DİKİZLEME ÇAĞI VE BIG BROTHER
Transkript
DİKİZLEME ÇAĞI VE BIG BROTHER
tam: 5 öğrenci: 2 DİKİZLEME ÇAĞI VE BIG BROTHER BİZİM ÜTOPYALARIMIZ VAR SOSYAL MEDYANIN GÜLLER AÇAN DALLARI BÜYÜK VERİ VE MAHREMİYET SORUNU RÖPORTAJ ~ ALİ URAL: “OKUMANIN HER ZAMAN KAZANDIRACAĞINI DÜŞÜNMÜYORUM” RAMAZAN ÇELİK . NECMİ GÜRSAKAL . SERTAÇ DALGALIDERE . KADİR METİN AKBAŞ MUHAMMET ATALAY . ADALET CANLI AKBAŞ . AYBÜKE EKİCİ . MUSTAFA ASLAN CEM SÖKMEN . İSKENDER GÜMÜŞ . YASİN ÇAKIREL . BURÇİN AYDOĞDU SAYI: 1 / OCAK 2016 Ayda bir yayınlanır İmtiyaz Sahibi ve Sorumlusu Recep Çakırel Genel Yayın Yönetmeni Kadir Metin Akbaş Yayın Danışmanları Prof. Dr. Necmi Gürsakal Yrd. Doç. Dr. İskender Gümüş Yayın Koordinatörü ve Görsel Yönetmen Sertaç Dalgalıdere Kapak Fotoğrafı Simon Stratford / freeimages.com Yayın Kurulu Yrd. Doç. Dr. Ramazan Çelik Dr. Muhammet Atalay Burçin Aydoğdu Yasin Çakırel Adalet Canlı Akbaş Cem Sökmen Mustafa Aslan Enes Eryılmaz Yılmaz Kus Tacettin Turgay Hukuk Danışmanı Av. Ayşegül Dalgalıdere İstanbul Temsilcisi Av. Aybüke Ekici Basım Yeri İn. Adına Gazetecilik Mat. Rek. Org. San. ve Tic. Ltd. Şti. Ofset Tesisleri. Yılmaz Mahallesi. İsmail Hakkı Yücel Sk. No 1/B Lüleburgaz / Kırklareli Tel: 0288 412 45 74 - 412 29 57 Fax: 0288 417 44 47 Yönetim Yeri Demirtaş Mahallesi, Koşuyolu Ara Geçidi, No: 17 Kırklareli Merkez. İletişim [email protected] twitter: @katidergi Dergideki yazılar yazarlarını bağlar Y epyeni bir dergi ile huzurlarınızdayız. Dergimizin adı KATI… Nereden çıktı bu isim derseniz, hemen anlatırız… Amerikalı filozof Marshall Bermann’ın (2013’te öldü) tüm dünyada ses getirmiş, ülkemizde de özellikle modernizm ve post modernizm gibi konulara ilgi duyanlarca önemsenmiş kitabı ‘Katı olan her şey buharlaşıyor’u alıp okuduğumda, kitabın adının çağrışımlarına vurulmuştum. Sonrasında bu sözün Karl Marx’a ait olduğunu ve Komünist Manifesto’da geçtiğini, hatta devamının da olduğunu öğrendiğim de ise bir dergi çıkaracak olursam, adının bu söz olması gerektiğini düşünüyordum… Nasip bu zamanaymış… Önce sözün tamamını buraya yazayım da meramımı daha net anlatmış olayım; “Katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve sonunda insanlar, ciddi olarak kendi yaşam koşulları ve diğer insanlarla olan ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyorlar...” Evet, katı olan her şeyin buharlaştığı, kutsal olan her şeyin bir şekilde dünyevileştiği bu çağda, bizler, yani bu dergiye omuz verenler, bu dergi etrafında bir araya gelenler “katı” olarak kalıp buharlaşmamak, dünyevileşmemek istiyoruz. Bu çağda bunu ne kadar başaracağımız meçhul. İnsan ilişkilerinin tavsadığı; muhabbetin, sohbetin, dostluğun, hakikatin göz göre göre pörsüdüğü bu kaotik zaman diliminde kendimiz olarak kalmanın, dostlarımızla hakikat üzere olmanın, gerçeğin, en gerçeğin, en hakiki muhabbetin izini sürmenin zorluklarını iliklerimize kadar hissediyoruz. Sanal gerçekliğin insanoğlunu günbegün kuşatma altına aldığı bu post modern çağda kendimiz olarak kalıp, özgün ve hakikat üzere bir yaşam sürmenin telaşındayız. Bu konuda elimizde kalemimizden başka sermayemiz yok. Kendimizi ancak kalemimizle koruyabilir, birbirimiz hakkında, hayat hakkında, başkaları hakkında, önemsediklerimiz ve sevdiklerimiz hakkında ancak kalemimizle savaş verebiliriz diye düşünen bir grup hayalperest öğretim elemanıyız. Gelelim bu ilk sayımıza… İlk sayımızın kapak konusunu Dikizleme Çağı ve Big Brother olarak belirledik. Dergimizin ilerleyen sayfalarında yine aynı minval üzere çok sayıda yazı göreceksiniz. Her biri bir diğerinden önemli bu yazıları büyük bir keyifle okuyacağınıza eminim. Şair ve yazar Ali Ural ile yaptığımız harika röportaj da orta sayfada sizi bekliyor. Kırklareli merkezli Katı dergisi hayırlı uğurlu olsun… Her şeyin buharlaştığı bu çağda, ne mutlu katı kalabilenlere… İkinci sayımızda görüşmek dileğiyle… Kadir Metin Akbaş DİKİZLEME ÇAĞI VE BIG BROTHER Ramazan Çelik G ünümüz iletişim teknolojilerinin hızlı bir şekilde devinim ve dönüşüm yaşaması, birey ve toplumların da bu değişime maruz kalmasına neden oluyor. Fransız Lumiere kardeşlerin, sinema için kameranın kayıt tuşuna bastıkları yıl olan 1895’ten sonra peşi sıra telefon, telgraf, radyo, televizyon, internet ve nihayetinde sosyal paylaşım ağları ile devam eden silsile kısaca iletişim teknolojilerinin geçirmiş olduğu değişimi ifade ediyor. Beyaz perdeden beyaz cama geçiş ile birlikte özellikle televizyonun magic box (sihirli kutu) olarak birey ve toplumlar üzerindeki etkisi edebiyatta kara ütopyaların yazılmasını sağlamış ve Rus Yevgeni Zamyatin’in “Biz” romanından, İngiliz George Orwell’ın “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”üne kadar birçok esere ilham kaynağı olmuştur. İletişim araçlarının etkileşimi ile şekillenen bu yenidünya düzeninde Big Brother yarışması da “dikizleme kültürü” ekseninde değerlendirmeye değer bir konudur. “Büyük Birader” ya da İngilizcedeki özgün adıyla Big Brother, George Orwell tarafından kaleme alınan BinDokuzYüzSeksenDört adlı romanda yer alan kurgusal karakterlerden biridir. Romana göre en ileri safhada bir totaliter rejimle yönetilen; iktidar partisinin kendi çıkarları uğruna halkı üzerinde büyük baskı kurduğu Okyanusya ülkesinin gizemli diktatörüdür. Orwell’ın betimlediği toplumda her bir birey tele-ekranlar aracılığıyla yetkililerin sürekli göz hapsi altındadır. Gözetim altında oldukları durmaksızın insanlara “Büyük Birader seni izliyor” sloganıyla anımsatılmakta ve bu, ülkede uygulanan propagandanın özünü oluşturmaktadır. Bu bakış açısı üzerinden “Big Brother” terimi pek çok dile mal olmuş; güçlerini istismar eden iktidarlara yapılan bir yakıştırma olarak kullanılmaya başlamıştır. Özellikle kamusal alanlara kurulmuş kayıt sistemleri ve güvenlik kameralarıyla bireylerin göze- [email protected] tim altında tutulması sık sık bu terimle ilişkilendirilir. Kaynağını romandan alan bu terim, kamusal alanlara kurulan kayıt sistemlerinin de ötesine geçerek zamanla “Reality Show”lara dönüşmüş durumda. Bu şovlar, gerçek yaşamdan alınmış, gerçek karakterler ile yapıldı ve televizyonun ilk günlerinden beri çeşitli şekillerde var olarak 2000’li yıllarda popüler bir furyaya dönüştü. Bu kategoriye yarışmalardan, gözetleme programlarına (Big Brother gibi) kadar pek çok program çeşidi girer. Reality Şovların öncüsü olarak betimlenen Big Brother, dünyada ve Türkiye’de bir fenomen haline geldi, ülkemizde 6 dönem yayınlandı ve yine şu an bir özel televizyon kanalında yeniden seyirciyle buluşur oldu. Dünyada yayınlanan taklitlerinin aksine, yayınlandığı 120 ülke arasında özellikle İspanya, İngiltere, Avustralya ve Amerika’da defalarca “En İyi Reality Show” programı seçilen Big Brother’da öne çıkan birinci kural, yarışmacıların birbirleriyle pozitif rekabet ve dayanışma içerisinde olmaları. Yarışmacılar bunu yaparken de Big Brother’ın onlara verdiği, akıl sınırlarını zorlayan, aksiyon ve aldatmaca dolu oyunlarına karşı mücadele ederler. Buraya kadar her şey güzel. İletişim serüveni ve televizyon özelinde “Big Brother” hakkında bilgiler içeriyor. Nefsani duyguları harekete geçiren bu yarışma ile artık dedikodu kazanları kaynamaya başlar ve her nedense birey bundan muhteşem haz alır. Big Brother aslında bir gözetleme aracı olarak, bizi eğlendirse de bizi gözetleyen ve deşifre eden sistemlerin iktidarlar tarafından kullanımını meşrulaştırmıyor mu? Burada Kanadalı romancı ve kültür eleştirmeni Hal Niedzviecki’ye kulak kabartmak gerekecek. Zira Niedzviecki “Dikizleme Günlüğü” isimli kitabında, Reality Şovların en önemlisi olarak betimlediği Big Brother’ı dikizleme çağı ve endüstrisinin öncüsü olarak görmektedir. “Dikizleme Çağı”, “Dikizleme Endüstrisi” ve “Dikizleme Kültürü” ter imlerinin mimarı Niedzviecki, dikizleme kültürünün Big Brother ile başladığını, ancak günümüzde sosyal paylaşım ağlarının bu kültürü en üst noktaya taşıdığından bahseder: “Dikizleme Kültürü bir reality şovdur. YouTube, Twitter, Flickr, MySpace ve Facebook’tur. Dikizleme Kültürü, 21. yüzyılın teknoloji toplumunu adına ister eğlence, ister kişisel gösteri, ister dikkat çekme diyelim, bedenleri ve ruhları ile sürekli soyunan ve bu bitmeyen striptizi izleyen büyük bir kalabalığa çevirmekte- OCAK2016 dir. Dikizlemek, giderek toplumsal bilinKATI ci dönüştüren mekanizma olarak anlam 3 kazanmaya başlıyor.”(Niedzviecki, 2010: s.8-28) İlk zamanlar televizyon ve sonrasında da sosyal paylaşım ağları ile Niedzviecki’nin de dediği gibi bedenleri ve ruhları sürekli soyunan bireyler, diğerleri tarafından izlenerek kendilerini onlardan ayıran özelliklerini vurgulama çabasına girişiyor. Bireyi bu çabaya sevk eden en önemli şey, otoritenin bireyleri aynılaştırma çabası sonucunda günümüzde bireysel farklılıkların ortadan kaldırılmasına duyulan ihtiyaç ve bu süreç içinde bireyin kendi varlığını ispat etme isteğidir. Birey bu gayreti içinde ne yazık ki kendi yaşam öyküsünün bu sanal endüstri için bir meta haline geldiğini görememektedir. Özel olanı paylaşmak, giderek daha normal algılanmakta, gerçek yaşamda bireyin en yakınıyla paylaşmaktan kaçınacağı sırlar kim olduğu bilinmeyen pek çok insanla paylaşılmaktadır. Bu da mahremiyet eksenli birçok sorunu beraberinde getirmektedir. Aslında özel olan, bireye ait olan her şey alenileşerek, mahrem olanın yeniden sorgulanması gerektiğini bizlere gösteriyor. Son not: Niedzviecki’yi merak edenler için: Dikizleme Günlüğü kitabı Gökçe Gündüç’ün çevirisi ile Ayrıntı Yayınları’nca yayınlandı. SOSYAL MEDYANIN GÜLLER AÇAN DALLARI Necmi Gürsakal [email protected] OCAK2016 KATI 4 yetmiyor artık bize, ekranların önüne “Aynalar kilitlendik. Onlar alıp sürüklüyor bizi istediği yere... ” Y az günü, üstü açık bir araba kırmızı yanan trafik ışığında bekliyor. Arabanın içinde bir telaş, bir telaş… Arka koltuktaki bayanlar saçlarını düzeltip, üstlerine başlarına çeki düzen veriyorlar. Çünkü… Önde oturan arkadaş, elinde bir selfie çubuğunu sunroof ’tan uzatmış, selfie çekme derdinde. Sürücü de poz verip gülecek elbet ama yeşil ışık yandığı için arkadaki arabalar zorunlu olarak, istedikleri kadar homurdansınlar selfie’nin çekilmesini bekleyecekler. İstanbul gibi büyük kentlerde yaşanan uzun süren belediye otobüsü yolculuklarında, sağınıza solunuza bir bakın. Herkes elinde cep telefonları; birilerini, bir şeyleri görme derdinde. En olmayacak yerlerde selfie çekip sosyal medyaya gönderiyoruz. Aslında hepimiz aynı gemideyiz. Yaralıysak hepimiz yaralı, arızalıysak hepimiz az ya da çok arızalıyız. Biraz eskilere gidersek; daha ortada ne fotoğraf ne film varken, çok çok eski zamanlarda bile göldeki görüntümüze bakıp bakıp yansımalara sevdalandığımız yok mu bizim… Görmek ve görülmek arzusunun kurtları içimizde az ya da çok kaynamaz mı… İnsanız biz. Bunu birileri anlayıp çoktan paraya dönüştürdü de ben daha yeni anlıyorum, o eski günlerde fotoğrafçının düğünün sonunda toplu fotoğraf çekerken, bu önemli törene çağrılmayanların neden küstüğünü… İçimiz fotoğraf çektirmek için yanıp tutuşurmuş meğerse eskiden de. Cep telefonlarının kameraları bile bu yangını söndürmeye yetme- di, yetmeyecek günümüzde. Demek ki narsisizm yeni bir şey değil ama sosyal medya yangına körükten bile öte bir işlev görüyor. Ortalık toz duman. Birileri sanki insanın bu eski derdini, onun açıklarını; fotoğrafları, hareketli görüntüleri çoğaltan, veriyi ve bilgiyi en olmayacak yerlerde önümüze koyan teknoloji denilen bir çubuk ile kurcalayıp duruyor. İçimizdeki narsisizm, sosyal medyaya hayat veriyor durmadan. Kana kana sosyal medyadan içtikçe susuzluğumuz artıyor sanki ona. Elbette bunların dereceleri de var. Narsisizm ile dikizcilik kimimizde az, kimimizde çok. Aslında biz bunların çamaşır suyu ile yumuşatılmış sosyal medya adı altında kılık değiştirmiş biçimlerini anlatıyoruz. Ancak dozları her ne olursa olsun, narsisizm dikizciliği; dikizcilik de narsisizmi besliyor. Bir, ikimiz bir fidanın güller açan dalıyız demedikleri kalıyor bunların, o kadar… Aynalar yetmiyor artık bize, ekranların önüne kilitlendik. Onlar alıp sürüklüyor bizi istediği yere. Hiç birimiz kabullenmeyiz, “Neremiz narsist, neremiz dikizci bizim?” deriz demesine de; elimizden düşürmediğimiz cep telefonları, içine battığımız sosyal medya ve on-line olmadan duramayışlarımızla, gerçek dünya ile sanal dünya arasında bir yerlere sıkıştığımızı da kabullenmemiz gerek artık. Bir kara delik sanki anlamdan anlamsızlığa her şeyi çorba edip, karıştırıp koyuyor önümüze. “Buyurun afiyet olsun size” diyor mu sırıta sırıta, işte o kadarını bilemiyorum artık. BÜYÜK VERİ VE MAHREMİYET SORUNU Sertaç Dalgalıdere T eknolojik gelişmeler ve hızlı tüketim çılgınlığı, bilim insanlarını yeni bir araştırmanın eşiğine getirdi. Her gün Google üzerinden 200 milyonun üzerinde arama gerçekleştiriliyor. Facebook aracılığıyla milyonlarca fotoğraf ve video paylaşılıyor, milyonlarca mail gönderiliyor. Tüm bunlar bizim için “gerçekten de çok fazla” demenin dışında bir şey ifade etmese de bilim insanları için çok fazla şey ifade ediyor. Bilgisayar başında ya da akıllı telefonlar, tabletler aracılığıyla yaptığımız tüm bu işlemler bir merkezde toplanıyor ve üzerlerinde bir takım analizler uygulanarak “bilgi” haline dönüştürülüyor. Kimi zaman bu bir istihbarat faaliyeti için, kimi zaman dünyaca ünlü bir şirketin insanların gelecekte neyi daha fazla talep edebileceklerini tahmin edebilmesi için kullanılıyor. Büyük verinin (big data’nın) aslında tam olarak bir tanımı bulunmuyor ancak en yalın ifadesiyle veri hacminin devasa boyutlara ulaştığı bir durum olarak açıklanabilir. “Google günde 24 petabayttan fazla veriyi işliyor ve bu, ABD Kongre Kütüphanesindeki bütün basılı belge miktarının yaklaşık binlerce katıdır.” (Scönberger – Cukier, 2013:16). Tüm bu verilerin toplanmasının aslında tek bir amacı var; “future prediction” geleceği tahmin edebilmek. Geleceği tahmin edebilmek için oluşturulan sistemler büyük veri içinden anlamlı bilgiye ulaşmayı hedefliyor. Bunun için ise data mining (veri madenciliği) teknolojileri kullanılıyor. Örneğin; “The – Numbers.com” Hollwood’daki film yapımcıları için bir filmin çekilmeden önce ne kadar gelir getirebileceğini tahmin ediyor. Bunu yapabilmek için ise 30 milyondan fazla kayıt topluyor (filmde oynayacak oyuncular, senaryo, gişe hasılatları, yurtdışı haklar, Amerikalı ve dünyanın pek çok yerindeki vatandaşların neyi izlemek istedikleri vb.) Elbette bu durum bir şirket için oldukça kârlı bir tahmin olarak gözüküyor. Hiç kimse izlenmeyecek bir filme milyon dolarlar [email protected] yatırmak istemez. Uçak motoru üreticisi Rolls – Royce da işini veriler üzerinden yürüten bir şirket. Şirket, arıza meydana gelmeden önce fark etmek için, 3 bin 700’den fazla jet motorunun performansını İngiltere’deki operasyon merkezinden izliyor ve topladığı verilerle arızayı önceden tahmin etmeye çalışıyor. “ABD Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA) her gün 1,7 milyar e-postayı, telefon konuşmasını ve başka türde iletişimleri yakalıyor ve saklıyor.” (Scönberger – Cukier, 2013:164). Bu ve buna benzer pek çok şirket ve hükümet, verileri tahmin yapabilmek için depoluyor ve işliyor. Büyük verinin sağlık sektöründeki kullanımına en güzel örnek ise Google tarafından ortaya konmuştur. Amerika’da 2009’da N1H1 krizi patladığında Google kurduğu büyük veri sistemiyle gribin nerelerde yayılacağını önceden tahmin eden bir algoritma geliştirdi. Toplamda 450 milyon farklı matematiksel modeli işleme aldılar. Sonuç, gerçekten de şaşırtıcıydı. Amerika’da sağlık örgütlerinin tespit etmeye gücünün yetmediği virüs yayılımını, Google kısa bir süre içinde ortaya koydu. Google bunu insanların internette ne aradığına bakarak gerçekleştirdi. Bkz. (http://www.google.org/ flutrends/) Peki, bu durum ve özgür iradeyi yok mu ediyor? Mahremiyet kavramı pek çok anlamı içinde barındırmakla birlikte özetle şu şekilde ifade edilebilir; “Tarihsel ve kültürel olarak çeşitli anlamlara gelen tartışmaya açık bir kavram olan mahremiyet, yalnız kalma hakkından, toplumsal ilişkilerin sınırlı koşullarına ilişkin müzakere etme kapasitesi ve bireyin hakkındaki bilgilere erişimi denetleme hakkına kadar birçok anlam taşır.” (Lyon, 2013:287). Bilginin bu denli depolandığı günümüzde bireyin bilgilerine erişimin özel sektöre ya da devlet kurumlarına açılması mahremiyetin ortadan kaldırıldığını çok açıkça göstermektedir. Hiçbir şey gizli kalamıyor, her şey kayıt altında tutuluyor. “Eğer akıllıca kullanılır, uygulanırsa, insanın, bireyin, vatandaşın, müşterinin le- hinde ve onun onayıyla gündeme alınırsa büyük verilerin analizi sonucunda çok büyük yararlar üretilebilir” (Aksu, 2013: 58). Ancak böyle kullanılmadığı takdirde ne gibi sonuçlar doğurabilir? Kişisel olarak internet üzerinde yaptığımız aramaların, maillerin, sosyal paylaşım sitelerindeki özel mesajların, sosyal ağlardan paylaştığımız fotoğraf ve videoların kayıt altına alınıyor olması, sanırım kişinin mahremiyetini ihlal etmenin en açık örneğini teşkil ediyordur. Veriler bir gün kullanılmak üzere yeniden işlenebilir ve bunlardan dolayı suçlu konuma düşebilirsiniz. “Virginia’da polis, suç verisini şehirdeki büyük şirketlerin çalışanlarına ne zaman ödeme yaptığına ya da konserlerin veya spor etkinlilerinin tarihlerine ilişkin bilgi gibi ilave veri setleriyle ilişkilendiriyor. Bunu yapmak, polislerin suç eğilimleri hakkındaki şüphelerini onaylamakta ve bazen de düzeltmektedir. Örneğin, Richmond polisi silah şovlarının ardından şiddet içeren suçlarda bir sıçrama olduğunun uzun süredir farkındaydı; büyük – veri analizi haklı olduklarını kanıtladı ama ustaca bir çözümle: Artış etkinliğin arkasından değil iki hafta sonra gerçekleşti”. (Scönberger – Cukier, 2013:166). Virginia’daki örnek, bireyler seviyesine indirgendiğinde kimin suç işleyebileceğini tahmin etmek suretiyle suçlar önlenmeye çalışılabilir. Suç işlenmeden önlemek, kulağa hoş geliyor olabilir ancak bu durumda özgür irade tamamen devre dışı bırakılmış olacaktır. “Veriler sizi potansiyel suçlu olabileceğinizi gösteriyor” denilerek cezalandırılabilirsiniz. KAYNAKÇA Lyon, David, “Gözetim Toplumu”, Çev: Ali Toprak, Kalkedon, İstanbul: 2013 Schönberger, V. Mayer, Cukier, K., “Büyük Veri, Yaşama çalışma ve düşünme şeklimizi dönüştürecek bir devrim”, Çev: Banu Erol, Paloma, İstanbul: 2013 Aksu, Halil, “Big Data ve Diğer Yeni Trendler”, Pusula, İstanbul: 2013 OCAK2016 KATI 5 YENİ YÜZYIL KİTAP EKİ VERSİN! Gazetelerin Kitap Ekleri Cumhuriyet: Her hafta Perşembe Zaman: Her ayın ilk Pazartesi Star: Her ayın ilk Perşembesi Yeni Şafak: Her ayın ikinci Çarşambası Sabah: Her ayın üçüncü Cuması Vatan: Her ayın 15’inde Milliyet: Her ayın 20’sinde Birgün: Her ayın ilk Cuması Kadir Metin Akbaş [email protected] G OCAK2016 KATI 6 Gazetelerin verdiği ekler arasında en dişe dokunurlar benim için her zaman kitap ekleri olmuştur. Yeni çıkmış kitapları, kitabı yeni çıkmış yazarları ve özel olarak kitap okurlarının ilgisini çeken konuları işleyen kitap ekleri, gazetelerin kültüre, edebiyata ve düşünceye dair yaptığı en kayda değer katkı olarak göze çarpıyor. Genel olarak ülkemizde gazetelerin kültüre, edebiyata, düşünceye verdikleri önem nedir diye baktığımızda, hiç de iç açıcı bir manzara ile karşılaşmıyoruz. Bu sebepten olsa gerek, ülkemizde kitap eki veren gazetelerin sayısı da bir elin parmağını geçmiyor. Bilhassa haftalık ekler özelinde baktığımızda ise, sadece Cumhuriyet gazetesinin 25 yıldır kesintisiz okurlarına ek olarak verdiği kitap ekini görüyoruz. Dile kolay, her hafta Perşembe günü gazetenin eki olarak okura hediye edilen Cumhuriyet Kitap, uzun erimli bir gelenek olarak yolculuğuna 25 yıldır kesintisiz ve inatla devam ediyor. Ekin yayın yönetmeni Turhan Günay; “Cumhuriyet Kitap eki ilk çıktığında 35 bin ek okur getirdi. Kitaba bir ilgi vardı, çünkü 12 Eylül gibi bir dozer üzerimizden geçmiş, kitabı suç unsuru olarak önümüze sürmüştü. İnsanlar ellerindeki kitapları yaktı. İnsanların kitap okumaya açlıkları vardı. Cumhuriyet Kitap, yeniden kitapla tanışmanın belki ilk adımlarından biri oldu.” diyerek anlatıyor ekin çıkma amacını. Ülkemizde özellikle Pazar günleri ek vermeyen gazete yok gibi. Cuma ve Cumartesi günleri de ek verenlerin yanı sıra, her gün magazin eki vererek, okurlarını bu konuda bilgilendirmeyi ihmal etmeyen gazeteler de az değil. Konu kitap olunca ne yazık ki bu ilgi/ alaka yerini vurdumduymaz bir sessizliğe bırakıyor. Ekonomik sebeplerden dolayı haftalık kitap eklerini aylık olarak vermek zorunda kalan Birgün ve Aydınlık’ın haricinde Sabah, Star, Zaman, Yeni Şafak, Vatan ve Milliyet gazeteleri de kitap eklerini aylık olarak veriyor. Ancak; Star, Zaman ve Yeni Şafak, devamlılık konusunda diğer gazetelerden bir adım öne çıkıyor. Diğer gazeteler özellikle TÜYAP Kitap Fuarı zamanında kitap ekini hatırlarken, bu üç gazete kitap eklerini düzenli olarak her ay veriyor. Aslında geçmiş yıllarla kıyaslandığında 2000 sonrasında kitap eklerinin daha bir revaçta olduğu görülecektir. Turhan Günay bu durumu; “bu kadar kitap çıkınca bir ilan potansiyeli doğuyor. İlan alamazsanız, kitap eki çıkaramazsınız çünkü kâğıt pahalı. Gazetelerin de bu ilanlardan pay alması söz konusu... Aylık da olsa ilan alabilirlerse çıkartabiliyorlar. Aylık ekler bize göre daha avantajlılar. Aldıkları ilanla kullandıkları kâğıdı kurtarıyor olabilirler.” Sözleri ile açıklıyor. Kitap eklerinden bahis açılınca efsanevi Radikal Kitap eki hüzünlü bir şekilde hatıra geliyor. Haftalık yayınlanan kaliteli eklerden biri olarak nam salan Radikal Kitap, Radikal Gazetesi’nin yayın dünyasından çekilmesi ile gözden kayboldu. Hürriyet Gazetesi bazı büyükşehirlerde ek olarak veriyor deseler de, eke pek rastlayan yok gibi. Ama neyse ki bu müstesna ekin pdf ’ine Radikal gazetesinin internet sitesinden ulaşılabiliyor. Düzenli olarak kitap eki veren gazeteleri incelediğimizde ise kültür-sanat sayfalarını da düzenli olarak yayınladıklarını görüyoruz. Özellikle Cumhuriyet, Aydınlık ve Birgün gazeteleri ikişer sayfa ile bu konuda başı çekiyor. Bu durum son zamanlarda daha sık işittiğimiz “kültürel iktidar” sorununa dair bize yeterli ipucunu verdiği kanısındayım. Kabaca sol olarak adlandıracağımız gazeteler, kültür-sanata ikişer sayfa ayırmaktan imtina etmezken, kabaca sağ/ muhafazakâr olarak isimlendireceğimiz gazeteler ise kültür-sanat sayfalarına üvey evlat muamelesi göstermekten geri durmuyor. Bu konuda Zaman ve Milli Gazete’nin hakkını teslim etmemiz gerek. Zira her iki gazetede, istisnasız her gün kültür-sanat sayfası mutlaka yer alıyor. Diğer gazetelerde ise bu sayfalar “bazen” yer alıp, çoğu zaman kayboluyor. Gelelim yazımızın başlığında dikkat çektiğimiz Yeni Yüzyıl gazetesine… Bilindiği gibi Yeni Yüzyıl, 90’larda yayınlanmaya başlayan, farklı ve göze hoş gelen Avrupai mizanpajı ile dikkati çeken bir gazete olarak hafızalarımızda yer almıştı. 1999’da okurlarına veda eden gazete, 5 Kasım 2015’de “yeniden” yayınlanmaya başladı. İlk gazetenin dimağlarda bıraktığı tadı bilenler, yeni gazetenin de bu minval üzere olacağını düşünüyordu. Gazete, “rengârenk” adında 6 sayfalık günlük magazin ekiyle çıkınca, eski gazeteyi bilenler ister istemez bir şaşkınlık yaşadı. Çünkü yazarlarının çoğunluğunu “Liberal Düşünce Topluluğu” gibi entelektüel seviyesi yüksek bir kuruluşun oluşturduğu gazetenin, entelektüel okuru cezp edecek bir ekle çıkması en mantıklısı olacaktı. Ama Yeni Yüzyıl, bunu tercih etmedi. Yakın bir zamanda Cumartesi ve Pazar ekleri de vermeye başlayan, ancak aldığı bir kararla bu ekleri yayından kaldıran Yeni Yüzyıl, umarım kolaya kaçmaz ve en kısa zamanda haftalık bir kitap eki verir. Gözümüz üzerinde… MÜTEREDDİT KELİMELER “Benim kelime hazinem çok geniştir derdim. Senin bir kelimene yetemedim. ‘Git’ ne demekti sevgilim?” - Nazım Hikmet “Kullandığınız kelimeler, nasıl yaşayacağınızı belirler.” – Yunan Atasözü Muhammet Atalay P apa XIII. Gregory’nin adıyla anılan Gregoryen takvimine göre yaşlı dünyamız canlı cansız pek çok muhteviyatı ile bir yıl daha yaşlandı, muhakkak ‘ne de çabuk geçiverdi’ serzenişleri ile birlikte. Hepimiz çok da farkındayız ki zaman bir ayrı hızlandı hatırlayamadığımız bir süredir. ‘Daha dün gibi ya hu!’ dediğimiz ne de çok şey var. Hayatımız eskitemeden harcadıklarımızla dolu değil mi? Sırtımızda palto, ayağımızda kundura, evimizin önündeki araba… Bu kaçıncısı oldu bu yıl acaba. Paltonun kolu tele takılıp yırtıldı da ondan mı yeniledik? Su alır oldu ayakkabı da yenisi gerekti herhalde. Eee çok kahrımızı çekti emektar külüstür, hem aile de genişledi, yenisi şart oldu muhakkak. Yoksa daha yeni bir mazeret mi bulsak? Hızla harcadığımız keşke yalnızca maddiyat olsa. ‘Tüketim toplumu’ sıfatını bu kadar benimseyeceğimizi biz bile bilemezdik sanıyorum. Tüketim çılgınlığı, önüne katacak çer-çöp arar gibi akıyor, üstelik sürükleyip yer ile yeksan ettiğinin çer-çöp olup olmadığına bakmadan. Evi, eşyayı, havayı, suyu, gıdayı, dağı, vadiyi, doğayı… Ne varsa bir an önce ulaşmak, harcamak ve tüketmek derdine düştük. Basit bir yaklaşımla, arkamızdan yaşayacak nesillere bırakacağımız miras niteliğinde eserler, boş tabaklar, çöp yığınları, ucube yapılar, kirletilmiş bir doğa olacak bu gidişle; ‘geri dönüşüm tesisleri’ ile övüneceğiz torunlarımıza. Şurası da var ki tüm bu bakış açısı ve hayat anlayışı ile birlikte yitip giden değerlerimiz de sayısız olmalı. Olmalı diyorum çünkü her birini müşahhas kılmak için üzerinden zamanın geçmesi gerekiyor. Mesela ‘komşuluklar bitti’ serzenişi kaç yıldır yapılır hatırlayamam ama bunun bir başlangıcı olmalı muhakkak. Bir kaç kişi bir araya gelsek sebeplerini de sayıveririz bundan da şüphe yok. Fakat bu sebeplerin de neşet ettiği bir zaman ve belki vukuat var, burayı kaçırmamak lazım. Yani apartman hayatına geçerken, komşulukları [email protected] da tüketeceğimizi, mahalle sıcaklığında yaşamayı iç geçirerek hatırlayacağımızı bilsek bir durur düşünürdük sanıyorum. Bu ve benzeri nice yitirdiğimiz ölçüyü, bilgiyi, ilmi, kutsalı ve insani değeri belki uzun yıllar sonra fark edeceğiz, belki de fark edemeden göçüp gideceğiz. Fark etmenin –eğer önemliyse- bir yolu var mı dersek, ben âcizane yalnızca bir tanesine dikkat çekeyim: Hayatımızda en çok yer tutan kelimelerimiz. Okulla tanışan minicik körpelere öğretmenimiz ilk dersinde neyi öğütledi; ‘başarıyı’ mı, ‘insanlığı’ mı? Ya üniversite öğrenimi boyunca üzerinde en çok durulan; ‘kişisel gelişim’ mi, ‘etik’ mi? İşe girerken ‘iletişim becerileri’ mi tartılıyor, ‘ahlak’ mı, ‘vefa’ mı? Yönetici seçilirken ‘kariyer portföyü’ mü yoksa ‘ehliyet’ mi öncelikli? Mesela ‘girişimci’ olmak aynı zamanda insanı ‘diğerkâm’ yapıyor mu? Ya da ‘inovatif ’ fikirlerimiz varsa sıkıntıdan kıvranıp durana ‘teselli’ olabilir miyiz? ‘Kurumsal kimliği’ tamamlanmış yapılara ‘kadim’ diyebilecek miyiz? İnşa ettiğimiz ‘bina’lar bir gün ‘mimari eser’ olarak ziyaret edilecek mi? Ve karaladıklarımız ‘yazı’ mı kalacak, ‘eser’ mi? Sayısını artırabileceğimiz benzeri sorulara kafa yoranlar, doğusundan batısına nice medeniyetler inşa ettiler. Doğru cevaplar üzerinde gittikleri sürece de insan olmaktan gurur duyacağımız işler yaptılar. Zamanlar ise tüm takvimlere göre geçiyor. Hayata birey olmak yerine değer katan bir insan olmak için, mihenk olarak kaliteli yaşam yerine insanca var olmayı koymadan olmayacak belli ki. Not: Yayın hayatına başlayan Katı Dergisi’ ne bereket ve dostluklar diliyorum. Fikir ve edebiyat dünyamıza katacağı yaratıcı projelerle nice inovatif girişimlere de kapı aralayacağını müjdelemek istiyorum. Hem de bu kelimelerle anlatılamayacak kadar tereddütsüz. OCAK2016 KATI 7 tanışan minicik “Okulla körpelere öğretmeni- miz ilk dersinde neyi öğütledi; ‘başarıyı’ mı, ‘insanlığı’ mı? Ya üniversite öğrenimi boyunca üzerinde en çok durulan; ‘kişisel gelişim’ mi, ‘etik’ mi? ” “OKUMANIN HER ZAMAN KAZANDIRACAĞINI DÜŞÜNMÜYORUM” Ali Ural kimdir? 1959’da Samsun Ladik’te doğdu. İlk şiiri Mavera Dergisi’nde yayınlandı. Yükseköğreniminin ardından bir süre editörlük yaptıktan sonra Şûle Yayınları’nı kurdu. 2006-2012 yılları arasında Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) İstanbul şube başkanlığını da yapan Ali Ural, yaklaşık 20 yıldır yazarlık atölyelerini yönetiyor. Bu atölyelerden yetişen onlarca isim, şiir ve öykü türlerinde çok sayıda eser verdi. 14 kitapta imzası bulunan Ural, şimdilerde Karabatak dergisini yönetiyor, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışıyor. Röportaj: Kadir Metin Akbaş Fotoğraf: Çayan Özvaran OCAK2016 KATI 8 Sizi çoğunlukla elinizde bir çanta, hızlı adımlarla yürüyüp giderken görüyoruz. Nereye yetişme azmindesiniz? Yetişilecek o kadar çok yer var ki! Adımlarım kısa mesafeler uzun. Ya öğrenmeye gidiyorum ya öğretmeye. Çanta tıka basa kitaplarla ve ders notlarıyla dolu. Arapların “Vakit kılıç gibidir, sen onu kesmezsen o seni keser,” diye bir sözü var. Vakit tarafından biçilmemek için bu telaş. Hem yazarsınız, hem yayıncı, hem hocasınız, hem bir eş hem de baba… Bu kadar karpuzu taşımanın zorlukları, kolaylıkları nedir? En güzel seslerdendir karpuzu keserken duyduğun çatırtı. Biraz sonra kıpkırmızı bir rüya serilecektir önüne. Bu rüyayı dilimleyecek ve kâh öğrencilerine kâh çocuklarına dağıtacaksın. Güzel şeyler için yoruluyorsak şükretmeliyiz. Paylaşmak çok güzel Metin kardeşim. Bazen yorgunluktan düşe yazıyorum. Karpuzlardan birini tam yere bırakacakken hayallerim omuz veriyor bana ve iade ediyorlar yükümü. “Körün Parmak Uçları” diyerek çıktığınız yolculukta, “Peygamberin Aynaları”na vasıl oldunuz… kaleme aldığınız kitapların isimlerinin her biri ayrı bir metafor olarak üzerine kitap yazılmayı hak ediyor. Kitaplarınız ve isimleri ne anlatıyor okura? “Körün Parmak Uçları”, duyarlı olmaya, “Posta Kutusundaki Mızıka” hakiki dostluğa, “Yangın Merdiveni” kendiyle yüzleşmeye, “Makyaj Yapan Ölüler” acı çekmeye, “Resimde Görünmeyen” fark etmeye, “Kuduz Aşısı” buğz etmeye, “Güneşimin Önünden Çekil” dik durmaya, “Satranç Oynayan Derviş” şah demeye, ”Ejderha ve Kelebek” zayıfı korumaya, “Bostancı Bahane” mekân bilincine, “Fener Bekçisinin Rüyaları” sahih tabirlere, “Gizli Buzlanma” ferasetli olmaya, “Tek Kelimelik Sözlük” Allah’a, “Peygamber’in Aynaları” Hz. Peygamber ve arkadaşlarına çağırıyor okuru. Çok uzun zamandır Türk edebiyatına yeni isimler kazandırmanın telaşındasınız. Yazarlık atölyeleri nasıl başladı, ne durumda? 1995’te birkaç üniversiteli gence yapmış olduğumuz edebi rehberlikle başladı serüvenimiz. Bugün üniversiteler de dâhil birçok kurumda bu çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Türk edebiyatının bir yenilenmeye bir kan değişimine ihtiyacı var ve bunun için geceli gündüzlü emek vermek gerekiyor. Şiir, hikâye, deneme ve roman alanlarında şimdiye kadar kırk beş özgün eser armağan ettik edebiyatımıza. İnsaflı gözler ve kalpler bu kitapların alanlarında dikkatten kaçmaması gereken çalışmalar olduğunun farkında şükür. Çok iyi isimler geliyor. Peş peşe verdikleri eserlerle başarılarının geçici olmadığını gösteriyorlar. Yazar olmak isteyenlere tavsiyeleriniz nedir? “Yazmak istiyorum ama ne yazacağımı bilmiyorum” diyenle “yazıyorum ama beğenilir mi” diyenlere neler söylemek istersiniz? “Yazmak istiyorum ama ne yazacağımı bilmiyorum,” diyenlere, “Ne yazacağın değil, nasıl yazacağın önemli,” demek isterim. Hatta bununla yetinmez ona, Rilke’nin “Uzaklara gitme. Kendinden ve çevrenden başla yazmaya,” sözünü hatırlatırım. “Yazıyorum ama beğenilir mi?” diye soranlara gelince; “Beğenilmek için yazıyorsan işin zor,” der, Şeyh Galib’in, “Halkın beğenisi felakettir,” sözünü fısıldarım kulaklarına. Yazar olmak isteyenlere bir de soru sorarım: “Neden iyi bir okur olmaya talip değilsin?” Hali hazırda Karabatak dergisini çıkarıyorsunuz. Dergiler edebiyat ve düşünce dünyası için ne anlam ifade etmeli? Dergi okumak/ takip etmek kişiye ne kazandırır? Bu sorunun cevabı derginin niteliğiyle ilgili olarak değişebilir. Ben okumanın her zaman kazandıracağını düşünmüyorum. Öyle kitaplar ve dergiler var ki onları okumak kaybettirir. Neyi mi? Hiçbir şey değilse zamanımızı. Yayın yönetmenleri okumaktan haz etmedikleri metinlere dergilerinde yer verdiklerinde okura haksızlık yapıyorlar. Kendilerine de. Edebiyat dergileri ne bir dernektir, ne bir kulüp. Okur her şeyden önce çağın özgün seslerini işitmelidir dergisinde. Yazmak soylu bir eylem dersek ve buradan yola çıkarsak, yazılarınızı nerede ve nasıl bir ortamda yazarsınız? İlham gelince mi oturur yazarsınız, yoksa ilhamı kolundan çekip oturtur musunuz? Yazılarımı on iki yaşındaki çocuğumun da kullandığı bir masada yazıyorum. Onun masumiyetidir belki de masayı bereketli yapan. İlham gelmez; zira hiç ayrılmıyor yanımızdan. Asıl olan bizim onu fark ettiğimiz anlardır. Sen onu fark edersen o da seni fark eder. Bu düğmesini çevirmediğimiz zamanlarda yayınına devam eden radyoya benzer. Bir çıt sesine ihtiyaç var. Savaşlar, ölümler, kan, gözyaşı… Dünya hep böyle miydi, yoksa sonradan mı böyle oldu? Nedir çıkış yolu- muz? Kim bize yol gösterecek? İman ve edebiyat. İnsan hiç değişmedi. Zalûm/ Çok zalim, Cehûl/ Çok cahil ve Kenûd/ nankördür. Çıkış yolu kendini tanımasıdır. Kendini tanırsa rahmetle tanışacak. Kendini tanırsa Rabbine dönecek çünkü. İnsan ne ile yaşar? İnsanı ne öldürür? Yazma ve okumanın dışında neler yaparsınız? Müzikle, filmlerle aranız nasıl? En son hangi filmi izleyip beğendiniz? Hangi şarkıyı bıkmadan dinlersiniz? Kahvaltı yapmayı çok severim. Limonlu çay içmeyi, karda yürümeyi, kartopu oynamayı da. “Her yerde kar var” şarkısını Adamo’dan ayrı, Nilüferden ayrı dinlerim. “Arap saçı”nı Erkin Koray’dan ayrı, Funda Arar’dan ayrı dinlerim. Cem Karaca’nın “Bekle Beni Geleceğim” şarkısını ne zaman dinlesem gözlerim dolar. Barış Manço’nun “Gülpembe”si benim de gülpembemdir. Son seyrettiğim film kötü bir filmdi adını anmaya değmez. İyi filmleri birden fazla kere izlerim. Big Fish onlardan biridir. İnsan “insan”sa yaşar, değilse ölüdür. Vasiyetiniz var mı? Ne vasiyet edersiniz bize… Öğrencilerime yaptığım bir vasiyet var. Yetiştirdiğim her yazar en az on yazar yetiştirecek. Bu kelimeler size ne anlam ifade ediyor: Merhamet: Hz. Muhammed(sav) Anne: Dua. Eş: Bekleyen. Cağaloğlu: Yokuş. Sosyal medya: Kitlesel gıybet. Şule: Ocak. Ev: Sığınak. Dost: Mücevher. Başarı: Cennet. Kahvaltı: Rüya. Hangi konularda katı’sınız? Katı’yı tavizsiz anlamında kullandığımı belirterek cevaplamak isterim bu soruyu: OCAK2016 KATI 9 BİR VAKIF İNSAN: MUHARREM BALCI Adalet Canlı Akbaş [email protected] ksaray’dan İstanbul’a avukatlık yapmak için yolculuğum daha dün başlamış gibi aklımda. Annemin hüzünlü yüzü, nemli gözleri, babamın bükülmüş boynu da… Biraz buruk başlayan yolculuğum Mecidiyeköy’de çok ortaklı, bol avukatlı bir ofiste devam etti. Stajı yeni tamamlamış, bütün heyecanını bir nişan gibi taşıyan bu taze avukat, yani ben, günlerce, haftalarca, aylarca süren icra işleri yaptım. Haciz, haciz memurları, haciz arabası, dosyalar, tutanaklar, diğer avukatlar, borçlular, borçlular, borçlular… Bir gün Mecidiyeköy meydanında oturup, çevredeki binlerce araç ve bir o kadar insan arasında, kendi kıyametimi kendi ellerimle kopardığımı düşündüm. Fakülteyi bu son için bitirmiş olamazdım. Ailemi bunun için bırakmış, anne ve babama ayrılığın o büyük hüznünü bu işi yapmak için yaşatmış olamazdım. Bütün kararlarım, on beş-on altı yıllık eğitim hayatım biranda gözümde hiçleşti. Hukukun, ruhumdaki anlamını kaybetmemesi, hâlihazırdaki işleyişle yaşadığımız doku uyuşmazlığının vereceği hasarın büyümemesi için bir şeyler yapmalıydım. Çalınan pek çok kapının işaret ettiği tek adres vardı: Danışman Hukuk Bürosu... Avukat Muharrem Balcı ve Genç Hukukçular Hukuk Okumaları Grubu ile tanışma vaktiydi artık. Sakin, sıcak bir yerdi vardığım; duvarlarında karakalem portreler: Malcom X, Aydın Durmuş, Ercüment Özkan, Aliya İzzetbegoviç, Ali Şeriati, Mehmet Akif Ersoy… Sonrasında babam gibi seveceğim Muharrem Balcı, huzur telkin eden bembeyaz saçları, hemen burnunun üzerinde duran okuma gözlüğü ile masasında oturuyordu. Kendimi tanıttım, şikâyetlerimi, beklediklerimi ve bulamadıklarımı sıraladım. “Tabii” dedi, “bunları sadece senin yaşadığını düşünüyorsun. İcramatiklik yapmaktan memnun değilsen, bırak A OCAK2016 KATI 10 gitsin.” Bu hafife alınmışlık (!) hoşuma gitmese de, derslere katılmak istediğimi söyledim. Hatta bu hafifçe aksi bile sayılabilecek avukat beyin cevabına bilendim bile kendi kendime. Bu insanlar ne yapıyor bir de ona bakalım diye düşündüm. “Salı akşam yemeği saatinde ofiste ol, sonra derse geçeriz.” Bu komut, Muharrem Hocam’dan daha sonra alacağım bütün komutlarda olduğu gibi reddedilemez oldu. Yemeğe davet edilmiştim. Muhakkak bendeki o muhteşem ışıltıyı farketmiş olmalıydı(!) Salı günü özenle hazırlandım. Yemek saati büroya vardığımda onlarca insanın orada olduğunu gördüm. Masalar kurulmuş, büronun emektarı Havva ablamın mis gibi yemek kokuları mutfaktan diğer bütün odalara taşmış, hatta masada yer bulamayanlar, bulduğu sandalye ve koltuklara oturmuş, eline aldığı tabağında yemeğini afiyetle yiyordu. Şaşırdım. Özel karşılama, hoca ile karşılıklı yemek falan hayal ediyordum. Oysaki talebeleri içinde bir acemi, şaşkın bir yenisi idim sadece. Ve daha sonra iyice öğreneceğim gibi bu yemekler her Salı akşamı, Hoca’nın bürosunda afiyetle yeniyordu. İlk derste, hukukun yaygınlaştırılması ve hak arama bilinci oluşturulması için yapılan bu çalışmanın her Salı günü hiç aralıksız, tatilsiz, izinsiz devam ettiğini öğrendim. (16 yıldır devam ediyor) Pozitif hukukun kuralları ile zihinlerini sınırlamamış, ideal olana yaklaşmaya ve adaleti tesis etmeye azmetmiş bir hukuk insanları topluluğu. Yaşadığım heyecanı anlatamam. Her hafta Salı derslere devam ettim, Ramazan ayı dersleri eklendi buna, daha sonra ise sabah namazı sonrası yollara düşüp erken saatlerde başlasa da yetişmeyi başardığım Cumartesi dersleri. Muharrem Hoca’nın bahçesindeki toprağa yavaştan kök saldığımın farkında bile değildim. Sessizce buna müsaade edildiğinin de… Derslere devam ettiğim süre boyunca yüzlerce kitabım oldu, bir o kadar arkadaşım, bir o kadar hocam oldu. Pek çok sivil toplum kuruluşuna üyeliğim, bu kuruluşların mutfağında yer almam da Muharrem Balcı ile tanışmam sonrasında gerçekleşti. Her dara düştüğümde yanımda olan, sevincimi paylaşan, dara düşenin imdadına koşma fırsatı bulduğum, mutluluklarına ortak olduklarım oldu. Hukuk mantığı oluşturma, hukukun yaygınlaşması ve hukukun yeniden sağlam temeller üzerine yükseltilmesi gayretleri içerisinde bir yerde durdum. Savunmanın kutsallığı, hukukun bir gün herkese lazım olacağı bilinciyle donandım. Hukuk fakültesi öğrencisiyken ve dahi avukatlığa yeni başladığım yıllarda bulamadığım hukukçu kimliğimi bulmuş, yaşanacak hayatın, yürünecek yolun, paylaşılacak ekmeğin anlamına kavuşmuştum. Mecidiyeköy’de bir kıyamet arefesindeyken, Vefa’da cennette bulmuştum kendimi. Muharrem Balcı’nın, kurucusu olduğu pek çok sivil toplum kuruluşunda aktif görev alması, diğer pek çoğunun fahri hukuk danışmanlığını yapması, biz öğrencilerini de aynı aşta pişmeye teşvik etmesi, merkezinde insanlığın olduğu bir bakış açısı geliştirmemize sebep oldu. Bilgimizden, kazancımızdan, emeğimizden, zamanımızdan infak etmeyi bu şekilde öğrendik. Gittiğimiz yeri bereketlendirme, bizden öncekilerden aldıklarımızı bizden sonrakilere aktarma, mesleğimizin doğurduğu beklentileri karşılama, kimliğimize yakışanı yapma, alçak gönüllü olma, yapılan çalışmalara aktif destek verme tavsiyeleri ile donatılan “genç hukukçular” yurdun dört bir yanına dağıldılar bile. İstanbul, Ankara, Gaziantep ve Makedonya’dan sonra şimdi sıra belki de Kırklareli’nde... “BİZİM ÜTOPYALARIMIZ VAR!” G erçekte mevcut olmayan, tasarlanmış ideal toplum şekli ütopya, pek çoğumuz için asla ulaşılamaz çok çok uzaklardaki o muhteşem ülke gibi. Ama bizim ütopyalarımız gerçekti, o muhteşem ülke, o muhteşem zamanda “Asr-ı Saadet’te” gerçek olmuştu. Bizim gerçek olan bu ütopyamız geleceğe de hep umut ile bakmamızı sağladı. Ama Asr-ı Saadet gibi bir gerçekliği olmayan Batı ve Batılı zihin için gelecek bir distopyadan ibaret. Gerçek hayatta olamayacak kadar güzel, aslında olmayan, tasarlanmış ideal toplum ve devlet şeklini hayal eden bu zihin, geleceğin böyle umut dolu olamayacağına kendini o kadar inandırıyor ki bunun tersinden kapkaranlık ve umutsuz gelecek adına romanlar ve filmlerle distopyaya yolculuk ediyor. Distopya, genellikle ütopik bir toplum anlayışının anti-tezini tanımlamak için kullanılsa da aslında “ütopyanın tersi” olarak değil, “kötü bir yer” anlamı taşır. Distopik eserlerde gelecek, toplumların makineleşmesi, insanların duygu ve değer sistemlerini kaybetmesi, özgürlüklerin despotik bir devlet tarafından yok edilmesi ile büyük bir tehlike altına girer. 1948 yılında, iki büyük dünya savaşının hemen ardından yazılmış Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, distopik eserlerin en bilineni ve en etkileyicisidir. Kimilerine göre Orwell’in de yol göstericisi olan Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”sı kimilerine göre de Zamyatin’in “Biz”i distopik eserlerin başında gösterilse de Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, karanlık geleceği betimleyen en etkileyici distopik romandır. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te özgür düşünce yoktur ve düşünce suçu, Düşünpol (düşünce polisi) tarafından denetlenmektedir. İnsanlar evlerinin içindeki tele-ekranlarla sürekli gözetlenir. Despotizm bütün dünyaya egemendir, eşit güce sahip üç bloka ayrılmış dünyada tek egemen güç yönetenlerdir. Özgürlük ve demokrasinin yılmaz savunucusu(!) Batılı zihin için en büyük korku, zihinlerin köleleştirilmesi, düşünmenin ve bunu ifade etmenin suç sayılması olunca iki dünya savaşı arasında kalmış Orwell için de gelecek böylesi karanlık, ahlaki ve insani duyguların yok Aybüke Ekici [email protected] edildiği, düşünme ve düşündüğünü söylemenin yasaklandığı tüm güzelliklerini yitirmiş bir yaşam halini almıştır. Hiç kimsenin birbirine güvenemediği, en yakınlarını “jurnallemenin” bir ödev haline getirildiği, halkın günlük “iki dakikalık nefret seansları” ile bütün nefretini bir tür kusma biçiminde attığı bu toplum, aslında bugün bize çok da yabancı değil. Sosyal medyada 140 karakterle bütün kin ve nefretini tweet seansları ile kusanlar, birbirinin ayıbını örtmek yerine gülmek, eğlenmek ya da aşağılamak için bütün kusurları ortaya çıkarıp “siber güçlere” ajanlık yapmaktan başka bir işe yaramaz iken distopyaları gerçek kılmaya çalışıyor adeta. “Yaptığınız, söylediğiniz ya da düşündüğünüz her şeyi en küçük ayrıntısına kadar açığa çıkarabilirlerdi. Ama nasıl işlediğini sizin bile bilmediğiniz – yüreğinizin içi- sırrını korurdu.” Böylesi kötü bir gelecek tasavvuruna sahip Orwell için bile “kalp” kimsenin dokunamayacağı yegâne alandır. Bizim ütopyalarımız işte tam da bu yüzden var. “TANRI NE İSTER? Tanrı iyilik mi ister yoksa iyi olma seçeneğini mi? Kötülüğü seçen bir insan, kendisine iyilik dayatılmış bir insandan bazı açılardan daha üstün olabilir mi? Tüm hayvanların en zekisi, iyiliğin ne demek olduğunu bilen insanoğluna bir baskı yöntemi uygulayarak onu otomatik işleyen bir makine haline getirenlere kılıç kadar keskin olan kalemimle saldırmaktan başka hiçbir şey yapamıyorum.” (Otomatik Portakal – Anthony BURGESS) Uyuşturucu ve cinsel şiddetin esir aldığı bir toplum tasavvuru ve Freudçu bakış açısıyla distopik romanların öncülerinden “Otomatik Portakal” da ise gelecekte insanın kötü olma iradesi elinden alınmaktadır. Romanın başkahramanı Alex’i sonunda kötü olmaktan vazgeçiren, bilim ile elinden alınmış iradesi değil “aile kurma ve neslini devam ettirme” isteği olur. Romandaki kötü olma iradesinin devlet tarafından yok edilerek suçun önlenmeye çalışılması, tecavüz, hırsızlık ve adam öldürmenin keyif için yapıldığı Otomatik Portakal’ın dünyasına inat, Allah şöyle buyurur: “Biz hiç bir elçiyi, kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın. Böylece Allah, dilediğini şaşırtıp saptırır, dilediğini hidayete erdirir. O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (İbrahim – 4). Elbette ki suç işleyenin hem bu dünyada hem de ahirette karşılık bulacağı düzen ve kurallar Kuran ile belirlenmiştir. Ama Allah’ın kullarına verdiği özgür irade, bizi Otomatik Portakal olmaktan da uzak tutar. “Hiç kimsenin suçluları dinlemeyeceği bir zamanda ben her şeyi çekinmeden yüksek sesle söyleyebilecek suçsuz insanlardan biriydim, fakat ben de sustum… Ve kendim de suçlu durumuna düştüm.” (Fahrenheit 451 - Ray Bradbury) “Oku. Yaratan Rabbinin adıyla oku!” diye emreden bir dinin inananları olarak kalemle yazmayı öğrenmek ve kitap, bizim geleceğimiz. Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytan olmaktansa mazlum kim olursa, kimden olursa olsun yanında olmak bizim düsturumuz. Müslüman zihin dünyasını kuran bunlar olunca, iki dünya savaşı ile geleceği kapkaranlık gören Batı zihnine inat, yıllardır süren savaş ve sürgüne rağmen bizim hala ütopyalarımız var! Düşünmek imandandır. Okumak annemizin ak sütü gibi helaldir. Kimse kötü olmaya zorlanmayacağı gibi insan, doğru yolu düşünerek ve inanarak bulur. Kimsenin ayıbı araştırılmaz, sırlar ifşa edilmez. Bokanovskileştirilme1 ile değil tek hâkim ve yaratıcı olarak kullarını fert fert Allah yaratır. Sadece cinsellikten ve şiddetten oluşan bir et parçası değil, iyiyi ve güzeli emreden ve hep bunu amaç edinen eşref-i mahlûkattır insan. Bu yüzdendir ki distopyalar bize göre değil, bizim her zaman ütopyalarımız var! 1. Bokanovski işlemi: Tüplerde şekillendirerek insan yaratma, Cesur Yeni Dünya, Aldous HUXLEY OCAK2016 KATI 11 MÜNEVVER VE HALK KÜLTÜRÜ Mustafa Aslan [email protected] OCAK2016 KATI 12 M ünevver; yaşadığı dönemin koşullarını iyi analiz edebilen, belli sorumluluklar üstlenmiş (düşünen, üreten, ürettiğini paylaşan), toplumu ve çağı yakalamış hatta aşmış, toplumun değişimine ve ilerlemesine katkı sağlayan, bunu yaparken düşünsel olarak toplumun ilerisinde ama topluma yabancılaşmayandır. Aydın kavramını ele alırken Şerif Mardin iki taraftan bakmak gerektiğini söyler. Bunlardan ilki; Batı düşünce dünyasına yaklaşma hasretinin bugünkü temsilcileridir. Kafa yapısı sorununun halledilmesinden sonra toplumsal meselelerimizin hallolacağına inanmışlardır. İkinci grup aydınsa, bakışlarını ‘küçük adam’a yöneltmiş olan, köyün, kasabanın veya şehirlerdeki küçük memurun meselelerini anlatmaya çalışan fikir adamlarımızdan oluşmuştur. Mardin, ülkemizdeki aydın konusunu irdelerken, aydınların iki kutuplu ideolojik sınırlamalardan kurtulamadığını, referans ve açıklama kaynağı olarak Batı’yı aldığını ve tamamen yadsıma ya da tamamen kabul etme ikilemine sürüklendiğini öne sürmektedir. Aydın sınıfı, devleti yönetenler ile yönetilenler arasındaki ikili yapı ile ortaya çıkmıştır. Osmanlı Devletinin gayri Müslim çocukları devşirerek yabancı kökenli yöneticiler yetiştirmesi, devlette yöneten ve yönetilen arasında ikilik oluşmasına ve halk ile yönetimin birbirinden kopuk olmasına neden olmuştur. Osmanlı Devleti, kendi halkını toprağa bağlı köylü (reaya) konumuna getirirken, yabancı soyluları askeri-si- vil tüm yönetim kademelerine atamak suretiyle bu ikili yapılaşmaya gitmiştir. Devlet yapısı böyleyken, Osmanlı Devletinde sosyal yapıda aydın sınıfın ortaya çıkışı farklı sebeplere dayanmaktadır. Osmanlı, Batı karşısındaki geri kalmışlığını telafi etmek için ıslahatlar yaparken, yetişmiş insanını Batı’ya gönderdi. Bunlar, entelektüel birikime ulaşarak, ülkelerine döndüklerinde aldıkları bilgiyi hemen halka uygulamaya giriştiler. Osmanlı toplumu ile Batı toplumunun farklı bir yapıda olduğunu idrak edemeden, Batıyı olduğu gibi Osmanlıya taşımaları, topluma bir şey kazandırmazken kendilerini de halktan uzaklaştırdı. Üstat İlber Ortaylı da Osmanlı aydınının 19. yüzyıl reformcu Babıâli bürokrasisinin ürünü olduğunu söylerken bunları düşünmüş olsa gerek… Davranışlarında henüz bağımsız ve özgür bir nitelik yoktur. Osmanlı aydınının önünü açan olay, devletin parçalanma sürecinde farklı dış merkezlerle kurduğu ilişkilerdir. Osmanlı aydını, temel sorun olarak, devletin kurtulmasını gördüğü için tepeden inmeci bir geleneğin devamcısı olarak Batı’dan alınan düşünce ve hazır çözümlerin halka tanıtıcısı ve öğreticisi olmanın ötesine geçememiştir. O halde seçkinlerin halka doğru gitmesi şu iki maksat için olabilir: Halktan milli kültür terbiyesi almak için ya da halka medeniyet götürmek için. Güzideler, harsı (kültürü) yalnız halkta bulabilirler, başka bir yerde bulamazlar. Demek ki, halka doğru gitmek, harsa doğru gitmek mahiyetindedir. Çünkü halk, milli harsın canlı bir müzesidir. Münevverler, halkın izlediği insanlar olmalıdır. İçinden çıktıkları halkı küçümsemeyen, seven, onun inançlarına, kültürüne sahip çıkan münevverler halkın ve milli kültürün en önemli desteğidir. Bugünün aydını, aykırı düşünmeyi, aykırı davranmayı, aykırı yaşamayı ve halkın hayatını küçümsemeyi görev edinmiştir. Batı kültürünü olduğu gibi alma arzusuyla yanlış üzerine yanlış inşa etmektedirler. Aykırı düşünmek ve aykırı hareket etmek, hatta aykırı yaşamak aydın tanımının karşılığı olma çabasına girince, halkla birliktelik nasıl sağlanacaktır? Halk kendinden farklı olan bu aydın tanımına nasıl güvenecek, onu nasıl öncü belleyecektir? Bugün, artık halkın değerleri ile ilgilenmemek, hatta onlarla alay etmek aydın olmanın kuralı gibidir. Bugünün aydını, uç yaşantı tipini benimsemiştir. Bugün aydın denilen kesimin dinle de, inançla da alakası yoktur. Aksine halkın dini inançlarını küçümseyerek, her fırsatta alaya alarak yüceldiğini farz etmektedir. Öncü olması gereken konularda itici olmakta ve sevilmemektedir. Yemesi, içmesi, sonradan gu(ö)rmesi, oturup kalkması, kılığı kıyafeti hatta konuşması halktan farklıdır. Etkisinde kaldığı yabancı kültürlerin, ideolojilerin peşinde köle olmayı, yozlaşmayı ilericilik saymaktadır. Yok ettiğini fark etmeden ürettiğini düşünmekte, bozduğunu anlamadan yıkmayı tercih etmektedir. Aydın, artık halk tarafından benimsenmemektedir. “BEN NE YAPABİLİRİM?” SORUSUNUN PEŞINDE BIR USTA: MAHMUT ÇETİN Cem Sökmen M ahmut Çetin’in hikâyesi Ankara’da başlar. Bu bir kendi kendini inşa hikâyesidir. Lise yıllarında gazete ve dergilerde okuduğu belirli konulardaki yazı ve haberleri kesip saklamaya başlar. Bu sıralarda Zafer Çarşısı ve Kızılay çevresindeki kitapçıların vitrinlerini adeta ezberler. Liseden sonra hikâyenin yeni durağı Erzurum’dur. Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı okurken, Orhan Okay’dan “fiş yazma tekniği” öğrenir. Oradaki beş yılını -Seyfettin Özege merhumun bağışladığı yılların birikimi koleksiyonun da bulunduğu- üniversite kütüphanesinde geçirir. Bu yıllar, kitap notlarının çoğaldığı, arşiv için yeni başlıkların açıldığı, kitap konuları hakkında fikirlerin geliştiği ve bütün bunların bir fiş yazma/toplama sistematiği içinde geliştiği bir dönem olur. 2010 yılındaki bir söyleşisinde arşiv çalışmalarının başlangıcını ve dönüm noktalarını şöyle anlatır: “80’lerin başında Nokta dergisi başarılı bir haber dergisi örneğini veriyordu. Benim hayalim de, bizim dünya görüşümüze göre böyle bir haftalık dergi çıkarabilmekti. Bunun arşivini yapmaya koyuldum. Sonra baktım, bu çok büyük bir iş. Anladım ki, bu haftalık dergi arşivi benim imkânlarımı ve ilgimi aşıyor. O zaman, açıyı biraz daraltmamız gerekiyor hissi oluştu bende. Ondan sonra Taha Toros’un bir röportajını okudum. Röportajda, “şimdiki aklım olsaydı, arşivimin konusunu daraltırdım” diyordu Toros. “Çünkü bugünkü arşivimden ne kendim ne de başkası yararlanabiliyor.” O röportajı okuduktan sonra, zaten bende oluşmaya başlayan arşivin konusunu daraltma hissi iyice perçinlendi. Ve biyografi çalışmalarına yöneldim. Biyografi ve aile tarihi üzerinde yoğunlaşmaya karar verdim.” Biyografi merkezli çalışmaları ve oluşturduğu birikim 2000 yılında www. biyografi.net sitesine dönüşür. Aile tarihi çalışmaları ise Türkiye’nin etkili veya şöhretli kişilerinin zihniyet dünyasını anlamayı ve yorumlamayı yeni bir konu başlığı olarak tasarlayışına dayanır. Burada eskiden beri yaptığı okumalar ve arşiv çalışmalarının yanına farklı bir bilgi kaynağı [email protected] eklenir: ölüm ilanları. İlanlarda dikkatini çeken akrabalık veya arkadaşlık ilişkilerini özellikle magazin, siyaset, ekonomi ve spor haberleri içinde takip eder. Türkiye’nin 1980’lerden sonra yaşadığı hızlı dönüşüm saydığım dört başlıkta etkin olan insanların, bir başka deyişle “söylem seçkinleri”nin “haber aktörü” olarak gittikçe daha fazla görünür hâle gelmesine yardımcı olur. Bağlantılar ve haberler arasında gelişen analizler; gündem belirleyen, birbirini öne çıkaran, kötü işler yapsa da birbirini lanse eden bir “mutlu azınlık”ı işaret eder. Ve buradan hareketle, Rasih Nuri İleri’nin hayretle ve ön yargıyla “Bu bir kişinin çalışması olamaz, bir grup çalışmasıdır” dediği “Boğazdaki Aşiret”le başlayan, X İlişkiler, Kart Kurt Sesleri, Teyze ile Prenses kitapları ortaya çıkar. Mahmut Çetin denince hemen akıllara gelen eseri “Boğazdaki Aşiret”, 90’ların sonunda, Beyaz Saray’daki Burak Yayınevi’nin vitrininde gözüme çarpan bir kitaptı. “İslam Sanatının Yeniden Teşekkülü” ve “Aydın Yabancılaşması”nın 1992’de yapılan ilk baskılarını, - muhtemelen 2001’e kadar Türk-İslam Eserleri Müzesi ile Üniversite Kütüphanesi arasında tezgâh kuran- ikinci el kitapçılarda bulup kütüphaneme dâhil etmiştim. Bu zamanlarda rahmetli Kemal Çapraz’ın kurduğu Basın Birliği Derneği çoğu gazeteci olan arkadaşlarının bir toplanma yerine dönüşmüştü. Mahmut Çetin’le ilk merhabamız orada oldu ama hakiki manada tanışıklık Ağustos 2002’de Yusuf paşa tramvay durağında, -“Aydın Yabancılaşması”nı okuduktan kısa bir süre sonra- gerçekleşti. Bu tanışmadan sonra, Ticarethane Sokak, Tevfik Kuşoğlu hanındaki bürosu uğrak yerim oldu. Onun domates-peynirli sofralarından nasiplendim. Onunla birlikte kitap dizip, dergi poşetledim. 2004-2005 yıllarında 14 sayı olarak yayınladığı Biyografi Analiz dergisi için yaptığı hazırlıklara ve devamında çalışmalara şahitlik ettim. Sınırlı konu başlıkları ve belirli isimler etrafında yerlilik-millilikten bahsederken onun sohbetleriyle, harmanlanmanın ve halkalanmaların önemine yaptığı vurgularla, pek az kişide gördüğüm farklı bakış açısıyla yeni pencereler keşfettim, yeni kitaplarla, yeni isimlerle ve yeni konularla tanıştım. Biyografi Analiz’de Yusuf Kaplan, İhsan Fazlıoğlu, Bahaeddin Özkişi ve Zenci Musa üzerine yazdığım yazıları yayınladı. Bu yazılar için ufuk açıcı tavsiyeleri oldu, hakkında çok yazılmış ve adeta klasikleşmiş isimlerden çok, eskilerden veya yaşayanlardan olsun, henüz hakkı verilmemiş ya da bazı yönlerinin işlenmesi eksik kalmış isimlere yönelmemi sağladı. 2004’te başladığım kitap yayıncılığında daima telefonunun bir ucunda oldu; hazırladığım basın bülteni, kitap tanıtma yazıları, reklam metinleri ve söyleşiler için ya fikrini aldım, ya da “son okuma”yı rica ettim. Bürosu 2007’de Başakşehir’e taşınıncaya kadar benim için Cağaloğlu’na gitmek öncelikle Mahmut Çetin’in yanına uğramak demekti. 2008’de yüksek lisans tezi konusu olarak “yazar ve gazetecilerin buluştuğu kahvehaneleri” düşündüğümü söyleyince “Kültür Çevreleri” başlıklı dosyasından bahsetti ve dosyayı kısa bir süre sonra bana teslim etti. Bu 80’lerin başında açtığı bir dosyaydı. İçinde kahvehanelerle ilgili gazete ve dergi haberleri, eski kahvelerden bahseden makaleler ve “Ankara’da nasıl bir kültür çevresi oluşturabiliriz” konusuna kafa yorduğu -bir kısmı daktiloyla bir kısmı da tükenmez kalemle yazılmış- notları bulunuyordu. Haberi, makalesi ve notlarıyla bu dosya “yapılan işi ciddiye almanın ve peşinden yürümenin” önemini de öğretti… Velhasıl kelam, 1989’dan 2014’e İstanbul’da geçen yirmi beş yıldan sonra Mahmut Çetin artık yeniden Ankara’da. Biyografi.net’e içerik hazırlamaya devam ediyor, sondevir.com’da haftalık yazılar yazıyor, bugünlerde “Biyografi Atölyesi” etkinliğini yürütüyor. Ve evinin duvarlarını boydan boya kaplayan “kişi arşivi” ile “konu arşivi” içinde yeni kitapları için çalışmalarını sürdürüyor. Meselesi olan bir kişinin, “ben ne yapabilirim?” sorusunun peşine takılıp tek başına neler yapabileceğini merak edersek, “sadeliğin ihtişamı”nı müşahede etmek istersek Mahmut Çetin, hayatı ve eserleriyle “burada”… OCAK2016 KATI 13 NEREDE O ESKİ BAKKALLAR? Mahallelinin haberi onlardaydı. Her“kesi tanırdı. Birinin güvenilir olup ol- madığı bakkala sorulurdu. Mahalleye giren çıkanı bakkal bilirdi. ” Yasin Çakırel [email protected] OCAK2016 KATI 14 “N erede o eski falanlar filanlar” diye başlar, eskiye özlemi anlatan cümleler. Nerede o eski insanlar, nerede o eski bayramlar, nerede o eski kumaşlar, esnaflar, ıvırlar zıvırlar. Her devrin eskisi başka. Bizim bilmediğimiz ne eskileri vardı öncekilerin. Biz hiç tanık olmadık. Mesela dedeme sorsanız 50’li yılları eski beller. Kaya gibi, sımsıkı, dimdik ve sağlıklı olduğu günleri. Buharlaştı eskiler. “Katının buharlaştığı” bu devirde, hatıralar nasıl buharlaşmasın. Özlemimiz var eski günlere dair. Dizilere baksanıza, seksenli, doksanlı yılları hatta daha da önceleri konu alan, nostaljik, keyifle izlediğimiz, özlediğimiz günleri anlatan diziler. Kendimizle özdeşleştirdiğimiz ne çok nesneyi, hadiseyi, ilişkiyi, komşuyu, esnafı buluyoruz o dizilerde. Esnaf demişken, ben bakkallara bir değineyim istedim. Hani şu eski bakkallara. Çocukluğumun en şanslı adamlarına. Bakkallara ve bakkaldaki hatıralarımıza. Şimdi hatırladınız değil mi, o bakkal amcayı ya da teyzeyi? Lütfü amcayı, Nazike teyzeyi, Osman abiyi, suratsız Mustafa’yı, Kamber dedeyi ya da her kimse sizin hikâyenizin bakkalı. Eh onu hatırlayınca hatıralar da peşi sıra gelir zaten. Tatlı, acı, aldığınız ya da alamadığınız, ya da bazen bozuk çıkan ama geri veremediğiniz şeylerle ilgili hatıralar. İşin siyasetini, süpermarketler çıktı mertlik bozuldu kısmını hiç konuşmayacağım. Derdim eskilerle, yani hatırlarımızla. Şuracığa not düşelim de, kalsın bir kenarda, ne olur ne olmaz. Bakın, ben başlıyorum anlatmaya, siz de hatırlayın. Mahalle bakkalları, adı üzerinde mahalleden biriydi, komşuydu. Çoğunlukla bakkalın üst katı kendi eviydi. Nazike abla mesela. Profile uygun. Ben paramı onda biriktirirdim. Çubuk krakeri, sakızı ondan alırdım. Hafta sonu sabahları 250 gr. peynir kestirirdim kahvaltı için. Zaten çocukların hayatı bir bakkalın yakınında geçer. Sakız, şeker, çikolata, cips, futbolcu kartları oradadır ve çocuk onlara aşermeden yaşayamaz. Parası oldukça koşarak gider, bakkaldan alır ama aldığı her şeyden arkadaşlarına ikram etmez? Zinhar! Kendisine kalmaz sonra. Biri çekirdek alırsa öbürü bisikletiyle bir tur verme karşılığında çekirdeğe ortak olur, racon budur. Mahallelinin haberi onlardaydı. Herkesi tanırdı. Birinin güvenilir olup olmadığı bakkala sorulurdu. Mahalleye giren çıkanı bakkal bilirdi. Kim hasta, kimin kaç kızı var, hangisi nişanlandı, kim taşındı, vakıftı bakkal. Küfür edersen annene söylerdi. Az biraz ters adamlardı. Sanırım insanların tavırlarıydı biraz da onları öyle yapan. İnsana hizmet etmek zor azizim. Ben bakkal olsam bunların hepsini yerim beeee, bu Lütfü amca nasıl dayanıyor? diye düşünürdüm. Babam memurdu, bakkal çocuklarını çok şanslı sayardım kendimce. Biz melül melül bakarken, o gazoz içebilirdi, hem de bedava. Bakkal defterine de değinmeden olmaz sanırım. Hani şu kargacık burgacık yazılı, tarihin ilk kredi kartı olan defter. Defter sizde, ana tahta bakkalda olurdu. Ay sonunda karşılaştırılır, alınan margarinin, ekmeğin, şekerin borcu ya tamamen, çoğunlukla da kısmen kapatılırdı. Zaman zaman hesaplar tutmaz, bazen bu karışıklık bakkalı değiştirmeye mâl olabilirdi. Ben hala vakit buldukça mahallemizin değil ama Kırklareli çarşısının bakkalı Osman abiye uğrar, çayını içer, muhabbet eder, gündemi onunla değerlendiririm. Tanışıklığımız yirmi seneye yaklaştı. Rahmetli babasından kalan bakkal tam bir hatıralar yumağı. Arastanın olduğu meydanda ne zaman ne olduysa hatırlıyor Osman abi. Galatasaray’ın Manchester’la deplasmanda berabere kaldığı gece onun için yakın tarih. Entelektüel de aynı zamanda. Dükkânın dağınıklığı da ondan ileri geliyor galiba. Bayram yok, seyran yok, çoğu zaman tatil yok. Tek başına da olmaz. Ya eşin, ya evladın yardımcı olacak ki günlük ihtiyaçlarını karşılayabilesin. Bu zorluğu yaşayanlar zaten çocuklarının bakkal olmasını da istemiyorlar. Yeni dünya düzeninin de buna katkısı büyük. Sonuç olarak –meslek demek doğru mu bilemedim- bakkallık eski şaşaalı günlerini geride bıraktı. Katı olan her şey gibi, o da buharlaşıyor, hatıralarımızla birlikte… [email protected] İskender Gümüş SAHAFİYE Müstakil Gazete çıktı Abdullah Harmancı - Yazının Yükü Kapital, Almanca aslından çevrildi Abdullah Harmancı, Yazının Yükü adlı kitabında, 1969 yılının Şubat ayında yayına başlayan Nuri Pakdil’in çıkardığı “Edebiyat” dergisinin on beş yıllık serencamını bizimle paylaşıyor. Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, Rasim Özdenören, Akif İnan, Alaeddin Özdenören gibi önemli şair ve yazarlarla yola çıkan Pakdil’in Edebiyat dergisi, 1970’li yıllara damgasını vurur. Edebiyat dergisi, Nuri Pakdil’in üslubunu ve ideolojik tavrını benimseyerek edebiyatta devrimci bir dil kullanır. Abdullah Harmancı, Edebiyat dergisinin yayın hayatına başlamasından dergide yazan şair ve yazarlara, yayın politikasından kültür hayatımıza tesirine kadar bir derginin yayın serüveni akademik bir dille inceliyor. Yazının Yükü, verdiği bilgilerle yakın tarihimize de bir ışık tutuyor. Karl Marx’ın Kapital adlı eserinin tamamı üç cilt halinde Almanca aslından çevrilerek Yordam yayınları tarafından Türkçe’ye kazandırıldı. Özellikle Marksistlerin temel eseri olan Kapital’in Türkçe’ye kazandırılmış olması önemli bir eksikliği giderme yolunda önemli bir girişim. Mehmet Selik ve Nail Satlıgan tarafından Türkçe literatüre kazandırılan eseri, Erkin Özalp Almancasıyla ve Oktar Türel de İngilizcesiyle karşılaştırarak gözden geçirdi. Dergimizin yayına hazırlandığı süreçte, Hakan Albayrak da tatlı bir telaşın içerisindeydi. Diriliş Postası’ndan ayrıldıktan sonra bağımsız bir gazete projesinden bahseden Albayrak, Müstakil Gazete’nin 11 Ocak’ta bayilerde yerini alacağının ve ilk etapta 20 bin basılacağının müjdesini verdi. Kendine ait blogunda gazetenin çıkış süreci ile ilgili paylaşımlarını okudukça bizi bir heyecan sardı. Müstakil Gazete’nin yayın hayatının uzun ömürlü olmasını diliyoruz. OCAK2016 KATI 15 Teoman Duralı hocamıza şifa diliyoruz… Faruk Karaarslan’a başucu eserlerini sorduk? Yaşayan en önemli felsefecilerimizden ve Kırklareli Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Teoman Ş. Duralı hocamız bir süredir hastalıkla mücadele ediyor. Teoman Duralı hocamıza acil şifa diliyoruz. Vitrindekiler 1- Aliya İzzet Begoviç – Tarihe Tanıklığım 1- Tarık Tufan – Şanzelize Düğün Salonu 2- Ali Şeriati – İnsanın Dört Zindanı 2- Mustafa Kutlu – Hesap Günü 3- Max Horkheimer, Theodor W. Adorno – Aydınlanmanın Diyalektiği 4- İsmet Özel – Erbain Hüseyin Yorulmaz – Bilge Lider Aliya İzzet Begoviç 5- Rasim Özdenören – Gül Yetiştiren Adam Hüseyin Yorulmaz, Bosna Hersek’in önemli devlet adamı Aliya İzzet Begoviç’in hayatını kaleme aldığı bu kitapta, Aliya’nın hayatından, eserlerinden, devlet adamlığından ve Bosna’da yetiştiği düşünce ikliminden kesitler sunuyor. Yakın tarihimizin oldukça önemli bir devlet ve düşünce adamı olan Aliya’nın bilge bir lider oluşuna dikkat çekiyor. 1985 yılında Konya’da doğdu. Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji bölümünden mezun oldu. 2010 yılında yüksek lisans eğitimini, 2014 yılında da doktorasını Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim dalında tamamladı. Halen Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümünde öğretim görevlisidir. Faruk Karaarslan kimdir? 3- Alaattin Diker – Batı Düşüncesinde Stratejik Perspektifler 4- Cihan Aktaş – Kızım Olsan Bilirdin 5- Kolektif (Hazırlayanlar: Aynur Can-Mahmut Doğan) – Bir Şehir Kurmak (Turgut Cansever’le Konuşmalar) Ali Şeriati diyor ki! “Çağımızda, doğa, tarih ve toplum zindanından kurtulan insan, anlamsızlık ve boşluk duygusunun bunalımına düşmektedir. Niçin? Çünkü özgür değil, dördüncü zindanın tutsağıdır. Önceki üç zindandan kurtulması ile mutsuzluğu da başlamaktadır.” 01 OCAK / 2016 KAHVE NE RENKTİR? kahve denince Türk kah“Türkvesikültüründe anlaşılır. Oysa renk olarak kahve- rengi, Türk kahvesinin değil neskafenin, belki, çok zorlama bir yorumla Türk kahvesindeki köpüklerin rengidir. ” Burçin Aydoğdu [email protected] K ahverengi diye bir renk adı var; malum. Bu ad üzerinden pek çok nesnenin rengini tarif etmek mümkün. Açık kahverengi, koyu kahverengi, kırmızıya çalan kahverengi vs. Peki ama kahvenin rengini nasıl tarif etmek lazım? Kahvenin rengi kahverengidir dersek totoloji olmaz mı? Yani Gökyüzü gök rengidir, samanlar saman rengidir derken ki gibi kolaya kaçmış olmaz mıyız? Bu soruya adamakıllı bir cevap arayalım: Kahve ne renktir? Bu soruya cevap verirken baştan kabullenmek gerekir ki esasında kahve, kahverengi değildir. Türk kültüründe kahve denince Türk Kahvesi anlaşılır. Oysa renk olarak kahverengi, Türk kahvesinin değil neskafenin, belki, çok zorlama bir yorumla Türk kahvesindeki köpüklerin rengidir. Kahverengi nitelemesini, doğasında bulunan bu çelişkiden kurtarmak bir yolu şunu sormaktır: eskiden kahverengi diye renk adı mı varmış? Kahve insanlığa 14. Yüzyıldan beri malum. Ondan öncesi muğlak. Fakat söz konusu renk ezelden beri var. Bu rengi, kahveyi bilmeden önce nasıl niteliyorlarmış; biraz bunu kurcalamak lazım. Eski insanlar 3 temel renkli skalaya bugünkü gibi hâkim değillerdi. Ne fotonları biliyorlardı ne ışık kırılmasını. Mesela eski Türkçede “gök” diye renk adı vardır. Gökyüzünün rengi olduğu için mavi anlamına geleceğine kuşku yok ama gökyüzü hep mavi midir? Boz kurt anlamına gelen “gök börü” ifadesinde ise gök, gri rengi ifade eder. “Kavun gök çıktı” dendiğinde gök demek yeşil de- mektir. O kadar ki, Yeşilay’ın kurucusu Fahrettin Kerim Gökay, soyadını Yeşilay’ın o zamanki isminden yani Hilal-i Ahdar’dan almıştır. Fakat ahmer, ahdar gibi Arapça renk isimleri tasfiye edilince onların yerine geçen Türkçe adların yerleşimi Fahrettin Kerim Gökay’ın soyadı seçerken umduğu gibi olmamıştır. Zira bir renk adı olarak gökün skalası yeşili, mavi ve griyi kapsar. Zira bunların hepsi gökyüzünün alabileceği tonlardır. Hazarların Sarkel (sarı kale) adını verdiği yerleşimin “beyaz kale” anlamına geldiğini de Hazarların çağdaşı olan Arap seyyahların notlarından biliyoruz. Buradan, sarı kelimesinin skalasının, sarının en açık tonu olarak beyazı kapsadığı da düşünülebilir. Nitekim doğada diş gibi, ten gibi, ya da yumurta gibi, rengi sarı ile beyaz arası değişen nesneler vardır. Sarı adı, hepsine birden ad olmuş olabilir. Dünyanın başka dillerinde de bizimkine benzer skalalar, özellikle eskiden kalma nitelemeler de vardır. Tersten örnek vermek gerekirse; Türkçede kırmızı ile kızıl arasında ayrım bellidir. Sovyet bayrağı her zaman kızıl bayrak olarak kırmızı bayraktan ayırt edilmiştir. Oysa İngilizce başta olmak üzere çoğu dilde öyle bir ayrım yoktur, “kızıl”ı ifade etmek için de kırmızı anlamına gelen kelimeyi kullanırlar. Teknik terminolojilerine girildiğinde muhakkak o ayrımı yapacak isimler, özellikle gelişmiş ülke dillerinde vardır fakat geleneğin yansıması olmayı sürdüren gündelik dilleri ele alırsak renk adının geniş kapsama sahip olma özelliğini yine gözlemleyebiliriz. Velhasıl, insanların sadece 5-10 renk adı kullandığı çağlar dahil, herhangi bir rengin adlandırılamadığı dönem pek olmamıştır. Sadece renklerin skalalarının bugünkü anlayışla garip kaçacak kadar geniş tutulduğu dönemler olmuştur. Estetik ve fizik bilimi geliştikçe ayrımlar netleşmiş, kapsamlar daralmıştır. Bugün kahverengi dediğimiz nesneler de eskiden, sayısı daha az ama kapsamı daha geniş renk adları ile tarif ediliyordu. Mesela bugün açık kahverengi dediğimiz fındık rengine (ki eskilerde “fındık rengi” tabiri de vardır) eskiler sarı hatta ak diyordu. Yine bugün kahverengi, koyu kahverengi dediğimiz at söz konusu olduğunda “donu al”, “donu kırmızı” at deniyordu (Don, eski Türkçede giysi demektir). Bu kapsamı geniş, çeşidi az renk tayfında kahvenin payına hangisi düşüyordu derseniz, onun cevabını da Karacaoğlan asırlar önce vermiş: “… İllerde konup göçerler, Lale sümbülü biçerler, Ağalar, beyler içerler, Kahve de kara değil mi? …”