Bizim Gezegenimiz Dünya
Transkript
Bizim Gezegenimiz Dünya
– Ne demek Gondi gonda? BİZİM GEZEGENİMİZ DÜNYA BİRİNCİ BÖLÜM GONDVANA SAAT 22:00 yatakhanenin bütün ışıkları söndü. Ortaokul öğrencileri çoktan uyudular. Nöbetçi öğretmen gezinirken uyku taklidi yapan büyük öğrenciler de birer birer uykuya daldılar. Dişlerini fırçalamadıklarına pişman olup tekrar musluğa gidenler usulca döndüler. Su sesleri de kesildi. Birden, büyük sınıfların yatakhanesinden bir bağırma duyuldu: – Gondvan? Gondvan? Gond… Gondi… Küçükler korkuyla yataklarından sıçradılar. Ne oluyor? Ne var, diye birbirlerine sordular. Sonra tekrar yorganlarını başlarına çektiler. – Gondvan! Gondvani! Gondvana! Gond… Gondi… Bu kez daha çok duyuldu bağırma. Lise yatakhanesinin ışıkları yandı. Küçükler yalınayak fırlayıp o yana koştular. Herkes birbirine bakıyor, bağıranın kim olduğunu anlamaya çalışıyordu. Gürültü artmış, havada yastıklar uçuşmaya başlamıştı ki kapının yanından biri seslendi: – Nöbetçi öğretmen geliyor! Işıklar o anda söndü. Bütün çocuklar yataklarına döndüler. * ERTESİ sabah çocuklar yüzlerini yıkarken, yemekhaneye inerken hep aynı şeyi soruyorlardı birbirlerine: – Kimdi bağıran? Bizim Gezegenimiz Dünya 1/144 Suzan Albek Altıncı sınıftan Engin, kahvaltıda yanındakini dürttü: – Ben Gondvanya diye bir şey biliyorum ama ne olduğunu çıkaramıyorum. Karşıdan büyük bir öğrenci söze karıştı: – Gondvana, Eskimo dilinde “Günaydın” demektir. Küçüklerden biri atıldı: – Hayır, değil, Gondvana, bir masaldaki devanasının adıdır. Kızdı mı küplere biner, uçar Gondvana. Engin beğenmedi bunu: – Hayır! Durun, aklıma geldi şimdi. Gondvana Güney Kutbu’nda bir yer olacak, yanılmıyorsam. Gondvananın “Günaydın” anlamı en çok tutuldu. Hafta boyunca küçükler sabah uyandıklarında, kahvaltıya otururken, derse girerken birbirlerini “Gondvana, Gondvana” diye selâmladılar. Cumartesi günü öğleyin Engin, lise 2’den ağabeyi Aydın’ı okulun önünde bekliyordu. Aydın kolunda çantası çıktı kapıdan. – Gondvana! Diye bapırdı Engin. Aydın duraladı, kardeşinin yüzüne baktı: – Bu da nereden çıktı? – Günaydın demekmiş. Hiç konuşmadan eve vardılar. Aydın dayısına gitmek üzere annesinden izin aldı. Engin de takıldı peşine. Aydın kardeşini ekmek için koşuyor, arada dönüp öfkeyle bağırıyordu: Bizim Gezegenimiz Dünya 2/144 Suzan Albek – Gelme diyorum sana! İşim var dayımla! Engin dinlemiyor, inatla Aydın’ı izliyordu. Dayılarının evine vardıkları zaman, Aydın hızla arayı açıp bir solukta merdivenleri çıktı. Kapıyı çaldı. İçerden tiz bir motor sesi geliyor, yüksek sesle konuşmalar duyuluyordu. “Gondvanya,” “Gondvanya” dedi bir ses, kapı açıldı, kuvvetli bir hava akımı Aydın’ı içeri çekti, kapı pat diye kapandı. Engin kalakaldı dışarıda. * AKŞAM, Aydın nefes nefese eve döndüğünde babası sofraya oturmuş bekliyordu. Usulca sofrada yerine geçti. Babasının “Neredeydin bu saate kadar?” sorusunu bekledi. Soru geldi, cevabı Aydın’ın yerine Engin verdi: – Gondvanadaydı babacığım. – Bırak şımarıklığı! O da ne demek? Engin soruyu Aydın’a yolladı: – Onu ağabeyime sorun babacığım. Aydın bir öksürdü söze başladı: – Öh! Öh! Gondvana bir kıtadır baba. Babasının öfkesi meraka dönüşmüştü: – Ya, öyle mi! Yeni mi çıktı bu kıta? Yoksa ad mı değiştirdi? Soru böylece başka yöne dönünce Aydın rahatladı, anlatmaya başladı: – Hayır, yeni değil. Milyonlarca yıl önce vardı. Avustralya, Hindistan, Afrika ve Güney Amerika’yı kaplıyordu. – Peki, sonra ne oldu? Bizim Gezegenimiz Dünya 3/144 Suzan Albek – Sonra bu büyük kıta faylarla parçalara ayrıldı. Büyük bir bölümü okyanusların altında kaldı. Wegener teorisine göre bu karalar, birbirlerinden uzaklaştılar. Yeni kıtalar doğdu. Bir kanıtı da var teorinin. – Nedir o? – Güney Amerika’nın doğu sahilleriyle, Afrika’nın batı sahillerinin birbirlerine uyması… Yaklaştırırsanız hemen hemen birleşecekler. Bu konuşma sürerken Engin’in sofradan kalktığını kimse görmemişti. Az sonra koşa koşa geldi içeri. Elinde bir makasla küçük birer Afrika ve Güney Amerika haritası vardı. İkisini de masanın üzerine koyup, yap-boz oyunundaki gibi özenle birbirine ekledi. – İşte tamam! Senin Mengener teorisi doğruymuş ağabey! Aydın kardeşine öfkeyle bakıyordu! – Mengener değil, Wegener. Ama sen nereden buldun o haritaları? – Şey… Senin eski ansiklopedinden kestim. – Ne? Ansiklopedimden mi kestin? Gösteririm ben sana! Aydın’la Engin, el kol bacak birbirlerine üzereydiler ki, Engin fısıldadı: – Bırak kolumu, yoksa yatakhanede Gondvana diye bağıranın sen olduğunu bütün okula yayarım. Ortalık birden yatıştı, ikisi de hiçbir şey olmamış gibi oturdular yerlerine. Aydın babasına döndü: – Bu konu üstünde dayım çalışıyor. Ben de ona yardım ediyorum. O size daha iyi bilgi verir. İsterseniz yarın gidelim. – Bakalım, belki gideriz. Fakat bu işler senin derslerini aksatmıyor mu? Bizim Gezegenimiz Dünya 4/144 Suzan Albek Engin meyvesini yiyinceye kadar az önceki çatışmayı unutmuştu. Soruyu karşıladı: – Sanmam babacığım. Bütün öğretmenler bana “Sen Aydın Özbilen’in kardeşi misin? Onun gibi çalışkan olacak mısın?” diye soruyorlar. Söyleyecek söz yoktu artık. Ertesi gün hep beraber Yerbilimci dayıya gitmeye karar verildi. * Aydın birden Engin’e döndü: – Saçmalama! Nereden biliyorsun Dünya’nın soğuduğunu? Anne Özbilen söz karıştı: – Aydın, niye kardeşini azarlıyorsun? Dünya, Güneş’ten koptuğu zaman ateşten bir top değil miydi? Yavaş yavaş soğudu. Soğurken de üstünde kırış kırış bir kabuk oldu. Kabuğun bazı yerleri çatladı. Tıpkı benim fırından çıkardığım elma tatlıları gibi… PAZAR sabahı Özbilenler kapıyı çaldıkları sırada, yerbilimci Metin Toprak büyük bir yer yuvarlağını bir motor aracılığıyla döndürüyordu. Engin kapıdan başını uzatıp: – Gondvana. Gondvana! Diye bağırdı. Aydın ile Engin bu sözleri duyunca gülmeye başladılar. Engin: – Anne, biz Dünya’nın Güneş’ten kopmuş olduğunu ilkokulda öğrendik. Ama başlangıçta Dünya’mız soğuk muydu, sıcak mıydı onu bilmiyorum… Metin toprak motoru durdurdu. – Gondvanya! Hoş geldiniz! Aydın kesinlikle: – Soğuktu… Odanın içi çeşitli boylarda kürelerle doluydu. Her biri ayrı renklerde boyanmıştı. Bazılarının üstünde sadece demiryolu gibi siyah çizgiler vardı. Duvarlarda Dünya’nın uzay araçlarından alınmış resimleri asılıydı. Engin siyah çizgili küreyi havaya atıp tuttuktan sonra sordu: – Bu Mars gezegeni mi dayı? – Neden Mars olsun? – Mars’ın üstünde böyle siyah kanallar var ya… – Değil, ama ilginç bir benzetme yaptın. Bu da yer küresi. Bu siyah çizgiler Dünya’mızın büyük çatlakları, yani faylar. Görüyor musun? Okyanusun dibinde bile derin çatlaklar var. Bir çatlak da Akdeniz’in üstünden geçiyor. – Demek soğurken çatlamış Dünya’mız? Annesi: – Peki, o çatlaklar ne öyleyse? Niye dağlar oldu? diye sordu. Bizim Gezegenimiz Dünya 5/144 Suzan Albek Aydın: – Bazı şeylerin de içi genişledikçe kabuğu çatlar. Biz büyüdükçe pantolonun dikişleri patlamıyor mu? diye yarı şaka, yarı ciddi cevap verdi. Yerbilimci dayı ile baba Özbilen bir köşede konuşmaya dalmışlardı: – Bütün jeoloji bilginleri bu konuları tartışıyorlar. Son yıllarda uzaydan alınan fotoğraflar, Dünya’mız üstünde çok ilginç belgeler verdiler. Ama yine de Dünya’nın oluşumunu anlamak için kabuğunun altında, çekirdeğinde neler Bizim Gezegenimiz Dünya 6/144 Suzan Albek olduğunu bilmek gerek. Bu konuda bize yer sarsıntıları, volkanlar, petrol kuyuları çok yardımcı oluyor. Önümüzdeki yaz bir araştırma gezisine katılmak istiyorum. İzin verirseniz Aydın’ı da yardımcım olarak yanıma alabilirim. Gezi sözünü duyan Aydın’ın yüreği ağzına gelmişti. – Baba, görüyor musunuz? Bütün bu küreleri ben boyadım, elektrik tellerini bağladım. Dayımın hesaplarına da yardım ettim. – Görüyorum, görüyorum, iyi çalışmışsın! Yine de lise öğrencisinden yerbilimcisi olmaz. Hele bekle bir iki yıl daha. Metin Toprak izni koparmak niyetindeydi: – Geziye katılıp katılmayacağımızı şimdiden bildirmemiz gerek. Aydın’ın lise öğrencisi olması önemli değil. Bu konularla çok ilgileniyor… Odada bir vınlama duyuldu. Engin dikkatsizlikle kırmızı bir düğmenin üstüne oturmuştu. Birçok küre çeşitli yönlerde fıldır fıldır dönmeye başladılar. Odanın içinde güçlü bir hava akımı doğdu. Konuşmalar bu gürültü içinde yitip gitti. İKİNCİ BÖLÜM ÇAĞRI AYDIN ders yılı boyunca sınıf birinciliğini kimseye kaptırmadı. Yılsonuna doğru bir gün Lise Müdürü Aydın’ın sınıfına girdi; bütün çocuklar ayağa kalktılar. Müdür, elindeki kâğıtlara göz atarak konuşmaya başladı: Uluslararası bir araştırma kurumu önümüzdeki yaz tatilinde bir Japon gemisiyle dünya gezisi düzenlemiş. Bu geziye okulumuzdan Aydın Özbilen’e bir çağrı var. Bütün başlar Aydın’a döndü. Aydın kıpkırmızı oldu. Müdür sözünü sürdürdü: Bu mektupla benden Aydın Özbilen hakkında bilgi isteniyor. Aydın Özbilen’in sınıfta iyi bir arkadaş ve bütün derslerini çok severek çalışan bir öğrenci olduğunu biliyorum. Bu geziye katılmasını onaylıyorum. Sınıfta bir alkış koptu. Aydın ayağa kalktı., arkadaşlarına başıyla selâm verdi. Sonra müdürün yanına giderek teşekkür etti. Müdür Aydın’ın elini sıkarak tekrar söze başladı: – Japon gemisi haziran başında İstanbul’a gelecek. Mektupta ek olarak geminin gideceği yerleri gösteren bir harita var. Müdür renkli bir harita açtı. Öğrencilere doğru tuttu. “Ne güzel!” diye sesler yükseldi sınıftan. – Sakin olun! Bu mektupta sizi de ilgilendiren bir bölüm var: Eğer Aydın Özbilen bu gezide bir lise öğrencisinin çalışmalara katılıp yararlı olabileceğini kanıtlarsa her yıl, Bizim Gezegenimiz Dünya 7/144 Suzan Albek Bizim Gezegenimiz Dünya 8/144 Suzan Albek okulumuzdan bir öğrenci bu kurum tarafından düzenlenecek bir geziye katılacak. Bunu bütün sınıflara bildireceğim. Müdür sözünü bitirip sınıftan çıkarken, öğrenciler ayağa kalkıp Aydın’ın çevresini aldılar: – Kutlarız! Kutlarız! – Aydın, sen gidemezsin bu geziye, yarı yolda evini özler, dönersin. – Niye Aydın gidiyor? Son sınıflarda başka çalışkan öğrenci yok mu? – Bir iş var bunun içinde! – Aydın’ın bir bilgin dayısı var. O yazmıştır kuruma! – Ne olur yazmışsa! Fena mı? Okulumuz da yararlanacak bundan. – Annesi yollamaz Aydın’ı. – Kıskanmayın! Aydın hiç birimizin anlamadığı kitaplar okuyor. Hepimizden bilgili. – Bütün gece de garip garip şeyler sayıklıyor! – Bilgin Aydın! Bilgin Aydın! Aydın arkadaşlarının elinden güçlükle kendini kurtardı, altıncı sınıftan kardeşi Engin’i aramaya gitti. * YAZ tatili başlayınca Aydın, dayısıyla beraber bütün yol hazırlıklarını tamamladı. 5 Haziran sabahı beyaz bir gemi limana girdi. Siyah bacasının üstünde büyük, sarı bir yuvarlak vardı. Burnunda “Fuji-Yama” yazıyordu. Aydın, annesi, babası, kardeşi ve kendisini geçirmeye gelen arkadaşlarıyla vedalaştı, gemiye bindi. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM AYDIN’DAN ENGİN’E MEKTUP 8 Haziran 1973 Fuji-Yama Kardeşim Engin, Karadeniz neden “kara” biliyor musun? Nereden bileceksin! Dur, sana her şeyi baştan anlatayım: Fuji-Yama demir aldıktan sonra güvertede ekibimizin bütün üyeleriyle tanıştım. Başkanımız Japon Profesör Okado. Sert görünüşlü bir adam. Boğaza girerken pek heyecanlandı: “İşte, büyük kıtaları birbirinden çatlaklardan biri!” diye bağırdı. ayıran en önemli Ben yanında duruyordum. O sırada hemen; “Ne olur anlatın, nasıl çatlamış burası?” diyemedim. Akşam yemeğinden sonra masalara planlar, haritalar serilip konuşmalar başlayınca Okada ne dedi dinle bak: “Bir milyon yıl önce Karadeniz tıpkı Hazar Denizi gibi büyük bir göldü. Tuna, Sakarya, Kızılırmak, Dniepr, Dniestr, Don nehirleri bu gölü tatlı sularıyla besliyorlardı. Bu yüzden gölün tuz oranı çok düşüktü. Burada tatlı su koşullarına uyan pek çok hayvan ve bitki yaşıyordu. Fakat jeolojik bir olay sonucu, büyük bir çöküntü oldu. Çanakkale ve İstanbul boğazları açıldı. Akdeniz’in tuzlu suları Karadeniz’e doldular.” “Göl canlıları bu değişime uyamadıklarından öldüler, dibe çöktüler. Orada kokuştular. Bu yüzden Karadeniz’in suları, Bizim Gezegenimiz Dünya 9/144 Suzan Albek Bizim Gezegenimiz Dünya 10/144 Suzan Albek bu kokuşmadan çıkan hidrojen sülfürle bulaşıktır. Bu gazlı bölüm 200 metreden dibe kadar gider. Bugün ancak üst tabakalarda hayat vardır, derinlerde yoktur.” Anladın mı şimdi? Sülfür! Yani kükürt gazı. Pis kokulu, berbat bir şey. Korkma, bu gaz senin denize girdiğin Kilyos, Şile plajlarında yok. Ortalarda. Şimdi bizim geçtiğimiz kapkara dalgalı yerlerde. yarıyor. Japonca öğrenemem ama Almancamı ilerleteceğim. Her zaman bu kadar uzun yazacağımı umma. Hoşça kal! Aydın Özbilen Uluslararası Yerbilim Araştırmaları Ekibi Üyesi “Peki, Okado niye böyle konferans çekiyor?” diyeceksin. Bu gemi, okul da ondan. Okado’nun beş tane öğrencisi var yanında. Üçü müthiş birbirlerine benziyor, aynı boydalar. Adları; Atio, Butio, Cutio. Hiç birbirlerinden ayrılmıyorlar. Üçgenin üç köşesi A-B-C gibi. Mikio biraz uzun boylu. Tung, şişman güleç yüzlü. Almanya’dan iki öğrenci var. Kurt ve kız arkadaşı Bettina. Bunların hepsi üniversiteden, Yerbilim Bölümü öğrencileri. Gemide iş bölümü yapılmış. Bütün öğrencilere mutfak, güverte, gözlem nöbeti düşüyor. Yani, patates soymak, güvertenin tahtalarını fırçalamak, gözlem odasında aletlerin başında ölçü almak… Birkaç gün sonra Batum’a varıyoruz. Oradan uçakla petrol bölgelerine gideceğiz. Sonra sana anlatırım gördüklerimi. Sen “Çamur Volkanı” nedir, bilir misin? Nereden bileceksin! İşte Hazar Denizi’nde onları göreceğiz. Bizim Mika’ya iyi bak! Çok şeker verme, gözleri sulanır. Ansiklopedilerimden resim kesme, dönünce hesabını sorarım. Bütün tatili peşinde köpek, bisiklet üstünde geçirme. Otur, İngilizce çalış. Benim İngilizcem çok işe Bizim Gezegenimiz Dünya 11/144 Suzan Albek Bizim Gezegenimiz Dünya 12/144 Suzan Albek Sıfırlar azalıyor. Günümüze vardık. Her yer karanlık. Yalnız kazma sesleri duyuluyor. Nokta halinde ışıklar orada oraya gidip geliyor. Uzaktan bir araba tıkırtısı duyuluyor. DÖRDÜNCÜ BÖLÜM KARADENİZ’DE İLERLERKEN KOSKOCA bir timsah başı… Üstü kabuk kabuk. Ağzı durmadan açılıp kapanıyor. O ne? Timsah değil bu. Vücudu iri ve hantal… Arka ayaklarının üstüne yaslanmış. Yosunlarla kaplı bir ağaç kütüğünün üstünde oturan tam bir canavar. Önünde büyük bir göl var. Yerler yemyeşil, yosunumsu bitkilerle örtülü. Eğreltiler, dev sarmaşıklar göklere yükseliyor. Korkunç canavar kütükten göle doğru kayıyor. Yeşil sulara kuyruğunu vurdukça iri hayvanlar başlarını çıkarıp tekrar dalıyorlar. Otların arasında çok büyük bir kurbağanın artıkları var. Üstünde dev kelebekler uçuşuyor. Canavar, ağacın üstünden inip ağır ağır uzaklaşırken bu görünüm üstünde bir yazı ve sayı beliriyor. Büyük bir gümbürtü ile bu yazı ve sayı silindi. Şimdi yeşil çayırları çevreleyen dağlar ateş püskürmeye başlıyor. Yer gök oynuyor. Gölün kenarındaki dev eğreltiler, kalın gövdeli ağaçlar, kibrit çöpü gibi devrilip sulara gömülüyorlar. Toprak tekrar yatışıyor. Yanardağların yamaçlarını çayırlar kaplıyor. Aralarından ırmaklar akıyor. Yeni canlılar çıkıyor ortaya. 200.000.000 Bizim Gezegenimiz Dünya 200.000 13/144 20.000 Suzan Albek İşte kocaman bir kömür parçası... Kökleriyle, dallarıyla tıpkı bir ağaç biçiminde… Başka bir parçanın üstünde kat kat kömürleşmiş yapraklar, hatta yaprakların damarları görünüyor. Gözlüklü uzun boylu bir adam işçilerin getirdiği bu parçaların resmini çekiyor. Daha sonra işçiler kömüre bulaşmış iri kil ve kumtaşı parçalarını gözlüklü adama getiriyorlar. Bakın bakın, neler var bunların üstünde: Kabuklu su hayvanlarının izleri, parmakları bir bir sayılan pençeler, dizi dizi omurgalar… Tırt… Tırt… Tırt… Film bitti. “KARBON ÇAĞI 300 – 320 MİLYON” 300.000.000 Ortalık aydınlanıyor. İşçiler, arabalar içinde büyük kömür parçalarını yeryüzüne çıkarıyorlar. 2000 * GEMİNİN küçük sinema salonunun ışıkları yandı. Uzun boylu gözlüklü İngiliz uzman David Kohle ayağa kalktı söz aldı: – Filmde beni tanıdınız sanırım. Bu filmi öğrencilere kömürün nasıl oluştuğunu göstermek için yaptık. En ilginç olanı da gördüğünüz gibi kömürlerin en alt katmanında çıkan, kil ve kumtaşları üstündeki fosiller. Çok eski ama çok iyi poz veren artistlerdir onlar. Film, Aydın’ın çok hoşuna gitmişti. Yanında oturan dayısına döndü: Bizim Gezegenimiz Dünya 14/144 Suzan Albek – Boğazdan çıkınca Kilyos’tan ötede bizde de çok kömür var. Hele Ağaçlı’da denizin hemen dibindeki yarlar, kat kat kömür. Acaba, orada araştırma yapsak biz de fosil bulur muyuz? Dayısı cevap verdi: – Oradaki kömür linyittir. Sen yine gittiğinde bak. En alttaki kil katmanında belki filmdeki canavarın fosilini bulursun. Aydın dayısının şaka yaptığını anlamıştı: – Niye olmasın? Yerin altını araştırırsak neler buluruz! Kömür, elmas, altın, zümrüt, yakut… İyi aranırsa yerin üstünde bile neler bulunur. Bir yerde okumuştum; ilk yakutu, Ortaasya’da devrilen bir ağacın kökleri arasında bulmuşlar. – Kömürden yakuta geçtin Aydın, çok düş kuruyorsun. Aydın ile Metin Toprak konuşurlarken salonun ışıkları sönmüştü. David Kohle, piposunu masasının üstüne vurdu: – Lütfen susalım! İkinci film başlıyor. Yeşil, durgun bir deniz. İçinde bir sürü canlı kıvıl kıvıl dolaşıyor. Öbek öbek yosunlar o yana bu yana sallanıyorlar. Sinema makinesi suyun içinde kaynaşan renk renk canlıları mikroskop altında büyütülmüş olarak gösteriyor bir ara. Tüylerini oynata oynata hareket eden minnacık hayvanlar bunlar. Kenarda, bir derenin çamurlu suları denize karışıyor. Küçük hayvancıklar bu çamurlu suyun içindeki toz gibi tanecikleri kapıyorlar, hücrelerinin içinde sindiriyorlar, sonra tekrar eğile büküle başlıyorlar kaynaşmaya. Arada bir bu hayvanlardan bazıları duruveriyor. Şerit gibi yosunlarla beraber, ağır ağır suyun dibine çöküyorlar. Bizim Gezegenimiz Dünya 15/144 Suzan Albek Deniz biraz dalgalanıyor. Uzun bir süre geçtiğini anlıyoruz. Denizin dibinde çubuk gibi bakteriler, dibe yığılmış olan bu küçük hayvancıklara üşüşüyorlar; hücreler ayrışıyor, dipte kara, kalın bir çamur oluşuyor. Yine deniz dalgalanıyor. Yüz binlerce yıl geçiyor. Denizin dibindeki kara çökelekten minnacık yağ damlaları çıkıyor, yavaş yavaş suyun yüzüne doğru yükseliyorlar. Bu damlalar birike birike sanki bir yağ seli oluyorlar, başlıyorlar çevredeki kayaların arasına sızmaya. Bazı kayalar sıvı geçirmez cinsten. Yağ seli bunların oyuklarında birikip kalıyor. Başlıyor tüte tüte gaz çıkarmaya. Deniz yeniden dalgalanıyor. Suyun içine lavlar akıyor. Bir önceki filmde olduğu gibi yeryüzünde yanardağlar püskürmüş herhalde. (Bu film sadece suyun dibini gösteriyor. Yeryüzünü değil.) Derelerin çakıllarla suyun dibini doldurduğunu görüyor, yağmur gibi kum savuran rüzgârın sesini işitiyoruz. Böylece içinde gaz-yağ-deniz suyunun depolandığı kayalar, kalın bir tortul örtüyle kaplanıyor. Perde kararıyor. Derin mağaralarda yankılanan sesler gibi bir müzik işitiyoruz. Perde aydınlanırken bir de ne görelim! Kapkara bir boru, tortul katmanları dele dele yerin altına iniyor, gaz ve yağ deposuna yaklaşıyor… yaklaşıyor… Yaşasın! İnsanlar, milyonlarca yıl sonra çok önemli bir yakıt olan petrolü buldular. * SALONUN ışıkları yandı. Kömür ve petrol uzmanı David Kohle ayağa kalktı: – Bu filmde ben yokum. Başoyuncular; mikro-organizmalar, kayalar, sular… Doğanın güçleri. Bu kadar gürültüden sonra hepinize iyi uykular! Bizim Gezegenimiz Dünya 16/144 Suzan Albek BEŞİNCİ BÖLÜM ATEŞ TANRISI üstünde ufak ufak alevlerin alçalıp yükseldiğini gördüler hep. FUJİ-YAMA, Karadeniz’de dört günlük bir yolculuktan sonra Batum’a vardı. Orada hiç kalmadılar. Kendileri için tutulmuş özel bir uçakla, Musul’a gitmek üzere havalandılar. Hava yolu Doğu Anadolu dağlarının üstünden geçmekteydi. Bulutların arasından denizin üstündeki adalar gibi dağların dorukları görünüyordu. Aydın, aşağısını seyrederken kendi kendine mırıldandı: – Benim her yanı ayrı güzel yurdum! Benim güzel yurdum! Uçak gitgide yükseliyordu. Az sonra altlarında pamuk gibi bembeyaz bulutlardan başka bir şey görmez oldular. Günlerden bir gün, o yörede oturan yaşlı bir adam, o ince ince alevlerin tüttüğü yerde derin bir kuyu açtı. Kuyudan su yerine kötü kokulu, yağlı, kara bir sıvı çıktı. İhtiyar adam buna sevindi. Kuyusunun yanına bir kulübe yaptı. Başladı kova kova kara su çıkartmaya. * Kuyudan neden kara su çıktığını dede de bilmiyordu ama bu kara su çok işine yarıyordu. Doldurduğu şişeleri çocuklara veriyor, hepsini pazara yolluyordu. Çocuklar akşama kadar dolaşıyor : “Yakan su! Yakan su! Kara ilaç! Kellere, çıbanlılara, karnı ağrıyanlara kara ilaç!” diye satıp şişeleri bitiriyorlardı. “GÜNÜMÜZDEN yüzyıllarca önce İran ve Irak yaylalarının Doğu Anadolu’ya kavuştuğu bu yörede çok tanınmış bir tapınak vardı. Ortasında hiç sönmeyen bir ateş yanardı. Yerli halk, kurbanlarla, armağanlarla tapınağa gelir, bunları “Ateş Tanrısı”na sunarlardı. Hiç kimse ortadaki ateşe fazla yaklaşmaya cesaret edemezdi. Zaten tapınağın rahipleri bunu yasaklamışlardı. Çalı çırpı konulmadan sürekli olarak yanan bu ateşin nereden çıktığını merak eden bir genç adam, bir gece, gizlice tapınağa girdi. Kutsal ateş bu meraklı adamı hemen yakıp kavurarak dışarı attı. Bu yüzden ülkenin insanları, yüzyıllar boyunca korku içinde ateş tanrısına taptılar. Savaşlar, akınlar oldu. Tapınak yıkıldı. Ortasındaki büyük ateş söndü. Fakat geceleyin oradan geçenler, toprağın Bizim Gezegenimiz Dünya 17/144 Suzan Albek İhtiyar adam bu sıvıyı şişelere doldurup kulübesine diziyordu. Çevrenin çocukları kuyunun yanına gelip şaşkın şaşkın bakıyor, sonra soruyorlardı: – Dede, niye herkesin kuyusundan beyaz su çıkıyor da senin kuyundan kara su çıkıyor? Daha sonra o bölgede başka kuyu açanlar oldu. Hepsinden “Neft” dedikleri kara sıvı çıktı. En sonra da yüzyılımızın başında uzmanlar, mühendisler, iş adamları oraya geldiler. Büyük burgularla çok derin kuyular açtılar. Başladılar bol bol kara sıvı çıkarmaya. Bu sıvının adı taş yağı anlamına gelen “Petroleum” idi. Petrol çok yanıcı bir sıvıydı. Çelik kulelerin kurulduğu yerlerde sık sık yangınlar oldu. Buna karşılık, bütün dünyanın çok işine yaradı. Taşıt araçlarını yürüten benzin; Bizim Gezegenimiz Dünya 18/144 Suzan Albek aydınlatma, ısıtmada kullanılan daha pek çok yan ürün petrolden çıkarıldı.” * YERBİLİMCİLERİN uçağı bulutların üstünde bir saat uçtuktan sonra alçaldı, alçaldı, kurak Musul düzlüğüne indi. Az sonra vardıkları petrol alanından sürekli bir uğultu geliyordu. Aydın ilk olarak petrol kuyularını görüyordu. Onun için kendilerini gezdiren teknisyeni ve yanındaki çevirmeni dikkatle dinliyordu: – Buradaki kuyunun derinliği 1500 ile 3000 metre arasında değişir. Daha kuzeyde, Kafkasya’da ise 5000 metreye kadar iniliyor. Açılacak kuyunun derinliği, yeryüzünü örten tortul katmanın kalınlığına bağlı. Bu derinliğe indirilen boruların çok çeşitli kayaları delmesi gerek. Bir öğrenci teknisyene sordu: – Bu kadar sert kayaları ne ile delebilirsiniz? – Elmasla. Dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de en uçtaki kesici alete elmas takılı. Çünkü bildiğimiz en sert madde budur. Amerika’da “Borasan” adında daha sert bir karışım elde edildi. Biz yine de elmasla çalışıyoruz. Uçtaki borunun sürekli olarak dönmesi bu kesme işini kolaylaştırıyor. Kayaları kesmekle iş bitse yine iyi… Yeni açılan kuyularda bu kayalardan örnekler çıkarma zorunluluğu var. Bazen borunun ucundaki 6-7 metre uzunluğunda havuç biçimindeki kaya parçasını yukarı çekeriz. Aydın merakını yenemedi, teknisyenin sözünü kesti: – 2000-3000 metrelik boruyu o kadar güçlükle indirmişken nasıl tekrar çıkarırsınız? Bizim Gezegenimiz Dünya 19/144 Suzan Albek Teknisyen Aydın’a döndü: – Eğer bu boru tek parça olsaydı dediğiniz gibi çok zor bir iş olurdu bu. Fakat petrol sondaj boruları su boruları gibi birbirine geçmedir. Bunlar parça parça yukarı alınır. İçlerine dolan çamur ve kaya parçaları boşaltılıp incelenir. Bunlar yerkabuğunun yapısı konusunda çok ilginç bilgiler verirler. Bu geçme borular elektrik enerjisiyle tekrar kuyuya indirilir. En uçtaki dönen kesici parça gaz katmanını geçip petrol yatağına eriştiği zaman… Öğrenciler neşeyle bağrıştılar: ─ Vıjjt.. Vıjjt.. diye fışkırır petrol! ─ Tıpkı artezyen kuyusundan fışkıran su gibi! ─ Yanardağın püskürttüğü dumanlar gibi kapkara! O sırada çelik bir kulenin dibine gelmişlerdi. Teknisyen büyük gürültülerle çalışan makineleri gösterdi. – Söylediğiniz kadar kolay değil. Her zaman fışkırmaz petrol. Çok yerde bu büyük pompalarla çekmek gerekir. Makineler o kadar gürültü çıkarıyorlardı ki artık söylenen sözler duyulmaz olmuştu. Teknisyene teşekkür ederek oradan uzaklaştılar. Aydın gördüklerinin etkisi altındaydı. Geceyi geçirecekleri misafirhaneye giderlerken arkadaşlarıyla hep bu konu üstünde konuşuyorlardı. – Bu kadar derinden çıkarılan başka maden var mı acaba? – Hayır! En derinden gelen, petrol. Bunun için petrole “Karanlık derinliklerin güçlü kralı” deniyor. – Ya elmas? Şu gökyüzündeki yıldızlar gibi pırıl pırıl parlayan elmas? Demek yüzük, küpe yaptığımız o güzel taş bu işlere de yarıyor. Bizim Gezegenimiz Dünya 20/144 Suzan Albek Bettina gökyüzüne doğru konuşurken önündeki çukuru görmemişti. Çamurun içine yuvarlandı. Arkadaşları hemen yardımına koştular. Aydın, Bettina’yı kolundan tutup kalkmasına yardım ederken ayağına sert bir şey takıldı. Eğildi, çamurların arasında yuvarlak bir taş eline geçti. Aldı, biraz çamurunu ovalayıp çantasına attı. Bettina üstünü silkelerken: – Nasıl da görmedim önümü! Diye söyleniyordu. – Elmasları düşünüyordun, dedi Kurt. Merak etme, sana dönüşte bir elmas yüzük alacağım. Ama bu gezide iyi bir yerbilimci olduğunu görürsem tabii. Aydın, Bettina’nın yere düşen çantasını kaldırdı, verdi: – Karanlık derinliklerin güçlü kralı seni yeraltına çekiyordu az kalsın, dedi. Üçü elele verdiler. Kurt hafif bir şarkı tutturdu: Biz yerbilimcileriz, biz yerbilimcileriz, Dünyamızı gezeriz, Gizlerini sezeriz. Bir, iki, üç! Bir, iki, üç! Aydın da yavaş yavaş şarkıya katıldı. Arkadan gelen Tung ile Mikio da mırıldanmaya başladı. Bettina onlara döndü: – Bu bizim marşımız olsun, dedi. Biz yerbilimcileriz, biz yerbilimcileriz, Dünyamızı gezeriz, Gizlerini sezeriz. Bir, iki, üç! Bir, iki, üç! ALTINCI BÖLÜM UMULMADIK ŞEYLER SABAHLEYİN yerbilimcilerin uçağı hazır onları bekliyordu. Hemen bindiler. Kısa bir süre sonra Bakü’deydiler. Alanda kendilerini karşılayan Azerbaycanlı mühendis Türkçe olarak “Hoş geldiniz!” dedi. Burada çevirmenlik Metin Toprak’a düşüyordu. Azerbaycanlı mühendis ayağını yere vurarak: – Burada nereyi kazsanız petrol çıkar! Fakat biz size denizden petrol çıkarılışını göstermek istiyoruz. İskelede vapur bizi bekliyor. Hazar Denizi’ne açılacağız, dedi. Genç öğrenciler Hazar Denizi’nde gezinti yapacakları için memnundular. Hafif hafif şarkı söyleyerek iskeleye doğru ilerlediler. Dünya bizim evimiz, Her yerini biliriz. Uzun iskelede yürürlerken Aydın bir köpek havlaması duydu. Arkasına döndü. Kısa boylu, uzun beyaz tüylü, ıslak kara burunlu bir köpek gördü. Hayvanın başını okşadı, sonra önden giden arkadaşlarına seslendi: – Bakın güzel bir köpek geliyor peşimizden! Kurt döndü baktı. – Cins bir köpek! Dedi. Aydın tekrar seslendi: – Benim tıpkı bunun gibi bir köpeğim var, adı Mika. Rüzgâr seslerini dağıtıyordu. Kurt bağırdı: Bizim Gezegenimiz Dünya 21/144 Suzan Albek Bizim Gezegenimiz Dünya 22/144 Suzan Albek – Ne diyorsun? – Mika! Mika! Benim köpeğimin adı Mika! Aydın “Mika, Mika!” diye bağırırken küçük köpek bacaklarının arasında dolaşıyor, kuyruğunu sallayarak kesik kesik havlıyordu. Aydın çömeldi: – Mika! Mika! Ne var? Küçük beyaz köpek sevinçle ayaklarını Aydın’ın dizlerine dayayıp yüzünü yalamaya başladı. Aydın yalandan kızdı: – Dur Mika! O kadar şımarma! Önden gidenler vapura binmişlerdi. Aydın köpeği bırakıp koştu. * KÜÇÜK vapur Bakü’nün güneyine doğru bir süre yol aldı, sonra durdu. 500 metre kadar ötede çelikten bir ada vardı. Üstünde bir petrol kulesi yükseliyor, makinelerin gürültüsü işitiliyordu. Azerbaycanlı rehber şöyle dedi: – Petrolün çıkarılışını buradan izleyeceğiz. Daha fazla yaklaşmak tehlikeli olur. Çelik adadan gelen gürültü artıyordu. Birden bir patlama duyuldu. Alarm düdükleri çalmaya başladı. Petrol kulesinin tepesinden bir çamur sütunu çıktı; yükseldi, yükseldi, on katlı bir ev boyunu buldu. Vapurdakiler olayı merakla izliyorlardı. Biraz da heyecanlıydılar. Arada patlamalar duyuluyordu. Çamur sütunu yükseldikçe yayılıyor, döküntüleri küçük vapura doğru sürükleniyordu. Azerbaycanlı mühendis hızla kaptan köprüsüne çıktı, telâşla bağırdı: Bizim Gezegenimiz Dünya 23/144 Suzan Albek – Çabuk demir alın, son hızla uzaklaşalım! Güverteye çamur yağmaya başlamıştı. Yolcular alt kata indiler. Küçük vapur dalgalar arasında sarsılarak oradan uzaklaştı. Hepsi tekrar güverteye çıktılar. Azerbaycanlı mühendis korkusunu saklamıyordu. – Umulmadık bir şey bu. Bu kadar şiddetli bir patlamaya hiç rastlamadım. Mikio sordu: – Bu çamur nereden geliyor? – Hazar Denizi’nin dibi böyle çamur püskürten volkanlarla kaplıdır. Bu çamur da orada petrol olduğunun kanıtıdır. Kurt denizden petrol çıkarılmasıyla çok ilgiliydi: – Kuzey Denizi’nde de petrol sondajı yapılıyor. Bir kere görmüştüm. Hiç böyle bir olay olmadı. – Sanırım, bu, bir iç deniz olan Hazar’a özgü. Dipteki volkanların bazen kendi kendine de püskürdüğü olur. Bu püskürme uzun sürerse denizin üstünde bir adacık ortaya çıkar. Arkasından gaz püskürmesi başlar. – Bugünkü püskürmenin bu kadar fazla olmasını nasıl açıklıyorsunuz? – Denizin dibine indirilen sondaj borusu, tam volkan bacasının içine girmiş olacak. Böyle giderse sal çökebilir. Kaptan köprüsünde elinde dürbünle olayı izleyen David Kohle seslendi: – Çevrede dolaşan gemiler görüyorum. Yardıma gidiyorlar. Azerbaycanlı mühendis dürbünü aldı: – Evet, bunlar bacanın ağzını doldurmak için kil taşıyorlar. Vaktinde yetişirlerse çelik sal ve üstündekiler kurtulur. Bizim Gezegenimiz Dünya 24/144 Suzan Albek * ÇAMUR fışkırmasını durdurmak için yapılan çalışmalar saatlerce sürdü. Sonra bir sessizlik oldu. Küçük vapurun güvertesindekiler “Çamur volkanı yenilgiye uğradı!” diye düşünürlerken büyük bir patlama duyuldu. İnce uzun bir alev gökyüzüne yükseldi. Mühendis: – Şimdi de gaz fışkırıyor. Bununla da uzun süre uğraşacaklar. Biz dönsek iyi olacak, dedi. Azerbaycanlı mühendis bu işe çok şaşmıştı: – Bu hayvanı buralarda hiç görmemiştim. Çok cins ve akıllı bir köpek… Dönüşte onu alır, ben bakarım. Siz merak etmeyin, dedi. Aydın teşekkür etti. O akşam yerbilimciler ekibi uçakla Semerkant’a vardı. Vapur demir aldı. Yolcular Bakü’ye varıncaya kadar, denizin ortasında yanıp duran büyük meşaleyi seyrettiler. * BAKÜ’de vapurdan iskeleye çıkarlarken, Aydın’ın üstüne yumak gibi beyaz bir şey atladı. Aydın geriye sıçrayarak: – Korkuttun beni Mika! Dedi. Köpek Aydın’ı kaldıkları yere kadar geçirdi. Ertesi sabah yine kapısının önündeydi. Bütün gün şehri beraber dolaştılar. Mika, Aydın’ın elinden şeker yedi. Yola çıkacakları gün, havaalanına gitmek üzere otobüse binmeden önce Aydın köpeği sevdi, okşadı: – Hoşça kal Mika! Dönüşte Semerkant’tan doğru Batum’a gideceğiz. Gemimiz orada bekliyor. Seni tekrar göremeyeceğim. Beyaz köpek başını Aydın’ın dizine dayamış, söylediklerini anlar gibi kıpırdamadan dinliyordu. Otobüs kalkınca uzun süre arkasından koştu, sonra gözden kayboldu. Bizim Gezegenimiz Dünya 25/144 Suzan Albek Bizim Gezegenimiz Dünya 26/144 Suzan Albek YEDİNCİ BÖLÜM SİHİRLİ DAĞ “YÜZYILLAR önce, Turan ovasına kuzeydoğudan gelen göçebe Moğolların akın ettiği çağlarda, bu bölgede sulak bahçeler, bağlar arasında zengin bir Türk kenti vardı. Türk boylarının atlıları, eli silah tutan bütün erkekleri, yıllardır sınırlarda bu akını durdurmaya uğraşıyorlardı. Oysa Moğollar dalga dalga aşağı iniyor, ölenlerin yerini doldurup gitgide ilerliyorlardı. Türk oymakları çekilmek zorundaydılar. Öyle ki, sağ kalan savaşçılar, Moğolların ok yağmuru altında çekile çekile yukarıda sözünü ettiğimiz kentin sınırlarına kadar gelmişlerdi. Büyük bir dağ, kentin önünü kapatıyordu. Türk savaşçıları dağın yan tarafında, kente giden yolun ağzındaki dar boğazı tutmuşlardı. Bir sabah Moğollar bu boğazı ele geçirmek için saldırıya geçtiler. Fakat o anda şaşılacak bir olay kendini gösterdi: Moğolların attıkları okların hiç biri dar boğazdaki savaşçılara değmiyor, yol değiştirerek dağa saplanıyorlardı. Saldırganlar dehşet içinde kalmışlardı. Bu yüzden: ‘Bu dağ sihirli! Burası büyülü kent!’ diye bağrışarak dörtnala geri döndüler. Bir daha oralara sokulmadılar.” * SEMERKANTLI bilgin kendine özgü güzel bir Türkçe ile okuduğu siyah, kalın kitabı kapayarak kendisini dinleyen konuklarına döndü: – Ne dersiniz? Bir gerçek pay var mı bu efsanede? Metin Toprak aynı soruyu İngilizceye çevirerek yanında oturan öğrencilere yöneltti: Bizim Gezegenimiz Dünya 27/144 Suzan Albek Mikio çayını yudumlayarak cevap verdi: – Dağın bol demir, magnezit kapsadığını gösteriyor. – Bana kalırsa bu sadece güzel bir efsane, dedi Kurt. Hiçbir demir yatağı oku yönünden çevirecek mıknatıs gücüne sahip olamaz. Semerkantlı bilgin sakalını sıvazladı: – Yine de efsane bu bölgede demir ve magnezit yatakları bulunduğunu kanıtlıyor. Yarınki gezide pusulaları unutmayalım. Oka yön değiştirtmese de bu yoğun maden yataklarının pusula iğnelerini fıldır fıldır döndürdüğünü görmenizi isterim. * SABAH erkenden geziye çıktıkları zaman öğrencilerin gözleri hep pusulalarındaydı. Öğleyin grup bir su başında mola verdi. İki saat orada dinlenilecekti. Kurt ile Aydın ise bir an önce yola çıkmak istiyorlardı. Az ötede birkaç köylü atlarından inmiş, onlara bakıyorlardı. Kurt, Aydın’ın kulağına bir şeyler söyledi. Sonra atlıların yanına yaklaştı. Aydın dayısından buluşacakları yeri ve saati öğrendi. Kurt da köylülerle anlaşmış iki at kiralamıştı. Hemen atlara atlayarak yola koyuldular. Arada duruyor, pusulalara bakıyorlardı. Henüz bir değişiklik yoktu. Fakat bir tepeye yaklaşırken Aydın, pusula iğnesinin yavaş yavaş kaydığını gördü. Kurt’a seslendi: – Kurt, dikkat et! Artık pusula iğnesi kuzeyi göstermiyor. – Evet, benimki de öyle. Sola kayıyor! Bizim Gezegenimiz Dünya 28/144 Suzan Albek İkisi de pusuladan hiç gözlerini ayırmadan yolu izleyerek tepeye tırmanmaya başladılar. Pusula iğnesi artık kuzeyden çok uzaktaydı. Atlar yorulmuştu. İkisi de yere inerek atları yularlarından tuttular, yavaş yavaş yürümeye koyuldular. Tepeye varınca Kurt, derin bir nefes aldı. Eliyle kuzeye doğru uzanan tepeleri gösterdi: – İşte, Semerkantlı meslektaşımızın sözünü ettiği demir ve magnezit yataklarının üstündeyiz. Bak, pusula iğnesi neredeyse yerinden fırlayacak. Aydın ve Kurt atlarını bir ağaca bağlayarak bir kayanın üstüne oturdular. – Kurt, benim mıknatıs konusunda çok az bilgim var. Öğretmenlere soramıyorum, sana sorayım bari. Önce şunu söyle; pusula iğnesinin gösterdiği kutup, tam Dünya’nın kutbuyla aynı mı? – Hayır, değil! Manyetik kutupla, coğrafya kutbu arasında ufak bir açılık fark var. Bunu hesaplamışlar. Fakat çok önemli değil. Onun için şimdiki gibi anormal durumların dışında pusula iğnesinin gösterdiği yön Kuzey Kutbu’dur. Aradaki açıyı biz dikkate almasak da olur. – Peki, pusulanın iğnesini kuzeye yönelten bu manyetik alan nasıl doğuyor? Başka gezegenlerde de manyetik alan var mı? – Pek çok bilgin Dünya’nın çekirdeğinin demir ve nikelden oluştuğunu söylüyorlar. Eğer doğruysa bu yoğun demir, elbet bir manyetik alan yaratır. – Ya Dünya’nın çekirdeği demir değilse? – O zaman başka bir etken aramak gerekir. Örneğin Dünya’nın kitlesi… Bu büyük kitle manyetik alan yaratabilir. Bizim Gezegenimiz Dünya 29/144 Suzan Albek Ay’a giden uzay adamları orada manyetik alan olmadığını kanıtladılar. – Venüs’ün kitlesi hemen hemen Dünya’mızınkine yakın. Orada manyetik alan var mı? – Venüs’e yaklaşan uzay gemileri orada manyetik alan olmadığını bildirdiler. Öyleyse kitle, tek başına bir etken değil. – Belki de bu manyetik güç uzaydan geliyor. Güneş üstündeki patlamalardan Dünya yüzeyinde manyetik fırtınalar oluyor ya. Bir kez çok şiddetli bir patlamada Dünya’daki bütün radyo dalgalarının karıştığını duymuştum. – Evet, manyetik güç Güneş’ten de gelebilir. Bu konuda henüz çok kesin konuşamayız. – Ben Dünya’yı, kendi kendine manyetik gücünü yaratan kocaman bir mıknatıs gibi düşünüyorum. Bilginler ne derse desinler. Kurt ile Aydın bu konuşmaya daldıkları için vaktin geçtiğini anlamamışlardı. Güneş ufka yaklaşmış, her yana kırmızı bir ışık yayılmıştı. Az sonra karşıdan ciplerin yaklaştığını gördüler. Gelenler, ciplerden inip ellerinde pusulalarıyla tepeye tırmanmaya başladılar. Bir süre de onlar mıknatıs konusunu tartıştılar. Aydın’la Kurt’un az önce üstünde oturdukları kaya güneşin son ışıkları altında koyu vişne rengini almıştı. Aydın çantasından küçük çekicini çıkardı. Kayadan ufak parçalar kopartıp çantasına attı. Hava kararmadan Kurt ile Aydın atlarına atlayarak önceden yola çıktılar. Atları aldıkları köylülere teslim ettikten sonra arkadan gelenlere katıldılar. Geç vakit Semerkant’a varıldı. Bizim Gezegenimiz Dünya 30/144 Suzan Albek SEKİZİNCİ BÖLÜM KARA DELİK 1908 YILI 30 Haziran günü upuzun, kara bir tren uflaya puflaya Sibirya’da ilerliyordu. O yıllarda pek çok görüldüğü gibi, omuzlarında ekose battaniyeleri, ağızlarında pipolarıyla dünya gezisine çıkmış iki meraklı İngiliz de yolcular arasındaydı. Tren kömür almak için küçük bir istasyonda durmuş, yolcular su doldurmak, ekmek almak için inmişlerdi. Bill ile John sessizce pipolarını içerek dışarısını seyrediyorlardı. Birden, ıssız, sarı bozkırda bir alev sütununun fıskiye gibi havaya yükseldiğini gördüler. Bu alev borusunun iki yanından mavi ışınlar çıkıyor, gökyüzünde gözle görülmeyecek uzaklıklara ulaşıyordu. Bunu gören bazı yolcular korkuyla bağırarak trene doğru koşmaya başlamışlardı. Bill ile John ayağa kalktılar. Siyah şapkalarını giydiler. Kırmızı-yeşil ekose battaniyelerini omuzlarına attılar. Şişkin çantalarını kaptılar, trenden indiler. Ateş sütunu yok olmuştu. Fakat toprak ayaklarının altında zangır zangır titriyordu. Deprem son bulunca kampana çaldı. Kalabalık, kompartımanlara doldu. Tren her yanından buharlar çıkararak yola düzüldü. Bill ile John, ateş düşen yeri aramak üzere istasyondan çıktılar. İndikleri “Tunguska” bölgesinde günlerce dolaştılar, köylülerle konuştular, tahta kulübelerde gecelediler, ateşin yerini bir türlü bulamadılar. İkisi de inatçıydılar. “Biz bunun ne olduğunu anlamadan ülkemize dönmeyiz” dediler. Bizim Gezegenimiz Dünya 31/144 Suzan Albek Bir gün, Bill ile John rastladıkları koca sakallı bir köylüyle konuşurken, yine ateş düşen yeri sordular. İhtiyar korkuyla haç çıkardı, dualar mırıldandı: – Ben o gün, Taşlık Tunguska’da oğlumun yanındaydım. Gökyüzünde mavi ışıklar görünce melekler inecek sandım. Başımı kaldırdım. Az kalsın kör oluyordum. Bir alev soluğu sardı her yanımı, üstümdeki gömleğim kavruldu. Kaçtım, kaçtım… İhtiyar adam işaretlerle bunları anlatırken Bill ile John şişman bavullarını ellerine almışlardı bile. Taşlık Tunguska’nın yolunu öğrendiler. Bir at arabası tuttular, yola çıktılar. İhtiyar adamın söylediği yere gelince, yanmış, yıkılmış, kömür olmuş ağaçlar gördüler. Çevrede hiçbir canlı kalmamıştı. “Buraya büyük bir Göktaşı düşmüş olmalı” diye düşündüler. Oysa göktaşı düşseydi çukur açması gerekirdi. Çekirdeğinin dağılmasıyla çevrede demir ve nikel bulunurdu. Bill ile John günlerce göktaşından bir iz aradılar, bulamadılar. Kendileri gibi meraklı kişilere rastladılar. Onlar da Taşlık Tunguska’yı yakıp kavuran şeyin izini bulamamışlardı. Bill ile John indikleri istasyona gittiler. Geri dönen trene bindiler. Kompartımanda karşılıklı pipolarını yaktılar. Bir ayda İngiltere’ye vardılar. John ile Bill İngiltere’nin kuzeyindeki küçük şehirlerinde gördüklerini herkese anlattılar. Kimse onlara inanmadı. Bizim Gezegenimiz Dünya 32/144 Suzan Albek Bir gün John ile Bill’e “Londra Kraliyet Sismoloji Enstitüsü”nden bir çağrı geldi. İkisi birden çantalarını kaptıkları gibi çağrıldıkları yere gittiler. Onlara: “Siz, nedeni bilinmeyen çok büyük bir doğa olayının tanıklarısınız. Bizim aletlerimiz olay sırasında Sibirya’dan yayılan deprem dalgalarını kâğıda geçirdi. Başka bir şey öğrenemedik” dediler. Bill ile John’un bütün anlattıklarını en küçük ayrıntılarına kadar not ettiler. Onlar da çok mutlu olarak küçük şehirlerine geri döndüler. * MADEN bölgesinden Semerkant’a döndükleri gece, yerbilimciler erkenden odalarına çekildiler. Biraz sonra kaldıkları okulun koridorlarında kalın bir ses duyuldu: “Tunguska’ya gidecekler! Tunguska’ya gidecekler, sabah dört otuzda hazır olsunlar! Tunguska’ya gidecekler!” Tung uykuya dalmak üzereydi. Aydın usulca sordu: – Tung, yarın Tunguska’ya gidecek misin? Tung homurdanarak arkasını döndü. – Tung, ne olur söyle! Niye Tunguska’ya gitmiyoruz? Söyle de rahat uyuyayım. Tung kalktı yatağına oturdu: – Of! Niye her şeyi bilmek istiyorsun? Tunguska’ya gidenler bir daha Batum’a gemiye dönmeyecekler de ondan. Sibirya’dan Japonya’ya geçecekler. Ben daha Japonya’yı özlemedim. İstersen sen git. Adresimizi vereyim. Anneme, babama selâm söyle! Tung sözlerini bitirip başına yorganı çekti. Aydın da yatağına girdi. * Aydın heyecanla yatağından fırladı. Tunguska onu çok ilgilendiriyordu. Bu konuyu aralarında hep konuşuyorlardı. Aydın aynı yatakhanede kalan Kurt’un karyolasını sarstı: – Kurt! Kurt! Biz Tunguska’ya gitmeyecek miyiz?” ERTESİ gün Semerkant’ı gezen öğrenciler akşamüzeri çay salonunda toplanmışlardı. Aydın dayısına sordu: – 1908 yılında Tunguska’ya düşen şeyin ne olduğu anlaşıldı mı? – Amerikalı gökbilimciler yeni bir sav öne sürüyorlar. Meslektaşımız Tim Ryan gelince ona soralım. Kurt başını kaldırmadan konuştu: – Hayır, gitmeyeceğiz! – Ama neden gitmeyeceğiz? – Bilmiyorum. Ben gitmeyeceğim. İstersen sen git! – Niye hepimiz gitmiyoruz? Az sonra kapı açıldı. Tim Ryan ağır adımlarla içeri girdi. Aynı soruyu ona sordular. Tim Ryan: – Kara delik, dedi. Kurt’un sabrı tükenmişti: – Bilmiyorum. Git Tung’a sor. Bizim Gezegenimiz Dünya 33/144 Suzan Albek Masanın yanına gitti. Çay doldurdu. Herkes merakla bekliyordu. Tim Ryan üç fincan çay içti. Bisküvilerini bitirdi, sonra konuşmaya başladı: Bizim Gezegenimiz Dünya 34/144 Suzan Albek – Gök cisimleri ile uğraşan bilginlerimiz şöyle diyorlar: Evrende sönmüş güneşlerin gözle görülmeyen kalıntıları bulunur. Bunlar sıkışarak sonsuz yoğunlukta madde çekirdekleri oluşturmuşlardır. Bu çekirdekler o kadar yoğundur ki Sibirya’ya çarpanı 1 milyon milyar ton ağırlığında. Buna karşın büyüklüğü bir tek atom kadar. Bunun için bu güçlü cisme “boşluk” veya “delik” diyoruz. Bu kara boşluk evrende dolaşırken, bir huni gibi hep içine yeni maddeler çekiyor. Hesaplara göre kara delik, Tunguska’da yeri delmiş, hiç hızını yitirmeden dünyanın içinden geçip çıkmış gitmiş. Buna göre o yıl aynı günlerde, Tunguska’daki gibi bir olay başka yerde de olmuş mu diye araştırılıyor. Kara boşluk elbette çıktığı yerde de basınç ve sıcak dalgaları yaratacak, mavi röntgen ışınları yayacak. Bilginler, kara deliğin dünyanın içinden çıktığı yerin Atlas Okyanusu’nda Azor Adaları’yla Kuzey Amerika arasında olacağını söylüyorlar. Şimdi 1908 yılında o yolu izleyen bütün gemilerin günceleri okunuyor. Güzel bir iş değil mi? DOKUZUNCU BÖLÜM BENİM GÜZEL YURDUM Tim Ryan bu açıklamayı yaparken salonda çıt çıkmıyordu. Tung ağlamaklı bir sesle sordu: – Mister Ryan, bu kadar büyük bir güç dünyamıza tekrar çarpsa bütün insanlığı yok etmez mi? – Elbette eder. Ama evren sonsuz... Başka yıldızlar, güneşler de var. Boşlukta gezen bütün cisimler hep bize çarpacak değil ya! Onun için bunu hiç aklınıza getirmeyin. Bana lütfen bir çay daha koyar mısınız? Saat üçü on geçiyordu. Uzaktan büyük yolcu gemilerine, şileplere, tankerlere benzemeyen ufak bir geminin ağır ağır yaklaştığını gördüler. Yolcu gemileri gibi bir sürü aydınlık penceresi yoktu bunun. Bir tarafında kırmızı, bir tarafında yeşil ışığı, önünde projektörü yanıyordu. Bacası hiç seçilmiyordu. Buna rağmen Engin, Fuji-Yama’yı tanımıştı. Babasını kolundan çekerek iyice rıhtım taşlarının kenarına geldi. Neredeyse düşecekti. – İşte! İşte! Geliyor, bu bizim gemi; Tung hemen yerinden kalktı. Tim Ryan’ın çayını doldurdu, saygıyla eğilerek bir tabak bisküvi ile beraber sundu. Bizim Gezegenimiz Dünya 35/144 Suzan Albek 1 TEMMUZDA, Fuji-Yama, Boğaz’dan geçecekti. Engin, gece hemen hemen hiç uyumadı, saat birde kalktı, giyindi. Sabretti, babasını gereksiz yere uyandırmadı. Saat ikide babası da kalktı, hazırlandı. Hemen arabayı garajdan çıkarıp hızla Anadolu Hisarı’na indiler. Ortalık henüz aydınlanmamıştı. Pırıl pırıl ışıklı büyük yolcu gemileri, uzun tankerler, küçük bir kılavuz gemisinin ardına takılıp ağır ağır Boğaz’dan geçiyorlardı. Engin telâş içindeydi. “Ya Fuji-Yama daha önce geçtiyse? Saat kaç oldu? Aydın bana sabaha karşı üç ile dört arasında geçeceğiz diye yazmıştı. Nerede kaldı bu gemi?” diye babasına durmadan soru soruyordu. Babası daha sakindi: – Oğlum bu karanlıkta nasıl seçeceksin gemiyi? – Ben seçerim, ben seçerim, bacasındaki güneşi görürüm. Gemi tam geçerken direğinin tepesinde bir ışık, şimşek çakar gibi üç kere yandı söndü. Baca aydınlandı, sarı yuvarlağı göründü. Engin avaz avaz bağırarak elini, kolunu sallamaya başladı: Bizim Gezegenimiz Dünya 36/144 Suzan Albek – Aydın! Aydın! Dayı! Dayı! Buradayız. Buradayız; baba, ne olur sen de bağır, belki duyarlar. – Aydın! Aydın! Metin! Metin! Engin’le babasının sesi tepelerde yankılandı. Gemi uzaklaşırken üç kere, kalın kalın düdüğünü öttürdü. – Sanki ne olurdu, sabah geçselerdi de ağabeyimle dayımı görseydik! Babası Engin’in elinden tuttu: – Olur mu çocuğum? Bu gezi programlı. Nereye kaçta varacakları hesaplı. Ağabeyini çok mu özledin sen? Engin hiç sesini çıkarmadı. Alacakaranlıkta görünmez olan gemiye bir süre daha baktı. Sonra arabaya binip eve döndüler. * AYDIN parmaklığa yaslanmış kıyıları seçmeye çalışıyordu. Dayısı yanındaydı. – Aşağı yukarı Anadolu Hisarı’nın önünden geçerken Engin’le babamın sesini duyar gibi oldum. Orada mıydılar acaba? Işıkla işaret verdiğimizi görmüşler midir? – Aydın, neredeyse ağlayacaksın. Çok mu özledin kardeşini? Aydın hiç sesini çıkarmadı. Kamaralarına indiler. * FUJİ-YAMA pırıl pırıl bir güneş altında, Marmara’da ilerliyordu. Öğleden sonra yolcular güvertede toplanmışlardı. Karşı sahilde Kapıdağ Yarımadası belirmişti. Aydın ailesini görmeden İstanbul’dan geçişinin verdiği üzüntüyü unutmuştu. Kendi ülkesinde olmanın kıvancı Bizim Gezegenimiz Dünya 37/144 Suzan Albek içinde arkadaşlarına çevrelerinde gördüklerini açıklıyordu. Yanında duran Tung elini uzattı ve sordu: – Kapıdağ’ın karşısındaki şu beyaz lekeli tepe nedir? – Tung’un gösterdiği yönde Marmara Adası. Üstündeki lekeler de şey… şey… Neydi acaba o beyaz lekeler? Aydın’ın bir türlü aklına gelmiyordu. Aydın bunu düşünürken Mikio bir soru attı ortaya: – Hem bu küçük denizin adı Marmara hem de adanın. Anlamı nedir Marmara sözcüğünün? Kurt söze karıştı: – Marmara, Marmar… Marmor… Marmor, bizim dilimizde beyaz, sert bir taşın adıdır. Aydın’ın kafası birden aydınlandı: – Mermer, mermer! Adanın üstünde gördüğünüz o beyaz lekeler mermer ocakları. Tung tekrar sordu: – Çok mu çıkar sizin ülkenizde marmar? Aydın güldü: – Marmar değil, mermer. Çok vardır bizde. Çok da kullanılır. O sırada Metin Toprak yanlarına gelmişti: – En büyük mermer ocakları bu bölgededir. Hem bu ocaklar binlerce yıldır kullanılıyor. Eski çağlarda buradan çıkarılan mermerden büyük heykeller, tapınakların sütunları yapılır; Akdeniz ve Karadeniz ülkelerine taşınırdı. Mikio adaya doğru elini uzattı: Bizim Gezegenimiz Dünya 38/144 Suzan Albek – Bakın ne güzel küçücük koylar var! Keşke biraz durabilseydik bu adada. Hem denize girerdik hem mermer ocaklarını yakından görürdük. – Ben bu taşı bilmiyorum. Yakından görsek iyi olurdu. İçinde ne var anlardık, nasıl? ne zaman oluşmuş? Ben bir baktım mı anlarım! Dedi Tung, hepsi güldüler. – Mermerin ana maddesi kireç, dedi Kurt. Aydın mermerin kireçle ilgisini bilmiyordu. – Şu bildiğimiz sıvacılıkta kullanılan kireç mi? O elde ufalanan yumuşak bir maddedir. Nasıl bu kadar sertleşebilir? Metin Toprak, çevresindeki öğrencilere mermerin oluşumunu şöyle anlattı: – Biliyorsunuz toprakların, taşların aşınması sonucu pek çok birikinti denizin dibine çöküyor. Bunların arasına denizlerde yaşayan yumuşakçaların sert kalker kabukları da karışıyor, dipte bir deniz çamuru oluşuyor. Eğer bu bol kalkerli çamur, alttan çok yüksek ısıda bir katman tarafından ısıtılırsa sertleşip mermer oluyor. Kurt ekledi: – Biliyorum, yerkabuğunda böyle yer yer çok yüksek ısıda ocaklar var. Belki magma fışkırmaları… Bunlar yakınlarındaki kayaları değişime uğratıyor. – Mermer de bir değişim kayası öyleyse! – İçindeki o çizgiler, damarlar da deniz çamuruna karışmış hayvanların izleri. Hepsi yakınından geçtikleri adayı seyrediyorlardı. Yüksek tepelerdeki mermer ocakları güneşin altında bembeyaz parlıyorlardı. Bizim Gezegenimiz Dünya 39/144 Suzan Albek Peki, denizin dibinde oluşan bu mermer, bu kadar yüksekliğe nasıl çıkmış? Aydın aklını kurcalayan bu soruyu dayısına iletti, o da aynı soruyu çevresine yöneltti. Bu konuyu az çok bilen Kurt açıkladı: – Vaktiyle denizlerin dibinde olan pek çok kitlelerin yüz binlerce yıl boyunca yavaş yavaş yükselip denizin yüzeyine çıktığını, adaları, karaları oluşturduğunu biliyoruz. Geçen yıl İtalya’da bir gezi yapmıştık. Etna yanardağına çıkarken dağın yamacında kat kat fosil birikintileri gördük. Hocamız bunu Sicilya Adası’nın denizden 1200 metreye kadar yükselmesiyle açıkladı. Belki de üstünde oturanlar hiç anlamadan bazı adalar hala yükseliyorlar. Metin Toprak söz aldı: – Sadece adalar değil, başka yerler de yükseliyor. Avrupa’da böyle bir yer biliyor musunuz? Bütün öğrenciler bir süre düşündüler; sonra birkaç yer adı ortaya attılar. Hiçbiri tutmadı. Metin Toprak sorusunu tekrarladı: – Avrupa’da yükselen yer neresidir? Çöken yer neresidir? Beş dakikaya kadar doğru cevap isterim. İsterseniz birbirinize danışın. Öğrenciler baş başa verdiler, fısıldaştılar, bir sonuca vardılar, Tung sözcü oldu: – Avrupa’da yükselen yer Finlandiya Körfezi, çöken yer de Hollanda. Metin Toprak Tung’un elini sıktı. – Çok doğru! İyi bildiniz. Finlandiya Körfezi yüz yılda bir metre yükseliyor. Az sayılmaz. Bizim Gezegenimiz Dünya 40/144 Suzan Albek – Yer kabuğu hiç yerinde durmuyor, kıpır kıpır oynuyor galiba, dedi Aydın. – Tabii, öyle! Ayağımızın altındaki toprak durmadan alçalıp yükseliyor, sallanıyor, dedi Metin Toprak. Kurt bu konuda şunları söyledi: – Cenevre’de, yer ancak çok hareketsiz olduğu zaman çalışabilen bir ölçü aleti vardır. Bu alet haftada kaç saat çalışabiliyor, biliyor musunuz? Ancak otuz saat. Geri kalan zamanda İsviçre toprağı hiç yerinde durmuyor çünkü. Mikio güldü: – Bizde olsa o alet hiç çalışamaz. Öyle oynak toprağımız vardır ki! * GÜVERTEDE bu konuşmalar olurken Marmara Adası’ndan uzaklaşmışlardı. Denizin rengi daha koyu, dalgalar daha iriydi. Birden geminin şiddetle sarsıldığını duydular. Hepsi ne oluyor diye birbirlerine baktılar. Metin Toprak açıkladı: – Çanakkale Boğazı’na yaklaşıyoruz. Burası, kuzey rüzgârlarına açıktır, deniz de çok akıntılıdır. Aydın’ın aklı hep kıpır kıpır oynayan yer kabuğundaydı. – Bu sakın Marmara Denizi’nin altında gelen bir itki olmasın? Dedi. Hepsi güldüler. Kurt takıldı: – Bazen pek çocuksun Aydın! Epeydir ortada görünmeyen Bettina’nın birden sesi duyuldu: – Hem de korkak bir çocuk! Hep okuduğu, sinemalarda gördüğü şeyler oluverecek sanıyor. Bizim Gezegenimiz Dünya 41/144 Suzan Albek Aydın, Bettina’nın elinde tuttuğu kalemi ve kâğıtları denize fırlattı. Gülerek kaçmaya başladı. Bettina arkasından koştu. Kurt ile Mikio karşısına çıkıp Aydın’ı yakaladılar. Bettina’dan yana çıktılar. – Aydın, bu yaptığın ayıptır. Niye attın kızın kâğıdını kalemini denize? – Böyle şaka olmaz, cezanı göreceksin! Diyerek Aydın’ı kolundan bacaklarından yakaladılar, küpeştenin üstüne kaldırdılar – Cezanı göreceksin! Cezanı göreceksin! – Haydi bakalım boyla denizin dibini! – Belki dipteki itki seni tekrar suyun yüzüne çıkarır. Mikio ile Kurt Aydın’ı havada sallarken Bettina etraflarında dört dönüyor, Kurt’u kolundan çekiştiriyordu: – Bırakın çocuğu! Bırakın çocuğu! Kurt’la Mikio hiç oralı olmadılar. – Haydi! Bir… iki… üç… hop!!! Aydın havada uçtu, pat diye yerde duran halatların üstüne düştü. Bettina yanına koştu, telâşla sordu: – Bir şey olmadı ya? Bir şeyin acımadı ya? Hiç sevmem böyle şakaları. Metin Toprak bu oyunu uzaktan izliyordu. – Hepsi çocuk bunların, ama akıllı çocuklar, dedi kendi kendine, içeri girdi. * SABAHLEYİN gemi İzmir Körfezi’ne girerken Aydın sevinç içindeydi. Bu uzun gezide İzmir’e uğramak program dışıydı. Okado, son gün hem mutfağın bazı eksikliklerini Bizim Gezegenimiz Dünya 42/144 Suzan Albek tamamlamak hem de eski çağlardan kalma Efes ve Milet kentlerini görmek için bu kararı almıştı. Gemi yavaş yavaş rıhtıma yaklaşıyordu. – Aydın, senin İzmir’de akrabaların var mı? Kurt’un bu sorusu üstüne Aydın’ın aklı başına geldi. İki elini sallayarak olanca gücüyle bağırdı: – Engin! Engin! Anne! Anne! Çantalarını alıp geminin iskelesinden inerlerken Aydın’ın şaşkınlığı daha geçmemişti. Yanından geçen dayısı omzuna vurdu. – Aydın, o kadar şaşma! Okado İzmir’e uğramaya karar verince ben telsizle annene bildirdim. Rıhtımda Özbilenler ve Metin Toprak sevinçle kucaklaştılar. Aydın annesini ve Engin’i arkadaşlarıyla tanıştırdı. Metin Toprak da Okado’yla. Aydın’ın elini tutmuş olan Engin anlatıyordu; babası işini bırakıp gelememişti. Annesiyle kendisi telgrafı alır almaz uçakla İzmir’e gelmişlerdi. Annesiyle konuşan Okado, onları da kendileriyle Efes gezisine katılmaya çağırdı. Sevinçle kabul ettiler. Otobüse bindiler. Engin, Aydın’a durmadan soruyordu: – Çamur volkanlarını gördün mü? Petrol kuyuları derin mi? kutuplara gidecek misiniz? Aydın, bir yandan Engin’in sorularına karşılık veriyor, bir yandan da geçtikleri yerler hakkınıda misafirlerine bilgi veriyordu. – İçinde bulunduğumuz Batı Anadolu Bölgesi’nde çok deprem olur. Çok şiddetli yıkıcı depremler… Geçen yıl Gediz’de oldu. Okado bu konuyla çok ilgiliydi; Bizim Gezegenimiz Dünya 43/144 Suzan Albek – Elbette olacak Aydın! Çünkü yurdunuz Orta Asya, İran, Irak üstünden gelip Balkanlar’a geçen Deprem Kuşağı üstünde. Depremleri hiçbir zaman önleyemezsiniz. Fakat bizim Japonya’da yaptığımız gibi esneyebilen yapılar kurmalısınız. Bu konuşma sürerken Efes’e varmışlardı. Bu eski çağ şehrinin anıtlarını, tapınaklarını uzun süre gezdikten sonra hep beraber iki yanında sıra sıra sütunlar dizilmiş olan geniş bir yola indiler. Kendilerini gezdiren rehber: – İşte burası Liman Caddesi, dedi. O zaman her kafadan bir ses çıktı. – Liman mı? Ama deniz nerede? – Deniz olmayan yerde liman olur mu? Okado şöyle dedi: – İşte biz bunun için geldik buraya. Akarsular uzmanı Bayan Emilia Van Loon bilgi verecek bize. Mavi gözlü, beyaz saçlı sevimli Hollandalı bayan Van Loon sütunların gölgesine oturdu. Kucağına bir harita açtı. Ötekiler etrafını sardılar; – Bakın bu Küçük Menderes Nehri. Dağlık bir bölgeden çıkmış, gürül gürül akarak kendine güzel bir vadi açmış, iki yanı yemyeşil. Kuşadası Körfezi’ne yaklaşırken o dağlardaki gücü kalmamış nehrin. Serile serile varmış denize. Döküldüğü yerin ağzını da dağlardan getirdiği çakıllar, topraklarla durmadan doldurmuş. Hem de öyle bir doldurmuş ki kendisi de geçemez olmuş artık. Yön değiştirmiş, denize varmak için başka bir yatak kazmış kendine. Ama olan Efes Limanı’na olmuş. Nehrin getirdiği çakıllar, kumlarla gitgide sığlaşmış, gemiler yanaşamaz Bizim Gezegenimiz Dünya 44/144 Suzan Albek olmuş, kent gücünü yitirmiş. Buna karşılık alüvyonlarla dolan eski nehir ağzı bereketli bir ova olmuş. İşte şu gördüğünüz geniş ova. Emilia Van Loon bu açıklamayı yaptıktan sonra Aydın’a döndü: – Mister Özbilen, siz buralısınız. Şehrin tarihini bilirsiniz sanırım. Efesos denizden uzak düşeli ne kadar olmuş? Aydın biraz durakladı, aklından bir hesap yaptı… – Pek kesin bilmiyorum ama, İsa’nın doğumunda Efesos bir limandı, dışarıya kumaş, köle, zeytinyağı yollayan önemli bir liman. Tıpkı Miletos gibi. Belki 1500 yıl öncesine kadar da liman olarak kaldı sonra girilemez oldu. Van Loon bu cevabı beğenmişti. – Doğru, dedi. 1000, 2000 yıl gibi kısa bir süre içinde denizden ne kadar yer kazanılmış. Bir de nehirlerin, rüzgârların denizleri böyle milyonlarca yıl doldurduğunu düşünün; kıtalar gitgide büyümez mi? Öğrencilerin bu soruyu tartışmasına vakit kalmadan Okado konuşmayı jesti: – Aydın Özbilen’le Metin Toprak’ın ülkesinin bu kadar sıcak olduğunu bilmiyordum. Hemen yola çıksak iyi olacak! Gölgede bekleyen otobüslere binildi. Kısa bir yolculuktan sonra Millet’e vardılar. Buranın da Efes gibi eski bir liman olduğu açıkça görülüyordu. Büyük Menderes Nehri küçük kardeşiyle aynı işi yapmış, taşıdığı taş ve topraklarla Millet’in önünü tıkamıştı. * Bizim Gezegenimiz Dünya 45/144 Suzan Albek AYDIN ÖZBİLEN’le Metin Toprak’ın güzel yurdunun bir günlük misafirleri İzmir’e döndüklerinde akşam oluyordu. Engin’le annesi yine limana geldiler. Aydın’a arkadaşlarıyla yemesi için bir sepet üzüm verdiler. Aydın, annesi ve Engin’le vedalaştı, üzüm sepetini koluna taktı, tam gemiye giderken birden aklına geldi: – Engin, gel sana gemiyi gezdireyim, biraz daha vaktimiz var. Bunu duyan Engin geminin merdivenlerine fırlamıştı bile. Aydın önce kamaraya indi, sepeti bıraktı. Sonra kardeşine gözlem odasını gezdirdi. Engin bu kadar çok aleti görünce şaşırmıştı. Ölçü aletlerinin sarı, parlak madenleri üstünde elini gezdirerek sordu: – Neler ölçüyorsunuz bunlarla? – O kadar çok ölçü alıyoruz ki saymakla bitmez. Denizlerin derinlikleri, akıntılar, rüzgârlar, manyetik alan, balıkların yolları. Gemide bir balık uzmanı ve arka tarafta bir balık tutma kafesi var. Suyun içinde görünmüyor. Engin’le Aydın güvertede, başında beyaz külâhıyla geminin Çinli aşçısına rastladılar. Aşçı elinde bir ipe geçirilmiş bir sürü balık tutuyordu. Aydın onu kardeşiyle tanıştırdı. – Bay Li Sing, Engin Özbilen. Çinli saygıyla eğilerek Engin’i selamladı. Geminin kalkmasına az kalmıştı. Makinelerin sesleri, çanlar duyulmaya başlamıştı. Aşağı inerlerken Engin, merdivenlerin ortasında durdu: – Ağabey, sana bir şey söyleyeceğim ama üzülme… – Neymiş o? Söyle bakalım, üzülmem! – Bobim Mika sen gideli ortada yok. Bizim Gezegenimiz Dünya 46/144 Suzan Albek – Biliyorum. Mika Bakû’de. İskelede. – Ne? Ne diyorsun? Bakû… a… a… ONUNCU BÖLÜM POMPEİ Engin şaşkın şaşkın bir şeyler söylemeye uğraşırken Metin Toprak, kolunda koca bir meyve sepetiyle merdivenleri çıktı. – Haydi, kalkıyoruz çabuk olun! Dedi. FUJI-YAMA Yunanistan’da hiç durmadan Korint Kanalı’ndan geçti, İtalya’ya doğru yol aldı. Mesina Boğazı’nı geçtikten sonra kuzeye yöneldiklerinde Aydın, ilk kez bir etkin volkan gördü. Hava kararmıştı. Fakat tam karşılarında gökyüzü kıpkırmızıydı. Bir adanın tepesinden yukarıya durmadan kıvılcımlar sıçrıyordu. Kurt ile Bettina güverteye koşarak “Stromboli! Stromboli!” diye bağırdılar. Aydın kollarını açarak geminin burnuna koştu: – Oh! Ne güzel! Ocak gibi yanıyor! Engin’i yanaklarından öptü. Aydın aşağıya inip son bir defa annesine sarıldı, tekrar gemiye çıktı. Kaptan geminin kalın düdüğünü üç kere öttürdü, Fuji-Yama hareket etti. Engin’le annesi gemi gözden kayboluncaya kadar rıhtımda kaldılar. Bettina çok güldü bu söze. – Sen yaklaş bakalım. Görürsün, güzel mi değil mi? – Etkin bir volkanı yakından görmeyi o kadar istiyorum ki! Sicilya’ya uğramadığımıza göre Etna’yı göremeyeceğiz. Acaba Vezüv’e çıkmayacak mıyız? Daha hiç yanardağ kraterinin içine bakmadım. Stromboli’yi seyretmek için yanlarına gelmiş olan Mikio, Aydın’a cevap verdi: – Merak etme! Japonya’da çok göreceksin. İçinde fokur fokur lavlar kaynayan kazan gibi kraterler, baca gibi tütenler, subuharı fışkırtanlar, şimşek çaktıranlar, gümbür gümbür diyenler, ne istersen var! – Burada da Pompei’ye gidip Vezüv’ün marifetlerini göreceğiz, dedi Kurt. * FUJI-YAMA programı aksamadan sabah çok erken saatte Napoli Limanı’na girdi. Hava çok sıcaktı. Yolcular en ince Bizim Gezegenimiz Dünya 47/144 Suzan Albek Bizim Gezegenimiz Dünya 48/144 Suzan Albek elbiselerini giymişlerdi. Kısa bir otobüs yolculuğundan sonra Pompei’ye vardılar. Pompei, Roma devrinde bağlık bahçelik, zengin bir kentti. Mermer sütunlar, heykellerle süslü yolları, geniş avlulu villaları vardı. Milattan sonra 79 yılında Vezüv’ün patlamasıyla tümü küller altında kalmış, ancak çağımızda arkeologlar tarafından külleri temizlenerek ortaya çıkarılmıştı. Öğrenciler sütunlar arasında, taş duvarların üstünde merakla dolaşıyorlardı. Bir ara Kurt mermer bir çeşmenin merdivenlerine fırladı; üstündeki beyaz gömleği çıkarıp omzuna attı. Ağır bir sesle söylev verir gibi konuşmaya başladı: – Yolcular durun! Ben, Romalı yazar Plinius. Genç Plinius. Bir de yaşlı Plinius var. Karıştırmayın, tabiat bilginidir. Ey yolcular! Ben Plinius, o yılın Augustus ayında Pompei’deydim. Şimdi size büyük felaketten sonra tarih bilgini Tacitus’a yazdığım mektubu okuyacağım. Arkadaşları Kurt’un çevresini sarmış bekliyorlardı. Kurt omzundaki gömleği düzeltti, elindeki kâğıt yuvarlağını açtı, başladı okumaya: – Dostum Tacitus, Bir süredir Pompei’nin hemen yanında yeğenim Lucullus’un evinde kalıyordum. Lucullus’un tepede bağın ortasındaki evini çok severdim. Hem Pompei’den çıkan anayol üzerinde olduğu için gidip dostlarımı görmek kolay oluyordu. O sabah erkenden kalktım. Hava çok güzeldi. Lucullus’un kızları kuyudan su çekiyorlardı. Hemen kente gitmek üzere yola çıktım. O gün dostum Marcus beni davet etmişti. Önce, direkli caddedeki dükkânının önünde bulunan oyun taşında Bizim Gezegenimiz Dünya 49/144 Suzan Albek dama oynayacak, öğleden sonra da gladyatör dövüşlerini görmeye gidecektik. Yolda giderken testileriyle kente şarap taşıyan kızlara rastladım. Her yanda horozlar ötüyordu. Birden dizlerime bir kesiklik geldi, yol kenarına oturdum. O anda Vesbius (Vezüv) Dağı’nın tepesinde mantar biçiminde bir bulur gördüm. Arkasından güçlü bir patlama duydum. Bulut çabucak genişledi, genişledi bütün gökyüzünü kapladı. Çevrem karanlıklara boğuldu. Yerimden fırladım, başladım deniz yönüne doğru koşmaya. Üstüme küller yağıyordu. Hemen yanıma koca bir taş düştü. Arkama baktığım zaman çamur selleri içinde insanların yuvarlandıklarını gördüm. Havada keskin bir kükürt kokusu vardı. Düşe kalka deniz kenarına vardım. İskelede karşıma ilk çıkan gemiye bindim. Hemen demir aldık. Nice sonra karaya çıktığımızda Vesbius’un püskürmesiyle Pompei, Herculanum, Stabiae kentlerinin yok olduğunu öğrendim. Dostum Marcus oyun taşının başında, küller altında heykel gibi kalakalmış olmalı. Tabiat bilgini Plinius da Pompei’deydi o günlerde. O da ölmüştür sanırım. Tanrılar bizi Vulcanus’un gazabından korusun! Plinius İunior Kurt sözünü alkışlar arasında bitirdi. Bettina bir defne dalından çelenk yaparak Kurt’un başına koydu. Tekrar bir alkış koptu. Öğrenciler sisler arasında doruğu görülen Vezüv’e son bir kez dönüp baktıktan sonra otobüse bindiler. NAPOLİ’den güler yüzlü, konuşkan bir yer bilim uzmanı, Guiseppe Ponti geziye katıldı. Gemi yola çıktıktan sonra toplantı salonunda öğrenciler, İtalyan yerbilimciye sorular sordular. Hepsinin aklı Vezüv’deydi. Bizim Gezegenimiz Dünya 50/144 Suzan Albek – Sinyor Ponti, çağımızda Vezüv tekrar etkin oldu mu? – Tabii, 1944’de büyük bir patlama oldu. Koca bir lav nehri doğdu. Pek yavaş ilerleyen bir nehirdi bu. İnsanlar önünden yürüyerek bile kaçabiliyorlardı. Fakat yolunun üstünde ne varsa yandı gitti. – Ülkenizde pek çok yanardağ var. Bunlardan yararlandığınız bir alan var mı? – Olmaz olur mu? Biliyorsunuz, bizde maden kömürü yok. Bunun yerine su gücü yani beyaz kömürden yararlanıyoruz. Bir de kırmızı kömürümüz var. Volkan bacalarından elde ettiğimiz su buharı ile elektrik santrallerini işletiyoruz. Vaktiniz olsaydı gezdirebilirdik sizi. İlginç bir şey daha söyleyeyim size. Etna yanardağının petrol püskürdüğünü duydunuz mu hiç? – Hayır… – Nasıl olur? Petrol organik artıklardan oluşuyor. Yanardağın içinde olamaz ki… Guiseppe Ponti güldü: – Haklısınız. Pek çok kimse olamaz der buna. Ama gerçek. Etna petrol püskürttü. Yani petrolün kökeninin organik olduğu pek de kesin değil. Meslektaşımız David Kohle buna ne der bilmem ama bence, çok derin katmanlardan, kıtaları ayıran fay bölgelerinden, bol petrol çıkabilir. Öğrenciler bir yanardağın petrol püskürmüş olmasına çok şaşırmışlardı. Akşam salonda Guiseppe Ponti ile David Kohle’nin etrafını aldılar. Uzun tartışmalara giriştiler. ONBİRİNCİ BÖLÜM SAM YELİ FUJI-YAMA tekrar güneye doğru inip Afrika kıyıları boyunca ilerlerken ısı git gide artıyordu. Dışarıda bile güçlükle soluk alınıyordu. Gri bir sis altında gökyüzü ile deniz birbirinden ayırt edilemiyordu. Atio, Butio, Cutio güvertede görevliydiler. Tahtaları temizlerken ellerindeki kovalarla bir yandan da birbirlerini ıslatıyorlardı. Üstündeki giysiler hemen kuruyor rüzgâr alev gibi yakıyordu. Az sonra üçü de sızlanmaya başladılar: – Çok sıcak dayanamıyorum! – Ağzımın içi kum doldu. Nereden geliyor bu? – Benim de öyle. Dişlerim gıcır gıcır. Aydın ve Mikio bir hava uzmanı ile birlikte kaptan köprüsü üstündeki gözlem odasında çalışıyorlardı. Aydın bir ara güverteden gelen sesleri duydu. Dışarı çıktı. Atio, Butio, Cutio işi bırakmışlar, birbirlerinin başından aşağı kovalarla su döküyorlardı. Aydın seslendi: – Ne yapıyorsunuz orada? Islatmayın birbirinizi, Sam Yeli esiyor! – Sam Yeli mi? Nedir o? Ne olur ıslanırsak? – Afrika’dan gelen Sam Yeli. Islak bir yere dokundu mu bembeyaz leke yapar, saçlarınız parça parça ağarır. Atio, Butio, Cutio çok korkmuşlardı. Ellerindeki kovaları yere attılar. Silkelenmeye başladılar. Aydın onların bu haline kahkahalarla gülüyordu. O sırada Mikio hızla gözlem odasından çıktı: – Kaçın! Kaçın! Çabuk içeri! Diye bağırdı. Aydın sordu: Bizim Gezegenimiz Dünya 51/144 Suzan Albek Bizim Gezegenimiz Dünya 52/144 Suzan Albek – Mikio şaka mı ediyorsun? Ne oluyor? – Sam Yeli fırtınaya dönüştü. Taşıdığı kum bulutları üstümüze geliyor! Aydın başını yukarı kaldırdı. Direğin tepesindeki rüzgâr ölçme aleti durmadan dönüyordu. Gökyüzü hiç görünmüyordu. Sanki direklerin üstüne kurşun renkli bir perde gerilmişti. Atio, Butio, Cutio çoktan aşağı kaçmışlardı. Aydın arkasından, Fransız hava uzmanı Paul Picaus (Pol Piko)’nun sesini duydu: – Haydi, siz de inin. Fırtına yaklaştı! Aydın ile Mikio merdivenlerden iner inmez karşılarında başları havlulara sarılmış Atio, Butio ve Cutio’yu gördüler. Üçü birden konuşmaya başladılar: – Aydın, beyaz leke nedir? Gerçek mi? – Biz istemeyiz beyaz saç! – İstemeyiz! İstemeyiz! Mikio Aydın’a döndü: – Neler anlatıyor benim yurttaşlar? Ne masal anlattın bunlara? – Masal değil Mikio. Bizde öyle söylerler. Sam Yeli eserken denize girerseniz her yeriniz leke olur derler. Gerçekten öyle lekeli insanlar vardır. – Hiç duymamıştım. Peki, buna karşı nasıl korunulur? – Bir çaresi var bunun. Boynuna anahtar asacaksın. Ama Atio, Butio ve Cutio için çok geç… Aydın bunları söylerken üçgen arkadaşlar A-B-C karşı karşıya geçmişler, birbirlerinin saçlarına, ellerine bakıyorlar, durmadan kendi dillerinde bir şeyler söylüyorlardı. Bizim Gezegenimiz Dünya 53/144 Suzan Albek * AZ SONRA vapurun bütün yolcuları salona toplanmışlar, Paul Picaus’nun kendilerine açıklama yapmasını bekliyorlardı. Gözlem odasını kapayıp aşağı gelen Pau Picaus şunları söyledi: – Yirmi dört saattir Büyük Sahra’da Simun (Sam Yeli) esiyor. Fırtınanın kaldırdığı kum bulutları 5000 metreye kadar yükseldiler ve kuzeye yöneldiler. Hemen hemen Akdeniz üstündeler. Korkarım bir kum yağmuru altında kalacağız. Emilia Van Loon söz aldı: – Demek ki binlerce ton toz ve kum yağacak. Sonra da denizin dibine çökecek. Bu da karaların aşınması, yani erozyonun güzel bir örneği. Metin Toprak aynı anda konuştu: – Bu olay yüz milyonlarca yıldır sürüyor hem. Rüzgârlar, nehirler karaların toprağını, kumunu taşıyıp durmuşlar, sonra da bunlar hep denizlerin diplerine çökmüş. Kurt bir soru sordu: – Denizlerin dibi bu kadar birikintinin ağırlığını nasıl taşımış? Metin Toprak cevap verdi: – Taşıyamamış işte. Dipte kırılmalar, çatlamalar olmuş. Yanlara doğru basınç doğmuş. Kıyılarda yerkabuğu kat kat kırılmış, denizin kıyılarına paralel sıra dağlar çıkmış ortaya. Salonda bu konuşmalar olurken dışarıda fırtına olanca gücüyle sürüyordu. Buna rağmen Fuji-Yama hızını hiç kesmemişti. Geminin üstündeki radar durmadan dönüyor, Bizim Gezegenimiz Dünya 54/144 Suzan Albek gemiye yolunu gösteriyordu. Vakit öğleye yaklaşmıştı. Paul Picaus ayağa kalktı: – Kum fırtınası sona erdi. Bakın, haberci geldi, dedi; Bu kez Atio, Butio, Cutiom bir ağızdan konuştular: – Hayır hayır, yanılıyorsunuz. Tung hasta. Deniz tuttu. Kamarasında yatıyor. Salonun yuvarlar penceresini gösterdi. İnce bir güneş ışığı pencereden süzülüyor, salona yayılıyordu. Paul Picaus: – Şimdi yukarı çıkalım, Simun’un neler yaptığını görelim, dedi. Okada: – Peki öyleyse, yemekten sonra iş başı yaparsınız, dedi. Hep beraber yemeğe indiler. Aydın ve Bettina’nın karşısında oturan Atio, Butio ve Cutio arkadaşları kendilerine yardım edeceği için çok neşeliydiler. Bettina onlara bakıp Aydın’ı dürttü: – Bu çocukların boyunlarında ne var böyle? Hepsi birden salondan çıktılar. Merdivenlerden ilk yukarı çıkan Bettina bir çığlık attı: – A! A! Ne olmuş buraya böyle? Güverte kalın bir toz, kum ve çamur katmanıyla kaplanmıştı. Okada üzüntüyle söylendi: – Gördünüz mü gemimizin halini! Atio, Butio, Cutio eğilmişler, ellerini zeminin üstünde gezdiriyorlardı: – Ne kadar da güzel parlatmıştık tahtaları, şimdi ne olacak? Okada bu sözü duymuştu. – Bugün güverte görevi sizin. Tekrar temizleyeceksiniz. Başa çıkamazsanız belki arkadaşlarınız size yardım ederler, dedi. Aydın, Mikio ve Bettina da bu sözü duydular. Hep bir ağızdan: – Elbette, elbette yardım ederiz! Dediler. Okada şöyle bir göz gezdirdi: – Ya Tung nerede? Yoksa iş olduğu zamanlar görünmüyor mu? Bizim Gezegenimiz Dünya 55/144 Suzan Albek Aydın gülmeye başladı. Atio, Butio ve Cutio’nun boyunlarında bir ipin ucunda birer anahtar asılıydı. Aydın: – Anahtar! Dedi. A-B-C üçgenini Sam Yeli vurdu. Buna karşı astılar anahtarları. Sam Yeli’nin neler yaptığını Bettina’ya anlattı. Atio, Butio, Cutio, Aydın’ın söylediklerini anlamışlardı. Suratları asıldı. Bettina gülmesini kesti: – A-B-C üçgeni ile tam yeni anlaşmaya başladık, neden böyle şeyler söylüyorsun Aydın? Uydurma şeyler bunlar, dedi. * YEMEKTEN sonra öğrenciler eski blucinlerini giydiler, ellerine kovaları alıp güverteye çıktılar, temizliğe başladılar. Az sonra burunda çalışan Aydın’ın sesi duyuldu: – Bakın! Bakın! Burada ne var? Bizim Gezegenimiz Dünya 56/144 Suzan Albek Hepsi işlerini bırakıp Aydın’ın yanına koştular. Aydın elinde kocaman bir martı ölüsü tutuyordu. Kuşun geniş kanatları çamura bulanmış, başı yana düşmüştü. – Sam Yeli önünde sürüklenip öldürmüş hayvanı, ne yazık! diye Bettina içini çekti. O akşam Fuji-Yama Cebelitarık Boğazı’nı geçti. Öğrenciler yaralı kuşla uğraştıkları için Afrika’yı Avrupa’dan ayıran, Akdeniz’i Atlantik’e bağlayan bu önemli boğazı görmediler bile. Kuşa Afrika’dan gelen deli rüzgârın anısına “Simun” adını verdiler. Az ötede Mikio seslendi: – A! Burada da bir kuş ölüsü var! Halatların arasında büyük bir martı yatıyordu. Kanatlarının genişliği 1 metre vardı. Akşam oluyordu. Hepsi ölü kuşları kanatlarından tutup denize atarlarken üzgündüler. İşlerini bitirmiş tam aşağı inmek üzereydiler ki kaptan köşkünden Kurt seslendi: – Buraya gelin! Bir şey göstereceğim! Kurt’un kucağında uzun gagalı uzun bacaklı martıya hiç benzemeyen bir kuş vardı. Bettina hayvanın tüylerini okşarken eline bir sıcaklık geldi. – Bu kuş sıcak, galiba yaşıyor! Kurt kuşun tüylerindeki çamurlarım temizledi, usul usul yokladı. Hayvan gerçekten yaşıyordu. Bu uzun gagalı kuşun adını hiçbiri bilmiyordu. O sırada yanlarına gelmiş olan Japon kaptan kuşun başına kanatlarına dokundu. – Turna kuşu bu. Vücudunun büyüklüğüne bakmayın. Çok güzel uçar. Fakat bu hiçbir zaman uçamayacak. Kanatları kırılmış. Kuşu özenle taşıyarak aşağı indirdiler. Bir köşede yer hazırlayıp önüne su ve yem koydular. Turna kuşu usul usul başını kaldırdı. Çatlak bir sesle uzun uzun bağırdı. Bizim Gezegenimiz Dünya 57/144 Suzan Albek Bizim Gezegenimiz Dünya 58/144 Suzan Albek ONİKİNCİ BÖLÜM KAYBOLMUŞ KITA KAYBOLMUŞ KITA! Kaybolmuş kıta! Yerin neresi? Kaybolmuş kıta! Kaybolmuş kıta! Nereye battın? Kuzeyde misin? Güneyde misin? Neredesin? Bu soruları yazarlar, bilginler meraklı kişiler yüzyıllar boyunca sordular durdular. Kaybolmuş kıtanın nerede olduğuna dair bir kanıt bulamadılar. bulduk. Buna göre 12 bin yıl önce Atlantik’de Gulf Stream akıntısının kuzeye çıkmasını önleyen bir engel ortadan kalkmış. Bu sıcak su akıntısı kuzey kıyılarını dolaşmaya başlayınca buzullar erimiş, iklim yumuşamış, bol yağmurlar olmuş. Çökmesiyle bu akıntıya yol açmış olan bu kıta, Atlantid olamaz mı? Öğrenciler ille Atlantid kıtasının şimdi geçtikleri yerlerde olmasını istiyorlardı. Yunan filozofu Solon, Kaybolmuş Kıta Efsanesi’ni dedesinden dinlemişti. Dedesi ona bu efsanenin sekiz kuşak gerideki dedelerinden kaldığını o uzak geçmişteki dedelerinin de bunu Mısırlı Rahiplerden duyduğunu söylemişti. Emilia Van Loon şunu ekledi: ─ Bir bilginimiz denizaltıyla Atlas Okyanusu’nun dibini araştırdı. Dipten çıkardığı kaya parçalarını incelediğimizde bunların 12 bin yıl önce toprak üstünde donmuş olduklarını anladık. Efsaneye göre bilinmeyen bir tarihte yeryüzünün bilinmeyen bir yerinde “Atlantid” adında bir kıta varmış. Burada Atlantidler yaşarlarmış. Bir kez Atlantidler Yunanistan’a gelip Atina’ya saldırmışlar, yenilgiye uğrayıp geri çekilmişler. Sonra ne olmuşsa olmuş Atlantid kıtası insanları evleri kentleriyle bir gün bir gece içinde suların içine gömülmüş. Öğrenciler bunu duyunca sevinçlerinden neredeyse kalkıp oynayacaklardı. Yerlerinde duramaz olmuşlardı. Metin Toprak yeni bir kanıt ortaya attı: ─ En eski Babil ve Asur kaynakları dünyanın 11500 yıl önce önemli bir evre geçirdiğini belirtir. Bu eski insanlar taş levhalar üstüne oydukları resimli takvimlerini de o tarihten başlatırlar. Bu evre belki de Nuh Tufanı’na denk düşer. * FUJI-YAMA gemisinin Atlantik’e açıldığı ilk gece bu sorun ortaya atıldı. Kaybolmuş kıta acaba Atlantik miydi? İsveçli okyanus uzmanı Per Kunt bu fikri savunuyordu. ─ Bugün elimizde çok duyarlı ölçü aletleri var. Geiger bunlardan biri. Bununla Meksika körfezinden çıkıp kuzeye akan Gulf Stream sıcak sı akıntısının yaşını ölçtük. 12 bin yıl Bizim Gezegenimiz Dünya 59/144 Suzan Albek Öğrenciler hep birden konuşmaya başladılar: ─ Tamam öyleyse, Atlantid 11500 yıl önce batmış. ─ Atlantik Okyanusu’nun dibine. ─ Böylece Gulf Stream’e yol açılmış. ─ Doğru, doğru böyle. Bulduk kayıp kıtayı. Metin Toprak öğrencileri yatıştırdı: ─ Durun, durun bakalım. Pek çabucak kesin yargılara varıyorsunuz. Bu kadar kanıt yetmez değil mi Mr. Kunt? Bizim Gezegenimiz Dünya 60/144 Suzan Albek Per Kunt, Metin Toprak’ın sözlerine katıldı: ─ Evet, henüz kesin bir şey bilmiyoruz. Belki de Atlantid sadece güzel bir efsane. Öğrenciler hiç seslerini çıkarmadılar. Hep beraber yavaşça salondan çıktılar, güverteye gittiler. Geminin burnunda toplandılar, yüzlerini rüzgâra verdiler. Her biri kendi dilinde kapkara okyanusa doğru seslendi: ─ Batık kıta orada mısın? ─ Kayıp kıta orada mısın? ─ Neresi? Neredesin? Okyanusun iri dalgaları geminin burnuna vurdular: Vum… Vum… Vum… Vum… ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM EVRENDEN GELEN SESLER EPSİL… YILDIZININ gök bilginleri, dev teleskoplarının başına geçmiş o sırada yakın bir noktadan geçen bir gezegeni inceliyorlardı. Gezegen Güneş’in çevresinde elips bir yörünge üstünde 365 günde dolaşıyor, bir yandan da kendi ekseni etrafında 24 saatte dönüyordu. Yanında kendisiyle beraber dolaşan bir uydusu vardı. Gezegenin çevresi yoğun bir atmosferle kaplıydı. Uydunun ise böyle kalın, koruyucu bir örtüsü yoktu. Onun için göktaşları yüzeyini delik deşik etmişlerdi. Epsil!.. Bilginleri kırmızıaltı ışınlarla çalışan güçlü makineleri ile gezegenin pek çok resmini çektiler. Görüntülerde gezegen koyu mavi idi. Bunun için bilginler onu “Mavi Gezegen” diye adlandırdılar. * MAVİ Gezegen tam yuvarlak değildi, kutuplarda hafifçe yassı idi. Çevresinde güçlü bir manyetik alan vardı. Güneş üstünde patlamalar olduğu zaman çıkan manyetik dalgalar Mavi Gezegen’e kadar ulaşıyordu. Bir keresinde bu dalgalar o kadar güçlü idiler ki gezegenin ekseni etrafındaki dönüşünü, 1 saniyenin binde biri kadar yavaşlattılar. Olayı izleyen Epsil… bilginleri küçük Mavi Gezegen’e bir şey olacak diye çok korktular. Ama gezegen hemen toparlandı, hiç şaşmadan eskisi gibi dönmeye başladı. * Bizim Gezegenimiz Dünya 61/144 Suzan Albek Bizim Gezegenimiz Dünya 62/144 Suzan Albek MAVİ GEZEGEN’in atmosferi uzaydan gelen zararlı ışınların, Samanyolu’ndan dökülen atom parçacıklarının yüzeye geçmesini önlüyordu. Epsil… yıldızında yaşayan akıllı varlıklar bilgine durmadan sorarlardı. Fırıl fırıl dönen küçük Mavi Gezegen’de hayat var mı? Bilginlerin ölçülerine göre gezegen öteki yıldızlar gibi ışık saçmıyordu ama sıcaktı. Buna göre “Mavi Gezegen’de hayat yok” dediler. Sonra atmosferin alt katmanlarının ısısını ölçtüler. 100°C aşağı buldular. “Öyleyse hayat olabilir” dediler. Daha keskin bilgi almak için Epsilliler Mavi Gezegen’in çok yakınına uzay gemilerini yolladılar. Bunların aldıkları fotoğraflarda, gezegenin kara parçaları, koyu mavi denizleri, bembeyaz parlak karlarla kaplı kutupları, bitkilerle kaplı kırmızı bölgeleri göründü. Epsil… bilginleri yıldızlarının her yönüne haber saldılar: “Mavi Gezegen’de hayat var! Mavi Gezegen’de hayat var!” Bu kez Epsil… yıldızının akıllı canlıları bilginlere başka sorular sordular: “Fırıl fırıl dönen küçük Mavi Gezegen’de ne çeşit hayat var? Bizim gibi akıllı, uygar canlılar mı, yoksa sadece oldukları yerde sallanan otlar mı?” * TANINMIŞ Amerikalı gök bilgini Drake, bir dağın tepesinde büyük bir anten ve bir gözlem evi kurmuştu. Bu gözlem evinde, çok büyük güçte radyo alıcı ve vericileri vardı. Drake sürekli olarak bunları açık tutar, uzaydan gelebilecek radyo sinyallerini kapmaya çalışırdı. Bir gece tam gözlem evini kapayacağı sırada en duyarlı alıcısından kısa bir “bip bip” sesi duydu. Hemen aletinin başına geçti. Gece gündüz durmadan çalıştı. Bip bip’in geldiği yönü ve uzaklığı hesapladı. Ses, Güneş sistemi yakınından Epsil… yıldızından geliyordu. Drake 21 cm dalga uzunluğundaki bu sinyalleri tam yakalayacakken dünyadaki bir sürü parazitin karışmasıyla tekrar kaybediyordu. Drake yıllar yılı evrendeki canlı varlıkların seslerini duymak için uğraştı, fakat başaramadı. Epsil… yıldızının akıllı varlıkları 21 cm uzunluğundaki radyo dalgalarına Mavi Gezegen’den hiçbir cevap alamayınca yayını kestiler. Kendileri gibi ileri canlıların yaşadığını bildikleri yıldızlarla konuşmaya daldılar. Bilginler bu soruyu karşılamak için toplandılar, düşündüler, taşındılar: “Bunu anlamamız için gezegene radyo dalgaları yollamamız gerek” dediler. Epsil’liler, gene de dev teleskoplarıyla, uzay gemileriyle, uygun zamanlarda Mavi Gezegen’i gözlemekten bıkmadılar. Uzay adamları Mavi Gezegen’in yüzeyinde olup bitenleri ilgiyle izlediler ve bir gün gezegenin çevresinde küçük noktalar gibi dönüp duran yapay uyduları gördüler. Başladılar Mavi Gezegen’e 21 cm uzunluğunda kısa radyo dalgaları göndermeye… Yine bir gün Mavi Gezegen’in derin denizlerinin üstünde hava akımlarının oluk gibi aşağıya doğru indiğini gözlediler. Bizim Gezegenimiz Dünya 63/144 Suzan Albek Bizim Gezegenimiz Dünya 64/144 Suzan Albek “Eyvah! Küçük gezegenimizde çok kötü şeyler olacak. Elimizde olsa da haber versek!” diye düşündüler. ONDÖRDÜNCÜ BÖLÜM KASIRGA O sırada yapay uyduların televizyon alıcıları da bu olayı çekmişlerdi. Bunları arka arkaya yeryüzü uzay istasyonlarına göndermeye başladılar. Uzay istasyonları da bu kıvrım kıvrım hava akımlarını görünce, büyük hava gözlemcilerine bir alarm bildirisi yolladılar: 1973 YILI TEMMUZ AYI sonunda Fuji-Yama gemisi Panama Kanalı’ndan geçmek üzere Karabiber Denizi’nde yol alıyordu. Akşamleyin geminin telsizcisi şu bildiriyi aldı: - Dikkat! Dikkat! Karabiber Denizi’nin kuzeyinde çok şiddetli bir kasırga bekleniyor! Rotanızı değiştirin! Rotanızı değiştirin! “Dikkat! Dikkat! Karabiber Denizi’nin kuzeyindeki siklon bölgesinde büyük bir fırtına oluşuyor!” Bu bildiriyi alan hava gözlemcileri denizlerdeki bütün gemilere, hava alanlarına aynı bildiriyi ilettiler: “Dikkat! Dikkat! 15 enlem, 75 boylam. Karabiber Denizi’nin kuzeyinde fırtına bekleniyor!” Telsizci bildiriyi hemen kaptana iletti. Geminin zilleri, çanları çalmaya başladı. Yerbilimciler geminin salonunda kitap okuyor, konuşuyorlardı. Olan bitenin farkında değillerdi. Güvertede dolaşan Kurt, Bettina ve Aydın geminin yol değiştirdiğini görünce çok şaşırdılar. Hemen kaptanın yanına koştular. Kaptan soğukkanlılıkla durumu açıkladı: ─ Tam rotamızın üstünde büyük bir kasırga beklendiği haberini aldık. Onun için tam yolla güneye döndük. Telâş etmeyin, kısa sürede tehlikeli bölgeden çıkarız! O sırada telsizci kaptana yeni bir haber ulaştırdı: ─ Kasırga Haiti adasının güney kıyılarına yaklaşıyor! Bütün yolcular olayı izlemek için gözlem odasına gittiler. Hava uzmanı makinelerin kayıt şeritlerini inceledikten sonra şöyle dedi: ─ Basınç aletimiz siklon bölgesinde çok büyük bir değişiklik olduğunu kaydetmiş. Biz incelemekte geciktik. Bereket versin ki bizi dışarıdan uyardılar. Bizim Gezegenimiz Dünya 65/144 Suzan Albek Bizim Gezegenimiz Dünya 66/144 Suzan Albek Mikio ile Aydın dışarı çıktıkları zaman az önce gökyüzünde pırıl pırıl parlayan yıldızların hiç biri yoktu. Simsiyah bulutlar alçaktan kuzeye doğru koşuyorlardı. Aydın, Mikio’ya sordu: ─ Mikio, sen hiç kasırga gördün mü? ─ Gördüm. Tornado ve hortum da gördüm. Ama uzaktan. Pasifik’te çok olur. Geçtiği yerde ne var ne yok havaya uçurur, ağaçları kökünden söker. ─ Peki, sonra ne olur havaya uçan şeyler? ─ Ne olacak, paramparça olur, dağılır. Kasırga da tornado da havaya kaldırdıklarını usulca yerine koyacak değil ya! Aydın yüreği çarparak olacakları beklemeye başladı. O gece Fuji-Yama gemisinde kimse uyumadı. Aletlerin göstergeleri durmadan sağa sola oynadı. Sismograflar büyük bir depremde olduğu gibi geniş zigzaglar çizdiler. Gün ağarırken telsizci yeni bir haber getirdi: Haiti adasının güney kıyıları yerle bir olmuş, denizde pek çok balıkçı teknesi kaybolmuştu. Telsizci son bildiriyi aldı: ─ Kasırga kuzeye doğru kayarak dağılıyor! Kaptanın çabuk manevrası Fuji-Yama’yı büyük bir tehlikeden kurtarmıştı. Fakat rotalarını değiştirdikleri için çok vakit kaybetmişlerdi. Gemi bir süre daha güneye gittikten sonra rotasını doğuya çevirdi, Panama’ya doğru tam yol ilerlemeye başladı. ONBEŞİNCİ BÖLÜM ELEKTRİK FUJI-YAMA, Panama Kanalı’nı geçmiş, kuzeye doğru yönelmişti. Hava çok sıcaktı. Öğle dinlenmesinde herkes kamarasına çekilmişti. Aydın yatağına uzanmış düşünüyordu: “Yerkabuğunun altında ne var? Sima. Silisyum ve magnezyumlu kayalar. Yani ara katman, yerkabuğundakinden daha ağır, sımsıkı kayalardan oluşmuş. Deprem dalgalarının yansımasına göre bunların yoğunlukları ölçülmüş. Ama günümüzde hiç görmedik bu kayaları. Bunlar yerlerinde de durmuyorlar. Sürekli devinimdeler. Yerin altındaki basınç bazı bölümlerde patlamalara yol açıyor. Kim bilir ne gümbürdüyorlardır! Kütlelerin arasında manyetik alanlar var. Bundan elektrik akımı doğar. Derin bir kuyu açsak, elektrik fışkırır mı yerin altından?” Aydın bu düşüncelere dalmışken kapının vurulduğunu ve Kurt’un kendisini çağırdığını duydu. Hemen dışarı çıktı. Bettina’yı da alarak yukarı çıktılar. Güvertede Okado, Per Kunt, Emilia van Loon ve Metin Toprak konuşuyorlardı. Per Kunt eliyle kuzeyi gösterdi: ─ Bu akşam Guadelup adasının yanından geçeceğiz. Biliyorsunuz oralarda okyanus 3500 – 4000 metre derinliğinde. Dipte de kalın bir birikinti yok. Ancak 5 kilometre kalınlıkta bir kaya tabakası var. Yani yerkabuğu çok ince. Metin Toprak söz aldı: ─ Ara katmana ulaşmak için ideal yer! Bizim Gezegenimiz Dünya 67/144 Suzan Albek Bizim Gezegenimiz Dünya 68/144 Suzan Albek “Evet, öyle” dedi Per Kunt. ─ Bunun için benim de katıldığım bir ekip 1961 yılında burada ilginç bir deneme yaptı. Bir gemiden, daha doğrusu çelik bir saldan, çok uzun bir boruyu denize indirdik. Yer kabuğunun en derin bölümüne yani kaya kısmına ulaştık. Oradan örnek alarak kaya parçaları yukarı çekildi. Fakat... Öğrenciler merakla sordular: ─ Sonra ne oldu peki? Delindi mi yer kabuğu? ─ Sonrası fiyasko… Çünkü boruyu tekrar indirdiğimiz zaman aynı kuyuyu bir daha bulamadık. Okado şöyle dedi: ─ Denizde kuyu açmak çok güçtür. Ne kadar uğraşılsa borunun indirildiği sal yerinden oynar. Oysa karada 10 bin metreye kadar inilebiliyor. Amerika’da petrol kuyularının ne kadar derine indiğini göreceksiniz. Aydın sordu: ─ Öyleyse Amerika’daki petrol kuyuları yerkabuğunu delebilirler mi? Okado gülümsedi: ─ Nasıl olur Mister Aydın? Kıtalarda yerkabuğunun 35 km’den aşağı olmadığını bilmiyor musunuz? Aydın sıkılarak konuştu: ─ Kuzey Asya’da yerkabuğunun çok ince olduğu bölgeler var diye duymuştum. Okado, Aydın’ın omzuna vurdu: Bizim Gezegenimiz Dünya 69/144 Suzan Albek ─ Yarın California’ya varıyoruz. Hemen petrol bölgelerine gideceğiz. Orada petrol kuyularından ne ilginç şeyler çıktığını göreceksiniz. * SONDAJ kuyuları, çevresi yüksek kayalarla çevrili, kurak, dümdüz bir alandaydı. Çeşitli boylardaki çelik kuleler, sarı toprak üzerine diken gibi saplanmışlardı. Araştırmalar son bulmuş, alanda sadece birkaç görevli kalmıştı. Buraya en yakın kent, yüz kilometre uzaktaydı. Bu yüzden ekip, kampta kalmak zorundaydı. Kayalarda yansıyan zayıf gün ışığı çekilmeden çadırlar hazırlanmış, ertesi günün programı yapılmıştı. Bütün gün ciple yapılan yolculuktan yorulmuşlardı. Onun için herkes erkenden çadırına çekildi. Aydın ve Mikio aynı çadırdaydılar. Hemen kendilerini yataklarına atıp derin bir uykuya daldılar. * VIZ…….Vız……. Vızzzzzzzzzzzzzzz…………….. Aydın bu garip vızlama ile uyandı. Kalktı, saatine baktı. Gece yarısıydı. O sırada Mikio bağırdı: ─ Söndür şu ışığı söndür! Aydın şaşırdı: ─ Işığı yakmadım. Çadırın içinde bir aydınlık var. “Acaba saatim mi durdu?” diye düşündü Aydın. Saati salladı, kulağına koydu. Hayır, durmamıştı saat. Bir gariplik vardı bu işte. Bizim Gezegenimiz Dünya 70/144 Suzan Albek Aydın’ın burnuna hiç bilmediği bir koku geldi. Aydın havayı kokladı. Çadırın kapısını aralayıp çıktı. Çıkar çıkmaz da dehşetle bağırdı: ─ Mikio! Mikio! Çabuk kalk! ─ Paniğe kapılma. Ölü, durgun elektrik bu; hiçbir şey yapmaz. ─ Bir gaz kokusu var. Nedir bu? ─ Ozon. Korkma zararı olmaz. Mikio yanına gelmişti bile. İkisi de dilleri tutulmuş gibi çadırın önünde kalakaldılar. Mikio’nun soğukkanlılığı ve bilgisi Aydın’ı yatıştırmıştı. “Hortlaklara benziyoruz” dedi. Sondaj alanındaki A kulesinin tepesinden bir ışık demeti yavaş yavaş yukarıya yükseliyor, sonra bölünüp su damlaları gibi yere akıyordu. İkisi de güldüler. Bir süre kulenin tepesinde alçalıp yükselerek yayılan arada bir kıvılcım gibi öteki kulelere sıçrayıp kaybolan ışığı seyrettiler. Sonra içeri girdiler, yataklarının üstüne oturdular. Üstlerindeki ışık hafiflemiş, çadırın içi kararmıştı. Havadaki ozon duyulmaz olmuştu. Aydın hâlâ bu olayın etkisi altındaydı. Mikio’ya sordu: ─ Sence nereden geldi bu durgun elektrik? Yoksa… Yoksa… yerin altından fışkırmış olmasın? Aydın biraz kendine gelip Mikio’ya sordu: ─ Nedir bu Mikio? Mikio ellerini kuleye doğru uzattı: ─ Soğuk ışık! Ölü elektrik! Mikio’nun elleri havada bembeyaz dolaşıyordu. ─ Korkma, sende de var. Saçlarına dokun, bak! Mikio’nun yanıtlamasına kalmadan Aydın dışarı fırladı. Tepesindeki soğuk ışık yavaş yavaş kaybolan A kulesi bütün öteki kulelerden yüksekti. Aydın tekrar döndü çadıra. ─ Mikio! Mikio! Bu elektrik yerin altından fışkırdı gibi geliyor bana. A kulesi en derin sondaj üstünde. Ben gidiyorum dayımı uyandırmaya. Aydın elini başına götürdü. Saçları diken dikendi. Yatırmaya uğraştı, olmadı. Mikio’ya baktı. Onun saçları da havaya kalkmıştı. Uçlarından iplik iplik beyaz ışıklar yayılıyordu. Mikio yatağında doğruldu: ─ Sakın ha! Sen aklını takmışsın bu yer altı elektriğine. Biliyorsun bizim hocalar böyle önyargıları sevmezler. Aydın’ın bütün vücudunu bir titreme sarmıştı. ─ Elektriklendi. Bir çaresine bakalım, uyandıralım ötekileri! Aydın kararsızlıkla çadırın içinde dolaştı. ─ Haklısın! Dayım da sevmez telâşı. Yarın sabah anlatırız. ─ Böyle sivri uçların ışıklanması atmosferdeki elektrik yükünün artmasından olur. Kunt ile Bettina’ya… O anda küçük bir ışık demeti Mikio’nun parmak uçlarından fışkırıp yayılmaya başladı. Aydın geri geri çekildi; ─ Çek ellerini çek! Aydın tam bağırmak, dayısını çağırmak üzereydi ki Mikio eliyle ağzını kapattı: Bizim Gezegenimiz Dünya 71/144 Suzan Albek Bizim Gezegenimiz Dünya 72/144 Suzan Albek Mikio sözünü bitiremeden daldı uykuya. Aydın Mikio’yu dürttü. ─ Miki düşünsene! Belki bu kuyu yerkabuğunun altındaki Moho kesintisine kadar inmiştir. Mikio homurdanarak döndü arkasını. ─ Düşün Mikio! Eğer elektrik Moho kesintisinden fışkırdıysa yaşadık! Bir elektrot, Güney Kutbu’na sok, bir elektrot Kuzey Kutbu’na. Durgun elektrik akan elektrik olsun, tıkır tıkır işlesin. Hem... Mikio birden başını kaldırdı. Bir haykırdı, çadırın direği sallandı: ─ Sus! Sus artık! ─ Ama, Mikio, endüstride… ─ Sen judo bilir misin Aydın? Ya karate? Ya taekwondo? Gelmeyeyim yanına, çabuk sus! Aydın kolunu bacağını Mikio’ya kaptırmamak için usulca girdi yatağına. “Dönüşte judo öğreneyim bari” dedi kendi kendine. ONALTINCI BÖLÜM BÜYÜK KANYON AYDIN uyandığı zaman çadır boştu. “Mikio dün gece bana çok kızmış olmalı. Beni kaldırmadı. Çok geç kaldım galiba” diye düşündü. Uyku tulumunu katlayıp çantasına bağladı. Hazırlanıp çıktığında ekipten birçok kimse daha önce gitmişlerdi. Son cip onu bekliyordu. Dayısı cipte yoktu. Aydın’ın buna canı sıkıldı. Bir gece önceki olayı ona anlatmak istiyordu. En yakın havaalanına gitmek üzere yola çıktıkları zaman, onlara ev sahipliği edecek olan Amerikalı öğrenci günün programını açıkladı: ─ “Büyük Kanyon”a yaklaşıyorlar. Bir grup, California’daki “Şeytan Tepesi”ni görmeye gitti. En son biziz. Ben Tom. Havaalanında turizm uçağı bulursak Arizona’daki meteor kraterini görmeye gideceğiz. Aydın Tom’a sordu: ─ Acaba bunların hepsini göremez miydik? Ben, Colorado Nehri’nin kanyonlarını hep merak ederim. ─ Başkanınız Okado, “Herkes her şeyi görmek isterse Amerika’da onbeş gün kalmamız gerekir. Oysa dört günden fazla kalamayız” dedi. Onun için böyle gruplara ayırdık sizi. Cipte dört Japon öğrenci vardı. Birbirlerinden hiç ayrılmayan Atio, Butio, Cutio ve hiçbirine benzemeyen güler yüzlü Tung. Aralarında durmadan kendi dillerinde tartışıyorlardı. Sonunda içlerinde en iyi İngilizce bilen Tung söz aldı: ─ Çok kötü bir iş oldu. Arkadaşlarım Amerika’nın bu bölgesindeki kanyonlar hakkında ödev hazırlayacaklardı. Bizim Gezegenimiz Dünya 73/144 Suzan Albek Bizim Gezegenimiz Dünya 74/144 Suzan Albek Geç kalıp kanyonlara gidemedikleri için Okado çok kızacak onlara. Amerikalı öğrenci zor durumdaydı: ─ Sizi götüreceğim meteor krateri de çok ilginç. Uzun yıllar önce buraya düşen bir göktaşı 1.3 kilometre çapında, 150 metre derinliğinde bir çukur açmış! Tung sordu: ─ Göktaşı içinde duruyor mu çukurun? ─ Hayır. Ne içinde ne çevresinde rastlanmadı. ─ Öyleyse niçin gidiyoruz oraya? göktaşının izine Amerikalı öğrenci ne diyeceğini bilemedi. Tung arkadaşlarına bir şeyler söyledi ve yine onların adına konuştu: ─ Arkadaşlarım Sibirya’da böyle bir meteor çukuru görmüşler. Profesörümüz Okado’nun koleksiyonunda 1947’de Sibirya’ya düşen bu göktaşının parçaları var. Aydın merakla sordu: ─ Göktaşı parçaları mı? Ne var bunların içinde? ─ Demir ve nikel. Göktaşının düştüğü yöreyi görmeye gidenler 50 ton demir ve nikel parçası toplamışlar. Okado da oraya yaptığı geziden dönüşte küçük bir parça almış. Atio, Butio, Cutio bir ağızdan konuştular: ─ Onun için biz göktaşı çukuru görmek istemiyoruz. Büyük Kanyon’u görmek istiyoruz. Colorado Nehri, Büyük Vadi… * Bizim Gezegenimiz Dünya 75/144 Suzan Albek BU konuşma sürerken havaalanına gelmişlerdi. Aydın, Tom’la beraber cipten indi. Bilgi almak için havaalanı girişine yöneldiler. Az sonra döndüklerinde Tung uzaktan seslendi: ─ Ne haber? ─ Hiçbir uçak yok. Ne Arizona’ya ne de Büyük Kanyon’a gidebilmek için Las Vegas’a. ─ Ne yapacağız öyleyse? ─ Bilmem. Tom’a soralım! Tom döndüğünde Atio, Butio ve Cutio’nun suratları asıktı. Tung sordu: ─ Ne yapacağız şimdi? ─ Uçak olmadığına göre yapacak bir şey yok. Bu bölgede çok sönmüş yanardağ var. İsterseniz sizi oraya götürebilirim. A-B-C bir ağızdan cevap verdiler: ─ Yanardağ, Japonya’da çok. yanardağ! Hem sönmemiş. Canlı Tom, Aydın’a döndü: ─ Japonlara hiçbir şey beğendiremiyorum. Sen ne dersin? Ne yapalım? Aydın düşündü: ─ Bu ciple Büyük Kanyon’a gidemez miyiz? Önden gidenler de bu akşam dönmeyeceklerine göre vaktimiz var demektir. Tom cipin ön gözünden büyük bir harita çıkardı. Dizlerinin üstüne serdi. ─ Uzak. Çok uzak 500 km. Yol çok sarp yerlerden geçiyor. Dar boğazlar, dağlar. Bizim Gezegenimiz Dünya 76/144 Suzan Albek Tung söze karıştı: ─ Cip sağlam, gideriz. Japonlar bir ağızdan bağırdılar: ─ Hayır, hayır, kanyon’a! ─ Siz görürsünüz, şimdi nasıl uçurumların yanından geçeceğiz. 2500 metreye kadar yükseleceğiz. A-B-C: ─ Gideriz! Gideriz! Gideriz! Tom direksiyona geçti: ─ Haydi öyleyse! Sonra pişman olursanız karışmam. Tom bunu söyleyerek hızla gaza bastı. Cip sarsılarak yola koyuldu. Kendilerini Büyük Kanyon’a götürecek olan kuzey anayoluna çıktılar. * AYDIN takvimli saatine baktı. 8 Ağustos 1974 saat 9. Hava güzel. Yolun iki yanı çeşitli ağaçlarla süslü. Uzun süre hiç konuşmadan gittiler. Tom sessizliği bozdu: ─ Eğer böyle oyalanmadan gidersek akşama kanyona yakın bir motelde geceleriz. Yarın sabah çok erken kalkıp kanyonu görür döneriz. Dağların üstünde uzun bir yaylayı aştıktan sonra iki tarafı yüksek kayalarla çevrili dar bir boğaza girmişlerdi ki cip garip hırıltılar çıkarmaya başladı, yavaşladı, yavaşladı, durdu. Tom yere atladı. “Hay Allah kahretsin!” diyerek cipi yolun kenarına çekti. Motorun kapağını açtı. Hepsi indiler. Eğildiler, motora baktılar. Tom: “Hiç de anlamam bu işten” dedi. Japonlar: “Biz de anlamayız” dediler. Aydın da onlara katıldı. Tung, Tom’un omzuna vurdu: ─ Ya yemek? Ya yemek? Tom gülerek cevap verdi: ─ Üzülme, bir benzin istasyonunda durur yeriz. Az sonra bir kavşağa vardılar. Tom yavaşladı. Bir tabelanın üstünde “Ölüm Vadisi” diğerinde “Büyük Kanyon-Ulusal Park” yazıları ve ok işaretleri vardı. Tom direksiyonu Ölüm Vadisi yönüne hafifçe kırdı: ─ Ne dersiniz? Ölüm Vadisi’ne gidelim mi? Bizim Gezegenimiz Dünya Gerçekten yol gittikçe kayalık, kurak bölgelerden geçiyordu. Koyu renkli sivri kayaların dibinde toprak kül rengi bir tozla kaplıydı. Hepsi acıkmışlardı. Küçük bir lokantada yemek yediler. Sonra büyük virajlarla, döne döne bir dağı tırmanmaya başladılar. Cipin hızı yavaş yavaş azalıyordu. Yükseldikçe hava serinliyor, ufka yaklaşan güneşin altında kayaların gölgeleri yolun üstüne seriliyordu. 77/144 Suzan Albek Tom vidaları, kapakları oynattı, sonra Aydın’a seslendi: ─ Sen direksiyona geç, ben söylediğim zaman gaza bas. Tom motorun başında epeyce uğraştı. Aydın cipin içinde her şeyi kurcaladı. Sabahtan beri o kadar gürültüyle çalışan cipten şimdi hiç ses gelmiyordu. Sanki derin bir uykuya yatmıştı. Japon öğrenciler yolun kenarına oturmuş, sabırla sonucu bekliyorlardı. Tom onlara döndü: Bizim Gezegenimiz Dünya 78/144 Suzan Albek ─ Ne oldu bu arabaya bilmem! Hiç böyle bir şey başıma gelmemişti. ─ Tom, biz yanlış yola sapmış olmayalım? Neden bu kadar tenha burası? Tung sordu: ─ Benzin bitmiş olmasın? Tung oturduğu yerden Tom’un paçasını çekti: ─ Tom, Tom, sakın yanlışlıkla Ölüm Vadisi’ne girmiş olmayalım? Aydın: ─ Sen üçüncü pastanı yerken biz benzin doldurduk. Hem yedek bidonumuz da var Diyerek şaka yapmak istedi. Fakat kimsede gülecek hal yoktu. Yol ıssızdı. Bir tek araç geçmiyordu. Tom: ─ Biraz yardım edin arabayı kenara itelim. Burada yardım beklemekten başka çaremiz yok. Hepsi birden cipi bir kayanın altına çektiler. Aydın kayaların uygun bir yerinden yukarı tırmandı. Çevreye bir göz attı, aşağıya seslendi: ─ Burası ayın yüzeyi gibi bir yer. Her yer kayalık. Gelin bakın! Atio, Butio, Cutio da tırmanarak Aydın’ın yanına çıktılar. En arkada Tung uflayarak düzlüğe vardı. Tom yolun kenarında yardım gözlüyordu. Ortalık adamakıllı kararmıştı. Aydın, Tom’a seslendi: ─ Tom sen de gel buraya! Karşıdan bir araç gelirse ışıklarını görürüz. Oysa hiçbir ışık göremiyorlardı. Ne ışık, ne ses! Aydın kısık bir sesle sordu: Bir kayanın dibinde birbirlerine sokulmuş oturan A-B-C mırıldandılar: ─ Jugo de neyava… Yome ri yuki! Tom’un cevap vermesine vakit kalmadan karşıdan bir ışık belirdi. Tom hızla kayalardan aşağı kaydı. Yola çıkıp, eliyle koluyla işaretler yapmaya başladı. Küçük bir araba durmadan yanından geçti. Tom tekrar yukarıya tırmandı.”Zaten durmayacağını biliyordum” dedi. Aydın sordu: ─ Neden durmasınlar? Yolda bozulan bir arabaya yardım etmezler mi? ─ Belki isterler, ama korkarlar. ─ Neden korkacaklarmış? Bizden mi? ─ Tabii, bizden. Silahlı olmadığımızı nereden bilecekler? Bu saatte, bu tenha yerde herkes birbirinden korkar. A-B-C yine mırıldandılar: ─ Yomeri yu ki, osatono.. tayerimo! Her yer kapkaranlıktı. Kayaların oyuklarında toparlak gözler parlıyordu. Aşağıdan, kayaların üstüne çekip vurulur gibi bir ses geliyordu: ─ Gunk! Gunk! Gunk! Tom Tung’a göndü: Bizim Gezegenimiz Dünya 79/144 Suzan Albek Bizim Gezegenimiz Dünya 80/144 Suzan Albek ─ Tung, aşağıdaki Ölüm Vadisi’den seni çağırıyorlar. Dinle bak! Tung! Tung! Tung! Tung altta kalmadı: ─ Benim yerime sen git. Sen ev sahibisin. Aydın, Tung’un omzuna vurdu: ─ Sahi, korktun mu? Guguk kuşu bu. Bizde de vardır. Dinle: Guk! Guk! Gung! Gunk! Uuuuvvvvv! Uuuvvvv! Uuvvvv! ─ Ya bu ses ne? Tom cevap verdi: ─ Bu çakal. Buralarda yaban domuzu da çoktur. Ateş yaksak iyi olacak. Hepsi birden fazla dağılmadan ayaklarıyla yerlere vurarak çalı çırpı aramaya koyuldular. Buldukları kuru kökleri, dikenleri bir kayanın üstüne yığdılar. Tung ve Aydın aşağıya inerek benzin bidonunu getirdiler. Biraz döküp çalıları tutuşturdular. Tom cipten bir şeyler çıkarıyordu. Az sonra aşağıdan seslendi: ─ Şunları elimden alın, ben de çıkayım! Eğilip Tom’un uzattıklarını aldılar: kocaman bir battaniye, bisküvi, çikolata ve bir de gitar. Tom kayalara asılıp kendini yukarı çekti. Gitarını eline aldı: ─ Haydi bakalım, böyle surat asmayın. Şimdi size bir Kızılderili türküsü söyleyeceğim. Aydın battaniyeyi serdi. Hepsi ateşin karşısına yerleştiler. Bizim Gezegenimiz Dünya 81/144 Suzan Albek Büyük Ruh! Büyük Ruh! Sen güçlüsün, iyisin, akıllısın. Göklerde görürüm Birçok bulut! Ormanlarda, havada duyarım Savaş sesi, bağrışmalar, naralar. Büyük Ruh! Büyük Ruh! Bana yardım et! Tung sağa sola bakarak sordu: ─ Burada daha Kızılderililer var mı acaba? Tom şarkısını kesti, birden ayağa fırladı: ─ İşte ben Kızılderili! Tom ellerini yukarı kaldırıp ateşin karşısında ayaklarını vura vura dans etmeye başladı. Hepsi şaşkın şaşkın bakıyorlardı. Tom yerine oturup gitarını eline aldı: ─ Büyükbabamın annesi Kızılderili imiş.”Hualpai”lerden. Şimdi onlardan bir kol Büyük Kanyon’un yakasında yaşıyor. Merak etmeyin. Balta savurmuyorlar artık. Aydın: ─ Biliyorum. Sınırlı bir bölgede yaşıyorlarmış. Çok çalışkan insanlarmış. O topraklarda çıkan fosilli taşlardan pipolar, süs eşyaları yapıp satıyorlarmış. Vakit ilerliyordu. Öğrencilerin korkusu, tedirginliği geçmişti. Arada kuru kökler toplayıp ateşi canlandırdılar. Japon öğrenciler usulden bir şarkıya başladılar: Bizim Gezegenimiz Dünya 82/144 Suzan Albek ─ Zaten başka çaremiz yok! Dedi Yu yake koyakeno Akatonbo O varete mitanova Itsunohika Taehateta Tung yerinden kalkmadan karşılık verdi: ─ Öyleyse size güle güle! Dönüşte beni buradan alırsınız. Sıra Aydın’a gelince o da memleketinden bir şarkı söyledi: Ilgaz, Anadolu’nun Sen yüce bir dağısın! ………. Yalçın kayalıkların Göklere yükseliyor. Senin dumanlı başın Bulutları deliyor… Aydın’dan sonra Tom yine gitarına vurmaya başladı: Biz Arizona arslanları Dım dım dım dım… Tung çoktan uykuya dalmıştı. Tom gitarını sırtına vurdu: ─ Ben cipte uyuyacağım, isteyen gelsin A-B-C aşağı inmedi. Battaniyeye sarınıp uzandılar. Aydın uyku tulumunu cipten aldı. Ateşin karşısına serdi. Tung’un üstünü örttü. Aşağıda guguk kuşu durmadan ötüyordu: Guk! Guk! Gunk! Gunk! Tung! Tung! * GÜN ağarırken yukarıdakiler Tom’un sesiyle uyandılar. ─ Haydi bakalım yerbilimciler! Büyük Kanyon’a yaya olarak yola çıkıyoruz. Atio, Butio, Cutio Tung’u kollarından yakaladıkları gibi kayalardan aşağı sarkıttılar. Tung ellerinden kurtuldu, paldır küldür yuvarlanarak kendini cipin yanında buldu. Ötekiler de eşyalarını toplayıp aşağıya indiler. Yolun kenarına dizildiler. Tek tük otomobiller geçmeye başlamıştı. Ellerini kollarını sallayarak işaret verdiler. Hiçbiri durmadı. Az sonra ağır ağır yaklaşan büyük bir kamyon onları görünce yavaşladı, önlerinde durdu. İri yarı bir şoför yere atladı: ─ Selâm! Bir şey mi oldu? Tom cevap verdi: ─ Arıza. Dün geceden beri buradayız. İri yarı şoför kamyonundan bir çelik ip çıkardı. Cipe bağladılar. Tom direksiyona geçti, arkadaşları arkaya. Kamyon cipi çeke çeke yola koyuldu. Vardıkları ilk benzin istasyonunda başlayan tamir hemen hemen iki saat sürdü. Cip yeniden gürültüyle çalışmaya başlayınca hepsi sevinçle içine doldular. Yola çıktılar. Dar boğazlar arasında gitgide yükselirlerken çevrelerindeki vahşi manzaranın etkisi altındaydılar. Aydın sordu: ─ Sanki bir değirmen çalışıyormuş gibi sürekli bir uğultu duyuluyor. Nedir bu? ─ Sabredin, şimdi göreceksiniz, dedi Tom. Aydın bir yandan uyku tulumunu toplayarak: Bizim Gezegenimiz Dünya 83/144 Suzan Albek hepsi, Bizim Gezegenimiz Dünya 84/144 Suzan Albek Dar boğazdan çıkıp yüksek bir tepeye vardıkları zaman durdular. Aşağıda Colorado Nehri çavlanlar yaparak kayalardan dökülüyordu. Az ötede sulardan bir kol ayrılıyor, oluk gibi bir kayanın içine girip gözden kayboluyordu. Tom elini uzattı: ─ Bakın nehrin bir kolu burada kendi açtığı bir tünele giriyor, demin tırmandığımız tepenin altından geçiyor. Onun için yol boyunca hep o uğultuyu işittiniz. Hepsi uzun bir süre çavlanlara baktılar. Suyun serinliği yüzlerine vuruyordu. Tekrar cipe bindiler. Tom bilgi veriyordu: ─ Büyük Kanyon’a çok uzak değiliz. Colorado Nehri çok çamurlu akıyordu. İçinde koskoca ağaç kütükleri yüzüyordu. Aydın, Karadeniz’den geçerken gördüğü Kızılırmak ağzını anımsadı: ─ Bizde Kızılırmak da böyle çamurlu akıyor. Ülkenin bütün verimli toprağını denize döküyor. A-B-C hep beraber: ─ Erozyon! Erozyon! Erozyon! Dediler. Tom da aynı şeyi düşünüyordu: ─ Colorado döküldüğü California Körfezi’ne her yıl milyonlarca ton çamur ve kum taşıyor. Böylece 26 yılda denizden 3 kilometrelik bir alan kazanılmış. Bu konuşma sürerken birden yol kenarında “Büyük Kanyon” levhasını gördüler. Tom cipi park yerine çekti. Çantalarını fotoğraf makinelerini aldılar. Ok işaretlerini izleyerek kanyonun görüldüğü düzlüğe geldiler. Bizim Gezegenimiz Dünya 85/144 Suzan Albek Colorado Nehri 2000 metre aşağıda, duvar gibi dimdik yükselen kayaların arasında akıyordu. Hepsinin dili tutulmuş gibiydi. Tom çantasından bir dürbün çıkardı. Aydın’a uzattı: ─ Bak, dünyanın jeolojik tarihini burada görebilirsin. Nehir yerkabuğunu öyle bir yarmış ki bütün katmanlar ortaya çıkmış. Dipte 2 milyar yıllık kayalar var. Aydın dürbünü gözünden ayırmıyordu: ─ Aşağıda siyah kayalar görüyorum! ─ Onlar şist. En eski kayalar. Üstlerinde tortul kayalar var. hem de çok kalın katmanlar halinde. ─ Bu kadar kalın tortul katmanlar burada nasıl oluşmuş? Benim bildiğim topraktan kopan döküntüler sularda ya da çukurlarda tortullaşır. Tung söze karıştı: ─ İyi ya işte. Burası da vaktiyle denizmiş. Ama yüz milyonlarca yıl önce. Tom, dürbünü Tung’a uzattı: ─ Çok bilgilisin Tung. Gerçekten Amerika’nın bu bölgesi denizin altında kalmış. Hem de üç kez. Sonra yavaş yavaş yükselmiş. Tung mırıldandı: ─ İşte en altta en eski kayalar… Onun üstünde tortul katman… Onun üstünde püskürük kayalar… Bazalt bunlar değil mi Tom? ─ Evet Tung. Taşları çok iyi tanıyorsun sen! Aydın’ın aklı en dipteki kapkara parlak şistteydi ─ Ah şu şistten bir parça koparabilsem de koleksiyonuma koysam! Dedi. Bizim Gezegenimiz Dünya 86/144 Suzan Albek Tung güldü; Aydın’ı arkasından hafifçe itti: ─ Haydi in aşağı, çekicini de al! Biz seni sonra iple çekeriz buraya. karşıda bir tepenin üstünde sarı bir ışığın durmadan yanıp söndüğünü gördü: ─ Tom, bu yanıp sönen sarı ışık ne anlama geliyor? Atio, Butio, Cutio durmadan fotoğraf çekiyorlardı. Tung’un sözünü duyunca Aydın’a döndüler: ─ Aydın, biz sana o kayaların resimlerini yollarız, dediler. Tom’un cevap vermesine vakit kalmadan salonda radyonun sesi işitildi: ─ Dikkat! Dikkat! Yol polisi bildiriyor, vadiyi sis basıyor. Sarı sis lambası olmayan araçların inmesi tehlikelidir. Vakit, öğleyi geçmişti. Colorado kanyonunu yoğun bir sis kaplıyordu. Kayalar görünmez olmuştu. ─ Acıktık. Dönelim artık! Dedi Tung. Son bir kez kanyona bakarak geri döndüler. Cipe doğru yürüdüler. Binmeden önce A-B-C, Tom’a teşekkür ettiler. Tung da onlara katıldı: ─ Tom, gerçekten çok güzel bir gezi oldu. Sen de Japonya’ya gelirsen biz de seni gezdiririz. Adresini vermeyi unutma. Mektuplaşalım. Hepsi cipe bindiler. Tom dönüş programını yapmıştı: ─ Gelirken gördüğünüz “Dağbaşı” motelinde acele bir şeyler yer, son hızla vadiye ineriz. Ondan ötesi kolay. Akşama Los Angeles yakınlarındaki “Madencilik Okulu”na varırız. Diğerleriyle orada buluşacaksınız değil mi? Aydın cevap verdi: ─ Evet, öyle. Ertesi sabah, yani 10 Ağustosta gemiye biniyoruz. Ver elini Japonya. * “DAĞBAŞI” Lokantası kalabalıktı. Güçlükle yer bulup yerleştiler. Aydın oturduğu yerden dışarıya bakarken Bizim Gezegenimiz Dünya 87/144 Suzan Albek Öğrenciler hemen ayağa kalktılar: ─ Tom çabuk gidelim! Tam kapıya doğru yaklaşmışlardı ki ikinci bir anons duyuldu: ─ Dikkat! Dikkat! Yol polisi bildiriyor, sarı sis lambası olmayan araçların vadiye inmesi kesinlikle yasaktır. Aydın sordu: ─ Tom, bizim arabanın sarı sis lambası var mı? Tom soğukkanlılıkla cevap verdi: ─ Ne gezer! Ben bu cipi elden düşme aldım. Yazın turistleri gezdirip üniversite giderlerimi karşılıyorum. Öyle şeyler almaya param kalmıyor ki! Tung hafif bir gülümsemeyle söze karıştı: ─ Bizim gibi akılsız turistleri gezdiriyorsun değil mi Tom? Tung’un bu yerinde sözüne hepsi güldüler. Gerçekten hesapsızca yola çıktıkları için akılsızlık etmişlerdi. Lokanta boşalmıştı. Bütün yolcular acele arabalarına atlıyor, hemen uzaklaşıyorlardı. Aydın çok telaşlanmıştı: ─ Yarın, Fuji-Yama limandan ayrılıyor. Nasıl yetişeceğiz? Bizim Gezegenimiz Dünya 88/144 Suzan Albek Avluda son otomobil motorunu çalıştırıyordu. Tom birden kapıya doğru koştu: ─ Bir fikrim var. Çabuk gelin. Hepsi dışarı çıktılar. Tom yola çıkmak üzere olan arabadaki genç karı kocayla konuşmaya başladı: ─ Arkadaşlarımın çok acele işleri var. Acaba onları da alabilir misiniz? ─ Ancak 3 kişilik yerimiz var. İsteyenler gelsinler. Tom arkadaşlarına döndü. “Ne dersiniz?” gibi bir işaret yaptı. Japon öğrenciler bir süre tartıştılar. Sonra Tung söz aldı: ─ Teşekkür ederiz. Fakat grubun dağılmaması daha doğru! Sis açılınca hep beraber yola çıkarız. Araba tam hareket etmek üzereydi ki Aydın seslendi: ─ Durun! Durun! Bir dakika! Sonra arkadaşlarına döndü: ─ Hiç olmazsa üç kişi önden giderse bizim ekibe durumu anlatır, onları bekletiriz. Biz de arkadan yetişiriz. Ben derim ki… Tom, Aydın’ın sözünü kesti: ─ Çok doğru. A-B-C önden gitsinler. Biliyorsunuz, ötekilerle “Madencilik Okulu”nda buluşacaksınız. Biz yarın doğru limana geliriz. Haydi, karar verin! Fazla düşünmeye vakit kalmadan A-B-C kendilerini tanımadıkları Amerikalı karıkocanın arabasında buldular. Tung, Tom ve Aydın hızla kalkan arabanın arkasından el salladılar ve içeri girdiler. Bizim Gezegenimiz Dünya 89/144 Suzan Albek Radyo sisin daha da yoğunlaştığını, hiç rüzgâr olmadığı için o gece vadiden kalkmayacağını bildiriyordu. Öğrenciler çaresiz o gece motelde kalmak üzere odalarını ayırttılar. Sonra içinde kalın kütüklerin yandığı şöminenin karşısına geçtiler. Aydın yerinde duramıyor, sık sık Tom’a soruyordu: ─ Yarın geç kalmayız, erken yola çıkarız, değil mi? ─ Telâş etme Aydın! İnsan geziye çıkınca böyle şeyleri göze almalı. Bakın şimdi size Colorado kanyonları hakkında güzel bir kitap okuyacağım. Vakit geçer. Tom bunu söyleyerek çantasından bir kitap çıkardı. Tung ve Aydın yanına yerleştiler. Tom başladı okumaya: “XIX. yüzyılın ortalarında Gren ve Colorado nehirlerinin çıktığı ve birleşip California Körfezi’ne aktığı bölge henüz tanınmıyordu. En iyi haritalarda bile buralar boş bırakılmıştı. Yalnız, Colorado Vadisi’ne giden hiçbir avcının geri dönmediği söylentileri dolaşırdı. 1869 yılında Wesley Powell adında bir yerbilim uzmanı bu bölgeyi nehir yoluyla araştırmayı aklına koydu. Pek çok kimse onu bu tehlikeli işten vazgeçirmek istediyse de Powell yılmadı. Hükümetten para yardımı alarak hazırlığa girişti. Önce 9 kişilik bir ekip kurdu. Beyaz meşeden 6 metre boyunda üç kayık yaptırdı. Çam ağacından daha küçük bir kayık daha ısmarladı. Bu kayıklara on ay yetecek kadar yiyecek, ölçü aletleri ve gerekli eşya doldurdu. 29 Mayısta Powell ve arkadaşları Uinta Dağı eteklerinden Green nehrine kayıklarını indirdiler. Manevrası kolay olan küçük, çam ağacından kayıkta Powell önden gidiyor, ötekiler onu izliyordu. Küçük derelerin nehirlere katıldıkları yerlerde hızlı akıntılar oluyor, kayıklar ilerlemekte çok güçlük çekiyorlardı. 8 Haziranda grup Bizim Gezegenimiz Dünya 90/144 Suzan Albek “Lodore” adını verdikleri bir kanyona girdi. Burada Powell ve arkadaşları dalgaların neler yapabileceklerini çok iyi gördüler. Kayığın biri parçalandı. İçindeki 3 kişi güçlükle kurtarıldı. Ondan sonraki “Cennet Kanyonu” adını verdikleri kanyonun yan yüzeyleri yosunlar, bin bir renkli çiçeklerle kaplıydı. Fakat sular gitgide azgınlaşıyordu. Bir daha geri dönmeyen Howland, kardeşi ve Bill Dunn oldu. Birkaç gün sonra çölü geçerlerken Kızılderililer tarafından öldürüldüler. 13 Ağustosta “Büyük Kanyon”un girişine vardılar. Ancak bir aylık yiyecekleri kalmıştı ve uzun süre kanyonun yüksek duvarları arasından çıkamayacaklarını biliyorlardı. Kanyona girdikten bir süre sonra iki yanlarındaki yarlar 1500 metreye yükseldi. Powell, kendilerini bir kıyıdan öbür kıyıya savuran köpüklü dalgalarla çarpışırken aletlerini çıkarıyor, ölçü almaya çalışıyordu. Sular biraz sakinlediği zaman da kanyonun krokisini çiziyordu. Birçok yerlerde kat kat çavlan gibi donmuş lavlar vardı. Sular bunların üzerinden köpük köpük dökülüyordu. Bazı yerlerde akıntılar nehrin ortasına büyük kaya parçaları sürüklemişlerdi. Ağustosta öğlene doğru Colorado’nun ‘Büyük Kanyon’undan çıktılar ve birdenbire kendilerini bir vadide buldular…” Grubun en yaşlısı olan Howland, bu durumda yola devam etmenin delilik olacağını söyledi. Howland’ın kardeşi ve Bill Dunn da ona katıldılar. Uygun bir yerde kanyonun yan yüzeyine tırmanarak yukarıya çıkmayı kararlaştırdılar. Powell karısına bir mektup yazıp ayrılacak olanlara verdi. Sumner kolundan altın saatini çıkararak Howland’a uzattı: ‘Eğer biz dönemezsek bunu kız kardeşime ver’ dedi. O sırada Powell ve arkadaşları büyük maceranın sonuna gelmişlerdi. * ŞÖMİNENİN ateşi yavaş yavaş sönüyordu. Tom kitabı okurken sekiz on yaşlarında üç çocuk usulca gelmiş, dizinin dibine oturmuşlardı. Tom kitabı kapatınca üçü birden kollarına asıldılar: ─ Ne olur daha okuyun bu kitabı bize!.. Tom çocukları okşayarak özür diledi; ─ Yarın çok erken kalkacağız. Şimdi yatmamız gerek. Hepinize iyi uykular! Aydın, Tung ve Tom yemeklerini yiyerek odalarına çekildiler. Yol boyunca tuttukları günceyi de verdiler. Howland son kez Powell’e : ‘Bu sonu bilinmeyen tehlikeli yolculuktan vazgeç artık’ diye yalvardıysa da Powell ve arkaşları dinlemediler. Birer tüfek ve biraz yiyecek vererek Howland kardeşleri ve Bill Dunn’u gün ağarırken bir kıyıya bıraktılar. Bizim Gezegenimiz Dünya 91/144 Suzan Albek Bizim Gezegenimiz Dünya 92/144 Suzan Albek ONYEDİNCİ BÖLÜM DEMİR İĞNELER Tung birden bağırdı: ─ Tamam! Tamam! Yaşa Aydın! Demir Aydın! SABAHA KARŞI sis dağılmış, sarı ışık sönmüştü. Tung, Tom ve Aydın çabucak kahvaltılarını yapıp cipe atladılar. Aydın Tung’un neden bu kadar heyecanlandığını anlamamıştı. Tung açıkladı: ─ Lavların içindeki çok ufak demir parçaları yeryüzüne çıkınca kutupların mıknatıs gücünün etkisiyle o yöne doğru dizilmişler, bu çizgiler oluşmuş, sonra lavlar donunca öylece kalmış. ─ Bu kadar açık bir şeyi nasıl anlamadım? Dedi Aydın. Tıpkı okulda yaptığımız deneyde olduğu gibi. Demir tozunu döküp mıknatısı yaklaştırınca tozlar yol yol mıknatısa yönelir. Vadiye yaklaştıkça hava ısınıyordu. Geç kalmak korkusundan uzun süre hiç durmadan ilerlediler. Dev çöl kaktüslerinin yetiştiği kurak bölgelerden geçtiler. Granit kayalar ve sönmüş volkanlarla kaplı bir yere gelince durdular. Tom: ─ Burası ilginç bir bölgedir. Size bir şey göstereceğim, dedi. Yolun kenarındaki yüksek kayaların arasında akarken donmuş bir ırmak gibi lav kitleleri vardı. Bu katılaşmış lavın üstünde birbirine paralel çok ince çizgiler seçiliyordu. Tom elini uzattı: ─ Bu çizgileri görüyor musunuz? Tung ve Aydın iyice eğilip donmuş lavların üstünde ellerini gezdirdiler: ─ Görüyoruz. Nedir bunlar? ─ Bilin bakalım yer bilimciler! Tung ile Aydın birbirlerine baktılar. Bu çizgilerin ne olduğunu anlamamışlardı. ─ Aydın böyle bir şey görmemiştir ama sizin ülkenizde vardır bundan Tung. Lavların içinde… ─ Ne vardır lavların içinde? Aydın atıldı: ─ Volkanlar püskürürken lavların içinde erimiş olarak bol maden çıkar yeryüzüne. Demir… Bakır… Bizim Gezegenimiz Dünya 93/144 Suzan Albek Aydın çantasını karıştırdı, ufak pusulasını bulup çıkardı: ─ Bakalım bu çizgiler gerçekten pusula iğnesi gibi kuzeyi gösteriyor mu? Aydın’la Tung baş başa verdiler, bir pusula iğnesinin yönüne baktılar, bir lav çizgilerinin yönüne… İkisi birbirini tutmuyordu. Aydın pusulayı salladı: ─ Bozuk bu pusula galiba! Tung da pusulasını çıkarmıştı. Onunkine de baktılar. Pusula iğnesi kuzeyi gösteriyor, fakat lav çizgilerine uymuyordu. İkisi de şaşkın, ellerinde pusulalarla kalakalmışlardı. Tom onların bu haline katıla katıla gülüyordu. ─ E? ne oldu? Lavın içindeki demir parçacıkları niye pusula iğnesiyle aynı yönde değil? Aydın: ─ Anlamadım bu işi! Dedi. Tom cipe atladı: ─ Ben size sonra anlatırım. Şimdi gidelim artık. Bizim Gezegenimiz Dünya 94/144 Suzan Albek Aydın çantasına pusulasını koyarken ufak çekicini çıkarmıştı. ─ Tom bir dakika bekle! Bu lavdan bir parça koparayım! Aydın bunu söyleyerek olanca gücüyle lavlara vurmaya başladı. Boşuna… Hiçbir parça kopmuyordu. Az öteden Tung seslendi: ─ Aydın, uğraşma! Burada bir parça var, gel onu alalım. Tung’un gösterdiği kaya parçası bir kişinin kucağına sığmayacak kadar büyüktü. Fakat kıracak vakit yoktu. Tom motoru çalıştırmıştı. İkisi güçlükle taşı kaldırıp cipin içine koydular. Tom gaza bastı. * YOL boyunca Aydın’la Tung telâştan yerlerinde duramıyorlardı. Birbirlerine bir şey söylemedikleri halde ikisinin de aklında aynı soru vardı: “Ya Fuji-Yama onları beklemeden demir aldıysa?” * LOS ANGELES limanına vardıklarında vakit öğleyi geçmişti. Liman çok büyüktü. Geminin yanaştığı yeri bulmak için rıhtım boyunca uzun süre gittiler. Birçok yabancı geminin durduğu rıhtımın en sonunda, üstü sarıyoncayla süslü siyah bacasından hafif hafif dumanlar tüten Fuji-Yama birden karşılarına çıkıverdi. Aydın’la Tung derin bir oh çektiler: ─ Çok şükür! Fuji-Yama orada! Cip rıhtımın kenarında durdu. Aydın’la Tung eşyalarını aldılar. Tom’un yardımıyla değerli kayalarını yüklendiler. Oflaya, puflaya, gümrük binasına kadar, uzun bir yol Bizim Gezegenimiz Dünya 95/144 Suzan Albek boyunca taşıdılar. Tam geçmek üzere demir kapının önüne gelmişlerdi ki resmi elbiseli iki memur karşılarına dikildi: ─ Durun! Bu taşı nereye götürüyorsunuz? İçinde ne var? Tung güler yüzle cevap verdi: ─ İçinde demir iğnecikler götürüyoruz. var. Gemiyle Japonya’ya İki memur tekrar sordular: ─ Götürmek için izniniz var mı? Tung’la Aydın taşı yere koydular, terlerini sildiler. Tom’a sordular: ─ Bu kadar taşıdık taşımızı, ne yapacağız şimdi? Tom memurlara döndü, bir süre tartıştı. Sonra Aydın’la Tung’a: ─ Eğer bu taşı götürmek istiyorsanız laboratuarda incelenmesi gerekiyor. Akşama kadar sürer, bekler misiniz? dedi. Aydın telâşla bağırdı: ─ Tom, bilmiyor musun ne kadar geç kaldığımızı? Gemi sabahtan beri bizi bekliyor. Aydın bunu söylerken çantasından çekicini çıkardı. Lav kitlesine bir vurmasıyla ayağının dibine yumruk kadar bir parça düştü. Aydın sevinçle taşı cebine koydu. Sonra kayayı Tom’a doğru itti: ─ Tom, bizi çok güzel gezdirdin. Bu kaya parçası sana armağanımız olsun. Tom lav parçasının üstüne oturdu. Elini cebine attı: ─ Aydın, benim de sana bir armağanım var. Bak! Bizim Gezegenimiz Dünya 96/144 Suzan Albek Tom bunu söylerken cebinden parlak bir şey çıkardı. Aydın’ın çantasına attı. ─ Teşekkür ederim Tom! Hoşça kal! Sen de Türkiye’ye gel. Bizde de çok görülecek şey var. Tung, Tom’un önünde eğildi: ─ Hoşça kal Tom! Japonya’ya bekliyoruz! Aydın ve Tung memurlara pasaportlarını göstererek demir kapıdan geçtiler. Fuji-Yama’ya doğru koşmaya başladılar. Herkes geminin güvertesindeydi. Ellerinde dürbünlerle bakıyorlardı. Aydın aralarından dayısını seçti. Elini salladı: ─ Dayı! Günaydın! Metin Toprak elini kaldırdı, bir şeyler söyledi, fakat Aydın anlamadı. Hızla geminin merdivenlerini çıkmaya başladılar. Aydın, arkasından gelen Tung’a seslendi: ─ İyi ki A-B-C’yi önceden gönderdik. Dayım çok merak edecekti beni. Merdivenin ortasında Tung birdenbire durdu, bağırdı: ─ Aydın! Unuttuk! Unuttuk! ─ Ne var? neyi unuttuk Tung? ─ Tom’a katılaşmış lav içindeki demir iğneciklerin niye kuzeyi göstermediklerini sormayı unuttuk. ─ Aman Tung! Bırak bunu şimdi. Gemide öğreniriz. ─ Olmaz. Tom orada soracağım! Tom ilerde demir kapının arkasında duruyor, onlara el sallıyordu. Tung ellerini ağzının yanına koyarak bağırdı: ─ Tom! Tom! Neden demir iğnecikler kuzeyi göstermiyor? Tom, Tung’un sorusunu duymuştu. Eliyle, “Dur anlatayım” anlamına bir işaret yaptı. Rıhtımın taşları üzerinde birkaç Bizim Gezegenimiz Dünya 97/144 Suzan Albek kere fır fır döndü. Sonra ellerini yere dayayıp ayaklarını havaya kaldırdı. Bir süre öyle ayakları yukarıda başı aşağıda durdu; sonra zıplayıp ayaklarının üzerine düştü. Tung başıyla “Tamam!” anlamına bir işaret yaptı. Gülerek merdivenleri tırmanmaya başladı. Aydın da peşinden. * AYDIN gemiye ayağını attığı anda karşısında dayısını gördü. Toprak çok öfkeliydi: ─ Aydın, nerede kaldınız? Oniki saattir sizi bekliyoruz. ─ Şey… Dayı… Biliyorsunuz, kanyona gittik. ─ Nereden bileceğiz kanyona gittiğinizi? ─ Nasıl olur? A-B-C ile haber yolladık ya! O sırada Tung da koşa koşa gelen Okado ile karşılaşmıştı. Okado kendi diliyle iyice çıkıştı Tung’a. Tung yanakları al al, Aydın’a döndü: ─ Arkadaş! A-B-C gemide yok! O sırada Kurt, Bettina ve Mikio da yanlarına gelmişlerdi. Selâmlaştıktan sonra onlar da sordular: ─ Nerede bıraktınız A-B-C’yi? ─ İşin kötüsü İngilizceleri de iyi değil. Tung ve Aydın iki gündür olanları anlattılar. Sonra hepsi birden güverteye gidip kenara dizildiler. Ellerine dürbünleri aldılar, başladılar limanı taramaya. Bir ara Tung dürbün alanı içinde cipe kaya parçasını yüklemeye uğraşan Tom’u gördü. Dürbünü Aydın’a verdi: Bizim Gezegenimiz Dünya 98/144 Suzan Albek ─ Aydın, bak, Tom henüz gitmemiş. Senin armağanını cipe koyuyor. Çantalar, fotoğraf makineleri çevrelerine toplanmıştı. Aydın dürbünü Kurt ile Bettina’ya da uzattı. Onlar da uzaktan Tom ile tanışmış oldular. Aydın lav kayasının başına gelenleri anlattı. Vakit geçiyor, kaptan sabırsızlanıyordu. Gemide durmadan çanlar, ziller çalıyordu. Rıhtımdaki işçiler geminin halatlarını çözmeye başlamışlardı. Aydın telâşla dayısının yanına koştu: ─ Ne oluyor? A-B-C’yi beklemeyecek miyiz? ─ Limanda kalma iznimiz 18’e kadar. Saat 18’e 10 var. Hareket etmek zorundayız. “Bayıldılar galiba” dediler. Gemi büyük gürültülerle çapasını yukarı alıyordu. Genç öğrenciler bir araya toplanmışlar, hiçbir şey konuşmadan limana bakıyorlardı. Saat 18’e 5 vardı. Fuji-Yama üç kere düdük öttürdü, yavaş yavaş iskelesini almaya koyuldu. Tam o sırada elinde dürbünle hiç durmadan limanı gözetleyen Aydın bağırdı: ─ Geliyorlar! Geliyorlar! Kurt, dürbünü Aydın’ın elinden kaptı. Üç kişi deli gibi koşarak rıhtıma yaklaşıyorlardı. Boyunlarındaki fotoğraf makineleri durmadan sağa sola sallanıyordu. ─ Onlar! Onlar! A-B-C geliyor! Dedi Kurt. Öğrenciler hemen kaptan köprüsüne koştular. Tung, Japon kaptana durmasını söyledi. Kaptan yanındaki borudan emir verdi. Yeniden çanlar çaldı. Çekilmiş olan iskele tekrar ağır ağır inmeye başladı. A-B-C demir kapıyı geçmiş, gemiye yaklaşmışlardı. Az sonra düşe kalka merdivenleri çıktılar. Kendilerini güvertenin tahtaları üstüne sırtüstü attılar. Bizim Gezegenimiz Dünya 99/144 Suzan Albek yerlere saçıldı. Herkes Bettina su getirmeye koştu. Gemi iskelesini çekti. Manevra yaparak burnunu denize doğru çevirdi, limandan ayrıldı. * AKŞAM yemeğinden sonra öğrenciler şezlonglara uzanmış, birbirlerine Amerika’da gördüklerini anlatıyorlardı. Simun seke seke aralarında dolaşıyor, ellerini gagalıyor, arada söze karışmak ister gibi çatlak sesiyle bağırıyordu. A-B-C gecikmelerinin nedenini şöyle açıkladılar: ─ Bizi otomobillerine alan karı kocanın çok acele işleri varmış. Vadiyi yıldırım gibi geçtik. Hiçbir yol levhasını göremedik. Söylediklerini de anlamadık. “Madencilik, Bakersfield” dedik. Bir Dörtyol ağzında bıraktılar bizi. Oradan bir kamyona bindik. Gideceğimiz yönün tam tersinde olduğumuzu yüzlerce kilometre gittikten sonra anladık. O geceyi kamyonun gittiği çiftlikte geçirdik. Ertesi gün en yakın küçük şehre gidip trenle ağır ağır Los Angeles’a geldik. İstasyondan limana gelen tramvaya bindik. O da ters yönmüş. Bizi çok uzakta, ticaret gemilerinin yanaştığı limanda bıraktı. Sözün kısası, neye bindikse ters yöne gittik. Bütün öğrenciler kahkahalarla güldüler. Simun da onlara katılmak için kırık kanatlarını çırpmaya uğraştı. Kurt, Tung ile Aydın’a sordu: ─ Peki, sizin rehberinize armağan ettiğiniz o koca kaya parçası neydi? Bizim Gezegenimiz Dünya 100/144 Suzan Albek Aydın anlattı: ─ Biliyorsunuz, ben her gittiğim yerden anı olarak bir taş alıyorum. Kanyon’dan dönüşte çok ilginç bir volkanik bölgeden geçtik. Her yanda donmuş lavlar vardı. Lavların içinde de hep bir yana dizilmiş demir parçacıkları. O lavlardan bir örnek almak istedim. Koparamayınca o büyük kayayı aldık. Ama gümrükçüler geçirmedi. Neyse ki son dakikada bir küçük parça koparabildim. Durun onu getireyim size. Aydın koşarak kamarasına indi. Çantasından lav parçasını alıp geldi. Kurt el fenerini yaktı. Taşı uzun uzun incelediler. Büyüteçle baktılar. Kurt: ─ Gerçekten içinde birbirine paralel çizgiler var, dedi. Tung açıkladı: ─ Bunlar lavların içindeki ufacık demir iğnecikler. Manyetik kutup yönünde dizilip donmuşlar. Bettina söz karıştı: ─ Oh ne güzel, doğal pusula olmuş! Bunlara göre yönünü bulabilirsin. ─ Biz de öyle biliyorduk ama burada değil. Sahi Tung, Tom’un yaptığı o cambazlığın anlamı neydi? Tung cevap verdi: ─ Tom önce topaç gibi döndü, sonra koca boyuyla ellerinin üstünde havaya kalktı. Tung ortaya çıktı: “İşte böyle!” diyerek ellerinin üstünde dikilip ayaklarını havaya kaldırmak istedi, beceremedi, sırt üstü düştü. Hepsi gülmekten kırılırken Mikio şöyle dedi: ─ O topaç gibi dönen dünya, bir ara baş aşağı olmuş. Aydın sevinçle bağırdı: ─ Tamam Mikio! Dünya baş aşağı olunca da kutuplar yer değiştirmiş elbet. Bettina da bu fikre katıldı: ─ Çok eski çağlarda kutupların bugünküyle aynı yerde olmadığını ben de duymuştum. Dünya, Tom’un dediği kadar baş aşağı olmamış ama biraz eğilmiş. Kutuplar da yüz binlerce yıl boyunca yavaş yavaş yer değiştirmişler. Tung ile Aydın bu söze çok güldüler: ─ Yaşa Bettina! Sen bu doğal pusulaya güvenirsen, A-B-C gibi hep başka yöne gidersin! Kurt yeni bir sonuç çıkardı bundan: ─ Kutupların değişmesi iklimi etkiler. Şimdi Chamberlain (Çemberlayn) adında bir Grönland’da buzların altında incir, manolya, iklimlerde yetişen ağaçların izlerini bulmuştu. bilgini de Ekvator’da buzul izlerine rastlamış. Bettina şaşırmıştı: ─ Neden öyle olsun? Doğada mıknatıslanan demir parçaları kuzey kutbunu göstermezler mi? Bettina, Aydın’a döndü: ─ Bak, senin taşın neler söyledi bize. Bu konuyu gezi sonunda rapor olarak verebilirsin. Aydın düşünceliydi: Aydın sordu: Bizim Gezegenimiz Dünya 101/144 Suzan Albek Bizim Gezegenimiz Dünya 102/144 anlıyorum. araştırmacı gibi sıcak Bir Fransız Suzan Albek ─ Ne? Gezi sonunda bir rapor mu vermek gerekiyor? A-B-C şezlonglarından başlarını kaldırdılar: ─ Elbette ya boşuna mı gezdiriyoruz gemimizle sizi? Vakit geceyarısına yaklaşmıştı. Hepsi birbirlerine iyi geceler dilediler. Simun uzun uzun öttü. ONSEKİZİNCİ BÖLÜM DENİZLER ALTINDA ON BİN MİL MİKİO ile Aydın güvertede küçük cankurtaran botuna yaslanmış konuşuyorlardı: ─ Per Kunt neden aşağıdaki laboratuara bizi sokmuyor anlamıyorum. ─ Orada elektronik aletler var. Bozarız diye korkuyor sanırım. ─ Bir kez görsek o aletlerle ne yaptığını… ─ Canım, işte echolette (ekolet) var. ─ A… A… Nedir o? ─ Yankı! İskandil demek oluyor. Bununla denizin altına elektronik dalgalar yollanıyor. Bu dalgalar denizin dibine çarpıp geri dönüyor. Dalgaların hızı saniyede 1500 metre. Buna göre denizlerin derinliği, dipteki kayaların cinsi bulunuyor. ─ Ama ne de olsa gözümüzle görmüş gibi olmaz. ─ Kaptan Cousteau (Kusto)’nunki gibi bir batiskafımız olsa inerdik denizlerin dibine. ─ Sahi… Bir filmde görmüştüm Cousteau’nun batiskafını ─ Ben kendisini gördüm. Top gibi yuvarlak bir denizaltıdır batiskaf. Bir tarafında kırılmaz camdan büyük bir penceresi var. Oradan denizin içini gözlüyorlar. ─ Ne kadar derine inebilir batiskaf? ─ En son yapılanlar on bin metreye kadar inmiş. ─ Ne olur böyle bir batiskafımız olsa! Okyanusun dibinde neler görürdük kim bilir? Aydın bunu söyleyerek ayağa kalktı. Cankurtaran botunun içine atladı: Bizim Gezegenimiz Dünya 103/144 Suzan Albek Bizim Gezegenimiz Dünya 104/144 Suzan Albek ─ Mikio, gel bir düş kuralım. Bu bot batiskaf olsun, okyanusun dibine inelim. ─ Amma çocuksun Aydın! ─ Ne olur Mikio! Oyun bu. ─ Haydi, geliyorum. Hatırın için. Mikio da cankurtaran botunun içine girdi, oturdu. Aydın kalın keten örtüyü başlarının üstüne çekti. ─ Dikkat! Dikkat! İniyoruz! Ben Kaptan Aydın! Dan! Dan! Mikio camdan dışarıya bak! Ne görüyorsun! ─ Çeşit çeşit balıklar: Uçan balıklar, yılan gibi balıklar. Eyvah! Testere dişli bir köpek balığı yaklaşıyor! ─ Korkma! Cam sağlam, bir şey yapamaz. Daha inelim aşağı! Dan! Dan! Dan! Şimdi ne görüyorsun Mikio? ─ Artık güneş ışığı girmiyor denize. Sular kapkara oldu. Yalnız kendileri ışık saçan balıklar dolaşıyor. ─ Peki, biz yakalım projektörlerimizi. Üç bin metreye yaklaşıyoruz. Dan! Dan! Dan!.. ─ Hiçbir canlı görmüyorum artık. Denizin dibinde kayalar var. Bazalt bunlar. ─ Dikkat! Daha derine iniyoruz! ─ Göz alabildiğine dağlar görüyorum denizin dibinde. Uzaklarda birden alçalıyorlar. Aydın yavaş ilerle! Leğen gibi geniş bir çukura yaklaşıyoruz. ─ Biraz daha inelim öyleyse. Altı bin metredeyiz! ─ Çukurların dibi kıpkırmızı balçık gibi bir şeyle kaplı… ─ Nedir o kırmızı şey Mikio? Ben göremiyorum. ─ Kıpkırmızı bir kil… Bütün çukurların dibini sıvamış. İçinde kemikler görüyorum. Çok eski hayvan iskeletleri… İri balık dişleri, balina kulakları… ─ Duralım burada azıcık. Nereden gelmiş bu kırmızı kil buraya dersin? Bizim Gezegenimiz Dünya 105/144 Suzan Albek ─ Volkan külleri, nehirlerin taşıdığı çamurlar okyanus akıntılarına kapılıp buralara kadar gelmiş olmalı. Çukurların diplerine çökmüşler. Denizde ölen hayvanların iskeletleri de ağır ağır dibe inmiş, bu çamura karışmış. ─ Vaktimiz doluyor. Asya kıyılarına yaklaşalım. Dan! Dan! Dan! ─ Dikkatli ol Aydın! Dünyanın en derin denizleri Japonya ve Filipin adaları kıyılarında. ─ Olsun, inelim biraz daha. Dan! Dan! Dan! Dokuz bin metre derinlikteyiz. ─ Dibi olmayan bir uçurumdayız. Japonya’ya yaklaştık sanırım. Çok korkunç simsiyah bir deniz... Uzaklaşalım buradan Aydın! ─ Peki, dönüyorum. Dang, ding, dong! Yükseliyoruz. ─ Mikio, ne olur biraz da Atlantik Okyanusu’nun dibinde dolaşsak! ─ Olur mu canım? Pasifikte ilerlerken Atlantik’e nasıl döneriz. ─ Oyun değil mi bu? Döneriz işte. ─ Peki! Yak projektörleri inelim. ─ Dan! Dan! Dan! Dan! Atlantik’in ortasında üç bin metre derinlikteyiz. ─ Uuu! Ne görüyorum? Upuzun bir dağ sırası. Kuzeyden güneye doğru uzanıyor. İki yanında merdiven gibi basamaklar var. ─ Bir gürültü geliyor batiskafın altından! ─ Dikkat et Aydın! Fazla yaklaşma! Bu dağ sırasının ortasında oluk gibi çatlaklar var. Çabuk uzaklaşalım. Bu çatlaklardan magma fışkırıyor. ─ Dan! Dan! Dan! Dan! Kuzeye yöneldik. Bizim Gezegenimiz Dünya 106/144 Suzan Albek ─ Uzaklaş diyorum sana. Dağ sırası “S” gibi kıvrılıp kuzeye doğru uzanıyor. Üstünde volkan adaları var. Derinden gelen magma buralardan suyun yüzüne çıkıyor. ─ İzlanda’ya doğru ilerliyoruz… ─ Çabuk, batıya dön! İzlanda adasının altından magma yukarı doğru yükseliyor! Bum! Bum! Bum! ─ İzlanda’da bir volkan patladı! ─ Dan! Dan! Uzaklaşıyoruz. Dang, ding, dong! Yükseliyoruz! ─ Aydın, çek şu örtüyü başımın üstünden, yeter artık! ─ Fena mı Mikio? Denizler altında on bin mil yaptık. ─ Yemeğe geç kaldık ama. Mikio söylenerek bottan atladı. Tam o sırada geminin burnundan gelen çok şiddetli bir dalga ikisini de adamakıllı ıslattı. Hemen kamaralarına koştular. * MİKİO ile Aydın üstlerini değiştirip yemek salonuna indikleri zaman herkes ilk yemeğini bitirmişti. Metin Toprak sordu: ─ Aydın, nerede kaldınız? Aydın aksırığını tutarak yanıtlamaya uğraştı: ─ Hapşu… Hapşu… ─ Saçların ıslak senin. Duş mu yaptın? ─ Hayır dayı, ıslandım! Metin Toprak’ın yanında oturan Bettina söze karıştı: ─ Okyanusların altında ıslandı. Kurt ekledi: ─ Denizler altında on bin mil gittiler. Bizim Gezegenimiz Dünya 107/144 Suzan Albek Mikio ile Aydın hiç seslerini çıkarmadan başlarını eğip yemeklerini yediler. Yemek salonundan çıkarken Aydın, Bettina’yı yakaladı: ─ Ne biliyorsun bizim okyanusların dibine indiğimizi. ─ Güverteye sizi aramaya çıkmıştık, botun içindeki konuşmalarınızı duyduk. Koca çocuklar! Kurt yanlarına geldi: ─ Pasifik Okyanusu’nda ayın koptuğu yeri gördünüz mü bari? Aydın şaşırdı: ─ Bu da nereden çıktı? Ay Dünya’dan mı kopmuş? ─ Bilmiyor musun? Bizim bir bilginimiz öne sürdü bunu. Neydi adı adamın Bettina? ─ Staub! ─ Hı… Staub diyor ki, Ay, Pasifik bölgesinden kopmuş, yerinde de derin bir çukur kalmış. Aydın düşündü: ─ Okyanusların dibi çok inişli çıkışlı. Bazı yerlerde çok geniş çukurlar var. Belki doğrudur ayın Pasifik’ten koptuğu. Kurt güldü: ─ Okyanusun dibini gözünle gördüğün belli! Dur, bir teori daha var. Bettina söze karıştı: ─ Kurt, niçin saçma sapan şeyler anlatıyorsun? Aklını karıştırıyorsun çocuğun. ─ Bettina sözümü kesme! Bir bilgine göre, dünyanın bir uydusu daha varmış, adı Perun. Bu uydu 50 milyon yıl önce Pasifik’e düşmüş. Bizim Gezegenimiz Dünya 108/144 Suzan Albek Aydın merakla sordu: ─ Peki, bulmuşlar mı Pasifik’te bu uydunun izini? ─ Hayır! Sen batiskafla gezerken belki bulmuşsundur diye umdum. Belki de Mikio görmüştür. Nerede o? Mikio! Mikio! Mikio görünürlerde yoktu. Bettina Aydın’ı kolundan çekti: ─ İnanma bunlara. Senin gibi düş kurmayı seven bilginler öne sürüyor böyle şeyleri. Haydi gel, güverteye çıkalım! ONDOKUZUNCU BÖLÜM TAŞLARIN DİLİ PASİFİK yolculuğu uzundu. Bütün gün çalışan öğrenciler akşamları da erken yatmıyorlar, ya salondaki konuşmalara katılıyorlar ya da satranç oynuyor, kitap okuyorlardı. Bir süredir Okyanus fırtınalıydı. Güvertede dolaşamıyorlardı. O akşam yemekten kalkınca, Aydın, Tung’u çağırdı: ─ Tung, gel sana taşlarımı göstereyim! Tung sevinçle Aydın’ın arkasından kamaraya indi. Aydın masasının üstünden siyah, parlak bir taş aldı: ─ Bu şist. En eski kayalardan biri! ─ Büyük Kanyon’un en alt katmanlarında gördüğümüzden değil mi? Nasıl buldun bunu? ─ Amerika’dan ayrılırken Tom verdi. Koleksiyonumun en değerli taşlarından biri. Aydın şisti yerine koyduktan sonra, pis görünüşlü başka bir siyah taş aldı eline: ─ Bu ne bil bakalım Tung! Tung taşı aldı, evirdi, çevirdi: ─ Güzel bir şey değil. At bunu! ─ Deli misin Tung? Bu benim için çok önemli. ─ Neden önemli oluyor? Asfalt parçası gibi bir şey. ─ Doğru söyledin. Kirli siyah bir taş. Zaten adı da “Kir”. ─ Neymiş öyleyse bu kir taşı? ─ Katılaşmış petrol. Eğer bir yerde gezerken bu taştan bulursan anla ki orada petrol var. ─ Anladım şimdi taşın önemini. Yalnız, eğer bu taş katılaşmış petrolse, yeryüzüne nasıl çıkmış kendi kendine? Bizim Gezegenimiz Dünya 109/144 Suzan Albek Bizim Gezegenimiz Dünya 110/144 Suzan Albek ─ Çatlaklar arasından bir yol bulmuş, çamurlarla karışıp derinliklerden yukarı doğru yükselmiş. Ben Musul’da buldum bunu. Türkiye’de de gittiğim yerlerde arayacağım. ─ Evet. Eğer feldspat kırmızı bir renk almışsa o da sana bir şey söylüyor demektir: “Dikkat! Dikkat! Bende radyoaktivite var!” Tung masanın üstünden kırmızı bir taş aldı, elinde zıplattı: ─ Bence bu taş hepsinden önemlidir. ─ Neden o kadar önemli olsun? Orta Asya’da demir yataklarının olduğu yerde pek çok kırmızı kaya var. ─ Tamam… Tamam işte!.. ─ Ne demek istiyorsun, anlamadım? ─ Şimdi sana bir soru soracağım. Bugün en çok aranılan maden nedir dersin? Aydın kırmızı taşını özenle yerine koydu: ─ Dönünce kırmızı taşıma baktırayım. Radyoaktif ışın ve ısı saçıyor mu bakalım! Peki, yeryüzünde çok mu uranyum ve radyum var? ─ Derinlerden çok yerkabuğunda olması gerekir. Çünkü hafif madenler. ─ Demek hem çok değerli bir maden hem de petrol gibi çıkarılması da zor değil. ─ Zor değil ama çok da bulunmuyor. Hele radyum gramla hesaplanıyor biliyorsun. ─ Ben bu konuda fazla bir şey bilmiyorum Tung. ─ Uranyumla taşların yaşının nasıl ölçüldüğünü de bilmiyor musun? ─ Duydum ama pek kesin bilmiyorum. Sen biraz anlat bana. ─ Radyoaktif madenler gözle görünmez ışınlar saçarken bir yandan da değişime uğruyorlar. Örneğin, uranyum atomları belirli bir süre içinde kurşun atomuna dönüşüyor. Dünyanın her yerinde eski kayaların kurşun bakımından çok zengin oluşu, araştırıcıların dikkatini çekmişti. Çok uzun bir süre önce bu kayalarda uranyum olduğu ve yavaş yavaş kurşuna dönüştüğü düşünüldü. Uranyumun değişerek bu kurşunu verebilmesi için ne kadar zaman geçeceği saptandı. Böylece milyarı aşan sayılar bulundu. Eski kayaların yaşı ortaya çıktı. Buna bağlı olarak da dünyamızın yaşı. Bu yöntem gitgide geliştiriliyor günümüzde. ─ Çok karışık bir iş! Azıcık düşüneyim. Aydın biraz düşündü: ─ Günümüzde atom endüstrisi öne geçtiğine göre, en önemli maden de bu endüstrinin temel taşı olan, uranyumdur. ─ İyi bildin Aydın! İşte Uranyum, Toryum ve Radyum, içinde bulundukları kayaların rengini değiştiriyorlar. Çoğunlukla kırmızıya çeviriyorlar. ─ Bu elimdeki taşta da böyle bir radyoaktif maden mi var diyorsun. ─ Olabilir, bu madenler demir yataklarıyla çok ilgilidir. ─ Tung, her gördüğümüz kırmızı taşta radyoaktif maden mi var diyeceğiz? ─ Öyle demiyorum. Bak sana anlatayım: Kalker beyazdır, değil mi? ─ Evet! ─ Eğer kalkerin pembe, kırmızı olduğunu görürsen bu bir işarettir; “Durun! Burada uranyum ve radyum var!” anlamına. Sen feldspatı bilir misin? ─ Tabii bilirim. Her yerde bulunan gri, sarı bir taştır. Bizim Gezegenimiz Dünya 111/144 Suzan Albek Bizim Gezegenimiz Dünya 112/144 Suzan Albek Aydın yatağının üstüne uzandı. Tung cebinden çıkardığı büyüteciyle kırmızı taşın uzun uzun inceledi. Aydın, Tung’a döndü: ─ Tung, sen çok iyi bir maden uzmanı olacaksın. Altın da arayacak mısın? YİRMİNCİ BÖLÜM BİR MEKTUP DAHA Tung bu söze çok güldü: ─ Altın arayıcısı olacağımı sanmıyorum. Hem biliyorsun, altın ağır bir maden olduğu için derinlerde. ─ Öyle ama ya sudan elde edilen altın? Denizde bile altın bulunuyor. Bizde de Manisa şehri yakınında küçük bir ırmak var. Eski çağlarda adı “Altın taşıyan”mış. Bir gezide gördüm bu ırmağı. İçinde altın gibi parlayan kum tanecikleri yüzüyor. ─ Olabilir! Pek çok nehir denizlere altın taşıyor. Bu nehirler çok derin kaynaklardan geliyordur belki. Ama yine de az. Çok derin kuyular açılsa belki altın kuşaklarına rastlanır. ─ Bu kadar çok altın çıkarılınca da değeri düşer. ─ Doğru onun için derin kuyular açıp altın aramayalım. ─ Yok! Yok! Ben yine isterim altın bulmayı. Sen istersen arama. Onbeş gündür Pasifik Okyanusu’nun ortasında çalkalanıp duruyoruz. Gezimizin son durağı Japonya’ya varmamıza az kaldı. Gemide sıkıldığımı sanma. Yapılacak o kadar çok iş var ki güvertede bir dakika boş gezsen hemen yakalanıyorsun, eline bir iş veriliyor. Okyanus’un akıntıları tuzluluğu, balıkları, rengi, sözün kısası her şeyi ölçülüyor. Per Kunt hiç görünmüyor ortada. Geminin en altında bir laboratuar var. Oradan denizin dibine elektronik dalgalar gönderiyor. Çok duyarlı aletleri varmış. Bizi hiç almıyor oraya. Bayağı merak ediyorum. Aydın bunu söyledikten sonra yine daldı düşlerine. ─ Petrol mü arasam? Uranyum mu? Yoksa altın mı? Ne dersin Tung? Tung? Tung? Neredesin? Akşamları toplantı salonunda haritalar, ölçü aletlerinin verdiği şerit şerit kâğıtlar ortaya çıkıyor. Bütün konular tartışılıyor. Bunları sana anlatmak çok güç. Yalnız özet olarak şunları aklında tut: Tung çoktan çıkmıştı kamaradan. Bizim Gezegenimiz Dünya 113/144 25 Ağustos 1973 Kardeşim Engin. Fırsat buldukça Kurt’la satranç oynuyoruz. Simun da gelip yanımızda duruyor. Arada gagasıyla satranç tahtasına vurarak oyuna karışıyor. Bu oyunda çok usta oldum. Gelince babama hiç oyun vermeyeceğim. Gezegenimiz Dünya, uzaydaki toz ve gaz taneciklerinin bir araya gelmesinden oluşmuş. Yani başlangıçta soğukmuş. Yaşı dört buçuk milyar. “Dünyanın dört buçuk milyar yaşında olduğunu nasıl bulmuşlar?” diye soracaksın. En eski kayalardaki uranyumun kurşuna dönüş süresini hesaplayarak bulmuşlar bu sayıyı. Bazı bilginler dünyamıza Suzan Albek Bizim Gezegenimiz Dünya 114/144 Suzan Albek düşen meteoritlerin de dört buçuk milyar yaşında olduğunu ve dünya ile aynı kökenden geldiklerini söylüyorlar. Ama çok kesin değil bu. Dünyanın yapısı şöyle: Yerkabuğu – Ara katman – Çekirdek. Biliyorsun dünyamızı çeviren atmosfer gazlardan oluşmuş. Yani, hafif şeylerden. Yerkabuğunda ise ara katmana göre daha hafif madenler var. Derine inildikçe madenlerin yoğunlukları artıyor. Neden? Bil bakalım! Bilemeyeceğine göre ben anlatayım: Dünya oluştuğu zaman yerçekimine uyarak ağır olan madenler derine iniyor. Hafif olanlar yükseliyor. Bu olay hep böyle sürüp gidiyor. Buna göre altın ve demir derinlerde. Belki de ara katmanda altın kuşakları var. Ne dersin? En yoğun madenler çekirdekte toplanmış. Demir ve nikel. Bunu kimse gözüyle görmedi elbet. Yalnız Dünya’ya düşen göktaşlarının çekirdeklerinin demir ve nikel olduğunu biliyoruz. Bu bir kanıt sayılır. Kıtaların nasıl oluştuğunu sana dönüşümde anlatacağım: Şimdilik şunu bil. Kıtalar gitgide büyüyor. Yırtık pırtık atlasını çıkar, kuzey ve güney Amerika’nın batı tarafına bak: Denize paralel sıra dağlar var. Bunlar hep birbirine eklene eklene Amerika kıtasını Pasifik’e doğru ilerletmişler. (Tabii milyonlarca yıl boyunca.) Öte yandan Asya’da da kıyıya paralel volkanik adalar doğmuş, Japon adaları. Bu duruma göre Pasifik küçülmemiş mi? Anlamadınsa da “Evet küçülmüş” de. Kızdırma beni. Buna karşın Atlantik Okyanusu ve Hint Okyanusu gitgide büyümüş. Sana anlattığım Wegener teorisini unutmadın değil mi? Bizim Gezegenimiz Dünya 115/144 Suzan Albek Uzay adamlarının ayın üstüne bıraktıkları “Laser-Reflektor” aracı, kıtaların birbirlerine karşı durumlarını öyle güzel gösteriyor ki Wegener teorisinin doğruluğunu kanıtlıyor. Ben Wegener’i çok sevdiğim için onun yerine sevindim. (Wegener sağ değil. 1930’da Grönland’da kaybolmuş.) Bu teorinin başka bir kanıtı daha var: Pasifik, Atlas, Hint okyanuslarının dibinde upuzun sırtlar var. Bunların ortasındaki derin yarıklardan magma fışkırıyor. Buralar sanki dünyanın dikiş yerleri. Kıtaların çatlayıp birbirlerinden uzaklaştıklarının kanıtları… Sana anlattığım gibi 300 milyon yıl önce kuzeyde Laurasia (Lavrasya), güneyde Gondvana diye iki kıta vardı. Aralarında da iç denizler bulunuyordu. Bu kıtalar bölünüp birbirlerinden uzaklaşınca şimdiki büyük okyanuslar doğdu. İşte okyanusların dibindeki magma fışkıran o hendekler bu parçalanmanın izleri. Bu konuyu kaç kez anlattım sana. Bir daha sakın sorma! Bu mektup çok uzun oldu. Japonya’ya çıkar çıkmaz postalarım. Ya da şimdi bir şişeye koyup ağzını sıkıca kapar, denize atarım. Sana varmaz mı dersin? Gözlerinden öperim. Aydın “Kurt ile Bettina gelecek yıl akarsularda botla yapacakları bir geziye beni de çağırıyorlar. Babam bırakır mı acaba?” Bizim Gezegenimiz Dünya 116/144 Suzan Albek yutuverdi. Şimdi suyun yüzünde birkaç tahta parçası, kibrit çöpü gibi yüzüyordu. Koca dalga orada durmadı, yürüyen bir duvar gibi tepelere doğru ilerlemeye başladı. YİRMİBİRİNCİ BÖLÜM TSUNAMİ BALIKÇI Nikamo her zamanki gibi gün doğmadan uyanmış, balık avı araçlarını alıp dışarı çıkmıştı. Ağlarını yükleyip kayığını denize itmek üzereyken uzaktan uzağa bir uğultu geldi. Nikamo durdu. Gökyüzüne baktı. Hava açık, rüzgârsızdı. Deniz yönünden gene bir uğultu geldi. O ana kadar dümdüz olan deniz birden kaynamaya başladı. Sürekli bir uğultu içinde sular yavaş yavaş yükseliyordu. Nikamo korkuyla çekilip evine doğru koştu. Kapıda karşısına çıkan karısına bağırdı: ─ Çabuk! Çocukları uyandır! Karısının “Ne var? Ne oluyor?” demesine kalmadan Nikamo çocuklarını sürükleyerek dışarı çıkardı. Uğultu daha da artmıştı. Nikamo: ─ Tsunami! Tsunami geliyor! Çabuk tepeye! Diye bağırdı. Yerde emekleyen en küçük çocuğunu omzuna aldı. Hep beraber tepeye doğru kaçmaya başladılar. Çocuklar korkuyla ağlaşıyor, arada dönüp denize doğru bakıyorlardı. Uğultu korkunç bir gürültüye dönmüştü. Sanki arkalarından yüzlerce asker rap rap ayaklarını vurarak yaklaşıyorlardı. Nefes nefese bir tepeye tırmanan Nikamo ve ailesi biraz dinlenmek için yere çöktüler. Ortalık ışımıştı. Denize doğru baktılar; denizin yerinde koskoca boz renkli bir duvar vardı sanki. Sudan bir duvar. En aşağı 20 metre yüksekliğinde bir dalgaydı bu. Bu koca dalga yaklaştı, yaklaştı, Nikamo’nun kayığını, evini bir saniyede Bizim Gezegenimiz Dünya 117/144 Suzan Albek Nikamo, karısı ve çocukları tekrar yukarı tırmandılar. Yüksek bir kayalığın tepesine vardıkları zaman büyük dalganın, biraz önce mola verdikleri tepeye yetiştiğini, ağaçları kökünden söküp köpük köpük yayıldığını gördüler. Ağlaşarak yere kapanıp kendilerini koruması için Tanrı’ya yalvardılar. Deniz durmadan uğulduyor, parçalanan dalganın arkasından gene duvar gibi gitgide büyüyen dalgalar geliyordu. Nikamo ailesiyle birlikte bütün gün dağlara doğru kaçtı. Yollarda kendileri gibi kaçan insanlara rastladı. Akşama doğru denizin uğultusunun, dalgaların erişemediği bir dağın doruğuna vardılar. Öbür kaçanlarla birlikte bir ateş yakıp çevresine oturdular. Çocuklar korkudan çeneleri titreyerek soruyorlardı: ─ Ne demek tsunami? Denizin dibindeki canavar mı? ─ O mu yolladı koca dalgaları? Nikamo şöyle dedi: ─ Deniz dümdüzken birden bire şişip, derinden derine uğuldamaya başladı mı tsunami geliyor demektir. Ben bunu bir kere de çocukluğumda gördüm ama bu kadar korkunç değildi. Güneş tanrısı bize çok kızmış olmalı bu kez. Böyle büyük dalgalar yolladı. Yaşlı bir balıkçı söze karıştı: ─ Ben çok tsunami gördüm. Babamdan işittiğime göre, yüz yıl içinde 350 kere gelmiş. Denizin dibinde büyük bir deprem olduğu zaman gelirmiş tsunami. Bizim Gezegenimiz Dünya 118/144 Suzan Albek Bütün bu anlatılanlardan sonra tsunamiyi yine de denizin dibinden gelen bir canavar olarak düşünen çocuklar, ateşin yanında, analarının dizlerine başlarını dayayarak uyudular. Ertesi sabah büyük kentlerden yardım gelmeye başladı. Her gün gazete okuyan bilgili kişiler Pasifik Okyanusu’nun öteki kıyısında “Şili” ülkesinde çok büyük bir deprem olduğunu söylediler. Anlattıklarına göre bu ülkede, yer yarılıp kentler içine batmış, denizde yeni adalar doğmuştu. * BU olay 21 Mayıs 1960’da geçmişti. 1973 yazında yüzen okul Fuji-Yama gemisinde Güney Amerikalı bilgin El Torbes, Şili depremini şöyle anlattı: ─ Şili’nin “Temuco” bölgesinde öğrencilerimizle birlikte bir araştırma gezisine çıkmıştık. O gece çadırlarımızda uyurken yerin altından gelen korkunç bir uğultuyla uyandık. Bunun ne olduğunu biliyorduk. Hemen öğrencileri başkente doğru yola çıkardık. Biz iki arkadaş beklemeye başladık. Yer altından gelen gürültüler top sesi gibi arttığı sırada gökyüzünde kıpkırmızı bir bulut belirdi. Karşımızdaki tepelerden biri yarılmış, ateş püskürmeye başlamıştı. Hemen cipe atlayarak kaçmaya başladık. Çevremizdeki bütün dağlardaki sönmüş volkanlar büyük bir gürültüyle patlıyorlar ve ateş püskürmeye başlıyorlardı. Böyle arka arkaya püskürmeye başlayan 14 volkan saydık. Bu bölgeden en kısa sürede kaçmamız gerekiyordu. Fakat volkanların çevresinde kaynar su fışkırtan kaynaklar doğmuştu. Bir yandan bunların çıkardığı su buharı bir yandan volkanların savurduğu küller ve kükürt gazı yolumuzu görmemizi engelliyordu. Geceyi cipin içinde sürekli Bizim Gezegenimiz Dünya 119/144 Suzan Albek sarsılarak geçirdik. Ertesi gün ortalık biraz aydınlanınca bir de ne görelim! İzlememiz gereken yol yok olmuştu. Bir süre kuzeyi bularak yol aldık. Gelirken gördüğümüz köylerin hiç biri yoktu. Bunların yerinde dibi görünmeyen kapkara oyuklar, çatlaklar vardı. Başkente vardığımızda bizim sağ oluşumuza herkes çok şaştı. Okulumuzdaki bütün sismograflar bozulmuştu. Dışarıdan aldığımız haberlerden depremin 12 şiddetinde olduğun öğrendik. Bu deprem Dünya’nın bütün deprem istasyonlarında kaydedilmiş. Metin Toprak şunu söyledi: ─ Evet Sinyor El Torbes, anlattığınız depremi, başladığından yirmi dakika sonra İstanbul’daki sismoloji enstitüsünden izledik. Sismograf o kadar büyük zigzaglar çizdi ki Dünya’nın bir yerinde çok büyük bir felâket olduğunu anladık. Vakit gecikmişti. Toplantı dağılmadan önce Okado söz aldı: ─ Deprem konusunda öğrencilerimiz ne düşünüyorlar acaba? Sinyor El Torbes konuşurken hangi sorular akıllarına geldi? Bettina – Ben depremin nedeninin kesinlikle belirtilmesini istiyorum. Kurt – Bence en önemli olan depremin önceden haber verilmesi… Deprem ne zaman, nerede, ne şiddette olacak? Atio – Deprem dalgaları ne kadar derinlikten yayılır? Aydın – En sık deprem olan yerler yani deprem kuşakları kesin olarak çizilmiş midir? Bunların dışındaki yerlerde bir deprem olmaz mı? Tung – Sismografı kim buldu? Mikio – Yanardağ püskürmesiyle depremler birbirlerine bağlı mıdır? Bizim Gezegenimiz Dünya 120/144 Suzan Albek Okado – Bütün bu sorularınız çok yerinde. Yalnız cevapları yine kendiniz vereceksiniz. Tam bir hafta içinde, Japonya’ya varmadan. Ben de bunlara bir soru ekleyeceğim: Depremler çok büyük felâketler doğurmuş, fakat bilime çok büyük bir yararları olmuştur. Bu yarar nedir? Şimdi hepinize iyi geceler. ─ İyi geceler! İyi geceler! * KAMARALARINA inerken Kurt, Aydın’a seslendi: ─ Görüyor musun? Kendi başımıza iş açtık. ─ Keşke sorulacak hiç bir şey yok, her şey anlaşıldı deseydik! ─ Hep Bettina’nın çokbilmişliği! İlk soruyu o sordu. Merdivenin üst başında onları dinleyen Bettina söze karıştı: ─ Haydi, haydi, tembeller! Gemide durmadan satranç oynayacağınıza azıcık kitap karıştırın. Bir de beni suçluyorsunuz. Kurt yarı şaka cevap verdi: ─ Sen de sabahtan akşama kadar güvertede güneşlenmeyi bıraksan da biraz bir şeyler öğrensen o kadar çok soru sormazsın. Haydi iyi geceler! YİRMİİKİNCİ BÖLÜM ÖDEV BİR hafta sonra Fuji-Yama’nın Pasifik Okyanusu’nda yaptığı büyük yolculuk sona ermek üzereydi. O akşam Japon adalarının ışıkları uzaktan görünmüştü. Okado salonda masanın başına oturmuş, öğrencilerin ödevlerini getirmelerini bekliyordu. Öğrenciler kapının önünde biraz fısıldaşıp duraksayarak içeri girdiler. Hocalarını selâmladılar. Önce Atio, Butio, Cutio öne çıkıp saygıyla Okado’nun karşısında eğildiler. Üçü birden ellerindeki kâğıtları uzatıp konuşmaya başladılar: ─ İngilizceyi biraz konuşabiliyoruz. Fakat yazacak kadar iyi bilmiyoruz. Onun için ödevimizi kendi dilimizde yazdık. Okado kâğıtları aldı, masanın üstüne koydu: ─ Diğer öğrenciler nasıl anlayacak bunları? Arkadan Mikio bir adım ilerledi, saygıyla eğildi: ─ Bana yazı yazmak çok güç gelir. Buna karşın sayıları çok severim. Onun için hangi yıllarda ne şiddetle depremler olmuş, bunlarla birlikte kaç volkan püskürmesi olmuş, sayılarla belirttim. Bütün sorulara karşılık değilse de… Okado biraz kızmış görünüyordu: ─ İyi, iyi. Bırak! Tung’a sıra gelmişti, o da saygıyla eğildi: ─ Yazı yazmak güç, resim yapmak kolay! Bütün sorularınıza resimlerle karşılık verdim. Bizim Gezegenimiz Dünya 121/144 Suzan Albek Bizim Gezegenimiz Dünya 122/144 Suzan Albek Öğrenciler yan gözle Tung’un uzattığı kâğıtlara baktılar; dalga dalga yayılan depremler, yer küreleri, sismograflar, birbirinden güzel renkli resimler. Kurt’a sıra gelince elindeki kâğıtları uzatarak: ─ Çok özür dilerim! Ödevimi yazı makinesinde yazmak istedim. Fakat galiba makineniz bozuk. Bütün “a” harfleri bir satır yukarıya fırladı. Aydın kıpkırmızı kesilmişti. Neyse ki Okado da gülmeye başladı. Başarısız ödev denemesi böylece sona erdi. Yine de Aydın’ın kâğıdı en iyi ödev olarak salondaki siyah tahtanın üstüne asıldı. Aydın Özbilen Depremler Okado kâğıtlara bir göz attı: ─ Öh! Öh! Pek okunaklı değil! Kurt ekledi: ─ Aksilik işte. Bettina’nın ödevini de makinede ben yazdım. Onunkinde de bütün “b” harfleri bir satır aşağıya düştü. Öğrenciler gülmemek için kendilerini zor tutuyorlardı. Bettina elindeki kâğıtları çabucak masanın üstüne koyup çekildi. Sıra Aydın’a gelmişti. Düzgün bir el yazısıyla İngilizce olarak yazılmış olan ödevini Okado’ya verdi. Okado bir süre kâğıtları okudu. Sonra Aydın’a döndü: ─ Sizi kutlarım. İstediğim gibi bir ödev bu, dedi. Aydın’ın elini sıktı. Aydın biraz kızararak bir şeyler söyledi: ─ Yalnız, şey… Şunu belirteyim ki… Bu benim İngilizcem değil! Cevapları hazırladım. Dayım İngilizceye çevirdi. Öğrenciler gülüşerek fısıldadılar: ─ Kopyacı! Kopyacı! ─ Cevapları da dayın mı verdi? ─ Açıkgöz! Açıkgöz! Bizim Gezegenimiz Dünya ─ Bir daha biz de dayımızla çıkalım geziye! 123/144 Suzan Albek 1 - Tanımı: “Bir iç basınç etkisiyle kayalarda oluşan bir kırılma” 2 – Deprem dalgaları suya düşen bir taşın çevresindeki halkalar gibi bütün yer yuvarlağına yayılırlar. Kırılmaların olduğu yer yani depremin merkezi çoğunlukla yüzeyden 50 kilometre derinliktedir. Bazı depremlerde ise merkez 100 – 150 kilometre derinlikte yani yerkabuğunun altındaki ara katmanın üstündedir. 3 – Deprem kuşakları Pasifik Okyanusu’nu çevreleyen kıyılar ve Alp-Himalaya dağ silsilesinin üstünden geçer. Bu yüzden Amerika’nın batı kıyıları, Japon adaları, Endonezya, Ortaasya, İran, Irak, Türkiye ve Balkan Yarımadası’nda çok şiddetli depremler olur. Bunun dışında örneğin Rusya’da (Avrupa Bölümü’nde) deprem çok seyrek ve hafif olur. 4 – Yukarıda sözünü ettiğimiz deprem kuşakları üstünde her zaman deprem olabilir. Ne zaman ve ne şiddetle olacağı bilinemez. Yalnız, deprem olmadan az önce o bölgede manyetik alanda değişme olur. Bu ölçülüp hemen haber verilebilirse biraz yararlı olabilir. Bazı hayvanlar da Bizim Gezegenimiz Dünya 124/144 Suzan Albek depremleri önceden sezerler: Kedilerin tüyleri havaya kalkar. Kuşlar deprem olacak yerden kaçarlar. YİRMİÜÇÜNCÜ BÖLÜM TOKYO’DA 5 – İlk sismografı 1897 yılında John Milne yaptı. FUJI-YAMA 5 Eylül sabahı Japonya’ya vardı. Öğrenciler yol arkadaşları Simun’u kaptana bırakmayı düşünmüşlerdi. Simun durumu anlamışçasına bir süredir kimsenin yanına yanaşmıyor, başı eğik, gagası kanatlarının arasında, köşesinde sessiz duruyordu. Ayrılırlarken bütün öğrenciler Simun’un kanatlarını, güzel tüylü başını okşadılar. O da arkadaşlarına uzun bacağını uzatıp pençesiyle ellerini sıktı ama arkalarından gitmedi. Her zaman yaptığı gibi güverteye çıkıp onları geçirmedi. Yalnız son öğrenci elini sallayarak yanından ayrılınca çatlak sesiyle uzun uzun öttü. Yolcular gemiden çıkarken bir süre bu garip ötüşünün yankılandığını duydular. 6 – Depremler ve volkan püskürmeleri her yerde bir arada olmaz. Yerin altındaki kayalarda büyük bir kırılma olduğu zaman bundan çıkan mekanik enerji, ısı enerjisine dönüşür. Kırılmanın yakınındaki kayalar erir. Volkan püskürmeleri olur. Bu durumda depremlerle volkan püskürmeleri birbirine bağlıdır. Pasifiğin çevresinde, Sicilya’da, İtalya’da durum budur. Diğer yerlerde iki olayın birbiriyle bağı yoktur. 7 – Deprem merkezinden yayılan dalgalar yerlerdeki kayaların cinsine göre hızlanırlar, yavaşlarlar yahut da yön değiştirirler. Yer altındaki büyük su birikintileri ise bu dalgaları hiç geçirmezler. Buna göre, deprem dalgaları ölçülerek, yer kabuğu ve ara katmanın yapısı incelenmiştir. 35 – 40 kilometre kalınlıktaki yerkabuğunda deprem dalgaları yavaş yayılır. Ara katmana geçince ise birden hızlanır. 2900 kilometre derinlikteki ara katmandan sonra çekirdeğe çarpan dalgaların bir kısmı çok hafifler, bir kısmı ise yanlara doğru saparlar. Hesaplara göre dünyanın çekirdeği demir gibi çok yoğun bir maddeden oluşur ve 3670 kilometre çapındadır. Sonuç olarak diyebiliriz ki depremler, dünyanın hiçbir şekilde göremediğimiz iç yapısını tanımamıza yaramışlardır. * EKİP Tokyo’da bir okul binasına yerleşti. Gezinin bu son aşamasında Japonya’nın yanardağları incelenecekti. Bunun için gerekli hazırlıkları yapmak üzere bir süre Tokyo’da kalınıyordu. Kurt, Aydın ve Bettina bundan yararlanarak ilk kez geldikleri bu güzel şehri tanımak istiyorlar, sabahtan akşama kadar durmadan geziyorlardı. Japon öğrenciler de onlara ev sahipliği ediyorlardı. Binbir renkli ağaçların, çiçeklerin yetiştiği parklarda dolaşmak, salıncaklara binmek, geceleyin fener alayları seyretmekle vaktin nasıl geçtiğini anlamıyorlardı. Tokyo’da ne deprem vardı ne de yanardağ! Yanardağlar kafalarının içindeydi. Ya Okado onları bu konuda sorguya Bizim Gezegenimiz Dünya 125/144 Suzan Albek Bizim Gezegenimiz Dünya 126/144 Suzan Albek çekerse? Ya gene bir ödev verirse? Bu son beraberlik günlerini kütüphanede geçirmek yazık olurdu doğrusu. Bunun için bir çare düşündüler. O sabah yola çıkmadan toplanıp usul usul konuştular. ─ Bu akşam 22’de kitaplıkta ─ Unutmayın. Tam 22’de. ─ Hepiniz gelin! Bu işin şakası yok. * AKŞAM saat tam onda okulun kitaplığına önce Bettina girdi. Kucağında bir koca demet krizantem vardı. Onları masanın ortasındaki vazoya özenle yerleştir. Rahat bir koltuğa geçti, oturdu. Az sonra Aydın’ın dışarıdan neşeli sesi duyuldu. Elinde bir sürü paketle içeri girdi: “Bettina! Bak neler aldım!” diye kutuları açmaya başladı. ─ Anneme bir yelpaze… Babama el feneri, Engin’e pille işleyen bir uzay gemisi… Kendime de… Bak, bak Bettina! Bayılacaksın! Aydın son kutuyu yavaş yavaş açmaya girişti. Bettina merakla bakıyordu. Kutudan deri bir kılıf içinde, küçücük, güzel bir fotoğraf makinesi çıktı. ─ Yanardağ kraterinde hepinizin resmini çekeceğim bununla. Dumanlar içinde. Bettina, Aydın’ın umduğu kadar ilgilenmemişti küçük makine ile. Gözü kapıda öteki öğrencileri bekliyordu. “Peki, nerede kaldı bunlar?” demesine kalmadan, kapı açıldı. Atio ile Butio tepesinden dumanlar çıkan bir şeyi kulplarından tutmuş getiriyorlardı. Aydın ile Bettina, “A! A! Bu da nesi!” diye bağırarak yeni gelenlere doğru koştular. Aydın: Bizim Gezegenimiz Dünya 127/144 Suzan Albek ─ Bildim! Bildim! Semaver bu! Benim büyükannemin de var İstanbul’da. Bu, üstünden, yanlarındaki deliklerden buharlar çıkaran parlak, işlemeli bir semaverdi. Bettina hayatında ilk olarak böyle bir şey görüyordu: ─ A! A! Tıpkı yamaçlarından dumanlar çıkan bir volkana benziyor! Ne işe yarar bu garip şey? Bettina bunu söylerken Cutio arkasından yavaşça yaklaşmıştı. Elinde, üstü yaldızlı canavar resimleriyle süslü, kırmızı bir çaydanlık vardı. Bunu semaverin üstüne oturttu: ─ İşte bu işe yarar! Semaver yavaş yavaş tıkırdamaya başlamıştı bile. Atio bir dolaptan çay fincanlarını çıkarttı. Masanın üstüne dizdi. Kurt ile Mikio ve Tung görünürlerde yoktu. Hepsi oturup beklemeye başladılar. Az sonra dışarıdan hafif bir müzik işitildi. Aydın koşup kapıyı açtı. Tung karşısında elinde kocaman bir fenerle duruyordu. Fener hafif hafif dönerken kırmızı yeşil ışıklar saçıyor, bir yandan da rüzgâr sesi gibi hiç duyulmadık bir müzik yayıyordu. “Bu feneri iki yüz yıl önce dedemin babası yapmış” dedi, Tung. “Bir eşi yok Dünya’da. Bu akşamlık getirdim size.” Hepsi neşeyle bağırdılar: ─ Yaşa, Tung! Yaşa! Bu sırada Kurt ile Mikio da içeri girmişler, masanın ortasına büyük bir pasta koymuşlardı. Dağ biçimindeki pastanın doruğundan eteklerine doğru çikolatadan lavlar akıyordu. Mikio oturmadan söz başladı: Bizim Gezegenimiz Dünya 128/144 Suzan Albek ─ Arkadaşlar! Hemen konumuza girelim: Yanardağımıza. Daha önce konuştuğumuz gibi hazırlıklı olursak gezimizin bu son günlerinde ödev vermezler bize. Kurt – Sözün kısası, konuyu bilelim, açık vermeyelim. Tung – Bilmediğimizi de biliyormuş gibi görünelim! Bettina – Öyle şey olmaz. En iyisi güzelce çalışalım hep beraber. Ben yanardağın oluş nedenini bile bilmiyorum. Aydın – İyi ya işte. Biz de buraya bunun için toplandık. Bilenler bilmeyenlere öğretsin diye. Kurt haydi başlayalım. Biz sadece Avrupa’daki Vezüv, Stromboli ve Etna’yı tanıyoruz. Mikio – Biliyorsunuz Japonya, Dünya’yı çevreleyen “T” fay kuşağı üstünde. Bu “T”nin birleştiği yerde Endonezya ve Melanezya’da en etkin volkanlar var. Onları bir yana bırakalım. Bizde etkin olan en önemli volkanlar Asama, Aso, Kirishima, Sakura-Jima!.. Aydın – Ya bizim gemiye adını veren Fuji-Yama? Mikio – O sönmüş bir yanardağ. Bizim kutsal dağımız. Yarın tırmanacağımız Aso, 1690 metre yüksekliğinde. Çok büyük gürültülerle patlamıyor artık. Usul usul tütüyor. Bettina – Nasıl tüttüğünü yarını görürüz. Sen bana, yanardağın o akkor halindeki eriyik maddeleri nereden bulduğunu, bu kadar büyük bir güçle nasıl fırlattığını söyle. Tung – Canım işte Dünya’mızın içi ateş dolu ya! Yerkabuğunun zayıf bir noktasını bulunca bu ateş fışkırıyor, yanardağ oluyor. Mikio – Tung! Sus! Sus! Saçmalama! Kurt – Bu varsayım, senin dedenin o feneri yaptığı çağdan kalma. Eğer, Okado’nun yanında bunun sözünü edersen bittik. Bizim Gezegenimiz Dünya 129/144 Suzan Albek Tung – Canım, şaka ettiğimi biliyorsunuz. Siz yine doğrusunu anlatın! Mikio – En son teorilere göre yerin altında yanardağları besleyen ocaklar var. Bunlar çok derinde değil. Ortalama 50 kilometrelik derinlikte. Bettina – Öyleyse, yerkabuğunun bitip ara katmanın başladığı yerde. Atio – Bazı Japon volkanlarının ocağı yüzeyde. Ancak 2 kilometre derinlikte. Butio – Tung’un dediği gibi yerkabuğu bir ateş denizi üstünde yüzmüyor. Birbirinden ayrı küçüklü büyüklü ısı kaynakları var. (Atio ve Butio’nun konuşmalarını Mikio İngilizceye çeviriyordu.) Aydın – Şimdi bir sorun var: Bu ısı kaynakları nasıl doğuyor? Magma nasıl oluşuyor? Durup dururken kayalar neden eriyik hale geçsin? Mikio – Bu çözülmesi çok güç bir sorun. Bir kere, senin deprem ödevinde yazdığın gibi mekanik enerjinin ısı enerjisine dönüşmesi var. Ana katmandaki kayaların kırılma ve çökmesinden hem depremler oluyor hem de ortaya çıkan ısı enerjisi magmayı oluşturuyor. Fakat bu her yer için geçerli değil. Kurt – Yerin altında pek çok radyoaktif kaya var. Bunların yaydığı ısı magma ocakları oluşturabilir. Cutio – Derinlerde atom patlamaları olamaz mı? Sadece insanlar mı atomu parçalar? Doğada atom, kendi kendine parçalanır belki de. Bundan da kimbilir ne büyük bir güç doğar! Aydın – Ya elektrik? Yerin altında elektrik akımları olduğunu çok kere okudum. Yalnız yerin altında değil, denizlerde de kendi kendine dolaşan elektrik akımları var. Örneğin Kuzey Denizi’nde. Bunlara serseri akımlar diyorlar. Yerkabuğunun Bizim Gezegenimiz Dünya 130/144 Suzan Albek altındaki çok güçlü elektrik akımları olduğuna göre, bunlar aralarında dolaştıkları kayaları etkilemez mi? Hele ıslak kayalar akımı çabuk geçirir. Bunların kızışıp elektrik ocağı gibi ısı saçtığını düşünün! Sonunda da gümbür gümbür patlarlar elbet. Mikio – Aydın sen yer altı elektriğine çok meraklısındır, biliyorum. Ama elektrik gücünün yanardağları doğurduğu kanıtlanmamış. Kurt – Ya uzaydan gelen manyetik dalgalar? Güneşin üzerindeki patlamalar? Bunlar, Dünya’nın üstünü etkilediği gibi içini de etkilemez mi dersiniz? Kozmik (evrenle ilgili) olaylarla dünyamızda olup bitenler birbirine çok bağlı. Mikio – Bu konuları bütün dünya bilginleri durmadan tartışıyorlar. Yanardağların oluşumu hakkında da henüz kesin bir şey söyleyemiyorlar. İsterseniz… Tung – İsterseniz çaylarımızı içelim artık. Bettina – Durun! Bir sorum daha var. Sonra hocalara sorarsam başımıza iş açtınız dersiniz. Ben pek fazla volkan görmedim, bana birkaç volkan tipi sayar mısınız? Mikio – Buraya gelirken sis olduğu için göremedik. Tokyo’nun güneyinde denizin içinden püsküren bir yanardağ var. Bettina – Ne güzelmiş, keşke görebilseydik! Atio – Ben size daha meraklı bir şey anlatayım: Çiftçi Gonzales’in başına gelenleri biliyor musunuz? ─ Hayır bilmiyoruz, anlat... Kim bu Gonzales? Atio – Gonzales Meksikalı bir çiftçi. 1943 yılında her gün yaptığı gibi erkenden tarlasını sürmeye gitmiş. Az sonra tarlanın ortasında koskoca bir oyuk belirmiş. Gonzales korkudan sabanını attığı gibi kaçmış. Bir ağacın üstüne çıkmış. Bir de bakmış ki o oyuktan dumanlar çıkıyor. Ondan sonra bir patlamayla başlamış lavlar, taşlar fırlamaya. Bizim Gezegenimiz Dünya 131/144 Suzan Albek Günlerce püskürmüş bu tarla volkanı. Lavlar dört yana dere gibi akmış. Zavallı Gonzales’in tarlası da püskürük kütlelerin yığılmasıyla 450 metre yüksekliğinde bir yanardağ olmuş. Bettina – Ben okudum bunu. Yanardağın adı da Paracutin. Mikio – Bu kadar bilgi hepimize yeter. Bettina sen pastaları dağıt. Ben de çayları koyayım. Kurt – Benim de bir sorum var: Granitle bazaltın püskürük kayalar olduğu kesin mi? Tung – Elbette. Granit yeryüzüne çıktığı zaman eriyik halde imiş, soğumasının çabukluğu ya da yavaşlığına göre içinde billurlar oluşmuş. Aydın – Marmara Denizi’nden geçerken size gösterdiğim Uludağ da sönmüş bir yanardağ. Oradan çok granit çıkarılır. Bettina – Ne güzel çaymış bu! Kurt – Pasta da nefis! Atio – Bir dakika! Bir dakika! Çaya, pastaya dalıp çok önemli bir şeyi unuttunuz. Yanardağların yararlı yönünü ne yapıyorsunuz? Mikio – Sahi… Okado bizi bu soruyla yakalayabilir. Çabuk, açıklayın bunu! Kurt – Ben söyleyeyim: Yanardağların püskürmesiyle pek çok maden ve maden tuzları yeryüzüne çıkmış oluyor. Lavların ve püskürük kayaların zamanla aşınmasıyla toprağa pek çok maden karışıyor. Bereketli topraklar oluşuyor. Demek ki milyonlarca yıldır etkin olan volkanlar, dolaylı olarak yiyecek ve giyeceğimizi sağlıyor. Mikio – Volkanların çevresinde oluşan sıcak su kaynakları da yeryüzüne bol bakır ve demir tuzları taşıyorlar. Bunların çökmesiyle maden yatakları oluşuyor. Butio – Bütün bunlar çok doğru ama… Bir de kızgın lavların bağınızın, bahçenizin üstüne aktığını düşünün. Lav deresi Bizim Gezegenimiz Dünya 132/144 Suzan Albek arkada, siz önde kimbilir nasıl kaçarsınız! Biz gördük öyle olayları. Tung – Şimdi bizim semaver patlayıp hepimizi duman içinde bırakacak neredeyse. Deminden beri pof pof edip duruyor. Haydi çaylar! Çaylar! Kim ister başka? Aydın – Hepimiz aldık Tung! Çok iştahlısın, hep yiyip içmek istiyorsun. Çevir şu fenerini bakalım, hem müzik çalsın hem ışık saçsın. Toplantı böylece neşe içinde gece geç saatlere kadar sürdü. Tung’un dedelerinden kalma fener onlara Japonya’nın bütün rüzgârlarının türkülerini söyledi. Dağ pastanın beyaz kremadan karları çabucak eridi. Dumanlar savuran semaver yavaş yavaş soğudu, sesi kesildi. YİRMİDÖRDÜNCÜ BÖLÜM YANARDAĞLAR YERBİLİMCİLER uzun bir yolculuktan sonra, Aso yanardağına pek uzak olmayan bir köye yerleşmişlerdi. Geceyi orada geçirdikten sonra güneş doğarken sırtlarında çantaları, ellerinde baston ve kazmalarıyla dağa tırmanmaya başladılar. Öğrencilerin çeşitli görevleri ve ona göre aletleri vardı. Aydın ve Mikio kraterden çıkan volkan gazlarını özel tüplere dolduracaklardı. Kratere girebilmek için oksijen tüpü ve gaz maskesi taşıyorlardı. Diğer öğrenciler kraterin çevresindeki donmuş lavlardan örnekler alacaklardı. Yanardağın yamaçları engebeliydi. Ayaklarında çok sağlam dağ ayakkabıları olduğu halde yürümekte güçlük çekiyorlardı. Ayrıca pek çoğu mide bulantısı ve baş ağrısından şikâyet ediyordu. Köyden yanlarına katılan rehber “Buraya gelen bütün gezginlerin başına gelir bu” diyordu. Okado; ─ Volkandan çıkan gazlar yapıyor bunu. Az sonra alışırsınız, dedi. Bettina çok yorulmuştu. Bir kayanın üstüne oturdu: ─ Sizinle gelemeyeceğim galiba, çok başım dönüyor. Aydın, Bettina’ya gayret vermek için bir şaka yapmak istedi: ─ Bettina, dayanıklı bir yerbilimci olduğunu kanıtlamazsan Kurt sana elmas nişan yüzüğü almaz, biliyorsun! Bettina zorlukla gülümsedi. As sonra da kayanın üstüne boyluboyunca uzandı, kaldı. Okado: ─ Bayıldı. Yardım edin! Dedi. Bizim Gezegenimiz Dünya 133/144 Suzan Albek Bizim Gezegenimiz Dünya 134/144 Suzan Albek Aydın’la Kurt, Bettina’nın başına ıslak mendil koydular, kendine gelmesi için uğraştılar. Fakat Bettina yürüyecek halde değildi. Kurt onunla beraber kalmak zorundaydı. Okado, onlara köye dönmelerini söyledi, sonra ekledi: ─ Başka gelmeyecekler varsa şimdiden dönsünler. Daha çok güçlükler var önümüzde. Tung’la Aydın gülmekten kendilerini alamayarak Mikio’nun üstünü başını silkelediler, uzaklaşmış olan gruba yetişmek üzere koşmaya başladılar. Yanlarına vardıkları zaman Okado sert bir sesle: ─ Çok konuşuyor, düzenli yürümüyorsunuz. Bundan sonra tek sıra arkamızdan geleceksiniz. Haydi, marş!” dedi. Tung, yavaşça Aydın’a sordu: ─ Neymiş bu güçlükler acaba? Dönsek mi ne dersin? ─ Ben dönmem. Japonya’ya bunun için geldim. Sen istersen dön. Bir şey olursa elbet bize yardım edecek bulunur, dedi Aydın. Metin Toprak, Aydın’a dönerek sordu: ─ Ne oldu? Mikio neden bağırdı öyle? ─ Mangala düştü de ondan? Pantolonunun arkasına bakın! Yerbilimcilerden bir grup zaten Tokyo’da kalmıştı. Bu yüzden kratere kadar tırmanmayı göze alanlar sadece on kişiydi. Yükseldikçe hafif bir rüzgâr çıkmıştı. Soluk almak daha kolay oluyordu. Buna karşın ayaklarının altındaki kayalar gitgide ısınıyordu. Bir ara Tung bağırdı: ─ Ay! Galiba ayakkabılarım yanıyor! Ayaklarım ateş kesildi! Mikio, Tunga’a döndü: ─ Bütün ağırlığınla lap lap basma. Şöyle ayağının ucuyla kayaların üstünden sekeceksin. Bak, benim gibi! Mikio bunu söylerken gerildi karşıdaki bir kayaya doğru sıçradı. Sıçramasıyla da iki kaya arasındaki boşluğa düşmesi bir oldu. “Pof!” diye bir ses işitildi. Bir kül bulutu sardı çevresini. Mikio, “Ay yanıyorum!” diye bağırarak ayağa kalktı, sıçramaya başladı. Pantolonunun arkası simsiyah olmuş ve yer yer yanmıştı. Az önce düştüğü küller arasından kıvılcımlar görünüyordu. Bizim Gezegenimiz Dünya 135/144 Suzan Albek Metin Toprak güldü: ─ Mangala düşmek bir şey değil, şimdi fırına gireceğiz. Gruptan ayrılmayın. Her yanda sıcak kül yığınları var. * KRATERE vardıkları zaman hepsi soluk soluğa idiler. Fakat oturup dinlenmediler. Hemen iş bölümü yapıldı. Tung kraterin içine girmeye hiç niyetli değildi. ─ Ben burada kalıp resim çekmek istiyorum, dedi. Aydın, çantasını Tung’a uzattı: ─ Bu sende kalsın. Dikkat et! Fotoğraf makinem ve bütün gezi notlarım içinde. ─ Sen merak etme, ben buradan ayrılmayacağım. Tung bunu söyleyerek Aydın’ın çantasını özenle ayağının dibindeki kayanın üstüne koydu. Atio, Butio, Cutio kraterin öbür yamacına, donmuş lavların bulunduğu yere geçeceklerdi. Fakat rüzgâr o kadar güçlü esiyordu ki o yöne adım atsalar uçacaklardı sanki. Rehber kalın bir ip getirmişti. Hepsini bellerinden bağladı. Bizim Gezegenimiz Dünya 136/144 Suzan Albek Ellerindeki kazmaları, kayalara saplaya saplaya kraterin öbür yanına dolandılar, gözden kayboldular. Metin Toprak, Aydın ve Mikio kraterin içine ineceklerdi. Sivri kayaların arasından bir baktılar, kraterin dibi duman içindeydi. Aydın irkilerek geri çekildi. Metin Toprak; ─ Aydın, istersen inme! İneceksen de çabuk olalım. Volkan şu anda sakin görünüyor, dedi. Aydın, gaz maskesini takmaya uğraşıyordu: ─ Tabii ineceğim. Yalnız şu maskeyi takmama yardım edin! Metin Toprak, Aydın’la Mikio’nun gaz maskelerini ve oksijen tüplerini yerleştirirken sıkı sıkı tembih etti: ─ Kraterin iç yan yüzeyinden yavaş yavaş aşağı kayacağız. Fakat en fazla 5 metre kadar. Aşağıdaki yoğun dumanlara yaklaşmak yok. Tüpleri penslerle uzatacaksınız. Gaz dolar dolmaz hemen çekip kapatacaksınız. Biliyorsunuz oksijenimiz ancak yirmi dakikalıktır. Bunun içine yukarı tırmanma süresini de koyun. Haydi, hazır mısınız? Mikio ile Aydın başlarıyla işaret ettiler. O sırada Okado koşarak yanlarına geldi: ─ Çabuk olun! Bu volkan her an gaz ve ateş püskürebilir. Hemen inin, en ufak bir gürültü duyarsanız yukarı çıkın. Metin Toprak, Aydın ve Mikio elleriyle selâm verdiler. Çeviklikle kayaların üstünden atlayarak kraterin iç yüzüne geçtiler. Kendilerini bırakıp hafifçe kaymaya başladılar. Aşağısı bir duman deniziydi. Aydın çevresinde bu dumanın yoğunlaştığını anlayınca belindeki çengeli bir kayaya takarak durdu. Uzun maşanın ucuna tüpü takıp işe koyuldu. Bizim Gezegenimiz Dünya 137/144 Suzan Albek İlk tüpün içi sapsarı bir dumanla dolmuştu. Hemen kapayıp belinde takılı kutuya bunu yerleştirdi. Sonra yön değiştirip bir çatlaktan azar azar sızan bir dumana tüpün ağzını dayadı. Bu mor renkli bir gazdı. Aydın böylece çeşitli yerlerden 8 tüp doldurdu. Az ötede Mikio, tutundukları yüzeye uzun saplı birçok termometre saplamıştı. Bunları birer birer çekiyor, hemen not alıyordu. Basınç ölçüleri alacak olan Metin Toprak görünmüyordu. Bir ara aşağıdan hafif bir duman yükseldi. Mikio da görünmez oldu. Aydın son tüpü uzatmış doldurmak üzereydi ki derinden tiz bir ıslık sesi geldi. Ses büyüdü, büyüdü, bütün kayalarda çın çın öttü. Aydın elindeki maşayı ve tüpü fırlatarak yukarı doğru tırmanmaya başladı. İki kayanın arasından bir el uzandı, Aydın’ı çekip dışarı fırlattı. Sonra her yer kapkaranlık oldu. Aydın gözünü açtığı zaman tepesinde dallarlı simsiyah kuru bir ağaç gördü. Hemen elini beline götürdü. Tüp kutusu duruyordu. Birden aklına Mikio ile dayısı geldi. Acaba kraterin içinde mi kalmışlardı? ─ Mikio! Dayı! Neredesiniz? Bir el Aydın’ın kolunu tuttu, Aydın o yana baktıü, Okado yanında ona gülümsüyordu: ─ Sakin ol Aydın! Bir şey yok! ─ Dayımla Mikio neredeler? ─ Merak etme! Onlar senden önce kraterden çıkmışlardı. Seni onlarla beraber taşıdık buraya. ─ Ya ben nasıl çıktım? Hiç bilmiyorum. Kraterin dibinden ses gelince korkudan bayılmışım herhalde. Oysa, o kadar korktuğumu da sanmıyorum. Bizim Gezegenimiz Dünya 138/144 Suzan Albek ─ Hayır, korkudan değil, oksijensizlikten bayıldın. Çiçek toplar gibi renk renk gaz toplamışsın. Bu arada oksijenin yavaş yavaş tükendiğini hiç düşünmemişsin. Neyse ki o sırada volkan uyandı da seni dışarı attı. Aydın rahatlamış, kendine gelmişti. Eli, yüzü, saçları toprak içindeydi. Kalktı, silkelendi. ─ Neredeler şimdi onlar? İndiler mi? ─ Hayır, yukarıdalar. Çünkü yanardağın kuzey yamacında olanlar güç durumdalar. Rüzgâr, püsküren kül ve gazları o yöne atıyor. Onlar da korunmak için aşağı yara kaymışlar. Şimdi kratere yaklaşmadan ip atıp onları yukarı çekmek gerekiyor. Bu haberi Atio’nun radyo vericisinden aldım. ─ Biz de gidelim yardıma öyleyse! ─ Hayır, sen görevini yaptın. Tung ve başkaları da var yukarıda. Biz aşağıya inelim. Gecikirlerse köyden yardım yollarız. Hem rüzgâr dönerse, püskürme bizim üstümüze yağar bu kez. ─ İsterseniz köyden yardım alıp yukarı çıkabilirim. Ne dersiniz? Dedi. Bugün biz köyde dolaştık. Bir düğün varmış. Aso dağından indiğimizi söyleyince bizi tanrı misafiri gibi karşıladılar. Akşama kadar bırakmadılar. ─ Bana da ipek bir mendil ve yelpaze armağan ettiler, dedi Bettina. Okado gökyüzüne baktı. Çok uzakta bir kızıllık vardı. ─ Dağda önemli bir patlama olmalı. Bakın Aso arada bir, hafif hafif kıvılcım saçıyor. Arkadaşlarımızın başına bir şey geldiğini sanmıyorum. Yanlarında rehber var, gelmezlerse gidersiniz. * ODALARINA çekildikleri zaman Aydın yorgunluğuna rağmen uzun süre uyuyamadı. Dünya bizim evimiz! Her yerini biliriz Altını üstüne getiririz! Okado sözünü bitirmeden yukarıdan koskoca bir kaya paldır küldür yuvarlandı. Dayandıkları ağacın dalları takırdadı. Okado ile Aydın hemen ayağa fırlayarak iniş yolunu tuttular. Yola indikleri zaman akşam olmuştu. Az sonra gelen küçük bir otobüsle köye vardılar. Bir gece önce kaldıkları otelin bahçesinde Kurt ile Bettina koşarak onları karşıladılar. Bettina Aydın’ı görünce bağırdı: ─ Aydın! Ne oldu sana? Rengin yemyeşil! Aydın pek yakından gelen bu şarkıyı duyunca yatağından fırladı. Pencereye koştu, açtı. Mikio ve A-B-C otelin bahçesindeydiler. Mikio elindeki kalın ipi yukarı fırlatarak seslendi: ─ Haydi Aydın! Çek bizi yukarı! Aydın güldü: ─ Korkma Bettina, bir şey yok. Yeşil gaz yuttum da ondan oldu. Aydın sevinçle bağırdı: ─ Durun! Geliyorum aşağıya! Otelin bahçesinde çiçekler arasında kurulmuş masaya yerleştikleri zaman Okado düşünceliydi. Kurt; Bizim Gezegenimiz Dünya 139/144 Suzan Albek Bizim Gezegenimiz Dünya 140/144 Suzan Albek Az sonra hepsi otelin salonunda toplanmışlardı. Yeni gelenler çok yorgundu. Üstleri başları parça parçaydı. Gene de hepsi memnundu. Aso’nun çok zor geçilen kuzey yamacından torbalarla lav, kaya parçaları toplamışlardı. Aydın’ın birden aklına bir şey geldi, hemen Tung’un yanına koştu: ─ Tung, ben sana çantamı vermiştim. Nerede o? Tung biraz durakladı. ─ Bütün gezi notlarım, yeni aldığım fotoğraf makinem içindeydi. Yoksa bir yerde mi unuttun? ─ Yok… Yok… Bir yerde bırakmadım, işte… ama şey… ─ Ne şeyi? Ver çabuk çantamı. ─ Dur Aydın, al işte! Tung bunu söyleyerek Aydın’a kapkara, yanık paçavra gibi, sapı kopuk bir çanta uzattı. ─ A! A! Bu benim çantam değil. Nedir bu? ─ Aydın, kusura bakma! Çantanı üstüne koyduğun kaya çok sıcakmış. Çantanın bezi yanıp kokunca anladım işi. Notlarına bir şey olmamış. Biraz köşeleri yanmış. Fotoğraf makinen… Aydın öfkeyle çantasını çekti, karıştırmaya başladı. Hemen fotoğraf makinesini buldu, çıkardı. ─ Neyse, makineme bir şey olmamış! ─ Çok özür dilerim! Ben o notları geceleri okur; temize çekerim. Aydın’ın kızgınlığı biraz geçmişti: ─ Tung, bizde emanet edileni korumak çok önemlidir. Sizde öyle değil midir? ─ Bizde de öyledir. Sen yine dua et. Sonradan Mikio o kayanın sıcaklığını ölçtü. Kaç derece çıktı biliyor musun? 400 derece. Eğer o kokuyu duymasaydım, senin makinen çoktan kül olmuştu! ─ Sen de bana o zaman makinemin yerine, dedelerinden kalma müzikli fenerini verirdin. O sırada yanlarına gelen Metin Toprak söze karıştı: ─ Yaptıklarınızla acemi yanardağcılar olduğunuzu gösterdiniz. Gelecek kez daha dikkatli olursunuz. * OTELİN salonunda konuşmalar gece yarısına kadar sürdü. Sonra hepsi odalarına çekildiler. Ertesi sabah gökyüzü berrak, her yer sessizdi. Bahçede yaptıkları güzel bir kahvaltıdan sonra yer bilimciler, Tokyo’ya doğru yola çıktılar. Gerçekten fotoğraf makinesi deri kılıf içinde pırıl pırıl duruyordu. Notlara gelince… Hepsi sararmış, köşeleri kıvrım kıvrım olmuştu. Bazın yerleri okunmuyordu. Tung Aydın’ın öfkesini yatıştırmaya çalışıyordu: Bizim Gezegenimiz Dünya 141/144 Suzan Albek Bizim Gezegenimiz Dünya 142/144 Suzan Albek * YİRMİBEŞİNCİ BÖLÜM ….. VE SON 23 EYLÜL 1973 GÜNÜ, Metin Toprak’la Aydın Özbilen, Tokyo’dan ayrılıyorlardı. Kurt, Bettina ve Emilia van Loon da onlarla aynı uçakta İstanbul’a gelecekler, oradan Frankfurt’a geçeceklerdi. O sabah erkenden Okado ve Japon öğrenciler havaalanına gelmişlerdi. 24 EYLÜL günü Özbilenler, Aydın’ı havaalanından alıp eve geldiklerinde hava kararmıştı. Aydın evine dönme kıvancıyla yüreği çarparak bahçenin demir kapısını açtı. O anda üstüne bembeyaz, top gibi bir şey atıldı. Aydın’la Engin bir ağızdan bağırdılar: ─ Mika! Mika! Neredeydin sen? BİTTİ Uçağa giriş kapısının önünde toplanan öğrenciler birbirlerine mektup yazacaklarına söz verdiler. Adresleri yeniden gözden geçirdiler. Kurt ile Bettina onları gelecek yaz Emilia van Loon ile Avrupa nehirlerinde botla yapacakları geziye çağırdılar. Tung yavaş yavaş şarkılarını söylemeye başlamıştı. Diğerleri de ona katıldılar. Dünya bizim gezegenimiz, Her yerini gezeriz, Altını üstüne getiririz. Hepsi üç ay boyunca beraber gezip eğlendikleri arkadaşlarından ayrıldıkları için üzgündüler. Şarkının sonunu getiremediler. Aydın, Kurt ve Bettina arkadaşlarının tekrar ellerini sıkıp son anda uçağa koştular. Tung, Mikio, Atio, Butio, Cutio uzun süre arkalarından el salladılar. Uçak havalandı. Az sonra, Japon adaları dumanları tüten yanardağlarıyla bulutların altında görünmez oldu. Bizim Gezegenimiz Dünya 143/144 Suzan Albek Bizim Gezegenimiz Dünya 144/144 Suzan Albek