Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 1
Transkript
Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 1
Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 1 Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 2 Arslan Mengüç 1944 yılında Đstanbul’da dünyaya geldi. Heybeliada Deniz Lisesi’ne gitti. 1966’da Đsveç’e göç etti ve 1971’de Stockholm Üniversitesi’ne bağlı Belgesel Film Okulu’nu bitirdi. Aynı zamanda profesyonel basın fotoğrafçısı ve gazeteci olarak çalıştı. Đsveç Devlet Merkez Radyosu’nda aralıksız 13 yıl program yapımcısı ve sunucusu olarak görev aldı. 1990’da Bir Avuç Vatan, ardından da Denktaş: Denk Taş adında Kıbrıs üzerine iki belgesel yaptı. 1992’de Türkiye’ye döndü. Kanal 6, Kanal E ve Radyo E gibi medya kurumlarında çeşitli görevlerde bulundu. 1997’de Kıbrıs’a yerleşen yazar Doğu Akdeniz Üniversitesi ve Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi’nde radyo ve televizyon dersleri vermeye başladı. 1997-2004 yılları arasında Kıbrıs Genç TV ve Kanal T’nin koordinatörlüğünü yaptı ve ülke gündemini tartışan “Arslan Mengüç ve Konukları” programını hafta içi her gün yayınladı. Mengüç, KKTC gazetelerinden Hürriyet Kıbrıs Ve Kıbrıslı’da yayınlanan Kum Saati adlı yazılarını şimdilerde Vatan gazetesindeki köşesinde sürdürüyor. Yayınlanan Çalışmaları: Turkiet, 1973 Đsveç (denene, araştırma) Đlk Gelenler, 1992 Đsveç (radyo röportajları) Kum Saati, 2000 KKTC (gazete yazıları) Turgut Atalay, 2001 Đstanbul (biyografi, araştırma) Göstersene, 2002 Đstanbul (öyküler) Muzaffer Akyol, 2002 Đstanbul (biyografi, araştırma) Turgut Atalay, genişletilmiş 2. Baskı 2004 Đstanbul (biyografi, araştırma) Anılarda Erenköy, 2005 Đstanbul (belgesel, anı) Radyoculuk, 2005 Ankara (üniversite ders kitabı) Anılarda Erenköy, genişletilmiş 2. Baskı 2006 Ankara (belgesel, anı) Çekirge, 2006 Đstanbul (roman) Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 3 ÇEKĐRGE Türk-Ermeni-Asala ilişkilerini genç kuşaklara tanıtmak amacıyla yazılmış ve büyük ölçüde belgelere dayanan polisiye roman. Bu romana, ister bir polisiye roman, isterse belgesel bir araştırma gözüyle bakabilirsiniz. Her ikisi de doğru olabilir. Ancak ne, nerede, ne kadar doğru, bu soruların sıhatli bir yanıtını bulmak güç. Yazar, bir polisiye roman çerçevesinde Türk Ermeni ilişkilerini tarihin süzgeçinden geçirerek kısmen irdeliyor. Çekirge’de gerçek olaylar, hayâli kahramalarla, gerçek kahramanlar da hayâli olaylarla harmanlanmış. Romanın temelini oluşturan olaylar ise zinciri Đsveç’te “ayakkabıcılar çetesi” davasının mahkeme tutanaklarından alınma. Eğer Yarbay Orhan’ın öyküsünü okurken size çağrışım yapan kişiler, adlar ve mekanlar basit bir rastlantıdan öteye değil. Çekirge’de adı geçen gerçek kişilerin anlattıkları herşey, yazarın yakıştırması; o gerçek kişilerin adları, Yarbay Orhan’ı daha iyi sevesiniz diye, engin hoşgörülerine sığınarak olaylara karıştırılmış. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 4 ÇEKĐRGE için NE DEDĐLER? Kitabın adı çekirge. Đlk sayfasına bak, sonu gelir diyeceğimiz türden sarıcı, kaplayıcı bir roman. Polisiye diye okusan da hoş, belgesel diye okusan da. Đddia ediyorum, bu romanı dizi film yapmak isteyecek çoook yapımcı çıkacak. Eline sağlık Arslan Abi. Yakışmış valla… Savaş Ay Posta Gazetesi, 1 Kasım 2006 *** Arslan Mengüç uzun yıllar Đsveç te yaşadı. Bu demokrasi beşiği (!) ülkede özellikle Türkiye üzerinde oynanan oyunlara tanıklık etti. Çekirge de tanıklık ettiği bir Asala katliamından yola çıkılarak yazıldı. Çekirge bir roman; roman ama aynı zamanda bir belgesel. Okurken "mozaik taşlarını" yerlerine koyduğunuzda bunu daha iyi anlayacaksınız. Mesut Günsev Kanal T Mesut Günsev’in Konukları, KKTC, 9 Kasım 2006 *** …Eline aldığınızda, ilk sayfasından son sayfasına dek soluk soluğa okunan entrika, ırkçılık, milliyetçilik, kan ve ölümle örülü, çağımızın acı gerçeklerine ilişkin sarsıcı bir serüven çıktı ortaya. Yazar dostum, romanın temelini oluşturan olaylar zincirini Đsveç’teki “Ayakabıcılar Çetesi” davasının mahkeme tutanaklarını aldığını belirtiyor. O ibret verici davanın mahiyetini anlamak için kitabı okumalısınız… … ÇEKĐRGE’nin bir gün sinema ya da televizyona uyarlandığına da tanık olabiliriz. Bakalım karizmatik kahraman Yarbay Orhan’ı canlandırmak hangi aktöre nasip olacak… Ahmet Tolgay Kıbrıs Gazetesi, KKTC, 16 Şubat 2007 *** Romanda Türk-Ermeni meselesinin tüm gerçekleri, harika oturtulmuş bir kurgu ile gözler önüne seriliyor… Çekirge’nin, zengin içeriği ile artık bir baş ucu kitabım olduğunu belirtmeliyim. Cem Kar Vatan Gazetesi, KKTC, 19 Ocak 2007 *** Mengüç “Çekirge” adlı romanıyla hem Türk-Ermeni-Asala ilişkilerinin özel çalışma ve araştırma gerektiren”tarihi” olaylarını ortaya çıkarıyor hem de “polisiye” oluşuna damgasını vuracak o sözünü ettiğim “hayal gücünü koruyor… “Çekirge” okudukça öğreten, tat veren bir roman. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 5 Eşref Çetinel Halkın Sesi Gazetesi, KKTC, 4 Şubat 2007 *** Başkonsolosumuz Mehmet Baydar ve Konsolosumuz Bahadır Demir’i pek az kişi hatırlayabilecektir. Bu iki diplomat, geçtiğimiz yüzyılın son çeyreğinde yaşanan en büyük terör hareketlerinden birinin ilk kurbanlarıdır. 1984 yılına kadar devam eden ve Türkiye de dahil olmak üzere dünyanın her yerinde, aralarında; Diplomatlar, güvenlik görevlileri ve işadamlarının bulunduğu çok sayıdaki günahsız Türk insanını katleden saldırıların altında, fanatik bir grup Ermeni’nin kurduğu ASALA imzası bulunmaktadır. Gazeteci – Yazar Arslan Mengüç ‘Çekirge’ adlı romanında, bu kanlı örgütün anatomisini ve çökertilişini, bir belgesel titizliğiyle büyüteç altına alıyor. Günümüze kadar uzanan karanlık oyunların ipuçlarını geçmişle ilişkilendiren bir tarih, tek solukta okunabilecek bir roman çalışması... Fikri Nazif Ayyıldız Gazeteci – Yazar çekirge.bir.asala.romanı KĐTABI ĐSTEME ADRESLERĐ: www.simurg.com.tr ve/veya www.netkitap.com Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 6 ÖNSÖZ Dünyanın her ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de ülkenin yüce çıkarlarını savunmakla görevli insanlar yaşar. Yıllar boyu bir öcü, hatta halkının düşmanıymış gibi gösterilmek istenen bu adsız insanların mücadelelerinin, bugüne dek romanlara pek konu olmamasından yazar, yayınevi sahibi ve okuyucu olarak hepimiz sorumluyuz gibime geliyor. Hemen her gün televizyonlarda polisiye filmlerini izleriz. CIA’sından KGB’sine, 007’si ile ünlü M I5’inden, Mossad’ına kadar çeşitli gizli örgüt elemanlarının öykülerinin filmlere alındığı, romanlarının yayınlandığı günümüzde, neden yeterince Türk roman kahramanı çıkmaz? Bilmem hiç üzerinde durdunuz mu? Elinizdeki romana, ister bir polisiye roman, isterse belgesel bir araştırma gözüyle bakabilirsiniz. Her ikisi de doğru olabilir. Ancak ne, nerede, ne kadar doğru, bu soruların sıhatli bir yanıtını bulmak güç. Onu ben de tam olarak bilmiyorum. Aslında amacım, o sorulara bir yanıt aramak değil! Bir polisiye roman çerçevesinde Türk Ermeni ilişkilerini tarihin süzgeçinden geçirekek kısmen irdelemek istedim. Çekirge’de gerçek olayları, hayali kahramalarla, gerçek kahramanları da hayali olaylarla harmanladım. Ancak romanın temelini oluşturan olaylar zincirini Đsveç’te mahkeme tutanaklarından aldım. Onu günlük gazete haberleri arasına sıkışmış satırları ve satırlar arasındaki okunmayan yazıları bir araya getirdim; kolay okunur hale getirmeye çalıştım. Hepsi o! Eğer Yarbay Orhan’ın öyküsünü okurken size çağrışım yapan kişiler, adlar ve mekanlar bulursanız, inanmayın. Bütün bunlar basit bir rastlantıdan öteye geçmez. Çekirge’de adı geçen gerçek kişilerin anlattıkları herşey, benim yakıştırmam. O gerçek kişilerin adlarını, Yarbay Orhan’ı daha iyi sevesiniz diye, engin hoşgörülerine sığınarak olaylara karıştırdım. Eğer yanlışlık yaptımsa af ola! Arslan Mengüç, Stockholm 23 Mart 1992 Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 7 ÇEKĐRGE Bir Asala Romanı 1 Danimarka Demiryollarına ait M/S Betula feribotunun pervaneleri dönmeye başladığında, sırtından sanki tonlarca yük kalkmıştı. Feribot onları, tam yirmi iki dakika sonra, Đsveç topraklarına ulaştıracaktı. Danimarka ile Đsveç’i birbirinden ayıran Öresund Boğazı çırpıntılıydı. Hele bir Helsingborg’a gelebilseler, ne iyi olacaktı! Helsingborg’u, önceki gün Danimarka’ya gelirken görmüştü. Temiz, sakin bir yerdi. Önemli bir ticaret kentiydi. Đsveç ışıklar içindeydi; sanki bir kurtuluş kapısı, umut kaynağıydı. Şimdi kendisine hiç ulaşılamayacakmış gibi uzak geliyordu! Oysa Helsingborg, şöyle elle yakalanabilecek kadar yakındaydı. Göğsü giderek daralıyor, kesik kesik soluk alıyordu. Son anda gümrükte bir aksilik çıkarsa, ne yapar, nereye kaçabilirdi? Ardında koca bir deniz vardı. Bir an için, her şeyi unutmak, hiçbir şeyi düşünmemek istedi. Arabanın kapısını açıp dışarı çıkmalı, ciğerlerini Kuzey Denizi’nden gelip Atlas Okyanusu’na karışan deniz havasıyla doldurmalıydı. ”Otur, oturduğun yerde! Deli misin?” Bundan üç yıl önce Beyrut’ta biri, kendisine böyle bağıracak olsa, o anda üzerine atlardı. Ama delikanlılık çağının o delişmen ruhunu Lübnan’da bırakmıştı. On bir ay altı gün sürmüştü askeri eğitimi. Derslerine hiçbir zaman Amuriye’de gerilla eğitimi görürken yaptığı gibi ilgi ve merakla çalışmamıştı. Zaten okuldaki derslerinde de böyle, kalaşnikofu söküp taktığı kadar başarılı olsaydı, çoktan Beyrut’taki Amerikan Üniversitesi’ne giden kravatlı genç beylerden biri olurdu. Haçator Çuhacıyan, otuzunu biraz aşkındı. Her Ermeni gibi o da esmerdi; saçları kısa kesilmişti, orta boylu ve atletik yapılıydı. Amuriye Ermeni Kampı’nda gerilla eğitimi gören, kırk altı Ermenistan’ın Kurtuluşu için Gizli Ermeni Ordusu askerinden biriydi. ASALA içinde silahlı eğitimden geçen ilk guruptandı. Aslında kırk sekiz kişi olacaklardı; ama daha ilk hafta, bir kaza olmuştu. Bir el bombası Aleksan’ın elinde patlamıştı. Ecel, Beyrut’tan mahalle arkadaşı, Bedros’u da beraberinde götürmüştü. Ama, o şimdi Đsveç’te, daha doğrusu, Đsveç’e giden bir feribottaydı. Amuriye’de akan bunca ter boşa gitmemiş, verilen ilk görevi hakkıyla yerine getirmişti! Kendinden gurur duyuyordu. ”Boşu boşuna kendini afişleme! Ya biri görürse?” Ne diyeceğini bilmiyordu. Avedis belki de haklıydı. Ne de olsa kumandanıydı. Yıllardır Đskandinavya’da yaşıyordu. Üstelik hem Danimarka vatandaşı, hem de mihmandarıydı. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 8 Çekinerek direksiyonda oturan yol arkadaşına baktı; sonra derin bir soluk aldı. Đstemeye istemeye kapıyı kapadı. Avedis yol arkadaşını sakinleştirmek gereğini duydu: ”Hele hayırlısıyla Helsingborg’a gelelim!” ”Gümrükte ararlar mı bizi?” ”Sanmıyorum. Giderken aradılar mı ki, dönerken arasınlar? Yalnız sen uyumaya çalış ve hiç konuşma!” Avedis Deragopyan’ın vişne çürüğü rengi Volvo 245 modeli steyşını yeşil zemin üzerine “Nothing to Declear” -”Gümrüklenecek şey yok”- yazılı levhanın olduğu gümrük kapısına doğru yöneldi. Đsveçli polis, Danimarka plakalı arabaya eliyle geç işareti yapıyordu. Zaten gümrük beyanında bulunacak herhangi bir eşyaları da yoktu. Đskandinav ülkeleri arasında yıllardır gümrük birliği vardı. O nedenle Đskandinavlar gümrüklerde aranmazdı. Haçator Çuhacıyan, Helsingborg’u arkalarında bırakıp, E 4 karayoluna çıktıklarında Danimarka’yı terk etmenin verdiği rahatlığı doya doya tatmak istercesine pencereyi açtı. Artık Öresund Boğazı’nı geçmiş, Đsveç’e gelmiş, kurtulmuşlardı. Ermenice: ”Getze!”, ”Yaşasın!” diye bağırdı. Avedis, yanındakine dönerek: ”Sabah saat ondan önce Stockholm’e varırız!” dedi. Haçator kendine söyleneni duymadı. O, görevini yapmış bir insanın huzuruyla çoktan uykuya dalmıştı. Günlerden 4 Nisan 1981 Cumartesiydi. Saat 03.26’yı gösteriyordu. Kopenhag’ın en büyük hastanesi Rikshospital’da cerrahlar Cavit Demir’in vücudundan henüz bir kurşun çıkartabilmişlerdi. 2 ”Gel Hiram, gel!” dediğinde, kendini sanki zorla uykudan uyandırılırmış gibi yorgun, bitkin hissediyordu. Bütün gece gözüne uyku girmemiş, karmaşık duygular, anılar ve hayaller arasında yarı uykuda, yarı dalgın sabahı zor etmişti. Ne de olsa, Türk göreneklerine göre her şeyi hep büyüklerin bildiğinin bilincindeydi. Artık karar verme sırası kendisine gelmişti. Çalışma odasının balkon kapısından Ankara’ya baktı. Đleride, soldaki cadde, Botanik Bahçesi’nin önünden aşağılara, Kavaklıdere’ye doğru uzanan, Cinnah’ idi. Kalorifer dumanlarının arasından yükselen bina ise, Đş Bankası’nın yeni gökdeleniydi. Solda, Anıttepe ve Anıtkabir, tam karşısında Kocatepe Camii ve sisler arasından gözüken de Ankara Kalesi idi. Sıhhıye’nin üzerinde kalın bir bulut tabakası vardı. Sabah yanan kaloriferlerden çıkan dumanların oluşturduğu bir bulut! Ankaralıları yavaş yavaş zehirliyordu. Aşağıda, Başkent Ankara uyanıyordu!.. Milli Đstihbarat Teşkilatı, MĐT Müsteşar Yardımcısı Hiram Abas: ”Günaydın Sayın Devlet başkanım.” diye, çekinerek söze başladı. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 9 ”Beş dakika önce Kopenhag’daki büyükelçimizle görüştüm. Cavit Bey’in sağlık durumu kritikmiş. Ameliyata alınalı yedi saat olmuş. Ancak daha kurşunların hepsi çıkartılamamış!” Hiram Abas, Devlet Başkanı’nı hiçbir zaman bu kadar dalgın, bu kadar üzüntülü görmemişti. Dünkü suikast, herhalde Evren Paşa için bardağı taşıran son damla olmuştu. Türk diplomatlarına karşı girişilen bu Ermeni saldırıları dünya kamuoyunda Ermenilerin ”Haklı” olduğu kanısını yaygınlaştırıyor; nedense dost ülkelerden ses, soluk çıkmıyordu. ”Anlat bakalım, nasıl olmuş?” ”Efendim, bizim Kopenhag’daki Büyükelçiliğimiz, şehrin dışında, diplomat mahallesinde, oldukça korunmalı bir yer. Tramvay yolundan biraz içerde. O nedenle mahalleye yabancıların gizlice girmesi imkansız. Büyükelçinin ikametgâhı da elçiliğe yakın bir başka bina. O nedenle Çalışma Ataşemizi seçtikleri sanılıyor.” Devlet Başkanı Kenan Evren nefretle dişlerini gıcırdattı. ”Evet, artık sefirlerimize pek dokunamayınca daha alttakileri hedefliyorlar!” Hiram Abas devam etti: ”Ancak, bizim Büyükelçiliğe karşı gene de bir tehdit varmış! Hatta bizimkiler gelin, bakın; çevremizde bazı şüpheli şahıslar var, diye Danimarkalıları uyarmış! Bunun üzerine dün Danimarka Sivil Güvenlik Servisi, DSGS, ne olur ne olmaz diye Cavit Demir’in Fiat arabasını didik didik aramış; ama bomba falan bulamamışlar!” Hiram Abas, MĐT’in sivil kanadındandı. Teşkilâta yıllarca emek vermiş, gözü pek, atılgan bir insandı. Köşk’e raporları kendisi sunardı. Devlet Başkanı, her türlü istihbaratın tek elde toplanmasını ve Çankaya’ya ulaşmasını istiyordu. Bunun için Çankaya’da bir irtibat bürosu kurmayı düşünüyordu. Hazırlıklar henüz bitmemişti. O nedenle, MĐT, Genelkurmay, Đç ve Dışişleri Bakanlıkları’ndan gelen bilgileri, şimdilik Hiram Abas topluyordu. Devletin çeşitli haber alma kaynakları arasında bağlantıyı sağlıyor, gelen istihbaratı Evren Paşa için o değerlendiriyordu. Kopenhag’daki Türkiye Büyükelçiliği’nden gelen telgrafı Devlet Başkanı Kenan Evren’e uzattı. Açık Telgraf Dış Đşleri Bakanlığı ANKARA 1. Büyükelçiliğimizde çalışan Müşavir Cavit Demir, bu akşam mahalli saatle 22.45 de 3 kurşunla vurulmuştur. 2. Demir, olaydan çok kısa bir zaman sonra ameliyata alınmıştır. 3. Olayı şu ana kadar hiçbir örgüt üstlenmemiştir. 4. Olayla ilgili gelişmeler ayrıca bildirilecektir. Saygılarımla arz edilir. Türemen Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 10 Evren’in elindeki telgraf yeterli değildi. Hiram Abas, o nedenle Devlet Başkanı’na son gelişmeleri aktarmak istedi. Biraz önce yaptığı telefon konuşmasında Büyükelçi Behçet Türemen, Cavit Demir’in hâlâ ameliyathanede olduğunu söylemişti. ”Cavit Bey dün gece geç saatlere kadar mesai yapmış. Gece yarısına doğru evine gelirken, sokak kapısında, asansörün önünde, büyük kalibreli bir tabanca ile üç-dört el ateş etmişler. Üç isabet almış. Kurşunlardan biri boynuna, biri böbreğine, biri de karaciğerine girmiş!” diye, özetledikten sonra sözü bağladı. ”Allah’tan ümit kesilmez!” ”Tabii kesilmez, Hiram Bey! Hiç kesilir mi? Ama, akan bizim kanımız, yanan bizim yüreğimiz oluyor!” Evren Paşa, bu 4 Nisan Cumartesi sabahı, Türkiye’ye karşı sıkılan Ermeni kurşunları karşısında bir şey yapamamanın ezikliğini hissediyor, üniformasının içinde adeta kayboluyordu. Gözleri, yıllardır bitemeyen Kocatepe Camii’nin sabah güneşiyle parıldayan alemine takıldı. Onlara Harbiye’de, üniformalı düşmanla savaşmayı öğretmişlerdi. Keşif kolları, öncüsü, artçısı, ikmal yolları, lojistik desteği, sahra toplarıyla yapılan geleneksel bir savaşın eğitimini görmüştü. Düşman top ateşi ile yumuşatılacak; piyade, son darbeyi vuracak, mahmuzlayacaktı! Harp Akademisi’ndeki tabya ya da yeni adıyla strateji derslerinde hep yüksek not almıştı. Ne var ki, karşı karşıya oldukları, bir cephe savaşı değildi. Nasıl bir strateji uygulamaları gerektiğini kestiremiyordu. Düşman üniformasız, Türkiye’nin ulaşamayacağı yabancı ülkelerdeydi. Üstelik Türkiye’ye düşmanlık besleyen ülkelerin de desteğini alıyordu. Ne yapabilirdi? Neler yapmalıydı? ”Allah’ım, Cavit’i hiç olmazsa ailesine bağışla!” dedi, kendi kendine. Sonra ellerini hafifçe yukarı uzatıp bir dua mırıldanmaya başladı. Kendini ne zaman yalnız, güçsüz hissetse, o duayı okur; Allah’ına sığınırdı. Kenan Evren, ne de olsa inançlı bir halk çocuğu, bir imamın oğluydu. 3 Kristina Söder, kendini yıllardan beri bu kadar kuş gibi hafif ve mutlu hissetmemişti. Aylardır bir sabah uykusuna doyamamıştı. Yattığı yerde biraz gerindi. Gözlerini sıkıca kapayarak, daldığı uykudan uyanmamaya çalıştı. Ama başaramadı. Đçinde bulunduğu o inanılması güç gelişmeleri gözlerinin önüne getirdi. Her gün saat altıya on kala uyanıyor, evinin biraz ilersindeki, çocuk yuvasında çalışıyordu. Yaptığı, maaşı düşük, insana pek çalışma zevki vermeyen, tekdüze bir işti. Bir çocuk yuvasında, başkalarının çocuğuna bakıyordu. Đyi ki, geçen ay iş arkadaşı Eva’nın aklına uyup Gondolen’e gitmişti! Gondolen deniz kıyısındaydı. Đlginç bir yerdi. Oraya ulaşmak için önce asansörle, yerden otuz-kırk metre yükseklikteki köprüye çıkılırdı. Đşte Gondolen, o köprünün altındaki Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 11 asma kattaki ince uzun bir lokaldi. O nedenle gondola benzetilen müzikli lokantanın manzarasına diyecek yoktu. Bütün Stockholm ayaklar altındaydı. Aslında, Restaurant Gondolen’in, Venedik’deki gondolları anımsatan romantik yanı yoktu. Ama gene de hoş bir tarafı vardı! Çünkü dans etmeye daha çok Akdenizli erkekler geliyordu. Kuzeyli sarışınların etrafında pervaneler gibi dönüyorlardı! Eğer nişanlısı Patrik ile araları bozulup, köyünü terk etmemiş olsaydı, buralara hayatta gelemeyecekti! Norrbotten’de doğmuştu. Güneydeki Đsveçliler, o doğduğu bölgeye ”Kuzey’in dibi!” derdi. Pajala, Kutup Dairesi’nin altmış kilometre kuzeyinde küçük bir kasabaydı. Suyu, havası güzeldi. Erkekleri ormanda, kadınları ise kasabanın tek büyük işvereni olan belediyede çalışırdı! Sonunda kendisi de ya belediye hastanesinde ya da huzur evindeki bir işte çalışıp, çoluk çocuğa karışacaktı. Kasabalarında topu topu üç bin kişi yaşıyordu. Kristina Söder omuzlarından aşağıya doğru dökülen düz sarı saçları, orta boyu ve balık etiyle Orta Doğulu erkeklerin başını döndürecek güzellikteydi. Ne var ki, Pajala’daki diğer kadınlar da kendisi kadar çekiciydi. Onlardan tek farkı annesi ve anneannesi gibi her günü bir diğerine benzeyen silik bir yaşam sürdürmek istemeyişiydi. Bilmediği yemekleri tatmak, görmediği ülkeleri gezmeyi düşlüyordu. Geçen yaz Stockholm’e taşındığında henüz yirmi dört yaşındaydı. Yanında tatlı bir horultuyla uyuyan erkeğe, erkeğine sevgiyle sokuldu. Saçlarının ne kadar dalgalı ve kara olduğuna gıpta ile baktı. Kömür karasıydı. Onu ilk kez Gondolen’in barında, arkadan görmüştü. Daracık pantolonun içinde küçük, sık etli kalçasını fark edince nasıl da heyecanlandığını anımsadı. Oldum olası, kadınsı, hantal kalçalı erkeklerden hoşlanmazdı. Benliğini belli belirsiz bir utangaçlık duygusu sardı. Kolunu arzuyla yanındaki erkeğe uzattı; onun kıllı sırtını usulca sıvazlamaya başladı. Derken büyük bir gürültü ile hayal dünyasından uyardı. Koca memeli, şişman, anaçça bir kadının, elinde kahvaltı tepsisi otel odasından içeri girişini hayretle izledi. Hizmetçi kadın, kapıyı doğru dürüst vurmamış, hatta içeriden gelecek bir yanıtı bile beklememişti. Elindeki tepsiyi masanın üzerine koyup, pencereleri örten kalın kadife perdeleri açtı. ”Bonjour Madame! Bonjour Monsieur!” Açılan balkon penceresinden içeri önce, gözleri kamaştıran, yoğun bir aydınlık, ardından da sıcak bir hava girdi. Sanki bir el, dışarıdaki gizli fırının kapağını açmıştı! Kristina, sıcak bir Akdeniz havasının kendini kucakladığını hissetti. Her şey ona inanılmaz bir düş gibi geldi; yaşamak güzeldi! Sabah kahvaltısını, çocukluğundaki doğum günleri dışında, yatakta hiç yapmamıştı. Kristina, artık uykusundan uyanıp, kendisini gülümseyerek üzerine çeken sevgilisi Artin’in kolları arasındaydı. Bir çocuk gibi sevindi; mutluydu. Bu 4 Nisan sabahı o kendine has uğultusuyla, şarkın Paris’i Beyrut’ta, sevgilisi Artin’in memleketindeydi! Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 12 4 Avedis Deragopyan el frenini çektiğinde saat 10.56’yı gösteriyordu. Bütün gece araba sürmüştü; yorgundu. Hâlâ uyuyan Haçator Çuhacıyan’ı ”Haydi, kalk!” diye, dürttü. Tam beş yüz elli dört kilometre yol almıştı. Stockholm’ün girişinde, E4 karayolunun hemen kenarındaki büyük mobilya mağazası IKEA’nın tam karşısındaki, Esso Hotel’de bir şeyler yiyip, biraz dinlenmek istiyordu. Yol arkadaşını ikinci kez dürttü. ”Haçator, haydi geldik!” ”Tamam, kalkıyorum!” Haçator, aslında bütün gece doğru dürüst uyumamış, uyuyamamıştı. Dün gece Kopenhag’daki Magisternas Hus’ün -Öğretmen Evleri- içinde vurduğu Türkün haykırışı kulaklarından bir türlü çıkmamıştı! Đlk kurşunu yediğinde ”Yandım anam!” diye bağırmış, o da tetiğe ikinci kez asılırken, Türkçe ”Yan köpek!” diye, karşılık vermişti. Attığı ilk kurşunun nereye gittiğini pek kestirememişti. Ancak, hedefinin bir an dönüp kendine baktığını, sonra önüne kapandığını anımsadı. Her şey o kadar çabuk geçmişti ki! Üçüncü kurşunu sıkıp sıkmadığını bile bilmiyordu. Oysa, tüm şarjörü boşaltması gerekiyordu. Emir öyleydi! Ne var ki, tabancanın sesi benliğini titretmiş, bir an önce oradan kaçmak, uzaklaşmak istemişti. Yol boyunca hayalinden çıkmayan, düşüne giren kabus da yaşantısının dün geceki bu on saniyesiydi! Bir aralık Avedis’in mola verdiğini anımsıyor gibiydi. Sabaha karşı olsa gerekti. Ortalık aydınlanmış, hem su dökmek, hem de biraz gerinmek için arabasını yol kıyısında bir mola yerine park etmişti. Oradan ne zaman ayrıldıklarını çıkartamadı. Demek daha sonra sızmış, uyuyakalmıştı! Haçator Çuhacıyan, gözlerini zorla açtı. Nerede olduklarını kestirmek istedi. Bilmiyordu. Avedis dışarıda, kendisine ”Haydi!” anlamında işaret ediyordu. Arabadan indiğinde onun kafeteryaya girmekte olduğunu gördü. Avedis’in ilk işi kasadaki kıza nerede gazete bulabileceğini sormak oldu. Yandaki benzin istasyonundan satın alabilirdi. Ancak, kafeteryada müşterilerin okuması için sabah gazeteleri bulunduruyorlardı. Kendilerine iki fincan kahve, iki de peynirli sandviç aldı. Kasadaki kız, bozuk parayı geriye verirken gazetelerin asılı olduğu köşeyi başıyla gösterdi. Avedis Deragopyan yedi yıldan beri Danimarka’da oturuyordu. Otuz beş yaşındaydı. Son altı aydan beri de Stockholm’de yaşıyordu. Her Đskandinav ülkesi vatandaşının dilediği Đskandinav ülkelerinden birinde oturması, çalışması serbestti. O nedenle örgütü Avedis’in Stockholm’de kalmasını istiyordu. Avedis, 1980 Temmuz’unda Ermeni Kurtuluş Ordusu’na girmişti. Örgütün Đskandinavya sorumlusuydu. Đsveççeyi pek rahat konuşamasa bile, Danimarkaca biliyordu. Zaten Đskandinav dilleri birbirleriyle akrabaydı; konuşması biraz zor, okuması kolaydı. Đnsan sözcüklerin anlamını rahatça çıkartıyordu! Avedis, elinde tuttuğu Dagens Nyheter gazetesinin ilk sayfasını hızla taradı. Dün geceki eylemleri manşete çıkamamıştı. Hayıflandı. Gazetenin iç sayfalarını hırsla çevirdi. Ne yazık, evdeki hesap çarşıya hiç uymamıştı! Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 13 Eylemleri için, bir ”Cuma” gününü seçmelerinin bir nedeni, gazetelerdeki ”Haber sıkıntısı” idi! Bütün Batı basınında durum aynıydı. Politikacılar, iş adamları hafta içinde çalıştığından, onlarla ilgili haberler de ister istemez aynı günlerde çıkıyordu. O nedenle, hafta içinde eylem yaptıklarında, gazetelerin sayfaları ne kadar çok olursa olsun, basında istedikleri yeri alamıyorlardı. Eylemlerinin asıl amacı, Türklerin gözünü yıldırmaktan çok, inandıkları Ermeni davasını dünya kamuoyuna duyurmaktı. Silahlı saldırıları, haberlerin az olduğu, hafta sonlarına kaydırmalarının nedeni, propagandaydı. Ne var ki dünkü ”Başarılı” eylemlerinin semeresini toplayamamışlardı. Avedis, ”Herif evine geç geldi!” dedi, kendi kendine. Eğer her zamanki gibi akşam saat sekiz ila dokuz arası gelseydi, eylemleri şimdi gazetenin birinci sayfasında olacaktı. Çalışma Ataşesi dün gece evine, saat on birden sonra gelmişti. Haçator’un moralinin bozulmaması için planladıkları eylemden vazgeçememişlerdi. O nedenle geç kalınmış, herhalde haber de o nedenle baskıya yetişmemişti! Gelecek saldırıyı daha erken saatlere planlanmalıydı. Oğlan sağlam, taş gibiydi! Gözü kara ve hırslıydı. Ondan daha başka eylemlerde de yararlanacaklardı. Avedis sonucu, olayın yankılarını merak ediyordu. Kalktı, kasaya doğru ilerledi. Dükkana telefon edecek, Kirkor Vartaban’ı arayacaktı. Kirkor, Amerika’ya göç ederken Stockholm’ün biraz kuzeyindeki bir ayakkabıcı dükkanını kendisine devretmişti. Ama o da bugünlerde Đsveç’te, Stockholm’deydi. 5 Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri Orgeneral Haydar Saltık önündeki dosyalara baktı. Türk diplomatlarına karşı düzenlenen çeşitli saldırılar son aylarda giderek artmıştı. Bu durumun dost ülkelerin desteği ile önlenebileceği düşüncesi gerçekçi değildi. Türkiye’nin zaman kaybetmesine neden olmuş, çok sayıda insanını yitirmişti. Dolayısıyla kendisine yönelik terörü yok etmeye kesin karar vermesi gerekiyordu. Türkiye politikasını Avrupa’ya göre değil, içinde bulunduğu gerçeğe göre saptamalıydı. Toplantı odasındaki arkadaşlarını süzdü. Sonra, gözlüğünü çıkartıp konuşmasını “Sayın Komutanlarım“ diye sürdürdü: “Sanki bir el düğmeye basıyor. 12 Eylül’den önce yurdu saran silahlı saldırıların yerini, şimdi yurtdışındaki temsilciliklerimize karşı girişilen menfur suikastlar izliyor. Son aylarda, vurulan Türk diplomatlarının sayısı üçü buldu.” Geçen ay, 3 Martta, Paris’teki Tanıtma Bürosu’na saldırmışlardı. Dünkü suikastın en dikkati çeken yönü, ilk kez bir Đskandinav ülkesinin seçilmesiydi. Ermeniler daha düne kadar kendilerine sıcak bakan ülkelerde eylem yapıyorlardı. Basın, radyo ve televizyonlar, işlenen her cinayetin ardından, tarihte nasıl ezildiklerini uzun uzadıya anlatıyor, 1915’deki Ermeni Tehcir’inden söz ediyorlardı. Yapılan bu saldırılarla, sözde “Bundan yetmiş yıl önceki Ermeni Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 14 soykırımının” intikamının alındığını belirtiyorlardı. Yabancı basına göre, Ermeniler de Ortadoğu’daki Filistinliler gibi kendi ülkelerinden sürülmüştü. Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Kenan Evren, Genel Sekreter’in sözünü kesti: ”Peki ama, neden taktik değiştirmek ihtiyacını hissetmişler? Dış güçlerin ASALA’ya verdiği desteği azaltmaları söz konusu olabilir mi?” ”MĐT Müsteşarlığı’ndan ve hariciyeden, özellikle haber alma ve enformasyon dairesi ĐEDA’dan elimize ulaşan bilgiler böyle bir gelişmenin olduğunu doğrulamıyor, Sayın Komutanım” diye yanıt verdi Haydar Saltık. ”O halde neye güveniyorlar?” Orgeneral Saltık, kısaca toparladı: ”Son zamanlarda Türk, Kürt, Ermeni teşkilatlarıyla, Kıbrıs Rum kesiminin, Atina’daki KYP gizli servisinin, hatta El Fetih’in sıkı temasları var. Bu bilinen odaklar 12 Eylül harekatının hemen ardından, Almanya’nın Köln kentinde bir araya gelip, Türkiye’ye karşı ortak mücadele yapacaklarını açıkladılar.” MGK Genel Sekreteri Haydar Saltık’a göre, 12 Eylül harekatı Ermeni çetelerinin, yurt dışındaki eylemleri için gerekli siyasi ortamı yaratmıştı. Askeri rejimin balyozunu yiyenler yurt dışına kaçıyordu. Düne kadar birbirlerine kurşun sıkanlar şimdi Türkiye’deki askeri otoriteye karşı birleşmişti. Hatta ASALA’nın, başka memleketlerde de, lojistik desteğe kavuştuğu söylenebilirdi. Danimarka’daki dünkü suikast bunun en açık örneğiydi. Evren, uzun ceviz masanın çevresinde oturan silah arkadaşlarına, Kuvvet Komutanlarına baktı. Saltık Paşa tam karşısında, Kara Kuvvetleri Komutanı Nurettin Ersin ise hemen yanında, sağındaki koltukta oturuyordu. Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya’nın yanındaki koltukta da Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun vardı. Solunda oturan Deniz Kuvvetleri Komutanı Nejat Tümer’in sırmalı kolunun havaya kaldırdığını görünce, söz isteyen arkadaşını başıyla selamlayıp, ”Buyurun Sayın Amiralim, sizi dinliyoruz,” dedi. Nejat Paşa yuvarlak yüzü, bembeyaz saçları ve babacan tavrıyla askerlerin o kendisine özgü sert tavrından uzak bir görünümü vardı. Sözün kendisine verilmesi üzerine yutkundu. Masanın çevresindeki Komutanları tek tek süzdü. Bir süre konuşmasına nereden başlayacağını tarttı. Aslında bu ”Sayın” sözünü Türkçe’ye Ecevit yerleştirmişti. Tanıdık, tanımadık herkese ”Sayın” diye hitap etmeyi sevmiyordu. Büyüklerine, üstlerine karşı elbette hürmeti, saygısı vardı. Ne var ki, bu saygıyı, sevgiyi göstermek için her dakika ”Sayın” demesi gerekmezdi! Gene de alışılmışın dışına çıkamazdı. ”Sayın Devlet Başkanım, Sayın Komutanlarım!” diye söze başladı, Deniz Kuvvetleri Komutanı Nejat Tümer. ”Türkiye son derece hassas bir dönemden geçiyor. Memleketin içinde bulunduğu bu şartları yeniden değerlendirmemiz gerekiyor. Bir tarafta Đran, mollalar! Güney’de Esat’ın Suriye’si! Batıda Yunanistan ve Mafya ile iç içe bir Bulgaristan! Doğu’da Sovyetler yetmiyormuş gibi, bir de başımıza Ermeni belâsı sarıldı. Irak’taki Kürt hareketinin bir gün Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 15 Türkiye’ye sıçraması ihtimal dahilinde! Bu nedenle bizim yepyeni bir savunma kavramı geliştirmemiz gerekiyor!” Nejat Tümer, Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu bir çırpıda özetlemişti. Nejat Amiral’in sakin, ama kararlı bir kişiliği vardı. Đstanbullu, Ada’lıydı. Bir deniz albayının oğluydu. Heybeliada’da doğup büyümüş, ilk ve orta okuldan sonra gene Heybeliada’daki Deniz Lisesi’ne girmiş; baba mesleğini seçmişti. Her Ada’lı gibi doğayı sever, konuşmaktan pek hoşlanmazdı. Ancak karacıların NATO’ya karşı duydukları aşırı duyarlılığına kızıyor, gocunuyordu. Türkiye, daha doğrusu Türk halkı Amerika keşfedilmeden çok önce de vardı! Ülke güvencesi müttefik güçlere bağımlı olmamalıydı. Kıbrıs yüzünden uygulanan askeri ambargo onlara ders olmalı, Türkiye yeni bir savunma anlayışına kavuşmalıydı. Amerika, işine gelmeyince “NATO’nun Doğu’daki Kalesi”ni unutmuştu. Sovyetlerin en büyük filosu Karadeniz’deydi. Tam üç yüz parça savaş gemisi, tabii bu arada Kiev uçak gemisi de Sivastapol’da demirliydi. Varşova Paktı üyesi, Romanya ve Bulgaristan donanmaları da işin cabası! Amerikalılar gene de bu gerçeği görmezlikten geliyordu. Amerikan yönetimi, oylarını aldığı, Amerika’daki Yunanlıları kızdırmamak için Türk Donanması’na, Đkinci Dünya Savaşı’ndan kalma hurda muhripleri bile çok görüyordu. Oysa, bundan yüz elli yıl önce, dünyanın en gelişmiş ve en büyük tonajlı savaş gemisi, Mahmudiye Kalyonu, Kasımpaşa’da, Taşkızak Tersaneleri’nde yapılmıştı. Donanma, düşmanı sınır ötesinde karşılar, sınır ötesinde vururdu! Nejat Paşa, işte bu gerçeği komutanlara anımsatmak istiyordu. ”1974 Barış Harekâtı’nda Kıbrıs’a asker yolladık. Hatta Pire Limanı’nın çıkışını ablukaya aldık. Bu harekatta birçok denizaltımız görev aldı. Eğer Yunanistan Ada’ya müdahale etmek isteseydi, gemilerini batıracaktık !” Sonra konuşmasına kısa bir ara verdi. Kader birliği yaptığı arkadaşlarına teker teker baktı: “Beni yanlış anlamayın, Sayın Komutanlarım: Büyük önder Atatürk’ün ‘Yurtta Sulh, Cihanda Sulh!’ şiarına sadık bir Türkiye olarak, ülkenin iç barışını, huzurunu bozacak melun kaynakları, bulundukları yerde kurutmamız gerekiyor!” Milli Güvenlik Kurulu’nun Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki olağan toplantı salonunda buz gibi bir hava esti. Sessizliği, Kara Kuvvetleri Komutanı Nurettin Ersin bozdu: ”Sayın Amiralim, zamanında Kıbrıs’a yolladığımız gibi, yurt dışına Özel Harp Dairesi’nden eleman mı yollamamızı öneriyorsunuz?” ”Buna mevzuat müsait değil!” diye kısa ve katı bir yanıt verdi Haydar Saltık. Üstelik Özel Harp Dairesi, Türkiye’nin bir Sovyet işgaline karşı savunması için kurulmuş; elemanları da ona göre eğitilmişti. Sonra, o her zamanki kendinden emin, sakin havasıyla: “Sayın Devlet Başkanım, bu konular çok hassas. Toplantımızın devamının zabıtsız yapılmasını arz ediyorum!” dedi. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 16 Milli Güvenlik Konseyi üyeleri; Türkiye’nin kaderini ellerinde tutan komutanlar, bu kadar ikircikli olmaya gerek var mıydı, dercesine birbirlerine baktılar. 12 Eylül’ü hazırlarken bile zabıt tutmuş, aldıkları kararları kendi elleriyle imzalamışlardı. Haydar Saltık, 12 Eylül’ün mimarı, beyniydi. O taşımıştı, harekâtın bütün sorumluluğunu. Türk Silahlı Kuvvetlerinin emir komuta zinciri içinde, Türk siyasi hayatına müdahale etmesi onun fikriydi. Haydar Paşa’nın son derecede dikkatli, aceleciliği sevmeyen, tedbirli bir yanı vardı. Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Kenan Evren, Haydar Saltık’ı çok iyi tanıyordu. “Haydar Paşa’nın bir bildiği var, herhalde!” diyerek oturuma ara verdi. 6 Komutanlar, Muhafız Alayı’nın subay mahfelinin önündeki küçük çardağın çevresine toplanmışlardı. Yaz aylarında çardağı gölgeleyen asmanın yaprakları henüz büyümemişti. Üç masa yan yana getirilip, birleştirilmişti. Yandaki masalardan birinin üzerine de, koca bir teyp konmuştu. Hoparlöründen, Emel Sayın’ın sesi yükseliyor, daha doğrusu fışkırıyordu. Evren Paşa’nın tam arkasındaki küçük masada ise bir transistorlu radyo duruyor, ondan da, Ankara Polis Radyosu’nun hemen her gün duyulan anonslarından biri yükseliyordu. ”...için acele O grubu RH pozitif kan aranıyor!… Kan vermek isteyen vatandaşların Hacettepe Hastanesine müracaatı…” Deniz Albayı Can Toker, yedi ayı aşkın bir süredir Çankaya’da, Kenan Paşa’nın yaverlerinden biriydi. Komutanları hiçbir zaman bu kadar tedirgin ve endişeli görmemişti. Üstelik Köşk’ün bu kadar uzağında, subay mahfelinde toplantı yapmalarına bir anlam veremiyordu. Koskoca komutanlar bu serince havada, sırtlarında pardösüleri, dışarıda oturuyor; kendi aralarında tartışıyorlardı. Yanlarına kimseyi yaklaştırmıyor, ancak arada bir çay istetiyorlardı. Acaba kendilerine karşı orduda bir harekât mı yapılıyordu? Türk Ordusu’ndaki binlerce subay, komutanları için her şeylerini verebilirlerdi. Yoksa, Konsey üyelerine karşı bir suikast mı düzenlenmişti? Bir ihbar mı almışlardı? Zannetmiyordu. Kim düzenleyecek, kim uygulayacaktı? Paşa’nın programının önceden bilmesi söz konusu olamazdı. Üstelik her türlü ihtimaller hesaplanıyor, ona göre önlem alınıyordu. Can Toker, Çankaya’da geçen günlerinin meslek hayatının en renkli günleri olduğunun bilincindeydi. Birden komutanlar yerlerinden kalkmasından toplantının bittiğini anladı. Tam iki saat on üç dakika sürmüştü. Nejat Paşa’nın kendisine el Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 17 etmesi üzerine kravatını düzelti. Bir teğmen çevikliği ile yanlarına koştu. Karşısına geldiğinde hazır ola geçerek: “Buyurun Komutanım!” dedi. ”Bizden Subay Atama’da kim var?” ”Şube Müdürü benim iki sınıf altımdan; Yüzler sınıfından Binbaşı Akın, Komutanım. Akın Tok!” ”Onu iyi tanır mısın?” ”Ben, Fevzi Çakmak Muhribi’nde komutanken, o da benim Đkinci Komutanımdı!” O ana dek konuşmalara kulak misafiri olan Kenan Evren duyduklarına sevinmiş bir ses tonuyla söze karıştı. ”Paşam! Bana meseleyi hallediyoruz gibime geliyor. Ne dersiniz?” ”Evvel Allah, düğümü çözeceğiz, Sayın Komutanım!” Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer, yaverine dönerek: “Onca yıldır, Bahriye’ye görevlerin daha şereflisi verilmedi. Bana Akın Binbaşı’yı bul!” Albay Can Toker “Baş üstüne!” diyerek selamını verirken sözlerini tamamladı: “Göreyim seni Albayım!” Milli Güvenlik Konseyi üyelerinin gündem dışı toplantısı sona ermişti. Biraz önceki gergin havanın yerinde yeller esiyordu. Artık Paşalar neşeliydi; kendi aralarında konuşuyor, gülüşüyorlardı. Nejat Tümer, Deniz Albay’ı Can’ın arkasından seslendi. “Öğle yemeğini orduevinde yiyeceğiz! Söyle, hazırlasınlar!” 7 Agop Agopyan o sabah sinirliydi. Doğu Beyrut’ta, Burç-Hamud Caddesi’ni dikine kesen sokaklardan birine saparken, günlerdir merakla beklediği haberi Land Rower’in radyosundan üçüncü kez dinliyordu. Beyrut Radyosu olayı pek büyütmemiş, aralarda vermişti. “Dün Danimarka Başkenti Kopenhag’da meydana gelen bir silahlı saldırı sonucu, bir Türk diplomatı ağır yaralandı. Üç kurşun yarası alan Türk Çalışma Ataşesi henüz komadan kurtulamadı! Dün Beyrut’taki Fransız Haber Ajansı, AFP’ye telefon eden meçhul bir kişi, saldırının Ermeni Kurtuluş Ordusu ASALA tarafından düzenlendiğini bildirdi. Bilindiği gibi Ermeniler…” ASALA lideri Agop Agopyan arabanın radyosunu hırsla kapadı. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 18 “Bütün dünya Türklerin bizi kestiğini biliyor. Ama gene de pezevenklerin kılı kıpırdamıyor!” diye bağırdı kendi kendine. Sonra şoförüne dönerek sertçe çıkıştı: “Ne kabiliyetsizler, ellerine tutuşturulan bir tabancayı bile kullanamıyorlar! Size ne öğretiyorlar Amuriye’de?” Nasıl olur da üç metreden üç kurşun sıkılır ve hedef yok edilemezdi? Ne yazık ki, bu beceriksiz heriflerle çalışmak zorundaydı. Hedefin üzerine ellerindeki tabancanın şarjörünü bile boşaltamamışlardı. Ne olacak diye söylenmeye başladı: “Boktan terazinin tezekten olur dirhemi!” Dedesinin bu deyişini çok sever, sık sık kullanırdı. Kelin ilacı olsa başına sürer hesabı, eğer Filistinliler bu işi iyi bilse, önce Đsrail’e karşı saldırılarında başarılı olurlardı. Kendilerine Filistinli değil, Muharabat’tan, Suriyeli bir hoca bulmalıydı. Ya da en iyisi, Ermenistan’dan bir Sovyet Spetnaz’ı getirmeleri gerekiyordu. Evet, bu eğitim işinin üstesinden gelmeliydi. Erivan kendi evlatlarına babalık yapmalıydı. Ermeni davasına vurucu güç yetiştirmeliydi. Yaşayan her tanık, örgütleri için tehlikeydi. Olacak iş değil ama, harekatı yapan ya tanınsa; o zaman ne olurdu? Ermeni Kurtuluş Ordusu’nun koca balyozu, Türklerin başında patlamalı, onları dünyanın dört bir köşesinde korku içinde bırakmalıydı. Batı Dünyası ezilen halklardan yanaydı. El Fetih, uçakları kaçırıp, çölde havaya uçurunca dehşet içinde kalmış, ama Filistinlilere hak vermişti. Yahudi lobisi güçlü, zengindi. Üstelik dünyanın her tarafında adamları, yandaşları vardı. Gereğinde kesenin ağzını da açmışlardı. Ama, bütün bunlar yetmemişti. Filistinliler, artık Avrupa’daki Sosyal demokratlardan destek alıyorlardı. Koca Yahudi lobisi Avrupalıların bu yumuşaklığı karşısında başarısız kalıyordu. Belki yarın Amerika’daki Demokratlar da Arap sorununa anlayış gösterebilirdi! Bu iyiye işaretti. Ne de olsa Filistin sorunu, Ermeni sorununa benziyordu. Kendi durumları Filistinlilerden daha iyiydi. Amerika’da, Fransa’da güçlüydüler. Ruslar da, Ermeni davasına, Çarlık döneminden beri sıcak bakıyordu. Bir kere Türkleri Avrupa’da kimse sevmiyordu. Onca yıl Avrupa’nın göbeğine çöken, onlara kan kusturan, Türkler değil miydi? Zaman kendilerinden yana çalışıyordu. Acımadan vuracak, bir daha, bir daha vuracaklardı! Milli davanın bir Filistin sorunu haline gelmesi ancak bu şekilde mümkün olabilirdi. Araç durdu. Gelmişlerdi. Agop Agopyan indi. Derin bir soluk aldı. Güneş daha şimdiden iliklerini ısıtmaya başlamıştı. Şoförüne öğlene kadar bir yere gitmeyeceğini söyledi. Üstündeki uyuşukluğu atmak için kollarını dirseklerinden bükerek arkaya doğru çekti. Gerinmek iyi geliyordu. Başını boynunun üzerinde büyük daireler çizdirerek oynatırken kulunçlarından çıkan sesleri duydu. Yıllar iz bırakmış, artık her Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 19 tarafında kireçlenme başlamıştı. Şimdi onca merdiveni çıkacak, daha doğrusu tırmanacaktı. Gözünde büyüyordu. Galiba sigarayı biraz azaltması gerekiyordu. ASALA liderinin çalışma odası karargahının dördüncü katındaydı. Caddeye değil, arka tarafa bakıyordu. Biraz ileride, hurmaların arasından, Antelias Katedralini görmek Agop Agopyan’a huzur veriyordu. Dünyada Ermeni Kilisesi’nin dört büyük merkezi vardı. Beyrut’taki Katedral de, bunlardan biriydi. Antelias’ın hemen yanı başında Katolikos oturuyordu. II. Karekin, Ermenilerin Katolikos’u, yani en büyük dini liderlerindendi; bir çeşit patriği idi. Agop Agopyan, Ermeni Kilisesi’nin koruyucu kanadı altında olmanın huzuru ve güvencesi içindeydi. Şimdi Kilise kendilerine yardımcı oluyordu ama, o noktaya gelebilmeleri hiç de kolay olmamıştı. Eski günleri anımsadıkça gülesi geldi. O dönemdeki eylemleri oldukça çocuksuydu. 20 Ocak sabahını hiçbir zaman unutmayacaktı. Yıl 1975 idi. ASALA olarak kurulduklarını bütün dünyaya duyurmak, kendilerini tanıtmak istemişlerdi. Đşe, Dünya Kiliseler Birliği’nin Beyrut’taki bürosunu bombalamakla başlamak zorunda kalmışlardı. Ancak, şimdi durum farklıydı. Başlarında güvenilir biri, Episkopos Karekin Sarkisyan vardı. O Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Kilikya Ermeni Kilisesi’nin Kuzey Amerika Şubesi Başkanlığını yapmış, 1977 yılında Lübnan’a gelmişti. Dünyanın dört bir köşesindeki Ermeni Kilisesi liderlerini bir araya toplamış ve Katolikosluklar Koordinatör Başkanı seçilmişti. Amacı, hem Sovyetler Birliği dışındaki Ermeni kiliselerini bir araya getirmek hem de Beyrut’u dünya Ermenilerinin siyasi ve dini merkezi yapmaktı. II. Karekin, Ermeni davasını her vesile ile candan savunuyor, bu konuda tarihçilere araştırmalar hazırlatıyordu. Agop Agopyan, Ermeni Kilisesi’nin başıyla iyi anlaşıyordu. Eğer, Ermeni halkı yüzyıllardan beri bu dünyadan silinip süpürülmemişse, bunu her şeyden önce kilisesine borçluydu. Agop, hırsla çıkmakta olduğu merdivenlerde biraz durmak, dinlenmek istedi. Ne de olsa çoktan kırkını geçmişti. Merdiven boşluğundaki pencereden dışarı göz attı. Bahçedeki üç hurma ağacının yaprakları manzarasını kapatıyor, adeta yapraklardan bir duvar oluşturuyordu. Tabii, aynı zamanda binanın dışarıdan görülmesini de engelliyordu. Üstelik, hurma ağaçları akşam güneşini önlüyor, odaya hafif bir serinlik veriyordu. Hurmaları, pek yenecek, ağza atılacak cinsten değildi. Çekirdeği büyüktü. Ancak, öğleden sonraları esen meltem rüzgarının, hurma yapraklarını sallamasından doğan hışırtıya diyecek yoktu. Koca Beyrut öğle uykusuna yatarken hurma dallarından çıkan bu sesler onun kolayca öğle uykusuna dalmasına yardımcı oluyordu. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 20 Dar merdivenlerin sonuna geldiğinde nefes nefeseydi. Durdu. Ter içinde kalmıştı. Biraz soluk almak istedi. Kesinlikle bu sigarayı azaltması gerekiyordu; galiba sigarayı biraz fazla kaçırıyordu. Dördüncü kattaki bürosunun kapısını iki kez tıklattı. Çalışma odasının yukarı katlarda olmasının bir başka yararı daha vardı. Kimse kolay kolay içeri giremez, girse bile merdivenlerde görülürdü! Ne olur, ne olmaz dikkatli olmak gerekiyordu. Kapı açıldı. Bürosundan içeri girerken koruma görevlisini selamladı. ”Bana soğuk bir Cola getirin!” dedi. 8 Binbaşı Akın Tok elinde beylik evrak çantası ile aracına binerken, sabah trafiğinde Oyak Sitesi’ndeki lojmanından Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na ulaşmasının neredeyse tam kırk dakika süreceğine hayıflanıyordu. Toplasan beş-altı kilometre etmezdi. Kendisini selamlayan şoförüne “Günaydın!” derken aklı yoldaydı. O sabah biraz geç kalmıştı. Binbaşı Akın, kırk yaşlarındaydı. Patlak gözleri ve hantal vücuduyla bir askerden çok banka memurunu andırırdı. Zaten spor, okulda en başarısız olduğu derslerin başında gelmişti. Ancak gençlik yıllarını çoktan geride bırakmıştı. O artık bir devlet görevlisi ve aile babasıydı. Sevdiği bir işi, önemli bir kariyeri vardı. Aracı Ankara’nın caddelerini geçerken o da önce Başkent’in nasıl değiştiğini düşündü. Son yıllarda Ankara ne kadar da kalabalıklaşmıştı? Dağ-taş gecekonduyla dolmuştu! Đster istemez çocukluğunun Ankara’sını anımsadı. O zamanlar devlet büyükleri hep trenle gider gelirdi. Gar Lokantası’ndaki masaların üstüne kolalı beyaz keten örtüler yayılırdı. Gar, büyükleri karşılamaya gelenlerle dolar taşardı. Orada, garın hemen yanında, demiryollarının lojmanlarında otururlardı. Üç küçük odaları vardı. Babası Gar Müdür Muavini idi. Ankara son yirmi yılda ne kadar da değişmişti? Büyümüş, gecekondulaşmış, betonlaşmıştı! Birden, Ankara Marşı’nı mırıldandığını fark etti. “Senden yardım umar, her düşen dara, Yetersin onlara güzel Ankara!” Atatürk, genç kuşaklara üzerine marşlar bestelenen bir başkent bırakmıştı. Acaba, o marş bugün bestelense, sözleri kim bilir nasıl olurdu? Bu akşam karargahtan erken çıkacak, oğlunu Selim Sırrı kapalı salonundaki basketbol kursuna götürecekti. Burak, babasına topu potalara nasıl attığını göstermek istiyordu. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 21 Oğlunu düşünürken, birden rahmetli babasını anımsadı. Đlkokulun sonlarına doğru Đstanbul’a taşınmışlardı. O yıllarda, arada bir babasıyla tren yolculuğu yapardı. Adapazarı trenine binerlerdi. Yolda satılan pişmaniyeleri çok severdi. Derince’de inerler, kıyıdaki banklara otururlardı. Kucaklarındaki pişmaniye kutusunu eve gitmeden bitirirlerdi. Karşı sahilde, Gölcük’te, savaş gemileri demirliydi. Babası içlerinden en büyüğü, kapkara dev lekeyi göstererek: “Bak oğlum! Yavuz Zırhlısı!” derdi. Sen, bizim gibi istasyonlarda çürümeyecek, böyle gemilerin komutanı olup dünyayı dolaşacaksın!” Akın Binbaşı, subay çıktıktan sonra babasının elini öpmeyi çok istemişti. Kader; babasını lise üçte kaybetmişti. Bir an içinin sızladığını hissetti. Sıkıcı Ankara trafiğini, bir süre babasının anılarıyla unuttu. Arabası yeniden yavaşladığında, geldiğini anladı. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın dik merdivenlerini telaşlı adımlarla çıktı. Karargah binasına girerken Lumbar ağzındaki görevli astsubay kendisine selâm veriyordu: ”Günaydın Binbaşım!” Lumbar ağzı diye, eskiden kalyonlardaki topların kapaklarının olduğu deliğe deniyordu. Gereğinde lumbar kapakları açılıyor, buradan iskele veriliyordu. Ancak, gel zaman, git zaman gemilerde kullanılan bu sözcük deniz birliklerinde, çıkış kapıları için de kullanılır olmuştu. Ankara’nın ortasında ne eskiden kalma bir kalyon vardı, ne de “Lumbarı” anımsatacak başka bir şey! O nedenle kapıdan her geçtiğinde aklına bu sözcük takılır, gülerdi! Lumbar ağzındaki nöbetçi asker, Akın Tok’a bir kart uzatırken: ”Akın Binbaşım, size bir kart bıraktılar. Albayımın şoförü sizi öğleyin almaya gelecek!” dedi. Kartta: ”Dz. Kur. Albay Can Toker, Cumhurbaşkanı Yaveri”, yazılıydı. Mareşal Fevzi Çakmak Muhribi’nin Çarkçısı dün Ankara’ya gelmişti. Hem eski kumandanını ziyaret etmek hem de bu bahaneyle Köşk’ü görmek istiyordu. O nedenle Can Albay bugün kendisini de Köşk’ün misafirhanesinde öğle yemeğine davet ediyordu! Eskiden olduğu gibi, yemeği birlikte yiyeceklerdi. Kumandan, Çarkçıbaşı, Đkinci kumandan! Eski kumandanını hep sevmişti. Zaten ondan aldığı güzel sicil sayesinde tayinini Ankara’ya, karargaha çıkartabilmişti. Kızı geçen yıl Anadolu lisesinin sınavını kazanmıştı. Ankara’da kalmak istemesinin nedeni oydu. Can Albay’ın kendisini de hatırlaması, çok hoşuna gitmişti. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 22 Binbaşı Akın Tok, üçüncü kata geldiğinde, soldaki loş koridora saptı. Kısmet olursa, emekli olasıya dek çalışacağı dairesine gelmişti. Türk Donanması’nın dört bini aşan subayıyla ilgili hiçbir özlük bilgisinin çevreye yayılmaması gerekirdi. O nedenle Subay Atama Şubesi’ne kapağı atan, genellikle emekli oluncaya dek aynı dairede kalırdı. 30 Ağustos’a topu topu dört ay kadar kısa bir süre kalmıştı. Tayinlerin yetişmesi lazımdı. Bu yıl, beş albay amiralliğe terfi edecekti. Üçü muharip subay, biri ikmalci, biri de gemi inşa mühendisiydi. Can Albay’ın terfi sırasına ise, daha iki yıl vardı. Birden keyiflendi; demek kendisinden özel bir istekte bulunulmayacaktı. Davetin ardında bir bit yeniği yoktu! Üstü camlı çalışma masasına kurulurken, postasına seslendi: ”Asker! Oğlum bana bir çay getir de, mesaimize başlayalım!” 9 “Yollar çok tıkalıydı. Falangistler’in ‘Stalin Orgları!’ gene limanı çınlattı. Onun için biraz geç kaldım!” Mihail Bofacher, karşısında utangaç bir öğrenci pişmanlığıyla duran adama baktı. Saçları düşmeye başlamış orta yaşlı adam, soluk soluğa geç kalışının nedenlerini anlatmaya çalışıyordu. Toplantılara geç kalınmasını sevmezdi ama Beyrut’a değil insanların bir araya gelmesi, telefonla konuşması bile zordu. Yıllardan beri süren iç savaş yıkacağını yıkmıştı. Direklerden Đtalyan spagettileri gibi sarkan telefon telleri ise genellikle kopuktu. Kentin Batı yakasında, çalışan telefon hatlarının çoğu Filistin Kurtuluş Örgütü karargahı ile örgütün denetiminde olan mülteci kampları, bankalar, hastane ve oteller arasındaydı. Beyrut’un Hıristiyan Doğu kesimiyle, Müslüman nüfusun yaşadığı Batı’sı arasında telefon bağlantısı da olanaksızdı. Gerçekten de çok namlulu Katyuşa füzeleri, ortalığı bir anda cehenneme çeviriyordu. Đkinci Dünya Savaşı sırasında, Sovyetlerin Nazi ordularına ölüm kusan bu füzelerinin, ateşlenmesi sırasında çıkardığı seslerden dolayı ”Stalin Orgları”, diye anılırdı. Đşte, kenti ikiye bölen, Yeşil Hat’ın iki tarafındaki apartmanları birer harabeye döndüren o Katyuşa füzeleriydi. Mihail Bofacher, ana tarafından Ermeni olmasa, Agopyan’ın geç kalışını affetmeyecekti. Kendisi, ASALA ile FKÖ arasında teması kuran kişiydi. Lübnan Ordusu’nda binbaşıydı. Havaalanına giden bütün yolların güvenliğinden sorumluydu. Agopyan’ı uzaktan tanırdı. Annesi, Agop’un annesiyle çocukluk arkadaşıydı. Agop, Ermeni Devrim Hareketi’nin, Filistinli kardeşleriyle dayanışma içinde olmak istediğini Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 23 söylemişti. O da durumu, Filistin Kurtuluş Örgütü FKÖ’nün gizli servisi, Cihaz elRasd’ın sorumlusu, Naim Ebu Cafer’e bildirmişti. Örgütler arası teması Mihail sağlamıştı. Ama Agopyan’ın adam sendeciliği, onun FKÖ içindeki prestijini zedelemişti. Koskoca Merkez Yürütme Kurulu üyesinin bekletilmesine gocunmuştu! Agop Agopyan, aslında insan ömrünün bile değersiz sayıldığı Orta Doğu’da zamanın en az önemsenen nesne olduğunun bilincindeydi. Ancak, Filistinlilerle iyi ilişkiler kurmak, onları pohpohlamak gerektiğinin de farkındaydı. “Bizimkilere geç kalacağımızı bildirmiştim: Đnşallah sizi haberdar etmişlerdir. Boşuna bekledinizse üzülürüm!” Bütün Arap Dünyası Filistinlileri destekliyordu. Suudiler, Kuveyt ve Katar Şeyhlikleri onlara sahip çıkıyor, daha doğrusu oluk oluk para akıtıyorlardı. Bu paralarla Filistinli gerillalar besleniyordu. Filistin Ordusu’ndaki bir subayın maaşı, Mısır Ordusu’ndaki bir subayın maaşının dört katıydı. Hem de, dolar olarak! Đşsizleri, Batı Avrupa’da, işsizlik kasaları beslerdi. Orta Doğu’da ise onun yerini gerilla örgütleri almıştı. Her nabza uygun gerilla bulunuyordu! Sayılarını pek hatırlamıyordu ama, kırkın üzerinde gerilla örgütü vardı. Zaten Filistinlilerin başarılı olamamasının ardında da bu dağılmışlık, bölünmüşlük yatıyordu. Kim, kendi borusunu öttürtmek istiyorsa, görüşlerine uygun bir örgüt kurduruyordu. ”Parayı veren, düdüğü çalar!” derler ya; işte öyle bir şey! Kim parayı basıyorsa, örgüt de finansmana uygun görüşleri savunuyordu. El-Assifa’yı Suriye gizli servisi Muhaberat, El-Saika’yı ise, Suriye Ordusu finanse ediyordu. Bu yarışta herkesin birden fazla atı koşuyordu! George Habbas’ın Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, ya da Havatma’nın Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi’nin hamisi Moskova’ydı. El-Fetih ise sırtını Suudilere dayamıştı. Agop Agopyan, Ermeni davasında Filistinlilerin deneylerinden yararlanmak, yaptıkları hataları tekrarlamamak gerektiğini düşünüyordu. Filistinlilerde bol para, kendilerinde ise, sadece gözü peklik ve cesaret vardı. Aslında, cesaretin altında yatan acizlik, belki de çaresizlikti!.. Altmış-yetmiş yıldan beri bu Arap çöllerinde yaşıyorlardı. Dağlarından gürül gürül suların aktığı, yeşil ormanları, uçsuz bucaksız yaylalarıyla Ermenistan dünyanın bir cennetiydi! Yoksa ataları binlerce yıldan beri o topraklarda oturur muydu? Agop, yaşlandığında, Türklerden kurtaracağı Iğdır’daki küçük bir köy evinde kalacaktı. Ocağında yaktığı odunları, dağdan kendisi indirecekti. Beş yıldızlı Tonakan marka Ermeni konyağını, Masis’in dumanlı doruğuna bakarak yudumlayacaktı. Agop Agopyan, derin bir iç geçirdi. Acaba, Türklerin Ağrı Dağı, Avrupalıların Ararat dediği dağın bir gün haritalarda Ermenice Masis diye adlandırılmasını başarabilecek miydi? Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 24 Birden daldığı tatlı düşlerden silkindi. FKÖ’nün istihbarat ve güvenlik örgütü Cihaz el-Rasd’a ait bir apartman dairesinde bulunuyorlardı. Odada pek eşya yoktu. Bir küçük yemek masası, dört kuru iskemle ve kollukları aşınmış iki kadife koltukla eski bir sehpa. Rutubet lekelerinin kabarttığı kirli sarı duvarlar ise çıplaktı; sadece Yasir Arafat’ın çerçeveli, renkli bir resmi asılıydı. Kapı tıkladı. Đçeriye yirmisini henüz doldurmuş, uzun boylu, sırım gibi, esmer bir genç girdi. Elindeki tepside üç fincan kahve ve üç su bardağı vardı. Naim Ebu Cafer, konuklarının kahvelerini almasını bekledikten sonra, Agop Agopyan’a dönerek: “Sizinle temasımızı, ileride Binbaşı Süleyman aracılığı ile sağlarız!” dedi. Sonra odada bir ikinci konuğun olduğunu umursamadan konuşmasını sürdürdü. “Devrimci Ermeni kardeşlerimize nasıl yardımcı olabiliriz?” Mihail Süleyman Bofacher, görevinin bittiğini anlamıştı. Ayağa kalktı. Đzin istedi. Artık iki örgütün, kendi aralarında konuşacağı konuları duymaması gerekirdi. Ortadoğu’da ne kadar az şey bilirse, başının da o kadar az belaya gereceğini biliyordu. Agop Agopyan, kendisini FKÖ ile tanıştıran Mihail’in odadan ayrılışına şükran duygularıyla baktı. Onun gitmesini izledi. Heyecanlanmıştı. Filistinlilerin güvenini kazanması, onların desteğini sağlaması gerekiyordu. “Orta Doğu’da iki güç var.” diye başladı konuşmasına. “Siyonist Đsrail ve Türkiye!” Bölgede, bu topraklara sonradan gelip yerleşen iki emperyalist devlet vardı. Her ikisi de Amerikan emperyalizminin maşasıydı! Temeldeki düşman, emperyalizm olduğuna göre, Filistin ve Ermeni halklarının ona karşı güç birliği yapması gerekirdi. “Türkler bizi de, sizi de yüzlerce yıl kullandı!” dedi sözcüklerin üzerine basa basa. “Dünyanın en büyük medeniyetini yaratan Arap halkının geri kalmasının nedeni ondandır!” Agop Agopyan, Arapların en hassas noktasını iyi biliyor, onların ulusal onuruyla oynuyor, nasırlarına basıyordu! Karşısındaki Filistinlinin gözlerinden intikam kıvılcımlarının parlayışını zevkle izliyordu. Naim Ebu Cafer, Agop’un sözünü ”Refik!” diye keserek konuşmaya başladı. “Dediklerine katılıyorum! Bizi Türkler ezdi, köreltti!...” Agop kendini bir an kuş gibi hissetti. Sevincinden adeta uçtu. Karşısındaki adam kendine “Yoldaş” diye hitap etmişti. Birbirlerini anlamışlardı. Naim Ebu Cafer, Beyrut’taki El-Şattila Mülteci Kampı’na geldiğinde dört yaşındaydı. O günlerden anımsadığı tek şey, sedir ağacı kabuğundan yonttukları Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 25 küçük gemilerdi. Onları çadırların arasındaki su birikintilerinde yüzdürür, üstünü başını çamurladığı için de, anasından arada bir dayak yerdi! Onlar da herkes gibi çadırda kalıyordu. Gaz tenekesinden bozma kömür sobasının üzerinde çaylarını pişirirlerdi. Annesi, babası, ağabeyi, teyzesi ve teyzesinin kızı ile birlikte tam altı kişilerdi. Teyzesi, kocasını bin dokuz yüz kırk sekizdeki savaşta yitirmişti. Çocukluk günlerinden, bir de Birleşmiş Milletlerden gelen şeker torbalarını anımsıyordu. Aylık şeker haklarını aldıklarında annesi bir dilim ekmeğin üzerine toz şekerini dökerdi. Sonra ekmeğini çaydanlıktan boşalttığı bir kaşık kaynar suyla ıslatırdı. O ıslak şekerli ekmekler en güzel reçellerden bile güzel olurdu! Tadını Đngiltere’de, London School of Economics and Political Science’da doktora yaparken yediği, ünlü Đngiliz marmelatlarında bile bulamamıştı. Çocukluğundaki o şekerli ekmeklerin tadını hep damağında taşımıştı. Tabii o günlerin acısını da! Derin bir soluk aldı. Sanki o eski günlerin belleğinin kuytu bir köşesine itmeye çalıştı. Evet, Ermeni yoldaş haklıydı. “Arap halklarının geri kalmışlığının temelinde Türklerin Orta Doğu’daki varlığı yatar!” dedi. Sonra, gözlerini Agop Agopyan’a dikerek sözlerini sürdürdü. “Bizi tam bin yıl yönettiler!” Agop, Türklerin Arapları bin yıldan beri ezdiğini hiç duymamıştı! Mısır Halifeleri, Abbasiler döneminde savaş esiri olarak satın aldıkları Türklerden bir ordu kurmuşlardı. Daha sonra bu kölelerin başına, Đran’dan, Horasan içlerinden paralı Türk subayları getirtmişlerdi. Böylece Arapların, çoğunluğu Türk kölelerden kurulu bir orduları, başlarında da paralı Türk ve Çerkez subayları olmuştu! Ne var ki, Türkler, Arapların kölesi olduğunu unutmuş, efendilerine ihanet etmişti! Halifeyi indirip, başa kendileri geçmişti. O zamanın komutanları kendi aralarında bir başkan seçmişlerdi. Đktidar, yüzyıllarca bir komutandan, bir başka kuvvetli komutana geçmiş, dizginler hep sağlam ellerde kalmıştı! Đşte, tarih kitaplarına Memlûkler olarak geçenler, o esir Türklerdi. Arapların, efendilerine isyan eden köleleriydi! Zaten onun için kendilerine Memlûklü yani Kölemenoğlu, denirdi. O eski esirler ya da Mısır’ın yeni sömürücüleri, kılıçlarının gücünü öğrenmişlerdi. Ellerine geçirdikleri silahların bir daha Araplar tarafından kullanılmasına, hiçbir zaman izin vermemişlerdi! Kölemenoğullarının Mısır’ında, Arapların her türlü silahı taşıması yasaklanmıştı. Yalnız o kadar mı? Kendi aralarında rahatlıkla konuşabilsinler diye onların Türkçe öğrenmelerini de engellemişlerdi! Önce Memlûklü Türk ve Çerkezler ardından da Osmanlı Türkleri, Arapları yönetmiş, gelişmelerini engellemişti! Naim Ebu Cafer, tarihin o ders alınası geçmişini özetlerken hırsından soluk soluğaydı. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 26 ASALA lideri durumlarını özetlemek istedi. Ermenilerin ”Kadim” topraklarına kavuşma arzuları Batı’da, özellikle Fransa’da büyük destek buluyordu. Yalnız Marsilya’da üç yüz binin üzerinde Ermeni yaşıyordu. Amerika’daki Ermenilerin sayısı ise bir buçuk milyonu aşkındı. Oradaki zenginlerden alacakları bağış paralarıyla güçlü bir örgüt kuramazlardı. Zenginlerin verdiği paralar, masraflarına, uçak biletine bile doğru dürüst yetmiyordu! Doğu Ermenistan’dakilerin yüreği, kendileriyle beraberdi ama, onlardan bu para konusunda gerekli desteği göremiyorlardı. Emperyalizmin Sovyet Halkları üzerindeki ekonomik ablukası yoğundu! Agop Agopyan, konuşmasına kısa bir ara verdi. Sehpanın üzerindeki su bardaklarından birini aldı. Yavaşça yudumladı. Derken aklına geldi. Sahi! Türk kahvesinde su kahveden önce mi, yoksa sonra mı içiliyordu? ASALA’nın güçlü lideri, Lübnan’ın dünyaya açılan penceresinin biraz ilerideki “Beyrut Uluslararası Havalimanı” olduğunu biliyordu. Anası Ermeni, babası Maruni, olan Binbaşı Mihail bu yolun sorumlusu, daha önce hiç görmediği, şu karşısında oturan kasıntılı Arap da bir yerde bu havalimanının anahtarıydı! Bu anahtarı sıkıca tutmak gerekiyordu! Agop Agopyan’ın paraya, hem de çok paraya ihtiyacı vardı! 10 Binbaşı Akın, masasının hemen sağındaki kapı aralığından gözüken devasa raflara bir kez daha baktı. Teğmeninden, amiraline, kuvvet komutanından emekli subayına dek, tüm donanmanın özlük fişleriyle doluydu. Her dosya elle yazılırdı. Bu işlerde, ne daktilo ne de bilgisayar kullanılırdı. Çünkü bilgisayara geçen her bilginin, bir anda başka ellere geçme tehlikesi vardı. O gün dairde çalışanların mesaiye kalmasını istememiş, saat beş olunca herkesi evlerine göndermişti. Çekmecesinden gümüş zarf açacağını çıkardı. Ucunda gümüş bir mecidiyenin bulunduğu, eski, antik bir açacaktı. Bu gümüş açacağını çok severdi. Üzerinde “TCG Şahin Mürettebatı. 7.8.1976 Umuryeri” yazılıydı. O, Fevzi Çakmak muhribine tayini çıktığında, Şahin hücumbotundaki arkadaşlarının armağanıydı. Gümüş mecidiyeye baktı. Eski yazıyı okuyamadığından hep merak ederdi. Acaba zarf açacağının üzerindeki parada, ne yazıyordu? Bunu düşünmeye pek zamanı yoktu. Şimdi okuması gereken bir başka yazı vardı! Can Albay’ın öğle yemeğinde kendisine uzattığı, küçük beyaz zarfı ceketinin iç cebinden çıkardı. Ona biraz merak, ama daha çok endişe ile baktı. Yemek, kimsenin dikkatini çekmemek için hazırlanmış bir bahaneydi. Çarkçıbaşı gelmemişti! Eski Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 27 komutanı, üzerinde kırmızı zemin üzerine sekiz köşeli dört yıldızın bulunduğu kuvvet komutanının forsu olan mühürlenmiş zarfı eline tutuşturmuştu. Zarfta Konsey’in emri vardı. Çekinerek açtı. Đçinden çıkan küçük pusulaya hayretle baktı. Üzerinde el yazısıyla yazılmış üç-dört satır vardı. “Çok gizli. Dz.Bnb. Akın Tok Milli Güvenlik Konseyi çok özel bir görev için, Deniz Kuvvetlerini görevlendirdi. Her şeyin üstesinden gelebilecek, müstakil çalışabilen bir Deniz subayının acilen temini. Gereğinin icrası. Nejat Tümer Oramiral Dz. K.K.” Pusulanın üzerinde, ne tarih ne de sayı numarası vardı. Üstelik koca kuvvet komutanı pusulayı kendi eliyle yazmıştı. Anlayabildiği kadarıyla söz konusu Köşk’ün, daha doğrusu, Devlet’in çok özel bir göreviydi! Ancak, bu kadar gizliliğin ardında ne yatıyordu? Nejat Paşa ”Müstakil çalışabilen bir deniz subayı”, demekle neyi kastediyordu? Akın Binbaşı çok heyecanlandığı zamanlarda sigara içmeye çalışır, ama bir türlü beceremezdi. Heybeliada’da, Harp Okulu’nda sigara içmeyen ender öğrencilerden biri olmuş, bu alışkanlığını subay çıktıktan sonra da korumuştu. Sigara dumanıyla boğuşurken, heyecanı diner, sakinleşirdi. Çekmecesinde konuklarına ikram için sakladığı bir paket Amerikan sigarası, Salem vardı. Zaten hayatında içtiği ilk sigara da bu markaydı. USS Saratoga uçak gemisi Đstanbul’a geldiğinde, Amerikan bahriyelileri ikram etmişti. Salem’in ciğerlerini saran serin dumanıyla tanıştığında lise iki öğrencisiydi. Salim kafayla düşünmesi gerekiyordu. Amerikan sigarasını çıkardı. Đçinde pek kalmamıştı. Adam sende, dercesine omuz silkti. Bir tanesi kendisine yeterdi. Dumanı kaçmasın diye gözlerini kısarak, dudaklarında iğreti duran, Salem’i yaktı. Mentollü dumanını ciğerlerine çekti! Bir eliyle sigarasını tutuyor, diğer elinin parmaklarıyla da saçını karıştırıyordu. Aklı, yanıtını bulamadığı gizemli mesajdaydı. Sigarasının dumanını üflerken gemilerdeki yaşamı düşünüyordu. Daracık gemilerde yan yana, omuz omuza çalışılır, iç içe yaşanırdı. Donanmada subayların bağımsız sayılabilecek ne görevi olabilirdi? Bu sorunun yanıtını çıkartamadı. Aklına çalıştığı gemilerdeki işler geldi; ancak ”Müstakil” bir görevi anımsayamadı. Ama, Nejat Amiral yanılamazdı. Bir bildiği olmalıydı. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 28 Bu, acaba?... Evet, neden olmasın, onlar da birer denizciydi!.. Aklına sınıf arkadaşı Orhan geldi; gülümsedi. “Tabii!” dedi, kendi kendine. “Komandolar var! Sualtı Komandoları!” Sualtı Taaruz Komandoları, SAT’lar bağımsız çalışıyorlardı. Evet, eğer Donanmada “Müstakil” görev yapan tek ünite varsa, o da SAT’lardı. Denizin dibinden düşmana saldırabilen, bu işi her yerde ve her zaman yapabilirdi! SAT’lar, düşman hattının gerisinde, ona karada ve denizde vurucu kayıp verdirebilmek için eğitilmişlerdi. SAT’lar, tek başına savaşın, bütün inceliklerini bilen ender askerlerdi. Ancak, komutan bu isteğini, neden açıktan açığa söylememişti? Akın Tok, Nejat Paşa’nın yazısını belki de ellinci kez okuyordu. Pusulada “Deniz subayının temini” deniyordu! Deniz subayı, yani Harp Okulu mezunu!.. Birinin Deniz subayı olması demek, silâh altında bir subay olması demek değildi! Bu denizci pekala bir emekli subay olabilirdi! Belki de kendisinden öyle birini bulması isteniyordu. Yoksa Nejat Amiral istediği bu özel görev için aradığı SAT subayını, her zaman görevlendirebilirdi! Binbaşı Akın Tok’un odasından Genel Kurmay Başkanlığı gözüküyordu. Şu omzu kalabalıklar ne istediklerini açıkça belirtse de, Milliyet Gazetesi’nin pazar bilmecelerini çözer gibi yorulmasa olmaz mıydı? Büyük başın derdi de büyük olur derlerdi. Demek söylemek istemiyorlardı; belki de söyleyemiyorlardı! Kendisinden beklenen de açıkça verilmeyen emrin içeriğini anlamak ve yerine getirmekti. Komutan, emrini başka ellere geçer endişesiyle daktilo bile ettirtmemiş, eliyle yazmıştı. Yüksek sesle dile getiremeyecek kadar önemli, tehlikeli bir görev için eleman temin etmesi gerekiyordu. Hem Donanma’dan olacak, hem de olmayacaktı! Binbaşı Akın, oturduğu koltuktan doğruldu. Keyifle gerindi. Düğümü yavaş yavaş çözdüğünün bilincindeydi. Evet, ne de olsa tüm Donanma’nın özlük fişleri elinin altındaydı. Subaylar, emekli bile olsa, gene Türk Ordusu’nun subaylarıydı. Erler gibi belli bir yaştan sonra askerlikten muaf tutulmuyorlardı. Galiba gizemli sorunun yanıtını bulmuştu. Komutanların aradığı, bir SAT subayı, hem de emekliye ayrılmış bir SAT subayıydı! Akın Tok’un aklına birden Burak’ı Selim Sırrı’ya götüremeyeceği geldi. Bu akşam da eve geç kalacaktı. Dahili telefonu kaldırarak lojmanını aradı. 11 Otelin lobisine indiklerinde Artin’in gülerek kendilerine doğru gelen yeğeniyle daha yeni karşılaşıyorlardı. Elinde kocaman bir çiçek paketi vardı. Lübnan’a geldikten Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 29 sonra ilk kez bıyıksız birini görüyordu. Dudakları inceydi. Güneş yanığı, yağız bir suratı; düzgün ama biraz irice burnu vardı. Elmacık kemikli şakaklarının dibinden sakal başlığı fışkırıyordu. Đlk bakışta dikkatini çeken, onun düz, kumral saçları oldu. Çünkü, diğer Lübnanlılara oranla daha açık bir saç tonu vardı. Ne var ki, Đsveç ölçülerine göre ona da “karakafalı” demek gerekirdi. Beyaz dişlerini göstererek yanlarına yaklaşıyordu. Kristina, iki kuzenin birbirlerine sarılarak öpüşmesini biraz hayret, biraz da gıpta ile karşıladı. Đnsanların birbirlerine karşı sevgisini göstermesi ne kadar güzeldi! Oysa, Avrupa’da iki erkeğin sarılması yanlış yorumlanırdı. Erkek erkeğe öpüşmek, Batı kültüründe eşcinsellik belirtisiydi. Demek Ortadoğu’yu Avrupa’dan ayıran da bu kültürel farklılıklardı! Đskandinavya’da insanların birbirlerine böyle candan sarılmasına pek tanık olunmazdı. Artin’in yeğeni, elindeki pembe gülleri Kristina’ya uzatırken: “Affedersiniz, birbirimizi çoktandır görmemiştik.” diyebildi. “Ben Michael Bofacher. Artin’in teyzesinin oğluyum!” Lübnan Ordusu’nun Binbaşısı Mihail bir Avrupalı karşısında birden Michael adını almıştı! Üstelik Lübnan’daki birçok Hıristiyan gibi onun hem Müslüman hem de bir Hıristiyan adı vardı. Süleyman ve Mihail. Gür, kıvırcık siyah saçları ve iri yapılı haliyle çevresinde saygınlık yaratırdı. Otuz dört yaşındaydı. Annesi Ermeni asıllı, babası da Hıristiyan Maruni idi. Dedeleri 1915 deki Ermeni sürgününde Kilikya’daki arazilerini terk etmişlerdi. Lobideki koltuklara doğru ilerlerken: “Eskiden buraları çok daha güzeldi!”, dedi. Ermeniler yüzyıllar boyu Osmanlı devletinde ”En Güvenilir Gayrı-Müslim Cemaat” sıfatıyla Türklerle yan yana kardeşçe yaşamıştı. Ancak, Ortodoks Kilisesi, Çarlık Rusyası’nın Türkiye’deki Ortodoksları korumak ve kollamak istemesine alet olmuştu. Avrupa ülkeleri de Ruslardan geri kalmak istememişlerdi; Ermenilerin bir gün kendi devletlerini yeniden kurmalarına yardım edeceklerine söz vermişlerdi. Protestan ve Katolik misyonerlerin Ermenilerin milliyetçilik duyguları körüklemeleri, açılan misyoner okullarında milliyetçi kadroların yetiştirilmesi ve Balkan Savaşı sırasında Đstanbul hükümetine karşı Zeytun, Van ve Muş’ta başlatılan isyanlar üst üste gelmiş, sonunda Ermeni Sürgünü’ne neden olmuştu. Michael Bofacher, Türkiye Ermenileri için kara günün, 24 Nisan olduğunu dedesinden duymuştu. O gün Meclis-i Mebusan’daki Ermeni Milletvekillerinin Meclis’ten atılması kararlaştırılmış ve Đstanbul dışına sürgünü başlatılmıştı. Eski adıyla Ermeni Tehciri, yani Ermeni Sürgünü, giderek Anadolu’da yaşayan yüz binlerce Ermeni’nin topraklarından uzaklaştırılmasına yol açmıştı. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 30 Suriye çöllerine, Musul ve Zor (Deyr-i Zor) kasabalarına, sürülenler, yıllar önce Kafkasya’daki Rus baskısından kaçan Müslüman Çeçen askerlerinin eline düşmüşlerdi. Onlar da ellerine geçirdikleri bu sürgün Ermenilere tıpkı Rusların Kafkasya’da kendilerine yaptıklarını yapmıştı! Đlk sürgün edilenler, Şimdiki adı Süleymanlı olan Maraş’ın Zeytun kasabasında ayaklanan Ermeniler olmuştu. Zeytun halkı tarih boyunca Türklere isyan etmişti. Kimi Ermeni yazarlara göre Zeytun’da, 1545 yılından 1908’e kadar tam kırk bir isyan olmuştu. Sarp dağlarla çevrili Zeytun kasabası ve çevresinde yaşayan Ermeniler bu dağlık bölgedeki egemenliklerini 1915’e dek sürdürmüşlerdi. O günlerde yakılan Zeytun Destanı’nın bir dörtlüğü şöyleydi: “Baron Abah dedi Türkü kıralım Eski mülkümüze sahip olalım Arslan gibi muharebe kuralım Kaldıralım aradan yerden dumanı.” Ancak, Zeytun isyanı Osmanlı Mebusan Meclisi’nde alınan o tarihi Ermeni Tehcir karardan iki gün sonra, 26 Nisan’da bastırılabilmişti. Yüzyıllardır Osmanlı’ya karşı kırkı aşkın isyan düzenleyen Zeytun halkı göçe zorlanmıştı. Zeytun’daki isyancıları, bölgedeki diğer Ermeniler izlemişti. Kimi Türklerden korktukları için, kimi de Ermeni komitacıların zoruyla bölgeden ayrılmak zorunda kalmıştı. Bir yerde isyana katılmayan, hatta bu işlerle ilgisi olmayanlar bile, kurunun yanında yanan yaş ağaç örneği yanmış, evlerinden topraklarından ayrılmışlardı. Belki de Türkler, bu gelişmeleri fırsat bilip, Ermenilerden kurtulmak istemişti. Đşin orasını kesinlikle bilemiyordu. Dedesi politikadan, particilikten pek anlamadığını söylerdi. Onun Tarsus’taki evlerini anlatışını hiç unutamazdı. Dedesi: “Bir gün gidip malınızın sahibi olacaksınız!” derdi. “Onları elinizle koymuş gibi bulacaksınız!” Mısır Đmparotoriçesi Kleopatra Roma Đmparatoru Antonius ile çılgın gibi sevişmişti. Bütün bir kış mevsimini Antalya kıyılarında geçirmişlerdi. Antonius sevgilisi için Tarsus’ta bir banyo yaptırmıştı. Đşte, o Kleopatra Banyosu’nun, dünyada bir başka eşi yoktu; Roma’da bile! Dedesi Aram: “Kleopatra Banyosu’nu arkanıza alıp cenuba dönerseniz, soldaki ikinci sokağın köşesindeki iki katlı müstakil, dokuz odalı ev bizimdir!” Ermeni geleneklerine göre ailenin başı büyükbabaydı! Bütün aile, baba, oğulları ve torunlarıyla bir evde otururdu. Dedesi, evlerinin çok ferah ve büyük olduğunu, odaların avluya baktığını anlatırdı. Kadınların o avluda hazırladıkları erişte makarnaların lezzetini hiç bir yerde tadamadığını söyler, hayıflanırdı. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 31 Dedesi Aram, öyle heyecanlandığı zamanlar anasından bir bardak soğuk su ister, sonra kerevetin altından kahverengi bir muşambaya sarılı evraklarını çıkarırdı. Marcel’in dedesi onları göz bebeği gibi korurdu. ”Bir gün gelecek, yeniden zengin hem de çok zengin olacağız!” derdi. O nedenle Osmanlı döneminden kalma o kağıtları çok önemserdi. Gerçi Mihail Bofacher şimdilerde oldukça tıknaz hatta biraz kiloluydu ama çocukluğu hep yokluk içinde geçmişti. Babasının Beyrut’taki terzihanesi bütün ailenin geçimine yetmezdi. Filistinli göçmenlerin Lübnan’a gelmesiyle birlikte ekonomileri daha da kötüleşmişti. Önceleri babasının Filistinli çırakları olmuştu. Sonraları çırakların kendi dükkanlarını açtığını, yok pahasına çalışarak fiyat kırdıklarını duymuştu. Ekmek, aslanın ağzındaydı. O nedenle bütün isteğine rağmen Beyrut’taki Fransız Lisesi’ni bitirememiş, ikinci sınıftan terk etmişti. Mihail Bofacher, Kristina’nın söylediklerini pek duymuyor; yeğeni Artin gibi Đsveç’e gidemediğine üzülüyordu. George Habbas’ın Filistin Halk Kurtuluş Ordusu’na yazılacağına Đsveç elçiliğine başvursaydı, şimdi onun da böyle güzel bir nişanlısı olurdu. Kristina’nın çorapsız bacakları güzel ve uyumluydu. Dolgun ve kırmızı dudakları vardı. Kim bilir Đskandinav kadınları yatakta nasıldı? Bir an Artin’i kıskandı. Yeğeninin nişanlısı hakkında düşündüklerinden dolayı da kendi kendinden utandı. Hayatta hiç sarışın bir sevgilisi olmamıştı! Birden daldığı hayal dünyasından uyanarak Kristina’ya sordu: ”Burada ne kadar kalacaksınız?” ”Yalnız bir hafta!” Kristina, Beyrut’ta bu kadar az kalışlarının nedeni açıklaması gerektiğini anladı. Kendisini acındırtmak isteyen bir ses tonuyla: “Artin daha fazla kalabilirdi ama, benim iznim bu kadardı!” diyebildi. “Đnşallah bir daha geliriz!” “Ona şüphem yok! Size her zaman Lübnan Havayolları, MEA’dan ucuz bilet bulurum.” Mihail Bofacher’in dedesi ile anneannesi kendi aralarında Türkçe konuşurdu. O nedenle kendisi de az buçuk Türkçe bilirdi. Lübnan’a 1969’da Türk devrimcileri gelince, Türkçe bilmenin faydasını görmüştü. El Fetih’e geçmiş, onları eğitmişti. Bu sayede yükselmiş, rütbe de almıştı. Lübnan Ordusu’na daha sonra geçmişti. Şimdi iki çocuk babasıydı. Mihail Bofacher, ne de olsa bugüne bugün Lübnan Ordusu’nda binbaşı idi. Önceleri George Habbaş’ın Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, FHKC’sinde çalışmış, kısa zamanda teğmenliğe yükselmişti. Habbaş da kendisi gibi Hıristiyan idi. Ama, Lübnan Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 32 Ordusu’nda terfi etmek olanakları daha fazlaydı. Her siyasi partinin kendine özgü askeri birliklerinin olduğu bir ortamda, Lübnan Ordusu’nda görev almak daha güvenceliydi. Üstelik, orduda Hıristiyanlar egemendi. Subaylar genellikle Hıristiyan asıllılardan seçilirdi. Mihail, yeğenine baktı. Đsveçli nişanlısı Kristina’nın yanında biraz da gururla oturuyordu. Hakkı da vardı. Herkese böyle sarışın bir güzel nasip olmazdı. Konukları Beyrut’ta kaldıkları sürece yollarda rahatsız edilmemeliydi. Artin’in yanında bir yabancı kızla çarşıda dolaşması biraz sakıncalıydı. Onları kollayacaktı. Kaldıkları Hotel King, FKÖ’nün denetimindeki bölgede bulunuyordu. Kristina’ya dönerek üstünüze toz kondurtmam anlamında söyledikleri karşısında Đsveçli kız dehşetle irkildi. “Kristina! Nobody is allowed to touch you. Don’t worry!..” “Demek birilerinin bize dokunma tehlikesi var! Öyle mi?” diyerek Artin’e endişeyle baktı! Farklı kültürlerin kendi aralarında ödünç bir dille iletişim kurması kolay değildi. Mihail Bofacher yanlış anlaşılmasına çok üzüldü. Artin’e dönerek: “Yenge beni yanlış anladı! Beyrut’ta sizi kimse rahatsız edemez! Bunu bilesiniz, demek istemiştim!” diyebildi. “Takma kafana Metz Ygajr!” dedi Artin. “Marcel abi! Sen bize gene de göz kulak ol!” 12 “Yarbayım, Polatlı sağımızda. Şu gördükleriniz de zırhlı tugaya bağlı birlikler!” 30 Ağustos’ta donanmadan ayrılalı iki yıl olacaktı. Aradan geçen bu süre içinde ona kimse rütbesiyle hitap etmemişti. Bir an pilotun kendisine “Yarbayım” demesini yadırgadı. Emekli Deniz Yarbayı Orhan Aykut, Hava Kuvvetlerine ait eski bir C-47 ile uçuyordu. Bu uçakları en son Kıbrıs Barış Harekatı’nda görmüştü. Dakotalar ömrünü çoktan doldurmuş, ama bir türlü hurdaya çıkartılamamıştı. Pilot mahallini, içerdeki çıplak boşluktan ayıran kapı aralığından dışarısını izliyor; pilot yüzbaşının gösterdiklerine bakıyordu. Türkiye’nin hemen hemen bütün kıyılarını tanırdı. Anadolu’nun bu kadar ağaçsız oluşuna, çoraklığına ilk kez tanık oluyordu. Nevada Çölü de böyle kuraktı ama, adı üstünde, oraya çöl deniyordu. Galiba erozyonlar Orta Anadolu’yu da çoktan çöle çevirmişti. Ancak, kimse bu gerçeğin farkında değildi! Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 33 ”Đnişe geçiyoruz! On beş dakika sonra Etimesgut’tayız!” ”Hayırlısıyla Yüzbaşım. Ben yerime oturuyorum.” Orhan Aykut hayatında ikinci kez Etimesgut Askeri Havaalanı’na iniyordu. Đlkinde, Kıbrıs çıkartmasının hemen ardından Ankara’ya gelmişti. Deniz Kuvvetleri Komutanı Kemal Kayacan, Ada’ya ilk çıkan Türk askerlerini, Ankara’daki komutanlara tanıştırmak istemişti. Denizcilere göre, Kıbrıs’ın kapısını SAT komandoları açmıştı. Ama karacılara kalsa, adaya çıkan yalnız kendileriydi! Đstanbul’a bahar çoktan gelmişti. Heybeliada’daki evlerinin bahçesindeki çağlalar olmuştu. Onları, sabah erken saatte ağaçtan toplayıp, tuza banarak yemeyi çok severdi. Sabah nemi, tuzun çağlanın tüylerine yapışmasını sağlardı. Ada bu mevsimde mis gibi kokardı. Mimozaların, iğde ve çam ağaçlarını kokusu, uzaktan uzağa gelen yosun kokusuna karışırdı. Baharları adayı sarıya boyayan mimozaların mevsimi artık geçmek üzereydi. Yarbay Orhan Aykut, Ankara’da kuru bir ayazla karşılaştı. Evlerin bacaları hâlâ tütüyordu. Balgat’a geldiklerinde artık hava kirliliğinin o genizleri tırmalayan pis kokusu ile tanışıyordu. Bütün ömrünü açık havada, deniz kıyısında geçiren bir insan olarak böyle pis bir havayı solumayı aklı bir türlü almıyordu. Nasıl olur da yep yeni bir kent, Başkent Ankara, böyle bir yere, çukura kurulurdu? Artık Đnönü Bulvarı’nın sonunda Ankara’nın göbeğindeydiler. Solda Jandarma Genel Komutanlığı, hemen yanı başında Emniyet Genel Müdürlüğü, sağda Meclis Parkı ve yeşermekte olan ağaç dalları arasından Büyük Millet Meclisi gözüküyordu. Cinnah Caddesi’ne vardıklarında ağaçlar arasına gelişi güzel park edilmiş arabaların arasından, üzerlerine kedilerin üşüştüğü çöp bidonlarını gördü. Orhan Aykut, “Aynı Los Angeles gibi!” diye, düşündü. Orada da lüks ve pislik iç içeydi. Mercedes, Cinnah’ı tüm hızıyla tırmanıyordu. Cinnah, Pakistan’ın kurucusuydu. Ama Başkent Ankara’da, Çankaya’ya tırmanan bu caddenin adını kimden aldığını sorsan kaç kişi bilirdi! Caddelerin birinde Fuzuli’nin, Sinan’ın, ya da neden olmasın bir Piri Reis’in ya da Kanuni Sultan Süleyman’ın adı yoktu? Oysa Avrupa’da öyle mi? Batı Dünyası, geçmişi ile öğünür; bütün eksikliklerine rağmen tarihinden gurur duyardı. Orhan Aykut biraz sonra Çankaya’ya, Köşk’e varacaktı. Demek kaderde, Mustafa Kemal Paşa’nın evini görmek de vardı! Deniz Kuvvetleri Komutanı’nın Mercedes makam arabası nedense dosdoğru Köşk’e gitmiyordu. Herhalde dikkatlerin üzerlerine çekilmesi istenmiyordu. Pek önemsemedi. Ankara, görmeyeli ne kadar değişmişti! Her tarafa yeni inşaatlar yapılıyordu. Çankaya Köşkü’nün arkalarından dolanarak Ziya Ürrahman Caddesi’ne döndüklerinde, nabzının biraz arttığını fark ederek kendinden utandı. Bu kadar Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 34 heyecanlanmaya gerek var mıydı? Nizamiye kapısına geldiklerinde benliğini ılık bir coşku seli kapladı. Farkına varmadan elini şapkasız başına götürdü; Mehmetçiğe selam verdi! Muhafız Alayının askerleri kendisine selam duruyordu! ”Sağa sap! Önce, Nejat Paşa’nın lojmanına gideceğiz!” Sessizliği bozan, arabanın önünde oturan Deniz Üsteğmeni idi. Orhan, daha önce kendisiyle hiç karşılaşmamıştı. 13 Orhan Aykut’un önüne önce terbiyeli bir düğün çorbası, ardından da soğanlı yahni geldi. Servis takımlarına diyecek yoktu. Tabakların çevresi ince altın yaldızlı bir suyla çevriliydi. Kenarında da, gene altın yaldızla süslü bir güneş, yan yana sıralanarak bir daireyi oluşturan on altı yıldız vardı. Her biri tarihte iz bırakmış, on altı Türk devletini temsil eden o altı yıldız kırmızı bir zemin üzerinde parlıyordu. Cumhurbaşkanlığı forsu anlamlıydı! Ayakta kalmayı başarabilen son Türk devleti de, içeride ve dışarıdakilerin gayretiyle yıkılmak isteniyordu! Türk tarihinin en kötü günlerinde Mustafa Kemal Paşa burada, Çankaya’da karargâhını kurmuş, halkını örgütlemiş, direnmişti. Türkleri o zaman dize getiremeyen, bu işi şimdi asla başaramazdı. Artık, Ermeni Cumhuriyeti Ordusu’nun karşısında Kazım Karabekir’in sekiz-on bin kişilik küçücük ordusu yoktu! Ermeniler bu gerçeği nasıl oluyor da göremiyorlardı! Yarbay Orhan Aykut çorba kasesinin işlemelerine bakarken düşünceleri onu tarihin o anımsanmak istenmeyen kasvetli günlerine götürmüştü. Kaşığını farkına varmadan tabağa daldırırken düşüncelerden sıyrıldı! Bir an, gözlerinin önünden son yirmi dört saat geçti! Her şey ne kadar da çabuk gelişmiş, kendini Ankara’da bulmuştu! Orhan Aykut, dün bu saatlerde Karamürsel açıklarında denizde kablo döşüyordu. Telefon hattı, Đzmit Körfezi’nin güneyini, kuzeyine, giderek Đstanbul’a bağlayacaktı. Artan nüfus telefon şebekesinin de yenilenmesine ek hatların çekilmesine neden oluyordu. Donanmadan ayrıldıktan sonra kendisi gibi iki dalgıç emeklisi arkadaşıyla bir sualtı arama ve onarım şirketi kurmuştu. Daha doğrusu eskiden yanında çalışan bu iki uzatmalı astsubay dalgıç, onu bulmuş, kendisini böyle bir şirket kurmaya ikna etmişti. Bu eski denizciler geçim sıkıntısı çektiklerinden üniversiteye giden çocuklarının okul masraflarının ağırlığından yakınmışlardı. O da kendilerini Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 35 kıramamıştı. Üstelik hemen her emekli subay gibi orduevlerinde zaman öldürmek, boş durmak istememişti. Sualtı-Onarım TAŞ, bu üç denizcinin ortak şirketiydi. Sık sık küçük işler alıyor, bazen da PTT’nin ihalelerini kazanıyorlardı. Karamürsel-Eski Hisar telefon hattının bitmesi için daha sekiz günlük işleri vardı! Orhan Aykut, dün sabah saat ona on kala suya dalmış, gemiye çıktığında karşısında Mantar Akın’ı bulunca, gözlerine inanamamıştı. Binbaşı Akın’ı arkadaşları okulda, “Mantar” lakabıyla çağırırdı. Ona bu yakıştırmayı, okula ilk girdikleri yıl, ayaklarında mantar çıktığı için, takmışlardı. Şom, Kel Erci, Kürt Ercan, Maymun Fuat, Domuz Selahattin, Dayı Đsmet, Taşkafa Fikret, Kandıralı Mehmet, Kız Đlhan, Yamyam Erkan, Kuş Selahattin, Izdırap Çocuğu, Cenabet Attila, Kör Yenal ve daha niceleri!... Sınıflarında hemen herkesin bir lakabı olmuştu; Yalnız Sapancalı Şaban’a bir ad takmamışlardı! Onun böyle takma ada zaten ihtiyacı yoktu! Bu lakaplar zamanla unutulmuş, kullanılmamıştı. Ama insan gene de bir zayıf anında ağzından kaçırabiliyordu. Akın Tok “Seni görmeye geldim!” demişti. Onunla bir orduevinin bahçesinde karşılaşmış olsa bu açıklamasına inanmayacaktı. Ne var ki, Akın kendini denizin ortasında bulmuştu. O nedenle bu beklenmedik ziyareti yadırgamıştı. Bir an Akın’ın nerede olduğunu anımsamaya çalışmış, çıkartamamıştı. Ankara’da ama, Genel Kurmay’da mı yoksa Deniz Kuvvetleri Karargahı’nda mı çalıştığını kestirememişti. Şaşırmış; daha doğrusu meraklanmıştı. “Mantar! Boş ver dalgayı da, ağzındaki baklayı çıkar!” Akın Tok önce çevresine bakınmıştı. Biraz ilerideki kompresör, dipte çalışanlara hava basıyordu. Zaten gürültüden birbirlerini zor işitiyorlardı. “Seni almaya geldim Yarbayım!” demişti, Yarbay sözünün üzerine basa basa. Sonra devam etmişti: “Seni mevcutlu olarak, Ankara’ya götüreceğim!” Akın, gelişmeleri bir çırpıda anlatmıştı. Kuvvet Komutanı’nın, kendisini emekli bir yedek subay olarak yeniden silah altına almak istediğini söylemişti. Orhan Aykut, bir an bocalamış duyduklarına inanmak istememişti. “Nisan bir şakası için biraz geç değil mi? Bugün Nisan’ın sekizi!” diyebilmişti. Sınıf arkadaşı Akın’ın kendisini, denizin ortasında şaka olsun diye aramadığının bilincindeydi. ”Mevcutlu” sözcüğü, bir yerde arkadaşının kendisini gerçekten götürmeye geldiğini, kararlılığını fısıldıyordu. Asker kaçakları da, yanında bulunan “Mevcut” silahlı nöbetçilerle kışlalarının yolunu tutardı. “Donanma’da benden başka adam kalmadı mı?” ”Koca Türkiye’de, Konsey’in istediği nitelikte bir kişi var. O da sensin!” Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 36 Orhan, arkadaşından aldığı yanıta pek şaşırmamıştı. Her zaman yeteneklerinin ve gücünün bilincinde olmuştu. Ses çıkarmamış, sadece körfezin kirlilikten, artık kahverengine çalmaya başlayan sularına bakakalmıştı. O an gözlerinin önünden binlerce anı gelip geçmişti. Takdir edilme, beğenilme, unutulamama gibi çeşitli duyguları peş peşe yaşamıştı. Ancak, neden silah altına alınmak istenmişti? Kendisinden istenecek görev neydi? Aklına gelen soruların yanıtını o sırada bulamamıştı. Bildiği, kendini yıllarca böylesi özel görevlere hazırlanmış olmasıydı. Acaba nereye gönderilecekti? Sovyetlerde, Bulgaristan’da ya da Yunanistan’da bir operasyon mu düzenlenmişti? Yanıtını veremediği sorular karşısında önce biraz irkilmiş, yutkunmuş, kendinden bile saklamaya çalıştığı titrek bir sesle ”Bari kızıma telefon edeyim!” diyebilmişti. Kıdemli Deniz Binbaşı Akın Tok da bu yanıt üzerine üç yılı aşkın bir süredir görmediği arkadaşını sevgiyle kucaklamıştı. Orhan Aykut, iki yıl liyakat kıdemi alıp terfi etmiş, sonra kendi isteğiyle yarbaylıktan emekli olmuştu. “Yarbayım! Yarın sabah seni Yeşilyurt’tan bir uçakla aldırırız!” dedikten sonra sözlerine eklemişti: “Az kalsın unutuyordum! Ankara’ya sivil gel. Belki yolda seni gören biri olur!” Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren, bir süredir ses çıkarmadan kendilerini dinleyen genç adama baktı. Kırk yaşlarında görünüyordu ama sırım gibi bir yapısı vardı. Sarı, dalgalı saçları ve deniz mavisi gözleriyle oldukça yakışıklı bir adamdı. Çorbasını içmiyordu. Dalmış, aklı başka yerlere gitmişti. Belki de önüne konan yemeği beğenmemişti. Dayanamadı, sordu: “Yarbayım, çorbanızı soğutuyorsunuz! Yoksa, sevmediniz mi?” Orhan Aykut, önündeki çorba tabağına bakarken daldığı düşüncelerden bir anda kurtuldu. Hayır, çorba çok güzeldi. Zaten düğün çorbasının iyisi, dana gerdanından yapılırdı. Eti lif lif olur, ağızda dağılırdı. Aşçı da özene bezene pişirmiş, çorba kasesine yağda kızarmış küçük ekmek parçalarını koymayı unutmamıştı. Keşke biraz daha ekmek isteyebilseydi! Nejat Paşa’nın hakkında anlattıklarını duymuyordu. Nasıl olur da bir Türk sofrasına o kadar az ekmek konurdu? Ekmek, yemeğin lezzeti, Türk sofrasının vazgeçilmeziydi! Orhan Aykut göz ucuyla yemek odasını süzdü. Yerde bir büyük taban halısı vardı. Hereke halısının ününü, ilk kez San Diego’da bir halı mağazasında duymuştu. Đyi dokunmuş bir Hereke halısı, Đran halılarına taş çıkartırdı. San Diego’da SEAL 1’e katılmıştı. Amerikan Sualtı taarruz komandoları için hazırlanan bu birinci kursa müttefik ülke donanmalarından da kursiyerler katılıyordu. Đşte, San Diego’da kaldığı altı ay Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 37 içinde sık sık o Ermeni asıllı, halıcı Leon’un dükkanına gitmiş, sohbet etmişti. Onun için yerdeki halıyı tanıması güç olmamıştı. Pencerelerin kenarından aşağı sarkan lacivert kadife perdeler altın sırma kordonlarla duvara toplanmıştı. Duvar kağıtları bej ve kendinden desenliydi. Yan duvarlarda iki çift kristal aplik asılıydı. Pencerenin karşısına düşen uzun duvarda ise, altın yaldızlı büyük bir kristal ayna vardı. Yemek odasının tek mobilyası, aynanın hemen altındaki, kesme cam vitrinli ceviz büfeydi. Küçük yemek odasının süsü de, biri büyük, ikisi küçük, üç yağlı boya tabloydu. Onlar da yan duvarlarda apliklerin arasına asılıydı. Ancak tabloların kimler tarafından yapılmış olabileceğini kestiremeyecek kadar bilgisizdi. Resim, Orhan Aykut’un en zayıf yanıydı. Kolalı beyaz üniforması, omuzlarında sırmalı apoletleriyle, neredeyse bir denizciyi andıran garson, çorba kaselerini topluyordu. Otuz beş- kırk yaşlarında, kumral, temiz yüzlü, sofradaki her eksikliği anında gören, ancak salonda olduğunu hissettirmeyen, işinin ehli birisiydi. Kenan Evren, sandalyesinin sırtına yaslanarak, garsonun önünden tabağını kaldırmasına yardımcı oldu. Sonra dirseklerini masaya dayayıp Orhan Aykut’a baktı. Karşısında 1.80 boyunda, tonu yeşile çalan açık ela gözlü, sağlam atletik yapılı, sarışın denecek kadar açık tenli bir adam vardı. Yaşını pek kestiremedi, ama herhalde kırkın biraz üzerindeydi. ‘Đyi ki bizim delikanlı, kara yağız biri değil’, diye düşündü. Ne de olsa, sarışın, açık tenliler Avrupa’da pek göze batmazdı! ”Hakkınızda çok şeyler duydum. Siz deniz komandoları, gerçekten dedikleri gibi, denizin dibinde ve karanlıkta, hedefinizi bulabilir misiniz?” “Evet Sayın Devlet Başkanım. Gerekirse buluruz!” Bu yanıt Evren’in çok hoşuna gitmiş olacak ki, güldü. Nejat Tümer’e dönerek: “Tam aradığımız asker!” dedi ve konuşmasına devam etti: “Denizin zifiri karanlığında hedefini bulan, yurt dışında saklanan hainleri de bulur! Değil mi Amiralim?” Nejat Tümer bir süre sustu. Gerçeğin o kadar kolay olmadığını biliyordu. Ancak yanıtı gene de kısa oldu. ”Evet, Sayın Devlet Başkanım” Her iki kumandanın gözü Yarbay Orhan’daydı. Oysa Yarbay Orhan komutanlara ne diyeceğini bilmiyordu. O nedenle kendisini süzen komutanları görmezlikten geldi. Önüne gelenleri sessizce yemeğe devam etti. Kuzu tandırının yanında Türkmen pilavını anımsatan, havuçlu bir pilav! Sonra sıra irmik helvasına geldi. Rendelenmiş Antep fıstığı ile süslü irmik tane tane ve tadı yerindeydi. Herhalde aşçı fazla tatlı olmasın diye helvaya şerbet dökmektense, toz Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 38 şeker serpmeyi yeğ tutmuştu! Şeker sıcak helvanın içinde eriyor, ağızda dağılıyordu. Helvalarını yerken pek konuşmadılar. Bu kısa sessizliği ev sahibi Kenan Evren bozdu. “Kahvenizi nasıl istersiniz, Yarbayım?” “Lütfen sade olsun, Sayın Devlet Başkanım!” 14 “Gunnilla, biz yemeğe çıkıyoruz.” dedikten sonra panjurlardan sokağa baktı. Stockholm’deki Türkiye Büyükelçiliği’ni koruyan sarışın bekçi kızlardan biri üşüyerek kapının önünde volta atıyordu. Metin Karayel bekçi kıza acıdı. ‘Türkiye’de olsa, böyle güzelleri Vehbi Koç gibi zenginlere gelin alırlar!’ diye düşündü. ‘Güzellerin talihi olmaz derler ya, bak ne kadar doğruymuş?’ Sonra yandaki odaya seslendi: “Attila biz yemeğe çıkıyoruz, geliyor musunuz?” “Hazırız efendim!” Son suikasttan sonra kesin emir gelmişti. Dikkatli olmaları gerekiyordu. Aylardan beri büyükelçiliğin en kıdemli diplomatıydı. Ankara, Đsveç’in Türkiye’ye yönelik eleştirilerinden bıkmış, büyükelçisini geri çağırmıştı. ASALA, kendilerini elçiliğin önünde güpegündüz vurabilir miydi? Zannetmiyordu! Kaçış yolları zordu. Üstelik Kopenhag’daki suikasttan sonra, bir süre güvende sayılabilirlerdi! ASALA’nın peş peşe eylem yapacak gücü yoktu. Ya varsa? Eğer kıllı bir Ermeni’nin eli basacaksa tetiğe, Metin Karayel, kellesini savunabilmeliydi. Hiç olmazsa, kendine kurşun sıkanın üzerine tek kurşun gönderebilmeliydi! Öldüremese bile, yaralaması yeterdi. Öyle ya, o sayede ASALA’nın izi sürülür, diğerleri de yakayı ele verebilirdi! Metin Karayel kırk beş yaşlarındaydı. Anlamlı bir yüzü vardı. Biraz çukura kaçmış gözleri her zaman fırıl fırıl döner, karşısındakini okumak istercesine irdelerdi. Bir yetmiş beş boyunda, atletik yapılı ve buğday tenliydi. Kısa kesilmiş siyah saçları şakaklarında yerini yer yer beyazlıklara bırakmıştı. Hareketli, delişmen bir ruh haliyle tanınırdı. Sözünü esirgemeyen ve özellikle diplomat mesleğinde pek alışılmayan mert yanı vardı. Metin Karayel, üstü evraklarla dolu küçük masasının sağ çekmecesini açtı. Smith&Wessson marka tabancasını aldı. Bir aydan beri atış poligonuna gitmediğini anımsadı. Ama hedefini hiç şaşmadan vurabilirdi. Ne de olsa bir asker çocuğu, bir deniz albayının oğluydu. Babasının tabancasını ilk kez kullandığında, dokuz yaşındaydı. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 39 Dördüncü sınıfa geçtiği yaz tatilinde, babasının gemisinde bir hafta kalmıştı. Bordasında P 125 yazılıydı. Eğer belleği yanıltmıyorsa, Bodrum’du adı; B sınıfı, karakol gemilerindendi. Đnebolu’ya kadar gitmişler, dönüşte bir yunus sürüsüyle karşılaşmışlardı. Yunus balıkları, koca savaş gemisine meydan okurcasına, geminin burnunda yüzüyor; suya dalıp dalıp çıkıyorlardı. Đlk kez görüyordu böylesine iri balıkları. Ne kadar da hızlı yüzüyorlardı. Babası beylik tabancasını çıkartmış, yunuslara iki-üç el ateş etmişti. Kendisi de çok ısrar etmiş, sonunda yalvarmalarını kıramayan babası, eline tabancasını tutturmuştu. O gün tabancanın tetiğini düşürüp, bir kurşun yollaması ne kadar da zor olmuştu! Çocuk gücü, Kırıkkale’nin tetiğini düşürmeye yetmemişti. O nedenle babası kendisine biraz yardım etmiş, küçük Metin’in, tetiği tutan parmağına basmıştı. Paaaat!… Kulaklarını uğuldatan bir ses! Korkmuş, ama daha çok heyecanlanmış, kendinden gurur duymuştu. Öyle ya, arkadaşlarının, koyun kellesinin, çene kemiğinden yaptıkları tabancalarla kovboyculuk oynadığı günlerde, o gerçek bir tabancayı tutmuş, tetiğini bile çekmişti. Nedense babasını çift sırmalı, kışlık yüzbaşı üniforması ile anımsardı hep! Metin Karayel, kendini çocukluk anılarından silkip attı. Sonra tabancasının emniyetini açıp, onu pantolon kemerine sıkıştırdı. ”Haydi geliyor musunuz?” Gidecekleri yol elli, bilemedin altmış metreydi. Dört katlı Amerikan Büyükelçiliği, Türkiye Büyükelçiliği’nin tam karşısındaki setin üstündeydi. Türk diplomatları, çevredeki diğer batılı elçilik çalışanlarıyla birlikte, öğle yemeklerini Amerikan Elçiliği yemekhanesinde yerlerdi. Bu Amerikan yemekleri Metin’in öğrencilik yıllarında Mülkiye’nin yemekhanesindeki yemeklere benzemiyordu. Yağlı kızartmalar, makarnalar, pudingler! Porsiyonlar büyüktü. Ama insan şöyle ekmeğini banabildiği, soğanı tuza bastırıp dişleyebildiği, bir tabak kuru fasulyeyi, ”Pork Chop” denen Amerikan domuz pirzolasına değişmezdi! Türk diplomatları elçiliğin kurşun geçirmez kapısını zorla itip, dışarı çıktıklarında kapının önünde yeşil üniforması içinde titreyen güzel bekçiyle selamlaştılar. Askerleri anımsatan, yeşil bir üniformaları, kollarında ABAB yazılı, kartal başlı forslarıyla, halk arasında ”ABAB Bekçisi”, diye çağrılırlardı. Üzerlerindeki tek silah, boyunlarında çaprazlama asılı telsiz mikrofondu. Bir saldırı karşısında bu yirmi beş yaşlarındaki sarışın mavi gözlü, narin kadın bekçi ne yapabilirdi? Elçilik ikinci katibi Attila Okan aklından geçenleri yüksek sesle söylemeden edemedi. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 40 “Đyi ki Günaydın gazetesinin Đsveç’te muhabiri yok. Yoksa, bizi Đsveç’te böyle güzellerin koruduğunu birinci sayfadan verirdi!” Bir an durdu. Müsteşardan gelecek tepkiyi bekledi. Ondan ses çıkmayınca konuşmasını sürdürdü: “Tabii, durumu öğrenen Ermeniler de bize çekinmeden saldırırlar!” Metin Karayel dayanamadı, Attila’ya çıkıştı: “Kızın görevi bizi korumak değil, anlamıyor musun?” Aslında, Müsteşar Metin’i kızdıran kavram kargaşasıydı. Herkes bu telsizli güzelleri “bekçi” sanıyordu Oysa, görevleri merkeze saldırı var, diye haber vermekti. Yani, yaptıkları iş bekçilik yerine, gözcülüktü; silahlı saldırganlara karşı elçilik binasını korumak değildi. Arabalar Türk elçiliği ile Amerikan elçiliği arasındaki geniş caddedeki refüje, çift sıra park etmişti. Hemen hemen hepsi elçilikte çalışanlara aitti. Aralarından geçerek Amerikan elçiliğine giden merdivenleri tırmanmaya başladılar. Erkan Şener: “Acaba bugün ne var?” diye, sessizliği bozdu. “Ne olacak, gene çorba, gene makarna vardır!” diye yanıtladı Attila. “Ama, Metin Bey kendine seveceği bir tatlı bulur!” Merdivenleri tırmandıklarında biraz soluk soluğa kalmışlardı. Az değil, en az elli basamaktı merdivenler. Ana kapıya kadar gidip dolanmamak için bu yolu seçiyorlardı. Kestirmeydi, ama biraz yorucu oluyordu. Metin Şener: “Ne spor, ne hareket! Bu gidişle, top gibi şişeceğiz!” diye, kendini savunmak istedi. Kapıdaki Amerikan deniz piyadesi, belki de yüzüncü kez önlerinden geçen bu üç Türk diplomatının yakalarına iliştirdikleri kimliklere yeniden bakıp, ”Welcome Sir!” diyerek kapıyı açtı. Stockholm’deki Amerikan Elçiliği dört katlı, geniş, bol camlı, ferah bir binaydı. Yemekhane oldukça kalabalıktı. Az ileride, Güney Kore Elçiliği’ndekiler kendi aralarında hararetli hararetli konuşuyorlardı. Norveçlileri selamlayarak kuyruğa girdiler. Hemen arkalarından da bir grup Amerikalı sökün etti. Amerikan elçilik mensupları beş yüzü aşkındı. Bunların kaçı açık istihbarat toplar, kaçı Central Intelligence Agency, CIA ya da Defense Intelligence Agency, DIA için çalışır, Allah bilirdi. Ancak, Erkan Şener, CIA’nın NATO ülkeleri servisleriyle temaslarını kuran Jimmy McAdam’ı önceden tanıyordu. Çerçevesiz cam gözlükleri, kızıla çalan saçları, çilli, çocuksu yüzü ve kolej yıllarında spor yaptığını inkar ettirmeyecek iri gövdesiyle bu kırk yaşlarındaki delikanlı, kolay kolay unutulamazdı! Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 41 Jimmy McAdam, Türk diplomatlarının yanına gelip, Đngilizce geçmiş olsun dedikten sonra: ”Cuma günkü suikasta çok üzüldüm; yemekten sonra kahveyi birlikte içelim mi, Bay Şener?” diye sordu. ”Tabii, iyi olur. Benim de sizinle temasa ihtiyacım vardı!” Metin Karayel, Amerikalının bu ilgisine dayanamayıp söze karıştı. ”Ne dersin Erkan, bu herif bir şeyler mi yumurtlayacak?” ”Galiba, Metin Bey, bana da öyle geliyor!..” Türk diplomatları yemeklerini selfservis tepsilerine alıp Amerikalılara “See you!” dediler; “Görüşürüz!”. ”Kahveleri birlikte içiyoruz, Bay Jimmy!” Metin Karayel ve arkadaşları, pek ayak altında olmayan, küçük bir masa ararken, Almanların ikinci katibi masasından ayağa kalkarak kendilerini selamladı. ”Çok üzgünüz! Kopenhag’daki saldırıya uğrayan meslektaşımızın durumu nasıl, Bay Karayel?” derken, çevre masadakiler Türk diplomatlarını biraz endişe, biraz da acıma duygularıyla süzüyorlardı. Cavit Demir’i Kopenhag’daki Rikshospital’da cuma gecesi, tam yirmi saat ameliyat etmişlerdi. Sonunda kurşunların hepsi çıkartılmıştı. Doktorlar, Cavit’in sağlık durumu için ”Ciddi” demişlerdi. 15 “Ne dersiniz Yarbayım, bu işe var mısınız?” Yarbay Orhan Aykut, kendisine bu soruyu yönelten Devlet Başkanı Kenan Evren’e baktı. Ne diyeceğini, daha doğrusu nasıl söyleyeceğini pek bilemiyordu. ”Hem evet, hem hayır, Sayın Devlet Başkanım!” diye kısa bir yanıt verdi. “Çekinmeyin, anlatın! Üçümüz arasında müphem bir şey kalmasın!” Söze nereden başlayacaktı? Düşündüklerinin hepsini karşısındaki komutanlara söyleyebilir miydi? Ya kendisini ters anlarlarsa; ne olurdu? Bir an için dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi. Öyle ya, terfisi engellenecek değildi ya! Zaten, emekli olmuş, ordudan, ayrılmıştı. “Sorunun üç yönü var, Sayın Devlet Başkanım.” diye toparladı kendini. “Đşin hukuki, siyasi ve bir de vicdani yönü” diye devam etti konuşmasına. “Aslında donanmadan kalbim kırık ayrıldım. Boğaz’da, SAT Okul Komutanı iken, üstlerimin bize gösterdiği ilgisizlik üzerine istifamı istedim. Donanmada Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 42 yapacağım pek bir şey de kalmamıştı! Sadece genç teğmenlere, astsubaylara öğretmen olarak yaşamak istemiyordum.” “Ama bakın, Türkiye’nin sizin gibi yetişmiş elemanlara ihtiyacı var!” “Đzninizle söyleyeyim, Sayın Devlet Başkanım! “Evet!” derken ben de bunu söylemek istiyordum. Gönlüm evet, diyor. Ben de hepimiz gibi bu ordunun karavanası ile büyüdüm. Onun için bana verilecek görevi seve seve kabul ederim. Yalnız, yeni bir Mustafa Muğlalı Paşa olmak istemem!” O ana dek karşısındaki denizciyi ilgi ile izleyen Kenan Evren’in yüzü birden bire karardı. Teğmen çıktığında Mustafa Paşa, Afyon’da Korgeneraldi. Muğlalı Paşa’yı, o zamanlar Enver Paşa’nınkilere benzediği için “Enveriye” denilen yukarı doğru kıvrık bıyıkları ve çok sert bakışlarıyla anımsıyordu. Mustafa Muğlalı orta boylu, tıknazdı. Hafta sonlarında Kolordu Askeri Gazinosu’na gelir, özellikle genç subaylarla sohbet eder, birasını yudumlarken onlara savaş anılarını anlatırdı. Duyduğuna göre, Mustafa Muğlalı Paşa bir gece Köşk’e çağrılmıştı. Emri Mareşal’in yanında bizzat Đsmet Paşa vermişti. Türk-Đran sınırdaki devlet otoritesi, ne pahasına olursa olsun, sağlanacak, kaçakçılığın önü alınacaktı! Sert mizaçlı bir asker olan Muğlalı da, Cumhurbaşkanı’nın emrini yerine getirmiş, isyancıları ezmişti! Otuz üç kişi Đran sınırında kurşuna dizilmiş, sonra bir zabıt tutularak, ”Sınırda çıkan çatışma sırasında öldü!” denmişti. Olay, Demokrat Partililer tarafından CHP’nin tek parti iktidarını yıpratmak için silah olarak kullanılmıştı. Menemen olayları sırasında Đstiklal Mahkemesi’nde görev yapan Muğlalı, Demokrat Parti’nin seçimi kazanmasından sonra bu kez emekli bir general olarak sanık sandalyesine oturtulmuştu. Hakkında yapılan suç duyurusu, sınırda öldürülenlerin sorumluluğu idi. O da bir komutan olarak tüm sorumluluğu üstüne almıştı. Mustafa Muğlalı, suçlu görülerek idama mahkum edilmiş, sonra cezası yirmi yıla indirilmişti. Muğlalı Paşa, içine düştüğü duruma dayanamayarak ceza evinde hastalanmış ve ölmüştü! Kenan Evren bir an hırsından titrediğini fark etti. Birçok güvenlik görevlisi ve ordu bireyi gibi, yıllar önce Cumhurbaşkanının emrini yerine getiren ve daha sonra ipe çekilmek istenen o askerin dramını yüreğinde yaşadı. O günlerin inancına göre,“Vatan sevgisi”, her şeyden, hatta hukuktan bile üstündü!.. Kendisi de, acaba bir gün Muğlalı Paşa’nın durumuna mı düşecekti? Bu sorunun aklının ucuna bile gelmesine çok kızdı. Köpürdü. Önemi yoktu. O inandığını yapmıştı. Derin derin soluk aldı. Sonra bakışlarını karşısındaki insana dikti. Orhan Aykut’un gözlerinde de aynı kararlılık, inanç vardı. Demek, ”Muğlalı Paşa” olayı unutulmamıştı. Genç kuşaklar, o askere yapılan dönekliği biliyordu! Kararlı bir ses tonuyla: Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 43 “Ben daha ölmedim, Yarbayım!” diye çıkıştı. “Kılınıza kimse dokunamaz! Sizi Milli Güvenlik Konseyi görevlendiriyor.” Evren Paşa’nın canı iyice sıkılmıştı. Elini masanın kenarına hafifçe vurarak, konuşmayı noktalamak istedi. “Konseyin tasarruf hakkı, hiçbir güç tarafından tartışılamaz!” Yarbay Orhan biraz ürkerek bakışlarını kaçırdı. Yere bakarak: “Beni yanlış anlamayın Sayın Devlet Başkanım” diyebildi. “Ama, aradan yıllar geçtikten sonra, yaşlılığımı Muğlalı Paşa gibi cezaevlerinde geçirme hevesli değilim! Onun için, Konseyin bana hukuki güvence vermesini istemiştim!..” Sonra başını yavaşça kaldırarak önce Nejat Paşa’ya ardından da Evren’e baktı. “Ben de, sizin gibi Rumelili, evlad-ı fatihan çocuğuyum Sayın Komutanım! Ceddim, Rumeli’ye çıkan ilk Türklerden Süleyman Şah’ın komutanlarından Aykut Bey’e dayanır. Adımızı oradan alıyoruz. Zamanında ailemizin büyük vakıfları varmış. O sayede ceddimizin kimler olduğunu bu vakıf defterlerinden öğrenebildik!” Orhan Aykut, sanki karşısındaki insanlara neden korkamayacağını anlatmak istiyordu. O, bir “Bey” soyundan geliyordu. Dedeleri, vatan bildiği Rumeli topraklarını almak için kan akıtmıştı. O da hiç çekinmeden kendine düşen görevi yapardı. Bunun tartışılacak tarafı yoktu. Ancak, yeni bir Muğlalı Paşa olmak istemiyordu. Hepsi o!.. Bakışlarını karşısındakilerin üzerinde gezindirdikten sonra: “Evet, Büyükbabam ise, Meclis-i Mebbusan’da Misak-ı Milli’yi kaleme alan ve okuyan, Edirne milletvekili Aykutzade Mehmed Şeref Bey!”, diyebildi. Orhan Aykut böbürlenmeyi hiç sevmezdi. O nedenle sustu; başını öne eğdi. Nejat Tümer hayretler içinde kalmıştı. Yarbay Orhan da kendisi gibi Heybeliadalıydı. Babasını, hatta dedesi Mehmed Şeref Bey’i de az buçuk tanırdı. Ancak, bu kadar köklü bir sülaleden geldiklerini gene de duymamıştı. Zaten dünyada kaç Türk, dedesinin dedesinin adını bilebilirdi ki! Karşısındaki insanın, ne kadar gözü pek olduğunu biliyordu ancak geçmişini bilmiyordu. ”Donanmadaki özlük fişlerimiz yeterli değil!” dedi kendi kendine. Personelin şeceresi de yazılmalıydı. Ne de olsa, insan geçmişi, görgüsü ve aile terbiyesiyle bir bütündü. Şeref Bey’in, Batı Trakya’nın Yunanistan’da kalmasını bir türlü kabul edemediğini, Misak–i Milli sınırlardan taviz verilemez diye, Lozan anlaşmasına karşı çıktığını, Atatürk’e bile küstüğünü duymuştu! Mehmed Şeref Bey, ilginç, dürüst bir adamdı. Onun, Đttihat ve Terakki’nin ilk kurucularından biri olduğunu, hatta bir kitapta, Talat Paşa’yı mahkemede savunduğu için müvekkillerinden daha fazla hüküm giydiğini okumuştu! Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 44 Demek Anadolu Đsyanı’nın temel dayanağı olan Misak-ı Milli’yi,-Ulusal AndOrhan Yarbay’ın dedesi yazmıştı! Bir süre Orhan Aykut’a hayret ve gıpta ile baka kaldı. Evren de dalmış, gözlerini masanın üzerindeki boş kahve fincanına dikmişti. Keşke, kahve telvesinin o ilginç şekilleri kendisine geleceği fısıldayabilseydi! Bu düşüncenin olanaksızlığı karşısında acı acı gülümsedi. Acaba Muğlalı Paşa, başına gelecekleri bilse gene aynı şekilde davranır mıydı? Pazar günleri, Afyon’daki orduevinde, elinde soğuk birasıyla çevresini saran genç subaylarla şakalaşan, o cesur askeri düşündü. Bir yerde Mustafa Muğlalı Paşa’yı ve onun acıklı sonunu aklından çıkartamamıştı. Kimse doğru bildiği tavrı, vatan sevgisi ve görev aşkıyla yaptığı işlerden dolayı yıllar sonra suçlanmamalı, yargılanmamalıydı. Ancak, sorumluluk taşıyan insanların bugünkü davranışlarının bazen tarih önünde “Yanlış” diye yorumlanabildiğini de biliyordu. Acaba tarih Milli Güvenlik Konseyi’nin ASALA’ya karşı aldığı sıcak mücadele kararını nasıl değerlendirecekti? Ermeni teröristlere anladıkları bir dille yanıt vermekte gecikmiş miydi? Bu soruların yanıtını veremiyordu. Ama vicdanı rahattı. Suçsuz Türk insanlarının göz göre göre katledilmesine göz yumamazdı. Yummamalıydı. Zaten önemli olan da bu değil miydi? Đnsanın önce kendi vicdanına karşı rahat olması!.. Salonda dünya görüşleri ve kültürel birikimleri birbirinden farklı üç asker vardı. Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve emekli Deniz Yarbay Orhan Aykut. Üçünün de ortak dileği, yurt dışındaki Türk diplomatlarına karşı girişilen acımasız savaşın son bulmasıydı. Bunun nasıl sağlanacağı ise, bu üç insan arasında bir sırdı. Sessizliği bozan Yarbay Orhan oldu. Sözünü bağlaması gerektiğinin bilincindeydi. Onlar da kendisine ilgi ile bakıyorlardı. “Ben bu işe varım! Yeter ki gözüm arkada kalmasın, gerekirse kızıma sahip çıkılsın” dedi. Sonra gözlerini kaçırarak: “Sizden bir de özel ricam olacak; eğer kanım akarsa, diyetini ödetin!..” Salondaki üç asker de düşünceliydi! 16 Jimmy McAdam, elindeki kahve tepsisini Erkan Şener’in masasına koydu. Meslektaşının kahveyi sütlü mü yoksa kremalı mı içtiğini bilmediğinden ikisinden de almıştı. Sandalyesine oturdu. Erkan’a fincanlardan birini uzatırken: Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 45 “Türk kahvesini aramıyor musunuz?” diye söze başlamaya çalıştı. Ancak yanıt alamadı. Kahvesini karıştırırken Türk meslektaşına bakmıyor, sanki kendi fincanında bir şeyler arıyor, görüyordu. Hemen konuya girdi. “Burada saklanıyorlar, buna emin olabilirsiniz!” dedi, sakince. “Đsveç’i üs olarak kullanıyorlar. Ama şimdi neredeler? Bu konuda bir şey söylemek için zaman erken!” Erkan Şener ne diyeceğini bilemedi. Bu meslekte çok sürprizlerle karşılaşmıştı. Her türlü olasılığı, göz önüne almayı öğrenmişti. Đhanetin ne kadar ucuz, ne kadar çabuk yapıldığını, insanların küçük çıkarları uğruna neleri ele verdiğini biliyordu. On yedi yıldır istihbarat topluyordu. Ancak gene de sarsıldı. “Demek, Đsveçliler biliyordu!” diyebildi. Nasıl da atlatılmıştı? O insan azmanı Hagman, gözlerinin içine baka baka yalan söylemişti. Elbette, SAEPO’nun kendilerine bir daha işi düşecekti! Bu güne dek, Đsveç gizli servisi ile ilişkilerinin açık ve düzgün olduğu kanısındaydı. Yanılmıştı! Birden babasının sözleri geldi aklına: “Bu işte babana bile güvenmeyeceksin! Hele azınlıklara ve yabancılara; asla!” Bir Eylül sabahı karakol polisi gelmiş kendisine bir zarf uzatmıştı. Đçinde Milli Emniyet’te göreve alındığını bildiren bir yazı vardı. O da sevinmiş, Hacı Bekir’den bir kilo lokum alıp annesine, babasına müjdeyi vermeye gitmişti. Đşte o öğüdü babası Teşkilat’a girdiğini duyduğunda vermişti. Mesleğinde çok geçerli bir sözdü. Babası emekli bir kara albayı, 1960 ihtilalinde emekliye ayrılan binlerce subaydan biriydi. Onlara ”Emekli ve Subay” sözcüklerinden yapılma, Eminsu’cu diyorlardı! Kendi halinde, hayatta pek iddiası olamayan sakin, içine kapalı bir adamdı babası. O önermişti, teşkilata girmesini. “Sen bir başvur; belki ihtiyaçları vardır!” demişti. Đstanbul Hukuk’u bitirdiğinde, yedek subaylığını yapmak için askere alınmayı beklediği, işsiz dolaştığı günlerdi. Bir türlü karar veremiyor, geleceğini çizemiyordu. Bir memur çocuğu olduğundan serbest çalışmayı pek düşünemiyordu. Ne de olsa ”Devlet Kapısı” kendisi için bir güvenceydi. Bir türlü, Adliye’ye mi yoksa Đçişleri Bakanlığı’na mı girmesi gerektiğini kestiremiyordu. Durumu babasına açtığında: ”Bizim zamanımızda yatılı okuyabileceğimiz sadece askeri okullar vardı. Ben de onun için asker oldum!” diye yanıt vermişti. Babası aslen Afyon’un Sandıklı kazasındandı. Rivayete göre, Oğuz Türkleri bir kervanla Rum Kalesi’ne girmiş, gece askerler saklandıkları sandıklardan çıkıp, kaleyi ele geçirmişti. Đşte adı böyle bir olaya dayanan Sandıklı, Kurtuluş Savaşı’nda tam üç Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 46 kez düşman işgaline uğramış, üç kez de kurtarılmıştı! Đki halası ve babaannesi savaşta şehit düşmüştü. Babasının askeri okula yazılmasına öğretmeni yardım etmişti. Erkan Şener babasının en büyük arzusunu anımsadı. O da oğlunun Đstanbul Üniversitesi’nin kapısından içeri girdiğini görmekti. Oğluna ileride seçim hakkı verebilmek için onu liseye, daha sonra da üniversiteye yollamıştı. Yoksa, o da pekala kendisi gibi asker olabilirdi! Madem devlet memuru olmak istiyordu, o zaman, savcı, kaymakam olacağına Erkan’ın Milli Emniyet’e girmesinde yarar vardı. “Memlekete akıllı istihbaratçılar gerek!” demişti, babası. Erhan Şener, bir an için gençlik ve çocukluk anıları arasına dalmış, kaybolmuştu. Jimmy McAdam, karşısındaki meslektaşını hafifçe süzdü. Đlk bakışta Şener’in elmacık kemikli, temiz bir yüzü göze çarpıyordu. Kırlaşmaya yüz tutmuş saçlarını arkaya tarıyordu. Düzgün bir burnu, ince etsiz dudakları ve sivrice bir çenesi vardı. Birbirlerine biraz yakın, her zaman kıvılcımlar fışkıran kara gözleri çukurdaydı. Belleği bu kadar kuvvetli, söylenenleri bir teyp rahatlığıyla belleğine aktarabilen, ayrıntıları gözünden kaçırmayan bir başka istihbaratçı bilmiyordu. Şener ile iki yıldan beri tanışıyordu. ASALA’nın, Đsveçi bir üs olarak kullanması Jimmy McAdam’ı da şaşırtmıştı. Filistinliler, Kızıl Tugaycılar, Almanlar, Türkler, Kürtler. Demek Đsveç’e sığınan bunca terör guruplarının arasına şimdi bir de Ermeniler katılmıştı. Đçinden “Neden olmasın?” diye geçirdi. Acaba, karşısındaki ya da yemek kuyruğunda gördüğü öteki Türk diplomatları ASALA’nın yeni hedefleri miydi? Kendini Şener’in yerine koymak istemedi! Đyi ki CIA’da çalışıyordu. Bunca terör grubunun boy hedefi olmak, hiç de keyifli bir iş olmazdı. Kendisine bakan Erkan Şener’le göz göze geldi. Türk meslektaşına biraz acıdı. CIA’da çalışmak da başlı başına tehlike demekti. O nedenle karşısındaki Türkü bekleyen tehdidine seyirci kalmasına utandı. Ne var ki, meslekte duygularıyla hareket etmeyi değil, salt kendisine verilen görevi yapmayı öğretmişlerdi; o da cebindeki bilgileri ona ulaştırmaktı. Not defterini çıkartıp, bir sayfa yırttı. Erkan Şener’e uzatırken açıklama gereği duydu. “Önceki gün geldi ama araya tatil girince biraz gecikti! Belki bu adlar sizi iz üstüne götürür! DEA, bunların ASALA ile ilişkileri olduğu kanısında!” “DEA !” “Drug Enforcement Administration. Los Angeles’daki uyuşturucu masa.” Kağıtta iki ad vardı. George Hırlakyan ve Morris Deragopyan! Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 47 17 Marianne Malmberg, şu anda yaptığı bu anlamsız devriye gezisinin yerine Akdeniz kasabalarından birinde rıhtımda dolaşmayı ne kadar isterdi! Hatta, hiç sevmemesine rağmen cırcır böceklerinin o bitmez tükenmez ötüşlerini bile, gece trafiğinin o çekilmez otomobil gürültüsünün yerine dinleyebilirdi! Marianne otuz üç yaşındaydı. Dokuz yıldan beri polisti ve son dört yıldır, Narkotik Şubesi’nde komiser yardımcısı olarak çalışıyordu. Bal rengine çalan koyu sarı saçlı, uzun boylu, atletik yapılı ve alımlı bir kadındı. Bekardı. Polis Yüksek Okulu’na giderken tanıştığı, kendi okul döneminden Johan Hammar ile sık sık dışarı çıkıyordu. Ancak bu arkadaşlıkları kalıcı bir ilişkiye dönüşeceğe pek benzemiyordu. Bunun en büyük nedeni de çalışma saatlerinin birbirine denk düşmemesiydi. Biri izindeyken, öteki çalışıyordu. Marianne, birlikte devriye gezdiği arkadaşı Lasse’yi, sevgilisi Johan’dan çok daha fazla gördüğüne üzülüyordu! Bütün kış yorulmuş, dinlenmeyi hak etmişti. Bu gece, erkenden evine gitmek istiyordu. Şu anda insanların gece yarılarına kadar piyasada tur attığı Rodos’ta, Girit’te ya da Malarco’daki, o anlamsız ve amaçsız yürüyüşleri ne kadar arıyordu! Çok değil görevi gece 23.00’de bitecekti. Sabah saat 7.30’da Arlanda Havalimanı’ndan kalkacak tur uçağına yetişip, Rodos’a iki haftalığına tatile gidecekti. Yarın akşam orada volta atacaktı ama, daha bavulunu yapmamıştı! Marianne Malmberg yolda yanına alacağı parayı, çamaşırlarını, mayolarını, elbiselerini düşünüyordu. En iyisi teker teker bir liste yapmasıydı. Zaten o nedenle, bu gece araba sürme sırasını Lasse’nin üzerine yıkmıştı. O, elinde bloknotu, aklına gelenleri götürülecek eşyalar listesine yazıyordu. Altlarında oldukça bakımsız görülen, 1968 model sivil bir mavi Volkswagen ile bütün gece Stockholm caddelerinde devriye geziyorlardı. Çevrenin dikkatini çekmemek için garajdan zaman zaman böyle hurda görünüşlü arabaları alırlardı. Bu arabaların karoseri insanı aldatırdı. Đzleme işinde kullanılacağından motorları genellikle yeni, bakımdan geçmiş olurdu. Belli bir iz peşinde olmadıkları dönemlerde kentin önemli uyuşturucu merkezlerine göz atar, piyasayı kollarlardı! O gün göreve saat 16.00’da başlamışlardı. Son zamanlarda kentin kuzeyinde, Solna semtinde yaşayan uyuşturucu düşkünleri arasında eroin trafiğinin arttığı rapor edilmişti. Özel ekipteki arkadaşları bir iki haftadır takip peşindeydi. Onlardan da, devriye gezerken gözlerini açmaları istenmişti. “Şu giden Eriksson değil mi?” Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 48 “Evet, ta kendisi. Demek tahliye olmuş!” “Onun ne işi var Solna’da? Güney’de oturmuyor mu?” Marianne, Lasse’ye ne diyeceğini bilemedi. Eriksson kentin tanınmış düşkünlerinden biriydi. Başkalarına mal satar, aldığı komisyonla da kendi ihtiyacını karşılardı. Genellikle Stockholm’ün kuzeyinde oturan güneyine, güneyinde oturan da kuzeyine gitmez; her iki taraf, tren ve metro hatlarının kesiştiği kentin merkezinde buluşurdu. Ama Eriksson’un kuzeye gelmesinin bir başka nedeni olabilirdi! O da, gözden ırak bir yerden büyük çapta “mal” almaktan başka ne olabilirdi? Demek Eriksson’un “eroin çeşmesi” buralara yakın bir yerden akıyordu! Çoğunlukla bu uyuşturucu trafiğinde, en alttaki porsiyoncularla, tepedeki toptancılar arasındaki ilişkiyi sağlayan bir iki aracı daha olurdu. Ancak kimdi onlar? Eriksson, kendilerini o aracılardan birine götürebilir miydi? Bu soruların yanıtını bilemiyorlardı. Bunun iki yolu vardı. Biri, belki de aylar sürecek takip, diğeri gözdağı ve baskı yoluyla porsiyoncuyu konuşturmaktı. Kendi vardiyalarındaki diğer arkadaşları iz üzerindeydi. Eriksson içeriden daha yeni çıkmıştı. Doğal olarak hemen içeri dönmek istemezdi! Onun için Eriksson’un üzerine gidebilirlerdi. Marianne, Lasse’ye görüşünü sordu. O da işi kısa yoldan çözmek istiyordu. Sonunda kararını verdi. Lasse Hermansson arabasını bir kenara çekip kontak anahtarını kapattı. Eriksson’u uzaktan takip edeceklerdi. Eriksson, tedirgin bir şekilde, ikide bir arkasına dönüp bakarak ilerliyordu. Đzlenmekten korktuğu belliydi! Bu ise, Marianne ve Lasse’nin doğru bir iz üzerinde olduğuna işaretti. Narkotik Polisi’nin takip ekipleriyle, Stockholm Polis Merkezi arasındaki konuşmaların başkaları tarafından dinlenememesi için son yıllarda bir çeşit ”Ses değiştirici” kullanılıyordu. Bu özel aygıt, telefonun ahizesinden çıkan sesleri, frekanslarını değiştirerek Merkez’e yolluyordu. Daha sonra karşı tarafın alıcısındaki aygıt aracılığı ile ses frekansları düzeltilerek kulaklığa geliyordu. Aradaki konuşmayı biri dinlese bile, anlayabilmesi olanaksızdı. Marianne Malmberg’in Merkez’den beklediği yanıtın gelmesi çok uzun sürmedi. Eriksson’un gittiği adreste kentin tanınmış uyuşturucu düşkünlerinden Olov Adamsson oturuyordu. Merkez, Bagartorpsringen sokağı kırk iki numaraya iki araba gönderecekti. Olov Adamsson mutfak camına atılan bir küçük taşın çıkardığı sesle irkildi. Saatine baktı. Gelen Eriksson olmalıydı. Mutfaktan balkona açılan kapının jaluzilerini parmağıyla aralayıp dışarı baktı. Sokak lambaları daha yanmamıştı. Đlerde, elektrik direğinin altında bekleyen karaltıyı gördü. Gerçi yüzü tam seçilmiyordu ama, duruşundan Eriksson olduğunu hemen anladı. Jaluziyi iki kez açıp kapayarak Eriksson’a kendisini gördüğünü işaretledi. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 49 Đsveç’te apartmanların kapıları geceleri saat dokuzda kendiliğinden kilitleniyordu. Dışardan gelenler ya kapıdaki dört rakamlı kilit kodunu kullanıyor ya da evde oturanlara taşla, ıslıkla işaret veriyordu. Eriksson zemin katta oturuyordu. Olov Adamsson, Lena’dan aldığı paketi ufaltıp, henüz küçük porsiyonlara bölememişti. Gramlık torbacıklardan beş kapsül çıkıyordu. Kendi payına birer nebze ayırabilse yeterdi; çünkü onları birleşip kendisi için yeterli dozu buluyordu. Mutfak masasına baktı. Mektup terazisi ve boş kapsüller duruyordu. Onları dolaplardan birinin içine koyduktan sonra eline eski bir gazete alarak dışarı çıktı. Sokak kapısını Eriksson’a açarken kimsenin görmesini istemiyordu. Apartmanın giriş kapısını gazeteyle aralayarak kendi dairesine döndü. Bir kaç dakika sonra Eriksson mutfak masasında oturuyordu. Devriye arabalarının, Olov Adamsson’un oturduğu adresi bulması çok sürmedi. Telsizden, yan sokağa yaklaştıkları duyuldu. Marianne, yeni gelenlerin yanına gitmek üzere arabasından ayrıldı. Resmi devriye arabalarında hep ikişer kişi çalışırdı. Marianne, oradaki en yüksek rütbeli polis olarak, erkek arkadaşlarına kumanda edecekti. Bu role hem kendisi hem de arkadaşlarının alışması oldukça zaman almıştı. Ama o geceki operasyonun yöneticisi kendisiydi. “Bin iki yüz on bir numaralı devriye arabası girişi tutsun. Sizde apartmanın arka tarafını! Anlaştık mı?” “Tamam Çariçe! Yeter ki sen emret!” Marianne, iş arkadaşlarının sertliğinden dolayı kendisine “Çariçe” diye takılmalarına pek aldırmazdı. Ne de olsa, erkekler bir kadından emir almayı kendilerine yediremiyorlardı. Durumu çabucak gözden geçirmeleri gerekiyordu. Böyle bir uyuşturucu baskınında karşılarındakinin “Đsveçli” olması nedeniyle bir direniş beklemiyorlardı. Ancak, gene de dikkatli olmaları gerekiyordu. Zaten iki devriye arabasının yardıma gelmesinin nedeni buydu. Marianne Malmberg, arkadaşlarından saatlerini yeniden ayarlamalarını istedi: “Saatim tam yirmi bir otuz dokuz. Altı dakika sonra, yirmi bir kırk beş’te başlıyoruz. Tamam mı?” Marianne Malmberg, baskın yapacakları eve yaklaşırken arkadaşı Lasse’nin, Eriksson’un mutfak kapısının açıldığı küçük balkona tırmanışına gıptayla baktı. Yüksek sesle söyleyemiyordu ama, erkekler bu tür işlerde daha çevik oluyordu. Lasse, içeridekilerin olası kaçış yollarından birini kapatmıştı. Telsizden bir şeyler söyleniyordu. Durdu. Sesini ayarladı. Kulaklığına gelen sesten, apartmanın arka tarafının da tutulduğunu anlayınca, eve doğru adımlarını sıklaştırdı. Apartmanların girişindeki bu dört rakamlı, kodlu kilitlerin polis, postacı ve cankurtaran personeli tarafından da açılabilmesi için polisin kullandığı özel şifre vardı. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 50 Bu şifre yılda bir iki kez değişmesine karşılık, Stockholm’deki bütün evler için aynıydı. Bu nedenle Marianne’in apartmandan içeri girmesi zaman almadı. Olov Adamsonun kapı zili, saat yirmi bir kırk beş’te uzun uzun çaldı. Olov irkildi. Gecenin bu saatinde kimseyi beklemiyordu. Belki Eriksson buranın adresini bir başkasına söylemişti. Ya da, dışardan gelen birisinin yardımıyla elindeki malı zorla almaya kalkışacaktı. Önce irkildi. Ardından düşüncesinin ne denli saçma olduğunu anladı. Yapamazdı. Esrar, eroin de satsalar kendilerine özgü dürüstlük anlayışları vardı. Gaspçıların aralarında işi yoktu. O nedenle, zannetmiyordu! Eriksson da şaşkın şaşkın kendisine bakıyordu. Olov Adamsson çekinerek kapıya gitti. Zil yine çalıyordu. Hem bu kez daha kararlı ve ısrarlı şekilde. Bir süre durdu. Kendine şöyle bir çeki düzen verdi. Ancak sonunda kendini topladı ve kapıyı açtı. Karşısında, otuz yaşlarında, uzun boylu, spor giyimli genç bir kadın duruyordu. Kendisini daha önce hiç görmemişti. Marianne, başıyla Olov Adamsson’u selamladıktan sonra, birden sol avucunda sakladığı polis tanıtma karnesini uzattı. Olov bunu beklemiyordu. Son yıllarda devriye polislerinin arasında kadınlara da sık sık rastlanıyordu ama, Narkotik Şubesi’nden birinin kadın olabileceğini hiç düşünmemişti. Bir an bocaladı. Direnip direnemeyeceğini kestiremedi. Ancak, evin giriş kapısından kendilerine doğru iki resmi polisin gelmekte olduğunu görünce her şeyin bittiğini anladı. Oysa Stockholm’ün güneyindeki Hall Cezaevi’nden çıkalı henüz beş hafta olmuştu! 18 Hotel King’in resepsiyonundaki genç adam duvardaki anahtarlığa baktı. Đsveçlilerinki yerinde yoktu. Demek oteldeydiler. Telefonun ahizesini kaldırıp tuşlara bastı. Yedi, sıfır, iki. Telefonun zili daha ikinci kez çalarken, bir erkek sesi karşıdan Arapça ”Buyurun!” dedi. “Efendim, ziyaretçiniz var. Sizi resepsiyonda bekliyor!” Artin bir an için elinde almaç durakladı; yatağında kala kaldı. Daha yeni uyanmıştı ve o saatte kimseyi beklemiyordu. Ancak o durumda yapacak bir şey olmadığını düşündü. Kimse onun sevgilisiyle Beyrut’a tatile geldiğini anlayamamıştı. Ziyaretçisi kesinlikle resepsiyondaki görevlinin kendisiyle konuştuğunu duymuştu. Aşağı inmezse ayıp olurdu. Sonunda, adam sende dercesine omuz silkti. Herhalde onun Beyrut’a geldiğini duyan olmuştu; çocukluk arkadaşlarından biri. Kendisine soru soracakmış gibi merakla bakan Kristina’ya dönerek bir açıklama yapmak gerekliliğini duydu: Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 51 “Aşağıya ziyaretçim gelmiş, galiba bizim akrabalardan biri” diye açıklamakla yetindi. Kristina bu durumu pek yadırgamadı. Eğer Gondolen’de karşılaştıklarında, biri Artin için “Onu Beyrut’ta herkes tanır!” deseydi, asla inanmazdı. Ama, son dört gün içinde o kadar çok insanla karşılaşmıştı ki, pek tatil yaptıkları söylenemezdi. Akraba ziyaretleri, davetler, ziyafetler... Stockholm’e geldiklerinde en az iki hafta yemek yemeyecekti. Biraz rejim yapıp, burada aldığı kiloları atmalıydı. Artin’in Beyrut’ta yakınları ve akrabaları çoktu. Yalnız onlar mı? Çocukluk okul ve arkadaşları!.. Sanki bütün Beyrut onu, o da bütün Beyrut’u tanıyordu! Geldiklerinden beri, bir an baş başa kalamamışlardı. Artık otele sabah sabah geliyor, bir yatak keyfi çıkarmalarına bile, izin vermiyorlardı. Canı sıkıldı, suratını astı! Artin de durumun farkındaydı. Kristina’nın ilk günlerdeki heyecanı yerini gereksiz bir gerginliğe bıraktığını gözlemişti. O da sevgilisinin elinden tutmak, onu lokantalara götürmek isterdi. Ama, bu imkansızdı! Hem zaten Beyrut’un en zengin semti, Doğu’da, yeşil hattın arkasındaki Hıristiyan kesiminde kalmıştı. Liman, büyük lüks mağazaların bulunduğu alış-veriş merkezi ve eğlence yerleri, Beyrut’un doğusundaydı. Orası, oldum olası zenginlerin mahallesiydi. Kentin o bölümünü, aslında pek tanımazdı. Yalnız sinemaların olduğu liman ve çevresini avucunun içi gibi bilirdi. Çocukluğunda Pazar sabahları Kilise çıkışı arkadaşlarıyla birlikte Doğu Beyrut’un eğlence merkezi Hamra’daki Astoria, Viktoria ve Hamra sinemalarına giderdi. O zamanlar orta okula yeni başladığı yıllardı. Sinema çıkışı, sokak satıcılarından ağdalı bir baklava alır, onu iştahla yerken caddelerde çatacak, kavga çıkartacak zengin çocukları ararlardı. Özel Fransız okullarına giden, gri pantolonlu, lacivert ceketlileri çok kıskanırlardı. “Çikolata çocukları”nı dövmek hoş olurdu! Sanki fakirliklerinin nedeni onlardı. Hem bu bahane ile zengin kızlarına da fiyaka yaparlardı! Hıristiyan olmasına karşın çocukluk yıllarını Müslümanların yaşadığı Batı Beyrut’ta geçirmesinin nedeni ailesinin yoksulluğuydu. Dedesi, Ermeni Sürgünü’nde Suriye’ye gelmiş, Beyrut’a daha sonra taşınmıştı. Aslen Tatvanlıydılar. Artin, tüm dişiliği ile kendini süzen buğulu mavi gözleri fark edince ürperdi. Kristina’yı seviyor, böyle güzel bir kıza sahip olduğu için, gurur duyuyordu. Tanıdığı herkes, hatta o hiç kimseleri oğluna lâyık görmeyen annesi bile, Kristina’yı beğenmiş, ”Aferin oğlum! Kendine çok güzel bir kız bulmuşsun” demişti. Kristina’yı üzemezdi. Onun yanağını sevgiyle okşayarak resepsiyona inmek üzere ayağa kalktı. Bu Beyrut gezisi kendisini ona daha fazla bağlamıştı. Her karşılaştığı arkadaşı, o kadar güzel bir nişanlı bulduğu için kendisine gıpta ile bakmıştı. Kristana’yı aç Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 52 bakışlardan, kendisine hasetle bakanlardan korumaya çalışmıştı. Galiba onu gerçekten seviyordu. Emin değildi. Ancak, onun düşününce, sık sık soluk aldığını, vücudunun gerildiğini sezdi. Kapıdan çıkmazdan önce Kristina’ya dönerek: “Sen merak etme, ben geleni şimdi atlatırım!” dedi. Otelin lobisine indiğinde oturduğu koltuktan kendisine el ederek ayağa kalkan Agop Agopyan’ı gördü. Hemen tanıdı. Son olarak Đsveç’e taşınmazdan bir iki yıl önce, galiba 1975 yazında karşılaşmışlardı. Hiç değişmemiş, yalnız biraz kilo almıştı. Onun kaldığı otele kadar gelip, kendisini araması hoşuna gitti. Demek. buradaki dostları Artin kardeşlerini unutmamışlardı. ”Merhaba Varbet!” diyerek, Agop’u kucakladı. Aynı mahallenin, aynı sokağın çocuklarıydılar. Ona hep ”Usta” derdi. Đlkokul beşe geçtiği yaz, Agop Agopyan’ın kalfalık yaptığı bir kuyumcu dükkanına çırak olarak girmişti. Zaten kendisine işi bulan da o idi. Agop Abi’sini hem biraz pohpohlamak hem de hafifçe kızdırmak için ”Varbet”, diye çağırırdı. Yoksa Agop, ustası olacak kadar yaşlı değildi. Varbet, Ermenice ”Usta” anlamına gelirdi. Đki mahalle arkadaşı bir süre hasret giderdiler. Anlatacakları çoktu; konuşmalı dertleşmeliydiler. Agop Abi’si bürosuna giderken, şöyle bir uğrayıp hatırını sormuştu. Yoksa bu bir ziyaret sayılmazdı. Limanın hemen yanında güzel bir lokanta biliyordu. Doğu Beyrut’a geçmek onun için bir sorun değildi. Kapıdaki Falanjistleri iyi tanıyordu. Akşama gelip, kendilerini alacaktı. Artin Kasapyan arkadaşını geçirdikten sonra keyifle asansöre doğru yürüdü. Beyrut’ta sayılıp seviliyordu. Yıllardan beri, kendisini bu kadar hafif, bu kadar özgür hissetmedi. Ne de olsa Đsveç’teki gibi yabancı olduğu her an yüzüne vurulmuyordu. O artık, Đsveçliler tarafından horlanması gereken bir “Karakafalı” değildi! Beyrut ne de olsa, biraz kendi memleketi sayılırdı. 19 Elinde, gri pardösüsü ile arabasına yaklaşan iri yarı Đsveçliyi gördüğünde saat 10.58 idi. Uzanarak yan kapının kilidini açtı. Fred Hagman, elli yaşlarında, 1.90’a yaklaşan boyu ile insanın hemen dikkatini çeken bir adamdı. Yıllardan beri Đsveç Güvenlik Polisi, SAEPO’nun Türkiye ve Ortadoğu masasına bakıyordu. Dikkatli, konuşmayı pek sevmeyen, şüpheci bir yanı vardı. O gün de randevu yerine Erkan Şener’den çok önce gelmiş, ama gene de bir süre arabasında beklemeyi yeğ tutmuştu. “Hey”, diyerek Erkan Şener’in yanındaki ön koltuğa oturdu. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 53 Đsveççe’nin hemen hemen en çok kullanılan sözcüğü, “Hej” diye yazılır ve “hey” diye seslendirilirdi. Fred Hagman konuşmasına kuzey insanından beklenmeyecek bir şaka ile başladı. “Bakıyorum, siz de Radyo’da Hej’i dinliyorsunuz, Bay Şener!” Hej, Đsveççe, Merhaba demekti! Erkan Şener, Merhaba’yı, Đsveç Merkez Radyosu’nun sabah yayınını dinliyordu. Birazdan sona erecekti. Merhaba Radyosu, her sabah Türk ve Đsveç basınından özetler veriyordu. Özellikle kendisi gibi Đsveççe’yi bilmeyenler için, biçilmiş kaftandı. Böylece hem Türkiye gazetelerindeki haberleri günü güne duyuyor, hem de Đsveç basınında çıkan önemli olayları öğreniyordu. Zaten yayının sonuna gelinmişti. Radyoyu kapatırken: “Đşimiz istihbaratçılık, Bay Hagman!” diye yanıt verdi. Kontak anahtarını çevirip arabasını çalıştırdı. Erkan Şener’in açık mavi Volvo’su, Valhallavaegen caddesinin önünden kalktı. Biraz ileride, Đsveç Radyo ve Televizyon binası, onların hemen arkasında da, Türk ve Amerikan elçilikleri vardı. Đki istihbaratçının Stockholm caddelerinde pek görünmemesinde yarar vardı. Diplomatlar mahallesinde dolaşmak ise daha rahattı. “Bugün sizinle ‘iş’ yapacağız!” Ticareti sever misiniz, Bay Hagman?” “Satacağınız mala bağlı!”, ”O zaman anlaşmamız kolay olacağa benzer! Bir eroin şebekesine ne dersiniz?” “Biz narkotik ile uğraşmıyoruz ki!”, diye kaytarıcı bir yanıt verdi, Đsveçli SAEPO görevlisi. Erkan Şener, Fred Hagman’ın bu kadar ilgisiz kalacağını sanmamıştı. Bir an afalladı. Belli etmemeye çalışarak hafifçe güldü. “Halkınızı zehirleyen Ermenilerin varlığı, sizi gerçekten ilgilendirmiyor mu?” dedi ve sözlerinin tepkisini ölçmek için bir an sustu. Đsveçli meslektaşı hiç renk vermiyordu. Ardından sözcüklerini seçerek konuşmasına devam etti: “Peki, zehirlenen, Đsveç gençliği zehirleyen de ASALA olursa; ne dersiniz?” Fred Hagman, ASALA sözcüğü ile yerinden irkildi. Ortadoğu masasında çalışıyor, Ermenileri yakından izliyordu. Ne var ki, onların eroin ticareti yaptığını ilk kez duyuyordu. Bu pekâlâ Türklerin bir yakıştırması olabilirdi. Hem ASALA’nın neden paraya gereksinimi olsun ki? Erivan’dan, Amerika’daki zenginlerden destek almıyorlar mıydı? En azından Suriye’nin ve Yunanistan’ın ASALA’ya kanat gerdiğini biliyordu. Türk meslektaşı blöf yapıyordu. Yirmi üç yıldır meslekteydi. Kendisinden o kadar kolay bilgi alınamazdı. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 54 Erkan Şener’in arabası, Türk elçiliğinin önünden geçmiş, Deniz Müzesi’nin yanından aşağıya Djurgaorden adasına geçen küçük köprüye gelmişti. “Biliyor musunuz Bay Hagman, araba böyle bir köprünün üzerine gelince, geri dönmesi zor olur. Sizin durumunuz da, benim arabam gibi, diyeceğim o ki önünüzde pek seçenek yok!” Fred Hagman, Türk meslektaşının bu üstü kapalı tehdidi karşısında bir anda küplere bindi. Parmaklarını büzüp, avucunu sıktığını hissetti. Ancak, o Đskandinavlara özgü soğuk kanlılığı, gene de ağır bastı. “Anlayamadım Bay Şener, açar mısınız?” Erkan Şener bir an durdu. Söze nereden başlayacağını bilemedi. Daha doğrusu diyeceklerini belli bir süzgeçten geçirmek istedi. Sonra, sözcüklerin üstüne basa basa konuştu; “Đsveç basınında sizi sevmeyen çok gazeteci var. Siz onların kim olduklarını daha iyi bilirsiniz. Örneğin, hani sizin bir başka gizli örgütünüzü açığa çıkardığı için, şu hapis yatan! Onun ya da bir başkasının, eroin kaçakçılarına göz yumduğunuzu duymasını ister misiniz?” Erkan Şener göz ucuyla Fred Hagman’a bakarak sözlerinin etkisini öğrenmek istedi. Hava oldukça gergindi. Đsveçli meslektaşından hiç ses çıkmadı. Bunun üzerine Erkan Şener ona düşünmek için zaman vermesi gerektiğini anladı. Arabasını deniz kıyısındaki bir kafeteryanın önünde durdurdu. Kontak anahtarını kapattı. Daha mevsimi gelmediğinden kafeterya henüz açılmamıştı. Hemen önündeki marinanın iskelesinde, kışı denizde geçirmiş tekneler vardı. Đki yabancı, teknelerden birinin üzerindeki brandayı çıkarmaya çalışıyor, kendi aralarında yüksek sesle konuşuyorlardı. Erkan Şener, yanında oturan Hagman’a baktı. O hâlâ susuyordu. Arabasının kapısını açıp, dışarı çıktı. Deniz kıyısına doğru yürümeye başladı. Kıyıda yeşil başlı ördekler yüzüyordu. Bir an bu durumun ne kadar tuhaf olduğunu düşündü. Çünkü denizde ördekler vardı. Đlk yadırgayışının ardından tüm Đskandinavya’nın ve özellikle de Botni Körfezi’nin her zaman yağışlı olduğunu anımsadı. Deniz suyu tuzsuz denecek kadar tatlıydı! Bir süre ördeklerin suya başlarını daldırıp, daldırıp çıkartmasını izledi. Derken Hagman’ın geldiğini duydu; ona dönerek: “Mr. Hagman, Sweden owes Turkey one!” dedi. Bu, “Đsveç’in Türkiye’ye bir borcu var!” tümcesi, Đngilizce söylendiğinde daha başka, güçlü bir anlam kazanıyordu! Đsveçli meslektaşının şaşkınlığını anlayınca nedenini açıklamak zorunda kaldı: “Geçen yıl, Türkiye’ye kaçak elektrik jeneratörü sokan şoförünüzün Rodos’a kaçmasına biz göz yumduk!” Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 55 Hagman şaşkın şaşkın kendisine bakıyordu. Anlaşılan o operasyonu pek bilmiyordu. Biraz açmak istedi. “Bilmem anımsıyor musunuz; basınınız adi bir kaçakçıyı, sanki Türk adaletinin kurbanıymış gibi gösterdi. Ankara’daki elçiliğiniz, mahkemenin vatandaşınızın pasaportuna el koyduğunu biliyordu. Ama, kamuoyunun baskısına dayanamayan hükümetinizin onayı ile iki-üç gün sonra yeniden mahkemeye çıkacak olan şoföre yeni pasaport düzenledi!” Erkan Şener biraz durmak, söylediklerinin etkisini ölçmek istedi. Anlaşılan Hagman olayı sadece basından izlemiş ancak ayrıntılarını öğrenmemişti. O nedenle anlattıklarını ilgi ile dinliyordu. Bunu fark eden MĐT temsilcisi de konuşmasını daha tane tane ancak kararlı bir ses tonuyla sürdürdü. “Geçtiğimiz yaz, Norrköping’deki, Devlet Göçmen Dairesi’nde çalışan Türk asıllı hukukçu personeliniz aracılığıyla bir jeneratör kaçakçısı ve sevgilisini Marmaris’ten Yunanistan’a kaçırmaya çalıştınız. Ne yazık ki başaramadınız! Elinize ayağınıza doladınız! Đşte, o zaman, devreye biz girdik bay Hagman! Çünkü Türk polisinin sizi suçüstü yakalamasını, ortaya diplomatik bir skandalın çıkmasını istemiyorduk. O nedenle adamınızı ve nişanlısını Rodos’a biz götürdük!” Erkan Şener diyeceğini demiş, kozlarını oynamıştı. Hagman’dan nasıl bir tepki geleceğini merak ediyordu. Ancak, umursamaz gibi davranmak zorunda olduğu kanısındaydı. Đsveçli meslektaşına düşünmek için biraz daha zaman tanımak gerektiğini hissetti. Arabasından uzaklaşarak yeniden kıyıya gitti. Önlerindeki marinada hemen hemen kimseler yoktu. Đskele boştu. Doğadaki sessizliği bozan, teknelerini temizlemekte olan yabancılardı. Bir an, o sesleri tanır gibi oldu; şaşırdı! Karşısındaki teknenin direğinde rüzgardan yıpranmış küçük bir Türk bayrağının pırpırladığını gördü. “Vay canına!” dedi kendi kendine. Çok şaşırmıştı. Ancak Türklerin bütün dünyaya yayılmasından büyük bir gurur duyuyordu. On beş yirmi yıla varmaz, Türkiye’nin yurt dışındaki evlatları sayesinde Mossad gibi güçlü bir örgüte sahip olabilirlerdi. Erkan Şener, dünyanın dört bir köşesinde, bulundukları ülkelerin dilini ve kültürünü çok iyi bilen binlerce Türk gencinin yetişeceğini biliyordu. O gençler Türkiye’nin o ülkelerdeki gözü, kulağı ve dili olabilirdi. O nedenle keyifle mırıldandı: “Desene en topalımız bile, Kuzey Kutbu’nun yolunu bulmuş!” Đleride, teknenin beyaz gövdesi üzerinde kırmızı harflerle tanıdık bir sözcük yazılıydı. “Merhaba – Stockholm” Đki Türk göçmeni yelkenliyi yaz mevsimine hazırlıyordu. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 56 Bir an her şeyi unutup, teknelerini temizleyen Türklerden biri olmak istedi. Ne iyi olurdu. Hiç olmazsa çok daha az stresli, huzurlu bir işi olurdu! Hayır, hayır! Onu yapamazdı. Erkan Şener, zaman zaman isyan etse de, işini seviyor, devletlerin geleceğinde istihbaratçıların önemini fazlasıyla biliyordu. Zaten dünyanın dört bir köşesindeki meslektaşlarıyla paylaştığı da bu duygular değil miydi? Ayak seslerinden birisinin gelmekte olduğunu sezdi. Döndü; Fred Hagman’ın yaklaşmasını bekledi. Đsveçli meslektaşı, geldi az önünde durdu. Başını kaldırıp Erkan Şener’i bir süre süzdükten sonra, fısıldarcasına yavaş bir ses tonuyla: ”Merak etmeyin Bay Şener, Türkiye ile ödeşeceğiz!” dedi. Erkan Şener bir an omuzlarından büyük bir ağırlığın kalktığını hissetti. Göğüs cebinden bir kart çıkardı. Üzerinde tanıdık iki ad vardı. George Hırlakyan ve Morris Deragopyan! Kartı Fred Hagman’a verirken: ” Đsveç’e eroini bunlar sokuyorlar!” dedi. 20 Kristina Sjöblom her zaman olduğu gibi dün geceyi de Artin’in akrabalarıyla bir arada geçirmişti. Artin’in annesi, babası, kız kardeşleri, onların kocaları ve çocukları! Bir de kendilerine “Güle güle” demeye gelen diğer tanıdıkları! Kimi elinde küçük bir şekerleme kutusu ya da humus konservesi, kimi de helva paketleri ile gelip iyi yolculuklar dilemişti! Artin’in teyzesinin kızı da, Kristina’ya bir ipin üzerine dizili, bir çeşit kurutulmuş sebzelerle çıka gelmişti! Kristina onları bir çeşit fasulyeye benzetmişti ama, ona fasulye değil, “Kuru Bamya” dendiğini ilk kez dün gece duymuştu! Artin çok severmiş de, kendisinin de bu yemeği yapmayı öğrenmesi gerekirmiş! Öyle demişti teyze kızı! Ermeni erkeklerinin kalbi, Ermeni mutfağından geçermiş diye uzun uzadıya bir söylevde bulunmuş, kendisine de Đngilizce bir yemek kitabı armağan etmişti. “Middle East Cuisine. Turkish and Arabian delicious foods!” Orta Doğu Mutfağı. Türk ve Arapların lezzetli yemekleri! Kristina’nın o kadar eşyayı bavullara yerleştirmesi epey zaman aldı. Hediye paketlerine yer kalmadığından o ağdalı şekerlemeleri oteldeki temizlikçi kadına verdi. Aklına, Agop Agopyan’dan aldığı Avrupalıların “Backgammon” dediği tavla geldi! Üstü sedef kakma süslerle dolu, bu tavlayı hep elinde taşıyacak, hiç bir yerde bırakmayacaktı. Agopyan, kendisine verdiği nişan hediyesi tavlanın, yolda ezilip kırılmasından korkuyordu! Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 57 Kristina, tavlayı kucağına alırken gözleri dün gece Artin’in annesinin verdiği yüzüğe takıldı. Tek taşlı, pırlantaydı. Kadın yüzüğü parmağından çıkarıp Kristina’nın parmağına takarken, ağlamış, “Artık bana ‘Mama’ de kızım!” demişti. Belboy geldi. Eşyaları aşağıya taşıp taşıyamayacağını sordu. Sonra onları kaptığı gibi havaya kaldırdı. Kristina son kez bir şey unutup unutmadığına baktı. Kapıyı kapamadan asansöre doğru yöneldi. Mihail Bocafer’in arabası, Hotel King’in kapısına geldiğinde saat ona çeyrek vardı. Artin Kasapyan, bir an göğsünün sıkıştığını fark etti. Heyecanı dün geceden beri giderek artmıştı. Ayağa kalktı; kendi kendine kızarak kapıya doğru yürüdü. Haki askeri üniforma içinde gülerek yanlarına yaklaşan Mihail’i ya da emrindeki Lübnanlı askerlerinin deyişi ile Binbaşı Süleyman’ı kucakladı. Şansları vardı. Lübnan Ordusu’nun bir binbaşısı, onları gümrükten geçirecek, uçağa teslim edecekti. Mihail Bocafer ne de olsa Beyrut International’a giden yolların tek sorumlusu, komutanıydı. Her zamanki gibi güler yüzlü haliyle sordu: “Nasıl iyi uyuyabildiniz mi?” “Evet” diyebildi Artin. Ancak, sesi yorgun ve neşesizdi. “Ya siz, Madamaisselle Kristina?” “Bir hafta çok çabuk geçti!” Az sonra Mihail’in şoförü geldi; arabaya eşyaları yerleştirmeye başladı. O sırada otel müdürünün ısmarladığı kahveler geldi. Kristina, Beyrut’ta o küçük fincanlarda içtiği kahveyi hiç sevmemişti. Çok tatlıydı! Üstelik ağzına, pütür pütür kahve telvecikleri geliyordu. Ancak, birazdan Beyrut’tan ayrılacaklardı. O nedenle insanları kıramazdı. Üstelik, iyi pişmiş köpüklü bir kahvenin höpürdetilerek içildiğini biliyordu. Fincanını aldı; Mihail’in taklidini yaparak kahvesini höpürdetmeye çalıştı. “Ohh, çok güzelmiş!” dedi. 21 Lübnan Havayolları Middle East Airlines’e ait Boeing 727 bir sarsıntı ile hareket ettiğinde Artin Kasapyan derin bir nefes aldı. Gümrük’ten kolaylıkla geçmişler, daha doğrusu ellerinde pasaportlarıyla, önlerinden giden Mihail’i izlemişlerdi. Onu gümrükte görünce, nasıl da ayağa kalkıp selam vermişlerdi! Oysa, en korktuğu yer, gümrük kapısıydı. Ya eşyalarını aramış olsaydılar, ne olurdu? Son iki günkü endişelerinin boşuna çıktığına sevindi. Koca uçak şose yoldaki minibüsler gibi sallana sallana uçuş pistine doğru ilerledi. Ardından motorlardan kulakları tırmalarcasına bir ses yükseldi. MEA’nın Boeing 727’si giderek artan bir Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 58 hızla pistin ortalarına geldiğinde uçağın önce ön, ardından da arka tekerleklerinin yerden kesildiğini hissetti. Artin’i belli belirsiz bir korku sardı. Uçağa binmeye pek alışmamıştı. Yanında oturan Kristina’nın elini sertçe sıktı! Koca uçak, Beyrut’un üzerinde bir kuş gibi kavis çizerek göğe tırmanmaya devam etti. Derken bir gong sesi duyuldu; “No smoking” Sigara Đçilmez- levhasının lambası söndü. Artin Kasapyan önce, elinin tersiyle Kristina’nın yanağını okşadı. Sonra başını yana eğip, yanağına sevgiyle dolu bir öpücük kondurdu! ME 217 sefer sayılı uçak onları Frankfurt üzerinden Stockholm’e ulaştıracaktı. Göz kapaklarının ağırlaştığını, geçen bir haftanın yorgunluğunu tüm vücudunda hissetti. Sızdı; gitti!.. ”Tax-free’den bir şey istiyor musunuz?” Kristina yeniden gözlerini açtığında kendisine soru soran hostes kızı gördü. Hayır anlamında başını salladı. Đstemiyordu. Beyrut bu uçaklardaki gümrüksüz satışlardan bile çok daha ucuzdu. Alış verişini orada yapmıştı. Kristina’ya pazarlık usulünü Artin öğretmişti. Satıcı ne derse, yarısını söyleyecek, giderek ikisinin ortası bir fiyata fit olacaktı. Malı, satıcının istediği fiyattan daha ucuza alınca insanı, sanki havadan para kazanmış gibi, bir sevinç duygusu kapılıyordu. Beyrut’ta kaldığı günlerde, Arapça ya da en azından Fransızca bilmediğinden, yeterince pazarlık yapamadığına hayıflanıyordu. Ne yazık ki Đskandinav ülkelerinde pazarlık bilinmiyordu. Galiba bu alanda Đsveç’in Lübnan’dan öğreneceği çok şey vardı. Yolculukları rahat geçmiş, uçağın gürültüsü bir ninni gibi gelmişti. Kristina Sjöblom kulaklarının zonklamasıyla uyandığında uçağın alçalmakta olduğunu anladı. Zaten hemen ardından da, “No Smoking!” -Sigara Đçilmez yazısı yandı. Stockholm’e yaklaşmışlardı. Ender de olsa, güneşli günlerde Stockholm’ün üzerinde uçmanın güzelliği hiçbir yerle karşılaştırılamazdı. Stockholm, kuzeyin Venediği olarak tanınırdı ve bu tanımlamada bir abartı payı yoktu. Kentin batısında Maelaren Gölü, doğusunda ise Botni Körfezi vardı. Daha doğrusu, irili ufaklı altmış bini aşkın adanın, birbiriyle iç içe girdiği, göz alabildiğine uzanan dantel gibi bir alan bulunuyordu. Her taraf yeşil ve ormanlıktı. Tarlalarda ekinler daha yeşermemişti. Zaten kahverengi ve yeşilin olmadığı yerde rengi zaman zaman neftiye ya da siyaha çalan, göller vardı! Onlar da adalar gibi irili ufaklıydı. Göl ve adaların arasındaki boşluklar ise yerleşme merkezleri, villalarla doluydu. Kristina, hava yağışlı veya pusulu olmadığından Stockholm’ü ikinci kez havadan görüyordu. Đlkinde Kanarya Adaları’ndan gelmişti. Geceydi ve onun da kendine özgü bir başka güzelliği vardı. Ama evlerin yüksekten böyle maket gibi duruşuna ilk kez tanık oluyordu. Heyecanla Artin’i dürttü. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 59 “Bak! Kista’nın üzerinden geçiyoruz. Şu ilerideki binalar da Sollentuna!” Artin orada, Sollentuna’da oturuyordu. Önce biraz ilgilenircesine yana doğru eğilip, omzunun kenarından aşağılara doğru bakmak istedi. Ardından vaz geçti. Kristina, Artin’in yol boyunca gergin, hatta sinirli olduğunu fark etmişti. Doğru dürüst konuşmamış, uykusunda ara sıra hosteslerden viski istediğini duymuştu. Herhalde o da bir haftanın aşırı yorgunluğu yaşıyordu. Üstelik anasına, babasına ve arkadaşlarına doyamadan ayrılması onu üzmüştü! Artin’e karışık duygularla baktı. Onu hem seviyor, hem de acıyordu. Đnsanın bir yabancı ülkede yaşaması herhalde çok zordu. Kendisi de Stockholm’de yalnız değil miydi? O da kimsesizdi; iki odalı dairesinde kendini bekleyen bir canlı yoktu. Birden içinin karardığını hissetti. “Đstersen önce bana gideriz!” dedi. Artin gözlerini olur anlamında kapayarak, yanıt verdi. Dalgındı. Çoktan pişman olmuştu. Kabul etmemesi gerekirken hatırını kıramamış, “Evet” demişti. Oysa kendisinden istenen hatır, gönül işi değildi! Ya başına bir iş gelirse, ne yapacaktı? Aklına takılan sorulara yanıt bulamıyor, bunalıyordu! Birden tekerleklerin yere değdiğini hissetti. Uçak uğultular çıkararak hızını kesiyordu. Onun yere inmesiyle birlikte, yol boyunca koltuklarında sessizce oturan yolcuları anlamsız bir telaş ve heyecan dalgası kapladı. Artin hayatında ikinci kez Stockholm’e geliyordu. Saatini, iki saat geriye aldı; 17.41’e getirdi. Arlanda International, Stockholm’ün elli kilometre kadar kuzeyinde, Đsveç’in dünyaya açılan penceresiydi. Arlanda, kuzeyin o kasvetli, karanlık ve soğuk havasına dayanamayan milyonlarca Đsveçlinin bir kaç haftalığına da olsa, sıcağa ve güneşe gittiği, ama sonunda gerisin geriye geldiği, modern, dev boyutlu bir kürkçü dükkanıydı! Artin Kasapyan, bavullarını yerleştirdiği çekçeki zorla iterek üzerinde “Nothing to Declear!”-Gümrüklenecek eşya yok- yazılı çıkış kapısına yöneldi. Gümrük muayene memuru bir Đsveçliyi durdurmuş, onun el çantasını arıyordu. Kendilerine bakan olmadı. Taksi durağına geldiklerinde, önlerinde sadece iki kişi vardı; kuyruk çabuk bitti. Arabaya kurulup şoföre, Kristina’nın adresini söylerken biraz hafifledi. Derin bir soluk aldı. Kristina başını, omzuna dayamış, dışarısını seyrediyordu. Günlerden, 12 Nisan pazardı. Bindikleri araba iki yanı tarlalarla çevrili E4 karayolundan, Stockholm’e doğru hızla ilerliyordu. Artin, Kristina’nın kucağında duran pakete baktı. Başarmıştı. Liderleri Agop Agopyan’ın kendilerine verdiği tavlanın gizli bölümlerinde üç yüz elli gram eroin vardı! Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 60 22 Stockholm Metro’sunun son duraklarından birine geldiğinde saat 20.12 idi. ASALA’nın Đskandinavya’deki şefi Avedis Deragopyan, Ropsten istasyonunun hangi kapısından çıkacağını önce kestiremedi. Perondaki levhalara baktı. Beyaz zemin üzerine bir gemi ve hemen yanındaki Finlandiya bayrağı, gidiş yönündeki kapıyı gösteriyordu. O da akşam saatinde evlerine gitmekte olan aceleci Stockholmlülerin telaşlı adımlarına ayak uydurdu. Peronda tek tük de olsa Finlandiya gemisine gidecek yolcular da vardı. Onların varlığı ellerindeki bavullardan anlaşılıyordu. En iyisi birinin peşine takılmaktı. O da öyle yaptı. Çıkış kapısının hemen sağ tarafında, 69 numaralı otobüsün önünde ellerinde tıka basa doldurulmuş çantalarıyla Finli turistler ve sanki temelli göç ediyormuş gibi, dolu bavullarıyla, Đsveçliler bekleşiyordu. Avedis, Đsveç’teki şoförlerin bu umursamazlığına bir türlü alışamamıştı. Dışarıda, eksi yirmi derece bile olsa, zamanı gelmeden otobüsün kapısını açmaz, yolcuları karda soğukta titretirlerdi. Bereket, havalar ısınmış, ortalık oldukça aydınlanmıştı. Bundan üç ay önce, ilk kez Stockholm’e gelen bir arkadaşına havanın Nisan’ın sonunda, gece saat dokuz buçukta kararmayacağını söyleseydi inandıramazdı. Oysa ocak ayında saat dört dedi mi, her yer zifiri karanlık olurdu! Derken ön kapı açıldı. Zenci bir şoför direksiyonun başında, otobüse binenlerin ellerindeki biletleri göz ucuyla süzüyordu. Demek kendilerini kuyrukta bekleten, Đsveçli şoförlere benzemeye çalışan, yıllardan beri Habeşistan’a karşı bağımsızlık savaşı yaptıkları için Đsveç’ten sığınma talebinde bulunan bir Eritreli idi! Afrika’nın Boynuzu bölgesinden gelenler diğerleri gibi Avrupalı insan tipine çok benzedikleri için diğer Afrikalılardan hemen ayrılır, kolay tanınırlardı. Avrupa’da benliklerini unutan çok yabancı tanıyordu. Bu tip insanlardan nefret ediyordu! Günlerden 15 Nisan çarşambaydı. Ne de olsa, çarşamba günleri gemi, hafta içindeki diğer günlerine kıyasla, daha kalabalık olurdu! Avedis Deragopyan ilk kez Helsinki’ye gidiyordu. Đsveç ile Finlandiya arasındaki takım adalara, Aoland’a, birkaç kez, günü birliğine gitmişti. O yolculuklar sabahın erken saatlerinde başlar, akşama sona ederdi. Ama bu kez tam on beş saat sürecekti. Avrupa’nın “en büyük” oteli kendisini Finlandiya’nın başkentine götürecekti! Đnanılması güçtü ama, gişedeki kız ona biletini uzatırken kelimesi kelimesine öyle demişti. Birazdan bineceği gemi, gemi değil, on bir katlı, iki bin yataklı, yüzen bir oteldi! Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 61 Silja Line Terminal’ni M/S Svea gemisine bağlayan uzun koridor, git git bitmiyordu. Yolcular, yağmurda, kışta ıslanmasın, üşümesin diye gemiye kadar uzanan beton sütunlar üzerinde asılı dev bir koridorda ilerliyorlardı. Girişte biletini gösterdi. Kamarası, beşinci kattaydı. Avedis önce kamarasına yerleşti. Ardından içinde bulunduğu dev oteli tanımaya çalıştı. Bodrum katındaki saunasından, en üst katta, bacanın içine yapılan Amerikan bara kadar her tarafını gezdi. Kafeteryalarından birinde oturup kahve içti; güverteye çıkıp deniz havası aldı. Sonunda devasa gemiyi gezmekten yoruldu. Karnının acıktığını hissetti ve açık büfe yemek servisinin yapıldığı lokantalardan birine geldi. Avedis akşam yemeği için sıraya girmesi gerektiğini bilmiyordu. Yemek salonuna gittiğinde masaların dolu olduğunu öğrenince çok kızdı. Aslında gemideki lokantalar yolculara yetmiyordu. Yemek için kuyruğa giriliyordu. Çünkü iki saat boyunca lokantanın açık büfesinde istenildiği kadar yemek yeniyordu. O nedenle kendine dört dörtlük bir ziyafet çekmek için, öğle yemeğini atlamıştı. Zaten pek zamanı da olmamıştı. Karnı çok acıkmıştı. Ancak yapacak bir şey yoktu. Đkinci gruba kalmıştı. Çaresiz, geri döndü. Gemide amaçsız adımlarla yürümeye başladı. Taxfree mağazasının önünden geçerken Finlandiya’daki arkadaşına bir hediye alması gerektiğini düşündü. Đçeri girdi. Gideceği yerdeki karı koca için bir içki mi, yoksa bir kutu çikolata mı alması gerektiğini kestiremedi. Yoksa, Mıdırgıç’ın karısına bir parfüm mü alsaydı? Tabii pek uygun olmazdı! Onları pek tanımıyordu. Avedis sonunda kararını verdi. En iyisi, Lakka liköründen almaktı. Lakka, altın renkli, kristal gibi saydam bir içkiydi. Aslında Lakka kuzey kutup dairesinin kuzeyindeki bataklıklarda yetişen sarımsı bir yemişin adıydı. Dut ile böğürtlen arası bir yemişti. Ama kokusuna diyecek yoktu! Đnsanın içini açar, tadı damaktan kolay kolay çıkmazdı. Finlilerin lezzetinden gurur duydukları likörlerine de o nedenle Lakka adını vermişlerdi. “Bakıyorum, Ermeniler de öğrenmiş ağzının tadını!” Biri yüksek sesle kulağının dibinden sesleniyordu. Ses pek yabancı sayılmazdı! Daha başını çevirmeye fırsat bulamadan kendine: “Merhaba Kek! Nasılsın?” dendiğini duydu. Birden sesin sahibini tanıdı. O, yıllardan beri Stockholm’de yaşayan bir Kürt’ün sesiydi! Her zamanki şirinliği ile gülerek kendisine bakıyordu. Boynuna sarıldı; çevresindeki insanların tuhaf bakışlarına aldırmadan, yanaklarından öptü! O da kendisi gibi alış veriş yapıyordu. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 62 ”Ne işin var burada?” Mahmut Araslı, biraz kasıntılı, Finlandiya Yazarlar Birliği’nin davetlisi olarak, Helsinki’ye gittiğini söyledi. Orada, Kürt sorunu üzerine bir konuşma yapacaktı. Artık her tarafta aranan bir konuşmacı olmuştu. Arada bir radyoya, televizyona çıkıyor, Türkiye’deki gelişmeleri, Kürtlere karşı yapılan baskıyı dile getiriyordu. Zaman zaman Türkiye aleyhine yazılar yayınlıyor ve altına Kürt Yazarı Mahmut Araslı diye imzasını atıyordu. Bir yerde Kürt olmak, Türkiye’ye saldıran yazılar yazmak onun için bir geçim aracı olmuştu. Ekmeğini bu yolla kazanıyor, Đsveç Devleti’nden yardım alıyordu. Dediklerinin doğru olup olmadığı sorulmuyor, araştırılmıyordu. Zaten kimse aksini de kanıtlayamazdı. Hele Türklere Avrupa’da bu konuda inanan olmazdı! Mahmut Araslı son yıllarda neler yaptığını bir tümce ile özetledi. “Đşte, geçinip, gidiyoruz, Kek!” Avedis acı acı gülümseyerek: “Đnşallah, bizim başımıza gelen, size gelmez! Biliyorsun, bu yüzyılın başlarında Avrupa, bizim davaya da sizinki gibi sahip çıkıyordu. Ama başımıza zamanın Đngiliz Başbakanı’nın söylediği geldi.” “O ne demişti ki?” “Duke of Argyll, Ermenilerin davasına dünyada o kadar çok ülke sahip çıkıyor ki, korkarım sonunda onları kurtarmaya kimse çalışmayacak anlamında: ‘What is everbody’s business is nobody’s business!’ diye kehanette bulunmuştu!” Kürt yazarı Mahmut Araslı’nın esmer olan suratı büsbütün karardı. Kürt sorununun, Ermeni davası gibi sonuçlanmayacağına emindi. Osmanlı yönetiminin milliyetçi akımlara karşı Balkanlar’da Arnavutları, Anadolu’da ise Kürtleri kullandığını biliyordu. Kürtler, Doğu’dan sürülen Ermeni köylerine yerleşmiş ve onların mallarına konmuştu. Hatta göçebe Kürt aşiretleri, yollardaki sürgün Ermeni halkını soymuş, öldürmüşlerdi. Çeçenler de, Suriye’ye çölüne sürülen Ermenileri soymuş, silahsız halka çok çektirmişti. Mahmut Araslı, Avedis Deragopyan’a baktı. Ama ona aklından geçenleri söylemedi. 1980’li yılların Türkiye’sinde, Doğu’da Kürtleri Ermeniler gibi ezecek, bir ikinci azınlık güç yoktu! Avedis, Mahmut’u, yetmişli yılların başında Batı Berlin’de kaldığı yıllardan tanırdı. Avedis Đsveç’e gelmezden önce Kruezberg semtinde, yaşamıştı. Pek değişmemiş sadece birkaç kilo almıştı. Kürt Mahmut ile Đsveç’e gelmezden önce tanışmıştı. Arkadaşı kendi evine taşınmıştı. Mahmut Araslı da ondan boşalan yere geçmişti. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 63 O sıralarda Türkiye’den yeni gelmiş her Kürt gibi, kendisinden yaşlılara saygı gösteren bir gençti. O gün bu gün Avedis’i, “Kek” diye çağırır, ona Kürtçe “Abi” diyerek, saygı gösterirdi. Hem bir sözcük bile olsa, Mahmut Araslı, çevresindeki insanları “Kek” diye çağırdığında, aklı sıra Kürtçe konuşarak, davasının propagandasını yaptığına inanırdı. Kürt Mahmut efendi, daha doğrusu zavallı bir çocuktu. Ama Avedis Deragopyan, bu devrimci Kürtlerin işine, gene de pek güvenemezdi! Belli olmaz, belki Mahmut Araslı da Türklere, MĐT’e çalışıyordu. Onun için dikkatli olmalıydı. Geminin yedinci katının en arkası, lokantaya ayrılmıştı. Baştan başa cam bir duvar, dışarısını içeriden ayırıyordu. Manzaraya diyecek yoktu! Peşlerinden Viking Line’in gemisi geliyordu. O da ışıklar içindeydi ve Helsinki’ye gidiyordu. Đki rakip şirketin gemisi oldum olası birlikte gidip gelirlerdi. Bu, denizdeki binlerce kişinin can güvenliği açısından alınmış bir önlemdi. Koca salonda üç uzun yemek masası vardı. Đki eski arkadaş, Kuzey Denizi’nin ortasında akşam yemeği yiyorlardı. Amerikalıların “Smorgaosboard” dediği, açık büfe gerçekten güzeldi. Soğuk mezeler içinde Đsveçlilerin en başarılı olduğu yemekler, Samon balığı idi. Lezzetinin üstüne yoktu! Đleride, bir başka masada sıcak ve soğuk yemekler vardı. Tatlılar, Ortadoğu’nun o şerbetli hamur işlerine pek benzemiyordu ama ne de olsa tatlı, tatlıydı! Pastalar, meyve salataları, Fransız peynirleri, krem karameller!… Keyifleri yerindeydi. Đyi ki karınlarını başka bir şeyle doldurmamışlardı! Đştahla yemeklerini yerken masalarına servis yapan Finli kadın geldi. Şarap kadehlerini doldururken, onlar da her Doğulu erkek gibi kadını baştan aşağı arzuyla süzdüler. Yaşamak güzeldi. Đkisi de bunun bilincindeydi. Đlk kez, Berlin’de Türk Toplumcular Ocağı’nın, TTO’nun lokalinde karşılaşmışlardı. Bin dokuz yüz yetmiş bir yazıydı. Türkiye’de askeri darbe olmuş, ülkeden kaçan mülteciler Berlin sokaklarını doldurmuştu. O günlerde, ”Ben devrimciyim!” diyen herkes, kolaylıkla iltica hakkını alıyordu. Mahmut Araslı da, kendisi doğulu bir devrimciydi. Doğu Devrimci Kültür Ocağı’nda, DDKO’da çalışmıştı. Ayrıca Türkiye Đşçi Partisi, TĐP’e de üye idi. O dönemde devrimciler arasında Türk, Kürt, Ermeni diye bir ayrım pek yoktu. Önemli olan ezilen halkların emperyalizme karşı birleşmesiydi. O nedenle bir gün TTO’ya gelmiş, Türk yoldaşlarından yardım istemişti. Türk Toplumcular Ocağı 68 öğrenci olaylarının yaşandığı günlerde Doğu Perinçek tarafından kurulmuştu. Perinçek, o günlerde henüz Mao’cu değildi! Onun çevresinde toplanan üniversiteli gençler, işçi kesiminden arkadaşlarına yardım eder, onları bilinçlendirirdi. Türkiye’nin kurtuluşu, ancak işçi sınıfının iktidara gelmesiyle gerçekleşecekti. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 64 “Sosyalist Türkiye” de, halklar arasında kardeşlik egemen olacaktı! Ay-yıldız Türklerin simgesiydi! O yerini orak-çekiçli kızıl bayrağa bırakacaktı! “Hatırlıyor musun, ben Türkiye’nin adını değiştirmeliyiz deyince, şöven Türkler ne kadar da kızmıştı?” “Unutur muyum, Kek! O zamanlar devrimci Türkler bizlerin varlığını kabul edemiyordu!” “Sen Türkiye’nin yerine, Anadolu Halk Cumhuriyetini önerince Topal Mustafa küplere binmişti!” “Evet, tartışma Türkiye Cumhuriyeti mi, yoksa biz Kürt kimliğini de içine alan Anadolu Halk Cumhuriyeti mi olacağı üzerineydi!” “Sahi, Topal’a ne oldu?” “Duyduğuma göre, şimdi Türkiye Komünist Partisi, TKP’nin Batı Avrupa patronuymuş!” On yıl öncesinin iki Türkiyeli devrimcisi gecenin geç saatlerine kadar eski günlerini andılar. Đkisi de Bitlisli idi. Biri, dayısının Türkiye’deki ünlü bir politikacı olduğunu söylerdi. Diğeriyse, “Kadim” Ermeni kenti, Bitlis’in eşrafındandı. Ailesinin Bitlis’te büyük un değirmenleri, evleri ve dükkânları olduğunu duymuştu. Ermenilere göre, “Sürgün” öncesi Batı Ermenistan’da altı Ermeni kenti vardı. Erzurum, Sivas, Diyarbakır, Bitlis, Mamuret-ül Aziz yani Elazığ ve Van. Çevredeki göçebe Kürtler topraklarından sürülen Ermenilerin mallarına konmuş, hatta halkın bir kısmını da kesmişti. Ama aradan yetmiş yıl geçmişti. Şimdi artık ortak düşmanları Türklerdi! Đkisi de bir gün, aynı topraklar üzerinde, iki bağımsız devlet kurmayı düşlüyordu. Masada, düşmanlarının ortak düşmanı iki dost oturuyordu! Saat ilerlemişti. Avedis, eliyle işaret ederek servis yapan Finli kadını çağırdı. Đkisinin hesabını ödedi. Bolca da bahşiş bıraktı. Alkolün etkisiyle kızarmış gözleri masalarından uzaklaşan genç kadının kalçalarına takıldı, kaldı!… 23 Perşembe sabahları, Büyükelçilikte sakin geçerdi. Bunun nedeni, Đsveç Bakanlar Kurulu’nun her perşembe sabahı toplanmasıydı. Hükümet üyeleri sabahın yedi elli beş’inde sarayda bir araya gelir, beş dakika, Đsveç’te gelenek olan sabah kahvesinin içilmesine ayrılırdı. Đsveç Kralı Carl Gustav saat tam sekiz olunca, elindeki iri tahta tokmağı masaya vurarak Bakanlar Kurulu toplantısını açardı. Bu toplantılara, Kral olmazsa yerine naibi, Prens Bertil bakardı. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 65 Đsveç’te Bakanlar Kurulu’nun bir araya gelmesini, tartışmasını gerektirecek o kadar çok konu vardı ki, bütün bunlar akşam gazetelerinin sayfalarını, radyo ve televizyon’un haber programlarını yeterince doldururdu. Đsveç Hükümeti’nin aldığı kararların birçoğunun, Türkiye’ye rapor edilmesi gerekirdi. Metin Karayel işte bu nedenle perşembe günleri Elçiliğe geç gelir, işe geç başlardı! Nasıl olsa kendisini, öğleden sonraları yoğun bir mesai beklediğinin bilincindeydi. Metin Karayel, perşembe sabahlarını biraz değerlendirmek ister, bazen Stockholm’deki çeşitli antikacıları dolaşır, bazen de bir sahafa uğrayıp, eski kitapları, taş baskı resimleri karıştırırdı. Eline iyi bir parça düşerse, bütün parasını çekinmeden ona yatırırdı! Antika onun boş zamanlarını değerlendirdiği faydalı bir uğraşı, daha doğrusu yaşantısını parçasıydı. Eski Türk-Osmanlı el sanatlarından çok iyi anlardı. Aslında, Metin Karayel’in eline, “benim” diyen ustalar su dökemezdi! Elinden, iyi bir ”Đnce marangozu” kıskandıracak kadar güzel iş gelirdi! Bazen eskicide bulduğu bozuk parçaları hurda fiyatına alır, boş gecelerini, aldığı o eseri tamir edebilmek için harcardı. Eğer eline tamiri güç, çetrefilli bir parça geçmişse, o zaman keyiflenir, onu adam edebilmek için günlerini ve haftalarını harcardı! Metin Karayel, Döbelnsgatan’daki apartmanından çıkmazdan önce tül perdenin arkasından dışarıyı, caddeyi inceledi. Gözüne ilk anda çarpan bir değişiklik yoktu; şüphe çekici bir şey göremedi. Asansörle aşağı, giriş katına indi. Apartman sakinleri arabalarını buraya park ederdi. Ancak, o daha emniyetli olur düşüncesiyle arabasını sokağa bırakırdı. Ne de olsa teröristlerin caddeye park eden bir arabaya bomba yerleştirmesi, evin garajında, kimselere görünmeden yerleştirmekten daha zordu! Ne de olsa yoldan geçenler, sonradan teröristlerin robot resimlerinin çizilmesine yardımcı olabilirdi! Danimarka’daki çalışma ataşesi Cavit Demir evinin önünde, asansöre binerken vurulmuştu. Đsveç polisi kendilerine brifing vermiş, nasıl davranmaları gerektiği konusunda uyarmıştı. Önemli olan, teröristlerin hain eylemlerini planlayabilecekleri fırsatı vermemekti! O nedenle davranışları önceden bilinmemeli, kestirilmemeli, kestirilememeliydi! Gidecekleri yollar, alış veriş yaptıkları dükkanlar, işe geliş gidiş saatleri birbirine hiç uymamalıydı! Belli lokantaların sürekli müşterisi olmaktan kaçınmalı, hatta biriyle buluşacaklarsa bunu telefonda bile söylemekten çekinmeliydi. Đsveç güvenlik güçleri, Türkiye’nin Đsveç’te büyükelçisi olmadığından birinci derecede korunması gerekenin Metin Karayel olduğunu söylüyorlardı. SAEPO’ya bir saat önceden haber verilirse, güvenlik polisi yardımcı olabilir, gerekli önlemleri alabilirdi. SAEPO’nun mavi zırhlı arabası her zaman Türk diplomatın emrindeydi! Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 66 Büyükelçilik Müsteşarı Metin Karayel, bütün bunları biliyordu ama, beraberinde koruma polisleri ile sokaklarda gezmeyi onuruna yediremiyordu. Sürekli ölüm korkusuyla dolaşamaz, yaşayamazdı! Eğer alnında yazıldıysa, ölecekti! Gene de dikkatli davranması gerektiğinin bilincindeydi. Dünyadaki milyarlarca insanın evlerine her gün serbestçe gidip geldiğini düşündükçe içinde bulunduğu durumun bir işkenceye benzediğine inanıyor, hırsından kahroluyordu. Sokak kapısından çıkar çıkmaz önce karşı kaldırıma geçti. Ardından da sağa saptı. Arabası, aslında evinin önünde duruyordu. Ancak, bugün sağa sola uğrayacaktı. Arabayı park etmesi sorun olabilirdi. Evinin çevresindeki bloğu dolaşarak, önce Odengatan caddesine geldi. Đleride sağ kolda iki, üç antikacı vardı. Belki bir aydan beri bu dükkanlara uğrayamamıştı. Gidip bakmalı, dişe dokunur bir kelepir olup olmadığını kollamalıydı! Đkinci antikacıyı da gezdiğinde, biraz daha zamanı olduğunu anladı. Dükkanlara yeni parçalar gelmemiş, bu yüzden onları gezmesi de pek uzun sürmemişti! Hem biraz yürümek, hem de fırsat varken sahaflara da uğramak istedi. Stockholm’ün merkezi caddelerinden birini, Sveavaegen’i dik kesen Raodmansgatan caddesi üzerinde üç-dört sahaf vardı. Bu sahaflardan birinde, bir yıl kadar önce, “Türk halkının gelenek ve görenekleri” diye, Đsveççe taş baskı bir kitap bulmuştu. Oldukça pahalıydı. Fakat, kitapta Osmanlı Đmparatorluğu’nda yaşayan halkların ve çeşitli meslek guruplarının renkli resimleri vardı. O gün bugün, o kitapçıya sık sık giderdi. Sahaf Anders’in eline Türkiye ve Türklerle ilgili bir kitap geçse, onu kendisi için saklayacağını bilirdi. O nedenle arada bir Anders’e uğrayıp, bir merhaba der, şöyle bir hal hatır sorardı. Bazen taş baskı haritalar ya da gravürler bulduğu olurdu! “Bir hafta daha gelmeseydin, senin için ayırttıklarımı vitrine çıkartacaktım!” Metin Karayel, sitem yapan Anders Gustavsson’un bu kuru sıkı tehditlerinin altında kendisini gerçekten bir kardeş gibi sevdiğini biliyordu. Anders, Metin’e karşı herzaman bir şükran duygusu besliyordu. Oysa, onun yaptığı sadece Anders’in eski bir ayna çerçevesini onarması olmuştu. Anders’in dükkanındaki eski aynanın çerçevesindeki tahtaların bir kısmı zamanla kurumuş, dökülmüştü. Metin onları elden geçirmiş, testere talaşı ile karıştırdığı yapışkandan yaptığı bir çeşit macunla, çerçeveyi eskisinden ayırt edilmez şekle getirmişti. “Bak sana ne göstereceğim?” diyen Anders Gustavsson, camekanlı dolabın içinden iki cilt çıkardı. Kırmızı üzerine altın yaldızla süslü kitapların üzerinde büyük harflerle TURKIET, yani “Türkiye” yazılıydı! Altında da daha küçük boydaki harflerle I VARA DAGAR tümcesi duruyordu! Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 67 “Turkiet’i anladım ama, altında ne yazıyor?” “Kitabın adı ‘Günümüz Türkiyesi!’ Nasıl ilginç değil mi?” “Hem de çok!” diye yanıt verdi, Metin Karayel. Ciltler gerçekten özene bezene yapılmıştı. Kitabın kapağında altın yaldızdan arabeskle süslü bir bordür vardı. Bordürün en üstünde ve ortada bir Osmanlı tuğrası taklidi, bordürün yanlarında ise başı türbanlı bir adam ile peçeli bir kadın gravürü duruyordu. Tuğranın tam altına gelecek yerde de bir minyatür camii resmi vardı. Metin Karayel heyecanla ciltleri eline aldı. Sonra cilt kapağını, sayfalarını yıpratmaktan korkarcasına yavaşça açtı. Yazılardan bir şey anlamıyordu. Onlar Đsveççe’ydi! Đkinci sayfayı da çevirdi. “Stockholm, Tryckt i central tryckeriet 1878” yazıyordu. Elinde Stockholm Merkez Matbaası’nda yayınlanmış yüz yılı aşkın, gerçekten antika bir kitabı tutuyordu! Gözleri ister istemez içindekiler bölümüne kaydı! Đlk cilt Đmparatoluğun Avrupa kıtasındaki ülkelerine ayrılmıştı. Romania, Serbien, Montenegro, Bosnien och Herzegovina, Bulgarien, Albanien, Tessalien och Makedonien, Trakien… Bugün artık ulusal bağımsızlıklarına kavuşmuş bu ülkelerin hangi ülkeler olduğunu anlaması için Đsveççe bilmesi gerekmiyordu. “Đkinci cilt daha ilginç olmalı!” diye düşündü. Ne de olsa, “Günümüz Türkiyesi”nin en büyük bölümü, bu ikinci ciltte toplanmıştı. Metin Karayel ikinci cildin kapağını itina ile açtı. Đlk sayfaları geçtikten sonra, içindekiler bölümüne baktı. “Öomradet”, yazan birinci bölümdeki Kreta, Cypern, Rodos gibi ada adlarından yola çıkarak o bölümde Ege’deki adaların ele alındığını anladı. Đkinci bölüm Anatolien, yani Anadolu’ya ayrılmıştı. Üçüncü bölümde ise Armenien yazılıydı. Bu yazıyı görünce birden suratının karardığını hissetti. Avrupalılar kimin ülkesini kime peşkeş çekiyorlar, diye dişlerini gıcırdattı. Ancak kitabı daha fazla karıştırmak istemedi. Metin Karayel, Avrupalı yazarların, Osmanlı Đmparatorluğu ile ilgili yazdıklarının ilginç olacağını düşündü. Kendisini yüz yıl öncesinin “Türkiye”sine götürecek kitabı severcesine okşadı. O heyecanı daha sonra, evinde yaşayacak, eski bir kitabı incelemenin zevkine, rakısından bir yudum çekerken varacaktı. Elini cebine atarken, Anders’e gülerek: “Gene beni kandırdın, haydi!” diye takıldı. 24 Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 68 Leningrad’dan gelen tren perona girdiğinde, Helsinki sayılı güneşli günlerinden birini yaşıyordu. Tren tekerleklerinden gıcırtılar çıkararak durdu. Agop Agopyan kalktı; raftaki bavulunu indirdi. Bir süreden beri incelemekte olduğu Helsinki kent haritasını katladı, ceketinin dış cebine yerleştirdi. Pardösüsünü giydi. Bavulunu alıp vagonun koridoruna çıktı. Pencereden dışarısına baktı; oldukça tenhaydı. Koridorda yürürken aklına dünyanın diğer büyük merkezlerindeki garlar geldi. Her gün on binlerce insanın girip çıktığı dev tren istasyonları! Omuz silkti. Burasını diğer garlarla karşılaştırmamak gerekirdi. Ne de olsa peronda otuz kırk kişinin bulunması bile sessiz, az nüfuslu Đskandinav ülkeleri için büyük bir kalabalık olmalı diye düşündü. Trenden indi, peronu geçti. Dışarıda, taksilerin durduğu kuyruğa doğru yöneldi. Sıra kendine geldiğinde orta yaşlı, sarışın, tombulca bir Finli kadın şoför kendisine selam verdi. Agop Agopyan’a arabanın arka kapısını açtı. Agopyan bir an afalladı; yoksa kadın mı arabayı sürecekti? Daha kendini toparlayamadan kadının elindeki bavulu kaptığı gibi arka bagaja koyduğunu gördü. Anlaşılan işin ehli biriydi. Bayan sürücü geldi, direksiyona yerleşti. Biraz çekingen bir ses tonuyla sordu: “Mihin matkustat?” Ardından yolcusunun hiçbir şey anlamadığını fark edince, bozuk bir Đngilizce ile nereye gidileceğini öğrenmek istedi Agop Agopyan elindeki kağıt parçasını şoför kadına uzatırken: “Restaurant Ani”, dedi. Şoför kadın adresi anlamanın verdiği bir rahatlıkla: “Kyllae! Ravintola Ani!”, diye karşılık verdi. Agop Agopyan sürücünün ses tonundan, gideceği adresi bildiğini anladı. Kendisini götüren araba, tramvayların geçtiği Mannerheimintie caddesinde Helsinki trafiğine karıştı. Agop, günlerden beri yollarda olduğunu düşündü. Geçen hafta Artin ve Kristina ile birlikte Doğu Beyrut’a geldikleri gecenin ertesi sabahı Moskova’ya uçmuş, oradan Erivan’a aktarma yapmıştı. Şu uçak yolculuğu nasıl da ırakları yakın yapıyordu! Erivan, Ermeni dünyasının kalbi, atar damarı, başkenti idi. Aslında kendini hiçbir zaman Erivan’daki kadar mutlu hissetmemişti. Çünkü hayatında ilk kez kendini ait olduğuna inandığı bir ülkede, Ermenistan’da yaşamış, onun havasını solumuştu. Güzel, modern bir otelde, Hotel Ani’de kalmıştı! Bu adın Ermeni tarihinde büyük bir yeri vardı! Ani, eski başkentlerinin adıydı! Şimdi de Finlandiya’nın başkentinde Restorant Ani’ye gidiyordu. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 69 Agop Agopyan, Türkiye topraklarındaki Ani harabelerini anımsadı. Đçinin sızladığını hissetti. Ani, bir gün gelecek, yeniden restore edilerek, harabe görünümünden kurtarılacaktı! Ani, Arpaçay’ın geniş tabanlı vadisine inen dar bir boğazın üzerine kurulmuştu. Savunmaya elverişli bir yerdi. Ancak 1044’de Bizansların eline geçmiş, yirmi yıl sonra da Selçuk Sultan’ı Alparslan kenti alıp talan etmişti. Gürcüler, ardından da Timur Lenk’in ordularınca zapt edilen Ani, 1319 da bir depremle yıkılmıştı. Artık, Ani’den yalnız harabeler kalmıştı. Ne var ki, gene de tüm Ermenilerin kalbinde yaşıyordu. Agop Agopyan, Helsinki caddelerinden geçerken, çevresini görmüyor, Ermenistan’ı düşünüyordu. Önceki gün Erivan’da, Sayat-Nova Caddesi’ndeki Hotel Ani’deydi. Otelin en üst katındaki barda otururken duyduğu üzüntüyü de daha önce hiç tatmamıştı! O başı bulutlara değen Ermeni dağı, “Masis” kendisine ne kadar hüzünlü bakıyordu! Ağrı Dağı bulutlara değmiyor, göğe doğru tırmanıyor; yer ile göğü birleştiriyordu. O ne görkemli manzaraydı! Masis, sanki gelin beni kurtarın bu Türklerin elinden, diyordu! Ya da en azından Agop’a öyle geliyordu. O gün elinde tuttuğu güzelim Ermeni konyağı Ararat, ona zehir olmuştu. Mücadeleyi hızlandırmaya yemin etmiş, Masis’in doruğuna turuncu, kırmızı, mavi, üç renkli Ermeni bayrağını çekecekleri günü düşlemişti. Kurtuluş günlerinin uzakta olduğu söylenemezdi! Ermeni davası sık sık gazetelere, radyo ve televizyonlara yansıyor, alınan her intikam dünyaya davalarını anlatabilme olanağı sağlıyordu. Yakında eylemlerini yoğunlaştıracaklardı! “Telakkakatu yhdeksaen” diyen Finli şoför kadın Fince konuştuğunu fark edip, ”Geldik!” dedi Đngilizce. Arabayı sağa çekip park durdu. Agop Agopyan adını yıllardan beri duyduğu Ani lokantasına ilk kez geliyordu. Şoföre parasını verdi. Elinde bavulu, bir süre durakaldı. Caddeyi, lokantanın yerini incelemek istedi. Beğendi! Demek adını sık sık duyduğu ”Ani” burasıydı! Sonra içeri girdi. Đçeri girdiğinde, barın yakınında oturan, saçları dökülmeye başlamış Mıdırgıç Karagözyan ile göz göze geldi. O geleceğini biliyordu. Ayağa kalkarak kendisine dostça baktı; selam verdi. “Hoş geldiniz!” diye elindeki bavulu almaya kalkışan Mıdırgıç Karagözyan’a kendini tanıttı. Daha önce hiç karşılaşmamış bu iki kişi birbirlerine kırk yıllık dost gibi sarıldılar. Oturduğu köşeden onları izleyen Avedis Deragopyan da ayağa kalktı. Önce küçük bir sevinç çığlığı attı. Agop Agopyan da Avedis’ı görmüştü. Ona doğru yöneldi. Đki dost, iki yoldaş, Ermeni davasının iki evladı bir yıl sonra yeniden buluşmuşlardı! Birbirlerine hasretle sarıldılar. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 70 Derken yanlarına Mıdırgıç’ın karısı yaklaştı. Terma, kırk beş yaşlarında, orta boylu, daha gençken balık eti bir vücudu olduğunu belirtecek kadar tombul, güler yüzlü, bir kadındı. O yaşlardaki hemcinsleri gibi tüylüydü de! Terma da lokantada çalışıyor, kocasına yardım ediyordu. “Hoş geldiniz! Size bir yorgunluk kahvesi yapayım mı?” “Đyi olur, durma” diye yanıt veren kocası Mıdırgıç oldu. “Bakın size memleketten neler getirdim! Nerede bavulum?” Agop Agopyan daha kimsenin kımıldamasına fırsat vermeden gitti, bir kenara bırakılan bavulunu kaptığı gibi geldi. Çabucak açtı. Beyrut’tan aldığı bir kutu kuru baklavayı masanın üzerine koydu. Sonra bavulundan kâğıda sarılı iki şişe çıkardı. Ambalajını açtı. Üzerlerinde Latin alfabesiyle Ararat yazıyordu. Hepsi duygulanmıştı. Mıdırgıç sevinçle ellerini ovuşturarak kadehleri almaya giderken, Avedis Deragopyan, Agop Agopyan ile baş başa kaldı. “Burada rahatça konuşabiliriz”, dedi. Agop, evet anlamında gözlerini yumdu. Tam karşısındaki duvarda cam üzerine renkli bir resim vardı. Vitray taklidi tabloda Ermeni milliyetçiliğinin simgesi, bir kartal duruyordu. Uzaktan bakınca Ermenilerin uğruna çok şeylerini feda etmeye razı olduğu Ağrı Dağı’nı anımsatıyor; dikkatli bakınca da kanatları ve gövdesi kara, başı beyaz tüylerle kaplı bir kartala benziyordu. Ermenistan’ın binlerce kilometre uzağında, bu göller ülkesi Finlandiya’nın başkentinde dört Ermeni çocuğu kadehlerine dolan Ararat konyağını değişik duygularla yudumluyorlardı. Agop Agopyan: ”Ermeni evlatlarının mücadelesi giderek güçlendi. Her geçen gün örgütümüz yeni elemanlar kazanıyor. Dost ülkelerin desteği giderek artıyor!” diye konuşmaya başladı. ASALA lideri kendisini ilgiyle dinleyen arkadaşlarına son aylardaki gelişmeleri kısaca özetledi. Mııdırgıç Karagözyan artık masada daha fazla oturmamaları gerektiğini anladı. Politikanın derinliklerine pek dalmamalıydı. O kendine düşeni yerine getirirdi. Gerisi büyüklerin işiydi. En iyisi iki konuğunu baş başa bırakmalıydı. Karısına, başıyla işaret etti. “Đçeri gidip sizlere yemek hazırlayalım” dedi; birlikte kalktılar. Agop Agopyan artık rahat konuşabileceğini anladı. Dava arkadaşı, can yoldaşına gelişmeleri aktarmalıydı. Ermenistan’ın Kurtuluşu Đçin Ermeni Gizli Ordusu, ASALA çok yakında bir El Fetih gibi askeri güce kavuşacaktı. Artık iyi bir savaşçı olmak isteyen Ermeni gençleri, Sovyet Kızıl Ordusu’nda yetişmiş, bilinçli ve yurtsever Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 71 Ermeni subayları tarafından Lübnan güneşinde terletilecekti! Çok değil, bundan iki gün önce Erivan’daki yetkililere bu konudaki sıkıntılarını anlatmıştı. Ne yalan söylesin, Erivan’daki dostları kendisini anlayışla karşılamış, ellerinden geleni yapacaklarını vurgulamışlardı. Bu konuda söz almıştı! Ancak her şey gizli kalacak, uzman hocaların Sovyet Ermenistan’ından geldikleri asla dışarı sızdırılmayacaktı. Agopyan derin bir soluk aldı. Daha doğrusu iç geçirdi. Konuşmasının Avedis üzerindeki etkisini ölçmek istedi. Avucunun içindeki kadehi birkaç kez salladı. Sonra onu hızla kaldırarak başına dikti. Moskova, Ankara ile ilişkilerine özen gösteriyor, Türklerle iyi geçinmek istiyordu. Bu konuda Sovyet yönetimi güç duruma düşürülemezdi. Ama ister Moskova arkalarında olsun, ister olmasın Sovyetlerdeki Ermeni halkı, ASALA’yı tüm gücüyle destekliyordu. Bunun tartışılacak bir tarafı yoktu. Avedis Deragopyan, yirmi yıldır tanıdığı Agop Agopyan’ın bu açıklamaları karşısında seviniyor, daha doğrusu sevincinden ne yapacağını bilemiyordu! Demek, ilk yılların sıkıntılı dönemi artık gerilerde kalmıştı. Her şey Kaliforniya’da bir Türk diplomatının öldürülmesiyle başlamıştı. ASALA’nın manevi babası Yanıkyan, yıllardan beri içinde kalan intikam duygularını ancak barut kokusuyla yatıştırabilmişti! Ermeni halkının çektiği sıkıntıları unutan Batı Dünyası, özellikle Amerikalılar, sıktığı kurşunlar sayesinde nelerin olup bittiğini, Ermeni soykırımı öğrenmişti! Gerçi Amerikan büyükelçisi Morgenthau’nun 1920’lerde bu konuda bir kitabı yayınlamıştı, ama genç kuşakların böyle kitapları yeniden keşfedebilmesi için siyasi eylemler gerekliydi! Amerikalı büyükelçi, kitabında Türkiye’de geçen iki yıllık görev süresinde olup bitenleri, yakından tanıdığı Talat Paşa ve diğer Türk yöneticilerinin gaddarca duygularını kaleme almıştı. Kendisine, bu konuda iki Ermeni yardımcı olmuş, onlar aracılığıyla imparatorlukta olup bitenleri duyabilme olanağına kavuşmuştu! “Davanın bundan sonraki gelişimi, bizlerin yapacağı eylemlere bağlı!” diyerek, konuşmayı toparlayan Agopyan, artık bir dönüm noktasına gelindiği kanısındaydı. “Daha sık eylemler yapmalıyız!” Derin bir soluk aldı. Sanki söylediklerinin etkisini ölçmek istiyordu. Avedis’e baktı; gözlerini ona dikerek: “Amacımız ayda bir uyguladığımız suikast temposunu giderek, üç haftada bir ya da iki haftada bire çıkartabilmek!” dedi. Avedis, Agopyan’dan böyle bir öneri beklemiyordu. Daha hazır değillerdi. O nedenle kendisine karşı çıktı: “Đyi ama, bizim Avrupa’da tetikçilerimiz az!” Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 72 “Hepsinin üstesinden geleceğiz yoldaş!” dedi, Agop Agopyan ve konuşmasını sürdürdü. “Lübnan’daki iç savaş ve Türkiye’deki askeri darbe, ekmeğimize yağ sürdü. Çok yakında Đskandinavya’ya gelip yerleşen elemanlarımızın sayısı giderek artacak.” Agopyan, işte yeni katılacaklarla gerekli kadroların oluşabileceğine inanıyordu. Savaşta kan akacaktı. Bu kaçınılmazdı. ASALA’nın temiz yürekli çocukları da davalarında ihanete uğrayabilir, yakalanabilirdi. Bunu da göze almak zorundaydılar. Artık ilk yılların çekingenliği yerini daha mücadeleci, yeni bir stratejiye bırakmalıydı. ASALA lideri konuşuyor, gittikçe coşuyordu. Asil Ermeni davasını artık büyük ülkeler desteklediğine göre, küçük ülkelere kolaylıkla diş geçirebilirlerdi. Örneğin Đsviçre, yakalanan bir ASALA elemanını serbest bırakmadığı için cezalandırılacaktı! Bu ceza başka ülkelere de örnek olacaktı! Hiçbir politikacı, hiçbir devlet adamı, Türkler için kendi halkının varlığını tehlikeye sokmamalıydı! Agop Agopyan kadehini yeniden doldurdu. Sonra Avedis’in de boşalmış olduğunu fark ederek ona da konyak koydu. “Avedisciğim!” dedi. “Birbirimizi yıllardır tanıyoruz. Đkimiz de gençliğimizi Beyrut’ta geçirdik. Đkimizin de anası babası, Suriye çölünde, Fırat kıyısındaki Zor’da büyümüş! Bu masada iki eski arkadaştan çok, iki yoldaş olarak konuşmalıyız!” “Dinliyorum seni!” “Đskandinavya, bugüne dek bizlerin kaçıp da saklandığı bir yerdi. Fakat bu durum değişmeli! Oralarda da eylemler yapmalıyız. Üstelik şunu unutmayalım, bu ülkeler Türkiye’deki yönetime diş biliyorlar. Üstümüze pek düşmezler!” Avedis bundan pek emin değildi! Ancak Agop’un anlattıklarının bir gerçek yanı vardı. Đskandinavlar Türkleri oldum olası sevmiyordu. Buna nefret ediyorlar da denebilirdi. Son yıllarda artan mülteci sayısı, polisin olanaklarının azalması anlamına geliyordu. Bu da onların giderek Đskandinav ülkelerinde başarılı eylemler sergilemelerine uygun ortam hazırlayabilirdi. Agop Agopyan: “Türkler, bu dünyada biz Ermeniler var olduğu sürece rahat etmemeli!” diyerek kesip attı. Masaya inen yumruğu aslında Türklerin başına inecek bir balyozdu! Yerine getirilmesi gereken bir emirdi! Avedis Deragopyan toplantının sona erdiğinin anladı! Emir verilmişti. Artık Đskandinavya’da yeni eylemler hazırlamak onun işiydi! Đş deyince, aklına yaptıkları son iş geldi! Her zaman yanında taşıdığı, üzerinde Armeniska SK yazılı -Ermenistan Futbol Kulübü- omuz çantasını yerden aldı. Đçinden dolgun, kahve rengi, bir deri el çantası çıkardı. Avedis, ASALA lideri Agop Agopyan’a dönerek: Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 73 ”Bunları abim gönderdi!” dedi. Teslim ettiği el çantasının içinde tam kırk iki bin Amerikan doları vardı. Son parti mallar yerine başarıyla ulaşmıştı! 25 Orhan Aykut’un yatak odasının penceresinden, çamlar arasından Ruhban Mektebi’nin damı gözüküyordu. Adalıların ”Papaz Okulu” dedikleri bu yerde, Rum Ortodoks Kilisesi’nin en yüksek düzeydeki din eğitimi yapılıyordu. Eğer söylenenler doğruysa, bu Papaztepesi’ndeki okulda, eski adıyla Ruhban Mektebi’nde Amerika’daki Ortodoks Kilisesi patriği, hatta Kıbrıs’lı teröristlerin ruhani lideri Makarios bile okumuştu. Çocukluk yıllarında yolda sık sık rastladığı, selamlaştığı Papaz Okulu öğrencileri kim bilir şimdi neredeydi? Herhalde dünyanın dört bir yanına dağılmışlardı. Orhan Aykut, sorduklarında ‘adanın en yüksekteki evi, bizim evdir’, diye tarif ederdi ve doğruydu da bu söylediği. Adanın en tepedeki evinde, Heybeliada’nın heybelerinden birinde oturuyorlardı! Ada gerçekten şöyle yukardan bakıldığında yere bırakılmış bir heybeye benzerdi ve eski adı da Rumca, “Halki” idi. Bu tek katlı ev, dedesinden kalmaydı. Evleri, zamanında zengin bir Rum’un yaptırdığı köşkün arka bahçesindeki müştemilattı. Herhalde köşkün kahyası kalmıştı bu evde. Yunan ordusu, Dumlupınar’da yenilince, bir kısım ada Rumlarını korku sarmıştı. Đşgal sırasında Türklere karşı yaptıkları taşkınlıkların acısının çıkartılacağından korkmuş; bir gece gizlice Çamlimanı’na demirleyen bir Yunan gemisine binerek adayı terk etmişlerdi. Tek katlı, tren kompartımanları gibi yan yana odalardan oluşan evin eski sahipleri de işte o sırada Ada’dan kaçan Rumlardandı. Orhan Aykut üzerine rüzgâr geçirmez eşofmanını alırken, gençliğinin o kalın, pamuklu okul eşofmanlarını anımsadı. Terleyince, hele yağmurlu havalarda, taş gibi ağırlaşırdı. Allah’tan o günler artık geride kalmış, Türkiye önemli bir tekstil ülkesi olmuştu. Đnce uzun koridoru geçerek hole geldi. Ayağına Amerika’da satın aldığı koşu ayakkabılarını giydi. Onlara seksen iki dolar vermişti. Bu para çok gelmişti birden; ama gerekliydi. Ayakları biraz içeri bastığından ayak bileklerini zorlamak istememişti. Bu Brooks marka özel koşu ayakkabılarını o nedenle, almıştı. Ordudan ayrıldı ayrılalı sporu pek o kadar düzgün yapamıyordu. Nasıl olsa hemen hemen her gün dalıyordu. Yetmez miydi? ”Bakalım” dedi, kendi kendine. Eskiden büyük turu gençliğinde on dokuz-yirmi dakika arasında koşardı! Geçen hafta Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 74 büyük ada turunu, yirmi yedinin biraz altında koşmuştu. Bugün yirmi altıya inebilirse, çok iyi olacaktı. Ankara’dan geldiğinden beri çalışmalarının dozunu arttırmıştı. Günde yüz şınav ve çeşitli jimnastik hareketleri yapıyordu. Karın adalelerini çalıştırıyordu. Mekik sayesinde göbeğinde toplanmaya başlayan yağlar her gün biraz daha azalıyordu ama kondisyonunu yeterince düzeltmeye yetmiyordu. Çevresine bakındı. Küçük cep teybini ilk bakışta bulamadı. Sonra aklına onu son olarak yatak odasındaki komedinin üzerinde gördüğü geldi. Gitti, teybi gerçekten oradaydı; aldı ve eşofmanının göğüs cebine yerleştirdi. Bir süre çekmecesindeki kasetleri karıştırdı. Sonunda aradığını buldu. Geçen sonbahar, San Diego dönüşü, Tamburi Necdet Yaşar’ın New York’ta verdiği konseri kayda almıştı. Türk Sanat Müziğini ailece severlerdi. Anneannesinin, dedesine ut çalarak şarkılar söylediğini anımsardı. Türk Sanat Müziğinin inceliklerini ondan öğrenmişti. Necdet Yaşar’ın taksimleri üzerine yoktu! Onun tambur sololarını epeydir dinlememişti. Kulaklığını takıp bahçeye çıktı. Dışarıda güzel bir bahar havası vardı. Mimoza ağacının çiçekleri artık solmaya başlamış, buna karşılık bahçedeki leylaklar açmaya başlamıştı. Karşıya, Anadolu yakasına baktı. Bir an tatlı bir heyecan selinin benliğini sardığını hissetti. MaltepeDragos arasında gözüken geminin içinde kızı bulunuyordu. Bostancı gemisi Orhan’ın kızı Aylin’i hafta sonu tatiline Ada’ya getiriyordu. Abbaspaşa sokağından aşağıya indi. Birazdan Refah Şehitleri Caddesi’ne çıkacak, büyük tura başlayacaktı. Herhalde Đnönü’nün evi her zamanki gibi sessiz, pencereleri kapalıydı. Zaten kendini bildi bileli, Đsmet Paşa yazları, Ada’da kalırdı. Onun gelişi başlı başına bir olaydı. Daha gemideyken insanlar kıpırdanır, bütün yolcular, kuyruğu girip Đsmet Paşa’nın elini öperlerdi. Paşa adaya gelince rıhtım bir anda dalgalanır, herkes “Paşa”sını görmek için itişir kakışırdı. Çocukluğunda Atatürk’ün silah arkadaşına bir efsane kahramanı gibi hayret ve gıpta ile bakar, onun gibi bir ”Paşa” olmak isterdi. Ancak, karacı olmayacaktı; denizcilerin üniformaları daha güzeldi! Üstelik Deniz Harp Okulu Ada’daydı. Nasıl olsa bir kolayını bulup, arada bir, evine kaçamak yapabilirdi. Annesinin poğaçalarını çok severdi; onsuz yapamazdı! Bu nedenle, büyüyünce hep Deniz Subayı olmayı düşlemişti. Orhan Aykut bir yandan koşarken geçmişe doğru da gidiyor, yıllarını geçirdiği bu sokaklardaki anılarını anımsıyordu. Evet, evet… Đsmet Paşa’nın denize girmesi nedense herkesin ilgisini çekerdi. O, çok eskilerden kalma uzun paçalı lacivert yün mayosu ile plaja gelirdi. Mayosunun askılarından biri hep düşer ya da Paşa öyle isterdi. Bilemiyordu. Onun çevresindeki insanların alkışları arasında kendini denize Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 75 çivileme atışını asla unutamazdı. Denizden çıktığında mavi çizgili bornozunu giyer, sonra kumlu ayaklarına takunyaları geçirir, onları maşrapa ile su dökerek yıkardı. Đstanbul’dan gelen gazeteciler de bütün bunları resimler, Đsmet Paşa’nın fotoğraflarını çekerlerdi. Ertesi günü “Paşa’nın çivilemesi” gazetelerde boy boy basılırdı! Orhan Aykut solda, Alman Fatma Hanım’ın köşedeki havuzlu evine baktı. Mandalina ağaçlarının arasından Paşa’nın panjurları kapalı evi gözüküyordu. Recep Efendi, köşkün emektar bahçıvanı, o sırada demir parmaklıklı kapıyı kapamaktaydı. Herhalde arkadaki gülleri budamış, bahçeye çeki düzen vermişti. Yıllar ne de çabuk geçiyordu! Refah Şehitleri Ada’nın en geniş caddesi ve mahalle çocuklarının en doğal oyun yeriydi. Çocukken bu Arnavut asıllı, asık suratlı bahçıvanla karşılaşmamaya özen gösterirdi. Çoğu kez içinde yazdan yaza oturulan bu köşkün yüksek duvarları arkasına kaçan topu kendisinden başka kimse almaya cesaret edemezdi. O da çevikliğine güvenir, bahçıvan görmeden içeri süzülürdü. Recep Efendi artık yaşlanmıştı. Köşeyi dönüp büyük tura başlarken, kendisine el salladı. Ancak o, verdiği bu selamı görmedi. Yokuşu çıkarken biraz zorlandığını fark etti. Vücudu hamlaşmıştı. Yıllar içinde oluşan kaslar, sporu düzgün yapmayınca, kısa zamanda büzülüyor, yerini yağ hücrelerine bırakıyordu. Ancak sıkı bir çalışma programı yeniden toparlanmasına yardım edecekti. Etem’in Gazinosu’nu geçerken kendisini selamlayan adalılardan birini gördü. Çocukluk arkadaşı Hüsnü’nün eniştesiydi. O da karısıyla birlikte herhalde yürüyüşten geri dönüyordu! Türk insanı acaba sağlığına neden bu kadar az düşkündü? New York’a ilk gittiğinde, genci yaşlısı binlerce kişinin, Central Park’ta kendi çapında spor yapmasını anımsadı. Oysa Adanın sokakları, Refah Şehitleri Caddesi bomboştu! Orhan Aykut kendisine verilen görevin, aslında bilinmeyene doğru yapılan bir yolculuk olduğunu çok iyi biliyordu. Kendisinden istenen de, o bilinmeyeni gözleri kapalı olarak bulacaktı! Sahi, ASALA’yı nerede bulur, kim olduklarını nasıl saptayabilirdi? Onu düşünmek istemiyor, ama aklından da bir türlü çıkartamıyordu. Kopenhag’daki Çalışma Ataşesi ölümden dönmüştü. Hürriyet gazetesi, doktorların Cavit Demir’in yakında taburcu olacağını söylediğini yazıyordu! Bu iyi bir haberdi! Belki Cavit Bey’in aracılığıyla bir ipucu bulabilirdi! Kendisine kurşun sıkanı tanıyabilirdi. Sonra bir çırpıda aklından sildi tüm olasılıkları. Hayır, sanmıyordu. Gece geç saate kendisine ateş edeni tanıyamazdı. Cavit Demir, ASALA’nın kendi peşinde olduğunu fark etse, durumu çoktan polise söylemiş olması gerekirdi. Oysa, gafil avlanmıştı. Acaba saldırganları nasıl bulacaktı? Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 76 Gözlerinin önüne Cavit Demir’in gazetelerde çıkan fotoğrafları geldi. Kanlar içinde hastaneye kaldırılırken çekilmişti. Bu akan kanlar, hiç bitmeyeceğe benziyordu. Katilleri bulayım derken, belki kendi kanı da akacaktı! Bir an ürperdi. Aklına kızı Aylin geldi. Dünyada ondan daha fazla sevdiği ya da sevebileceği bir başka varlık yoktu. Olamazdı da! Aylin yedi yaşında öksüz kalmış, annesini Silivri yakınlarında bir araba kazasında kaybetmişti. O günden sonra ona hem annelik, hem de babalık yapmıştı. Şimdi Galatasaray Lisesi’nin orta bölümünde gidiyordu. Yatılıydı. Aylin, Mayıs’ın on ikisinde, on üç yaşına giriyordu. O pek üzülmesin, üvey anne yanında büyümesin diye Sevil ile evlenmiyordu. Sevil de kocasından boşanmıştı; iki çocuğu vardı. Belki de o nedenle anlayış gösteriyor; “Acelemiz yok, bekleriz”, diyordu! Aslında Sevil gibisini bulamazdı. Anlayışlı, kaprisi olmayan ve karşısındaki erkeğe sevgiyle yaklaşan biri. Yıllardır birlikteliklerini tartışma konusu yapmamıştı. Yumuşak, karşısındakini kınamamaya özen gösteren bir yanı vardı. Onun “Biz hep nişanlı kalalım Orhancığım” deyişi kulaklarında çınladı. Sevil gerçekten haklıydı. Đki yetişkin ve en yakınlarındakine karşı sorumlulukları olan iki insanın yapacağı en iyi beraberlik, bu tatsız-tutsuz dünyada birbirlerine arka çıkmak, güzel ve acı günlerini paylaşmaktı. Yoksa, sorunlarını birbirlerinin üstüne yıkmak değil! Sevil’i gerçekten sevdiğinin bilincindeydi. Onu aramalı, yurtdışına çıkmadan evvel baş başa yemek yemeliydi. Orhan Aykut Ada’nın buram buram çam kokan asfalt yolunda koşarken aklına gelişi güzel gelen sorulara kimi yanıt arıyor, kimi yanıtsız bırakıyordu. Kendisine verilen görev onu nereye sürükleyecekti? Ya, bir daha Ada’ya gelip, çamlar altında koşamazsa ne yapardı? Adam sende dercesine omzunu silkti. Alnına yazıldıysa, değiştirmesi olanaksızdı! Adımlarının asfalt üzerinde giderek hızlandığını hissetti. Heyecanlanmıştı. Çamlarla çevrili yolda koşuyor; hayır koşmuyor, uçuyordu! Deniz Lisesi’nin önüne geldiğinde biraz yavaşlaması gerektiğini fark etti. Karnına ince bir kramp girmişti; soluk soluğaydı. Artık o eski kondisyonu yoktu. Yıllar birçok şeyi silip süpürmüştü. Zaman aşımına sadece taşlar ve anılar dayanabiliyordu. O da, taşın sağlamı ve anıların güzeliydi! Camiler, hanlar, saraylar! Onlar, ölümsüzlük uğruna dikilen anıtlar değil miydi? Yoksa, neden onca padişah, kendi adına camii yaptırmıştı? Deniz Lisesi’nin bahçesinden gençlerin sesi yükseliyordu. Spor yapıyorlardı. Acaba, şu önünden geçtiği binayı kim yapmıştı; hangi ustanın elinden çıkmıştı? Eski adalılar Deniz Lisesi’nin yerinde bir ticaret okulunun olduğunu söylerlerdi. 1882’de açılan Elen Ticaret Mektebi, koca Osmanlı Đmparatorluğu’nun ticaret üzerine eğitim yapan, tek okulu olmuştu. Đstanbul-Sultanahmet’teki Ticari Đlimler Akademisi’nin çekirdeği sayılırdı. Dediklerine göre, Mısır’dan Yunanistan’a, Kıbrıs’tan Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 77 Kırım’a dek, imparatorluğun dört bir yanından, Rum, Ermeni, Yahudi öğrenciler gelip, bu okulda okumuştu. Türkler imparatorluğu ayakta tutabilmek için orduya çeki düzen vermek gerektiğini düşünmüş ve Ada’ya Mühendishane-i Bahri-i Hümayun’u, yani zamanın Deniz Harp Okulu’nu kurmuştu. Bunun üzerine Ada’daki Türklerin artan sayısından rahatsız olan Rum Ortodoks Kilisesi de harekete geçmişti. Ada’daki varlığını koruyabilmek için 1844’de, Ruhban Mektebi’ni -Papaz Okulu- açmıştı. Okul, Aya Triyada Manastırı’nın yandaydı. Orhan Aykut geçen yüzyılın Heybeliada’sını ya da o zamanki adıyla Hakli adasını düşündü. Topu topu iki buçuk kilometre kareyi bile bulmayan bir küçücük adaydı. Ama, koskoca cihan imparatorluğunda iki elin parmakları kadar az olan yüksek okullardan üçü burada, yan yana eğitim yapmıştı. Bu rastlantı olamazdı! Ortodoks Kilisesi, Osmanlı Đmparatorluğu’nda, Türklere karşı başlatılan milliyetçilik akımlarının kaynağı idi. O kilisenin papazları da, bu adada yetişmişti. Orhan Aykut acı acı gülümsedi. “Tarih”, neden “dün”ü anlatan bir ders olarak yorumlanırdı da, “yarınlara” ışık tutacak bir kaynakça diye öğretilmezdi!.. Yol biraz kolaylaşmış, hafif bir eğimle sağa doğru kıvrılmıştı. Döndü, ardından yaklaşan sese baktı. Đlerideki çöplüğe inşaat molozu taşıyan bir yük arabası geliyordu. Sonra gözü çamlar arkasında kalan okulun yerden yükselen kalın duvarlarını gitti. Acaba, zamanının ticaret akademisine hiç Türk öğrenci gitmiş miydi? Bu düşüncenin olanaksızlığı geldi aklına. O zamanlar, Türkler arasında kim hem Rumca ve hem de Fransızca bilebilirdi? Kim, çocuğunu o kadar azınlığın arasına yollardı! Üstelik, Elen okulunda bir Türk okuyabilir miydi? Orhan, ‘bize tarih okutmuyorlar’, diye söylendi kendi kendine. Bütün tarih öğretmenlerine, hatta kendi hocalarına, Recai Albay’a, Güniz Hanım’a bile kızdı! Nedense ülkenin eski yöneticileri dünün acılarını unutmak; genç kuşaklara da, öğretmek istememişlerdi! Lisedeki tarih kitaplarında, Antep’in, Gazi unvanı aldığı yazmışlardı da, Anteplilerin kentlerini, Fransız üniforması giymiş Ermenilere karşı savunduğuna değinmemişlerdi. Her şeyi yarım yamalak öğretiyorlardı! Dünü, geçmişteki olayları, bilemeyen bir Türk genci de, Fransa’nın Ermenileri destekleyişine, bir anlam veremiyordu. Sevr Antlaşması altmış yıl sonra yeniden hortlatılmak isteniyordu! ASALA’yı hem Fransa hem de Sovyet Ermenistan’ı destekliyordu! Tabii, Yunanistan diğerlerinden geri kalmıyordu. Bunlara bir de Suriye’yi katmak gerekiyordu. Hatta ASALA’ya, Đran bile destek olabilirdi! Orhan Aykut birden bunaldığını hissetti. Galiba, bu işin içinden çıkamayacaktı! Daha yol yakınken “Benden pes!” deyip, havluyu atmalıydı! Ama nasıl? Bir kere Evren Paşa’ya “Varım”, diye söz vermişti. Nejat Amiral, kendi adalısı ve komutanı da Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 78 bu konuşmaya tanık olmuştu. Üstelik, ne de olsa bir askerdi; ve emir emirdi! Kendine verilen görevi başarmak zorundaydı! O her yerde ve her koşul altında düşmanın geri hatlarında savaşmak, sinsi hücumla düşmana ölümcül darbeler vurabilmek için yetiştirilmişti! Türkiye’nin ilk SAT’larından, Sualtı Taarruz Komando’larından biriydi. Ancak bu yeni görevin gene de bir farklı yanı vardı. Kimse Orhan Aykut’un eline bir plan tutuşturup, şuradaki şu hedefi yok edeceksin demiyordu. Diyemiyordu! Kendisinden, gidip, ASALA’yı bulması, katilleri bir daha Türk diplomatlarına saldıramaz hale getirmesi isteniyordu. Acaba dünya kazan o kepçe, ASALA’yı mı arayacaktı? Kim bilir? Belki de! Sonra keyifli keyifli gülümsedi. Askerlik hayatının bu ikinci aşamasında artık kendi emrini kendi verecekti. Đlk hiç kez kimseden emir almayacak, sadece yapılması gerekeni yapacaktı! Ama nasıl? Aklına Evren Paşa’dan aldığı yazılı emir geldi. Đlgili Makama: Deniz Yarbay Orhan Aykut, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüce çıkarları uğruna, milli menfaatlerin ve milli bütünlüğün gerektirdiği her türlü önlemi almakla görevli olup, kendisinin, bu uğurda yapacağı girişimlerinden dolayı Milli Güvenlik Konseyi’nden başka hiçbir siyasi, adli, sivil ve askeri makama karşı sorumlu olmadığını beyan ederim. Đş bu belge Dz. Yrb. Orhan Aykut’un isteği üzerine kendisine verilmiştir. Kenan Evren Devlet Başkanı ve Orgeneral Genel Kurmay Başkanı Böyle bir yazıyı alması iyi olmuştu. Belli olmaz bir gün kendisinden hesap sormak istenirse ilgililere gösterebilirdi. Yarbay Orhan Aykut çamlar arasında koşuyor, koşarken ne yapacağını düşünüyordu. Burnuna hafif bir çöp kokusu geldi. Artık Ada’nın arkasındaydı. Çam dalları arasından Yassıada’yı gördü. Biraz sonra ada turunun yarısını tamamlayacak, Terk-i Dünya Manastırı’nın yakınına gelecekti. Temposunu yitirmemeli, iyi ter atmalıydı! Isınmıştı; büyük turun son bölümü artık hızlı gidiyordu. Yarbay Orhan, Heybeliada’daki Erkekler Sanatoryumu’nun önünden geçen yokuşu çıkarken artık pek zorlanmıyordu. Biraz sonra Selvili Yol’a gelecek, Uçurumlu Manastır’ın önünden, Ordu Evi’ni geçip, Gemici Kaynağı Sokağı’na varacaktı. Adımları düzgün, temposu yerindeydi. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 79 Yolda, mezarlığa giden yolun köşesinde, duran adamı gördü. Kim bilir, Anadolu’nun hangi kasabasından, köyünden buraya, Đstanbul’a göç etmişti? Önünden geçerken ”Merhaba” diye selam verdi. Şakaklarına kır düşmüş ve günlerdir tıraş olmadığı anlaşılan çiçekçi, elindeki zambakları telaşla demetliyordu. Birazdan Bostancı gemisiyle, adaya gelecek olan ziyaretçiler Sanatoryum’un yolunu tutacaktı. Herhalde o zambakları adanın tek çiçek üreticisi Niko’dan satın almıştı. Orhan Aykut, kendini bir anda, Ada’nın içinde, Lozan Zaferi Caddesi’nde buldu. Adanın eşekleri, ilerideki tarihi çeşmenin önünde bekleşiyordu. Karşı yakadan, Elmadağ’dan gelen içme suları, eşeklerin üstüne yüklenen tenekelerle evlere dağıtılırdı. Adadaki tek ulaşım aracı, atlar ve eşeklerdi. Arabaların egzoz gazlarının yerine, onların, kendine has pisliği, kokusu vardı! Adalara renk katan etkenlerden biri de bu, doğa ile iç içelik değil miydi? Eşeklerin sidik kokularının da evlerin bahçelerinden çevreye yayılan leylak ve mimoza kokuları gibi Ada’ya özgü bir başka güzelliği vardı! Đnsan doğa ile bütünleştikçe, yaşamın tadına daha iyi varabiliyordu. Yaşamak, sadece günü gün etmek olamazdı. Đnsanoğlunun kendisine, çevresine ve daha doğmamış çocuklarına, hatta torunlarına karşı bir sorumluluğu vardı. Zaten insanı tehlikelerle yüz yüze getiren, bu sorumluluk duygusu değil miydi? Dedesi, Misak-ı Milli’yi -Ulusal Ant- kendine ün kazandırmak için yazmamış, onu Meclis kürsüsünden boşuna okumamıştı! O milletinin bir gerçek vekili olmuştu Osmanlı Meclis-i Mebbusan’ında! Đstanbul’u işgal eden Đngilizler tarafından boşuna Malta adasına sürülmemişti! Dedesi Aykut Bey ve arkadaşları bağımsız bir Türk devletinin varlığını sağlayabilmek için ölümü göze almışlardı. Orhan Aykut da, elbette bir gün, doğacak torunlarına, adanın bu bazen sidik, bazen manolya, bazen de yosun kokan, temiz ve özgür havasını tattırmak istiyordu. Kendinden sonra gelecek kuşakların da, bu özgür havayı ciğerlerine çekebilmeleri için Türkiye’yi savunmak zorundaydı. Orhan’ın ASALA’ya dur demek istemesinin nedeni buydu! Türkiye’yi savunmak, toplumdaki haksızlıkları göz ardı etmek değildi. Kendini, bazılarının daha fazla kazanması, daha çabuk köşeyi dönmesi, kazandığı parayı Đsveçre’deki sırdaş hesaplara yatırması için tehlikeye atmıyordu. Paralı asker değildi! Haksızlığın, adam kayırmanın, çalıp çırpmanın, kısaca çarpık düzenin koruyucusu olamazdı. Ama topludaki bu aksaklıklarla mücadele demokrasi içinde yapılacaktı! Kendi görevi ise, insanlara o mücadele ortamına sağlayan demokrasiyi savunmaktı. Orhan Aykut ada yollarında koşarken, işte bu demokrasi için ter akıttığına inanıyordu! Ümit Sokağı’na saptı. Caminin önünden geçip, Papaz Okulu’na, daha doğrusu evlerine giden yokuşa geldiğinde, bir an yavaşlayacak gibi oldu. Sonra, aklına saat Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 80 tutuğu geldi; koşmasına devam etti. Evin kapısına geldiğinde, saatinin kronometresini durdurdu. Bu kez ada turunu 26.15’de bitirmişti. Geçen haftaki rekorunu 1.10 aşağıya çekebilmişti. Kondisyon çalışmalarına biraz daha ağırlık vermesi gerekecekti. 18.30 gemisinin, Büyük Ada’ya doğru yaklaştığını uzaktan gördü. Günlerden 24 Nisan Cuma idi. Kızı Aylin gelesiye dek çabucak duşunu alabilirdi. Geminin Heybeliada iskele’sine yanaşması daha on beş, yirmi dakika sürerdi. Her cuma olduğu gibi onu iskelede karşılayacak, baba kız, akşam yemeğini birlikte yiyeceklerdi. Sonra tüm adalılar gibi birlikte sinemaya gideceklerdi. Deniz Harp Okulu’nun sineması kış aylarındaki tek eğlenceleriydi. 26 MĐT Müsteşar Yardımcısı Hiram Abas lületaşı piposunu özenle doldurdu. Sonra çakmağını alıp onu yaktı. Bir kaç kez kısa kısa soluk alarak piposunun iyice yanmasını sağladı. Odası bir anda elma ve konyak kokusuyla karışmış dumanla dolmuştu. Evet, artık önündeki kağıtlara son kez göz atabilirdi. Az sonra Devlet Başkanı’nın yanına varacak, yapılan hazırlıkları ona sunacaktı. Arkasında, duvara gömülü küçük kasayı açtı. Đçinde bir tabanca, üç dosya ve bir zarf vardı. Kahverengi zarfın üzerinde Kişi’ye Özel yazısı, sağ üst köşede de üzerinde çok gizli yazan kırmızı damga bulunuyordu. Zarfın üzerinde elle Dz.Yrb. Orhan Aykut yazılıydı. Zarfı açtı; içinde pasaport, sürücü belgesi, akreditif mektubu, Visa ve American Express kredi kartları, çeşitli dövizler, Alman markı vardı. Hiram Abas zarftaki kredi kartlarını aldı. Kartlar, Münih’teki Ziraat Bankası aracılığı ile özel olarak çıkartılmıştı. Türkiye’de bankacılık nedense ”Piyango” dağıtma aşamasını bir türlü atlatamamıştı. Batı’da kullanılan bu kartlar daha Türkiye’ye gelmemişti. Hiram, kredi kartlarını vermenin doğru olup olmayacağını kestiremedi. Ne de olsa, yapılan harcamalar sırasında Yarbay Orhan’ın imza atması gerekecekti. Dikkatli biri, harcama faturalarından, izi kolaylıkla sürülebilir, Köşk ile bağlantısını bulabilirdi. Ama Orhan Yarbay’ın parası yetmezse, ne yapardı? Yurt dışında kimden para isteyebilirdi? En iyisi, endişelerini Evren Paşa’ya arz etmeliydi! Saatine baktı. Dörde on vardı. Devlet Başkanı, Kuzey Atlantik Asamblesi’nden Van Der Stoel’i saat 14.30’da kabul etmişti. Görüşmeleri birazdan sona erecekti. Zarfı ve sumenin üzerinde duran yazıyı aldı. Devlet Başkanı’ndan onay alırsa, emri kriptolayıp, şifreleyerek Avrupa’daki elçiliklere yollayacaktı. Hiram Abas, Kenan Evren’in Çankaya’daki çalışma odasına girdiğinde onu son derece hiddetli buldu. Herhalde Türkiye’nin sözde dostları, yine Paşa’yı Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 81 kızdıracak bir şeyler bulup söylemişti! Evren Paşa, balkon kapısının önünde bir gidip, bir geliyor, kendi kendine söyleniyordu. Az sonra Hiram’ın içeri girdiğini yeni fark ediyormuş gibi biraz şaşkın, biraz da yorgun bir ses tonuyla: “Otur bakalım!” dedi. Zile bastı. Gelen garsona bir kahve söyledi. Sade olacaktı. “Hiram Bey’e de sor bakalım, o ne içecekmiş?” Devlet Başkanı Kenan Evren, bir yandan kahvesini içiyor, bir yandan da toplantıyı özetliyordu. Alman Parlamenter, ülkesinin Türkiye’deki gelişmeleri ilgi ile izlediğini, askeri yönetimin terörü önlemekte gösterdiği başarıyı takdirle karşıladıkları bildirmiş, ardından da göz altına alınma süresinin doksan güne çıkartılmasından duydukları endişeyi dile getirmişti. Eğer bu süre azaltılmazsa, Türkiye’yi Avrupa Konseyi’nde savunmalarının zor olacağını söylemişti. Ne istiyordu bu adamlar? Gereğinde en acımasız olanlar kendileri değil miydi? 68 olaylarının tırmanması üzerine, öğrenci hareketinin liderini kurşunlayan Alman Polisi değil miydi? Đstedikleri zaman yasaları, insan haklarını bir kenara koyuyor, her türlü insanlık dışı eylemi yapabiliyorlardı. Bir süre önce Alman otoyolunda bir Türk işçisi durdurulmuş, kimliği sorulmuştu. Zavallı Türk elini pantolonunun arka cebine atıp, cüzdanını çıkartmak istemiş, onun silah çekeceğini sanan Alman polisi, tabancasına sarılarak Türk işçisinin ensesine hemen bir kurşun sıkmıştı. Oysa, ortada ne bir silah, ne de polisin can varlığını tehdit edecek, herhangi bir şey vardı. Kenan Evren, ‘bizde olsa basın “Katil polis” diye ver yansın ederdi’, diye düşündü. Ne var ki, Alman yasalarına göre, polis sadece görevini yapmıştı! Bu muydu Avrupalıların öğündükleri insan hakları? Evren Paşa, Avrupa’nın Türkiye’de kan gövdeyi götürürken gösterdiği ilgisizliğe kızıyor, daha doğrusu köpürüyordu! Hiram Abas, bir yandan Devlet Başkanı’na hak veriyor, bir yandan da onu haksız buluyordu! Amerika Birleşik Devletleri ve diğer Avrupa ülkelerinde vatandaşların ortaklaşa sahip çıktıkları bir değerler silsilesi vardı. Onun da başında ülkelerin anayasası geliyordu! Oysa, Türkiye’de durum farklıydı. Devletin temeli daha başından yanlış atılmıştı! Halkın büyük bir kısmı padişahçı iken Saltanat kaldırılmış, bir dizi reform gerçekleştirilmişti! Mustafa Kemal Paşa, iyi yapmıştı. Türklerin babası, atası unvanını boşa almamıştı! Kemalizm, Türkiye’nin Batı dünyasını yakalayabilmesi için gerekliydi. Bunda şüphesi yoktu. Ancak, Hiram Abas, Türk halkının bir kısmının, anayasada yazılı bu Atatürk devrimlerini benimsememesini, karşı çıkmasını da doğal buluyordu! Türk halkı değil anayasa konusunda, günlük konuştuğu dil, Türkçe konusunda bile daha ortak bir karara varamamıştı! Kimi, Türkçe’nin Arapça’nın etkisinden Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 82 kurtarılmasını savunuyor, kimi de, bunu Türklerin tarihi ve kültürel köklerinden kopartılması için yapılan bir girişim olarak niteliyordu. Bu gidişle, kuşaklar arasındaki bağlar bile kopacak, dede torunuyla konuşamaz olacaktı! Đktidar’da değişiklik olunca, devletin radyosunda, televizyonunda konuşulan Türkçe de değişiyordu. TRT’de yasak sözcük listeleri yayınlanıyordu. Ortak değer yargıları birbirinden bu kadar farklı grupların siyasi mücadelesinde güdülen amaç, anayasayı kendi inançları doğrultusunda değiştirmekti. Hiram Abas, aylardır Devlet Başkanı ile uzun boylu konuşamamıştı. Türkiye’nin bölünmüşlüğünü, bütün çıplaklığı ile ortaya sermek istiyordu. Türkiye’ye herkesin savunabileceği bir anayasa gerekiyordu! Öncelikle bu sağlanmalıydı! Batı Dünyası, anayasalarını koruyabilmek için teröre karşı birleşebiliyordu. Onlara göre, anayasa ne pahasına olursa olsun korunmalıydı. Oysa, Türkiye’de insanların gönülden “Evet” deyip, uğrunda ölebileceği, ortak bir değerler dizisi yoktu! Türkiye’de, öncelikle vatandaşların üzerinde anlaşabileceği, bir “Anayasa” olmalıydı! Türkiye nüfusunun, Atatürk ilkeleri altında birleşmesini istemek, kolay değildi. Ayrılıkçılar, Atatürk milliyetçiliğine nefret kusuyordu. Çünkü, Kemalizm ırk üstünlüğüne dayalı bir milliyetçilik anlayışına karşıydı. Bu durum da ayrılıkçıların işine gelmiyordu. Öte yandan, halkın bir kısmı ümmetçi, bir kısmı Turancı, bir kısmı da sol ve sağ ideolojilerin etkisi altındaydı! Avrupa toplumları, anayasalarına karşı çıkan güçlere ölüm kusuyor ama, anayasa çerçevesi içinde kalmak koşuluyla, her türlü görüşe ses çıkartmıyordu. Demokrasi dedikleri buydu! Onların Türkiye’den bekledikleri de, işte böyle bir demokrasi idi. Đsteyen, dilediğini söyleyebilmeli, ama düzeni değiştirmeye yönelik hiçbir girişimde bulunamamalıydı! Kenan Evren karşısındakine hak verdi. Avrupa kendini varlığını dünyanın dört bir bucağında koruyordu. Kendilerine zarar verebilecek her hedefi yok etmek için özel yetiştirilmiş elemanları, örgütleri vardı. Türkiye’de durum öyle mi? Đçler acısıydı. Kendi varlığına karşı sıkılan kurşunlara bile cevap veremiyordu. Avrupa’dan gelecek eleştirilerden, baskılardan çekiniyordu. Artık bütün bunlara son verilecekti. Đleride sağlam bir örgüt kurulmalı, bunun için gerekli yasal düzenlemeler yapılmalıydı! Derken Devlet Başkanı Kenan Evren, Hiram Abas’ın geliş nedenini anımsadı. Konuya dönmek istedi. ”Her türlü hazırlık bitti mi?” “Evet, efendim! Kendisine gümrüklerden kolay geçsin diye kırmızı diplomatik pasaport çıkarttım!” “Peki, akreditif yaptırdınız mı?” Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 83 “Yarbay Orhan’ı uzman sıfatıyla, Türkiye’nin NATO karargahındaki delegasyona kattık. Askeri bir geçmişi olduğundan kimsenin dikkatini çekmeyeceğini düşündük!” Hiram Abas, aldıkları önlemleri teker teker sıralıyor, gerekçelerini açıklıyordu. Orhan Aykut’un NATO delegasyonunda olması onun Avrupa’nın her tarafına kolaylıkla girip çıkmasına yardımcı olabilirdi. Ne de olsa, hemen hemen bütün Avrupa, NATO üyesiydi! Üstelik, böyle bir görev, onun belli bir ülkede kalmasını da gerektirmiyordu. Brüksel’deki Türk delegasyonu büyüktü. Kimin nerede ne iş yaptığı pek bilinmezdi. “Peki ama ona yurt dışında kimler yardımcı olabilir?” “Bu konuda sizin emrinizi almak istiyoruz, efendim. Belki MĐT, Çankaya’nın kendi bünyeleri dışında bir başkasını görevlendirmesine gücenebilir!” Kenan Evren, Hiram Abas’a hak verdi. Zaten Milli Đstihbarat Teşkilatı’nın, bir CIA, Mossad ya da KGB gibi hem istihbarat toplayan, hem de uygulama yetkisi olan bir yapıya dönüştürülmesi isteniyordu. Ancak, bu görüş henüz geniş bir destek bulmamıştı. En iyisi, MĐT’i şimdilik devre dışı bırakmaktı. Gerekli desteğin ordu içinden sağlanması gerekiyordu. Hemen hemen her Avrupa başkentinde Türkiye’nin askeri ateşeleri vardı! Devlet Başkanı Kenan Evren kararını verdi. “Askeri ataşelerimizi devreye sokalım! Gerekli mahalli istihbaratı onlar versin!” “Baş üstüne efendim!” Hiram Abas, toplantının sona erdiğini anladı. Ayağa kalktı. Đzin isteyecekti. Sonra bir an durakladı! Bu kredi kartı sorununu ele alması gerekip gerekmediğini bir türlü kestiremiyordu. Kendini toplayıp son bir hamle daha yapmak istedi. “Bir de, Orhan Aykut’un harcamalarında kolaylık sağlamak için, kendisine örtülü ödenekten kredi kartları çıkarttık. Ancak, bu kartların izi sürülebilir diye biraz endişemiz var!” “Đstedikleri kadar bilsinler!” diye kesin bir yanıt verdi, Kenan Evren. “Yarbay’ımızı Avrupa’da parasız mı bırakacağız?” Hiram Abas gerekli emri almıştı. Başıyla olur anlamında selam verip Devlet Başkanı’nın yanından ayrıldı. Önce, elindeki emri şifreli olarak kripto ile elçiliklere yollayacak, daha sonra akşam sekizdeki Đstanbul uçağına yetişecekti. 27 Koridordaki polisin elinde tuttuğu detektör acı acı öterken diğer polisler de dehşetle irkildiler. Karşılarındaki adam silahlıydı! Ortalık bir anda karıştı! Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 84 Rikshospital’in alarm düdüğü çalmaya başlarken detektörü tutan polis silahını çoktan çekmişti! Türkiye’nin Kopenhag Büyükelçilik Müsteşarı Aytekin Ercan, arabasını Rikshospital’in bahçesine park edip, hastanenin koridorlarında yürürken talihin kendisine gülmüş olduğunun bilincindeydi. Büyük bir rastlantı sonucu hastanedeki yaralılardan biri olmaktan kurtulmuştu! Aslında Cavit Demir’e yapılan suikasttan iki gün önce, 2 Nisan akşamı öldürülecek olan kendisiydi! Dikkatliliği ve biraz da cesareti sayesinde ASALA’nın kurşunlarına hedef olmaktan kurtulmuştu. Ne yazık ki, kanlı örgüt kendine bir başka hedef bulmakta gecikmemişti! Geçen hafta Dışişleri Bakanlığı’ndan gelen telgrafta, Avrupa’daki bütün elçiliklerin teyakkuz durumuna geçmesi istenmişti. Bakanlığa ulaşan bilgilere göre Nisan ayının ilk haftasında Londra’da ya da bir başka Avrupa başkentinde Türk diplomatlarına karşı bir suikast düzenlenecekti. Aytekin de daha dikkatli davranmış, çevresini gözler olmuştu. Zaten o sayede elçiliğin yakınında park eden yeşil Volkswagen’i zamanında fark etmiş ve daha sonra arabanın kendisini takip ettiğini görmüştü! Ancak, Aytekin Ercan her zamanki soğukkanlılığını elden bırakmasaydı, bu hafta içinde ikinci kez kurşunlara hedef olacaktı! Çevresini bir anda polisler sarmış, kendisini itekleyerek duvara yapıştırmışlardı! Üstelik ona tabancasını doğrultan bu çam yarması gibi Danimarkalı polisleri Nyhavn’da korkuttuğu Ermeniler gibi kolayca yıldırma şansı da yoktu! Danimarka polisi, Türk Çalışma Ataşesi Cavit Demir’in hastanede yattığı katı sanki etten bir zırha bürümüştü! Her taraf polisle doluydu. Yalnız hastanede çalışanlar değil, hastalar da sıkı bir denetimden geçiriliyordu. Polis, ASALA’nın sonuçlandıramadığı suikast girişimini yenilemesinden bir ikinci suikasttan korkuyordu. Demir’in yattığı koridora gelen herkesin üstünü arıyor, kimliklerine bakıyordu. Đşte bu nedenle Müsteşar Aytekin Ercan üzerinden hiçbir zaman eksik etmediği tabancasının azizliğine uğramıştı! Silah araması yapan Danimarka Polisi’nin elindeki detektör, tabancasını ortaya çıkartmış, o da kendini bir anda polisinin pençesinde bulmuştu! Cavit Demir’in odasına girdiğinde soluk soluğaydı! Aytekin Ercan’ın, bir Ermeni teröristi değil, bir Türk diplomatı olduğunu anlatması zaman almıştı! Koluna serum takılı, yatakta yarı uykulu, yarı dalgın yatana baktı. Yüzü gözü sargılar içindeydi. Onun Cavit Demir olduğunu söylemeye bin tanık gerekti! Aklından, bir an orada kendisinin yattığı geçti. Aytekin Ercan tüylerinin diken diken olduğunu hissetti. Kim bilir, eğer dikkatli davranmasaydı belki dostları şimdi kendisini ziyarete gelecekti! Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 85 “Geçmiş olsun.” derken Cavit’in eşi Gülgün Hanım’a beraberinde getirdiği çiçekleri uzattı! Oldum olası kırmızı laleleri çok severdi! Türklerin Orta Asya’dan beri yakından tanıdığı bu laleler, bir yerde baharın simgesiydi! Yapılan uzun ameliyatlar sonucu her tarafı delik deşik olan Cavit Demir’e, çok acı çekmemesi için uyuşturucu veriliyordu. Yalnız karnına giren kurşun bağırsaklarını sekiz yerden delmişti! Dört ameliyat ekibi, yirmi saate yakın bir süre mücadele etmiş, sonunda Cavit Demir’i kurtarmışlardı. Ne var ki, insan vücudu bu kadar acıya dayanamazdı. O nedenle Cavit Demir’e uyuşturucu veriliyor, o da bu sayede rahat ediyordu. Aytekin Ercan, büyükelçilikten Cavit Demir’in doktoruna telefon etmiş, sonunda onu biraz olsun ikna edebilmişti. Doktorlar, Cavit Demir’e beş on dakika konuşmasına izin vermişti. Böylece onun suikastla ilgili bildiklerini anlatması sağlanacaktı! Cavit Demir, kendisine kırmızı laleler getiren Müsteşarı görünce pek sevindi, heyecanlandı! Boğazında hıçkırıkların düğümlendiğini hissetti. Keşke Müsteşarın kendisine yaptığı uyarıyı dikkate alsaydı; başına bütün bunlar gelmeyecek, öbür dünyaya gidip dönmeyecekti! Aytekin Ercan, elçiliğin güvenlik sorunlarıyla ilgileniyordu ve son günlerde Ermenilerin bir silahlı saldırı yapmasından endişe ediyordu. Cavit Demir, bütün bunları onun ağzından duymuş ama gene de pek kulak asmamıştı. Đskandinavya’nın barış dolu ortamına kanmıştı. Demek Ankara’ya ulaşan duyumlar sağlıklıydı! Yalnız suikastın yapılacağı yer tutmamıştı ama, hangi hafta yapılacağı bilgisi doğruydu! Keşke kendisine söylenenleri dinleseydi! Cavit Demir o gece evine saat on bir sularında gelmişti. Arabasını her zamanki gibi garaja park etmemiş, kapının önüne bırakmıştı. Garaj’dan giriş kapısının olduğu kata bir asansörle çıkılıyordu. Arada, belki de elli metre uzunluğunda bir koridor vardı. Ermeni terörist, Cavit’i garajın çıkışında beklemiş, ancak o eve sokak kapısından girince asansöre doğru koşmuştu! Eğer, Cavit Demir, Ermeni’yi apartman sakinlerinden biri sanıp, asansörün önünde beklemese, başına böyle şeyler gelmeyecekti! Kendisine doğru koşan adamı üzmek istememiş, asansörün kapısını tutmuştu! O da tam önüne gelince cebinden çıkarttığı tabancayı üzerine boşaltmıştı! Cavit Demir o yaralı haliyle asansöre binmiş, evinin önüne kadar gelip, kapıyı çalmayı başarmıştı! Gecenin geç saati asansörün içinde kalsaydı, kan kaybından çoktan gitmişti! “Geçmiş olsun Cavit Bey! Beni duyuyor musun?” Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 86 Aytekin Ercan, onun “Evet” anlamında başını salladığını gördü! Çenesinin altındaki kurşun sıyrığı konuşmasını engelliyordu. Ağzından hırıltılı bir şekilde sesler çıkıyor, ancak ne dediği anlaşılmıyordu. “Sen yorulma! Sorduklarıma evet-hayır diye, başını sallayarak cevap ver! Tamam mı?” Cavit Demir hafifçe başını salladı. Aytekin Ercan, sürekli sorular soruyor, karşısındaki adamın hareketlerinden sorularına yanıt buluyordu. Sonunda suikastı yapanın tipi ortaya çıkmıştı! Gözlüklü, kısa boylu, esmer ve dik saçlıydı. Cavit Demir’den daha fazla bilgi almak olanaksızdı. Yorulmuştu. Üstelik uyuşturucunun etkisi azaldığından ağrıları da artmıştı! Ona daha fazla acı çektirmenin faydası yoktu. Müsteşar Aytekin Ercan bu acayip soruşturmayı ilgiyle izleyen, ancak konuşmalarını anlayamayan Danimarkalı doktora minnetle baktı. “Đşimize yarar mı bilemiyorum ama, hiç olmazsa şimdi elimizde suikastçının eşkali var!” dedi. 28 Orhan Aykut’un taksi şoförüne durmasını söylediği yer, Boğaziçi’nde, Emirgan’da, Çınaraltı kahvesiydi. Yıllardır Emirgan’a gelmiyordu. Anadolu yakasında, Çubuklu’daki dalgıç okulunda kara komandolarına dalgıçlık öğrettiği dönemde sık sık gelir; Emirganspor Kulübü’nün lokali olan bu kahvede, boğazın keyfini çıkartırdı. Gerçi, çay aynı çay, manzara da gene aynı Boğaz’dı ama, Çınaraltı’nda halkla iç içe oturmayı Çubuklu’daki askeri mahfelde oturmaya yeğ tutardı. Çınaraltı pek değişmemişti. Emeklilerin birkaçı gene ülkenin hiçbir zaman bitmeyen sorunlarını çözüyor; geri kalanı ise, radyodan anlatılan maçı dinliyordu. Daha doğrusu Trabzonspor’un maçını birlikte yaşıyor, oynuyorlardı. Boğaz’da oturanların çoğu Karadenizliydi. Karadeniz’in o delişmen ruhu bu yaşlı delikanlıları ayakta tutuyor, hele maç günleri onları coşturuyordu! Yarbay Orhan, yolun hemen yanında, Büyük Çınar’ın altındaki masalardan birine doğru yöneldi. Ceketini çıkartıp, karşısındaki iskemleye attı. Emirgan’ı, Đstanbul’u bir daha ne zaman göreceğini bilmiyordu. Boğaz havasını ciğerlerine çekti! Bir an için hiçbir şeyi düşünmemek, sadece bu güneşli pazar gününün tadına varmak istedi. Çok sürmedi; temiz yüzlü, genç bir garson kendisine doğru geldi. “Bir emrin var mı, abi?” Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 87 “Çay!” dedi, ardından ekledi: “Maç kaç kaç?” “Daha yeni başladı abi. Ama, evvel Allah, duman edeceğiz Beşiktaş’ı!” Duyacağını duymuştu. Boğaz’ın Anadolu yakasında oturanlar ya Fenerbahçe’yi, ya da Beykoz’u, Rumeli yakasında oturan da, Beşiktaş’ı, Galatasaray’ı ya da Sarıyer ile Trabzonspor’u tutardı. Bir futbol maçı nasıl da milyonları oyalayabiliyordu! Halkın gündemini hayat pahalılığı ve artık gına getiren zamlardan çok, hafta sonunda oynanan maçlar, hafta içinde de kaçırılan goller, verilen yanlış hakem kararları oluşturuyordu. Tabii, aklına Türk basınının bu gündemi, bir de futbolcuların yataktaki çapkınlıklarıyla süslediği geldi! Orhan Aykut’un futbolu unutması çok sürmedi. Đleride; birbirlerine kumrular gibi sarılmış gençleri gördü. Rıhtımda birbirlerinin beline dolanmış, sallana sallana yürüyorlardı. Dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi. Sevmek ve sevilmek; ne güzel duygulardı. Masasına konan çay bardağını kavradı. Avucunun ısındığını duydu. Đnsan Türk çayını içmiyor, onu görerek, koklayarak, tadarak ve kaşık sesini duyarak, sıcaklığını hissederek beş duyusu ile birlikte yaşıyordu! Çayın sıcaklığını bile, başlı başına bir zevk idi. Bardağını kaldırdı; yudumlamazdan önce, taze demlenmiş çayın, o kendine özgü buruk kokusunu duymak istedi. Đşte, Avrupa bu güzelliği bilmiyor, tanımıyordu! Porselen fincanlarda içilen çay, demlikten çıkıp, sıcak, kırmızı bir suya dönüşüyordu. Kim bilir, kendisine yeniden Boğaz’da çay içmek, ne zaman kısmet olacaktı? Gözlerini yumdu; bahar güneşini iliklerinin içinde yaşamaya başladı. Arkadan yükselen seslerden Trabzonspor’un gol attığını anladı. Pek sevinmedi. Trabzonspor, Fenerbahçe için Beşiktaş’tan daha tehlikeliydi. Ne de olsa Adalar, Anadolu yakasından sayılırdı; Hem Büyükadalı Lefter de Fenerbahçeliydi! Birden yüzüne gelen güneşin kaybolduğunu, daha doğrusu, birisinin önüne dikildiğini fark etti. Gözlerini hafifçe araladı. “Bu ne uykusu, Yarbayım?” Hiram Abas, kısacık saçları, pırıl pırıl parlayan yuvarlak gözleri ile kendisine gülerek bakıyordu. Đçinden “Keşke, biraz daha geç gelseydi!” diye geçirdi. Bahar güneşi iliklerini ısıtmıştı. Azıcık daha kestirebilse iyi olacaktı! Gülümseyerek iskemlesinden doğruldu. Tokalaştılar. Hiram Abas oturmak istemedi. Bulundukları kahve pek ayak altıydı. O nedenle gidecekleri yerde daha rahat edeceklerini söyledi. Başını çevirerek geldiği arabayı gösterdi. Yolun kenarında duran Murat’ın kapısı açıldı. Kısa saçlı, sivil giyimli, ama her halinden asker olduğu belli bir genç kapıyı tutmuş, kendilerine bakıyordu. Orhan Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 88 Aykut cebinden çıkardığı bozuklukları masanın üzerine koydu. Ceketini eline aldı, birlikte arabaya doğru yürümeye başladılar. Bindikleri araç çarşı içinde hızla ilerledi. Önce sola, ardından da sağa saparak dik yokuşu tırmanmaya başladı. Yollar boş, buna karşılık Boğaz’ın yamaçlarındaki erguvan ağaçlarının dalları pembemsi mor çiçeklerle doluydu. Geldikleri yer ilk bakışta tek katlı, geniş, ama orta halli bir villayı anımsatıyordu. Özenerek örülmüş taş duvarlar evin zamanında paradan çekinmeden yapılmış olduğunu gösteriyordu. Demek, dünyaca ünlü Abdullah Efendi Lokantası burasıydı. Daha önce hiç gelmemişti. Hem böyle yere bir subay maaşı ile nasıl gelebilirdi ki? Lokantanın, loş, gösterişe ve abartmaya hiç kaçmayan bir havası vardı. Otuz yaşlarında, badem yüzlü, sade giyimli, güzelce sayılabilecek, hanım hanımcık bir kadın kendilerine gülerek yaklaşıyordu. “Kısmette burada da görüşmek varmış, Hiram Bey!” “Evet, doktor hanım; sayenizde!” Hiram Abas: “Çankaya’dan diş doktorum Merih Hanım. Buranın sahibesi!” diyerek, bu tanışıklığın öyküsünü Orhan Aykut’a anlatmak istiyordu. “Sizi, rahatça oturabileceğiniz bir köşeye alacağım. Buyurun, sağ tarafa geçelim!” Abdullah Efendi Lokantası, Türk Mutfağının bir abidesi, daha doğrusu akademisiydi. Boğaz’daki o yapmacık dekorlu lokantalarda görülen, yılışık personelin yerinde, örneklerine ancak Avrupa’nın sayılı gurme lokantalarında rastlanan, vakur, işini bilen, profesyonel insanlar vardı. Bir Amerikan gurme dergisinin sınıflandırmasına göre, Abdullah Efendi, dünyanın önde gelen ilk yüz lokantasından biriydi. Buraya üçüncü gelişiydi. Hiram Abas, lokanta üzerine bildiklerini sanki bir çırpıda özetlemek istiyordu. Konuşmasına ara verdi. Merih Hanım’ın yeniden masalarına gelmekte olduğunu anlayarak konuyu değiştirdi. Sonra sesini yükselterek: “Hanımefendi, Abdullah Efendi’nin torunu olur!” diye anlatmaya başladı. Sonra ekledi: “Miras sahipleri, lokantayı dönüşümlü olarak işletiyorlar!” Diş doktoru Merih Başaran, Orhan Aykut’un bu açıklamadan bir şey anlamadığını sezince: “Efendim, amacımız Türk kültür mirasını yaşatabilmek. Yoksa bu araziye beş yıldızlı otel yapmak isteyen çok! Ama, daha pes etmedik. Bu yılın ilk altı ayı lokantaya Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 89 ben ve eşim bakıyoruz. Nöbeti, sırayla diğer ortaklarımız devralacak!” diye sözünü sürdürdü. Biran sustu. Ardından: “Şimdilik sizi baş başa bırakayım. Yemekten sonra tüm lokantayı ben gezdireceğim. Aşağıları daha Hiram Bey de gezmedi!” Abdullah Efendi Lokantası, gözle görüldüğünden de büyüktü. Đlerideki terastan merdivenle bahçeye iniliyordu. Büyük saksılar içindeki gül fidanları ve diğer ağaçlar, masaların birbirlerinden ayrılmasına yardım ediyordu. Bahçenin büyüklüğünü kestirmek zordu. Görünürde, çevrede başka binalar yoktu! Orhan Aykut’a kalsa, lokantayı daha bir süre inceleyecekti. Ancak, garson gelmiş, yemek listesini bırakmıştı. “Orhan Bey, ne içeceğiz?” “Ben, gündüzleri rakı içmem! Birayı tercih ederim. Ya siz?” “O zaman, ben de size eşlik edeyim!” Orhan Aykut ne yiyeceğini bilmiyordu. Böyle ilk kez gittiği lokantalarda, kendini sağlama almak istercesine seçim hakkını aşçıbaşına bırakırdı. Ne de olsa yemeği yapan oydu; en güzel yemeği hangisi ise, onu salık vermesi doğaldı. Hiram Abas’ın kendisine baktığını görünce: “Aşçıbaşı neyi yememizi istiyorsa, ben de onu yerim!” diye, kesip attı. “Đyi bir yöntem bulmuşsunuz, Yarbayım!” Sonra ısmarlanacak yemekleri bekleyen garsona dönerek: “Ortaya bir mevsim salatası. Zeytinyağlı enginar ve bir iki meze tabağı. Haa, az kalsın unutuyordum. Đki de soğuk bira!” Onun kımıldamadığını görünce sözlerine ekledi: “Sıcak olarak, aşçıbaşı kendisine neyi layık görüyorsa, bize de ondan yapsın! Anlaştık mı?..” Bir süre konuşmadan oturdular. Hiram Abas cebinden önce piposunu çıkardı; ardından da çakmağını. Piposunu derin derin çekerek yaktı. Ohh! Dünya vardı!.. Orhan Aykut’un gözleri Boğaz’ın Anadolu kıyısındaki koruluklara takıldı, kaldı. Hiram Abas da gerinerek gözlerini yumdu. Sanki boğazı ve onun tüm güzelliklerini artık daha rahat algılıyordu. Đkisinin de yüz hatları durgun, güven vericiydi. Gözlerini yeniden açtıklarında garson biralarını masaya koyuyordu. Bir süre onun uzaklaşmasını izlediler. Ardından Hiram Abas bardağını kaldırarak: “Yarbayım! Operasyonun başarısına” dedi. Yolculuk öncesi her şeyi son kez beraberce gözden geçirmek istiyorlardı. Ortada en küçük bir soru işareti kalmamalıydı. Hiram Abas ve konuğunun Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 90 konuşacakları çoktu! Yanındaki iskemlenin üzerinde duran çantasını açtı. Đçinden kahverengi bir zarf çıkardı, uzattı. Orhan Aykut zarfı alıp almamakta ikircikliydi; bir an durakladı. Kendisine uzatılan zarf aslında sonu belli olmayan bir yolculuğun biletiydi! Gözlerinin önüne, sevgili kızı Aylin, Heybeliada, ilk aşkı Birgül ve Çamlimanı, kendisini sabırla bekleyen Sevil, Rivaderesi ve Keçilikteki Sualtı Komando Okulu’ndaki eski öğrencileri geldi. Sonra kendinden bile saklamaya çalıştığı sinirli parmak darbeleriyle zarfı yırttı. Biletleri ve dövizleri ceketinin iç cebine yerleştirdi. Kredi kartlarına baktı; adı doğru yazılmıştı. Arkalarını çevirip imzaladı. Onları da dikkatlice cüzdanına yerleştirdi. Artık ısmarlananlar gelmeliydi! Önüne konacak yemekleri iştahla beklemeye başladı. 29 Mutfak masası her zamanki gibi karışıktı. Üzerinde açılmış bira kutuları, eski gazete kupürleri, haritalar tıka basa dolmuş iki kül tablası, kağıtlar, çizgili defter, tükenmez kalem, üç kahve fincanı, yarısı yenmiş bir peynirli sandviç ve uzatma kablosuyla masaya kadar getirilmiş bir telefon duruyordu. Masanın etrafındakiler Avedis’in kâğıtları karıştırmasını ilgiyle izliyorlardı. Derken, onun kağıt yığınları arasından aradığını bulup çıkardığını gördüler. Avedis, haritalardan birini aldı, açtı. Ancak onu nereye koyacağını bilemedi! Masa öylesine doluydu ki! Haritayı sandalyelerden birinin üzerine attı. Sonra masadaki eşyaları mutfaktaki tezgâhın üzerine taşımaya başladı. “Hayrola, gece yarısı temizliğe mi başladın?” Avedis, bir an sesin sahibine baktı. Böyle soğuk şakalara kızması mı, yoksa gülmesi mi gerektiğini kestiremedi. Her zamanki kurnazlığı gene yardımına yetişti! “Temizlemek için önce burayı temizlemek gerek!” dedi. “Temizlemek” sözcüğü hoşlarına gitti, üçü birden gülmeye başladılar. Saat, gece yarısını çoktan geçmişti. Oysa, Avedis, Kirkor ve Haçator için yeni bir gün başlıyordu! ASALA onların yeni bir eylem yapmasını istiyordu. Avedis muslukta ıslattığı elbezi ile tahta masayı sildi, temizledi. Kendi sandalyesinin üzerinde duran haritayı, masaya yaydı. Yükselip, alçalabilen türden olan asansörlü mutfak lambasını kordonundan tuttuğu gibi aşağı çekti. Ahşap mutfak masası biraz daha aydınlandı. Artık haritayı daha kolay görebiliyorlardı. Bütün gece konuşmuşlar, sıra karar aşamasına gelince hepsi susmuştu. Odadaki derin sessizliği bozan Kirkor oldu. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 91 “Kaset bitti. Đstesen onu yeni baştan çalalım; ya da radyoyu aç?” “Radyo daha iyi. Hem haberleri de dinleriz!” Haçator, son iki aydır bütün ajans haberlerini dinliyor, anlamadığı bir dilde yapılan konuşmaları karine ile de olsa, çıkarmaya çalışıyordu. Bu radyo dinleme alışkanlığı son aylarda başlamıştı! Kopenhag eyleminden sonra Danimarka polisinin bir iz bulup bulmadığını merak ediyordu. Ne de olsa son eylemle ilgili haberler en çok kendisini ilgilendiriyordu. Çevresindekiler de ona bu konuda anlayış gösteriyorlardı. Avedis Deragopyan kalktı, pencerenin önündeki mermer rafın üzerinde duran radyo-teybin düğmelerinden birine bastı. Parazitler arasında yeni bir istasyon aramaya başladı. Birkaç saniye içinde Radyo 3’ün yayınlarını yakaladı. Burada yirmi dört saat yayın yapılıyor, özellikle gece çalışanlar, yolda araba sürenler uyumasın diye ritmik, güzel parçalar çalınıyordu. Artık kimse onların konuştuklarını duyamazdı! Avedis birilerinin kendilerini dinlediğini sanmıyordu. Ama boşu boşuna hata yapmaya da gerek yoktu. Đsveç’in Ermenilerin dostu olduğu pek söylenemezdi. Gerçi, Đsveç makamları, Lübnan’daki iç savaş nedeniyle ülkeye gelmek isteyenlere vize veriyordu ama, Đsveç tekin bir ülke sayılmazdı! Gene de “Düşmanımın düşmanı, dostumdur!” hesabı, kendilerinin oturma izni alırken kollandığını seziyordu. Galiba Đsveç polisi Ermenilere sempatiyle bakıyordu. “Kim başlayacak konuşmaya?” “Sen!” diye kısa bir yanıt verdi, Haçator Çuhacıyan. Bir süre arkadaşlarını süzdü ve ardından devam etti: “Bunları daha iyi bilirsin, anlat da, dinleyelim!” Avedis Deragopyan konuya nasıl gireceğini pek kestiremiyordu. Derin bir soluk aldı. Sonunda kararını verdi; en iyisi özetlemekti. ”Önümüzde üç seçenek var. Üç Đskandinav ülkesi. Đsveç, Norveç ve Finlandiya!” diye söze başladı. Avedis’a göre bunlar arasında en şanssız oldukları ülke Finlandiya idi. Öncelikle diplomatların kaldıkları mahalle kentin kıyısındaydı. Yolu düşmeyen insanların, önünden kolay kolay geçmeyeceği, sapa bir yerdeydi. Helsinki’nin toplam nüfusu dört yüz bin kadardı. Ama kendileri gibi esmer insanların sayısı, toplasan birkaç yüzü geçmezdi. Üstelik kaçış yolları da yok sayılırdı. Herhalde Sovyetlere ya da kuzey kutbuna kaçacak halleri yoktu! Geri kalan tek yol, uçak ya da gemiyle Stockholm’e varmaktı. Uçak söz konusu olamazdı. Havaalanlarındaki pasaport kontrolü ve uçaklardaki yolcu listesi ele geçmelerine neden olabilirdi. Polis onları daha Đsveç’e varmadan bulur, yakalardı. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 92 Norveç’te de durum aynı sayılırdı. Gerçi orada Türkler ve Pakistanlılar vardı, fakat ne bir Türkün, ne de bir Pakistanlının, Türk diplomatlarını öldürmesi düşünülemezdi. Avedis Deragopyan, önceki ay Köln’de yapılan toplantı sırasında Norveç’te oturan Şahin Pala ile tanışmıştı. Sağlam bir Kürtçüydü! Oslo’nun merkezi Carl Johan caddesinde foto şipşakçılık yapıyor ve herkesi tanıyordu. Şahin’in dediğine göre, Norveç’te topu topu birkaç Ermeni ailesi vardı. Onlar da çok eskiden, 20’li yıllarda gelmişlerdi. Şimdi çocukları, torunları yaşıyordu. Norveçliler arasında eriyip gitmişlerdi. O Norveçlileşmiş Ermenilerden de destek almaları söz konusu olamazdı! Norveç’te Türkiye’nin temsilcilerine karşı suikast girişiminde bulunabilecek bir Kürt ya da Türk devrimcisi de pek yoktu! Geriye kalan tek seçenek, Đsveç idi. En azından Stockholm ve ülkenin diğer büyük kentlerinde devrimci arkadaşları vardı. Đsveç’in bir başka özelliği de en azından dört-beş batılı ülkesi ile bağlantısı olmasıydı. Holanda’ya, Doğu Almanya’ya, Polonya’ya ve hatta Đngiltere’ye bile feribot seferleri vardı. Üstelik, karayoluyla Norveç ve Danimarka’ya da kaçabilirlerdi! O nedenle eğer Đskandinavya’da bir eylem konulacaksa, Đsveç’te olmalıydı! Avedis Deragopyan anlatacaklarını anlatmıştı! Biraz soluk almak istedi. Sigarasını aradı. Tezgâhın üzerindeydi. Gitti, bir Gauloise aldı. Bu Fransız sigarasıyla, Paris’de kaldığı sıralarda tanışmıştı. Hele mısır kâğıdından yapılma, sarı Gauloises Blondes’lerin üzerine yoktu! Đçimi sert, enfesti. Baş döndürücü cinstendi! Masanın çevresindekiler ilgiyle Avedis’i izliyordu. Sessizliği Kirkor bozdu. “Şunu içmesen olmaz mı? Ne de pis kokuyor!” “Biz senin gibi Amerikalı olamadık daha!” diye yanıt verdi, Avedis. Kirkor Vartaban, geçen Ekim’de Amerika’ya, Avedis’in kardeşi Morris’in yanına gitmişti. Ne güzel günler geçirmişti orada! Morris’in Los Angeles’de filim yıldızlarının oturduğu Beverly Hills’de güzel bir apartman dairesi vardı. Morris, dünyanın en lüks alışveriş caddesi Rodeo Drive’in biraz ilerisinde oturuyordu. Đşleri iyiydi. Binlerce Ermeni gibi onun da, Mid-Town’da bürosu vardı. Bir ithalat-ihracat şirketi kurmuştu. Kirkor, ihracat işlerinde Morris’e yardımcı oluyordu. Đsveç’teki işleri düzeltir düzeltmez yeniden Amerika’ya dönecekti. Ama burada yapacakları çok şey vardı. “Peki, ne yapacağız şimdi?” Soruyu ortaya atan, Haçator Çuhacıyan’dı. Haçator bütün gece boyunca biraz tedirgindi. Böyle tartışmalara alışık değildi. Avedis’i biraz yüreksiz buluyordu. Evet, doğrusunu söylemek gerekirse korkaktı o! Bu kadar çekinmeye ne gerek vardı? Eğer, ortada bir savaş varsa ve kendisi de o savaşın içindeki askerlerden biriyse kanının son damlasına kadar savaşacaktı! Öyle sık dokuyup, ince elemeye gerek yoktu. En iyi komutanın, çabuk karar veren komutan olduğunu öğretmişlerdi ona. Avedis değil Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 93 en iyi kumandan, vasat bir kumandan bile olamazdı! Bir kere, karar vermesini bilmiyordu! Üstelik uygulayıcı kendisiydi. Mazlum Ermeni halkının intikamını Türklerden alan oydu. Hele bir iki eylem daha yapsın, dizginleri kendisi ele alacaktı. Haçator Çuhacıyan’ın dedesi, 29 Ekim Çarşamba günü Maraş’a giren Fransız birliklerinin önündeki Ermeni Milli Alayı’nda onbaşıydı. O da bir gün dedesinin yolunda gidecekti. Türklerin elindeki Batı Ermenistan’a, Ermeni Kurtuluş Ordusu’nun bir komutanı olarak girecekti! Bu düşünün gerçekleşeceğine yürekten inanıyordu. Haçatoru’un gözleri daldı. O her şey bittikten sonraki günleri düşlüyordu. Ailesi Vanlıydı. Yaşlanınca, son günlerini Van gölüne bakan bir evde geçirmek istiyordu. Ahhh! Neredeydi o günler! Sessizliği Avedis Deragopyan bozdu. Mutfak masasının başındaki arkadaşlarına tek tek baktı. Ardından: “Tamam arkadaşlar.” diye son noktayı koymak istedi. “Birinci hedefimiz, Stockholm’deki elçilik müsteşarı. Olmazsa, turizm ataşesi ya da konsolos olabilir. Đlk işimiz, onlar hakkında bilgi toplamak! Tamam mı?” Aslında hedeflerle ilgili bütün bilgileri sağlayacak olan kendisiydi. Kirkor’un pek ortalıkta gözükmemesi gerekirdi. Zaten Đsveç polisinin ilgisini çektiği için Amerika’ya göç etmişti. Haçator son anda devreye girecekti. Belki Türklerle ilgili bilgileri toplamakta, diğer devrimci arkadaşlarından yardım alabilirdi. Kirkor Vartaban, bütün gece Avedis’in mutfaktaki tahta sandalyesinde oturmaktan yorulmuştu ama değmişti. Bir sonuca ulaşmışlardı. Saat gecenin ikisiydi. Amerika’dan gelmesinin asıl nedenleri artık şekillenmişti. Eylem yapılacaktı! Artık gözlerinin içi gülüyordu. Dün de sağda solda kalan eroin alacaklarını toplamıştı. Birden heyecanlandı; Avedis’a dönerek: ”Getir şuradan bir memleket konyağı da kadeh kaldıralım!” dedi. Avedis, oturma odasındaki vitrinli kitaplıktan Ararat marka konyağı ve kadehlerini almaya giderken, Kirkor elini cebine attı. Cüzdanından bir tomar para çıkardı. Her biri üçe katlanmıştı. Kocaman kâğıt paraları teker teker açtı. Onların üzerinde eski Đsveç Kralı Gustav Adolf’un gençlik yıllarından kalma bir resmi vardı. Bej zemin üstüne nefti yeşili ile kahverenginin çeşitli tondaki renkleri arasından kendisine bakan VI. Gustav Adolf, Kirkor Đsveç’e gelmezden önce ölmüştü. Kralın on kronluklardaki resmine hiç benzemiyordu. Bir dolar yaklaşık beş Đsveç kronuydu. Arkadaşlarının bunlara ihtiyacı vardı! Kirkor paraları masanın üzerine fırlatırken “Milli dava uğruna bunlar feda olsun!” dedi içinden. Yemek masasında her biri neredeyse yarım bir dosya kağıdı kadar büyük olan ve her biri yaklaşık iki bin dolar değerinde beş tane banknot; on binlik Đsveç kronu duruyordu! Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 94 30 THY’nin Kopenhang’a gidecek uçağının kalkmasına daha iki saat vardı. Kasımpaşa’daki Deniz Orduevi’nden Fatih Köprüsü’ne ulaşması zaman alacaktı. Askeri araç Aynalıkavak’a giden bozuk yolda çukurlara bata çıka ilerliyordu. Böylesi yollara, ”Bozuk!” sıfatını yakıştırmak bile, iltifat olurdu. Orhan Aykut bu nedenle kendi kendini yiyorsa da yapacak bir şey yoktu. Geç kalabileceğini, bu daracık yollarda sıkışıklık olabileceğini önceden düşünmeliydi. Olan olmuştu. Sinirlenmemeli, soğukkanlılığı elden bırakmamalıydı. Bundan böyle hep kendi kendine konuşacak, dertleşecekti. Yediği yemeğin lezzetini, içtiği şarabın kalitesini, verdiği ve vereceği kararların doğruluğunu artık tek başına değerlendirecekti. Biliyordu bütün bunları. Amerika’da, San Diego’daki sualtı komando kursunda da bunu, yalnız başına yaşayabilme sanatını öğretmişlerdi! Ancak, orada öğrendiği ile kendini Avrupa’da bekleyen gerçek biraz farklıydı. Gecenin karanlığında bir denizaltının torpido kovanından su yüzüne çıkıp, kendini Büyük Okyanus’un ortasında bulmayacak, dev dalgaların arasında yönünü bularak, bir kumsala çıkmayacaktı. Bu kez en azından Amerika’daki ıssız kumsallarda karşılaştığı gibi bir yemek sorunu olmayacaktı. Günlerce ormanda saklanmayacak, karnını doyurmak için yılan ya da kurbağa gibi yiyecek birşeyler aramayacaktı. Acıkınca dilediğini yiyebilecekti. Ancak yalnızlığı, çevresinde binlerce kişi dolaşırken yaşayacaktı. Birden elini göğüs cebine attı; aranmaya başladı. Bir şeyler unutmuş muydu? Hayır! Pasaportu, bileti, cüzdanı yanındaydı. Pazar sabahı çok erkenden kalkıp, yola koyulmaktansa geceyi Kasımpaşa’daki Orduevi’nde geçirmeyi yeğ tutmuştu. Belli olmaz, bir sis ya da beklenmedik bir lodos fırtınası ona uçağı kaçırtabilirdi. Orduevi Komutanı sınıf arkadaşı “Şarlo” Yücel’i de görüp, biraz yarenlik etmeyi tasarlamıştı. Türkiye’deki son akşamını yalnız geçirmek istememişti. Ada’dan dün akşam 17.15 gemisiyle ayrılmıştı. Đskele hep aynıydı. Değişmemişti. Hatta adanın emektar hamalı Abbas kendisine el sallamış. ”Güle güle beyfendi” demişti. Abbas’ın o her zamanki sakallı çelimsiz hali ile kendisini uğurlayışı içini burkmuştu. Kıç üstüne çıkıp Savarona Okul Gemisi ile Gibraltı’ya gittikleri 1963 yazından bu yana ilk kez arkasına, Heybeliye baktığını anımsamıştı. Paşabahçe gemisi, Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 95 Panorama Oteli’nin önünden geçerken gözleri bir an iskeleye, daha doğrusu Deniz Harp Okulu’na kaymıştı. Okul bahçesine dikilmiş olan tarihi Yavuz Zırhlısı’nın koca gönderine hiçbir şey düşünmeden baka kalmış, derken adanın evleri, ansızın gözden kaybolmuştu. Kolay değil, ilkokuldan Harbiye’ye dek, Ada’da tam yirmi bir yılını geçirmişti. Ömrünün hemen hemen yarısını!.. Şehirhatları gemilerinde yapılan yolculukların en güzel yanı, o taze demlenmiş çaylar değil miydi? Orhan Aykut çaycıya el ederken, aklının ucundan, “Bu çay, inşallah gemide içtiklerimin sonuncusu değildir!” diye geçirmişti. Ada yolculuğu çoktan geçmişte kalmıştı. O bugün Avrupa yolcusuydu. Asker, vitesi ikiye aldı. Araç iniltiler çıkararak yokuşun sonuna ulaştı; düzlüğe çıktı. Orhan Aykut’un gözleri sol kolu üzerindeki yüksek duvarlara takıldı. Onların ardından bahçedeki ulu ağaçların tepeleri gözüküyordu. Đçeride, yoldan geçenlerin varlığını bile pek fark edemeyeceği, tarihi bir saray vardı. Aynalıkavak Kasrı. Onu, turasında AyYıldız’ı ilk kez kullanan Sultan, Üçüncü Selim yaptırmıştı! “Bundan sonrasını çabuk gideriz, komutanım. Yol genişledi!” “Sağlam varalım da!” Orhan Aykut aslında o anda her şeyi unutmuştu. Kasrı düşünürken yüzyıllar ötesinin dünyasına gitmişti. Dalmış, o nedenle askere de gelişi güzel bir yanıt vermişti. Aklında sadece bir melodi vardı. “Söyle nedir benim günahım? Erişmiştir göklere feryadım!...” Üçüncü Selim’in bu eseri kendi bulduğu Suzidilara makamındaydı. Belki de Selim Han, tamburu ile o melodiyi ilk kez şu duvarların arkasından yükselen dev ağaçların altında tıngırdatmıştı. Aynalıkavak, günlük işlerinden kaçıp, müzik dünyasında yaşamak isteyen bir insanın, daha doğrusu bir dünya imparatorunun kendine yaptırdığı bir saraycıktı. Eğer Atmaca hücumbotunda komutanken Kasımpaşa’daki Taşkızak tersanesinde bir iki haftasını geçirmemiş olsa, bu kültür mirasını farkında bile olmayacaktı. Kasrın varlığını bir gün gemisi havuzda, bakımda iken koşuya çıktığında öğrenmişti! Denizciler koruduğu için, bahçesine girmesi pek zor olmamıştı. Ama, Kasrı gezememişti. Kapalıydı. Sadece ellerini pencerenin camlarına dayayarak içerisine bakmıştı. Acaba bu tarihi yerler halka neden açılmazdı? Üçüncü Selim’in, çağının en büyük bestekarlarından biri olduğunu, doğru dürüst kaç kişi bilirdi? Batı dünyasının kralları arasından da, Osmanlı padişahları gibi, elinden iş gelen, marangoz ustaları, şair ya da bestekarlar çıkmış mıydı? Orhan Aykut yanıtını veremediği sorularla boğuşurken aracının durduğunu anladı. Bakırköy kavşağına geldiklerinde yol birden tıkanmıştı. Korna sesleri, Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 96 bağrışmalar, trafik polisinin keskin düdüğü giderek artan bir hızla birbirine karıştı. Đleride, Avcılara giden minibüsün bir özel araba ile çarpıştığı haberi kulaktan kulağa yayıldı. Pazar sabahı yollara düşen bunca insan ne yapar, nereye giderdi? Asker, el frenini çekip, araçtan ayrıldı. Bir koşuda trafik polisinin yanına gitti; ona bir şeyler söyledi. Polis bir an ne yapacağına karar verememiş gibi araca doğru çaresizce baktı. Orhan Aykut’la göz göze geldi! Sonra düdüğünü kesik kesik çalarak kollarını sallamaya, onlara yol açmaya çalıştı. Bindikleri araç, E5 üzerinde yeniden hızlanmaya başlarken sürücü genç denizci keyifliydi. Yarbayını havalimanına zamanında yetiştirecekti. Gözleriyle dikiz aynasından Orhan Aykut’u aradı, buldu. O dalmış, pencereden yola bakıyordu. Sonunda dayanamadı; kıs kıs gülerek: “Komutanım, polise sizin için saat onda Çankaya’da olması gerek dedim!” Orhan Aykut, askere ne söyleyeceğini bilemedi. Onun kıvrak zekasını beğendi. Gülümsedi. Demek, yalan kuyusundaki yalanlar daha kurumamıştı! “Burada kaptan sensin!” diyebildi. Saatine baktı. 8.36’yı gösteriyordu. Türk Hava Yoları’nın, TK 973 sefer sayılı uçağının kalkmasına daha elli beş dakika vardı! 31 Erkan Şener, Stockhom’deki Dramaten’in yani Kraliyet Tiyatrosu’nun önüne geldiğinde işe epey geç kaldığını fark etti. Tam kırk beş dakikadır yoldaydı. Kent içi trafiği her pazartesi olduğu gibi o gün de yoğundu. Nedense bütün resmi toplantılar ve iş takipleri, kısacası çalışma hayatı, pazartesileri başlıyor, perşembe günleri de sona eriyordu. Genellikle bir kolayını bulan cuma günleri işinden erkence kaçıyordu. Oysa, Erkan Şener, bugün Đsveç servisinden Fred Hagman ile buluşacaktı! Büyükelçiliğe giden caddenin bir ucuna, ünlü film yönetmeni Đngmar Bergman’ın tiyatrosu, Dramaten’in önüne ancak gelebilmişti. Dünya, Bergman’ı sinema yönetmeni olarak biliyordu ama, onun bu tiyatro tutkusunu Đsveç’e geldikten sonra öğrenebilmişti! Elçilik bir kilometre ötedeydi. Birazdan varacaktı. Strandvaegen, adı üstünde, bir sahil yoluydu. Bir tarafında rıhtım, öbür tarafında da, milyonerlerin oturduğu, görkemli apartmanlar vardı. Kestane ve ıhlamur ağaçları geniş caddeyi ortadan ikiye bölüyordu. Bu yüzyılın başından kalma eski ahşap yük gemileri yaz kış rıhtım boyunca, sıra sıra demirli duruyordu. Strandvaegen’in öbür ucunda ise, Türkiye’nin Stockholm’deki büyükelçiliği bulunuyordu. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 97 Kırmızı tuğladan yapılma iki katlı, şirin bir villa, yıllardan beri Türkiye’ye hem elçilik ve konsolosluk binası olarak hizmet veriyor, hem de büyükelçinin ikametgâhı olarak kullanılıyordu. Altmışlı yıllarda, Türklerin daha Đsveç’in yolunu öğrenemediği dönemde, satın alınmıştı. Strandvaegen’in sonunda yerleşime kapalı, Gaerdet adında bir yarımada, devasa bir mesire yeri vardı. Yaz aylarında Gaerdet’e Đsveç Kralı’nın koyunları salınıyor, koyunlar bütün yaz hem çayırdaki otları yiyor, hem de çayırı kendi kendine biçip, gübreliyorlardı. Türk elçiliğinin bitiminde başlayan bu doğal park, yaz aylarında Stockholmlülerin en çok ziyaret ettiği yerlerin başında geliyordu. Dar bir koy, dünyanın en eski açık hava müzesi Skansen’in bulunduğu Djurgaorden adasıyla Gaerdet’i birbirinden ayırıyordu. Djurgaorden oldukça büyük bir adaydı. Kuğular ve yeşilbaş ördeklerin yan yana yüzdüğü, o ince uzun koy, elçilik binasının biraz ötesinde daha da daralarak bir kanala dönüşüyordu. Tarihi bir köprü ile Strandvaegen’e bağlanıyordu. Erkan Şener’in arabası Nobel Parkı’nın yanından döndü ve biraz ilerideki trafik lambalarının önünde durdu. Solda dünyanın en büyük müzik stüdyolarından biri, Đsveç Radyosu Senfoni Orkestrası’nın Berwaldhallen Konser Salonu vardı. Yolun karşısındaki afişi okumaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Radyoevi’ndeki bu konserler, hem daha ucuz oluyor hem de çok kaliteli müzik dinleniyordu. Erkan’ın bir an eşini ne kadar sevdiğini ama gene de işi gereği onu göz ardı ettiğini anımsadı. Utandı. Onu sevmiş, bir aşk evliliği yapmıştı. Sabahtan akşama dek kendini bekleyen karısını düşündü. O, Batı Müziği’ni Đstanbul’da Avusturya lisesine gittiği yıllarda duymuş, beğenmiş ve sevmişti. O nedenle bir yerde ceza evi hükümlüsü gibi, terör endişesiyle evinden pek dışarı çıkamayan karısını hiç olmazsa ayda bir iki kez buraya getirip, gönlünü kazanmaya çalışırdı. Đlk fırsatta yeniden konser bileti almalıydı. Yeşil yandı. Sağ tarafta, yeni biçilmiş çimler arasında süslü bir maket gibi duran Đngiliz Kilisesi’nin önünden geçti. Sol köşede, set üstünde Amerikan Büyükelçiliği binası ve yolun kenarında da, bir otobüs durağı vardı. Orada, Türk elçiliğinden çıkan Türkler durağı doldurur, 69 numaralı otobüsün gelmesini beklerlerdi. Erkan Şener, daha şimdiden durakta iki Güney Avrupalı yabancı duruyordu. Đsveçliler görse bunlara “Kara kafalı” der diye geçirdi. Onlara göre sarışın olmayan herkes dışlanmaya aday, birer “karakafalı” idi. Bir an duraksadı. “Ne kadar da erkenciymişler?” diye düşündü. Oysa, Elçilik, sabahın bu saatinde daha yeni açılmıştı. Oradaki işlerini bitirip dönen olamazdı! Öyleyse duraktakiler kimdi? Sabahın bu erken saatinde, orada ne bekliyorlardı? Erkan Şener’in, bir istihbaratçı olarak Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 98 çevresini her zaman sorgulayan kafasında çeşitli olasılıklar hızla belirdi. Ancak konunun üzerinde pek duramadan kendini elçiliğin önünde buldu. Türkiye Büyükelçiliği, Stockholm’ün en gözde semtindeki alımlı binalardan biriydi. Bahçesindeki gönderde her zaman Ay-Yıldızlı al bayrak dalgalanıyordu. Erkan Şener arabasını konsolosluk kapısının önüne park etti. Son yıllarda Türkiye’ye karşı artan saldırılar üzerine, hiç olmazsa arabalarını park ederek koruma önlemi alıyorlardı. Ne olur ne olmaz, teröristler, her an içi patlayıcı dolu bir arabayı elçiliğin önüne bırakabilirdi! Elçiliği gerçek anlamıyla korumayı Đsveçli yetkili kuruluşlardan beklemek de olanaksızdı. O nedenle Đsveç’teki Türk diplomatları, elçiliklerini kendi arabalarıyla koruyorlardı. Hem arabalarını elçiliğin önüne park etmenin bir başka olumlu bir yanı da vardı. O da karlı kış aylarında rahat oluyordu. Đnsan yolda karlara bata bata yürümekten kurtuluyor, üstelik pek üşümüyordu! Kurşun geçirmez camla kaplı giriş kapısı her zamanki gibi tutukluk yaptı. Mandalı takılır, açılmazdı. Konsolosluğun kapısını ancak üçüncü itişinde açabildi. Girişteki küçük hol daha şimdiden sigara dumanıyla doluydu. Saatine baktı. 9.17’yi gösteriyordu. Göz ucuyla yıpranmış koltuklarda oturanları süzdü. Dört Anadolu çocuğu fosur fosur sigaralarını tüttürüyordu. Koruma polisi yerinden kalktı. Konsolosluk kısmını halktan ayıran çelik kapıyı açtı. “Abi, Müsteşar Metin Bey seni bekliyor!” dedi. Erkan Şener önce odasına girip yeşil parkasını kapının arkasına astı. Sonra sekreter Gunnila’nın bütün gününü tükettiği, o dar ve küf kokan bodrumsu koridorunu geçerek Metin Karayel’in odasına yöneldi. Evden bozma villa, elçiliğe yetmiyor hepsi sıkış sıkışa çalışıyorlardı. 12 Eylül askeri harekatından sonra Türkiye’nin Đsveç ile ilişkileri gerginleşmiş, hatta kopacak noktaya gelmişti! Türkiye bu nedenle büyükelçisini, Ankara’ya geri çağırmıştı. Türk Dışişleri, günde on, hatta yirmi kişinin öldürüldüğü dönemde Türkiye’deki insanların yaşama hakkı olduğunu unutan Đsveç’in, askeri yönetimle birlikte yeniden artan eleştirilerine yalnız gocunmuyor, ateş püskürüyordu. Bu tutum, onlara göre Batı’nın çifte standardıydı. Amaçları, üzümü yemek değil, bağcıyı dövmekti! Yoksa, Türkiye’nin bütün Đslam ülkeleri arasında demokrasiye en yakın ülke olduğu nasıl görmezlikten gelinirdi? Elçilik Müsteşarı Metin Karayel inançlı bir sosyal demokrat, ama sözünü esirgemeyen, Batı’yı gözünde büyütmeyen bir Türk aydınıydı. Aylardır büyükelçiliğe vekâlet ediyordu. Türkiye’ye yönelik eleştirileri pek umursadığı yoktu. Avrupa’nın, Türkiye’nin hiçbir zaman ayakları üzerinde durmasını istemediğinin bilincindeydi. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 99 Bu sabah elçiliğe erken gelmişti. ĐEDA dairesinden yollanan, şifreli telgrafa bakıyordu. Önünde duran yazıya ilk kez tanık oluyordu. Çünkü bundan böyle, bölgedeki Ermenilere ilişkin bilgilerin bir kopyasının Norveç’teki askeri ataşeye de yollanması isteniyordu. Oslo’daki Deniz Albay’ı Đsveç nezrinde de akreditife idi. Ancak, ASALA onu neden ilgilendirecekti? Anladığı kadarıyla, Ankara’dakilerin işine akıl sır erdirilmiyordu. Kapı açıldı. Gelen, Erkan Şener idi. Ona “Günaydın!” diyebildi. Sonra karşısındakinden bir yanıt almayı beklemeden hemen sözüne başladı. “Baksana merkezden ne geldi?” diyerek, kriptoyu, dün gece gelen gizli telgrafı, karşısındaki koltuğa ilişmekte olan Erkan Şener’e uzattı. Beriki kriptoyu okuduktan sonra biraz durakladı. O zamana dek gerekli gördükleri bilgileri Ankara’ya, MĐT Müsteşarlığı’na yolluyorlardı. Merkez, neden gönderilecek raporların kopyasının Genel Kurmay’a da verilmesini istiyordu? MĐT’in başında zaten bir asker vardı. Gerekli bilgiyi o kanalla alabilirlerdi! Aklına bir an “Acaba?” sorusu geldi. Fakat gelmesiyle gitmesi de bir oldu. Türk siyasi tarihinde, Türkiye’nin ‘Devlet’ olarak bireylere yönelik “Zor kullanma” geleneği yoktu. Buna ne mevzuat uygundu; ne de Türkiye’nin yaptırım gücü olan bir örgütü vardı! Ne var ki, gene de ortada bir şeylerin kıpırdandığını, “Devlet çarkı”nın gıcırdamaya başladığını hissetti! Birden heyecanlandı. Yerinde duramaz oldu; ayağa kalktı. Erkan Şener’i yoğun bir gün bekliyordu. 32 Orhan Aykut, iki gündür odasından dışarı çıkmıyordu. Çantasındaki Ermeni Dosyası’nı yeniden okuyor, gözünden kaçmış olabilecek noktaları yakalamak istiyordu. Ermeniler de dünyanın dört bir köşesine dağılmış halklardan biriydi. Herhalde bir sıralama yapılacak olsa, Yahudilere, Ermenilere, Rumlara ve Türklere; Orta Doğu’nun yüzyıllarca yan yana yaşamış bu dört halkına değil dünyanın belli başlı büyük kentlerinde, en akla gelmeyecek ıssız köşelerinde bile rastlanabilirdi! Ermeni teröristleri de Türklere karşı saldırılarını o nedenle çok geniş bir alanda gerçekleştirebiliyordu. Orhan Aykut, elindeki notlara baktı. Anladığı kadarıyla ortada gene de belli bir şema vardı! Eylemlerin hepsi bugüne kadar toplam on beş ülkede yapılmıştı. Bunlar; Amerika Birleşik Devletleri, Lübnan, Avusturya, Đspanya, Fransa, Belçika, Đsviçre, Đtalya, Batı Almanya, Danimarka, Đran, Yunanistan, Hollanda, Đngiltere ve Türkiye idi. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 100 Ancak, yapılan saldırılar göz önüne alındığında daha farklı bir yapı ortaya çıkıyordu. Bazı ülkelerde yoğun bir Ermeni azınlığı bulunmasına karşın, yapılan eylemlerin azlığı dikkati çekiyordu. Örneğin, Yunanistan böyleydi! Arjantin’de hiç eylem yapılmamıştı! Amerika Birleşik Devletleri, Đngiltere ve Batı Almanya da eylemlerin az yapıldığı ülkeler arasındaydı. Orhan Aykut yapılan terörist eylemlerle saldırıların gerçekleştiği ülkeler arasında kesin bir ilişki olup olmadığına emin değildi. Yerinde kalktı; odadaki küçük buzdolabının kapağını açtı. Susamıştı. Alt raftan soğuktan üzeri terlemiş bir Carlsbegs kutu birası aldı. Serin serin iyi gelecekti! Dünyada genellikle iki tür oteller vardı. Biri yerkürenin neresine giderseniz gidin, pahalı, lüks ama kişiliksiz oteller: Tıpkı Mc Donnald’s hamburgerleri gibi! Kalitesi aynı ama, tatsız tuzsuz!.. Hiltonlar, Sheratonlar, Intercontinentallar bu sınıfa giriyordu! Bir de bulundukları ülkelerin kültür mirasına sahip çıkan, onun özelliklerini taşıyan oteller! Đşte Yarbay Orhan kendine böyle bir otel bulmuştu. Hotel Admiralen hem Kopenhag’ın göbeğindeydi, hem de tarihi bir geçmişi vardı. Eski bir denizci millet olan Danimarkalıların deniz kuvvetlerine ait eski amirallik binası onarılmış, otel haline getirilmişti. Bu durumda bir denizci olarak, başka otele gitmesi zaten olanaksızdı! Otele yerleştiğinde ilk işi Kopenhag’ın bir kent haritasını almak olmuştu. Sonra odasına çıkmış, haritayı masanın üzerine serdikten sonra elindeki adresleri üzerine işaretlemişti. Cavit Demir’in vurulduğu yeri, ardından da Türkiye Büyükelçiliği, tanıtma bürosu ile THY’nın satış bürosunu bulması pek de kolay olmamıştı. Yarbay Aykut birasını yudumlarken elindeki ASALA dosyasını incelemeye devam etti. Karşısındakilerin kim olduğunu anlayabilmek için onların gerçekleştirdikleri eylemleri ve eylem planlarını bilmesi gerekiyordu. Böyle bir planda görebileceği eksiklik, bir yerde ASALA’nın açığı idi. ASALA’nın izini sürdürebilmek için onun becerisini, çalışma ve örgütlenme yapısını saptamak istiyordu. Eylemlerin yapıldığı ülkelerle, oralarda ASALA’ya yataklık yapabilecek bir Ermeni azınlığın varlığı arasında kesin bir bağ olduğu söylenemezdi. Çünkü Ermeniler eylem yapılan birçok ülkede yok denecek kadar azdı. Oysa, böyle bir azınlığın varlığı ASALA açısından daha iyi olurdu. Polisin dikkatleri ve olanakları, daha geniş bir kitle üzerine çevrilirdi. Ancak, terör eylemleri için gerekli değildi! Yoksa, Đngiltere, Batı Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri bu iş için biçilmiş kaftandı! Oralarda çok sayıda, daha doğrusu on binlerce Ermeni vardı! Gene de bu ülkelerde yapılan eylemler oldukça sınırlı kalmıştı! Buna karşılık, en fazla eylem Fransa’da yapılmıştı; tam on altı silahlı saldırı! Đtalya, on dört eylem ile Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 101 ikinci sırada, Lübnan ve Đsviçre onar eylem ile üçüncü sırada geliyordu. Amerika’da da bugüne dek toplam sekiz eylem yapılmıştı. Zaten bütün bunlar Santa Barbara’daki Baltmore Hotel’inde başlamıştı. ASALA’nın manevi babası diyebileceğimiz Mıdırgıç Yanıkyan, 1973’de Baş Konsolos Mehmet Baydar ve yardımcısı Bahadır Demir’i öldürmüştü. Bu, neredeyse seksen yaşındaki insanın Türklere karşı hayatı boyunca duyduğu kin giderek genç kuşak Ermenilere örnek olmuştu! Elindeki raporu yatağa fırlattı. Sigara içmez, içkiyi ise dikkatli kullanırdı. Ancak canı bu akşam bira istiyordu. Đkinci Carlsberg kutusunu açarken Türk-Ermeni ilişkilerinde bir şeylerin eksikliğini hissetti! Bu adamın geçmişinde, onun intikam duygularını kamçılayacak bazı acı birikimler olmalıydı! Tarihte, hem de yakın tarihimizde, yalnız altın harflerle yazılı başarılar değil, kara sayfalar da vardı! Her milletin geçmişinde kâbuslu günler, hatırlamak istemediği kötü olaylar olacaktı. Bu kaçınılamazdı. Balkan Savaşı sırasında kocaları, oğulları savaşırken, Doğu Anadolu’da Türk köyleri korunmasız kalmış, Ermeni çetelerinin boy hedefi olmuştu. Hınçak ve Taşnak çetelerinin Erzincan ve Erzurum’daki kıyımlarını sınıf arkadaşı Kürt Ercan’dan duymuştu. Kim bilir, Van isyanında, Adana’da, Antep’te, Kars’ta, Nahçıvan’da ve diğer kasaba ve köylerde neler yapmışlardı? Türkiye, dününü unutmak, genç kuşaklara öğretmemek için geçmişin üzerine bir sünger çekmek istemişti. Oysa, gerçeği bütün çıplaklığı ile bilmek, bilmemekten çok daha iyiydi. Amerikalıların Kızılderililere yaptıkları, Almanların Yahudileri fırınlara atması, Fransızların Cezayirlilere çektirdikleri, Kıbrıs’ta Rumların, Taşkent köyündeki Türk erkeklerini topluca öldürmesi nasıl unutulurdu? Hele Vietnam’daki kıyımlar bütün dünyanın gözleri önünde yapılmıştı! Örneğin, Song-My köyündeki kanlı olayların, o fotoğraflarını gene Amerikan basını tüm çıplaklığı ile yayınlamıştı. Amerika’da basın hem özgür, hem de sorumluydu. Batı toplumlarında, üniversite ve yüksek okullar arasında en zor girilenlerin başında gazetecilik okulları geliyordu. Türkiye’de ise, bu tür okullar iki yıl okunup, askerliğini yedek subay olarak yapmak isteyenlerin girdiği en önemsenmeyen eğitim kuruluşlarıydı! Türkiye, basını ve parlamentosuyla da hem Türk hem de Batı toplumlarının oldukça gerisindeydi. Bütün kurum ve kuruluşlarıyla daha açık ve saydam bir toplum olamamıştı! Demokrasinin henüz tam yerleşemediği bir ülkeydi. Toplum tartışmayınca, tartışamayınca, ülke sorunlarını bilmek, yalnızca büyüklere kalıyordu! Hatta gazeteler son günlerde, askeri darbe sonu devrilen eski başbakan Süleyman Demirel’in adını vermeden, ondan “Bir bilen” diye söz ediyordu! Türkiye’nin sorunları onları bilen tek bir kişi tarafından çözülemezdi. Türkiye’ye, ülke Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 102 sorunlarını yakından tanıyan ve ona çözümler arayan, ”Bilenler ordusu” gerekliydi! Ama sorun Türkiye’yi kurtarmak değildi. O işi zaten elli milyon, evlerinde, kahvelerde, meyhanelerde yapıyordu. Herkes ülke yönetimini başbakandan daha iyi yapacağına inanıyor, bunu çevresindekilerle uzun uzadıya tartışıyordu! Orhan Aykut, elindeki Carlsberg birasını yudumlarken, kendi kendine “Türkiye” ile hesaplaşıyor, ülkesinin içinde düştüğü kısır döngünün nedenlerini düşünüyordu. Türk insanı tarihini bilmeliydi. Geleceğe güvenle bakmanın bir yolu da, geçmişten çıkartılacak dersler değil miydi? Hotel Admiralen, Kraliyet sarayı yakınlarında, oldukça büyük bir oteldi. Binanın tarihi kökeni ile çağdaş otelcilik anlayışı iç içe geçmiş, otele bambaşka bir kişilik ve kimlik kazandırmıştı. Eski gemi pusulaları, borda fenerleri, gemi maketleri otelin dekorunu oluşturuyordu. Sabah kahvaltılarında açık büfe servisi yapılıyordu. Değişik peynirler, marmelatlar, taze portakal suları, domates ve salatalıklar, bal, yoğurt, süt ve yumurtalar insanın iştahını açıyor ve kahvaltıya nereden başlaması gerektiği kararını vermesini zorlaştırıyordu. Özellikle Đngilizlerin “Danish Pastry” dedikleri, tatlı, kremalı çöreklere diyecek yoktu! Otelin yemekleri de fena değildi. Ancak, Hotel Admiralen yakınlarındaki, Nyhavn -Yeni Liman- denilen, eskiden denizcilerin gittiği meyhanelerin bulunduğu semtte çok sayıda iyi lokanta vardı. Üstelik daha ucuzdu! Orhan Aykut’un bütün bunlara diyeceği yoktu. Her şey dört dörtlüktü. Onu Kopenhag’daki bu otel odasında üzen tek şey, elindeki ASALA ile ilgili verilerin azlığıydı! Ayağa kalktı ve mini bara doğru yöneldi. Buzdolabında bira kalmamıştı. Buna karşılık, kapısında küçük viski şişeleri duruyordu. Onlardan birini aldı. Bardağına doldurdu. Biraz da soda gerekiyordu! Sodalı viskinin içimi hem daha rahat oluyor, hem de insanı gazoz içer gibi serinletiyordu. Üstelik bira gibi çok besleyici de değildi. Çalışmasına biraz ara vermeliydi! Odada bir süre dolandı durdu. Sonra yazı masasının üzerindeki el çantası açtı. Đçinden bir Genel Avrupa haritasını çıkardı. Açtı ve yatağın üzerine serdi. Đnsan, harita üzerinde daha rahat düşünüyordu! Bu olguyu denemişti. Haritanın kendine özgü bir tılsımı vardı. O da, olayların kuşbakışı görülmesine yardımcı olmasıydı! Orhan Aykut, gözüyle bütün Avrupa’yı taradı. Aradıkları, bu haritanın üzerindeki bir ülkeye, bir kente saklanmış, yapacakları yeni eylemleri planlıyordu! Đstatistikler bunu gösteriyordu. ASALA, ayda birden fazla eylem koyuyor, can yakıp, can alıyordu. O teröristleri bulmalı, durdurmalıydı. Bu onun göreviydi! Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 103 Đşe harita üzerinde en kolayından başlamak istedi! Ona göre, Batı Almanya ve Yunanistan’da yapılan eylemlerin sınırlı olmasının bir nedeni vardı. O da bu iki ülke polisinin Ermenilere hoşgörülü olmamasıydı. Batı Almanya’nın Türkiye ile tarihi bir bağı vardı. O bağlar, Ermeni davasını desteklemek uğruna zedelenemezdi! Buna karşılık, Yunanistan’da durum biraz farklıydı. Yunan hükümetinin ASALA’yı desteklememesi düşünülemezdi! Bu, eşyanın doğasına aykırıydı. Ancak Atina, Ermenilerin Yunanistan’da eylem yapmasını istemezdi! Bu konuda Türkiye ile bozuşmak işine gelmezdi! Bu kervana Đran da katılabilirdi! Yunanistan için geçerli olan, Đran içinde geçerli sayılırdı! ASALA, orada da sadece iki eylem yapmıştı! Đspanya’da çeşitli uçak şirketlerine karşı düzenlenen bombalı saldırıların amacı, Ermeni terörüne karşı tavır almak isteyen ülkelere gözdağı vermekti. Bir de Papa John Paul’un Đspanya’ya yapmak istediği ziyareti fırsat bilip, dikkatleri Ermeni davasına çekmek istemişlerdi. Ancak, Đspanya, ASALA’nın saklandığı ülkelerden biri olamazdı! Zaten kendisi Bask teröristleriyle boğuşuyordu. Đspanya’da vuranın kaçacağı yer, ya Portekiz ya da Fransa’ydı! En azından Fransa, Ermeni terörizminin önemli merkezlerinden biriydi!.. Fransa’daki eylemlerin fazlalığı bir yerde Ermenilerin kamuoyu ve Fransız hükümetinden aldıkları desteğin, terör bazında yansımasıydı! Şımarıyorlardı. Zaten Fransızlar oldum olası Türkiye’deki azınlıkları kışkırtmış, desteklemişti. Haçlı Seferleri sırasında, Çukurova’da Kilikya Ermeni Krallığı’nın kurulmasına yardımcı olmuşlardı. Kurtuluş Savaşında, sırtlarına Fransız üniforması giydirip, Türkiye’ye saldıkları gene Ermenilerdi! General Querette’nin işgal kuvvetleri arasında, Ermenilerden devşirme birlikler vardı. Tabii, onların çocukları Fransa’da kendilerini rahat hissedecek, azacaklardı! Özellikle Marsilya, Ermenilerin kalesiydi. ASALA, en fazla Fransa’da eylem yapıyordu. Ancak, Fransa yakınlarındaki bir komşu ülkede de saklanmaları söz konusuydu! Orhan Aykut bir deniz komandosuydu. Görevi önceden saptanan hedefleri yok etmek ve üssüne dönmekti. Yıllarca bu amaca yönelik eğitim yapmıştı. Sinsi hücumla düşmanı vuracak ve kaçacaktı! Vur ve kaç! Đşin sırrı bu üç harflik iki sözcükte yatıyordu! Aynı sır ASALA için de geçerli olmalıydı! Onlar da vurup kaçıyor, saklanıyordu! Yine de bu ülke Đngiltere olamazdı! Đngilizler acımasızdı! Son derece etkin gizli servisleri vardı. O nedenle ASALA’yı açıktan açığa barındırmazlardı! Geriye Belçika ve Hollanda kalıyordu! Belçika, NATO Karargahı’nın merkeziydi. Orhan Aykut birden keyiflendi. Önündeki bloknota büyük harflerle Hollanda diye yazdı! Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 104 Đsviçre de en fazla terör eylemlerinin yapıldığı ülkeler listesinin başında geliyordu. Hedefler o güne dek daha çok Almanca konuşulan kantonlar arasından seçilmişti! O da teröristlerin Almanca konuşulan bir başka ülkede saklanabileceklerinin işareti sayılabilirdi! Bu ülke pekala Avusturya olabilirdi. Zaten Avusturya çok yumuşak bir sığınmacı politikası uyguluyordu. Sovyet Ermenistan’ından kaçıp yerleşenler bile vardı! Üstelik Avusturya’da Ermeniler hiçbir terör eylemi yapmamıştı! Orhan Aykut önündeki deftere Avusturya’nın adını yazarken bardağındaki viskinin çoktan bittiğini fark etti. Neşe ile gülümsedi. Yazı masasının üstünde duran küçük radyo-teybe bir kaset koydu. Zeki Müren’in “Nazarboncuğu” kasetini Yeşilköy’de almış, ama henüz dinleyememişti! Otelin penceresinden Đsveç’e, daha doğrusu Öresund Boğazı’nın öbür yakasındaki Malmö kentine giden deniz otobüslerden biri gözüküyordu. Đsveç bir taş atımlık yerde, daha doğrusu tam otuz beş dakika uzağındaydı. Cavit Demir’i öldürenler pekâlâ karşıya geçmiş olabilirlerdi! Saat akşamın sekizini bulmuştu ama ortalık hâlâ aydınlıktı! Orhan Aykut bloknotuna bir de Đsveç diye yazdı. Bir süre önündeki kanaldan geçmekte olan deniz otobüsüne baktı. Hava o kadar aydınlıktı ki, daha borda fenerlerini bile yakmamıştı. Mavi üzerine sarı haçlı Đsveç bayrağının giderek gözden küçülmesini izledi. Sonra da Đsveç’in Danimarka’ya bu kadar yakın olduğunu daha önce düşünmediğine hayıflandı. Elindeki deftere iki tane ünlem ile bir de soru işareti ekledi. Ardından defterinde yazdığı ülke adlarına yeniden göz attı. Lübnan, Yunanistan, Avusturya, Fransa, Hollanda ve Đsveç! Bu listeye ABD, Güney Kıbrıs ve Sovyetleri de eklemek gerektiğini düşündü! Ayağa kalktı! Yorulmuştu. Bloknotunu yatağa fırlattı. Artık sırtından büyük bir yükün kalktığının bilincindeydi. Gerinirken üzerinde doğru kararlar vermenin rahatlığı vardı. Bir an aklına her şeyi unutmak Heybeliada’da olmak geldi. Kızı Aylin’i düşününce içi hafifçe burkuldu. Acaba şimdi ne yapıyordu? Kızına bir kart yollamalıydı. Yalnız ona mı? Onca zamandır arkadaşlık yaptığı Sevil’e de almalıydı. Bir an içinin burkulduğunu hissetti. Ona son zamanlarda yeterince ilgi gösterememişti. Oysa kendisini sabırla beklemiş, yıllarını vermişti. Bir yaz akşamı tanışmışlardı. 1975 yazıydı. Tarihini kesin olarak anımsayamıyordu, ama ağustosun ya altısı ya da yedisiydi. Günlerden çarşambaydı. Rumeli Hisarı’nda Yaşar Kemal’in Ağrı Dağı’nın Efsanesi oynuyordu. Son perdede halkın dağdan inişi temsil edilirken, oyuncular Hisar’ın surlarından aşağıya iniyordu. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 105 Unutulmaz bir manzaraydı. Belki de otuz-kırk kişi ellerinde meşalelerle hisarın burçlarından yani ”Dağdan” iniyordu. Đşte onlara bakmak için başını geriye çevirdiğinde Sevil ile göz göze gelmişti! Yıllardır süre gelen arkadaşlıkları öyle başlamıştı. Orhan Aykut’un bakışları bir süre uzaklara daldı kaldı. Sevil’i bir daha görebilecek miydi? Birliktelikleri ne olacaktı? Artık, bekârlığın kimilerine göre sultanlık, kimilerine göre de sefillik diye nitelenen günlerinin sonuna geldiğinin bilincindeydi. Sevdiği kadınla kendine yeni bir düzen, yeni bir gelecek kurmalıydı. Bu sanıldığı kadar kolay değildi. Kızı ne diyecek, tepkisi nasıl olacaktı? Bir an duraksadı. Birgül geldi aklına! Onu ne yapacaktı; daha doğrusu yaşantısının olgunluk döneminde yeniden birlikte olabilecek miydi? Bilmiyordu... Orhan’ın canı sıkıldı. Ne yazık ki, Sevil’e bir kart yollayamazdı. Eğer evine yürüyerek gitse bulurdu, ama posta adresini tam bilmiyordu! Türkiye’de kentleşmenin yoğunlaşmasıyla birlikte caddelere, sokaklara sokak adlarını yazan tabelalar da artık konmaz olmuştu. O nedenle Sevil’in oturduğu sokağın adını bir türlü çıkartamıyordu. Kartın üzerine kroki de çizemezdi ki! Dışarıda güzel bir bahar akşamı sürüyordu. Kopenhag’dan ayrılmadan önce kenti biraz dolaşmak, kendini turist gibi hissetmek istedi. 33 Avedis Deragopyan, Đsveç’in yollarına bir türlü alışamadığını anladı. Gerçi yollar geniş, trafik az ve telaşsızdı. Ne var ki, gene de doksanın üzerine çıkılması yasaktı! Oysa, kendisi istemese bile, altındaki araba daha hızlı gitmek istiyordu! Gaz pedalına biraz daha dokundu! Önündeki kamyonu bir anda solladı. Ormanların içinden geçen karayolu çam ve ladin ağaçları arasında uzanıyordu. Göz alabildiğine yeşildi. Daha doğrusu, yeşilin değişik tonları arasında yol alıyordu. Böyle ormanlık bir yolda yapılan yolculuk başlangıçta insanı sevinçe boğuyor, ancak saatler ilerledikçe her şey tekdüze oluyor; giderek insanı bıktırtıyor, canından bezdiriyordu. Yol boyunca ormanların arasında tarlalar ve tek tük evler vardı. Zaten onlar da sanki ağaçların ortasına oturtulmuş, küçük adacıklardı! Avedis, bir an oralarda yaşayanları düşündü! Kim bilir günleri nasıl geçiyordu? Bilemiyordu! Ama buraları Akdenizlilere göre değildi. Türkiye’de, hatta Suriye’de, Lübnan köylerindeki hayat bile bu köylerdekilerden on kat daha iyiydi! En azından insanın çevresinde hal hatır sorabileceği, konuşabileceği kişiler vardı. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 106 Zaten ziyaretine gitmekte olduğu Haçator’un sorunu da buydu! Kopenhag’da Türk Çalışma Ataşesi’ni gözünü kırpmadan vuran koca adam içine düştüğü yalnızlığa dayanamamış, dün telefonda hüngür hüngür ağlamıştı. Ona gidiyordu. Haçator’un biraz morale ihtiyacı vardı. Yarım saate kalmaz, onun kampında olurdu! Halstahammar Mülteci Kampı, Stockholm’ün iki yüz üç kilometre kuzeyinde ve E18 karayolu üzerindeydi. Önce, Vaesteraos kentine geliniyor, yol oradan Oslo’ya doğru devam ediyordu. Yirmi beş kilometre ötede sağa sapılıyordu. Hallstahammar, E 18 karayolundan içerde küçük bir Đsveç kasabasıydı ve kampın olduğu Smörblommvaegen’i sokağı kime sorsan bilirdi. Kilisenin hemen yanından geçen şose yol, dosdoğru kampa gidiyordu. Kamp, 1979 yılında kurulmuştu. Yaklaşık doksan, yüz kişi kalıyordu. Kimi tek başına, kimi ailesi, karısı, çocuğu, kimi de yaşlı anası, babasıyla Đsveç’e gelip sığınma isteminde bulunmuştu. En büyük zorluk, sınıra gelene kadardı. Onun da kolayı vardı. Yolda pasaportlarını yırtıyorlardı. Üzerlerinde başka bir belge olmayınca polis onların kimliklerini saptamak zorunda kalıyor, yani sınır dışı edemiyordu! Đsveç, böyle göçmenleri birkaç kez geldikleri ülkelere, yani Polonya’ya, Batı Almanya’ya ve hatta Doğu Almanya’ya, DDR’e geri yollamayı denemişti. Fakat, her seferinde sınır dışı ettikleri adamlar geri gelmişlerdi! Üzerinde pasaportu ya da başka bir kimliği olmayanı hangi ülke alırdı ki! Haçator Çuhacıyan o sabah erkenden uyanmış, yıkanmış, tıraşını olmuştu. Ziyaretçisini sabırsızlıkla bekliyordu. Haftalardır yakınlarından uzak kalmış, yalnızlığı yüreğinin derinliklerinde hissetmişti. Evet, kendini Đsveç’e atmayı başaran, sığınma talebinde bulunanlardan biriydi. Ancak o, kamptaki yüzlerce sıradan mülteciden biri değildi. Ülkesindeki siyasi gelişmeler ya da etnik baskılar nedeniyle sığınma isteminde bulunmamıştı. Onun Đskandinavya’ya yerleşmesini isteyen örgütüydü. Onlar görevlendirmişti. Bir an hiçbir şeyi düşünmemek, yeniden uykuya dalabilmek istedi. Ne de olsa zaman daha çabuk geçerdi. Yatağının üstüne yatmayı denedi ama başaramadı. Aslında sabahlara kadar gözünü uyku tutmuyor, erken saatlerde yatağında sızıp kalıyordu. Birkaç saat sonra kahvaltı için uyandırılıyor, ardından saatlerce barakanın soğuk duvarlarına bakınmak zorunda kalıyordu. Amuriye’deki ASALA Ermeni kampından ayrıldıktan sonra bir hafta izin yapmıştı. Eşe dosta veda etmiş, ardından da, bir Aeroflug uçağı ile Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin başkenti, Berlin’e gelmişti! “Willkommen der haupstad in der DDR!” Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 107 Havalimanındaki ”DDR’in başkenti Berlin’e Hoş Geldiniz!” yazısını çok sevmişti. Sosyalizmin zaferi, DDR’in varlığı, herkes tarafından görülmeli ve benimsenmeliydi! Sosyalizm ile emperyalizm arasındaki acımasız mücadelenin ilk örneği, havalimanındaki kızıl bayraklar, panolardaki büyük resimler, yazılar, sloganlardı. Tabii, Haçator’un dikkatini bir de her tarafın temizliği, düzgünlüğü çekmişti. Đnsanlardaki telaşsızlığı ve sakinliği pek yadırgamış, bunu sosyalizmin bir başarısı olarak yorumlamıştı. Beyrut’un iç savaşa rağmen hayat dolu dolu yaşanıyordu. Gürültülü, itiş kakışla geçen yoğun yaşam temposundan sonra, Tempelhof havalimanı koridorlarında koşuşmadan yürüyen insanları görünce çok şaşırmıştı! Bir gün, Batı Ermenistan’da kuracakları düzenin de DDR gibi böylesine başarılı olacağına inanmıştı! Haçator Çuhacıyan’ı, Tempelhof Havalimanı’nda Aram Değirmenciyan karşılamıştı. Batı’ya, Batı Berlin’e onun arabası ile geçmişlerdi. Orada bir gece kalmış, ertesi günü tren yoluyla doğru Đsveç’e gelmişti. Pasaportunu ve sürücü belgesini, kendisine öğretildiği gibi feribottan denize atmıştı! Artık kim olduğunu, geçmişini ortaya serecek başka bir belge yoktu! O da bundan yararlanacak, Đsveç’te gerçek kimliğini açıklamadan yaşayacaktı! Zaten örgütün isteği de oydu! Bir gün polis izini sürse bile, geçmişini, en çok Đsveç polisine verdiği sahte bilgiler ölçüsünde bileceklerdi! ASALA, bütün Avrupa’da uyuyan hücreler kurmak istiyordu! Göç ettikleri yeni ülkelerde kimsenin dikkatini çekmeden kendi hallerinde yıllarca yaşayacaklardı. Davalarında başarılı olmalarının sırrı bir yerde kimliklerini gizlemelerinde yatıyordu! Kopenhag’daki eylemlerinin başarısı da bu değil miydi? Eylemi yapanları Danimarka’da arıyorlardı, ama onlar çoktan Đsveç’teydi! Üstelik, Haçator Çuhacıyan’ı, mülteci kampında yaşayan birini aramak kimsenin aklına gelmezdi! Ahh!… Bir de rahat uyuyabilse, kabuslar görmese, ne iyi olurdu! Geceleri birden uykusundan uyanıyordu. Daha doğrusu, asansörün önünde vurduğu, Türk’ün bağrışı kulaklarında çınlıyordu. Evet, onun yüzünden dehşetle yatağından fırlıyor, gözü bir daha uyku tutmuyordu! Haçator Çuhacıyan’un aklına bin bir türlü felaketler geliyordu. Yakalanmaktan çok, Türklerin ailesine kötülükler yapmasından korkuyordu. Çocukken dedesinden duyduğu olayları anımsıyor, atlı Çeçen süvarilerin, Ermeni kızlarını dağa kaldırışını, kadınların üzerindeki altınları nasıl yağmaladıklarını düşünüyordu. Böyle kabuslu gecelerde, kendini yuvadan atılmış bir leylek gibi yalnız hissediyor, çöküyordu! Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 108 Yatağında dönmenin bir faydası yoktu. Đnsan düşüncelerini, kafasındakini bir kenara atamıyordu. Saatine baktı. Birazdan Avedis gelecekti. En iyisi gidip saçını taramalı, kendine biraz çeki düzen vermeliydi! Haçator Çuhacıyan banyodaki aynanın karşısına geçtiğinde bir an kendisini tanımakta güçlük çekti. Sanki, gözlerindeki pırıltılar, yerini anlayamadığı bir endişeye bırakmıştı. Yaban ellerde olmanın verdiği ürkeklikti, bu! Đnsanın yıllar boyu kök saldığı ortamdan çekilip, dilini ve kültürünü bilmediği bir ülkeye yerleştirilmesinin bedeliydi! Derken ömrünün en uzun on saniyesi geldi aklına. Aslında Kopenhag’daki Türkiye Büyükelçiliği’nde çalışanlar arasında sağa sola giden, kolaylıkla bir yerde sıkıştırılabilecek iki hedef vardı. Biri Müsteşar Aytekin Ercan ve diğeri de Çalışma Ataşesi Cavit Demir. Önce Müsteşarı izlemişler, hatta bir kez ona iyice yaklaşmışlardı. Fakat, son anda vazgeçmişlerdi. Çünkü Türk izlendiğini fark etmiş, vitrinin önünde durup, cebinden kocaman bir tabanca çıkartmış, kendileriyle vuruşmaya hazır olduğunu göstermişti. Haçator Çuhacıyan, yirmi beş otuz metre önlerindeki hedefin bir an bekleyip, kendilerinden doğru bakışını, sonra da dükkanın camekânı önünde iki eliyle tabancasına kurşun sürmesini hiç unutamamıştı! Bir anda kendisinin hedef haline geldiğini anlamış, sırtından beline doğru soğuk terler dökülmüştü. Adam sanki ölüme meydan okurcasına, ”Sıkıysa gelin!” demişti. Böyle bir hedefin üzerine gidilemezdi. Onun için birinci hedeften vazgeçmişlerdi. Avedis Deragopyan, ”Bu gece şansımız yokmuş!” diyerek onu kolundan çekmiş, Nyhavn’daki meyhanelerden birine sürüklemişti. Orada oturup bir kaç bardak bira yuvarlamış, öteki hedefi konuşmuşlardı! O gece Avedis, ikinci hedefi neden seçtiklerini uzun uzadıya anlatmıştı! Kopenhag’daki Türk elçiliği kollarını sıvamış, Fransa’daki ASALA eylemlerini protesto etmek üzere Danimarka’daki Türkleri örgütlemişti. Sağcısı, solcusu, dincisi hatta Kürdü bile, yapılan bu gösteriye katılmıştı. Danimarka’da ilk kez birkaç bin kişiyi bir araya getiren ve Ermenilere karşı kışkırtan, işte vurduğu o Çalışma Ataşesiydi! Cavit Demir ailesiyle birlikte büyük bir apartmanda oturuyordu. Aynı yerde birkaç Türk diplomatı daha kalıyordu. En kötü olasılıkla Türk Hava Yolları’nın müdürü, Türk Konsolosu ya da Eğitim Müşaviri hedef alınabilirdi! Ancak, Avedis Deragopyan bütün bunlara gerek kalmayacağı görüşündeydi! Cavit Demir eve genellikle geç geldiğinden onu bulmak zor olmayacaktı! Đkinci hedefi yeğ tutmalarının bir başka nedeni daha vardı. O da Türk Çalışma Ataşesi’nin meyhaneleri sevmesiydi! Avedis, çakır keyif ya da içkili birinin ne de olsa daha az dikkatli olacağını söylemişti! Nitekim aldanmamıştı. Böyle bir hedefe Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 109 yaklaşmak çok kolay olmuştu! Dediği gerçekten doğru çıkmıştı! Ancak, zor olan, o anı unutmaktı!.. Haçator Çuhacıyan kampın hoparlöründen adını duyduğunda ziyaretçisinin geldiğini anladı. Bir anda bir yürek çırpmasının benliğini sardığını fark etti. Koşar adımlarla Danışma’ya gitti. Avedis’i gördüğünde çocuk gibi sevindi. Önce onu aldı, kafeteryaya götürdü. Arkadaşına bir fincan süzme kahve verirken çok mutluydu. Artık birkaç saatliğine de olsa yalnız değildi. Ona günlük yaşantısını anlattıktan sonra kalktı, yaşadığı kampın her yerini: Đsveççe öğrettikleri derslikleri, televizyon odasını, yemekhaneyi, voleybol oynadıkları kapalı salonu, saunayı ve kaldığı odayı gösterdi. Odasına geldiklerinde biraz yorulmuşlardı. Avedis Haçator’un yatağına çöktü. Kendini sünger yatağın üzerine sırtüstü atıp bir süre yaylandı. “Bakıyorum, burada keyfiniz yerindeymiş! Ekmek elden su gölden!” Haçatur Çuhacıyan bir an sersemledi. Durumu hiç de sanıldığı gibi rahat değildi. Avedis aldanıyordu. Gözleri dolu dolu oldu. Ürkek bir sese tonuyla yakındı: “Geceleri uyuyamıyorum! Đsveçlilerin beni sınır dışı ettiklerini, yakalandığımı görüyorum!” Avedis karşısındaki adama biraz acıdı. Aslında ona ihtiyacı vardı. Ne de olsa kendisiyle daha bir çok eylem yapacak, ASALA’nın adını duyuracaktı. “Biraz daha sabretmelisin! Biliyorsun, biz Ermeniler tarihi sürgünden bu yana çile çekiyoruz; bunu sakın unutma!” “Evet ama, burada tek başına kalan benim! Ne, bana doğru dürüst söyleneni anlıyorum, ne de önüme konan bu yabancı yemeklerini yiyebiliyorum!” Avedis elini arkadaşının omzuna koydu. Onu biraz teselli etmesi gerektiğini anladı. “Emin ol Haçator, bütün bunlar gelip geçecek! Yakında sen de oturma izni alacaksın!..” “Tam on ay oldu. Dile kolay! Buraya gelmeyi kabul ettiğimde, bana Nazi kamplarındaki esirler gibi yaşayacağımı söylemediniz! Sabahtan akşama ormanda odun kesiyorum!” “Ama, istersen kamptaki derslere kalıp Đsveççe öğrenebilirsin!” “Burada kalıp kalmayacağımı bile bilmiyorum ki! Niye boşuna öğreneyim?” Avedis Deragopyan karşısındakine ne diyeceğini bilemedi. Haçator’un söylediği bir yerde doğruydu! Ona kamplarda aylarca kalacağını anlatılmamıştı. Ancak, son aylarda bunca Đranlının, Türkün ve Kürdün Đsveç’ten sığınma isteminde bulunacağını kim ön görebilirdi ki? Mülteci kampları, ya da belediyelerin sığınmacılar için hazırladığı geçici konutları, Irak-Đran savaşından kaçan zengin Đranlı gençler doldurmuştu. Türkler de ülkelerinde yapılan askeri darbeyi fırsat bilip, birinci sınıf Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 110 sığınmacı olmuştu! Yalnız onlar mı? Đsveç’e dünyanın dört bir bucağından gelenlerin sayısı on binleri geçiyordu. Kamplardaki bekleme süresinin uzamasının nedeni, gün geçtikçe büyüyen sığınmacı kuyruğuydu. Đsveç’e sığınanların, kimliklerini yakıp yok etmesi işi daha da uzatıyordu. Đsveç Devlet Göçmen Dairesi’ndeki dosyalar da giderek kabarıyordu. Haklarında olumsuz karar verilenler ise devletin tuttuğu avukatlar aracılığıyla buna karşı çıkıyordu. Polis, bu durumda, soruşturmayı sil baştan yapmak zorunda kalıyordu! Ortada daha farklı bir kararı gerektirecek yeni bilgiler toplanamasa bile, sığınmacının Đsveç’te kaldığı süre kendiliğinden uzuyor, birkaç yıla çıkıyordu. Bu kez, sığınmacının Đsveç’te geçirdiği uzun süre, ülkede kalması için, başlı başına bir neden oluşturuyordu. Kamplarda bir iki yıl kalanların çocukları artık Đsveççe konuşuyordu. Bu durumda Đsveçliler, mülteci çocuklarına yazık oluyor diye, ana babalarına da oturma izni veriliyordu! Sonuçta Đsveç’te kalınıyordu ama, bunun için sabırlı olmak gerekiyordu! “Senin yaptığın itiraz, şimdi en üst mahkemede; yani Hükümet Mahkemesi’nde. O nedenle daha fazla beklemezsin!” diyen Avedis Deragopyan yakında Haçator’a Stockholm’de bir ev tutacaklarını söyledi. “Haçator, oturma izninin çıktığı gün, bu dünyadaki bütün sorunların da çözülmüş olacak. Üstelik sana bir iş de bulacağım!” Haçator bir çocuk gibi sevindi. Evet, sonunda kurtulacak, normal bir yaşama dönecekti. Avedis Abisi kendisine iş de bulacaktı. “Nasıl bir iş?” “Bizim dükkânda çalışırsın, olur biter!” “Ama ayakkabı tamirciliği yapamam ki!” “Ne fark eder, sanki biz anamızdan ayakkabı tamircisi olacağız, diye mi doğduk? Hem sen çabuk öğrenirsin!” Avedis, Haçator’a geçen sonbaharda Kirkor Vartaban’ın ayakkabıcı dükkanlarını devralışını anlattı. Biri Stockholm’ün kuzeyindeki, Sollentuna semtinde, bir diğeri de Stockholm’ün merkezinde, Hantverkargatan caddesinde ayakkabıcı dükkanı vardı. Đsveç’te ayakkabı tamiri çok kolaydı. Modern makineleri vardı. Pençe ve topuk tamiri gibi küçük işleri öğrenmesi çok zaman almamıştı! Müşteri beklerken, on dakikada, bilemedin yarım saatin içinde, tamir de bitiyordu! Avedis, bildiklerinin hepsini Haçator’a öğretecek, isterse dükkanı kendisine bırakacaktı! Fakat rahata kavuşabilmesi için dişini biraz daha sıkması, sabretmesi gerekiyordu. Gönlünü almak istedi. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 111 “Gelecek hafta sana izin alalım da, Stockholm’e gel! Paskalya’yı birlikte kutlarız. Ne dersin?” Haçator Çuhacıyan’ın gözleri parladı. Paskalya, Ortodoksların en büyük dini günüydü. Paskalya’da yalnız kalmamak, tanıdıkların, eşin dostun yanında olmak kadar güzel bir şey olamazdı! “Sen emret abi, değil Stockholm’e, dünyanın öbür ucuna bile gelirim!” dedi. 34 Erkan Şener’in birazdan kent merkezine gitmesi gerekiyordu. Son zamanlarda Đsveç’e gelen bir kısım ayrılıkçı Kürtler, Stockholm’ün ortasında açlık grevi yapıyorlardı. Gidip bakması, isteklerinin ne olduğunu öğrenmesi gerekiyordu. Günlerden cumaydı ve Strandvaegen caddesi bu saatlerde çok kalabalık olurdu. Hafta sonu tatiline çıkmak isteyen Đsveçliler, bir iki saati kâr sayıp işlerinden erken çıkar, trafiği altüst ederlerdi. O nedenle araba kuyruğuna sıkışmamalıydı. Masasını topladı. Her zamanki gibi, kağıtların bir kısmını çekmecenin gözüne, önemli bir bölümünü de yan odadaki kasaya kilitledi. Aslında odanın kendisi, başlı başına çelik bir kasaydı! Gene de kriptolu gelen telgraflar, yazışmalar masasının üzerinde kalamazdı! Aynı şekilde kendisinin Türkiye’ye göndereceği bilgilerin de kurye gelene kadar çelik kasanın içinde saklanması gerekiyordu. Sahi, hazırladığı raporun bir kopyasını Oslo’ya yollayacaktı. Bu yeni kurala daha alışamamıştı! Oslo’nun ASALA ile ilgili bilgileri değerlendirme isteğine bir anlam veremiyordu. Ancak, emir emirdi ve gizli servislerde çalışmanın vazgeçilmez kuralı da kendi görevi dışındaki konulara fazla merak göstermemesi gerektiğiydi! Merkez’in bir bildiği vardı ve onu da davul zurna ile bütün elemanlarına açıklaması gerekmiyordu! Elçilikten çıktı. Hava biraz puslu ve rüzgarlıydı. O nedenle önündeki saatleri arabasının içinde geçireceğine sevindi. Đşe biraz geç kaldığından arkadaşları arabalarını elçiliğin önündeki kaldırıma park etmişti. Kendisine yer kalmadığından o da arabasını Amerikan ve Türkiye Büyükelçiliklerini birbirinden ayıran geniş caddenin ortasındaki refüje bırakmıştı. Bindi. Tam kontak anahtarını çevirecekken, sabah işe gelirken Amerikan elçiliğinin önünde bekleyen o kıvırcık saçlı adamı yeniden gördü. Hala duraktaydı! Otobüs bekliyordu. Bir aralık, arabasında kalmak ya da kalmamak arasında durakladı. Anında karar veremedi. Sonra arabasından indi. Gerisin geriye elçiliğe geldi. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 112 Odasında, kapının arkasında asılı parkayı giydi ve elçiliğin arkasındaki yoldan dolaştı. Dans Müzesi’nin önünden geçerek Đngiliz Kilisesi’nin yanına geldi. Amerikan Elçiliği tam karşısında duruyordu. Durak biraz kalabalıktı. Demek az sonra 69 numaralı otobüs gelecekti. Erkan Şener, ”Kıvırcık Saçlı” adam otobüse binerse onu gözden kaçırmak istemiyordu. Onun için acele etmedi. Pek görünmek istemiyordu. Ne var ki, yolun ortasında da duramazdı. Ayakları sürüye sürüye durağa yaklaşırken otobüs de gözüktü. Derken, içinden iki esmer insan indi. ”Kıvırcık saçlı” ile bir şeyler konuştular. Ardından “Kıvırcık saçlı” aceleyle otobüse bindi. “Bunlar birilerini gözlüyor, basbayağı, göz göre göre nöbet değiştiriyorlar!” diye düşündü. Erkan’a göre “Kıvırcık saçlı”, Orta Doğu’luydu. Ama onun Türk mü, Kürt mü yoksa ASALA’lı bir terörist mi olduğunu tam kestiremiyordu. Adımlarını sıklaştırdı ve son anda otobüse atladı. Otobüs, Kraliyet Tiyatrosu-Dramaten’i geçip, Norrmalmstog alanında vardığında, “Kıvırcık saçlı” adam indi. Berns Tiyatrosu’nun önündeki Berzelli Parkı’na doğru yürümeye başladı. Erkan Şener de peşindeydi. “Kıvırcık saçlı”yı izliyordu. Onu gözden kaçırmamalı ama kendisini de göstermemeliydi. Uzaktan uzağa yürümeye başladı! Geldikleri yer, Grant Hotel’in tam arkasıydı. “Kıvırcık saçlı”, yoluna biraz daha devam etti. Daha sonra rıhtımın yanından sağa saptı. National Museet’i yani Ulusal Müze’yi geçip ince, üzerinden araçların tek şerit geçtiği dar köprünün önüne geldi. Belki de yüz metre uzunluğundaki köprünün tahtadan kaldırımında yürümeye başlarken döndü ve arkasına baktı, sonra yoluna devam etti. Erkan Şener, böyle tenha bir yerde “Kıvırcık saçlı”yı yakından izleyemeyeceğini biliyordu. O, bir ekip işiydi. En azından iki üç kişinin ortaklaşa çalışmasını gerektirirdi. Yoksa, izlenen kendini tanıyabilirdi. O nedenle biraz ağırdan aldı. Onun köprünün öbür ucuna varmasını bekledi. Sonra çevik adımlarla yaklaşık yüz metre uzunluğundaki köprüyü geçti. Karşı kıyıya vardığında, görünürde kimseler yoktu! Sağ tarafta Amirallik binası, karşısında Modern Müze’ye giden cadde, solda ise Uzak Asya Müzesi’ne doğru uzanan patika ve set üstünde de bir kilise vardı. Peşine düştüğü adam sanki yer yarılıp içine girmişti! Onu gözden kaçırdığına üzüldü. Erkan Şener, “Kıvırcık saçlı”nın, bir şeylerden şüphelendiğini sanmıyordu. Gerçi bir aralık dönüp arkasına bakmıştı ama, bu daha çok bir alışkanlıktı. Onun gidebileceği yerleri aramaya başladı. Küçücük adadaki her iki müze de kapalıydı. Öyleyse o nereye gitmişti? Aradı, ama “Kıvırcık saçlı”nın girebileceği bir başka yer göremedi. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 113 Skeppsholmen’de bir şeyler dönüyordu, ama ne? Bu sorunun yanıtını henüz bilemiyordu! Canı son derece sıkıldı. Önüne kadar gelen fırsatı değerlendiremediğine çok üzüldü. Fakat, yapacak bir şey yoktu. En iyisi, gidip elçiliğin önündeki arabasını almalıydı! Gerisin geriye döndü. Grant Hotel’in önünde her zaman sıra bekleyen taksilerden birine bindi. Elçiliğin adresini verirken: “Strandvaegen seksen dört!” dedi. 35 Yarbay Orhan Aykut, Hotel Karl Johan’dan içeri girerken biraz tedirgin, biraz da canı sıkkındı. Türkiye’nin Đskandinavya’daki tek askeri ataşesi Haluk Özgür’ü yerinde bulamazsa boşu boşuna iki gününü yitirecekti! Nisan’ın otuzu olduğunu yolda şoförden duymuştu! Aslında günlerden perşembe ve ayın da 30’u olduğunu biliyordu ama, bir NATO ülkesi Norveç’te, 1 Mayıs’ın bir gün önceden kutlandığını, her yerin tatil olduğunu bilmiyordu! Ya elçilik de kapandıysa? Keşke Kopenhag’dan telefonla arasaydı! Neyse, olan olmuştu! Resepsiyona gelir gelmez telefon etmesi gerektiğini söyledi. Sonra cebinden küçük not defterini çıkararak telefonun tuşlarına basmaya başladı. Dört dört dokuz, dokuz iki sıfır.... Şu tuşlu telefonlar ne kadar rahattı! Hem de insan acelesi olunca, bir çırpıda numarayı yazıyor, eskisi gibi beklemekten kurtuluyordu. Telefondaki erkek sesini duyduğunda içi bir an için cız etti! Norveçli bir sekreter konuşmadığına göre demek elçilik tatile girmişti! “Albay Haluk ile görüşmek istiyordum!” “Bir dakika efendim, bakayım çıkmış mı?” Haluk Özgür, kendi sınıflarının iki yıl yukarısından, bin yüzler sınıfındandı. Geçen yıl ateşe olarak Oslo’ya gelmişti. Amiral olacağını sanmıyordu ama gene de belli olmazdı! Okuldan sonra hemen hemen hiç karşılaşmamışlardı. Ancak Türk donanması küçüktü. Kimin ne yaptığı, hangi gemide görevlendirildiği bilinirdi. Haluk Albay, sınıfının akıllı ve sakinlerinden biriydi! Đzmirli olduğundan okul yıllarında onu hafta sonları sık sık Ada’da görürdü. Kim bilir karşılaşmayalı ne kadar değişmişti? “Kim arıyor diyeyim?” “Heybeli’den bir arkadaşıymış deyin, yeter!” Az sonra telefonun öbür ucundan heyecanlı bir ses duyuldu. “Alo, Arap! Sen misin?” “Yok abi, ben Reha değilim! Adalı, Akrobat Orhan!” “SAT’cı Orhan! Haa?” Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 114 “Evet! Hotel Karl Johan’a yeni geldim! Ama seni hemen görmem lazım!” “Bir yere ayrılma! Ben şimdi geliyorum! Sonra birlikte yemeğe çıkarız!” Hotel Karl Johan adını üzerinde bulunduğu Oslo’nun en önemli alış veriş caddesinden almıştı. Karl Johan, 1800’lerin başında Norveç tahtında oturmuştu. Hotel Karl Johan da, geniş mermer merdivenleri, kristal avizeleri ve ağaç oymacılığının en güzel örnekleriyle, köklü bir geçmişi olduğunu anımsatıyordu. Klasik mobilyalar, çağdaş gereksinimlerle harmanlanmış, ortaya sarayımsı bir otel çıkmıştı. Orhan Aykut odasını beğenmişti. Bavulundan çıkarttığı son gömleğini de askısına yerleştirirken telefon çaldı. Resepsiyondan arıyorlardı. Ziyaretçisi gelmiş, kendisini lobide bekliyordu. Hemen elindekini gardıroba astı; ardından da bavulunu açtı. Đçinden bir kutu badem ezmesini alıp odasından ayrıldı. Geniş mermer merdivenlerden aşağıya inerken çocukluğunda yediği badem ezmelerini anımsadı. O zamanlar Bebeğe üç vagonlu tramvaylarla gidilirdi. Önde birinci mevki kırmızı, arkada da ikinci mevki yeşil vagonları olurdu. Yanılmıyorsa badem ezmesini ilk kez oradaki bir şekercide görmüştü. Bir akraba gezmesi sonrası Ada’ya gelesiye dek şekerciden aldıkları badem ezmesi kutusunu elinde taşımıştı. O günden beri badem ezmesini çok sever, hep tanıdıklarına götürürdü. Elindeki paketi Emirgan dönüşü Bebek’ten almıştı. Otelin lobisine indiğinde Haluk Albayı tanımakta biraz zorluk çekti. Onu hiç sivil elbiseyle görmemişti. Üstelik aradan oldukça uzun bir zaman geçmişti. Deri koltukların üzerine kurulmuş, ama her halinden birisini beklediği anlaşılan iri yarı esmer kişi, okulda elinde makine herkesin fotoğrafını çeken Haluk değil miydi? Đki eski arkadaş, birbirlerine hasretle sarıldılar. Haluk Özgür oldukça değişmiş, aralarındaki yaş farkı, herhalde, bir sekiz on yıla çıkmıştı! Neden yalan söylesin, Haluk Albay’ı yolda görse kolay kolay tanıyamazdı! Ancak, böyle durumlarda söylenen bir ak yalan, riyakarlık sayılmazdı. Đnsanları gereksiz yere üzmemek gerekirdi. O nedenle yanına yaklaşırken: “Abi, seni çakı gibi gördüm!” demekten kendini alamadı. “Ne diyorsun Orhancığım! Artık bizden geçti! Görmüyor musun, saç falan da kalmadı.” Önce, iki eski arkadaş hasret giderdiler. Birbirlerine ne yaptıklarına, çoluk çocuklarına ait sorular yönelttiler. Derken, Haluk Albay, Orhan’ın Oslo’da bulunuşunu aklına gelmiş olacak ki: “Hayrola, seni hangi rüzgâr attı buralara?” diye merakla sordu. “Gündoğusu!” Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 115 Gerçekten de arada ülkeler, koca Avrupa kıtası olmasa, Türkiye’de güneydoğudan esen rüzgâr pupa yelkeni doldurur, insanı kuzey batıya, Norveç’e atardı! Gülüştüler. Birbirlerini ayakta tutmanın ya da lobide oturmanın bir anlamı yoktu. Haluk Albay, konuğunu ağırlamak, onu dışarı çıkarıp, baş başa kalmak istedi. Karl Johan Caddesi’nde biraz yürümek hiç de fena değildi. “Biraz ileride bir Fransız lokantası var. Gel oraya gidelim!” Sonra, bir yanıt gelmesini beklemeden kapıya doğru yöneldi. Oslo’nun en büyük caddesi Karl Johan ileride tepenin üzerindeki Kraliyet Sarayı’na varıyordu. Yılda bir gün bu caddeyi insan seli kaplar, Norveçliler milli günleri 17 Mayıs’ı kutlarlardı. Albay Haluk çevresini Orhan Aykut’a tanıtıyor, Norveç’teki izlenimlerini anlatıyordu! Norveçliler kadar, ulusal günlerine yürekten bağlı başka bir halk tanımıyordu! Kral V. Olof da bir yerde ülke birliğinin simgesiydi. Ülkesini, Đkinci Dünya Savaşı’nda, Alman işgaline karşı Londra’dan idare etmiş, bağımsızlık mücadelesini vermişti! 17 Mayıslarda işte bu Nazi işgalinden kuruluşun yıldönümü kutlanırdı. Yemekte pek konuşmadılar. Haluk Albay, lokantanın çok güzel fırında bonfile yaptığını söylemişti. Gerçekten de pamuk gibi yumuşacıktı. Kırmızı şarapla yapılan sosun içindeki defne yaprağı ve yeşil karabiber, yemeğe bambaşka bir lezzet katmıştı! Etle birlikte verilen patates ince doğranmış, bol sarımsaklı idi ve yağsız bir tavada pişirilmişti; hafifti! Gerçi Haluk Özgür, Orhan’a hiçbir şey sormuyorsa da, Norveç’e bulunuşunun nedenini kendisine anlatması gerekiyordu. Oslo’ya neden geldiğini, bu lokantada neden buluştuklarını, bundan sonra yapmayı tasarladıklarını Haluk Albay’a açmalıydı. Aykut, sessizliği expresso kahvelerini içerlerken bozdu! “Albayım, buraya kod adı Çekirge olan operasyon için geldim!” dedi. Haluk Özgür bir an şaşırdı. Emekliye ayrılmış bir deniz subayının böyle bir operasyonla ilişkisi olacağını hiç düşünmemişti. Gerçi bir hafta kadar önce Genel Kurmay’dan kriptoyla bir emir gelmişti. Kendisiyle temas kuracak görevliye her türlü yardımı yapacak, özellikle ASALA konusunda diğer elçiliklerden gelen bilgileri ona aktaracaktı. Ama söz konusu görevlinin Akrobat Orhan olabileceğini hiç aklına gelmemişti! Orhan Aykut, “Çekirge Operasyonu”yla ilgili ön bilgilerin Haluk Albay’a ulaştığına emindi. Yukardan ne kadar emir verilirse verilsin, son tahlilde, o emirleri yerine getirecek olanlar birer insandı. Đki kişinin birbirine ısınmaması, ortaya çıkabilecek, ufak bir çekemezlik, kıskançlık ya da adam sendecilik, tüm operasyonu Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 116 aksatabilirdi. O nedenle gözlerini Haluk Albay’a dikip, ondan gelecek tepkiyi görmeye çalışıyordu. “Đskandinavya’da görevli olduğum sürece, Türkiye ile temasımı senin aracılığın ile yapmak istiyorum!” dedi. Albay Haluk, operasyonun bölgesinde yapılmasından sevinçliydi. Bir askeri ateşe olarak kenarda kalmaktan kurtulmuş, artık çalışması gerçekten bir anlam kazanmıştı! Kendisine ulaşan bilgileri bir çırpıda aktardı. Önceki gün Stockholm’den gelen kriptoda bazı şüpheli kişilerin elçilik çevresinde dolaştığı bildiriliyordu. Bir de Stockholm’deki rezidant yani MĐT’in bölge sorumlusu, ASALA’nın izi üzerinde olduğunu sanıyordu! Durumu özetledikten sonra durdu. Anlayamadığı bir konu vardı. O da, Orhan’ın emekliye ayrıldığını Oslo’ya gelmezden önce Ankara’da, karargâhta duymuştu. Donanmaya kırılarak emekliliğinin istediğini Subay Atama’daki Akın anlatmıştı! Şimdi nasıl olur da yeniden görevlendirilirdi? Belki de yanılıyor, bir başkasıyla karıştırıyordu. Aklından geçen bu soruyu sormadı. Soramazdı da! Hem ne fark ederdi? Asker adam her zaman askerdi ve Orhan Aykut’un çok gizli ve önemli bir görev için buralara geldiği ortadaydı. “Sana her türlü yardımı yapmaya hazırım. Hem de seve seve!” diyebildi. Sonra sözlerine ekledi: “Yeter ki sen iste!” “Sağ ol Haluk Albay’ım! Sen, benim Đskandinavya’daki irtibat subayım, gözüm kulağımsın! Anlaştık mı?” Haluk Albay’ın gözleri parlıyordu. Heyecanlıydı. Böylesine anlamlı bir göreve katkısı olacağı için seviniyordu. Donanmaya çıktı çıkalı, hiçbir zaman dört dörtlük sorumluluk isteyen bir göreve geldiği söylenemezdi. Tabii, son görevi Gölcük’teki Yıldız Deniz Üs Komutanlığı dışında. Aslında o bile birincil derecede önemli bir görev sayılmazdı. Savaşacak gemi personelini yangın ve yara savunma için yetiştirmesi ne kadar önemli olabilirdi ki? Ancak, şimdi yurt dışında Orhan gibi yalnızdı. Üstelik üzerinde taşıdığı üniforma onu ASALA’nın doğal boy hedefi kılıyordu. Gözleri dolu dolu oldu. “Tabii Orhan, bu benim görevim!…” diyebildi. “...Ve her gün birbirimizi arayalım! Oldu mu?” Haluk Albay, başını evet anlamında sallarken, o ana dek masadaki konuşmanın bitmesine bekleyen genç kadın yanlarına geldi. Boş tabakları toplamaya başladı. “Did you like our food sir!” Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 117 Kendilerine inci gibi dişlerini göstererek gülümseyen kadın, yemeği beğenip beğenmediğini soruyordu. Đki denizcinin de yanıtı aynıydı. “Delicious!..” Evet, yemek tek sözcükle şahaneydi. Ama ya tatlılar? Orhan Aykut, tatlı olarak dondurmadan başka bir şey olmadığını duyunca gülümsedi. Servis yapan kadın oldukça bakımlıydı ve kilo fazlası yoktu. Türk kadınlarının o birbirinden güzel, lezzet cümbüşü tatlılar karşısında neden pek direnemedikleri ve kilo aldıkları ortadaydı. Dondurma da tatlıdan sayılır mıydı? Üstelik hava daha yeterince ısınmamıştı! Haluk Albay cüzdanından bir kredi kartı çıkartarak servis yapan sarışına verdi. Kadın hemen hesabı çıkartacağını söyledi. Ardından, süzme Norveç kahvesinin lokantanın ikramı olduğunu vurgulayarak yanlarından ayrıldı. Bir süre onun kalçalarını sallaya sallaya uzaklaşmasını arzuyla izlediler. Orhan Aykut fincanındaki kahvenin son yudumu içtikten sonra arkadaşının sıkıca elini tuttu! Bütün bu yalnızlığına karşın, bu mücadelede, gene de tek başına olmadığını anlamak güzel bir duyguydu! Yapacak çok işleri vardı. Ayağa kalkarken: “Haydi gel! Gerisini yolda konuşuruz.” dedi. 36 Erkan Şener, kızını Stockholm’deki birçok diplomat çocuğunun gitmekte olduğu lisenin önüne bıraktığında saat tam sekizi gösteriyordu. Eğer kızı Meltem biraz acele ederse, dersine geç kalmazdı. Norra Real Lisesi eğitimin Đngilizce yapıldığı, paralı ve pahalı bir okuldu. Zaten koskoca Đsveç’te bu okulun bir eşi daha olduğu söylenemezdi. Bu yüzyılın başında orta sınıf çocuklarının okuduğu, bu Stockholm’ün göbeğindeki lisenin sosyal yapısı zaman içinde değişmişti. Zenginlerin ve başkentteki diplomat çocuklarının gittiği bir özel okula dönüşmüştü. Yarım yüzyıllık sosyal demokrat rejim toplum içinde eşitliği büyük ölçüde sağlamış, paralı kolejlerin ya da benzeri okulların sayısı bir elin parmağını geçmeyecek kadar azalmıştı. Bir Fransız, bir Alman Lisesi, Sigtuna’daki yatılı lise ve bir de bu, Norra Real Latin! Orada da eğitim Đngilizce yapılıyordu. Erkan Şener bu okula gidenlerin öğrenimlerini Türkiye’deki bir Amerikan kolejinde sürdürebilme hakkı olduğunu biliyordu. Elinde tıka basa dolu çantası, her zamanki telâşlı haliyle, sosyal bilimler öğretmeni Amerikalı Michail Brown’un okula yaklaştığını gördü. Okul müdürü, Türkiye’den yeni geldiklerinde, Meltem’in Đngilizce’sini yeterli bulmamış, o nedenle kızını okula yazmak istememişti. Allah’tan, imdada bu Amerikalı hoca yetişmiş, Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 118 “Öğrenciye bir dönem fırsat tanıyalım, eğer başaramazsa o zaman bir başka okula yazılır,” demişti. Bir baba olarak kendini hep borçlu hissettiği bu adama merhaba demeden geçemezdi. Kapıyı açıp dışarı çıktı; onu selamladı. Michail Brown’un birkaç nezaket tümcesi dışında pek konuşacak zamanı yoktu. Kızı Meltem ile birlikte el sallayarak okula giren kalabalığın arasına karıştılar. Erkan Şener, bir süre okulun bahçesinde yürüyen kızının ardından baka kaldı. Onu böyle bir okula gönderebildiği için kendini mutlu saydı. Tanımlaması güç bir babalık duygusuyla içini çekti. Ne de olsa Meltem’e mutlu bir gelecek sağlamanın ön koşullarından birini gerçekleştirmişti. Kızı, okulun merdivenlerinden içeri girerken arabasının kontak anahtarını çevirdi. Kentin yoğun trafiğine karıştı. Erkan Şener’in ilk işi, arabasını park edip tren garındaki markete geldiğinde, süt ürünlerinin satıldığı reyona sapmak oldu. Buzdolabından, bir büyük paket meyveli yoğurt, bir kutu da portakal suyu aldı. Sütü sevmiyordu. Üstelik, Đsveç’teki bir çiftlikte üretilen sütün litresinin, nasıl olup da, Đsrail’deki bahçelerde yetişen portakaldan, daha doğrusu portakal suyundan daha pahalı olabileceğine kendini bir türlü alıştıramamıştı! Portakal suyunda C-vitamini vardı! Süt ise damar sertliği yapabilirdi. Sütte, kendi yaşındakiler için kolestroldan başka ne vardı ki? Aklından geçen sorulara yanıt aramadı. Elini raflara uzattı. Bir tüp eritilmiş peynir, üç tane de küçük yuvarlak ekmek aldı. Đki olgun, benekli muz bulursa, sabah alış verişini bitirmiş olacaktı. Meyve reyonundaki muzların çoğu yeşildi ama gene de aradığını buldu. Kasaya doğru giderken aklına bir de Türk gazetesi almak geldi. Akşama kadar vakit geçirmesi gerekecekti! Yabancı gazeteler peron katındaki büfede satılırdı. Hesabını ödeyerek dışarı çıktı. Đşlerine koşuşmakta olan binlerce Stockholmlü’nün arasında, acelesi olmayan tek oydu! Tren garını metroya bağlayan yeraltı geçidinden yukarı çıktı. Giriş katındaki gazete bayiine doğru yürümeye başladı. Stockholm garındaki büfede Japonların Ashai Shimbun’undan, Đspanyolların El Pais’ine kadar dünyanın hemen hemen belli başlı bütün gazeteleri satılıyordu. Hürriyet, bir de Nokta dergisi aldı, sonra garın ana kapısından dışarı, güneşe çıktı! Erkan Şener, haftalardır ilk kez, gökyüzünün bu kadar mavi olduğunu görüyordu. O, barut rengine çalan grilik ve kasvet, yerini ışığa, aydınlığa bırakmıştı. Stockholm’de yılda ortalama altmış güneşli gün vardı ve şimdi onlardan birini yaşıyordu! Böyle bir günde, elçilikteki basık odasında kalmayacağına sevindi. Sabahları garın önünde trafik yoğun olduğundan, bir yer bulamamış, arabasını gelişi güzel park etmişti. Trafik cezacıları gelmeden yetişebilirse iyi olacaktı. Adımlarını hızlandırdı. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 119 Kuzey’in Venediği Stockholm’de, bahar tüm güzelliği ile insanı mutlu kılıyordu. Çoktandır güneşe böylesine hasret kalmamıştı! Gar’ın biraz ilerisindeki Sheraton Oteli’nin önünden sola saptı. Đsveç Dış Đşleri Bakanlığı ile Kraliyet Opera binasının bulunduğu Gustav Adolf Torg alanını geçerek rıhtımın kıyısından Grand Hotel’in önüne geldi. Stockholm’ün bir yanı Maelaren gölüne, diğer yanı da Kuzey Denizi’ne açılıyordu. Gölün fazla suları, rıhtımın yanından küçük bir ırmağı anımsatan, Strömmen denilen dar bir kanalla denize akıyordu. Grand Hotel, Đskandinavya’nın bu en görkemli, tarihi oteli Strömmen’in denize açıldığı yerde, Kraliyet Sarayı ile karşı karşıya idi. Erkan Şener, arabasını, otelin biraz ilerisine, National Museet’in yani Ulusal Müze’nin önünde park etti. Skeppsholmen -Gemiadası-, bir zamanlar gemilerin yapıldığı, donanmaya ait eski bir kalafat yeri, küçük bir adanın adıydı. Đnce uzun bir köprü, sarayın hemen karşısındaki bu Skeppsholmen adasını, Stockholm’e birleşiyordu. Adanın tamamı, sit alanı olarak korunuyordu. Skeppsholmen, eski mayınhane, torpidohane, kışlaları ve “Admiralitet” denilen eski Deniz Kuvvetleri Komutanlığı binasıyla gerçekten denizcilerin adasıydı. Carl Johans Kyrka, Stockholm’ün tek kubbeli binası da, eski bir gemici kilisesiydi. Devlet Kültür Konseyi ise kıyıdaki eski kışlalardan birini kullanıyordu. Uzak Asya Kütüphanesi ve Müzesi de, adanın öbür ucundaki, eski kışla binalarından ikisini oluşturuyordu. Modern Sanat Müzesi ve Kraliyet Sanat Akademisi öğrencilerinin resim ve heykel atölyeleri, adanın kuzeyine bakan diğer kışla binalarıydı. Erkan Şener’i, Skepsholmen’in hemen girişinde ve adanın bir tepenin üzerine kurulmuş kilise ilgilendiriyordu. Kilise ve cemaati! Sekizgen biçimindeki bu kilisenin en çok dikkati çeken yönü, sekiz çift sütün üzerinde duran, geniş ve yayvan kubbesiydi. Büyük kubbenin üstünde, ikinci bir küçük kule ve en tepesinde, Hıristiyan dininin simgesi haç vardı. Stockholm’ün en gözde turistik merkezlerinden birindeki bu tarihi gemici kilisesi, boş tutulmaktansa kilise binası olmayan bir cemaate kiralanmıştı. Protestanların ezici çoğunlukta olduğu Đsveç’te, bu Ortodoks Kilisesi bir yerde dini bütün insanların uğrak yeriydi. Cemaatinin çoğu Rusya, Yunanistan ve Ermenistan’dan göç etmiş insanlardan oluşuyordu. Erkan Şener arabasını üç günden beri Skeppsholmen’in girişindeki uzun köprünün başına bırakıyor, adaya gelip gidenleri inceliyordu. National Museet, Stockholm’e gelen yerli ve yabancı turistlerin yaz kış gittiği iki üç müzeden bir olduğundan arabasını böyle bir yere park etmesi dikkati çekmiyordu. Üstelik, dışarı çıkmadan, önündeki köprüden adaya, Skepsholmen’in girişini görebiliyordu. Özellikle arabalar tek yönlü geçişin olduğu köprüde ve tam önünde duruyor, yeşil ışığın Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 120 yanmasını bekliyorlardı. Bu da Erkan Şener’in işine geliyordu. Köprüden geçip, adaya gitmek isteyenleri rahatça inceleyebiliyordu. “Bu iş sabır işi, biraz da talih işi” diye söylendi kendi kendine. Saatine baktı. Dörte beş vardı. Bir an canı sıkıldı. Koca bir günün daha pisi pisine geçtiğini düşündü. Sonra yan koltukta duran kesekağıdını aldı. Đçinde tek sandviç ekmeği kalmıştı. Onu parmaklarıyla ikiye böldü. Peynir tüpünü üzerinde iyice gezdirdi. Peyniri işaret parmağıyla ekmeğe sıvazladı. Artık, sandviçi tamamdı. Önce parmağını güzelce yaladı. Ardından da, ekmeği büyük bir iştahla ısırmaya başladı. Canı sıkıldığında hırsını yemekten almaya çalışır, acısını kaşıktan çıkarırdı! Yanındaki koltuğun önünde, yerde duran litrelik portakal suyundan büyükçe bir yudum aldı. Kilisedeki ayin akşam saat altı sularında başlayacaktı. Derken bordo renkli bir Volvo steyşın süzülerek geldi. Erkan Şener’in altı yedi metre önünde, kırmızı ışıkta durdu. Köprünün girişindeki trafik lambasının yeniden geçiş vermesini, sarı ışığını yakıp söndürmesini bekledi. Çok sürmedi. Kırmızı lamba söndü. Erkan Şener, bir an dona kaldı. Arabanın hangi ülkeye kayıtlı olduğunu belirten beyaz üzerine “DK” yazılı işaretini daha önce gördüğüne emindi! Evet, iki gün önce de aynı araba önünden geçmişti. Beyaz üstüne kırmızı şeritli ME 34 888 Danimarka plakalı arabanın içinde iki esmer adam vardı. Đlk gördüğünde arkasında bir başka araba olduğundan plakasına yeterince dikkat edememişti ama, arabayı anımsamasının nedeni plakasındaki numaraydı. 34 kendisine Đstanbul çağrışımını yapmıştı. Evet, aynı araba olduğuna emindi. Peşlerinden gidip gitmeme konusunda biraz kararsız kaldı. Sonra caydı. Acele etmesinin anlamı yoktu! Nasıl olsa, başka bir yere gidemezlerdi. Küçücük adada bordo Volvo’yu bulmak zor olamazdı. Elindeki sandviçi bitirememişti. Onu tekrar kese kâğıdının içine koydu. Kontak anahtarını çevirdi. 37 Stockholm’ün Vasastan semtindeki Wasahof lokantası her cuma tıklım tıklım olurdu. Aslında, diğer günlerde dolar taşardı ama, cuma, cumartesi akşamları lokantanın havası bir başkaydı! Pahalı olmayan, gürültüsüz patırtısız bir yerdi Wasahof ve özellikle eşlerinden yeni ayrılmış, genç dul kadınlarla, yazarların, tiyatrocuların, kısaca sanatçı çevresinin uğrak yeriydi. Genellikle yabancılar pek gitmezdi! Nedeni çok basitti! Göçmen erkekleri komşu masalardaki kadınlarla sohbet yapacak düzeyde pek dil bilemezlerdi. Zaten Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 121 bildikleri Đsveççe de, günlük konuşma dilinin birkaç bini aşmayan sözcükleriyle sınırlıydı! Oysa, bu lokanta, Đsveçli aydınların gittiği bir yerdi! Avedis Deragopyan, Wasahof’un kapısından içeri girdiğinde zorla ilerledi! Kapının hemen sağındaki bar, bir yerde yolu kapıyor, lokantaya olduğundan da kalabalıkmış havası veriyordu. Đçeri giren, barın önüne takılıyordu. Bar, bir Đngiliz Pub’ı gibi canlı ve hareketliydi. Đlerde, soldaki küçük gardıroba pardösüsünü verdi. Avedis, vestiyerciden aldığı kartı, ceketinin göğüs cebine yerleştirmezden önce numarasına baktı. Ne olur ne olmaz, kartı düşürse bile numarası aklında kalmalıydı. Bara yaklaştığında Wasahof’a en son geçen Aralık ayında geldiğini anımsadı. Devrimci mücadelenin içine girdiğinden beri, insan gibi eğlenecek zaman bulamıyordu. Üstelik, içinden pek eskisi gibi neşelenmek de gelmiyordu. Bir aralık barmenle göz göze geldi. Ona Đsveççe: “Bir büyük kuvvetli!” dedi, farkına varmadan. Đsveç’te alkol oranı yüzde üç buçuğun üstünde olan biralara, “Kuvvetli bira” deniliyordu! Elinde o büyük boy “Kuvvetli” birası, masaların arasında tanıdık bir yüz aramaya başladı. Eğer şansı yaver giderse daha ilk gece o Türk gazeteciyle karşılaşabilirdi. Pencerenin yakınındaki masalara baktı. Göremedi! Barın öbür tarafına, içerilere yöneldi. Yanılmamıştı! Orada oturuyorlardı. Yanlarına sessizce yaklaştı: “Yassu Yakup! Kala ise?” “Yassu! Vay, Avedis seni buralara hangi rüzgar attı?” Karşısında duran genç, Türk devrimcisi Yakup Vardar’dı. Aslen Batı Trakyalı idi. Gazetecilik yapar, bir Türk gazetesine haberler gönderirdi. Az da olsa, Rumca beş-on sözcük bilir, onları konuşurken, araya sıkıştırırdı! Zaten o nedenle, kendisine Rumca “merhaba, nasılsın” demişti! Yakup Vardar, Rörstrandsgatan caddesinde, Lena Ström’ün daha önceleri kaldığı apartmanda oturuyordu. Bir iki kez onu Lena’nın dairesinde görmüştü. Hatta bir akşam Lena’yı yerinde bulamadığında, onu “Zula” olarak kullanmış, malı, bıraktığı bir paketin içinde, onun evinde saklamıştı. Yakup Vardar, dedesinin Batı Trakya’da büyük mal varlıklarını bırakıp, Türkiye’ye göç edişini hiç bağışlayamamıştı! Ne de olsa Yunanistan, Batı uygarlığının beşiğiydi. Eğer dedesi Yunanistan’da kalsaydı, o da bugüne bugün bir Yunan vatandaşı olarak Avrupa’da daha fazla ilgi görecek her ülkeye rahatlıkla gidebilecekti. Üstelik, kızlar, kadınlar çevresini çok daha kolaylıkla saracaktı! Yakup Vardar Yunanistan’da kalıp dedesinin mallarına kendisi konamadığına hayıflanıyordu! Dedesi her şeyini Yunanistan’da bırakmış, Türkiye’ye göç etmişti. O Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 122 da gözlerini yoksul bir ailenin çocuğu olarak açmıştı. Babasının Ankara-Yenişehir’de küçük bir camcı dükkânı vardı. Yakup, sıkışarak Avedis’e yer açtı. Ardından masadaki arkadaşlarını gösterdi. “Tanışıyor musunuz? Kürt yazarı Ahmet Koza!” “Hayır!” “Merhaba, memnun oldum!” Avedis Deragopyan, “Dünyada, Kürt yazarları en fazla hangi ülkede yaşar?” diye bir soruyla karşılaşsa, vereceği yanıtı biliyordu. Đsveç! Nedense ya Kürt yazarları gelip Đsveç’e yerleşiyordu, ya da buradakiler, kendilerini sağa sola yazar diye tanıtıyor, burs alıyorlardı! O nedenle Kürt yazarın ne yazdığını sormadı. Đçlerinde en ünlüsü Mahmut Baksı idi; onun da yazarlığı ortadaydı! Ancak, oraya bütün bunları yüzlerine vurmak için gelmemişti. Karşısındakilere sevgiyle yaklaşmaya çalıştı. “Yoldaşlar, bardaklarınız boşalmış! Sizinkileri dolduralım da, dünya barışının şerefine kaldıralım. Ne dersiniz?” Stockholm Polisi Narkotik Şubesi komiser yardımcılarından Marianne Malmberg, pardösüsünü Lasse’ye verirken, barda kalıp çıkışa bakacağını söyledi. Görevde iken içki içilmezdi ama, izleme işi onları bir meyhaneye sürükleyince, süt içecek değildi ya! O nedenle alkolü az iki bira istedi. Barmen bardakları verirken Lasse de yanına gelmişti. ”Biraz ilerimizde, iki karakafalı ile birlikte oturuyor!” diye rapor verdi. Marianne, Avedis’in burada kimlerle buluştuğunu merak ediyordu. Kendisini iki haftadan beri izlemekteydi ve Avedis’in ilk kez bir meyhaneye gittiğine tanık oluyordu. Pazartesi günleri yapılan planlama toplantılarından birine Đsveç gizli polisi SAEPO’nun komiserlerinden biri de katılmıştı. SAEPO, Đsveç’teki bazı siyasi sığınmacı gurupların uyuşturucu madde kaçakçılığı yaptığını ileri sürmüştü. Ne var ki, birçok meslektaşı, toplantıdan sonra kendi aralarında konuşurken bu ihbarın Đsveç’e gelen sığınmacıları zor duruma düşürmek için Türk gizli polisi tarafından uydurulduğu kanısındaydı. Gene de aksi kanıtlana dek Avedis’i izleyeceklerdi. O, Amerika’ya göç etmiş, bir başka Ermeni’nin, Morris Deragopyan’ın kardeşiydi. Marianne Malmberg, Avedis’in dosyasında okumuştu. “Đçki ile arası hiç hoş değildir!” bilgisi vardı. Aslında onun yaşantısında bu tür eğlence yerlerine pek yer yoktu. O nedenle, Avedis’in arkadaşlarıyla kafa çekmesine pek bir anlam veremedi. Birasını yudumlarken, dosyadaki bilgileri, onun hakkında tutulan raporların eksikliğine yorumladı. Avedis Deragopyan masasındakilerin konuşmalarını biraz yavan buldu. Sadece kadından kızdan konuşmayı kendine yakıştıramıyordu. O bir Ermeni Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 123 devrimcisiydi. Canı sıkıldı; bir an bakışları oturduğu koltuğun tam karşısındaki resme takıldı. Duvara yağlıboya bir resim yapılmıştı. “Yoldaki Çingeneler”di, tablonun adı. O kovboy filmlerinde görülen, tenteli arabayı bir çift at çekiyordu. Arabanın içinde kadınlar vardı. Önde ise üç kişi, bir kemancı, akordeon çalan bir başkası ve elinde kocaman sopasıyla yaşlı bir Çingene gidiyordu. Avedis’in bakışları giderek donuklaştı. Daldı; kendini o çingenelerden birinin yerine koydu! Aslında kendisi de bir Çingene’den farklı değildi! Daha doğrusu bütün Ermeniler, yüzyıllardır kendi topraklarında yaşayamıyor; Çingeneler gibi göçebelik yapıyorlardı! Avedis halkının başına gelenleri düşündükçe göğsü daralmaya başladı ve giderek öfkelendi!.. Ermeniler, Perslerle akraba bir halktı. Hayk’ın oğlu Aram zamanında ülkenin sınırları genişlemiş, Ermenistan’ın temelleri atılmıştı. Aram adından Armenak sözcüğü doğmuş, eski Yunanlılar da ona Armenios, ülkesine de Armenia adını vermişti. Ancak, Ermeniler, Asur kraliçesi Semiramis’in ordularına yenik düşmüştü. Büyük Đskender’in askerleri, Sansaniler, Araplar, Bizanslar ve Selçuklular tarih boyunca Ermenistan’a egemen olan güçlerin başında gelmişti. Aslında Avedis Deragopyan göç eden Çingenelere ait duvar resmini incelerken tarihin derinliklerine doğru bir yolculuk yapıyordu. Anımsadığı kadarıyla milattan sonra 859 da, bir Ermeni prensi olan Aschod, halifelerin desteğiyle Ani kentinde bir Ermeni Krallığı kurmuş, ama Anadolu’nun Türkler tarafından ele geçirilmesiyle birlikte Bizanslılarla Türkler arasında kalan Bagrati hanedanı kısa zamanda yok olmuştu! Đşte Ermeniler, o gün bugün dağılmışlardı. Önce Anadolu’ya, derken Balkanlar’a, Orta Doğu’ya, Hindistan’a, Rusya’ya ve 1915 Sürgün’ünden sonra da bütün dünyaya!.. Ermenilerin tarih sahnesine ikinci kez çıkışları Haçlı Seferleri sırasında olmuştu. Kafkasları terk edenlerin büyük bir bölümü de, gelip Kilikya’ya yerleşmişti! Öldürülen Ermeni kralının akrabası Rhupen ve yandaşlarının Toros dağları eteklerinde yaşayan silahsız Süryanileri dize getirmesi zor olmamıştı. Orada, yeni bir krallık kurmuşlardı. II. Leo’nın, şimdi Kozan adıyla tanınan tarihi Sis kentinde Ermeni kralı olarak taç giydiğinde, yıl 1198 idi. Avedis Deragopyan, karşısında duran ”Çingenelerin Göçü” adlı tabloya bakarken Ermenilerin acıklı kaderini düşünüyordu! Kendileri de Çingeneler gibi dünyanın dört bir yanına dağılmışlardı. Ancak onlardan ayrıldıkları noktaların başında ise dinlerine karşı duydukları büyük saygı ve bağlılık geliyordu! Üstelik çalışkandılar; ticaretten, el sanatlarından ve güzel yemeklerden hoşlanırlardı! Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 124 Tablonun ne kadar pastel, yumuşak renklerle boyanmış olduğunu düşündü. Renkler, sergilenen gerçeğin, yaşam koşullarının, sertliğiyle adeta alay ediyordu! Dedesi de Suriye’ye böyle bir arabayla gelmişti. Babası, herhalde o zamanlar atların yanında koşan şu küçük çocuk kadar olmalıydı! Avedis, gözlerinin dolu dolu olmaya başladığını hisseti. Sanki gırtlağına bir düğüm gelip oturmuştu. Onu söküp atmalıydı. Birasını bir dikişte bitirdi. “O ne acelecilik öyle! Sarhoş mu olmak istiyorsun?” Bir an durdu. Kendisine takılan Yakup’a ne diyeceğini bilemedi. Derin bir soluk aldı. Aynı yörenin ve farklı dünyaların adamı olduğu ortadaydı. Onlara ne söyleyebilirdi? Kendi topraklarına artık Kürtlerin sahip çıktığını mı? Asla! Onlarla kozlarını daha sonra paylaşacaklardı. Karşısındaki Türk’e baktı. Đçin için güldü. Acaba onlar kadar tarihini az bilen başka bir halk var mıydı? Sonra bakışlarını onun gözlerine dikerek: “Keyifsizim Yakup, deşme beni!” dedi. “Hayrola neyin var?” “Biz devrimciyiz diye anneme pasaport vermiyorlar! Elçilikte tanıdığın biri varsa söyle de bize torpil yapsın!” Yakup Vardar, Avedis’e acıdı. Sağlam bir devrimciydi. Ermenilere karşı oldum olası bir yakınlık duyardı. Onlar da yerlerinden, yurtlarında olmuşlardı! Avedis’in ailesinin Türkiye’de yaşadığını bilmiyordu. Ona yardım etmeliydi. Belki Müsteşar Metin Bey’e durumu açabilirdi. Ya da Konsolos Sinan Bey! Hayır, en iyisi Metin Beydi. Büyükelçi olmadığına göre, şimdi yetkisi daha fazlaydı. Ne de olsa onun vekiliydi!.. “Yakup yavrum, beni Elçi Beyin yanına götür de, derdimi ona anlatayım! Yaşlı anamı yanıma almak istiyorum. Onun Türkiye’de artık hiç kimsesi kalmadı!” “Burada Büyükelçi yok ama, seni Müsteşar beyle tanıştırayım!” “Evini biliyorsan, oraya gidelim. Ben şöyle güzel bir çiçek yaptırırım!” Metin Karayel, bir akşam Stockholm’de oturan Türk gazetecileri evine davet etmiş, ağırlamıştı. O nedenle Yakup, Müsteşar’ın nerede kaldığını biliyordu. Evinde, Türkiye’deki müzeleri kıskandıracak derecede, zengin Türk eserleri koleksiyonu vardı. Bütün mobilyaları antikaydı. Herkes gibi o da Metin Karayel’in eşyalarına hayran kalmıştı. O nedenle Müsteşar’ın evini unutamazdı. “Döbelsgatan caddesinde oturuyor ama, randevu alırsak seninle Elçiliğe gideriz!” “Sonra beni Ermeniyim diye yakalamasınlar, öyle mi?” “Yok canım, onlar yakalayabilse, ASALA’dan birini yakalarlardı!” “Hah! O zaman ben hiç gidemem!” Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 125 Avedis’in yaptığı espriye hep birlikte güldüler! Kahkahaya susamışlardı. Avedis, gülerken başını döndürünce, bakışları yandaki masada oturan orta yaşlı kadın ve arkadaşına takıldı. Bu akşam hovardalığa çıkmışa benziyorlardı. Hani, “Cami yıkılmış ama mihrap yerinde kalmış!” diye bir atasözü vardı ya. Đşte öyle bir şeydiler ve deminden beri Yakuplara gülücükler yağdırıyorlardı. Türk gazeteci Yakup Vardar ve Kürt yazarı Ahmet Koza da yan masadakilerin ilgisinin farkındaydı. Artık bu “şen dullara” yazarlıklarını, gazeteciliklerini ballandıra ballandıra anlatabilirlerdi. Kadınları tavlayabilir, götürebilirlerdi! Zaten Wasahof’a o nedenle gelmişler miydi! Avedis Deragopyan onları yalnız bırakmak istedi. Hem öğreneceğini de öğrenmişti! Ayağa kalkarken: “Çocuklar ben kaçayım da siz de rahatça dalganızı geçin!” dedi. Marianne Malmberg Avedis’in aynı anda ayağa kalkışını gördü. Demek ayrılıyordu. Dosyasında ”Đçki ile arası hoş değildir!” bilgisi vardı. Yaşantısında, bu tür eğlence yerlerinde zaman öldürmesine yer yoktu. O nedenle Avedis’in arkadaşlarıyla kafa çekmesine pek anlam verememişti. Marianne, Avedis’in yanlarından geçip gidişini izledikten sonra Lasse’ye dönerek: “Ben burada kalayım. Konuştuğu insanların kim olduğuna bakacağım. Sen devam et. Olur mu?” dedi. Lasse Hermansson vestiyere doğru giderken arkadaşına takılmadan edemedi: “Bakıyorum, işin içine körpe delikanlılar girince bizi göreve salıyorsun!” Marianne’ın hışımla kendisine baktığını görünce keyiflendi. Sinsi bir ses tonuyla: “Elbet bir gün ödeşiriz!” dedi. 38 Orhan Aykut’u Đsveç’in Arlanda Havalimanı’na iner inmez şaşırtan, çevrenin temizliği inanılmaz oldu. Uçakları gümrük salonuna bağlayan koridorlar ayna gibi parıldıyordu. Binlerce yolcunun gelip gittiği koridorlarda en küçük bir çamur parçası görülmüyordu. Az ileride, başı eşarplı genç bir kadın yerleri paspaslıyordu. Geçerken göz ucuyla kadına baktı. Elmacık kemikleri, kırmızı yanakları ve kahve rengi gözleriyle sanki “Ben Türküm” diyordu! Koridoru geçip, gümrüğe gitmek üzere merdivenlerden aşağı inerken aklında yanıtını bulamadığı bir soruyu kendi kendine mırıldandı: Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 126 “Buraları temizleyenler de bizim insanlarımız ama, ülkemiz neden böyle temiz değil?” Uluslararası havalimanları için küçük sayılacak bir salonda geldi. Karşısında iki çıkış kapısı vardı. Pasaport kontrolü yapılıyordu. Orhan Aykut’u yadırgatan, Oslo yolcularının bir çoğunun yanlarında pasaportlarının olmayışı oldu. Bazıları da sınır polisine, kredi kartı büyüklüğündeki kimliklerini göstererek kapıdan geçiyordu. Acaba bir gün Türk vatandaşları da kimliklerini göstererek Kuzey Kıbrıs’a, Yunan adalarına ya da neden olmasın Azerbaycan’a gidebilecek miydi? Orhan Aykut aklından geçenleri gerçekleştirebilmenin bir insan yaşamına sığmayacak kadar çetrefilli ve zaman ayacağını düşününce yüreği cız etti. Elini cebine attı. Kırmızı üzerine altın yaldızlı harflerle süslü diplomatik T.C. pasaportunu giriş kapısındaki görevliye uzattı. Karşısında oldukça güzel ve bakımlı bir kadın vardı. Otuz beşinin biraz üstünde gösteriyordu. Orhan Aykut da pasaportunu inceleyen kadını süzmeye başladı. Dikkatini burada da çeken Đskandinav kadınlarının o kendine özgü fiziksel üstünlüğü oldu. Özellikle Đsveçli kadınlar gerçekten güzeldi. On üzerinden ortalama yedi-sekiz alırlardı! Kadınsallıktan çok, bebeğimsi güzellikleri vardı. Genelde uçakta ve havaalanında karşılaştığı Đsveçli kadınlar ne Amerikalı gibi acayip şişman, ne Almanlar gibi tüylü, ne Fransız gibi zarif ve ne de Türk kadınları gibi aşırı makyajlıydı! Ancak, giyimlerine meraklı oldukları kolayca anlaşılıyordu. En azından giysilerinde titizlikle seçilmiş bir renk uyumu hemen göze çarpıyordu. Orhan Aykut kendisine geri uzatılan pasaportunu aldı. Cebine koydu. Camlı kapıyı iterek, bavullarını bekleyenlerin arasına karıştı. Artık Đsveç’teydi. Uçaktan gelecek bavulların gecikmesi biraz canını sıktı. Ama yapacak bir şey yoktu. Çaresiz beklemeye başlardı. Derken önlerinden geçip tekrar bekleme salonunun arkasından dolaşan şerit, o kendine özgü gürültüler çıkartarak dönmeye başladı. Çıkan on yedinci eşya, Orhan Aykut’unki idi. Bavul yerine çanta kullanmak, ona donanmada geçen yıllarından kalma bir alışkanlıktı. Gemilerde yerler dar olduğundan, çanta ya da gemici torbaları kullanılırdı. Çantasını kavradığı gibi dışarı çıktı. Danışmadan bir Stockholm haritası almak istedi. Ancak verilen harita çok küçük ve yetersizdi. Onun üzerine büfeyi sordu. Gidip oldukça ayrıntılı bir harita satın aldı. Sonra yeniden Danışma’ya geldi. Haritasını açtı. Görevliden, Türkiye Büyükelçiliği’nin adresini söyleyerek yerini işaretlenmesini istedi. Kadının Strandvaegen 84 numarayı bulması çok kolay oldu! Başka bir isteği? Evet, vardı! Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 127 Eğer mümkünse, bir de Döbelnsgatan caddesini bulabilir miydi? Danışmadaki kadın çevik bir bilek hareketiyle Stockholm’ün o tanınan caddesini de bir çırpıda daire içine aldı ve Orhan Aykut’a uzattı. Teşekkür ederek haritayı aldı. Kadının işaretlediği yerlere göz attı. Stockholm haritasının ilginç yanının ada parsellerinin üzerinde ev numaralarının yazılmasıydı. Acaba, Türkiye’ye gelen bir turist de, en küçük ayrıntılarına kadar bütün sokakların gösterildiği bir Đstanbul haritasına kavuşabilecek miydi? Paris’te, Londra’da olduğu gibi, cebe giren kitapçık haritalar basılabilecek miydi? Kim bilir? Belki Türkiye gerçekten turizme açılırsa, bu eksiklikler de giderdi! Havalimanının çıkış kapısına geldiğinde, taksileri göremedi. Hemen herkes kapıda duran büyük yolcu otobüsüne biniyordu. O da öyle yaptı. Koltuklardan birine yerleşti. Otobüsün kalkmasını beklerken cebindeki Stockholm haritasını çıkarıp incelemeye başladı. Bildiği her iki adres de Stockholm’ün kent merkezinde ancak farklı farklı yerlerdeydi; biri merkezin bir ucunda, diğeri öteki ucundaydı! Haritanın ölçeğine bakınca, aradaki uzaklığın aslında oldukça kısa olduğunu anladı. Toplasan üç-dört kilometreyi geçmezdi. Demek kendisine bulacağı otel, bu iki noktanın arasında olmalıydı. Küçük, girip çıkanın az olduğu bir otel arıyordu. Böyle bir yeri tek başına bulması olanaksızdı. Orhan Aykut’u Stockholm’e getiren otobüsü, sanki bir gündüz gibi aydınlatılmış otoyolda hızla ilerlerken, o kent merkezine gelince bir taksi şoföründen yardım alması gerekeceğini düşünüyordu. Bindiği otobüsün, Stockholm Sheraton’un önünde durması elli dakika sürdü. Otelin önündeki taksilerden birine yöneldi. Şoföre Stockholm’ün merkezindeki küçük otelleri görmek istediğini söyledi. Hayır. Belli bir adres bilmiyordu! Taksi şoförü önce biraz yadırgadı. Ancak müşterisini bir otelden bir diğerine götürmenin daha karlı olduğunu düşünüce keyiflendi. Taksi Stockholm caddelerinde uygun bir otel bulmak üzere yola koyuldu. Üçüncü kez durduğunda, Orhan Aykut aradığı oteli bulduğunu anladı. Hotel Haga, Hotel Domus derken şimdi de Hotel Tegnerlunden’in kapısındaydı. Önemli olan, otelin önünün açık olmasıydı! Kare şeklindeki küçük bir parka bakıyordu. Ferah bir yere benziyordu. Gelen geçeni inceleyebilir, eğer otelin çevresinde bekleyen olursa, onu hemen görebilirdi. Özellikle otelin küçük oluşuna sevindi. Lobisi yoktu. Giriş katında sadece küçük bir resepsiyon vardı. Kendisine uzatılan fişi doldurdu. Otele kaydını yaptırdı. Sonra resepsiyoncu kızın uzattığı anahtarı aldı. Odası üçüncü kattaydı! Asansöre yönelirken kız gene de arkasından seslendi: “Room number is threehundredone! Third floor!” Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 128 Çantasından eşyalarını çıkardı. Takım elbisesini gardıroba astı; çamaşırlarını da şifoniyere yerleştirdi. Evet, artık hazırdı. Öncelikle kendisine bir araba kiralaması gerekiyordu. Sonra, çıkıp kenti dolaşacak, çevresini tanıyacaktı. En azından anayolları ve önemli caddelerin adlarını ezberlemeliydi. Her zaman, her yerde adres soramaz, haritaya bakarak yolunu arayamazdı. Yatak ucunun biraz ilerisinde küçük bir yazı masası vardı. Masanın tam önünden, yatık bir duvar aynası yükseliyordu. Stockholm haritasını açtı. Onu, seloteyple aynanın üzerine yapıştırdı. Karşısına oturdu ve Stockholm’e bakmaya, kentin önemli yollarını belleğine geçirmeye başladı! Otelinin biraz aşağısından, Stockholm’ün en büyük caddelerinden biri geçiyordu. Üzerindeki Sveavaegen adını okudu. Bu cadde kentin tam göbeğine kadar uzanıyordu! Hotel Tegnerlunden, Müsteşar Metin Karayel’in evinden en fazla iki kilometre uzakta ve kaldırımın karşı kenarındaydı. Sveavaegen caddesine çıktıktan sonra önce sola dönecek, daha sonra sağa, onu kesen büyük caddeye, Odengatan’a sapacaktı! Müsteşar, sol koldaki üçüncü caddenin üzerinde, Döbelnsgatan caddesinde oturuyordu! Stockholm haritasına bakarken aklına Ermeni Dosyası’nda okuduğu bilgiler geldi. Hiç de iç açıcı değildi. Ermeniler son zamanlarda ayda ortalama birden fazla eylem yapıyorlardı. Ocak ayının başında Fransa’da Mali Müşavir Ahmet Erbeyli’nin arabasını havaya uçurmuşlardı. Ocak ayının sonunda, Đtalya’nın Milano kentindeki Đsviçre Turizm Bürosu’nda bir bomba patlatmışlardı. Aynı şekilde Los Angeles’de de Đsviçre’ye karşı bir saldırı düzenlenmişti. Amaçları, Đsviçre’de tutuklu bulunan iki Ermeni teröristin serbest bırakılmasını sağlamaktı. Şubat ayının ilk haftası Paris’te, Air France ve Amerikan uçak şirketi Trans World Airlines, TWA’ya karşı bombalı saldırı düzenlenmişti. Mart’ın dördünde, Çalışma Ataşesi Reşat Moralı ile din işleri görevlisi Teceli Arı, ASALA tarafından öldürülmüştü. Mart’ın on ikisinde de, bir grup ASALA militanı Đran’da harekete geçmiş, Tahran’daki Türkiye Büyükelçiliği’ni işgal etmeye yeltenmişti. Sandalyesinde gerindi. Ayna karşısında oturmaktan yorulmuştu. Kopenhag’da üç gün, Oslo’da da iki gün kalmıştı. Günlerden Cumartesi ve Mayıs’ın ikisiydi. Son zamanlarda çeşitli olasılıklar üzerinde duruyor, yarını, geleceği okumaya çalışıyordu. Eğer ASALA yeni bir eylem yapacaksa eli kulağında sayılırdı. Đstatistikler onu gösteriyordu. Bu nerede olurdu? Kestirmesi güçtü. Ancak, saldırı için yeniden bir Đskandinav ülkesi seçilecekse, bu ülkenin Đsveç olması Finlandiya ya da Norveç’ten daha olasıydı. Orhan Aykut’u böyle bir sonuca iten nedenler az değildi. Öncelikle Đsveç’te dünyanın dört bir köşesinden gelen sığınmacılar ve çeşitli terör gruplarının yandaşları Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 129 yaşıyordu. Ülkenin bütün Đskandinavya içinde merkezi bir konumu vardı. Üstelik aynı Fransa’da olduğu gibi Türkiye’yi sevmeyen kamuoyu ve basın faktörü de hesaba eklenmeliydi. Telefonun ahizesini kaldırdı. Resepsiyondaki kıza kendisi için bir taksi ısmarlamasını söyledi. Đlk işi, gidip kendine bir araba kiralayacaktı! 39 Adayı, hep üzerinden geçerken kuşbakışı görmüştü, ama ilk kez Kıbrıs’a geliyordu. Olimpic Hava Yolları’nın uçağı Larnaka’ya iniş için hazırlanırken kaptan pilot sağ tarafta Türklerin işgal ettiği Mağusa ve Maraş’ın görüldüğünü anons etti. Agop Agopyan, Rumların her fırsattan yararlanarak kendi davaları için propaganda yapmasına gıpta etti. Sonra başını pencereye yaklaştırdı. Đleride tarihi Mağusa Kalesi ile yanlarından iki minarenin yükseldiği Katedral’e gözü takıldı. Az ötede, limanının hemen yakınında, mini gökdelenlerin bulunduğu, modern binaları gördü. Caddelerinde ne otomobiller, ne koşuşan çocuklar, ne de gezinen insanlar vardı! Demek bir zamanların modern otelleriyle dolu “Maraş”, orasıydı! Bir hayalet kente benziyordu. ASALA lideri Türklerden bir kez daha nefret etti. “Elline geçen her şeyi yıkılıp harabeye dönüştürüyorlar!” diye söylendi, kendi kendine. Agopyan, Famagusta’nın düşmemesini Kıbrıslı Rumların beceriksizliğine bağlıyordu. Eğer Rumlar yaygaracılıklarının yanı sıra, biraz da kalıplarının adamı olsalardı, Famagusta, asla Gazi Mağusa olamayacaktı! Ancak olan olmuştu! Bu arada uçak da iniş takımlarını açmış, Larnaka International’e doğru süzülüyordu; Agop koltuğunu düzeltti. Az sonra Kıbrıs Cumhuriyeti topraklarına ayak basacaktı. Yeryüzünde Araplar dışında Türklerden nefret eden iki halk vardı. Biri Ermeniler, diğeri de Rumlardı. Bu iki halkın ortak düşmanlarına karşı birleşmesi, güç birliği yapması gerekirdi. Đşte bu önemli görevi gerçekleştirmek için buradaydı. Agop Agopyan elinde küçük çantası, gümrüğe doğru giderken yanına Đngilizce bilen sivil bir Rum polisi yaklaştı. “Kıbrıs’a hoş geldiniz.” dedi. Kendisi beklenmekteydi. Pasaportunu istedi. Elinden çantasını da alarak kuyrukta bekleyenlerin önüne geçti. Pasaport polisinin yanına gitti. Ona bir şeyler söyledi. Pasaportu damgalatmadı. Yol gösterip kendisini VĐP salonuna aldı. Herhalde onun Kıbrıs’a geldiğinin anlaşılmaması isteniyordu. Dışarı çıktılarında, Kıbrıs’ın o boğucu sıcağını yüzünde hissetti. Kapıda Bentley marka lacivert bir Đngiliz arabası ile şoförü kendilerini bekliyordu. Onu Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 130 selamladı. Đçine kuruldu. Sivil Rum görevli de yanına yerleştikten sonra araba hareket etti. Kendini bir an için çok mutlu hissetti. Aslında lüks Amerikan arabalarına da binmişti ama, hayatında ilk kez bir Bentley’de yolculuk yapıyordu. Đnsana evini anımsatmayacak kadar rahattı. Ancak bir anda irkildi. Sol trafikten olacak, karşıdan gelen arabalar, insana sanki çarpacakmış gibi, ters yoldan geliyorlardı. Ancak ilk andaki şaşkınlık yerini keyifli bir duyguya bıraktı. Sonunda amaçlarından birini daha gerçekleştiriyor, Türk düşmanlarını kendi çevresinde topluyordu. ASALA lideri gönül rahatlığı içersinde pencereden dışarı baktı. LarnakaLefkoşa otoyolu, son derece kıraç, beyaz toprakların arasından, daha sonra da öbek öbek ağaçların ve makilerin bulunduğu tepelerin yanından geçiyordu. Ancak trafik umduğundan da yoğundu. Kıbrıs’ta ne kadar da çok araç vardı? Yanındaki mihmandarı, ona önünden geçtikleri yerleri anlatırken, Agop, bundan iki saat önce ardında bıraktığı Beyrut’u düşünüyordu. Önceki gün, Falanjistler Batı Beyrut’u top ateşine tutmuşlardı. Açılan karşılıklı ateş sırasında dokuz şarapnel de Burç-Hammud’a, Ermeni mahallesine inmişti. Hasar büyüktü. Ancak Agop’u asıl üzen, Beyrut’un kendi öz vatanları olmamasıydı. Rumlar beş-altı yıl önce savaştan çıkmışlardı. Ama kendi topraklarında oturduklarından savaşın izi gözükmüyordu. Kuzey’den göç eden Rumlar da, Beyrut’taki Filistinliler gibi, mülteci kamplarında yaşamıyordu! Mihmandarı göz ucuyla Apop Agopyan’ı süzerek Kıbrıs’ın, bu önemli konuğunu üzerindeki ilk izlenimlerini ölçmeye çalıştı. Anlaşılan o da bütün yabancılar gibi gördüklerinden etkilenmişti. Evet, savaştan çıkmış olmalarına karşın gene de tam iki yüz bin göçmene sahip çıkmış, ülkelerini kalkındırmışlardı. Kolay değil, ama zoru başarmışlardı. Birden yolun sağ tarafında uzanan koruluğu gördü. Agopyan’a dönerek işaret ederek: “Đşte sizin ünlü Melkonyan Enstitüsü’ne giden yol!” dedi. ASALA lideri heyecanla gösterilen yere doğru bakarken yüreğinin ısındığını hissetti. Ne de olsa Ermeni davasının en önemli merkezlerinden birinin önünden geçiyorlardı. Agopyan, Melkonyan kardeşleri saygıyla andı. 50’li yılların başında bu dünyadan göçerken arkalarında çok önemli bir servet bırakmışlardı. Tekstil kralı bu iki kardeşin, Ermeni davasını savunacak gençlerin eğitimi için harcadığı para tam yetmiş milyon Amerikan dolarıydı. Đlk fırsatta bu tarihi enstitüyü ziyaret etmeliydi. Derken Agop Agopyan’ı taşıyan araba Lefkoşa’ya, Başpiskopos Makarios’un adını taşıyan geniş caddeye girdi. Đlk izlenimi, Beyrut ve diğer Arap başkentleri ile kıyaslanamayacak kadar düzgün bir kent olmasıydı. Trafik soldan gitmesine karşın gene de kolay akıyor, arabalar korna çalmıyor ve halk geniş kaldırımlarda rahat rahat Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 131 geziniyordu. Lefkoşa şüphesiz eski Beyrut kadar lüks ve dev bir kent değildi; ama her şey derli topluydu. Az sonra arabaları Lefkoşa surlarının önünden geçen bir caddeye girdi. Agop Agopyan Lefkoşa’nın tarihi kent surlarının önünden geçerken heyecanlandı. Ne de olsa, yüzyılların yağma ve yıkımından kendini korumuş, dünyanın zamana karşı diklenmiş sayılı surlarından birini görüyordu. Ömründe ilk kez Türklerin bu kadar yakınına gelmişti. Đlk fırsatta Yeşil Hat’ı, Rumları Türklerden koruyan sınır bölgesini görmek istiyordu. Bu isteğini heyecanla mihmandarına söyledi. Rum Polisi başıyla Agop’u onayladı; sonra kulağına eğilerek usulcana fısıldadı: “Bakın burası Yeşil Hat. Şu gördüğünüz de Baf Kapısı” ASALA lideri daha fazlasını görmek isteyince başını salladı. “Siga siga!” Rumca,”Yavaş yavaş!” diyerek günün programını açıkladı. Önce otele yerleşip dinlenmeliydi. Öğleden sonra gelip kendisini alacaktı. Holiday Inn, Baf Kapısı yakınlarında, Lefkoşa’nın surlar içindeki en büyük oteliydi. Agop Agopyan’a yedinci katta, kente bakan köşedeki iki odalı büyük dairelerden birini ayırtmışlardı. Ama Agop kendisine, arka tarafta, otelin Türk kesimine bakan cephesinden bir oda verilmesini istedi. Türkleri ve bir yerde adanın Türklerin elinde kalan kuzey kesimini görmek istiyordu. Rum mihmandarı gülümseyerek ona anlayış gösterdi. Resepsiyondaki kadına Rumca bir şeyler söyledi. O da süt gibi beyaz dişleriyle gülümseyerek Agop’a yeni bir anahtar uzattı: üzerinde Holliday Inn, room 612 yazılıydı. Bellboy, Agop’un eşyalarını kaptığı gibi kendilerine yol gösterdi. Asansörle altıncı kata çıkarlarken mihmandarı biraz da gevezelik edebilmek için havadan sudan konuştu. Ardından: “Bazen bizim güneyde yaşayan Rumlar da bu otele gelip, Türk kesiminde kalan evlerini uzaktan olsun görmek için otelin arka tarafında kalmak isterler.” dedi. Agop Agopyan yanıt vermedi; sadece acı acı gülümsedi. Odası, dünyanın bütün lüks otelleri gibi birbirine benzeyen, zevkle döşenmişti. Đçerisinin ne denli serin olduğunu balkon kapısını açınca anladı. Akdeniz’in sıcak havası yüzlerine vurdu. Döndü, kendisini bekleyen Bellboy’a bahşişini verdikten sonra balkona çıktı. Derin bir soluk aldı. Sanki Lefkoşa’yı kucaklamak istiyordu. Aşağısı öğle sıcağına karşın gene de kalabalıktı. Evlerine gitmekte olan Ada’lılar, şaşkın şaşkın gezen turistler ile caddelerinde Japon ve Đngiliz arabalarının egemen olduğu ters trafik!.. Bir süre onun işleyişi izledi; sol trafiğe alışmak kolay değildi!.. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 132 Sonra, aklına öteki Lefkoşa geldi. Başını biraz çevirince karşısında, ilerideki dağın yamacına yapılmış, devasa Türk Bayrağı’nı gördü. Türk kesiminde, göz alabildiğine uzanan boz renk egemendi. Đki üç katlı evler, bahçelerde gözüken tek tük hurma ve selvi ağaçları... Surların içinde ise, daracık sokaklar ve çoğu yıkık, kerpiç evler vardı. Minarelerinin üzerine bayrak direkleri asılıydı! Đlk bakışta buna bir anlam veremedi. Derken aklına Beyrut’un bölünmüşlüğü geldi. “Türkler, varlıklarını göstermek için minareleri bayrak direği gibi kullanmışlar!” diye düşündü. Onunla birlikte Lefkoşa’nın Türk kesimine bakan mihmandarı sonunda Agopyan’a kenti tanıtmak istedi: “Şu sol tarafta gördüğünüz, hurma ağaçlı büyük bahçeli köşkte, Denktaş yaşar!” “Surun hemen yanındaki büyük iki katlı evde mi?” “Evet, orası eskiden Đngiliz Valisinin konutu idi!” Mihmandarı ile, otel odasının balkonundan Türk tarafına bakıyorlardı. Adanın Rum bölgesi, yüksek apartmanları ve temiz sokaklarıyla, Türk kesiminden hemen ayrılıyordu. Agop’un dikkati, ortada gözle görülen farklılığa kaydı. Bir tarafta kerpiç evler, öte yanda modern apartmanlar! Bu yalnız “Yeşil Hat”ın varlığı ile açıklanamazdı. Artık Türkler, Rumlar ve Ermeniler bir arada yaşayamaz duruma gelmişlerdi? Agop, bu duruma neden olarak sağlıklı bir yanıt bulamıyordu. Aslında Osmanlı Hakanlığı’nın, dünyanın en uzun ömürlü imparatorluklarından biri olmasının sırrı, bu sorunun yanıtında yatıyordu. Onlarca halk yan yana ve iç içe yaşamış, hatta Osmanlıca denilen bir çeşit karma dil kullanmışlardı. Mihmandarı Agop Agopyan’ı daldığı düşüncelerden uyandırdı; izin isteyerek odadan ayrılmak istedi. Öğleden sonra yeniden buluşacaklardı. Agop Agopyan onu geçirmek için odaya girdi. Mihmandarını uğurladıktan sonra otelin dış kapısını kapattı. Televizyonu açtı. Rumca bilmese bile uluslararası bir haberin konusunu karineyle çıkartabilirdi. Sonra mini bardan soğuk bir bira kutusu aldı. Yatağına oturdu ve birasını bardağa boşaltmadan yudumlamaya başladı. Osmanlı Hakanları, her dini azınlığa tam özgürlük vermişti. Yahudiler, Rumlar, Ermeniler, Süryaniler, Gürcüler, Bulgarlar, Boşnaklar, Sırplar kendi din adamlarının sorumluluğunda ve yönetiminde yaşamışlardı. Avrupalı tarihçilerin “Millet Sistemi” diye adlandırdığı bu yapı, dini liderlere sonsuz yetkiler tanımıştı. Vergilerini kendileri toplamış, cemaat içinde çıkan hukuki sorunları kendileri çözmüşlerdi. Hıristiyan azınlık, Osmanlı yönetiminde, devlet içinde devlet olarak yaşamıştı! Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 133 1461 yılında, Hüdaverdigar’daki (Bursa) Ermeni Piskoposu Hovakim, Đstanbul’a getirilerek, ona “Ermeni Patriği” unvanı verilmişti. Ermeniler, Osmanlı Đmpatarorluğu’nda, “En fazla ayrıcalığa sahip azınlık” sıfatını almıştı. Đmparatorluktaki hemen hemen bütün Dışişleri Bakanları, yabancı ülkelere gönderilen elçiler hep Ermeniler arasından seçilmişti. Agop Agopyan yatağında bir süre daha Türk-Ermeni ilişkilerini düşünürken sızdı, kaldı. Yeniden uyandığında telefonun zili çalıyordu. Aşağıda beklenmekteydi. ASALA lideri yatağında uyuya kaldığını söylemek istemedi. Ama az sonra hazır olabilecekti. Acele etmeli, en azından üstündekileri değişmeliydi. Aşağı indiğinde mihmandarı Antonis Polidoras ayağa kalkarak kendisini karşıladı. Öğle uykusundan sonra yıkanmış, üzerine krem rengi keten bir takım elbise giymişti. Briyantinli saçları arkaya taranmıştı. Kendisini saygı ile selamlayarak: “Hazırsanız, çıkabiliriz!” dedi. “Tabii, bekletmeyelim!” Agop Agopyan, Holiday Inn otelinin lobisinden çıktığında, yüzüne sıcak bir hava çarptı. Sanki biri, fırının kapağını açmıştı. Allah’tan hizmetine verilmiş aracı otelin önünde bekliyordu. Arabanın, dana derisi koltuğuna kurulduğunda soğutucunun o limonatamsı serinliğiyle bir an ürperdi. Lüks, keyifli bir gereksinimdi. Ne yazık ki, gidecekleri yer pek o kadar uzak değildi. Rum Milli Muhafız Ordusu’nun Karargahı, yakınlardaydı. Geniş merdivenlerden yukarı çıktıktan sonra uzun bir koridoru geçtiler. Çift kanatlı ve üzeri deri marokenle kaplı bir kapının önüne gelince mihmandarı Antonis Polidoros öne geçti ve kapıyı açtı. Tam karşılarındaki masada alımlı bir Rum kızı oturuyordu. General’in sekreteri olmalıydı. Kız hemen ayağa kalktı. Antonis’e beklendiklerini söylerken, yandaki odanın kapısını açtı. Đçeri girmesiyle çıkması bir oldu. Başkan kendilerini hemen kabul ediyordu. Agop, biraz heyecanlanmıştı. Ne de olsa, karşısında Yunan Ordusu’nun gerçek bir generali vardı. Oldukça büyük ve loş bir odaya alındılar. Tam karşısında maun bir masa, arkasında, Yunan ve üzerinde zeytin dalları arasında beyaz üzerine sarı Kıbrıs haritası olan Rum bayrağı asılıydı. Đkisinin arasında ise, duvarın ortasında, Başpiskopos Makarios’un renkli bir resmi vardı. Kapının hemen sağında uzun bir toplantı masası, duvarda da Doğu Akdeniz’in fiziki haritası duruyordu. Yunan generali gelip elini uzattı. “Kalispera, kalos orisate sti Kipro.” Ardında da “Đyi akşamlar! Kıbrıs’a hoş geldiniz.” diye söylediklerini Đngilizce tekrarladı. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 134 Yolculuğu nasıl geçmişti? Kaldığı otelden memnun muydu? Daha önce Ada’ya gelmiş miydi? Kıbrıs’ı nasıl bulmuştu? Burada görmek istediği özel bir yer var mıydı? Agop, bir yandan önüne konan limonatayı yudumlarken, bir yandan da kendine yöneltilen soruları yanıtlıyordu. Tarafların birbirini tarttığı ve sınadığı bu anlamsız konuşmalardan nefret ederdi. Ancak yapacak bir şey yoktu. O da, istemeye istemeye, karşısındakine sorular sormaya başladı. Kendilerine sunulan, buzlu limonataya diyecek yoktu! Ada’nın limon bahçeleri kuzeyde kalmamış mıydı? Yeşil Hat’ta sınır çatışmaları çıkıyor muydu? General, Kıbrıslı mıydı? “Hayır, bizim hanım Limasollu. Çocuklar burada doğdu, büyüdü. Đşte artık bende Kıbrıslı, Adalı sayılırım!” Tuğgeneral Dimitris Karafias elli yaşlarında, kumral, ince uzun yüzlü, hafif dalgalı saçlı, atletik yapılı biriydi. Burnu ve yanakları güneş yanığı lekeleriyle doluydu. O da yakıcı güneş altında kaldığının kanıtıydı. Her Akdenizli gibi kendi isteğiyle güneşlenmeyeceğine göre, her halde askerlerini sık sık denetlerken yanmış olmalıydı! “Kıbrıs’a ilk geldiğimde yüzbaşı rütbesindeydim. Azrail ile, bizim Kokkina, Türk’lerin Erenköy dediği bölgede yapılan savaşlarda tanıştım. Onunla dostluğumuz, o gün bugün sürüyor!” General Karafias, kendi sözlerine, acı acı gülerek konuşmasını sürdürdü: “Zaten o dostluğumuz sayesinde Hazreti Đsa’ya henüz kavuşamadım ve pek acelem de yok!..” Birlikte gülüştüler! Agop, karşısında deneyimli bir askerin olduğunu sezmişti. Generalin anlattıklarına bakılırsa o, birçok savaşa girip çıkmıştı! Böyle ölüme meydan okuyan bir Yunanlı ile tanışması onun çıkarınaydı. Birden Dimitris Karafias’a kanı ısındı. Đkisi de aynı cephenin askeri değil miydi! “Generalim!” diye söze başladı ve sesine yalvaran bir ses tonu vererek devam etti. “Sizin bilginize, deneyimlerinize ihtiyacımız var!” Agopyan, sözlerin etkisini karşındaki insanın gözlerinin içinde ararcasına bir an sustu. Generalin pohpohlanmaktan hoşlanacağına emindi. Ona baktı. Belli belirsiz bir parıltının bu Akdeniz insanının gözlerinde yanıp söndüğünü sezdi. Aldanmamıştı! “Biz Ermenilerin Türklere düşmanlığı, tıpkı Yunanlılarınki gibi, çok eskilere dayanır. O nedenle bizi de kanatlarınızın altına alın!” “Siz de, zaten bu amaçla Kıbrıs’ta değil misiniz, Kumandan?” Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 135 Agop Agopyan, utancından kızardığını hissetti. Rum Generali de kendisine “Kumandan!” diye iltifat ediyordu. Hoşuna gitti. Ancak, “Yoksa o da benim gibi mi düşünüyor”, diye aklından geçirdi. Aldırmadı. Đyi ki Rum Muhafız Ordusu ile ikili ilişki kurmuştu. Aslında bağlantıyı Kilise aracılığı ile sağlamıştı. Bir Ortodoks Kiliseleri toplantısında Beyrut’taki Ermeni Patriği Katolikos II. Karakin, Kıbrıs Rum Piskoposuna Beyrut’taki Ermenilere yardım elini uzatacak birini tanıyıp tanımadığını sormuş, o da bu konuda elinden geleni yapacağına söz vermişti. “Lojistik desteğe ihtiyacımız var. Beyrut’tan Avrupa’ya gidişlerde, Kıbrıs’ta kalabilirsek çok iyi olacak. Böylece gümrük kapılarında pek sıkıştırılmayız. Generalim! Bu, bizim için çok önemli!..” General Dimitris Karafias, Agop’a baktı. Karşısındakinin kendisine bazı mesajlar vermek istediğini anladı. Ancak sözcüklerin üzerine basarak “kapılarda sıkıştırılmamak” istemesini hemen yorumlamak istemedi. Aklına çeşitli nedenler geliyordu ama emin olmalıydı. O nedenle hiç renk vermeden sordu: “Bu sizin için o kadar önemli mi?” Agop, Dimitris Karafias’ın kendisine, açıkça söylenmeyen, gizli bir soru yönelttiğini sezer gibi oldu. Acaba General’e ne oranda açılmalıydı? Bunu bir çırpıda kestiremedi. Ne var ki, Lefkoşa’ya kendi isteği ile gelmişti ve kalıcı, sağlam ilişkiler kurmak istiyordu. Karşısındakinin de ortak düşmana karşı kendisiyle omuz omuza çarpıştığını anımsayınca kararını vermekte gecikmedi. Ona karşı açık ve dürüst olmalıydı. “Tabii ki çok önemli, sayın generalim! Bize davamızda, destek olabilecek sadece Ermeni Kilisesi var! Bir de birkaç zengin Ermeni! Ancak bu destek yeterli değil. O nedenle kendi finansmanımızı kendimiz karşılamaya çalışıyoruz!” General Karafias, Agopyan’ın açık sözlülüğüne sevindi. Politikacılardan ve kaypakça konuşmalardan nefret ederdi. Koltuğunda arkaya doğru keyifle yaslanarak sordu: “Peki, biz size nasıl yardımcı olacağız?” Agop Agopyan durumu açıklamak istedi: “Sayın Generalim, bildiğiniz gibi Kıbrıs’ın kapısı Larnaka International! O nedenle arkadaşlarımız burada buluşacaklar. Örneğin bir arkadaşımız, gitmek istediğimiz ülkeden, diğeri de Lübnan’dan Kıbrıs’a turist olarak gelecek. Lübnan’dan gelen arkadaşımız, Finlandiya’dan gelen arkadaşımızla Larnaka Havalimanı’nda buluşacak!” ASALA lideri konuşmasını biraz daha anlaşılır hale getirebilmek düşüncesiyle sanki ellerini temizlercesine avuçlarını birbirine sürterek gülümsedi. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 136 “ Artık, duruma göre ya “Malı” değiş tokuş edecekler ya da birbirlerinin uçuş kartlarını alarak uçaklarını değiştirecek, birbirlerinin uçaklarına binecekler!” Agop Agopyan konuşmasına kısa bir ara verdi. Karşısındakinin olayı tam olarak anlayıp anlatamadığını kestirmek istiyordu. Biraz zaman kazanmak istedi. Sehpanın üzerindeki limonatasını yudumlarken General Karafias’ın gözlerinin içine baktı. Onda aradığı kıvılcımları göremeyince konuyu biraz daha açması gerektiğini anladı. “Diyeceğim, böylece Avrupa’ya göndereceğimiz arkadaşımızın nereden yola çıktığını gizlemiş olacağız. Bir aksilik halinde izinin sürülmesini istemiyoruz da!..” “Güzel bir çözüm bulmuşsunuz kumandan!” Agop Agopyan Yunanlı Generalin planlarını beğenmesine sevindi. Anlatmak, ayrıntılara girmek, ne denli iyi bir kurmay olduğunu karşısındakine kanıtlamak istiyordu: “Sağ olun Generalim. Bir de başka yöntemimiz var. Örneğin buraya Finlandiya’dan grupla gelen bir arkadaşımız diğer Finlilerle birlikte aynı otelde bir hafta kaldıktan sonra gerisin geriye Finlandiya’ya dönecek. Otelde, diğer turistlerle iyi ilişkiler kurması, onun dönüşte sınırdan daha rahat geçmesine yol açacak. Ehh! ne de olsa Kıbrıs’tan dönen bir turist kafilesine Finlandiya gümrüğünde pek bakmazlar. Zaten bizim istediğimiz de bu! Böylece, hem vurucu güçlerimizi, hem de getirdiğimiz malları Avrupa’ya rahatça sokabiliriz.” General Dimitris Karafias beklediği yanıtı almıştı. Karşısındakinin gözü karaydı. Onlara Türkleri bunaltacak eylemleri kolaylıkla yaptırtabilirdi. Ancak, acele etmemeli, olayların kendiliğinden gelişmesini beklemeliydi. Pazarlıkta söz sahibi olmanın bir koşulu da kartları zamanında açmak değil miydi? Ona sigarasından uzattı. Kendisi de dudağına bir tane Rothmans iliştirdikten sonra Agop’unkini yakarken Ermenilerin kendilerinden ne kadar az istekte bulunduğunu düşündü. Aslında Agopyan’ın istediklerinin gerçekleştirilmesi hiç de zor değildi. ASALA lideri de bu arada konuşmasına ara vermiş, kendisine uzatılan sigarayı yakmıştı. Agop, bir süre dumanın odaya yayılışını izledi. Ardından, Yunan Generalle göz göze geldi. Kendini topladı ve yeni bir atak yapmak istedi. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin neden kendilerine yardım etmesi gerektiğine biraz açıklık getirdi. “Bizim, Türkiye’den Batı Ermenistan topraklarını geri istememiz sizin de çıkarınıza! Böylece dünya kamuoyu, Kıbrıs’taki Türk işgalini anımsar. Ermeni soykırımına karşı duyulan sempati, Kıbrıs Rumlarının da davasına hizmet eder. O nedenle, gençlerimizin daha iyi bir askeri eğitimden geçmesi gerekiyor. Bu işi Filistin kamplarındaki Araplara bırakamayız!” Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 137 General Karafias, dinliyor, önündeki deftere notlar alıyordu. Agop Agopyan, konuşmasına bu nedenle biraz ara verip, onun yazmasını bekledi. Karşısında, Rum Muhafız Ordusu’nun istihbarat başkanı vardı. Generalin kendisini dinlerken başını onaylamak anlamında sallamasını sevinerek karşıladı. Yoksa, Generale ters gelecek ya da onun yapamayacağı bir istemde bulunsaydı, pekala kaşları çatılabilirdi. Görünüşe bakılırsa durum hiç de fena değildi! Karşı taraftan olumlu sinyaller almıştı. Fırsat, bu fırsat deyip, içindekileri söyledi! “Avrupa ülkelerinde Lübnan pasaportu ile dolaşmamız, dikkati çekebilir. O nedenle ASALA’ya seyahat belgesi bulmakta yardımcı olursanız, bizi mutlu kılarsınız! Tabii, bir de bize Kıbrıs’ta kimsenin dikkatini çekmeden kalabileceğimiz bir çiftlik, bir karargâh gerek!..” Sigarasından derin bir nefes aldı. Diyeceğini demiş, topu karşı tarafa atmıştı! Bir an kendini toy bir delikanlı gibi rahat ve gamsız hissetti. Sanki Yunanlı General onun bu “Karargâh” istemine sevinmişti! Ancak, General’in gözündeki o belli belirsiz sevinç pırıltısının pek uzun sürmediğini gördü. Đçini çekti. “Ne de olsa yılların istihbaratçısı”, diye geçirdi, aklından. General Dimitris Karafias konuşmayı uzatarak karşısındakine daha ilk günden çok olumlu sinyaller vermek istemiyordu. Evet, Ermenilerin dostu olduklarının bilinmesi iyiydi. Fakat, yardım konusunda pek hevesli görünmemeliydi. Agopyan’ı biraz yumuşatmalı, onu avucunun içine iyice almalıydı. O nedenle toplantıyı yarıda bırakması gerektiğini anladı. Ayağa kalktı. Elini uzatırken: “Ne de olsa, siz daha buradasınız! Dediklerinizi not aldım. Konuşacağız. Đstekleriniz, imkansız değil. Ama, dedim ya, daha görüşeceğiz! Siz şimdi gidin, Kıbrıs’ı gezin, görün! Yarın akşam birlikte yemek yer, bu konuları değerlendiririz! Ne dersiniz?” Agop Agopyan, toplantının bu kadar kısa sürmesine biraz şaşırdı. Yoksa Rumlar kendilerine kol-kanat germeyecekler miydi? Bu olanaksızdı! Peki ama, neden kendisine kesin bir yanıt vermek istememiş olabilirdi ki? “Belki, üstleriyle konuşacak, onların görüşünü alacak” diye düşündü. Generalin ASALA’ya yardım eli uzatacağından emindi. Ayağa kalktı. Onu saygı ve gıpta ile selamlayarak odadan ayrıldı. General Karafias, Agopyan’ı “Sto kalo” diye uğurlarken bu Ermeni liderden Türklere karşı mücadelede çok yararlanacağına inanıyordu. Ahhh! Bir de Kürtler arasında, Agop gibi birini bulabilse, ne güzel olacaktı! Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 138 40 Orhan Aykut meyve tezgahları arasında dolaşırken bir an kendini Edremit’teki pazar yerinde sandı. Orası da öyle kalabalık olur, yediden yetmişe insanlarla dolup taşardı. Ancak Stockholm’ün göbeğindeki bu pazar yerinin tek farkı küçücük ve üstelik çok derli toplu oluşuydu. Konser Sarayı’nın önündeki alana haftanın altı günü pazar kurulurdu. Kiminde meyve, kiminde sebze ve kiminde de çiçek satılan bu tezgahlar eşit aralıklı ve dört beş sıra olurdu. Türkiye’yi anımsatan yanı, pazar yerinin benzemesinden çok satıcıların kendisiydi. Pis sakalları, tezgahtan tezgaha bağırmaları ve Đskandinavya’nın ünlü kuyruk geleneğinin bir yana itip, bir anda birkaç müşteriye birden bakmalarıyla sanki “Biz Türk’üz” diyorlardı. “Faruk, yanındaki domatesi buraya sallasana!” Orhan Aykut biraz ilerisindeki orta boylu, temiz yüzlü, şakaklarına kır düşmüş genç adamın sesin geldiği tarafa bakarak “Kaç kutu istiyorsun” dediğini duyunca rahatladı. Aradığını bulmuştu. Bu pazarcı Đstanbulluydu. Yanına yaklaştı. Kucağındaki üç kutu domatesi ilerideki tezgaha götürmek isteyen genç adamla göz göze geldi. Biraz önce adının Faruk olduğunu öğrendiği kişi kendisine Đsveççe bir şeyler söyledi: “Ett ögonblick! Jag kommer!..” Orhan Aykut’un kendisine Đsveççe “Bir dakika geliyorum” diyene yanıtı ise kısa ve öz oldu. “Merhaba!” “Abi kusuruma bakma, hemen şimdi geliyorum.” Hiç kimse çakır-gri gözleri, bal rengi saçları ve açık teniyle Yarbay Orhan’ın alışıla gelmiş bir Türk tiplemesine uyduğunu ilk bakışta söyleyemezdi. O alışıktı buna. Aldırmadı; sadece gülümsedi. “Turistsiniz galiba?” “Evet, öyle” “Size ne şekilde yardımcı olabilirim?” “Eniştemi arıyorum. Geçen hafta Stockholm’e geldi. Buradaki kumarhanelerin birinde takılmış, kalmış da!” Orhan Aykut’un amacı yeraltı dünyası ile temas sağlamaktı. Bir çırpıda eniştesinin aslında ticaret yaptığını, geçen Salı günü Stockholm’e geldiğini, buradaki kumarhanelerin birine kumar borcu olduğunu anlattıktan sonra konuşmasını bağladı: “Đşte, onun borçlarını ödemeye geldim.” Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 139 Pazarcı Faruk, karşısındakine acıdı. Şu yeraltı dünyasının insanları ne kadar acımasız olabiliyordu! Herhalde, kumarcı enişteyi rehin tutmuşlardı! O belalı pis adamlara bulaşmak istemedi. Kaçamak bir yanıt verdi: “Vallaha abi, burada beş-altı kumarhane var. En büyüğü Güreşçi Cevdet’inkidir. Đstersen enişteni aramaya oradan başla.” demekle yetindi. Orhan Aykut’un pazarcı Faruk’tan aldığı adresi bulması pek zor olmamıştı. Ne de olsa her sokak köşesinde cadde adları ve kapı numaraları yazılıydı. Orhan Aykut kendisini bir süre süzdükten sonra, her halinden “Ben Güreşçiyim” diyen adama elini uzatırken konuşmaya nasıl başlayacağını bilmiyordu. Anladığı kadarıyla bu Güreşçi Cevdet dedikleri, bir Karadeniz uşağıydı. Karşısındakinin mert bir yapısı, çakmak çakmak gözleri vardı. Bir anda kanının ısındığını hissetti. Yıllar boyu yanında askerliklerini yapan binlerce insan görmüş, tanımıştı. Ne de olsa, subay olmak bir yerde insan sarrafı da olmaktı! “Merhaba Cevdet Bey! Sizinle özel olarak konuşabilir miyim?” Cevdet Umut, bir an şaşırdı. Ne yapacağını bilemedi. Çünkü o güne dek kendisine hiçbir zaman “Bey” denmemişti. Çok genç yaşta Türkiye’den ayrılmış, önce Almanya, ardından da Đsveç’te güreşçi olarak çalışmıştı. Acı acı gülümsedi. Demek her şey dilediği gibi gelişmiş olsaydı, o da Türkiye’de bir “Bey” olacak ve belki de “Beyler gibi” yaşayacaktı. Oysa şimdi, kelle koltukta kumarhane işletiyordu! Eğer hakkı yenmemiş ve güreş federasyonundaki ayak oyunlarına kurban gitmemiş olsaydı, kendisini bütün Türkiye tanıyacaktı. Tıpkı, Yaşar Doğu, Celal Atik gibi dünyaca ünlü güreşçilerden biri olacaktı. Bunda kimsenin şüphesi olamazdı. “Acı Kuvvet”in belki de dünyada en önde gelen temsilcisiydi. Güreşçi Cevdet, bir an gençlik yıllarına gitti, dünyanın sayılı güreşçilerinden biri olduğu günleri anımsadı. O yıllarında yaptığı klüp karşılaşmalarını, katıldığı çeşitli turnuvaları düşündü. Kaç kez dünya şampiyonu Rus’u yenmiş, onu adeta ezmişti. Cevdet Umut’un yendiği o Rus 1968 de Meksika Olimpiyatlarında şampiyon olmuştu. Çünkü Türkiye’dekiler onu Olimpiyat Oyunlarına yollamamıştı. Adam kayırmış, Cevdet’i, Türkiye’den lisanlı güreşçi olmadığını ileri sürerek seçmelere sokmamışlardı. 1972’de, Münih’teki olimpiyatlara da zamanında Đsveç vatandaşı olamadığı için katılamamış, aksilikler hep üst üste gelmişti. Cevdet giderek topluma küsmüştü. Kumarhane işletmesi onun bir yerde kurulu düzene duyduğu tepkiydi. Güreşçi Cevdet, ses çıkarmadan başını “Olur” anlamında salladı. Yol göstermek amacıyla, önden giderek dar koridordu geçmeye başladı. Yazıhanesi içerideydi. Kapısına geldiklerinde Orhan Aykut’u buyur etti. Geniş bir masa, deri koltuklar ve duvarları süsleyen fotoğraflar, şiltler... Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 140 Kitaplık da Cevdet’in almış olduğu kupa ve madalyalarla doluydu. Yarbay Orhan koltuğa kurulurken, Güreşçi Cevdet geldi, “Hoş geldiniz” diye elini sıktı. Ne ikram edebileceğini sordu? Demli bir Türk Çayını özlemiş miydi? Đçeridekilere seslenerek siparişleri verdi ve ardından maun masasının başına geçti: “Evet, efendim sizi dinliyorum!..” Orhan Aykut söze nereden başlayacağını bilmiyordu. Ancak zaman kazanmalı, karşısındakini tartmalıydı. Raflar dolusu madalya aldığına göre, o gerçekten usta bir güreşçi olmalıydı. “En kıymetli madalyanız hangisi, Cevdet Bey?” Güreşçi Cevdet kendisine ikinci kez “Bey” denilmesini yadırgadı ancak, bu tür etiketlerin Türkiye’de hep kullanıldığını biliyordu. Bir an kendini ülkesinde sandı. Keşke yurt dışına çıkmasa da, aslında kendisinin olması gereken altın olimpiyat madalyalarını şimdi ona gösterebilseydi! Gözleri buğulandı. Kim bilir, belki yaşantısı da bambaşka olurdu. Yutkundu, önce hiçbir şey söyleyemedi. Ardından duvarda asılı olan bir fotoğrafı göstererek: “Klippan turnuvalarında dünya ve olimpiyat şampiyonu Rus’u yenmiştim” dedi. Sonra bir süre sustu. Đçindeki yangının bitmesini bekledi ve ardından ekledi: “Benimle güreşmemek için sıkletini değiştirdi” demekle yetindi. Rus’un, Güreşçi Cevdet’in 72 Olimpiyatlarına Đsveç’ten katılacağını sanıp sıklet değiştirerek 73 kiloya çıktığını, ama kendisini tam yedi kez yendiğini, müsabakaların birinde de berabere kaldığını bir solukta anlattı. Ardından güreşçilik kariyerini bir cümle ile özetledi: “Sizin anlayacağınız benim olması gereken altın madalyalar şimdi onun vitrininde!..” Güreşçi Cevdet hırsından tir tir titriyordu. Türkiyeli konuğu bilmeden onun en nazik noktasına dokunmuştu! Orhan Aykut, Cevdet’in yüzünün şekil değiştiğinden ve ses tonundan ruhundaki fırtınaları okumakta gecikmedi. Aslında karşısındakini üzmek istememişti. O nedenle konuyu değiştirmek gereği duydu. “Askerliğinizi nerede yaptınız Cevdet Bey?” “ Muhafız Gücü’nde efendim. 68 kiloda güreşiyordum.” Yarbay Orhan kendini eski günlerindeki bir komutan gibi hissetti. Karşısında bozulmamış, saygılı ve yürekli bir Anadolu çocuğu vardı. Kendisiyle sanki ast-üst gibi konuşuyordu. Bundan yararlanarak onu sınamak istedi. “Demek aynı kulübün sporcularıymışız!” Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 141 Güreşçi Cevdet bir an karşısındakini süzdü. Evet, o da sporcu görünümlüydü ama, ensesi güreşçi olmadığını fısıldıyordu; hemen her zorlu güreşçi gibi kulakları kırılmamıştı! Orhan Aykut, kendisini süzen Güreşçi Cevdet’e nasıl bir sporcu olduğunu açıklamak gereği duydu. “Ben pentatloncuyum” dedi. Söz artık spordan, Çankaya’da geçen günlerden, oradaki üstlerinden açılmıştı. Birbirlerine ısınmışlardı. Sohbetin koyulaştığı bir sırada Orhan Aykut elini iç cebine attı. Altın yaldızlı kırmızı pasaportunu Cevdet Umut’a uzatırken “Bak içine” dedi. Sesi galiba biraz kararlı, sanki emir veren bir tonda çıkmıştı. Cevdet hayatında ilk kez bir Türk pasaportunun kırmızı renklisini görüyordu. Nedenini pek anlayamadığı için, pasaportu azıcık ürkerek aldı. Đçindeki fotoğrafa baktı. Evet oydu. Meslek yerinde de “Askeri Ataşe” yazıyordu. Farkına varmadan toparlandı. Pasaportu yeniden sahibine verirken: “Komutanım, size ne şekilde yardımım dokunur?” diye sordu. Orhan Aykut da heyecanlanmıştı. Ayağa kalktı. Masayı dolandı. Elini şefkatle Cevdet’in omzuna koyarken sordu: “Seninle iki Türk olarak konuşabilir miyiz?” “Pek tabii komutanım, size söz veriyorum!...” Yarbay Orhan gözlerini Cevdet Umut’a dikerek yapacakları konuşmanın önemini anlatmak istedi. “Bundan böyle konuşacaklarımız bir devlet sırrıdır. Onlar kimseye, hiç kimseye anlatılamaz!” Cevdet’in duyduklarından hiç bir şey anlamadığını ancak şaşırdığını anlayarak ekledi: “Cezası çok ağırdır” “Siz merak etmeyin komutanım” Orhan Aykut cebinden bir zarf çıkardı. Đçindeki kağıdı ileride lazım olur diye daha önce Oslo’dayken yazmıştı. Cevdet’e uzatırken: “Đmzalamadan önce iyice oku ki, neyi imzaladığını unutmayasın” diye son bir uyarıda bulundu. Cevdet Umut, yıllar sonra ilk kez bu kadar gururlanmıştı. Demek, bir zamanlar kendisini küstüren Türkiye şimdi ondan yardım istiyordu. Benliğini on sekiz yaşında tanıştığı bildik bir duygu, anlatılması güç bir yürek çarpıntısı sardı. Akdeniz Oyunları’nda ilk kez Ay-Yıldızlı mayoyu giydiğinde böyle heyecanlanmıştı. Ağzının biraz kuruduğunu anladı. Artık dayanamıyordu. Elindeki kağıdı aldı ve okudu. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 142 “Đlgili makama. Yüce Türk Milleti ve onun Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamakla görevli Yarbay Orhan Aykut’a bildiklerimi, hiçbir şeyi unutmadan, tahrif etmeden anlatmayı, aramızda geçe bilecek her türlü konuşma ve yardımlaşmanın içeriğini ne pahasına olursa olsun bir üçüncü kişiye anlatmayacağımı, bu ilişkileri bir Devlet Sırrı olarak saklayacağımı, aksi taktirde Devlet Sırrı’nı açıklamanın suç olduğunu bildiğimi ve gerekli cezayı şimdiden kabul ettiğimi, Yarbay Orhan Aykut’a kimsenin baskı ve telkini altında kalmaksızın, bağımsız iradem ve kendi isteğimle yardım ettiğimi beyan ederim.” Güreşçi Cevdet bir an durakladı. Đçinden “Keşke Đsveç vatandaşı olmasaydım” diye geçirdi. Sonra için için güldü. Ne fark ederdi! O Türkiye’ye vatandaşlık bağı ile değil, gönülden bağlıydı. Ceketinin iç cebinden kalemini çıkardı. O demirleri bükerken bile kımıldamayan parmaklarının titreyişini hayretle izledi. Sonra derin bir soluk aldı. Besmele çekerek kağıda imzasını attı. “Hayırlı olsun” “Sağ ol komutanım!” Orhan Aykut kendisine uzatılan kağıdı alıp zarfın içine yerleştirdi. Sonra ağzıyla yalayarak ıslattı ve kapadı. Đlk fırsatta onu Ankara’ya postalayacaktı. Artık Cevdet’le sırdaş olmuştu. Ona açılabilir, yardım isteyebilirdi. Đsveç’e çok önemli bir operasyon için geldiğini, silahın izi sürülemesin diye, onu Stockholm’den sağlamak istediğini anlattı. Sonra gözlerinin içine merakla bakan Cevdet Umut’a eğilerek: “Bana bir silah bulman gerek. Hem de çok acele” dedi. Cevdet hiç düşünmeden elini arkasına götürdü. Pantolonunun kemerine sıkıştırdığı tabancasını çekinmeden Orhan Aykut’a uzattı. “Yoo, hayır! Sağ ol, seninki, sana lazım olabilir. Hem ben daha kalibreli bir tabanca arıyorum. Mümkünse susturuculu olsun!” Sonra cüzdanından on tane yüzlük Amerikan doları çıkartıp uzattı. Cevdet paraları eliyle iterek: “Paraya gerek yok komutanım. Üstelik verdiğiniz bu para çok fazla.” dedi. Ancak Yarbay Orhan’ın ısrarı karşısında direnemedi. “Siz üç saat sonra gelin. Ben önce piyasayı bir araştırayım. O zaman hesaplaşırız” demekle yetindi. *** Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 143 Yarbay Orhan, akşam saat on sularında gittiğinde her şeyi hazırlamıştı. Güreşçi Cevdet gerçekten sözünün eriydi. Daha içeri girer girmez, kendisini görmüş ve başıyla yazıhaneyi işaret etmişti. Ardından da sağ elinin baş parmağını yukarı kaldırarak işlerin iyi gittiğini söylemek istemişti. Orhan Aykut, önemli bir sorunun bu kadar kolay çözeceğini hiç beklemiyordu. O nedenle bir anda rahatladığını hissetti. Cevdet’e gülümseyerek başıyla selam verdi. Arka odaya doğru yürürken onun zaten kendisini asla yarı yolda bırakmayacağına inanıyordu! Tabanca, Walther’di. Büyük dokuzluk denen tiptendi. Kurşunların barut haznesi büyük olduğundan vurucu gücü fazlaydı. On dört kurşun alıyordu ve üstelik iki tane yedek şarjörü vardı. Ancak silah temiz değildi. Daha önce, bir adam yaralamada kullanmıştı. Bunu pek önemsemedi. Silahı aldı, sanki ilk kez görüyormuş gibi iyice inceledi. Tüm teknik aletlerde olduğu gibi, Alman mükemmelliği kendini hemen belli ediyordu. “Hepsi bu kadar değil”, diyen Güreşçi Cevdet’in uzattığı susturucuyu görünce, sevincinden ne yapacağını bilemedi; gerçekten sevindi. Nede olsa, Đsveç’e gürültü çıkartmaya, kovboyculuk oynamaya gelmemişti. Ancak kullanmak gerekirse, çevreyi ayağa kaldırmanın da anlamı yoktu! Hem, Alman susturucularını Amerikan yapısına yeğlerdi. Bu susturucular tok ve belli belirsiz bir ses çıkartırdı. Önemli olan hedefin ilk kurşunla birlikte ses çıkartamayacak hale gelmesiydi. Yoksa o da elindeki silahı ateşleyebilirse, istemediği gürültü gene çıkmış olacaktı! O nedenle ilk kurşun, öldürücü olmalıydı! Elindeki tabancadan çıkacak “Đlk kurşun”u düşünürken, aklına Đzmir’in, daha doğrusu Türkiye’nin büyük utançı geldi! Milyonluk koca kentte, düşmana ilk kurşunu sıkan gazeteci Hasan Tahsin’in anıtı daha bir iki yıl önce yapılmıştı, ama daha kentte adını taşıyan bir cadde yoktu! Ya da en azından kendisi bilmiyordu. Kurtuluş Savaşı’nın bunca yürekli insanı, sıradan birer adsız kahraman olarak kalmamalıydı. Türk halkı, o adsız kahramanların da adlarını öğrenmeli, onların da heykellerini dikmeliydi! Birden daldığı düşüncelerden silkinmek istedi. Cevdet Umut’a sevgi dolu bir bakış fırlattı. Ona nasıl teşekkür edeceğini bilemiyordu. Tabancayı, sandığından da çabuk bulmuştu! Şimdi iki yedek şarjörü, kırk kurşunu ve bir tabancası vardı! Walther’in şarjörünü çıkardı. Tetiği düşürdü; tabancanın içine baktı. Yağlanmış, bakımı yapılmıştı. Elindeki şarjörlerden birini tabancanın kabzasına sürdü. Sonra, tabancasına biraz önce taktığı susturucuyu eliyle döndürerek çıkardı. Ceketinin iç cebine yerleştirdi. Tabancayı koltuk altında taşımayı severdi ama, askılı kılıfı yoktu. Eğer pazartesi sabahı silah ve av malzemeleri satan bir dükkan bulursa, satın alabilirdi. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 144 Yedek şarjörleri pantolonunun ön cebine koydu, tabancayı da beline sıkıştırdı. Borcunu sordu. Cevdet “Yok!” dedi! Ona bu masrafları cebinden yapmadığını, borcu ne ise vereceğini söyledi ama bir türlü anlatamadı. Sonunda, Güreşçi Cevdet’e ısrarla, beş yüz dolar daha verdi! Teşekkür edip kapıya doğru yönelirken Cevdet: “Komutanım emret de size yardım edeyim!” dedi. Orhan Aykut: “Bakalım!” diye havada bir yanıt verdi. Ama gerekirse Cevdet’in kendisine yardımcı olacağına emindi. 41 Püzant Eskikomechiyan, ASALA’ya amcasının oğlu Alexander aracılığı ile girmişti. Daha doğrusu, onun başına gelen felaket yüzünden kendini biraz suçlu saymış, aile şerefini düşünerek Lübnan’ın yolunu tutmuş, Agop Agopyan’ı bulmuştu! Büyük amcası, babası gibi Đstanbul’da kalmamış, 1915 sürgününden sonra, birçoğunun peşinden Kaliforniya’ya göç etmişti. O nedenle birbirlerini fazla tanımazlardı. Ancak soyadları aynıydı ve amcaoğlu Püzant’ın, Đsviçre’de yakalanmasıyla devrimci Ermeni çevrelerinde ister istemez bir üne kavuşmuştu! Amcasının oğlu geçen yıl Đsviçre’de saatli bir bombayı kullanmaya hazırlarken, bomba elinde patlamış, yaralanarak ele geçmişti. O günden sonra amcaoğlunu kurtarmak isteyen Ermeni gençleri tarafından dünyanın dört bir köşesindeki Đsviçre kuruluşlarına karşı çeşitli eylemler düzenlenmişti. ASALA’lı gençler yaptıkları her bombalı saldırıdan sonra, haber ajanslarına telefon edip, eylemin sorumluluğunu Üç Ekim Örgütü’nün üslendiğini söylemişlerdi! Üç Ekim, Suzy ve Alexander’in yaralı olarak ele geçtiği gündü! Alexander ve sevgilisi Susy Mahseredjian, Kaliforniya’da, Conaga Park’da yaşıyorlardı. 1980 yazında onları ziyaret etmişti. Hiç unutmuyordu. Los Angeles International Havalimanı’ndan bir araba kiralamış, onlara sürpriz yapmak istemişti. Ancak, yolu tam çıkartamayacağını anlayınca bir benzinciden telefon etmek zorunda kalmıştı. Alexander da kendisine 405 numaralı San Diego Freeway’i yani karayolunu izlemesini, kuzeye gitmesini, ileride Ventura Freeway’ine sapmasını söylemişti. Cona Park’ın çıkışını bulması eliyle koymuş gibi kolay olmuştu! Đşte hayat dolu o genç insanlar Đsviçre’nin Cenevre kentindeki bir otel odasında yaralanmıştı. Şimdi ikisi de Đsviçre hapishanelerinde çürüyordu! O nedenle ASALA’ya girmiş, Suriye’deki Amuriye Ermeni Kampı’nda askeri eğitim görmüştü. Komutanları Hermez Samurciyan adında acımasız bir adamdı. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 145 Ondan çok eziyet görmüş, ama sayesinde bileylenmiş, güçlenmişti! Şimdi Stockholm’de ilk eylemini gerçekleştirecek, yakın savaş öğretmeni Jenör Yazıcıyan’a verdiği sözü tutacaktı. Emperyalist Türkiye’nin Avrupa’daki temsilcilerine yaşam hakkı tanımayacaktı! Amuriye’den Stockholm’e geleli on gün oluyordu. Aslında Püzant Eskikomechiyan 1970 Mayısından beri Đsveç’in güneyindeki bir üniversite kenti olan Lund’da yaşıyordu. Đsveç’e 12 Mart’taki askeri darbeden sonra gelmişti. Türkiye’de, Robert Kolej’de makine bölümünde okumuştu. O günlerde TĐKKO’nun liderlerinden biriydi. Türkiye Đhtilalci Köylü Kurtuluş Ordusu’nu, Garbis Altınoğlu ile birlikte kurmuşlardı. 12 Mart’ta askeri darbe olunca babası kendisini uyarmıştı. Hazır fırsat varken Avrupa’ya gitmesini önermiş, Avrupa’da Ermeni olduğunu açıklarsa, kendisine oturma izni verileceğini söylemişti. O da baba sözünü dinlemişti. Đsveç’e gelince buradaki devrimci Türklerle ilişki kurmuş, ancak zaman içinde onlardan da uzaklaşmıştı. Halklar arasındaki kardeşliğe inancını yitirmişti. Yıllarca kendi halinde yaşamıştı. Amcaoğlu yakalanmasa, belki siyasi mücadeleye bir daha asla yeniden başlamayacaktı! Saatine baktı. Gecenin ikisine gelmişti. Köpeğini havalandıran en son Đsveçli de iki saat önce evine dönmüştü. Sokaklar bomboştu. Kadın herhalde geceyi Türk’ün koynunda geçirecekti! Sigarasını yakarken ileriden gelen bir Volvo yanlarından süzülerek geçti. Arabanın içindeki Đsveçlinin kendilerine pis pis bakmasına gıcık oldu. Ama, elden ne gelirdi!.. ”Zıkkım iç!” Püzant Eskikomechiyan, Avedis’in bu çıkışı karşısında kaynar suların başından aşağı döküldüğünü sandı. Ses çıkarmadı. Bir sigaradan ne olurdu! Ancak, bütün bunları tartışmanın yeri, sokak değildi. Öğrencilik yıllarındaki günlerini, açık oturumları, forumları, boykotları düşündü. ASALA, gençlik yıllarından bildiği örgütlerden çok farklıydı. Öncelikle ideolojik disiplin, yerini kimilerinde yönetime körü körüne bağlılığa, kimilerinde de gözleri kana bürüyen Türk düşmanlığına dönüştürmüştü. Evet, kendisi de Türklerden nefret ediyordu. Fakat bu durum onun örgütün nasıl yönetilmesi gerektiği konularını irdelemesine engel değildi. “Kimse Beyrut’ta sigara içmemizin bir gün yasaklanacağını söylememişti” diyebildi. Avedis’in çıkışı biraz sert oldu: “Tartışmayı kes!” Evet, bu gençlere çok kızıyordu. Gerçi Püzant da pek genç sayılmazdı ama, o tartışmayı pek seviyor, her şeyi eleştiriyordu. Dört beş saat sigara içmeden, tuvalete Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 146 gitmeden, bir şeyler yemeden yerlerinde duramıyorlardı! Oysa adam takip etmenin birinci koşulu sabırlı olmak, ikinci koşulu ise, dikkatleri üzerlerine çekmemekti. Araba içinde bekledikleri için, yoldan geçenler tarafından fark edilmemeliydi! Belli olmaz, işgüzarın biri, polise telefon eder, otomobilde bekleyen birilerini gördüğünü söyleyebilirdi! En iyisi buradan gitmeleriydi! Kontak anahtarını çevirdi. Araç yavaşça yerinden kalktı. Đleride ana caddeye saptı! 42 Marianne Malmberg akşam nöbetine yeni başlamıştı. Dün gece iki haftalık Rodos gezisinden dönmüş ve gelir gelmez kendini günlük takipçilik işinde bulmuştu. Rodos ne kadar canlı hayat doluydu. Oradayken Đsveç’i hiç düşünmemişti! Çünkü kendisini Stockholm’de nelerin beklediğini çok iyi biliyordu. Sarhoşlar, esrarkeşler, hırsızlar, banka soygunları, ırz düşmanları ve toplum dışındaki insanlar arasında geçecek bir ömrü düşündükçe kendinden bile nefret ediyordu. Evet, birileri de çıkıp toplumun pisliğini temizlemeliydi. Bu durum her çağdaş toplum için kaçınılmaz bir gerçekti. Ne var ki böyle bir yaşamı yıllar boyu sürdürmek istemiyor, meslekte geçen her günün kendisini tükendiğini görüyordu. Bir yerde, Polis Yüksek Okulu’na giderken, günlerinin bir hücre hükümlüsü gibi polis arabalarında adam izleyerek geçe bileceğine bilse, meslekten çoktan ayrılır, daha doğrusu Polis Okulu’nu hemen bırakırdı. Takipçilik için insanda koca bir yürek, hem de manda yüreği olması gerekiyordu. Sabırlı, cesur ve dikkatli olmak da işin cabasıydı. Otopark sessizdi. Gelen giden pek yoktu. Marianne, Kirkor Vartaban evinin balkonuna çıktığında saatine baktı. 22.30’a geliyordu. Kirkor bir atlet fanilayla idi. Soğuktan ürperdiğine aldırmayarak bir süre çevresine baktı. Anlaşılan o gece birilerini bekliyordu. Derken önlerinden bir araba geçti, ancak ondan inen ya da binen olmadı. Kirkor canı sıkkın bir şekilde içeri girdi. Beklediği daha gelmemişti. Vartaban’ın konukları geldiğini öbür ekiptekiler, yani Wikströmler haber verdi. Az sonra bej renkli bir Saab 99 modeli araba otoparka geldi; içinden üç kişi çıktı. Bir adam ve bir kadın ile küçük bir çocuk 65 numaraya; Vartaban’ın oturduğu apartmanına doğru gittiler. Giriş kapısı kapalıydı. Az sonra Kirkor yeniden balkonda gözüktü; onları gördü. Hızla gerisin geriye döndü. Sokak kapısını açarak konuklarını içeri aldığı sırada onları bırakan Saab çoktan kaybolmuştu! *** Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 147 Marianne Malmberg bir süre sonra o üç kişiyi bırakan Saab’ın dönüp dolaştıktan sonra yeniden evin önüne geldiğini gördü. Motorun sesinin kesilmesinden şoförün kontak anahtarının kapadığını anladı. Đşinin adamı olduğu belliydi. 65 numaranın hemen yakınında, kapının girişini görebilecek şekilde park etmişti. Marianne Malmberg, aralarındaki altmış metreden fazla bir uzaklığın çevrenin dikkatini çekmemek için yeterli olduğunu biliyordu. Ancak, gene de tedirgindi. Yabancı kökenli çetelerin daha acımasız ve çok daha kanlı olduğunu artık öğrenmişti. Kirkor Vartaban’ın izlemesine geçen hafta Marianne Rodos’da iken başlanmıştı. Eroinci Olov Lindström, polisteki ifadesinde, eroini Helenelund’da oturan Lena adında bir kadından aldığı açıklamıştı. Lena’nın ise, malı Avedis ya da Kirkor’dan sağladığı sanılıyordu. Çünkü Kirkor’un en yakın arkadaşı Avedis’in ağabeyinin Amerika’dan Đsveç’e eroin soktuğu haberini almışlardı. Her üçü de Stockholm’ün kuzeyinde Sollentuna yakınlarındaki Helenalund semtinde oturuyordu. *** Kadın, erkek ve yanlarındaki küçük çocuk aşağıya indiklerinde saat gece yarısını çoktan geçiyordu. Onları gören Saab 99’un şoförü arabasını çalıştırdı. Yanlarına geldi. Yolcularını aldıktan sonra otoparktan ayrıldı. Önce E 4 karayoluna, daha sonra da Stockholm Üniversitesi’ne giden yola saptı. Üniversite yurtlarının önüne geldiklerinde ikinci ekiptekiler, polis memuru Wikström ve iş arkadaşı Nordlund, izledikleri arabayı gözden kaçırdıklarını anladılar. Bergt Wikström hemen mikrofona sarılarak ”P.O. 1! Gel!” diye, yardım istemekte gecikmedi. ”P.O. 1”-Polis Omraode 1- Bir numaralı polis bölgesinin kısaltılmış adıydı. Sollentuna’dakilerin avlarını gözden kaçırmaları çevreyi hareketlendirdi. Polis merkezinden yayılan haber üzerine, görevde bulunan dört yüzün üstünde resmi ve sivil polis arabası ile içlerindeki en az sekiz yüz küsur çift göz, bej renkli, CVD 205 plakalı Saab 99 u aramaya başladı. Arabanın bulunması pek uzun sürmedi. Saab’ın güneye gittiği, bir sivil araba tarafından görüldüğü bildirildi. Bunun üzerine bölgedeki arabalar Saab’ın geçebileceği anayollara gönderildi. Saab’ın, Huddinge yoluna sapması üzerine, polis yolu birkaç kilometre ötede hızla kesti; sözüm ona trafik kontrolüne başladı! Çok geçmeden polis telsizinden beklenen haber duyuldu. Merkezdekiler, personelin çalışma şevkini ayakta tutabilmek için başarılı operasyonlardan sonra neşeli anonslar yaparlardı: “Tilki yeniden kürkçü dükkânına döndü!” Bej Saab, Stockhom’ün güney semtlerinden Huddinge yolu üzerinde kurulan bir polis trafik kontrolüne takılmıştı. Amaç, arabada kimlerin olduğunu saptamaktı. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 148 Şöförün sürücü belgesini incelemekle yetinilmemiş, Saab’ın içindekilerin yabancı asıllı olduğundan yararlanılarak, onların da Đsveç’te oturma izni olup olmadığına da bakılmıştı! Tabii, bunda işkillenecek hiçbir şey yoktu! Hırant Bakirdjiyan, Bedros Levonian ve karısı Janette, polis kontrolünden kolaylıkla sıyrılmanın rahatlığıyla gevşediler. Bedros, bu polis denetiminin gidişlerinde yapılmadığına sevindi. Hırant renk vermese bile, karısının heyecanlanmaması işten bile değildi. Ne de olsa, malı üzerinde o taşımıştı! Oğlu arka koltukta mışıl mışıl uyuyordu. Bedros, onları bu işe bulaştırmak zorundaydı. Ne de olsa bir yabancı ülkede yaşıyorlardı. Geçim kolay değildi. Gece yarısı iki esmer yabancının sokaklarda dolaşması daha çok ilgi çekebilirdi. Oysa, yanlarına gecenin o geç saatinde karısını ve oğlunu aldığında durum hemen değişiyordu. Çevrenin şüpheci bakışları arka koltukta uyuyan oğlu sayesinde yerini sempatiye bırakıyordu. Marianne Malmberg gelişmeleri polis telsizinden izlemiş, çift rakamlı sayıların ard arda söylenmesiyle oluşan şifreli mesajlardan son durumu öğrenmişti. Büyük bir olasılıkla adamlar Sollentuna’ya gelip mal almışlardı. Yeniden saatine baktığında 02.30’u gösteriyordu. Bu saatten sonra, başkalarının gelmesi daha fazla beklemenin bir anlamı yoktu. Yanındaki arkadaşına dönerek izlemeye, o geceliğine, son vermelerini önerdi. Ne de olsa, tatilden ve Akdeniz’in sıcak yaz gecelerinden, kuzeyin yağmur ya da kar çiseleyen soğuk gecelerine ayak uydurması biraz zaman alacaktı. “Ben çok yorgunum. Đstersen, önce beni eve bırak. Takip raporunu da yarın yazarız, olmaz mı?” dedi. Lasse Hermansson, iş arkadaşı Marianne’yi bırakmak üzere otoparktan ayrılırken, Stupvaegen Sokağında, 65 numaranın dördüncü katına son kez baktı! Işık yanıyordu. Lasse ve Marianne, Kirkor Vartaban’ın biraz önce kendisine teslim edilen partiyi beşer ve onar gramlık küçük torbaların içine yerleştirmesi gerektiğini bilmiyordu. Levonian tam yedi yüz elli gramlık büyükçe bir parti getirmişti! 43 Erkan Şener, önündeki telefon rehberlerini ikinci kez gözden geçirmesine karşılık, aradığı adresi bulamıyordu. Mutfak masasının üzerinde, son üç yılın Stockholm telefon rehberleri yığılıydı. Ancak aradığı, George Hırlakyan ve Moris Deragopyan adlarına bir türlü rastlayamıyordu. Herhalde telefonlarının “Gizli” olmasını istemişlerdi. Yoksa Đsveç’te rehberler her yıl yenileniyor, telefon numaralarındaki değişiklikler düzeltiliyordu. Kapı aralığından, içerideki odada oturan Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 149 kızı Đklim’e baktı. O da salonda kitaplarının arasına kapanmış, dersini çalışıyordu. Her halde gelecek hafta sınavları olsa gerekti. Yoksa cuma akşamları ya arkadaşlarıyla sinemaya gider ya da televizyon izlerdi. Her türlü bilginin fişlendiği Đsveç’te bu insanları bulmak zor olmamalıydı. Ama nasıl? Bu soruyu kendi kendine sorarken ders çalışmakta olan kızının yerinden kalkarak mutfak kapısının önüne geldiğini gördü. “Baba biraz uykum kaçsın diye çay demleyeceğim. Sen de ister misin?” Kızının kendini düşünmesi hoşuna gitmişti. “Tabii, isterim!” diye yanıtladı. Đklim büyümüş, kocaman bir genç kız olmuştu. Okulunu yurt dışındaki görev süresinden önce bitirebilse ne iyi olacaktı! Ancak liseyi Đsveç’te tamamlayamaması, pek o kadar çok önemli değildi. Ne de olsa, Đklim’in, Đsveç’te bir Amerikan okuluna gittiği için Türkiye’de bir Amerikan kolejine devam etme hakkı vardı. Öğrenimini Đsveç’te kaldığı yerden sürdürebilirdi. “Đsveç’te bir insanın adresini telefon rehberinden bulamazsan ne yaparsın?” “Laensstyrelsen’e sorarım!” “Yani…?” “Türkçe nasıl deniyor tam olarak bilemiyorum ama, Đsveç’te Đl Genel Yönetimi var. Örneğin bütün otomobiller oraya kayıt edilir. Belki aradığın adamın bir arabası vardır!” Erkan Şener heyecanlandı. “Peki, arabanın plakasını söylersem, kimin üzerine kayıtlı olduğunu söylerler mi, dersin?” “Tabii baba! Đsveç’teki bütün resmi yazışmalar ve kayıtlar halka açıktır!” Erkan Şener biraz yadırgadı. Đsveç demokrasisinin Türkiye’dekiyle pek uzaktan yakından benzerliği olmadığını biliyordu. Gene de bütün devlet yazışmalarını halkın dilediğince okuyabileceğinin hiç düşünmemişti. Böylesine açık bir toplumda adam kayırma, haksızlık da çok daha az olurdu! Derin bir iç çekti. Türkiye’nin daha çok yol alması gerektiğini düşündü. Sonra, aklına takılan düşünceleri bir çırpıda silkeledi attı. Eğer kızının dediği doğruysa pazartesi günü George ve Moris’in adreslerini bulabilecekti. Đçinde küçük bir sevinç dalgasının yayıldığını hissetti. “Batı dünyasında, istihbaratın yüzde sekseni açık istihbarattır,” diye bir söz vardı. Ne kadar da doğruydu! Skeppsholm’daki Ortodoks Kilisesi’ne gidenlerin bindiği bej rengi arabanın plakasını almıştı! Belki o iz, kendisini George Hırlakyan’a ya da Moris Deragopyan’a götürebilirdi. Onlarla ASALA arasındaki ilişkiyi saptayabilirse, Ermeni terörizmiyle Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 150 mücadelede önemli bir adım atılmış olacaktı. ASALA’nın yöneticileri ve tetikçileri deşifre edilmeliydi. Erkan Şener devlet terörünün her türlüsüne karşıydı. Devlet vatandaşları için, adalet ve hoşgörü demekti. Ama bu acizlikle karıştırılmamalıydı. ASALA yıllardan beri vuruyor, vurdukça kendini daha güçlü, daha korkusuz hissediyordu. Böyle devam ederse, terör eylemlerini Türkiye’de de sürdüreceklerdi. Birilerinin bu gidişe dur demesi gerekiyordu. Bu da ancak ASALA’nın elindeki ölüm makinelerinin susturulmasıyla olurdu! Hukukta bireylere tanınan, eskilerin deyişiyle, nefs-i müdafaa yani bireyin kendini savunma hakkı, devletin kendisini koruyabilmesi için de geçerli olmalıydı. Erkan Şener’e göre devletin kendi varlığını kollaması, devlet terörü sayılamazdı. O, ancak bir yasal savunma hakkıydı! Üstelik soruna vatandaşlar açısından bakılacak olursa, devletin kendi memurlarının can ve mal varlığını koruması gerekiyordu. Ermeni terörü arttığından beri, Dışişlerine başvuran genç memurların sayısı çok azalmıştı. Türkiye’deki işsizliğe rağmen, Dışişlerinde diplomat sıkıntısı çekildiğini söylemek pek abartma olmazdı. Gerçek buydu. Kimse, Ermeni teröristlerin kurşunlarına hedef olmak istemiyor, onun için de diplomatlığı seçmiyordu. Bu durumun düzelmesi, terörizmin önü alınmakla, yani ASALA’nın durdurulmasıyla sağlanabilirdi. Erkan Şener, Avrupa’dan gelecek olası eleştirilerin Türkiye’nin elini kolunu bağladığı kanısındaydı. Batılı ülkeler terörizme ve kendi ülkelerine yönelik her türlü saldırılara karşı varlıklarını koruyor, bu amaçla özel timler, özel örgütler yetiştiriyordu. Türkiye, kendini dünya gerçeğinden soyutlayamazdı! Devlet başkanının, başbakanın, bakanların ve bütün politikacıların hemen her terör eyleminden sonra radyolardan, televizyonlardan söyledikleri artık gerçekleşmeliydi! Erkan Şener akan kanların hesabı sorulması gerektiği kanısındaydı! Bu nedenle Türkiye’yi ASALA’ya yaklaştıracak ip uçları, adresler, daha başka bir önem kazanıyordu. Çünkü söz konusu ne tek başına, bağımsız bir terör eylemi, ne de bireysel bir terördü. Hedef, Türkiye idi. Eğer Türkiye, Ermeni terörüne boyun eğerse bunu diğer terör gruplarının istekleri ve eylemlerinin izleyeceği ortadaydı. Đklim, babasının daldığı, işini düşündüğü anlarda, onu rahatsız etmekten çekinir, soracağı bir konu varsa, beklerdi. Babası son haftalarda çok çalışıyor, yoruluyordu. Onun zaman zaman dalıp gitmesi, gerçekten büyük sorunlarla karşı karşıya olduğu anlamına geliyordu. Belki Đsveç’te yardımcılarının olmaması, konuşacak, dertleşecek bir iş arkadaşının yokluğunu, daha yakından duyuyordu! Bilemiyordu. Ancak Kopenhag’daki suikasttan sonra yaşantıları altüst olmuştu! Stockholm’e gelirken, Đsveç’i sakin, güvenceli, terörden uzak bir ülke olarak Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 151 anlatmışlardı. Oysa, son haftalarda sokakta dolaşması bile yasaklanmıştı! Yolda yarım saat geç kalsa, ortalık karışıyordu. Mutfakta çayı demlerken “keşke Türkiye’de olsaydık”, diye düşündü! Orada, hiç olmazsa arkadaşlarıyla sinemaya, tiyatroya gidebilirdi. Aslında babasının, sevdiği biricik kızının daha iyi bir okulda okuyabilsin diye yurt dışı görevi aldığını biliyordu. Ona sevgi ile baktı. Çay bardaklarının olduğu dolabı açtı. Đki bardak çıkardı. Đnce belli çay bardaklarını Türkiye’den beraberlerinde getirmişlerdi. Demli çayı mutfak masasının üzerine bırakırken babasının sevgi dolu bakışlarıyla karşılaştı. Baba kız birbirlerine çok düşkündüler. *** Telefonun öbür ucundaki ses kesindi. Aranan adlar yoktu! Aranan adlara bilgisayar ekranında rastlanmadığında ısrar ediyordu. Sonunda telefondaki kadın dayanamayıp Erkan Şener’e sordu: “Acaba söylediğiniz adların yazılışının doğru olduğundan emin misiniz?” Erkan Şener, bir an afalladı; ne diyeceğini bilemedi. Đsveçli kadın, George Hırlakyan ve Morris Deragopyan’ın adlarını ekranda göremiyordu. Kendisine verilen adların yanlış olması söz konusu değildi! Onları Amerikalılardan almıştı. Hayır, yanlış yazılmış olamazdı! “Adlar doğrudur. Ancak isterseniz bir daha kontrol edelim!” “Lütfen kodlar mısınız?” “D-e-r-a-g-o-p-y-a-n, ön adı Morris. M-o-r-r-i-s!” “Ne yazık ki size daha fazla yardımcı olamayacağım! Arşivimizde ön adı Morris olan biri yok!..” ”Teşekkür ederim. Sizi rahatsız ettim.” ”Rica ederim. Đyi günler.” Erkan Şener karşı tarafın telefonu kapatmasına rağmen elindeki ahizeyi bir türlü yerine koyamadı. Sanki göğsünün üstünde tonlarca ağırlık vardı. Bunaldığını, daha doğrusu boğulur gibi olduğunu hissetti. Kravatını gevşetti. Şu anda Türkiye’de olmak, odacıya taze demlenmiş bir çay getirtmek istedi. Ne yazık ki, imkansızdı! Yerinden kalktı. Pencerenin kenarına yerleştirdiği kahve makinesinin düğmesine bastı. Makinenin içinde taze su vardı. Bir süre çevresine sular sıçratarak kaynayan suyun cam kaba boşalmasına baktı. Lipton Tee’nin kutusunu açtı. Đçinden iki torba çay alıp, sıcak suya attı. Biraz sonra demli çayını içebilecekti. Araba kayıtlarına bakan kadının dediklerini anımsamaya çalıştı. Evet, yanılmamıştı. Kadın “Ön adı Morris olan biri yok” demişti. Pekâlâ, Deragopyan Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 152 adında başka biri olabilirdi! Kardeşi, amcasının oğlu! Ya da ad benzerliği olan, bir başka Deragopyan! Erkan Şener sigarayı bırakalı dokuz yıl oluyordu ama, canı böyle durumlarda gene de sigara çekiyordu! Dudaklarında acı bir gülümseme belirdi. Sigaraya teslim olmayacaktı! Bardağının dibinde kalan çayı bir yudumda başına dikti! En iyisi çayı tazeleyip, durumu yeniden gözden geçirmekti. Deragopyan adına bir başka arşivde rastlanabilirdi. Ama hangisinde? Önce Đsveç’te ne tür kayıt fişlerinin olduğunu saptaması gerekiyordu. Zor olan, elinde yalnız iki adın olmasıydı! Đsveç’te sistem yıllar önce bilgisayar üzerine kurulmuştu. Daha dünyada doğru dürüst bilgisayarlar yokken Đsveçliler insanların doğum tarihlerinden yola çıkarak herkese özel bir kimlik numarası vermişlerdi. Örneğin bir kişinin doğduğu yıl, 1944 ise, ilk iki numara 44 olmuş, bunu üçüncü ayın altıncı günü anlamında 0306 rakamları izlemişti. 44 03 06. Bu tarihte başka doğanlar da olduğundan bu altı rakamın sonuna dört rakamlı kayıt numarası eklenmiş, böylece ortaya söz gelişi, 440306-9172 sayısı, yani o kişinin özlük numarası, ulusal kimlik numarası çıkmıştı. Deragopyan’ın da böyle bir numarası vardı. Đşte Erkan Şener o numarayı bilse, bütün kapılar kendiliğinden açılacaktı. Ancak, yola soyadından çıkmak zorunda kalınca işler değişiyor, zorlaşıyordu! Dünyanın neresinde olunursa olunsun, firmaların, şirketlerin adları ile sahiplerinin adları aynı olabiliyordu. Özellikle küçük şirketler arasında mal sahibinin kendi adını şirketine vermesi çok yaygındı. Belki buradan yola çıkabilirdi! Ayağa kalktı. Koridorun biraz ilersinde Đsveçli sekreter kızın odası vardı. Onun yardımı gerekti. “Miss Gunnilla! Đsveç’te bir firması olan, onu nereye kaydettiriyor?” “Laensstyrelsen’e” diye Gunnilla’dan kısa bir yanıt geldi. Ardından devam etti: “Ama büyük bir kuruluşsa, örneğin anonim şirketse, Patent och Registerings Verket’e yani Patent ve Kayıt Genel Müdürlüğü’ne sormak gerekir! Onların kartoteksinde, Đsveç’teki bütün şirketlerin adları vardır!” Erkan Şener derin bir nefes aldı. Belki şirket sahiplerin adları kendisine yeni bir ipucu verebilirdi! Umut ne de olsa insanların en vazgeçilmez dostuydu! George ya da Deragopyan’ın adlarını yeniden araması gerekiyordu. “Gunnilla, bana bu dediğin, Patent Kayıt Müdürlüğü’nün, telefon numarasını bulur musun?” dedi. Sonra vazgeçti. Telefonda olası yanlış anlamaların önüne geçmek gerekti. Bir Đsveçlinin telefon etmesi daha iyi olacaktı! Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 153 “Hayır, en iyisi lütfen sen, kendin telefon et! Bak şu kâğıdın üzerine yazıyorum, Morris Deragopyan ve George Hırlakyan’ın kendi adlarına ya da onların da ortak olduğu bir başka şirket var mı? Onu sor!” 44 Kirkor Vartaban arabasıyla Stockholm’ün seçkinler semti Östermalm’daki Lübnan Büyükelçiliği’nin bulunduğu sokağa sapar sapmaz, mavi üniformaları içinde dolaşan ”Laplisor” larını görünce küfrü bastı. Belediyenin otopark cezacılarından nefret ediyordu Đsveç’ten ve onun acımasız katı kurallarından da! Geçen kıştan beri Amerika’daydı. Arabasına beş centlik para cezası ödememişti. Oysa, Đsveç öyle mi? Gaddarlar sabahtan akşama dek para cezası kesecek bir araba arıyorlardı. Onlar için önemli olan, yanlış yerlere park eden arabaların trafiği aksatmasını önlemek için caydırıcı cezalar kesmek değil, belediyeye ek gelir sağlamaktı. Çalışan bir insanın, bir günlük yevmiyesi kadar para cezası veriyorlardı; tabii, araba doğru yere park etmiş ve sadece park süresi beş-on dakika geçirmişse! Yoksa, daha ciddi bir hatalı park sorunu için iki günlük yevmiye tutarında cezayı, kıllarını bile hiç kımıldamadan kesiyorlardı. Kirkor, kendine ister istemez, arabasına cezacıların dolaşmadığı başka bir yer aramak zorundaydı. Önüne gelen ilk sokağa saptı. Arabasına park edecek bir yer bulup, Lübnan Büyükelçiliği’nin bulunduğu Kommendörsgatan caddesine geldiğinde sokak kapılarına baktı. 35 numarayı arıyordu. Stockholm’ün bu semtini oldum olası severdi. Hemen hepsi beş altı katlı apartmanlardan oluşuyordu. Giriş kapılarının üstü çeşitli figür kabartmaları, yerler mermer, kapıları ise ağaç oymaları ve kristal camlara süslüydü. Her evin, her kapının, kendine özgü bir güzelliği, farklılığı vardı. 35 numaradaki eve girerken biraz heyecanlıydı. Asansörün aynasında saçlarını eliyle taradı. Ceketini düzeltti. Đlk karşılaşmanın, ilk görüşmenin etkisinin sanıldığından da büyük olduğunu biliyordu. Biraz sonra Rafeel Brikho ile buluşacaktı. Lübnan’ın Stockholm’deki Büyükelçilik Müsteşarıyla randevusu vardı. Bekleniyordu. Doğru içeri, kabul salonuna alındı. Lübnan Elçiliği, her Orta Doğu ülkesinin elçiliği gibi görkemli ve gösterişliydi. Tavandan aşağıya doğru sallanan büyük bir Đtalyan kristal avize salonu ve oldukça büyük bir Đran taban halısını aydınlatıyordu. Duvarlarda yağlıboya tablolar asılıydı. Đpek döşeme koltukların arasında ise, küçük, sedef kakma sehpalar vardı. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 154 Kirkor Vartaban ayakta durup, çevresine bakınırken içeri, kendinden emin, sert adımlarla Müsteşar Rafeel Brikho girdi. Brikho, o günlerde Lübnan’ın Stockholm’de büyükelçisi bulunmadığından, elçiliğin en yüksek dereceli memuru, yani elçi vekiliydi. El sıkıştılar. Müsteşar, Kirkor’a oturması için yer gösterdi. Yumuşak koltuklara çökerken: “Siz Amerika’dan geldiğinize göre, uzun zamandır bir Türk kahvesi içmemişsinizdir. Nasıl olmasını isterdiniz?” Kirkor’un dudaklarını acı bir gülümseme kapladı. “Kahvem Türk olmasın da, tadı nasıl olursa olsun!” diye söylendi; ve ardından ekledi: ”Bakmayın dediklerime, lütfen orta şekerli!” Gülüştüler! “Ağız alışkanlığı! Nerede iyi bir şey varsa, Türkler ona sahip çıkmış. Bu durum el sanatlarında da böyle, yemekler de de. Değil mi, Monsieur Vartaban?” “Sayın Müsteşarım, kadının bile güzeli gene Türklerin olmuş! Orta Doğu’da güzel kızlarını Osmanlıya gelin göndermeyen kaç aile var?” Birbirlerine ısınmışlardı. Lübnan’ın Stockholm Büyükelçilik Müsteşarı Brikho, vatandaşının zengin bir iş adamı olduğunu biliyordu. Los Angeles’de, sinema yıldızlarının yaşadığı Bevery Hills de oturmanın ne anlama geldiğinin bilincindeydi. Karşısındaki dolar milyonerinin kendisinden ne gibi bir isteği olabilirdi? Merak ediyordu; ancak acele etmedi. “Sizin Đskandinavya’yı tamamen terk ettiğinizi sanıyordum!” “Bir yerde öyle, biz Đsveç’i bıraktık ama ekselans, Đsveç bizim yakamızı bırakmıyor. Đş için arada bir gidip geliyoruz!” Kirkor Vartaban konuya girmesi gerektiğini seziyordu. Ama söze nereden başlayacağını kestiremiyordu. Sonunda kendini topladı. Ucunda ölüm yoktu ya! “Đşimiz gidip gelmek, sık sık yolculuk yapmak! Ancak bu konuda zaman zaman biraz sıkışıyoruz. Siz buna isterseniz kem gözlerden ırak durmak arzusu da diyebilirsiniz!” “Peki, biz size ne şekilde yardımcı olabiliriz?” “Bizi o kem gözlerden koruyarak!” “O kadar kolay mı Monsieur Vartaban? O kadar kolay mı?” “Kolay olsa, hiç sizin kıymetli dakikalarınızı çalıp, rahatsız eder miydim Ekselans?” Rafeel Brikho içten bir kahkaha attı. Karşısındaki Ermeni akıllı bir adamdı. Oldum olası, aptal dostu olacağına akıllı bir düşmanı olmasını yeğ tutmuştu. Kendisi Maruni, karşısındaki de Ortodoks olduğuna göre anlaşmaları zor olmazdı. Saat Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 155 yarıma geliyordu. Biraz sonra Đsveç Radyosu’nun Eko haber programı başlayacaktı. Gerçi Đsveççe bilmiyordu ama, sekreteri radyoyu dinliyor, Lübnan’la ilgili bir haber yayınlanırsa kendisine anında çeviriyordu. “Đnşallah öğle yemeğini yememişsinizdir. Aşçı ne hazırlamışsa beraber yeriz! Ne dersiniz?” “Siz nasıl uygun görürseniz!” Yemekte uzun uzun, Lübnan’daki genel durumdan, iç savaşın neden olduğu yıkımdan söz açtılar. Müsteşara göre; Lübnan, Ortadoğu’daki Hıristiyanların ülkesi olmalıydı. Zaten Arapların yeterince toprağı ve devleti vardı. Krallık isteyen Ürdün’e, diktatörlük isteyen gidip Suriye’de oturabilirdi. Her üç hak dini gibi Hıristiyanlık da, Ortadoğu’da doğmuş, gelişmişti. Oraları ne yalnızca Yahudilerin ne de Müslümanların kutsal topraklarıydı. Hıristiyanların da en az onlar kadar hakkı vardı. Örneğin, eski Kudüs’te dört mahalle vardı. Müslüman, Hıristiyan, Musevi ve Ermeni mahalleleri. Kirkor Vartaban da Rafeel’i sevmişti. Dediklerine tamamen katılıyordu. Zaten Hıristiyanlığı benimseyenlerin başında Ermeniler geliyordu. Kral Tirdat 287 yılında Hıristiyanlığı resmen kabul etmişti. Üstelik Đncil, Ermenice’ye çok eskiden çevrilmişti. Ermeniler, Hıristiyanlığın kutsal topraklarını savunmayı kendilerine görev saymış, sırf o nedenle yüzyıllardır Kudüs’te sürekli olarak yaşamışlardı. Eski Kudüs’teki arazinin belki de yarısından fazlası Ermeni Kilisesi’ne aitti. Ermenilerin en büyük dini yerlerinden biri, Kudüs’teki Saint Yakobi Katedrali ise, milattan sonra 300 yıllarında kurulmuştu. Bir an aklına büyükbabası geldi. O anlatmıştı: “Kenti çeviren surlardan, Yafa kapısından, eski Kudüs’e gir! Sağa sapıp, polis karakolunu geç! Ermeni Caddesi’nde, sol kolda üzerinde küçük bir tabelanın asılı olduğu kapıdan içeri gir! Đşte Saint Yakobi Katedrali’ni orada görürsün!” Kirkor Vartaban yıllar sonra Kudüs’te ilk gittiğinde, büyükbabasının anlattığı tarife uymuştu. Yahudi mahallesinin hemen yanındaki Djulfa’yı, Ermeni mahallesini sanki eliyle koymuş gibi bulmuştu! Sohbet koyulaştıkça masadaki iki insan arasındaki yakınlık da arttı. Ne de olsa aralarında din birliği vardı. Rafeel Brikho, Vartaban’a dönerek: “Biliyor musunuz aziz dostum, biz Lübnanlıların başına ne geldiyse, Filistinli Araplardan geldi! Ortalığı karıştıran onlar!” dedi. Yemek boyunca aklına takılan soruyu bir türlü sormak fırsatı bulamamıştı. “Ne işi yapıyorsunuz?” Kirkor Vartaban, bu soruyu bekliyordu. Ona gelişinin nedenini biraz çıtlatacak, tepkisini ölçecekti. Gözlerinin içi gülerek, kaçamak bir yanıt vermekte gecikmedi. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 156 “Alıp satıyoruz. Yükte hafif, pahada ağır her şeyi alıp satıyoruz!” Lübnan’daki iç savaş, onları etkilemişti. Artık eskisi gibi gümrük kapılarından kolaylıkla girip çıkılamıyordu. Avrupalılar, Lübnan’dan gelenlere olası bir Filistinli terörist gözüyle bakıyor, kapılarda zorlanıyorlardı. Oysa, ticaretin en başta gelen kuralı serbestlikti. Đş gereği Lübnan’a sık sık gidip gelmeleri gümrük kapılarında rahatsızlık yaratıyordu. Bu konuda yardımcı olunursa, bundan herkesin yararı olacaktı. Ne de olsa Lübnan’a döviz giriyordu. Rafeel, karşısındakinin, altın ya da elmas üzerine iş yaptığına inanmıştı. Demek Amsterdam’da kesilen pırlanta taşları Beyrut’a bunlar sokuyordu! Belki de külçe altın getiriyorlardı. Türkiye’de satılan Reşat Altınları hep Beyrut’ta dökülür, oradan Şam yoluyla Türkiye’ye yollanırdı. Bu altınların karayolu ile Türkiye’ye sokulduğunu sanıyordu ama, belki bu Ermeniler Yeşilköy Hava Limanı’nda bir gedik açmışlardı! Kirkor Vartaban artık atak yapmanın zamanı geldiği kanısındaydı. Cebinden bir zarf çıkardı. Müsteşar Rafeel Brikho uzatırken: “Sayın Ekselans, yardımınız yalnız benim değil, ülkemizin de çıkarlarına çok yarayacak! Đçinde arkadaşlarım Artin Kasapyan ve Hagop Gulvarisyan’ın resimleri var!” dedi. Müsteşar Brikho büyük bir rahatlıkla zarfı alırken keyifliydi. “Arkadaşlarınızın fotoğraflarına bakayım!” diyerek zarfı açtı. Đçinde iki vesikalık fotoğraf ve bir tomar yeşil kağıt para vardı. Amerikan dolarlarını orada sayamazdı. Ama Amerikalıların deyişiyle zarfta dört beş “G” vardı! Her bin dolara, bir ”Jii” denirdi. Đlk bakışta Amerikan dolarları hep bir birine benzerdi. O nedenle paraların üzerindeki cumhurbaşkanlarını tanımak New York’ta mastırını yaparken öğrendiği ilk şey olmuştu! Amerika’daki her okul çocuğu gibi, dolarların üzerindeki resimleri biliyordu. Bir dolarlıkların üzerinde, Washington’un, beş dolarlıklarda ise Lincoln’un resimleri vardı. Zarfın içindeki dolarlara bir daha baktı. Üzerlerindeki resim, Benjamin Franklin’inkiydi. Evet yanılmıyordu. Birin yanındaki sıfırlar iki taneydi! Lübnan’ın Stockholm Müsteşarı başını elindeki zarftan kaldırınca Kirkor’la göz göze geldi. Sanki büyük bir lütuf yapıyormuşçasına nazlanarak konuşmaya başladı: “Bu iş çok zor ama, sırf size yardımım dokunsun diye işinizi çözmeye çalışacağım” Ardından sözlerine ekledi. “Yarın perşembe. Cuma sabahı arkadaşlarınız gelip beni görsün!” Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 157 45 Maggie Faogelström elindeki boş rakı kadehini Metin Karayel’e uzatırken: “Kadınbudu güzelmiş, eline sağlık!” dedi. Saatler ilerlemiş, gözlerinde çapkınca kıvılcımlar çoğalmaya başlamıştı. Metin’den hoşlanıyordu. Şu anda onunla birlikte olmak, onun tarafından sevilmek, okşanmak istiyordu. Ancak o, nedense bu gece kadınsal yanıyla pek ilgilenmemişti. Yoksa artık yaşlanıyor muydu? Hayır, zannetmiyordu! Zaten önemli olan fiziki yaş değildi! Gönlü her zamanki gibi genç ve yeni maceralara açıktı. Maggie, eğer o güne dek evlenemediyse nedeni başkaydı. Karşısına anlayışlı, kendisine hem baba, hem koca ve hepsinden önemlisi arkadaş olacak biri çıkmamıştı. Metin ile işte böyle kalıcı bir arkadaşlığın temeli atılabilirdi. Bu, bir yerde Đsveç devlet televizyonundaki sevdiği, zevk aldığı işinden de ayrılması anlamına geliyordu. “Olsun!” diye geçirdi, içinden. Bunca yıl çalışmıştı. Biraz da meslek değiştirse ne olurdu? Hem diplomat karısı olmak da başlı başına bir iş değil miydi? Birden heyecanlandı. Benliğinin Metin’i baştan çıkarmak ve baştan çıkmak duygularıyla titrediğini hissetti. “Sen kadın budunu çok mu seversin?” Maggie’nin sorusu kinayeliydi! Ama Metin Karayel anlamazlıktan geliyordu. Belki de hayatında ilk kez gecenin bu geç saatinde karşısındaki bir kadına ilgi duymamaya çalışıyordu. Maggie’nin kadehini doldururken: “Merak etme Maggie! Bu sorunun cevabını daha sonra birlikte öğreneceğiz!” derken, aklında iki günden beri öğrenmek istediği bir başka soru vardı. Sahaftan aldığı antika kitaplar! “Biraz daha soda ister misin?” “Evet, lütfen!” Önceki gün Anders’ten aldığı kitaplar büfenin üzerinde duruyordu. Gitti, kitapları aldı; Maggie’ye verirken: “Umarım, seni pek sıkmaz. Türkiye üzerine iki ciltlik bir kitap aldım. Đsveçliler bundan yüz yıl önce bizim hakkımızda ne biliyormuş, merak ediyorum?” dedi. “Benden hepsini mi okumamı istiyorsun?” “Hayır! Yalnız bana bir iki bölümünü kabaca çevir, yeter!” Maggie önce karşısındaki adama, ardından da kitaplara baktı. Demek Metin’in kendisine gösterdiği ilgisizliğin nedeni bu kitaplardı. Anlaşılan onu okuması gerekiyordu! Diplomat eşi olmak, bir yerde ona yardım etmekti! Bir an, yeni mesleğine, görevine başladığını sandı! Kitapları aldı. Kalın, kırmızı ciltli, şöyle toplam bin sayfalık iki kitaptı, “Günümüz Türkiyesi!” Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 158 Ayağa kalktı. Çapkınca bir gülümseme ile yatak odasına doğru giderken: “Ben oturarak kitap okumasını sevmem!” dedi. Metin Karayel, Maggie’nin gözü pekliğine şaşırmıştı. Anlaşılan kızın niyeti kötüydü! Gözleri parladı. Önündeki rakı kadehinde kalan son yudumu başına dikerken Maggie’ye seslendi: “Lütfen ikinci cildinden başla!” Metin Karayel’in yatak odası oldukça geniş, ancak dağınıktı! Kocaman bir su yatağı odanın neredeyse yarısını kaplıyordu. Eski, yarı antik oyma bir gardırop, Đskandinav ağaç işçiliğinin en temiz örneklerinden biriydi. Yerdeki Ezine seccadesi, hemen yanındaki bir Đran-Hamadan seccadesine eşlik ediyordu. Maggie Faogelström bir an giysilerini nereye çıkaracağını bilemedi. Sonunda köşede duran sandalyenin üzerine fırlattı. Đleride, bu odaya bir tuvalet ya da eski zaman işi bir ayna alması gerekecekti. Tabii, güzel bir Đngiliz masası da! Büyük bir mutlulukla Metin’in yatağına girdi. Başı tatlı tatlı dönüyordu. Demek rakı vurmuştu! O anda içinden hiç okumak gelmiyordu. Bir süre, su yatağında tatlı tatlı sallandı. Yatak, başını büsbütün döndürdü. Bakışları tavanda asılı kristal avizeye kenetlendi, kaldı!.. Sonra yatağın kenarına düşmüş olan kitaplara isteme istemeye baktı. Birinci cildini komedinin üzerine bıraktı; elindeki ikinci cildin üzerinde büyük harflerle: “TURKIET I VÅRA DAGAR!” -”Günümüz Türkiyesi!”- yazıyordu. Böyle bir eserle ilk kez karşılaşıyordu! Meraklandı. Sayfalarını karıştırırken gördüğü resimler çok ilginçti. Osmanlı Đmparatorluğu’nun çeşitli halkları ve kentlerinin genel görünüşleri bakır gravür tekniğiyle basılmıştı. Dicle kıyısında Bağdat, Trabzon, Rodos’tan bir manzara! Maggie elindeki kitabın sayfalarını karıştırırken, Rodos’tan görüntüyü ilgiyle izledi. Kent surları ve kale kapısının ardında çifte şerefeli bir minare gözüküyordu. Demek bundan yıllar önce Rodos’ta karşılaştığı yaşlı Türk’ün kendisine söylediği doğruydu. Rumların Ada’daki Türk varlığını silmek için, camiyi yıktıklarını söylemişti. Ancak, Yunanlıların böyle bir kültür katliamı yapamayacaklarına inandığından anlatılanı yaşlı Türkün gereksiz bir yakıştırması sanmıştı! Demek o ak sakallı Türk gerçeği söylemişti! Bir Avrupalı olarak Yunanlıların her dediğine inandığı için pişman oldu; utandı. “Metin gel şu kitaba bak! Neler var içinde?” Maggie, bu antika kitabı merakla karıştırıyordu. Beş yüz küsur sayfa kolay kolay okunmazdı. Metin geldi, yanına uzandı. Su yatağı tatlı tatlı sallandı. Maggie ayağıyla Metin’inkini aradı. Onun tenine değmek, dokunmak istedi. Ancak Metin pek oralı değildi! Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 159 “Senden ricam, şu Ermenilere ait bölümü bana özetleyerek çevirmen! Haa, ne dersin?” “Peki, sana okuyup çevireceğim!” “....Anadolu’nun doğusunda, Fırat ve Aras nehirleriyle, Hazar Denizi arasındaki yüksek yaylalık bölgeye Ermenistan deriz. Mukaddes Kitaba göre, insanoğlunun yeniden çoğalmaya başladığı, Hazreti Nuh’un karısı, oğulları ve onların karılarıyla yeniden kök salıp, yaşamaya başladığı bu topraklar, tarihte önemli halkların gelip geçtiği yer oldu. Asurlularla Medler, Medler ile Persler, Persler ile Yunanlıların birbirleriyle savaştığı bu topraklarda, Orta Doğu’yu ele geçirmek için çarpışan Arapların, Haçlı Orduları’nın, Sunniler ile Şiilerin, Ruslarla Türklerin arasındaki savaşlara da sahne olundu...” Okumasına bir an ara verdi. Sanki tarih bilgilerini yeniden hatırlamak istiyordu. Alman Yazar Fr. von Hellward ve L.C. Beck’in ”Günümüz Türkiyesi” adlı eserine göre, tarih boyunca kanlı savaşlara sahne olan Ermenistan’a sahip olan Anadolu’ya ve giderek Orta Doğu’ya da hakim oluyordu. Maggie elindeki kitabı artık bir angarya gibi okumuyor, her sayfasında yeni yeni bilgilere ulaşmanın keyfini yaşıyordu. Hatta Müsteşar’ın bilgisini de sınadığı oluyordu. “Metin dinle bak! Ermenistan’da kimler yaşıyormuş biliyor musun?” Maggie yanıtını alamayacağından emin bir ses tonuyla kitaptaki istatistik bilgileri bir solukta okumaya başladı. “130 bin 500 kilometrekare olan Türkiye, Ermenistan’ında 1 milyon 230 bin kişi yaşar. Deyrolle’nin istatistik verilere göre, 1869 yılında bunlardan 272 bini Türkler, 357 bini Kürtler, 410 bini Hıristiyanlar, 12 bini Yahudiler, 2 bini Yezidiler, 158 bini Kızılbaş Kürtler ve 29 bini de Karakalpaklar’dan oluşur. Hıristiyanlar ise kendi aralarında 287 bin Ermeni, 111 bin Nastûri, 8 bin Katolik Ermeni, 4 bin Rum ve 1.300 Protestan’tan oluşur. 1877 yılında, Muş, Van ve Hakkari, Erzurum ilinden ayrılarak Merkezi Van olan özel bir eyalet oldu.” Bir daha okur musun? Ermenilerin sayısı ne kadarmış?” “Katolikleri de sayarsak, yaklaşık 300 bin!” “1869 da 300 bin olan Ermenilerin sayısı, nasıl olur da, 45 yıl sonra 1,5 milyon olur?” Maggie’nin kafası karıştı. Böyle bir sayıdan hiç söz etmediğine emindi. “Hayatım, kitapta 1,5 milyon diye yazmıyor ki!” “Biliyorum! Ermenilerin iddialarına göre, Türklerin kestiği Ermeni sayısı!” Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 160 “Ama bu çok saçma, yalan! Türkiye Ermenistanı’nda 300 bin kişi yaşarsa, Türkiye’nin diğer bölgelerinde yaşayan Ermenilerin sayısı daha fazla olamaz!” Metin Karayel, sevecenlikle Maggie’ye baktı. Sonunda o da Ermeni propagandasının tutarsızlığını anlamıştı. Türkiye’deki Ermeni nüfus, Doğu Anadolu’da, “Türkiye Ermenistanı’nda” bile nüfusun dörtte birine ulaşamıyordu. Kilikya’da, Batı Anadolu’da yaşayan Ermenilerin sayısı daha fazla olamazdı! Ya Ermenilerin “Bizim” dediği kentlerdeki nüfusu, ne orandaydı? “Erzurum, Erzincan, Bitlis, Van, Bingöl, Diyarbakır! Kitapta bunlar hakkında da bilgiler var mı?” “Bir dakika arayayım!” Maggie Faogelström, Metin’in meraklı bakışları arasında sayfaları karıştırdı. Aradığını buldu ve kendi kendine okumaya başladı. “Haydi yüksek sesle oku da, ben de anlayayım!” “Hangisini istiyorsun? Van’ı mı? Erzurum’u mu? Bitlis’i mi?” “Sen hangisinden başlarsan!” “Bitlis: Üç vadiden gelen ırmakların birleşmesiyle oluşan ve Fırat nehrinin bir kolu olan Bitlis Suyu: köprüleri, pazarı, camileri kırmızıya çalan kahverengi taştan yapılma, düz tavanlı çatısız evleri ve suların kenarındaki yeşilliğiyle, bu romantik dağ kentine, kendine özgü bir renk katar. Kentteki 30 kadar su değirmeni ve bir o kadar da camii, 8 medrese, bir düzine kadar tekke, 8 Ermeni kilisesi ve 7 tane de han vardır. Kenti koruyan 10 metre yüksekliğindeki surlar artık bir harabe olup, fakir insanların barınağıdır. Kentin nüfusu 15-20 bin ya da 3-4 bin ailedir. Bunların üçte biri Ermeni, üçte ikisi Müslüman ve 50 kadar da Yakubi ailesidir. Ermenilerin hali vakti yerinde olup, her yerde olduğu gibi ikiye bölünmüşlerdir. Kentteki milliyetçi Ermeni ailelerinin (Hınçakların) sayısı 800 kadardır!..” Metin Karayel yıllardır bu kadar keyiflendiğini anımsamıyordu. Đyi ki paraya kıymış, bu kitabı almıştı. Hiç olmazsa, bir yabancı kaynaktan Türkiye’deki Ermeniler üstüne bilgi sahibi oluyordu. Kitaptaki bilgileri, bir Türk’ün yazdığı kitapta okumuş olsa, ”Propaganda!” diye önemsemeyecekti. Üstelik kitap son yıllarda Türkiye’nin başına dert olan Kürt sorununa da bir ölçüde ışık tutuyordu. Kürtlerin bölgedeki ağırlığı, Ermeni Sürgünü’nden sonra artmış, göçebe Kürt aşiretleri Ermenilerden boşaltılan köylere konmuştu! Diyarbakır’ın en büyük camisi, Ulu Cami’nin kilise bozması olduğunu, askerliği yaptığı sırada görmüştü. Süryanilerin ve Ermenilerin ”Bizim” dediği Diyarbakır’a, şimdi ayrılıkçı Kürtler de “Bizim Başkent” diyordu! Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 161 Evet, Güney Doğu Anadolu’da Urartulardan, Ermenilerden, Süryanilerden, hatta Selçuklu döneminden kalma eserler çoktu. Ya o topraklarda, Kürtlerden kalma ne vardı? Metin Karayel aklına takılan bu sorunun yanıtını tam bilemiyordu. Avrupa’da Türkiye’ye karşı bir düşmanlık akımı yürütülüyordu. Aynı Yahudilere karşı sürdürülen antisemitizm gibi, anti-türkizmden söz edilebilirdi. Ortada bir bayrak yarışı vardı. Bu anti-türkizm bayrağını, kimi Ermeniler, kimi Rumlar, bazen de ayrılıkçı Kürtler elinde tutuyor, sömürüyordu. Ve bütün spor karşılaşmalarında olduğu gibi, bu anti-türkizm yarışmasının da sponsorları vardı. Suriye, Yunanistan ve Sovyetler Birliği! Bu üç ülke 1981 yılı ilkbaharında, Türkiye düşmanlığının şampiyonu, lokomotifiydi. Türkçe’ye, dünyanın dört bir köşesindeki yazarların kitapları çevriliyordu. Ancak Türk okuru, Cengiz Aytmatov dışında, Orta Asya’daki Türki Cumhuriyetlerden kimseyi tanımıyordu. Onu da solcu yayınevleri Lenin ödülü aldığı için basmıştı! Türkiye, Eurovizyon’da kötü sonuçlar aldıkça, Bulgaristan’dan kazandığı Altın Palmiye ödüllerinin sayısı artıyordu. Türk sanatçıları nedense Taşkent Film Festival’lerinde büyük başarılar kazanıyor, ancak Özbekistan’a giden gazeteciler, oradakilerin yaşantısını dile getirmiyordu! Bu işin içinde bir bit yeniği vardı! Metin Karayel, yıllar önce Türkiye’ye yıllık izine geldiği sırada izlediği bir konseri anımsadı. Azerbaycanlı ses sanatçısı, Zeynep Hanlarova, o yaz gecesi, Đstanbul Açıkhava Tiyatrosu’nda herkesin gönlünü kazanmıştı! Ancak, onun dışında, Azerbeycan’dan kimi tanıyorlardı? Daha doğrusu neden tanımıyor, tanıyamıyorlardı? Metin Karayel öfkelenmişti. Yatak ucundaki komedine uzandı. Bir sigara aldı, yaktı. Derin bir nefes çekti. Sonra, aklına yanında Maggie’nin yattığı geldi. “Sen de ister misin?” “Hayır, teşekkür ederim. Devam edeyim mi?” “Đyi olur! Erzurum için ne yazıyor?” “Olur, okuyorum!” “Erzurum: Palandöken dağlarının güneyinde, Dumlu Dağ’ın Kuzey Batı’sında, 40 bini aşkın nüfus ile Ermenilerin en büyük kenti. 160 köyde, 29 bin Müslüman ve 14 bin Ermeni yaşar. 62 burç ve surların yüksekliği 7,5- ile 10 metre arasındadır.” Metin Karayel: “Demek Ermenilerin en büyük kentinde yaşayan Ermenilerin sayısı topu topu on dört bin kişiymiş!” diye Maggie’nin sözünü kesti. Batı dünyası ilginçti. Türklerin varlığı, yüzlerce yıllık egemenliği göz önüne alınmıyor da kırk bin kişilik kentte yaşayan on dört bin kişiden yola çıkılarak, Erzurum’a Ermenilerin en büyük kenti unvanını veriyordu! Kurtuluş Savaşında Doğu Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 162 Cephesi Komutanı olan Kâzım Karabekir Paşa’yı rahmetle andı! Erzurum’u, Kars’ı, Ardahan’ı kurtaran oydu. Sonra Maggie’ye dönerek: “Seni daha fazla yormak istemem.” dedi. Maggi’nin gözlerinde çapkınca kıvılcımlar çaktı. Sevdiği adamın bu kadar kısa bir çeviriyle yetinmesine sevindi. “Günümüz Türkiyesi”ni bir başka zaman okuyabilirlerdi. Metin Karayel, Maggie’nin elinden kitabı aldı; komodinin üstüne koydu. Sonra yanına iyice sokulmuş kadına baktı. Uzun uzun okşadı. Onu sıkıca kollarının arasına aldı. Maggie mutluluktan gülümsüyor, artık Metin’in ağırlığı altında ezilmek istiyordu! 46 Huddinge Narkotik Şubesi Özel Ekip Şefi Gösta Karlsson’un düşündükçe kanı beynine sıçrıyordu. Đşte, önünde telefon konuşmasının Đsveççe çevirisi vardı. Elinde dişe dokunur ilginç bilgiler duruyordu. Ama bu noktaya gelmek hiç de kolay olmamıştı! Stockholm’ün göbeğindeki Emniyet Sarayı’ndan dışarı baktı. Đleride Adliye Sarayı’nın kahverengi tuğlalarla örülü duvarı gözüküyordu. Mesleğe ilk atıldığı yıl, PO 1’de yani Polis Merkezi’nde devriye polis olarak çalışıyordu. Bir gün göz altına alınanlardan biri iki binayı birbirine bağlayan yeraltı koridorunda giderken üzerine atlamış, belinde asılı kılıcını almak istemişti. Şimdi adama komik geliyordu ama o günlerde polis kılıç taşıyordu. Oysa artık her şey modernleşmiş, hükümlüler hücrelerin olduğu en üst kattan mahkeme salonlarına kendi kendilere gidip gelmeye başlamışlardı. Gardiyanlar hükümlüyü asansöre koyuyor, sonra kapılar bodrum katta kendiliğinden açılıyordu. Hoparlörden gelen bir ses hükümlünün televizyon kameralarıyla denetlenen koridoru geçmesini söylüyordu. Böylece hükümlü kimseyi görmeden arka kapıdan mahkemeye gelmiş oluyordu. Başkomiser Gösta Karlsson’un gözleri dalmıştı. Meslekte geçen yıllarını yeniden yaşamak istiyordu. Çalışmak, hayatın vazgeçilmez bir parçasıydı ve insan işi olduğu sürece toplumda bir değer kazanıyordu. Oysa o artık koltuğunda iğreti oturuyordu. Eğer emekliliğine iki yıldan az bir süre kalmamış olsa, Ekberg’e ağzının payını verecekti. Ama meslek hayatının son yıllarında tatsızlık istememiş, alttan almıştı. Başkomiser Gösta Karlsson, istemeye istemeye savcıdan zorla dinleme iznini aldığı günü anımsadı! Benliğinin nefretle titrediğini anladı. Savcı Jerry Ekberg önündeki yazıyı imzaladıktan sonra kendisine dönerek: Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 163 “Đstediğin izni aldın ama, bu artık son olsun!” demişti. Bir daha bu kadar az ipucu üzerine kendisine gelip, vatandaşların telefonları dinlemek için izin istenmemeliydi. Polisin, “Ben şüpheleniyorum!” demesi, bir kişinin özel hayatını irdelemeye, onun kişisel hak ve dokunulmazlığını çiğnemeye yetmezdi. Eğer Đsveç anti-demokratik bir Arap ülkesi gibi değil de dünyada, demokrasinin bayraktarı olacaksa, polisin de buna ayak uydurması gerekirdi. Ancak gene de dinleme iznini veriyordu. Nedeni de, Narkotik Şubesi’ndekilerin yasaları ayaklar altına alma arzusunu önlemekti! Başkomiser Karlsson’un aklına üç hafta önce kendisiyle Savcı Ekberg arasında geçen tartışma geldikçe köpürdü. Savcılar için önemli olan, yasaların yaşamasıydı. Yoksa kenti uyuşturucu çeteleri íşgal etmişmiş, yok metro istasyonlarında insan beynini uyuşturan amfetamin haplarını bulmak, eczaneden aspirin almaktan daha kolaymış, umurlarında değildi. Öyle ki, Đsveç’te devlete ait eczanelerden iki kutu aspirin almak, “Belki intihar edecektir!” endişesiyle, yasaklanıyordu. Oysa, polisin gözleri önünde eroin ticareti yapılıyor, ama polis elinde yeterli kanıt olamadığı için onları yakalayamıyordu. Kanıt toplamak için telefonları dinlenmek istendiğinde ise, bir saat ahlak üzerine söylev dinlemek zorunda kalıyorlardı. Hele Gösta Karlsson, Savcı Ekberg’in, dinleme iznini kendisine uzatırken yaptığı küstahlığı hiç unutamayacaktı: “Ben imzalamasaydım, senin delikanlılar, gene de bildiklerini okuyacaklardı. Üstelik, kendi aralarında, beni atlattıklarını böbürlenerek anlatacaklardı! Ama ben onların ağzına çerezlik sakız olmam! Bu konuda attığınız her adımı öğrenmek istiyorum! Durumu bana rapor edeceksiniz! Tamam mı?” Aslında Savcı Jerry Ekberg, Narkotik Masası’nın isteğine böyle kolay kolay baş eğmezdi. Ancak işin içinde SAEPO’nun olduğunu öğrenince, tavrını değiştirmişti. Đsveç Güvenlik Polisi ile ne dalaşmak, ne de işlerine karışmak istemişti. SAEPO bir kaç Ermeni’nin telefonunu isterse kendi de dinleyebilirdi. Ne de olsa, ellerinin altında, “Terörizme Mücadele Yasası” vardı. Bu onlara terörist zanlılarının bile telefonlarının dinlenmesini, hatta göz altında tutulmalarına olanak verirdi. SAEPO’nun bu yolu seçmeyip, işi Narkotikçilere havale etmesinin ardında bazı gerçek şüpheler olabilirdi! Đşte Savcı Jerry Ekberg, Karlsson’un isteğini o nedenle, geri çevirmemiş, ancak Narkotikçiler şımarmasınlar diye işi biraz yokuşa sürmeye çalışmıştı. Gösta Karlsson, Ağustos’un yirmi altısında altmış dördünü dolduracaktı. Askerliğini bitirir bitirmez polis olmuş, mesleğine Đkinci Dünya Savaşı’nın o zor günlerinde başlamıştı. Önce devriye polisi, derken meslek içi eğitimler, kaçakçılık masasında geçen on dört yıldan sonra şimdi de Narkotik Şubesi’ndeydi. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 164 Meslek hayatında ilk kez farklı bir uyuşturucu şebekesiyle karşı karşıya olduğunu seziyor gibiydi. Çok daha geniş bir kaçakçı kadrosuna karşı operasyon yapmaları gerekiyordu. Geçen hafta Armeniska Spor Kulübü’nün futbol maçını sözde Đsveç Televizyonu adına filme alıp, kaçakçılığa karışanları saptamaya çalışmışlardı. Eroin kaçakçısı futbolcular! Böyle bir düşünce kendisine ters geliyordu ama eldeki veriler onu gösteriyordu. Üstelik, onların böyle bir işe girmesinin nedenini de kolay kolay açıklayamıyordu. Kazanılan bunca para nereye gidiyordu? Neden diğerleri gibi uyuşturucu parasını harcamıyorlardı? Gösta Karlsson’un bu konuda daha öğreneceği çok şey vardı. Ama biraz kendine gelmesi gerekiyordu. Koltuğundan kalktı. Koridordaki kahve makinesinden bir fincan kahve almalıydı. Az önce doldurduğu plastik kahve fincanını klasörün yanına koydu. Telefon konuşmaların çevirileri orta büyüklükte o dosyayı dolduruyordu. Önünde duran dosyayı aldı; konuşma metinlerine baktı. Avedis Deragopyan’ın telefonu az işlemişti. Đki kez Kirkor Vartaban ile, beş kez Stockholm’deki Ermeni derneğiyle, üç kez Stockholm’ün güneyindeki mülteci kamplarından birinde kalan bir Ermeni ile, bir kez Kıbrıs’taki biriyle ve gene üç kez de Huddinge’deki bir ayakkabıcı dükkanındaki bulunan kişiyle telefon görüşmesi yapılmıştı. Kirkor’un telefonu daha çok çalışmıştı. Yaptığı çeşitli telefon görüşmelerini tek tek saydı. Son üç hafta içinde on dokuz değişik insana telefon etmişti. Bunlarla yaptığı görüşmelerin sayısı ise kırk altı idi. Öncelikle Lena Ström ile yapılan görüşmeler ilginçti. Kadın, Kirkor’a telefon edip, ne zaman kahve içeceklerini soruyordu! Ancak ne Kirkor’un onun evine gittiği ne de Lena’nın onun evine geldiğine ilişkin bir izleme raporu vardı. Bu kadının Kirkor’la ilişkisi yakından kurcalanmalıydı!.. Gösta Karlsson’un telefonu uzun uzun çaldı. Yorgundu. Hafta sonu yazlık evlerinin bahçesini düzeltmeye çalışmış, her tarafı tutulmuştu. Sekreteri, karısının aradığını söyledi. Đşlerin yoğun olduğu zamanlar telefonunu bağlatmaz, dikkatinin dağılmasını istemezdi. Karısı yazlıkta tek başına kalmıştı. Herhalde akşam gelirken beraberinde getirmesini isteyeceği bir iki eksik vardı. Dosyanın ilk sayfasındaki kapak yazısına, genel değerlendirme raporuna, yeniden göz attı. Orada da, “farklı” bir çeteden söz ediliyordu. Kiminin anadil öğretmeni, kimin hastabakıcı, kiminin ayakkabı tamircisi olduğu, sıradışı bir çete! Üstelik elebaşları, ilk kez bir Ermeni idi! Dosyadaki insanların, hangi konularda ortak olduğunu ararken, gözüne Kirkor Vartaban’ın konuşmaları arasında geçen “Kıbrıs” sözcüğünün ilişti. “Bunların Kıbrıs’la ne ilişkileri var?” diye düşündü. Sonra aklına Avedis Deragopyan’ın konuşmaları arasında Kıbrıs’la ilgili bir bölüm geldi. Onlar dosyanın başındaydı. O sayfalara yeniden bakmaya başladı. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 165 “Merhaba Avedis! Ben Agop, Agop Agopyan!” “Merhaba Komutan! Đşler nasıl gidiyor?” “Sandığımızdan da iyi. Rumlar beni çok güzel ağırladılar! Nerede kaldığımı Biliyor musun?.. Nikosia Holiday Inn’de!..” ”Peki, isteklerimiz?” “Onların hepsi tamam! Yalnız yakında buraya birini göndermeniz gerekecek!” “Sen işin o tarafını bana bırak; merak etme!” Başkomiser Gösta Karlsson okuma gözlüğünü çıkarıp masaya koydu. Keyifliydi. Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı. Đyi bir iz üzerinde olduğunu hissediyordu! 47 Arabasını sola dönmek için durdurunca, Orhan Aykut’un benliğini belli belirsiz bir üzüntü sardı. Teröristlerin en sevdiği suikast yerlerinden biri, işte böyle sola dönüşlerdi. Sola dönecek araba yolun kendisine açılmasını beklemek zorundaydı. Stockholm’de kent içi ulaşımın atardamarı, Sveavaegen caddesi her zaman olduğu gibi kalabalıktı. Geniş kaldırımlar çocuk arabalarını süren genç anneler, ellerinde bira ve şarap şişeleriyle Tünelbana denilen metro girişlerinde bekleşen sarhoşlar, işlerine koşan bürokratlar, Yüksek Ticaret Okulu’na giden öğrencilerle doluydu. Dükkânlara mal getiren araçlar trafiği allak bullak ediyorlardı. Kamyonlar, kamyonetler yollarda gelişi güzel park ediyordu. Hele lokantalara bira ve yiyecek getiren kamyonlar, mallarını boşaltırken, trafik kuyruğunda bekleyen insanları canından bezdiriyordu. Önemli olan arabanın yol kavşağında durmamasıydı. Bu durumlarda bir bisikletli ya da motosikletli terörist avını hiç zorlamadan vurabilirdi. Arabasının içinde, hiçbir yere kımıldayamayan, saklanamayan ve hepsinden önemlisi, kendini koruyamadan ölümü bekleyen bir kurban adayını vurmaktan daha kolay ne olabilirdi? Orhan Aykut, kendini Ermeni teröristlerin yerine koyuyor, Stockholm’deki kurbanın kim olabileceğini kestirmeye çalışıyordu. Konsolos Sinan Kurtoğlu, Müsteşar Metin Karayel ve Tanıtma Bürosu Müdürü Barış Koçer! Gerçi Türkiye’nin Stockholm Büyükelçiliği’nde çalışanların sayısı çok daha fazlaydı ama, salt Türk oldukları için önüne geleni öldüremezlerdi. Hedef kim olursa olsun, yakalanma tehlikesi hemen hemen aynıydı. O nedenle hedefin siyasi konumu olayın basındaki yankıları açısından önemliydi. Evet bir büyükelçi ya da müşteşar Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 166 öldürmekle, bir kavas öldürmek aynı kefeye konamazdı. Hangi gazete, Stockholm’deki Türkiye Büyükelçilik Kavas’ı, yani bir Büyükelçilik hizmetkarı öldürüldü diye sütunlarında yer açardı? Orhan Aykut bir ara yolun kendisine açıldığını fark etti. Karşıdan arabalar gelmeden hareket etti; sola saptı. Karnı açtı. Otelden sabah kahvaltısını yapamadan ayrılmıştı. Saat sekizden önce Döbelnsgatan’da olmalıydı. Gerçi Metin Karayel’in elçiliğe gitmesi dokuzu bulurdu ama, niyeti sokağı çok daha önceden göz altına almak, olası bir tehlikeye karşı “Temiz” olup olmadığına bakmaktı. Stockholmlüler, bunca metro ve otobüs ağına rağmen gene özel arabalarından inmiyor, sabah trafiğini çekilmez bir işkenceye çeviriyorlardı. Gerçi araba kuyruğunu Đstanbul ile karşılaştırmak biraz haksızlık olacaktı. Acaba Đstanbul’un Stockholm gibi gelişmiş bir otobüs şebekesi, yüz kilometreyi aşan metrosu olsa ulaşım gene böyle olur muydu? Sanmıyordu! Artık ana caddedeydi. Kente akın akın gelmekte olan arabaların tersine, merkezden dışarı doğru gittiğinden, arabası bir durup bir kalkmıyordu. Zaten gideceği yer pek uzak sayılmazdı. Birkaç dakika sonra sağa saptı. Hafifçe bir yokuşun kenarındaki parkta, sabah sabah köpeğini havalandıran iki üç Stockholmlünün yanından yokuşun tepesine vardı. Sağında Döbelnsgatan caddesi uzanıyordu. Arabasını, kapısında Balet Akedemin yazılı, evin önüne park etti. Saat 8.12 yi gösteriyordu. Sabah otelin resepsiyonundan aldığı Đsveç gazetesini açtı. Okuyamasa bile fotoğraflarına bakıyor, karineyle de olsa, dış haberler sayfasından, dünyadaki gelişmeleri izlemeye çalışıyordu. International Herald Tribune gazetesi her yerde satılmıyordu. Ancak yanına bir Đsveç gazetesini almasının asıl nedeni, hem yüzünü saklamak hem de çevrenin pek dikkati çekmemekti. Ne de olsa yabancı bir gazeteyi okuyan, dikkatleri daha çok üzerine toplardı! Đsveç gazetesi oldukça kalındı. Gülümsedi. Ne de olsa kağıt memleketiydi. Fotoğraflar büyük, haberler uzun uzadıya idi! Gazetenin iç sayfalarından birindeki denizaltı resmi dikkatini çekti. Bir Sovyet denizaltıydı. Benzerlerine Karadeniz’de de rastladığından hemen anımsadı. NATO içinde, bu Đkinci Dünya Savaşı sonrası yapılmış ve sonradan atom füzeleriyle donatılmış Sovyet denizaltılarına, Whiskey Sınıfı deniyordu. Gazete haberinden karineyle çıkardığına göre geçen Eylül’de Đsveç karasularına bir Sovyet denizaltısı gelmişti. Gazetede Stockholm açıklarındaki takımadaların bir krokisi de yer alıyor, denizaltının görüldüğü yer işaretleniyordu. Orhan Aykut, bir SAT-komandosu olarak Đsveç karasularının durumunu yakından biliyordu. Buzul devrinin bir anısı olarak Đsveç kıyılarında on binlerce ada, kaya ve “Topuk” adıyla tanınan sualtı kayaları vardı. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi Botni Denizi’nin suyu acıydı. Yağışların fazlalığı, alg denilen mikroskobik bitkisel Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 167 hücrelilerin çokluğu, suları bulandırıyordu. Değil denizin dibini, denizin bir metre derinliğini bile görmek olanaksızdı. Deniz suyundaki farklı tuzluluk, denizaltıların saklanmasını kolaylaştırıyordu. Đster Varşova Parkı, isterse NATO ülkeleri denizaltılarının Botni Körfezinde kendilerini güvende hissedecekleri tek yer Đsveç kıyılarıydı. Aklına bundan yıllar önceki gençlik günleri geldi. Pek öyle iri yarı, cüsseli değildi. Çocukluğunda herkes gibi spora az ilgi duymuştu. Zaten Türkiye’de çocukların ve gençlerin spora teşvik edildiği söylenemezdi. Futbol, herkesin kurallarını yakından bildiği ve sevdiği, ama uygulamasına gelince, çok az gencin peşinden koşuştuğu bir spordu. Türklerin ata sporu güreş ise, o da Anadolu çocuklarının tekelindeydi. Çayırda, toprakta karakucak güreşmeye spor denmesi Orhan’a biraz ters geliyordu. Önemli olan insanın kendi kendini yenmesi, yani daha iyiyi başarmasıydı. Güreşte durum öyle değildi! Đdman yaparken güreştiği kişiyi yenmesi, onun çok iyi bir güreşçi olduğu anlamına gelmiyordu. Sağlam bir rakibe karşı yapılmayan mücadele, kişiyi daha ileriye götürmüyordu. O nedenle Deniz Lisesi’ne girdiğinde aletli jimnastiği seçmişti. Spor zaten zorunluydu. Önemli olan kişinin kendi vücut yapısına, kafasına en uygun olanı bulmasıydı. Tabii çalıştırıcının da çok önemi vardı. Oktay Hoca, onun lise yıllarındaki, en büyük destekçisiydi. Oktay Yıldızipek, önce deniz subayı çıkmış, ama spor sevgisi, onu beden eğitimi öğretmeni olmaya zorlamıştı. Belki de koca Türkiye’de, spora Oktay Hoca’dan fazla benliğini vermiş başka birisi yoktu. O, çelimsiz ve sınıfının en küçüklerinden biri olan Orhan’ı da, iyi bir aletli jimnastikçi yapmıştı. Harbiye yıllarında Orhan Aykut için dünyada iki nesne vardı. Biri Birgül, diğeri Deniz pentatlonu! Birgül’e deli gibi aşık olmuş ancak o günlerin ürkekliği, toyluğu içinde ona sevgisini doğru dürüst açamamıştı. Onu sevmiş, hatta bir aralık onsuz yaşayamayacağını düşünerek intihara bile kalkışmıştı! Belki yaptığı delilikti! Ama ne çıkar! Bütün yaşantısı boyunca “Hepler ve Hiçler” arasında gidip gelmiş, bir şeyin azı ya da yarısı ile yetinmemişti! Pentatlona karşı duyduğu aşırı isteğin temelinde, Birgül’e veremediği sevgi mi yatmıştı? Bunu hiç düşünmemişti! Bildiği tek şey o yıllarda kendini tüm benliğiyle spora verdiğiydi. Deniz pentatlonu, adı üzerinde beş spor dalından oluşuyordu. Çeviklik parkuru, üç bin metre koşu, gemicilik, atış ve yüzme! Her biri başlı başına beceri ve yetenek isteyen beş değişik dal! Kiminde engeller aşılıyor, kiminde sandala biniliyor, kimindeyse su altında borular bağlanıyordu. Yıllar sonra pentatlonda dünya birincisi olduğunda, yüzbaşı rütbesindeydi ve artık bir sualtı komandosuydu! Türkiye’de ilk kez yapılacak sualtı komando eğitimi için deniz kuvvetlerinden tam yirmi bir kişi başvurmuştu. Ama o çetin eğitimin sonunda sınavı başarıyla Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 168 bitirebilen, daha doğrusu ”Cehennem Haftası”nı tamamlayan, topu topu dört kişiden biriydi. Dördü de okulun tanınmış sporcularıydı. Halterci Namık Ekin, Kroscu Metin, Pentatloncu Abidin ve Akrobat Orhan! Onları Türk Ordusu içindeki diğer komandolardan ayıran temel özellik, aralarında hiçbir erin olmamasıydı. Eğitimleri, normal kara komandolarınınkinin tam üç katıydı! Erler bu kadar uzun ve yorucu bir eğitimi bitirdiklerinde artık askerliklerinin de sonuna geliniyor; eğitimlerinden yararlanılamadan terhis ediliyordu. O kez de, çekilen bütün sıkıntılar boşa gidiyordu. Đşte bu nedenle ancak subay ve astsubaylar ”Deniz Komando” olabiliyordu. Tabii o güne dek dayanabilir, ”Pes” deyip havluyu fırlatmazlarsa! Bir gün Türkiye’ye, Amerikan Deniz Kuvvetlerine bağlı, Seal Team’den, Jim Pearson adında bir Amerikalı melez öğretmen gelmişti. Türk sualtı komandolarının ilk öğretmeni oydu. Seal, fok balığı anlamına geliyordu. Ancak “Seal” Amerikan Deniz Kuvvetleri’nde sualtı komandolarına verilen ad idi! Seal; Sea, Air, Land, yani deniz, hava, kara sözcüklerinin baş harflerinden oluşuyordu. Zaten Seal Team’in amblemi: bir folk balığı, iki palet, paraşüt ve Uzzi marka otomatik tabancaydı! Uzzi, Đsrail Ordusu’nda el silahı olarak kullanılıyordu. Deniz komandoları, denizden, havadan ve karadan yapılacak bir mücadele için hazırlanmışlardı! Sinsi Hücum için yetiştirilmişlerdi. Adı üstünde, düşman üzerine yapılacak sinsice bir hücum psikolojik, fiziki ve mental eğitimi gerektiriyordu. Komando eğitime başladıkları ilk gün Amerikalı öğretmen kendilerine birer kağıt dağıtmış, ne kadar yüzebildiklerini, ne kadar koşabildiklerini yazmalarını istemişti. Onlar da, yani her biri kendine güvenen, genç, sporcu deniz subay ve astsubayı, sınav kağıtlarına başarabildikleri en iyi derecelerini yazmışlardı. Orhan’ın aklına, sualtı komando brövelerini almazdan önce Amerikalı hocanın kendilerine dağıttığı, o ilk günkü sınav kağıtları geldi. O kağıtta yazılan bütün derecelerini tam on misli düzeltmişlerdi. Zaten amaç da, onlara bu eğitim sonucu, nereden nereye geldiklerini anlatmak, kendilerine olan güven duygularını pekiştirmekti. Ancak bu kendine güven duygusu kolayca kazanılmamıştı. Bunun için kovalar dolusu ter, acı, emek ve hatta gözyaşı harcanmıştı. Aylar süren eğitim, insanoğlunun bir daha hiçbir zaman yaşamak istemeyeceği, bir “Cehennem Haftası”yla son bulmuştu. Gerçekten bir hafta boyunca cehennemde yaşamışlardı. Taşımayı hak ettikleri bröve Keçilik’teki Sualtı Komando Okulu’nun gerçeklerini dile getirmekten çok uzaktı. Brövenin üzerindeki, bir denizaltı motosikletine binmiş iki komando ve paraşüt sadece onların neleri kullanabileceği hakkında bir fikir veriyordu. Her görevin üstesinden gelebilecek becerileri ise kolay kolay düşünülemezdi! Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 169 Orhan, önünde duran gazeteye bakmıyor, onun satırları üzerinde, geçmişteki bir yolculuğun şimdi insana “Sadece” tatlı gelen anıları arasında dolaşıyordu. O günler bir daha asla geri gelmeyecekti! Saat 8.33 idi. Görünürde Döbelnsgatan caddesinin sağına soluna park eden arabalar içinde herhangi bir insan yoktu. Ama belli olmaz, gene dikkatli olmalıydı. Eğer hedef Metin Karayel ya da Sinan Bey ise, onların eninde sonunda izlenmesi kaçınılmazdı. Dün gece Volvo’da gördüğü insanlar Metin’i mi izliyordu? Yoksa sadece bir rastlantı mıydı? Bu konuda acele bir yargıya varmak istemiyordu. Gece karanlığında kim olduklarını tam görememişti. Ancak iç güdüsü onların Doğulu olduğunu söylüyordu! Bu içgüdü küçümsenemezdi. Bir yerde doğruyu bulabilmek için ona da gereksinim vardı! Mucitleri, kâşifleri savaş kazanan generalleri diğerlerinden ayıran da bu içgüdü değil miydi? Her şey ansızın başlıyordu. Bir makineli tüfekten çadırlarına doğru açılan ateş altında yataklarından fırlıyorlardı. Kimi don gömlek, kimi silahlı, kimi silahsız, kendini dışarı zor atıyordu. Başlarının üzerinden uçuşan gerçek mermilerdi. Yapılacak ilk iş, silah sağlayıp görev başına gitmekti. Genellikle görev belgeleri, karşı kıyıda, Rumeli yakasında, Kilyos yakınlarında ormandaki bir ağacın altına gömülürdü. Önceden koordinatlarını bildikleri o noktayı bulur, toprağı kazıp kendilerini bekleyen kutuyu çıkarırlardı. Đçinde, silah, cephane ve görev emri bulunurdu. Sonra yeniden yola koyulurlardı. Tabii, yeniden ver elini Anadolu yakası, dağlar, bayırlar... Aç açına, uykusuz geçen yedi gün yedi gece!.. Sualtı komandoları “Cehennem Haftası”nda, Anadolu yakasındaki Riva Köyü’nden, Rumeli yakasındaki Kilyos’a dek uzanan geniş ormanlık arazide, deli danalar gibi bir hedeften bir diğerine koşarlardı. SAT’ların dağlarda yemişleri topladığı, deniz kıyısında midye ve pavuryaları yakalanıp yediği bu yoğun hafta boyunca, sualtı komando adayları “Düşmana” yakalanmamaya çalışırdı. Eğitimin amacı onları gerçeğe hazırlamak olduğundan, havaya uçuracakları hedefler de “Düşman” tarafından korunurdu! O eski ilkel kabilelerde olduğu gibi, nasıl erkeklik sınavını veremeyen, büyüklerin arasına katılamazsa, bu “Cehennem Haftası”nı başarıyla bitiremeyen de, sualtı komandosu olamazdı. Herkesin gönüllü olarak katıldığı bu eğitimde pes eden, çekilen bütün sıkıntıları unutup, yeniden donanmadaki eski görevine dönerdi. Riva Deresi, Alemdağı’nın eteklerinden doğup, Hüseyinli Köyü yakınlarında Kanlıdere ile birleşirdi. Bozhane’yi sağda bırakıp Paşamandıra’da tamamen batıya yönelir, sonra Beylikmandıra yakınlarından Karadenize dek uzanan altı-yedi kilometrelik bir yatakta sallana sallana dolaşarak, Riva Köyü’nün hemen ilerisinden denize dökülürdü. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 170 Riva Deresi, bu yolculuğu sırasında, kimi küçük bir akarsu, kimi tropik ormanlar arasında süzülen büyük bir nehir kimliğine bürünürdü. Riva Deresi ”Cennet”in Türkiye’deki en güzel örneklerinden biriydi. Ancak, Riva Deresi, Türk Sualtı Komando’ları için bir ”Cehennem”di; tıka basa anılarla dolu, kimi için bir okul, kimi için tuzaklarla dolu bir kabustu. Onlar, en büyük düşmanın insanın kendisi olduğunu iyi öğrenmişlerdi. Zaten SAT’ları yıldıran ne düşman, ne de kendilerini bekleyen tehlikeydi. Đkisinin de üstesinden kolaylıkla gelebilirlerdi. Ne var ki, insanın kendi kendisiyle olan mücadelesi çetindi. Mental eğitimin amacı da, SAT’ların, işte, bu başarılması zor olanın üstesinden gelmelerini sağlamaktı. Uykusuzluk, açlık, çeşitli bubi tuzakları, patlayan bombalar, paraşütle yapılan atlayışlar, sualtı ve kara operasyonları ve bunlarda kullanılan değişik silahlar, insanı çileden çıkartan ve çoğu kez kandıran şaşırtmaca hedeflerin temelinde aslında insanın kendi kendisini aşmasını, yenmesini sağlamak yatıyordu! Zaten ”Cehennem Haftası”nın amacı, SAT’lara, her şeyin üstesinden gelebileceği duygusunu vermek, daha doğrusu bu duygunun, bir duygudan öte, gerçek olduğunu kendilerini inandırmaktı. O cehennemde geçen yedi günden sonra, eğitime başlarken kendi el yazısıyla doldurduğu sınav kağıtlarına bakan bir SAT komandosu, kendi kendini tam on kez geçtiğinin bilincine varırdı. Artık onun için üstesinden gelinmeyecek hedef yoktu. Sorun; verilecek görevin en iyi, nasıl başarılacağı idi! Orhan Aykut, elindeki gazeteye bakarken gençlik yıllarındaki anılarını görüyordu. Onlar elle dokunulacakmış kadar yakın, ama aynı zamanda hiç erişilemeyecek gibi uzaktaydılar. Saat 9.11 idi. Đlerideki postaneye tek tük de olsa insanlar girip çıkıyordu. Koşar adımlarla genç bir kız geldi ve Intertour, turizm acentesinin kapısını soluk soluğa açtı. Herhalde işine geç kalmıştı. Biraz ilerideki apartmanın üçüncü katında oturan kır saçlı kravatlı bir adamın sokağa baktığını gördü. Fotoğrafından tanımıştı. Metin Karayel, tam kapının önünde duran arabasına bakıyordu. Az sonra Metin Karayel apartmanın girişinde gözüktü. Orhan bir an dikkat kesildi. Sonra, onun ürkerek arabasını açışını izledi; dikkatli oluşuna yürekten sevindi. Ermeniler, Londra’da bir Türk diplomatının arabasına uzaktan kumandalı bomba yerleştirmişlerdi. Ancak bombaya kumanda eden küçük telsiz, evinde telsizli oyuncak arabasıyla oynayan bir çocuğun telsizinin etkisi altında kalmıştı. Çocuk kendi arabasıyla oynarken elindeki telsizi kullanınca Türk diplomatın arabası havaya uçmuştu! Küçük Đngiliz, farkına varmadan bir suikastın da önüne geçmiş, arabanın içinde Türk diplomatı olmadan patlamasını sağlamıştı. O gün bugün Ermeniler Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 171 uzaktan kumandalı bombalara pek ilgi göstermiyorlardı. Ancak arabanın içine konan bir bomba ile daha başarılı sonuç alınabilirdi! Metin Karayel de bunu bildiğinden arabasının zorla açılıp açılmadığını öğrenmek istiyor, dikkatli davranıyordu. Orhan Aykut, kendisinden otuz metre kadar ötede, arabasına binen Türk diplomatına baktı. Bir yetmiş beş boyunda, sağlam yapılı, ilk bakışta kendine ve yediğine dikkat eden izlenimi veren sporcu yapılı biri vardı. Buna karşılık, üzerine giydiklerini pek önemsediği söylenemezdi. Metin Karayel, arabasını çalıştırarak sokak trafiğine karıştı. Görünürde kimse onu izlemiyordu. Ya sokağın ilersinde birileri varsa? Biri onun yola çıktığını telsizle bildirdiyse? Tek başına izlemek güç, neredeyse olanaksızdı! Ama yapacak bir şey yoktu! Orhan Aykut arabasının kontak anahtarını çevirdi. Metin’i uzaktan izleyecek, onun peşinde biri olup olmadığına bakacaktı! 48 “Ermenistan şimdi son nefeslerini veriyor ama o yeniden dirilecek. Onda kalan değerli son kan damlacıklarından kahraman nesiller doğacak!” Avedis Deragopyan’ın kulaklarından Anatole France’ın bu sözleri hiçbir zaman çıkmadı! Ermeni gençliği yeniden doğuyordu. Şu saha kenarındaki insanlar işte bu yeniden doğan Ermeni milliyetçiliğinin ürünüydü. Ermeni topraklarından binlerce kilometre uzakta doğup büyüyen bu çocuklar kırmızı, mavi, turuncu renkler için ter akıtıyorlardı. Türkiye tarafından işgal edilen Masis dağı ve bu üç renk onların simgesiydi. Çünkü Tevrat’ta: “… ve gemi yedinci ayın on yedisinde, Ararat dağında durdu.” diye adı geçerdi. Ermenilerin tarihi ne Yunanlılar ne de Farslılar tarafından yazmıştı. Tarihlerini, Ermenilerin babası yani “Patmahayr” olarak adlandırılan Moses Khorenasti yazmıştı. Khorenasti millattan sonra 440 yılında, Ermenilerin tarihini kağıda düşürmüştü. Gerçi yazdığı tarih Mukaddes Kitap’dan biraz farklıydı ama o kadar önemli değildi. O kitapta Ermenilerin tarih sahnesine çıkışı şöyle dile getiriliyordu: “Hazreti Nuh’un üç oğlu vardı. Sam, Ham ve Yafet. Gomar, Yafet’in oğluydu. Gomar’ın Tiras adında bir oğlu oldu. O da Torgom’ün babasıydı. Torgom’un Hayk adında bir oğlu vardı. O devirde devler yaşıyordu. Bu devlerden biri de Bel adında bir despottu. Hayk ve adamları Bel’e baş eğmediler ve kuzeye göç ettiler. Hayk ve onu takip edenler, Ararat Dağı’nın kuzey doğusundaki bölgeye gelip yerleştiler. Hayk’ın Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 172 Aramaneak adında bir oğlu vardı. Giderek Aremaneak’ın oğulları, kızları oldu. Çoğaldılar. Ve onların oturdukları ülkenin adı ‘Armenia’ oradan geldi!” Batılılar, Ermenilere kralları Aramaneak’tan dolayı Armenian diyorlardı. Ermeniler ise, kendilerini Hayk’ın oğlu olarak gördüklerinden Haykagan diye adlandırıyorlardı. Avedis Deragopyan çevresindeki gençlere baktı. Hepsi heyecanlı, kazanma azmi ile yanıyordu. Takım kaptanı Şaban, Khachig ve derken oyuncularından biri, Malek Haddad ile göz göze geldi. Maçtan sonra onu görmesi gerekiyordu. Kaybolmamalıydı! Sahaya çıkmak üzere olan gençlerini kamçılamak, her fırsatta onlara Haykagan yani Ermeni olduklarını hatırlatmak gerekiyordu. “Yeneceğiz çocuklar! Göreyim sizi! Gün gelecek Masis’in eteklerinde de futbol oynayacağız!” Bir gün Türkiye topraklarına ve Ağrı Dağı’na yeniden sahip olabilme umuduyla gözlerinden kıvılcımlar fışkıran on bir genç sahaya koştu! *** Avedis, Avrupa’ya jimnastik öğretmeni olmak için gelmişti. Yıl 1967 idi. Kopenhag’a yerleştiğinde daha on dokuz yaşındaydı. Beyrut’taki okul diploması, onun istediği eğitimi yapmasına yetmemişti. Danimarka’da üniversiteye girerken bir sınav yapılmıyor, lisedeki notlarına bakılıyordu. Oysa, onun liseyi bitirme notları düşüktü. O nedenle öğrenimine devam edememiş, geçimini bulduğu geçici işlerde çalışarak sağlamıştı. Ancak ondaki spor sevgisi hep vardı. Danimarka’daki Ermeni gençlerinin futbol çalışmalarına yardımcı olmuştu. Çocukluk ve gençlik yıllarında peşinden koştuğu meşin yuvarlağa olan tutkusu, spor öğretmeni olma özlemiyle birleşince Avedis kendini Ermenistan Futbol Kulübü’nün başında bulmuştu! Hatta onun Đsveç’e ilk gelişi böyle bir futbol maçı nedeniyle olmuştu. 1976 yılı yazında Kopenhag’daki Ermeni gençleri Stockholm’deki kardeşleriyle bir dostluk maçı yapmışlardı. Đskandinavya’nın iki değişik başkentinde yaşayan Ermeni gençliği birbirine kaynaştırılmış, amaçlarına ulaşmışlardı. Futbol bu konuda önemli bir araçtı! Yalnız gençler değil, kendi evlerinin köşesinde oturan diğer Ermeniler de futbol sayesinde bir araya geliyordu. Bu durum Đsveç’te de aynıydı. Avedis Deragopyan bir yıldan beri Stockholm’deki Armeniska SK yani Ermenistan Spor Külübü gençlerini çalıştırıyordu. Karşılaşacakları takım Stockholm yerel liginde sekizinci kümedeydi. SUSIF adında Stockholm Üniversitesi Spor Kulübü’nün takımıydı. Geçen haftaki rakipleri Azuri’yi 3-1 yenmişlerdi. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 173 Đsveç’teki çeşitli göçmen grupları futbol kulüplerine kendi ülkelerinden adlar takıyorlardı. Azuri Đtalyan göçmenlerinin takımıydı. Aynı kümede Türklerin Topkapı ve Türk Gücü diye kulüpleri vardı. Ama Kürtler ve Ermeniler için önemli olan, ülkelerinin adlarının duyulmasıydı. O nedenle kulüplerinin adı Ermenistan’dı. Bir gün gelecek, Ermenistan Spor Külübü , Đsveççe’siyle “Armeniska SK” büyüyecekti! Tıpkı gerçek Ermenistan gibi! Hakemin düdüğüyle maç başladı. “Haydi Avedis! Göster askerlerini!” diye uzaktan kendine bağırana baktı. O da eski bir tanıdık, bir başka Beyrutluydu. Jean Apelyan biraz önce takımının kaçırdığı bir köşe atışından sonra kendisine takılıyordu. Uzaktan el sallayarak selam verdi. Jean da Ermeni Derneği’ne gelen birçokları gibi futbol takımlarının maçlarını kaçırmıyordu. Evet, onu da maçtan sonra bulmalıydı! Avedis, maç sırasında heyecanlanıyor, sanki ölüp ölüp diriliyordu! Rakipleri güçlüydü. Đlk devrede, daha doğru dürüst ısınamadan, bir gol yemişlerdi. Kalecilerinde iş yoktu! Bir de orta sahada, takıma güven verebilecek bir oyuncu gerekti. Şöyle kendi yarı sahasında, kolay kolay aşılamaz, bir “dev”i olsun istiyordu. Takımın rakiplerinde korku yaratacak birine gereksimi vardı! O, gerekirse oyuncuları kırmalıydı! Çünkü sahada yenmesini öğrenemeyenleri cephede savaşmaya götüremezdi! Futboldaki başarı gençlerin kendilerine inancını arttıracak, onların daha cesur olmasına yol açacaktı. Đsveçliler ikidir soldan akın geliştiriyordu. Avedis her ne kadar sporcuysa da sonuçta bir Ermeni yurtseveriydi. Dayanamadı: “Biç onu, biç!..” Sanki havaya konuşmuştu. Elini beline koyup, neden geçildiğini anlamaya çalışan sağdaki savunma oyuncusu Dirkan’a, futbolun inceliğini şu saatte, saha kenarından öğretemezdi! Bu iş, hafta içinde antrenmanlarda yapılacaktı. Ancak Đsveçliler kendisini bir iki kez daha geçerse kevgire dönebilirlerdi. Onun için herifin gözü yıldırılmalı, biçilmeliydi! Aklına çocukluk ve gençlik yıllarında Beyrut’ta yaptıkları futbol maçları geldi. Ermeni mahallesinde büyümüştü. Pazar yerinin arkasında, abisi Morris ve onun arkadaşlarıyla, Antelias Katedrali’nin hemen arkasındaki sahada top oynarlardı. Susayınca kilisenin bahçesine girip zangoçtan su isterlerdi. Bütün Beyrut’ta Zangoç Elias Amca’dan daha güzel çan çalan yoktu! Pazarları Katedral’in çanlarını o çalar, bütün Ermenileri kiliseye çağırırdı. Uzun ve beyaz saçları, gür siyah kaşları ve kırmızı yanaklarıyla Elias Amca’sını asla unutamazdı. Zangoç Elias kocaman göbeği ve yer yer kırlaşmış sakalıyla hiç gözünün önünden gitmezdi. O da kendilerini çocuğu gibi severdi. Özellikle kiliseye çörekler getirildiğinde kendilerine söylerdi. Onlar da kiliseye girip Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 174 kendilerine tepsinin üzerine adak olarak bırakılan çörekten kocaman dilimler keserlerdi. Paskalya zamanı Katedral’e gelen bu çörekler o kadar çok olurdu ki onları bütün gün yedikleri halde bitiremezlerdi. Zaman her şeyi değiştirmiş, her biri çil yavrusu gibi dünyanın dört bir bucağına dağılmıştı. Kız kardeşi Suudi Arabistan’da, abisi Los Angeles’de, kendisi de Stockholm’de yaşıyordu. O günlerde birlikte top oynadığı arkadaşlarının nerelerde olduğunu düşünmeye çalıştı. Başaramadı. Aradan çok yıllar geçmişti! Saha kenarına gelen televizyon ekibinin arabalarından malzemelerini taşımalarına baktı. Şu Đsveçliler ne kadar da sakin, rahat insanlardı! Herhalde göçmen takımlarının kavgalı geçen maçlarını izlemeye gelmişlerdi. Umursamadı! Đsveçlilere şirin gözükmek için yenilgiyi göze alamazdı! Đkinci devre başladığında Ermeni takımı daha derli toplu oynamaya başladı. Zaten kendilerini toplamaya zorunluydular. Stockholm’ün bu en alt kümelerindeki maçlar genellikle bir milli maç havasında olur, taraftarlar hata kabul etmezdi. Yabancı bir ülkede yetişen gençler için önlerinde iki yol vardı. Ya bulundukları toplumun bir parçası olarak yaşayacaklar ya da kendi kimliklerini ne pahasına olursa olsun koruyacaklardı! Ermenistan uzakta, ama her an gönüllerindeydi. Amerika’da büyüyen Ermeni gençleri kolaylıkla toplumun içine giriyor, onun bir parçası olarak Amerika’da kök salabiliyorlardı. Örneğin Kaliforniya eyaletinde Ermeni asıllı politikacıları vardı. Hatta eyalet valileri bile kendilerindendi. Ancak Kuzey Avrupa’da durum tam tersineydi. Đskandinav toplumu, kendi topraklarında yetişen gençlere sahip çıkmıyor, onları anlaşılmaz bir tavırla, hep toplum dışına itiyordu. Đsveç’te doğup büyüyen göçmen gençleri de, istemeseler bile, kendi benliklerine dönüyor, ana-babalarının geldikleri ülkelere göre Ermeni, Süryani ya da Türk kimliğine sahip çıkıyorlardı. Avedis sağ elini bıyıklarına götürüp, onları sertçe burdu. Kızdığı, sinirlendiği anlarda bıyıklarını çeker, sanki acısını onlardan çıkarmak isterdi. Đsveç’te gizli bir ırkçılık vardı. 49 Erkan Şener, şifoniyerin en üst gözünü çekerken kararını vermişti. O gece şansını deneyecekti! Gerçi bu konuda karargâhtan herhangi bir direktif gelmemişti, ama yapacağı her şeyi Ankara’ya sormak durumunda da değildi. O işi elçilikteki diplomatlar zaten gereğinden fazla yapıyordu. Çekmecedeki kazaklara baktı. Aradığını buldu. Üzerine balıkçı yakalı, lacivert kazağını giyerken içeriden karısının seslendiğini duydu. “Termosa çay koyayım mı?” Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 175 “Teşekkür ederim. Zahmet olmazsa!” Canan ile tanışalı neredeyse yirmi yıl üç yıl olacaktı. Yıllar ne çabuk geçmişti. 27 Mayıs 1960 askeri darbesi olduğunda Tuzla’daki Piyade Okulunda yedek subay adayıydı. 27 Mayıs öncesi, üniversitelerdeki öğrenci gösterileri nedeniyle, askeri okullarda izinler kaldırılmış, haftalarca Đstanbul’a inememişlerdi. Karısıyla o günlerde tanışmışlardı. Okulda yapılan moral günlerinden birinde, Tuzla’ya, Piyade Yedek Subay Okulu’ndan sıra arkadaşı Fuat’ın ziyaretçileri gelmişti. Bir pazar günü, Fuat’ın annesi, babası ve kız kardeşiyle birlikte öğle yemeğini yemişlerdi. Bu arada Fuat’ın kız kardeşi, kendisine de, abisinin sevdiği revani tatlısından ikram etmişti. Canan’ı ilk kez orada görmüştü. Ufak tefek, ama alımlı ve tatlı bakışlı bir kızdı. Hele gözleri!.. Daha ilk görüşte kanı ısınmıştı. Bu karşılaşma giderek, nişanlanmaya, yuva kurmaya dönüşmüştü. Erkan Şener’in yaşantısındaki ikinci önemli gelişme de gene o günlerde olmuş, teşkilatla ilk kez Yedek Subay Okulunda iken temas sağlamıştı. Diploma alacakları gün okula gelen bir Kurmay Binbaşı, terhis olduktan sonra isterse ona iş bulabileceğini söylemişti. Nasıl bir iş olduğunu sorduğunda, aldığı yanıtı hiç bir zaman unutamayacaktı! Binbaşı gözlerinin içine bakarak: “Atatürk’ün deyişiyle: Biz Büyük Türk Milletinin Hizmetindeyiz! Teğmenim siz de, bizimle birlikte olmak ister misiniz?” diye sormuştu. Karısının termosa çay doldurma alışkanlığı, meslek hayatına atıldığı ilk yıllardan kalmaydı. O da, hemen hemen bütün iyi istihbaratçılar gibi, mesleğine takipçilikle başlamıştı. Takip istihbaratın temeli ve işin özüydü. Bir yerde masa başındaki bütün değerlendirmeler, takip memurlarından ve diğer kaynaklardan gelen istihbarata dayanıyordu. Karısının termosuna çay koyma alışkanlığı eskiye dayanırdı. Bazen bir otomobil içinde sabaha kadar beklendiği o gençlik yıllarında karısı işe çıkarken termosunu doldururdu. Ne de olsa bir bardak çay, hem uykuyu açmaya hem de ısınmaya iyi gelirdi. Bir yere gideceğini söylememişti ama, karısı onun işe çıkacağını anlamıştı! Erkan Şener içinden: “Onlar da zaman içinde istihbaratçı oluyorlar. En azından kocalarının ne yapacağını önceden seziyorlar!” diye geçirdi! Canan’ı üzmemeliydi. Bu gece pek çay içecek zamanı olmayacaktı ama, karısının takip işi çıktığını sanması daha iyiydi. Hiç olmazsa boşuna meraklanmaz, üzülmezdi! Adidas lastik ayakkabılarını giyerken bunların Đsveç’te en fazla satılan spor ayakkabıları olduğunun bilincindeydi. Eğer bir yerde izi kalacaksa, karşı tarafın işini kolaylaştırmamalıydı. Aslında Đsveç gizli servisi SAEPO’nun kimliğini bildiğinden emindi. Her servis, karşı tarafın boş durmayacağını, istihbarat toplayacağını bilirdi. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 176 Ama önemli olan, tarafların ülkede geçerli yasalara uyması, en azından uyar görünmesiydi! Karşı casusluk da denilen kontraspiyonajcıların işi, karşı tarafın çalışmalarını engellemekten çok, bu çalışmaların rahatsız edici boyutlar almasına izin vermemekti. Gizli servislerin karşı casusluk bölümlerinin görevi, diplomatik dokunulmazlıklarıyla o ülkede çalışan istihbaratçıların çalışmalarını denetlemekti. Ancak, zaman zaman bazılarını istenmeyen adam ilan etmek zorunda kalır, onları ülke sınırları dışına atar ve bu olay gazetelerde küçük bir haber olarak yer alırdı. Đşte Erkan Şener bu geceki çalışmasıyla Đsveçliler tarafından “Persona Non Grata” -Đstenmeyen Adam- ilan edilebilirdi! Dikkatli olmalıydı. Skeppholmen’deki Ortodoks Kilisesi’nde toplanan Ermenilerin orada ne yaptığını öğrenmeliydi. Grand Hotel’in önü her zaman olduğu gibi aydınlık ve kalabalıktı. Gecenin Đsveç ölçülerine göre ilerlemiş saati, otele giren ve çıkanların sayısını daha azaltmamıştı! Otelin karşısındaki geniş refüjün üstüne park etmiş arabalar ve müşteri bekleyen taksilerin önünden ilerledi; Nationalmuseet’in kapısına geldi. Arabasını nereye park edeceğini bilemiyordu. Müzenin önünde bıraksa, bir kaç yüz metre yürümesi gerekecek, özellikle Skeepholmen Ada’sını Stockholm’e bağlayan ince dar köprüyü yaya geçmek zorunda kalacaktı. Tek avantajı, arabasının kilisenin uzağında kalması, dolayısıyla dikkatleri üzerine daha az çekmesiydi. Ancak araba bir yerde onun kilisenin önünden hızla uzaklaşmasına yardımcı olabilirdi. Sonunda kararını verdi. Arabasını köprünün öbür ucuna park edecekti! Skepsholmen’de hiçbir hareket görülmüyordu. Erkan Şener arabasını Ada’ya sürdü. Amirallik binasının önünden Modern Müze’ye giden yokuşu tırmandı. Sağa, Devlet Kültür Konseyi’nin lokallerinin bulunduğu yola sapıp, Skepsholmen’in öbür ucuna kadar geldi. Tam karşıda ise yaz ayları on binlerce insanla dolup taşan Gröna Lund görülüyordu. Şimdi öylesine metruk ve karanlıktı ki, orasının Stockholm’ün lunaparkı olduğunu söylemeye binbir tanık gerekirdi! Arabasını stop etti. Pencereyi açtı. Dışarıda serin bir ilkbahar havası vardı. Skeppsholmen’i Gröna Lund’dan ayıran deniz sakin ve çırpıntısızdı. Uzaktan uzağa, “Viking Salıncağı” denilen, devasa kayık salıncakta sallananların, neşeli, ama korku dolu çığlıklarını duyar gibi oluyordu; oysa yazın gelmesine ve salıncağın yeniden neşe ile dolmasına epey vardı. Arabasını, köprünün ucundaki park yerine bırakacaktı. Oradan kilisenin bulunduğu tepeye çıkan merdivenler vardı. Saatine baktı. 23.47’yi gösteriyordu. Zaman öldürmenin en kolay yolu radyo dinlemekti! Daha en azından beş-altı parça dinleyebilirdi! Her biri üç dakika tutsa, saat gece yarısını kolaylıkla geçerdi! O saate Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 177 kadar beklemesinin nedeni gece bekçileriydi! Müzelerdeki bekçilerinin gece yarısı devriye gezeceğini sanıyordu. Onlarla yolda karşılaşmak istemiyordu. Skepsholmen’deki Oskar Kilisesi’nin dört kapısı vardı. Her biri kilisenin bir başka cephesindeydi. Bunlardan, yanlara düşenler kapalı tutuluyor; sadece ön ve arkadakiler kullanılıyordu. Giriş kapısını akşamları içeriden kapatılıyorlardı. Papazlar kiliseden ayrılırken, mihrabın tam arkasına düşen odadaki kapıyı kullanıyorlardı. Girişte herhangi bir alarm yoktu. Erkan Şener, bir an ön kapının yanında durup çevreyi dinledi. Ne görünürde bir kimse vardı ne de bir insan sesi duyuyordu. Sadece uzaktan uzağa bir baykuş sesi geliyordu. Hepsi o kadar! Kapıda iki kilit vardı. Biri polis kilidi denilen yedi delikli, diğeri de bütün evlerde olan “Yale” kilitlerdendi. Yıllardan beri bir yere girmek için kapı zorlamamıştı. Bu işi Türkiye’de genellikle teşkilatın teknik ekipleri yapardı. En son Đstanbul’da bölge merkezinde çalışırken, Yunan servisi KYP ile teması olan bir Rum’un evine girmek zorunda kalmıştı. Benzeri bir kapıyı o zaman açmıştı! Ama teknik ekipteki meslektaşları kadar seri ve düzgün olmasa da, kendisi de kapı açmayı başarabilirdi. Takipçilik yıllarından deneyimi vardı. Zaten açamayacağını bilse, hiç bu işe girişir miydi? Gene de başaramama endişesi ve telâştan sırılsıklam terledi, ama sonunda yedi dilli kilidi çözdü. Diğerini açmak, maymuncuğu tutan parmağının titrememesine ve elinin duyarlılığına bağlıydı. Artık o ilk kilidi açmanın verdiği güvenle heyecanını bastırmıştı. Đkinci kilidi çabuk açtı. Kilisenin içine adımını atar atmaz girdiği kapıyı sessizce ardından kapadı. Bir süre kımıldamadan durdu. Gözlerinin karanlığa alışması lazımdı. Buraya daha önceden geldiğinden kilisenin giriş katındaki her şeyi eliyle koymuş gibi bulabilirdi. Sol eliyle el fenerini tutuyor, sağ eliyle de çevresini kolluyordu. Dosdoğru ilerledi. Kilisenin ortası, daha aydınlıktı. Geniş pencerelerden içeri süzülen sokak ışığı zifiri karanlığı deliyordu. Hazreti Đsa’nın çarmıha gerilmek üzere götürülüşünü temsil eden mihrabın arkasındaki büyük tablonun önüne kadar geldi. Sol tarafta küçük bir kapı vardı. Kiliseye ilk geldiğinde, izlediği Ermenilerin buraya girdiklerini görmüştü. Erkan Şener de çekinmeden aynı kapıdan içeri girdi. El fenerinin ışığında çevresine bakındı. Bir evrak dolabı, ileride kapının tam karşısında bir çalışma masası, beş sandalye ve iki koltuk vardı. Bir de kapının arkasında ayaklı bir elbise asacağı bulunuyordu. Sağda bir kapı görünüyordu. Hafifçe araladı. Bir hole açılıyordu. Đçerisi küçücüktü. Yaklaşık üç metreye üç metrelik o küçük hole iki kapı daha açılmaktaydı. Bunlardan biri sokağa açılandı. Diğeri de onun hemen yanındaki küçük kapıydı. Bu kilisedeki diğer kapıların aksine, hem kapalı hem Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 178 de kilitliydi! Herhalde bodruma giden yola çıkmalıydı. Ancak eski kapı kilidini açması zor olmadı! Daracık bir merdiven kıvrılarak aşağıya iniyordu. Merdivenlerin kendi ekseninde dört kez döndüğünü saymıştı. Demek en az yerin beş-altı metre dibine gelmişti. Karşısına yeniden bir kapı çıktı. Kalın tahtalardan yapılma kapının mandalını bastırarak açmış, kendini bir holde bulmuştu. Sağ elinin baş ve orta parmağını birbirine şaklatarak ses çıkartıp, bulunduğu yerin büyüklüğünü öğrenmek istedi. Parmaklar şaklatılınca çıkan sesin yankısından bulunduğu yerin büyüklüğü anlaşılırdı. Yerler büyük taşlarla döşenmişti. Bir an sırtını duvara dayayarak çevresini belleğine yerleştirmeye çalıştı. Derinden derine, su borularından gelen seslerin çıkardığı, bir uğultu duyuluyordu. El fenerinin önündeki mavi jelatin kağıdı çıkartıp cebine koydu. Mavi ışığı, kilisenin içinden dışarıya ışık sızmasın diye kullanmıştı. Ama bodrumda buna gerek yoktu. Üstelik çevreyi daha iyi görmesi gerekiyordu. El fenerini duvarlarda ağır ağır dolaştırdı. Sağda, hafifçe aşağı inen eğimli uzun bir koridor vardı. Herhalde çevredeki diğer binaların bodrumlarını birbirlerine bağlayan koridor bu olmalıydı. Erkan Şener bulunduğu yeri tam olarak bilemese bile, hiç olmazsa yönünü öğrenmek istiyordu. Küçük cep pusulasını çıkardı. Sağ eline aldı. Pusulanın sol koltuğunun altındaki on dörtlük Walther’in manyetik alanından etkilenmemesi gerekiyordu. Evet, aşağıya doğru giden koridor kuzey doğudaydı. Tam iki yüz yetmiş dereceyi gösteren yönde bir başka koridor daha vardı! O biraz daha geniş ve yüksekti. Erkan Şener bulunduğu yerin kilisenin bodrumu değil, kilise ile çevredeki binaları birbirlerine bağlıyan bir sığınak olduğunu anlamakta gecikmedi. Altı yedi metre çapında, dairemsi bir holdü. Buraya o iki koridorun ötesinde, dört kapı daha açılıyordu. Tam karşısına düşen kapıya baktı. Çelik kapıyı bir devasa asma kilit koruyordu. Yerler ne de olsa tozluydu. O nedenle üzerinde yürüyerek yerdeki ayak izlerini bozmak istemiyordu. Önce yere çöküp, el fenerinin ışığını yere verdi. Başını yana eğip yerdeki ayak izlerini görmeye çalıştı. Işık yetmiyordu. Onun üzerine yere secdeye kapanır gibi yattı. Şimdi ayak izleri el fenerinin ışığı altında çok daha rahat gözüküyordu. Kilisenin girişi ile aşağıya doğru eğimli koridor arasında gidip gelinmişti! Diğer kapıların önünde ise pek ayak izi yoktu. Ayağa kalktı. Ayak izlerinin uzayıp gittiği koridora doğru yöneldi. Sol tarafta, on metre kadar ilerisinde bir kapı gördü. Onun önüne geldiğinde yeniden yere eğilerek ayak izlerini aradı. Đzler koridorun derinliklerine doğru devam ediyordu. Yerde birkaç sigara izmariti duruyordu. Onları dikkatle cebinden çıkardığı küçük bir naylon torbaya koydu. Biri Marlboro, diğer ikisi filtresizdi. Markalarını o karanlıkta okuyamadı. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 179 Ayak izleri soldaki ikinci kapının önünde toplanıyordu. Üzerindeki asma kilit şifreliydi. Bunu beklemiyordu. Demek buraya değişik insanlar gelmekteydi. Şifreli kilit takmanın amacı, kimseye anahtar vermeden gelenlerin o lokale girmesini sağlamaktı! Kiliseye gelen Ermenilerin toplandığı yer burası olmalıydı. Ancak, neden yerin altında, eski bir sığınağın kullanılmayan odasında toplanıyorlardı? Aklına gelen sorulara yanıt bulamıyor, daha doğrusu bulduğu yanıtları kendisi doyurucu saymıyordu. Asma kilidi zorlayacaktı. Ama şifreli olduğuna göre akılda kolay kalan bir sayı olmalıydı! Bu ne olabilirdi? ASALA’nın kuruluş günü mu? Yoksa 1973 de Santa Barbara’da işlenen cinayet tarihi mi? Erkan Şener, kendi sorduğu soruların yanıtını bulamıyor. Gittikçe bunalıyordu. El fenerinin ışığında kilide alıcı gözüyle baktı; üzerinde dört kanal vardı. Demek şifre dört rakamlıydı. Şansını denemekten başka çare yoktu. Önünde on bin seçenek, daha doğrusu dokuz bin dokuz yüz doksan dokuz olasılık vardı. Onlardan biri bu kilidi açacaktı. Đnsanlar bu tür şifreli kilitlere akıllarında kolay kalsın diye kendilerine ait telefon numaralarını, doğum tarihlerini, araba plakalarındaki numaraları veriyorlardı. Ancak karşısındaki bir örgüttü. Onlar nasıl bir şifreli numara kullanabilirdi? 1973’ü denedi, olmadı! Peki, ya 1915? Ermeni sürgünün başladığı yıl! Onu da denedi. Sonuç olumsuzdu. Ya, son zamanlarda Ermenilerin yaptıkları terör eylemlerinde imza olarak kullandıkları tarih, üç Eylül? 3.9. yani, 0309 ya da tersi 0903! Ancak kilit “Bana mısın?” demiyor, açılmak istemiyordu! Aklına 24 Nisan geldi. Osmanlı Meclis-i Mebusan’ının Đstanbul’dan iki yüz otuz beş Ermeni ileri gelenini Çankırı ve Ayaş’a sürdüğü günün tarihi, dünyanın dört bir köşesinde, Ermeniler tarafından “Ermeni Sürgünü” ya da “Ermeni Katliamı’nı Anma Günü” olarak anılıyordu. 24 Nisan! Bu tarih bilgisayarlarla yazıldığında 24.04 oluyordu! Erkan Şener önündeki asma kilidin şifreli kanallarını 2404’e getirdi. Sonuç gene olumsuzdu! Şimdi ne yapacaktı? Kilidi kırmadan açamayacak mıydı? Bir de şifreyi tersinden okumalıydı. Öyle ya, örneğin Đsveç’te insanlar günün tarihini yazarken, önce yıl, sonra ay ve en sonra da günü kullanıyor, 24.4.1915 yerine 1915.04.24 yazıyorlardı. 15.04 ya da 04.24 sayılarını da denemeliydi! Tabancasının ucunda susturucu vardı. O bakımdan gürültü çıkar diye endişe etmiyordu. Bu kapı gerçekten ASALA militanlarının buluştuğu bir yere çıkıyorsa, bu sırrı öğrendiğini başkaları bilmemeliydi. Ancak daha fazla da bekleyemezdi. Son kozunu oynuyordu. Şifreli kilit sayılar 1504’e getirildiğinde de açılmamıştı. Bir de Nisan 24’ü, yani 0424’ü denedi. Hurafeye inanmazdı ama yarı şaka yarı ciddi, kendi kendine, kilidi açmazdan önce o masallardaki tekerlemeyi söyledi. “Açıl susam açıl!” Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 180 Asma kilit, o tılsımlı sözden olmasa bile, gerçekten açıldı! Erkan Şener terden sırılsıklam olmuştu. Bütün vücudu heyecandan titriyordu! Zehirli astar boya ile kırmızımsı kahverengine boyanmış demir kapıyı itti. Gıcırdayarak açıldı. El fenerinin ışığında içersine göz attı. Büyükçe bir yere benziyordu. Kapının hemen girişinde elektrik düğmesi vardı. Đçeri girip, demir kapıyı gerisin geriye ittikten sonra düğmeyi çevirdi. Bulunduğu yer oldukça genişti. Beş-altı metre eninde, sekiz-on metre boyunda bir odadaydı. Girişin hemen sağında, yerde eski bir sünger yatak, yanında da iki sandalye vardı. Tam karşısında ise üç tane balya duruyordu. Balyalar naylon iple sıkıştırılmıştı. Cam elyafı balyalarının üzerindeki plastik ambalaj çoktan parçalanmıştı. Üzerlerine teyple yapıştırılmış kağıt hedef ise delik deşikti! Đrkildi. Farkına varmadan eli tabancasına gitti. Burası tam bir atış poligonuydu. ASALA’nın Stockholm’ün göbeğinde, Ortodoks Kilisesi’nin bodrumunda bir atış poligonu vardı. Bunu, düşünde görse inanmazdı. Demek onları Avrupa’da ararken, ASALA’nın militanları Đsveç’te saklanıyorlardı! Stockholm sandığından da tehlikeliydi! Atış poligonunda bulunduğuna göre belki yere düşmüş kovanlar olabilirdi. Kim bilir, eğer bir kovan bulursa o belki de balistikçilerin işine yarayabilirdi! Yere düşen bir şeyi bulmanın en iyi yolu yere eğilip bakmaktı. Erkan Şener de öyle yaptı. Tabancalardan çıkan boş kovanların sağa fırlayacağını bildiğinden el fenerini o tarafa yöneltti. Fenerin ışığı bir engele çarpınca gölgesi büyür, aranan nesnenin bulunması kolay olurdu. Yanılmamıştı! Girişin sağında, duvarın dibinde ve yerde iki kovan duruyordu. Gitti, kovanları aldı; onlar dokuz milimetrelikti. Đzmaritleri koyduğu naylon torbanın içine, kovanları da yerleştirdi. Kurşunların balistik incelemesini yaptırmalıydı. Onların ASALA’nın işlediği cinayetlerde kullanılıp kullanılmadığını öğrenmesi gerekiyordu. Artık buradan bir an önce gitmeliydi! 50 “Đyi ki doğdun Aram! Đyi ki doğdun Aram! Đyi ki doğdun, iyi ki doğdun, iyi ki doğdun, Aram!…” Aram tüm nefesini kullanarak önünde duran pastanın üzerindeki mumları üfledi. Üç mumdan ikisi söndü. Üçüncüyü söndürmek için yeniden nefes alması ve annesinin kimseye belli etmeden bu mum üfleme işine katılması gerekti. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 181 Kirkor Vartaban, elindeki fotoğraf makinesini büfenin üzerine koydu. Bu mutlu günü belgelemiş, avurtlarını şişire şişire mumları söndürmek isteyen Aram’ın fotoğrafını çekmişti. Onu da tap edip, bir gümüş çerçeve içinde Aram’ın vaftiz fotoğrafının yanına, büfenin üzerine koyacaktı. Kendisinin ne böyle doğum günlerinden bir anısı ne de o yaşlardan kalma bir fotoğrafı vardı. Mutfak masasının çevresine toplanmış küçük ailesine baktı. Mutluydu! Đki tane sağlıklı ve akıllı oğlu vardı. Aram, yetmiş sekiz doğumluydu. Ararat ise geçen yıl, 1980 martında doğmuştu. Çocuklarının Đsveç’te dünyaya geldiğine seviniyordu. “Ne Şam’ın şekeri, ne de pis Arap’ın yüzü!”nü görmek istiyordu. Aslında Araplardan da, Đsveçlilerden de bıkmıştı. Kendi halkından başkasının yar olmayacağını biliyordu. Zaten bunca sarışın Đsveçli dilber dururken, gidip kendisi gibi Suriye doğumlu bir Ermeni kızıyla evlenmesinin nedeni de buydu. Miryem ile Đsveç’e geldikten dört yıl sonra evlenmişti. Đlk zamanlar bir arkadaşının evinde oturmuşlardı, ama şimdi üç odalı modern bir apartman dairesinde yaşıyorlardı. Mutluydular! Bir gün Ermenistan’a döndüklerinde, kendilerini daha da güzel günler bekliyordu. Çocukluğunun o yoksul günleri artık geride kalmıştı. Kirkor Vartaban, Halep’teki çocukluk günlerini anımsadı. Babası bir kamyon şoförüydü. Küçük bir evde ikisi kız altısı erkek, tam sekiz çocuk anne ve babasıyla, on kişi kalıyorlardı! Annesi sekiz çocuğun derdiyle uğraşan bir ev kadınıydı. “Pastanın yanına biraz çay almaz mıydın?” Kirkor Vartaban karısına sevgi dolu bir barış fırlattı. O’nu, çocuklarının annesini gerçekten seviyordu. Böyle ailesine bağlı bir kadını nerede bulabilirdi? Đyi ki, kendi kanından birisiyle evlenmişti. “Tabii, iyi olur! Ne mutlu bize! Bir gün oğullarımızın düğün pastalarını da yeriz!” “Đnşallah!” Karı koca bakıştılar! Her Ermeni ailesi gibi birbirlerine çok bağlıydılar. Zaten o bağ olmasa, yüzyıllardan beri süre gelen baskıya nasıl dayanırlardı? Gün olmuş Persler, gün olmuş Bizanslılar, gün olmuş Araplar gelip Ermenileri ezmişti. Hatta ataları, Hıristiyan dünyasını Müslümanlara karşı koruyacağını söyleyen Haçlı Ordusu’ndan bile kısmetlerini almıştı. Đşte, Orta Doğu’da yüzyıllardan beri süre gelen Ermeni göçünün en büyük ağırlığını kadınlar, Ermeni kadınları taşımıştı! Anası bunun canlı bir örneğiydi. Kirkor, yuvarlak mutfak masasının çevresinde toplanan ailesiyle mutluluğunu yaşıyordu. Bugün hava güzeldi. Dışarıda Đsveç’in sayılı güneşli günlerinden biri vardı. Gidip balkonda oturacak, sigarasını kahvesini yudumlarken içecekti. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 182 Balkona çıktığında gözü ister istemez Lena’nın evine gitti. Karşılarındaki apartmanda oturuyorlardı. Evdeydi. Oturma odalarının jaluzileri biraz yukarı çekilmişti. Kirkor sigarasından keyifle bir nefes aldı! Sonra içeri seslendi. “Miryem, bana telefonu getirir misin?” Kirkor, Stupvaegen sokağı altmış beş numaranın bodrumunda, Lena Ström ile buluştuğunda saat on bire geliyordu. Son haftalarda geliştirdikleri haberleşme sistemi çok başarılıydı. Jaluzi’nin yarı açık olması, “Mal istiyorum!” anlamına geliyordu. Kirkor da Lena’yı telefonla arıyor, ona kaç dakika sonra birlikte kahve içebileceklerini soruyordu. Aldığı yanıt, istenilen eroinin, gram olarak tanımıydı! Lena elini sutyenine attı. Göğsünün altından bir tomar para çıkardı. Kirkor paraları saymadan pantolon cebine koydu. Ceketinin yan cebinden alüminyum kağıda sarılmış, küçük bir paket çıkardı. Đçi eroin dolu kapsülleri küçük naylon torbalar içinde saklıyordu. Lena aceleci hareketlerle paketi açtı. Đçinde beş tane birer gramlık, bir tane de beş gramlık torba vardı. Başını “Tamam” anlamında iki kere salladı. Sonra blok apartmanın değişik giriş kapılarını birbirine bağlayan bodrum koridorunda uzaklaşırken seslendi. “Bugün acelem var. Görüşürüz!” Lena kimsenin dikkatini çekmemek için, bloğun öbür ucundaki kapıdan girip, bodruma iniyordu. Blok apartmanın bodrum katını birbirine bağlıyan loş koridoru bir baştan bir başa geçiyordu. Kirkor ise, oturduğu kattan asansörle bodruma iniyor, onu asansörün önünde bekliyordu. Mal, ayak üstünde ve birkaç saniyede el değiştiriyordu. Lena Ström oradan çabucak ayrıldı. Biraz ilerideki tren istasyonunun hemen arkasından Kista semtine doğru giden patikaya saptı. Yol, küçük ormanlık bir yerden geçiyordu. Lena bir süre gittikten sonra çevresine bakındı. Gelen giden yoktu. Sanki çişi gelmiş gibi yaparak yakındaki ağaçların birinin yanına vardı. Cebindeki alüminyum kağıda sarılı paketi ormanın yumuşak toprağına gömmesi zor olmadı. Çevresine iyice bakındı. Patikayı aydınlatan elektrik direğinin tam karşısına düşen ikinci ağacın önündeydi. Toprağın üstünü eliyle son bir kez daha düzelttikten sonra ayağa kalktı. Eteğine çeki düzen verdi ve yoluna devam etti. Artık, elektrik direklerini dikkatini hiç yitirmeden saymak zorundaydı. Ormanın içersine gömdüğü paketin değeri tam dokuz bin Đsveç kronuydu! Ellerinde plastik yemeklik torbasıyla uzaktan gelmekte olan çifte pek aldırmadı. Ama ne olur ne olmaz deyip, eteklerini yeniden düzeltti. Kimse onun bir başka amaçla orman içine daldığını anlamamalıydı. Hellenalund Tren Đstasyonu’ndan Kista’daki alış-veriş merkezine gelmesi yirmi dakika almıştı. Güneşli, güzel günlerde orman içinde yapılan böyle küçük yürüyüşler, normal zamanlarda insana vitamin hapı Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 183 gibi gelir, canlandırırdı. Ancak, Lena için bu zorunlu yürüyüşler bir çeşit işkence idi. Dalmayacak, başka şeyler düşünmeyecek, direklerin sayısını unutmayacaktı! Kista’daki kapalı çarşı merkezine geldiğinde, hemen telefonla Tony’yi aradı. “Merhaba! Ben Lena. Seni ikidir arıyor, bulamıyorum. Bu akşam saat on dokuzda buluşalım mı?” Tony’nin işi, Olov Lindström’ün geçen ay içeri girmesinden bu yana oldukça artmıştı. Lena’ya buluşalım diye yanıt verirken, içinden iki sayıyı tekrar ediyordu. “On dokuz’a iki, on dokuza iki!” Mal, on dokuzuncu direğin karşısındaki ikinci ağacın dibindeydi! *** Stockholm Polisi Narkotika Şubesi polislerinden Lasse Hermansson, koluna takıp yürüdüğü komiser yardımcısı Marianne Malmberg’i dürttü. “Gördün mü, telefon ediyor?” “Evet! Orman’a bir şey saklamış olmasın?” “Hiç belli olmaz! Onun yola nereden girdiğini biliyor musun?” “Tam emin değilim ama, galiba kırık çöp sepetinin hemen yakınlarındaydı!” Lena, Kista metro istasyonuna doğru uzaklaşırken Marianne da telefon kulübesine girdi. Cebinden çıkardığı bir kronu telefonun kumbarasına atıp, büyük bir rahatlıkla telefon numarasını çevirdi. 739 30 00. Genellikle, merkezdekilerle telsizle konuştuğundan onların direk numarasını hiç aklında tutamıyordu. O nedenle Stockholm Emniyet Müdürlüğü’nün santralini arıyordu. Ahizenin öbür ucundan bezgin bir ses ”Polisen!” diye seslendi. Marianne, narkotik şubesini istedikten sonra karşısına çıkana: “Merhaba, ben Marianne!” diye, kendini tanıttı. “Lasse ile birlikte Kista Metro istasyonundayız. Bize bir sivil arabayla, narkotik köpeğini gönderebilir misin? Çok acil de!” Stockholm polisindeki narkotik köpeklerinden biri hasta, biri de operasyon için Norrköping kentindeydi. Diğer ikisi ise, Arlanda Havalimanı’nda, yolcuların beraberlerinde getirdikleri bavulları kokluyordu. Onlardan biri hemen yola çıkarılacaktı. Marianne Malmberg, iş arkadaşı Lasse’ye: “Gel sana şu kafeteryada bir kahve ısmarlayayım.” dedi. Ardından onun soru dolu bakışları karşısında bu cömertliğinin gerekçesini açıklamak gerektiğini sanarak: “Arabanın Arlanda’dan gelmesi, nasıl olsa yarım saat alır!” dedi. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 184 51 “E4 karayolunun kuzeye, Arlanda havalimanına giden tarafına sap, on iki kilometre kadar ileride Kista diye bir çıkış var. Oraya gir! Üç kilometre kadar doğru git. Trafik lambalarını gördüğünde, Rinkeby tam karşında kalır!” Erkan Şener, Stockholm’e ilk geldiği günlerden birinde, Müsteşar Metin Bey’den duyduğu bu tarifi hiç unutmamıştı. Rinkeby, Đsveç’e gelen Türklerin ilk yerleştiği merkezlerden biriydi. Đnsan Rinkeby’ye gelince kendini sanki Türkiye’de sanıyordu! Türkler 1960’lı yılların sonlarına dek, Đsveçlilerin kışları kiraya verdiği yazlık kulübelerde ya da yaşamaya elverişli olmayan çatı ve bodrum katlarında oturmuşlardı. Ancak, 70’li yılların başına gelindiğinde konut sorunlarına kesin bir çözüm bulmuşlardı. Türkiye’den ailesini ve özellikle küçük çocuklarına getirenlere, sosyal büro yetkileri daire bulmakta öncelik tanıyordu. Özellikle insanların çoğunlukla tek başlarına yaşadığı Đsveç büyük kentlerinde çok çocuklu Türk aileleri konut kuyruğundaki binlerce kişinin önüne geçiyordu. Onlar için önemli olan, çoğu kez dört beş kişinin bir odayı bölüştüğü, içinde yemek yapılamayan, duş alınamayan harabe odalardan kurtulmaktı! Türkiye’deki çoluk çocuğunu getirenlere verilen bu yeni daireler, Türklerin birkaç aylık bir süre içersinde, Rinkeby’deki en büyük göçmen gruplarından biri olmasına yol açmıştı! Türkler benzerlerine Ankara’da Oran Sitesi ya da Eryaman’da rastlanabilecek modern apartmanlarda oturmaya başlayınca kendilerine önce bir dernek lokali bulmuşlardı. Giderek mescit, kebapçı, videocu, kasap, bakkal ve manav dükkanlarıyla Rinkeby’yü kısa zamanda bir Türk kasabası görünümüne getirmeyi başarmışlardı! Zaten bu nedenle Đsveçliler, Rinkeby’yü artık “Getto” oldu diye terk ediyordu. Türkler ve diğer Orta Doğulular da, Rinkeby’yü bir “Türk köyü” oldu diye, yeğ tutup, oraya taşınmak istiyordu. Erkan Şener, Rinkeby’ye sık sık gelir, hem gündüzleri Türklerin gittiği pastaneye uğrar, hem de Bakkal Demir’den alışveriş yapardı. Süleyman Demir, Türkiye’nin Güney Doğu Anadolu’sunda yaşayan Süryani asıllı Hıristiyan azınlıktandı. Đsveç’in 70’li yıllarda Süryanilere oturma izni vermesinden yararlanarak Stockholm’e gelmiş ve bir bodrum katında kendine bakkal dükkânı açmıştı! Çalışkandı, ucuzcuydu! Çok müşterisi vardı! Erkan Şener gibi yüzlerce, binlerce göçmen, kentin güneyinde bile otursa, Süleyman Bakkal’a gelirdi. Erkan Şener, elinde plastik torbalarla yürüyordu. Haftalık alış verişini yapmıştı. Verdiği parayla Stockholm’deki bir Đsveçlinin marketinde aldıklarının yarısını Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 185 alamazdı. Elindeki üç torba bu yorucu gezilere değiyordu! Metro’ya yaklaştığında yorulmuştu. Hem biraz dinlenmek, hem de Tunnelbana girişindeki ilan tahtasına asılan bildirileri okumak için mola verdi. Son zamanlarda bu ilan tahtaları Türk devrimcileri tarafından çok sık kullanılıyordu. Đnsan hemen her hafta bir yenisi çıkan bildirileri okumak, afişlere bakmak için bile Rinkeby’ye gelebilirdi. Burası, hele kendisi gibi bir istihbaratçı için bir “Hazine”ydi!.. Bir meslek alışkanlığı ile ilan tahtasında asılı duran yeni afişe baktı! Avrupa’daki Kürt Öğrenci Federasyonu bir “Kürdistan” haritası çizmişti! Sovyet Ermenistan’dan başlayan haritada sınır, Kars, Erzurum, Erzincan ve Sivas’ı içine aldıktan sonra güneye iniyordu. Kırşehir’in bir kısmı, Kayseri, Adana, Mersin ve Hatay’ı da içine alıp denize ulaşıyordu! Bu illerin hepsi olası bir Kürdistan’ın, Türkiye ile sınırlarını oluşturuyordu! Tabii Malatya’yı, Elazığ’ı, Van’ı Muş’u ve Güneydoğu Anadolu’da kalan diğer illerini saymaya gerek yoktu! Bundan yetmiş yıl kadar önce Doğu Anadolu’dan sürülen Ermenileri soyan ve telef edenlerin torunları, şimdi bütün o topraklara sahip çıkmak istiyordu! Türkler ise, Avrupa kentlerinde “Ermeni soykırımı” iddiaları karşısında boynu eğik duruyor, kendilerini savunmaya çalışıyordu. Acaba bir Sivaslı, bir Adanalı, bir Elazığlı olası Kürt Devleti’nin vatandaşı olarak yaşamak ister miydi? Erkan Şener aklından geçen bu sorulara yanıt bulamıyor, Türkiye’ye karşı yapılan ihanetin Türk halkı tarafından bilinmemesine kahrediyordu. Bir istihbaratçı olarak kendisinin ya da Ankara’daki bir yetkilinin bu afişi görmesi neye yarardı? Kayserilisi, Erzurumlusu, Anteplisi, Karslısı da görmeliydi! Zaten bu noktaya Türkiye’nin yıllardan beri güttüğü “Devekuşu” politikası sonucu gelinmiş, Avrupa’da Türk diplomatları sokaklarda gezemez olmuşlardı. Gerçekleri görmemek için başını toprağa gömen devekuşu örneği, Türkiye ayrılıkçı Kürtlerin iddiaları karşısında yeterince ses çıkarmayınca “Kürdistan”ın sınırları da günden güne büyümüştü! Elinden gelse, o anda elli milyona tek tek sorar, “Seni bölmek istiyorlar, bu işte var mısın?” derdi! Türk halkı gerçekleri bilmeliydi! Hatta, Đstanbul’da, Đzmir’de yaşayan bir Doğulu da Türkiye’nin neresinde kalmak istediğine karar vermeliydi! Erkan Şener, bu konuda bir halkoylaması yapılıp ak ile kara koyunun birbirinden ayrılması gerektiğine inanıyordu. Türkiye’de yaşayan Kürt asıllıların büyük bir çoğunluğunun Türk vatandaşı olarak yaşamak istediğini biliyordu. Böyle bir halkoylamasının ayrılıkçıların sesinin kısılmasına yeteceği inancındaydı. Erkan Şener’e göre, Rumlar Kıbrıs’ı bahane ederek yaygarayı basıyordu. Ermeniler, “Bizi yetmiş yıl önce Türkler kesti!” diye kendi cinayetlerini Batı Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 186 dünyasında haklı göstermeye çalışıyordu. Kürtler de, “Türkler bizi zorla Türkleştiriyor!” diye Avrupa basınında kendilerinden söz ettiriyordu! Ortada bir sacayağı vardı! Bunu Rumlar, Ermeni Teröristler ve ayrılıkçı Kürtler oluşturuyordu! *** Rinkeby’den ayrılırken üzüntülü ve düşünceliydi. Türkiye, hep Orta Doğu’daki bu ateş çemberinin içinde mi kalacaktı? Bunları unutmalı ve bir an evvel Helenalund’a varmalıydı! Gideceği yer pek uzak sayılmazdı. Ancak yapacak çok işi vardı. Yığınla evin kapısına bakacaktı. Uzun bir kışın ardından bahar, Đsveç’e çabuk geliyordu. Yaprakların tomurcuklanmasıyla, çiçeklerin açması arasında topu topu bir iki haftalık bir süre vardı. Erkan Şener leylaklarla süslü villaları ardında bırakarak Helenalund çarşısına geldiğinde saat on bire geliyordu. Đlk işi, çarşıdaki dükkanları sırayla dolaşmak oldu. Konsum adındaki tüketiciler kooperatifinin dışında, göçmenlere yönelik gıda maddeleri satan bir başka bakkal yoktu. Yalnız kuru temizleyici yabancı asıllıydı. Onun da hangi ülkeden geldiğini kestirmek güçtü! Kütüphaneye girdi. Sayıları az da olsa, Đsveç’te önemli göçmen dillerinde kitap bulunabiliyordu. Erkan, göçmen dillerine ayrılmış raflar arasında dolaşarak, Ermenice kitaplar aradı. Beş altı tane vardı. Demek yanılmamıştı! Bu bölgede Ermeniler de oturuyordu. Helenalund’da, her birinde beş ayrı giriş kapısı olan, ardı ardına uzanmış, dört sıra blok apartman vardı. Her apartmanın girişindeki bir levhada, orada kimlerin oturduğu yazılıydı. Erkan sırayla bu girişlerdeki bu levhalara bakıyor, soyadlarını inceliyordu. Hemen her dilde, “Oğlu” anlamında bir ek vardı. Đsveçliler “Son”, Polonyalılar “Ski”, Đranlılarda “Zade” ekiyle biten soyadlarının yanı sıra Ermenice “Yan”, “Jan” ya da “Đan” şeklinde yazılan ek, “Oğlu” anlamına geliyordu. Belki daha başka soyadı türleri vardı ama, onları bilmiyordu. Üçüncü girişte, bir Ermeni adını gördü. Bunu aynı girişteki bir başka Ermeni ailesinin adı izledi. Erkan bu adları ve kaçıncı katta oturduklarını küçük cep defterine yazıyordu. Stupvaegen sokağı otuz dokuz numaraya geldiğinde birden heyecanlandı. Kapıdaki adlardan birinde kolay kolay unutamayacağı bir ad vardı. Deragopyan! Evet, bu Avedis Deragopyan pekâlâ Morris Deragopyan’ın akrabası olabilirdi! Erkan Şener sırtından tonlarca yükün kalktığını hissetti. Galiba taşlar yavaş yavaş yerine oturuyordu. Çünkü o semte daha önce de gelmişti. Müsteşar Metin Bey’i izleyenler iki gün önce bu evlerden birine girmişti! Otoparkta bıraktığı arabasına doğru giderken kenarda, bir Volkswagen araba içinde bekleyen iki kişiyi gördü. Arabanın üzerindeki telsiz antenlerini hızla saydı. Üç Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 187 taneydi. Antenlerden biri radyo anteniydi! Ya öteki ikisi? Soruların yanıtını bulmasıyla hafif, bıyık altından gülümsemesi bir oldu. Volkswagen’deki Đsveçliler polis olmalıydı ve çevrenin dikkatini çekmemek, sanki bir çift görünümü verebilmek için, işe kadınlı erkekli çıkmışlardı! Ancak, yıllarca takipçilik yapmış biri olarak, onların normal bir çift sayılamayacağını anlaması zor olmamıştı. Birden rahatladı. Demek Đsveç Narkotik Şubesi, kendisinin Fred Hagman’a verdiği adları takibe almıştı! Bulundukları yerden otuz dokuz numarayı rahatlıkla gören takipçiler, Deragopyan’ın peşindeydi. Demek, Deragopyan, adını Amerikalılardan öğrendiği Morris’in akrabasıydı! 52 “Sarkis, Đsveççe biliyor. Kapıyı o çalsın!” “Hayır, kapıyı Đsveççe bilmeyen bir yabancı çalarsa, daha iyi olur!” Mutfak masasının çevresine toplanmış beş kişi hararetli bir tartışmaya dalmıştı. Konu, kapıyı kimin çalacağı idi. Haçator Çuhacıyan, Püzant Eskikomechiyan ve Sarkis Haddad, ustaların kendi aralarında yaptıkları tartışmayı dinliyordu. Avedis Deragopyan kapının Sarkis tarafından çalınmasını istiyordu. Gerekçesi basitti. Hedef kendisine yapılacak saldırıyı önceden göremeyecek, dolayısıyla kaçamayacaktı! Kirkor Vartaban ise, hedefin zaten kaçma olanağı olmadığını söylüyor, hedefle namlu arasına bir başka kişinin girmesini istemiyordu. Ona göre araya giren herkes işi gereksiz yere tehlikeye sokuyordu. Sonunda karar aşamasına gelinmişti. Avedis: “Đkimiz de ASALA’lıyız” diye sözü toparlamaya çalıştı. ”Ya birimiz Hınçak’lı, diğerimiz Taşnak’lı olsaydık ne olacaktı? Biz Haykaganlar yüzyıldan beri birbirimize giriyoruz. Kendi aramızda uzlaşamamamız sonucu bu durumlara düştük. Hınçak-Taşnaklar arasındaki parti kavgası bizim kolumuzu kanadımızı kırdı! Burada bir Türkü nasıl öldüreceğimiz konusunda görüş birliğine varamazsak, yarın Ermenistan’ı yeni baştan nasıl kuracağımız konusunda anlaşabilir miyiz?” Avedis durdu, soluk aldı. Odadan çıt çıkmıyordu. Masanın çevresinde oturan insanlara baktı. Onları teker teker süzmeye başladı. Kimi başını öne eğmiş, kimi gözünü eşyalardan birine takmış, geçmişin derinliklerine dalmıştı. Avedis gerçekten haklıydı. Ermeni sorununun böyle çıkmaza girmesinin nedeni iç çekişmelerdi. Ermeniler kendi aralarında birbirleriyle uzlaşamayan, iki gruba bölünmüştü. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 188 Daşnaksutyun ya da kısa adıyla Taşnak, Ermenice Federasyon anlamına geliyordu. Bu Đhtilalci Ermeni Federasyonu 1890’da kurulmuştu. Sağ eğilimli ve antikomünist Taşnaklar ile sol eğilimli Hınçaklar, yüz yılı aşkın bir süredir birbirlerine giriyor, hiçbir konuda anlaşamıyorlardı. Hınçaklar Sovyet Ermenistan’ının kollanması ve korunmasından yanaydı. Onlara göre, dünyada bir Ermeni olarak, yaşayabilecekleri tek ülke vardı; o da Sovyet Ermenistan’ı idi. Bugün Türkiye topraklarında kalan, Trabzon, Erzincan, Erzurum, Bitlis, Van; Ermenilere verilecekti. Amerikan Cumhurbaşkanı Wilson’un “Halkların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesi”, ilkesinin ardında Osmanlı Đmparatorluğu’ndan Ermenilere verilmek istenen topraklar yatıyordu. Wilson, o konuda Ermenilere söz vermiş, hatta o amaçla çizdiği haritaya, az sayıda Ermeni yaşamasına karşın, gene de Trabzon’u eklemeyi unutmamıştı. Ne de olsa onların denize açılabilmek için bir limana gereksinimi olduğunu düşünmüştü. Tabii, Kars ve Ardahan o günlerde Rusya’nın işgali altında olduğundan dağıtılmasını düşündüğü Türk toprakları arasına alınmamıştı! Taşnaklar da dünyadaki diğer Ermeniler gibi Türkiye’de kalan “Altı Ermeni Vilayeti’nin Sovyet Ermenistan’ına verilmesini istiyordu. Ama bu amaca ulaşmak için ASALA’nın kullandığı yönteme karşıydı. Sorunun diplomatik yollarla çözülmesini istiyordu. Hınçaklar ise sosyalizmi savunan, Türkiye’ye karşı kuvvet kullanılmasını isteyen bir siyasi çizgiyi savunuyorlardı. Taşnaklarla Hınçaklar arasındaki ayrılık öylesine düşmanca boyutlar almıştı ki, Beyrut’taki Ermeni semti Burç-Hammud’da mahallelerini bile birbirinden ayrılmışlardı. Avedis’in bütün bu açıklamaları işe yaramıştı. Sonunda anlaşmışlardı. Kapıyı Sarkis çalacaktı. Püzant arkadan gelip hedefi vuracaktı! Đsveç’te pek sokak satıcısı yoktu ve olsa bile evleri sabah sabah dolaşmazlardı. Zaten sabahları işe gidenlerin hemen hepsi aynı saatlerde evlerinden ayrılıyorlardı. Yolda giderken, asansörde ya da eve girip çıkarken görülmeleri işten bile değildi. O nedenle eylem için akşamüstü daha iyi bir saatti. Öncelikle herkesin eve dönüş saati aynı değildi. Kimi işinde kalıyor, kimi alışverişe dalıyor, kimi de bir kursa ya da sinemaya, tiyatroya gidiyordu. Üstelik, akşamları insan daha az dikkatli oluyordu. Bütün günün yorgunluğu içinde çevresiyle daha az ilgileniyordu. Bu da tanıkların azalması demekti! Plan tamamdı. Eksik ya da zayıf bir yanı yoktu. Kirkor, hedefin Püzant tarafından vurulmasında ısrar etmişti. Amacı, hem ellerindeki vurucu kadronun büyümesini sağlamak hem de davaya daha fazla insanı çekmekti! Đskandinavya’da ASALA’nın birden fazla tetikçisi olması gerekirdi. Şiddet olaylarına karışan bir insanın zaman içinde davadan vazgeçmesi söz konusu Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 189 olamazdı. Tabii ASALA’nın peşine düşenlerin bir yerine, birden fazla adamı araması da kendi çıkarlarınaydı. Đpuçlarının artması kendilerini arayanların işini zorlaştırırdı. Sarkis Haddad ve Püzant Eskikomechiyan iki gündür Metin Karayel’in peşindeydiler. Avedis, Türk Elçiliği’nden ayrılanı, telsizle Kraliyet Dram Tiyatrosu’nun önünde bekleyen Sarkis ve Püzant’a bildiriyordu. Onlar da Metin Karayel’in geçmesini bekliyorlardı. Açık mavi renkli bir Volvo’yu gözden kaçırmak olanaksızdı. Fakat, hedef dün evine çok geç saatlerde gitmişti. Kimsenin bir sokak satıcısına gece yarısı kapıyı açmayacağını bildiklerinden, işi ertelemişlerdi. Telsizde Avedis’in sesi duyuldu: “Hayk iki! Gel!” “Evet, Hayk iki konuşuyor; gel!” “Çekirge uçtu! Gel!” “Anlaşıldı! Tamam.” Püzant, belli belirsiz bir ürperme ile titrediğini fark etti. Çekirge bir sıçrar, iki sıçrar, üçüncüsünde yakayı ele verirdi! Güldü. Bu “Çekirge”ye bir ikinci şansı tanımak istemiyordu. Elini ceketinin yan cebine attı. Colt Magnum’un kabzası cilalı bir ağaçtan yapılmaydı. Đnsanın elini üşütmüyor, tabancanın metal sertliğini kısmen olsun yumuşatıyordu. Onu vahşi bir arzuyla okşadı. “Bu akşam çekirge bir daha sıçrayamayacak!” diye fısıldadı. “Bana da öyle geliyor.” Dört göz çelikleşmiş, açık mavi Volvo’nun az sonra önlerinden geçmesini bekliyordu. Akşam trafiğinde hedefin tiyatro binasına varması on-on beş dakika alırdı! 53 Metin Karayel o gün Türkçe haberlerini elçilikte dinlemişti. Đsveç radyosu gene atıp tutmuştu. Radyoda konuşana göre, Avrupa Konseyi, Türkiye’yi üyelikten atmalıydı. Madem Yunanistan, Albaylar Cuntası döneminde Konsey’den atılmıştı, aynı uygulama Türkiye içinde geçerli olmalıydı! Birkaç gündür evine çok geç gidiyordu. O gün, her günkü programının tersini yapacak, evine erken gidecekti. Ama saat gene de yediye geliyordu! Akşam Đsveç televizyon haberlerini kaçırmayacaktı. Zaten Maggie’nin bu akşam eve gelmesinin temel nedeni buydu! Haberleri Đngilizce’ye çevirecekti. Geçen kış, Stockholm’ün güneyindeki takımadalara gizlice gelen denizaltının, Sovyetlere ait olduğu yolundaki gazete haberleri giderek artmıştı. Savunma bakanının, bu konuda bir açıklama yapması bekleniyordu. Stockholm’deki elçilikte Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 190 Türkiye’nin ne askeri ataşesi, ne de büyükelçisi olduğundan bu tür siyasi gelişmeleri zamanında izlemek zorundaydı. Sadece gazete haberlerinden yola çıkarak Ankara’ya bir rapor döşemek istemiyordu. Ne de olsa televizyonlarda değişik uzmanların görüşlerini dinleme olanağı vardı. Mavi Volvo, Döbelnsgatan caddesine saptığında, saat 18. 53 idi. Metin Karayel arabasını evinin tam önüne park etti. Gerçi oraya park etmesi yasaktı. Üstelik trafik cezacıları, ceza kesmekte pek yavaş davranmıyorlardı, ama aldırmadı. Kesilen para ceza fişlerini, elçilikteki diğer diplomatların aldıkları cezalarla birlikte, aydan aya Đsveç Dışişleri Bakanlığı’na yollanıyordu. Zaten Stockholm’deki kordiplomatik bu konuda ortak bir tavır almıştı. Bütün elçilikler kesilen ceza fişlerini Diş Đşleri Bakanlığı’na postalıyordu. Ne olursa olsun arabasını uzağa park edemezdi. O, her an gözünün önünde olmalıydı! Üçüncü kata geldiğinde genzine hafifçe bir yemek kokusu geldi. Bildik bir kokuydu; ama tam çıkaramadı. Kendi dairesinin kapısını açtığında kekik ve sarımsak kokularının birbirlerine karışıp, harmanlandığını fark etti! Güldü. Maggie de erkeğin kalbine giden yolun mideden geçtiğini öğrenmişti! Đçerden sarımsaklı kuzunun kokusuyla müzik setinden Barış Manço’nun sesi geliyordu! Karnının çok acıktığını anladı. O gün işlerinin yoğunluğundan öğle yemeğini atlamıştı. Đyi ki anahtarın birini ona verdim, diye düşündü! “Hello Maggie! It’s me!” Soğanlı domates salatasını çok severdi. Özellikle soğanların kırmızı olmasını yeğlerdi. O zaman fazla acı olmazdı. Üstelik soğanları öldürürken gözleri de pek yaşarmazdı. Bol tuzla öldürülmüş soğanın hem sindirimi rahat olur, hem de ağızda gereksiz yere koku yapmazdı. Metin, mutfaktaki ustalığını Maggi’ye göstermeye çalışıyor, bir yandan da sevdiği salatanın nasıl yapıldığını anlatmaya çalışıyordu. “Hayatım, bütün bunları benim, sana istediğin şekilde salata yapmam için anlatıyorsan, aldanıyorsun!” “Yok! Sadece belki öğrenmek istersin demiştim!” “Hayatım, öğrenmeye hiç niyetim yok!” “Neden?” “Bütün ev işlerini tek başıma yapmak istemiyorum! Arkadaşlığımız süresince yemek ve kahve benden, bulaşık ve salata senden! Anlaştık mı?” “Tamam, anlaştık sevgilim!” “Nasıl olsa, arkadaşlığımız sona erdiğinde senden salatayı nasıl yaptığını öğrenirim; değil mi sevgilim!” Metin Karayel, ne diyeceğini bilemedi. Kıs kıs güldü. Şu Đskandinav insanını anlamak zordu. Eşitlik duygusu iliklerine işlemişti. Belki de kadın ve erkeğin dışarıda Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 191 çalıştığı modern toplumlarda yaşam bunu gerektiriyordu. Tartışmak istemiyordu. Maggie içerde masayı hazırlıyordu. En iyisi bir Bordeaux şarabı açmaktı. “Le Cardinal’e ne dersin?” “Severim hayatım; iyi olur! Bir dakika, kapı çalıyor. Ben şimdi açıyorum!” Metin Karayel afalladı. Kimseyi beklemiyordu. Sokak kapısından gelen sesleri dinlemeye çalıştı. Kendini Tunuslu bir öğrenci ressam diye tanıtan kişi, elindeki tabloları satmaya çalışıyordu. Maggie istemiyorum demesine karşılık, o ısrar ediyordu! Dışardan gelen seslerden iki kişi oldukları anlaşılıyordu. Đçlerinden biri, Maggie’ye “Evde yalnız mısınız?” diye sorunca Metin Karayel birden irkildi. Cavit Demir’i de Danimarka’da, evinin önünde ve tam asansörün kapısında vurmuşlardı! Kapıdaki bu meraklı satıcılar pekala kendisini izleyen teröristler olabilirdi. Evet, bu bir tuzaktı! Her şey ortadaydı! Bir anda belindeki tabancasını çıkartıp sokak kapısına koşması bir oldu. “No! She isn’t men! What you want?” Püzant ve Sarkis, bir anda karşılarında kızgınlıkla, kendisinden ne istediğini haykıran Metin Karayel’i görünce afalladı. Çünkü onu, elinde kendilerine yöneltilmiş bir on dörtlükle beklemiyorlardı. Püzant, önce bir an davranmayı düşündü. Sarkis, daha atik çıkıp arkadaşına Arapça “Yallah!” diye bağırdı. Burada kalmalarının anlamı yoktu. Silahı tutuşundan, Türkün bu işin acemisi olmadığı anlaşılıyordu. Metin Karayel, sokak kapısında adının yazılı olmayışına bir kez daha sevindi. Kaldığı ev, Endonezya’da görev yapan bir Đsveçli diplomatın dairesiydi. Bir güvenlik önlemi olarak kapıya kendi adını yazmamıştı. Zaten apartmanın giriş kapısı sürekli olarak kilitliydi. Saldırganların apartmandan içeri girmesinin hiç de zor olmadığı anlaşılıyordu. Allah’tan, kapıyı Maggie’nin açması onları yanıltmıştı! Onların Ermeni teröristleri olduğuna emindi. Bu bir içgüdü ya da altıncı his idi! Ama kendisini elinde silahla gördüklerinde ne korkudan bağırmış ne de gereksiz taşkınlık yapmışlardı. Kendilerini bile savunmaya çalışmamışlardı! Sadece, son derece sakin bir şekilde, oradan uzaklaşmayı başarmışlardı. Đşte bu tutumları endişe vericiydi. Metin Karayel, gelenlerin bu profesyonel sakinliğinden ürkmüştü! Maggie, ellerinde dört-beş yağlıboya tablo, merdivenlerden aşağıya inenlerin genç insanların arkasından bakarken, hırsından ağlıyordu. Hayatında hiç bu kadar saldırgan sokak satıcıları görmemişti. Onlar gerçekten Tunuslu öğrenciler miydi? Yoksa, Metin’in endişelendiği gibi, gerçekten Ermeni teröristleri mi? Maggie Fagelström bu sorunun yanıtını hiçbir zaman öğrenemeyecekti. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 192 54 “Merhaba, ben Robert! Arlanda’dayım!” Hagop Gulvarisyan, Robert’in geleceğini geçen haftadan beri biliyordu. Ama, onun sesini duymak gene de başkaydı. Demek işler yolunda gitmiş, sonunda Robert de Đsveç’in yolunu bulmuştu. Birbirlerini Lübnan’dan tanıyorlardı. Geçen ay Beyrut’ta Burç-Hammud Caddesi’ndeki kafeteryalardan birinde otururken, çocukluk arkadaşlarından biri, George Shaenini ile karşılaşmıştı. George’un yanında Avusturyalı bir arkadaşı vardı. Kendisini Robert, diye tanıtmıştı. Đşte o, biraz önce Arlanda Havalimanı’ndan yola çıkmış, geliyordu. Bu gece Agop’un evinde kalacaktı. Robert Mayer’e kanı ilk bakışta ısınmıştı. Ortadoğu ölçülerine göre uzun sayılacak bir boyda, sağlam, atletik yapılı bir koyu sarı saçlı bir gençti. Onun Avusturyalı olduğunu bilmeyenler Robert için hiç düşünmeden Đsveçli diyebilirlerdi. Zaten kurye olarak seçmelerinin bir nedeni oydu. Bir saate kalmaz evde olurdu. Hagop, mutfakta tabakları bulaşık makinesine yerleştirmeye çalışan karısı Vivi’ye seslendi. “Birazdan gece yatısına bir arkadaşım gelecek. Ona yatak hazırla; oldu mu karıcığım!” Vivi, kocası Hagop’la doğup büyüdüğü Zahli kasabasında tanışmıştı. “Neden daha evvelden geleceğini söylemedin? Hiç olmazsa yiyecek bir şeyler hazırlardım!” “Beyrut’tan ne zaman geleceğini kesin olarak bilmiyordum ki!” “Arap mı, yoksa bizden, Haykagan mı?” “Hayır, bilemedin! Đkisi de değil!” Islak elleriyle, oturma odasının kapısı önünde duran Vivi, kocasına şaşkın şaşkın bakıyordu. Gelen kim olabilirdi? Evinde birçok akrabasını yatırmış, ağırlamıştı ama hepsi ya Ermeni ya da Süryani’ydiler. Yalnız, bir kez evine, kocasının bir Đskenderiyeli Hıristiyan Arap tanıdığı gelmişti. “Ben bu arkadaşı geçen yıl Lübnan’dayken görmüştüm. Avusturyalı, efendi bir çocuk!” Vivi Gulvarisyan hiç ses çıkarmadan mutfağa gitti. Kocasının bu oldu bittilerini hiç beğenmiyordu. Ancak elden ne gelirdi ki? Gece yarısı Lübnan’dan gelen bir konuğa, burası otel mi, diye soracak hali yoktu ya! *** Robert Mayer, el çantasını masanın üzerine fırlattığında gözlerinden alevler fışkırıyordu. Başarmıştı! Derin bir nefes aldı. Altı saattir yoldaydı. Kendini deri koltuğun üzerine atarken eliyle çantasını göstererek: Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 193 “Belki sende yoktur diye, uçaktan bir şişe viski aldım,” dedi. Hagop karşısındaki genç insana sevgiyle baktı. Onun bu inceliğine sevindi. Ne de olsa içki bütün Đskandinav ülkelerinde çok pahalıydı. Üstelik her tarafta da bulunmaz, devlete ait özel dükkanlarda satılırdı. Gerçi, hiçbir zaman unutamayacağı Arak rakısını tadını, viski ile karşılaştıramazdı ama gene de hatırlanmış olmasına sevindi. Ayağa kalktı. Gitti; karşıdaki vitrinli dolapta duran kesme kristal bardaklardan ikisini aldı. Kadehleri sehpanın üzerine koydu. Viskiyi buzsuz sevmezdi. Mutfağa yöneldi. Robert’in gelişini gerçekten kutlamalıydı! Robert Mayer, henüz yirmi yaşını doldurmamıştı, ama uyuşturucu madde kaçakçılığında oldukça deneyimi vardı. Kendisi de uyuşturucu kullandığından, kolaylıkla aralarına katılmıştı. Su testisi nasıl olsa su yolunda kırılacaktı. O nedenle gözü pekti. Kurye olarak çalışıyor, Lübnan’dan Avrupa’ya eroin taşıyordu. Hagop, elinde plastik buz kalıbı ile oturma odasının kapısında göründü. Robert, ev sahibinin bu işe yeni başladığı kanısına vardı. Öyle ya daha doğru dürüst para kazanıp kendisine bir kristal buz kabı bile alamamıştı. Bu onun sorunuydu. Kendisi görevini yapmış, malı teslim etmişti. “Burada çok kalmayacağım! Yarın gidiyorum!” “Dönüş biletini okeylettin mi?” “Hayır, uçakla gitmiyorum!” Robert, Hagop’un bu konuda bilgisi olmadığını fark edince: “Sabah olunca bana ikinci mevki yataklı tren bileti alırsın, olur biter!.. Stockholm-Hamburg!” Uçakla yolculukların bir sakıncası vardı. O da yolcu listesinin olmasıydı. Oysa, onun ne zaman Đsveç’e geldiği, ne zaman ayrıldığı bilinmemeliydi. Belli olmaz, gün gelir, neden Stockholm’e günü birliğine gittiğinin hesabı sorabilirlerdi. Onun için trenle geri dönmek istiyordu. “Başarımızın şerefine!” “Prossit..!” Birlikte kadeh kaldırdılar. Yolculuk düşündükleri gibi rahat geçmiş, gümrük kapılarından kimsenin dikkatini çekmeden süzülmeyi başarmıştı. Sıra artık malın kontrolüne gelmişti. Robert, masanın üzerindeki küçük kabin çantasını önüne çekti. Đçine diş fırçası ve macununu koyduğu tıraş çantasını, gömleğini, çoraplarını, iç çamaşırlarını masanın üzerine boşaltmaya başladı. Sonra Hagop’a dönerek: “Bana bunları içine koyabileceğim bir çanta bulur musun?”dedi. Hagop o zaman uyandı! Demek mallar çantadaydı. Oysa, Robert’in vücuduna teyple yapıştırdığını sanıyordu. Gitti, yatak odasındaki gardırobun içinde duran Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 194 çantayı aldı. Avedis’in verdiği paralar karısının rugan el çantasının içindeydi. Daha önceden hazırladığı para zarfını çıkardı; pantolonunun arka cebine yerleştirdikten sonra içeri gitti. Robert çantayı boşaltmıştı. Cebinden küçük çakısını çıkarttı. Çantanın dip astarını, yavaşca ama kararlı bir bilek hareketiyle kesmeye başladı. Plastiği kesilip, eroinin ziyan olmasını istemiyordu. Başını gülümseyerek kaldırırken sordu: “Bakmayacak mısın?” Hagop Gulvarisyan heyecanlanmıştı. Eğildi, iki eliyle çantayı açtı. Bir haftadır geleceğini duyduğu mal önündeydi. Parmaklarının titremesine aldırmadı. Đşaret parmağını plastik torbanın üzerine bastırdı. Torba önce direndi, sonra gevşedi. Esneyerek patladı. Hagop parmağının serince bir yumuşaklığa değdiğini hissetti. Sonra çıkarıp onu yaladı. Ancak ağzına bir şeyler gelmedi. Bunun üzerine önce parmağını yalayarak ıslattı; sonra yeniden çantaya doğru uzattı. Bu kez, o tılsımlı beyaz toz parmağına yapışmıştı. Ağzını şapırdatarak tadını almaya çalıştı. Sonra başını keyifle salladı. Gelen partiyi beğenmişti. Yolda herhangi bir numara çevrilmemiş, kendisine eroin diye un ya da nişasta yutturulmamıştı. Doğruldu, elini arka cebine attı. Zarfı çıkartarak Robert’e uzattı. Robert Mayer, önce zarfa göz attı, sonra parmaklarıyla zarfın kalınlığını tartmaya çalıştı. Sonra zarfı kavradı; avucunun içinde sıktı. Ardından sert hareketlerle zarfı yırtmaya başladı. Đçinde, açık kahverengi, beş yüzlük Alman Markları kendisine bakıyordu. Onları teker teker saydı. Tam on iki taneydi. Cüzdanını çıkardı ve içine yerleştirirken: “Das klart!“ diye keyifle Hagop’a baktı. Ardından aldığı paranın miktarını onaylamak istercesine fısıldadı. “Altı bin mark!” Paraları cebine yerleştirirken sanki bir şey aklına gelmiş gibi bir an duraksadı; ardından iki eksiğinin kaldığını söyledi: “Biri tren biletim, diğeri de artık şu eşyalarımı koyabileceğim küçük bir çanta!” 55 Orhan Aykut, oteline geldiğinde saat gece yarısını çoktan geçmişti. Görünürde, resepsiyonda kimse yoktu. Herhalde içerdeki odada kestiriyordur, diye düşünerek hafifçene öksürdü. Az ötesinde otuz yaşlarında bir Hintli ya da Pakistanlı beyaz dişlerini göstererek kendine gülümsüyordu. Girişin loş ortamında kendisini fark Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 195 etmemişti. Bir an utandığını hissetti. “Demek adamın günahını almışım!” dedi, kendi kendine. Resepsiyoncu adam yerinden doğrularak kendisine önce iyi geceler diledi; ardından da: “Size bir mesaj var Bay Aykut!” diyerek arkasını döndü. 303 numaralı anahtarın asılı olduğu kutunun içinde duran beyaz bir kağıdı ve anahtarı aldı; Orhan’a verirken: “Sizi saat kaçta uyandırmamızı istersiniz?” diye sordu. “Yedi diyelim mi? “Siz bilirsiniz!..” “Đyi geceler!” “Good night sir!” Odasına gelinceye kadar elindeki kâğıda bakmadı. Bu otelde kaldığını Oslo’daki Albay Haluk dışında kimse bilmiyordu. Akşam üstü beş sularında otelden ayrılırken böyle bir mesaj yoktu! Gece geldiğine göre demek oldukça önemliydi. Çalışma masasının üzerinde, “Balkan Harbi Tarihi” adında bir kitap duruyordu. Onu yanına hem okumak hem de şifre anahtarı olarak kullanmak için almıştı. Yazarı, Đstanbullu bir Ermeni gazeteciydi. Aram Andonyan, bu ünlü Ermeni milliyetçisi, Türklerin tarihlerindeki en büyük yenilgisini bütün çıplaklığı ile dile getirmişti. Kitabın üçüncü bölümünü açtı. “Berlin Anlaşması’nın Sonucu”, yazıyordu. Aklında kolay kalsın diye, şifre anahtarını bu üçüncü bölümden çıkartacaktı. 1878 yılında yapılan Berlin Kongresi, aslında Rumeli’nin yitirtmesiyle kalmamış Kars ve Ardahan’ı da Ruslara bırakmıştı. Bir yerde Ermeni isyanının başlamasına yol açmıştı. Berlin’in “B”si, “A” harfi olacaktı. Anlaşmasının sözcüğündeki “A” harfi ise “Z” idi. Sonucu sözcüğündeki “S” ise “Ş” harfinin yerine geçiyordu... Orhan Aykut buz dolabından bir kutu cola çıkardı. Hem biraz uykusunu açmak hem de susamışlığını gidermek istiyordu. Önce şifrenin anahtarını çıkarması sonra da çözmesi gerekti. Yirmi dakika sonra masasından ayağa kalktığında keyifsizdi. Oslo’dan gelen mesajda bu akşam saat yedi sularında Müsteşar Metin Karayel’in evine kimliği bilinmeyen iki kişinin girmek istediği ancak, müsteşarın silahını çekmesi üzerine sokak satıcılarının olay yerinden kaçtıkları belirtiliyordu. Orhan Aykut, mesajı yeniden okudu. Kapının önüne geldikleri halde eylemi devam ettirememelerine sevindi. Bu sayede Metin Karayel’in hayatı kurtulmuştu. Anlaşılan karşılarındaki Ermenilerin beceriksizliği, daha doğrusu deneysizliği ortadaydı. Bundan çıkan bir başka anlam da Metin Bey’e önümüzdeki saatlerde bir saldırının beklenmemesiydi. Ne de olsa, çok kısa bir zamanda yeniden bir eylem Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 196 koyamazlardı. Teröristlerden iğneyi kırk yararcasına gelişmiş, çarpıcı planlar beklenemezdi. O bir deney ve görgü işiydi. Türk tarafının kendini iyi koruması, yakalanma tehlikesinin büyük olması, teröristleri daha zor, daha çarpıcı eylemlere itebilirdi. Ancak ne Türk diplomatların kendini yeterince koruyabiliyordu; ne de Avrupa ülkelerindeki gizli servislerin ASALA’ya karşı bir bakısı söz konusuydu. O nedenle şimdi ASALA’nın yapacağı ya yol kavşağında suikast girişimi ya da arabaya bir bomba koymaktı. Yarbay Orhan birinci şıkkın gerçekleşmesi halinde elinden bir şey gelmeyeceğini biliyordu. Elçilik ile Metin Karayel’in evi arasında yaklaşık iki buçuk kilometre uzunluğunda bir yol vardı. Stockholm haritasını çıkardı. En kullanışlı ana cadde üzerinde tam on altı dört yol kavşağı vardı. Bu kadar geniş bir alanda önlem almak söz konusu olamazdı. Ancak ikinci yolu seçer, arabasına bir bomba koymak isterlerse, onu önleyebilme şansı vardı. Eğer bomba koyacaklarsa önce bombanın yapılması, arabaya konması gerekiyordu. Bu işi, bir gecede yapamazlardı. En azından Metin Karayel arabanın “Temiz” olup olmadığına bakabilirdi. Gerekirse onu bu konuda eğitebilirdi! Orhan Aykut bir an rahatladığını anladı, yarın sabah erkenden kalkmasına gerek yoktu. Fırsat varken dinlenmeli, uykusunu almalıydı. Telefon ahizesini kaldırdı. Dokuzu çevirdikten sonra karşısına çıkana: “Ben Aykut. Üç yüz üç’ten telefon ediyorum. Beni yarın kaldırmanız gerekmiyor! Đyi geceler, teşekkür ederim!” dedi. 56 Kuşlar cıvıldıyordu. Aşağıdaki milyonluk kentin gürültüsü yerini, Çankaya’daki Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde, doğanın o kendine özgü sesine bırakıyordu. Ankara’ya bahar biraz geç geliyor, havaların ısınmasıyla birlikte köşkteki canlılık daha da artıyordu. Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren açık havayı çok seviyor, köşkün bir koruluğu andıran bahçesinde artık daha sık dolaşıyordu. Günlerden 7 Mayıs Perşembe idi. Evren, Đngiliz BBC televizyonu muhabirinin isteğini kıramamış, Köşk’ün bahçesinde bir program çekmelerine izin vermişti. Onlar gittikten sonra da, o güzel bahar havasından yararlanarak biraz yürüyüş yapmayı düşünmüştü. Aslında Abas Bey ile o gün kısa bir toplantısı olacaktı. Ama biraz yürüyüp efkâr dağıtmak, hava almak istemişti. O nedenle haber yollayıp, Hiram Abas’ın, kendisini 7. Nizamiye Kapısı yakınlarında bulmasını söylemişti. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 197 Köşk’ten Atatürk’ün eski “Bağlar” evine giden yol biraz yokuştu. Evren bir aralık soluk almak için durdu. Muhafız Alayı Bandosu’nun sesi uzaktan uzağa duyuluyor, kulaklarına tanıdık, eski bir marş geliyordu. Yıllar önce, genç bir Harbiyeli olarak ezberlediği Sakarya Marşı geldi aklına. Sözlerinin çoğunu unutmuştu. Ama nakaratı hala aklındaydı. “Dünyaya bedeldir, bak cemalin Allah’ıma emanettir kemalin!” Türkiye, Sakarya savaşının yapıldığı günlerde Ankara’yı boşaltmayı göze alacak kadar, uçurumun kenarına gelmişti. Marş, işte o zor günlerdeki havayı dile getiriyordu. Cephedeki askerin morale çok ihtiyacı vardı. Şair, Türk askeri için, yüzünün güzelliği dünyaya bedeldir, diyordu. Kurtuluş Savaşı, vatanı için ölmeye hazır insanlar ve onlara yardım malzemesi götüren kağnılarla kazanılmıştı. Cepheye kağnı arabalarıyla cephaneler taşınmıştı! Đşte, artık piyasadan kalkmaya başlayan yirmi beş kuruşlarda, o elemli günler dile getirilmişti. Evren, o kadar çok eskilere gitmeden, daha 1960’lı yıllarda bütün Anadolu’da TMO’nun -Toprak Mahsulleri Ofisi- silolarına, kağnı arabalarıyla buğday taşındığını anımsıyordu. Türkiye nereden nereye gelmişti? Son günlerde, yabancı basınla yaptığı söyleşilere, artık sinirlenmeye başlamıştı. Sanki, hepsi ağız birliği yapmış gibi aynı soruları soruyorlardı. Türkiye ne zaman demokratik rejime dönecekti? Kurucu Meclis kimlerden oluşacaktı? Kenan Evren, biraz önce BBC televizyonu muhabiriyle bir söyleşi yapmıştı. O da Avrupa ile ilişkiler konusundaki görüşlerini öğrenmek istemişti. Đngiliz gazeteciye nasıl bir yanıt vermiş olması gerekiyordu? Avrupa, Türkiye’den kaçan teröristlere sığınma hakkı tanıyor, Ermeni teröristlerin saldırılarına göz yumuyordu! Köşk’ün bahçesi çok bakımlıydı. Çimenler yeni kesilmişti. Đleride bahçıvanlar artık solmaya başlayan lalelerin yerine yeni çiçekler dikmeye çalışıyordu. Kestane ağaçlarının gölgelediği park yolu, Bağlar Köşkü’ne gidiyordu. O da, Eski Köşk gibi bir müzeydi. Kenan Evren’e göre, Çankaya Köşkü, Devlet Başkanlığı için yeterli değildi. Son derecede küçük bir yerdi. Gerçi Atatürk’ün zamanında, “Yeni Köşk” yapılmıştı ama, o da artık günün koşullarına uymuyordu. Evren, sağ tarafta Baş Yaverlik Binası’nı gördü. Bağlar Köşkü’nün hemen yanında derli toplu bir yerdi. Zaten Çankaya’ya hep parça parça ek inşaatlar yapılmıştı. Oysa bütün hizmetlerin bir arada toplanabileceği bir Genel Sekreterlik binası olmalıydı. Peşinden gelmekte olan Özel Kalem Müdürü Ahmet Erbay’a dönerek: “Buraya bütün hizmetleri bir araya toplayacak bir bina yapılması gerek. Bana hatırlat da, bu konuyu araştıralım.” dedi. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 198 O sırada, Hiram Abas’ın, 7. Nizamiye Kapısı’nın önünden kendisine doğru gelmekte olduğunu görerek durdu, onu bekledi. MĐT Müsteşar’ı Devlet Başkanı’nın bekletmek istemedi; adımlarını sıklaştırdı.. Evren’in önüne geldiğinde hazır ola geçip, kendisini başıyla selamladı. “Hayrola Hiram Bey, Ne oldu? Beni görmek istemişsin?” Hiram Abas ses çıkarmadı. Başıyla Özel Kalem Müdürü’ne baktı; artık onun gitmesini beklediğini hissettirmek istedi. Ancak Evren sabırsızdı: “Size son gelişmeleri özetlemek isteyecektim de Sayın Devlet Başkanım!” “Đyi olur! Haydi yolda giderken anlat bakalım!” MĐT Müşteşar yardımcısı ve Devlet Başkanı Kenan Evren’le birlikte Çankaya’nın o cenneti anımsatan koruluğunda yürümeye başladı. Söze önce içinde bulunulan durumu özetlemekle başladı: “Sayın Devlet Başkanım: Hafta içinde Đstanbul’da yapılan operasyonlarda, toplam yüz altmış sekiz kişi ele geçirildi. Bunlar arasında sekizi güvenlik görevlisi olmak üzere yirmi dokuz kişinin katilleri var!...” Evren, Hiram Abas’ın konuşmasını keserek: “Artık bu tür haberleri kanıksamaya başladık! Sen bize Çekirge Operasyonu’ndaki gelişmeleri anlat. Yarbay Orhan’dan haber var mı?”, diye sordu. Hiram Abas Devlet Başkanı’nın ASALA ile mücadeleye bu denli önem vereceğini hiç düşünmemişti. Buna hem şaşırdı, hem de sevindi. Terörizme karşı mücadelede siyasi desteğin önemini çok iyi biliyordu. Devletin tepesinin yanlarında olması kendilerine güç veriyor, çekilen sıkıntıların boşa gitmeyeceğinin sinyalini alıyordu. “Yarbay Orhan şu anda Stockholm’de. ASALA’nın Đsveç’te eroin ticaretine bulaştığı haberi geldi. Dün akşam Stockholm’deki Müsteşar’ın evine sokak satıcısı kimliğinde birileri gelmiş. Ancak, onların Ermeni teröristler olduğundan şüphe ediliyor. Çünkü son zamanlarda bizim elçiliğin önünde bazı şüpheli insanlar görülmüş. Stockholm, sıcak temasın olabileceğini sanıyor!” “Sıcak temas ha?” “Evet Sayın Devlet Başkanım!” Kenan Evren benzinin hafifçe sarardığını hissetti. Bu acayip bir duyguydu. Acıma, kızgınlık ve acizlik duyguları o anda iç içeydi. Türkiye düşmanlarının ülkesine saldıracağını bilip de, bir şey yapamamak kendisine çok ağır geliyordu. Gözleri matlaştı. Eski Bağlar Köşkü’nün kulesine baka kaldı! Düşman, bir zamanlar Ankara’nın yakınlarına kadar gelmişti. Türkiye onu bir süre uzaklaştırabilmiş, ama temelli kurtulamamıştı! Ortada adı konmamış, resmen açıklanmamış bir savaş vardı. Türkiye bu adsız savaşta da düşmanını yenmek Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 199 zorundaydı. Düşünceli düşünceli başını salladı. Canı fena sıkılmıştı. Hiram Abas’ın yanından hızla ayrılırken: “Allah yardımcıları olsun!” dedi. Köşk’e doğru yürümeye başladı. Kızgındı! Đçi içini yiyordu. Bir yerde kendisinin, daha doğrusu Türkiye’nin Ermeni terörüne karşı daha kesin bir tavır alması gerekiyordu. Sessiz kalarak, başkaları ne der diye çekinerek teröristlerle mücadele edilemezdi. Buna emindi. Birden durdu; gerisin geriye döndü ve eliyle Abas’ın yanına gelmesini için bir işaret yaptı. MĐT Müsteşar yardımcısının yanına kadar gelmesini bekledi. Sonra işaret parmağını havaya kaldırarak: “Hiram Bey, lütfen Orhan Yarbay’a haber salın!” dedi. Sonra bir as sustu; gözleri matlaştı. Artık yüzünden düşen bin parçaydı. Boğazına kadar gelen bir şeyin düğümlendiğini hissetti. Gözlerini Hiram Abas’a dikerek sözlerini tarttı. Bir yerde emrinin kelimesi kelimesine anlaşılmasını istedi. “Bu mel’unlara gereken dersleri verilirken, yedikleri tokatın Türkiye tarafından vurulduğu iyice anlaşılsın!” dedi. Rahatlamıştı. Yıllardır atılmayan ve Türklerin asla atamayacağı sanılan adımları atmıştı. Sırtından sanki tonlarca yük kalkmıştı. Yüzünün kasları gevşedi. Sonra kendisine şaşkın şaşkın bakan Hiram Abas’ı rahatlatmak istedi; keyifli bir ses tonuyla sözlerine açıklık getirdi: “Artık, Orhan Yarbay oraya bir kartvizitini mi bırakır, yoksa Đstanbul’dan bir kartpostal mı; orası onun bileceği iş! Ben bilemem!” 57 “Sen bu heriflerin ne yaptığını anladın mı?” “Hayır! Ya sen?” “Anlasam, sana sorar mıydım?” Marianne Malmberg iş arkadaşı Lasse Hermansson ile birlikte sabah vardiyasına başlayalı iki saat olmuştu. Teleskopun önünden ayrıldı. Gözetleme sırası Lasse’deydi. Şimdi o jaluzinin arkasına saklanmış teleskopun başına geçecek, dışarıda olup bitenleri kendisine anlatacaktı. Marianne ayakta durmaktan yorulmuştu. Yandaki koltuğa çöktü. Sehpasının üzerinde duran not defterini istemeye istemeye aldı. Đçine, son günlerde sık sık yazdığı bir cümleyi yeniden karaladı. “Kayda değer bir gelişme yok!” Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 200 Sonra yazdığına pişman olmalı ki, üzerini çizip yenisini yazdı. “Otopark’taki bir arabayı tamir ettikleri sanılıyor!” Elindeki kalemle, son sözcüğün altını iki kez çizdi. Birkaç soru işareti ekledi. Son üç gündür izlemelerinde belli bir durgunluk göze çarpıyordu. Bunun iki nedeni olabilirdi. Birincisi ellerindeki malların azlığı, ikincisi de, bir şeylerden şüphe etmeleriydi. Eğer bu adamlar, sularının ısındığını seziyorlarsa, bu Huddinge Grubu’nun boşu boşuna kürek çekmesi demekti. O durumda, günlerdir bir apartman katında bulunmalarının hiç bir anlamı yoktu. Đşi biraz oluruna bırakıp, karşı tarafın yeniden hata yapmasını beklemeleri gerekirdi. Yok, ellerindeki mal azalmışsa, bu ya örgütlerindeki bir aksamadan ya da kötü planlamadan kaynaklanıyordu. Polis Müfettişi Gösta Karlsson’un yönetimindeki, bu sekiz kişilik özel ekibin tek görevi vardı. O da buz dağının yalnız tepesini değil, tamamını ortaya çıkartmaktı! Şebekeden bir-iki kişiyi yakalamakla sorunu çözmüyordu. Yakalananın yerini hemen bir başkası alıyor ve uyuşturucu ticareti devam ediyordu. O nedenle bütün şebekeyi, yani malı Đsveç’e sokandan, sokaktaki en küçük dağıtıcısına kadar hepsini birden yakalamak istiyorlardı. Amaçları kaçakçılara köklü bir darbe indirebilmekti. Yoksa, Stockholm’ün hemen her köşesinde, diskoteklerinde, lokantalarında, parklarında uyuşturucu satanları bulmak, yakalamak sorun değildi. Elbette Marianne ve arkadaşları, sokakta uyuşturucu satan küçüklerle de mücadele edecekti ama, asıl olan, örgütün tamamını ele geçirmek ve çökertmekti. Bu ise zaman ve kadro isteyen bir işti. Politikacılar, polise yeterli kadro vermedikleri sürece uyuşturucuyla mücadele sadece sözde kalıyordu. Aslında ayak takımını yakalamak, bir yerde polisin istatistik başarısını arttırıyordu. Kâğıt üzerine düşen, ne de olsa, falan falan tarihleri arasında şu kadar gram ya da kilo uyuşturucu madde ele geçti, şu kadar kişi yakalandı, sözcüğü olacaktı. Ama bu tür çalışmalar göz boyamadan öte bir anlam taşımıyordu. Onun için, Stockholm Polisi Narkotik Şubesi’ne bağlı bu “Huddinge Grubu” otoparkı gören bir daire kiralamıştı. Emekli sendikacı Bo Svensson havaların ısınmasıyla birlikte, Stockholm’ün dışında, Skaergaorden takımadalarındaki yazlığına göç etmişti. Şimdi Marianne ve Lasse onun evinden hem otoparkı hem de Stupvaegen sokağındaki daireleri görebiliyorlardı. Lasse, Marianne Malmberg’i dürterek başıyla otoparkta olanları gösterdi. Adamlar üçüncü kez, Volvo’nun ön kapağını açıyor, ellerindeki kablo ile bir şeyleri bağlıyorlardı. “Peki, arabayı neden çalıştırmıyorlar?” Soran Lasse idi. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 201 “Eğer arabanın aküsünde bir aksilik varsa, neden kontrol etmiyorlar, diyorum?” “Haklısın! Neden etmiyorlar?” “Soran benim! Sen söyle!” “Vallaha ne yalan söyleyeyim, ben bu işten hiçbir şey anlamadım. Hoş, motordan da anlamam ya!” Huddinge Grubu bundan bir hafta önce uzun bir toplantı yapmıştı. Eldeki ipuçları değerlendirilmiş, bu “Ermeni Çetesi”ni nasıl ele geçirilebileceklerini iyice tartışılmışlardı. Özellikle bu adamların eroin kaçırma yöntemleri biraz amatörce ama gene de başarılı olarak yorumlanmıştı! Nasıl kaçırdıkları henüz saptanmamıştı. Ancak, sık sık Lübnan’a gidip geldiklerine bakılırsa, büyük çapta mal taşıyamadıkları anlaşılıyordu. Çünkü piyasadaki eroin fiyatlarında herhangi bir düşme gözlenmemişti. Huddinge Grubu’nun üzerinde görüş birliğine vardığı bir başka nokta da ayakkabıcı dükkanları olmuştu. Hem güneydeki hem de Sollentuna’daki ayakkabıcı dükkanlarının, paravana olduğu ortadaydı. Her iki dükkâna, son on gün içersinde, günde ortalama yedi müşteri gelmişti. Söz konusu dükkânların bir başka amaç için kullanıldığı anlaşılıyorsu; ancak bunun ne olduğu henüz kesinlik kazanmamıştı! Marianne ayağa kalktı. Đleride, yemek masasının üzerinde duran telsizin yanına gitti. Durumu amiri Müfettiş Gösta Karlsson’a rapor edecekti. 58 Türkiye’nin Stockholm Büyükelçilik Müsteşarı Metin Karayel eski harfleri bilmediğine bir kez daha hayıflandı. Osmanlıca, Türk kültürünün bir parçasıydı. Keşke lisede seçmeli ders olarak okutsalardı da, o da böyle zorda kalmasaydı! Merkez’e döndüğünde, bir kuran kursu öğretmeninden, eski yazıyı öğrenecekti. Ne var ki, Elçiliğin kançılaryasında bulduğu, Osmanlı döneminden kalma dosyaların içindeki yazıları şimdi okuması gerekiyordu. Üstelik okuyacak birini bulsa bile, ne yazıldığını anlayıp anlayamayacağı şüpheliydi. Önündeki kalın dosyaya bakıyor, o eski yazıları okuyamadığı için kendi kendine kahrediyordu. Stockholm’da Osmanlıcayı “Evliya Đlhan” dan başka kim bilebilirdi? Metin telefonu kaldırarak sekreterine gerekli direktifi verdi: “Gunnilla, bana Đlhan Koman’ı bulur musun?” Đlhan Koman, Türkiye’nin yetiştirdiği sayılı sanatçılardan biriydi. Yıllardan beri Stockholm’de yaşıyor, Türkiye Büyükelçiliği’nin hemen yakınındaki Konstfackskolan’da yani Tatbiki Güzel Sanatlar Okulu’nda heykel öğretmenliği yapıyordu. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 202 Metin Karayel arada sırada öğle yemeğine yakındaki Cassi adlı Fransız lokantasına gittiğinde Đlhan Koman’la karşılaşır, kimi uzaktan selamlaşır, kimi de eğer yalnız ise-, gider yanına oturur, birlikte yemek yerlerdi. El sanatları ve Osmanlı tarihi ortaklaşa konularıydı. Büyükelçilik Müsteşarı’nın beklediği telefon bağlandı. “Saygılar Hocam! Ben elçilikten, Metin Karayel!” “Merhaba evliya! Nasılsın?” “Vallaha, iyiyiz diyelim de iyi olalım! Hocam, sizden bir istirhamım var!” “Estağfurullah! Elimden geliyorsa, memnuniyetle!” “Önümde birkaç Osmanlıca yazı var! Onları birlikte okuyabilir miyiz, diye soracaktım?” “Evliya, benim tevellüt eski ama, gene de eski yazıyı okuyamam! Ne de olsa Cumhuriyet çocuğuyuz biz!” “Yazıyı, bizim imam okur, siz de onu günümüz Türkçe’sine çevirirsiniz!” “Hah! O olur işte!” “Yarın akşam Elçiliğe teşrif etseniz... Hem birlikte bir yemek yerdik, hem de o yazıları sökmeye çalışırdık! Ne dersiniz?” “Memnuniyetle! Yarın bana müsait. Akşam mektepten çıkınca sefarete gelirim!” “Şeref verirsiniz Hocam. Bekliyorum!” Metin Karayel, derin bir soluk aldı. En sonunda o Osmanlıca yazıları okuyabilmenin bir yolunu bulmuştu! En iyisi imama da telefon edip, kendisini yarın akşamki yemeğine çağırmaktı. Bir halkın kendi kültürüne bu kadar yabancılaşmasını anlayamıyordu. Çok değil elçilik kançılaryasında bulunan bundan elli-altmış yıl öncesinin yazışmalarını okuyabilmek için üç kişinin bir araya gelmesinin gerekmesi kendisine çok ters geliyordu. Yarın geç saatlede, elçiliğin arşivinde bulunan o eski Ermeni Dosyası’nda nelerin bulunduğunu öğrenebilecekti. Bu akşam işinden erken ayrılacak, arabasını servise verecekti. Gerçi Volvo’su yeniydi ama, iki yıllık garantinin geçerli olması için, arabasının belli aralıklarla servise girmesi gerekiyordu. Saat beşe geliyordu. Akşam trafiğine takılmadan gidebilmesi için acele etmesi gerekti. O da öyle yaptı. Önündeki dosyayı, masasının alt çekmecesine koydu. Üstteki gözden de Smith&Wessson’unu aldı; pantolonunun kemerine sıkıştırdı. Odasının kapısını çekerken yandaki odadakilere seslendi. “Attila, ben bu akşam erken ayrılıyorum. Yarın görüşürüz!” Sonra, içeriden bir yanıt gelmesini beklemeden dar koridoru geçti; alt kata indi. Sekreteri Gunilla’ya da hoşça kal dercesine elini sallayarak, elçilikten ayrıldı. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 203 Havaların ısınmasıyla birlikte genç Stockholmlüler gruplar halinde Türkiye Büyükelçiliği’nin yakınındaki Djurgaorden adasına geliyordu. Đsteyen Luna Park’ta eğleniyor, isteyen de, beraberinde getirdiği yemek sepetlerini açıp, bir ağacın altında yiyip içiyordu. Yakantop gençlerin en sevdiği oyundu! Metin Karayel, kentin merkezine doğru giden yolda, araba kuyruğunda beklerken, kır gezintisine gitmekte olan gençlere baktı. Hemen hemen Stockholm’deki bütün okulların, sınıflar halinde, Djurgaorden’e gelmesi, eski bir Đsveç geleneğiydi. Gençler orada gönüllerince eğlenir, biraz da dağıtırdı! Bir an kendini lise çağında hissetti. Ne yazık ki liseli günlerinden kalma, böyle bir anısı yoktu! Kraliyet Tiyatrosu’nun önünden Birgerjalsgatan’a saptı. Bu cadde kendisini, doğru E4 karayoluna çıkarıyordu. Volvo’nun araba servisleri kentin kuzeyinde, E4’in hemen yakınlarındaydı. 59 Orhan Aykut da sola dönmek için aracının sinyal lambasını yaktı ve bir süreden beri önünde gitmekte olan arabanın, Metin Karayel’i izleyebileceğini düşündü. Arabanın üzerinde DK etiketi vardı. Bu Danimarka plakalı arabanın içinde iki Güney Avrupalı oturuyordu. Onlar pekâlâ Orta Doğulu da olabilirdi! Sağ şeride kayarak arayı biraz açmak istedi. Ne var ki E4 Karayolu işlerinden dönen Stockholmlülerle doluydu. Arabalar gitmiyor, yolda sadece kımıldıyorlardı. Bir süre sonra Müsteşârın arabası ileride sağa saptı. Onu, yabancı plakalı araba izledi. Geldikleri yer, oldukça büyük bir otoparktı. En azından yüz elli-iki yüz arabalık kapasitesi vardı. Sağ tarafta bir benzinci, ileride, tam karşısında ise kocaman harflerle Volvo-Bilia yazılı bir bina bulunuyordu. Orhan Aykut bir araba bakım istasyonuna geldiklerini anladı. Aracını benzinciye doğru sürdü. Metin Karayel binadan içeri girmiş, onu izleyen araba da, otoparkta kalmıştı. Bulunduğu yerden olup bitenleri çok rahatlıkla görebiliyordu. Bir süre sonra Müsteşar dışarı çıktı. Bir taksi geldi. Onun taksiye binerek uzaklaşmasına baktı. Ancak Metin Karayel’i izleyen araba hâlâ otoparktaydı. Yoksa bir rastlantı mıydı? Arabadakiler onun peşinde değiller miydi? Yanıldığını sanmıyordu. O yabancı plakalı araba yarı yolda peşlerine takılmış ve Metin Karayel’i izleyerek otoparka kadar gelmişti! Orhan Aykut’un çok beklemesi gerekmedi. Volvo steyşından iki kişi çıktı. Bir an heyecanının arttığını fark etti. Đki yabancı, otoparkı kolladıktan sonra Metin’in arabasını bıraktığı tamir atölyesinin kapısına doğru yöneldiler. Biri içeri girdi. Diğeri, önce kapıda bekledi. Sonra binanın çevresini dolaşmaya başladı. Derken içeri giren uzun boylu olanı, yeniden kapıda göründü. Arkadaşına baktı. Bulamadı. Ancak çok Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 204 beklemedi. Kısa boylu ve kıvırcık saçlısı, binanın köşesinde göründü. Uzun boylu olanı, sağ elini yumruk yapmış, baş parmağını havaya doğru uzatıyordu. Kısa boylusu sevinçle iki elini de havaya kaldırdı. Orhan Aykut, o iki güneylinin avuçlarını sporcular gibi birbirine vurarak sevinçle tokalaşmalarını seyretti. Acaba, içeride gizlice Metin Karayel’in arabasının anahtarını mı kopyalamıştı? Yoksa, arabasına bir verici mi yerleştirmişti? O an için, bütün bu soruların yanıtını öğrenmesi olanaksızdı. Çünkü izlediği adamlar bordo steyşının yanına gelmişlerdi. Uzun boylu olanı arabanın kapısı açarken kıvırcık saçlısı arabaya binmezden önce çevresine bir göz attı. Derken araba otoparktan ayrıldı. Önce sola saptı. Đleride trafik lambalarının bulunduğu yerde, yeniden sola döndü. E4 karayoluna çıktı. Orhan Aykut, arabasını, Arlanda Havalimanı’na doğru sürmeye başladı. Trafik açılmıştı. Đki tarafı ormanlık bir yolda ilerliyordu. Derken, öndeki arabanın, sağa işaret verdiğini gördü. Üzerinde Helenalund yazan tabelanın olduğu şeride geçerken izlediği steyşın iki yüz metre kadar ilersinde ve iki araba önündeydi. 60 Artık ezberlemişti! On bir, iki yüz yirmi dört, doksan üç, on bir, yedi yüz yirmi bir. George Hırlakyan belki de onuncu kez çevirdiği numaranın bir türlü düşmemesine kahrediyordu. Ya bir aksilik çıktıysa? Polis yakaladıysa? Đnterpol kendilerini arıyorsa? Aklına gelen bin bir türlü soruya yanıt bulmaya çalışıyor ancak başaramıyordu. Bildiği tek şey vardı. Karşı taraf cevap vermiyordu! Elindeki kâğıt parçasına yeniden baktı. Ülke numarası, on bir kent kodu iki yüz yirmi dört ve abone numarası da doksan üç, on bir, yedi yüz yirmi bir idi. Canı sıkılmıştı. Keyifsizce başını salladı. Yanlış olamazdı; bu telefon numarasını Avedis Deragopyan’dan almıştı! Robert Mayer, dört gün önce tren yoluyla Viyana’ya gitmişti. Bu zamana dek oraya varması gerekirdi, ama henüz kendisini aramamıştı. Üstelik verdiği telefon numarası da cevap vermiyordu. Belki Agop, onu başka bir göreve yollamıştı. Hayır, sanmıyordu! Ona Los Angeles’ten Çin tabloları taşıtacağını biliyordu. Üstelik Robert’in kurye olmasını Agop önermişti. Peki, öyleyse Robert neredeydi? Neden telefonuna çıkmıyordu? George Hırlakyan bu soruların yanıtını bulamıyor, derin bir düşünceye dalıyordu. Sonunda dayanamadı. Telefonun ahizesini kaldırdı. Đsveç’in kodu olan kırk altıyı çevirdi; ardından da sekizi!..Ve Kirkor Vartaban’ın doksan altı diye başlayan numarasını bir çırpıda çevirdi. Durumu Kirkor’a soracaktı. Belki Robert ona telefon Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 205 etmişti. Telefon sinyallerinin Đsveç’e ulaştığını duydu. Evet karşı tarafta zil çalıyordu. George Hırlakyan saatine baktı. 10.14 idi. Dışarıda pırıl pırıl güneşli bir gün vardı. Đyi ki Los Angeles’e taşınmıştı. Kuzeyin o soğuk ülkesinde ne işi vardı? Bu mevsimde Stockholm’de gündüzler uzun olurdu. Belli olmaz belki de yağmur yağıyordu? Orada akşamın yedisi olduğunu düşündü. Kirkor daha eve gelmemiş olabilirdi! Telefon etmekten birden caydı. Stockholm’dekileri boşu boşuna telaşa verip korkutmamalıydı. Robert herhalde Đsveç’ten ayrılırken yolda bir kadınla tanışmış, dünyayı unutmuştu! Kim bilir, belki de bir orman evinde sarışın bir dilberle gününü gün ediyordu? En iyisi ortalığı ayağa kaldırmadan, onu bir kaç gün daha beklemeliydi. 61 Orhan Aykut arabasından inip, çevresine göz attı. Bulunduğu yer villalar arasına sıkışmış, küçük bir uydu kent idi. Đnsanlık giderek evrenselleşiyordu. Burası rahatlıkla Batı Almanya’da, Fransa’da ya da Amerika’daki bir yerleşim bölgesi olabilirdi. Zaten televizyonlarda izlenen dizi filmlerle evlerdeki mobilyalar, mutfak eşyaları hatta süper marketlerdeki gıda maddeleri de birbirinin aynısı olmaya başlamıştı. Ne var ki, insanoğlu bütün bu ortak yanlarını unutup, aşırı milliyetçiliğin tahrikleriyle körleşiyor, gene de birbirini öldürüyordu. Aklından geçen bu düşünceleri bir kenara attı. Görevdeydi! Biraz önce izlediği kişilerin girdiği kapıya doğru yöneldi. Onlar, salıncaklar ve kum havuzlarıyla birbirlerinden ayrılan, bir dizi sıra apartmanın ortasında, otuz dokuz numaraya girmişlerdi. Altı katlı bu dizi apartmandan sesler geliyordu. Kimi balkonda oturmuş dışarıya bakıyor, kimi oturma odasında televizyon izliyordu. Üçüncü kattaki balkonlardan birinden nefis bir ızgara kokusu yayılıyordu. Orhan Aykut bu yıl taze kuzu pirzolası yiyemediğini anımsadı. Adaya dönünce ilk işi kilisenin yanındaki Rum kasap Tomo’dan bol kekikli güzel kuzu pirzolası almak olacaktı. Yanında bol salata, tabii bir de küçük rakı olmalıydı. Kasabın hemen yanındaki manavdan, Laz Dursun’dan, roka ve çiçeği burnunda Çengelköy salatalığı alacak, sonra eve gelip masayı kuracak; sevgili kızına kendi elleriyle et kızartacaktı. Kim bilir belki bir gün masada üç kişi olurlardı. Ya da sadece Sevil ve kendisi. Onu da elleriyle besleyecekti. Orhan ilk kez yıllardır tanıştığı Sevil’i daha sık düşündüğünün bilincine vardı. En iyisi onu düşünmemekti. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 206 Sokak kapısını açarak bahçeye koşan iki sarışın çocuğuna bakarken, Heybeliada’dan ne kadar uzak ve ne kadar başka bir dünyada olduğunu düşünerek irkildi. Dünya yaşanılası, hem de dop dolu yaşanılası bir yerdi. Ancak, Türkiye’de insanlar değil bu dünyayı tanımak, tam tersine onu kirletmek ve öğrenmemek için direniyorlardı. Hatta bahçelerindeki ağaçların dallarına konan kuşları bile tanımadan ölüp gidiyorlardı. Dünyada kaç Türk gördüğü çiçeklerin, kuşların, böceklerin, hayvanların ve balıkların adını doğru dürüst biliyordu? Türklerin doğayı yeterince tanımadığını Keçilik’deki SAT Komando Okulu’ndayken öğrenmişti. Yıllar sonra o okulun komutanı olarak genç adaylara doğa içinde yaşamak zorunda olduklarını anlatırken de epey zorlanmıştı. Bir oturuşta, bir karavana yemeği kolaylıkla silip süpürebilecek gençlere doğa içinde neyi yiyip, neyi yiyemeyeceklerini öğretirken çok zorlandığını fark etmişti. Bir Adalı olarak doğa ile iç içe büyümüştü. Ancak, kendinden yola çıkarak bir genelleştirme yapılamazdı. Batı dillerinde, serçenin türüne göre yedi-sekiz değişik adı vardı. Avrupalı, yaban ördeği ya da ağaçkakanın değişik türlerinin adını bilirdi. Ya da bir çırpıda ellialtmış çiçeğin, otuz-kırk ağaç adını sayabilirdi? Acaba, kaç Türk genci bir doğan ile atmacanın, bir şahin ile kartalın arasındaki farkı bilirdi? Okullarda denizanasını, deniz yıldızını öğretirlerdi de, ıstavrit ile ızmarit, kolyoz ile uskumru arasındaki farkı neden öğretmezlerdi? Orhan Aykut kendi kendine güldü. Aklından geçenlerin yanıtını düşünmek bile istemedi. Koca Türkiye’de içinde hayvanların olduğu bir iki bahçe vardı. Onlar da bakımsızlık ve ilgisizlikten birer kocaman utanç anıtı gibi duruyordu. Ne yazık ki, çocukların vahşi hayvanları yakından görüp tanıyabileceği, davranışlarını inceleyebileceği doğru dürüst bir hayvanat bahçesi bile yoktu. Evet insanlar, yakın çevresini bile yeterince öğrenemeden ölümle tanışıyorlardı. Tabii ölüm, yaşamın kendi akışı içinde, eceliyle gelmişse doğaldı. Ancak, bir de ölüme meydan okuyanlar vardı. Örneğin Irak-Đran savaşına katılan genç insanlar bunun canlı örneğiydi. Tabii, bir de Beyrut’takiler gibi ölümü arayanlar. Onlar da, bir ön yargının kurbanıydılar. Birileri “Öldür!” dediği için, tetiği çekiyorlardı. Bir an kendi düşüncelerinden kendisi ürktü. Ona da birileri, peşinde koştuğu bu Ermeniler için “Cezasını ver!” dememiş miydi? O da kılı kıpırdamadan başkalarının verdiği bir cezayı infaz etmeyecek miydi? Kendisinden beklenen o değil miydi? Aslında katı yürekli, sert mizaçlı değildi. Tam tersine, yumuşak, kendisi ve çevresiyle uyumlu, barışık bir huyu vardı. Kendine kalsa bir tavuğu bile kesmek istemezdi. Ne de olsa, birinin ekmeği öbürünün ölümü demekti. Bu doğanın kuralıydı. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 207 Denizde de büyük balık küçüğü yutmuyor muydu? Tavuğu yemese de olurdu. Ama düşmanı yenmesi, yok etmesi gerekliydi. Bu kaçınılmazdı! Birinde sırf şahsi çıkarı, diğerinde ulusunun geleceği söz konusuydu. Kapının girişindeki apartman sakinlerinin adlarının yazılı olduğu tabelaya baktı. Birçok yabancı ad arasında, sonu “Yan” yani “Oğlu” ekiyle biten Deragopyan adını bir çırpıda gördü. Dördüncü katta oturuyordu. Bu soyadı kendisine yabancı gelmedi. Evet anımsıyordu. Onların eroin kaçırdığını Amerikalılar bildirmişti. Stockholm’den gelen raporda, ASALA’nın eroin işine karıştığı yer alıyordu. Müsteşar Metin Karayel’i peşindekileri izleyince bu adresi bulmuştu! Amerikan raporunun güvenilir olmasına sevindi! Orhan Aykut, bir an benliğinin sarsıldığını, öfkesinden gözlerinden kıvılcımların çıktığını hissetti. Çok değil, dört kat yukarısındaki insanlar Türkiye’ye savaş açmıştı. Yalnız Türkiye’ye mi? Hayır, açılan savaş insanlığa karşıydı. Genç genç insanlar eroine alıştırılıyordu! Eroin kurbanları onu elde edebilmek için ya hırsızlık yapıyor ya da bedenlerini satıyorlardı. Genç kadınlar bir şırıngalık eroin için müşteri aramak zorunda kalıyordu. Parayı kazananlar ise, şu yukarıdaki katta oturanlardı! Bunda şüphesi yoktu. Kazanılan para da, ASALA’nın silahşorları için harcanıyordu. Onlar dünyanın dört bir köşesinde, Türklere ölüm kusuyorlardı. Đçeride kaç kişi olabilirlerdi? Bu önemli değildi. Üç, beş ya da yedi! Hepsini öldürmeli miydi? Yoksa onları teker teker yakalayıp, Türkiye’de adaletin önüne mi çıkartmalıydı? Bu konuda kendisine verilen direktif açıktı. Cezalarını verecekti. Ama, bu ceza, tıpkı ASALA’nın yaptığı gibi, körü körüne yapılan bir infaz olmamalıydı. Kim suçluysa, asıl cinayetlerden kim sorumluysa, yalnız o cezalandırılmalıydı! Orhan Aykut, bu yanıtını bulamadığı sorular karşısında hırslanıyor; ter içinde kalıyordu. Aslında, denizin ortasında koordinatlarını bildiği bir hedefi bulmuşçasına, sevinçliydi. Türkiye’nin düşmanları Stockholm’ün bu sakin semtinde yaşıyorlardı. Yukarıdakiler artık kaçamazlardı! Fakat, Türkiye’ye savaş açanların gerçek kimlikleri neydi? Kimden aldıkları emri uyguluyorlardı? Nerelerde eğitiliyorlardı? Đşte, bu hareketin beynini bulup, bu soruların yanıtını ve akan bunca kanın hesabını onlardan sormalıydı! Şu anda Stockholm’deydi ve yukarı kattakiler de büyük bir olasılıkla önümüzdeki günler içinde elçiliktekilerden birine vuracaktı! Orhan Aykut buna emindi. Müsteşar Metin Bey’i izlemelerinin nedeni açıktı!.. Kapıdaki adlara bir kez daha baktı. Kendisinde bir Ermeni adı çağrışımı yapan başka birisi yaşamıyordu. En iyisi dönmekti. Orhan Aykut da öyle yaptı. Otoparka bıraktığı arabasına gitti. Kapısını açıp içine oturdu. Direksiyonun hemen arkasındaki panelde dijital saat 19.36’yı gösteriyordu. Burada mı beklemeliydi? Yoksa Metin Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 208 Karayel’in evinin önünde mi? Bunu bilemiyordu. Đkisinin de olumlu ve eksik yanları vardı. Otoparkta beklemek belki de, daha iyiydi! Öyle ya, izleyeceği insanlar, kendisini bir başka hedefe götürecekse, onu başka nasıl fark edebilirdi? Ama, ya hedef aynı, tetiği çekecek parmak, yani “Tetikçi” bir başka yerdeyse; o zaman ne yapacaktı? Orhan Aykut bu konuda karar veremiyor, bir yerde sayıca az olmanın verdiği ezikliği yaşıyordu. Sonunda arabasını çalıştırdı. Otele gidecek, biraz dinlenecekti. Önce yolda güreşçi Cevdet’e uğrasa iyi olacaktı. O, kendisine yardımcı olabilirdi! Orhan Aykut, direksiyonun başında ölümü düşünüyordu. Daha doğrusu tetikçileri. Aslında silah kullananlar farklı farklıydı. Örneğin, ölüme meydan okuyanlar vardı. Irak-Đran savaşına katılan genç insanlar bunun canlı örneğiydi. Bir de Beyrut’takiler gibi ölümü arayanlar! Onlar da, bir ön yargının kurbanıydılar. Birileri “Öldür!” dediği için, hiç acımadan tetiği çekiyorlardı. Yarbay Orhan, bir an kendi düşüncelerinden kendisi ürktü. Kendisine de birileri, peşinde koştuğu bu Ermeniler için “Cezasını ver!” dememiş miydi? O da kılı kıpırdamadan, başkalarının verdiği bir cezayı infaz etmeyecek miydi? Kendisinden beklenen o değil miydi? 62 Metin Karayel sabahları tek başına kahvaltı yapmayı bir türlü sevememişti. Ama iştahı yerindeydi. Hemen her gün aynı şeyleri yerdi. Bir bardak portakal suyu, iki dilim gravyer peynirli ekmek ve çay! Ardından da üzerinde beyazpeynir ve ballı bir dilim kızarmış ekmek!… Arabası daha bakımdaydı. Ancak o akşam hazır olacaktı. O nedenle Attila gelip kendisini alacaktı. Đşe birlikte gideceklerdi. Metin Karayel, Attila Okan’ın son derece dakik bir insan olduğunu bildiğinden onu pek bekletmek istemedi. Pencereden aşağı baktı. Yanılmamıştı. Attila gelmiş, park etmişti. Mutfak penceresini açtı. Parmaklarını ağzına götürüp keskin bir ıslık çaldı. Attila duymuştu. Pencereyi açıp başını dışarı uzatarak seslendi: “Günaydın, istersen yukarı gel de sana bir bardak demli çay vereyim?” “Siz hiç zahmet etmeyin! Ben burada beklerim!” “Hayır, beni boşu boşuna bekleme. Yukarı gel! Kapının düğmesine basıyorum!” Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 209 Saat dokuz’da buluşalım denince, Attila da dokuza on kala Metin Karayel’in evinin önüne gelmişti. Gerçi sabah kahvaltısını yapmıştı ama, bir bardak demli çaya hayır denmezdi. Sokak kapısı açıldığında Metin’in daha sakal tıraşı olmadığını gördü. “Dün gece galiba geç yattınız!” “Evet, Elçiliğin arşivinde unutulmuş eski evrakları okuduk!” “Bari değdi mi?” Metin Karayel bir yandan kızarmış ekmeğini çiğnerken, bir yandan da, başını çekilen sıkıntıya değdi anlamında salladı. Ardından yüzünü buruşturarak güçlükle lokmasını yuttu. Ağzındaki ekmek parçası kuru kuruya inmiyordu. “Bu meselenin temelinde Protestan misyonerlerin yattığını hiç bilmiyordum!” dedi. Metin Karayel dün gece Đlhan Koman ve Faruk Hoca ile birlikte yaptıkları çalışmadan söz ediyor, ısrarla vardıkları sonucun çok önemli olduğunu anlatıyordu. Aslında her şey bir misyonerin başının altından çıkmıştı! Daha doğrusu onun kızıl derililer arasında yaymayı başaramadığı Hıristiyanlığı Ortadoğu’da yaymak düşüncesi!… Kızılderilileri Hıristiyan yapamayan William Goodell adındaki bir Amerikalı misyonerin aklına birden “Hıristiyanlığın Kutsal Topraklarını yeniden zaptetmek” düşüncesi gelmişti. Çok tanrılı kızıl derilileri tek tanrılı insanlar haline getirmenin güçlüğünü fark ettiğinden misyonerlik çalışmalarını Ortadoğu’ya kaydırmak istemişti. Her ne hikmetse, Osmanlı topraklarındaki Müslümanları “Yeniden Hıristiyanlaştırabilmenin” daha kolay olacağını sanmıştı. Belki de bu şekilde Kızılderililer arasındaki başarısızlığını kamufle etmek istemişti! 1821 de Boston Limanı’ndan denize açılan bir gemiyle yeni bir Haçlı Seferi başlatılmıştı! Đşte bu öncü Protestan misyonerlerin bindiği geminin rotası da Kudüs’tü… Protestan misyonerler bir zamanlar Haçlı Orduları’nın silahla ele geçiremediği toprakları, oralarda yaşayan insanları Hıristiyan yaparak yeniden zaptetmek istemişti! Ancak, Osmanlı Đmparatorluğu’ndaki Türkler tanassur etmeyi, yani Hıristiyan olmayı düşünmediklerinden misyonerlerin tüm çabaları boşa çıkmıştı. Misyonerler bu işi başaramayınca, Yahudiler üzerinde dini propagandalarını arttırmışlar, ama oradan da, tıpkı Rumlarda olduğu gibi, elleri boş dönmüşlerdi. Çünkü, Yahudiler kendi inançlarına göre, Tanrı’nın seçkin kullarıydı. Rumlar da, saf Hıristiyan, yani Ortodoks idi! Misyonerler kendi topraklarından binlerce kilometre uzakta, inançlarını yayacak birilerini bulamayınca, bu kez çalışmalarını Ortadoğu’da yaşayan Hıristiyanlara yöneltmişlerdi. Đmparatorluktaki diğer Hıristiyan grupların, Protestan olması için çalışmışlardı. O alanda da son derece az başarı kazanmışlardı. Sadece Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 210 iki Ortodoks Hıristiyan’ı Protestanlığa kazandırabilmişlerdi. Onlar da Gregor Vardapet ve Garabed Dionysius adında Ermeni idi. Ancak, Amerika’ya elleri tamamen boş dönemezlerdi. Yeni hedefler bulmalı, Hazreti Đsa yolunda yeni girişimler yapmalıydılar. Eğer Hıristiyan Ermeniler, Doğu Anadolu’da bağımsız bir devlet kurabilirse “Hıristiyanlığın Kutsal Toprakları”ndan hiç olmazsa bir bölümü Müslümanların elinden kurtarılmış olacaklardı. Đşte misyonerlerin ezilen Ermenileri, “Müslüman-Türk” baskısından kurtarma çalışmaları böyle başlamıştı. Hüdaverdigar (Bursa), Đzmir, Merzifon, Kayseri, Sivas, Trabzon, Erzurum, Mamuret-ül Aziz (Elazığ), Bitlis, Van, Antep, Maraş, Adana, Diyarbakır, Urfa, Tarsus, Amasya, Tokat, Yozgat Amerikalı misyonerlerin çalıştığı kentlerin başlıcalarıydı. Buralarda yaşayan insanlara ulaşmak için, kütüphaneler, hastaneler de açmışlardı. Üstelik, bütün Doğu Anadolu Batılı devletlerin konsolosluklarıyla dolmuştu! Metin Karayel konuşmasına biraz ara verdi. Dün gece imam Faik Göremeli’nin okuyup, Heykeltıraş Đlhan Koman’ın Osmanlıca’dan günümüz Türkçe’sine çevirdiği dosyalardaki bilgileri Attila Okan’a anlatırken duyduğu heyecanı yeniden yaşıyordu. Attila da kulaklarına inanmak istemiyor, yüz binlerin yaşadıkları topraklardan sökülüp dünyanın dört bir köşesine dağılmasına yol açan gelişmeleri ibretle dinliyordu. Ermenileri, misyonerler, okullardaki öğretmenler ve onların akıl hocası durumundaki Batılı diplomatlar körüklemişti. Yüzyıllar boyunca Türklerle yan yana yaşayan ve onlara “En fazla bağlı Hıristiyan azınlığı” isyan ettirtmek için yıllarını harcamışlardı. Hatta, Đsveç gibi kendi halinde bir ülke bile Kafkaslara misyonerler göndermişti. Amaç bölgedeki Ermenilerin milliyetçilik duygularını kamçılamak, onları bağımsız bir Ermenistan için hazırlamaktı. O nedenle, devlet yönetimini üstlenecek kadroların yetiştirilmesi gerekiyordu. Amerikalı misyonerler, üstün yetenekli Ermeni çocuklarını eğitmek için 1840’da Đstanbul’daki Robert Koleji kurmuşlardı! Metin Karayel soluk aldı. Kendisini ilgiyle dinlemekte olan Attila’ya beklemediği bir soru yöneltti. “Adamların Robert Koleji neden Rumelihisarı’nın hemen yanına kurduklarını sanıyorsun?” Bir süre Attila’nın şaşkınlığını izledi. Ancak beklediği yanıtı alamayacağını bildiğinden hemen arkasını getirdi: “Rumelihisarı’nı, Türklerin Avrupa’daki varlığının başlangıç noktası, simgesi olarak gördüklerinden, “Kutsal Hıristiyan topraklarını” yeniden ele geçirmeye oradan başlamak istemişler! Yani Türklerin kalesinin yanı başına Hıristiyanlığın kalesini kurmuşlar!” Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 211 “Hayret! Bunlar bu kadar intikamcı mıymış!” Metin Karayel arkadaşına yanıt vermedi; bir süre sustu. Sanki Attila’nın sorduğu soruya kendisinin bir yanıt aramasını bekledi. Bir yerde anlattıklarının sindirmesini bekledi. Çünkü birazdan salvoların ikincisi gelecekti! “Söyle bakalım, eskiden Amerikan Kolejleri Türkiye’nin neresinde varmış?” Attila kendisine yöneltilen soru karşısında, bir an bocaladı. “Đşte, Đstanbul-Bağlarbaşı’nda, Arnavutköy’de, Tarsus’ta, Tavas’ta tabii bir de Đzmir’de…!” “Hepsi o kadar mı?” “Daha ne olsun Metin Bey! Yetmiyor mu?” Metin Karayel kendisine yöneltilen bu soruyu sanki hiç duymadı. Đstanbul’da Kadıköy’deki evlerini anımsadı. Daracık, dört katlı ve oldukça rutubetli bir apartmanın giriş katında oturuyorlardı. Kadıköy’de, cumhuriyet döneminin en güzel binalarından biri olan, Gazi M. Kemal Paşa Đlkokuluna gidiyordu. Beşinci sınıftaydı ve bir kaç gün sonra sınavlara gireceklerdi. Bir gün öğretmeni Melahat Hanım sınıftaki öğrencilerine dönerek, koleje gideceklerin kimler olduğunu sormuştu. Koca sınıfta üç dört öğrencinin dışında elini kaldırmayan olmamıştı. Kolej adını da, yine ilk kez o günlerde, bir akşam yemekte duymuştu. Evet, kendisinin koleje gidip gitmemesi üzerine yapılan konuşma, giderek kızışmış, annesiyle babasının çok ender olan tartışmalarından birine tanık olmuştu. Babası, kendisi gibi Metin’in de askeri okulda yatılı okumasını istemişti. Metin’in askeri okula kolaylıkla alışabileceğini söylemiş ama dinletememişti. Çünkü annesi, askerlerin sürekli yer değiştirdiğini, biricik oğlundan ayrı yaşayamayacağını söyleyerek ağlamış; onu koleje göndermek istemişti. O günlerde kolejin nasıl bir okul olduğunu bilemiyordu. Ama gidemediği için annesini hıçkıra hıçkıra ağlatan kolejin pahalı bir yer olduğunu daha o günlerde anlamıştı. Tabii, “Çocuk gitsin mi, gitmesin mi?” tartışmasını her zamanki gibi ailenin reisi, babası kazanmıştı! Metin Karayel, kendisini o çocukluk günlerine götüren kolej anısına acı acı gülümsedi. Günümüzde varlıklı Türk ailelerinin çocuklarını göndermek için can attığı kolejlerin açılış nedeni geldi aklına. Onların, zamanında Türklere karşı isyan bayrağını dalgalandıracak Ermeni çocuklarının yetiştirilebilmesi için açıldığını ancak dün gece öğrenmişti. Genç meslektaşına o bilinmeyeni bilmenin verdiği bir gururla baktı. Evet, Amerikan kolejleri Anadolu’nun hangi kentlerine açılmıştı? Sözcüklerin üzerine basa basa konuşmaya başladı. “Sıkı dur da anlatayım!” Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 212 Sonra Attila’dan bir yanıt gelmesini beklemeden sözlerini sürdürdü. “Merzifon, Samsun, Tokat, Tavas, Tarsus, Erzurum, Elazığ, Diyarbakır, Urfa, Maraş, Antep... Aklımda kaldığı kadarıyla Kurtuluş Savaşı öncesi, Anadolu’da açılmış Amerikan Kolejlerinin bulunduğu il ve kasabalar bunlar!” “Desenize, Batılılar Ermenileri bize karşı körüklemek için ellerinden geleni esirgememişler!” “Evet, öyle sevgili Attila! Biz de durup dururken, Ermenilerin isyanına bir anlam veremiyorduk. Oysa, işin temelinde bu misyonerlerin tahriki yatıyormuş!” Metin Karayel, ayağa kalktı. Kahvaltısını yapmıştı. Birazdan hazır olacaktı. Sakallarını kesmek üzere banyoya doğru giderken, içerden seslendi: ”Beni bekleyinceye dek, kendine bir bardak çay daha koy!” 63 Artin Kasapyan, ilk yolculuğundaki gibi heyecanlı değildi. Larnaka International havalimanından Stockholm’e doğru havalanacak Boing 727’nin kalkmasını sabırla bekliyordu. Artık alışmıştı. Böyle yolculuklar giderek yaşantısının bir parçası olacaktı. Motorların birdenbire uğultular çıkartarak daha hızlı dönmeye başladığını duymasıyla uçağın sarsılmaya başlaması bir oldu. Derken koca gövde önce ilerlemeye başladı. Ardından da tüm gücüyle hızlanarak Akdeniz’in o bulutsuz maviliğine kavuşmak istedi. Uçağın sanki bir sihirli el tarafından havaya kaldırılışını büyük bir huşu içinde yaşadı. Hava kararmak üzereydi ve kaptan pilot Stockholm’e uçuş süresini dört saat on beş dakika olarak belirliyordu. Artin, oturduğu koltuktan aşağıya unutulmayacak günlerle dolu bir haftasını geçirdiği Kıbrıs’a bir kez daha bakmak istedi. Uçak, havalanır havalanmaz, sanki Artin’e yardım edercesine, sağa yatarak Larnaka’nın üzerinde büyük bir kavis çizmeye başladı. “Işıkları yeni yeni yanmaya başlayan yer, Lefkoşa olmalı!” diye, düşündü. Derken yanındakinin, eğilip omzunun üzerinden dışarı baktığını hissetti. Ona dönerek: “Bak şimdi Kuzey Kıbrıs’ın üzerinden uçuyoruz.” dedi. Yan koltuktaki, kırk yaşlarında, orta boylu, ak tenli ve birazcık da dolgun bir kadındı. Liisa Salminen ile Kıbrıs’a geldikleri ilk gün otobüsle havaalanından otele giderken karşılaşmışlardı. Finlandiya’da hemşireydi. Aynı koltukta oturduklarından tanışmaları pek zor olmamış, yol boyunca ona gereken ilgiyi göstermişti. Hostes kızdan bir içki isterken Đskandinavların hassas noktasına basmış, yanında oturan kadına da ısmarlamıştı. Artık öğrenmişti. Đskandinavlar, ülkelerinde içki pahalı olduğu Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 213 için böyle yolculuklarda hep çakır keyif olur, uçaklardaki ucuz içki fiyatlarını kendilerine göre değerlendirirlerdi. Tatile, güneşlenmeye ve eğlenmeye giden bir kimse için kendisine ısmarlanan içkiyi kabul etmesinden daha doğal ne olabilirdi? Aslında onun Liisa’ya karşı gösterdiği ilgi, Avedis’den aldığı emirleri harfi harfine uygulamasından öte bir şey değildi! O, ne pahasına olursa olsun, yolda kendisine bir kadın arkadaş bulması gerektiğini söylemişti. Böyle bir kadının, dönüşte Đsveç’e girerken gerekli olabilirdi. Avedis, bu orta yaşlı kadınların Kıbrıs’a sadece Akdeniz’in güneşi için değil, kendilerine ilgi gösterecek genç erkekler bulmak için gittilerini de anlatmıştı. Liisa, Stockholm’de yaşayan on binlerce Finlandiyalı göçmenden biriydi ve iki yıl önce, çok sarhoş oluyor diye kocasından boşanmıştı. Artin, yanlarından geçen hostes kıza baktı. Ter içinde kalmış, yolculara ısmarladıkları içkileri vermek için çabalıyordu. Bir süre bekledi. Derken hostes kızla göz göze geldiğinde ona el salladı. Yanına gelmesini istedi. Limasol’da ömrünün bir haftasını birlikte geçirdiği Liisa’ya bir içki ısmarlamak istiyordu. Yanına gelen hostese iki viski söyledi. Derken Stockholm’ün havalimanı Arlanda International’a geldiler. Bavullarını beklemeleri çok uzun sürmedi. Liisa, yolda kantarın ucunu biraz fazla kaçırmış, hafif sarhoş olmuştu. Artin’in bir küçük bavul ve bir de el çantası vardı. Onları, Liisa’nın, içi tıklım tıklım giyecek dolu iki bavulunun üstüne koydu. Uçaktan aldıkları içki ve sigaraların olduğu naylon torbalara pek yer yoktu. Artin yol arkadaşına dönerek: “Đçkiler kırılmasın! En iyisi onları ben taşıyayım. Sen de benim elimdeki şu çantayı al!” dedi. *** Narkotik köpekleri uçaktan indirilen bavulları koklamış ama herhangi bir tepki göstermemişlerdi. Belki yolculardan biri üzerinde taşıyordu! Marianne Malmberg, bir tarafı ayna olan, gözetleme penceresinden Kıbrıs’dan gelen yolculara bakıyor, çevresini tarıyordu. Daha çıkmamıştı! Ancak çok beklemesi gerekmedi. Aradığı adamı uzaktan tanıdı. “Đşte geliyor! Şu el arabasını iten, kara saçlı erkek!” Arlanda Havalimanı’ndaki gümrük memurlarından Karl Larsson, kanıksamış bir tavırla Marianne’ye sonra da onun gösterdiği adama baktı. Sonra olur anlamında başını sallayarak dışarı çıktı. Yolcuların önünden geçtiği muayene tezgâhının olduğu, koridora yöneldi. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 214 Artin, gümrükçülerin arkasına saklandığı aynalı duvarın önünden geçerken Marianne tüm dikkatiyle kendisini izliyordu. Evet, gerçi adam biraz heyecanlıydı ama davranışlarında göze çarpan bir acayiplik yoktu! Derken Artin’in yanında giden kadının usulca onun elini tuttuğunu gördü! Demek bir başkasıyla birlikte yolculuk yapıyordu! Üzerinde daha fazla düşünmesine gerek kalmadı; kadının omzunda asılı, el çantasını tanıdı! Dört gün önce ele geçirdikleri Avusturyalı da böyle bordo rengi bir çanta taşıyordu! El çantası, öyle unutulacak ya da karıştırılacak cinsten değildi. Üzerinde bir kartal amblemi ve Armeniska SK yazısı vardı! Kadın koridorda ilerliyordu. Marianne hızla dışarı çıktı. Koşarak onu çevirdi. Üzeri aranacaktı. Bu arada gümrük muayene memuru Karl Larsson, Artin’i durdurmuş eşyalarına bakıyordu. Marianne bir süre bekledi. Larsson ile göz göze geldiğinde aramanın sonuçsuz çıktığı anlaşılıyordu. Ancak, Marianne aldanacağını sanmıyordu. Bir telefon konuşmasında, bir kuryenin Kıbrıs’a gönderilmesi istenmiş ve Artin de geçen hafta oraya gitmişti. Eğer üzerinde bir şey çıkmamışsa, bu durumu değiştirmezdi. Belki de midesinde taşıyordu. Birçok Güney Amerikalı kokain kaçakçısı gibi o da kaçıracağı eroinleri kondomların içine koyup yutmuş olabilirdi! Ya da bir başka yerinde, makatında saklıyordu! Neden olmasın? “Posta Kutusu!” dünyada uyuşturucu kuryelerinin en çok kullandığı yöntemlerden biriydi! Marianne, Artin’i baştan aşağıya iyice süzdü. Đlk bakışta bir farklılık göremedi. Karşısında, kısa kollu, yazlık gömlek giymiş bir adam vardı. Ancak çok daha sonra gözüne ayakkabıları ilişti. Kalın pençeli, kışlık ayakkabılar ile kısa kollu gömlek birbiriyle ne kadar da çelişiyordu! Artin Kasapyan, kadının, gümrük muayene memurunu yanına çağırıp, bir şeyler konuştuklarını gördü. Gümrük memuru dışarı çıktı. Biraz sonra kapkara bir köpek ve bakıcısıyla yeniden odaya döndü. Köpekleri oldum olası sevmezdi. Ancak köpeğin odaya girmesiyle birlikte korkusu daha da arttı. Acaba “Narkotik Köpeği” dedikleri bu muydu? Köpek geldi, tezgaha ön ayaklarını dayadı. Burnunu, üzerinde duran bordo el çantasına götürdü. Derken hırıltılar çıkartarak kesik kesik koklamaya başladı. Son derecede huysuzlandı. Bakıcısı çantayı açtı. Köpek başını içine soktu. Ağzıyla bir kadın ayakkabısı çıkardı ve hemen havlamaya başladı. Köpek uyuşturucuyu bulmuştu! Adam, elini cebine atıp, köpeğin ağzına götürdü. Sonra başını okşamaya başladı. Verdiği, küçük kurutulmuş bir et idi!.. Artin, bir an için tehlikenin uzaklaştığını sandı. Çanta, ne de olsa kendisinde değil, Liisa’nın üzerinde bulunmuştu! Fakat bu rahatlık duygusunun ömürü pek uzun Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 215 sürmedi. Köpek, keskin dişleri ve açık ağzıyla, bu kez üzerine doğru geliyordu! Onların ne kadar tehlikeli olduğunu biliyordu. Çok korktu. Dayanamadı. “Çekin bu köpeği üzerimden!” diye haykırdı. Marianne Malmberg, Artin’in üzerine gelen köpeğin, hırsla ayakkabılarını koklayışına baktı. Köpeğin tavrı bir anda değişmiş, saldırganlaşmıştı. Bunun sadece bir anlamı vardı. Narkotik köpeği iz üstündeydi! Artin’e dönerek, sakin bir dille: “Lütfen ayakkabılarını çıkart. Köpek onları da koklamak istiyor!” dedi. Narkotik köpeği, Hagop Gulvarisyan’ın Artin Kasapyan’a Limasol’daki otelde teslim ettiği ayakkabıları da bulmuştu! Artin, artık dünyanın başına yıkıldığını sandı. Bu taşların altından kalkabilecek miydi? Sanmıyordu. Bildiği tek şey, o tatlı düşün bittiğiydi! Oysa bir Ermenistan kuracaklardı. Hindistan’dan Amerika’sına, Afrika’sından, Avrupa’sına, hatta Güney Amerika’sına kadar dünyanın dört bir köşesine dağılmış Ermenileri Ağrı Dağı’nın eteklerine toplayacaklardı. Artık o günün kendisine hiçbir zaman erişilemeyecek kadar uzaklarda kaldığının bilincindeydi. 64 Orhan Aykut, önce Đsveç Radyosu’nun önünden geçti. Sonra Gaerdet çayırının yanından serbest limana doğru giden yola saptı. Göz alabildiğine uzanan çayırın bitiminde neftiye çalan koyu yeşil renkli çam ve ladin ağaçları ile Đskandinavya’nın en büyük binası, televizyon kulesi Kaknaestornet yükseliyordu. Arabasını sağa çekip elindeki Stockholm haritasına baktı. Biraz ileride, sola saptığında Sandhamnsgatan caddesine gelecekti. Aradığı numara ise, elli sekiz idi. Tam yoluna devam edeceği sırada yan aynadan otobüsün geldiğini görünce bekledi. Acelesi yoktu. Stockholm’de belediye otobüsleri duraklardan kalkarken arkasındaki arabaları düşünmeden yola çıkıyorlardı. Onlardan kaçınmak gerektiğini, daha ilk gün öğrenmişti. En iyisi kırk bir numaralı otobüsün peşinden gitmekti. Biraz ileride yol ikiye ayrılıyordu. Ancak Sandhamnsgatan caddesi, dosdoğru ve yokuş yukarı devam ediyordu. Yokuşun sonuna geldiğinde, sol kolda kırmızı tuğla ile örülmüş, büyük blok binayı gördü. Apartman sekiz katlıydı. Sanki yanlamasına duran bir sigara paketi gibi enine uzundu. Tam dört ayrı giriş kapısı vardı. Aradığı adrese gelmişti. Şimdi, arabasını park edecek bir yer bulmalıydı. Cadde üzerinde bırakamazdı. Devam etti ve yolun bittiği yerde, onu dik kesen caddenin sağına saptı. Artık Vartavaegen sokağındaydı. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 216 Biraz ilerisinde Finlandiya’ya giden yolcu gemilerin kalktığı iskele duruyordu. Son yolcu gemisi saat 21.30 da gittiğinden bomboştu! Arabasını oradaki otoparka da bırakamazdı. Ne de olsa sabaha kadar hiç bir gemi gelmeyeceğinden gece bekçilerin dikkatini çekebilirdi. O nedenle kenarda, yol boyunca park etmiş arabalar arasında kendisine boş bir yer aradı. Sonunda buldu. El frenini çekti. Başını arkaya dayadığında gökyüzünün hâlâ aydınlık olduğunu hayretle fark etti. Oysa iki saat sonra, gece yarısı olacaktı. Ama, Stockholm’ün bir ilginç yanı, yaz aylarında havanın doğru dürüst kararmamasıydı. Orhan Aykut, “O gece yarısı güneşi dedikleri herhalde bu olsa gerek!” diye düşündü. Güneş kuzeyde öyle çabuk batmıyor, havanın kararması daha uzun sürüyordu. Bu durumu daha Harp Okulu’nda, seyir dersinde öğrenmişti. Işınların atmosfere eğik gelmesi sonucu, tan ve gurup zamanları daha uzuyor, dolayısıyla gök pek kararmıyordu. Mor, eflatun ve erguvan rengi bir birinin içine giriyor, kırmızının diğer tonlarıyla harmanlanıyordu. Yaz aylarında güneşin batışıyla doğuşu neredeyse birbirine karışıyor, hele haziranın sonlarında, güneş battı derken doğuşuna tanık olunuyordu. Ufukta, gövdesinden kıvılcımlar saçarcasına ışıkları yanıp sönerek süzülen uçağa baktı. Kim bilir nereden, hangi sıcak ülkeden Stockholm’e yolcu taşıyordu? O an kendisini alıp Türkiye’ye, hayır Heybeliada’ya götürecek bir uçakta olmayı çok istedi! Böyle bir gecede, Heybeliada’da, Çam Limanı’nın üstündeki Aşıklar Yolu’ndan mehtabı seyretmek, ileride Büyükada, Yörükali Plajı önlerinde pırıldayan yakamozlara bakmak ne güzel olurdu! Acı acı güldü. Acaba Sevil ne yapıyordu? Yarbay Orhan o anda sevdiği kadının yanında olmayı, onunla paylaşamadığı yıllarını birlikte yaşamayı, göremediği mehtapları el ele seyretmeyi arzuladı. Eğer bir gün yeniden Sevil ile beraber olursa, onu Aşıklar Yolu’na götürecekti. Eski Rum Ticaret Okulu‘nun ya da Deniz Lisesi’nin hemen arkasından dolanıp, mezarlığın önünden geçen yolda birlikte yürüyeceklerdi. Sevil ile el ele mi dolaşacağını yoksa elini omzuna mı atacağını kestiremedi. Önemli olan onunla birlikte olmak, onu doyasıya koklamak, okşamak, öpmek değil miydi!.. Daldığı tatlı düşlerden kurtulması uzun sürmedi. Sol pazısının değdiği sertlik ona bambaşka bir dünyada olduğunu hatırlattı. Arabanın kontak anahtarını çevirerek motoru kapattı. Torpido gözüne eğildi. Đçindeki eldivenleri aldı. Ellerini açıp parmaklarını birbirine sokarak eldivenlerini giydi. Hazırdı! Gözde duran kutuyu çıkardı. Ağırdı. Đçinde yirmi beş kurşun vardı. Tabancayı aldı. Kabzasındaki emniyet dilini iterek, şarjörü çıkardı. Boştu. Kutudan çıkardığı kurşunlara baktı. Üzerinde sinek resmi olduğundan, “Sinekli” adıyla tanınan Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 217 kurşunları tekdüze bir alışkanlıkla sürmeye başladı. Şarjörü yedi tane alıyordu. Đçine sadece beş kurşun sürdü! Kutuyu kapatıp tekrar yerine koydu. Artık baskın basanındı! Eğer o gece teröristler garajı basacaksa aldanacaklardı; Yarbay Orhan onlardan atik davranıp onları basmayı amaçlıyordu! 65 “Ne o be! Bu cenaze arabası mı?” Soruyu soran Avedis Deragopyan’dı ve amacı arabadakilere biraz moral vermek, havayı yumuşatmaktı. Evet gün, o gündü! Bekledikleri saat gelmişti. Bu kez başaracak ve Đsveç’teki ilk eylemlerini gerçekleştireceklerdi. Hedef kolaydı. Ortada korkulacak bir şey yoktu. Ancak arkadaşları gene de biraz gergin, daha doğrusu sinirliydi. Bu da doğaldı. Ne de olsa ilk girişimleri başarısızlıkla sonuçlanmış, Püzant işi yüzüne gözüne bulaştırmıştı. En iyisi onların sigara içmesiydi. Avedis sigarayı sever, ancak arabasında sigara içilmesine asla izin vermezdi. Çocuğunun alerjisi vardı. Bu kez kendi koyduğu kuralın dışına çıkacaktı. Yanındaki camı açarken arkadaşlarını babacan bir ses tonuyla uyardı: “Haydi yakın şu sigaralarınızı, hazır evet demişken, çekin ciğerlerinize !” Sonra başını sağa çevirip yanındakilere bakarak: “Garaja geldiğimizde sigara yok, anlaşıldı mı?” dedi. Arabadakiler önce şaşırmış daha sonra da sevinmişlerdi. Tabii anlamışlardı. Gerçi sigarayı böyle zamanlarda heyecanlarını bastırmak için içiyorlardı ama, bu kez böyle bir olanakları yoktu. Daha sonra içemezlerdi. Sigara karanlıkta kendilerini ele verirdi! O nedenle Avedis’in anlayışlı davranması hoşlarına gitmişti! Vişne çürüğü rengi Volvo steyşın, Valhallavaegen caddesine geldiğinde, arabadakiler hedefe yaklaştıklarının hissediyorlardı. Yıllardan beri Stockholm’ün altını üstünü ezbere bilen Avedis dikkat kesilmişti. Kendilerine moral vermeye çalışıp yol boyunca konuşan, fıkralar anlatan Avedis susmuş, yerine her zamankinden daha gergin biri gelmişti. Biraz sonra Vartavaegen sokağına sapacaklardı. Yol, sağlı sollu ağaçlandırılmıştı. Sol tarafında yüksek apartmanlar, sağında ise Gaerdet çayırı başlıyordu. Sessizliği bozan yine Avedis oldu. “Çocuklar unutmayın! Şu çayırlığın ötesinde gördüğünüz yer, Kampementsbadet! Ben sizleri bu yüzme havuzunun önünde bekleyeceğim! Tamam mı?” Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 218 Kampementsbadet, Gaerdet çayırının bitimindeki bir açık hava yüzme havuzuydu. Hemen arkasından küçük bir koruluk başlıyor, ağaçların arasından geçen bir patika hedefin yaşadığı apartmana gidiyordu. En iyisi korunun içinden geçen bu yolu kullanmaktı. Böylece hem bir başkası tarafından görülmek tehlikesi azalır, hem de gerekirse koru içinde daha rahat saklanılırdı. Avedis Deragopyan evin önüne gelince yavaşladı. Sonra kenara çekip bir süre durdu. Arabanın penceresini açarak, çevreyi dinlemeye başladı. Çıt çıkmıyordu. Görünürde kimse yoktu. Caddenin solundaki tuğla binaya baktı. Türk, elli sekiz numarada ve dördüncü katta kalıyordu. Đçeriden aydınlık geliyordu. Đsveç’teki her ev gibi, onlar da perdelerini iyi kapamamıştı. Đsveçliler genellikle oturma odalarının perdelerini kapatmaz, çok özen gösterdikleri evlerinin başkalarınca görülmesinden bir çeşit gurur duyarlardı. Đyi döşenmiş bir ev, mutluluğun da kanıtıydı. Pencerelerin önüne asıl lambalar, kaloriferlerin üzerine sıralanmış saksılar, duvarlara asılı tablolar sokaktakilere o evde oturanlar hakkında bir fikir verirdi. Aslında yoldan geçenlerin evin içine bakması çok ayıp sayılırdı ama kimse gözlerinin ucuyla evlerine bakanlardan gocunmazdı. Tam tersine beğenilmenin gururunu yaşardı. Avedis, pencereden gelen loş ışığın zaman zaman değişmesini televizyona bağladı. Đsveç’te bütün filmler orijinal dillerinde yayınlanırdı. Herhalde Türk ailesi de geç saatlerde yayınlanan yabancı filmlerden birini seyrediyordu. Ama artık film bitmek üzereydi. Đsveç’te hafta arası televizyon yayınları gece yarısını bulmadan sona ererdi. Arabanın kontak anahtarını çevirdi: “Çocuklar göreyim sizi!” Volvo steyşın hafifçene yerinden kımıldadı. O, sanki modern bir traktörü anımsatan hantal görünüşünden beklenmeyecek bir yumuşaklıkla yolda süzülmeye başladı. Birkaç yüz metre gittikten sonra bir yol kavşağında yavaşladı. Sonra büyük bir daire çizerek gerisin geriye döndü. Araba kaldırımın kenarına yanaştı. “Haydi atlayın bakalım!” Püzant Eskikomechiyan ve Haçator Çuhacıyan sessizce arabadan indiler. Avedis’in uzaklaşmasını beklediler. Ortalıkta çıt çıkmıyordu. Oysa, Beyrut öyle miydi? Đç savaşın o kızgın günlerinde bile, bir hareket, bir canlılık vardı! Yeşil hattın üzerinde mevzilenmiş olanlar, gece o saatlerde birbirlerine karşılıklı küfür basar, kinlerini kusarlardı. Uzaktan uzağa gelen araba sesleri, transistorlu radyolardan çıkan seslere karışırdı. En azından köpekler havlar, kediler devirdikleri çöp bidonunun çevresinde birbirleriyle dalaşırdı. Ama Stockholm sessizdi; sakin. Haçator yanındaki arkadaşına, kader yoldaşına baktı. Püzant genç bir delikanlıydı. Zaten o, acemiliği ve heyecanına yenik Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 219 düşmüş, Türkü kapının önünde temizleyememişti. Bu kez aynı hatayı yapmayacaklardı. Ona fısıldayarak sordu: “Hazır mıyız?” Püzant belki de günlerden beri beklediği bu soru karşısında gene de ürperdi. Şu gök kubbenin altında insanlar kendilerine mutlu bir dünya kuramamışlardı. Haksızlıklar, eziyet ve hepsinden de öte, özgürsüzlük itmişti onu Stockholm’ün bu sessiz sokağına! Los Angeles öyle mi? Koca kent uyumaz, derinden derine soluk alan, masallardaki bir canavarlar gibi uğultular çıkararak yaşardı. Bir aksilik olur muydu? Sanmıyordu. Evet oraları daha tehlikeliydi. Đnsan, gecenin bu geç saatlerinde giderken, korkar, her an, karşısına çıkabilecek bir zencinin buram buram alkol kokan soluğunu duyabilirdi. Evet, hazırdı. Kendini hiçbir zaman bu kadar zinde hissetmemişti. Artık hastane köşelerinde yatan yeğeninin intikamını alma zamanı gelmişti. Bu kez her şey yolunda gidecek, başaracaklardı. Haçator’la göz göze geldi. Başını salladı. Sonra tedirgin adımlarla yürümeye başladı. Önce kendisi gidecek, Haçator arkadan gelecekti. Öyle anlaşmışlardı. Kırmızı tuğlalı apartmana geldiğinde evin hemen sağında, aşağıya inen bir beton yol vardı. Otoparka gidiyordu. Püzant, önce kaldırımım kenarına çekildi. Çevresine son bir kez bakmak istedi. Ne karşıdan gelen, ne de yol kenarında köpeğini gezdiren biri vardı. Döndü, ileride Haçator’un gölgesini görür gibi oldu. Evet, artık başlamalıydı! Böyle garajlara çok girmişti. Ne de olsa, Los Angeles’de büyümüştü! Püzant hiç unutmuyordu. Çaldığı ilk arabayı, daha on altısına gelemediği için teyzesinin oğlu sürmüştü. O çağlarda bir araba çalmak, delikanlılığın simgesiydi! Đşin en zor yanı otoparklara girip, kendi arabaları için gerekli olan yedek parçaları oralardaki arabalardan toparlamaktı! Böylece köhne arabaları yeniliyor, onları diğer mahallelerdeki gençlere kolaylıkla satıyorlardı. Arabalardan parça sökmeyi pek o kadar bilmezdi ama, otoparka girmeyi çocukluğundan öğrenmişti. Havalandırma deliğinden, servis kapısından ya da pencereden içeri giriyor, sonra giriş kapısını açan kilidi kısa devre yapıyor, garaj kapısı açıyordu. Püzant, önce otoparkın kapısına sonra da dönüp arkasına doğru baktı. Görünürde kimse yoktu. Sessiz adımlarla meyilli beton yoldan aşağı, kapıya doğru süzüldü. Otoparkın hemen girişinde, soldaki garaj kilidini gördü. Arabasıyla garaja gelenlerin dışarı çıkmadan anahtarını sokup, kapıyı açması için duvara gömülmemiş, yol üstündeki bir metrelik direğin üzerine monte edilmişti. Püzant kilidi kolaylıkla açabileceğini düşündü. Arkadan telleri çıkarıp, kısa devre yaparak garaj kapısını Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 220 açan motoru çalıştırabilirdi. Ancak bu işin tek sakıncalı yanı, birilerinin o sıralarda garaja gelmesiydi. O zaman kendisinin içerde olduğu anlaşılır, iş büyüyebilirdi. En iyisi öteki yolları denemekti! Otoparkın havalandırma mazgalı, küçük, üstelik paslanmaz çelikten yapılma ve oldukça sağlamdı! Burayı zorlamanın bir anlamı yoktu. Püzant içeri girebileceği bir pencere de göremeyince büyük garaj kapısının hemen yanındaki, tek kanatlı, küçük servis kapısına yöneldi. Ya menteşelerinden sökecek ya da kilidini zorlayacaktı. Önce kapının tokmağını kavradı. Aşağı bastırdı. Kapalıydı. Bu tür sık sık kullanılan kapıların kilitleri zamanla yıpranır, açması kolay olurdu. O nedenle menteşeleri zorlamaktansa, işe kapı kilidinden başlamak istedi. Cebinden çakısını çıkardı. Bu, iğnesinden makasına, tirbuşonundan tornavidasına, törpüsünden testeresine kadar, her derde çözüm bulan, Đsviçre Ordu Çakısı’ydı! Püzant’ın üzerinde tam yirmi dört küçük aletin olduğu çakıda, aradığı maymuncuğu bulması kolay olmadı. Derken kilidin anahtar deliğine soktu; pek zorlanmadı. Elindeki çakı kolaylıkla dönerken, kapının kilidi de, kendiliğinden açıldı. Püzant derin bir soluk aldı. Başarmıştı. Kilit sandığından da kolay açılmıştı. Herhalde içindeki dillerin bir ikisi çoktan bozulmuştu. Kapının tokmağını çevirdi. Đçeri açılıyordu. Artık garajla, o zifiri karanlıkla karşı karşıyaydı! Cebinden kalın, gri bezli teybi çıkardı. Bir parça çekip yırttı. Sonra bir eliyle kapının tokmağını aşağıya doğru bastırırken, öbür eliyle teybi kilidin diline yapıştırdı. Püzant bir an rahatladığını anladı. Kendi payına düşen görevin büyüğünü yapmıştı. Sıra, Haçator’undu! Ona, ASALA kampında arabalara bombalı sabotaj yapmayı öğretmişlerdi. Kapıyı usullaca kapatıp, dışarı çıktı. Daha zemin kattaki garajı ana yola bağlayan kısa, ama dik yokuşun sonuna geldiğinde, Haçator’un kendisine usulca bir ıslık çaldığını duydu. O tarafa yöneldi. Az sonra karanlıktan fışkıran sesle durdu: “Nerede kaldın be! Beni meraktan öldürüyordun?” “Haydi kapı açıldı! Düş peşime!” 66 Huddinge Polisi, Narkotik Özel Şubesine bağlı üç sivil araba Stockholm’ün güneyindeki büyük caddelerden biri olan Götgatan’da iz üstündeydi. Biri, izledikleri bej Saab’ın önünde, diğer ikisi ise hedefin ardındaydı. Başkomiser Gösta Karlsson minibüsü kullanan genç meslektaşına sevgiyle baktı. Sonra eliyle soldaki şeridi göstererek Saab’ın yanına geçmesini istedi. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 221 Kısa bir süre sonra emekliye ayrılıyordu. Ama bu genç insanlar ailelerini, yakınlarını bırakıp, kendilerini bu izleme işine vermişlerdi. Đzleme, yaşantılarının bir parçası olmuş, bazen sonuca ulaşabilmek için aylarını hatta yıllarını harcamak zorunda kalmışlardı. Đşte harcanan onca emeğin semeresini görme anı gelip çatmıştı. Aylardır “Ayakkabıcılar Çetesi”nin peşine düşmüşlerdi. Ancak çalışmaları son haftalarda yoğunlaştırmışlardı. Koca çeteyi fire vermeden yakalayabilmek için onları gece gündüz izlediklerinin üçüncü gündü. Narkotik Şubesi’nde tüm izinler kaldırılmış, herkes yapılacak baskınla görevlendirilmişti. Dile kolay, otuzun üstünde kaçakçının yakalanması söz konusuydu. Olaylar umduğundan da çabuk gelişmişti. Son aylarda, eroinin önemli bir bölümünün, peşlerinde oldukları bu çete tarafından piyasaya sürdüğü anlaşılmıştı. Ellerinde yeterli kanıt vardı. Sıra çetenin tamamını, ya da olabildiğince büyük bir kısmını, ele geçirmeye gelmişti. Haftalardır süregelen kabus sona erecek, birazdan karşılarındakine son darbeyi indireceklerdi. Ancak kesin kararını gene de veremiyordu. Son anda bir yanlışlık yapıp, şerefli geçen meslek yıllarının ardında kötü bir anıyla ayrılmak istemiyordu. Onları caddenin ortasında, halkın içinde mi yakalamaları daha iyi olurdu yoksa evlerine geldiklerinde mi? Bilemiyordu! Ya silahları varsa? Kullanırlarsa ne yapardı? Gösta Karlsson, yıllardır yanında çalışan bu genç polislerin tehlikeye girmesini istemiyordu. Sokaklarda devriye gezen polisler kendilerinden daha az bir tehlike içinde mi yaşıyorlardı? Bu sorunun yanıtı, şüphesiz “Hayır!” idi. Aslında mesleklerinin kendisi başlı başına bir tehlikeydi! Eğer karşı taraftakiler silah kullanacaklarsa, bunu evlerinin önüne geldiklerinde daha kolay gerçekleştirebilirlerdi! Ne de olsa kendileriyle hedef arasında belli bir mesafe olacaktı! Bu kaçınılmazdı. Ancak kent trafiğinde her şey birbirine karışıyor, iç içe geçiyordu. Belki bir kırmızı ışıkta durduklarında onlara ani bir baskın yapabilirlerdi! Başkomiser Karlsson’un önündeki telsiz telefon çaldığında daldığı bu düşüncelerden bir türlü silkinemediğinden, ahizeyi yanında oturan araba sürücüsü Per Johansson kaldırdı. Bir süre dikkatle dinledi. Sonra amirine dönerek: “Arlanda!… Kıbrıs’tan gelen kuryede iki yüz seksen gram eroin bulmuş!” dedi. Gösta Karlsson’un gözlerinde kıvılcımlar çıktı. Yanılmamışlardı. Kıbrıs’dan gelen telefon konuşmasını doğru değerlendirmişlerdi. Sanki, bir “Yap-Boz”daki parçalar gibi, ipuçları artık yerli yerine oturmaya başlamış, sürdürdükleri iz onları sonuca ulaştırmıştı. Önceden tahmin ettikleri gibi Lübnan’dan Đsveç’e yönelik uyuşturucu trafiği Türkiye’den değil, Kıbrıs üzerinden yürütülüyordu. Keyiflice gülümsedi. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 222 Demek Ermenilerle Kürtler birbirlerinin ayağına basmamak için uyuşturucu taşımacılığında yollarını kendi aralarında bölüşmüşlerdi. Malı, Kürtler Türkiye, Ermeniler Güney Kıbrıs’taki Rum kesimi üzerinden götürüyorlardı. Yılların kuralı “Baskın basanındır!” sözünün doğruluğu bir kez daha kanıtlanmıştı. Yalnız polis müfettişi Karlsson, aklına takılan sorulardan birinin yanıtını veremiyordu! O da “Ayakkabıcı Çetesi’nin” neden kiraladıkları Danimarka plakalı arabayı kullanmadıklarıydı? Bordo Volvo’ları gerçekten bozulmuş muydu? Karlsson, bu soruların yanıtını bilmiyordu. Eğer her şey yolunda giderse, yakında öğrenecekti. Eline telsizin mikrofonunu aldı. “Burası yüz yirmi dört. Götgatan Caddesi’ndeyiz. Đki yüz yetmiş beş arkadan kaçış yollarını kessin. Biz ilk kırmızıda vuruyoruz!” dedi. Sonra belinde asılı tabancasını çıkardı. Bu emektar Browning’i herhalde son kez eline alıyordu. Bir daha kullanacağını sanmıyordu. Zaten bütün meslek hayatında onunla üç kez ateş ettiğini anımsadı. Đkisinde ıska geçmiş, birinde de yaralamıştı! Belki tabancasını bu son çekişinde onun ağzından ölüm fışkıracaktı. Böyle bir varsayım bile benliğini titretmeye yetiyordu. Ne de olsa Komiser Gösta Karlsson birinin canını acıtmak için değil, kimsenin canı yanmasın diye polis olmuştu! Arabadakilerin tehlikeli, hem de Đskandinavya’da pek rastlamadıkları cinsten, gözü kara insanlar olduğunu biliyordu. O nedenle gerekirse beylik tabancasını kullanacaktı. Buna zorunluydu. Mesleğine verdiği bunca emekten sonra hak ettiği emeklilik günlerini yaşamak, onun mutluluğuna erişmek istiyordu. Yazlığındaki küçük kulübenin bahçesinde çilekler, serasında da Đspanya’da yediği tatlı küçük kavunları yetiştirmek istiyordu. Çilek her yerde vardı. Ancak kavunun Đsveç’te yetiştirildiğini henüz duymamıştı. O da zaten salt bu nedenle kendine erişilmesi zor bir hedef seçmişti. Başkomiser Gösta Karlsson önündeki arabaya baktı. Karşılarındaki hedef canlıydı ve acımasız insanlardan oluşuyordu. Yapacak bir şey yoktu! Baş parmağıyla tabancasının emniyetini açtı. Eğer kader istemişse, katlanacaktı! Arkasını dönerek minibüstekileri süzdü. Genç polisler biraz önce telsizle söylediklerini duymuşlardı. Son darbeye hazırlardı. Onlara sadece bir çift söz söyleyebildi: “Haydi çocuklar, dikkatli olun!” Daha fazla konuşmasına zaman kalmamıştı. Önlerindeki araba, kırmızı ışıkla birlikte Stockholm’ün akşamları en işlek olan caddelerinden Götgatan üzerinde durmuştu. Günlerdir beklenilen an gelip çatmış, artık bej Saab’a yapılacak baskın başlamıştı. Minibüstekiler kapıları hızla açıp yanlarındaki arabaya koştular. Götgatan bir anda sivil polis arabalarından gelen siren sesleri ile çalkalandı. Gösta yaşından Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 223 beklenmedik bir çeviklikle minibüsten atladı. Hemen yanında sol şeritte duran arabada şoförün oturduğu yerin kapısını sert bir kol hareketiyle açtı. Tabancasının namlusunu, Kirkor Vartaban’ın şakağına dayarken var gücüyle haykırdı: “Polis!” Kirkor bu ani baskını hiçbir zaman düşünmemiş, hatta aklının ucundan geçirmemişti. Arkasındaki arabadan çıkan siren sesi ve o gözleri alan mavi ışık, bir an afallamasına, elinin ayağının bağlanmasına yol açmıştı. Zaten basıldıklarını anlamasıyla, şakağına tabanca namlusunun dayanması bir olmuştu! Nerede hata yapmıştı? Polis izlerini nasıl bulmuştu? Yoksa bir ihanete mi uğramışlardı? Bilmiyordu. Şu anda önemi de yoktu. Yakalanmışlardı. Hem de hiç bir direnişte bulunamadan kıs kıvrak yakalanmışlardı. Beğenmediği Đsveç polisi kendisini tatlı bir düşten uyandırmıştı! Belki de yakalanmamıştı. Bütün bunlar bir düştü! Hayır, düş değil kötü bir kâbus! Ne kadar isterdi bütün bunların gerçekten bir düş olmasını! Acaba yaptıkları iş, kendisini bekleyen cezaya değer miydi? Đşte her şey bir anda yıkılmıştı. Hem sonra Avedis ile birlikte sabahlara kadar üzerine hayaller kurdukları Ermenistan’a kavuşsalar ne yaparlardı? Oraya, üzerinde yaşamadıkları, ekmeğini yemeyip suyunu içmedikleri Ermenistan’a nasıl dönerlerdi? Ermenistan, Ferhat’ın Şirin’e kavuşmak için deldiği dağ örneği, uzakta, bambaşka bir yerdeydi. Kimi Đstanbul’da, kimi Beyrut’ta, kimi Kaliforniya’da büyüyen Ermeni gençliği, Erivan’da yetişenle aynı potada erir miydi? Gerçi, Ermeni bir ana babanın oğluydu. Ermeni kültürüyle yoğrulmuştu. Çocukluğu, gençliği Ermenilerin ortak düşüyle büyümüştü. Büyük Ermenistan’a kavuşmak! Bu düş gerçekleşebilir miydi? Bu soruyu kendi kendine sormaya çalışmış ancak vereceği yanıtı bile duymaktan korkmuştu. Zannetmiyordu! Ermenistan, adını haritalarda okuduğu düşlerindeki bir ülkeydi. Daha doğrusu bir coğrafik bölgeydi. Ancak gerçekte böyle bir ülke yoktu. Onun farkındaydı. Tarihte iki kez devlet olabilmişlerdi. Birinde Bizanslılar yıkmış, diğerinde Memlüklüler atalarına yaşam hakkı tanımamıştı! Kilisede öğrendiği efsaneye göre, eğer Hazreti Nuh’un soyundan geliyorlarsa, diğer bütün insanlarla kardeş olmaları gerekirdi. Yok, Trakya’dan göç edip, Doğu Anadolu’ya yerleşmişlerse, o topraklarda başka halkların kendilerinden daha fazla hakkı vardı. Zaten nüfusça hiçbir zaman Anadolu’daki herhangi bir kentin çoğunluğunu oluşturamamışlardı. Ermenistan, gerçekleşemeyecek bir düştü. Onun için dönmeyebilirdi. Hayır, dönmeliydi! Yoksa döktükleri bunca ter, akıttıkları bunca kan, aldıkları bunca can boşa gidecekti! Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 224 Kirkor Vartaban’ın bu kâbustan kurtulması pek uzun sürmedi. Canının acımasıyla kendine gelmesi bir oldu. Biri, çelik parmaklarıyla kolunu kavramış, büküyordu. Her şeyin bittiğini, yıllardır kurdukları “Ermenistan” düşünün bir anda yıkıldığını anladı. Önemsemedikleri, hor gördükleri Đsveç Polisi kendilerini hiç beklenmedik bir anda yakalamıştı. Karşısındaki pis bir Türk olsa neyse, ama bir Đsveçli vardı. Artık direnmelerinin bir anlamı yoktu. Şansını daha işin başında kaybetmişti. Evet, direnmesi gereksizdi! Aklına gelen bu düşünceleri bir kenara itti. Kulağının dibinden “Polis!”, diye bağıran adamın bileğine kelepçeyi vuruşuna derin bir ilgisizlikle baktı. Belki de kurtulmuştu. Bilmiyordu! Ama sonu bilinmeyen ve hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir yolculuğun son durağına geldiğini seziyordu. Yoksa yanılıyor muydu? Elindeki kelepçe sıkıyor, birileri kendini bir polis minibüsüne itekliyordu. Kirkor Vartaban, böğrüne yediği bir cop darbesiyle önce öne doğru eğildi. Đki büklüm oldu; sonra acıyla kıvrandı. Birkaç polisin kendisini posta çuvalı gibi bir aracın içine fırlatışına tanık oldu. Gözleri kararıyor, sonrasını hatırlayamıyordu!.. Bir an bayılır gibi olmuş ama birinin elinin üzerine basmasıyla kendine gelmişti. Ermenistan Spor Kulübü oyuncularından Jean’ın tanıması uzun sürmedi. Nereden nereye gelmişlerdi. Đsveçlilerden de nefret ediyordu. Đnsan haklarının şampiyonluğunu yapanlar şimdi kendilerine bir hayvan gibi davranıyorlardı. Elinden bir şey gelmezdi. Emniyet Sarayı’na kadar dişini sıkıp bir avukatı beklemesi gerekiyordu. Çünkü Đsveç’te polise verilen ifadelere avukatlar da tanık olarak katılıyordu. Dudaklarında acı bir gülümseme belirdi. Aklına Avedis geldi! Bütün bunlar boşa değildi! Bu yediği copların, itilip kakılmasının intikamı alınacaktı. Her tarafta arkadaşları, yoldaşları vardı. Gerçi, ASALA yani Ermenistan’ın Kurtuluşu Đçin Gizli Ermeni Ordusu bir fiske yemişti ama, düşmana okkalı bir sille atacaklardı! Yoldaşları o gece eylem yapacaklardı! 67 Türkiye’nin Stockholm Maslahatgüzarı Metin Karayel girişteki küçük holü geçip, çalışma odasının bulunduğu üst kata doğru yönelirken sekreteri Gunilla ayağa kalkarak, kendisine biraz önce aldığı notu uzattı. “Đsveç Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Lars Larsson en kısa zamanda sizi kabul etmek istiyor!” Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 225 Metin Karayel, bu beklenmedik davete şaşırdı! Aslında iki ülke arasında acil olarak ele alınacak önemli bir sorun yoktu. Son günlerde Türkiye’de, Đsveç’in tepkisini çekecek herhangi bir siyasi gelişme de olmamıştı! Türkiye, Đsveç ile sıcak ilişkiler kurmak istiyordu. Üstelik Đsveç’in dünyaca ünlü elektrik şirketlerinden ASEA’nın Đstanbul’a hızlı tramvay sistemini kurması planlanıyordu. Bu konuda gerekli krediler için yeşil ışık da yakılmıştı; yoldaydı. Türkiye Đskandinav ülkelerine sus payı vermiş, büyük ihaleleri onlara vermişti. Böylece Türkiye’yi Avrupa Konseyi’nden uzaklaştırma girişimleri boşa çıkmıştı. Yakında Norveç de, Đstanbul’a deniz otobüsleri satacaktı! Yukarı kata çıkan merdivenlerin eşiğine geldiğinde, hâlâ Dışişleri Bakanlığı Sarayı, Arfsundplatset’e çağrılmasına bir türlü anlam veremiyordu! Belki de işkence konusunda yepyeni bir suçlamayla karşılaşacaktı. Bilmiyordu. Ancak böyle bir durum bile, kendisinin apar topar bakanlığa çağrılmasını gerektirmezdi. Koridorun kapısını açarken bir an durakladı; saatine baktı. Ona çeyrek vardı. Đçeride salonun öbür ucunda oturan sekreteri Gunilla’ya dönerek: “Öyleyse bana saat on bir için randevu al!” diye seslendi. *** “Beklediğiniz konuk geldi efendim!” “Yol gösterin! Bekliyoruz.” Lars Larsson yıllardır mesleğinin zirvesindeydi. Kariyer diplomat olarak dünyanın çeşitli ülkelerini görmüş, deneyim kazanmıştı. 70’li yıllarda ülkesini Avrupa Konseyi’nde temsil etmiş, Türk parlamenterleri, gazetecileri, politikacıları yakından tanımıştı. Çabuk kızan ve öfkelenen Türklere yumuşak bir dille her şeyi yaptırabileceğinin bilincindeydi. Ancak, bu kez, Türk meslektaşını son derecede resmi bir tavırla selamladı. Elçiliklerde verilen resepsiyonlarda, çevrenin pek dikkatini çekmemek için bir ayağı önde ve boynu bükük durur, bir doksan iki’lik boyunu saklamak isterdi. Ama şimdi durum farklıydı. Metin Karayel geniş salona girdiğinde, o dev cüssesiyle doğrularak ayağa kalktı. Arkaya doğru taranmış, briyantinli sarı saçları kendisine daha onurlu, saygın bir hava veriyordu. Eliyle Đngiliz maroken koltukların olduğu köşeyi göstererek sordu: “Oturmaz mısınız?” Metin, Larsson’un soğuk tavrına pek anlam veremedi. Neden toplantıya çağrıldığını bilmiyordu! Gerçi Đsveç tarafı kendisiyle görüşme talebinde bulunmuştu ama, ne konusunda konuşacaklardı? Evrak çantasını, okaliptüs kökünden yapılma, o şahane masaya koyarken biraz alıngan bir ses tonuyla duruma açıklık getirmek istedi: Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 226 “Neden toplandığımızı bilmiyorum!” Đsveç Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Lars Larsson kinayeli bir ses tonuyla yanıt verdi: “Ne yalan söyleyeyim, bu sabaha kadar ben de bilmiyordum!” Sonra başıyla masanın önündeki koltuklardan birinde oturan Đsveçliyi göstererek: “Size Stockholm Emniyet Müdürümüzü tanıştırayım. Hans Palmér. Bay Metin Karayel!” Memnun olmuştu! Metin Karayel bir an rahatladığını hissetti. Demek apar topar bakanlığa çağrılmasının nedeni diplomatik değil, güvenlikle ilgiliydi! Bu, bir yerde veba ile kolera arasında seçim yapmaya benziyordu. Çağrılışının nedeninin siyasi olmayışına seviniyor, ama kendisinin Stockholm Emniyet Müdürü’yle tanıştırılmasından da ürküntü duyuyordu. Stockholm Polisi devreye girdiğine göre, elçiliğe yönelik bir tehdit vardı. Bir an kendini toparladı. Neden SAEPO yani Đsveç Güvelik Polisi devre dışı bırakılmıştı. Buna bir anlam veremedi. Yoksa, diplomatların güvenliğini artık onlar sağlamıyor muydu? Çantasından not defterini çıkarırken aklından geçen bu sorulara yanıt arıyordu. “Çok üzgünüm ama, sizinle açık ve ciddi bir konuşma yapacağız, Bay Karayel! Đsveç, sizin de yakından bildiğiniz gibi, kişi can ve mal güvenliğine son derecede saygılı, demokratik bir ülkedir. Đnsanların düşünce ve görüşlerini açıklamaları hiçbir şekilde engellenemez. Hele hükümetimizin, dün işlenen cinayeti asla tasvip etmeyeceğini kesinlikle bilmenizi isterim!” Metin Karayel konuşmalardan hiçbir şey anlamadı. Đsveçlilerin bu kadar ciddi olmasının nedeni demek buydu! “Ne cinayeti! Siz neden bahsediyorsunuz?” Lars Larsson’un gergin olduğu yüzünden okunuyordu. Biraz küstah bir tavırla Metin’e bakarak: “Bu sorunun yanıtını siz vermelisiniz Bay Karayel!” dedi. Sonra yanındaki dev yapılı Emniyet Müdürü’ne Đsveççe bir şeyler söyledi. O da, olur anlamında başını sallayarak, çantasını açtı. Đçinden naylon torbaya sarılı bir tabanca çıkardı! “Bunu tanıyor musunuz Bay Karayel? Buyurun, bakın!” Kendisine uzatılan tabancaya baktı. Bir Alman Walter’ine benziyordu. Hayır, Alman değil, Kırıkkale idi! Tabancanın sağ tarafında, boş kovanların dışarı fırlatıldığı yerin altında: “T.C . Ordusu Subaylarına Mahsustur.” yazısı duruyordu. Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 227 Yedek subaylığı sırasında, bu Kırıkkaleleri çok kullanmıştı ama, yıllar sonra ilk kez böyle bir Türk tabancası görüyordu. Hem de yurtdışında! Bir dolduruşa mı getirilmek isteniyordu? Eliyle tabancayı iterken: “Ben bu işten hiçbir şey anlamadım! Bu, sizin yaptığınıza provokasyon derler, Bay Larsson!”, diye diklendi. “Biz de anlayamadık, Bay Karayel! Tabanca bu sabah erken saatlerde, bir cesedin yanında bulundu! Bilmem anlatabiliyor muyum? Biz de tabancayı kimin bıraktığını arıyoruz!” “Cinayeti işleyen, neden silahını orada bıraksın? Üstelik öldürülen kim? Neden bizim böyle bir cinayetle alakamız olsun!” “Siz, tabancanın bırakılmasını neye yorumluyorsunuz?” “Önce benim soruma bir yanıt verin! Öldürülen kim? Bizimle ne ilgisi var?” “Ülkemize sığınmış bir Ermeni! Huzur içinde yaşayabilmek için geçen yıl Đsveç’e gelenlerden biri!” “Bulunan tabancanın cinayette kullanıldığına emin misiniz?” O ana kadar konuşmalara katılmamış olan Stockholm Emniyet Müdürü, Türk diplomatın gözlerinin içine bakarak: “Cevap: Evet!” dedi. Ve sözlerinin arkasını getirdi. “Bundan kendi adınız kadar emin olabilirsiniz!” Metin, Đsveç Polisi’nin ya da ASALA’nın bir provokasyonu karşısında olduğuna emindi. Bir Ermeni öldürülmüştü. Üstelik Kırıkkale yapısı bir ordu tabancasıyla! Öldürülen kimdi? Bu konuda hiç bir bilgisi yoktu. ASALA, pekala kendi içinde bir temizlik operasyonu yapmış, suçu da Türkiye’nin üstüne yıkmak istemiş olabilirdi. Metin Karayel vardığı sonuca sevindi. Sırtını maroken koltuğun arkasına dayarken keyifliydi. “Haa, bir şey unutuyordum Sayın Genel Sekreter! Bizde bir atasözü vardır. Onu nasıl Đngilizce’ye çevirmeli bilemiyorum ama sizde de buna benzer bir deyiş olduğuna eminim. Biz,”Su testisi, su yolunda kırılır!” deriz. Ermeniler o kadar cinayet işledi ki, belki bu da onların işidir!” “Tabanca, öldürülen Ermeni’nin yanında bulundu, Bay Karayel!” Türkiye’nin Stockholm Maslahatgüzarı hemen yanıt verdi. “Yalnız anlayamadığım; cinayeti işleyenin tabancasını olay yerinde bıraktığı hiç duyulmuş mu?” “Biz de sizi o nedenle rahatsız etmiştik.” Stockholm Emniyet Müdürü Hans Palmér koltuğundan biraz doğruldu. Öne doğru eğilerek Metin Karayel’e baktı ve ağır ağır konuştu: “Bayım, yanıtını bulmak istediğimiz sorular şöyle: Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 228 a-Saldırı için neden bir Türk tabancası seçildi? b-Cinayet neden bir Türk diplomatının arabasının önünde işlendi?” Metin Karayel, ölümün ilk kez kendisine bu kadar yakın olduğunu hissetti. Demek cinayet kendi arabasının önünde işlenmemişti! Arabası iki gündür tamirdeydi. Üstelik elçilikte kimsenin Kırıkkale’si olmadığına emindi. Çünkü Đsveçlilerden tabanca taşıma ruhsatını isteyen dilekçeyi kendisi imzalamıştı. Üstelik böyle bir tabanca olsa bile, onu kim kullanırdı? Koruma polisleri doğru dürüst elçiliğin dışına bile çıkmıyorlardı. Erkan Şener de, böyle işlerle uğraşamayacak kadar bir masa başı bürokratıydı! Evet bir provokasyon ile karşı karşıyaydı. Buraya hesap vermeye gelmemişti. Sinirlenerek ayağa kalktı. “Cinayeti çözmek Đsveç polisinin görevi. SAEPO’nuz bizlerin ne yaptığını, kiminle görüşüp, kiminle buluştuğumuzu daha iyi bilir! Bizim, söz konusu cinayetle ilişkimiz olamaz! Bu ASALA’nın bir provokasyonu!” Metin Karayel durdu. Odayı terk edip etmemek arasında bocaladı! Sonra derin bir soluk alıp Đsveç Dışişleri Bakanlığı Lars Larson ile göz göze geldi. “Sayın Genel Sekreter, siz gerçekten ASALA’nın teröristlerini arıyor musunuz? O zaman söyleyeyim, Başkentinizde saklanıyorlar! Hem de buradan yürüyerek on dakikalık yolda!” Đsveç Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri, Lars Larsson, yanında duran Emniyet Müdürü’ne şaşkınlık içinde baktı. Asıl, meslektaşının yaptığı adice bir provokasyondu! Yağ gibi su yüzüne çıkmak istiyordu. “Bu olamaz Bay Karayel! Hem de, Stockholm’de, Đsveç’in göbeğinde!” “Bunu bana söyleyeceğinize, doğru olup olmadığını yanınızdaki Emniyet Müdürü’ne sorsanız daha iyi olur!” “God day, Mister Larsson!..” 68 Kendini, THY’nın Kopenhag Đstanbul seferini yapacak uçağına attığında yorgunluktan bitiyordu. Bütün gece koşuşmuş, daha sonra da araba kullanmıştı. Stockholm’den taa güneye, Kopenhag’ın tam karşısındaki Đsveç’in üçüncü büyük kenti Malmö’ye gelmesi yedi saat sürmüştü. O nedenle, Yarbay Orhan’ın hostes kızın o bütün dişlerini gösterdiği, yapmacık gülümsemeye karşılık verecek hali yoktu. Belki de kötü bir yaşlılık belirtisiydi bu! Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 229 Bu düşünceleri kafasından bir çırpıda attı. Duyduğu bedensel yorgunluk değil, ruhsaldı! Orta Amerika’da katıldığı askeri operasyon dışında, dün gece hayatında ilk kez bir adam öldürmüştü. Düşmana ölümcül darbeler vurmak için yetiştirilmişti. Oysa, garajda yaptığı basbayağı bir infazdı! Evet, dün gece cellatlık yapmıştı! “Đyi kalpli bir cellat!” diye kendi kendini avutmaya çalıştı! Öyle ya, istese, dün ikisini de vurabilirdi. Üstelik vuracaktı da! Ama vurmamıştı! Orhan Aykut’un kapalı garaja girmesi hiç de zor olmamıştı! Stockholm’de, değişik ülkelerden yaklaşık seksen kadar diplomatın ailesiyle birlikte oturduğu bir apartmana geç saatlerde girenlerin olacağını öngörmüştü. Yanılmamış, çok değil on beş dakika sonra bir Afrikalı diplomat garajı açmak için elindeki anahtarı duvardaki kilide sokmuştu. Đşin ondan sonrası basitti! Garaj kapısı, yaklaşık kırk saniye sonra kendiliğinden kapanıyordu. O da adamın arabasıyla içeri girmesini beklemiş, ardından kapı kapanmadan peşinden içeri koşmuştu. Orhan Aykut bir profesyoneldi. O nedenle karşı tarafı düşünmüştü. Belki Ermeni teröristler şüphelenirler diye garaj kapısını bilinçli olarak açık tutmamış, ama servis kapısının kolay açılmasını sağlamıştı! Đçeriden geldiği için yandaki kapının kilidini sökmesi, ardından dilini bozması zor olmamıştı. Ondan sonra gidip konsolos Sinan Kurtoğlu’nun arabasını bulmuş ve teröristlerin gelmelerini beklemişti! Yarbay Orhan, Helenalund’dan ayrılır ayrılmaz Güreşçi Cevdet’i bulmuş ve kendisini görevlendirmişti. Çünkü, Metin Karayel arabasını tamirden daha almamıştı. Bir gece önce, Müsteşar Metin Karayel’in arabasını tamir için bıraktığı Volvo Bilia’nın otoparkında kendisi sabaha kadar nöbet tutmuştu. Cevdet de dün gece nöbeti üstüne almış, Müsteşar Metin Karayel’in arabasının hemen yakınına park etmişti. Hiçbir teröristin, bir başkasının gözleri önünde, Müsteşar’ın arabasına bomba yerleştiremeyeceğini düşünmüştü. Yalnız Cevdet oraya silahsız gidecek, boş yere başını belâya sokmayacaktı. Amaç, teröristleri ürkütmekti. Öte yandan Türkiye’nin Stockholm’deki Tanıtma Bürosu’nun müdürü Barış Koçer’in, zenginlerin oturduğu Lidingö adlı bir villa mahallesinde kalmasının bir avantaj olduğunu düşünmüştü. Çünkü, iki yabancının ıssız sokaklarda dolaşması hemen dikkati çekerdi. Bu nedenle ASALA’nın rahatça çalışabileceği bir garajı seçmesinin çok daha akılcı olduğuna inanmış ve aldanmamıştı! Dün gece garaja iki kişi girmişti. Genci, arabanın motor kapağını açmış, sonra da hızla oradan uzaklaşmıştı. Herhalde garaj kapısını gözetlemeye gitmişti. Orhan Aykut bir süre yaşlı teröristin ellerindeki çantayı açıp içinden plastik bombayı çıkarmasını şaşkınlıkla izlemişti. Gerçi, garaja gelebileceklerini önceden kestirmişti ama böyle cüretkar olabileceklerini gene de pek sanmamıştı! Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 230 Yüreği, onun patlayıcıyı arabaya hiçbir zaman yerleştirmemesini istemişti. Son saniyeye kadar beklenen sonun gelmemesini düşlemişti. Ama, durun, yapmayın diye de bağıramazdı! Karşısındaki, kılı kıpırdamadan bir Türk’ü, sırf Türk olduğu için ölüme göndermeye çalışmıştı. Eğer kaderde ölüm varsa, o kez öldürmek isteyen ölmeliydi! O nedenle tabancasını hedefe doğrultmuştu. Ancak işaret parmağı beynini nedense dinlememiş, tetiği düşürecek gücü parmaklarında bir türlü bulamamıştı! Cephede savaşmakla sivil hayat arasında o kadar büyük fark olacağını hiç düşünmemişti. Ne kadar beklediğini bilmiyordu! Orhan Aykut adamın arabanın motor kapağını kapatmasıyla birlikte çıkan gürültüyle kendine gelmişti. Ermeni terörist bombayı yerleştirmişti. Artık sabah çocuklarından ayrılıp işine gidecek olan suçsuz bir insanın havaya uçması kaçınılmazdı. Bu cinayeti engellemeli, katilin başkalarını öldürmesini önlemeliydi! Yıllardır döktüğü onca teri, yaptığı dalışları, yaktığı kurşunları anımsadı. Bütün bunları Türkiye’yi düşmanlarından koruyabilmek için yapmıştı. Artık görev saati gelmişti; kendisinden beklenileni yapmalıydı. On dörtlüğün susturucusundan yalnız “Çuff!” diye, iki fısıltı çıktı! Yedi metre, Yarbay Orhan’ın asla kaçıramayacağı bir baş hedefiydi! Ondan sonrası çok hızlı gelişmişti. Apartmanlara giden kapılardan birine yönelmiş, merdivenleri tırmanıp giriş katına gelmiş, oradan da sokağa çıkmıştı. Volvo tamircisinin önünde Cevdet’i bulması, otelden eşyalarını toplayıp, kiraladığı arabayı iyice temizlemesi ve şirketin kapısında bırakması uzun sürmemişti. Sonra Cevdet’in arabasıyla Stockholm’ü terk etmiş, Danimarka’ya doğru hızla yol almıştı. Aracı, sabah on iki sularında Malmö’deki Türk kebapçısının önüne park etmişti. Đsveç’ten uçakla ayrılması tehlikeli olduğundan deniz yoluyla Danimarka’ya geçmeyi seçmişti. Cevdet daha sonra gelip arabasını alacaktı. Yarbay Orhan, böyle bir tuzak kurmakla o Ermeni’nin ölümünden kendini sorumlu tutuyordu. Gerçi kendisine verilen görevi yapmıştı ama, bir yerde yaptığına cinayet denmez miydi? Kiralık bir katilden ne farkı vardı? Neden her ikisini de birden temizlememişti? Onlar suçsuz Türk insanının kanına susamamışlar mıydı? Eğer dün gece hayatını bağışladığı o genç, yarın yeni bir cinayet işlerse, kendini nasıl affedecekti? Ayakta duran adamın yanındaki boş koltuğa oturması için toparlandı, yer verdi. Yol arkadaşı, o Đskandinavlara özgü bir alçakgönüllülükle kendisini selamladı. Koltuğuna kuruldu. Kemerini bağladı ve sonra gazetesini açıp okumaya başladı. Onun Đsveçli olduğunu anladı. Gazete, tanıdıktı! Dagens Nyheter’di. Gözü ister istemez manşetine gitti. Altı sütun üzerinden bir yazı vardı. “Sverige får ej bli språngbreda åt Armeniska terörister” Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 231 Gazetede Ermeni teröristleriyle ilgili bir şeyler yazıyordu. Karineyle çıkardığı oydu. Ama ne yazıyordu? Bilemiyordu. Dayanamadı. Yanındaki adama sordu: “Đnsan turist olunca dünyada nelerin olduğunu öğrenemiyor. Acaba gazetenizde neler yazıyor?” Yanındaki yolcu, gazetenin dış haberler sayfasını çevirip dünyadaki gelişmeleri özetledikten sonra, Orhan Aykut: “Headlines?” diye, manşette neler yazdığını sordu. Adam, Đsveç Emniyet Genel Müdürünün yaptığı açıklamayı özetledi. “Đsveç, Ermeni terörizmine sıçrama tahtası olmayacak!” Yarbay Orhan hafifçe gülümsedi. Demek Đsveç polisi de, Ermeni teröristlerin ülkelerinde saklandığını resmen kabul ediyordu. Đsteseler, dün gece arabaya bomba yerleştirenleri engelleyebilirlerdi! Oysa, değil engellemek, onların silahlı eğitimlerine bile göz yummuşlardı! O nedenle yaptığı doğruydu. Suçsuz bir Türk diplomatının salt Türk olduğu için öldürülmesini önlemişti. Belki önceki gün Albay Haluk’un kendisine ulaştırdığı tabanca, teröristlerin aklını başına almasına yardımcı olurdu! Kurşunlardan biri adamın alnına, ötekisi de boynuna saplanmıştı. Donanmadan ayrıldıktan sonra parmakları biraz paslanmış, yosun tutmuştu! Ada’ya gelince atış poligonuna gidip, biraz kurşun yakmalıydı! Hiç kimsenin terörizme boyun eğmemesi gerekirdi. Baş eğmeyecekti. Yarbay Orhan bir deniz subayıydı. Türkiye onu çocukluğundan bu yana beslemiş, büyütmüş, eğitmişti. Toplumda çöpçüsünden, postacısına, doktorundan bakkalına kadar her mesleğin ve herkesin topluma karşı bir sorumluluğu ve görevi vardı. Bu, kişinin kendi öz iradesiyle yaptığı bir seçimdi. Đşte, bu karmaşık toplumsal bütün içersinde kendisine bir meslek seçmiş önce Deniz Subayı, ardından da Sualtı Taarruz Komandosu, SAT’lı olmuştu. Adı üstünde düşmana saldırmak üzere yetiştirilmişti. Dün gece Türkiye’nin düşmanlarından sadece birini susturmuştu. Ancak, Rumların Ermenilere verdiği desteği, daha ileride ayrılıkçı Kürtlere de sağlamayacağını kim söyleye bilirdi? Yarbay Orhan, Ermeni ve Kürt teröristlerin Güney Kıbrıs’ta eğitildikten sonra kolaylıkla Türk kesimine geçe bileceğini aklından geçirdi. Güney Kıbrıs’ın Türkiye’ye karşı yapılacak bir mücadelede sıçrama tahtası olabileceğini düşündü. Onca terörist ve şer odaklarıyla tek başına mücadele edemezdi. Bu bir ekip işiydi. Kendisine mutlaka yardımcı gerekti. Ankara’ya gittiğinde Hiram Abas ile bu durumu görüşecekti! Sonra kendi kendine söylendi: “Bu adamlar bana rahat bir emeklilik göstertmeyecekler!” Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 232 EPILOG Garajın önünde, Haçator’u bekleyen Püzant sonunda merak edip garaja girdi. Lambayı yaktı. Görünürde kimse yoktu. Seslendi, ancak kendi sesinin yankısıyla ürktü. Türk diplomatın arabasının önüne geldiğinde arkadaşı Haçator’u gördü. Yerde, kanlar içindeydi! Göğsünün üstünde bir tabanca vardı. Aldı, baktı. Onun bir Türk tabancası olduğunu anlayınca irkildi. Tabancayı fırlattı, attı. Bir anda sırılsıklam terlediğini fark etti. Sonra ölüm korkusuyla koştu. Yüzme havuzunun önüne park eden Avedis’i buldu. “Bizi de öldürecekler, kaçalım!” diye bağırdı. Ancak Helenalund’a geldiklerinde polis her tarafı sarmıştı! *** Marianne Malmberg, Haçator’ün öldürülmesinden kendisini sorumlu tuttu. Lasse’nin ile birlikte izledikleri bordo Volvo’yu bir an gözden kaçırmalarını asla bağışlayamadı. Araba bir süre yokuşun başında durmuş, sonra da geri döndüğünde yolculardan ikisi yok olmuştu. Püzant’ın panik içinde Volvo’ya binişinden bir şeylerin ters gittiğini anlamışlardı! Haçator’un öldüğünü Helenalund’a giderken yolda duymuşlardı! *** Stockholm Emniyet Müdürü Hans Palmér, kendisine uzatılan balistik kurşun raporunu okuyunca hırsından köpürdü. Garajda kullanılan tabanca ile bulunan tabanca aynı değildi! Kurşunlar, Türk Ordu tipi tabancadan çıkmamıştı. Oysa, şarjörde beş kurşun vardı! O nedenle kurşunların aynı tabancadan çıktığını sanmışlardı. Đsveç polisi ile düpedüz alay edilmişti! *** Đsveç Kriminal Polis tarihine “Ayakkabıcılar Çetesi” adıyla geçen Ermeni çetesinin üyelerine en ağır cezalar verildi. Çete yöneticileri onar yıl hapis cezası aldı. Đsveç basını Ermenilerin bu kaçakçılığı, ASALA’nın harcamalarını karşılamak için yaptıklarını yazdı. Ancak, savcı Ekberg, sanıklardan yargılama sırasında, ele geçirilen yüz binlerce kronun ne amaçla kullanıldığını hiçbir zaman sormadı. *** Ayakkabıcılar Çetesi’nin Amerika’daki yöneticilerinden George Hırlakyan savcı tarafından Đsveç’e üç kilo amfetamin ve dört kilo eroin sokmakla suçlandı. Ancak mahkeme onu üç yüz gram eroin sokmaktan sorumlu buldu ve yedi yıl ağır hapis cezasına çarptırdı. Deragopyan ise, Amerika’da, o zamana kadar bir uyuşturucu Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 233 madde suçundan ödenen en ağır kefalet karşılığı yani yedi yüz eli bin dolar ödeyerek serbest bırakıldı. *** Metin Karayel, bu tabanca işinde Türkiye’ye karşı bir provokasyon yapıldığı inancıyla Đsveçlilere kızdı. Erkan Şener ise, eylemin Türkiye tarafından yapıldığı inancındaydı. Çünkü, hiç kimsenin kolay kolay Türkiye’den Avrupa’nın bir ucuna Kırıkkale yapısı bir silah getirmeyeceğini biliyordu. Bu yüzden de operasyonun kendisine haber verilmeden yapılmasına biraz gücendi!.. BĐTTĐ 18.7.1992 Cumartesi, Stockholm Copyright: Arslan Mengüç – Çekirge Roman 234 çekirge.bir.asala.romanı KĐTABI ĐSTEME ADRESLERĐ: www.simurg.com.tr ve/veya www.netkitap.com