- Kızılbaş

Transkript

- Kızılbaş
kızılbaş
ağustost 2012 sayı 17
kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!
* ‘KOMŞULARIMIZ DEĞİL,
BU İNSANLARI İLK KEZ GÖRDÜM’
* BDP ile Kızılbaş Şafii
ortak sorun üzerine söyleşi!
* Kürt Ulusal Hareketi ve Geçmişle
Yüzleşmenin Dayanılmaz Ağırlığı
kızılbaş
veröffentlicht
generaldirektor freizugeben.
sakine polat
genelyayın yönetmeni
ali ülger
tr. hukuk danışmanları:
av. nadide metin erdoğan
av. erdal doğan
av. hıdır özcan
av. birliği hukuk danışmanı:
av. ertekin ceylan
ankara temsilcisi:
hatice çevik
tel: 0506 818 66 55
[email protected]
berlin temsilcisi:
ali koçak
[email protected]
tel: 0177 457 79 78
stuttgart temsilcisi:
ali usta
[email protected]
tel: 0176 78 56 12 71
adres:
bergheimer str 51
d - 47228 duisburg almanya
tel: +49 (0) 177 502 88 53
http://www.kizilbas.biz
[email protected]
kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve
ilanların sorumluluğu sahiplerine
aittir. kızılbaş’ta imzasız ve
kaynaksız yazılar yayınlanmaz.
yayın tarihi:
15 ağustost 2012 sayı: 17
yeni web sayfamız:
http://www.kizilbas.biz
kızılbaş’ın eski sayılarını
bize vereceğiniz e-mail adresinize
pdf dosya olarak gönderebiliriz.
k izilbasdergisi@k izilbas.biz
gönüllü katkı formu
adı soyadı :..................................................................................................
adres :..........................................................................................................
e-mail & tel :...............................................................................................
ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 5000 Sparkasse Duisburg
6 sayı 25 € - 12 sayı 50 €
kızılbaş - sayfa 3 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
içindekiler:
Sayfa: 4 - Kamuoyuna .............................................. Sakine Polat
Sayfa: 5 - Yargıtay’ın Cemevi Kararı
- Sürgülü davulcu Alevilere saldırıyı savundu:
‘Olay benim davam değil, İslam davası’
Sayfa: 6 - ‘KOMŞULARIMIZ DEĞİL, BU İNSANLARI
İLK KEZ GÖRDÜM’
Sayfa: 7 - Alevi aileye hapis şoku
Sayfa: 8 - Basın ve kamuoyuna
Sayfa: 8 - İHD’den Sürgü raporu: Saldırıların devamı
gelebilir
Sayfa: 9 - Suçlu kim ve kimler? ........................ Ali ERDOĞAN
Sayfa: 10 - TOPLUMSAL ÇÜRÜMÜŞLÜK VE YOZLAŞMA
.............................................................Süleyman Depre
Sayfa: 11 - SÖYLENCELERİN BİZE BIRAKTIKLARI:
............................................................................. Ali Usta
Sayfa: 12 - Alevilik İslamiyet İçerisindedir ........... Murat Küçük
Sayfa: 15 - EKSİKLİĞİMİZ KENDİMİZDEDİR YERYÜ
ZÜNÜN YAŞAYAN ÖLÜMSÜZ İNSAN TAN
RISI HIZIR - (4) .............................. Adnan Cangüder
Sayfa: 18 - TÜRKİYE SÜNNİ-İSLAM CUMHURİYETİ
Mİ? .......................................... Dr. Hüseyin Demirtaş
Sayfa: 20 - “O ALİ BİZİM ALİ” ................... Süleyman Doğan
Sayfa: 23 - 4ê Gulane - Roca Xoviriardena Tertelê ‘38i
......................................................................... X. Çelker
Sayfa: 25 - Wehdetname .............................................. Edîp Xarabî
Sayfa: 26 - MIROV HEVALÊ QIJIKÊ BE NIKULÊ
MIROV TIM DI GÛ DE YE.. Mehdi Tanrıkulu
Sayfa: 27 - BDP adına yaptığımız söyleşiyi bire bir
yayınlıyoruz ............................................ Hatice Çevik
Sayfa: 34 - Kürt Ulusal Hareketi ve Geçmişle Yüzleşmenin
Dayanılmaz Ağırlığı ............... GARBIS ALTINOĞLU
Sayfa: 48 - Halkımıza ve Dünya Kamuoyuna
Sayfa: 49 - Pontos’taki Düzmece İstiklal Mahkemeleri ve
Yargılamaları ........................................ Sait Çetinoğlu
Sayfa: 56 - DİL, TARİH, COĞRAFYA ve ERMENİLER
................................................... Sarkis HATSPANIAN
Sayfa: 58 - Dersim’in kayıp kızlarının izi okul kayıtlarından
çıktı
Sayfa: 59 - Değerli dostlar!
Sayfa: 60 - Suriye’de yaşananlara ve mezhep gerilimine
Hatay’dan bakmak ................................. Hamide Yiğit
Sayfa: 62 - TÜRKİYELİ GÜRCÜLER PLATFORMU
Gürcüler Anadilde Eğitim İstiyor
Sayfa: 62 - “Davutoğlu’nu tutuklama hakkımız var”
Sayfa: 63 - Dersim 38 Fotoğraf Sergisi
kızılbaş - sayfa 4 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kamuoyuna
Sakine POLAT
[email protected]
Solculuk, Devrimcilik, Komünistlik,
Kürt-Yurtseverliği, Kızılbaşlık-Alevilik, adına CHP ile kolkola girip aynı
safta yer almak işbirlikçilik değil midir?
CHP; ırkçı, inkarcı, asimilasyoncu,
katliamcı ve soykırımcı faşist bir parti
değil midir?
CHP ile ittifak içinde olanların
CHP’ne marabalıklarından vazgeçip
insanlaşmalarını, demokratikleşmelerimi öneriyoruz!...
Malatya’da bir KIZILBAŞ evinin taşlanmasına yönelik gösterilen tepkilerenasıl bakmalıyız?
Ankara, İstanbul, İzmir gibi büyük
şehirlerde ve Avrupa’da yapılan protesto gösteri ve yürüyüşlerinde dile
getirilen eleştiriler ve verilen tepkiler
AKP şahsında İslam düşmanlığı üzerinde yoğunlaştırıldı.
Bütün bu protesto miting ve gösterilere CHP öncülük etti. İstanbul Taksimmeydanındaki miting CHP pankartı
altında yapıldı.
Protesto yürüyüşüne Pir Sultan Abdal
Kültür Derneği İstanbul Şubeleri,Alevi
kurumları, Köy dernekleri, AKA-DER,
CHP, HDK, ESP, Partizan, DHF,SDP,
Mücadele Birliği, TKP, ÖDP, Halkevleri gibi çok sayıda kurum katıldı.
(Kaynak:Alevi haber ajansı - 31 Temmuz 2012) Ayrıca Taksim mitingi Yol
TV’de canlı olarak yayınlandı.
CHP; 1915’teki Ermeni, Süryani, Elen,
Pontus Soykırımından, Rum tehcirine. Koçgiri soykırımından, Şeyh Said
katliamına. Dersim soykırımından,
kanlı Maraş, Çorum, Madımak, Gazi
Mahallesi ve Malatya Sürgü ile devam
eden inkar, asimilasyon, katliam ve
soykırımların birinci dereceden sorumlusudur!...
CHP; İttihat ve Terakki Partisi ve
Teşkilat-ı Mahsusa’nın kendisidir.
(Adı değiştirilmiş olsa da kuramı ile
işleyiş aynıdır!)
Ey Müslümanlar! Sizin adınıza ve size
zarar getiren bu CHP-Devlet-AKPOrdu siyasetine karşı çıkmayacak mısınız?
Ey Müslümanlar! Karşılıklı saygı ve
dayanışmaya ihtiyaç var. CHP-Devlet-AKP-Ordu ittihatçı ittifakı inanç
guruplarımızı karşı karşıya getirip
var olan sorunlarımızı derinleştirerek
topluluklarımız üzerinde siyasetlerini
yürütmeye ve hakim kılmaya çalışıyorlar!..
Ey Kürt-Yurtseverleri! CHP ile girişilen en ufak bir ittifak Kürt milli çıkarlarına ağır zararlar verecektir. CHPKÜRT KARDEŞLİĞİNDEN UZAK
DURULAMALIDIR.
Demokratikleşmenin; demokrasinin
önünün açılmasının ancak toplumun
temel dinamiklerini oluşturan Müslümanların; Kürtlerin, Kızılbaş-Alevilerin uzun vadeli ittifakıyla mümkün
olabileceği kanısındayız...
Ey Kızılbaş-Aleviler! CHP ve onun ittifakçılarıyla Kızılbaş-Alevilerin, hiç
bir sorununun çözülmesinin mümkün
olmayacağı kesindir. 100 yılı aşkın
bir süreden beri T.C. hükümetlerinin
en basit insani bir sorunumuzu bile
çözememiş olmaları bunun en açık bir
örneğidir. CHP DEVLET PARTİSİDİR
!!!.
Önerimiz; Başta Kızılbaş-Alevileri olmak üzere kendi siyasal örgütlenmelerini CHP ve müritlerinden bağımsız
olarak üretip siyasal alana çıkmalarıdır.
03.08.2012
Mustafa Kemal Atatürk
1936 yılındaki Meclis
açılışındaki konuşmasında:
‘Dahili iç işlerimizde mühim
bir safha varsa o da Dersim
meselesidir. Dahilde bulunan iş bu yarayı, bu korkunç
çıbanı ortadan temizleyip
koparmak ve kökünden kesmek işi her ne pahasına olursa
olsun yapılmalı ve bu hususta
en acil kararların alınması
için hükümete tam ve geniş
salahiyetler verilmelidir.’
kızılbaş - sayfa 5 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Yargıtay'ın Cemevi Kararı
Yargıtay: "Cami ve mescit dışındaki bir yer ibadethane kabul edilemez."
Yargıtay cemevlerinin ibadethane sayılıp
sayılmayacağına ilişkin, kararını açıkladı:
davayı, ''Cemevleri yüzyıllardır Alevilerin ibadet yeri olarak toplumca bilinmiş
ve kabul görmüştür." diyerek reddetmişti.
''Cami ve mescit dışında bir yer ibadethane kabul edilemez..''
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi, kapatma
davasını reddeden yerel mahkemenin
kararını oy çokluğu ile bozdu.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, tüzüğündeki ''cemevlerini ibadet yeri olarak''
nitelendiren ifadeler nedeniyle Çankaya
Cemevi Yaptırma Derneği hakkında kapatma davası açmıştı.
Daire, ilgili yasa ve düzenlemeler karşısında cami ve mescit dışında bir yerin ibadethane olarak kabul edilmesinin
mümkün olmadığına karar verdi.
Kaynak: http://www.trthaber.com
Ankara 16. Asliye Hukuk Mahkemesi ise
Sürgülü davulcu Alevilere saldırıyı savundu:
'Olay benim davam değil, İslam davası'
Malatya Sürgü'deki Alevi aileye yönelik
gerici saldırının aktörlerinden davulcu
Mustafa Evşi, olayları başlatanın saldırılan aile olduğunu iddia ederken, Alevilerin "davula, ezana, bayrağa küfretmeleri"
nedeniyle "duyan mahallelinin" geldiğini
savundu.
demedik mi’ dedi. Ailenin erkeklerinden
biri taş attı, bacağıma geldi. Biri kemeriyle vurdu, kolum yaralandı. Sırtıma da
darbe aldım. Döndüm, gittim. Şikâyetçi
oldum, darp raporu aldım. ‘Davulcu arkadaşlarımı topladım’ diyorlar. Bu doğru
değil, Ben şikâyetimi yaptım, bir daha o
evin önünde bulunmadım.”
Radikal gazetesinden
Ayça Örer'in haberi şöyle:
Malatya Sürgü'de yaşanan olayların aktörlerinden biri olan ramazan davulcusu
Mustafa Evşi, yaşananlarda kendisinin
bir suçu olmadığını söylüyor. 'Evli ailesinin ezana, bayrağa, oruca laf söylediklerini mahalleli duydu galeyana geldi'
diyen Evşi, "Bu benim davam değil, İslam davası. Gerekirse, taşınma, ev bulma
paralarını biz verelim ama o aile buradan
gitsin" diyor.
Evşin “Bu dediklerimi mutlaka yazın”
diyerek bizi evine misafir ediyor. Evşi 25
yaşında, bir yıl önce evlenmiş, yeni bebeği olmuş. Babası Hacı Mevlüt iki yıl önce
marangozluk yaptığı inşaattan düşerek
hayatını kaybetmiş. Normalde hızarcılıktan para kazanan Evşi geçim sıkıntısı
iyice artınca, bu yıl ilk kez ramazan davulculuğu işine talip olmuş. Sürgü’nün
1986 depreminden sonra yapılan yardım
konutlarında oturuyor. Evli ailesiyle aynı
mahalleyi paylaşıyor.
Evşi hayatında ilk kez yaptığı davulculuk
işinin bu noktaya gelmesini şöyle anlatıyor: “İlk günler aşağı mahallede davul çalarken, yine bir başka Alevi aile şikâyetçi
oldu. Taş attı. Ben de onlara ‘Şikâyetiniz
varsa belediyeye söyleyin, bu tarafa gelmeyeyim, burada da davul isteyenler var’
dedim. Olay öylece yatıştı.”
Şikâyetçi oldum
Evli ailesiyle yaşadığı sıkıntı ramazanın dördüncü beşinci gününe rastlıyor.
Evşi şöyle devam ediyor: “İlk gün uyardılar, ikinci gün sıcaktan dışarıda yatmışlar. Vallahi ben kapılarının önünde
çalmadım. Hele pencerelerine tokmakla
vurmak gibi bir hareket hiç yapmadım.
Zaten 4 kilometrelik bir alanı gezmem
gerekiyor, her evin önünde 1 dakika dursam ancak bitiriyorum. Burası açık alan,
ben aşağıdan davulu çalsam sesi oraya
misliyle gidiyor. Aşağıdan duymuşlar,
uyanmışlar. Sokaklarına vardığımda
Hasan Evli, el feneriyle kalktı geldi, küfretti. Ağırıma gitti, ‘Küfretme’ dedim.
Daha önce sorun yaşadığım aileye söylediğimi onlara da söyledim, özür diledim.
Oğulları Servet bana küfretmeye devam
etti. ‘Sana burada davul çalmayacaksın
Hepsi bizim buralı
Cuma gecesi yaşanan olaylar cumartesi günü kahvede konuşulmuş. Evşi bunu
doğruluyor ve belde halkının Evli ailesinin sözlerine kızdığını, evin önüne
gitmeye karar verdiklerini, Jandarma
Karakolu’nun da bu söylentileri duyarak
evin önünde önlem aldığını anlatıyor: O
gece orada bulunanların hepsi, bu ilçenin,
köyün halkı. Dışarıdan kimse gelmedi.
Evli ailesinin sözlerine sinirlendiler. Bu
benim davam değil, İslam davası. Bugün
birisi ezana, bayrağa dil uzatsa kızmaz
mısınız? İnsanlar da bunu duydu kızdı.
Ben o gece davula çıkmadım. Evli ailesi
de kalabalığa karşı hazırlıklıydı. Kamera
getirip çekmişler. Toplumu kışkırtıp, herkesin içinde o kelimeleri seçtiler. Davula,
ezana, bayrağa küfrettiler, bu ilçede duyulunca olaylar bu hale geldi.”
O günden sonra davul çalmayan ve Evşi,
Evli ailesinin beldeden gitmesi gerektiğini söylüyor: “Gerekirse, taşınma, ev bulma paralarını biz verelim ama gitsinler.
Kalırlarsa hiç çarşıya pazara gitmeyecekler mi? Bu kadar iftiradan sonra insanların yüzüne nasıl bakacaklar? Mecbur gidecekler, mecbur.”Bu arada davul şimdi
Sürgü Belediyesi’ne emanetinde duruyor.
kızılbaş - sayfa 6 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
‘KOMŞULARIMIZ DEĞİL,
BU İNSANLARI İLK KEZ GÖRDÜM’
Daha önce böyle bir sorun yaşamadıklarını kaydeden Hasan Evli, “Hiç yaşamadık. Bazen arkadaşlar ‘niye camiye
gelmiyorsun, oruç tutmuyorsun’ diye
soruyorlardı. Ama hiç tartışmadık”
dedi. Hasan Evli, “Bu olayı buradaki
Sünni komşularımız yapmadı. Bunlar
dışarıdan geldi ya da getirildi. Arkalarında başkaları var. Burada kimse 500-600 kişiyi toplayamaz. Zaten
komşularımızla da bir sorunumuz yok.
Bu insanları da ilk kez gördüm” dedi.
Belediye Başkanının “Ben kimseyi
tutamam, buradan göçün” dediğini
hatırlatan Hasan Evli, şunları söyledi:
“Beni kimse buradan göç ettiremez.
AKP’li milletvekili geldi, ‘Anlatılanlar yalan, çocuklar arasında yaşanan
bir tartışma sadece’ diye açıklama
yaptı. Çektiğimiz görüntüleri izlettim,
‘Kusura bakma bize öyle anlatmadılar’
dedi, çekti gitti.”
“Benim yerim burası değil ise neresi”
diyen Hasan Evli, şöyle devam etti:
“Askerlik yapıyorum, vergimi veriyorum, oyumu kullanıyorum. Bunla-
Geçin gidin ya. Bunu kınıyorum. Arkadaşları uyarıyorum, onlara uymayın. Razı değilim bu olaylar büyüsün,
insanların canı yansın.”
‘OLAY ÖNCEDEN PLANLANDI’
Fidan Evli da olayın planlı olduğu
görüşünde. Evli, evlerine saldırı düzenleyen güruhun, tekbirler eşliğinde
“Burası size mezar olacak, pis Kürtler,
pis Aleviler, bu gece bu olay burada
bitecek” diye tehditler savurduklarını
kaydetti.
evi taşlanan hasan evli
rı yapınca Türk vatandaşı oluyorum,
başka şeylere gelince ya Alevisin, ya
Kürt’sün, ya da PKK’lisin diyorlar.
Belediye Başkanı’nın “buradan gidin”
açıklamısına tepki gösteren Evli, şunları söyledi: “Gideceğimiz yerin buradan farklı olduğunu düşünmüyoruz.
Burada bu tür insanlarla mücadele etmezsek, gideceğimiz yerde de bu tür
insanlar olacak. Oradan sonra nereye gideceğiz? Bu saldırı bize yönelik
bir saldırı değil. Burada yaşanan tüm
Kürt-Alevi ailelere yönelik bir saldırı.
Biz çıksak da kalanlara aynısının yapılmayacağının garantisini kimse veremez.”
Aydın’ın Didim
İlçesi’ndeki bir apartmanda Alevi iki ailenin
evinin kapısı işaretlenip,
boyayla ’Aleviler’e
Ölüm, Aleviler’i Yakın’
yazılması endişe yarattı,
05 Mayıs 2012 Cumartesi
ÇORUMDA SU İÇEN İKİ ALEVİ
VATANDAŞIMIZI CADDE ORTASINDA
LİNÇ ETMEK İSTEDİLER.
kızılbaş - sayfa 7 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Edinilen bilgiye göre davulcu Efşi,
“suç işlemeye tahrik” suçlamasıyla tutuklandı. Serbest bırakılan 22 kişi hakkında ise “mala zarar verme” suçundan
soruşturma yürütülüyor. Evli ailesinden baba Hasan ve oğlu Şeyho Evli’nin
ise davulcuya darp ettikleri iddiasıyla 1
yıldan 3 yıla kadar hapis öngören “kasten yaralama” suçundan soruşturuldukları ve 29 Temmuz’da jandarmada
ifadelerinin alındığı belirtildi.
Sürgü’deki olaylarla ilgili jandarma raporunda Alevi aile suçlandı. Saldırganlar serbest bırakılırken davulcu tutuklandı. Saldırıya uğrayan aile fertlerine
de saldırganlar kadar hapis isteniyor
Malatya’nın Doğanşehir ilçesine bağlı
Sürgü beldesinde Alevi bir ailenin evinin taşlanması ve beldeden göç etmeleri için tehdit edilmeleri olayı ile ilgili
soruşturmada saldırganları kışkırttığı
iddia edilen Ramazan davulcusu “suça
tahrik” ettiği iddiasıyla tutuklanırken
jandarmadan ilginç bir açıklama geldi.
Malatya İl Jandarma Komutanlığı rutin olarak açıklanan Basın Bülteni’nde
Sürgü’deki olaylara diğer asayiş olaylarının ardından “Kamu Barışına Karşı Suçlar” başlığı altında yer verildi.
Bültende olayla ilgili saldırıya uğrayan
Alevi ailesinin suçlanması dikkat çekti. Bültende, “28 Temmuz 2012 günü
saat 02.00 sıralarında, ramazan davulcusu M.E.’nin (Mustafa Efşi), H.E.
(Hasan Evli) ve oğlu S.E. (Şeyho Evli)
tarafından darp edilmesi olayı sonrası,
29 Temmuz 2012 günü saat 01.30 sıralarında, ramazan davulcusu M.E.’nin
beraberindeki yaklaşık 100 kişilik kalabalık bir grupla H.E. ve ailesinin ikamet ettiği evin bulunduğu bölgeye gelerek, burada davul çaldıkları, İstiklal
Marşı söyledikleri ve tekbir getirerek
slogan attıkları” iddia edildi.
Kalabalığın evi taşlamasını ev sahibi
S.E’nin grubu tahrik etmesine bağlayan Jandarma bülteninde “Kalabalık
gruba karşı ev sahibi S.E.’nin bağırarak grubu tahrik etmesi sonucu gruptan kimliği tespit edilemeyen bir veya
birkaç kişi tarafından H.E.nin evine
taş atılması neticesinde; evin pencere
camları kırılmıştır” denildi. Açıklamada, Cumhuriyet savcısının talimatı
doğrultusunda olaya karışan ve eve taş
atan 23 şahsın tespit edildiği, şahısların
ifadelerinin alınmasına müteakip Başsavcılığa sevk edildikleri ve mahkemenin davulcu M.E’yi tutukladığı, diğer
şahısların ise tutuksuz yargılanmak
üzere serbest bırakıldıkları bildirildi.
Murat Kayacan Görmez, Adıyaman’da çocukların Alevilere ait evlerin kapılarına işaret koymalarıyla ilgili “Valiyi aradım, ‘Eğer ciddi bir sorun varsa geleceğim o çarpının önünde ben nöbet tutacağım’ dedim” diye konuştu. Görmez,
Ramazan’da sahurda davul çalınması konusunda da, “Davulun saatin, zilin olmadığı dönemlerde bir anlamı vardı. Bugün çok da gereği yok” dedi.
Ali Imren birebir katılıyorum, saatlerini kurup kalksınlar o kadar meraklılar ise
ayrıca cep telefonlarına davul sesi yükleyip bunu da zil sesi yapıp o şekild de
uyanabilirlar.
Olay yeri inceleme raporunda evin
camlarının ve çatıdaki tuğlaların kırıldığı, prefabrik evin bazı bölümlerinde
çökme olduğu belirtildi. Raporda, evin
duvarında 3’er adet sıralı 2 grup halinde deliğin olduğu, Hasan Evli’nin bu
deliklerin eve açılan ateşle oluştuğunu
söylediği belirtildikten sonra “Delikler üzerinde gözle yapılan incelemede
deliklerin, çivilerin duvar üzerinde
tutturulması için açılmış matkap deliği olabileceği kanaatine varıldı” ifadesi
yer aldı.
Görüntü kaydı yok
Evli ailesinin avukatı Ali Hamurcu ise
“Olay sırasında jandarma havaya ateş
açmış. Müvekkillerim, saldırgan grup
içerisinden de ateş edildiğini iddia ediyor. Ama jandarma tüm mermi kovanlarını topluyor ve olay yeri inceleme raporunda bu mermilere ilişkin bilgi yer
almıyor. Ayrıca iki gece süren bu olaylarla ilgili jandarmanın görüntü kaydı
yapmaması da dikkat çekici” dedi.
Kaynak:
http://www.muhalifgazete.com
kızılbaş - sayfa 8 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
BASINA VE KAMUOYUNA
Sincan F Tipi Hapishanesinde Ramazan
Dayatması
Ankara 1 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda
müebbet hapse mahkûm ağabeyim Halil
Gündoğan’ı ziyaretim sırasında cezaevlerinde Ramazan Orucu nedeni ile yemek
saatlerinin 17.30’dan 19.30’a değiştirildiği
ve bu nedenle mağdur olduklarını söylemiştir. Laik bir ülkede oruç tutmayan
vatandaşa yönelik haksız bir uygulama
olduğunu düşünerek 23.07.2012 tarihinde itiraz dilekçesi verdiğini ve verdiği
dilekçe nedeniyle üç ay iletişim (mektup, telefon, faks, telgraf yasağı) cezası
verildiğini yine benzer nedenlerden ötürü
sık sık “açık görüş yasağı” vb. cezaların
uygulandığını iletmiştir. Ayrıca hapishane
idaresi tarafından psikologa çıkmaya zorlanmıştır. Bunun üzerine Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na yetkililer hakkında
“görevi kötüye kullanmak, yaşam tarzını
dayatmak” gerekçeleriyle suç duyurusunda bulunmuş fakat İnfaz Hâkimliği
tarafından itirazlar reddedilmiştir.
Cezaevi müdürü Celalettin Konca döneminde baskıların daha da arttığını ve müdürün “her şey benim inisiyatifimdedir,
cezaevini istediğim gibi yönetirim, ben
cezayı veririm sizde itiraz edin” diyerek
hapishanede tam bir keyfi yönetim uyguladığını dile getirmiştir.
Kendisine iletmem üzerine Tunceli
(Dersim) Milletvekili Hüseyin Aygün bu
sorun nedeniyle hapishaneye gitti ve Halil
Gündoğan ile görüşme yaptı. Halil’in
anlatımları ve izlenimlerini bir soru önergesi olarak Adalet Bakanlığına sundu.
Milletvekili Hüseyin Aygün’ünün Adalet
Bakanı Sadullah Ergin’den yazılı olarak
yanıtlanmasını istediği sorular:
“TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ
BAŞKANLIĞINA
Aşağıdaki sorularımın Adalet Bakanı
Sayın Sadullah ERGİN tarafından yazılı
olarak cevaplandırılmasını saygılarımla
arz ederim. Hüseyin AYGÜN (Tunceli
Milletvekili)
1. Cezaevlerinde Ramazan ayı boyunca
kahvaltı ve öğle yemeği verilmekte midir?
2. Cezaevlerinde akşam yemek saatlerinin iftara göre ayarlandığı doğru mudur?
3.Oruç tutmayanlar için akşam yemeği
hangi saatte verilmektedir? Ya da iftar
saati öncesi yemek verilmekte midir?
4. Bu uygulama için itiraz dilekçesi yazan
hükümlü Halil Gündoğan’ın üç ay iletişim
yasağı aldığı doğru mudur? Sizce bu ceza
adil midir?
5.İtiraz dilekçesi yazan hükümlü Halil
Gündoğan’ın bu davranışından dolayı
psikologa çıkmaya zorlandığı doğru mudur? 6. Bu uygulama Türkiye’deki bütün cezaevlerinde mi uygulanmaktadır? Yoksa
cezaevi müdürlerinin inisiyatifine mi
bırakılmıştır?”
Saygılarımla. 09.08.201.
Kazım Gündoğan (Halil Gündoğan’ın
kardeşi) İletişim: 0533 513 61 18.
E-mail: [email protected]
İHD’den Sürgü raporu:
Saldırıların devamı gelebilir
Alevi aileye linç girişimiyle ilgili
rapor hazırlayan İHD Malatya şubesi,
“bu tür olayların tekrar yaşanmaması için önlem alınması gerektiğini”
belirtti.
İnsan Hakları Derneği (İHD) Malatya
Şubesi, Sürgü beldesinde meydana
gelen olayla ilgili hazırladığı raporda,
“önlem alınmaması durumunda, ortamın benzer ya da daha ağır sonuçlar
doğurabilecek potansiyel olaylara
gebe olduğunu” ifade etti.
Raporu, İHD Malatya Şube Başkanı Servet Akbudak, Şube Sekreteri
Ramazan Kuzu, Şube Yönetim Kurulu
Üyesi Avukat Ali Hamamcı, Şube
Yönetim Kurulu Üyesi Suphi Güvenç,
üye Nihal Pekaslan yazdı.
Malatya’nın Doğanşehir İlçesi’ne bağlı Sürgü Beldesi’nde linç girişimine
maruz kalan aile, olayın ertesi günü,
29 Temmuz’da İHD Malatya Şubesi’ne
başvurdu.
“Davulcu pencereyi kırdı”
Olayı anlatan Hasan Evli, Perşembe sabaha karşı 01:30’da davulcu
Mustafa Evşi’nin evlerinin duvar ve
pencerelerine vurduğunu, pencerenin
kırılma sesiyle uyanıp dışarı çıktıklarını söyledi.
“Davulcuya bunu yapmaması gerektiğini, kendilerini rahatsız etmemesini,
Alevî olduklarını dolayısıyla yapılan
davranışın hakaret ve aşağılama olduğunu söyledik. Tartışma çıktı. Evşi ve
çevrede bulunan birkaç kişi bizi tehdit
etti, mahalleyi, kasabayı terk edin
dediler. Bu arada jandarma geldi,
kalabalığı dağıttı.”
“Ertesi gece davulcu ve yanındaki
50 kişilik grup tekrar gelerek bize
hakaret ettiler, dini değerlere karşı
geldiğimizi söylediler. İkinci geceyi de
korku ve dehşet içinde geçirdik.”
“28 Temmuz’da 500’ü aşkın kalabalık bir grup tekrar tekbir ve slogan
sesleriyle evimize yöneldi. Küfür ve
hakaretler ettiler. ‘Sürgü Kürtlere
mezar olacak’, ‘Sürgü Alevîlere mezar
olacak’ diye slogan attılar. Evi taşladılar. Jandarma onları durdurmak
için havaya ateş açtı.”
“Madımak gibi yakarız”
Saldırganlar hakkında yasal işlem
yapılıp yapılmadığını bilmediğini söyleyen Evli, davulcuya karşı herhangi
bir şiddete başvurmadıklarını özellikle belirtti.
“Hala endişeliyiz. O gün evimizin
önünde toplananlar, beldeyi terk
etmememiz durumunda Madımak’ta
olduğu gibi yakacaklarına dair bize
mesaj gönderiyor. Devletten can güvenliğimizi sağlamasını talep ediyoruz. Bize yönelik kışkırtmalar devam
ediyor.”
Jandarma: Kışkırtanlar vardı
İHD Malatya Şubesi de evin camlarının kırılmış olduğunu duvarlarda taş
izleri bulunduğunu ifade etti.
Evi koruyan jandarma tarafından
yapılan açıklamada da olayın büyümesinde kışkırtıcı mahiyete hareket
edenlerin olduğu doğrulandı.
Belde Belediye Başkanı Faruk Taşdemir “olayın büyümesi ve bir linçe
dönüşmesinde kışkırtıcı unsurların
varlığına kendisinin de tanık olduğunu” ifade etti.
Davulcu: “Galeyana gelmekte haklılar”
İHD, davulcu Evşi ile de görüştü. Evşi
ise aile tarafından tehdit edildiğini;
taşlandığını; mahalle sakinlerinin
araya girdiğini söyledi. Karakola
şikayette bulunduğunu da ekledi.
“Olay esnasında evin gençlerinden
biri ‘davulumuzun ve ezanımızın susturulması’ ile ilgili bir şeyler söyledi.
Hassasiyet bunun üzerine gelişti. Belde halkı bu nedenle galeyana gelmekte
haklıydı.”
Raporda, olayın, farklı kimlik, inanç
ve değerlere karşı gelişen tahammülsüzlüğün bir sonucu olarak ortaya
çıktığı ifade edildi.
“Aynı aileye yönelik daha öncede de
benzer olaylar yaşandı. Belli gruplar kışkırtıcı rol üstleniyor. Olay
esnasında çekilen video kayıtlarının
incelenmesi halinde bu kişiler tespit
edilebilir. Bu tür olayların tekrar yaşanmaması için önlem alınmalı.”
1 Ağustos 2012 (bianet)
kızılbaş - sayfa 9 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Suçlu kim
ve kimler?
Ali ER DOĞA N
Bu olay ne ilk ve ne de son olacaktır.
Olay Malatya’nın Doğanşehir ilçesinin
Sürgü beldesinde geçer.
Ramazan davulcusu davulu çalarken,
Alevi bir vatandaş, davulcuya “hastamız var, burda davulu çalma” der. Davulcu, kendisine ve inanışına hakaret
edilmiştir anlayışiyla, gider camidekilere söyler. İkinci gün örgütlenerek
500 kişiyle aynı evin önüne gelir davulu çalmaya başlar. Ses gelmeyince
tokmağıyla evin camını kırar. Maksat
evin sakinleri dışarıya çıksın diye.
Evin sahibi dışarıya çıkar çıkmaz,
saldırıya uğrar. Dövülür. İkinci bir
Madımak olayını yaratmaya çalışırlar.
Kalabalık, önce istiklal marşını okur.
Sonra, “Sürgü Alevilere mezar olacak,
Allahü ekber” diye ev taş yağmuruna tutulur. Bu olay bir münferit olay
değildir. Devletin, siyasi ve dini ideolojisinin gereği olarak bahaneler yaratarak, tek ırk, tek dil, tek din inanış
felsefesini hayata geçirmek için, bunun
öncesi de var: Maraş, Gazi, Sivas, Çorum, Malatya, Elbistan,... ve Kırıkhan
olaylarını meydana getirmediler mi?
Daha dün diyebileceğimiz, Köyde bir
tek Sünni olmamasına karşın, Alevi
köyüne imam atadılar. İmam her gün
ezan okudu. Bu yetmiyormuş gibi, yakın kasabada arabalarla adan getirmiş
Alevi köyünde Cuma namazını kıldırmışlar. Didim, Çorum, Adıyaman’da,
Alevilerin evlerine küfürler ve işaretler yazdılar. Keza İzmir’de de aynı şeyi
yaptılar. Yetkililer hep münferit dedi.
Kimseye ceza verilmadi. Oysaki cezasız suç, yeni suçlar üretiyor.
Olayların üstünü örtmek için, çeşitli
gerekçeler yarattılar. Genellikle “halkımız tahrik edilmiştir” denilerek suç
işleyenler
cezalandırılmamışlardır.
Eksik soruşturma yaptılar. Piyon olarak kullanılan zavallıların üzerine gidilmiş. Kimi delil yetersizliğinden Salı
verilmiş, ya da cezaları ertelenmiş.
Kuvvetli delili olanlar “Madımak” olayından olduğu gibi dava sürüncemede
bırakılarak zaman aşımına uğratılmıştır. 34 insan kameralar önünde canlı,
canlı yakılmıştı. Başbakan Erdoğan,
mahkeme kararını yorumlarken “vatana ve millete hayırlı olsun” demişti.
Oysaki, insanlık suçu, zaman aşımını
içermiyordu.
Evrensel demokratik hakları çiğniyen
ve mevcut yasalarını da ihlal eden,
Türkiye Cumhuriyeti’n mahkemeleri
verdiği kararlar AİHM’inde hep bozuluyor. Mevcut yasaları çiğniyen Türkiye birinciliği kimseye bırakmıyor.
Verilen para cezaları, işçinin, emekçinin ve dar gelirlinin verdiği vergilerle
oluşan genel bütçeden ödendiği için,
hükümet duymazdan geliyor.
Sürgü olayına dönersek; aile ikinci gün
belediye başkanına gider yardım ister.
Belediye başkanı: “Can güvenliğinizi
sağlıyamam. Beldeyi terk edin” der.
Halkın oylarıyla seçilen başkan devleti
temsil etmiyor mu?
Olaya el koyan jandarma, olay anında
çekilen vidoyu kontrol etmeden bir rapor hazırlıyor. Basından öğrendiğimiz
kadariyle: Davulcu suçlu olduğu kadar
da ev sahibide suçlu imiş. Halkı tahrik ettiği için. Ve olaya katılan birkaç
kişiyide mala zarar verdikleri için soruşturma yapılması için bildirimde
bulunmuş. Anlıyacağınız, Jandarma
Alevileri mal gibi görüyor. Sağ duyulu
bir insan demiyorki, halkın Alevinin
evinin önünde ne işi vardı? Bu Alevi
vatandaş mı halkı çağırmış, sonra da
tahrik mı etmiş?
Sizlere bir anektod aktarayım: Bir zamanlar Libya’da bulunmuştum. Orada
meydana gelen bir trafik kazasında,
sürekli yabancı şoför suçlu bulunur.
Gerkçesi: “Siz ülkemize gelmeseydiniz, yol açık olacaktı ve kaza meydana
gelmeyecekti” deniliyordu. Sürgü’deki ailede, Alevi olmasaydı davulcuyu
uyarmayacaktı. Olayda meydana gelmeyecekti (!) Bu mantıkla evi taşlayan
guruh “burayı terk edin” diye bağırıyorlarmış.
Hükümet sözcüsü Bülent Arınç, “olay
büyütüldüğü kadar değil, münferit bir
olaydır” diyerek geçiştirmeye çalışıyor. Bakan Eğemen Bağış’da “Sürgü
olayı, bir pravakasyondur” diyerek,
suçu mağdur aileye yüklemeye çalışıyor. Ve Yargıtay’ın 7.Dairesi, Cemevleri ile ilgili kararında “ Cemevleri
ibadet yeri değildir” diyerek 20 milyon
Aleviyi görmezden geliyor. Ülkede
bağımsız yargının olmadığını “sağır
sultan” bile biliyor. Kısmen anlatmaya
çalıştığım yapılan bu olayların tamamı
bir hükümet politikasıdır.
Tek ırk, tek dil ve tek din felsefesine
uymayanların hali meydanda. Ya soykırıma uğrayacaklar, Ermeni, Keldani,
Süryani’ler gibi. Ya da asimile olacaklar.
Soykırım yapmak için, önce soykırımı
yapacak kişilerin milli benliğini yok
edersin. Türk ve Müslüman yapmak istiyorsan, Sen Türksün, Gerçek Müslüman sensin dersin sonra da kendi milli
benliğini dayatırsın. Din dersini mecburi hale getirirsin. Köylerine cami
yaptırırsın ve hoca atarsın. Ana dillerini yasaklarsın. Okullarda her gün
Türk olduklarına dair and içirirsin. Bu
bir soy kırımdır ve bir hükümet politikasıdır. Suçluyu aramamıza gerk yok.
Suçlu meydanda....
türk
milli
kurulu
kızılbaş - sayfa 10 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
TOPLUMSAL ÇÜRÜMÜŞLÜK VE YOZLAŞMA
Sömürü sisteminin sürekliliği, yarattığı
toplumsal yozlaşma ile doğru orantılıdır.
Bu yozlaşmayı her alanda özel projelerle
geliştirir.
Sermayenin din,imanı, namusu,ahlakı
yoktur. İnsani değerlerin tümü önemsizdir. önemsediği Tek şey Kar dır. Bunun
için tüm değerler kullanılabilir, satılabilir, feda edilebilir. Yeter ki sermaye
(Anapara) çoğalsın ve iktidarını pekiştirsin. Ancak, kitleleri kandırmak, kendisine bağımlı kılmak için; din,namus,ve
ahlak adına kurumlar oluşturur. Yasalar
çıkarır. Kendi çıkarı adına bu yasaları
halka dayatır. Bu insani değerlerle parasal zenginlik kazanılmaz. Bu değerleri taşıyanlar “zengin” olamazlar. Yani,
“ahlaklı ve namuslular sermayedar olamaz. Sermayedarlar ahlaklı olamaz.
Kar= artı değer dir. Artı değer ise gasp
edilmiş ve karşılığı ödenmemiş emek
dir. Bunun birikimi sermayeyi oluşturur.
İnsanlık tarihini incelediğimizde,tüm
çatışmaların ve savaşların, tüm anlaşmazlıkların bu kar hırsından kaynaklandığını görmekteyiz. Doğal (ilkel komunal) toplum döneminde tüm beşeri
ilişkiler yukarıda anlatılan (din-ahlakkültür) değerler üzerinden sürdürülmekte idi. Ne zaman ki; özel mülkiyet ortaya
çıktı ve özel sermayenin sınıfsal tahakkümü kendisini dayatmaya başladı, işte
o zaman ortak paylaşım ve bahsedilen
insani değerleri yaşayan bireyler ve toplumların tepkileri de aynı dönemde baş
gösterdi.
Sermaye adına kurulan tüm sistemlerin
(Kölecilik, Feodalizm, Kapitalizm) amacı ortak paylaşımı yok etmek üzerine
şekillendi. Her dönemde emek üzerinde
baskı aracına dönüştürüldü. Bu baskılar
her coğrafya da insani değerlerin içini
boşaltarak, bu değerleri sömürü sisteminin yedek gücüne dönüştürerek sömürü
aracı olarak kullanmaya başladı. Tüm
dinlerin ve inançların ilk ortaya çıkış
amaçları, mazlum halkların ortak paylaşımı ve refah toplumunu yaratma ilkeleriyle, barışı ve dostluğu pekiştiren kurallar la doludur. Ancak sömürü sistemleri,
kendi tahakkümlerini pekiştirmek için,
bu kurumların tümünü ele geçirerek
halklara karşı kullandılar ve kullanmaya devam etmektedirler. Günümüzde
sistemin ele geçirdiği tüm alanlarda denetiminde olmayan dini kurum kalmamıştır. Yahudilik-Hristiyanlık- İslam ve
diğer tüm dinler Devletlerle iç içe geç-
çıkartılması gibi.
KÜLTÜREL YOZLAŞMA
S Ü L EY M A N D E P R E M
miştir. Sözde Laik olduğunu söyleyen
tüm devletler dinsel kurumları halkın ve
cemmatlerin elinden almış kendi çıkarları doğrultusunda dizayn etmiştir. Oysa
gerçek anlamda “ne devletin dini olur ne
de dinlerin devleti olur.” Bu kuralın dışına çıkan sömürü sisteminin ortağıdır.
Sermaye sisteminin varlık nedeni olan
bu uygulamaları karşısında Emeğin,
Dinlerin, İnanç ve kültürlerin gerçek sahiplerinin bu yozlaştırma sürecinde yapılarını incelemekte yarar vardır.
İNANÇLARDA YOZLAŞMA
Hz.İsa, Hz. Musa, Hz. Muhammed ve
diğer tüm peygamberlerin din ve inanç
adına ortaya çıktıkları dönemlerde ve
tüm kutsal kitaplarda ele aldıkları insani değerler bugün dahi gerçek anlamda
uygulansalar, sömürü, açlık ve savaşlar
olmaz. Ne Firavun kalır, ne de İblis kalır. İster dinler arası savaşlar olsun ister
aynı din içinde mezhep çatışmaları olsun tüm anlaşmazlıklar, dönemin çıkar
çatışmalarından, halifelik, taht ve rant
kavgasından çıkmıştır. Bu çatışmalar
daha sonra Halklar ve ulus devletler arasında çıkarılmış, bölgesel istila hareketlerine dönüştürülmüştür. Sebebi sömürü
sistemleri dir.
Sömürü sisteminin varlığı bu tür çatışmaların sürekliliğine bağlıdır. Her zaman halkları meşgul edecek bir düşman
yaratması gerekir. Örneğin, ABD Emperyalizmi, reel sosyalizmin çöküşünden sonra dünya halklarını soğuk savaş
politikasıyla meşgul edeceği bir düşmanı kalmayınca, çareyi ikiz kuleleri patlatarak ardından kendi yarattığı El-Kaide
yi düşman ilan ederek aynı kanaldan
Ortadoğu ya müdahalesini de meşru
göstermeye çalıştı. Aynı model tek tek
ulus devletlerde de uygulanmaktadır.
Ülkemizde Kürt özgürlük mücadelesinin
karşısına sahte “Hizbullah” örgütü nün
İnsanlık tarihi sürecinde, üzerinde yaşadığımız topraklar, özellikle Mezopotamya havzası, dünyayı top yekun etkileyen
dinlerin ve kültürlerin çıkış merkezlerinden birisidir.Arap-Kürt-Acem kültürü, din ve bilim değerlerinin beşiği olan
bu topraklar dünya halklarını derinden
etkilemiştir.
Mevlana, İbni-Haldun, İbn i Sina, Ömer
Hayam, Karmatiler, Hace Bektaş ı Veli,
Hallac ı Mansur, Nesimi, Fuzuli, Ahmed
e Xani, Fekiye Teyra ve saymakla bitiremeyeceğimiz daha nice Din, Bilim ve
Kültür dehası tarihimizin yüz aklarıdır.
Günümüzde bunların hemen hepsi, ya
ulusal kimliklerinden dolayı ya da paylaşımcı materyalist düşüncelerinden dolayı
sistem tarafından görmezden gelinmekte
ve yahut eserleri çarpıtılarak kapitalist
yoz kültüre malzeme yapılmaktadır.
Tekçi zihniyet bu değerleri yok sayacak
kadar pervasızlaşmıştır. bu değerlerin
yarattığı olgun insan ilişkileri ve halklar
arası dostluklar yozlaştırılmıştır.
Tarihin derinliklerindeki kültür ve bilim hazinelerinin deforme edilmesi yetmediği gibi günümüz bilim insanları,
yazarları ve aydınları eserlerinden dolayı öldürülmekte veya tutuklanmaktadırlar. Basılmamış taslaklar basımdan
alıkonmakta diğer eserler “ucube” denilerek yıkılmaktadır. Mizah sanatı suç
sayılmakta ve soruşturmaya tabii tutulmaktadır. Devlet desteğindeki tiyatrolar ve sanat kurumları özelleştirilerek
işlevsizleştirilmektedir.
Basın-yayın
kurumları zaptı-rapt altına alınmış durumda. Muhalif yayın ve haber yapanlar çeşitli yaptırımlara maruz bırakılmaktadırlar. Ulusal medya organları,
paylaşımı,dostluğu ve dayanışmayı işlemek yerine,Kapitalizmin yoz kültürü
ile izleyicinin beynini yıkamakta, tüm
insani değerleri yozlaştırmakta ve kirletmektedir.
TİCARİ YOZLAŞMA
Gelişen kapitalist süreç, büyük balığın küçük balığı yuttuğu” ahlaksız bir
zemine evrilmiştir. En küçük alışverişlerde bile “serbest piyasa ekonomisi”
adına, bireyler arasında “kaça okutabilirsen” mantığı geliştirilmektedir. Bencil
bireycilik teşvik edilmektedir. Eskiden
kızılbaş - sayfa 11 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
karşılıklı güven ilişkisi çerçevesinde
borçlanmalar yapılırken söz vermek yeterli iken, şimdi kan bağı dahil en yakın
ilişkiler bile senetsiz ipoteksiz yada resmi taahüt verilmeden yapılamamaktadır.
Dostluk ve dayanışma zemini yok edilmiştir. İnsanlar bankaların insafsızlığına
terk edilmiştir. Bütün bunlar sömürü
sistemini kalıcı kılmak adına, belirli projeler doğrultusunda uygulanmaktadır.
Kendiliğinden gelişen şeyler değildir.
Ortak yaşam ilişkileri ortadan kaldırılmaktadır.
SİYASİ YOZLAŞMA
Sistemin bu tür yozlaştırma faaliyetlerinin siyasi arenaya yansımaları oldukça
belirgin bir hal almış durumdadır. Özellikle, ister iktidar, ister muhalefet olsun
sistem partilerinin aralarındaki çelişki,
ne sınıfsal, ne ideolojik açıdan farklılık
arz etmemektedir. Tabelalarındaki parti
isimlerinden başka farklılıkları kalmamıştır. Milliyetçilikte ve sömürünün devamında birbirleriyle yarışmaktadırlar.
Hepsinin amacı iktidar partisi olmaktan başka bir şey değildir. Demokrasi,
Özgürlük, halkların kardeşliği, emeğin
hakkı gibi bir kaygıları bulunmamaktadır.
SOL’DA YOZLAŞMA
Genelde sol adına hareket eden çoğu
örgütler ve partiler, 30 yıllık 12 Eylül
tahribat sürecinden yenilenerek çıkmak
yerine, daha bir kafa karışıklığı ve sistemi aşamayan bir kısır döngü içinde bocalamaktadırlar. Bu örgütler Ulusalcılık,
Kemalizm ve sistem içi restorasyon (Revizyonizm) den yakalarını kurtaramamışlardır. Bu kaos’un yarattığı güvensiz
ortamda diğer istisna örgütlerin de sınıfsal tabanla ve halk la buluşması daha da
zor olmaktadır.
ALEVİLERDE YOZLAŞMA
Bin yıllara dayanan Kızılbaş/Alevi kültürü tüm zamanlarda sömürü sistemlerinin baş çelişkisi olduğundan her
dönem baskılara, imha ve inkar’a tabi
tutulmuştur. Bu baskılardan kurtulmak
için “Takkiyecilik” i geliştiren aleviler,
yakın çağda bu takkiyecilik yüzünden,
birçok yerde Alevilerin gerçek inanç ve
kültürleri sistem dinleri tarafından baskı ve asimilasyon politikalarıyla beraber
Aleviliğin yozlaşmasına sebep olmuştur.
Günümüzde Aleviliği ulusal kimlik üzerinden tarif edenlerden tutun herhangi
bir din e yedeklemeye kadar bir sürü
sistem uydurması politikalar, günümüzde Alevilerin kafasını iyice karıştırmış
durumdadır.
SÖYLENCELERİN BİZE BIRAKTIKLARI:
Ali Usta
Peygamberlerin Şeyhi İbrahim
Başlığı görünce Kurban masalı da
hemen aklınıza gelmiştir.
Kurban tapınması, insanlık kadar
eski bir tapınma yöntemidir.
Prof. Dr. Sedat Veyis Örnek:
"İlkellerde ibadetin temel unsurlarından biri olan KURBAN, olağanüstü
kudretin (Tanrıların) gönlünü hoş
tutmak, onlarla barışık olmak, onlara
teşekkür etmek ve onlardan isteklerde bulunmak için sunulan şeylerdir..."
der.
Orhan Hançerlioğlu da KURBAN
için:
"İlkellerde, elde edilen ilk ürün, ilk
av doğaüstü gücün hakkıdır.." der.
KURBAN, tanrı ya da tanrılara şükran hediyesi olarak sunulduğu gibi;
aslında bazen de insanların, tanrı ya
da tanrılarıyla olan pazarlıklarının
malzemesidir.
Ektiği ürün bol ve iyi mahsul verirse,
ondan belirli bir miktarı ya da ilk ve
en iyi olanları tanrılarının hakkıdır.
Beslediği hayvanların ilk ya da en
iyileri yine tanrılarının hakkıdır.
SÜNNET de aslında bir tür kurbandır. Soyu bol ve iyi olsun diye
insanın, üreme organının bir kısmını
tapındığına kurban etmesidir.
Bazen de tanrı ya da tanrılarıyla
pazarlığa girişen insan, eğer bu dileği
yerine gelirse ona kurban olarak
birşeyler sunacağına dair tanrı ya da
tanrılarına söz verir.
Günümüzde de aslında halen öyle
değil midir?
Peki bizim kahramanımız İbrahim
neden oğlunu kurban etmek kadar
ileri gitmiş? Aslında kahramanımız
değil, ilkel insanların çoğu, tanrılarıyla giriştikleri bu pazarlığı abartıp,
çocuklarını kurban etmişler. Bu
çocuk genelde ilk doğan çocuk ya da
ilk doğan erkek olmuş.
İbrahim`in bağlı bulunduğu Sabiilik dininde; sığır, kuzu, horoz, kuş
kurban edildiği gibi, bir de tüyler
ürpeten bir kurban çeşidi daha bulunuyordu. O da, ilk doğan çocuk.
Kurban masalını hepimiz biliriz ve
sonuçta ne olursa olsun, ister Allah,
ister İbrahim`in vicdanı çocuğunu
kesmekten vazgeçirsin; bilinen birşey
var ki İbrahim, Sabiilik dinine karşı
yeni bir din geliştirmeye calışmış
ama ülkesinin kralı NEMRUD´a karşı
giriştigi mücadeleyi kazanamayacağını anlamış ve Kenan`a (Şimdiki
İsrail) giderek onları örgütlemiş.
(Unutulmaması gerekir, şimdilerde
politik görüş ya da ideoloji dediğimiz
şeye, eskiden "din" denirdi)
Yahudi Eğitim Dairesi`ne göre
İbrahim`in yaşadığı dönem M.Ö.
2000-1500 yıllarıdır.
Yine Yahudiler`in mitoloji kitabı
Tevrat`a göre İbrahim; Nuh`un oğlu
Sam`in, sekizinci göbekten torunu
olan Terah`ın oğludur. Aynı zamanda
Lut`un babası olan Haran`ın kardeşidir ve Harran´da yaşamıştır.
Yahudiler`in mitoloji kitabı Tevrat`a
göre İbrahim`in kurban etmek istediği oğlu İSHAK`tır.
Kuran`a göreyse bu oğlu İSMAİL`dir.
Aslında bir çelişki varmış gibi
görülüyor ama her iki taraf da bunu
bilerek böyle yapmıştır. Soylarını,
İBRAHİM`e daha iyi dayandırmak
için yaparlar bunu.
Hindistan'daki Brahma Dini
de İbrahim'in dinidir. Ariler'in
Hindistan'a yerleşmesinden sonra
oluşmuş olan bir dindir.
Kürdçe Abram ismi Yahudiler'de
Abraham, Araplar'da İbrahim,
Hintliler'de Braham oluvermiş.
İşte Peygamberlerin Şeyhi olarak bilinen Harranlı İbrahim'in başka halklar
tarafından nasıl paylaşıldığına kısaca
bir bakış. Ve, Kürtler'in kültürel
ve tarihsel sömürüsüne değişik bir
bakış..
kızılbaş - sayfa 12 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
A lev i l ik
İslamiyet
İçerisindedir
Murat Küçük
Tarihte ve günümüzde Aleviler hakkında süregelen temel tartışma Müslüman olup olmadıklarına ilişkindir.
Çoğu Sünni ve Şii Ulema’nın bilinen
fetvalarına son yıllarda Aleviler arasında yaygınlık kazandığını gözlemlediğimiz “Alevilik İslam dışıdır” iddiası
eklenmekte. Bu iddianın savunucuları
İslam öncesi çağlardan kalma inanç
motiflerini Aleviliğin İslam dışı bir
inanç olduğunu ispat amacıyla yorumlamaktadırlar. Kimi değerlendirmelerde cem ayinlerinin Şaman törenlerinin
etkilerini taşıdığı, kimi değerlendirmelerde ise eski Anadolu halklarının bereket törenlerinin İslam perdesi altında
sürdürülmüş hali olduğu belirtilmekte.
Örneğin Hitit kaya kabartmalarında
gözlemlediğimiz müzik aleti çalan ve
dans eden insan figürleri delil olarak
gösterilmekte. Çorum yakınlarındaki
Hattuşa’da Hititlerin Oniki Tanrı’sını
konu edinen kaya kabartmasının “oniki imam” inancının kaynağı olduğu
öne sürülmekte. Ayrıca Hacı Bektaş
Veli, Sarı Saltık, Baba Mansur gibi
evliyalara ve hatta Hz. Ali’ye atfedilen
doğaüstü özelliklerin eski çağ tanrılarının İslam perdesi altında cisimleşmesinden başka bir şey olmadığı bu
nedenle de Alevilerin İslam sayılamayacağı vurgulanmakta.
Tarih boyunca Müslümanlıklarını sorgulayan ulemaya karşı kendilerini savunan, türlü önyargı ve dışlanma ile
karşı karşıya kalan Alevi Dedeleri ve
Aşıklar, şimdi aynı iddiaları farklı zaviyeden de olsa kendi çocuklarından
duymak zorunda. Dün Allah’a şirk
koşmak olarak yorumlanan kültürel
farklılıklar, bugün kimi Alevi yazarlar
ve kanaat önderleri tarafından İslam
dışılığın delili olarak önlerine konuluyor.
Peki Aleviler gerçekten Müslüman değiller mi? İnançlarında yer alan İslam
öncesi motifler onları İslam dairesinin
dışına çıkartır mı? Hakkaniyetle yanıtlanması gereken soru budur. O halde
sözü dönüp dolaştırmadan yanıtlarımızı sıralayalım.
Allah’ın varlığına ve birliğine, Hz.
Muhammed’in (S.A) Allah’ın Elçisi olduğuna ve ahiret gününe gönülden inanarak sıdk ile kelime-i şehadet getiren
herkes Müslüman’dır. Kuran’da farz
kılınan namaz, oruç ve hac da İslam’ın
şartlarındandır ancak nasıl yerine getirileceği konusunda Aleviler; Sünnilerden ve Şiilerden farklı bir yaklaşım
içerisindedirler.
Namaz Allah’a hüsnüniyet ile ibadettir. Kuran’da “salat” olarak geçer ki
Allah’a dua ile ibadet etme anlamına
gelir. Aleviler temiz niyetle yapılan her
ibadetin Hakk katında makbul olduğuna inanır ve cemlerinde “cemal cemale
halka namazı” kılarlar.
“Oruç” nefsine hakim olmak, “zekat”
toplumsal dayanışma, “hac” gönül kırmamaktır. Kabe’yi inkar etmez Aleviler. Velakin Allah’ın Kuran’da yer
alan: “Ben Arş’a Kürs’e sığmadım,
müminlerin kalbine sığdım” sözünü
hatırda tutar, hakikatte her türlü mekandan münezzeh Cenab-ı Hakk’ın,
manevi anlamda müminlerin kalbinde
olduğuna inanırlar. O yüzden de “Gönül Beytullah’tır” denir. İnsan’a duyulan saygının özünde bu inanış yatar.
Yunus Emre’nin:
“Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil,
Yetmiş iki millet gelse,
Elin yüzün yumaz değil”
Dizeleri hikmetini bu inanıştan alır.
Peki yazımızın girişinde sözünü ettiğimiz Asya’nın derinliklerine veya
Anadolu’nun pagan çağlarına uzanan
inanç izlerini ne yapacağız? Bu izler
Alevilerin Müslümanlığına halel getirir mi? Daha somut olarak sorarsak,
evliyalara -güvercin donuna girip uçmak, duvar yürütmek, ateş üzerinde
yürümek gibi- doğaüstü özellikler atfetmek Allah’a “şirk” koşmak mıdır?
Hayır! Aslolan niyettir. Evliyalara
yönelen Alevi o mucizelerin Allah’ın
izniyle gerçekleştiğine inanıyorsa
Müslümandır. Türbeyi ziyaret ederken orada yatan evliyaya Allah diye
tapmıyorsa –ki tapmıyor- Müslümandır ve Müslümanlığına halel gelmez.
Niye halel gelmez tekrar değineceğiz
ve “Hakk’ı ademde bulma”, “Hakk’ı
Ali’de görme” veya “mürşidini Hakk
bilme” kavramlarını detaylıca ele alacağız. Ama daha önce, eski çağlardan
kalma inanç izleri bahsine biraz daha
yoğunlaşalım.
Her toplum atadan dededen miras aldığı pek çok şeyi İslam’a taşımıştır. Şirk
koşmadıkça Allah’ın rızasını kazanır
hepsi. Eğer taşıdıkları İslam’ın özüne aykırı değil ise onu zenginleştiren
birer güzellik olarak İslam tarihine,
geleneğine ve kültürüne dahil olur. Biraz olsun tarih ve sosyal antropolojiyle
ilgili her insan kültürler arasındaki etkileşimlerin doğallığını kabul eder ve
aralarına kesin sınırlar koymaya kalkmaz. Eski manalarını yitirse de her
dilde, kültürde ve ruhta yaşamaktadır
geçmiş kuşaklardan devralınan kültür.
Sünni Müslüman kardeşlerimizin de
kültürel anlamda İslam’a taşıdıkları
inanç motifleri vardır. İslam’ın özüne
aykırı değilse İslam geleneğine dahil
olur tümü. Ve eğer istenirse, sevgiden
uzak bir yaklaşımla aynı motiflere bakarak, Sünni İslam da Şii İslam da “İslam dışı” olarak görüp gösterilebilir.
Basit bir örnek! İslamiyet’in sembolü,
ayın ilk hali “hilal”in tarihsel kökleri
İslam öncesi Ortadoğu medeniyetlerine ulaşmaktadır. Mezopotamya’da
Sümerlerde ayın kutsallığına inanılırdı. Bugün aynı coğrafyada Necef’in,
Bağdat’ın camilerini süslüyor hilal.
Ama sadece Bağdat’ın değil bütün İslam dünyasının camilerini süslüyor.
Buna bakarak o camileri İslam dışı mı
ilan edeceğiz şimdi? Elbette ki hayır.
Bir başka örnek. Hz. İbrahim’in inşa
ettiği Kabe İslamiyet öncesi çağlarda
çok tanrılı Arap kavimlerinin ortak
tapınağıydı. Her kavim sırayla bakımını üstlenirdi. Mekke fetholunduğunda
Hz. Ali, Hz. Muhammed’in (S.A) mübarek omuzlarına basıp yukarı çıkmış,
orada bulunan putları kırarak Kabe’nin
kızılbaş - sayfa 13 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İslam aleminin en kutsal mekanı olması yolunda ilk adımı atmıştır. Hz.
İbrahim’den bu yana Kabe’ye yönelişteki niyet kişinin İslam olup olmadığını belirler. Bir insan Kabe’ye orada bir
zamanlar varolmuş putlara ilahlık atfederek yönelirse Allah’a şirk koşmuş
olur ve İslam dışıdır. Allah’a inanarak
yöneliyorsa hacceder, Müslümandır. O
halde aynı kural Müslümanların kutsal
saydığı diğer mekanlar için de geçerli
sayılmalıdır.
Aynı şekilde Hz. İbrahim’den günümüze ulaşan Kurban geleneği de insanlık tarihinin kökleri çok tanrılı devirlere uzanan bir adetidir. Çok daha
önceleri insanlar tanrılara kurbanlar
adıyorlardı. Bugün Sünni veya Alevi,
bütün Müslümanlar kurban kesiyorlar
ve kimsenin aklına onun eski çağlardaki manası gelmiyor. Görülüyor ki
binlerce yıl önce Mezopotamya kültürlerinde varolan tanrılara kurban adama
geleneği, tek tanrılı dönemde Allah’a
kurban adama olarak devam etmiş.
Demek ki çok tanrılı dönemlerin geleneği İslamiyet’e dahil olmuş. Şimdi
buna bakarak kurban geleneği İslam
dışıdır diyebilir miyiz. Elbette hayır.
İslam’ın ruhuna uygun bir geleneğe
dönüşmüş çünkü.
Sonuç olarak hilal, Kabe ve kurban
gibi pek çok sembol, mekan ve geleneğin İslam öncesi Ortadoğu kültürlerinde tarihsel kökenleri bulunabilir. Eski
çağ halklarının inançları birbirlerini
etkileyerek dini gelenekleri yaratmış
ve bu gelenekler sonraki kuşaklara
devredilerek İslam uygarlığını zenginleştirmişlerdir.
Aynı olgu İslam dünyası içinde doğup
gelişmiş Alevilik için de geçerlidir.
Türk olsun, Arap olsun, Kürt olsun,
Arnavut olsun Alevi toplulukların
İslam inancında, İslam öncesi inanç
motifleri vardır ve bu motifler İslam’ın
özüne aykırı olmadıkça o toplumları
İslam dışı kılmaz. Alevilik içerisinde
Hitit uygarlığından, Şaman inancından, Zerdüşt inancından ve daha başka
inançlardan izler bulunabilir. Ama biliyoruz ki Hitit törenleriyle Şaman adetleriyle aynı anlamı ve amacı paylaşmıyor Alevi cemleri. Aleviler o cemlerde
Allah’a ibadet ediyorlar. Bu izleri birer
zenginlik olarak selamlar ve bu konularda bilimsel, kültürel, arkeolojik
çalışmaları destekleriz. Ama bu izlere
bakarak kimi Alevilerin kendi kendilerini “İslam dışı” nitelemesi doğru değil. Ne demişti yıllar evvel Toroslar’ın
Türkmen Ozan’ı Musa Eroğlu:
“Benim
Müslümanlığımı
kimsenin sorgulamaya hakkı yok! Benim
Allah’ım Peygamber’im var, benim
Ehl-i Beyt’im var. Ama bir yandan da
Şaman gibi yaşıyorum, Zerdüşt gibi yaşıyorum, Brahman gibi yaşıyorum! Bu
da benim zenginliğimdir. Her petekten
bal almışız. Delil örneğine dönelim!
Ateş bizde kutsaldır, güneş kutsaldır.
‘Ay Ali, Gün Muhammed’ diyoruz. O
halde biraz Zerdüşt’üz biz. Dağlarda
ulu ağaçları, kayaları, suları kutsal
biliyoruz biraz Budist’iz, Brahman’ız
biz! Zenginiz biz. Elbette Müslümanız ama bu zenginliğimizle inanıyoruz Tanrı’ya. Edip Harabi’ler, Seyyid
Nesimi’ler deyişlerinde, teşbihlerinde
zaman zaman en iğneli sözleri söylemişler Tanrı’ya. Ama sonunda ‘yine
Sensin’ demişler. Yine Sensin, yine
Sensin! Bu sevgiyi bu aşkı silemezsin
aşığın yüreğinden.” (Cem, Ocak 1999)
O halde hangi akılla ve hangi hakla
Hakk-Muhammed-Ali yolunu İslam
dışı ilan edebiliriz. Aleviler İslamiyeti “kendi yürekleriyle” sevmiş, tarihten taşıyıp getirdikleriyle kaynaştırmışlar. Sadece Aleviler mi? Cümle
Müslüman halklar kendi yürekleriyle
sevmiş. Arap Yarımadası’nda farklı,
Pakistan’da farklı, Arnavutluk’ta farklı, Afrika’da farklı renklere bürünmüş
İslam. O coğrafyalarda binlerce yıldan
bu yana varolmuş edebiyatla, sanat ve
müzikle farklı ekollere, seslere, görünümlere kavuşmuş. Dinin özüne aykırı olmadıkça İslam kültürünün bir
parçasıdır hepsi de. İslam dünyasının,
olanakları yeterince fark edilmeyen
zenginliğidir bu. Ve eğer İslam dünyasında çoğulcu, demokratik bir kültür
gelişecekse bu farklılıkların kabulü ve
farklı inanç anlayışları arasında diyaloğun inşası ile gerçekleşecek.
Tarihten günümüze kültürler arası etkileşimin güzelliğini göremeyen köktendinci İslamcılar işte bu zenginliğe
savaş açıyorlar. Katı bir mantıkla tasavvufu İslam dışı ilan ediyorlar örneğin. Onlara göre Mevlana da “İslam
dışı” ve her türlü sufi ekol ya Yunan
fitnesi ya Yahudi komplosu! Ve böyle
düşünerek farklı kültürlerde çiçeklenen hikmeti İslam’a cem eden tasavvuf
erlerine karşı şiddete başvuruyorlar.
Hepsi şiddet yanlısı demek istemiyorum ve şiddete başvurmadıkları sürece
fundamentalist dindarların da diledikleri gibi inanmaya hakları olduğunu
düşünüyorum. Ancak kimi köktendinciler işte bu mantıkla tasavvufu “küfür” ve “şirk” olarak gördüklerinden
Afganistan’da Pakistan’da, İran’da saçını uzatıyor, şarap içiyor, dans edip
ilahiler söylüyor diye masum dervişlerin kanına giriyor, gündüz vakti insan
avına çıkıyorlar.
Daha uzak coğrafyalarda, Afrika kültürüyle kaynaşmış İslamiyet’in kültürel anıtlarına topla tüfekle saldırıp
yerle bir ediyorlar. UNESCO’nun dünya kültür mirası listesinde yer alan
Mali’nin “Evliyalar şehri” Timbuktu
halkı namlunun ucunda! Tıpkı Alevilerin türbeleri, dilek ağaçları gibi Siyah Afrika’nın yerel kültürlerine de
tahammülleri yok. Mum yakmak “haram”! Türbelere gidip evliyalara niyaz
etmek “şirk”! Köktendinci İslamcılar’a
göre bütün türbeler yakılıp yıkılmalı. Tarihte defalarca Kerbela’yı dümdüz etmişler. Ya onların inandığı gibi
“Müslüman” olacaksın ya da “katli
vacip”sin.
Eminim Afrika’da veya Pakistan’da bu
“köktendinci”, “Vahhabi”, “Salafist”
İslamcılığa tepki duyan “biz Müslüman değiliz” deyip işin içinden çıktığını düşünenler vardır. Tıpkı Sivas’ta
insan yakan yobazlara kızıp “biz İslam
değiliz” diyenler olduğu gibi. Ancak
bu tepkisel tutum sadece tarihsel ve
sosyolojik bakımdan değil politik olarak da yanlış.
Köktendincilere bakıp İslam’dan vazgeçmek yerine, onların İslam adına
sergiledikleri vandalizme karşı durmalı; “İslam sadece sizin algı ve inancınızla sınırlı değil. Farklılıklarımıza bakıp bizi İslam dışı ilan etmeye,
Allah adına hesap sormaya, şiddete
başvurarak kültürel farklılıklarımızı
yok etmeye hakkınız yok” diyebilmeliyiz. Afganistan’dan Anadolu’ya,
Arnavutluk’tan Cezayir’e, Suriye kıyılarından Yemen Dağları’na İslam dünyasının “farklı” renklerini oluşturuyoruz. Yüreğimizle sevme ve inanma
hakkımızı hep birlikte savunmalıyız.
Ama bunu yapabilmek için farklılığımızı bilinçle yaşamalıyız. Aleviler,
Aleviliğin sahip olduğu senkretizmin,
yani farklı kültürlerden yaratılan bağdaştırmacılığın İslamiyet’e getirdiği
felsefi derinliğin farkına varabilmeli ki
“İslam dışı” gibi gereksiz uçlara savrulmadan, o farklılığı Alevi olmayan
Müslümanlara da anlatabilsin.
kızılbaş - sayfa 14 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
“Biz sizin sünnete uygun yaşama isteğinize saygı duyuyoruz. Sizde bizim
inancımıza saygı duyun ve farklılıkları bir tehdit unsuru olarak görmekten
vazgeçin. İslamiyeti tek bir kalıba sokmayın. Aleviliği nifak olarak tanımlayıp komplo teorileriyle açıklamaya
kalkışmayın” diyebilsin.
Emin olun samimiyetle, barış ve sevgi
dolu bir dille bunu yapabildiğimizde
toplumsal barışı zehirleyen pek çok şeyin değiştiğini göreceğiz. Ramazanda
oruç tutmayanlara yönelik terör çok
daha az insan tarafından savunulacak
o zaman.
Şimdi yazının girişinde değindiğimiz
evliyalara mucize atfetme ve onları doğaüstü meziyetlerle donatmanın
şirk olup olmadığı bahsi üzerinde biraz daha durabiliriz. Sünni ve Şii din
bilginlerinin bilinen yargısı, Aleviler
arasında Hz. Ali sevgisinin şirk derecesine ulaştığı, böylelikle İslam dairesinin dışına çıktıkları şeklindedir. Camiye gitmeyişleri, namaz kılmayışları,
hacca gitmeyişleri, ilk üç halifenin
hilafetini sorgulamaları ve sünnete uymayışları eleştirilmekle beraber, oluşmuş yargının asıl sebebi Ali’ye duyulan muhabbetin ölçüsü etrafında dönüp
dolaşmaktadır.
Ali sevgisinde “mübalağa” Alevileri
İslam dairesinin dışına çıkartır mı?
Hayır! O nefeslerin hangi aşk hali ile
söylendiği önemlidir ve bunu anlamak
için yüzeysel olmayan bir bakış gereklidir. Allah, Adem’i kendi nurundan
yaratmıştır. Bu söz Kuran-ı Kerim’de
sabittir. Seyyid Nesimi’nin Enel Hakk
deyişinin kaynağı da budur. Hakk’ı
Adem’de, Adem’i Hakk’ta gören İslam anlayışının doğal bir yansımasıdır
Ali’de Hakk’ı görmek. Hakk’ı insanda
gören felsefi derinliğin Allah’ın birliği
inancına hilaf olmadığını Alevi aşıklar
binlerce nefes ve beyitle yüzlerce yıl
boyunca söyleyip durmuşlardır.
Sırr-ı enel Hakk söylerem
Alemde pinhan gelmişem
Hem Hakk direm Hakk bendedir
Hem hatm-i insan gelmişem
(Seyyid Nesimi)
Savundukları nokta hep bu olmuş.
Evrende baktığın her yerde, her şeyde ve insanın cemalinde Tanrı’yı görebilirsin. Allah-Muhammed-Ali’nin
her daim birlikte söylenmesi de insanı
Hakk’ta, Hakk’ı insanda bulan, ikisini
birbirinden ayrı görmeyen Alevi İslam inancının ifadesidir. Allah’a “şirk”
koşmak değil, Allah’ın varlığını canında hissetmek, tevhidi gönlünde bulmaktır. Bu da insanı İslam dışı etmez.
“Sana şah damarından yakınım” demiyor mu Cenab-ı Hakk Kelamullah’ında. Ondan feyz ile:
“Kendi özünde buldu bulan
Bulmadı taşrada kalan”
Dememiş mi Muhyiddin Abdal.
Özünde bulmak, Hakk ile bir olmak.
Aleviler, nefsini terbiye ederek Hakk’a
erişmenin mümkün olduğuna inanırlar. Aslında bu mesele sadece Alevileri
değil, Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Şia dostlarımızı da yakından ilgilendiriyor
çünkü sadece Aleviler arasında değil,
Hazreti Muhammed’in Sünnet-i Seniyye’sine bağlı Mevlevi, Halveti, Kadiri,
Nakşi, Rufai gibi pek çok tarikatte de
tarikat ulularının doğaüstü mucizeler
gerçekleştirdiğine inanılır. Veli, kutub,
gavs olarak bilinen bu şahsiyetler keramet ehlidirler ve Allahın isim ve sıfatlarının onlarda zuhur ettiğine inanılır.
Bu inanış tarih boyunca Müslümanlar
arasında bitip tükenmeyen tartışmalara sebeb olmuştur.
Tartışmalar günümüzde de sürmektedir. Fundamentalist İslamcılar, tarikat
ehlinin açıkça Allah’a şirk koştuğunu
öne sürüp çeşitli ayet ve hadislerle delil getirir, onların dinden çıktıklarını iddia ederler. Buna karşılık tarikat
ehli Sünni Müslümanlar inanç ve geleneklerinin Allah’ın varlığı ve birliği
konusuyla tezat teşkil etmediğini savunur ve görüşlerine yine ayet ve hadislerle delil getirirler. Tartışmaların
evveliyatı yüzlerce yıl öncesine gider
ancak sosyolojik ve kültürel olarak bu
tarikatların İslam dairesi içinde olduğu
aşikardır.
Sünni Müslümanlar dahi Kuran ayetleri ve hadislerle tartışırken aralarında
bu denli uç noktalara savrulabiliyorlarsa, meselenin hayli tevil götürdüğü
kabul edilmeli. Demek ki Kuran’ı ve
hadisleri yorumlayanlar tarih boyunca
ilimlerine, fikirlerine ve meşreblerine
göre ayrı ayrı algılar yaratmışlardır.
Bu durum Kuran-ı Kerim’e kelimesi kelimesine uyduklarını düşünen ve
öyle yaşayan kimi “köktenci” Müslümanları Allah adına şiddete başvuracak denli rahatsız etse de sonuçta bu
katı tutum onların dar görüşlülüğünün
sonucudur.
Ayrıca şunu hiç unutmamalı! Kendisini Sünni İslam’a karşı muhalif bir
mevzide konumlamış ve tarih boyunca onu eleştirmiş olması dahi Aleviliğin İslam olarak kabul edilmesi için
yeterli bir nedendir. İtirazı, kavgası,
küskünlüğü İslam içerisindedir çünkü. Köktendinci Sünni Müslümanların
veya köktendincilere tepki duyan kimi
Alevilerin onu “İslam dışı” ilan etmeleri bu hakikati değiştirmez. O kültür
dünyasının bir parçasıdır ve hem sosyal hem de tarihsel olarak İslamiyet’in
içerisindedir. Vatikan’daki Papayla
değil Şam’daki Emevi Hanedanı’yla
çatışmıştır. Kavgası da sevdası da İslam içindedir. İslam halifelerine kafa
tutarken, dinin onların elinde siyasal
bir iktidar aracı haline gelmesine itiraz
edilmiştir. Bunu yaparken İslamiyetin
gerçek değerlerinin temsilcisi ve savunucusu olduğu iddia edilmiştir.
Papa’dan söz açılmışken, Hıristiyanlık
tarihinin de kendi içinde farklı inananları Hıristiyanlık dışı ilan etmenin
örnekleriyle dolu olduğunu belirtelim.
Hakikatı kendi bildiği ve inandığı ile
sınırlı gören köktendincilik dünyanın
her yerinde aynı sonuçta. Hıristiyanlığın en güçlü kurumu Katolik Kilise, Protestanları yüzlerce yıl boyunca Hıristiyan kabul etmemiş. O halde
“Protestan”lar Hıristiyan değil midir?
Elbette ki Hıristiyandır. Bu sonu gelmez tartışmalar geride kalmış farklı
mezhepten Hıristiyanlar, kanlı mezhep savaşlarının ardından bir arada
yaşamayı öğrenmişlerdir. Neden İslam
dünyasındaki farklı mezhepler arasında da karşılıklı meşruiyet ve uzlaşı
kültürü gelişmesin?
Sonuç olarak İslam uygarlığı adına
müzikte, edebiyatta, sanatta yaratılan
ve yaratılmış pek çok güzellik tarikat
ehli Müslümanların ruh ve fikir dünyalarının ürünüdür. Aleviler bu dünyanın
ayrılmaz bir parçasıdırlar. O halde Aleviliğin İslam dışı olduğunu iddia etmek
niye? İslam sadece Sünnilerin veya Şiilerin anladığı İslam mıdır? Aleviler
de İslam dünyasının bir parçasıdırlar
ve İslamiyeti kendi algılamalarıyla yaşamışlardır. Bugün İslam dünyasının
önündeki asıl mesele Aleviliği, Sünniliği, Şiiliği farklılıklarıyla, düşünsel
birikim ve zenginlikleriyle barış içerisinde yan yana yaşatacak çoğulculuğu
ve uzlaşma kültürünü yaygınlaştırabilmektir. İslam coğrafyasında yaşayan
halklar için asıl “bahar” işte o zaman
gelecek.
kızılbaş - sayfa 15- sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
EKSİKLİĞİMİZ KENDİMİZDEDİR
YERYÜZÜNÜN YAŞAYAN ÖLÜMSÜZ
İNSAN TANRISI HIZIR - (4)
ANTAKYA`da (Hatay)
Derviş Yunus söyler sözün, yaş doludur iki gözün
Bilmeyen ne bilsin bizi, bilenlere selam olsun…!
Yunus EMRE
Hızır Türbeleri Listesi:
Hz. Hızır Aleyhisselam ve Hasan Sincari, Küçük Dalyan, Antakya,
Hz. Hızır Aleyhisselam, Odabaşı Beldesi, Antakya
Hz. Hıdır Aleyhisselam, Affan Mahallesi, Antakya
Hz. Hızır Aleyhisselam, Dörtayak Mahallesi, Antakya
Hz. Hızır Aleyhisselam, Balıkçı Pazarı, Antakya
Hz. Hıdır Aleyhisselam, Harbiye (Karye), Antakya
Hz. Hızır Aleyhisselam, Çağlayan Mahallesi, Antakya
Hz. Hıdır Aleyhisselam, Yukarı Döver,
Antakya
Hz. Hızır Aleyhisselam, Yeşilpınar
Be-desi, Antakya
Hz. Hızır Aleyhisselam ve Şıh Dahir,
Aşağı Okçular Köyü, Samandağ
Hz. Hızır Aleyhisselam, Dursunlu Beldesi, Antakya
Hz. Hızır Aleyhisselam, Dursunlu Beldesi, Antakya
Hz. Hıdır Aleyhisselam ve Nebi yunus,
Çekmece Beldesi, Antakya
Hz. Hızır Aleyhisselam, Hz. Yunus,
Hz. Miktad, Çekmece Beldesi, Antakya
Hz. Hızır Aleyhisselam, Mengüllü Köyü / Koçaran Köyü, Samandağ
Hz. Hızır Aleyhisselam, Orhanlı Köyü,
Antakya
Hz. Hızır Aleyhisselam, Büyükçat Köyü, Samandağ
Hz. Hızır Aleyhisselam, Ataköy Köyü,
Antakya
Hz. Hızır Aleyhisselam, Tomruksuyu
Köyü, Samandağ,
Hz. Hızır Aleyhisselam, Fidanlık Köyü, Samandağ
Hz. Hızır Aleyhisselam, Şıh Rislen,
Şıh Hasan, Kuşalanı Beldesi, Samandağ
Hz. Hızır Aleyhisselam, Kuşalanı Bel
ADNAN CANGÜDER
desi, Samandağ
Seyidna El Hıdır, Nebi Yunus, Melik
Cafer Tayyar, Tekebaşı Köyü, Samandağ
Hz. Hıdır Aleyhisselam, Deniz Mahallesi, Samandağ,
Hz. Hıdır Aleyhisselam, Deniz Mahallesi, Samandağ
Hz. Hıdır Aleyhisselam, Kılıçtutan
Beldesi, Altınözü
Hz. Hıdır Aleyhisselam, Hz. Miktad,
Turfanda Köyü, Antakya
Hz. Hıdır Aleyhisselam, (on iki makam var), Çatbaşı, Şenköy, Antakya
Hz. Hızır Aleyhisselam, Akıllı Köyü,
Antakya
Hz. Hıdır Aleyhisselam, Güzelburç
Beldesi, Antakya,
Hz. Hıdır Aleyhisselam, Ekinci Beldesi, Antakya,
Seyidna El Hıdır, Nebi Yunus, Şıh
Mustafa, Hz. Miktad, Şıh Hasan Davut, Elazı, Antakya,
Hz. Hıdır Aleyhisselam ve Nebi Yunus, Üçgedik, Antakya,
Seyidna El Hıdır, Karaali Beldesi, Antakya
Hz. Hıdır Aleyhisselam, Şıh Hasan,
Şıh Musa, Serinyol, Antakya,
Hz. Hıdır Aleyhisselam, Gülsel Mahallesi, Karaağaç, İskenderun
Hz. Hızır Aleyhisselam, Gökmeydan
Köyü, Arsuz, İskenderun,
Hz. Hıdır Aleyhisselam, Gümüşgöze
Köyü, Antakya
Hz. Hıdır Aleyhisselam, Anayazı Köyü, Antakya
Hz. Hızır Aleyhisselam, Üçgedik Köyü, Antakya
Hz. Hızır Aleyhisselam, Çekmece Beldesi, Antakya
Hz. Hızır Aleyhisselam, Miktat Yemin, Cafer Tayyar, Şıh Muhammed
Tavil, Muhammed
El Arabi, Çekmece Beldesi, Antakya
Hz. Hıdır Aleyhisselam, Şıh Mehmet
Libydre, şıh Yusuf Garip, nebi Yahya,
Nebi Taha,
Cafer Tayyar, Şıh Abdurrezak, Sultan
Habibi Naccar, Çiğdede Mahallesi, Samandağ
Hz. Hıdır Aleyhisselam, Hatunköy, İskenderun
Hz. Hıdır Aleyhisselam, Harran Köyü,
Reyhanlı
Hz. Hızır Aleyhisselam (Hıdır Kayası), Meydan Köyü, Samandağ
Kıbtıl May Hıdrıl Hay (Hıdır Suyu),
Gözene Köyü, Samandağ
Yedi Enbiya (Yedi Zuhur Hıdır), Hıdır
Aleyhisselam, Hıdır Teht Sindyani, Şıh
Muhammed
İzhur, Şıh Muhammed Elbıydri, Şıh
Abdurrezak, şıh Hasan Meczun Sincari, Şıh Muhammed
Linguari, + 2, Fidanlı Köyü, Samandağ
Yedi Enbiya, (On sekiz Makam Var)
Hıdır Aleyhisselam, Cafer Tayyar, Hz.
Miktad,
Nebi Yunus, Yukarı Döver Köyü, Antakya
Yedi Enbiya, Hıdır Aleyhisselam, Cafer Kerim, Cafer Sadık, Cafer İzikir,
Nebi Ğizrail,
Nebi Yunus, Habibi Naccar, Kuşalanı
Köyü, Samandağ
Dokuz Enbiya, El Hıdır, Nebi Süleyman, Nebi Taha, Habibi Naccar, Miktad Yemin,
Cağfer Tayyar, Şıh Ali Sivari, Şıh Abdullah El Miğaviri, şıh Muhammed Libaydri, Tekebaşı
Köyü, Samandağ
kızılbaş - sayfa 16 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
4 Hızırdan istemler ve beklentiler
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
Sağlık-şifa arayışları,
Yeşillik-neşv u nema,
Bereket, bolluk
Uğur-şans,
Mucize- keramet
Talih ve kısmet arayış ve bek
lentileri.
Evlat (çocuk)
Kavuşma (gurbet, askerlik
gibi)
Mutluluk
Ve yaşamdaki diger beklentil
er..
5
Hıdırellez ve hıdırellez günü
Günü Halk Arasındaki İnançsal Düşünceler, Eylemler, İstemler Ve Beklentiler
Hıdrellez günü, bugün kullanmakta olduğumuz Gregoryen takvimine göre 6
Mayıs, bizde eski olan ve Rumi tabir
edilen Jülyen takviminde ise 23 Nisan
gününe rastlamaktadır.
İlk çağlara bakıldığında, Mezopotamya, Anadolu, İran, Yunanistan ve hatta
bütün Doğu Akdeniz çevresindeki ülkelerde bazı Tanrılar adına, bahar veya
yazın gelişiyle ilgili bir takım törenlerin yapıldığı gözlenmektedir.
Bu törenlerin en eskilerinden birinin, M.Ö. III. binin sonlarında Mezopotamya’da “Ur” şehrinde yapıldığını
anlatan belgeler mevcuttur. Söz konusu
tören, kış mevsiminin sonunda, Mezopotamya ovasını sulayarak etrafını yeşilliğe boğan Fırat ve Dicle’nin canlandırıcı gücünü temsil eden “Tammuz”
ilahiyeti adına yapılıyordu. “Dumuzi”
diye de bilinen bu ilahiyetin, baharın
gelişiyle yeniden canlanması ve etrafına bolluk, bereket saçmasını kutlamak için büyük törenlerin yapıldığını belgelerden anlıyoruz.''Tammuz”
kültürünün İbraniler kanalıyla Suriye
ve Mısır üzerinden eski Yunanistan’a
ve Anadolu’ya geçtiği de bilinmektedir. Bu son iki yerde “Tammuz” adı
Yunancada “Adonis”e çevrilmiş olup,
aynı ilahiyet bu isimle anılmış ve kültü
kutlanmıştır.
Adonis kültürünün Anadolu’ya girişinden daha önce de, burada Mezopotamya’dakilere benzer bahar törenleri
yapıldığını tarihi kayıtlar göstermektedir. Boğazköy’den gitme olup, halen
Louvre Müzesi’nde bulunan tabletlerde Hititlerdeki “Purilli” bahar törenlerinden bahsedilmektedir.Bunlar, bitki
ve yeşillik Tanrısı “Telipinu” için icra
edilmekteydi. Tabletlerdeki kayıtlara
göre, bu törenler esnasında özel mihraplar hazırlanıp, ocaklarda ateş yakılmakta, mabetlere yeşil ağaçlar dikilip,
kurban edilen koyunların postları asılmakta ve “Telipinu”ya buğday, şarap
ve koç etleri sunulmaktaydı.
Öte yandan Sasani’ler devri İran’ında
benzer Tanrılara yine benzer törenlerin yapıldığı görülüyor.Zerdüşt’lükteki
ikincil ilahiyetler arasında özellikle
ikisi “Tammuz” gibi, hem su, hem de
yeşillik unsuruyla sıkı sıkıya bağlı bulunmaktadır. Bunlar “Haurvatat” ve
“Amoratat” idi. Bahar mevsiminin başlangıcında İran’da yapılan merasimler
bunlarla ilgiliydi. İran’da ve Orta Asya
Türklerinde halen Nevruz 21 Mart’ta
yeni yıl olarak törenlerle kutlanmaktadır.
Örneğin Uno Harva adlı araştırmacı
Yakutlar’da çok eski tarihlerden beri
bahar törenleri yapıldığını yazıyor.
Onlar bunu Gök Tanrı adına yapıyorlardı. Yeryüzü yeşillendiği zaman,
topluca yeşil ağaçların altına gidilip at
veya öküz kurban edilir. Sonra daire
halinde toplanılıp kımız içilirdi. Ayrıca ortaya yakılan ateşin üzerinden atlanırdı. Yakutlar’da bu merasimler her
yıl Nisan ayında uygulanıyordu.
Hıdırellez kutlamalarının yapıldığı
yerler genellikle günün anlamına uygun olarak sulak, yeşillik bölgelerdir.
Geleneğe uygun olarak Anadolunun
bir çok bölgesinde Hıdırlık denilen
mesire yerleri vardır. Bu bölgelerde
mezarlık, yatır vb. gibi çevre halkınca
kutsal kabul edilen, adak adanan veya
bez, çaput bağlamak gibi bazı geleneklerin sergilendiği yerler de görülmektedir Hıdırellezin bu gibi yerlerde
kutlanması bahar ve yaz mevsimiyle
ilgili olduğu kadar, Hızır`ın su ve yeşillik unsuruyla bağlantısını da sergilemektedir. Bu yüzden Hıdırellez günü
Hızırın bu gibi yerlerde dolaştığına
inanılmaktadır. O gün herkesin içinde, buralarda Hızıra rastlamak, onun
İlyasla buluştuğunu görmek inancı ve
ümidi vardır.
Diğer yandan hıdırellez`in kutlanması
için bu yerlerin seçilmesinde belirtilen
sebeplerin olduğu kadar, Anadolu ve
mezopotamya halkları arasında eskiden var olan tabiat kültlerinin, özellikle
ağaç ve su kültünün rolünü de hatırlamak gereklidir. İslam öncesi devirlerde
çeşitli zümreler arasında çok önemli
bir yeri olan ağaç ve su kültünün eski
kökenin unutulmasına rağmen halen
Anadolu’da güçlü bir şekilde yaşadığını, hıdırellez gibi vesilelerle İslamileştirilmiş bir şekilde devam ettiğini
gösteren deliller mevcuttur.
Yaz bayramı olarakda kabul edilen hıdırellez tek tanrılı dinlerden önce ilkçag anadoluda,mezopotamyada ve orta
asya inanc kültürlerinde görülmekte
ve buda bize hızır inancının çok tanrılı
inanclardan geldiğini göstermektedir.
Tek tanrılı dinlerde hıdırellez günü törenleri ve eglenceleri hakkında hiç bir
bilgi yoktur. Buda bize yine aynı şekilde hıdırellez etkinliğinin tek tanrılı
dinlerden önce geldiğini gösterir.
Hıdırellez Hicri takvim sisteminden
tamamen farklı bir takvimi yansıtmaktadır. 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan
gece, Güneşin Ülker burcuna girdiği
bir zaman parçası olup, bu tarihten
itibaren 7-8 Kasım’a kadar artık Ülker burcunu güneşin batışından sonra
görmek mümkün değildir. Bu tarihten
sonra ise, hıdırellez’e kadar, güneş battıktan kısa bir süre sonra görülür. Bu
suretle yılın astronomik olarak ve tabiata uygun bir şekilde yaz ve kış olarak
iki ana mevsime bölündüğü görülür.
Yani 8 Kasım gerçek anlamda ve bütün özellikleriyle kışın başlangıç tarihi
olduğu gibi, 6 Mayıs’a denk gelen hıdırellez de gerçek anlamda yazın başlangıç tarihi olmaktadır.
Devamen tek tanrılı dinlere göre ise
al hazır ilyanın lakabıdır. Zamanla al
hazır ilyas yani dünyayı yeşillendiren
peygamber hızır ilyas olmus buda zamanla halk ağzında hıdırelleze dönüşmüş ve zamanla hızır ilyas kelimesi
yerine sadece hızır kelimesi kullanılmıştır.
Hıdırellez kelimesinin Hızır ve İlyas
peygamberin isimlerinin birleşmesinden oluşması nedeniyle,Hızır ve İlyas
iki ayrı kişi olarak görülür.Tek tanrılı
dinlerde hıdırellez törenleri bayramı ritüeli bulunmaz ve kitaplarında
yazmaz. Buda bize aslında hıdırellez
bayramının dinsel değilde geleneksel
kızılbaş - sayfa 17 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ve kültürel olarak bir doğa bayramı
olduğunu, çok tanrılı ve çok tanrıçalı
dönemlerden günümüze geldiğini gösterir.
İlyas hızıra tek tanrılı dinlerin ortaya
çıkışı sonrasında eklenmiş ve hıdırellez adı hızır ve ilyasın zaman icinde
halk ağzında konuşulması sonucu değişmiştir. Bir yerde hızırı kabul etme
ve kutsama görevi ilyasin hızırın yanına verilmesi ile başlamıştır diyebiliriz.
Buda bize neden yetiş ya hızır denildiğini ama neden yetiş ya ilyas denilmediğini açıklar. Her şeyden önce hızır ilyasdan çok daha eski ve kutsıdır.
Ilyasın ortaya çıkışı sadece tek tanrılı
dinlerle olurken hızır tek tanrılı dinlerden çok daha öncede vardır .
Hızır inancı anadolu ve mezopotamya
halklarının yaşayan tanrısıdır. Asla
tek tanrılı dinlerin ibadet mekanlarına
girmez yani kilise, camii ,sinagog ve
havra gibi ibadet yerlerine girmez orada bulunmaz ve inanan halkların neznindede asla kabul görmez.
Hıdırellezde ateş yakılıp üzerinden atlanılması ve ateşin yakarak temizleme
yok etme inancı kendisini hızır inancında da taşır. Ayrıca ateşten atlama ile
şifa ve şans getiriliceğine inanılır.Suyun kutsallığı kendisini ilyasta bulmuş
ve ateş ve su kutsiyeti değişik isimler
altında peygamberler üstü kutsallık derecesinde hızır yada hıdırellez adında
günümüze ulaşmıştır.Sulu sulak ağaçlı
ve yeşillik yerlere gidilerek hızır bayramı kutlanır ve hızırla karşılaşma
beklenir. Kırsal yerlerde hıdırellez
kutlaması halen yapılmaktadır.
1980 sonrası uygulanan türk islam
sentezi politikasına bağlı sunni hanefi
inancının baskısına karşı azalmakla
birilikte yinede hızır inancı ve hıdırellez kültü devam etmektedir. Zaman
olarak farklı coğrafyada olsada doğanın yaşama geçmesi ve yaz ile kış mevsimlerinin aynı zaman dilimine denk
getirilmesi ilginctir.
6 mayıstan 8 kasıma kadar yaz günleri 186 gün olup hızır günleri olarakta
anılır. 8 kasımdan 6 mayısa kadar olan
günler ise 179 gün olup kasım yani kış
günleri olarak anılır.
Hıdırellez; Anadolu’da ve Anadolu
dışındaki geleneklerde şifa ve sağlık
talebine yönelik inanç ve adetlerle;
bereket ve bolluk talebine, uğura yönelik inanç ve adetlerle törenler yapılarak doğadaki kır alanlarında, yeşillik
ve su kenarlarında kutlamalarla bahar
bayramı olarak kabul görmeye devam
etmektedir.
Halklar arasındaki hıdırellez günü
yapılan yada yapılmayan davranış ve
inanışlar
Hıdırellez günü ve gecesi havada hiç
bulut bulunmaz.
Hıdırellez günü güneş doğmadan yataktan kalkmayanın işleri ters gider,
veya hastalanır.
Hıdırellez günü işe gidilmez, uğursuzluk olur.
Hıdırellez günü demir tutmak uğursuzluk getirir.
Hıdırellez’de meyve vermeyen ağaçlar
balta ile korkutulursa meyve verir.
Hıdırellez’de ev işi gören hamile kadınların çocukları sakat doğar.
Genç kız ve erkekler akşam yatmadan
önce tuzlu yiyecekler yer ve su içmezler. İnanışa göre o gece rüyalarında
görecekleri erkek ya da kızla evlenirler
Hıdırellez gecesi bir gül ağacının dibine gidilir.
Niyete göre taşlardan ev, araba, çocuk
resimleri çizilir.Ya da bir kağıda çizilen
şekiller ağacın dibine gömülür,yüzük
konulduğu da olur.
Sabah güneş doğmadan gül ağacının
dibinden yüzük ya da kağıt alınır. Ne
dilenirse kabul olunacağına inanılır.
Bunun için özel olarak gül ekenler bile
bulunmaktadır
Hıdırellez sabahı tuzlu çörek yapılıp
açıkta bir yere konulur. Çöreği alıp
giden kuş takip edilir. Nereye giderse
evin kızının oraya gelin gideceğine
inanılır
Bir kabın içerisine 41 çeşit ot atılır.
Çevredeki genç kızların yüzükleri de
bu kaba atılarak hıdırellez gecesi gül
ağacının dibine konulur. Sabah kap
oradan alınır. Kızlar bir yerde toplanırlar. İçlerinden, evin en son çocuğu
olan kız seçilir ve bir çarşafın altına
oturtulur. Eline verilen aynaya baka-
rak yüzükleri çeker. Çevrede toplanan
kızlar da mani söylerler. En son yüzük
de çekildikten sonra kabın içindeki su,
yağmurlar bol olsun diye kızın üzerine
dökülür
Hıdırellez gecesi iki tane ekmek mayalanır. Birine varlık hamuru birine
yokluk hamuru denir.Sabah hamurdan
hangisi kabarmışsa o yılın öyle geçeceğine inanılır
Hıdırellez günü, yılın bereketli geçmesi için ve sağlıklı olmak için çimenlerin üzerinde yuvarlanılır
Bahtı açmak için bir bez parçası üç
kere bağlanır, çözülür
Sadece hıdırellez günü değil her gün
Hızırla karşılaşılabileceğine inanılır.
Hızır her an her yerde olabili
Hıdırellez kurban kesilir. Mangalda ya
da kazanda pişirilen etler hep beraber
yenir
Hıdırellez günü bir ağaca salıncak kurulur ve sallanılır. Bu şekilde günahlardan kurtulunacağına inanılır
Hızır bazen rüyaya girer. Kutsal yerleri ziyaret etmek gerekir
Hıdırellez günü fakirlere yemek yedirilir. Bunun evin bereketini, kazancını
artıracağına inanılır
Temiz giyimli olarak dolaşmak gerekir. evde genel temizlik yapılır. Çeşitli
yiyecekler hazırlanır. Hıdırellez günü
için, yumurta kaynatılır. Ağzı açık
bükme, katmer, börek, irmik helvası
vb. gibi yemekler hazırlanır.
Hıdırellez sahabı erken kalkmak uğurlu kabul edilir.
Dilek ve temennilerde bulunulması,
toplu olarak ailece yemek yenilmesi
Ellere ve ayaklara kına yakılır. (kadınlar)
Akarsuya, dilekler bir kağıda yazılarak bırakılır. Mesela İzmir ve çevresinde dilek kağıtları Hıdırellez sabahı
denize bırakılmaktadır.
Nişanlı çiftler arasında karşılıklı hediyeler gönderilir.
.....................(devamı gelecek sayıda)
kızılbaş - sayfa 18 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
TÜRKİYE SÜNNİ-İSLAM CUMHURİYETİ Mİ?
Bundan yaklaşık 10 sene önce iktidara
geldiğinde gizli bir ajandası-gündemi
var mı diye sora geldiğimiz Başbakan
Tayyip Erdoğan nihayet asıl yüzünü
bütün çıplaklığıyla göstermeye başladı. Aslında Erdoğan’ın yüzündeki
makyaj 2007 genel seçimlerinden sonra erimeye yüz tutmuştu ama çoğumuz
son bir-iki yıldır farkına vardık. Farkına varmasına vardık ama pek çoklarımız için artık bayağı geç oldu. Atı alan
Üsküdar’ı çoktan geçti. Çünkü bizler
ayılıncaya kadar 1950’lerden sonra
başlayan Türkiye Cumhuriyeti’nin bir
şeriat devletine evrilmesi süreci neredeyse tamamlandı.
O nedenle rahatlıkla diyebiliriz ki,
“Gözün aydın Türkiye, nihayet bir
şeriat devleti oldun!” Hem de en katmerlisinden. Zira Türkiye sadece Sünni-Müslüman bir şeriat devletine değil,
aynı zamanda bir şeriat diktatörlüğüne dönüştü. İşin gerçeği bir tek adam
(Tayyip Erdoğan) diktası adı konulmasa da çoktan ilan edilmiş durumda.
Kimse yok Türkiye’de Meclis var, onlarca siyasi parti faaliyette, ana muhalefet partisi (CHP) ve diğerleri kapatılmadı veya ülkemizde serbest seçimler
yapılıyor diye kendini aldatmasın. Gelinen noktada bu olgu ve olayların bir
önemi kalmadı. Çünkü partilerin varlığı, güya serbest seçimlerin yapılıyor
olması filan bırakın mevcut durumu
değiştirmeye, hükümeti frenlemeye
bile yetmiyor. Üstelik başta ana muhalefet partisi CHP olmak üzere, ülkemizdeki pek çok resmi ve gayri resmi
kurum ve kuruluşun da Türkiye’nin
bir şeriat devleti haline gelmesindeki
sorumlulukları inkâr edilemez. Buna
sonra değineceğiz.
Önce Türkiye’nin nasıl bir Sünni-Müslüman Diktatörlüğüne dönüştüğünü,
devletin cumhuriyet ve kısmi laik vasfının nasıl da içinin boşaltıldığını ortaya serelim ki, kafalarda en ufak bir
şüphe kalmasın.
Önce bağımsız haber portalı Bianet dışında hiçbir yerde yayınlanmayan bir
gelişmeyi aktaralım da, durumun vahameti daha iyi anlaşılsın. Kıyametler
kopması gerektiği yerde, ortalığı ölü
sessizliği bürüdü. 27 Mayıs’ta yayınlanan bu habere göre, Türkiye’de devlet
Dr. Hüseyin DEMİRTAŞ
protokolü değiştirildi. Başbakanlığa
bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı’nın
(DİB) devlet protokolündeki yeri 51.
sıradan 10. sıraya yükseltildi. Buradan
çıkan sonuç çok net şekilde şudur: Ülkemizde şeriat çoktan ilan edilmiş durumdadır ve sıra artık bu yeni yapının
son rötuşlarını yapma noktasına gelmiştir. Oysa DİB’in Osmanlı’da karşılığı olan Şeyhülislamlık bile hiçbir
dönemde devlet protokolünde bu kadar
öne çıkmadığı gibi, Şeyhülislam çoğu
dönemde zamanın protokol temsil makamı Divan’a daimi üye bile değildi.
Öyle ya, zamanımızın şeriat devleti
demek ki boynuz kulağı geçer misali
kendine örnek aldığı Osmanlı atalarını
bile geride bırakmış!
Ne yazık ki, bu tarihi önemdeki gelişme ne Aleviler arasında ne de muhalefet partileri ve sivil toplum örgütleri tarafında hiç dikkat çekmedi.
Sanki böyle bir değişim yaşanmamış
gibi davranılarak, en küçük bir tepki
verilmedi. Oysa devletin protokol sırasının radikal bir değişime uğraması, en
az 1923’te cumhuriyetin ilan edilmesi
kadar önemliydi. O nedenle diyebiliriz ki, ilerde tarihçiler belki de 2012
yılının Mayıs ayını Türkiye’de şeriat
ilanın yıldönümü olarak kayda geçirecekler.
Toplum bilimlerinde temel yasa şudur;
hiçbir toplumsal gelişme akşamdan
sabaha gerçekleşmez. Her biri bir sürecin, zincirleme olaylar-olgular, etki
ve tepkiler dizisinin ürünüdür. Haliyle
Türkiye’de de şeriat akşamdan sabaha
doğmamıştır.
Esasında mevcut AKP Hükümeti,
1950’lerde bugün çok laik ve cumhu-
riyetçi geçinen CHP döneminde atılan
devletin vasfını şeriatçılığa götürecek
adımları sadece tamamlamış ve sistemi bugünkü noktaya taşımıştır. Nitekim bugün başta Aleviler, laik ve demokrat kesimlerin en büyük baş belası
olan okullarda din derslerinin ilk okutulmaya başlanması, Kuran kurslarının
serbest bırakılması, Diyanet’in konumunun güçlendirilmesi, ilk imam-hatip okullarının ve ilahiyat fakültelerinin açılması, askerlik hizmetini yapan
erlere yönelik Askerin Din Kitabı’nın
Ahmet Hamdi Akseki’ye yazdırılması
benzeri uygulamalar hep bu dönemde
hayata geçmiştir.
Önceki hükümetler bu uygulamaları
ivmesini artırmak suretiyle devam ettirerek 2003’e kadar getirirlerken, onlardan daha cevval çıkan AKP de büyük
ölçüde bu süreci kendi Arap İslamcı,
Selefist ve Milli Görüşçü çizgisine
çekerek büyük ölçüde tamamlamıştır.
Büyük ölçüde diyoruz, zira devlet tüm
kurum ve kuruluşları, yasa ve yönetmelikleriyle tam bir şeriat devleti niteliğine henüz kavuşmamıştır. Ancak bu
Türkiye’de devletin şu anki belirleyici
vasfının Sünni-İslam şeriatı olduğu
gerçeğini değiştirmez. Keza zaten tarihte de Selçuklu ve Osmanlı dâhil hiçbir devlet yüzde yüz şeriat kanunlarına
göre yönetilememiştir. Örf yani din
dışı yasalar hep olagelmiştir. Ondan
dolayıdır ki, Türkiye’de artık şeriatın
gelip gelmediğini tartışmaktan çok,
sürecin bundan sonra nasıl ilerleyeceğini takip etmek ve buna dikkat kesilmek gerekiyor.
Üstelik bu hükümet, ülkenin tüm
ekonomik imkânlarını şeriat devletini yerleştirmek ve güçlendirmek için
hızla seferber ederken, arkasındaki dış
destek ve para kaynakları da çok zengin. Keza ABD’nin Ortadoğu’da hegemonyasını sürdürmek adına İran ve
Suriye’ye karşı Sünni bir hat oluşturma
planı bulunduğundan bu duruma bir
itirazı olmadığı gibi üstelik büyük desteği de söz konusu. O nedenle Amerikan uydusu Suudi Arabistan, Bahreyn
ve Birleşik Arap Emirlikleri ile birlikte bütün Körfez Sermayesi, Türkiye’yi
şeriata daha da uygun hale getirmek
hedefine dönük olarak kesenin ağzını
sonuna kadar açmış durumdalar. Avru-
kızılbaş - sayfa 19 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
pa ise kendi dertleri ve ekonomik kriziyle iyice bunaldığından zaten sürece
müdahil olacak bir konumda değil.
Ek olarak Türkiye’nin tek sorunu devletin Sünni-İslami bir nitelik kazanması değildir. Mesele aynı zamanda
Başbakan Erdoğan’ın “tek adam” ve
“diktatör” olma isteği yanında, her
şeyi tekleştirme inadıdır. Başbakan
“tek dil, tek din ve tek mezhep” istemektedir. O nedenle de dindar bir nesil
yetiştirmeyi planlamakta ve bu yöndeki uygulamaları hızla hayata geçirmektedir.
Diyanet’in devlet protokolündeki yerinin öne çekilmesi başta olmak üzere, imam-hatiplerin orta bölümlerinin
tekrar açılmasını sağlayacak eğitimde
4+4+4 uygulaması, zorunlu din derslerinin kaldırılması bir tarafa, üstüne
üstlük okullarda “Hz. Muhammed’in
Hayatı” ve “Temel Dini Bilgiler” gibi
yeni “seçme de göreyim!” derslerin
konulması; TRT’de bir kanalın DİB’e
tahsis edilip, “Diyanet TV” adıyla yayına başlaması benzeri nice gelişme
Erdoğan’ın yukarıdaki malum amacına
hizmet etmektedir.
Kısaca her şey kurulan şeriat devletinin toplumda da kök salmasına, daha
da olgunlaşmasına ve de dolayısıyla
Erdoğan’ın hemen her şeyde tek söz ve
yetki sahibi olduğu bir düzenin inşasını hedeflemektedir. Başbakan sadece
siyasette değil, dini konular da dâhil
hemen her şeyde tek adam olma yani
diktatör olma yolundadır. Kadınların
kürtaj olmasına dini gerekçelerle karşı
çıkması, her aileye üç çocuk yapmalarını tavsiye etmesi, dindar nesil yetiştirme plan ve uygulamaları hep bu
hevesin dışa vurumlarıdır. Bu heves
nedeniyledir ki, tüm bu dinsel vurgusu
yüksek tartışma ve konuşmaları bizzat
kendisi gündeme getirmekte; sonrasında da Diyanet’ten ve diğer Ulema’dan
destek fetvaları beklemektedir. Onlar
da zaten İslam’ın birer temsilcisi değil,
Başbakanın “emir kulu” olduklarından
istenen fetvayı derhal yayınlamaktadırlar. Anlaşılacağı gibi, şeriat gelmeyi
bir yana bırakın, gelmişte emin adımlarla yoluna devam etmektedir. Maalesef şeriatın kökleşmesinin ve bir daha
yerinden kaldırılamayacak şekilde
oturmasının önünde Aleviler, kısmen
Kürt Hareketi ile küçük bir sol, laik ve
demokrat çevre dışında önemli bir en-
gel de bulunmamaktadır.
Çünkü ortada Erdoğan ile “Gözü Yaşlı ABD’de Sürgün Vaiz Gülen Cemaati Koalisyonunu” durduracak hiçbir
kayda değer örgütlü güç yoktur. Nitekim zaten general tutuklamalarından bunalan askerin de, Genelkurmay
Başkanlığı’nın devlet protokolündeki
3. sırada bulunan yeri korunarak, ağzına bir parmak bal çalınmış ve sürece
müdahale etmesinin önü kesilmiştir.
Polis desen yıllar öncesinde Cemaat’in
denetine girmiş durumdadır. Kimse
kendini aldatmasın, Türkiye artık kısmen bile laik bir ülke değildir. Belki
bu ikili iktidara gelmeden en azından
yarı-laik bir devletten söz edilebilirdi
ama bugün böyle bir Türkiye’nin defteri çoktan dürülmüş vaziyette…
Ne yazık ki, ana muhalefet CHP’den de
bu hususta frenleyici bile olması artık
beklenemez. Zira ulusalcı, Kemalist
CHP’nin de amacı ta kuruluşundan
beri, dini denetimine almak ve onu
devletin ulu menfaatleri için kullanmak olduğundan, itirazı sadece dini
AKP’nin kontrol etmesine karşı olur
ve oluyor. Onun ötesinde devletin her
geçen gün koyu şeriatçı ve diğer inançları yok sayan bir niteliğe bürünmesine karşı, lideri Alevi kökenli olmasına
rağmen, CHP’nin de çok fazla bir engel çıkaracağını tahmin edemiyoruz.
Yani al birini vur ötekine durumudur
söz konusu olan.
Madem öyle, muhalefet güçlerinin bu
vahim ve çaresiz konumlarına rağmen,
ne yapmalı ve nasıl davranmalı da bu
çıkmazdan kurtulmalı soracaksınız.
Maalesef bu gidişata son verecek hazır
bir reçete-formül kimsede ve dünyanın
hiçbir yerinde yok. Ancak karalar bağlamaya ve bu makûs talihe de kimse
razı olmamalıdır. Oturup ağlaşmanın
anlamı yok. Çareler henüz bitmiş ve
umutlar sönmüş değil.
Evet, can çıkmayınca umutlar tükenmez. Gidişata çok küçük bir kitlenin
bile itirazı varsa, orada hala çok şeyler yapılabilir. O yüzden çare, her şeye
rağmen ve her zamanki gibi yine “benim, sensin, biziz ve sizsiniz!” Lakin
bu kötü hale ayrı ayrı yerlerde durarak
bir son verilemez. Yalnız silahşorlar
gibi bireysel itirazlarla, çıkışlarla saman alevi parlamak yerine veya “kuru
kalabalık” şeklinde değil de, bütün hepimiz “nitelikli bir toplam” oluşturarak farklı bir mücadele başlatmalıyız.
Yakınlarda büyük bilim adamı ve barışsever Albert Einstein’ın bir sözünü
okudum. Diyor ki, “Örgütlü ve düzenli
bir güç olan bir iktidara veya bir güç
odağına karşı, ancak ve ancak örgütlü
ve düzenli bir güç halinde mücadele
verilerek başarıya ulaşılabilir.”
Ya Einstein’ın bu sözüne kulak verelim ya da aksi takdirde yapılanlara
kayda değer bir itirazı olmayan TürkMüslüman-Sünniler dışındaki herkes
hemen tasını tarağını toplamaya başlasın. Kendine dünyanın 180’den fazla
ülkesinden ülke beğensin! Zira Türkiye gittikçe Erdoğan’ın Sünni Şeriat
Diktatörlüğü hâkimiyetinde daha da
yaşanmaz ve nefes alınmaz hale geldi
ve bu basınç daha da artacak.
Hala uyuyanlar ve ayılamayanlar varsa,
onlara da “günaydın” diyoruz. “Türkiye Sünni-İslam Cumhuriyeti”nin ilan
topu çoktan atıldı. Tayyip Erdoğan’ın
da padişah ve halifeliği ilan edildi.
Buna sevinmek veya üzülmek sizin bileceğiniz bir iş. Geçmiş olsun!
---------- o O o -----------17 Haziran 2012
Kızılbaş Yayınevi
K i t ap - D e r g i -A f i ş - D i z g i
Ta s a r ı m - G r a f i k
D iji t a l ve O f s e t ba sk ı
i ş l e r i n i z i t i n a i l e ya p ı l ı r.
Te l: + 49 (0) 177 5 0 2 8 8 5 3
k i z i l ba s yay i nev i @ k i z i l ba s . bi z
kızılbaş - sayfa 20 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
“O
ALİ
BİZİM
ALİ”
................................ Süleyman Doğan
Türk İslam sentezi, Kürt İslam sentezi
derken, şimdide Alevi İslam sentezi
çıktı ortaya. Evet yanlış duymadınız,
Alevi İslam sentezi! Bu da büyük bir
projenin pir parçası!
Geçenlerde televizyonda ‘tarafsız
bölge’ de Alevilerin tartışmasını
izledim. Bir de karavana onbaşısı gibi
mağrur bir duruş sahibi eski diyanet
başkanı Süleyman Ateş de vardı.
Fakat ben eski diyanet işleri başkanının bir sözünü çok beğeniyorum.
Daha önce yine bir tartışmada şöyle
” Yahu, O Ali bizim Ali’miz size ne
oluyor?” demişti. Çok doğru bir söz.
Katılmamak elde değil.
Peki o zaman diyecek bir şey kaldı
mı? Bence bu gerçekten sonra söylenecek bir şey yok. Şimdi biz buna
nokta koyarak işin neden hep Alevilik
söz konusu olduğunda eski Diyanet İşleri Başkanı Süleyman Ateş
Alevilerin karşısına dikildiğini merak
etmemeli miyiz? Kaldı ki bir başkasının inancını bir başkasını belirlemesi
abesle iştigaldir. Ancak o kişiye veya
kişilere şey yemek düşer.
Bu insan bazı Alevilerin laik olarak
algıladıkları veya kandırıldıkları
Cumhuriyetin ve resmi İdeolojinin
temsilcileri olduklarına iyi dikkat
etmek lazım. Yani resmi İdeolojinin
yıllarca laiklik diye söylediği yutturmacasının amacı kendine has Aleviliği Sünnilikle bütünleştirmektir.
Hüseyin Aygün aslında ayrı bir din
dedi. Sonra çark etti. Çok uzun sürdüremedi. Hele bu Alevi temsilcileri,
kanaat önderleri olarak tanıtılanlar ise
karavana mangası gibi başlarından
da bir onbaşıyla çıkıyorlar ortaya.
Sözüm ona, Aleviliği savunup inanç
özgürlüklerini elde edecekleri yerde
tam tersine Aleviliğı İslam’ın içine
koyarak Sünnileştirmek istiyorlar. İşte
burada yatan tez Alevi İslam sentezidir. Alevileri Sünni ve Şii İslam’ın
içinde Türk-İslam sentezinden Alevi
Sentezini üretenlere ise biz Alevi
değil, devlet misyoneri demek zorundayız.
Bazı Aleviler bu misyonerliklerle bağlantılı olarak “ya biz namaz kılıyoruz,
biz camiye gidiyoruz ve de seviyoruz”
diyorlar. Doğrudur. Benim çevremde
de böyle insanlar var. Hatta bunlar
özünde Pir, hatta mürşit sülalesinden
gelenler de vardır. Fakat bayağı Diyanetin parasal cazibesinin de etkisiyle
camiyle haşır neşir olmuş, Mekkeye
hacca bir kaç sefer yapanlar da vardır.
Bazıları da bu yoldan çıkmışlara “işte
bunlar gerçek alevi. Alevi dediğin
böyle olur işte ” diye örnek veriyorlar.
Bunlar da “biz Aleviyiz” diyorlar. Bu
tipleri de insanların önüne koyarak
örnekler veriyorlar.
Bu hacı Alevilerin babaları ve dedeleri de “biz o kapıya adım atmayız
çünkü biz Aleviyiz dinimiz başka”
derlerdi. İşte Aleviliğin içine girdiği
durum kısacası bu. Dedeyi bir yana
bırakın babadan oğula değişiklik
gösteriyor.
Oysa bildiğim kadarıyla Alevi inancında yolundan dönen düşkündür.
Dönemek düşkünlük değilse nedir?
Gözümüzün ortasına baka baka Sünnilüği ve Şiiliği bize dayatıyorlar! Bu
kadar kepazeliğe doğrusu pes!
Yahu Xızır aşkına birileri bir şey
söylesin! Bakın camisi olanlar var.
Caferiler bunlar.Hatta bu Caferilerin
Gebze Bayramoğlu’na giderken sol
tarafta bir camileri vardı. İstasiyon
Mahallesine yakın.. Bir kaç kere gitim
ve yerinde gördüm. Bazı aleviler bu
camiye gidiyordu. Gözlerimle tanık
oldum. Bunlardan biri de dostumuz
büyüğümüz Erzincan -Tercanlı Ali
Unutkan’dı. Cuma günleri oraya
namaza giderdi. O’na Ali Baba derler;
kartalda kalırdı.
Burada bir şeyin daha altını çizeyim.
Caferilerin camisinde imam yoktur
. Onlar Mühürün arkasında namaz
kılarlar. Orada da bir değişiklik var.
Çünkü imamları Ali’dir. Ali vurulduğu için kimsenin arkasında namaza
durmazlar.
Simdi buraya dikkatinizi çekmek
isterim. Bizim talipler Tercanlıdır.
Ben gitmedim. Babam bir kaç kere
gittiğini hatırlarım. Fakat Amcamlardan Pir Kazım Doğan, Pir Mustafa,
Keko Doğan, Pir Düzgün , Keko Şa-
hin, Hasan Hüseyin ve diğerleri hep
Erzincan’a taliplerini ziyarete gider
gelirlerdi. En az yılda bir defa. Hatta
Kazım amca hala sağ. Kebire ana ,
Şirin ana hala sağ.
Şimdi bunların yol göstericilerinde böyle bir hal görmedim. Bunları
yakınan tanıyan birisi olarak. Bunlar
şu anda yapılanların ve söylenenlerin tam tersini yapıyorlardı ve
söylüyorlardı. Oysa Caferilerin veya
diğer camilerde gördüğün aleviler ya
yolunu şaşırmış ya da bunların pirleri,
rêberleri yollarını şaşırmış olmuyor
mu? Sizce kim burada yoldan sapan?
Caferilerin camiye gitmeleri normal
bir olaydır. Çünkü Caferilik Şii imam
Cafer-i Sadık’ın kurduğu bir İslam
mezhebidir. Alevelik mezhep değildir,
İslam öncesi bir inanç bütünlüğüdür.
Alevilik İslamla bir kere daha vurulmak isteniyor. Bu amansız yok etme
biçimini görüyor musunuz? Yahu
Xızır aşkına, pir aşkına ,hele gençler
belki bilmez. Bizim bu yaşlı Aleviler
neden bir şey söylemiyor?
Siz bu kanaat önderleri deyip halkın
önüne konan insanların bilgili veya
gerçekten Alevileri temsil ettiğini mi
düşünüyorsunuz? Neden Her şeyi ile
farklı olan , ayrı olan , haydi bunları
da bir yana koyalım . Tarihin en eski
ve kadim olan otantik ve orijinalliğiyle kalmasını istemiyorsunuz. Bu
inancınızın İlede bir daha Yezidin
kılıcından daha keskin bir darbe ile
yok olmasına göz yumuyorsunuz.
Alevi inancının yok edilmesi insanlık için bir kayıp olacağını da hesap
etmelisiniz.
Bakın, derin mi diyorsunuz, Ergenekon mu diyorsunuz, çete mi diyorsunuz? Bunun ağababası Süleyman Demirel değil mi? Çıkıp “Cem Vakfını
ben kurdum” demedi mi? Peki bayram
değil seyran değil Süleyman enişte
Alevileri neden öpsün! Öbürü Ak
Parti’den aradığını bulamayınca geri
gelip şeyinin üstüne oturmadı mı? Bir
diğeri gidip Erbakan ve devletle flört
edip Kuran’da ayetler okuyup sizin
inancınızı Sünnileştirmek için dans
etmedi mi?
Bunlar sizi aldatıyor, sizi sizden
koparıyor, yüreğinizi bedenizden
söküyor! Yok tarih, yok Kuran, saygı
falan filan diyerek sizleri Sünnileştirme peşindeler. ( Ben 2008 yılında
bu kanaat önderleri ile ilgili bir yazı
yazmıştım ” ASLI UNSUR” başlıklı
yazımı isteyen Kaniyasor sitesinde
kızılbaş - sayfa 21 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
okuyabilir.) Yani kâhin olmaya gerek
yok. Çünkü akıl fikir var…
Tarih denildiğinde bir tek aklıma Alevi katliamları gelir. Şunni dediğinde
Alevi olduğu için öldürülen insanlar
aklıma gelir. Cami dediğinde oruç
tutmadığı, namaz kılmadığı için öldürülen üniversiteli gençler aklıma gelir.
Resmi Tarih ve tarihçiler “Alevilerin
katli vacip, bunlar sapık, cümbüşçü
v.s“ şeklinde görüş belirtmişlerdir.
Bir tek bir şey kalıyor bu iş her alevi
bireyinin işidir. Sizin hiç alakanızın
olmadığı bir yere sürükleyip Alevi
inancını toprağa gömüp, Alevi İslam
senteziyle sizi camilere doldurmak!
Eh peygamber ayni, kitap ayni, ibadet
yeri aynı, Mekke’yi ziyaret etme aynı.
O zaman Neden biz Aleviyiz deniliyor? Bu size hiç mi bir şey çağrıştırmıyor? Dedeleriniz, babalarınız bu
kadar zulmü neden görmüş o halde?
Neden diri diri yakılıyorsunuz?
Burada Ali’ye, Aleviler sahip çıkmış. Ali Alevilere sahip çıkmamıştır.
Bunu ayırt etmek lazım. Laf karabalığına getirip Ali taraftarlığı şeklinde Aleviliği tanımlamak yanlıştır.
Ali’ye sahip çıkma var. Bu Alevilerin
felsefesinde Ali’ye acımak hümanist
gücünün bir ispatı ama Alevilere kim
acısın? Alevilik İnsan olmanın gereklerini anlatan bir öğretidir bunu iyi
bilmelidir ama Mekkeli Ali ve Aliciler
bir taraftan çevre coğrafyada halklara
zülmederken bir taraftan bu Araplar
birbirilerini iktidar için infaz ediyorlardı, suikastler yapıyorlardı. Alinin
Aleviler için ne yaptığını söyleyebilir
mi her hangi bir Alevi önderi? Fakat
Sünniler için yapmış ve doğal olarak
bizim Alimiz deme hakları var. Aleviler Ali’ye burada yapılan haksızlığa karsı çıkıyor. Aleviler Araplara
sahip çıktığa kadar kendilerine sahip
olsaydılar eskisi gibi alevin işiği kalıp
Alevi kalabilirlerdi. Işığın ve alevin
Aleviliği ile İslam, aydınlık ile karanlık kadar biri birinden farklı şeylerdir.
Aleviler neden karanlığa sürülmek
isteniyor hala fark edilmedi mi?
Burada dil bilimcilere seslenmek
lazim. Alevi veya Elevi’nin kelime
kökü nereden geliyor? Ben dil bilimci
değilim amat sormak isterim. Hatta
öğrenmek isterim. Bunlar bu işi 1985
ile 1990 yılları arasındaki söylenen
kart-kurt meselesine dördermişler
yine.
Bu haksızlık kime yapılsa felsefe
gereği sahiplenme var. Zaten bu ince
nüansı iyi ayırt etmek lazım.
Eh biz camiye saygılıyız, seviyoruz.
Aleviler Yalnız camiye değil, tüm
ibadet yerlerine, dört peygambere dört
kitaba ve diğer tüm dinlere de felsefeleri gereği aynı yakınlıktalar. Bunu
birini öne çıkarmak sahtekarlıktır.
Bunu tüm yeminlerinde ve zikirlerinde göremeyenler kördür. Bunu dışında
kötü niyetli oldukları açıkça ortadadır.
Türkçede Allah’ın dört kitabı gibi,
Kürtçede Çar kıtabê XWADÊ denir.
Alevilerin pirleri cem yaparken ne
yapardı ? Neden bu Akıl hocaları,
kanaat önderleri bundan bahsetmiyor
sizce? Bu pirler, rêberler cem sırasında “ya Xizir!” deyip ateşe giriyorlar mıydı, yoksa girmiyorlar mıydı?
Neden bunu yapıyorlardı? Bu nüans
Elevilere yol gösterebilir ancak. Felsefesini ve yolunu gösterir.
Hz. Alinin Uhut savaşı Alevilere yol
göstermiyor. Aleviler Ali’nin ölümünden uzun zaman sonra Ali’ye
sahip çıkmışlar. Öbürleri çoğu hikaye.
Alevilikte hakikat vardır, şeriat, tarikat ve masal yoktur. Gördüğü somut
gerçeklere inanmıştır. Hatta ziyaretleri bile görünür durumda, üzerine
vardığında biraz akıl yürüttüğünde
işin sırrı ortaya çıkar. Bu kadar sade
ve doğru olandır.Doğrudur Zikirlerinde bir takım isimler geçmiştir.
Baksanıza 21. yüz yılda biz Sünni
mezhebindeniz diyen koca adamları
düşündükçe insan bunlar ufak tefek
şeyler deyip geçiyor. Yani bu kadar
gaddarca asimilasyona karşın hala biri
çıkıp diyorsa “ben aleviyim” demek ki
Alevilik bağımsız ve bence dünyanın
en insani ve demokrat inancı olduğundandır. Ne derse desinler en son
lafı bağlarken “YA XIZIR” demeyi
hiç bir zaman ihmal etmemişler. Bence bu da yeterlidir, şayet kötü niyet
yoksa.
Belki çağın gereği Cem Evi ihtiyacı
hasıl olmuş. Bu bir İhtiyaç metropollerde veya dayanışmalarda. Yani bir
araç. Eskiden yılda bir veya iki veya
bir kaç yılda bir cem yapılırdı. Hiç bir
Alevi inancını kaybetmemişti. Çünkü
ibadetini, günün herhangi bir vaktinde, gök kubbenin altında çıra yakarak,
aya, güneşe, ateşe, dağa, tepeye ,
ağaca, nehre, insana yüzünü dönerek yapmaktadır. Eline beline, diline
sahip olmayı ilke edinerek bağlılığını
dile getirecek kadar özgür ve demokrat bir anlayış içinde yapılmıştır.
Bunu camiye gitmekle, namaz kıl-
makla, hacca gitmekle v.s anlatmak
neyi karşılıyor? Cem yapmanın karşılığı bu kadar şartlanmışlıkla karşılamaya kalmak safdillilik olur. Cem
yapmak yalnız bir ibadet biçimi değil.
Cemde ibadetin dışında hak, hukuk,
adaletsizlik, zarar, ziyan, barışma,
yoldan çıkanı, zülüm yapanı , kötülük
yapanı ve bunlar gibi şeyleri, berdest
etme…. uzar gider. Bunu böyle geçiştirmek olacak iş mi?
Yahu siz İslam’ın içindesiniz. Cem
evine gidin cümbüşünüzü yapın sonra
camiye gelin biz kardeşiz, beraberce
ibadetimizi yapalım . Şimdi iki ibadet
hane olmaz.
Bakın Katoliklerde mezhepler var,
bunların kiliseleri ayrıdır. Örneğin
Evangelişlerin ve Katoliklerin kiliseleri ayrıdır. Aynı dinde olmalarına
rağmen. Bu da gösteriyor ki hepsi
kandırmaca.
Hatta yurt dışında kendileri farklı
politik çizgilerde olan Türk Müslümanların camileri bile ayrı. Şu anda
kaldığım şehirde Süleymancıların
camisi ayrı, Kaplancıların, diyanetin
ayrı, Mhp`lilerin ayrı, BP’lilerin, eski
MSP’ lilerin ayrı. Herkes kendine
ait camiye gidiyor. İşte İslam’ın bir
din mi olduğu, yoksa siyasallaşan bir
İslam mı olduğu ortada. Daha fazla
şey söylemeye gerek var mı? İslam
iseniz bu farklı camilerden birinde
namaz kılmak zorundasınız. Çünkü
İslam olmanın temel şartlarından
biri namaz kılmaktır. Daha sonra bu
düzenin bölünmüş faşistlerinin farklı
camilerinden birine davet edilirsiniz.
Siz siz olun en iyisi kendinizi Aleviliğin içinde görün. Alevileri devletin
birliği ve dirliği içine çekmek istenen
Aleviler, devletin derin politikalarıyla
özünden çıkarılmak istenmektedir.
Diyanet bundan dolayıdır ki kurulmuş. Devletin denetimine verilmiş
. Diyaneti kaldırsınlar bakalım akla
kara belli olacak! O zaman bakın neler
oluyor!
Siz siz olun en iyisi kendinizi Aleviliğin içinde görün. Devletin birliği ve
dirliği içine çekmek istenen Aleviler,
devletin derin politikalarıyla özünden
çıkarılmak istenmektedir. Diyaneti
kaldırsınlar bakalım akla kara belli
olacak. O zaman bakın neler oluyor!
19. 7. 2012
Kaynak:
http://kaniyasor.wordpress.
com/2012/07/19/o-ali-bizim-ali
kızılbaş - sayfa 22 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kızılbaş - sayfa 23 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
4ê Gulane - Roca Xoviriardena Tertelê ‘38i
"Se ke balişna nusti ra ki aseno 4ê Gulane roca xoviriardena Tertelê ‘38iya.
Qeyde be usılê xoviriardena Tertelê
38’i sero mı fıkrê xo 17.10.2011ine
de ebe nustê xo “Festival(ê) - Tertelê
38i!” ard bi ra zon. Vacım keno, rêyna
nusnen."
----------------4ê Gulane
Roca Xoviriardena Tertelê ‘38i
Serre serra 2012ina, suka Almanya
Köln de, saate 13.00ine de, meydanê
kilisa Kölni Dome de qurbanê Tertelê
38i yad benê. 4ê Gulane roca yêniya,
mılet gurino, tehir kerdo roca şemiye.
Ma ki çê xora ebe ereba kewtime rae,
şonime Köln. Rae duriya, çêna mı ereba ramena. Nia da ke delğê mı zobina
şono, persê, “Bao! karode nianên hona
nêbiyo. Tıvacê na xoviriardene çıtur
ravêro?” Mı va, nêzan! Va ke, “Ma
tı çıtur vazena?” Mı va, nıka ke ma
şime:
“Köln de, zerê bonê cemi de homete
X.Çelker
êna têare. Saate hona nêbiya 12.00
taê be otobisa ra, taê ki erebanê xora,
mılet êno, çar hetê bonê cemi beno
pır. Guman kena ke pêroine kınc u
kolê xuyê siay guretê pa, duri ra duri
her ca sia keno. Bêvengiyê de gırane
gınena be der u dorê bonê cemi ra, mıleto biyağki ki tesirê na bêvengiye de
maneno, ebe şaşbiyene têy nia dano.
Xort u azebê ma kılmnusêwê ke zonê
ma be Almanki de cêriyê qeleme ina
kenê vıla, danê ğeriba, wacım ke kerd
cuabê persanê ina danê.
Çhep u raştê çêverê bonê cemi ebe qumaşo siawo ke sero resmê qurbananê
38i neqş biyê cêriyo de; çêver ra hata
be caê qeseykerdene çılêy vêşenê.
Dêso pêên ra resmo(1) ke sero 217
mordemê maê ke 14ê amnana pêêne
1938 de berdê Halvoriye de qır kerdê,
darde biyo. Hên xori ra şüara Kilıtê
Kou cınina.
Taê ebe loqme u niyaz, pêro jü be jü
çêver ra kunê zerre, loqme u niazanê
xo teslimê niazdara kenê, dıma en
vırniye ra dest kenê cı, sandalia sero
caê xo cênê hata pêyniye. Taine çımde
hesiri, taine fek de dua u mınete.
Pêroine ke caê xo guret, cêverê teveri
dino ca.
Rayver gıran gıran şono caê qeseykerdene. Azebê êna, kelê xo cıra bırnena,
mıkrofon dana be dest, pêyser oncina
şona. Rayver kelegiri beno, destê xo
rıcıfinê, mikrofon masa sero nano
ro, zerê bonê cemi hên ke bêvengo, a
salona gırse de bê mıkrofon seda xo
bê qusır resena goşanê her kesi. Zonardena rayberi ra dıme pêro jü aylım
de urzenê ra dare, ebe dua u mınetanê
rayveri ra qurbananê 38i anê ra xoviri,
yad kenê.
kızılbaş - sayfa 24 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Pêydo têdıma temsilkarê dezga u cemata ênê, zaf kılmek ra fıkrê xo anê ra
zon, temenniyanê xo zıkır kenê.
Jü sate ra tepia ebe dua loqme u niyazi
benê vıla. Rayver pêroine rê oğır u
xêr wazeno, se ke kewtê zere hên jü
be jü, bê hayleme u axırşer bonê cemi
ra vecinê tever. Taê kunê rae şonê, taê
ki nas u dostanê xora ênê têlewe, şonê
caê de bin...”
Çêna mı va ke, “Bao! hama ma verê
Dome de ênime têare”. Mı va, hêya.
Bonê cemi de têareamaene waştena
zerrê mı biye.
Hêya!..
Se ke balişna(2) nusti ra ki aseno 4ê Gulane roca xoviriardena
Tertelê ‘38iya. Qeyde be usılê xoviriardena Tertelê 38’i sero mı fıkrê
xo 17.10.2011ine de ebe nustê xo
“Festival(ê) - Tertelê 38i!” ard bi ra
zon(3). Vacım keno, rêyna nusnen.
Sebeta roca xoviriardena Tertelê ‘38i
kıfşkerdene 6ê Marta 2010ine de ebe
dezga, roştber u emegdaranê Dêsımi
ra suka Almanya Kölni de amayme
têare. A Têareamaene de 4ê Gulane
roca xoviriardene amê qebulkerdene.
Çıke 4ê Gulana 1937ine de Mısletê
Mebusanê Dewleta Tırki qerarê werterawedardaena Gola Dêsımi (Tunceli
Tenkil Harekatı) guret bi.
Qerarê xoviriardena Tertelê ‘38i
qerarê de xoser bi, gamê de ğedare
biye. Gereke vatene de nêmendêne,
serre be serre biamêne hurêndi. Na
mane de emser FDG ebe phoştdariya
AABF no karo gıran guret xo ser,
roca xoviriardena Tertelê ‘38i suka
Almanya Kölni de organize kerde.
Kesê ke emegê xo têy vêrdo ra pêro ki
weş u war bê. İlam ke werteamaena
xora nat Tertelê ‘38i ra gore sıfte karo
de nianên de phoştdarbiyena AABF
mı çım de muhima, ebe qimeta. Çıke
AABF u AABK ’38 ra gore perda
ont bi çımanê xo ser, beçiki kerd bi
goşanê xo, goçine ra fekê xo deşt bi.
Ne na nıheqiya dewlete diyêne, ne
vengê meğdura heşnêne, ne ki axa
merda ardêne ra zon. Kılmek ra verba
qetlê Çorumi, ê Maraşi, ê Sêvazi, ê
Gazi veciyêne, hama eşkera eşkera
verba Tertelê ‘38i nêveciyêne. Na
mane de herêy bo ki na game gamê de
hewl u raşta.
Helbet kar ke bi kêmasiye u qusıri
ki benê. Nina zon ardene ki lazıma.
Lazıma, çıke kêmasiye ke tesbit biye,
telafikerdene ra gore qeret beno hasıl.
Kêmasiya ke mı Köln de, xoviriardena
’38 de diye wazen biarine re zon:
*Roca xoviriardene roca saresiaena.
Rengê saresiaene taê qoma de siao,
taine de sıpêwo. Wertê hometa made
ki sia cêrino pa. Oca reng be reng bi.
*Roca xoviriardene de gıraniya matemi ra her kes bêvengo, qêri-veriye
çina. Na têareamaena mılaketa niya,
zelemele nêbena. Derd u khuli ebe usıl
ênê ra zon. “Kahrolsun Faşizm!” ya
ki zobin sologani nêerzinê...
*Roca xoviriardene de vala, afiş u
pankarti nêcêrine dest. Ancax resm
u kılmnustê qurbana be vindkerdiya
darde benê, ya ki cêrine dest.
*Roca xoviriardene ze mitingê jü
sendika, jü örgüti, jü partiye nêbena.
Hezeyan ra qiraiş be dest pakutene qe
nêbena.
Roca xoviriardene de bıletê konsera
(MEGA KONSER Sevcan Orhan Özcan Türe, Grup Yorum), ya ki bıletê
festivala nênê rotene…
Roca xoviriardene de kesê ke dawetê
sahne benê, se ke dawetê arena musabaka spori benê hên venga cı nêdino.
*Roca xoviriardene de biyen
u kerdenanê a roce be netice u
temeniyanê a roce ra qêyr politika
nêbena. Mesela verba sistemê 4+4+4
veciyaene karê a roce niyo...
Roca xoviriardene her çira ravêri roca
meğdura xoviriardene nia, roca qurbana xoviriardena(4).
Emsalê xo welat de mezela ser şiyena,
mezela sıpê kerdena. Qom ke şiyêne
mezela ser, loqme u niyazê xo ke kerd
vıla, dormê mezela ya ki mezelanê
wertanê xode niştêne ro, lornêne,
şüari vatêne, dua u mıneta xo kerdêne,
cêrêne ra... 17ê Gulane 2012
http://www.jarudiyar.com/
kirmancki/1401-xcelker-4e-gulaneroca-xoviriardena-tertele-38i.html
kızılbaş - sayfa 25 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Hîn Xweda û cîhan ezman tune bû
Me gavek peyda kir dem jî îlan kir
Qe tu warek ji Heq ra jî tune bû
Me hilgirt xaniyan xwe ra mêvan kir
Wehdetname
Hîn tu nav û îsmê wî qet tune bû
Nêv jî qet guh medê, cîsim tune bû
Lê tu kirasek wî resîm tune bû
Me şikil da wî û notlê însan kir
Me erd û ezman da temamî heft qat
Dawî şeş rojan de peyda bû kaînat
Di nav de me can da nêçe mehlûqat
Me erzaq jî dayê bexşandî wan kir
Bê bingeh û westan bihuşt peyda kir
Hûrî û xulaman ew xemilî kir
Her milletek cûda bi sozek şa kir
Me rû da kenandin şad û xandan kir
Me cehenem kola ku zêde kûre
Me ew jî xemiland bi agrê şorê
Ji mû hîn teniktir, ji şûrê birra
Pirek mezin ser ra me rast mîzan kir
Ger çi bi fermanek peyda bû cîhan
Erş û text geriyan me pa hin zeman
Vala nemîne ku ev Kevn û Mekan
Lewma gelê Adem me jî ferman kir
Îrfan herdem zane sirrê muphemî
Ji bona îzharê me navê azamî
Ji çamûrê stra, can da Ademê
Ji ruhê me ruhek me jî rêvan kir
Adem tevî Hewê yek û hevpar bûn
Çi warek rind dîtin pê mest û şad bûn
Hem nava bihuştê ji genim têr bûn
Me ajot aliyek hev ra peya kir
Ji Adem û Hewê hatin pir însan
Nebiyan, Weliyan, bûne nûmayan
Sed hezar car tijî vala bû cîhan
Bi hezret Nuhê ve me tofan kir
Me hêştirek baxşand Salîhê rahman
Ji hundirê zinêr derket negihan
Gelekan ji vê ra nekirin îman
Bi alîkarya Heq me gav yeksan kir
Eşabê Kehf wextek me bi xewê kir
Bi van bûyeran me wext derbas kir
Bi van enbiyan ve me pir îş kar kir
Me nebiyê din jî şeref û zîşan kir
Gotinên vê gavê me li Quran kir
Me Kuffar û Kureyş jî kirê mahne
Mihemed Mistefa hatin cîhanê
Ji ber ku gel dawet bike îmanê
Murteza gavê ra me dost heval kir
Em bi Xweda Heq ve li vira yek bûn
Ketin noxteyê kor bi cîh û war bûn
Sirrên Kûnt û Kenzî lê gotûbêj bûn
Navê Xweda şerîf me tim rehme kir
Gava eşkere bû ew mezin Xwe- da
Di fermanekê de heft qat ezman da
Kaînata can rengîn me bi hev ra da
Şan nav û dengê te me tev cîhan kir
Ji bona şuştinê rojek rojê de
Me Yehya u Êsa tazî uryan kir
Edîp Xarabî
Ji gavê ra qiyas nabe qet nebî
Ji Heq ra hebîbe, ew şahê nêbî
Dunya u axret ra dibe sebebê
Me gav tevî nêbi bi şerefê kir
Hezret Mûsa li Tûr bi xwendayî kir
Ji Şît ra çûx çê kir wî jê çat çê kir
Bi Îdrîs dan birrîn me jê qeftan kir
Heq Mihemed Elî ve em yekpar bûn
Hev ra heta Kabê- Kavseynê em çûn
Li wê meqamê pir muhbet me kir bû
Leyletel'esra jî lewma seyran kir
Silêman dewrê re me da siltan kir
Eyyûb guneh pê bû, me derman kir
Yaqûb me da gîrand wî jî nalîn kir
Musa ji Şuayb ra me da şivan kir
Ji van şoran her kes hem jê fêm nake
Ev zimanê çûkan Silêman fêm ke
Zanayê nediyar vê sirrî fêm ke
Çi ku nezanan ra me jê dizî kir
Me Ûsif di bîrê kûr avitî bû
Li Misrê wek xulam firotî da bu
Zilêxa li dem û gavê xistî bû
Ji ber xetayê wê ew bendê zîndan kir
Bi Heq ve em Heq bûn li Ezelî yê
Li Rûz û Elestê Kâlûbelî yê
Mekanê Xweda de li Bezmê Celî yê
Cemalê wî me dît û pê îman kir
Me dayê lêxistin bi Dêwûd ew ûd
Ji qedê xilas kir filtand Lût û Hûd
Mêze çi halê hîşt me agrê Nemrûd
Bax û bostanek ji Brahîm ra çê kir
Ger alemê wehdet nizane însan
Sûretê însên de dimîne heywan
Ji me cûda nîne hezretê Sîphan
Me ev bi Quranê ron u eyan kir
Ji Îsmêîl ra bedêl ji cennetê qurban
Me şand ew şad jî bû Halîlê Rahman
Hundirê masiyan me xeyliyek zeman
Yunis pêxember ra me jî mekan kir
Şorên me pak û rast cîp muheqeqe
Zayîn,mirin,kirin xirabtî ji Heq e
Ku derê binêrî heqê mutleqe
Ew halê wehdetê me beyanî kir
Me kirê dergahek dayika Meryem
Êsa anî dunyê bê bav û bê xem
Zekeriya hundirê darekî de hem
Me hûrê wî birrî xwîn li erdê kir
Ji bo yên ku ketin sereya wehdet
Ji bo yê ku Heq û Heq el Yakîn dît
Ji bo yên ku sirrê Xirabî zanîd
Li hola yekbûnê me civînek kir
Li Beytulmaqdîsê nav Qudusê de
Di çema Şerîa de çema Erdên de
(Wergerandin ji Tirkî: Yalçin Polat)
Wehdet: Yekbûn; yekbûna
bawermendên cûda îdeolojî û olan li
xal û noxteyên hevpar.
Edîp Xarabî di sala 1853 li Stenbol
ji dayik bû û heta sala 1917 jiyan kir.
Bi 17 saliya xwe ew kete terîqata
Bektaşiyan û ji wê şûnda hin nivîs û
helbestên teolojîk di dû xwe de hîşt.
Li helbestê jorîn Xarabî behsa xalên
hevpar ya olên cîhanê dike.
kızılbaş - sayfa 26 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
MIROV HEVALÊ QIJIKÊ BE
NIKULÊ MIROV TIM DI GÛ DE YE
Rojeva Turkiyeyê, têkildarî bi rojeva
heremê (Rojhilatanavîn) û bi rojeva cîhanê ve her roj hinekî din ber
bi tevlîhevî, gelemşe û xeternakiyê
ve diçe. Her roj hinekî din hêviya
çareseriyekî demokratîk tê ziman lê
mixabin hêzên desthilatdar ên kevneperest ên navdewletî ji çareseriyên
mirovanê û demokratîk dûr in. Ew
rasteqîniya wan e ango; tucar naxwazin ji xwînmijandina mirovan û gelan
dûr bikevin. Lewre sedema hebûna
pergala xwe bi her rê û rêçikê didin
domandin. Hetanî mecalê pergala
kapîtalîzma modernîst hebe, naxwaze
ku gelên bindest û çînên karker bibin
xwedî maf û pergala demokratîk were
avakirin. Her, bi navê demokratîkbûn
û mafê mirovan xapandiniya gelan
didomîne.
Belê ev pergala wan e û li gor pergala
xwe tevdigerin. Xapandiniya gelan
wek stratejiyekî didomînin. Pergala
xapandiniya gelan jî didomînin. Pergala xapandiniya gelan li ser aktorên
durû yên nava wî gelî an jî durûyên
nava wê çînê, bi amûr û nêzîktêdayina
şerên taybet, bi zanebûn û bi zanistî
hildibjêrin. Hevalbendên xwe ji nav
gelên bindest û çîna karker hildibjêrin.
Ew kesên ku hildibjêrin, stratejiya
desthilatdariya pergala emperyalîst
û mijokdariyê hetanî dawiya temenê
xwe diparêzînin, dîsa jî jê têr nabin!..
lewre wek gotinek gelêrî; “Hevalê xwe
ji mir bibêje, ez bibêjim tu kî yî!..” İca
ev kes tu car xwe wek hevalên xwe
nadin nîşandan, bi ziman tiştekin, bi
emel tiştek din in. Lewma “durû!..”ne.
mirov dikare bibêje ku; hîmê pergala
emperyal in di nav gelên bindest û
çînên karker de. Hêjayî gotinê ye ku
ne ji wan be pergala desthilatdariya
emperhal, mijokdar, mêtînger û faşîst
nikare rojek jî bijî.
Dema mirov bala xwe dide
“rewşenbîrên Turkiyeyê”, bivê nevê
êşekî digire serê mirov. Ew entellejansiya ku cîhanê dinirxand!.. li
Turkiyeyê şoreşa sosyalî tavilê pêk
dianî!.. “Hema piştî şoreşa Turkiyeyê
mafê Kurdan jî ewê werin “dayîn!..”
Dengê Amed
Mehdi Tanrıkulu
mafê Qizilbaşan jî ewê “bê dayîn!..”
û hwd. Bi zimandirêjiyê rê ji kesî re
nedihiştin, gelo niha di kîjan qula
de ne û di çi rewşê de ne divê were
pirsîn. Xeternakiyek din jî kesên ku
li ser şopa wan hatine birêxistinkirin,
di nav tevgerek çewa de ne, divê
lê were nihêrîn. Di nav şêweya
nêzîktêdayinan de divê mirov bala
xwe bide peyva di nav çepgiriya
Turkiyeyê de belavbûyî ye; “Emê
mafê Kurdan bidin, mafê Qizilbaşan
bidin!..” hun kî ne hunê mafan bidin!
Maf tucar nehatine dayin û nayê
dayin. Maf hatine stendin û ewê were
stendin. Wek mafê azadiya civaka
Kurd, di nirxa mafê qedera siyaseta
cîhanî de ye, her bi riya “rewşenbîrên”
xwenezan ên pênûsfiroş ve ji gelên
Turkiyeyê hatiye veşartin. Bêguman,
di şûna binavkirina rewşenbîr, ev kes
rewşenkor in.
Tucar bi hêza rastiyê, bi hêza
bîrdoziya pîroz tev nagerin. Ew kesê
pişta xwe bide pergala destilatdar wek
Amerîka û rabe “rê” bi ber tevgera
azadiya Kurd bixin, xetek lîberal
da ku di rêya tasfiyekariyê de tê
bikaranîn, êdî çiqas dikarin di nava
gel de cih bigirin? Bi vê rewşê çiqas
layiqî peyva “rewşenbîr!..” in.
Mixabin di Turkiyeyê de pirsgirêka
herî mezin, di rol û peywira
rewşenbîran de derdikeve pêş me. Hezar mixabin, kesên vî sîfetî danê ser
xwe, ji vê peywira pîroz dûr in. Her
roj pirsgirêka azadiya civaka Kurd
wek şûjinê di çavê wan de diçe lê xwe
tevnagerînin. Gelo bi vê helwestê ji
zilma ser gelê Kurd re nabin hevkar!..?
Ji Afrikaya Başûr helwesta piştevaniya civaka Kurd tê nîşandan
lê li Turkiyeyê helwestek bi vî
rengî… mixabin nayê dîtin. Ji bo
gelên Amerikaya Latîn…, gelên
Afrika…, Mozambîk…, Angola…, Misir, Lîbya, û hwd. Helwesta
ENTERNASYONALÎZM gelo ji bo
azadiya Gelê Kurd çima nayê ser
zimanan jî? An dema ev gotin dihatin
gotin bi durûtî bû?
Bêguaman helwesta rewşenbîriyê,
helwesta li gor bîrdozî, bawerî û
pêşverûtiyê ye. Ango, mecbûrdîtina
xwe bi xwe ye. Li hember mêtîngerî,
îşkence, zilm û zorê helwestgirtina mecbûrî ye. Ku helwest bigire rewşenbîr e, ku hevkariya
desthilatdariyê bike ewê xwe çewa
veşêrê, çewa dibe rewşenbîr. Ma helwesta rewşenbîrên Firansî yên li hember mêtîngeriyê, ev kesên Turkiyeyê
nexwendine gelo?
Kesên li hember azadiya civaka Kurd
rêzgirtî nîn be li hember serokê gelê
Kurd Abdula OCALAN rêzgirtî
nîn be, hevalbendê mêtîngeriyê ye,
helwesta wî mixabin ne a rewşenbîran
e, a rewşenkoran e. Her wiha,
rewşenkorên nava Qizilbaşan jî divê
lêpirsînekê bikin; di nava Komarê
de tevkujiyên giran jiyane, baweriya
Qizilbaşan hê jî bi helwestek dijminane tê êrişkirin lê mixabin gelek jê hê
jî ji CHPyê qut nabin, ev çi eletewşî
ye? Bêguman lêpirsîneke ronakbîrî
ji bo Qizilbaşan jiyanane ye. Bi vê
nêzîktêdayinê, kesên ku hevalbendiya pergala zilmê dikin ewê di nava
Qizilbaşan de were dîtîn û li hember
helwest bê girtin. Her wiha, Taner
AKÇAMê ku hember azadiya gelê
Kurd ne xwedî helwesteke rast û
durûst e gelo ewê çiqas bikaribe rewşê
ronî bike, ewê çiqas bikaribe xwe
ronî bike!.. Ewê çiqas bikaribe xwe
ji berjewendiyên pergala emperyal
û mêtînger xwe rizgar bike? Lewre,
vana pêk neyne, nikare ji azadiya civaka Kurd re rêz bigire. Ta ev
helwesta wî berdewam bike nikare ji
hevaltiya Qijikê dûr bikeve!..
kızılbaş - sayfa 27 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
BDP
ile yaptığımız
söyleşiyi bire bir
yayınlıyoruz
Ankara Temsilcisi Hatice Çevik
Kızılbaş dergisi söyleşi; 06-06-2012/
TBMM
BDP Milletvekilleri Altan Tan ve İdris
Baluken
Kızılbaş;
Alişer Efendi Koçgiri Direnişi esnasında gerek Kızılbaşlar gerek Müslüman
Kürtler gerekse Müslüman Zazaların
ittifakı yoktur. Şeyh Said direnişinde
benzeri bir ittifak yok. Dersimde de
bir ittifak yok. İttifak yapamayanların
hepsinin kellesi gidiyor. Kelle avcıları
ortada tek. Bundan ders çıkarmayacak
mıyız? Bugün de ittifak yok.. Kürt milletinin farklılıklarını içine toplaması
niye olmuyor, bunu nasıl yapmalıyız?
Dedelerimizin canlarıyla ödediği ve
başaramadığımız ittifakı bu gönül
yoldaşlığının önündeki engelleri nasıl
kaldırabiliriz?
A. Tan;
Şimdi bu tip mevzuların tabii konjuk-
foto: kızılbaş
türel sebebleri yanında tarihi, kadim
yüzyıllar öncesine dayanan sebepleri
de var. Şimdi Kürtler de diğer bütün
halklar gibi değişik sınıflardan değişik katmanlardan oluşuyor. Şunu söylemek istiyorum bugün Sünni Kürtler
var Alevi Kürtler var Zazaca konuşanlar var Kurmanci lehçesiyle konuşanlar
var. Tarikat mensubu olanlar var olmayanlar var. Yani bu geçmişte de böyle..
Ve bunların kendi aralarında da geçmişte yüzyıllar öncesine dayanan sorunlar var.. Bu sadece Kürtler arasında
olan bir sorun değil belki de.. Kürtleri temize çıkartmak için tırnak içinde
size Türklerden örnek vereyim. Ortadoğunun Anadolu toprakları üzerindeki en büyük üç savaşı Türklerle Türkler arasında olmuştur. Bunlardan birisi
Timur’la Yıldırım Beyazıt arasındaki
Ankara savaşıdır. 1402 Yıldırım Beyazıt ile Özbek Türkü Timurlenk arasında… İkincisi Akkoyunlu Türkmen
hükümdarı Uzun Hasan ile Fatih Sultan Mehmet arasında Otlukbeli Savaşı
1473.. üçüncüsü ise yine Azeri şii Şah
İsmail ile Sünni Türk Yavuz Sultan
Selim arasında Çaldıran savaşı 1510..
Bunlar böyle ufak tefek kavgalar değil
dev savaşlardır. Bütün bir coğrafyanın
birkaç yüzyılını etkileyen savaşlardır,
Türklerle Türkler arasında olmuştur..
Şunu demek istiyorum Kürtlerde de
geçmişe dayalı lehçe din mezhep sınıf
farklılıkları var. Şimdi tabii Koçgiri’deki durum neydi ? Şeyh Said hadisesinde durum neydi ? Niye Alevi
Türkler uzak durdular hatta hükümetin yanında durdular.. Tersine Dersim
olayında niye tam tersi oldu bunların
uzun uzun sebepleri var. Ben bunlara
girmek istemiyorum. Ama şunu söylemek istiyorum; yani bu Kürtlerin
bilinçsizliğindendi şundandı bundandı
değil, bu kadar basite almakta doğru
değil tarihi sebepleri var. Bütün halklarda bu tür sorunlar var Araplarda da
öyledir işte biraz önce Türklerden örnek verdik. Araplarda da öyledir. Ama
bugün ne yapılması lazım? Bugüne
gelirsek, bugün yapılması gereken, bu
bütün farklılıkları olduğu gibi kabul
ederek bir birliktelik ortaya koyabilmektir. Şimdi olduğu gibi kabul etmek
ne demek? Yani Sünni –Alevi, Sünni
Alevi olmayan veya bir lehçeyi öbürünün üzerinde hakim kılmayan yani
Kırmanciyi Soraniyi Zazacayı veya
sınıfsal olarak bir hakimiyet kurmaya
dayalı bütün yaklaşımları ben yanlış
görüyorum. Yani bugün yapılması gereken herkesi olduğu gibi kabul ederek
Sünniyi Sünni, Aleviyi Alevi, Şafiiyi
Şafi, Hanefiyi Hanefi, şehirliyi şehirli,
köylüyü köylü, laiki laik, dindarı dindar, sosyalisti sosyalist, libareli libarel
kabul edip ortak kimlik mücadelesin-
kızılbaş - sayfa 28 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
de bir birliktelik ortaya koyabilmektir. Bugün yapılması gereken bu ama
bana spesifik olarakta yani özel olarak
ta sorsanız mesela Dersimde ne oldu
Şeyh Said’de ne oldu? Niye oldu? Ağrı
hadisesinde ne oldu? Ve bu konularda
fikirlerim var. Ama bunlar çok uzun
uzadıya tarihi sosyolojik meselelerdir.
Belki bir röportajın sınırlarını aşan
meselelerdir. Ama bugün yapılması
gereken bu birlikteliği herkesin farklılığını kabul ederek tıpkı diğer halklarda olduğu gibi bir ortak hedefte
birleştirmektir. Bu ortak hedef nedir?
Bu ortak hedef herkesin ortak istediği
kimliktir dildir kültürdür varlığının
tescil edilmesidir geleceğinin garanti
altına alınmasıdır.
İ. Baluken:
Gerçi Altan bey aşağı yukarı her şeyi
söyledi. Ancak özellikle son beşyüz
yılda insanlığın başına bela olan kapitalizm coğrafyalarda birtakım şekillendirmeler yaparken ya da halkların
kendi arasındaki hukukları belirlerken,
bir özveren politikası üzerine veya çatıştır-karıştır-barıştır politikası üzerinde süreçler işletiyor. Yani bu sadece
Kürt coğrafyası üzerinde değerlendirmekte çok doğru değildir. Ancak
özellikle Kürtler gibi sistem tarafından
sürekli ezilen ötekileştirilen halklarda,
ve yeryüzündeki Kürtlere benzeyen
statüsü olmayan halklarda halkların
hak ve özgürlük mücadelesinin bastırılma yöntemi kendi aralarındaki bu
politikalardır. Tek tek Altan bey de
izah etti. Derin analizlere girmeye gerek yoktur. Ancak sonuçlar üzerinden
neden böylesi sürecin işletildiğini söyleyebiliriz. Bugün Koçgiri direnişinin
Şeyh Said direnişinin sonuçları eğer
direnişin öncülüğünü yaptığı fikrin
zaferi ile sonuçlanmamışsa bunun en
önemli sebebi bahsetmiş olduğumuz
pencereden o girdiğin birlikteliğin güç
birlikteliğinin
yakalanamamasıdır.
Dolayısıyla tarihten ders alarak güncele uyarlamamız gereken çok sonuç
vardır. Bugünde hala Kürtler arasında
böylesi bir parçalı duruş vardır. Örneğin gerek bugün kuzey Kürdistan
yani Türkiye coğrafyası gerek Ortadoğudaki genel emperyal güçlerin
hesaplarında hala Kürtlerin bu parçalı
duruşu üzerinden siyasetler birtakım
politikalar yürütülüyor. Buna karşı
Kürtlerde şöyle bir bilinç oluşmuştur.
Ortadoğuda yeniden dizaynı yapıldığı
taşların yerinden oynatıldığı böylesi
bir süreçte ulusal birlik kongresinin
hızla toparlanarak, bu kongrenin belirlemiş olduğu çerçevede bir duruş sahibi olmak ve dizaynı yapıldığı haritada
40 milyonluk bir halk olarak o masada bir aktör olarak konumlanmak gibi
bir kaygı vardır. Ancak bunun pratiğe
yansıması ile ilgili bunun politikalarının yansımasıyla ilgili birtakım sıkıntılar halen devam ediyor. Bu sıkıntılarında hala Koçgiride 25 direnişinde
Dersim direnişinde bölmeye yönelik
bir zihniyetin çabası olduğunu düşünüyorum. İşte bugün güneydeki güçlerde
kuzeydeki Kürt hareketinin birkaç yıl
öncesinde silahlı bir çatışma durumları oldu. Bugün hala böylesi bir çatışma
süreci üzerinden hesap yapan bölgesel
hegemonik güçler var. Dolayısıyla tarihi perspektif üzerinde sorunun halen
güncele aktarıldığı aynı şekilde bütün
canlılığıyla devam ettiğini söyleyebiliriz. Şöylesi bir tespit doğrudur. Bu kadar haklı temellere dayanan bir halkın
direnişi ile ilgili süreçlerin idamlarla
darağaçlarında yenilgilerle sonuçlanmasının en temel sebeplerinden biri
bir halkın bahsetmiş olduğumuz o
birlikteliği yakalayamamış olmasında
aramak lazım. Diğer taraftan birtakım
coğrafi koşullar var güç dengesinde
hem küresel hegomonik güçlerin hem
bölgesel hegomonik güçlerin özellikle
ezilen halkların aleyhinde işletilen süreçler var. Bütün bunları alt alta getirdiğimizde sürecin bugünde aynı şekilde işlediğini söyleyebiliriz.
Kızılbaş;
Aleviler arasında Müslüman düşmanlığı yapılıyor. Müslüman cemaatleri içerisinde de Kızılbaş Rafizi Alevi
düşmanlığı yapılıyor. Bunun üzerinde
de politik olarak güç oluşturuluyor.
Burada örneğin Alevi hareketi içerisinde CHP destek veriyor. Diğer taraftan CHP şöyle bir politika güdüyor.
Ya bizdensin ya karşımdasın. Devlette
öyle… Buna benzer Kürt hareketinde
de bir bütün olarak bir dayatma var.
İki tarafta itiyor. Partinizin özel olarak
yakın geçmişle ilgili Alevilere yönelik
politikalarınız da şöyle bir göz gezdirdiğinizde sizin eksik ve kusurlarınız
var mı? Bir yenilik ya da Alevilerinde
sorunlarının açığa çıkartılıp tartışılabileceği, özlem ve taleplerinin dillendirilebileceği bir ortamla ilgili görüşleriniz önerileriniz var mı? Bu konuda
ne düşünüyorsunuz?
İ. Baluken;
Şimdi ben düşünce düzeyinde felsefe
düzeyinde program düzeyinde bir yetersizliğin olduğunu düşünmüyorum.
Ancak bu felsefenin pratik hayata geçirilmesiyle ilgili süreçte ciddi birtakım
handikapların olduğunu alevi halkının
bu beklentilerinin karşılanması noktasında ciddi birtakım yetmezliklerin
olduğunu düşünüyorum. Özellikle demim Altan bey bir çerçeve çizdi. Şuanda parti programımızda parti tüzüğümüzde genel olarak baktığımız zaman
bütün farklılıkların kendini özgürce
ifade edebileceği, bütün düşüncelere
ve farklı düşüncelere özgürlük koridoru yaratabileceği bütün inançların
varolan inancını kendi inandığı değerler üzerinden yaşamasını esas alan
biranlayışı bugün biz sistemleştirmişiz
ve onun politikasını yapıyoruz. Ancak özellikle alevi kitlesiyle buluşma
noktasında pratik sonuçlara baktığımız zaman Türkiye deki seçim sonuçlarına bakmak bile içinde olduğumuz
yetmezliği göstermesi açısından yeterlidir. Örneğin son seçim sürecindeki
Dersim sonuçları üzerinden bu bahsettiğimiz konuyu somutlaştırabiliriz.
Yani bugün tarihi bir soykırım yaşayan
Dersim gibi bir kentte bu paradigmaya
sahip farklılıkların bütün inançların
özgürlüğünü esas alan ve bunun mücadele arzusu olan bir partinin bir hareketin deyim yerindeyse bir yenilgiyle
çıkması zaten oradaki yetersizliği ciddi düzeyde gözler önüne seriyor. Dersim özgünlüğünde baktığımızda genel
sonuçlar çıkarabildiğimiz için dersim
örneğini veriyorum. Örneğin biz Dersimde kendini Alevi olarak tanımlayan
kimlik olarak bir aidiyatı olan kendini
Alevi olarak tanımlayan insanlarımıza
farklı bir kimlik dayatması ile gitmişiz. Böyle bir tespitim var. Veya kendini Zaza olarak tanımlayan bir bireyin
kızılbaş - sayfa 29 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
tanımlama özgürlüğüne farklı bir kimlik üzerinden bir dayatma üzerinden
gitmişiz. Bu hem siyasal çalışmalarımıza yansımış hem oradaki toplumsal
analizlerimize yansımış hem orada
yapılan eylem etkinliklerdeki genel
anlayışa ve dile yansımış. Ve bunla ilgili aslında tekçi yaklaşıma karşı olan
kimlik ve kültür dayatmasına karşı
olan bir partinin pratiğiyle ilgili bir
yetersizlik olduğunu ortaya koymak
gerekiyor. Biz parti olarak bunu savunmuyoruz ancak yereldeki izdüşümlerine baktığımız zaman bu tarz yetmezliklerin sık sık yaşandığını ve orda bir
şekilde sorunu büyüttüğünü görüyoruz. Örneğin dersimde yapılan festivallerde dersim halkının özgünlüklerine saygı çerçevesinde değil de daha
çok bizim dayatmak istediğimiz hakim
bir kültürün rengini etkin kılmaya çalışmışız. Dolayısıyla genel olarak alevi
halkımızla olan iletişim düzeyimizi bu
tarz somut örnekler üzerinden açıklamak mümkün olur diye düşünüyorum.
Özellikle paradigma düşünce felsefe
neyse o doğrultuda kitleyle iletişim
içerisine geçmek, politika üretmekle
ilgili sıkıntılarımız var. Biz de şuanda
onun özeleştirisini yapıyoruz.
Kızılbaş;
Bizim en çok zorlandığımız konulardan
biri şu; kendini Zaza olarak ifade eden
dillerinin Kürtçe olmadığını anadillerinin farklı olduğunu söyleyen birçok
Dersimli var. Diğer taraftan kendini Kürt olarak ifade eden Kızılbaşlar
olanlar da var. Din ve dil farkından
dolayı birbirlerine karşı bir duruşta
var. Politik çekişmelerde birbirine zarar veriyor. Bu duruma ne dersiniz?
A. Tan;
Ben burada bir şey söylemek istiyorum. Birazda politik değil içten duygularımı ifade etmek istiyorum. Halk
arasında meşhur bir laf vardır. Çuvaldızı başkasına batırıyorsan iğneyi de
başkasına batır. BDP ve siyasal hareketi Alevilerle tırnak içinde bütün talepleri karşılayacak ve karşılayabileceğini söylemek istemiyoruz. Eksiklikler
mutlaka var. Ama şu var; bir Alevi
Kurmancı ve bir Zaza ile bir Sünni
Kurmancı ve Sünni Zazayı yan yana
koyun ve bugün BDP ve Kürt ideolojisi
siyasal hareketi Alevi kitleye çok daha
yakın.. Alevi kitleye belki yüzde doksan yakın. Hani Sünni kitleye yüzde
on yirmi yakınlık söz konusuysa Alevinin hayat felsefesine, diyalektiğine,
topluma bakışına çok daha yakın. Peki
neden alevi kitlesi üzerinde beklenildiği kadar bir oy alınamıyor. Yine Kürt
siyasal hareketinin lider kadroları ve
Avrupa’daki kadroların neredeyse yarısı Elbistanlı, Pazarcıklı ve Dersimli..
Büyük bir kısmı Alevi kardeşlerimizden oluşuyor. Ama biz Pazarcık’ta,
Elbistan’da, Sivas’ta, Koçgiri’de yüzde
1 oy alamıyoruz. 1 ler seviyesindeyiz.
Burda da iğneyi Alevi kardeşlerimizin kendisine batırması lazım. Tek bir
Alevi Kürdün olmadığı Van, Şırnak ve
Siirt’te Alevi kardeşlerimiz milletvekili oldu. İsterseniz isimde verebilirim.
Van, Şırnak ve Siirt buralarda tek bir
Alevi köyü yok. Buralardan biz Alevi
kardeşlerimizi aday gösterdik ve milletvekili oldular. Mardin’de toplam bin
beşyüz Hıristiyan seçmen var. Bunlarında binbeşyüzü de Mardin’de ikamet
etmiyor yani.. Biz 52 bin oyla bir Hıristiyan Süryani kardeşimizi milletvekili seçtik. Ama biz bir Dersim’de
Alevi kardeşimizi seçemedik. Hatta
ben önümüzdeki dönem bir çağrıda
bulunuyorum bir Sünni kardeşimizi biz Dersim’e aday yapalım. Tasvip
edecekler mi bakalım? Aynı demokrasi aynı hoşgörü aynı bilinç aynı eğitim seviyesi bunları arttırabilir mi? Bu
söylediklerim var mı yok mu? Dolayısıyla biz bu meseleleri böyle açık seçik
tartışamazsak bir yere de varamayız.
Ama biz gönüllerimizi birbirimize açmazsak, endişelerimizi, sıkıntılarımızı, eleştirilerimizi, özeleştirilerimizi
objektif bir şekilde ortaya koymazsak
sorunlarımızı da aşamayız…
Kızılbaş;
Tamda söylediğiniz noktada şöyle bir
geri planda gizli duran bir kaygı ve
kuşkuyu soruya çevirelim. Bizim Kızılbaş topluluğunda şöyle önyargı var;
Bunlar Şafidir, bunlar bizi keser…
Çünkü ellerinden, Kızılbaş’ın yaptığı
yenilmez, selam verilmez derler fetvaları var.. Böyle bir güvensizlik var.
Ve bizim çocuklarımızın bizim kardeş-
lerimizin sizin partinizde sizin hareketinizde aşağıda yukarda bulunması
seyrediyorlar ama bir güvensizlik içinde… Kızılbaş Şafi meselesi bu…
A. Tan;
Her şeyi konuşmak lazım.. Tamda bu
güvensizliğin üzerinde konuşalım işte,
doğru.. Tamam işte meselenin tam da
bam teline geldik. Ben zaten ilk konuşmamda bu meselelerin bu ittifaksızlığın geçmişe dayanan tarihi, kültürel,
sosyo-kültürel ekonomik sebepleri
olduğunu söyledim. Yani biranda ortaya çıkan bilinç değil tarihsel olarak
bu güvensizlikler geçmişte yaşanılan
acı olaylar katliamlar siyaset bunların
hepsinin etkisi var.. Fakat biz şunu
söylüyoruz; bakın bugün gelinen noktada eğer bir güven bunalımıysa hani
karşılıklı birbirini test etme, güvenmegüvenmeme,
inanma-inanmamaksa
bugün Kürt siyasal hareketi kendini ispatlamıştır diyoruz bu noktada..
Hani verdiğim örnekler tek bir Alevi
köyü olmayan Van Şırnak ve Siirt’te
Alevi adaylar seçilmiştir. Hıristiyan
aday seçilmiştir Mardin’de.. Ve de
kitle benimsemiştir, yargılamamıştır,
tartışmamıştır. Bu yeni siyasal süreç
içerisinde güven duymuştur açıkçası
ve desteğini vermiştir. Bu desteğini
verirken de tıpkı tırnak içinde kendinden kabul ettiği Sünni Şafi Nakşibendi adaylar kadar desteklemiştir. Yani
onun yarısı kadar üçte biri kadar değil
yani.. Son seçimde mesela Mardin’de
Hıristiyan adaya Müslüman adaylar
kadar oy vermiştir. Hatta kendi seçim
bölgesinde bir önceki seçime göre oylarını arttırarak gelmiştir. Dolayısıyla
bu güvenin artık tescil edilmesi lazım.
Yani benim eleştirdiğim nokta bu.. Bu
güvensizlik diyelim tırnak içinde elli
sene önceki yüz sene, iki yüz sene önceki şartlar da değildir. Peki bunun
ötesinde nasıl bir güven telkin edebiliriz ne yapabiliriz. Kadrolarını açmıştır. Kartlarını açmıştır öne sürmüştür..
Temsili misliyle vermiştir. Siyasal projesi demokrasi anlayışı büyük oranda,
bakın tekrar söylüyorum Sünnilerden
ziyade Alevilere daha yakındır. Dünya görüşü ve paradigması olarak.. eğer
bir Alevilik Sünnilik üzerinden bir tartışma yürütülecekse bunun ötesinde o
kızılbaş - sayfa 30 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
zaman biraz iğneyi de Alevi kardeşlerimizin kendilerine batırmaları lazım.
Tekrar söylüyorum sütten çıkmış ak
kaşık, hiçbir hata yok, BDP Kürt siyasal hareketi her şeyi dört dörtlük yapıyor alanında kimse bir şey söylemiyor..
Böyle bir iddia yok. Zaten böyle bir
iddia mükemmeliyetçilik olur ki o da
felsefi bir tartışmadır. Olmaz mutlaka
bir eksik vardır.
Kızılbaş;
Şimdi örnek verelim bu söylediğiniz
konuyla ilgili örneğin Alevilerin yoğun
yaşadığı yerlerde devlet cem evleri açıyor. M. Kemal’in fotoğraflarını asıyor,
altında da hü erenler deyip dua ediyorlar. Bu bizim coğrafyada laikliğe
temelden zıt olan bir şey, karşı olan bir
şey.. Diğer taraftan da Diyarbakır’da
Aleviler için Kızılbaşlar için Osman
bey… Cem evinin açılışına partiniz
maddi ve manevi destek sundu.
A. Tan;
Temel atma töreninde ben de bulundum. Açılışta dışarıda olduğum için
katılamadım. Ama temel atmasına katıldım ben..
Kızılbaş;
Yani şöyle bir şey var bizim eleştirdiğimiz buna hakkınız olmamalı diye
düşünüyoruz. Şundan dolayı Ebu Suud
efendinin Osmanlı sinsilesi içerisinde
günümüze kadar uygulanan ve yürürlükte olan bizleri ilgilendiren..
A. Tan;
Ben bir şey sorayım bizim Dersim belediye başkanımız bir cami açabilir
miydi Dersim’de? Böyle bir şey yapsa
nasıl karşılanırdı acaba? Osman bey
cemevi açtı, Diyarbakır’da temel atma
törenine de ben gittim. Ama Dersim
belediyesi böyle bir şey yapsaydı nasıl
karşılanırdı orda?
Kızılbaş;
Açabilirdi tepki gösterilirdi kesinlikle.
A.Tan;
Bunları böyle karşılıklı konuşmak lazım böyle.. Tek taraflı dayak yedin mi
olmuyor.. (Gülüşmeler….. )
Kızılbaş;
Olmaz tabii, bizim hakkımızda duran
bu fetvalara Müslüman Kürtlerin tüm
kesimleri, İslam içerisinde ehli sünnet
camiasında bulunan, kendini orada
gören hepsinin derece derece bu fetvalarda suç ortaklığı var.. Katılmışlar, kararı kendileri almamışlar ama
uygulanmasında varlar.. Bunların bir
biçimiyle geri alınıp düzeltilmesi gerekiyor.. Bu yapılmadan böyle bir cem
evinin yapılması bizi düşündürüyor…
A. Tan;
Bunu tek başına Osman Baydemir yapabilir mi? Ve ya O. Baydemir’in böyle
bir yetkisi var mı? Öyle…
Kızılbaş;
Osman bey oranın açılışında böyle bir
özürle birlikte…
İ. Baluken;
Altan bey konuşurken demin ki soruya
eksik kalan bir yan var. Devletin tüm
engellemelerine rağmen cem evi yapabilir. Biz halkımızın hepsine değer
biçiyoruz. Bir kişiye yüklemek haksızlık olur. Tarihi yanlışlıkları yıkmaya
yönelik pratik adımlardır. Ortak kimliği yaşama geçirmeliyiz. Özellikle
Dersim’de Bingöl’de Çevlik’te ideolojik Zazacılık projesi var devletin, devlet kadrolarını yetiştiriyor. Çok gizli
bir çalışma ortaya koyuyor. Ortaya konan oyunlara karşı dikkatli olunması
duyarlı olunması gerekiyor. Şuan bizim 9 tane Zazaca konuşan vekilimiz
var.
A. Tan;
Sevgili arkadaşlar ağzınızla kuş tutuyorsunuz daha ne yapılabilir ona bakıyoruz. Osman Baydemir bunu yapıyor.
5 tane Alevi köyü var. Hem bütün katliamların sorumlusu ben değilim. Bu
tarihi meselenin faturasını ben ödemek
zorunda değilim. Bu yapılanların yanlış olduğunu söyledik her zaman.. Biz
yenilerinin olmaması için uğraşmalıyız. Bütün katliamları kınamak ve devam ettirmemek, yeni güzel olanı inşa
etmektir doğru olan.. Şu da çok yanlış
olur. Tersinden yapmamak lazım. Aleviler ya da Kızılbaşlar, Rafiziler ya da
bütün Sünnileri Kızılbaş yapmak istiyorlarsa ve bu çizgiye geliyorlarsa bu
da yanlıştır. Sünni Sünni kalacak Alevi Alevi kalacak isterse kimlik değiştirecek o kendi bileceği iş ben zordan
bahsediyorum. Zorla olmayacak bu iş..
Ama Sünni de kendi inancını bugün
devam ettirecek tabi.. Ki bu kadarlıkta bir Sünni kitlesinin Alevi olmasını
ve Alevilerinde Sünni olmasını beklemekte doğru bir yaklaşım değil..
İ. Baluken;
Bir de politik tercihler üzerinden belli
bir analiz yapmak gerekir. Alevi kitlesinin Alevi halkımızın çoğu büyük
çoğunluğu tercihini Cumhuriyet Halk
Partisinden yana kullanmıştır. Bahsetmiş olduğumuz bu tarihsel yargılama
mekanizmalarının devrede olduğu bir
süreç içerisinde politik saldırıyı o zaman nereye koyacağız. Ve Cumhuriyet
Halk Partisinin Alevi halkımıza yaklaşımlarına tarih boyunca çözüm bekleyen hangi sorunlarına katkı sunmuştur
ve ya bugüne kadar büyük Alevi katliamlarında Cumhuriyet Halk Partisinin
ve ya onun politikalarının rolü nedir
onu tartışmak gerekiyor.
Kızılbaş;
Birinci dereceden sorumludur. Yapabilirdi yapmadı?!
İ. Baluken;
Ve halen geçerli olan bir şeydir. Bakın
bugün Dersim’de sonunda işte Sivas’a
kadar Gazi olaylarına kadar günümüze kadar tüm katliamlarda, günümüze kadar bu geleneğin bir şekilde, bir
yerde iktidar olarak konumlandığını
görüyoruz.. Eğer böyle bir yargılama süreci gerçekten Kürt hareketi
için işletiliyorsa diğer taraftan politik
yoğunlaşmanın olduğu Cumhuriyet
Halk Partisi içinde mutlaka işetilmesi
gerekiyor. Zihniyet aynı halde devam
ediyor. Daha birkaç yıl öncesinde Kürt
sorunu çözümüne yönelik meclis kürsüsünde emekli bir büyükelçi tarafından Dersim örneği verildi. Yani Dersim’deki katliam sahiplenildi. Aynı
zamanda Kürt sorunu çözümüne yönelikte Dersim’e gönderme yapan öneride bulunuldu. Ve bugün biz o öneriyi
yapan Cumhuriyet Halk Partisinin
Alevi kitlesiyle olan politik bağını da
bir şekilde sorgulamaya açmalıyız. Biz
kızılbaş - sayfa 31 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Barış ve Demokrasi Partisi olarak Kürt
özgürlük hareketi, demokratik siyaseti
olarak birtakım pratik yansımalarda
yetersizlikler içerisinde olabiliriz. Yetmezlikler içerisinde olabiliriz. Ama
asla Alevi halkımızla olan hem gönül
bağımızı hem politik çalışma alanındaki kitle iletişim bağımızı asla Cumhuriyet Halk Partisi ile kıyaslayacak bir
şeye de koymayız. Dolayısıyla Alevi
halkımızın özellikle böylesi süreçleri
bence ciddi bir özeleştiri süzgecinden
de geçirmesi gerekiyor.
çimlerinin sonuçlarını söyledim. Şimdi
Dersim son seçimde almış olduğumuz
sonuçları gerçekten Alevi halkımızın
Kızılbaş halkımızın özgürlüğü ile ilgili hem mücadele pratiğinde hem de
ortaya koyduğu düşünce perspektifiyle
içselleştirmiş özümsemiş ve kendi çalışmalarına yansıtmış bir partiye karşı
kazanmış olsaydık o zaman bunun bir
açıklaması olurdu. Dersimde ki seçim
sonucunun yenilgisini CHP gibi Dersim Katliamında birinci derecede sorumlu olan bir partiye karşı almış.
Kızılbaş;
Yani bu söylediğinize şöyle bir ek yapalım müsadenizle.. Alevilerin CHP de
ve türevlerinde yer almasını biz şöyle görüyoruz. Bu İşbirlikçilik ve kınalı
keklik dediğimiz ta kendisidir. Kendine
ihanettir, kendini inkardır diye düşünüyoruz. Dolayısıyla CHP de başımıza
gelen belaları biliyoruz ama her anadan doğup, doğan bir Kızılbaş evladı
da ömür boyu Kızılbaş kalmaz yani
bizde düşkünlük kurumu vardır. CHP
de bunlar kim olursa olsun kapısına
karataş koyabiliriz. Bunlar vardır. Örneğin Seyfi Oktay adalet bakanıydı bir
dönem CHP de bir taraftan da insanlar
yanıyordu. Hınzır paşalar var biliriz.
Epey var az değil yani.. Evet onlardan hesapta sormamız gerekir. Bu bizim kendi iç demokratik sorunlarımız.
Bunları ufak ufak yapıyoruz. Henüz
gelişemedik maalesef.. Ama Alevi hareketinin de bunu yapmayan da çürür
maraba kalır el kapısında.. Bin beter
olsun deriz arkasından gitmeyiz.
Kızılbaş;
O zaman neden sizce CHP’yi tercih
ediyorlar? Bir başka A,B,C partisi değil de neden CHP? Sizce bu yıkılabilir
mi?
İ. Baluken;
Biz bu tabloyu sorguluyoruz. Kendimize öz eleştirel yaklaşıyoruz. Örneğin hala CHP yi ayakta tutan kitlenin
Alevi olmasının bir açıklamasını yapamıyoruz. Bunun özeleştirisini kendi
içimizde yapıyoruz. Biz Barış ve Demokrasi Partisi olarak böylesi açık bir
felsefeye bir düşünceye sahipken hala
bu kitleye ulaşamamışsak ve bu kitle
hala CHP gibi resmi ideolojinin bütün
katliamlarına deyim yerindeyse ortaklık etmiş ev sahipliği yapmış bir partide buluşturuyorsa bundan ciddi düzeyde sonuçlar çıkartmamız gerekiyor
diye düşünüyoruz. Demin Dersim se-
İ. Baluken;
Yani bir kere seçilmiş bir halkın iradesini temsil eden bir kişi olarak, bizim halklarımızın ortaya koyduğu
irade karşısında farklı bir söylem içerisinde bulunmamız doğru olmaz. Ne
olursa olsun halkımız bir irade ortaya
koymuşsa bu iradeye saygılı olmak
gerekir. Ancak bu irade üzerinde kendisini sorgulayan bir eleştiri bir özeleştiri mekanizmasını da işletmek gerekir. Biz kendi içimizde de şuan da
bunu tartışıyoruz. Barış ve Demokrasi
Partisinin alevi politikalarında kKzılbaş politikalarında yetersizlik nerede
vardır? Neden bu politikaları halklaştırma noktasında böylesine ciddi bir
ortada katliam durumu varken ortada
bu düzeyde ezilen ötekileştirilen bir ortaklaşma ortak kimlik durumu varken
açığa çıkarılmıyor diye kendi içimizde
bir süreç yürütüyoruz. Örneğin bu yakın dönemde kendi içimizde bir Alevi
çalıştayı yapmayı düşünüyoruz. Yani
bu Alevi çalıştayında sadece BDP’li
Aleviler ya da Kızılbaşların olduğu
değil BDP’ ye mesafeli duran, Barış
ve Demokrasi Partisinin politikalarına
karşı kendini farklı konumlandırmış
çevrelerin de gelerek hangi noktada
yetersizlikler yaşıyoruzun tespiti üzerinden kendi politikalarımızı gözden
geçirecek bir süreci önümüze almışız.
Dolayısıyla hani kitlemiz neden CHP
ye oy veriyordan çok biz kitlemizi neden kazanamıyoruz üzerinde ben söz
söyleyebiliriz diye düşünüyorum. Hani
bu bazen işte kendi celladına aşık olmak ‘’Stockholm Sendromu’’ farklı
birtakım şeylerle değerlendiren anlayışlardan kendi adıma böyle bir hakkımın olmadığını ve ya siyasal geleneğin
öyle bir hakkı olmadığını düşünüyorum. Halkımızın ortaya koymuş olduğu iradeyle ilgili kendi yetersizliğimiz
üzerinden bir süreci işletirsek sanırım
bizi doğruya götüren yol haritası o olur
kanatindeyim.
Kızılbaş;
Örneğin bir bütün olarak bugün Kürdistan haritası olarak basında, medyada, internette gördüğümüz zaman
bir bakıyoruz kocaman bir Kürdistan;
bir ucu Antakya’da bir ucu Trabzon’a
kadar çıkıyor. Kürdistan haritasında
işgal edilmiş mülk var Kürtler’e ait
olmayan Ermeni mülkü var.. Ermeni
soykırımı var sizin de bu konuda beyanatlarınız var onları biliyoruz. Biz de
Kızılbaş Dergisinde yayınladık. Ermeni soykırımından dolayı gerek Kızılbaş
Kürt olsun gerek Kızılbaş Zaza olsun
gerek Müslüman Kürt Zaza hiç fark
etmez bulunduğumuz coğrafyadaki
bugün Ermeni mülkü üzerinde bizatiyle oturan yaşayan işgalciler olarak bu
durumu düzeltme yönünden ne yapabiliriz? Bu ittihatçı mantığın ittihatçı
ittifakın dışına nasıl çıkabiliriz? Partinizin bu yönde birey demiyorum partinizin bu syönde kongre kararı ya da
geleceğe yönelik politikaları görüş ve
düşünceleri var mı ? Varsa nedir?
A. Tan;
Ben doğrusu partinin programında
böyle ayrıntılı bu konularla ilgili bir
şey görmedim. Ayrıntılı olarak… ki
zaten bu mevzu halk arasında bir tabir
vardır; ‘’ Büyük dava ağır dava haline gelmiştir. Yüzyıl önce bir felaket
yaşanmıştır. Coğrafya altüst olmuştur. Bu Rumlar açısından bu Ermeniler açısından Süryaniler açısından..
Şuan Türkiye Cumhuriyeti hudutları
dışında kalan Müslümanlar açısından
yani Kaf kasya’daki Müslümanlar açısından Ortadoğuda balkanlarda yani
Yunanistan’da bugün ki Bulgaristan’da
eski Yugoslavya’da milyonlarca insan
öldürülmüş yerinden yurdundan edilmiş ve bunların canları gittiği gibi
kızılbaş - sayfa 32 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
malları da başkaları tarafından el konularak zaptedilmiş. Böyle bir vaka
var ortada.. şimdi bu nasıl çözülür?
Tabii bu Yunanistan’daki Bulgaristan’daki Suriye’deki bazı işte mübadele dedikleri yani değiş tokuş değiştirme mülk anlaşmaları Lozan’daki
bazı maddeler kısmen bunları çözmeye çalışmış. Fakat hiç bir yerde tam
olarak bu iş çözülmemiş mesela şuan
benim kendi ailemde bile cumhuriyetten sonra Suriye vatandaşı olmuş ama
Türkiye’de toprakları kalmış. Elinde
de tapulu araziler olan insanlar var ve
bu insanların arazilerini zaptedenler
de yine Müslüman Kürt yani bu sadece
Ermeni, Süryani, Türk, Kürt arasında
olan bir şey değil. 1960 lardan itibaren
uzunca bir müddet bunlar mahkemelere de intikal etti. Yani uluslararası
hukuk çerçevesinde bir şey çözülemedi. Şimdi bu noktada detaylı bir şey
söylemek de o kadar kolay değil. Yani
herkes gelsin eski dedesinin dedesinin
malı nerdeyse alsın bu kestirme bir çözüm. Fakat üzerinden o kadar zaman
geçmiş o kadar çok el değiştirmiş bu
mallar. Alınmış satılmış işlenmiş vs
vs.. bugün artık uluslar arası hukukun
ve devletin tazminat ödemesi gereken
ve ya gerekmesi gereken hallerin içine
girmiş. Öyle çok rahat yani köyde diyelim ki sizin eliniz de bir tarla var bu
tarla yüzyıl evvel ermeni bir ailenindi.
Sizin dedenizin dedesi de bunu kimseye satmadı etmedi sizden kaldı. Bugün
adamlar gelsin tarlasını alsın. Böyle
olsa kolay… yani herkes gelsin. işte
ispat eden bilen resmi hukuki kayıtlar
tapular evraklar vs üzerinden dedesinin malının üzerine otursun tekrar fakat olay bu noktada değil maalesef değil.. Ve nitekim çok cüzi böyle normal
bazı yerlerde mesela ben Midyat’lıyım,
Midyat’ın bazı Süryani köylerinde bu
hakka o kadar riayet eden bazı aileler
ama çok az yerde çok fazla değil bu
toprakları iade ettiler. Ama dediğim
gibi bunlar devede bile kulak değildir.
Çok çok azdır. Binde bir belki onbinde bir mesafesinde olmuştur. Ancak
tabiki bir gasp sözkonusu bir haksız
kazanç sözkonusu… size somut bir örnek vereyim. Hani böyle genel şeylerde
değil.. Diyarbakır şehrinin surun etrafında olan kısımlarını bir aile Yasin
Zade Şevki Efendi.. Yasin Zade Şevki
Efendi, Şevki Ekinci ittihatçıların has
adamlarındandı. Bu katliamlar yapıldığı zaman milis kumandanıydı. Ve
Diyarbakır surunun etrafındaki bütün
arazileri kendi adına tapuladı. Yani
şuanda Kayapınar diye Diyarbakır’ın
bir ilçesi var tek bir aile tek bir şahsın
sahibi.. ve şuan Dicle Üniversitesinin
olduğu yer 26 bin dönüm arazi ve yine
tek bir şahsın tapusundadır. Hani böyle rakamlardan bahsediyorum. Böyle
üç dönüm beş dönüm yüz dönümden
değil.. E tabii ki şuan o şahıslar öldü
torunlarının torunlarına kadar mallar
intikal etti. Bunlar bunu Diyarbakır’da
onbinlerce kişiye sattı. Onbinlerce kişiye yani bir iki kişiye değil.. Koskoca
bir Diyarbakır şehrinin şuan üzerine
kurulduğu arazinin yüzde 65-70inden
bahsediyorum. Şimdi bu problemi nasıl çözeceğiz? Yani böyle zannedildiği
kadar çok kolay bir mesele değil.. Bir
diğer faktör o öldürülen insanların büyük bir kısmının bütün çoluk çocukları da öldürüldü. Yani birçoğunda varis
yok ortada.. Bir ayrı sorunda bu varis
yok ortada.. Bunu çok somut böyle
netice alıcı bir çözümü gözükmüyor.
Yani tabiri caizse bu işin helalleşmesi
ahirete kalmıştır. Ne yapılabilir? Özür
dilenir.. İtiraf edilir… Önce itiraf edilir
sonra özür dilenir. Sonra da sembolik
bile olsa bir tazminat verilir. Kim varsa hayatta kalan.. Ama bunun gerçek
bir adalet içerisinde biraz evvel rakamlarla anlattım size.. Çözümü mümkün
değildir.
Kızılbaş;
Mesela Ararat iade edilemez mi?
A. Tan;
Şimdi bunlar kulağa hoş gelen laflardır.
Ben bir hafta evvel Ermenistan’daydım. Ve Erivan’ın tepelerinden Ararat
dağını Ağrı dağını dakikalarca seyrettim. Hatta birkaç gün her seferinde
seyrettim. Yani Erzurum’u ona verelim
ağrıyı buna verelim. Ondan bunu alalım. Kimin malını kime vereceksiniz.
Yani mal sahibi mülk sahibi hani bunun ilk sahibi.. İlk sahibi kim? Şimdi
Ermenistan dediğimiz coğrafyanın en
az yüzde 80inde 90ında Kürtler ve Ermeniler beraber yaşıyor. Kürdistan de-
diğimiz yine tırnak içinde coğrafyada
da durum aynı idi. Yine bu coğrafyada Süryani Kürt Arap Türkmen neyse
birlikte yaşıyoruz. Yani burası benim
orası senin son birkaç bin senedir böyle bir coğrafya yok. Varsa böyle ben
bu konuyu iyi bilenlerdenim. Bakın
her konuyu iyi bilmem mümkün değil
ama bu konuyu iyi bilenlerdenim. Yani
tarih kayıt tapu savaş ne oldu? En azından son iki üç bin seneyi iyi biliyorum
ben.. Öyle bir şey mümkün değil. Yani,
böyle bir şeyi konuşmaya başladığınız
vakit kimindir mesela? Şuan Van şehri
kimindir? İşte Ermeni krallığının başkenti ama Urartuların da başkentidir.
Urartulular Ermeni midir değil midir?
İşte Kürtler gelmiş Türkler gelmiş
diyelim ki bin beş yüz sene bir yerde
yaşamışız. Burası senin midir değil
midir? Şuan İstanbul daha yakın bir
örnek verelim. Çok daha basit. Yani bu
tarih tartışmalarından çıkan daha somut İstanbul kimindir? Açın bütün ansiklopedileri İstanbul Bizanslılar’dan
alındı. Rumlarındır. İşte Greklerindir. Neyse yani tapu kaydına gidersen
1453.. 500 sene.. yani onbin sene evvel
değil.. Bugün İstanbul’da 1500 Rum
yaşıyor. 13 milyon 623 bin Rum olmayan yaşıyor. Resmi nüfus kayıtları
bunlar.. Son 31.12. 2011 e kadar. Bu 13
milyon 623 bin Rum olmayanı çıkarın
burayı Bizanslılar’a mı iade edeceksiniz. Böyle bir şey mümkün mü? Fiilen
mümkün mü? Ve ya tersinden yani
işte Kudüs kimindir Şam kimindir.
Orda kim yaşıyordu 3 bin sene evvel
kimdeydi 5 bin sene evvel kimdeydi.
Buralardan bir yere varamayız. Yani
varacağımız nokta bugün kim nerde
yaşıyorsa.. Hatta yeryüzü hepimizindir ondan daha geniş bir şey ben tabi
kişisel fikrimi söyleyeyim yani.. Vatanın ruy-i zemin milletim nev-i beşeriyettir diyorum. Benim vatanım
toprağım bütün yeryüzü milliyetimde insanlıktır. Tevfik Fikret bunu yüz
kusur sene evvel söyledi yazdı. Şimdi
bugün gelinen nokta da artık orası kimin burası kimin Kudüs Yahudilerin
mi işte Arapların mı Şam’da Süryani
patriği mi vardır. Bin sene evvel iki
bin sene evvel efendim şurada ne var
burdan bir yere varmak mümkün değildir. Tüm bu şehirleri bütün bu va-
kızılbaş - sayfa 33 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
tanları bütün yeryüzünü herkesin eşit
özgür adil kardeşçe yaşayabileceği bir
yere getirebilmek önemlidir. Türkiye
içinde bu geçerlidir. Ve Ermeni meselesinin çözümünde de Kızılbaş Alevi
meselesinde de cumhuriyetin baskı
ve katliamları meselesinde de geriye
giderek bunları bir yere götüremeyiz.
E ne yapacağız? Bundan sonrasını bugünü kurtarmaktır. Geçmişteki bütün
yanlışlıkları da kınamaktır. Lanetlemektir.Tırnak içinde özür varsa özürdür. Ben yapmamışsam da benim devamı olduğumu düşündüğüm bir aile
bir etnik yapı veya inanç gurubunun
topyekün bir hatası varsa onun özürü
de bana ait olsun. Kabul ediyorum.
Ama onun ötesinde yapacağımızda bir
şey yoktur yani.. Fiili doğru düzgün
düşünmek lazım. Biz Ararat’ı Ermenilere verelim pekiii peki ne alacaksınız nereye alacaksınız. Ararat’taki
Kürt aşiretlere ne diyecek size? Doğu
Beyazıt’ta Ararat’ın bir tarafı Iğdır’dır,
bir tarafı Doğu Beyazıt’tır. Iğdır’ın
yarısı Azeri’dir yarısı Kürt’tür. Doğu
Beyazıt’ın yüzde 90 ı Kürttür. Bunları
nereye süreceksiniz. Onun için bu laflar kulağa hoş gelir doğru gelir radikal
gelir tatmin edici gelir ama gerçek hayatta hiçbir karşılığı yok böyle düşünüyorum.
Kızılbaş;
O zaman eskiden yapılanın tekrarı gibi
olur diyebilir miyiz?
A. Tan;
Yok yani bu mümkün değil. En güzel
örnek İstanbul’dur. 13 623 bin Rum
olmayan vatandaş yaşıyor ne yapacaksınız İstanbul’da? Efendim işte adamlarındı biz aldık ee tamam bunu geri
verin çıkarın 13 milyon kişiyi.. Şam’da
da durum böyle.. Efemdim Amerika’da
durum böyle.. Bilmem işte Kahire’de
durum böyle… Bütün bir Kuzey
Afrika’da Arap yoktu.. Yani İslamiyet
çıkana kadar Kuzey Afrika şuan halkın çok az bildiği bir şeydir bu.. Fas,
Tunus, Cezayir, Libya, Nijer, Çad,
Mısır ve Sudan’da Arap yoktu… Ama
Müslümanlık çıktıktan sonra Arap
orduları Müslüman ordular Afrika’ya
gidiyor, önce Mısır’a gidiyorlar ondan sonra zaman içerisinde büyük bir
Araplaşma başlıyor DNA testi olarak
etnik kafatası ölçümü olarak Arap mıdır değil midir? Şuan o bölgenin yüzde
90 ı Arapça konuşuyor. Bu bahsettiğim 9-10 devletten bahsediyorum. Ne
yapacaksınız bu Arapların hepsini çekip Arabistan’a sokup buraları tekrar
2 bin sene evvel ki veya bin beş yüz
sene evvelki Kıbtiler’e Berberiler’e mi
vereceksiniz? Ama Kıbtiler var Berberiler var bugün ne olmuşsa olmuş artık
onu geriye döndermek mümkün değil
yani.. Bugün onların hakkını hukukunu inancını kimliğini tespit edip bir
gelecek kuracaksınız. Yoksa bütün bir
Kuzey Afrika’yı boşaltmanız mümkün
değil yani Ararat meselesine gelirsek tekrar o da mümkün değil. Benim
elimde yetki olsa ben şuan kendimce
radikal bir şey söyleyeyim bütün Suriye, Irak, Ürdün, Filistin’deki kadim
birlikte yaşadığımız kardeşlerimiz
Arap olsun Türkmen olsun Kürt olsun
ve Ermeniler olsun.. Ermenistan’daki
Ermeniler dahil tamamına vatandaşlık
verirdim. Türkiye cumhuriyeti vatandaşlığı verirdim.
Kızılbaş;
BDP dışında Kürt çevresi dışında da
Kürt meselesine çözüm önerileri var.
İ.Baluken;
Bizim çözüm modelimiz belli. Demokratik özerklik modelini istiyoruz.
Devlet sistemi değil.. Yerle bir olmuş
coğrafyada ortaklaşmayı esas olan modeli savunuyoruz. Kendi coğrafyamız
dışında da ortak kader birliğini savunan model sunuyoruz. Bireyin direkt
söz sahibi olacağı çözümü öneriyoruz.
Barış ve demokrasi partisinin ayrı bir
devlet isteği yok.
Kızılbaş;
Değerli zamanınız ayırıp Kızılbaş dergisi ile görüşlerinizi paylaştığınız için
teşekkür ederiz.
kültür ürünlerinizin tanıtımı için k i z i lb a s yay i n e v i@ k i z i lb a s.bi z
kızılbaş - sayfa 34 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kürt Ulusal Hareketi ve Geçmişle Yüzleşmenin
Dayanılmaz Ağırlığı
G A R B I S A LT I N O Ğ LU
“Bütün ölmüş kuşakların geleneği, yaşayanların beyinleri üzerine bir karabasan
gibi çöker.” ........................... Karl Marks
“Kürtler’de ağırlıklı yaşanan, kendi egemenleri ve sömürücülerinin sahip oldukları bir devletten ziyade, başka etnik kökenden hanedanlar veya sınıfların hakim
oldukları devletlere ortak olmaktan, en
kötü uşaklığa kadar giden bir siyasî tarihin resmîyet kazanmasıdır.”
.................................... Abdullah Öcalan
Giriş
Ben bu yazıda PKK’nın, Kürt halkının ya
da toplumunun tarihinde önemli bir yer tutan kirli bir geleneğe sahip çıkma ve özü,
Kürt halkının/ toplumun feodal önderlerinin Osmanlı-Türk gericiliğiyle işbirliği
yapma olan bu geleneğini sürdürme eğilimi üzerinde duracağım. Aslında bu konuya değişik yazılarımda yer yer ve belirli
ölçülerde değinmiş bulunuyorum. Ancak,
Türkiye ve Ortadoğu jeografisinin devrimci dönüşümünde önemli bir rol oynamaya
aday olan ve bağrında önemli bir devrimci
potansiyel taşıdığını kanıtlamış bulunan
bir halka önderlik eden PKK ve onun yöneticileri, sözünü ettiğim tarihsel kamburdan
kurtulmak için herhangi bir adım atmamış,
dahası bu kamburu özenle muhafaza etmişlerdir. Bu husus, sözkonusu eğilimin daha
kapsamlı bir tarzda ele alınmasını gerektiriyor.
Bu sorunun bir yanı, geçmişte işlenmiş olan
ve büyük ölçüde kollektif bir nitelik taşıyan bazı suçlarla yüzleşme gereği ise, bir
yanı da başını PKK’nın çektiği Kürt ulusal
hareketinin etkisini BUGÜN de hissettiren
bu kirli geleneğin etkisinden kurtulmasının yakıcı gereğidir. Böylesi bir kopuşun
sağlanamamasının Kürt halkının ve ulusal
hareketinin büyük bedeller ve özveriler sonucu elde ettiği mevzileri yitirmesine yol
açması işten bile değildir. Bunun dünyada
pek çok örneğinin yaşanmış olduğu biliniyor. Böylesi bir eleştirel saptama Kürt
ulusal hareketine önyargısız ve objektif bir
tarzda bakmayanları ya da bakamayanları
şaşırtacaktır belki. Fakat sözünü ettiğim
kirli geleneğin, başını PKK’nın çektiği
Kürt ulusal hareketinin yöneticilerinin
düşünce, öneri ve taktiklerinde yaşamaya
devam eden bir eğilim olduğunu anlamak
için çok büyük bir zihinsel çaba harcamak
gerekmiyor.
Nasıl bir canlının bedensel ve zihinsel sağlığını olumsuz yönde etkileyen faktörlerin
üstesinden gelinememesi onun sağlıklı
bir yaşam sürmesine engel olacak, hatta
o organizmanın zamanla çürümesine ve
belki onun erken ölümüne yol açacaksa,
ilerici bir siyasal hareketin geri ve gerici
toplumsal geleneklerle hesaplaşamaması
da o hareketin doğru bir siyasal çizgi izlemesine engel olacak, onun siyasal olarak
iflasına ve belki de erken siyasal ölümüne
yol açacaktır. Aşılamaması hâlinde bu kirli
gelenek Kürt ulusal hareketinin geleceğini
de karartabilecektir.”Başka halkları ezen
bir halkın özgür olama”yacağı ilkesi burada da bütünüyle geçerlidir; Kürt feodal
ağalarının ve Kürt halkının bir bölümünün
uzun bir tarih dilimi boyunca, Osmanlı ve
Türk gerici egemen sınıflarıyla başka ve
özellikle gayrımüslim halkların ezilmesinde işbirliği yapmış olması, bu halkın kollarındaki ve ayaklarındaki zincirleri daha
da sağlamlaştırmıştır. Bu kirli gelenek
onun bugüne değin kendi ulusal devletini
kuramamasında da çok önemli bir rol oynamıştır. Buna, feodal parçalanmanın aşılamamasını, Kürt beylerinin, şeyhlerinin,
aşiret reislerinin ve savaş ağalarının bir
çok kez, bölge devletlerinin ve sömürgeci
ve emperyalist devletlerin “böl ve egemen
ol” metodu doğrultusunda Kürt halkının
öteki bölümlerine karşı savaşmış olmasını ekleyebiliriz. Aşağıda daha ayrıntılı
bir biçimde göstereceğim gibi, bu gelenek
etkisini PKK’nın tez ve taktiklerinde de
hissettirmektedir. Yöneticilerinin -Türk
burjuva devletiyle ve ABD ve Batı Avrupa emperyalistleriyle- pek çok uzlaşma
ve flört girişimine rağmen PKK’nın Türk
gericiliğiyle açık bir işbirliğine girişmemiş
olduğu doğrudur. AMA, sözünü ettiğim
uzlaşma ve flört girişimleri bugüne kadar
başarıya ulaşmadıysa bunu, PKK’nın “devrimci sağduyusuna” ve ilkesel tutarlılığına
değil, Ankara’nın siyasal kabızlığı, dargörüşlülüğü ve “Kürt sorunu”nu bazı önemsiz ödünler vererek “çözme” esneklik, irade ve cesaretinden bile yoksun olmasına
borçluyuz. Dünya işçi sınıfı ve halklarının
tarihsel deneyimi; az-çok tutarlı demokratik ve ulusal kurtuluşçu bir çizgi izlemeyen
-ve hatta izleyen- ulusal hareketlerin zafere
ulaşmalarının ardından kendi ülkelerinde-
ki ya da bölgelerindeki diğer ezilen ulus ve
milliyetlerle gerçek bir dayanışma içinde
olmak bir yana onların davalarına karşı
duyarsız kalabileceğini, hatta onlara karşı
ezen ulusun egemen sınıfıyla ya da emperyalist burjuvaziyle birlikte hareket edebileceğini yeniden ve yeniden göstermiştir ve
gösterecektir de. Bu, adıgeçen hareketlerin
işçi sınıfının devrimci önderliğinden yoksun olmaları ve buna bağlı olarak demokratik devrim aşamasında çakılıp kalmamaları ve kesintisiz bir biçimde sosyalist
devrime geçememeleri hâlinde, onyılları
kapsayan büyük özveriler sonucu elde edilen kazanımların yeniden yitirileceğini öngören Marksist-Leninist öğretiyi doğrular.
Eleştirinin keskin oklarını egemen sınıflara yöneltmek, devrimci hareketler için
hemen hemen her zaman görece kolay bir
uğraş olagelmiştir. Ama ezilen sınıfların,
ezilen ulusların ve diğer ezilen katmanların haklarını savunan ve eski toplumsal
ve siyasal ilişkileri köklü bir biçimde değiştirmek için savaşan ya da savaştığını
savunan örgüt ve hareketler için, eleştiri
oklarını kendisine yöneltmek kural olarak
daha zor ve daha sancılıdır. Bu saptamanın PKK için fazlasıyla geçerli olduğu
söylenebilir. Gerçi Abdullah Öcalan, “Bir
parti, kendi adına yapılan bu tutum ve uygulamaların hesabını sormazsa lekelenir,
kendi özüne ters düşmüş olur” (PKK IV.
Ulusal Kongresi’ne Sunulan Politik Rapor,
Köln, Weşanen Serxwebun, 1992, s. 156)
demişti. Ancak pratik PKK’nın, içtenlikli
ve devrimci eleştiriye hiç de dostça yaklaşmadığını göstermiştir. Oysa, üzerinde
yükseldiği tarihsel ve toplumsal zemin,
özellikle de Kürt halkının ve PKK’nın
kendi tarihi, sahici bir özeleştiri anlayışı
ve pratiğinin yaşamsal bir önem taşıdığını gösterir. Aslında, her gerçek devrimci
hareket için özeleştiri, sadece sıradan bir
gereklilik değildir; onun kusurlarından ve
hatalarından arınması için mutlak bir gerekliliktir. Marks’ın, 19. yüzyılın proleter
devrimleri için söylediği şu sözler pekala
ulusal ve demokratik kurtuluş hareketleri
için de bir rehber ilke olabilir:
“Buna karşılık, proletarya devrimleri, 19.
yüzyılın devrimleri olarak, durmadan
kendi kendilerini eleştirirler,... kendi ilk
girişimlerinin kararsızlıkları ile, zaafları
ile ve zavallılığı ile alay ederler...” (Louis
Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Ankara, Sol
Yayınları, 1990, s. 18)
Başını PKK’nın çektiği Kürt ulusal hareketi değişik açılardan eleştirilecektir ve
eleştirilmelidir de. Bunu gerekli kılan en
önemli faktörlerden biri de şudur: PKK
ve Kürt ulusal hareketi ile dayanışma içinde olan devrimci ve ilerici çevre, grup ve
kişilerin bu görevi yerine getirememekte,
devrimci dayanışma ile kuyrukçuluğu birbirine karıştırmakta, Kürt ulusal hareketi-
kızılbaş - sayfa 35 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ne yaslanarak politika yapmaya çalışmakta
ve PKK yöneticilerinin ve özellikle de Abdullah Öcalan’ın her sözünde ve eyleminde
bir erdem keşfetme hastalığına tutulmuş
gözükmektedirler. Öyle ki onlar Öcalan’ın;
Türk ordusunun -28 Şubat döneminde olduğu gibi- askerî darbe yapma eğilim ve
girişimini onamasını, Türk devletinin yıkılmasından yana olmadığını altını çizerek
belirtmesini ve “Türkiye’nin iç barışından
aldığı güçle bölgede lider bir ülke olarak
hamle gücüne kavuşacağı”nı ileri sürmesini vb. sessizlik ve pişkinlikle ve hiçbir
eleştiri yapmaksızın dinleyebilmektedirler. (1) Türkiye devrimci hareketinin ya da
onun kalıntılarının Kürt ulusal hareketiyle
dayanışma içinde olan bölümünün bu sakat
tutumu, Türkiye solunun 1960’lı, 1970’li
ve bir ölçüde 1980’li yıllarda sergilediği
Türk milliyetçiliğiyle sakatlanmış tutumun
diyalektiksel değil, mekaniksel karşıtıdır.
Bunun kökeninde, güce tapma eğilimi ve
özgüven yoksunluğu yatmaktadır. Özü,
daha önceki devrimci programları ve siyasal çizgilerini ve biçimsel olarak savundukları Marksizm-Leninizmin ilkelerini
reddetme ve ayaklar altına alma anlayış ve
pratiğinin, yani tasfiyeciliğin yattığı bu tutum, PKK’nın olası bir çöküşü ya da -PKK
yöneticilerinin yıllardır önermekte oldukları gibi- düzenle ve devletle stratejik bir
bağlaşma kurmaları hâlinde rahatlıkla tam
tersine ve tasfiyeciliğin bir başka biçimine,
yani sosyal-şoven bir çizgiye evrilebilecektir. Demek oluyor ki, bu yazıda dile getirilecek olan eleştiri PKK’nın yanısıra, bir
ölçüde onun milliyetçi ve pragmatist çizgisini ve Türk gericiliğiyle uzlaşma eğilimini görmezden gelen çevre, grup ve kişilerin
de eleştirisi olarak ele alınmalıdır.
Süryanilere Yönelik Saldırılar
Bu yazıyı yazmaya koyulmam birbiriyle sıkısıkıya ilişkili iki yakın nedenden
kaynaklanıyor. Bunlardan birincisi, son
aylarda ve yıllarda Süryanilere yönelik
ve içinde Türk burjuva devletinin ve onun
üstü örtülü desteğiyle Kürt gericilerinin
de yer aldığı saldırıların artmakta olması.
(Bunda yurtdışına çıkmak zorunda kalmış
olan Süryaniler’in küçük bir bölümünün
Türkiye’ye dönmeye başlamalarının yanısıra, bu fazlasıyla sessiz ve içine kapalı topluluğun son yıllarda ulusal ve demokratik
haklarını daha fazla aramaya ve seslerini
daha fazla yükseltmeye başlamaları önemli
bir rol oynamaktadır.) İkincisi ise, Ahmet
Türk’ün ve ardından Murat Karayılan’ın
yaptığı ve gerici bir Türk-Kürt bağlaşması
kurulmasını öneren açıklamalar. Birincisinden başlayalım.
Türkiye’de yaşamaya devam eden bir avuç
Süryani’yi hedef alan baskıların en göze
çarpanı, Midyat’taki Mor Gabriel manastırı çevresinde yaşanan ve gerici Türk
yargısının altına imzasını attığı son hukuk
skandalı. Ama; Kürt ulusal hareketini ve
Türkiyeli devrimci ve demokratik çevreleri
yeni bir sınavdan geçiren bu saldırılar asla
Hazine’nin Mor Gabriel’e ait topraklara el
koyma girişimiyle sınırlı değil. Türk gerici
burjuva basınında çok sınırlı bir biçimde
ve sıradan bir haber olarak işlenen ve bazı
duyarlı kalemler dışında ilerici ve demokrat çevrelerin âdeta görmezden geldiği bu
gelişmelerden birkaçını şöyle sıralayabiliriz:
*2008’de AKP Mardin milletvekili ve
Midyat’ın en büyük korucu ailesinden Süleyman Çelebi’nin aşiretine bağlı Yayvantepe, Eğlence ve Çandarlı adlı Kürt köylerinin muhtarları 1600 yıllık Mor Gabriel
manastırının, “köylülere ait” 276 dönüm
toprağı işgal ettiği savıyla Hazine’ye başvurdu.
*Almanya’daki Süryani-Asurî örgütleri Mor Gabriel (=Deyrulumur) manastırı
hakkında açılan davayı protesto etmek için
25 Ocak 2009’da Berlin’de, 15.000 kişinin
katıldığı büyük bir miting yaptılar.
*Hazine, 29 Ocak 2009’da Midyat Kadastro Mahkemesi’nde Mor Gabriel Vakfı aleyhine dava açtı.
*Midyat Kadastro Mahkemesi yerinde keşif yaptıktan 24 Haziran 2009’da
Hazine’nin açtığı davayı reddetti.
*Temmuz 2010’da Yargıtay, Midyat Kadastro Mahkemesi’nin Mor Gabriel manastırını haklı bulan kararını bozdu.
*Eylül 2010’da Midyat’ın diyasporadan
dönenlerin yaşadığı Anhel köyündeki Mor
Kuryakos ve Mor Eşayo kiliselerinde beş
hırsızlık olayı gerçekleşti.
*10 Ekim 2010’da Midyat’a bağlı Dergube
köyünde Süryani gençler, “Hristiyanların
katli vaciptir” diyen kişiler tarafından dövüldü.
*Midyat’a bağlı Elbeğendi Köyü’nde yaşayan Süryani papaz yardımcısı 45 yaşındaki
İsrail Demir 2 Mayıs 2012’de, bahçesine
giren hayvanlar yüzünden tartıştığı bir çoban tarafından pompalı tüfekle vuruldu ve
ağır biçimde yaralandı.
*Eylül 2011’de, Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu’nun 2009 yılında
ders kitabı olarak okutulmasına izin verdiği ortaöğretim 10. Sınıf Tarih kitabında
Süryani-Asurîler’in “hain” olarak nitelendiği ortaya çıktı.
*Mardin’deki 14 Süryani-Asurî Derneği, 1
Ekim 2011’de yaptıkları açıklamada, Tarih
kitabının “Süryanilerin batılı ülkelerle işbirliği yapan hainler” olarak göstermesini
protesto ettiler.
*Almanya’daki çeşitli dinsel kuruluşlar 11
Şubat 2012’de yaptıkları ortak bir açıklamayla Mor Gabriel manastırının korunmasını istediler.
*12 Şubat 2012’de Mardin’in İdil ilçesinde
bulunan Süryani Kültür Kardeşlik Sevgi ve
Hoşgörü Derneği’ne gece saatlerinde kimliği belirsiz kişilerce saldırı düzenlendi.
*Süryaniler 28 Şubat 2012’de Diyarbakır
Belediye Başkanı Osman Baydemir’e başvurarak kentte bir Süryanı soykırımı anıtı
dikilmesini talep ettiler.
*2 Mayıs 2012’de Mardin’in Midyat ilçesine bağlı Mercimekli (Habsunnes)
Köyü’nde bulunan ve Süryanilerin kullandığı 2000 yıllık Mor Loozor manastırının
inziva kulesi kimliği belirsiz kişilerce tahrip edildi.
*Saadet Partisi Genel İdare Kurulu üyesi
Doğan Bekin, Süryaniler’in Büyük Asur
Devletini yeniden canlandırmak istediğini
ileri sürdü:
“Osmanlı döneminde toprakları 28 milyon metrekareye ulaşan ancak şu anda 875
bin metrekareye düşen ülke toprağının
bu son çıkarılan yasayla birlikte bu sefer
kuvvetle değil, parayla satın alma yoluna
gidildiğini belirten Doğan Bekin, ‘Büyük
İsrail devletinin kurulması için yapılan çalışmaları herkes bilmektedir. Ancak bunu
tamamlayacak bir başka önemli faktör de
Güneydoğu’da Büyük Asur Devleti ile ilgili toprak satın alma ve toprakların el
değiştirme süreci başlayacaktır’ şeklinde
konuştu.” (“Toprak Satışıyla Ortaya Çıkan
Yeni Tehlike: Midyat’a Vatikan kolonisi!”,
Milli Gazete, 23 Mayıs 2012)
*15 Haziran 2012’de Alman Parlamentosu,
Türkiye’ye Süryanilerin haklarının güvence altına alınması ve dünyanın en eski manastırlarından Mor Gabriel’in korunması
çağrısında bulundu.
*16 Haziran 2012’de Mor Gabriel’in kadim
topraklarından bir kısmı Yargıtay Hukuk
Genel Kurulu kararıyla ve kesin olarak
Hazine’ye devredildi.
*4 Temmuz 2012’de İsveç’te Süryani,
Alevî, Ermeni, Kürt örgütleri ortak bir
açıklama yaparak Türk devletinin Mor
Gabriel manastırına ait topraklara elkoymasını kınadı.
*21 Temmuz 2012’de Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, Mor Gabriel Manastırı’nı ‘Hazine arazisinde işgalci sayan’ kararının gerekçesini açıkladı.
Bu olgulara şu tanıklığı da eklemeden edemeyeceğim:
“Sitere Ana, eli kolu ile Midyat ı anlatıyor. Biz, Süryanilerin buralarda güvenli
yaşayıp yaşamadığını sordukça, o çevreyi
anlatıyor. Israrlı sorularımız karşısında dayanamayarak, Buralarda aşiret var, onlarsa
Süryanileri bir de yoksulları eziyor diyor.
Eli ile tarlaları işaret ederek Hepsi onların,
bizler onların xulamlarıyız diyor. Süryanilerde ağalığın hiç olmadığını söyleyen
Sitere Ana, şimdiki aşiret reisi ağaların
aynı zamanda korucu olduğunu anlatıyor.
Felemeze Cuma, Felemeze Aslan, Süleyman Çelebi, Abdullah Taş isimli ağaların
isimlerini bir solukta sıralıyor.
“Ağalardan bahsederken ferman zamanından korktuğunu anlatıyor. Fermanın ise
gayrımüslimlerin geçmişte yaşadığı mezalime denk geldiğini daha sonra anlıyoruz...
“(Midyat Süryani Kültür Derneği kurucularından- G. A.) Jacop Gabriel, 1915 olaylarını herkes Ermeniler üzerinde tartışsa
da bu felâketin dikkat çekmeyen en büyük
mağdurlarından birinin de Süryaniler olduğunu hatırlatıyor. Pek çok Süryani’nin
kılıçtan geçirilmesi yüzünden Seyfo olarak
anılan sürecin etkilerinin günümüzde de
derin olduğundan söz ediyor. Bu nedenle
de Süryaniler’in kendi toplumundan olmayanlara karşı mesafeli ve kaygılı olduğunun altını çiziyor...
“Jacob Gabriel, Seyfo’yu anlatıyor bize:
‘Seyfo döneminde Süryani nüfusumuzun
büyük bir bölümü gitmek zorunda kaldı.
Bunun travmasını hâlen yaşıyoruz. 90 yıl
geçmesine rağmen yaşananlar unutulmadı.
500 bin insanımız katledildi. Kalanlar dağıldı. Suriye, Irak, Lübnan a gidenler dahi
kızılbaş - sayfa 36 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
oldu. Hayatta kalanlar köylerde bir süre
yaşadılar. Sonra yine gidişler oldu. Ancak
geri dönüşler de oldu. 1970’e kadar nüfusumuz epey toplandı. Ancak daha sonra
göçler yine başladı...’
“Gabriel net sayısını bilmese de, çok sayıda
köylerinin boşaltıldığını ısrarla anlatıyor...
“Örneğin Turize Bagok Dağı nda biri hariç
8 Süryani köyü boşaltılmış. 60 bin dolaylarında olan nüfuslarının Midyat’ta şimdi
450, köylerle birlikte ise 2500 dolaylarında
olduğunu söylüyor. Ayrıca Süryaniler’in
kutsal ana yurdu olarak gördüğü Mardin,
İdil, Dargeçit ve Nusaybin arasından oluşan Turabidin bölgesinde yaşananları da
anlatıyor...
“Süryaniler’in feodal düzene bağlı yaşamak zorunda bırakıldığından da yakınıyor. Özellikle köylerin aynı zamanda
korucu olan aşiret ağalarına bağlanması
ile Süryaniler’in zorlandığını, daha önce
terketmek zorunda kaldıkları topraklarına
bu insanların hakim olması yüzünden, topraklarına yeniden sahip olmanın güçleştiğine işaret ediyor.
“Gabriel, ‘Süryaniler kendilerine ait toprakları ekerdi. Büyük bir kısmı tapuluydu.
Zamanla boşalan köyler ve katledilen köylülerin toprağına korucular el koymuştu.
Gidenler topraklarını alabilmek için üç katı
para ödemek zorunda kalıyor. Kürtler aslında kendi toplumları içinde Süryaniler’i
kucaklayalım çağrısı yapmalıdır. Sorunsuz
toprakların geri verilmesi gerekiyor’ diyor
son olarak... “ (Yüksel Genç, “Tarihten kalan kent: Midyat”, Günlük Gazete, 4 Kasım
2009)
Bugünkü Türkiye’nin Turabdin denen ve
Mardin ve çevre illeri kapsayan bölgesinde
yaşanan Süryaniler’in 1915’te, kendilerinin Seyfo (=Kılıç) olarak adlandırdığı bir
kıyım yaşadığı, bu kıyımda ve Süryani’lerin mallarının yağmalanmasında bölgede
bulunan Kürt aşiretlerinin önemli bir sorumluluğu olduğu, Türk burjuva devletinin
Süryani’leri hedef alan baskısının tüm 20.
yüzyıl boyunca sürdüğü ve şimdi de çevredeki Kürt aşiretlerinin de katılımıyla
-daha kısıtlı bir biçimde de olsa- sürmekte olduğu biliniyor. Tabiî, bir zamanlar
yüzbinlerce insanın yaşadığı bu bölgede
şimdi yaşamakta olan Süryani’lerin sayısının birkaç bini geçmediği, herhangi bir
kollektif hakka sahip olmayan bu halkın
sesini duyurmanın ve haklarını savunmanın tüm demokrat ve ilerici güçlerin temel
görevlerinden biri olduğu da. Ne var ki, bu
görevin yerine getirilmekte olduğu söylenemez. Peki, Kürt ulusal hareketi ve onun
yöneticileri bu konuya nasıl yaklaşıyor, bu
konuda nasıl bir tavır sergiliyorlar?
27 Mayıs 2012’de ANF’nda yayınlanan bir
haberde şöyle deniyordu:
“Belçika’nın başkenti Brüksel’de toplanan
KNK 12. Genel Kurulu 2. gün oturumları başladı. Yemin töreniyle başlayan ikinci
gün oturumları siyasal gündem ile ulusal
kongre-konferans hakkındaki tartışmalarla devam ediyor. KNK’nin kurucu üyelerinden George Aryo, Güney ve Kuzey
Kürdistan’da Asurîlere yönelik saldırıların arttığını belirterek, Kürt örgütlerine
saldırılara karşı sesiz kalmamaları çağrı-
sında bulundu.” (“KNK Genel Kurulu’nda
‘Asurî’ eleştirisi”) Aryo’nun, “Güney ve
Kuzey Kürdistan’da Asurîlere yönelik
saldırıların arttığını belirt”mesi ve “Kürt
örgütlerine saldırılara karşı sesiz kalmamaları çağrısında bulun”ması, çok da
üstü örtülü olmayan bir eleştiri sayılmalı.
Türkiye’deki Süryani halkının haklarını savunmanın, gene Süryani kökenli bir
KNK kurucu üyesine (George Aryo) ya da
Süryani kökenli BDP milletvekiline (Erol
Dora) kaldığı dikkate alındığında bu eleştirinin hiç de yersiz olmadığı anlaşılabilir.
Bellibaşlı Kürt örgütlerinin (KCK, DTK,
BDP) Süryani halkına yapılan saldırılara karşı bir eylemi, bir girişimi, hatta bir
açıklaması yok gibidir. İnternette yaptığım
sınırlı bir taramada ben sadece iki kaleme
rastlayabildim: Bunlardan birincisi; 20 Şubat 2011’de Diyarbakır’da toplanan DTK
İnanç Komisyonu’nun Sonuç Bildirgesinde, o da diğer ezilen etnik gruplar, dinler
ve mezheplerin arasında Süryanilerin adının da yer alması, ikincisi ise Halkların
Demokratik Kongresi’nin 11 Temmuz 2012
tarihli açıklamasında Alevîlerin yanısıra
Süryanilerin dinsel özgürlüklerinin savunulması ve Mor Gabriel manastırını hedef
alan saldırının kınanması.
Daha eski belgelere göz attığımızda şöyle
bir durumla karşılaşıyoruz. 20 Mart 2005
tarihli Koma Ciwaken Kürdistan Sözleşmesi adlı belgede ne Süryaniler’den, ne de
Alevîler’den, Ezidîler’den, Keldaniler’den,
Ermeniler’den vb. söz edilmektedir. Öte
yandan, Demokratik Toplum Partisi programında şu tümce yer alıyor:
“Êzidi ve Süryani-Asurî-Nasturî gibi inanç
gruplarının kendilerini ifade etmelerinin
önündeki engeller kaldırılacak, her türlü
ibadet ve eğitimlerine olanak sağlanacaktır.” Barış ve Demokrasi Partisi programında ise şöyle deniyor bu konuda:
“Türkiye Cumhuriyeti çok kimlikli, çok
dilli, ve çok kültürlüdür. Bu kültürel değerler partimizin övünç kaynağıdır. Türkler, Kürtler, Çerkezler, Ermeniler, Rumlar,
Süryaniler, Keldaniler, Araplar, Lazlar bu
toprakları kendi kültürel değerleriyle harmanlayıp bir kültür mozaiği oluşturmuşlardır.”
Az-çok tutarlı ve kişilikli bir ulusal kurtuluş hareketinin Türkiye sınırları içinde
yaşayan ve korkunç kıyımlara hedef olmuş
olan Hristiyan halkların bugün yaşamakta
oldukları haksızlıklara karşı ÇOK DAHA
net ve eylemli bir tutum alması gerekirken
Kürt ulusal hareketi çatısı altında yer alan
örgütler ve onların yöneticileri bu konuda
doğru dürüst bir açıklama bile yapmamışlardır. Demokratik Toplum Kongresi eşbaşkanı ve BDP (ve daha önce DTP) Mardin milletvekili Ahmet Türk’ün olsun BDP
Mardin milletvekili Gülseren Yıldırım’ın
olsun bu konuda seslerini yükseltmemeleri
ise bir başka tuhaf ve kabul edilemez tutum. (2) Üstelik bu sessizlik, bugün Midyat ve çevresinde Kürt kökenli bir ağanın
(AKP milletvekili Süleyman Çelebi) ve
onun aşiretinden köylülerin Türk burjuva
devletiyle elele Süryani halkına karşı bir
dizi suç işlemekte olduğu koşullarda yaşanıyor. Oysa Kürt halkının ve ulusal hare-
ketinin, gerek bu güncel ve gerekse de çok
iyi bilinen tarihsel nedenlere bağlı olarak
Süryani halkıyla sıkı bir dayanışma içinde
olmaları gerekirdi. “Çok iyi bilinen tarihsel nedenler” derken bir kısım Kürt feodal
beylerinin 19. yüzyılın ikinci yarısında
ve 20. yüzyılın ilk onyıllarında Ermeni,
Nasturî, Ezidî halklarının yanısıra Süryani halkına karşı işlenmiş çok ağır suça
ortaklık etmiş, bu halklara karşı Osmanlı
ve Türk gericileriyle işbirliği hâlinde kıyımlar gerçekleştirmiş ve onların mal ve
zenginliklerine el koymuş olmasını kastediyorum. Bu konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamak için bazı araştırmacıların
söyledikleri ve yazdıklarına göz atmamız
gerekiyor.
Ayşe Hür, bu konuyu işlediği bir yazısında
1914-15 yıllarında çıkarılan bir fermanın
bazı Kürt aşiretlerinin Süryaniler’e saldırması için bir kıvılcım anlamına geldiğini
şöyle anlatıyordu:
“Fermanın (fermana Fıleh’a denen Hristiyan fermanının- G. A.) Süryaniler’e uygulanmasının en önemli nedeninin devletin
merkezî bir kararı olmaktan çok bölgedeki
Kürtler ve Arapların Ermenilere yönelik
fermanı bir fırsat olarak değerlendirip Süryanilere yönelik katliamlara başladıkları,
bunun en önemli nedeninin de bölgedeki
Süryani nüfusunun elindeki malları ele geçirmek olduğu inancı oldukça yaygındır...
“Ancak bölgedeki Müslümanların fermanı bir fırsat olarak gördükleri de bir başka
gerçektir. Örneğin, Süryaniler bölgedeki
Kürt aşiretleri tarafından aşiret kapsamı
içine alınmakla birlikte, Ferman sırasında
bu aşiretlerin çoğu kendilerine sahip çıkmamış; hatta aynı aşiret mensupları tarafından da baskıya maruz kalmıştır...
“Bölgede Müslümanlar arasında yaygın
kanı ve iddia, ferman sırasında Müslümanların çoğu Süryani’yi koruduğudur. Ancak
gerek Süryanilerden gerek Müslümanlardan bunun tersi konusunda örnek olayları
anlatanlar da vardır. Ferman sonrası Süryani mallarına yönelik yağmanın izlerine
günlük dilde hâlâ rastlanmaktadır. Örneğin, birisinin fazla malı olup, eğer bunun
fazla emek harcamadan elde edildiğine
inanılması durumunda kullanılan, Kürtçe ‘bixwin, malê fıla ye’ (yiyin Hristiyan
malıdır) sözü bunun en tipik örneğidir.
Günümüzde bazı Kürtlerin dedelerinin
yaptıklarını tasvip etmediklerini söylemelerine karşın yaşanan olayın büyüklüğü nedeniyle Kürtlere yönelik güvensizlik
Süryaniler arasında hâlâ çok yaygındır.”
(“Mezopotamya’nın Kadim Halkı: Süryaniler”, 16 Aralık 2008)
İsmail Beşikçi, 23 Mart 2012 de, İstanbul’da
gerçekleşen Süryaniler Sempozyumu’nda
yaptığı konuşmada Kürt aşiretlerinin, “bazı
Kürd bölgelerinde, Ermenilere ve Süryanilere karşı yoğun bir şekilde kullanıl”dığını
belirttikten sonra İttihat ve Terakki çetesinin, kendisiyle suçortaklığı yapan Kürtleri
manevî bir tutsaklık altına almasını şöyle
anlatıyordu:
“Ermenilerin yaşadığı soykırımdan sonra,
şu veya bu şekilde Ermeni/Süryani malı
yağma eden bir kişi, bu malı sürekli olarak
kızılbaş - sayfa 37 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
tasarruf etmek ister. İşte o zaman devletle
karşı karşıya gelir. Devlet ona şöyle söyler.
Bu malı kullanabilirsin, bu mal senin olabilir. Buna göz yumabilirim. Ama sen de
benim görüşlerimi destekleyeceksin. Benim görüşlerimin yaygınlaşması için çalışacaksın. Aksi hâlde, bu malı senin elinden
alırım. Kullanmana izin vermem. Devletin
görüşleri elbette Kürdlerle ilgilidir, devletin asimilasyon politikaları ile ilgilidir.”
(“Süryaniler ve Yakındoğu”)
Öte yandan, Seyfo Center’ın yöneticisi
Sabri Atman 2 Nisan 2012’de yaptığı bir
söyleşi sırasında, kendisine yöneltilen bir
soru üzerine Kürtlerin rolü hakkında şöyle
konuşuyordu:
“1915’te Süryani ve Ermenilere yapılan
soykırımda Kürt rolünün de olduğunu ve
bir çok Kürt aşiretinin bu uğursuz katliamda kullanıldığını düşünüyor ve söylüyorum. 1915 Soykırımında Kürt tarafının da
rolü var ve bu olay örtbas edilmemeli, tam
tersine açık bir şekilde incelenmeli dendiği zaman, buna tepkisel olarak gelen, ‘ama
Ermeniler Kürtlere falan yerde şunu yaptı’, ‘Süryaniler de Kürtlere karşı….’, gibi
’ama’lı ve gerekçeli yaklaşımı kişi olarak
bir çok Kürt sitesinde okuyucu mektupları
ve yazıları olarak kısa bir süre önce takip
ettim. Konuştuğum bazı Kürt dostlarımın
da benzer bir eğilimi, yani ‘1915 Soykırımında Kürt rolünü’’ bilinçli bir şekilde
gündeme taşımamayı veya bunun önünü
kesmeyi tercih ettiklerini gözlemledim. Bu
tercih bilerek yapılan bir tercihtir...
“Bu soykırımda ‘Kürtlerin rolü neydi?’ sorusu sorulsun ve tartışma konusu yapılsın.
Arkasından, Abdülhamit tarafından kurulan Hamidiye Alayları neyin karşılığında
ve kime karşı kurdurulmuştu? Bunun da
arkasından şöyle bir soruyu gündeme getirilsin: 1915 Soykırımı döneminde Hamidiye Alayları dağıtılmıştı, fakat yerine geçen
Süvari Birlikleri de Kürtler’den oluşuyordu. Bunların öldürdüklerinin bilançosu çıkarılsın ve talan ettikleri Ermeni ve Süryani malları araştırılsın.”
Kendisi de Midyat’ın Mıhallemi halkının
yaşadığı eski bir Süryani köyünde doğmuş
yazar Orhan Miroğlu ise, Seyfo Soykırım
Konferansı’nda yaptığı konuşmada şu bilgileri veriyordu:
“Katliam başladığında, Kürt aşiretlerinin
içinden oluşturulan elli kişilik ölüm timleri kuruldu. Bunlara El Hamsin deniyordu.
Bunlar yerel halktan oluşturulmuştu ve
görev almayı kabul edenler, görevi gönüllü
olarak kabul etmişlerdi. Bugünkü koruculuk sistemine çok benzeyen El-Hamsin
birlikleri resmî üniforma giyiyor, devletten
silâh alıyor ve cephanelerini ordu birliklerinden sağlıyorlardı...
“Merkezî hükümetten gelen emirler ağırlıklı olarak Ermenileri hedef alıyordu ve
basitçe tehciri hedefliyordu. Ayrıntılı tehcir programı vardı ama o Ermeniler içindi.
“Süryaniler için böyle bir şeyden bahsedilemiyordu. Süryanilerin kaderi büyük
oranda yerel yöneticilerin arzu ve isteklerine bırakılmıştı...
“Ermeniler, düşmanla işbirliği yapmak
ve isyan etmekle suçlanıyordu. Ama Süryanilere böyle bir suçlama yapmak müm-
kün değildi. Turabdin bölgesinde yaşayan
Süryanilerin siyasal manada kaderlerini
Osmanlı imparatorluğuna bağlamış görünüyorlardı...
“1915’te Kürtler Ermeni ve Süryani katliamında önemli rol oynadılar. Bu rolün öyle
sıradan bir rol olmadığı açıktır.
“Hele Süryani’lerin Turabdin bölgesinde
yok olmaları tamamen yerel otoritelerle,
Kürt ve Arap aşiretleri arasındaki işbirliği
sonucunda gerçekleşti...
“ ‘Dema fermana fıllaha’ diye başlayan
hikayeler Kürtler arasında yıllarca dilden
dile dolaştı durdu.
“Ama bu hikayelerde anlatılan insanlık suçunu kabul etmek, Kürtler’e hep ağır geldi.
“Suça ortaklığı kabullenmek söz konusu
olduğunda, Kürt aydınlarının iyi bir sınav
verdiği söylenemez.
“Aydınlarımız, aşiretlerin katliamlarda oynadıkları rolü tamamen İttihatçıların kışkırtıcılığına bağladılar.
“Oysa, Hamidiye Alaylarını oluşturan güçlü aşiretler çeşitli sebeplerle ama en çok da
bu etnik temizliğin bir Hristiyan-Müslüman kavgası olduğuna inandırıldıkları için
suçortaklığı yaptılar...
“Kürtler’in katliamlarda oynadıkları rol,
soykırımın meydana gelmesinde belirleyici bir roldür. Onlar İttihatçılar’ın propagandalarına gerçekten inandılar, veya
inanmak işlerine geldi. Kürtler 1915’ten
önce meydana gelen katliamlarda bir suçortaklığı yaşamışlardı ve bu suçortaklığının psikolojisiyle davrandılar...
“Kürt aydını son zamanlara kadar bu netameli tarihî dönem hakkında suskun
kalmayı tercih etti ve kendisi de sayısız
katliamlara maruz kalmış bir halkın, katliamlardan sorumlu olarak gösterilmesine
çok sıcak bakmadı.
“Kürtler’in katliamlardaki rolünün
abartılmaması gerektiğini savundu...
“Muhtemelen, merkezî hükümetin -İttihatçıların- Süryanileri sürün ve öldürün diye
bir emri yoktu. Ermeni soykırımı üstünde
çalışılarak, şimdiye kadar bulunan tüm
belgeler, aslında Süryanileri, Ermenilerle
beraber yakan ana dinamiğin yerel olduğunu gösteriyor. Hükümet de bu yerel dinamiklere-Kürtlere ve Mıhallemilere çok
da müdahale etmek istemiyor ve felâket bu
koşullarda gerçekleşiyor.” (Seyfo Soykırım
Konferansı’nda Konuşma, 7 Mayıs 2012)
İttihat ve Terakki çetesinin Süryanileri
özel olarak hedef almadığını söyleyen Fuat
Dündar da bu saptamaları doğrular gibidir:
“Nüfuslarının azlığından dolayı, İttihatçılar için öncelikli tehlike olarak pek algılanmayan Süryani ve Nasturîlere yönelik politikalar daha çok yerel yetkililerin
ve güçlerin (vali ve mutasarrıflar, askerî
yetkililer ve özellikle Teşkilât-ı Mahsusa) inisiyatifinde şekillenmiştir.” (Modern
Türkiye’nin Şifresi, İstanbul, İletişim Yayınları, 2008, s. 349-50)
Öte yandan Abdullah Öcalan’ın, bu yadsıma ve yok sayma tutumunu, hem de Ermeni jenosidi gibi çok daha fazla tartışılmış,
belgelenmiş ve kanıtlanmış bir konuda
daha da ileri götürdüğünü görüyoruz. O,
Ermeni jenosidinden ve Pontus kıyımından
esas olarak Ermeniler’in ve Rumlar’ın kendilerinin sorumlu olduğunu ileri sürdüğü
23 Haziran 2006 tarihli görüşme notlarında şöyle demişti:
“Bu söyleyeceklerim Ermeniler tarafından
yanlış anlaşılmasın. Ben hiçbir halka ve
haklarına karşı değilim. Mustafa Kemal’in
öncülüğünde Kürtler ve Türkler arasındaki ittifak sağlanmamış olsaydı, Kürtlerin
yaşadığı Kürdistan coğrafyası bugün daha
çok parçaya bölünmüş olurdu. Bugün doğudaki toprakların çoğu, Erzurum, Van,
Diyarbakır gibi iller, Ermenistan sınırlarında kalacaktı.
“Irak tamamen Araplaşacaktı, Suriye’nin
kuzeyinde Asuristan gibi küçük bir devlet
kurulacaktı. Kürtlere de Şırnak, Hakkari,
belki Siirt illeri verilecekti. Türklere de
Konya, Niğde, Nevşehir gibi İç Anadolu’ya
sıkışmış küçük bir alan kalacaktı. Bu şekilde oluşacak küçük devletler bağımsız
olamayacak, Fransız ve İngiliz emperyalizminin egemenliği altında olacaklardı.
Bu küçük devletlerin bugünkü Kürt Federe
Devletinden pek farkı olmayacaktı. Ermeniler ve Pontuslar o zamanki emperyalistlere güvenerek onların oyununa gelmişlerdir
ve kaybetmişlerdir. Soykırıma uğramışlardır. Çünkü egemen güç olan Osmanlı ‘sen
beni öldüreceğine ben seni öldüreceğim’
mantığıyla hareket etmiş ve bu acı tablo ortaya çıkmıştır.” (“4. İttifak Önerisi”) Gene
o, bu tarihten yaklaşık 5 yıl sonra, bir kez
daha Ermeni jenosidinin nedenini Ermen
ulusal hareketini yönetenlerin hatalarına
bağlarken şunları söyleyecekti:
“Ermeniler katliam ve kırıma uğradılar.
Ermenilerin bugünkü durumda olmalarının nedeni dar Ermeni milliyetçiliğidir...
Dar Ermeni milliyetçiliğinin bu durumundan da İngiltere sorumludur. Ermenilerin
bugünkü sorunlarını aşabilmeleri için
dar milliyetçilikten, dinî milliyetçilikten,
Hristiyanlığa dayalı dinî milliyetçilikten
de vazgeçmeleri gerekir. Bu onlara kaybettirdi.” (“Biz Cumhuriyetten Dışlanan Her
Kesimin, Herkesin Partisiyiz”, 13 Mart
2011)
Bu söylenenler, gerici Kürt-Türk bağlaşmasının Kürt halkının/ toplumunun kollektif bilincinde ne kadar derin kökler
saldığını bir kez daha gösteriyor. Nasıl her
bağlaşma birilerine karşı ise, gerici KürtTürk bağlaşması da tarihsel olarak, öncelikle Anadolu’nun Hristiyan halklarına ve
daha sınırlı ölçüde Osmanlı’yla çatışan
komşu devletlere (Çarlık Rusyası, İran vb.)
karşı olagelmiştir. Ama PKK özgülünde
konuşacak olursak, Kürt feodallerinden
devralınan bu Ermeni-karşıtı ve Hristiyankarşıtı önyargının kuruluşundan itibaren,
yani “Ermeni sorunu”nun gündemin yakıcı bir maddesi olmadığı o günlerde bile
bu örgütün programatik görüşlerine damgasını vurduğunu söyleyebiliriz. Abdullah
Öcalan’ın tartışılmaz yönetici konumuna
yükseldiği günlerden çok önce kaleme
alınmış olan ve PKK için bir manifesto
niteliği taşıyan 1978 tarihli bu belgenin
üçüncü basısında şu satırları okuyoruz:
“Yunan-Makedonyalı’lar, Ermeniler, Romalılar, Partlar ve Sasaniler, köleci dö-
kızılbaş - sayfa 38 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
nemde Kürtler’in memleketini sürekli işgal
eden ve aralarında bir savaş alanına dönüştüren kavimlerdi.” (Kürdistan Devriminin
Yolu/ Manifesto, Köln, Weşanen Serxwebun, 1984) Zaman zaman ancak küçük
krallıklar ya da beylikler kurmayı başarabilmiş olan Ermeniler’i, Büyük İskender’in
Yunan-Makedon, Roma ve Sasani imparatorluklarıyla aynı sepete koyarak “işgalci” olarak gösteren Manifesto, daha
sonraki yüzyıllar için de selektif bir tarih
yazımına imza atıyor. Özelde Hamidiye
Alayları’nın ve genelde Kürt emirlerinin
ve aşiret reislerinin Osmanlı sultanlarıyla
elele Anadolu’nun gayrımüslim halklarına
karşı gerçekleştirdikleri kıyımlara değinmemeyi yeğleyen Manifesto, doğal olarak
bu güçlerin 1915-16 döneminde yaşanan
korkunç trajedide oynadıkları rolü de görmezden geliyor. Sözkonusu belgede bu konuda yazılanlar şu satırlardan ibaret:
“Bu plânlara göre, Kürdistan, İngiltere ile Fransa arasında paylaştırılacaktı.
Kurulması plânlanan Ermenistan’a da
Kürdistan’ın Kuzey bölgesinin önemli bir
kısmı bırakılıyordu.” (aynı yerde, s. 110)
Kemalistlerin bu kuşkulu ve doğruluğu
tartışmalı argümanı, Kürt halkını kendi
“ulusal kurtuluş” savaşlarına yedek güç
olarak katmak için kullandıklarını bilmeyen ya da unutan Manifesto yazar(lar)ı,
daha sonra şunları söylemekle yetiniyorlar:
“Bu yıllarda, çok cılız da olsa oluşan Kürt
milliyetçiliğine yaşam hakkı tanımayan
İttihat ve Terakki Cemiyeti, savaş yıllarında 600,000 Kürdü -çoğu Toroslar’da
öldü- zorla iskâna tabi tuttu. Ermeniler’i
büyük bir katliamdan geçirdi.” (aynı yerde,
s. 113-14)
Ahmet Türk’ün ve Murat Karayılan’ın
Açıklamaları
Yukarda; Süryanileri hedef alan saldırıların artmasıyla Ahmet Türk’ün ve Murat
Karayılan’ın açıklamalarının birbirleriyle
sıkısıkıya ilişkili olduğunu söylemiştim.
Burada, bu iki olgu arasında, birinin diğerine yol açması anlamında bir neden-sonuç
bağlantısı olduğunu söylemiyorum elbet.
Daha çok; bu iki olgu arasında tarihsel ve
güncel bir bağ, bir örtüşme, bir üstüste gelme olduğunu söylemek istiyorum. Bu olgular herşeyden önce, Kürt ulusal hareketinin
gerek Süryani halkına ve diğer ezilen halklara, mezheplere ve toplum katmanlarına
ve gerekse değişik milliyetlerden işçilere
ve diğer sömürülen emekçilere karşı sahici bir devrimci duyarlılık sergilemediğini açığa vuruyor. İkincisi bu olgular bu
hareketin, kendi tarihiyle yüzleşmediğini,
yüzleşemediğini de bir kez daha açığa vuruyor. Ben bu duyarsızlık, yüzleşmeden
kaçınma ve görmezden gelme tutumunun
hiç de rastlansal bir nitelik taşımadığını
düşünüyorum. Bunun temelinde iki faktör
yatıyor. Bunlardan birincisi PKK’nın, siyasal uf ku ulusal bağımsızlıkla, hatta onun
da gerisinde olan “demokratik özerklik”le
sınırlı olması ve bu örgütün sınıfların ve
sınıf çelişmelerinin ortadan kaldırılmasını
asla hedeflememesidir: PKK’nın programı,
kapitalist bir Kürdistan kurma programı-
dır. İkincisi ise, PKK’nın Türk burjuvazisi ve devleti ile gerici bir bağlaşma kurma
stratejisidir. Bu da Kürt ulusal hareketinin;
Hamidiye Alaylarının ve Kürt korucularının bu kirli gelenek ve mirasını kesin
bir biçimde reddetmediği ve Kürt halkını
Osmanlı-Türk gericiliğine yedekleme düşüncesine kapıyı açık tuttuğu, hatta bunu
istediği anlamına gelmektedir. Bu konuyu
aşağıda bir kez daha ele almak kaydıyla
şimdilik bir yana bırakacak ve beni bu yazıyı yazmaya iten ikinci olguyu ele alacağım.
Anımsanacağı üzere Demokratik Toplum Kongresi Eşbaşkanı Ahmet Türk
8 Haziran’da, Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’ın bu tarihten bir kaç gün önce,
Kürtler’i “kalleş” olarak nitelemesine sert
bir biçimde karşılık vermişti. (3) Gazete
haberlerine göre Türk şunları söylemişti:
“Tarihteki Kürt ve Türk ilişkilerine bakmak istiyorum. 1071 yılında Bizanslılara
karşı Selçuklular Anadolu’ya geçerken
Anadolu’ya Selçukluların yerleşmesine neden olan Malazgirt savaşından söz etmek
istiyorum. Bugün hâlen resmî tarihe baktığınızda işte diyor ‘Alparslan iki rekat namaz kıldı. Rüzgâr ters esti ve galibiyet elde
edildi.’ Oysa ki orada 10 bin Kürdün, Selçukluların, Müslümanların yanında yer almasıyla savaşın kaderi değişti. Ve Anadolu
Selçuklulara açılmış oldu. Yine Yavuz Sultan Selim döneminde Safevîler ve Osmanlılar arasında savaş yaşanırken İdris-i Bitlisî
Kürt beylerini toplayarak Osmanlıların
yanında yer alarak Safevîlerin Anadolu’yu
işgalini âdeta engelledi. Yine Bağdat seferi
yapılırken, Kürt beyleri ile toplantı yapan o
zamanki padişah Kürtlere bazı güvenceleri
vererek Bağdat kuşatmasına Kürtler katıldı. 1. Dünya savaşında Osmanlı devleti tamamen yıkılmış. Bir tarafta Balkanlardan,
Arabistan’dan bağımsızlık, özgürlük sesleri ortaya çıkmış ve burada her halk hakkı
olan, kendini yönetme iradesini göstermiş.
O dönemde Kürtler bir araya geliyor. Ve
Seyid Abdulkadir bir açıklama yapıyor.
‘Böyle bir günde herkesin Osmanlıya düşman olduğu bir dönemde bin yıldır birlikte
yaşadığımız kardeşlerimizi arkadan hançerlemek doğru değildir’ diyor. Bütün bunlar ortada iken kimse Kürt halkına, Kürt
siyasetçisine ‘Kalleş’ diyemez.” (Demokrat
Haber, 8 Haziran 2012) Yani Ahmet Türk;
kendi feodal beylerinin komutası altındaki
Kürt halkının Bizans’a karşı Selçukluların,
Safevîlere -ve Anadolu’nun Alevî Türkmen
halkına- karşı Osmanlı’nın, -Bağdat’ın fethi için- İran’a karşı Osmanlı’nın, bağımsızlık ve özgürlük isteyen Balkan ve Arap
halklarına karşı bir kez daha Osmanlı’nın
yanında yer almasını ve onların çıkarları için savaşmasını ve kanını dökmesini
olumluluyor. O bunu, “Kürt-Türk kardeşliği” olarak niteliyor ve Kürt halkının ve
Kürt siyasetçisinin “kalleş” olmadığının
kanıtı sayıyor! Bununla da yetinmeyen
Türk, İdris-i Bitlisî gibi bir işbirlikçiler şahını yüceltmek için, başka gün kalmamış
gibi, bir dizi ilde HES projelerini sürdüren
Kiler Holding’in sahibi Nahit Kiler’in kardeşi AKP milletvekili Vahit Kiler’in Piyer
Loti tepesinin adının İdris-i Bitlisî tepesi
yapılmasını önerdiği günü seçmişti. Oysa,
Vahit Kiler’in bu önerisinin, onun kişisel
bir girişimi olmadığını, bunun bir yandan
AKP hükümetinin Kürtler’e nasıl baktığının bir göstergesi olduğunu, bir yandan da
aynı hükümetin Alevî-düşmanı ve Hristiyan-düşmanı ruh hâlini yansıttığını tahmin etmek için siyaset dehası olmaya gerek
yoktu. Ahmet Türk, İdris-i Bitlisî’ye sahip
çıkmak suretiyle, sadece Alevîlerle Kürt
ulusal hareketi arasındaki açıyı büyütmeye çalışan Türk gericilerinin ekmeğine yağ
sürmekle kalmıyor, aynı zamanda bu kişiyi
-haklı olarak- “hain” sayan genel Kürt ilerici kamuoyunu da karşısına alıyordu.
KCK Başkanı Murat Karayılan ise 12
Haziran’da Fırat Haber Ajansı’nda yayınlanan bir yazısında şöyle diyecekti:
“Bugün herkesin malûmudur, Ortadoğu
kaynıyor, Ortadoğu’da sistem çöküyor ve
bir yeniden yapılanma süreci gündemdedir. Biz Kürtler de bu süreçte statü alarak
Türkiye ile birlikte yer almak istiyoruz.
Ama Türkiye bunu kabul etmez ve reddederse biz o zaman farklı yol ve yöntemlerde
tabiî ki derinleşmeyi esas alacağız.
“Biz barış ve çözüm istedik. Biz çözüm için
çıtaları en olması gereken noktalara çektik.
Bunun için ciddi çabalar sergiledik. Önder
Apo yıllardır bunun için çaba sergiliyor.
Türk-Kürt birliğini teorileştiren, bunun teorisini kuran, demokratik cumhuriyet eksenini bir teorik bilince dönüştüren Başkan
Apo’dur ve biz bunu samimice uygulamak
istedik.” (“İmralı’yı Sollayarak Yumuşama
Olmaz”, ANF, 12 Haziran 2012)
Bu açıklamaları Avni Özgürel’in Murat
Karayılan’la röportajı izledi. Haziran ayının ortalarında yayınlanan bu röportajda
Karayılan şöyle diyordu:
“Bu devlet nasıl oluştu? Siz tarihçisiniz,
daha iyi bilirsiniz, cumhuriyetin kuruluş
sürecinde ortaklaşma oldu. Daha eskisi de var yani.. Bunun 1071’i var, Yavuz
Sultan Selim dönemi var. Yani Kürtler ve
Türkler’in yan yana geldiğinden bu yana
bir dostluk vardır.”
Özgürel’in, “Dostluktan öte kader beraberliği…” biçimindeki müdahalesinden sonra
Karayılan sözlerini şöyle sürdürüyordu:
“Aynen. Osmanlı Devleti’nin her hamlesinde Kürtlerin de aktif katılımı temelinde
başarılar sağlanmıştır. Yani geçmişe dayalı bir birliktelik var. Cumhuriyet kuruluş sürecinde de bu birliktelik; Atatürk’ün
Erzurum’a gelişi, Kürtlerin katılması,
Kürtleri korumayı üstlenmesi, sonra biliyorsunuz. O süreç başladı...
“Şimdi biz diyoruz ki.. Bak, mesela Başkan
Apo’nun önemi şu; Başkan Apo ilk kez bir
Kürt lider olarak Türk-Kürt birlikteliğinin
teorisini ortaya atmıştır. Yani bunu taktik
olarak değil, bunu teorileştirmiş. Bunun
üzerine kitaplar yazmış. Niye birlikte olmalıyız olgusu üzerine, yani bunu ideolojik
bir duruşa dönüştürmüştür, bir de bu var...
“Mesele çözülürse bundan Türkiye kazanır. Devlet niye bu noktaya gelmiyor, onu
anlamıyorum.” Türkiye’yi yönetenlerin
Kürtleri bir vasal, her zaman kendilerine
boyun eğmeye, kendilerinin önderliğini kabul etmeye hazır bir topluluk olarak
gördüklerini, PKK yöneticilerinin her ve-
kızılbaş - sayfa 39 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
sileyle yineledikleri “kardeşlik” ve “birliktelik” önerilerinin Türk gericilerinin bu
kanısını pekiştirmekten başka bir anlama
gelmediğini kavrayamayan Karayılan’ın
bu son sözleri aslında traji-komik bir nitelik taşıyor. Ahmet Türk’ün söylediklerini
yineleyen ve onun mantığını onaylayan
Karayılan, Ortadoğu’da sistemin çökmekte olduğunu ve “bir yeniden yapılanma
süreci”nin gündemde olduğunu ve Kürtlerin de “bu süreçte statü alarak Türkiye
ile birlikte yer almak”, yani Türkiye’nin
politikasına eklemlenmek istediklerini
belirtiyor. Kürt halkının, Ortadoğu sahnesinde meydana gelen değişiklik ve altüst
oluşlardan bu halkın ulusal ve demokratik
özlemlerini yaşama geçirmek ve Türk, Fars
ve Arap devletlerinin ulusal boyunduruğundan kurtulmak istemesi, kendi yazgısını belirleme doğrultuda çaba harcaması
ve kendi ulusal devletini kurmak için savaşım vermesi bütünüyle meşrudur. Dahası;
tutarlı demokratizm ve enternasyonalizm
değişik milliyetlerden sınıf bilinçli işçileri
ve tüm devrimci güçleri, Kürt halkının bu
savaşımını desteklemekle yükümlü kılar.
Fakat dikkat edilirse ne Ahmet Türk, ne
de Murat Karayılan Kürt halkının kendi
yazgısını belirleme, yani ayrı devlet kurma HAKKINDAN söz etmektedirler. Kürt
ulusuna Türk ulusundan daha düşük bir
statü, ikinci sınıf ulus statüsü biçen ve ulusal eşitlik ilkesini reddeden bu anlayışın
patenti de, aşağıda göreceğimiz gibi Abdullah Öcalan’a aittir.
19-22 Temmuz’da Kuzey Suriye ya da Batı
Kürdistan’da, PYD (=Demokratik Birlik
Partisi) başta gelmek üzere Kürt partilerinin, Suriye ordusunun geri çekilmesi ya da
çatışmaya girmemesinden de yararlanarak
Kürtler’in yoğun olarak yaşadığı bazı kent
ve kasabalarda denetimi ellerine geçirmeleri, şaşıran Türk gericilerini bu gelişmelere öf keli ve şovenist tepkiler vermesi, bu
gerici anlayışın bir kez daha dile getirilmesine vesile oldu itti. Başbakan Erdoğan’ın
ve diğer yetkililerin tehditleri üzerine Barış
ve Demokrasi Partisi Eşbaşkanı Selahattin
Demirtaş 26 Temmuz’da, Ankara’yı rahatlatmayı amaçladığı anlaşılan bir açıklama
yaptı. Demirtaş; Abdullah Öcalan’ın, Ahmet Türk’ün ve Murat Karayılan’ın izinden
giderek yaptığı açıklamada şöyle diyordu:
“Türkiye, Kürtler’i kazanmalı, arkasına
almalı. Hangi parti olduğuna bakmadan
Kürt halkının tercihini muhatap almalı.
Oradaki Kürtler’i düşman gören bir siyaset izlememeli. Bunu Irak’ta, Barzani’de
gördük, yaşadık. Madem Türkiye’nin dış
politikasında Esad kötü ve gitmesi gerekiyordu, madem Suriye’de halk ne istiyorsa
oydu, o halde tutarlı olmak gerek. Türkiye
Suriye’de Kürtler’e yaklaşımda hata yaparsa ciddi sorunlarla karşılaşır. Halkın isteğine ve tercihine saygı duyarsa manevra
kabiliyeti artar. Suriye Kürtleri düşmanlaştırılmamalı. Topraklarında 20 milyon
Kürt yaşayan bir Türkiye, komşusundaki Kürtler’le ilgili yapıcı söylem kullanmalı. Bunu yaparsa biz de destek veririz.
PYD de Türkiye’nin işini kolaylaştıracak
adımlar atar. Zaten PYD ‘Türkiye karşıtı
değiliz’ diyor. Suriye’nin bölünmesini is-
temiyor. Kimsenin ‘Sınırlar parçalansın,
ulus devlet kuralım’ talebi yok. Irak’taki, Suriye’deki ve kendi topraklarındaki
Kürtler’in güvenini kazanan Türkiye bölgede çok önemli bir aktör olur.” (“Türkiye,
Suriye Kürtleri’ni arkasına almalı”, AGOS,
26 Temmuz 2012) Yani Demirtaş Türk gericilerinin ABD, İsrail, Britanya, Fransa,
Suudi Arabistan vb. ülkelerin özendirmesi
ve kışkırtmasıyla Baas rejimini zayıflatma,
Suriye’deki İslâmî gericileri destekleme,
bu ülkede kendi nüfuzunu arttırma politikasını ve hatta bu ülkeye saldırmasını ve
bu ülkede ABD-İsrail yanlısı bir kukla rejim kurulması için uğraş vermesini ve alkışlamakta ve onamakta ve ona Kürtler’in
desteğini sunma girişiminde bulunmaktadır. Ama onun, Türk gericilerinden “küçük
bir ricası” vardır: Türkiye, Suriye’deki ve
Türkiye’deki Kürtler’i düşman gören bir
siyaset izlememelidir! Nasıl olsa Kürtler
‘sınırlar parçalansın, ulus devlet kuralım’
talebi ile ortaya çıkmamaktadır! O halde
telaşlanmaya ve Kürtleri düşmanlaştırmaya hiç de gerek yoktur! Zaten, Kürt halkının “ isteğine ve tercihine saygı duy”ması
hâlinde Türk burjuva devletinin “manevra
kabiliyeti arta”cak ve “Kürtler’in güvenini
kazanan Türkiye bölgede çok önemli bir
aktör ol”acaktır.
Kürt ulusal hareketinin öteden beri ilkesiz, pragmatist ve oportünist taktikler
izleyegeldiğini bilen gözlemciler, onun
temsilcilerinin böylesi açıklamalar (ya da
bazan bununla çelişir gözüken başka açıklamalar) yapmalarının pek de şaşırtıcı olmadığını bilecek durumdadırlar. Aslında
bunun bir başka örneği de 17 Mart 2012’de,
Türkiye’nin ve Türkiye Kürdistanı’nın bir
dizi kentinde hemen hemen hepsi marjinal
çok sayıda İslâmî grubun yaptığı, “Suriye
devrimi”nin birinci yıldönümünü anma
gösterilerinde yaşanmıştı. Bu gösterilerin
en önemlilerinden biri de Diyarbakır’da
düzenlenmiş ve Van milletvekili BDP’li
Aysel Tuğluk, Sur Belediyesi’nin BDP’li
Başkanı Abdullah Demirbaş ile Kürt aydınlarından İbrahim Güçlü ve Sıtkı Zilan
gibi isimler de bu eylemde yer almıştı.
(Bkz. “ Diyarbakır’da Suriye Halkına Destek Eylemi”, Haksöz Haber, 17 Mart 2012)
‘Suriye’de Katliamı Durdurun’, ‘Katil Baas
Ordusuna Karşı Yaşasın Suriye Halkının
Özgür Ordusu’, ‘İnsanlık Onuru Suriye’de
Ölmesin’, ‘Golan İşgal Altında, Esad’in
Tankları Dera’da Hama’da Humus’ta’,
‘Esed Canavarını Durdurun’, ‘Diktatör
Beşar Esad Katliam Zulüm Fesad’, ‘Baas
Despotizmine de Emperyalist Müdahaleye
de Hayır’, ‘Allah’ın Yardımıyla Zafer Yakındır’ gibi sloganların atıldığı bu eyleme
katılan İslâmî gruplar, Türk gericiliğinin
Suriye’ye karşı güttüğü saldırgan politikayı destekliyor, ama yetersiz buluyorlardı.
Bu eylem sırasında atılan sloganlarda olsun, gene bu vesileyle basın açıklamasında olsun Suriye Kürtleri’nin statüsüne ve
meşru taleplerine tek sözcükle bile değinilmemesinin de gösterdiği gibi bu gruplar, Suriye Kürt halkının meşru taleplerini
kabul etmeyen gerici Suriye muhalefetinin
çizgisini savunmaktaydılar. O halde, Aysel
Tuğluk ve Abdullah Demirbaş gibi isimle-
rin, Suriye’de radikal ve fanatik bir İslâmî
rejim kurulmasını istemekle kalmayan,
Suriye Kürtleri’nin meşru taleplerini kabul
etmeyen ve hatta bazı istisnalar bir yana
bırakılırsa Türkiye Kürtleri’nin meşru talepleri karşısında tamamen duyarsız olan
bu grupların eyleminde ne aradıklarını
sormak hakkımızdır. Devam edelim.
Tutarlı demokrat ve enternasyonalistler,
Kürt halkının meşru haklarını kararlılıkla savunurlar. Ancak onlar aynı zamanda
Kürt halkının bu hak ve özlemlerini yaşama geçirme savaşımında bölge halklarıyla
dayanışma içinde olmasını bekler ya da en
azından Kürt halkının başka halklara karşı gerici bağlaşmalar içinde yer almamasını ve bölge halklarının baş düşmanları
konumunda bulunan ABD emperyalizmi
ve onun (Siyonist İsrail ve Türk gericiliği
gibi) bağlaşık ve uşaklarıyla aynı kampta
yer almamasını vb. isterler. Bu bakımdan,
Irak Kürtlerini yöneten Barzani ve Talabani kliklerinin, faşist Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesine yardımcı olmak için
ABD’nin Mart 2003’de Irak’ı işgal etmesini aktif bir biçimde desteklemesi önemli bir hata olmuştur. Anımsanacağı üzere,
Irak’ın işgaline karşı dünya ölçeğinde bir
kampanyanın sürdürüldüğü bu koşullarda
PKK da benzer bir tutum takınmıştı. Oysa
Kürt işçi ve emekçilerinin, Kürt halkının
gerçek çıkarları, gerek Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye içinde ve gerekse Ortadoğu ve dünya arenasında ezen ulusların
burjuvazisi, toprak ağaları ve devletlerinin,
sömürgeci ve emperyalist devletlerin DEĞİL, ezilen ve sömürülen sınıf ve katmanların ve ezilen halkların ve onların siyasal
öncülerinin yanında yer almasını gerektiriyordu ve gerektiriyor. Burada, Kürt feodal beylerinin bir bölümünün 19. yüzyılın
ikinci yarısında ve 20. yüzyılın başlarında
Ermeni, Süryani, Keldani, Ezidî vb. halklarına karşı Osmanlı-Türk gericiliğiyle
bağlaşma kurması ile Barzani ve Talabani
kliklerinin 2003’de Irak halkı ve devletine
karşı ABD ve ortaklarıyla bağlaşma kurması arasında bir benzerlik bulunduğunun
altını çizmem gerekiyor. (Ermeni, Süryani,
Keldani, Ezidî vb. halklarının konumuyla
Saddam Hüseyin rejiminin konumu arasında bir benzerlik olmadığı açık. Ancak ABD
ve ortaklarının Irak’a karşı giriştiği saldırının esas hedefinin -geçmişte uzun süre
kendisiyle işbirliği yapmış olan Saddam
Hüseyin kliğinden çok- Irak halkını boyunduruk altına almak, bu ülkeyi İsrail’in
stratejik hesapları doğrultusunda zayıflatmak ve olanaklıysa parçalamak olduğu
biliniyor.) Aynı husus, bu aşamada pratiğe
geçmemiş olmakla birlikte, PKK’nın Ortadoğu halkları ve devletlerine karşı ABD ve
-içlerinde Türkiye’nin de olduğu- ortaklarıyla bağlaşma kurma eğilimi için de geçerlidir. Şimdi bunun kanıtlarını görelim.
PKK ve “Türk-Kürt Birlikteliği”
Aslında PKK’nın siyasal çizgisinin özsel bir öğesi olan bu eğilim, Abdullah
Öcalan’ın 15 Şubat 1999’da yakalanmasından önce olduğu gibi bu tarihten sonra da
kendisini açığa vurmaktaydı. Kendisini ve
kızılbaş - sayfa 40 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kürt halkının ulusal kurtuluş savaşımını
neredeyse bütünüyle Öcalan’a endekslemiş
olduğu izlenimini veren PKK Başkanlık
Konseyi, “Mahkeme Sürecinde Başkan
Apo ile Daha Sıkı Bütünleşelim” başlıklı
açıklamasında şöyle diyordu:
“Eğer TC devleti mahkeme sürecine olumlu yaklaşırsa, yani Başkan Apo’nun çalışmalarını temel sorun olan Kürt sorununun
çözümünde tarihsel fırsat olarak görür ve
bu temelde Kürt sorununun demokratik
çözümüne yönelirse bu durum Türkiye
potansiyelinin tamamen aktifleşmesine ve
Kürt potansiyeli ile birleşmesine yol açacak... Bu durum yeni yüzyıla Türkiye’nin
çok büyük bir atılım yaparak girmesi anlamına gelir... Bunun tersi olarak mahkeme
sürecine olumsuz yaklaşılırsa, yani Başkan
Apo’nun oluşturduğu çözüm şansı doğru
değerlendirilmez ve Ulusal Önderliğimiz
şahsında Kürt ulusal iradesi ezilmeye, katledilmeye, soykırımdan geçirmeye yönelinirse bu durum onlarca yıl sürecek olan
bir Türk-Kürt düşmanlığının gelişmesine
ve oluşan Türkiye potansiyelinin Kürdistan’daki savaşta tükenmesine yol açacaktır... ” (Özgür Politika, 7 Mayıs 1999, abç)
“Türkiye potansiyelinin tamamen aktifleşmesine ve Kürt potansiyeli ile birleşmesine” sıcak baktığı anlaşılan PKK Başkanlık
Konseyi bu açıklamasında şunu da belirtiyordu:
“Tarihsel sorunları çözen güçlere yakışan
büyük bir olgunlukla her türlü duygusal ve
tahrik edici yaklaşımdan uzak durarak soruna çözümleyici yaklaşım göstermek büyük gelişmelerin önünü açacaktır...” (aynı
yerde, abç)
Tabiî
PKK
Başkanlık
Konseyi,
“Türkiye’nin potansiyelinin tamamen
aktifleşmesi”ne, “yeni yüzyıla Türkiye’nin
çok büyük bir atılım yaparak girmesi”ne
yardımcı olmanın, Kürt halkının işi olmadığını unutmuş gözüküyordu. Osmanlı
İmparatorluğu’nu yeniden canlandırma ve
“Adriyatik’ten Çin Seddi”ne kadar uzanan
bir Turan devleti oluşturma hayalleri kuran
Türk faşistleri, militaristleri ve yayılmacıları öteden beri, Türkiye’nin Balkanlar’da,
Ortadoğu’da ve Kaf kasya’da lider ülke olması gerektiğinden sözetmekteydiler. Ama
onları bu yolda yürümeleri için özendirmek, dahası onları “büyük bir olgunluk”a
sahip ve “tarihsel sorunları çözen” güçler
olarak niteleyerek onore etmek ve daha da
beteri onlara bu gerici ve yayılmacı politikalarını yaşama geçirmede Kürt halkının
desteğini sunmaya kalkışmak, ezilen bir
ulusun kurtuluş hareketine değil, Barzani
ve Talabani gibi işbirlikçi güçlere yakışırdı
ancak.
Öcalan’ın “demokratik birlik” ve “demokratik cumhuriyet” önerilerini benimseyen
Başkanlık Konseyi Haziran ayının ilk yarısında, savcının mütalaasından sonra da bir
açıklama yapacaktı. Bu açıklamada aynen
şöyle deniyordu:
“Genel Başkan Abdullah Öcalan yoldaş
İmralı mahkemesinde Türkiye için oldukça
kapsamlı bir Demokratik Cumhuriyet projesi sunmuş, bu temelde Kürt toplumunun
özgürleştirilmesinin ve Kürt sorununun
çözümünün doğru yolunu göstermiştir.
Demokratik Cumhuriyet ve Kürt sorununun barış ve kardeşlik temelinde çözümü,
Türkiye’nin yaşadığı gelişmeleri karşılayacak, toplumsal barışı ve halkların kardeşliğini yaratacak, 21. yüzyıla Türkiye’nin ve
Kürtlerin güçlü bir birlik içinde girişimini
sağlayacak yegane yoldur. Bu çözüm Türk
ve Kürt halklarının çıkarına olduğu gibi,
savaş rantından çıkar sağlayanlar dışında,
bölgede ve dünyada da herkesin çıkarınadır...” (Özgür Politika, 11 Haziran 1999,
abç) Açıklama, ABD başta gelmek üzere
emperyalist devletlere şu çağrıyı yapıyordu:
“İyi biliniyor ki İmralı mahkemesi uluslararası karar ve plân çerçevesinde ortaya
çıkmış olan bir mahkemedir. Bu nedenle Başkan Apo’nun yaşamından ve Kürt
sorununun çözümünden dünyada herkes
sorumludur. Bu çerçevede barış ve demokrasi yanlısı olan herkes sorumluluğunun
gereğini yerine getirmelidir. İyi niyetli tüm
çevreler barış için girişimlerini şimdiden
yapmalıdırlar... Özellikle başta ABD olmak
üzere, Türkiye üzerinde etkili olabilecek
tüm güçleri bu kritik süreçte etkinliklerini
kullanmaya çağırıyoruz.” (aynı yerde)
7 Temmuz 1999’da PKK Başkanlık
Konseyi’nin bir başka açıklaması yayımlanacaktı. Bu açıklamada, “yabancı güçlerin
taraflar üzerindeki etkisinden dolayı barışın ve özgür ilişkilerin yerine savaşın egemen olduğu” ifade ediliyordu. Başkanlık
Konseyi açıklamasında, “200 yıl boyunca
süren bu karmaşanın iki halka da, Kürt
halkı kadar olmasa da Türk halkına da çok
şey kaybettirdiği” söyleniyordu. Konsey,
“sorumluluğunun bilincinde hareket etmeyen Türk devlet yetkililerinin böylesi bir
senaryoya çözümsüz tutumlarıyla olanak
sağladıkları”nı belirttikten sonra şu görüşleri dile getiriyordu:
“Buna karşı Genel Başkanımız Abdullah
Öcalan yoldaşın geliştirdiği Partimiz ve
halkımızca tam bir kabul gören demokratik barış mücadelesi, çözümün yolunu aralamaktadır. Kürt tarafı barışçıl demokratik
çözüme hazırlanırken, Türk tarafı imhayı
nasıl geliştireceğinin hazırlıklarını yapıyor. Egemen olandan beklenen çözümleyici yaklaşım sergilenmemektedir...
“Eğer gireceğimiz yüzyılı da savaş sürecine dönüştürmek istemiyorsak ve barıştan
yana tercih yapmak istiyorsak önderliğimizin uzattığı barış eli tutulmalıdır. Egemen bir devlet olmanın bir gereği olarak
hoşgörülü ve çözümleyici bir tutum tercih
edilmelidir. Türk ulusu büyüklüğünü bu
temelde göstermelidir. Hem Devlet, hem
de ulus olarak Türk’ü yüceltecek olan barışçıl, demokratik bir çözümü gerçekleştirmelidir.” (abç)
Açıklamanın “Devrimci, Demokratik,
Yurtsever Güçlere” başlıklı bölümünde
ise PKK Başkanlık Konseyi, devrimci
güçlerin PKK’nın başlattığı “barışçıl, demokratik çözüm mücadelesi” karşısındaki
tutumunu eleştiriyor, yani “Demokratik
Cumhuriyet temelinde çözüme katkıda
bulunmaya çağır”dığı bu güçlerin de sözkonusu ihanet ve teslimiyet sürecine katılmasını talep ediyordu. (4)
Burada, Öcalan’ın ve diğer PKK yöne-
ticilerinin sık sık kullandığı “Kürt-Türk
birlikteliği/ bağlaşması”, “Kürt-Türk kardeşliği” ya da “ortak demokratik cumhuriyet” gibi kavramlar üzerinde durmamız
gerekiyor. Sömürücü sınıflar; “barış”, “demokrasi”, “adalet”, “özgürlük”, “uygarlık”, “eşitlik” gibi kavramları sömürülen
sınıfları ve ezilen ulusları ve diğer ezilen
katmanları aldatmak için kullanmada büyük bir deneyim edinmişlerdir. Sömürücü
sınıflar ve onların ideolojik-siyasal boyunduruğundan kurtulamamış olan reformistler ve sözde devrimciler bu sözcükleri
ve kavramları ezilen sınıfları ve ulusları
şaşırtmak için kullanmışlardır ve kullanmaktadırlar. Bunu anlamak için burjuva
demokratlarının ve liberallerinin dillere
pelesenk ettiği şu “eşitlik” kavramı üzerinde duralım. Herhalde hiç kimse; Britanya,
Fransa, İsviçre gibi en demokratik burjuva
rejimlerinde bile işçiler ve diğer yoksullarla milyarderler ve tekelci kapitalistler arasında, örneğin yaşam standartları açısından hiçbir zaman bir eşitlik olmadığını ve
olamayacağını ya da birincilerin devlet aygıtı üzerinde hemen hemen hiçbir nüfuzu
yokken, ikincilerin bu aygıtı kendi denetimleri altında bulundurduklarını yadsımaya kalkışmayacaktır. Lenin, “Yayımlanmış
‘Halkın Özgürlük ve Eşitlik Sloganlarıyla
Aldatılması’ Konuşmasına Önsöz” adlı
yazısında, sınıf savaşımını lafta kabul
eden, ama “özgürlük”, “eşitlik” gibi parlak
sloganların ardına sığınarak, sömürülen
emekçi yığınları aldatan sosyalistleri, sosyal-demokratları vb. eleştirirken şunları
belirtiyordu:
“Sınıf savaşımını kabul edenler, bir burjuva cumhuriyetinde, hatta en özgür ve en
demokratik bir burjuva cumhuriyetinde
bile, ‘özgürlük’ ve ‘eşitlik’in hiçbir zaman
meta sahiplerinin eşitlik ve özgürlüğünün,
sermayenin eşitlik ve özgürlüğünün anlatımından başka bir şey olmadığını ve olamayacağını da kabul etmek zorundadırlar.
Marks bütün yazılarında ve özellikle de
(sizin de lafta kabul ettiğiniz) Kapital’’inde
bunu binlerce kez açıklığa kavuşturdu; o,
‘özgürlük ve eşitlik’in soyut tarzda kavranışını ve bayağılaştırıcıları ve olgulara
gözlerini yuman Bentham’ları alaya aldı ve
bu soyutlamaların maddi köklerini açığa
çıkardı.
“Burjuva sisteminde (yani, toprak ve üretim araçlarının özel mülkiyetinin sürdüğü
koşullarda) ve burjuva demokrasisinde
‘özgürlük ve eşitlik’ bütünüyle biçimsel
kalır; bunlar pratikte (biçimsel olarak özgür ve eşit olan) işçiler için ücretli kölelik
ve sermayenin eksiksiz egemenliği, emeğin sermaye tarafından ezilmesi anlamına
gelirler. Bunlar, benim okumuş baylarım,
sizin unutmuş bulunduğunuz sosyalizmin
ABC’sidir.” (“Foreword to the Published
Speech ‘Deception of the People With
Slogans of Freedom and Equality’ ”, Collected Works, Cilt 29, 1974, s. 379-80) Bu
saptamadan ulusal sorun bakımından çıkarılması gereken sonuç şudur: Evet, tutarlı
demokrat ve enternasyonalistler, her türden ayrıcalıklara olduğu gibi ulusal ayrıcalıklara da karşıdırlar. Bir başka deyişle
onlar ulusların eşitliğinden, yani “küçük”
kızılbaş - sayfa 41 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
uluslarla “büyük” ulusların, bu bağlamda Kürt ulusuyla Türk ulusunun AYNI
HAKLARA sahip olmasından yanadırlar.
Ama tam bağımsızlık ve hatta radikal bir
demokratik devrim, ezilen ulusun işçileri ve diğer sömürülen emekçilerinin tam
kurtuluşu anlamına gelmemektedir. Bu
yüzden Marksist-Leninistler, sadece ezen
ulusun/ emperyalizmin ulusal zulüm ve
boyunduruğuna karşı çıkmakla kalmazlar;
onlar aynı zamanda ezilen ulusun yazgısının ulusal burjuvazinin değil, İŞÇİLERİN
VE DİĞER SÖMÜRÜLEN EMEKÇİLERİN ÇIKAR VE ÖZLEMLERİ DOĞRULTUSUNDA belirlenmesinden, yani
sosyalist devrimle taçlanacak radikal bir
ulusal kurtuluş ve demokratik devrimden yanadırlar. Zaten, dünya işçi sınıfı ve
ezilen halklarının siyasal deneyimleri de,
burjuvazinin önderliğinde gerçekleştirilen
yarım, hatta çeyrek ulusal kurtuluş savaşları ve demokratik devrimlerin yaşandığı
ülkelerin çok geçmeden yeniden ezen ulusun ve/ ya da emperyalizmin boyunduruğu altına girdiğini, bu ülkelerin işçileri ve
diğer sömürülen emekçilerinin “kendi”
ulusal burjuvazilerinin ve hatta bütünüyle
tasfiye edil(e)memiş “kendi” eski egemen
sınıflarının sömürü ve boyunduruğu altında kaldığını sayısız kez göstermiş bulunuyor. Bu nedenledir ki, tutarlı demokrat ve
enternasyonalistler ezilen ulusun işçilerini
sadece ezen ulusun burjuvazisinin ideolojik-siyasal boyunduruğuna karşı değil, ezilen ulusun burjuvazisinin ideolojik-siyasal
boyunduruğuna ve doğal olarak ezilen ulus
milliyetçiliğine de karşı duracak biçimde eğitirler VE ezilen ulusun işçi sınıfını
bağımsız sınıf örgütlerinde (parti, sendika
vb.) birleştirmek için uğraş verirler.
Böylesi bir tutarlı demokratik yaklaşıma
hiçbir zaman sahip olmamış olan Öcalan’a
ve onun izinden giden PKK yöneticilerine gelince, Kürt ulusunun kendi yazgısını
belirleme hakkını reddetmeleri onların;
Kürt halkının, ezen ulusun devletinin, yani
Türkiye’nin sınırları içinde zorla tutulmasını, yani ilhakı onaylamaları anlamına
gelmektedir. Tabiî bu genel olarak emperyalist ve sömürgeci burjuvazinin başka
halkları zorla boyunduruk altına almasını
meşru görmek ve göstermek anlamına da
gelmektedir. Bu hakkın savunulmasının
Kürt ulusunun ille de ayrılması ve ayrı
devlet kurması demek olmadığı bellidir.
Marksizmin ABC’sini bilenler, ayrılma
ve ayrı devlet kurma hakkının ayrılma ve
ayrı devlet kurma zorunluluğu anlamına
gelmediğini de bilir ve Öcalan’ın Savunma’sında yaptığı gibi bu ikisinin kasıtlı bir
biçimde birbirine karıştırılmasına karşı
çıkarlar. Ulusların ayrılma özgürlüğünü,
eşlerin boşanma özgürlüğüne benzeten
Lenin, Şubat-Mayıs 1914’te kaleme aldığı
“Ulusların Kendi Yazgılarını Belirleme
Hakkı” başlıklı makalesinde şöyle diyordu:
“Ulusların kendi yazgılarını belirleme
özgürlüğünü, yani ayrılma özgürlüğünü
savunanları ayrılıkçılığı teşvik etmekle
suçlamak, boşanma özgürlüğünü savunanları aile bağlarını yıkmayı teşvik etmekle
suçlamak kadar ahmakça ve ikiyüzlüce bir
davranıştır... kapitalist devlet koşullarında,
kendi yazgısını belirleme hakkını, yani
ulusların ayrılma hakkını reddetmek, egemen ulusun ayrıcalıklarını ve demokratik
metotlara karşı polis yönetimi metotlarını
savunmaktan başka bir anlama gelmez.”
(Collected Works, Cilt 20, Moskova, Progress Publishers, 1972, s. 422-23) Demek
oluyor ki Öcalan, Kürt ulusunun ayrılma
ve ayrı bir devlet kurma HAKKINI reddetmekle egemen Türk ulusunun ayrıcalıklı
konumunu ve “demokratik metotlara karşı
polis yönetimi metotlarını savunmakta”dır.
Buradan hemen “Kürt-Türk birlikteliği/
bağlaşması”, “Kürt-Türk kardeşliği” ve
“demokratik cumhuriyet” üzerine yapılan
gevezeliklere geçebiliriz. Tutarlı demokratizm bizi, şu soruları sormakla yükümlü kılar: KİMİN KİMİNLE KARDEŞLİĞİ? KİMİN KİMİNLE BİRLİĞİ? KİMİN
KİMİNLE BARIŞI? Kürt halkı ve ulusal
hareketiyle Türk gericilerinin, faşistlerinin, generallerinin, büyük burjuvalarının
kardeşliği, birlikteliği ve barışı mı? Evleri
yakılan, köy, kasaba ve kentleri bombardımana hedef olan, kız ve oğulları kurşuna
dizilen, binlercesi askerî ve sivil cezaevlerinde en korkunç işkencelere tabi tutulan
ve faili meçhul cinayetlere kurban giden,
köylerinden kovulan, diline kilit vurulan,
siyasal temsilcileri bugün bile binlerle cezaevlerine doldurulan, yasal örgütleri polis-yargı kıskacına alınan Kürt halkının BU
bay ve bayanlarla kardeşliği, birlikteliği ve
barışı mı? PKK yöneticilerine bakılırsa,
evet BU bay ve bayanlarla kardeşlik, birliktelik ve barışı. Geçmişte; Alparslan’ın,
Yavuz Sultan Selim’in, II. Abdülhamit’in
ve Mustafa Kemal’in Kürt beyleri, şeyhleri
ve toprak ağalarıyla bağlaşmalarını örnek
göstermeleri ve her fırsatta bu örneklerin
bugünün Anadolusu’nda Kürt-Türk ilişkileri için bir model olabileceğini ileri
sürmeleri tam da bu anlama gelmektedir.
Oysa, elleri sadece Kürt halkının değil,
tüm Anadolu halklarının -hatta Balkan
ve Arap halklarının- kanlarıyla lekeli
Osmanlı-Türk gericiliğinin bu sürdürücüleri ve temsilcileriyle ne kardeşlik, ne birliktelik, ne de barış olanaklıdır. (5)
Ne yazık ki, Türkiye devrimci hareketinin
kalıntıları, bilebildiğim kadarıyla şimdiye kadar açımladığım gerici yaklaşımları
doğrudan ve sağa-sola bükmeden eleştirmemişlerdir. Onların, gerici Türk-Kürt
ittifakı düşüncesini 1971’de, yani bundan
41 yıl önce tutarlı bir tarzda eleştirmiş
olan Mahir Çayan’ın gerisine düşmüş olmaları hazin, ama gerçek. Çayan haklı
olarak, devrimci öncüleri tarafından yönetilmeyen, dolayısıyla “kendi” egemen
sınıflarının denetiminde olan ezen ve ezilen ulustan halkların, bir başka gerici ya
da emperyalist bir güce karşı sözde ortak
eylemi ve dayanışmasının, hiçbir biçimde
halkların kardeşliği ve dayanışması olarak
adlandırılamayacağı kanısındaydı. O, tam
da bu anlayışla hareket eden ve Kürtler’i
Osmanlı-Türk gericiliğine karşı çıkmadıkları, ona boyun eğdikleri ve isyan etmedikleri için öven Mihri Belli’yi şöyle eleştiriyordu:
“Toplantıda Kürt meselesini de tam bir şövenist, bir küçük-burjuva milliyetçisi gibi
ele almıştır Mihri Belli. ‘Türkiye’de aşağıyukarı dört milyon Kürt yaşıyor. bu Kürt
topluluğu ile Türkler’in kardeşliği tarihin
sınavından geçmiştir. 19. yüzyıla kadar
Kürtler, Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarını korudular (boldlar M. Çayan’ın)...
1880’den 1925 Şeyh Said isyanına kadar
sözü edilecek bir Kürt isyanı olmadı. O
dönem, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağıldığı, bölündüğü dönemdir. Milli toplulukların hemen hepsi isyan etti. Ermenisi,
Rumu, Bulgarı, Arabı. Ama Kürtler isyan
etmediler o çöküş döneminde (boldlar M.
Çayan’ın).’ Bu lafları edenin Mihri Belli
olduğunu bilmesen, Osmanlı Hanedanının son şehzadesinin konuştuğunu zannedersin. Daha milli şuurun uyanmadığı
bir dönemde Kürtlerin feodal beylerinin
emrinde Osmanlı İmparatorluğunun doğu
sınırlarını korumasını; feodal beylerin baskısı altında uluslaşamamış iki halkın aynı
sınırlar içinde yaşamasını, Birinci Dünya
Savaşında iki halkın bilinçsizce emperyalist güçlerden birinin ve hakim sınıfların
kontrolünde omuz omuza cepheye sürülmelerini övgüye değer birşeymiş, sanki iki
halk hep ortak menfaatleri için savaşmışlar ve bu yüzden aralarında geleneksel bir
dostluk doğmuş gibi göstermeye çalışmaktadır Mihri Belli. Artık işin bu kadarına
da ne demeli, ‘deli saçması’ mı demeli bilemiyoruz?” (“1965-1971 Türkiye’de Devrimci Mücadele ve Dev-Genç”, Türkiye
Halk Kurtuluş Parti-Cephesi, Dava Dosyası, Yazılı Belgeler, Yar Yayınları, 1988, s.
352) Aslına bakılırsa, gerici bir Kürt-Türk
birlikteliğini sistemli bir biçimde savunan
Öcalan’ın kendisi de, bu anlayışın Kürt
halkının/ toplumunun kollektif bilincine
ne kadar derinlemesine nüfuz ettiğini itiraf
etmektedir. Örneğin o, en önemli yapıtlarından birinde şöyle diyordu:
“ Türk beylik ve sultanlıklarında Türk kavminden sonra önem sırası itibariyle Kürtler
ikinci sırada bir rol oynarlar. Kürtlerin tarihinde bu rol karakteristiktir. Yanı başlarındaki siyasî gücün en temel yedeği olmak
kendileri için bir kader gibidir. Bu, özünde
kulluk ve serflik sisteminin ruhu gereğidir
ve sınıfsal bir temeli vardır. Halklar arası
kardeşlik ve dayanışmadan farklıdır.” (Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa, Cilt II, Köln, Mezopotamya Yayınları, 2001, s. 97)
Kendisine “devrimci” sıfatını layık gören
herhangi bir siyasal hareket; kardeşlik, birliktelik ve barışın ancak, kendi devrimci
öncülerinin yolgöstericiliğini kabul etmiş
olan ezilen ve sömürülen sınıflar ve halklar
arasında olanaklı olabileceği gerçeğini kabul etmek zorundadır. Bu gerek dünya işçi
sınıfı ve halklarının ve gerekse Anadolu
işçi sınıfı ve halklarının tarihsel deneyimlerinin yeniden ve yeniden doğruladığı bir
yasadır. Türk gericiliğinin; işçi sınıfının,
Kürt halkı ve ulusal hareketinin ve diğer
ezilen sınıf ve katmanların gelişecek inatçı kavgası sonucu, bazı ödünler vermek ve
rejimi “demokratlaştırma” doğrultusunda
bazı adımlar atmak zorunda kalabileceğini
kabul edebiliriz. Ancak, Türkiye’nin köklü bir demokratikleşme yaşaması; Türkiye
işçi sınıfının ve halklarının işbirlikçi-te-
kızılbaş - sayfa 42 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kelci burjuvazinin iktidarını yıkması ve bir
işçi-emekçi Sovyet cumhuriyetinin kurmasından ve geçmişle sahici bir hesaplaşma
yaşamasından geçer.
PKK’nın siyasal gericilikle ve emperyalizmle flört çizgisi 11 Eylül 2001’de, New
York’taki Dünya Ticaret Merkezi binalarını hedef alan terörist saldırının ardından
kısmen biçim değiştirerek sürdü. PKK,
bu saldırıdan sonra Yanki emperyalistlerine başsağlığı dilemek suretiyle, “İslâmî
terörizme” karşı savaşta “dünyanın efendilerine” onların yanında olduğu mesajını
vermişti. (6) Bu dönemde PKK, ABD’nin,
kendi diktasına ve buyruklarına uymayan
Ortadoğu ülkeleri ve rejimlerine doğrudan
ve dolaylı müdahale etme ve bu ülkelere
“rejim değişikliği” ve işgaller yoluyla “demokrasi” getirme yaygarasına açık destek
verdi. Örneğin, o sıralar PKK Başkanlık
Konseyi üyesi olan Murat Karayılan, 11
Eylül’den kısa bir süre sonra yayımlanan
bir demecinde şöyle diyordu:
“Şimdi anlaşılıyor ki ABD, bu olayla birlikte yeni bir konsept geliştiriyor. Dünyanın çeşitli ülkelerinde, bölgelerinde ve en
temelinde Ortadoğu’da, Kaf kasya’da yeni
bir düzenleme geliştirmek istiyor. Bu sadece ABD değil, genel anlamda NATO
politikasına dönüşebilir. Dolayısıyla yeni
düzenlemede Kürtler’in bu yeni süreci hassasiyetle ele almaları ve kendilerine bir yer
yapmaları gerekiyor. Bizim yaklaşımımız
budur...
“Irak’a yönelik bir plân gelişirse, bu yeni
süreç Güney’e çok yönlü olarak yansıyacaktır. Şimdi iki şey var: Irak’a yönelik
mücadelede Güneyli Kürtler mi esas güç
olarak görevlendirilecek, yoksa Türk ordusu mu? Öyle görülüyor ki şimdi Güneyli
güçler değerlendirilecek. Ama bununla birlikte Türk ordu güçleri de dahil edilecek.
Dolayısıyla burada iş biraz hassaslaşıyor...
Bir fırsat gelişebilir.” (Özgür Politika, 2
Ekim 2001, abç) Başkanlık Konseyi’nin
bir başka üyesi olan Cemil Bayık, PKK’nın
ve Kürt halkının güç ve olanaklarının
ABD’nin hizmetine sunulmasını öngören
bu yaklaşımı şu sözlerle yineleyecekti:
“Filistin ve Kürt sorununda eski politikaların yerine yeni politikaların geliştirileceği, belli bir çözümün devreye sokulacağı
görülüyor. Irak’a müdahale, demokratik
bir Irak ve Kürt sorununun demokratik ve
özgür birlik temelinde çözümünü yaratırsa
anlamlı olur. Böylesi bir çözüm herkesin
yararına olabileceği gibi, bölgeyi de demokratikleşmeye açar. ABD öncülüğündeki güçler, Afganistan’da başarılı oldularsa
bunu geliştirdikleri geniş uzlaşma ve ittifaka borçludurlar. Ortadoğu’da da başarılı olmak isteniyorsa, en başta da Kürt ve
Filistin halklarıyla ittifak yapılır, iradeleri
esas alınır ve sorunlarına adaletli bir tarzda yaklaşılırsa, çözümleyici ve kalıcı olunabilir.” (Özgür Politika, 30 Aralık 2001)
Bugün Murat Karayılan olsun, Kürt ulusal hareketinin diğer yöneticileri olsun bu
denli çıplak bir ABD/ NATO yanlısı profil sergilemiyor ve bu güçlerin “Kürtler’i
görevlendirmesi”ni savunmuyorlar. Bunun
nedeni bellidir: Aradan geçen süre içinde
Ortadoğu ve dünya halklarının; ABD em-
peryalizminin Afganistan, Irak ve Libya’ya
doğrudan, Lübnan, Filistin, Somali, Pakistan, Suriye’ye vb. karşı giriştiği dolaylı
müdahalelerin bu ülkelere “demokrasi”,
“özgürlük”, “uygarlık” getirmeyi amaçladığı yolundaki yanılsamaları tuzla buz
olmuş ve daha da önemlisi emperyalist saldırganlar, bazı kısmî ve geçici başarılarına
ve saldırdıkları halklara ve ülkelere ölüm
ve yıkım getirmelerine rağmen halkların
direnişi karşısında siyasal ve askerî olarak
yenilmişlerdir. Yani PKK yöneticilerinin
dil ve üslûplarındaki değişikliği bir özeleştirel adıma ya da ilkeli bir anti-emperyalist
konum almaya değil, bu ülkeler halklarının
direnişine borçluyuz. (7)
Bu eleştirdiğim ve sergilediğim görüşlerin
asıl kaynağının ya da mimarının, Murat
Karayılan’ın anlatımıyla “Türk-Kürt birliğini teorileştiren” Abdullah Öcalan olduğu
ve Öcalan başta gelmek üzere Kürt ulusal
hareketinin liderlerinin bu tez ve önermeleri yıllardır değişik vesilelerle yinelemekte olduklarını anımsatayım. Bu bakımdan,
özü Türk egemen sınıfının önderliğinde
Türkiye ve Ortadoğu halklarına karşı gerici Türk-Kürt bağlaşmasının inşası ve Kürt
halkının devrimci enerjisinin Türk burjuvazisinin saldırgan ve yayılmacı emellerinin hizmetine sunulması olan bu tez
önermelerin Öcalan tarafından nasıl dile
getirilmiş olduğunu görmemiz gerekiyor.
Öcalan Ne Diyordu?
Abdullah Öcalan, yakalanmasının ardından Mayıs-Haziran 1999’da DGM’nde
yapılan yargılaması öncesinde hazırladığı
Savunma ve Esasa İlişkin Savunma adlı
metinlerde artık şiddetin Türkiye’nin gündeminden kalktığını, Türkiye’nin, sözde
barış ve sözde demokratik birlik yoluyla
Kürt sorununu çözmesi hâlinde, PKK’nın
olanaklarının Türk devletinin hizmetine
gireceğini, böylelikle Türkiye’nin bölgede
güçlü ve lider bir ülke hâline geleceğini ve
çevre ülkelere “meşru” müdahale yapma
hakkı kazanacağını vb. şöyle anlatıyordu:
“Şiddet, artık Cumhuriyetin gündeminden
kesin kalkmalıdır. Sanıyorum, Türkiye’de
tüm kesimlerin konsensüs sağladıkları en
temel bir konu budur. Kimse sorunların
şiddetle çözüleceğine inanmıyor. Bunun,
açık ve tarihten en büyük dersi çıkarmış
görünen ve büyük zor gücüne rağmen, bu
gücün etkisini ancak, yaratıcı çağdaş bir
demokrasiye yönlendirmede kullanan ve
açıkça 90 ortalarından beri MGK konseptleri ile yürütülen, içinden geçmekte olduğumuz tarihî aşamayla da, kanıtlanmaktadır...” (Savunma)
“Cumhuriyet tarihinin bu en zor sorunu
çözümlendiğinde Türkiye’nin iç barışından aldığı güçle bölgede lider bir ülke
olarak hamle gücüne kavuşacağı kesindir.
Ortadoğu’da liderlik dönemi Orta Asya’dan
Balkanlar ve Kaf kaslara kadar etkili olma
anlamına gelecektir. Demokratik sistemin
çözüm gücü, başta barış olmak üzere, birçok çelişki ve sorun olan bu bölgelere haklı
bir müdahale ve desteğin verilmesi ve istenmesine de yol açacaktır.” (Savunma)
“PKK’nin askerî sorun olmaktan çıkması,
Kürt sorununun siyasî çözümünün yolunu
açacak ve beraberinde siyasî sorun olmak-
tan çıkması anlamına da gelecektir. Devletin bütünlüğünü birliğini zorlamaktan,
ona güç verme sürecine girilecektir. Devletle demokratik bütünleşme yolu açıldıkça
devlete karşıt konum aşılacaktır.” (Esasa
İlişkin Savunma)
“Türkiye burada büyük tehlikelerden korunma kadar, tersine yani güç kaynağına
dönüştürme şansına sahip olacaktır. İçte
ve dışta PKK’nin askerî savaş olanakları çözümle birlikte Türkiye’nin hizmetine girecektir... Kürtlerin Demokratik
Cumhuriyet’le bütünleşmesi geliştikçe bu
askerî anlamda da karşı tehditten stratejik
bir güç kaynağına dönüşecektir. Çözüm bu
büyük fırsatı sunuyor. Geleceğe en büyük
stratejik yatırım oluyor.” (Esasa İlişkin Savunma)
“70’lerde moda olan, ve uygulandığında
sadece, ayrı devlet anlamında yorumlanan
‘ulusların kaderlerini tayin hakkı’ gerçekten, bu yorumuyla bir çıkmazdı. Kürdistan pratiğinde, sorunu yokuşa sürme yanı
ağır basıyordu. Bunu, fiilen belirttiğim
tarzda aşmaya çalıştım. Ancak, demokratik çözüm tarzının zenginliği karşısında,
ayrı devlet, federasyon, otonomi ve benzeri yaklaşımların bile, geri ve bazen çözümsüzlüğe yol açtığını pratikte görünce;
demokratik sistem üzerinde yoğunlaşma,
bana çok önemli geldi.” (Savunma)
“Görülüyor ki, PKK gerçekten büyük bir
yol ayrımında; ya klâsik çizgisinde daha
katılaşıp, sertleşip, geniş iç ve dış olanaklara dayanarak yaşamını sürdürecek, ya da,
dünya ve Türkiye realitelerini doğru değerlendirip, silâhlı mücadele aşamasını belli
yasal güvenceler temelinde temel taktik
olarak bırakıp, yine programına Türkiye
bütünselliğini esas alıp genel bir demokrasi programıyla daha da ayrıntılı işlenmiş
bir Kürt toplumunun, dönüşüm programını, siyasal-yasal eylem ve örgüt biçimini
esas alan bir yapıya kendini dönüştürecektir. Tarihî aşama kesinlikle budur. Bu
dönüşüm, asla bir döneklik ve tasfiyecilik
olarak görülmek şurada kalsın, gerçek bir
devrimci dönüşüm olarak algılanmalıdır.”
(Savunma)
Kürt sorununun “çözülmesi”nin ardından,
Türkiye’nin “bölgede lider bir ülke olarak
hamle gücüne kavuşacağı” ve “Ortadoğu’da
liderlik” konumuna yükseleceği, “Orta
Asya’dan Balkanlar ve Kaf kaslara kadar
etkili olma” olanağına kavuşacağı, “Devletin bütünlüğünü birliğini zorlamaktan, ona güç verme sürecine girilece”ği
ve “PKK’nin askerî savaş olanakları”nın
“çözümle birlikte Türkiye’nin hizmetine
girece”ği yollu görüşler, Öcalan’ın “Demokratik Cumhuriyet”e ilişkin görüş ve
önerilerinin gerçek özünü ortaya koymaktadır. Türk egemen sınıfının görece daha
gerici ve daha saldırgan kesimlerinin yaklaşımlarını yansıtmakta olan bu görüşler,
sözde Demokratik Cumhuriyet projesinin
söylenenin tam tersine, bir BARIŞ VE DEMOKRASİ projesi değil, bir SAVAŞ, YAYILMACILIK VE MİLİTARİZM projesi,
bir “büyük Türkiye” projesi olduğunu kanıtlamaktadır.
Aslında Öcalan’ın çok da yeni olmayan bu
görüşleri onun, diğer hususların yanısıra,
kızılbaş - sayfa 43 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kürt toplumunun en lânetli geleneğini,
devrimci döneminde PKK’nın yürüttüğü
şanlı gerilla savaşının ağır darbeler indirdiği, ama henüz ortadan kaldıramadığı,
yöneticilerinin bilinen anlayışları nedeniyle kaldırmasının olanaklı olmadığı milis ve
korucu geleneğini yeniden canlandırmaya
çalışması anlamına gelmekteydi. Öcalan;
geçmişten bu yana feodal ağalarının yönetiminde başka halklara ve ülkelere karşı
Osmanlı-Türk gericilerinin ve militarizminin hesabına savaşmış, onların, özellikle
Hristiyan halklara ve Alevîlere karşı giriştikleri kıyımlara suçortaklığı etmek zorunda bırakılmış olan Kürt halkına âdeta, bu
lânetli geleneği sürdürmesini öğütlemekteydi. (8) Böylelikle o, farklı aşiret, yöre
ve mezheplere mensup Kürt köylülerinin
birbirlerinin kanını dökmelerinin anısıyla
da lekelenmiş olan bir tarihi yeniden hortlatmaya ve Kürt halkının 1984-1999 yılları
arasında PKK’nın önderliği altında yürüttüğü gerilla savaşı döneminde elde ettiği
kazanımları yoketmeye çalışmaktaydı.
Herhâlde hiçbir aklı başında insan, Kürt
halkının ve ulusal hareketinin, Türk burjuva devletinin büyümesi, güçlenmesi ve
bölgede önder ülke hâline gelmesi gibi bir
görevi olduğunu ileri süremez. PKK’nın;
Öcalan’ın bu öğütlerini yerine getirmesi,
yani Türk gericiliğine “güç verme sürecine” girmesi ve onun “Orta Asya’dan Balkanlar ve Kaf kaslara kadar etkili olma”
çabasına destek vermesinin sonucu şu olacaktır: Hem Türkiye’de ve hem de bölgede
Kürt halkıyla diğer halklar arasındaki çitlerin daha da yükselmesi ve güvensizliğin
artması, Türk generallerinin ve burjuvazisinin vurucu gücü olarak sahneye itilen
Kürt halkının son yıllarda edinmiş olduğu haklı saygınlığı yitirmesi ve Ortadoğu
bölgesinde daha da fazla izole edilmesi ve
bölge halkları içindeki potansiyel bağlaşıklarını yitirmesi.
Öcalan’ın bu görüşlerini son yıllarda, özellikle de 15 Şubat 1999’da yakalanmasından
sonra, tutsaklık koşullarında ve kendisini
tutsak eden güçlerin zorlaması ve baskısı
altında savunmaya başladığı ileri sürülebilir. Ancak bu, doğru değildir. Neden? Çünkü PKK’nın önderi bu ve benzer görüşleri
çok öncesinden bu yana, yani düşmanın
elinde tutsak olmadığı koşullarda da, hem
de yıllardır savunagelmiştir. Ne yazık ki,
kalıntılarının önemli bir bölümü PKK’ya
yedeklenmiş olan ve giderek bir güçten
düşme ve sadece özgüvenini değil, tarihsel
belleğini de yitirme süreci yaşayan Türkiye devrimci hareketinin ana gövdesi bu
konuda suskun kalmayı tercih etmiştir. Bir
kendini tasfiye döneminden geçmekte olan
Türkiye devrimci hareketinin, oldukça başarılı bir gerilla savaşı sürdüren, Kürt halkı
arasında kitlesel bir destek edinmiş olan ve
diğer bir dizi alanda ciddi kurumlar yaratmış olan PKK’nın böylesine geri ve gerici
görüşler formüle etmesini görmezden gelmesi anlaşılabilir belki, ama asla kabul edilemez. Şimdi bu görüşlere göz atalım:
Öcalan 1991’de Doğu Perinçek’e verdiği mülakatta Türkler’in Anadolu’ya
Kürtler’in desteğiyle girdiğini anlatırken
şöyle diyordu:
“Türkler’in Kürt beyleri ile iş yapmaları,
daha sonraki yayılışlarında ve iktidarlaşmalarında çok önemli bir rol oynayacaktır.
Kürtlerle ilişkileri esas olarak ittifakçılık
temelinde oldu.” (“Eylemimiz gerçeğin ve
demokrasinin sesidir.”, Seçme Röportajlar,
Cilt III, Weşanen Serxwebun, 1996, s. 42)
“Daha sonra 1500 yıllarında Yavuz Sultan
Selim’in yaklaşımı da şöyle: Kürtlerin, çoğunluğu İran etkisinde, biraz da baskısı altında 23 büyük beyliği vardır. Sultan Selim
onlara bir mektup yolluyor ve bugün Kamuran İnan’ın denek tahtası olduğu gibi,
İdris-i Bitlisî’nin ihaneti kılavuzluğunda
egemenliğini geliştiriyor.” (aynı yerde, s.
43)
“Demek istediğim, Osmanlı Türklüğü ve
Sultanlığının tehlikede olduğu öyle bir
tarihî kritik an ve bir ölüm-kalım savaşı
dönemi var. Kuyucu Murat boşuna o kadar
Alevî’yi kuyulara doldurmaz. Günümüzün
Sünnî Kürtlüğü, Kamuran İnan vahşîciliği
de kaynağını buradan alır. Osmanlı’nın
Alevî düşmanlığı, Kürdistan’da buna dayanak aramaktadır... Dediğim gibi bu ittifak,
Osmanlı’ya nefes aldırdı ve giderek bir cihan imparatorluğu olmasını sağladı.
“20. yüzyılın başlarında da yine bir
kritik dönem var... Gelişen kapitalizm
Anadolu’yu en ücra köşesine kadar işgal
etmiştir. Türk sultanlarının yaptığı gibi
Mustafa Kemal de yönünü Kürtler’e döner...” (aynı yerde, s. 44)
“Ankara’da meclis tartışmalarında var...
Esas olarak tehlikede olan Türk ulusudur, kendi devletleri ve mülkiyetleridir...
Kürdistan’a tekrar müracaat var. Türkler
ittifaklarını ille oradan oluşturuyorlar. Tıpkı Bağdat’ın kapılarına dayanmak isteyen
Sultan Selçuk, Anadolu içlerine girmek isteyen Sultan Alparslan gibi...
“Beş yüzyıllık aralıklarla gündeme gelen,
Türkler açısından tehlikeli üç dönemden
söz ettik. Üç süreçte de Kürtlere müracaat
var. Kürtlerin ittifakı ile bağlılığıyla Kürt
egemenlerinin eliyle de olsa, tehlikeden
çıkma sözkonusu. Mustafa Kemal olayında
da böyle oluyor...” (aynı yerde, s. 45)
Öcalan 4 Mayıs 1991’de Rafet Ballı’ya
verdiği mülakatta Ballı’nın, “Ermeniler’e
ve Araplar’a karşı çıkmak, Kürtlerin de
çıkarınaydı galiba” sorusuna şöyle yanıt
vermektedir:
“Kürt beylerinin, şeyhlerinin menfaati var
tabiî. O çok önemli. Ermeniler’in kendileri
için de tehlikeli olduğu söylenir. Arap aşiretleri ayaklanırsa, Kürt aşiretleri tehlikeye
girer denilir. Sultan Abdülhamit Araplar’ı
da, Ermeniler’i de idare etmek ister.
Balkanlar’da da benzer politikası vardır.
Ama burada Kürtlere oldukça etkili bir yer
verir. Ve Osmanlı’yı ayakta tutmada, özellikle doğunun dağılmasını önlemekte Kürt
politikasının büyük rolü vardır. Bu sayede
Ermeniler’i başarısızlığa uğratır, Araplar’ı
kendisine bağlı tutar, Arnavutlar’ı bağlı
tutar. Yani Kürtler önemli bir güç kaynağıdır. Tıpkı Yavuz Sultan Selim’in İran
Safevî devleti karşısında Çaldıran’ı kazanmasında Kürtler’in olması gibi.” (“PKK
Kürdistan’ın Tarihinde Yepyeni Bir Olaydır”, aynı yerde, s. 206)
“Yani entegrasyon yalnız şimdi vardır
demiyorum. Tarihî olarak oluşmuştur bu.
Kürtler aleyhine çok kötü bir durum doğmuştur... Biz bunu düzeltmek istiyoruz.
Kürtlüğün aleyhine giderek derinleşen bir
uçurum açılmıştır. Bu uçurumu kapatmak
istiyoruz. Yeni düzenlemeyle kastettiğimiz olay budur. Devrimle ne kadar olur,
reformla ne kadar olur? İkisine de kapıyı
açık bırakıyorum. Devrimci şiddetle ne kadar aşılır? Bu sadece bize bağlı değil. Bu,
daha çok Türk rejiminin özelliklerine bağlıdır. Türk liderliğinin durumuna bağlıdır.”
(aynı yerde, s. 226)
Tam da burada bir parantez açarak şunu
belirteyim: Kürt halkının saflarında modern ulusal bilincin hâlâ çok zayıf olduğu
koşullarda, II. Abdülhamit’in Panislâmist
politikası sayesinde, şeyhleri ve İslâm’ın
etkisi altındaki Kürt aşiret reislerini ve onların üzerinden Kürt halkını Osmanlı’ya
yakınlaştırma çabaları; II. Abdülhamit’in,
Kürtler’i Ermeniler’e karşı kışkırtarak bu
iki ulusal topluluk arasındaki sürtüşme ve
güvensizlikleri arttırmasında önemli bir
rol oynamıştır. Zaten Sultanın kendisi de
Kürtler’e nasıl yaklaştığını pek gizlemiyor
ve bunu şu sözlerle dile getiriyordu:
“Rusya ile harp vukuunda, disiplinli bir şekilde yetiştirilen bu Kürt alayları, bize çok
büyük hizmetlerde bulunabilirler. Ayrıca
orduda öğrenecekleri ‘itaat’ fikri, kendileri
için de faydalı olacaktır. Kürt ağalarının
bazılarının çocuklarını İstanbul’a getirip memuriyete yerleştirdiğim için tenkit
edildiğimi biliyorum. Senelerdir Hristiyan
Ermeniler nazır (bakan) mevkilerini işgal
etmişlerdir. Bundan sonra da kendi dinimizden olan Kürtleri kendimize yaklaştırmakta ne gibi bir zarar olabilir?” (Sultan
Abdülhamid, Siyasî Hatıralarım, İstanbul,
Dergâh Yayınları, 1999, s. 52) II. Abdülhamit döneminde güçlenen ve jenosid yıllarında doruk noktasına çıkan suçortaklığı
etkisini, 1919-22 yılları arasındaki Türk
“Kurtuluş Savaşı” sırasında da duyuracak ve Kürt halkının güç ve olanaklarının
bir kez daha Türk generalleri, işbirlikçi
burjuvaları ve toprak ağalarının yararına
kullanılmasına yol açacaktı. Hamit Bozarslan, “Türkiye’de Kürt Milliyetçiliği:
Zımni Sözleşmeden Ayaklanmaya 19191925” başlıklı çalışmasında bu konuda
şunları söylüyordu:
“Kürtlerin büyük çoğunluğu için ‘Kürtlük’, gerçekte, Müslüman ve Osmanlı
aidiyetlerini göstermenin diğer bir yoluydu. Yüzyıllar boyunca, özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde,
Kürt olmak, bir gayrımüslime, özellikle
Ermeni’ye -daha sınırlı ölçüde Asurî’yekarşıt olarak, Müslüman olmak anlamına
geliyordu. Birinci Dünya Savaşı sonrası
şartlarda bu özdeşleşme, sadece kısmen
Anadolu’yu, Hristiyan işgalciler tarafından tehdit edilen ümmetin merkezi olarak
‘algılamanın’ sonucu olarak açıklanabilir.
Bu, aynı zamanda, Kürtler’in Ermeniler’in
kırımına yoğun bir şekilde katılmalarının
doğrudan bir sonucu olarak da anlaşılmalıdır. Gerçekte, Kürt milliyetçiliğinin dinamiklerini gayet iyi bilen Doğu Cephesi
kumandanı Kazım Karabekir, Kürtler’in
Ermeni karşıtlığına dayalı korkularını,
kızılbaş - sayfa 44 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kürt milliyetçi projelerini değersiz kılmak için kullandı. Anılarında Kürt-Türk
ittifakının özel bir çaba sarfedilmeden,
sadece ‘Kürdistan’ın Ermenistan olma tehdidiyle karşı karşıya olduğu’ hatırlatılarak
kurulduğunu söyler. Kürt milliyetçileri
Ermeniler’le bir arada yaşamaya kesinlikle
karşıydılar (ve pek çoğu yıllar sonra da bu
tavrı korudu). Bundan dolayı, Ermeniler’in
Kürtler’le yakınlaşma girişimlerinin başarısız olması ve İslâm’ın, belki de ‘Hristiyan
işgalciler’den çok, en yakındaki ‘Hristiyan
komşu’ya karşı savunulmasının etkili olması sürpriz olmadı...
“Bu dönemde aşiretlere ve tarikatlere göre,
Kürtlüğü savunmak, Kürt milliyetçiliğini
değil, İslâm’ı -yani Türk-Kürt Müslüman
kardeşliğini- savunmak anlamına geliyordu.” (Der. Erik Jan Zürcher, Türkiye’de Etnik Çatışma, İstanbul, İletişim Yayınları,
2005, s. 98-100)
Devam edelim. Öcalan 27 Eylül 1991’de,
Milliyet gazetesinden Soner Ülker’e verdiği mülakatta ise şöyle diyordu:
“Bu anlamda Kürtler, Türklerin tarihinde çok belirgin bir rol oynarlar. Tabiî zor
dönemlerde bu anlaşılır ve imdat istenilir;
diğer dönemlerde ise tersi yapılır, bastırılır ve eritilir. Bana göre, eğer bugünkü
durumu, yani Kürtler’in konumunu doğru
değerlendiremezlerse, kendileri için tarihî
ve güncel olarak çok büyük bir hata yapmış
olurlar...
“Biz şimdi Kürtlerin bu konumunu değiştirmek istiyoruz. Yani Kürtler’in, aleyhlerine olan bir statü içinde Türkler’in egemenliğinde kalmalarını kabul etmiyoruz.
PKK aslında bu statüyü değiştirmek isteyen bir harekettir. Değiştirmek isterken
de ulusal bir düşmanlık yapmıyor, mevcut
devlet politikasının yanlışlığını dile getiriyor... Eğer bu politikada ısrar edilirse, bu
Kürtler’i topyekûn kaybetmek olur ki, bu
da Türkler için tarihteki en büyük tehlike
anlamına gelir.” (aynı yerde, s. 376)
Öcalan, yukarda dile getirdiği ve âdeta sistemli bir biçimde savunduğu görüşleri 23
Haziran 2006 tarihli görüşme notlarında
bir kez daha yineliyor ve “dördüncü TürkKürt bağlaşması”nı önerirken şunları söylüyordu:
“Tarihte üç kez Türklerle Kürtler stratejik
ittifak yapmışlardır. Kurtuluş Savaşı’ndaki
ittifakın sonucunda Kürt ve Türk halkının
elde ettiği ortak başarısının yanı sıra Yavuz döneminde ve 1071 tarihinde Alpaslan
döneminde de stratejik ittifak yapılmıştır.
1071’de Alpaslan Roma İmparatoru Romen
Diyojen’e karşı Kürtlerle ittifakı yaparak
Anadolu’ya girmiştir. Alpaslan Silvan taraflarına gelerek, Mervani Kürt kalıntıları
ve geri kalan Kürtlerle işbirliği yapmıştır.
Bunun neticesinde Kürtler 10 bin asker ile
destek vererek Alpaslan’ın savaşı kazanmasını sağlamıştır. Aynı şekilde Yavuz
döneminde de benzer şekilde Yavuz, Kürt
ittifakını sağladıktan sonra Ortadoğu’ya
girebilmiştir. Bugünkü Türkiye-İran sınırı o dönemde şekillenmiştir. Yavuz ittifakı
sağladıktan sonra Çaldıran, Mercidabık,
Ridaniye savaşlarını kazanarak Suriye,
Arabistan, Mısır yani Ortadoğu’ya egemen
olabilmiştir. Yavuz o dönemde, Kürt bey-
lerinin kendi aralarında bir lider seçmesini istemiştir. Ancak Kürt beyleri arasında
çelişkiler, rahatsızlıklar var. Yavuz akıllı
adamdır. Kürt beylerine mühürlü boş sayfalar göndererek kendi isteklerini tek tek
yazmalarını istemiştir...
“Bu durumdan ancak Kürt-Türk kardeşliği temelinde bütün Ortadoğu’da ‘Demokratik Fetih’ yapılarak kurtulunabilir. Bu
anlamda Erdoğan’ın İspanya Başbakan’ı
ile yürütmek istediği Medeniyetler İttifak’ı
devam ettirilebilir ve bununla da sınırlı
kalınmamalıdır. Israrla vurguladığım gibi
Türk-Kürt ittifakı da sağlanıp Ortadoğu’ya
demokrasi kültürü yerleştirilmelidir. Yavuz döneminde yapılan ittifak ile Ortadoğu
feodal bir şekilde fethedilmişti. Yapılacak
yeni ve demokratik bir ittifak ile Türkiye demokratikleşebilir ve bu demokrasi
kültürü bütün Ortadoğu’ya taşınabilir.”
(“Öcalan’dan 4. İttifak Önerisi”)
Bu görüşleri bu yazı boyunca yeteri ölçüde
eleştirmiş bulunuyorum. Dolayısıyla burada, Öcalan’ın Türk gericilerinin, yayılmacı
ve yeni-Osmanlıcı hayal ve ihtiraslarını
“Ortadoğu’da ‘Demokratik Fetih’ yapma”
olarak niteleyerek güzelleştirmesine dikkat çekmekle yetiniyorum. Bu bölümü,
Öcalan’ın sık sık dile getirdiği Yavuz Sultan Selim ile işbirlikçi İdris-i Bitlisî’nin
önderlik ettiği Kürt beyleri arasındaki ilişkiye değinmek suretiyle bitireceğim.
1512-1520 yılları arasında tahtta kalan
Yavuz Sultan Selim’in, padişah olduğunda 2,375,000 kilometrekare olan Osmanlı
topraklarını 6,557,000 kilometrekareye
çıkardığı biliniyor. Selim, İran’da ve Doğu
Anadolu’da egemen olan ve başında Şah
İsmail’in bulunduğu ve Osmanlı’ya göre
daha eşitlikçi bir nitelik taşıyan Safevî
devletine karşı savaşırken bu devlete eğilim duyan yoksul Anadolu halkının bir dizi
ayaklanmasını kanlı bir biçimde bastırmış,
Mısır’da hüküm süren Memluk devletini yendikten sonra Hilafet makamını ele
geçirmiş ve Anadolu’nun Sünnîleşmesini
hızlandırmıştı. Doğu Anadolu’daki Kürt
aşiret reislerinin İdris-i Bitlisî aracılığıyla
Osmanlı devletiyle anlaşmasını, bu devletin topraklarını genişleterek “bir cihan
imparatorluğu olmasını” (A. Öcalan) sağlamalarını ve onbinlerce yoksul Anadolu
köylüsünü öldüren bir padişaha hizmet
etmelerini bir övünç vesilesi yapmak, hele
bu pratiğin BUGÜN DE örnek alınmasını
istemek, her türden devrim ve devrimcilik
savını yellere savurmak, siyasal gericiliğin
kampına geçmek ve 21. yüzyılın İdris-i
Bitlisî’si rolüne soyunmak demektir. Hasan
Yıldız bu kişinin rolü hakkında şu bilgileri
aktarıyordu:
“1514 yılında İran şahını Çaldıran’da yenen Osmanlı imparatoru Yavuz Sultan
Selim yine o yıl Kürt beylikleriyle bir anlaşma imzaladı. Anlaşmaya göre Osmanlı
yönetimine bağlı olarak Kürt beyliklerinin
özerklikleri korunacak ve bu beyliklerde
yönetim (imparatorluğun işgal ettiği diğer
topraklardan farklı olarak) babadan oğula
geçecekti. Ancak tüm bunlara karşın Kürt
beylikleri padişah ordusuna gerektiğinde
asker göndermekle yükümlü tutuluyordu.
“İmzalanan anlaşma metni madde olarak
şunları içeriyordu:
1. Osmanlı yönetimine bağlı olarak Kürt
emirliklerinin özerkliğini korumak.
2. Kürt emirliklerinde de yönetim babadan
oğula geçerek sürecek, eskiden beri yürümekte olan yönetim yürürlükte kalacak ve
bu konuda ferman padişahtan çıkacak.
3. Kürtler Türkler’e bütün savaşlarda yardım edecekler.
4. Türkler Kürtler’i bütün dış saldırılardan
koruyacaklar.
5. Kürtler devlete verilmesi gereken her
türlü vergiyi ödeyecekler.” (Aşiretten Ulusallığa Doğru Kürtler, Stockholm, Heviya
Gel Yayınları, 1989, s. 33)
Ama bu Kürt-Türk bağlaşması sadece
kendi topraklarını Anadolu içlerine doğru genişletmek isteyen Safevî devletine
ve onun başında bulunan Şah İsmail’e değil, aynı zamanda Anadolu’nun Alevî ve
Türkmen halkına karşı bir bağlaşmaydı.
Gerçekten de Yavuz Sultan Selim’in babası II. Bayezid’in, Selim’in kendisinin ve
oğlu Kanunî Sultan Süleyman’ın hükümdarlıkları döneminde; Osmanlı devleti
kuvvetlerine ağır kayıplar verdiren, ancak
sonunda büyük zorluklarla da olsa yenilgiye uğratılan bir dizi halk ayaklanması gerçekleşmişti. 14. ve 15. yüzyılda yeni ticaret
yollarının bulunması, Amerika’nın keşfi,
Rönesans’ın etkisiyle Avrupa’nın canlanması; Osmanlı topraklarından geçen baharat ve ipek yollarının eski işlevini yitirmesine ve dolayısıyla Osmanlı devletinin bu
ticaretten elde ettiği gelirin azalmasına yol
açmıştı. Bununla eşzamanlı olarak; nüfusun artması ve vergilerin yükseltilmesi;
vergilerini ödeyemeyen köylüler ve küçük
tımar sahipleriyle Saray arasındaki çelişmelerin keskinleşmesine, tımar sisteminin
çözülmeye başlamasına ve ortaya geniş
bir yoksul, hatta toprağından kopmuş -ve
“çiftbozanlar” olarak anılan- köylü kitlesinin çıkmasına yol açmıştı. Bunlara, yoksul
göçebe Türkmen yığınlarının katılmasıyla
patlayıcı bir bileşim oluşacaktı. İmparatorluğu 16. yüzyılın ilk yarısında sarsan
ayaklanmaların maddî temeli işte buydu.
Bu ayaklanmalar arasında; 1511’de Antalya
ve Burdur yöresinde patlak veren Şahkulu
ayaklanmasını, 1512’de Çorum, Amasya,
Yozgat ve Tokat yöresinde patlak veren Nur
Ali Halife ayaklanmasını, 1518’de Tokat
yöresinde patlak veren Şeyh Celâl ayaklanmasını, 1525’de Yozgat, Tokat, Amasya ve
Sivas yöresinde patlak veren Baba Zünnun
ayaklanmasını, 1526’da Maraş yöresinde
patlak veren Kalender Çelebi ayaklanmasını sayabiliriz. Resmî tarih kitaplarında
adları bile anılmayan bu ayaklanmalar
bir dizi objektif ve subjektif faktöre bağlı
olarak yenilgiye uğradılar; ama bu ayaklanmaların ve 17. yüzyılda onları izleyen
-ve halkçı niteliği daha/ çok daha zayıf
olan- Celâlî isyanlarının darbeleri, dönemin süper devleti sayılabilecek Osmanlı
İmparatorluğu’nun gerileme sürecine girmesine önemli bir katkı yaptı.
Ya Kürt Aydınları....
Geçerken, sözünü ettiğim kirli gelenekle yüzleşme ve hesaplaşma konusundaki
isteksizliğin, sadece başını PKK’nın çektiği Kürt ulusal hareketine özgü bir kusur
kızılbaş - sayfa 45 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
olmadığını, tam tersine bunun -bazı istisnalar bir yana bırakılmak kaydıyla- neredeyse tüm Kürt örgüt, çevre ve siyasal figürleri tarafından paylaşıldığını belirtmek
isterim. Kürdistan’ın tarihini inceleyen yapıtların çoğunda açık ya da üstü örtülü bir
Hristiyan-karşıtı havanın egemen olması,
bu yapıtların 19. yüzyılın ikinci yarısında
da yaşanan acı olayları subjektif bir biçimde resmetmesi, 1915-20 dönemini âdeta bir
boş sayfa biçiminde sunması, bu yapıtların
yazarlarının ise tüm bu döneme ilişkin bir
bellek tutulması yaşaması ya da işlenen
suçları hafifletmeye/ mazur göstermeye çalışması vb. bunu doğrular. Burada bir kaç
örnek üzerinde duracağım.
Asla Nuri Dersimî gibilerinin kaba ve rezil Türk şovenizmine düşmemekle birlikte
Wadie Jwaideh gibi ciddi ve objektif bir
araştırmacı bile, Kürt Milliyetçiliğinin
Tarihi adlı değerli yapıtında bu türden
hatalar işlemektedir. Jwaideh, bazı Kürt
aşiretlerinin 19. yüzyılın ikinci yarısında
Nasturîlere karşı gerçekleştirdiği vahşete
değinmektedir; (9) ancak o, gene bir kısım
Kürt aşiretlerinin ve Hamidiye Alaylarının
Osmanlı’nın kışkırtmasıyla Ermeni halkına karşı işlediği suçlara değinmemeyi
yeğlemekte, kitabının “Kürtler ve Birinci
Dünya Savaşı” başlıklı yedinci bölümünde
ise Ermeni jenosidini ve dolayısıyla devletle işbirliği içinde bulunan Kürt aşiretlerinin bu jenosidde oynadığı rolü görmezden
gelmektedir. (10) Ermeni ve Süryani halklarına karşı girişilen kıyımların yaşandığı
bu dönemi incelerken dikkatini Kürt halkının savaş sırasında verdikleri kayıplar,
Rus ve Osmanlı orduları arasında meydana
gelen çatışmaların Kürt halkının saflarında yol açtığı yıkım, hatta 1917’de Rusya’da
meydana gelen devrimden sonra, Rus ordusunun denetiminden çıkan silâhlı Ermeni
gruplarının Erzurum-Erzincan bölgesinde
çok sayıda Kürd’ü öldürmesi (11) ve Kürt
milliyetçilerinin savaş sırasındaki etkinlikleri vb. üzerinde yoğunlaştırmakta, ancak Kürt tarihi açısından da son derece büyük bir önem taşıyan asıl olaydan -Ermeni
ve Süryani kıyımı- söz etmemektedir. Bunun biricik istisnası, yazarın “Kürt Milliyetçilerinin Savaş Sırasındaki Faaliyetleri”
başlıklı alt bölümde yer alan şu tümcedir:
“Kürtlerin Ermenilerin trajik sonlarında
oynadıkları rol, şimdi savaşın olası tehlikelerini göğüsleyebilmek için Türklere
yakın durmalarını gerektiriyordu.” (Kürt
Milliyetçiliğinin Tarihi, İstanbul, İletişim
Yayınları, 1999, s. 247)
İkinci örnek ise, Torî/ Mehmet Kemal
Işık’ın, birinci basısı 2005’de yapılan Aşiretten Millet Olma Yapılanmasında Kürtler
adlı kitabı. Yazar, Hamidiye Alaylarını ele
aldığı bir kaç sayfada bu oluşumun, Ermeni halkına ve onun ulusal uyanışına karşı
niteliğinden asla söz etmiyor ve bu Alayların aslında Osmanlı’nın Kürtler üzerindeki
denetimini pekiştirmesi için kurulduğunu
şöyle temellendirmeye çalışıyordu:
“Bununla beraber devletin Kürt aşiretleri
üstündeki denetim gücü azaldı. Devlet yönetimi bundandır ki, Kürt aşiretler, dolayısı ile Kürtler üstündeki denetimi sağlamak
için toplumda belli saygınlığı olan Kürt ai-
lelerinden seçkin kişileri makama çağırarak, iltifatlarla onlara paşalık ünvanı verdi.
Hamidiye paşaları olarak tanınan bu kişilerle emirliklerden boşalan yerler doldurulmaya çalışıldı.” (Aşiretten Millet Olma
Yapılanmasında Kürtler, İstanbul, Doz Yayınları, 2005, s. 131-32) Bu saptama doğru
değil. Hamidiye Alaylarının Osmanlı’nın,
Kürtler üzerindeki denetimini güçlendirmek ve Çarlık Rusyası’yla yapılan savaşlarda para-militer güç olarak hizmet vermek
gibi işlevleri de olmakla birlikte, onların
asıl kuruluş amacının Ermeni halkını terörize etmek olduğu biliniyor. Öte yandan
Torî, II. Abdülhamit kliğinin Hamidiye
Alaylarının da aktif katılımıyla 1894-96
yıllarında gerçekleştirdiği kıyımlara tek
sözcükle olsun değinmiyor. Oysa, Kemal
Mazhar Ahmed adlı bir başka Kürt araştırmacı bu konuda şu bilgileri veriyordu:
“Çok geçmeden Sultan Abdülhamid Ermeni kırımını başlattı. İlk hunharca katliam
Ağustos 1894’de Sason yöresinde başladı.
Asker, jandarma ve bir grup çete aniden
harekete geçerek büyük-küçük, kadın-erkek demeden öldürmeye başladılar. Kısa
sürede 40 köy yerlebir edildi, yaklaşık
10,000 kişi öldürüldü. Bundan bir yıl sonra
bir yenisi daha yapıldı, ancak bu kez genel
bir kırımdı. Eylül 1895’de, Sultan’ın adamları İstanbul’da Ermeniler’i katlettiler ve
sağ kalanları da zindanlara doldurdular.
Bu kez katliam batı Ermenistan kentlerine,
Ermeniler’in de yaşamakta oldukları Erzurum, Maraş, Diyarbakır, Van vb. kentlere
sıçratıldı. Konunun sınırlarını kavramak
ve bu yüzkarası vahşeti gözler önüne sermek için bazı örnekler vermekte yarar görmekteyiz.
“İstanbul merkezinde sadece iki günlük
bir sürede 5,500’e yakın Ermeni öldürüldü.
Diğer bir kısım ‘gâvurlar’ da bu bahaneyle
ortadan kaldırıldılar. Fransa’nın ‘Sarı Kitab’ında bahsedildiği gibi, Diyarbakır’da
katliam üç gün sürdü (1 Kasım 1895’den
itibaren). Burada ‘selâvat getir!’ denilerek
üç günde öldürülenlerin sayısı 3,000 kadardı ve 119 Ermeni köyü yakıldı. Yalnız
kent merkezinde iğfal edilen kız sayısı
50’yi buldu, dışında ise bu sayı fazlasıyla
aşıldı. Saldırganlar bu üç günden birisini
Ermeni dükkan ve pazarlarını yağmaya
ayırdılar. Canlarının istediği biçimde insan
kestiler ve talan yaptılar. ‘Sarı Kitap’ta,
Ermeniler’in bu olaydaki maddî kayıpları
iki milyon lira olarak hesaplanmıştır. Sözkonusu kaynakta, Sivas katliamına da yer
veriliyor. Bu kentte 12 Kasım’da öldürülen insan sayısı 1,000’e ulaşmış, 200-300
kadarı damlardan atılarak öldürülmüştür.
Olayı gören birinden aktarıldığına göre
çoğu taş, sopa, demir, hançer vb. araçlarla
katledilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki katiller
mermilerine kıymamışlar. Bu tür öldürme, yakma-yıkma vahşeti diğer yerlerde de
uygulanmıştır. Ve bu gibi uygulamalar ertesi yıl da sürdürüldü. Rusya’nın İstanbul
Sefiri, hükümetinin verdiği görev üzerine
hazırladığı raporda, öldürülen çocuk sayısının 50,000’e ulaştığını belirtiyor.” (Birinci Dünya Savaşı Yıllarında Kürdistan,
Ankara, Berhem Yayınevi, 1992, s. 58-59)
Torî, 1915-16 yılları için de benzer bir ses-
sizlik ve görmezden gelme tutumu sergilemektedir. Yazar kitabının, bu konuya sözümona değindiği “Ulus Devlet Yapılanması”
başlıklı VI. Bölümünde 1914’ün hemen
öncesi için herhangi bir başka açıklamaya
gerek duymaksızın, “Kürtler’i Ermeniler’e
karşı kullanma plânları giderek şekillenmekteydi” (aynı yerde, s. 180) demekle
yetindikten sonra bir sonraki sayfada, “Bu
arada Kürdistan’da ve Ermenistan’da huzursuzluklar artıyor, bakanlar kurulu sürekli olarak yatıştırıcı tavır alıyordu” (aynı
yerde, s. 181) demekteydi. Yazar, bu ne idüğü belirsiz ve gerçeklerle taban tabana karşıt tümcenin ardından şu yavan ve yanıltıcı
saptamayı yapıyordu:
“İran sınırına yakın yerlerde Kürt ve Ermeni sürtüşmelerinde İttihat ve Terakki
yöneticilerinin bir ölçüde Kürtler’den yana
tavır aldıklarını görmekteyiz.” (aynı yerde,
s. 181) Torî daha sonraki sayfalarda şu sözlerle, Kürtler’le Ermeniler’i, ikisi de tehcir
ve kıyıma hedef olan topluluklar olarak
göstermeye ve her ikisinin konumunu eşitlemeye girişiyordu:
“İttihat ve Terakki hükümetleri I. Dünya
Savaşı yıllarında, bir taşla birkaç kuş vurmak istedi. Almanlar’ın savaşı kazanacağından emin bir şekilde, ‘savaş kazanmış
devlet’ üstünlüğüyle eskiden kaybettiklerini geri almayı, Kürt ve Ermeniler’i sürgün,
asimile ve yok ederek yalnız Türkler’den
oluşan bir Anadolu’ya sahip olup Turan’a
doğru yayılmayı plânlamaktaydılar.” (aynı
yerde, s. 189) Torî burada, esas itibariyle
Osmanlı-Türk gericiliğinin maşası ve vurucu gücü rolünü oynamış ve dolayısıyla
saldırgan konumda olmuş olan bir kısım
Kürt beyleri ve şeyhleriyle, esas itibariyle
kurban konumunda olmuş olan Ermeniler’i
(ve Süryaniler’i, Pontus Rumları’nı) aynı
kategoriye koymakta ve bu arada İttihat
ve Terakki çetesinin Ermeniler’in yanısıra “Kürtler’i de “sürgün, asimile ve yok”
etmeyi plânladığını ileri sürebilmektedir.
Ne yazık ki, değerli araştırmacı İsmail
Beşikçi de kısmen buna benzer bir hatalı
yaklaşım sergilemektedir. O, “Süryaniler
ve Yakındoğu” başlıklı yazısında, önce şu
doğru saptamaları yapıyordu:
*”Bugün, Türkiye’de, büyük burjuvazinin
zenginliğinin kaynağı Ermeni mallarıdır,
Rum mallarıdır. Kürd bölgelerinde, Kürd
ağalarının, aşiret reislerinin, Kürd şeyhlerinin zenginliğinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Süryani mallarıdır.”
*”Karadeniz havalisindeki Rumlar-Pontuslar, Kapadokya’daki, Egedeki, Kilikya’daki Rumlar, Ege adalarına, Yunanistan’a
sürgün edilecek. Ermeni nüfus tehcir adı
altında uygulanan politikalarla tamamen
çürütülecek, yok edilecek. Hıristiyan Süryanilere, Ezidî Kürdlere de aynı tehcir politikası uygulanacak. Kürdler Müslüman
oldukları için Türklüğe asimile edilecek.
Lazlara, Çerkeslere de aynı asimilasyon politikası uygulanacak. Kızılbaşlar
(Alevîler) Müslümanlığa asimile edilecek.”
*”Kürdler ve Kızılbaşlar (Alevîler) konusunda temel politika asimilasyondu. Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu, Alevîlerin,
Ezidî Kürdlerin Müslümanlığa asimilas-
kızılbaş - sayfa 46 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yonu İttihat ve Terakki ile başlayan bir
süreçti. Cumhuriyetle birlikte çok daha
sistematik bir şekilde uygulamaya konan
politikalar oldular. Lazlar, Çerkesler, Ezidî
Kürdler için de asimilasyon geçerli bir politika oldu.” Ancak o bütün bunların ardından, “Kürtler’in de soykırıma uğradığını”
ileri sürüyordu:
“Yakındoğu’nun imhası sürecinde Kürdler de soykırıma uğramıştır. Ve bu süreç
günümüzde zamana ve mekâna yayılmış
olarak devam etmektedir. Yalnız, Kürdlerin durumunu iki aşamada ele almak gerekmektedir. Kürdlerin bir kısmı, 1915’de,
Ermeni-Süryani soykırımında İttihatçılara
tetikçilik yapmışlardır. Şu veya bu şekilde soykırıma katılmışlardır. Soykırımı
plânlayan, yaşama geçiren şüphesiz İttihatçılardır. Ama Kürdlerin tetikçiliği de
dikkatlerden uzak değildir. Bundan dolayı,
maddî ve manevî olarak ödüllendirilmişlerdir.”
Evet, kabaca 19. yüzyılın ortalarından bu
yana Kürtler, sadece Osmanlı’yla işbirliği
yapmakla kalmamış, bir çok kez ona karşı isyan da etmişlerdir. İttihat ve Terakki
dönemindeki bazı küçük hareketleri saymazsak Kürtler, ulusal bilincin gelişmesine paralel olarak 20. yüzyılda da bir dizi
isyana girişmişlerdir. Bunlar özellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra
gerçekleşmiş ve Kemalist rejim bu daha
ciddi ve kitlesel isyanlara sadece zorla assimilasyonla değil, yasaklar, sürgünler ve
korkunç kıyımlarla yanıt vermiştir. Ama,
Beşikçi’nin burada sunduğum kendi sözlerinden de anlaşılabileceği gibi, gerek Osmanlı’nın, gerekse İttihat ve Terakki çetesinin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürtler’e
yaklaşımı, Ermeniler’e (ve Süryaniler’e ve
Pontus Rumları’na) yaklaşımından NİTELİK OLARAK farklı olmuştur. Osmanlı ve
Türk gericilerinin; küçümsenmeyecek bir
bölümü Ermeniler’e ve Süryaniler’e yapılan zulüm ve kıyımlara katılmış ve bunun
sonucunda zenginleşmiş olan Kürt bey,
şeyh ve ağalarına ve onların ardından sürüklenen bilinçsiz Kürt emekçilerine karşı
uygulamış olduğu zor, genel olarak daha
sınırlı ve kontrollü bir düzeyde kalmış,
onlara karşı güdülen “temel politika” gene
Beşikçi’nin anlatımıyla “asimilasyon” olmuştur.
Devam edelim. Kürt beylerinin ve onların
etkisi altındaki Kürt halkının bir bölümünün Ermeni (ve Süryani) jenosidinde yer
aldığını ve Ermeniler’e (ve Süryaniler’e) ait
zenginliklerin yağmalanmasından pay aldığını dile getirmekten özenle kaçınan Torî
ardından şunları söylemekle yetiniyor:
“Ermeniler’in sürgün ve kırımından sonra
Kürt feodalleri zenginleşti, fakir Kürt köylüsü ile aralarında büyük uçurumlar oluştu.
Fakat buna karşı, onlar bile savaş yıllarının
yıkımı içinde önemli zararlara uğradılar...
“İttihat ve Terakkiciler, I. Dünya Savaşı
boyunca yenilginin nedenlerini sürekli
olarak Türk-olmayan halklarda aradılar
ve gözü kara bir biçimde kırımlara varan uygulamalara giriştiler.” (aynı yerde,
s. 190) Torî burada da; “Türk-olmayan
halklar”ın hedef alındığını ileri sürmek
suretiyle Hristiyan halkları (Ermeniler’i,
Süryaniler’i, Pontus Rumları’nı) Kürtler’le
ve diğer Türk-olmayan Müslüman halklarla aynı sepete koyuyor ve her iki kategorideki halkların ya da birinci kategoridekilerle Kürtler’in aynı ya da benzer düzeyde
haksızlığa ve zulme uğradığını ileri sürüyor; o böylelikle tarihsel olguları çarpıtıyor
ve jenosidin esas hedefinin Hristiyan halklar olduğu gerçeğini gözlerden gizlemeye
çalışıyor.
Bu kervana Abdullah Öcalan’ın da katılmaması olanaksızdı. Nitekim o, 4 Şubat
2011 tarihli açıklamasında, ASIL SOYKIRIMIN Kürtler’e uygulandığını ileri sürebiliyordu:
“15 Şubat 1925 tarihi Cumhuriyet Türkiye’sinde Kürtlerin soykırım tarihinin başlangıcıdır. 1925’ten günümüze kadar tam
85 yıl geçmiş ve bu soykırım değişik biçimlerde de olsa hâlen devam ediyor. Yani 85
yıllık soykırım tarihi var. Kürtlerden önce
Ermeni soykırımı var ama Ermeni soykırımından çok daha ağırı Kürtlere uygulandı, uygulanıyor. Buna rağmen Kürtler hâlâ
ayakta, Kürtleri bitiremediler, varlıklarını
sürdürüyorlar. Günümüzde de bu soykırım
uygulamaları çeşitli biçimlerde devam ediyor. Kürt soykırımı sadece fizikî değildir,
kültüreldir, ekonomiktir, siyasîdir, dinîdir
vs. her türlü uygulanıyor. (“Diyarbakır
Mısır’a Dönerse Barış Gelir”, 4 Şubat 2011)
Bitirirken
Bu çalışmayı bitirirken Öcalan ve diğer
PKK yöneticilerinin yaklaşımının özünü
şöyle dile getirebileceğimi düşünüyorum:
Onlar, bir yandan Türk işbirlikçi burjuvazisine ve onun devletine karşı bir dizi
alanda savaşım verirken, bir yandan da
onları Türk-Kürt birliğinin ne derece “iyi”
ve “yararlı” olduğuna ve olacağına ikna etmek için âdeta sistemli bir çaba harcamaktadırlar. Öcalan’ın, 1991 gibi görece erken
bir tarihte Rafet Ballı’ya verdiği mülakatta, “Bu uçurumu kapatmak istiyoruz. Yeni
düzenlemeyle kastettiğimiz olay budur.
Devrimle ne kadar olur, reformla ne kadar
olur? İkisine de kapıyı açık bırakıyorum”
sözleri aslında, PKK’nın stratejik yaklaşımını çok iyi özetlemektedir. Öcalan benzer
açıklamaları bir çok kez yapmıştı. Örneğin
o, PKK Genel Sekreteri sıfatıyla 6 Aralık
1994’de Budapeşte’de toplanan Avrupa
Güvenlik ve İşbirliği Konferansı’nda biraraya gelen emperyalist ve gerici burjuva
devlet yöneticilerine yönelik olarak Özgür
Ülke’ye telefonla ilettiği açıklamasında
şunları söylemişti:
“Bizim Türkiye’den istediğimiz bir siyasî
diyaloga imkân hazırlamasıdır. Bizim,
söyledikleri gibi Türkiye’yi bölüp parçalamak gibi bir niyetimiz yok. Şunu da
çok açıkça söyledik: Bu koşullarda alın
götürün Kürdistan’ı deseler biz kabul edemeyiz. Çünkü bizim, Türkiye ile birlikteliğe ihtiyacımız vardır. Mevcut ekonomik,
sosyal ve siyasal nedenler, uzun bir süre
birlikte yol almamız gerektiğini, halklar
arası ilişkilerin demokratik temelde düzenlenmesinin her iki halkın çıkarlarına çok
uygun olduğunu açıkça ortaya koyuyor....
Zannediyorlar ki salt bir ayrılıkçı hareket
var. Tam tersine Türkiye’yi güçlendirme, demokrasiyi güçlendirme ve özellikle
halkı güçlendirme hareketi sözkonusudur.
Ortada eğer zarar görecek bir şey varsa bu
Türkiye’nin birliği ya da bütünlüğü değildir... Bizim amacımız, zorla da dayatsalar
ayrılığı geliştirmek değil, tam tersinedir.”
(Özgür Ülke, 6 Aralık 1994) Öcalan ve
PKK açısından bu savaşım âdeta, “tarihsel bir anomali”yi, “tarihsel bir çarpıklığı” düzeltme ve bu ilişkileri “normal” ya
da “olması gereken” hâline getirme, yani
gerici bir Türk-Kürt bağlaşması rotasına
oturtma çabası gibidir. Demek oluyor ki,
programı ve siyasal hedefleri gözönüne
alındığında PKK aslında hiç de radikal bir
örgüt DEĞİLDİR. PKK’nın yıllardır başvurduğu ya da başvurmak zorunda kaldığı savaşım aracının, yani gerilla savaşının
biçimsel radikalizmi, aslında bu örgütün
ve onun önderliğinin özsel reformizmini
ve uzlaşmacılığını, hatta teslimiyetçiliğini gözlerden saklamaya hizmet etmiştir ve
etmeye de devam etmektedir. Kuşkusuz
böylesi bir yanılsamanın oluşumunda PKK
yöneticilerinin -dozu giderek belirgin bir
biçimde azalmakla birlikte- kullandıkları
dil ve üslûbun radikalizminin yanısıra siyasal miyopluk ve kabızlıkla sakatlanmış
olan Türk gericilerinin azgın şovenizmi ve
bu örgütü, onun önderini hedef alan aptalca ve fanatik kara propaganda çabaları ve
diğer Kürt örgütlerini yasaklama, kuşatma
ve bastırma girişimleri de belli bir rol oynamıştır ve oynamaktadır.
Sözlerime 20 Eylül 2009 tarih ve “Türkiye’de Ermeni Devrimci Olmak” başlıklı
yazımda yer alan bir pasajı aktararak son
vereceğim:
“Kürt feodallerinin ve halkının önemli
bir bölümünün II. Abdülhamit döneminde
başlanan ve İttihat ve Terakki döneminde
tamamlanan, Anadolu’nun zor ve terör yoluyla Ermeni halkından ‘arındırılması’ ve
Türkleştirilmesi politikasına aktif olarak
destek vermiş olduğu yadsınamaz bir olgudur. Kürt ulusal hareketi, Kürt halkının
suçortağı edildiği bu kanlı uygulamanın
dürüst ve içtenlikli bir muhasebesini yapmadığı ve böylelikle kendisini Türk gericiliğine bağlamaya devam eden o lânetli
göbek bağını kesip atmadığı sürece asla
gerçek ve tutarlı bir ulusal kurtuluş hareketi olamayacaktır.”
DİPNOTLAR
(1) Kürt gerillalarını Türk gerici burjuva
devletine milis olarak hizmet edebileceğini
belirten Öcalan, MED TV’de yayınlanan
bir konuşmasında, Türk burjuva devletinin
yıkılmasından yana olmadığını ileri sürüyor ve Türk ordusunun, hem de “demokrasi adına” askerî darbe yapma ve ülkenin
siyasal yaşamına daha fazla müdahale
etme “hakkını” şu sözlerle savunuyordu:
“Yani Türkiye devletinin yıkılmasından
ziyade ki bize ısrarla söylendi, ‘siz bu
devleti yıkmak istiyorsunuz, sizin her hareketiniz devleti sallıyor, bilmem yıkıyor.’
Ben buna şöyle bir cevap verdim. Devleti
yıkmak değil, yeniden yapılandırmak...
kızılbaş - sayfa 47 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
“Bazıları müdahale anti-demokratiktir,
bilmem müdahale demokrasiyi zorluyor
diyor; tam tersi anti-demokratiktir. Yani
ordu eğer ciddi bir siyasi misyon içindeyse -ki öyledir- daha fazla müdahale
etmelidir. Hem de demokrasi adına.” (Ö.
Politika, 12 Nisan 1998, abç)
(2) Tabiî bu, mutlak bir sessizlik değil.
DTP Genel Başkanı Ahmet Türk, 30
Aralık 2008’de Midyat’ta Süryani Kültür
Derneği’ni ziyareti sırasında yaptığı
konuşmada,
“Tabiî ki sancılı süreci Ermeni kardeşlerimiz, Süryani kardeşlerimiz yaşadı. Kürt
kardeşlerimiz de bugün aynı ızdırabı çekiyor. Geçmişte Kürtleri diğer kardeşlerimize karşı kullanan bir mantığın olduğunu
da unutmadan tarihi çok iyi araştırmak
ve o tarihten dersler çıkarmak önemlidir.
Belki bu zenginliklerin katledilmesinde
bizim de Kürtlerin de parmağımız var.
Bugün bir Ermeni ve Süryani kardeşimizi
gördüğümüzde onlara bakarken de utanç
duyuyoruz. Bunu da çok açık söylemek
istiyorum” demişti.
DTP Diyarbakır Milletvekili Akın Birdal
da, bu tarihten birkaç gün önce şöyle
demişti:
“Böyle sabıkalı bir tarihi olan devletin sadece Ermenilerden değil, komünistlerden,
Rumlardan, Süryanilerden, Yezidîlerden,
Kürtlerden, Alevîlerden, Araplardan, sosyalistlerden de özür dilemesi gerekir.”
(3) Başbakan Erdoğan 29 Mayıs 2012’de
yaptığı bir konuşmada şöyle demişti:
“Türkiye, artık CHP dönemlerinde olduğu
gibi, ne askerin sivilin kulağını çektiği,
ne de sivilin askerin ensesine vurduğu
bir ülke değildir. Ne BDP’li kalleşlerin,
PKK’lı kalleşlerin benim subayımı gelip
arkadan şehit ettiği bir devlet değildir.
Türkiye bir hukuk devletidir.”
(4) Türkiye devrimci hareketinin PKK
yöneticilerinin kendilerini, hakarete varan
sözlerle “eleştirmesi” karşısında olduğu
gibi, ona en bayağı türünden bir reformizmi önermesi karşısında da sessiz kalmayı
seçtiği biliniyor. Örneğin Öcalan’ın,
Ağustos 1996’da yaptığı bir konuşmada
TÜRKİYE’NİN SORUNLARININ DA “barışçı” yoldan çözümünü savunması herhangi bir biçimde eleştirilmemişti. Öcalan
bu konuşmasında aynen şöyle demişti:
“Başta ulusal sorun olmak üzere
Türkiye’nin bir çok ekonomik, demokratik,
sosyal, kültürel sorunlarına barışçıl, siyasal çözümü öngörme istemimizi her zaman
dile getirmemize rağmen, özel savaşın
daha da geliştirilmiş biçimleriyle üzerimize gelinmesi... durumu sözkonusudur.”
(Serxwebun, Sayı: 176, Ağustos 1996, s.
12) Öcalan’ın, eleştiriye tabi tutulmayan
ve tutulmayacak olan bir başka antiMarksist katkısı da onun devlete ilişkin
YENİ tanımı. O, 23 Haziran 2006 tarih ve
“4. İttifak Önerisi” başlıklı açıklamasında
şöyle demişti:
“Devletin de yeniden küresel anlamda
tanımlanmaya ihtiyacı var. Benim devlet
tanımım şudur; devlet siyasî tecrübenin ve
uzmanlığın en üst düzeydeki organizasyonudur. Benim devlet tanımım ne etnik, ne
de dinîdir. Başka referanslara yer yoktur,
modern devlet tanımıdır.”
(5) Barış sadece silâhların susması ve
silâhlı çatışmanın sona ermesi değildir.
Barış, savaşa ya da silâhlı çatışmaya yol
açan nedenlerin ortadan kaldırılması,
savaşa ya da silâhlı çatışmaya yol açan
çelişmelerin çözülmesidir aynı zamanda.
Ancak bugün Türkiye Kürdistanı’nda
silâhların susması ve yarım-yamalak ve
güdük de olsa bir barışın sağlanması da
ileriye doğru atılmış bir adım olacaktır. Çünkü bu, daha fazla Kürt ve Türk
gencinin ölmesini ve Kürt ve Türk halkları
arasındaki mesafenin daha fazla açılmasını kısmen de olsa engelleyecektir. Böylesi
bir “barış”, Ortadoğu’da savaş alevinin
başka ülkeleri de sarmasından yana olan
ve bu amaçla bir Kürt-Türk çatışmasını
kışkırtmaya çalışan güçlerin (ABD ve
İsrail) uğursuz ve provokatif eylemlerinin
önüne küçük de olsa bir set çekecektir.
Dolayısıyla, Türk gericiliğini yarım-yamalak ve güdük de olsa bir barışa zorlamak
için uğraş vermek doğru ve gereklidir.
Tabiî bunun Kürt ulusunun tüm haklarını teslim eden bir barış olmadığını bir
an bile unutmamak ve Türk gericiliğinin
doğası ve amaçlarına ilişkin yanılsamalara kapılmamak kaydıyla. Demek oluyor
ki, savaşın politikanın bir uzantısı, bir
devamı olduğu saptaması, barış için de
geçerlidir. Barış vardır ve “barış” vardır.
(Bu konuyu, 12-13 Kasım 2010 ve “Savaş
ve Barış Üzerine” başlıklı yazımda daha
geniş bir biçimde ele almış bulunuyorum.)
(6) PKK, 11 Eylül saldırılarından hemen
sonra, daha bu eylemin nasıl, kimler tarafından gerçekleştirildiği belli olmamış,
bu eylemde ABD devleti ve istihbarat
servislerinin parmağı ya da göz yumması
olup olmadığı bile açığa çıkmamışken
Washington’daki azgın barış demokrasi,
özgürlük ve adalet düşmanlarından barış,
demokrasi, özgürlük, eşitlik ve adalet
beklediğini dile getiren sefil bir açıklama
yaptı. Burada aynen şöyle deniyordu:
“PKK, ABD’de meydana gelen ve onbinlerce sivilin hedef olduğu saldırıları
kınadığını açıkladı. PKK, ayrıca sözkonusu trajik saldırı vesilesiyle herkese,
soğukkanlı ve sağduyulu olma, basit
çıkarlardan uzak durarak olayı doğru ve
gerçekçi değerlendirme ve bu doğrultuda
dünyayı barış, demokrasi, özgürlük, eşitlik
ve adalet dünyası hâline getirmek için
elbirliğiyle çalışma çağrısında bulundu.”
(Özgür Politika, 13 Eylül 2001)
(7) Öcalan ve PKK’nın, emperyalist burjuvaziye ilişkin hayallerinin kökeni eskiye
dayanır. Örneğin Öcalan, Serxwebun’un
Kasım 1991’de yayımlanan 119. sayısında
NATO hakkında şu övücü sözleri söylüyordu:
“Her şeyden önce, Sovyetler Birliği’nde,
Yugoslavya’da ve hatta dünyanın bir çok
alanında küçük halkların bağımsızlık
mücadeleleri tırmanmaktadır. Bir kere
Türkiye’nin şu ‘üniter devlet’ politikasını
eskisi kadar ABD de içinde olmak üzere
uluslararası ortama dayatması mümkün
değildir. Varşova Paktı dağıldı. NATO
sözde siyasal sorunların ve daha çok da
insan hakları sorununun, hatta bağımsız-
lık isteyen halkların istemlerinin çözümlenmeye çalışıldığı siyasal bir kuruma
dönüşüyor. NATO bugün kendi gündemine
Sovyetler Birliği’ni, Yugoslavya’yı ve
Çekoslovakya’yı alıyor, yarın Türkiye’yi
gündemine alacaktır. Türkiye’den ‘üniter
devlet’ anlayışını terketmesini ve federasyondan bağımsızlığa kadar kendisini açık
tutmasını isteyecektir. O çok güvendiği
NATO’nun yarın ya da öbür gün TC’ye
bunu dayatması fazla şaşırtıcı olmamalıdır. NATO anayasası sözde de olsa
başından beri bunu savunuyor.” Öcalan,
13 Ekim 1995’de ABD Devlet Başkanı
Bill Clinton’a bir mektup göndermiş ve
emperyalist burjuvazinin şefine şu sözlerle
“özeleştiri” vermişti:
“Sizlerin de yüksek bilgileri dahilinde olduğu gibi her geçen gün daha da
şiddetlenen Kürt sorunu demokratik bir
çözüm için kendini dayatmaktadır. Yakın
tarihimizde Anadolu’da Ermeni ve Rum
halklarının maruz kaldığı büyük katliamlar günümüzde farklı biçim ve araçlarla
da olsa Kürt halkına karşı sergilenmektedir...
“Mevcut durumda da Partimiz koşulsuz barışçıl bir çözümü bütün bunlara
rağmen kabul etmektedir... Şunu bir kez
daha taahhüt ederim ki Partimiz ideolojik
anlamda klâsik komünist partilerden farklı
olduğu gibi, Türkiye’nin mevcut sınırlarını
değiştirme ve mutlaka ayrılma gibi ısrarlı
bir çabamızın olmadığını belirtmek istiyorum. Ayrıca her türlü terör faaliyetini de
reddediyoruz. Hem Kürt ve Türk halklarının içinde bulunduğu bu acı duruma son
vermek ve hem de bölge barışı ve istikrarı
için Parti olarak barışçıl bir çözüme
hazır olduğumuzu iletmek istiyorum.
Bu temelde Kürt sorununda ABD gibi
federal bir yönetim anlayışı bizim için de
kabul edilir. Şiddeti içermeyen yöntemleri
destekleyeceğiniz ve Türk tarafını ikna
edici ağırlığınızı koyacağınız inancındayım. Desteğinizin bir halkın katliamını
durdurmak, kültürel kimliğini korumak,
demokratik ve siyasî haklarını kazanmak
için gayet önemli olduğuna içtenlikle
inanmaktayım.”
(8) Ama aynı Öcalan, kendisinin bir parçası olduğu bu lânetli geleneği şu sözlerle
eleştirmekten de geri kalmamaktadır:
“Ortaçağdan günümüze kadar oluşturulan
ve hep etkili kılınan Kürt feodalitesini çözümlemek, olup biteni anlamak açısından
büyük önem taşımaktadır. Genel karakteri
kadar özgün yönleri, oluşum ve sürdürülme yöntemleri, kimlere nasıl çıkar sağladığı, halktan neler götürdüğü, zihniyet ve
ruhsal yaşamı ne tür etkilediği, iradeyi
ve ahlâkı nasıl alçattığı, halkın tarihsel
kimliği ve kültüründe hangi tahribatlar ve
aşınmalara yol açtığı, yabancılaşmayı ne
kadar derinleştirdiği, ekonomik, sosyal
ve siyasal olarak da daha ileri ve zengin
olanakları nasıl engellediği tüm yönleriyle
çözümlendikçe, büyük bir aydınlanma sağlanmış olacaktır. Dolayısıyla doğru ve ileriye yönelik bir politikleşme ve demokratik
biçimlenmenin yolu açılacaktır. Bu görevin bir türlü yerine getirilmediğini önemle
belirtmek gerekir. Kürt üst tabakası
kızılbaş - sayfa 48 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
politik zeminini hiçbir zaman tartışmamış
ve özeleştiriye açmamıştır. Bunun altında
bin yıllarca sürmüş lânetli bir çıkarlar
dünyasının gizli olduğunu, bunun açığa
çıkmasının büyük bir ihanet ve suçlamaya
konu teşkil edeceğini çok iyi bildiğinden;
kim kendi çıkarlarına uygunsa, hiçbir
insanî ilkeye bağlılığı göz önüne getirmeden, gerektiğinde en faşist, en karanlık
ve yok edici güçlerle ittifak etmeyi, halkı
karanlıkta bırakmayı ve ilerici oluşum ve
gelişmeleri yok etmeyi, gözünü kırpmadan
bunun gereklerini yerine getirmeyi en uygun politika bellemekte; uğursuz ve lânetli
tarihi sürdürmekten asla vazgeçmemektedir.” (Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa, Cilt II, Köln, Mezopotamya
Yayınları, 2001, s. 84)
(9) “Nesturîlere yönelik ilk işgal ve katliam 1843 yılının Haziran ayında meydana
geldi. Tiyari ve Diz sülâleleri asıl hedef
olsalar da, başka çok sayıda Nesturî
topluluğu da bu kaderden kurtulamadı.
Bedirhan Bey komutasındaki işgal kuvvetleri, Hakkari bölgesinin idaresinden
sorumlu Erzurum eyaleti valisinden de
destek almış görünürler... Nesturîlerin
verdiği korkunç kayıpların detayına inmek
ve ülkelerinde yaşanan yıkımı tasvir etmek
gereksiz...
“Nesturî ülkesinin ikinci işgali 1846
yılına rast geldi. Başlıca hedef, ilk işgal
sırasında işgalci kuvvetlerle işbirliği
yapan Tkhuma’lardı. Bu defa, ilk işgalde
dokunulmayan Aşita’ya saldırıldı ve halk
kılıçtan geçirildi. Birinci işgalde olduğu
gibi, çok geniş boyutlarda tahribat ve
kıyım rapor edildi.” (Kürt Milliyetçiliğinin
Tarihi, İstanbul, İletişim Yayınları, 1999,
s. 138-39)
(10) “Gerçekten de öyle görülüyor ki,
(Cibran’lı- G. A.) Halit Bey, bu harekâtlar
sırasında Ermeniler’in temizlenmesinin
Kürtler’in Türk milliyetçiliğiyle karşı
karşıya kalması demek olacağını farketmiştir... Bu konuda van Bruinnessen şu
hadiseyi aktarmaktadır: ‘Ermeniler karşısında nihai zafere ulaşıldığı günde (tarih
belirtilmiyor) herkes kutlamalar yaparken
Halit Bey hayli üzgün olarak çadırında
oturuyordu. Mehdi (Şeyh Said’in kardeşi)
yanına oturup, Halid’e yüzünün niçin asık
olduğunu sordu. Biraz üsteledikten sonra
Halid Mehdi’ye ‘bugün, bir gün bizim
gırtlaklarımızı kesecek olan kılıcı biledik!’
dedi. Bu düşünce zihnini işgal etmiş ve
onu rahat bırakmamaktaydı.” (Aktaran
Robert Olson, Kürt Milliyetçiliğinin
Kaynakları ve Şeyh Said İsyanı, Ankara,
Öz-Ge Yayınları, 1992, s. 52)
(11) Tam da burada tutarlı demokratizm
ve enternasyonalizmin, Türkiye’nin savaştan yenik çıkmasının ardından Ermeni
milliyetçilerinin Kürt ve Türk halkına
karşı girişmiş oldukları misilleme amaçlı
vahşî eylemleri ve cinayetleri de kınamayı
gerektirdiğini anımsatmak isterim.
Kürt Ulusal Hareketi ve Geçmişle
Yüzleşmenin Dayanılmaz Ağırlığı
Garbis Altınoğlu, 11-21 Temmuz 2012
(Düzeltilmiş ve genişletilmiş versiyon,
26 Temmuz 2012)
Halkımıza ve Dünya Kamuoyuna
Bölgemizde önemli gelişmelerin olduğu bir dönemde, özellikle Suriye’de iç
savaşa doğru ilerlemenin karşısında
Süryani Asuri Keldani halkının mensupları olarak görüşlerimizi açıklamayı görev biliyoruz.
Halkımızın varlığını red eden hiçbir
diktatörlüğü desteklememiz düşünülemez . Baas partisinin şovenist politikaları daha evvel Irak’ta olduğu gibi
halkımızı en meşru haklarından mahrum etti.
Ancak Suriye’deki Baas diktatörlüğüne karşı ilk başlarda demokratik olarak başlayan muhalefet zamanla büyük
ölçüde dış destekle İslamcı bir eğilime
dönüştü. Demokrasinin D sinin olmadığı Katar ve Suudi rejimleri ve halkımızın varlığını inkar eden Türkiye, silah ve maddi destek, dezenformasyon
propaganda ile demokratik değil fakat
İslami bir diktatörlük kurma peşindedirler. El Kaide, Selefist, Müslüman
Kardeşler gibi çeşitli faşist, totaliter,
gerici, dini hoşgörüden uzak görüşlerin hakimiyeti halkımızın ölümü demektir.
Süryani Asuri Keldani halkımızın arasındaki görüş farklılıklarına rağmen
birleşik ve bağımsız bir güç oluşturmasını doğru ve gerekli buluyoruz.
İslamcı, El kaideci, Selefist, Müslüman
Kardeşlerden oluşturulacak bir iktidar
Suriye’de halkımıza ve Ortadoğu’daki
tüm Hıristiyanlara bir felaket olacaktır. Halkımız, uzun ve trajik tarihinde
“Allahü ekber ve Muhammed Salavat”
nidaları ile defalarca katliamlara ve
soykırımlara uğramış -en sonuncu ve
büyük soykırım “1915 Seyfo” hatırımızdadır.
Bu yüzden halkımızın birliğini oluşturup bölgedeki tüm Hıristiyanlarla da
daha geniş bir birlik kurarak gelecek
felaketlere hazır olmalıyız.
Bu birliğin kurulması için politik parti
ve örgütlerimizin gerekli inisiyatifi almaları tarihi bir görevdir.
Bu çerçevede:
• Ortadoğunun en eski ve Hristiyan
bir halkı olarak bu tür endişe verici
felaketleri daha önce de defalarca
yaşamış olduğumuz için, İdlip, Homs
ve Deyrizor’da “Allahü ekber” ve
“Cihat’a çağrı” “Kafirlere ölüm” gibi
sloganlar ile gelen felakete destek
olmamız mümkün değildir.
• Özellikle Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkelerin çabaları
sonucu medya organlarını kullanarak
yapılan tek taraflı dezinformasyon neticesinde dünya kamuoyunda radikal
İslamcı ve gerici cepheyi demokrat
gösteren propagandaya karşı sesimizi
duyurmak istiyoruz.
• Dışarıdan bölgeyi kana bulamak isteyen politikaları, silahlı işgal, tampon
bölge ve benzeri girişimleri reddediyoruz.
• Kardeş kanının akışını durdurmak ve bölgede korkunç bir savaşın
yayılmasını önlemek için Annan planı
çerçevesinde barışçı bir çözümü destekliyoruz.
• Suriye’de demokratik, laik, çoğulcu,
sivil ve halkımızın meşru haklarına
saygılı bir yönetiminden yanayız.
• İbrahim Seven, Politikaci, Almanya
• Adnan C hallma Külhan, Analizci,
Hollanda
• Abdulmesih BarAbraham, Yüksek
mühendis, Almanya
• Denho Özmen, Egitim Danismani,
İsvec
• Shabo Boyaci, Aktvist, İstanbul
• Kuryo Maytab, Avukat, Almanya
• Soner Önder, Amsterdam Üniversi
tesi doktora adayi ,Hollanda
• Abut Can, Bilimsel danisman
Almanya
• Circis Simsek, Girisimci, Almanya
• Kenan Araz, Sosyolog, Almanya
• Hanna Can Kerkinni, Mühendis,
ABD
• Acan Nahroyo, Aktivist, Almanya
• Michael Abdalla, Profesör, Polonya
• Ankido Bakhdi, TV Programcisi,
Hollanda
• Yusuf Bahdi, Hukukcu, Hollanda
• Suat Arslanlar, girisimci, Hollanda
• Robert Rhawi, Girisimci, Hollanda
• Adnan Can Kerkinni, Egitim
Danismani, İsvec
• Emanuel Poli, Ekonom, İsvec
• Musa Yoken, Girisimci , Almanya
• Nahro Beth-Kinne, Prodüktör,
Belcika
• Nail Akçay, Aktivist, İsvec
• Simon Oğuz, Aktivist, Almanya
• Naim Haydo, Aktivist, İsvicre
• Habib Rimmo, Aktivist, İsvicre
• Ferit Altinsu, Mühendis Türkiye,
• Yusuf Güney, Psikolog, Avusturya
kızılbaş - sayfa 49 - sayı 17 - ağustost 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Pontos’taki Düzmece
İstiklal Mahkemeleri ve Yargılamaları
Sait Çetinoğlu
İstiklal Mahkemelerinin arşivleri halen açılmamıştır. Bu nedenle bu “mahkemeler” hakkında bilgimiz neredeyse
yok gibidir. Ancak bazı hatıratlarda;
Ahmet Emin Yalman, Zekeriya Sertel,
Hüseyin Cahit Yalçın… gibi bu mahkemelerden geçen kişilerin yazdıkları
kadar ve her dönemin iktidar borazanı
basının sanıkları suçlayıcı seri yazılarının satır aralarını okuyarak bilgi
edinebiliyoruz. “Mahkeme” hakkında
yazılanlar da bu “infaz kurumlarını”
meşrulaştırmaya yönelik yayınlar olduğundan herhangi bir objektif karakteri de yoktur. Bu gerçekliği İstiklal
Mahkemeleri ile ilgili araştırmamda
açıklığıyla gördüm.(1)
Bu yazı, bu “mahkeme” adı altındaki
özel infaz kurumlarının Batı Pontos
bölgesindeki faaliyetlerine odaklanılmıştır. Türkçede Pontos ile ilgili yazılar sınırlı ve taraflıdır. Birkaç yazı
dışında resmi ideolojinin özünsenmesini istediği yönde ve resmi ideolojinin
propaganda bröşüründen farklı özellik
taşımazlar. Bütünü, Mustafa Kemal’in
1927’de Nutuk’ta anlattıklarından başlayarak günümüze kadar gelen Türk
resmî tezi esas olarak 1922’de Matbuat
ve İstihbarat Matbaası tarafından basılmışPontus Meselesi adlı propaganda
kitabındaki tezlerin tekrarlanmasından ibarettir.(2) 1915 Soykırımında
önemli rolü olan Ebulhindili Cafer’in
oğlu Gn. Atıf Erçıkan’ın önsözüyle
Genel Kurmay’ca yayınlanan kitapta
(3) “Pontus Krallığı hiçbir zaman bağımsız olamamış, sırası ile Selçuklulara ve Moğollara vergi ödeyerek, daha
sonra Türkmen beylerine kız vermek
suretiyle varlığını devam etmeye çalışmıştı” gibi gayri ciddi bilgilerle başlamaktadır.
Başlangıçta her Osmanlı unsuru gibi
Pontos’lular da Meşrutiyete oldukça
önem atfetmişler ve şu anda Samsun
Arkeoloji müzesinde bulunan, Meşrutiyete olan umutlarını, Osmanlılık idealine ve anayasaya bağlılıklarını ifade eden anıtı Anayasa Meydanı adını
verdikleri yere dikmişlerdir-bu yerin
neresi olduğunu tesbit edemedim. Ba-
Pontos’ta 1.Savaş sırasında uygulanan
baskı, sürgün ve katliamlar savaş sonrasındaki mütarekede de yaygındır.
Mütareke Pontoslular açısından bir değişiklik getirmemiştir. Sıkıntılar savaş
sonrasında da devam eder. Bölgede Topal Osman çetesi tarafından uygulanan
sistemli bir şiddet sözkonusudur.(6)
Osman Ağa, daha sonra bölgeye 46.
Alay komutanı olarak daha donanımlı
gelecek. Sonrasında Muhafız Alay komutanlığına kadar yükselecektir.
ğımsızlık fikri meşrutiyete olan umutların tükenişi ve Türkleştirmenin dolu
dizgin yol alıp Soykırımların başlamasıyla birlikte filizlenmiştir. Temmuz
1908’de dikilen ve Anayasaya saygıyı
ifaden Anıt’ın kaidesinde şu ifadelere
yer verilmiştir:
SULTAN ABDÜL HAMİT II HAN
GÜNLERİNDE ANAYASANIN İLANI HATIRASINA 1908 TEMMUZ.
Araştırmacı Vlasis Ağcidis, olayları ve
dönüşümü kısaca şöyle özetler: “O devirde olanların sebebi, Selanik’te 1911
yılında İttihat ve Terakki Cemiyetinin Selanik kongresinde Anadolu’nun
homojelendirilemesi için tasarlanan,
İmparatorluğun Hristiyan halklarının fiziksel varlıklarının yok edilmesi
veya asimile edilmesi programı idi
(4). O zamana kadar Anadolulu Rumlar Osmanlı reformlarını desteklemiş
ve İmparatorluğun bütün halklarının
ortak Osmanlı düşüne destek vermişlerdi. Demokratik olan bu düş, yurttaşların insan haklarını merkezine
alarak, halklara karşı olan dinsel ve
etnik ayrım baskılarına son veriyordu. Fakat Tanzimat ile başlayan bu
düş, bir Osmanlı perestroykası olarak,
milliyetçilik tarafından dışlanarak çok
kültürlü ve etnik yapılı Osmanlı toplumunun mahvı kararlaştırıldığı zaman
söndü. Celal Bayar’ın yazdığı “Ben
de yazdım. Milli mücadeleye giriş»
adlı kitabında söylediği gibi Jön Türkler Osmanlı İmparatorluğu Rumlarını
Eşref Kuşçubaşı’na atıfen ‘vücuttaki
tümörler’ veya ‘dahili tümörler’olarak
görüyorladı.”(5)
1919 Paris Barış konferansına sunulan
bir deklarasyonda Pontos bölgesindeki
sıkıntılar şu sözlerle ifade edilmiştir:
“Mütarekeden beri, Osmanlı Hükümetinin garantisine rağmen, Karadeniz
kıyılarında zulüm ve kışkırtmalar devam etmektedir. İslâm halk silahlandırılıyor, Hıristiyanlar ise, silahsızdır.
Mütarekeden sonra, yalnız kıyı kasabalarında güvenirlik iade edilmiştir.
Cinayetlerinin cezasız kaldığını gören Türkler, yeniden soygunculuk ve
öldürmelere başlamışlardır. Böylece
güvensizlik kıyı şehirlerine de sıçramıştır. Her tarafta Türk millî çeteleri
kuruluyor. Harpten Önce ve harp içerisinde Türkiye’den kaçan Rumlar, bu
yüzden eski yurtlarına dönemediler,
tekrar Rusya’ya gitmeğe başladılar.
Bolşevik ihtilâlini ve onun idaresini
Türk kırımına yeğ tutmuşlardır, yardımınızı bekliyoruz”.(7)
Mustafa Kemal 24 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisinde söylediği uzun
nutkunda Pontos sorununa değinerek,
“Rumların egemenlisini, İslâm unsurunun köleliğini gözeten, Atina ve İstanbul’daki ko-mitelei tarafından idare
edilen Pontus devleti teşkili fikri, Karadeniz kıyılariyle, kısmen Amasya
ve Tokat’n kuzey ilçelerinde yaşayıp
Osmanlı Rumlarının hayalhanelerini
çılgınca bürüdüğünü” belirttikten sonra, “Anadolu’nun ortasındaki güvenlik
sorununu çözmeye memur kuvvetlerin
büyücek bir komuta altında birleştirilmesi” gerektiğine işaret ederek Sakallı Nurettin Komutanlığında Merkez
Ordusu’nun oluşturulması karalaştırılır. Giresun’da kurulan ve fahrî komu-
kızılbaş - sayfa 50 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
tanlığına Osman Ağa’nın (Topal) (8)
atandığı 47 nci Piyade Alayı da sonradan Merkez Ordusu kuruluşuna alınır.
Bu Alay 16 Nisan 1921’de Ümit vapuru
ile Samsun’a intikal etmiş ve orada 15
nci Tümen deposundan yeniden silahlandırılmıştı. Alay ile birlikte dört toplu bir batarya da Samsun’a getirilir.
Bağımsız bir Pontos(9) fikri olmakla
birlikte Batı Pontos bölgesindeki direnişler öz savunma organizasyonlarıdırlar. Savaş sonrasında bölgeleye
dönebilen köylülerin güvenliklerinin
korunmasına yönelik olarak bir ayaya
gelmişlerdir. Baskı yükselip sistematik
hale geldiğinde bu gruplarda da organize olup bir komuta altında birleşip
karşı koymaya çalışacaklardır.(10)
Merkez Ordusu kumandanı Sakallı
Nurettin derhal icraatlarına başlar: “İstanbullu ve İzmirli papazlar, halkı düşünce bakımından zehirlediklerinden
bunların sınır dışına çıkarılmaları için,
9 şubat 1921 tarihinde Bakanlar Kurulu Kararnamesi çıkarılır. Samsun Metropolit Vekili Eftimos, Başrahip Platon
Metnoz da bu arada İstiklâl Mahkemesine sevk edildiler.3 Şubat 1921 tarihinde Merkez Ordusu Komutanlığı ve
İstiklâl Mahkemesince alınan ortak
bir kararla, Pontuscukla ilgilenenlerin
tutuklanarak haklarında kovuşturma
yapılmasına geçildi. Bu arada Merzifon’daki Amerikan Koleji askerî makamlarca basıldı, Amerikan eğitim
kurulu memleketten çıkarıldı.”(11) Bu
tedbir Hariciye vekili Ahmet Muhtar
tarafından İstanbul’da Amerikan Temsilcisi Amiral Bristol’a bildirilir.(12)
Doğaldır ki Bristol’dan ses çıkmaz.
Canik Sancağı Mutasarrıfı Sezai’nin
31 Mart 1921 tarihindeki İçişleri Bakanlığı Yüce Makamına ibareli 287
sayılı Gizli yazısında bu tutuklamalara ilişkin bilgi verilir:
30 Mart 1921 tarih ve - numaralı şifreye ektir. Soruşturma evraktan ile
19.2.1921 tarihli ve 206 numaralı
ben acizlerinin yazısı ile Amasya’da
İstiklâl Mahkemesine sevk edilmiş
olan Rum öğretmenlerinden Pandeli
ve Elomis, Kozme, reji memurlarından
Çolak Yakof, metrepolithane katibi
Kosti, Terzibaşı oğlu Kostantin, tahsildar Arslanoğlu İstavri, Yanko oğlu
Dimitri adlı şahısların idare ettikleri
Kadıköy Rum Gençleri İdman Klübü
unvanlı derneğin … bugün Amasya’da
tutuklu bulunan adıgeçenler haklarında ona göre soruşturmanın genişletilmesi ve derinleştirilmesi ve metrepolit
vekili Eftimos’tan da açıklama istenilmesi hususunun gerekli görülenlere
emir edilip bildirilmesi Merkez Ordusu Kumandanlığına yazı ile bildirilmiş
olmakla bilgi olarak arz olunur.(13)
Polis müdürü Tevfik Hadi [Baysal] tarafından Canik mutasarrıflığına gönderilen 22.11.1921 tarhli yazısından
dava dosyasının Polis tarafından hazırlandığı anlaşılmaktadır: … Samsun’un
Kadıköy’ünde Papas oğlu Todor’un
evinde silah gizlendiği haber alınmakla usulen yapılan aramada evrak
arasında Pontus mühür ve arması mevcut ve elde edilen bir para makbuzunun incelenmesinde Ateşkesten sonra
Rum okulu öğretmenlerinden Pandeli
Valolis’in başkanlığında Çolak oğlu
Yakof, metrepolithane kâtibi Şeref oğlu
Kostt, Kaba İkolonos, Murat oğlu Kaya
Adakoydis, İkonomidis, Mum Boyacı
oğlu, Sllvos oğlu Yuvani, Berber oğlu
Dimitri, Yorgoda Kostitos, Kompomidi Hambo, Yuri Katros, Kosti Royanaki Lefteryadi’nin üye sıfatıyla katıldıkları 217 kişilik, görünüşte jimnastik,
çalgı, tiyatro ve sosyal şubelerden oluşan Rum Gençleri İdman Klübü unvanıyla izin almaksızın kendiliklerinden
bir dernek kurulması ve birçok paralar
topladıkları ve makbuzunun Rumlardan toplanılan para makbuzu olduğu
…Samsun Rum göçmenler komisyonundan İstanbul’da Patrikhanede Rum
göçmen komisyonuna para toplanmasına dair yazılıp sansürce alıkonulan
mektupta yazılı olanlar metrepolithanede arama ve soruşturma yapıldığı
takdirde Pontus cemiyeti teşkilâtına ait
evrakın elde edileceği inancım güçlen-
dirmekle durum arz olunduğunda İçişleri Bakanlığının 1 Şubat 1921 tarih ve
1146-424 numaralı şifre telgrafnamesinde Rum göçmen komisyonunu teşkil eden şahısların tutuklanması arama
ve soruşturma yaparak ve evrak ve
belgeleriyle İstiklâl Malikanesine gönderilmeleri emir edilip bildirilmekle
metrepolithanede arama yapılmıştı.
Metrepolithanenin aranmasında elde
edilip 24 parça zarf içerisinde olduğu
halde İstiklâl Mahkemesine gönderilen
ilişik listede yazılı olan diğer evrak ve
belgeler ile 3 takım soruşturma evrakı
17.5.1921 tarih ve 524 numaralı yazı ile
arz olunduğunda Pontus teşkilâtının
Samsun merkezi başkanları ve diğer
faal üyeleri ile birlikte Amasya’ya gönderilmiş ve Pontus teşkilâtının Samsun
şehir merkezi ile buna bağlı olan yerlerden daha sonra Amasya tarafından
getirtilen deliller ve diğer kişiler ile
yargılanmaları yapıldığı ve kanunî gereklerinin yerine getirildiği, asılları diğer teferruatıyla İstiklâl Mahkemesine
sevk edilen tüzüklerinin bir sureti ile
Samsun Pontus Merkezi adına alınan
ve Samsun merkezinden sarf edilen paraların elde edilen miktarı hakkındaki
kayıt ve bilgilerin ve yazışmalarından
birisinin birer suretinin ilişik olarak
takdim kılındığı arz olunur efendim.
(14)
Pontos’ta Merkez Ordusu ve yedeği
Topal Osman tarafından askeri operasyonlar sürerken tuklananlarda teşkil
edilen “Mahkeme” önündedirler. “Bir
taraftan askerî hareketler yürütülmekle beraber diğer taraftan da Pontus
teşkilâtını meydana getirmiş ve bunca
mezalim ve facialara sebebiyet vermiş
olan şahıslar hakkmda kanunî kovuşturmaya girişilmiş ve yakalananlarAmasya’da Büyük Millet Meclisi
seçilmiş üyelerinden oluşan Samsun
Bölgesi İstiklâl Mahkemesine gönderilmiş ve emanet olun-muşlardır.
1921 yılı Ağustosunda işe başlayan
adıgeçen mahkeme değişik tarihlerde
Merzifon, Samsun, Trabzon, Giresun,
Ünye, Ordu ve diğer yerler Pontuscularına ait yargılamalar ile uğraşarak
zanlılar hakkında hak ve adaletin gereklerini yerine getirmişlerdir. İstiklâl
Mahkemesinin Pontuscular hakkında vermiş olduğu kararlardan bir takımının gerektirici sebepler kısmını
aşağıda bilginize sunuyoruz.”(15) Denilerek suçlamalardan örnekler verilmiştir. Ancak açıklanan resmi belge-
kızılbaş - sayfa 51 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
lerde verilen cezalara ilişkin bir bilgi
bulunmamaktadır. Bu mahkemelerde
Hıristiyanların yanında verilen emirlere uymayan Müslümanların da idam
edildiklerini verilen kararlardan anlıyoruz.
Önderler tutuklanıp yargılanmaya başlamasının ardından Merkez Ordusu
Komutanı Sakallı Nurettin tarafından
19.6.1921 tarih ve 2245 numaralı emriyle sürgün uygulaması başlar. Pontos halkı ikinci kez ölüm yürüyüşüne
çıkarılır:Sahil sancaklarından iç kısımlara gönderilmekte bulunan ve eli
silah tutan Rumlar Erganimadeni, Malatya, Maraş sancaklarına, Sivas’tan
Gürün ve Darende kazalarına taşınacak ve yerleştirileceklerdir. Hangi
kafilelerin nerelere gönderileceklerini
ayrı ayrı tebliğ edeceğim.(16) Eli silah tutanlardan maksat 15-50 yaş arası
erken nüfustur. Sürgünleridaha detaylı başka bir yazıya bırakarak burada
sadece kararnameyi belirtmekle yetiniyoruz.
Bir kısmı da Amele Taburlarına yollanacaklardır. Sakallı Nurettin 12.1.1921
gün ve 2082 sayılı emirleri ile Amele
Taburları ile ilgili sert tedbirler yürülüğe konur: İşçi taburuna gidecek
olanlardan Ordu sancağından gelecek olanlar Şarkikarahisar’da Samsun sancağından gönderilecek olanlar
Amasyada toplanacaklardır… Gerek
işçi taburlarına ve gerekse yerleşmek
için güney sancaklarına gönderilecek
fertlerin ve kişilerin gönderilme ve taşınmaları en büyük sürat ve faaliyetle
yürütülüp uygulanacak Samsun Kalem
Başkanı ile Samsun ve Ordu Mutasar-
rıflıkları sabah ve akşam raporlarıyla
icraatın sonucunu Orduya bildireceklerdir. İşin taşıdığı olağanüstü önemi
takdir etmeyerek gece, gündüz çalışmayan ve gevşeklik gösteren kaza ve
askerlik şubesi memurlarının cezalandırılacaklarını bildiririm…
numara uygulamanın büyüklüğü ve
yaygınlığı hakkında bir fikir oluşturmakta olduğunu düşünüyorum . Lazaros K. Aşıkoğlu’nun Kilaman(20)
adlı öz yaşam öyküsü de sürgünler ile
amele taburlarında geçen günleri n bir
başka anlatımıdır.
Gönderilecek olan Hristiyanlardan
gönderildikleri yerden başka bir yere
firar edenler ile onları kabul edip koruyacak ve saklayacak olanların uzak
ülkelere kadar gönderilmelerine zorunluluk duyulacağı ve haklarında
başkaca yasal soruşturma yapılacağı
Ca-nik, Ordu, Amasya, Şarkikarahisar, Tokat sancakları içerisinde gerekli
olanlara ve özellikle Hristiyan halka
uygun şekilde bildirilecek ve açıklanacaktır.(17)
Sürgüne gönderilenlerin yerlerine vardıkları düşünülmesin. Resmi belgelerde bile kurbanların vilayet sınırını
dahi geçemediğini belgelemektedir.
Merkez Ordusu Kumandanlığına Samsun mutasarrıfı Sezai ve Fırka kumandanı İsmail imzalı 2.6 1921 günlü
yazıda sürgünlerin Kavak’ta saldırıya
uğradığını bildirmektedir. Sürgünlerin kurtarılması için Pontos direniş
birliklerinin bu kurbanları kurtarma
hareketlerine girişimleri de resmi belgelerde kayıtlıdır.(21)
Amele Taburlarıyla ilgili okuyucuda
bir fikir oluşması bakımından bu taburlara dair bir bilgi verelim:
Havza Amele Taburu: 17 muhafız, 326
gayr-i muslim, Merzifon Amele Taburu : 28 muhafız, 321 gayr-i muslim,
Tokat Amele Taburu: 15 muhafız, 122
gayr-i müslim, Çorum Amele Taburu
: 30 muhafız, 404 gayr-i müslim, Sivas
Amele Taburu: 22 muhafız, 414 gayr-i
müslim, Samsun Amele Taburu: 30
muhafız, 185 gayr-i müslim.(18)
Bu taburlara numaralar verilmiştir ve
numaralar 8 den başlamakta 13 te bittiğine göre başka amele taburları da
söz konusudur.Elias Venezis’in “Number 31328”(19) adlı yapıtı bir özyaşam
öyküsüdür ve Amele Taburlarını resmetmektedir. Venezis’e verilen 31328
İtilaf devletleri uygulamalara karşı gönülsüz bir protesto etmekle yetinirler.
“ İtilâf Devletleri alman tedbirleri etkisiz bırakmak için çaba harcamaktan
geri durmuyorlardı Nitekim Pontus
Rum elebaşılarının İstiklâl Mahkemesi
kararlan ile asılması ve büyük bir kısmının da Anadolu’nun içerlerine göç
ettirilmesi, İstanbul’daki İtilâf Devletleri temsilcilerinin protesto notaları ile karşılanmıştı. Millî Hükümetin
Dışişleri Bakanlığı 15 eylül 1921 tarihinde buna karşı verdiği cevabî notada” rahattır. Nasılsa Ankara hükümetince Uygulamalar daha önce Amiral
Bristol’a bildirilmiştir.
Neticede Pontos’ta 11.188 kişinin öldürüldüğü resmi belgelerde açıklanmış
kalanların da mübadele adı altında sürgün edilerek(22) Pontoslular tarihsel
topraklarından kazınmıştır.
Amasya’daki İstiklal Mahkemeleri adlı
resmi infaz kurumunun yargılamalarına gelirsek bu bölümde bu mahkemede yargılanıp 7,5 yıl ceza ile hayatını
kurtaran Iakovos Kulehoris’in 1990
yılında kaleme aldığı anılarına(23) yer
vereceğiz. Kulehoris’in anıları tutuklamalar ve yargılamalar hakkında bize
ilk elden bilgiler vermektedir.Ayrıca
her iki jön Türk dönemini de içerir.
Sözü Kulehoris’e bırakıyoruz, kendisi
bizim başkaca bir yorum yapmamıza
gerek bırakmıyor:
Düzmece Amasya Yargılamaları “Tabii ki Pontus Rumlarının geçirdikleri
kızılbaş - sayfa 52 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
zulümler için bir çok eser yazılmıştır.
95 yaşımda olan ben de bu anılara katkı yapmak istiyorum: Bütün zulümleri
yakından tanıdım, iki kere sürgün hayatı yaşadım ve hapisleree kapatıldım.
Mustafa Kemal Paşanın kurduğu İstiklal Mahkemesi tarafından hapse atılarak 7.5 yıl cezaya mahkûm edildim.
[yukarıda da belirttiğimiz gibi resmi
propaganda kitabında kararın Merkez
Ordu komutanlığı ile İstiklal Mahkemesinde ortaklaşa alındığı yazılmaktadır]
Bu zulümler iki döneme ayrılabilir.
Birincisi 1nci Dünya Savaşı sırasında
ve 2ncisi Küçük Asya Türk-Yunan savaşı sırasında olanlar. Birinci dönemde Türkiye’yi iki canavar yönetiyordu
Talat ve Enver Paşalar ve de ikinci
dönemde daha sonra Atatürk adını
alan Mustafa Kemal. Birinci dönemde beyaz ölüm yürüyüşleri ve askeri
mahkemeler önemli rol oynadı. İkinci
dönemde Küçük Asya harbi sırasında
yeniden sürgünler ve de Mustafa Kemal tarafından teşkil edilen İstiklal
Mahkemeleri sahnede idi.
Birinci dönem zulümlerden 76 yıl ve
ikinci dönemlerinkinden 70 yıl geçti.
Bütün bu yıllar boyunca vuku bulan
idamlar ve sürgünler yüzünden ruhumda devamlı ıstıraplar çektim ve çekiyorum. Bugüne kadar bu yurtsever
adamların katli, onların çoğuyla sürgünlerde ve hapislerde beraber yaşadığımızdan, bana derin ıstırap veriyor.
İnanıyorum ki bu adamların kemikleri hala titremekte ve onların öksüz
çocukları ve torunları gibi feryatlar
çıkarmaktadır. Bütün bunlar beni bu
satıları bir tarihçi olmayarak fakat aciz
bir köy öğretmeni, bir insan olarak,
bu kurbanların anısı için ve onlara bir
mevlit yapmak için yazmaya itmiştir.
Bunu, bu kurbanlara bir görev olarak saymaktayım. İlerlemiş yaşımda
bu anılarla sonsuz ıstırap çekiyorum.
Yaptığım anlatımları benim ıstıraplarımı hafifletmek için yazıyorum. Aynı
zamanda gömülmemiş atalarımın kemiklerinin kovalamasından kurtulmak
içinde yazıyorum.
Bu zulümlerin anlatımında mümkün
olduğu kadar tarafsız ve objektif olmaya çalışacağım. 1914 yılına gidelim.
Mayıs ayı öğlen vakti idi. Ortaokul
ikinci sınıfta idim. Metropolitliğin
yardımcı piskoposu Platon Ayvatcidis
okula geldi ve şunları söyledi : Çocuklar Jön Türklerin Batı Anadolu Rumlarına karşı zulümleri yüzünden
Patrikhanenin emri üzerine okullar
kapatılıyor. Biz ağlayarak okuldan ayrıldık. Öbür gün Aya Triyada (Samsun
katedrali) kilisesini kapılarının siyah
kumaşlarla mateme büründüğünü gördük. Patrikhanenin 1914 deki bu protestosu Yukarı Samsun semtlerinde
yerel Rum idarecilerini korkuttu. Muhtemel Türkler tarafından yapılacak bir
katliama karşı gözcü grupları kuruldu.
Bunlar Yukarı Samsun çevresini gözetiliyorlardı. Başlarında daha sonra İstil
Ağa lakabını alan Stilianos Kosmidis
vardı. Bu şahıs 1nci Dünya savaşı sırasında ilk gerilla gruplarını teşkil ettirdi.
Eylül ayında okullar yeniden açıldı
ancak seferberlik yüzünden ve ekonomik kısıntılardan ve benim için sınıf
olmadığından okula devam edemedim.
Tam o zaman zulümler başladı. Zulümlerin başlangıcı olarak Mayıs 1914
verebiliriz; çünkü 1915 yıllında 1.5
milyon Ermeni katledildi. Jön Türklerin programı bütün azınlıkların imhası
idi. Halbuki 1908 de aynı Jön Türkler,
ilerici Türkler görünerek, 1789 Fransız
devriminde olduğu gibi, hürriyet, eşitlik ve adalet sözlerini kullanarak Anayasayı ilan ettiler. Türkler hürriyet,
adalet, müsavat ve uhuvvet kelimelerini söylüyorlardı. Maalesef biz tüm
Rumlar bu sözlere inandık ve bunları
sanki Neşeli İncil Okumaları olarak
algıladık. İyi yaşayacağımıza inandık.
Halbuki Hamit devrinde iyi yaşıyorduk. Jön Türkler Hamit’i kovdular ve
yerine Reşat’ı koydular. Programları
azınlıkları imha etmekti.
1916 yılında Samsun’un Kadıköy’ünden sürgünler başladı. Kadıköylüler
Jön Türklerin gözünde idiler. Sebep
1908 Meşrutiyetinin ilanı sırasında yerel Rumlar karakol binasını taşlayarak
mahv ettiler ve bu yanlış bir tutum idi.
Aynı zamanda Meşrutiyetin ilanı ile
tütün tekeline sahip olan Alman-Fransız REJİ şirketinde sendikalar teşekkül etmeden evvel işçiler grev yapıldı.
Grev sırasında işçiler kendi başlarına
tütün yapraklarını satılar. Jön Türkler
bunları hatırladıklarından 27 Aralık
1916, Salı günü, tam İsa Peygamberin
doğum gününün ikinci günü ve Ayios
Stefanos yortusunda, Polis kuvvetleri
Kadıköy semtinde abluka altına aldı ve
hepimizi öğlen vakti meydana toplayarak sıraya koyarak İliasköy’e yayan
götürdüler. Orada bizi askerler karşıladı ve gecenin gelmesi ile yürüyüşe
başlattılar. Beş gün yürüyüşten sonra
sürgün yerimiz olan Çorum’a vardık.
Bu sürgün 1918’e kadar devam etti.
Ben kız kardeşlerimle beraber gizliden
kaçabildim. Annem köyde olduğundan
sürgünden kurtulmuştu. 1918 sonunda
Mütareke ilan olunduğu zaman sürgüne gidenlerden yalnız yarısı döndü.
Geriye dönmeyenler yokluklardan, tifüs ve sürgünde zulümlerden öldüler.
Yarısı dönemedi bile. O zaman erkek
eksikliği yüzünden Metropolit Karavangelis tarafından yerel Rum Camiasının Polivios Raptarhis başkanlığı altında olan yönetim kuruluna atandım.
Sekreter görevini üstelendim. Toplanabileni toparladık ve Kavak’dan bir
Papazı ve iki hanım öğretmeni bularak
okullumuzu açtık. Bunlar ilk dönem
sürgünleri idi.
kızılbaş - sayfa 53 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Şimdi ikinci döneme geçelim. 1920’nin
yazında M.Kemal’in orta Anadolu bölgesinde iktidarı yerleştiği zaman ekonomik güce sahip olan bir çok Samsunlu Rum korkuları sebebinden uluslar
arası güçlerin elinde olan İstanbul’la
kaçtılar. Bu kaçanların arasında Trakya kökenli ve REJİ şirketinde berber
çalıştığımız veznedar Kalliadis’de vardı. Bu şahıs sözde ailesini uğurlamak
için vapur iskelesine gitti ve şirkete
hiç bir haber vermeyerek kendisi de
vapura binerek İstanbul’a kaçtı. Müdür
Yordan Totomanidis bunu öğrendiği
zaman çok kızdı. Hâlbuki bu kaçanlar
ne olacaklarını bir yerden sezmişlerdi.
Adı geçen Reji şirketi müdürü Yordan
Totomanidis çok dürüst bir yurtsever
Rum’du ve Metropolit Karavangelis
ile çok yakın ilişkileri vardı. Herhalde bunları Türkler biliyorlardı. 1920
Sonbaharında Totomanidis’i Mustafa
Kemal Tütün fabrikaları için bir etüt
yapmak sebebiyle Ankara’ya davet
etti. REJİ bütün Türkiye’nin tütün
mamülerini tedarik ediyordu. Doğu
vilayetleri Samsun’dan Batı vilayetleri ise o zamanlar Yunan’ların elinde
olan İzmir’den tütün alıyorladı. Makedonya çevresi ise İstanbul’da Kırbaşı
fabrikasından hizmet alıyordu. Totomanidis acayip gelişimlerden şüphelendiğinden kendisinin yerine İtalyan
asılı REJİ şirketinin kontrolcüsü olan
Makezi’yi yolladı. Ancak Mustafa Kemal, Totomanidis’i istediğini söyledi
ve İtalyan’ı geri gönderdi. O zaman
Totomanidis hepimizi topladı. REJİ de
çalışanların hemen hemen hepsi Rum,
Ermeni ve Yahudi idi ve Türkler yalnız
bekçi idi. Totomanidis bize veda ederek şunları söyledi : Dönüp dönemeyeceğimi bilmiyorum ama sizden ricam
fabrikayı dürüstükle ve iyi şekilde idare edin. Bir ay sonra öğrendik ki Totomanidis Mustafa Kemalin adamı olan
Topal Osman tarafından acımazımca
katledildiğini öğrendik.
Yukarıda söylenenler ikinci zülüm döneminin ilk saf haları idi. 1921 Ocak
ayında evime bir polis geldi ve beni
Samsun merkez karakoluna götürdü.
Orada ORFEAS adlı müzik kulübünün yönetim kurulu üyelerini buldum.
Başkan öğretmen Valiuli ve veznedar
ile berber altı kışı idik. Bu müzik kulübün cemiyet olarak etkinliği iki bölüme ayrılabilir. Birincisi 1908’de kuruluşundan 1nci Dünya savaşın başına
kadar Ahileas Atakidis’in başkanlığı
duğunu görünce bir soluk nefes aldım
ve şunu söyledim : Efendiler bunu tarihi şudur ve ilk dönem başkanı Ahileas Atakidisin İstanbul’la sığındığını
bildiğimden bu evrakın nasıl bulunduğunu bilmediğime ve eski döneme
ait olduğunu söyledim. Karavangelis
1909 yılında Makedonya’dan ayrılarak
Amasya Metropoliti olmuştu ve belki
general Conto ile ilişkisi vardı. Evrakın sahte olup olmadığını söyleyemem.
Bunların sonunda beni, Valiauli ve Serefoyu 7.5 yılla mahkûm ettiler ve diğer iki üyeyi ve veznedarı 5 yıl hapisse
çarptılar.
altında olan dönem . O zamanlar ben
13-14 yaşımda küçük olduğumdan üye
değildim. İkinci dönem ise 1919 benim
inisiyatifimle yeniden kurulmasından
başlayıp ve 8 Ocak’ta kapatılması ve
tutuklanmamız ile bitti. Bize atfedilen
suç bu cemiyetin izinsiz etkinlik yapması ve yeniden kurulması idi. Bizi iki
ay kadar hapiste tutular ve ondan sonra
Amasya gönderdiler. Mustafa Kemal,
Sultan taraflısı muhalifleri bertaraf
ettikten sonra Anadolu’ya hâkim olmuş İstiklal Mahkemelerini kurmuştu.
Aynı zamanda sürgünler de başlamıştı.
Biz Amasya’da 5-6 ay kaldık ve askeri
mahkemede yargılandık. Savunmamızda bu cemiyetin izne sahip olduğunu ve sadece yeniden etkinliklerine
başladığını söyledik. İlk önce başkan
Valiuli sorguya çekildi ve onu bükülmüş durumda bir köşede gördüm. Ondan sonra Mahkeme başkanı bana şunu
sordu : Sana çete savaşı yapmak amacındayız diyen bir evrakı gösterirsem
bakalım ne diyeceksin ? Bende hazırcevaplıkla Eğer böyle bir evrak varsa
beni asın dedim. O kadar emindim ve
devamda şunları söyledim Amacımız
gençleri kötü yollardan korumaktı. Bütün evraklarımız sizin ellinizdedir. O
zaman bana evrakı gösterdiler. Evrak
damgalı ve gerçek görünüyordu. İmza
Varda lakaplı Makedonya savaşçısı
general Yorgo Conto’nun idi ve şunları yazıyordu Şu gemi ile şehrin deniz
fenerine yakın silah çıkaracağız ve
buna göre cemiyetler, gençlik kolları
Makedonya’da yaptığımız gibi teşkilatlanınız. Evrakı okuduğum zaman
soğuk terler dökmeye başladım. Ancak
evrakın tarihinin 1908 veya 1909 ol-
Bu davadan 5-6 ay geçmeden Amasya’ya Pontus Rumlarının Samsun ve
Bafra bölgelerinin bütün ileri gelen
Rumlarını getirdiler. Bunlar çoğu
doktor, avukat, eczacı idi ve toplam
89 kişi idi. Aynı zamanda tüccarlar
da vardı. Hiç kimse tutuklanma sebebini bilmiyordu. Bizlerden nereye
geldiklerini öğrendiler. Bundan sonar 1921 yaz aylarında Ankara Türk
yönetimi bütün Samsun erkeklerini
üç büyük kafile halinde toplatıldı ve
sürgüne yolladı. Bunlardan iki kafile
yollarda Topal Osmancılar tarafından
saldırıya uğradılar. Çoğu katledildi
veya yaralandı. Hafif yaralıları Amasya hapishanelerine getirdiler ve onları
diğer tutuklu Rumlar tedavi etti. Bu
kafilelerin birinde Alkiviadis Raptarhis bulunuyordu ve kargaşalık içinde
yanında taşıdığı zehir ile intihar etti.
Topal Osmancılar Samsun erkeklerini
imha ettikten sonra gerillalara yardım
ettikleri şüphesi olan civar köyleri yakmaya başladılar. Eylül 1921 başında 89
tutukluyu bizimle beraber (mahkeme
kararın kesinleşmesine rağmen) mahkeme önüne çıkardılar. Biz altı Orfeas
yönetim kurulu üyeleri olarak büyük
korkuya düştük. Son anda Bafralı Profesör Papamarkos da mahkemeye alındı ve sonunda infaz edildi. Pazartesi
sabahı mahkemenin başlayacağını öğrendiğimizden Pazar günü kutsal ayin
yaptık. Hepimiz kutsal şarap ve ekmek
aldık. Başpapaz Platon Ayvazidis Tanrıdan hepimizin affedilmesini diledi.
Şimdi Bafralıların ve Samsunların
mahkeme sürecine bakalım. İlk gün
sanıkların isimleri okundu. İkinci gün
suçlama metni okundu. Atfedilen suç:
Pontus devletini kurmayı amaçlamaktı
ve ispat olarak Metropolitliğin evrakları ve evvelden söylediğimiz Orfeas
cemiyetinde bulunan evrak idi.
kızılbaş - sayfa 54 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Metropolitliğin evrakları okundu ve
kanımca hiç bir ciddi suç içermiyordu. Bunun sonunda rahmetli Platon
Ayvazidis sözü isteyerek eğer bir kabahatli varsa kendisinin olduğunu ve
İstanbul’da bulunan Metropolit Yermanos Karavangelisi temsil ettiğini söyledi. Gerçekte Amasaya Metropolitinin
vekaletini Bafra piskoposu Zilon üstelenmişti ama bu ruhani lider Amasya hapishanesisin ağır şartları altında
ölmüş ve Amasya’da defni edilmişti.
Karavangelis çok ateşli bir yurtseverdi
ama diplomatik ve politik sözden yoksundu. 1920 yılında İstanbul dönüşünde bütün Samsun halkı ile karşılamaya gelen Mutasarrıfı çok kötü şekilde
kovmuştu. Bu bir Metropolit için hiç de
doğru olmayan bir davranış idi. Evvelden söylediğimiz 1908 de Kadıköy’de
karakol binasının taşlanması gibi.
Üçüncü gün karar açıklandı. 95 suçludan 69’u idama mahkûm edildi ve
aralarında Orfeas’ın yönetim kurulu
üyeleri de olan geri kalan 26 kişiden
bazıları 15-20 yıl hapis cezaları aldı.
Biz önceden aldığımız hapis cezaları
ile kaldık Kararın okuması sonunda
çok saygıdeğer ve ciddi bir şahıs olan
Yorgo Yelkencioğlu kardeşi Platon
Yelkencioğlu ile beraber idam cezasına
çarptırıldığını işittiğinde ayağa kalkarak AŞKOLSUN ADALETİNİZE!
sözünü söyledi. idam edilen 69 kişinin
arasına batı cephesinden getirilen ve
Yunan ordusunun üniformasını giyen
üç doktor ve bir eczacı subaylarını da
katılar. Bunlardan bir Yukarı Samsunlu Pelopidas Epifanidis kararı işittiği
zaman kızgınlıkla ve kararlıkla hiç
bir şey söylemeyerek aniden bana para
cüzdanını, saatini ve düğün yüzüğünü
verdi. İnfazlardan iki gün sonra cüzdanı açtığımda bunun Pelopidas’a subay
olduğundan kurtulacağına inanan başka bir idama mahkûm tutuklu tarafından verildiğin anladım. Bu infaz edilen REJİ de çalışanı şahıs cüzdandaki
epeyce miktarda paraların sürgüne
gönderilen oğluna gönderilmesini diliyordu. Kader her ikisinin de 69 idam
edilenler arasında olması idi.
Samsun ve Bafralıların mahkemesini,
haklarında soruşturma yapılan üç Trabzonluların mahkemesi izledi. Bunlar
Mebus Kofidis, zengin Aleksi Aktritidis ve Trabzon’da “Epohi(Devir)” gazetesini çıkaran Niko Kapetanidis’di.
Niko çok cesur ve ateşli yurtseverdi.
69 mahkûmu idama götürürken ki, biz
çok duygulu anlar içinde iken kendisi
[Kapetanidis], Ne yazık ki bu millî panayırı kaybediyorum! diyordu. Trabzon yalnız bu üç kurbanı verdi çünkü
çok önde gelenler 1917 Rusların geri
çekilmesinde onlarla beraber gittiler. Bundan sonra Ak-dağ-maden’in
önde gelenlerinin ve ilk başta papazın
mahkemesi yapıldı. Bunların arasından yalnız papaz Vasil Felekis kurtuldu ve Yunanistan’a geldiği zaman
Makedonya’da öğretmen oldu. Bu infaza götüren mahkemelerden evvel,
Merzifon Kolejinden Samsun kökenli
velileri ne ile yargıladıklarını bilmeyen iki öğrenci ile bir öğretmen ve
berber idam edildi.
40 ay süre Fırat nehrine yakın Erzincan
hapishanesinde kaldıktan sonra başka
hapishanelerde bulunan 26 mahkûmlar
ile beraber bizi Trabzon hapishanesine
götürdüler. O zaman karama mübadele komisyonu geldi ve bizi KAVALA
isimli bir gemiye bindirdi. Bu gemi
Samsun’a uğradı ve muhacirler aldı.
Mübadele başlamıştı. Mübadilleri Kavala ve Selanik’te bıraktı. Yunanistan’a
geldiğimizde Mayıs ayı idi.
İşte bunlar benim çektiğim çilelerimdir.”
Sonuç olarak yargılı yargısız Pontos
halkı infaz edilerek tarihsel topraklarından kazınmıştır.
kızılbaş - sayfa 55 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dipnotlar:
(1) Sait Çetinoğlu, İstiklal Mahkemeleri,
Resmi İdeoloji Sözlüğü, Ed. Fikret Başkaya, Özgür Üniversite Yayınları, 2007
içinde.
(2) Ayşe Hür, Pontus’un Gayri Resmi
Tarihi, www.taraf.com.tr/ayse-hur/makale-pontusun-gayri-resmi-tarihi.htm
(3) İstiklal Harbi Tarihi cilt IV. İstiklal
Harbinde Ayaklanmalar 1919-1921 Genkur Basımevi 1974 sh 282
(4) Londra Times Gazetesinin 3 Kasım
1911 nüshasında “Jön Türkler ve Programları” başlığı altında bu Kongresinin
yer aldığı bildirilmekte ve bütün halkların
Osmanlılaştırılması (ottomanization)
zorla da olsa kesin olarak kararlaştırıldığı
bildirilmektedir. Bunun gerçekleşmesi
Müslümanların silahlanması ile olacaktı.
Gazetenin yayınında Kongrede söylenenler arasında şunlar belirtilmektedir: “…
Türkiye ilk evvela bir Müslüman ülkesidir… Hristiyanlara güven olmadığından,
herhangi başka bir dinsel propaganda
bastırılmalıdır … Bunlar her zaman yeni
[jön-Türk] rejimin çökmesi için çabalamışlardır… azınlıkların teşkilatlanması,
otonom olmaları ve polise katılmaları
mümkün değildir ve bunlar dinlerini
muhafaza edebilir ancak dillerini değiştirmelidirler. Türk dilinin hakimiyet
kazanması Müslüman hakimiyetinin temel
öğelerindendir...”.
Selanik’te Rumca yayınlanan “Nea
Alitheia” gazetesinin 10 Temmuz 1910
nüshasında şunlar yazılmaktadır: “Bizim
Rumlar için ne diyelim. Bu kadar şiddet
dolu her günkü baskıları anlatmak için
kelimelerin manası kalmamıştır. Bizi
yok ediyorsunuz Son iki yılda başımıza
gelen felaketleri anlatmak sözler bulamıyoruz. Hangi sebeple bütün bu baskılara
uğruyoruz. Bize hiç kimsenin haksızlığa
maruz kalmayacağı sözü verişmişti. Buna
rağmen kiliselerimizi ,okullarımızı ve
mezarlıklarımız kapatan kanunlar oylandı.
Bize ait olanları alıp başkalarına veriyorsunuz. Papazlarımızı ve öğretmenlerimizi
hapislere tıkıyorsunuz. Yurttaşları dövüyorsunuz ve her yerden feryatlar ve ağıtlar
işitiliyor.”
(5) Vlasis Ağcidis, Samsun’dan
Sebrenitza’ya www.mesop.net/osd/?app=i
zctrl&archiv=220&izseq...artid...
(6) Topal Osman Ağa hakkında belgeler
henüz karanlıktadır. Açıklandığı birkaç
belge dahi yapılan baskıları ve şiddeti belgeler: Mülkiye müfettişi’nin giresun’dan
Dahiliye vekaletine 4 eylül 335 tarihli
tezkerede
“Dahiliye Nezareti Celilesine
Devletlu efendim hazretleri
Giresun’da belediye reisi osman ağanın
ta’rifeye ve bir guna meclis kararına
müstenid (?) olmaksızın madam pavlidi
sinemasından şehri on lira belediye-i resmi istifasına kıyam etme suretiyle nüfuz-u
memuriyetini sui istimal eylediği anlaşılmasına mebni hakkında takibat-ı kanuniye
icrası talebiyle giresun kaymakamlığına
vekalete tevdi edilmiş fezleke suretini
lefen takdim kılındığı maruzdur ol-babda
emr u ferman hazret-I men leh-ül emrin-
dir.” BOA. DH.UMVM 92/74
İkinci bir belgede yine “Çeteler reisi’nin
şiddeti vardır: “Giresun kaymakamlığına
,Bu Osman ağanın kendisini giresuna
belediye reisi intihab ettirmekle beraber kasabanın mu’teberanından mösyö
kostantinidesin hanesini muhasara ederek
on sekiz bin lira vermediği halde haneyi
ihrak [Yakma] ve konstantinidesin üç
küçük kızını dağa kaldıracağını söylemek
suretiyle icra-ı tehdidat eylediği ihbaren
haber verildi.” BOA. DH. KMS 44/10,
bir başka belgede Beyoğlu komiserliği
Osman Ağa’dan “Çeteler Reisi” olarak söz
etmektedir. BOA DH.KMS 50/2
Alay katibi Fehmi imzasıyla da Topal
Osmanın marifetleri maddeler halindeTrabzon vilayetine bildirilir: “Trabzon
vilayetine, Giresun kaimakamlığı belediye
reisi topal Osman ağanın sui istimaline
dair mevadi havi alay katibi Fehmi imzasıyla gönderilub nezarete tevdi’ idilen iki
mektub aynen …valalarına irsal kılındı
haklarında lazım gelen tahkikatin ifasıyla
evrak-ı melfufenin iadesiyle leffen işarı
babında” BOA. DH.KSM 51/1-4
Rıza Nur Hatırat’ında Topal Osman’ın
kendisine ‘Beyefendi evet para topluyorum, fakat bir Müslümanın bir habbesini
almamışımdır. Aldığım hep gavur malıdır.
Benim başımda binlerce haşarat var.
Bunlar kanlı katil, eşkıya. Dağlarda dolaşıp millete zarar vereceklerine toplayıp
düşmanla harp ediyorum. Bunlar yiyecek,
giyecek ve harçlık istiyor… Bu Rumlar
bize neler yapıyorlar. Paralarını, canlarını
almak helaldir… dediğini aktarır. Dönemin Sağlık Bakanı ve Lozan’ın murahhası
Rıza Nur Topal Osman Ağa’yı yaptıklarını onaylayarak yüreklendirir. Dr Rıza
Nur Hayat ve Hatıratım c 3 işaret 1992, s
163-164.
Osman Ağa hareketlerinde serbesttir ve
yükselmeye devam etmekte ve Pontos’ta
taş üstünde taş bırakmamaktadır.
(7) İstiklal Harbi Tarihi cilt IV. İstiklal
Harbinde Ayaklanmalar 1919-1921 Genkur Basımevi 1974 sh 284
(8) “19 Mayıs 1919’da 9. Ordu Müfettişi
sıfatıyla Samsun’a ayak basan Mustafa
Kemal’in esas görevi, Mütareke’yi tehlikeye düşüren bu çatışmaları önlemekti.
Bu dönemi Kutsal İsyan adlı romanında
anlatan H. İ. Dinamo’ya göre Mustafa
Kemal, Havza’ya gelir gelmez bölgenin
namlı kabadayılarından Topal Osman Ağa
ile görüşmüş ve ‘Pontus belasından kurtulmayı Topal Osman’ın tecrübeli ellerine
bırakmıştı’. Topal Osman da ‘Siz hiç merak etmeyin Paşam. Bu Pontus Rumlarına
öyle bir tütsü vereceğim ki, hepsi mağaralarda eşek arısı gibi boğulacak’ demişti.
Topal Osman o tarihlerde İstanbul Divan-ı
Harbi tarafından Ermeni katliamlarındaki
suçlarından dolayı aranıyordu. Muhtemelen Mustafa Kemal’in ricası ile Temmuz
19192da Osman Ağa hakkındaki tutuklama kararı Padişah Vahdettin tarafından
kaldırıldı ve Topal Osman,Trabzon Valisi
Cemal Azmi ve Giresun Mutasarrıfı gibi
yerel yöneticilerinin itirazına rağmen
Trabzon havalisinde Pontuslu Rumları temizleme işine başladı.” Ayşe Hür,
Pontus’un Gayri Resmi Tarihi
(9) Marsilyadaki Eski Giresun Belediye Başkanı Konstanidis Rus Hariciye
komiseri Leon Trotsky’e çektiği telgrafta
bu bağımsızlık düşüncesi dile getirilir:
“Pont-Euxien (Karadeniz) ve yöresinden
meydana gelmekte olup Birleşik Amerika, İsviçre, İngiltere, Yunanistan, Mısır
ve diğer memleketlerde oturan ve Pontus
işlerini düzenlemeye yetkili temsilcilerin katılmasıyle Marsilya’da toplanan
kongremiz, bu yörenin Ruslar tarafından
boşaltılmasından sonra, tekrar Türk egemenliği altına giremeyeceğinden dolayı
Rus sınırından Sinop’a kadar bir cumhuriyet kurulmasını arzu ve bunun için
de şiddetle işe karışmanızı rica ve peşin
olarak teşekkürlerimizi takdim ederiz.
Pontus Kongresi namına
BaşkanKonstantinidis” Giresun Belediye
Başkanlığı Konstantidis’in ardından topal
Osman Ağa tarafından gasp edilerek sistemli baskı be katliamlara başlanır.
(10) Daha fazla bilgi için, Ragıp Zarakolu,
Sait Çetinoğlu, Teofanis Malkidis, THE
GREEK GENOCIDE: THE MASS CRIME IN PONTUS, Pontian Club of Kavala
Prefekture 2011, Sait Çetinoğlu Pontos
Bağımsızlık Hareketi ve Pontos Soykırımı www.armenieninfo.net, Ayşe Hür:
Pontus’un Gayrıresmi Tarihi, http://www.
taraf.com.tr/ayse-hur/makale-pontusungayri-resmi-tarihi.htm
(11) İstiklal Harbi Tarihi cilt IV. İstiklal
Harbinde Ayaklanmalar 1919-1921 Genkur Basımevi 1974 sh 292
(12) Pontus Meselesi, Matbuat ve İstihbarat Matbaası Ankara 1922 Tıpkıbasım
yayına Hazırlayan Yılmaz Kurt,TBMM
Basımevi 1995, sh 378.
(13) Pontus Meselesi… sh 379-380
(14) Pontus Meselesi… sh381-383
(15) Pontus Meselesi… sh 390
(16) Pontus Meselesi… sh396
(17) Pontos Meselesi… sh 398-399
(18) ATASE Arş. Kls. 1124, Ds. 18, Fhr.
137.AktaranMustafa Balcıoğlu İki İsyan
Koçgiri Pontus , Bir Paşa Nurettin Paşa,
Babil y.2003 … s 36
(19) Çağdaş yunan edebiyatının usta kalemi Venezis’in bu eseri Belge Uluslar arası
Yayıncılık tarafından baskıya hazırlanmaktadır.
(20) Lazaros K. Aşıkoğlu’nun Kilaman,
Anadolu’dan Gelen Bir Rum’un Anıları
Belge uluslar arası Yayıncılık, 2010
(21) Pontos meselsi… sh 405
(22) İstiklal Harbi Tarihi cilt IV. İstiklal
Harbinde Ayaklanmalar 1919-1921 Genkur Basımevi 1974 sh 294
(23) Iakovos Kulehoris, Samsun ve Çileleri, Kirikakidi Kardeşler kitabevi, Selanik
1991
http://gercek-inatcidir.blogspot.de
kızılbaş - sayfa 56 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
DİL, TARİH, COĞRAFYA ve ERMENİLER
Tarih, anılmaya değer tüm olayların
hikâyesidir. Uygarlık, insanların toplu
olarak daha iyi bir halde yaşamaları ve
doğaya hükmedebilmeleri için gösterdikleri çabalardan çıkan bilim ve kültür halinde beliren sonuçların toplamına verilen addır. İnsan ki sözlüklerdeki
tanımlamalara göre "iki eli, iki ayağı
üzerinde dolaşan, sözle anlaşan, akıl
ve düşünme yeteneği olan en gelişmiş
canlı" olarak tanımlanmaktadır, tarih
içerisinde "anılmaya değer" olayların
hikâyelerini, medenileşme evrelerinin
vardığı seviye itibarıyla belleğinde taşıyarak, onları önce söze, daha sonra
yazıya dönüştürebilme yetisini kullanabilme sayesinde insandır.
LOGOS/Söz tanımlaması, adı ne olursa olsun tüm bilim adlarının ortak soyadı olma özelliğiyle, sözün uygarlığın
temeli olduğunu ve bunun da insana
ait, insan tarafından yaratılan değer
anlamını taşıdığını göstermektedir.
"İnsanlar konuşa konuşa, hayvanlar
koklaşa koklaşa" sözü, bu olgunun en
doğru anlatımıdır ve buradan da salt
sözün varolmasının değil, onun doğru
olmasının gerekliliği ihtiyacının karşılanması zorunluluğu, insanlığın sözlü tarihinin incelendiği yeni bir bilim
dalının doğuşuyla sonuçlanmıştır. Bu
bilim dalı ETİMOLOJİ (Yunanca Etymos/doğru, Logos/söz) olarak adlandırılmış olup, bir kelimenin nereden
geldiğini veya nasıl oluştuğunu, birçok
kelimelerin ortak kökünü bulma, yani
bir köken bilimi çalışmasıdır. Kelimelerin asıl şeklinin incelenme çalışması,
insan tarafından yaratılan uygarlığın
da nerede, ne zaman doğmuş ve nereden nereye ve nasıl yayılmış olduğuyla ilgili sorunların bilimsel temelde
araştırılması sayesinde, tarihsel gerçeklerin bilinmesi, yani doğru olanı
öğrenme, geçmişten bugüne varolmuş
evrimsel tarihi bilgi ve bulgulara ulaşmamız sağlanmıştır.
Tüm bunlara ek olarak, kelimelerin
yan yana kullanılmalarıyla bütün bir
düşünceyi aktarma evreleri sonlarında
önce sözlü, çok daha sonraları yazılı
dile dönüşmeleri ertesinde, dili ve yazılı belgeleri dil ve tarih açısından, dil
yoluyla bir toplumun kültürünü inceleyip-araştıran bilim olan FİLOLOJİ'ye
varır ve böylece işlemekte olduğumuz
ra olarak adlandırılmaktadır. Yaşam
alanları And dağları çevresi, Titicaca gölü civarında olup ağırlıklı nüfus
(toplam nüfusun yaklaşık % 30-40'ı)
Bolivya'da bulunur. Ayrıca Peru'nun
güneyi (toplam nüfusun yaklaşık % 5'i)
ve Şili'nin kuzeyinde de (toplam nüfusun yaklaşık % 0.3'ü) yaşarlar. Çok az
sayıda nüfus da İspanyol sömürgesi zamanında göç ettirildikleri Ekvador'da
yaşamaktadır.
AYMAR dilinde çokça
kelimenin Ermenice'den geçişli olduğu
Sarkis HATSPANIAN
geçen yıl yapılan araştırmalarla ortakonuyu temellendirebiliriz sanıyorum.
ya çıkmıştır ve şimdi bilim dünyasıErmenice, Hint-Avrupa dilleri soyağa- nın birçok dilbilimcisi bu ilk bakışta
cının başka hiçbir dalıyla ilişkisi olma- inanılmaz görünen ilginç konu hakyan, ana gövdeden tek başına üreyerek kında incelemelerde bulunmaktadır.
varolmuş, gelişmiş ve tek başına bir Ermenistan'da da bu ilişki pek doğal
grup olarak bilinip-tanınan tek dildir. olarak araştırma konusu olmuştur ve
Hint-Avrupa ırklarının vatanından, dil uzmanlarınca Aymara dilinde kulşu anki Ermenistan'ın da bulunduğu lanılan 600 kelimenin etimolojik inceİberya'dan Avrupa İberyası'na (M.Ö. lemesi sonucunda 57 kelimenin (yüzde
12-9 binli yıllar) ilk olarak göç edip 10'unun) Ermenice asıl köklü oluşu isyerleşen, dili, kültürü, etnik aidiyeti patlanmıştır. Dilbilimi uzmanları aynı
çevresindeki başka hiçbir halkla ortak köke sahip sadece 3 kelimenin varlığıbir benzerlik göstermeyen BASK'ların, nın dahi iletişim ilişikliliği için yeterli
kendi tarihi geçmişleriyle ilgilenip, koşul olduğunu ileri sürüyorlar. Öyleki
yaptıkları incelemeler sonucu hafı- Ermenilerle Aymara halkı arasında bir
zalarını tazeleyebilmelerini sağlayan ilişki olması muamması araştırmacılar
en önemli olgu/etken/alet onların dili, çevresinde heyecan ve ilgi yaratmıştır.
EUSKARA olmuştur. Dilbilimciler, Aymara'ların sözlü olarak yaşattıkları
BASK dilinin Ermeniceye çok ben- ve nesilden nesile aktarılarak günümüzediğini ve bu temelden yola çıkarak, ze kadar ulaşan efsaneye göre onların
Baskların Ermenilerle ilişikliğini bi- ataları "deniz yoluyla bu topraklara
limsel incelemelerle tesbit edilmesini gelen, uzun boylu, dalgalı, sarı saçlı,
ETİMOLOJİK araştırmaların vardığı mavi gözlü insanlar -ki yerliler tarafınsonuçlara bağlıyorlar. Bask ülkesinde dan tanrılar olarak kabul edilmişlerdialeladele seçilmiş 10 adet dağ, ırmak, onlara metal eritmenin, taş işlemenin,
göl, tepe, vadi, ova, nehir, çay vb. gibi inşa etmenin, mimarinin gizliliklerini
coğrafi isimlendirme, o isimlerin Er- ve dünyevi yaşamdan uzak, tasavvufmenistan'daki adlarla ortak kökene luk gereği yalnızlaşmayı öğretmiş" olsahip olunduğu gibi çok önemli bul- duklarını anlatmışlar. O zamanlarda,
gulara ulaşmamızı sağlıyor. İberya'da metalin eritilerek, işlenip eşyalara döBasklar dışında başka hiçbir halk, nüştürülmesinin vatanının Ermenistan
Ermenilerce anlatılan efsaneleri, des- olduğu bilimsel olarak çoktan kabul
tanları anlatmıyor, aynı hikâyelerle edilmiş bir doğru olduğu bilindiği için
beslenmiyorlar. Bu halkların biribirine de Güney Amerika'ya gelen "yabancı"ikiz kardeş gibi" benzemesinin finali ların" Ermeni oldukları sanılmaktadır.
olarak, her iki kardeşin vatanının da Kendi etnik adlarının ve dillerinin nebaşkalarınca işgal altında bulunması, den AYMAR veya AYMARA olarak
şu anda dahi varolan aynı kader bir- isimlendirildiğinin, ne yerli lehçeler,
liğini paylaşıyor olmalarının bile ne ne ispanyolca, ne de portekizcenin
kadar şaşırtıcı bir benzerlik gösterme- yardımıyla "açıklanamaması"yla ilgili
siyle kayda da, düşünmeye de değer olarak, Ermenice HAY MART veya
HAY MART A/E şekillerinin "ERMEolduğunu göstermektedir.
Nİ İNSANI" veya "ERMENİ İNSANI/
Aymara'lar, bir güney Amerika kav- DIR" anlamını taşıyor olması temelinmidir ve konuştukları dil de Ayma- de, adlarda ilk ve son harflerin düşme-
kızılbaş - sayfa 57 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
lerinin çok rastlanan 'kural' görüldüğü
bilindiğinden
AYMAR/AYMARA
şeklini alması da fazlasıyla çarpıcı bir
olgudur. Aymar'ların efsanelerinde VİRAGOÇA adlı tapılan önemli bir kişi
var, onların yaşadığı yerde GALASASAYA adlı büyük bir alanda, etrafı dikili taşlarla çevrili, ortada Viragoça'nın
bulunduğu devasa bir heykeli duruyor.
İsimlerini verdikleri bu efsanevi figür
ile, o alanın tanımlanmalarının taşıdığı anlam, ne kendi kullandıkları, ne
de çevre halkların dilleriyle açıklanamazken, Ermenicede Viragoça'nın "i
verusd goçvadz"-yukarıdan adlandırılan/yollanan, Galasasaya'nın da sert,
dayanıklı, yıkılmaz kaya/taşlar anlamını taşımaları da dikkate değerdir.
Buna paralel olarak, Ermeni efsanesi
Sasuntsi David eposunun geçtiği yerin
adı SASUN'un da aynı yıkılmaz, delinmez, devrilmez sert kayalık, taşlık
anlamını taşıyor oluşu çok ilginçtir ve
etimolojik temeldeki veriler ışığında
varolan bu bulguların hiç de tesadüf
eseri olmadığı açıktır.
Diller çok uzun yüzyıllar boyunca
sözlü olarak yaşanılan oluşum evrelerini, yerleşik yaşamda üretilen her
değer ve onun getirdiği ilişkilerin tanımlanmasını zaman içerisinde pratik
etmelerini yazılı olma haline ulaştırabildikleri ölçüde ancak varoluşlarını
minimum olarak da olsa garantiye alıp,
hem gelişmelerini, hem de diğer dilleri
etkileyiş ve onlardan etkilenişleriyle
zenginleşme aşamalarını yaşayabilme
olanaklarına sahip olabilmişlerdir. Günümüz Ermenicesinde asıl kök teşkil
eden yaklaşık 12 bin kelimenin varoluş tarihinin M.Ö. 4-3.üncü binyıllara
kadar dayandığı tezler üzerine yapılan
ciddi çalışmalarda, onlardan 4 bin kelimenin doğum yeri olarak Hint-Avrupa
dillerinin oluştuğu vatanın Ermenistan
olduğu ve o kelimelere eklenen yaklaşık 6 bin civarında kelimenin de yine o
coğrafyada yaşayan değişik kültürlerin
karışım ve birlikte yaşama evrelerinde yaratılmış olduğu halde, belirli bir
zaman birimi sonrası sırf Ermenicede
anlam ve içerik barındırarak şekillendiği konusunda hemfikir olunduğu bilinmektedir.
Ermeni uygarlığında YAZI DİLİ çivi
yazısından başlayarak M.S. 4.üncü
yüzyılda Daron-Muş bölgesinin Hatsegats köyünde 362 yılında doğan
Mesrop Maşdots'un çabalarıyla 402-
405 yıllarında Adıyaman-Sam(o)sat ve
Edessia-Urfa'daki eski Ermeni el yazmalarının özenle saklandığı merkezlere yaptığı ziyaretler esnasında keşfettiği, o zamana kadar varolan 28 Ermeni
harfinden etkilenerek, kendince onlara
benzeterek eklediği 8 sesli harfle, 36
harfli özgün Ermeni alfabesini yeniden
canlandırması sayesinde varolagelmiştir.
onların serpilip, gelişmesini sağlamıştır.
Avustralya, Güney, Orta ve Kuzey
Amerika'yla, Avrupa ve Afrika kıtalarında yerleşik birçok halk için Latin alfabesi de aynı işlevi görmüştür. Geriye
kalan Uzak ve Güney Asya'nın birçok
halklarının sahip olduğu kendi özgün
alfabelerinin kullanılması sayesinde
bugün milyarlarca insanın uygarlığı
varlığını sürdürebilmektedir.
5.yüzyıl başında Ermenicede GRABAR olarak isimlendirilen eski/klasik
dil yaklaşık 80 bin kelimelik zenginliğe sahipken, bu sayı yüzyıllar içinde
mitolojik, tarihsel, teolojik, epik yazılar ve diğer dillerden yapılan tercümeler, edebi eserler, şiir, öykü, mistik, ruhani, halk şarkılarıyla, felsefe, hukuk,
tıp, insan, bitki ve hayvan dünyasına
dair yaratılan yazılı çalışmalar, tüm
bilim dallarından değerli yapıtların yaratılmasıyla 18.inci yüzyıl başlarında
150 bin kelimenin üstünde pek zengin
bir hazineye dönüşmüştü. Günümüzde
bu sayı neredeyse 300 bin civarındadır.
Yazı, canlı bir organizm olan dili saklayan ve geliştiren en temel varlık olma
özelliği sayesinde, değişik bölgelerde
konuşulan lehçe/dialektlerin sahip olduğu zenginliğin korunmasını da sağlamıştır. Yaşadığı toprakların asıl yerlisi olan Ermeniler dışında, yazısı olan
halklardan Hintliler, Elenler, Latinler,
Bulgarlar ve Gürcüler Hint-Avrupa
kökenli Ari, Asuri/Süryaniler, Araplar ve Yahudiler sami ırkındandırlar.
Aynı dil grupları içinde bulunan diğer
tüm dillerin tarihsel, bölgesel, siyasal
nedenlerden dolayı gelişen olayların
getirdiği ilişkiler sonucu biribirlerinden etkileşimleri, o dillerin kelime
hazinesini de etkilemiş olduğundan,
birçok dil yazıya da ulaşmış ve bu sayede kendi varlığını koruma, onun süreğenliğini sağlama aşamalarının tüm
etaplarını yaşamıştır. Çok zengin olan
Farsça, Arap alfabesi sayesinde, yani
sözü yazıya dönüştürme olanağını elde
ettikten sonra, sahip olduğu zenginliğini katbekat arttırmıştır.
Dil, aynı su gibi, hava gibi, yaşamı
vareden tüm özelliklerin toplamına
eşdeğerdir. Ancak insanı insan yapan, onun taşıyıcısı olduğu değerlere
anlam yükleyen şey, düşüncenin dille
ifade edilmesiyle mümkündür. "İnsanlar konuşa konuşa, hayvanlar koklaşa
koklaşa" söylemi dilin aslında neyi
ifade ettiğini, onu ait olduğu hayvanlar dünyasından ayrıştıran aletin nelere
kadir olduğunu çok güzel anlatmaktadır. "Dili olmayan uluslar ölüdür" sözü
"ölü diller"in sahiplerinin artık bizimle
olmayan uygarlıkları temsil ettiklerini
de göstermektedir. Bu örnek, bir zamanlar canlı olan dilin kendi hayatını
yaşadıktan sonra öldüğünü bildirmektedir. Yazı dili, insani uygarlıklardan
çokları için can yeleği olmuştur ve
nice nice kültürler hakkında bize ulaşan bilgilerin yok olmasını önleme gibi
çok önemli bir görevi yerine getirmiştir.
Bulgar özgün yazısının mucidi Kiril
sayesinde, başta Ruslar olmak üzere
Slavon halklardan birçoğunun dili korunmuş olup, o diller yazı sayesinde
varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Bu
alfabe, Ukraina, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan,
Kafkasya gibi yerlerde yaşayan binbir
çeşit halkların diline de hayat vermiş,
Sayat Nova adıyla tanınan, 1712-1795
yıllarında yaşamış Ermeni şair-aşığı Harutyun Sayatyan, kendi halkını
sembolize eden en önemli özellikleri,
'kutsal üçlü' olarak tanımladığı, "defter sev, kalem sev, yazı sev" formülasyonuyla ifade etmişti. Bu söylemin
gerçeği yansıttığını, karınca gibi çalışkan, arı gibi üretken Ermeni halkının
uğradığı her saldırı ve istila, yakım ve
yıkımdan, binyıllardır yaratmış olduğu maddi tüm değerlerden hiçbirini
önemsemeden, sadece el yazması defter ve kitapların kaçırılıp kurtarılmaya
çalıştığıyla ilgili çok detaylı bir tarih
yazımı olması sayesinde bilgilenme
şansına erişmiş olmamızdan biliyoruz. Ermenistan'daki yazı merkezleri
yüzlerceyken, Hindistan, İran, Rusya, Ukrayna, Polonya, İtalya, Mısır,
Filistin'de de onlarca el yazması merkezleri kurulmuş, binlerce kitap yazılmış ve resimlenmiştir.
M.S. 406 yılından günümüze kadar
varlığını sürdüren MATENADARAN
kızılbaş - sayfa 58 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
– Kütüphane, benzeri dünyanın başka da hiç bir ülkesinde bulunmayan
çok değerli bir kültür ocağıdır ve Ermeni ulusunun tarihsel gururu olarak
varlığını sürdürmektedir. Ermeniler,
binlerce yıl sadece kendi başlarından
gelip-geçeni yazmış olmakla kalmayıp, çevrelerinde olup-biteni de, başka
halklar hakkında kayda değer buldukları hemen herşeyi de yazmış, resimlemiş, çoğaltmış ve saklamışlardır. Bugün, Gürcüler, Pontus Elenleri, Lazlar,
Azeriler, Zazalar, Türkmenler, Kürtler
ve Türkler hakkında Ermeni kaynakları, o halklarda dahi olmayan-bulunmayan bir dizi bilgileri barındıran çok
önemli zenginliğe sahiptir. 1915 soykırımında yakılıp, yokedilen yüzbinlerce
kitap, resim, fotoğraf, belge vb. gibi
pek çok değerli bilgilerin yokedilmesi,
yani bir uygarlık tarafından yaratılan
tüm o küle çevrilmiş değerlerin yitmesinden sonra bile, kalıp-kurtulmayı
başarmış binlerce kitap ve belge sayesinde, günümüz Ermenistan Cumhuriyeti bölgenin tüm halkları için gerçek
bir "BİLGİ CENNETİDİR" !
Tarihte, ilim, sanat, zanaat, ziraat, ticaret, felsefe, edebiyat, bilim ve teknikte Ermenilerin nesiller boyu insanlığa sunduğu değerli katkılar, o halkın
yaratıcılığının ne kadar köklü bir geçmişe sahip olduğunun göstergesi olup,
böyle bir misyonu gönüllü olarak
üstlenmesi sayesinde insan uygarlığı tekerinin ne denli ileriye hareket ettiğini
anlamamız için çok gereklidir. Ermeniler, bu toprakların en eski yerlisi
olma hakkı ve binyılların şahitliklerini
yazılı olarak 21.inci yüzyıla taşımayı
becermiş olmalarıyla, bugün de insani
uygarlığa hizmet etme görevlerini sürdürmekteler.
Ağustos - 2012 Doğu Ermenistan
P.S.: Makalemi, 1512 yılında Venedik’
te URBATAGİRK adlı ilk matbaa basımı Ermenice kitabı yayımlayan Hagop Meğabard’ın ölümsüz anısına atfediyorum.
HayastanInfo.net
http://www.armenieninfo.net
http://hyetert.blogspot.de
Dersim’in kayıp kızlarının izi
okul kayıtlarından çıktı
1938’deki Dersim olaylarında ailesi öldürülen kız çocuklarının izine okul kayıtlarında rastlandı. Aile bilgilerinin yer aldığı belgeler, kızlarını arayanlar için
büyük önem taşıyor.
MECLİS Dilekçe Komisyonu bünyesinde kurulan Dersim Alt Komisyonu,
bugüne kadar gün ışığına çıkmamış sürpriz bir Dersim belgesine ulaştı. Milli
Eğitim Bakanlığı’nın TBMM’ye gönderdiği arşivlerde, Dersim olayları sırasında ailesi öldürülen kızların toplanarak okutulduğu Elazığ Yatılı Bölge Kız
Okulu’nun kayıtları ortaya çıktı. Söz konusu kayıtlarda, kızların fotoğraflarının
yanısıra baba adı, doğum yeri ve tarih bilgileri yer alıyor.
Milli Eğitim arşivlerinden çıktı
1937-38 Dersim olayları sırasında aileleri öldürülen ya da ailelerinden alınarak sürgün edilen Dersimli kızların akıbetiyle ilgili önemli bir belge daha gün
ışığına çıktı. Dersim’in kayıp kızlarının izi Genelkurmay arşivlerinde aranırken sürpriz Milli Eğitim Bakanlığı arşivinden çıktı. Milli Eğitim Bakanlığı’nın
Meclis Dersim Alt Komisyonu’na gönderdiği arşivden, kayıp kızlarla ilgili okul
kayıt defteri bulundu. Dersim’in kayıp kızlarından Sultan Kulalp’in, kardeşlerini bulmak için TBMM’ye yaptığı başvuru üzerine komisyonun taradığı arşivden çıkan kayıt defteri, Dersim’in diğer kayıp kızları açısından da umut oldu.
Bir ailenin başvurusuyla öğrenildi
1931 yılında doğan Dersimli Sultan Kulalp, babasının Dersim olayları sırasında, iki erkek kardeşinin ise aileden kalan mala el koymak için öldürüldüğünü
anlatırken, kendisini ise bir akrabasının eğitime kazandırmak için bölgede kız
çocuklarını toplayan Sıdıka Avar’a teslim ettiğini aktardı. 120 sahipsiz kız ile
sınavsız olarak Elazığ Yatılı Bölge Kız Okulu’na kaydedildiğini belirten Kulalp,
okulu bitirip Dersim’e döndüğünde ise iki kız kardeşinden bir daha haber alamadığını ifade etti. Kulalp, Meclis’ten kayıp kız kardeşlerini bulabilmesi için
yardım istedi.
Okul kayıt defterindeki umut ışığı
Sultan Kulalp’in anlatımlarıyla Dersim’li kimsesiz kızların gönderildiği okuldan haberdar olan Dersim Alt Komisyonu ise çalışmalarını bu alanda yoğunlaştırdı. Milli Eğitim Bakanlığı’ndan o tarihlerde okullarla ilgili bilgi ve belge
isteyen Komisyon, yıllardır tozlu raflarda bekleyen okul kayıt defterine ulaştı.
Sıdıka Avar’ın yönettiği Elazığ Yatılı Bölge Kız Okulu’nun kayıtlarında çok
sayıda Dersim kökenli ve sınavsız alınan kız çocuğunu tespit eden Komisyon,
aynı zamanda Sultan’a ait olduğu düşünülen kayıtları da buldu.
SUBAYLARA EVLATLIK VERİLDİLER
OKUL kayıt defterinde, kızların fotoğraflarının yanısıra, baba adları, doğum
yerleri, tarihleri ve okula nasıl alındıklarına ilişkin bilgiler de yer alıyor. Bu
kayıtların hem kayıp kızları arayan aileler, hem de ailelerini arayan kayıp kızlar için yol gösterici olabileceği belirtiliyor. Komisyonun yaptığı araştırmada,
Dersim’in kayıp kızlarının bir bölümünün ise olaylar sırasında operasyona katılan subaylara evlatlık olarak verildiği orta çıkmıştı.
kızılbaş - sayfa 59 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Değerli dostlar!
DERSİYAD’ın (Dersim Ermenileri
İn-anc ve Sosyal Yardımlaşma Derneği) 29-09-2012’de düzenleyeceğimiz
``Dersim`li Ermenilerin Frankfurt–
Hanau Buluşması`` etkinliğinde sizleride aramızda görmekten mutluluk ve
onur duyarız.
Dersim’de insanlık yıllarca egemen
halkın iktidarlarınca terörize edilerek
susturulmak istendi. Dersim’de insanlık yıllarca zulüm altında katliamlar
yaşadı. Acımasız hayatın dayattığı bu
zor koşullar altında kendi kimlik ve dinini saklayarak, bir kısmı hayatta kalmayı başardı. Bu zorlukların bilincinde
olan bazı „DERSİM ERMENİLERİ“
tam zamanıdır diyerek kendilerini deşifre ettiler. Kendilerini deşifre ederek,
vaftis olup, T.C. Devletinin mahkemeleri tarafından yeni isim ve kimlikleri
resmi olarak onaylandı. Bizler hiç zaman kaybetmeden çok büyük zorluklar altında „DERSİYAD“ – „Dersim
Ermenileri Inanç ve Sosyal Yardımlaşma Derneği“ adı altında örgütlenip
derneğimizi kurduk. İlk hedef olarak
kendimizi, kendi ulusumuz ile tanıştırma kampanyası başlattık. Ermenistan,
Istanbul, Dersim ve Avrupa’nın değişik devlet ve şehirlerinde çok başarılı
olarak değerlendirdiğimiz etkinlikler
yaptık.
Ne isek o olduğumuzu deklere ederek, kendi gerçekliğimizi keşfederek,
kendi kendimizin insanı olarak, kendi
kendimizi yanılsamalardan kurtararak önemli bir başlangıç yaptık. Biz
bunu yaparken öncelikle kendimizdeki
bölünmeye son verdik, kendi kimliğimizin tarihsel gerçekliğiyle yüzleştik,
etrafımızdakilerin de kendi yanılgıları
ile yüzleşebilmelerinin yolunu açtık,
gerçekliğin ve yaşanılmışlıkların yanılsamalarından imal edilmiş yalanlarla yüzleştiğimiz gibi etrafımızın da
yüzleşmesinin imkanlarını sunduk. Bu
anlamıyla bizim çıkışımız ve varlığımız aslında etrafımızdaki çoğunluk
için de bir imkandır, fırsattır. Nasıl
ki biz, dayatma kimliklerden kendimizi kurtardıysak, bizim çıkışımız
egemen çoğunluğu da kendi yanılsamalarından, imal edilmiş yalanlardan
kurtulmanın yolunu açmaktadır. Biz
burada hem tarihsel varlığımızla hem
de tarihsel ve toplumsal bilincimizle
ve inancımızla varız. Artık bu gerçek
inkar ve reddedilemeyecek kadar var
ve somut. Artık biz DERSİM ERMENİLERİ, dedelerimizin bize bıraktığı
kimlikle, onların dillerinde seslenen
adlarımızla, onların inançlarıyla yaşayacağız. Dernek önemli bir çalışma alanıdır, aynı zamanda önemli bir
sosyal zemindir. Bu zeminin ve bu
alanın varlığımızla, bilincimizle, kararlılığımızla güçlendirilmeye ihtiyacı
var. Bu anlamda en çok ihtiyacını hissettiğimiz şey, birliğimiz ve kendimiz
olduğumuz kadar, kendimizin tarihsel
ve toplumsal kültürel bilgisidir. Elimizden geldiğince bülten faaliyetimizi
geliştireceğiz. Dernek olarak Ermeniceden çevrilere destek ve öncü olmaya
çabalayacağız. Görsel, yazılı anlamda
yapacağımız çalışmalarla ve yapılacak çalışmalara vereceğimiz destekle
kendimiz hakkındaki bilgi kirliliğinden mümkün olduğunca hem kendimiz
hem de toplumun kurtulmasına kendimizce destek olmaya çabalayacağız.
Öte yandan, Dersimde‘ki dedelerimizden kalma tarihsel değerlerin gün
yüzüne çıkması ve varolanların restorasyonu için dernek olarak girişimde olacağız ve girişimlere de destek
olacağız. Dolayısıyla bundan sonraki
hedef, gerçekler ile yüzleşme aşaması
olacaktır. Sayın okuyucular bu amaç
için „Dersimli Ermenilerin FrankfurtHanau Buluşması“ adlı etkinliğinde
sizleri aramızda görmekten onur ve
mutluluk duyacağız. Dersimli Ermeniler adına hepinize saygılar.
• Artık kendi inkarımızdan doğduk…
• Artık bebeklerimizin isimleri Hrant,
Agop, Anahit…
• Artık kendimize kendimizin ismiyle
sesleniyoruz...
DERSİYAD Avrupa temsilcisi
R. Kayan
w w w. d e r s i m e r m e n i . c o m
[email protected]
kızılbaş - sayfa 60 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Suriye'de yaşananlara
ve mezhep gerilimine Hatay'dan bakmak
Hamide Yiğit
Savaşın kapı eşiğinde patlayacağı korkusunu yaşayan bir halk. Ekonomisi durmuş,
kazancı bitmiş, ekmeği küçülmüş bir Hatay. Bugüne kadar kardeşçe yaşadığı hemşehrilerinden ayrıştırılmak, kimliği, mezhebi öne çıkarılarak bir birine kırdırılmak
istenen Hatay halkı. Sürekli akrabalarından ölü-yaralı haberleri alan, almaktan hep
korkan Hatay…
“Mülteci” adı altında Türkiye’ye gelen
silahlı adamlar Antakya’da cirit atıyor.
Asker elbiseli, silahlı, yanlarında korumalarla tur atıyorlar. Medyanın “muhalifler”
dediğine Antakya halkı asla muhalif demiyor. Nedenini şöyle açıklıyorlar: “Nasıl
isimlendireceklerini bilememe hali var.
Suriyeli desek, yıllardır Suriye halkıyla
ekonomik, akrabalık, komşuluk ilişkilerimiz var. Biz Suriye halkını böyle bilmeyiz.
Muhalif desek, arkasında halk desteği olur,
halkla birlikte muhalefet eder. Oysa bunlar
tam bir çapulcu ve ellerine hak etmedikler
bir değer ve fırsatlar verilmiş, adeta terör
estiyorlar…”
Nasıl ki, İncirlik “planlama ve koordinasyon merkezi” ise, Hatay da artık ABD’nin
Suriye konusundaki “operasyon merkezi”
olmuştur. Sınır, silahlı gruplar için “yol
geçen hanı” durumunda. Hatay’daki kamplardan Suriye’ye günü birlik giriş yapıp
saldırı düzenliyor ve kamplarına geri dönüyorlar. Ya da yaralı dönerlerse, sınırda
onları bekleyen ambulanslarla ilçe ve merkez hastahanelere taşınıyorlar.
Mülteci kampından daha çok evlerde barınanlar var. Halk, kamplarda yaklaşık 7 bin
kişinin kaldığını, ama bu sayının en az üç
katı kadar “mülteci”nin evlerde (Antakya
merkez ve sınıra yakın ilçelerinde) kaldığını söylüyor. Kaygılarını da şöyle ifade ediyorlar: “Kampta kalanların kaydı vardır,
kim oldukları bellidir belki ama evlerde
kalanların ne olduğu, kimliği, ne yaptığıne yapacağı belli değil. Suriye uyruklu olmayanlar da vardır ve kaldıkları evler silah
deposu gibi.”
Esnaf canından bezmiş
Canlarının istediği restoranta girip yemek
yiyorlar ve hiçbir ödeme yapmadan çıkıp
gidiyorlar. Esnafın artık patlama noktasına
gelip de, “Yeter artık, yediklerinizin parasını ödeyin” dediğinde sürekli şu cevabı
aldıklarını söylüyorlar: “Seninle sonra görüşeceğiz, biz burayı beğendik. Çok yakında senin bu restorant bizim olacak…” Bu
öyle yaygın hale gelmiş ki, bakkalı, berberi, ayakkabıcısı vb. hepsi, “Bu çapulcular
bizim memleketimize, mallarımıza göz
dikmişler, buralar bizim olacak diyorlar”
biçiminde kaygılarını ifade ediyorlar.
Sokakta silahlarını göstere göstere geziyorlar, halktan onlara bakan olursa da “Ne
bakıyorsunuz? Canınızı yakarız” diyorlar.
Esnaftan para ödemeden ya da çok az ödeyerek sıkı pazarlıkla birçok şeyi almak istiyorlar. Bir Suriyeli istediğini alamadığında cep telefonuna sarılıp, “Şimdi Recep’i
arıyorum (Recep Tayyip Erdoğan’ı kastediyor), size haddinizi bildireceğim” diyebiliyor.
Bizi bezdiriyorlar. Polisin bizi değil, sanki
bize karşı onları koruyacağı garantisi kendilerine verilmiş gibi hareket ediyorlar. Ve
polis çağıramıyoruz, ama onlar bizi sürekli
polis çağırmakla tehdit ediyorlar. Örneğin
5 TL’lik bir alış verişte “Al şu 1 lirayı ve
sus, yoksa şırta’yı (polis) çağırırım” diyorlar.
Hastahanelerde daima öncelik Suriyelilerin. Muayene sırası gelmiş bir hasta, aniden kapı dışarı ediliyor, onun yerine Suriyeli hasta alınıyor. İtiraz edildiğinde de,
“Sisteme girişleri yapılıyor, bizim elimizden bir şey gelmez” deniliyor. Hastaneye
getirilen her yaralı Suriyelinin etrafında sivil polislerimizin (Antakyalının deyimiyle
MİT) cirit attığını, gelen yaralıya halkın
göz ucuyla bakmaya dahi cesaret edemediğini ifade ediyorlar.
Mezhep çatışmasına zemin hazırlanıyor
AKP ve medyasının mezhep odaklı hedef
gösterme ve nefret söylemi, Hatay’da ciddi boyutlara varmış durumda. Malatya’da
patlak verenin, bir “davulcu” meselesi kadar basit olmadığı, göz göre göre kıyıma
sebep olacak bir mezhep çatışması zemini
oluşturulduğu artık görülmek zorunda.
Görülmeyen asıl tehlike ise Hatay ve çevre
illerinde olanlar. Bu yüzden Hatay halkı
diken üstünde.
Hoşgörü ve kardeşlik kenti diye bilinen
Hatay’da uyumak, tilki uykusuna yatmaktır artık. Gözünü saldırıya açma ihtimalini
barındıran bir kaygıyla uyumaktır. Ya da
gözünü açarken, “Savaş çıktı mı?” diye
soran gözlerle güne başlamaktır. Bütün bu
kaygıların altında yatan şey, AKP’nin yarattığı ve medyanın sorumsuzca körüklediği mezhep çatışması ihtimalidir. Çünkü
Suriye’ye yönelik küresel saldırının ana
hedefi Esad ve Esad’ın mezhebi olunca,
Hataylılar, yaratılmak istenen algının ilk
farkına varanlar ve hissedenlerdir.
“Hatay’ın içinden, kamptan ‘Esad’ı hallettikten sonra sıra size gelecek’ tehditleri
yapıldı ve ne polisimiz ne de hükümetimiz
buna karşı hiçbir şey yapmadı” diyorlar.
Bu algıyı besleyen AKP ve onun medyası,
Hatay halkını Alevi-Sünni diye kutuplaştırmayı başarıyor gibi. Bir taraftan “Alevi
Esad, din kardeşlerimizi katlediyor” algısı
yaratıldı, diğer yandan, “Aleviler silahlanıyor, Esad için savaşıyorlar” propagandası
yapılıyor. Hatay’daki tüm Alevilerde ciddi
bir tedirginlik yaratan bu atmosfer, sihirli
bir el tarafından sosyal paylaşım sitelerinde derinleştiriliyor.
Örneğin REYHANLI/HATAY isimli bir
sosyal paylaşım sayfası, “İranlı Şiiler
Hatay’dan yoğun bir şekilde toprak satın alıyor, Esad yanlıları, Şiilere yardım
ediyor. Amaçları Hatay’ı da içine alan bir
Nusayri Devleti kurmaktır. Biz Sünnileri
Hatay’dan kovacaklar. Bu Alevilere asla
izin vermeyelim” propagandasını yaydı.
Bu paylaşımın yarattığı etki, tam bir kışkırma hali. Yapılan yorumlardan bazıları:
“Alevileri Hatay’da istemiyoruz, cehenneme gitsinler… Esad’ın köpekleri.. Dindaşlarınız Lazkiye’de cehenneme gönderildikten sonra sıra siz Samandağ’lılara
gelecek…” Bu tür yorumlarda açıkça belli
olan tüyler ürpertici gelişmeler var.
Hatay halkı bir boyutuyla bu kışkırtmaların üstesinde gelebilir belki, ama mesele
tek boyutlu değil. Hatay halkı hissiyat olarak bir çıkmaza doğru sürüklendiğini ifade
ediyor ve kaygılanıyor. Yalnızca “Esad’ın
gitmesi”ne odaklanan kontrolsüz, asitmetrik ve oldukça nefret içeren kirli bir savaş
yürütülüyor.
Esad düşse de düşmese de tehlike büyük
Bir boyutu şudur kaygının: “Her halukarda
büyük bir tehlike var. Eğer Esad düşer de
amaçlarına ulaşırlarsa, dedikleri gibi sıra
bize gelecek kaygısını yaşıyoruz. Kaygılanmak için yeteri kadar sebebimiz var.
Özgür Suriye Ordusu’nun, Alevileri hedef
göstererek ‘sıra size gelecek’ tehdidine
karşı hükümet ve polis kılını kıpırdatmadı,
Hatay halkını rahatlatacak bir adım atılmadığı gibi, bu çirkin kışkırtmalar devam
etti. Sınırda ‘Devrimden sonra Alevilerin
malları da kadınları da size helaldir’ mektupları ele geçirildi. Amaçlarına ulaştıkları
takdirde tehlikenin boyutu büyüktür.”
İkinci boyutu: Bu kadar kinlenmiş bu
güruh eğer Esad’ı düşüremez ve yenilgiye uğrarlarsa da büyük tehlike ile karşı
karşıyayız diyorlar. Çünkü bunlar tekrar
Suriye’ye gidemezler. İhanetin, işbirlikçiliğin ve yaptıkları onca katliamın karşılarına çıkacağını biliyorlar, o yüzden gidecek
yerleri yoktur. O zaman büyük bir olasılıkla Hatay’a yerleşeceklerdir. O zaman da
yenilginin öf kesi de eklenince, durum tam
bir felakete dönüşebilir. Yağma, talan ve
katliam.”
kızılbaş - sayfa 61 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kamptaki 15-16 yaşlarındaki çocukların
diline hakim olan tek sözcük; “katliam”dır.
Çocuklar bile “Allahın izniyle hepsini katledeceğiz” diyorlar. Bu tehlikenin farkındayız ama Türkiye pek farkında değil.
Sınırda savaşın sesi: Top atışları
İki hafta kadar önce Samandağ halkı gece
4-5 saat boyunca savaşın top seslerini dinledi. Suriye ile aramızda sınır oluşturan
meşhur Kel Dağı, her zaman yarı yarıya sisler içine gömülü, bir silüet gibi durur. Çoğu
zaman orada bir “kel dağı silüeti” olduğu
unutulur. Top sesleri, sanki Kel Dağının
bağrından kopan “Suriye ile aranızda ben
varım” çığlıkları gibiydi. Sınırlarımızdan
Suriye’ye saldırı için giden silahlı gruplar,
Lazkiye yolu üzerinde Suriye ordusuyla
çatışma yaşadılar. Top sesleri ile geçen saatler sonrasında yaralılar taşındı akın akın,
Antakya hastahaneleri dolup taştı.
Sabaha doğru sisler içinde keli kaybolmuş
dağa yönelen bakışlar, “Savaş çıktı mı?”
diye soran gözler… Savaşın sesleriyle geceyi geçiren Samandağlı bir kız çocuğu şu
notu düşüyor Facebok sayfasına: “Utanıyorum ve korkuyorum. Benim Hükümetimin
sebep olduğu ölümlerin sesini duyuyorum.”
Korkunç iddialar
Dış destekli paralı askerlerin Suriye halkına karşı uyguladığı şiddeti Hatay halkı
biliyor. Bu algıyı güçlendiren şeyler anlatılıyor. Silahlı gruplar Reyhanlı sınırından
girip, Suriye Bab el Hava sınır kapısını bir
süreliğine ele geçirdiler. O süre içinde yeşil
bidonlarla sürekli bir şeyler taşındığı, Bab
el Hava sınır kapısına dizilen çöp bidonlarına Türk polisinin gidip silah bıraktığı,
Reyhanlı’dan çok sayıda piknik tüp satın
alındığı ve bu tüplerin bomba yapımında
kullanılacağının söylendiği iddiaları dolaşıyor.
Yaklaşık bir buçuk hafta önce Yayladağı’
ndan girip, Suriye Şabanlı köyü karakoluna bir saldırı gerçekleşti. 6 Suriye askeri
öldürüldü. Bu operasyonu gerçekleştirenler hakkında da korkunç iddialar dolaşıyor.
Parası, Kaymakam tarafında ödenmiş bir
minibüsle Suriye’ye girildiği ve operasyon
gerçekleştikten sonra aynı minibüsle geri
dönüldüğü konuşuluyor. Yurt gazetesinde
aynı operasyonun video kayıtları yayımlandığında, bu iddiayı güçlendiren kanıtlar
ortaya çıktı. Video kaydında öldürülen Suriyeli askerleri videoya kaydedenler Arapça konuşuyor, ama bu Arapça ve cesetlere
yöneltilen hakaret ve küfürler, kesinlikle
bir Suriyeliye ait olamaz. Kullanılan dil,
daha çok Hatay-Reyhanlı Arapçasına benziyor. Onun dışındakilerin Türkçe konuşmaları duyuluyor. Kayıttaki konuşmalar
içinde “Allah razı olsun, Minübüs nerde,
Minübüs gelecek mi” cümleleri geçiyor ki,
bu konuşmalar, katliamı yapanların gittikleri minübüsle geri döndüklerini doğruluyor.
Hatay medyaya tepkili
Savaşı halka “pazarlayan” medyanın yala-
nı Hatay’dan daha net görülüyor.
Suriye’de olayların başladığı ilk günden
itibaren medyanın yalan haberler yaptığını biliyor ve gözlüyorlar. Suriye’nin her
kentinde akrabaları vardır Hataylının. Dilini konuştuğu, yayınlarını izlediği, yazılı
basınını okuduğu, hiçbiri yoksa her olaya
bir telefon kadar yakın durduğu gerçeği, bu
denli saptıran medyaya ateş püskürüyorlar.
Hatay bu süreçte basın ordusu akınına uğradı. Hatay’ın sokağındaki sıradan bir vatandaşı şaşkına çeviren ısmarlama haberler yapıldığına tanık oluyorlar. Örneğin,
Harbiye’den Yayladağı’na doğru kameralarını çevirmiş bir yayın ekibinden (haber
kanalının adı sanı belli ancak burda ismini
vermiyoruz) bir muhabirin canlı bağlantıda “Suriye topraklarından yayın yaptığı ve
yoğun çatışma sesleri duyulduğu” yalanına
tanık oluyorlar. Göz göre göre bu kadar yalana halk öf keleniyor ve yayın ekibi tartaklanıp oradan kovuluyor. Bunun gibi birçok
gazete ve gazetecinin Hatay’ın içinden,
“Suriye’deymiş görüntüsü vererek” yalan
haber aktardıklarına tanık oluyorlar.
Yayladağı halkı hem gergin hem de kazançlı
Gergin; çünkü, Yayladağı halkı mültecilerle ilk muhatap olandır ve bugüne kadarki
sirkülasyonun, sorunların, sınır ihlallerinin en canlı tanığıdır. Aynı zamanda muhaliflerle iç içedir. Kimin Selefi komutanı,
kimin Vahabi komutanı, kimin El Kaideci
olduğunu ayırt edebiliyor, diğerlerinin ne
olduğunu biliyor. Örneğin tepeden tırnağa
asker kıyafeti ile dolaşan, ama ayağında
spor ayakkabı olan biri için “bu çapulcudur” diye tanımlıyorlar. Bu çapulcu takımının son zamanlarda askeri botlar satın
almaya yöneldiklerini söylüyorlar.
Yayladağlılar Arapça bilmedikleri için,
Suriyeli mültecilerin Yayladağlı kadınları
Arapçayla taciz ettiklerini söylüyorlar. Bu
durumdan fazlasıyla rahatsız olan Yayladağ halkı, “Biz kapımız açık uyurduk, ama
şimdi kapı pencerelemizi kilit altında tutuyoruz” diyorlar.
Kazançlı; çünkü, Yayladağ kampına devlet
tarafından karşılanan her türlü malzeme
alınıyor. Gıda, giyim, çocuk bezi vb. Hatay yerel basınında devletin ödeme yaptığı
bu malzemeler arasında prezervatif olduğu
bile yazıldı. İhale usulü alımı yapılan malzemeler bol. Mülteciler devletten aldıkları
malları, yarı, hatta çeyrek fiyatına Yayladağlılara satıyorlar. Pazarda Suriyeli mülteciler sürekli tezgah açıyor. Hatta esnafa
toptan mal satanlar da var.
Elektrik kesintileri, felaketin habercisi
Harbiye ve ardından Yayladağı. Bu yol güzergahında elektrikler kesiliyor, sokak ve
caddeler de dahil her yer zifiri karanlık. Bu
arada askeri mühimmat ve silahlı grupları sınıra taşıyan araçlar geçiyor. Geçiş tamamlandıktan sonra elektrikler veriliyor.
İlçe halkının tanık olmasına izin verilme-
yen bu nakliyat, bölge halkında ciddi tedirginlik yaratıyor.
Ermenilere dönük saldırı tehdidi de söylenti olarak dolaşıyor. Son birkaç gün içinde ortaya çıkan bu söylentiye göre Kamplardan, “Keseb’e saldıracağız. Ermeniler
de katledilecek” mesajları geliyor. Suriyeli
çocukların bile dillerinden düşürmediği
“katletme” sözcüğü, bu kez Keseb için kullanılıyor. Olasılık ne olursa olsun, bu tüyler ürpertici söylemin mutlak surette dikkate alınması gerektiği gerçeğinin altını
çizmekte yarar var. Keseb, Yayladağı’na en
yakın ve Ermenilerin yoğun yaşadığı bir
sınır kasabası. Ermenilere dönük bir saldırı ‘girişimi’ dahi, Samandağ’da yaşayan
Ermeni halkının hedef haline gelmesine
neden olabilir.
Bu birkaç gün içinde ara ara önce Yayladağı’nın, ardından Keseb’in elektrikleri
kesildi. Halk tedirginlik içinde yaşıyor. 2
Ağustos’ta gece yarısına doğru, aynı yöntemle karanlıkta 6 otobüsün sınıra doğru
hareket ettiği görüldü. İçinde El Kaidecileri ve askeri mühimmatı taşıdığı konuşulan otobüslerin sınırdan girişi, söylentideki gibi Keseb’e saldırılacak endişesini
yükseltti. Bir süre sonra 2-2.5 saat süren
top atışları, bomba sesleri gelmeye başladı. Çatışma sesleri, Keseb tarafından değil
de, aksi yönden gelince olay anlaşıldı ki,
Hatay’dan 6 otobüs dolusu silahlı çatışmacı, Halep’i “kuşatmaya” gidiyor ve sınırdan
çok ileri gidemeden Suriye güvenlik güçleriyle çatışmaya giriyor.
Suriye’de olan bitene Hatay’dan bakmak,
çok özetle böyle bir şeydir. 17 aydır sebep bulamadıları bir savaşın kapı eşiğinde
patlayacağı korkusunu yaşayan bir halk.
Ekonomisi durmuş, kazancı bitmiş, ekmeği küçülmüş bir Hatay. Bugüne kadar
kardeşçe yaşadığı hemşehrilerinden ayrıştırılmak, kimliği, mezhebi öne çıkarılarak bir birine kırdırılmak istenen Hatay
halkı. Sürekli akrabalarından ölü-yaralı
haberleri alan, almaktan hep korkan Hatay… Ve en kötüsü; kardeş-akraba Suriye
halkına yöneltilen saldırıların merkez üssü
olan, kurşun sıkanlara ev sahipliği yapan
Hatay… Bunun öf kesi ve üzüntüsüyle her
sokağında, her hanesinde konuşulan şudur:
Biz bu ayıbı daha fazla taşımayı reddediyor, her geçen gün hızla yaklaşan felaketi
artık beklemek istemiyoruz.
Ve… Mülteci kampları derhal Hatay’dan
alınsın ve öncelikle insanı amaçlı kullanılmak üzere düzenlensin! Sınırlar, silah geçişine ve “teröristlere” kapatılsın!…
kaynak: www. Sendika.org
kızılbaş - sayfa 62 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
TÜRKİYELİ GÜRCÜLER PLATFORMU
Gürcüler Anadilde Eğitim İstiyor
Türkiyeli Gürcüler Platformu yaptığı
açıklamayla anadilde eğitim ve anadillere anayasal güvence talep etti.
Platform üyesi Fazıl Kaya, Kürtler ve
Türkler dışında kalan halkların Türkiye gündemine dahi girmediğini hatırlattı.
Türkiyeli Gürcüler Platformu (TGP)
yaptığı basın açıklamasıyla gürcülerin
anadilde eğitim ve anadillere anayasal
güvence talep ettiğini duyurdu. bianet'e
konuşan TGP üyesi Fazlı Kaya, "Anadilde eğitim evrensel insani bir haktır.
Kimliğimizin asimile olmasına izin
vermeyeceğiz" açıklamasını yaptı.
TGP yaptığı yazılı açıklamada Türkiye'nin en temel sorununu, kimlik ve
anadil meselesiyle ilgili yaşanan hak
ihlalleri olarak açıkladı. Kürt sorunu
ekseninde bu meselelerin son dönemde
daha fazla gündeme geldiğini belirten
TGP, diğer halklar için de benzer duyarlılığın gösterilmesini ve demokratik adımların atılmasını istedi.
TGP, Cumhuriyet'in kurulduğu yıldan
itibaren Türkiye'deki tüm halkların
Türkleştirilmeye çalışıldığını ifade
etti. Anayasa'da yer alan kimlik tanımlarına göre Türkler dışında kalan
halkların yok sayıldığını dile getiren
platform, seçmeli ders veya anadilde
eğitim tartışmalarının ancak anayasal
düzleme getirildiği zaman amacına
ulaşabileceğini kaydetti.
"Anadile ve kimliklere yaklaşım samimi olmalı"
Bir dönem Gürcü Kültür Merkezi'nin
başkanlığını da yürüten Türkiyeli Gürcüler Platformu üyesi Fazlı Kaya ise
bianet'e yaptığı açıklamada Türkiye'de
asimilasyon politikalarının sona erdirildiği söyleniyorsa, öncelikle anadillerin ve kimliklerin anayasada güvence altına alınması gerektiğini hatırlattı.
"Anayasa'daki vatandaşlık tanımı tek
bir kimliği dayatıyor. Anayasa'ya göre
Türkiye'de yaşayan herkes Türk. Önce
bunun ortadan kalkması, sonra da diğer halkların dilleri ve kimlikleri de
anayasada ifade edilebilmesi gerekiyor."
Türkiye'de yaşayan dillerin seçmeli
ders olarak gösterilmesinin önemli bir
adım olarak nitelendirildiğini kaydeden Kaya, "Ben bu adımın taktiksel olduğunu düşünüyorum. Özellikle Kürt
sorununun geldiği aşama itibariyle
devletin halen anadillere ve kimliklere
yaklaşımında samimi olmadığını görüyoruz" diye konuştu.
"Asimilasyon politikaları sona ermiş
değil"
Lazların, Çerkezlerin, Gürcülerin hak
taleplerinin Kürt Sorunu ekseninde
kalmasını, kendilerine yapılmış bir
haksızlık olarak değerlendiren Kaya,
"Temel insanî hakların kazanılması için tek yöntem isyan mıdır" diye
sordu. Kürtler ve Türkler dışında kalan halkların Türkiye gündemine dahi
girmediğini de bildiklerini kaydeden
Kaya, Lazların, Çerkezlerin ve Gürcülerin büyük çoğunluğunun asimilasyona uğradığını da kabul etmek gerektiğini vurguladı.
Kaya, Türkiye'de iki milyona yakın
Gürcü yaşadığını ancak anadilin ve
kültürlerin nesilden nesile aktarımının
yapılamadığını ifade etti. "Türkiye'de
yaşayan Gürcülerin büyük çoğunluğu
asimile olmanın son sınırına ulaşmış
durumda. Özellikle yeni nesil anadillerini konuşamıyor. Sadece bir etnisite
olarak Gürcü olduklarını ifade ediyorlar ancak herhangi bir kültürel kodu
taşıyabilmiş değiller. Bana göre eğer
böyle devam ederse 30-40 yıl içerisinde Türkiye'de Gürcü olduğunu söyleyen dahi kalmayacak." (SA/HK)
Kaynak: bianet.org
"Davutoğlu'nu tutuklama hakkımız var"
Irak Dışişleri Bakanlığı bugün sert bir
açıklama yaparak Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Kerkük’e gidişini
eleştirdi. Açıklamada, Davutoğlu’nun
ziyaretinin Bağdat’ın bilgisi ve onayı
dışında gerçekleştirildiği belirtildi.
Irak Başbakanı Nuri Maliki'nin danışmanı, "Türkiye çok açık bir biçimde
Irak'ın işlerine karışıyor, T.C. Büyükelçiliği kapatılmalı, Davutoğlu'nu tutuklama hakkımız var" açıklamasında
bulundu.
Bakanlık’ın internet sitesinde yer alan
açıklamada, “Ulusal egemenliği azımsamak, uluslararası ilişkilerin temel
kurallarını ihlal etmek ve devletler
ile yetkililer arasındaki ilişkilerin temel düzenlemelerini ihlal etmek ne
Türkiye’nin ne de başka bir ülkenin çıkarına olur” denildi.
AFP haber ajansının bildirdiğine göre,
açıklamada, “Bütün bunlar Dışişleri
Bakanlığı’nın bilgisi ve onayı dışında
gerçeklemiş, bu ziyaret için resmi ve
diplomatik kanallar kullanılmamıştır”
ifadeleri kullanıldı. http://www.cnnturk.com
kızılbaş - sayfa 63 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dersim 38 Fotoğraf Sergisi
Dersim’de 12. Munzur Kültür ve Doğa
Festivali kapsamında Hozat İlçesi’nde
Kalan Müzik’in sahibi Hasan Saltık
Arşivi’nde yer alan 1937-1938 yılında
yaşanan Dersim katliamının yer aldığı
fotoğrafların yer aldığı sergi açıldı.
Daha önce ilçe merkezindeki duvarlara Dersim 38 duvarı oluşturan Hozat
Belediyesi’nin ev sahipliğinde yapılan
sergiyi yüzlerce insan gezdi. Zaman
zaman duygusal anların da yaşandığı sergiye ilişkin bilgi veren Kalan
Müzik’in sahibi Hasan Saltık, sergide
daha önce yayınlanmamış fotoğrafların yer aldığını belirterek, “Bu anlamıyla Dersimle ilgili bilgi kirlilikleri
vardı biraz da amaç bunları ortadan
kaldırmaktı. Çok şey konuşuluyordu.
Bunları daha sonra belki bir fotoğraf
albümü olarak Dersim türküleri eşliğinde ücretsiz kütüphaneler için dağıtacağız. Dersimliler kendi tarihini
öğrensin. Umarım Türkiye Cumhuriyeti de öz eleştirisini yapar gerçek
belgelerini; genelkurmay fotoğraflarını açıklar. Bunlar ufacık şeyler. Genelkurmayda çok ciddi fotoğraflar olduğunu biliyoruz. Onları yayınlaması
lazım. Şu anda belgeleri yayınlamaya
başladılar ama onunla ilgili oluşturulan komisyonun genelkurmaydan
fotoğrafları alması önemli. Sergiyi
yaparken görüp de alamadığım çok
fotoğraflar var. Toplu öldürmeler toplu kafa kesmeler, korkanlar var. Görüp de alamadığım binlerce fotoğraf
var. Bu kadar insanların elinde varsa
genelkurmayda ne kadar fotoğraf var
kim bilir. Bunların toparlanıp yayın-
lanması lazım” dedi.
Sergiyi gezerken duygusal anlar yaşayan Tuncelili bir vatandaş, “Anlatmak
zor. Sanki yeni yaşamış gibi üzüldüm
ve acı çektim. Gerçekten zor. Anlatılmıyor. Utansın. Bence bunu yapanlar
utansın” dedi.
Dersim katliamına ilişkin belgesel çalışmalarıyla tanınan yönetmen Özgür
Fındık, serginin Hozat gibi Dersim’in
eski merkezinden açılmasının önemli
olduğunu belirterek, benzeri çalışmaların devam etmesi gerektiğini dile
getirdi.
Dersim katliamında yakınlarını kaybeden bir başka Tuncelili ise; “Katliamlara karşı çıkalım. Katliamlar
lanetlenmelidir. Kim yapmışsa tarih
kitaplarına geçmelidir. Lanetlenmelidir. Partiler mi kişiler mi yapmış insanlarımıza gerçekleri anlatmak zorundayız” diye konuştu.
Hozat Belediye Başkanı Cevdet Konak
da yaptığı konuşmada, Mustafa Kemal
Atatürk imzalı 1938 yılına ait 3. ordu
Manevrası Hatırası yazılı madalyayı
göstererek, “Kemal Atatürk tarafından verilmiş imzalanmış bir madalya. Bize katledenlere bizi öldürenlere
Türkiye cumhuriyeti devleti büyüklerinin verdiği madalya. Şu madalyanın
her tarafında kan izleri var” şeklinde
konuştu.
Sergiden amaçlarının kin ve nefreti
devşirmek olmadığını ifade eden Konak, “Ancak Dersim halkının yaşadığı
bu soykırım karşısında sessiz kalmayacağız; sesimizi yükselteceğiz. Aşırı
duygulandıran fotoğraflar var sergide.
Ağlayan hemşehri dostlarımızı gördük. 1938’de çocuk olan amcalarımız
bizi bu şekilde topladılar, bu şeklide
katledildik deyip 38’e dönüyor. 38’de
yaşanmış olan katliamın soykırımın
toplum tarafından tartışılması ve hafızanın tazelenerek sorumlulardan
hesap sorulmasını istiyoruz. Dönemin
devleti yönetenler, CHP ve devamı
olan anlayış Dersim halkından özür
dilemelidir. Bu süreci tartışmaya açan
AKP literatürde yeri varsa özür diliyoruz dedi. Bunu kabul etmiyoruz.
Devleti yöneten tüm kurumların Dersim halkının karşısında diz çökerek
özür dilemesi gerekiyor” dedi.
Açılan serginin ardından 20. yüzyılın
siyasal vebası, milliyetçilik, soykırım
ve Dersim konulu konferans düzenlendi.
Kaynak:
Dersim News/tuncelinin sesi
www.kalan.com
İMÇ 6. Blok No: 6608 Unkapanı İstanbul
Tel: +90 212 512 35 13 Fax: +90 212 528 11 34

Benzer belgeler

kızılbaş

kızılbaş av. erdal doğan av. hıdır özcan av. birliği hukuk danışmanı: av. ertekin ceylan ankara temsilcisi: hatice çevik tel: 0506 818 66 55 [email protected] berlin temsilcisi: ali koçak alikocak5...

Detaylı