada Powell
ve arkadaşları dalgaların neler yapabileceklerini çok iyi
gördüler. Kayığın biri parçalandı. İçindeki 3 kişi güçlükle
kurtarıldı. Ondan sonraki “Cennet Kanyonu” adını verdikleri
kanyonun yan yüzeyleri yosunlar, bin bir renkli çiçeklerle
kaplıydı. Fakat sular gitgide azgınlaşıyordu.
Bir daha geri dönmeyen Howland, kardeşi ve Bill Dunn oldu.
Birkaç gün sonra çölü geçerlerken Kızılderililer tarafından
öldürüldüler.
13 Ağustosta “Büyük Kanyon”un girişine vardılar. Ancak bir
aylık yiyecekleri kalmıştı ve uzun süre kanyonun yüksek
duvarları arasından çıkamayacaklarını biliyorlardı. Kanyona
girdikten bir süre sonra iki yanlarındaki yarlar 1500
metreye yükseldi. Powell, kendilerini bir kıyıdan öbür kıyıya
savuran köpüklü dalgalarla çarpışırken aletlerini çıkarıyor,
ölçü almaya çalışıyordu. Sular biraz sakinlediği zaman da
kanyonun krokisini çiziyordu. Birçok yerlerde kat kat çavlan
gibi donmuş lavlar vardı. Sular bunların üzerinden köpük
köpük dökülüyordu. Bazı yerlerde akıntılar nehrin ortasına
büyük kaya parçaları sürüklemişlerdi.
Ağustosta öğlene doğru Colorado’nun ‘Büyük Kanyon’undan
çıktılar ve birdenbire kendilerini bir vadide buldular…”
Grubun en yaşlısı olan Howland, bu durumda yola devam
etmenin delilik olacağını söyledi. Howland’ın kardeşi ve Bill
Dunn da ona katıldılar. Uygun bir yerde kanyonun yan
yüzeyine tırmanarak yukarıya çıkmayı kararlaştırdılar.
Powell karısına bir mektup yazıp ayrılacak olanlara verdi.
Sumner kolundan altın saatini çıkararak Howland’a uzattı:
‘Eğer biz dönemezsek bunu kız kardeşime ver’ dedi.
O sırada Powell ve arkadaşları büyük maceranın sonuna
gelmişlerdi.
*
ŞÖMİNENİN ateşi yavaş yavaş sönüyordu. Tom kitabı
okurken sekiz on yaşlarında üç çocuk usulca gelmiş, dizinin
dibine oturmuşlardı. Tom kitabı kapatınca üçü birden
kollarına asıldılar:
─ Ne olur daha okuyun bu kitabı bize!..
Tom çocukları okşayarak özür diledi;
─ Yarın çok erken kalkacağız. Şimdi yatmamız gerek.
Hepinize iyi uykular!
Aydın, Tung ve Tom yemeklerini yiyerek odalarına
çekildiler.
Yol boyunca tuttukları günceyi de verdiler. Howland son kez
Powell’e : ‘Bu sonu bilinmeyen tehlikeli yolculuktan vazgeç
artık’ diye yalvardıysa da Powell ve arkaşları dinlemediler.
Birer tüfek ve biraz yiyecek vererek Howland kardeşleri ve
Bill Dunn’u gün ağarırken bir kıyıya bıraktılar.
Bizim Gezegenimiz Dünya
91/144
Suzan Albek
Bizim Gezegenimiz Dünya
92/144
Suzan Albek
ONYEDİNCİ BÖLÜM
DEMİR İĞNELER
Tung birden bağırdı:
─ Tamam! Tamam! Yaşa Aydın! Demir Aydın!
SABAHA KARŞI sis dağılmış, sarı ışık sönmüştü. Tung, Tom
ve Aydın çabucak kahvaltılarını yapıp cipe atladılar.
Aydın Tung’un neden bu kadar heyecanlandığını
anlamamıştı. Tung açıkladı:
─ Lavların içindeki çok ufak demir parçaları yeryüzüne
çıkınca kutupların mıknatıs gücünün etkisiyle o yöne doğru
dizilmişler, bu çizgiler oluşmuş, sonra lavlar donunca öylece
kalmış.
─ Bu kadar açık bir şeyi nasıl anlamadım? Dedi Aydın. Tıpkı
okulda yaptığımız deneyde olduğu gibi. Demir tozunu döküp
mıknatısı yaklaştırınca tozlar yol yol mıknatısa yönelir.
Vadiye yaklaştıkça hava ısınıyordu. Geç kalmak korkusundan
uzun süre hiç durmadan ilerlediler. Dev çöl kaktüslerinin
yetiştiği kurak bölgelerden geçtiler. Granit kayalar ve
sönmüş volkanlarla kaplı bir yere gelince durdular.
Tom:
─ Burası ilginç bir bölgedir. Size bir şey göstereceğim, dedi.
Yolun kenarındaki yüksek kayaların arasında akarken
donmuş bir ırmak gibi lav kitleleri vardı. Bu katılaşmış lavın
üstünde birbirine paralel çok ince çizgiler seçiliyordu. Tom
elini uzattı:
─ Bu çizgileri görüyor musunuz?
Tung ve Aydın iyice eğilip donmuş lavların üstünde ellerini
gezdirdiler:
─ Görüyoruz. Nedir bunlar?
─ Bilin bakalım yer bilimciler!
Tung ile Aydın birbirlerine baktılar. Bu çizgilerin ne
olduğunu anlamamışlardı.
─ Aydın böyle bir şey görmemiştir ama sizin ülkenizde
vardır bundan Tung. Lavların içinde…
─ Ne vardır lavların içinde?
Aydın atıldı:
─ Volkanlar püskürürken lavların içinde erimiş olarak bol
maden çıkar yeryüzüne. Demir… Bakır…
Bizim Gezegenimiz Dünya
93/144
Suzan Albek
Aydın çantasını karıştırdı, ufak pusulasını bulup çıkardı:
─ Bakalım bu çizgiler gerçekten pusula iğnesi gibi kuzeyi
gösteriyor mu?
Aydın’la Tung baş başa verdiler, bir pusula iğnesinin yönüne
baktılar, bir lav çizgilerinin yönüne… İkisi birbirini
tutmuyordu. Aydın pusulayı salladı:
─ Bozuk bu pusula galiba!
Tung da pusulasını çıkarmıştı. Onunkine de baktılar. Pusula
iğnesi kuzeyi gösteriyor, fakat lav çizgilerine uymuyordu.
İkisi de şaşkın, ellerinde pusulalarla kalakalmışlardı. Tom
onların bu haline katıla katıla gülüyordu.
─ E? ne oldu? Lavın içindeki demir parçacıkları niye pusula
iğnesiyle aynı yönde değil?
Aydın:
─ Anlamadım bu işi! Dedi.
Tom cipe atladı:
─ Ben size sonra anlatırım. Şimdi gidelim artık.
Bizim Gezegenimiz Dünya
94/144
Suzan Albek
Aydın çantasına pusulasını koyarken ufak çekicini
çıkarmıştı.
─ Tom bir dakika bekle! Bu lavdan bir parça koparayım!
Aydın bunu söyleyerek olanca gücüyle lavlara vurmaya
başladı. Boşuna… Hiçbir parça kopmuyordu. Az öteden Tung
seslendi:
─ Aydın, uğraşma! Burada bir parça var, gel onu alalım.
Tung’un gösterdiği kaya parçası bir kişinin kucağına
sığmayacak kadar büyüktü. Fakat kıracak vakit yoktu. Tom
motoru çalıştırmıştı. İkisi güçlükle taşı kaldırıp cipin içine
koydular. Tom gaza bastı.
*
YOL boyunca Aydın’la Tung telâştan yerlerinde
duramıyorlardı. Birbirlerine bir şey söylemedikleri halde
ikisinin de aklında aynı soru vardı: “Ya Fuji-Yama onları
beklemeden demir aldıysa?”
*
LOS ANGELES limanına vardıklarında vakit öğleyi geçmişti.
Liman çok büyüktü. Geminin yanaştığı yeri bulmak için
rıhtım boyunca uzun süre gittiler. Birçok yabancı geminin
durduğu rıhtımın en sonunda, üstü sarıyoncayla süslü siyah
bacasından hafif hafif dumanlar tüten Fuji-Yama birden
karşılarına çıkıverdi. Aydın’la Tung derin bir oh çektiler:
─ Çok şükür! Fuji-Yama orada!
Cip rıhtımın kenarında durdu. Aydın’la Tung eşyalarını
aldılar. Tom’un yardımıyla değerli kayalarını yüklendiler.
Oflaya, puflaya, gümrük binasına kadar, uzun bir yol
Bizim Gezegenimiz Dünya
95/144
Suzan Albek
boyunca taşıdılar. Tam geçmek üzere demir kapının önüne
gelmişlerdi ki resmi elbiseli iki memur karşılarına dikildi:
─ Durun! Bu taşı nereye götürüyorsunuz? İçinde ne var?
Tung güler yüzle cevap verdi:
─ İçinde demir iğnecikler
götürüyoruz.
var.
Gemiyle
Japonya’ya
İki memur tekrar sordular:
─ Götürmek için izniniz var mı?
Tung’la Aydın taşı yere koydular, terlerini sildiler. Tom’a
sordular:
─ Bu kadar taşıdık taşımızı, ne yapacağız şimdi?
Tom memurlara döndü, bir süre tartıştı. Sonra Aydın’la
Tung’a:
─ Eğer bu taşı götürmek istiyorsanız laboratuarda
incelenmesi gerekiyor. Akşama kadar sürer, bekler misiniz?
dedi.
Aydın telâşla bağırdı:
─ Tom, bilmiyor musun ne kadar geç kaldığımızı? Gemi
sabahtan beri bizi bekliyor.
Aydın bunu söylerken çantasından çekicini çıkardı. Lav
kitlesine bir vurmasıyla ayağının dibine yumruk kadar bir
parça düştü. Aydın sevinçle taşı cebine koydu. Sonra kayayı
Tom’a doğru itti:
─ Tom, bizi çok güzel gezdirdin. Bu kaya parçası sana
armağanımız olsun.
Tom lav parçasının üstüne oturdu. Elini cebine attı:
─ Aydın, benim de sana bir armağanım var. Bak!
Bizim Gezegenimiz Dünya
96/144
Suzan Albek
Tom bunu söylerken cebinden parlak bir şey çıkardı.
Aydın’ın çantasına attı.
─ Teşekkür ederim Tom! Hoşça kal! Sen de Türkiye’ye gel.
Bizde de çok görülecek şey var.
Tung, Tom’un önünde eğildi:
─ Hoşça kal Tom! Japonya’ya bekliyoruz!
Aydın ve Tung memurlara pasaportlarını göstererek demir
kapıdan geçtiler. Fuji-Yama’ya doğru koşmaya başladılar.
Herkes geminin güvertesindeydi. Ellerinde dürbünlerle
bakıyorlardı. Aydın aralarından dayısını seçti. Elini salladı:
─ Dayı! Günaydın!
Metin Toprak elini kaldırdı, bir şeyler söyledi, fakat Aydın
anlamadı. Hızla geminin merdivenlerini çıkmaya başladılar.
Aydın, arkasından gelen Tung’a seslendi:
─ İyi ki A-B-C’yi önceden gönderdik. Dayım çok merak
edecekti beni.
Merdivenin ortasında Tung birdenbire durdu, bağırdı:
─ Aydın! Unuttuk! Unuttuk!
─ Ne var? neyi unuttuk Tung?
─ Tom’a katılaşmış lav içindeki demir iğneciklerin niye
kuzeyi göstermediklerini sormayı unuttuk.
─ Aman Tung! Bırak bunu şimdi. Gemide öğreniriz.
─ Olmaz. Tom orada soracağım!
Tom ilerde demir kapının arkasında duruyor, onlara el
sallıyordu. Tung ellerini ağzının yanına koyarak bağırdı:
─ Tom! Tom! Neden demir iğnecikler kuzeyi göstermiyor?
Tom, Tung’un sorusunu duymuştu. Eliyle, “Dur anlatayım”
anlamına bir işaret yaptı. Rıhtımın taşları üzerinde birkaç
Bizim Gezegenimiz Dünya
97/144
Suzan Albek
kere fır fır döndü. Sonra ellerini yere dayayıp ayaklarını
havaya kaldırdı. Bir süre öyle ayakları yukarıda başı aşağıda
durdu; sonra zıplayıp ayaklarının üzerine düştü.
Tung başıyla “Tamam!” anlamına bir işaret yaptı. Gülerek
merdivenleri tırmanmaya başladı. Aydın da peşinden.
*
AYDIN gemiye ayağını attığı anda karşısında dayısını gördü.
Toprak çok öfkeliydi:
─ Aydın, nerede kaldınız? Oniki saattir sizi bekliyoruz.
─ Şey… Dayı… Biliyorsunuz, kanyona gittik.
─ Nereden bileceğiz kanyona gittiğinizi?
─ Nasıl olur? A-B-C ile haber yolladık ya!
O sırada Tung da koşa koşa gelen Okado ile karşılaşmıştı.
Okado kendi diliyle iyice çıkıştı Tung’a. Tung yanakları al al,
Aydın’a döndü:
─ Arkadaş! A-B-C gemide yok!
O sırada Kurt, Bettina ve Mikio da yanlarına gelmişlerdi.
Selâmlaştıktan sonra onlar da sordular:
─ Nerede bıraktınız A-B-C’yi?
─ İşin kötüsü İngilizceleri de iyi değil.
Tung ve Aydın iki gündür olanları anlattılar. Sonra hepsi
birden güverteye gidip kenara dizildiler. Ellerine dürbünleri
aldılar, başladılar limanı taramaya.
Bir ara Tung dürbün alanı içinde cipe kaya parçasını
yüklemeye uğraşan Tom’u gördü. Dürbünü Aydın’a verdi:
Bizim Gezegenimiz Dünya
98/144
Suzan Albek
─ Aydın, bak, Tom henüz gitmemiş. Senin armağanını cipe
koyuyor.
Çantalar, fotoğraf makineleri
çevrelerine toplanmıştı.
Aydın dürbünü Kurt ile Bettina’ya da uzattı. Onlar da
uzaktan Tom ile tanışmış oldular. Aydın lav kayasının başına
gelenleri anlattı. Vakit geçiyor, kaptan sabırsızlanıyordu.
Gemide durmadan çanlar, ziller çalıyordu. Rıhtımdaki işçiler
geminin halatlarını çözmeye başlamışlardı. Aydın telâşla
dayısının yanına koştu:
─ Ne oluyor? A-B-C’yi beklemeyecek miyiz?
─ Limanda kalma iznimiz 18’e kadar. Saat 18’e 10 var.
Hareket etmek zorundayız.
“Bayıldılar galiba” dediler.
Gemi büyük gürültülerle çapasını yukarı alıyordu. Genç
öğrenciler bir araya toplanmışlar, hiçbir şey konuşmadan
limana bakıyorlardı. Saat 18’e 5 vardı. Fuji-Yama üç kere
düdük öttürdü, yavaş yavaş iskelesini almaya koyuldu. Tam
o sırada elinde dürbünle hiç durmadan limanı gözetleyen
Aydın bağırdı:
─ Geliyorlar! Geliyorlar!
Kurt, dürbünü Aydın’ın elinden kaptı. Üç kişi deli gibi
koşarak rıhtıma yaklaşıyorlardı. Boyunlarındaki fotoğraf
makineleri durmadan sağa sola sallanıyordu.
─ Onlar! Onlar! A-B-C geliyor! Dedi Kurt.
Öğrenciler hemen kaptan köprüsüne koştular. Tung, Japon
kaptana durmasını söyledi. Kaptan yanındaki borudan emir
verdi. Yeniden çanlar çaldı. Çekilmiş olan iskele tekrar ağır
ağır inmeye başladı. A-B-C demir kapıyı geçmiş, gemiye
yaklaşmışlardı. Az sonra düşe kalka merdivenleri çıktılar.
Kendilerini güvertenin tahtaları üstüne sırtüstü attılar.
Bizim Gezegenimiz Dünya
99/144
Suzan Albek
yerlere
saçıldı.
Herkes
Bettina su getirmeye koştu. Gemi iskelesini çekti. Manevra
yaparak burnunu denize doğru çevirdi, limandan ayrıldı.
*
AKŞAM yemeğinden sonra öğrenciler şezlonglara uzanmış,
birbirlerine Amerika’da gördüklerini anlatıyorlardı. Simun
seke seke aralarında dolaşıyor, ellerini gagalıyor, arada söze
karışmak ister gibi çatlak sesiyle bağırıyordu. A-B-C
gecikmelerinin nedenini şöyle açıkladılar:
─ Bizi otomobillerine alan karı kocanın çok acele işleri
varmış. Vadiyi yıldırım gibi geçtik. Hiçbir yol levhasını
göremedik. Söylediklerini de anlamadık. “Madencilik,
Bakersfield” dedik. Bir Dörtyol ağzında bıraktılar bizi.
Oradan bir kamyona bindik. Gideceğimiz yönün tam tersinde
olduğumuzu yüzlerce kilometre gittikten sonra anladık. O
geceyi kamyonun gittiği çiftlikte geçirdik. Ertesi gün en yakın
küçük şehre gidip trenle ağır ağır Los Angeles’a geldik.
İstasyondan limana gelen tramvaya bindik. O da ters
yönmüş. Bizi çok uzakta, ticaret gemilerinin yanaştığı
limanda bıraktı. Sözün kısası, neye bindikse ters yöne gittik.
Bütün öğrenciler kahkahalarla güldüler. Simun da onlara
katılmak için kırık kanatlarını çırpmaya uğraştı. Kurt, Tung
ile Aydın’a sordu:
─ Peki, sizin rehberinize armağan ettiğiniz o koca kaya
parçası neydi?
Bizim Gezegenimiz Dünya
100/144
Suzan Albek
Aydın anlattı:
─ Biliyorsunuz, ben her gittiğim yerden anı olarak bir taş
alıyorum. Kanyon’dan dönüşte çok ilginç bir volkanik
bölgeden geçtik. Her yanda donmuş lavlar vardı. Lavların
içinde de hep bir yana dizilmiş demir parçacıkları. O
lavlardan bir örnek almak istedim. Koparamayınca o büyük
kayayı aldık. Ama gümrükçüler geçirmedi. Neyse ki son
dakikada bir küçük parça koparabildim. Durun onu
getireyim size.
Aydın koşarak kamarasına indi. Çantasından lav parçasını
alıp geldi. Kurt el fenerini yaktı. Taşı uzun uzun incelediler.
Büyüteçle baktılar.
Kurt:
─ Gerçekten içinde birbirine paralel çizgiler var, dedi.
Tung açıkladı:
─ Bunlar lavların içindeki ufacık demir iğnecikler. Manyetik
kutup yönünde dizilip donmuşlar.
Bettina söz karıştı:
─ Oh ne güzel, doğal pusula olmuş! Bunlara göre yönünü
bulabilirsin.
─ Biz de öyle biliyorduk ama burada değil. Sahi Tung,
Tom’un yaptığı o cambazlığın anlamı neydi?
Tung cevap verdi:
─ Tom önce topaç gibi döndü, sonra koca boyuyla ellerinin
üstünde havaya kalktı.
Tung ortaya çıktı: “İşte böyle!” diyerek ellerinin üstünde
dikilip ayaklarını havaya kaldırmak istedi, beceremedi, sırt
üstü düştü. Hepsi gülmekten kırılırken Mikio şöyle dedi:
─ O topaç gibi dönen dünya, bir ara baş aşağı olmuş.
Aydın sevinçle bağırdı:
─ Tamam Mikio! Dünya baş aşağı olunca da kutuplar yer
değiştirmiş elbet.
Bettina da bu fikre katıldı:
─ Çok eski çağlarda kutupların bugünküyle aynı yerde
olmadığını ben de duymuştum. Dünya, Tom’un dediği kadar
baş aşağı olmamış ama biraz eğilmiş. Kutuplar da yüz
binlerce yıl boyunca yavaş yavaş yer değiştirmişler.
Tung ile Aydın bu söze çok güldüler:
─ Yaşa Bettina! Sen bu doğal pusulaya güvenirsen, A-B-C
gibi hep başka yöne gidersin!
Kurt yeni bir sonuç çıkardı bundan:
─ Kutupların değişmesi iklimi etkiler. Şimdi
Chamberlain (Çemberlayn) adında bir
Grönland’da buzların altında incir, manolya,
iklimlerde yetişen ağaçların izlerini bulmuştu.
bilgini de Ekvator’da buzul izlerine rastlamış.
Bettina şaşırmıştı:
─ Neden öyle olsun? Doğada mıknatıslanan demir parçaları
kuzey kutbunu göstermezler mi?
Bettina, Aydın’a döndü:
─ Bak, senin taşın neler söyledi bize. Bu konuyu gezi
sonunda rapor olarak verebilirsin.
Aydın düşünceliydi:
Aydın sordu:
Bizim Gezegenimiz Dünya
101/144
Suzan Albek
Bizim Gezegenimiz Dünya
102/144
anlıyorum.
araştırmacı
gibi sıcak
Bir Fransız
Suzan Albek
─ Ne? Gezi sonunda bir rapor mu vermek gerekiyor?
A-B-C şezlonglarından başlarını kaldırdılar:
─ Elbette ya boşuna mı gezdiriyoruz gemimizle sizi?
Vakit geceyarısına yaklaşmıştı. Hepsi birbirlerine iyi geceler
dilediler. Simun uzun uzun öttü.
ONSEKİZİNCİ BÖLÜM
DENİZLER ALTINDA ON BİN MİL
MİKİO ile Aydın güvertede küçük cankurtaran botuna
yaslanmış konuşuyorlardı:
─ Per Kunt neden aşağıdaki laboratuara bizi sokmuyor
anlamıyorum.
─ Orada elektronik aletler var. Bozarız diye korkuyor
sanırım.
─ Bir kez görsek o aletlerle ne yaptığını…
─ Canım, işte echolette (ekolet) var.
─ A… A… Nedir o?
─ Yankı! İskandil demek oluyor. Bununla denizin altına
elektronik dalgalar yollanıyor. Bu dalgalar denizin dibine
çarpıp geri dönüyor. Dalgaların hızı saniyede 1500 metre.
Buna göre denizlerin derinliği, dipteki kayaların cinsi
bulunuyor.
─ Ama ne de olsa gözümüzle görmüş gibi olmaz.
─ Kaptan Cousteau (Kusto)’nunki gibi bir batiskafımız olsa
inerdik denizlerin dibine.
─ Sahi… Bir filmde görmüştüm Cousteau’nun batiskafını
─ Ben kendisini gördüm. Top gibi yuvarlak bir denizaltıdır
batiskaf. Bir tarafında kırılmaz camdan büyük bir penceresi
var. Oradan denizin içini gözlüyorlar.
─ Ne kadar derine inebilir batiskaf?
─ En son yapılanlar on bin metreye kadar inmiş.
─ Ne olur böyle bir batiskafımız olsa! Okyanusun dibinde
neler görürdük kim bilir?
Aydın bunu söyleyerek ayağa kalktı. Cankurtaran botunun
içine atladı:
Bizim Gezegenimiz Dünya
103/144
Suzan Albek
Bizim Gezegenimiz Dünya
104/144
Suzan Albek
─ Mikio, gel bir düş kuralım. Bu bot batiskaf olsun,
okyanusun dibine inelim.
─ Amma çocuksun Aydın!
─ Ne olur Mikio! Oyun bu.
─ Haydi, geliyorum. Hatırın için.
Mikio da cankurtaran botunun içine girdi, oturdu. Aydın
kalın keten örtüyü başlarının üstüne çekti.
─ Dikkat! Dikkat! İniyoruz! Ben Kaptan Aydın! Dan! Dan!
Mikio camdan dışarıya bak! Ne görüyorsun!
─ Çeşit çeşit balıklar: Uçan balıklar, yılan gibi balıklar.
Eyvah! Testere dişli bir köpek balığı yaklaşıyor!
─ Korkma! Cam sağlam, bir şey yapamaz. Daha inelim aşağı!
Dan! Dan! Dan! Şimdi ne görüyorsun Mikio?
─ Artık güneş ışığı girmiyor denize. Sular kapkara oldu.
Yalnız kendileri ışık saçan balıklar dolaşıyor.
─ Peki, biz yakalım projektörlerimizi. Üç bin metreye
yaklaşıyoruz. Dan! Dan! Dan!..
─ Hiçbir canlı görmüyorum artık. Denizin dibinde kayalar
var. Bazalt bunlar.
─ Dikkat! Daha derine iniyoruz!
─ Göz alabildiğine dağlar görüyorum denizin dibinde.
Uzaklarda birden alçalıyorlar. Aydın yavaş ilerle! Leğen gibi
geniş bir çukura yaklaşıyoruz.
─ Biraz daha inelim öyleyse. Altı bin metredeyiz!
─ Çukurların dibi kıpkırmızı balçık gibi bir şeyle kaplı…
─ Nedir o kırmızı şey Mikio? Ben göremiyorum.
─ Kıpkırmızı bir kil… Bütün çukurların dibini sıvamış.
İçinde kemikler görüyorum. Çok eski hayvan iskeletleri… İri
balık dişleri, balina kulakları…
─ Duralım burada azıcık. Nereden gelmiş bu kırmızı kil
buraya dersin?
Bizim Gezegenimiz Dünya
105/144
Suzan Albek
─ Volkan külleri, nehirlerin taşıdığı çamurlar okyanus
akıntılarına kapılıp buralara kadar gelmiş olmalı. Çukurların
diplerine çökmüşler. Denizde ölen hayvanların iskeletleri de
ağır ağır dibe inmiş, bu çamura karışmış.
─ Vaktimiz doluyor. Asya kıyılarına yaklaşalım. Dan! Dan!
Dan!
─ Dikkatli ol Aydın! Dünyanın en derin denizleri Japonya ve
Filipin adaları kıyılarında.
─ Olsun, inelim biraz daha. Dan! Dan! Dan! Dokuz bin metre
derinlikteyiz.
─ Dibi olmayan bir uçurumdayız. Japonya’ya yaklaştık
sanırım. Çok korkunç simsiyah bir deniz... Uzaklaşalım
buradan Aydın!
─ Peki, dönüyorum. Dang, ding, dong! Yükseliyoruz.
─ Mikio, ne olur biraz da Atlantik Okyanusu’nun dibinde
dolaşsak!
─ Olur mu canım? Pasifikte ilerlerken Atlantik’e nasıl
döneriz.
─ Oyun değil mi bu? Döneriz işte.
─ Peki! Yak projektörleri inelim.
─ Dan! Dan! Dan! Dan! Atlantik’in ortasında üç bin metre
derinlikteyiz.
─ Uuu! Ne görüyorum? Upuzun bir dağ sırası. Kuzeyden
güneye doğru uzanıyor. İki yanında merdiven gibi
basamaklar var.
─ Bir gürültü geliyor batiskafın altından!
─ Dikkat et Aydın! Fazla yaklaşma! Bu dağ sırasının
ortasında oluk gibi çatlaklar var. Çabuk uzaklaşalım. Bu
çatlaklardan magma fışkırıyor.
─ Dan! Dan! Dan! Dan! Kuzeye yöneldik.
Bizim Gezegenimiz Dünya
106/144
Suzan Albek
─ Uzaklaş diyorum sana. Dağ sırası “S” gibi kıvrılıp kuzeye
doğru uzanıyor. Üstünde volkan adaları var. Derinden gelen
magma buralardan suyun yüzüne çıkıyor.
─ İzlanda’ya doğru ilerliyoruz…
─ Çabuk, batıya dön! İzlanda adasının altından magma
yukarı doğru yükseliyor!
Bum! Bum! Bum!
─ İzlanda’da bir volkan patladı!
─ Dan! Dan! Uzaklaşıyoruz. Dang, ding, dong! Yükseliyoruz!
─ Aydın, çek şu örtüyü başımın üstünden, yeter artık!
─ Fena mı Mikio? Denizler altında on bin mil yaptık.
─ Yemeğe geç kaldık ama.
Mikio söylenerek bottan atladı. Tam o sırada geminin
burnundan gelen çok şiddetli bir dalga ikisini de adamakıllı
ıslattı. Hemen kamaralarına koştular.
*
MİKİO ile Aydın üstlerini değiştirip yemek salonuna indikleri
zaman herkes ilk yemeğini bitirmişti.
Metin Toprak sordu:
─ Aydın, nerede kaldınız?
Aydın aksırığını tutarak yanıtlamaya uğraştı:
─ Hapşu… Hapşu…
─ Saçların ıslak senin. Duş mu yaptın?
─ Hayır dayı, ıslandım!
Metin Toprak’ın yanında oturan Bettina söze karıştı:
─ Okyanusların altında ıslandı.
Kurt ekledi:
─ Denizler altında on bin mil gittiler.
Bizim Gezegenimiz Dünya
107/144
Suzan Albek
Mikio ile Aydın hiç seslerini çıkarmadan başlarını eğip
yemeklerini yediler.
Yemek salonundan çıkarken Aydın, Bettina’yı yakaladı:
─ Ne biliyorsun bizim okyanusların dibine indiğimizi.
─ Güverteye sizi aramaya çıkmıştık, botun içindeki
konuşmalarınızı duyduk. Koca çocuklar!
Kurt yanlarına geldi:
─ Pasifik Okyanusu’nda ayın koptuğu yeri gördünüz mü
bari?
Aydın şaşırdı:
─ Bu da nereden çıktı? Ay Dünya’dan mı kopmuş?
─ Bilmiyor musun? Bizim bir bilginimiz öne sürdü bunu.
Neydi adı adamın Bettina?
─ Staub!
─ Hı… Staub diyor ki, Ay, Pasifik bölgesinden kopmuş,
yerinde de derin bir çukur kalmış.
Aydın düşündü:
─ Okyanusların dibi çok inişli çıkışlı. Bazı yerlerde çok geniş
çukurlar var. Belki doğrudur ayın Pasifik’ten koptuğu.
Kurt güldü:
─ Okyanusun dibini gözünle gördüğün belli! Dur, bir teori
daha var.
Bettina söze karıştı:
─ Kurt, niçin saçma sapan şeyler anlatıyorsun? Aklını
karıştırıyorsun çocuğun.
─ Bettina sözümü kesme! Bir bilgine göre, dünyanın bir
uydusu daha varmış, adı Perun. Bu uydu 50 milyon yıl önce
Pasifik’e düşmüş.
Bizim Gezegenimiz Dünya
108/144
Suzan Albek
Aydın merakla sordu:
─ Peki, bulmuşlar mı Pasifik’te bu uydunun izini?
─ Hayır! Sen batiskafla gezerken belki bulmuşsundur diye
umdum. Belki de Mikio görmüştür. Nerede o? Mikio! Mikio!
Mikio görünürlerde yoktu. Bettina Aydın’ı kolundan çekti:
─ İnanma bunlara. Senin gibi düş kurmayı seven bilginler
öne sürüyor böyle şeyleri. Haydi gel, güverteye çıkalım!
ONDOKUZUNCU BÖLÜM
TAŞLARIN DİLİ
PASİFİK yolculuğu uzundu. Bütün gün çalışan öğrenciler
akşamları da erken yatmıyorlar, ya salondaki konuşmalara
katılıyorlar ya da satranç oynuyor, kitap okuyorlardı. Bir
süredir Okyanus fırtınalıydı. Güvertede dolaşamıyorlardı.
O akşam yemekten kalkınca, Aydın, Tung’u çağırdı:
─ Tung, gel sana taşlarımı göstereyim!
Tung sevinçle Aydın’ın arkasından kamaraya indi. Aydın
masasının üstünden siyah, parlak bir taş aldı:
─ Bu şist. En eski kayalardan biri!
─ Büyük Kanyon’un en alt katmanlarında gördüğümüzden
değil mi? Nasıl buldun bunu?
─ Amerika’dan ayrılırken Tom verdi. Koleksiyonumun en
değerli taşlarından biri.
Aydın şisti yerine koyduktan sonra, pis görünüşlü başka bir
siyah taş aldı eline:
─ Bu ne bil bakalım Tung!
Tung taşı aldı, evirdi, çevirdi:
─ Güzel bir şey değil. At bunu!
─ Deli misin Tung? Bu benim için çok önemli.
─ Neden önemli oluyor? Asfalt parçası gibi bir şey.
─ Doğru söyledin. Kirli siyah bir taş. Zaten adı da “Kir”.
─ Neymiş öyleyse bu kir taşı?
─ Katılaşmış petrol. Eğer bir yerde gezerken bu taştan
bulursan anla ki orada petrol var.
─ Anladım şimdi taşın önemini. Yalnız, eğer bu taş
katılaşmış petrolse, yeryüzüne nasıl çıkmış kendi kendine?
Bizim Gezegenimiz Dünya
109/144
Suzan Albek
Bizim Gezegenimiz Dünya
110/144
Suzan Albek
─ Çatlaklar arasından bir yol bulmuş, çamurlarla karışıp
derinliklerden yukarı doğru yükselmiş. Ben Musul’da
buldum bunu. Türkiye’de de gittiğim yerlerde arayacağım.
─ Evet. Eğer feldspat kırmızı bir renk almışsa o da sana bir
şey söylüyor demektir: “Dikkat! Dikkat! Bende radyoaktivite
var!”
Tung masanın üstünden kırmızı bir taş aldı, elinde zıplattı:
─ Bence bu taş hepsinden önemlidir.
─ Neden o kadar önemli olsun? Orta Asya’da demir
yataklarının olduğu yerde pek çok kırmızı kaya var.
─ Tamam… Tamam işte!..
─ Ne demek istiyorsun, anlamadım?
─ Şimdi sana bir soru soracağım. Bugün en çok aranılan
maden nedir dersin?
Aydın kırmızı taşını özenle yerine koydu:
─ Dönünce kırmızı taşıma baktırayım. Radyoaktif ışın ve ısı
saçıyor mu bakalım! Peki, yeryüzünde çok mu uranyum ve
radyum var?
─ Derinlerden çok yerkabuğunda olması gerekir. Çünkü
hafif madenler.
─ Demek hem çok değerli bir maden hem de petrol gibi
çıkarılması da zor değil.
─ Zor değil ama çok da bulunmuyor. Hele radyum gramla
hesaplanıyor biliyorsun.
─ Ben bu konuda fazla bir şey bilmiyorum Tung.
─ Uranyumla taşların yaşının nasıl ölçüldüğünü de bilmiyor
musun?
─ Duydum ama pek kesin bilmiyorum. Sen biraz anlat bana.
─ Radyoaktif madenler gözle görünmez ışınlar saçarken bir
yandan da değişime uğruyorlar. Örneğin, uranyum atomları
belirli bir süre içinde kurşun atomuna dönüşüyor. Dünyanın
her yerinde eski kayaların kurşun bakımından çok zengin
oluşu, araştırıcıların dikkatini çekmişti. Çok uzun bir süre
önce bu kayalarda uranyum olduğu ve yavaş yavaş kurşuna
dönüştüğü düşünüldü. Uranyumun değişerek bu kurşunu
verebilmesi için ne kadar zaman geçeceği saptandı. Böylece
milyarı aşan sayılar bulundu. Eski kayaların yaşı ortaya çıktı.
Buna bağlı olarak da dünyamızın yaşı. Bu yöntem gitgide
geliştiriliyor günümüzde.
─ Çok karışık bir iş! Azıcık düşüneyim.
Aydın biraz düşündü:
─ Günümüzde atom endüstrisi öne geçtiğine göre, en önemli
maden de bu endüstrinin temel taşı olan, uranyumdur.
─ İyi bildin Aydın! İşte Uranyum, Toryum ve Radyum, içinde
bulundukları kayaların rengini değiştiriyorlar. Çoğunlukla
kırmızıya çeviriyorlar.
─ Bu elimdeki taşta da böyle bir radyoaktif maden mi var
diyorsun.
─ Olabilir, bu madenler demir yataklarıyla çok ilgilidir.
─ Tung, her gördüğümüz kırmızı taşta radyoaktif maden mi
var diyeceğiz?
─ Öyle demiyorum. Bak sana anlatayım: Kalker beyazdır,
değil mi?
─ Evet!
─ Eğer kalkerin pembe, kırmızı olduğunu görürsen bu bir
işarettir; “Durun! Burada uranyum ve radyum var!”
anlamına. Sen feldspatı bilir misin?
─ Tabii bilirim. Her yerde bulunan gri, sarı bir taştır.
Bizim Gezegenimiz Dünya
111/144
Suzan Albek
Bizim Gezegenimiz Dünya
112/144
Suzan Albek
Aydın yatağının üstüne uzandı. Tung cebinden çıkardığı
büyüteciyle kırmızı taşın uzun uzun inceledi. Aydın, Tung’a
döndü:
─ Tung, sen çok iyi bir maden uzmanı olacaksın. Altın da
arayacak mısın?
YİRMİNCİ BÖLÜM
BİR MEKTUP DAHA
Tung bu söze çok güldü:
─ Altın arayıcısı olacağımı sanmıyorum. Hem biliyorsun,
altın ağır bir maden olduğu için derinlerde.
─ Öyle ama ya sudan elde edilen altın? Denizde bile altın
bulunuyor. Bizde de Manisa şehri yakınında küçük bir ırmak
var. Eski çağlarda adı “Altın taşıyan”mış. Bir gezide gördüm
bu ırmağı. İçinde altın gibi parlayan kum tanecikleri
yüzüyor.
─ Olabilir! Pek çok nehir denizlere altın taşıyor. Bu nehirler
çok derin kaynaklardan geliyordur belki. Ama yine de az.
Çok derin kuyular açılsa belki altın kuşaklarına rastlanır.
─ Bu kadar çok altın çıkarılınca da değeri düşer.
─ Doğru onun için derin kuyular açıp altın aramayalım.
─ Yok! Yok! Ben yine isterim altın bulmayı. Sen istersen
arama.
Onbeş gündür Pasifik Okyanusu’nun ortasında çalkalanıp
duruyoruz. Gezimizin son durağı Japonya’ya varmamıza az
kaldı. Gemide sıkıldığımı sanma. Yapılacak o kadar çok iş var
ki güvertede bir dakika boş gezsen hemen yakalanıyorsun,
eline bir iş veriliyor. Okyanus’un akıntıları tuzluluğu,
balıkları, rengi, sözün kısası her şeyi ölçülüyor. Per Kunt hiç
görünmüyor ortada. Geminin en altında bir laboratuar var.
Oradan denizin dibine elektronik dalgalar gönderiyor. Çok
duyarlı aletleri varmış. Bizi hiç almıyor oraya. Bayağı merak
ediyorum.
Aydın bunu söyledikten sonra yine daldı düşlerine.
─ Petrol mü arasam? Uranyum mu? Yoksa altın mı? Ne
dersin Tung? Tung? Tung? Neredesin?
Akşamları toplantı salonunda haritalar, ölçü aletlerinin
verdiği şerit şerit kâğıtlar ortaya çıkıyor. Bütün konular
tartışılıyor. Bunları sana anlatmak çok güç. Yalnız özet
olarak şunları aklında tut:
Tung çoktan çıkmıştı kamaradan.
Bizim Gezegenimiz Dünya
113/144
25 Ağustos 1973
Kardeşim Engin.
Fırsat buldukça Kurt’la satranç oynuyoruz. Simun da gelip
yanımızda duruyor. Arada gagasıyla satranç tahtasına
vurarak oyuna karışıyor. Bu oyunda çok usta oldum. Gelince
babama hiç oyun vermeyeceğim.
Gezegenimiz Dünya, uzaydaki toz ve gaz taneciklerinin bir
araya gelmesinden oluşmuş. Yani başlangıçta soğukmuş. Yaşı
dört buçuk milyar. “Dünyanın dört buçuk milyar yaşında
olduğunu nasıl bulmuşlar?” diye soracaksın. En eski
kayalardaki
uranyumun
kurşuna
dönüş
süresini
hesaplayarak bulmuşlar bu sayıyı. Bazı bilginler dünyamıza
Suzan Albek
Bizim Gezegenimiz Dünya
114/144
Suzan Albek
düşen meteoritlerin de dört buçuk milyar yaşında olduğunu
ve dünya ile aynı kökenden geldiklerini söylüyorlar. Ama çok
kesin değil bu.
Dünyanın yapısı şöyle: Yerkabuğu – Ara katman – Çekirdek.
Biliyorsun dünyamızı çeviren atmosfer gazlardan oluşmuş.
Yani, hafif şeylerden. Yerkabuğunda ise ara katmana göre
daha hafif madenler var. Derine inildikçe madenlerin
yoğunlukları artıyor. Neden? Bil bakalım! Bilemeyeceğine
göre ben anlatayım: Dünya oluştuğu zaman yerçekimine
uyarak ağır olan madenler derine iniyor. Hafif olanlar
yükseliyor. Bu olay hep böyle sürüp gidiyor. Buna göre altın
ve demir derinlerde. Belki de ara katmanda altın kuşakları
var. Ne dersin?
En yoğun madenler çekirdekte toplanmış. Demir ve nikel.
Bunu kimse gözüyle görmedi elbet. Yalnız Dünya’ya düşen
göktaşlarının çekirdeklerinin demir ve nikel olduğunu
biliyoruz. Bu bir kanıt sayılır.
Kıtaların nasıl oluştuğunu sana dönüşümde anlatacağım:
Şimdilik şunu bil. Kıtalar gitgide büyüyor. Yırtık pırtık
atlasını çıkar, kuzey ve güney Amerika’nın batı tarafına bak:
Denize paralel sıra dağlar var. Bunlar hep birbirine eklene
eklene Amerika kıtasını Pasifik’e doğru ilerletmişler. (Tabii
milyonlarca yıl boyunca.) Öte yandan Asya’da da kıyıya
paralel volkanik adalar doğmuş, Japon adaları. Bu duruma
göre Pasifik küçülmemiş mi? Anlamadınsa da “Evet
küçülmüş” de. Kızdırma beni. Buna karşın Atlantik Okyanusu
ve Hint Okyanusu gitgide büyümüş. Sana anlattığım
Wegener teorisini unutmadın değil mi?
Bizim Gezegenimiz Dünya
115/144
Suzan Albek
Uzay adamlarının ayın üstüne bıraktıkları “Laser-Reflektor”
aracı, kıtaların birbirlerine karşı durumlarını öyle güzel
gösteriyor ki Wegener teorisinin doğruluğunu kanıtlıyor.
Ben Wegener’i çok sevdiğim için onun yerine sevindim.
(Wegener sağ değil. 1930’da Grönland’da kaybolmuş.)
Bu teorinin başka bir kanıtı daha var: Pasifik, Atlas, Hint
okyanuslarının dibinde upuzun sırtlar var. Bunların
ortasındaki derin yarıklardan magma fışkırıyor. Buralar
sanki dünyanın dikiş yerleri. Kıtaların çatlayıp birbirlerinden
uzaklaştıklarının kanıtları… Sana anlattığım gibi 300 milyon
yıl önce kuzeyde Laurasia (Lavrasya), güneyde Gondvana
diye iki kıta vardı. Aralarında da iç denizler bulunuyordu. Bu
kıtalar bölünüp birbirlerinden uzaklaşınca şimdiki büyük
okyanuslar doğdu. İşte okyanusların dibindeki magma
fışkıran o hendekler bu parçalanmanın izleri. Bu konuyu kaç
kez anlattım sana. Bir daha sakın sorma!
Bu mektup çok uzun oldu. Japonya’ya çıkar çıkmaz
postalarım. Ya da şimdi bir şişeye koyup ağzını sıkıca kapar,
denize atarım. Sana varmaz mı dersin?
Gözlerinden öperim.
Aydın
“Kurt ile Bettina gelecek yıl akarsularda botla yapacakları bir
geziye beni de çağırıyorlar. Babam bırakır mı acaba?”
Bizim Gezegenimiz Dünya
116/144
Suzan Albek
yutuverdi. Şimdi suyun yüzünde birkaç tahta parçası, kibrit
çöpü gibi yüzüyordu. Koca dalga orada durmadı, yürüyen bir
duvar gibi tepelere doğru ilerlemeye başladı.
YİRMİBİRİNCİ BÖLÜM
TSUNAMİ
BALIKÇI Nikamo her zamanki gibi gün doğmadan uyanmış,
balık avı araçlarını alıp dışarı çıkmıştı. Ağlarını yükleyip
kayığını denize itmek üzereyken uzaktan uzağa bir uğultu
geldi. Nikamo durdu. Gökyüzüne baktı. Hava açık,
rüzgârsızdı.
Deniz yönünden gene bir uğultu geldi. O ana kadar dümdüz
olan deniz birden kaynamaya başladı. Sürekli bir uğultu
içinde sular yavaş yavaş yükseliyordu. Nikamo korkuyla
çekilip evine doğru koştu. Kapıda karşısına çıkan karısına
bağırdı:
─ Çabuk! Çocukları uyandır!
Karısının “Ne var? Ne oluyor?” demesine kalmadan Nikamo
çocuklarını sürükleyerek dışarı çıkardı. Uğultu daha da
artmıştı. Nikamo:
─ Tsunami! Tsunami geliyor! Çabuk tepeye! Diye bağırdı.
Yerde emekleyen en küçük çocuğunu omzuna aldı. Hep
beraber tepeye doğru kaçmaya başladılar. Çocuklar korkuyla
ağlaşıyor, arada dönüp denize doğru bakıyorlardı. Uğultu
korkunç bir gürültüye dönmüştü. Sanki arkalarından
yüzlerce asker rap rap ayaklarını vurarak yaklaşıyorlardı.
Nefes nefese bir tepeye tırmanan Nikamo ve ailesi biraz
dinlenmek için yere çöktüler.
Ortalık ışımıştı. Denize doğru baktılar; denizin yerinde
koskoca boz renkli bir duvar vardı sanki. Sudan bir duvar. En
aşağı 20 metre yüksekliğinde bir dalgaydı bu. Bu koca dalga
yaklaştı, yaklaştı, Nikamo’nun kayığını, evini bir saniyede
Bizim Gezegenimiz Dünya
117/144
Suzan Albek
Nikamo, karısı ve çocukları tekrar yukarı tırmandılar.
Yüksek bir kayalığın tepesine vardıkları zaman büyük
dalganın, biraz önce mola verdikleri tepeye yetiştiğini,
ağaçları kökünden söküp köpük köpük yayıldığını gördüler.
Ağlaşarak yere kapanıp kendilerini koruması için Tanrı’ya
yalvardılar. Deniz durmadan uğulduyor, parçalanan dalganın
arkasından gene duvar gibi gitgide büyüyen dalgalar
geliyordu. Nikamo ailesiyle birlikte bütün gün dağlara doğru
kaçtı. Yollarda kendileri gibi kaçan insanlara rastladı.
Akşama doğru denizin uğultusunun, dalgaların erişemediği
bir dağın doruğuna vardılar. Öbür kaçanlarla birlikte bir ateş
yakıp çevresine oturdular. Çocuklar korkudan çeneleri
titreyerek soruyorlardı:
─ Ne demek tsunami? Denizin dibindeki canavar mı?
─ O mu yolladı koca dalgaları?
Nikamo şöyle dedi:
─ Deniz dümdüzken birden bire şişip, derinden derine
uğuldamaya başladı mı tsunami geliyor demektir. Ben bunu
bir kere de çocukluğumda gördüm ama bu kadar korkunç
değildi. Güneş tanrısı bize çok kızmış olmalı bu kez. Böyle
büyük dalgalar yolladı.
Yaşlı bir balıkçı söze karıştı:
─ Ben çok tsunami gördüm. Babamdan işittiğime göre, yüz
yıl içinde 350 kere gelmiş. Denizin dibinde büyük bir
deprem olduğu zaman gelirmiş tsunami.
Bizim Gezegenimiz Dünya
118/144
Suzan Albek
Bütün bu anlatılanlardan sonra tsunamiyi yine de denizin
dibinden gelen bir canavar olarak düşünen çocuklar, ateşin
yanında, analarının dizlerine başlarını dayayarak uyudular.
Ertesi sabah büyük kentlerden yardım gelmeye başladı. Her
gün gazete okuyan bilgili kişiler Pasifik Okyanusu’nun öteki
kıyısında “Şili” ülkesinde çok büyük bir deprem olduğunu
söylediler. Anlattıklarına göre bu ülkede, yer yarılıp kentler
içine batmış, denizde yeni adalar doğmuştu.
*
BU olay 21 Mayıs 1960’da geçmişti. 1973 yazında yüzen okul
Fuji-Yama gemisinde Güney Amerikalı bilgin El Torbes, Şili
depremini şöyle anlattı:
─ Şili’nin “Temuco” bölgesinde öğrencilerimizle birlikte bir
araştırma gezisine çıkmıştık. O gece çadırlarımızda uyurken
yerin altından gelen korkunç bir uğultuyla uyandık. Bunun
ne olduğunu biliyorduk. Hemen öğrencileri başkente doğru
yola çıkardık. Biz iki arkadaş beklemeye başladık. Yer
altından gelen gürültüler top sesi gibi arttığı sırada
gökyüzünde kıpkırmızı bir bulut belirdi. Karşımızdaki
tepelerden biri yarılmış, ateş püskürmeye başlamıştı. Hemen
cipe atlayarak kaçmaya başladık. Çevremizdeki bütün
dağlardaki sönmüş volkanlar büyük bir gürültüyle
patlıyorlar ve ateş püskürmeye başlıyorlardı. Böyle arka
arkaya püskürmeye başlayan 14 volkan saydık. Bu bölgeden
en kısa sürede kaçmamız gerekiyordu. Fakat volkanların
çevresinde kaynar su fışkırtan kaynaklar doğmuştu.
Bir yandan bunların çıkardığı su buharı bir yandan
volkanların savurduğu küller ve kükürt gazı yolumuzu
görmemizi engelliyordu. Geceyi cipin içinde sürekli
Bizim Gezegenimiz Dünya
119/144
Suzan Albek
sarsılarak geçirdik. Ertesi gün ortalık biraz aydınlanınca bir
de ne görelim! İzlememiz gereken yol yok olmuştu. Bir süre
kuzeyi bularak yol aldık. Gelirken gördüğümüz köylerin hiç
biri yoktu. Bunların yerinde dibi görünmeyen kapkara
oyuklar, çatlaklar vardı. Başkente vardığımızda bizim sağ
oluşumuza herkes çok şaştı.
Okulumuzdaki bütün sismograflar bozulmuştu. Dışarıdan
aldığımız haberlerden depremin 12 şiddetinde olduğun
öğrendik. Bu deprem Dünya’nın bütün deprem
istasyonlarında kaydedilmiş.
Metin Toprak şunu söyledi:
─ Evet Sinyor El Torbes, anlattığınız depremi, başladığından
yirmi dakika sonra İstanbul’daki sismoloji enstitüsünden
izledik. Sismograf o kadar büyük zigzaglar çizdi ki Dünya’nın
bir yerinde çok büyük bir felâket olduğunu anladık.
Vakit gecikmişti. Toplantı dağılmadan önce Okado söz aldı:
─ Deprem konusunda öğrencilerimiz ne düşünüyorlar
acaba? Sinyor El Torbes konuşurken hangi sorular akıllarına
geldi?
Bettina – Ben depremin nedeninin kesinlikle belirtilmesini
istiyorum.
Kurt – Bence en önemli olan depremin önceden haber
verilmesi… Deprem ne zaman, nerede, ne şiddette olacak?
Atio – Deprem dalgaları ne kadar derinlikten yayılır?
Aydın – En sık deprem olan yerler yani deprem kuşakları
kesin olarak çizilmiş midir? Bunların dışındaki yerlerde bir
deprem olmaz mı?
Tung – Sismografı kim buldu?
Mikio – Yanardağ püskürmesiyle depremler birbirlerine
bağlı mıdır?
Bizim Gezegenimiz Dünya
120/144
Suzan Albek
Okado – Bütün bu sorularınız çok yerinde. Yalnız cevapları
yine kendiniz vereceksiniz. Tam bir hafta içinde, Japonya’ya
varmadan. Ben de bunlara bir soru ekleyeceğim: Depremler
çok büyük felâketler doğurmuş, fakat bilime çok büyük bir
yararları olmuştur. Bu yarar nedir? Şimdi hepinize iyi
geceler.
─ İyi geceler! İyi geceler!
*
KAMARALARINA inerken Kurt, Aydın’a seslendi:
─ Görüyor musun? Kendi başımıza iş açtık.
─ Keşke sorulacak hiç bir şey yok, her şey anlaşıldı
deseydik!
─ Hep Bettina’nın çokbilmişliği! İlk soruyu o sordu.
Merdivenin üst başında onları dinleyen Bettina söze karıştı:
─ Haydi, haydi, tembeller! Gemide durmadan satranç
oynayacağınıza azıcık kitap karıştırın. Bir de beni
suçluyorsunuz.
Kurt yarı şaka cevap verdi:
─ Sen de sabahtan akşama kadar güvertede güneşlenmeyi
bıraksan da biraz bir şeyler öğrensen o kadar çok soru
sormazsın. Haydi iyi geceler!
YİRMİİKİNCİ BÖLÜM
ÖDEV
BİR hafta sonra Fuji-Yama’nın Pasifik Okyanusu’nda yaptığı
büyük yolculuk sona ermek üzereydi. O akşam Japon
adalarının ışıkları uzaktan görünmüştü.
Okado salonda masanın başına oturmuş, öğrencilerin
ödevlerini getirmelerini bekliyordu. Öğrenciler kapının
önünde biraz fısıldaşıp duraksayarak içeri girdiler.
Hocalarını selâmladılar. Önce Atio, Butio, Cutio öne çıkıp
saygıyla Okado’nun karşısında eğildiler. Üçü birden
ellerindeki kâğıtları uzatıp konuşmaya başladılar:
─ İngilizceyi biraz konuşabiliyoruz. Fakat yazacak kadar iyi
bilmiyoruz. Onun için ödevimizi kendi dilimizde yazdık.
Okado kâğıtları aldı, masanın üstüne koydu:
─ Diğer öğrenciler nasıl anlayacak bunları?
Arkadan Mikio bir adım ilerledi, saygıyla eğildi:
─ Bana yazı yazmak çok güç gelir. Buna karşın sayıları çok
severim. Onun için hangi yıllarda ne şiddetle depremler
olmuş, bunlarla birlikte kaç volkan püskürmesi olmuş,
sayılarla belirttim. Bütün sorulara karşılık değilse de…
Okado biraz kızmış görünüyordu:
─ İyi, iyi. Bırak!
Tung’a sıra gelmişti, o da saygıyla eğildi:
─ Yazı yazmak güç, resim yapmak kolay! Bütün sorularınıza
resimlerle karşılık verdim.
Bizim Gezegenimiz Dünya
121/144
Suzan Albek
Bizim Gezegenimiz Dünya
122/144
Suzan Albek
Öğrenciler yan gözle Tung’un uzattığı kâğıtlara baktılar;
dalga dalga yayılan depremler, yer küreleri, sismograflar,
birbirinden güzel renkli resimler.
Kurt’a sıra gelince elindeki kâğıtları uzatarak:
─ Çok özür dilerim! Ödevimi yazı makinesinde yazmak
istedim. Fakat galiba makineniz bozuk. Bütün “a” harfleri bir
satır yukarıya fırladı.
Aydın kıpkırmızı kesilmişti. Neyse ki Okado da gülmeye
başladı. Başarısız ödev denemesi böylece sona erdi. Yine de
Aydın’ın kâğıdı en iyi ödev olarak salondaki siyah tahtanın
üstüne asıldı.
Aydın Özbilen
Depremler
Okado kâğıtlara bir göz attı:
─ Öh! Öh! Pek okunaklı değil!
Kurt ekledi:
─ Aksilik işte. Bettina’nın ödevini de makinede ben yazdım.
Onunkinde de bütün “b” harfleri bir satır aşağıya düştü.
Öğrenciler gülmemek için kendilerini zor tutuyorlardı.
Bettina elindeki kâğıtları çabucak masanın üstüne koyup
çekildi.
Sıra Aydın’a gelmişti. Düzgün bir el yazısıyla İngilizce olarak
yazılmış olan ödevini Okado’ya verdi.
Okado bir süre kâğıtları okudu. Sonra Aydın’a döndü:
─ Sizi kutlarım. İstediğim gibi bir ödev bu, dedi.
Aydın’ın elini sıktı. Aydın biraz kızararak bir şeyler söyledi:
─ Yalnız, şey… Şunu belirteyim ki… Bu benim İngilizcem
değil! Cevapları hazırladım. Dayım İngilizceye çevirdi.
Öğrenciler gülüşerek fısıldadılar:
─ Kopyacı! Kopyacı!
─ Cevapları da dayın mı verdi?
─ Açıkgöz! Açıkgöz!
Bizim Gezegenimiz Dünya
─ Bir daha biz de dayımızla çıkalım geziye!
123/144
Suzan Albek
1 - Tanımı: “Bir iç basınç etkisiyle kayalarda oluşan bir
kırılma”
2 – Deprem dalgaları suya düşen bir taşın çevresindeki
halkalar gibi bütün yer yuvarlağına yayılırlar. Kırılmaların
olduğu yer yani depremin merkezi çoğunlukla yüzeyden 50
kilometre derinliktedir. Bazı depremlerde ise merkez 100 –
150 kilometre derinlikte yani yerkabuğunun altındaki ara
katmanın üstündedir.
3 – Deprem kuşakları Pasifik Okyanusu’nu çevreleyen kıyılar
ve Alp-Himalaya dağ silsilesinin üstünden geçer. Bu yüzden
Amerika’nın batı kıyıları, Japon adaları, Endonezya,
Ortaasya, İran, Irak, Türkiye ve Balkan Yarımadası’nda çok
şiddetli depremler olur. Bunun dışında örneğin Rusya’da
(Avrupa Bölümü’nde) deprem çok seyrek ve hafif olur.
4 – Yukarıda sözünü ettiğimiz deprem kuşakları üstünde her
zaman deprem olabilir. Ne zaman ve ne şiddetle olacağı
bilinemez. Yalnız, deprem olmadan az önce o bölgede
manyetik alanda değişme olur. Bu ölçülüp hemen haber
verilebilirse biraz yararlı olabilir. Bazı hayvanlar da
Bizim Gezegenimiz Dünya
124/144
Suzan Albek
depremleri önceden sezerler: Kedilerin tüyleri havaya
kalkar. Kuşlar deprem olacak yerden kaçarlar.
YİRMİÜÇÜNCÜ BÖLÜM
TOKYO’DA
5 – İlk sismografı 1897 yılında John Milne yaptı.
FUJI-YAMA 5 Eylül sabahı Japonya’ya vardı. Öğrenciler yol
arkadaşları Simun’u kaptana bırakmayı düşünmüşlerdi.
Simun durumu anlamışçasına bir süredir kimsenin yanına
yanaşmıyor, başı eğik, gagası kanatlarının arasında,
köşesinde sessiz duruyordu. Ayrılırlarken bütün öğrenciler
Simun’un kanatlarını, güzel tüylü başını okşadılar. O da
arkadaşlarına uzun bacağını uzatıp pençesiyle ellerini sıktı
ama arkalarından gitmedi. Her zaman yaptığı gibi güverteye
çıkıp onları geçirmedi. Yalnız son öğrenci elini sallayarak
yanından ayrılınca çatlak sesiyle uzun uzun öttü. Yolcular
gemiden çıkarken bir süre bu garip ötüşünün yankılandığını
duydular.
6 – Depremler ve volkan püskürmeleri her yerde bir arada
olmaz. Yerin altındaki kayalarda büyük bir kırılma olduğu
zaman bundan çıkan mekanik enerji, ısı enerjisine dönüşür.
Kırılmanın yakınındaki kayalar erir. Volkan püskürmeleri
olur. Bu durumda depremlerle volkan püskürmeleri
birbirine bağlıdır. Pasifiğin çevresinde, Sicilya’da, İtalya’da
durum budur. Diğer yerlerde iki olayın birbiriyle bağı
yoktur.
7 – Deprem merkezinden yayılan dalgalar yerlerdeki
kayaların cinsine göre hızlanırlar, yavaşlarlar yahut da yön
değiştirirler. Yer altındaki büyük su birikintileri ise bu
dalgaları hiç geçirmezler. Buna göre, deprem dalgaları
ölçülerek, yer kabuğu ve ara katmanın yapısı incelenmiştir.
35 – 40 kilometre kalınlıktaki yerkabuğunda deprem
dalgaları yavaş yayılır. Ara katmana geçince ise birden
hızlanır. 2900 kilometre derinlikteki ara katmandan sonra
çekirdeğe çarpan dalgaların bir kısmı çok hafifler, bir kısmı
ise yanlara doğru saparlar. Hesaplara göre dünyanın
çekirdeği demir gibi çok yoğun bir maddeden oluşur ve 3670
kilometre çapındadır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki depremler, dünyanın hiçbir
şekilde göremediğimiz iç yapısını tanımamıza yaramışlardır.
*
EKİP Tokyo’da bir okul binasına yerleşti. Gezinin bu son
aşamasında Japonya’nın yanardağları incelenecekti. Bunun
için gerekli hazırlıkları yapmak üzere bir süre Tokyo’da
kalınıyordu.
Kurt, Aydın ve Bettina bundan yararlanarak ilk kez geldikleri
bu güzel şehri tanımak istiyorlar, sabahtan akşama kadar
durmadan geziyorlardı. Japon öğrenciler de onlara ev
sahipliği ediyorlardı. Binbir renkli ağaçların, çiçeklerin
yetiştiği parklarda dolaşmak, salıncaklara binmek, geceleyin
fener alayları seyretmekle vaktin nasıl geçtiğini
anlamıyorlardı.
Tokyo’da ne deprem vardı ne de yanardağ! Yanardağlar
kafalarının içindeydi. Ya Okado onları bu konuda sorguya
Bizim Gezegenimiz Dünya
125/144
Suzan Albek
Bizim Gezegenimiz Dünya
126/144
Suzan Albek
çekerse? Ya gene bir ödev verirse? Bu son beraberlik
günlerini kütüphanede geçirmek yazık olurdu doğrusu.
Bunun için bir çare düşündüler. O sabah yola çıkmadan
toplanıp usul usul konuştular.
─ Bu akşam 22’de kitaplıkta
─ Unutmayın. Tam 22’de.
─ Hepiniz gelin! Bu işin şakası yok.
*
AKŞAM saat tam onda okulun kitaplığına önce Bettina girdi.
Kucağında bir koca demet krizantem vardı. Onları masanın
ortasındaki vazoya özenle yerleştir. Rahat bir koltuğa geçti,
oturdu. Az sonra Aydın’ın dışarıdan neşeli sesi duyuldu.
Elinde bir sürü paketle içeri girdi: “Bettina! Bak neler aldım!”
diye kutuları açmaya başladı.
─ Anneme bir yelpaze… Babama el feneri, Engin’e pille
işleyen bir uzay gemisi… Kendime de… Bak, bak Bettina!
Bayılacaksın!
Aydın son kutuyu yavaş yavaş açmaya girişti. Bettina
merakla bakıyordu. Kutudan deri bir kılıf içinde, küçücük,
güzel bir fotoğraf makinesi çıktı.
─ Yanardağ kraterinde hepinizin resmini çekeceğim
bununla. Dumanlar içinde.
Bettina, Aydın’ın umduğu kadar ilgilenmemişti küçük
makine ile. Gözü kapıda öteki öğrencileri bekliyordu. “Peki,
nerede kaldı bunlar?” demesine kalmadan, kapı açıldı. Atio
ile Butio tepesinden dumanlar çıkan bir şeyi kulplarından
tutmuş getiriyorlardı. Aydın ile Bettina, “A! A! Bu da nesi!”
diye bağırarak yeni gelenlere doğru koştular. Aydın:
Bizim Gezegenimiz Dünya
127/144
Suzan Albek
─ Bildim! Bildim! Semaver bu! Benim büyükannemin de var
İstanbul’da.
Bu, üstünden, yanlarındaki deliklerden buharlar çıkaran
parlak, işlemeli bir semaverdi. Bettina hayatında ilk olarak
böyle bir şey görüyordu:
─ A! A! Tıpkı yamaçlarından dumanlar çıkan bir volkana
benziyor! Ne işe yarar bu garip şey?
Bettina bunu söylerken Cutio arkasından yavaşça
yaklaşmıştı. Elinde, üstü yaldızlı canavar resimleriyle süslü,
kırmızı bir çaydanlık vardı. Bunu semaverin üstüne oturttu:
─ İşte bu işe yarar!
Semaver yavaş yavaş tıkırdamaya başlamıştı bile. Atio bir
dolaptan çay fincanlarını çıkarttı. Masanın üstüne dizdi. Kurt
ile Mikio ve Tung görünürlerde yoktu. Hepsi oturup
beklemeye başladılar. Az sonra dışarıdan hafif bir müzik
işitildi. Aydın koşup kapıyı açtı. Tung karşısında elinde
kocaman bir fenerle duruyordu. Fener hafif hafif dönerken
kırmızı yeşil ışıklar saçıyor, bir yandan da rüzgâr sesi gibi hiç
duyulmadık bir müzik yayıyordu. “Bu feneri iki yüz yıl önce
dedemin babası yapmış” dedi, Tung. “Bir eşi yok Dünya’da.
Bu akşamlık getirdim size.”
Hepsi neşeyle bağırdılar:
─ Yaşa, Tung! Yaşa!
Bu sırada Kurt ile Mikio da içeri girmişler, masanın ortasına
büyük bir pasta koymuşlardı. Dağ biçimindeki pastanın
doruğundan eteklerine doğru çikolatadan lavlar akıyordu.
Mikio oturmadan söz başladı:
Bizim Gezegenimiz Dünya
128/144
Suzan Albek
─ Arkadaşlar! Hemen konumuza girelim: Yanardağımıza.
Daha önce konuştuğumuz gibi hazırlıklı olursak gezimizin bu
son günlerinde ödev vermezler bize.
Kurt – Sözün kısası, konuyu bilelim, açık vermeyelim.
Tung – Bilmediğimizi de biliyormuş gibi görünelim!
Bettina – Öyle şey olmaz. En iyisi güzelce çalışalım hep
beraber. Ben yanardağın oluş nedenini bile bilmiyorum.
Aydın – İyi ya işte. Biz de buraya bunun için toplandık.
Bilenler bilmeyenlere öğretsin diye. Kurt haydi başlayalım.
Biz sadece Avrupa’daki Vezüv, Stromboli ve Etna’yı
tanıyoruz.
Mikio – Biliyorsunuz Japonya, Dünya’yı çevreleyen “T” fay
kuşağı üstünde. Bu “T”nin birleştiği yerde Endonezya ve
Melanezya’da en etkin volkanlar var. Onları bir yana
bırakalım. Bizde etkin olan en önemli volkanlar Asama, Aso,
Kirishima, Sakura-Jima!..
Aydın – Ya bizim gemiye adını veren Fuji-Yama?
Mikio – O sönmüş bir yanardağ. Bizim kutsal dağımız. Yarın
tırmanacağımız Aso, 1690 metre yüksekliğinde. Çok büyük
gürültülerle patlamıyor artık. Usul usul tütüyor.
Bettina – Nasıl tüttüğünü yarını görürüz. Sen bana,
yanardağın o akkor halindeki eriyik maddeleri nereden
bulduğunu, bu kadar büyük bir güçle nasıl fırlattığını söyle.
Tung – Canım işte Dünya’mızın içi ateş dolu ya!
Yerkabuğunun zayıf bir noktasını bulunca bu ateş fışkırıyor,
yanardağ oluyor.
Mikio – Tung! Sus! Sus! Saçmalama!
Kurt – Bu varsayım, senin dedenin o feneri yaptığı çağdan
kalma. Eğer, Okado’nun yanında bunun sözünü edersen
bittik.
Bizim Gezegenimiz Dünya
129/144
Suzan Albek
Tung – Canım, şaka ettiğimi biliyorsunuz. Siz yine doğrusunu
anlatın!
Mikio – En son teorilere göre yerin altında yanardağları
besleyen ocaklar var. Bunlar çok derinde değil. Ortalama 50
kilometrelik derinlikte.
Bettina – Öyleyse, yerkabuğunun bitip ara katmanın
başladığı yerde.
Atio – Bazı Japon volkanlarının ocağı yüzeyde. Ancak 2
kilometre derinlikte.
Butio – Tung’un dediği gibi yerkabuğu bir ateş denizi
üstünde yüzmüyor. Birbirinden ayrı küçüklü büyüklü ısı
kaynakları var. (Atio ve Butio’nun konuşmalarını Mikio
İngilizceye çeviriyordu.)
Aydın – Şimdi bir sorun var: Bu ısı kaynakları nasıl doğuyor?
Magma nasıl oluşuyor? Durup dururken kayalar neden
eriyik hale geçsin?
Mikio – Bu çözülmesi çok güç bir sorun. Bir kere, senin
deprem ödevinde yazdığın gibi mekanik enerjinin ısı
enerjisine dönüşmesi var. Ana katmandaki kayaların kırılma
ve çökmesinden hem depremler oluyor hem de ortaya çıkan
ısı enerjisi magmayı oluşturuyor. Fakat bu her yer için
geçerli değil.
Kurt – Yerin altında pek çok radyoaktif kaya var. Bunların
yaydığı ısı magma ocakları oluşturabilir.
Cutio – Derinlerde atom patlamaları olamaz mı? Sadece
insanlar mı atomu parçalar? Doğada atom, kendi kendine
parçalanır belki de. Bundan da kimbilir ne büyük bir güç
doğar!
Aydın – Ya elektrik? Yerin altında elektrik akımları olduğunu
çok kere okudum. Yalnız yerin altında değil, denizlerde de
kendi kendine dolaşan elektrik akımları var. Örneğin Kuzey
Denizi’nde. Bunlara serseri akımlar diyorlar. Yerkabuğunun
Bizim Gezegenimiz Dünya
130/144
Suzan Albek
altındaki çok güçlü elektrik akımları olduğuna göre, bunlar
aralarında dolaştıkları kayaları etkilemez mi? Hele ıslak
kayalar akımı çabuk geçirir. Bunların kızışıp elektrik ocağı
gibi ısı saçtığını düşünün! Sonunda da gümbür gümbür
patlarlar elbet.
Mikio – Aydın sen yer altı elektriğine çok meraklısındır,
biliyorum. Ama elektrik gücünün yanardağları doğurduğu
kanıtlanmamış.
Kurt – Ya uzaydan gelen manyetik dalgalar? Güneşin
üzerindeki patlamalar? Bunlar, Dünya’nın üstünü etkilediği
gibi içini de etkilemez mi dersiniz? Kozmik (evrenle ilgili)
olaylarla dünyamızda olup bitenler birbirine çok bağlı.
Mikio – Bu konuları bütün dünya bilginleri durmadan
tartışıyorlar. Yanardağların oluşumu hakkında da henüz
kesin bir şey söyleyemiyorlar. İsterseniz…
Tung – İsterseniz çaylarımızı içelim artık.
Bettina – Durun! Bir sorum daha var. Sonra hocalara
sorarsam başımıza iş açtınız dersiniz. Ben pek fazla volkan
görmedim, bana birkaç volkan tipi sayar mısınız?
Mikio – Buraya gelirken sis olduğu için göremedik.
Tokyo’nun güneyinde denizin içinden püsküren bir
yanardağ var.
Bettina – Ne güzelmiş, keşke görebilseydik!
Atio – Ben size daha meraklı bir şey anlatayım: Çiftçi
Gonzales’in başına gelenleri biliyor musunuz?
─ Hayır bilmiyoruz, anlat... Kim bu Gonzales?
Atio – Gonzales Meksikalı bir çiftçi. 1943 yılında her gün
yaptığı gibi erkenden tarlasını sürmeye gitmiş. Az sonra
tarlanın ortasında koskoca bir oyuk belirmiş. Gonzales
korkudan sabanını attığı gibi kaçmış. Bir ağacın üstüne
çıkmış. Bir de bakmış ki o oyuktan dumanlar çıkıyor. Ondan
sonra bir patlamayla başlamış lavlar, taşlar fırlamaya.
Bizim Gezegenimiz Dünya
131/144
Suzan Albek
Günlerce püskürmüş bu tarla volkanı. Lavlar dört yana dere
gibi akmış. Zavallı Gonzales’in tarlası da püskürük kütlelerin
yığılmasıyla 450 metre yüksekliğinde bir yanardağ olmuş.
Bettina – Ben okudum bunu. Yanardağın adı da Paracutin.
Mikio – Bu kadar bilgi hepimize yeter. Bettina sen pastaları
dağıt. Ben de çayları koyayım.
Kurt – Benim de bir sorum var: Granitle bazaltın püskürük
kayalar olduğu kesin mi?
Tung – Elbette. Granit yeryüzüne çıktığı zaman eriyik halde
imiş, soğumasının çabukluğu ya da yavaşlığına göre içinde
billurlar oluşmuş.
Aydın – Marmara Denizi’nden geçerken size gösterdiğim
Uludağ da sönmüş bir yanardağ. Oradan çok granit çıkarılır.
Bettina – Ne güzel çaymış bu!
Kurt – Pasta da nefis!
Atio – Bir dakika! Bir dakika! Çaya, pastaya dalıp çok önemli
bir şeyi unuttunuz. Yanardağların yararlı yönünü ne
yapıyorsunuz?
Mikio – Sahi… Okado bizi bu soruyla yakalayabilir. Çabuk,
açıklayın bunu!
Kurt – Ben söyleyeyim: Yanardağların püskürmesiyle pek
çok maden ve maden tuzları yeryüzüne çıkmış oluyor.
Lavların ve püskürük kayaların zamanla aşınmasıyla toprağa
pek çok maden karışıyor. Bereketli topraklar oluşuyor.
Demek ki milyonlarca yıldır etkin olan volkanlar, dolaylı
olarak yiyecek ve giyeceğimizi sağlıyor.
Mikio – Volkanların çevresinde oluşan sıcak su kaynakları da
yeryüzüne bol bakır ve demir tuzları taşıyorlar. Bunların
çökmesiyle maden yatakları oluşuyor.
Butio – Bütün bunlar çok doğru ama… Bir de kızgın lavların
bağınızın, bahçenizin üstüne aktığını düşünün. Lav deresi
Bizim Gezegenimiz Dünya
132/144
Suzan Albek
arkada, siz önde kimbilir nasıl kaçarsınız! Biz gördük öyle
olayları.
Tung – Şimdi bizim semaver patlayıp hepimizi duman içinde
bırakacak neredeyse. Deminden beri pof pof edip duruyor.
Haydi çaylar! Çaylar! Kim ister başka?
Aydın – Hepimiz aldık Tung! Çok iştahlısın, hep yiyip içmek
istiyorsun. Çevir şu fenerini bakalım, hem müzik çalsın hem
ışık saçsın.
Toplantı böylece neşe içinde gece geç saatlere kadar sürdü.
Tung’un dedelerinden kalma fener onlara Japonya’nın bütün
rüzgârlarının türkülerini söyledi. Dağ pastanın beyaz
kremadan karları çabucak eridi. Dumanlar savuran semaver
yavaş yavaş soğudu, sesi kesildi.
YİRMİDÖRDÜNCÜ BÖLÜM
YANARDAĞLAR
YERBİLİMCİLER uzun bir yolculuktan sonra, Aso
yanardağına pek uzak olmayan bir köye yerleşmişlerdi.
Geceyi orada geçirdikten sonra güneş doğarken sırtlarında
çantaları, ellerinde baston ve kazmalarıyla dağa tırmanmaya
başladılar. Öğrencilerin çeşitli görevleri ve ona göre aletleri
vardı. Aydın ve Mikio kraterden çıkan volkan gazlarını özel
tüplere dolduracaklardı. Kratere girebilmek için oksijen tüpü
ve gaz maskesi taşıyorlardı. Diğer öğrenciler kraterin
çevresindeki donmuş lavlardan örnekler alacaklardı.
Yanardağın yamaçları engebeliydi. Ayaklarında çok sağlam
dağ ayakkabıları olduğu halde yürümekte güçlük
çekiyorlardı. Ayrıca pek çoğu mide bulantısı ve baş
ağrısından şikâyet ediyordu. Köyden yanlarına katılan
rehber “Buraya gelen bütün gezginlerin başına gelir bu”
diyordu. Okado;
─ Volkandan çıkan gazlar yapıyor bunu. Az sonra alışırsınız,
dedi.
Bettina çok yorulmuştu. Bir kayanın üstüne oturdu:
─ Sizinle gelemeyeceğim galiba, çok başım dönüyor.
Aydın, Bettina’ya gayret vermek için bir şaka yapmak istedi:
─ Bettina, dayanıklı bir yerbilimci olduğunu kanıtlamazsan
Kurt sana elmas nişan yüzüğü almaz, biliyorsun!
Bettina zorlukla gülümsedi. As sonra da kayanın üstüne
boyluboyunca uzandı, kaldı.
Okado:
─ Bayıldı. Yardım edin! Dedi.
Bizim Gezegenimiz Dünya
133/144
Suzan Albek
Bizim Gezegenimiz Dünya
134/144
Suzan Albek
Aydın’la Kurt, Bettina’nın başına ıslak mendil koydular,
kendine gelmesi için uğraştılar. Fakat Bettina yürüyecek
halde değildi. Kurt onunla beraber kalmak zorundaydı.
Okado, onlara köye dönmelerini söyledi, sonra ekledi:
─ Başka gelmeyecekler varsa şimdiden dönsünler. Daha çok
güçlükler var önümüzde.
Tung’la Aydın gülmekten kendilerini alamayarak Mikio’nun
üstünü başını silkelediler, uzaklaşmış olan gruba yetişmek
üzere koşmaya başladılar. Yanlarına vardıkları zaman Okado
sert bir sesle:
─ Çok konuşuyor, düzenli yürümüyorsunuz. Bundan sonra
tek sıra arkamızdan geleceksiniz. Haydi, marş!” dedi.
Tung, yavaşça Aydın’a sordu:
─ Neymiş bu güçlükler acaba? Dönsek mi ne dersin?
─ Ben dönmem. Japonya’ya bunun için geldim. Sen istersen
dön. Bir şey olursa elbet bize yardım edecek bulunur, dedi
Aydın.
Metin Toprak, Aydın’a dönerek sordu:
─ Ne oldu? Mikio neden bağırdı öyle?
─ Mangala düştü de ondan? Pantolonunun arkasına bakın!
Yerbilimcilerden bir grup zaten Tokyo’da kalmıştı. Bu
yüzden kratere kadar tırmanmayı göze alanlar sadece on
kişiydi. Yükseldikçe hafif bir rüzgâr çıkmıştı. Soluk almak
daha kolay oluyordu. Buna karşın ayaklarının altındaki
kayalar gitgide ısınıyordu. Bir ara Tung bağırdı:
─ Ay! Galiba ayakkabılarım yanıyor! Ayaklarım ateş kesildi!
Mikio, Tunga’a döndü:
─ Bütün ağırlığınla lap lap basma. Şöyle ayağının ucuyla
kayaların üstünden sekeceksin. Bak, benim gibi!
Mikio bunu söylerken gerildi karşıdaki bir kayaya doğru
sıçradı. Sıçramasıyla da iki kaya arasındaki boşluğa düşmesi
bir oldu. “Pof!” diye bir ses işitildi. Bir kül bulutu sardı
çevresini.
Mikio, “Ay yanıyorum!” diye bağırarak ayağa kalktı,
sıçramaya başladı. Pantolonunun arkası simsiyah olmuş ve
yer yer yanmıştı. Az önce düştüğü küller arasından
kıvılcımlar görünüyordu.
Bizim Gezegenimiz Dünya
135/144
Suzan Albek
Metin Toprak güldü:
─ Mangala düşmek bir şey değil, şimdi fırına gireceğiz.
Gruptan ayrılmayın. Her yanda sıcak kül yığınları var.
*
KRATERE vardıkları zaman hepsi soluk soluğa idiler. Fakat
oturup dinlenmediler. Hemen iş bölümü yapıldı. Tung
kraterin içine girmeye hiç niyetli değildi.
─ Ben burada kalıp resim çekmek istiyorum, dedi.
Aydın, çantasını Tung’a uzattı:
─ Bu sende kalsın. Dikkat et! Fotoğraf makinem ve bütün
gezi notlarım içinde.
─ Sen merak etme, ben buradan ayrılmayacağım.
Tung bunu söyleyerek Aydın’ın çantasını özenle ayağının
dibindeki kayanın üstüne koydu.
Atio, Butio, Cutio kraterin öbür yamacına, donmuş lavların
bulunduğu yere geçeceklerdi. Fakat rüzgâr o kadar güçlü
esiyordu ki o yöne adım atsalar uçacaklardı sanki. Rehber
kalın bir ip getirmişti. Hepsini bellerinden bağladı.
Bizim Gezegenimiz Dünya
136/144
Suzan Albek
Ellerindeki kazmaları, kayalara saplaya saplaya kraterin
öbür yanına dolandılar, gözden kayboldular.
Metin Toprak, Aydın ve Mikio kraterin içine ineceklerdi.
Sivri kayaların arasından bir baktılar, kraterin dibi duman
içindeydi. Aydın irkilerek geri çekildi. Metin Toprak;
─ Aydın, istersen inme! İneceksen de çabuk olalım. Volkan
şu anda sakin görünüyor, dedi.
Aydın, gaz maskesini takmaya uğraşıyordu:
─ Tabii ineceğim. Yalnız şu maskeyi takmama yardım edin!
Metin Toprak, Aydın’la Mikio’nun gaz maskelerini ve oksijen
tüplerini yerleştirirken sıkı sıkı tembih etti:
─ Kraterin iç yan yüzeyinden yavaş yavaş aşağı kayacağız.
Fakat en fazla 5 metre kadar. Aşağıdaki yoğun dumanlara
yaklaşmak yok. Tüpleri penslerle uzatacaksınız. Gaz dolar
dolmaz hemen çekip kapatacaksınız. Biliyorsunuz
oksijenimiz ancak yirmi dakikalıktır. Bunun içine yukarı
tırmanma süresini de koyun. Haydi, hazır mısınız?
Mikio ile Aydın başlarıyla işaret ettiler. O sırada Okado
koşarak yanlarına geldi:
─ Çabuk olun! Bu volkan her an gaz ve ateş püskürebilir.
Hemen inin, en ufak bir gürültü duyarsanız yukarı çıkın.
Metin Toprak, Aydın ve Mikio elleriyle selâm verdiler.
Çeviklikle kayaların üstünden atlayarak kraterin iç yüzüne
geçtiler. Kendilerini bırakıp hafifçe kaymaya başladılar.
Aşağısı bir duman deniziydi. Aydın çevresinde bu dumanın
yoğunlaştığını anlayınca belindeki çengeli bir kayaya takarak
durdu. Uzun maşanın ucuna tüpü takıp işe koyuldu.
Bizim Gezegenimiz Dünya
137/144
Suzan Albek
İlk tüpün içi sapsarı bir dumanla dolmuştu. Hemen kapayıp
belinde takılı kutuya bunu yerleştirdi. Sonra yön değiştirip
bir çatlaktan azar azar sızan bir dumana tüpün ağzını dayadı.
Bu mor renkli bir gazdı. Aydın böylece çeşitli yerlerden 8 tüp
doldurdu. Az ötede Mikio, tutundukları yüzeye uzun saplı
birçok termometre saplamıştı. Bunları birer birer çekiyor,
hemen not alıyordu. Basınç ölçüleri alacak olan Metin
Toprak görünmüyordu.
Bir ara aşağıdan hafif bir duman yükseldi. Mikio da
görünmez oldu. Aydın son tüpü uzatmış doldurmak üzereydi
ki derinden tiz bir ıslık sesi geldi. Ses büyüdü, büyüdü, bütün
kayalarda çın çın öttü. Aydın elindeki maşayı ve tüpü
fırlatarak yukarı doğru tırmanmaya başladı. İki kayanın
arasından bir el uzandı, Aydın’ı çekip dışarı fırlattı. Sonra her
yer kapkaranlık oldu.
Aydın gözünü açtığı zaman tepesinde dallarlı simsiyah kuru
bir ağaç gördü. Hemen elini beline götürdü. Tüp kutusu
duruyordu. Birden aklına Mikio ile dayısı geldi. Acaba
kraterin içinde mi kalmışlardı?
─ Mikio! Dayı! Neredesiniz?
Bir el Aydın’ın kolunu tuttu, Aydın o yana baktıü, Okado
yanında ona gülümsüyordu:
─ Sakin ol Aydın! Bir şey yok!
─ Dayımla Mikio neredeler?
─ Merak etme! Onlar senden önce kraterden çıkmışlardı.
Seni onlarla beraber taşıdık buraya.
─ Ya ben nasıl çıktım? Hiç bilmiyorum. Kraterin dibinden
ses gelince korkudan bayılmışım herhalde. Oysa, o kadar
korktuğumu da sanmıyorum.
Bizim Gezegenimiz Dünya
138/144
Suzan Albek
─ Hayır, korkudan değil, oksijensizlikten bayıldın. Çiçek
toplar gibi renk renk gaz toplamışsın. Bu arada oksijenin
yavaş yavaş tükendiğini hiç düşünmemişsin. Neyse ki o
sırada volkan uyandı da seni dışarı attı.
Aydın rahatlamış, kendine gelmişti. Eli, yüzü, saçları toprak
içindeydi. Kalktı, silkelendi.
─ Neredeler şimdi onlar? İndiler mi?
─ Hayır, yukarıdalar. Çünkü yanardağın kuzey yamacında
olanlar güç durumdalar. Rüzgâr, püsküren kül ve gazları o
yöne atıyor. Onlar da korunmak için aşağı yara kaymışlar.
Şimdi kratere yaklaşmadan ip atıp onları yukarı çekmek
gerekiyor. Bu haberi Atio’nun radyo vericisinden aldım.
─ Biz de gidelim yardıma öyleyse!
─ Hayır, sen görevini yaptın. Tung ve başkaları da var
yukarıda. Biz aşağıya inelim. Gecikirlerse köyden yardım
yollarız. Hem rüzgâr dönerse, püskürme bizim üstümüze
yağar bu kez.
─ İsterseniz köyden yardım alıp yukarı çıkabilirim. Ne
dersiniz? Dedi. Bugün biz köyde dolaştık. Bir düğün varmış.
Aso dağından indiğimizi söyleyince bizi tanrı misafiri gibi
karşıladılar. Akşama kadar bırakmadılar.
─ Bana da ipek bir mendil ve yelpaze armağan ettiler, dedi
Bettina.
Okado gökyüzüne baktı. Çok uzakta bir kızıllık vardı.
─ Dağda önemli bir patlama olmalı. Bakın Aso arada bir,
hafif hafif kıvılcım saçıyor. Arkadaşlarımızın başına bir şey
geldiğini sanmıyorum. Yanlarında rehber var, gelmezlerse
gidersiniz.
*
ODALARINA çekildikleri zaman Aydın yorgunluğuna rağmen
uzun süre uyuyamadı.
Dünya bizim evimiz!
Her yerini biliriz
Altını üstüne getiririz!
Okado sözünü bitirmeden yukarıdan koskoca bir kaya paldır
küldür yuvarlandı. Dayandıkları ağacın dalları takırdadı.
Okado ile Aydın hemen ayağa fırlayarak iniş yolunu tuttular.
Yola indikleri zaman akşam olmuştu. Az sonra gelen küçük
bir otobüsle köye vardılar. Bir gece önce kaldıkları otelin
bahçesinde Kurt ile Bettina koşarak onları karşıladılar.
Bettina Aydın’ı görünce bağırdı:
─ Aydın! Ne oldu sana? Rengin yemyeşil!
Aydın pek yakından gelen bu şarkıyı duyunca yatağından
fırladı. Pencereye koştu, açtı. Mikio ve A-B-C otelin
bahçesindeydiler. Mikio elindeki kalın ipi yukarı fırlatarak
seslendi:
─ Haydi Aydın! Çek bizi yukarı!
Aydın güldü:
─ Korkma Bettina, bir şey yok. Yeşil gaz yuttum da ondan
oldu.
Aydın sevinçle bağırdı:
─ Durun! Geliyorum aşağıya!
Otelin bahçesinde çiçekler arasında kurulmuş masaya
yerleştikleri zaman Okado düşünceliydi. Kurt;
Bizim Gezegenimiz Dünya
139/144
Suzan Albek
Bizim Gezegenimiz Dünya
140/144
Suzan Albek
Az sonra hepsi otelin salonunda toplanmışlardı. Yeni
gelenler çok yorgundu. Üstleri başları parça parçaydı. Gene
de hepsi memnundu. Aso’nun çok zor geçilen kuzey
yamacından torbalarla lav, kaya parçaları toplamışlardı.
Aydın’ın birden aklına bir şey geldi, hemen Tung’un yanına
koştu:
─ Tung, ben sana çantamı vermiştim. Nerede o?
Tung biraz durakladı.
─ Bütün gezi notlarım, yeni aldığım fotoğraf makinem
içindeydi. Yoksa bir yerde mi unuttun?
─ Yok… Yok… Bir yerde bırakmadım, işte… ama şey…
─ Ne şeyi? Ver çabuk çantamı.
─ Dur Aydın, al işte!
Tung bunu söyleyerek Aydın’a kapkara, yanık paçavra gibi,
sapı kopuk bir çanta uzattı.
─ A! A! Bu benim çantam değil. Nedir bu?
─ Aydın, kusura bakma! Çantanı üstüne koyduğun kaya çok
sıcakmış. Çantanın bezi yanıp kokunca anladım işi. Notlarına
bir şey olmamış. Biraz köşeleri yanmış. Fotoğraf makinen…
Aydın öfkeyle çantasını çekti, karıştırmaya başladı. Hemen
fotoğraf makinesini buldu, çıkardı.
─ Neyse, makineme bir şey olmamış!
─ Çok özür dilerim! Ben o notları geceleri okur; temize
çekerim.
Aydın’ın kızgınlığı biraz geçmişti:
─ Tung, bizde emanet edileni korumak çok önemlidir. Sizde
öyle değil midir?
─ Bizde de öyledir. Sen yine dua et. Sonradan Mikio o
kayanın sıcaklığını ölçtü. Kaç derece çıktı biliyor musun? 400
derece. Eğer o kokuyu duymasaydım, senin makinen çoktan
kül olmuştu!
─ Sen de bana o zaman makinemin yerine, dedelerinden
kalma müzikli fenerini verirdin.
O sırada yanlarına gelen Metin Toprak söze karıştı:
─ Yaptıklarınızla
acemi
yanardağcılar
olduğunuzu
gösterdiniz. Gelecek kez daha dikkatli olursunuz.
*
OTELİN salonunda konuşmalar gece yarısına kadar sürdü.
Sonra hepsi odalarına çekildiler.
Ertesi sabah gökyüzü berrak, her yer sessizdi. Bahçede
yaptıkları güzel bir kahvaltıdan sonra yer bilimciler,
Tokyo’ya doğru yola çıktılar.
Gerçekten fotoğraf makinesi deri kılıf içinde pırıl pırıl
duruyordu.
Notlara gelince… Hepsi sararmış, köşeleri kıvrım kıvrım
olmuştu. Bazın yerleri okunmuyordu. Tung Aydın’ın öfkesini
yatıştırmaya çalışıyordu:
Bizim Gezegenimiz Dünya
141/144
Suzan Albek
Bizim Gezegenimiz Dünya
142/144
Suzan Albek
*
YİRMİBEŞİNCİ BÖLÜM
….. VE SON
23 EYLÜL 1973 GÜNÜ, Metin Toprak’la Aydın Özbilen,
Tokyo’dan ayrılıyorlardı. Kurt, Bettina ve Emilia van Loon da
onlarla aynı uçakta İstanbul’a gelecekler, oradan Frankfurt’a
geçeceklerdi.
O sabah erkenden Okado ve Japon öğrenciler havaalanına
gelmişlerdi.
24 EYLÜL günü Özbilenler, Aydın’ı havaalanından alıp eve
geldiklerinde hava kararmıştı. Aydın evine dönme kıvancıyla
yüreği çarparak bahçenin demir kapısını açtı. O anda üstüne
bembeyaz, top gibi bir şey atıldı. Aydın’la Engin bir ağızdan
bağırdılar:
─ Mika! Mika! Neredeydin sen?
BİTTİ
Uçağa giriş kapısının önünde toplanan öğrenciler
birbirlerine mektup yazacaklarına söz verdiler. Adresleri
yeniden gözden geçirdiler. Kurt ile Bettina onları gelecek yaz
Emilia van Loon ile Avrupa nehirlerinde botla yapacakları
geziye çağırdılar. Tung yavaş yavaş şarkılarını söylemeye
başlamıştı. Diğerleri de ona katıldılar.
Dünya bizim gezegenimiz,
Her yerini gezeriz,
Altını üstüne getiririz.
Hepsi üç ay boyunca beraber gezip eğlendikleri
arkadaşlarından ayrıldıkları için üzgündüler. Şarkının
sonunu getiremediler.
Aydın, Kurt ve Bettina arkadaşlarının tekrar ellerini sıkıp
son anda uçağa koştular. Tung, Mikio, Atio, Butio, Cutio uzun
süre arkalarından el salladılar.
Uçak havalandı. Az sonra, Japon adaları dumanları tüten
yanardağlarıyla bulutların altında görünmez oldu.
Bizim Gezegenimiz Dünya
143/144
Suzan Albek
Bizim Gezegenimiz Dünya
144/144
Suzan Albek

Benzer belgeler