İndir
Transkript
İndir
BİR M Ü F E T T İ Ş İ N A V R U P A Y O L C U L U Ğ U A N I L A R I Yazan:Uçar Demirkan Maliye Müfettişleri,görgü ve bilgilerini arttırmak amacıyla bir yıl boyunca yurt dışına yollanırlardı.Bu süre boyunca iyi para alınır,dil okullarında yabancı dil öğrenilir,o ülke gezilir ve tanınırdı. Ben ve promosyon arkadaşım-teftiş kuruluna beraber girmiştik-Cengiz Altuğ,şanssız çıkmıştık.Bizi,bir yıllığına Paris’teki OECD Türk delegasyonu emrine yollamışlardı.Dolayısıyla,9-12 ve 13-17 memur mesaisi yapıyorduk. Bir de,üstüne üstlük Mayıs 1968 öğrenci olaylarını yaşadık.Önce Paris’te,sonra bütün Fransa’da öğrenciler ayaklandılar.Anarşist işçiler ve partiyle işbirliği yapıp Fransa’da anarşizmi kuracaklar,devleti ortadan kaldıracaklardı. Sorbon’u işgal etmişler ve burada Arthur Coestler’in başkanlığında,bir komün kurmuşlardı.Bununla tüm Fransa’yı yöneteceklerdi. Ancak,hazırlıksız oldukları ortaya çıktı.Ekonomik model olarak Prudhomme’cu(Malın malla değişimi sistemi) görüşü benimsediklerinden,Fransa’da ekonomik yaşam çöktü.Çünkü,öyle bir uygulama çok gelişmiş bir teknoloji ve finans sistemi gerektiriyordu.Belki de,bin yıl sonra-o da evren sağ kalırsa-olacak,yapılabilecek bir şeydi. Sonunda,cumhurbaşkanı Degaulle televizyona çıktı ve “Non,je ne me retirerai pas”(hayır görevimden çekilmiyorum)dedi ve anarşik öğrenci olayları bir sabun köpüğü gibi sönüverdi.Kızıl Rudi,Daniel Cohn Bendit gibi öğrenci liderleri,aynı gün Fransa’dan kaçtılar. Fransız işçi ve öğrencilerinin devleti yıkmak için,anarşizmi kurmak için yaptıkları eylem boyunca Paris,bir çöp toplama merkezine döndü.Benzin yoktu,araçlar çalışmıyordu.Metro sürekli grevdeydi ve çalışmıyordu.Fransızların”Metro-boulot-metro-dodo”(metro-iş-metrouyku) sistemleri bozulmuştu. Tam bir sefalet yaşadık. Bu arada,Londra’da bulunan Orhan ve Turgut’la yazışarak,Ağostos ayında bir Avrupa turu yapmayı örgütledik. Katolik Orhan ve Kel Turgut,Londra’dan iki kamp çadırı,dört uyku tulumu ve diğer kamp malzemeleriyle Paris’e geldiler. Şair “Yolculuk başladı Haydarpaşa’dan” demiş.E,biz de “Yolculuk başladı Boulevard Malesherbes’ten” diyerek düştük Avrupa yollarına. 6 Ağostos 1968 İki günlük bir gecikmeyle bu notları tutmağa başlıyorum. Paris’te boşu boşuna yitirilmiş iki gün süresince Londra’dan gelecek olan Katolik Orhan ve Kel Turgut’u bekledikten sonra,dört Ağostos Pazar günü yola çıkabildik. Ben,Cengiz,Orhan ve Turgut;oldukça yüklü Volkswagen’e tıkışarak Pazar günü yola koyulduk. Cengiz bana-şoförlüğüme-güveniyordu.Gerçi,acemiydim.İyi otomobil sürücüsü değildim ama,dikkatliydim,güven yaratıyordum.Orhan ile Turgut ise,beni endişeyle,her an tehlikeli bir durum yaratmamı bekleyerek izliyorlardı.Londra’dan da korka korka gelmişler,böyle acemi bir şoförle Avrupa yollarına düşmeyi riskli bulmuşlardı. Sonra,konuşmaya ve hep birlikte şarkı söylemeğe başladılar.Böylece,ilk etabı,bir iki sürtüşmeden sonra,kazasız ve belasız atlatarak Brüksel’e geldik. Paris’ten çıktıktan sonra Brüksel otorutuna girdik.Üç gidiş-üç gelişli bir yoldu.Bizim ülkemizde bu yollardan yoktu.Almanlar,Fransa’yı işgal ettiklerinde yapmışlar. Savaştan sonra bakımsız kalmış,devlet yollarından da düşük kaliteli bir yol görünümündeydi.Savaş sonrası olduğu için,Fransızlar ekonomilerini daha yeni yeni toparlıyorlardı.O nedenle de,daha yolları elden geçirememişlerdi.Ayrıca,Fransa’da mükemmel işleyen bir tren yolları ağı vardı.O nedenle de,bu yollara bakmıyor olabilirlerdi. Belçika gümrüğünde gezinin ilk güçlüğüyle karşılaştık.Belçikalı gümrükçüler,aracın yeşil kartını görmek istediler.Kart,bir tür uluslar arası oto kaza sigortası yapıldığını gösteriyordu. Oysa,ben o belgeyi evde bırakmıştım.Çünkü,üzerinde “otomobilde bulundurulmaması,evde saklanması” yazılıydı.Ya da,ben o zamanlarki Fransızcam ile öyle anlamıştım! Uluslar arası sigorta zorunluymuş Belçika’da.Türkler için,ayrıca ve özellikle bu zorunluluk varmış.Belge yanımızda olsa da,yine de ayrıca uluslar arası sigorta yaptıracakmışız!Garip ama,burası Avrupa ve bizler de Türküz! Yirmi Belçika frangına sigorta yaptırdık.Bir de “F” plakası satın alıp otomobilin gerisine yapıştırdık. Belçika yolları çok kötüydü.Onlar da,Alman işgalinden kalma,bakımsız otorutlardı.Hoplaya zıplaya Brüksel’e kadar geldik. Brüksel,diğer Avrupa başkentlerinden farklı bir görünümeydi.Tramvaylar vardı.Kişiler sanki doğulu görünümündeydiler.Benim oğlum,Ankara’ya başkent değil “Başköy”der.Belçika da öyleydi.Bir köy irisi görünümündeydi. Uçak alanına yakın bir kamping alanına indik.İlk gecemizi geçirecektik çadırlarda.Kavga gürültü,çadırları kurduk.Oğlanlar kampingin kantinine gittiler alışveriş için.Ben,kendime salamlı bir sandviç yapıp onu yedim ve kendimi yorgun duyduğumdan,çadırda kalıp uyumayı denedim.Başaramadım.Orhan ile aynı çadırı paylaşacaktık.O gelene dek uyuyamadım. Ertesi gün,Brüksel’i dolaştık.Neşeliydik.Sık sık espriler yapıyor,biri birimize takılıyor ve belki de yedi yıldır ilk kez,gerçek anlamda tatil yapıyorduk. Gerçekten de,altı ay arayla Maliye müfettişliği sınavını kazanıp dört yıllık zorlu bir çalışma döneminden sonra Müfettiş olmuş;ara vermeden iki yıl askerlik yapmış,bir yıl teftiş yapmıştık.Çok zor ve yorucu günler geçirmiştik.O nedenle,Avrupa’da çocuklar gibi şendik! Kamp yaşamı,Avrupalıların büyük kent yaşamından ayrık değildi.Herkes,kendi başına ailesiyle beraber tatile çıktıklarıyla eğlenmenin yollarını arıyor;bu çemberin dışına-her zaman olduğu gibi-çıkamıyorlardı.Avrupalı bizim anlamadığımız bir tipti ve onlara uymak için gerekli adımları atmak istemiyorduk.Aslında,uyabilirdik onlara ama,istemiyorduk,onlar bize uysunlar istiyorduk.Bu da olmuyordu doğal olarak. Avrupa’ya ilk geldiğimizde,buna ait bir espri bile duymuştuk. Karadenizli,hemşerisinin yanına Almanya’ya gider.Vardığı kentte trenden iner ve birisine adresi Türkçe sorar.Alman,adresi Türkçe olarak tarif eder.Kahveye gelir,arkadaşını sorar.”İş yerinde” derler.İşyerine gider,bir Alman’a arkadaşını sorar.Alman onu alır,arkadaşına getirir. Karadenizli ”Uşağum,bu ne iştir?Tüm Alamanlar Türkçe konuşay” der.Hemşerisi,”Ne yapsınlar uşağum.Bize Almaca öğretmek istediler.Baktılar,öğrenemruk,öğrenmeye de niyetli değiluk.Onlar Türkçe öğrendiler daa!”demiş. Bu fıkranın başka versiyonunda ise adresi sorduğu Alman”Bak kardeşim,filan kahveye git! Oturanlara bak.Kim ki bir sandalyeye oturmuş,birine ayaklarını uzatmış,her iki kolunu da ayrı birer sandalyeye uzatmış olarak oturan birisini görürsen o Türktür.Ona sor,o seni hemşerine götürür” demiş. Brüksel’de kral sarayını,karşısındaki parkı, çevreyi ve Saint-Michel kilisesini gördük. Paris’te tanıştığım Tülay’a kart attım.Adresinin kime ait olduğunu bilmediğimden ve kendi oturma adresiyse ölçüyü kaçırmış olmak endişesiyle selam yazdığım bir kart attım. Bu yolculuğu,onunla yapmak varmış bilememişim.Neyse,bundan sonra her başkentten bir kartpostal atarak,az da olsa,resmi de olsa ona da yaşatırım belki gezimi. Başarabilir miyim acaba,duyumsatabilir miyim bu güzellikleri ona. Bu vesileyle aramızda bir kartpostal yollayıp yollamama krizi yaşandı. Teftiş Kurulu Başkanı A.Fazıl Ağanoğlu;kurulu,babasının çiftliği gibi yönetirdi. Bizleri Avrupa’ya yollarken “gittiğiniz her yerden bana bir kartpostal atacaksınız.Çünkü,kartpostal koleksiyonu yapıyorum” demişti. Tülay için kartpostal alırken aklıma bu geldi ve gezi takımına anımsattım. Katolik Orhan ”Boşver ağam…Kartpostal koleksiyonu da eksik kalıversin” dedi.Oybirliği ile bu öneri benimsendi ve başkana kartpostal yollanmadı. Yurda dönünce başkan “Bana kartpostal yollamadınız.Bu arada,geçici görev yerlerinizi izinsiz terk ettiniz.”diye bizi tehdit etti.Diyecek bir şeyimiz yoktu.Boynumuzu büküp durduk. Ben “Ben ve Cengiz,geçici görevli değildik” dedim.”Bakın yollama oluruna.Bizi,OECD Türk delegasyonu nezdinde çalışmaya yolladınız.Biz de,oranın misyon şefi Metin Kızılkaya’dansonradan Maliye müstaşarı olmuştur-yıllık iznimizi alıp bu geziyi yaptık”dedim.Bu kez,o sustu.Olay da öylece kaldı. Brüksel’de eksiksiz bir İngiliz sabah kahvaltısından sonra yola koyulduk.İkinci durağımız,Hollanda’da Bergen adlı bir kasaba olacaktı. Sınıra geldiğimizde şaşırdık kaldık.Bir üç metre kadar açılır kapanır barikat bir de resmi giyimli bir gümrük memuru vardı. Elinde uzun ve kalın bir puro ile bizi karşılamış ve bir kapitalist patron pozlarıyla pasaportumuzda Belçika’dan Hollanda’ya geçiş vizesinin bulunmadığını belirtmişti. Sorun beş dakikada çözüldü ve Hollanda’ya girdik.Yeniden uluslar arası sigorta istenmemişti.O zamanlar Belçika,Hollanda ve Lüksemburg Benelux devletleri diye anılıyordu.Herhalde ondan olacak. Kişiler tamamen değişmişti.Avrupa’nın kuzeyine geçtiğimiz konuşulan dillerden,tenlerden,saçların renginden,davranışlardan anlaşılıyordu. İtalyanları,Fransızları,Belçikalıları ve İngilizleri tanımıştık. Hollandalılar,bunların hepsinden ayrıktı,değişikti.Bir kez;gürültücü değillerdi,gergin değillerdi.Uzay filmlerindeki sürekli mutlu yaşayan yaratıklar gibiydiler. Bergen küçük bir ilceydi belki de.Deniz kıyısına kurulmuştu.Biz de deniz kenarına gittik. Bir deniz feneri vardı.Onun bulunduğu buruna dek Cengiz’le yarıştık.Cengiz beni geçti ama sonunda baygınlık geçirdi. Denizi görünce yüzme isteğim tüm varlığımı kapladı.Ama ne yazık ki yüzemedik.Kıyılar bataklıktı.Şortumu giyip güneşlendim.Avrupa’lılar gibi! Orhan ile kıyıdan midye topladık.Akşam,haşladık ve limonlayıp bir güzel yedik.İçki de içtik. Zaten,Katolik Orhan olacak da o gece içilmeyecek.Olacak şey değildi.Hem o midyeler içkisiz yenilirse,kişileri zehirlerdi vallahi! Sonra Turgut arabayı kullanarak bizi kamping alanından Bergen’e götürdü. Kamping yeri kentin dışındaydı ve çok güzeldi.Bir Alman kızıyla bakıştık.Yeşil gözleri vardı ve ona bakışımı yakalayan annesi bana gülümsemişti.Keşke kente inmeyip orada kalsaydım! Dönüşte yolu yitirdik ve iki saat kadar kampı arayıp durduk.Ama,sonunda bulduk ya,yatıp uyuduk ya! Bu sabah Bergen’den hareketle Amsterdam’a geldik.Arada,Rotterdam’ı da gördük.Güzel kent.Kızları çok güzel.Belki erkekler de güzeldir ama,kızlara bakmaktan onları göremiyorduk. Kızın birisi el salladı,bir başkası hayran hayran baktığımızı görünce suratını yapmacıktan ekşitti.Yanında,genç bir erkek vardı.Rotterdam’ı bitirdik. Bana öyle geliyordu ki,vosvosun arkasına taktığımız F(Fransa) işareti kızların ilgisini arttırıyordu. Amsterdam’da neredeyse bir vosvosla çarpışıyorduk.Kurtulduk.Bir kez daha olmaz inşallah. Şimdi yine uçak alanına yakın bir kampingteyiz.Kampingin kurulduğu alan çok güzel.Göldeniz de olabilir-kıyısında kurulmuş.Düzenli-örneğin saat 20.00 den sonra kampingin giriş köprüsü kaldırılıyor-bir kamping.Doğal olarak,kamping alanının içinde yok yok! Yarın kenti görüp ünlü camekanlı evlerdeki kadınlara gideceğiz.Diğerleri pek istekli değiller ama,benim gereksinimim var.Karşı durumda,gerginlikten araba kullanmam zorlaşacak.Gavur kızlarıyla ahbaplık edecek ve dostluk kuracak zamanımız da yok.En kestirme yol bu oluyor. Şu anda Katolik “Leyla”durumda ve Cengiz’le Turgut’u göl kıyısına sürüklüyor.Bir romantik akşam daha yaşıyor sevgili Katolik Orhan. 8 Ağostos 1968 Dün yazamadım.Çünkü,çok hareketliydi yaşadığımız gün. Sabah uyanıp önce Haarlem’e daha sonra Amsterdam’a gittik.Haarlem’i görmemizi Deve Giray diye Hesap uzmanı bir arkadaş önermişti. Uzun süre dolaştık.Son olarak,kamp alanını bulmak için iki saat kadar oraya buraya otomobil sürdüm. Deve Giray Haarlem için Amsterdam’ın “Dauville’i demişti.Paris’in deniz kenarı olmadığı için,Manş Denizi kıyısındaki Paris’li zenginlerin yazlıklarının ve malikanelerinin bulunduğu Dauville kenti,yirminci mahalle olarak Paris’e bağlanmıştı.Tıpkı Yalova ilcesinin İstanbul’a bağlanması gibi.Haarlem de Amsterdam için öyleymiş! Eğlence yerleri varmış,çok güzel denizi varmış.Oysa biz,hiç birini bulamamıştık! Oğlanlar bol bol alış veriş yaptılar.Ben de o sırada yağmur yağdığı için bir şemsiye satın aldım.Bir bakıma iyi oldu.Başka türlü şemsiye alacağım ve taşıyacağım yoktu. Böylece,taşımaktan hoşlanmadığım üçüncü eşyaya da alışacağım galiba.Çanta,şemsiye ve palto.Müfettişlik yüzsuyu hürmetine! Haarlem’den çıkmamız da uzun zamanımızı aldı.Yabancı bir kentte olmak-büyükçe ve trafiği bol-ve o kente otomobille girmek ve kentten çıkmak oldukça zor oluyor. Öğleye doğru Amsterdam’a geldik.Biraz dolaştıktan sonra,geziye çıktığımızdan beri ilk kez lokantada öğle yemeği yedik.Kendimizi,su gibi para harcayan Arap şeyhlerine benzettik lokantada yemek yediğimiz için! Sonra,kenti gezdiren deniz motorlarından birine binip dolaştık.Amsterdam,Avrupa’nın “İkinci Venedik”i olarak da anılıyordu.Özellikle liman tesisleri,dokları ve yüzer havuzları şahaneydi. Hollandalıların bir denizci ülke olduğu,bu nedenle de okyanus ötelerinde birçok kolonisi bulunduğu bu örgütlenmeden anlaşılıyordu.Akşam olmuştu.Paris’in Champ Elisée’ sini anımsatan Rambrant meydanındaki kafelerden birinde oturduk.Rambrant,Hollandalıların adeta taptıkları ünlü ressamlarıydı. Amsterdam’da uyuşturucuyla pasif savaşım yapılıyordu.İsteyen herkese ölçülü eroin,kokain veriliyordu.Bu tipler,böylece sürekli denetim altında tutuluyordu.Böyle,bize garip gelen bir savaşım anlayışları vardı işte! Bu meydanın çevresindeki kafeler ve meydan;bu tiplerin uğrak yeriydi.Her yerde onları görüyordunuz. Gece ünlü “Camekanlı Evler”i görmek istiyorduk.Kafenin garsonuna üstü kapalı olarak derdimizi anlattık.Adamcağız,önce açıkça anlatmak istemedi.Sonra,hesabı öderken Cengiz’in “Beş lira” sözcüğünden Türk olduğumuzu anlamış.Türk olup olmadığımızı sordu ve “Evet” yanıtından sonra bu kez evleri açık açık tarif etti. Garson,İstanbul’da beş hafta kalmış ve hayran olmuş.Yüzünde,bunları anlatırken mutlu çocukların görünümü vardı.Yirmi yaşlarında olmalıydı. Kanallar bölgesine gittik ve evleri gördük.Çok güzel ve çok profesyonel bir kadınla yattım.Tatsız tuzsuz bir şey oldu. Gece deliksiz uyudum.Diğerleri de öyleymiş.Sabahları geç uyanarak,kamp yaşamına uymaya başlamış olduk. Sabah yola koyulup akşam üstü Almanya’daki Bremen yakınındaki bir kampinge geldik.Alman gümrüğünde de yeşil kart aradılar.Olmadığı için 16 mark ödedik. Almanya(Batı Almanya)çok güzel ve temiz,yemyeşil,ağaçlarla kaplı bir ülke. Yolda,bir Alman köy kahvesine uğradık.Barda oturan üç Alman,sessizce içki içiyorlardı.Kendi aralarında,tek söz bile etmiyorlardı.Radyodaki neşeli müziği bile,bir yontu görünümüyle devinimsiz dinliyorlardı.Bunlar da böyle işte! Gece,çadırlarımızın yanına Norveçli olduklarını düşündüğüm bir karı koca yerleşti.Erkek elli beş,kadın kırk beş yaşlarında olmalıydı.Dinçtiler,yeni evliler gibi şenlikli yemeklerini yediler. Adam gözlüklüydü.Kadının erkeğine yeni bir yemek sunuşunda,yirmi beş yıl sonramı gördüm. Mutlu görünüyorlardı.Acaba,ben de o çağlarımda mutlu olacak mıydım?Hiç değilse,mutlu görünmeyi başarabilecek miydim? 10 Ağostos 1968 Şu anda-saat 16.00 olmalı-Sudelbe nehrinin kıyısındaki plajın kumsalındayız.Elbe nehrinde petrol atıkları ve başka çöpler yüzüyor.Alman gençleri,mayolarını giymiş,kıyıda güneşlenip arada o pis nehir sularında yüzüyorlardı.Gözünü sevdiğimin İzmir pırıl pırıl denizi! Yanımda Orhan ve Cengiz var.Turgut,çadırında dinleniyor. Amsterdam’dan iki gün önce ayrılmıştık.Yolun ilk kesimi yağmurlu geçti.Alman gümrüğüne geldiğimizde yağmur,bardaktan boşanırcasına yağıyordu.Sonra hava bazı kez açılıyor,güneşleniyor-zaman zaman yakıcı bir güneşti-bazı kez bozuyor,yağışlanıyordu. Akşam üstü Bremen’e geldik.Kentin yakınındaki bir kamp yerine indik.Kamp,göl kıyısında kurulmuştu. Ertesi sabah kente indik ve kentin görülecek yerlerini gezdik.Kent meydanındaki Bremen Mızıkacıları yontusunu gördük. Orhan,sarışın Alman kızlarının kaçamak bakışlarla göğsündeki kıllara baktıklarını ileri sürdü! Çok güldük. Cengiz,yemek hazırlayıp gezinin hesabını tutmayı sürdürdü. Turgut,beni ideal şoför yapmak için direnip durdu.Doğal olarak,başaramadı! Bremen’de de bir yola ters yönden girdim.Bir vosvosla çarpışıyorduk.Yine kurtulduk. Kampta Danimarkalı bir kızla ahbaplık ettik.Anası,babası hemen yanlarına çağırdılar kızlarını.O da onların yanında,gitar çalıp romantik pozlarla beni izlemeyi sürdürdü.Bir süre sonra sıkıldım ve kızla ilgilenmez oldum. Bremen’den öğleden sonra ayrılıp otobanla Hamburg’a geldik ve bir kampa indik. Gece içki içip oyun oynadık.Orhan ile Turgut masa futbolu oyununda İngilizlere yenildiler.Mamafih,Orhan formsuzdu-yani bir miktar sarhoştu!Gerçekten de,Katolik masa futbolu oyununda bayağı ustaydı.Ama,yenildiler işte! Gece,Hamburg’a indik ve ünlü çıplak kadınların şarkı söyleyip dans ettikleri bir kulübe gittik. Bu sabah yeniden Hamburg’a indik.Kenti gezip alışveriş yaptık.Alster gölü adlı bir gölde turistik gezi yapan bir gemiyle gölde dolaştık.Çok güzel bir yer bu göl ve kıyıları.Kentin içinde olması,güzelliğini ve değerini daha da arttırıyor. Almanlar;söylendiği gibi kaba,makineleşmiş,neşesiz,esprisiz,yabancı dil bilmez kimseler.Hollandalılar çok daha iyiydiler. Bir gece de burada kalıp yarın Kopenhaven’e doğru yola çıkacağız.Alman kızlarını izlemek için,burada kesiyorum. Akşam içki içip kampın kafesine gittik.İngiliz ve Alman gruplarının gıptayla izledikleri bir havda konuşarak,gülerek-ama kahkahalarla-vakit öldürdük.İngilizler,Orhan’ın İngilizce taklidi yaptığını gördüklerinden bizi Amerikalı sandılar. Sabah,Orhan’ı uyandırmak sorun oldu.Sonunda,çadırını üstüne yıktık! Cengiz,gece beş şişe bira içti.İkinci şişeden sonra Turgut’u iki tane görmeğe başlamıştı zaten.Cengiz,ilk kez şarhoş oldu! Açtığımız falda,Turgut’un annesine kısmet çıktı! 12 Ağostos 1968 Üç yüz elli kilometreye yakın bir etabı dün,bütün gün otomobil kullanarak aştık.Kopenhag yakınındaki bir kamp yerindeyiz.Bu kamp da diğerleri gibi eksiksiz ve tam işler kurulmuş bir kampingti. Gerçekten de;kaldığımız tüm kampinglerde çadırlarda elektriğimiz oluyordu.Restoran,bar,kafe,sauna,duşlar,açık ve kapalı spor alanları,sinema,disko,çeşitli eğlence ve spor alanları oluyordu. Kentte otellerde kalmaktan iyiydi doğrusu. Puttgarden adlı bir Alman limanından çok güzel bir turistik gemiye,feribota binerek Danimarka’ya geldik.Gümrükte yine yeşil kartı aradılar doğal olarak.Olmadığından,56 kron ödedik. Danimarka çok soğuk.Buna karşılık,yollarda açmış gelincikler gördük.İki tanesiyle otomobili süsledik.Bu sabah,boyunları bükülmüştü., Yola çıkmadan önceki gece,otomobil kullanmamdaki yanlışlıkları ve dikkatsizlikleri yüksek sesle tartışmıştık.Başka türlü tartışmaya alışkın değildik zaten! Bu arada,sesimizi duyan bir adam yanımıza gelmişti.Türk işçisiymiş.Onunla da laflamıştık. Bu nedenle,dün otomobili dikkatli kullandım ve uzun yolun ne kadar yorucu olduğunu anladım. Yollarda sık sık park yerlerine girdik.Piknik havasında yedik içtik,eğlendik.Çok güzel,modern ve uzun iki köprüden geçtik.İki katlı köprülerden hem otomobiller ve diğer araçlar hem trenler geçiyordu.Danimarka’da yol sorunu diye bir sorun yoktu.Çoktan çözmüşlerdi. Danimarka,cennetten bir parça gibiydi. Akşam,Cengiz ile “Mutluluk” filmini bahane ederek tartıştık,sonra atıştık,sonunda rahatladık. Gece,iki kez yağmur gürültüsüyle uyandım.Sabah,her yer kuruydu.Herhalde düş görmüş olmalıyım! Biz,ceket ve kazaklarla dolaşıyoruz kamp alanında.Oysa,kamptaki kuzeyli müşteriler şortlarla ve kısa kollu fanilalarla dolaşıyorlar. Bugün Kopenhag’ı dolaşıp burada geceleyeceğiz.Yarın,İsveç’e geçiyoruz. Benim olanaksız olduğu ileri sürülen gezi programımın kuzey ucu gerçekleşmiş olacak böylece.Bu programa seçenek olarak İsviçre-İtalya-Güney Fransa-İspanya-Portekiz’i önermişlerdi Londra ekibi. Sabahleyin Kopenhag’a indik.Kent,diğer gördüklerimize göre küçük ve basitti.Bir başköy de burası olmalıydı. Uzun süre park yeri aradık.Sonunda,kanal kıyısında usulsüz park yapabilecek bir yer bulabildik. Araçtan inince,ilerideki bir bankta oturmuş bir kadın gördüm.Gülümsedi,ben de gülümsedim.Yanından geçerken yine gülümsedi ve İngilizce bilip bilmediğimizi sordu.Konuştuk.Esrar var mı diye soruyordu.Olmadığını söyleyince sigara istedi.İki sigara verip uzaklaştık. Kenti dolaştık.Bu arada,yarın İsveç’e geçeceğimiz vapurun hareket yerini ve saatini öğrendik. Köngens meydanındaki en pahalı kafelerden birine oturup kahve içtik. Nefis bir sarışın gülümseyerek geçti.Deliye benziyordu.İlk konuştuğumuz da öyleydi.Herhalde,iklim soğuk olduğundan,kişiler kafalarını üşütmüşlerdi!Kadınlar zayıf olduklarından,daha çok onlar üşütmüş görünüyorlardı! Sonra;parkı ve denizcilerin uğuru sayılan kaya üzerindeki denizkızı yontusunu ve güzel bir kiliseyi gezdik,gördük,beğendik.Tuborg biralarının yapıldığı fabrikanın önünden geçtik. Kampa erken dönmeğe karar verdik.Orhan’ın hediyelik eşya satın aldığı dükkanda,seks romanları da satılıyordu.Romanlar,konuya uygun olarak cinsel birleşme-normal,anormalresimleriyle süslenmişti.Bizim ülkemizde böyle kitapları satmak yasaktı. Danimarka’da seks ile ilgili oldukça açık saçık şeylerin olduğunu ve yaşandığını okumuştum.Gözümle de görmüş oldum. Yola çıkmadan önce,otomobilin farını ve kornasını tamir ettirmek için vosvos acentası aradık.Kapalıydılar.Otomobili yarın bakıma götüreceğiz. Ünlü Kopenhag hayvanat bahçesini o kadar görmek istediğim halde,göremedik. Yarın İsveç’e geçmenin heyecanı içindeyiz. Kampa dönerken,bisiklete binmiş bir pembe donlu kız gördük.Otomobili,kızı izlemek için yavaş kullanarak trafiği alt üst ettik!Kız,anayola koşut bir bisiklet yolunda gidiyordu. Danimarka’da çok bisiklet kullanılıyordu.Bu nedenle,kentler arasında bile yolların iki yanına ayrıca bisiklet yolları yapılmıştı. Her zaman uygunsuz yerlere park etmeme kızan Turgut,gerimizde kalan kızı bir kez daha görmek için otomobili park ettirdi.Dışarıya karşı durumu kurtarmak için,kent haritasını incelemeğe başladı.Ama kızın yuvarlak kalçalarına ve düzgün bacaklarına-yüzü çirkindideymişti doğrusu! Kampa dönerken Tuborg birasının yapıldığı işletmenin önünden bir kez daha geçtik.Danimarka’da da İsveç’te de hep Tuborg birası içtik.Çünkü,alkol derecesi 12 ydi-bizim şaraplar on iki dereceydi-bir şişe birayla iki de sigara tüttürdün mü sarhoş oluyordun. 15 Ağostos 1968 Bu notları,her günün gecesinde düzenli olarak yazmak isterdim ama,olmuyor.Ya yorgun oluyorum ya da başka terslikler oluyor.Örneğin,iki gecedir-dünkü ve önceki gece-çadırları geç kurabildik.Sabahları da kahvaltı yapıp telaşla yollara düşüyoruz. On üç Ağostos sabahı otomobili acentaya götürüp tamir ettirdik.Tamirci,İngilizce ya da Fransızca bilmiyordu.Tarzanca anlaşırken çok zorlandık.Bu arada,ileri vites yerine geri vitese takarak aracı hareket ettirmişim.Vosvosun arka tamponu,adamın duvarında hasara yol açtı.Adam,saçını başını yoluyordu.İstediğimiz işleri yaptı.Herhalde,onarım fiyatına duvar onarımını da eklemiştir! Saat 10.30 da İsveç’e doğru yola çıkan gemiye bindik.Geminin kafeteryasında oturup bira içtik.Biralar çok güzeldi.Hafif çakır keyif olduk. Tam karşımızda maviler giyinmiş sarışın bir kadın oturuyordu.İstekli bakışlarla bana bakıyordu.Bacakları çöpten adam bacakları gibiydi.İkinci evrensel savaşta Nazi kamplarında kalmış kadınların resimleri vardır,onlara benziyordu.Yüzü de ölü yüzü gibiydi.Buna karşılık,elleri canlıydı,benimkilere,herkesinkilere benziyordu. Mavili kadının sağ gerisinde çinliymişcesine çekik gözlü,Brigitte Bardot benzeri bir başka sarışın vardı.Onunla ilgilenmeye başladım. Gemide,pasaport denetimi için herkesin pasaportunu topladılar.Başkalarınınkileri geri verdiler,bizimkileri uzun süre tuttular.Canımız sıkıldı.İsveç kıyıları görününce kamarota giderek pasaportlarımızı istedik. Kaptan,bizim gri pasaportları-hizmet pasaportu olup yalnızca bizim ülkemiz uyguluyormuşgörünce işkillenmiş.Durumu,Stockholm’den sormuşlar.O nedenle pasaportlarımızın geri verilmesi gecikmiş.Bu gri pasaport olayı,her yerde sıkıntı yaratmıştı. Gemi,İsveç’in Malmö limanına yanaştı.Limana girerken,Türk bayrağını gördük.Bu limana gelen tüm ülkelerin bayraklarını asmışlardı.Orhan,bizim bayrağın resmini çekti.Çünkü,o tam bir seymendi.Ulusal görünümlü her olay,onu heyecanlandırırdı. Gemiden inmek için otomobile giderken,kıç güvertede Çinlimsiyi yeniden gördüm.Güldü,ben de güldüm ve göz attım. Otomobillerin olduğu yere dek bizimle geldiler.Sarı kızın yanında,bir arkadaşı daha vardı.Otostopla bir yerlere gideceklerdi herhalde. Önce,İtalyana benzeyen oğlanlar kızlara birlikte yolculuk önerdiler.Kızların gideceği yön onlarınkine ters olmalıydı ki,anlaşamadılar. Sonra,Orhan ile Cengiz,kızları bizim vosvosa almamızı istediler.Oysa,yerimiz yoktu.Orhan “Olsun,kucakta giderler” diyordu. Ağırlık bakımından aracı tehlikeye atardık.Hem,kızlar kucak olayını kabul etmezlerdi.Durumu anlattım. Hepsi,yolculuğun başında bu hususu düşünüp,bazı fırsatların kaçacağını bilerek yola çıktıkları halde,bana kızdılar,sinirlendiler. Malmö’de bir saat kaldık,kenti dolaştık.Çok güzel bir kentti ve kızlar,başımızı döndürüyorlardı. Parkta oturan iki sarışına laf attık.Kalktılar,peşimizden yürümeğe başladılar.Yanımızdan geçerken yine güldüler.İsveçli sarışın kadınların esmer erkeklere bayıldıkları söylenirdi.Tıpkı esmer erkeklerin sarışın kadınlara bayılmaları gibi! Gidip konuşmayı ileri sürdüm.Kadınlar davetkar gülümsemişlerdi.Cengiz karşı çıktı.Her zaman olduğu gibi!Bu kez dayanamadım,tepem attı.”Ne haliniz varsa görün”deyip gruptan ayrıldım,bir süre yalnız dolaştım.Sonra,gidip otomobilde oturdum. Saat 14.00 de Stockholm yoluna koyulduk.Arada,Helsingborg adlı bir başka büyük liman kentine girdik.Orada da,çarşıda alışveriş yapmış bir kadın peşimize takıldı.İlle de bizden birisiyle yatacaktı.O havalardaydı.Onunla konuşabilirdim,ahbaplık edebilirdim.Ne güzel bir serüven olurdu. Grup halinde bulunmamız ,yola devam etmek durumunda olmamız nedeniyle onu da boşladık.Kadıncağız-otuz otuz beş yaşlarında olmalıydı-elinde alışveriş torbalarıyla arkasına baka baka gitti. Yollarda görünüm çok güzeldi.İsveç köylerinin evleri ve bahçeleri,İstanbul’un Suadiye’sini anımsatıyordu. Gece,Jönköping adlı bir başka kente geldik ve konakladık.İndiğimiz kamp,her zaman olduğu gibi,bir gölün kıyısında kurulmuştu.Acele yemek yiyip kente inik. Gördüğümüz bütün Avrupa kentlerindeki gibi,sokaklarda kimsecikler yoktu.Sonunda,kentin ana caddesini bulduk. Bu caddenin görünümü,İzmir’in Kordon Boyu’nu anımsattı.Deniz yoktu ama,görünüm öyleydi. On beş-yirmi yaş arası kızlar,caddenin iki yakasında geziniyor;erkekler otomobille ya da otomobilsiz olarak yanlarına gidiyorlar ve geceyi birlikte geçirmeyi teklif ediyorlardı.Seçme hakkı kızlarındı. Orhan,Cengiz ve Turgut da iki sarışınla konuştular.Turgut’un deyimiyle “turistik tavırlarla yol sorar” türden konuşmalar sonunda,otomobile binip kampa döndük.Bana göre iyi olmuştu.Kızların yaşı küçüktü.Bizlerle gelseler,sonunda ne çıkacağı belli olmazdı! Dün,bütün gün yol alarak Stockholm’a geldik.Yolculuk boyunca yollar güzeldi,hava güzeldi,bizler de güzeldik.Motelin birinde yarım saat kadar mola verdik.Motel de güzeldi. Yollarda sık sık mola verdiğimizden,Stockholm’a saat 19.30 da ulaşabildik.Turizm bürosuna ulaşmak için,garip trafikli kentte tur atıp durduk. Sonunda,bir harita ve bu haritaya bakarak bu kamp yerine geldik.Şaşırdık kaldık.Ne tuvalet ve banyo,ne kantin vardı.Gerçekte hepsi vardı da,gezinin ortak esprisine göre,diğer kampinklerinkilere bakarak “taklit”tiler! Bu sabah yağmurla uyandık.Hala da yağıyor.Kahvaltı yapmak ve çadırları sökmek için,yağmurun durmasını bekliyoruz.Ama,durmasını bırak,azalacağı bile yok.Hem öyle az buz da yağmıyor.Otomobilin yıkandığını düşünüp teselli buluyoruz. 16 Ağostos 1968 Sabah yazıyorum.Dün olanları anlatacağım. Yağmurun dinmesini beklerken,deftere notları yazıyordum.Karşımdaki karavanda İsveçli güzel-çirkinine rastlamadık zaten,ama güzellikleri Yahudi kızları gibi,kısa süreli olmalı,otuzundan sonra hepsi çöküyorlar-bir kadın-iki de çocuğu vardı,birisi kız birisi oğlan,onlar da güzeldiler-sabah temizliği yapıyordu.Göz göze geldik güldü.Burada kadınların tümü hep gülümsüyordu.Ben de gülümsedim.Sonra,işini bitirip karavanın içinde,beni görecek biçimde oturdu.Beni izledi.Canı sıkılıyordu besbelli. Sonra,hava açtı.Çadırları sökerken Cengiz ile Orhan,kadına ayak atmağa-kur yapmağabaşladılar.Kadın her şeye açık görünüyordu.Gidip günaydınlaşmışlar.Ama,iş o kadarla kaldı. Çadırları toplayıp yola koyulduk.Sabah kahvaltısı yapmamıştık.Kente iner inmez,bir lokantaya gittik ve nefis bir sulu köfte-tadını çoktandır unutmuştuk-yedik. Dün gece,çadırlarda yağmur yemiştik.Gerçi,çadırların içi ıslanmamıştı ama,oğlanların morali bozulmuştu.Ne de olsa,askerde levazımcıydılar.Rahata alışkındılar.Turgut ile ben ise topçu ve piyadeydik.Her türden arazi koşullarında yaşamaya alışkındık. O nedenle,otele yerleşmek istiyorlardı.Bir de doğru dürüst banyo yapacaktık.Hep,kamplardaki duşlarla idare etmiştik.Sıkı bir banyoya gereksinimimiz vardı. Otel aramağa koyulduk.Öğleden sonra,boş iki yataklı iki odası ve kat banyosu bulunan-adam başına yirmi frank ücreti-bir otel bulabildik.Oteller pahalı ve doluydular. Otele yerleştikten sonra,otomobille kenti dolaştık.En yüksek yapı olarak görünen televizyon kulesine kadar gidip birer bira içtik. Akşam üstü,saat altıya doğru Turgut banyo yapmak için otele dönmek üzere bizden ayrıldı.Biz gezmeğe devam ettik. Bu arada,bir kadın görmüştük.Pembemsi mor bir pantolon ve sarı bir bluz giymişti.Her iki giysi de daracıktı ve aklımızı başımızdan alıyordu.Zengin kadınlar görünümündeydi.Buna karşılık,ayakları çıplaktı.Yalpalayarak yürüyordu,sarhoş olmalıydı. Otomobile çağırdık İngilizce olarak.Ya “İsveçte her yerde her zaman aşk” şişirilmiş bir konuydu.Ya da otomobilin ve bizim durumumuz elverişli değildi.Kadın hiç ilgilenmedi. Sonradan,yürüyerek kenti dolaşmağa başladık.Karşıdan gelen üç kadına hayran bakışlarla bakarken,içlerinden birisi,olduğu yerde durarak kalçalarını kıvırmağa başladı.Şark dansı figürleri yapıyordu.Gülerek geçip gittiler. Yollarda,kitap satıcıları dükkanları vardı ve bu dükkanların vitrinleri;çıplak kadın,cinsel birleşme,üreme organlarını da gösteren resimlerle süslü kitaplarla doluydu.Orhan’ın deyimiyle “çıplak kadına ve cinsel birleşmeye doyduk” Stockholm’de!Tabii,dergilerdeki ve kitaplardaki resimlerde! Açık saçık fotoğraf ve afişlerle süslü bir sinemaya girdik.Paris ve Londra’dan hiçbir ayrıklığı olmayan filimler izledik.Bol reklam,bol yanıltıcı fotoğraflar ve filmlerde-dördü karton film olan yedi film izlemiştik-hiçbir şey yoktu.Hep aynı aldatmaca ve Paris ve Londra’dan gelen bizler bile aldanmıştık! Sinemadan çıktıktan sonra,pırıl pırıl ışıklandırılmış caddelerde dolaşıp “kısmet”aradık.Bir aralık,Cengiz ile Orhan’dan ayrıldım.Sonra,otomobilde yeniden buluştuk.Sonuç,olumsuzdu.Ellerimiz boş kalmıştı! Bana hiçbir şey denk gelmemişti.Orhan ile Cengiz,iki kez,iki İsveçli kızla İngilizce ve Fransızca konuşmuşlar.Kızlar,arkadaşlarına ya da evlerine gittiklerini söylemişler. Kentin en civcivli eğlence yerinde,”pop”un çevresinde dolandık durduk,geçenlere laf attık,konuşmaya çalıştık,boşuna. Bu sabah,oteli bırakacağız ve kampta geceleyip yarın dönüşe başlayacağız.Böylece,büyük turun birinci etabını tamamlamış olduk.Şimdi,hedefte Berlin var. 19 Ağostos 1968 İki gündür yazmıyorum.Yine hareketli denilecek-diğer günlerimiz göz önüne alındığındagünler geçirdik.Onun için geciktim. Stockholm’da ikinci geceyi de otelde geçirmeğe karar verdik.İlk geceyi kampta geçirmiştik zaten.Hepsi,üç gece kalmış olduk bu kentte. Son günün sabahı kente indik.İlk iş olarak Türk konsolosluğuna telefon edip Berlin için vizenin gerekli olup olmadığını sormamız gerekiyordu. Orhan ile Cengiz,önce konsolosluğa telefon etmişler.Fahri konsolos olmalı ki,Türkçe konuşamamışlar ve vizenin gerekmediğini öğrenmişler. Sonra,Cengiz,Türkiye Büyükelçiliği’ne telefon etmiş,bilgiyi sağlamak için.Sefir,Maliye müfettişleri sözünü duyunca telaşlanmış.Sonunda,vizenin gerekmediğini kesin olarak öğrendik. Bundan sonra,kral sarayının bulunduğu adaya gittik.Kral sarayı,gördüğümüz diğer kralların saraylarına bakarak daha basitti.Bu arada,askerlerin nöbet değiştirme merasimini de izlemiş olduk.Askerlik,her yerde aynıydı,askerlikti yani! Öğle olmuştu.Kral sarayının karşısında,kıyıda kurulmuş bir büyük yontunun merdivenlerinde kızlar oturuyordu.Onlarla ahbaplık etmek için yanlarına gittik.Bir süre onlarla oturduk,resimler çektik. Çevredeki bir alışveriş merkezine gittik.Öğle yemeği olarak sandviç,tost gibi şeyler yiyecektik.Öyle bir yerin önünde kuyruğa girdik. Beyaz önlüklü bir adam İsveççe İsveçlilere ne istediğini soruyor,sonra hazırlığı yaparken Türkçe olarak “Alın onun bunun çocukları.Yiyin de geberin gavurlar” diyordu.Bunları söylerken gülümsüyor,İsveçliler de gülümsüyordu.İsteneni veriyor,sonraki İsveçli ile yine aynı sahne ve değişik küfürler geliyordu. Sıra Orhan’a geldiğinde,adam başlamadan Orhan”Hop dedik birader.Ağzını topla,bizler gavur değiliz”dedi.Adam,bizim sandviçleri hazırlarken anlattı.Türkiye’den kaçak gelmiş,kaçak olarak çalışan Türk işçisiymiş. “Yok abey..Lafım bu gavurlara”diye özür dilemişti. Yine yontunun oraya döndük.Diğerleri artık gitmeyi önerdiler.Yontunun çevresindeki banklarda oturmuş biri sarışın,biri de esmer iki kadın dikkatimi çekti.Sarışın,genç kız denilecek çağındaydı ve güzel bacakları vardı.Oğlanlara,biraz daha oturup bu kadınlarla ilgilenmeyi önerdim. Önce esmer yaşlıca,esrar kullanan görünümlü kadın yanımıza gelip sigara istedi.Verdik,ödemek istediği bedeli almadık. Sonra,önce Orhan,sonra da Cengiz kadınların yanına gidip konuştular ve marijuana çekilen bir kulübe gidilmek üzere saat 20.00 için randevulaştık ve kadınlardan ayrıldık.Sarı kızın Alman olduğunu ve diğerinin onu sattığını düşünüyorduk,yanılmışız. Otomobille yontunun önünden geçerken sarı tazenin orada oturduğunu gördük ve otomobile çağırdık.Geldi de. İlk sürtüşme hemen ortaya çıktı.Kızla kim yatacaktı?Hepimizle yatar mıydı?Sonunda,kıza sormağa karar verdik ve kız içimizdeki en esmer olan Orhan’ı seçti.Onları,bir süre sonra otelin yakınlarında bıraktık. Turgut ile Cengiz sinemaya gittiler.Ben de 20.00 de esmer kadını bulurum umuduyla yontunun oraya gittim.Gelmedi.Belki de söylediği doğruydu.”Gelemem,otuz beş yaşındayım,evliyim,iki de çocuğum var” demişti. Akşam,erken denilecek bir saatte-on bir olmalıydı-yattık.Sabah olduğunda,dönüş için yola koyulduk.Yol yağmurluydu.Bir aralık yağmurun şiddetinden otomobili kullanamaz duruma geldim.Bir park yerine çekip,yağmurun hız kesmesini bekledik. Kalmar’a geldiğimizde yine yağmur yağıyordu ve biz,her otelden yer olmadığını öğrenerek ayrılıyor ve sinirlerimiz kopma noktasına gelene dek otel arıyorduk. Sonunda Orhan,bir otelde,ortada geniş bir salonu olan dört yataklı bir oda buldu,kalabileceğimizi söyledi.Cengiz hemen itiraz etti.Kalamazmışız.Orhan ona kızdı.Cengiz,dört kişinin bir odada yatmasını hayvan damlarına benzettiğinden,bu kez benim tepem attı.Tartıştık ve sonunda otele yerleşmeye karar verdik. Turgut,bavulla otelin kapısından döndürüldü.Çünkü,bizim olacak odayı üç Avrupalı hayvana biraz önce kiralamışlardı!Bu kez,Turgut köpürdü. Yeniden otel aramağa koyulduk ve eski,kötü bir otelde adam başına 15 kron ödeyerek kaldık. Gece,yağmur altında kenti dolaştık ve deyim yerindeyse “aşk pazarı” nı bulduk.Her kentte ya bir cadde,ya bir alan,ya bir park;on beş yirmi yaş arası kızlarla oğlanların buluşup anlaştıkları yerlerdi.Öyle bir yerde yarım saat dolaştık.Kızların hemen hepsi selama karşılık veriyor,gülüyor ve el sallıyorlardı.Bunların içinden bazılarını kaldığımız otele götüreceğimizi düşünüyorduk. Oysa,hepimiz otuz yaşını aşmıştık.Onların neredeyse babaları gibi kalıyorduk. Sonunda,Cengiz otele dönüp yemek yemeyi ileri sürdü.Benim canım yemek değil ama,içki çekiyordu.Biraz daha dolaşmayı ileri sürdüm.Bu önerimi Avrupa’ya yolculuğa çıktığımız ilk günden beri olduğu gibi,benim cinsel doymamışlığımı hoşgörüyle karşılar,bunun için yanımda istemedikleri halde bulunurlar pozlarıyla-oysa,hepsinin canı bir İsveçliyle yatmayı çekiyordu,buna eminim,ama duygularını gizlemeyi öğrenmişlerdi,üstelik bunu başarabilmeye erdemlilik diyorlardı,bu konuyu dün gece yine tartışmıştık ve her zaman olduğu gibi atışmıştık-kabul ettiler.Bir süre daha dolaşıp otele döndük. Onlar yemek yerken,ben vosvosla dolaşıp içki içecek bir yer aradım.İsveç’te içki satışı yasak mıydı neydi,bir türlü öyle bir yer bulamadım. Otele döndüğümde,otomobildeki biraları içmeğe karar verdim.Açacağı bulamamıştım.Deliler gibi oldum.Elimi kesmek pahasına bir şişeyi açtım ve bir şişe birayı iki sigarayla içtim.Başım hafif dumanlandı.İçkiyi bu denli aradığım,hiç olmamıştı. Geceyi berbat geçirdim ve üç buçukta uyandım.Kafama bazı sözcükler takılmıştı.Onları şiirleştirdim.Kötü bir şiir oldu. Dün Pazar günüydü.Erkenden yola koyulduk.Ne ekmeğimiz,ne benzinimiz ne de kronumuz vardı.Kristenhaln adlı bir kentte İngiliz lirasıyla benzin alabildik.Artan kronlarla da ekmek ve yiyecek bir şeyler aldık. Sabahleyin,on iki kronla dört kişi,kahvaltı yeme taklidi yapmıştık.Bu nedenle,iki ekmekle bir konserve, peynir ve tereyağından kurulu yemeği,kıtlıktan çıkmış gibi yedik. Akşamüstü Malmö’ye geldik.Uzun süre turizm bürosu arayıp bulamadık.Kamp yeri buluruz umuduyla Trelleborg yoluna çıktık ve Malmö’ye çok yakın olan bu kampı bulduk. Konforlu ve pahalı bir kamp alanı.Dört gün süren otel yaşamından sonra,yeniden çadır kurmak diğerlerine zor geldi.Onlara kalsa,bu kez de soğuk nedeniyle otelde kalmalıydık. Kampta üç İsveçli kızla muhabbet ettik.Akşam,birlikte çıkmayı önerdik.Sabah erkenden işe gitmek zorundaymışlar,kabul etmediler.Bir başka gece çıkarız dediler.Başka gecemiz de olmadı! Başka üç İsveçli kız geldi.Ekmekleri yokmuş,onlara da ekmek verdik. Gece kente inip İsveçli kızların sözünü ettiği bir gece kulübünü aradık,bulamadık. Cengizin,kentte yine inadı tuttu.Otomobilden inmedi.Yolculuk,tatsızlaşmağa başladı.Onları bilmiyorum ama,ben zaman zaman dayanma gücümü yitiriyorum.Bu yolculuk,yanlış bir karar mıydı acaba diye düşünüyorum. Bu sabah Cengiz,Malmö’de bizden ayrılacağını,Paris’e dönmek istediğini söyledi.O da dayanma gücünün sonuna gelmiş demek ki..Ya da Paris’teki Martine’ini özlemiş olmalı! Zaten,Paris’e dönmekte olduğumuzu söyledim.Bu konuyu,yeniden tartışacakmışız. Şimdi,çadırı sökmeğe koyuluyorum.Orhan ile Cengiz,eksiksiz bir kahvaltı sofrası imgeleri kurarak eğleniyorlar. 21 Ağostos 1968 İki gündür Berlin’deyiz. Pazartesi sabahı Malmö’den Trelloborg’a geldik.Saat 14.10 da kalkan bir feribota binerek Doğu Almanya’nın Sasnitz liman kentine indik. Yolda-üç saat sürmüştü-geminin lokantasında yemek yedik ve oturma yerinde müzik dinleyip kağıt oyunu oynadık. Düzenin değişik olduğu bir ülkeye-komünist bir ülkeye-girdiğimiz başından belli oldu.Gri renkli servis pasaportlarımız dolayısıyla gemideki gümrükçü,giriş vizesi vermedi.Sonunda,telsizle karadaki ünitelerine sordular da vize alabildik. Sasnitz’e 17.30 da geldik.Yine,uzun gümrük işlemleri ve sıkı bir otomobil aramasından geçtik.Gümrükçüler Turgut’un kokulu terliklerinden başka bir şey bulamadılar doğal olarak! Ha bir de işin iyi yanı vardı.Burada,uluslar arası sigorta isteyip para ödetmediler! Kentten çıkıp Berlin transit yoluyla yola koyulduk.Binalar,yıkıma bırakılmış gibiydiler,bakımsızdılar.Yollar,çok kötüydü.Kişiler;umursamaz bakışlı,neşesiz ve bıkkındılar. Sasnitz’den itibaren bir Doğu Alman plakalı otomobil bizi izlemeğe başladı.Doğu Alman sivil polisleri olmalıydı.Bizim casusluk yapabileceğimizi düşünüyor olmalıydılar.Bir bakıma iyi oldu.Güvenli bir yolculuk yapmış olduk! Bu arada güzel Alman kentlerinden de geçtik.Stralsunde adlı güzel bir kentte-Hitler,Londrayı bombaladığı V2 füzelerinin denemelerini burada yapmışmış-güneşin denize ya da büyük bir göle batışını,bir köprü üzerinden izledik.Çok etkileyici bir görünüm vardı. Karnımız acıkmıştı.Fakat,ekmek yoktu.Grunenburg adlı bir Alman kentinde ekmek almak için durduk.Kentin meydanındaydık.Bütün Doğu Alman gençleri otomobilin çevresine üşüştüler.Biz de çocukken Amerikan otomobillerine böyle merakla bakardık! Birisi,aracın içine eğilip aracın kaç kilometre hız yaptığına baktı. Ekmek,karne ile alınıyormuş.Dolayısıyla bize ekmek satamadılar. Yola koyulduğumuzda,aracın içine bakan yeni yetme oğlan,otomobille yarışa girişti.Bisikletini deli gibi sürüyor,bizi geçmeğe çabalıyordu.Sibirya’yı boylamamak için,çocuğa çarpmamağa çalışarak,kentten ayrıldık. Yollarda çok az iki tip otomobil ve tek tip otobüs-kentler arası çalışıyor olmalıydılar-ve kamyon görüyorduk.Otomobillerin bir türü,büyük ve lükstü.Bu tür araçları genellikle gençler kullanıyordu. Sonradan,Berlin’de bu konuyu Batı Almanlarla konuştuk.Doğu Almanların otomobil üretimi yeterli olmadığından,her türden mal üretiminde başarılı olanlara bu tür lüks ve büyük araçlar veriliyormuş.Eh,genç olanlar daha çok ürettiklerinden bu tür araçları onlar alıyormuş.Komünist düzenin sorun çözümü! Yollarda çok az trafik vardı.Buna karşın,Berlin’e sabaha karşı ikide ulaşmıştık.Bir ara,Doğu Berlin’e girmek için,Batı Berlin yolundan geri dönüp Doğu Berlin giriş kapısına gittik.Kapıdaki gümrükçü,bizi geri döndürdü.Tekrar bir kapıya geldik.Bu kez,karşımıza elinde makineli tüfeklerle Doğu Alman askerleri çıkmıştı.Yine,Batı Berlin giriş kapısı diye bir başka Doğu Berlin giriş kapısına gelmişiz. Neyse ki,peşimizde sivil polisler vardı.Az sonra,onların aracı da yanımıza geldi.Askerlerle konuşup “Bizi izleyin” dediler ve bizi Batı Berlin giriş kapısına dek getirip bıraktılar. Berlin’de bir süre otel aradık.Bulamadık.Bu arada Turgut çok lüks bir otelde bir oda buldu,biz de oraya girmedik. Sonunda,otomobilde sabahlamağa karar verdik.Zaten saat sabaha karşı 4.30 olmuştu.Tenha bir yol kenarına çekip otomobilde uyumayı denedik. Turgut perişan olmuştu.Aramızda en yaşlı olan oydu.Saat 7.00 de otel aramaya devam ettik ve sonunda Rathanover Oteli adlı bir otele yerleştik. Savaş sırasındaki bombalamalarda yıkılmamış az sayıdaki binalardandı.Eski,bakımsız,odaları yüksek tavanlı bir yapıydı.Eski olmasına karşın,içerisi süslü bir oteldi. Oteli,bir kaçık kadınla üç genç kız çalıştırıyordu.Otele yerleşir yerleşmez;Cengiz ve Turgut hemen uyudular. Orhan ile ben,temizlenip kente indik ve otomobili beş bin kilometre bakımına götürdük. Uzun süre kahvaltı edecek bir yer aradık ve sonunda,bir yerde patates salatalı kan sucuğu satan bir yer bulduk.Birer tane alıp yedik. Otomobilin yağını değiştirdikten sonra,kenti gezmeğe başladık.Otel’e uğrayıp Turgut’u da yanımıza almıştık.”Bayan Oldenst’in Geceleri” adlı açık saçık bir filme bilet aldım.Filme gece 20.30 da gidecektim.Daha geçirecek oldukça zamanımız vardı.Turgut’u yeniden otele bırakıp kenti gezmeyi sürdürdük.Barış yontusunu,Brandenburg kapısını-Rus kesiminde olduğundan uzaktan-ve ünlü Berlin Duvarı’nı gördük. Cengiz’e rastladım.Bir Alman kızıyla-çok çirkindi-gidiyordu.Sonradan anlattı.Öğretmenmiş ve anlaşamamışlar Barış yontusunun basamaklarında İngiliz kızları oturmuşlardı.Birisinin çok güzel bacakları vardı.Hepsi mini etekliydiler.Uzun süre onu izledim,kız yüz vermedi.Elindeki deftere,anılarını yazdı durdu.O da benim gibi anılarını yazıyor olmalıydı Akşam,hep birlikte benim bilet aldığım filme gittik.Çok güzel bir filmdi.Kadın kadına sevişme sahneleri vardı.Filimden çıkınca,bu filmin İsveç filmlerinden de açık saçık olduğunda birleştik. Otele döndük.Saat 2.30 olmuştu.Her kentte olduğu üzere-özellikle büyük kentlerde-uzun süre kaldığımız oteli aramıştık.Sonunda bulduk ve Orhan ile birer şişe şarabı devirip muhabbet ettikten sonra uyuduk. Berlin’de,hiçbir Avrupa kentinde olmayacak denli devingen bir gece yaşamı vardı.İşgal altında bir kent olduğundandı belki de. Para karşılığı çalışan kadınları Kurfürstendam kavşağıyla Barış yontusu arasındaki geniş caddede müşteri bekliyorlardı.Çok güzel ve ateşliydiler. Avrupa merkezi binasında buz pateni yapanları izlemiştik.Bu da ilginç bir olay oldu hepimiz için.Ağostos ayında yapay buz patenini çalıştırıyordu Almanlar. Bu sabah 7.30 da otel personelince uyandırıldık.Yirmi dört saat dolduğundan,bir gün daha kalacaksak,parasını peşin ödememizi istediler.Böylece,otele sabah erken geldiğimizden-bir gün önce sabah yedi otuz yerine saat onda gelseydik bu durum olmayacaktı-hazırlanıp kahvaltı edene dek saat 10 olmuştu.Bu üç saat için,bir günlük daha para ödemek zorunda kalmıştık.Bu kez de Turgut’un kaprisi,adam başına yedi marka mal olmuştu. Bir süre daha kenti dolaşıp Hannover otobanı ile Berlin’den çıkmak üzere Batı Berlin’in Drevitz çıkış kapısına gittik.Arada,Doğu Almanya topraklarından geçeceğimizden,çıkış için de vize almamız gerekiyormuş.Bizi sınırdan geri çevirdiler. Önce,çıkış kapısındaki gümrükçülerin açıklamalarına uygun olarak Batı Berlin’de Opera binası çevresinde ve eski Rathaus dolaylarında Doğu Almanya vize merkezini aradık durduk. Sonunda,bir Alman,Frederişch caddesinin Doğu Berlin sınırıyla kesiştiği yerden,bu vizenin alınabileceğini anlattı.Bu arada gece karanlığı inmişti.Berlin kent haritasıyla söylenen kapıya gittik.Yarın gelmemiz gerektiği söylendi.Onlar da memurdular ve mesaileri bitmişti! Tekrar kentin orta bölgelerine dönüp yatacak yer aradık.Kurfürstendam’da Türkleri iyi tanıyan bir Alman ailenin çalıştırdığı bir pansiyonda yer bulduk.Yerleştikten sonra “Old Vienna” adlı bir lokantada güzel yemekler yedik.Yandaki tiyatronun galasına gelmiş güzel kadınları izledik. Berlinli,işgal altında olduğunu,çevresinin bütünüyle düşmanla çevrili olduğunu gece olunca unutuyordu. Batı Berlin iki kesimdi.Bir yeniden yapılmış yapılarıyla ve ışıl ışıl Batı Berlin vardı.Bir de,savaş sonrası öylece bırakılmış yıkıklıklar.Öyle anlaşılıyordu ki,müttefik devletlerin öcü korkunç olmuş ve Berlin-Doğusu da öyleydi-yerle bir edilmişti. 22Ağostos 1968 Sabah uyanıp pansiyondan ayrıldık.Pansiyonda,fiyata dahil bir kahvaltı da vardı.Ama,kahvaltıda yiyelim diye getirilenler,örnek olarak getirilmişti sanki!Aç kalkmıştık. İşlerin uzamasına üzülmedik.Çünkü,Ruslar ve Doğu Almanlar,Çekoslavakya’yı işgal etmişler.Sabah,pansiyoner söylemişti.Aynı zamanda Doğu Almanlar,Batı Berlin’in Batı Almanya’ya gidecek yollara açılan sınır kapılarını da kapatmışlardı.Pasaport vize işlemleri bitene dek sürdü bu işgal durumu.1968 öğrenci olaylarından Çekler de etkilenmiş ve öğrenciler,komünist yönetime baş kaldırmışlardı.Özgürlük istiyorlardı.Ruslar ve Doğu Almanlar da,kendileri için de tehlike oluşturacak bu eylemlerin önünü biran önce almak için Çekoslavakya’ya ve Prag’a girmiş;başkaldırıyı kanlı bir biçimde bastırmıştı. Dün gece gittiğimiz kapıya yine gittik.Doğu Alman kapısından girdiğimiz an,korkunç dakikalar,giderek saatler başladı. Önce,elimize kaç kişi olduğumuzu gösteren bir kağıt verdiler.Onunla,pasaport denetimi yapısının park yerine dek gittik. Pasaport denetiminden sonra,ilerideki Doğu Berlin’e giriş kapısına gittik.Adamlar gülerekalay ederek-bizleri geri çevirdiler.Çünkü,elimizde pasaportlarımız yoktu.Denetim yerinde alıkonulmuştu.Geri döndük ve pasaportlarımızı aldık. Şimdi,otomobilimizi denetleyeceklerdi.Uzun süre bekletildik.İki Doğu Alman gümrükçüsü,otomobili didik didik ettiler.Bu arada,aynayla otomobilin altına da baktılar. Sonunda,Cengiz ve Orhan’ın İsveç’ten satın almış oldukları çıplak kadın ve sevişme sahneleri resimleriyle dolu dergileri alıkoydular.Doğu Alman gençlerinin ahlakını bozacak bozguncularmışız,bunlar da malzemelerimizmiş! Yasak yayınlarmış,sokamazmışız.Batı Berlin’e dönerken iade edip etmeyeceklerini sorduk,”hayır”dediler.Dergiler onlara kalacaktı.Bu düzen bizdekine pek benziyordu doğrusu. Turgut,hemen espriyi patlattı.Gümrükçülere gülümseyerek “Hadi hadi..Bu akşam karılarınız bayram edecek” dedi. Bu sırada,yanımızdaki uzun ve ağır bir Chevrolet markalı otomobilde sıra bekleyen Amerikalı karı kocadan kadın,gümrükçülerin nelere el koyduklarını sormaz mı?Ne diyeceğimizi şaşırdık.Katolik Orhan “publication”ları aldıklarını söyledi.Böylece,onları savuşturduk.Bu arada da,iyice gerilmiş sinirlerimiz dolayısıyla kahkahalarla gülüyorduk.Gümrükçüler,kaşlarını çatmış,tehdit eder gibi bakıyorlardı bize. Yine,Doğu Berlin giriş kapısına gittik.Yine salmadılar ve geri çevirdiler.Bu kez dedikleri,Doğu Berlin’de Batı Alman markı kullanamazmışız.Doğu Alman markı almamızı istediler.Adam başına beş mark verip yirmi doğu alman markı aldık ve sonunda Doğu Berlin’e girdik. Doğu Berlin,savaş sonrası görünümünü aynen koruyordu.Ünlü Berlin Duvarı’nı aştıktan sonra yıkılmış,oturulmayan yapılar;bakımsız metro durakları görünüyordu. Vize alacağımız yere giderken,eski Berlin Üniversitesi,ünlü Reichtag,Pergamum MüzesiÇanakkale’deki Truva kazılarında bulunan eski yunan kalıntılarının tamamı burada sergileniyordu-ve ünlü Marx-Engels alanından geçtik. Yine,yarım saat kadar bekledik ve harçsız olarak vizeyi aldık.Vize işleminde bize öncelik tanımışlardı.Herhalde,pasaportların rengi önemli olmuştu. Turgut’un sinir telleri kopmuştu.Durmadan gülüyor,komünistlere ağız dolusu küfür ediyordu.Uyarıyorduk ama,nafile.Durmuyordu. Acele,yeniden Batı Berlin’e geçmek üzere,aynı kapıya döndük.Bu arada,komünistler her fırsatı değerlendirmek istercesine otomobile bir kağıt bırakmışlardı.Üzerinde,Almanca yazışmak isteyen bir Macar gencinin adresi vardı.Doğu Berlin’de bulunan Türkiye Komünist Partisi’nin de reklamı yapılıyordu.Haydar Demir imzalı bir propaganda bildirisi bırakılmıştı. Otomobile giderken,yaşlı bir Alman kadını yolumuzu kesip sigara istemişti.Paketi olduğu gibi ona bırakmıştık,çok sevinmişti. Mamafih,aynı durumu Batı Berlin’de de görmüştük.Orada da,hatta Stockholm’de de sigara istiyorlardı.Doğu Berlin’de olmadığından,Batı Berlin’de pahalı olduğundan bu durumla karşılaşıyorduk.Bir de,bu yolla diyalog kurmağa çalışıyor olabilirlerdi. Doğu Berlin’den çıkarken otomobilimizi yeniden didik didik ettiler. Pasaport denetimi sırasında,tam komünist bir Alman,polis hafiyesi bakışlarıyla bir pasaportlarımıza,bir yüzümüze bakıyordu.Adamın,Cengiz’e bakışına güldüğü için,az kalsın Turgut’un başı derde giriyordu. Sıra Turgut’un pasaportuna gelince Alman,Turgut’un resminin eskiliğine takıldı.Onun pasaportunu alıkoydu.Bizim işlemlerimiz bittikten sonra,bir on beş dakika Turgut’un işleminin bitmesini bekledik.Adam,Turgut’un canını sıkarak öç almış oluyordu. Adam,sonunda Turgut’a Almanca bir şeyler söylemiş.O da ona,sert bir biçimde “Benimle İngilizce konuş” demiş. Bundan sonra sınırı geçip Batı Berlin’e geri döndük. Bu arada,sınırlardaki gerginlik sona ermiş ve Batı Berlin’e uygulanan kuşatma kaldırılmıştı.Sınır kapıları açılmıştı. Batı Almanya’ya gitmek üzere Doğu Almanya’ya girmek için Batı Berlin’deki çıkış kapısında yine aynı denetimlerden geçtik ve serüvenli bir yolculuktan sonra,bu gece Hannover’e indik. Doğu Alman topraklarında yolculuk yaparken,yanlışlıkla Leipzig otobanına girmişiz.Trafik birden neredeyse sıfır düzeyine inmişti.Yanlış yolda olduğumuzu ilk Leipzig yol levhasını görünce anladık.Bayağı korktuk.İster misin Doğu Almanlar bizi casus diye yakalasınlar? Otobanın ilk sapağından geri dönüp Batı Almanya’ya giden otobana geri dönmeyi düşünürken,arkamızdan gelen Doğu Alman polisleri bizi durdurdu. Korka korka durumu anlattık.Doğu Alman polisi bizi aynı yolda ters yönden gerisin geriye eskortlayarak gireceğimiz otobana kadar getirdi ve orada bıraktılar.Derin bir nefes aldık. Otobanda araç geçerken iki kez tehlike atlattık.Birincisinde işçi kızlarla yüklü-şoförü ve yardımcısı da kızdı-bir kamyon,sol şeritte yolumuzu kesti.Az kalsın çarpıyorduk.Kızlara öpücük yolladık,onlar da bize. Diğerinde,bir Fransız otomobilini geçerken o da aniden önündeki aracı geçmeğe karar verdi.Biz,onun kör noktasında olmalıydık.Bizi görememiş olmalıydı.Soğukkanlı olarak,yavaş yavaş frene basmak suretiyle kazayı önleyebildim. Hannover’de gece kenti dolaşıp saat 23.00 gibi yattık. 27 Ağostos 1968 Devresi gün uyandık ve Hannover’i otomobille dolaştık.Savaş sırasında tavanı yıkılmış ve öylece korunmuş bir katedralden başka bir ilginç yapı bulamadık. Hannover,Hitler yönetiminin en parlak sanayi kenti olduğundan,ikinci savaş sırasında acımasızca bombalanmış ve taş üstünde taş kalmamıştı.Savaştan sonra Almanlar ve Amerikalılar Hannover’i yeniden yapmışlardı.Tüm yapılar yeniydi ve çağdaş mimarinin yapıtıydı.Daha önce,Fransızların LeHavre kentini görmüştük.O da,bu kentle aynı yazgıyı yaşamıştı. Caddelerinde dolaşırken,üzerlerinde köpek resimleri olan kartpostallar gördüm ve iki tane alıp Tülay’a postaladım. Hannover’de bizi çeken bir şey olmadığından,yine yollara düştük.Frankfurt’a gidiyorduk.Yolda,ilk kez 120-135 km arasındaki hızlarla araç kullandım.Buna zorunluydum,çünkü sol şeritteydik ve konvoy geçiyorduk.Arkadan gelen Fransız Citroenleri beni sıkıştırıyorlardı. Cengiz,gözlerini dikiz aynasına dikmiş bakıyordu.Elleriyle koltuğa yapışmış gibiydi.Bir süre sonra yavaşladık. Cengiz,”tabakhaneye şey mi yetiştireceğiz birader” diyerek,hızlı gitmememizi istedi.Bu da benim canımı sıktı.Çünkü,kurallara uygun olarak kullanıyordum otomobili.Sıkıştırılınca hız yapmıştım o kadar.Bir kez,römorklu bir kamyonun römorku bitmeden ben de araç geçmek için sola geçmek istemiş ve tehlike yaratmıştım.Ancak,ufak bir direksiyon devinimiyle tekrar yoluma dönmüştüm.Bu olay nedeniyle,ben de biraz sinirliydim. Cengiz’in çıkışı üzerine sağ şeride geçtim ve 80 km hızla sürmeğe başladım. Frankfurt’a güzel bir havada girdik.Turgut’un istememesi ve suratını sallamasına karşın kamp aradık ve bir kampinge yerleştik. Çadırları kurduktan sonra,kantinden şarap alıp Orhan ile içtik.Kafaları bulduktan sonra,düşük hızla gelmemizi tartıştık. Fransızın birisi,bağırtılarımızdan rahatsız olmuş,gelip susmamızı istedi.Sustuk. Sonra,kampın barına gidip müzik dinleyip masa futbolu oynadık ve dönüp yattık. Sabah kente indik ve ünlü Opera yapısını gördük.Çok güzel bir yapıydı ama o da savaşta yıkılmıştı.Amerikalılar,modern yapılarla dolu yeni bir kent kuruyorlardı burada.Kalabalık caddelerde,amaçsız dolaştık. Gece olana dek,zaman öldürmek için zooya-hayvanat bahçesi-gitmeğe karar verdik.Turgut,”Teftiş kurulunda yeterince hayvan var.Ben gelmek istemiyorum.”dedi.Çok güldük.Yolda,minyatür golf sahası gördük ve oynadık.Sonra,Cengiz,ping pong oyunundaki ustalığını sergiledi.Turgut’un asık suratı gitmiş,güleç yüzü geri dönmüştü. Sonra,zooya gittik.Bu kez,Cengiz gıcıklık etti ve zooya gelmek istemedi.Sonra Orhan “Yapacak bi …yok yahu”dedi ve centilmene gidilmek üzere zooya girdik. Bu centilmen sözü,aramızdaki bir espriydi.Bizim promosyondan Aydın,ilk kez Londra’ysa gittiğinde tren garında,bir İngiliz ona “Excuse me,where is the gentlemen” demiş.Tam çevirilince,”centilmen nerede” oluyor.Aydın,o nefis İngilizcesiyle adama ”I am a gentlemen” demiş.”Ben bir centilmenim” demek istemiş.Adam,Aydın’ın yüzüne şaşkınlıkla bakıp gitmiş.Aydın,sonraki günlerde öğrenmiş ki;meğer adam ona erkekler tuvaletini soruyormuş!O yüzden de,”ben bu işi nasıl yapacağım” der gibi aptal aptal Aydın’ın yüzüne bakmışmış! Ben onlardan ayrılıp ayrıca dolaştım.Kalın gagalı,leylek görünümlü,tembel kuşlar gördüm.Oğlanlar aslanların yanındayken,tüm aslanlar hep bir ağızdan gürlemeğe başlamışlar.Bizimkiler,kelimeyi şahadet getirmişler ama,aslanlardan yanıt alamamışlar.Demek ki,bu aslanlar Almanya’daki Türk işçileri değil,gerçek aslanlarmış! Sonra,tavşan yuvası çizgilerine girmişler.İki yanı bodur ağaçlarla çevrili,bilmece gibi yollar.Uzun süre,içinden çıkamamışlar! Ben,zoodan çıktıktan sonra bu nedenle uzun süre onları bekledim. Gece,bir rum meyhanesine rastladık.Orhan beğendi,biz girmek istemedik.Sonunda,girip bir iki tek atmağa karar verdik. Biz haklıymışız.Rum meyhanesine girip bir masaya oturduk.Garson geldi. “Siz Türk müsünüz?”dedi.”Bizler ”Evet Türküz. Bir şeyler yemek ve içmek istiyoruz” dedik.”Size servis yapamam.Defolun gidin” dedi.Orhan,efelenecek gibi oldu.”Aman Orhan dur” dedik. Meyhane Rumlarla doluydu ve hepsi bize bakıyorlardı.Olay çıkarırsak,adamlar bizi çiğ çiğ yerlerdi.”Tamam hemşerim” dedik ve çıktık oradan. İstasyon çevresindeki geniş caddelerde dolaşıp bir self serviste yemek yedik.Turgut,yine yaşamından memnun değildi.Sonra gidip,istasyon kafesinde birer bira içtik.Yanımıza yumuşak bir Alman geldi.Bizimle bira içmek istiyormuş.Orhan adamı kovdu. Kampa geri dönüp yattık. Ertesi gün yola çıkıp Münih’e geldik.Kamp mı,otel mi tartışmasından sonra;bu kez Turgut’un gönlünü yaptık ve bir otele indik.Güzel bir pansiyondu.Sonradan,bu kentin en pahalı kalınacak yeri olduğunu öğrendik.E,Maliye müfettişi dediğin böyle yerlerde kalmalıydı! Temizlenip kente indik.Hofbrauhaus adlı çok büyük bir birahanede kafa çektik.Hitler de gençliğinde burada demlenirmiş!Cengiz,daha önce lokantada da bira içtiğinden iyice sarhoş oldu. Münih’te Turgut,beni haritayla yönetti ve aracı öyle kullandık ve çok başarılı olduk.Gezi başından beri,Turgut’un böyle bir yönü varmış da biz bilememişiz. Bira evinde yaşlı bir Alman kadınıyla tarzanca ahbaplık ettik.Kadın,Cengiz’e cilveler yaptı.Gerçekten de,içimizde en yakışıklımız oydu. İstanbul’da iken bu nedenle birçok kız arkadaşı olurdu. Mülkiye’de de öyleydi.Değişik bir anısı şudur. Eskiden İstanbul’da körfez vapurlarında birinci ve ikinci mevkiler vardı.Biz,Maliye müfettişleri,birinci mevkiyle gelmeğe mahkumduk! Cengiz,birinci mevkide Kadıköy’den Karaköy’e geçerken,karşısına bir hava hostesi güzel oturmuş.Cengiz,muhabbeti başlatmak için,aradaki sehpaya ayağıyla dokunmuş,sehpa da kıza dokunmuş.Cengiz özür dileyerek kızla muhabbeti başlatmış. Karaköy’e gelene dek işi randevu alma aşamasına getirmiş.Vapurdan inmişler,kız elini uzatmış ve ayrılırlarken Cengiz’in yüzüne gülümseyerek uzun uzun bakmış ve konuşmasını beklemiş.Cengiz kıza ”Vallahi hanımefendi,ben siz bir şey vaat etmedim ki.Hadi eyvallah” demiş ve ayrılmış “Kızın yüzünün halini görecektiniz” deyip gülüyordu. Münih’te para hesabı yaptık ve alış veriş yapamayacağımız noktasına geldik.O nedenle,hemen yola çıkmağa karar verdik. Münih’te tren istasyonunda gezinirken bir Türk’e rastladık.Türkçe konuştuğumuzu duyunca “Aman ağalar,ocağınıza düştüm.Bana bir akıl verin” dedi.Sonra,öyküsünü anlattı.Almanya’ya gelirken buna “Hemşerim,Alamanlar savaştan çıkmışlar.Oralarda ekmek bulamazsın.Tedbirli davran” demişler. Bu ve başkaları da,tren Edirne’de durunca,istasyondaki fırının ekmeklerini kapışmışlar.Bu da kırk tane kadar ekmek almış.Almanya’ya gelene dek,dördünü beşini yemiş. Münih’te trenden inince,her yanın türlü çeşitli ekmeklerle dolu olduğunu görünce,içinde bayat ekmeklerin bulunduğu çuvalı,tren garındaki bir direğin dibine bırakmış.Hemen bir görevli gelmiş,torbasını alıp gitmesini istemiş. Garın dışına çıkmış.İlk gördüğü çöp kutusunun yanına,torbayı bırakmış.Bunu gören bir Alman”Nein,nein..Polizei”demiş.Bizimkisi,polis lafını duyunca korkmuş.Elinde bir çuval,içinde otuzu aşkın bayat ekmekle Münih garında kalakalmış. Garın karşısında bir alan ve alanda bir havuz vardı.Güvercinler uçuşup duruyorlardı.Orasını gösterip ”Ekmekleri ıslatıp güvercinlere ver,yesinler.Böylece onlardan kurtulursun” dedik. Aklı bu işe yattı.”Hay Allah sizden razı olsun” dedi ve çuvalı sırtlayıp havuz başına yöneldi.Umarım,tüm ekmekleri güvercinlere yedirebilmiştir!ye Öğleden sonra,saat 16.00 da yola koyulduk.Bu arada,Frankfurt’ta fotoğraf makinesini yitirmiştik.Makineye acımadık ama,içindeki güzel anılarımıza ait tüm resimler de gitmişti.Ona hayıflandık. Yeni bir fotoğraf makinesi almak için dolaştık;Odeon alanını,Dom’u,Kral sarayını gördük. Frankfurt da savaş sırasında,sanayi kenti olduğundan Hannover gibi yerle bir edilmişti ve yeniden kuruluyordu.Oysa;Münih pek yıkılmamıştı savaşta.Bu iki kentin kişileri arasında da bir ayrılık vardı.Münih halkında bir oturmuşluk,bir köklülük vardı. Yola çıktıktan sonra,otobandan mı yoksa aradaki devlet yollarından mı gideceğiz tartışması yaptık ve otobandan Ulm’e,oradan da Konstanz’a geldik. Konstanz Gölü’nün yarısı Alman,yarısı İsviçre idi.Biz,İsviçre yanında,gölün kıyısında bir otele yerleştik.Otel,çok konforluydu.Gece,kuştüyü yastıklara başımızı gömüp kuştüyü dolu yorganların altında uyuduk.Turgut’un keyfine diyecek yoktu! Otel öyle bir yere kurulmuştu ki;güneş göle batıyor ve doyulmaz bir görünüm oluşturuyordu. İsviçre’ye geçtiğimizde saat 20.00 olmuştu.Ben otelde kaldım.Onlar,otomobille İsviçre kentini dolaştılar.Turgut otomobili kullanmış.Her kavşakta durup sağa,sola,öne arkaya bakıyor;araçtan inip kulağını yere dayayıp yeri dinliyor;havayı kokluyor,sonra kavşağa giriyormuş!Oğlanlar böyle anlatmışlar ve Turgut hariç çok gülmüştük. Ertesi gün,yeniden yola koyuluyoruz.Saat 12.30 da Zürih kentine geldik.Para bozdurduk,bir kent haritası alıp otel aramağa başladık.Orhan’ın yol göstericiliği ile,önce tepelerde dolanıp durduk.Otel yoktu. Sonra,Üniversite Caddesi’ne indik.Hepsi doluydu otellerin.Ya da adam başına 42 İsviçre frankı gibi çok ucuz(!) otellerdi bulduklarımız. Tren istasyonu yakınında “Mobi Dick” adlı bir lokantaya öğle yemeği için oturduğumuzda,saat 15.00 olmuştu. Yemekten sonra,Turgut’un önerisine uyarak,göl kıyısında,kentin uzağında bir otel aramağa karar verdik.Nasıl olsa,altımızda otomobil vardı.Sonra,kentten uzaklaştıkça otellerin ucuzlaması gerekirdi. Hesabımızda yanılmışız.Otel fiyatları daha da artıyordu kentten uzaklaştıkça.Turgut’un deyimiyle ”Suadiye’de ucuz otel arar gibi” idik.Sonunda,”Altın Haç” adlı bir otelde,37.50 İsviçre frangına oda bulduk ve yerleştik. Oysa;İsviçre,tam kampinglerde kalınacak ülkeydi ama,Turgut’u kıramıyorduk. Göl,otelden yirmi metre ötedeydi ve beni çağırıyordu.Yüzme isteği tüm benliğimi kaplamıştı.Giysileri değiştirerek göl kıyısına indik ve ben göle girdim.Böylece,iddiaya girdiğimizden Cengiz’i “Mango” diye çağırmağa da hak kazanıyordum!Cengiz,bir daha benimle iddiaya girmemeğe yemin etti! Sonra,otomobille gölün çevresini dolaşmayı ileri sürdüm.Benimsenmedi.Otomobile binip yeniden kent merkezine gittik. Zürihi,gördüğümüz Avrupa kentlerinin en güzeliydi.Bunda birleşmiştik.Yalnızca Orhan,Yahudilere veriştirip duruyordu bu kenti gördükten sonra. Belvue adlı caddeye çıktık.Quaibrücke’nin sol kıyısında pedalla kullanılan deniz motorları vardı,onlardan iki tane kiralayıp bol bol resim çektik. Sonra,gece oldu ve Tülay’ın ilk kez yanımda olmamasına üzüldüm.İçimde bir boşluk duydum.Bu,benim için yeni bir duygu değildi ama,öncekilerden ayrıktı.Bu kez,paçayı kötü kaptırmıştım herhalde.Yorgun savaşçı,beni fena yaralamışa benziyordu! Neden böyle düşündüğümü çözümlemeğe çalıştım.Sonunda,bana İsviçre’den çok söz etmiş olması nedeniyle bu duruma düştüğüm kanısına ulaştım.Her kısa kesilmiş saçlı,küçük yüzlü,küçük gözlü kızda;onu görür gibi oluyordum. Bir Türk kafesine girdik.Müşterilerin çoğu Türk’tü ama,herkes kendi havasındaydı.Bizimle ilgilenmediler.Biz de onlarla. Kahveden çıktıktan sonra,gölün bir yakasına-daha doğrusu kanalın-kurulmuş olan büyük bir perde üzerinde Karton film oynatıldığını gördük.Zürih’te “Çizgi filmler haftası” varmış.Bir süre çizgi filmleri izledik. Film yarışması uluslararasıymış.Birçok ülkenin çizgi filmleri gösteriliyordu.Bir tanesi çok ilginçti. İki ülke savaşıyorlar.Bir ülke askerleri diğer ülkeyi işgal ediyor,bir köye geliyorlar.Komutan,oradaki köprünün başına bir askeri nöbetçi olarak bırakıp yola devam ediyor. Savaş yıllarca sürüyor.Asker,köprü nöbetini tutmayı sürdürüyor.Köylüler onu besliyor,bakıyorlar.Bu arada,köydeki bir kadınla evleniyor,çocukları oluyor.Onlar da büyüyorlar.Askerlik çağına geliyorlar. Sonra,iki ülke arasında yine savaş çıkıyor.Onu oraya diken subay,bu kez general olarak yine oradan geçiyor.Oradaki askeri anımsıyor ve saçı sakalı ağarmış askerin nöbetine son veriyor.Asker,işsiz kaldığından ne yapacağını şaşırıyor.Oraya buraya koşuşturmağa başlıyor. General,bu kez onun en büyük oğlunu alıp asker yapıyor ve yanında götürüyor. Temelde,savaş karşıtı bir çizgi filmdi.Çok güzeldi. Sonra otomobile döndük.Oğlanlar,kentin diğer caddelerini dolaşmak istiyorlardı.Bense çizgi filmleri izlemek.Sonunda,onlardan ayrıldım ve bir ”masal” anlatan ve bir de “vestern filmleriyle alay eden” karton filmler izledim.Şahaneydi izlediklerim.Bugüne dek gördüğüm çizgi filmler içindeki,en güzeller bunlar olarak anılarım arasında yer aldı. Otele döndük.Onlar,kıyıya indiler Zürih gecesini izlemek için.Ben,bu notları yazmak için otelde kaldım. 28 Ağostos 1968 Sabah otelden ayrıldık.Basel’e gidecektik.Gölün çevresini dolanarak-uzun yoldan-Zürih’e indik.Göl kıyısında çok güzel park alanları vardı.İki kez otomobili durdurup gölün görünümünü izledik ve resim çektik.İsviçreliler-diğer İsviçre kentleri de böyle olmalıydı herhalde-şanslı kişilerdi.Cennette yaşıyorlardı sanki. Yola koyulmadan önce kart yazmak ve bir şeyler içmek için bir kafeye oturduk.İsviçre’deki kafeler,Fransa’daki kafeler gibiydi.Her türden içki ve yiyecek servisi vardı. Sonra;Orhan bir öneride bulundu.Birisi gidip otomobili alıp gelsindi.Turgut’u yolladık.Yollamaz olaymışız! Turgut,bir süre sonra,bulunduğumuz yerdeki caddeden hızla geçip gitti.Biraz sonra,gelip bizleri bulacağını düşündük,ama nerde?! Üç saat bekledik,ortalıkta yoktu Turgut.Endişelenmeğe başladık.Önce,Orhan ile Cengiz gidip Turgut’u aradılar.Park edebileceği her yere-daha önceden bildiği yerler-bakmışlar.Turgut yok,araç da yok. Sonra ben aradım;Cengiz ile Orhan beni beklerken.Bulamadım ve kaygılandığımız için,polise başvurdum. Alman bölgesindeydik ve polis Fransızca bilmiyordu.Fransızca bilen otomobilli bir kadının aracılığıyla derdimi anlattım.Bana,Turgut’tan ayrıldığımız yerdeki olayları izleyen polis merkezinin yerini tarif ettiler,ben orayı bilmiyor ve tarifi anlamıyordum.Kadın beni aracına aldı ve laflayarak oraya dek gittik. Polis merkezinde,dökülen Fransızcası olan bir Alman kökenli polise derdimi anlattım.”Tant pis-ne yazık” yanıtını ve sokaklarda arama önerisini aldım. Akşam çökmeğe başlamıştı.Bir kez daha,Turgut’u birlikte aramağa karar verdik ve göl kıyısındaki ilk gece otomobili park ettiğimiz yere doğru yürümeğe başladık.Bu arada,yolumuz üzerindeki tüm araç park yerlerini gözden geçiriyorduk.Benim vosvosu arıyor ve bulamıyorduk. Bir kez daha polise başvurduk.Kentet,iki otomobil kazası olduğunu ve otomobillerin hiç birinin Fransız plakalı olmadığını öğrenip rahatladık. Turgut’u bulduk sonunda.Perişan bir durumdaydı.Morali çok bozulmuştu.Bir kez daha otomobil kullanmamağa-gezi bitene dek-yemin ediyordu. Gece ve yağmur altında yola koyulup,virajlı dağ yollarını-üstelik dardılar-kazasız belasız aşarak Basel’e gece saat 10.00 da geldik., Otele indik ve temizlenip giysi değiştirerek bir “Pub”a gittik.Sonra,bir bara oturduk.Sarhoş bir İsviçreli ile aynı masayı paylaşıyorduk.Adam,Almanlara,Fransızlara ve İsviçre birleşik kantonlarına verip veriştiriyordu. İtalyan kökenli olan bu İsviçreli,fazla mutluluktan kafayı yemiş olmalıydı.Kendi kantonunu konfederasyondan ayırıp ayrı bir devlet kurmak istiyormuş.Böylelerini dayak paklar derler,biz de öyle yapacaktık neredeyse.Adamlara,refah,rahat ve huzur batıyordu birader! Ben,Basel’de bir gün daha kalmak istiyordum.Diğerleri,biran önce Paris’e gitmemizi önerdiler.Demokrasi dedik ve öğleden sonra yola çıkmağa karar verdik. O zamana dek kenti dolaştık.Yeni aldığımız fotoğraf makinesini de burada,bir kilisenin bahçesindeki bankta unutmuştuk.İsviçre’de hırsızlık olmaz,paranı düşür git aynı yerde bulursun gibi öyküler anlatılırdı.Biz de kilise bahçesine gittik ama,bizim fotoğraf makinesi çoktan yürütülmüştü.”Garanti bir Türk işçisi almıştır.İsviçreliler hiç alır mı!”diye dalga geçtik. Böylece,geziden tek kare fotoğraf bile olmadan dönecektik. Basel’de iken “İnterlaken” adlı turistik bir tura da katıldık.Trenle,sayısız gölün ve dağların arasından geçtik.En son bir göle geldik.Gölün arkasındaki dağlar,Ağostos ayında olmamıza karşın,karlarla kaplıydı. Çok güzel bir gezi olmuştu.Yedik,içtik ve çocuklar gibi eğlendik. Yola koyulduk ve yolda bir benzin istasyonunda mola verdik.Kafesi de vardı,birer çay içtik. Servis yapan garson,genç bir oğlandı.Kadınsı davranışları vardı.Turgut,kötü düşündü çocuk hakkında! Homoseksüel,bize bir paket sigara armağan etti.-Sigara almak istemiştik,istasyonda yoktu-On beş gün daha tatil yapacakmış,Paris’e gelmek istiyordu.Bu yakınlığı,onun için gösterdiğini düşündük.Nitekim,Paris’e gelince beni aramak istediğini söyledi.Adres ve telefon numaramı istedi.Turgut “Ver Uçar ver len” dedi,ama ben vermedim. Cengiz,bana takılıyordu oğlanla ilgilenmem için.Bu arada,bu yeri de haritada işaretlemeyi unutmuyordu! Güney otorutuyla saat 11.30 da Paris’teydik.0.30 da da yataklarımızdaydık.Turgut Cengiz’de,Orhan da bende kaldı. Geziye noktayı koymuştuk.Çok eğlenmiş,üzülmüş, biri birimizi gerçek yaşamdaki yönlerimizle görmüş ve bu geziden bütün tartışmalara,anlaşmazlıklara karşın kazançlı çıkmıştık. Üstelik,çektiğimiz kura sonucu;tüm kamping malzemeleri de bana çıkmıştı.Ben,iki kat kazançlı çıkmıştım!