atatürk ve türk musikisine ait bilinmeyen hatıralar

Transkript

atatürk ve türk musikisine ait bilinmeyen hatıralar
ATATÜRK VE TÜRK MUSİKİSİNE AİT
BİLİNMEYEN HATIRALAR
(RİYASETİ CUMHUR İNCESAZ HEYETİ
ŞEFİ HAFIZ YAŞAR OKUR’UN ANILARI)
BAKİ SARISAKAL
ATATÜRK VE TÜRK MUSİKİSİNE AİT BİLİNMEYEN HATIRALAR
(RİYASETİ CUMHUR İNCESAZ HEYETİ ŞEFİ HAFIZ YAŞAR OKUR’UN ANILARI)
On yıldır, İstanbul’da Dolmabahçe Sarayında,
Hânendegân ve Müezzzizanı Hazreti Şehriyaride
bulunuyordum. Saltanattan sonra, Hilafetin ilgası üzerine
1924 nihayetlerine doğru hükümetçe alman karar
gereğince, saraydaki orkestra, bando ve incesaz takımıyla
birlikte Ankara’ya gittik ve orada teşekkül eden
Cumhuriyet İncesaz Heyeti’nde hânendelik vazifeline
başladım.
Nuri Halil, Tamburi Hafik Refik Fersan ve Zühtü,
Udi Şevki, Fahri, Kemani Rıza ve Necabeddin, Kanuni
Vedat, Neyzen Sami ve Hânende Münir Nureddin, Nuri
Cemil, Abdülhalik, Hafız Mehmet Beylerden müteşekkil
olan bu incesaz heyeti, hepimiz öteden beri olduğu gibi
rütbelerimizin
üniformalarını
taşıyorduk.
Ben
Mülâzımievvel idim.
Ankara’da bizi, istasyondaki Muhafız Bölüğü’nün
bulunduğu binada, bir daireye misafir ettiler. Birkaç gün
istirahat ettikten sonra, bir akşam Çankaya Köşküne davet edildik. Hafız Yaşar Okur
Vatanı kurtaran Büyük Gazi’yi, hiç birimiz henüz görmemiş olduğumuzdan, tarif
edilmez bir heyecan ve sabırsızlıkla hazırlandık. Köşke gittik.
Gazi büyük salonda; Nuri Conker, Cevat Abbas, Salih Bozok, Kılıç Ali, Ali Cenani
Beylerle kumandanlar ve mânevi evlâtlarıyla oturuyordu.
Gayet resmi bir vaziyette, kemâli tâzimle huzurlarında durduk. Orkestra Şefi Zeki Bey
bizi birer birer takdim ederken, sıra bana gelince: ”Yaşar Beyi plâklarından tanırım.” diye
elimi sıkışlarıyle ilk iltifatlarına mazhar oldum.
Karşılanda gösterilen yerlere oturduk, işaretleri üzerine, evvelâ bir mahûr faslı yaptık,
takdirkâr bakışlarla dinlediler ve istedikleri şarkıları yazdıkları listeyi verdiler..
Bunun başında, Haşim Bey’in bestenigâr makamından:
“ Kaçma mecburundan ey âhuyu vahşi, ülfet et! “
“Gayri bu bigânelikten geç, vefayî âdet et “
“ Bezme gel sermestî hicrin neş'eyâbı vuslat et. “
“ Şarkı söyle, raksa çık, sâkilik eyle, sohbet et “
Şarkısı vardı. Bunu heyetçe çaldık, okuduk. Arkasından Dede’nin mahûr makamından:
“Gayrıdan bulmaz teselli, sevdiğim “
“Sendedir divâne gönlüm sendedir”
“Aşıka eyle teselli sevdiğim, amân “
“Sendeki divâne gönlüm sendedir” şarkısını söyledik. Bunun üzerine, Udi Şevki Bey
bir taksim yaptı. Gazi de, bana hitaben:
“Buyurun, bir gazel okuyun” emrini verince, derhal başladım:
“Ya Rab! Ne ekşilir deryâyı izzetinden”
“ Peymâne-i vücuda zehrâb katmasaydın”
“ Azâde ser olurdum asibi derdu gamdan “
“ Yâ dehre gelmeseydim, yâ aklım olmasaydı.”
Gözlerim, onda idi... Ben saraylarda, Sultan Reşad, Vahidettin ve son Halife
Abdülmecid huzurlarında da senelerce okumuştum. Hiçbirinde musikiye karşı bu yakın
alâkayı bu anlayışı görmemiştim. Gazi, içten geldiği beni bir hassasiyet ve hayranlıkla âdeta
mest. Dalgın dinleniyordu.
Gazel bitince. Asım Beyin rast makamından:
“Hâbgâhı yâre girdim arz içün ahvâlimi “
“Bir perişan halini gördüm, umuttum hâlimi “
“ Sâkinen icra ederken dide eşkî âlimi “
“Gözlerinde sinesinde gizlenen âmâlimi “
“Leblerimle topladım tebrik edin ikbâlimi “ şarkısını okuduk. Meğer çok sevdikleri
şarkılardan biri imiş. Bunu da dinledikten sonra, bu akşam ilk defa güzel bir musikiye
kavuştuklarından dolayı duydukları memnuniyeti belirtmek suretiyle, hepimize cihan değer
iltifatlarını ibzal buyurdular. Biz de ilk defa, musikiyi cidden anlayarak seven büyük bir millet
babasının huzûrunda bulunuşun şevkiyle dolmuş, olanca sanat aşkımızla çalıyor, okuyorduk.
Sıra, Faize Hanımın Şetarabân makamından:
“Bâdel vuslat içilsin kâse-i fağfurdan “
“Bir ilâhi neş'e doğsun nağme-i tamburdan “
“ Cuyler feryad ederken bahri durâdurdan “
“ İnlesin tamburu aguşu visâli yârdan “ şarkısına geldi ve bundan sonra Mahmut
Celâleddln Paşanın Hüseyni makamından:
“Sevdiğim cemâlin çünki göremem “
“Çıkmasın hayâlin dili şeydâdan “
“Bastığın yerlere yüzüm süremem “
“Alayım peyamın bâdı sebâdan.” ile, Şevki Beyin Nihavent makamından:
“ Dil seni sevmeyeni sevmede lezzet mi olur. “
“ Olsa da öyle muhabbetle hakikat mi olur “
“ Yekcihet olmazsa dilde muhabbet mi olur. “
“Aklanıp, sevmeyeni, can vererek sevmemeli “
“Aklım bâşına al, herkes için olma deli “ şarkılarına gelmişti.
Bunu da okuyup bitirdikten sonra. Gazi, Rumeli şarkılarından:
“Şahâne gözler, şahâne “
“ Hüsnüne yoktur bahâne “
“Efendim gönül eğlenmez aslâ “
“Akan sular şarab olsa “
“Uçan kaşlar kebap olsa “
“ Meyhaneler mesken olsa “
“ Efendim gönül eğlenmez aslâ.”yı okumamızı istedi. Bu şarkıyı bilmiyorduk. Kendisi
okudu. Eva makamından o kadar güzel okudu ki, hayretler içinde kaldık. Bundan sonra, yine
bizim bilmediğimiz bir Rumeli şarkısı daha okudu ve önünde duran nota defterimden bir
yaprak koparıp bu şarkının güftesini yazdı. Bana verdi. Hâlâ en kıymetli bir hâtıra olarak
sakladığım, büyük Atanın bu el yazısı şarkı şu idi:
“Atladım bahçene girdim, aman “
“Gülleri fincan gibi “
“Gerdanında üç beni var aman “
“ Her biri mercan gibi “
“Sarılalım, Sarmaşalım aman “
“İkimiz bir can gibi “
“Gel seninle kavl edelim, aman “
“Ya onu sev, ya beni “
“Bir tenhada buluşalım, aman “
“ Ya ondan geç, ya benden “
“Ya onun ol, ya benim “
Bunu da okuduk. Fakat bildiğimiz ve kendilerinden öğrendiğimiz Rumeli şarkıları
bunlardan ibaret değildir. Arka arkaya şunlarda vardı. Uşşak makamından:
“ Manastır’ın ortasında var bir havuz, canım havuz “
“Dimetoka kızları, hepsi de yavuz, içer çalar oynarız. “
“ Manastır’ın ortasında var bir kayık, canım kayık. “
“ Dimetoka kızları, hepsi de ayık, çalar içer oynarız.”
Hicaz makamından:
“ Pencere açıldı. Bilaloğlu’nun piştovu patladı “
“ Varın bakın kanlı da Bilal, yine kimi sakladı.”
“ Ben sana varmam Bilal oğlan “
“Yedi yıl karşımda dursan yine sana yalvarmam “
Vardar şarkı:
“ Mayadağda kalkan kazlar “
Al topuklu beyaz kızlar “
“ Vardar Ovası, Vardar Ovası “
“ Kazanamadım rakı parası “
“ Vardar akar lüle lüle “
“ Yârim gelir güle güle “
“ Pınarbaşı ben olsaydım “
“ Yâre sadık ben olsaydım “
“ Eyvah, eyvah neler oldu. “
“ Barlan bana keder oldu “
“ Vardar Ovası, Vardar Ovası “
Bunları okurken, saz heyeti de hafif hafif terennüm ediyor, biz de hayretler içinde, bu
kadar güzel okuyuşa lâlüebkem bakakalmış bulunuyorduk.
Hayretimizi sezmiş olacak ki, musikiden bahsederek, Selanik ve Manastır’da tahsilde
bulunurken, hafta izinlerinde muntazaman saz mahfillerine ve bu arada Mevlevi ayinlerine
gittiklerini anlattılar.
Nihayet, dinlenmek üzere, sofraya oturduk. Yendi, içildi, sofradan kalkarken:
“ Karadeniz, Karadeniz gelen düşman değil, biziz “ i çalmamızı istediler. Çaldık ve
hep beraber söyledik. Bunu müteakip:
“Yılmaz çelik ordularla biz “
“ Yıldırımlar saçan bir cihanız “ okudular, biz de iştirak ettik. Vakit de hayli geçmişti.
Birer birer ellerini öperek veda ederken, gayet samimi, nazik ve güler yüzle hepimize;
arkadaşlar, hitabıyla çok memnun olduğunu söyleyerek teşekkür edişi, bizi ihya etti.
Ayrıldık amma, bu birkaç saatin verdiği hisler içinde, ah, hemen yine çağırsa...
demekten kendimizi alamıyorduk. Kapıda otomobiller bekliyordu. Atatürk’de, balkondan,
munis ve nüktebesim çehresiyle, uğurlar gibi, bize bakıyordu.
O anda, gayriihtiyarî, saray günlerini hatırladım. Biraz evvel de dediğim gibi,
hükümdarlar musiki dinlemesini bile bilmezlerdi. Âdet yerini bulsun diye, hem de bizden
fersah fersah uzakta, dinler görünürler, sonra da küçücük bir takdir ve iltifat şöyle dursun,
yemeğimizi bile kışlada yiyerek gider, sabaha kadar çalar okurken birer kahve ile limonatadan
başka bir şey görmez ve şafak vakti Aksaray’daki evime, tramvay bile bulamayarak, yaya
dönerdim. Bir de, burada, Büyük Ata'nın bizi sofrasında izaz ve ikramla, yedirip içirerek ve
iltifatlara gark ederek, yakın misafirleri gibi ağırlayıp, uğurlayışını düşündükçe gözlerim
yaşarıyordu.
Çankaya’da, Atatürk’ün huzurunda geçen ilk gecemizden sonra biraz da istirahat ettik.
İki gün sonra, köşke davet edildik. Emrimize tahsis edilen otomobillere binerek gittik. Bu
gece, başka misafirler vardı. Atatürk onlara beni göstererek. “ Yaşar Bey çok güzel okuyor “
diye, yine iltifatta bulundu. Bu sefer için hazırlamış olduğumuz programı kendilerine takdim
ettim: “ Mahur faslı –İsmail Dede’nin bestesi, Mehmet Beyin ikinci bestesi, Dede’nin Yrük
semaisi ve saz semaisi “ Dikkatle okudu, muvafık buldu. Bizde çaldık, okuduk.
Bu fasıl bitince, buyurun diye büyük bir nezaketle beni yanına çağırdı. El indeki
kalemle Hüseyni’den şu, Süznâk’tan bu diye istediği şarkıları yazdı. Bunların başında
merhum şevki bey’in şu şarkısı vardı:
“ Ruhum, emelim, kalbi nezarım zedelendi. “
“ Artık yetişir gönlümün âlâmı tükendi. “
“ Maksat ne idi, söz verişin ne idi. “
“Vallâhi yeter, gönlümün âlâmı tükendi. “
Baktım yepyeni bir şarkı. Kulağıma çalınmışlığı var ama doğru dürüst ilk defa
görüyorum:
“ Paşam, bunu bilmiyoruz. “ dedim. Gülümseyerek, sofrada bulunan Tahsin Özer’e
dündü:
“ Sen bilirsin bu şarkıyı. Oku da dinlesinler! “ dedi. Fakat onu yalnız bırakmadı,
kendide katıldı, birlikte okudular.
Arkasından, Selanikli Ahmet Bey’in Hicazkâr makamından:
“ Dilerse gönlüm şâdkâm olsun, diler gönlüm hazin olsun “
“ Bana şimden geru lâzım değil, dil gâmübin olsun “
“ Benim zulmettedir gönlüm görünmez çeşmime âlem “
“ Gözüm yok, mihrü mahında felek benden emin olsun “
“ Bu türlü iftiraka can tahammül eylemez yoksa. “
“ Meğerki zâhidi biçareye Allah mu'in olsun “ şarkısını okumağa, evveli kendi başladı,
biz de katıldık.
Fevkalade güzel okuyordu. Esasen şarkılarda olsun, gazellerde olsun güftelere, vezne
çok dikkat ediyor, her hal ve hareketiyle canlı canlı, elleriyle de tempo tutarak, çok muvaffak
oluyordu. Hele Fuzuli, Nedim gibi büyük şairlerin güftelerine, son derece ehemmi yet veriyor,
bana yazdırıp tekrar tekrar okutuyordu.
Çok bağıranı sevmezdi. Bilhassa klasik Türk musikisinin tam manasıyla ehli, meftunu,
aşığı idi. Billhassa Rast ve Segâh makamlarını tercih ederdi. Bu makamları diğerlerine tercih
etmesinin sebebi herhalde, bu makamların pes perdeli, yani yorucu olmayışlarıydı. Aynı
zamanda, herhangi bir faslın uzun uzadıya devamını istemezdi. İkinci şarkı da bitince, Udi
Şevki Bey ile beni yanına çağırdı ve hala kulaklarımda çınlayan tarif edilemeyecek kadar içe
işleyen sıcak ve gür sesiyle okumaya başladı: “ İçeeliim. Her muhabbetin Muutlaak ölmeyen
bilir hayaatı vardır ki, mevecaatı muhaaasini âalem onaaa geehvarei terennüm olur. “
Hepimizi gaşyeden, bu taklidi imkânsız şahane okuyuşta öyle bir hitabet kudreti vardı
ki, hâla, inanın hâla tesiri altındayım.
Bunu okuduktan sonra, salon bir müddet sessizlik içinde kaldı. Herkeste büyük
Ata’nın hitabesinin aksi sadasını duyuyor da kulak veriyormuş gibi bir hal vardı.
Kendimize gelir gibi olunca bana: “ Bu okuduğumu yaz ve gazel olarak oku “ dedi.
Yazdım. Hüzzam makamından okudum. Fevkalade memnun oldu ve tebessümle iltifat etti.
Ya ben? Onun böyle memnuniyetini gördükçe, sevinçten kabıma sığamazdım. Hele,
gittikçe samimileşerek bize karşı öyle babaca bir şefkat göstermeye başlamıştı ki, sofrasında
bile bir ayrılık olmasını istemez, ne yer ne içerse bize de onları ikram eder, en yakın
arkadaşlarından farksız tutardı. Ahh. Anlatılamaz ki… Ne kadar severdik onu. Neden bütün
varlığımızla bağlanmıştık. İmkânı yok bunu kelimelerle anlatamam.
İşte bu minval üzerine haftada iki akşam Çankaya’da toplanır, çalar ve söylerdik.
Çok defalar, Atatürk’ün pek sevdiği şafak vakti ayrılırdık.
1926 Kasımı’nın 24. Perşembe akşamı idi. Çankaya Köşkü’nden Seryâver Resuhi Bey
bana telefon etti: “Atatürk’ün emirleri var. Yaşar Bey tam grup fasıl heyetiyle gelsin
buyuruyorlar, “ dedi.
Biraz sonra, Kışlanın önüne açık bir otomobil geldi. Ufuktan yağmur da başlamıştı.
Arkadaşların bazıları şehre inmiş olduklarından, beklemek icap etti.
Nöbetçi zabitini koşturarak onları buldurdum amma, hepsi gelinceye kadar bir saat
geçmişti. Bu esnada Köşkten; acele gelsinler diye tekrar telefon ettiler. Sıkı bir rüzgâr
esiyordu. Derken kar da başladı. Tipiye çevirdi. Her taraf bembeyaz kesildi. Kışladan hareket
ettiğimiz zaman tipiden göz gözü görmüyordu. Biz de kara bulanmıştık, üstümüz başımız,
kaşımız gözümüz kar içinde Köşke vardık. Biraz silkinip salona girdiğimiz zaman, ıslanmış
ve soğuktan morarmış halimizi gören büyük ve müşfik Ata, elleri cebinde yanımıza yaklaştı:
“ Geçmiş olsun Yaşar Bey “ diye hatırımızı sorarak, Ağasi Necip Efendiye de: “ Niçin
açık otomobil günderdin?” diye darıldı.
O gece davetliler arasında Balıkesir’den gelmiş. Atatürk’ün samimi arkadaşlarından
kumandan Ali Hikmet Paşa da vardı. Ali Hikmet Paşa, musikiye pek meraklıydı. Hatta
Balıkesir’de bir müzik yurdu da kurmuştu.
Atatürk, beni sitayişkârane cümlelerle iltifatlarda bulunarak tanıştırdıktan sonra,
Paşaya sordu:
“ Hangi faslı arzu ediyorsunuz? “
“ Efendim siz emrediniz “
“ Hayır, misafirimsiniz. Siz söyleyin. “
“ O halde, Tahir buselik faslı olsun.” Cevabını veren Ali Hikmet Paşa bana da gayet
nazikâne bir tavırla:
“ Yaşar Bey lütfederler.” diye başıyla tamamladı. Böylece programı Tahir buselik
peşrevi ve beste ağır semai ve saz semaisi olarak tertipleyip icra ettik.
Atatürk pek neş'eli idi. İkinci programı bizzat, kendisi şu şekilde tertip etti:
1. Uşşak şarkı: Meyhane mi bu, bezmi harabhanei cem mi?
2. Ruhum. Emelim.Kalbi nezarım zedelendi.
3. Cânâ rakibi handan edersin.
4.Gazel: Yeter artık çeker oldum şu cihanın gamını.
5.Bâdel vuslat içilsin, kasei fağfurdan
6. Mani oluyor halimı takrire hicabım.
7. Atladım bahçene girdim.
8. Şahâne gözler, şahane.
Bunları da çaldık, söyledik. Atatürk: “ Arkadaşlar yoruldunuz, istirahat edin. Biraz da
yiyelim, içelim “ dedi.
Sakarya Harbi’nden bahis açıldı. Bir saat sürdü o gece. Maarif Müdürü Necati bey’de
vardı. Atatürk o kendine has tatlı bakışıyla bana:
“ Yaşar Bey. Aydın Zeybeğini unuttuk mu? “ diye Necati bey’i işaret etti. Biz zeyb eğe
hazırlanırken Arap Nesib Efendiyi çağırdı: “ Bak bakalım tipi dindi mi? “ dedi
Nesib Efendi pür telaş gidip geldikten sonra, o sıcak salonda üşüyormuş gibi büzülmüş
bir halde: “ Aman efendim görmeyin dışarısı bir kıyamet. Köşkün kapısı bile karla
örtülmüş,“deyişine kahkahalarla gülen Atatürk, Necati Beye döndü:
“ Oğlum Necati... Zeybek havası seni bekliyor, haydi bakalım, göster kendini!.”
buyurdu. Necati Bey kalktı, ceketini çıkardı. Tam bir zeybek edasıyla gidip, Atatürk’ün elini
öptü. Ve raksa başladı. Hakikaten çok güzel oynuyordu. Atatürk de takdirkâr nazarlarla ona
bakarak, ara sıra:
“Haydi arslanım, haydi!” diye el çırpıyordu. Nihayet, yorulduğunu hissederek. kâfi,
diye faslı durdurdu.
Bu sırada Ali Hikmet Paşa bir musiki bahsi açtı, usun uzadıya bu mevzuda konuşuldu
ve sonunda, Ali Hikmet Paşa’ya sordu:
“ Paşa... Bizim faslı nasıl buluyorsunuz? “
“ Arkadaşlar hep üstad maşallah. Tabii çok güzel efendim “
“ Sizin musiki yurdu ne alemde?”
“Çalışıyorlar.. Sayenizde ilerliyor... Daha da iyi olacak Atam. “
Musikiyi, hakikaten ruhun gıdası addeden Atatürk, herkesin aynı kanaatle musikiye
karşı alakalanarak, nimetinden faydalanmasını isterdi. Hele bu gece, musikiye doymuyordu.
Udi Şevki Bey’le beni yanına davet etti. Ve yine musikiden bahsederek:
“Türk musikisi Sanayii Nefise’dendir. Bilhassa üstadiar elinde. lâyık olduğu mevkii
bulmuştur. Bu meyanda bizim Şef Hafız Yaşarın da büyük himmet ve gayreti görülüyor “
diye. Maarif Vekili Necati Beye:
“Hafızımızın şevkini arttırmamız lâzım... Canla başla ömrünü vakfettiği musikimize
yaptığı hizmetlere mükâfaten hars bütçesinden şimdilik altı yüz lira vermenizi muvafık
görüyorum “ buyurdu.
Necati Bey’de ayağa kalkarak: “ Emredersiniz “ deyince, Atatürk gülümseyerek:
“Yaz yaz defterine yaz, unutma., göreyim.” diye lâtife etti. Amma, yazdırdı. Ve yemek istedi.
Necati Bey de, bana: “ Yarın sabah dokuzda Vekâlete buyurun.“ dedi.
Yemeğin sonundu, Atatürk, yine pürneş'e, bana hitap etti:
“ Yaşar Bey!. Abdülhak Hamid’in, Makberi’ni okusak... Hani şu her yer karanlık.”
Aynı zamanda, emretti, elektrikleri söndürdüler. Yalnız bir lamba yanıyordu. O loş ve
derin sessizlik içindeki salonda. Ata’nın içinden iştirak ettiğini de hissederek, okumağa
başladım:
“ Her yer karanlık, pür nur o mevki
Mağrip mi, yoksa makber mi Yarab?”
Biraz sonra, sofradan kalkıldı. Ellerinden öperek, huzurundan ayrıldık. Misafirler
otomobillerine bindiler, gittiler. Biz salonda istirahat etmekte iken, Atatürk güründü.
Beklediğimizi görünce, Nasib Efendiye çıkıştı:
“ Niçin beyleri bekletiyorsun?”
“ Paşam otomobillerin hepsi hizmette... Şimdi gelirler. “deyince:
“ Derhal benim otomobili verin... Bekletmeyin, yatsınlar, sabah oluyor. “ buyurdu ve
biz köşkten çıkarken, o müthiş kara ve vaktin geçliğine rağmen, bizimle alâkadar olarak,
otomobile binişimize kadar pencereden bakıyordu.
Sabahleyin Maarif Vekâletin’e gidişim on buçuğu bulmuştu. Çünkü Köşkten geç
vakit, şafak sökmek üzere iken ayrılmıştık. Halbuki Maarif Vekili Necati Bey dokuzda
Vekâlete gitmiş, beni beklermiş. Görür görmez sordu:
“Nerede kaldın?”
“ Ne bileyim efendim, bu kadar erken geleceğinizi tahmin etmemiştim...”
Osmanlı Bankasına yazmış olduğu 600 liralık çeki sundu. Gittim. Bankadan parayı
aldım. Kışlaya dönünce de, arkadaşlara tevzi ettim.
Ertesi akşam, Çankaya’ya çıktığım zaman, Atatürk’ün ilk sözü:
“Yaşar Bey... Necati Beyden parayı aldın mı? “ oldu.
“ Evet Paşam... Aldım, sağ olun; teşekkür ederim. “
Güldü: “Eh... Öyleyse, bu akşam daha neşeli okursun, değil mi? “ dedi.
“ Paşam yalnız ben değil hepimiz neşeliyiz. Parayı arkadaşlara dağıttım.” deyince,
yanıma yaklaştı, ah... Hiç unutmam, o müşfik haliyle:
“ Aferin Hafızım, bravo! “ diye sırtımı okşayarak, ilâve etti:
“ Sizin için, daha neler düşünüyorum.” .
Nitekim bir müddet sonra, binbaşılığa terfi ettirdi. Maaşım da dört bin kuruşa çıktı. O,
bunu da az buluyordu. Çok geçmeden, 1931 Eylülünde yorgunluk ve rahatsızlık dolayısıyla
kendi isteğim ve onun muvafakatiyle emekliye ayrıldığım zaman, maaşımın eski kanuna göre,
kifayetsiz olduğunu görünce, (Yaşar Beye her ay yüz lira veriniz.) diye İş Bankasına emir
vermek lütfünde bulundu. Fakat... Kaydı hayat şartıyla ihsan ettiği bu aylığı, ufulünden sonra,
kestiler.
Atatürk, Klâsik Türk Musikisine olduğu kadar, dini musikimize de büyük bir ilgi
gösterir, bunun da halk yığınları arasında yayılıp, revaç bulmasını çok isterdi. Bizzat şahidi
olduğum hakikatleri tarih sayfalarına tevdi maksadıyla bu mevzudaki hatıralarımı da
açıklamayı bir vicdan borcu sayıyorum.
Bugünlük yalnız, dini musiki bahsinde şu kadar söyleyebilirim ki, Atatürk, Ramazanı
şerifte bir ay Çankaya köşkünde incesaz faslını kabul etmezlerdi. İlk Ramazan’da, beni
huzuruna çağırmış:
Hacıbayram Camiinde mukabele okuyacaksın. Ramazan müddetince fasıl yok.
Maiyetindeki hafızları da diğer Cami ve mescitlere dağıt, onlarda aynı şekilde ramazan’da
bulundukları mabetlerde ervahı şühedaya hatmişerif okuyacaklardır. Bu işleri muntazam bir
suretle tertip et “ buyurmuştu.
Böylece Ankara Camileri o sırada İstanbul’da bile görülemeyecek derecede, güzel
sesli hafızların nağmeleriyle dolup taştı.
Halk, hatta köylerden, civar kasabalardan bile fevç fevç gelirdi. Bu arada bir gün. beni
huzuruna davetle:
“ Bir Kuran oku bakayım.” demişti.
Sûrei Esrâ’dan bir sayfa okudum. Derin bir müşahedeye vardı. Sessiz sedasız, dalgın
ve gözleri yaşara yaşara dinliyor, âdeta kendinden geçiyordu.
Atatürk’ün gösterişten sunilikten, yapmacıklardan katiyen hoşlanmadığını
samimiyetsizlikten nefret ettiğini bilenler, bu hassasiyetinin sâfiyetini de elbette takdir
ederler. Esasen, olduğundan başka türlü görünmeğe ihtiyacı mı vardı?
Bir gün de:
“Mevlûd’den bir bahis oku.” buyurmuştu.
Süleyman Çelebisin meşhur Mevlûdundan:
“Amine Hâtûn Muhammed anesi
“Ol sedeften doğdu ol dürdanesi “
“ Çünki Abdullah’tan oldu hâmile “
“Vakt erişti hafta ve eyyamile “ diye başlayarak, vilâdet bahrini sonuna kadar rast
makamından okudum. Pek beğendi, mütehassıs oldu ve:
“ Herkes bunu böyle okuyamaz. “ diye, ne zamandan beri Mevlûd okuduğumu ve
hafızlığınım tarihini sordu:
“Paşam, on iki yaşında hıfzı ikmal ederek, Aksaraylı meşhur Âmâ Hafız Hasan
Efendiden dini musikiyi meşke başladım. Aynı zamanda mektebe de devam ediyordum. On
yedi yaşında de Harbiye Nezareti vezne mümeyyizlerinden Nakşi Efendiden Klâsik Türk
Musikisi dersleri alarak rast, uşşak, hicaz, mâhûr fasıllarını meşkettlm ve aynı z amanda, yine
o yaşta iken Enderunlu Hafız Hüsnü Efendiden de, işte bu Süleyman Çelebi’nin Mevlûdunu
öğrendim. Defter-i Hâkani Nazın Ziya Paşa’dan da Neva ve Nişaburek fasıllarını meşkettim.
Yirmi bir yaşında da Padişahın Serhanendesi İsmail Hakkı Bey’den yirmi kadar klâsik
fasılları meşkettim.”
Atatürk, bu üstad hocalarımdan sanki kendi
feyzalmış gibi hepsini takdirle yâdederek:
“ Ruhları şâdolsun.. Emekleri boşa gitmemiş...
Şimdi böyleler nerede? “ diye, musikimizin üstadsız
kalmak tehlikesine maruz bulunduğuna işaret ederek,
buna da bir çare bulunmasını düşündüğünü ihsas etti.
Hatta manevî evlâtlarından Nebile Hanımada, Yâsin
okutmayı pek severdi.
Atanın Manevi Kızı
Nebile Hanım
Nebile Hanım, sesi güzel olduktan başka, Beylerbeyi Bedevi Dergâhı Postnişini
merhum Şeyh Sait Efendi’nin torunu olarak da, küçüklüğünden beri dini musiki ile ülfet etmiş
bulunduğundan, o muhrik ve hazin sesiyle çok güzel okurdu. Atatürk’de dinler ve gözleri
yaşarırdı.
Bilhassa Süleyman Çelebi’nin yazmış olduğu öz Türkçe Mevlûdun: ” Buna bir kalem
karıştırmamalı. Safiyetine katiyen halel getirmemeli, bu yıllardan beri eşsiz kalmış bir
şaheserdir.” diye, üstüne titrerdi.
Cemil Said’in Kuran tercümesi üzerinde de çok dururdu. Bu tercümeyi okuttuktan
başka, asıl Arapçası ile karşılaştırır, ufak tefek hatalarını buldukça, erbabından sorup
inceleyerek tashih ettirirdi.
Saz heyetine dahil ve saraylar devrinden beri Dede lakabıyla anılan meşhur Neyzen
Sami’de (en yüksek perde) mansur ney'i ile mükemmelen refakat ediyordu. Hayli yaşlanmış
oluşuna rağmen sanatının cidden ehli olan Sami Dede’yi Atatürk çok takdir eserdi ve çok
severdi. Hele bir gece pek neşeli olan Atatürk Sami Dede ile beni sofralarına kabul
buyurdular. Atatürk benden gazel istedi. Ve Neyzen Sami Dede de mansur ney'i ile bana
iştirak etti. Atatürk ilk önce gazele başladı ve şu güfteyi okudu. (Ben şehidi bâdeyim dostlar
demim yâd eyleyin) ilâh ve gözüyle bana işaret etti ve gazeli nihayetine kadar okudum.
Atatürk mütemadiyen alkışlayarak bizi iltifatlara gark ediyordu. Fasıl da gayet parlak
çalınıyor ve okunuyordu.
Geç vakitlere kadar böyle sürdü. Yorulmuştuk ama Atamızın huzurunda her zaman
olduğu gibi yorgunluğu da, dünyayı da unutmuştuk. Sabaha karşı Atatürk Sami Dede’yi ikinci
defa olarak yanına çağırdı. Sami Dede çalmaya başladı. Atatürk Sabahiden bir taksim,
arkasından Mevlevihane peşrevini istedi. Dede Sami gayet mahirane bir taksim ile
Mevlevihane peşrevini çaldı. Atatürk ziyadesiyle mütehassis oldu. Ve musikiden bir bahis açtı
ve bu arada Sami Dede’nin kimlerden meşkettiğini sorup öğrendi. Atatürk: “ Hocalarınız sağ
olmalıydılar da şimdi sizi dinlemeliydiler. Çok güzel çalıyorsunuz “ deyince, Sami Dede’nin
gözleri yaşardı. Sami Dede heyecan içinde, bu hali gören Atatürk meyus oldu. Sami Dede
söze başlayarak: “ Sevgili Atam. Sizin huzurunuz kimi mütehassis etmez ki. Ben yirmi
senedir çalarım..Fakat sizin karşınızda sazım bile bir başka hale geliyor, o bile coşuyor.
Serapa sanat kesiliyor, iltifatlarınız bizim gibi mütevazı sanatkârlar için en büyük kuvvettir.
Siz bütün millet gibi bizim de kuvvet ve ilham kaynağımızsını” diyerek ney'ini önüne koydu
ve gözleri yaşlandı. Bunun üzerine Atatürk. “ İstirahat ediniz”, dedi, yarım saat istirahat
ettikten sonra, Atatürk’ün pek sevdiği uşak makamından (Câna rakibi handan edersin)
şarkısını Atatürk okumağa başladı ve biz de refakat ettik ve diğer sevdiği şarkılardan
bazılarını okudu ve Atatürk Nesib Efendiye emretti: “ Yemek gelsin” , buyurdular. Yemekten
sonra Atatürk sofradan kalktı ve sıra ile hepimiz ellerini öperken Sami Dede, Atatürkün elini
öpüp. Atatürk’ten rica etti. İstanbul’daki ailesinin rahatsızlığı dolayısiyle Atatürk Sami
Dedeye bir ay mezuniyet verdi ve maddi taltifte bulundu.
19 Mart 1928 senelerinde Riyaseti-cumhur orkestra heyeti şefi Zeki Beyin riyasetinde
Türkocağı’nda haftada bir gece halka konserler verilmekte idi.
Atatürk. Türk Musikisinin varlığını göstermek ve Ankara halkının ziyade hahişger
olduğu Atatürk’ün incesaz heyetini dinlemek için bazı makamata müracaat edilip ve
Atatürk’ün müsaadeleriyle Türkocağı’nda (Klâsik Tarihi Musiki) konserleri verilmesi halk
tarafından arzu ediliyordu. Hâlbuki Atatürk bu vaziyeti zaten düşünüyordu ve söylerlerdi. Bir
akşam huzurlarında bulunduğum sırada: “ Yaşar Bey, Zeki Bey Türkocağı’nda orkestra ile
konser vermektedirler ve sizin de haftada bir gece Perşembe akşamları konser vermenizi
muvafık gördüm. Bir program tertip edip çalışınız, konserlere devam ediniz,” buyurdular.
O büyük eşsiz kahraman Atatürk diyordu ki Ankara memurlarının bu sıcak havalarda
vazife başında bunalmış bir vaziyette bulundukları tabiidir.
Bunun içindir halk zihinlerini dinlendirmek ve yorgunluklarını musiki ile izale etmek
ve halkın musikiye ihtiyacı olduğuna kaniim. Bunun içindir ki sizler de konserler veriniz.
Atatürk’ün emirleri üzerine Perşembe günü akşamları Türkocağı’nda ayrı ayrı
programlarla fasıl tertip edip konserlere başladık ve iki gün evvel bütün Ankara gazeteleri
büyük başlıklarla bu konseri ilân ediyorlardı. Akşam dokuzda konsere başladık. Müthiş
kalabalık, halkın oturacak sandalye bulamayıp pencerelerin içerisinde ve bahçede ayak
üstünde durdukları görülmekte idi. Ve konserin hitamında fasıl heyeti otomobillere binerek
Çankaya’da Atatürk’ün huzurlarında aynı programla fasıl geç vakte kadar icrayı âhenk ederdi
ve Atatürk ziyadesiyle mütehassis olurlar ve ayrı ayrı teşekkürlerini sunarlardı.
Ankara’da Tarihi Türk Müziği Konserlerinin Verildiği Günlerden
İşte o yüce kahraman Türk milletini çok seven ve hal km istirahatım düşünen müşfik
bir baba idi.
İstanbul’dan bazı tanınmış şahsiyetler, aileleriyle birlikte Ankara’ya Atamızı ziyarete
gelmişlerdi. O gece, bu davetliler şerefine ziyafet vardı.” Fasıl heyeti tam bir gurupla gelsin “
diye telefon ettiler.
Köşke vardığımız zaman, çiçeklerle bezenmiş mükellef sofranın bir metre kadar
yakınında, saz heyetine mahsus bir sofra kurulmuş olduğunu gördüm.
Saza başlamadan evvel, istirahat ederek, yeyip içmemizi emretmek lûtfunda bulunan
Büyük Ata, kendine mahsus olan kırmızı ve yeşil uçlu sigaraları da paket paket önümüze
koydurdu.
Bir müddet sonra, başını bize çevirerek bana sordu:
“Yaşar Bey; bu akşam faslımız nedir?”
Yerimden kalkarak, hazırlamış olduğum programı takdim ettim. Gözlüğünü takarak,
okudu: “ Pek güzel” dedi.
Fasla başladık. Faslın hitamında bu arada, sofrada bulunan. Avrupa’dan henüz avdet
etmiş olan Hariciye Vekili Tevfik Rüşdü Aras’da. seyahat hatıralarını anlatırken, Atatürk’e
getirdiği kravattan; bir kutu içinde takdim etmişti. Atatürk kutuyu açtı. Kravatları çıkardı,
birer birer misafirlerine dağıttı. Kutu boşalınca, gözü bana İlişti:
“Eyvah, Yaşar Beyi unuttuk Oldu mu şimdi bu? “ diye, manevî evladı Nebile’yi
yanına çağırarak kulağına bir şeyler söyledi.
Nebile de salondan çıktı. Birkaç dakika sonra bir kutu getirdi Ataya verdi, Ata:
“ Gel bakalım Yaşar Bey. Kısmetinde olanın kaşığında çıkar. “ diye kutuyu açtı.
Lacivert bir kravatla, aynı örnek mendili bana verdi. Sofradakilerin hemen hepsi, gıpta ile
gözlerini bana dikmişler: “ Talihe bak. Turnayı gözünden vurdu. Keşke sıra bize geldiği vak it
kutu boşalsaydı “ dediler.
Bunun farkına varan Atatürk, fevkalade neşeli bir şekilde gülerek:
“ Kıskanacak bir şey yok. Yaşar Bey zaten benim en yakınım. Az mı mihnetimi
çekiyor. “ diye, beni tekrar iltifatlarına mzhar kıldı. Atamın bu pek kıymetli arm ağanını aynı
şekilde sunmak lutfunda bulunduğu diğer yadigârlarıyla birlikte, hala bağrıma basarak
saklarım.
Sabah yaklaşıyordu. Sofrada herkes neşe içinde idi. Hele ben kabıma sığamıyordum.
Kalkılacağı sırada, Atatürk, tekrar yanına beni davet etti:
“ Yoruldun amma, hele bir de Bayatı makamından bestelenen Onun çok sevdiğini
bildiğim Bektaşi nefesini okumaya başladım:
“ Ben mel3amet hırkasını kendim giydim eğnime “
“ Arnamüs şişesini taşa çaldım kime ne? “
“ Kâh çıkarım gökyüzüne, seyrederim âlemi.”
“ Kâh inerim yeryüzüne, seyreder âlem beni
“ Kâh giderim medreseye gevh okurum hakkiçin “
“ Kâh giderim meyhaneye dem çekelim aşkiçin “
“ Sofular haram demişler bu aşkın şarabına “
“ Ben doldurur ben içerim, günah benim kime ne? “
“ Sofuya sormuşlar, yârin ile hoş musun? “
“ Hoş olayım, olmayayım, o yâr benim kime ne? “
“Sofular secde iderler mescidin mihârabına “
“ Yar eşiği secdegâhım, yüz sürerim, kime ne? “
Şafak söküyordu. Ellerini öperek ayrıldık. Büyük, eşsiz
Atatürk, Bektaşi nefeslerini pek severdi. Yalnız, usulü dairesinde
itina ile gazel okunmasına çok dikkat eder:
“ Küçücük bir aksaklık, berbat eder,, şevkini kaçırır,
dinlenmez hale getirir ” derdi. Esasen sanat ve sanatkâr
kıymetini bilir, bilhassa klâsik eserlerin üstüne titrerdi.
Musikimize değerler eserler vermiş üstatlar karşı derin bir sevgi
ve saygı beslerdi. Bir akşam Zekâi Dede merhumun hicazkâr
makamında bestelediği Yürük semaisi olan:
“ Bülbül gibi pür oldu cihân nağmelerinden “
“ Gel servirevan, gel gonca dihen “
“ Gel kaşı keman aman gel “
Hicazkâr Yürük Semaisini okuduğum zaman o kadar
müehassis oldu ki tekrar tekrar okuttu.
Zekai Dede
“ Çok güzel “ diyerek iltifatta bulundu. O sırada kendisine Zekai Dede’nin resmini
götürmüştüm. Atatürk, bunu ilk defa görüyordu, Mevlevi külâhlı, nurâni yüzlü dedenin bu
resmine uzun uzadıya bakarak, hayatı hakkında da malûmat sordu. Anlattım. Sonra:
“ Şu Bülbül gibi püroldu cihan nağmelerinden semaisini bir daha oku.” Dedi.
Okumaya başladım. Daldı, derin bir hassasiyetle dinlerken, gözlerini ayıramadığı Dedenin
resmini: “ Dâhi. Koca dâhi “, diye, dudaklarına götürdü, öptü.
Atanın dudakları değen, bu kıymetli resim de, hala, başımın ucundadır.
Büyük Atamızın sanat ve sanatkâr karşısındaki derin hassasiyetini ve bilhassa Türk
Musikisine içten gelen bağlılığını belirtecek mahiyetteki hatıralarımdan bir, ikisini daha
anlatmak isterim:
Bir Pazar akşamıydı. Çankaya’da bulunuyorduk. Sofra kalabalıktı. Misafirler arasında
İstanbul’dan yeni geldikleri anlaşılan tanımadığımız kimseler ve bu meyanda bir de azametli
tavrı ile dikkati çeken bir zat bulunmakta idi. Fasıl heyetimizde tam kadro ile hazırdı.
Atatürk’e sunduğum programa göre evvela: “ ben melâmet hırkasını kendim giydim eğime”
nefesiyle başladık, arkasından karışık fasıllardan Uşşak, Beyati, Hicaz ve rast makamından
bazı şarkılar çaldık, okuduk
Bahsettiğim – adını açıklamayı münasip görmediğim – her aşrkıyı hafif tertip dudak
bükerek, ikide birde: “ şunu çalsanız, bunu okusanız “diye kendi istediği eserlerin okunmasını
teklif ediyor, ben de her zamanki gibi tesbit edilip Atatürk’çe kabul edilen programın dışına
çıkmamakta sebat ediyordum. Beyefendiye bu mecburiyetimi nazikâne bir surette ihsas
etmiştim. Fakat o zat bu zarureti anlamamazlıktan gelerek, illa istediği şarkıların çalınm asında
ısrar ediyordu. Nihayet, yerinden kalktı. Yanımıza geldi:
“ Kaçtır rica ediyorum. Artaki Efendi’nin (Ruhumda bahar açtı ) şarkısını niçin
çalmıyorsunuz? Haydi çalın “ dedi. Artaki’nin ferehnâk makamından yeni bestelemiş olduğu
bu şarkı İstanbul’da yeni piyasaya çıkmış, notası bize gelmemişti. Saniyen, programda yoktu.
Bunları anlatarak:
“ Mazur görünüş beyefendi. İnşallah başka bir gece, hazırlar, çalarız. “ dedim. Amma,
bu mazereti kabul etmeyen bir asabiyetle, tek kelime söylemeden döndü, sofradaki yerine
oturdu. Yarım saat kadar sonra ise, inadı bütün bütün kabarmış olacak ki, kendim tutamadı,
herkese işittirecek bir sesle:
“ Paşam.. Artaki’nin yeni şarkısını istiyorum, çalmıyorlar.” diye Atatürk’e beni şikâyet
etti.
Atatürk’te, bir işaretle beni çağırdı. Manidar bir bakışla beyin arzusunu yerine
getiremeyişimizin sebebini sordu. Anlattım:
“ Yarın bu notayı istanbul’dan getirteceğim. Yeni, arkadaşlarda bilmiyorlar. Çaresiz
beklemek mecburiyetindeyiz” dedim.
Bunun üzerine: “ Bu şarkıyı bilmiyorlarmış, nasıl çalsınlar.”Atatürk bana da: “ İşine
devam et, aldırma “ kabilinden bir göz kırptı ve derhal Faize Hanım’ın bestelediği:
“ Bâdel vuslat içilsin kâsei fafurdan “ şarkısını Atatürk okumaya başladı. Fasıla da
iştirak etti. O anda huysuzluğu büsbütün artan beyefendi de hemen sofradan kalktı ve pür
hiddet salondan çıktı.
Atatürk evvela bunu görmemezlikten geldi. Fakat belli idi ki bu kabalığı hoş
görmemiş, hazmetmemişti. Zaten hepimiz donakalmıştık. Buna rağmen havayı bozmamak
için fasıl devam ediyordu. On- onbeş dakika kadar böyle devam etti. Beyefendi hala
meydanda yok. Küskünlüğü geçmemiş olacak ki görünmüyor. Dışarıda. Bu esnada Atatürk
sordu:
“ Beyefendi rahatsız mı oldu, bir baksanız, nesi var? ” Gittiler. Beyefendiyi sofraya
getirdiler. Amma suratı bir karış. O kadar ki, Atatürk’ün, hiçbir şey olmamış gibi, kemali
nezaketle hatırını soruşuna bile, ters ters bakmaktan başka cevap vermiyor. Bu vaziyet
karşısında hepimiz şaşakaldık. Balonda çıt yok. Bütün bakışlar somurtup duran beyefendide.
Nerede ise, boşanacak. Fakat ondan evvel, sabrı, tahammülü tükenen Atanın parlak gözleri
açıldı, sesi yükseldi:
“ Beyefendi o istediğiniz şarkıyı, İstanbul’daki gazinolarda çalışan sanatkârlara
saklayınız!” Ve zile basarak çağırdığı adama, beyefendiyi göstererek:
“ İstirahat buyuracaklar. Otomobil veriniz! “ dedi. Beyefendinin ne hale gelerek, çıkıp
gittiğini anlatmaya lüzum var mı? Tekaüt olduktan sonra Ankara’ya Atamı ziyaret etmeğe
gitmiştim. Bir kış gecesiydi. Yine Çankaya’da ki huzurlarında bulunuyordum. Sofrada
karşılarına oturtmuşlardı. Yanımda milletvekillerinden Edip Servet Bey vardı. Saz heyeti
yoktu. Yiyip içilirken, Atatürk, vaktiyle kendilerine okumuş olduğum (Hicran) isimli güfteyi
neveser makamından bestelediğimi öğrenince:
“ Kalk oku! “ buyurdu. Okudum, memnun oldu, alkışladı. Söz Türk Musikisine geldi.
Eski bestekârlardan kimlerin eserlerini daha çok sevdiğimi sordular. Itri merhumun başta
geldiğini arz ettim:
“ O halde, bir eserini dinliyelim. “ deyişleri üzerine, İtri’nin Nevakârını okudum.
Fakat, sofradakiler, herhalde sazsız okunuşlara pek alışık olmadıklarımdan, lâyıkiyle
dinlemiyor, aralarında konuşuyor, sohbete dalar gibi oluyorlardı. Atatürk bunları nazikâne bir
şekilde sükûte davet ederken, içlerinden biri:
“ Aman Paşam!.. Yaşar Bey de, hep böyle tekke ilâhileri okur durur... Müsaade
buyurursanız, şu radyoyu açalım. bir opera dinliyellm. “ deyince, Atatürk’ün rengi attı, bunu
söyleyene, dik dik bakarak, kapıyı gösterdi:
“ Buyurun salona! Operanızı orada dinlersiniz! “
Saym bay da, süklüm püklüm gidiş, o gidiş. Bir daha, ne o gece, ne de başka bir
zaman görünmedi... Gitti gider, dahi gider. “
Atatürk’ün huzurundan ayrılırken ellerini öptüğüm zaman Türk Musikisini hakir
görene lâyık olduğu cevabı vermek suretiyle gönlümü almış olduğunu ima ile de iktifa
etmeyerek, ayrıca, maddi bir ihsanla da beni bir kat daha minnettar kılmıştı.
Büyük Atayı yakından tanıyanlar gayet iyi bilirler ki, her hareketleri muhakkak bir
sebebe istinat eder. Atamızın musikimizi sevmekten feragat etmediklerine en bariz m isal
olarak şunu söyleyebilirim ki o zamanlar Ankara Radyosunun pek kıymetli sanatkârlarından
(Melek Tokgöz Hanım) a Ankara’da Yeni Sinema’da konser vermesini bizzat Atatürk
emretmişti. Ve hatta konserde okunacak eserlerin programım Atatürk tertip etmiş, o gece
konseri şereflendirmek lûtfunda bulunan Atatürk’ün teşriflerinde halk durmayıp sevgili
Atasını candan alkışlamıştı. (Melek Tokgüz Hanım) güzel ve siyah bir tuvalet giymiş sahneye
çıkar çıkmaz ilk önce Atatürk alkışlamıştır. (Melek Tokgöz Hanım) konsere başladı,
Atatürk’ün tertip ettiği şarkıları kusursuz olarak okudu ve halk durmayıp alkışlıyordu ve bu
hali gören Atatürk yaverleri ile hediye olmak üzere buketleri sahneye göndermek
lûtuflarından başka huzurlarıyla bu konseri şereflendirmekle sanat tarihimize pek büyük bir
şeref yazmışlardı.
Ankara’ya şahane bir ziyaret vaki oluyordu. Kasabalıktan henüz kurtularak ümrana
kavuşmakta olan şehirde dost ve kardeş Afganistan Kral ve Kraliçesini istikbal ve ağırlamak
için hummalı bir faaliyet vardı. Bu arada Riyaseti Cumhur Orkestra Heyetiyle, fasıl takımı
mensuplarına da ilk defa (smokin) giydirilmek emri verilmiş. Terziler gelip ölçülerimizi
almışlar, on beş gün içinde dikip getirmişlerdi. Bir yandan da Afgan Milli Marşını meşk edip
hazırladık. Başta Gazi Hazretleri bulunduğu halde, bütün devlet ricali, mebuslar, büyük bir
kalabalık ve tezahüratla karşılandılar. O gece Ankara Palasta verilen muhteşem resmi
ziyafete, Atamızın emriyle fasıl heyeti de iştirak etti. Saat sekiz buçukta gittik, çiçeklerle
bezenen büyük sofranın biraz ilerisindeki köşede ayrılmış olan yerimize geçtik. Riyaseti
Cumhur Orkestrasının çaldığı mini marşlarla ziyafete başlandı.
Aziz Atamız gayet zarif (frakla) giyinmiş, altın sarısı saçlarıyla ve mütebessim
çehresiyle herkese iltifatlarda bulunuyor ve her zamanki hoşsohbetliğiyle havayı bütün bütün
samimileştiriyordu.
Kral askeri üniformasını lâbisti. Kraliçe pırıl pırıl beyaz tuvaleti ve bilhassa (murassâ)
tacının üstündeki gözleri kamaştıran ayrı ayrı pırlantalarla dikkati çekiyordu. Mutad
nutuklardan sonra orkestra heyeti muhtelif havalar çaldı. Bu esnada biz de ayrı bir sofrada
oturmakta idik. Nihayet sıra bize geldi. Ve Atatürk’ün işaretiyle Nihavent faslına başladık.
Atatürk Kraliçeye bizi gösteriyor bir şeyler söylüyordu ve yanımda bulunan Kanuni Vedat
Bey taksim yaparken Atatürk ve Kraliçe beraber yanımıza geldiler. Kanunu ilk defa gören
Kraliçenin hayretini sezen Atatürk Kraliçeye kanun hakkında izahat veriyordu. Bir aralık
Kraliçe kanunun tellerine elini sürdü ve çıkan sadalara gülüştüler.
Ve yanımızdan ayrılan Kraliçenin dört beş metre uzunluğundaki (eteği) koltuğunun
altında idi, her nasılsa etek Kraliçenin kolundan kaydı yere düştü. Bunu gören Atatürk bir
nezaketle eğilip eteği yerden aldı ve Kraliçenin koltuğuna koydu. Kraliçe gülümseyerek
teşekkürlerini bildirdi. Ve Kraliçenin koltuğuna girerek sofraya götürdü. Biz de geç vakte
kadar fasıla devam ettik ve nihayet orkestra heyeti de muhtelif dans havalan çaldı ve sabaha
karşı Atatürk’ün huzurlarından ayrıldık.
Bir müddet sonra İran Şehinşahı Pehlevi
Hazretleri de Atamızı ziyaret etmek üzere İstanbul’a
gelmişti. Dolmabahçe Sarayında istikbal edildi. O
münasebetle Beylerbeyi Sarayında akşam verilen büyük
ziyafette Atamızın emirleri üzerine bulundum. Riyaseti
Cumhur Orkestra Heyeti de vardı. Fakat ince saz yoktu.
Şehinşahla Atatürk salonun ayrı, yüksekçe bir
yerinde duruyorlardı. Gittim, ellerini öptüm. Atam beni
Şah’a takdim etti ve bu benim Hafızım diyerek yanına
oturttu. Ve bana Kerbelâ şahadetine ait bir mersiye
okumamı söyledi. Derhal başladım Güfte şu idi:
Kurretülaynı Habib-i Kibriyasın yâ Hüseyin
İran Şehinşahı Türkiye’de
Nur-i çeşm-i Şah-ı Murtaza Âl-i âbâsın yâ Hüseyin
Hem ciğerpâre-i Zehra Fatime Hayrünnisâ
Ehli Beyti Müctebâ Al-i âbâsın yâ Hüseyin
Sana gülle dokuna mü’min eder ml mağfiret
Gonca-i gülşen saray-ı Mustafasın yâ Hüseyin
Ehli Mahşer dest-i Haydardan içerken Kevseri
Sen susurlukta şehid-i Kerbelâsın yâ Hüseyin
Kıl şefaat (ârife) ceddim Muhammed aşkına
Arsa-1 Mahşerde makbulerrecasın yâ Hüseyin
Ben bu mersiyeyi okurken Şehinşahm gözleri yaşarmış, sağ: göğsünde, nihayet
dayanamadı; mendilini çıkardı, gözlerinden boşanan yaşlan sildi. Atatürk'ün:” Nasıl efendim,
beğendiniz mi? “ deyişine kendine hâs o (Azeri) Türkçesiyle: (Hub, hub) (teşekkür ederim)
dedi. Bunun üzerine Atatürk bana sordu:
“ Farisî güftelerinden bir şey biliyor musun? “
“ Biliyorum efendim. “
“ Oku bakalım.”
“Başüstüne. “ Diye hüzam âyin-i şerifine şöyle başladım:
Mâhest ve nemidanim. Hurşid-i ruhatyanım
Bu ayrılık oduna, cânım nice bir yanem
Ah ah nice bir yanem
Sevdayı rûhi leyli, şed hâsılı mahayli
Mecnun gibi vâveyli, oldum deli divâne
Ah ah, defi divâne
Bundan sonra Beyati âyinini okudum:
Şahhaz kerem bermen dervişi nekir
Hey hey Sultanımen vay heyhey
Hünkârimen vay
Bir hal-i meni hasta-i dilrişi nekir
Hey hey Sultanımen vay heyhey
Hünkârimen vay
Bunun üzerine Şehinşah elini uzattı, elimi sıktı. Atatürk:
“Yaşar Bey bir de Kuran oku “ dedi. (Sûre-i Kıyameden) bir sayfa okudum.
Şehinşah çok mütehassis oldu. Ben de artık bitti diye geniş bir nefes alırken, Atam o
müşfik haliyle:
“ Yorulduğunu biliyorum “ dedi. Gözlerimin içine bakarak:
“Bir de Süleyman Çelebi’nin Mevlidinden oku “ buyurdu.
İsfahan makamından Mîraç bahrini okudum. Şehinşah ilk defa Türkçe Mevlid
duyuyormuş. Son derece alâkalandı. Atatürk’de ona Süleyman Çelebi hakkında izahat verdi.
Ve bana dönerek:
“ Yaşar Bey. yoruldunuz, sofraya gidip, yemek yeyiniz” dedi.
Elini öptüm ve Şehinşahın elini öperken:
“ İran’a... İran’a... buyurun “ diye hararetle elimi sıkıyor, bırakmıyordu.
Atatürk gülümseyerek:
“ Hafızım bir tanedir. Gönderirim size onu... Göndereceğim. “ diyordu.
Gece geç vakit Şehinşah’a veda ederek Atatürk ve maiyetiyle beraber Sakarya
motoruyla Dolmabahçe’ye döndük.
1928 senesinde Atatürk seyahate çıkmıştı. Biz Ankara’da kalmıştık. Seyahatin
sonunda, istirahat için Bursa’ya gitmiş, tepedeki eski Hünkâr Köşküne misafir olmuştu.
O sırada, bir telgraf geldi: “ Yasar, Refik (Fersan) ve Münir Nureddin Beyler derhal
Bursa’ya hareket etsinler” diye bu telgraf üzerine, hazırlanan hususi trene bindik, Karaköy’e
kadar gittik, oradan da otomobille yola çıkarak, sabaha karşı Bursa’ya vardık.
Bir yandan da yine telgrafla, İstanbul’dan Mesut Cemil Beyin davet edilmiş olduğunu
haber aldık.
O akşam saat sekizde köşkte, Atatürk’ün huzuruna kabul edildik. Sofrada Şükrü Naili
ve Ali Hikmet Paşalar, Doktor Rasim Ferit Bey ve refikası hanımefendi ve bazı mebuslar
vardı. Atatürk’ün elini öptüm:
“ Hoş geldin Yaşar Bey “ diye, iltifatta bulunarak. Mesut Cemil Bey’i sordu. Biraz
sonra da, Mesut Cemil Bey, elinde kemençesi ile geldi. Atatürk onu görünce, bana:
“ Mesut Cemil Bey bu akşam senin misafirindir. Benim soframın aynını yaptır.” dedi.
Derhal emirlerim yerine getirerek, piyanonun yanı başına bir sofra kuruldu.
Bu arada, yine sevdikleri şarkılardan seçerek yaptığım programı takdim ettim. Okudu.
Muvafık buldu ve Rasim Ferit Beyin hanımına: “ Siz de, lütfen piyanoda refakat etseniz...”
buyurdu. Böylece Şetaraban peşrevine başladık. Beste: Semâi. Yürük Semai ve Tamburi
Cemil Beyin meşhur saz semaisi ile Şataraban faslına nihayet verdik.
Yarım saat istirahattan sonra. Hicazkâr peşreviyle İkinci fasla geçtik. İki şarkıyı
müteakip. Atatürk, Münir Nureddin Beyden bir gazel istedi. O da okumağa koyuldu amma,
nedense isteksiz, iştahsız, durgun görünüyordu. Atatürk seslendi:
“ Münir Bey sesini çıkar... Duyulmuyor...”
Gazel bittikten sonra, beni yanma çağırdı. Oturttu ve sazsız olarak şu gazeli okumağa
başladı:
“Yarab ne eksilirdi deryay-ı izzetinden
Pymane-i vücuda zehr-i ab katmadaydın “
“Azâdeser olurdum âsibi derdi gamdan
“ Ya dehre gelmeseydim, ya aklım olmasaydı..”
Bu güfteyi o kadar canlı okudu ki, herkes huşü içinde kaldı.
“Yaşar Bey, bunu sen de oku! “buyuranca..Başladım amma, beğenmedi:
“ Olmadı.” diye tekrar ettirdi. Fakat yine, olmadı, dedi, şaşırdım, okuyuşumda bir
aksaklık yok, lâkin sorulur mu, tekrar tekrar okuyorum... Benim halime dikkat ederek,
yanındaki Şükrü Naili Paşaya göz kırpıyor. Tam meyana geçeceğim sırada:
“ Kalk ayağa... Meyanı ayakta oku? “ emrini verdi. Gazel hitam buldu. Atatürk
misafirlere dönerek:
“ Arkadaşlar; işte gazel böyle okunur... Varol Yaşar Bey! “ diye iltifatta bulundu.
Elini öperek, yanından ayrılıp faslın başına geçtim, istirahat ediyoruz. Fakat birdenbire
rahatsızlandım... Duramayacağım... Defi vererek, Münir Nureddin Beye terk ettim, biraz hava
almak üzere balkona çıktım. Bir sandalyeye çöktüm, dalmışım... Bir aralık, alnımın
okşandığım hissederek, gözlerimi açınca, bir de ne göreyim: Atatürk.. O şefkat büyük adam.
Gülümseyerek alnımı okşuyor:
“ Rahatsız mı oldun vah, vah. Doktor çağıralım “
Hemen doğruldum. Minnetle yüzüne bakarak elini öptüm:
“Atam bir şeyim yok şöyle bir dalmışım. “ diye kalktım. Birlikte salona giriyoruz.
“ Artık istirahat ediniz. Bu Akşam bu kadar kâfi. Tren yorgunluğunda var. Refik ve
Mesut Cemil Beyleri de al! Yatın, dinlenin. Yarın akşam yine bululuruz. “ buyurdu.
Atatürk’ün emrini yerine getirerek, arkadaşları aldım. Sazlarını torbalarına koydular,
giderken, baktım Münir Nureddin de bize katılmağa hasırlanıyor.
Halbuki, müsaade yalnız bizim üçümüze idi. Münir Nureddin Bey bunun farkında
değil. Gidiliyor diye, kalkmış...
Atatürk’de manalı manalı yan gözle ona bakıyor. Nihayet Seryâver Rusuhi Bey’i
çağırıyor, kulağına birşeyler söylüyor. Rusuhi Bey’de, Münir Bey’e: “ Atatürk’ün emirleri.,
siz kalacaksınız.” diyor.
Bunun da sebebi, herhalde, Münir Nureddin Beyin, isteksin okuyuşu, bir de rahatsızlık
duyarak balkona çıktığım sırada benim yerime gazel okuması lâzım geli rken, tambur
çalmakla iktifa edişi olmalıydı. Atatürk buna dikkat etmişti.
Biz aşağı köşke indik, yattık. Ertesi günü, ancak öğleye doğru Münir Nuredddin Bey
de, bitap bir halde, tamburiyle çıkageldi.
“ Geçmiş olsun Münirciğim. diye gülüştük.
O da, başım sallıyarak: “ Kabak benim başıma patladı. “ diye gülüyor.
Akşam yine Atatürk’ün huzurundayız. Misafirler İstanbul’a dönmüşler. Yalnızız. Bizi
sofrasına oturtan Atatürk, birkaç şarkı okutuyor. Sonra bana:
“ İstanbul’dan telgraf almışsın, ailen rahatsızlanmış öyle mi? Sana izin vereyim.Git..
Gör, hem biraz istirahat etmiş olursun, diye iltifatlarda bulunarak, ilâve ediyor:
“ Ben İzmir’e gideceğim. Ankara’ya dönüşümü haber alınca, gelirsin.”
Fakat o büyük insan, bu kadarla da kalmıyor, Başkâtip Tevfik Beye, bana iki yüz lira
vermesini emrediyor. Ayrıca, arkadaşı. Nuri Conker’e de:
“ Yaşar Beyi yalnız bırakma... İstanbul’a beraber gidin. “
Bir akşam Çankaya köşkünde, sofradaki davetliler arasında, (ismini
söyliyemiyeceğim) bir zat da vardı. Atatürk fevkalâde neşeli bulunuyor. Ve fasıl heyeti de
tam bir grup ile mükemmel bir surette çalıyordu. Atatürk bir ara:
“ Yaşar Bey, defi al da, geliniz, dedi. Sağ tarafına beni, sol tarafına da Udi Şevki Beyi
oturttu. Haşim Bey’in bestenigâr makamında olan: (Kaçma mecburundan ey âhûy-u vahşî
ülfet et) şarkısını Atatürk okumağa başladı. Ve bana da:
“ Yaşar Bey, sen de def’i hafiften vurarak şarkıyı benimle oku. “ buyurdu.
Okuyoruz ara sıra doğru okuyor muyum diye bana soruyordu:
“ Evet efendim. Mükemmel.” Şarkı bitti, başka şarkılara geçildi. Biraz sonra bana
müsaade buyurdu, faslın başına geçtim.
Fasıl devam ediyor. O sırada sofrada (oturan zat) yerinden kalkıp faslın ortasına geçti
ve defi elimden aldı. Şef tavırları takınarak coşa coşa emirler vererek sazı idareye koyuldu.
Fakat coştukça defe öylesine (pat pat) vuruyor ki. Yapmayın. Öyle çalınmaz, diyecek oldum
benim bu halimi gören sevgili Atam:
“ Dokunma, keyfine bırak “ demek isteyen bir hareketle gözünü kırpıyordu. Nihayet
olan oldu. O yumruklarcasına vurulan derin kursağı patladı. Zilleri yere döküldü. Neye
uğradığını bilemeyerek şaşırdı. O zat defi önüme bırakarak güle güle sofraya gidip yerine
oturdu.
Bu hali gören Atatürk’ün neşesi kaçtı. Fakat belli etmiyor, fasıla devam diye elini
masaya vuruyordu. Çünkü def rast gele bir def değildi. Sultan Hamid zamanında Saray Fasıl
Heyetine maledilerek beylik eşyalar meyanında kaydedilmiş çok kıymetli nadide bir def
olduktan başka şimdi bu paramparça olmuş perişan haliyle iş görmek, faslı idare etmekte
mümkün değildi. Defsiz kalmıştık. Üzüntümüzü hisseden Atatürk:
“ Yaşar Bey getir şu defi “ dedi. Götürdüm baktı. Hele yerine konmaz bir değeri
olduğunu da anlayınca acıdı. Sordu: “ Şimdi ne yapacaksınız? Bu def artık kullanılmaz. At.
Bir daha elinde görmeyeyim. Yarın İstanbul’a git. Başka bir def ara bul “ dedi.
İki yüz lira ile bir ay izin verdi. O akşam faslı defsiz idare ettim. Ertesi sabah
Istanbul’a yollandım. Öteye beriye başvurarak işe yarar bir def ararken, Çakmakçılar
Yokuşu’nda saz edevatı satan meşhur (Ağya) ustanın dükkânına uğradım. Vaziyeti anlattım.
Gazi Paşanın emriyle geldiğimi, güzel bir def bulmasını söyledim.
“ Var amma Yaşar Bey, senin istediğin gibi Samatyalının zillisini bulmak pek güç...
Fakat zannediyorum bir yerde meşhur Aziz'in yapısı, kasnağı demirhindi ağacından mamûl
sedefli ve Samatyalının işi bir def var. Hele bir bakayım satarlar mı?” dedi. Fakat bu defin
sahibi de antika meraklısı bir adammış, müze haline getirdiği evinin baş sedirine koymuş satar
mı, bilmiyorum.
Nihayet Gazi Paşa Hazretlerinin hatırları için satmağa razı olmuş, iki yüz liraya defi
aldık. Nota filân gibi diğer lüzumlu şeyleri de tedarik ederek hepsini alıp Ankara ’ya
götürdüm; o akşam Atatürk’ün huzuruna çıkınca defi Atatürk’e takdim ettim. İki yüz liraya
aldığımı söyledim. Beğendi:
“ Çal bakalım, benim sana hediyem olsun. “ dedi ve ellerini öperek yerime oturdum.
Faslı idare ederken bana bakıyor, ziyadesiyle memnun ve gözünü kırpıyordu.
Aradan epey zaman geçti. Atatürk İstanbul’u teşrif buyurdular. Bir gece Florya Deniz
Köşkünde misafirler meyanında o zat vardı. Sabahlamıştık. Dönerken benim otomobilime
bindi, yolda giderken:
“ Kuzum Yaşar Bey, şu Ankara’daki def meselesi hakkında Atatürk sana bir şey
söyledi mi? “
“ Hayır, deyişime inanmamış olacak ki, tekrar tekrar sordu. Temin ettim. Niçin bu
mesele üzerinde durduğunu anlamak istediğim zaman sustu. Belli idi ki, o geceki halini
hatırladıkça hâlâ (muazzep) olmakta, Atatürk’ün de bunu unutmaması ihtimali ile
üzülmektedir.
Atatürk İstanbul’u teşriflerinde de, adetini bozmaz, yine her akşam saat beşte
Dolmabahçe Sarayında beni huzurlarına kabul ederek, geç vakte kadar alıkoyarlardı.
Bu gecelerin birinde, sofra yine kalabalıktı. Bir aralık, Nesib Efendiyi çağırarak:
“ Şu radyoyu bir aç bakalım. Dinleyelim “ buyurdu.
O günlerde yalnız İstanbul Radyosu faaliyette idi. Tesadüfen Atatürk’ün pek sevdiği
nihavend faslı çalınıyordu.
“ Nasıl çalıyorlar Üstad... Beğendin mi? “ diye sorulu üzerine:
“ Çok güzel paşam... Muvaffak oluyorlar.” cevabını verince, nöbetçi yaveri Şükrü
Beye emir verdi:
“ Telefon edin, radyoda Nihavend faslı devam etsin “
Atatürk neşelendikçe neşeleniyor, elleriyle tempo tutuyordu. Bu fasıl bir saat kadar
sürdü. Sololar başladı. Fakat nedense, bir şarkının meyanında bir karışıklık oldu. Şarkıya
başka sesler, öksürükler fil+an karıştı. Atatürk birden bire sinirlenerek: “ Bu ne kepazelik
böyle? “ diye elini masaya vurarak radyoyu kapattırdı. Benden gazel istedi. Okumağa
başladım. Sofrada bulunan Salih Bozüyük, derhal kalkarak, telefon başına gitti. Ne konuştu
ise, konuştu. Yarım saat sonra, bir de baktık, Radyoevinden. Kemani Reşad Bey, elinde
kemanı, geldi. Atatürk’ün elini öperek, sofraya oturdu.
Gözüm Atatürk’te... Hâlâ hiddetli... Reşad Bey de mütereddit, ne olacak, ne yapayım,
der gibi bana bakıyor.
Atatürk Reşad Beye:
“ Bir taksim yapınız, bizim Hafız da bir gazel okusun “, buyurdu.
O Rast makamından taksime, ben de gazele:
“ Canımı cânan ger İsterse, minnet canıma
Can nedir kim anı kurban etmeyim canânıma “
Bu güfteyi Atatürk çok severdi. Bundan sonra, yine Atamın pek sevdiği; Asım Beyin:
“Habgâı yâre girdim arz için ahvalimi ”
Rast şarkısını okudum. Fakat Reşad Bey bu şarkıyı Atatürk’ün istediği gibi çalamadı.
Hava bozuldu. Baktım, Cevat Abbas Beyi yanına çağırmış, dudaklarım bükerek, kulağıma bir
şeyler söylüyor. Nedir diye merak etmeğe kalmadı. Reşad Bey, nezaketle istirahate davet
edildi. Salondan çıktı. Tekrar Radyoevine telefon edildi. Bu sefer kemençesiyle Niyazi Bey
geldi. Atatürk onu görünce:
“ Hoş geldiniz, buyurun. Reşad Bey, bizim şarkıları, nedense okuduğumuz gibi
çalmadı. Bize uyamadı. Bizim şarkılar başka türlüdür. Bakalım siz bize uyacak mısınız. “
dedi. Siniri geçmiş gibi görünüyordu.
İkazım üzerine Niyazi Bey Nihavend makamından bir taksim yapmağa başladı.
Hakikaten mükemmeldi... Emir beklemeden, hemen ben de başladım:
“ Sevdalı nazarlarla bakan gözlerin var. “
“ Karşında duracak kimde nazar kuvveti var? “
“ Bir handenizin zevkini dünyaya değişmem “
“ Leylâ gibi kalbimde sizin bir yeriniz var. “
Atatürkün keyfi yerine gelmişti. Pek neşeli olduğu zamanlarda:
“ İçelim her muhabbetin mutlak ölmeyen
Bir hayatı vardır ki
Mevecatı mehasinl âlem
Ona kehvare-i terennüm olur. “ güftesini okumağa koyuldu. Sonra beni yanına çağırdı,
yazınız, diye şunları not ettirdi:
1. Dil seni sevmeyeni sevmede lezzet ini olur?
2. Bakmıyor çeşmi siyah feryada
3. Mâni oluyor halimi takrire hicabım
4. Haniya sen benimdin, neye döndün sözünden
5.Atladım bahçene girdim ama
6. Şahâne gözler şahane
7. Cevahir taşı mısın? (memo naziresi)
8. Zeybek.
Bu sırada, Salâhaddin Pınar’la, Kemani Nobar'a da haber gönderildi. Geldiler ve hep
birlikte, bu programı icraya başladık. Geç vakitlere kadar devam ettik.
Atatürk, o kadar neşelendi ki, Salâhaddin Pınara’da, Nobar'a da iltifat ede ede
bitiremiyor, ikram üzerine, ikramda bulunuyordu. Ayrılırlarken de:
“ Yine beklerim yine buyurun! “ diye, bu memnuniyetini bir kere daha izhar lûtfunda
bulunmuştu.
Fakat o gece, ne olduysa, Radyodaki incesaza oldu. O andan itibaren incesaz çalınması
menedilmiş, yalnız halk türküleriyle iktifaya başlanmıştı.
1930 senesi Ağustos’unun 12. Cuma günü Atatürk Ben de o sırada, müsaadeleriyle
emekliye ayrılarak, burada istirahate çekilmiştim. Ancak emekliye ayrılırken:
“ Umumi yerlerde katiyen icrayı ahenk etmeyeceksin “ buyurdular. Atatürk akşam
gazetelerinin birinde (Aksaraylı Hafız Yaşar) her akşam Çiftlik Parkında, Udi ‘da Mısırlı
İbrahim, Kemençeci Aleko, Kanuni Artaki vesair bey ve bayanlardan mürekkep saz heyeti ile
terennüm etmektedir şeklindeki ilanı görünce fena halde sinirlenmiş Gece saat 9’da beni
çağırtıyor.
Gazetedeki ilandan haberim olmadığı için mutad davetlerden biri zannıyla, hemen
saraya gittim. Salona girdim. Elini öptüm. Sofraya oturdum. Etrafdaki misafirlerine istiklal
Harbi’nden bahseden Atatürk sözünü bitiren Atatürk kaşlarını çatarak bana döndü:
“ N alemdesin, ne yapıyorsun? “ dedi.
“ Emriniz veçhile istirahat ediyorum Paşam!.. Hiçbir işle meşgul değilim. Sıhhat ve
Afiyetinize duacıyım.” Cevabını verince, sofrada bulunan mânevi evlâdı Nebile Hanıma,
kütüphaneden Akşam gazetesini getirmesini, söyledi. Gazete getirilince de, ilânı okuttu. Ve
hana sordu:
“ Bu Hafız Yaşar, siz değil misiniz ?”
” Hayır Paşam, ben değilim” , deyişim üzerine, hayretle yüzüme baktı:
“Başka Hafız Yaşar var mı? “
“ Evet efendim... Aksaraylı bir hânende Yaşar vardır. Bu odur... Hafız değildir. “
“ Ne hakla Hafızlık şerefini kullanıyor? Niçin tekzip etmediniz? Bunu okumadınız
mı?“
“Efendim, maiyeti âlilerinde bulunmak şerefine mazhariyetim herkesçe malûm
olduğundan, tekzibe hacet görmedim. “
Bu cevabı, Atatürk tatminkâr bulmadı. Zile bastı. Gelen Yâver Beye, Çiftlik Parkında
çalan fasıl heyetinin getirilmesini emretti.
Biraz sonra, geldiler. Atatürk, birer birer isimlerini sorarken, sıra Yaşar’a gelince:
“Siz Hafız mısınız? “ dedi. Yaşar da:
“ Hayır, efendim. Hafızlığım yok.”, cevabını verince, Atatürk hiddetlendi:
“ O halde, nedir bu (rezalet) gazetelerdeki İlân? “
Yaşar renkten renge giriyor:
“ Efendim, benim haberim olmadan gazino
sahibi öyle yazdırmış.”
“ Sen de kabul ettin demek? Koskoca
harflerle Hafız Yaşar yazmış görmedin mi? “ diye
çıkışan Atatürk, bana döndü:
“ Sûre-i Yusuf’tan, bir sayfa okuyunuz. “
Sayfayı okudum. Bu sefer Yaşar’a emretti: “
Arkasını da siz okuyunuz. “
Yaşar afalladı, tir tir titriyor. Ses çıkmıyor.
Bunu gören Atatürk:
“ Peki... Anlaşıldı, bilmiyorsunuz. Bari
gazel okumasını biliyor musunuz?”
“Yaşar’da yine ses yok. Nihayet, Udi Mısırlı
İbrahim’in yaptığı hicaz taksimine uyarak bir gazel
okumağa başladı. Ancak, bu gazel de zemin ve
zamana uymıyan pek laübali bir şeydi. Atatürk, bir
el işaretiyle durdurdu.
Aksaraylı Hanende Yaşar
Kemençeci Aleko’ya bir taksim yapmasını, bana da gazel okumamı emretti. Başladık:
“ Yarab ne eksilirdi deryâyi izzetinden “ gazeline.
Memnun, mütehassis, zevkle dinliyor. Bitince, sofraya vurarak. Yaşar’a baktı:
“Bunu öğreniniz! Gazel, İşte böyle okunur! “ dedi.
Yaşar mosmor kesilmişti. Sofradakilerin de gözleri onda idi. Salon bir an, derin bir
sessizlik içinde kaldı. Sonra, yine Atatürk’ün, yumuşayan sesi duyuldu. Mısırlı İbrahim
Efendiye soruyordu:
“ Çaldığınız yerden, ne alırsınız? “
“ Gecede yirmi lira Paşam... “
“Her gece ?..”
“ Evet Paşam!.. “ Bana baktı:
“ Hafız, sana bağlanan tekaüt maaşı ne kadardır?”
“ Ayda, altmış lira yetmiş kuruş,. Paşam! “
Elini şakağına koydu, dalgın. düşündü. Yanındaki Şükrü Naili Paşaya bir şeyler
söyledi ve zile basarak, kâğıt kalem istedi. Getirdiler. Gözlüğünü taktı. Bir iki satır karaladı.
Kalemi Mahsusa gönderdi. Daktiloya çektiler. Verdiler. İmzasını attı ve beni yanına çağırdı.
Zarfı kapamadan, mektubu bana verdi:
“ Yarın İş Bankasına müracaat ediniz! “ dedi. Teşekkürle elini öperek, yerime
oturdum. Az sonra da emirleri üzerine hazırladığım programla. defi alarak, faslın başına
geçtim. O gece, şafak sökünceye kadar faslı idare ettim.
Müsaadeleri üzerine ayrılırken saz heyeti mensuplarına, ayrı ayrı iki yüzer lira ihsan
edildi.
Sabahleyin İş Bankasına gittim. Atatürk’ün imzasını ve: “ Hafız Yaşar Bey’e ayda 100
lira veriniz. “ emrine havi mektubu takdim ettim ve ilk yüz lirayı minnet ve şükranla aldım.
Ondan sonra da her ay gider alır, müşfik ve alicenap Atama dualar ederdim. Ancak Atamın
kaydı hayat şartıyla bağlamış olduğu bu aylık her ne hikmee mebni ise vefatından sonra
kesildi.
Yazın en sıcak günlerinde bir gece Dolmabahçe Sarayında bermutad sofrada otururken
Atatürk: “ Bunalıyoruz, bu ne hava böyle? “ diye pencerelerin açılmasını emretti. Karşılıklı
pencereler açılınca hafif bir kurana maruz kalan Atatürk öksürdü. Yüzü kızardı Öksürük
devam edince sofrada bulunan Doktor Refik Saydam, hepimiz gibi meraklanarak pencerelerin
kapanmasını söyledi
Atatürk ses çıkarmadı. Kolonya getirtti, burnuna çekti. Fakat öksürük dineceğine arttı..
Bunun üzerine sofradan kalktı. Doktor Refik Saydam’la beraber, kütüphaneye geçti.
Biz de ayaktayız, üzüntü ve telaş içindeyiz.“ Ne oldu birdenbire böyle, keşke pencereler
açtırılmasaydı” derken beşûş bir çehre ile:
“ Ne Oldunuz arkadaşlar? Merak etmeyiniz, bir şeyim yok.” , diye geldi, amma
oturtmadı:
“Burada olmayacak. Hem sıcak, hem de baksana doktor da pencereleri açtırmıyor.,
sıkılıyorum, haydi Florya Köşküne gidelim.“ dedi ve yürüdü. Biz de takip ettik. Sarayın
cümle kapısının önünde binek taşma yanaşmış açık otomobile binerken, arkasına döndü.
Gözüyle bana işaret etti, yanına çağırdı. On tarafa oturmak üzere olduğumu görünce de: “
Buraya gel..” diye solundaki yeri gösterdi, Büzüle çekine oraya iliştim.
Misafirler de Öteki otomobillere binmişlerdi. Kafile halinde hareket ettik. Süratle
gidiyoruz, hele şehirden çıkınca büsbütün hızlandık.. Şoför Remzi Efendi, hep böyle yapar,
yıldırım gibi koşturur. Fakat pek mahir ve işinin son derece ehil, emsalsiz bir şoför
olduğundan hamdolsun kaza filan yapmazdı. Bu sürate alışmıştık.
Mithatpaşa Çiftliğini geçtik, Telsiz istasyonunun önüne geldiğimiz zaman Atatürk
otomobili durdurdu. İndi. Tabii ben de peşinden.. Arkadan gelen otomobildekiler de indiler.
Ayın on dördü. Mehtap ortalığı gündüz gibi aydınlatıyor.
Atatürk çimenler üzerine oturunca, biz de, etrafına yayıldık. Ben yanında idim:
“Şu mehtaba karşı bir gazel oku “, dedi.
Zemin ve zamana, hele bu mehtaba uyacak bir gazel düşünürken. biranda dilimin
ucuna:
“ Hüsnünü sakla nazardan, kâhkülün eyle nikâp “
“Afitâbâ perde çek zulmette kalsın mâhitap “
Aşkla, şevkle okuyorum. Tekrar ettirdi. Biraz sonra kalktı:
“ Böyle bir gecede uyunmaz. Deniz şimdi kim bilir ne güzeldir.. Köşkte sabahlarız “ ,
diye, otomobile bindi. Florya’ya gittik.
Köşke girer girmez, telefonla Salahaddin Pınar, Kemani Nubar ve Safiye Aylayı dâvet
ettirdi. Çok geçmeden geldiler. Atanın elini öptüler. Hepsine iltifat etti. Safiye Hanımı yanına
oturttu:
“ Sizi bu saatte rahatsız ettik. Maşallah pek çabuk da geldiniz,” deyince, Safiye Hanım
da:
“Hayır efendim.. Zaten emrinizi bekliyorduk. Bu gece şerefyab olmak İçimize doğdu.
Saz yerinde işimiz bitince, ayrılmadık. Sizi konuşuyorduk ki emrinizi aldık.”dedi.
Atatürk gülümseyerek bana döndü:
“Yaşar Bey, program yapınız. Yalnız uzun olmasın... Her makamdan birer şarkı...”
Salahaddin Pınar’la, Safiye Hanım’ın pek sevdiği şarkıları da koyarak programı
yaptık, takdim ettik ve çalmağa, okumağa başladık. Neş'e içindeyiz.
Ancak, deniz üstünde olduğumuz halde, hava yine sıcak... Atatürk su üstüne su içiyor.
Başının ucundan ayrılmayan Doktor Refik Saydam da, öksürüğün fasılarla devam edişinden
endişeli, soğuk su içmesine mümanaat ediyor. Amma, Ata neşeli dinlemiyordu.
Biz de coştukça coşuyoruz. Şafak sökünceye kadar çaldık, okuduk. Bazı şarkılara
Atatürk’de refakat ediyor.
Gün doğarken:
“ Dayanılmaz bu tulü'a. Denize girelim “, diye, banyo yapmak istediğini, bizim de
girebileceğimizi söyledi.
“ Bazıları da girdiler. Safiye Hanımla, Salâhaddin Pınar ve Kemani Nubar müsaade
alarak, elini öpüp İstanbul’a döndüler. Ben ayrılamadım, deniz banyosyla da, hele böyle sabah
sabah, pek başım hoş değil. Atatürk ise, mütemadiyen:
“ Yaşar Bey. Haydi, soyun, denizin saf ası, sade seyretmekle sürülmez... Gir”,
diyordu.
Atatürk’ten rica ettim, sesimin rahatsızlığı dolayısıyla nihayet, müsaadelerini istihsal
ederek, ben de Refik Saydam’la beraber, otomobile binerek, İstanbul’a yollandık.
Bazı şom ağızlıların, Atatürk hastadır, felce uğradı şeklinde şayialar çıkardıkları
sıralarda, yâni 1928 senesi Haziran’ında bir gün, Atatürk, alelâcele İstanbul’a hareket etti.
Dolmabahçe Sarayına geldi.
İlk akşam, Sarayda mutaddan fazla davetli vardı. Bunlar arasında İstanbul’un tanınmış
ailelerinden de birçokları bulunuyordu.
Hissediyordum ki, Atamın bu gece bir fevkalâdeliği var, mütemadiyen çalmamızı,
okumamı istiyor. Ben de durmadan okuyorum.
Gece yansına doğru okuduğum Kemençeci Aleko’nun Saba makamındaki:
“ Öyle bir yektâi emelsin meleğim
Bakamam gözlerine çünki erir gözbebeğim.”
Şarkısını kendi de okuyarak, birkaç kere tekrar ettirdi. Misafirlerin bir kısmı gittikten
sonra Söğütlü Yatına binildi. Şafak da sökmüş idi. Dolmabahçe Rıhtımından ayrılarak sahili
takiben Boğaza doğru seyrediyoruz. Ortakoy önlerinde emirleri üzerine fasla başladık,
Arnavutköy’ü, Akıntı Burnu önünden ağır ağır geçerken, rıhtımdaki parmaklığa dayanmış baş
başa vermiş bir çift gördük. Onlar da yatı ve Atatürk’ü görünce mendillerini çıkarıp; çırpına
çırpma sallıyarak hararetle mukabelede bulundular. Fakat şafak sökmüş, karşılaştığı bu
samimî sahneden o kadar mütehassis olmuştu ki Şükrü Naili Paşa’ya bu gençleri göstererek
bir şeyler söylerken gözlerinin yaşardığını gördüm. O sırada Atatürk bana:
“ Yaşar Bey haydi; Sabahiden bir gazel oku” , dedi.
Ben de, sabahın bu saatinde, Atamın bu hassasiyetiyle mest olmus bir vaziyette,
hemen kendimi toplayarak, zemin ve zamana uygun bir gazele başladım:
“Ey gözleri güzel “ derken, birden dilimin ucuna, (Atam) geldi ve devam ettim:
“Ey gözleri güzel Atam, âsuman durdukça dur”
“ Şule bahşet âleme, şemsi cihân “durdukça dur. “
Atatürk, munis bakışlarıyla, başını sallıyor... Büyükdere’yi geçerken, küçük bir sandal
yaklaştı, durduk. Sandalda, eski Kastamonu Mebusu Necmeddin Molla vardı. Atatürk,
kendisini yata davet etti. Yola devam edildi. Dönüşte, yalısının önüne geldiğimiz zaman
Molla Bey’de, Atatürk’ten yuvasını şereflendirmesini rica etti. Fakat vakit geçti. İki gece
sonra geleceğini vâad ederek, Molla Beye müsaade buyurdu. O da Atanın elini öperek,
ayrıldı. Biz de Dolmabahçe’ye gittik. İki gece sonra geleceğini vaat ederek Molla BO da
Ata’nın eline öperek ayrıldı. Bizde Dolmabahçe’ye gittik. İki gece sonra yine
Dolmabahçedeyiz. Saat sekiz buçuğa doğru Sögütlü Yatıyla hareket edildi. Büyükdere’de,
Molla Beyin yalısı önündeki rıhtıma yanaştık. Molla Bey, yatın yanaşabilmesi için, mevcut
iskeleyi on metre kadar uzatmış ve iskeleden yalıya kadarki yolu kâmilen halılarla kaplatmış,
kendi de orada bekliyor. Halk da iki gecelikli birikmiş, heyecan içinde alkışlıyor. Yalıya
girince, Atatürk kısa bir program hazırlamamı istedi. Zaten hazırlamıştım. Sofraya oturulunca.
işaretleri üzerine, fasla Nihavent Peşreviyle başladık. Rıhtım boyunca birikmiş olan halk,
bunu duyunca, bir alkıştır koptu. Gözlerim Atatürkt’e, çek neşeli. Elleriyle tempo tutarak,
beşûş bir çehre ile faslı takip ediyor.
Bir aralık, gazel istedi. Udi Şevki Beyin gayet mahirane bir taksiminden sonra,
Canımı cânan ger isterse, minnet canıma
Can nedir kim kurban etmeyim canânıma’yı okumağa başladım. Bundan sonra da, iki
şarkı okuduk ye emirleri üzerine, istirahat ettik.
Atatürk’de, Molla Beyle konuşuyor. Bu sırada, beni yanlarına çağırarak, takdim etti.
Molla Bey de:
“Yaşar Beyi pek severiz. “ deyince, Atatürk çok mütehassis oldu,
Fakat sokakta alkış dinmiyordu. Fasılalarla, şiddetini arttıra arttıra devam edişi
karşısında ne oluyor diye merakla balkona çıkan Nuri Conker’i gören halk, Atatürk
zannederek:
“Yaşa!.. Yaşa!.. Varol!. “ diye kıyametleri, koparınca, Nuri Bey’de hemen döndü, İçeri
geldi. Atatürk’de ona:
“ Neye döndün? Bir nutuk çekseydin ya!.” diye şaka etti. O da:
“ Benim harcım değil bu... Becerebileceğim bir iş emret baş üstüne... Yap&mıyacağım
şeyi emretme.” deyince gülüştüler.
Nuri Conker Atatürk’ün çok samimi, çocukluk arkadaşı olduğundan, sık sık, bu kabil
şakalar ederlerdi.
Nihayet, Atatürk kalktı, balkona çıktı. Fakat alkışlar sağnak haline gelmişti. Bir
müddet bekledi. Eliyle işaret ederek, alkışı durdurdu ve halka hitaben:
“Sevgili vatandaşlarım!.. Buraya kadar zahmet edip gelmiş, ayakta yoruluyorsunuz.
Beni minnettar. kılıyorsunuz. Fakat sizi böyle şen ve bahtiyar gördükçe ben de mesrur
oluyorum. İşte görüyorsunuz ki, bazı bedbahtların çıkardıkları hastalık dedikodularına
rağmen, sağ salim karşınızdayım. Şimdi biliniz ki, milletimin tam refahını görmeden
ölmeyeceğim “ deyince, ortalık:
“ Kahrolsunlar!.. Sen yaşa var Atatürk Allah seni başımızdan ayırmasın!.” Sadalariyle
ve alkışlarla çınladı.
Atatürk bu coşkun tezahürat ortasında, salona dönünce, halka biralar, şerbetler ikram
edildi, bu esnada fasıl heyeti de Hicazkâr makamından bazı şarkılar çaldı. En sonunda
“Yılmaz çelik ordularla biz......” marşı okunmağa başladı. Marşın sonun güftesi olan
(Millet senin sayende ölmeyecek yaşıyacaktır) mısraını okurken, Atatürk birdenbire
elini masaya vurdu ve faslı durdurdu ve dedi ki:
“ Arkadaşlar; zafer milletin eseridir. Ben de herhangi bir vatandaş gibi borcumu
ödemekten başka bir şey yapmadım “ dedi ve gözleri yaşlandı.
Halk Hala dağılmıyor, gittikçe artan bir kalabalık Atatürk’ün bir daha yüzünü görmek
için bütün rıhtımı doldurmuş alkışlayarak bekliyorlardı.
Bu tarife sığmaz coşkun hava içinde yalıdan çıkan Atatürk halkı eliyle ve başını
eğerek samimiyetle selamlayarak Söğütlü Yatına bindi, biz de kendini takip ettik,
Dolmabahçe Sarayına döndük. Sabah da olmuştu.
Dolmabahçe Sarayında bir gece Atatürk bir musiki bahsi açtı. Ve dedi ki:
“ Garb musikisinde İntizam bir şekilde muhafaza edilmesi ve sizlerin de musikinizde
bir teceddüt yapmanız lazım gelmez mi? “ diyerek benden mütalâa sordu.
“ Sevgili efendim, hocam İsmail Hakkı Bey’den duyduğuma nazaran bizim musikimiz
Garb musikisinden ve (melodi) bakımından çok zengin ve bizde çeyrek sadaları mevcut
olduğundan ve usullerimiz gayet vâsi, bulunduğundan dolayı musikimiz Garb musikisi gibi
(armonize) olamaz derdi.
Emir ve iradeniz veçhile İstanbul Konservatuvar icra heyetine tayin edildiğim sırada,
Vali Muhittin Üstündağ tarafından Viyana Musiki Mektebi Akademisi profesörlerinden
(Mösyö Marks) İstanbul’a davet edilmişti. Bu zata Konservatuvarda Garb musikisi esasları
kurmak vazifesi de verilmişti. İşe başlarken evvelâ musikimiz hakkında bir fikir edinmek için
bazı eserlerimizi dinlemek istemiş. Reisimiz bulunan Rauf Yekta Beyin riyaseti ndeki icra
heyeti. Kemani Reşad. Udi Sedat, Tamburi Dürrü, Neyzen Hafız Tevfik, Hanende Nuri Halil
Beylerden mürekkepti.
Tepebaşı kışlık tiyatrosunda verilecek tarihî klâsik musikisi konserini vermek için
provalarımızdan birinde (Mösyö Marks) da Konservatuvarâ davet edildi. Konserde okunacak
Itri merhumun Nevakârını meşkediyorduk. (Mösyö Marks) Rauf Yekta Beyle icra heyeti
odasına geldiler. Ve notaları tetkik ettiler. Nevakârın sonuna kadar dinledi ve odadan
ayrılırken hepimizin ellerini sıkarak gitti.
Biraz sonra Rauf Yekta Bey, Mösyö Marks’ın mütalâalarını bize bildirdi. (Mösyö
Marks) demiş ki, musikinizi beğendim. Ve çok yüksek buldum. Buna katiyen el sürülmez,
olduğu gibi muhafaza edilmeli.
(Mösyö Marks) ertesi günü Akşam gazetesinde şu beyanatta bulundu:
“ Türk Musikisi büyük hususiyetleri olan bir musikidir. Türkiye’de Garb musikisi
tekniği kabul edilmekle beraber, bu musikide Şark musikisine ait hususiyetleri muhafaza
edilmelidir. Alman, Fransız, Rus musikilerinde teknik birdir. Bununla beraber bu mill etin
musikileri birbirine benzemez. Her birinde o milletin hususiyetleri, karakterleri vardır. Türk
musikisinde de böyle olmalı. Kendi hususiyetleri, karakteri bulunmalıdır. Bunun temini için
de müstakbel Türk bestekârlarını ve musikişinaslarım yetiştirecek olan Konservatuar ona göre
ıslah edilmelidir. Yani Şark musikisinin yeni gamları ve tekniği tedris edilmelidir.”
Yine bu mütehassısın sözlerinde beni asıl alâkadar eden musiki kısmına gelince:
“ Türk musikisi istidatları kuvvetlidir, sık sık konserler verilmeli (ve bu eserler aynen
muhafaza edilmeli ) ve bu esas bozulmamalı “ diye sözlerini bitirdi.
Atatürk, bu mütalâamı büyük bir alâka ile dinledikten sonra Konservatuar Müdürü
Ziya Bey’i ertesi akşam Dolmabahçe Sarayında huzurlarına kabul ettiler. Uzun u zadıya
konuştu. Fakat netice ne oldu anlayamadım. Muhakkak olan şu ki Atatürk musikimizi
behemehal ıslah etmek fikrinde idi.
Atatürk’ün emirleri üzerine bir gece Dolmabahçe Sarayında bulunuyordum. O akşam
sofrada Atatürk’ün pek sevdikleri kumandan paşalar ve Dahiliye vekili Şükrü kaya Bey’de
bulunmakta idi. Vali Muhittin Üstündağ tarafından Atatürk için getirilmiş cesim bir radyo
kütüphane şeklinde salonun bir köşesine konulmuştu. Atatürk bir ara Mühittin üstündağı
işaret ederek:
“ Şu radyoyu açınız bakalım”, demesi üzerine Arap Necip Efendi gidip radyoyu açtı.
O zaman İstanbul Radyosu, Υeni Postahane üstünde faaliyette idi ve o gece Nihavend faslı
çalıyorlardı.
Atatürk Nihavend faslını pek sevdjğinden faslın uzatılmasını emretti ve sofrada
bulunan Mebus Cevat Abbas Bey Radyoevine telefon etti ve Nihavend faslı bir saat kadar
devam etti. Atatürk çok neşeli ve arasıra bana soruyorlar:
“ Nasıl, güzel okuyorlar mı? “
“ Evet efendim, çok güzel okuyorlar ve çalıyorlar. “
Nihavend faslı bitince (sololar) devam etmece başladı, iki bayan mikrofon basında
sırasıyla şarkılar okuyorlar. Her nedense bir şarkının meyanında bir karışıklık oldu. Ve hatta
bununla kalmıyarak öksürükler, gülüşme ve konuşma sadaları duyulunca, bu hareketi duyan
Atatürk elini masaya vurarak Nesip Efendiyi çağırdı. Ve radyoyu kapattı. (Ve bu ne
kepazelik) diye sinirlendi. Atatürk’ün bu üzgün halini gören (Bozüyük) Mebusu Salih Bozok
Bey derhal sofradan kalkıp Radyoevine gitti. Radyodan gönderilen Kemani Reşad Bey
salondan içeriye girdi ve Atatürk huzurlarına kabul ettiler:
“ Reşat Bey, ne oldu radyodaki aksaklık nedir? Deyince. Reşat Bey sükût ederek
önüne baktı. Atatürk Reşat Bey’den bir rast taksim yapmasını söyledi. Reşat Bey kemanla bir
taksim yaptı ve Atatürk Neyzen Asım Bey’in bestelemiş olduğu (Habgâhı yâre girdim arz için
ahvalimi) okumağa başladı. Şarkı bitince Atatürk benden bir gazel istedi. Ve Atatürk’ün her
zaman okuduğu ve pek sevdiği şu güfteyi okudum: (Yeter artık çeker oldum şu cihanın
gamım) arkasından Atatürk yine başka bir şarkıya başladı.
Konservatuar İcra Heyeti Tepebaşı Kışlık Tiyatrosunda Tarihi Klasik Konserinde
Her nedense Reşat Bey bu şarkıyı Atatürk’ün istediği gibi çalamayınca, baktım
yüzünde bir hoşnutsuzluk hissettim. Şarkıyı kesti musiki hakkında bir mevzu açtı. Bu mevzu
bitince. Atatürk ün yanında oturmakta olan Dahiliye Vekili Şükrü Kaya Beyin eğilip kulağına
bir şeyler söylüyordu. Atatürk Cevat Abbas Beyi yanına çağırdı, bir şey söyledi. Cevat Abbas
Bey salondan dışarıya çıktı ve Kemani Reşat Beyi sofradan çağırttı. Ve istirahat buyursunlar
diye Sarayın otomobili ile Radyoevine gönderildiğini sonradan öğrendim. Atatürk’ün
hiddetini teskin için tekrar Radyoevine telefon edildi. Bu sefer kemençeci Kemal Niyazi Bey’i
hemen Saraya gönderdiler. Atatürk huzurlarına Kemal Niyazi Bey’i kabul ettiler. Atatürk
gülerek dedi ki:
“Giden Kemani Bey bizim şarkıları çalamadı, bakalım siz çalabilecek misiniz? Bizim
şarkılar başka türlüdür “, diye gülüşmeğe başladı.
Atatürk, Kemal Niyazi Beye bir taksim yapmasını söyledi. Kemal Niyazi Bey bana
sordu:
“ Hangi makamdan yapayım Yaşar Bey.” dedi.
Atatürk Segâh makamını pek sevdiğinden Segâh makamından yapılması daha muvafık
dedim. Kemal Niyazi Bey gayet güzel bir taksim yaptı, Atatürk çok memnun görünüyordu.
Taksim biter bitmez Atatürk (Sunda içsin yâr elinden âşıkın peymaneyi) şarkısına başladı, ben
de hafiften iştirak ettim. Kemal Niyazi Bey bu şarkıyı Atatürk’ün istediği gibi çaldı. Atam
gayet neşeli, yüzünde bir memnuniyet izhar ediyordu, Segâh makamından bir iki şarkı
okunduktan sonla:
“ İstirahat ediniz, “ buyurdular. Atatürk. Cevat Abbas Bey’i yanma çağırdı:
“ Tamburi Salâhattin Pınar ve Kemani Nubar Beylere telefon ediniz,” diye emretti.
Yarım saat sonra Salâhattin Pınar ve Kemani Nubar ellerinde sazları olduğu halde
salondan içeriye girdiler. Atatürk’ün elini öperek, AtatürkWün müsaadeleriyle sofraya
oturdular. Ve Atatürk beni yanma çağırdı:
“ Bir program yapınız.”
Ve arzu ettikleri şarkıları sırasıyla yazdım. Yanlarından ayrılıp sofraya oturdum ve
okumağa başladım, bir iki şarkıdan sonra Atatürk gazel olarak şu güfteyi okumağa başladı:
“ Ben şehidi badeyim dostlar demim yâdeyleyin ”
Ve Salâhattin Pınar da tambur ile iştirak ediyordu. Atatürk bana işaret etti, mabadını
ben okudum. Gazelin hitamında Uşak makamından (Ben melâmet hırkasını kendim giydim
enime) Bektaşi nefesini okuduk. Böylece fasıl geç vakte kadar devam etti. Ve Atatürk
yemeğin gelmesini emretti, yemekten sonra (Yılmaz çelik ordularla biz) ve (Karadeniz
Karadeniz, gelen düşman değil biziz) marşı ile fasla hitam verdik. Atatürk sofradan kalktı, biz
de ellerini öperek huzurlarından ayrıldık. Ve o geceden itibaren İstanbul radyosunda fasıl
heyeti lâğvedildi, yalnız halk türkülerinin çalınması kararlaştırıldı.
10 Ağustos 1928 gecesi Sarayburnu Gazinosunda tertip edilen eğlentiye, Atatürk’ü de
davet etmişlerdi. Esasen herkesin hoşça vakit geçirmesini isteyen Atatürk, halkla da yakından
temasa imkân veren bu gibi toplantılara katılmağı adet edinmiş olduğundan o gece maiyetiyle
birlikte Sarayburnu Gazinosunu teşrif buyurmuşlardı. Sarayburnu Gazinosu mahşer gibi
kalabalıktı. Atatürk’ün gelişi ile ortalık büyük bir heyecan ve sevinçle çalkandı. Evvela
sahneye. Mısır’ın o devirde en namlı muganniyesi olan Münire Mehdiye Hanım çıktı. Kemali
tâzimle Atatürk’ü selamlayarak, billûr gibi berrak, temiz ve tavırlı sesiyle Arapça şarkılar
söyledi. Ve konserinde muvaffak oldu ve namütenahi alkışlandı. Münire Mehdiye Hanım’ın
konserinden sonra Eyüpsultan Cemiyeti talebelerinden müteşekkil ve Kemani Mustafa Bey’in
riyasetindeki fasıl heyeti konserine başlamıştı. Fakat çalan ve okuyan, bayan ve bayların
böyle bir toplantıya yakışacak bir kıyafeti ihmal ederek rastgele giyinmiş oluşları Atatürk ’ü
üzmüş olacak ki onları dinler gibi görünürken, önündeki gazeteye dalmış bulunu yordu. Bir
aralık gazetesinden başım kaldıran Atatürk, fasıl heyetinden bir program istedi, programlan
bulunmadığı cevabı verilince Atatürk’ün üzüntüsü arttı. Fakat durumu kurtarmak için derhal
sevdikleri şarkılardan müntehip bir liste tertip edilerek sahneye göndermişler, bu programın
başında Faize Hanım’ın bestelediği Şetaraban makamında (Bâde-i vuslat içilsin kâse-i
fağfurdan) ilâh şarkısını Atatürk pek severdi ve güzel okurdu. Fasıl heyeti bu şarkıyı layıkı
veçhile okuyup çalamayınca Atatürk’ün üzüntüsü de bir anda hiddete inkılâp etti, fena halde
sinirlenmiş, konserin hitamında ayağa kalkarak şu nutku söylemiştir:
“ Her zaman, her yerde olduğu gibi, bu gece de burada aziz milletimle karşı karşıya
geldiğim anda büyük bir kuvvetin tesiri altında kaldığımı duyuyorum. (Bu kuvvet nedir?)
Türk halkının, Türk içtimai heyetini teşkil eden yüksek insanların kalb kaynaklarından
yükselen hislerin, arzuların, heyecanların, hazların bir noktada, bir hedefte, bir ga yede
birleşmedir. Bu kuvvetin bu kadar müfteri olabilmesi omu» çok temiz, çok asil olması ile
mümkündür. Bu benim ve bütan dünyanın gördüğü kuvvet muhakkak en büyük vasıflarla
(mütemayizdir). Bir millet bu mahiyette (bir kuvvet) ve (hayatiyet) gösterdiği zaman. o
milletin beşer tarihinde yepyeni bir safha açmak olduğuna şüphe etmemelidir. Bu gece burada
güzel bir tesadüf eseri olarak Şarkın en mümtaz iki musiki heyetini dinledim. Birinci olarak
sahneyi tezyin eden (Münire Mehdiye Hanım) sanatkârlığında muvaffak oldu. Fakat... Benim
Türk hislerim üzerindeki müşahedem, şudur ki, artık bu basit musiki Türklüğün çok
(münkeşif) ruh ve hissini tatmine kâfi gelmez. Çimdi karşıda medeni dünyanın musikisi de
işitildi. Bu ana kadar Şark musikisi denilen terennümler karşısında kansız gibi görünen halk,
derhal harekete geçti. Hepsi oynuyor, şen ve şatırdırlar. Eğer onun bu güzel hasleti bir zaman
için fark olunmamışsa kendisinin kusuru değildir, kusurlu hareketlerin, acı felâketlerin
neticesidir. İşte Türk milleti bunun için gamlandı, fakat artık hataları tashih edilmişti r. Artık
müsterihtir. Türk artık şendir. Çünkü ona ilişmenin hatırnâk olduğu ispat edilmiştir. Bu kanaat
umumidir. “
Alkışlar arasında sözünü bitiren Atatürk gayet nazik bir gülümseyişle halkı selâmladı
ve halkın coşkun tezahürleri arasında yerine oturdu.
Fakat halkın neşesini kaçırmamak için mütebessim görünüşüne rağmen asabiyeti
geçmemiş. Dolmabahçe Sarayına varır varmaz, beni huzurlarına çağırdı. Onu ilk defa bu
kadar hiddetli görüyordum. Sert bakışlarla gözlerime bakarak:
“ Yaşar Bey, haydi bakalım, bu gece musikini kurtar. Yoksa hepinizi dağıtacağım! “
dedi. Sofradaki misafirler de donmuş kalmış bir vaziyette bana bakıyorlardı. Bir anda
omuzlarıma yüklenen ağırlığın tesiri altında sendeler gibi oldum. Müthiş bir imtihana davet
ediliyordum, öyle bir mümeyyiz karşısında tek başıma vereceğim bir imtihan musikimiz için
ölüm, dirim davası idi.
“ Emredersiniz; Atam “, diye huzurlarından ayrıldım. Fasıl heyetine tahsis edilmiş
Sarayın alt kısmındaki fasıl odasına geldim. Arkadaşlara durumu anlattım, hepsi heyecan
içinde gözlerimin içine bakarak “Ne yapacağız?” diyorlardı. “ Evlâtlarım, yapılacak şey bütün
sanat kudretimizi toplayarak Atamızın huzurlarına çıkacağız, sizler güzel bir akord yapınız.
Ben de Atamızın pek sevdiği ve okuduğu şarkılardan müntehip bir program tanzim edeceğim”
diye arkadaşları teselli ettim. Hazırlığımız biter bitmez fasıl heyeti ile yuka rı ki salona çıktık,
ilk önce ben Atatürk’ün huzurlarına varınca eğilip ellerini öptüm. Ve programı takdim ettim.
Atatürk gözlüğünü taktı okudu ve güldü:
“Arkadaşlar nerede?” diye sordu.
“ Burada Atam...”
“ Gelsinler..”. buyurdu. Salona çıktım. Fasıl heyetinin önünde ben ve sıra ile
arkadaşlar Atatürk’ün huzuruna girdik. Hepimiz Atatürk’ün ellerini öperek geriye çekilip
kemali tâzimle ayakta durduk. Bizim bu vaziyetimizi gören müşfik Atam, Nesib Efendiye
bağırarak:
“ Beylere sandalye getirseniz “, diye hiddetlenip elini masaya vurdu.. Derhal
sandalyeler dizildi. Fakat Atatürk’ten on beş adım mesafede bulunuyoruz ve müsaadeleriyle
yerlerimize oturduk., gözlerim Atatürk’te. Atatürk eğilip eğilip Şükrü Naili Paşa ile
konuşuyor ve bize bakıyor. Biraz evvelki sözleri kulaklarımda çınlamakta iken her hal ve
hareketini takip ederek, acaba tekrar bir şey söyleyecekler mi diye merakla düşünüyordum.
Atatürk hafifçe gülümsedi:
“ Buyurun arkadaşlar “, diye faslın başlanmasını emretti.
İlk önce Tamburi Cemil Bey’in Mahur peşrevini dört hane çaldık. Arkasından
Hamamîzade İsmail Dede’nin Mahur beste olan (Ey gonca dehen kârı elem canıma geçti)
bestesini okurken Atatürk elleriyle tempo tutuyordu ve bu besteyi Atatürk çok sever ve her
zaman okuttururdu. Bu beste biter bitmez yine Mahur makamından Eyyübî Mehmet Beyin
ikinci bestesini okuyoruz:
(Ey gözü âhû bana bilmem niçin bigânesin..) Atatürk bana işaret ederek gazel
okumamı istedi. Udi Şevki Bey’e bir taksim yapmasını söyledim. Udi Şevki Bey gayet
mahirane bir taksim yaptı ve ben de şu güfte ile gazele başladım:
“ Canımı cânân ger isterse minnet
Can nedir kim anı kurban etmeyim cânıma “
Bu gazelin güftesini Atatürk pek sever ve gazel olarak okurlardı. Gazel bitince Atatürk
gayet neşeli, bizi alkışladılar. Tine İsmail Dede’nin Yörük semâisi olan:
“ Yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenara düştü
Dayanır mı şişedir bu rehi seng sara dliştü “
Semâinin sonunda Nikolaki’nin saz semâisi ile mahur fasla nihayet verildi. Atatürk
beni yanma çağırdı. Yanlarına gittim, gözlerim yaşan olduğu halde eğilip ellerini öptüğüm
zaman Atatürk de elleriyle saçlarımı okşadı ve dedi ki:
“ Yaşar Bey, musikini kurtardın, seni tebrik ederim “, diye sofradaki misafirlerle
beraber beni alkışladı. Ve yerime dönerken:
“ Arkadaşlar, ben bu evladıma nasıl kıyayım “, diye söylendi ve Nesib Efendiye derhal
emir vererek:
“ Çabuk yanı başıma benim masamın aynı olarak beylere masa hazırlayınız “, diye
emretti. Derhal masa hazırlandı, Atatürk'ün müsaadesiyle yerlerimize oturduk ve iki paket
kendi markasını taşıyan uçları kırmızı ve yeşil sigaralardan bizim soframıza gönderdi:
“Arkadaşlar, istirahat ediniz, yeyip içiniz “, diye emretti.
Yarım saat kadar istirahat ettik. Yedik ve içtik. İkinci faslın programını derhal tanzim edip
Atama takdim ettim. Bu program da yine Atamın sevdikleri ve okudukları şarkılardan
mürekkepti. Atatürk'ün emirleri üzerine ikinci fasla başladık, faslın ortasında Santurî Zühtü
Bey’den yalnız olarak bir taksim istedi. Taksim’den sonra iki şarkı okuduk ve Atatürk elini
kaldırarak faslı kestirdi. Ve sofradan kalkıp Şükrü Naili Paşa ile deniz tarafında koltuğa
oturdular. Bir çeyrek saat sonra sofraya geldiler... Ve bana bakarak:
“Marş, marş rıhtıma “, diye emretti.
Bizler de sofradan kalkıp Sarayın deniz tarafındaki rıhtıma geldiğimizde Sakarya
motorunun rıhtıma yanaşmış olduğunu gördük.
Yarım saat sonra saltanat kapısından Atatürk maiyetiyle beraber ve Şükrü Naili Paşa,
Atatürk’ün koluna girmiş olduğu halde gelip Sakarya motoruna bindiler, biz de kendilerini
takip ettik. Fakat nereye gideceğimizi bilmiyoruz. Kaptana sordum (Moda’ya) dedi. Meğer
(Belvü Bahçesine gidiyormuşuz) Moda İskelesine yanaşınca baktım, bahçenin her tarafı
bayraklarla tezyin edilmiş, bir köşede Şef İhsan Beyin idaresindeki Bahriye Orkestrası, Toska
Operetinden bazı parçalar çalıyor ve dans havaları terennüm ediyordu. Atatürk’ü gören halk
bir anda ayyuka çıkan (Yaşa!..) sadalarıyla istikbaline koştular. Atatürk için ayrılmış olan
koltuğa Atatürk alkışlar içinde oturdu. Bize de arka tarafında yer almaklığımız İçin işaret
ettiler. Şef İhsan Bey dans havalarım çalıyor ve halk kolkola dans yapıyorlar. Bir ara Atatürk
beni yanma çağırdı: “Yaşar Bey, buraya münasip ufak bir program hazırlayınız, “ buyurdu.
Cevat Ağa’nın Nihavend şarkısı olan: “ Dil seni sevmeyeni sevmede lezzet mi olur.”
Şarkısının ara nağmesi ve Tamburi Cemil Bey’in Vals ilkaındaki (Sevdim seni ay işvebaz)
şarkısını ve Mahur Zeybek raksını ihtiva eden programı Atama takdim ettim ve bana:
“Hazır olunuz “, diye emretti.
Bu esnada Bahriye Orkestrası Şefi İhsan Beyin o kendine has son derece heyecanlı ve
Ahenkli hareketleriyle dans havalarını çalarken, Atatürk bana gözüyle işaret etti, biz de hazır
bir vaziyette Atatürktln emrini bekliyoruz. Atatürk elini kaldırdı. Şef ihsan Beye:
“Durunuz, ve bize de çalınız “ , dedi.
On dört kişiden mürekkep fasıl heyeti bir anda (bandoyu) andıran bir şekilde pek
ahenkli olarak vals ilkaındaki Nlhavend ara nağmesini çalmağa başlayınca, halkın şiddetli
alkışlan semaya yükseldi. Halk birdenbire şaşırdı.
Bizim çaldığımız vals ilkaındaki ara nagmenin tesiri altında (yaşlıları) bile (zıp zıp)
sıçratmakta devam ettiği sırada bu hareketi gören sevgili Atam gülmeden kendini tutamadı.
Arkasından Tamburi Cemil Beyin: (Sevdim seni ey işvebaz) yine vals likamda ve son olarak
mahur Zeybek raksı çalınınca Atatürk yerinden kalktı ve ceketinin önünü ilikleyip halkın
içine girerek halkla elele verip Zeybek raksına iştirak buyurdular. On dakika süren rakstan
sonra bana bir işaret buyurarak faslı durdurdu ve Atatürk alkışlar içinde gelip yerine
oturdular. Bir kahve istedi. Kahvesini içtikten sonra ayağa kalkarak bir hitabede bulundu:
“ Arkadaşlar;
Milletimiz sağlam bir şuura maliktir. Milletimiz daima ileri ye gitme yolundadır. Artık
geriye dönmek, hatta tevakkuf etmek varidi hatır değildir “, diye sözünü bitirdi ve alkışlar
arasında yerine oturdu.
Biraz sonra yerinden kalkarak maiyetiyle birlikte ve halkla beraber Moda İskelesine
giderek Sakarya motoruna bindi. Halk Atatürk’ün etrafını sarmış, onu bağrına basarcasına bir
iştiyakı muhabbetle candan uğurluyordu. Bunu gören Atatürk, halka dedi ki:
“Hep böyle neşeli ve sürurlu geceler geçirmenizi candan temenni ederim. Gülmek,
eğlenmek hakkınızdır. Hoşça kalınız. Allahaısmarladık “ diye Moda İskelesi’nden candan
gelen alkışlarla ayrıldık ve fasıl heyeti de Yılmaz çelik ordularla biz yıldırımlar saçan bir
cihanız marşını çalarak uzaklaşıncaya kadar iskeleden halk mendiller sallayarak Atasını
uğurladı.
Pırıl pırıl mehtap denize de bir başka güzellik veriyordu. Anadolu yakasını takiben
Üsküdar, Kuzguncuk, Beylerbeyi Sarayının önüne gelince. Şükrü Naili Paşa,
“ Dolmabahçe Sarayına gitsek istirahat buyursanız, ricası üzerine Atatürk muvafakat
etti ve Dolmabahçe Sarayına döndük, rıhtıma yanaştık amma Atatürk gayet neşeli, motordan
çıkmadı
Güneşin doğuşunu buradan seyredelim, dedi. Gün de ağarıyordu. Bir çeyrek saat sonra
güneşin süzüle süzüle çıkışını görünce Atatürk’de Sakarya motorundan rıhtıma çıktı.
Huzurlarından ayrılırken ellerini öptüğüm zaman Atatürk gayet neşeli olarak:
“Üstad Yaşar Bey ikinci defa olarak seni tebrik ederim, musikini kurtardın, terakkisine
Çalışınız “, dedi. Ve Nesib Efendiye emir vererek: “ Beyler acıkmışlardır, sabah kahvaltısı
hazırlayınız “ diye yanımızdan ayrılırken bizlere gösterdiği yakın alâkadan hepimizin güzleri
yaşardı.
Bir akşam Dolmabahçe Sarayında nöbetçi yâveri Şükrü Bey’in odasında oturmakta
iken telefon çaldı. Şükrü Bey telefonla görüşüyor. Ve yüzüme bakarak gülüyor.
“ Haydi Yaşar Bey.. Çabuk. Atatürk Yeniköy’de Doktor Rasim Ferit Bey’in yalısında
sizi istiyor. “
Derhal Sarayın otomobillerinden birisine emir vererek hareket ettim. Atatürk sofrada
oturuyor. Ellerini öptüm, beni yanma oturttu. Ve salonun bir köşesinde on kişiden mürekkep
incesaz heyeti de terennüm etmekte idi. Ve saz heyetinin başında, Mesut Cemil Bey elinde
kemencesin ile bulunmakta idi ve yanında Tamburacı Osman Pehlivan vardı. Gayet güzel
Nihavend faslını çalıyorlardı. Tamburacı Osman Pehlivanın muntazam bir şekilde çalması
Atatürk’ten nazarı dikkatine çarpmış olacak ki Osman Pehlivan’ın böyle güzel çalışı
Atatürk’ün hayretini mucip oldu. Osman Pehlivan hakkında bana sordu ve kendilerine izahat
verdim. Fasıl bitti ve Mesut Cemil Bey’i Atatürk sofraya davet etti ve benim yanıma oturttu:
“ Haydi, bakalım iki üstad, söz sizindir.” Mesut Cemil, bana sordu: “ Hangi
makamdan taksim yapayım.”
“ Kürdin Hlcazkâr “, dedim.
Mesut Cemil Bey, gayet güzel bir taksim yaptı ve Atatürk bana işaret etti. Gazele
başladım. Ve şu güfteyi okudum:
Ben hilâle aşığım yârin hilâl ebrusu var
Payine yüz sürmeğe meğer gönül arzusu var
Yüksel Allah aşkına mihrab-ı aşkımsın banim
Sernigûn etmem seni dikle vatan gaygusu var.
Gazelin meyanını okurken Atatürk, Mesut Cemil Bey’e gözüyle işaret ediyordu.
Hakkın cilvesine bakınız ki sesim gayet açık, gazelin meyanım becerebilmişim ki, Atatürk
Mesut Cemil Bey’le konuşuyor:
“ Bizim hafız ihtiyarlığına göre sesini muhafaza ediyor... Bundan dolayı çok
memnunum “, deyince, Mesut Cemil Bey:
“ Atam, Yaşar Bey’in okuduğu meyanı okumak her okuyucunun harcı değildir. “ Ve
elindeki kemençesinde (tiz gerdaniye) perdesini Atatürk’e gösterdi. Atatürk, alkışladı. Gazel
bitti. Arkasından Atatürk’ün sevdiği şarkılardan:
1 Dilene şad-ı-kâm olsun diler gönlüm hazin olsun
2. Bu gönül ne gülde ne gülşendedir, sendedir divâne gönlüm sendedir
3. Hani ya sen benimdin neye döndün sözünden.
Şarkılarım okudum. Atatürk Osman Pehlivanı sofralarına kabul ettiler. Osman
Pehlivan kemâli tâzimle gelip Atatürk’ün elini öptü. Gösterilen yerine oturdu.
“ Haydi, bakalım Pehlivan, sizi dinliyoruz “ , dedi.
Tamburacı Osman Pehlivan Atatürk’ün Huzurunda Çalarken
Osman Pehlivan o kendine has Rumeli türkülerini çalıyor, hem de okuyor. Atatürk
Osman Pehlivana hayretle bakıyor. Bu kaba yapılı, adaleli, pos bıyıklı esnaf kıyafetli ve kaim
sesli pehlivanın bu derece ince ruhlu, yüksek bir sanatkâr oluşuna hayret ediyor, İlk defa
gördüğü Pehlivanı son derece takdir ediyor ve durmayıp alkışlıyordu. Osman Pehlivan o
kadar coşmuştu ki türkünün birisini bitiriyor, ötekine başlıyor, aşk ile çalıyordu.
Heyecanlı okuyordu. Hele sonlara doğru çaldığı ve okuduğu bir Rumeli türküsüne
öyle bir hava vermişti ki, Atatürk’ün gözleri yaşardı. Mendilini çıkartıp gözlerini sildi. Ve
sazı kestirdi. Bir müddet dalgın, dalgın durarak:
“ Pehlivan! Bu çaldığın son türkü merhum validemin pek sevdiği bir Rumeli havasıdır.
Bunu epeydir dinlememiştim. Âdeta unutmuştum. Şimdi bu güzel okuyuşunla, bende hazin
hatıralar canlandırdın... Varol Osman Pehlivan “, deyince, bu iltifat karşısında, pehlivan
kendinden geçer gibi nasıl teşekkür edeceğini bilemiyor, sevinç içinde ellerini ovuşturarak:
“ Paşam, Paşam... Bize bu ilhamı veren sizsiniz. Ben ömrümde sazımı bu geceki gibi
sevdiğimi hatırlamıyorum. Sizin bakışınız, taşı toprağı bile dile getirir. Siz var olunuz. Allah
sizi bu milletin başından eksik etmesin “ diye heyecandan tir tir titriyordu.
Bunun Üzerine Atatürk Rumeli hatıralarından uzun uzadıya bahsetti. Eski günleri
yâdetti. Biraz istirahat ettikten sonra, yine Atatürk’ün sevdikleri şarkılardan Hüzzam
makamından:
1. Ruhumda bu şeb hicri visalin yanıyorken
2. Yemenim tafralıdır sevdiğim buralıdır
3. Olmaz ilaç sinei sadpâreme.
Şarkıları okuduk ve Atatürk’de bu şarkılara iştirak etti, yorulduğumuzu anlıyan
Atatürk:
“ İstirahat edin beyler, yeyiniz, içiniz “, dedi.
Sabaha da bir saat kalmıştı. Atatürk, Acar motoruyla yalıdan ayrılırken, Osman
Pehlivanı tekrar alkışladı. Ertesi akşam Florya Denizevine gelmesini emretti.
Ertesi akşam, Ataürk’ün emri üzerine Florya Deniz Köşküne saat sekiz buçukta geldi
ve huzurlarına kabul olundu. Osman Pehlivan mazhar olduğu bu baha biçilmez teveccüh ve
iltifattan son derece memnun bir vaziyette idi.
Atatürk samimiyet ve nezaketle Pehlivanın hatırını sorduktan sonra:
“ Yaşar Beyle bir program hazırlayınız. “ diye emretti ve ben de Atamızın sevdiği
şarkılardan mürekkep bir program yaptım:
1.Sevdiğim cemalin çünkü göremem
2.Urfalıyım bahçeliyim bağlıyım
3. Bak şu güzel köylüye işte bu kızdır peri
4. Söğüdün yaprağı narindir narin
Şarkılarım Osman Pehlivan yalnız olarak okudu ve çaldı. Osman Pehlivan zaten
sevinç ve heyecan içinde sazını eline alışında bile bir başka coşkunluğu vardı. Ve hakikaten
olanca kabiliyetini göstererek, fevkalâde güzel ve usulü dairesinde çaldı. Biraz istirahatten
sonra Atatürk (yeni istirahatten sonra) tatlı bir muhabbet başladı. Osman Pehlivanın hayat ve
maişetiyle alâkadar oluyor. Sık sık bu mevzuda sualler soruyordu. Bir aralık, Atatürk
Pehlivana soruyor:
“ Güreşlerde muvaffak oluyor muydun?. Kimlerle tutuştun, Ve kimleri yendin.
Pehlivan? “dedi.
Pehlivan da anlatıyordu. Atatürk, birdenbire yâver beyi çağırdı:
“ Muhafız alayından iki pehlivan er getirin “ emrini verdi.
Biraz sonra tığ gibi erlerden iki delikanlı salona girerek Atatürk’ü selâmlayıp
karşısında durdular.
Osman Pehlivan da bıyıklarını bükerek onlara bakıyordu ki, Atatürk’ün sesi duyuldu:
“ Haydi Pehlivan, haydi meydan!.. Göreyim seni bizim evlatlarla bir tutuş! “
Osman Pehlivan, bu yaşta (dev gibi) bir manalı tavırla yerinden kalkarak ortaya çıktı.
Atatürk dedi ki:
“ Vâkıa artık yaşlısın amma, ne kadar olsa serde eskilik var. Hocalık var! Yine sırtın
yere gelmez “, diye gülerek Pehlivanı teselli ediyordu.
Sofradaki davetli misafirler hep merak içinde idi. Nihayet tutuştular. Osman Pehlivan
bir (peşrev) yaptı. Ve eri bir hamlede altına aldı... Bütün bakışlar onlarda... Atatürk de ayağa
kalkmış, elleri belinde gözünü kırpmadan takip ediyordu ki, Osman Pehlivan, mahirane bir
oyunla bir köprü yaptı. Er bocalıyor. Soluk soluğa kıvranıyor. (Sırtı) yere ha geldi, ha geliyor,
gelmesine ramak kaldığı sırada Pehlivan, Atatürk'ün gözlerine bakarak (yerden bir selâm
verdi.) Ve pes dedi. Eri bırakarak ayağa kalktı. Ve Atatürk'ün elini öptü. Atatürk hayretler
içinde kaldı... Atatürk Osman Pehlivana sordu:
“ Neden bıraktın, tam sırtım yere getirirken, neden (pes dedin?) “
Osman Pehlivan masum bir vaziyetle hiç unutmam hala gözlerimin önündedir. Yaşlı
gözlerle Atatürk'ün gözlerine bakarak:
“ Paşam, bu arslan evlatlar, sizin evladınızdır, sırtını yere getiremem. Beni affediniz” ,
dedi ve geri çekildi.
Atatürk'ün gözleri yaşardı:
“ Aferin Pehlivan,” diyerek alkışladı. Buyurun sofraya, diye tekrar karşısına oturttu.
Ve yâver beye seslendi:
“Safiye Hanımla, Salâhattin Pınar ve Kemani Nubar Beylere telefon ediniz, çabuk
gelsinler.
Bir saate kalmadı, Bayan Safiye Ayla, Salâhaddin Pınar ve Kemani Nubar salondan
içeriye girdiler ve Atatürk’ün ellerini öperek yerlerine oturdular. Ve Bayan Safiye, Atatürk'ün
sevdiği Hüzzam makamından:
1. Ruhumda bu şeb hicri visalin yanıyorken
2. Sun da İçsin yâr elinden âşıkın peymaneyi, şarkılarını okudu. Bundan sonra
Salâhaddin Pınar’a:
“Bir taksim yapınız” , dedi.
Taksimden sonra Salâhaddin Pınar bestelediği şarkılardan birisini kendi ağzından
okumak suretiyle dinlemesini arzu buyurdular. Okunup çalınıyor. Atatürk gayet neşeli. Biraz
istirahatten sonra, Atatürk, Osman Pehlivanın nerde oturduğunu sordu ve:
“ Ne işle meşgulsün Pehlivan “ dedi.
Pehlivan: “ Efendim. Erenköyü’nde oturuyorum, Belli başlı bir işim yok, köy
düğünlerinde çalarım.”
“ Evin var mı?”
“ Hayır, bir baraka yapıyorum. “
“ Ne barakası “
“ Sözde bizim fakirhane “
Atatürk güldü.
“ Paşam, başımızdan büyük bir işe girdik. Barınacak bir yer yapmak için çalışıyorum.
Kapısı var, penceresi yok, camı var, çerçevesi yok. Taktıramıyorum. Pencerelere çuval
asıyorum.
Atatürk sordu:
“ Κaç para ile ikmal edilir. “
“ Beş yüz lira ile olur “, deyince, Atatürk yâver beye:
“ Beş yüz lira verin bizim pehlivana
Zavallı Pehlivan yerinden kalktı. Atatürk’ün ellerini öptükten sonra ayaklarına
kapandı. Pehlivanın sevincim görmeliydiniz:
“ Bu gece bana uyku yok, perişan yuvamı ihya etimiz. Allah sizden razı olsun “ , diye
dualar ederek Atatürk söylemeden pehlivan ayağa kalktı ve sazı etinde olarak hem çalıyor ve
hem de mükemmel bir zeybek oynuyor. Epeyce geç bir vakit olmuştu. Atatürk:
“İstirahat ediniz “, buyurdular. Atatürk’ün ellerini öperek huzurlarından ayrıldık.
Bayan Safiye Ayla ve Salâhaddin Pınar ve Nubar Beyler, otomobillerine binerek
İstanbul’a hareket ettiler. Osman Pehlivan ise şafak atıncaya kadar uyumadı. Sabahleyin ilk
trenle İstanbul’a döndü.
1931 senesi Haziran’ında Dolmabahçe Sarayında Atatürk'ün huzurlarında Istanbul’un
mümtaz hafızlarından Sâdettin Kaynak, Kemal, Beşiktaşlı Rıza, Sultan Selimli Rıza,
Beylerbeyli Fahri, Muallim Nuri, Büyük Zeki, Burhan Beyler vardı. Bu meyanda o devrin
şöhretli sanatkârlarından Edirneli Musevi ve yaşlı sanatkâr (Elfazi) de hazır bulunuyordu.
Atatürk şöhretini işittiği bu eski bestekârı ilk defa görüyordu. Bütün hedefi ona
matuftu, bir aralık eski musiki üstadlarının eserleri hakkında bazı sualler sordu. Elfazi’nin
verdiği cevap Atatürk’ü ikna etmedi.
Atatürk Elfazi'ye bakarak:
“ Eski bestekârların bir eserini okuyunuz “, dedi.
Elfazi udunu eline alarak Hacı Sadullah Ağa’nın BeyatI Araban makamındaki (Bülbül
ey gül-i râna senindir) bestesini okudu ve çaldı ve iki şarkı daha okudu. İlk anda okuduğu
bestede zemin ve mevzun bozuk okuyuşunu farkeden Atatürk hafifçe dudaklarını bükerek ve
gülümseyerek yüzüme bakıyor ve gözünü kırpıyordu. Bunun farkında olmayan Elfazi uduna
yaslanmış avazı çıktığı kadar bağırıyor ve okuyor. Atatürk çok bağıranları katiyyen
sevmezlerdi. Adamcağızın keyfini kaçırmamak istiyen Atatürk nazikâne bir hareketle:
“ Yoruldunuz. İstirahat ediniz. “diye Elfaziyi susturdu.
Atatürk Elfazi'nin çalışını ve okuyuşunu hatırlayarak bu tarzıyle nasıl olup da şöhret
yapmış olduğuna hayret edişini, hele benim gözümden gizleyemiyordu. Nihayet dayanamadı:
“ Sizin isminizde bir karışıklık var galiba... Herkes size (Gazi) gibi bir şey diyor. Gazi
benim. Bunu düzeltiniz. Sizin isminiz herhalde (Elfaza) olmalı deyince (Elfaza) kıpkırmızı
oldu, şaşırdı, afalladı, Atatürk Arap tarihinden bir mevzu açtı. Bu tarih dersi kırk beş dakika
sürdü:
“Yoruldunuz, istirahat ediniz, diye Elfazi’yi susturdu. Atatürk, Elfazi’nin çalışını ve
okuyuşunu hatırlayarak bu tarzıyla nasıl olup da şöhret yapmış olduğuna hayret edişini, hele
benim gözümden gizleyemiyordu. Nihayet dayanamadı:
“ Sizin isminizde bir karışıklık var galiba. Herkes size (Gazi) gibi bir şey diyor, Gazi
(benim) bunu düzeltiniz. Sizin İsminiz herhalde (£21 faza) olmalı, deyince (Elfaza) kıpkırmızı
oldu, şaşırdı. Afalladı, Atatürk Arap tarihinden bir mevzu açtı, bu tarih dersi kırk beş dakika
sürdü.
Atamın bu ihtarı zannediyorum ki Elfaza’nın şanı şöhretine rağmen sanatındaki
beceriksizliğine mâna vermeyişinin (tepkisi) idi. Musiki mevzuunda (laüballllğe) tahammül
edemez. Biraz evvelde dediğim gibi bilhassa Türk Musikisinin ehil ellerde yükselmesini ve
zamanın icaplarına uyarak (tekâmülünü) isterdi.
Biraz istirahat ettikten sonra sofrada davetli bulunan Salâhaddin Pınar ve Kemani
Nubar Beylere bakarak:
“ Hafız beylerle beraber bir fasıl yapınız “, buyurdu ve beni yanına çağırdı, bir
program tanzim edip takdim ettim.
Derhal Atamın emirleri üzerine Hicaz faslını ihtiva eden fasla başladık. Beste ve semâi
okuduktan sonra Atatürk bana işaret etti, yanlarına gittim. Hafız beylerin birer gazel
okumasını emretti ve Atamın emirlerini arkadaşlara söyledim. Ve Hafız beyler de sıra ile,
bazan Salâhaddin Pınar’la ve bazen Kemani Nubarın iştiraki ile Hicaz faslı bir saat devam
etti. Ve sabah olmağa da bir saat kalmıştı. Atatürk yemeğin gelmesini emretti. Yemekten
sonra Atatürk:
“ Arkadaşların yarın vazifeleri olduğumdan istirahat etmeleri lâzımdır” , dedi ve
sofradan kalktı ve sıra ile Atatürk’ün ellerini öperek huzurlarından ayrıldık, Atatürk hepimize
ayrı ayrı teşekkürlerini bildirdi.
1932 senesi Temmuzunda Dolmabahçe Sarayında bestekâr-ı şehir Bimen Şen’i
huzurlarına kabul etti. O gece Bimen Şen siyah bir kostüm giymiş, gayet itinalı ve zarif bir
halde kemâli tazimle Atatürk’ün ellerini öperek sofrada gösterilen yerine oturdu. O gece
birçok güzide şahsiyetler bulunmakta idi. Bu meyan da Tamburi Salâhaddin Pınar ve Kemani
Nubar Beyler de hazırdı. Atatürk, Bimen Şen’in bestelediği şarkıları kendi ağzından dinlemek
arzusunu izhar etti:
“ Güzel şarkılarınızı plaklarda zevkle dinliyorum. Güfte ve mevzun itibariyle cidden
muvaffak oluyorsunuz. Fakat bir de sizden dinlemek daha hoş olur, diye Bimen Şen’e iltifatta
bulundular.
Bunun üzerine Bimen Şen sofradan kalktı, Atatürk’ün elini öptü:
“ Emrederseniz, Atam “, diye Atatürk'ün müsaadeleriyle yerine oturdu. Ve okuyacağı
şarkıların bir listesini yapıp Atatürk'e takdim etti. İlk şarkı Hüzzam makamından:
“ Ruhumda bu şeb hicri visalin yanıyorken “
Arkasından, yine kendi bestelerinden biri olan:
“Sun da içsin yâr elinden âşıkın peymaneyi
Bir kadehle mestü bi’tâb et dili viraneyi “ şarkısını harikulâde bir âhenkle okudu.
Atatürk bu şarkıları çok severdi. Nitekim Bimen okurken o da kendini tutamadı, iştirak
etti. Bundan sonra, benden bir gazel istedi.
“ Gamzenin sürmeli âhularla ülfeti var
Karşısında duracak kimde nazar kudreti var? “ı
okurken, Atatürk derin bir hassasiyetle beni kendisine
gösterince, Bimen’de coşarak bir “Allâaah!” sayhası
çıkardı.
Gazel bitince, Atatürk, Bimen’e sordu:
“ Üstad, musikiyi kimden meşkettiniz? “
“ Hacı Arif Bey, Hacı Faik Bey, Tellâlzade
İsmail Efendi, Lâtif Ağa ve Bolahenk Nuri Beylerden
çok ilham aldım Paşam.”
Atatürk tekrar sordu:
“ Şimdiki bestekârların eserleriyle, eskilerin
besteleri arasında fark var mıdır?”
“ Evet Paşam vardır ve şimdikilerin, eskilerin
tesiri altında kaldıkları da muhakkaktır.”
Bestekârı Şehir Bimen Efendi
“ Bakınız, Garb musikisinin tarihi yazılmıştır. Bu hususta birçok değerli telifler vardır.
Bizde neden yok? Bir musiki tarihimiz telif edilemez mi? “
Bimen sessiz kalmıştı. Atatürk ise, musiki tarihi mevzuunda konuşmakta devam
ediyordu. Nihayet Bimen de dile geldi, dedi ki:
“ Ulu Atam... Türk Musikisi bugünkü canlılığım size medyundur? Musikimiz, ancak
Cumhuriyet devrinde himaye ve teşvike mazhar olmuştur. Bunu unutamayız ve daima sizden
ilham bekliyoruz. Sayenizde, inşallah musiki tarihi de tedvin edilir... “
Atatürk çok mütehassis oldu ve ilham aldığı eski üstadlardan hangilerini daha fazla
takdir ve tercih ettiğini öğrenmek istedi. Bimen’de, biraz düşünerek; Hacı Arif Beyin
üslûbunu daha fazla beğendiğini söyledi.
Atatürk bunun üzerine benim fikrimi sordu. Ben de:
“ Eserleriyle temayüz eden eski üstatlardan her birinin kendine mahsus bir tavır ve
üslûbu olmak bakımından cümlesi takdire değer ve bir tercih yapılamaz.” dedim. Bu cevabımı
beğendi.
“ Bravo!.,” diyerek kadehini kaldırdı ve Saâhaddin Pınar’dan bir taksim yapmasını,
Bimen'in de gazel okumasını istedi. Bimen hemen ayağa kalktı:
“ Af buyurun, Paşam. Yaşar Bey varken, gazel okumak bana düşmez” deyince,
Atatürk de:
“ Biz onu her zaman dinliyoruz. Bir de sizi dinleyelim “ cevabını verdi. Bimen’de,
bağım eğerek, gazele başladı. Fakat iki satır güfte okuyup da meyana gelince durakladı:
“ Mazur görünüz, istirham ederim Paşam, meyanı da Yaşar Bey okusun!..”
Atatürk'e baktım, gözüyle, peki oku, der gibi işaret ediyordu. Tam başlarken de:
“ Hafız, Bütün makamların seyirlerini yap.” Dedi.. Böylece okudum. Bitince: “ devam
devam “ buyurdu. Bir daha, bir daha tekrar ettirdi. Bu arada Atatürk Bimen’e, beni ne
zamandan beri tanıdığını sordu. Bimen’de şöyle anlattı
“ Müsaade buyurursanız, kırk sene evvelki bir hatıramdan bahsedeyim. Mehtaplı bir
geceydi. Anadolu hisarına bir arkadaşıma misafir gitmiştim. İskele başındaki gazinoda nargile
içerek sohbet ediyorduk. Derken, önümüzden, futalar geçmeye başladı. Hepsi aynı istikamette
gidiyor ve kürek küreğe, nerede ne birbirlerine çarpacak derecede telaşlı görünüyorlardı. Tek
ve iki çifte futaların arkası gelmiyordu. Merakla arkadaşıma, bunlar, böyle nereye gidiyorlar,
yarış mı var, nedir? Diye sordum. Meğer Kanlıca’da Sami Bey’in mehtap eğlencesi varmış.
Biz de gitmeğe karar verdik. Fakat İskelede sandal kalmamıştı. Kömürcü kayıgına bile razı
olduğumuz halde, bulamadık. Nihayet, karşı kıyıdan müşteri getiren bir sandala atladık;
Kanlıca’ya gittik. Sami Beyin yalısının önü, görülecek şeydi. Yüzden fazla sandalla dolmuştu.
Yalıdan da güzel bir saz sesi geliyordu. Biraz sonra sandallar, körfeze doğru harekete geçtiler.
Biz de peşlerine takılmak üzere iken, yalının bahçesindeki saz heyetinin de rıhtıma
geldiğini gördük Önlerinde. Tamburi Cemil Bey vardı. Onu tanırdım. Fakat koluna girmiş
olduğu sarı saçlı genci tanıyamadım. Arkadaşıma sordum; “ Meşhur Etyemez! Hafız Yaşar
Beydir. “ İşte, üstadı ilk görüşüm, böyle olmuştur. O zamana kadar yalnız plaklarından tanır,
gayet dik, kalbi ve oynak nağmelerini, herkes gibi takdir eder; severdim.”
Atatürk yan gözle bana bakarak gülümsüyor. Bimen’de hikâyesine devam ediyor:
“O gece Hafız Yaşar Bey’i yalandan görüp, dinleyebilmek için çırpınanlar arasında
ben de vardım. Sandalımızı mümkün olduğu kadar, onların bulunduğu tarafa yaklaştırmağa
çalışırken, saz heyeti de Muhayyer faslına başladı. Faslın ortasında da, meşhur Kemani Ağa
ile bir gazel meyandan başlıyarak okuyor. Sırtların yaptığı aksiseda ile büsbütün güzelleşen
bu ses, hala kulaklarımdadır. İki şarkı sonra Neyzen Hafız Tevfik ile meşhur Bahriyeli
Şahab’ın okuduğu gazelde pek nefisti. Körfez, kendilerinden geçenlerin, Allah. Allah,
nidalariyle çınlıyordu.
Fakat aklım fikrim, saza yaklaşmakta idi. İki yüzden fazla sandalla dolan Körfez ’de
yol bulma imkânı yoktu. Bu telâş içinde nasıl etsek de, biraz sokulabilsek derken, bir de
baktık, herkese meydan okuyan bir hışımla gelen bir istimbot, saza doğru ilerliyor. Kaçışan
kaçışana..Ne oluyoruz, diye şaşırdık, kaldık. O esnada istimbottaki uzun boylu birisi,
pürazamet, sazın bulunduğu sandala atladı. Kâğıdını kalemini çıkardı, bir şeyler yazıyor.
Kimdir bu, ne yapıyor? Demeğe kalmadı, iş anlaşıldı; o devrin alikıran baş keseni meşhur
Fehim Paşa’nın avenesinden hafiye Mektepli Ahmet’miş... Kalabalığı devrin zihniyetine göre
muzır addederek, dağıtmağa gelmiş. Sandallar kaçışıyor. Biz de onları takip ettik. O hain,
(Mektepli Ahmet) denen hafiye komiser, o geceyi halka zehir etti. Bir musiki ziyafetini halka
çok gördü. Ortalığı darmadağına ederek defolup gitti.
Ben de, Yaşar Beyi yakından görmek arzumu yerine getiremedim. Fakat ondan sonra
plak fabrikalarından birinde tanıştık. Ahbap olduk. Dostluğumuz da hala devam eder.”
Bimen sözünü bitirince, Atatürk:
“ Mektepli Ahmet, ne yapsın? Efendisi, velinimeti Fehim Paşa hasretlerine yaranmak
için,milletin huzurunu da bozar, icap derse hanümamm da söndürür.. O devir öyle İdi...
Zavallıl millet, bu adamların elinden çok çekti. Ama hamdolsun, artık kurtuldu... ” buyurdu ve
elini masaya vurarak: “Yılmaz çelik ordularla biz...” marşını okumağa başladı.
Yemekten sonra, müsaadelerini alarak, ayrılırken, elini öpen Bimen’e: “ Çok teşekkür
ederim, memnun oldum. Sizi rahatsız ettik. Yine beklerim üstad “ diyen Atatürk Bimen'in
şahsında hepimizi, bütün Türk Musikisini ve sanatkârlarını takdir, taltif ve ihya etmiş
oluyordu.
Atatürk’ün İstanbul’da bulunduğu bir sırada keyifsizliğim dolayısıyla bir hafta
müsaade buyurmuşlar, evimde istirahatta idim. Bir Cumartesi akşamı kapımız çalındı baktık.
Dolmabahçe Saray Muhafızı Komiser Enver Bey otomobilde:
“ Yaşar Bey!.. Hemen hazırlanınız. Nöbetçi Yâver Şükrü Bey Sarayda sizi bekliyor...”
Neymiş, ne varmış diye, sorsan da ne fayda, derhal giyindim. Enver Bey’in, yanına
oturdum. Otomobil yıldırım gibi gidiyor. Saraya varır varmaz karşılaştığım Yâver Şükrü
Beyin ilk sözü şu oldu: ” Atatürk sizi istiyor.”
“Geldim işte..” Gülerek: “Yok burada değil Ege Vapurunda... Marmara’da telsizle
haber verdiler. (Acar) motoruna binerek Marmara’da Ege vapurunu arıyacaksınız. Acele
bekliyorlar.. “
Yolculuğun böylesini hiç yapmamıştım... Hava da berbat, müthiş bir rüzgâr var. Deniz
kim bilir nasıl. Marmara’da vapuru arayacağız. Bunu şimdi gözümün önüne getiriyorum. O
gece ne havanın sertliği, ne istikametin meçhuliyeti aklıma geldi: “ Atam oralarda bile beni
aramış...” diye sevinç içindeyim. Motora bindim. Tek yolcuyum. Marmara’ya açıldık.
Çalkana çalkana gidiyoruz. Görünürde bir şeyler yok. Bir hayli gittikten sonra; uzakta hafif
bir ışık belirdi. O istikameti aldık. Kaptan durmadan canavar düdüğünü çalıyor. Nihayet Ege
vapurunu farkettik. Sokulduk. Zaten bekliyorlarmış. Merdiveni indirdiler, çalkanıp duran
motordan bir hamlede atladım, kolumdan tuttular aldılar; tam merdiven başına vardığım
zaman sevgili Atam'la karşılaştım.
“Hoş geldiniz, çok memnun oldum “, diye elini uzattı, öptüm. Saçlarımı okşadı,
“ Salona geçiniz, şimdi geliyorum “, buyurdu.
Salonda bir de baktım ki sofrada Şükrü Naili Paşa beni görür görmez, gülmeğe
başladı. Yanma oturttu. Hoş beşten sonra:
“ Yaşar Βey, bu muzipliği ben yaptım, sofrada isminiz geçti. Bende, şimdi kim bilir
nerede deyince, Atatürk: “ Nerede olacak evindedir, emin olun aklı da bendedir Hafızımın “
der demez hemen telsizle davet edilmenizi istedi.”
Meğer İş Bankası’nın kuruluş yıldönümü münasebetiyle bir mehtap âlemi
yapılıyormuş. Ege Vapuru davetlilerle dolu... Büyük salonun bir köşesinde mükemmel bir
ncesaz heyeti bulunmakta idi ve saz heyetinin ortasında Deniz Kızı Eftalya beni görür görmez
yerinden kalktı yanıma geldi. Gazi Paşa ismini hatırlıyamayarak istediği bir şarkıyı tekrar
tekrar istediğini ve bizim de bilemediğimiz bu şarkı karşısında şaşırdığım anlatarak:
“Aman Yaşar Bey... Şu işi hallet. Hangi şarkıdır bu? “ diye bana soruyordu, ismi
söylenemeyen şarkının keşfi bana düşüyordu. Amma bilmek mümkün mü?
“ Hele dur bakalım, anlarız “ derken o sırada Atatürk salondan içeriye girdi ve sofraya
oturdu. Şükrü Naili Paşa ile görüşüyor, benimle alâkadar oluyor... Atatürk dedi ki:
“ Gece yansı rahatını kaçırdık, rahatsızlığın nasıl oldu. Deniz tuttu mu? “ diye
iltifatlarda bulunarak:
“Kuzum Yaşar Bey. Bizim Tahsin Bey’in bir şarkısı vardı hani, amma bir türlü
bulamıyorum. Bunu her zaman Ankara’da iken okurdun”
“ Evet, efendim, Uşşak makamından; (Ruhum emelim kalbihazinim zedelendi - Artık
yetişir gönlümün ezvakı tükendi “deyince alkışladı. Sazda bu şarkıyı çalmaya ve okumaya
derhal başlayınca Atatürk elini kaldırdı ve sazı durdurdu.
“ Öyle değil.”. Bana bakarak: “ Yaşar Bey, ayağa kalkıp okuyunuz” ve saz heyetine: “
Siz de hafifçe çalınız “, buyurdu. Derhal Atamız emirleri üzerine şarkıyı okumaya başladım.
Hakkın cilvesine bakın sesim açılmış, o kadar pürüzsüz ki istediğim perdeyi mükemmelen ifa
ediyorum. Bu hali gören Atatürk, bana işaret ederek, Şükrü Naili Paşa’ya bir şeyler söylüyor.
Şarkı bitince, gazel okumamı istedi. Şarkı bitince yerime oturmuştum. Atatürk:
“ Kalk, ayakta gazeli okuyunuz “, dedi. Ben gazele başlayınca, olmadı diye beni
susturdu. Şükrü Naili Paşa’ya bakarak gülüyor:
“ Yaşar Bey, okuyacağın gazele başlarken, aman, hey. of, olmıyacak, güfte taksimatını
bütün makamları seyrederek ikmal edeceksiniz”, diye söyledi.
Atamın emirleri veçhile İstediği gibi gazeli okuyunca çok mütehassis oldu. “ Yaşar
üstad “ diye önündeki şampanya bardağını kaldırarak: “ Yaşar Beyin şerefine “ diyerek içti ve
beni namütenahi alkışlarla mesrur etti ve aşağı salonda caz heyeti çalmağa başladı ve Atatürk
salona davet edildi, sofradan kalkan Atatürk, Şefe emir vererek:
“ Yaşar Beye yemek getiriniz “, dedi. Atatürk ve Şükrü Naili Paşa aşağı salona gittiler.
Sonra beraberce yukarıyı teşrif ettiler. Saz heyeti çalmağa başladı. Atatürk bana: “ İstirahat
ediniz “ dedi, bir daha okutmadı. Zaten sabah olmağa başlamıştı. Ege Vapuru. Dolmabahçe
Sarayının önünde demirledi. Acar motoru, Ege Vapuruna yanaştı ve Atatürk maiyetiyle
birlikte rıhtıma çıktı. Ve huzurlarından ayrılırken ellerini öptüğüm zaman, o âlicenap müşfik
Atam:
“ Seni bu akşam çok rahatsız ettik “, diye
unutulmayacak bir hatırayı kalbime nakşetti.
1929 yazının mehtaplı bir gecesiydi. Ankara’dan
henüz teşrif buyuran Atatürk, Dolmabahçe Sarayında
hususi bir ziyafet veriyor. Sofrada denize karşı balkonda
kurulmuştu.
İstanbul’un mümtaz simaları ve aileleri bulunmakta
idi. Ben alt katta Yaveran Dairesinde oturmakta iken Neslb
Efendi geldi:
“ Sizi Atatürk istiyor. Kalktım gittim. Yukarı ki
salonda Atatürk bilardo oynuyorlardı. Beni gören Atatürk
istakayı bıraktı, köşedeki koltuğa oturdu, bana da yanında
bir yer gösterdi.
Deniz Kızı Eftalya
“ Yaşar Bey, bu akşam Safiye Hanımla, Deniz Kızı
Eftalya gelecekler. Haberleri olmadan ikisini imtihan edeceğiz, seni de mümeyyizlere reis
seçtim. “
Saat sekiz buçuğa doğru misafirler gelmeğe başladı. Davetliler arasında Tamburi
Salâhaddin Pınar ve Kemani Nubar Beylerde bulunmakta idi. Balkonda sofraya oturuldu.
Boğaz sularına bir başka güzellik, letafet vermişti. Her taraf pırıl pırıl, hava da pek sıcak
değildi. Atatürk’ün emirleriyle Nihavend faslına başladık. Üç şarkı
okuduktan sonra salondan gelmekte olan Safiye Hanım ve Deniz
Kızı Eftalya gayet güzel bir tuvalet giymişler, balkona geldiler ve
Atatürk'ün ellerini öperek gösterdiği yerlere oturdular. Atatürk,
büyük bir nezaket ve iltifatla:
“ Hoş geldiniz “, dedi. Bunun üzerine Atatürk Tamburi
Salâhaddin Pınar'dan bir taksim istedi, Salâhaddin Pınar güzel bir
taksim yaptı. Taksimin hitamında: “ Dil seni sevmiyeni sevmede
lezzet mi olur “, şarkısı okundu ve Atatürk’ün işareti üzerine fasla
nihayet verildi. Atatürk bir musiki bahsi açtı. Bu bahis bir çeyrek
saat sürdü. Atatürk, Safiye Hanıma hitaben:
“ Söz sizindir! En çok sevdiğiniz şarkılardan birisini
okuyunuz “, diye emretti.
Safiye Ayla
Bunun üzerine Safiye Hanım ayağa kalktı. Evvelden hazırlanmış olduğu Segâh
makamından ve Atatürk’ün sevdiği: “ Sun da içsin yâr elinden; âşıkın peymâneyi “ şarkısını
usulü dairesinde gayet güzel okudu.
Ve Atatürk Safiye Hanımı alkışladı. Ve Safiye Hanım Atatürk’ün emriyle yerlerine
oturdu.
“ Buyurun sıra sizde! “ Diye, Deniz Kızı Eftalya’yı kaldırdı. O da birlikte gelmiş olan
Bay Kemani Sâdi’nin refakatiyle mahur makamından İsmail Dede’nin bestesi olan: “ Ey
gonca dehen bâri elem cânıma geçti” bestesini okudu.
Atatürk Safiye Hanıma yaptığı gibi Eftalya’yı da aynı takdirkâr hareketle alkışladı ve
Eftalya yerine oturdu.
Biraz sonra sofradan kalkan Atatürk salona geçti. Nuri Conker, Cevat Abbas ve Tahsin
Beylerle beni de yanına çağırdı. Durup dururken sofradan kalkılıp sessizce salonda toplanış
tabii sofradaki misafirlerin dikkat nazarını çekerek merakını mucip olduysa da kimse işin
asimi bilemiyordu. Atatürk salonda oturduğu koltukta sigarasını içe içe evvelâ bana hitap etti:
“Yaşar Bey. Bu iki sanatkârı, bu akşam imtihan ediyoruz. Siz de imtihan heyetinin
reisisiniz. Şimdi hisse kapılmadan fikrinizi izah ediniz, ikisini de dinlediniz, hükmünüz
nedir?”
Benim cevap vermeme meydan bırakmadan Nuri Conker:
“ Hayır, öyle olmaz. Mademki imtihandır, kanaatler rey pusulasıyla izhar edilsin.
Reylerimizi verelim. Hangisi fazla rey alırsa o kazanır. “ teklifinde bulundu.
Atatürk’ün çok samimi gençlik arkadaşı olan Nuri Conker’in her türlü şakalarını
olduğu gibi bu çeşit müdahalelerini de daima gülerek karşılamak itiyadında olduğundan:
“ Peki, öyle yapalım “, diye teklifini kabul etti. Bir kâğıt beşe bölünerek rey pusulaları
dağıtılırken Atatürk fikrimi öğrenmek ister gibi bana bakarak göz kırpıyordu. Hiç sesimi
çıkarmadan pusulama Safiye Hanım’ı yazdım verdim. Reyler toplandı. Birer birer okununca
bir de baktım ki Atatürk’le benden başka Safiye Hanıma rey veren yok. Ötekilerin üçü de
Deniz Kızı Eftalya’ya vermişler. Nuri Conker:
“ Bir yanlışlık oldu Paşam! En isabetli reyi veren sizsiniz, biz de sizi takip ediyoruz,
reylerimizi sizinkine katıyoruz “, dedi. Bunun üzerine Atatürk bir lâhza düşünerek mütalâamı
sordu:
“Sevgili Atam, her iki sanatkâr da okuyuşlarında cidden muvaffak oldular, fakat
Safiye Hanımın sesinin imtidadı ve hazin nağmeleri, hele usule, zemin ve mevzua üstadâne
bir şekilde sevdiği riayetkârlığı kabili inkâr değildir. Bu sebeple Safiye Hanımın tefevvuk
ettiği kanaatindeyim.
Atatürk de bu mütalâama iştirak etti:
“ Evet., doğrudur, öyle.. Safiye başkadır, diye birer sigara bizlere ikram etti. Ve
balkona döndü. Sofradakiler meraklı bakışları ortasında biz de yerlerimize oturduk, faslın
çalınmasını emretti, muhtelif makamlardan şarkılar okuduk. Güneş doğuncaya kadar devam
eden sofra sohbeti ve fasıl esnasında hiç kimse merakını tatmin edemedi. Bu imtihan neticesi
Atatürk’le bizim dördümüz arasında bir sır kaldı. İmtihan heyetinin ben fâniden başkaları da
rahmeti Rahmana kavuşmuş olduklarından, zannediyorum ki Safiye Hanım’da kendine
taallûk eden bu İmtihana ancak şimdi vâkıf oluyorlar.
Doktor Rasim Ferit Beyin Yeniköy’deki yalısında bulunduğumuz gece Radyoda
okuyan bir bayanın gazelini dikkatle dinleyen Atatürk, ilk defa işittiği bu güzel sesin
sahibesini merak etmişti. Bana sordu:
“ Atam, Kemani Faik Beyin talebesi ve Eyüpsultan’da bir şeyhin kızıdır. İsmi
Müşerref Hanımdır “, deyişim üzerine
“ Çok güzel gazel okuyor. Ben şimdiye kadar güfte taksimatı yerinde, düzgün oku yan
bir bayana tesadüf etmedim “, diyerek Bayan Müşerref’in hocasıyla birlikte yalıya gelmelerini
istedi.
Derhal Radyoevine telefon edildi. Bir saat sonra Bayan Müşerref ve Kemani Faik Bey,
Atatürk’ün huzurlarına kabul olundular. Biraz istirahattan sonra Atatürk, Bayan Müşerref’ten
bir gazel okumasını rica etti.
Bayan Müşerref, Uşşak makamından bir gazel okudu, gazelin arkasından da
Atatürk’ün pek sevdiği: “ Rakibi handan idersin “, şarkısını Atatürk’ün istediği gibi gayet
güzel okudu, Atatürk Bayan Müşerrefi alkışladı ve tebrik etti.
Atatürk, Faik Beye sordu:
“ Başka hangi sazları çalarsızınız? “
“ Kanun çalarım ve rebab ”, deyince Doktor Rasim Ferit Bey’e hitaben:
“ Komşulardan bir kanun bulabilir misiniz? “ dedi ve Rasim Ferit Beyide arattı,
bulamayınca. Faik Bey Atatürk’ten müsaade istedi: “Eve gideyim, alayım “ deyince Atatürk
sordu:
“ Eviniz nerede? “
“ Şehzadebaşında..”
Yeni köy neresi, Şchzadebaşı nerede? Her dileğinin mümkün olduğu kadar çabuk
yerine getirilmesini isteyen Atatürk, bu kadar bekler mi?
“ Faik Beyin adresini alınız. Saraya telefon ediniz “, diye emretti.
Bir saat sonra Kanun ve Rebab geldi, Faik Bey bazen kanun ve bazan rebab çalıyordu.
Atatürk, Faik Beye sordu:
“ Rebab ile kemanın sesleri arasındaki fark nedir? “
Faik Bey de cevaben:
“ Rebabın bilhassa Selim-i salis devrinde Mevlevihanede mıtrıbda çalındığını ve pek
itibarda olduğunu anlattı. Ve tarihi bir sazdır, dedi. Atam bugün bu sazı çalanlar pek az
bulunur. “
Atatürk Faik Beye sordu:
“ Rebabı kimden meşkettiniz?
“ Tamburi Cemil Beyden ilk meşkim, daha sonraları kendim çalıştım.” Atatürk:
“ Güzel çalıyorsunuz, tebrik ederim “, dedi.
O gece Bayan Müşerref, Atatürk’ün istedikleri şarkıları okudu ve muvaffak oldu.
Atatürk, gayet neşeli, geç vakte kadar yalıda kaldık. Atatürk, avdetlerinde Bayan Müşerref’i
ve Faik Bey’i Sakarya motoruna kabul ettiler. Ve Dolmabahçe Sarayına kadar Bayan
Müşerref okudu, Faik Bey’de çaldı.
Dolmabahçe Sarayına çıkıldıkta Atatürk’ün ellerini öperek huzurlarından ayrılırken
tekrar tekrar tebrik etti:
“Çok memnun oldum, yarın akşam yine birlikte gelmelerini söyledi ve maddi taltifte
bulundular
Ertesi akşam Atatürk'ün daveti üzerine Bayan Müşerref ve Faik Bey saat sekizde
Dolmabahçe Sarayına geldiler. Ve Atatürk’ün huzurlarına kabul olundular. O akşam, yirmi
kişilik bir sofra tanzim edilmiş ve sofrada Ankara’dan henüz gelmiş olan İsmet İnönü ve
Kumandan İzzettin Paşa, Vekiller ve Mebuslar ve İstanbul’un tanınmış mümtaz aileleri
sofrada yer almakta idi. Atatürk, beni yanına çağırdı:
“ Bayan Müşerref ile kararlaştırın, kısa bir program yapınız “, diye emretti.
Derhal Atamın emirleri üzerine programı yaptım. Huzurlarına takdim ettim. Atatürk,
programı okudu ve döndü İsmet Paşaya:
“ Paşam sizin de bir sevdiğiniz şarkı varsa programa ilave edelim “, deyince İsmet
Paşa gülerek:
“Atam, sizin sevdiğiniz şarkıları ben de severim “, dedi.
Bunun üzerine sofradaki misafirler, İsmet Paşa’yı alkışladılar. Atatürk Bayan
Müşerrefe: “ Evet, söz sizindir “ dedi ve Müşerref okumaya başladı.
İki şarkı okuduktan sonra Atatürk bana işaret etti ve Bayan Müşerref’in gazele
başlamasını istedi.
Bayan Müşerref gazel okuyor, Faik Bey’de rebab ile iştirak ediyordu.Gazel bitince
Atatürk, Bayan Müşerrefi alkışladı. Atatürk, İsmet Paşa’ya soruyor:
“ Paşam nasıl buldunuz? “
“ Çok güzel “
Atatürk, Bayan Müşerref’e işaret etti ve Bayan Müşerref, İsmet Paşa’nın yanına gidip
ellerini öptü ve İsmet Paşa yanlarına kabul ettiler. Ve Atatürk ikinci defa gazel okumasını
söyledi. Bayan Müşerref okuyor. Atatürk gayet neşeli: “ Paşam memnun musunuz? “ diye
tekrar tekrar soruyor.
“ Çok memnunum “
Atatürk dedi ki: “ Bu gece tulûa kadar buradayız. Güneşin dopduğunu hep birlikte
görürüz “ deyince, sofrada bulunan Atatürk’ün çocukluk arkadaşı Nuri Conker yerinden
kalkıp Atatürk’ün yanına gidip ellerini öptü: “ Mademki bu gece burada sizden bir ricamız
var.” Atatürk Gülerek: “ Ne var Nuri ” dedi.
“ Efendim. Mısır’dan yeni gelmiş olan muganniyelerden Melike ve Şefika Hanımlar,
Arap sazları ile bir heyet Mulen Ruj’da konser vermektedirler. Arap dansları yapı yor ve çok
iyi çalıyorlar, çok memnun olacaksınız. “dedi.
Atatürk, İsmet Paşa’ya sordu:
“ Paşam bak Nuri Bey ne söylüyor, arzu ederseniz çağıralım “ deyince, İsmet Paşa
muvafakat etti. Atatürk:
“ Çağırınız “, diye emretti. Nuri Conker telefona koştu, bir saat sonra Melike ve Şefika
saz heyeti ile birlikte Atatürk’ün huzurlarına geldiler ve Atatürk saz heyetini sofralarına kabul
ettiler.
Saz heyeti durmayıp çalıyor ve Arapça şarkıları Melike ve Şefika karşılıklı okuyorlar
ve Arap dansları yapıyorlar. Atatürk saz heyetine işaret ederek istirahat etmelerini söyledi. Ve
saz heyetinde ud çalan Şeyh Ahmet yerinden kalkıp Atatürk’ün iki elini öperek müsaade
buyurmalarını rica etti. Bunun üzerine Atatürk muvafakat edince ud çalan Ahmet ayağa
kalktı, ellerini açıp Arapça Atatürk’e dualar etti.
Epeycede vakit olmuştu. Sabah ve güneşin doğması yaklaşmış hava da ağarmıştı.
Atatürk yemeğin gelmesini emretti, yemek yendikten sonra Atatürk sofradan kalktı ve
misafirler de Atatürk’ün ellerini öperek huzurundan ayrıldılar ve Atatürk İsmet Paşa’nın
koluna girerek kütüphaneye gittiler.
18 Mart 1928 senelerinde Riyaseti Cumhur Orkestra Heyeti Şef Zeki Beyin
riyasetinde Ankara’da Türkocağı’nda haftada bir gece halka fahri konserler vermekte idi.
Atatürk, Türk Musikisinin varlığını göstermeli ve Ankara halkının hahiş olduğu
Atatürk'ün ince saz heyetini dinlemek için bazı makamlara müracaat edilip Atatürk’ün
müsaadeleriyle Türkocağı’nda konserler verilmesi halk tarafından arzu ediliyordu.
Atatürk, bu vaziyeti zaten düşünüyordu. Bir gece huzurlarında bulunduğum esnada
musiki bahsinde:
“ Yaşar Bey, Türkocağı’nda Orkestra Heyeti konserler vermektedirler. Sizler de bir
program tertip edip çalısınız, konserlere devam etmenizi muvafık görüyorum. “ buyurdu.
“ Efendim, program hazır emri devletlerinizi bekliyoruz. “ deyince, Atatürk
ziyadesiyle memnun oldu. Ve bizi alkışladı. O büyük eşsiz kahraman Atatürk diyordu ki;
Ankara memurları bu sıcak havalarda vazife başında bunalmış bir vaziyette bulundukları
tabiidir. Bunun için zihinlerini dinlendirmek ve yorgunluklarını musiki ile izale etmek ve
halkın musikiye ihtiyacı olduğuna kaniim buyuruyorlardı. Atatürk’ün emirleri üzerine
Perşembe günü akşamı Türkocağı’nda saat dokuzda fahriyen halka konserler verilmekte idi.
Ankara gazeteleri büyük puntolarla ilan ediyorlardı. Ve ilk konserimiz, Tahir bûselik idi.
Tükocağı’nda Verilen Konserlerden Birinin Programı
Konser geceleri salon daha erken saatlerde hınça hınç dolardı. Sandalyeler hep
dolu. Pencerelerin içinde ve bahçede ayakta halk konseri takip ederlerdi. Konser geç vakte
kadar devam eder ve konserin hitamında tam kadro ile fasıl heyeti Çankaya köşküne
otomobillere binerek aynı program Atamızın huzurlarında icra edilir, Atatürk ziyadesiyle
mütehassis olurlardı. Ve geç vakte kadar huzurlarından ayrılmazdık.
İşte, müşfik Atatürk milletini çok sever ve neşeli geceler geçirilmesini arzu ederlerdi.
Atatürk'ün İstanbul’a teşriflerini. Ankara’dan hususi trenleriyle Haydarpaşa’yı teşri
etmezden bir gün evvel İstanbul gazeteleri büyük puntolarla ilan ederlerdi. Sabah saat sekizde
Haydarpaşa argına gidilir. Kumandan paşalar, vekiller, mebuslar, vali ve erkânı ve Atatürk’ün
yakın arkadaşları Atatürk ün teşriflerini beklerlerdi.
Atatürk'ün treni saat dokuzda Haydarpaşa garına gelince yüce kahraman Atatürk trenin
pencerelinden güler yüzüyle, başıyla halkı selâmlar ve trenden indiğinde kumandan paşalar,
Atatürk'ün ellerini sıkarak “Hoşgeldlniz!” diye istikbal edilirdi. Atatürk mahiyetiyle birlikte
Haydarpaşa rıhtımına giderken iki taraflı efrat resmi tâzim duruşunda Atatürk’ü selâmlar,
Atatürk efradın önünden geçerken (Merhaba) arkadaşlar diye iltifat ederler ve efrat (Sagol!)
sadalan ile semayı inletirdi. Halkın coşkun tezahüratı arasında Haydarpaşa rıhtımına yanaşmış
olan Sakarya motoruna binerek Dolmabahçe Sarayını teşrif ederlerdi. Akşam liste mucibince
isimleri yazılı bulunan misafirler, saat sekiz buçukta Atatürk’ün sofralarında yer alırlardı. Ve
geç vakte kadar huzurlarından ayrılmazlardı. Atatürk Dolmabahçe Sarayını teşriflerinde
akşam saat 17’de Şef Veli Beyin idaresinde Bando Heyeti Sarayın bahçesinde bir saat nöbet
çalardı. Ve saat 18’de Şef Zeki Beyin idaresindeki Orkestra Heyeti Sarayın üst kat salonunda
çalmağa başlar ve saat yirmiye kadar devam ederdi. Atatürk yirmide sofraya otururlar, fasıl
heyetini huzurlarına kabul ederler, yemeğin sonuna kadar fasıl devam eder ve bazan da
sabaha kadar huzurlarından ayrılmazdık.
Atatürk. İstanbul’a teşriflerinde musiki müntesiplerini Dolmabahçe Sarayında
huzurlarına kabul ettikleri zaman en ufak ayrılığa katiyen müsaade etmezlerdi, sofrada misafir
az olduğu takdirde musiki müntesiplerini sofralarına kabul ederler, büyük bir nezaket ve
iltifatla karşılarlardı. Atatürk, herkese karşı müşfik ve merhametli ve musikinin aşığı idi.
Musiki müntesiplerl, huzurlarından ayrılırken ayrı ayrı maddi taltifte bulunurlardı.
Atatürk’ün pek sevdiği ve okuduğu şarkılar:
Kürdili Hicazkâr makamından: (Selanikli Ahmet Bey)
Dilerse şâdgâm olsun diler gönlüm hazin olsun
Bana şimden gerû lâzım değil dil-i kâmiyap olsun
Benim zulmettedir gönlüm görünmez çeşmime alem
Gözüm yok mlhr-ü-mahında felek benden emin olsun
Bu türlü iftiraka can tahammül eylemez yoksa
Meğer ki zâhida biçareye Allah muin olsun.
Şarkı Kürdili Hicazkâr makamından:
Hani ya sen benimdin neye döndün sözünden
Çapkın aldattın beni anlıyorum özünden
Kâfi değil mi acep çektiklerim elinden
Çapkın aldattın beni anlıyorum gözünden
Şarkı Kürdill Hicazkâr makamından: (Sarı Onnik)
Bu gönül ne gülde ne gülşendedir
Sendedir divâne gönlüm sendedir
Kimseye ne bende ne üfkendedlr
Sendedir divâne gönlüm sendedir.
Şarkı Hicazkâr: (Lûtfi Bey)
Sana noldu gönül şâd olmuyorsun
Bu derd-ü-gamdan âzâd olmuyorsun
Harap oldun da âbâd olmuyorsun
Bu derd-ü-gamdan âzâd olmuyorsun
Uşşak şarkı: (Neyzen Asım Beyin)
Cânâ rakibi handan edersin
Ben binevayı giryan edersin
Bugünlerde ünsiyyet etme
Bana cihanı zindan edersin.
Uşşak şarkı: (Hacı Faik Bey)
Ruhum emelim kalbnezarım zedelendi
Artık yetişir gönlümün âlâmı tükendi
Maksat ne idi söz verişin söyle nedendi
Vallahi yeter gönlümün alâmı tükendi
Uşşak şarkı: (Hacı Arif Bey)
Meyhane mi bu bezm-i tarap hanel cemmi
Peymane mi bu efseri dürüri haşem ml
Sâki mi bu nevbâde-i büstani cemalin
Reşki çimenistan’ı hiyebanı irem mi
Mir’at-ı musaffa mı değil cam-ü-şarabın
İç gör ki safası neymiş âlem-i âbın
Çekmez elemi mihnetini çarh-ı cihanın
Pekçe sarılan dâmenine piri muganın
Sûzinak şarkı: (Rahmi Beyin)
Bir sıhrı tarab nağme-i sazındaki tesir
Hep yarei seslerle eder ruhunu teshir
Hicranzede sevdalan eyler bana tasvir
Hep yaralı seslerle eder ruhumu teshir.
Şarkı Sûzinâk: (Hafız Eşref)
Günden güne efzun oluyor kahr-ı azabım
Ey ömr-ü mükedder yürü azdır bu şitabın
Mihnet çekecek hal ml var kalbi harabım.
Ey ömr-ü mükedder yürü azdır bu ş şitabın.
Şarkı Sûzinâk: (Hasan AliBey):
Sen bezmimize geldiğin akşam neler olmaz
Aşkın beni sermest ediyorken keder olmaz
Bir anda bütün ruhumu birden yakışın var
Karşımdaki alâma bedel dilheder olmaz
Baygın vallâhi ne güzel ah bakışın var
Karşımda, periler gibi nâlân bakışın var
Ölsem de senin uğruna canım heder olmaz
Sen saçlarımı ördüğün akşam sabah olmaz.
17 Mart 1932 her sene Çanakkale’de şehitlerimiz için okunan Mevlûdu Şerifte
İstanbul’un mümtaz hafızları bulunmakta idi.
O sene Atatürk’ün emirleriyle şehit Mehmet Çavuş abidesi önünde okunması muvafık
görüldüğünden, beni huzurlarına çağırdı, bu seneki merasime riyaset etmemi söyledi. Ve
İstanbul Müftüsü Hafız Fehmi Efendiye de Dolmabahçe Sarayından telefonla bildirilmişti.
Hareketimizden bir gün evvel bu emri alıp programı tanzim ederek akşam saat altı
buçukta Galata Rıhtımına yanaşmış olan Gülcemal Vapuruna gittim. Vapurun salonunda
İstanbul’un mümtaz hafızlarından Sadettin Kaynak, Süleymaniye Baş Müezzini Hafız Kemal,
Beşiktaşlı Rıza, Sultanselimli Rıza, Beylerbeyli Fahri, Aşir, Muallim Nuri, Burhan Hasan
Akkuşi, Vâiz Aksaraylı Cemal Beylerle karşılaştım.
Akşam saat yediye doğru Galata Rıhtımından ayrılan Gülcemal Vapuru hıncahınç
dolu. kamaralar da evvelden tutulmuş, o kadar kalabalık ki Mevlûdhanlann bazıları güvertede
sabahı ettiler. Gece yatsı namazından sonra vapurun salonunda iki hatmişerif okundu ve
Mevlûd kıraat edildi. Altı hafızdan mürekkep bir heyet tarafından vapurun Kaptan
güvertesinde okunan Salât ve Tekbir sadalan semaya yükseliyordu.
Sabah saat dokuzda motorlarla Gelibolu’ya çıkıldı. Dört bir taraftan gelmekte olan
kadın ve erkek bizi istikbal ederek tahsis olunan otomobillerle Mehmet Çavuş Abidesine
gidildi. Açık bir ovadayız; zümrüt gibi yeşillik. Her taraf bayraklarla donatılmış ve misafirlere
mahsus defne dallarıyla süslenmiş çardaklar yapılmış, ovanın ortasına kırmızı şanlı
sancağımıza sarılmış bir kürsü vazolunmuştu.
On hafızdan mürekkep bir heyet kürsünün etrafına toplandı. Hep bir ağızdan tekbir
alındı, arkasından tevşih okundu ve sıra ile hafızlar kürsüye çıkıp Mevlûdu kıraat ediyorlardı.
Tam Velâdet-i Peygamberi okunacağı zaman İstanbul’dan beri merasime riyaset eden Müftü
Hafız Fehmi Efendinin tensibi üzerine:
“ Yaşar Bey, buyurun Velâdet Bahrini siz okuyacaksınız.” diye söyledi.
Kürsüye çıktım, boşladım okumaya. (Bir acep nur kim güneş pervanesi) mısraına
gelince birdenbire bir fırtına koptu. Her taraf toz duman içinde kaldı. Zaten epeydir
karabulutlarla kaplı gök, bütün bütün karardı. Arkasından müthiş... Bardaktan boşanırcasına
bir yağmur... Kürsünün etrafında ilâhi ve tevşih okuyan hafızlar koşarak çardak altlarına
sığındılar. Meydanda kimse kalmadı. Fakat ben Mevlûde devam ettim, sırsıklam olduğum
halde yerimden kıpırdamadım. Beş dakika sonrada yağmur dindi, hava açıldı. Her taraf
güneşlik, o zümrüt yeşil ovada şehitlerimizin kokuları esmeğe başladı. Mevlûd’de hitama
erdi. Hatmişerifler kıraat edildikten sonra İstanbul Müftüsü Hafız Fehmi Efendi tarafından
yapılan beliğ ve veciz bir dua ile merasim hitam buldu. Bundan sonra şehitlerimizin kabirleri
ziyaret edildi ve nutuklar irat edildi. Tahsis olunan otomobillere binerek Gelibolu’ya geldik.
Gelibolu’dan motorlarla Çanakkale açıklarında demirli bulunan Gülcemal Vapuruna binerek
akşamüstüne doğru İstanbul’a hareket ettik. Ertesi akşam Dolmabahçe Sarayına gittim.
Atamın huzurlarına kabul edildim. Çanakkale merasiminin tafsilatını verirken bu fırtına
bahsine gelince, Atatürk o yağmur ve rüzgâra rağmen Mevlûda devam edişime o kadar
mütehassis oldu ki., hiç unutmam, elini tekrar tekrar masaya vurarak:
“Aferin hafızım, çok güzel yapmışsın. vazife başında iken taş yağarsa, insan yerinden
kıpırdamaz. “ diye iltifatta bulundular.
1923, Atatürk Balıkesir’de Paşa Camiişerifi’nde ervahı şüheda için kıraat edilen
Mevlûdu müteakip Atatürk bizzat mimbere çıkıp kesif bir cemaatin huzurunda şu hitabeyi irat
buyurdulardı:
Vatandaşlar;
Allah birdir. Şanı büyüktür. Allahın selâmeti ve âtıfeti ve hayrı üzerinize olsun. Peygamber
Efendimiz Hazretleri, Cenabı Hak tarafından insanlara hakkaniyeti tebliğe memur (Resul)
olmuştur. Kur'an-ı-Azîmüşşanda insanlara feyz ve ruh verilmiş olan dinimiz son dindir.
Ekmel dindir. Tevafuk ve tetabuk ediyor. Eğer akla, mantığa ve hakikate tefevvuk etmemiş
olsaydı, bununla diğer kavanini tâbîayi ilâhiye beyninde tezad olması icap ederdi.
Arkadaşlar;
Cenabı Peygamberimiz mesaisinde iki daireye, iki haneye malik bulunuyordu. Biri
kendi hanesi, diğeri Allahın evi idi, millet işlerini Allahın evinde yapardı. Asr-ı
mübareklerinde iktifaen bu dakikada milletimizce hal ve istikbaline ait hususatı görüşmek
maksadıyla bu dâr-ı kudside Allahın huzurunda bulunuyoruz!
Arkadaşlar; Camiler birbirimizin yüzüne bakmak ve bizlerin yatıp kalkması için
yapılmamıştır. Camiler, taat ve İbadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmak lâzım
geldiğini düşünmek yani meşveret için yapılmıştır. Her ferdin zihni başlı başına faaliyette
bulunması elzemdir, işte burada din ve dünya için ve istikbalimiz için, bilhassa hâkimiyetimiz
için neler düşündüğümüzü meydana koyalım.
Âmâl-i milliye, irade-i milliye, yalnız bir şahsın düşünmesinden değil bilûmum efrad-ı
milletin arzularının, emellerinin muhassalasından ibarettir. Benden ne öğrenmek, ne sormak
istiyorsunuz serbestçe sormanızı rica ederim. Diye mimberden aşağıya inmişler ve muhtelif
zevatlar tarafından irat edilen yirmiyi mütecaviz suali tesbit ettikten sonra cevaplarını
vermişlerdir.
Hutbeler hakkında ilk suale cevaben demişlerdir ki:
“ Hutbeler hakkında irat edilen sualden anlıyorum ki, bugünkü hutbelerin tarzı
milletimizin hayatı fikriyesi ile, lisaniyle ve ihtiyacatı mede niyesiyle münasip
görülmemektedir. Hutbe demek nâsa hitap etmek, yâni söz söylemek demektir. Hitabenin
manası budur. Hutbe denildiği zaman bundan bir takım mefhum ve manalar istimzaç
edilmemelidir ki: Hazreti Peygamberimiz "Efendimizin ve gerek Hülefayı Râşidinin
hutbelerini okuyacak olursanız, görürsünüz ki, gerek Peygamberimizin ve gerek Hülefayı
Râşidinin söyledikleri şeyler, o günkü meseleler, o günkü askeri, idari, mali, siyasi ve içtimaî
hususattır. Ümmeti İslamiyeyi tevsia ve memaliki İslâmiyye tevsia bağlayınca Cenabı
Peygamberimizin ve Hülefaı Râşidin’in hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin irat etmelerine
imkân kalmadığından halka söylemek istedikleri şeyleri iblâğa bir takım ehli olan zevatı
memur etmişlerdir.
Onlar Cami-i-şerifde ve meydanlarda halka söylerlerdi. Hutbeden maksat ahalinin
tenvir ve irşadıdır. Başka bir şey değildir.
İşte bu hutbeden anlaşılıyor ki ve kendileri de bizzat söylerlerdi. “ Mukaddes Mihrabı
cehlin elinden alıp ehline vermek zamanı gelmiştir “ buyuruldu.
Bundan evvelki hatıralarımda işaret ettiğim gibi Atatürk eski silâh arkadaşı Şükrü
Naili Paşayı çok severdi ve takdir ederdi. Sık sık sofralarında bulundururdu. Ankara’dan
İstanbul’a gelişlerinden birinde o gece Şükrü Naili Paşanın vefat haberini alınca Atatürk’ün
gözleri yaşlandı. Bu teessür içinde beni huzurlarına çağırdı. Atatürk’ü bu kadar mahzun
görmemiştim. Hatta sesinde bile bir titreklik vardı:
“ Yazık oldu, Şükrü Naili’ye, kardeş gibi severdim, buyurdu Yaşar Bey, yarın sana bir
vazife var, Şükrü Naili Paşa seni çok severdi. Yarın kabrinin başında (Yâsin) sûresini
okuyacaksın “ dedi.
O gece geç vakte kadar huzurlarında kaldım. Sarayda fasıl heyetini kabul etmedi,
Saray bir matem havasına bürünmüştü. Sofrada sade Şükrü Naili Paşanın harb hatıralarını,
değerli bir kumandan olduğunu ve meziyetlerini anlattı ve çok üzüldü. Erken yemek istedi ve
huzurlarından ayrıldık. Ertesi sabah saat on birde Beyazıt Camisine gittim Şükrü Naili
Paşa’nın sandukası top arabası üstünde şanlı bayrağımıza sarılmış olduğu halde merasimle
getirildi. Ve namazı müteakip yine merasimle Edirnekapı Şehitliğine götürüldü. Ve defin
esnasında Atamın emirleri veçhile kabrinin baş tarafına geçerek (Yâsin) sûresini okudum.
Bilâhare kumandan paşalar tarafından nutuklar irad edildi. Ve merasime nihayet verildi.
Atatürk’ün İstanbul’da o sıralarda bulundukları zaman Müdafaa-i Milliye Müsteşarı
Derviş Paşanın vefatına da çok üzüldü. Akşam beni huzurlarına kabul etti. Kabri başında
okunmak üzere şu güfteyi bana yazdırdı:
“ Büyük Türk ordusu büyük bir kahramanını toprağa veriyor.
Ulu Türk milleti değerli bir evlâdım toprağa veriyor
Toprak bize dersin ki kıymetiniz bağrımda
Yeni kahraman çiçekleri açacaktır
Sükûn buluruz. Ancak o zaman gözlerimizin yaşı seni sular
Bu güfteyi Atatürk bana yazdırdı: Ve şimdi besteleyiniz, Yaşar Bey, dedi. Ve
Atatürkün emirleri veçhile Segâh makamından besteledim ve mersiye şeklinde okudum.
Ziyadesiyle memnun oldu ve bana tekrar tekrar okuttu. Ertesi sabah saat on ikide
Teşvikiye Camisine gittim merasimle getirildi ve namazı kılındıktan sonra Maçka
Kabristanına merasimle gidildi. Atanın emirleri üzerine Derviş Paşanın kabrinin baş tarafına
geçtim ilk önce (Sûre-i Kıyame) yi okudum, bilahare Atatürk’ün yazdığı mersiyeyi okuduktan
sonra kumandan paşalar ve tarafımdan hutbe verildi. Akşam Saraya gittiğim zaman Atatürk
beni çağırttı:
“ Gündüzün nasıl okudun, burada da oku bakalım, burada da oku dedi Emirleri veçhile
okudum tekrar okuttu ve güzleri yaşlandı.
Derviş Paşanın İstiklal harbindeki meziyetlerinden ve kahramanlığından bahsetti ve fasıl
heyetini çağırtmadı. Ziyadesiyle meyus idi. Yemeğin erken gelmesini emretti ve erken saatte
huzurlarından ayrıldık
Ramazan-ı Şerifin İkinci günü Atatürk Ankara’dan, Dolmabahçe Sarayına teşrif ettiler
ve beni çağırttı. İstanbul’un tanımış mümtaz hafızlarının isimlerini sordu ve bir listesini yapıp
vermemi söyledi. Hafız Sadettin Kaynak Beşiktaşlı Hafız Rıza, Sultan Selimli Rıza,
Mevlûthan Kemal, Fahri, Muallim Nuri, Büyük Zeki, Burhan Beylerin isimlerini yazdım ve
listeyi verdim.
Hafız Fahri
Hafız Burhan
Hafız Kemal
Hafızlar iki gün sonra, tekrar Dolmabahçe Sarayına geldiler. O gece Bolu mebusu
Cemil Bey, hafızları alıp Maarif Vekili Doktor Reşid Galip Beyin odasına götü rdü. Itri
merhumun bestelediği Segâh makamında olan Bayram Tekbirinin Arapçadan Türkçeye tahvili
için meşk edilmesi teklif edildi. Bunun üzerine hafızlar ikişer ikişer ayrılarak (Allah
Büyüktür) diye meşk etmeğe başlandı. O esnada Sultan Selimli Hafız Rıza Bey Cemil Beye
hitaben:
“ Efendim. (Türkün Tanrısı vardır) bu şekilde okunursa daha muvafıktır “ deyince,
Cemil Bey:
“ O halde arkadaşlar durunuz” , diyerek yanımızdan ayrılıp Atatürk’ün yanına gitti. Ve
Atatürk’e izahat verdi. Biraz sonra Cemil Bey yanımıza geldi. Hafızları alıp Atatürk’ün
yanına götürdü. Atatürk:
“ Tekbirin tercümesi kararlaştırıldı mı? “ diye sordu.
“ Evet efendim! ”
“ Okuyun bakalım.”
Dokuz hafız, lâhûti bir seste hep bir ağızdan (Tanrı Uludur, Tanrı Uludur) diye tekbir
sadaları Sarayın salonunu çınlatıyordu.
Beşiktaşlı Rıza
Sultan Selimli Hafız Rıza
Hafız Büyük Zeki
Bunun üzerine Atatürk bu şekilde okunmasını daha muvafık görerek:
“ Pek güzel, tebrik ederim arkadaşlar, “ diye iltifatta bulundu ve Cemil Beye emir
vererek Bayram Namazında bu şekilde okunması için Diyanet Reisliğine bildirildi.
O gece geç vakte kadar huzurlarında kaldık. Ve huzurlarından ayrılırken Atatürk:
“ Yaşar Bey, siz kalınız “ dedi. Hangi Camilerde mukabele okuyorsunuz, diye sordu.
“ Atam, Yerebatan Camiinde.”
“ Yarın Cuma. Yerebatan Camiinde Kur'an-ı-Kerim tercümesini okuyacaksın “ dedi.
“ Ama nasıl okuyacaksın, hele bir tecrübe edelim. Oku bakalım”, Okudum. “ Pek
güzel “, dedi.
O gece Atamın huzurlarında bulunan Maarif Vekili Doktor Reşid Galip ve Kılıç Ali
Beylere hitaben:
“ Yarınki sabah gazeteleriyle ilân ediniz. Yaşar Bey, Yerebatan Camiinde Kur'an-ıKerim tercümesini okuyacak, bu suretle Camide yapılacak merasime sizi memur ediyorum.
Ertesi sabah, kalkar kalkmaz, gazetelerde, baktım ki hepsi (Hafız Yaşar bugün
Yerebatan Camiinde Türkçe Kur’an) okuyacaktır balığıyla yazılmış havadisler...
Aziz okuyucularım, bu yanlıştı, gazeteler durumu layıkıyla anlayamamışlardı.
Okunacak (Türkçe Kur'an) değil, Kur'anın evvela Arapçası okunacak (Yasin) sûresi, sonra da
tercümesi okunacak idi. Fakat bir kere yazılmıştı. Şimdi bunun ne şekilde olduğu ancak
Camide okunduktan sonra mümkün olabilirdi. Nitekim öyle oldu.
Atatürk'ün emirleri gereğince, Cuma günü öğleden evvel Yerebatan Camiine gittim.
Mahşeri bir kalabalıkla karşılaştım. Pencerelere varıncaya kadar sokağı kaplıyan yüzlerce
halktan Caminin içerisine girmek bile imkânsızdı. Komiser beyin yardımıyla güç halle içeriye
girebildim. Caminin bir köşesinde şallarla tezyin edilmiş bir kürsü vardı.
Kürsünün etrafında toplananlar, beni bekliyorlardı. Halk da gazetelerin ilân ettiği
veçhile Türkçe Kur'an nasıl okunacak diye gözlerini bana dikmişler, birbirlerinin kulağına bir
şeyler fısıldaya fısıldaya merakla yüzüme bakıyorlar. Sabırsızlanarak heyecanla yanıma
yaklaşıp nasıl okuyacağımı soruyorlardı ve bende:
“ Şimdi görürsünüz, acele etmeyin, sabredin, cevabını veriyordum. Bu esnada
dışarıdan kuvvetli bir korna sesi duyulunca Camide ve dışarıda halk kaynaştı. Gazi Paşa
geliyor, diye başlar o tarafa çevrildi ve ben de acaba diye bakarken Maarif Vekili Doktor
Reşid Galip Beyle, Kılıç Ali Bey, Caminin içerisine girerek kürsünün etrafında ayakta
durdular.
Kürsüye çıktığım zaman, fotoğrafçılar telâşla resim alıyorlardı. Cemaat adeta nefes
kesilmiş, hiç yerinden kıpırdamıyor, derin bir sessizlik içinde gözlerini benden ayırmıyorlardı.
İlk önce bir gün evvel Atamın huzurlarında yaptığım bir şekilde Arapça olarak,
(Bismillahirahmanirrahim) diye (Yâsin) sûresini nihayete kadar Çargâh makamından okudum.
Vatandaşlar; on altıncı sûre (Yâsin) seksen üç âyettir. Mekkei Mükerreme’de nazil
olmuştur. Evvelâ Besmeleişerifin tercümesi olan: (Müşfik ve Rahim olan Allah’ın ismiyle
başlarım.) diye okumağa başladım. Hâkim olan Kuran hakkı için kasem ederim. (Ya
Muhammed) sen tarik-i müstakime sevk eden Resulsün. Kur'an sana Aziz ve Rahim olan
Allah tarafından nazil olmuştur. İlâh
Seksen üçüncü ayetin sonunu da şöyle getirdim: ” Her şeyin hükümdar ve hâkimi
mutlakı olan Allah’a hamdolsun. Hepiniz ona rucû edeceksiniz “
Yasin- şerifin tercümesi bu şekilde okunmakla hitap buldu
ve buna müteakip Türkçe duaya başladım: “ Ulu Tanrım
hak ve adaletle hareket edenleri sen pâyidar eyle.
Cumhuriyet hükümetini ilâyevmilkıyam pâyidar eyle. Türk
milletini sen muhafaza eyle. Şanlı Türk ordusunu ve onun
değerli kahraman kumandan ve erlerini karada, denizde,
havada, her veçhile galip eyle. Topraklarımıza bol bereket
ihsan eyle. Çanakkale ve İstiklâl Harbinde şehit olan asker
kardeşlerimizin ruhlarını şâd eyle. “ diye duaya hitam
verdim. Kürsüden inerken halkın coşkun tezahüratı
arasında, cemaat ellerini açarak: “ Allah Gazi Paşamıza
tükenmez ömür ihsan buyursun “, diye dualar ediyorlardı.
Yerebatan Camiinde, Cemil Salt Beyin Kur'an-ıKerim tercüme kitabını Atatürk bana hediye etmişti ve
kitabın ilk sayfasında şu cümleler yazılı idi:
“23-24-1932 Hafız Yaşar Bey’e eski hatıra:
Gazi Mustafa Kemal “
İmzalan mevcuttur. Bu mukaddes hatırayı
kütüphanemde iftiharla en büyük miras olarak
saklamaktayım.
Hafız Yaşar Okur
Yerebatan Camisinde yapılan merasimin ertesi akşamı Atatürk beni huzurlarına kabul
etti: “ yaşar bey işittiğime göre Yerebatan Camisi çok küçükmüş. Arkadaşlarını al, Cuma
günü Sultan Ahmet Camisinde aynı merasimi tekrar ediniz. “ diye emir verdi.
Arkadaşları haberdar ettim. Cuma günü Sultanahmet Camisine gittiğimiz zaman
Caminin dış kapılarına varıncaya kadar halk hıncahınç dolu idi. Halk huşû ve sukun içinde on
bin kişiden fazla cemaat vardı. Cuma namazından sonra hafızlar hep bir ağızdan (Tanrı
Uludur) diye tekbir alınmaya başlandı ve cemaatte bize iştirak etti. İlk önce Cemil Sait Beyin
Kur’anı Kerim tercümesinden birer sûre, hafızlar tarafından sıra ile okudular. Bunu müteakip
Süleyman Çelebi’nin dört bahir mevlüdü kıraat edildi. Ve Fatih hatibi Hafız Şevket Efendi
tarafından Türkçe olarak gayet beliğ ve müessir bir dua ile merasime nihayet verildi.
Akşam Dolmabahçe Sarayı’nda Atatürk’ün huzurunda gündüz ki merasimin tafsilatını
anlattım. Ziyadesiyle memnun oldular. Ertesi akşam hafızların Dolmabahçe Sarayına
gelmelerini emretti.
Akşam saat sekiz buçukta hafızlar Atatürk’ün huzurlarına kabul edildiler. Atatürk
kütüphanesinden Cemil Sait Bey’in Kur’anı Kerin tercümesini getirtti ve hafızlara sıra ile
okuttu.
Atatürk, arkadaşlara, hangi Camilerde mukabele okuduklarını sordu ve hafızlar da
okudukları Camilerin isimlerini beyan ettiler. Atatürk:
“ Üstatlar yarın okuduğunuz Camilerde mukabelenin son sahifesini halka hitabe
şeklinde tercümesini izah ediniz “ .
Ve Atatürk’ün emirleri üzerine hafızlar hitabe şeklinde halka izah ettiler v Kadir
gecesine kadar bu şekilde devam etti.
1922 senesi Kânunusani ve Şubat’a rastlayan Ramazanı şerifın yirmi altıncı gecesine
tesadüf eden Kadir Gecesi Atatürk’ün emirleriyle Ayasofya Camiinde yapılacak merasim
hakkında benden izahat istedi. Merasimde yapılacak programı hazırlayıp atama takdim ettim.
Yatsı namazından evvel dokuz hafta arkadaşla Ayasofya Camisine gittiğimiz zaman daha
erken saatlerde halk Caminin içerisine dolmuşlardı ve dış kapıları kapanmıştı. Komiser beyin
delaletiyle güç hal içeriye girebildik. Yirmi bin kişiden fazla cemaat vardı. Herkes vecd
içinde dua ediyor. Caminin içinde tıs yok. Müezzin mahfeline bin bir müşkülatla çıkabildik.
Cemaatin ekserisi müezzin mahfeline hücum ettiler. İstanbul Müftüsü Hoca Fehmi Efendi’nin
emirleri üzerine zabıta tarafından halkın müezzin mahfeline hafızlardan maada kimsenin
çıkmalarına müsaade edilmedi. Teravih namazı ilâhi, tevşih âyn okunarak kılındı ve cemaat
birbirlerinin arkasına secde ederek namazlarını kıldılar.
Atatürk’ün Emirleriyle Kadir Gecesi Ayasofya Camisinde Müezzin Mahfelinde
Resimde Görülen Hafızlar Hep Bir Ağızdan Tekbir Getirirken
1. Kur’an-ı Kerimden bir sûre 2) Süleyman Çelebi’nin Mevlûdu kıraat edilmekte iken
tevşih ve âyn okuyan zevat şunlardı: Zakirbaşı Raşid, Arap Cemil, Kabakulaklı Ali, Hacı
Şeref, Salâhaddin Bülbülzade, Salâhaddin Celal Efendilerden mürekkep idi.
Birinci fasıl tevşih, güftesi (Kıblei ehli safa, oldu Cenabı Mustafa) İkinci: Bu can teşne
visali hazrete; Üçüncü: Bir nazar kıl hâlime; Dördüncü: Alemler nura gark oldu. Muhammed
doğduğu gece, Beşinci: Elmedet Ey fahr-i alem, gerçi isyanımda çok ve Süleyman Çelebi’nin
Mevlûdü kıraat edilirken Mevlûdün aralarında bu tevşihler gayet parlak okunuyordu.
Bundan sonra Cemil Sait Bey’in Kur’anı Kerim tercümesi okundu ve Duağû Hacı Faik
Efendi tarafından beliğ müessir bir dua ile merasime nihayet verildi. Caminin her köşesine
hoparlör konulmuş, radyo vasıtasıyla bütün dünyaya yayınlandı. Ertesi akşam Atamın
huzurlarına kabul edildim. Atatürk:
“ Yaşar Bey, tebrik ederim seni, çok güzel okudunuz, radyodan takip ettim, arkadaşları
yarın akşam Saraya iftara dâvet et.”
Ve Atamın emirleri üzerine arkadaşlara bildirdim. Saat yedi de Dolmabahçe Sarayına
geldiler ve Atamın huzurlarına kabul edildiler. Sarayın üst kat salonunda gayet muazzam bir
sofra tertip edilmişti. Merhum Atam da bizimle beraber sofrada iftar etmek lûtfunda bulundu.
Ve bizlere büyük bir şeref verdiler. İftardan sonra Atatür’kün müsaadeleriyle sofradan kalkıp
sıra ile Atatürk’ün ellerini öperek huzurlarından ayrılırken: Yaşar Bey, diye beni yanlarına
çağırdı ve arkadaşları alıp Seryâver Beyin odasına gitmelerini emir buyurdu. Ve arkadaşları
haberdar ettim. Seryâver Beyin odasına hep birlikte gidildi. Tanzim olunan cetvelde kendi
isimleri sırasına imzalarını atarak Atatürk’ün ihsan ettiği iki yüzer lirayı aldılar. Ve tahsis
olunan otomobillere binerek Dolmabahçe Sarayından ayrıldılar.
10 Kasım 1938. Sabah saat altı buçukta Aksaray’da evden hareket ettim. Eminönü’ne
gelince, sokak başları hep kesilmiş, ortalıkta bir sükûnet var. Süngü takmış askerler sokak
başlarında duruyorlar, halkı geçirmiyorlar.
Dolmabahçe Meydanı mahşer gibi kalabalık, Sarayın kapışma güç hal ile
yanaşabildim. Sarayın bekçilerinden Ömer Ağa kapının önünde durmakta idi. Kapıyı
açmasını söyledim.
“ Yaşar Bey, ben emir aldım. Kapıyı açamam “, deyince ne kadar ısrar ettimse fayda
etmedi. Bizim bu münakaşayı gören ve Sarayın bahçesinde devriye gezmekte olan Komiser
Muavini beni görünce kapıyı aralık yaparak beni içeriye aldı. Ve yanımda bulunmakta olan
gazete muhabirleri ve fotoğrafçılar bilistifade içeriye girmeğe muvaffak oldular. Cümle
kapısının önüne geldiğim zaman top arabasının durmakta olduğunu gördüm içeriye girerek
yâver beylerin odasına gittim.
Saat dokuza çeyrek kala mebuslar, vekiller
ve kumandan paşalar kafile, kafile gelmekte iken
bu sırada Diyanet Reisi Şerefeddin Yaltkaya
otomobilin içerisinde başında sarığı olduğu halde
geldi. Hemen karşıladım. Muhafız Bölüğü
kumandan beyin odasına aldım. Bu sırada alt kat
salonda bir faaliyet başladı ve Atamın cenaze
namazı nasıl kılınacağını görüştük. Biraz sonra
Diyanet Reisi Şerefeddln Yaltkaya ile harem
kapısının alt kat Salonuna gittiğimiz zaman orta yerde mermer masanın, üzerinde İpekli
sancağımıza sarılmış sevgili Atamın sandukasını görünce teessür içinde gözlerim yaşardı.
Kumandan paşalar resmi üniformalarını lâbıs oldukları halde resmi tâzim ile Atamın
sandukasının baş tarafında ve aya ucunda duruyorlar. Namaza başlanmak üzere iken Diyanet
Reisi Şerefeddin Yaltkaya, Atamın sandukasının başına geçti ve arkasında ben de durmakta
idim. Kesif bir cemaat, saf saf oldular. Namazın kılınmasını bekliyorlardı. Diyanet Reisi
Şerefeddin Yaltkaya’nın işareti üzerine yüksek bir sada ile (Hazır olun namaza) diye
seslendim.
Namaza başlandı. Tekbirleri bitkin ve gözlerim yaşlı
olduğu halde sevgili Atamın namazını kıldırdım. Namaz eda
edildikten sonra yine kemali tâzimle kumandan paşalar elleri ve
başları üzerinde Atamın sandukası top arabasının üzerine
konuldu.
Teşrifat Müdürü tarafından tertip edilen sıraya girildi.
Sarayın bahçesinden yavaş adımlarla saltanat kapısından
çıkarken güzergâhta ve ağaçların ve duvarların üzerlerinde
binlerce halk, ağlıyor ve bağırıyor. Tâki Atamın sandukası top
arabasının üzerinde ve şanlı sancağımıza sarılmış olduğu halde
Sarayın kapısından çıkarken, halk şöyle bağırıyordu:
Şerefeddin Yaltkaya
(Sevgili Atam, nasıl geldin, nasıl gidiyorsun?. Bizi kime bırakıyorsun?) nidaları
semaya yükseliyordu. Burada halk Atasını yakından görmek için ortalık birdenbire kaynaştı.
Bayılanlar ve bağıranlar görülmekte idi. Süvari polisleri halkı sükunete davet etmeye
çalışıyordu. Yavaş adımlarla Dolmabahçe, Tophane, Karaköy, Eminönü, Salkımsöğüt
Caddesi yoluyla Sarayburnu Parkı içerisine girildi ve Sarayburnu İskelesine yanaşmış olan
ganbota Atatürk'ün sandukası kumandan paşaların başlan üzerinde ganbota nakledildi ve
Haydarpaşa açıklarında demirli bulunan Yavuz’a götürüldü. Yavuz ortadan kayboluncaya
kadar halk ellerinde mendilleri olduğu halde gözyaşlarını siliyorlar ve Atasını selâmlıyordu.
Yavuz kaybolunca halk mahzun ve meyus bir halde Sarayburnu İskelesinden ayrıldı.
Milletine bağlı vatan mefkûresi taşıyan ve mucizeler gösteren eşsiz kahraman ve Türk
milletinin öz evladı Atatürk ruhun şâdolsun!

Benzer belgeler