DİKİZLEME ÇAĞI VE BIG BROTHER

Transkript

DİKİZLEME ÇAĞI VE BIG BROTHER
tam: 5 öğrenci: 2
DİKİZLEME ÇAĞI VE
BIG BROTHER
BİZİM
ÜTOPYALARIMIZ
VAR
SOSYAL
MEDYANIN
GÜLLER AÇAN
DALLARI
BÜYÜK VERİ VE
MAHREMİYET
SORUNU
RÖPORTAJ ~ ALİ URAL: “OKUMANIN HER ZAMAN KAZANDIRACAĞINI DÜŞÜNMÜYORUM”
RAMAZAN ÇELİK . NECMİ GÜRSAKAL . SERTAÇ DALGALIDERE . KADİR METİN AKBAŞ
MUHAMMET ATALAY . ADALET CANLI AKBAŞ . AYBÜKE EKİCİ . MUSTAFA ASLAN
CEM SÖKMEN . İSKENDER GÜMÜŞ . YASİN ÇAKIREL . BURÇİN AYDOĞDU
SAYI: 1 / OCAK 2016
Ayda bir yayınlanır
İmtiyaz Sahibi ve Sorumlusu
Recep Çakırel
Genel Yayın Yönetmeni
Kadir Metin Akbaş
Yayın Danışmanları
Prof. Dr. Necmi Gürsakal
Yrd. Doç. Dr. İskender Gümüş
Yayın Koordinatörü ve Görsel Yönetmen
Sertaç Dalgalıdere
Kapak Fotoğrafı
Simon Stratford / freeimages.com
Yayın Kurulu
Yrd. Doç. Dr. Ramazan Çelik
Dr. Muhammet Atalay
Burçin Aydoğdu
Yasin Çakırel
Adalet Canlı Akbaş
Cem Sökmen
Mustafa Aslan
Enes Eryılmaz
Yılmaz Kus
Tacettin Turgay
Hukuk Danışmanı
Av. Ayşegül Dalgalıdere
İstanbul Temsilcisi
Av. Aybüke Ekici
Basım Yeri
İn. Adına Gazetecilik Mat. Rek. Org. San. ve Tic.
Ltd. Şti. Ofset Tesisleri.
Yılmaz Mahallesi. İsmail Hakkı Yücel Sk. No 1/B
Lüleburgaz / Kırklareli
Tel: 0288 412 45 74 - 412 29 57
Fax: 0288 417 44 47
Yönetim Yeri
Demirtaş Mahallesi, Koşuyolu Ara Geçidi, No: 17
Kırklareli Merkez.
İletişim
[email protected]
twitter: @katidergi
Dergideki yazılar yazarlarını bağlar
Y
epyeni bir dergi ile huzurlarınızdayız. Dergimizin adı
KATI… Nereden çıktı bu
isim derseniz, hemen anlatırız… Amerikalı filozof Marshall
Bermann’ın (2013’te öldü) tüm dünyada ses getirmiş, ülkemizde de özellikle
modernizm ve post modernizm gibi
konulara ilgi duyanlarca önemsenmiş kitabı ‘Katı olan her şey buharlaşıyor’u alıp okuduğumda, kitabın
adının çağrışımlarına vurulmuştum.
Sonrasında bu sözün Karl Marx’a ait
olduğunu ve Komünist Manifesto’da
geçtiğini, hatta devamının da olduğunu
öğrendiğim de ise bir dergi çıkaracak
olursam, adının bu söz olması gerektiğini düşünüyordum… Nasip bu
zamanaymış… Önce sözün tamamını
buraya yazayım da meramımı daha net
anlatmış olayım; “Katı olan her şey
buharlaşıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve sonunda insanlar, ciddi
olarak kendi yaşam koşulları ve diğer
insanlarla olan ilişkileriyle yüzleşmeye
zorlanıyorlar...”
Evet, katı olan her şeyin buharlaştığı,
kutsal olan her şeyin bir şekilde dünyevileştiği bu çağda, bizler, yani bu
dergiye omuz verenler, bu dergi etrafında bir araya gelenler “katı” olarak kalıp
buharlaşmamak,
dünyevileşmemek
istiyoruz. Bu çağda bunu ne kadar
başaracağımız meçhul. İnsan ilişkilerinin tavsadığı; muhabbetin, sohbetin,
dostluğun, hakikatin göz göre göre
pörsüdüğü bu kaotik zaman diliminde
kendimiz olarak kalmanın, dostlarımızla hakikat üzere olmanın, gerçeğin, en
gerçeğin, en hakiki muhabbetin izini
sürmenin zorluklarını iliklerimize kadar hissediyoruz.
Sanal gerçekliğin insanoğlunu günbegün kuşatma altına aldığı bu post
modern çağda kendimiz olarak kalıp,
özgün ve hakikat üzere bir yaşam sürmenin telaşındayız. Bu konuda elimizde kalemimizden başka sermayemiz
yok. Kendimizi ancak kalemimizle
koruyabilir, birbirimiz hakkında, hayat
hakkında, başkaları hakkında, önemsediklerimiz ve sevdiklerimiz hakkında
ancak kalemimizle savaş verebiliriz diye
düşünen bir grup hayalperest öğretim
elemanıyız.
Gelelim bu ilk sayımıza… İlk sayımızın
kapak konusunu Dikizleme Çağı ve Big
Brother olarak belirledik. Dergimizin
ilerleyen sayfalarında yine aynı minval
üzere çok sayıda yazı göreceksiniz. Her
biri bir diğerinden önemli bu yazıları
büyük bir keyifle okuyacağınıza eminim. Şair ve yazar Ali Ural ile yaptığımız
harika röportaj da orta sayfada sizi bekliyor.
Kırklareli merkezli Katı dergisi hayırlı
uğurlu olsun… Her şeyin buharlaştığı
bu çağda, ne mutlu katı kalabilenlere…
İkinci sayımızda görüşmek dileğiyle…
Kadir Metin Akbaş
DİKİZLEME ÇAĞI
VE BIG BROTHER
Ramazan Çelik
G
ünümüz iletişim teknolojilerinin hızlı bir şekilde devinim ve dönüşüm yaşaması,
birey ve toplumların da bu
değişime maruz kalmasına neden oluyor.
Fransız Lumiere kardeşlerin, sinema için
kameranın kayıt tuşuna bastıkları yıl olan
1895’ten sonra peşi sıra telefon, telgraf,
radyo, televizyon, internet ve nihayetinde
sosyal paylaşım ağları ile devam eden silsile kısaca iletişim teknolojilerinin geçirmiş
olduğu değişimi ifade ediyor. Beyaz perdeden beyaz cama geçiş ile birlikte özellikle televizyonun magic box (sihirli kutu)
olarak birey ve toplumlar üzerindeki etkisi edebiyatta kara ütopyaların yazılmasını
sağlamış ve Rus Yevgeni Zamyatin’in
“Biz” romanından, İngiliz George Orwell’ın “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”üne
kadar birçok esere ilham kaynağı olmuştur. İletişim araçlarının etkileşimi ile
şekillenen bu yenidünya düzeninde Big
Brother yarışması da “dikizleme kültürü”
ekseninde değerlendirmeye değer bir
konudur.
“Büyük Birader” ya da İngilizcedeki özgün
adıyla Big Brother, George Orwell tarafından kaleme alınan BinDokuzYüzSeksenDört adlı romanda yer alan kurgusal
karakterlerden biridir. Romana göre en
ileri safhada bir totaliter rejimle yönetilen;
iktidar partisinin kendi çıkarları uğruna
halkı üzerinde büyük baskı kurduğu Okyanusya ülkesinin gizemli diktatörüdür.
Orwell’ın betimlediği toplumda her bir
birey tele-ekranlar aracılığıyla yetkililerin sürekli göz hapsi altındadır. Gözetim
altında oldukları durmaksızın insanlara
“Büyük Birader seni izliyor” sloganıyla
anımsatılmakta ve bu, ülkede uygulanan
propagandanın özünü oluşturmaktadır.
Bu bakış açısı üzerinden “Big Brother” terimi pek çok dile mal olmuş; güçlerini istismar eden iktidarlara yapılan bir yakıştırma
olarak kullanılmaya başlamıştır. Özellikle
kamusal alanlara kurulmuş kayıt sistemleri
ve güvenlik kameralarıyla bireylerin göze-
[email protected]
tim altında tutulması sık sık bu terimle
ilişkilendirilir. Kaynağını romandan alan
bu terim, kamusal alanlara kurulan kayıt
sistemlerinin de ötesine geçerek zamanla
“Reality Show”lara dönüşmüş durumda.
Bu şovlar, gerçek yaşamdan alınmış, gerçek
karakterler ile yapıldı ve televizyonun
ilk günlerinden beri çeşitli şekillerde var
olarak 2000’li yıllarda popüler bir furyaya
dönüştü. Bu kategoriye yarışmalardan,
gözetleme programlarına (Big Brother
gibi) kadar pek çok program çeşidi girer.
Reality Şovların öncüsü olarak betimlenen
Big Brother, dünyada ve Türkiye’de bir
fenomen haline geldi, ülkemizde 6 dönem
yayınlandı ve yine şu an bir özel televizyon
kanalında yeniden seyirciyle buluşur oldu.
Dünyada yayınlanan taklitlerinin aksine,
yayınlandığı 120 ülke arasında özellikle
İspanya, İngiltere, Avustralya ve Amerika’da defalarca “En İyi Reality Show”
programı seçilen Big Brother’da öne çıkan
birinci kural, yarışmacıların birbirleriyle
pozitif rekabet ve dayanışma içerisinde
olmaları. Yarışmacılar bunu yaparken de
Big Brother’ın onlara verdiği, akıl sınırlarını zorlayan, aksiyon ve aldatmaca dolu
oyunlarına karşı mücadele ederler. Buraya
kadar her şey güzel. İletişim serüveni ve
televizyon özelinde “Big Brother” hakkında bilgiler içeriyor. Nefsani duyguları harekete geçiren bu yarışma ile artık dedikodu
kazanları kaynamaya başlar ve her nedense
birey bundan muhteşem haz alır.
Big Brother aslında bir gözetleme aracı
olarak, bizi eğlendirse de bizi gözetleyen ve deşifre eden sistemlerin iktidarlar
tarafından kullanımını meşrulaştırmıyor
mu? Burada Kanadalı romancı ve kültür
eleştirmeni Hal Niedzviecki’ye kulak kabartmak gerekecek. Zira Niedzviecki
“Dikizleme Günlüğü” isimli kitabında,
Reality Şovların en önemlisi olarak betimlediği Big Brother’ı dikizleme çağı ve
endüstrisinin öncüsü olarak görmektedir.
“Dikizleme Çağı”, “Dikizleme Endüstrisi” ve “Dikizleme Kültürü” ter
imlerinin mimarı Niedzviecki, dikizleme
kültürünün Big Brother ile başladığını, ancak günümüzde sosyal paylaşım ağlarının
bu kültürü en üst noktaya taşıdığından
bahseder: “Dikizleme Kültürü bir reality
şovdur. YouTube, Twitter, Flickr, MySpace ve Facebook’tur. Dikizleme Kültürü,
21. yüzyılın teknoloji toplumunu adına ister eğlence, ister kişisel gösteri, ister dikkat çekme diyelim, bedenleri ve ruhları ile
sürekli soyunan ve bu bitmeyen striptizi
izleyen büyük bir kalabalığa çevirmekte- OCAK2016
dir. Dikizlemek, giderek toplumsal bilinKATI
ci dönüştüren mekanizma olarak anlam
3
kazanmaya başlıyor.”(Niedzviecki, 2010:
s.8-28)
İlk zamanlar televizyon ve sonrasında da
sosyal paylaşım ağları ile Niedzviecki’nin
de dediği gibi bedenleri ve ruhları sürekli soyunan bireyler, diğerleri tarafından
izlenerek kendilerini onlardan ayıran özelliklerini vurgulama çabasına girişiyor. Bireyi bu çabaya sevk eden en önemli şey,
otoritenin bireyleri aynılaştırma çabası sonucunda günümüzde bireysel farklılıkların
ortadan kaldırılmasına duyulan ihtiyaç ve
bu süreç içinde bireyin kendi varlığını ispat etme isteğidir. Birey bu gayreti içinde
ne yazık ki kendi yaşam öyküsünün bu
sanal endüstri için bir meta haline geldiğini görememektedir. Özel olanı paylaşmak,
giderek daha normal algılanmakta, gerçek
yaşamda bireyin en yakınıyla paylaşmaktan kaçınacağı sırlar kim olduğu bilinmeyen pek çok insanla paylaşılmaktadır.
Bu da mahremiyet eksenli birçok sorunu
beraberinde getirmektedir. Aslında özel
olan, bireye ait olan her şey alenileşerek,
mahrem olanın yeniden sorgulanması gerektiğini bizlere gösteriyor.
Son not: Niedzviecki’yi merak edenler için: Dikizleme Günlüğü kitabı Gökçe Gündüç’ün çevirisi
ile Ayrıntı Yayınları’nca yayınlandı.
SOSYAL MEDYANIN
GÜLLER AÇAN DALLARI
Necmi Gürsakal
[email protected]
OCAK2016
KATI
4
yetmiyor artık bize, ekranların önüne
“Aynalar
kilitlendik. Onlar alıp sürüklüyor bizi istediği yere...
”
Y
az günü, üstü açık bir araba kırmızı
yanan trafik ışığında bekliyor. Arabanın içinde bir telaş, bir telaş…
Arka koltuktaki bayanlar saçlarını
düzeltip, üstlerine başlarına çeki düzen veriyorlar. Çünkü… Önde oturan arkadaş, elinde bir selfie çubuğunu sunroof ’tan uzatmış,
selfie çekme derdinde. Sürücü de poz verip
gülecek elbet ama yeşil ışık yandığı için arkadaki arabalar zorunlu olarak, istedikleri kadar
homurdansınlar selfie’nin çekilmesini bekleyecekler.
İstanbul gibi büyük kentlerde yaşanan uzun
süren belediye otobüsü yolculuklarında, sağınıza solunuza bir bakın. Herkes elinde
cep telefonları; birilerini, bir şeyleri görme
derdinde. En olmayacak yerlerde selfie çekip
sosyal medyaya gönderiyoruz.
Aslında hepimiz aynı gemideyiz. Yaralıysak
hepimiz yaralı, arızalıysak hepimiz az ya da
çok arızalıyız. Biraz eskilere gidersek; daha
ortada ne fotoğraf ne film varken, çok çok
eski zamanlarda bile göldeki görüntümüze
bakıp bakıp yansımalara sevdalandığımız yok
mu bizim… Görmek ve görülmek arzusunun kurtları içimizde az ya da çok kaynamaz
mı… İnsanız biz.
Bunu birileri anlayıp çoktan paraya dönüştürdü de ben daha yeni anlıyorum, o eski
günlerde fotoğrafçının düğünün sonunda
toplu fotoğraf çekerken, bu önemli törene
çağrılmayanların neden küstüğünü… İçimiz
fotoğraf çektirmek için yanıp tutuşurmuş
meğerse eskiden de. Cep telefonlarının kameraları bile bu yangını söndürmeye yetme-
di, yetmeyecek günümüzde. Demek ki narsisizm yeni bir şey değil ama sosyal medya
yangına körükten bile öte bir işlev görüyor.
Ortalık toz duman. Birileri sanki insanın bu
eski derdini, onun açıklarını; fotoğrafları,
hareketli görüntüleri çoğaltan, veriyi ve bilgiyi en olmayacak yerlerde önümüze koyan
teknoloji denilen bir çubuk ile kurcalayıp
duruyor. İçimizdeki narsisizm, sosyal medyaya hayat veriyor durmadan. Kana kana
sosyal medyadan içtikçe susuzluğumuz artıyor sanki ona. Elbette bunların dereceleri
de var. Narsisizm ile dikizcilik kimimizde az,
kimimizde çok. Aslında biz bunların çamaşır
suyu ile yumuşatılmış sosyal medya adı altında kılık değiştirmiş biçimlerini anlatıyoruz.
Ancak dozları her ne olursa olsun, narsisizm
dikizciliği; dikizcilik de narsisizmi besliyor.
Bir, ikimiz bir fidanın güller açan dalıyız demedikleri kalıyor bunların, o kadar…
Aynalar yetmiyor artık bize, ekranların önüne
kilitlendik. Onlar alıp sürüklüyor bizi istediği
yere. Hiç birimiz kabullenmeyiz, “Neremiz
narsist, neremiz dikizci bizim?” deriz demesine de; elimizden düşürmediğimiz cep
telefonları, içine battığımız sosyal medya ve
on-line olmadan duramayışlarımızla, gerçek
dünya ile sanal dünya arasında bir yerlere sıkıştığımızı da kabullenmemiz gerek artık. Bir
kara delik sanki anlamdan anlamsızlığa her
şeyi çorba edip, karıştırıp koyuyor önümüze.
“Buyurun afiyet olsun size” diyor mu sırıta
sırıta, işte o kadarını bilemiyorum artık.
BÜYÜK VERİ
VE MAHREMİYET
SORUNU
Sertaç Dalgalıdere
T
eknolojik gelişmeler ve hızlı
tüketim çılgınlığı, bilim insanlarını yeni bir araştırmanın eşiğine getirdi. Her gün Google
üzerinden 200 milyonun üzerinde arama
gerçekleştiriliyor. Facebook aracılığıyla
milyonlarca fotoğraf ve video paylaşılıyor, milyonlarca mail gönderiliyor. Tüm
bunlar bizim için “gerçekten de çok fazla” demenin dışında bir şey ifade etmese
de bilim insanları için çok fazla şey ifade
ediyor.
Bilgisayar başında ya da akıllı telefonlar, tabletler aracılığıyla yaptığımız tüm
bu işlemler bir merkezde toplanıyor ve
üzerlerinde bir takım analizler uygulanarak “bilgi” haline dönüştürülüyor. Kimi
zaman bu bir istihbarat faaliyeti için,
kimi zaman dünyaca ünlü bir şirketin insanların gelecekte neyi daha fazla talep
edebileceklerini tahmin edebilmesi için
kullanılıyor.
Büyük verinin (big data’nın) aslında tam
olarak bir tanımı bulunmuyor ancak en
yalın ifadesiyle veri hacminin devasa boyutlara ulaştığı bir durum olarak açıklanabilir. “Google günde 24 petabayttan
fazla veriyi işliyor ve bu, ABD Kongre
Kütüphanesindeki bütün basılı belge
miktarının yaklaşık binlerce katıdır.”
(Scönberger – Cukier, 2013:16). Tüm bu
verilerin toplanmasının aslında tek bir
amacı var; “future prediction” geleceği
tahmin edebilmek.
Geleceği tahmin edebilmek için oluşturulan sistemler büyük veri içinden
anlamlı bilgiye ulaşmayı hedefliyor. Bunun için ise data mining (veri madenciliği) teknolojileri kullanılıyor. Örneğin;
“The – Numbers.com” Hollwood’daki
film yapımcıları için bir filmin çekilmeden önce ne kadar gelir getirebileceğini
tahmin ediyor. Bunu yapabilmek için ise
30 milyondan fazla kayıt topluyor (filmde oynayacak oyuncular, senaryo, gişe
hasılatları, yurtdışı haklar, Amerikalı ve
dünyanın pek çok yerindeki vatandaşların neyi izlemek istedikleri vb.) Elbette
bu durum bir şirket için oldukça kârlı
bir tahmin olarak gözüküyor. Hiç kimse
izlenmeyecek bir filme milyon dolarlar
[email protected]
yatırmak istemez. Uçak motoru üreticisi
Rolls – Royce da işini veriler üzerinden
yürüten bir şirket. Şirket, arıza meydana
gelmeden önce fark etmek için, 3 bin
700’den fazla jet motorunun performansını İngiltere’deki operasyon merkezinden izliyor ve topladığı verilerle arızayı
önceden tahmin etmeye çalışıyor. “ABD
Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA) her gün
1,7 milyar e-postayı, telefon konuşmasını ve başka türde iletişimleri yakalıyor ve saklıyor.” (Scönberger – Cukier,
2013:164). Bu ve buna benzer pek çok
şirket ve hükümet, verileri tahmin yapabilmek için depoluyor ve işliyor.
Büyük verinin sağlık sektöründeki kullanımına en güzel örnek ise Google tarafından ortaya konmuştur. Amerika’da
2009’da N1H1 krizi patladığında Google kurduğu büyük veri sistemiyle gribin
nerelerde yayılacağını önceden tahmin
eden bir algoritma geliştirdi. Toplamda
450 milyon farklı matematiksel modeli
işleme aldılar. Sonuç, gerçekten de şaşırtıcıydı. Amerika’da sağlık örgütlerinin
tespit etmeye gücünün yetmediği virüs
yayılımını, Google kısa bir süre içinde
ortaya koydu. Google bunu insanların
internette ne aradığına bakarak gerçekleştirdi. Bkz. (http://www.google.org/
flutrends/)
Peki, bu durum ve özgür iradeyi yok
mu ediyor? Mahremiyet kavramı pek
çok anlamı içinde barındırmakla birlikte özetle şu şekilde ifade edilebilir; “Tarihsel ve kültürel olarak çeşitli anlamlara
gelen tartışmaya açık bir kavram olan
mahremiyet, yalnız kalma hakkından,
toplumsal ilişkilerin sınırlı koşullarına
ilişkin müzakere etme kapasitesi ve bireyin hakkındaki bilgilere erişimi denetleme hakkına kadar birçok anlam taşır.”
(Lyon, 2013:287).
Bilginin bu denli depolandığı günümüzde bireyin bilgilerine erişimin özel sektöre ya da devlet kurumlarına açılması
mahremiyetin ortadan kaldırıldığını çok
açıkça göstermektedir. Hiçbir şey gizli
kalamıyor, her şey kayıt altında tutuluyor.
“Eğer akıllıca kullanılır, uygulanırsa, insanın, bireyin, vatandaşın, müşterinin le-
hinde ve onun onayıyla gündeme alınırsa
büyük verilerin analizi sonucunda çok
büyük yararlar üretilebilir” (Aksu, 2013:
58). Ancak böyle kullanılmadığı takdirde
ne gibi sonuçlar doğurabilir?
Kişisel olarak internet üzerinde yaptığımız aramaların, maillerin, sosyal paylaşım sitelerindeki özel mesajların, sosyal
ağlardan paylaştığımız fotoğraf ve videoların kayıt altına alınıyor olması, sanırım
kişinin mahremiyetini ihlal etmenin en
açık örneğini teşkil ediyordur. Veriler bir
gün kullanılmak üzere yeniden işlenebilir
ve bunlardan dolayı suçlu konuma düşebilirsiniz. “Virginia’da polis, suç verisini
şehirdeki büyük şirketlerin çalışanlarına
ne zaman ödeme yaptığına ya da konserlerin veya spor etkinlilerinin tarihlerine
ilişkin bilgi gibi ilave veri setleriyle ilişkilendiriyor. Bunu yapmak, polislerin suç
eğilimleri hakkındaki şüphelerini onaylamakta ve bazen de düzeltmektedir. Örneğin, Richmond polisi silah şovlarının
ardından şiddet içeren suçlarda bir sıçrama olduğunun uzun süredir farkındaydı; büyük – veri analizi haklı olduklarını
kanıtladı ama ustaca bir çözümle: Artış
etkinliğin arkasından değil iki hafta sonra gerçekleşti”. (Scönberger – Cukier,
2013:166).
Virginia’daki örnek, bireyler seviyesine
indirgendiğinde kimin suç işleyebileceğini tahmin etmek suretiyle suçlar önlenmeye çalışılabilir. Suç işlenmeden önlemek, kulağa hoş geliyor olabilir ancak
bu durumda özgür irade tamamen devre
dışı bırakılmış olacaktır. “Veriler sizi potansiyel suçlu olabileceğinizi gösteriyor”
denilerek cezalandırılabilirsiniz.
KAYNAKÇA
Lyon, David, “Gözetim Toplumu”, Çev: Ali
Toprak, Kalkedon, İstanbul: 2013
Schönberger, V. Mayer, Cukier, K., “Büyük
Veri, Yaşama çalışma ve düşünme şeklimizi
dönüştürecek bir devrim”, Çev: Banu Erol,
Paloma, İstanbul: 2013
Aksu, Halil, “Big Data ve Diğer Yeni Trendler”, Pusula, İstanbul: 2013
OCAK2016
KATI
5
YENİ YÜZYIL
KİTAP EKİ VERSİN!
Gazetelerin Kitap Ekleri
Cumhuriyet: Her hafta Perşembe
Zaman: Her ayın ilk Pazartesi
Star: Her ayın ilk Perşembesi
Yeni Şafak: Her ayın ikinci Çarşambası
Sabah: Her ayın üçüncü Cuması
Vatan: Her ayın 15’inde
Milliyet: Her ayın 20’sinde
Birgün: Her ayın ilk Cuması
Kadir Metin Akbaş
[email protected]
G
OCAK2016
KATI
6
Gazetelerin verdiği ekler
arasında en dişe dokunurlar
benim için her zaman kitap
ekleri olmuştur. Yeni çıkmış
kitapları, kitabı yeni çıkmış yazarları
ve özel olarak kitap okurlarının ilgisini çeken konuları işleyen kitap ekleri,
gazetelerin kültüre, edebiyata ve
düşünceye dair yaptığı en kayda değer
katkı olarak göze çarpıyor.
Genel olarak ülkemizde gazetelerin
kültüre, edebiyata, düşünceye verdikleri önem nedir diye baktığımızda, hiç de iç açıcı bir manzara ile
karşılaşmıyoruz. Bu sebepten olsa
gerek, ülkemizde kitap eki veren gazetelerin sayısı da bir elin parmağını
geçmiyor. Bilhassa haftalık ekler özelinde baktığımızda ise, sadece Cumhuriyet gazetesinin 25 yıldır kesintisiz okurlarına ek olarak verdiği kitap
ekini görüyoruz. Dile kolay, her hafta
Perşembe günü gazetenin eki olarak
okura hediye edilen Cumhuriyet Kitap, uzun erimli bir gelenek olarak yolculuğuna 25 yıldır kesintisiz ve inatla
devam ediyor. Ekin yayın yönetmeni
Turhan Günay; “Cumhuriyet Kitap
eki ilk çıktığında 35 bin ek okur getirdi. Kitaba bir ilgi vardı, çünkü 12 Eylül gibi bir dozer üzerimizden geçmiş,
kitabı suç unsuru olarak önümüze
sürmüştü. İnsanlar ellerindeki kitapları yaktı. İnsanların kitap okumaya açlıkları vardı. Cumhuriyet Kitap,
yeniden kitapla tanışmanın belki ilk
adımlarından biri oldu.” diyerek anlatıyor ekin çıkma amacını.
Ülkemizde özellikle Pazar günleri ek
vermeyen gazete yok gibi. Cuma ve
Cumartesi günleri de ek verenlerin
yanı sıra, her gün magazin eki vererek,
okurlarını bu konuda bilgilendirmeyi
ihmal etmeyen gazeteler de az değil.
Konu kitap olunca ne yazık ki bu ilgi/
alaka yerini vurdumduymaz bir sessizliğe bırakıyor. Ekonomik sebeplerden dolayı haftalık kitap eklerini aylık
olarak vermek zorunda kalan Birgün
ve Aydınlık’ın haricinde Sabah, Star,
Zaman, Yeni Şafak, Vatan ve Milliyet
gazeteleri de kitap eklerini aylık olarak
veriyor. Ancak; Star, Zaman ve Yeni
Şafak, devamlılık konusunda diğer
gazetelerden bir adım öne çıkıyor.
Diğer gazeteler özellikle TÜYAP Kitap Fuarı zamanında kitap ekini hatırlarken, bu üç gazete kitap eklerini
düzenli olarak her ay veriyor.
Aslında geçmiş yıllarla kıyaslandığında 2000 sonrasında kitap eklerinin
daha bir revaçta olduğu görülecektir.
Turhan Günay bu durumu; “bu kadar kitap çıkınca bir ilan potansiyeli
doğuyor. İlan alamazsanız, kitap eki
çıkaramazsınız çünkü kâğıt pahalı.
Gazetelerin de bu ilanlardan pay alması söz konusu... Aylık da olsa ilan
alabilirlerse çıkartabiliyorlar. Aylık
ekler bize göre daha avantajlılar. Aldıkları ilanla kullandıkları kâğıdı kurtarıyor olabilirler.” Sözleri ile açıklıyor.
Kitap eklerinden bahis açılınca efsanevi Radikal Kitap eki hüzünlü bir
şekilde hatıra geliyor. Haftalık yayınlanan kaliteli eklerden biri olarak nam
salan Radikal Kitap, Radikal Gazetesi’nin yayın dünyasından çekilmesi ile
gözden kayboldu. Hürriyet Gazetesi
bazı büyükşehirlerde ek olarak veriyor deseler de, eke pek rastlayan yok
gibi. Ama neyse ki bu müstesna ekin
pdf ’ine Radikal gazetesinin internet
sitesinden ulaşılabiliyor.
Düzenli olarak kitap eki veren gazeteleri incelediğimizde ise kültür-sanat
sayfalarını da düzenli olarak yayınladıklarını görüyoruz. Özellikle Cumhuriyet, Aydınlık ve Birgün gazeteleri
ikişer sayfa ile bu konuda başı çekiyor.
Bu durum son zamanlarda daha sık
işittiğimiz “kültürel iktidar” sorununa
dair bize yeterli ipucunu verdiği
kanısındayım. Kabaca sol olarak adlandıracağımız gazeteler, kültür-sanata ikişer sayfa ayırmaktan imtina
etmezken, kabaca sağ/ muhafazakâr
olarak isimlendireceğimiz gazeteler ise kültür-sanat sayfalarına üvey
evlat muamelesi göstermekten geri
durmuyor. Bu konuda Zaman ve Milli Gazete’nin hakkını teslim etmemiz
gerek. Zira her iki gazetede, istisnasız
her gün kültür-sanat sayfası mutlaka
yer alıyor. Diğer gazetelerde ise bu
sayfalar “bazen” yer alıp, çoğu zaman
kayboluyor.
Gelelim yazımızın başlığında dikkat
çektiğimiz Yeni Yüzyıl gazetesine…
Bilindiği gibi Yeni Yüzyıl, 90’larda
yayınlanmaya başlayan, farklı ve göze
hoş gelen Avrupai mizanpajı ile dikkati
çeken bir gazete olarak hafızalarımızda yer almıştı. 1999’da okurlarına
veda eden gazete, 5 Kasım 2015’de
“yeniden” yayınlanmaya başladı. İlk
gazetenin dimağlarda bıraktığı tadı
bilenler, yeni gazetenin de bu minval
üzere olacağını düşünüyordu. Gazete,
“rengârenk” adında 6 sayfalık günlük
magazin ekiyle çıkınca, eski gazeteyi
bilenler ister istemez bir şaşkınlık
yaşadı. Çünkü yazarlarının çoğunluğunu “Liberal Düşünce Topluluğu”
gibi entelektüel seviyesi yüksek bir
kuruluşun oluşturduğu gazetenin, entelektüel okuru cezp edecek bir ekle
çıkması en mantıklısı olacaktı. Ama
Yeni Yüzyıl, bunu tercih etmedi. Yakın
bir zamanda Cumartesi ve Pazar ekleri
de vermeye başlayan, ancak aldığı bir
kararla bu ekleri yayından kaldıran
Yeni Yüzyıl, umarım kolaya kaçmaz ve
en kısa zamanda haftalık bir kitap eki
verir. Gözümüz üzerinde…
MÜTEREDDİT
KELİMELER
“Benim kelime hazinem çok geniştir derdim.
Senin bir kelimene yetemedim.
‘Git’ ne demekti sevgilim?”
- Nazım Hikmet
“Kullandığınız kelimeler, nasıl yaşayacağınızı belirler.”
– Yunan Atasözü
Muhammet Atalay
P
apa XIII. Gregory’nin adıyla anılan
Gregoryen takvimine göre yaşlı
dünyamız canlı cansız pek çok muhteviyatı ile bir yıl daha yaşlandı, muhakkak
‘ne de çabuk geçiverdi’ serzenişleri ile birlikte.
Hepimiz çok da farkındayız ki zaman bir ayrı
hızlandı hatırlayamadığımız bir süredir. ‘Daha
dün gibi ya hu!’ dediğimiz ne de çok şey var.
Hayatımız eskitemeden harcadıklarımızla dolu
değil mi? Sırtımızda palto, ayağımızda kundura,
evimizin önündeki araba… Bu kaçıncısı oldu bu
yıl acaba. Paltonun kolu tele takılıp yırtıldı da ondan mı yeniledik? Su alır oldu ayakkabı da yenisi
gerekti herhalde. Eee çok kahrımızı çekti emektar külüstür, hem aile de genişledi, yenisi şart
oldu muhakkak. Yoksa daha yeni bir mazeret mi
bulsak?
Hızla harcadığımız keşke yalnızca maddiyat olsa.
‘Tüketim toplumu’ sıfatını bu kadar benimseyeceğimizi biz bile bilemezdik sanıyorum. Tüketim
çılgınlığı, önüne katacak çer-çöp arar gibi akıyor,
üstelik sürükleyip yer ile yeksan ettiğinin çer-çöp
olup olmadığına bakmadan. Evi, eşyayı, havayı,
suyu, gıdayı, dağı, vadiyi, doğayı… Ne varsa bir
an önce ulaşmak, harcamak ve tüketmek derdine
düştük. Basit bir yaklaşımla, arkamızdan yaşayacak nesillere bırakacağımız miras niteliğinde eserler, boş tabaklar, çöp yığınları, ucube yapılar, kirletilmiş bir doğa olacak bu gidişle; ‘geri dönüşüm
tesisleri’ ile övüneceğiz torunlarımıza. Şurası da
var ki tüm bu bakış açısı ve hayat anlayışı ile birlikte yitip giden değerlerimiz de sayısız olmalı.
Olmalı diyorum çünkü her birini müşahhas kılmak için üzerinden zamanın geçmesi gerekiyor.
Mesela ‘komşuluklar bitti’ serzenişi kaç yıldır
yapılır hatırlayamam ama bunun bir başlangıcı
olmalı muhakkak. Bir kaç kişi bir araya gelsek
sebeplerini de sayıveririz bundan da şüphe yok.
Fakat bu sebeplerin de neşet ettiği bir zaman
ve belki vukuat var, burayı kaçırmamak lazım.
Yani apartman hayatına geçerken, komşulukları
[email protected]
da tüketeceğimizi, mahalle sıcaklığında yaşamayı
iç geçirerek hatırlayacağımızı bilsek bir durur
düşünürdük sanıyorum. Bu ve benzeri nice
yitirdiğimiz ölçüyü, bilgiyi, ilmi, kutsalı ve insani
değeri belki uzun yıllar sonra fark edeceğiz, belki de fark edemeden göçüp gideceğiz. Fark etmenin –eğer önemliyse- bir yolu var mı dersek,
ben âcizane yalnızca bir tanesine dikkat çekeyim: Hayatımızda en çok yer tutan kelimelerimiz.
Okulla tanışan minicik körpelere öğretmenimiz
ilk dersinde neyi öğütledi; ‘başarıyı’ mı, ‘insanlığı’ mı? Ya üniversite öğrenimi boyunca üzerinde en çok durulan; ‘kişisel gelişim’ mi, ‘etik’
mi? İşe girerken ‘iletişim becerileri’ mi tartılıyor,
‘ahlak’ mı, ‘vefa’ mı? Yönetici seçilirken ‘kariyer
portföyü’ mü yoksa ‘ehliyet’ mi öncelikli? Mesela
‘girişimci’ olmak aynı zamanda insanı ‘diğerkâm’
yapıyor mu? Ya da ‘inovatif ’ fikirlerimiz varsa
sıkıntıdan kıvranıp durana ‘teselli’ olabilir miyiz?
‘Kurumsal kimliği’ tamamlanmış yapılara ‘kadim’ diyebilecek miyiz? İnşa ettiğimiz ‘bina’lar bir
gün ‘mimari eser’ olarak ziyaret edilecek mi? Ve
karaladıklarımız ‘yazı’ mı kalacak, ‘eser’ mi?
Sayısını artırabileceğimiz benzeri sorulara kafa
yoranlar, doğusundan batısına nice medeniyetler
inşa ettiler. Doğru cevaplar üzerinde gittikleri
sürece de insan olmaktan gurur duyacağımız
işler yaptılar. Zamanlar ise tüm takvimlere göre
geçiyor. Hayata birey olmak yerine değer katan bir insan olmak için, mihenk olarak kaliteli
yaşam yerine insanca var olmayı koymadan olmayacak belli ki.
Not: Yayın hayatına başlayan Katı Dergisi’ ne
bereket ve dostluklar diliyorum. Fikir ve edebiyat dünyamıza katacağı yaratıcı projelerle nice
inovatif girişimlere de kapı aralayacağını müjdelemek istiyorum. Hem de bu kelimelerle anlatılamayacak kadar tereddütsüz.
OCAK2016
KATI
7
tanışan minicik
“Okulla
körpelere öğretmeni-
miz ilk dersinde neyi
öğütledi; ‘başarıyı’
mı, ‘insanlığı’ mı? Ya
üniversite öğrenimi
boyunca üzerinde en
çok durulan; ‘kişisel
gelişim’ mi, ‘etik’ mi?
”
“OKUMANIN HER ZAMAN
KAZANDIRACAĞINI
DÜŞÜNMÜYORUM”
Ali Ural kimdir?
1959’da Samsun Ladik’te doğdu. İlk şiiri Mavera
Dergisi’nde yayınlandı. Yükseköğreniminin ardından bir süre editörlük yaptıktan sonra Şûle Yayınları’nı kurdu. 2006-2012 yılları arasında Türkiye
Yazarlar Birliği (TYB) İstanbul şube başkanlığını da
yapan Ali Ural, yaklaşık 20 yıldır yazarlık atölyelerini yönetiyor. Bu atölyelerden yetişen onlarca isim,
şiir ve öykü türlerinde çok sayıda eser verdi. 14
kitapta imzası bulunan Ural, şimdilerde Karabatak
dergisini yönetiyor, Fatih Sultan Mehmet Vakıf
Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışıyor.
Röportaj: Kadir Metin Akbaş
Fotoğraf: Çayan Özvaran
OCAK2016
KATI
8
Sizi çoğunlukla elinizde bir çanta,
hızlı adımlarla yürüyüp giderken
görüyoruz. Nereye yetişme azmindesiniz?
Yetişilecek o kadar çok yer var ki!
Adımlarım kısa mesafeler uzun. Ya
öğrenmeye gidiyorum ya öğretmeye.
Çanta tıka basa kitaplarla ve ders notlarıyla dolu. Arapların “Vakit kılıç gibidir,
sen onu kesmezsen o seni keser,” diye
bir sözü var. Vakit tarafından biçilmemek için bu telaş.
Hem yazarsınız, hem yayıncı,
hem hocasınız, hem bir eş hem de
baba… Bu kadar karpuzu taşımanın zorlukları, kolaylıkları nedir?
En güzel seslerdendir karpuzu keserken duyduğun çatırtı. Biraz sonra kıpkırmızı bir rüya serilecektir önüne. Bu
rüyayı dilimleyecek ve kâh öğrencilerine kâh çocuklarına dağıtacaksın. Güzel
şeyler için yoruluyorsak şükretmeliyiz.
Paylaşmak çok güzel Metin kardeşim.
Bazen yorgunluktan düşe yazıyorum.
Karpuzlardan birini tam yere bırakacakken hayallerim omuz veriyor bana
ve iade ediyorlar yükümü.
“Körün Parmak Uçları” diyerek
çıktığınız yolculukta, “Peygamberin Aynaları”na vasıl oldunuz…
kaleme aldığınız kitapların isimlerinin her biri ayrı bir metafor olarak
üzerine kitap yazılmayı hak ediyor.
Kitaplarınız ve isimleri ne anlatıyor
okura?
“Körün Parmak Uçları”, duyarlı olmaya, “Posta Kutusundaki Mızıka” hakiki
dostluğa, “Yangın Merdiveni” kendiyle yüzleşmeye, “Makyaj Yapan Ölüler” acı çekmeye, “Resimde Görünmeyen” fark etmeye, “Kuduz Aşısı”
buğz etmeye, “Güneşimin Önünden
Çekil” dik durmaya, “Satranç Oynayan Derviş” şah demeye, ”Ejderha ve
Kelebek” zayıfı korumaya, “Bostancı
Bahane” mekân bilincine, “Fener Bekçisinin Rüyaları” sahih tabirlere, “Gizli
Buzlanma” ferasetli olmaya, “Tek Kelimelik Sözlük” Allah’a, “Peygamber’in
Aynaları” Hz. Peygamber ve arkadaşlarına çağırıyor okuru.
Çok uzun zamandır Türk edebiyatına yeni isimler kazandırmanın
telaşındasınız. Yazarlık atölyeleri
nasıl başladı, ne durumda?
1995’te birkaç üniversiteli gence yapmış olduğumuz edebi rehberlikle başladı serüvenimiz. Bugün üniversiteler
de dâhil birçok kurumda bu çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Türk edebiyatının
bir yenilenmeye bir kan değişimine ihtiyacı var ve bunun için geceli gündüzlü emek vermek gerekiyor. Şiir, hikâye,
deneme ve roman alanlarında şimdiye
kadar kırk beş özgün eser armağan ettik
edebiyatımıza. İnsaflı gözler ve kalpler
bu kitapların alanlarında dikkatten kaçmaması gereken çalışmalar olduğunun
farkında şükür. Çok iyi isimler geliyor.
Peş peşe verdikleri eserlerle başarılarının geçici olmadığını gösteriyorlar.
Yazar olmak isteyenlere tavsiyeleriniz nedir? “Yazmak istiyorum ama
ne yazacağımı bilmiyorum” diyenle “yazıyorum ama beğenilir mi”
diyenlere neler söylemek istersiniz?
“Yazmak istiyorum ama ne yazacağımı
bilmiyorum,” diyenlere, “Ne yazacağın
değil, nasıl yazacağın önemli,” demek
isterim. Hatta bununla yetinmez ona,
Rilke’nin “Uzaklara gitme. Kendinden
ve çevrenden başla yazmaya,” sözünü
hatırlatırım. “Yazıyorum ama beğenilir
mi?” diye soranlara gelince; “Beğenilmek için yazıyorsan işin zor,” der, Şeyh
Galib’in, “Halkın beğenisi felakettir,”
sözünü fısıldarım kulaklarına. Yazar
olmak isteyenlere bir de soru sorarım:
“Neden iyi bir okur olmaya talip değilsin?”
Hali hazırda Karabatak dergisini
çıkarıyorsunuz. Dergiler edebiyat
ve düşünce dünyası için ne anlam
ifade etmeli? Dergi okumak/ takip
etmek kişiye ne kazandırır?
Bu sorunun cevabı derginin niteliğiyle
ilgili olarak değişebilir. Ben okumanın
her zaman kazandıracağını düşünmüyorum. Öyle kitaplar ve dergiler var
ki onları okumak kaybettirir. Neyi mi?
Hiçbir şey değilse zamanımızı. Yayın yönetmenleri okumaktan haz etmedikleri
metinlere dergilerinde yer verdiklerinde
okura haksızlık yapıyorlar. Kendilerine
de. Edebiyat dergileri ne bir dernektir,
ne bir kulüp. Okur her şeyden önce
çağın özgün seslerini işitmelidir dergisinde.
Yazmak soylu bir eylem dersek ve
buradan yola çıkarsak, yazılarınızı
nerede ve nasıl bir ortamda yazarsınız? İlham gelince mi oturur yazarsınız, yoksa ilhamı kolundan çekip
oturtur musunuz?
Yazılarımı on iki yaşındaki çocuğumun da
kullandığı bir masada yazıyorum. Onun
masumiyetidir belki de masayı bereketli
yapan. İlham gelmez; zira hiç ayrılmıyor
yanımızdan. Asıl olan bizim onu fark ettiğimiz anlardır. Sen onu fark edersen o
da seni fark eder. Bu düğmesini çevirmediğimiz zamanlarda yayınına devam eden
radyoya benzer. Bir çıt sesine ihtiyaç var.
Savaşlar, ölümler, kan, gözyaşı…
Dünya hep böyle miydi, yoksa sonradan mı böyle oldu? Nedir çıkış yolu-
muz? Kim bize yol gösterecek?
İman ve edebiyat.
İnsan hiç değişmedi. Zalûm/ Çok zalim,
Cehûl/ Çok cahil ve Kenûd/ nankördür.
Çıkış yolu kendini tanımasıdır. Kendini
tanırsa rahmetle tanışacak. Kendini tanırsa Rabbine dönecek çünkü.
İnsan ne ile yaşar? İnsanı ne öldürür?
Yazma ve okumanın dışında neler
yaparsınız? Müzikle, filmlerle aranız
nasıl? En son hangi filmi izleyip beğendiniz? Hangi şarkıyı bıkmadan
dinlersiniz?
Kahvaltı yapmayı çok severim. Limonlu çay içmeyi, karda yürümeyi, kartopu
oynamayı da. “Her yerde kar var” şarkısını Adamo’dan ayrı, Nilüferden ayrı
dinlerim. “Arap saçı”nı Erkin Koray’dan
ayrı, Funda Arar’dan ayrı dinlerim. Cem
Karaca’nın “Bekle Beni Geleceğim” şarkısını ne zaman dinlesem gözlerim dolar.
Barış Manço’nun “Gülpembe”si benim
de gülpembemdir. Son seyrettiğim film
kötü bir filmdi adını anmaya değmez.
İyi filmleri birden fazla kere izlerim. Big
Fish onlardan biridir.
İnsan “insan”sa yaşar, değilse ölüdür.
Vasiyetiniz var mı? Ne vasiyet edersiniz bize…
Öğrencilerime yaptığım bir vasiyet var.
Yetiştirdiğim her yazar en az on yazar
yetiştirecek.
Bu kelimeler size ne anlam ifade
ediyor:
Merhamet: Hz. Muhammed(sav)
Anne: Dua.
Eş: Bekleyen.
Cağaloğlu: Yokuş.
Sosyal medya: Kitlesel gıybet.
Şule: Ocak.
Ev: Sığınak.
Dost: Mücevher.
Başarı: Cennet.
Kahvaltı: Rüya.
Hangi konularda katı’sınız?
Katı’yı tavizsiz anlamında kullandığımı
belirterek cevaplamak isterim bu soruyu:
OCAK2016
KATI
9
BİR VAKIF İNSAN:
MUHARREM BALCI
Adalet Canlı Akbaş
[email protected]
ksaray’dan İstanbul’a avukatlık yapmak için yolculuğum daha dün başlamış gibi
aklımda. Annemin hüzünlü
yüzü, nemli gözleri, babamın bükülmüş boynu da… Biraz buruk başlayan yolculuğum Mecidiyeköy’de çok
ortaklı, bol avukatlı bir ofiste devam
etti. Stajı yeni tamamlamış, bütün heyecanını bir nişan gibi taşıyan bu taze
avukat, yani ben, günlerce, haftalarca,
aylarca süren icra işleri yaptım. Haciz, haciz memurları, haciz arabası,
dosyalar, tutanaklar, diğer avukatlar,
borçlular, borçlular, borçlular… Bir
gün Mecidiyeköy meydanında oturup, çevredeki binlerce araç ve bir
o kadar insan arasında, kendi kıyametimi kendi ellerimle kopardığımı
düşündüm. Fakülteyi bu son için bitirmiş olamazdım. Ailemi bunun için
bırakmış, anne ve babama ayrılığın o
büyük hüznünü bu işi yapmak için yaşatmış olamazdım. Bütün kararlarım,
on beş-on altı yıllık eğitim hayatım biranda gözümde hiçleşti.
Hukukun, ruhumdaki anlamını kaybetmemesi, hâlihazırdaki işleyişle
yaşadığımız doku uyuşmazlığının vereceği hasarın büyümemesi için bir
şeyler yapmalıydım. Çalınan pek çok
kapının işaret ettiği tek adres vardı:
Danışman Hukuk Bürosu... Avukat
Muharrem Balcı ve Genç Hukukçular Hukuk Okumaları Grubu ile
tanışma vaktiydi artık. Sakin, sıcak
bir yerdi vardığım; duvarlarında karakalem portreler: Malcom X, Aydın
Durmuş, Ercüment Özkan, Aliya İzzetbegoviç, Ali Şeriati, Mehmet Akif
Ersoy… Sonrasında babam gibi seveceğim Muharrem Balcı, huzur telkin
eden bembeyaz saçları, hemen burnunun üzerinde duran okuma gözlüğü
ile masasında oturuyordu. Kendimi
tanıttım, şikâyetlerimi, beklediklerimi
ve bulamadıklarımı sıraladım. “Tabii” dedi, “bunları sadece senin yaşadığını düşünüyorsun. İcramatiklik
yapmaktan memnun değilsen, bırak
A
OCAK2016
KATI
10
gitsin.” Bu hafife alınmışlık (!) hoşuma gitmese de, derslere katılmak istediğimi söyledim. Hatta bu hafifçe
aksi bile sayılabilecek avukat beyin
cevabına bilendim bile kendi kendime. Bu insanlar ne yapıyor bir de ona
bakalım diye düşündüm. “Salı akşam
yemeği saatinde ofiste ol, sonra derse
geçeriz.” Bu komut, Muharrem Hocam’dan daha sonra alacağım bütün
komutlarda olduğu gibi reddedilemez
oldu. Yemeğe davet edilmiştim. Muhakkak bendeki o muhteşem ışıltıyı
farketmiş olmalıydı(!) Salı günü özenle hazırlandım. Yemek saati büroya
vardığımda onlarca insanın orada olduğunu gördüm. Masalar kurulmuş,
büronun emektarı Havva ablamın
mis gibi yemek kokuları mutfaktan
diğer bütün odalara taşmış, hatta
masada yer bulamayanlar, bulduğu
sandalye ve koltuklara oturmuş, eline
aldığı tabağında yemeğini afiyetle yiyordu. Şaşırdım. Özel karşılama, hoca
ile karşılıklı yemek falan hayal ediyordum. Oysaki talebeleri içinde bir acemi, şaşkın bir yenisi idim sadece. Ve
daha sonra iyice öğreneceğim gibi bu
yemekler her Salı akşamı, Hoca’nın
bürosunda afiyetle yeniyordu.
İlk derste, hukukun yaygınlaştırılması ve hak arama bilinci oluşturulması için yapılan bu çalışmanın her Salı
günü hiç aralıksız, tatilsiz, izinsiz devam ettiğini öğrendim. (16 yıldır devam ediyor) Pozitif hukukun kuralları
ile zihinlerini sınırlamamış, ideal olana yaklaşmaya ve adaleti tesis etmeye
azmetmiş bir hukuk insanları topluluğu. Yaşadığım heyecanı anlatamam.
Her hafta Salı derslere devam ettim,
Ramazan ayı dersleri eklendi buna,
daha sonra ise sabah namazı sonrası
yollara düşüp erken saatlerde başlasa
da yetişmeyi başardığım Cumartesi
dersleri. Muharrem Hoca’nın bahçesindeki toprağa yavaştan kök saldığımın farkında bile değildim. Sessizce
buna müsaade edildiğinin de…
Derslere devam ettiğim süre boyunca yüzlerce kitabım oldu, bir o kadar
arkadaşım, bir o kadar hocam oldu.
Pek çok sivil toplum kuruluşuna üyeliğim, bu kuruluşların mutfağında yer
almam da Muharrem Balcı ile tanışmam sonrasında gerçekleşti. Her dara
düştüğümde yanımda olan, sevincimi
paylaşan, dara düşenin imdadına koşma fırsatı bulduğum, mutluluklarına
ortak olduklarım oldu. Hukuk mantığı oluşturma, hukukun yaygınlaşması
ve hukukun yeniden sağlam temeller
üzerine yükseltilmesi gayretleri içerisinde bir yerde durdum. Savunmanın
kutsallığı, hukukun bir gün herkese
lazım olacağı bilinciyle donandım.
Hukuk fakültesi öğrencisiyken ve
dahi avukatlığa yeni başladığım yıllarda bulamadığım hukukçu kimliğimi
bulmuş, yaşanacak hayatın, yürünecek yolun, paylaşılacak ekmeğin anlamına kavuşmuştum. Mecidiyeköy’de
bir kıyamet arefesindeyken, Vefa’da
cennette bulmuştum kendimi.
Muharrem Balcı’nın, kurucusu olduğu pek çok sivil toplum kuruluşunda
aktif görev alması, diğer pek çoğunun
fahri hukuk danışmanlığını yapması,
biz öğrencilerini de aynı aşta pişmeye
teşvik etmesi, merkezinde insanlığın
olduğu bir bakış açısı geliştirmemize
sebep oldu. Bilgimizden, kazancımızdan, emeğimizden, zamanımızdan
infak etmeyi bu şekilde öğrendik.
Gittiğimiz yeri bereketlendirme, bizden öncekilerden aldıklarımızı bizden
sonrakilere aktarma, mesleğimizin
doğurduğu beklentileri karşılama,
kimliğimize yakışanı yapma, alçak gönüllü olma, yapılan çalışmalara aktif
destek verme tavsiyeleri ile donatılan
“genç hukukçular” yurdun dört bir
yanına dağıldılar bile. İstanbul, Ankara, Gaziantep ve Makedonya’dan sonra şimdi sıra belki de Kırklareli’nde...
“BİZİM
ÜTOPYALARIMIZ
VAR!”
G
erçekte mevcut olmayan, tasarlanmış ideal toplum şekli
ütopya, pek çoğumuz için asla
ulaşılamaz çok çok uzaklardaki
o muhteşem ülke gibi. Ama bizim ütopyalarımız gerçekti, o muhteşem ülke, o
muhteşem zamanda “Asr-ı Saadet’te”
gerçek olmuştu. Bizim gerçek olan bu
ütopyamız geleceğe de hep umut ile
bakmamızı sağladı. Ama Asr-ı Saadet
gibi bir gerçekliği olmayan Batı ve Batılı
zihin için gelecek bir distopyadan ibaret.
Gerçek hayatta olamayacak kadar güzel,
aslında olmayan, tasarlanmış ideal toplum ve devlet şeklini hayal eden bu zihin,
geleceğin böyle umut dolu olamayacağına kendini o kadar inandırıyor ki bunun
tersinden kapkaranlık ve umutsuz gelecek adına romanlar ve filmlerle distopyaya yolculuk ediyor. Distopya, genellikle
ütopik bir toplum anlayışının anti-tezini tanımlamak için kullanılsa da aslında
“ütopyanın tersi” olarak değil, “kötü
bir yer” anlamı taşır. Distopik eserlerde gelecek, toplumların makineleşmesi,
insanların duygu ve değer sistemlerini
kaybetmesi, özgürlüklerin despotik bir
devlet tarafından yok edilmesi ile büyük
bir tehlike altına girer.
1948 yılında, iki büyük dünya savaşının
hemen ardından yazılmış Bin Dokuz
Yüz Seksen Dört, distopik eserlerin
en bilineni ve en etkileyicisidir. Kimilerine göre Orwell’in de yol göstericisi
olan Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”sı
kimilerine göre de Zamyatin’in “Biz”i
distopik eserlerin başında gösterilse de
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, karanlık
geleceği betimleyen en etkileyici distopik romandır. Bin Dokuz Yüz Seksen
Dört’te özgür düşünce yoktur ve düşünce suçu, Düşünpol (düşünce polisi)
tarafından denetlenmektedir. İnsanlar
evlerinin içindeki tele-ekranlarla sürekli gözetlenir. Despotizm bütün dünyaya egemendir, eşit güce sahip üç bloka
ayrılmış dünyada tek egemen güç yönetenlerdir. Özgürlük ve demokrasinin
yılmaz savunucusu(!) Batılı zihin için en
büyük korku, zihinlerin köleleştirilmesi,
düşünmenin ve bunu ifade etmenin suç
sayılması olunca iki dünya savaşı arasında kalmış Orwell için de gelecek böylesi
karanlık, ahlaki ve insani duyguların yok
Aybüke Ekici
[email protected]
edildiği, düşünme ve düşündüğünü söylemenin yasaklandığı tüm güzelliklerini
yitirmiş bir yaşam halini almıştır. Hiç
kimsenin birbirine güvenemediği, en yakınlarını “jurnallemenin” bir ödev haline
getirildiği, halkın günlük “iki dakikalık
nefret seansları” ile bütün nefretini bir
tür kusma biçiminde attığı bu toplum,
aslında bugün bize çok da yabancı değil.
Sosyal medyada 140 karakterle bütün kin
ve nefretini tweet seansları ile kusanlar,
birbirinin ayıbını örtmek yerine gülmek,
eğlenmek ya da aşağılamak için bütün
kusurları ortaya çıkarıp “siber güçlere”
ajanlık yapmaktan başka bir işe yaramaz
iken distopyaları gerçek kılmaya çalışıyor
adeta.
“Yaptığınız, söylediğiniz ya da düşündüğünüz her şeyi en küçük ayrıntısına
kadar açığa çıkarabilirlerdi. Ama nasıl
işlediğini sizin bile bilmediğiniz – yüreğinizin içi- sırrını korurdu.” Böylesi kötü
bir gelecek tasavvuruna sahip Orwell
için bile “kalp” kimsenin dokunamayacağı yegâne alandır. Bizim ütopyalarımız
işte tam da bu yüzden var.
“TANRI NE İSTER? Tanrı iyilik mi
ister yoksa iyi olma seçeneğini mi? Kötülüğü seçen bir insan, kendisine iyilik
dayatılmış bir insandan bazı açılardan
daha üstün olabilir mi? Tüm hayvanların
en zekisi, iyiliğin ne demek olduğunu bilen insanoğluna bir baskı yöntemi uygulayarak onu otomatik işleyen bir makine
haline getirenlere kılıç kadar keskin olan
kalemimle saldırmaktan başka hiçbir şey
yapamıyorum.” (Otomatik Portakal –
Anthony BURGESS)
Uyuşturucu ve cinsel şiddetin esir aldığı
bir toplum tasavvuru ve Freudçu bakış
açısıyla distopik romanların öncülerinden “Otomatik Portakal” da ise gelecekte insanın kötü olma iradesi elinden
alınmaktadır. Romanın başkahramanı
Alex’i sonunda kötü olmaktan vazgeçiren, bilim ile elinden alınmış iradesi değil
“aile kurma ve neslini devam ettirme” isteği olur. Romandaki kötü olma iradesinin devlet tarafından yok edilerek suçun
önlenmeye çalışılması, tecavüz, hırsızlık
ve adam öldürmenin keyif için yapıldığı Otomatik Portakal’ın dünyasına inat,
Allah şöyle buyurur: “Biz hiç bir elçiyi, kendi kavminin dilinden başkasıyla
göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın.
Böylece Allah, dilediğini şaşırtıp saptırır,
dilediğini hidayete erdirir. O, üstün ve
güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (İbrahim – 4). Elbette ki suç işleyenin hem bu dünyada hem de ahirette
karşılık bulacağı düzen ve kurallar Kuran
ile belirlenmiştir. Ama Allah’ın kullarına
verdiği özgür irade, bizi Otomatik Portakal olmaktan da uzak tutar.
“Hiç kimsenin suçluları dinlemeyeceği
bir zamanda ben her şeyi çekinmeden
yüksek sesle söyleyebilecek suçsuz insanlardan biriydim, fakat ben de sustum…
Ve kendim de suçlu durumuna düştüm.”
(Fahrenheit 451 - Ray Bradbury)
“Oku. Yaratan Rabbinin adıyla oku!”
diye emreden bir dinin inananları olarak kalemle yazmayı öğrenmek ve kitap,
bizim geleceğimiz. Haksızlık karşısında
susan dilsiz şeytan olmaktansa mazlum
kim olursa, kimden olursa olsun yanında olmak bizim düsturumuz. Müslüman
zihin dünyasını kuran bunlar olunca, iki
dünya savaşı ile geleceği kapkaranlık gören Batı zihnine inat, yıllardır süren savaş
ve sürgüne rağmen bizim hala ütopyalarımız var!
Düşünmek imandandır. Okumak annemizin ak sütü gibi helaldir. Kimse kötü
olmaya zorlanmayacağı gibi insan, doğru yolu düşünerek ve inanarak bulur.
Kimsenin ayıbı araştırılmaz, sırlar ifşa
edilmez. Bokanovskileştirilme1 ile değil
tek hâkim ve yaratıcı olarak kullarını fert
fert Allah yaratır. Sadece cinsellikten ve
şiddetten oluşan bir et parçası değil, iyiyi ve güzeli emreden ve hep bunu amaç
edinen eşref-i mahlûkattır insan. Bu yüzdendir ki distopyalar bize göre değil, bizim her zaman ütopyalarımız var!
1. Bokanovski işlemi: Tüplerde şekillendirerek insan yaratma, Cesur Yeni Dünya,
Aldous HUXLEY
OCAK2016
KATI
11
MÜNEVVER VE
HALK KÜLTÜRÜ
Mustafa Aslan
[email protected]
OCAK2016
KATI
12
M
ünevver; yaşadığı dönemin koşullarını iyi analiz
edebilen, belli sorumluluklar üstlenmiş (düşünen,
üreten, ürettiğini paylaşan), toplumu ve çağı yakalamış hatta
aşmış, toplumun değişimine ve ilerlemesine katkı sağlayan, bunu yaparken
düşünsel olarak toplumun ilerisinde
ama topluma yabancılaşmayandır.
Aydın kavramını ele alırken Şerif Mardin iki taraftan bakmak gerektiğini
söyler. Bunlardan ilki; Batı düşünce
dünyasına yaklaşma hasretinin bugünkü temsilcileridir. Kafa yapısı sorununun halledilmesinden sonra toplumsal
meselelerimizin hallolacağına inanmışlardır. İkinci grup aydınsa, bakışlarını
‘küçük adam’a yöneltmiş olan, köyün,
kasabanın veya şehirlerdeki küçük
memurun meselelerini anlatmaya çalışan fikir adamlarımızdan oluşmuştur.
Mardin, ülkemizdeki aydın konusunu
irdelerken, aydınların iki kutuplu ideolojik sınırlamalardan kurtulamadığını,
referans ve açıklama kaynağı olarak Batı’yı aldığını ve tamamen yadsıma ya da
tamamen kabul etme ikilemine sürüklendiğini öne sürmektedir.
Aydın sınıfı, devleti yönetenler ile yönetilenler arasındaki ikili yapı ile ortaya
çıkmıştır. Osmanlı Devletinin gayri
Müslim çocukları devşirerek yabancı
kökenli yöneticiler yetiştirmesi, devlette yöneten ve yönetilen arasında
ikilik oluşmasına ve halk ile yönetimin
birbirinden kopuk olmasına neden olmuştur. Osmanlı Devleti, kendi halkını
toprağa bağlı köylü (reaya) konumuna
getirirken, yabancı soyluları askeri-si-
vil tüm yönetim kademelerine atamak
suretiyle bu ikili yapılaşmaya gitmiştir.
Devlet yapısı böyleyken, Osmanlı Devletinde sosyal yapıda aydın sınıfın ortaya çıkışı farklı sebeplere dayanmaktadır. Osmanlı, Batı karşısındaki geri
kalmışlığını telafi etmek için ıslahatlar
yaparken, yetişmiş insanını Batı’ya
gönderdi. Bunlar, entelektüel birikime
ulaşarak, ülkelerine döndüklerinde aldıkları bilgiyi hemen halka uygulamaya giriştiler. Osmanlı toplumu ile Batı
toplumunun farklı bir yapıda olduğunu idrak edemeden, Batıyı olduğu gibi
Osmanlıya taşımaları, topluma bir şey
kazandırmazken kendilerini de halktan
uzaklaştırdı.
Üstat İlber Ortaylı da Osmanlı aydınının 19. yüzyıl reformcu Babıâli bürokrasisinin ürünü olduğunu söylerken
bunları düşünmüş olsa gerek… Davranışlarında henüz bağımsız ve özgür
bir nitelik yoktur. Osmanlı aydınının
önünü açan olay, devletin parçalanma
sürecinde farklı dış merkezlerle kurduğu ilişkilerdir. Osmanlı aydını, temel
sorun olarak, devletin kurtulmasını
gördüğü için tepeden inmeci bir geleneğin devamcısı olarak Batı’dan alınan
düşünce ve hazır çözümlerin halka
tanıtıcısı ve öğreticisi olmanın ötesine
geçememiştir.
O halde seçkinlerin halka doğru gitmesi şu iki maksat için olabilir: Halktan
milli kültür terbiyesi almak için ya da
halka medeniyet götürmek için. Güzideler, harsı (kültürü) yalnız halkta bulabilirler, başka bir yerde bulamazlar.
Demek ki, halka doğru gitmek, harsa
doğru gitmek mahiyetindedir. Çünkü
halk, milli harsın canlı bir müzesidir.
Münevverler, halkın izlediği insanlar
olmalıdır. İçinden çıktıkları halkı küçümsemeyen, seven, onun inançlarına,
kültürüne sahip çıkan münevverler halkın ve milli kültürün en önemli desteğidir. Bugünün aydını, aykırı düşünmeyi,
aykırı davranmayı, aykırı yaşamayı ve
halkın hayatını küçümsemeyi görev
edinmiştir. Batı kültürünü olduğu gibi
alma arzusuyla yanlış üzerine yanlış inşa
etmektedirler. Aykırı düşünmek ve aykırı hareket etmek, hatta aykırı yaşamak
aydın tanımının karşılığı olma çabasına
girince, halkla birliktelik nasıl sağlanacaktır? Halk kendinden farklı olan bu
aydın tanımına nasıl güvenecek, onu
nasıl öncü belleyecektir? Bugün, artık
halkın değerleri ile ilgilenmemek, hatta
onlarla alay etmek aydın olmanın kuralı
gibidir. Bugünün aydını, uç yaşantı tipini benimsemiştir.
Bugün aydın denilen kesimin dinle de,
inançla da alakası yoktur. Aksine halkın dini inançlarını küçümseyerek, her
fırsatta alaya alarak yüceldiğini farz etmektedir. Öncü olması gereken konularda itici olmakta ve sevilmemektedir.
Yemesi, içmesi, sonradan gu(ö)rmesi,
oturup kalkması, kılığı kıyafeti hatta
konuşması halktan farklıdır. Etkisinde
kaldığı yabancı kültürlerin, ideolojilerin
peşinde köle olmayı, yozlaşmayı ilericilik saymaktadır. Yok ettiğini fark etmeden ürettiğini düşünmekte, bozduğunu
anlamadan yıkmayı tercih etmektedir.
Aydın, artık halk tarafından benimsenmemektedir.
“BEN NE YAPABİLİRİM?”
SORUSUNUN
PEŞINDE BIR USTA:
MAHMUT ÇETİN
Cem Sökmen
M
ahmut Çetin’in hikâyesi Ankara’da başlar. Bu bir kendi
kendini inşa hikâyesidir. Lise
yıllarında gazete ve dergilerde okuduğu belirli konulardaki yazı ve
haberleri kesip saklamaya başlar. Bu sıralarda Zafer Çarşısı ve Kızılay çevresindeki kitapçıların vitrinlerini adeta ezberler.
Liseden sonra hikâyenin yeni durağı Erzurum’dur. Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı okurken,
Orhan Okay’dan “fiş yazma tekniği” öğrenir. Oradaki beş yılını -Seyfettin Özege
merhumun bağışladığı yılların birikimi
koleksiyonun da bulunduğu- üniversite
kütüphanesinde geçirir. Bu yıllar, kitap
notlarının çoğaldığı, arşiv için yeni başlıkların açıldığı, kitap konuları hakkında
fikirlerin geliştiği ve bütün bunların bir fiş
yazma/toplama sistematiği içinde geliştiği
bir dönem olur. 2010 yılındaki bir söyleşisinde arşiv çalışmalarının başlangıcını ve
dönüm noktalarını şöyle anlatır: “80’lerin
başında Nokta dergisi başarılı bir haber
dergisi örneğini veriyordu. Benim hayalim de, bizim dünya görüşümüze göre
böyle bir haftalık dergi çıkarabilmekti.
Bunun arşivini yapmaya koyuldum. Sonra
baktım, bu çok büyük bir iş. Anladım ki,
bu haftalık dergi arşivi benim imkânlarımı ve ilgimi aşıyor. O zaman, açıyı biraz
daraltmamız gerekiyor hissi oluştu bende.
Ondan sonra Taha Toros’un bir röportajını okudum. Röportajda, “şimdiki aklım
olsaydı, arşivimin konusunu daraltırdım”
diyordu Toros. “Çünkü bugünkü arşivimden ne kendim ne de başkası yararlanabiliyor.” O röportajı okuduktan sonra, zaten
bende oluşmaya başlayan arşivin konusunu daraltma hissi iyice perçinlendi. Ve biyografi çalışmalarına yöneldim. Biyografi
ve aile tarihi üzerinde yoğunlaşmaya karar
verdim.” Biyografi merkezli çalışmaları ve
oluşturduğu birikim 2000 yılında www.
biyografi.net sitesine dönüşür. Aile tarihi
çalışmaları ise Türkiye’nin etkili veya şöhretli kişilerinin zihniyet dünyasını anlamayı ve yorumlamayı yeni bir konu başlığı
olarak tasarlayışına dayanır. Burada eskiden beri yaptığı okumalar ve arşiv çalışmalarının yanına farklı bir bilgi kaynağı
[email protected]
eklenir: ölüm ilanları. İlanlarda dikkatini
çeken akrabalık veya arkadaşlık ilişkilerini özellikle magazin, siyaset, ekonomi
ve spor haberleri içinde takip eder. Türkiye’nin 1980’lerden sonra yaşadığı hızlı
dönüşüm saydığım dört başlıkta etkin
olan insanların, bir başka deyişle “söylem
seçkinleri”nin “haber aktörü” olarak gittikçe daha fazla görünür hâle gelmesine
yardımcı olur. Bağlantılar ve haberler arasında gelişen analizler; gündem belirleyen,
birbirini öne çıkaran, kötü işler yapsa da
birbirini lanse eden bir “mutlu azınlık”ı
işaret eder. Ve buradan hareketle, Rasih
Nuri İleri’nin hayretle ve ön yargıyla “Bu
bir kişinin çalışması olamaz, bir grup çalışmasıdır” dediği “Boğazdaki Aşiret”le
başlayan, X İlişkiler, Kart Kurt Sesleri,
Teyze ile Prenses kitapları ortaya çıkar.
Mahmut Çetin denince hemen akıllara
gelen eseri “Boğazdaki Aşiret”, 90’ların
sonunda, Beyaz Saray’daki Burak Yayınevi’nin vitrininde gözüme çarpan bir kitaptı. “İslam Sanatının Yeniden Teşekkülü”
ve “Aydın Yabancılaşması”nın 1992’de
yapılan ilk baskılarını, - muhtemelen
2001’e kadar Türk-İslam Eserleri Müzesi ile Üniversite Kütüphanesi arasında
tezgâh kuran- ikinci el kitapçılarda bulup
kütüphaneme dâhil etmiştim. Bu zamanlarda rahmetli Kemal Çapraz’ın kurduğu
Basın Birliği Derneği çoğu gazeteci olan
arkadaşlarının bir toplanma yerine dönüşmüştü. Mahmut Çetin’le ilk merhabamız
orada oldu ama hakiki manada tanışıklık
Ağustos 2002’de Yusuf paşa tramvay durağında, -“Aydın Yabancılaşması”nı okuduktan kısa bir süre sonra- gerçekleşti.
Bu tanışmadan sonra, Ticarethane Sokak,
Tevfik Kuşoğlu hanındaki bürosu uğrak
yerim oldu. Onun domates-peynirli sofralarından nasiplendim. Onunla birlikte
kitap dizip, dergi poşetledim. 2004-2005
yıllarında 14 sayı olarak yayınladığı Biyografi Analiz dergisi için yaptığı hazırlıklara
ve devamında çalışmalara şahitlik ettim.
Sınırlı konu başlıkları ve belirli isimler
etrafında yerlilik-millilikten bahsederken
onun sohbetleriyle, harmanlanmanın ve
halkalanmaların önemine yaptığı vurgularla, pek az kişide gördüğüm farklı bakış
açısıyla yeni pencereler keşfettim, yeni
kitaplarla, yeni isimlerle ve yeni konularla
tanıştım. Biyografi Analiz’de Yusuf Kaplan, İhsan Fazlıoğlu, Bahaeddin Özkişi
ve Zenci Musa üzerine yazdığım yazıları
yayınladı. Bu yazılar için ufuk açıcı tavsiyeleri oldu, hakkında çok yazılmış ve adeta klasikleşmiş isimlerden çok, eskilerden
veya yaşayanlardan olsun, henüz hakkı
verilmemiş ya da bazı yönlerinin işlenmesi eksik kalmış isimlere yönelmemi sağladı. 2004’te başladığım kitap yayıncılığında daima telefonunun bir ucunda oldu;
hazırladığım basın bülteni, kitap tanıtma
yazıları, reklam metinleri ve söyleşiler için
ya fikrini aldım, ya da “son okuma”yı rica
ettim. Bürosu 2007’de Başakşehir’e taşınıncaya kadar benim için Cağaloğlu’na
gitmek öncelikle Mahmut Çetin’in yanına
uğramak demekti. 2008’de yüksek lisans
tezi konusu olarak “yazar ve gazetecilerin
buluştuğu kahvehaneleri” düşündüğümü söyleyince “Kültür Çevreleri” başlıklı
dosyasından bahsetti ve dosyayı kısa bir
süre sonra bana teslim etti. Bu 80’lerin
başında açtığı bir dosyaydı. İçinde kahvehanelerle ilgili gazete ve dergi haberleri,
eski kahvelerden bahseden makaleler ve
“Ankara’da nasıl bir kültür çevresi oluşturabiliriz” konusuna kafa yorduğu -bir
kısmı daktiloyla bir kısmı da tükenmez
kalemle yazılmış- notları bulunuyordu.
Haberi, makalesi ve notlarıyla bu dosya
“yapılan işi ciddiye almanın ve peşinden
yürümenin” önemini de öğretti…
Velhasıl kelam, 1989’dan 2014’e İstanbul’da geçen yirmi beş yıldan sonra
Mahmut Çetin artık yeniden Ankara’da.
Biyografi.net’e içerik hazırlamaya devam
ediyor, sondevir.com’da haftalık yazılar
yazıyor, bugünlerde “Biyografi Atölyesi”
etkinliğini yürütüyor. Ve evinin duvarlarını boydan boya kaplayan “kişi arşivi” ile
“konu arşivi” içinde yeni kitapları için çalışmalarını sürdürüyor. Meselesi olan bir
kişinin, “ben ne yapabilirim?” sorusunun
peşine takılıp tek başına neler yapabileceğini merak edersek, “sadeliğin ihtişamı”nı
müşahede etmek istersek Mahmut Çetin,
hayatı ve eserleriyle “burada”…
OCAK2016
KATI
13
NEREDE
O ESKİ BAKKALLAR?
Mahallelinin haberi onlardaydı. Her“kesi
tanırdı. Birinin güvenilir olup ol-
madığı bakkala sorulurdu. Mahalleye
giren çıkanı bakkal bilirdi.
”
Yasin Çakırel
[email protected]
OCAK2016
KATI
14
“N
erede o eski falanlar
filanlar” diye başlar,
eskiye özlemi anlatan
cümleler. Nerede o
eski insanlar, nerede o
eski bayramlar, nerede o eski kumaşlar,
esnaflar, ıvırlar zıvırlar. Her devrin eskisi başka. Bizim bilmediğimiz ne eskileri vardı öncekilerin. Biz hiç tanık
olmadık. Mesela dedeme sorsanız 50’li
yılları eski beller. Kaya gibi, sımsıkı,
dimdik ve sağlıklı olduğu günleri. Buharlaştı eskiler. “Katının buharlaştığı”
bu devirde, hatıralar nasıl buharlaşmasın. Özlemimiz var eski günlere dair.
Dizilere baksanıza, seksenli, doksanlı
yılları hatta daha da önceleri konu alan,
nostaljik, keyifle izlediğimiz, özlediğimiz günleri anlatan diziler. Kendimizle
özdeşleştirdiğimiz ne çok nesneyi, hadiseyi, ilişkiyi, komşuyu, esnafı buluyoruz o dizilerde.
Esnaf demişken, ben bakkallara bir
değineyim istedim. Hani şu eski bakkallara. Çocukluğumun en şanslı adamlarına. Bakkallara ve bakkaldaki hatıralarımıza. Şimdi hatırladınız değil mi,
o bakkal amcayı ya da teyzeyi? Lütfü
amcayı, Nazike teyzeyi, Osman abiyi,
suratsız Mustafa’yı, Kamber dedeyi ya
da her kimse sizin hikâyenizin bakkalı. Eh onu hatırlayınca hatıralar da peşi
sıra gelir zaten. Tatlı, acı, aldığınız ya da
alamadığınız, ya da bazen bozuk çıkan
ama geri veremediğiniz şeylerle ilgili
hatıralar. İşin siyasetini, süpermarketler
çıktı mertlik bozuldu kısmını hiç konuşmayacağım. Derdim eskilerle, yani
hatırlarımızla. Şuracığa not düşelim de,
kalsın bir kenarda, ne olur ne olmaz.
Bakın, ben başlıyorum anlatmaya, siz
de hatırlayın.
Mahalle bakkalları, adı üzerinde mahalleden biriydi, komşuydu. Çoğunlukla
bakkalın üst katı kendi eviydi. Nazike
abla mesela. Profile uygun. Ben paramı
onda biriktirirdim. Çubuk krakeri, sakızı ondan alırdım. Hafta sonu sabahları
250 gr. peynir kestirirdim kahvaltı için.
Zaten çocukların hayatı bir bakkalın
yakınında geçer. Sakız, şeker, çikolata,
cips, futbolcu kartları oradadır ve çocuk onlara aşermeden yaşayamaz. Parası oldukça koşarak gider, bakkaldan
alır ama aldığı her şeyden arkadaşlarına
ikram etmez? Zinhar! Kendisine kalmaz sonra. Biri çekirdek alırsa öbürü
bisikletiyle bir tur verme karşılığında
çekirdeğe ortak olur, racon budur.
Mahallelinin haberi onlardaydı. Herkesi tanırdı. Birinin güvenilir olup olmadığı bakkala sorulurdu. Mahalleye giren
çıkanı bakkal bilirdi. Kim hasta, kimin
kaç kızı var, hangisi nişanlandı, kim taşındı, vakıftı bakkal. Küfür edersen annene söylerdi. Az biraz ters adamlardı.
Sanırım insanların tavırlarıydı biraz da
onları öyle yapan. İnsana hizmet etmek
zor azizim.
Ben bakkal olsam bunların hepsini yerim beeee, bu Lütfü amca nasıl dayanıyor? diye düşünürdüm. Babam memurdu, bakkal çocuklarını çok şanslı
sayardım kendimce. Biz melül melül
bakarken, o gazoz içebilirdi, hem de
bedava.
Bakkal defterine de değinmeden olmaz
sanırım. Hani şu kargacık burgacık yazılı, tarihin ilk kredi kartı olan defter.
Defter sizde, ana tahta bakkalda olurdu. Ay sonunda karşılaştırılır, alınan
margarinin, ekmeğin, şekerin borcu ya
tamamen, çoğunlukla da kısmen kapatılırdı. Zaman zaman hesaplar tutmaz,
bazen bu karışıklık bakkalı değiştirmeye mâl olabilirdi.
Ben hala vakit buldukça mahallemizin
değil ama Kırklareli çarşısının bakkalı
Osman abiye uğrar, çayını içer, muhabbet eder, gündemi onunla değerlendiririm. Tanışıklığımız yirmi seneye yaklaştı. Rahmetli babasından kalan bakkal
tam bir hatıralar yumağı. Arastanın olduğu meydanda ne zaman ne olduysa
hatırlıyor Osman abi. Galatasaray’ın
Manchester’la deplasmanda berabere
kaldığı gece onun için yakın tarih. Entelektüel de aynı zamanda. Dükkânın
dağınıklığı da ondan ileri geliyor galiba.
Bayram yok, seyran yok, çoğu zaman
tatil yok. Tek başına da olmaz. Ya eşin,
ya evladın yardımcı olacak ki günlük ihtiyaçlarını karşılayabilesin. Bu zorluğu
yaşayanlar zaten çocuklarının bakkal
olmasını da istemiyorlar. Yeni dünya
düzeninin de buna katkısı büyük. Sonuç olarak –meslek demek doğru mu
bilemedim- bakkallık eski şaşaalı günlerini geride bıraktı. Katı olan her şey
gibi, o da buharlaşıyor, hatıralarımızla
birlikte…
[email protected]
İskender Gümüş
SAHAFİYE
Müstakil Gazete çıktı
Abdullah Harmancı - Yazının Yükü
Kapital, Almanca aslından çevrildi
Abdullah Harmancı, Yazının Yükü adlı
kitabında, 1969 yılının Şubat ayında
yayına başlayan Nuri Pakdil’in çıkardığı “Edebiyat” dergisinin on beş yıllık
serencamını bizimle paylaşıyor. Cahit
Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, Rasim Özdenören, Akif İnan, Alaeddin Özdenören
gibi önemli şair ve yazarlarla yola çıkan
Pakdil’in Edebiyat dergisi, 1970’li yıllara
damgasını vurur. Edebiyat dergisi, Nuri
Pakdil’in üslubunu ve ideolojik tavrını
benimseyerek edebiyatta devrimci bir dil
kullanır. Abdullah Harmancı, Edebiyat
dergisinin yayın hayatına başlamasından
dergide yazan şair ve yazarlara, yayın
politikasından kültür hayatımıza tesirine
kadar bir derginin yayın serüveni akademik bir dille inceliyor. Yazının Yükü,
verdiği bilgilerle yakın tarihimize de bir
ışık tutuyor.
Karl Marx’ın Kapital adlı eserinin tamamı üç cilt halinde Almanca aslından
çevrilerek Yordam yayınları tarafından
Türkçe’ye kazandırıldı. Özellikle Marksistlerin temel eseri olan Kapital’in
Türkçe’ye kazandırılmış olması önemli
bir eksikliği giderme yolunda önemli bir
girişim. Mehmet Selik ve Nail Satlıgan
tarafından Türkçe literatüre kazandırılan
eseri, Erkin Özalp Almancasıyla ve Oktar Türel de İngilizcesiyle karşılaştırarak
gözden geçirdi.
Dergimizin yayına hazırlandığı süreçte,
Hakan Albayrak da tatlı bir telaşın içerisindeydi. Diriliş Postası’ndan ayrıldıktan
sonra bağımsız bir gazete projesinden
bahseden Albayrak, Müstakil Gazete’nin
11 Ocak’ta bayilerde yerini alacağının ve
ilk etapta 20 bin basılacağının müjdesini
verdi. Kendine ait blogunda gazetenin
çıkış süreci ile ilgili paylaşımlarını okudukça bizi bir heyecan sardı. Müstakil
Gazete’nin yayın hayatının uzun ömürlü
olmasını diliyoruz.
OCAK2016
KATI
15
Teoman Duralı hocamıza şifa diliyoruz…
Faruk Karaarslan’a başucu eserlerini
sorduk?
Yaşayan en önemli felsefecilerimizden
ve Kırklareli Üniversitesi öğretim üyesi
Prof. Dr. Teoman Ş. Duralı hocamız bir
süredir hastalıkla mücadele ediyor. Teoman Duralı hocamıza acil şifa diliyoruz.
Vitrindekiler
1- Aliya İzzet Begoviç – Tarihe Tanıklığım
1- Tarık Tufan – Şanzelize Düğün Salonu
2- Ali Şeriati – İnsanın Dört Zindanı
2- Mustafa Kutlu – Hesap Günü
3- Max Horkheimer, Theodor W. Adorno – Aydınlanmanın Diyalektiği
4- İsmet Özel – Erbain
Hüseyin Yorulmaz – Bilge Lider Aliya İzzet Begoviç
5- Rasim Özdenören – Gül Yetiştiren
Adam
Hüseyin Yorulmaz, Bosna Hersek’in
önemli devlet adamı Aliya İzzet Begoviç’in hayatını kaleme aldığı bu kitapta,
Aliya’nın hayatından, eserlerinden, devlet adamlığından ve Bosna’da yetiştiği
düşünce ikliminden kesitler sunuyor. Yakın tarihimizin oldukça önemli bir devlet ve düşünce adamı olan Aliya’nın bilge
bir lider oluşuna dikkat çekiyor.
1985 yılında Konya’da doğdu. Selçuk
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji
bölümünden mezun oldu. 2010 yılında
yüksek lisans eğitimini, 2014 yılında da
doktorasını Selçuk Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim
dalında tamamladı. Halen Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji
Bölümünde öğretim görevlisidir.
Faruk Karaarslan kimdir?
3- Alaattin Diker – Batı Düşüncesinde
Stratejik Perspektifler
4- Cihan Aktaş – Kızım Olsan Bilirdin
5- Kolektif (Hazırlayanlar: Aynur
Can-Mahmut Doğan) – Bir Şehir Kurmak (Turgut Cansever’le Konuşmalar)
Ali Şeriati diyor ki!
“Çağımızda, doğa, tarih ve toplum zindanından kurtulan insan, anlamsızlık ve
boşluk duygusunun bunalımına düşmektedir. Niçin? Çünkü özgür değil,
dördüncü zindanın tutsağıdır. Önceki üç
zindandan kurtulması ile mutsuzluğu da
başlamaktadır.”
01
OCAK / 2016
KAHVE
NE RENKTİR?
kahve denince Türk kah“Türkvesikültüründe
anlaşılır. Oysa renk olarak kahve-
rengi, Türk kahvesinin değil neskafenin,
belki, çok zorlama bir yorumla Türk kahvesindeki köpüklerin rengidir.
”
Burçin Aydoğdu
[email protected]
K
ahverengi diye bir renk adı var;
malum. Bu ad üzerinden pek
çok nesnenin rengini tarif etmek
mümkün. Açık kahverengi, koyu
kahverengi, kırmızıya çalan kahverengi vs.
Peki ama kahvenin rengini nasıl tarif etmek
lazım? Kahvenin rengi kahverengidir dersek totoloji olmaz mı? Yani Gökyüzü gök
rengidir, samanlar saman rengidir derken ki
gibi kolaya kaçmış olmaz mıyız? Bu soruya adamakıllı bir cevap arayalım: Kahve ne
renktir?
Bu soruya cevap verirken baştan kabullenmek gerekir ki esasında kahve, kahverengi
değildir. Türk kültüründe kahve denince
Türk Kahvesi anlaşılır. Oysa renk olarak
kahverengi, Türk kahvesinin değil neskafenin, belki, çok zorlama bir yorumla Türk
kahvesindeki köpüklerin rengidir. Kahverengi nitelemesini, doğasında bulunan bu
çelişkiden kurtarmak bir yolu şunu sormaktır: eskiden kahverengi diye renk adı
mı varmış? Kahve insanlığa 14. Yüzyıldan
beri malum. Ondan öncesi muğlak. Fakat
söz konusu renk ezelden beri var. Bu rengi,
kahveyi bilmeden önce nasıl niteliyorlarmış;
biraz bunu kurcalamak lazım.
Eski insanlar 3 temel renkli skalaya bugünkü
gibi hâkim değillerdi. Ne fotonları biliyorlardı ne ışık kırılmasını. Mesela eski Türkçede “gök” diye renk adı vardır. Gökyüzünün
rengi olduğu için mavi anlamına geleceğine
kuşku yok ama gökyüzü hep mavi midir?
Boz kurt anlamına gelen “gök börü” ifadesinde ise gök, gri rengi ifade eder. “Kavun
gök çıktı” dendiğinde gök demek yeşil de-
mektir. O kadar ki, Yeşilay’ın kurucusu Fahrettin Kerim Gökay, soyadını Yeşilay’ın o
zamanki isminden yani Hilal-i Ahdar’dan almıştır. Fakat ahmer, ahdar gibi Arapça renk
isimleri tasfiye edilince onların yerine geçen
Türkçe adların yerleşimi Fahrettin Kerim
Gökay’ın soyadı seçerken umduğu gibi olmamıştır. Zira bir renk adı olarak gökün
skalası yeşili, mavi ve griyi kapsar. Zira bunların hepsi gökyüzünün alabileceği tonlardır.
Hazarların Sarkel (sarı kale) adını verdiği
yerleşimin “beyaz kale” anlamına geldiğini
de Hazarların çağdaşı olan Arap seyyahların
notlarından biliyoruz. Buradan, sarı kelimesinin skalasının, sarının en açık tonu olarak
beyazı kapsadığı da düşünülebilir. Nitekim
doğada diş gibi, ten gibi, ya da yumurta gibi,
rengi sarı ile beyaz arası değişen nesneler
vardır. Sarı adı, hepsine birden ad olmuş
olabilir.
Dünyanın başka dillerinde de bizimkine
benzer skalalar, özellikle eskiden kalma nitelemeler de vardır. Tersten örnek vermek
gerekirse; Türkçede kırmızı ile kızıl arasında ayrım bellidir. Sovyet bayrağı her zaman
kızıl bayrak olarak kırmızı bayraktan ayırt
edilmiştir. Oysa İngilizce başta olmak üzere çoğu dilde öyle bir ayrım yoktur, “kızıl”ı
ifade etmek için de kırmızı anlamına gelen
kelimeyi kullanırlar. Teknik terminolojilerine girildiğinde muhakkak o ayrımı yapacak
isimler, özellikle gelişmiş ülke dillerinde
vardır fakat geleneğin yansıması olmayı sürdüren gündelik dilleri ele alırsak renk adının
geniş kapsama sahip olma özelliğini yine
gözlemleyebiliriz.
Velhasıl, insanların sadece 5-10 renk adı
kullandığı çağlar dahil, herhangi bir rengin
adlandırılamadığı dönem pek olmamıştır.
Sadece renklerin skalalarının bugünkü anlayışla garip kaçacak kadar geniş tutulduğu
dönemler olmuştur. Estetik ve fizik bilimi
geliştikçe ayrımlar netleşmiş, kapsamlar daralmıştır.
Bugün kahverengi dediğimiz nesneler de
eskiden, sayısı daha az ama kapsamı daha
geniş renk adları ile tarif ediliyordu. Mesela bugün açık kahverengi dediğimiz fındık
rengine (ki eskilerde “fındık rengi” tabiri de
vardır) eskiler sarı hatta ak diyordu. Yine bugün kahverengi, koyu kahverengi dediğimiz
at söz konusu olduğunda “donu al”, “donu
kırmızı” at deniyordu (Don, eski Türkçede
giysi demektir). Bu kapsamı geniş, çeşidi az
renk tayfında kahvenin payına hangisi düşüyordu derseniz, onun cevabını da Karacaoğlan asırlar önce vermiş:
“…
İllerde konup göçerler,
Lale sümbülü biçerler,
Ağalar, beyler içerler,
Kahve de kara değil mi?
…”