5 hikaye bir arada

Transkript

5 hikaye bir arada
5 hikaye bir arada
ÇİRKİN ÖRDEK YAVRUSU
alis harikalar diyarında
alis o gün çok neşeliydi.ane ve babasıyla birlikte pikniğe gitmişti. kocaman ağaçların arasına
örtülerini sermişlerdi.güzel meyveler,lezetli yemekler yiyorlardı.alis'in canı oyun oynamak istedi.baba,saklanbaç oynıyalım mı?dedi.babası:-tamam,kızım.hadi,sakla.ben seni
bulayım,dedi.alis,koşup kocaman bir çalının arkasına saklandı.küçük bir aralıktan babasının onu
aramasını izledi.beklerken uykusunun geldiğini hissetti.alis tam uyuyacaktı ki beyaz bir tavşan
gördü.büyük adamlar gibi giyinmiş bir tavşandı bu.saatine bakıp"geç kaldım!geç kaldım!"diyerek
koşuyordu.alis çok merak etti.tavşan nereye geç kalmıştı acaba?bunu öğrenmeyi çok istedi.hemen
tavşanın peşine takıldı.kocaman bir ağacın gövdesindeki kapıdan tavşanın içeriye girdiğini
gördü.alis de tavşanın peşinden içeri girdi.kendini upuzun bir koridorda buldu.çok şaşırdı.koridorda
bi sürü kapı vardı.hepsi sımsıkı kapalıydı.sadece minicik bir kapı açıktı.alis eğilip kapıdan
baktı.rengarenk ağaçların olduğu bir orman gördü.çok güzeldi.orada olmak istedi.alis kapının
yanında küçük bir şişe gördü.içinde rengarenk şekerler vardı.birini aldı.üzerinde"beni
ye!"yazıyordu.alis dayanamadı şekeri yedi.birden küçülmeye başladı.küçüldü,küçüldü...o kadar
küçüldü ki,o minicik kapıdn girebilecek kadar oldu."keşke bilmediğim bir şeyi yemeseydim!şuraya
bak!minicik oldum,diye düşündü.koşarak kapıdan geçti.alis çok güzel bir ormana geldi.ağaçların
rengarenk çiçekleri,kocaman yaprakları vardı.
Gönderen: merve nur sarıdoğan
pamuk prenses ve yedi cüceler
bir varmış bir yokmuş.dünyaya şirin bir kız gelmiş.kömür gibi saçları,kiraz rengi kadar
dudakları,beyaz tenli,mavi gözlü kız çocuğu dünyaya gelmiş.annesi ve babası babası kızın adına
pamuk prenses koymuşlar annesi kısa bir sürede ölmüş.sonra babası başka bir kadınla
evlenmiş.ama bu kadın çok kızgın bir kadındı.pamuk prenses hep korkuyomuş.günlerden bir gün
pamuk prensesi öldürmeye kalkmış.üvey babaannesi asistanına pamuk prensesi ormana götür
öldür demiş.asistanı pamuk prensesine dayanamamış.hayvanın kalbini götürmüş ve pamuk prenses
ormanın içinde kaybolmuş gitmiş gitmiş bir ev görmüş.kapıya tık tık diye vurmuş.ve içerde hiç
kimse yokmuş.girmiş ve hemen yatak aramaya başlamış.ve yatak bulmuş.yatmış sonra yedi
cüceler gelmiş.ve yataklarına gitmişler çünkü çok yorgunlarmış gitmişler bi bakmışlar yatakta
pamuk prenses endişelenmişşşş.aaaaaaaaaaa diye bağırmış.yedi cücelerde
bağırmışaaaaaaaaaaaaaaa çok korkmuşlar.pamuk prenses
-merak etmeyin ben sizi öldürmem yemek yaparım yerleri silip süpürürüm demiş.
-tamam demiş yedi cüceler...
gün doğmuş yedi cüceler iş başına gitmiş bu arada pamuk prenses yemek yapar yerleri siler
süpürür sonra kapı çaldı tık tık tık pamuk prenses kimo dedi.yaşlı bir teyze çıktı ama bu üvey
anneydi.zehirli bir elmayı ona yedittirdi pamuk prenses yere düştü.sonra yedi cüceler geldi ve o
ölmüştü. sonra beyaz atlı prens pamuk prensesin anlından öptü ve pamuk prenses gözlerini açtı.
düğün hazırlıklarına başladılar ve gün doğdu saat:12;yi vurdu düğün başladı.ve pamuk prenses le
prens mutlu bir ömür yaşadılar.burdada masa bitti.
Gönderen: irem
*
*
*
ÇİRKİN ÖRDEK YAVRUSU
ÇİRKİN ÖRDEK YAVRUSU
Anne Ördek sabırla yumurtalarının kırılmasını bekliyordu. Vakit tamamlanınca ördek yavruları
yumurtalarından çıkmaya başladılar. Fakat en son ve en büyük yumurta bir türlü kırılmıyordu.
Sonunda yumurtanın beyaz kabuğu çatladı. Diğerlerinden daha gri ve farklı olan ördek yavrusunun
küçük kafası göründü. Anne ördek yeni doğan yavruya bakarak ; "Umarım değişir.." dedi şevkatle.
Zaman ilerliyordu ama ördek yavrusunun rengi hala griydi. Kümesin bütün hayvanları onunla alay
ediyorlar, ona "çirkin ördek yavrusu" diye sesleniyorlardı. Anne Ördek sabırla yumurtalarının
kırılmasını bekliyordu. Vakit tamamlanınca ördek yavruları yumurtalarından çıkmaya başladılar.
Fakat en son ve en büyük yumurta bir türlü kırılmıyordu. Sonunda yumurtanın beyaz kabuğu
çatladı. Diğerlerinden daha gri ve farklı olan ördek yavrusunun küçük kafası göründü. Anne ördek
yeni doğan yavruya bakarak ; "Umarım değişir.." dedi şevkatle. Zaman ilerliyordu ama ördek
yavrusunun rengi hala griydi. Kümesin bütün hayvanları onunla alay ediyorlar, ona "çirkin ördek
yavrusu" diye sesleniyorlardı.
Zavallı yavru o kadar mutsuzduki sonunda uzaklara gitmeye karar verdi. Gün boyunca yürüdü gece
olunca ise çok yorulmuştu. Mola verdi. Bir yanda açlık, bir yanda korku...Ama yapabileceği hiç
birşey olmadığından derin bir uykuya dalmakta gecikmedi.
Ertesi sabah su sesleriyle gözlerini açtı. Geceyi yaban ördeklerinin çılgınca eğlendiği küçük bir göl
kıyısında geçirdiğini anladı. Bu gürültücü arkadaşlarına kendini tanıtmaya hazırlanıyordu. Birden bir
tüfek sesi ile irkildi. hiç zaman kaybetmeden ordan uzaklaştı. Çok geçmemişti ki küçük ördek
kendini bir çiftlikte buldu. Çiftliğin sahibi yaşlı kadın onu doyurdu. Ateşin yanında uyumasına izin
verdi. Fakat yavru ördek bir göl bulabilme umuduyla oradan da uzaklaştı.
Günlerce bir göl bulabilmek için rastgele yoluna devam etti. Sonunda bir göl kıyısına ulaştı. Bu
arada yanlız başına yaşamayı öğreniyordu. Bu göl kıyısında yavru ördek gün geçtikçe büyüyordu.
Kendisi farkında olmadan görüntüsü değişiyordu. Geçen kuğuları gördükçe onların asil duruşları ve
güzel görünüşlerinden dolayı iç çekiyordu.
İlkbaharda bir kuğu sürüsü gölün kıyısına yuva yapmaya geldi. Çirkin ördek yavrusuyla tanışmak
için yaklaştılar. Fakat kendisini bu zarif kuşlarla arkadaşlık etmek için çok çirkin ve kaba
buluyordu.Birden bire suda aksini gördü. O da ne!...
Kendisini güzel bir kuğuya dönüşmüş olduğunu farketti. Kuğu sürüsüne katıldı ve ömür boyu mutlu
oldu.
Zavallı yavru o kadar mutsuzduki sonunda uzaklara gitmeye karar verdi. Gün boyunca yürüdü gece
olunca ise çok yorulmuştu. Mola verdi. Bir yanda açlık, bir yanda korku...Ama yapabileceği hiç
birşey olmadığından derin bir uykuya dalmakta gecikmedi.
Ertesi sabah su sesleriyle gözlerini açtı. Geceyi yaban ördeklerinin çılgınca eğlendiği küçük bir göl
kıyısında geçirdiğini anladı. Bu gürültücü arkadaşlarına kendini tanıtmaya hazırlanıyordu. Birden bir
tüfek sesi ile irkildi. hiç zaman kaybetmeden ordan uzaklaştı. Çok geçmemişti ki küçük ördek
kendini bir çiftlikte buldu. Çiftliğin sahibi yaşlı kadın onu doyurdu. Ateşin yanında uyumasına izin
verdi. Fakat yavru ördek bir göl bulabilme umuduyla oradan da uzaklaştı.
Günlerce bir göl bulabilmek için rastgele yoluna devam etti. Sonunda bir göl kıyısına ulaştı. Bu
arada yanlız başına yaşamayı öğreniyordu. Bu göl kıyısında yavru ördek gün geçtikçe büyüyordu.
Kendisi farkında olmadan görüntüsü değişiyordu. Geçen kuğuları gördükçe onların asil duruşları ve
güzel görünüşlerinden dolayı iç çekiyordu.
İlkbaharda bir kuğu sürüsü gölün kıyısına yuva yapmaya geldi. Çirkin ördek yavrusuyla tanışmak
için yaklaştılar. Fakat kendisini bu zarif kuşlarla arkadaşlık etmek için çok çirkin ve kaba
buluyordu.Birden bire suda aksini gördü. O da ne!...
Kendisini güzel bir kuğuya dönüşmüş olduğunu farketti. Kuğu sürüsüne katıldı ve ömür boyu mutlu
oldu.
Gönderen: AYSE
AĞLAYAN ELMA İLE GÜLEN ELMA
AĞLAYAN ELMA İLE GÜLEN ELMA
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zamanda bir padişah ve üç de oğlu varmış. Bunlar ülkelerinde mutlu bir hayat sürerlermiş.
Küçük oğlan bir gün köşkünde otururken, sokaktaki çeşmeden su almak için bir kocakarının geldiğini görmüş. Oğlan ninenin
testisine küçük bir taş atmış ve testiyi kırmış. Nine bir şey söylemeden evine dönmüş. Bir testi daha alıp gene çeşmeye gelmiş.
Oğlan bu sefer de bir taş atıp testiyi kırmış. Nine sessizce evine geri dönmüş.
Ertesi gün testi elinde gene çeşmeye gelmiş. Oğlan, ninenin geldiğini yukarıdan görüp hemen eline bir taş daha almış. Uygun bir
anda atıp gene testiyi kırmış.
Nine başını kaldırmış:
-Hey oğul, bir şeycikler demem.. Dilerim Mevla’dan, ağlayan elma ile gülen elmaya aşık olasın demiş, çekip gitmiş.
Oğlan da aradan birkaç gün geçince ninenin söylediğini kendine dert etmeye başlamış. Gerçekten ağlayan elma ile gülen almaya
aşık olmuş. Günden güne sararıp solmaya başlamış.
Çok geçmeden padişah, oğlunun hastalandığını işitmiş. Hekimler bir türlü derdini anlayamamışlar. Günlerden bir gün kente bir
hekim gelmiş. Bakması için saraya çağırmışlar. Hekim:
-Bunun hastalığı sevdadan başka bir şey değil demiş.
Oğlan da en sonunda ağlayan elma ile gülen elmaya aşık olduğunu babasına söylemiş.
Babası çok üzülmüş:
-Şimdi ne yapalım, oğlum? Biz onu nerede buluruz demiş
Oğlan:
-Ben gider onu bulurum.. Yeter ki siz izin verin diye cevap vermiş.
Padişah;
-Oğlum, bu hal ile nereye gideceksin? Onun kim olduğunu, nerede olduğunu bilmezsin. Vaz geç bu sevdadan. Dediyse de oğlan
kanmamış.
-Mutlaka gidip bulacağım demiş.
Ağabeyleri de babalarına;
-Biz de onunla birlikte gideriz. Kardeşimizi yalnız bırakmaz, bu elmaları mutlaka buluruz demişler.
Bunlar yol hazırlığı yapmışlar. Üçü birlikte yola düşüp bilmedikleri ülkelere, kentlere doğru yürümeye başlamışlar.
Az gitmiş uz gitmişler; dere tepe düz gitmişler... En sonunda bir çeşme başına gelmişler.
Çeşmenin taşının üzerinde bir yazı görmüşler.
Taşta şunlar yızılıymış:
“Karşıdaki üç yolun birine giden gelir,
birine giden ya gelir ya gelmez, öbürüne giden hiç gelmez”
Büyük oğlan;
-Giden gelir yola ben gideyim demiş.
Ortanca oğlan da;
-Giden ya gelir ya gelmez yola da ben gideyim demiş.
Giden gelmez yola gitme de küçük oğlana kalmış.
Büyük oğlan;
-Gittiğimiz yerden hangimiz önce gelirse, ötekilerin gelip gelmediğini nereden bilsin? demiş
Küçük oğlan ileri atılmış:
-Parmaklarımızdaki yüzükleri çıkarıp şu taşın altına koyalım. Kim önce gelirse taşı kaldırsın yüzüğünü alsın. Sonra gelen de
kimin dönüp dönmediğini bilsin.
Böyle yapmışlar. Her biri istediği yola gitmiş.
Büyük oğlan “giden gelir” yoluna çıkmış.
Az gitmiş, uz gitmiş; bilmediği bir ülkeye varmış. Orada, ‘Giren çıkandan bir şeyler öğrenirim’ umuduyla bir hamama girmiş.
Hamamda tellak olarak çalışmaya başlamış.
Ortan oğlan “giden ya gelir ya gelmez” yoluna koyulmuş. Az gitmiş uz gitmiş... Günlerden bir gün bir ülkeye varmış. Orada bir
kahveye girerek çalışmaya başlamış. Sonunda kahveci olup orada kalmış.
Küçük oğlan da “giden gelmez” yoluna düşmüş. O da az gitmiş, uz gitmiş. Çok uzun yollarda yürümüş. Otura kalka, gide gide
bir gün bir çeşme başına gelmiş. Bakmış ki bir nine bu çeşmeden su dolduruyor. Oğlan yanına gitmiş...
—Nineciğim, beni bu akşam evinde konuk eder misin demiş.
Nine de;
—Ah oğul, benim bir evim var... Yattığım zaman ayaklarım dışarı çıkar. Ben kendim sığamıyorum, seni nerede konuk edeyim
diye cevap vermiş.
Küçük oğlan yaşlı kadına bir avuç altın vermiş:
-Aman nine, ne olur bana yatacak bir yer bul deyince nine altınların hatırına;
-Gel oğul gel... Evim de var odam da.. Senden başka kimi konuk edeyim? Deyip, oğlanı evine götürmüş.
Evde biraz yemiş içmişler. Otururken oğlan sormuş:
-Aman nine, bir ağlayan elma ile gülen elma varmış... Nerededir onlar bilir misin?
Nine bunu duyar duymaz oğlana bir tokat vurmuş.
—Sus! Onların adını anmak yasaktır...
Bunun üzerine oğlan çıkarmış bir avuç altın daha vermiş. Nine sevinerek;
-Oğlum, yarın kalkarsın, şu karşıki dağa giderisin. Oraya bir çoban gelir. O çoban, ağlayan elma ile gülen elmanın olduğu
sarayın çobanıdır. Onun gönlünün yapıp saraya girebilirsen elmaları orada bulursun. Ama elmaları aldıktan sonra doğruca benim
yanıma gelesin demiş.
Oğlan da sabahleyin kalkmış. Kadının tarif ettiği dağa gitmiş. Bakmış ki orada bir çoban koyun otlatıyor. Gidip çobana selam
vermiş... Oturup konuşmaya başlamışlar. Sonra oğlan ağlayan elma ile gülen elmayı çobana söylemiş.
Çoban da tıpkı yaşlı kadının yaptığı gibi bu sözü işittiği anda oğlana bir tokat vurmuş. Tokatı yiyen oğlanın aklı başından gitmiş.
—Aman çoban kardeş bana neden vurdun? Deyince çoban yeniden üstüne yürümüş.
—Sus daha konuşuyorsun, öyle mi? Diye bir tokat daha vurmuş.
—Onun lafı burada yasaktır, demiş.
Oğlan çobana yalvarmış yakarmış, bir avuç altın vermiş... Çoban altınları görünce yumuşamış.
Oğlana demiş ki:
-Ben şimdi bir koyun keserim. Onun derisini tulum çıkarırım. O tulumun içine girersin. Akşamüzeri ben koyunları sürüp saraya
giderken sen de koyunların içinde saraya girersin. Çünkü saraya girerken koyunları sayarlar. Sen de koyun gibi yürüyüp kendini
bildirmeyerek sürüyle birlikte içeri girersin. Geceleyin, herkes uyuyunca, en yukarı kata çıkar sessizce sağ taraftaki odaya
girersin. Padişahın kızı yatakta yatar, elmaları da rafta durur. Onları, uyandırmadan alabilirsen alırsın... Eğer kız uyanırsa
bağırır... Seni yakalarlarsa iş fena olur.
Çoban bunları söyledikten sonra kalkmış bir koyun kesmiş. Koyunun tulum gibi çıkardığı derisine oğlanı sokmuş. Koyunların
içine katarak doğruca saraya gitmiş. Nöbetçiler koyunları saraydan içeri girerken saymışlar. Oğlan da sürüyle birlikte içeri
girmiş.
Gece olmuş, herkes uyumuş. Saat dörde beşe gelirken oğlan tulumdan çıkmış. Yavaş yavaş en yukarı kata gidip çobanın
söylediği odayı bulmuş. Açıp bakmış ki orta yerde bir yatak, içinde de ayın on dördü gibi güzel bir kız yatıyor... Oğlan ona
bakarken, raf üzerinde bulunan elmaların biri kahkaha ile gülmeye diğeri de hüngür hüngür ağlamaya başlamışlar. Bunları işiten
oğlan hemen kapıyı kapadığı gibi kaçmış, doğruca koyunların yanına gitmiş.
Elmaların gürültüsüne yatakta yatan kız uyanmış. Bakmış ki kimsecikler yok. Odanın dışına çıkmış, öteye bakmış, beriye
bakmış... Kimseyi bulamayınca içeri girmiş:
-Sizi gidi yalancılar sizi... Beni aldattınız. Diyerek elmalara kızmış. Yeniden yatağa yatmış.
Aradan kısa bir süre geçince kız tekrar uyumuş. Oğlan da bir daha yukarı çıkmış.
Yavaş yavaş odanın kapısını açmış, içeri girmiş. Elmalara doğru bir iki adım atmış. Bu sırada yeniden elmaların biri gülmeye, biri
ağlamaya başlamış. Oğlan korkusundan gene kaçmış. Kız uyanmış, bakmış ki kimsecikler yok...
—Hay gidi edepsizler hay. İkidir beni uykudan uyandırıyorsunuz. Gene bir şey yaparsanız sizi döverim, demiş ve yeniden
yatmış.
Kız uyuyunca oğlan gene gelmiş, kapıyı açıp elmaların yanına yaklaşmış. Elini uzatıp raftan alayım derken elmalar gene gülüp
ağlamaya başlamış ve oğlan gene korkup kaçmış. Kız uyanıp bakmış ki kimsecikler yok:
-Sizi gidi arsızlar sizi. Bu gece deli mi oldunuz? Üç keredir beni uykudan uyandırıyorsunuz. Bu nasıl iş? Deyip, bir tokat birine,
bir tokat ta ötekine vurmuş. Sonra yeniden yatağına girip yatmış.
Aradan epeyce vakit geçmiş. Oğlan gene odaya girmiş ve rafa yaklaşmış. Elmanın birini eline almış... Bakmış ki ses yok...
Öbürünü de alıp dışarı çıkarmış. Doğruca koyunların arasına gidip tulumun içine girmiş. Meğer elmalar kıza, kendilerine kızdığı
için darılmışlar, bu yüzden ses çıkarmazlarmış.
Sabah olmuş... Çoban koyunları saraydan çıkarmış ve dağa doğru gitmiş.
Oğlan, saraydan uzaklaşınca kimsenin olmadığı bir yerde tulumdan çıkmış. Çobana bir avuç altın daha vermiş.
—Allaha ısmarladık, deyip doğru ninenin evine gelmiş. Nine oğlanı görünce hemen bir leğenin içine biraz su koymuş. Bir tavuk
keserek kanını suya akıtmış. Suyun içine bir tahta koyup oğlanı tahtanın üstüne oturtmuş.
Kız sabah olup da uykudan uyanınca, aşağı bakmış, yukarı bakmış ki rafta elmalar yok.
—Eyvah! Bu gece elmalarım çalındı. Onlar beni üç kere uyandırdılar ama ben anlayamadım; meğerse hırsız gelmiş diye
ağlamaya başlamış.
Padişah bunu duyunca sarayın kapılarını kapattırmış. Hatta şehrin etrafındaki kalenin kapılarını da kapatarak gireni çıkanı sıkı
sıkı arattırmış.
Şehrin içini de aramışlar, bir türlü bulamamışlar. Falcılar fal bakmışlar. Sonunda görmüşler ki elmaları alan kanlı bir denizde
gemiyle gidiyor.
—Padişahım, demişler;
-Bu adam çok uzaklara gitmiş. Bu kanlı deniz nerededir bilemeyiz...
Sonunda bu elmaları aramaktan vazgeçmişler artık. Kalenin kapıları eskiden olduğu gibi açılmış. Oğlan nineye biraz daha altın
verdikten sonra
-Eyvallah deyip oradan çıkmış.
Geldiği yoldan dönmeye başlamış. Gide gide bir gün, ağabeyleriyle ayrıldığı çeşme başına gelmiş. Yüzüklerini koydukları taşı
kaldırıp bakmış ki hiçbiri gelmemiş. Kendi yüzüğünü almış ve küçük ağabeyinin gittiği yola gitmiş.
Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş... Bir gün bilmediği bir ülkeye varmış. Yolunun üstündeki bir kahveye girmiş.
Yorgunluk çıkarmak için kahve çubuk içmiş. Bakmış ki ağabeyi orada kahvecilik ediyor.
Yaklaşmış yanına, ama kahveci olan ağabeyi onu tanımamış. Bir ara oğlan ağabeyini yanına çağırmış. Söz arasında:
-Sen nerelisin? Filan derken, ağabeyi anlamış ki kendisiyle konuşan kardeşidir. Sonra birlikte kalkmışlar geri dönmek için yola
koyulmuşlar. Şurası burası derken gene o çeşmeye gelmişler. Taşı kaldırıp bakmışlar ki, ağabeyleri gelmemiş. Ortanca oğlan da
yüzüğünü almış. Ağabeylerini aramak amacıyla onun gittiği yola gitmişler.
—Kardeşim, bunlar biraz bizde dursun, sonra gene sana veririz, demişler.
O da;
-Pekiyi deyip vermiş.
Sonra bu iki ağabey birbirlerine;
-Biz bunu öldürelim; şu elmaların biri sende biri bende kalsın demişler.
Yol üzerinde bir kahveye rast gelmişler. O kahvenin bahçesinde biraz oturup yemek yiyelim demişler. Kahveciden bir hasır
istemişler, kahveci de hemen getirmiş.
Bahçede ağzı açık bir kuyu varmış. Hasırı o kuyunun üstüne yaymışlar. Küçük oğlan kuyuyu görmemiş... Hasırın üstüne
oturduğu gibi kendisini kuyunun dibinde bulmuş. Ağabeyleri biraz oturmuşlar. Yemek yiyip karınlarını doyurmuşlar. Kahve,
tütün içmişler. Az sonra gene yola düşüp ülkelerine doğru gitmişler.
Kuyuda su olmadığı için, aşağıya düşen oğlan ölmemiş, ama bayılıp kalmış. Ağabeyleri ülkelerine varmışlar.
Babaları küçük kardeşlerinin nerede olduğunu sormuş. Onlar da;
-Biz gittik, ağlayan elma ile gülen elmayı bulup getirdik. O, bir giden gelmez yola gitmişti, bir daha gelmedi, demişler. Babaları
da üzülmüş, ağlamışsa da;
-Elbet gelir diyerek kendini avutmuş.
Onlar babalarının yanında oturmada olsun, biraz sonra, kuyuya düşen oğlanın aklı başına gelmiş. Kuyunun içinde yukarıya
doğru bağırmaya başlamış.
O sırada kahveci bahçede gezerken bir de bakmış ki kuyudan bir ses geliyor. En sonra kuyuya bir adam sarkıtmışlar ve oğlanı
çıkarmışlar.
—Sen buraya nasıl düştün diye sorunca oğlan da başına gelenleri bir bir anlatmış. Sonra kalkıp kendi ülkesine gitmiş. Ama
babasının sarayına gitmemiş. Başına bir işkembe geçirmiş ve keloğlan kılığına girerek bir kalaycı dükkânına girmiş. Orada çırak
olarak çalışmaya başlamış.
Gel zaman git zaman, herkes kendi hayatını yaşamaya devam etmiş... Ama ağlayan elma ile gülen elmanın sahibi olan kız çok
büyük üzüntü içindeymiş. Kızın padişah babası bin taneli bir tespih yaptırmış ve adamlarına vermiş.
—Bu tespihi alın, ülke ülke gezin. Kim başına geleni anlatarak bu tespihi bitirinceye kadar çekebilirse bu elmaları o almıştır...
Onu tutup bana getirin, demiş.
Adamlar tespihi almışlar. Çeşitli ülkelere gitmişler. Gezmişler, dolaşmışlar ama kimse o tespihi çekememiş. En sonunda bu
elmaları çalan oğlanın ülkesine gelmişler. Tam o kalaycının önünden geçerlerken, oğlan ustasına;
-Usta, ben başıma gelenleri anlatırken bu tespihi çekerim, demiş.
Ustası adamlara haber vermiş. Onlar da tespihi getirmişler:
-Haydi bakalım, hem anlat hem de çek demişler.
Oğlan o zaman;
-Ben bunu çekerim ama buranın padişahının yanında çekerim demiş.
Oradan oğlanı alıp padişahın yanına getirmişler. Olan biteni padişaha anlatmışlar.
Oğlan oturmuş, başına gelenleri bir bir anlatmış. Bu arada tespihi çekmeye de başlamış. Tam kardeşlerinin onu kuyuya
attıklarını söylediği sırada tespih bitmiş.
Padişah da bu oğlanın kendi küçük oğlu olduğunu anlayıp, hemen kalkmış onun boynuna sarılmış.
—Vah oğulcuğum, senin başına bunca işler gelmiş de benim haberim olmamış diyerek ağlamaya başlamış.
Adamlar oğlanı alıp öteki padişaha götürmek istemişler. Ama önce elmaları alan iki büyük oğlanın cellât elinde cezaları verilmiş.
Sonra da küçük oğlanı elmalarla beraber öteki padişahın ülkesine göndermişler.
Az gitmişler, uz gitmişler... Gide gide bir gün gene, elmaların çalındığı ülkeye ulaşıp, bu oğlanı padişahın yanına götürmüşler.
Padişah oğlanı görür görmez ona kanı kaynamış. O tespihi bir de kendi önünde çekmesini istemiş.
Oğlan gene tespihi alıp başına gelenleri baştan sona kadar anlatmış ve tespihi de çekmiş.
Padişah;
-Oğlum, sen bu elmaları âşık olduğun için çaldın.
Ama benim kızım da bunlara âşıktır. Gel, kızımı sana vereyim, ikiniz de bu elmalardan ayrılmayın demiş.
Oğlan da:
-Baş üstüne deyip padişahın söylediğini kabul etmiş.
Küçük oğlanla kız evlenmişler. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine...
Gönderen: AYŞE
_____________________________________________________________________________________________________
KALBİNİ KUŞLARA VEREN ÇOCUK
‘’Tanrı kuşları sevdi ağaçları yarattı
İnsan kuşları sevdi kafesleri yarattı’’
Jacgues Deval
Bir varmış bir yokmuş, adı sanı bilinen zamanın birinde, dağlardan kopup gelen çağlayanların arasında şirin mi şirin küçük bir
köy varmış. Her bahar geldiğinde bir başka güzel olurmuş buralar. Doğaya binbir canlılık gelir, bir başka güzel akarmış dereler.
Arılar, kadife kanatlı kelebekler çiçek çiçek gezer, daldan dala uçuşurmuş türkü gözlü kuşlar… Bir efsaneye göre güneş en güzel
orada gülermiş çocuklara, oraya dökermiş ışığının en güzel renklerini. Yeryüzünün en güzel bitkileri, çiçekleri, hayvanları da
oralıymış. Gökyüzünde her gece yıldızların düğünü olur, her sabah bir sevincin şöleni başlarmış. Düş mü? gerçek mi? pek ayırt
edilemezmiş, etrafını çevreleyen dağlar öylesine görkemli dururmuş ki, doruklarında gökyüzü hep mavi ve engin bir denizi
andırırmış. Eteklerindeki derin vadiler boy boy hayvanlar barındırır, onlara analık eder ve bütün kötülüklerden korurmuş… En
vahşi hayvandan, en sessiz böceğe kadar tüm canlılar kardeşce geçinirmiş. Bir yeşil halı gibi yerleri kaplayan çimenler, nereden
çıkıp, nerede tükendiği bilinmeyen pırıl pırıl sular, rengarenk çiçekler ve türlü boyalı kuşlarla bu eşsiz yer, bir başka yaşama
sevinci verirmiş insanlara.
İşte bu yörede zeki mi zeki, akıllı mı akıllı küçük bir çocuk yaşarmış. Deniz adındaki bu sevimli çocuk insanları, hayvanları,
kuşları, çiçekleri, ağaçları yani doğadaki güzel olan her şeyi ve bir de herkesin masal anası ismini verdiği bilge ninesini çok
severmiş. O bu sevgisini lafta bırakmaz, gereğini her fırsatta yerine getirir, insanların, hayvanların, canlı cansız, doğadaki tüm
varlıkların haksız saldırılara hedef olmaları karşısında, içinde sınırsız bir öfke ve acı duyarmış. Bu yüzden hep güçsüz ve haklıdan
yana çıkarmış. Çünkü Deniz ninesinden hep emeği, yardımseverliği, merhametli olmayı, sevgiyi, iyiliği, dürüstlüğü, doğruluğu,
temizliği, ahlaklı ve adil olmayı öğrenmiş.
Deniz gün boyu çiçeklerle söyleşir, kelebeklerle uçuşur, bilge ninesinin ardında koşuşup dururmuş kırlarda. Onun geçtiği
yerlerde güller gülümser, sümbüller pembeleşir, kuşlar şarkı söyler, dağlar taşlar dillenirmiş. Hafif hafif esen rüzgarlarla ağaçlar
eğilip eğilip birbirini selamlarmış. Deniz nerede solmuş sararmış bir çiçek görse, koşar su getirir, koklayıp okşayıp yeşertirmiş.
Her şey öylesine ona alışıkmış ki, bir gün ortalıkta görünmese, çevreden iniltiler duyulur uzun narin kavaklar bile boynu bükük
bakarmış. Öyle ki, çiçekler üzülüp büzülür, kelebekler uçmaz, kuşlar türkülerini söylemez, sular hışırtısız akarmış. Deniz sadece
kuşlarla konuşmazmış. Köylülerin söylediklerine göre, o bütün hayvanların dillerinden de anlarmış. Onlarla saatlerce söyleşir.
Birbirileriyle iyi geçinmelerini öğütlermış.
İşte Deniz, bu gizemli doğanın koynunda doğmuş, orada büyümüş orada tanımış çiçekleri. Kuşlarla dostluğu, arkadaşlığı da
orada başlamış. Küçücük yüreği dünyayı içine alacak kadar geniş, sevgisi dünyayı ısıtacak kadar sıcakmış. Bu güzel çocuk
yaşamına renk veren, anlam katan sevgisinin sesini de orada bulmuş. Hiç bir canlının başka bir canlıya haksızlık etmesine gönlü
razı olmazmış. Onun bu sesini duyan her canlı bütün kötülükleri unutur, sadece iyilik düşünürmüş.
Ve bir gün Deniz bu güzelim köyünden ayrılmak zorunda kalmış. Kuşların ötüşü, serin suların çağlayışı kulakları okşayıp
yüreklere dökülürken, çiçekler solumalarını sıklaştırmış. Bütün köylüler gediğin tepesini aşıp, Deniz’ i uğurlamışlar; iyi
yolculuklar dilemişler. Ninesi o kadar çok üzülmüş ki, sözcükler onun ayrılık acısını anlatmaya yetmemiş. Hiçbir canlının başka
bir canlıya veremeyeceği ve hiç bir canlının anlayamayacağı bir şefkat ve sevgiyle basmış bağrına. İçi ılık ılık duygularla dolup
kabarmış, o yaşlı yüreğine ince ince çağlayanlar akmış da, yangınını söndürememiş. Torunu uzaklaşıncaya dek çırpınan yaralı
bir kuş kanadı gibi, yaşlı gözlerle el sallamış ardından, dualar mırıldamış. Deniz uzaklaşır uzaklaşmaz hemen bütün köylüler onu
özlemeye başlamışlar. Bu sevginin kaynağı neredeymiş, neymiş kimse akıl erdirememiş.
Deniz şehirler geçmiş, trenler, otobüsler, vapurlar, otomobiller ve uçaklar görmüş: görünce de ağzı bir karış açık kalmış, zira
köyünü çevreleyen dağların ötesini hiç mi hiç bilmezmiş.
Deniz uygarlığın teknolojik nimetlerinden uzak, fakat bozulmamış, kirlenmemiş, temiz ve bakir bir doğa ortamında yaşarken,
babası onu alıp uzak bir ülkeye götürmüş. Bu ülkenin renk renk lale bahçeleri, yel değirmenleri, altın saçlı gökgözlü güzel
çoçukları varmış. Ancak getirildiği kent beton yığınları ile kaplı, soluk alamayacak derecede kalabalık, gürültülü ve telaşlıymış.
Doğup büyüdüğü yerlere hiç benzemediği gibi, her akşam kocaman fabrika bacalarından çıkan, kirli kara bir duman abanırmış
kentin üstüne. Kent soluk alamazmış. O zaman gökyüzü ışığını yitirir, sokak lambaları bile zar-zor ışıldarmış. Burada insanlar
kendilerini kalın beton duvarlar arkasına, kuşları kafeslere, çiçekleri özgür doğadan koparıp saksılara koymuşlar. Kafesteki
kuşlar aç değilmiş ama özgürlükleri yokmuş. Saksıdaki çiçekler susuz değilmiş ama doğal güzellikleri kalmamış. içeklerin
renkleri ve kokuları, kuşların ötüşleri yapaymış. İnsanların neşeleri gülüşleri ve ağlayışları da.
Okula başlamış Deniz. Sınıflar çocuk doluymuş, ancak Deniz yalnızmış, bir türlü alışamamış kalabalıklara, kent yaşamına…
Yitirdiklerini ararmış Deniz, gözünde tütermiş insiz köyü, yemyeşil dağlar, serin pınarlar, kuşlar, yeleleri rüzgarda savrulan atlar,
koyunlar, kuzular, bir de dünya tatlısı nineciği.
Onca kalabalığın orta yerinde yapayalnız kalmış; ne o anlatabilmiş kendini başkalarına, ne de başkaları onu anlamak istemiş. Bir
tren geçermiş Deniz’in özlemlerinde, bir kuş ötermiş, o kuytu bir köşeye çekilip ağlarmış. Kimi zaman özlemi dayanımaz bir hal
alırmış, yakıp tutuştururmuş yüreğini. Deniz’in bu durumuna öğretmeni çok üzülürmüş. “Sen zeki ve yetenekli bir çocuksun bu
günler çabuk geçer buraya da alışırsın” diyerek Deniz’ i teselli etmeye çalışırmış. Ama o dalgınmış, bilincini yitirmişçesine boş
boş bakarmış etrafına. Artık düşüncelerinin içinde öyle eriyip yitmiş ki, bu ona sonsuz derece acı verirmiş.
Bir de Deniz’ in kafasını sürekli yoran bazı sorular varmış. Neden kuşların, çiçeklerin zgürlüklerini kısıtlayıp, kafeslerde ve
saksılarda tutsak olarak yaşatırlar? Kuşlar ve çiçekler evlerdeki saksılar ve kafesler için yaratılmamıştır ki? Acaba bütün bu
haksızlıklar ve acımasızlıklar geçici ve basit bir doyum duygusu için miydi? Peki, kocaman adamların bu tutumuna karşı, ya
çocuklar niçin kayıtsız kalıyordu? Onlar, kuşların ve çiçeklerin özgürlüğü için neden bir çaba harcamıyordu?
Deniz bu sorunları günlerce düşünmüş; çiçeklerin saksılara, kuşların kafeslere konulmasına bir anlam yüklemeye çalışmış, ama
becerememiş. Gün geçtikçe suskunlaşmış, konuşmaz gülmez olmuş ve yemeden içmeden kesilmiş. Sanki uzak diyarlarda dilsiz,
kolsuz, kanatsız kalmış. Gitgide içine kapanmış, yapılan bu haksızlıklara öfkelenmiş, ancak bağırıp çağırmamış, suskunlukla
direnmiş.
Derken bir gece hastalanmış Deniz. Günlerce ateşler içinde yatmış, yatarken de köyünü sayıklamış, uyanıkken Perihan ninesini
hayal etmiş. Ninesi yine ona öğütler vermiş, destek olmuş yalnızlığında, yol göstermiş. Ninesi Deniz’e “Konuş Deniz’im, yine göz
kırp yıldızlara, çiçeklere gülümse, gülücükler dağıt, göster sevgi dolu yüreğini herkese. İyi olmalısın sen, hastalanırsan üzülürüz.
Yaşlı yüreğim dayanamaz acına. Sonra bütün kuşlar da üzülür; dağlar, taşlar başlar ağlamaya. Yerin kulağı duyar olup biteni,
bütün ormanlar yas tutar. Menekşeler sulara döker kirpiklerini, sular acı keser, acı yolları…” dermiş. Sonra bir an duraksar,
yorgun ciğerlerini soluklandırır ardından Deniz’in saçını okşar, konuşmasını yine sürdürürmüş.
Ama Deniz onun söylediklerinin çoğunu duymaz, atların kişnemeleri, kuzuların melemeleri arasında rüyalara dalarmış. Köyünde
iken her akşam yatmadan önce, ninesi Deniz’e kuşlar, çocuklar ve çiçeklerle ilgili masallar anlatırmış. Sonra. “o yıldız senin, bu
yıldız benim” diye ninesiyle yarışır, gökyüzünün sonsuz ışıltısına bakar, uyurlarmış. Oysa Deniz bu kente geleli bir yıldız bile
görememiş.
Günler sel gibi haftalar yel gibi geçip gitmiş. Deniz iyileşip eski sağlığına kavuşmuş, ama özlemi hiç mi hiç dinmemiş. Nereye
gitse özlemini de oraya götürmüş. Zaman zaman özlemi içinde onulmaz bir sızı olur depreşir. Ne yapsa ne etse önüne
geçemezmiş.
Deniz zeki, enerjik, başarılı ve itinalı bir çocukmuş. Ögretmenleri onun bu niteliklerini yararlı bilgi ve sağlıklı bir çevre bilinciyle
dengede tutmak için yoğun bir çaba içine girmişler. Deniz de yavaş yavaş okul yaşamına alışmış. Bu nedenle öğretmenleri iyi bir
şey başarmış olduklarını düşünerek gönenmişler, kıvanç duymuşlar. Çünkü Deniz en zor meseleler üzerinde bile inanılmaz
ölçüde düşünceler üretir, günlük ders ve ödevlerini büyük bir istekle hazırlar, olumlu taraflarını eliştirmeye çalışırmış.
Deniz her zaman sevimli, duygulu, insanları kırmamaya özen gösteren, herkesin yardımına koşan bir çoçuk olduğunu göstermiş.
Onun doğa sevgisi ve bilgisi de herkesin dikkatini çeker ve bu güzel nitelikleri çevresinde sevilmesini sağlarmış. Hatta, onun bu
özelliklerini öğretmenleri diğer çocuklara anlatıp, örnek gösterirmiş. Anne ve babası da Deniz’ i bu meziyetleri nedeniyle
dünyanın en akıllı çocuğu olarak görürlermiş.
Deniz bir yandan çevresine uyum sağlamaya diğer yandan da kendine yeni uğraşlar edinmeye çalışıyormuş. İşte o günlerde,
evlerinin önüdeki küçük bahçeyi düzenlemek aklına gelmiş ve şimdiye kadar bunu düşünemediği için de kendine kızmış. O
günden sonra en büyük uğraşı bahçesi olmuş. Oraya çeşitli bitkiler dikip, çiçekler ekmiş. Bahçesindekiler de boy verip
renklenince bütün boş zamanlarını onlara bakmakla geçirir olmuş.
Çiçeklerin yanında mutlu olurmuş ya yine de içten içe hüzünlenirmiş. Çünkü, Deniz bu insanları anlamıyormuş. Onlar, kendilerini
doğadan uzak, beton duvarlar arkasına kapattıkları yetmiyormuş gibi kuşları da kafeslere tıkmışlar…
Her şey bir yana da ya o büyük kentlerin meydanlarında gördüğü sürü sürü tembel güvercinlere, kirli kanal sularında nazlı nazlı
yüzen kuğulara ne demeliydi? Böylesine kanatları olur da, kentlerin o pis havasında, suyunda nasıl dururlardı? Uğuldayan iş
makineleri, göğü kirleten fabrika bacaları, araba sesleri, eksoz dumanları, müzik diye zangır zangır bağıran hoperlörler ve
estetikten uzak, çirkin apartmanların arasında nasıl yaşanır? Deniz bu soruları durmadan sormuş kendine, ama yanıt
bulamamış. Çocuk aklı anlamaya, yanıtlamaya yetmemiş bu soruları.
Ve günün birinde öfkesi öylesine büyümüş ki, gidip babasının onarım işlerinde kullandığı keskin mi keskin testereyi alıp, fırlamış
sokağa. Kafes gördüğü ilk eve dalmış ve buradaki kafesi kesmiş. Ve o günden sonra, her gece evlere girip, kafeslerin
çubuklarını keserek kuşlara özgürlüklerini vermeye başlamış. Deniz’ in bu yaptıkları kafes sahiplerini çılgına çevirmiş tabiî.
Günlerce gazetelere ilanlar verilip, duvarlara afişler asılmış. Radyo ve televizyonlarda duyurular yayınlanmış. Bu yayınlarda,
“Korkunç ve affedilemez suçu işleyen canavar” hakkında bilgi verenlerin ödüllendirileceği açıklanıyormuş. Ancak Deniz yılmamış.
Yine her fırsat bulduğunda evlere, bahçelere girip kafesleri kesmeye devam etmiş. O ülkeyi yönetenler çok kızmışlar bu işe,
kentin bütün polisleri bu kafes canavarını yakalamak için yarışa girişmiş, günlerce pusu kurup beklemişler. Ama bu bir sonuç
vermemiş. Bir defa polis, asker bütün ülke düşmüş bu kafes canavarının peşine. Yine günler, haftalar, aylar geçmiş ama
yakalayamamışlar.
Deniz, bir akşam yine elinde testeresiyle büyükçe bir eve girmeye çalıştığı sırada pusu kuranlar tarafından yakalanmış. Ve bu
haber ülkenin her yanında bomba gibi patlamış. Gazeteler Deniz’in boy boy fotoğraflarını basmış, televizyonlar çeşitli görüntüleri
getirmiş ekranlarına, radyolar ise her haberinde duyurmuşlar. İlgililer ise bu “canavarın” yakalanışına müthiş sevinmişler.
Günlerce süren şölenler düzenlenmiş, bayram gibi kutlamışlar bu başarılarını.
Ama bu sevince katılmayanlar da varmış: ülkenin altın saçlı, gökgözlü, güzel çocukları Deniz’in yakalanışını üzülerek
karşılamışlar. Topluca göşteriler düzenleyip yönetimi protesto etmişler. Özgürlük istemişler. Deniz özgür olsun demişler.
Ancak çocukların bu çığlıklarını sağır yürekler duymamış. Mahkemeler kurulmuş, kurullar toplanmış, dünyanın dört bir yanından
pedagoglar, psikologlar, bilim adamları çağrılmış. Herkes Deniz’in işlediği suçun nedenini araştırmaya koyulmuş.
İlk gece, polis merkezinde, üşüyüp ağlayan Deniz’in gözünü uyku tutmamış. Yaptıklarını ve kendisine yapılanları düşünmüş.
Kendince suç kavramını sorgulamış ve “kim suçlu?” sorusuna yanıtlar aramış. Kafeslerini kırdığı ev sahiplerini düşünmüş, özgür
kalınca kanatlarını sevinçle çırpan minik kuşları…
Sonra arkadaşlarını, öğretmenlerini, anasını ve babasını, ninesini düşünmüş. Yüreği sızlamış Deniz’in hepsini de özlediğini
anlamış. Ertesi gün ziyaretçileri olmuş Deniz’in. Öğretmenleri ve okul arkadaşları gelmiş, renk renk çiçekler, çeşitli hediyeler
verip onu teselli etmeye çalışmışlar. Ziyaret saati bitince de boynu bükük gitmişler. Ardından bütün ülkenin sarı saçlı, gökgözlü
çocukları Deniz’e üzüntülerini belirten kartlar, mektuplar göndermişler. Ama kurulan mahkeme çok acımasızmış. Çocukların
protestosunu da hiç önemsemiyormuş. Deniz’i diğer çocuklara da kötü örnek olmasın diye cezalandımak istiyormuş yargıçlar.
Deniz, uykusuz geçirdiği bir gecenin verdiği yorgunlukla hemen uykuya dalmış ve dalar dalmaz da başlamış rüyalar görmeye.
Rüyada yaşlı bir ninecik oturmuş bir pınarın başına, Deniz’ e “körler ülkesi” masalını anlatıyormuş, ama bu bilge ninesi değilmiş.
Rüyadaki ninenin anlattığı masal şöyleymiş;
“Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, dünyanın bir yerinde, bir baba ile oğul varmış, bunların fazlaca bir dertleri yokmuş;
işleri, aşları onları kimseye muhtaç etmezmiş. Ama babanın bir sorunu varmış; oğlunun eğitimsizliği ve cehaleti. O devirlerde ne
oğlunu gönderebileceği bir okul ne de ders verebilecek öğretmenler varmış. Okul ve öğretmenler yokmuş ama çocuk dünyayı
tanımalı ve bilmeliymiş. Çünkü babanın inancı, “Alimler gözlüdür, Cahiller ise kör’’ biçimindeymiş. Sonuçta baba karar vermiş;
oğlunun gözü açılmalı, dünyayı görüp tanımalıymış. Baba ile biricik oğlu bilinmeyen ülkelere doğru yola çıkmışlar. Az gitmişler
uz gitmişler, sonunda bir de bakmışlar ki, körler ülkesi diye bir yere gelmişler. Olacak bu ya, tam körler ülkesine geldiklerinde,
çocuk bir hastalığa yakalanmış. Eli ayağı tutmaz olmuş. Baba şaşkın, çocuk bitkin uçan kuştan medet ummuşlar. Tam o anda
“korkma” diye yüreklendirmişler. Babanın etrafına toplananlar. Ve, “siz buranın körler ülkesi dendiğine bakmayın, buranın öyle
becerikli bir hekimi var ki kime dokunsa hastalığından iz kalmaz” demişler. Böylece baba yatıştırılmış ve çocuk tezelden hekime
kavuşturulmuş. Hekimbaşı usta parmakları ile hastasını tepeden tınağa bir güzel yoklamış. Hemencecik de illetin nedenini
bulmuş; sorun çocuğun gözlerinde imiş. Burnun ile alnın birleştiği noktanın sağında ve solunda bulunan çukurlara gömülü, bıngıl
bıngıl devinen oval iki cisimcik. Açılıp kapanan birer deri kapakla örtülü….
İşte hepimizin bildiği insan gözü, illetin nedeniymiş. Hekim böyle söylemiş, teşhisi böyle koymuş. Operasyon kısa sürede bitmiş,
dışarıya çıkarmışlar çocuğu. Baba bir de ne görsün, çocuğun dünyayı görüp tanıyacağı gözlerinin ikisi de yerlerinden çıkarılmış.
Çünkü körler ülkesinde herkeste göz düşmanlığı varmış. Körler bilginin, ışığın, aydınlanmanın en önemli aracı olan göze
düşmanmış. Daha o çağlarda “aydınlık ile karanlığın, bilgi ile cehaletin” savaşı varmış. Ancak baba ve oğul geç anlamışlar bu
gerçeği ve ağır ödemişler bedelini. Ve bu sonuç karşısında sanki dünya bir anda başlarına yıkılmış baba ile oğulun. Yaşam
zindan olmuş, ama ne acı duyacak halleri kalmış, ne de acıya dayanacak güçleri. Acıyı acıyla bastırmışlar boynu bükük’’…
Deniz gördüğü düşün etkisiyle ter içinde uyanmış. Bir korku sıkıca sarılmış boğazına. Kendini o hekimin elinde imiş gibi
hissetmiş. Sevdiği onca yüzü düşünmüş, ama hiç birisini anımsayamamış, sisler arasında yalnız kalmış. Bir yerlerden ince bir
ezgi çarpmış kulaklarına, çoğalan, delirten bir ezgi…. Usuna babasının üzgün, perişan yüzü gelmiş, bir güvercin uçuvermiş
yüreğinden, acıyla ürpermiş. Deniz’in ağzından “Baba” diye bir inilti çıkmış. Sonra gördüğünün korkulu bir düş olduğunu fark
edince derin bir oh çekip rahatlamış.
Derken duruşma günü gelmiş binlerce çocuk yığılmış mahkemenin önüne, onlarca polis otosu eşliğinde Deniz mahkemeye
getirilmiş. Yargıçlar sertçe bakmışlar Deniz’e. Savcı iddianamesini okumuş, yargıçların en yaşlısı korkutucu bir sesle “bütün
bunları neden yaptın?” diye sorular yöneltmiş. Yargıçların bütün sorularına Deniz susarak yanıt vermiş. Yargıç öfkelenmiş dağlar
kadar. Deniz’i azarlamış. “Sende hiç acıma duygusu yok mu, kalp yok mu?” demiş. Deniz ise “Ben kalbimi kuşlara verdim.”
Diyerek ilk ve son yanıtını vermiş. Yargıçlar kendi aralarınada fisıldaşıp, konuşmuşlar. Sonuçta Deniz’in bir kuş gibi, demirden
bir kafese konulup uzak ve ıssız bir ormana bırakılmasına karar verilmiş. Bu haber dünyadaki bütün kuşlara yıldırım hızıyla
yayılmış. Bir çok kuş toplanıp, kanat çırpmışlar, dönmüşler gökyüzünde, sonra da hep birlikte saldırmışlar kafese, günlerce
gagalamışlar ama nazlı gagaları parmaklıkları kırmaya yetmemiş. Kafesi parçalayamamışlar. Parçalayıp da Deniz’ i özgürlüğüne
kavuşturamamışlar.
Günlerce düşünmüşler ve sonuçta hepsi gücünü birleştirerek. Deniz’i köyünün güzel ormanına götürmeye karar vermişler.
Bütün kuşlar kanat açıp, kırk gün kırk gece, dağ demeden deniz demeden uçmuşlar. Deniz’in o güzelim köyünün ormanına
ulaşmışlar. Yağmur yağdığında hepsi birden kanatlarını kafesin üstüne gerip korumuşlar. Güneş açtığında sevinmişler. Dünyanın
her yerinde türlü türlü yiyecek ve çeşit çeşit kitap taşımışlar. Kuşlar her akşam kafesin etrafında toplanıp ötüşerek Deniz’i teselli
etmişler. Cıvıltılarla uyutmuşlar, her sabah yeniden en güzel sesleriyle uyandırmışlar. Beraberce gülüp, oynayıp, şarkı
söylemişler. Deniz onlara şiirler okumuş, bilge ninesinden öğrendiği masalları anlatmış, kuşlar Deniz’i anlarmış Deniz de
kuşları……
İşte o gün bu gündür dünyanın bütün kuşları yavrularına kuşlara kalbini veren çocuğun masallarını anlatırlarmış. Ve onun içindir
ki, dünyanın her yerinde kuşların yalnız bir sabah bir de akşam öttüğü söylenir……..
Gönderen: Editor
KÜÇÜK DENİZ KIZI
KÜÇÜK DENİZ KIZI
Bir zamanlar denizin derinliklerinde, garip bitkiler, yosunlar, irili ufaklı balıklarla birlikte altı deniz kızı yaşarmış.
içlerinden en küçüğü ve en güzeli olan deniz kızının en büyük dileği suyun üstüne çıkabilmekmiş. Ama, bunun için on beş yaşına
gelmesi gerekiyormuş. işte o zaman mercan kayaların üstüne oturup, gemileri,ormanları, şehirleri görebilecekmiş. Yaşını
dolduran ablası, suyun üzerine çıkıyormuş. Ama hiçbiri yeryüzünü görmek için onun kadar sabırsızlanmıyormuş.
Küçük deniz kızının dünyayı görmesi için daha beş yılı varmış. Ama yeryüzü hakkında söylenenler onun aklından hiç
çıkmıyormuş. On beş yaşına giren ablaları suyun yüzünde rahatça dolaşabiliyorlarmış. Gördüklerini küçük deniz kızına
anlatıyorlarmış. Ah ! Küçük kız kardeş nasıl da onları dinliyormuş. Büyük şehirleri, ormanları, şatoları, gemileri gözünde
canlandırmaya çalışıyormuş. Kardeşlerden biri, bir gün suda oynayan çocuklara rastlamış. Onlarla oynamak istemiş.
Ama çocuklar korkup, kaçmışlar. Sonunda beklenen gün gelmiş! Küçük deniz kızı, {`}{`}Hoşça kalın!{`}{`} demiş ve su
yüzüne çıkmış. Hava serin ama deniz sakinmiş. Büyük bir yelkenli de hemen oracıktaymış. Denizciler şarkılar söylüyormuş.
Rengârenk ışıklar gemiyi süslüyormuş.Küçük kız, gemiye yaklaşmış. Dalgalar onu yükseltince de yuvarlak pencerelerden
içerisini görebilmiş.
İçeride güzel giyimli bir sürü insan varmış. Ama içlerinden en güzeli genç bir prensmiş. Prens, gülen gözleriyle herkesin elini
sıkıyormuş. Vakit iyice geç olmuş. Küçük deniz kızı hala prensi seyrediyormuş. Birden uzaklarda şimşekler çakmaya başlamış.
Gemiciler bağrışıyormuş:
-Fırtına çıktı! Fırtına!..
Gemi dalgalı sularda batıp çıkmaya başlamış. Küçük deniz kızı tehlikeyi sezmiş. O anda da gemi batmış. Prens dalgalarda
kaybolmuş. Hayır ! Prens ölmemeli denizin derinliklerine dalmış. Prensi bulunca suyun yüzüne çıkarmış.
Gemiden kopan kalaslar ve direkler azgın dalgalara karışıyor küçük deniz kızına zor anlar yaşatıyormuş.
Tahtalar çarpabilir hatta ezilebilirmiş.Ama bunların hiç birini düşünecek durumda değilmiş.
Tek düşüncesi prensi azgın dalgalardan kurtarmakmış. Prensin yavaş yavaş bütün gücü tükeniyormuş. Kolları ve bacakları
cansız gözleri kapalıymış. Eğer küçük deniz kızı onu kurtarmasa azgın sularda kaybolup gidecekmiş. Prensin başını devamlı
suyun üstünde tutmaya çalışmış. Kendini onunla birlikte suyun akışına bırakmış. Epeyce bu şekilde gitmişler. Nihayet kara
görünmüş. Gecenin bir vaktinde karaya çıkmışlar. Küçük deniz kızı geceyi prensin başından ayrılmadan geçirmiş.
Tek düşüncesi prensi azgın dalgalardan kurtarmakmış. Prensin yavaş yavaş bütün gücü tükeniyormuş. Kolları ve bacakları
cansız gözleri kapalıymış. Eğer küçük deniz kızı onu kurtarmasa azgın sularda kaybolup gidecekmiş. Prensin başını devamlı
suyun üstünde tutmaya çalışmış. Kendini onunla birlikte suyun akışına bırakmış. Epeyce bu şekilde gitmişler. Nihayet kara
görünmüş. Gecenin bir vaktinde karaya çıkmışlar. Küçük deniz kızı geceyi prensin başından ayrılmadan geçirmiş.
Tek düşüncesi prensi azgın dalgalardan kurtarmakmış. Prensin yavaş yavaş bütün gücü tükeniyormuş. Kolları ve bacakları
cansız gözleri kapalıymış. Eğer küçük deniz kızı onu kurtarmasa azgın sularda kaybolup gidecekmiş. Prensin başını devamlı
suyun üstünde tutmaya çalışmış. Kendini onunla birlikte suyun akışına bırakmış. Epeyce bu şekilde gitmişler. Nihayet kara
görünmüş. Gecenin bir vaktinde karaya çıkmışlar. Küçük deniz kızı geceyi prensin başından ayrılmadan geçirmiş.
Sonunda hava aydınlanmış. Yemyeşil kıyıların önünde büyük bir bina yükseliyormuş.
Burası eski bir şatoymuş. Bahçesinde portakal ağaçlarıyla palmiyeler varmış.
Deniz, küçük bir koydan içerilere uzanıyormuş. Su sanki ama derinmiş.
İşte küçük deniz kızın azgın dalgalarla boğuştuğu gecenin, sonunda prensi böyle bir yere getirmeyi başarmış.
Deniz kızı, prensi kıyıya yatırmış. Prens biraz kendine gelir gibi olmuş. Ama gözleri hala kapalı, yüzü ise solgunmuş. Küçük kız
onun güzel ve geniş alnını öpmüş.
Birden, bir gonk sesiyle birçok genç kız bahçeye çıkmış. Küçük deniz kızı, hemen kayanın arkasına saklanmış.
Genç kızlar prense yaklaşmışlar. Prens etrafındaki kızlara gülümsüyor, kendisini azgın dalgalardan onların kurtardığını
sanıyormuş. Onlara teşekkür etmiş. Deniz kızı, üzüntü içinde denizin derinliklerine geri dönmüş.
Artık küçük kız mutsuz ve düşünceliymiş: Sabah akşam prensi bıraktığı koya gidiyormuş. Fakat prensi göremiyor, eve üzgün
dönüyormuş. Tek tesellisi, çiçekli bahçesindeki prense benzeyen mermer heykele bakmakmış. Sonunda dayanamamış.
Ablalarına olanları anlatmış. Beş prenses onu prensin şatosuna götürmüşler. Artık deniz kızı, prensin nerede yaşadığını
biliyormuş. Her gün onu gizlice görmeye gidiyormuş.
Bir akşam küçük bahçesinde otururken aklına deniz büyücüsüne gitmek gelmiş. "Belki bana yardım eder, akıl verir." Diye
düşünmüş. Büyücünün yaşadığı mağaraya kadar yüzmüş.
Burası korkunç bir yermiş. Suyun içinde uzun ve iri su yılanları yüzüyormuş.
Büyücü onu görünce korkunç sesiyle demiş ki:
-Ne istediğini biliyorum . Balık kuyruğunu iki bacakla değiştirmek istiyorsun? Tam bir insan olabilmen için sihirli bir şurup
hazırlayacağım . Onu kıyıya götürüp, gün doğmadan içeceksin . Kuyruğun eriyecek ve bacak şekline dönüşecek. İnsan kılığına
girince de tekrar deniz kızı olamayacaksın, demiş.
— Eğer prens seni sevmez, başkasıyla evlenirse parçalanıp bir köpük haline geleceksin, diye de eklemiş.
Deniz kızı yakışıklı prensi düşünerek:
- Kabul ediyorum, demiş.
— Ama bu sihrime karşılık bana güzel sesini vereceksin. Kabul ediyorsan dilini uzat, onu keseceğim, demiş.
.-Kabul, demiş, deniz kızı.
Büyücüden sihirli şişeyi almış.
Şişe, küçük deniz kızının elinde bir yıldız gibi parlıyormuş.
Korkunç ve karanlık mağaradan hızla uzaklaşmış.
Uzaklarda babasının şatosunu görmüş. Şatonun ışıkları sönükmüş. İçeriye girmeye cesaret edememiş.
Oysa babasıyla vedalaşmayı çok istiyormuş, ama konuşamazmış. Bir daha görmemek üzere onlardan uzaklaşmış.
Bahçelerin olduğu tarafa gitmiş. Kız kardeşlerinin bahçelerinden birer çiçek koparmış. Sonra kardeşlerine binlerce öpücük
yollamış.
Tüm sevdikleriyle bu şekilde sessizce vedalaşmış. Ve prensine kavuşmak için oradan ayrılmış. .
Kıyıya doğru hızla yüzmüş, yüzmüş. Güneş doğmadan kıyıya çıkmış.
Büyücünün verdiği sihirli şurubu bir kayanın üzerine oturarak içmiş.
Kısa sürede sihirli şurup etkisini göstermeye başlamış.
Vücudu bir bıçakla kesilir gibi olmuş. Her tarafında dayanılmaz ağrılar başlamış.
Öyle şiddetli acı çekmeye başlamış ki dayanılır gibi değilmiş. Bu acılara daha fazla dayanamamış. Bayılmış. Uzun zaman
hareketsiz kalmış. Güneş yavaş yavaş yükselmeye başlarken, küçük deniz kızı uyanmış. Hala bütün vücudunda dayanılmaz
acılar duyuyormuş. . Fakat o da ne? Prens orada, yanı başında kara kara gözleriyle kendisine bakıyormuş.Tam olarak
ayılamadığı için balık kuyruğunun kaybolup yerine bacaklarının geldiğini fark edememiş.
Prens, üşümesin diye küçük kızın üzerini peleriniyle örtmüş. Küçük deniz kızı yavaş yavaş kendine gelmeye başlamış.
Prens ona kim olduğunu, neden burada bulunduğunu sormuş. Fakat küçük deniz kızı o kederli gözleriyle konuşamadan bakmış.
Prens, kızı elinden tutup sarayına kadar götürmüş. Küçük deniz kızı, yürürken acı çekiyormuş. Sanki keskin bıçaklar üzerinde
yürüyor gibiymiş.
Küçük kız, büyük bir sabırla bu işkenceye dayanıyormuş.
Ona bu dayanma gücünü prense olan sevgisi veriyormuş.
Prensin yanındaki herkes, küçük kızın uçar gibi uyumlu yürüyüşünü hayranlıkla izliyormuş.
Çok acı çekse bile, bir tüy gibi hafif adımlarla dolaşıyor, merdivenleri uçar gibi çıkıyormuş.
Gittiği her yerde ondan güzeli yokmuş. Ama o, ne konuşabiliyor ne de şarkı söyleyebiliyormuş.
Prens heyecanla haykırmış:
- Bu sensin! Hayatımı kurtaran genç kız! Prens yanılıyormuş. Ama neye yarar! Küçük deniz kızı yüreğinin sızladığını hissetmiş.
Kendisini kurtaranın küçük deniz kızı olabileceği hiç aklına gelmiyormuş.
Prens, küçük deniz kızına: -Ne kadar mutluyum.
Onu bulduğuma inanamıyorum. Benim mutluluğum seni de sevindirsin , demiş.
Bu durumda küçük deniz kızı, düğün gecesinin sabahı ölecek ve sonsuza dek köpük olarak kalacakmış.
Düğün büyük bir törenle yapılmış. Küçük deniz kızı gelinin eteğini tutuyormuş. Kulakları müziği duymuyor, hiçbir şeyi de
görmüyormuş.
Orada bulunan diğer kızlar prensin ve kral ailesinin önünde şarkı söylemişler. İçlerinden biri diğerlerinden daha güzel şarkı
söylüyormuş. Prens de onu gülümseyerek alkışlıyormuş.
Küçük deniz kızının içine bir hüzün çökmüş. "Prensin yanında olabilmek için sesimi verdim. Ah! Bunu bir bilse" diye
düşünüyormuş.
Prens ise onu bir kardeş gibi seviyormuş. Onunla evlenmeyi aklına bile getirmiyormuş.
O sırada, prensin komşu ülkenin kralının kızı ile evleneceği söylentileri çıkmış.
Kralın kızını istemeye gitmek için de büyük bir gemi hazırlanmış. Herkes gemiye binmiş, komşu ülke gitmeye hazırlanıyorlarmış.
Küçük deniz kızı da prensle birlikte gemiye binmek üzere hazırlanmış.
Yolda prens ona komşu kralın kızını asla sevemeyeceğini söylemiş. "Aslında, beni kurtaran kızı arıyorum," diyormuş. Ertesi
sabah gemi limana girmiş. Çanlar çalmış, askerler selam durmuş.
Günlerce eğlenceler düzenlenmiş. Prenses bir süre sonra ortaya çıkmış. Güzel yüzlü ve zarifmiş. Cana yakın, gözleri
gülümsüyormuş.
Sadece ölüm saatini ve kaybettiği şeyleri düşünüyormuş.
Yeni evliler akşam gemiye gelmişler. Geminin ortasına altın işlemeli bir çadır kuruluymuş. Prens ve prenses burada
dinlenecekmiş.
Küçük deniz kızı da güvertedeymiş. Düşünüyormuş. Prens için sesini, kaybetmiş, dayanılmaz acılar çekmiş.
O ise bütün bunları, çektiği acıları bilmiyormuş.
Güvertenin parmaklıklarına dayanmış ağlamaya başlamış. Birden ablalarını görmüş. Ablaları saçlarını kestirmişler.
Üzgün görünüyorlarmış.
—Saçlarınızı sabah olunca ölmemen için büyücüye verdik, demişler.
Büyücü, ablalarına bir hançer vermiş. Ablaları hançeri küçük kıza uzatıp :
-Bu hançeri güneş doğmadan prensin kalbine sapla. Kanı senin ayaklarını ıslatınca tekrar deniz kızı olabileceksin. Köpük haline
gelmeden üç yüz yıl yaşayacaksın. Aman acele et! Gün doğmadan önce ikinizden birinin ölmesi gerek. Prensi öldür ve çabuk gel
! Demişler.
Acele etmesi için:
-Unutma güneşin doğmasına bir kaç dakika kaldı. Acele etmelisin .
Yoksa sen öleceksin ! Diye bağrışıyorlarmış.
Sonra iç çekerek dalgalar içinde kaybolmuşlar.
Küçük deniz kızı çadırın kapısını açmış. Prensle prensesin derin uyuduklarını görmüş. Eğilmiş, prensi alnından öpmüş. Önce
hançere, sonra prense bakmış. Kıyamamış. ..
Derken vakit dolmuş.
Birden kızın elindeki hançer titremeye başlamış. Kızı hızla, uzaklara, dalgalara fırlatmış.
Güneş ışınları dalgaları aydınlatıyormuş. Vücudu hemen eriyivermiş. Köpük haline gelmiş.
Köpükler üzerindeki , minik baloncuklardan biriymiş artık. Bütün baloncuklar havada uçuşuyorlarmış. Küçük deniz kızı yükseğe
hep daha yükseğe çıkmış. Köpükten ve diğer baloncuklardan uzaklaşmış.
—Nereye gideceğim şimdi? Diye sormuş, kendi kendine.
—Gök kızlarının yanına, demiş baloncuklardan biri .
Gök kızlarının yanında üç yüz yıl insanlar için iyilik yapabilirsen tekrar insan olabilirsin. Gök kızlarının yanına doğru yükselirken
doya doya ağlamış. Prense son kez bakıp gülümseniş. Diğer baloncuklarla birlikte, geminin üstünden geçen bulutlara doğru hızla
yükselmişler.
Gönderen: AYŞE
_____________________________________________________________________________________________________

Benzer belgeler