kosmos - WordPress.com

Transkript

kosmos - WordPress.com
EKIM'14
2 Lira
KOSMOS
11
1
İki Aylık Edebiyat Fanzini
Sayı 2 Ekim - Kasım’14
kosmosfanzin
Hapis
erişhan erdem
2156
alper alkan
Şeyhmuz
Doğal Sınırlara Ulaşmış
İnsanların Köyü
Sinek
ezel cirit
erdem güreler
aygün açıkalın
kitap
incelemeleri
Ütopyalar ve
Distopyaya Evrim
Androidler Elektrikli
Koyun Düşler mi?
Fahrenheit 451
Otomatik Portakal
erişhan erdem
aylin yeşiltaş
alper alkan
aylin yeşiltaş
Bir şekilde katkıda bulunanlar;
Carl Sagan, Melih Cevdet Anday, Ray
Bradbruy, Anthony Burgess, Philip K. Dick,
Canan Erbil
Yayına Hazırlayan:
Mehmet Mertkaan Erdem
Yazı ve çizim gönderimleri için;
[email protected]
Ayrıntılı bilgi için;
facebook.com/kosmosfanzin
twitter.com/KosmosFanzin
2
‘’Bu görkem hatıradan başka bir şey değil’’
‘’İskenderiye Kütüphanesi Hyptia’nın öldürüldüğü sene yok edildi. Bütün bir
uygarlık köklü bir beyin ameliyatı geçirmiş gibiydi. Tüm hatıraları, tutkuları,
keşifleri, fikirleri geri dönülemez şekilde silinmişti.’’
‘’ Sofokles’in yazdığı yüz yirmi üç farklı oyundan sadece yedi tanesinin günümüze ulaştığını biliyoruz, ki bunlardan birisi de Kral Oedipus’dur. Zamanında
fazlasıyla değer gören farklı eserler de verdiğini bildiğimiz William Shakespare’in Romeo ve Juliet’ini, Hamlet’ini, Macbeth’ini, Kral Lear’ını okuyamadığımızı düşünün.
Tarih; korkuyla, cehaletle ya da güç tutkusuyla tamamen bize ait olan değerleri yok eden insanlarla doludur. Ancak artık buna izin veremeyiz.’’
Carl Sagan
3
Hapis
erişhan erdem
-Bitiş
Güneşin puslu sarısı yavaşlatıyordu günü; gerçi hayatının hep yavaş aktığını
bilirdi ancak bahane üretmekte üstüne kimseyi tanımazdı. Kiraladığı şöför yirmi
beş dakika önce almıştı onu evden, arka koltuğun sağ tarafında oturuyordu yolu
izlerken. Şehrin harabe köprülerinden birisine gelince araba, şoföre seslendi sakince; şöför dinledi onu, durdurdu arabayı. En fazla on beş saniye geçmiştir;
bekledi, şöför gelip açtı kapısını. Orijinal fikirleri yoktu; ölümünü ayine dönüştürmek istemişti. Bu denli hayatsal bir güç gösterisi seçmesinin içten bir sebebi
vardı elbet ama o an bunun farkında değildi. ‘’Herhalde’’ diyordu, ‘’Bu son fikirlerimi televizyonda gördüm’’
İnsanları dinlemeye alışkındı. Çeşitli fikirleri vardı, çevresinde mantıklı bir
adam olarak bilinirdi; yine de o fikirlere nereden kapıldığını hatırlamazdı. ‘’Sanırım bu bir restorant işi’’ derdi, ‘’Sana çeşitli fikirler sunuyorlar ve sen seçip
yaşıyorsun’’
Kavga etmeyi ve insanlarla konuşmayı sevmezdi ancak hayatında başka bir
eğlence yoktu. Hayatı boyunca tek bir kadına aşık olmuş bir romantikti; dünyadaki bütün kadınlarla sevişmek istiyordu. Bahsetmeyi pek sevmediği büyük bir
tutkusu vardı; tutkuya bağlanan her beyinsiz gibi harika, işe yaramaz, yalnız bir
adamdı. ‘’Felaket’’ derlerdi arkasından, ‘’Büyük bir felaket’’
Kendisini üç cümleyle anlatabilen 39 yaşında bir adamdı Zarif, kısa saçlı ve
sakalsız. Ölüme takım elbise giyip gidecek kadar bağlanmıştı anın ruhuna.
Hayat hikayesi kulaklarında eserken arabadan inmeye hazırlandı. Şöföre kısa
bir bakış attı, sol gözünü kırptı ve arabadan indi. Dışarıdan biri görse bu kibri
vururdu, oysa sadece önemli biri gibi ölmek istiyordu. Önemli insanları televizyonda görmüştü, hayatlarını okumuştu ve onlarla gurur duymuştu; başarılı
bir taklitçiydi ve bu sefer önemli olan kendisiydi. Her önemli insan gibi; ölümü
okunsun istedi o an, aşağı yukarı herkes aynıdır, bir an olsun birileri ile paylaşmak istedi kendisini. ‘’Ayinler böyledir’’ diyerek avundu, ‘’Boku çıktıkça daha
uzun yaşar’’
Arabadan indikten sonra etrafına bakındı, sağ tarafına döndüğü zaman fark
etti onu; yirmili yaşlarında genç bir adam. Uzaktan incelemeye başladı tanrısını;
bakışlarını görünce gülümsedi, gözlerinde sadece merak vardı, sıkılgan bir merak. Derin bir nefes bıraktı, kağıt kalem istedi şoförden.
Açtı torpido gözünü şöför, Zarif ’in istediklerini çıkardı. ‘’Artık gidebilir miyim?’’ diye sordu, ‘’Tabii ki, burada kalmanın bir anlamı yok’’
4
Şöför marşa basarken genç adama doğru yürümeye başladı Zarif. Yaklaştıkça
arttı heyecanı, en sonunda sorabildi; ‘’Bugün bayat bir hikayeden bir efsane yaratmak ister misin?’’
Gözlerine baktığı zaman anlamıştı aslında, çocuk bayat hikayeleri severdi;
‘’Adım Kursak’’ dedi, ‘’Bir espriden öyle kolay sıkılmam.’’ Aldı kağıdı kalemi
Kursak, yazmaya hazırlandı.
Arkasını dönüp kalabalığa doğru yürümeye başladığında gülümsüyordu Zarif.
Gülümseyerek geçti iki iş merkezini, gülümseyerek girdi yeşil ve pembe boyalarla
süslenmiş estetik yoksunu bir binaya. Neler olacağını anlamıştı Kursak, iğrenmişti adamdan; ‘’Bir hayat için fazla ayrıntı’’
Zarif çatıya çıkarken sahneye biraz daha yakın olabilmek için apartmana doğru yürümeye başladı Kursak. Apartmana ulaşmasına birkaç metre kala, çatıdaydı Zarif; ilgi beklemedi, daha fazla düşünmedi, atladı.
Yere çarptığında çıkan ses kalabalığın gürültüsünü susturmuştu. İnsanlar şaşkınlıkla sesin geldiği yöne baktı; kimisi ofisinden, dairesinden ayrıldı. Onlarca,
yüzlerce ne işe yaradığı belli olmayan göz incelemeye başladı Zarif ’i.
-Başlangıç
İnsanları izleyerek yaşardı Kursak; genelde anlayamazdı onları, saklardı şaşkınlığını. Zarif ’i yaratmasını sağlayan sıkılgan merak sayesinde hayattaydı; bu
yüzden belki de, öylece boş verdi Zarif ’i, insanlara bakakaldı. Üzüntülerini,
üzüldükleri için duydukları o herkesten saklı gururu, acımayı, korkuyu elindeki
kağıda işlemeye başladı.
Acıyanların yüzlerine baktı, en çok onları yazmak istemişti, konuşmalarını dinledi. Çok az yargıları ve çok keskin cevapları vardı. Birçoğu hayata değer veriyor
gibi görünmüyordu; bu kadar az soru çok az eğlence demekti ona göre. Sadece
hayattaydılar ve bununla mutlulardı. Kimisi tanrıdan korkuyor, başkasının cehennemine acıyordu; kimisi dünyanın güzelliğinden bahsediyordu.
Üzülenleri not etti daha sonra; üzgün görünenleri. ‘’Vicdanlarının toplumsallığı’’ yazdı kağıda; ‘’Üzgün bir insanı herkes sever.’’ Duyguları neye göre sınıflandıracağını çözememişti o ana kadar, izledikçe öğrenecekti.
Aniden gelen bu istekli ölümün izleyenler üzerine yarattığı etkiyi izlerken fark
etti; felaketten direkt olarak etkilenmiyorlarsa o felaketin sebebini sorguluyorlardı insanlar. Kimin canının acıdığını, kimin görmezden gelindiğini umursamadan sadece soruyorlardı. Ne olduğunun eti yanan için bir önemi kalmıyordu
ancak izleyici etkilenmiyordu; etkilenmesi gerektiğini düşünüyordu ama bunu
yapamıyordu. Yapabildiği tek eylem olay hakkında konuşabilmekti; ilgili görünmek onları rahatlatıyordu belki. Belki de bu yüzden yardımları bile sahteydi;
belki de bu yüzden hayatta gerçek yoktu. ‘’Et bile zamana yenilir’’ yazdı.
5
Yanındaki kızın iç çekişi kendisine getirdi Kursak’ı. Şimdiye kadar hiç fark
etmediği bir şeyi anladı o an; sorunun sorulmasını sağlayan merak empatinin
yarattığı korkudan ileri geliyordu. Sorarak felaketin kendileri üzerine bıraktığı
etkiyi, ya da direkt başlarına gelecek bir felaketi mantıklarının içerisinde hapsetmeye çalışıyorlardı. Sorarak olaya anlam katıyorlardı; bir felaket anında huzurlu
kalabilmek için, sağlam bir yıkımın etkisini en aza indirebilmek için. Bilimden
iğrenirdi Kursak.
Şokun bir araya getirdiği insanları izlerken karar verdi, bir gün boyunca aynı
noktada hareketsiz kalmaya. Gördüğü her şeyi not edecekti; olayı, insanların
tepkilerini, yerde yatan adamı düşünecekti sadece. Neden kağıdı aldığını daha
iyi anladı.
Ambulans gelmeden hemen önce insanlar yavaş yavaş dağılmaya başladı. Hararetli yorumlarla geçiyorlardı Kursak’ın yanından. Gördüğü her şeyi gruplandırırdı Kursak, gurur duymazdı bundan ancak ‘Aristo’dan beri dünyayı böyle
anlıyoruz’ derdi. Çıkan büyük gürültünün ardından henüz insanların ilk tepkileri gelmişken o bölmüştü insanları rollerine; yorumları duydukça anladı, insanlar
bu role isteyerek giriyorlardı. Her biri; Kursak kendisinden iğrendi.
Fazla sürmedi Zarif ’in etkisi, öğle yemeğinde konuşacak bir konu bulmuştu
insanlar. Akşam işten çıkarken kıpkırmızı bir renk vardı hayatlarında, artık şoktan çok heyecan vardı suratlarının kıvrımlarında; ‘’Ne gündü ama’’ demişti biri
Kursak’a bakarak.
Bomboş sokakta, sadece birkaç evsiz ve iki sağlıksız günlük kadın arayıcısı, geçen sakin bir gecenin ardından, haber günün bu kısmına yayılmamıştı, cılız seslerle kendisine geldi sabah. İş yerlerine ulaşmaya çalışan insanlar. Anlatanlar,
dinleyenler; üzülenler ve etkilenenler. Büyük bir acının yarattığı zafer vardı sanki
yüzlerinde. Zafer değildi bu biliyordu. Olayı umursadıklarını gösterecek kadar
canlılardı, bunu etkileyici bir sohbet konusu yapacak kadar sahte; yine de görünüşün ne anlama geldiğini çözmeye çalıştı.
Öğlen olduğunda yazı hazırdı. Üç yüz kopya aldı, estetik yoksunu apartmanın
çatısına çıktı. Üç yüz uçak yaptı onlardan, hep sevmişti kağıtların havalanmasını, tek tek bıraktı hepsini çatıdan.
Üç yüz kopya elden ele dolaştı; yüzlere, binlere, milyonlara ulaştı. Kimin öldüğü önemli değildi, bir hikaye yarattı Zarif.
Orijinal yazı hep yanındaydı Kursak’ın, hayatı boyunca sakladı. Kendi hikayesini buldu, sönmesine izin vermeden, ölene dek harladı.
6
Kursak’ın tek yazısı (Cesedinin
yanında bulunmuştur)
7
‘’...
Ayın altındaki gelmiş geçmiş altının tümü
bu yorgun ruhlardan birinin olsun
dinlenmesine yetmez çünkü
’’
Dante’nin Inferno’su
8
‘‘İyi bir insan olmak çok da hoş olmayabilir küçük 6655321. İyi bir insan
olmak korkunç olabilir. Bunu sana söylerken, kulağa ne kadar çelişkili geldiğini
biliyorum. Bu mesele yüzünden gecelerce gözüme uyku girmeyeceğini
biliyorum. Tanrı ne ister? Tanrı iyilik mi ister yoksa iyi olma seçeneğini mi?
Kötülüğü seçen bir insan, kendisine iyilik dayatılmış bir insandan bazı açılardan
daha üstün olabilir mi? Bunlar derin ve zor sorular, küçük 6655321. Ama şimdi
sana tek söylemek istediğim şu; ileride bugünlere bakıp da Tanrı’nın en basit ve
naçiz uşağı olan beni hatırlarsan, yalvarırım hakkımda kötü düşünme, başına
geleceklerle herhangi bir şekilde ilgim olduğunu düşünme. Yalvarmak demişken,
senin için dua etmenin pek anlamlı olmayacağını kavramak üzüntü veriyor.
Artık dua gücünün ötesinde bir boyuta geçiyorsun. Düşüncesi bile korkunç;
korkunç bir şey bu. Yine de bir bakıma, etik bir seçim yapma yetini kaybetmeyi
seçmekle aslında bir bakıma iyiliği seçmiş oluyorsun. Böyle düşünmek hoşuma
gidecek. Tanrı hepimize yardım etsin 6655321, böyle düşünmek hoşuma
gidecek.’’ Sonra ağlamaya başladı. Ama bunu pek fark etmedim kardeşlerim,
içimden biraz kıs kıs gülüyordum o kadar, çünkü papazın viski içtiği belliydi ve
şimdi de masanın gözünden bir şişe çıkarıp çok yağlı ve kirli bir bardağı ağzına
kadar doldurdu. Fondipledikten sonra dedi ki: ‘‘Belki de her şey yolunda gider,
kim bilir? Tanrı’nın yöntemi gizemlidir.’’ Sonra çok yüksek sesle ilahi okumaya
başladı. Sonra kapı açıldı ve gardiyanlar beni leş kokulu hücreme, marizleyerek
geri götürmeye geldiler, ama moruk papaz ilahiye devam etti.
Otomatik Portakal, Anthony Burgess
9
2156
alper alkan
2056 yılının Temmuz ayında yıllardır beklenen şey gerçekleşmiş ve uzaylılarla
iletişim kurulmuştu. Daha doğrusu onlar bizimle bağlantıya geçti. Bütün dünyanın aynı anda duyabileceği şekilde kendilerini tanıttılar. Evrensel Birlikten olduklarını ve hiçbir şekilde bize zarar vermeyeceklerini söylediler. Birkaç geçerli
sebep sundular ve Dünyayı, Evrensel Birliğe davet ettiler. Tehdit ve zorlama yoktu, sadece neden Birliğe katılmamız gerektiğini söylediler ve beklediler. Hemen
dünya genelinde bir oylama yapıldı ve büyük oy çoğunluğuyla Evrensel Birliğe
girmeye karar verildi. Birliğe girdikten sonra Dünya inanılmaz şekilde gelişti.
Evrensel Birlik, yerkürenin çeşitli yerlerinde üniversiteler kurdu ve bildiklerini
dünyalılara öğretmeye başladı. 2156 yılında, Birliğe katımamızın 100.yılında ilk
defa dünyadaki Birlik üniversitelerinden öğrenciler, Birliğin çeşitli gezegenlerine
staj yapmaları amacıyla gönderildi.
STAJ GÜNLÜKLERİ
07.08.2156
Mekiğin, aktarma limanına yaklaştığını duyuran anonsu duydum. İçimi kaplayan heyecan dalgasını bastırmaya çalışarak ayağa kalktım. Sonunda neredeyse
bir aydır süren yolculuğum sonlanmıştı. Seri bir şekilde eşyalarımı topladım ve
mekiğin ortak salonuna doğru yola koyuldum. Uzayın çeşitli yerlerinden gelen bireyler yavaş yavaş toplanıyordu. Benim de dâhil olduğum birkaç Dünyalı
vardı. Dünya geneline yayılmış olan Birlik Üniversitelerinin her birinden gelen
öğrencilerin oluşturduğu 42 kişiydik. Her birimiz evrenin farklı yerlerine dağılacak ve çeşitli yerlerde staj yapmaya başlayacaktık. Heyecandan olmalı, salonda
neredeyse çıt çıkmıyordu. Buradaki bireylerin büyük bir kısmı ilk defa gezegen
dışına çıktıkları için çok heyecanlıydı. Mekik, hafif bir sarsıntıyla aktarma limanına bağlandı. Kapılar açıldı ve köprü bağlantıları yapıldı. Yavaş ve temkinli bir
şekilde dışarıya çıkmaya başladık. Dostlarımla kısaca vedalaştım ve beni bekleyen aktarma gemisine doğru hızlıca yol aldım.
10
11.08.2156
Sonunda Eosia gezegenine ulaştım. Dünyadan biraz daha büyüktü ancak üzerinde yaklaşık olarak Avrupa kıtası büyüklüğünde tek bir kara parçası vardı. Evrensel Birliğin en önemli gezegenlerinden birisi olduğu için nüfus kalabalıktı.
Yer sorununu çözmek için çok katlı binalardan yararlanmışlardı. Bazı yapılar
gezegenin atmosferinden dışarıya çıkacak kadar yüksekti. Birliğin önde gelen
şirketlerinden çoğu bu gezegende konumlanmıştı. Ben de Bhelliom da staj yapmak amacıyla buradaydım. Bu şirket Evrensel suçla mücadelede başı çekiyordu.
Yaptıkları iş gezegenlerde güvenliği sağlamak ve devasa boyutlarda olmayan dış
tehlikelerle savaşmaktı. Evrensel Birlik büyük ve güçlüydü ancak Birliğe üye olmayan veya halen keşfedilmemiş çok sayıda-belki de milyonlarca gezegen vardı.
Bizim gezegenimiz de Birliğin uzak bir köşesinde bulunuyordu ve bir asır öncesine kadar keşfedilememişti. Bunları düşündükçe evrenin büyüklüğünü idrak
ediyordum ve bu doğrusunu söylemek gerekirse başımı ağrıtıyordu. Dünyada
“Evrensel Teknoloji” programına mensuptum ve uzmanlaşmak istediğim bölüm “Birlik Dışı Tehlikeler ve Savunma Teknolojileri”ydi. Bu sene yüzüncü yıl
dolayısıyla öğrencilere ilk defa gezegen dışında staj görme imkânı tanınmıştı
ve bunu duyar duymaz başvurmuştum. Neden beni seçmeleri gerektiğine dair-çoğu abartma olan- etkileyici bir yazı yazdım ve komite yazdıklarıma inanmış
gözüktü. Sonunda hedefime ulaşmıştım. Bhelliom Şirketine çok yakın bir mesafedeki binada küçük ama konforlu bir dairem vardı. Yolculuk rahat olmasına
rağmen psikolojik olarak yorulmuştum ve ertesi gün erken kalkacağım için şehri
gezmeden yattım.
16.08.2156
Bhelliom Şirketler Grubundaki ilk haftam çok yorucu ve bir o kadar da sıkıcıydı. Sürekli birtakım belgelerin fotokopisini çekmeye ve departmanlar arasında
dosya aktarımı yapmaya yollanıyordum. Fotokopi çekmek sorun değildi çünkü
bu yüzyıllardır stajyerlerin kaderinde vardı. Ancak departmanlar arasında posta
güvercinliği yapmak canımı sıkmıştı. Departmanlar arası mesafeler çok fazlaydı
ve güvenlik sebebiyle ışınlanma portu açılmıyordu. Yürümekten yorulmuştum
fakat kabul etmeliyim ki çok şey öğreniyordum. Kimse bakmamam gerektiğini
söylemediği için yürürken dosyalara göz gezdiriyordum. Belki ayıptı ama merakımı dizginleyemiyordum. Bunun sonucunda belki de bilmemem gereken birçok
bilgiyi öğrendim. Mesela geçen sene Evrensel Birliğin yönetiminde önemli kararların alındığı Matherion’da küçük bir iç sıkıntı patlak vermişti. Bunun neticesinde bizzat Bhelliom Şirketinin yönetim kurulu başkanı “Büyük Kurtarıcı” Bay
Sparhawk ayarlamalarda bulunmak için oraya gitmişti. Bu dosyada da özetle
olayların çözüldüğü ve birkaç güne Sparhawk’ın geri döneceği yazıyordu. Sonunda ilk hafta bitti ve gezegeni tanımak için iki günüm vardı.
11
18.08.2156
İki gün boyunca gezegeni tanımak ve adapte olmak için kısa bir gezintiye çıktım. Önemli ve gelişmiş olduğundan dolayı, ışınlanma portları Dünyadaki gibi
sadece birkaç yerde değildi. Gezegende tek bir kıta vardı ve aralıksız olarak binayla donatılmasına rağmen düzenliydi. Geri kalan yerler yekpare okyanustu
ancak herhangi bir gemi görememiştim. Birkaç kişiye bunun nedenini sordum
ancak belirli bir yanıt alamadım. Sanırım gezegenin ilk zamanından beri bu
böyleydi ve insanlar artık sorgulamıyordu. Eskiden Dünyada bırakın yurtdışına
çıkmak, şehir değiştirmenin bile başlı başına bir problem oluşturduğu söyleniyordu. Gerçi şu anda tüm Dünya tek bir devlet haline gelmişti ve teknoloji de bir
anda tepeye fırlamıştı yani seyahat problemi yoktu. Yine de başka bir gezegendeydim ve bu hala çok büyük bir olaydı. Gördüğüm yerleri düşündüm ve ertesi
gün tekrar işbaşı yapacağım için istemeyerek de olsa uykuya daldım.
21.08.2156
Yine departmanlar arası dosya taşımacılığı yaptığım seferlerden birisiydi. Alışkanlıktan olmalı, dosyaya bir göz gezdirmeye karar verdim. Dosyanın üzerinde acil olduğunu belirten damga vardı. İçinde ise tek bir sayfada kısa bir yazı
yazıyordu. Yazının hepsini okumadım çünkü dikkatimi en altta yazan üç satır
çekmişti.
Tehlikede Olan: Dünya(Yerküre)/1.Dereceden Stratejik Önemi Olan 3.Sınıf Gezegen
Tehlike Unsuru: Evrensel Birlik Karşıtları/Gezegen Bilinmiyor
Olası Tehlike: Bütünüyle Yok Olma(%70)/Köle Gezegen Olma(%30)
Birkaç dakika boyunca hiçbir şey düşünmeden durdum. İnanmak istemiyordum, bu yüzden tekrar tekrar okudum fakat gerçekti. Doğduğum ve yaşamımı
sürdürdüğüm, içinde sevdiklerimin ve diğer insanların yaşadığı yerin karşı karşıya geldiği tehlikeyi bir dosyadan okuyarak öğrenmiştim. Beceriksizce attığım
birkaç adımdan sonra koşmaya başladım. Nereye olduğunu bilmiyordum. Tek
bildiğim bu dosyayı acilen işleme aldırmak ve daha sonra kurtarma kuvvetleriyle
birlikte dünyaya dönmekti.
DEVAM EDECEK...
...BELKİ
12
Ancak bir insan, başka bir insanın duygularını anlayıp sempati duyabilirdi.
Empati belli ki sadece insan topluluklarına özgüydü. Oysa pek çok canlı zekaya
sahipti. Karşındakinin hislerine empati duyma kabiliyeti, aynı zamanda zarar
görmemiş içgüdüsel bir grup psikolojisini gerektiyordu. Doğada yalnız yaşayan
örümcek gibi canlılar için bu duygu tamamen gereksizdi. Hatta bu his örümceğin
şuurlu bir şekilde avının yaşama istediğini fark etmesine neden olup, onun
içgüdüsel yaşama yeteneğini tamamen yok ederdi. Bunun sonucunda hemen
hemen tüm yırtıcı hayvanlar, hatta kedi gibi gelişmiş memeliler bile açlıktan
ölmüş olurlardı. Bu duyumsama yeteneğine sahip olanlar otobur olanlar veya et
yemeyen otoburlarla sınırlı olmalıydı. Çünkü eninde sonunda bu yetenek avcıyla
avlananın, yenenle yenilenin arasındaki farkın kaybolmasına neden oluyordu.
Androidler Elektrikli Koyun Düsler mi?, Philip K. Dick
13
Şeyhmuz
ezel cirit
Şeyhmuz du adı...
Odamın sol köşesini mesken bellemiş
yaşar giderdi kendi halinde.
En çok o tanırdı beni, ona anlatırdım
her bir şeyi.
Öylece dinlerdi garibim.
Bir yandan da işlenirdi.
Güzel ağ örerdi; allahı var çalışkandı
çok
Çok Kızardı dalga geçmeme ama ses
etmezdi garip
Bir keresinde “ filmin çıkmış lan “ dedim diye
Üç gün uğramadı eve, öldüm meraktan
Hala bilmem üç gün nerede kaldığını
Sorsamda söylemez inatçıdır Şeyhmuz
Alıştı sonra, hissettirmezdi ama artistlik hoşuna giderdi
Bir bacağı ağda diğeri duvarda diker
gözünü televizyona
“Ben daha iyi oynarım lan” dercesine
bakardı.
Tam emin değilim ama sanırım üç
gün önceydi
Ağlarken gördüm Şeyhmuzu
Kendi ördüğü ağın en ucunda
İntihara meyilli bir hali vardı
Hani bıraksa bir bacağını, düşecek
yere
Yaklaştım
Ne oldu Şeyhmuz dedim
14
Anlat bana
Sustu...
Israr ettim
Yine sustu
Ben yine ısrar ettim
Baktı uzun uzun
“Nalan” dedi
“Nalan’ın evi yıkmışlar”
Yan komşunun örümceğiydi Nalan
Aralarında bir şey yoktu Şeyhmuzla
İyi arkadaşlardı sadece ya da benden gizlerlerdi
Nalan bazı günler bize gelir
Şeyhmuzun ağında saatlerce oturur
giderdi.
Bizden biri gibiydi
Peki dedim Şeymuz üzülme
Senin ağ ikinizede yeter
Veririz Nalan’a diğer köşeyi
Yaşayıp gidersiniz
Olmaz dedi Şeyhmuz
Olmaz
Nalan
Öldü...
“Üzülme” dedim. Ben bir kere hep tek başıma kaldım. Yalnızlıktan böcek yedim hep. İnsan böcek yer mi? Ben bir kere bir böceğe aşık oldum. Yiyemedim
onu. Odamda bir köşe verdim, her bir şeyimi anlattım ona. Ben bir kere kitap
okurken sessizce tavandan inip kondu sayfanın kenarına. “Nalan gelecek” dedi.
O an kitabı sertçe kapatasım geldi. Ben bir kere sessizce ağlarken geldi yine yanıma. “şehir fazla gürültülü” dedi. Başladı çevremde dolanarak ağını örmeye. Sabah uyandığımda etraf bembeyazdı. Vücudumda gereğinden fazla tüy ve ayak
vardı. Sarsılmaya başladı etraf. Düşlerim yıkılıyor sandım. Karşımdaki beyazlığın ortasında küçük bir delik açıldı. Ve giderek büyüyen ışık huzmesi etrafımı
sarıyordu. Ve o... Karşımda gülümsüyor. Dedim ki “ Meğer ben her defasında
ne de çok seviyormuşum seni”.
15
Doğal Sınırlarına Ulaşmış İnsanların Köyü
erdem güreler
Bir zamanlar,tamamı doğal sınırlarına ulaşmış insanların yaşadığı
bir köy vardı.Bu insanlar sınır ve sınırsızlık sözcüklerinin ne anlama
geldiğini bilmezlerdi.Kendi doğal sınırlarından habersiz tüm gün
tarlada çalışır,peyniri süte dönüştürür ve tütün içerlerdi.
Aralarından yalnızca bir tanesi,nasıl olduysa bir yerlerden
işittiği sınır ve sınırsızlık sözcüklerini tüm gün aklında çevirip
durur,düşünürdü.Bir kaç defa düşüncelerini diğerlerine açmak
istemiş fakat kimse onun ne demek istediğini anlamamıştı.Bu yüzden
kendini yalnız hissediyor ve yalnızca köydeki kedi ve köpeklerle
arkadaşlık ediyordu.Dilsiz arkadaşlarına düşüncelerini anlatırken
onlarda,sessizce ve sanki düşünür gibi kafalarını onun dizlerine koyup
yatarlardı.Başlarda diğer köylüler onun bu halini yadırgamışlar daha
sonraları ise kendi haline bırakmışlardı.
Ağaç gölgesinde uzanıp düşüncelere daldığı birgün,sınır ve sınırsızlık
sözcüklerini kafasında çevirip dururken kendi doğal sınırlarına
varmış olduğunu farketti.Ömrü boyunca bir yere varamadan birbaşına
düşünmüş durmuştu ve ölene kadar böyle yaşayıp gidecekti.Bu
onun doğal sınırlarıydı.Diğer insanlara kızmak istemiyordu onların
suçu değildi elbet sınır ve sınırsızlıkdan habersiz olmak kendiside
nasıl öğrendiğini hatırlamıyordu.Onun asıl canını sıkan kendi doğal
sınırlarının farkına varmış olmasıydı.Sınırsızlığı nasıl düşünebilirdi
artık ?Kendini kandırmış olmazmıydı?Ayrıca sınırsızlık üzerine
düşünebiliyor olması hiçbir zaman bu gerçeği değiştirmeyecekti.
Yıllar sınırlarının farkındalığıyla hızlıca geçip gitti ve onu yaşamının
sınırına getirdi.Köylüler onu diğer doğal sınırlarına ulaşmış olanların
mezarlığına gömdüler.Kediler ve köpekler mezarının başından bir
daha hiç ayrılmadılar.Diğerleri sonsuza kadar sınır ve sınırsızlık
sözcüklerini bir daha duymadan yaşayıp gittiler.
16
küçücük penceremden seyrederken dünyayı
kalktım hemen bir şaman dansı yaptım
eski şamanları andım
elektronik işin içine girdiğinden beri ve plastik
insanoğlu kendini kaybetti
şamanlarda günün şartlarına ayak uydurdular
oldukça sıradan bir şekilde ifade etmek gerekirse
yerimizden kalkıp minik şaman dansları yapalım
plastiğin karşısında dikilelim
ateşi ve müziği kutsayalım
Erdem Güreler
17
Sinek
aygün açıkalın
1
(Gece.Yatak odası-aynı zamanda oturma odası. Çift kişilik yatak dağınık. Yorgan, çarşaf, örtüler beyaz. Yeni ve kirli. Yatağın yanında küçük bir komodin.
Üzerinde kırmızı bir telefon var. Yerde kilim ya da halı yok. Dolap yok. Ahşap,
ucuz görünümlü bir masa ve ona dayalı ahşap bir sandalye. Masanın üzerinde
birkaç kitap, bir ajanda, kurşun kalem, yarısı kullanılmış bir silgi. Ajanda açık.
Kadın yatakta. Kumral. Saçları uzun, dalgalı, siyah boyalı. Kadın zayıf, uzun
boylu.Güzel değil.Başı gövdesine göre büyük, boynu kısa. Üzerinde beyaz, ipek
bir gecelik var. Yastık duvara dayalı. Kadın, sırtını yastığa dayamış halde oturuyor. Odadaki en göze batacak şekilde kirli eşya yastık.Yatağın üzerinde açık bir
fotoğraf albümü. Kadının elinde bir fotoğraf var. Sekiz yaşlarında kumral, yaşına göre uzun sayılabilecek bir kız fotoğrafı. Yeşil boyalı, ahşap, kapalı bir sokak
kapısı görünüyor ardında. Kız ayakta. Beyaz, pembe dantel yakalı bir elbise var
üstünde. Objektife gülümsüyor.)
Kadın: Benim iki hikayem var. Birini duydum, birini uydurdum. Şimdi sana bir
hikaye anlatıcam. Duydum mu , uydurdum mu yoksa yaşadım mı bilmiyorum.
Hepsi birbirine karıştı.
Çok uzun, upuzun bir sokak hayal et çocuk. Hani bir gün öğretmenin “Sokağınızı çizin”, demişti. Sen de dümdüz, paralel iki çizgi çizmiştin, sayfa boyunca
uzanan. Ağaçlar, evler, park.
-Ama bu bizim sokak değil, demiştim resmi görünce.
-Böyle daha kolay oldu çizmek. Hem öğretmen bilmiyor ki nerde oturduğumu,
demiştin sen de.
İşte öyle, tıpkı o çizdiğin resimdeki gibi bir sokak hayal et şimdi. İki çizgi çiz.
İnişli yokuşlu olsun ama. Dalgalı paralel olsun (Gülüyor). Tek yokuş var aslında.
İki de iniş. Ve biliyor musun park da var burada. Tam yokuşta, yolun sağında.
O yokuşta altı ev vardı. İkisi yolun sağında, dördü solunda. Soldan ikinci ev
bizim evdi. Çok uzun yıllar yaşadım o evde. Annem, babam ve iki kardeşimle birlikte. Parkın yanındaki evde İsmet amcalar, onun bitişiğinde ise Mehmet
Amca ve ailesi yaşardı. Bu iki adam kardeşti. Diğer evlerden biri Aysel yengelerin, diğeri Hasan amcalarındı. Öteki ev boştu. Orada kimse yaşamıyordu.
O eve taşındığımızda ben sekiz yaşındaydım. Ablam on, kardeşim de altı. Hatırlıyorum da, evin karşısında parkı görünce çok sevinmiştim.
18
Eve taşındıktan sonraki dört ay boyunca annemi hiç görmedim. Bizimle gelmemişti. O süre zarfında bize babaannem baktı. Sonra annem geldi. Meğer
annem bu ‘dağ başına’ taşınmak istememiş hiç. Babamsa inatla gidicez diye
tutturmuş. Eğer bizi o kadar çok sevmese babama inat gelmezmiş annem. Ama
ana yüreği işte dayanamamış.
Ne güzel kadındı annem. Uzun boylu ve zayıftı. Dimdik kocaman göğüsleri
vardı. Gözleri yeşildi. Teni bembeyaz. Birlikte pazara giderken tüm arabalar
yanımızda durur, ardımızdan korna çalar, adamlar laf atardı. Ben de bu yüzden
yol boyunca surat asar, bütün bunlar onun suçuymuş gibi sürekli aksilik yapar,
kadını benimle sokağa çıktığına pişman ederdim.
Babam çok güler yüzlü bir adamdı. Bizi çok severdi. Hiç vurmadı bize. Hatta
evimizin aşağısındaki tarlada közde patates yapmaya çalışıp yangın çıkardığımızda, tarlanın yarısını küle çevirdiğimizde bile vurmadı. Annemi çok döverdi
ama. Hatta bir keresinde silahla kovalamıştı. Öldürecek sanmıştık. Sahi o silahı
nerden bulmuştu. Daha önce evde bir silah olduğunu bilseydim...
O altı ev bir aile gibiydi. Sokağın diğer evlerine ise düşman. Sokağın diğer evleri de aile gibiydi. O altı eve ise düşman.
Bir çocuğa anlatılacak hikaye değil aslında bu. Ama ben yine de anlatmak istiyorum. Tek sana anlatmak istiyorum aslında. Başka kimse bilmesin.
Şimdi sana o altı hanelik büyük aileyi anlatıcam. Aklında tut, unutma kimseyi.
(albümden başka bir fotoğraf çıkarır.)
Önce bizimkilerden bahsedeyim.
Annem Sevim. O zaman otuz yaşındaydı. Şimdi elli dört. Babamla sütçüde
tanışmışlar. İlk aşık olan babammış. Sonra annem de onu sevmiş. Annem on
sekiz yaşındaymış, babam yirmi dört.-Sayılar kafanı karıştırdı değil mi? Sayıları
boşver, unut.- Annemin babası istememiş evlenmelerini. Onlar da kaçmışlar.
Annem çok eziyet çekmiş babaannemden. Hep geri dönmek istemiş. Sonra ablam doğmuş. Mecbur çocuğum için katlanıcam, demiş. Sonra da kardeşim ve
beni yapmış, kararını pekiştirmek için (Gülüyor).
Babam Ali. Çok esmer, kapkara bir adamdı. Yakışıklı sayılmazdı ama güçlü,
kuvvetli iş bilir biriydi. O zaman 36 yaşındaydı. Şimdi ölü.
Ablam Leyla. Kocaman kahverengi camlı gözlükleri vardı. Yaz kış giydiği sarı
pileli eteğini hatırlıyorum. Mızmız, hastalıklı bir kızdı.
Kardeşim Ahmet. Koca kafalı, sıska, kavgacı, şımarık bir çocuktu. Onu hiç
sevmezdim. Geceleri ölsündiye dua ederdim.
Diğerlerine gelince..
Hatırladıklarım şunlar: İsmet amca Hüseyin amcanın karısı Nazlı yengeyle yatıyordu. Gülistan yenge kocasıyla yatmıyordu. Hasan amca ise baldızıyla yatıyordu...
Ben niye bunları hatırlıyorum çocuk?
19
İsmet amca yazları evinin önünde hortumla yıkanırdı. Çayını içer, daha fazla
istemediğini bardağı fırlatarak gösterirdi. Bizim evde geçiyorsa bu sahne , bardağı tarlaya doğru fırlatırdı. Tarlada bardak bulmaca oyununu bu sayede keşfetmiştik. Bardağı attığı anda fırlar, bardağı aramaya başlardık. Bulan kazanırdı.
Mehmet amcanın karısı Nevin yenge hantalın biriydi. İri vücudu, kirli giysileri.., teninden yayılan o ekşi koku hala hafızamda.
Nazlı yenge topaldı. Kocası Hüseyin amca hırsızdı. Üç çocukları vardı. Kübra,Osman,Selda. Kübra, babam onu bir gün kimse yokken eve porno film izlemeye çağırdığı için bizi hiç sevmezdi. Ama babamla o filmi izlemişti.Yani babam olay ortaya çıkınca kendini böyle savunmuştu. Selda’nın gözleri küçücüktü.
Fare...
20
‘’
Kurallar;
1- Alarma çabuk cevap ver.
2- Ateşi çabuk başlat.
3- Her şeyi yak.
4- Derhal itfaiye merkezine gidip rapor et.
5- Başka alarmlar için tetikte bekle. ‘’
Fahrenheit 451, Ray Bradbury
21
Trrrrum,
trrrrum,
trrrrum!
Trak tiki tak!
Makinalaşmak istiyorum!
Beynimden, etimden, iskeletimden geliyor bu!
Her dinamoyu
altıma almak için çıldırıyorum!
Tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor,
damarlarımda kovalıyor
Oto-direzinler lokomotifleri!
Trrrrum,
Trrrrum,
Trak tiki tak!
Makinalaşmak istiyorum!
Mutlak buna bir çare bulacağım
ve ben ancak bahtiyar olacağım
karnıma bir türbin oturtup
kuyruğuma çift uskuru taktığım gün!
Trrrrum
trrrrum
trak tiki tak!
Makinalaşmak istiyorum!
Nazım Hikmet,1923
22
Kitap incelemeleri Yabancı Üzerine
Ütopyalar ve Distopyaya Evrim | İNCELEME
erişhan erdem
Toplumu oluşturan birey toplumun yolundan endişe duyarken; toplum genellikle mutludur. Edebiyat, bu birey ve toplum ikileminin bireysel düşünce tarafında durur ve yaşam adına kendi kabuslarını üretir. Ütopyacı vizyonlar bu kabusların içindeki umutlardan doğarken, distopyalar zaten var olan bir durumun
örtülü biçimde yeniden düzenlenmesidir.
Keith Booker’ın distopik edebiyatı incelediği yazısında belirttiği gibi; ütopyalar
doğası gereği toplumsal ve siyasi iyimserliğin sözcülüğünü yapar. Bu sözcülük
gerçeklikten kaçış olarak yorumlansa da, Ursula Le Guin’in Mülksüzler’i gibi,
kaçışçılıktan ve gerçeklikten kopuk olmaktan uzak metinler kendi tarihsel dönemlerine müdahale etmişlerdir. Ancak modern düşünürlerin bilim ve teknolojiye olan büyük kuşkuları ve Sanayi Devrimi’nin yarattığı köle işçilerin toplumsal
yaşantısının gözlemlenmesi, binlerce yıllık geçmişe dayanan ütopyacı düşüncelerin son yüzyılda distopik düşüncelere evrilmesine yol açmıştır.
Francis Bacon’ın ‘’Bilgi güçtür’’ ifadesi, doğa karşısında insanın büyük kazanımlarını karşılıyor olsa bile; aynı ilerlemelerin insanların kontrol altında tutularak, topluma hükmedilmesine olanak sağladığı açıktır. Aydınlanma çağının
iktidar çıkarlarına bağlı olduğunu düşünen filozoflardan Theodor Adorno ve
Max Horkheimer, bu çağının özgürleştirici etkilerden çok insanları ve toplumu
köleleştirici bir etki bırakacağını; ‘’İnsanların doğadan öğrenmek istediği, ona ve
öteki insanlara bütünüyle hükmetmek için onu nasıl kullanacaklarıdır’’ sözleriyle ifade etmişlerdir. Nitekim, bilimin insan zihnini sınırlayan yeni bir din olduğunu söyleyen Friedrich Nietzsche’nin Şen Bilim’de yazdığı ‘’Bilim, bireyi çözümü
olanaklı sorunların olduğu yeni bir alana sıkıştırır’’ satırları modern düşünürlerin toplumun geleceğine ilişkin kötümser düşüncelerinin dünya edebiyatında
bıraktığı distopik izleri takip etmemizde yardımcı olacaktır.
Toplumların doğası gereği ideal bir birliktelik sunamayacağını öne sürerek,
kendisini sistemlerin radikal karşıtı olarak gören Michel Foucalt’nun ‘’Başka bir
sistem hayal etmek şimdiki sisteme katılımımızı genişletmektir’’ sözleri ise ütopyacı vizyonun gömüldüğü karamsarlığı görmek açısından önemlidir.
Ütopyacı vizyonun geçirdiği evrimlerin birikimiyle; toplumların organik değişimini ve bireyin ilerleyiş hakkındaki kuşkularını canlı olarak izleyebileceğimiz bu
kitaplar, zamanımızın ruhunu anlamamıza da yardımcı olacaklardır.
23
Fahrenheit 451| İNCELEME
alper alkan
Yeryüzünde tek bir kitap kalacak olsa, o kitap olmaya aday, vazgeçilmez bir roman...
Kitabın yayımlanışının 60. yılı olması sebebiyle yapılan yeni basımda, arka
kapakta yer alan bir cümle. Yayınevi belki biraz abartmış olabilir ama ben de bu
kitabı tanıtacak bir cümle yazmak istesem herhalde buna yakın ihtişamlı bir şey
olurdu. Bilemiyorum.
Kitaptaki olayların meydana geldiği distopik evrende, bir kitap olmak ve okunmak en büyük suçlardan biriydi. İtfaiyecilerin söndürmediği, tam tersine tutuşturduğu bu evren, halkının düşünmesini ve sorgulamasını istemeyen yöneticiler
tarafından idare ediliyordu. Bu yöneticiler, halkın zihnini çeşitli görsel ve işitsel
medya programları sayesinde uyuşturarak onları kolayca idare ediyordu. Kitap,
dergi, gazete ve diğer bilgi verici şeyler ise onların can düşmanıydı. Tabii ki bu
düzene karşı olan kişiler de vardı. Kitapları zihinlerinde saklayan ve bu baskıcı,
sansürcü rejim yıkılıncaya kadar muhafaza edecek bir cilt görevi gören insanlar,
daha doğrusu kitaplar. Platon, Konfüçyüs, Schopenhauer, Tolkien, Heinlein ve
belki de Bradbury’nin kendisi bile bu insanların zihninde saklanıyordu.
Fahrenheit 451 ile Ray Bradbury’nin yarattığı distopyanın bu kadar ihtişamlı
olmasının sebebi ise bence gerçeğe çok yakın olması. Baskı, sansür ve ötekileştirme gibi Fahrenheit 451’in dikkat çektiği konular bize çok uzak değil. Evet, belki kitapları yakmıyoruz ancak onlara gerektiği değeri de göstermiyoruz. Birçok
televizyon kanalı ve gösterdikleri şeyler sansürden nasibini alıyor. Birçok yazar
baskı görme endişesi ile istediklerini yazamıyor. İnsanlar ötekileştirme korkusu
nedeniyle düşündüklerini dile getiremiyor ve savunamıyor. En kötüsü ise çoğu
insan televizyon programları ile uyutuluyor ve gerçekleri göremiyor. İşte bu yüzden; geçmişi, geleceği ve şimdiyi anlatması yüzünden Fahrenheit 451 bu kadar
ilgi gören, benimsenen ve herkesin en az bir kere okuması gereken bir eser.
24
25
Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi? | İNCELEME
aylin yeşiltaş
20. yüzyılın başlarında, ucuz dergilerde yayılan bilim kurgu öykü furyası sayesinde, çoğunluğuAmerikalılardan oluşan yeni bir bilim kurgu ekolü gelişmiştir.
Bu neslin bir üyesi olan Amerikalı yazar Philip Dick, Amerikan kapitalizminin
Vietnam Savaşı’na neden olduğu 1960’lı yıllarda, Androidler Elektrikli Koyun
Düşler mi? romanını yayınlar. 3. Dünya Savaşı’nın ardından yıkıma uğrayıp çürümeye yüz tutan, terk edilmiş eşyalarla dolu, güneşin görülemeyeceği kadar kalın bir toz tabakasının altında kalmış karanlık bir dünya tasvir edilir. Radyoaktif
çiseltiden etkilenmeyen tek şehir San Fransisco’dur, geride kalan insanlar burada
bir arada yaşar.
Yeni dünya düzeninin dini Mercerizmdir. Her evde bir duygudaşlık kutusu
vardır. Kutuyabağlanıldığında bir tepeye tırmanırken insanların taşlar fırlattığı
Mercer isimli yaşlı adamın görüntüsüyle karşılaşılır. Mercerizm, yıkım sonrası
dünyanın gerçekçi dinidir. Ahlaki, etik yaptırımları yoktur. Yanlış olduğu halde
yapılması gerekeni yapmak gerektiğini söyler. Aslında hiçbir şey söylemez. Mercerizm’in asıl amacı, dünyada tek tük kalan ve artık kolektif yaşama mecburiyetinde olmayan insanları, kutu aracılığıyla ortak bir bilince bağlayarak onların
empati duygularını canlı tutmaktır. Yeni dünyada insanları, baş düşmanları olan
Androidlerden ayıran başlıca özellik sahip oldukları empati yeteneğidir ve bu
yeteneğin korunması için içgüdüsel bir grup psikolojisinin sürdürülmesi gerekmektedir.
Savaştan önce başlayan kolonileşme yeni bir düzeye taşınmıştır. Hükümet,
Mars’a göç etmeyi kabul eden her insana 1 hizmetkar Android vaat eder. Böylelikle romanın antagonisti olan tehlikeli Nexus-6 model Androidlerle tanışmış
oluruz.
Romanın protagonisti ise insanlığı tehlikeye atan bu Androidleri emekli etmekle görevli, polis teşkilatına bağlı olarak çalışan ödül avcısı Rick Deckard’dır.
Rick, karısı tarafından bir katil olarak nitelendirilse de o böyle düşünmemektedir. Bugüne kadar hiçbir insanı öldürmemiştir, yalnızca fabrika çıkışı Androidleri emekli etmektedir ve bunun katil olmakla hiçbir ilgisi yoktur.
Rick, gerçek koyunu öldüğünde elektrikli bir koyun alarak çatısına koyar. Savaşın ardından canlıların nesli gün geçtikçe azaldığından kalan hayvan türlerinin
tamamı değerlidir. Canlı hayvanlar kutsaldır. Başlarda canlıya verilen değer, ardından hayvanların metalaştırılması sayesinde bir statü yarışına dönüşür. Hayvan sahibi olmak, yeni dünyadaki yeni zenginlik göstergesidir.
26
Hayvan satın almaya parası yetmeyen Rick gibi insanlar, bu statü yarışının gerisinde kalmamak için gerçeğine benzeyen elektrikli hayvanlarını sergilerler.
Bir başka kapitalizm eleştirisi de Amerikan tüketim alışkanlığına yönelik olarak yapılır. Mars’a göç eden kişilerin ardında bıraktıkları eşyalar kipple olarak
adlandırılır. Romanda kipple’lara eşyalardan farklı olarak, durdukça çoğalma
özelliği eklenir. Hızla artan üretim sayesinde, çabucak eskiyen ya da eskimediği
halde atılan materyallere atıfta bulunulur.
Romanda, 24 saat yayınlanarak neyin doğru neyin yanlış olduğunu söyleyen
televizyon programcısı Buster karakteri, medyanın gerçeği çarpıtma ve gerekirse
gerçeği yeni baştan şekillendirme gücünü sergilemektedir.
Roman, nesnel bir gözlemci bakış açısıyla anlatılır. Dick romanlarının karakteristiği, gerçeklerin kaygan bir zemine oturtulmasıdır. Gerçek ile gerçek olmayanın yer değiştirmesi okurun sorgulamasına sebep olur. Gözlemci, yorumunu
katmadan önce Rick’in bakış açısıyla, ardından Androidlerin bakış açısıyla öyküyü gözlemlememizi sağlar.
Roman, bir gerçeklikten onun tam zıttına geçişi beş bölümde iletir. Öncelikle
okur Rick karakterini haklı bulur. Ardından Rick karakterinin de bir Android
olduğundan şüphelenerek ters yüz edilen kurguda kendini toparlamaya çalışır.
Rick’in Android olmadığı ortaya çıktığında gerçeklere tekrar kavuşmanın verdiği rahatlamayla derin bir nefes alır. Daha sonra Rick aracılığıyla Androidlerin
de aslında haklı olabileceğini düşünmeye başlar. Nihayet empati kurar ve iyi ile
kötü arasındaki çizginin bir illüzyon olduğuna karar verir.
Okur, roman aracılığıyla insanı Androidlerden ayıran şey üzerinde düşünmeye
başlar. İki “kendine göre haklı” taraf karşı karşıya geldiğinde biri diğerini öldürmeyi tercih ediyorsa, insanları robotlardan ayıran empati nerededir?
27
Otomatik Portakal | İNCELEME
aylin yeşiltaş
İngiliz yazar Anthony Burgess, 1961 yılında Leningard’a yaptığı bir seyahat
sırasında, devletin yarattığı baskıcı atmosferi gözlemler. Bu atmosferden aldığı
ilhamla Otomatik Portakalromanını yazar.
Burgess’in ahlaki görüşlerinin oluşmasında Katolik mezhebinin etkisi büyüktür. İnsanın günahkar doğduğunu ileri süren Katolik görüşünü (“original sin”)
savunduğundan, eserlerinde insanoğlunun şiddete meyli temasını işler.
Kitabın yayınlandığı 1961 yılında Amerika ve Sovyet Rusya dünyanın iki süper
gücüdür.
Burgess’in romanda tasvir ettiği süper devlet hem Sovyet Rusya tarzı komünizmden hem de Amerikan tarzı tüketici kapitalizmden izler taşır. Tek bir kurguda, hem komünist hem de kapitalist toplumlardan öğeleri birleştirerek hem
totaliter rejimin hem de kitle pazar kültürünün yükselişini eleştirir. Burgess, günahkar doğan insanın kendi iradesiyle iyi ve kötü arasında seçim yapması gerektiğini düşündüğünden, bireysel özgürlüğü bastırarak ahlaki kararları üstlenen
her türlü üst güce karşıdır.
Yazara göre komünizm, toplumsal sorunları bireylerin seçme şansını yok ederek
çözen, ahlaki seçimleri bireyden Devlet’e aktaran kusurlu bir sistemdir. Bunun
yanında, Amerikan ve İngiliz toplumlarını da eleştirir. İngilizler, sosyal stabiliteyi
sağlamak için bireysel özgürlüğü feda etmeye meyilliyken, Amerikalılar popüler
kültür sayesinde insanları homojenleştirmekte ve pasifize etmektedir.
Ceza ve ödül sistemi ile insanları koşullandırarak davranışlarını yönlendiren
Davranışçılık kuramı, 1950’li ve 1960’lı yıllarda Skinner tarafından uygulanmaktadır. İnsan davranışını kontrol etme olanağı sunduğundan çok geniş bir
kullanım alanı vardır. Romanda yer alan fiktif Ludovico Tekniği ile Alex karakterinin seçimlerine müdahale edilir. Yaptığı kötülükleri anımsadığında midesine
mekanik bir bulantı saplanan Alex, mecburen iyi olanı seçer. Alex, tedavisinin
sonunda insan olmaktan çıkıp, hükümetin yönlendirdiği bir “otomatik portakal”a dönüşür. Burgess, bireyin özgür iradesini hiçe sayarak kendi seçimiyle değil, mekanik bir tavırla iyi olanı seçmesinin kabul edilemez olduğu görüşüyle bu
psikolojik yöntemi eleştirir.
Baskıcı ve totaliter bir süper devletin yönettiği fütüristik bir şehirde geçen romanda, lider Alex ve arkadaşları geceleri sokaklarda gezerek korku salmaktadır.
Yazara göre, totaliter rejim de, popüler kültür de toplum üzerinde kontrol sağlamayı hedefler. Televizyon ve sinemanın yanı sıra devlet, insanları kontrol etmek
ve sindirmek için bu çetelerden faydalanmaktadır.
28
Alex, şiddet uygularken ve tecavüz ederken arzu ve zevk gibi doğal motivasyonlarla hareket eder, kötülük yapmasının herhangi bir sebebi yoktur. İşlediği suçlara bir felsefe katmaya çalışmaz. “Düşünmek salakların işidir, akıllılar Tanrının
yolladığı ilhamla hareket eder” der. Uygunsuz davranışları çözümlemeye çalışan
akademiyi eleştirir. Bu akıl ve içgüdü ikilemi, roman boyunca sorgulanmaktadır.
Burgess’e göre iyi kavramı iki türlüdür; estetik ve etik. Alex karakteri Beethoven dinler, müzikten zevk alır. Şiddet uygularken ve tecavüz ederken estetik bir
yol seçer. Yalnızca zevk aldığı şeyleri yaparken sanatsal yönünü gösterir. Estetik
anlayışı gelişmiş olmasına karşın etik değerlerden yoksundur. Bu da her iki kavramın birbirine eşlik etmek zorunda olmadığını okura gösterir.
Otomatik Portakal, yazarının bağlı olduğu kişisel yaşam felsefesini aktarmak
amacıyla tüm öğelerin bir ideolojiyi/akımı eleştirmek için özellikle romana yerleştirildiği, titizlikle oluşturulmuş kusursuz bir distopya kurgusudur. Bu bağlamda bu yapıtın bir angaje edebiyat eseri olduğunu söylemek, tartışmaya açık olmakla beraber, mümkündür.
29
‘‘Çakılların üzerinde bir yığın şey oldu bunlar’’
Canan ERBİL’14
30
“Çok eskiden yaşadım bu ânı ben”
Dersiniz şaşkınlık içinde.
İlk girdiğiniz bir ev, bir merdiven
Birden güneş vuran pencere,
Ve tam sırasında tren düdüğü...
İşte böyle gelmişti siz dünyada
Değilken bir gün öğle üstü
Bu renklerle bu sesler bir araya.
Yaşamak anımsamak mıdır yoksa?
Sanmam, biz de bir sestik belki
Birileri için yıllar önceki
Şaşırtıcı karşılaşmada
Şaşırtıcı Karşılaşma
Melih Cevdet Anday
31
32