Göçün kadın yaşamı üzerine etkileri

Transkript

Göçün kadın yaşamı üzerine etkileri
TC
YÜZÜNCÜ YIL ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
SOSYOLOJİ ANA BİLİM DALI
GÖÇ’ÜN KADIN YAŞAMI ÜZERİNDEKİ
ETKİLERİ
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Hazırlayan
Tülay TEKİN YILMAZ
Danışman
Prof. Dr. M. Ruhi KÖSE
VAN-2005
KABUL VE ONAY SAYFASI
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE
Bu çalışma, jürimiz tarafından SOSYOLOJİ ANABİLİMDALI’nda
YÜKSEK LİSANS TEZİ olarak kabul edilmiştir.
İMZA
BAŞKAN
……………………………………
ÜYE (DANIŞMAN) ……………………………………
ÜYE
…………………………………….
ÜYE
……………………………………..
ÜYE
………………………………………
ONAY: Yukarıda imzaların, adı geçen öğretim üyelerine ait olduğunu onaylarım.
…/…/2005
…………………….
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ
I
1. GİRİŞ
1
1.1. ÇALIŞMANIN KONUSU ve AMACI
4
1.2. ÇALIŞMANIN YÖNTEM ve SORUNLARI
6
2. GÖÇ
11
2.1. KAVRAM OLARAK GÖÇ
11
2.1.1. GÖÇ SÜRECİ ve ANALİZİ
13
2.1.2. GÖÇ TÜRLERİ
16
2.2. TÜRKİYE’DE GÖÇ HAREKETLERİ
2.2.1. DOĞU ve GÜNEYDOĞU ANADOLU GÖÇÜ
2.3. GÖÇ ve KADIN
20
25
32
3. BULGULARIN DEĞERLENDİRİLMESİ, TARTIŞMA ve YORUMLAR 34
3.1. KADINLARIN GÖZÜYLE ZORUNLU GÖÇ
36
3.1.1. KADINLARA GÖRE GÖÇÜN SEBEPLERİ
36
3.1.2. KADINLARIN GÖÇLE HİSSETTİKLERİ
42
3.2. KADINLARIN GÖZÜYLE GÖÇ ÖNCESİ VE SONRASI YAŞAM
46
3.2.1. KADINLARIN EKONOMİK YAŞAM DEĞERLENDİRMELERİ 46
3.2.1.1. Göç Öncesi Ekonomik Yaşam
47
3.2.1.2. Göç Sonrası Ekonomik Yaşam
51
3.2.2. KADINLARIN GÜNDELİK YAŞAM DEĞERLENDİRMELERİ
58
3.2.2.1. Göç Öncesi Gündelik Yaşam
58
3.2.2.2. Göç Sonrası Gündelik Yaşam
63
3.3. KADINLARIN GÖZÜYLE AİLELERİ
74
3.3.1. EVLİLİK BİÇİMLERİ ve NEDENLERİ
74
3.3.2. ÇOK ÇOCUK SAHİBİ OLMALARI ve NEDENLERİ
85
3.4. SAHA ÇALIŞMASINDAN GÖZLEMLER
91
3.4.1. KADINLARIN YAŞADIKLARI EVLER
91
3.4.2. KADINLARIN YAŞADIKLARI MAHALLELER
93
3.4.3. KADINLARIN ÇOCUKLARI ve YOKSULLUKLARI
93
4. SONUÇ ve DEĞERLENDİRME
96
5. KAYNAKLAR
104
6. EKLER/FOTOĞRAFLAR
107
7. ÖZET
122
-1-
I
ÖNSÖZ
Ülkemizde 1950’lili yıllardan itibaren yoğun bir şekilde yaşanan göç
hareketlerinin yanında 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren ve 1990’lı yıllar
boyunca yeni bir göç dalgası daha yaşanmıştır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu
Bölgelerinin kırsallarından bu bölgelerin şehirlerine veya başka şehirlere doğru
yaşanan bu göç hareketi görünüş itibariyle daha önceki dönemlerde yaşanan köyden
kente göç hareketine benzese de, sebepleri ve sonuçları itibariyle tipik bir köyden
kente göç hareketi değildir. Nedenleri itibariyle farklılık gösteren bu yeni göç dalgası
aynı zamanda daha önce yaşanılan göç hareketlerinden sonuçları itibariyle de
farklılık göstermektedir. Tüm bu farklılıkların yanı sıra daha önce göç eden kişilerle,
bu süreçte göç eden kişiler arasında, kişilerin göç etmeye karar vermedeki
yetkinlikleri açısından da bir farklılık bulunmaktadır. Bu faklılığa bağlı olarak göç
edenlerin gönüllülükleri üzerine Türkiye’de yaşanan göç hareketleri, zorunlu ve
gönüllü göç olarak yeniden sınıflandırılmaktadır.
Bu çalışmada yukarıda bahsedilen Doğu ve Güneydoğu Anadolu göçü ve bu
göçün göç edenler üzerindeki etkileri araştırılmıştır. Özellikle Hakkâri’nin
kırsallarından Van’a göç eden ailelerin kadınlarının göç öncesi ve göç sonrası
yaşamları ve bu kadınların göç süreci içinde yerleri ve etkinlikleri anlaşılmaya
çalışılmıştır.
Yüksek lisans yaptığım süre içerisinde bana karşı göstermiş oldukları anlayış
ve sabır için başta danışmanım Prof. Dr. M. Ruhi Köse’ye, daha sonra tüm Sosyoloji
Bölümü Öğretim Üyesi ve Elemanlarına teşekkür ederim. Özellikle tezimle yakından
ilgilenen ve bu tezin başarıyla sonuçlanmasında yoğun çabalar gösteren Sosyoloji
Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Emin Yaşar Demirci’ye minnet borçluyum. Uzun ve
yorucu geçen bu dönemde manevi desteğini hiçbir zaman esirgemeyen ve varlığıyla
beni her zaman umutlandıran eşim Ercan Yılmaz’a da ayrıca teşekkür ederim.
-1-
1. GİRİŞ
1980’li yılların ikinci yarısında ortaya çıkan PKK örgütü ve bu örgütün terör
eylemlerine karşı devletin kolluk güçlerine karşı yürüttüğü mücadele Türkiye’nin
Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşayan, çoğu kadın ve çocuk, çok sayıda
insanın yaşamlarında onarılmaz hasarlara yol açmış bulunmaktadır. Bu dönemde,
devletin güvenlik güçleri ve PKK arasında yaşanan çatışmalar, bu bölgelerde
bulunan birçok köy ve mezranın boşalmasına ya da boşaltılmasına yol açmıştır.
Bazen devletin PKK güçlerine karşı yürüttüğü mücadelede sivil halkı korumaya
yönelik olarak bu yerler devlet tarafından boşaltılırken, bazen de halk PKK
baskılarının yoğunlaşması, can ve mal güvenliklerinin kalmaması nedeniyle
yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalmıştır.
OHAL Bölge Valiliğince devlet güçleri tarafından köy ve mezra boşaltmaları
yoğun olarak özellikle 1993 ve 1994 yıllarında yoğunluklu olarak gerçekleşirken,
boşaltılan köylerin sayısı 905, mezra sayısı 2923, toplam yerleşim yeri sayısı ise
3428 olarak tespit edilmiştir (Bozkurt, 2000: 225). Ancak bu sayıya sivil halkın
isteyerek ya da bireysel olarak köylerini boşaltmaları dâhil değildir. Bu tez çalışması
da bu sayılar içerisinde yer alan, devlet güçleri tarafından köyleri boşaltılan ve başka
yerlere göç etmek zorunda bırakılan insanlarla sürdürülmüştür. Bu çalışma, söz
konusu süreç sonunda Hakkâri’nin köylerinden göç etmek zorunda kalarak Van
ilinin kenar mahallelerinde yerleşmek zorunda kalan sınırlı sayıdaki kadınla birlikte
yürütülmüştür.
Dağlık bir arazi yapısına sahip olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu
bölgelerindeki güvenliği sağlamanın zorlukları nedeniyle köylerin boşaltılması,
buralarda yaşayan insanların zorunlu olarak başka yerlere göç etmelerine neden
olmuştur. Söz konusu süreç içinde köylerinden çıkartılan sivil halk, Van, Batman ve
Diyarbakır gibi bölgedeki kent merkezlerini de içine alan, Adana, Mersin, Antalya,
İzmir ve İstanbul gibi büyük metropollere göç etmek zorunda kalmıştır. Bu
köylerden çıkartılan sivil halk ülkenin büyük yerleşim birimlerine göç etmek zorunda
-2-
kalmıştır. Göç edenlerin bir kısmı boşaltılan köy ve mezralara yakın yerleri tercih
ederken, geri kalanlar ise iş bulma umuduyla daha uzak kentlere göç etmiştir.
Örneğin sadece Adana’ya 15–20 bin civarında insanın göç ettiği tahmin
edilmektedir. Van Valiliğine göre ise 1994 yılından itibaren Van kent merkezine
200–250 bin civarında kişi göç etmiş bulunmaktadır. Ancak bu tarihten önce kayıt
tutulmadığı için rakamların çok daha yüksek olduğu tahmin edilmektedir (Bozkurt,
2000: 289). Sadece bu iki örnek bile göç edenlerin sayısının ne kadar fazla olduğunu
göstermektedir. Bu kentlerin yanı sıra ülkenin pek çok yerine göçler yaşanmıştır.
Örneğin, bu süreç içinde en fazla göç alan kentlerin başında İstanbul, Antalya,
Mersin, Hakkâri, Diyarbakır, Batman gibi kentler gelmektedir.
Zorunlu olarak yaşanan bu göçler, göç edilen yerleşim birimlerinin nüfusunun
hızla artmasına neden olurken daha birçok sorunu da beraberinde getirmiştir. Mesela
göç edilen yerlerde plansız olarak yerleşilmesi kentlerin dışında yeni mahallelerin
meydana gelmesine neden olmuştur. Bu yerlerin belediye hizmetlerinden yoksun
olması buralarda yaşayanlar için yaşam kalitesinin oldukça düşük olmasına neden
olmaktadır. Ulaşım, alt yapı vb. daha birçok sorunu olan bu yerlerde insanlar oldukça
sağlıksız koşullarda yaşamlarını sürdürmek zorunda kalmaktadır. Geldikleri yerlerde
öncelikli olarak hayvan besleyen-satan ve doğa el verdikçe toprakla uğraşan bu
insanlar, kentlerde çalışacak herhangi bir iş bulmakta oldukça zorlanmaktadır.
Dolayısıyla çoğu vasıfsız işçi konumunda olan bu insanlar işsizlik ve yoksulluk gibi
sorunlarla da karşı karşıyadır. Ayrıca bu insanların sağlıksız koşullarda, yoksulluk ve
yoksunluk içerisinde, kentten ve kentin olanaklarından oldukça uzak mekânlarda
yaşamaları, geldikleri bu yerlere uyum sağlamalarını zorlaştırmaktadır. Uyum
sağlayamadıkları sürece de insanlar bu yaşam mekânlarını, eski alışkanlıkları
doğrultusunda kendilerince biçimlendirmeye çalışmaktadır. Bu sebeple genellikle
kendileriyle aynı kaderi paylaşan diğerleriyle veya akrabalarıyla yaşamlarını devam
ettirmektedirler. Ancak her ne kadar yalıtılmış bir yaşam sürseler ve bu yeni
yerlerinde eskiyi yaşatmaya çalışsalar da, göç süreci birçok yeniliği beraberinde
getirmektedir. Bu yeni durum insanların zorunlu olarak kendilerinde değişiklikler
yapmalarına neden olmaktadır. Göç süreci bireylerin uyum sorunlarıyla karşı karşıya
gelmelerine neden olmaktadır. Özellikle kadınların ve yaşlıların çoğunun Türkçe’yi
-3-
bilmemesi, kapalı bir aile yapısı içerisinde yaşamaları, onların bu yeni durumdan
nasıl etkilendiklerini bir problematik haline getirmektedir.
Göç öncesinde eğitim olanaklarından yeterince yararlanamayan kadınlar,
sosyal ve kültürel olarak oldukça geri kalmışlardır. Bunun yanı sıra aynı sebepten
dolayı Türkçe’yi de öğrenememişlerdir. Sağlık olanaklarının yeterli olmaması ve
geleneksel değerlerin hâkim olası nedeniyle kadınlar çok sayıda çocuk sahibi
olmaktadır. Bu durum da var olan yoksulluğun giderek artmasına neden olmaktadır.
Geleneksel yaklaşımların hâkim olduğu bu yerlerde kadınlar dini ve muhafazakâr bir
yaşam sürmektedir.
Kapalı bir aile yapısı içinde, belli rolleri yerine getirerek
yaşayan bu kadınlar üretimden tüketime, boş zamanları değerlendirmeden çocuk
doğurmaya kadar her alanda modern öncesi bir hayatı sürmektedirler. Köse, Çolak ve
Dayıoğlu’nun da belirttiğine göre; “Modern teknolojiler, eğitilmiş nitelikli bir insan
gücü ve yüksek bir istihdam kapasitesi ile demokratik bir siyasal rejimden yoksun
söz
konusu
‘az
gelişmiş’
veya
‘yarı-gelişmiş’
ekonomilerin
yol
açtığı
olumsuzluklardan en çok kadınlar ve çocuklar etkilenmektedir.” (Köse, Çolak,
Dayıoğlu, 2000: 46). Yine aynı şekilde kontrolsüz bir biçimde ve oldukça hızlı artan
nüfus olgusunun yol açtığı beslenme, sağlık ve eğitim olanaklarındaki yetersizlikler
ile birlikte azalan gelir düzeyi ve yoksulluk da en çok kadınlar ve çocukları
etkilemektedir. Göç öncesi yaşadıkları yerlerde yukarıda sayılan çok sayıda sorunla
baş etmek zorunda kalan kadınlar, göç ettikleri yeni yerlerde de benzer sorunları
yaşamanın yanı sıra daha pek çok yeni sorunla karşılaşmaktadırlar. Alıştıkları hayatı
yaşamaya devam etmek isteyen bu kadınlar kendilerini zorlayan değişimlere çoğu
zaman ayak uyduramamaktadırlar. Okuma-yazmanın yanı sıra dil bilmiyor olmaları
kent yaşamında kendilerine büyük zorluklar çıkarmaktadır. Göç edilen bu yerlerde
hem ekonomik hem de sosyal olarak bambaşka bir bilgi gerekmektedir. Oysa
kadınlar bu bilgi ve becerilerden yoksun olmalarının yanı sıra eskiden bildiklerini de
uygulayacakları
bir
alan
bulunmamaktadırlar.
Böylece
kadınların
nasıl
değerlendireceklerini bilmedikleri kocaman ve yepyeni bir boş zamanı olmuştur.
Benzer pek çok sorunu olan bu kadınların yaşamlarını konu alan çalışma benzer
süreçlerden geçmiş az sayıda kadının hayatına genel bir bakış atmaya ve sorunlarını
bir parçada olsa somutlaştırmaya çalışmaktadır.
-4-
1.1. ÇALIŞMANIN KONUSU ve AMACI
Bu tez çalışmasının konusu genelde Türkiye’nin Doğu Anadolu ve Güney
Doğu Anadolu Bölgeleri’nin kırsal yerleşim birimlerinden çeşitli il merkezlerine,
özelde ise Hakkâri’nin köylerinden Van il merkezine doğru kitlesel ve zorunlu olarak
göç eden kadınların yaşamlarıyla ilgilidir. Bir önceki bölümde kısaca değinildiği
üzere yaşanan bu göçler, nedenleri ve sonuçları itibariyle oldukça karmaşık ve çok
yönlü bir sürece neden olmaktadır. Bu özellikleri nedeniyle tanımlanmasından
yorumlanmasına birçok zorlukla karşılaşılan zorunlu göç süreci, süreci yaşayan
kadınların yaşamları ve bu yaşamın kendileri tarafından nasıl algılandığı üzerinden
yeniden anlaşılmaya çalışılacaktır.
Çalışmanın amacı ise genel olarak kadınların zorunlu göç sürecinden nasıl
etkilendiklerini, onların anlatılarından yola çıkarak ortaya koymaktır. Bu amaç
doğrultusunda, bu çalışma, Hakkâri’nin kırsal yörelerinden Van kent merkezine
zorunlu olarak göç etmiş ailelerin kadınları üzerinde yürütülmüştür. Aynı süreci
yaşayan kadın ve erkeklerin farklı deneyimlere ve algılamalara sahip olacağı
savından yola çıkılarak oluşturulan bu çalışma, kadınların kendilerini ve göç sürecini
net olarak ifade edebilmeleri amacıyla, bire bir görüşmeler doğrultusunda
sürdürülmüştür. Bu görüşmelerde kadınların genel olarak serbest bir anlatım
içerisinde olmaları sağlanmaya çalışılmış, ancak sürecin kendisi üzerine beraberce
düşünmek için de çaba sarf edilmiştir. Kaset kayıtları ve onların çözümlenmesiyle
elde edilen veriler, zorunlu göç sürecini yaşamış bazı kadınların yaşamlarından kısa
da olsa bir kesitin belgelenmesine ve aktarımına yardımcı olmaktadır. Sunulacak bu
kesitler genel olarak kadınların kendi özgür iradesine bırakılmıştır. Bağlama sadık
kalınmaya çalışılarak kadınların tercih ettikleri hikâyeleri anlatmaları sağlanmıştır.
Daha sonra bu hikâyeler, göçü bir süreç olarak ele alan bir yaklaşım içerisinde
yeniden yorumlanmıştır. Göç; dünü, bugünü ve geleceği olan, neden ve sonuçlara
sahip, zaman ve mekân unsurlarını da içinde barındıran bir süreç olarak
incelenmiştir. Bu yaklaşımla, zorunlu göçe maruz kalmış ve Hakkâri’nin kırsal
bölgelerinden Van il merkezine göç etmiş ailelerin kadınlarıyla gerçekleştirilen bu
çalışmada, sürece içeriden bakabilmek için çabalanmıştır. Bu çalışma, araştırmanın
-5-
sürdürüldüğü kadınlarla birlikte düşünebilmeyi ve bir paylaşım içerisinde olmayı
hedeflerken, iki farklı dünyanın birbirini anlamasının yolunu da açmayı
amaçlamaktadır.
Zorunlu göçe maruz kalmış ve Hakkâri’nin kırsal bölgelerinden Van il
merkezine göç etmiş kadınlarla yürütülen bu tez çalışmasının bulguları, sadece
görüşme yapılan kadınlarla sınırlıdır. Az sayıda kadının göçle bağlantılı hikâyeleri
üzerine kurulan bu çalışma ancak bu kadınlar için söz konusu olan hikâyelerden
oluşmaktadır.
Çünkü
“…kadınların
deneyimleri
göçün
tipi,
göç
edenin
sosyoekonomik statüsü ve aile yapısı, geride bırakılan mekân ile tanışılan
mekânlardaki kültürel, sosyal ve ekonomik yapı gibi pek çok etkene bağlı olarak
değişmektedir.” (İlkaracan, İlkkaracan, 1999: 310). Bu tez çalışması sonucunda
elde edilen veriler de ancak çalışmanın oluşmasını sağlayan kadınlarla sınırlı bir
geçerliliğe sahiptir. Bu nedenle çalışma, konusu ve yöntemi açısından genellenebilir
bir çalışma olmamakla birlikte, konunun genelinin kavranmasına da ışık tutabileceği
düşünülen bir çalışmadır.
-6-
1. 2. ÇALIŞMANIN YÖNTEM ve SORUNLARI
Bu çalışma toplumsal cinsiyet yaklaşımı içerisinde niteliksel araştırma
teknikleri kullanılarak yürütülmüştür. Bu çalışmanın amacı zorunlu göç sürecini
cinsiyet temelinde yeniden yorumlayabilmek ve bu süreç içinde kadınların varlığının
anlaşılmasını sağlayabilmektir. Bu nedenle bu çalışmanın merkezinde zorunlu göç
sürecini yaşamış ve bu süreci anlatmaya istekli kadınlar yer almaktadır. Onların bu
süreci nasıl yaşadıkları, bu süreçten nasıl etkilendikleri ve bu süreci nasıl
etkiledikleri bu çalışmanın temel konularını oluşturmaktadır.
Zorunlu
göç sürecini
yaşayan az sayıda kadının göçle bağlantılı
tecrübelerinden oluşan bu çalışmada söz konusu kadınlar tarih sahnesinde görünür
hale gelmektedir. Çünkü tüm sosyal bilimlerde erkeklere ait deneyimlerin
genelleştirilmesi toplumsal ve tarihsel süreçlerde kadınların görünmezliğine neden
olmaktadır. “Feminist yöntem diye bir şey var mı?” adlı makalesinde Harding’in de
belirttiği gibi, “eleştirmenler, geleneksel sosyal bilimin çözümlemelerine, sadece
erkek deneyimlerini esas alarak başladığını iddia ederler. Yani sosyal bilim, yalnızca
erkeklere ki bunlar beyaz, Batılı, burjuva erkeklerdir özgü sosyal deneyimlerin sorun
olarak kabul edildiği sosyal yaşanmışlıklarla ilgili sorular sorar… Öte yandan, kadın
edimlerinden kaynaklı, açıklığa kavuşturulması gereken pek çok olay vardır.” (1996:
39). Ancak burada kadın ve erkek diye iki farklı ve sabit kategoriden
bahsedilmemektedir. Çünkü her ikisi de kendi içlerinde etnik, dinsel, kültürel ve
sınıfsal temelde farklılaşmaktadır. Dolayısıyla bu tez çalışması Türkiye’de
toplumunun dezavantajlı kadınlarının önemli bir kesimini oluşturan ve zorunlu göç
yoluyla Van kent merkezine yerleşen Hakkârili kadınların bir kesiminin sesini
duyurmayı amaçlamaktadır.
Feminist Yöntem konusunda yaptığı çalışmalarla bilinen Mies “Feminist
Araştırmalar İçin Bir Metodolojiye Doğru” makalesinde kadınların araştırma
materyallerinden hariç tutulmalarını Berthold Brecht’in “karanlıkta olanlar
görülmezler” özdeyişiyle açıklarken, kadınların karanlıkta kalan alanlarını şöyle
sıralamaktadır: Bu alanlar; “kadınların sosyal tarihi, kadınların kendi durumlarını,
kendi ezilmişlik ve direnç biçimlerini nasıl algıladıkları.” (Mies, 1996: 51). Bu
-7-
nedenle çalışmada öncelikli olarak çalışmaya katılan kadınlar için de karanlıkta kalan
benzer konulara değinilmeye çalışılmıştır. Ancak kadınların karanlıkta kalan yönleri
ve özellikleri üzerinde çalışmalar yapılırken dikkat edilmesi gereken en önemli nokta
araştırılan ve araştıran arasındaki özne, nesne hiyerarşisini kırabilmektir. Bu yüzden
çalışmalarda ‘yukarıdan bakış’ yerine insan merkezli ‘aşağıdan bakış’ yaklaşımı
getirilmelidir. Mies sistematik bir ‘aşağıdan bakış’ yaklaşımının hem bilimsel ve hem
de etik ve politik boyutları olduğunu söylemektedir. Ona göre “niceliksel araştırma
araçlarının bütün gelişkinliğine rağmen bu metotlarla toplanan birçok veri ilgisiz
hatta geçersiz sonuçlar verir; çünkü araştırma sürecinin hiyerarşik niteliği,
araştırmanın temel hedeflerine aykırıdır ve sorguya çekildiklerini düşünen ‘araştırma
nesnelerinde’ derin bir güvensizlik yaratır. Bu güvensizlik kadınlar ve başka
ayrıcalıksız gruplarla, onlara göre sosyal statüsü daha yüksek tabakadan mülakatçılar
mülakat yaptığında ortaya çıkar.”(Mies, 1995: 52).
Yukarıda bahsedilen kaygıların da ışığında yola çıkılan bu çalışmada seçilen
yöntem, bu yaklaşımlara uygun olarak niteliksel yöntem olmuştur. Bilindiği gibi
niteliksel yöntem sosyal olayların durağan ve evrensel olmayan yapısını göz ardı
etmemekte ve sosyal olayları bireyden bağımsız olarak değerlendirmemektedir.
Glaser ve Strauss’un da belirttiğine göre; “en sık kullanılan nitel araştırma
yöntemlerinden gözlem ve görüşme, sosyal olguların bu göreliliğini ve hareketliliğini
bir an için de olsa yakalamaya ve anlamaya yöneliktir. Bu yöntemlerin en önemli
avantajları, araştırılan konuyu, ilgili bireylerin bakış açılarından görebilmeye ve bu
bakış açılarını oluşturan sosyal yapıyı ve süreçleri ortaya koymaya olanak
vermesidir.”(1967’den aktaran Yıldırım, Şimşek, 1999: 19). Bu nedenle zorunlu
göç sürecini yaşayan ve bu süreç içerisinde seslerini çok az duyduğumuz kadınlarla
yapılan bu çalışmanın bulguları çalışmanın sürdürüldüğü kadınlar için ve çalışmanın
yapıldığı zaman diliminde geçerli olmaktadır.
Dikeçligil (2000) “Sosyolojide Metodolojik Farklılaşma ve Metodlar Arası
İşbirliği” adlı makalesinde niteliksel araştırma yönteminin özelliklerini şöyle
sıralamaktadır: Ona göre niteliksel araştırmanın amacı incelenen sosyal dünyayı
derinlemesine anlamak ve /veya yorumlamaktır. Araştırmanın kapsamı bir veya
-8-
birkaç sosyal dünya(tipik durum/lar)dan oluşmaktadır. Cevaplayıcı sayısı azken,
araştırma süresi uzundur ve zamana yayılır. Veri toplama teknikleri ise katılımlı
gözlem, derinlemesine mülakat, odak grup görüşme, hayat hikâyesidir. Veriler ses
kayıt cihazı, fotoğraf makinesi, video kamerası kullanılarak toplanır. Niteliksel
araştırma sonucunda ise olgunun canlı ve çok boyutlu bir tasviri verilmiş olur.
Niteliksel araştırmanın bir özelliği olarak az sayıda kadınla sürdürülen bu
çalışmada kadınların dünyasına içeriden bakılmaya çalışılmıştır. Bu nedenle
kadınların evlerinde sürdürülen görüşmeler sırasında kadınlarla uzun süre vakit
geçirilmiş, onların gündelik yaşamları gözlenmeye çalışılmış ve görüşmeler soru
cevap şeklinde olmaktan çok bir sohbet havasında gerçekleştirilmiştir. Yapılan
görüşmelerin yanı sıra daha sonraki tarihlerde de kadınlar ve aileleri ziyaret edilmiş,
karşılıklı olarak birçok paylaşımda bulunulmuştur. Görüşmeler sırasında ses kayıt
cihazı kullanılmış, daha sonraki tarihlerde gidildiğinde fotoğraflar da çekilmiştir.
Ancak kadınlar yaşadıklarının etkisiyle duydukları güvensizlik nedeniyle kendi
fotoğraflarının sadece hatıra olarak kalmasını, çalışmada kullanılmamasını
istemişlerdir. Bu nedenle çalışmaya kadınların yaşadıkları mahallelerinin, evlerinin
ve çocuklarının fotoğrafları dâhil edilebilmiştir. Görüşmeler sırasında kadınlarla
ortak bir dili paylaşmıyor olmamız nedeniyle tercüman kullanılmıştır. Ancak bu
durum çalışmanın tamamen sözel bildirime dayanır olması nedeniyle çoğu zaman
görüşmelerin sağlıklı bir şekilde ilerlemesini engellemiştir.
Kadınlarla yapılan görüşmeler sırasında öncelikli olarak aramızdaki dil farkı
seçilen yöntem ne olursa olsun ciddi bir engel oluşturmaktadır. Kadınlar yaşadıkları
olaylar sonucunda kendilerinde gelişen toplumsal bilinç nedeniyle dillerini korumayı
önemsemektedirler. Konuşmaları sırasında Türkçe bilmemekten
bir sıkıntı
duymadıklarını ifade etmişler, hatta bir tanesi kendi dillerinin Türkçe’den daha güzel
olduğunu ifade etmiştir. Adeta Türkçe öğrenmeye direnen kadınların, dille ilgili bu
ön yargılı yaklaşımları, kendileriyle aynı dili konuşmayan diğerlerine karşı da zaman
zaman ön yargılı yaklaşmalarına neden olmaktadır. Bu nedenle kadınlar üzerinde
böyle bir güvensizliğin olma ihtimali düşünülerek az da olsa Kürtçe öğrenilmiştir. Bu
tavır kadınlarda belli bir sempati yaratmışsa da olması muhtemel güven sorununun
-9-
tamamen aşılması için yeterli olmamıştır. Çünkü kadın bir akademisyen olarak
benim sahip olduğum dil ile göçe maruz kalmış kadınların dili, aramızda ciddi bir
iletişim kopukluğu yaratarak, benimle kadınlar arasında bir tür yabancılaşmaya
neden olmuştur.
Çalışmanın sürdürüldüğü kadınlarla araştırmacının kimliği arasında var olan
diğer farklılıklar (sosyal, kültürel, ekonomik, vb…) dil engeli nedeniyle daha da
aşılamaz hale gelmiştir. Bunun yanı sıra görüşmeler sırasında arada tercüman
kullanılması zorunluluğu, kadınlarla direk iletişim kurulmasını engellemiş,
görüşmelerin süreğen bir halde devam etmesi olasılığını bir hayli zayıflatmıştır.
Sorulan sorular ve bu sorulara verilen cevaplar çoğu zaman anlam kayması nedeniyle
tekrar edilmiş veya birçok soruya, ya cevap alınamamış ya da alınan cevaplar
sorunun tam karşılığı olamamıştır. Bu nedenle çalışmanın başında hedeflenen
konular hakkında yeterli bilgi alınamamış ve çalışma sonlandığında görüşmelerin
birçoğunun yeterince verimli geçmediği anlaşılmıştır. Ancak şunu eklemek gerekir
ki; çalışma konusunun belirlendiği andan itibaren çalışmanın sürdürüldüğü
kadınlara-aramızda var olan farklılıklar nedeniyle- ulaşılmakta zorlanılacağı
bilinmektedir. Farkında olunan tüm zorluk ve sıkıntılarına rağmen çalışma büyük bir
kararlılıkla sürdürülmeye çalışılmış, kadınlarla bir çalışma yürütmenin ötesinde
onların yaşamlarını anlamaya ve onlarla dost olmaya çabalanmıştır. Ayrıca bilimsel
çalışmalarda çalışmayı yürüten ile çalışmanın yürütülmesine katkı sağlayanlar
arasında olması muhtemel farklılıklar nedeniyle çalışma yapılmaması gibi birşey de
söz konusu değildir. Wedel kendi çalışmasında benzer bir sıkıntıdan söz ederken bu
sıkıntının nasıl aşılacağının da ip uçarlını şu şekilde tanımlamaktadır: “Aramızdaki
maddi, kültürel, ailevi ve siyasal farklılıkları görmezden gelmek yerine, karşılıklı
olarak bu farkları anlamayı amaçladığımız ve ortak yönler keşfettiğimiz için, dostça
ilişkiler kurmayı ve her iki tarafın da yeni bilinçlenme süreçleri geliştirmesini
başarabildik.” (2001: 54)
Zorunlu göç sürecini yaşayan kadınlarla derinlemesine mülakatlarla
oluşturulan bu çalışmada çalışma konusunun politik bir tarafının da olması kadınların
zaman zaman güven sorunu yaşamasına neden olmuştur. Konuşmalarını çoğu zaman
- 10 -
yarıda kesen kadınlar bazı konular hakkında detaylı bilgiler vermekten de
kaçınmışlardır. Bunun yanı sıra kadınların konuşmalarında sıklıkla derin çelişkilere
düştükleri de gözlenmiştir. Bunun nedeninin belleğin yeniden inşasıyla ilgili olduğu
düşünülmektedir. Görüşme yapılan kadınların anlattıklarının bir kısmının güncel
temelde yeniden bir kurgulanma sürecinden geçtiği zannedilmektedir. Bu nedenle
kadınlardan alınan bilgilerin bir kısmının güvenirliği hakkında şüphe duyulmaktadır.
Bunun yanı sıra bu sorunu bir parça da olsun aşabilmek için kadınların anlattıklarıyla
bağlantılı bir literatür taraması yapılarak elde edilen sonuçlar karşılaştırılmıştır.
Kadınlarla görüşmeler sırasında karşılaşılan sorunlardan biri de kadınların
kendilerine yardım yapılacağıyla ilgili bir beklenti içerisinde olmasıdır. Bu beklenti
kadınların konuşmalarını sıklıkla maddi konular üzerinden sürdürmelerine neden
olmuş, bu da görüşmelerin seyrinin sürekli olarak değişerek konuşulan konudan
uzaklaşılmasına neden olmuştur. Bir diğer sorun ise kadınların genel olarak
konuşmaları yönlendirmeyi karşı tarafa bırakmasıdır. Kadınlar kendilerine soru
sorulmadan serbest bir anlatımda bulunmak yerine kısa net sorular beklemekte
bunlara da yine kısa ve net cevaplar vererek görüşmeleri tamamlamak
istemektedirler. Oysa ara sıra sohbet edilen erkekler kadınların tam tersine
kendilerine soru sormayı beklemeden konuşmaları sürdürmekte, hatta konuşmaların
seyrini onlar belirlemektedir. Bu da kadınların ve erkeklerin içinde bulundukları aile
ve sosyal çevrelerinde edindikleri alışkanlıklarla ve rollerle ilgilidir.
Zorunlu göçe maruz kalmış Hakkârili kadınlarla yapılan ve derinlemesine
mülakatlara dayanan bu çalışmada sonuç olarak görülmüştür ki; çalışma yapan ve
çalışmaya katılan bireyler arasında var olan tüm farklılıklara rağmen eğer araştırma
süreci bir paylaşma ve öğrenme süreci olarak değerlendirilirse tüm zorluklarına
rağmen çalışma her iki taraf için de unutulmayacak tecrübeler sağlamaktadır. Bu tür
çalışmalar farklı kesimler arasında belli bir diyalogun kurulmasının yolunu açarken,
tarafların birbirilerine karşı besledikleri ön yargıların da bir parça olsa kırılmasını
sağlamaktadır. Bu çalışmada da izlenen yöntem ve yaklaşımlar sayesinde yukarıda
bahsedilen sonuçlara ulaşılmak için çabalanmış ve elde edilen sonuçlarla
umutlanılmıştır.
- 11 -
2. GÖÇ
2. 1. KAVRAM OLARAK GÖÇ
Toplumların ve bireylerin tarihsel süreçlerinde göç, nedenleri ve sonuçları
açısından önemli bir yere sahiptir. Çünkü göç farklı insanların, farklı nedenlerle
gerçekleştirdiği ya da gerçekleştirmek zorunda kaldığı ve farklı sonuçları olan bir
süreçtir. Bunun yanı sıra “tarihsel olarak göçler, genellikle kıtlık, iç savaşlar, dinsel
ve diğer şiddet olayları, soy kırım ve siyasi sürgün gibi nedenlere bağlı olarak ortaya
çıkmakta ve insanlık için çok acılı süreçleri içermektedir.” (İçduygu, Sirkeci, 1999:
260). Bu özellikleri nedeniyle göç birçok disiplin tarafından incelenmiş ve her
disiplinin bakış açısınca bir çözümlemesi yapılmıştır.
Göç’ün sosyal bilimciler tarafından birbirini tamamlayan birçok tanımı da
mevcuttur: Altuntaş’a göre göç, insanların tek başına veya tüm aile bireyleri ile
birlikte bir yerden başka bir yere gitmelerini ifade eder. (www. bianet. org.
02.08.2003). İçduygu ve Ünalan’a göre “soyut çözümlemeye dayalı bir tanımda
‘göç’ insanların belirli bir zaman boyutu içinde belirli bir yerleşim alanından başka
bir yerleşim alanına geçişi olarak anlatılmaktadır.” (1998: 38). Bu tanıma oldukça
yakın olan ve Sevim tarafından aktarılan diğer iki tanımdan ilkine göre ise “göç
kişilerin hayatlarının gelecekteki kısmının tamamını veya bir parçasını geçici bir süre
için bir iskân ünitesinden (şehir, köy gibi) diğerine yerleşmek kaydı ile yaptıkları
coğrafi yer değiştirme olayıdır.” (Akkayan, 1979: 21’den aktaran Sevim, 2000:
55). Sevim’in aktardığı diğer tanıma göre ise göç; “birbirinin devamı olmayan ve
fiziki mesafe açısından birbirinden nispeten uzak, bir yönetim sınırından veya
biçiminden, bir başka yönetim sınırına veya biçimine yerleşmek gayesiyle yapılan
geçiş veya nüfus hareketidir.” (Erdoğmuş, 1998: 98’den aktaran Sevim 2000: 55).
Marshall’a göre ise göç “(az veya çok) bireylerin ya da grupların sembolik veya
siyasal sınırların ötesine, yeni yerleşim alanlarına ve toplumlara doğru kalıcı
hareketini içerir.”(1999: 685). Bunlarla paralel bir diğer tanıma göre ise “göç; şahıs,
grup veya toplulukların fiili ikametgâhlarını isteyerek ya da zorla, kalıcı veya belirli
bir süreyi kapsayıcı şekilde gerçekleşen fiziki mekân değişikliğidir.” (Bilgili,
Aydoğan, Güngör, 1996: 327). Bu tanımda göç edenlerin istekliliği ve gidilen
- 12 -
yerdeki kalış süresine göre göçlerin ayrımına değinilmiştir. Bu önemli bir ayrımdır;
çünkü göç süreçleri ve göçmenler bu ayrıma göre birbirinden farklılaşmaktadır.
Bunların yanı sıra göç süreci, göç edenler için köklü değişikliklere neden
olmaktadır. Göç eden kişilerin sosyal ve fiziki çevrelerinin değişmesi, bu yeniliklere
uyum sorununu da beraberinde getirmektedir. “Zamanda ve mekânda toplulaştırma,
yarattığı filitrasyon tesiriyle kişileri yaşayacağı topluluğa yeniden uyuma zorlayan ya
da zorlamayan yer değiştirmeleri ayrıştırma olanağı yaratmaktadır. Böylece göç,
kişileri yeni bir topluluğa götüren dolayısıyla yeniden uyum sağlama sorunlarıyla
karşı karşıya bırakan bir yer değiştirme olmaktadır.” (Tekeli, 1998: 9–10).
Bu uyum sorunu da yine birbirinden bağımsız birçok değişkene bağlı olarak
farklılık arz etmektedir. Göç nedeni, göç eden kişiler, göçün türü, göçle varılan yer
ve burada yaşanılanlar değiştikçe göç eden kişilerin karşılaştıkları uyum sorunları da
değişmektedir. “Örneğin, kırsal bir alandan kentsel bir alana göç eden kişilerin ve
ailelerinin konumlarını ele alan birçok çalışma kaçınılmaz olarak göçmenlerin yeni
vardıkları alanlara uyum süreçlerini, göç etmiş olanlarla yeni çevreleri arasındaki
birebir bir ilişki olarak değerlendirir ve göçle ilgili uyum sorunlarını göçün
nedenlerinden sonuçlarına uzanan eksenini göz ardı ederek ele alır. Bu gibi
çalışmalarda göç edilen yeni ortama uyum konusu yalnızca bir sürecin son ürünü
olarak görülür. Oysa ki bu uyum sorunu göç sürecinin bütünselliği ve birbirleriyle
ilintili iç içe geçmiş bir çok unsurun katıldığı belirli küçük süreç ve yapıların birlikte
ortaya çıkardığı bir sonuç olarak ele alındığında ayrıntılarıyla çözümlenebilir.
Örneğin geçici bir çalışma dönemine dayalı olarak yinelenen mevsimlik göçler
içinde kırdan kente gelen yapı işçilerinin kent yaşamına uyum süreçleri, sürekli
yaşamak amacıyla köyünden ayrılıp kente ailesiyle gelen ve gecekondusunu yapan
kişilerin uyum süreçlerinden çok farklıdır. Bu temelde göç sürecindeki “neden,
mekanizmalar, dinamikler ve sonuç” zincirindeki bu kişisel bütünlük göz ardı
edilmemelidir.” (İçduygu, Ünalan, 1998: 40–41).
Yazının başından bu yana vurgulandığı gibi göç bir süreçtir. Bu süreç zaman
ve mekân, neden ve sonuç, gibi birçok boyutun içinde barındırdıkları değişkenler, bu
- 13 -
değişkenlerin yapısı ve karmaşık etkileşimleri nedeniyle de karşımıza farklı farklı
biçimlerde çıkmaktadır. Göç sürecinin bu hareketli yapısı göçle ilgili yapılacak her
türlü
çalışmanın
yanı
sıra,
sürecin
anlaşılmasını
ve
yorumlanmasını
da
zorlaştırmaktadır.
2. 1.1. GÖÇ SÜRECİ VE ANALİZİ
Göçün tanımlanabilmesinin yanı sıra analizinin yapılabilmesi de oldukça
zordur. Göçle ilgili bilimsel bir çözümleme yapabilmek için bir önceki bölümde de
değinildiği gibi öncelikle göçü bir süreç olarak ele almak gerekmektedir. Göçe
toplumsal ve tarihsel bir perspektiften bakacak olursak göç; hem bir neden hem de
bir sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır. Toplumların tarihlerinden çıkarabileceğimiz
en temel sonuçlardan birisi, göçün toplumsal ve ekonomik dönüşümlerin bir sonucu
olarak ortaya çıktığıdır. Ancak göç aynı zamanda bu dönüşümlerin bir nedenidir de.
Dolayısıyla göç bu değişimlerin sonucunda ortaya çıkarken, bu türden yeni
değişimlere de neden olmaktadır. Bu bakış açısı göçün belli bir bütünlük içerisinde
yorumlanmasını sağlarken, aynı zamanda tarihsel, toplumsal, siyasal ve ekonomik
süreçlerin anlaşılmasında da yardımcı olacaktır.
Oldukça karmaşık olan bu sürecin düzenli bir şekilde analiz edilebilmesi için
süreç içindeki değişkenlerin de net bir biçimde tanımlanması gerekmektedir. Buna
göre bir göç analizinde öncelikli olarak göçü bir süreç olarak ele almak
gerekmektedir. Yani göçün nedenleri ve sonuçlarını belli bir bütünsellik içerisinde
değerlendirmek önemlidir. Çünkü göçün nedeni bir anlamda sonucunu da belirleyen
bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır. “İkinci olarak bu bütünselliğe tarihsel ve
toplumsal bir bakış açısıyla yaklaşmak ve üçüncü olarak da, göç süreci içindeki bu
farklı unsurların birbirlerine göreceli konumlarını, diğer bir söyleyişle göç eden
bireylerin yola çıktıkları ve vardıkları yerlerin konumlarını bu bütünsellik ve tarihsel
bakış açısı içinde değerlendirmek. Özet olarak, bilimsel bir göç çözümlemesi, göçün
şu dört temel unsurunu içine alan bir düzlem üzerinde yapılmalıdır: a) göçü veren
birim, b) göçü alan birim, c) göç eden birim ve d) bu üç birimi de kavrayan geniş göç
birimi.” (İçduygu, Ünalan, 1998: 40).
- 14 -
Tüm bunların yanı sıra göç; toplumsal, ekonomik, kültürel ve siyasal bir olgu
olduğu kadar aynı zamanda bireysel bir süreçtir de. Göç edenlerin neden göç
ettikleri, nereye gittikleri, gittikleri yerlerde ne kadar kalacakları, giderken
hissettikleri ve geride bıraktıklarıyla, gittikleri yer ve orada yaşayacakları, bu yerlere
uyum süreçleri, hem tüm toplumsal tarih için hem de o bireyler için oldukça
önemlidir. Göç süreci analizinde sürecin toplumsal ve bireysel yanlarını süreç
analizine dâhil etmek için bireysel çözümlemelerde de bulunmak oldukça önemlidir.
İçduygu ve Ünalan’ın da belirttikleri gibi “bunun için de göç eden kişinin
konumunun şu üç boyutla incelenmesi gerekir: a) göç eden kişinin hem geldiği
yerleşimin hem de vardığı yerleşimin toplumsal ve yapısal özellikleri; b) göç eden
kişinin hem geldiği yerleşimdeki hem de vardığı yerleşimdeki aile ve hane gibi yakın
toplumsal çevresinin özellikleri; c) göç eden kişinin kişisel özellikleri, algılamaları,
yorumları ve etkinlikleri.” (1998: 42). Bu anlamda bir göç analizi göçün toplumsal
bir süreç olduğunu hesaba katarken, onun bireysel bir süreç olduğunu da göz ardı
etmemelidir. Bazı incelemelerde göç olgusunun kendisi üzerinde odaklanılırken, göç
edenler birer aktör olarak ihmal edilmiş, bu da göç sürecinin anlaşılmasında
eksiklikler yaratmıştır. İnsan merkezli bir göç analizi, perspektifimizi tamamen
değiştirecek, göç olgusunu sadece soyut, kavramlara ve sayılara dayalı bir süreç
olmaktan kurtaracaktır.
Göç olgusunun sayıları da dikkate alan ve istatistiksel analizler yapan bir
çalışmayı da gerekli kıldığını belirten Akşit, ancak “olayın derinlerine inen, hangi
grupların (burada, göç eden, geride kalan ve göç alan grupların hepsi anlaşılmalıdır),
hangi neden ve tepkilerle göç olgusunun içinde bulunduğunu ve bu olayı hangi diğer
olaylarla birlikte yaşamış veya yaşamakta olduğunu derinlemesine anlamanın
yanında; bütün bunların arkasında bulunan tutum, inanç, motivasyon ve davranışları
ve bunların duygusal yönü ve diğerleri ile oluşturdukları örüntü(ler) içindeki yerini
ortaya koyan çalışmalara da büyük ölçüde gereksinim duyulduğunu” ileri
sürmektedir (1998: 68). Akşit’in burada bahsettiği çalışma yöntemi insanı merkeze
alan niteliksel yöntem olup, olaya içeriden bakabilmeyi gerekli kılmaktadır. Bu
yöntemle yürütülen çalışmalar olaylara ve kişilere derinlemesine bakabilmeyi ve
çalışmanın yapıldığı insanları anlamayı hedeflemektedir.
“Türkiye gibi göç
- 15 -
edenlerle göç araştıranlar arasında çoğunlukla sınıfsal ve kültürel fark bulunan,
dolayısıyla iletişim bozuklukları olan durumlarda, araştırma konusu olan kişilerin
yaşamlarına,
kurdukları
dünyalarına
katılma
şansı
tanıyan
derinlemesine
araştırmalar, olayları ve kişileri doğru bir şekilde anlama olanağı vermesi açısından
önemli olmaktadır.” (Erman, 1998: 57).
Özellikle göç süreci analizlerinde oldukça eksik olan cinsiyet farklılığının
giderilmesi açısından, birer aktör olarak kadınların da bu analizlere dâhil edilmesi
gereklidir. “Mevcut çalışmalar göç nedenleri, göç sürecine katılım, bu süreç
esnasındaki yaşam deneyimleri ve göçün etkileri, göç edenlerin tutumları ve tepkileri
açısından kadınlar ve erkekler arasında önemli farklılıklar olduğuna işaret
ediyor”(İlkkaracan, İlkaracan, 1999: 305). Oysa kadın ve erkek arasında var olan
bu farklılıklar göç çalışmalarına dâhil edilmemektedir. Kadınların bu tür çalışmalar
içerisinde yer alması ya aile içerisindeki konumlarına bağlı olarak şekillenmekte, ya
da kadınların deneyimleri genelleştirilerek tartışılmaktadır. Oysa “hem mekânsal
hem de toplumsal bir değişim içeren göç sürecinde, sosyoekonomik sınıf, kültür,
etnik ya da ulusal kimlik kadar cinsiyet kimliği de önemli bir yere sahiptir”
(İlkkaracan, İlkkaracan, 1999: 305). Bu yüzden yapılacak olan bir göç
çalışmasında cinsiyet farklılığı da göz önünde bulundurulurken, kadınların süreç
içerisinde varlıkları birer birey olarak algılanmalıdır.
Tüm bu görüşlerin ışığında bilimsel bir göç analizi öncelikli olarak göçü bir
süreç olarak ele almalıdır. Bunun yanı sıra bu sürece toplumsal, tarihsel bir
perspektiften de bakabilmeli, ancak bu yapılırken de sürecin aktörü olan insanı göz
ardı etmemelidir. Süreç içerisindeki değişkenler iyi tanımlanmalı ve süreç; nedenleri,
sonuçlarıyla, zaman ve mekân unsurlarıyla ve bunun da ötesinde göçmen faktörüyle
bir bütün olarak analiz edilmelidir. Bu analizlerde pozitivist bir yaklaşım içerisinde
niceliksel yöntemlerin kullanılmasının yanı sıra,
olay ve olgulara içeriden
bakabilmeyi sağlayan, araştırıcı-araştırılan (özne-nesne) hiyerarşisini ortadan
kaldırmayı hedefleyen niteliksel yöntemlere de yer verilmelidir. Böylesi bir
yaklaşım, bir taraftan insanı bilimsel bir araştırma sürecinin içine sokarken, diğer
- 16 -
taraftan toplumsal ve tarihsel süreçlerde sesini duymadığımız ve yerini bilmediğimiz
kesimlerin de anlaşılmasına katkı sağlayacaktır.
2. 1.2. GÖÇ TÜRLERİ
Göçler belli özelliklerine göre birbirinden ayrılmaktadır. Kimi araştırmacılar
göç olgusunu göçün süresine göre (Özcan, 1998), kimileri de (Gündüz, Yetim, 1996)
göçün gerçekleşme biçimine göre sınıflandırmaktadır. Tanımlamaların bazılarında
ise göçün yönüne göre (Akkayan, 1979) bir sınıflamaya gidilirken, diğer tanımlarda
göçmenin göç istekliliğine göre (Erder, 1997) bir sınıflama yapılmaktadır.
Özcan İçgöçün Tanımı ve Verileri İle İlgili Bazı Sorunlar başlıklı yazısında
göçleri göç etme süresine göre birbirinden ayırırken, göçmen olmayanları da göç
sınıflaması içine dâhil etmiştir. Özcan’a göre göçler 4 ana başlıkta toplanmaktadır.
Bu tanıma göre göçler;
1. Geçici Göçler
— Mevsimlik
— Günlük ve kısa dönem
2. Transferler
Tayin ve görev nedeni ile göç edenler
3. Uzun dönem göçleri
— İş/çalışma nedeni ile göç edenler (Bunlar kendi içlerinde ilk defa göç edenler,
birden fazla göç edenler ve dönenler diye ayrılmaktadır.)
— İskân ve çeşitli nedenlerle göç ettirilenler
4. Göçmen olmayanlar
— Hiçbir zaman göç etmeyenler
— Potansiyel göçmenler olarak birbirinden ayrılmaktadır (1998: 83).
Gündüz ve Yetim ise göçleri kontrollü, zorunlu, ilkel, serbest ve zorlama
olmak üzere, beş kategoriye ayırmaktadırlar. Burada zorlama ile zorunlu göç
arasında bir ayrım yapan Gündüz ve Yetim, bu ikisinin arasındaki farkı da şu şekilde
açıklamaktadırlar: “Zorunlu göç, insanların içinde yaşadıkları koşullar gereği bir
- 17 -
bölgeden ötekine göç etmeleridir. Zorlama göç ise insanların kendi istekleri dışında
baskı ile bir yerden ötekine göç ettirilmeleridir. (1996: 110).
Göçün yönüne göre yapılan sınıflamalara göre ise göçler içgöç ve dışgöç
olarak ikiye ayrılmaktadır. “İçgöçler, bir ülkenin milli sınırları içinde, dışgöçler de
ülkelerin milli sınırlarını aşarak (her iki yönde de olabilir, milli sınırların içinden
dışarıya
veya
milli
sınırların
dışından
içine
doğru)
yapılan
nüfus
hareketleridir”(Akkayan, 1979: 22/23’den aktaran Sevim, 2000: 58). Akkayan’ın
yanı sıra göç yönlerine göre bir sınıflamaya giden Tezcan ise göç yönü köy ya da
kırsal olan göç tiplerini birbirinden ayırmaktadır. Tezcan köye ya da kırsal alana
doğru yapılan göçleri 2 grupta ele almaktadır. Ona göre bu tip göçler;
1. Geçici göçler
a) Yaylaya göç
b) Bağ evlerine göç
c) Denize gidiş
d) Yazlığa gidiş
e) Tatil köyleri
2. Kırsal alanlardan sürekli göçler
a) Kentin büyümesi
b) Kentin dışına yerleşme
c) Emeklilik, yaşlılık
d) Büyük kentlerdeki geçim zorluğu
e) Kent dışına iş yerlerinin kurulması
gibi nedenlerle köye ya da kırsal yerlere doğru gerçekleştirilen göç
hareketleridir.(Tezcan, 1995:136’dan aktaran, Sevim, 2000: 59)
Diğer pek çok göç sınıflaması ise özellikle göç edenlerin istekliliği üzerinde
durmaktadır. Buna göre göç zorunlu ve gönüllü göç olarak ikiye ayrılmaktadır.
Erder’e göre “gönüllü göç her ne kadar göç eden bireyin göç ettiği yerdeki
değişiklikten kaynaklansa da, göç kararındaki ‘gönüllülük’, göç eden bireylerin hem
göç ettiği yeni çevreyle, hem de eski çevresiyle ilişki biçimlerini önemli ölçüde
etkilemektedir.” Erder gönüllü göçün bir türü olarak gördüğü zincirleme göçü ise;
- 18 -
“göç eden grupların, hem yeni hem de eski çevreleriyle ilişkilerinin devam etmesini
sağlayan, bizim, hem yurtdışına verdiğimiz göçte hem de içgöç hareketlerimizde,
yaygın olarak gözlemlediğimiz göç türü” olarak tanımlamaktadır. “Zorunlu göç ise
zincirleme göçten farklı olarak, göç edenlerin gönüllülük ilişkilerinin dışında oluşan
gelişmeler sonucunda gerçekleşmektedir. Bu tür göç sürecinin, hem toplum, hem de
bireyler açısından sonuçları çok farklıdır. Göç kararının gönüllü olmayışı ve kendisi
dışında oluşan zorlamayla gerçekleşmiş olması, hem göçün kaynaklandığı yerle
ilişkilerinin kesintiye uğramasına neden olmakta, hem de göç edilen yeni çevreyle
ilişkilerinde, önemli farklılıklar doğurmaktadır.”(Erder, 1997: 144’den aktaran
Sevim, 2000: 53).
Başka bir yazısında Erder göçleri; göç kararı ve göçün seçiciliği bakımından
3’e ayırmaktadır: “Bunlardan birincisi ‘bireysel-akılcı’ göç sürecidir. Bu göç
sürecinde bireyler göç ve göç edecekleri yerle ilgili kararı bireysel ve akılcı olarak
verirler… Bu modele göre göç edenler göç edecekleri yer ve göçün sonuçları
hakkında etraflı bilgi sahibidirler… İkinci göç türü ise ‘kitlesel göç’tür. Bu göç türü
daha çok göçün kaynağını oluşturan bölgeden hemen her toplumsal katmandan
insanın göç etmesi anlamını taşımaktadır. Bazı bölgelerde çeşitli nedenlerle oluşan
toplumsal, siyasal ya da ekonomik erozyon bu bölgede yaşayan tüm katmanları
içeren göç sürecinin başlamasına neden olabilir. Bu göç zaman zaman ‘zorunlu göç’
diye de adlandırılan ve bireyin göç kararını kendi iradesi dışındaki zorlamalar
nedeniyle vermesi anlamına gelen, göç türüyle de örtüşebilmektedir... Üçüncü göç
türü ise ‘zincirleme göç’ sürecidir. Bu göç sürecinde ise göç edenler, göç kararını
‘bireysel’ ve ‘özerk’ olarak vermezler; daha çok üyesi bulundukları grubun(hane
halkı, akraba grubu gibi) üyesi olarak ve onları dikkate alarak verirler. Bu göç
sürecinde göç edecek bireyle, hem göç edilecek yer hakkında bilgiyi, hem de göç
sürecindeki desteği kendisinden önce göç etmiş olan yakınlarında alırlar.” Bu
ayrımların yanı sıra Erder kitlesel ve zincirleme göç sürecini iş piyasasına
eklemlenme, tabakalaşma ve devingenlik açısından bireysel-akılcı göç sürecinden
farklılaştığına değinmektedir. Kitlesel ve zincirleme göç süreci, büyük ölçüde kentsel
kurumların da yetersizliği nedeniyle, kentlerde, kişilerin kendilerini kökenleriyle
tanımladıkları, daha çok güvene ve dayanışmaya dayalı ve farklı toplumsal
- 19 -
katmanlardan kişi ve grupları kapsatıcı ‘hemşehrilik’ türü ‘yeni’ ilişkilerin kurulup
sürmesine uygun bir ortam yaratmaktadır (Güneş-Ayata; 1990-1991’den aktaran
Erder, 1995: 111).
Erder gibi göç sürecini gönüllü ve zorunlu göç olarak ikiye ayıran bir diğer
kişi ise Altuntaş’tır. Ona göre gönüllü göçler göçe neden olan iten ve çeken
faktörlerin etkisinde gerçekleşmektedir. (Keleş, 1993: 47’den aktaran Altuntaş,
www. bianet. org. 02.08.2003 ). Kentin istihdam çekiciliğinin yanında, yaşanılan
yerin imkânsızlıklarından kaynaklanan topraksızlık gibi nedenlere bağlı olarak
yaşanılan göçte; göç eden kişilerin kendi koşulları hakkında düşünme ve karar
vermeleri yani iradeleri etkin olmaktadır. Altuntaş’ın da belirttiği gibi “dolayısıyla
göç eden açısından, bu süreç gönüllüdür ve yaşanılan süreç de gönüllü göç sürecidir.
Yine göç süreciyle ilgili olarak sosyal bilimciler savaşlar, doğal afetler, gibi
olağandışı koşullarda ortaya çıkan ve göç edenlerin iradelerinin işlemesine imkân
bulunmayan, çeşitli kuvvetlerin etkilemesi ve zorlaması sonucu oluşan zorunlu göç
sürecini tanımlarlar. Devletin çeşitli sosyal, ekonomik ve güvenlik vb. konularda
aldığı kararların yerine getirilmesi aşamasında nüfusta oluşan hareketlilik zorunlu
göçü ifade eder.”(www. bianet. org. 02.08.2003)
İlkkaracan’lar göç tartışmasında cinsiyet farkını da gözeterek, kadınlara özgü
göç türleri üzerinde durmakta ve kadınlara özgü iki göç türünden bahsetmektedirler.
Bunlardan birincisi; “ailenin iş bulmak, iş tayini vb. herhangi bir nedenle göç eden
erkek üyelerini takip eden kadınların hareketini tanımlayan “bağlantılı göç” türüdür
(İlkkaracan, İlkkaracan, 1999: 306). Bu göç türünde kadın göçle ilgili olarak karar
veren bir bireyden çok aile içindeki konumuna göre (eş, anne, kız çocuk) görece söz
hakkına sahip olan kimse olarak karşımıza çıkmaktadır. Kadınlara özgü diğer bir göç
türü ise “evlilik göçü”dür. Burada da kadının birisiyle evlenerek ya da evlenmek
üzere evleneceği erkeğin bulunduğu yere hareketi söz konusudur. Bu kadınlara özgü
her iki göçte de itme ve çekme faktörlerinin etkin olmadığı görülmektedir. Her iki
göçte de kadınların yanında yer aldıkları ya da arkalarından gittikleri erkeklerin
kararına bağlı olarak hareket ettikleri görülmektedir.
- 20 -
2. 2. TÜRKİYE’DE GÖÇ HAREKETLERİ
Üzerinde yaşadığımız topraklar, tarih boyunca meydana gelen göçler
nedeniyle oldukça hareketli bir toplumsal coğrafya özelliği taşımaktadır. Bu göç
hareketliliği Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasından önceki dönemlere denk gelse de
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra da devam ederek günümüze kadar gelmiştir.
Yapılan çalışmalarda Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görülen göçler, dönemlerine ve
özelliklerine göre birbirlerinden ayrılmaktadır.
Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte başlayan ulus devletin inşa süreci
cumhuriyet tarihindeki ilk göç hareketinin de gerçekleşmesine neden olmuştur.
İçduygu ve Sirkeci’nin belirttikleri gibi “sınırları yeniden tanımlanan bu yeni ülkede
ilk büyük göç hareketi sınırlar dışında kalan Türk ve Müslüman kökenli topluluklarla
bu yeni sınırlar içerisindeki farklı dini ve etnik kökenlere sahip insanların yer
değiştirmesiyle
başlamıştır”(1999:
269).
“Bu
süreç,
özellikle
Osmanlı
İmparatorluğu’nun 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra kaybettiği topraklardan
ayrılmak zorunda kalan Türk, Arnavut, Çerkez, Boşnak ve benzeri toplulukların
Anadolu’ya sığınmasıyla başlamıştır. Bunlar arasında en önemli yeri Yunanistan
(1923–33 mübadelesi) ve Bulgaristan (93 Rus Harbi sonrası, Balkan Savaşı ve
Cumhuriyet dönemi) göçmenleri tutmaktadır.” (İçduygu, Sirkeci, Aydıngün, 1998:
217). Bunların yanı sıra aynı oranlarda olmasa da Ermeniler ve Museviler de ülkeyi
terk etmişlerdir. Bu insanlardan kalan mallara sahip çıkabilmek içinse yurt içinde
batıya doğru başka bir göç hareketliliği daha yaşanmıştır (Arı, 1999: 97–98).
Uzun süren bir savaştan sonra yeniden sınırları belirlenen ve yeni bir ülke
olarak tarih sahnesine çıkan Türkiye Cumhuriyeti kendi nüfusunu yaratmayı
hedeflemektedir. Bu hedef doğrultusunda yeni bir nüfus politikası izlenmeye
başlanmış, cumhuriyet tarihi boyunca da bu politikada zaman zaman farklılıklar
olmuştur. Peker, Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki nüfus politikalarını Cumhuriyetin
kuruluşundan 1960’lı yıllara kadar olan dönem ve 1960’lardan sonraki dönem olarak
ikiye ayırarak bu politikaların göçle bağlantısını kurmaktadır. I. Dünya Savaşı
sırasında birçok insanın ölmesi, yeni çizilen sınırlarla ve yeniden tanımlanan
- 21 -
politikalarla birçok topululuğun sınırlar dışında kalması ya da göç etmesi ülke
genelinde nüfusun azalmasına neden olmuştur. Bu nedenle hem nüfus sayısını hem
de niteliğini arttırmak amacıyla doğurganlık ve ölümlülükle ilgili politikalar
uygulanmaya başlanmıştır. Amaç nüfusu çoğaltmak ve aynı zamanda “insan ve doğa
ilişkilerinde aklını egemen kılan bir kuşak yetiştirmektir.”(Peker, 1999: 169). Bu
amaç
doğrultusunda
nüfusunun
sayısında
artış
sağlamak
için
kadınların
doğurganlıkları teşvik edilirken, ölüm oranlarını da düşürmek için sağlık
hizmetlerine öncelik tanınmıştır. Öncelikle salgın hastalıklarla mücadeleye girişilmiş,
bunun yanı sıra anne ve çocuk sağlığı üzerinde önemle durulmuştur. Özellikle
anneler annelik süreciyle ve çocuk bakımıyla ilgili olarak eğitilmiş, halk sağlığı
konusunda sistemli bir çalışma sürdürülmüştür. Sonuç olarak sürdürülen bu yeni
nüfus politikası sonucunda ülke nüfusunda ciddi bir artış söz konusu olmuştur
(Peker, 1999). Nüfustaki bu artış ise, özellikle kırsal kesimde işlenebilir toprağın az
olduğu ya da adaletsiz bir dağılım içerisinde olduğu köylerde nüfusun buralardan göç
etmeleri sonucunu doğurmuştur.
1940 ve 1950’li yıllarla birlikte ülkede yeni bir döneme girilmiş bu da yeni
bir göç hareketinin yaşanmasına neden olmuştur. “1940’lardan sonra Marshall
Yardımı gibi Batı’dan gelen maddi ve teknik yardımların etkisiyle hızlanan
kapitalistleşme/modernleşme süreci, kırlarda toprağa dayalı işlerden kopuşu,
kentlerde ise sanayi ve hizmet sektörü için ciddi bir iş gücü gereksinimini
yaratmıştır.” (İçduygu, Sirkeci, 1999: 269). Modern teknolojilerin köylere girmesi
ve pazar için daha fazla sayıda üretim yapma zorunluluğu, fakir köylülerin
topraklarını satarak maraba olmalarına ya da göç etmeleri sonucunu doğurmuştur
(Akşit, 1998). Bu göç dalgasına ekonomik kökenli ihtiyacın yanı sıra sosyal kökenli
değişiklikler de neden olmuştur. “Karayolu ve motorlu taşıt ulaşımının artması ile
birlikte köy ve kent arasında her türlü ilişki yoğunluk kazanmıştır. Haber kanallarının
artması ile köylünün ve kentlinin sistemden “haberdar olma” ve buna göre karar
almaları çabuklaşmış ve kolaylaşmıştır.” (Peker, 1999: 296). Ancak Akşit’e göre
“köyden dışarıya göçler orta gelişmişlik düzeyinde yani köye modern teknolojinin
girdiği, işlenebilecek toprağın sınırlarına varıldığı ve toprağın parçalanma
tehlikesinin ve kentteki ilişkiler yoluyla kentteki daha iyi iş veya hizmet
- 22 -
olanaklarının algılandığı noktaya varıldığı anda gerçekleşmektedir.” (Akşit, 1998:
26). Bu dönemde ortaya çıkan ve halen devam etmekte olan diğer bir göç hareketi ise
köylerinde çalışamaz hale gelen köylülerin mevsimlik işçi olarak geçici bir süreliğine
başka yerlere göç etmeleridir. Akşit (1998) 1950’lili yıllarda ilk olarak tarımsal
bölgeler arası mevsimlik göç olarak başlayan bu göç hareketinin daha sonra köyden
kente göç hareketlerine dönüştüğünü savunmaktadır.
Köyden kente olan göç hareketleri genel olarak köyün iticiliği ve kentin
çekiciliği olarak değerlendirilmektedir. Şöyle ki; “tarım kesimindeki gerek nüfusun
gerekse ulusal gelirin payının düşme nedenleri tarım politikalarının yanlışlığı, nüfus
artışının hızlı olması nedeniyle köy topraklarının parçalanmışlığı, 1950’den bu yana
tarımda hızlı makineleşme ve daha geniş alanların tarıma açılmalarının yanı sıra
köylünün elde ettiği gelirin ve yaşam düzeyinin düşmesi köyün iticiliği olarak kabul
edilmektedir. Bunun yanı sıra ulaşım olanaklarının artmasıyla bireylerin daha özgür
hareket edebilmeleri, iş olanaklarının bireyi sürekli gelir elde eden ve özgürce
tüketen bireylere dönüştürmesi, çalışmanın getirdiği sosyal güvence, kentin aile
bireylerine eğitimden sağlığa tanıdığı olanaklar kenti çekici kılan özelliklerden
bazılarıdır.” (Oktik, 1996: 81).
Gündüz ve Yetim’e göre ise; “itme faktörleri insanların içinde yaşadıkları
koşulların ya katlanılamaz olarak görülmesi ya da rahatsızlık vermesidir. İtme
faktörleri arasında toprağın düşük verimi, düşük ücret, sınırlı iş olanakları, eğitimsağlık vb. olanaklardan yoksunluk, kıtlık, sınırlı toplumsal devingenlik, toplumsal
çatışma ve terör özellikle anılabilir. Çekme faktörü ise içinde bulunulmakla bir
öncekine göre daha iyi koşullara ulaşılacağının göstergeleridir. Çekme faktörleri
arasında iş olanakları, yüksek ücret, ucuz ve verimli toprak, yükselme olanakları,
sağlık-eğitim vb. olanakların artması, gıda maddelerinin bol ve çeşitli olması, iyi
konut olanağı, toplumsal güven ve huzur özellikle anılabilir.” (1996: 110–111).
Ancak Gedik’e göre köyün itici faktörlerinin yanı sıra kentin çekici faktörleri
de dikkate alınmalı, her iki faktör de bir arada değerlendirilmelidir.
(Gedik,
1996’dan aktaran Akşit, 1998). Gedik köyün iticiliğini ve kentin çekiciliğini bir
- 23 -
arada ele alırken İçduygu ve Ünalan sürece iletici etkenleri de dâhil etmektedirler
(İçduygu, Ünalan, 1998). İletici etkenler Peker’in de bahsettiği gibi ulaşım ve
iletişim teknolojilerinde meydana gelen değişikliklerle beraber köylünün kentin
çekiciliğinden haberdar olmasıdır (Peker, 1999). Köylüler tarafından kentin bu
özelliklerinin algılanmasına yardımcı olan şey ise, yukarıda belirtildiği gibi, ulaşım
ve iletişim teknolojilerindeki gelişmelerdir.
İçduygu ve Ünalan Türkiye’deki göç hareketlerini içgöç bağlamında 3
döneme ayırmaktadırlar. İçgöç sürecinin birbirini tamamlayan ve iç içe geçmiş
yapısını bazı temel özelliklerine göre 3’e ayrılabileceğini savunan İçduygu ve
Ünalan, yukarıda bahsedilen faktörlerden öne çıkanlarını tarihsel olarak göz önüne
alarak Türkiye’de yaşanan göç hareketlerini de bu tarihselliğe göre birbirinden
ayırmaktadırlar. Onlara göre bu 3 dönem “50’ler ve 60’lar”, “60’lar, 70’ler ve 80’ler”
ve 80’ler ve 90’lar”dır. İçduygu ve Ünalan’a göre “50’lili yıllarda başlayan ve
hızlanan içgöç daha çok ülkede kırsal alanlardaki dönüşümün ivme kazanması, bir
anlamda “iticiliği”, ile açıklanabilirken, 60’lı yılların sonları ile, 70’li yıllar ve
80’lerin başına kadar daha çok kentsel alanlardaki dönüşümün belirleyiciliği, bir
anlamda “çekiciliği” ile anlatılabilir. 1980’li ve 90’lı yıllar içinde ise, içgöç olgusu
ve süreçleri modernleşme temelindeki toplumsal dönüşümün yeni iletişim
teknolojileri ile daha da yoğunlaşması sonucu ve toplumsal hareketliliğin her
anlamda “iletici” etkenlerin daha da artması ile yeni bir döneme girmiştir.” (1998:
43).
Türkiye’de sürekli devam eden içgöç hareketlerinin yanı sıra farklı
zamanlarda hem içeriden dışarıya hem de dışarıdan içeriye göç hareketleri
gerçekleşmiştir. “Ülkede yeterli işgücü alanları yaratılamadığı için özellikle 1960’lı
yıllarla başlayan bir süreç içinde, sürekli olarak yurt dışına işgücü göçü yaşanmıştır.
Buna karşılık Türkiye, çevresindeki ülkelerden çok çeşitli nedenlerle Müslüman ve
Türk göçü almış ve almaya devam etmektedir.” (İçduygu, Sirkeci, Aydıngün, 1998:
217). Sezal Göçler ve Şehirleşemeyen Şehirler başlıklı yazısında Türkiye’de
gerçekleşen içgöç hareketlerini tarihsel bir ayrıma göre tanımlamak yerine göçün
yönü açısından ele almaktadır. Ona göre; Türkiye’de içgöçler dört ayrı kategoride
- 24 -
incelenmelidir. Bunlar; “köyden şehirlere basamaklı göç, köyden büyük şehirlere
sıçramalı göç, şehirlerarası basamaklı göç, şehirlerden büyük şehirlere sıçramalı
göç”tür (Sezal, 1996: 150). Sezal Türkiye’de yaşanan bu karmaşık göç yönünün
süreçlerin tam yaşanmadığı mekânlara ve bu mekânlardaki sık değişikliklere neden
olması sebebiyle şehirleşmeyi geciktiren unsurlar olarak değerlendirmektedir (Sezal,
1996).
Türkiye yukarıda bahsedilen göç hareketlerinden farklı olarak özellikle
1980’li yılların ortaları ve 1990’lı yıllar boyunca farklı bir göç hareketine daha sahne
olmuştur. Bu göç hareketi köyün iticiliği, kentin çekiciliği ve iletici etkenlerden
görece bağımsız olarak ülkenin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin kırsal
alanlarından bu bölgelerin kent merkezleri ile batıdaki büyük kentlere doğru
gerçekleşen bir harekettir. Bu hareket daha önceki göçler gibi ekonomik kökenli
değil siyasal kökenli bir harekettir. “1984 yılında bölgede başlayan ve giderek
yoğunlaşan çatışmalar, bölgedeki kitlesel göç hareketlerinin nedenidir. Terör ortamı,
can ve mal güvenliğinin olmaması, geçim kaynaklarının daralması, sivil halkın
bölgeden hızlı bir şekilde uzaklaşmasına yol açmıştır.” (75 Yılda Köylerden
Şehirlere, 1999: 333). Birçok insan çatışmaların yeni başladığı dönemlerde kendi
istekleri sonucunda köylerini boşaltırken, çatışmaların yoğunlaştığı dönemlerde
devlet güçlerinin kararı ile toplu halde köyleri boşaltmak zorunda kalmışlardır.
Bunun yanı sıra PKK’nın baskısı sonucunda da birçok köy boşaltılmak zorunda
kalmıştır.
- 25 -
2. 2.1. DOĞU VE GÜNEYDOĞU ANADOLU GÖÇÜ
1950’lili yıllardan itibaren yoğun bir şekilde göç hareketlerinin yaşandığı
ülkemizde 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren ve 1990’lı yıllar boyunca yeni
bir göç dalgası daha yaşanmıştır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin
kırsallarından bu bölgelerin şehirlerine veya başka şehirlere doğru yaşanan bu göç
hareketi görünüş itibariyle daha önceki dönemlerde yaşanan köyden kente göç
hareketine benzemektedir. Ancak bu göç hareketi sebepleri ve sonuçları itibariyle
tipik bir köyden kente göç değildir. “1984 sonrasında Doğu ve Güneydoğu Anadolu
bölgelerinde ve bu bölgelerden yaşanan göç, önceki dönemlerdeki (1950–84) göç
dalgalarından farklılıklar göstermektedir. Önceki göç hareketleri esas olarak
ekonomik kaynaklı olmasına karşılık, yeni göç, siyasal ve sosyal sebepler
taşıyordu.”(75 Yılda Köylerden Şehirlere, 1999: 333). Nedenleri itibariyle farklılık
gösteren bu yeni göç dalgası aynı zamanda daha önce yaşanılan göç hareketlerinden
sonuçları itibariyle de farklılık göstermektedir. Tüm bu farklılıkların yanı sıra daha
önce göç eden kişilerle, bu süreçte göç eden kişiler arasında, kişilerin göç etmeye
karar vermedeki yetkinlikleri açısından da bir farklılık bulunmaktadır. Bu farklılığa
bağlı olarak göç edenlerin gönüllülükleri üzerine Türkiye’de yaşanan göç hareketleri,
zorunlu ve gönüllü göç olarak yeniden sınıflandırılmaktadır. Altuntaş’ın da belirttiği
gibi “1990’lı yıllarda yaşanan bu yeni göç dalgasının geçmişte yaşanan göçlerden en
temel farkı zorunlu olmasıdır, dolayısıyla bu göç süreci hazırlıksız yaşanmıştır. Göç
eden insanlar, göç edecekleri yerleri seçme şansları olmaksızın yaşam alanlarını terk
etmek zorunda kalmışlardır.” (www. bianet. org. 02.08.2003) Çalışmanın bu
bölümünde üzerinde durulacak olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu göçü de
zorunlu/zorlama göç bağlamında ele alınacak ve bu göçün daha önce yaşanan göç
hareketlerinden nasıl farklı bir yapısı olduğu anlatılmaya çalışılacaktır.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri ülkemizin diğer bölgelerine göre
sosyo-ekonomik açıdan daha fazla geri kalmış iki bölgemizdir. Tütengil’in bir
toplumun az gelişmişliğinin nedenleri olarak saydığı faktörlerin birçoğu, bu bölgenin
az gelişmişliği için de geçerlidir. Tütengil’e göre: “doğadan gelen güçlükler ve
engeller,
sosyo-kültürel
güçlükler,
kaynakların
kıtlığı
ya
da
yeterince
- 26 -
kullanılmaması, gelişme hızını kesen bir nüfus artışı veya gelişme için yeterli
olmayan bir nüfus yoğunluğu, toplumları derinden etkileyen büyük dönüşümlerin
dışında kalınması, teknolojide ve organizasyonda gecikmişlik, dış güçlerin yararına
işleyen bir ilişkiler düzeni, gelişmede yer alan insan ve madde kaynaklarının kötü
kullanılması” azgelişmişlik nedenleridir. (1984: 1’den aktaran, Sevim, 2000: 66).
Bu bölgelerde sadece tarım ve hayvancılığa dayalı bir üretim yapılmasına rağmen,
tarım yapılabilecek arazilerin azlığı, iklimin tarımsal üretimi çeşitlendirmeye olanak
sağlamaması, doğadan gelen güçlükler olarak sıralanabilir. Ancak bu bölgelerimizde
tarımsal üretimin önünde tek engel doğa değildir. “Bölgenin toprak dağılımında
büyük adaletsizlikler vardır. Yıllardır tarım ve toprak reformu gerçekleştirilemediği
için toprak dağılımında adalet sağlanamamış, tarımda modern işletme tekniklerine
geçilememiş, verimlilik istenen düzeye çıkarılamamıştır. Toprak dağılımındaki
dengesizliğin giderilememesi, yer yer hâkim olan feodal yapı kurumlarını da ayakta
tutmuştur. Toprak dağılımında bu durum, yalnızca ekonomik anlamda adaletsizliği
ve verimsizliği korumakla kalmamakta, sömürüyü devam ettirerek siyasi alanda da
özellikle kırsal kesimde kişilerin bağımlılıktan kurtulmasını engellemektedir.” (75
Yılda Köylerden Şehirlere, 1999: 335). CHP’nin yayımladığı Doğu ve Güneydoğu
Ön Raporu’nda feodal ilişkilere ve adaletsiz toprak dağılımına Diyarbakır ili
örneğiyle devam edilmektedir. Buna göre “Diyarbakır ilinde, toprak sahibi ailelerin
yüzde 6’sı toplam tarım arazilerinin yüzde 57’sine sahip iken, ailelerin yüzde 76’sı
toplam tarım arazilerinin yüzde 17’sine sahip bulunmaktadır. Toprak dağılımındaki
bu büyük adaletsizlik, yörede feodal ilişkilerin ne derece güçlü olduğunu
göstermektedir.” (75 Yılda Köylerden Şehirlere, 1999: 336)
1980’li yıllarla birlikte bölgenin azgelişmişliğine ve demokratik olmayan
sosyal ve ekonomik yaşamına bir de terör örgütü PKK’nın eylemleri eklenmiştir. Bu
durum karşısında PKK ile güvenlik güçleri arasında çatışmaların başlaması,
buralarda yaşayan insanların can ve mal güvenliğinin de ortadan kalkmasına neden
olmuştur. PKK ve devlet güçleri arasında geçen mücadelede köylülerin tek geçim
kaynağı olan tarım ve hayvancılık faaliyetlerinde bulunmaları da engellenmiştir.
Bölgenin dağlık bir arazi yapısına sahip olması, yerleşim ve üretim yapılan
birimlerin birbirinden dağınık kurulması, halkın hayvanlarını otlatmak için düzenli
- 27 -
aralıklarla yayla ve meralara hareket etmesi halkın güvenliğinin sağlamasını
zorlaştırmaktadır. Buna bağlı olarak güvenlik güçleri öncelikli olarak yayla ve mera
yasağı uygulamıştır. Bu yasak ise halkın hayvancılık yapmasına engel olurken, süren
çatışmalar da tarla ve bahçelerin tahrip olmasına neden olmuştur (Bozkurt, 2000).
Sadece tarımsal üretim yaparak geçimlerini sağlayan bu insanlar çatışmaların
başlamasıyla can güvenliklerinin yanı sıra ciddi ekonomik sorunlarla karşı karşıya
gelerek karınlarını doyuramaz hale gelmişlerdir. Bir de buna köylünün PKK
örgütüne gıda yardımı yapmasına engel olmak için her hanenin tüketeceği gıdalara
bir sınırlama getirilmesi de eklenince halkın en temel ihtiyaçları bile karşılanamaz
hale gelmiştir. Karnını bile doyuramaz hale gelen halk eskiden sınırlı da olsa faaliyet
gösteren sağlık, eğitim vb. sosyal hizmetlerden de mahrum kalmıştır. Köylerin
çatışmalarla fiziksel olarak iyice tahrip olması da buralarda yaşamayı güçleştiren bir
başka nedendir.
Tüm bu olumsuzluklara ek olarak devlet güçleri PKK’ya karşı yürüttükleri
mücadelede halkın korucu olarak bu mücadeleye destek vermesini sağlamaya
çalışmıştır. Ancak bu durum korucu olan köylerin PKK tarafından baskı görmesine,
olmayanların ise güvenlik güçlerince yerlerinden göç ettirilmesine neden olmuştur.
TBMM Göç Araştırma Raporunda, OHAL Valiliğince 2935 sayılı kanun
çerçevesinde belki güvenliklerinin sağlanamayacağı endişesi ve belki de PKK’ya
yardım edecekleri endişesiyle güvenlik güçlerince boşaltıldığı açıklaması yer
almaktadır (Bozkurt, 2000). İlkkaracan ve İlkkaracan’ın aktardıklarına göre Human
Rights Watch/Helsinki (Ekim 1994) raporunda, Güneydoğu’da yaşanan zorunlu göç
nedenlerini şöyle açıklamaktadır: “Doğu’daki sivil halk -çoğunlukla kırsal alanda
olmak üzere- güvenlik güçlerinin teröre karşı yürüttüğü mücadelede uygulanan
stratejiler ile devletle işbirliği yapan herkesi canice cezalandıran PKK’nın şiddetinin
kıskacına sıkışmış durumdaydı. Örneğin bir köylü, korucu olursa PKK tarafından
öldürülme tehdidiyle yüz yüze gelirken, koruculuk sistemine katılmayı reddetse
güvenlik güçleri tarafından evinden ya da köyünden uzaklaşmaya zorlanmayı göze
almak zorundaydı. Aynı rapora göre, sık sık rastlanan bir başka durum, köyün bir
kısmının koruculuk sistemine katılmasından sonra, katılmayan köylülerin göçe
zorlanmasıdır.” (1999: 309). Van Bruinessen ise bölgede yaşayan halkın
- 28 -
karşılaştıkları güçlükleri şu şekilde açıklamaktadır: “Köy korucuları ve gerillalarla(!)
savaşmak için oluşturulan özel askeri birlikler bölgede sürekli bir terör ve baskı
havası estirmeye başladılar; bunlara bir de PKK’nın kendisine katılmak
istemeyenlere uyguladığı şiddet de eklenmiştir.”(2003:78). PKK’nın şiddet
uyguladığı kesimlerden bir tanesinin özellikle köy korucularının eş ve çocukları
olduğunu söyleyen Van Bruinessen, yaşanan göçün nedenlerini de bu etkenlere
bağlamaktadır. Ona göre bu bölgelerde PKK’nın yürüttüğü savaş, köy korucusu
olanlara karşı uyguladığı şiddet ve askeri güçlerin bölge insanı üzerindeki baskı
sonucunda Batı Türkiye’ye doğru bir kitle göçü yaşanmıştır.
Yukarıda sayılan sebeplere bağlı olarak buralarda yaşayan insanlar bir kısmı
kendi kararları doğrultusunda, bir kısmı da kimi zaman PKK terör örgütünün baskısı,
kimi zaman da bölgede hâkimiyet kurmaya çalışan devlet otoritelerinin kararınca
yaşadıkları yerlerden göç etmek zorunda kalmışlardır. Bölge halkının yıllardan beri
yaşadıkları bu topraklardan göç etmek zorunda kalmalarının sebepleri şu şekilde
sıralanabilir:
“Toplumsal
faaliyetleri
sürdürememeleri;
ektikleri
ekinleri
biçememeleri, ev, ahır ve bahçelerinin tahrip edilmesi, dokuma tezgâhlarının
durması, arı kovanlarının sönmesi yöre kırsalındaki yaşamı karartmıştır. 1990’dan
sonra bölgede birçok yerde konulan mera yasağı, yörede hayvancılığı çökertirken
geçim koşullarının daha da bozulmasına neden olmuştur. Tüm bu ve diğer
nedenlerle, insanların on yıllardır yaşamakta oldukları köylerinde, güvenlik ve
huzurlarının, onurlu geçim koşullarının, sağlık ve eğitim gibi temel hizmetlerinin
sağlanamaması, köylüleri doğal yerlerinden kopartmış, yörelerini terk etmeye
zorlamıştır.”( 75 Yılda Köylerden Şehirlere, 1999:338).
Bozkurt’un aktardığı TBMM Göç Komisyonu Raporuna göre OHAL
Valiliğince boşaltılan köy sayısı 905; mezra sayısı 2523’dür. Tamamen boşaltılan
köy ve mezralardan toplam 57314 hane, 378335 kişi göç etmek zorunda kalmıştır.
Rakamları verilen köy, mezra, hane ve kişi sayısına tamamen boşaltılmayan yerleşim
birimleri ve ferdi göçler dâhil değildir. Ayrıca OHAL bölgesi dışında boşaltılan
yerleşim birimlerinin sayısı da bunun dışındadır (2000). Yaşadıkları yerleri terk
etmek zorunda kalan bu insanlar öncelikli olarak en yakın il ve ilçe merkezlerine göç
- 29 -
etme eğilimi içinde olmuşlardır. Adeta kaçmak zorunda kalan bu köylüler ilk etapta
kendilerini güvende hissedecekleri yerleri tercih etmişler, ancak bir kısım insan daha
sonra maddi olarak daha rahat edecekleri, iş bulup çalışabilecekleri yerlere göç
etmişlerdir. Özellikle bildikleri işleri yapabilecekleri yerler arayan göçmenlerin bir
kısmı tarım sektörünün gelişmiş olduğu il ve ilçelere doğru hareketlerini devam
ettirmiştir. Bu kitlesel göç hareketi başta bölgedeki Şanlıurfa, Van, Diyarbakır ve
Batman gibi büyük şehirlere, güneyde mevsimin uygun olduğu, tarım işçiliği gibi
eğitim ve beceri gerektirmeyen istihdam alanları sağlayabilen Mersin, Adana,
Antalya gibi şehirlere, batıda ise İzmir ve İstanbul gibi büyük metropollere doğru
olmuştur. Ancak göçün kitlesel, ani ve plansız gerçekleşmesi, özellikle göç edenlerin
yerleştikleri bölgedeki kentlerin ekonomik istihdam olanaklarından yoksun olması,
göç edenlerin tarım ve hayvancılık dışında geldikleri bu yerlerde gerekli olan beceri
ve donanımlardan yoksun olması, ayrıca göç edenlerin yine bu yerlerde
kullanabilecekleri maddi ya da manevi herhangi bir sermayelerinin olmaması bu
insanların buralarda iş bulmasına engel olurken, göçmenlerin var olan sorunlarının da
artmasına neden olmuştur.
Göç edenler ve göç edilen yerler açısından önemli sorunlara neden olan Doğu
ve Güneydoğu Anadolu göçü üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen, bu göçün yol
açtığı sorunlar büyüyerek devam etmektedir. Öncelikli olarak göçün göç edenler
açısından yarattığı sorunlar kabaca şöyle sıralanabilir:
— Göçmenler yeni yerlerine yanlarında yok pahasına sattıkları hayvanlardan elde
ettikleri paralarla gelmişler, bu paralarla bir süre idare etmeye çalışmışlardır. Bazı
göçmenler bu paralarla iş kurmak ya da ev yapmak istemiş ancak dolandırılmıştır.
— Göçmenlerin önemli bir kısmının konut ve barınma sorunları hala çözülememiştir.
— Göç edenlerin en büyük sorunu geldikleri bu yerlerde gerekli olan bilgi ve
becerilere sahip olmadıkları için işsiz kalmalarıdır.
— Göç edenler işsizliğe bağlı olarak ciddi bir geçim sıkıntısı yaşamakta, birçoğu
yoksulluk sınırının altında hayatını devam ettirmeye çalışmaktadır.
— Yoksulluk nedeniyle çocuklar çalıştırılmakta ya da dilendirilmektedir. Bu durum
aynı zamanda başta zorunlu temel eğitim olmak üzere, çocukların okula devam
etmesine ve eğitimlerini tamamlamalarına da engel olmaktadır.
- 30 -
— Göçmenlerin oldukça sağlıksız koşullarda yaşıyor olmaları, dengesiz ve yetersiz
beslenmeleri ciddi sağlık problemleri yaşamalarına neden olmaktadır.
— Modern kurumlara olan yabancılıkları ve güvensizlikleri nedeniyle sağlık, eğitim,
güvenlik, adalet hizmetlerinden faydalanmaya yanaşmamaktadırlar. Bu durum da
insanların sosyal hizmetlerden yoksun kalmalarına neden olurken, belli konularda da
istismar edilmeleri sonucunu doğurmaktadır.
— Özellikle kadınların ve yaşlıların Türkçe bilmemesi ilişkilerinin akrabaları ya da
kendilerine benzeyen diğerleriyle sınırlı kalmasına neden olmaktadır.
— Bu belli bir çevreyle ilişki kurma zorunluluğu kişilerin geldikleri yeni yerlerine
uyum sağlamalarının önünde ciddi bir engel oluşturmaktadır.
Yukarıda saydığımız sorunların tamamı göç edenlerin geldikleri yerlerde
yaşamalarını, bu yerlere uyum sağlamalarını engellemektedir. Göçmenler hayata ve
geleceğe güvensiz ve ümitsiz yaklaşmaktadırlar. Göç edilen yerler açısından da
sorunlar yine oldukça fazladır. Bunları aşağıdaki gibi toparlayabiliriz:
— Öncelikli olarak göç edilen yerlerin nüfusunda ciddi artışlar meydana gelmiştir.
— Ülkemizin hemen her yerinde yaygın olan işsizlik göç edilen yerlerdeki işsizliğin
daha da çok artmasına neden olmuştur.
— Göç edenlerin bu yerlere ne maddi ne de manevi bir kaynak getirmemeleri
buraların oldukça sınırlı olan kaynaklarının daha çok tüketilmesine neden olmuştur.
— Göçmenlerin emeğini ucuza pazarlaması iş gücü piyasasının düşmesine neden
olmaktadır.
— Emek karşılığı alınan ücretlerin düşmesinin yanı sıra yukarıda sayılan sorunların
tamamı buralarda eskiden beri yaşayan insanların bu yeni gelen insanlara karşı
düşmanlık ve ön yargı içinde yaklaşmasına neden olmaktadır.
— Bu tür bir tutum ise yeni gelenler ile eskiler arasında zaten var olan kültürel ve
toplumsal uçurumun giderek büyümesine neden olurken, belli kesimlerin bu durumu
istismar etmesine yol açmaktadır.
— Peker’in de belirttiği üzere işsiz kalan göçmenler kentte kendilerine geçinecek bir
şeyler bulabilmek için kentlerde kayıt dışı işlerin oluşmasına neden olmaktadırlar.
Hemşerilik ve akrabalık bağlarının göçmenlerce sıklıkla kullanılması bazı
- 31 -
sektörlerdeki istihdamın lokalleşmesine ve belli yerlerin insanlarının dışında
kalanların bu işlere girmesine engel olmaktadır.(1999)
— Şehirlerde hızlı ve çok çarpık bir gettolaşma ve gecekondulaşma ortaya çıkarken,
şehirlerin zaten yetersiz olan alt ve üstyapı sorunları daha da artmaktadır. Göç
edenlerin kente geldiklerinde arazi çetelerinin tuzağına düşmesi arazileri yağmalanan
devlet için çok önemli bir sorun oluşturmaktadır. ( 75 Yılda Köylerden Şehirlere,
1999: 339)
Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde 1980’den sonra ve 1990’lı yıllar
boyunca devam eden göç hareketi; gerek sebepleri ve gerekse göç edenlerin
istekliliği ve göçün sonuçları bağlamında Türkiye’de yaşanan diğer göçlerden farklı
bir yapıya sahiptir. Tekeli, göç sürecinin belirsizliklerine değinerek, göç edenlerin
risk alan kimseler olması nedeniyle göç etmeyenlerden farklılaştıklarının altını
çizmektedir. Ona göre bu sebepten dolayı göç süreci seçici bir süreçtir. Tekeli’ye
göre “…göç eden kişilerle göç etmemiş kişiler arasında bir fark bulunmaktadır. Göç
eden kişilerin seçiciliği öncelikle göç olgusunun fırsatlar sağlamasının yanı sıra
önemli belirsizliklerle karşı karşıya olması ve göç edene bazı pahalar yüklemesi
dolayısıyla ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle göç eden kişi önce bu riski almaya istekli
bir kişi olmalıdır, ayrıca göç edebilmesi için göç edeceği yerde kendisinden yerine
getirmesi istenilen işlevleri görebilecek bir kapasiteye sahip olmalıdır. Son olarak da
göçü gerçekleştirmek becerisini göstermesidir” (1998: 15). Ancak Doğu ve
Güneydoğu Anadolu göçünde göç eden kimseler göç etmeyi planlamamışlar ve göç
etme kararını da kendileri vermemişlerdir. Dolayısıyla göçün getireceği riskleri de
göze almış değillerdir. Bu kendine has değişkenler nedeniyle Doğu ve Güneydoğu
Anadolu Göçü özel bir durum arz etmektedir. Bu özel durum sebebiyle de, zorunlu
ya da zorlama diyebileceğimiz bu göçün analizi farklı bir bakış açısıyla yapılmalı ve
sorunun çok boyutluluğu gözden kaçırılmamalıdır.
- 32 -
2. 3. GÖÇ ve KADIN
Göç süreci göçe katılan bireylerin her biri için farklı sonuçlara neden
olmaktadır. Süreci yaşayan insanların sosyo-ekonomik durumları, etnik ve dini
kimlikleri, kültürel özellikleri, süreçten nasıl etkileneceklerini belirleyen olgulardır.
Özbek’in de belirttiği gibi “göç literatürü bize, göçmenin göç veren yerdeki
toplumsal konumu, beraberinde getirdiği beceri, eğitim ve beklenti/arzu donanımı,
kişisel tarihin özellikleri, göç nedeni ve biçimi, göç ettiği yerdeki toplumsal koşullar
ve kalış süresi başta olmak üzere hangi koşulların göç tecrübesinin mahiyetini
belirlediğini söylüyor.” (1998: 113). Bunların yanı sıra göç literatürü bize, göç
edenin cinsiyetinin de göç sürecinin yaşanmasında ve anlamlandırılmasında oldukça
etkili olduğunu gösteriyor. İlkkaracan ve İlkkaracan’ın belirttikleri gibi “mevcut
çalışmalar göç nedenleri, göç sürecine katılım, bu süreç esnasındaki yaşam
deneyimleri ve göçün etkileri, göç edenlerin tutumları ve tepkileri açısından kadınlar
ve erkekler arasında önemli farklılıklar olduğuna işaret ediyor. Bu farklılıkların
temelinde kadın-erkek arasındaki aile içi işbölümü ve buna paralel olarak gelenekler
ve görenekler tarafından tanımlanan toplumsal kadın-erkek rolleri yatmakta.
Kadınların göçe ilişkin yaşantıları genellikle, bir eş, anne ya da evlenmek üzere olan
genç kız olarak aile içindeki konumlarıyla yakından ilişkili. Gerek ayrıldıkları,
gerekse göçle geldikleri yeni mekânla olan ilişkileri de bu temelde belirleniyor.
‘Kadın ve göç’ konusundaki çalışmalar hem mekânsal, hem de toplumsal bir değişim
içeren göç sürecinde, sosyoekonomik sınıf, kültür, etnik ya da ulusal kimlik kadar
cinsiyet kimliğinin de önemli bir rol oynadığına işaret ediyor.” (1999: 305).
Göç sürecinde, diğer kimlikler kadar önemli olmasına rağmen, göç üzerine
yapılan çalışmalarda genel olarak cinsiyet ile ilgili bir ayrıma gidilmediği ve bu
olgunun pek fazla çözümlenmediği gözlenmektedir. Göç literatüründe cinsiyetçi bir
ayrıma gidilmemesi ise, bu olgunun cinsiyet kimliğinden bağımsız bir biçimde
incelenmesi sonucunu doğurmaktadır. Oysa gerçekte yapılan şey; göç sürecinde
merkeze konulan erkeklerle ilgili elde edilen bulguların, süreci yaşayan tüm erkekler
ve kadınlar adına genelleştirilmesidir. İlkkaracan ve İlkkaracan’ın da belirttikleri
gibi; “içinde yaşadığımız yılların en önemli toplumsal olgularından biri olan ve
- 33 -
Türkiye açısından çok önemli sosyopolitik değişimleri beraberinde getiren göç, halen
gerek toplumsal, gerekse siyasi değerlendirmelerde ve araştırmalarda erkek egemen
bir bakış açısıyla, erkek odaklı irdelenmekte. Kadınlar gerek göç dinamiği, gerekse
göçün
getirdiği
sorunlar
ve
çözüm
önerilerinde
görünmez
bir
kitleyi
oluşturmaktalar.”(1999: 321).
Göç sürecinde kadın ve erkekler birçok açıdan birbirlerinden farklı olarak ele
alınması gereken iki farklı kategori olarak değerlendirilmelidir. Çünkü Harding’in de
ifade ettiği gibi; “…erkeklerin tipik deneyimleri açısından sorun gibi gözüken birçok
olay, kadın deneyimleri açısından hiçbir biçimde sorun olarak gözükmez… Öte
yandan kadın edimlerinden kaynaklı, açıklığa kavuşturulması gereken pek çok olay
vardır.” (1996: 39).
Göç sürecini cinsiyet temelli bir bakış açısından ele almak, süreci kadınlar ve
erkekler açısından ayrı ayrı değerlendirmeyi gerektirmektedir. Ancak burada önemli
olan bir nokta, sürecin içinde yer alan cinsiyet kimliğinin yanında diğer kimliklerin
de gözetilerek bir çözümlemeye gidilmesi gerekliliğidir. Çünkü kadın ve erkek
tanımlaması sabit ve genel bir tanımlama değil aksine, yerel, kültürel, sınıfsal ve
benzeri faktörlere göre oluşan bir tanımlamadır. Bu durum göç süreci analizleri
yapılırken de göz önünde bulundurulmalıdır. Harding’in de belirttiği gibi;
“…kadınların deneyimleri, göçün tipi, göç edenin sosyoekonomik statüsü ve aile
yapısı, geride bırakılan mekân ile tanışılan mekânlardaki kültür, sosyal ve ekonomik
yapı gibi pek çok etkene bağlı olarak farklılaşıyor, çeşitleniyor. Bu yüzden aynı tip
göç içerisindeki kadınlar arasında bile, örneğin kırdan kente göç eden kadınlar
arasında, belirli bir homojenlik varsayımından yola çıkmanın sağlıklı sonuçlara
varılmasını engelleyebileceğini önemle vurgulamak istiyoruz.” (1996: 310).
Göç süreci analizinde bireyler üzerinden bir çözümlemeye gidileceğinde,
sürece katılan bireylerin sürecin başından sonuna kadar yaşadıklarının yanı sıra,
kimlikleriyle de ilgili bir çözümlemenin yapılması oldukça önemlidir. Ayrıca,
cinsiyetin de süreç içinde belirleyici bir kimlik olduğunun kabul edilmesi ve sürece
toplumsal cinsiyetçi bir bakış açısıyla yaklaşılması da önemlidir.
- 34 -
3. BULGULARIN DEĞERLENDİRİLMESİ, TARTIŞMA ve YORUMLAR
Zorunlu göç sürecinde Hakkâri’deki kırsal alanlardan Van il merkezine göç
etmiş ailelerin kadınlarıyla yürütülen bu tez çalışması için uzunca bir zaman, oldukça
geniş bir alanda görüşme yapılabilecek kadınlar araştırılmıştır. Bu çalışmada izlenen
yöntem açısından kadınların istekli olması oldukça önemlidir. Yapılan ön
araştırmalar sırasında görüşmeye katılacak kadınlarla aracısız bir şekilde iletişime
girebilmek ve görüşmeleri kontrol altında tutabilmek için, öncelikle Türkçe bilen
kadınların tercih edilmesi planlanmıştır. Ancak uzun süren uğraşların sonucunda,
görüşmeyi kabul eden sadece on kadına ulaşılabilmiştir ve bu kadınlardan da sadece
bir tanesinin Türkçe bildiği anlaşılmıştır. Söz konusu on kadının hepsi aynı
ardyöresel özelliklere sahiptir. Yaşça birbirine oldukça yakın olan bu kadınların
süreç içinde yaşadıkları da birbirinin hemen hemen aynısıdır. Görüşmeler, kadınların
evlerine misafir olunarak sürdürülmüştür. Bu görüşmeler sırasında kadınlar,
görüşmeye başlamak ve görüşmeyi sonlandırmakta özgür bırakılmıştır. Bu yüzden
bazı kadınlarla yapılan görüşmeler kadınların görüşmeyi devam ettirme istekliliğinde
olmaması nedeniyle kısa zamanda sonlandırılmıştır. Bu on kadının yanı sıra
kadınların çevrelerindeki erkek akrabalarıyla da sohbet edilmiştir. Ayrıca görüşmeye
katılacak kadınlar araştırılırken, göçmenlerin yaşadıkları birçok mahalle ve ev
gezilmiş, bu geziler sırasında birçok gözlemlerde bulunulmuş ve ayaküstü de olsa,
söz konusu on kadının dışında diğer bazı göçmenlerin yaşamları hakkında bilgiler
elde edilmiştir.
Kullanılan yöntemin bir gereği olarak, sınırlı sayıda kadınla sürdürülen bu tez
çalışması, Hakkâri’nin kırsal yörelerinden zorunlu göçle Van iline göç etmiş bütün
göçmen kadınlar için genellenebilir sonuçlar içermemektedir. Kadınların sadece
kendilerinden bahsetmeyip, aileleriyle de ilgili detaylı bilgiler vermeleri, çalışmanın
bulgularının genişlemesine yol açmıştır. Bunun yanı sıra çalışma boyunca yoğun bir
şekilde sürdürülen literatür taramasından elde edilen bilgilerle, görüşmeye katılan
kadınlardan elde edilen bilgilerin paralelliği, sürecin bir çok açıdan benzer şekilde
yaşandığını göstermektedir. Bu nedenlerden dolayı, sınırlı sayıda kadınla görüşülerek
yürütülen bu tez çalışması öncelikle, çalışmanın yürütüldüğü kadınlar ve aileleri için
- 35 -
bir takım belirlemelerde bulunurken, aynı zamanda zorunlu göç sürecinin küçük bir
grup tarafından nasıl yaşandığını da göstermektedir. Yapılan literatür taramasında
görülmüştür ki, bu araştırmaya katılan bu on kadın ve aileleri de, diğer binlerce
zorunlu göçmenle benzer bir hayat mücadelesi içindedirler. Yani farklı şehirlere göç
etmiş de olsalar göçmenlerin yaşadıkları sıkıntılar, içinde bulundukları yoksulluk ve
yoksunluklar genelde birbirinin aynısıdır. Bu nedenle, yapılan tez çalışmasıyla
birlikte ortaya çıkan sonuçların sadece görüşmeye katılan kadınlar ve aileleriyle ilgili
olduğunu söylemekle beraber, bu sonuçların zorunlu olarak göç etmiş tüm diğer
insanlar için de birer veri teşkil edebileceği ileri sürülebilir.
Görüşmelere katılan kadınların adları, kadınların ve ailelerinin özel
yaşamlarının mahremiyeti açısından bilinçli bir şekilde değiştirilmiştir. Daha önce
belirtildiği gibi, kadınlardan bir tanesi dışında diğerleri Türkçe bilmemektedir.
Ayrıca hiçbirisi resmi bir eğitimden de geçmemiştir. Türkçe bilen görüşmeci,
görüşmelerimizin gerçekleştiği tarihlerde de okuma-yazma kursuna devam
etmektedir. Kadınların hepsinin çocuğu, bazılarının da torunları bulunmaktadır.
Kadınların tümü Van’a göç etmeden önce köylerinde yaşarken evlenmiş ve göç
ederken tüm ailesiyle birlikte göç etmiştir. Yine bu kadınların hepsi köylerinin
askerler tarafından tamamen boşaltılması sonucunda Van’a göç etmek zorunda
kalmışlardır. Göç ettikleri köyler Feraşin Yaylası olarak adlandırılan bölgede yer
almaktadır. Kadınların köyleri adı geçen yaylanın çevresinde kurulmuştur. Bu
kadınlar göç ettikten sonra da hem ekonomik hem de sosyal olarak benzer koşullarda
hayatlarını devam ettirmektedir.
- 36 -
3.1. KADINLARIN GÖZÜYLE ZORUNLU GÖÇ
Kadınlarla yapılan görüşmelerde öncelikli olarak neden ve nasıl göç ettikleri,
göçe kimin karar verdiği, niye Van’ın tercih edildiği gibi konulularda sorular
sorulmuştur. Bunun yanı sıra sorulan sorularla kadınların göç sürecinde herhangi bir
etkinliklerinin olup olmadığı anlaşılmaya çalışılmıştır.
3.1.1.KADINLARA GÖRE GÖÇÜN SEBEPLERİ
Güvenlik güçleri ile PKK arasında başlayan çatışmalar sonucunda, güvenlik
güçleri köyleri bazen PKK’ya karşı korucu olmamaları nedeniyle, bazen de belli
köylerin çevresinde yoğun çatışmaların yaşanması ve köylülerin can güvenliklerinin
olmaması nedeniyle boşaltmıştır. Bu sebeplerin yanı sıra köylerin boşaltılması
sürecinin ardında yatan nedenler veya buna yol açan etmenler çok yönlüdür. Ancak
temel nedeni, boşaltılan köylerin, yıllardır devam etmekte olan çatışma ortamının
içinde yer almaları olmuştur. Güvenlik güçlerince, PKK’ya yönelik olarak
sürdürülmekte olan mücadeleyi, yerleşimden arındırılmış son derece geniş bir
coğrafyada yürütmek arayışları zorunlu köy boşaltmalarının açıkça ifade edilmeyen
temel gerekçelerinden birini oluşturmuştur. “Biraz da bundan kaynaklanan gerekçe
ile, devlet, köylere ‘geçici köy korucusu’ olmalarını önermiş; bazıları bu öneriyi
kabul ederken, diğerleri sağlanan maddi olanaklara rağmen geçici köy korucusu
olmaya yanaşmamışlardır. Her iki koşulda da köylü huzura kavuşamamış;
koruculuğu kabul edenlere örgüt baskısı yoğunlaşırken; kabul etmeyenlere güvenlik
birimleri kuşku ile yaklaşmış; köy koruculuğunu kabul etmeyen köylerden silahlı
illegal örgütün lojistik destek sağlanması iddia veya ihtimalleri çerçevesinde
kontroller; askeri operasyonlar ve baskılar bu köylere yönelik olarak yoğunlaşmıştır”
( 75 Yılda Köylerden Şehirlere, 1999: 333).
Görüşme yapılan kadınlar da yukarıda ifade edilen gerekçeleri doğrular
nitelikte anlatımlarda bulunmuşlardır. Kadınların genel olarak üzerinde önemle
durduğu nokta kendilerinin devlet güçleri ile PKK arasında kaldıklarıdır. Terör
örgütü PKK ile devlet güçleri arasında yaşanan çatışmalar, zaman içerisinde sivil
- 37 -
halk üzerinde ciddi baskılara dönüşmüş, bu baskılar da bireylerin belleklerinde derin
izlerin oluşmasına neden olmuştur. Öncelikli olarak kadınların köydeki olaylar
sonucunda arada kalmalarıyla ilgili olarak anlattıklarına değinecek olursak bu
anlatılanlardan hareketle bireylerin bu durumla baş edebilmede kendilerini ne kadar
çaresiz hissettiklerini daha iyi anlamış oluruz. Bu konuyla ilgili olarak Hiyal
“dağdakiler köye geldiği zaman bizden yiyecek, giyecek isterlerdi. Fakat biz
hükümetin korkusundan onlara bir şey veremezdik. Onlara vereceğimizi çoluk
çocuğumuza vermek isterdik, çoluk çocuğumuza yedirmek isterdik. Devlet ile
dağdakilerin arasında kaldık… Biz korkudan onlara bir şey verebiliyorduk? Bizim
gücümüz onlara yetmiyordu.” derken, Güzel “biz hem dağdakilerden hem de
hükümetten korkuyorduk, ikisiyle de baş edemiyorduk” diye benzer bir noktayı ifade
etmektedir. Görüşmeler sırasında kendilerinin arada kaldığını söyleyen başka
kadınlar da mevcuttur. Mesela Meryem buna benzer bir şey söylerken başka bir
iddiada daha bulunmaktadır: “Her iki taraf da bizi sıkıştırıyordu. Dağdakilere ekmek
verdiğimizde askerler bizi sıkıştırıyordu. Askerlere ekmek verdiğimizde dağdakiler
bizi sıkıştırıyordu. Biz de idare edemedik…” Halime ise şunları söylemektedir:
“Askerler geldi dağdakileri besliyorsunuz dedi. Biz beslemiyoruz dedik. Sonra bizi
çıkardılar.” Halime’nin bu anlattıklarının üzerine kendisine “dağdakiler geliyor
muydu?” diye sorulunca şöyle bir cevap vermiştir: “Evet geliyorlardı. Ne yalan
söyleyeyim bizi korkutuyorlardı. Vermek zorunda kalıyorduk. Hem devlet
sıkıştırıyordu, hem de onlar.” Kadınların anlattıklarından da anlaşılacağı üzere
köylerde yaşayan sivil halkın üzerinde her iki güç tarafından da kurulan baskı onların
kendilerini daha da güçsüz hissetmesine neden olmuştur. Üretimlerini sürdüremeyen,
neredeyse karınlarını doyuramayan bu insanlar, süren çatışma ortamının yarattığı
huzursuzluk ve güvensizliğin de etkisiyle kendilerini çaresiz hissetmektedirler. Bu
güvensiz ve huzursuz ortamın yanında fiziksel ve ruhsal baskıların da artması
bireylerin korku içinde yaşamlarını sürdürmesine, kişilere/olaylara şüpheyle
yaklaşmaya başlamasına neden olmuştur. Kadınların anlattıklarının tümünde her iki
taraftan da korktukları görülmektedir. Bunun yanı sıra özellikle Meryem’in iddiası
bu insanların güvensiz bir ortam ve güvensiz bir psikoloji içinde olduklarını bir kez
daha göstermektedir.
- 38 -
Kadınların anlatımlarında köylerde yaratılan güvensiz ortama ilişkin ipuçları
veren başka örnekler de bulunmaktadır. Bu örnek aynı zamanda yukarıda anlatılan
köy koruculuğunu kabul etmeyen köylerden PKK’nın lojistik destek sağlaması iddia
veya ihtimalleri çerçevesinde artan kontrollerin ve askeri operasyonlar ve baskıların
bu köylere yönelik olarak yoğunlaşması olgusuna ışık tutmaktadır. Şöyle ki kadınlar
görüşmelerin genelinde köylerinde ihbarcıların bulunduğuna ve insanların birbirine
çok kolay iftira attığına değinmişlerdir. Hiyal güvenlik güçlerinin köylerini ve
evlerini aradığını söylerken bunun nedenini köydeki ihbarcıların evlerde silah
bulundurulduğu şikâyetini yapmasına bağlamaktadır. Anlatılanlara bakılırsa,
Hakkâri’de yaşayan insanların hemen hepsinin evinde çatışmalar başlamadan çok
önceleri de silah bulunmaktadır. Hatta eğer itibarına uygunsa, bir aile kızını
evlendirirken başlık parasının yanı sıra karşı taraftan aldığı hediyelerin içine bir de
silah bırakmasını istemektedir. Bu geleneksel uygulama Doğu ve Güneydoğu’daki
kırsal yörelerde halen devam etmektedir. Bunun yanı sıra İran ve Irak sınırında olan
Hakkâri köylerinde, ticari ilişkiler de komşu olunan ülkelerle sürdürülmektedir. Bu
ticaret hayvan ve silah ticareti üzerine kuruludur. İllegal yollardan sürdürülen bu
sınır ticareti bölgede kaçakçılıktan kazanılan paralarla oluşturulan bir ekonomik
yaşam yaratmıştır. Devletin bölgede başlayan çatışmalar nedeniyle sınırlara
yerleştirdiği güvenlik güçlerinin sayısını attırması kaçakçılığın üzerine daha şiddetli
gidilmesi sonucunu doğmuştur. Hem sınır kaçakçılığını önlemek nedeniyle hem de
PKK’ya yapılabilecek silah yardımlarının önünü kesmek nedeniyle silahlar
toplatılmıştır. Yalçın Heckman (2002) da çalışması sırasında şahit olduğu Hiyal’in
anlattığına benzer bir silah toplatılma ve ihbarcı olayından bahsetmektedir. Silah
bulundurulduğunun ihbar edilmesi üzerinden başlayan olayların sonunda köylüler
“aynı baba soyundan, aynı aşiretten ya da aynı köyden olanların birbirlerine ihanet
edebilecekleri ve ittifakların değişebilir olduğu” gerçeğiyle yüzleşmiştir. Yalçın
Heckmann köylülerin bu olayın sonunda kendi aralarında bölünmüş olmakla
kalmadığını, kime inanıp kimi destekleyecekleri konusunda da farklı fikirlere sahip
olduğuna değinmiştir. Ayrıca artık köylüler farklı aktörleri desteklemek ya da
suçlamak konusunda da tutarlı değildirler. Bu güvensizlik ve değişen durumlara göre
tavır alma zorunluluğu çatışmaların arttığı dönemlerde daha da yoğunlaşmıştır.
Kadınların konuşmalarından köyde ihbarcıların varlığının çoğu zaman iftiraya
- 39 -
varacak suçlamalara neden olduğu da anlaşılmaktadır. Hatta zaman zaman bu tür
ihbarlar aileler veya kişiler arasında yaşanan bir husumet nedeniyle iftira
olabilmekte, böylesi bir şikâyetin de gerçekliği araştırılmamaktadır. Bir kimsenin
silah bulundurduğuna dair ya da PKK’ya yardım ettiğine dair yapılan bir ihbar,
güvenlik güçlerinin bu kimse üzerinde çok yoğun baskısına neden olmaktadır.
Köylerde yaşanan huzursuz ve güvensiz ortama bir örnek de Halime’nin
anlattıklarıdır. Köyünüzde çatışma oluyor muydu sorusuna Halime şu şekilde cevap
vermiştir: “Daima köyümüzde dövüş oluyordu. Korucu vardı, ihbar vardı, şikâyet
vardı. Bir sürü asker gelirdi, sabahlara kadar silah sesleriyle uyuyamıyorduk.”
Yukarıda değinilen bir başka nokta ise köylülerin korucu olmaya zorlanması,
korucu olmayanların köylerinin boşaltılmasıdır. Nezehat’in anlattıkları bunu doğrular
niteliktedir. Koruculuk sisteminin ilk başladığı zamanlarda köyün tamamının korucu
olduğunu ancak daha sonra koruculuğu bıraktıklarını söylemektedir. Bunun üzerine
yaşananları şöyle anlatmaktadır: “işte baş çavuş bizim köyümüze geldi. Büyükler
vardı, muhtar vardı. O anda benim babam da muhtardı. Amcam, babam onlara
yalvarmıştı. Dedi biz gitmiyoruz, bu çocukları nereye götürecekler. Dediler korucu
olun. Tabi ki kabul etmediler, dedi biz korucu olmak istemiyoruz. Bir süre verdiler;
bilmem 10 gün–15 gün, işte bir süre verdiler. Biz de arabayı getirdik, evlerimizi
topladık, eşyalarımızın hepsini taşıdık, işte bazı ağır eşyalar orda kaldı.” Nezehat
sözlerine güvenlik güçlerinin köylerini yaktığını anlatarak devam etmektedir.
Kendilerinin ayrılmasından sonra köylerinin yakınında yaşayan akrabalarının
güvenlik güçlerinin köyün tamamını yaktığını gördüğünü anlatmaktadır. “Cami, tabi
caminin içinde bir sürü kuran filan vardı. Devlet hepsi de öyledir, bir baş çavuşun
emridir. E ya hepsinin suçudur? Onun suçu tektir vallah. Köy yandıktan sonra zaten
o anda da yani insanların zoruna çok gidiyor. Dedelerimiz, nenelerimiz hepsi orada
ölmüştü. Yani ben öyle zannediyordum, dedim yani bu köyden başka bir dünya
yoktur.” Köylerinin yakıldığını anlatan tek kadın Nezehat değildir. Meryem
köylerinin yakıldığını şöyle anlatmaktadır: “Devlet köyümüzü yaktı, yıktı… Evdeki
kuranı bile yaktılar.” Gözleriyle askerleri gördüğünü, askerlerin köyü boşaltın
dediğini söyleyen Meryem koyunlarını da askerlerin götürdüğünü iddia etmektedir.
Lalehan ise hayvanlarını köyden çıkarabildiklerini, hepsini çevrede sattıklarını
- 40 -
anlatmaktadır. Köyü boşaltmalarını ise şöyle hatırlamaktadır: “Bizi çıkarttılar. Bir
yüzbaşı evlerimizi yaktı. Bizi çıkarttılar. Köyün bir kısmını yaktılar, bir kısmını
yakmadılar.” Yaktıklarını gördünüz mü sorusuna ise “evet, bir kısmını yaktılar” diye
cevap vermektedir. Göktürk’ün (1996) Diyarbakır’a göç edenlerle yaptığı
çalışmasından
da
anlaşılacağı
üzere
göçmenlerin
göç
sebepleri
birbirine
benzemektedir. Sözü edilen çalışmaya göre; 1990 sonrasında göç edenlerin
%
43,6’sı göç nedenlerini bölgedeki olaylar, % 58,1’i köylerinin yakılması olarak
belirtmektedir.
Yukarıda anlatılanların yanı sıra köylüler sadece güvenlik güçleri tarafından
değil PKK tarafından da baskı görmektedirler. Ancak görüşme yapılan kadınlar
kendilerinin her iki gücün arasında kaldığına değinmenin ötesinde PKK ile ilgili
olarak herhangi bir olaya değinmemişlerdir. Genel olarak köylerinin boşaltılması
konusunda konuşmuşlar, köylerinde yaşanması muhtemel olayları anlatmamışlardır.
Hatta zaman zaman hatırlamaktan rahatsız oldukları, zaman zaman da korktukları
için konuşmak istemedikleri fark edilmiştir. Ancak güvenlik güçlerinin köy
boşaltmasının
yanında
PKK’nın
bilinmektedir.
Mesela
Yalçın
da
bazı
Heckmann
köylere
baskınlar
çalışmasında
böyle
düzenlendiği
bir
örneğe
değinmektedir. Öncelikli olarak çatışmaların başladığı zamanlara değinen Yalçın
Heckmann köylülerin arada kalışını şöyle anlatmaktadır: “1984’te Kürt milliyetçisi
bir parti, PKK Hakkâri’de bir gerilla mücadelesi başlattı ve Şemdinli ilçesine
saldırdı. Bu olayın sonrasında PKK’nın yürüttüğü gerilla savaşı da, ordunun buna
verdiği karşılık ve aldığı tedbirler de giderek daha ciddi bir hal aldı. Bir yandan
devletin güvenlik önlemleri, diğer yandan Kürt milliyetçilerinden gelen baskılar,
köylüleri taraf olmak ve bunun sonuçlarına katlanmak konusunda ciddi bir baskı
altına sokuyordu” Ayrıca köylülerin koruculuk sistemine dâhil edilişini de şöyle
açıklamaktadır: “1982’de son derece utanç verici koşullarda silahlarını teslim eden
köylüler, ya yeniden silah satın aldı ya da askeri otoriteler tarafından silahlandırıldı.
Bu arada, 1989 yazında Hakkâri’deki aşiret liderlerinin şehirdeki askeri ve sivil
otoritelerin talebi üzerine onlarla şehirde toplantı yaptıkları kaydedilmiştir. Bu
toplantıda aşiret liderlerinin devlete, PKK’ya karşı destek verecekleri konusunda
güvence verdiği kaydedilmiştir.” Bunun yanı sıra köylülerin sürekli değişen dengeler
- 41 -
içinde güvenecek bir dal arayışlarının devam ettiği görülmektedir. Kendilerini devlet
güçlerinin baskısından korumak için korucu olmayı kabul eden köylüler, PKK’dan
korunmak için de farklı bir yol izlemişlerdir: “Uğradıkları baskıdan memnun
değillerdi, ancak Irak’taki Barzani hareketiyle temasa geçmelerinden ve Barzani’nin
Oramari
ile
PKK
arasında
arabuluculuk
yapacağını,
PKK’nın
düşmanca
davranmasını ya da köye saldırmasını engellemeyi vaat etmesinden sonra,
durumlarının hiç de fena olmadığını düşünmeye başlamışlardı… Aşiretler ile
milliyetçi güçler arasındaki oldukça hassas olan ittifaklar ve güç dengeleri yine de
sona erdi. İddialara göre 1989 Kasım’ında Oramar yakınlarındaki, Oramari’yle ittifak
içinde olan bir aşiret köyü PKK gerillaları tarafından saldırıya uğradı. Çoğu kadın ve
çocuk, çok sayıda köylünün PKK tarafından katledildiği iddia edildi.” (Yalçın
Heckmann, 2002: 38–39). Bu anlatılanların dışında köylere PKK tarafından
baskınlar düzenlendiğini anlatan başka örnekler de bulunmaktadır. TBMM Göç
Komisyonunun hazırladığı raporda Diyarbakır Kulp İlçesinin bir köy muhtarı “1990
yılı 5 Mayıs günü terör örgütlerinden bir grubun köyü bastığını, 8 evi yaktıklarını ve
7 kişiyi katlettiklerini, bir genci de kaçırdıklarını, köyde karakol olmadığı için
köyden göç ettiklerini” belirtmiştir. ( aktaran Bozkurt, 2000:232). Ancak görüşme
yapılan kadınlar PKK’nın köylerini basmasından ya da buna benzer PKK kaynaklı
herhangi bir olaydan bahsetmemişlerdir. Ancak Van Bruinessen’e göre 1980’den
önce de şiddet uygulayan PKK özellikle bu tarihten sonra arttırdığı şiddet dolu
eylemleri sayesinde diğer örgütleri özendirecek derecede hayranlık toplamıştır.
“PKK ‘sömürgeciliğe karşı’ savaş ilan ederek ‘devrimci şiddetini’ Türk
‘sömürgecilerin’ ve onların Kürt ‘işbirlikçilerine’ ve ‘vatan hainlerine’ yöneltti.
İşbirlikçi ve hain kategorisine aşiret reisleri, politikacılar ve hatta rakip aşiret üyeleri
de dahil edilmiştir.” (Van Bruinessen,2003: 59).
Kadınların yukarıda anlattıklarından çıkan sonuç köylülerin iki ateş arasında
kalmaları nedeniyle yaşadıkları yerlerde huzur ve güvenlerinin ortadan kalkmasıdır.
Buna bağlı olarak köylüler ya PKK’ya karşı yürütülen mücadelenin içinde yer
almaya ya da yaşadıkları yerleri terk etmeye zorlanmışlardır. Köylerini terk
etmeyerek PKK’ya karşı yürütülen mücadelenin içinde olmayı kabul edenlerse
PKK’nın baskısına maruz kalmıştır. Bütün bu olumsuz şartlarda daha fazla
- 42 -
yaşayamayacağını anlayan bazı köylüler kendi istekleriyle göç etseler de, geriye
gidecek yeri olmayan çok sayıda insan kalmıştır. Bu geriye kalan insanlar da
güvenlik güçleri tarafından göç ettirilmiştir
3.1.2. KADINLARIN GÖÇLE HİSSETTİKLERİ
Görüşmeler sırasında, kadınların göç ederken neler hissettikleri, kadınların
göç kararının alınması ve uygulanmasındaki rolleri üzerinde de durulmuştur.
Öncelikli olarak göç edilen gün hakkında konuşulmaya çalışılsa da kadınların hemen
hepsi aynı şeyleri anlatmaktadır. Kadınlara ısrarla o günün detayları ve hissettikleri
anlattırılmaya çalışılsa da köylerinin zorla boşaltılması dışına pek çıkan olmamıştır.
Ancak kadınlar o günün çok kötü bir gün olduğunu, mecburen göç ettiklerini
tekrarlamaktadırlar. Burada vurgu genel olarak köylerinin zorla boşaltılmasında
yoğunlaşmaktadır. Bunun yanı sıra kadınların anlatımlarındaki tek düzelik, birbirine
benzerlik ve duygulardan arınmışlık oldukça dikkat çekicidir. Kadınların
hayatlarında köklü değişikliklere neden olan böylesi bir olay karşısında duygulardan
arınmış bir hatırlama içinde olmaları ilginçtir. Göç gününün hatırlanmasıyla birlikte
o günün nasıl başladığı, neler yaşandığı, kendilerinin neler hissettiği ve Van’a
gelinceye kadar neler olduğu, hatta Van’a geldikten sonra nasıl yerleşildiği gibi
konular üzerinde ise kadınlar hiç konuşmamaktadır. Göç edilen yer olarak neden
Van’ın tercih edildiğiyle ilgili olarak da kadınların bir nedeni bulunmamaktadır.
Kadınların içinde bulunduğu böylesi bir tepkisizliğin birkaç nedeni olabilir.
Öncelikli olarak göç edilen zaman açısından kadınlar için yaşanılanların önemini
kaybetmiş olduğu düşünülmektedir. Ancak kadınların köylerindeki eski güzel
günlerini hatırlarken ne kadar canlı bir anımsama içinde oldukları bu savın çok da
doğru olmadığına işaret etmektedir. Çünkü kadınlar köylerinde yaşadıklarını,
özellikle yayla anılarını anlatırken oldukça duygusal bir havaya girmişlerdir. Ancak
göç günü yaşanılanların önemini yitirdiğinin bir başka açıklaması daha olabilir.
Kadınlar geldikleri yeni yerlerinde çok fazla sıkıntı çekmektedirler. Buna bağlı
olarak kadınlar için şu anda en önemli mesele hali hazırda yaşadıkları sıkıntılar
olabilir. Gerçekten de kadınlar için Van’a göç ettikten sonra başlayan yeni hayat
- 43 -
mücadelesi bu kadınların hiç de alışık olmadığı türden bir hayat mücadelesidir.
Geldikleri bu yerlerde yaşamaya başladıkları yoksulluk eskisinden oldukça farklıdır.
Ayrıca kadınların buralarda karşılaştıkları bu yeni yoksullukla mücadele edebileceği
hiçbir aracı bulunmamaktadır. Bu yüzden de kadınlar kendisi için şu anda çok daha
acil sorunlar üzerine odaklanmaktadır. Buna bağlı olarak kadınlar yaşadıklarıyla baş
edebilmek için olayları anlamlandırmış ve bu nedenle de başlarına gelenleri bir
kaynağa atfetmiş olabilirler. Küçükcan ve Köse’nin doğal felaketlerin insanda
yarattığı etkileri inceledikleri çalışmalarında bahsettikleri üzere insanlar hayatlarının
normal akışını etkileyen olaylar karşısında olanları anlamlandırma ve onları bir
kaynağa atfetme yöneliminde olmaktadır. “Doğal felaketler hayatın normal akışını
bozduğu ve insanın kendi hayatını kontrol etme yeteneğini azalttığı veya tamamen
etkisizleştirdiği için çok önemli toplumsal ve ruhsal sıkıntılara neden olabilir.”
(Küçükcan, Köse, 2000: 12). Bu sıkıntıların ana kaynağı ise insanların başlarına
gelen felaketle birlikte bir anda güçsüz ve etkisiz hale gelmesidir. “Felaket öncesinde
kendisine güvenen, kendi hayatını kontrol eden, nerede ne zaman ne iş yapacağına
karar veren, seçenekleri olan, olaylar karşısında iradesini kullanabilen insan,
felaketle birlikte bu yeteneklerini büyük ölçüde kaybetmektedir. İnsanın hayatını
kontrol etme gücünü ve hayata yön verme yeteneğini kaybetmesine felaket anında
yaşadığı can ve mal kayıpları da eklenince karşımıza çok derin bir güvensizlik
duygusuna kapılma ihtimali ortaya çıkmaktadır.” (Küçükcan, Köse, 2000: 15).
Küçükcan ve Köse’ye (2000) göre insanlar bu durum karşısında hissettikleri
duygusal boşluğu yenmek ve aciz durumlarından kurtulmak için olayları
anlamlandırmaya
ve
dolayısıyla
hayatlarında
kaybettikleri
anlamı
yeniden
kazanmaya çalışırlar. Bunun için de öncelikli olarak insanlar başlarına gelen olaylara
bir sebep bularak yaşadıklarını kontrol altına almaya çalışmaktadırlar. Daha sonra ise
bireyler öz saygılarını yeniden kazanmak için olayların nedenlerini kendilerinde
değil başkalarında aramaktadırlar. Son olarak ise kendilerini müspet göstererek
toplum içindeki mahcubiyetlerini ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar. Bu tür bir yol
izlemek kişiler için üzerlerindeki stres ve gerilimi atmalarına yardımcı olan bir
araçtır.
- 44 -
Doğal bir felaket yaşayan insanların içinde bulundukları durum, görüldüğü
gibi zorunlu olarak köylerinden göç edenler için de söz konusudur. Burada tek fark
insanların başına gelen olayın kaynak ve nedenleridir. Burada da yine insanların
hayatlarının normal akışı bozulmuş, kontrolü ellerinden çıkmıştır. Buna bağlı olarak
kadınların yaşadıkları bu süreçte göçü kendilerinin anlayabileceği şekilde yeniden
yorumladıklarını ve bu yorumlamayla birlikte anlamını kaybettikleri hayatlarına bir
anlam verdiklerini düşünebiliriz. Belki de kadınlar özsaygılarını korumak ve
mahcubiyetlerini gizlemek için yaşadıkları olayı anlatmaktan çekinmektedirler.
Ayrıca kadınlar maruz kaldıkları bu durum karşısında gösterdikleri sükûnetle belki
de başlarına gelen bu olayı aynı bir felaketzedenin yaptığı gibi dini bir yorumlamayla
değerlendiriyor olabilir. Gerçekten de kadınların olay karşısındaki kabullenişi
Müslümanlıkta
oldukça
önemli
olan
kader
ve
tevekkül
etme
inancını
hatırlatmaktadır. Kadınların hayattan ne beklersiniz ya da ne olursa sevinirsiniz
türünden sorulara verdikleri cevaplar köylerine geri dönmek ya da zengin olmak gibi
dünyevi değerlere dayalı değil, tamamen iman, ibadet ve ahret üzerine kurulu dini
değerlere dayalı cevaplardır. Bu cevaplar da kadınların hayatlarını sürekli olarak dini
bir yorumlama içinde yaşadıklarını göstermektedir.
Göçe maruz kalan köylüler için göç kararı, onları bu karara uymaya zorunlu
hale getiren, karşı koyamayacakları bir kaynaktan gelmiştir. Ayrıca köylüler için
hayatlarına yapılan bu müdahale daha önceden tahmin edilebilecek bir müdahale
değildir. Bu sebeple köylüler aniden gerçekleşen, kendi güçlerini aşan bu olayı
anlamlandırmak için çok yakından tanıdıkları ve sorunların çözümünde kullandıkları
referansa yeniden başvurmuş olabilirler. Kadınların göç etmelerinin arkasında yatan
nedenle ilgili olarak konuşmamaları, bu referansın açıklamalarının kullanılması
nedeniyle konu üzerinde yeniden düşünmemiş olmalarına veya bu durumu
sorgulamamış olmalarına yorulabilir. Bunun yanı sıra göç etmeye zorlanan kadınlar
erkeklerden daha fazla tabi olan durumundadır. Çünkü göç etmeleri konusunda karar
veren olmadıkları gibi göçün nasıl gerçekleştirileceği, nereye göç edileceği, kimlerle
göç edileceği gibi konularda da karar verme süreçlerinden dışlanmışlardır. Bu
dışlanmışlık kadınların Van’a neden geldikleri hakkında bir fikre sahip
olmamasından
ve
Van’a
gelmeye
erkeklerin
karar
vermiş
olmasından
- 45 -
anlaşılmaktadır. Göç etme sürecinde kadınların karar verme konumunda olmadığı
başka örnekler de mevcuttur. Çalışmalarında kadınlara “göç etmeye kim karar verdi”
sorusunu yönelten İpek ve Pınar İlkkaracan şu yanıtlarla karşılaşırlar: Evli kadınların
%62,1 gibi bir çoğunluğunun göç etme kararında hiç söz hakkı olamadığı sonucu
ortaya çıkarken, kadınların % 59,5 gibi bir çoğunluğu göç kararının kendileri adına
başkaları tarafından alındığını belirtmektedirler (1999: 313). Böylesi bir dışlanmışlık
ise kadınların kendi başlarına göç sürecini kavramasını zorlaştırmakta, kadınların
anlam arayışını daha da yoğunlaştırmaktadır.
Kadınların yaşadıkları karşısında geliştirdiği yeni anlam arayışları bazı
kadınların politik bir hayat içine girmesine de neden olmuş olabilir. Çünkü görüşme
yapılan kadınlardan bazıları kendilerinin Van’a göç ettikten sonra Kürtleri temsil
ettiğine inandıkları partinin faaliyetlerine katıldıklarını itiraf etmektedirler. Hatta
kadınlardan bazıları açıkça silahlı illegal örgütün yürüttüğü mücadeleyi, dağa
çıkmayı ve söz konusu örgütün başkanını desteklediklerini söylemektedirler. Böylesi
bir yaklaşım Frankl’in (1995) “İnsanın Anlam Arayışı” çalışmasında verdiği örneğe
benzemektedir. “II. Dünya Savaşı’nda toplama kampında hapsedilen Frankl, her
şeylerini kaybeden, açlık ve soğukla pençeleşerek her an imha edilmeyi bekleyen
insanların,
hayatı
sürdürmeyi
bir
değer
olarak
gördüklerini
müşahede
etmiştir.”(aktaran Küçükcan, Köse, 2000: 65). Burada da kadınlar politik
nedenlerle yerlerinden edilmeleriyle birlikte kaybettikleri anlamı, inadına politik
yaşamın içine girerek sanki yeniden kazanmaya çalışmaktadırlar.
- 46 -
3.2. KADINLARIN GÖZÜYLE GÖÇ ÖNCESİ ve GÖÇ SONRASI YAŞAM
Yapılan görüşmelerde kadınların bazı konularda geçmiş ile bu günü, buna
bağlı olarak da Hakkâri’de yaşamak ile Van’da yaşamayı karşılaştırdıkları
gözlenmiştir. Bu sebeple bu bölümde kadınların görüşmeler sırasında dün ve bu günü
karşılaştırdıkları konulara değinilecektir. Burada amaç göçle birlikte kadınların tüm
yaşamlarında ve hayatı algılamalarında ne gibi değişimlerin yaşandığını bir parça da
olsa anlayabilmektir.
3.2.1. KADINLARIN YAŞAMI EKONOMİK AÇIDAN DEĞERLENDİRMESİ
Görüşme yapılan kadınlar öncelikli olarak köydeki hayatlarıyla Van’daki
hayatlarını maddi açıdan karşılaştırma yoluna gitmişlerdir. Kadınların böylesi bir yol
izlemelerinin en büyük nedeni ilk olarak kendilerine yardım yapılacağını
zannetmeleridir. Oysa görüşmeler için aracı olan kimseler görüşmeleri kabul eden
kadınları bu konuda önemle bilgilendirmiştir. Bunun yanı sıra kadınlarla görüşmeye
başlamandan önce de bu konuda kendileriyle konuşulmuştur. Buna rağmen bazı
kadınların kendilerine yardım yapılacağı ümitlerini görüşmeler boyunca sürdürdüğü
kaset kayıtlarının tercüme edilmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Görüşmelerdeki
kayıt işlemi sonlandırıldıktan sonra bazı kadınlar ısrarla nüfuz cüzdan bilgilerini
almamızı, bazıları ise tam ayrılırken yine de yardım yapılırsa kendilerini
unutmamamızı diretmişlerdir. Böylesi bir beklenti ise görüşmeler sırasında
konuşmaların hep maddi konular üzerinde ilerlemesine neden olmuş, bu durum da
bize kadınların belli konularda abartabileceği ihtimalini düşündürtmüştür. Özellikle
bazı görüşmelerde hanenin köyde sahip olduğu hayvan sayısıyla ilgili olarak tüm aile
fertlerinin farklı sayılardan bahsettiği gözlenmiştir. Ancak şu bir gerçektir ki bu
insanlar köylerinde yaşarken çok sayıda hayvana, tarla ve bahçeye sahipken Van’a
göç ettikten sonra ücretli işçi olarak çalışmak zorunda kalmışlardır. Ancak birçok
nedene bağlı olarak bu insanların birçoğu karın tokluğuna bile olsa çalışacak bir iş
bulmakta zorlanmışlardır.
- 47 -
3.2.1.1. Göç Öncesi Ekonomik Yaşam
Görüşme yapılan kadınlar sürekli olarak köylerinde ekonomik açıdan daha
rahat bir hayat sürdüklerine vurgu yapmaktadırlar. Bunun yanı sıra kadınlar kendi
ürettikleriyle, paraya ihtiyaç duymadan geçinebildiklerini, ayrıca köyde herkesin
birbirine bu anlamda yardımcı olduğunu da belirtmektedirler. Sadece tek bir
görüşmeci Van’daki yeni hayatlarından bahsederken her şeyin burada daha güzel
olduğunu, maddi durumlarının da burada düzeldiğini anlatmaktadır. Bilgili, Aydoğan
ve Güngör’ün çalışmasında göçmenlere göçten önceki sosyo-ekonomik durumlarını
bu gün ile karşılaştırmaya yönelik olarak “buraya gelmeden önce geliriniz geçiminizi
karşılıyor muydu?” sorusu sorulmuştur. Bilgili, Aydoğan, Güngör kadınların %
96’sının bu soruya olumlu yanıt verdiklerini belirtmektedirler. (1996: 329).
Kadınlar Hakkâri’de maddi olarak daha iyi yaşadıklarını anlatsalar da çok
fazla çalışmaları nedeniyle oradaki hayatın zorluklarına da değinmektedirler. Bir
anlamda Hakkâri’de paraya ihtiyaç duymadan yaşamanın verdiği rahatlığın yanı sıra,
kadın olarak çok fazla çalışmanın verdiği sıkıntı da söz konusudur. Mesela Hiyal;
“köyde elektrik, su parası yoktu. Komşular bize süt veriyordu. Köyde geçimimizi
sağlayabiliyorduk. Sebze, meyve parasızdı. Komşular bahçelerde yetiştirdiği şeyleri
parasız veriyordu. Geçim köyde daha kolaydı… Odunlar parasız, su-elektrik bedava.
Odunları üst üste yığardık da hepsi bedavaydı” diyerek geçmişte paraya ihtiyaç
duymadan ve başkalarının da yardımıyla rahatlıkla geçinebileceğini anlatmaktadır.
Nasibe ise; “keşke köyümüze dönseydik, hiç değilse odun satıyorduk, istediğimiz
kadar odun yakıyorduk. Suyumuz bedava, elektrik bedava. Kendimize 2 hayvan
yetiştiriyorduk, tarlayı sürüyorduk” diyerek Hiyal’le aynı özlemi paylaşmaktadır.
Ancak bunun yanı sıra “Allah’ıma Allah’ıma bu kızım benim ilk çocuğum. Vallah
doğduğunda 6 günlüktü ben onu kucağıma alarak kundaktayken ağabeyim ve
kocamla yaylaya gittik. Biz gittik tam 1 ay yaylada kaldık. Koyuna ot biçiyorduk.
Kocam tekti; kimi kimsesi yoktu, erkek kardeşi kimsesi yoktu. Kundağını alıyordum
tek çöle düşüyordum. Gece gündüz çöldeydik. Bu kızım çölde büyüdü. Çöllerde cin
çarptı deliye döndü. Gene de geçiniyorduk” derken diğer taraftan köyde ne kadar çok
zorluk çektiğine de değinmektedir: “Biz çok rezillik çektik. Akşam olunca ben,
- 48 -
kocam o kadar yoruluyorduk, o kadar yoruluyorduk kocam yatıyordu, ben
yatıyordum, çocuğum ağlardı; çocuğuma bakmaya korkuyordum. Sabaha kadar
çocuğum kucağımdaydı. Hiç yol yoktu, hiç ev yoktu, çöldü. Yarabbim, Allah’ım
ayılar gelecek bizi yiyecek korkusu vardı.” Nasibe eşiyle birlikte 15 günlüğüne
hayvanlara ot kesmeye gittiğini anlatırken eşinin erkek akrabaları olmadığı için
kendisinin bu işleri yapmak zorunda kaldığını söylüyor. Nasibe erkek işi olarak
görülen işlerde de çalıştığını söylemeye çalışırken şöyle bir anlatımda daha
bulunuyor: “Ben de ot biçiyordum orakla. İnanmıyorsan orağı göstereyim, yanımda
onu da getirmişim. Vallahi ben pantolon giyerdim. Vallahi akşama kadar ot
biçiyordum.” Böyle zamanlarda çok çalıştığını, korktuğunu söyleyen Nasibe ot
biçtikleri bu yeri tanımlarken orayı çöl diye adlandırmaktadır. Orasını “çöldü” diye
anlatarak, “o çölde çocuğu yalnız bıraktım” diyerek de dertlenmektedir. Hatta akli
dengesi yerinde olmayan kızının hastalığını da çölde onu yalnız bırakması sonucu
cinlerin çarpmasına bağlamaktadır. Arkasından Nasibe bu söyledikleriyle tamamen
çelişen bir ifade kullanmaktadır. Gittikleri bu çölde çadır benzeri bir şey
kurmadıklarını, bunun yerine eşyalarını ve çocuğunu bir ağacın altına bıraktığını
söyledikten sonra “vay dünya… Siz gelip görseydiniz o köyü nasıl bırakıp
geldiğimizi sorardınız” diyerek tamamen farklı bir söylem içerisine girmektedir.
Cümlesinin başından itibaren ne kadar zor şartlarda yaşadıklarına ve çalıştıklarına
vurgu yapan Nasibe cümlenin sonunda bu söyledikleriyle tezatlık oluşturacak
bambaşka bir cümle söylemektedir.
Geçmişi anımsarken olumlu ve olumsuz düşüncelerin birbiri içerisine
girdiğini gördüğümüz başka görüşmeler de mevcuttur. Kadınlar bir taraftan köy
hayatını olumlu hatırlarken diğer taraftan köy hayatını tamamen farklı bir biçimde
yorumlamaktadırlar. Mesela Güzel; “köyün hiç hoşluğu yoktu. Biz akşama kadar
çalışıyorduk; ekmek pişiriyorduk, koyunlara bakıyorduk” diyerek konuşmasına
başlamasına rağmen kendisine “burası daha mı iyi diyorsun?” diye sorulması üzerine
köyü tamamen farklı bir açıdan değerlendirerek bambaşka bir cevap vermektedir:
“Hayır köy daha iyiydi. Kimse çalışmıyor biz açız. Kimse çalışmıyor, bir maaşımız
yok. Çocuklarımın hepsi küçük. Metin vardı burada çocuklarıma bakıyordu, Metin
de kaza yaptı çalışamıyor.” Metin olarak bahsettiği kişi henüz askerlik yaşına
- 49 -
gelmemiş olmasına rağmen evli ve bir çocuk babası olan oğludur. Güzel,
konuşmasının başka bir yerinde yeniden köyün güzel taraflarından bahsediyor.
Bahsettiği şeyler bir önce söylediklerini tamamlar nitelikte. Burada yine köyü maddi
olanaklar açısından değerlendiriyor: “Ramazanda büyük bir öküz kesiyorduk.
Ramazan bitinceye kadar kendimize koyun kesiyorduk. Ama burada bir şey yok.
Köydeki hayatımız daha güzeldi. Biz davar yetiştiriyorduk, koyun yetiştiriyorduk, ot
biçiyorduk. Bol bol ağaçlarımız vardı. Yiyeceklerimizi temin ediyorduk. Pek fazla
bir
şey
satın
almıyorduk.
Buğdayımızı,
unumuzu,
sebzemizi
kendimiz
yetiştiriyorduk. Fakat burada her şeyi satın alıyoruz. Köyümüzde ev ve arsalarımız
vardı, eşya vardı. Çocuklarımıza daha iyi bakıyorduk.”
Kadınlar Hakkâri’yi anlatırken maddi açıdan şu andaki durumlarından çok
daha iyi olduklarına devamlı olarak vurgu yapmaktadırlar. Mesela Şirin; “Biz çok
zengindik. Birçok köy var, Feraşin. 30’a yakın köy vardı, çok güzel bir yaylaydı. 500
tane koyunumuz vardı. Biz süt sağardık, birçok atla köye getirirdik” derken,
Gülbahar; “Orada koyunlarımız vardı, durumumuz iyiydi onları özledim” diyerek
eskiyi anmaktadır. Yine Meryem eskiyi anlatırken özellikle kendi ürettikleri
sayesinde rahat bir şekilde geçinebildiklerini vurgulamaktadır. “Orada halimiz çok
çok iyiydi. Peynirimiz, yağımız, ekmeğimiz her şeyimiz vardı. Koyunlarımızı
sağardık, yoğurt yapardık, peynir yapardık.” Halime ise köy yaşantısını iki açıdan ele
almaktadır. Ona göre kadın için köydeki hayat daha güzeldir. Ancak bunu dedikten
hemen sonra şunları da eklemektedir: “Evet; eskisi gibi olursa köy hayatı güzeldir.
Şehir hayatı da güzeldir. Fakat mesela biz önceden peynir tutardık, yağ tutardık, süt
toplardık ama şimdi gözümüz erkekte; acaba eve bir poşetle gelecek mi? Maddi
olanaklar yok şimdi, yoksa güzeldir.” Halime’nin değerlendirmesi de burada yine
maddi temellere dayanmaktadır. Lalehan da
yine eskiyi
aynı
bağlamda
değerlendirmektedir: “İyiydi her şeyimiz vardı. Koyunlarımız, arazilerimiz vardı.
Orası daha güzeldi. Yoğurt tutardık, yoğurttan yağlı ayran yapardık. Bol bol et vardı.
Mecburiyetten buradayız, yoksa köy hayatı daha güzeldi. Orada etimiz, yoğurdumuz,
peynirimiz her şeyimiz vardı. Bolluk içindeydik. Çok çocuk yapmamız sorun
olmuyordu. Ama burada çocuk yapmayın bakamıyorsunuz diyorlar. Burada her şey
parayla orada her gün et yiyorduk, burada haftada 1 gün anca yiyebiliyoruz. Köyde
- 50 -
canımız et istediğinde hemen bir koyun keser günlerce yerdik.” Burada Lalehan et
yiyememekten yakınmaktadır.
Hakkâri’de geçimin hayvancılığa dayanması ve iklimin çok çeşitli sebze ve
meyve yetiştirmesine imkân vermemesi nedeniyle genel olarak tüketilen yiyecek
maddesi ettir. Ancak göçmenler Van’a yerleştikten sonra yıllardan beri alıştıkları
temel tüketim gıdaları olan eti çarşıdan parayla almak zorunda kalmışlardır. Oysa
köylerinde kendi yetiştirdikleri ve ürettikleri hayvanların etlerini tüketmeleri çok
daha ucuza gelmektedir. Bu sebeple oldukça zor şartlarda yaşayan bu insanlar için
köylerinde bolca yedikleri eti Van’da bulmak neredeyse hayal oluştur.
Lalehan yukarıda Hakkâri’de bolluk içinde yaşadıklarını anlatmanın yanı sıra
çok önemli bir başka meseleye daha değinmektedir. Görüşülen ailelerde çocuk sayısı
oldukça fazladır. Kadınların erken evlenmeleri, kısa zamanda çocuk sahibi olmaları
ve geç yaşlarda da korunmamaları ailelerin çocuk sayısının oldukça fazla olmasına
neden olmaktadır. Lalehan köydeyken çok çocuk sahibi olmanın sorun yaratmadığını
ancak burada artık insanların onlara “çocuk yapmayın bakamıyorsunuz” dediklerini
söylemektedir. Güzel de Lalehan’a benzer bir şekilde köydeyken çocuklarına daha
iyi baktıklarından bahsetmektedir. Gerçekten de bu aileler Van’a göç ettikten sonra
içinde bulundukları sosyo-ekonomik durum nedeniyle fazla sayıdaki çocuklarına
bakmakta zorlanmaktadırlar. Köyde yaşarken aile bir üretim birimiyken artık Van’da
üretici olmaktan çıkmış tamamen tüketici konumuna geçmiştir. Bu durum çocuklar
için de geçerlidir. Şöyle ki; köydeyken ailenin maddi üretimine katkıda bulunan
çocuk pratik olarak aileye bir girdi de sağlamaktadır. Oysa burada aile bir üretim
birimi olmaktan çıkarken çocuklar da aile için üretici olmak yerine ailede tüketici
duruma geçmişlerdir. Ailenin maddi üretimine katkı sağlayamayan çocuk bu
geldikleri yeni yerde okula gitmek zorundadır. Bu durum da ailelerin artık çocuk
algısını değiştirmelerini zorunlu kılmaktadır.
Yapılan görüşmelerin içerisinde tek Türkçe görüşme Nezahat’le yapılmıştır.
Türkçe’yi Van’a göç ettikten sonra öğrenen Nezehat geçmişi birçok açıdan detaylı
bir şekilde anlatmaktadır. Bütün anlattıklarının yanı sıra o da diğer kadınlar gibi
- 51 -
köydeki maddi hayata değinmiştir. Nezehat; “köyde sadece erkekler koyunla
uğraşıyordu. Buradaki işleri bilmezler ki. Orda öyle bir şey yoktu. Ya unumuz
bitecek, ya elbiselerimiz yoktu, ya çocuklar beyle kalacak, ayakkabı yoktu… Yani o
zaman bütün erkeklerin elinde koyunlar vardı. Yani bakkal nedir, dükkân nedir biz
bilmiyorduk? Orda zaten öyle şeyler de yoktu, köydü işte” derken köyde bolluk
içerisinde yaşadıklarını söylemekte, aynı zamanda da köydeki ile Van’daki
ihtiyaçların nasıl birbirinden farklı olduğunu anlatmaya çalışmaktadır.
Anlatılanlardan da görüldüğü gibi kadınlar için Hakkâri öncelikli olarak
ekonomik refahla anılan bir geçmiş olarak karşımıza çıkmaktadır. Bazı kadınlar
buradaki hayatı sevse de eskiden kendi kendilerine yeten bir ekonomiye sahip
olmaları nedeniyle geçmişi özlemektedirler. Bu özlem bize burada kadınların ve
ailelerin maddi anlamda büyük bir sıkıntı içerisinde olduğunu bir kez daha
göstermektedir. Görüşmelerin kadınların evlerinde sürdürülmesi bu ailelerin
yaşadıkları mekânların ve fiziksel çevrelerinin de yakından gözlenmesine olanak
sağlamıştır. Bu konuda yapılan gözlemler başka bir bölümde daha detaylı bir şekilde
anlatılacaktır. Ancak ailelerin Van’a göç ettikten sonra maddi olarak zor bir hayat
sürdükleri bir gerçektir.
3.2.1.2. Göç Sonrası Ekonomik Yaşam
Özel sektörün neredeyse hiç yatırımda bulunmadığı, sanayileşmenin sınırlı
olduğu bir yer olan Van, işsizliğin çok yoğun olarak yaşandığı şehirlerimizden bir
tanesidir. İşsizliğin yoğun olarak yaşandığı bu şehre göç etmek zorunda kalan bu
insanlar içinse burada çalışacak bir iş bulmak daha da zordur. Çünkü köy yaşamında
hanelerin maddi olarak geçimlerini sağlayan beceriler burada herhangi bir işe
yaramamaktadır. Van’a göç ettikten sonra erkeklerin bir kısmı satabildikleri
hayvanlarının parasıyla küçük bir bakkal dükkânı açmış, ancak bir kısmı da
dolandırılmıştır. Az bir parayla şehre geldikten sonra kendileriyle ortak olmayı teklif
eden bazıları tarafından dolandırılarak paralarından da olan bu insanlar maddi olarak
geçimlerini sağlayacak herhangi bir iş de bulamamışlardır. İlkkaracan ve
İlkkaracan’ın da belirttiği gibi, “evlerini, mallarını, geçim olanaklarını kaybeden bu
- 52 -
insanlar için göç maddi bir kayıp olup yeni mekânda iş bulamamak bu kayıp
duygusunu pekiştirmektedir. Göçerlerin kent ortamında geçerli olan beceri ve
bilgilerle donatılmış olmamaları da yaşamlarını son derece zorlaştıran bir diğer
etkendir.”(1999: 310).
Hane reisinin gelinen bu yeni yerde iş bulamaması hanenin geçiminin genç
erkek evlatların ve kadınların sırtına binmesine neden olmuştur. Ancak çok kalabalık
olan bu hanelerde masraflar da köydekinden daha fazladır. Artık geçimlik düzeyde
de olsa herhangi bir üretimde bulunulamamakta, bunun yanında çocukların burada
okula gitmesiyle masraflar da artmaktadır. Bu yüzden bazı evlerde çocukların bir
kısmı okuldan kalan vakitlerinde çalışmakta, bir kısmı da belli bir yaştan sonra
okuldan ayrılarak çalışmaya başlamaktadırlar. Bilgili, Aydoğan ve Güngör’ün
çalışmasında da hanenin geçiminin çocuklar tarafından sağlandığı yönünde cevap
verenlerin oranı % 15’dir (Bilgili, Aydoğan, Güngör, 1996: 331). Ayrıca, Başak
Sanat ve Kültür Vakfı İstanbul’a aynı nedenlerle göç eden ailelerin çocuk ve
gençleriyle yaptığı çalışmada, ailelerin yeni yerleşim yerinde ekonomik zorluklar
yaşadıklarını, bu ailelerin ekonomik zorlukların üstesinden gelebilmek için çocuk ya
da
gençlerini
okuldan
alarak
işe
yerleştirdiklerini
belirtmiştir
(www.
basaksanatvakfi. org. 05.10.2004).
Altuntaş ise Ankara sokaklarında çalışan çocuklarla yürüttüğü çalışmasında,
zorunlu göç ile yoksulluk ve sokakta çocukların çalışması/çalıştırılması arasında
önemli bir bağlantı olduğunu göstermektedir: “Göç, geçmiş birikim, sermaye veya
beceri yoksunluğuyla birleşince, kente tutunamamak anlamına gelmektedir. Bu,
kente tutunamayan ailelerin yerel çözümlere başvurmalarına yol açar. Bu çözümler
içinde çocukların çalıştırılması ağırlıklı yer tutar.”(Altuntaş, 2003: 40). Benzer bir
şekilde zorunlu göçün farklılıklarına değinen Altuntaş, ailelerin göç etmek zorunda
kaldıkları bu yeni yerlerde,
ihtiyacı olan maddi ve kültürel sermayeye sahip
olmadıklarını vurgulamaktadır. Oldukça kalabalık olan bu ailelerde çocukların eğitim
masraflarının da karşılanamaması nedeniyle okula gitmediklerini, bunun yerine
ailenin geçimini üstlendiklerini belirtmektedir. Çocukların ailenin geçimine katkı
değil yukarıda bizim de söylediğimiz gibi ailenin geçimini tamamen üzerine alması
- 53 -
söz konusudur. Bu durumun ise çocukların okulla olan bağının kopmasına neden
olurken,
aynı
zamanda
ailenin
ve
değerlerinin
çözülmesi
sonucunu
da
doğurmaktadır. Çünkü; “çalışan çocuk daha baştan, onu çalışmaya zorlayan aile ve
geçim baskısı ile öğrenme isteği ve gereksinimi arasında parçalanır. Her ikisi de
zaman gerektiren bu iki karşıt etkinliği uzlaştırma arayışı, bu dayanılmaz gerilimin
okulun sonsuza dek terk edilmesiyle çözümleneceği güne değin sürer.” (Boidin,
1995: 18’den aktaran Altuntaş, 2003:47).
Çocukların
çalışmaya
başlaması
sonucunda
ise
hanenin
geçimini
sağlayamayaz hale gelen baba artık eskiden olduğu gibi otoritesini devam
ettirememektedir. Çünkü; “baba cahil, işsiz ve çalışmayandır; güvenilir olmadığı gibi
çocuklar tarafından da hakir görülmektedir.” (Altuntaş, 2003: 52). Altuntaş
otoritesini
kaybeden
baba
figürünün
yerini
ise anne
figürünün
aldığına
değinmektedir: “Denilebilir ki, göç süreciyle birlikte eski gücünü ve otoritesini
kaybeden baba figürü, göç sonrası güçlenen anne figürüyle yer değiştirmiştir.
Kadınlar, gündelik hayatın düzenlenmesinde, resmi kurumlarla ilişkilerde, çocukların
ev-okul sorumluluklarını üstlenmede babadan öndedirler”(Altuntaş, 2003: 71).
Ancak artık kadınların birçoğu ekonomik olarak kocalarına değil erkek çocuklarına
bağımlı hale gelmiştir. Bu nedenle bu hanelerde otoritenin sadece anneye
geçmemesi; anne ile hanenin geçimini sağlayan erkek evlat arasında paylaşılması
muhtemeldir. Görüşme yapılan kadınlardan biri olan Hiyal’in de ilkokula giden 2
oğlu sokakta peçete satarak ailelerini geçindirmeye çalışmaktadır. Benzer bir şekilde
Nezehat’in en büyük 2 erkek çocuğu da ekonomik olanaksızlıklar nedeniyle çok
başarılı oldukları okullarını bırakarak çalışmaya başlamışlardır. Nezahat’in oğlu ilk
görüşmemizde seyyar bir tezgâhta gofret benzeri yiyeceklerden satarak aile bütçesine
katkı sağlamaya çalışıyordu. Ancak daha sonra belediyenin değişmesiyle diğer
seyyar satıcılar gibi tezgâhları bulundukları yerden kaldırılmıştır. Böylece oradan
gelen çok az para da ortadan kalkmıştır.
Bu ailelerde yaşanan yoksulluk sadece çocukların değil, kadınların da
hanenin geçimine katkı sağlayacak çözümler bulmasını zorunlu hale getirmektedir.
Mesela Hiyal sadece iki çocuğunun çalışmasının yetmemesi nedeniyle kendisinin
- 54 -
Ramazan’da şehre giderek Zekât topladığını söylemiş ve şunları anlatmıştır:
“Ramazan ayında ben yetimlerin elinden tutuyorum dükkân dükkân geziyorum.
Benim elimde bir sürü yetim var yardım edin diyorum. Ben onlara hatırlatıyorum
Zekât Allah’ın malıdır, bu görevinizi yerine getirin diyorum... Benim yardım
toplamam sadece Ramazan’dadır. Başka bir zaman gidip istemem, ben dilenci
değilim. Evimizde oturup sabretmeye çalışıyoruz. Bu işi 2 senedir yapıyoruz.
Önceden böyle bir şeyi kendimize yakıştıramıyorduk. Bu da Ramazan’ın
bereketindendir, insanı dilenci konumuna düşürmez. Ramazan dışında böyle bir şey
yapmayız. Ben bir tane insana denk geldim. Her yıl hacca gidiyor. Bana belli
zamanlarda zaruri ihtiyaçlarımı karşılayacağını söyledi. İyi bir insan her yıl hacca
gidiyor. Allah ona öyle vermiş ki o her yıl hacca gidiyor.” Görüldüğü gibi Hiyal
kendisinin sadece ramazanda çarşıya gidip para istediğine önemle değinmektedir.
Özellikle Ramazan’da istemesinin nedeni ise bu insanlar arasında Ramazan’da
yapılan yardımların daha çok sevap getireceğine olan inançtır. Bu anlattıklarının yanı
sıra Hiyal evindeki bazı eşyaların da başkaları tarafından verildiğine, bazılarından
altın ve para yardımı aldığına da önemle değinmektedir. Çünkü Allah’tan korkması
nedeniyle kendisine yardım yapanları anlatması gerektiğine inanmaktadır. Bilgili,
Aydoğan ve Güngör’ün çalışmasında da benzer bir şekilde göçmenlerin % 17’si
halktan bazı kimselerin yardımını aldıklarını ya da dilendiklerini ifade etmişlerdir
(1996: 331).
Köylerinde kendilerine yetecek bir ekonomiye sahipken Van’a göç ettikten
sonra başkalarının yardımına muhtaç hale gelmeleri kadınları çok üzmektedir.
Köydeyken kendi ürettikleriyle geçinmeye alışan bu kadınlar Van’a göç ettikten
sonra da hanenin geçimine katkıda bulunmak için çabalamaktadırlar. Nasibe de yine
bu çaba içinde olan kadınlardan bir tanesidir. O da yine Hiyal gibi Ramazan ayında
şehre giderek Zekât toplamanın yanı sıra, her yaz başkalarının köylerinde ot biçmeye
gittiğini; bunun karşılığında, süt, peynir, yoğurt ve kendi ineği için ot aldığını
anlatmaktadır. Nasibe için inek beslemek çok önemlidir, çünkü onun sütünü mutlaka
değerlendirmektedir. Van’a göç ettikten sonra ailesinin geçimini sağlamak için neler
yaptığını şöyle anlatmaktadır: “Burada fakirlik var, yokluk var, burada da ne maaştır,
ne mülktür, ne koyundur, ne davardır, ne iştir. Hiç iş yok, iş yok, çalışmak yok…
- 55 -
Ben her yaz başka bir köye gidiyorum. İşte süttür, yoğurttur, peynirdir, getiriyorum.
Çünkü onlara para veremiyoruz. Her yaz ot toplamaya da gidiyorum.” Bunun
karşılığında para alıp almadığını sorduğumuzda ise şöyle cevap vermektedir: “Bazı
yerlerde kendim için yapıyorum, hayvanlarım için getiriyorum, gidip topluyorum
bana hayrına veriyorlar. Başkalarına yardım ediyorum ot biçmekte, toplamakta.
Onlardan kendime de ot getiriyorum. Ramazan’da da bazıları bana Zekât veriyor.
Merkeze gidip Zekât topluyorum. Hep ben gidiyorum merkeze. Benim kumam
merkeze gitmesini bilmiyor. Hepsine ben bakıyorum, aileye ben bakıyorum.”
Gerçekten de Nasibe eşinin çok yaşlı ve hasta olması nedeniyle evin yükünü sırtına
almış bulunmaktadır. Evde evli, biri henüz askere gitmemiş ve diğeri yeni askerden
dönmüş, 2 tane erkek evlat olması Nasibe’nin sırtındaki yükü hafifletmemektedir.
Çünkü her ikisi de herhangi bir işte çalışmamaktadır.
Nezehat de kadınların sırtına burada daha çok yük bindiğini ifade etmektedir.
Van’a göç ettikleri ilk zamanlarda kocasının çalışmadığını, kendisinin kilim yapıp
satarak geçindiklerini şöyle anlatmaktadır: “O zaman da erkeklerin hiçbir işi yoktu,
mesleği yoktu. Tabi ki burada bütün yük kadınların sırtına bindi. Yani ben dedim
bazen; akşamdan sabaha kadar uyumayacağım, belki bu kilimi azıcık yapsam, çabuk
kesse paramızı alacağız, bir ihtiyacımız olsa o yani falan. Yani biz böyle değiştik.
Orda öyle bir şey yoktu. Unumuz bitecek, ya elbiselerimiz yoktu, ya çocuklar böyle
kalacak, ayakkabı yoktu… Yani erkeklerin hepsinin o zaman elinde koyunlar vardı.
Biz bilmiyorduk yani bakkal nedir, dükkân nedir? Orda zaten öyle şeyler de yoktu,
köydü işte. Buraya geldik baktık başka bir dünya, her şey para. Öyle sabah evden
çıkıyorduk Allah’ım Yarabbim; bu gün çocuklarımıza ben ne yedireceğim, ne
vereceğim? Gerçekte o para da kalmadı. Böyle değişik hayat gördük. Buradaki hayat
oradaki hayat bambaşka, çok farklıydı.” Nezehat köyde öğrendiği otlarla ilaç yapma
ve masajla tedavi yöntemini Van’a geldikten sonra da sürdürmektedir. Ancak köyde
bunları başkalarına yardım olsun diye yaparken Van’da artık bunları para karşılığı
uygulamaktadır (bakınız foto:1). Hatta onun bu marifetleri ailenin geçimini sağlayan
tek ciddi kaynaktır. Ayrıca Nezehat kendi emeğiyle para kazanabildiği, sadece kocası
ve çocuklarıyla çekirdek aile olarak yaşamını devam ettirdiği için diğer görüşme
yapılan kadınlara göre nispeten daha iyi bir yaşam sürmektedir. Onun para kazanıyor
- 56 -
olması kendisine ve hayata daha güvenle bakmasına neden olmaktadır. Bu durum
onun ümidini yitirmemesine engel olurken, hayatta başka meseleler üzerine de
düşünmesine olanak sağlamaktadır. Nezehat bu durumu kendi sözleriyle şöyle
özetlenmektedir: “Ben çok fark ediyorum. Şimdi mesela kadınlar bize geliyor, bazen
ben kendi kendime diyorum peki mesela bu doktorluk benim elimden gelmeseydi
ben çocuklarıma göre ne yapardım? Eyi Allah büyüktür, yani Allah her şeye doğruyu
veriyor. Yani ben bazen bakıyorum Allah’ım bu gün kimse gelmese… İyi ilaç
yapıyorum gerçekten; 1 pede, 2 pede 5 milyon yahut 4 milyon, ya ilaca göre. Yani
ben böyle değişik hayat gördüm… Evet, mesela ben kendim diyorum mesela ben
kendim maşallah hiçbir zaman ben zorluk görmeyeceğim. Çünkü ben sürekli
doktorluk yapmasam hırsızlık yapacağım. Ben böyle düşünüyorum. Ben kimseye
Allah’ın izniyle muhtaç olmayacağım. Ellerim sağ olurken ben kimseye muhtaç
olmak istemiyorum. Yani mesela başka kadınlar vardır yani onların elinde öyle bir
kuruş yoktur. Hala da ağlıyor keşke köyde bana işkence verseydi ben bu hale
gelmeseydim, ben Van’daki hali görmeseydim, mesela ben rezil oldum-elbise
yoktur. Yani ben toplumda böyle insanları görüyorum. Herkes benim gibi becerikli
değil, ee bütün kadınlar öyle değil. Bazı kadınlar var hiç el işi bilmiyor. Mesela ne iş
varsa dünyada ben kendime diyeceğim, yani el işi hemen gözüme çarpsa ben bu el
işini yapacağım. Keşke bütün kadınlar böyle olsa, yani öyle iyidir. Onun için onlar
hala tabi erkeklere muhtaçtır, fikrini değiştirmemiş. Mesela ben kendi elimle
kazanıyorum,
yani
o
kadar erkelere muhtaçlık
çekmiyorum.”
Nezehat’in
konuşmasında da görüldüğü gibi o geleceğe daha güvenle bakarken, aynı zamanda
kadın olmak üzerine de düşünmektedir. Bunun yanı sıra kendisi gibi para
kazanamayan ve maddi sıkıntı içinde yaşayan kadınların köyden göç ettikleri için ne
kadar acı çektiklerine de değinmektedir. Bu anlatılanlar bize, daha önce de
değinildiği gibi kadınların köyü, burada maddi olarak sıkıntı çekmeleri nedeniyle
özlediklerini bir kez daha göstermektedir.
Kadınlarla görüşmelerde Van’da yaşamakla ilgili sohbetler genel olarak
maddi konular üzerinde odaklanmaktadır. Kadınlarla sürdürülen görüşmeler bir süre
sonra ailelerin Van’a geldikten sonra maddi olarak ne büyük sıkıntılar çektikleriyle
ilgili bir konuşmaya dönüştürmektedir. Kadınların bu tercihi ise bazı görüşmelerin
- 57 -
bir kısır döngü içinde sürmesine neden olmuştur. Hatta bazı görüşmelerde hep aynı
konulardan bahsedilmesi, daha farklı ve derinlemesine sohbetlere girilememesi
görüşmelerin ana problemlerindendir. Görüşmelerin Kürtçe sürdürülmesi nedeniyle
bu türden sorunlar ancak kasetlerin deşifre edilmesi sonucunda ortaya çıkmıştır.
Ancak görüşmelerin verimliliğini düşüren bu döngü kadınlar için oldukça önemli bir
sorundur. Gerçekten de bu aileler göç ettikten sonra geçinebilmekte oldukça
zorlanmaktadırlar. Çünkü “köyün, düzenli gelir olmasa da, sunduğu yaşam
olanaklarının yerini kentin kurumsallaşmamış emek piyasası almış ve her halükarda
düzenli bir gelirin koşul olduğu bir yaşam seyrine dönüştürmüştür. Altuntaş’ın da
belirttiği gibi kurumsallaşmamış bu emek piyasası içinde erkekler iş bulma olanağı
yakaladığı oranda çalışmaya başlarken bu olanaklar kadınlar için büyük ölçüde
mümkün olamamıştır.” (www. bianet. org. 02.08.2003). İpek ve Pınar İlkkaracan’ın
göçün maddi duruma etkisi üzerine yaptıkları ankete göre maddi durumum bozuldu
diyen kadınlardan % 71,1’ini güvenlik nedeniyle göç eden kadınlar oluşturmaktadır
(1999: 318). Başak Sanat ve Kültür Vakfının İstanbul’da yaptığı çalışmada da
“zorunlu göçün üzerinden 10-15 yıl geçmesine rağmen pek çok ailenin ekonomik
durumlarında
çok
fazla
bir
iyileşme
olmadığı
gözlemlenmiştir.”(www.
basaksanatvakfi. org. 05.10.2004).
Işık ve Pınarcıoğlu ise Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan 90’lı yıllarda
yaşanan zorunlu ve kitlesel göç hareketlerinin bu dönem boyunca kentlerde yaşanan
nöbetleşe yoksulluğu beslediğini belirtmektedir. Burada bahsedilen nöbetleşe
yoksulluk ise Işık ve Pınarcıoğlunun tanımlamasına göre “esas olarak kente önceden
gelmiş bazı grupların, kente daha sonradan gelen kesimler ile diğer imtiyazsız
gruplar üzerinden zenginleşmeleri, bir anlamda yoksulluklarını bu gruplara
devredebilmeleri sonucunu doğuran bir ilişkiler ağıdır. Bu anlamda nöbetleşe
yoksulluk, toplumun özellikle enformel kesimlerinin kendi aralarında kurdukları ve
birbirlerinin
üzerlerinden
zenginleşebilmelerini
sağlayan
eşitsiz
güç
ilişkileridir.”(2003: 155). Burada zorunlu göç nöbetleşe yoksulluğu besleyen bir
kaynak olarak gösterilmektedir. Ancak zorunlu göçün nitelikleri açısından, nöbetleşe
yoksulluğa katılımın farklılıklarına da değinilmektedir: “Öncelikle bu kesim,
kelimenin tam anlamıyla kente hazırlıksız göç etmek durumunda kalmıştır.
- 58 -
Öncekilerin tersine kent ile önceden tanışıklık kurmalarını sağlayacak herhangi bir
irtibata giremeyen Güneydoğulu kitle, kopuş niteliğinde bir göç süreci yaşamıştır.
Erder’in (1998b) haklı olarak travmatik adını verdiği bu göçle eğitimsiz, uysal ve
kentte karşılaşacaklarına kendisini hazırlama olanağı bulamamış büyük bir kitle
kentlere akmıştır. Işık ve Pınarcıoğlu’nun da belirttikleri gibi, “kente bir ölçüde
gönülsüz olarak ve en önemlisi kendi belirleyemediği koşullar altında akın eden bu
kitle, nöbetleşe yoksulluk sisteminin en altında yer almış ve diğer göçmen gruplar
hemen her durumda bu kitlenin dezavantajlarını sonuna dek kullanmıştır… Ama bu
kesim arasından da himayeci ilişkilerin yaygınlık kazandığı, ancak kendi varlık
koşullarını
değiştirebilme
gücünden
önemli
ölçüde
yoksun
olduğu
gözlenebilmektedir… Nasıl kent içi hareketlilik, sistemin kazananlarını üretmişse,
Güneydoğu’dan yaşanan kitlesel göç de sistemin kaybedenlerini yaratmıştır.”(2003:
173–174).
3.2.2. KADINLARIN GÜNDELİK YAŞAM DEĞERLENDİRMELERİ
Kadınlar Hakkâri’de yaşarken maddi üretimin içerisinde aktif bir şekilde yer
almaktadırlar. Ancak Van’a göç ettikten sonra hanenin yaşam ve üretim alanlarının
tamamen değişmesi sonucunda kadınların da gündelik yaşam pratiklerinde önemli
değişimler meydana gelmiştir. Hanenin Van’a göç etmesiyle birlikte temel geçim
kaynakları olan hayvancılığı burada sürdürememeleri, kendi tüketimlerini sağlayacak
üretimde bulunamamaları ve buna bağlı olarak pazara dayalı bir tüketim pratiğini
benimsemek zorunda kalmaları, kadınların gündelik yaşam pratiklerinin de
değişmesine neden olmuştur.
3.2.2.1. Göç Öncesi Gündelik Yaşam
Kadınların geçmişle ilgili anlatılarında köyde gün içerisinde yaptıkları
işlerden, bulundukları üretimlerden sıkça bahsetmiş olmaları, onların Van’a göç
ettikten sonra bu pratiklerinde ve alışkanlıklarında meydana gelen değişimlerden
oldukça etkilendiklerini göstermektedir. Hatta kadınlar bir taraftan köydeki işlerden
yakınırken diğer taraftan da burada bir şeyler yapamamaktan, maddi olarak ailenin
- 59 -
geçimine katkı sağlayamamaktan yakınmaktadırlar. Kadınların anlatımında köydeki
işlerin zorluğuna değinilse de yaptıkları bu işlerin onların geçimini sağlaması
nedeniyle olumlu bir anlamı da bulunmaktadır. Burada önemli olan bir diğer nokta
köydeyken kadınların hanenin geçiminde önemli bir rolü varken, Van’da bu rolün
oldukça
sınırlı
bir
hale
gelmesiyle
kendilerini
algılamalarında
yarattığı
değişikliklerdir.
Görüşme yapılan kadınların köyde yaşarken gün içerisinde mevsime göre
birbirini tekrarlayan türde çok çeşitli işlerle uğraştıkları görülmektedir. Kadınlar
hanenin geçimlik üretimine aktif bir şekilde katkıda bulunmaktadır. Bunun yanı sıra
geniş aile özelliği gösteren bu ailelerin içerisinde kadınların hepsinin bir görevi
bulunduğunu
söyleyen
Nezehat
sadece
yaşlı
kadınların
iş
yapmadığına
değinmektedir: “İşte sabah biz köyde kalkıyorduk; birisi giderdi koyun sağmaya, biri
o evlerin hepsini süpüreceksin, diğeri kilimle uğraşıyor. Yani herkesin bir işi vardı,
işleri belliydi. Kaynanalarla iş yapmak ayıptı. Onlar çalışmasın. Yani bu çocukları
büyütmüş, yeter çalışmasın.” Kadınların hane içindeki konumunu emek kullanımı
açısından Kandiyoti şu şekilde değerlendirmektedir: “Köylü hanesinde bir kadının
emek üretkenliği, hanenin yaşam döngüsüyle tamamen paraleldir. Yeni evlenen gelin
yaş-cinsiyet hiyerarşisinde en alttadır ve tarımsal üretimde çalışmanın yanı sıra su
taşımak gibi en ağır ev işlerini de o yapar. Gelinin konumu, erkek çocuk
doğurabilmesi ve yaşının ilerlemesiyle yükselir. Oğulları eve gelin getirdiğinde,
saygınlığının doruğuna ulaşır. Yalnızca işi hafiflemez, işlerin genç kadınlar arasında
dağıtılması ve düzenlenmesi gibi üretimin daha yönetsel kısımlarına bile katılabilir.”
(1997: 53).
Görüldüğü gibi köyde yaşarken kadınlar arasında bir iş bölümü
bulunmakta, bu da hane içerisinde her kadının belli bir görevi yerine getirdiği
anlamına gelmektedir. Van Bruinessen de yaptığı çalışmada benzer bir sonuca
varmıştır: “ev işleri evde bulunan tüm kadınlar arasında paylaşılır.” (Van
Bruinessen, 2003: 85).
Kadınların emek kullanımını kimlik ifadesi olarak
değerlendiren White (1999) emek sayesinde kadınların aile ve toplumsal gruplara
katıldığını ifade etmektedir. White’a göre, “kadınlar için emek, aile ya da cemaat
içinde grup aidiyetlerini tanımlayıp ifade ettikleri, dayanışma yarattıkları temel
toplumsal değiş tokuş aracıdır.” (1999:40). Emeğin kadınlar için bir kimlik yaratması
- 60 -
kadınların hanenin ve köyün üretim süreçlerine katılımını arttıran bir olgudur.
Kadınlar belli bir işbölümü içinde yapacaklarını planlamanın yanı sıra yaptıkları
işlerle birbirleriyle rekabet de etmektedirler.
Köyde yaşamın kapalı bir çevre içinde geçiyor olması, kadınların emek
süreçlerine aktif katılımları nedeniyle bir kimlik kazanmaları, birbirleriyle
iletişimlerinin kenttekinden oldukça farklı olması onların ev içerisinde yaptıkları bu
işlere bir anlam yüklemelerine de neden olmaktadır. Bu durumun kadınlar için adeta
bir yarış olduğunu Nezehat şu şekilde anlatmaktadır. “Yani yaptığı işi de zevkle
yapıyordu, sevinerek yapıyordu. Yarış gibiydi. Ha komşular bunu yapıyor, niye ben
yapmıyorum mesela? Benim komşum bir tane kilim yaptı, niye ben yapmıyorum.
Benim neyim eksiktir. Yarış yapıyorduk gerçekten yaa. Köyde koyun sağmaya
gittiğimizde ben giderim ondan daha tez, daha güzel bir şey yaparım. Ben ondan
önce gelip işimi bitireyim evimi, öyledir. Ev temizliği aynı öyle, ortalık katmak
birbirine aynı öyle. Mesela sen köye geldin, bizim komşumuz seni çağırdı, seni eve
davet etti. Niye, ne için ben bunu davet etmiyorum, benim neyim eksiktir. Ben de
bunu davet ediyorum.” Nezehat’in yukarıda anlattıklarından da görüldüğü üzere ev
işlerinde birbirleriyle rekabet eden kadınlar aynı zamanda misafir ağırlamakta da bu
rekabetlerini sürdürmektedir. Gelen misafiri ağırlamanın bir statü göstergesi olması
kadınların bu konuda daha çok rekabet etmesine neden olmaktadır. Köyde yaşarken
kadınlar Van Burinessen’in dediği gibi “Kürt misafirperverliği” nedeniyle evlerine
misafir gelmesinden, aynı erkekler gibi onur duymakta ve evlerini gelmesi muhtemel
misafire göre hazırlamaktadırlar. Oldukça kalabalık olan hanelerde bir de misafir
gelmesi ihtimali nedeniyle yemekler çokça pişirilmektedir. Bu yaklaşım köy içinden
gelebilecek misafirin yanı sıra, köyden yolu geçen herhangi bir misafir için de söz
konusudur. Ancak köye dışarıdan gelen misafirin ağırlanması meselesi toplumsal bir
mesele olup, ağırlanacak misafirin hangi evde ağırlanacağı sıkı bir denetim ve karar
verme mekanizmasına bağlı olarak belirlenmektedir. Genellikle köye gelen misafir
köyün en nüfuzlu kişisi tarafından ağırlanmaktadır. Dolayısıyla köye gelen misafirin
hangi evde ağırlanacağı kadınlar arası bir mesele olmaktan çok, kadınların
kocalarının köy içindeki itibarına bağlı olarak belirlenen ve tüm köyü ilgilendiren bir
iktidar meselesidir. Misafirlerin ağırlanması meselesi erkekler kadar kadınlar için de
- 61 -
anlamlıdır. Çünkü; misafir ağırlamaktan kaynaklanan iktidar, kocaları aracılığıyla
kadınların kendi aralarındaki hiyerarşide yerlerini belirlemesini sağlayan bir etkendir.
Belli bir işbölümü ve rekabet içinde işlerini sürdüren kadınların ve tüm köy
halkının mevsim dönümüne göre planlanmış işleri bulunmaktadır. Yalçın-Heckmann
çalışmasında üretimin ve emek kullanımının mevsimsel döngüsü başlıklı ekte bu
konuya etraflıca değinmiştir (2002: 357). Bu bölümde de görüleceği gibi
hayvancılığa dayalı bir üretim ve örgütlenme biçimi içerisinde olan köy halkı kış
mevsimini köylerinin içinde, yazları ise hayvanları otlatmak amacıyla gittikleri
yaylalarda geçirmektedirler. Kadınların üretime katılması da yine bu döngü
içerisinde gerçekleşmektedir. Hane halkının tüketeceği gıdaları kendileri üreten
kadınlar yaz aylarında sağdıkları koyunların sütlerini peynir, yoğurt, yağ yapımında
kullanarak kışa hazırlık yapmaktadırlar. Bunun yanı sıra bahçelerinde yetiştirdikleri
sebzeleri de yine bu yaz aylarında kışa hazırlık amacıyla kurutmaktadırlar. Kendi
tarla ve bahçelerinde hane halkının tüketeceği sebzeleri de yetiştiren kadınlar,
buğday ve un gibi malzemeleri de tarlalarından elde etmektedirler. Buna bağlı olarak
tandır adı verilen yerlerde ekmeklerini de kendileri pişirmektedirler. Köydeki
yaşantılarını anlatan kadınlar köyde özellikle yaptıkları işleri şu şekilde
anlatmaktadır. Mesela Güzel; “köyün hiç hoşluğu yoktu” diyerek başladığı
sözlerinde “biz akşama kadar çalışıyorduk; ekmek pişiriyorduk, koyunlara
bakıyorduk diye devam etmektedir. Konuşmasının başka bir bölümünde ise “biz
davar yetiştiriyorduk, koyun yetiştiriyorduk, ot biçiyorduk. Bol bol ağaçlarımız
vardı. Yiyeceklerimizi temin ediyorduk. Pek fazla bir şey satın almıyorduk.
Buğdayımızı, unumuzu, sebzemizi kendimiz yetiştiriyorduk” diyerek köyde kendi
ürettikleriyle geçindiklerine vurgu yapmaktadır. Halime ise köyde yaptıkları işleri
şöyle anlatmaktadır: “Biz sürekli çalışıyorduk. Ekmek pişiriyorduk, koyun
sağıyorduk, tarlaya gidiyorduk, işçilere yemek pişiriyorduk. Önce 20 tenekeye yakın
su taşırdık dereden; eve taşırdık, hayvanlara taşırdık. Ekmek pişirirdik. Evden çıkar
yaylaya giderdik. Yemek hazırlar rençperlere götürürdük. Kışımız da çok sert
geçerdi. Su taşırdık dereden, ev işlerini yapardık.” Bu anlattıklarının üzerine sorulan
köyde erkekler mi yoksa kadınlar mı daha çok çalışırdı sorusuna Halime “kadınlar
daha çok çalışırdı. Biz hem ev işlerine hem de çocuklara bakardık” diye cevap
- 62 -
vermektedir. Konuşması boyunca köy özlemi net bir şekilde belli olan Lalehan ise
köydeki hayatın daha iyi olduğunu söylemektedir: “orada daha çok kadın
yoruluyordu, fakat köy daha güzeldi. Ne kadar çok çalışsak da köy daha güzeldi.
Çalışmak da güzeldi köyde. Yoğurt tutardık, yoğurttan yağlı ayran yapardık. Bol bol
et vardı. Şafakta kalkar işçilerin yemeğini hazırlardık. Sonra inek sağardık. Akşama
doğru gelirdik.”
Kadınlar köyde yaşarken bu tür çalışmaların yanı sıra aynı zamanda kilim ve
çorap gibi geleneksel el sanatlarının üretimini de yapmaktadırlar. Hatta bazı kadınlar
Van’a geldikten sonra da kilim dokumaya devam ettiklerini ama burada kilim
malzemesini satın almaya maddi olarak güçleri yetmediği için bir süre sonra kilim
dokumayı da bıraktıklarını söylediler. Hatta Nasibe “keşke köyde olsaydık. Biz
köyde kilim de yapıyorduk. Ama şimdi sırtımız ağrıyor, gözlerimiz görmüyor, o
yüzden burada yapamıyoruz. Çorap yapıyoruz ama kimse almıyor. Onun dışında
hiçbir iş yok” diyerek Van’a göç ettikten sonra hiçbir uğraşlarının kalmadığından
yakınmaktadır. Bunun yanı sıra Hakkâri’de yaşarken kadınların her an misafir
ağırlamaya hazır olmaları gerekmektedir. Bu yüzden de yapılan yiyecekler eve
aniden bir misafir gelmesi ihtimaline karşılık olarak fazla yapılmaktadır. Ancak bu
durum Van’a göç ettikten sonra değişmiştir.
Yalçın Heckmann Hakkâri’de yaşayan bu kadınların yaptıkları işlerin
oldukça ayrıntılı bir dökümünü vermektedir. Kadınların yaptıkları işler şunlardır:
“Hayvancılıkta: Süt sağmak, süt mamullerini üretmek (peynir, yağ, yoğurt, vb.), kıl,
yün, deri gibi diğer hayvan ürünlerini işlemek (eğirmek, örmek, çadır, kilim, halı,
heybe dokumak, deriden çeşitli torbalar yapmak), ağıl, ahır ve kümeslerin bakımı,
çobanlık, hayvan yemi için ot biçmek, taşımak ve vermek. Özellikle yarı-göçerlerde
bahçecilik ve tarımda: Bahçelerin bakımı, çapa, gübreleme, meyve ve sebze toplama,
taşıma, sebzeleri yenmek üzere hazırlama (ayıklama ve kurutma gibi), tahıl ve diğer
tarım ürünlerinin işlenmesi, hazırlanması ve depolanması. Doğrudan hane ve hane
halkı ile ilgili üretim ve yeniden üretimde: Evin ve evdeki eşyaların bakımı, tamiri,
temizlenmesi, yemek pişirmek, çamaşır, bulaşık yıkamak, yatak, yorgan, yastık gibi
ev eşyalarını üretmek, elbise dikmek, örmek, dokumak, misafir ve erkeklere hizmet.”
- 63 -
(1995: 281). Kandiyoti de Beşikçi’nin Doğu Anadolu’da yaşayan Alikan Aşireti’nde
kadının rolleriyle ilgili yaptığı çözümlemesini şu şekilde aktarmaktadır: “Kadının
üretime katkısı çok yüksektir. Hayvancılığa dayalı ekonomide taşıdıkları ekonomik
değerden ötürü, çok sayıda çocuk doğurmalıdır. Yiyecek hazırlar, kilometrelerce
yürümesini gerektiren yakacak odunu ve suyu taşır, hayvanları besler, ahırları temiz
tutar, tüm ailenin giyeceklerinin yanı sıra, sürekli yenilenmesi ve korunması gereken
çadırı dokur… Çadırı kurup kaldıran, mevsimlik göç için hazırlık yapan, takasa
dayalı alışverişi yürüten kadındır... Kadınlar erkekler tarafından küçük görülen işleri
yaparlar.” (1997: 23).
Yukarıda anlatılanlardan da görüldüğü üzere kadınlar köyde yaşarken çok
çeşitli işlerle uğraşmaktadırlar. Ancak Van’a göç ettikten sonra köyde yapılan işlerin
birçoğunu yapmalarına gerek kalmamıştır. Bu durum da kadınların öncelikli olarak
zamanlarını nasıl geçireceklerini yeni baştan organize etmelerini zorunlu kılmaktadır.
Ayrıca kadınların köyde yaptıkları işlerin hanenin maddi yeniden üretimine ciddi
katkısı varken, Van’a göç ettikten sonra artık bu katkı sınırlı bir hale gelmiştir. Bu
durumda da kadınlar hem yapılan işlerden arta kalan boş zamanlar nedeniyle, hem de
haneye maddi olarak bir kazanç sağlayamamanın verdiği sıkıntı ile kendilerini bir
anlamda değersiz ve işe yaramaz hissetmektedirler.
3.2.2.2. Göç Sonrası Gündelik Yaşam
Van’a göç ettikten sonra kadınların yaptıkları işlerin yapısı ve anlamı oldukça
değişmiştir. Kadınlar yine köydeki gibi gündelik işlerde yoğun bir şekilde
çalışmakta, hanenin bütün fertlerinin ihtiyaçlarını karşılamaktadırlar. Bunun yanı sıra
yine kadınlar bu işleri köydeki gibi belli bir iş bölümü içerisinde sürdürmektedirler.
Ancak burada artık kadınlar eskiden yaptıkları bazı işleri yapmayı bırakmak zorunda
kalmıştır. Kadınlar köylerinde hayvanlara bakıp, tarla ve bahçeyle ilgilenirken, kente
göç
ettikten
sonra
hanenin
diğer
fertleri
gibi
tarım
ve
hayvancılığı
sürdürememişlerdir. Buna bağlı olarak süt, buğday vb. tarım ürünlerini dönüştürerek
elde ettikleri temel gıdaları da üretemez hale gelmişlerdir. Daha önce de değinildiği
gibi kadınlar köylerinde yaşarken yazın sağdıkları hayvanların sütlerini kış için yağ,
- 64 -
peynir vb. temel gıda maddelerine dönüştürmekte, bunun yanı sıra buğdaydan elde
ettikleri unu da ekmek yapmaktadırlar. Ayrıca tarla ve bahçelerinde yetiştirdikleri
ürünleri hem yaz mevsiminde, hem de kış mevsiminde değerlendirmektedirler.
Böylesi bir üretim ve emek süreci hanenin gıda ihtiyacını para ödemeden
karşılamasına neden olurken, kadınların harcadıkları emeğin de pratikte bir değeri
olmaktadır. Altuntaş da benzer bir şekilde zorunlu göç sürecinde göç edilen yerlerde
eski işlerin yapılamadığına değinmekte, bunun sonucunda meydana gelen yapısal
değişiklikleri sıralamaktadır: Ona göre “Türkiye’de yaşanan son dönem göç,
hazırlıksız ve istem dışıdır bu ise göç sürecini yaşayanlar açısından tam anlamıyla
sosyal bir yıkıma neden olmuştur. Ayakta kalabilme, yeni yerleşim alanlarına
tutunabilme mücadelesi, hayatları boyunca tarımcılık, hayvancılık, meyvecilik vb.
türden uğraşların dışına çıkamamış insanların geldikleri yeni mekânların gereklerine
ve niteliklerine uygun iş olanağı bulamayışı ya da tamamen işsizlikle karşı karşıya
kalışı, süregelen yoksulluk sadece mekân değişikliğini içermemiş, aynı zamanda
değerlerde, yaşam ve çalışma tarzında da dönüşüme neden olmuştur.” (Altuntaş,
2003, 25)
Bunun yanı sıra kadınlar köylerinde yaptıkları geleneksel el sanatlarını da
artık burada yapmamaktadırlar. Kadınların bazıları Van’a ilk göç ettiklerinde
malzemesini alıp metrekare hesabı kilim ördürten bazı kurumlara kilim yapsalar da
daha sonra böylesi bir desteğin ortadan kaybolmasıyla kilim yapmayı bırakmışlardır.
Kadınlara niye kilim yapmadıkları sorulunca öncelikli olarak malzemesini
bulamadıklarını söylemişler, daha sonra ise gerekçe olarak sağlık problemlerini
göstermişlerdir. Kadınların kilimi paraya dönüştürebilme ihtimallerine karşılık
kilimleri pazarlama ve paraya dönüştürme pratiklerinin olmaması da başka bir
nedendir. Kapitalist pazar ekonomisinin mantığını bilmeyen bu kadınlar bir süre
sonra bu pazardan dışlanmışlardır. Wedel bu durumu şöyle açıklamaktadır: “Elle halı
dokuma artık para etmiyordu; enflasyon nedeniyle neredeyse hiç kimse emek ve
malzeme açısından değerli olan bu halılara para ödeyecek durumda değildi; sınır
kapıları açıldığından beri Rus kadınları aşırı ucuz halıları Türkiye’de satıyor ve
böylece Türk halı üretimine zarar veriyorlardı” (2001: 111). Ancak görüşme yapılan
- 65 -
kadınların Hakkâri’de öğrendikleri el işlerini, evlerini süslemek amacıyla da olsa,
sınırlı bir biçimde yapmaya devam ettikleri görülmüştür (bakınız foto:2–3–4)
Köyde evlerine sık sık misafir gelen bu ailelerin Van’a göç ettikten sonra
evlerine gelen misafir sayısı eskisine oranla oldukça azalmıştır. Çünkü bilmedikleri
bu yeni yerlerinde herkese yabancıdırlar. Köylerinde yaşarken, köyden yolu geçen
herkesi büyük bir misafirperverlikle ağırlayan bu insanlar, yaşadıklarının da etkisiyle
kimseye güvenmemektedirler. Köyde dışarıdan gelen kimsenin önemli bir haber
kaynağı olması ve misafir olunan ailenin itibarını yükseltmesi nedeniyle misafir
ağırlamak oldukça önemlidir. Ancak artık Van’da misafirin anlamı da değişmiştir.
Buna rağmen kadınların evlerine gösterdikleri özenin değişmediği görülmektedir.
Evlerin içi yine sabah erkenden kalkıp temizlenmekte, yine köyde olduğu gibi her an
misafir gelecekmiş gibi düzenlenmektedir. Ancak her an misafir gelmesi ihtimaline
karşılık köyde yemeklerin fazla pişirilmesi âdeti Van’da artık uygulanamamaktadır.
Ekonomik olarak oldukça güç koşullarda yaşayan bu insanlar için fazladan bir insana
bile yemek yedirmek ciddi bir külfete neden olmaktadır. Oysa özellikle kırsal
bölgelerde yaşayan insanlar için gelen misafire yemek yedirmeden göndermek
oldukça ayıptır ve bu konuda ev sahipleri çok ısrarcıdır. Hatta sunulan ikramın geri
çevrilmesi ikramda bulunana yapılmış bir hakaret olarak algılanmaktadır. Bunun
nedeni bir önceki bölümde belirtildiği gibi misafirin topluluk içerisinde güç ve
otorite sembolü olarak algılanmasındaki alışkanlığın değişmemesidir. Bu yüzden
gelen misafir tok da olsa mutlaka yemeğe katılmak zorundadır. Yapılan ikramı geri
çevirmek ikramı yapanın gücünü ve otoritesini zayıflatan bir hareket olarak
değerlendirilmektedir. Ancak Van’a göç ettikten sonra bu ailelerin her şeyi parayla
satın alıyor olması ve maddi açıdan zorlanmaları, kadınların gelmesi muhtemel
misafir için fazladan yemek yapma alışkanlığını da değiştirmiştir. Görüşme yapılan
evlerde bize de yemek yememiz teklif edilmiş, ancak bu konuda yaygın olan ısrarcı
tavır gösterilmemiştir. Bunun yanı sıra görüşme yapılan evlerde hane halkının
neredeyse tamamının sürekli olarak tükettiği bir içecek olan çay bizlere de mutlaka
ikram edilmiştir.
Kadınlar Van’a göç ettikten sonra da hanenin ihtiyaçlarını karşılamaya
yönelik olarak sürekli çalışmaktadırlar. İlerleyen yaşına rağmen Nasibe başka
- 66 -
köylere ot toplamaya gitmekte, gittiği bu yerden ineğine ot getirmekte ve bu
ineğinden aldığı sütle de ailesi için peynir, yağ vb. yapmaktadır. Güzel ise haftada 3
leğen ekmek pişirmekte, bu 3 leğen ekmek için 2 leğen hamur hazırlamakta ve bir
ekmek yapışta 2 defa tandırı yakmaktadır. Oysa onlar için odun almak çok zordur.
Ayrıca kapalı, küçük ve havalandırması oldukça az olan bu mekânlarda yani ‘tandır
evlerinde’ ekmek pişirmek sağlık açısından oldukça zararlıdır. Tandırlar toprağın
içine silindir şeklinde açılan, etrafı kerpiçle kaplanan ve bu kerpicin altında ateş
yanan yerlerdir. Kadınlar yaptıkları ekmekleri altında ateş yanan silindirin çevresine
hamuru yapıştırarak elde etmektedirler. Bu süre içinde sürekli olarak baş aşağı
eğilmek zorunda kalan kadınların, dumanın da etkisiyle başlarının dönmesi bazen
oldukça vahim kazalara neden olmaktadır. Bu kazalar sadece kadınların değil
kontrolsüz bir şekilde ateş yanarken tandır evlerinin içine giren çocukların da başına
gelmektedir. Hanenin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan Nezehat ise çocuklarıyla
ilgilenmenin, evin işini yapmanın dışında otlardan ilaç, gelen hastalara da masaj
yapmaktadır. Köyde yaşarken kayınvalidesinden öğrendiği otlarla ve masajla
tedaviyi burada parayla yapan Nezehat bu işiyle ailesinin geçinmesini sağlamaya
çalışmaktadır. Görüşme yapılan diğer kadınlar da kızları ve gelinleriyle işbölümü
içinde evlerinin işini yapmanın dışında başka bir şeyle uğraşmamaktadırlar. Oysa asıl
Van’a göç ettikten sonra, hanelerinin geçimine katkı sağlayabilmek için çalışmak
istemektedirler. Hatta Hiyal ilk karşılaşmamızda ev temizliğine gitmek istediğini,
eğer biz istersek ya da tanıdığımız varsa kendisine haber vermemizi söylemişti.
Ancak tek kelime Türkçe bilmemekte ve hem yaş olarak, hem de sağlık açısından bu
işi yapamayacak durumdadır.
Kadınların kocaları gibi köyden getirdikleri birçok becerileri bu yeni yerlerde
kullanamamaları, burada gerekli olan beceriler için de belli donanımlarının
olmaması, onların daha da çok içlerine kapanmasına neden olmaktadır. Tekeli bu
durumu şöyle açıklamaktadır: “Göç eden kişinin belli büyüklükteki bir yerleşme ya
da emek pazarı dışına göç eden kişi olması belli bir topluluğu terk ederek yeni bir
topluluk içine girmesi yeni toplumsal ilişkiler kurmasını gerektirmekte çok sayıda
uyum sorunu yaratmaktadır. Oysa aynı emek pazarı içinde yer değiştiren kişi böyle
sorunlarla karşılaşmayacaktır.” (1998: 10). Görüldüğü gibi bu kadınlar belli bir
büyüklükteki bir yerleşme ve emek pazarının dışına göç etmişlerdir. Kadınlar da aynı
- 67 -
eşleri gibi birçok uyum sorunu yaşamaktadırlar. Yaşadıkları bu uyum sorunlarını ise
resmi kurumlardan yeterince yardım almamaları, kendilerini ifade edememeleri vb.
nedenler yüzünden kendi içlerinde halletmeye çalışmaktadırlar.
Peker’in de belirttiği gibi, “Türkiye’de kentlere göç edenlerin yerleşme ve
çalışma sorunlarını çözmeye ilişkin politikalar üretilmediği, kurumsal düzenlemeler
yapılmadığı için, göç edenler bu temel haklarına ilişkin sorunlarını kente daha önce
gelen akrabaları ve hemşerilerinin esnek ilişkileri sonucu çözmeye; kentte uyum
sorununa ise, koruyucu-kollayıcı işlevi olan aile kurumu ve kırdan tanıdığı din
kurumu ile birlikte çözüm bulmaya çalışmıştır. Ne var ki 1980’den sonra göç
edenlerin nitelikleri ve kentte üretici rollerini değerlendiriş biçimlerinin farklılığı, bir
yönü ile kentte farklı bağlamdaki cemaatleşmeyi arttırırken, bir yönü ile de uyum
süreci yanı sıra, kentsel gerginliğe gebelik etmeye başlamıştır.” (1999: 298). Sözü
edilen bu cemaatleşme ailelerin yeni duruma uyum sağlamasına yardımcı olurken,
aynı zamanda da kendilerinden farklı olanlarla aralarına belli bir mesafe koymalarına
neden olmaktadır. Konuştukları dil, yaptıkları işler, sahip oldukları donanım ve genel
olarak tüm hayatı algılama ve yaşama biçimleri açısından farklı olduklarını gören bu
insanlar yaşadıklarının da etkisiyle kendilerine benzemeyenlerle aralarına belli bir
mesafe koymaktadır. SES-ÇIK (Sorun Etme Sahip Çık ) Projesi Sonuç Raporuna
göre; “Göçle gelen kişilerin genellikle kendileri gibi göçle gelen ailelerle
görüştükleri gözlemlenmiştir. Göçle gelinen yerde karşılaştıkları ön yargı ve
ayrımcılık da, bu bireylerin izolasyonunu daha da derinleştiren bir etken olmuştur.”
(www. basaksanatvakfi. org. 05.10.2004)
Göçmenlerin kendi akrabaları ve hemşerileriyle ilişki kurarak oluşturdukları
cemaatleşmeye, yerli halkın zaman zaman bu insanlara karşı gösterdiği düşmanlığa
kadar varan dışlayıcı tavırla birlikte, kendilerini onlardan ayırma çabası da eklenince
Peker’in bahsettiği kentsel gerginlik yaşanmaya başlamaktadır. Teber göç olgusunun
bireylerin psikolojisinde yarattığı durumu anlatırken, aynı zamanda göç edilen yerde
göçmenlerin gördüğü muamelenin bu psikolojik durumun süreğen hale gelmesine
neden olduğunu belirtmektedir: “İstemli ya da zorunlu hangi koşullar altında
yapılmış olursa olsun, uzun süreli göç olayında, yaşamın sürekliliğinden bir daha
kolayına bağlanamayan büyük kopuşlar vardır. Ruhbilimsel yönden göç olgusunun
- 68 -
asıl
belirleyici
yanını
bu
büyük
kopuşlar
ve
yeniden
bağlanamayışlar
oluşturmaktadır. Göçmenin içine girdiği yeni toplumda, etnik ve ekonomik
farklılıkları nedeniyle sürekli olarak dışlanması, yoksanması ve kuşkuyla
karşılanması, kendisine karşı olan güven duygusunun hızla çözülmesine neden
olabilmekte ve yoğun bir kimlik krizi ortaya çıkabilmektedir.” (Teber, 1993’den
aktaran Altuntaş, www. bianet. org. 02.08.2003). Teber’in bu konudaki yorumunu
aktaran Altuntaş göçmenlerin içinde bulundukları bu krizi azaltmak için göç edilen
yerlerde ortak mahalleler kurarak, geldikleri yerdeki değerlerle farklı bir coğrafyada
yaşama mücadelesi verdiklerine değinmektedir.(www. bianet. org. 02.08.2003).
Bu çalışma boyunca görüşme yapılan kadınların da yukarıda bahsedilen
nedenlere bağlı olarak çevreleriyle ilişkilerini sınırlandırdıkları gözlenmiştir. Hatta
kadınlara komşularıyla birbirlerinin evine gidip gitmedikleri sorulduğunda, sadece
bayramlarda, cenazelerde vb. günlerde gidip geldiklerini ifade etmişlerdir. SES-ÇIK
(Sorun Etme Sahip Çık ) Projesinde, zorunlu olarak göç etmiş insanların en önemli
psikolojik sorununun başka insanlara karşı güven duymamaları olduğu sonucuna
varılmıştır. Bu projenin Sonuç Raporu’na göre; “İnsanlara duyulan güvensizlik, en
sık görülen psikolojik belirtilerden biridir. Görüşme yapılan çocuk, kadın ve
gençlerin hemen hepsi, çevrelerine karşı güvensizlik içindedirler. Dertleşebilecekleri
biri,
bir
dostları
olmadığını
söylemektedirler.
İnsanlara
güvenmediklerini,
başkalarına anlatılacağı veya eleştirilip alay edileceği kaygısıyla, sırlarını kimseye
anlatmadıklarını belirtmektedirler. Sınırlı bir çevre içinde sadece akrabaları veya
aynı köyden insanlarla bir arada oldukları için sırlarının diğer insanların kulağına
gideceği kaygısını taşımaktadırlar. Güvensizliğin, bu kişilerin, geçmişte yaşadıkları
şiddet ortamında temel güven duygularının sarsılmış olmasından kaynaklanmış
olduğu düşünülmektedir. Güvensizlik, hem kişilerin kamusal alanı kullanmalarını
engellemekte, hem de özelde bireylerin kişisel yakın ilişkiler geliştirmelerinin
önünde ciddi bir engel oluşturmaktadır. Bu kişiler, insanlarla iletişime geçmekte
güçlük çekmekte ve sorunlarıyla yalnız baş etmeye çalışmaktadırlar. İletişim güçlüğü
ve güvensizlik, ayrıca sorunların saptanması ve müdahale edilmesine engel
olduğundan, psikolojik /sosyal/ kültürel problemler çözümsüz kalmaya devam
etmektedir.”(www. basaksanatvakfi. org. 05.10.2004).
- 69 -
Genel olarak, anlatılanlardan da çıkarılacağı üzere, hanenin Van’a göç
etmesinden sonra kadınlar köy içerisinde aktif bir şekilde yer aldıkları üretim ve
emek süreçlerinin dışında kalmışlardır. Her ne kadar konuşmalarının arasında
köydeki işlerden yakınsalar da Van’da maddi olarak kendilerine yetmeyen bir
ekonomi içerisinde yaşıyor olmaları eskiyi özlemle anmalarına neden olmaktadır.
Ayrıca gündelik yaşam pratiklerinin değişmesi kadınların alışkanlıklarının da
değişmesine yol açmıştır. Bu durum kadınların gün içerisinde farklı uğraşlar
edinmesini zorunlu kılarken, yıllardan beri uydukları doğaya göre hareket etme
özgürlükleri de kısıtlanmış bulunmaktadır. Kadınlar artık doğanın ritmine göre
hareket etmemekte, tarım ve hayvancılığa dayalı becerileri ve donanımlarını kentte
kullanmayıp yitirmektedirler. Topraklarından ve hayvanlarından olan bu insanlar,
geldikleri kentlerde gündelik hayatlarını hem maddi anlamda, hem de pratik anlamda
devam ettirmekte zorlanmaktadırlar. Çünkü eskiden getirdikleri alışkanlıkları şimdiki
yaşamlarında bir işe yaramamaktadır. Bu süreç içinde kadınlar hanenin yeniden
üretimi için gerekli olan düzeni sağlamaya devam etseler de maddi olarak
zorlanmaları ve emeklerinin pratik değerini yeniden elde etmek istemeleri nedeniyle,
gelir getiren bir şeylerle uğraşmak istemektedirler. Ancak kentte gerekli olan
becerilere sahip olmamaları nedeniyle de, kentteki bu yeni üretim ve emek pazarına
girememektedirler. Bu durum Tekeli’nin(1998) de belirttiği gibi, hem kadınların ve
hem de genel olarak tüm ailenin uyum sürecini yavaşlatan bir olgu olarak karşımıza
çıkmaktadır. Özellikle kadınların kamusal alana çıkmamaları ve sadece kendi
çevrelerindeki tanıdık/akraba ile ilişkilerini sürdürdüklerinden dolayı dil problemi
çekmeleri ve şehir ile herhangi bir temas yaşamıyor olmaları onların daha ciddi
uyum sorunları yaşamalarına neden olmaktadır (www. basaksanatvakfi. org.
05.10.2004). Ayrıca White’ın (1991) da belirttiği gibi, kadınların emek süreçlerine
katılımıyla hane ve cemaat içinde bir kimlik kazandıkları dikkate alınacak olursa,
Hakkârili kadınların Van’a göç ettikten sonra cemaat içinde sahip oldukları
kimliklerinin zayıflaması da olasıdır.
Yukarıda anlatılanların yanı sıra kadınlar gündelik yaşamlarını sürdürürken
kendilerini özgür hissedip hissetmemek konusunda da eski ve yeni yaşamlarını
birbiriyle kıyaslamaktadırlar. Görüşmeler sonucunda görülmüştür ki bazı açılardan
kadınlar kendilerini köylerinde daha özgür hissederken bazı açılardan ise Van’da
- 70 -
kendilerini daha özgür hissetmektedirler. Bu insanlar Hakkâri’de yaşarken emek
süreçlerine bağlı olarak fiziksel bir hareketlilik yaşamaktadırlar. Ancak emek
süreçlerine bağlı olarak gelişen ve doğanın ritmine göre devam eden bu hareketliliğin
Van’da emek süreçlerinin değişmesi nedeniyle yaşanmadığı gözlenmektedir. Van’a
göç edilmesiyle birlikte kadınların hareket alanları ve hareket etme nedenleri de
oldukça değişmiştir. Artık kadınlar doğanın ritmine değil, şehir hayatının ritmine
uyum sağlamak zorundadırlar. Bunun yanı sıra artık hareketleri emek süreçlerine
bağlı olarak geçekleşmemekte, farklı değişkenlerce belirlenmektedir.
Kadınlar köyde yaşarken doğa ile iç içe geçen bir hayat sürmektedirler.
Geçim kaynaklarının tarıma dayalı olması nedeniyle kadınlar ve tüm hane, iklime
bağlı olarak belli bir coğrafyada hareket etmekte ve zaman zaman yaşamlarını
doğada devam ettirmektedirler. Temel geçim kaynakları hayvancılık olan bu insanlar
yaşamlarını hayvan bakıcılığı üzerine kurmuş olup hayat döngüleri de hayvancılık
üzerine oturmuştur. Buna bağlı olarak Meryem’in de dediği gibi hayvanlarına kışın
köyde bakarlar, yazın da onları yaylaya götürürlerdi. Yazın belirli aylarında gidilen
yaylada kalınır, daha sonra tekrar köye dönülürdü. Yaylalar, yaşamın normal
seyrinde devam ettiği yerler olmasının yanında, hem doğa güzelliği hem de hareket
özgürlüğü açısından, farklı duygu ve deneyimlere de neden olan fantastik yerlerdir.
Yazın yaylaya gitmek kadınların hayatında önemli ve farklı bir hareket alanı
yaratmakta kadınların belleğinde oldukça canlı bir şekilde yerini korumaktadır.
Halime yaylaya gittikleri zamanları şöyle anlatmaktadır; “çok güzel yaylamız vardı,
pınarları vardı, çok güzeldi. Gider üç ay kalırdık. Çadır kurardık, güzel döşerdik.
Misafirlerimiz gelirdi, onları neşeyle ağırlardık.” Bu 3 ay boyunca yaylada gündelik
yaşamın devam ettiğini görmekteyiz. Yayla zamanlarında misafir ağırlamanın yanı
sıra kadınların doğurduğunu, düğünlerin yapıldığını da söyleyen Halime o günleri
özlüyor musun sorusuna “evet çok özlüyorum; hatırladığım her an ağlıyorum. Belki
binlerce kez rüyamda görmüşümdür” diyerek cevap vermektedir. Kadınların
anlatımlarında yoğun bir doğa sevgisinin, doğa özleminin olduğunu ve doğayla
bağlantılı olarak hareket özgürlüğünün de yoğun hissedildiğini görmekteyiz. Mesela
Nasibe; “biz davarların başından tutup kadın başımıza çocuk sahibiydik yola
düşerdik” derken, Lalehan; “ben köyde olsaydım sürekli gezerdim. Dereye giderdik,
- 71 -
ceviz ağaçlarının altına otururduk, koyunların içine giderdik. Ama burada eve kapalı
kaldık, sarardık hastalandık” demektedir. Bu iki anlatımda da vurgu kadınların köy
yaşantısına duydukları özlemin yanı sıra, evin dışında hareket edebilme serbestliği
üzerinedir de. Kadınlar yoğun bir biçimde hissettikleri doğa özlemini evlerinin
duvarlarına astıkları resimlerle de ifade etmektedirler (bakınız foto:5–6).
Nezahat ise yukarıda anlatılanlardan farklı olarak kadınların köyde sanki bir
“mal”mış gibi muamele gördüğüne değinmektedir. Bu anlamda hareket özgürlüğü
olsa bile kadınların birçok konuda söz sahibi olmadığını, karar verme süreçlerinden
dışlanmışlığını görmekteyiz. Nezehat, kadınların kendilerinin istedikleri yerlere
özellikle tek başlarına gidemediklerine değinmektedir. “Eskiden biz köyde yani yok
sen gitmeyeceksin bir yere hemen kadınlar oturuyordu. Yani sanki kadınlar o zaman
nasıldı, yani ben köyde öyle bakıyordum sanki satılık bir maldı, bir değeri yoktu.
Evet bir sefer köyde ben dedim başka köy vardı yanımızda ablamın dedim ben
gidecem. Ee ben senle gelmesem sen nasıl tek başına gidersin?” Bu anlatımdan da
görüldüğü gibi kadın eşi yanında olmadan ya da tek başına köyün dışına
çıkamamaktadır. Ayrıca Nezehat köyden hemen hemen hiç çıkmadığını “yani ben
öyle zannediyorum dedim; yani bu köyden başka bir dünya yoktur” diyerek ifade
etmektedir. “Bazen ben Hakkâri’ye gidiyordum. Köy de tabi ki Hakkâri’ye yakındır;
ama işlerin yüzünden biz çıkamıyorduk, hep evdeydik. İş vardı, güç vardı, koyunlarla
uğraşıyorduk, misafir vardı. Onun için biz gezmeye falan çıkmıyorduk” diyerek
konuşmasına devam etmektedir. Nezehat’in bu anlattıkları da yine diğer kadınların
anlattıklarından farklı olarak kadınların hareket alanlarının o kadar da geniş
olmadığını doğrular niteliktedir.
Kadınların bu konudaki anlattıklarından, bireysel hareket özgürlüklerinin
ortak bir tanımının olmadığı, daha çok her kadının yaşam deneyimlerine bağlı olarak
öznel ve duygusal boyutta bir
yaklaşımla bu konunun değerlendirildiği
gözlenmektedir. Kadınlar geçmişi düşünürken özellikle doğayı ve doğayla iç içe bir
yaşam sürmenin onlara hissettirdiği özgürlük duygusunu çok yoğun şekilde
anımsamaktadırlar. Hayatlarının üzerine kurulu olduğu toprağa dayalı yaşam, onların
hanenin üretim süreçlerinde aktif rol almalarını sağlamış, kendilerini bu anlamda
- 72 -
üretken, dolayısıyla önemli ve özgür hissetmelerine neden olmuştur. Ancak
geldikleri bu yeni yerlerde doğadan tamamen kopuk bir hayat içerisinde, hanenin
geçimine bir katkıda bulunmadan yaşamlarını devam ettirmektedirler. Bu durum da
kadınların kendilerini adeta eli kolu bağlanmış hissetmelerine neden olmaktadır. Bu
duruma en güzel örnek Halime’nin şu sözleridir: “Köy hayatı güzeldir kadın için.
Evet; eskisi gibi olursa köy hayatı güzeldir. Şehir hayatı da güzeldir. Fakat mesela
biz önceden peynir tutardık, yağ tutardık, süt toplardık. Ama şimdi gözümüz erkekte;
acaba eve bir poşetle gelecek mi?”
Bazı kadınların Van’a göç ettikten sonra içinde yer almaya başladıkları
politik mücadele nedeniyle, Van genelinde belli bir hareket yaşadıkları
gözlenmektedir. Kadınların içinde yer aldıkları bu türden bir hareket onların sınırlı
da olsa Van dışındaki başka şehirlere gitmelerine de neden olmaktadır. Görüşme
yapılan kadınlardan bazıları DEHAP’la birlikte başka illere gitmiştir. Ayrıca
kadınların yakın akrabalarının başka yerlerde cezaevlerinde tutuklu bulunması
onların akrabalarının tutuklu bulunduğu bu yerlere de gitmelerine neden olmaktadır.
Fakat bu fiziksel hareketlilik kadınlarda daha öncesinde köylerinde ve yaylalarında
yaşadıkları hareketlilikle benzer bir duygulanıma ya da özgürlük hissine neden
olmamaktadır.
Kadınların Van’daki yaşam koşullarına bakıldığında neden böyle hissettikleri
daha iyi anlaşılacaktır. Kentin bireylere sunduğu olanaklardan habersiz ve onlara
ulaşmada gerekli olan araçlardan yoksun bir şekilde hayatlarını devam ettiren bu
kadınlar
kentin
sunduğu
olanaklardan
yoksun
ve
yalıtılmış
bir
yaşam
sürdürmektedirler. Eskiden sahip oldukları bilgi ve donanımlarının artık buralarda
işlevsiz hale gelmesi, kadınların kamusal bir üretimde bulunmasına engel olmaktadır.
Ayrıca Türkçe bilmemeleri kapalı bir çevrede yaşamlarını sürdürmelerini adeta
zorunlu kılmaktadır. Evlerin kent merkezinden oldukça uzak yerlere kurulmuş
olması, buralarda yaşayan ailelerin kalabalık olmasına rağmen evlerin bu sayılar için
küçük inşa edilmesi, aynı evde kumaların ve kumaların tüm çocuklarının bir arada
yaşaması, kadınların kendilerini bu yeni yerlerinde hareket edebilme açısından daha
az özgür hissetmelerinin nedenlerinden bazılarıdır. Özellikle köyde daha az hareket
- 73 -
özgürlüğü olduğunu söyleyen Nezehat’in sahip olduğu beceriler onun, diğer
kadınlardan farklı bir yaşam sürmesine ve burada kendisini daha özgür hissetmesine
neden olabilmektedir. Nezehat köyde oldukça geniş bir ailenin gelini iken, Van’a göç
ettikten sonra ailesi küçülmüş bir süre sonra da sadece eşi ve çocuklarıyla yaşamaya
başlamıştır.
Nezehat’in
bu
durumu
görüşme
yapılan
diğer
kadınlarla
karşılaştırıldığında, bir istisna oluşturmaktadır. Ayrıca görüşme yapılan kadınlar
arasında tek Türkçe bilen ve kendisini Türkçe ifade edebilen de Nezehat’dir. Nezehat
hanenin geçimini sağlamada Van’a geldikten sonra da aktif bir şekilde çalışmakta,
köyde öğrendiği otlarla ilaç yaparak ve hastaları masaj yöntemiyle tedavi ederek para
kazanmaktadır. Görüşme yapılan kadınlardan bazıları kumasıyla aynı evde yaşarken,
bazıları da eltisiyle aynı evde yaşamaktadır. Hatta eltisiyle aynı evde yaşamak
zorunda olan Lalehan geçmişi “orası daha güzeldi. Orada ayrıydık, burada birlikte
yaşıyoruz. Orası daha rahattı. Oranın rahatlığı daha güzeldi” diye anlatmaktadır.
Bu sayılan sebeplerin yanı sıra kadınların ve ailelerinin çevrelerine
duydukları güvensizlik, yeni geldikleri yerlere olan yabancılıkları onların kendi
içlerine kapanmalarına ve kendi aralarında denetim kurmalarına neden olmaktadır.
Böylesi bir durumda denetim, öncelikli olarak, namus ve buna bağlı olarak kadın
cinselliği üzerinden sağlanmaktadır. Çalışmasında bu tür bir denetimden bahseden
Wedel’e göre, “mahallenin dışına çıkan kadınlar ve kızlar, nasıl giyindikleri kiminle
konuştukları vb. konularda çok dikkatle izleniyorlar. Doğru bulunmayan bir
davranış, komşular arasında dedikoduya ve kocanın tepkisine yol açıyor. Böylece
mahalledeki yeni toplumsal denetim, yeni kentsel davranış biçimlerinin gelişmesini
zora sokuyor.” (2001:108). Tüm bu nedenlerle kadınlar eskiden doğayla baş başa,
güven içinde ve birçok şeyi anlamlandırarak kontrol edebildikleri bir hayat sürerken,
göç etmek zorunda kaldıkları bu yeni yerlerinde tam tersi bir yaşam sürmek zorunda
kalmışlardır. Bu da kadınların kendilerini “eve kapalı kalmış, sararmış, hastalanmış”
hissetmelerine neden olmaktadır.
- 74 -
3.3. KADINLARIN GÖZÜYLE AİLELERİ
3.3.1. EVLİLİK BİÇİMLERİ ve NEDENLERİ
Kadınlarla ilgili yapılan çalışmalarda kadınların içinde yer aldığı ailenin
yapısını anlamak oldukça önemlidir. Hayatının neredeyse tamamını ev ve ailesiyle
sınırlı bir alan içerisinde geçiren kadınlarla bu konularda konuşmak ve düşünmek
zorunlu hale gelmektedir. Bunun yanı sıra Hakkâri’de geleneksel ve kapalı bir aile
yapısı ve belli alışkanlıkların hâkim olduğu bir çevre içinde yaşamlarını devam
ettiren kadınların, Van’a göç ettikten sonra nasıl bir değişim yaşadıklarını anlamak
için de aile içi ilişkilerde meydana gelen değişikliklere bakmak gerektiğine
inanılmaktadır.
Görüşme yapılan kadınların genel olarak resmi nikâhlarının bulunmadığı,
bunun yanı sıra kadınların 3 tanesinin kuması olduğu gözlenmektedir. Ancak bir
hanede birden fazla kadınla evlilik söz konusu ise erkek, eşlerinden birine resmi
nikâh yaptırmış ve doğan tüm çocukları da bu eşinin üzerine kayıt ettirmiştir. Yalçın
Heckmann’ın (2002) da belirttiği gibi Hakkâri’de yaygın olarak gözlenen eşlerin
imam nikâhı ile evlenmesidir. Nezehat’in eşi kendisiyle yapılan sohbette imam
nikâhının çok daha önemli olduğuna değinmektedir. Ona göre resmi nikâh sadece bir
imzadan ibaretken imam nikâhı Allah’ın huzurunda, imamın onayıyla gerçekleştiği
için çok daha sağlam ve kıymetlidir. Resmi nikâhın uygulanmasının altında yatan
niyeti White. şöyle açıklamaktadır: “Evlenme yaşı ve boşanma ve çok eşliliğe ilişkin
reformların uygulanması, evliliğin kaydına bağlıdır; bu nedenle, kaydı zorunlu
kılmak, kadınların üzerindeki geleneksel kısıtlamaların ortadan kaldırılmasının
gerçekten arzulanıp arzulanmadığı konusunda geçerli bir göstergedir.” (1999: 19).
Köylerinde yaşarken imam nikâhı ile evlenen bu kadınların Van’a göç ettikten sonra
kendilerine resmi nikâh yaptırmadıkları, çocuklarını da resmi nikâhla evlendirmek
için diretmedikleri gözlenmektedir. Evlenirken resmi nikâh yapılmasının yaygınlık
kazanıp kazanmadığıyla ilgili olarak zorunlu olarak göç eden kadınların kendilerine
değil, göç edilen yerde doğan çocuklarına bakmak daha sağlıklı olacaktır. Ancak o
çocuklar henüz evlenme çağında değildir. Dolayısıyla bu konu daha sonra yapılacak
çalışmaların konusu olabilir.
- 75 -
Hakkâri’de yaygın olan bir diğer şey ise erken yaşlarda evliliklerdir. Çünkü
White’ın da belirttiği gibi, “geleneksel ailenin varlığı ve devamının temel ön koşulu,
evliliktir. Türk toplumsal pratikleri, bireyin evli olmasını gerektirir ve çok büyük
toplumsal, kişisel ve ekonomik baskılarla bunu sağlamaya yönelir. Hem kadınlar
hem de erkekler, evliliğin, yetişkinliğin ve toplumun birer üyesi olarak kimliklerinin
gerekli bir bileşeni olduğuna inanarak toplumsallaşırlar. Bekâr kalmayı ya da
boşanmayı seçen bireyleri güçlü kamusal baskı bekler” (1999: 67). Benzer bir
durumun Kürtler için de geçerli olduğunu Yalçın Heckmann şu şekilde
belirtmektedir: “Evli olma ya da olmama, Hakkâri’de yetişkinliğin önemli bir
parçasıdır. Kurumun kendisi üzerine olan düşünceler, eşlerin görevleri ve evliliğin
eşlerin her birinin kişiliklerini nasıl tamamladığı, toplumsal cinsiyet rolleri ideolojisi
ve aşiretsel ve İslami inanç sistemleriyle ilişkilidir.” (2002: 350). Benzer bir şekilde
Van’da da evliliğin önemini kaybetmediği, gençlerin evlendirilmesiyle ilgili
yaklaşımın sürdürüldüğü gözlenmektedir. Çünkü köyde doğup, Van’da büyüyen
çocukların da genç yaşta evlendikleri gözlenmiştir. Görüşme yapılan kadınların bu
konuda köydeki fikirlerinin pek değişmediği gözlenmiştir. Mesela Hiyal en büyük
oğlunun yaşını sorduğumuzda evlenecek yaşta olduğunu ifade etmektedir. Oysa oğlu
henüz ilköğretim 7. sınıfta okumaktadır. Bunun yanı sıra Hiyal’in oğluyla aynı yaşta
olan Güzel’in oğlu, imam nikâhı ile evlidir ve bir bebeği bulunmaktadır. Yaşlarının
tutmaması nedeniyle resmi nikâh yaptıramadıklarını söyleyen Güzel’in gelininin yaşı
Güzel’in oğlundan da küçüktür.
Erken yaşlarda yapılan evliliklerin yanında doğum kontrol yöntemlerinin de
yine köydeki gibi kullanılmadığı gözlenmektedir. Buna bağlı olarak kadınlar çok
erken yaşlarda anne olurken geç yaşlarda anne olmayı da sürdürmektedirler. Ancak
burada en büyük sorun kadınların kendi yaşlarını tam olarak bilmemeleridir.
Kadınların bazılarının nüfus kâğıdının olmaması, nüfus kâğıdı olanlarınsa genel
olarak tam zamanında yazılmamaları kadınların yaşlarını bilmemesine neden
olmaktadır. Hatta bazı kadınların yaşlarını ya kocalarına ya da erkek çocuklarına
sordukları gözlenmiştir.
Bunun yanı sıra genç yaşta evlenmeleri, erken ve geç
yaşlarda doğum yapmaları ve ayrıca emek açısından yoğun işlerde sürekli çalışmaları
kadınların erkeklerden daha erken yaşlarda yıpranmasına neden olmakta, bu durum
- 76 -
da kadınların yaşlarının tahmin edilmesini engellemektedir. Bu sebeple kadınların en
geç kaç yaşına kadar anne olduğu vb. konularda net tahminlerde bulunmak oldukça
zordur. Ayrıca görüşmeler sırasında kadınların herhangi bir doğum kontrol yöntemi
kullanmadıkları da öğrenilmiştir. Sadece Nezehat bir daha çocuk istemediğini, bu
yüzden de korunduğunu belirtmiştir. Diğer kadınlar ise eğer bir sağlık sorunuyla
karşılaşmamışlarsa çocuk doğurmaya devam etmektedirler. Görüşmeler sırasında
etrafta çok sayıda çocuk bulunması nedeniyle zaman zaman görüşmelere ara
verilmiştir. Kadınların hem kendi çocukları hem de beraber yaşadıkları kumaları ve
gelinlerinin çocukları evlerdeki çocuk nüfusunu çoğaltmaktadır. Hatta çocukların
yaşlarının birbirine çok yakın olması hangi çocuğun görüşme yapılan kadına,
hangisinin kumasına veya gelinine ait olduğunu anlamamızı zorlaştırmıştır. Buna
göre kadınlardan bazıları ilerlemiş yaşlarına rağmen gelinleriyle hemen hemen aynı
zamanlarda çocuk doğurmayı sürdürmektedirler.
Hiyal kendi erkeklerinin çok eşle evliliğini, doğum kontrol yöntemlerini
kullanmamasını Türk ve Kürt erkeklerinin evliliğe ve çocuk sahibi olmaya
bakışındaki farklılıklara değinerek anlatmaktadır. Ona göre: “Türkler çok iyidir. Bir
hanım getirirler, bir veya iki çocukları olur; onlara da iyi bakarlar. Bizim erkekler üçdört evlilik yapar, ortaya bir sürü çocuk getirir; onlar da ortalıkta perişan kalırlar.
Böyle bizim gibi ortalıkta kalıp rezil olurlar. Benim kayınbabam çok yaşlı olmasına
rağmen hanımı benimle yaşıt. Her sene bir çocuk doğurur. Daha bu sene çocuğu
olmamış. Bakım, elbise, eğitim bunlar olmazsa perişan olunur. Böyle bakım mı olur?
Bu rezalet bir saklamadır, iyi bakamadıktan sonra. Doğum kontrolü için ilaç da
içmeyiz. Cenabı Allah bizi cezalandırır diye.” Bu konuşmasında Hiyal kadınların
doğum kontrol yöntemlerini kullanmamasının nedeni olarak erkekleri ve Allah
korkusunu göstermektedir. Ancak çocuk doğurmasının aile içinde kadına sağladığı
avantajlar da kadınların bu konuda farklı bir tutum içine girmelerinin önünde engel
olabilir.
Eşini çok erken yaşta kaybeden Hiyal’in bizimle yaptığı görüşmeden sonra
eşinin kardeşiyle evlendiğini öğrendik. Hakkâri’de yaygın olan bu durum YalçınHeckmann tarafından “miras kalan eş” olarak tanımlamaktadır (2002: 309).
- 77 -
Literatürde “Levirat” olarak geçen bu evlilik biçiminin Hiyal için Hakkâri’de
kalmadığı görülmektedir. Gökçe “levirat”ı “kocası ölen kadının kayınbiraderiyle
(kocasının erkek kardeşiyle) evlenmesi” biçiminde tanımlamaktadır (1990: 398).
Hiyal görüşme sırasında sürekli olarak eşini kaybetmenin verdiği acıdan ve
sahipsizlik duygusundan bahsetmektedir. Çocuklarla yalnız bir kadın olarak baş
edemediğine değinen Hiyal, hem maddi hem de manevi açıdan çektiği sıkıntıları sık
sık tekrarlamaktadır. Konuşmasının bir yerinde yine bu konuya değinmiş ve şunları
söylemiştir: “Babaları sağken onları okutmak istiyordu. Kurana bile gönderdi.
Babaları öldükten sonra okulu da terk ettiler. Şu anda ben oğlumla 3 cümle
konuşamıyorum. Şu anda bir şey desem beni dövmeye kalkar. Huysuzdur. Böyle
yetim kalan çocuklar böyle başsız yetişirler. Beni dinlemiyor. Babasız olduklarından
ben onları çok nazlı büyüttüm, şımardılar. Camideki kuran istersen komşulara sor bu
oğlan beni öyle bir dövdü ki komşular geldiler dediler sen bu neneyi öldürdün. Sen
bizim oğlumuz olsaydın seni atardık. Bu anneniz sizi babasız büyüttü, siz bu
olmasaydı perişan olurdunuz. Bu anne dövülür mü? Elini boğazıma yapıştırdı.
Komşu geldi sen niye bu kadını öldürüyorsun dedi. Bir tane küçük çocuğum vardı
koştu komşuları çağırdı. Benim annemi öldürüyor diye bağırdı. He bu zamanın
oğullarıdır, ancak bu beklenir ondan.” Hiyal’in evlenmesi konusunda yakın
akrabalarından kadınlarla yaptığımız görüşmede ise kadınların bu evliliği hoş
karşılamadığı ortaya çıktı. Diğer kadınlar Hiyal’in isteyerek evlenmesine rağmen
şimdiki eşinin kendisine bakmadığı için evlendiğine pişman olduğunu söylüyorlar.
Kendi aralarında “keşke çocuklarını okutsaydı… evlenmeyebilirdi, çünkü oğlu
büyüktü ona bakabilirdi. Evlendikten sonra çocukları da ona bakmadılar,
çalışmadılar; anneleri evlendiği için. Çünkü oğulları büyüktü her şeyin farkındaydı.
Şimdi kendisi bakmaya çalışıyor işte. Çarşıdan yiyecek getiriyor, yardım alıyor.
Kendi evinde kalıyor, kocası da ilk karısında kalıyor. Ayrı yaşıyorlar. O da
çocuklarına bakar diye evlendi. Fakat kocası hiç yardım etmiyor, eşya- meşya
almıyor.”
Kadınların konuşmalarından da anlaşılacağı üzere bu türden evlilikler
öncelikli olarak pratik nedenlere dayanırken, çocukların da yaşları ve buna bağlı
ihtiyaçları üzerinden yeniden üretilmektedir. Hiyal’in kendisine bakacak birilerine
- 78 -
ihtiyaç duyması üzerine yaptığı bu evlilik diğer kadınlar tarafından çocuklarının
büyük olması nedeniyle hoş karşılanmamaktadır. Çünkü çocukların eve maddi
yardımda bulunabilecek yaşta görülmesi yeniden evliliğe gerek duyulmasına engel
olarak değerlendirilmektedir. Görüldüğü gibi Hiyal’in çocukları henüz ilköğretim
düzeyinde okula devam ederken, kadınlar bu çocukların çalışacak yaşta olduğunu
düşünmektedirler. Bu da kadınların henüz çocuk algılarının değişmediğini
gösterirken, maddi olanaksızlıklar da kadınların bu konudaki eski düşüncelerini
sürdürmesine ve çok eşli evliliklere neden olmaktadır. Bu örnekte de benzer bir
durum söz konusudur, çünkü Hiyal’in evlendiği kaynının bir karısı daha
bulunmaktadır. Çok eşli evliliklerin oluşmasına tek neden elbette ki bu türden
evlilikler değildir. Görüşme yapılan kadınlardan Güzel ve Nasibe birbirleriyle
kumayken, Halime ve Lalehan’ın da birer kuması bulunmaktadır. Bunun yanı sıra
Türkan’ın da hasta olması nedeniyle bir kızının dışında başka çocuğunun olmaması,
onun sürekli olarak eşi ve akrabaları tarafından kumayla tehdit edilmesine neden
olmaktadır.
Hakkâri’de bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesini Yalçın-Heckmann
erkeğin ihtiyaç duyduğu sosyal ve ekonomik güç ile ilişkilendirmektedir. Ona göre
birden fazla kadınla evlenen erkekler etrafta daha fazla tanınmakta ve çevrenin
dikkatini çekmektedirler. Çok eşli erkekler kadınlar üzerinde hâkimiyet kurmayı
başaran, birden fazla kadına bakacak ekonomik gücü olan erkekler olarak
değerlendirilirken, bu özellikleri nedeniyle de sosyal statü elde etmektedirler. Bu
sebepten dolayı ya gerçekten bu güce sahip olan erkekler bunu gösterebilmek için, ya
da evleneceği kadının ailesi aracılığıyla bu güce sahip olacağı için birden fazla
kadınla evlenmektedirler. Ancak bu konuda kadınlar arasında barışçıl bir ortam
yaratmanın da oldukça güç olduğuna değinen Yalçın-Heckmann zaman zaman
birden fazla kadınla evli olan erkeğin bunu sağlayamaması nedeniyle diğer erkekler
tarafından alay konusu yapılabildiğine değinmektedir. Yalçın-Heckmann’a göre
çokeşlilik “özellikle erkek ideolojisi açısından şakalar, mitler ve hikâyelerden oluşan
bir söylem bütünüyle sürekli gündemde tutulur”(2002: 301). Nezehat’in eşi de
kendisiyle yaptığımız sohbette bu konuda benzer bir yaklaşımda bulunmuştur.
Birden fazla kadınla olan erkekle kendi aralarında sürekli şakalaştıklarını anlatırken
- 79 -
ona, “işin zor, hepsiyle nasıl baş ediyorsun, zavallı,” gibi şeyler söyleyerek
şakalaştıklarını anlatmaktadır. Bu konuyla ilgili son olarak ise şakayla karışık şunları
söylemektedir: “O da hayalde kaldı, o da rüyada kaldı artık. Ha valla hayal oldu gitti.
Çok eskide olan hayallerde kaldı.” Bunun üstüne Nezahat’in “getir istiyorsan”
demesine karşılık olarak ise; “valla mümkün değildir, sen bırakmıyorsun. Şimdi
desen de evet, boşunadır” diye cevap vermesi, artık bu yeni yerlerinde çokeşle
evliliklerin yapılamayacağının farkına vardığını göstermektedir.
Bu ailelerde kadınların birbiri üzerine kuma olarak ve kadınların ölen eşin
erkek kardeşiyle evlendirilmesinin/evlenmesinin yanı sıra “Berdel” adı verilen bir
evlilik türüne de sık sık rastlanmaktadır. İlkkaracan (1998) “Berdel”i, iki aileden
birer kadının evlenmek üzere aileler arasında değiş tokuş edilmesi olarak
tanımlamaktadır. Görüşme yapılan kadınlardan Nasibe ve Güzel oldukça kalabalık
olan ve bu türden evliliklerin hepsinin bir arada görüldüğü bir ailede yaşamlarını
sürdürmektedirler. Nasibe ve Güzel birbirleriyle kuma olup çocukları, gelinleri ve
torunlarıyla birlikte aynı evin içerisinde yaşamaktadırlar. Güzel eşinin 3. karısıdır,
ancak kocasının ilk eşi şu anda yaşamamaktadır. Güzel kendisinin kuma üstüne
gittiğini bilmediğini, eşinin kendini kandırdığını söylemektedir. Güzel’den ailesi
başlık parası almamış onun yerine eşi kendi kızını Güzel’in abisine vermiştir. Yani
Berdel yapılarak evlendirilmiştir. Şu anda Güzel 40 yaşının üzerinde olmasına
rağmen 3 yaşında çocuğu bulunmaktadır. Güzel’in 11 çocuğu olmasına rağmen
evlilik cüzdanı olmadığı için, bütün çocukları kumasının çocukları olarak nüfusa
kayıtlıdırlar. Aynı zamanda Güzel’in bir gelini ve bir de torunu bulunmaktadır.
Gelinin evlenmeye yaşı tutmadığı için resmi nikâhı bulunmamaktadır. Güzel’in
gelini de aynı şekilde berdel yapılarak alınmıştır. Güzel’in bir kızı ise kendi isteğiyle
kuma olarak evlenmiştir. Nasibe ise Güzel’den yaşlı ve evin reisi konumundadır.
Çünkü kadınların eşi oldukça yaşlı ve hastadır. Nasibe’nin de 7 çocuğu
bulunmaktadır. Toplamda 18 çocuğun tamamı Güzel’in resmi nikâhı olmadığı için
Nasibe’nin üzerine kayıtlıdır. Nasibe’nin Berdel usulü aldığı bir gelini vardır. Nasibe
bu gelinini oğlunun ölmesi üzerine diğer oğluyla evlendirmiştir. Bu türden evliliğe
ise daha önce de değinildiği gibi Levirat adı verilmektedir. Bu türden evliliklerin
uygulanma nedenleri ise öncelikli olarak kadının hane için bir emek değerinin
- 80 -
bulunmasıdır. Bu nedenle kadınlar eşleri ölse de haneden çıkarılmayarak, yapılacak
çok fazla işi olan hanenin üretimine katılmasının devamlılığı sağlanmaktadır. Gelinin
hane içinde tutulduğu bir diğer durum ise gelinin ailesinin itibarının yüksek olduğu
durumlardır. Böyle bir aileden alınan gelin kendi ailesi aracılığıyla gelin geldiği
ailenin de statüsünü yükseltmektedir. Bu sebeplerin yanı sıra gelinin ailenin namusu
olarak görülmesi ve eğer varsa çocukların velayeti nedeniyle de gelin hane içinde
tutulmaya çalışılmaktadır. Zaten kendisine başlık parası ödenmiş bir gelin varken,
diğer oğlan için yeniden başlık parası ödemenin de bir anlamı bulunmamaktadır.
Böylece aile maddi olarak kar ederken, başıboş kalan gelinin cinselliği de aile
tarafından kontrol altına alınmış olmaktadır. Bu yaklaşıma göre kadın cinselliği
denetlenmesi gereken bir cinsellik olarak algılanırken, bu cinselliğin denetimi de
yaşamasa bile kocanın ailesine ait bir hak olarak görülmektedir. Gökçe bu konuda
şunları söylemektedir: “Bu tip evlenmeler hem başlık konusunda tasarruf sağlamakta
hem miras bölünmelerini önlemekte hem de babasız ya da annesiz kalan çocukların
yabancı ellerde ezilmesi sorununu ortadan kaldırmaktadır. Yasalara aykırı olmakla
beraber geleneksel yapının özellikleri bu uygulamada etkin olmaktadır.” (Gökçe,
1990: 398). Sözü edilen bu ailede de yukarıda bahsedilen ve doğuda sıklıkla
uygulanan evlilik biçimlerinin tamamına rastlanmaktadır.
Kuma ve Berdel üzerine uzun uzun konuştuğumuz Nezahat köyde yaşarken
bu türden evliliklerin herkes tarafından normal karşılandığını anlatmaktadır. “Yani o
zaman adettir. Mesela hiç kimse kızmıyor birbirine. Adetti, yani kötü bir şey değil. O
zaman hepimize normal geliyordu, o kadar zor değil. Ama şimdi bana zor geliyor…”
Eskiye özlemini anlattığı başka bir yerde ise Nezehat yine Berdel ve Kuma’yı
değerlendirmektedir. “Öyle zor geliyor, insan hiçbir zaman eskiyi unutmuyor.
Mesela orda kadınlar tarafından diyelim Berdel olsun, ne olsa gene hoştur, gene
hoştur. Sevgi daha çoktur… Yani kuma için kadınlar birbirine kızmıyordu. Öyle
güzel geçiniyorduk, orda güzeldir. İki tane bizim akrabalarımız vardı; baktı bizim
çevreye, öyle herkese baktı, onun da gözü açıldı. Sürekli birbiriyle kavga ediyordu.
Bir tanesi küsmüş, çocuklarını almış, hatta gece yarısı İstanbul’a gitmiş. Şimdi de
ordadır. O kadın köyde sanki kız kardeştir, öyle güzel anlaşıyordu; ama buraya
gelince onlar öyle değişti, Allah bilir.” Nezehat’e göre Van’a göç ettikten sonra
kadınların kumalarına ve üzerlerine kuma getirilmesine karşı bakış açıları
- 81 -
değişmektedir. Köyde yaşarken kadınların gün içinde çok yoğun olarak çalışması,
yaşlı ve çocuklarla ilgilenmesi, hayvanların bakımıyla uğraşması vb. nedenlerle
erkeklerin kuma getirme niyetlerini sana yardımcı olması için getireceğim diye
açıklamaları kadınlara mantıklı gelmektedir. Eve bir kadının daha gelmesi eskiden
evin tüm işini tek başına yapmaya çalışan kadın için üzerinden bazı yüklerin
kalkmasını sağlamaktadır. Ayrıca Yalçın-Heckmann kadınların bu konuda ılımlı
yaklaşmalarını aynı erkekler gibi İslam’a dayanarak düşünmelerine bağlamaktadır.
İslam inancında erkeklerin çokeşle evlenmesine verilen iznin kadınlar için de
bağlayıcılığından bahsetmektedir: Yalçın-Heckmann’a göre, “kadınlar da erkekler
kadar köklerinin İslam’a dayandığını iddia eden ve dini bir meşruiyet arayan bu
ideolojiyi (ya da bu ideolojinin bir kısmını) paylaşır. Bu kısmi ideoloji, toplumsal
uyumun birbirlerine ev işlerinde ve çocuk bakımında yardım eden ve birbirlerine
destek olan kadınlar arasında kurulacağını ileri sürer. Aynı şekilde, erkeklerin
muhakemesinin kadınlardan daha güçlü olduğunu ve herkese hakkaniyetli bir şekilde
davrandığı düşünülür. Bir erkek, karıları ve çocuklarının uyumlu ve mutlu olduğu bir
aileye ve eve daha çok bağlanacaktır.”(2002: 302). Ayrıca köylerinde televizyon vb.
kitle iletişim araçlarının olmaması, çevreden hiç kimsenin bu türden evlilikleri
yadırgamaması, hatta diğer kadınların kuma getirilecek ya da kuma gidecek olan
kadın üzerinde baskı oluşturması kadınların bu türden evliliklere bakışını
belirlemektedir. Nezehat kadınların bu konuda birbirleri üzerinde baskı kurmalarını
şöyle anlatmaktadır: “Yani kendisi, kadının kendisi istemiyordu. Mesela başka
kadınlar, yakın akrabalar. Yav getir yani ne olur, kadınlar birbirinizi yemiyor, ne için
sen getirmiyorsun. Tabi ki onun karısı da ses çıkartmıyordu. Ses çıkarsan da ayıptır.”
Nezehat buna bağlı olarak kadınların bu ve bunun benzeri baskılar sonucunda kuma
ve benzeri evlilik türlerini istemese bile kabul ettiğini anlatmaktadır.
Bunun yanı sıra kumaların kendi aralarında uyumlu bir şekilde geçinmeleri
de yine toplumsal baskılarla denetim altına alınmaktadır. Kadınların kendi aralarında
uyum ya da uyumsuzlukları yakın akrabalar ve genel olarak tüm köy halkı tarafından
yakından izlenmektedir. Buna bağlı olarak kumalar arası ilişkiler sadece aile içi bir
mesele olarak değil, ailenin köy genelinde itibarını belirleyen bir mesele olarak
değerlendirilmektedir. Nezehat’in eşi Sait’le yaptığımız bir sohbette bir erkek
gözüyle olayı şu şekilde değerlendirmektedir: “Şimdi kadınlar, mesela kadınlar tabi
- 82 -
onlar da bir şey anladılar dünyadan. Eskisi gibi köyde herkes aynı hayatı yaşar gibi
değil burası. Mesela orda görüyor, ha demek ki neden böyle kabul edicem, neyim
eksiktir. O geldiğinde huzur kalmıyor. Her gün dövüş, gır gır, dövüş. Birbiriyle
geçinemiyor, birbirinin çocuğunu yanına almıyor, birbirinin çocuğunu kabul etmiyor.
Yani ne adam huzur buluyor, ne onlar buluyor. Gerçekten yani köydeyken bu hep
görürdü herkes de iki-üç evli, o da görünce ee iyi–kötü sesini çıkarmıyordu. Sesini
çıkarsaydı haksız olan o olurdu. O kadınlar geliyordu, yahu utanmıyon mu, sen de
bizim gibi. Yani o da utanırdı, suçlu olurdu.” Her ikisinin de konuşmalarından
anlaşılacağı
üzere
özellikle
kuma
konusunda
kadınlar
köydeki
gibi
düşünmemektedir. Eskiden köyde bir arada, huzur içinde yaşayan kumaların Van’a
göç ettikten sonra artık anlaşamadıklarına değinmektedirler. Ancak bizim görüşme
yaptığımız diğer kumalar için aynı şey söz konusu değildir. Eskiden de şimdi de çok
iyi geçindiklerini söyleyen kumalar Van’a göç ettikten sonra kumaların birbirleriyle
anlaşamamasının genellenemeyeceğini bize gösteriyor olabilir. Bunun yanı sıra
kadınların aralarında bir sorun varsa bile bu sorunu dışarıdan gelen birisine belli
etmemeleri, hatta tam tersi bir söylem içine girmeleri oldukça normaldir. Çünkü
kumalar arasında yaşanması muhtemel sorunlar, eskiden beri yoğun bir şekilde, hem
toplum tarafından, hem de üretilen dini söylemler tarafından denetim altına
alınmaktadır. Bu sebeple kadınlar alışageldikleri üzere bir yabancıya kendi
hanelerinin saygınlığını zedeleyeceğini düşündükleri bir sorunu açıkça anlatmıyor
olabilirler.
Şehre göç ettikten sonra kumalar üzerinde köy genelinde kurulan sosyal
baskının yaşanma oranın düşük olması, Nezahat ve eşinin bahsettiği üzere Van’a göç
ettikten sonra kumalar arasında sorun yaşanmaya başlamasının önemli bir nedeni
olabilir. Özellikle köyde herkesin gözünün çokeşle evlenen erkekler ve dolayısıyla
hanesi üzerinde olması, dini yaklaşımların baskın olması ve tüm akrabaların özellikle kadın akrabaların- ailelerinin itibarının söz konusu olması nedeniyle
kadınları denetlemesi, kadınların köyde birbirlerine karşı davranışlarına daha fazla
dikkat etmesine neden olmaktadır. Sorunların artması ya da gün yüzüne çıkması bu
türden evliliklerin yapılmasına engel olamamaktadır. Bizimle görüşmeleri sırasında
Kürt erkeklerinin birden çok kadınla evlenmesinden ve çok sayıda çocuk
yapmasından yakınan Hiyal, daha sonraki bir tarihte kuma olarak kaynıyla evlenerek,
- 83 -
kaynının 2. karısı olmayı kabul etmiştir. Hiyal’in köyde yaşarken değil de şehre göç
ettikten sonra kaynıyla evlenmesi, onun kendi konuşmasında da sıklıkla ifade ettiği
gibi şehir hayatında hem maddi, hem de manevi daha çok yardıma ihtiyacı
olmasındandır. Maddi olarak oldukça güç şartlarda yaşayan bu kadınlar, eğer bir de
yabancı oldukları bu yerlerde yalnız kalmışlarsa köyden bildikleri yollarla yoksulluk
ve yalnızlıkla baş etmeye çalışmaktadırlar. Daha önce de değinildiği gibi hazırlıksız
olarak, aniden göç etmek zorunda kalan bu insanlar için en önemli dayanak aileleri
veya akrabalarıdır. Ancak çok kalabalık halde, küçük evlerde yaşayan ve zaman
zaman kendi aile fertleri için yiyecek ekmek bulamayan bu insanlar için, çok yakın
akrabalara bile yardımcı olmak güçleşmektedir. Hiyal’in içinde bulunduğu durum
buna güzel bir örnektir. Köyde ölen eşinin babası ve eşleriyle köyünden göç eden
Hiyal bir süre onlarla aynı evi paylaşmıştır. Ancak kendisinin de 3 çocuğu olan Hiyal
bir süre sonra oldukça kalabalık olan bu evden taşınmak zorunda kalmıştır. Çünkü
ayrıldığı bu evde, kayın pederi, 2 karısı ve 20 çocuğuyla, yoksulluk içinde yaşamaya
çalışmaktadır. Bunun yanı sıra kendisinin başka bir eve çıkmasıyla devlet tarafından
yakacak vb. yardım alabilme ihtimali doğmaktadır. Bu ihtimal de onun aynı
mahallede başka bir eve taşınmasına neden olmuştur. Başka şehirde yaşayan erkek
kardeşlerinin annesinin ölmesiyle kendisine yardım etmeyi bıraktıklarını anlatan
Hiyal, hem eşinin ailesinden, hem de kendi ailesinden, benzer durumda olan herkes
gibi, ihtiyacı olan desteği alamamaktadır. Bu yüzden yolunu, dilini, yaşamasını
bilmediği bu yerde kendisine sahip çıkacak ve yoksulluğu, yalnızlığıyla mücadele
etmesini sağlayacak başka insanlara ve yollara başvurmak zorunda kalmaktadır. Bu
yüzden Hiyal çok sevdiği ve hala unutamadığı eşinin kardeşiyle evlenmeyi seçmiştir.
Yine burada tercih edilen çözüm yolu; köyden bilinen, geleneksel alışkanlıklara
dayalı olan ve Hiyal’in tek bildiği yol olan çözüm yoludur.
Kayacan, zorunlu olarak İstanbul’a göç etmiş ve Kemerburgaz’a yerleşmiş
ailelerle yaptığı çalışmasında şunları aktarmaktadır: “Ülkemizde özellikle de
Güneydoğu Anadolu insanı için “akrabalık bağı”, insanlar arası yardımlaşma ve
dayanışmayı belirleyen en temel ve geçerli ilişki biçimidir. Evlerini, tarlalarını terk
etmek zorunda kalan bu insanların, onlar için en tanıdık ve güven verici tek ilişki
biçimine sıkı sıkıya sarılmalarına şaşmamak gerekir. Ayrıca hiçbir resmi ya da gayri
resmi kurum, vakıf, dernek vb.’den yardım görmediklerini belirten göçerler, pratikte
- 84 -
birbirlerinin en büyük destekçileri olmuşlardır.”(1999: 354). Erder de bu konuda
benzer bir yaklaşımda bulunmaktadır. Ancak Erder şehre göç edenlerin genel olarak
hemşehrilik ve akrabalık ilişki ağlarını kullanmalarının yanı sıra zorunlu olarak göç
edenlerin bu ilişki ağından diğer göç eden gruba göre oldukça az faydalandığına
değinmektedir: Erder’e göre, “yoksulluk- varsıllık çizgisinin bıçak sırtında gittiği bu
ortamda, bazı haneler, hemşehrileri olsa bile, ilişki ağlarının dışında kalabilmektedir.
Bu grup içinde yeni göç etmiş ‘yoksullar’, yetişkin yaşta hünersiz göç edenler; iş
kazasına uğramış ve sakatlanmış hane reisleri; dullar; iş yaşamında başarısız olmuş
ya da hemşehrilik ilişkilerinden dışlanmış haneler vardır. Ayrıca Erder bugünlerde
doğudan gelen Kürt göçünün de bu tür haneler yaran bir göç türü olduğunu
belirtmektedir. Doğudan yeni gelen göç dalgası eskisinden farklı olarak zincirleme
göçün sağladığı esnek ve tedrici uyum olanaklarını ortadan kaldırmaktadır. Çok
çocuklu ve hünersiz yetişkinlerin olduğu bu hanelerin mevcut hemşehrilik ilişkileri
içine girmeleri çok daha zor olmakta ve bunlar da yalnızlığa terk edilebilmektedirler.
Bu grubun varlığı kökene dayalı ilişkilerin seçiciliğini ve kentte yoksulluğun bazı
gruplar için yerleşikleşme eğiliminde olduğunu göstermektedir” (1995: 118). Erder
kente göç etmiş kimseleri özelliklerine göre gruplara ayırmakta ve her gruba bir isim
vermektedir. Zorunlu olarak kente göç etmiş bu gruba ise yoksullar ve yoksullaşanlar
adını vermektedir. Ona göre “bu grubun ortak özelliği gerek iş ve gerek konut
piyasasında işleyen mekanizmaların dışında olmaları ve günlük yaşamları içinde de
yalnızlıklarıdır. Bu grubun bir önceki gruptan farkı kendi istek ve iradeleri dışında
yalnızlığa terk edilmeleridir.” (1995: 118)
Köyde devam eden ilişkilerin Van’a neredeyse aynı şekilde taşınması, tüm
hane halkının ama özellikle kadınların kapalı bir çevre içinde köydeki benzer
ilişkileri sürdürmesi, Türkçe bilmemeleri nedeniyle televizyon vb. kitle iletişim
araçlarını kullanmamaları, ayrıca yine Türkçe bilmemeleri, güven duymakta
zorlanmaları vb. nedenlerle iletişim kurdukları insanların kendilerine benzer sosyokültürel kodlara sahip olması kadınların belli konularda köyden edindiği değerleri ve
uygulamaları
değiştirmesinin
önündeki
engellerdir.
Kadınların
kendilerine
benzeyenlerle kurdukları bu yakın ilişkiler kendilerine benzemeyenlerle arasına ciddi
bir mesafe koymalarına neden olmaktadır. Bunun yanında yerli halk tarafından da
dışlanmaları onların eski değerlerine ve alışkanlıklarına daha çok sarılmalarına ve
- 85 -
yeni olana kendilerini kapatmalarına neden olmaktadır. Ayrıca bilinmeyen bir yere
göç edilmesi ve yaşamın kapalı bir çevrede geçiyor olması kadın ve genç kızlar
üzerinde baskının artmasına neden olmaktadır. Wedel’in de belirttiği gibi,
“mahallenin dışına çıkan kadınlar ve kızlar, nasıl giyindikleri, kiminle konuştukları
vb. konularda çok dikkatle izleniyorlar. Doğru bulunmayan bir davranış, komşular
arasında dedikoduya ve kocanın tepkisine yol açıyor. Böylece mahalledeki toplumsal
denetim, yeni kentsel davranış biçimlerinin gelişmesini zora sokuyor.” (2001:108).
Tüm bu etkenler nedeniyle bu kadınlar yeni yerlerine uyum sağlayamamakta ve
uyum sağlayamadıkça da aynı kısır döngü içinde yaşamlarını sürdürmektedirler.
Bunun yanında bazı kadınlar tıpkı Hiyal örneğinde olduğu gibi eski alışkanlıkların
çaresizlikten sürdürmekte, zihinlerinde bir değişim yaşasalar bile bu değişimi
pratikte uygulayamamaktadırlar. Başka bölümlerde değinildiği üzere kentte maddi
geçim kaynaklarının değişmesi ve yetişkin erkeklerin bu kaynaklara ulaşmada
gerekli bilgi ve becerilere sahip olmaması hane içinde baba otoritesinin sarsılması
sonucunu doğurmaktadır. Bunun yanı sıra kadınların ayrılıkçı etnik hareketi içinde
aktif bir şekilde yer almaya başlaması, hem kadınların hem de erkeklerin aile ve
kadına yaklaşımlarının sorgulanmasına neden olmaktadır. Ancak bu ve benzeri
farklılıklar kadınların kente göç etme sürecinde hane içinde güçlendiği, kente uyum
sağlamaya başladığı ya da geleneksel ataerkil kalıpları yıkarak yeni bir kadın bilinci
geliştirdiği anlamına gelmemektedir.
3.3.2. ÇOK ÇOCUK SAHİBİ OLMALARI ve NEDENLERİ
Hakkâri’de çok çocuk sahibi olmak, özellikle de erkek çocuk sahibi olmak
çok önemlidir. Hane halkı emeğine dayalı bir aile ekonomisi için çocuk öncelikli
olarak çalışacak bir insan daha anlamına gelmektedir. Özellikle erkek çocuk belirli
bir yaştan sonra ailenin her türden uğraşına aktif olarak katılmaktadır (bakınız foto:
7). Köylerde çocukların okula gitmemesi, küçük yaşlardan itibaren hanelerin emeğe
dayalı üretiminde önemli bir rol almalarına neden olmaktadır. Ayrıca bir hanede çok
erkeğin olması o hanenin her an çıkabilecek husumet ve düşmanlıklara karşı
korunacağı anlamına gelmektedir. Bu durumda da hanenin hakkını savunacak gücü
kuvveti yerinde erkeklere ihtiyaç duyulmaktadır. Ailelerin ata soyuna dayalı olması
nedeniyle erkek çocuk soyun devamı anlamına gelmektedir. Bu da erkek çocuğu
- 86 -
önemli yapan bir diğer nedendir. Ayrıca çocukların kendi soylarının devamı olarak
algılanmasına bağlı olarak çok çocuk sahibi olmanın bir de politik bir anlamı
bulunmaktadır. Neslin ve ırkın devamı olan erkek çocuklar, aynı zamanda mikro
ölçekte hanenin, makro ölçekte tüm milletin koruyucusudur. Bütün bu nedenlerden
dolayı erkek çocuk sahibi olan kadınların da itibarı artmakta, çok sayıda erkek
çocuğu olan kadınlar tüm aile içinde hiyerarşide üst sıralara yükselmektedir.
Nezehat erkek çocuklarına daha çok kıymet verildiğini söylerken bunun
nedenini şöyle anlatmaktadır: “Şimdi bizim orada birisi keçiye gidiyordu, birisi ot
biçiyordu, birisi kuzuya gidiyordu. Yani işini iyi yürütüyordu. Mesela birisi karşı
çıktığı zaman, dövüşmeye tabi daha iyi oluyordu.” Nezehat erkek çocuğun ailenin
korunmasında yerine getirdiği işleve de değinmektedir. Halime köyde her an kavga
çıkabileceğini vurgularken, şunları söylemektedir: “Köyde sürekli kavga dövüş
vardı. Ot yüzünden, köpek yüzünden, hayvan yüzünden; sürekli kavga vardı.”
Nezehat’in eşi Sait ise köyde olan kavgaları ve buna bağlı olarak erkek çocuğun
gerekliliğini şu şekilde anlatmaktadır. “Kavga çok oluyordu tabi. Arazi yüzünden,
hayvan yüzünden. Oluyordu yani, sürekli oluyordu yani. Orda erkek çocuk çok lazım
oluyordu. Bazıları var gariban yav 4–5 tane oğulları var. Filan kesin oğlu 10 tane var,
gücü yetiyor, onun için beyle yapıyor. Şimdi bu ne yapıyor (karısından için) bana
diyordu, Sait gak kendine bir kadın daha al. Yani bunun karşısında belki onun da 4–5
tane olsa onun gücü de o zaman bize.” Bu anlatılanlara bağlı olarak bir kadının erkek
çocuk doğurması tüm ailenin emek sürecine katkı sağlarken aynı zamanda da ailenin
güvenliğinin de sağladığı anlamına gelmektedir. Bunun yanı sıra hanenin geçiminin
ve güvenliğinin sağlanması için gerekli olan erkek çocuklar kadınlar için bir baskı
unsuru olmaktadır. Kadınlar bu nedenle aile içinde çok sayıda erkek çocuk olması
için ya kendileri doğum yapmakta, ya da kendileri bu görevi yerine getiremezse
eşinin başka bir kadınla evlenmesine izin vermektedir. Bu konuda Nezehat şunları
söylemektedir: “Şimdi 2–3 tane çocuk sahibi olan veyahut da 4–5 tane çocuğu olana,
diyorduk vay gariban, hiçbir şeysi yokmuş. 4 tane çocuğu var. Başka bir garı getir.
Valla! Kadınlar gidiyordu abi bir gadınla daha evlen. Vallahi senin çocuğun
olmuyor. Yav sen yazıksın, senin 4 tane oğlun var. 3 tane, 4 tane azdır. Gerçekten!
Köyde olsaydım, 4 tane çocuklarım olsaydı, yani erkek çocuklarım. Yav nedir, işte 4
tanedir. Sen kendine bir tane daha garı getir; kadın kendi kabul ediyordu. A bu
- 87 -
kadının 6 tane oğlanları var niye benim ki azdır, ben de getirecem. Yani kadınlar da
gerçek hiç kendini düşünmüyordu. Mesela bu kadın 6 tane erkek çocuğu var bu
kadının daha çok değeri var.” Bir ailenin erkek çocuk sayısının tüm köy tarafından
denetlendiği görülmektedir. Ayrıca kadınların Nezehatin de anlattıklarından
anlaşılacağı üzere bu konuda kendi aralarında bir rekabet içinde oldukları da
anlaşılmaktadır. Çok sayıda erkek çocuğa sahip olmak aile ve köy içinde hem
kadının hem de erkeğin statüsünü yükselttiği için aynı zamanda bir güç sembolü ya
da güç kazanma aracıdır. Bu konunun kadınlar arasında bir rekabet yaratmasının yanı
sıra, sadece karı-koca arasında bir mesele olarak değerlendirilmemesi de kadınlar
üzerinde belli bir baskı oluşmasına neden olmaktadır.
Görüşme yapılan kadınların anlattıklarına göre Van’a göç ettikten sonra bu
konuda var olan baskılar belli oranda devam etmektedir. Bu konuda güzel bir örnek
olan Türkan hayattaki en büyük derdinin bir erkek çocuğunun olmaması olduğunu
söylemektedir. Türkan’ın rahatsızlanması nedeniyle bir kız çocuktan başka çocuğu
olmamış. Erkek çocuklarının olmaması nedeniyle eşi ve eşinin ailesi bu konuda
Türkan’ın kendisini baskı altında hissetmesine neden olan davranışlarda bulunmaya
başlamış. Sadece kocası değil, kocasının erkek ve kadın akrabalarının bu konuda
bulduğu çözüm ise Türkan’ın kocasının ikinci bir kadın ile evlenmesi olmuş. Bu
nedenle Türkan sürekli olarak eşi ve eşinin akrabaları tarafından hor görülmüş ve
üzerine kuma getirilmesiyle tehdit edilmiş. Kendisine bu konuyu neden bu kadar dert
ettiğini sorduğumuzda bize şu şekilde cevap vermiştir: “Çok fazla istemiyorum. 2-3
tane olsa daha iyi olur. Akrabaları gelip senin hiçbir şeyin yok, neyin varsa bize
kalacak; açıkça bunu söylüyorlar eşime. Eşim de kızıyor. Nasıl üzülmem; kaynım
köye gitti, ortak cevizlerimiz vardı getirdi bize hiç vermedi. Kardeş böyle yapar mı?
Miras bırakılacak erkek yok, bu yüzden bir erkek çocuk olsa yeter.” Bunun üzerine
kendisine kadınların bu konuda neler söylediğini sorduk. O da “evet onlar da
söylüyor, hepsi kızdırıyor. Gençler bile söylüyor. Ben de üzülüyorum tabi,
geçenlerde kaynımın evine gittim, çocuklarının bizi rahatsız ettiğini söyledim; onlar
da bu ayrılmak istiyor dediler. Ama ben ayrılmak niyetinde değilim… Eşime
diyorum ki; yeğenlerinden bir erkek çocuk alalım, büyütelim kızımızla evlendirelim,
o da bizimle kalsın. Biz ölünce de bizim varisimiz o olsun. Ama eşim kabul etmiyor;
illaki evlenecek, illaki evlenecek.” Burada vurgu erkek çocuklarının olmaması
- 88 -
nedeniyle eşinin ailesinin mirastan eşine pay vermemesi üzerinedir. Sadece erkek
evlatlara mirastan pay verilmesi nedeniyle çıkan bu sorun, Türkan’ın eşinin mirastan
pay alabilmek için başka bir kadınla evlenmesi ve bu kadının erkek çocuk doğurması
yoluyla çözülmeye çalışılmaktadır.
Erkek soylu bir aile yapısı içinde kız çocuklarının mirastan pay almaması,
onların bir gün gelip evleneceği ve başka bir ailenin içinde yaşamına devam edeceği
düşüncesine dayanmaktadır. Baba evinde bir misafir gibi görülen kız çocukları, gelin
oldukları hane için de belli bir emek katkısı olarak değerlendirilmektedir (Başlık
parası uygulaması evlenecek genç kızın emek katkısının evleneceği haneye geçmesi
nedeniyle kızın emek değerinin babasına ödenmesidir). Dolayısıyla yeni evlenen
genç kadın kendisi için ödenen emek değeri nedeniyle evlendiği hanenin işlerini
yapmak zorundadır. Buna bağlı olarak yeni evlenen kadınlar hane içindeki
hiyerarşide en alt sırada yer alırken, gelinin kocasının annesi en üst yerdedir. “Yeni
evlenen gelin yaş-cinsiyet hiyerarşisinde en alttadır ve tarımsal üretimde çalışmanın
yanı sıra su taşımak gibi en ağır işleri de o yapar. Gelinin konumu, erkek çocuk
doğurabilmesi ve yaşının ilerlemesiyle yükselir. Oğulları eve gelin getirdiğinde,
saygınlığının doruğuna ulaşır. Yalnızca işi hafiflemez, işlerin genç kadınlar arasında
dağıtılması ve düzenlenmesi gibi üretimin daha yönetsel kısımlarına bile katılabilir.”
(Kandiyoti, 1995: 53). Eve hem kendi gücüyle hem de evlendiği kadının gücüyle
katkı sağlayan erkek çocuklar bu nedenle pratik anlamda oldukça kıymetlidir. Ayrıca
erkek çocukların anne baba tarafından yaşlılıkta hem maddi hem de fiziksel olarak
bir güvence olarak görülmesi de onların değerini arttıran bir diğer nedendir. “Çocuk
doğduğunda kadının işi ve sorumluluğu artar ama bu gelecekteki maddi ve manevi
destek için yatırım olarak görülür-yani, insanın yetişkin olduklarında çocuklarından
bekleyeceği maddi katkı, emek katkısı ve moral desteği.” (White, 1991: 88). Bunun
yanı sıra baba soyuna dayalı bir aile yapısı içinde erkek çocukların soyun ve ırkın
devamını sağlayacak olmaları da onların kıymetini arttıran bir başka nedendir.
Baba soyuna dayalı bir aile yapısı içinde mikro ölçekte soyu devam ettiren
erkek evlatlar, makro ölçekte ırkın ve milletin devamcısıdırlar. Bu nedenle kadınların
erkek çocuk doğurmasına biçilen değerin makro ölçekli bir anlamı daha
bulunmaktadır. Kadınların etnik ve milli hareketler içinde yerine getirdiği 5 işlevden
- 89 -
birisi kadınların etnik ve ulusal grupların biyolojik yeniden üreticileri olmalarıdır
(Yuval-Davis, 1994: 17-18’den aktaran Yalçın Heckman ve Van Gelder, 2004).
Kağıtçıbaşı (1998), kadınların çocuk doğurma gerekçeleri üzerine sekiz ülke
tarafından yürütülen karşılaştırmalı çalışmada yer alarak Türkiye’de kadınların çocuk
doğurmasının nedenlerini tespit etmiş ve bu sonuçlarını diğer 7 ülke ile
karşılaştırmıştır. Yapılan çalışmanın sonucunda bu ülkeler arasında Türkiye’de
yaşayan kadınlar eşlerine yakın olmayı en önemli yaşam değeri olarak görmesi
anlamında birinci sıradadır. Aynı çalışmada kadınlar tarafından bir çocuk daha
istemenin en önemli ya da ikinci önemli nedeni olarak eşe yakın olmanın neden
gösterildiği en yüksek ülke de Türkiye’dir. Ayrıca en önemli yaşam değerine
ulaşmada (yani Türkiye’deki kadınlar için eşlerine yakın olmak) erkek çocuğun
katkısının daha büyük olduğunu söyleyen kadınların ikinci en yüksek oranını
Türkiye’de yaşayan kadınlar oluşturmaktadır. Sonuç olarak Türkiye’de kadınların
eşlerine yakın olmayı oldukça önemsedikleri gözlenmektedir. Onlar için en önemli
yaşam değeri eşlerine yakın olmaktır. Kadınlar bu değeri sağlamanın önemli bir
yolunun çocuk sahibi olmaktan geçtiğine inanmaktadırlar. Bunun yanı sıra kadınların
özellikle erkek çocuk sahibi olmalarının eşlerine yakın olmalarını daha da
kolaylaştıracağını düşünmeleri önemli bir noktadır. Kağıtçıbaşı’nın bu saptaması bu
bölgedeki kadınlar için de geçerli olabilir ve bu kadınların da benzer sebeplerle çok
çocuk sahibi olmalarına neden olabilir.
Yukarıda sayılan nedenlerin yanı sıra özellikle zorunlu göçe maruz kalmış
kadınların sahip oldukları çocuk sayısının yüksek olmasının farklı özel nedenleri de
bulunmaktadır. Öncelikle zorunlu olarak kente göç etmiş kadınlar çocuk sayısını
sınırlandırmaya yönelik olarak, kurumsal herhangi bir yardım almamaktadırlar.
Kadınların bu anlamda resmi bir yardım almamasının nedenlerinden bir tanesi
kadınların resmi kurum ve kuruluşlara olan yabancılığıdır. Resmi kurum ve
kuruluşlardan faydalanmak için gerekli olan bilgi ve deneyimden yoksun olan bu
kadınlar, kendilerini ifade edecek derecede Türkçe bilmemeleri nedeniyle de
buralardan uzak durmaktadırlar. Bu insanların bu kurumlar için gerekli olan belge ya
da paraya sahip olmamaları da onların buralara ulaşmasının önündeki bir diğer ciddi
engeldir. Ayrıca herhangi bir resmi kuruma gittiklerinde gerek Türkçe bilmemeleri,
- 90 -
gerek giyim kuşam gibi dış görünüşleri nedeniyle kendilerini farklı hissetmekte ya da
farklı hissetmelerine neden olunmaktadır. Wedel’in de belirttiği gibi, “bu kadınların
Türkçe konuşma becerisine sahip olmamaları kendi dışındaki insanlarla ilişkiye
girmelerini ve resmi kurumlardan yararlanmalarını engellemektedir. Formel eğitim
almamış olmak, kurum ve organizasyonlarla ilgili deneyim eksikliği çok sayıda
kadının özgüven eksikliği çekmesine yol açıyor; hiçbir şey bilmediğini ya da
gerektiği gibi bir dil ve formda konuşmadığını düşünüyor bu kadınlar. Çok sayıda
kadın, kamu kuruluşlarında, örneğin hastanelerde ya da belediyede, köylü giysileri ya
da lehçeleri nedeniyle ayrıma uğradıklarını söylüyor. Kamusal alanlar ilkece herkese
açık olsa da onlar buraları modern, kentli ve eğitimli kadın tipiyle birlikte
düşündüklerinden yadırgıyorlar.” (2001: 106–107). Göç etmiş kadınların bu alanları
modern, kentli ve eğitimli kadın tipiyle birlikte düşünmesinin nedeni; bu alanların
gerçekten de yukarıda sayılan tipleri özne konumuna getirerek farklılıkları
görmezden gelmesidir. Şöyle ki; “modern ulus devletler etnik, dinsel, cinsel, kültürel
tüm farklılıkları tasfiye etmekte, ötekileri kendi merkezinden görerek onları ancak
kendine benzediği oranda kabul etmektedir.” (Demirtaş, Diken, Gözaydın, 1996).
Zorunlu olarak göç etmiş kadınlar yukarıda sayılan nedenlerin yanı sıra modern
yapılara olan yabancılıkları, bu kurumlara ulaşmada gerekli olan bilgi ve
donanımlardan mahrum olmaları, sosyal ve ekonomik yoksunlukları gibi nedenlerle
bu kurumlara ulaşmamaktadırlar. Ayrıca modern kurumların tek bir tipe göre
tasarlanması nedeniyle kendilerini öteki hissettirmeleri de onların genelde tüm
kurumlara, özelde sağlık kurumlarına giderek doğumdan korunma yollarını
kullanmalarını engellemektedir.
- 91 -
3.4. SAHA ÇALIŞMASINDAN GÖZLEMLER
3.4.1. KADINLARIN YAŞADIKLARI EVLER
Görüşme yapılan kadınlar daha önce de belirtildiği gibi genel olarak kalabalık
bir hanenin içerisinde yaşamlarını devam ettirmektedirler. Ailedeki nüfusun
kalabalıklığına rağmen bu ailelerin yaşadıkları evler oldukça küçüktür. Genel olarak
evler Hakkâri’deki düzenleniş biçimine göre düzenlenmiştir. Buna göre kapıdan ilk
girişte genişçe bir salon ve salonun yanlarına dizilmiş, kapıları da yine bu salona
açılan odalar bulunmaktadır. Genellikle evin büyüklüğü salonun çevresine dizilmiş 3
ila 4 odaya izin verecek şekildedir. Tuvalet evlerin dışında bulunmakta, banyo ise
mutfağın bir bölümünden oluşmaktadır (bakınız foto: 8–9–10–11). Ev halkının
banyo ihtiyacı ve çamaşırların yıkanması için gerekli olan sıcak su mevsime göre
sobaların üzerinde, tandırda veya evin önüne yakılan ateşlerin üzerinde ısıtılarak
sağlanmaktadır. Evin mutfağı ise yine odalar gibi salona açılan karanlık, küçük bir
bölümdür.
Görüşme yapılan kadınların evlerinde televizyon dışında herhangi bir beyaz
eşya bulunmamaktadır. Evlerin içinde oturulan mekânlarda da hemen hemen hiç eşya
bulunmadığı gözlenmiştir. Odaların zeminine serilen halı veya kilimlerin üzerine
atılan sünger ya da yün minderlerin dışında bazı evlerde oldukça eski televizyon
dolabı vb. dolaplar bulunmaktadır. Yerlere atılan minderlerin geceleri yatak olarak
da kullanıldığı evler bulunmaktadır. Hanelerinin ekonomik durumuna göre yere halı
veya kat kat kilim serilerek kışlar geçirilmektedir (bakınız foto:12). Odalardan
birinde ya da ikisinde odun-kömür sobası kullanılmaktadır. Ancak çoğu zaman
yakacak bulmakta zorlanılması nedeniyle elektrikli soba kullanılması zorunlu hale
gelmektedir. Evlerde elektrik kullanımı kaçak olarak sağlanmaktadır. Hiç eşya
bulunmayan odaların bir duvarında üst üste yığılmış yataklar bulunmaktadır (bakınız
foto: 13). Eve gelen kişi sayısına göre gerek olursa bu yataklar hemen yere
indirilerek oturulacak minderlere dönüştürülmektedir. Eve gelen misafire oldukça
hürmetkâr davranılmaktadır. Misafirin oturması için odanın en üst tarafı yani kapıdan
en uzak yeri gösterilmektedir. Ayrıca misafirler muhtemelen en rahat olması
nedeniyle belli minderlere oturmaları noktasında yönlendirilmektedirler. Her evde
- 92 -
misafire mutlaka çay ikram edilmektedir. Hanelerin ekonomik durumuna göre çayın
yanında çeşitli şekerlemeler, limon ve kolonya da ikram edilmesi adettendir.
Evlerin önünde kadınların evin ekmeğini yapabilmesi için bir tandır evi
bulunmaktadır. Bu tandır evlerinde kadınlar evin kalabalıklığına göre belirli
aralıklarla tandır ekmeği pişirmektedirler. Bu durum ailelerin ekmek parasından
tasarruf etmelerini sağlamaktadır. Evler kerpiçten yapılmış olup yalıtım ve alt yapı
sorunları bulunmaktadır. Görüşme yapılan evlerin bazılarının kışın çatısı akarken,
yalıtım sorunları nedeniyle de evlerin içi oldukça soğuk olmaktadır. Tek kattan
oluşan bu evlerde tavanların alçak, camların küçük olması nedeniyle evlerin içi
oldukça karanlıktır (bakınız foto: 14–15). Güneşi çok az gören bu evler karanlık,
izbe ve soğuk yerlerdir. Evlerin bulunduğu yerleşim yerlerinde alt yapı sorunları
henüz halledilmediği için kışın evlerin etrafı çamur içindedir. Evin dışında en çok
vakit geçiren çocuklar için bu durum ciddi bir sorundur. Bu evlerde yaşayan çocuklar
okula giderken ve sokakta oynarken hep bu çamurun içindedirler. Bu durum kadınlar
için ek bir iş daha çıkarırken aynı zamanda oldukça kısıtlı olan aile bütçesine de
zarar vermektedir. Güzel “biz her gün üç ip çamaşır yıkıyoruz” diyerek bu durumu
anlatmaktadır. Daha önce de belirtildiği gibi çamaşır yıkamak için gerekli olan su
herhangi bir ateş yakılmasıyla sağlanmaktadır. Oysa bu aileler için yakacak bulmak
oldukça büyük bir sorundur. “Odunu zorlukla alıyoruz” diyen Güzel tandırda ekmek
yaparlarken de aynı sorundan bahsetmektedir.
Görüşme yapılan kadınların yaşadıkları evlerin tapusu bulunmamaktadır.
Ancak tapusu olmayan bu evleri kendileri yaptırmışlardır. Bu kadınlardan sadece 2
tanesinin evleri kendilerine ait değildir. Göçlerin yoğun olarak yaşandığı dönemlerde
bu ailelerin bir kısmına yönelik olarak Van’ın başka bir yerinde bir mahalle
kurularak, evler yaptırılmıştır. Bu evler göçmenlere sağlanan bir arazi üzerinde,
belirli bir plana göre düzenlenmiştir. Buna göre göçmenlere oldukça ucuz malzeme
sağlanmış ve göçmenler kendi işçiliklerini de yaparak bir ev sahibi olmuşlardır.
Yaptırılan bu evler göç sonrasında zorunlu göç mağdurlarının ihtiyaçlarına yönelik
uygulanan tek resmi programdır. Bunun yanı sıra bu evlere sahip olan göçmenler
zorunlu olarak göç edenlerin sadece belli bir kısmını oluşturmaktadır. Van’ın başka
- 93 -
mahallerine dağılmış oldukça çok sayıda zorunlu göç mağduru insanlar
bulunmaktadır. Görüşmelerin sürdürüldüğü kadınlar da birbirinden farklı 3
mahallede yaşamlarını devam ettiren zorunlu göç mağdurlarındandırlar.
3.4.2. KADINLARIN YAŞADIKLARI MAHALLELER
Kadınların yaşadıkları mahalleler Van şehir merkezinden uzakta kurulmuş;
yol, su, kanalizasyon gibi alt yapı sorunları olan mekânlardır. Evlerin bulunduğu
mahallelerin çevresi çamurla kaplıdır. Mahalledeki evlerin hemen hepsi aynı yapı ve
konumda bulunmaktadır. Bu nedenle görüşme yapılan evlerin yerlerini, farklı
zamanlarda gidildiğinde, bulmakta zorlanılmıştır. Mahallelerde evlerin neredeyse
hepsi tek kattan oluşmakta ve birbirine oldukça yakın bulunmaktadır (bakınız foto:
16). Buralar herkesin birbirini tanıdığı kapalı mekânlardır. Görüşmeye gidildiği
zamanlar mahallede yaşayan diğer insanların merakla bizi izlemesi, buralara sıklıkla
yabancıların gelmediğini göstermektedir. Bu mahallelerde yaşayan insanların
dışarıdan gelen kimselere karşı merak içinde olmalarının yanında aynı zamanda
temkinli de davrandıkları gözlenmiştir. Çünkü mahallelerde dolaşılması sırasında
birçok mahalle sakini bizi uzaktan izlemeyi tercih etmiştir. Bu yaklaşımları ise tezin
başka bölümlerinde vurgulandığı üzere yaşadıkları sosyal, kültürel ve siyasal
ayrımlaşmayı bir kez daha kanıtlamaktadır. Kendi içlerine kapanma bu insanların
faklı olanla arasına daha da çok mesafe koymasına neden olmaktadır.
3.4.3. KADINLARIN ÇOCUKLARI ve YOKSULLUKLARI
Bu ailelerin nüfusu genel olarak oldukça kalabalıktır. Kız çocukların
evlenerek evden ayrılması, erkek çocukların ise baba evinde yaşamlarını devam
ettirmesi alışkanlığı Hakkâri’de olduğu gibi Van’da da devam etmektedir. Ancak
gençlerin erken yaşta evlenmesi, kendi geçimlerini sağlayacak herhangi bir işte ya
hiç çalışmamaları ya da zaman zaman çalışmaları erkek çocukların hemen hepsinin
baba evinde yaşamlarını devam ettirmesine neden olmaktadır. Bu ailelerin
yoksullukla mücadele etmek için geliştirdikleri taktiklerden (özne strateji geliştiren,
öteki taktik geliştirendir) bir tanesi olan bu yaklaşım, tüm aile fertlerinin bir ev içinde
- 94 -
kalarak,
kazanılanın
da
harcananın
da
bir
arada
yapılması
düşüncesine
dayanmaktadır. Yeni evlenenlere yeni bir ev açmak yerine bir arada yaşamak, bu
gençlerin varsa kazançlarının hane içinde kalmasını sağlamak, bunun yanı sıra
kaynayan bir kazandan hep beraber yiyerek yeni bir kazan kaynatılmasını önlemek
amacıyla kadınlar eşleri, evlenmemiş çocukları, evlenmiş erkek çocukları, gelinleri
ve torunlarıyla bir arada yaşamaktadır. Görüşme yapılan kadınlardan Gülbahar bu
konuda şunları anlatmaktadır: “Oğlum da tekrar ev içine geldi, eşine bakamıyor; bir
kızı da var… Burada ise koşullar çok kötü gördüğünüz gibi. Oğlum tekrar eve döndü,
eşyalarını bile eve yerleştiremedi dışarıya bıraktık. Biz köyde olsaydık böyle
olmazdı… Vallahi muradım; Allah'ım çocuklarıma bir nasip versin, kiracılıktan
kurtulmak kendi evlerimize sahip olmak isterim. Sürekli ev sahipleri evden
çıkartmaya çalışıyorlar. Halimiz perişan.” Görüldüğü gibi Gülbahar kirada
oturmaktadır. Evlenen oğlu da kirada otururken maddi olarak zorlanması nedeniyle
anne-babasının evine taşınmak zorunda kalmıştır. Sonuç olarak bu aileler yaşadıkları
yoksulluk nedeniyle bir arada yaşamak zorunda kalmaktadırlar.
Yapılan gözlemlerde zorunlu göç mağdurlarının çok zor şartlar altında
yaşadıkları
görülmüştür.
Kadınların
eşlerinin
hiçbirinin
düzenli
bir
işi
bulunmamaktadır. Evlerde çalışanlar genellikle genç erkeklerdir. Bu gençler ailelerin
yaşadıkları ekonomik sıkıntı nedeniyle çalışmak zorunda kalması sonucu eğitimlerini
yarıda bırakmışlardır. Küçük yaştaki çocukların hemen hepsi okula devam
etmektedir. Ancak çocukların genel olarak okulda başarıları oldukça düşüktür. Bu
aileler içinde Türkçe dilinin konuşulmaması, çocukların Türkçe’yi sadece okulda
kullanması, dille ilgili çok ciddi sıkıntılar yaşaması sonucunu doğurmaktadır. Dil
probleminin yanı sıra ailelerin yaşadıkları mekânlarda çocukların ders çalışacak bir
ortamlarının olmaması da çocukların okuldaki başarılarını düşüren bir diğer
nedendir. Çünkü görüşme yapılan evlerde hemen her odanın belli bir amaca uygun
olarak kullanıldığı gözlenmiştir. Eğer evde evli erkek çocuklar eşleriyle birlikte
yaşıyor ise odalardan birisi ona ve onun eşine aittir. Bazı evlerde birden fazla evli
erkek çocuk aynı evde kalmaktadır. Evli olmayan ve evli olan çocukların ve onların
çocuklarının bir arada yaşadığı bu evlerde mekânlar da oldukça küçüktür. Bu durum
çocukların ders çalışmak için bir ortamlarının olmamasının temel nedenlerindendir.
- 95 -
Kalabalık olan bu ailelerin çocuklarına maddi olarak bakmakta oldukça
zorlandıkları gözlenmiştir. Bu durum çocukların fiziksel özelliklerinden net bir
biçimde anlaşılmaktadır. Kışın en soğuk olduğu zamanlarda da sürdürülen
görüşmelerde çocukların genellikle bu mevsime uygun olmayan kıyafetler içinde
oldukları görülmüştür. Bu çocukların çoğunun sokakta oynarken ya da okula
giderken giydikleri ayakkabıları plastik ve oldukça incedir. Çocukların üstünde genel
olarak kışlık bir mont vb. yerine üst üste giyilmiş kazak, pijama ya da etekler
bulunmaktadır. Bu çocukların üzerindeki giysilerin oldukça eski olduğu da
gözlenmiştir. Ayrıca çocukların elbiselerinin eskimişliğinin yanında, saçlarının ve
genel olarak tüm dış görünüşlerinin kirliliği de gözlemlenen bir unsurdur. Tüm
çocuklar yoğun bir şekilde öksürmekte ve burunları akmaktadır. Bu görüntüleriyle
çocuklar, zorunlu göç mağduru ailelerin içinde bulundukları yoksullukları ve
yoksunluklarından bir kesit sunmaktadır (bakınız foto: 17–18–19).
- 96 -
4. SONUÇ ve DEĞERLENDİRME
1984 yılından sonra ülkemizin Doğu ve Güney Doğu Anadolu Bölgelerinde
yaşanan çatışmalar nedeniyle birçok köy ve mezra boşalmış ya da boşaltılmıştır. Bu
tez çalışması köyleri devlet güçleri tarafından tamamen boşaltılan Hakkârili
kadınlarla tamamlanmıştır. Zorunlu olarak köylerinden Van’a göç eden 10 kadın ile
sürdürülen
çalışmanın
sonuçları,
çalışmada
kullanılan
yöntem
nedeniyle
genellenebilir sonuçlar değildir. Ancak yapılan gözlemler ve literatür çalışması
sonucunda görülmüştür ki; zorunlu göç sürecini yaşayan bir çok insan benzer
koşullarda hayatlarını sürdürmektedir.
Bu tez çalışması 10 adet kadınla yapılan görüşmelere, çok sayıda gözleme ve
literatür taramasına dayanmaktadır. Bu üç aşama Yıldırım ve Şimşek’in (1999) nitel
bir araştırmanın üç asli unsuru olarak tanımladıkları veri toplama teknikleridir.
Çalışmanın sonucunda elde edilen bulgular daha önce de belirtildiği gibi çalışmanın
sürdürüldüğü zaman dilimi içinde çalışmaya katılan kadınlar için geçerlidir. Kendi
istekleriyle ya da PKK baskısı sonucunda köylerini terk etmek zorunda kalan daha
çok sayıda kadın için bu çalışmada söylenenler geçerli olmayabilir. Bunun yanında
aynı kadınlarla daha sonraki bir tarihte yapılacak olan benzer bir çalışmanın
sonuçları bu çalışma ile paralellik göstermeyebilir. Çünkü bu türden çalışmalar
sosyal olayları durağan ve evrensel yapılar olarak görmezken, bunları bireyden
bağımsız olarak da değerlendirmez. Bu konuya çalışmanın yönteminin anlatıldığı
bölümde daha detaylı değinilmiştir. Üç aşamadan oluşan bu tez çalışması sonucunda
elde edilen bulgular şu şekilde özetlenebilir:
Görüşmelere katılan kadınlar devlet güçleri tarafından toplu halde köyleri
boşaltılan insanlardan bazılarıdır. Bu nedenle kadılar köylerinden göç etme
nedenlerini askerlerin köylerini boşaltmalarıyla açıklamaktadır. Kadınlar bu konuda
sürekli olarak devlet güçleri ile PKK arasında kaldıklarını vurgulamaktadırlar.
Köylerinin askerler tarafından yakılarak boşaltıldığını söyleyen kadınlar o günle ilgili
olarak konuşmaktan kaçınmaktadırlar. Bunun yanı sıra sürekli olarak köylerinin
yakıldığını ve askerlerin köylerini boşalttığına değinen kadınlar bu olayların
- 97 -
nedenleri hakkında da detaylı bir şekilde konuşmamaktadırlar. Kadınların bu konuyla
ilgili tek açıklamaları askerlerin köylerine korucu olmasını önermeleri sonucunda
kendilerinin bunu kabul etmemeleri üzerine köylerinin yakılarak boşaltıldığıdır.
Kadınlara sorulan sorular sonucunda anlaşılmıştır ki; kadınlar göç etme
kararında etkin olmadıkları gibi göç edilecek yerin seçiminde de etkili olmamışlardır.
Kadınlar göçün nasıl gerçekleştirileceği, nereye göç edileceği, kimlerle birlikte göç
edileceği gibi konularda da karar süreçlerinin içinde yer almamaktadırlar. Bu nedenle
kadınlar bu süreçte erkeklerden daha fazla tabi olan konumundadırlar.
Kadınların bu süreçte karar verme mekanizmalarından dışlanmış olmaları
onların süreci anlamlandırmasını da zorlaştırmaktadır. Küçükcan ve Köse’nin(2000)
de belirttikleri gibi hayatlarının kontrolünü kaybeden, hayatlarına yön verme
yeteneklerinden mahrum kalan, can ve mal kaybı yaşayan insanlar yaşadıklarıyla baş
edebilmek
için
kaybettikleri
anlamın
yerine
yenilerini
koymak
için
çabalamaktadırlar. Görüşmeye katılan kadınların da yaşadıkları nedeniyle benzer bir
duygusal boşluk içinde oldukları, yaşadıklarını ve hayatlarının tamamını yeniden
anlamlandırmaya çalıştıkları görülmüştür. Şöyle ki; kadınlar başlarına gelen olayları
bir kader ve tevekkül anlayışı içinde yorumlamaktadırlar. Ayrıca kadınların hayattan
beklentileri dünyevi değerlerden çok, iman, ibadet vb. üzerine kurulu dini değerlere
dayanmaktadır. Bu yorumlama sayesinde kadınlar yaşadıkları olumsuz süreçleri dini
bir anlam dünyası içinden yeniden yorumlamaktadırlar.
Kadınlarla yapılan görüşmeler sonucunda görülmüştür ki; görüşmelere katılan
kadınlar zorunlu göç sürecinde, sınırlı da olsa bir tür siyasi bilinç sürecine
girmişlerdir. Kadınlar duygusal temelde belirli siyasi partilere yönelik bir sempati
geliştirmişlerdir. Kentteki kimlik yitiminin bir yansıması olan bu sempati, büyük
ölçüde bir “ötekilik” duygusunun yol açtığı sosyo-psikolojik sorunlardan
kaynaklanıyor olabilir. Sempati duydukları siyasi partinin kendilerine değer
verdiğine değinen kadınlar aynı zamanda bu hareketin erkeklerini de benzer yönde
biçimlendirdiğini savunmaktadırlar. Ayrıca bu siyasal hareket kadınlar için dilini,
yolunu, nasıl yaşanacağını bilmedikleri bu yeni yerlerde kendilerini yalnız
- 98 -
hissetmelerine engel olan bir sosyal ortam da yaratmaktadır. Kadınlar köyde
yaşarken
genel
olarak
yaylaya
gidip
gelmenin
dışında
başka
bir
yere
gitmemektedirler. Van’a göç ettikten sonra ise Van’ın bilmedikleri bir yer olmasının
dışında sosyal baskılar nedeniyle de mekânsal bir hareketlilik yaşamamaktadırlar.
Ancak kadınlar siyasi faaliyetlere katılmaya başladıktan sonra sık sık kendilerini ait
hissettikleri partinin binasına gidip gelerek, partinin hem şehir içindeki hem de şehir
dışındaki faaliyetlerine katılarak daha fazla hareket edebilmektedirler. Görüşmeler
sonucunda görülmüştür ki; kadınlar bu süreç içinde kendi etnik kimliklerini ön plana
çıkarmaktadırlar.
Göç sonrasında etnik kimliklerine daha fazla vurgu yapan kadınlar, bölgedeki
ayrılıkçı etnik hareket içinde yer alarak, bu hareketin hem öznesi ve hem de nesnesi
olmaktadırlar. Bu hareket sayesinde ikinci sınıf insan muamelesinden kurtulduklarını
söyleyen kadınlar hareketin öznesi iken hareketin devamını ve yeniden üretimini
sağlayan işlevleri yerine getirerek de nesnesi haline gelmektedirler. Bunun yanı sıra
bu türden etnik hareketler Kandiyoti’nin de belirttiği gibi kendisini hem yeni
kimlikler lehine geleneksel bağlantıları dönüştürüp eritecek bir proje, hem de
müşterek toplumsal geçmişin derinliklerinden gelen saf kültürel değerlerin eritilmesi
olarak sunar. Bu her iki eylemde kadınlar üzerinden yürütülür. Ayrıca bu türden
hareketler içinde kadınlar etnik ve ulusal grupların sınırlarının yeniden üretilmesinde
etkin bir rol oynar. Bu da kolektif kimliğin yeniden üretilmesiyle gerçekleşmektedir.
Ancak kolektif kimlik üretildiği oranda diğerleriyle arasına bir sınır koyar. Böylece
yeni olanı ve farklı olanı dışlayan bu yaklaşım özellikle zorunlu göçe maruz kalan
kadınlar için kente ve kent yaşamına uyum sağlamada ciddi sorunlara neden
olmaktadır. Bu durum kadınların sadece yaşadıkları kente değil, aynı zamanda makro
ölçekte ulusal süreçlere katılımını da engellemektedir. Şöyle ki; “kadınların
cemaatlerin sınır taşları ve toplu kimliklerinin ayrıcalıklı taşıyıcıları olarak
nitelendirilmeleri, onların modern ulus devletlerin tam anlamıyla yurttaşları olarak
ortaya çıkışlarına olumsuz etkide bulunur.” (Kandiyoti, 1997: 166).
Görüşmelere katılan kadınlar genellikle ekonomik sorunlarından bahsetmeyi
tercih etmektediler. Hakkâri’de ekonomik anlamda çok daha rahat bir hayat
- 99 -
sürdüklerini tekrarlayan kadınlar Van’daki yoksulluklarını detaylı bir şekilde
anlatmaktadırlar. Kadınlar köyde yaşadıkları dönemlerde kendi kendilerine yeten bir
ekonomiye sahip olduklarını anlatmaktadırlar. Orada kendi ürettikleriyle paraya
ihtiyaç duymadan geçimlerini sağlayan haneler Van’a göç ettikten sonra geçim
kaynaklarının değişmesiyle birlikte ekonomik anlamda oldukça zorlanmaktadırlar.
Hane reisinin bu yeni yerlerde gerekli olan bilgi ve becerilere sahip olmaması
nedeniyle iş bulamaması sonucu hanenin geçimi; genç erkekler, kadınlar ve
çocukların sırtına yüklenmiştir. Bu durum genel olarak çocukların eğitimini
engellemektedir. Oldukça kalabalık olan bu ailelerde yetişkin erkeklerin çalışmaması
ve haneye giren düzenli bir gelirin olmaması çocukların ailenin geçimini neredeyse
tamamen üzerine almasına neden olmaktadır. Benzer şekilde görüşmelerin
yürütüldüğü ailelerde de çocuklar çalışmak zorunda olmaları nedeniyle eğitimlerini
yarıda bırakmışlardır. Çocukların yanı sıra ailelerin ekonomik olarak geçinmelerinin
zorlaşması nedeniyle kadınlar da çalışmak zorunda kalmıştır. Ancak yine onlar da
erkekler gibi kent yaşamına uygun bilgi ve becerilerden yoksundurlar. Bu nedenle
görüşmelere katılan kadınlardan 2 tanesi açıkça ramazanda zekât topladığını
anlatırken, diğerleri de dolaylı yollardan yardım talebinde bulunmuşlardır. Sonuç
olarak köylerinde ürettikleriyle geçimlerini sağlayan bu aileler Van’a göç ettikten
sonra başkalarının yardımına muhtaç hale gelmişlerdir.
Van’a göç ettikten sonra emek süreçlerinde meydana gelen değişimler
nedeniyle kadınların gündelik yaşam pratikleri de değişmiştir. Köyde yaşadıkları
dönemlerde oldukça etkin bir biçimde hanenin üretiminde katkıda bulunan kadınlar
göç ettikten sonra hanenin üretim süreçlerinde meydana gelen daralmalar nedeniyle
eski alışkanlıklarından vazgeçmek zorunda kalmışlardır. Bu yeni yaşam biçimi hem
yapılan işlerden arta kalan zamanlardan ve hem de haneye maddi olarak bir kazanç
sağlayamamanın verdiği sıkıntılarda dolayı kadınların kendilerini bir anlamda
değersiz ve işe yaramaz hissetmelerine yol açmaktadır. Kadınların köyde edindikleri
becerileri bu yeni yerlerinde kullanamamaları ve burada gerekli olan beceriler için
belli bir donanıma sahip olmamaları onların daha da çok içe kapanmasına neden
olmaktadır. Tekeli’nin de belirttiği gibi, “göç eden kişinin belli büyüklükteki bir
- 100 -
yerleşme ya da emek pazarı dışına göç eden kişi olması belli bir topluluğu terk
ederek yeni bir topluluk içine girmesi, yeni toplumsal ilişkiler kurmasını
gerektirmekte ve çok sayıda uyum sorunu yaratmaktadır.” (1998: 10). Benzer bir
durum içinde olan zorunlu göçmenler de uyum sorunu yaşamakta, yaşadıkları uyum
sorunlarını ise kendi içlerinde halletmeye çalışmaktadırlar.
Peker’in(1999) de belirttiği gibi aileler kendi içlerine kapanarak sadece
kendilerine benzeyenlerle ilişki kurarken, sorunlarına da kırdan tanıdıkları aile,
akraba ve din kurumu ile çözüm bulmaya çalışmaktadırlar. Uyum sorununa bulunan
bu çözüm ise belli bir cemaatleşmeyi de beraberinde getirmektedir. Bir de buna yerli
halkın bu insanlara karşı gösterdiği dışlayıcı ve düşmanca tavır eklenince aileler
yaşadıklarının da etkisiyle daha da içlerine kapanmaktadırlar. Böylesi bir yaklaşım
ise bu insanlar arasında dışarıdan olanlara karşı güvensizlik yaratmaktadır.
“Güvensizlik, hem kişilerin kamusal alanı kullanmalarını engellemekte, hem de
özelde bireylerin kişisel yakın ilişkiler geliştirmelerinin önünde ciddi bir engel
oluşturmaktadır. Bu kişiler, insanlarla iletişime geçmekte güçlük çekmekte ve
sorunlarıyla yalnız baş etmeye çalışmaktadırlar. İletişim güçlüğü ve güvensizlik,
ayrıca sorunların saptanması ve müdahale edilmesine engel olduğundan, psikolojik/
sosyal/ kültürel problemler çözümsüz kalmaya devam etmektedir.” (www.
basaksanatvakfi. org. 05.10.2004).
Kadınlarla yapılan görüşmelerde kadınların köyde yaşarken emek süreçlerine
ve doğanın ritmine göre hareket ettikleri Van’da ise emek süreçlerinin değişmesi ve
şehir hayatına uyum sağlamak zorunluluğu nedeniyle hareket alanları değişmiştir.
Köydeyken doğayla iç içe bir yaşam süren kadınlar Van’a göç ettikten sonra
yaşadıklarının da etkisiyle yaşamlarını daha çok evle sınırlı geçirmektedirler. Ayrıca
gelinen bu yeni yerlere karşı duyulan güvensizlik kendi içlerinde bir denetim
kurmalarına neden olmaktadır. Böylesi bir denetim ise öncelikli olarak, namus ve
buna bağlı olarak kadın cinselliği üzerinden sağlanmaktadır. Wedel’in de belirttiği
gibi, “mahallenin dışına çıkan kadınlar ve kızlar nasıl giyindikleri, kiminle
konuştukları vb. konularda çok dikkatle izleniyorlar. Doğru bulunmayan bir
davranış, komşular arasında dedikoduya ve kocanın tepkisine yol açıyor. Böylece
- 101 -
mahalledeki yeni toplumsal denetim, yeni kentsel davranış biçimlerinin gelişmesini
zora sokuyor.” (2001: 108). Kadınlar üzerinde kurulan bu denetim ve şehir
yaşamının bilinmezliği kadınların dört duvar ile sınırlı bir yaşam sürmelerine neden
olmaktadır.
Kadınların yaşadıkları ailelerine baktığımızda genel olarak evliliklerin eski
alışkanlıklara göre devam ettiği gözlenmektedir. “Kuma”, “berdel”, “levirat” adı
verilen ve doğu ve güney doğu Anadolu bölgelerinde uygulamalarına sıkça rastlanan
evlilik türleri görüşme yapılan ailelerde de görülmektedir. Evliliklerin erken yaşlarda
yapıldığı bu ailelerde kadınlar erken ve geç yaşlarda doğum yapmaktadırlar.
Kadınların genel olarak doğum kontrol yöntemlerini kullanmamaları ailelerdeki
çocuk sayısının oldukça fazla olmasına neden olmaktadır. Özellikle erkek çocuk
yerine getirdi işlevler açısından oldukça kıymetlidir. Emeğe dayalı bir aile ekonomisi
içinde çocuk emek süreçlerine katılımı açısından değerlendirilmektedir. Özellikle
erkek çocuk aynı zamanda ailenin korunup kollanmasında bir güç kalkanı görevi
görmektedir. Ayrıca ata soyuna dayalı bir aile yapısı içinde erkek soyun devamı
anlamına da gelmektedir. Bunun yanı sıra çocukların Kürt soyunun devamı olarak
algılanması çocuk sahibi olmaya politik bir de anlam yüklenmesine neden
olmaktadır. Tüm bu nedenler yüzünden çocuk ama özellikle erkek çocuk kadınların
da çevrelerinde sosyal statülerinin artmasına neden olmaktadır.
Çocuk sahibi olmak konusunda yukarıda sayılan nedenlerin yanı sıra zorunlu
göçe maruz kalmış kadınların doğum kontrol yöntemlerinden faydalanmamalarının
özel nedenleri de bulunmaktadır. Bu kadınların doğum kontrolüne yönelik olarak
resmi kurumlardan yardım almamalarının farklı nedenleri bulunmaktadır. Öncelikli
olarak bu kadınların resmi kurum ve kuruluşlardan yardım alacak bilgi ve
deneyimden yoksun olması, bu kurumlarla iletişime geçebilmek için gerekli olan
Türkçeyi bilmiyor olmaları onların buralardan uzak durmasına neden olmaktadır. Bu
kurumlara başvurmada gerekli olan belgelerden ya da paradan yoksun olmaları da bir
diğer nedendir. Ayrıca herhangi bir resmi kuruluşa gittiklerinde gerek Türkçe
bilmemeleri, gerek giyim kuşam gibi dış görünüşleri nedeniyle kendilerini farklı
hissetmekte ya da farklı hissetmelerine neden olunmaktadır. Wedel kırsal alandan
- 102 -
göç eden Kürt kökenlilerin okul eğitimi eksikliğinin, İstanbul’da Türkçe eksikliğine
de neden olduğuna değinmektedir. Ona göre bu durum bilgi alışverişini, bürokrasiyle
yapılacak işlerin yapılmasını, aynı zamanda kentin eski yerleşikleri ile ilişkiye
geçmeyi zorlaştırmakta ve resmi dairelerde, doktora gidildiğinde ve iş yerlerinde
ayrıma uğramaya ve aşağılanmaya neden olabilmektedir. “Formel eğitim almamış
olmak, kurum ve organizasyonlarla ilgili deneyim eksikliği çok sayıda kadının
özgüven eksikliği çekmesine yol açıyor; hiçbir şey bilmediğini ya da gerektiği gibi
bir dil ve formda konuşmadığını düşünüyor bu kadınlar. Çok sayıda kadın, kamu
kuruluşlarında, örneğin hastanelerde ya da belediyede, köylü giysileri ya da lehçeleri
nedeniyle ayrıma uğradıklarını söylüyor. Kamusal alanlar ilkece herkese açık olsa da
onlar buraları modern, kentli ve eğitimli kadın tipiyle birlikte düşündüklerinden
yadırgıyorlar.” (2001: 106–107). Modern kurumların tek bir tipe göre tasarlanması
nedeniyle kendilerini öteki hissetmeleri onların genelde tüm kurumları, özel de ise
sağlık kurumlarını kullanmalarını engellemektedir.
Görüşmelere katılan kadınlar köylerine geri dönmek konusunda ise oldukça
net fikirlere sahiptirler. Geçmişi özlemle anan kadınlar köylerini çok fazla
özlediklerini vurgulamaktadırlar. Buna rağmen köylerine geri dönmeyi belli şartlar
yerine getirilirse istemektedirler. Bunlardan en önemlisi köylerinde güvenliğin
sağlanmasıdır. Eskisi gibi çatışmalar olursa, olaylar yaşanırsa geri dönmek
istemediklerini belirtmektedirler. Devlet tarafından güvenliklerinin sağlanmasının
yanında kendilerine maddi yardım yapılmasını da talep etmektedirler. Yaşanacak
yerleri ve hayatlarını sürdürecek geçim kaynakları yok olan bu insanlar
güvenliklerinin sağlanmasının yanında yaşamlarını sürdürmeleri için gerekli olan
temel ihtiyaçlarının karşılanmasını da istemektedirler. Bir taraftan bu istekleri yerine
getirilse bile gitmek istemediklerini söyleyen bu insanlar geçmiş günlerin tekrar aynı
güzellikte yaşanacağına olan umutlarının kırıldığını da dile getirmektedirler.
Belirli bir planlamadan yoksun ve zorlama bir şekilde köyleri boşaltılan bu
insanlar oldukça kısa bir süre içinde yıllardır yaşadıkları topraklarından
koparılmıştır. Resmi rakamlara göre 378334 kişi yaşamlarında köklü değişikliklere
neden olan zorunlu göç sürecini yaşamaktadır. Göçün bir süreç olarak algılanması
- 103 -
nedeniyle zorunlu göçe maruz kalan kişi sayısının sadece bu kadarla sınırlı kaldığı
düşünülmemektedir. Süreç olması nedeniyle göç bir sonraki kuşakları da derinden
etkilemektedir. Sosyal, kültürel, ekonomik pek çok soruna neden olan zorunlu göç
süreci oldukça geniş bir kitleyi etkilemektedir. Belli bir yere yerleşmek zorunda
kalan bu insanlar yeni yerlerde gerekli olan araçlardan yoksun, dolayısıyla buraların
sunduğu olanaklardan mahrum bir şekilde oldukça zor şartlarda yaşam mücadelesi
vermektedirler. Tercih etmedikleri bir durumu yaşamak zorunda kalan bu insanlar
gittikçe keskinleşmekte ve uçlara doğru kaymaktadırlar. Böylesi bir durum ise kent
yaşamından ve ulusal süreçlerden daha da uzaklaşmaya neden olmaktadır.
Burada
farklılıklarıyla
yapılması
kabul
gereken
etmek
ve
zorunlu
onları
göç sürecini
kendi
özgün
yaşayan
durumları
insanları
içinde
değerlendirebilmektir. Zorunlu göçe maruz kalmış olmak birçok ortak sorunu
beraberinde getirirken göçmenlerin kendi içinde farklı bireyler olması nedeniyle
farklı sorunları olabileceği gözden kaçırılmamalıdır. Süreç içine cinsiyetçi bir bakışla
bakmak, çocukları ve gençleri kategorize etmek oldukça önemlidir. Bu insanların
özgün sorunlarını kabul etmek onların farklılığını kabul etmek anlamına gelmektedir.
Ancak sadece farklılığı kabul etmek yeterli gelmemekte, kendi çıkarlarını
savunmasını da kabul etmek gerekmektedir. Burada önemli olan ötekine karşı
müsamaha gösterebilmektir. “Müsamahaya, farklılığın kabullenilişinden öte, ancak
bir arada yaşama söz konusu olduğunda ihtiyaç duyulmakta… müsamahaya,
monolog eğilimlerine karşı konulmaya çalışılarak bir diyaloga gerek duyulduğunda
muhtaç olunmakta; müsamahaya yalnızca ötekinin öteki olduğu kabul edildiğinde de
değil (bu da yetmez), ötekinin çıkarlarının meşru olarak algılandığı; dahası ötekinin
de çıkarlarını gütmeye hakkı olduğuna ve buna saygı gösterilmesi gerektiğinin
farkına varıldığında ihtiyaç vardır.” (Z. Bauman, 1992, xxi’den aktaran Demirtaş,
Diken, B. Gözaydın, 1996: 43).
- 104 -
KAYNAKLAR
Akşit,B., (1998), “İçgöçlerin Nesnel Ve Öznel Toplumsal Tarihi Üzerine
Gözlemler: Köy tarafından Bir Bakış”, Türkiye’de İçgöç, İstanbul: Tarih Vakfı
Yayınları.
Altuntaş, B., (2003), Mendile, Simite, Boyaya, Çöpe…: Ankara Sokaklarında
Çalışan Çocuklar, İstanbul: İletişim Yayınları.
Arı, K., (1999), “Türkiye’de Mübadele Dönemi Toprak Mülkiyeti ve Tarımda
Değişim”, 75 Yılda Köylerden Şehirlere, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.
Bilgili, A., Aydoğan, F., Güngör, C., (1996), “ Doğu Anadolu Bölgesinde Zorunlu
Göç Olgusunun Sosyolojik Çözümlemesi: Van Örneği”, II. Ulusal Sosyoloji
Kongresi, (Toplum ve Göç), Mersin: Sosyoloji Derneği.
Bozkurt, N., (2000), Denizi Kurutmak, Dünden Bugüne Zorunlu Göç ve İskan
Politikası, İstanbul: Belge Yayınları.
Demirtaş, S., Diken, B., Gözaydın, İ.B., (1996), “Mekan ve Ötekiler”, Defter,
İstanbul: Metis Yay., 1996, 9/28: 39-44
Dikeçligil, B., (2000), “Sosyolojide Metodolojik Farklılaşma ve Metodlar Arası
İşbirliği”, Yeni Sosyolojik Arayışlar; Dünyada ve Türkiye’de FarklılaşmaÇatışma Bütünleşme-II, Ankara: Sosyoloji Derneği.
Erman, T., (1998), “Göç Olgusunda Kalitatif Yöntem Olarak Etnografik
Araştırma: Bir Gecekondu Araştırmasının Düşündürdükleri”, Türkiye’de İçgöç,
İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.
Erder, S., (1995), “Yeni Kentliler ve Kentin Yeni Yoksulları”, Toplum ve Bilim
66: 106-118.
Gökçe, B., (1990), “Evlilik Kurumuna Sosyolojik Bir Yaklaşım”, TC.
Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Aile Yazıları:4, Evlilik Kurumu ve İlişkileri,
Bilim Serisi: 5/4, Ankara.
Göktürk, A., (1996), “Zorunlu Göç ve Bir Kent: Diyarbakır”, II. Ulusal Sosyoloji
Kongresi, (Toplum ve Göç), Ankara: Sosyoloji Derneği.
Gündüz, M., Yetim, N., (1996), “Terör ve Göç” II. Ulusal Sosyoloji Kongresi,
(Toplum ve Göç), Ankara: Sosyoloji Derneği.
Işık O., Pınarcıoğlu, M., (2003), Nöbetleşe Yoksulluk, İstanbul: İletişim Yayınları.
Harding, S., (1996), “Feminist Yöntem Diye Bir Şey Var mı?”, Farklı Feminizmler
Açısından Kadın Araştırmalarında Yöntem, İstanbul: Sel Yayıncılık.
- 105 -
İçduygu, A., Sirkeci, İ., (1999), “Cumhuriyet Dönemi Göç Hareketleri”, 75 Yılda
Köylerden Şehirlere, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.
İçduygu, A., Sirkeci, İ., Aydıngün, İ., (1998), “Türkiye’de İçgöç ve İçgöçün İşçi
Hareketine Etkisi”, Türkiye’de İçgöç, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.
İçduygu, A., Ünalan, T., (1998), “Türkiye’de İçgöç: Sorunsal Alanları ve
Araştırma Yöntemleri”, Türkiye’de İçgöç, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.
İlkkaracan P., (1998), “Doğu Anadolu’da Kadın ve Aile”, 75 Yılda Kadınlar ve
Erkekler, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.
İlkkaracan, İ., İlkkaracan, P., (1999), “1990’lar Türkiye’sinde Kadın ve Göç”, 75
Yılda Köylerden Şehirlere, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.
Kağıtçıbaşı, Ç., (1998), “Türkiye’de Kadının Statüsü: Kültürler Arası
Perspektifler”, 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.
Kandiyoti, D., (1997), Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar, İstanbul: Metis, Kadın
Araştırmaları, İletişim Yayınları.
Kayacan, G., (1999), “Kızıltepe’den İstanbul’a… Kemerburgaz ‘Çadır Köyü’”,
75 Yılda Köylerden Şehirlere, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.
Köse, M. R., Çolak, Ö. F., Dayıoğlu M., (2000), TC. Çalışma ve Sosyal Güvenlik
Bakanlığı-ILO-IPEC Projesi, “Türkiye’de Çocuk İşgücünü Sona Erdirmeye
Yönelik Analitik Bir Çerçeve”: Ankara.
Küçükcan, T., Köse, A., (2000), Doğal Afetler ve Din, İstanbul: Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları.
Marshall, G., (1999), Sosyoloji Sözlüğü, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
Mies, M., (1996), “Feminist Araştırmalar İçin Bir Metodolojiye Doğru”, Farklı
Feminizmler Açısından Kadın Araştırmalarında Yöntem, İstanbul: Sel Yayıncılık.
Nagel, J., (2004), “Erkeklik, Milliyetçilik: Ulusun İnşasında Toplumsal Cinsiyet,
Cinsellik”, Vatan, Millet, Kadınlar, İstanbul: İletişim Yayınları.
Oktik, N., (1996), “Köyün İticiliği-Kentin Çekiciliği”, II. Sosyoloji Kongresi
(Toplum ve Göç), Mersin: Sosyoloji Derneği.
Özbek, M., (1998), “Mekânsal Kültürel Haritalar: İstanbullu
Öğrencilerden Yaşam ve Göç Öyküleri”, Defter 11; 32: 109–129.
Kadın
Özcan, Y. Z., (1998), “İçgöçün Tanımı ve Verileri ile İlgili Bazı Sorunlar”,
Türkiye’de İçgöç, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.
- 106 -
Peker, M., (1999), “Nüfus Politikasındaki Değişim ve Nüfusumuzdaki
Dönüşümler”, Bilânço 1923–98 (II. Cilt), İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.
Peker, M., (1999), “Türkiye’de İçgöçün Değişen Yapısı”, 75 Yılda Köylerden
Şehirlere, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.
Sevim, Ö., Y., (2000), “Terör Nedeniyle Elazığ’a Göç Edenlerin Sorunları
Üzerine Sosyolojik Bir Araştırma”, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Elazığ.
Sezal, İ., (1996), “Göçler ve Şehirleşemeyen Şehirler”, II. Sosyoloji Kongresi
(Toplum ve Göç), Mersin: Sosyoloji Derneği.
Tekeli, İ., (1998), “Türkiye’de İçgöç Sorunsalı Yeniden Tanımlanma Aşamasına
Geldi”, Türkiye’de İçgöç, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.
Van Bruinessen, M., (2002), Kürdistan Üzerine Yazılar: İstanbul: İletişim
Yayınları.
Van Bruinessen, M., (2003), Ağa, Şeyh, Devlet, İstanbul: İletişim Yayınları.
Wedel, H., (2001), İstanbul Gecekondularında Kadınların Siyasal Katılımı,
İstanbul: Metis, Kadın Araştırmaları14.
White, J.B., (1999), Para ile Akraba, İstanbul: İletişim Yayınları.
Yalçın-H., L., (1995), “Aşiretli Kadın: Göçer ve Yarı-Göçer Toplumlarda
Cinsiyet Rolleri ve Kadın Stratejileri”, 1980’ler Türkiye’sinde Kadın Bakış
Açısından Kadınlar, İstanbul: İletişim Yayınları.
Yalçın-H., L., (2002), Kürtlerde Aşiret ve Akrabalık İlişkileri, İstanbul: İletişim
Yayınları.
Yalçın-H., L., Van Gelder, P., (2004), “90’larda Türkiye’de siyasal söylemin
Dönüşümü Çerçevesinde Kürt Kadınlarının İmajı: Bazı Eleştiriler
Değerlendirmeler”, Vatan, Millet, Kadınlar, İstanbul: İletişim Yayınları.
Yıldırım, A., Şimşek, H., (1999), Sosyal Bilimlerde Nitel Araştırma Yöntemleri,
Ankara: Seçkin Yayınevi.
İnternet Erişim Adresleri ve Tarihleri:
Altuntaş, B., “Kürt Göçü Entegrasyon mu Seperesyon mu?”, www. bianet. org.
02.08.2003
Başak Sanat Vakfı, “SES-ÇIK (Sorun Etme Sahip Çık) Projesi Sonuç Raporu”,
www. basaksanatvakfi. org. 05.10.2004
- 107 -
EKLER/FOTOĞRAFLAR
FOTO 1
Bu fotoğrafta Nezahat’in hastaları iyileştirmek için kullandığı şifalı otlar
bulunmaktadır. Otlarla birlikte masaj da uygulayan Nezahat’in bu uğraşı göçten
sonra tüm ailenin geçim kaynağı haline gelmiştir.
- 108 -
FOTO 2
- 109 -
FOTO 3
- 110 -
FOTO 4
2–3 ve 4 numaralı fotoğraflarda görüşme yapılan kadınların evlerinin duvarlarını
yaptıkları el işleriyle süsledikleri görülmektedir.
- 111 -
FOTO 5
FOTO 6
5 ve 6 numaralı fotoğraflar görüşme yapılan kadınların doğa özlemini ve sevgisini
anlatır niteliktedir.
- 112 -
FOTO 7
Bu fotoğrafta Van’a göç ettikten sonra da hanenin emek süreçlerine katılımı
açısından çocukların anlamında bir değişikliğin olmadığı görülmektedir. Ancak
burada farklı olan hanenin emek süreçlerinde yaşanan değişimdir.
- 113 -
FOTO 8
- 114 -
FOTO 9
- 115 -
FOTO 10
- 116 -
FOTO 11
8–9–10 ve 11 numaralı fotoğraflar görüşme yapılan kadınlardan bir tanesinin mutfak
ve banyosuna ait görüntülerden oluşmaktadır.
- 117 -
FOTO 12
Bu fotoğrafta oturmak ve gerektiğinde yatak olarak kullanmak amacıyla yere
konulmuş minder ve yastıklar görülmektedir. Ayrıca üst üste serilmiş kilim ve halılar
da dikkat çekmektedir.
FOTO 13
- 118 -
FOTO 14
FOTO 15
- 119 -
FOTO 16
- 120 -
FOTO 17
FOTO 18
- 121 -
FOTO 19
- 122 -
ÖZET
Bu çalışma terör ve güvenlik nedeniyle genelde Doğu ve Güneydoğu
Anadolu Bölgelerinin kırsal yerleşim birimlerinden, özelde ise Hakkâri’den Van’a
doğru kitlesel ve zorunlu olarak gerçekleşen göç sürecini, süreci yaşayan kadınlar
açısından
ele
almaktadır.
Bu
sürecin
kadınlarca
nasıl
yaşandığını
ve
değerlendirildiğini anlamak amacıyla öncelikli olarak Hakkâri’den Van’a göç etmiş
az sayıda kadınla derinlemesine görüşmeler gerçekleştirilmiş, daha sonra benzer
süreçleri yaşayan farklı kadınlarla yapılmış çalışmalar araştırılmıştır. Aynı süreci
yaşayan kadın ve erkeklerin farklı deneyim ve algılamalara sahip olacağı savından
yola çıkılarak oluşturulan bu çalışmada niteliksel araştırma teknikleri kullanılarak az
sayıda kadının göç sürecini nasıl yaşadığı, bu süreci nasıl etkilediği anlaşılmaya
çalışılmıştır.
Bu çalışma beş bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde çalışmanın konusu
ve amacı, çalışmanın yöntemi ve sorunlarına değinilmiştir. Literatür taramasına
dayalı olan göç başlıklı ikinci bölümde ise kavram olarak göç, göç analizleri, göç
türleri, genel olarak Türkiye’de göç hareketleri, Doğu ve Güneydoğu Anadolu
göçünün özgünlüğü ve kadınların göç süreci içinde değerlendirilmesiyle ilgili alt
bölümler
yer
almaktadır.
Görüşmeler
sonucunda
elde
edilen
bulguların
değerlendirilmesinden oluşan üçüncü bölüm kaset çözümlemelerinden elde edilen
sonuçların yorumlandığı bölümdür. Bu bölümde kadınların göç sürecini nasıl
anlattıklarına, süreç içinde neler hissettiklerine, göç sonrasında ne gibi değişimler
yaşadıklarına değinilmiştir. Bunların yanı sıra kadınların aileleri, evlenme biçimleri,
çok çocuk sahibi olmaları ve bunun nedenleri gibi konulara da değinilmiştir. Saha
çalışmasında yapılan gözlemlerden oluşan dördüncü bölümde ise görüşme yapılan
kadınların ve benzer koşullarda yaşayan zorunlu göçe maruz kalmış diğer ailelerin
evleri, mahalleleri, yoksullukları anlatılmıştır. Sonuç ve değerlendirme bölümü olan
beşinci bölümde yapılan literatür çalışması, görüşmeler ve gözlemlerle birlikte
varılan sonuçlar değerlendirilmiş ve sunulmuştur.
- 123 -
ABSTRACT
The purpose of this thesis is to study compulsory mass migration in the East
and Southeast Anatolia necessitated by terror and related other security reasons. By
using qualitative research techniques in the field, women experiences of migration
from rural Hakkari to the poverty stricken quarters of Van were thoroughly examined
and analysed in the study. Since gender differences let man and woman experience
the same social reality differently special attention is given to the evaluation of
migration from the perception of women who participated in the process.
The present study is organised into 5 chapters. The introductory Chapter 1
provides a general framework on the purpose of the subject, its methods and research
techniques and limits and problems related to the subject and the methods employed.
Chapter 2 starts with a brief account of literature survey on the subject and goes on to
deal with the conceptual analysis of migration and its variations, migration and type
of migrations in Turkey, and the unique character of migration in the East and
Southeast Anatolia with special reference to the roles of women in the process.
Findings from the fieldworks are discussed and evaluated in Chapter 3. There,
special attention is given to women perceptions of migration with particular
reference to what they felt during the migration and what kind of changes have they
undergone in their lives afterwards. Chapter 4 provides additional information and
evaluations based on the researcher’s observations in the field depicting the poverty
stricken districts in which the immigrants have settled and the houses they lived in.
Chapter 5 contains a general conclusion.

Benzer belgeler