atatürk ve türk musikisine ait bilinmeyen hatıralar
Transkript
atatürk ve türk musikisine ait bilinmeyen hatıralar
ATATÜRK VE TÜRK MUSİKİSİNE AİT BİLİNMEYEN HATIRALAR (RİYASETİ CUMHUR İNCESAZ HEYETİ ŞEFİ HAFIZ YAŞAR OKUR’UN ANILARI) BAKİ SARISAKAL ATATÜRK VE TÜRK MUSİKİSİNE AİT BİLİNMEYEN HATIRALAR (RİYASETİ CUMHUR İNCESAZ HEYETİ ŞEFİ HAFIZ YAŞAR OKUR’UN ANILARI) On yıldır, İstanbul’da Dolmabahçe Sarayında, Hânendegân ve Müezzzizanı Hazreti Şehriyaride bulunuyordum. Saltanattan sonra, Hilafetin ilgası üzerine 1924 nihayetlerine doğru hükümetçe alman karar gereğince, saraydaki orkestra, bando ve incesaz takımıyla birlikte Ankara’ya gittik ve orada teşekkül eden Cumhuriyet İncesaz Heyeti’nde hânendelik vazifeline başladım. Nuri Halil, Tamburi Hafik Refik Fersan ve Zühtü, Udi Şevki, Fahri, Kemani Rıza ve Necabeddin, Kanuni Vedat, Neyzen Sami ve Hânende Münir Nureddin, Nuri Cemil, Abdülhalik, Hafız Mehmet Beylerden müteşekkil olan bu incesaz heyeti, hepimiz öteden beri olduğu gibi rütbelerimizin üniformalarını taşıyorduk. Ben Mülâzımievvel idim. Ankara’da bizi, istasyondaki Muhafız Bölüğü’nün bulunduğu binada, bir daireye misafir ettiler. Birkaç gün istirahat ettikten sonra, bir akşam Çankaya Köşküne davet edildik. Hafız Yaşar Okur Vatanı kurtaran Büyük Gazi’yi, hiç birimiz henüz görmemiş olduğumuzdan, tarif edilmez bir heyecan ve sabırsızlıkla hazırlandık. Köşke gittik. Gazi büyük salonda; Nuri Conker, Cevat Abbas, Salih Bozok, Kılıç Ali, Ali Cenani Beylerle kumandanlar ve mânevi evlâtlarıyla oturuyordu. Gayet resmi bir vaziyette, kemâli tâzimle huzurlarında durduk. Orkestra Şefi Zeki Bey bizi birer birer takdim ederken, sıra bana gelince: ”Yaşar Beyi plâklarından tanırım.” diye elimi sıkışlarıyle ilk iltifatlarına mazhar oldum. Karşılanda gösterilen yerlere oturduk, işaretleri üzerine, evvelâ bir mahûr faslı yaptık, takdirkâr bakışlarla dinlediler ve istedikleri şarkıları yazdıkları listeyi verdiler.. Bunun başında, Haşim Bey’in bestenigâr makamından: “ Kaçma mecburundan ey âhuyu vahşi, ülfet et! “ “Gayri bu bigânelikten geç, vefayî âdet et “ “ Bezme gel sermestî hicrin neş'eyâbı vuslat et. “ “ Şarkı söyle, raksa çık, sâkilik eyle, sohbet et “ Şarkısı vardı. Bunu heyetçe çaldık, okuduk. Arkasından Dede’nin mahûr makamından: “Gayrıdan bulmaz teselli, sevdiğim “ “Sendedir divâne gönlüm sendedir” “Aşıka eyle teselli sevdiğim, amân “ “Sendeki divâne gönlüm sendedir” şarkısını söyledik. Bunun üzerine, Udi Şevki Bey bir taksim yaptı. Gazi de, bana hitaben: “Buyurun, bir gazel okuyun” emrini verince, derhal başladım: “Ya Rab! Ne ekşilir deryâyı izzetinden” “ Peymâne-i vücuda zehrâb katmasaydın” “ Azâde ser olurdum asibi derdu gamdan “ “ Yâ dehre gelmeseydim, yâ aklım olmasaydı.” Gözlerim, onda idi... Ben saraylarda, Sultan Reşad, Vahidettin ve son Halife Abdülmecid huzurlarında da senelerce okumuştum. Hiçbirinde musikiye karşı bu yakın alâkayı bu anlayışı görmemiştim. Gazi, içten geldiği beni bir hassasiyet ve hayranlıkla âdeta mest. Dalgın dinleniyordu. Gazel bitince. Asım Beyin rast makamından: “Hâbgâhı yâre girdim arz içün ahvâlimi “ “Bir perişan halini gördüm, umuttum hâlimi “ “ Sâkinen icra ederken dide eşkî âlimi “ “Gözlerinde sinesinde gizlenen âmâlimi “ “Leblerimle topladım tebrik edin ikbâlimi “ şarkısını okuduk. Meğer çok sevdikleri şarkılardan biri imiş. Bunu da dinledikten sonra, bu akşam ilk defa güzel bir musikiye kavuştuklarından dolayı duydukları memnuniyeti belirtmek suretiyle, hepimize cihan değer iltifatlarını ibzal buyurdular. Biz de ilk defa, musikiyi cidden anlayarak seven büyük bir millet babasının huzûrunda bulunuşun şevkiyle dolmuş, olanca sanat aşkımızla çalıyor, okuyorduk. Sıra, Faize Hanımın Şetarabân makamından: “Bâdel vuslat içilsin kâse-i fağfurdan “ “Bir ilâhi neş'e doğsun nağme-i tamburdan “ “ Cuyler feryad ederken bahri durâdurdan “ “ İnlesin tamburu aguşu visâli yârdan “ şarkısına geldi ve bundan sonra Mahmut Celâleddln Paşanın Hüseyni makamından: “Sevdiğim cemâlin çünki göremem “ “Çıkmasın hayâlin dili şeydâdan “ “Bastığın yerlere yüzüm süremem “ “Alayım peyamın bâdı sebâdan.” ile, Şevki Beyin Nihavent makamından: “ Dil seni sevmeyeni sevmede lezzet mi olur. “ “ Olsa da öyle muhabbetle hakikat mi olur “ “ Yekcihet olmazsa dilde muhabbet mi olur. “ “Aklanıp, sevmeyeni, can vererek sevmemeli “ “Aklım bâşına al, herkes için olma deli “ şarkılarına gelmişti. Bunu da okuyup bitirdikten sonra. Gazi, Rumeli şarkılarından: “Şahâne gözler, şahâne “ “ Hüsnüne yoktur bahâne “ “Efendim gönül eğlenmez aslâ “ “Akan sular şarab olsa “ “Uçan kaşlar kebap olsa “ “ Meyhaneler mesken olsa “ “ Efendim gönül eğlenmez aslâ.”yı okumamızı istedi. Bu şarkıyı bilmiyorduk. Kendisi okudu. Eva makamından o kadar güzel okudu ki, hayretler içinde kaldık. Bundan sonra, yine bizim bilmediğimiz bir Rumeli şarkısı daha okudu ve önünde duran nota defterimden bir yaprak koparıp bu şarkının güftesini yazdı. Bana verdi. Hâlâ en kıymetli bir hâtıra olarak sakladığım, büyük Atanın bu el yazısı şarkı şu idi: “Atladım bahçene girdim, aman “ “Gülleri fincan gibi “ “Gerdanında üç beni var aman “ “ Her biri mercan gibi “ “Sarılalım, Sarmaşalım aman “ “İkimiz bir can gibi “ “Gel seninle kavl edelim, aman “ “Ya onu sev, ya beni “ “Bir tenhada buluşalım, aman “ “ Ya ondan geç, ya benden “ “Ya onun ol, ya benim “ Bunu da okuduk. Fakat bildiğimiz ve kendilerinden öğrendiğimiz Rumeli şarkıları bunlardan ibaret değildir. Arka arkaya şunlarda vardı. Uşşak makamından: “ Manastır’ın ortasında var bir havuz, canım havuz “ “Dimetoka kızları, hepsi de yavuz, içer çalar oynarız. “ “ Manastır’ın ortasında var bir kayık, canım kayık. “ “ Dimetoka kızları, hepsi de ayık, çalar içer oynarız.” Hicaz makamından: “ Pencere açıldı. Bilaloğlu’nun piştovu patladı “ “ Varın bakın kanlı da Bilal, yine kimi sakladı.” “ Ben sana varmam Bilal oğlan “ “Yedi yıl karşımda dursan yine sana yalvarmam “ Vardar şarkı: “ Mayadağda kalkan kazlar “ Al topuklu beyaz kızlar “ “ Vardar Ovası, Vardar Ovası “ “ Kazanamadım rakı parası “ “ Vardar akar lüle lüle “ “ Yârim gelir güle güle “ “ Pınarbaşı ben olsaydım “ “ Yâre sadık ben olsaydım “ “ Eyvah, eyvah neler oldu. “ “ Barlan bana keder oldu “ “ Vardar Ovası, Vardar Ovası “ Bunları okurken, saz heyeti de hafif hafif terennüm ediyor, biz de hayretler içinde, bu kadar güzel okuyuşa lâlüebkem bakakalmış bulunuyorduk. Hayretimizi sezmiş olacak ki, musikiden bahsederek, Selanik ve Manastır’da tahsilde bulunurken, hafta izinlerinde muntazaman saz mahfillerine ve bu arada Mevlevi ayinlerine gittiklerini anlattılar. Nihayet, dinlenmek üzere, sofraya oturduk. Yendi, içildi, sofradan kalkarken: “ Karadeniz, Karadeniz gelen düşman değil, biziz “ i çalmamızı istediler. Çaldık ve hep beraber söyledik. Bunu müteakip: “Yılmaz çelik ordularla biz “ “ Yıldırımlar saçan bir cihanız “ okudular, biz de iştirak ettik. Vakit de hayli geçmişti. Birer birer ellerini öperek veda ederken, gayet samimi, nazik ve güler yüzle hepimize; arkadaşlar, hitabıyla çok memnun olduğunu söyleyerek teşekkür edişi, bizi ihya etti. Ayrıldık amma, bu birkaç saatin verdiği hisler içinde, ah, hemen yine çağırsa... demekten kendimizi alamıyorduk. Kapıda otomobiller bekliyordu. Atatürk’de, balkondan, munis ve nüktebesim çehresiyle, uğurlar gibi, bize bakıyordu. O anda, gayriihtiyarî, saray günlerini hatırladım. Biraz evvel de dediğim gibi, hükümdarlar musiki dinlemesini bile bilmezlerdi. Âdet yerini bulsun diye, hem de bizden fersah fersah uzakta, dinler görünürler, sonra da küçücük bir takdir ve iltifat şöyle dursun, yemeğimizi bile kışlada yiyerek gider, sabaha kadar çalar okurken birer kahve ile limonatadan başka bir şey görmez ve şafak vakti Aksaray’daki evime, tramvay bile bulamayarak, yaya dönerdim. Bir de, burada, Büyük Ata'nın bizi sofrasında izaz ve ikramla, yedirip içirerek ve iltifatlara gark ederek, yakın misafirleri gibi ağırlayıp, uğurlayışını düşündükçe gözlerim yaşarıyordu. Çankaya’da, Atatürk’ün huzurunda geçen ilk gecemizden sonra biraz da istirahat ettik. İki gün sonra, köşke davet edildik. Emrimize tahsis edilen otomobillere binerek gittik. Bu gece, başka misafirler vardı. Atatürk onlara beni göstererek. “ Yaşar Bey çok güzel okuyor “ diye, yine iltifatta bulundu. Bu sefer için hazırlamış olduğumuz programı kendilerine takdim ettim: “ Mahur faslı –İsmail Dede’nin bestesi, Mehmet Beyin ikinci bestesi, Dede’nin Yrük semaisi ve saz semaisi “ Dikkatle okudu, muvafık buldu. Bizde çaldık, okuduk. Bu fasıl bitince, buyurun diye büyük bir nezaketle beni yanına çağırdı. El indeki kalemle Hüseyni’den şu, Süznâk’tan bu diye istediği şarkıları yazdı. Bunların başında merhum şevki bey’in şu şarkısı vardı: “ Ruhum, emelim, kalbi nezarım zedelendi. “ “ Artık yetişir gönlümün âlâmı tükendi. “ “ Maksat ne idi, söz verişin ne idi. “ “Vallâhi yeter, gönlümün âlâmı tükendi. “ Baktım yepyeni bir şarkı. Kulağıma çalınmışlığı var ama doğru dürüst ilk defa görüyorum: “ Paşam, bunu bilmiyoruz. “ dedim. Gülümseyerek, sofrada bulunan Tahsin Özer’e dündü: “ Sen bilirsin bu şarkıyı. Oku da dinlesinler! “ dedi. Fakat onu yalnız bırakmadı, kendide katıldı, birlikte okudular. Arkasından, Selanikli Ahmet Bey’in Hicazkâr makamından: “ Dilerse gönlüm şâdkâm olsun, diler gönlüm hazin olsun “ “ Bana şimden geru lâzım değil, dil gâmübin olsun “ “ Benim zulmettedir gönlüm görünmez çeşmime âlem “ “ Gözüm yok, mihrü mahında felek benden emin olsun “ “ Bu türlü iftiraka can tahammül eylemez yoksa. “ “ Meğerki zâhidi biçareye Allah mu'in olsun “ şarkısını okumağa, evveli kendi başladı, biz de katıldık. Fevkalade güzel okuyordu. Esasen şarkılarda olsun, gazellerde olsun güftelere, vezne çok dikkat ediyor, her hal ve hareketiyle canlı canlı, elleriyle de tempo tutarak, çok muvaffak oluyordu. Hele Fuzuli, Nedim gibi büyük şairlerin güftelerine, son derece ehemmi yet veriyor, bana yazdırıp tekrar tekrar okutuyordu. Çok bağıranı sevmezdi. Bilhassa klasik Türk musikisinin tam manasıyla ehli, meftunu, aşığı idi. Billhassa Rast ve Segâh makamlarını tercih ederdi. Bu makamları diğerlerine tercih etmesinin sebebi herhalde, bu makamların pes perdeli, yani yorucu olmayışlarıydı. Aynı zamanda, herhangi bir faslın uzun uzadıya devamını istemezdi. İkinci şarkı da bitince, Udi Şevki Bey ile beni yanına çağırdı ve hala kulaklarımda çınlayan tarif edilemeyecek kadar içe işleyen sıcak ve gür sesiyle okumaya başladı: “ İçeeliim. Her muhabbetin Muutlaak ölmeyen bilir hayaatı vardır ki, mevecaatı muhaaasini âalem onaaa geehvarei terennüm olur. “ Hepimizi gaşyeden, bu taklidi imkânsız şahane okuyuşta öyle bir hitabet kudreti vardı ki, hâla, inanın hâla tesiri altındayım. Bunu okuduktan sonra, salon bir müddet sessizlik içinde kaldı. Herkeste büyük Ata’nın hitabesinin aksi sadasını duyuyor da kulak veriyormuş gibi bir hal vardı. Kendimize gelir gibi olunca bana: “ Bu okuduğumu yaz ve gazel olarak oku “ dedi. Yazdım. Hüzzam makamından okudum. Fevkalade memnun oldu ve tebessümle iltifat etti. Ya ben? Onun böyle memnuniyetini gördükçe, sevinçten kabıma sığamazdım. Hele, gittikçe samimileşerek bize karşı öyle babaca bir şefkat göstermeye başlamıştı ki, sofrasında bile bir ayrılık olmasını istemez, ne yer ne içerse bize de onları ikram eder, en yakın arkadaşlarından farksız tutardı. Ahh. Anlatılamaz ki… Ne kadar severdik onu. Neden bütün varlığımızla bağlanmıştık. İmkânı yok bunu kelimelerle anlatamam. İşte bu minval üzerine haftada iki akşam Çankaya’da toplanır, çalar ve söylerdik. Çok defalar, Atatürk’ün pek sevdiği şafak vakti ayrılırdık. 1926 Kasımı’nın 24. Perşembe akşamı idi. Çankaya Köşkü’nden Seryâver Resuhi Bey bana telefon etti: “Atatürk’ün emirleri var. Yaşar Bey tam grup fasıl heyetiyle gelsin buyuruyorlar, “ dedi. Biraz sonra, Kışlanın önüne açık bir otomobil geldi. Ufuktan yağmur da başlamıştı. Arkadaşların bazıları şehre inmiş olduklarından, beklemek icap etti. Nöbetçi zabitini koşturarak onları buldurdum amma, hepsi gelinceye kadar bir saat geçmişti. Bu esnada Köşkten; acele gelsinler diye tekrar telefon ettiler. Sıkı bir rüzgâr esiyordu. Derken kar da başladı. Tipiye çevirdi. Her taraf bembeyaz kesildi. Kışladan hareket ettiğimiz zaman tipiden göz gözü görmüyordu. Biz de kara bulanmıştık, üstümüz başımız, kaşımız gözümüz kar içinde Köşke vardık. Biraz silkinip salona girdiğimiz zaman, ıslanmış ve soğuktan morarmış halimizi gören büyük ve müşfik Ata, elleri cebinde yanımıza yaklaştı: “ Geçmiş olsun Yaşar Bey “ diye hatırımızı sorarak, Ağasi Necip Efendiye de: “ Niçin açık otomobil günderdin?” diye darıldı. O gece davetliler arasında Balıkesir’den gelmiş. Atatürk’ün samimi arkadaşlarından kumandan Ali Hikmet Paşa da vardı. Ali Hikmet Paşa, musikiye pek meraklıydı. Hatta Balıkesir’de bir müzik yurdu da kurmuştu. Atatürk, beni sitayişkârane cümlelerle iltifatlarda bulunarak tanıştırdıktan sonra, Paşaya sordu: “ Hangi faslı arzu ediyorsunuz? “ “ Efendim siz emrediniz “ “ Hayır, misafirimsiniz. Siz söyleyin. “ “ O halde, Tahir buselik faslı olsun.” Cevabını veren Ali Hikmet Paşa bana da gayet nazikâne bir tavırla: “ Yaşar Bey lütfederler.” diye başıyla tamamladı. Böylece programı Tahir buselik peşrevi ve beste ağır semai ve saz semaisi olarak tertipleyip icra ettik. Atatürk pek neş'eli idi. İkinci programı bizzat, kendisi şu şekilde tertip etti: 1. Uşşak şarkı: Meyhane mi bu, bezmi harabhanei cem mi? 2. Ruhum. Emelim.Kalbi nezarım zedelendi. 3. Cânâ rakibi handan edersin. 4.Gazel: Yeter artık çeker oldum şu cihanın gamını. 5.Bâdel vuslat içilsin, kasei fağfurdan 6. Mani oluyor halimı takrire hicabım. 7. Atladım bahçene girdim. 8. Şahâne gözler, şahane. Bunları da çaldık, söyledik. Atatürk: “ Arkadaşlar yoruldunuz, istirahat edin. Biraz da yiyelim, içelim “ dedi. Sakarya Harbi’nden bahis açıldı. Bir saat sürdü o gece. Maarif Müdürü Necati bey’de vardı. Atatürk o kendine has tatlı bakışıyla bana: “ Yaşar Bey. Aydın Zeybeğini unuttuk mu? “ diye Necati bey’i işaret etti. Biz zeyb eğe hazırlanırken Arap Nesib Efendiyi çağırdı: “ Bak bakalım tipi dindi mi? “ dedi Nesib Efendi pür telaş gidip geldikten sonra, o sıcak salonda üşüyormuş gibi büzülmüş bir halde: “ Aman efendim görmeyin dışarısı bir kıyamet. Köşkün kapısı bile karla örtülmüş,“deyişine kahkahalarla gülen Atatürk, Necati Beye döndü: “ Oğlum Necati... Zeybek havası seni bekliyor, haydi bakalım, göster kendini!.” buyurdu. Necati Bey kalktı, ceketini çıkardı. Tam bir zeybek edasıyla gidip, Atatürk’ün elini öptü. Ve raksa başladı. Hakikaten çok güzel oynuyordu. Atatürk de takdirkâr nazarlarla ona bakarak, ara sıra: “Haydi arslanım, haydi!” diye el çırpıyordu. Nihayet, yorulduğunu hissederek. kâfi, diye faslı durdurdu. Bu sırada Ali Hikmet Paşa bir musiki bahsi açtı, usun uzadıya bu mevzuda konuşuldu ve sonunda, Ali Hikmet Paşa’ya sordu: “ Paşa... Bizim faslı nasıl buluyorsunuz? “ “ Arkadaşlar hep üstad maşallah. Tabii çok güzel efendim “ “ Sizin musiki yurdu ne alemde?” “Çalışıyorlar.. Sayenizde ilerliyor... Daha da iyi olacak Atam. “ Musikiyi, hakikaten ruhun gıdası addeden Atatürk, herkesin aynı kanaatle musikiye karşı alakalanarak, nimetinden faydalanmasını isterdi. Hele bu gece, musikiye doymuyordu. Udi Şevki Bey’le beni yanına davet etti. Ve yine musikiden bahsederek: “Türk musikisi Sanayii Nefise’dendir. Bilhassa üstadiar elinde. lâyık olduğu mevkii bulmuştur. Bu meyanda bizim Şef Hafız Yaşarın da büyük himmet ve gayreti görülüyor “ diye. Maarif Vekili Necati Beye: “Hafızımızın şevkini arttırmamız lâzım... Canla başla ömrünü vakfettiği musikimize yaptığı hizmetlere mükâfaten hars bütçesinden şimdilik altı yüz lira vermenizi muvafık görüyorum “ buyurdu. Necati Bey’de ayağa kalkarak: “ Emredersiniz “ deyince, Atatürk gülümseyerek: “Yaz yaz defterine yaz, unutma., göreyim.” diye lâtife etti. Amma, yazdırdı. Ve yemek istedi. Necati Bey de, bana: “ Yarın sabah dokuzda Vekâlete buyurun.“ dedi. Yemeğin sonundu, Atatürk, yine pürneş'e, bana hitap etti: “ Yaşar Bey!. Abdülhak Hamid’in, Makberi’ni okusak... Hani şu her yer karanlık.” Aynı zamanda, emretti, elektrikleri söndürdüler. Yalnız bir lamba yanıyordu. O loş ve derin sessizlik içindeki salonda. Ata’nın içinden iştirak ettiğini de hissederek, okumağa başladım: “ Her yer karanlık, pür nur o mevki Mağrip mi, yoksa makber mi Yarab?” Biraz sonra, sofradan kalkıldı. Ellerinden öperek, huzurundan ayrıldık. Misafirler otomobillerine bindiler, gittiler. Biz salonda istirahat etmekte iken, Atatürk güründü. Beklediğimizi görünce, Nasib Efendiye çıkıştı: “ Niçin beyleri bekletiyorsun?” “ Paşam otomobillerin hepsi hizmette... Şimdi gelirler. “deyince: “ Derhal benim otomobili verin... Bekletmeyin, yatsınlar, sabah oluyor. “ buyurdu ve biz köşkten çıkarken, o müthiş kara ve vaktin geçliğine rağmen, bizimle alâkadar olarak, otomobile binişimize kadar pencereden bakıyordu. Sabahleyin Maarif Vekâletin’e gidişim on buçuğu bulmuştu. Çünkü Köşkten geç vakit, şafak sökmek üzere iken ayrılmıştık. Halbuki Maarif Vekili Necati Bey dokuzda Vekâlete gitmiş, beni beklermiş. Görür görmez sordu: “Nerede kaldın?” “ Ne bileyim efendim, bu kadar erken geleceğinizi tahmin etmemiştim...” Osmanlı Bankasına yazmış olduğu 600 liralık çeki sundu. Gittim. Bankadan parayı aldım. Kışlaya dönünce de, arkadaşlara tevzi ettim. Ertesi akşam, Çankaya’ya çıktığım zaman, Atatürk’ün ilk sözü: “Yaşar Bey... Necati Beyden parayı aldın mı? “ oldu. “ Evet Paşam... Aldım, sağ olun; teşekkür ederim. “ Güldü: “Eh... Öyleyse, bu akşam daha neşeli okursun, değil mi? “ dedi. “ Paşam yalnız ben değil hepimiz neşeliyiz. Parayı arkadaşlara dağıttım.” deyince, yanıma yaklaştı, ah... Hiç unutmam, o müşfik haliyle: “ Aferin Hafızım, bravo! “ diye sırtımı okşayarak, ilâve etti: “ Sizin için, daha neler düşünüyorum.” . Nitekim bir müddet sonra, binbaşılığa terfi ettirdi. Maaşım da dört bin kuruşa çıktı. O, bunu da az buluyordu. Çok geçmeden, 1931 Eylülünde yorgunluk ve rahatsızlık dolayısıyla kendi isteğim ve onun muvafakatiyle emekliye ayrıldığım zaman, maaşımın eski kanuna göre, kifayetsiz olduğunu görünce, (Yaşar Beye her ay yüz lira veriniz.) diye İş Bankasına emir vermek lütfünde bulundu. Fakat... Kaydı hayat şartıyla ihsan ettiği bu aylığı, ufulünden sonra, kestiler. Atatürk, Klâsik Türk Musikisine olduğu kadar, dini musikimize de büyük bir ilgi gösterir, bunun da halk yığınları arasında yayılıp, revaç bulmasını çok isterdi. Bizzat şahidi olduğum hakikatleri tarih sayfalarına tevdi maksadıyla bu mevzudaki hatıralarımı da açıklamayı bir vicdan borcu sayıyorum. Bugünlük yalnız, dini musiki bahsinde şu kadar söyleyebilirim ki, Atatürk, Ramazanı şerifte bir ay Çankaya köşkünde incesaz faslını kabul etmezlerdi. İlk Ramazan’da, beni huzuruna çağırmış: Hacıbayram Camiinde mukabele okuyacaksın. Ramazan müddetince fasıl yok. Maiyetindeki hafızları da diğer Cami ve mescitlere dağıt, onlarda aynı şekilde ramazan’da bulundukları mabetlerde ervahı şühedaya hatmişerif okuyacaklardır. Bu işleri muntazam bir suretle tertip et “ buyurmuştu. Böylece Ankara Camileri o sırada İstanbul’da bile görülemeyecek derecede, güzel sesli hafızların nağmeleriyle dolup taştı. Halk, hatta köylerden, civar kasabalardan bile fevç fevç gelirdi. Bu arada bir gün. beni huzuruna davetle: “ Bir Kuran oku bakayım.” demişti. Sûrei Esrâ’dan bir sayfa okudum. Derin bir müşahedeye vardı. Sessiz sedasız, dalgın ve gözleri yaşara yaşara dinliyor, âdeta kendinden geçiyordu. Atatürk’ün gösterişten sunilikten, yapmacıklardan katiyen hoşlanmadığını samimiyetsizlikten nefret ettiğini bilenler, bu hassasiyetinin sâfiyetini de elbette takdir ederler. Esasen, olduğundan başka türlü görünmeğe ihtiyacı mı vardı? Bir gün de: “Mevlûd’den bir bahis oku.” buyurmuştu. Süleyman Çelebisin meşhur Mevlûdundan: “Amine Hâtûn Muhammed anesi “Ol sedeften doğdu ol dürdanesi “ “ Çünki Abdullah’tan oldu hâmile “ “Vakt erişti hafta ve eyyamile “ diye başlayarak, vilâdet bahrini sonuna kadar rast makamından okudum. Pek beğendi, mütehassıs oldu ve: “ Herkes bunu böyle okuyamaz. “ diye, ne zamandan beri Mevlûd okuduğumu ve hafızlığınım tarihini sordu: “Paşam, on iki yaşında hıfzı ikmal ederek, Aksaraylı meşhur Âmâ Hafız Hasan Efendiden dini musikiyi meşke başladım. Aynı zamanda mektebe de devam ediyordum. On yedi yaşında de Harbiye Nezareti vezne mümeyyizlerinden Nakşi Efendiden Klâsik Türk Musikisi dersleri alarak rast, uşşak, hicaz, mâhûr fasıllarını meşkettlm ve aynı z amanda, yine o yaşta iken Enderunlu Hafız Hüsnü Efendiden de, işte bu Süleyman Çelebi’nin Mevlûdunu öğrendim. Defter-i Hâkani Nazın Ziya Paşa’dan da Neva ve Nişaburek fasıllarını meşkettim. Yirmi bir yaşında da Padişahın Serhanendesi İsmail Hakkı Bey’den yirmi kadar klâsik fasılları meşkettim.” Atatürk, bu üstad hocalarımdan sanki kendi feyzalmış gibi hepsini takdirle yâdederek: “ Ruhları şâdolsun.. Emekleri boşa gitmemiş... Şimdi böyleler nerede? “ diye, musikimizin üstadsız kalmak tehlikesine maruz bulunduğuna işaret ederek, buna da bir çare bulunmasını düşündüğünü ihsas etti. Hatta manevî evlâtlarından Nebile Hanımada, Yâsin okutmayı pek severdi. Atanın Manevi Kızı Nebile Hanım Nebile Hanım, sesi güzel olduktan başka, Beylerbeyi Bedevi Dergâhı Postnişini merhum Şeyh Sait Efendi’nin torunu olarak da, küçüklüğünden beri dini musiki ile ülfet etmiş bulunduğundan, o muhrik ve hazin sesiyle çok güzel okurdu. Atatürk’de dinler ve gözleri yaşarırdı. Bilhassa Süleyman Çelebi’nin yazmış olduğu öz Türkçe Mevlûdun: ” Buna bir kalem karıştırmamalı. Safiyetine katiyen halel getirmemeli, bu yıllardan beri eşsiz kalmış bir şaheserdir.” diye, üstüne titrerdi. Cemil Said’in Kuran tercümesi üzerinde de çok dururdu. Bu tercümeyi okuttuktan başka, asıl Arapçası ile karşılaştırır, ufak tefek hatalarını buldukça, erbabından sorup inceleyerek tashih ettirirdi. Saz heyetine dahil ve saraylar devrinden beri Dede lakabıyla anılan meşhur Neyzen Sami’de (en yüksek perde) mansur ney'i ile mükemmelen refakat ediyordu. Hayli yaşlanmış oluşuna rağmen sanatının cidden ehli olan Sami Dede’yi Atatürk çok takdir eserdi ve çok severdi. Hele bir gece pek neşeli olan Atatürk Sami Dede ile beni sofralarına kabul buyurdular. Atatürk benden gazel istedi. Ve Neyzen Sami Dede de mansur ney'i ile bana iştirak etti. Atatürk ilk önce gazele başladı ve şu güfteyi okudu. (Ben şehidi bâdeyim dostlar demim yâd eyleyin) ilâh ve gözüyle bana işaret etti ve gazeli nihayetine kadar okudum. Atatürk mütemadiyen alkışlayarak bizi iltifatlara gark ediyordu. Fasıl da gayet parlak çalınıyor ve okunuyordu. Geç vakitlere kadar böyle sürdü. Yorulmuştuk ama Atamızın huzurunda her zaman olduğu gibi yorgunluğu da, dünyayı da unutmuştuk. Sabaha karşı Atatürk Sami Dede’yi ikinci defa olarak yanına çağırdı. Sami Dede çalmaya başladı. Atatürk Sabahiden bir taksim, arkasından Mevlevihane peşrevini istedi. Dede Sami gayet mahirane bir taksim ile Mevlevihane peşrevini çaldı. Atatürk ziyadesiyle mütehassis oldu. Ve musikiden bir bahis açtı ve bu arada Sami Dede’nin kimlerden meşkettiğini sorup öğrendi. Atatürk: “ Hocalarınız sağ olmalıydılar da şimdi sizi dinlemeliydiler. Çok güzel çalıyorsunuz “ deyince, Sami Dede’nin gözleri yaşardı. Sami Dede heyecan içinde, bu hali gören Atatürk meyus oldu. Sami Dede söze başlayarak: “ Sevgili Atam. Sizin huzurunuz kimi mütehassis etmez ki. Ben yirmi senedir çalarım..Fakat sizin karşınızda sazım bile bir başka hale geliyor, o bile coşuyor. Serapa sanat kesiliyor, iltifatlarınız bizim gibi mütevazı sanatkârlar için en büyük kuvvettir. Siz bütün millet gibi bizim de kuvvet ve ilham kaynağımızsını” diyerek ney'ini önüne koydu ve gözleri yaşlandı. Bunun üzerine Atatürk. “ İstirahat ediniz”, dedi, yarım saat istirahat ettikten sonra, Atatürk’ün pek sevdiği uşak makamından (Câna rakibi handan edersin) şarkısını Atatürk okumağa başladı ve biz de refakat ettik ve diğer sevdiği şarkılardan bazılarını okudu ve Atatürk Nesib Efendiye emretti: “ Yemek gelsin” , buyurdular. Yemekten sonra Atatürk sofradan kalktı ve sıra ile hepimiz ellerini öperken Sami Dede, Atatürkün elini öpüp. Atatürk’ten rica etti. İstanbul’daki ailesinin rahatsızlığı dolayısiyle Atatürk Sami Dedeye bir ay mezuniyet verdi ve maddi taltifte bulundu. 19 Mart 1928 senelerinde Riyaseti-cumhur orkestra heyeti şefi Zeki Beyin riyasetinde Türkocağı’nda haftada bir gece halka konserler verilmekte idi. Atatürk. Türk Musikisinin varlığını göstermek ve Ankara halkının ziyade hahişger olduğu Atatürk’ün incesaz heyetini dinlemek için bazı makamata müracaat edilip ve Atatürk’ün müsaadeleriyle Türkocağı’nda (Klâsik Tarihi Musiki) konserleri verilmesi halk tarafından arzu ediliyordu. Hâlbuki Atatürk bu vaziyeti zaten düşünüyordu ve söylerlerdi. Bir akşam huzurlarında bulunduğum sırada: “ Yaşar Bey, Zeki Bey Türkocağı’nda orkestra ile konser vermektedirler ve sizin de haftada bir gece Perşembe akşamları konser vermenizi muvafık gördüm. Bir program tertip edip çalışınız, konserlere devam ediniz,” buyurdular. O büyük eşsiz kahraman Atatürk diyordu ki Ankara memurlarının bu sıcak havalarda vazife başında bunalmış bir vaziyette bulundukları tabiidir. Bunun içindir halk zihinlerini dinlendirmek ve yorgunluklarını musiki ile izale etmek ve halkın musikiye ihtiyacı olduğuna kaniim. Bunun içindir ki sizler de konserler veriniz. Atatürk’ün emirleri üzerine Perşembe günü akşamları Türkocağı’nda ayrı ayrı programlarla fasıl tertip edip konserlere başladık ve iki gün evvel bütün Ankara gazeteleri büyük başlıklarla bu konseri ilân ediyorlardı. Akşam dokuzda konsere başladık. Müthiş kalabalık, halkın oturacak sandalye bulamayıp pencerelerin içerisinde ve bahçede ayak üstünde durdukları görülmekte idi. Ve konserin hitamında fasıl heyeti otomobillere binerek Çankaya’da Atatürk’ün huzurlarında aynı programla fasıl geç vakte kadar icrayı âhenk ederdi ve Atatürk ziyadesiyle mütehassis olurlar ve ayrı ayrı teşekkürlerini sunarlardı. Ankara’da Tarihi Türk Müziği Konserlerinin Verildiği Günlerden İşte o yüce kahraman Türk milletini çok seven ve hal km istirahatım düşünen müşfik bir baba idi. İstanbul’dan bazı tanınmış şahsiyetler, aileleriyle birlikte Ankara’ya Atamızı ziyarete gelmişlerdi. O gece, bu davetliler şerefine ziyafet vardı.” Fasıl heyeti tam bir gurupla gelsin “ diye telefon ettiler. Köşke vardığımız zaman, çiçeklerle bezenmiş mükellef sofranın bir metre kadar yakınında, saz heyetine mahsus bir sofra kurulmuş olduğunu gördüm. Saza başlamadan evvel, istirahat ederek, yeyip içmemizi emretmek lûtfunda bulunan Büyük Ata, kendine mahsus olan kırmızı ve yeşil uçlu sigaraları da paket paket önümüze koydurdu. Bir müddet sonra, başını bize çevirerek bana sordu: “Yaşar Bey; bu akşam faslımız nedir?” Yerimden kalkarak, hazırlamış olduğum programı takdim ettim. Gözlüğünü takarak, okudu: “ Pek güzel” dedi. Fasla başladık. Faslın hitamında bu arada, sofrada bulunan. Avrupa’dan henüz avdet etmiş olan Hariciye Vekili Tevfik Rüşdü Aras’da. seyahat hatıralarını anlatırken, Atatürk’e getirdiği kravattan; bir kutu içinde takdim etmişti. Atatürk kutuyu açtı. Kravatları çıkardı, birer birer misafirlerine dağıttı. Kutu boşalınca, gözü bana İlişti: “Eyvah, Yaşar Beyi unuttuk Oldu mu şimdi bu? “ diye, manevî evladı Nebile’yi yanına çağırarak kulağına bir şeyler söyledi. Nebile de salondan çıktı. Birkaç dakika sonra bir kutu getirdi Ataya verdi, Ata: “ Gel bakalım Yaşar Bey. Kısmetinde olanın kaşığında çıkar. “ diye kutuyu açtı. Lacivert bir kravatla, aynı örnek mendili bana verdi. Sofradakilerin hemen hepsi, gıpta ile gözlerini bana dikmişler: “ Talihe bak. Turnayı gözünden vurdu. Keşke sıra bize geldiği vak it kutu boşalsaydı “ dediler. Bunun farkına varan Atatürk, fevkalade neşeli bir şekilde gülerek: “ Kıskanacak bir şey yok. Yaşar Bey zaten benim en yakınım. Az mı mihnetimi çekiyor. “ diye, beni tekrar iltifatlarına mzhar kıldı. Atamın bu pek kıymetli arm ağanını aynı şekilde sunmak lutfunda bulunduğu diğer yadigârlarıyla birlikte, hala bağrıma basarak saklarım. Sabah yaklaşıyordu. Sofrada herkes neşe içinde idi. Hele ben kabıma sığamıyordum. Kalkılacağı sırada, Atatürk, tekrar yanına beni davet etti: “ Yoruldun amma, hele bir de Bayatı makamından bestelenen Onun çok sevdiğini bildiğim Bektaşi nefesini okumaya başladım: “ Ben mel3amet hırkasını kendim giydim eğnime “ “ Arnamüs şişesini taşa çaldım kime ne? “ “ Kâh çıkarım gökyüzüne, seyrederim âlemi.” “ Kâh inerim yeryüzüne, seyreder âlem beni “ Kâh giderim medreseye gevh okurum hakkiçin “ “ Kâh giderim meyhaneye dem çekelim aşkiçin “ “ Sofular haram demişler bu aşkın şarabına “ “ Ben doldurur ben içerim, günah benim kime ne? “ “ Sofuya sormuşlar, yârin ile hoş musun? “ “ Hoş olayım, olmayayım, o yâr benim kime ne? “ “Sofular secde iderler mescidin mihârabına “ “ Yar eşiği secdegâhım, yüz sürerim, kime ne? “ Şafak söküyordu. Ellerini öperek ayrıldık. Büyük, eşsiz Atatürk, Bektaşi nefeslerini pek severdi. Yalnız, usulü dairesinde itina ile gazel okunmasına çok dikkat eder: “ Küçücük bir aksaklık, berbat eder,, şevkini kaçırır, dinlenmez hale getirir ” derdi. Esasen sanat ve sanatkâr kıymetini bilir, bilhassa klâsik eserlerin üstüne titrerdi. Musikimize değerler eserler vermiş üstatlar karşı derin bir sevgi ve saygı beslerdi. Bir akşam Zekâi Dede merhumun hicazkâr makamında bestelediği Yürük semaisi olan: “ Bülbül gibi pür oldu cihân nağmelerinden “ “ Gel servirevan, gel gonca dihen “ “ Gel kaşı keman aman gel “ Hicazkâr Yürük Semaisini okuduğum zaman o kadar müehassis oldu ki tekrar tekrar okuttu. Zekai Dede “ Çok güzel “ diyerek iltifatta bulundu. O sırada kendisine Zekai Dede’nin resmini götürmüştüm. Atatürk, bunu ilk defa görüyordu, Mevlevi külâhlı, nurâni yüzlü dedenin bu resmine uzun uzadıya bakarak, hayatı hakkında da malûmat sordu. Anlattım. Sonra: “ Şu Bülbül gibi püroldu cihan nağmelerinden semaisini bir daha oku.” Dedi. Okumaya başladım. Daldı, derin bir hassasiyetle dinlerken, gözlerini ayıramadığı Dedenin resmini: “ Dâhi. Koca dâhi “, diye, dudaklarına götürdü, öptü. Atanın dudakları değen, bu kıymetli resim de, hala, başımın ucundadır. Büyük Atamızın sanat ve sanatkâr karşısındaki derin hassasiyetini ve bilhassa Türk Musikisine içten gelen bağlılığını belirtecek mahiyetteki hatıralarımdan bir, ikisini daha anlatmak isterim: Bir Pazar akşamıydı. Çankaya’da bulunuyorduk. Sofra kalabalıktı. Misafirler arasında İstanbul’dan yeni geldikleri anlaşılan tanımadığımız kimseler ve bu meyanda bir de azametli tavrı ile dikkati çeken bir zat bulunmakta idi. Fasıl heyetimizde tam kadro ile hazırdı. Atatürk’e sunduğum programa göre evvela: “ ben melâmet hırkasını kendim giydim eğime” nefesiyle başladık, arkasından karışık fasıllardan Uşşak, Beyati, Hicaz ve rast makamından bazı şarkılar çaldık, okuduk Bahsettiğim – adını açıklamayı münasip görmediğim – her aşrkıyı hafif tertip dudak bükerek, ikide birde: “ şunu çalsanız, bunu okusanız “diye kendi istediği eserlerin okunmasını teklif ediyor, ben de her zamanki gibi tesbit edilip Atatürk’çe kabul edilen programın dışına çıkmamakta sebat ediyordum. Beyefendiye bu mecburiyetimi nazikâne bir surette ihsas etmiştim. Fakat o zat bu zarureti anlamamazlıktan gelerek, illa istediği şarkıların çalınm asında ısrar ediyordu. Nihayet, yerinden kalktı. Yanımıza geldi: “ Kaçtır rica ediyorum. Artaki Efendi’nin (Ruhumda bahar açtı ) şarkısını niçin çalmıyorsunuz? Haydi çalın “ dedi. Artaki’nin ferehnâk makamından yeni bestelemiş olduğu bu şarkı İstanbul’da yeni piyasaya çıkmış, notası bize gelmemişti. Saniyen, programda yoktu. Bunları anlatarak: “ Mazur görünüş beyefendi. İnşallah başka bir gece, hazırlar, çalarız. “ dedim. Amma, bu mazereti kabul etmeyen bir asabiyetle, tek kelime söylemeden döndü, sofradaki yerine oturdu. Yarım saat kadar sonra ise, inadı bütün bütün kabarmış olacak ki, kendim tutamadı, herkese işittirecek bir sesle: “ Paşam.. Artaki’nin yeni şarkısını istiyorum, çalmıyorlar.” diye Atatürk’e beni şikâyet etti. Atatürk’te, bir işaretle beni çağırdı. Manidar bir bakışla beyin arzusunu yerine getiremeyişimizin sebebini sordu. Anlattım: “ Yarın bu notayı istanbul’dan getirteceğim. Yeni, arkadaşlarda bilmiyorlar. Çaresiz beklemek mecburiyetindeyiz” dedim. Bunun üzerine: “ Bu şarkıyı bilmiyorlarmış, nasıl çalsınlar.”Atatürk bana da: “ İşine devam et, aldırma “ kabilinden bir göz kırptı ve derhal Faize Hanım’ın bestelediği: “ Bâdel vuslat içilsin kâsei fafurdan “ şarkısını Atatürk okumaya başladı. Fasıla da iştirak etti. O anda huysuzluğu büsbütün artan beyefendi de hemen sofradan kalktı ve pür hiddet salondan çıktı. Atatürk evvela bunu görmemezlikten geldi. Fakat belli idi ki bu kabalığı hoş görmemiş, hazmetmemişti. Zaten hepimiz donakalmıştık. Buna rağmen havayı bozmamak için fasıl devam ediyordu. On- onbeş dakika kadar böyle devam etti. Beyefendi hala meydanda yok. Küskünlüğü geçmemiş olacak ki görünmüyor. Dışarıda. Bu esnada Atatürk sordu: “ Beyefendi rahatsız mı oldu, bir baksanız, nesi var? ” Gittiler. Beyefendiyi sofraya getirdiler. Amma suratı bir karış. O kadar ki, Atatürk’ün, hiçbir şey olmamış gibi, kemali nezaketle hatırını soruşuna bile, ters ters bakmaktan başka cevap vermiyor. Bu vaziyet karşısında hepimiz şaşakaldık. Balonda çıt yok. Bütün bakışlar somurtup duran beyefendide. Nerede ise, boşanacak. Fakat ondan evvel, sabrı, tahammülü tükenen Atanın parlak gözleri açıldı, sesi yükseldi: “ Beyefendi o istediğiniz şarkıyı, İstanbul’daki gazinolarda çalışan sanatkârlara saklayınız!” Ve zile basarak çağırdığı adama, beyefendiyi göstererek: “ İstirahat buyuracaklar. Otomobil veriniz! “ dedi. Beyefendinin ne hale gelerek, çıkıp gittiğini anlatmaya lüzum var mı? Tekaüt olduktan sonra Ankara’ya Atamı ziyaret etmeğe gitmiştim. Bir kış gecesiydi. Yine Çankaya’da ki huzurlarında bulunuyordum. Sofrada karşılarına oturtmuşlardı. Yanımda milletvekillerinden Edip Servet Bey vardı. Saz heyeti yoktu. Yiyip içilirken, Atatürk, vaktiyle kendilerine okumuş olduğum (Hicran) isimli güfteyi neveser makamından bestelediğimi öğrenince: “ Kalk oku! “ buyurdu. Okudum, memnun oldu, alkışladı. Söz Türk Musikisine geldi. Eski bestekârlardan kimlerin eserlerini daha çok sevdiğimi sordular. Itri merhumun başta geldiğini arz ettim: “ O halde, bir eserini dinliyelim. “ deyişleri üzerine, İtri’nin Nevakârını okudum. Fakat, sofradakiler, herhalde sazsız okunuşlara pek alışık olmadıklarımdan, lâyıkiyle dinlemiyor, aralarında konuşuyor, sohbete dalar gibi oluyorlardı. Atatürk bunları nazikâne bir şekilde sükûte davet ederken, içlerinden biri: “ Aman Paşam!.. Yaşar Bey de, hep böyle tekke ilâhileri okur durur... Müsaade buyurursanız, şu radyoyu açalım. bir opera dinliyellm. “ deyince, Atatürk’ün rengi attı, bunu söyleyene, dik dik bakarak, kapıyı gösterdi: “ Buyurun salona! Operanızı orada dinlersiniz! “ Saym bay da, süklüm püklüm gidiş, o gidiş. Bir daha, ne o gece, ne de başka bir zaman görünmedi... Gitti gider, dahi gider. “ Atatürk’ün huzurundan ayrılırken ellerini öptüğüm zaman Türk Musikisini hakir görene lâyık olduğu cevabı vermek suretiyle gönlümü almış olduğunu ima ile de iktifa etmeyerek, ayrıca, maddi bir ihsanla da beni bir kat daha minnettar kılmıştı. Büyük Atayı yakından tanıyanlar gayet iyi bilirler ki, her hareketleri muhakkak bir sebebe istinat eder. Atamızın musikimizi sevmekten feragat etmediklerine en bariz m isal olarak şunu söyleyebilirim ki o zamanlar Ankara Radyosunun pek kıymetli sanatkârlarından (Melek Tokgöz Hanım) a Ankara’da Yeni Sinema’da konser vermesini bizzat Atatürk emretmişti. Ve hatta konserde okunacak eserlerin programım Atatürk tertip etmiş, o gece konseri şereflendirmek lûtfunda bulunan Atatürk’ün teşriflerinde halk durmayıp sevgili Atasını candan alkışlamıştı. (Melek Tokgüz Hanım) güzel ve siyah bir tuvalet giymiş sahneye çıkar çıkmaz ilk önce Atatürk alkışlamıştır. (Melek Tokgöz Hanım) konsere başladı, Atatürk’ün tertip ettiği şarkıları kusursuz olarak okudu ve halk durmayıp alkışlıyordu ve bu hali gören Atatürk yaverleri ile hediye olmak üzere buketleri sahneye göndermek lûtuflarından başka huzurlarıyla bu konseri şereflendirmekle sanat tarihimize pek büyük bir şeref yazmışlardı. Ankara’ya şahane bir ziyaret vaki oluyordu. Kasabalıktan henüz kurtularak ümrana kavuşmakta olan şehirde dost ve kardeş Afganistan Kral ve Kraliçesini istikbal ve ağırlamak için hummalı bir faaliyet vardı. Bu arada Riyaseti Cumhur Orkestra Heyetiyle, fasıl takımı mensuplarına da ilk defa (smokin) giydirilmek emri verilmiş. Terziler gelip ölçülerimizi almışlar, on beş gün içinde dikip getirmişlerdi. Bir yandan da Afgan Milli Marşını meşk edip hazırladık. Başta Gazi Hazretleri bulunduğu halde, bütün devlet ricali, mebuslar, büyük bir kalabalık ve tezahüratla karşılandılar. O gece Ankara Palasta verilen muhteşem resmi ziyafete, Atamızın emriyle fasıl heyeti de iştirak etti. Saat sekiz buçukta gittik, çiçeklerle bezenen büyük sofranın biraz ilerisindeki köşede ayrılmış olan yerimize geçtik. Riyaseti Cumhur Orkestrasının çaldığı mini marşlarla ziyafete başlandı. Aziz Atamız gayet zarif (frakla) giyinmiş, altın sarısı saçlarıyla ve mütebessim çehresiyle herkese iltifatlarda bulunuyor ve her zamanki hoşsohbetliğiyle havayı bütün bütün samimileştiriyordu. Kral askeri üniformasını lâbisti. Kraliçe pırıl pırıl beyaz tuvaleti ve bilhassa (murassâ) tacının üstündeki gözleri kamaştıran ayrı ayrı pırlantalarla dikkati çekiyordu. Mutad nutuklardan sonra orkestra heyeti muhtelif havalar çaldı. Bu esnada biz de ayrı bir sofrada oturmakta idik. Nihayet sıra bize geldi. Ve Atatürk’ün işaretiyle Nihavent faslına başladık. Atatürk Kraliçeye bizi gösteriyor bir şeyler söylüyordu ve yanımda bulunan Kanuni Vedat Bey taksim yaparken Atatürk ve Kraliçe beraber yanımıza geldiler. Kanunu ilk defa gören Kraliçenin hayretini sezen Atatürk Kraliçeye kanun hakkında izahat veriyordu. Bir aralık Kraliçe kanunun tellerine elini sürdü ve çıkan sadalara gülüştüler. Ve yanımızdan ayrılan Kraliçenin dört beş metre uzunluğundaki (eteği) koltuğunun altında idi, her nasılsa etek Kraliçenin kolundan kaydı yere düştü. Bunu gören Atatürk bir nezaketle eğilip eteği yerden aldı ve Kraliçenin koltuğuna koydu. Kraliçe gülümseyerek teşekkürlerini bildirdi. Ve Kraliçenin koltuğuna girerek sofraya götürdü. Biz de geç vakte kadar fasıla devam ettik ve nihayet orkestra heyeti de muhtelif dans havalan çaldı ve sabaha karşı Atatürk’ün huzurlarından ayrıldık. Bir müddet sonra İran Şehinşahı Pehlevi Hazretleri de Atamızı ziyaret etmek üzere İstanbul’a gelmişti. Dolmabahçe Sarayında istikbal edildi. O münasebetle Beylerbeyi Sarayında akşam verilen büyük ziyafette Atamızın emirleri üzerine bulundum. Riyaseti Cumhur Orkestra Heyeti de vardı. Fakat ince saz yoktu. Şehinşahla Atatürk salonun ayrı, yüksekçe bir yerinde duruyorlardı. Gittim, ellerini öptüm. Atam beni Şah’a takdim etti ve bu benim Hafızım diyerek yanına oturttu. Ve bana Kerbelâ şahadetine ait bir mersiye okumamı söyledi. Derhal başladım Güfte şu idi: Kurretülaynı Habib-i Kibriyasın yâ Hüseyin İran Şehinşahı Türkiye’de Nur-i çeşm-i Şah-ı Murtaza Âl-i âbâsın yâ Hüseyin Hem ciğerpâre-i Zehra Fatime Hayrünnisâ Ehli Beyti Müctebâ Al-i âbâsın yâ Hüseyin Sana gülle dokuna mü’min eder ml mağfiret Gonca-i gülşen saray-ı Mustafasın yâ Hüseyin Ehli Mahşer dest-i Haydardan içerken Kevseri Sen susurlukta şehid-i Kerbelâsın yâ Hüseyin Kıl şefaat (ârife) ceddim Muhammed aşkına Arsa-1 Mahşerde makbulerrecasın yâ Hüseyin Ben bu mersiyeyi okurken Şehinşahm gözleri yaşarmış, sağ: göğsünde, nihayet dayanamadı; mendilini çıkardı, gözlerinden boşanan yaşlan sildi. Atatürk'ün:” Nasıl efendim, beğendiniz mi? “ deyişine kendine hâs o (Azeri) Türkçesiyle: (Hub, hub) (teşekkür ederim) dedi. Bunun üzerine Atatürk bana sordu: “ Farisî güftelerinden bir şey biliyor musun? “ “ Biliyorum efendim. “ “ Oku bakalım.” “Başüstüne. “ Diye hüzam âyin-i şerifine şöyle başladım: Mâhest ve nemidanim. Hurşid-i ruhatyanım Bu ayrılık oduna, cânım nice bir yanem Ah ah nice bir yanem Sevdayı rûhi leyli, şed hâsılı mahayli Mecnun gibi vâveyli, oldum deli divâne Ah ah, defi divâne Bundan sonra Beyati âyinini okudum: Şahhaz kerem bermen dervişi nekir Hey hey Sultanımen vay heyhey Hünkârimen vay Bir hal-i meni hasta-i dilrişi nekir Hey hey Sultanımen vay heyhey Hünkârimen vay Bunun üzerine Şehinşah elini uzattı, elimi sıktı. Atatürk: “Yaşar Bey bir de Kuran oku “ dedi. (Sûre-i Kıyameden) bir sayfa okudum. Şehinşah çok mütehassis oldu. Ben de artık bitti diye geniş bir nefes alırken, Atam o müşfik haliyle: “ Yorulduğunu biliyorum “ dedi. Gözlerimin içine bakarak: “Bir de Süleyman Çelebi’nin Mevlidinden oku “ buyurdu. İsfahan makamından Mîraç bahrini okudum. Şehinşah ilk defa Türkçe Mevlid duyuyormuş. Son derece alâkalandı. Atatürk’de ona Süleyman Çelebi hakkında izahat verdi. Ve bana dönerek: “ Yaşar Bey. yoruldunuz, sofraya gidip, yemek yeyiniz” dedi. Elini öptüm ve Şehinşahın elini öperken: “ İran’a... İran’a... buyurun “ diye hararetle elimi sıkıyor, bırakmıyordu. Atatürk gülümseyerek: “ Hafızım bir tanedir. Gönderirim size onu... Göndereceğim. “ diyordu. Gece geç vakit Şehinşah’a veda ederek Atatürk ve maiyetiyle beraber Sakarya motoruyla Dolmabahçe’ye döndük. 1928 senesinde Atatürk seyahate çıkmıştı. Biz Ankara’da kalmıştık. Seyahatin sonunda, istirahat için Bursa’ya gitmiş, tepedeki eski Hünkâr Köşküne misafir olmuştu. O sırada, bir telgraf geldi: “ Yasar, Refik (Fersan) ve Münir Nureddin Beyler derhal Bursa’ya hareket etsinler” diye bu telgraf üzerine, hazırlanan hususi trene bindik, Karaköy’e kadar gittik, oradan da otomobille yola çıkarak, sabaha karşı Bursa’ya vardık. Bir yandan da yine telgrafla, İstanbul’dan Mesut Cemil Beyin davet edilmiş olduğunu haber aldık. O akşam saat sekizde köşkte, Atatürk’ün huzuruna kabul edildik. Sofrada Şükrü Naili ve Ali Hikmet Paşalar, Doktor Rasim Ferit Bey ve refikası hanımefendi ve bazı mebuslar vardı. Atatürk’ün elini öptüm: “ Hoş geldin Yaşar Bey “ diye, iltifatta bulunarak. Mesut Cemil Bey’i sordu. Biraz sonra da, Mesut Cemil Bey, elinde kemençesi ile geldi. Atatürk onu görünce, bana: “ Mesut Cemil Bey bu akşam senin misafirindir. Benim soframın aynını yaptır.” dedi. Derhal emirlerim yerine getirerek, piyanonun yanı başına bir sofra kuruldu. Bu arada, yine sevdikleri şarkılardan seçerek yaptığım programı takdim ettim. Okudu. Muvafık buldu ve Rasim Ferit Beyin hanımına: “ Siz de, lütfen piyanoda refakat etseniz...” buyurdu. Böylece Şetaraban peşrevine başladık. Beste: Semâi. Yürük Semai ve Tamburi Cemil Beyin meşhur saz semaisi ile Şataraban faslına nihayet verdik. Yarım saat istirahattan sonra. Hicazkâr peşreviyle İkinci fasla geçtik. İki şarkıyı müteakip. Atatürk, Münir Nureddin Beyden bir gazel istedi. O da okumağa koyuldu amma, nedense isteksiz, iştahsız, durgun görünüyordu. Atatürk seslendi: “ Münir Bey sesini çıkar... Duyulmuyor...” Gazel bittikten sonra, beni yanma çağırdı. Oturttu ve sazsız olarak şu gazeli okumağa başladı: “Yarab ne eksilirdi deryay-ı izzetinden Pymane-i vücuda zehr-i ab katmadaydın “ “Azâdeser olurdum âsibi derdi gamdan “ Ya dehre gelmeseydim, ya aklım olmasaydı..” Bu güfteyi o kadar canlı okudu ki, herkes huşü içinde kaldı. “Yaşar Bey, bunu sen de oku! “buyuranca..Başladım amma, beğenmedi: “ Olmadı.” diye tekrar ettirdi. Fakat yine, olmadı, dedi, şaşırdım, okuyuşumda bir aksaklık yok, lâkin sorulur mu, tekrar tekrar okuyorum... Benim halime dikkat ederek, yanındaki Şükrü Naili Paşaya göz kırpıyor. Tam meyana geçeceğim sırada: “ Kalk ayağa... Meyanı ayakta oku? “ emrini verdi. Gazel hitam buldu. Atatürk misafirlere dönerek: “ Arkadaşlar; işte gazel böyle okunur... Varol Yaşar Bey! “ diye iltifatta bulundu. Elini öperek, yanından ayrılıp faslın başına geçtim, istirahat ediyoruz. Fakat birdenbire rahatsızlandım... Duramayacağım... Defi vererek, Münir Nureddin Beye terk ettim, biraz hava almak üzere balkona çıktım. Bir sandalyeye çöktüm, dalmışım... Bir aralık, alnımın okşandığım hissederek, gözlerimi açınca, bir de ne göreyim: Atatürk.. O şefkat büyük adam. Gülümseyerek alnımı okşuyor: “ Rahatsız mı oldun vah, vah. Doktor çağıralım “ Hemen doğruldum. Minnetle yüzüne bakarak elini öptüm: “Atam bir şeyim yok şöyle bir dalmışım. “ diye kalktım. Birlikte salona giriyoruz. “ Artık istirahat ediniz. Bu Akşam bu kadar kâfi. Tren yorgunluğunda var. Refik ve Mesut Cemil Beyleri de al! Yatın, dinlenin. Yarın akşam yine bululuruz. “ buyurdu. Atatürk’ün emrini yerine getirerek, arkadaşları aldım. Sazlarını torbalarına koydular, giderken, baktım Münir Nureddin de bize katılmağa hasırlanıyor. Halbuki, müsaade yalnız bizim üçümüze idi. Münir Nureddin Bey bunun farkında değil. Gidiliyor diye, kalkmış... Atatürk’de manalı manalı yan gözle ona bakıyor. Nihayet Seryâver Rusuhi Bey’i çağırıyor, kulağına birşeyler söylüyor. Rusuhi Bey’de, Münir Bey’e: “ Atatürk’ün emirleri., siz kalacaksınız.” diyor. Bunun da sebebi, herhalde, Münir Nureddin Beyin, isteksin okuyuşu, bir de rahatsızlık duyarak balkona çıktığım sırada benim yerime gazel okuması lâzım geli rken, tambur çalmakla iktifa edişi olmalıydı. Atatürk buna dikkat etmişti. Biz aşağı köşke indik, yattık. Ertesi günü, ancak öğleye doğru Münir Nuredddin Bey de, bitap bir halde, tamburiyle çıkageldi. “ Geçmiş olsun Münirciğim. diye gülüştük. O da, başım sallıyarak: “ Kabak benim başıma patladı. “ diye gülüyor. Akşam yine Atatürk’ün huzurundayız. Misafirler İstanbul’a dönmüşler. Yalnızız. Bizi sofrasına oturtan Atatürk, birkaç şarkı okutuyor. Sonra bana: “ İstanbul’dan telgraf almışsın, ailen rahatsızlanmış öyle mi? Sana izin vereyim.Git.. Gör, hem biraz istirahat etmiş olursun, diye iltifatlarda bulunarak, ilâve ediyor: “ Ben İzmir’e gideceğim. Ankara’ya dönüşümü haber alınca, gelirsin.” Fakat o büyük insan, bu kadarla da kalmıyor, Başkâtip Tevfik Beye, bana iki yüz lira vermesini emrediyor. Ayrıca, arkadaşı. Nuri Conker’e de: “ Yaşar Beyi yalnız bırakma... İstanbul’a beraber gidin. “ Bir akşam Çankaya köşkünde, sofradaki davetliler arasında, (ismini söyliyemiyeceğim) bir zat da vardı. Atatürk fevkalâde neşeli bulunuyor. Ve fasıl heyeti de tam bir grup ile mükemmel bir surette çalıyordu. Atatürk bir ara: “ Yaşar Bey, defi al da, geliniz, dedi. Sağ tarafına beni, sol tarafına da Udi Şevki Beyi oturttu. Haşim Bey’in bestenigâr makamında olan: (Kaçma mecburundan ey âhûy-u vahşî ülfet et) şarkısını Atatürk okumağa başladı. Ve bana da: “ Yaşar Bey, sen de def’i hafiften vurarak şarkıyı benimle oku. “ buyurdu. Okuyoruz ara sıra doğru okuyor muyum diye bana soruyordu: “ Evet efendim. Mükemmel.” Şarkı bitti, başka şarkılara geçildi. Biraz sonra bana müsaade buyurdu, faslın başına geçtim. Fasıl devam ediyor. O sırada sofrada (oturan zat) yerinden kalkıp faslın ortasına geçti ve defi elimden aldı. Şef tavırları takınarak coşa coşa emirler vererek sazı idareye koyuldu. Fakat coştukça defe öylesine (pat pat) vuruyor ki. Yapmayın. Öyle çalınmaz, diyecek oldum benim bu halimi gören sevgili Atam: “ Dokunma, keyfine bırak “ demek isteyen bir hareketle gözünü kırpıyordu. Nihayet olan oldu. O yumruklarcasına vurulan derin kursağı patladı. Zilleri yere döküldü. Neye uğradığını bilemeyerek şaşırdı. O zat defi önüme bırakarak güle güle sofraya gidip yerine oturdu. Bu hali gören Atatürk’ün neşesi kaçtı. Fakat belli etmiyor, fasıla devam diye elini masaya vuruyordu. Çünkü def rast gele bir def değildi. Sultan Hamid zamanında Saray Fasıl Heyetine maledilerek beylik eşyalar meyanında kaydedilmiş çok kıymetli nadide bir def olduktan başka şimdi bu paramparça olmuş perişan haliyle iş görmek, faslı idare etmekte mümkün değildi. Defsiz kalmıştık. Üzüntümüzü hisseden Atatürk: “ Yaşar Bey getir şu defi “ dedi. Götürdüm baktı. Hele yerine konmaz bir değeri olduğunu da anlayınca acıdı. Sordu: “ Şimdi ne yapacaksınız? Bu def artık kullanılmaz. At. Bir daha elinde görmeyeyim. Yarın İstanbul’a git. Başka bir def ara bul “ dedi. İki yüz lira ile bir ay izin verdi. O akşam faslı defsiz idare ettim. Ertesi sabah Istanbul’a yollandım. Öteye beriye başvurarak işe yarar bir def ararken, Çakmakçılar Yokuşu’nda saz edevatı satan meşhur (Ağya) ustanın dükkânına uğradım. Vaziyeti anlattım. Gazi Paşanın emriyle geldiğimi, güzel bir def bulmasını söyledim. “ Var amma Yaşar Bey, senin istediğin gibi Samatyalının zillisini bulmak pek güç... Fakat zannediyorum bir yerde meşhur Aziz'in yapısı, kasnağı demirhindi ağacından mamûl sedefli ve Samatyalının işi bir def var. Hele bir bakayım satarlar mı?” dedi. Fakat bu defin sahibi de antika meraklısı bir adammış, müze haline getirdiği evinin baş sedirine koymuş satar mı, bilmiyorum. Nihayet Gazi Paşa Hazretlerinin hatırları için satmağa razı olmuş, iki yüz liraya defi aldık. Nota filân gibi diğer lüzumlu şeyleri de tedarik ederek hepsini alıp Ankara ’ya götürdüm; o akşam Atatürk’ün huzuruna çıkınca defi Atatürk’e takdim ettim. İki yüz liraya aldığımı söyledim. Beğendi: “ Çal bakalım, benim sana hediyem olsun. “ dedi ve ellerini öperek yerime oturdum. Faslı idare ederken bana bakıyor, ziyadesiyle memnun ve gözünü kırpıyordu. Aradan epey zaman geçti. Atatürk İstanbul’u teşrif buyurdular. Bir gece Florya Deniz Köşkünde misafirler meyanında o zat vardı. Sabahlamıştık. Dönerken benim otomobilime bindi, yolda giderken: “ Kuzum Yaşar Bey, şu Ankara’daki def meselesi hakkında Atatürk sana bir şey söyledi mi? “ “ Hayır, deyişime inanmamış olacak ki, tekrar tekrar sordu. Temin ettim. Niçin bu mesele üzerinde durduğunu anlamak istediğim zaman sustu. Belli idi ki, o geceki halini hatırladıkça hâlâ (muazzep) olmakta, Atatürk’ün de bunu unutmaması ihtimali ile üzülmektedir. Atatürk İstanbul’u teşriflerinde de, adetini bozmaz, yine her akşam saat beşte Dolmabahçe Sarayında beni huzurlarına kabul ederek, geç vakte kadar alıkoyarlardı. Bu gecelerin birinde, sofra yine kalabalıktı. Bir aralık, Nesib Efendiyi çağırarak: “ Şu radyoyu bir aç bakalım. Dinleyelim “ buyurdu. O günlerde yalnız İstanbul Radyosu faaliyette idi. Tesadüfen Atatürk’ün pek sevdiği nihavend faslı çalınıyordu. “ Nasıl çalıyorlar Üstad... Beğendin mi? “ diye sorulu üzerine: “ Çok güzel paşam... Muvaffak oluyorlar.” cevabını verince, nöbetçi yaveri Şükrü Beye emir verdi: “ Telefon edin, radyoda Nihavend faslı devam etsin “ Atatürk neşelendikçe neşeleniyor, elleriyle tempo tutuyordu. Bu fasıl bir saat kadar sürdü. Sololar başladı. Fakat nedense, bir şarkının meyanında bir karışıklık oldu. Şarkıya başka sesler, öksürükler fil+an karıştı. Atatürk birden bire sinirlenerek: “ Bu ne kepazelik böyle? “ diye elini masaya vurarak radyoyu kapattırdı. Benden gazel istedi. Okumağa başladım. Sofrada bulunan Salih Bozüyük, derhal kalkarak, telefon başına gitti. Ne konuştu ise, konuştu. Yarım saat sonra, bir de baktık, Radyoevinden. Kemani Reşad Bey, elinde kemanı, geldi. Atatürk’ün elini öperek, sofraya oturdu. Gözüm Atatürk’te... Hâlâ hiddetli... Reşad Bey de mütereddit, ne olacak, ne yapayım, der gibi bana bakıyor. Atatürk Reşad Beye: “ Bir taksim yapınız, bizim Hafız da bir gazel okusun “, buyurdu. O Rast makamından taksime, ben de gazele: “ Canımı cânan ger İsterse, minnet canıma Can nedir kim anı kurban etmeyim canânıma “ Bu güfteyi Atatürk çok severdi. Bundan sonra, yine Atamın pek sevdiği; Asım Beyin: “Habgâı yâre girdim arz için ahvalimi ” Rast şarkısını okudum. Fakat Reşad Bey bu şarkıyı Atatürk’ün istediği gibi çalamadı. Hava bozuldu. Baktım, Cevat Abbas Beyi yanına çağırmış, dudaklarım bükerek, kulağıma bir şeyler söylüyor. Nedir diye merak etmeğe kalmadı. Reşad Bey, nezaketle istirahate davet edildi. Salondan çıktı. Tekrar Radyoevine telefon edildi. Bu sefer kemençesiyle Niyazi Bey geldi. Atatürk onu görünce: “ Hoş geldiniz, buyurun. Reşad Bey, bizim şarkıları, nedense okuduğumuz gibi çalmadı. Bize uyamadı. Bizim şarkılar başka türlüdür. Bakalım siz bize uyacak mısınız. “ dedi. Siniri geçmiş gibi görünüyordu. İkazım üzerine Niyazi Bey Nihavend makamından bir taksim yapmağa başladı. Hakikaten mükemmeldi... Emir beklemeden, hemen ben de başladım: “ Sevdalı nazarlarla bakan gözlerin var. “ “ Karşında duracak kimde nazar kuvveti var? “ “ Bir handenizin zevkini dünyaya değişmem “ “ Leylâ gibi kalbimde sizin bir yeriniz var. “ Atatürkün keyfi yerine gelmişti. Pek neşeli olduğu zamanlarda: “ İçelim her muhabbetin mutlak ölmeyen Bir hayatı vardır ki Mevecatı mehasinl âlem Ona kehvare-i terennüm olur. “ güftesini okumağa koyuldu. Sonra beni yanına çağırdı, yazınız, diye şunları not ettirdi: 1. Dil seni sevmeyeni sevmede lezzet ini olur? 2. Bakmıyor çeşmi siyah feryada 3. Mâni oluyor halimi takrire hicabım 4. Haniya sen benimdin, neye döndün sözünden 5.Atladım bahçene girdim ama 6. Şahâne gözler şahane 7. Cevahir taşı mısın? (memo naziresi) 8. Zeybek. Bu sırada, Salâhaddin Pınar’la, Kemani Nobar'a da haber gönderildi. Geldiler ve hep birlikte, bu programı icraya başladık. Geç vakitlere kadar devam ettik. Atatürk, o kadar neşelendi ki, Salâhaddin Pınara’da, Nobar'a da iltifat ede ede bitiremiyor, ikram üzerine, ikramda bulunuyordu. Ayrılırlarken de: “ Yine beklerim yine buyurun! “ diye, bu memnuniyetini bir kere daha izhar lûtfunda bulunmuştu. Fakat o gece, ne olduysa, Radyodaki incesaza oldu. O andan itibaren incesaz çalınması menedilmiş, yalnız halk türküleriyle iktifaya başlanmıştı. 1930 senesi Ağustos’unun 12. Cuma günü Atatürk Ben de o sırada, müsaadeleriyle emekliye ayrılarak, burada istirahate çekilmiştim. Ancak emekliye ayrılırken: “ Umumi yerlerde katiyen icrayı ahenk etmeyeceksin “ buyurdular. Atatürk akşam gazetelerinin birinde (Aksaraylı Hafız Yaşar) her akşam Çiftlik Parkında, Udi ‘da Mısırlı İbrahim, Kemençeci Aleko, Kanuni Artaki vesair bey ve bayanlardan mürekkep saz heyeti ile terennüm etmektedir şeklindeki ilanı görünce fena halde sinirlenmiş Gece saat 9’da beni çağırtıyor. Gazetedeki ilandan haberim olmadığı için mutad davetlerden biri zannıyla, hemen saraya gittim. Salona girdim. Elini öptüm. Sofraya oturdum. Etrafdaki misafirlerine istiklal Harbi’nden bahseden Atatürk sözünü bitiren Atatürk kaşlarını çatarak bana döndü: “ N alemdesin, ne yapıyorsun? “ dedi. “ Emriniz veçhile istirahat ediyorum Paşam!.. Hiçbir işle meşgul değilim. Sıhhat ve Afiyetinize duacıyım.” Cevabını verince, sofrada bulunan mânevi evlâdı Nebile Hanıma, kütüphaneden Akşam gazetesini getirmesini, söyledi. Gazete getirilince de, ilânı okuttu. Ve hana sordu: “ Bu Hafız Yaşar, siz değil misiniz ?” ” Hayır Paşam, ben değilim” , deyişim üzerine, hayretle yüzüme baktı: “Başka Hafız Yaşar var mı? “ “ Evet efendim... Aksaraylı bir hânende Yaşar vardır. Bu odur... Hafız değildir. “ “ Ne hakla Hafızlık şerefini kullanıyor? Niçin tekzip etmediniz? Bunu okumadınız mı?“ “Efendim, maiyeti âlilerinde bulunmak şerefine mazhariyetim herkesçe malûm olduğundan, tekzibe hacet görmedim. “ Bu cevabı, Atatürk tatminkâr bulmadı. Zile bastı. Gelen Yâver Beye, Çiftlik Parkında çalan fasıl heyetinin getirilmesini emretti. Biraz sonra, geldiler. Atatürk, birer birer isimlerini sorarken, sıra Yaşar’a gelince: “Siz Hafız mısınız? “ dedi. Yaşar da: “ Hayır, efendim. Hafızlığım yok.”, cevabını verince, Atatürk hiddetlendi: “ O halde, nedir bu (rezalet) gazetelerdeki İlân? “ Yaşar renkten renge giriyor: “ Efendim, benim haberim olmadan gazino sahibi öyle yazdırmış.” “ Sen de kabul ettin demek? Koskoca harflerle Hafız Yaşar yazmış görmedin mi? “ diye çıkışan Atatürk, bana döndü: “ Sûre-i Yusuf’tan, bir sayfa okuyunuz. “ Sayfayı okudum. Bu sefer Yaşar’a emretti: “ Arkasını da siz okuyunuz. “ Yaşar afalladı, tir tir titriyor. Ses çıkmıyor. Bunu gören Atatürk: “ Peki... Anlaşıldı, bilmiyorsunuz. Bari gazel okumasını biliyor musunuz?” “Yaşar’da yine ses yok. Nihayet, Udi Mısırlı İbrahim’in yaptığı hicaz taksimine uyarak bir gazel okumağa başladı. Ancak, bu gazel de zemin ve zamana uymıyan pek laübali bir şeydi. Atatürk, bir el işaretiyle durdurdu. Aksaraylı Hanende Yaşar Kemençeci Aleko’ya bir taksim yapmasını, bana da gazel okumamı emretti. Başladık: “ Yarab ne eksilirdi deryâyi izzetinden “ gazeline. Memnun, mütehassis, zevkle dinliyor. Bitince, sofraya vurarak. Yaşar’a baktı: “Bunu öğreniniz! Gazel, İşte böyle okunur! “ dedi. Yaşar mosmor kesilmişti. Sofradakilerin de gözleri onda idi. Salon bir an, derin bir sessizlik içinde kaldı. Sonra, yine Atatürk’ün, yumuşayan sesi duyuldu. Mısırlı İbrahim Efendiye soruyordu: “ Çaldığınız yerden, ne alırsınız? “ “ Gecede yirmi lira Paşam... “ “Her gece ?..” “ Evet Paşam!.. “ Bana baktı: “ Hafız, sana bağlanan tekaüt maaşı ne kadardır?” “ Ayda, altmış lira yetmiş kuruş,. Paşam! “ Elini şakağına koydu, dalgın. düşündü. Yanındaki Şükrü Naili Paşaya bir şeyler söyledi ve zile basarak, kâğıt kalem istedi. Getirdiler. Gözlüğünü taktı. Bir iki satır karaladı. Kalemi Mahsusa gönderdi. Daktiloya çektiler. Verdiler. İmzasını attı ve beni yanına çağırdı. Zarfı kapamadan, mektubu bana verdi: “ Yarın İş Bankasına müracaat ediniz! “ dedi. Teşekkürle elini öperek, yerime oturdum. Az sonra da emirleri üzerine hazırladığım programla. defi alarak, faslın başına geçtim. O gece, şafak sökünceye kadar faslı idare ettim. Müsaadeleri üzerine ayrılırken saz heyeti mensuplarına, ayrı ayrı iki yüzer lira ihsan edildi. Sabahleyin İş Bankasına gittim. Atatürk’ün imzasını ve: “ Hafız Yaşar Bey’e ayda 100 lira veriniz. “ emrine havi mektubu takdim ettim ve ilk yüz lirayı minnet ve şükranla aldım. Ondan sonra da her ay gider alır, müşfik ve alicenap Atama dualar ederdim. Ancak Atamın kaydı hayat şartıyla bağlamış olduğu bu aylık her ne hikmee mebni ise vefatından sonra kesildi. Yazın en sıcak günlerinde bir gece Dolmabahçe Sarayında bermutad sofrada otururken Atatürk: “ Bunalıyoruz, bu ne hava böyle? “ diye pencerelerin açılmasını emretti. Karşılıklı pencereler açılınca hafif bir kurana maruz kalan Atatürk öksürdü. Yüzü kızardı Öksürük devam edince sofrada bulunan Doktor Refik Saydam, hepimiz gibi meraklanarak pencerelerin kapanmasını söyledi Atatürk ses çıkarmadı. Kolonya getirtti, burnuna çekti. Fakat öksürük dineceğine arttı.. Bunun üzerine sofradan kalktı. Doktor Refik Saydam’la beraber, kütüphaneye geçti. Biz de ayaktayız, üzüntü ve telaş içindeyiz.“ Ne oldu birdenbire böyle, keşke pencereler açtırılmasaydı” derken beşûş bir çehre ile: “ Ne Oldunuz arkadaşlar? Merak etmeyiniz, bir şeyim yok.” , diye geldi, amma oturtmadı: “Burada olmayacak. Hem sıcak, hem de baksana doktor da pencereleri açtırmıyor., sıkılıyorum, haydi Florya Köşküne gidelim.“ dedi ve yürüdü. Biz de takip ettik. Sarayın cümle kapısının önünde binek taşma yanaşmış açık otomobile binerken, arkasına döndü. Gözüyle bana işaret etti, yanına çağırdı. On tarafa oturmak üzere olduğumu görünce de: “ Buraya gel..” diye solundaki yeri gösterdi, Büzüle çekine oraya iliştim. Misafirler de Öteki otomobillere binmişlerdi. Kafile halinde hareket ettik. Süratle gidiyoruz, hele şehirden çıkınca büsbütün hızlandık.. Şoför Remzi Efendi, hep böyle yapar, yıldırım gibi koşturur. Fakat pek mahir ve işinin son derece ehil, emsalsiz bir şoför olduğundan hamdolsun kaza filan yapmazdı. Bu sürate alışmıştık. Mithatpaşa Çiftliğini geçtik, Telsiz istasyonunun önüne geldiğimiz zaman Atatürk otomobili durdurdu. İndi. Tabii ben de peşinden.. Arkadan gelen otomobildekiler de indiler. Ayın on dördü. Mehtap ortalığı gündüz gibi aydınlatıyor. Atatürk çimenler üzerine oturunca, biz de, etrafına yayıldık. Ben yanında idim: “Şu mehtaba karşı bir gazel oku “, dedi. Zemin ve zamana, hele bu mehtaba uyacak bir gazel düşünürken. biranda dilimin ucuna: “ Hüsnünü sakla nazardan, kâhkülün eyle nikâp “ “Afitâbâ perde çek zulmette kalsın mâhitap “ Aşkla, şevkle okuyorum. Tekrar ettirdi. Biraz sonra kalktı: “ Böyle bir gecede uyunmaz. Deniz şimdi kim bilir ne güzeldir.. Köşkte sabahlarız “ , diye, otomobile bindi. Florya’ya gittik. Köşke girer girmez, telefonla Salahaddin Pınar, Kemani Nubar ve Safiye Aylayı dâvet ettirdi. Çok geçmeden geldiler. Atanın elini öptüler. Hepsine iltifat etti. Safiye Hanımı yanına oturttu: “ Sizi bu saatte rahatsız ettik. Maşallah pek çabuk da geldiniz,” deyince, Safiye Hanım da: “Hayır efendim.. Zaten emrinizi bekliyorduk. Bu gece şerefyab olmak İçimize doğdu. Saz yerinde işimiz bitince, ayrılmadık. Sizi konuşuyorduk ki emrinizi aldık.”dedi. Atatürk gülümseyerek bana döndü: “Yaşar Bey, program yapınız. Yalnız uzun olmasın... Her makamdan birer şarkı...” Salahaddin Pınar’la, Safiye Hanım’ın pek sevdiği şarkıları da koyarak programı yaptık, takdim ettik ve çalmağa, okumağa başladık. Neş'e içindeyiz. Ancak, deniz üstünde olduğumuz halde, hava yine sıcak... Atatürk su üstüne su içiyor. Başının ucundan ayrılmayan Doktor Refik Saydam da, öksürüğün fasılarla devam edişinden endişeli, soğuk su içmesine mümanaat ediyor. Amma, Ata neşeli dinlemiyordu. Biz de coştukça coşuyoruz. Şafak sökünceye kadar çaldık, okuduk. Bazı şarkılara Atatürk’de refakat ediyor. Gün doğarken: “ Dayanılmaz bu tulü'a. Denize girelim “, diye, banyo yapmak istediğini, bizim de girebileceğimizi söyledi. “ Bazıları da girdiler. Safiye Hanımla, Salâhaddin Pınar ve Kemani Nubar müsaade alarak, elini öpüp İstanbul’a döndüler. Ben ayrılamadım, deniz banyosyla da, hele böyle sabah sabah, pek başım hoş değil. Atatürk ise, mütemadiyen: “ Yaşar Bey. Haydi, soyun, denizin saf ası, sade seyretmekle sürülmez... Gir”, diyordu. Atatürk’ten rica ettim, sesimin rahatsızlığı dolayısıyla nihayet, müsaadelerini istihsal ederek, ben de Refik Saydam’la beraber, otomobile binerek, İstanbul’a yollandık. Bazı şom ağızlıların, Atatürk hastadır, felce uğradı şeklinde şayialar çıkardıkları sıralarda, yâni 1928 senesi Haziran’ında bir gün, Atatürk, alelâcele İstanbul’a hareket etti. Dolmabahçe Sarayına geldi. İlk akşam, Sarayda mutaddan fazla davetli vardı. Bunlar arasında İstanbul’un tanınmış ailelerinden de birçokları bulunuyordu. Hissediyordum ki, Atamın bu gece bir fevkalâdeliği var, mütemadiyen çalmamızı, okumamı istiyor. Ben de durmadan okuyorum. Gece yansına doğru okuduğum Kemençeci Aleko’nun Saba makamındaki: “ Öyle bir yektâi emelsin meleğim Bakamam gözlerine çünki erir gözbebeğim.” Şarkısını kendi de okuyarak, birkaç kere tekrar ettirdi. Misafirlerin bir kısmı gittikten sonra Söğütlü Yatına binildi. Şafak da sökmüş idi. Dolmabahçe Rıhtımından ayrılarak sahili takiben Boğaza doğru seyrediyoruz. Ortakoy önlerinde emirleri üzerine fasla başladık, Arnavutköy’ü, Akıntı Burnu önünden ağır ağır geçerken, rıhtımdaki parmaklığa dayanmış baş başa vermiş bir çift gördük. Onlar da yatı ve Atatürk’ü görünce mendillerini çıkarıp; çırpına çırpma sallıyarak hararetle mukabelede bulundular. Fakat şafak sökmüş, karşılaştığı bu samimî sahneden o kadar mütehassis olmuştu ki Şükrü Naili Paşa’ya bu gençleri göstererek bir şeyler söylerken gözlerinin yaşardığını gördüm. O sırada Atatürk bana: “ Yaşar Bey haydi; Sabahiden bir gazel oku” , dedi. Ben de, sabahın bu saatinde, Atamın bu hassasiyetiyle mest olmus bir vaziyette, hemen kendimi toplayarak, zemin ve zamana uygun bir gazele başladım: “Ey gözleri güzel “ derken, birden dilimin ucuna, (Atam) geldi ve devam ettim: “Ey gözleri güzel Atam, âsuman durdukça dur” “ Şule bahşet âleme, şemsi cihân “durdukça dur. “ Atatürk, munis bakışlarıyla, başını sallıyor... Büyükdere’yi geçerken, küçük bir sandal yaklaştı, durduk. Sandalda, eski Kastamonu Mebusu Necmeddin Molla vardı. Atatürk, kendisini yata davet etti. Yola devam edildi. Dönüşte, yalısının önüne geldiğimiz zaman Molla Bey’de, Atatürk’ten yuvasını şereflendirmesini rica etti. Fakat vakit geçti. İki gece sonra geleceğini vâad ederek, Molla Beye müsaade buyurdu. O da Atanın elini öperek, ayrıldı. Biz de Dolmabahçe’ye gittik. İki gece sonra geleceğini vaat ederek Molla BO da Ata’nın eline öperek ayrıldı. Bizde Dolmabahçe’ye gittik. İki gece sonra yine Dolmabahçedeyiz. Saat sekiz buçuğa doğru Sögütlü Yatıyla hareket edildi. Büyükdere’de, Molla Beyin yalısı önündeki rıhtıma yanaştık. Molla Bey, yatın yanaşabilmesi için, mevcut iskeleyi on metre kadar uzatmış ve iskeleden yalıya kadarki yolu kâmilen halılarla kaplatmış, kendi de orada bekliyor. Halk da iki gecelikli birikmiş, heyecan içinde alkışlıyor. Yalıya girince, Atatürk kısa bir program hazırlamamı istedi. Zaten hazırlamıştım. Sofraya oturulunca. işaretleri üzerine, fasla Nihavent Peşreviyle başladık. Rıhtım boyunca birikmiş olan halk, bunu duyunca, bir alkıştır koptu. Gözlerim Atatürkt’e, çek neşeli. Elleriyle tempo tutarak, beşûş bir çehre ile faslı takip ediyor. Bir aralık, gazel istedi. Udi Şevki Beyin gayet mahirane bir taksiminden sonra, Canımı cânan ger isterse, minnet canıma Can nedir kim kurban etmeyim canânıma’yı okumağa başladım. Bundan sonra da, iki şarkı okuduk ye emirleri üzerine, istirahat ettik. Atatürk’de, Molla Beyle konuşuyor. Bu sırada, beni yanlarına çağırarak, takdim etti. Molla Bey de: “Yaşar Beyi pek severiz. “ deyince, Atatürk çok mütehassis oldu, Fakat sokakta alkış dinmiyordu. Fasılalarla, şiddetini arttıra arttıra devam edişi karşısında ne oluyor diye merakla balkona çıkan Nuri Conker’i gören halk, Atatürk zannederek: “Yaşa!.. Yaşa!.. Varol!. “ diye kıyametleri, koparınca, Nuri Bey’de hemen döndü, İçeri geldi. Atatürk’de ona: “ Neye döndün? Bir nutuk çekseydin ya!.” diye şaka etti. O da: “ Benim harcım değil bu... Becerebileceğim bir iş emret baş üstüne... Yap&mıyacağım şeyi emretme.” deyince gülüştüler. Nuri Conker Atatürk’ün çok samimi, çocukluk arkadaşı olduğundan, sık sık, bu kabil şakalar ederlerdi. Nihayet, Atatürk kalktı, balkona çıktı. Fakat alkışlar sağnak haline gelmişti. Bir müddet bekledi. Eliyle işaret ederek, alkışı durdurdu ve halka hitaben: “Sevgili vatandaşlarım!.. Buraya kadar zahmet edip gelmiş, ayakta yoruluyorsunuz. Beni minnettar. kılıyorsunuz. Fakat sizi böyle şen ve bahtiyar gördükçe ben de mesrur oluyorum. İşte görüyorsunuz ki, bazı bedbahtların çıkardıkları hastalık dedikodularına rağmen, sağ salim karşınızdayım. Şimdi biliniz ki, milletimin tam refahını görmeden ölmeyeceğim “ deyince, ortalık: “ Kahrolsunlar!.. Sen yaşa var Atatürk Allah seni başımızdan ayırmasın!.” Sadalariyle ve alkışlarla çınladı. Atatürk bu coşkun tezahürat ortasında, salona dönünce, halka biralar, şerbetler ikram edildi, bu esnada fasıl heyeti de Hicazkâr makamından bazı şarkılar çaldı. En sonunda “Yılmaz çelik ordularla biz......” marşı okunmağa başladı. Marşın sonun güftesi olan (Millet senin sayende ölmeyecek yaşıyacaktır) mısraını okurken, Atatürk birdenbire elini masaya vurdu ve faslı durdurdu ve dedi ki: “ Arkadaşlar; zafer milletin eseridir. Ben de herhangi bir vatandaş gibi borcumu ödemekten başka bir şey yapmadım “ dedi ve gözleri yaşlandı. Halk Hala dağılmıyor, gittikçe artan bir kalabalık Atatürk’ün bir daha yüzünü görmek için bütün rıhtımı doldurmuş alkışlayarak bekliyorlardı. Bu tarife sığmaz coşkun hava içinde yalıdan çıkan Atatürk halkı eliyle ve başını eğerek samimiyetle selamlayarak Söğütlü Yatına bindi, biz de kendini takip ettik, Dolmabahçe Sarayına döndük. Sabah da olmuştu. Dolmabahçe Sarayında bir gece Atatürk bir musiki bahsi açtı. Ve dedi ki: “ Garb musikisinde İntizam bir şekilde muhafaza edilmesi ve sizlerin de musikinizde bir teceddüt yapmanız lazım gelmez mi? “ diyerek benden mütalâa sordu. “ Sevgili efendim, hocam İsmail Hakkı Bey’den duyduğuma nazaran bizim musikimiz Garb musikisinden ve (melodi) bakımından çok zengin ve bizde çeyrek sadaları mevcut olduğundan ve usullerimiz gayet vâsi, bulunduğundan dolayı musikimiz Garb musikisi gibi (armonize) olamaz derdi. Emir ve iradeniz veçhile İstanbul Konservatuvar icra heyetine tayin edildiğim sırada, Vali Muhittin Üstündağ tarafından Viyana Musiki Mektebi Akademisi profesörlerinden (Mösyö Marks) İstanbul’a davet edilmişti. Bu zata Konservatuvarda Garb musikisi esasları kurmak vazifesi de verilmişti. İşe başlarken evvelâ musikimiz hakkında bir fikir edinmek için bazı eserlerimizi dinlemek istemiş. Reisimiz bulunan Rauf Yekta Beyin riyaseti ndeki icra heyeti. Kemani Reşad. Udi Sedat, Tamburi Dürrü, Neyzen Hafız Tevfik, Hanende Nuri Halil Beylerden mürekkepti. Tepebaşı kışlık tiyatrosunda verilecek tarihî klâsik musikisi konserini vermek için provalarımızdan birinde (Mösyö Marks) da Konservatuvarâ davet edildi. Konserde okunacak Itri merhumun Nevakârını meşkediyorduk. (Mösyö Marks) Rauf Yekta Beyle icra heyeti odasına geldiler. Ve notaları tetkik ettiler. Nevakârın sonuna kadar dinledi ve odadan ayrılırken hepimizin ellerini sıkarak gitti. Biraz sonra Rauf Yekta Bey, Mösyö Marks’ın mütalâalarını bize bildirdi. (Mösyö Marks) demiş ki, musikinizi beğendim. Ve çok yüksek buldum. Buna katiyen el sürülmez, olduğu gibi muhafaza edilmeli. (Mösyö Marks) ertesi günü Akşam gazetesinde şu beyanatta bulundu: “ Türk Musikisi büyük hususiyetleri olan bir musikidir. Türkiye’de Garb musikisi tekniği kabul edilmekle beraber, bu musikide Şark musikisine ait hususiyetleri muhafaza edilmelidir. Alman, Fransız, Rus musikilerinde teknik birdir. Bununla beraber bu mill etin musikileri birbirine benzemez. Her birinde o milletin hususiyetleri, karakterleri vardır. Türk musikisinde de böyle olmalı. Kendi hususiyetleri, karakteri bulunmalıdır. Bunun temini için de müstakbel Türk bestekârlarını ve musikişinaslarım yetiştirecek olan Konservatuar ona göre ıslah edilmelidir. Yani Şark musikisinin yeni gamları ve tekniği tedris edilmelidir.” Yine bu mütehassısın sözlerinde beni asıl alâkadar eden musiki kısmına gelince: “ Türk musikisi istidatları kuvvetlidir, sık sık konserler verilmeli (ve bu eserler aynen muhafaza edilmeli ) ve bu esas bozulmamalı “ diye sözlerini bitirdi. Atatürk, bu mütalâamı büyük bir alâka ile dinledikten sonra Konservatuar Müdürü Ziya Bey’i ertesi akşam Dolmabahçe Sarayında huzurlarına kabul ettiler. Uzun u zadıya konuştu. Fakat netice ne oldu anlayamadım. Muhakkak olan şu ki Atatürk musikimizi behemehal ıslah etmek fikrinde idi. Atatürk’ün emirleri üzerine bir gece Dolmabahçe Sarayında bulunuyordum. O akşam sofrada Atatürk’ün pek sevdikleri kumandan paşalar ve Dahiliye vekili Şükrü kaya Bey’de bulunmakta idi. Vali Muhittin Üstündağ tarafından Atatürk için getirilmiş cesim bir radyo kütüphane şeklinde salonun bir köşesine konulmuştu. Atatürk bir ara Mühittin üstündağı işaret ederek: “ Şu radyoyu açınız bakalım”, demesi üzerine Arap Necip Efendi gidip radyoyu açtı. O zaman İstanbul Radyosu, Υeni Postahane üstünde faaliyette idi ve o gece Nihavend faslı çalıyorlardı. Atatürk Nihavend faslını pek sevdjğinden faslın uzatılmasını emretti ve sofrada bulunan Mebus Cevat Abbas Bey Radyoevine telefon etti ve Nihavend faslı bir saat kadar devam etti. Atatürk çok neşeli ve arasıra bana soruyorlar: “ Nasıl, güzel okuyorlar mı? “ “ Evet efendim, çok güzel okuyorlar ve çalıyorlar. “ Nihavend faslı bitince (sololar) devam etmece başladı, iki bayan mikrofon basında sırasıyla şarkılar okuyorlar. Her nedense bir şarkının meyanında bir karışıklık oldu. Ve hatta bununla kalmıyarak öksürükler, gülüşme ve konuşma sadaları duyulunca, bu hareketi duyan Atatürk elini masaya vurarak Nesip Efendiyi çağırdı. Ve radyoyu kapattı. (Ve bu ne kepazelik) diye sinirlendi. Atatürk’ün bu üzgün halini gören (Bozüyük) Mebusu Salih Bozok Bey derhal sofradan kalkıp Radyoevine gitti. Radyodan gönderilen Kemani Reşad Bey salondan içeriye girdi ve Atatürk huzurlarına kabul ettiler: “ Reşat Bey, ne oldu radyodaki aksaklık nedir? Deyince. Reşat Bey sükût ederek önüne baktı. Atatürk Reşat Bey’den bir rast taksim yapmasını söyledi. Reşat Bey kemanla bir taksim yaptı ve Atatürk Neyzen Asım Bey’in bestelemiş olduğu (Habgâhı yâre girdim arz için ahvalimi) okumağa başladı. Şarkı bitince Atatürk benden bir gazel istedi. Ve Atatürk’ün her zaman okuduğu ve pek sevdiği şu güfteyi okudum: (Yeter artık çeker oldum şu cihanın gamım) arkasından Atatürk yine başka bir şarkıya başladı. Konservatuar İcra Heyeti Tepebaşı Kışlık Tiyatrosunda Tarihi Klasik Konserinde Her nedense Reşat Bey bu şarkıyı Atatürk’ün istediği gibi çalamayınca, baktım yüzünde bir hoşnutsuzluk hissettim. Şarkıyı kesti musiki hakkında bir mevzu açtı. Bu mevzu bitince. Atatürk ün yanında oturmakta olan Dahiliye Vekili Şükrü Kaya Beyin eğilip kulağına bir şeyler söylüyordu. Atatürk Cevat Abbas Beyi yanına çağırdı, bir şey söyledi. Cevat Abbas Bey salondan dışarıya çıktı ve Kemani Reşat Beyi sofradan çağırttı. Ve istirahat buyursunlar diye Sarayın otomobili ile Radyoevine gönderildiğini sonradan öğrendim. Atatürk’ün hiddetini teskin için tekrar Radyoevine telefon edildi. Bu sefer kemençeci Kemal Niyazi Bey’i hemen Saraya gönderdiler. Atatürk huzurlarına Kemal Niyazi Bey’i kabul ettiler. Atatürk gülerek dedi ki: “Giden Kemani Bey bizim şarkıları çalamadı, bakalım siz çalabilecek misiniz? Bizim şarkılar başka türlüdür “, diye gülüşmeğe başladı. Atatürk, Kemal Niyazi Beye bir taksim yapmasını söyledi. Kemal Niyazi Bey bana sordu: “ Hangi makamdan yapayım Yaşar Bey.” dedi. Atatürk Segâh makamını pek sevdiğinden Segâh makamından yapılması daha muvafık dedim. Kemal Niyazi Bey gayet güzel bir taksim yaptı, Atatürk çok memnun görünüyordu. Taksim biter bitmez Atatürk (Sunda içsin yâr elinden âşıkın peymaneyi) şarkısına başladı, ben de hafiften iştirak ettim. Kemal Niyazi Bey bu şarkıyı Atatürk’ün istediği gibi çaldı. Atam gayet neşeli, yüzünde bir memnuniyet izhar ediyordu, Segâh makamından bir iki şarkı okunduktan sonla: “ İstirahat ediniz, “ buyurdular. Atatürk. Cevat Abbas Bey’i yanma çağırdı: “ Tamburi Salâhattin Pınar ve Kemani Nubar Beylere telefon ediniz,” diye emretti. Yarım saat sonra Salâhattin Pınar ve Kemani Nubar ellerinde sazları olduğu halde salondan içeriye girdiler. Atatürk’ün elini öperek, AtatürkWün müsaadeleriyle sofraya oturdular. Ve Atatürk beni yanma çağırdı: “ Bir program yapınız.” Ve arzu ettikleri şarkıları sırasıyla yazdım. Yanlarından ayrılıp sofraya oturdum ve okumağa başladım, bir iki şarkıdan sonra Atatürk gazel olarak şu güfteyi okumağa başladı: “ Ben şehidi badeyim dostlar demim yâdeyleyin ” Ve Salâhattin Pınar da tambur ile iştirak ediyordu. Atatürk bana işaret etti, mabadını ben okudum. Gazelin hitamında Uşak makamından (Ben melâmet hırkasını kendim giydim enime) Bektaşi nefesini okuduk. Böylece fasıl geç vakte kadar devam etti. Ve Atatürk yemeğin gelmesini emretti, yemekten sonra (Yılmaz çelik ordularla biz) ve (Karadeniz Karadeniz, gelen düşman değil biziz) marşı ile fasla hitam verdik. Atatürk sofradan kalktı, biz de ellerini öperek huzurlarından ayrıldık. Ve o geceden itibaren İstanbul radyosunda fasıl heyeti lâğvedildi, yalnız halk türkülerinin çalınması kararlaştırıldı. 10 Ağustos 1928 gecesi Sarayburnu Gazinosunda tertip edilen eğlentiye, Atatürk’ü de davet etmişlerdi. Esasen herkesin hoşça vakit geçirmesini isteyen Atatürk, halkla da yakından temasa imkân veren bu gibi toplantılara katılmağı adet edinmiş olduğundan o gece maiyetiyle birlikte Sarayburnu Gazinosunu teşrif buyurmuşlardı. Sarayburnu Gazinosu mahşer gibi kalabalıktı. Atatürk’ün gelişi ile ortalık büyük bir heyecan ve sevinçle çalkandı. Evvela sahneye. Mısır’ın o devirde en namlı muganniyesi olan Münire Mehdiye Hanım çıktı. Kemali tâzimle Atatürk’ü selamlayarak, billûr gibi berrak, temiz ve tavırlı sesiyle Arapça şarkılar söyledi. Ve konserinde muvaffak oldu ve namütenahi alkışlandı. Münire Mehdiye Hanım’ın konserinden sonra Eyüpsultan Cemiyeti talebelerinden müteşekkil ve Kemani Mustafa Bey’in riyasetindeki fasıl heyeti konserine başlamıştı. Fakat çalan ve okuyan, bayan ve bayların böyle bir toplantıya yakışacak bir kıyafeti ihmal ederek rastgele giyinmiş oluşları Atatürk ’ü üzmüş olacak ki onları dinler gibi görünürken, önündeki gazeteye dalmış bulunu yordu. Bir aralık gazetesinden başım kaldıran Atatürk, fasıl heyetinden bir program istedi, programlan bulunmadığı cevabı verilince Atatürk’ün üzüntüsü arttı. Fakat durumu kurtarmak için derhal sevdikleri şarkılardan müntehip bir liste tertip edilerek sahneye göndermişler, bu programın başında Faize Hanım’ın bestelediği Şetaraban makamında (Bâde-i vuslat içilsin kâse-i fağfurdan) ilâh şarkısını Atatürk pek severdi ve güzel okurdu. Fasıl heyeti bu şarkıyı layıkı veçhile okuyup çalamayınca Atatürk’ün üzüntüsü de bir anda hiddete inkılâp etti, fena halde sinirlenmiş, konserin hitamında ayağa kalkarak şu nutku söylemiştir: “ Her zaman, her yerde olduğu gibi, bu gece de burada aziz milletimle karşı karşıya geldiğim anda büyük bir kuvvetin tesiri altında kaldığımı duyuyorum. (Bu kuvvet nedir?) Türk halkının, Türk içtimai heyetini teşkil eden yüksek insanların kalb kaynaklarından yükselen hislerin, arzuların, heyecanların, hazların bir noktada, bir hedefte, bir ga yede birleşmedir. Bu kuvvetin bu kadar müfteri olabilmesi omu» çok temiz, çok asil olması ile mümkündür. Bu benim ve bütan dünyanın gördüğü kuvvet muhakkak en büyük vasıflarla (mütemayizdir). Bir millet bu mahiyette (bir kuvvet) ve (hayatiyet) gösterdiği zaman. o milletin beşer tarihinde yepyeni bir safha açmak olduğuna şüphe etmemelidir. Bu gece burada güzel bir tesadüf eseri olarak Şarkın en mümtaz iki musiki heyetini dinledim. Birinci olarak sahneyi tezyin eden (Münire Mehdiye Hanım) sanatkârlığında muvaffak oldu. Fakat... Benim Türk hislerim üzerindeki müşahedem, şudur ki, artık bu basit musiki Türklüğün çok (münkeşif) ruh ve hissini tatmine kâfi gelmez. Çimdi karşıda medeni dünyanın musikisi de işitildi. Bu ana kadar Şark musikisi denilen terennümler karşısında kansız gibi görünen halk, derhal harekete geçti. Hepsi oynuyor, şen ve şatırdırlar. Eğer onun bu güzel hasleti bir zaman için fark olunmamışsa kendisinin kusuru değildir, kusurlu hareketlerin, acı felâketlerin neticesidir. İşte Türk milleti bunun için gamlandı, fakat artık hataları tashih edilmişti r. Artık müsterihtir. Türk artık şendir. Çünkü ona ilişmenin hatırnâk olduğu ispat edilmiştir. Bu kanaat umumidir. “ Alkışlar arasında sözünü bitiren Atatürk gayet nazik bir gülümseyişle halkı selâmladı ve halkın coşkun tezahürleri arasında yerine oturdu. Fakat halkın neşesini kaçırmamak için mütebessim görünüşüne rağmen asabiyeti geçmemiş. Dolmabahçe Sarayına varır varmaz, beni huzurlarına çağırdı. Onu ilk defa bu kadar hiddetli görüyordum. Sert bakışlarla gözlerime bakarak: “ Yaşar Bey, haydi bakalım, bu gece musikini kurtar. Yoksa hepinizi dağıtacağım! “ dedi. Sofradaki misafirler de donmuş kalmış bir vaziyette bana bakıyorlardı. Bir anda omuzlarıma yüklenen ağırlığın tesiri altında sendeler gibi oldum. Müthiş bir imtihana davet ediliyordum, öyle bir mümeyyiz karşısında tek başıma vereceğim bir imtihan musikimiz için ölüm, dirim davası idi. “ Emredersiniz; Atam “, diye huzurlarından ayrıldım. Fasıl heyetine tahsis edilmiş Sarayın alt kısmındaki fasıl odasına geldim. Arkadaşlara durumu anlattım, hepsi heyecan içinde gözlerimin içine bakarak “Ne yapacağız?” diyorlardı. “ Evlâtlarım, yapılacak şey bütün sanat kudretimizi toplayarak Atamızın huzurlarına çıkacağız, sizler güzel bir akord yapınız. Ben de Atamızın pek sevdiği ve okuduğu şarkılardan müntehip bir program tanzim edeceğim” diye arkadaşları teselli ettim. Hazırlığımız biter bitmez fasıl heyeti ile yuka rı ki salona çıktık, ilk önce ben Atatürk’ün huzurlarına varınca eğilip ellerini öptüm. Ve programı takdim ettim. Atatürk gözlüğünü taktı okudu ve güldü: “Arkadaşlar nerede?” diye sordu. “ Burada Atam...” “ Gelsinler..”. buyurdu. Salona çıktım. Fasıl heyetinin önünde ben ve sıra ile arkadaşlar Atatürk’ün huzuruna girdik. Hepimiz Atatürk’ün ellerini öperek geriye çekilip kemali tâzimle ayakta durduk. Bizim bu vaziyetimizi gören müşfik Atam, Nesib Efendiye bağırarak: “ Beylere sandalye getirseniz “, diye hiddetlenip elini masaya vurdu.. Derhal sandalyeler dizildi. Fakat Atatürk’ten on beş adım mesafede bulunuyoruz ve müsaadeleriyle yerlerimize oturduk., gözlerim Atatürk’te. Atatürk eğilip eğilip Şükrü Naili Paşa ile konuşuyor ve bize bakıyor. Biraz evvelki sözleri kulaklarımda çınlamakta iken her hal ve hareketini takip ederek, acaba tekrar bir şey söyleyecekler mi diye merakla düşünüyordum. Atatürk hafifçe gülümsedi: “ Buyurun arkadaşlar “, diye faslın başlanmasını emretti. İlk önce Tamburi Cemil Bey’in Mahur peşrevini dört hane çaldık. Arkasından Hamamîzade İsmail Dede’nin Mahur beste olan (Ey gonca dehen kârı elem canıma geçti) bestesini okurken Atatürk elleriyle tempo tutuyordu ve bu besteyi Atatürk çok sever ve her zaman okuttururdu. Bu beste biter bitmez yine Mahur makamından Eyyübî Mehmet Beyin ikinci bestesini okuyoruz: (Ey gözü âhû bana bilmem niçin bigânesin..) Atatürk bana işaret ederek gazel okumamı istedi. Udi Şevki Bey’e bir taksim yapmasını söyledim. Udi Şevki Bey gayet mahirane bir taksim yaptı ve ben de şu güfte ile gazele başladım: “ Canımı cânân ger isterse minnet Can nedir kim anı kurban etmeyim cânıma “ Bu gazelin güftesini Atatürk pek sever ve gazel olarak okurlardı. Gazel bitince Atatürk gayet neşeli, bizi alkışladılar. Tine İsmail Dede’nin Yörük semâisi olan: “ Yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenara düştü Dayanır mı şişedir bu rehi seng sara dliştü “ Semâinin sonunda Nikolaki’nin saz semâisi ile mahur fasla nihayet verildi. Atatürk beni yanma çağırdı. Yanlarına gittim, gözlerim yaşan olduğu halde eğilip ellerini öptüğüm zaman Atatürk de elleriyle saçlarımı okşadı ve dedi ki: “ Yaşar Bey, musikini kurtardın, seni tebrik ederim “, diye sofradaki misafirlerle beraber beni alkışladı. Ve yerime dönerken: “ Arkadaşlar, ben bu evladıma nasıl kıyayım “, diye söylendi ve Nesib Efendiye derhal emir vererek: “ Çabuk yanı başıma benim masamın aynı olarak beylere masa hazırlayınız “, diye emretti. Derhal masa hazırlandı, Atatürk'ün müsaadesiyle yerlerimize oturduk ve iki paket kendi markasını taşıyan uçları kırmızı ve yeşil sigaralardan bizim soframıza gönderdi: “Arkadaşlar, istirahat ediniz, yeyip içiniz “, diye emretti. Yarım saat kadar istirahat ettik. Yedik ve içtik. İkinci faslın programını derhal tanzim edip Atama takdim ettim. Bu program da yine Atamın sevdikleri ve okudukları şarkılardan mürekkepti. Atatürk'ün emirleri üzerine ikinci fasla başladık, faslın ortasında Santurî Zühtü Bey’den yalnız olarak bir taksim istedi. Taksim’den sonra iki şarkı okuduk ve Atatürk elini kaldırarak faslı kestirdi. Ve sofradan kalkıp Şükrü Naili Paşa ile deniz tarafında koltuğa oturdular. Bir çeyrek saat sonra sofraya geldiler... Ve bana bakarak: “Marş, marş rıhtıma “, diye emretti. Bizler de sofradan kalkıp Sarayın deniz tarafındaki rıhtıma geldiğimizde Sakarya motorunun rıhtıma yanaşmış olduğunu gördük. Yarım saat sonra saltanat kapısından Atatürk maiyetiyle beraber ve Şükrü Naili Paşa, Atatürk’ün koluna girmiş olduğu halde gelip Sakarya motoruna bindiler, biz de kendilerini takip ettik. Fakat nereye gideceğimizi bilmiyoruz. Kaptana sordum (Moda’ya) dedi. Meğer (Belvü Bahçesine gidiyormuşuz) Moda İskelesine yanaşınca baktım, bahçenin her tarafı bayraklarla tezyin edilmiş, bir köşede Şef İhsan Beyin idaresindeki Bahriye Orkestrası, Toska Operetinden bazı parçalar çalıyor ve dans havaları terennüm ediyordu. Atatürk’ü gören halk bir anda ayyuka çıkan (Yaşa!..) sadalarıyla istikbaline koştular. Atatürk için ayrılmış olan koltuğa Atatürk alkışlar içinde oturdu. Bize de arka tarafında yer almaklığımız İçin işaret ettiler. Şef İhsan Bey dans havalarım çalıyor ve halk kolkola dans yapıyorlar. Bir ara Atatürk beni yanma çağırdı: “Yaşar Bey, buraya münasip ufak bir program hazırlayınız, “ buyurdu. Cevat Ağa’nın Nihavend şarkısı olan: “ Dil seni sevmeyeni sevmede lezzet mi olur.” Şarkısının ara nağmesi ve Tamburi Cemil Bey’in Vals ilkaındaki (Sevdim seni ay işvebaz) şarkısını ve Mahur Zeybek raksını ihtiva eden programı Atama takdim ettim ve bana: “Hazır olunuz “, diye emretti. Bu esnada Bahriye Orkestrası Şefi İhsan Beyin o kendine has son derece heyecanlı ve Ahenkli hareketleriyle dans havalarını çalarken, Atatürk bana gözüyle işaret etti, biz de hazır bir vaziyette Atatürktln emrini bekliyoruz. Atatürk elini kaldırdı. Şef ihsan Beye: “Durunuz, ve bize de çalınız “ , dedi. On dört kişiden mürekkep fasıl heyeti bir anda (bandoyu) andıran bir şekilde pek ahenkli olarak vals ilkaındaki Nlhavend ara nağmesini çalmağa başlayınca, halkın şiddetli alkışlan semaya yükseldi. Halk birdenbire şaşırdı. Bizim çaldığımız vals ilkaındaki ara nagmenin tesiri altında (yaşlıları) bile (zıp zıp) sıçratmakta devam ettiği sırada bu hareketi gören sevgili Atam gülmeden kendini tutamadı. Arkasından Tamburi Cemil Beyin: (Sevdim seni ey işvebaz) yine vals likamda ve son olarak mahur Zeybek raksı çalınınca Atatürk yerinden kalktı ve ceketinin önünü ilikleyip halkın içine girerek halkla elele verip Zeybek raksına iştirak buyurdular. On dakika süren rakstan sonra bana bir işaret buyurarak faslı durdurdu ve Atatürk alkışlar içinde gelip yerine oturdular. Bir kahve istedi. Kahvesini içtikten sonra ayağa kalkarak bir hitabede bulundu: “ Arkadaşlar; Milletimiz sağlam bir şuura maliktir. Milletimiz daima ileri ye gitme yolundadır. Artık geriye dönmek, hatta tevakkuf etmek varidi hatır değildir “, diye sözünü bitirdi ve alkışlar arasında yerine oturdu. Biraz sonra yerinden kalkarak maiyetiyle birlikte ve halkla beraber Moda İskelesine giderek Sakarya motoruna bindi. Halk Atatürk’ün etrafını sarmış, onu bağrına basarcasına bir iştiyakı muhabbetle candan uğurluyordu. Bunu gören Atatürk, halka dedi ki: “Hep böyle neşeli ve sürurlu geceler geçirmenizi candan temenni ederim. Gülmek, eğlenmek hakkınızdır. Hoşça kalınız. Allahaısmarladık “ diye Moda İskelesi’nden candan gelen alkışlarla ayrıldık ve fasıl heyeti de Yılmaz çelik ordularla biz yıldırımlar saçan bir cihanız marşını çalarak uzaklaşıncaya kadar iskeleden halk mendiller sallayarak Atasını uğurladı. Pırıl pırıl mehtap denize de bir başka güzellik veriyordu. Anadolu yakasını takiben Üsküdar, Kuzguncuk, Beylerbeyi Sarayının önüne gelince. Şükrü Naili Paşa, “ Dolmabahçe Sarayına gitsek istirahat buyursanız, ricası üzerine Atatürk muvafakat etti ve Dolmabahçe Sarayına döndük, rıhtıma yanaştık amma Atatürk gayet neşeli, motordan çıkmadı Güneşin doğuşunu buradan seyredelim, dedi. Gün de ağarıyordu. Bir çeyrek saat sonra güneşin süzüle süzüle çıkışını görünce Atatürk’de Sakarya motorundan rıhtıma çıktı. Huzurlarından ayrılırken ellerini öptüğüm zaman Atatürk gayet neşeli olarak: “Üstad Yaşar Bey ikinci defa olarak seni tebrik ederim, musikini kurtardın, terakkisine Çalışınız “, dedi. Ve Nesib Efendiye emir vererek: “ Beyler acıkmışlardır, sabah kahvaltısı hazırlayınız “ diye yanımızdan ayrılırken bizlere gösterdiği yakın alâkadan hepimizin güzleri yaşardı. Bir akşam Dolmabahçe Sarayında nöbetçi yâveri Şükrü Bey’in odasında oturmakta iken telefon çaldı. Şükrü Bey telefonla görüşüyor. Ve yüzüme bakarak gülüyor. “ Haydi Yaşar Bey.. Çabuk. Atatürk Yeniköy’de Doktor Rasim Ferit Bey’in yalısında sizi istiyor. “ Derhal Sarayın otomobillerinden birisine emir vererek hareket ettim. Atatürk sofrada oturuyor. Ellerini öptüm, beni yanma oturttu. Ve salonun bir köşesinde on kişiden mürekkep incesaz heyeti de terennüm etmekte idi. Ve saz heyetinin başında, Mesut Cemil Bey elinde kemencesin ile bulunmakta idi ve yanında Tamburacı Osman Pehlivan vardı. Gayet güzel Nihavend faslını çalıyorlardı. Tamburacı Osman Pehlivanın muntazam bir şekilde çalması Atatürk’ten nazarı dikkatine çarpmış olacak ki Osman Pehlivan’ın böyle güzel çalışı Atatürk’ün hayretini mucip oldu. Osman Pehlivan hakkında bana sordu ve kendilerine izahat verdim. Fasıl bitti ve Mesut Cemil Bey’i Atatürk sofraya davet etti ve benim yanıma oturttu: “ Haydi, bakalım iki üstad, söz sizindir.” Mesut Cemil, bana sordu: “ Hangi makamdan taksim yapayım.” “ Kürdin Hlcazkâr “, dedim. Mesut Cemil Bey, gayet güzel bir taksim yaptı ve Atatürk bana işaret etti. Gazele başladım. Ve şu güfteyi okudum: Ben hilâle aşığım yârin hilâl ebrusu var Payine yüz sürmeğe meğer gönül arzusu var Yüksel Allah aşkına mihrab-ı aşkımsın banim Sernigûn etmem seni dikle vatan gaygusu var. Gazelin meyanını okurken Atatürk, Mesut Cemil Bey’e gözüyle işaret ediyordu. Hakkın cilvesine bakınız ki sesim gayet açık, gazelin meyanım becerebilmişim ki, Atatürk Mesut Cemil Bey’le konuşuyor: “ Bizim hafız ihtiyarlığına göre sesini muhafaza ediyor... Bundan dolayı çok memnunum “, deyince, Mesut Cemil Bey: “ Atam, Yaşar Bey’in okuduğu meyanı okumak her okuyucunun harcı değildir. “ Ve elindeki kemençesinde (tiz gerdaniye) perdesini Atatürk’e gösterdi. Atatürk, alkışladı. Gazel bitti. Arkasından Atatürk’ün sevdiği şarkılardan: 1 Dilene şad-ı-kâm olsun diler gönlüm hazin olsun 2. Bu gönül ne gülde ne gülşendedir, sendedir divâne gönlüm sendedir 3. Hani ya sen benimdin neye döndün sözünden. Şarkılarım okudum. Atatürk Osman Pehlivanı sofralarına kabul ettiler. Osman Pehlivan kemâli tâzimle gelip Atatürk’ün elini öptü. Gösterilen yerine oturdu. “ Haydi, bakalım Pehlivan, sizi dinliyoruz “ , dedi. Tamburacı Osman Pehlivan Atatürk’ün Huzurunda Çalarken Osman Pehlivan o kendine has Rumeli türkülerini çalıyor, hem de okuyor. Atatürk Osman Pehlivana hayretle bakıyor. Bu kaba yapılı, adaleli, pos bıyıklı esnaf kıyafetli ve kaim sesli pehlivanın bu derece ince ruhlu, yüksek bir sanatkâr oluşuna hayret ediyor, İlk defa gördüğü Pehlivanı son derece takdir ediyor ve durmayıp alkışlıyordu. Osman Pehlivan o kadar coşmuştu ki türkünün birisini bitiriyor, ötekine başlıyor, aşk ile çalıyordu. Heyecanlı okuyordu. Hele sonlara doğru çaldığı ve okuduğu bir Rumeli türküsüne öyle bir hava vermişti ki, Atatürk’ün gözleri yaşardı. Mendilini çıkartıp gözlerini sildi. Ve sazı kestirdi. Bir müddet dalgın, dalgın durarak: “ Pehlivan! Bu çaldığın son türkü merhum validemin pek sevdiği bir Rumeli havasıdır. Bunu epeydir dinlememiştim. Âdeta unutmuştum. Şimdi bu güzel okuyuşunla, bende hazin hatıralar canlandırdın... Varol Osman Pehlivan “, deyince, bu iltifat karşısında, pehlivan kendinden geçer gibi nasıl teşekkür edeceğini bilemiyor, sevinç içinde ellerini ovuşturarak: “ Paşam, Paşam... Bize bu ilhamı veren sizsiniz. Ben ömrümde sazımı bu geceki gibi sevdiğimi hatırlamıyorum. Sizin bakışınız, taşı toprağı bile dile getirir. Siz var olunuz. Allah sizi bu milletin başından eksik etmesin “ diye heyecandan tir tir titriyordu. Bunun Üzerine Atatürk Rumeli hatıralarından uzun uzadıya bahsetti. Eski günleri yâdetti. Biraz istirahat ettikten sonra, yine Atatürk’ün sevdikleri şarkılardan Hüzzam makamından: 1. Ruhumda bu şeb hicri visalin yanıyorken 2. Yemenim tafralıdır sevdiğim buralıdır 3. Olmaz ilaç sinei sadpâreme. Şarkıları okuduk ve Atatürk’de bu şarkılara iştirak etti, yorulduğumuzu anlıyan Atatürk: “ İstirahat edin beyler, yeyiniz, içiniz “, dedi. Sabaha da bir saat kalmıştı. Atatürk, Acar motoruyla yalıdan ayrılırken, Osman Pehlivanı tekrar alkışladı. Ertesi akşam Florya Denizevine gelmesini emretti. Ertesi akşam, Ataürk’ün emri üzerine Florya Deniz Köşküne saat sekiz buçukta geldi ve huzurlarına kabul olundu. Osman Pehlivan mazhar olduğu bu baha biçilmez teveccüh ve iltifattan son derece memnun bir vaziyette idi. Atatürk samimiyet ve nezaketle Pehlivanın hatırını sorduktan sonra: “ Yaşar Beyle bir program hazırlayınız. “ diye emretti ve ben de Atamızın sevdiği şarkılardan mürekkep bir program yaptım: 1.Sevdiğim cemalin çünkü göremem 2.Urfalıyım bahçeliyim bağlıyım 3. Bak şu güzel köylüye işte bu kızdır peri 4. Söğüdün yaprağı narindir narin Şarkılarım Osman Pehlivan yalnız olarak okudu ve çaldı. Osman Pehlivan zaten sevinç ve heyecan içinde sazını eline alışında bile bir başka coşkunluğu vardı. Ve hakikaten olanca kabiliyetini göstererek, fevkalâde güzel ve usulü dairesinde çaldı. Biraz istirahatten sonra Atatürk (yeni istirahatten sonra) tatlı bir muhabbet başladı. Osman Pehlivanın hayat ve maişetiyle alâkadar oluyor. Sık sık bu mevzuda sualler soruyordu. Bir aralık, Atatürk Pehlivana soruyor: “ Güreşlerde muvaffak oluyor muydun?. Kimlerle tutuştun, Ve kimleri yendin. Pehlivan? “dedi. Pehlivan da anlatıyordu. Atatürk, birdenbire yâver beyi çağırdı: “ Muhafız alayından iki pehlivan er getirin “ emrini verdi. Biraz sonra tığ gibi erlerden iki delikanlı salona girerek Atatürk’ü selâmlayıp karşısında durdular. Osman Pehlivan da bıyıklarını bükerek onlara bakıyordu ki, Atatürk’ün sesi duyuldu: “ Haydi Pehlivan, haydi meydan!.. Göreyim seni bizim evlatlarla bir tutuş! “ Osman Pehlivan, bu yaşta (dev gibi) bir manalı tavırla yerinden kalkarak ortaya çıktı. Atatürk dedi ki: “ Vâkıa artık yaşlısın amma, ne kadar olsa serde eskilik var. Hocalık var! Yine sırtın yere gelmez “, diye gülerek Pehlivanı teselli ediyordu. Sofradaki davetli misafirler hep merak içinde idi. Nihayet tutuştular. Osman Pehlivan bir (peşrev) yaptı. Ve eri bir hamlede altına aldı... Bütün bakışlar onlarda... Atatürk de ayağa kalkmış, elleri belinde gözünü kırpmadan takip ediyordu ki, Osman Pehlivan, mahirane bir oyunla bir köprü yaptı. Er bocalıyor. Soluk soluğa kıvranıyor. (Sırtı) yere ha geldi, ha geliyor, gelmesine ramak kaldığı sırada Pehlivan, Atatürk'ün gözlerine bakarak (yerden bir selâm verdi.) Ve pes dedi. Eri bırakarak ayağa kalktı. Ve Atatürk'ün elini öptü. Atatürk hayretler içinde kaldı... Atatürk Osman Pehlivana sordu: “ Neden bıraktın, tam sırtım yere getirirken, neden (pes dedin?) “ Osman Pehlivan masum bir vaziyetle hiç unutmam hala gözlerimin önündedir. Yaşlı gözlerle Atatürk'ün gözlerine bakarak: “ Paşam, bu arslan evlatlar, sizin evladınızdır, sırtını yere getiremem. Beni affediniz” , dedi ve geri çekildi. Atatürk'ün gözleri yaşardı: “ Aferin Pehlivan,” diyerek alkışladı. Buyurun sofraya, diye tekrar karşısına oturttu. Ve yâver beye seslendi: “Safiye Hanımla, Salâhattin Pınar ve Kemani Nubar Beylere telefon ediniz, çabuk gelsinler. Bir saate kalmadı, Bayan Safiye Ayla, Salâhaddin Pınar ve Kemani Nubar salondan içeriye girdiler ve Atatürk’ün ellerini öperek yerlerine oturdular. Ve Bayan Safiye, Atatürk'ün sevdiği Hüzzam makamından: 1. Ruhumda bu şeb hicri visalin yanıyorken 2. Sun da İçsin yâr elinden âşıkın peymaneyi, şarkılarını okudu. Bundan sonra Salâhaddin Pınar’a: “Bir taksim yapınız” , dedi. Taksimden sonra Salâhaddin Pınar bestelediği şarkılardan birisini kendi ağzından okumak suretiyle dinlemesini arzu buyurdular. Okunup çalınıyor. Atatürk gayet neşeli. Biraz istirahatten sonra, Atatürk, Osman Pehlivanın nerde oturduğunu sordu ve: “ Ne işle meşgulsün Pehlivan “ dedi. Pehlivan: “ Efendim. Erenköyü’nde oturuyorum, Belli başlı bir işim yok, köy düğünlerinde çalarım.” “ Evin var mı?” “ Hayır, bir baraka yapıyorum. “ “ Ne barakası “ “ Sözde bizim fakirhane “ Atatürk güldü. “ Paşam, başımızdan büyük bir işe girdik. Barınacak bir yer yapmak için çalışıyorum. Kapısı var, penceresi yok, camı var, çerçevesi yok. Taktıramıyorum. Pencerelere çuval asıyorum. Atatürk sordu: “ Κaç para ile ikmal edilir. “ “ Beş yüz lira ile olur “, deyince, Atatürk yâver beye: “ Beş yüz lira verin bizim pehlivana Zavallı Pehlivan yerinden kalktı. Atatürk’ün ellerini öptükten sonra ayaklarına kapandı. Pehlivanın sevincim görmeliydiniz: “ Bu gece bana uyku yok, perişan yuvamı ihya etimiz. Allah sizden razı olsun “ , diye dualar ederek Atatürk söylemeden pehlivan ayağa kalktı ve sazı etinde olarak hem çalıyor ve hem de mükemmel bir zeybek oynuyor. Epeyce geç bir vakit olmuştu. Atatürk: “İstirahat ediniz “, buyurdular. Atatürk’ün ellerini öperek huzurlarından ayrıldık. Bayan Safiye Ayla ve Salâhaddin Pınar ve Nubar Beyler, otomobillerine binerek İstanbul’a hareket ettiler. Osman Pehlivan ise şafak atıncaya kadar uyumadı. Sabahleyin ilk trenle İstanbul’a döndü. 1931 senesi Haziran’ında Dolmabahçe Sarayında Atatürk'ün huzurlarında Istanbul’un mümtaz hafızlarından Sâdettin Kaynak, Kemal, Beşiktaşlı Rıza, Sultan Selimli Rıza, Beylerbeyli Fahri, Muallim Nuri, Büyük Zeki, Burhan Beyler vardı. Bu meyanda o devrin şöhretli sanatkârlarından Edirneli Musevi ve yaşlı sanatkâr (Elfazi) de hazır bulunuyordu. Atatürk şöhretini işittiği bu eski bestekârı ilk defa görüyordu. Bütün hedefi ona matuftu, bir aralık eski musiki üstadlarının eserleri hakkında bazı sualler sordu. Elfazi’nin verdiği cevap Atatürk’ü ikna etmedi. Atatürk Elfazi'ye bakarak: “ Eski bestekârların bir eserini okuyunuz “, dedi. Elfazi udunu eline alarak Hacı Sadullah Ağa’nın BeyatI Araban makamındaki (Bülbül ey gül-i râna senindir) bestesini okudu ve çaldı ve iki şarkı daha okudu. İlk anda okuduğu bestede zemin ve mevzun bozuk okuyuşunu farkeden Atatürk hafifçe dudaklarını bükerek ve gülümseyerek yüzüme bakıyor ve gözünü kırpıyordu. Bunun farkında olmayan Elfazi uduna yaslanmış avazı çıktığı kadar bağırıyor ve okuyor. Atatürk çok bağıranları katiyyen sevmezlerdi. Adamcağızın keyfini kaçırmamak istiyen Atatürk nazikâne bir hareketle: “ Yoruldunuz. İstirahat ediniz. “diye Elfaziyi susturdu. Atatürk Elfazi'nin çalışını ve okuyuşunu hatırlayarak bu tarzıyle nasıl olup da şöhret yapmış olduğuna hayret edişini, hele benim gözümden gizleyemiyordu. Nihayet dayanamadı: “ Sizin isminizde bir karışıklık var galiba... Herkes size (Gazi) gibi bir şey diyor. Gazi benim. Bunu düzeltiniz. Sizin isminiz herhalde (Elfaza) olmalı deyince (Elfaza) kıpkırmızı oldu, şaşırdı, afalladı, Atatürk Arap tarihinden bir mevzu açtı. Bu tarih dersi kırk beş dakika sürdü: “Yoruldunuz, istirahat ediniz, diye Elfazi’yi susturdu. Atatürk, Elfazi’nin çalışını ve okuyuşunu hatırlayarak bu tarzıyla nasıl olup da şöhret yapmış olduğuna hayret edişini, hele benim gözümden gizleyemiyordu. Nihayet dayanamadı: “ Sizin isminizde bir karışıklık var galiba. Herkes size (Gazi) gibi bir şey diyor, Gazi (benim) bunu düzeltiniz. Sizin İsminiz herhalde (£21 faza) olmalı, deyince (Elfaza) kıpkırmızı oldu, şaşırdı. Afalladı, Atatürk Arap tarihinden bir mevzu açtı, bu tarih dersi kırk beş dakika sürdü. Atamın bu ihtarı zannediyorum ki Elfaza’nın şanı şöhretine rağmen sanatındaki beceriksizliğine mâna vermeyişinin (tepkisi) idi. Musiki mevzuunda (laüballllğe) tahammül edemez. Biraz evvelde dediğim gibi bilhassa Türk Musikisinin ehil ellerde yükselmesini ve zamanın icaplarına uyarak (tekâmülünü) isterdi. Biraz istirahat ettikten sonra sofrada davetli bulunan Salâhaddin Pınar ve Kemani Nubar Beylere bakarak: “ Hafız beylerle beraber bir fasıl yapınız “, buyurdu ve beni yanına çağırdı, bir program tanzim edip takdim ettim. Derhal Atamın emirleri üzerine Hicaz faslını ihtiva eden fasla başladık. Beste ve semâi okuduktan sonra Atatürk bana işaret etti, yanlarına gittim. Hafız beylerin birer gazel okumasını emretti ve Atamın emirlerini arkadaşlara söyledim. Ve Hafız beyler de sıra ile, bazan Salâhaddin Pınar’la ve bazen Kemani Nubarın iştiraki ile Hicaz faslı bir saat devam etti. Ve sabah olmağa da bir saat kalmıştı. Atatürk yemeğin gelmesini emretti. Yemekten sonra Atatürk: “ Arkadaşların yarın vazifeleri olduğumdan istirahat etmeleri lâzımdır” , dedi ve sofradan kalktı ve sıra ile Atatürk’ün ellerini öperek huzurlarından ayrıldık, Atatürk hepimize ayrı ayrı teşekkürlerini bildirdi. 1932 senesi Temmuzunda Dolmabahçe Sarayında bestekâr-ı şehir Bimen Şen’i huzurlarına kabul etti. O gece Bimen Şen siyah bir kostüm giymiş, gayet itinalı ve zarif bir halde kemâli tazimle Atatürk’ün ellerini öperek sofrada gösterilen yerine oturdu. O gece birçok güzide şahsiyetler bulunmakta idi. Bu meyan da Tamburi Salâhaddin Pınar ve Kemani Nubar Beyler de hazırdı. Atatürk, Bimen Şen’in bestelediği şarkıları kendi ağzından dinlemek arzusunu izhar etti: “ Güzel şarkılarınızı plaklarda zevkle dinliyorum. Güfte ve mevzun itibariyle cidden muvaffak oluyorsunuz. Fakat bir de sizden dinlemek daha hoş olur, diye Bimen Şen’e iltifatta bulundular. Bunun üzerine Bimen Şen sofradan kalktı, Atatürk’ün elini öptü: “ Emrederseniz, Atam “, diye Atatürk'ün müsaadeleriyle yerine oturdu. Ve okuyacağı şarkıların bir listesini yapıp Atatürk'e takdim etti. İlk şarkı Hüzzam makamından: “ Ruhumda bu şeb hicri visalin yanıyorken “ Arkasından, yine kendi bestelerinden biri olan: “Sun da içsin yâr elinden âşıkın peymaneyi Bir kadehle mestü bi’tâb et dili viraneyi “ şarkısını harikulâde bir âhenkle okudu. Atatürk bu şarkıları çok severdi. Nitekim Bimen okurken o da kendini tutamadı, iştirak etti. Bundan sonra, benden bir gazel istedi. “ Gamzenin sürmeli âhularla ülfeti var Karşısında duracak kimde nazar kudreti var? “ı okurken, Atatürk derin bir hassasiyetle beni kendisine gösterince, Bimen’de coşarak bir “Allâaah!” sayhası çıkardı. Gazel bitince, Atatürk, Bimen’e sordu: “ Üstad, musikiyi kimden meşkettiniz? “ “ Hacı Arif Bey, Hacı Faik Bey, Tellâlzade İsmail Efendi, Lâtif Ağa ve Bolahenk Nuri Beylerden çok ilham aldım Paşam.” Atatürk tekrar sordu: “ Şimdiki bestekârların eserleriyle, eskilerin besteleri arasında fark var mıdır?” “ Evet Paşam vardır ve şimdikilerin, eskilerin tesiri altında kaldıkları da muhakkaktır.” Bestekârı Şehir Bimen Efendi “ Bakınız, Garb musikisinin tarihi yazılmıştır. Bu hususta birçok değerli telifler vardır. Bizde neden yok? Bir musiki tarihimiz telif edilemez mi? “ Bimen sessiz kalmıştı. Atatürk ise, musiki tarihi mevzuunda konuşmakta devam ediyordu. Nihayet Bimen de dile geldi, dedi ki: “ Ulu Atam... Türk Musikisi bugünkü canlılığım size medyundur? Musikimiz, ancak Cumhuriyet devrinde himaye ve teşvike mazhar olmuştur. Bunu unutamayız ve daima sizden ilham bekliyoruz. Sayenizde, inşallah musiki tarihi de tedvin edilir... “ Atatürk çok mütehassis oldu ve ilham aldığı eski üstadlardan hangilerini daha fazla takdir ve tercih ettiğini öğrenmek istedi. Bimen’de, biraz düşünerek; Hacı Arif Beyin üslûbunu daha fazla beğendiğini söyledi. Atatürk bunun üzerine benim fikrimi sordu. Ben de: “ Eserleriyle temayüz eden eski üstatlardan her birinin kendine mahsus bir tavır ve üslûbu olmak bakımından cümlesi takdire değer ve bir tercih yapılamaz.” dedim. Bu cevabımı beğendi. “ Bravo!.,” diyerek kadehini kaldırdı ve Saâhaddin Pınar’dan bir taksim yapmasını, Bimen'in de gazel okumasını istedi. Bimen hemen ayağa kalktı: “ Af buyurun, Paşam. Yaşar Bey varken, gazel okumak bana düşmez” deyince, Atatürk de: “ Biz onu her zaman dinliyoruz. Bir de sizi dinleyelim “ cevabını verdi. Bimen’de, bağım eğerek, gazele başladı. Fakat iki satır güfte okuyup da meyana gelince durakladı: “ Mazur görünüz, istirham ederim Paşam, meyanı da Yaşar Bey okusun!..” Atatürk'e baktım, gözüyle, peki oku, der gibi işaret ediyordu. Tam başlarken de: “ Hafız, Bütün makamların seyirlerini yap.” Dedi.. Böylece okudum. Bitince: “ devam devam “ buyurdu. Bir daha, bir daha tekrar ettirdi. Bu arada Atatürk Bimen’e, beni ne zamandan beri tanıdığını sordu. Bimen’de şöyle anlattı “ Müsaade buyurursanız, kırk sene evvelki bir hatıramdan bahsedeyim. Mehtaplı bir geceydi. Anadolu hisarına bir arkadaşıma misafir gitmiştim. İskele başındaki gazinoda nargile içerek sohbet ediyorduk. Derken, önümüzden, futalar geçmeye başladı. Hepsi aynı istikamette gidiyor ve kürek küreğe, nerede ne birbirlerine çarpacak derecede telaşlı görünüyorlardı. Tek ve iki çifte futaların arkası gelmiyordu. Merakla arkadaşıma, bunlar, böyle nereye gidiyorlar, yarış mı var, nedir? Diye sordum. Meğer Kanlıca’da Sami Bey’in mehtap eğlencesi varmış. Biz de gitmeğe karar verdik. Fakat İskelede sandal kalmamıştı. Kömürcü kayıgına bile razı olduğumuz halde, bulamadık. Nihayet, karşı kıyıdan müşteri getiren bir sandala atladık; Kanlıca’ya gittik. Sami Beyin yalısının önü, görülecek şeydi. Yüzden fazla sandalla dolmuştu. Yalıdan da güzel bir saz sesi geliyordu. Biraz sonra sandallar, körfeze doğru harekete geçtiler. Biz de peşlerine takılmak üzere iken, yalının bahçesindeki saz heyetinin de rıhtıma geldiğini gördük Önlerinde. Tamburi Cemil Bey vardı. Onu tanırdım. Fakat koluna girmiş olduğu sarı saçlı genci tanıyamadım. Arkadaşıma sordum; “ Meşhur Etyemez! Hafız Yaşar Beydir. “ İşte, üstadı ilk görüşüm, böyle olmuştur. O zamana kadar yalnız plaklarından tanır, gayet dik, kalbi ve oynak nağmelerini, herkes gibi takdir eder; severdim.” Atatürk yan gözle bana bakarak gülümsüyor. Bimen’de hikâyesine devam ediyor: “O gece Hafız Yaşar Bey’i yalandan görüp, dinleyebilmek için çırpınanlar arasında ben de vardım. Sandalımızı mümkün olduğu kadar, onların bulunduğu tarafa yaklaştırmağa çalışırken, saz heyeti de Muhayyer faslına başladı. Faslın ortasında da, meşhur Kemani Ağa ile bir gazel meyandan başlıyarak okuyor. Sırtların yaptığı aksiseda ile büsbütün güzelleşen bu ses, hala kulaklarımdadır. İki şarkı sonra Neyzen Hafız Tevfik ile meşhur Bahriyeli Şahab’ın okuduğu gazelde pek nefisti. Körfez, kendilerinden geçenlerin, Allah. Allah, nidalariyle çınlıyordu. Fakat aklım fikrim, saza yaklaşmakta idi. İki yüzden fazla sandalla dolan Körfez ’de yol bulma imkânı yoktu. Bu telâş içinde nasıl etsek de, biraz sokulabilsek derken, bir de baktık, herkese meydan okuyan bir hışımla gelen bir istimbot, saza doğru ilerliyor. Kaçışan kaçışana..Ne oluyoruz, diye şaşırdık, kaldık. O esnada istimbottaki uzun boylu birisi, pürazamet, sazın bulunduğu sandala atladı. Kâğıdını kalemini çıkardı, bir şeyler yazıyor. Kimdir bu, ne yapıyor? Demeğe kalmadı, iş anlaşıldı; o devrin alikıran baş keseni meşhur Fehim Paşa’nın avenesinden hafiye Mektepli Ahmet’miş... Kalabalığı devrin zihniyetine göre muzır addederek, dağıtmağa gelmiş. Sandallar kaçışıyor. Biz de onları takip ettik. O hain, (Mektepli Ahmet) denen hafiye komiser, o geceyi halka zehir etti. Bir musiki ziyafetini halka çok gördü. Ortalığı darmadağına ederek defolup gitti. Ben de, Yaşar Beyi yakından görmek arzumu yerine getiremedim. Fakat ondan sonra plak fabrikalarından birinde tanıştık. Ahbap olduk. Dostluğumuz da hala devam eder.” Bimen sözünü bitirince, Atatürk: “ Mektepli Ahmet, ne yapsın? Efendisi, velinimeti Fehim Paşa hasretlerine yaranmak için,milletin huzurunu da bozar, icap derse hanümamm da söndürür.. O devir öyle İdi... Zavallıl millet, bu adamların elinden çok çekti. Ama hamdolsun, artık kurtuldu... ” buyurdu ve elini masaya vurarak: “Yılmaz çelik ordularla biz...” marşını okumağa başladı. Yemekten sonra, müsaadelerini alarak, ayrılırken, elini öpen Bimen’e: “ Çok teşekkür ederim, memnun oldum. Sizi rahatsız ettik. Yine beklerim üstad “ diyen Atatürk Bimen'in şahsında hepimizi, bütün Türk Musikisini ve sanatkârlarını takdir, taltif ve ihya etmiş oluyordu. Atatürk’ün İstanbul’da bulunduğu bir sırada keyifsizliğim dolayısıyla bir hafta müsaade buyurmuşlar, evimde istirahatta idim. Bir Cumartesi akşamı kapımız çalındı baktık. Dolmabahçe Saray Muhafızı Komiser Enver Bey otomobilde: “ Yaşar Bey!.. Hemen hazırlanınız. Nöbetçi Yâver Şükrü Bey Sarayda sizi bekliyor...” Neymiş, ne varmış diye, sorsan da ne fayda, derhal giyindim. Enver Bey’in, yanına oturdum. Otomobil yıldırım gibi gidiyor. Saraya varır varmaz karşılaştığım Yâver Şükrü Beyin ilk sözü şu oldu: ” Atatürk sizi istiyor.” “Geldim işte..” Gülerek: “Yok burada değil Ege Vapurunda... Marmara’da telsizle haber verdiler. (Acar) motoruna binerek Marmara’da Ege vapurunu arıyacaksınız. Acele bekliyorlar.. “ Yolculuğun böylesini hiç yapmamıştım... Hava da berbat, müthiş bir rüzgâr var. Deniz kim bilir nasıl. Marmara’da vapuru arayacağız. Bunu şimdi gözümün önüne getiriyorum. O gece ne havanın sertliği, ne istikametin meçhuliyeti aklıma geldi: “ Atam oralarda bile beni aramış...” diye sevinç içindeyim. Motora bindim. Tek yolcuyum. Marmara’ya açıldık. Çalkana çalkana gidiyoruz. Görünürde bir şeyler yok. Bir hayli gittikten sonra; uzakta hafif bir ışık belirdi. O istikameti aldık. Kaptan durmadan canavar düdüğünü çalıyor. Nihayet Ege vapurunu farkettik. Sokulduk. Zaten bekliyorlarmış. Merdiveni indirdiler, çalkanıp duran motordan bir hamlede atladım, kolumdan tuttular aldılar; tam merdiven başına vardığım zaman sevgili Atam'la karşılaştım. “Hoş geldiniz, çok memnun oldum “, diye elini uzattı, öptüm. Saçlarımı okşadı, “ Salona geçiniz, şimdi geliyorum “, buyurdu. Salonda bir de baktım ki sofrada Şükrü Naili Paşa beni görür görmez, gülmeğe başladı. Yanma oturttu. Hoş beşten sonra: “ Yaşar Βey, bu muzipliği ben yaptım, sofrada isminiz geçti. Bende, şimdi kim bilir nerede deyince, Atatürk: “ Nerede olacak evindedir, emin olun aklı da bendedir Hafızımın “ der demez hemen telsizle davet edilmenizi istedi.” Meğer İş Bankası’nın kuruluş yıldönümü münasebetiyle bir mehtap âlemi yapılıyormuş. Ege Vapuru davetlilerle dolu... Büyük salonun bir köşesinde mükemmel bir ncesaz heyeti bulunmakta idi ve saz heyetinin ortasında Deniz Kızı Eftalya beni görür görmez yerinden kalktı yanıma geldi. Gazi Paşa ismini hatırlıyamayarak istediği bir şarkıyı tekrar tekrar istediğini ve bizim de bilemediğimiz bu şarkı karşısında şaşırdığım anlatarak: “Aman Yaşar Bey... Şu işi hallet. Hangi şarkıdır bu? “ diye bana soruyordu, ismi söylenemeyen şarkının keşfi bana düşüyordu. Amma bilmek mümkün mü? “ Hele dur bakalım, anlarız “ derken o sırada Atatürk salondan içeriye girdi ve sofraya oturdu. Şükrü Naili Paşa ile görüşüyor, benimle alâkadar oluyor... Atatürk dedi ki: “ Gece yansı rahatını kaçırdık, rahatsızlığın nasıl oldu. Deniz tuttu mu? “ diye iltifatlarda bulunarak: “Kuzum Yaşar Bey. Bizim Tahsin Bey’in bir şarkısı vardı hani, amma bir türlü bulamıyorum. Bunu her zaman Ankara’da iken okurdun” “ Evet, efendim, Uşşak makamından; (Ruhum emelim kalbihazinim zedelendi - Artık yetişir gönlümün ezvakı tükendi “deyince alkışladı. Sazda bu şarkıyı çalmaya ve okumaya derhal başlayınca Atatürk elini kaldırdı ve sazı durdurdu. “ Öyle değil.”. Bana bakarak: “ Yaşar Bey, ayağa kalkıp okuyunuz” ve saz heyetine: “ Siz de hafifçe çalınız “, buyurdu. Derhal Atamız emirleri üzerine şarkıyı okumaya başladım. Hakkın cilvesine bakın sesim açılmış, o kadar pürüzsüz ki istediğim perdeyi mükemmelen ifa ediyorum. Bu hali gören Atatürk, bana işaret ederek, Şükrü Naili Paşa’ya bir şeyler söylüyor. Şarkı bitince, gazel okumamı istedi. Şarkı bitince yerime oturmuştum. Atatürk: “ Kalk, ayakta gazeli okuyunuz “, dedi. Ben gazele başlayınca, olmadı diye beni susturdu. Şükrü Naili Paşa’ya bakarak gülüyor: “ Yaşar Bey, okuyacağın gazele başlarken, aman, hey. of, olmıyacak, güfte taksimatını bütün makamları seyrederek ikmal edeceksiniz”, diye söyledi. Atamın emirleri veçhile İstediği gibi gazeli okuyunca çok mütehassis oldu. “ Yaşar üstad “ diye önündeki şampanya bardağını kaldırarak: “ Yaşar Beyin şerefine “ diyerek içti ve beni namütenahi alkışlarla mesrur etti ve aşağı salonda caz heyeti çalmağa başladı ve Atatürk salona davet edildi, sofradan kalkan Atatürk, Şefe emir vererek: “ Yaşar Beye yemek getiriniz “, dedi. Atatürk ve Şükrü Naili Paşa aşağı salona gittiler. Sonra beraberce yukarıyı teşrif ettiler. Saz heyeti çalmağa başladı. Atatürk bana: “ İstirahat ediniz “ dedi, bir daha okutmadı. Zaten sabah olmağa başlamıştı. Ege Vapuru. Dolmabahçe Sarayının önünde demirledi. Acar motoru, Ege Vapuruna yanaştı ve Atatürk maiyetiyle birlikte rıhtıma çıktı. Ve huzurlarından ayrılırken ellerini öptüğüm zaman, o âlicenap müşfik Atam: “ Seni bu akşam çok rahatsız ettik “, diye unutulmayacak bir hatırayı kalbime nakşetti. 1929 yazının mehtaplı bir gecesiydi. Ankara’dan henüz teşrif buyuran Atatürk, Dolmabahçe Sarayında hususi bir ziyafet veriyor. Sofrada denize karşı balkonda kurulmuştu. İstanbul’un mümtaz simaları ve aileleri bulunmakta idi. Ben alt katta Yaveran Dairesinde oturmakta iken Neslb Efendi geldi: “ Sizi Atatürk istiyor. Kalktım gittim. Yukarı ki salonda Atatürk bilardo oynuyorlardı. Beni gören Atatürk istakayı bıraktı, köşedeki koltuğa oturdu, bana da yanında bir yer gösterdi. Deniz Kızı Eftalya “ Yaşar Bey, bu akşam Safiye Hanımla, Deniz Kızı Eftalya gelecekler. Haberleri olmadan ikisini imtihan edeceğiz, seni de mümeyyizlere reis seçtim. “ Saat sekiz buçuğa doğru misafirler gelmeğe başladı. Davetliler arasında Tamburi Salâhaddin Pınar ve Kemani Nubar Beylerde bulunmakta idi. Balkonda sofraya oturuldu. Boğaz sularına bir başka güzellik, letafet vermişti. Her taraf pırıl pırıl, hava da pek sıcak değildi. Atatürk’ün emirleriyle Nihavend faslına başladık. Üç şarkı okuduktan sonra salondan gelmekte olan Safiye Hanım ve Deniz Kızı Eftalya gayet güzel bir tuvalet giymişler, balkona geldiler ve Atatürk'ün ellerini öperek gösterdiği yerlere oturdular. Atatürk, büyük bir nezaket ve iltifatla: “ Hoş geldiniz “, dedi. Bunun üzerine Atatürk Tamburi Salâhaddin Pınar'dan bir taksim istedi, Salâhaddin Pınar güzel bir taksim yaptı. Taksimin hitamında: “ Dil seni sevmiyeni sevmede lezzet mi olur “, şarkısı okundu ve Atatürk’ün işareti üzerine fasla nihayet verildi. Atatürk bir musiki bahsi açtı. Bu bahis bir çeyrek saat sürdü. Atatürk, Safiye Hanıma hitaben: “ Söz sizindir! En çok sevdiğiniz şarkılardan birisini okuyunuz “, diye emretti. Safiye Ayla Bunun üzerine Safiye Hanım ayağa kalktı. Evvelden hazırlanmış olduğu Segâh makamından ve Atatürk’ün sevdiği: “ Sun da içsin yâr elinden; âşıkın peymâneyi “ şarkısını usulü dairesinde gayet güzel okudu. Ve Atatürk Safiye Hanımı alkışladı. Ve Safiye Hanım Atatürk’ün emriyle yerlerine oturdu. “ Buyurun sıra sizde! “ Diye, Deniz Kızı Eftalya’yı kaldırdı. O da birlikte gelmiş olan Bay Kemani Sâdi’nin refakatiyle mahur makamından İsmail Dede’nin bestesi olan: “ Ey gonca dehen bâri elem cânıma geçti” bestesini okudu. Atatürk Safiye Hanıma yaptığı gibi Eftalya’yı da aynı takdirkâr hareketle alkışladı ve Eftalya yerine oturdu. Biraz sonra sofradan kalkan Atatürk salona geçti. Nuri Conker, Cevat Abbas ve Tahsin Beylerle beni de yanına çağırdı. Durup dururken sofradan kalkılıp sessizce salonda toplanış tabii sofradaki misafirlerin dikkat nazarını çekerek merakını mucip olduysa da kimse işin asimi bilemiyordu. Atatürk salonda oturduğu koltukta sigarasını içe içe evvelâ bana hitap etti: “Yaşar Bey. Bu iki sanatkârı, bu akşam imtihan ediyoruz. Siz de imtihan heyetinin reisisiniz. Şimdi hisse kapılmadan fikrinizi izah ediniz, ikisini de dinlediniz, hükmünüz nedir?” Benim cevap vermeme meydan bırakmadan Nuri Conker: “ Hayır, öyle olmaz. Mademki imtihandır, kanaatler rey pusulasıyla izhar edilsin. Reylerimizi verelim. Hangisi fazla rey alırsa o kazanır. “ teklifinde bulundu. Atatürk’ün çok samimi gençlik arkadaşı olan Nuri Conker’in her türlü şakalarını olduğu gibi bu çeşit müdahalelerini de daima gülerek karşılamak itiyadında olduğundan: “ Peki, öyle yapalım “, diye teklifini kabul etti. Bir kâğıt beşe bölünerek rey pusulaları dağıtılırken Atatürk fikrimi öğrenmek ister gibi bana bakarak göz kırpıyordu. Hiç sesimi çıkarmadan pusulama Safiye Hanım’ı yazdım verdim. Reyler toplandı. Birer birer okununca bir de baktım ki Atatürk’le benden başka Safiye Hanıma rey veren yok. Ötekilerin üçü de Deniz Kızı Eftalya’ya vermişler. Nuri Conker: “ Bir yanlışlık oldu Paşam! En isabetli reyi veren sizsiniz, biz de sizi takip ediyoruz, reylerimizi sizinkine katıyoruz “, dedi. Bunun üzerine Atatürk bir lâhza düşünerek mütalâamı sordu: “Sevgili Atam, her iki sanatkâr da okuyuşlarında cidden muvaffak oldular, fakat Safiye Hanımın sesinin imtidadı ve hazin nağmeleri, hele usule, zemin ve mevzua üstadâne bir şekilde sevdiği riayetkârlığı kabili inkâr değildir. Bu sebeple Safiye Hanımın tefevvuk ettiği kanaatindeyim. Atatürk de bu mütalâama iştirak etti: “ Evet., doğrudur, öyle.. Safiye başkadır, diye birer sigara bizlere ikram etti. Ve balkona döndü. Sofradakiler meraklı bakışları ortasında biz de yerlerimize oturduk, faslın çalınmasını emretti, muhtelif makamlardan şarkılar okuduk. Güneş doğuncaya kadar devam eden sofra sohbeti ve fasıl esnasında hiç kimse merakını tatmin edemedi. Bu imtihan neticesi Atatürk’le bizim dördümüz arasında bir sır kaldı. İmtihan heyetinin ben fâniden başkaları da rahmeti Rahmana kavuşmuş olduklarından, zannediyorum ki Safiye Hanım’da kendine taallûk eden bu İmtihana ancak şimdi vâkıf oluyorlar. Doktor Rasim Ferit Beyin Yeniköy’deki yalısında bulunduğumuz gece Radyoda okuyan bir bayanın gazelini dikkatle dinleyen Atatürk, ilk defa işittiği bu güzel sesin sahibesini merak etmişti. Bana sordu: “ Atam, Kemani Faik Beyin talebesi ve Eyüpsultan’da bir şeyhin kızıdır. İsmi Müşerref Hanımdır “, deyişim üzerine “ Çok güzel gazel okuyor. Ben şimdiye kadar güfte taksimatı yerinde, düzgün oku yan bir bayana tesadüf etmedim “, diyerek Bayan Müşerref’in hocasıyla birlikte yalıya gelmelerini istedi. Derhal Radyoevine telefon edildi. Bir saat sonra Bayan Müşerref ve Kemani Faik Bey, Atatürk’ün huzurlarına kabul olundular. Biraz istirahattan sonra Atatürk, Bayan Müşerref’ten bir gazel okumasını rica etti. Bayan Müşerref, Uşşak makamından bir gazel okudu, gazelin arkasından da Atatürk’ün pek sevdiği: “ Rakibi handan idersin “, şarkısını Atatürk’ün istediği gibi gayet güzel okudu, Atatürk Bayan Müşerrefi alkışladı ve tebrik etti. Atatürk, Faik Beye sordu: “ Başka hangi sazları çalarsızınız? “ “ Kanun çalarım ve rebab ”, deyince Doktor Rasim Ferit Bey’e hitaben: “ Komşulardan bir kanun bulabilir misiniz? “ dedi ve Rasim Ferit Beyide arattı, bulamayınca. Faik Bey Atatürk’ten müsaade istedi: “Eve gideyim, alayım “ deyince Atatürk sordu: “ Eviniz nerede? “ “ Şehzadebaşında..” Yeni köy neresi, Şchzadebaşı nerede? Her dileğinin mümkün olduğu kadar çabuk yerine getirilmesini isteyen Atatürk, bu kadar bekler mi? “ Faik Beyin adresini alınız. Saraya telefon ediniz “, diye emretti. Bir saat sonra Kanun ve Rebab geldi, Faik Bey bazen kanun ve bazan rebab çalıyordu. Atatürk, Faik Beye sordu: “ Rebab ile kemanın sesleri arasındaki fark nedir? “ Faik Bey de cevaben: “ Rebabın bilhassa Selim-i salis devrinde Mevlevihanede mıtrıbda çalındığını ve pek itibarda olduğunu anlattı. Ve tarihi bir sazdır, dedi. Atam bugün bu sazı çalanlar pek az bulunur. “ Atatürk Faik Beye sordu: “ Rebabı kimden meşkettiniz? “ Tamburi Cemil Beyden ilk meşkim, daha sonraları kendim çalıştım.” Atatürk: “ Güzel çalıyorsunuz, tebrik ederim “, dedi. O gece Bayan Müşerref, Atatürk’ün istedikleri şarkıları okudu ve muvaffak oldu. Atatürk, gayet neşeli, geç vakte kadar yalıda kaldık. Atatürk, avdetlerinde Bayan Müşerref’i ve Faik Bey’i Sakarya motoruna kabul ettiler. Ve Dolmabahçe Sarayına kadar Bayan Müşerref okudu, Faik Bey’de çaldı. Dolmabahçe Sarayına çıkıldıkta Atatürk’ün ellerini öperek huzurlarından ayrılırken tekrar tekrar tebrik etti: “Çok memnun oldum, yarın akşam yine birlikte gelmelerini söyledi ve maddi taltifte bulundular Ertesi akşam Atatürk'ün daveti üzerine Bayan Müşerref ve Faik Bey saat sekizde Dolmabahçe Sarayına geldiler. Ve Atatürk’ün huzurlarına kabul olundular. O akşam, yirmi kişilik bir sofra tanzim edilmiş ve sofrada Ankara’dan henüz gelmiş olan İsmet İnönü ve Kumandan İzzettin Paşa, Vekiller ve Mebuslar ve İstanbul’un tanınmış mümtaz aileleri sofrada yer almakta idi. Atatürk, beni yanına çağırdı: “ Bayan Müşerref ile kararlaştırın, kısa bir program yapınız “, diye emretti. Derhal Atamın emirleri üzerine programı yaptım. Huzurlarına takdim ettim. Atatürk, programı okudu ve döndü İsmet Paşaya: “ Paşam sizin de bir sevdiğiniz şarkı varsa programa ilave edelim “, deyince İsmet Paşa gülerek: “Atam, sizin sevdiğiniz şarkıları ben de severim “, dedi. Bunun üzerine sofradaki misafirler, İsmet Paşa’yı alkışladılar. Atatürk Bayan Müşerrefe: “ Evet, söz sizindir “ dedi ve Müşerref okumaya başladı. İki şarkı okuduktan sonra Atatürk bana işaret etti ve Bayan Müşerref’in gazele başlamasını istedi. Bayan Müşerref gazel okuyor, Faik Bey’de rebab ile iştirak ediyordu.Gazel bitince Atatürk, Bayan Müşerrefi alkışladı. Atatürk, İsmet Paşa’ya soruyor: “ Paşam nasıl buldunuz? “ “ Çok güzel “ Atatürk, Bayan Müşerref’e işaret etti ve Bayan Müşerref, İsmet Paşa’nın yanına gidip ellerini öptü ve İsmet Paşa yanlarına kabul ettiler. Ve Atatürk ikinci defa gazel okumasını söyledi. Bayan Müşerref okuyor. Atatürk gayet neşeli: “ Paşam memnun musunuz? “ diye tekrar tekrar soruyor. “ Çok memnunum “ Atatürk dedi ki: “ Bu gece tulûa kadar buradayız. Güneşin dopduğunu hep birlikte görürüz “ deyince, sofrada bulunan Atatürk’ün çocukluk arkadaşı Nuri Conker yerinden kalkıp Atatürk’ün yanına gidip ellerini öptü: “ Mademki bu gece burada sizden bir ricamız var.” Atatürk Gülerek: “ Ne var Nuri ” dedi. “ Efendim. Mısır’dan yeni gelmiş olan muganniyelerden Melike ve Şefika Hanımlar, Arap sazları ile bir heyet Mulen Ruj’da konser vermektedirler. Arap dansları yapı yor ve çok iyi çalıyorlar, çok memnun olacaksınız. “dedi. Atatürk, İsmet Paşa’ya sordu: “ Paşam bak Nuri Bey ne söylüyor, arzu ederseniz çağıralım “ deyince, İsmet Paşa muvafakat etti. Atatürk: “ Çağırınız “, diye emretti. Nuri Conker telefona koştu, bir saat sonra Melike ve Şefika saz heyeti ile birlikte Atatürk’ün huzurlarına geldiler ve Atatürk saz heyetini sofralarına kabul ettiler. Saz heyeti durmayıp çalıyor ve Arapça şarkıları Melike ve Şefika karşılıklı okuyorlar ve Arap dansları yapıyorlar. Atatürk saz heyetine işaret ederek istirahat etmelerini söyledi. Ve saz heyetinde ud çalan Şeyh Ahmet yerinden kalkıp Atatürk’ün iki elini öperek müsaade buyurmalarını rica etti. Bunun üzerine Atatürk muvafakat edince ud çalan Ahmet ayağa kalktı, ellerini açıp Arapça Atatürk’e dualar etti. Epeycede vakit olmuştu. Sabah ve güneşin doğması yaklaşmış hava da ağarmıştı. Atatürk yemeğin gelmesini emretti, yemek yendikten sonra Atatürk sofradan kalktı ve misafirler de Atatürk’ün ellerini öperek huzurundan ayrıldılar ve Atatürk İsmet Paşa’nın koluna girerek kütüphaneye gittiler. 18 Mart 1928 senelerinde Riyaseti Cumhur Orkestra Heyeti Şef Zeki Beyin riyasetinde Ankara’da Türkocağı’nda haftada bir gece halka fahri konserler vermekte idi. Atatürk, Türk Musikisinin varlığını göstermeli ve Ankara halkının hahiş olduğu Atatürk'ün ince saz heyetini dinlemek için bazı makamlara müracaat edilip Atatürk’ün müsaadeleriyle Türkocağı’nda konserler verilmesi halk tarafından arzu ediliyordu. Atatürk, bu vaziyeti zaten düşünüyordu. Bir gece huzurlarında bulunduğum esnada musiki bahsinde: “ Yaşar Bey, Türkocağı’nda Orkestra Heyeti konserler vermektedirler. Sizler de bir program tertip edip çalısınız, konserlere devam etmenizi muvafık görüyorum. “ buyurdu. “ Efendim, program hazır emri devletlerinizi bekliyoruz. “ deyince, Atatürk ziyadesiyle memnun oldu. Ve bizi alkışladı. O büyük eşsiz kahraman Atatürk diyordu ki; Ankara memurları bu sıcak havalarda vazife başında bunalmış bir vaziyette bulundukları tabiidir. Bunun için zihinlerini dinlendirmek ve yorgunluklarını musiki ile izale etmek ve halkın musikiye ihtiyacı olduğuna kaniim buyuruyorlardı. Atatürk’ün emirleri üzerine Perşembe günü akşamı Türkocağı’nda saat dokuzda fahriyen halka konserler verilmekte idi. Ankara gazeteleri büyük puntolarla ilan ediyorlardı. Ve ilk konserimiz, Tahir bûselik idi. Tükocağı’nda Verilen Konserlerden Birinin Programı Konser geceleri salon daha erken saatlerde hınça hınç dolardı. Sandalyeler hep dolu. Pencerelerin içinde ve bahçede ayakta halk konseri takip ederlerdi. Konser geç vakte kadar devam eder ve konserin hitamında tam kadro ile fasıl heyeti Çankaya köşküne otomobillere binerek aynı program Atamızın huzurlarında icra edilir, Atatürk ziyadesiyle mütehassis olurlardı. Ve geç vakte kadar huzurlarından ayrılmazdık. İşte, müşfik Atatürk milletini çok sever ve neşeli geceler geçirilmesini arzu ederlerdi. Atatürk'ün İstanbul’a teşriflerini. Ankara’dan hususi trenleriyle Haydarpaşa’yı teşri etmezden bir gün evvel İstanbul gazeteleri büyük puntolarla ilan ederlerdi. Sabah saat sekizde Haydarpaşa argına gidilir. Kumandan paşalar, vekiller, mebuslar, vali ve erkânı ve Atatürk’ün yakın arkadaşları Atatürk ün teşriflerini beklerlerdi. Atatürk'ün treni saat dokuzda Haydarpaşa garına gelince yüce kahraman Atatürk trenin pencerelinden güler yüzüyle, başıyla halkı selâmlar ve trenden indiğinde kumandan paşalar, Atatürk'ün ellerini sıkarak “Hoşgeldlniz!” diye istikbal edilirdi. Atatürk mahiyetiyle birlikte Haydarpaşa rıhtımına giderken iki taraflı efrat resmi tâzim duruşunda Atatürk’ü selâmlar, Atatürk efradın önünden geçerken (Merhaba) arkadaşlar diye iltifat ederler ve efrat (Sagol!) sadalan ile semayı inletirdi. Halkın coşkun tezahüratı arasında Haydarpaşa rıhtımına yanaşmış olan Sakarya motoruna binerek Dolmabahçe Sarayını teşrif ederlerdi. Akşam liste mucibince isimleri yazılı bulunan misafirler, saat sekiz buçukta Atatürk’ün sofralarında yer alırlardı. Ve geç vakte kadar huzurlarından ayrılmazlardı. Atatürk Dolmabahçe Sarayını teşriflerinde akşam saat 17’de Şef Veli Beyin idaresinde Bando Heyeti Sarayın bahçesinde bir saat nöbet çalardı. Ve saat 18’de Şef Zeki Beyin idaresindeki Orkestra Heyeti Sarayın üst kat salonunda çalmağa başlar ve saat yirmiye kadar devam ederdi. Atatürk yirmide sofraya otururlar, fasıl heyetini huzurlarına kabul ederler, yemeğin sonuna kadar fasıl devam eder ve bazan da sabaha kadar huzurlarından ayrılmazdık. Atatürk. İstanbul’a teşriflerinde musiki müntesiplerini Dolmabahçe Sarayında huzurlarına kabul ettikleri zaman en ufak ayrılığa katiyen müsaade etmezlerdi, sofrada misafir az olduğu takdirde musiki müntesiplerini sofralarına kabul ederler, büyük bir nezaket ve iltifatla karşılarlardı. Atatürk, herkese karşı müşfik ve merhametli ve musikinin aşığı idi. Musiki müntesiplerl, huzurlarından ayrılırken ayrı ayrı maddi taltifte bulunurlardı. Atatürk’ün pek sevdiği ve okuduğu şarkılar: Kürdili Hicazkâr makamından: (Selanikli Ahmet Bey) Dilerse şâdgâm olsun diler gönlüm hazin olsun Bana şimden gerû lâzım değil dil-i kâmiyap olsun Benim zulmettedir gönlüm görünmez çeşmime alem Gözüm yok mlhr-ü-mahında felek benden emin olsun Bu türlü iftiraka can tahammül eylemez yoksa Meğer ki zâhida biçareye Allah muin olsun. Şarkı Kürdili Hicazkâr makamından: Hani ya sen benimdin neye döndün sözünden Çapkın aldattın beni anlıyorum özünden Kâfi değil mi acep çektiklerim elinden Çapkın aldattın beni anlıyorum gözünden Şarkı Kürdill Hicazkâr makamından: (Sarı Onnik) Bu gönül ne gülde ne gülşendedir Sendedir divâne gönlüm sendedir Kimseye ne bende ne üfkendedlr Sendedir divâne gönlüm sendedir. Şarkı Hicazkâr: (Lûtfi Bey) Sana noldu gönül şâd olmuyorsun Bu derd-ü-gamdan âzâd olmuyorsun Harap oldun da âbâd olmuyorsun Bu derd-ü-gamdan âzâd olmuyorsun Uşşak şarkı: (Neyzen Asım Beyin) Cânâ rakibi handan edersin Ben binevayı giryan edersin Bugünlerde ünsiyyet etme Bana cihanı zindan edersin. Uşşak şarkı: (Hacı Faik Bey) Ruhum emelim kalbnezarım zedelendi Artık yetişir gönlümün âlâmı tükendi Maksat ne idi söz verişin söyle nedendi Vallahi yeter gönlümün alâmı tükendi Uşşak şarkı: (Hacı Arif Bey) Meyhane mi bu bezm-i tarap hanel cemmi Peymane mi bu efseri dürüri haşem ml Sâki mi bu nevbâde-i büstani cemalin Reşki çimenistan’ı hiyebanı irem mi Mir’at-ı musaffa mı değil cam-ü-şarabın İç gör ki safası neymiş âlem-i âbın Çekmez elemi mihnetini çarh-ı cihanın Pekçe sarılan dâmenine piri muganın Sûzinak şarkı: (Rahmi Beyin) Bir sıhrı tarab nağme-i sazındaki tesir Hep yarei seslerle eder ruhunu teshir Hicranzede sevdalan eyler bana tasvir Hep yaralı seslerle eder ruhumu teshir. Şarkı Sûzinâk: (Hafız Eşref) Günden güne efzun oluyor kahr-ı azabım Ey ömr-ü mükedder yürü azdır bu şitabın Mihnet çekecek hal ml var kalbi harabım. Ey ömr-ü mükedder yürü azdır bu ş şitabın. Şarkı Sûzinâk: (Hasan AliBey): Sen bezmimize geldiğin akşam neler olmaz Aşkın beni sermest ediyorken keder olmaz Bir anda bütün ruhumu birden yakışın var Karşımdaki alâma bedel dilheder olmaz Baygın vallâhi ne güzel ah bakışın var Karşımda, periler gibi nâlân bakışın var Ölsem de senin uğruna canım heder olmaz Sen saçlarımı ördüğün akşam sabah olmaz. 17 Mart 1932 her sene Çanakkale’de şehitlerimiz için okunan Mevlûdu Şerifte İstanbul’un mümtaz hafızları bulunmakta idi. O sene Atatürk’ün emirleriyle şehit Mehmet Çavuş abidesi önünde okunması muvafık görüldüğünden, beni huzurlarına çağırdı, bu seneki merasime riyaset etmemi söyledi. Ve İstanbul Müftüsü Hafız Fehmi Efendiye de Dolmabahçe Sarayından telefonla bildirilmişti. Hareketimizden bir gün evvel bu emri alıp programı tanzim ederek akşam saat altı buçukta Galata Rıhtımına yanaşmış olan Gülcemal Vapuruna gittim. Vapurun salonunda İstanbul’un mümtaz hafızlarından Sadettin Kaynak, Süleymaniye Baş Müezzini Hafız Kemal, Beşiktaşlı Rıza, Sultanselimli Rıza, Beylerbeyli Fahri, Aşir, Muallim Nuri, Burhan Hasan Akkuşi, Vâiz Aksaraylı Cemal Beylerle karşılaştım. Akşam saat yediye doğru Galata Rıhtımından ayrılan Gülcemal Vapuru hıncahınç dolu. kamaralar da evvelden tutulmuş, o kadar kalabalık ki Mevlûdhanlann bazıları güvertede sabahı ettiler. Gece yatsı namazından sonra vapurun salonunda iki hatmişerif okundu ve Mevlûd kıraat edildi. Altı hafızdan mürekkep bir heyet tarafından vapurun Kaptan güvertesinde okunan Salât ve Tekbir sadalan semaya yükseliyordu. Sabah saat dokuzda motorlarla Gelibolu’ya çıkıldı. Dört bir taraftan gelmekte olan kadın ve erkek bizi istikbal ederek tahsis olunan otomobillerle Mehmet Çavuş Abidesine gidildi. Açık bir ovadayız; zümrüt gibi yeşillik. Her taraf bayraklarla donatılmış ve misafirlere mahsus defne dallarıyla süslenmiş çardaklar yapılmış, ovanın ortasına kırmızı şanlı sancağımıza sarılmış bir kürsü vazolunmuştu. On hafızdan mürekkep bir heyet kürsünün etrafına toplandı. Hep bir ağızdan tekbir alındı, arkasından tevşih okundu ve sıra ile hafızlar kürsüye çıkıp Mevlûdu kıraat ediyorlardı. Tam Velâdet-i Peygamberi okunacağı zaman İstanbul’dan beri merasime riyaset eden Müftü Hafız Fehmi Efendinin tensibi üzerine: “ Yaşar Bey, buyurun Velâdet Bahrini siz okuyacaksınız.” diye söyledi. Kürsüye çıktım, boşladım okumaya. (Bir acep nur kim güneş pervanesi) mısraına gelince birdenbire bir fırtına koptu. Her taraf toz duman içinde kaldı. Zaten epeydir karabulutlarla kaplı gök, bütün bütün karardı. Arkasından müthiş... Bardaktan boşanırcasına bir yağmur... Kürsünün etrafında ilâhi ve tevşih okuyan hafızlar koşarak çardak altlarına sığındılar. Meydanda kimse kalmadı. Fakat ben Mevlûde devam ettim, sırsıklam olduğum halde yerimden kıpırdamadım. Beş dakika sonrada yağmur dindi, hava açıldı. Her taraf güneşlik, o zümrüt yeşil ovada şehitlerimizin kokuları esmeğe başladı. Mevlûd’de hitama erdi. Hatmişerifler kıraat edildikten sonra İstanbul Müftüsü Hafız Fehmi Efendi tarafından yapılan beliğ ve veciz bir dua ile merasim hitam buldu. Bundan sonra şehitlerimizin kabirleri ziyaret edildi ve nutuklar irat edildi. Tahsis olunan otomobillere binerek Gelibolu’ya geldik. Gelibolu’dan motorlarla Çanakkale açıklarında demirli bulunan Gülcemal Vapuruna binerek akşamüstüne doğru İstanbul’a hareket ettik. Ertesi akşam Dolmabahçe Sarayına gittim. Atamın huzurlarına kabul edildim. Çanakkale merasiminin tafsilatını verirken bu fırtına bahsine gelince, Atatürk o yağmur ve rüzgâra rağmen Mevlûda devam edişime o kadar mütehassis oldu ki., hiç unutmam, elini tekrar tekrar masaya vurarak: “Aferin hafızım, çok güzel yapmışsın. vazife başında iken taş yağarsa, insan yerinden kıpırdamaz. “ diye iltifatta bulundular. 1923, Atatürk Balıkesir’de Paşa Camiişerifi’nde ervahı şüheda için kıraat edilen Mevlûdu müteakip Atatürk bizzat mimbere çıkıp kesif bir cemaatin huzurunda şu hitabeyi irat buyurdulardı: Vatandaşlar; Allah birdir. Şanı büyüktür. Allahın selâmeti ve âtıfeti ve hayrı üzerinize olsun. Peygamber Efendimiz Hazretleri, Cenabı Hak tarafından insanlara hakkaniyeti tebliğe memur (Resul) olmuştur. Kur'an-ı-Azîmüşşanda insanlara feyz ve ruh verilmiş olan dinimiz son dindir. Ekmel dindir. Tevafuk ve tetabuk ediyor. Eğer akla, mantığa ve hakikate tefevvuk etmemiş olsaydı, bununla diğer kavanini tâbîayi ilâhiye beyninde tezad olması icap ederdi. Arkadaşlar; Cenabı Peygamberimiz mesaisinde iki daireye, iki haneye malik bulunuyordu. Biri kendi hanesi, diğeri Allahın evi idi, millet işlerini Allahın evinde yapardı. Asr-ı mübareklerinde iktifaen bu dakikada milletimizce hal ve istikbaline ait hususatı görüşmek maksadıyla bu dâr-ı kudside Allahın huzurunda bulunuyoruz! Arkadaşlar; Camiler birbirimizin yüzüne bakmak ve bizlerin yatıp kalkması için yapılmamıştır. Camiler, taat ve İbadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmak lâzım geldiğini düşünmek yani meşveret için yapılmıştır. Her ferdin zihni başlı başına faaliyette bulunması elzemdir, işte burada din ve dünya için ve istikbalimiz için, bilhassa hâkimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Âmâl-i milliye, irade-i milliye, yalnız bir şahsın düşünmesinden değil bilûmum efrad-ı milletin arzularının, emellerinin muhassalasından ibarettir. Benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsunuz serbestçe sormanızı rica ederim. Diye mimberden aşağıya inmişler ve muhtelif zevatlar tarafından irat edilen yirmiyi mütecaviz suali tesbit ettikten sonra cevaplarını vermişlerdir. Hutbeler hakkında ilk suale cevaben demişlerdir ki: “ Hutbeler hakkında irat edilen sualden anlıyorum ki, bugünkü hutbelerin tarzı milletimizin hayatı fikriyesi ile, lisaniyle ve ihtiyacatı mede niyesiyle münasip görülmemektedir. Hutbe demek nâsa hitap etmek, yâni söz söylemek demektir. Hitabenin manası budur. Hutbe denildiği zaman bundan bir takım mefhum ve manalar istimzaç edilmemelidir ki: Hazreti Peygamberimiz "Efendimizin ve gerek Hülefayı Râşidinin hutbelerini okuyacak olursanız, görürsünüz ki, gerek Peygamberimizin ve gerek Hülefayı Râşidinin söyledikleri şeyler, o günkü meseleler, o günkü askeri, idari, mali, siyasi ve içtimaî hususattır. Ümmeti İslamiyeyi tevsia ve memaliki İslâmiyye tevsia bağlayınca Cenabı Peygamberimizin ve Hülefaı Râşidin’in hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin irat etmelerine imkân kalmadığından halka söylemek istedikleri şeyleri iblâğa bir takım ehli olan zevatı memur etmişlerdir. Onlar Cami-i-şerifde ve meydanlarda halka söylerlerdi. Hutbeden maksat ahalinin tenvir ve irşadıdır. Başka bir şey değildir. İşte bu hutbeden anlaşılıyor ki ve kendileri de bizzat söylerlerdi. “ Mukaddes Mihrabı cehlin elinden alıp ehline vermek zamanı gelmiştir “ buyuruldu. Bundan evvelki hatıralarımda işaret ettiğim gibi Atatürk eski silâh arkadaşı Şükrü Naili Paşayı çok severdi ve takdir ederdi. Sık sık sofralarında bulundururdu. Ankara’dan İstanbul’a gelişlerinden birinde o gece Şükrü Naili Paşanın vefat haberini alınca Atatürk’ün gözleri yaşlandı. Bu teessür içinde beni huzurlarına çağırdı. Atatürk’ü bu kadar mahzun görmemiştim. Hatta sesinde bile bir titreklik vardı: “ Yazık oldu, Şükrü Naili’ye, kardeş gibi severdim, buyurdu Yaşar Bey, yarın sana bir vazife var, Şükrü Naili Paşa seni çok severdi. Yarın kabrinin başında (Yâsin) sûresini okuyacaksın “ dedi. O gece geç vakte kadar huzurlarında kaldım. Sarayda fasıl heyetini kabul etmedi, Saray bir matem havasına bürünmüştü. Sofrada sade Şükrü Naili Paşanın harb hatıralarını, değerli bir kumandan olduğunu ve meziyetlerini anlattı ve çok üzüldü. Erken yemek istedi ve huzurlarından ayrıldık. Ertesi sabah saat on birde Beyazıt Camisine gittim Şükrü Naili Paşa’nın sandukası top arabası üstünde şanlı bayrağımıza sarılmış olduğu halde merasimle getirildi. Ve namazı müteakip yine merasimle Edirnekapı Şehitliğine götürüldü. Ve defin esnasında Atamın emirleri veçhile kabrinin baş tarafına geçerek (Yâsin) sûresini okudum. Bilâhare kumandan paşalar tarafından nutuklar irad edildi. Ve merasime nihayet verildi. Atatürk’ün İstanbul’da o sıralarda bulundukları zaman Müdafaa-i Milliye Müsteşarı Derviş Paşanın vefatına da çok üzüldü. Akşam beni huzurlarına kabul etti. Kabri başında okunmak üzere şu güfteyi bana yazdırdı: “ Büyük Türk ordusu büyük bir kahramanını toprağa veriyor. Ulu Türk milleti değerli bir evlâdım toprağa veriyor Toprak bize dersin ki kıymetiniz bağrımda Yeni kahraman çiçekleri açacaktır Sükûn buluruz. Ancak o zaman gözlerimizin yaşı seni sular Bu güfteyi Atatürk bana yazdırdı: Ve şimdi besteleyiniz, Yaşar Bey, dedi. Ve Atatürkün emirleri veçhile Segâh makamından besteledim ve mersiye şeklinde okudum. Ziyadesiyle memnun oldu ve bana tekrar tekrar okuttu. Ertesi sabah saat on ikide Teşvikiye Camisine gittim merasimle getirildi ve namazı kılındıktan sonra Maçka Kabristanına merasimle gidildi. Atanın emirleri üzerine Derviş Paşanın kabrinin baş tarafına geçtim ilk önce (Sûre-i Kıyame) yi okudum, bilahare Atatürk’ün yazdığı mersiyeyi okuduktan sonra kumandan paşalar ve tarafımdan hutbe verildi. Akşam Saraya gittiğim zaman Atatürk beni çağırttı: “ Gündüzün nasıl okudun, burada da oku bakalım, burada da oku dedi Emirleri veçhile okudum tekrar okuttu ve güzleri yaşlandı. Derviş Paşanın İstiklal harbindeki meziyetlerinden ve kahramanlığından bahsetti ve fasıl heyetini çağırtmadı. Ziyadesiyle meyus idi. Yemeğin erken gelmesini emretti ve erken saatte huzurlarından ayrıldık Ramazan-ı Şerifin İkinci günü Atatürk Ankara’dan, Dolmabahçe Sarayına teşrif ettiler ve beni çağırttı. İstanbul’un tanımış mümtaz hafızlarının isimlerini sordu ve bir listesini yapıp vermemi söyledi. Hafız Sadettin Kaynak Beşiktaşlı Hafız Rıza, Sultan Selimli Rıza, Mevlûthan Kemal, Fahri, Muallim Nuri, Büyük Zeki, Burhan Beylerin isimlerini yazdım ve listeyi verdim. Hafız Fahri Hafız Burhan Hafız Kemal Hafızlar iki gün sonra, tekrar Dolmabahçe Sarayına geldiler. O gece Bolu mebusu Cemil Bey, hafızları alıp Maarif Vekili Doktor Reşid Galip Beyin odasına götü rdü. Itri merhumun bestelediği Segâh makamında olan Bayram Tekbirinin Arapçadan Türkçeye tahvili için meşk edilmesi teklif edildi. Bunun üzerine hafızlar ikişer ikişer ayrılarak (Allah Büyüktür) diye meşk etmeğe başlandı. O esnada Sultan Selimli Hafız Rıza Bey Cemil Beye hitaben: “ Efendim. (Türkün Tanrısı vardır) bu şekilde okunursa daha muvafıktır “ deyince, Cemil Bey: “ O halde arkadaşlar durunuz” , diyerek yanımızdan ayrılıp Atatürk’ün yanına gitti. Ve Atatürk’e izahat verdi. Biraz sonra Cemil Bey yanımıza geldi. Hafızları alıp Atatürk’ün yanına götürdü. Atatürk: “ Tekbirin tercümesi kararlaştırıldı mı? “ diye sordu. “ Evet efendim! ” “ Okuyun bakalım.” Dokuz hafız, lâhûti bir seste hep bir ağızdan (Tanrı Uludur, Tanrı Uludur) diye tekbir sadaları Sarayın salonunu çınlatıyordu. Beşiktaşlı Rıza Sultan Selimli Hafız Rıza Hafız Büyük Zeki Bunun üzerine Atatürk bu şekilde okunmasını daha muvafık görerek: “ Pek güzel, tebrik ederim arkadaşlar, “ diye iltifatta bulundu ve Cemil Beye emir vererek Bayram Namazında bu şekilde okunması için Diyanet Reisliğine bildirildi. O gece geç vakte kadar huzurlarında kaldık. Ve huzurlarından ayrılırken Atatürk: “ Yaşar Bey, siz kalınız “ dedi. Hangi Camilerde mukabele okuyorsunuz, diye sordu. “ Atam, Yerebatan Camiinde.” “ Yarın Cuma. Yerebatan Camiinde Kur'an-ı-Kerim tercümesini okuyacaksın “ dedi. “ Ama nasıl okuyacaksın, hele bir tecrübe edelim. Oku bakalım”, Okudum. “ Pek güzel “, dedi. O gece Atamın huzurlarında bulunan Maarif Vekili Doktor Reşid Galip ve Kılıç Ali Beylere hitaben: “ Yarınki sabah gazeteleriyle ilân ediniz. Yaşar Bey, Yerebatan Camiinde Kur'an-ıKerim tercümesini okuyacak, bu suretle Camide yapılacak merasime sizi memur ediyorum. Ertesi sabah, kalkar kalkmaz, gazetelerde, baktım ki hepsi (Hafız Yaşar bugün Yerebatan Camiinde Türkçe Kur’an) okuyacaktır balığıyla yazılmış havadisler... Aziz okuyucularım, bu yanlıştı, gazeteler durumu layıkıyla anlayamamışlardı. Okunacak (Türkçe Kur'an) değil, Kur'anın evvela Arapçası okunacak (Yasin) sûresi, sonra da tercümesi okunacak idi. Fakat bir kere yazılmıştı. Şimdi bunun ne şekilde olduğu ancak Camide okunduktan sonra mümkün olabilirdi. Nitekim öyle oldu. Atatürk'ün emirleri gereğince, Cuma günü öğleden evvel Yerebatan Camiine gittim. Mahşeri bir kalabalıkla karşılaştım. Pencerelere varıncaya kadar sokağı kaplıyan yüzlerce halktan Caminin içerisine girmek bile imkânsızdı. Komiser beyin yardımıyla güç halle içeriye girebildim. Caminin bir köşesinde şallarla tezyin edilmiş bir kürsü vardı. Kürsünün etrafında toplananlar, beni bekliyorlardı. Halk da gazetelerin ilân ettiği veçhile Türkçe Kur'an nasıl okunacak diye gözlerini bana dikmişler, birbirlerinin kulağına bir şeyler fısıldaya fısıldaya merakla yüzüme bakıyorlar. Sabırsızlanarak heyecanla yanıma yaklaşıp nasıl okuyacağımı soruyorlardı ve bende: “ Şimdi görürsünüz, acele etmeyin, sabredin, cevabını veriyordum. Bu esnada dışarıdan kuvvetli bir korna sesi duyulunca Camide ve dışarıda halk kaynaştı. Gazi Paşa geliyor, diye başlar o tarafa çevrildi ve ben de acaba diye bakarken Maarif Vekili Doktor Reşid Galip Beyle, Kılıç Ali Bey, Caminin içerisine girerek kürsünün etrafında ayakta durdular. Kürsüye çıktığım zaman, fotoğrafçılar telâşla resim alıyorlardı. Cemaat adeta nefes kesilmiş, hiç yerinden kıpırdamıyor, derin bir sessizlik içinde gözlerini benden ayırmıyorlardı. İlk önce bir gün evvel Atamın huzurlarında yaptığım bir şekilde Arapça olarak, (Bismillahirahmanirrahim) diye (Yâsin) sûresini nihayete kadar Çargâh makamından okudum. Vatandaşlar; on altıncı sûre (Yâsin) seksen üç âyettir. Mekkei Mükerreme’de nazil olmuştur. Evvelâ Besmeleişerifin tercümesi olan: (Müşfik ve Rahim olan Allah’ın ismiyle başlarım.) diye okumağa başladım. Hâkim olan Kuran hakkı için kasem ederim. (Ya Muhammed) sen tarik-i müstakime sevk eden Resulsün. Kur'an sana Aziz ve Rahim olan Allah tarafından nazil olmuştur. İlâh Seksen üçüncü ayetin sonunu da şöyle getirdim: ” Her şeyin hükümdar ve hâkimi mutlakı olan Allah’a hamdolsun. Hepiniz ona rucû edeceksiniz “ Yasin- şerifin tercümesi bu şekilde okunmakla hitap buldu ve buna müteakip Türkçe duaya başladım: “ Ulu Tanrım hak ve adaletle hareket edenleri sen pâyidar eyle. Cumhuriyet hükümetini ilâyevmilkıyam pâyidar eyle. Türk milletini sen muhafaza eyle. Şanlı Türk ordusunu ve onun değerli kahraman kumandan ve erlerini karada, denizde, havada, her veçhile galip eyle. Topraklarımıza bol bereket ihsan eyle. Çanakkale ve İstiklâl Harbinde şehit olan asker kardeşlerimizin ruhlarını şâd eyle. “ diye duaya hitam verdim. Kürsüden inerken halkın coşkun tezahüratı arasında, cemaat ellerini açarak: “ Allah Gazi Paşamıza tükenmez ömür ihsan buyursun “, diye dualar ediyorlardı. Yerebatan Camiinde, Cemil Salt Beyin Kur'an-ıKerim tercüme kitabını Atatürk bana hediye etmişti ve kitabın ilk sayfasında şu cümleler yazılı idi: “23-24-1932 Hafız Yaşar Bey’e eski hatıra: Gazi Mustafa Kemal “ İmzalan mevcuttur. Bu mukaddes hatırayı kütüphanemde iftiharla en büyük miras olarak saklamaktayım. Hafız Yaşar Okur Yerebatan Camisinde yapılan merasimin ertesi akşamı Atatürk beni huzurlarına kabul etti: “ yaşar bey işittiğime göre Yerebatan Camisi çok küçükmüş. Arkadaşlarını al, Cuma günü Sultan Ahmet Camisinde aynı merasimi tekrar ediniz. “ diye emir verdi. Arkadaşları haberdar ettim. Cuma günü Sultanahmet Camisine gittiğimiz zaman Caminin dış kapılarına varıncaya kadar halk hıncahınç dolu idi. Halk huşû ve sukun içinde on bin kişiden fazla cemaat vardı. Cuma namazından sonra hafızlar hep bir ağızdan (Tanrı Uludur) diye tekbir alınmaya başlandı ve cemaatte bize iştirak etti. İlk önce Cemil Sait Beyin Kur’anı Kerim tercümesinden birer sûre, hafızlar tarafından sıra ile okudular. Bunu müteakip Süleyman Çelebi’nin dört bahir mevlüdü kıraat edildi. Ve Fatih hatibi Hafız Şevket Efendi tarafından Türkçe olarak gayet beliğ ve müessir bir dua ile merasime nihayet verildi. Akşam Dolmabahçe Sarayı’nda Atatürk’ün huzurunda gündüz ki merasimin tafsilatını anlattım. Ziyadesiyle memnun oldular. Ertesi akşam hafızların Dolmabahçe Sarayına gelmelerini emretti. Akşam saat sekiz buçukta hafızlar Atatürk’ün huzurlarına kabul edildiler. Atatürk kütüphanesinden Cemil Sait Bey’in Kur’anı Kerin tercümesini getirtti ve hafızlara sıra ile okuttu. Atatürk, arkadaşlara, hangi Camilerde mukabele okuduklarını sordu ve hafızlar da okudukları Camilerin isimlerini beyan ettiler. Atatürk: “ Üstatlar yarın okuduğunuz Camilerde mukabelenin son sahifesini halka hitabe şeklinde tercümesini izah ediniz “ . Ve Atatürk’ün emirleri üzerine hafızlar hitabe şeklinde halka izah ettiler v Kadir gecesine kadar bu şekilde devam etti. 1922 senesi Kânunusani ve Şubat’a rastlayan Ramazanı şerifın yirmi altıncı gecesine tesadüf eden Kadir Gecesi Atatürk’ün emirleriyle Ayasofya Camiinde yapılacak merasim hakkında benden izahat istedi. Merasimde yapılacak programı hazırlayıp atama takdim ettim. Yatsı namazından evvel dokuz hafta arkadaşla Ayasofya Camisine gittiğimiz zaman daha erken saatlerde halk Caminin içerisine dolmuşlardı ve dış kapıları kapanmıştı. Komiser beyin delaletiyle güç hal içeriye girebildik. Yirmi bin kişiden fazla cemaat vardı. Herkes vecd içinde dua ediyor. Caminin içinde tıs yok. Müezzin mahfeline bin bir müşkülatla çıkabildik. Cemaatin ekserisi müezzin mahfeline hücum ettiler. İstanbul Müftüsü Hoca Fehmi Efendi’nin emirleri üzerine zabıta tarafından halkın müezzin mahfeline hafızlardan maada kimsenin çıkmalarına müsaade edilmedi. Teravih namazı ilâhi, tevşih âyn okunarak kılındı ve cemaat birbirlerinin arkasına secde ederek namazlarını kıldılar. Atatürk’ün Emirleriyle Kadir Gecesi Ayasofya Camisinde Müezzin Mahfelinde Resimde Görülen Hafızlar Hep Bir Ağızdan Tekbir Getirirken 1. Kur’an-ı Kerimden bir sûre 2) Süleyman Çelebi’nin Mevlûdu kıraat edilmekte iken tevşih ve âyn okuyan zevat şunlardı: Zakirbaşı Raşid, Arap Cemil, Kabakulaklı Ali, Hacı Şeref, Salâhaddin Bülbülzade, Salâhaddin Celal Efendilerden mürekkep idi. Birinci fasıl tevşih, güftesi (Kıblei ehli safa, oldu Cenabı Mustafa) İkinci: Bu can teşne visali hazrete; Üçüncü: Bir nazar kıl hâlime; Dördüncü: Alemler nura gark oldu. Muhammed doğduğu gece, Beşinci: Elmedet Ey fahr-i alem, gerçi isyanımda çok ve Süleyman Çelebi’nin Mevlûdü kıraat edilirken Mevlûdün aralarında bu tevşihler gayet parlak okunuyordu. Bundan sonra Cemil Sait Bey’in Kur’anı Kerim tercümesi okundu ve Duağû Hacı Faik Efendi tarafından beliğ müessir bir dua ile merasime nihayet verildi. Caminin her köşesine hoparlör konulmuş, radyo vasıtasıyla bütün dünyaya yayınlandı. Ertesi akşam Atamın huzurlarına kabul edildim. Atatürk: “ Yaşar Bey, tebrik ederim seni, çok güzel okudunuz, radyodan takip ettim, arkadaşları yarın akşam Saraya iftara dâvet et.” Ve Atamın emirleri üzerine arkadaşlara bildirdim. Saat yedi de Dolmabahçe Sarayına geldiler ve Atamın huzurlarına kabul edildiler. Sarayın üst kat salonunda gayet muazzam bir sofra tertip edilmişti. Merhum Atam da bizimle beraber sofrada iftar etmek lûtfunda bulundu. Ve bizlere büyük bir şeref verdiler. İftardan sonra Atatür’kün müsaadeleriyle sofradan kalkıp sıra ile Atatürk’ün ellerini öperek huzurlarından ayrılırken: Yaşar Bey, diye beni yanlarına çağırdı ve arkadaşları alıp Seryâver Beyin odasına gitmelerini emir buyurdu. Ve arkadaşları haberdar ettim. Seryâver Beyin odasına hep birlikte gidildi. Tanzim olunan cetvelde kendi isimleri sırasına imzalarını atarak Atatürk’ün ihsan ettiği iki yüzer lirayı aldılar. Ve tahsis olunan otomobillere binerek Dolmabahçe Sarayından ayrıldılar. 10 Kasım 1938. Sabah saat altı buçukta Aksaray’da evden hareket ettim. Eminönü’ne gelince, sokak başları hep kesilmiş, ortalıkta bir sükûnet var. Süngü takmış askerler sokak başlarında duruyorlar, halkı geçirmiyorlar. Dolmabahçe Meydanı mahşer gibi kalabalık, Sarayın kapışma güç hal ile yanaşabildim. Sarayın bekçilerinden Ömer Ağa kapının önünde durmakta idi. Kapıyı açmasını söyledim. “ Yaşar Bey, ben emir aldım. Kapıyı açamam “, deyince ne kadar ısrar ettimse fayda etmedi. Bizim bu münakaşayı gören ve Sarayın bahçesinde devriye gezmekte olan Komiser Muavini beni görünce kapıyı aralık yaparak beni içeriye aldı. Ve yanımda bulunmakta olan gazete muhabirleri ve fotoğrafçılar bilistifade içeriye girmeğe muvaffak oldular. Cümle kapısının önüne geldiğim zaman top arabasının durmakta olduğunu gördüm içeriye girerek yâver beylerin odasına gittim. Saat dokuza çeyrek kala mebuslar, vekiller ve kumandan paşalar kafile, kafile gelmekte iken bu sırada Diyanet Reisi Şerefeddin Yaltkaya otomobilin içerisinde başında sarığı olduğu halde geldi. Hemen karşıladım. Muhafız Bölüğü kumandan beyin odasına aldım. Bu sırada alt kat salonda bir faaliyet başladı ve Atamın cenaze namazı nasıl kılınacağını görüştük. Biraz sonra Diyanet Reisi Şerefeddln Yaltkaya ile harem kapısının alt kat Salonuna gittiğimiz zaman orta yerde mermer masanın, üzerinde İpekli sancağımıza sarılmış sevgili Atamın sandukasını görünce teessür içinde gözlerim yaşardı. Kumandan paşalar resmi üniformalarını lâbıs oldukları halde resmi tâzim ile Atamın sandukasının baş tarafında ve aya ucunda duruyorlar. Namaza başlanmak üzere iken Diyanet Reisi Şerefeddin Yaltkaya, Atamın sandukasının başına geçti ve arkasında ben de durmakta idim. Kesif bir cemaat, saf saf oldular. Namazın kılınmasını bekliyorlardı. Diyanet Reisi Şerefeddin Yaltkaya’nın işareti üzerine yüksek bir sada ile (Hazır olun namaza) diye seslendim. Namaza başlandı. Tekbirleri bitkin ve gözlerim yaşlı olduğu halde sevgili Atamın namazını kıldırdım. Namaz eda edildikten sonra yine kemali tâzimle kumandan paşalar elleri ve başları üzerinde Atamın sandukası top arabasının üzerine konuldu. Teşrifat Müdürü tarafından tertip edilen sıraya girildi. Sarayın bahçesinden yavaş adımlarla saltanat kapısından çıkarken güzergâhta ve ağaçların ve duvarların üzerlerinde binlerce halk, ağlıyor ve bağırıyor. Tâki Atamın sandukası top arabasının üzerinde ve şanlı sancağımıza sarılmış olduğu halde Sarayın kapısından çıkarken, halk şöyle bağırıyordu: Şerefeddin Yaltkaya (Sevgili Atam, nasıl geldin, nasıl gidiyorsun?. Bizi kime bırakıyorsun?) nidaları semaya yükseliyordu. Burada halk Atasını yakından görmek için ortalık birdenbire kaynaştı. Bayılanlar ve bağıranlar görülmekte idi. Süvari polisleri halkı sükunete davet etmeye çalışıyordu. Yavaş adımlarla Dolmabahçe, Tophane, Karaköy, Eminönü, Salkımsöğüt Caddesi yoluyla Sarayburnu Parkı içerisine girildi ve Sarayburnu İskelesine yanaşmış olan ganbota Atatürk'ün sandukası kumandan paşaların başlan üzerinde ganbota nakledildi ve Haydarpaşa açıklarında demirli bulunan Yavuz’a götürüldü. Yavuz ortadan kayboluncaya kadar halk ellerinde mendilleri olduğu halde gözyaşlarını siliyorlar ve Atasını selâmlıyordu. Yavuz kaybolunca halk mahzun ve meyus bir halde Sarayburnu İskelesinden ayrıldı. Milletine bağlı vatan mefkûresi taşıyan ve mucizeler gösteren eşsiz kahraman ve Türk milletinin öz evladı Atatürk ruhun şâdolsun!