kriz dergisi

Transkript

kriz dergisi
ISSN 1300-980 X
K R İ Z
D E R G
CİLT 6
SAYI 2
GÜZ 1998
ANKARA ÜNİVERSİTESİ PSİKİYATRİK KRİZ
UYGULAMA VE ARAŞTIRMA MERKEZİ
I S I
KRİZ DERGİSİ
Kriz Dergisi A.Ü. Psikiyatrik Kriz Uygulama ve Araştırma Merkezi'nin yayın organıdır.
Cilt 6 Sayı 2 Güz 1998
Yılda 2 sayı çıkar.
YAYIN KURULU
YAYIN YÖNETMENİ
Yrd. YAYIN YÖNETMENİ
G.YAYIN KOORDİNATÖRÜ
YAYIN KURULU
Prof. Dr. Işık Sayıl
Doç. Dr. Refia Palabıyıkoğlu
Uzm. Dr. Oğuz. E. Berksun
Uzm. Dr. Halise Devrimci Özgüven
Uzm. Dr. Atilla Soykan
Uzm. Dr. Cem Atbaşoğlu
Uzm. Dr. Çiğdem Aydemir
Uzm. Psik. Çiğdem Soykan
Uzm. Psk. Sevgi Güney
Uzm. Psk. E. Arzu Oral
Uzm. Psk. Semra A. Binici
Yük. Hem. Hülya Yazar
DANIŞMA KURULU
Prof. Dr. Öztaş Ayhan
Prof. Dr. Salih Battal
Doç. Dr. Hüsnü Erkmen
Doç. Dr. Hakan Kumbasar
Doç. Dr. Ülgen Okyayuz
Doç. Dr. Hüseyin H. Özsan
Prof. Dr. Ahmet Göğüs
Doç. Dr. Aksın Sürmeli
Prof. Dr. Cengiz Güleç
Dr. Psk. Handan Tuğcu
Prof. Dr. Melike Güney
Prof. Dr. Nihal Turan
Doç. Dr. Selim Hovardaoğlu
Uzm. Dr. Runa Uslu
Prof. Dr. Tülin İçli
Prof. Dr. Ayşe Yalın
Prof. Dr. Perin Yolaç
Prof. Dr. Gülsen Terakiye
Doç. Dr. Zehra Arıkan
ISSN 1300 -980X
Yazışma Adresi
: A.Ü. T.F. Psikiyatrik Kriz Uygulama ve Araştırma Merkezi
Tel : 363 03 26 / 363 03 27
Cebeci/ANKARA
Kriz Dergisi Türkiye Sosyal Psikiyatri Derneği tarafından desteklenmektedir.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
PSİKİYATRİK KRİZ
UYGULAMA VE ARAŞTIRMA MERKEZİ
Kuruluş: 27 Ekim 1989
A.Ü. Tıp Fakültesi Cebeci Kampusu
Dikimevi - Ankara
Adres
Tel
:
363 03 26 - 363 0 3 27
KRİZ DERGİSİ
Cilt 6, Sayı 2, Güz 1998
İÇİNDEKİLER
Sayfa
* Önsöz
V
* Uyum Psikolojisi
Faruk Gençöz
1
* Korku: Sebepleri, Sonuçları ve Başetme Yolları
9
TüMn Gençöz
* Psikososyal Boyutları ile Bazı Kriz Olguları
17
E. Arzu Oral
* Hasta ve Terapist Etkileşimi: Cinsiyetin Rolü
23
Atilla Soykan
* Bir Hastalık Olarak Aşk: Karşılıksız Aşk Sendromu
Erol Göka
33
ONSOZ
TÜRKİYE'DE İNTİHARLAR VE KADİN
İstatistikler dünyada intiharların tüm ülkelerde kadınlarda erkeklere göre daha düşük olduğunu göster­
mektedir. Yalnız Çin'de kadınların intihar oranları erkeklerden yüksek bulunmuştur. Henüz bunu açıklayacak
yeterli bilgilerimiz mevcut değildir.
Ülkemiz genelinde de intiharların erkeklerde kadınların 1.5 katı fazla olduğu belirlenmiştir. Ancak Mar­
mara ve Ege dışındaki bölgelerimizin bazı illerinde kadınların erkeklerle eşit, hatta yüksek intihar sayısı gös­
terdikleri (DİE intihar istatistikleri 1997) görülmektedir. Bu farkın en yüksek olduğu iller sırasıyla Diyarbakır,
Bitlis, Urfa, Sivas, Kırıkkale ve Ordu'dur.
Ülkemizde kadınların %29'unun okur-yazar olmadığı ve önemli bir bölümünün ücretsiz aile işçisi konu­
munda bulunduğu bilinmektedir.
Ekonomik güçsüzlüğü nedeni ile hareketsiz bırakılan kadında, cehaleti de eklenince gelişme şansının
da elinden alındığı görülmektedir. Buna sosyal baskı ve engellemeleri de kattığınızda, ülkemizde kadının
özellikle bazı yörelerde hiç de kolay bir yaşamı olmadığı söylenebilir. Son yıllarda bunlara bir de dini baskılar
eklenmiştir. Kadın sıkı örtüler arasına hapsedilerek yaşamak zorunda bırakılmıştır.
Ülkemizin her yöresinde sanıldığından çok sayılarda evdeki dayakla hem onuru hem bedeni yaralanan
yine kadındır. Ailesi tarafından çocuk yaşlarda yaşlı erkeklere eş olarak satılan, ailesinin verdiği erkek yerine
başkasını seçti diye boğulup Fırat'a atılan ve canlı bomba olarak ortaya salınan son olarak da erkeklerin poli­
tik savaşlarında malzeme edilen hep kadınlar olmaktadır.
'
1930'lu yıllardan beri oy kullanan kadınlarımız, ne yazık ki kadın-erkek eşitliğinin gereklerini yaşayamamaktadır. Bu koşullarda olumsuz şartların ağır yaşandığı yörelerde, intiharlardaki dünya geneline uyumsuz
sayısal değerler elbette şaşırtıcı olmamalıdır.
Prof Dr. Işık Sayıl
K
R
İ
Z
Kriz Dergisi 6 (2): 1-7
UYUM PSİKOLOJİSİ
Faruk GENÇÖZ*
ÖZET
The important parts of development and adjust­
ment processes are reactions that are the result of
cognitive evaluations of the demands, evoked re­
actions, and cognitive evaluation of the new situation. These parts may determine the criteria to separate
healthy
adjustment
from
unhealthy
adjustment.
Uyum doğumdan ölene dek günlük olaylarla
karşı karşıya gelen her insanın yaşadığı doğal bir
süreç olarak düşünülebilir. Bu süreç, insanın içinde
bulunduğu ortamda bir talebin doğması ile başlar
ve kurulu dengeleri bozar. Bozulan dengelerin tek­
rar kurulabilmesi için insan gerekli bir çok mekaniz­
maya zaten sahiptir, ya da bu mekanizmaları geliş­
tirebilme potansiyeli bulunmaktadır. Gelişme ve
uyum sürecinin önemli unsurları taleplerin muhake­
me edilişi sonucunda ortaya çıkan reaksiyonlar,
verilen reaksiyonların davet ettiği diğer reaksiyon­
lar ve ortaya çıkan yeni durumun muhakemesidir.
Bu unsurlar sağlıklı ve sağlıksız uyumu birbirinden
ayıran kriterleri de belirleyebilirler.
Key Words: Adjustment, Stress, Psychology.
Uyum Psikolojisi
İnsan davranışlarının anlamlandırılmasında dik­
kate alınması gereken üç temel kaynağın 1. Davra­
nış gösterilmeden önce meydana gelmiş olaylar, 2.
Davranışın özellikleri, 3. Gösterilen davranışın
neden olduğu olaylar olduğu belirtilmektedir (Watson ve Tharp 1993). Bu bakış açısında bir davranı­
şın, öncesinde meydana gelen olaylara dayalı ola­
rak gösterildiği ve gösterilen davranışın diğer
davranışların bir nedeni olabileceği anlayışı bulun­
maktadır. Hiç birşeyin hareket etmediği, değişmedi­
ği veya sabit bir düzende seyrettiği bir ortamda al­
gılanabilen en ufak bir sapma veya değişim "olay"
olarak tanımlanır. Canlılardan oluşan her tür orta­
mın kendi varlığını koruma refleksi ile donandığını
düşünecek olursak, değişimlerin ortamın varlığını
tehdit etmeleri durumunda, ortamın kendi potansi­
yelini kullanarak buna direnç gösterebileceğini söy­
leyebiliriz. Bu direnç ortamı oluşturan parçaların
üstlerine düşen görevi yapmaları ile mümkün olabi­
lir. Bu anlayış çerçevesinde insan davranışının,
Anahtar Kelimeler: Uyum, Stres, Psikoloji.
Psychology of Adjustment
SUMMARY
Adjustment is a natural process of people who
face life events from birth to death. This process
starts with a birth of a demand and then it disturbs
established balances of the environment. İn order
to re-establish the disturbed balances, human beings possess necessary mechanisms or they possess the potential to develop these mechanisms.
*
Orta Doğu Teknik Üniversitesi Psikoloji Bölümü.
1
K
R
içinde bulunan ortamın taleplerinin algılanması so­
nucu verildiği ve bir amaca yönelik olduğu söylene­
bilir.
İnsanın kendisinden, başkalarından veya çevre­
sindeki kaynaklanan talepler karşısında verdiği re­
aksiyona uyum denmektedir (Napoli ve ark. 1996).
Bu tanım çerçevesinde uyumun derinlemesine in­
celenmesi üç konu altında yapılabilir. Birinci konu
taleplerdir. Bu konu altında "Hangi şartlar altında
ne tür talepler kimleri hedef alırlar" gibi karmaşık
bir soru biyolojik, psikolojik ve sosyal ortamlar açı­
sından cevaplandırılmaya çalışılacaktır. Herhangi
bir kaynaktan yönelen herhangi bir talebin yerine
getirilmesi için algılanması gerekmektedir. İkinci
konu bireyin talebi algılamasıyla ilgilidir. Algılama,
algılayıp-algılamama ve algılama tarzı olarak ince­
lenebilir. Üçüncü konu ise algılanan talebe karşı
verilen reaksiyondur. "Hangi reaksiyonlar ne tür so­
nuçlar doğurur?" sorusu insanın psikolojik ve fiziki
bünyesinin sağlıklı mı yoksa sağlıksız mı uyum
gösterdiğini belirleyen önemli bir unsur olarak
üçüncü konu altında incelenmeye çalışılacak­
tır.
Talepler
En basit seviyedeki bir organizmanın hayatına
devam edebilmesi için, içinde barındırdığı su,
besin ve oksijen konsantrasyonlarının, ayrıca orga­
nizmanın sıcaklığının ve iç basıncının çok dar limit­
ler içerisinde olması gerekmektedir. Dolayısıyla or­
ganizmanın hayatını devam ettirme gayreti aslında
metabolik faaliyetleri vasıtasıyla kendisini bu limit­
ler içinde tutma gayretidir. Organizmanın bu gayre­
tine homeostasis (Hole 1990) denmektedir. İnsan
vücudunun en basit ihtiyacı olan hayatına devam
etme isteğinin yerine gelmesi için homeostatik dü­
zenin devam ettirilmesi gerekir. Dolayısıyla hayatın
devam ettirilmesi en temel talep olarak ortaya çık­
maktadır. Talebin kaynağı vücuttur ve bunu algıla­
yan da, reaksiyon veren de gene kendisidir. Vücut
soğuk havaya maruz kalıp ısısının düşmeye başla­
dığı durumunda beyindeki ısı kontrol merkezi bunu
algıladıktan sonra bazı kas gruplarını uyararak ka­
sılma ve titremelere neden olur. Titremelerin orta­
ya çıkardığı ısı, vücut ısısının yükselmesine yar­
dım ederken cilde yakın yerdeki kan damarlarının
da beyin merkezleri tarafından kasılması sonucun­
da cilt yüzeyindeki kan akışı azalır. Bunun sonucu
olarak da soğuk hava ile temas eden cilt üzerinden
ısı kaybı azaltılmış olur. Bu örnekte görüldüğü gibi
İ
Z
vücudun talebi kendisinde zaten var olan bir meka­
nizmanın işletilmesi ile çözülebilmektedir. İçinde
yaşanan ortamın fiziki bir özelliği (soğukluk) orga­
nizmanın homeostatik düzenini tehdit edince orga­
nizma kendisinde var olan bir mekanizmayı işlete­
rek ortama uyum yapmayı becerir. Biyolojik
boyuttaki homeostatik düzene bağlı bu özellik a s ­
lında psikolojik ve sosyal boyutta da çok benzer şe­
killerde ortaya çıkar.
Maslovv'un (1970) biyolojik boyuttan psikolojik,
sosyal ve nihai olarak ruhani boyuta uzanan insan
ihtiyaçları sıralamasının temelinde yattığını öne
sürdüğü iki temel motivasyon kaynağı bulunmakta­
dır. Birincisi yukarıda bahsedilen homeostatik dü­
zenin bozulması durumunda dengeyi tekrar sağla­
mak veya "devam ettirmek" yolundaki manevraları
harekete geçiren güçtür. İkinci kaynak ise devam­
dan ziyade gelişimi vurgulamaktadır. İnsan zaman­
la içinde bulunduğu ortamla ilişkisi sonucunda ken­
disine has bir değerler sistemi geliştirir. Bu değerler
doğrultusunda edinilen bir amaca ulaşırken biyolo­
jik ve psikolojik sistemin tehlikeye girmesi göz ardı
edilinebilir. Burada daha önemli olarak öne çıkan
uzun vadede yaşanabilecek psikolojik dengedir.
Kuvvetli politik veya dini amaçları olan bir insanın
acı, reddedilme veya aşağılanma risklerini göze
alıp kendi değerleri doğrultusunda harekete geç­
mesi bir taraftan biyolojik, psikolojik ve sosyal den­
geleri bozabilecek iken, diğer taraftan aynı alanlar­
da bir gelişim süreci başlatabilecektir. Uzun
vadede, gelişimin amacına ulaşıldığında denge
tekrar kurulmuş olacaktır.
İnsan gelişim basamakları üzerinde yol alırken
talepler sadece iç dünyasından gelmeyebilir. Kuru­
lu olan sosyal düzen de "sosyal huzufun devamı
için taleplerde bulunabilir. Gelişim için çok önemli
bir dönem olan otonomi kazanma veya bir başka
deyişle olaylar karşısında kendi kendine karar alma
ve bağımsız reaksiyon verme becerisi anne ve ba­
banın kurduğu denge doğrultusunda şekillendirile­
bilir. Erikson (1963) anne ve babanın çocuklarında
gelişmekte olan otonomi ihtiyacını verdikleri reaksi­
yonlarla şekillendirebildiklerinden bahsetmektedir.
Çevresini araştıran bir çocuğu başına kötü bir şey
gelebileceği korkusu ile aşırı kontrol altına almak
Erikson'a göre çocukta otonominin gelişmesine
engel olabilecektir. Bununla birlikte otonominin ge­
lişmemesi söz konusu aile sınırları içinde bir uyum
ortaya çıkaracaktır. Çünkü çocuktan beklenen oto-
K
R
nom davranmamasıdır. Çocuk otonom davranmayınca anne ve babasının talebini karşılamış olur
ancak, çocuğun ailesi dışında başka ortamlarda
otonomi göstermesi talep edildiğinde bu becerisini
geliştirmemiş çocuk bir uyum sorunu yaşayabilir.
Buraya kadar taleplerin biyolojik, psikolojik ve
sosyal boyutlarda içerden ve dışardan kaynaklana­
bileceği konusu ele alınmıştır. Ele alınan taleplerin
ortak özellikleri olarak şunlar sıralanabilir:
1. Talepler sınırları belli olan bir sistem içinde
oluşurlar (Biyolojik, psikolojik veya sosyal sistem
gibi)
2. Talepler sistem içindeki düzenin bozulması
ile ortaya çıkarlar.
3. Talepler sistem içinde zaten hazır olan meka­
nizmaları harekete geçirirler.
4. Hazır mekanizmalar talebi karşılamada zayıf
kalıyorlarsa sistem mekanizma geliştirme yoluna
gider, yani kendini geliştirir.
Selye (1974) herhangi bir talebi "stresör", algıla­
nan stresör sonucu organizma tarafından verilen
reaksiyonu da "stres" olarak adlandırmaktadır.
Stresörler iki grup altında incelenebilirler (Everly
1989):
1. Biyojenik ve
2. Psikososyal stresörler.
Psikososyal stresörler gerçekten olmuş veya
sadece hayal edilmiş hayat olaylarıdır. Bunlar do­
laylı bir yolla stres reaksiyonuna neden olurlar.
Çünkü olayın kendisi değil, nasıl algılandığı stres
reaksiyonunun asıl sebebidir. Bu konu algı ile ilgili
olduğundan ikinci bölümde ele alınacaktır.
Biyojenik stresörler ise yüksek beyin fonksiyon­
larını pas geçip direkt olarak stres reaksiyonunun
oluşmasına neden olurlar. Amfetamin, nikotin, ka­
fein gibi kimyasal maddeler veya acı veren, aşırı
sıcak ve aşırı soğuk gibi fiziksel uyaranlar algı ge­
rektirmezler ve bünyede otomatik reaksiyonlar
oluştururlar.
Psikolojide stres veya uyum söz konusu oldu­
ğunda daha çok psikososyal stresörler yani hayat
olayları ve bunların algılanış şekilleri ön plana çık­
maktadır. Bununla birlikte stress ölçümlerinde en
sık kullanılan ölçekler içinde hayat olaylarının varlı­
İ
Z
ğını veya yokluğunu tarayanlar bulunmaktadır. Bu
tür ölçeklerin orijininde Holmes ve Rahe'nin (1967)
geliştirdikleri sosyal uyum değerlendirme ölçeği
(Social Readjustment Rating Scale) gelmektedir.
Bu skalada 43 hayat olayının son 12 ay içerisinde
yaşanıp yaşanmadığı sorulmakta ve işaretlenen
olayların daha önceden standart olarak belirlenmiş
ağırlıkları toplanmaktadır. Toplam puanın artışı ta­
leplerin yoğunlaştığını gösterdiğinden psikolojik ve
fiziki sosyal problemlerini de beraberinde getirdiği
varsayılmaktadır. Ancak bu tip ölçekler hayat olay­
larını sanki direkt olarak strese neden olabilecekleri
varsayımı ile biyojenik stresörler gibi değerlendir­
mektedirler. Bu eleştiri doğrultusunda Sarason ve
arkadaşları (1978) geliştirdikleri ölçekte (Life Experiences Survey) taradıkları her olay için bir de ola­
yın ne kadar istendiği sorusunu eklemişlerdir.
Yaşam olaylarının ölçümü ile ilgili bir başka
önemli eleştiri de Lazarus ve arkadaşları tarafından
taranan hayat olaylarının çeşidi konusunda getiril­
mektedir (Kanner ve ark. 1981). Sosyal uyum de­
ğerlendirme ölçeği (Holme ve Rahe 1967) önemli
hayat olaylarını tararken, sürekli karşılaşılan gün­
lük ve sıradan hayat olaylarının depresyon, aksiyete ve fiziksel sağlığın bozulmasını tahmin etmede
önemli hayat olaylarından daha etkili olabildiği bu­
lunmuştur (DeLongis ve ark. 1982).
Taleplerin Algılanışı
Herhangi bir sistem, homeostatik düzenin tehli­
keye girmesi durumunda uygun mekanizmaları ha­
rekete geçirebilmek için alarm durumuna geçer.
Selye (1974) "Genel adaptasyon sendromu" olarak
tanımladığı reaksiyon verme sürecini benzer bir şe­
kilde alarmla başlatır. Alarm başlatan stresöre ra­
hatsızlık veren stresör, distresör, denmektedir.
Alarm sürecinin sonunda organizma standart bir bi­
çimde "savaş ya da kaç" reaksiyonunu (Cannon
1929) vermeye hazır hale gelir. Bununla birlikte her
talebin savaş ya da kaç gibi standart reaksiyonlara
neden olmayabileceği tartışılmaktadır. Nitekim
Morse ve Furst (1979) beynin içeriden ve dışarıdan
gelen taleplere karşı vücutta bir uyarılma yaşattığı­
nı, bununla birlikte stres reaksiyonunun genellikle
nötr kaldığını yani ne yararlı ne de zararlı bir etki
yaratmadığından "neustress" (nötr stres) adı altın­
da bahsetmektedir. Selye de genel adaptasyon
sendromu içinde stresi iyi (eustress) ve rahatsızlık
veren stress (distress) olarak ikiye ayırmıştır. İyi
stresin performans üzerinde olumlu ve motive edici
K
R
İ
özellikleri bulunmaktadır. O halde stres reaksiyo­
nunu olumlu, olumsuz veya nötr yapan ne olmakta­
dır? İlk bölümde hayat olaylarının son 12 ay içinde
varlığını tarayan sosyal uyum değerlendirme ölçe­
ğinin (Holmes ve Rahe 1967) her olay için standart
bir ağırlık tesbit etmesinin eleştirisi göz önüne alı­
nırsa stresörlere değişik reaksiyon vermenin, kişi­
nin stresörü algılayış tarzı ile ilgili olabileceği düşü­
nülebilir.
Z
den kaynaklanan sebeplere atfetmekte, bu olayın
daima böyle süreceğine inanmakta ve her olayda
aynı şeyin tekrarlanacağını düşünmektedir. Diğer
taraftan mücadeleci kişilik yapısına (hardiness)
sahip olanlar gösterdikleri üç özellikle stresin olum­
suz etkisini daha az mücadeleci olanlara kıyasla
daha hafif yaşamaktadırlar (Kobasa 1979). Bu in­
sanlar çevreden kendilerine yönlendirilen talepleri
kurdukları düzene bir tehdit olarak değil, tam tersi­
ne kendilerini geliştirebilecekleri bir fırsat olarak al­
gılarlar. Meşgul oldukları iş onlar için önemli bir
anlam ifade eder ve dolayısıyla yaptıklarını zevk
alarak yaparlar. Diğer bir özellikleri ise içinde bu­
lundukları şartları kontrol edebileceklerine olan
inaçlarıdır (Kobasa ve ark. 1982).
Lazarus (1991) yaşanan olayların değerlendir­
mesinde iki aşamalı bir süreçten bahsetmektedir.
Birinci aşamada olayın kişinin amaçları ile ne ölçü­
de ilgili olduğu belirlenmeye çalışılır. Eğer olay
amaçlarla yakından ilgili değil ise olay üzerinde du­
rulmaz. Ancak olay amaçla yakından ilgili ise de­
ğerlendirme süreci bu ilginin yönünün tayin edilme­
si ile devam eder. Eğer olay amaçlarla uyumlu ise
olumlu duygular, amaçla uyumsuz ise olumsuz
duygular uyandırır. Olumlu veya olumsuz duygular,
amaçla uyumsuz ise olumsuz duygular uyandırır.
Olumlu veya olumsuz duyguların derecesi de kişi­
nin olayla ne kadar yoğun bir ilişki kurduğuna bağ­
lıdır. İkinci aşama olayın sorumluluğunun kime ait
olduğunun belirlenmesi, meydana gelen olayla ilgili
başa çıkma mekanizmalarının değerlendirilmesi ve
olayla karşılaşan kişinin onunla başa çıkabilmesi
ile ilgili olarak gelerek hakkında bir yorumun yapıl­
masını kapsamaktadır. Olayın amaçlarına ters
düştüğünü algılayan ancak kendisinde bu olayın
üstesinden gelebilecek gücü olduğunu hisseden
kimse yaşadığı olaydan olumlu yönde etkilenebilir
ve olayla başa çıkabilmek için motivasyonu artabi­
lir. Diğer taraftan olayla başa çıkamayacağını dü­
şünen ve bunun hayatı için kronik bir durum halin­
de devam edeceği tahminini yapan kimse
rahatsızlık veren stresi hissedebilir.
Buraya kadar uyum süreci içerisinde bir talebin
ortaya çıkışı ve talebin algılanışı sırasındaki kişilik
faktörü üzerinde durulmuştur. Talep ortaya çıktık­
tan sonra bunun hedefteki kişinin bilincine uygun
bir yolla ulaştırılması gerekir. Talepleri insanın kur­
duğu dengeyi bozan nitelikte, kişiliğini de kendisini
koruyan bir zırh gibi düşünecek olursak, talebin bu
zırha değmeden geçmesi beklenmez. Zırhın özelli­
ğine göre belki ancak çok az talep olduğu gibi bilin­
ce ulaşabilir, bir çoğu çarpıtılabilir ve bazıları da bi­
lince hiç ulaşmayabilir. Bu yüzden uyum süreci
içinde doğru iletişimin çok önemli bir rolü bulun­
maktadır. Toplumu ilgilendiren amaçlarla kişinin
kendisi için belirlediği amaçlar hiç bir alanda kesiş­
miyorlarsa ne o kişi o toplum içinde amaçlarına ko­
layca ulaşabilir, ne de toplum taleplerini o kişinin bi­
lincine ulaştırabilir. Bir başka deyişle kişi ve toplum
arasında uyumsuzluk başlar. Halbuki toplum oluş­
turmanın amacı ortak amaçlara işbölümü yardımı
ile daha kolay erişebilmektir. İnsan kendisini inceleyebilen ve kendi varlığını çevresindekilerden ayırdedebilen bir özelliğe sahiptir. Planlama potansiye­
lini de kullanarak gelecekte nasıl bir kimlikte
görünmek istediğini kendisi tayin edebilir. Doğu­
mundan ölümüne kadar yaptığı planlar, ortaya koy­
duğu amaçlar doğrultusunda çalışır. Bu süreç için­
de insan fiziki, psikolojik ve sosyal anlamda büyür.
Fiziki genişlemeyi örneğin açlık ihtiyacını gidermek
için yaptığı planların sonunda gerçekleştirir. Karnı­
nı doyurmak için annesini çağırabilir veya yemek
almaya gider. Yemek istediği şeyi, bu plan sonun­
da ele geçirince fiziki olarak büyümeye başlar.
Geçmiş tecrübelerini yeni ve daha başarılı planlar
kurmak için kullandıkça psikolojik açıdan büyür ve
sonunda başkaları ile iletişim kurdukça onların da
Olayları değerlendirme tarzının geçmişte ben­
zer olaylarda yaşanan tecrübeler sonunda geliştiği
ve kişiliğin bir parçası olduğu söylenebilir. Nitekim
bazı kişilik yapılarının olayları, stresin olumsuz et­
kilerini bazılarının da olumlu etkilerini yaşayacak
tarzda değerlendirdikleri bildirilmektedir. Örneğin
mükemmeliyetçi kişilik yapısına sahip bir insan
kendisi ve başkaları hakkında ulaşılamayacak bek­
lentiler içinde olunca devamlı hayal kırıklıkları ya­
şayabilir ve başkalarına karşı kırıcı davranabilir
(Burns 1980). Bir başka olumsuz etki yaşayan kişi­
lik yapısı da öğrenilmiş karamsarlıktır (Seligman
1990). Bu kişilik yapısı olumsuz olayları kendisin­
4
K
R
tecrübelerinden yararlanma şansına sahip olur,
böylelikle sosyal açıdan da büyür. Bu üç alanda
meydana gelebilecek potansiyel büyüme insanın
en doğal hakkı olarak düşünülebilir. Bununla birlik­
te insan ortak amaçlara daha kolay ulaşabilme
amacı ile diğer insanlarla birlikte yaşama eğilimin­
dedir. Bunun sonucu olarak belli bir fiziki alandaki
sınırlı kaynakları diğerleri ile paylaşmak zorunda­
dır. Bu zorunluluk herkesin büyüme özgürlüğünde
eşit olmasından kaynaklanır. Demokraside olduğu
gibi şahsi büyüme özgürlüğü bir başkasının büyü­
me özgürlüğü ile kesiştiği noktada sınırlanır. Bu
noktada insan büyümek veya şahsi amaçlarını ger­
çekleştirmek için kendisini içeriden iten gücü sos­
yal gerçeklerin gücü ile dengelemek zorundadır.
Bu dengeyi orta noktada kuramayan insanlar uyum
problemi ile karşılaşabilirler. Kimi insan için denge
noktası şahsi özgürlük sınırı içerisinde kurulmuş­
tur. Bu insanlar özgürlüklerinin gerçek sınırlarını bi­
lemedikleri için bunu koruma girişiminde de bulu­
namazlar. Nitekim psikoterapide girişkenlik eğitimi
sırasında geçilmesi gereken ilk basamak kişinin
özgürlüklerinin bilincine vardırılmasıdır. Kimi insan
da denge noktasını kendi özgürlük sınırları dışında
tutar. Bazı özgürlük savaşçıları başkalarının hakla­
rını zorla kullanarak ve saldırgan tutumları ile kendi
üzerlerindeki toplumsal baskıyı yok edebilecekleri­
ni düşünürler. Kurdukları baskı kendi amaçlarına
ters düştüğü gibi, sadece kendi özgürlüklerinin sı­
nırsız olduğunu düşünürler. Toplum hayatı, aslın­
da, insanın sınırlanan özgürlüğünü sosyal büyüme
ile ölümüne ve hatta sonsuzluğa kadar genişletebilmesine kendi normları içinde imkan tanır. Bir ar­
kadaş grubu kurma, evlenme, bir grubun lideri
olma gibi sosyal olaylar insanın diğer insanların öz­
gürlüklerini ilan ettikleri alana serbestçe girmesine
ve onların kullandıkları kaynağı kullanma imkanını
tanır. Bir milletin önem verdiği tarihi bir kahraman
üzerine kitaplar yazıldıkça ve bunlar gelecek nesil­
lere aktarıldığında o insan için sosyal büyümenin
sona ermeyebileceği de düşünülebilir.
Gerek toplum hayatı içinde gerekse insanın
kendi biyolojik ve psikolojik bünyesi içinde çatışma­
ların önlenmesi, denge noktalarının ortada bir yere
çekilmesi ve uyumsuzlukların azaltılabilmesi etkili
bir iletişim yolunun kurulmasına bağlıdır. Biyolojik
talepleri bilincimize ulaştıran insanı şaşırtan bir
mükemmellikte işleyen sinir sistemimizdir. Psikolo­
jik taleplerin bilince ulaşması için insanın tecrübe­
lerine açık olması, onlar üzerinde yorumlar yapma­
İ
Z
sı ve kendi için sonuçlar çıkarması gibi gayret iste­
yen bir muhakeme süreci gereklidir ki, insanın ne
olduğunu tanımlamada en sık kullanılan özellikler­
den birisi sahip olduğu üstün muhakeme potansi­
yelidir. Sosyal taleplerin bilince ulaşması için de
aynı muhakeme potansiyelinin sosyal olaylar için
geliştirilmesi gerekmektedir. Muhakeme yukarıda
açıklandığı gibi kişilik yapısından etkilendiği için
gelen mesajlar doğru biçimde doğru yere ulaşma­
yabilirler. Hipokondriyak eğilimleri olan birisi ger­
çekte olmayan bir sendroma bir semptomdan vara­
bilir, depresyondaki insan dünyanın sadece kötü
tarafını görebilir veya bir şizofren dünya ile iletişimi­
ni olabilecek en az seviyeye indirebilir.
Reaksiyonlar
Herhangi bir talebin ortaya çıkıp doğru ya da
yanlış bir şekilde muhakeme edilmesi sonucunda
bir reaksiyon ortaya çıkar. Dolayısıyla reaksiyon
gerçekten talebin ne olduğuna karşı değil muhake­
me sonucuna karşı verilmektedir. Muhakeme sıra­
sında yanlışlıklar veya çarpıtmalar sözkonusu ola­
bileceği için insanı diğer canlılar arasında üstün
konuma sokan muhakeme yapma potansiyeli
bazen gerçekleri perdeleyen bir potansiyel haline
de dönüşebilir. Bu nedenle bu bölümde anlık reak­
siyonların uyum içindeki yerinden ziyade kişinin
verdiği reaksiyona verilen karşı reaksiyonlar ve
bunların sonuçları ışığında sağlıklı-sağlıksız uyumu
belirleyici özellikler üzerinde durulmaya çalışılacak­
tır.
Kişinin verdiği reaksiyon kendisi ve diğerleri ta­
rafından muhakeme edilir ve bunun sonucunda
diğer reaksiyonlar birbirini izler. Kişi tarafından veri­
len ilk reaksiyon yanlış muhakeme sonucu yanlış
bir reaksiyonsa çevreden gelecek diğer reaksiyon­
lar o kişiye yanlışını düzeltme fırsatı verebilirler.
Burada iletişimin doğru yolla yapılması ve muhake­
menin çarpıtmasız gerçekleştirilmesinin önemi bir
kere daha öne çıkmaktadır. Zira yanlış reaksiyona
çevre tarafından verilecek reaksiyon da yanlış olur­
sa bu sadece yanlışlıkların artarak ve yoğunlaşa­
rak devamını sağlar. İnsanlar çoğu zaman öyle re­
aksiyonlar verirler ki, çevrelerinden belli türdeki
reaksiyonları davet ederler (Atkinson ve ark. 1996).
Yapılan bir çalışmada (Synder ve ark. 1977) kız ve
erkek üniversite öğrencilerinden karşı cinsle yakla­
şık 10 dakika süren telefon görüşmeleri yapmaları
istenmiş ve sonuşmalar çift taraflı olarak kaydedil­
miştir. Telefon konuşması öncesinde erkek öğren-
K
R
İ
çilere kız öğrencilerin fotoğrafları çekicilikleri açı­
sından değerlendirtilmiş ve konuşacakları kız öğ­
rencinin hangisi olacağı yanlış olarak bildirilmiştir.
Yapılan kız ve erkek sesi kayıtları birbirlerinden
ayrı ayrı bağımsız bir değerlendirme grubuna dinletilmiştir. Çekici bir kızla konuştuğunu düşünen er­
keklerin sesleri çekici olmayan bir kızla konuştuğu­
nu düşünen erkeklerin seslerine göre daha
arkadaşça bulunmuştur. Sadece kız öğrencilerin
sesini dinleyen değerlendirmeciler ise erkeklerin
çekici sandıkları kızların konuşmalarını daha sos­
yal, nüktedan ve huzurlu bulmuşlardır. Karşı taraf­
ta çekici olmayan bir kızın bulunduğunu düşünen
ve buna göre bir konuşma yapan erkek öğrenci so­
nuçta daha az çekiciliği olan bir karşı konuşma ile
karşılaşmaktadır. Böylelikle ilk düşündüğü şeyin
doğruluğuna kendisini inandırmaktadır. Bununla
birlikte çalışmada karşı taraftaki kız öğrenciler rastgele seçilmişlerdir. Kendisinin değerlendirildiğin­
den haberi olmayan kız öğrenci kendisine verilen
reaksiyona benzer tarzda reaksiyon verince erkek
öğrencinin düşünceleri yanlış yönde kuvvetlenmiş­
tir.
Z
reaksiyon da çevresinden algılanıldığı gibi çeşitli
reaksiyonları davet edecektir. O halde tüm bunlar
göz önüne alındığında sağlıklı bir uyum neye daya­
nır?
Sağlıklı uyum için ilk önce düşünülebilecek
durum, kişinin yaşamına devam edebilmesi olabilir.
Bu amaçla verilebilecek en pratik reaksiyon tehlike­
li olduğu düşünülen durumlardan kaçınmaktır. Bu
reaksiyon tarzı nevrotik bozukluklarda en sık karşı­
laşılan durumdur. İnsanın fiziki, psikolojik ve sosyal
büyüme açısından özgürlüklerine yukarıda değinil­
miştir. Kaçınma davranışı, insanın şahsi özgürlüğü­
nü kendi kendine kısıtlaması anlamına gelebilir,
çünkü kaçındığı bir alandaki kullanabileceği kay­
nakları kullanamaz hale gelebilir. O halde birçok
durumda insan sağlıklı uyum için sadece yaşamak­
tan ziyade kendisini geliştirmeyi de amaçlamalıdır.
Gelişmenin ilk aşaması insanın kendi potansiyelini
farketmesidir. Bunun için insanın iyi bir aynaya ihti­
yacı vardır. Toplumun insanın ulaşabileceği en iyi
ayna olduğu düşünülebilir. Bir arkadaşın, eşin veya
annenin reaksiyonları onların karşı tarafta gördük­
lerinin yansıtılmasıdır. Onlardaki yanılma payı kar­
şılarındaki insanın yanılma payı ile aynıdır. Ayna
vazifesi gören insanlar birbirlerine bilgi aktarırlar.
Durum hakkında bilgi toplamak insanda en üst dü­
zeyine ulaşmıştır. Hiç bir hayvan 100 km ilerdeki
babasına telefon açıp anında görüşünü alamaz.
Her kanaldan mümkün oldukça fazla bilgi toplamak
sağlıklı uyuma giden önemli bir basamaktır (Napoli
ve ark. 1996). İlişkiler yoluyla elde edilen bilgiler
önemli ise, ilişki kurmak da yani sosyal açıdan bü­
yümek de önemlidir.
İnsanlar doğru da yanlış da olsa, kendi beklenti­
lerinin paylaşıldığı ve doğru kabul edildiği ortamları
daha çok tercih ederler (Atkinson ve ark. 1996). Bu
durumda toplumca yanlış muhakeme edilmiş bir
tecrübe az rastlanır bir durum değildir. Bunu farkeden bireylerin toplumun inançlara karşı çıkması,
değiştirme çabaları toplumun genel direnci ile kar­
şılaşır. Bu durumda talep bireyden gelmekte ve
hedef toplumun değişmesi olmaktadır. Toplumun
vereceği reaksiyonun yukarıda anlatılan bireyin ve­
rebileceği reaksiyonlardan değişik olmayabileceği
düşünülebilir. Arada çift yönlü iyi bir iletişim yolu ol­
dukça toplum ve bireyin amaçları gittikçe birleşe­
cektir, çünkü belirtildiği gibi toplum ortak amaçlara
daha kolay ulaşabilmek için bireylerin insiyatifi ile
oluşturulur.
Toplanılan bilgiler insana ne olduğunu farkettirebiliyorsa o insan gerek toplumdaki gerekse kendin­
deki kaynakları düşünerek ne yönde eksiklikleri ol­
duğuna ve ne yönde gelişmek istediğine karar
verebilir. İnsanın diğer bir potansiyeli de geleceğini
düşünüp, planlama yapabilmesidir. Dolayısıyla,
sağlıklı uyumun diğer bir basamağı da insanın ha­
yatını daha güzel yapabileceği düşüncesi ile geliş­
tirdiği amaçlar için kendindeki ve çevresindeki kay­
naklara ulaşma ve kullanma mantığına dayanan
uzun ve kısa vadeli planlar yapması olabilir.
Yazılanları kısaca özetlersek: Sistemler geliştik­
çe kurulu dengelerin bozulması durumunda bunun­
la başa çıkabilme mekanizmaları oluştururlar. Ta­
lepler dengenin tekrar sağlanması için sistem
içinde yayılan mesajlardır ve en geniş anlamda
hayat olaylarıdır. Olayların gerçek bir yönü olduğu
kadar değişik kişiliklerle etkileşim sonucu daha
farklı yönlerde algılanabilirler. İnsanın verdiği reak­
siyon algıladığı olaya verdiği reaksiyondur ve bu
SONUÇ
İnsan kendine has bir kimlik geliştirme gayreti
içindeyken içinde bulunduğu ortamın değişmesi so­
nucunda ortaya çıkan talepler kendisini belli bir
amaca hizmet eden davranışlarda bulunması için
6
K
R
yönlendirirler, insan sahip olduğu potansiyelleri di­
lediği yönde kullanabilme serbestliğine sahiptir
ancak sosyal amaçlar edinmeye başladığında po­
tansiyelini içinde bulunduğu ortamın talepleri doğ­
rultusunda gelişmek için kullanır ve sağlıklı bir
uyum göstermiş olur. Genel anlamda sağlıklı
uyumu düşündürebilecek durumları şöyle sıralaya­
biliriz:
KAYNAKLAR
Atkinson RL, Atkinson RC, Smith EE, Bern DJ ve
ark. (1996) Hilgard's Introduction to Psychology, 12.
Basım, Orlando, Harcourt Brace, s.434-436.
Burns DD (1980) The Perfectionist's Script for Selfdefeat. Psychology Today, 14: 34-38.
Cannon WB (1929) Bodily Changes in Pain, Fear,
Hunger, and Rage, New York, Appleton.
DeLongis AD, Coyne JC, Dakof G ve ark. (1982).
Relationship of Daily Hassles, Uplifts and Majör Life
Events to Health Status. Health Psychology, 1:119-136.
İ
Z
1. Yaşamı devam ettirebilmek
2. Kendini ve çevrenin özelliklerini tanımak
3. Farkına vardığı özelliklerini kullanmak ve
gerek duyduğunda farklı özellikler geliştirme yolun­
da planlar yapmak.
Kobasa SC (1979) Stresful Life Events, Personality
and Health: An inquiry into Hardiness. Journal of Perso­
nality and Social Psychology, 37:1-11.
Lazarus R.S. (1991). Emotian and adaptation, New
York, Oxford University Press, s. 149-150.
Maslovv A (1970) Motivation and personality, geliştiril­
miş basım, New York, Harper and Row.
Morse DR ve Furst ML (1979) Stress for success: A
holistic approach to stressand its management, New
York, Van Nostrand Reinhold.
Erikson EH (1963) Childhood and Society, 2. basım,
New York, Norton.
Napoli V, Kilbride JM, Tebs DE (1996). Adjustment
and growth in a changing world, New York, West, s.4.
Everly GS (1989) A Clinical Guide to the Treatment
of Human Stress Response, New York, Plenum, s.2324.
Sarason I, Johnson J ve Seigel J (1978) Assessing
the impact of life changes. Journal of Consulting and Cli­
nical psychology 46: 932-946.
Hole JW (1990) Human anatomy and physiology, 5.
Basım, Dubuque, WCB, s.11-12.
Seligman MEP (1990) Leamed optimism: The skills
to overcome life's obstacles, New York, Pocket Books.
Holmes TH ve Rahe R (1967) The Social Readjustment Rating Scale. Journal of Psychosomatic Research,
11:213-218.
Selye H (1974) Stress vvithout distress, Philadelphia,
Lippincott.
Kanner AD- Coyne JC, Schaefer C ve ark. (1981)
Comparison of Two Modes of Stress Measurement:
Daily Hassles and Uplifts versus Majör Life Evnets. Jour­
nal of Behavioral Medicine 4:1-39.
Synder ML, Tanke ED ve Berscheid E (1977) Social
perception and interpersonal behavior: On the selffulfilling nature of social streotypes. Journal of Persona­
lity and Social Psychology, 35: 656-666.
Kobasa SC, Maddi SR ve Kahn S (1982) Hardiness
and Health: A Prospective Study. Journal of Personality
and Social Psychology, 42:168-177.
VVatson DL ve Tarp RG (1993) Self-directed behavi­
or: Self-modification for personal adjustment, Pacific
Grove, Brooks/Cole.
A
\
K
R
İ
Z
Kriz Dergisi 6 (2): 9-16
KORKU: SEBEPLERİ, SONUÇLARI VE BAŞETME YOLLARI
Tülin GENÇÖZ*
these thoughts includes "danger", fear reaction is
exhibited. Thus, different individuals who are exposed to similar situations may give different reactions as a result of their differences in thought. On
the other hand, since usually people in fear do not
know that their reactions are caused by their own
thoughts, they do not look for an efficient coping
style and consequently crisis is experienced, accompanied by feelings of helplessness. The experienced crisis may increase the number of avoidant
acts and lead to a deprivation in the obtained
pleasure in life. On the other side, those people
who question their thoughts that are developed in
fear evoking situation and who do not escape from
these situations may reduce their fear, and in due
course they gain some important skills and show
significant improvements like increasing their selfesteem and self-efficacy.
ÖZET
Korku kişinin kendi düşüncelerinin sebep oldu­
ğu bir duygudur. Bu düşüncelerin içeriğinde "tehli­
ke" olduğu için korku reaksiyonu verilir. Bu nedenle
aynı durumla karşılaşan değişik kişiler, farklı dü­
şünceleri neticesinde farklı reaksiyonlar verebilir­
ler. Ancak çoğu zaman korkuyu yaşayan kişiler
bunun kendi düşüncelerinden kaynaklandığını bil­
medikleri için etkili bir çözüm üretme yoluna git­
mezler ve çaresizlik yaşayarak, korkularını kriz bo­
yutlarına taşıyabilirler. Yaşanan bu krizler de
kaçınma davranışlarını arttırarak hayattan zevk
alma potansiyelini azaltırlar. Öte yandan, korku
hissini yaratan ortamdaki düşüncelerini sorgulayan
ve bu ortamdan kaçmayan kişiler, bu duygularını
yenmeleri sonucunda hem önemli beceriler kaza­
nırlar hem de kendilerine olan güven ve yeterlilik
hislerinin artması gibi anlamlı gelişmeler gösterir­
ler.
Key VVords: Fear, anxiety disorders, escape,
avoidance, ways of coping.
Anahtar Sözcükler: Korku, kaygı bozukluğu,
kaçma, kaçınma, başetme yolları.
Korku, içinde bulunduğumuz duruma değil, bu
durum için geliştirdiğimiz düşüncelerimize verdiği­
miz bir reaksiyondur. Bu nedenle, korkuyu yenmek
için kontrolün bizde olduğunu fark edip, korku hissi
uyandıran düşünce tarzımızın doğruluğunu sorgu­
lamamız gerekir. Bu sorgulama sonucu korktuğu­
muz ortamla yüzleşip, korkumuzu yenebilirsek bu
bize hem yeni beceriler kazandıracak, hem de ken­
dimize olan güvenimizi arttırarak mücadeleci bir ki­
şilik geliştirmemize önemli katkılar sağlayacaktır.
Fear: Causes, Consequences, and Ways of
Coping
SUMMARY
Fear is an emotion that is a product of one's
own thoughts. Due to the fact that the content of
*
Öğretim Görevlisi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi
Psikoloji Bölümü.
9
K
R
İ
Bu derlemede de korkunun sebepleri, sonuçları
ve profesyonel bir yardım almadan önce denenilebilecek bazı başetme yolları ele alınacaktır.
Z
Bilişsel teoriye göre, değişik bozukluklarda o bo­
zukluğa has düşünce yapıları vardır (Beck ve Clark
1988). Bu nedenle bir çok araştırmacı değişik tipte­
ki kaygı bozukluklarında temel olan düşünce yapı­
larını araştırmıştır. Goldstein ve Chambless'e
(1978) göre agorafobinin temelinde "korkunun kor­
kusu" ("fear of fear") düşüncesi yatmaktadır. Bu dü­
şünce korku sonucu ortaya çıkan aşırı vücut reak­
siyonlarından
ve
bunların
neden
olacağı
sonuçlardan korkmak olarak açıklanabilir. Chambless ve Gracely'nin (1989) çalışmalarına göre ise,
korkmaktan korkma, sadece agorafobi için değil
panik bozukluğu, genel anksiyete bozukluğu, sos­
yal fobi, obsesif-kompalsif bozukluk gibi değişik
kaygı bozukluğu türleri için ortak bir özelliktir. Clark
(1986)da korkunun çok yoğun olarak yaşandığı
panik ataklarını, fizyolojik reaksiyonların abartılı yorumlanmasıyla açıklamaktadır.
Korkunun sebepleri:
Korku tehlike düşüncesinin uyandırdığı duygu­
sal bir reaksiyondur (Beck ve ark. 1987, Beck ve
Clark 1988, Beck ve Emery 1985, Clark 1986,
Clark ve ark 1989, Harrell ve ark 1981, VVickless
ve Kirsch 1988). Korku ve kaygı içerikleri bakımın­
dan birbirlerine çok benzeyen kavramlar olmaları­
nın yanısıra, kaygıda bu duyguyu meydana çıka­
ran durum kişi için çok açık değildir fakat kişi aşırı
korku reaksiyonu verir. Başka bir psikolojik bozuk­
luk olan depresyonla kıyaslandığında ise, depres­
yonda kayıp ve başarısızlık sonucunda kişi için ke­
sinleşen düşünceler yer alırken (VVatson ve
Tellegen 1985), korku ve kaygı bozukluklarında
düşünceler, gerçekleşmemiş fakat muhtemel bir
tehlikeye karşı geliştirilir (Ingram ve ark.
1987).
Görüldüğü gibi kaygı bozukluklarında kişinin du­
rumu değerlendirme şekli, yani içinde bulunduğu
durumun tehlikeli olduğuna ilişkin düşünceleri
önem kazanmaktadır. Örneğin, panik bozukluğu
olan bir kişi için ufak bir kalp çarpıntısı, kalp krizi
geçirmekte olduğunun bir kanıtı olarak değerlendi­
rilebilir ve bu değerlendirme sonucu kişi panik atağı
geçirebilir. Benzer bir şekilde, agorafobik bir kişi
için "dışarıya çıkarsam heyecandan kalbim çok
hızlı çarpar ve terlemeye başlarım, bunlar da kont­
rolümü kaybedip bayılmama neden olabilir" tarzın­
daki düşünce, kişiyi dışarıya çıkmaktan alıkoyabilir.
Öte yandan, kişi bu düşüncelerle dışarı çıkmayı de­
nerse panik atak geçirebilir ve bu tecrübesiyle de,
bir anlamda, düşüncelerinin doğruluğunu destekle­
miş olur. Bu örnekte de görüldüğü gibi, agorafobi­
nin temeli evden ayrılma ya da dışarı çıkma korku­
su değil, panik atak geçirme korkusu ve bu atağın
gerçek veya tahmin edilen sonuçları için duyulan
korkudur.
Bu bilgilerle tutarlı olarak Beck ve arkadaşları­
nın (1987) geliştirdiği, kişilerin çeşitli beklenti ve
düşüncelerini içeren "Biliş Tarama" (Cognitions
Checklist) ölçümü ile yapılan araştırmalarda kaygı
bozukluğu olan kişilerin depresif kişilere kıyasla,
ileriye yönelik tehlike beklentisi içeriğindeki düşün­
celerinin daha fazla olduğu bulunmuştur (Clark ve
ark 1989, Steer ve ark. 1994).
Doğal olarak insanlar, tehlikeli olarak değerlen­
dirdikleri durumlardan mümkün olduğu kadar uzak
kalmak, eğer bu durumun içindelerse de kaçmak,
kendini korumak isterler. Dolayısıyla korku içerdiği
tehlike düşüncesi neticesinde, beraberinde korun­
ma, kaçma davranışı getiren bir duygudur.
Kişilere korku reaksiyonunu neden verdikleri so­
rulduğunda çoğu zaman rasyonel bir açıklama ge­
tiremezler, çünkü korku reaksiyonu durumdan
değil durum için geliştirilen fikirlerden kaynaklan­
maktadır. Bunun için şöyle bir örnek verilebilir,
yılan seven ve sevmeyen iki insan aynı yılanı farklı
şekillerde tarif edebilirler. Birisi yılanı incelenmeye
değer, sevimli, ilginç bir canlı olarak görürken, di­
ğeri aynı yılanı soğuk, sevimsiz, tehlikeli olarak
tarif edebilir. Oysa ki, her iki kişi de aynı yılanla,
aynı ortamda karşılaşmıştır. Buradan korku hissi­
nin aslında fikirlerimizden kaynaklandığı anlaşıl­
maktadır.
Kişilerin olayları değerlendirme tarzları sosyal
fobide de önemli bir rol oynamaktadır (Butler
1985). Sosyal fobik bir kişi korku sonucu ortaya
çıkan somatik ve davranış semptomlarını, durumun
tehlikeli olduğuna dair bir kanıt olarak değerlendirir.
Örneğin yüzünün kızardığını hisseden bir sosyal
fobik, diğerlerinin kendisiyle alay ettiklerini düşüne­
bilir. Bu tip olumsuz düşüncelere odaklanan bir kişi­
nin performans düzeyinin düşmesi kaçınılmazdır.
Performansının düştüğünü farkedince ise kişinin
hareketleri donuklaşır ve doğallığını kaybeder, bu
10
K
R
İ
tavırları da etraftan sıcak tepki alma ihtimalini dü­
şürür. Sosyal fobide dikkatin olumsuz kaygı içerikli
uyaranlara kayma özelliği (Greenberg ve Beck
1989, Ingram ve ark. 1987) düşünüldüğünde, bu
değerlendirmeler sonucu kişi performansının aşırı
kötü olduğunu düşünür ve tüm bu süreç kısır­
döngü halinde devam eder.
Z
ve arkadaşlarına göre de (1981) fonksiyonel olma­
yan atıflar kaygı bozukluğunun önemli bir özelliği­
dir. Bu atıfların neden olduğu çaresizlik düşüncesi
ise kişinin yaşadığı krizin boyutlarını daha da arttı­
rır çünkü kişi artık durumdan kaçmak veya durumu
kabul etmeye çalışmaktan başka bir başetme yolu
aramamaktadır.
Görüldüğü gibi değişik kaygı bozuklukları, deği­
şik içerikli düşünce tarzları ile birbirlerinden ayrıl­
maktadır. Panik bozuklukta fizyolojik semptomların
abartılı yorumlanması da bu düşüncelerin temelini
oluştururken, agorafobide muhtemel bir panik atağı
sonucu yaşanabilecek kontrol kaybı, sosyal fobide
ise diğerlerinin kişi ve kişinin performansı hakkın­
daki düşünceleri önem kazanmaktadır.
Kişilerin kullandıkları başetme yollarına bakıldı­
ğında, iki temel yol olduğu görülmektedir, bunlar
problemi çözmeye odaklı başetme yolları ve duy­
gusal rahatlamaya odaklı başetme yollarıdır (Folkman 1984). Problemi çözmeye odaklı başetme
tarzı, direk olumsuz duyguyu yaşatan problemi
azaltacak veya tamamen ortadan kaldıracak davra­
nışlara yönelmeyi gerektirirken, duygusal rahatla­
maya odaklı başetme tarzında kişi ya durumu her­
hangi bir çaba göstermeden kabul etmeye ya da
bu duyguyu ortaya çıkaran ortamdan kaçmaya yö­
nelir. Probleme odaklı tarzda doğrudan problemin
çözümü amaçlanır. Duyguya odaklı başetme tar­
zında ise kişi problemin çözümü için herhangi bir
davranış geliştirmeden sadece duygusal rahatla­
mayı sağlama amaçlı yollara yönelmekte, bu tarz
da kaçma-kaçınma davranışlarını kuvvetlendirmek­
tedir. Araştırmalar, kişilerin içerisinde bulundukları
problemli durumu kontrolleri altında olarak değer­
lendirdiklerinde problemi çözmeye odaklı başetme
yolunu tercih ederken, kontrolleri dışında bir du­
rumda olduklarını düşündüklerinde duygusal rahat­
lamaya odaklı başetme yolunu tercih ettiklerini gös­
termektedir (Folkman ve Lazarus 1980). Görüldüğü
gibi kişinin içerisinde bulunduğu durum üzerinde
hissettiği kontrol, tercih edilen başetme yolunda
önemli bir rol oynamaktadır.
Duyduklarımız, gördüklerimiz, televizyon, sine­
ma, tiyatro ve günlük konuşmalar yoluyla korkuları­
mızın kaynağı olan düşünceleri ister istemez geliş­
tiririz.
Bu
nedenle
korku
reaksiyonunun
gelişmesinde menfi bir olayın doğrudan kişinin ba­
şına gelmesinin yanısıra, çevremizden edindiğimiz
bilgiler de aynı türden reaksiyonların verilmesine
sebep olabilirler. Hayatımızda yılanla ilgili hiçbir
olumsuz tecrübe yaşamamış olsak dahi, yılan gör­
meye tahammül edemeyebiliriz. Böylece fikirlerimi­
zin doğruluğunu test etme şansını kendimize tanı­
mamış oluruz. Yanlış olup olmadığını test
etmediğimiz fikirlerin sebep olduğu korku hissi ve
bunun beraberinde gelen kaçma davranışı sonun­
da rahatladığımızda, sanki fikirlerimiz doğruymuş
gibi düşünürüz. Böylelikle korkularımız kuvvetlene­
rek devam eder.
Kuvvetli korkular kuvvetli kaçma davranışını da
beraberinde getirir. Ancak, daha önce de belirtildiği
gibi, bu korkuların ardında içinde bulunulan durum
için geliştirilen fikirler yer alır. Bu, korkuyu kriz de­
recesinde yaşayan birçok kişinin göz önüne alma­
dığı bir bilgidir. Kişiler verdikleri duygusal reaksi­
yonları içinde bulundukları duruma bağlamaları
neticesinde bu duyguyu yenmek için bir çaba sarfetme gereği duymazlar ve sıklıkla da düşüncele­
riyle duygularını desteklerler (Beck ve Emery
1985). Söz konusu düşünce-duygu kısır döngüsü­
nün krizle sonuçlanması ve kişinin çaresizlik yaşa­
ması sık karşılaşılan bir durumdur. Çaresizlik yaşa­
yan bir kişi, durumu kendi kontrolünde hissedemez
ve bu durumdan kendi becerileriyle kurtulamayaca­
ğını düşünür (Abramson ve ark 1978). Burada ya­
şanılan çaresizlikte kişinin içinde bulunduğu durum
için geliştirdiği atıflar önem kazanmaktadır. Girodo
Söz konusu kontrolün hissedilmesinde en
önemli nokta ise kişinin verdiği duygusal reaksiyo­
nun içinde bulunduğu durumdan değil bu durum
için geliştirdiği düşüncelerinden kaynaklandığını
anlamasıdır. Bu kural tüm duygusal reaksiyonlar
için geçerlidir; korku reaksiyonunda da sözü edilen
düşüncenin içeriği tehlike üzerine kurulmuştur
(Beck 1976, Beck ve Emery 1985). Araştırmalar
kaygı bozukluğu olan kişilerin iç kontrol algısında
önemli bir düşüş olduğunu göstermektedir (Beck
ve Emery 1985). Araştırmalar kaygı bozukluğu
olan kişilerin iç kontrol algısında önemli bir düşüş
olduğunu göstermektedir (Beck ve Emery 1985;
Cloitre ve ark 1992). Kontrol algısındaki bu düşüş
değişik korku türleri için farklı içerikler gösterebilir.
11
K
R
İ
Nitekim, panik bozukluğu olan kişiler "hastalık", "ra­
hatsızlık" gibi kelimelere daha duyarlı iken, sosyal
kaygısı olan kişilerin "eleştirilme", "küçük görülme"
gibi kelimelere daha duyarlı oldukları bulunmuştur
(Hope ve ark. 1990). Daha açık şekliyle, panik bo­
zukluğu olan kişiler hastalık, rahatsızlık gibi konu­
larda kontrolü kendilerinde hissetmezken, sosyal
fobisi olan kişiler eleştirilme, küçük görülme gibi
durumlarda kontrolün kendilerinde olmadığını dü­
şünebilirler. Nitekim Cloitre ve arkadaşlarının
(1992) çalışmalarında hem panik bozukluğu olan
kişiler hem de sosyal fobisi olan kişiler için iç kont­
rol algısı "normallere" kıyasla daha düşük bulunur­
ken, dış kontrol algısında özellikle panik bozukluk
için olayların rastgele şansa bağlı olarak geliştiği
fikri, sosyal kaygı için ise olayların güçlü diğer kişi­
ler tarafından belirlendiği fikri ağır basmaktadır.
Görüldüğü gibi değişik korku tipleri değişik türdeki
tehlike düşünceleriyle (hastalık, diğerlerinin gözün­
de değer kaybetme gibi) birbirinden ve "normal"
davranışlardan ayırt edilebilmektedirler.
Z
durumun kişi için önemi arttıkça yaşanan krizin de
boyutu artabilecektir.
Korkunun Sonuçları:
Korku hissi oldukça rahatsız edici olduğu için,
korkuyu hisseden kişiler bu hissi uyandıran nesne
veya durumlardan mümkün olduğu kadar kaçmaya
çalışırlar. Bu kaçma davranışı kişinin bu ortamı bir
kez daha değerlendirme fırsatını, yani geliştirdiği fi­
kirlerinin gerçekliliğini gözden geçirme fırsatını kişi­
ye tanımaz. Bunun neticesi olarak da kaçmakaçınma davranışı kişiyi rahatlattığı için, kişi "bir
kez daha bu tehlikeli durumdan kurtuldum" yoru­
munu yaparak, bu durumun tehlikeli olup olmadığı­
nı test etme şansını kendisine tanımadan bu dü­
şüncesini kuvvetlendirmiş olur.
Korkuya neden olan durumdan mümkün oldu­
ğunca uzak kalmaya başlandığında insan, hareket
serbestliğini kendi kendine kısıtlar. Bu kısıtlanma
da, günlük hayatta yerine getirmek zorunda oldu­
ğumuz görevlerimizi, hayatı zengin bir şekilde ya­
şayarak tecrübe edebileceğimiz olumlu duyguları
engeller. Tüm bu süreç için şöyle bir örnek verilebi­
lir, değişik kişilerle tanışıp beğenilemeyeceğini ve
eleştirilere maruz kalacağını düşünen bir genç,
davet edildiği partiye orada yaşayacağı kaygı sevi­
yesinin yüksekliğini düşünerek gitmemeyi tercih
edebilir. Bu karar söz konusu genci rahatlatacaktır,
ancak orada bulunan kişilerin onu gerçekten eleşti­
rip eleştirmeyeceğini hiç test etmediği için bu soru­
nun doğru cevabını bilemeyecek ve hep kötümser
bakış açısıyla "ya olursa?" diyerek kaçma-kaçınma
tarzını sürdürecektir. Kısa vadedeki bu rahatlama,
uzun vadede söz konusu gencin yaşıtlarından ve
bir çok sosyal ortamda yaşayabileceği güzel duy­
gulardan uzak kalmasına neden olabilecektir. Bu
tür kaçma-kaçınma tercihleri üst-üste geldikçe de
kişilerin bu ortamlarda geliştirmesi beklenen sosyal
becerileri geliştiremeyecek ve zaman ilerledikçe bu
girişim gitgide daha da zorlaşacaktır. Bunun sonu­
cu da kişinin yalnızlık ve belki yine çaresizlik hisse­
derek hayatı anlamsız, kendisini değersiz, geleceği
ise ümitsiz olarak değerlendirmesine kadar uzana­
bilecektir. Beck'in (1976) olumsuz üçlü adını verdi­
ği bu düşünce tarzı, söz konusu kişinin depresyona
girmesine de sebep olabilecektir.
Olayların meydana gelmesinde kontrolün kişi­
nin elinde olmadığı düşüncesi yukarıda da sözü
edildiği gibi, kişilerin içerisinde bulundukları olum­
suz duruma neden olan problemi doğrudan çözme­
ye yönelmelerini engellemektedir. Korkunun ortaya
çıkışı ve devam edişine, yükseklik korkusu olan bir
kişiyi örnek verecek olursak, bu kişi yüksek bir
yere çıktığında "burası çok yüksek her an düşebili­
rim", "birazdan kontrolümü kaybedip bayılacağım",
"işte hayatımın son anlarını yaşıyorum" gibi düşün­
celeri neticesinde kalp atışlarında artış, terleme, tit­
reme gibi fizyolojik reaksiyonlar gösterebilir. Artan
bu fizyolojik reaksiyonlar çoğunlukla kişi tarafından
yukarıda örnekleri verilen düşüncelerin kuvvetlene­
rek devam etmesine ve daha da çeşitlenmesine
sebep olur, bu da yaşanan korkuyu ve dolayısıyla
da fizyolojik reaksiyonları daha da arttırır. Bu kısır
döngünün devamı neticesinde kişi olay üzerinde
hiç bir hakimiyeti olmadığını düşünerek çaresizlik
hisseder ve yaşanan korku artık bir kriz halini alır.
Görüldüğü gibi, korku kişilerin içinde bulunduk­
ları durum için geliştirdikleri tehlike düşünceleriyle
ortaya çıkan ve krizle sonuçlanabilen duygusal bir
reaksiyondur. Ancak, çoğunlukla kişiler tarafından
duruma verilen bir reaksiyon olarak değerlendiril­
mesi sonucu, kişilerin bu durumu kontrol etme be­
cerileri önemli ölçüde zayıflamakta ve kişiye çare­
sizlik yaşatmaktadır. Çaresizlik hissi uyandıran
Görüldüğü gibi korkuyu kriz derecesinde yaşa­
yan kişiler, çoğunlukla bu duyguyu ortaya çıkaran
ortamdan mümkün olan en kısa sürede kaçmayı ve
hatta belki bu tip ortamlara hiç girmemeyi tercih et-
12
K
R
inektedirler. Bu kaçma ve kaçınmaya dayalı hayat
tarzında kişi kriz boyutunda bir korku yaşamayaca­
ğı için tercih ettiği bu çözümün en güvenli ve sağ­
lam yol olduğunu düşünebilir. Oysa ki problemlerini
kaçma ve kaçınma tarzı ile çözerek yaşamayı ter­
cih eden bir kişi, kendisi için önemli ve zevkli olabi­
lecek bir çok faaliyeti de yaşama ihtimalini kısıtla­
mış olacaktır. Bu kısıtlamanın yanı sıra, korkudan
kaçmayı karakter haline getiren bir kişi bir çok be­
ceriyi geliştirme fırsatını da kaçıracak ve bunun ne­
ticesinde de problemli olayların üstesinden gelme
gücünü de çoğu zaman kendisinde bulamayacak­
tır. Bu da geliştirdiği korkudan kaçmaya dayalı ka­
rakteri daha da kuvvetlendirecektir.
Dolayısıyla, korkularımız kendimize verdiğimiz
değerin de düşmesine sebep olabilirler. Kendimize
verdiğimiz değer, günlük olaylar karşısında göster­
diğimiz performansın değerlendirilmesiyle ortaya
çıkar. Korkular nedeniyle bazı durumlardan uzak
durmak bu değerlendirmenin neticesini olumsuz
yönde etkileyecektir. Yani bir anlamda geliştirdiği­
miz fikirler bizi daha dar bir dünyaya hapsederken,
kendimize verdiğimiz değerin düşmesini de bera­
berinde getirecektir.
Korkuyla Başetme Yolları:
Yukarıda ele alındığı gibi korku, çoğu kez aslın­
da kendi kendimize geliştirdiğimiz fikirlere verilen
bir reaksiyondur. Dolayısıyla korkuyla başedilmesi
amaçlandığında bu fikirlerimizin doğruluğunun test
edilmesi önemli bir adım olacaktır. Ancak, bu fikir­
lerin ilk test edilişlerinde korku seviyesinin yüksekli­
ği kişilerin etkili bir fikir değerlendirmesi yapmaları­
nı engelleyebilir. Bu nedenle korku uyandıran
durumlardan kaçmama kararı alındığında, kişilerin
kullanacakları rahatlama teknikleri önemli bir rol
oynayacaktır. Korkuyu yenme yolunda atılacak ilk
adımlar oldukça önemlidir, çünkü kişi ilk defa cesa­
retle korkuyu meydana getiren fikirlerini test etme­
ye ve bu durumla yüzleşmeye karar vermiştir. Kişi­
nin cesaretini topladığı bu ilk tecrübesinde,
kendine olan güvenini, "ben bunu yapabilirim", "heyecanlansam da bunun üstesinden geleceğim" gibi
destekleyici düşüncelerle arttırması ve olumsuz
düşüncelerini durdurmaya çalışması yararlı olacak­
la. Ayrıca gerekiyorsa, bu durum karşısında korku
hissini yaşamayan bir kişiyle beraber veya önce
onu gözleyerek bu ilk tecrübesini yaşaması bu tec­
rübenin olumlu sonuçlanmasında önemli bir rol oy­
nayabilecektir.
İ
Z
Bu ilk tecrübelerin başarıyla sonuçlandırılması­
nın önemi de çok büyüktür. Mesela, kapalı bir
yerde kalma korkusu olan bir kişi mümkün oldu­
ğunca kapalı yerlerden kaçacaktır. Bu durumda bu
kişi yüksek bir yere çıkarken asansör kullanmama­
ya veya oraya hiç gitmemeye gayret gösterecektir
ve bu korkunun arkasındaki fikirleri test etme şan­
sını kendisine tanımayacaktır. Ancak bu kişi korku­
yu yenmeye karar verdiğinde yaşayacağı ilk tecrü­
be oldukça önemlidir. Mesela cesaretle asansöre
binip, asansör hareket eder-etmez aşırı korkusu
nedeniyle vazgeçip birinci katta korkuyla asansör­
den inerse bu tecrübe kendisinde var olan kapalı
yerde kalma korkusunu bir kez daha kuvvetlendire­
cek ve asansörün korku duyulacak bir yer olduğu
ile ilgili fikirleri yine destek bulacaktır. Bu nedenle
özellikle bu ilk tecrübelerde, korku düzeyi düşünce­
ye kadar, korkutulan ortamda kalmayı becerebilmek çok önemli bir adım olacaktır. Bu amaçla kor­
kuyu yenme yolundaki ilk adımlarda kişide en az
korku uyandıran davranışla başlamak ve daha
sonra yavaş yavaş ufak basamaklar halinde ger­
çekten korkulan durumu tecrübe etmek yararlı ola­
caktır. Mesela asansör örneğinde kişi önce rahat
bir şekilde asansörü çağırma düğmesine basmayı,
daha sonraki günlerde sırasıyla asansörün kapısını
açmayı, asansörün kapısını açıp binip-inmeyi,
asansörün kapısını açıp-binip çıkacağı katın düğ­
mesine basıp inmeyi ve son olarak da asansörü
yukarı bir kata çıkmak için kullanmayı tecrübe ede­
bilir. Kişi bu tecrübelerini korkusuna yenilmeden
yaşayabilirse eski fikirleri yerine, aynı durum için
daha uyumlu yeni fikirler geliştirebilecektir.
Korkuyla başetme sürecinde diğer önemli bir et­
kende, korku uyandıran olayların üstesinden gele­
bilecek becerilerin henüz öğrenilmemiş olmasıdır
(Beidel ve ark. 1985). İlk önceleri nötr olan bir
durum beceri eksikliği nedeniyle başarısızlıkla so­
nuçlandığında kişi bu durumdan uzak kalmayı iste­
yecek böylece durumla başa çıkabilmek için beceri
geliştirme fırsatlarını kendisine tanımamış olacak­
tır. Topluluk içinde konuşmaktan korkan ve bundan
kaçan bir öğrenci, ilk önce kendisini ifade etme be­
cerisini geliştirmeli, daha sonra da bu temel beceri­
sini çeşitli topluluklarda tecrübe ederek geliştirmeli­
dir. Bunun için öncelikle kendisini daha rahat
hissettiği ortamları seçerek kendisine olan güveni­
nin de kuvvetlenmesiyle, bu becerisini zamanla
diğer ortamlara taşıması tavsiye edilebilecek bir
yoldur.
K
R
İ
Kişiler korkularını yenmek için çeşitli yollar de­
neyebilirler. Tercih edilen başetme yollan durum­
dan duruma olduğu gibi kişiden kişiye de değişebi­
lir. Doğal olarak herkes kendi tarzı ve becerileri
doğrultusunda problemlerine çözüm arar. Bu ne­
denle kişilerin ortaya çıkardığı çözümleri "doğru"
ya da "yanlış" olarak yargılayanlayız. Ancak, kulla­
nılan başetme yolunun "etkili" ya da "etkisiz" oldu­
ğu veya "başarılı" ya da "başarısız" olduğu yoru­
munu sonuca ve kişiyi ne kadar rahatlattığına
bakarak yapabiliriz. Bütün bunlardan dolayı korku
yaşayan kişilerin, aktif bir rol alarak duruma kendi
istekleri ve becerileri doğrultusunda çözüm arama
gayretine girmelerini baş etme sürecindeki en
önemli adım olarak görebiliriz. Her zaman başkala­
rının kullandığı veya tavsiye ettiği çözüm yolu
bizim için en etkili/başarılı çözüm yolu olmayabile­
ceği gibi, aklımıza gelen ilk çözüm de en etkili/
başarılı çözüm olmayabilir. Problemlere çözüm
ararken çeşitli çözüm yollarını değerlendirmenin
önemi büyüktür; bunun için kişi esnek düşünmeli
ve değişik çözüm yolları aramaya gönüllü olmalı­
dır. Tabii, çözüm yolu aramaya geçmeden önce
kişi problemini açık bir şekilde tanımlamalı ve iste­
diği sonuca da bu tanımda yer vermelidir. Proble­
min tanımında soru cümlesi kullanıldığında prob­
lem açık olarak tanımlanabileceği gibi istenilen
sonuç da ortaya çıkacaktır. Örneğin; "Yeterince ce­
saretli bir insan değilim" yerine "Daha cesaretli bir
insan olmak için ne yapmalıyım?" sorusu soruldu­
ğunda istenilen sonuç ortaya daha açık bir şekilde
çıkacaktır. Ancak, bu örnekte de kullanılan cesaret
sözcüğünün kişi için ne anlama geldiğinin açıklan­
ması gerekir. Böylece ulaşılmak istenen sonuç çok
açık bir şekilde kendisini gösterecektir.
Z
nuçlarını düşünür ve bunların problemin çözümündeki etkisini, kendi becerileri ve kişiliğine uygunlu­
ğunu da dikkate alarak değerlendirir. Dördüncü ba­
samak karar verme basamağıdır, burada kişi tüm
değerlendirmeleri sonucu bir başetme yolunu seçer
ve uygulamaya koyar. Son olarak da istenilen
sonuç tam olarak elde edilemezse, tüm basamak­
lar yeniden gözden geçirilerek bir başka başetme
yolu denenir.
Görüldüğü gibi problem çözme becerisi proble­
min tanımıyla başlayan beş basamaklı bir süreçtir.
Bu süreçte ilk basamak önemli bir rol oynamakta­
dır. Çünkü bu basamaktaki eksiklik ve yanlışlıklar
diğer basamakları da etkileyecektir. Bunun için
şöyle bir örnek verilebilir, eşiyle dayak ve/veya al­
datmaya dayalı problemler yaşayan ve eve gitmek­
ten korkan bir kimse problemin tanımında "Eve ra­
hatlıkla gidebilmek için ne yapmalıyım?", "Eşimden
dayak yememek için ne yapmalıyım?" veya "Eşi­
min beni aldatmaması için ne yapmalıyım?" şeklin­
de sorular getirirse, bu sorular problemin çözümün­
de çok dar bir alanın taranması ile sonuçlanacak
ve belki de asıl arzulanan ve elde etmek istenen
sonuç gözden kaçırabilecektir. Bu iki durumda da
kişi "Daha mutlu ve huzurlu olabilmek için ne yap­
malıyım?" gibi daha genel ve asıl ulaşılmak istenen
nihayi hedefi de belirten bir soru sorarsa, alternatif
çözümlerin üretilmesi aşamasında, içinde bulundu­
ğu ortamı ve imkanlarını çok daha kapsamlı bir şe­
kilde tarayacaktır. Bu taramanın sonucunda da, dar
bakış açısıyla kolaylıkla gözden kaçırabileceği, du­
rumla, kişiliğiyle ve istekleriyle uyumlu bir çok
çözüm yollarını bulabilecektir. Bu nedenle, proble­
min tanımlandığı ve alternatif çözümlerin belirlendi­
ği ilk iki aşamada esnek bakış açısı, problemin ba­
şarılı
çözümünde oldukça önemli
bir
rol
oynamaktadır.
Problemi tanımlayan sorunun doğru ve eksiksiz
sorulması problem çözme becerisinin gelişmesin­
de önemli bir rol oynamaktadır. D'Zurilla ve Goldfried'e göre (1971) problem çözme becerisi beş ba­
samaklı bir süreçtir. Birinci basamak problemin
tanımıdır. Bu basamakta problem, istenilen sonu­
cun da açık olacağı bir şekilde tanımlanır. Bu
tanım içerisindeki soyut kavramlara da kişi tarafın­
dan açıklık getirilmesi önemlidir. İkinci basamak al­
ternatif çözümlerin belirlenmesi basamağıdır. Bu
basamakta kişi tanımladığı problem için akla gele­
bilecek her türlü çözümü, herhangi bir kısıtlama ol­
maksızın düşünmelidir. Üçüncü basamak, alterna­
tif çözümlerin değerlendirilmesi aşamasıdır. Bu
basamakta kişi belirlediği alternatif çözümlerin so­
Kullandığı herhangi bir başetme yolu neticesin­
de, eskiden korku uyandıran bir durum karşısında,
kontrolü ele alabilen ve bu korkusunu yenebilen
kişi, yani bir anlamda korkudan kaçma yerine üzeri­
ne giden ve onu yenen kişi kendisine olan güvenin
artması, diğer olaylara daha cesaretle yaklaşması
ve belki de en önemlisi olaylar karşısında kontrolü
elinde hissetmesi gibi bir çok kazanç elde edecek­
tir. Bu nedenle, mücadeleci bir yaklaşımla, proble­
mi çözmeye odaklı başetme yollarını deneyerek,
yaşanan korkuyu kişinin kendisini geliştirebileceği
bir fırsat olarak değerlendirmesi ve bu duygudan
14
K
R
İ
Z
yararlanmak ve durumun çözümü için gerekli bece­
rilerimizi geliştirmek, bu tecrübelerin başarıyla so­
nuçlanmasında önemli bir rol oynayacaktır. Başa­
rıyla sonuçlanan bu tecrübeler neticesinde de
korku hissimizi yenmenin yanısıra kendimize
güven ve yeterlilik duygularındaki artma ile beraber
mücadeleci bir kişilik tarzı geliştirme yolunda
önemli ilerlemelerde sağlamış oluruz. Bu nedenle
gerekli donanımı sağladıktan sonra korkudan kaç­
mak yerine korkunun üzerine gitmek, birçok olumlu
gelişim için bir fırsat olarak da değerlendirilebilir.
kaçmadan onu yenmeye çalışması, zamanla kişide
yeterlilik hissini geliştirecek ve becerilerini arttıra­
caktır. Bu olayların çeşitliliği neticesinde de artık
kendisine güvenen kişi, olaylar karşısındaki iç
kontrolünü kaybetmeyecek ve mücadeleci bir yak­
laşımla, bir başka deyişle çaresizlik yaşamadan
doğrudan problemi çözmeyi hedefleyen başetme
yolları arayabilecektir.
SONUÇ
Korku karşılaştığımız nesneye veya içerisinde
bulunduğumuz duruma değil, kendi düşüncelerimi­
ze verdiğimiz bir reaksiyondur. Bu nedenle, korku­
yu yenmek için herhangi bir dış gücün durumu dü­
zeltmesini beklemek veya bu ortamdan kaçmak
yerine, korkuya neden olan düşüncemizi bulup,
onu test etmek korkumuzu yenmemizde önemli bir
adım olacaktır. Ancak, düşüncelerimizi test etmeye
veya bir başka deyişle korktuğumuz durumla karşı­
laşmaya karar verdiğimizde olumsuz düşünceleri­
mizi durdurmak, ufak basamaklar halinde ilerle­
mek, gerekiyorsa problem çözme tekniklerinden
Dolayısıyla korkan bir kişiye sosyal destek ver­
mek durumunda olan kişi, genelde yapıldığı gibi o
kişinin korktuğu durumla karşılaşmasını engelle­
mek yerine, kişinin bu korkuyla mücadele etmesini
sağlayabilecek donanımlarını araştırmaya çalışma­
sı ve bunun için karşısındaki kişiyi gönüllendirmesi,
aynı zamanda durumun kontrol edilebilirliğini gös­
termesi, hem problemin çözümünde hem de olum­
lu kişilik özelliklerinin geliştirilmesinde oldukça
önemli bir rol oynayacaktır.
Clark DA (1986) Cognitive-affective interaction: A
test of the "specificity" and "generality" hypotheses. Cog­
nitive Therapy and Research, 10: 607-623.
KAYNAKLAR
Abramson LY, Seligman MEP, Teasdale J (1978) Learned helplessness in humans: Critique and reformulation. Journal of Abnormal Psychology, 87: 49-74.
Clark DA, Beck TA, Brovvn G (1989) Cognitive mediation in general psychiatric outpatients: A test of the content specificity hypothesis. Journal of Personality and
Social Pschology, 56: 958-964.
Beck AT (1976) Cognitive therapy and emotional disorders. New York: New American Library.
Beck AT, Brown G, Steer RA ve ark (1987) Differentiating anxiety and depression: A test of the cognitive
content-specificity hypothesis. Journal of Abnormal
Psychology, 96:179-183.
Clark DM (1986) A cognitive approach to panic. Behavior Research and Therapy, 24: 461 -470.
Cloitre M, Heimberg RG, Liebovv'rtz MR ve ark (1992)
Perceptions of control in panic disorder and social pho­
bia. Cognitive Therapy and Research, 16: 569-577.
Beck AT, Clark DA (1988) Anxiety and depression:
An information processing perspective. Anxiety Rese­
arch, 1:23-26.
D'Zurilla TJ, Goldfried MR (1971) Problem solving
and behavior modification. Journal of Abnormal Psycho­
logy, 78:197-226.
Beck AT, Emery G (1985) Anxiety disorders and
phobias: A cognitive perspective. New York: Basic
Books.
Folkman S (1984) Personal control and stress and
coping processes: A theoretical analysis. Journal of Per­
sonality and Social Psychology, 46: 839-852.
Beidel DC- Turner SM, Dancu CV (1985) Physiological, cognitive and behavioral aspects of social anxiety.
Behaviour Research and Therapy, 23:109-117.
Folkman S, Lazarus RS (1980). An analysis of co­
ping in a middleaged community sample. Journal of He­
alth and Social Behavior, 21: 219-239.
Butler G (1985) Exposure as a treatment for social
phobia: Some instructive difficulties. Behaviour Rese­
arch and Therapy, 23: 651-657.
Girodo M, Dotzenroth SE, Stein SJ (1981) Causal
attribution bias in shy males: Implications for self-esteem
and self-confidence. Cognitive Therapy and Research,
5: 325-338.
Chambless DL, Gracely EJ (1989) Fear ot fear and
the anxiety disorders. Cognitive Therapy and Research,
13:9-20.
15
K
R
İ
Goldstein A, Chambless D (1978). A reanalysis of
agoraphobia. Behavior Therapy, 9: 47-59.
Z
Ingram RE, Kendall, PC, Smith TW ve ark (1987)
Cognitive specificity in emotional disorders. Journal of
Personality and Social Psychology, 53: 734-742.
Greenberg MS, Beck AT (1989) Depression versus
anxiety: A test of the content-specificity hypothesis. Jo­
urnal of Abnormal Psychology, 98:9-13.
Steer RA, Beck AT, Clark DA ve ark. (1994) Psychometric properties of the Cognition Checklist with psychiatric outpatients and university students. Psychological
Assessment, 6: 67-70.
Harrell T, Chambless D, Calhoun J (1981) Correlational relationships betvveen self-statements and effective
states. Cognivite Therapy and Research, 5:159-173.
Watson D, Tellegen A (1985) Toward a consensual
structure of mood. Psychological Bulletin, 98:219-235.
Hope DA, Rapee RM, Heimberg RG ve ark (1990)
Representations of şelf in social phobia: Vulnerability to
social treat. Cognitive Therapy and Research, 14: 117189.
VVickless C, Kirsch I (1988) Cognitive correlates of
anger, anxiety, and sadness. Cognitive Therapy and Re­
search, 12: 367-377.
16
K
R
İ
Z
Kriz Dergisi 6 (2): 17-21
PSİKOSOSYAL BOYUTLARI İLE BAZI KRİZ OLGULARI
E. Arzu ORAL*
ÖZET
sı, sosyal ve gelişimsel açıdan önemli doğurgulara
sahiptir. Palabıyıkoğlu ve arkadaşlarına (1995)
göre, genç kızlar ve genç erkekler anne-babadan
duygusal olarak kopmanın gerçekleşmediği bir dö­
nemde evlenerek, eşiyle birlikte bağımsızlık yönün­
de adım atmaktadır. Çevreyi gerçekçi biçimde de­
ğerlendirme
becerisini
kazandıkları
25-35
yaşlarında ise çevre ve mevcut durumuna, koşulla­
rına ilişkin hayal kırıklığı yaşamaktadır. Bu değer­
lendirmede bireysel gelişimsel olduğu kadar sosyal
gelişimsel süreçleri de görmek mümkündür.
Ruh Sağlığı ve toplumsal değişim konuları, Kriz
Merkezi'ne başvuran bazı olgular üzerinden ele
alınmış, özellikle bireye ve ilişkilerine yansıyan yö­
nüyle aktarılmaya çalışılmıştır.
Anahtar Sözcükler: Krize müdahale, toplumsal
değişim.
Eight Crisis Cases by The Psychococial
Dimensions.
Krize müdahalede sonucu etkileyen faktörler
içinde kişisel faktörler ve profesyonel yardıma ek
olarak sosyo-kültürel ortam ve aile önemli bir yer
almaktadır (Sayıl 1996). Bireyin yaşadığı kriz süre­
ci ister durumsal, ister yaşamsal, ister gelişimsel,
ister doğrudan travmatik bir yaşantıya bağlı olsun,
her birinde en azından sosyal destek kaynakları ve
bunların işlev kazanması birey ile içinde bulunduğu
grupların dünyaya ve olaylara bakışında ne denli
uyuştuklarıyla yakından ilgilidir. Durağan toplumsal
özellikler nedeniyle yaşanabilecek zorluklar kadar,
hareketli, değişken toplum özelliklerinin de yaşata­
bileceği zorluklar hem birey hem de toplum ruh
sağlığı açısından önemli sonuçlar taşımaktadır.
Kaldı ki toplum psikoloji alanı da davranışsal bo­
zukluklar ve patolojinin, nicelik ve nitelik yönünden
yine ait olduğu toplumun bir ürünü olduğu sapta­
masına dayanmaktadır (Tegin 1988).
SUMMARY
Issues on mental health and social changes
were taken into consideration by the cases who
applied Crisis Intervention Center. Especially
social changes and motives were presented by the
effects on individual and his/her relations.
Key Words: Crisis intervention, social change.
Kriz merkezine yapılan başvurulara bakıldığın­
da, başvuru nedenleri arasında akut ya da kronik
ilişki ya da bireysel sorunların ve kayıp yaşantıları­
nın önemli bir yer aldığı görülmektedir (Palabıyıkoğlu 1992, Palabıyıkoğlu ve ark. 1995). Başvu­
ranların çoğunluk genç ve genç yetişkin grupta
toplanması ve kadın başvuranların çoğunlukta ol­
ması bekarlar kadar evlilerin de başvuruyor olma-
Aşağıda, Kriz Merkezi'ne başvuran kişiler ara­
sından öykülerinde bir şekilde toplumsal olayların
Uzman Psk. A.Ü. PUAM.
17
K
R
İ
katkıda bulunduğu birkaç olgu sunularak, tartışıla­
caktır. Bu olgularda toplumsal olayların bireyleri
zorlayan boyutlarının özellikle bazı kişisel koşul ve
yatkınlıklar çerçevesinde, bir psikopatolojiyi başlat­
ma sürecindeki yeri gündeme gelmektedir. Top­
lumda uçlardaki görüş ve inançların yarattığı çeliş­
kilerin etkilerinin göz ardı edilemeyen sonuçları
dikkati çekmektedir.
Z
iletilmiş ve oradaki bir hemşire hanımın önerisiyle
merkezimize gelmiştir. Hasta komşuları refakatinde
merkezimize geldiğinde, güney doğuda askerlik
yapmakta olan oğlu 1 hafta önce şehit olmuştu.
Ölen oğluyla ilgili kayıp ve suçluluk duyguları ve
eşle git gide artan sorunları olduğu gözleniyordu,
çünkü sürekli sorun yaşadıklarını ifade ettiği eşi de
ölen çocukla ilişkileri konusunda hastayı suçlamak­
taydı. Hasta kendisi, evliliği ve devlete yönelik sor­
gulamalar içindeydi.
OLGU-1: NS, 49 yaşında, yüksek okul mezunu,
evli, 2 çocuk sahibi erkek hasta. Üst düzey memu­
riyet yapmakta iken ekonomik zorlukları sonucu
statü kaybı yaşamakta. Yoğun depresyon belirtile­
riyle psikiyatriye başvurmuş, ilacı düzenlenip mer­
kezimize gönderilmiş, eşi refakatinde merkeze gel­
diler. Dövize endeksli krediyle ev sahibi olma
girişiminde bulundukları, döviz kurlarındaki yüksel­
melerle borçlarını ödeyemez hale geldikleri, evi
bankaya sattıklarını ancak halen ödeme güçlerini
Çok aşan bir borç altına girdiklerini ifade ediyorlar.
İş yerinde muhasebe ile ilgili bir işin başında oldu­
ğu için daha sonra sorun çıkmasın diye görevinden
kendiliğinden ayrılmış. Ödeme zorlukları nedeniyle
kefillere kadar uzanan zincirde, yaşamlarına yöne­
lik tehditler de bulunmakta. Günlük yaşamlarını
sürdüremez hale geldiklerini, hacizler nedeniyle
evde eşya kalmadığını ve hapis cezasının bile
olası olduğu bir hukuk sürecinde olduklarını bildiri­
yorlar. N.'nin intihar ederek hem kendisini, hem de
reddi miras yoluyla ailesini kurtarma düşünceleri
mevcut. (N.'nin babası da intihar sonucu ölmüş).
Hastanın geçmiş öyküsündeki soruna yönelik
kritik özellikleri bedensel hastalıkları ve somatizasyon eğilimi olarak belirlenmiştir.
Müdahale: Yas süreciyle ilgili çalışılmış, ilişki
sorunları için eski düzey iletişime dönülebilmesi
sağlandıktan sonra görüşmeler sonlandırılmıştır.
Burada kayıbın şehitlik yoluyla olması ve bunun
hasta ve hastanın ailesi tarafından benimsenmiş
olması acıyı azaltan bir durum olarak gözlenmiştir.
OLGU-3: ST, 24 yaşında, üniversite öğrencisi,
erkek hasta. İkinci evliliğini yapmış bir babanın ilk
evliliğinden olma, çok çocuklu bir aileden gelmekte.
Son dönemde başedemediği uykusuzluk, tedirgin­
lik şikayetleriyle psikiyatriye başvurmuş, oradan
merkezimize gönderilmiş. Babayla hiçbir zaman iyi
bir ilişkileri olmadığını ve kendisinin kardeşleriyle
birlikte annesiyle yaşadığını ifade ediyor. Yaklaşık
iki ay önce, oturdukları mahallede küçük kardeşi
nedeniyle komşularıyla aralarında sürtüşmeler baş­
lamış. Mahkemelik olunmuş ve bir tartışmaları ne­
deniyle hakkında yapılan şikayet sonucu sorguya
çekilmiş. Sorgulama sırasında memleketi gerekçe
gösterilerek, teröre yönelik suçlanmış ve işkenceye
maruz kalmış. Sokağa çıkmaktan korkuyor, insan­
lardan uzaklaşıyor, özellikle polis gördüğünde
korku ve saldırgan duygular oluşuyor. Kendisi okul­
daki hiçbir siyasi gruba katılmadığı ve her birinin
baskısına engel koyduğu halde böyle bir şey yaşa­
dıktan sonra dağa çıkmayı bile düşündüğünü söy­
lemekte.
Hastanın geçmiş öyküsünde; sorunların çözü­
münde gerçekçi olmaktan çok kendi kurallarına
göre davranma, sorunları paylaşma becerisi gösterememe özellikleri gözlenmiştir.
Müdahale: Psikososyal destek sağlanmış, iş
koşulunun ve ekonomik gelir düzeyinin ve çok kı­
sıtlı olan sosyal destek kaynaklarının kullanımı
sağlanmaya çalışılmıştır. Yaklaşık bir yıl süren izle­
me çerçevesinde bu tarz bir sorunun çıkış kaynağı
olarak, sistemin bireyi koruyamaması alınmış ve
benzeri durumda pek çok kişi ve ailenin olması
üzerinde durulmuş (genelleme), hastanın özellikle
intihar girişimi açısından taşıdığı risk üzerinde
odaklaşılmıştır.
Hastanın geçmiş öyküsündeki soruna yönelik
kritik özellikleri kişiler arası ilişkilerde güvensizlik,
duygularını, sevgisini ve öfkesini sosyal boyutlarda
ifade etmekte zorluk olarak belirlenmiştir.
OLGU-2: TK, 43 yaşında, ilkokul mezunu, 24
yıllık evli, iki çocuklu ev hanımı, bayan hasta. Ağla­
ma, halsizlik, huzursuzluk ve bayılma şikayetleriyle
psikiyatriye başvurmuşlar, acil görülemeyecekleri
Müdahale: Duyguların ifadesi, iletişim zorlukları
çalışılmış, travma sonrası stres bozukluğu hakkın­
da bilgilendirme yapılmıştır. Davranışları ve karar­
larının sonuçları, eyleme koyuş biçimleri üzerinde
18
K
R
İ
Z
koyabilen ve kendini ifade edebilen biri olarak ta­
nımlarken, bu konuda hırsını alamamış biri olarak
kendini kötü hissediyor.
çalışılmış ve kendini iyi hissettiği dönemde yakla­
şık altı ay sonra görüşmeler kesilmiştir.
OLGU-4: AK, 23 yaşında, lise mezunu, 7 ço­
cuklu bir ailenin 4. çocuğu. Sinirlilik, huzursuzluk
ve kilo kaybı şikayetleriyle merkeze başvurmuş
erkek hasta. Askerliğini tamamlayıp yaklaşık 5 ay
önce dönmüş. Askere gitmeden evvel futbol oyna­
dığını ve profesyonel olmaya yakın bir pozisyon­
dayken askere gitmek durumunda kaldığını ifade
etmekte. Döndüğünde de kız arkadaşının başka­
sıyla ilişkisi nedeniyle ayrılma kararı aldıklarını,
kendisinin bu dönem tanıştığı bir bayanla kısa dö­
nemli ilişkisi olduğunu söyleyen S, insanları işe ya­
ramaz, boş, keyif çatan, olan bitene duyarsız ve
çıkar ilişkileri içerisinde olmakla suçlamakta. Bir
yandan askerlikte yaşadıklarını eleştirirken diğer
yandan da tekrar müracaat edip, doğuya göreve
gitmek istediğini söylemekte.
Hastanın geçmiş öyküsünde soruna yönelik kri­
tik özellikleri, mükemmelliyetçilik, gerçekle bağdaş­
mayan beklentileri olmak olarak belirlenmiştir.
Müdahale: Duygularını ifadesine izin verilmiş,
eşle iletişim tarzlarındaki farklılıklar ele alınmış;
karşı cinsle yaşadığı karışık duygulan tanımlayabilmesi üzerinde özellikle ani öfkeli davranışları ve
ani kararlarının yarattığı gel gitlerin sonuçları gös­
terilmeye çalışılmıştır. Akut dönemin ardından, evli­
lik ilişkilerini bir profesyonelle gözden geçirmeleri
önerilmiştir.
OLGU-6: CK, 39 yaşında, lise mezunu, işsiz
erkek hasta. Uykusuzluk, huzursuzluk, kolay sinir­
lenme ve eşe şiddet uygulama şikayetleri var. Yu­
karıda da anlatılan AH'nin referansıyla merkeze
başvurdu (siyasi olarak karşı grupların üyeleri).
İkinci evliliğini 1 yıl kadar önce yapmış, ilk evliliğin­
den 9 yaşında bir çocuğu var. Eşiyle sorunları oldu­
ğunu ve siyasal hareketin içinden gelen biri olma­
nın zorluklarını ifade etmekte. 12 Eylül öncesi
dönemde silahlı eylemlere, bombalı saldırılara ka­
tılmış, cezaevinde yatmış, işkence görmüş. Son
dönemde siyasi kimliğini sorgulayan, içinde bulun­
duğu gruptan farklı olmaya çalışan ve kendini bir
yere ait hissetmeyen bir tablo çiziyor. İlk evliliğini
isteyerek yaptığını, ancak eşinin ev sorumlulukları­
nı almadığını, normal olmadığını ifade ediyor. İkinci
evliliğini ise, cezaevinde SHU olarak çalışan, aile­
siyle ilişkileri kötü olan, sıklıkla şiddete maruz kalan
biri ile yaptığını, eşinin evlilik öncesi de cezaevin­
deki erkeklerle sınırsız ilişkiler geliştirdiğini ifade
ediyor. Eşinin ailesinin hastayı istememesine kar­
şın, eşinin de şiddete uğradığı bir gün evden uzak­
laşarak evlendiklerini ifade ediyor. Ancak anne kızı­
nı görmeyi reddediyor ve görüştüklerinde de
evliliğin sonlanması yolunda mesajlar veriyor ve
hastanın eşi de anneyle ilişkisinde sürekli ikircikli
duygular taşıyor ve evliliğinde de bu duygular göz­
leniyor. Ayrıca C.'nin uzun süren işsizliği ve ekono­
mik zorlukları da hem birbirleriyle hem de sosyal
ilişkilerinde sorun yaratıyor.
Hastanın geçmiş öyküsünde soruna yönelik kri­
tik özellikleri, gündelik yaşamda doğrudan sorum­
luluk almama ve engellenme eşiğinde düşüklük
olarak belirlenmiştir.
Müdahale: Duygularının ifadesine olanak tanın­
mış, kayıp düşünceleri, insanları ve dünyaya algı­
lama biçimi ve gelecek planları üzerinde durulmuş;
iletişim sorunları ve iş arayışları ele alınmıştır. Bir
şirkete güvenlik görevlisi olarak girdikten sonra irti­
bat kesilmiştir.
OLGU- AH, 34 Yaşında, lise mezunu, memur
bayan hasta, sendikacılıkla da uğraşmakta. On yıl­
lık evli, iki çocuk sahibi. Son ayda eşiyle ciddi so­
runlar yaşadığını; ayrı yaşadıklarını ve boşanmayı
düşündüğünü ancak sıkıntısının katlanamayacağı
düzeyde olduğunu, kendini öldürmeyi düşündüğü­
nü ifade ediyor. "Canım acıyor, kendime kızıyo­
rum" ifadesini kullanmakta. Eşinin ve kendisinin
her zaman siyasal hareketler içinde olduklarını,
herhangi bir cezaya maruz kalacakları davranışla­
rının hiçbir zaman olmadığını belirtiyor. Son dö­
nemde, uzun bir süreden sonra cezaevinden yeni
tahliye olmuş, siyasal hareketin aktif eylemcisi ve
idealize lider pozisyonundaki, eşinin arkadaşı olan
bir beyin ziyarete gelmesi ve A.'ya cinsel taciz nite­
liğinde sözel ve davranış boyutunda yaklaşımları
olması sonucu, eşinin bu yapıyı bildiği halde kendi­
ni korumamış olması nedeniyle eşine ve kendisine
kızgınlık yaşamakta ve siyasal ve dünya görüşünü
sorgulamakta. Hemen herkese rahatlıkla tepkisini
Hastanın geçmiş öyküsünde soruna yönelik kri­
tik özellikleri, manipülatif iletişim biçimi ve takıntılı
düşünce içeriği ve ileri yaşına karşın bir kimlik ara­
yışı içinde olmak olarak belirlenmiştir.
19
K
R
İ
Müdahale: Öncelikli olarak şikayetlerinin gide­
rilmesine çalışılmış; ilişkilerinde iç görü kazandırıl­
maya yönelinmiş, kendisine ve eşine zarar verme
davranışlarına kontrol geliştirmesine yönelik çalışıl­
mıştır. İş organizasyonu döneminde irtibat kesil­
miştir.
Z
mış, baba ve nişanlı ve nişanlının ailesiyle ilgili zor­
lukların yarattığı içe çekilme üzerinde çalışılmıştır.
Görüşmeler devam ederken nişanlıdan ayrılmış ve
iş arayışları daha yoğunlaşmıştır. Hasta ve ailesi
dini, gündelik yaşamda uygulamaya yönelik olduk­
ları ve hasta türban kullandığı için beklediği resmi
ve hatta özel iş olasılıkları gerçekleşmemekte ve
hasta bunu terapistiyle paylaşmaktadır.
OLGU-7: MS, 45 yaşında, üniversite mezunu,
18 yıllık evli, 4 çocuklu erkek hasta. Başağrısı ve
uyku problemi şikayetleri var. Mezuniyet sonrası iş
bulmanın güç olduğunu, 12 Eylül döneminde çok
zorluklar çektiğini, 95 yılında sendikada yönetici
pozisyonuna geldiğini, 1,5 sene sonra görevden
alındığını ve iki ay önce göreve iade edildiğini ifade
ediyor. Bu statü karmaşası döneminde arkadaşlık­
lar ve dostluk açısından sorun yaşadığını söylüyor.
Ayrıca yaşamında ilk kez evlilik dışı bir ilişkiye gir­
diğini ve bunu da eşiyle paylaştığını ve işlerin daha
karıştığını, eşiyle anlaşmazlıkları ve beğenmeme­
sinin arttığını söylüyor. Bugüne kadar taşıdığı
değer yargıları ve yaşam biçimini, genel sendikacı
imajını artık sürdürüp sürdüremeyeceğini bileme­
mekte ve sıklıkla 7 yıl önce kaybettiği babasını öz­
lediğini ifade etmekte.
Hastanın geçmiş öyküsünde soruna yönelik kri­
tik özellikleri, anneye bağımlılığı, engellenme eşi­
ğinde düşüklük olarak belirlenmiştir.
Müdahale: Hasta yas reaksiyonu ve gelişimsel
kriz açısındann ele alınmış, kendine ait ailesine ait
ve topluma ait beklentileri ayırt edebilme ve bunları
uzlaştırma üzerinde durulmuş dinsel inançları ger­
çekçi boyutta yaşamanın önemi ele alınmıştır. Gö­
rüşmeleri uzun aralıklı kontroller şeklinde devam
etmektedir.
Burada aktarılan olgular; değişik zamanlarda
başvurmuş, yalnızca krize müdahale ilkeleri doğrul­
tusunda ele alınmış, kronik ya da yapısal sorunları
ancak mevcut durum ile doğrudan bağlantıları açı­
sından değerlendirilmiş ve her olguda akut kriz ta­
nımlaması sınırlarında kalınmaya çalışılmış, ek ola­
rak ileri dönem olası benzer ya da farklı sorunlarda
daha erken dönem müdahale ve önleme adına yol
göstericilik yapılmaya çalışılmış olgulardır.
Hastanın geçmiş öyküsünde soruna yönelik kri­
tik özellikleri, ayrıntıcılık ve köy-kent kültürü arasın­
da bir kimlik arayışı olarak belirlenmiştir.
Müdahale: Hasta gelişimsel çatışmalar açısın­
dan değerlendirilmiş, yaşam biçimi sorgulamasını
açığa çıkarabilmesi sağlanmıştır. İlaç kullanımıyla
semptomlarının yarattığı tıkanmışlığını aştıktan
sonra, kişisel ve toplumsal sorgulamalarında ayrın­
tılar içinde kaybolmadan mücadele edilebilmesine
çalışılmıştır. Şikayetleri yatışıp, sorular ve çözüm
yolları konusunda daha sistematik ve esnek değer­
lendirme yaptığı dönemde, yaklaşık dört ay sonra
görüşmeler sonlandırılmıştır.
Bu olgular dışında diğer pek çok hasta da nisan
kararları döneminde ekonomik sıkıntıya düşmüş,
yatırım yolu olarak borsayı seçmesi sonucu zarar
etmiş olduklarını, doğrudan ya da dolaylı olarak
inançları, kökenleri ve toplumsal kimlikleri vesilesiy­
le yaşadıklarını düşündükleri sıkıntılarını da ifade
etmektedir; "Biz Çerkeziz, bizde adet böyledir/
zaten evliliğimiz mezhep farklılığı nedeniyle baştan
onaylanmadı/işe girmek istiyorum ama başımı
açmam gerekiyor, bana kalsa açarım, katlanırım
ama babam çok sorun çıkarır" ifadelerini ya da
benzerlerini bir şekilde duymaktayız. Bunların
zaman zaman toplumsal yanlışlar ya da haksızlık­
lara başkaldırı, tepki koymada araç olarak kullanıl­
dığı, zaman zaman da bu kimliklere sığınılarak
zarar görmüş pozisyonundan ikincil kazançlar sağ­
lama ve bireysel sorumluluklardan kaçış çabası ol­
duğu gözlenmektedir. Buradan hareketle, özellikle
krize müdahale sürecinde, benlik değeri zedelen­
miş bireye yaklaşımda destekleyici bir yaklaşım
esas alınmaktadır. Ona değer ve zaman veren,
OLGU-8. SH, 23 yaşında lise mezunu, yaklaşık
bir yıl önce annesini kanser nedeniyle kaybetmiş,
üç aylık nişanlı bayan hasta. Yoğun kaygı ve dep­
resyon şikayetleriyle psikiyatri polikliniğinde görül­
müş, ilacı düzenlenerek merkezimize gönderilmiş­
tir. Kaygısının yoğunlaşması telefon yoluyla irtibat
kurduğu bir hocanın cinler periler yoluyla yaptığı
açıklamalar sonrasında olmuştur. Görüşmelerde
anneye olan bağlılığı, babanın kronik astım hastalı­
ğı ve psikiyatrik bozukluğu nedeniyle onunla yaşa­
mın zorlukları üzerinde durulmuş; evliliğe yönelik
tutumları ve evlilik için acele edilmemesi ele alın­
20
K
R
İ
Z
yardım için tüm profesyonel hünerlerini seferber
sine
eden bir yaklaşım söz konusudur. Bu yaklaşım
özen gösterilmektedir. Ancak hızlı bir toplumsal de­
içinde bireyin toplumsal gerçeklere
uyumlu bir
karşı
sorumluluklardan
uzaklaşmamasına
ğişim ve hareketliliğin yaşandığı ülkemizde, bireyle­
yaşam düşüncesine yönlendirilmesine, sistemden
kaynaklanan sorunlara yüklenirken, danışanın bi­
rin ve danışan-terapist ilişkileri bağlamında terapis­
reysel çaresizlik yaşamamasına, kendine ve çevre-
tin işinin de hiç kolay olmadığı bir gerçektir.
rın değerlendirilmesi: demografik özellikler, sorun alanla­
rı, yaklaşım. Kriz Dergisi, 3 (1-2):133-138.
Sayıl I (1996) Psikiyatride kriz kavramı ve krize mü­
dahale. Kriz ve Krize Müdahale Kurs Notları (sayfa: 332). AÜPKUAM Yay.-Ankara.
Tegin B (1988) Toplum psikolojisi ve toplumsal ruh
sağlığı anlayışı. Psikoloji Dergisi, 6(22): 13-19.
KAYNAKLAR
Palabıyıkoğlu R (1992) Krize müdahale merkezi ça­
lışmalarının bir yıllık değerlendirilmesi. Kriz Dergisi 1(1):
13-16.
Palabıyıkoğlu R, Berksun OE, Güney S, Özayar H,
Duran A (1995). Krize müdahale merkezine başvuranla-
21
K
R
İ
Z
Kriz Dergisi 6 (2): 23-31
HASTA VE TERAPİST ETKİLEŞİMİ: CİNSİYETİN ROLÜ
Atilla SOYKAN*
ÖZET
These influences may present themselves either
during ordinary therapeutic interaction or in the
case of transference and countertransference phenomena. This article revievvs the literatüre on biological basis for human sexual development, psyhosexual development and their implications on
patient-therapist interaction including transference
and countertransference phenomena.
Hasta ve terapist etkileşimi, tüm insan ilişkilerin­
de olduğu gibi, çeşitli değişkenlerden etkilenir.
Hasta ve terapistin cinsiyeti bu etkileşimde yer
alan önemli değişkenlerden biri olarak kabul edil­
mektedir. Büyüme sürecinde, cinsiyet, terapistlerin
kişilik ve davranış stillerine etki eden kalıcı etkiler
ortaya çıkartır. Bu etkiler, terapi sırasında, hem
olağan terapi etkileşimi hem de aktarım ve karşıaktarım durumlarında önem kazanabilir. Bu yazı­
da, insan cinsel gelişiminin biyolojik temelleri, psikoseksüel gelişim dönemleri ve cinsiyetle ilişkili
olarak hasta-terapist etkileşimiyle ilgili yayınlar
gözden geçirilmiş ve aktarım, karşı-aktarım durum­
ları aynı bağlamda ele alınmıştır.
Key VVords: Therapy, Gender differences,
Transference, Countertransference.
GİRİŞ
Terapist olarak, ister kadın ister erkek olalım,
karşımızda oturan ve bize terapiye gelen bireyin fi­
ziksel özelliklerini bilinçli ya da bilinç dışı olarak bili­
riz. Aslında bu özellikler, daha başlangıçta, terapi­
ye alınma sürecinde bile etkilidir. Analitik terapide
tarif edilen terapiye kabul ölçütlerinin bazıları, örne­
ğin, genç-çekici-akıllı-içgörülü olma, gerçekte, orta­
lama bir insanın karşı cinste aradığı ideal özellikle­
re benzemektedir. Ayrıca, terapistlerin karşı
cinsten hastaları terapiye alma eğilimi olduğu bilin­
mektedir. Öte yandan, terapistin cinsiyeti, cinsel
kimliği ve bunun gelişim süreçleri esnasında yerle­
şen kalıpların neler olduğu ve terapi sürecini nasıl
etkilediği göreceli olarak üzerinde pek az durulan
bir konudur. Oysa, bunları tanıma hem terapi süre­
cinde hastayı anlama hem de terapistin kendi kör
noktalarını telafi etme olanağı sağlayabilme ve ak­
tarım, karşı-aktarım durumlarına daha hazırlıklı ol­
masını sağlama potansiyeli taşımaktadır. Terapis­
tin ve hastanın cinsiyetinin terapiye yansıyışı ile
Anahtar Sözcükler: Terapi, Cinsiyet farkları,
aktarım, karşı-aktarım.
The Patient-Therapist Interaction; Effects of
Gender.
SUMMARY
Similar to ali human interactions, patienttherapist interaction is öpen to the infuences of
various factors. Gender of the therapist and the patients is considered to be an important factor in this
interaction. Therapists as well as patients raise
with the permanent influences posed by their gen­
der on their personality and behavioral style.
* Öğr. Gör. Uzm. Dr., A.Ü.T.F. Psikiyatri Anabilim Dalı.
23
K
R
İ
ilgili sorular bu yazıda ele alınmaya çalışılacaktır.
Bireysel gelişim dönemleri, cinsel kimliğin gelişimi
ve aktarım, karşı-aktarım konuları en geniş olarak
psikodinamik terapilerde psikoseksüel gelişim dö­
nemleri bağlamında ele alınmış olduğundan, bu
yazıda ağırlıklı olarak psikodinamik görüşten alıntı­
lara yer verilmiştir. Öte yandan, bu yazıda ele alı­
nanlar çoğu kez genellemeler olup, bireysel farklı­
lıkların olması da doğaldır.
Z
tesi" nedeniyle ortaya çıkan telafi etme (kompansasyon) çabaları ile bağlantılı olarak ele alınır (Wolberg 1988; Fenichel 1974). Freud, erkeğin egemen
olduğu ve kadının erkeğe göre tanımlandığı bir dö­
nemde yaşamıştı. Yakın zamanlara kadar kadını
anlamaya yönelik çaba gösteren doktor, modacı,
yazar ya da ressamların çoğunluğu da erkek ol­
muştur. Erkeğin gözü ile kadını anlama çabaları
ise, sonuçta, cinsiyet hakkındaki düşüncelerimizin
aslından ayrılmasına ve içinde bulunduğumuz kül­
türü de etkileyen yanlılıklara yol açmaktadır.
ERKEK VE KADIN
Klinisyen ile hastanın ilişkisinde hastadan gelen
özelliklerden çok sözedilir. Öte yandan, klinisyen
bu ilişkiye ne katmaktadır konusu pek ele alınma­
maktadır. Klinisyenin erkek ya da kadın oluşu,
genç ya da yaşlı oluşu, duyarlı ya da soğuk oluşu
gibi özellikler, doğal olarak, terapiyi etkilemektedir.
Nasıl bizler terapiye gelecek hastanın yaşı, cinsi­
yeti ve diğer bazı kişisel özelliklerini merak ediyor­
sak, hastalar da benzer özellikleri araştırırlar. Cin­
siyet bu bağlamda en önemli özelliklerdendir.
Kadın ve erkekler pek çok açıdan birbirlerine ben­
zemelerine rağmen, seksüel fizyoloji, beyin gelişi­
mi ve fizyolojisi açısından farklar göstermektedir­
ler.
İnsan embriyosunun temelde "kadın" olduğu
fakat erkeğe ilişkin özelliklerin daha sonra kazanıl­
dığının 1960'lı yıllarda belirlenmesi üzerine her iki
cinste de kadınlığa ilişkin özelliklerin (primer feminite) bulunduğu ileri sürülmüştür (Stroller 1985). Bu
yaklaşıma göre erkek çocuklar maskuliniteye ken­
dilerinde var olan primer feminen özdeşimle müca­
dele ederek ulaşmaktadırlar. Freud'un aksine, ka­
dınlığa önem veren bu yaklaşım, 1960'lı yıllardan
itibaren kadının eşit haklar kazanma çabalarının
belirginleştiği bir dönemde yaygınlaşmıştır. Toplum
hayatına yansıyışı ise kadınların pantolon giymesi,
geleneksel olarak erkek sporu olarak kabul edilen
sporlara yönelmesi, erkeklerin hakim olduğu mes­
lek dallarında yer bulmaya çalışması gibi çok çeşitli
alanlarda olmuştur. 1990'lara kadar gerek tıp, tek­
noloji ve bilgisayar bilimlerindeki gelişmeler gerek­
se özellikle meslek sahibi kadınların başarıları, ileti­
şimin ve bilgi alışverişinin
belirgin olarak
yoğunlaşmasına yol açmıştır. Kız ve erkek bebek
ve çocukların davranışları hakkındaki bilimsel bilgi
birikimi de bu dönemde çoğalmıştır. 19901ı yıllarda
ise, gittikçe artan bir şekilde, kadın, kadın gözüyle
kadını tanımlamaya başlamıştır. Kadının değişen
rolü, doğal olarak erkek rolünde de değişime yol
açmaktadır. Bu dönemde, erkekler, babalarının
kaygılı ve anlamayan bakışlarına rağmen, bakım
verme, ev işi yapma gibi geleneksel kadın rollerini
daha fazla almaya başlamışlardır. Toplum bugün
cinsel taciz, ev-içi şiddet olayları kurbanlarına daha
duyarlıdır. Artık, bu konuların cinsiyet farkı mesele­
si değil, fiziksel gücün kötüye kullanımı ile ilgili ol­
duğu kabul edilmektedir. Bu değişim kadın gözü ile
bakışın klinisyenlere kazandırdığı içgörülerden yal­
nızca bir tanesidir.
Pek çok toplumda otorite erkek cinse atfedilen
bir özelliktir. Hem erkek ve kadın terapistler hem
de erkek ve kadın hastalar erkek cinsiyetteki bire­
ye farklı davranmaktadırlar. Kadın hastalara ismi
ile hitap edilme sık iken, erkeklere "bey" takısı ile
seslenme daha sıktır. Daha ilginci, pek sık olmasa
da, "Dr. Fatma bey hanım" seslenişini hepimiz duy­
muşuzdur. Tarih boyunca kadın bakım verme ile il­
gili roller almış iken, erkeğe savaşçı, filozof, aşık,
çapkın, şair veya şifacı gibi çok rol verilmiştir. Ka­
dınlar ise, erkeğe doğal olarak atfedilen rollere
sahip olmak için mücadele etmek durumunda kal­
maktadırlar. Psikiyatride ise karşı-aktarım (kontrtransferans) nesnesi çoğunlukla kadınlar ve özel­
likle de genç kadınlar olmaktadır.
Freud, psikoanalitik teoride, maskuliniteyi (erke­
ğe ilişkin özellikleri) her iki cinsiyetin de ulaşmak is­
tediği doğal süreç olarak kabul edilmiştir. Küçük
kız "penisi olmadığını" farkedene kadar kendini er­
keklerle özdeş sayar. Freud'a göre, bu üzüntü veri­
ci keşif kastrasyon anksiyetesine yol açar ve kız
çocuğu çözüme talihsizliğini ve kendisinin kadın ol­
duğunu kabul ederek ulaşır. Kadının gelişim süreç­
leri artık "penise imrenme" ve "kastrasyon anksiye-
CİNSİYETİN BİYOLOJİK BELİRLEYİCİLERİ
Doğacak çocuğun kadın mı erkek mi olacağı,
erkek sperminde X ya da Y kromozomu bulunması
24
K
R
İ
Z
rıca, korpus kallusum kalınlığı kadınlarda daha faz­
ladır; sözel işlevler ve akıcılıkta kadınlar daha yük­
sek puanlar alırlar; erkeklerde ise agresyon ve kas
kuvveti daha fazladır (Svvaab ve Fliers 1985; Kelly
1991; Hull ve ark 1984; Ehrhardt ve MeyerBahlburg 1981). Bu yapısal farklılıkların erişkin
davranışlar üzerindeki etkisi tam olarak bilinme­
mektedir. Öte yandan depresyon, anksiyete ve
yeme bozuklukları gibi bazı psikiyatrik hastalıkların
kadınlarda, hiperaktivite, otizm, öğrenme güçlüğü
ve antisosyal kişilik bozukluğu gibi diğer bazı psiki­
yatrik hastalıkların da erkeklerde daha çok gözük­
mesinin bu biyolojik farklılıklarla ilişkili olabileceği
düşünülmektedir (Earls 1987).
ile belirlenir. Tüm memelilerde Y kromozomunun
kısa kolundan erkek cinsiyet gelişimini sağlayan
ürünler salgılanır. Bu ürünler doğrudan DNA'yı aktive eder ve XX dişi fareye verildiklerinde bile erkek
fenotip ortaya çıkartırlar. Y kromozomu mevcut de­
ğilse ya da ürünleri hedef organlarda etkin değilse,
dişi cinsiyet karakterleri gelişir. Embriyo, gonadlar
(överler veya testisler) olmadığında ya da çıkartıl­
dığında, genetik olarak XY olsa bile, dişi cinsiyet
özellikleri geliştirir. Testisler hem testesteron hem
de bazı protein yapısında ürünler salgılayarak cin­
sel organların, beynin ve sonuçta duygulanım ve
davranışların erkek cinsin özelliklerini göstermesini
sağlar. Embriyo ve fetus dolaşımında anneden
gelen öströjen yoğun olarak bulunmaktadır. Tes­
testeron etkisinin yokluğunda hayvanlarda dişi cin­
siyet davranışları gelişmektedir. Tersine, genetik
olarak dişi hayvanlara doğum öncesi yüksek doz
testesteron verildiğinde erkek davranışları ortaya
çıkmaktadır. Bu etki doğum sonrasında verilen östrojenle ancak kısmen değiştirilebilir. Testesteronun
bu etkisi ancak intrauterin hayatta ve doğumdan
hemen sonra etkin iken dişi farelere doğumdan 10
gün sonra verilen yüksek doz testesteron dişi dav­
ranışlarının gelişimini engelleyememektedir. Fare­
lerde, çoğul gebeliklerde, embriyoların cinsiyetleri
de erişkin yaşamdaki davranışları etkileyebilmekteir, şöyleki, iki erkek fare ile aynı uterusu paylaşan
dişi fare, yüksek doz testeterona maruz kalmakta
ve erişkin yaşamda daha erkeksi davranışlar geliş­
tirebilmektedir (Ehrhardt ve Meyer-Bahlburg 1981;
Rubin ve ark 1981; Svvaab ve Hofman 1984).
Öströjen hormonunun özellikle kadın davranışı­
nı etkilediği uzun yıllardır bilinmektedir; kadınlar
mensturel siklus öncesi sıklıkla duygudurum deği­
şiklikleri yaşarlar; menopoz, çocuk doğurma, oral
kontraseptif kullanımı duygusal değişikliklerin sık
ortaya çıktığı dönemlerdir; peri-menopozal kadın­
larda öströjen duyguduruma olumlu etki yapmakta­
dır. Öströjen, serotonin taşınmasını kolaylaştırır,
monoamin oksidaz aktivitesini azaltır, asetil kolin
sentezini arttırır, katekolaminlerin alfa, beta ve dopamin reseptörlerine bağlanmasına değiştirir (Stahl
1998).
Yukarıda kısaca ele alınan bulgular, cinsiyetin
biyolojik yönü ve bunun erişkin cinsel davranışlara
etkilerinin önemli ölçüde doğum öncesi belirlendiği­
ne işaret etmektedir. Öte yandan, hayvan deneyle­
rinde, embriyo ve fetusun gerek anneden ve pla­
sentadan kaynaklanan gerekse kendi gonadları ve
böbrek üstü bezlerinde yapılan hormonlarla karşı­
laştıkları ve dolaşımdaki hormon düzeylerinin belir­
gin bireysel farklılıklar gösterdiği saptanmıştır. So­
nuçlar, patoloji, testesteron yokluğu gibi ciddi
anatomik ve davranışsal sonuçlar ortaya çıkarta­
cak düzeyde değilse, davranışların söz konusu cin­
siyet için çoğunlukla normal sınırlar içinde yer aldı­
ğına işaret etmektedir (Kelly 1991; Earls 1987).
Her iki cinste de testesteron ve öströjen hor­
monları bulunur; cinsler arasındaki fark bu hormon­
ların kan düzeyleri ve salgılama şekilleri ile ilgilidir.
Beyinde ön hipofizden salgılanan lüteinleştirici hor­
mon (I_H) ve follikül uyarıcı hormon (FSH) gonadlardan erkekte testesteron kadında ise östrojenprogesteron salgılanmasını uyarırlar. LH ve FSH
salgılanırın erkeklerde sürekli ve sabit kan düzeyin­
de iken, kadınlarda bu salgılanım mensturel siklusla bağlantılı siklik bir yapı gösterir. Bununla bağlan­
tılı olarak LH ve FSH salınımını kontrol eden
hipotalamus preoptik bölge boyutları iki cinsiyet
arasında farklıdır; erkekte daha büyüktür. Orbitofrontal korteks, amigdala, dorsal hipokampampus
gibi, agresyonun da aralarında bulunduğu duygular
ve dürtülerin oluşumundan ve kontrolünden sorum­
lu olduğu düşünülen limbik alanlarda da kadın ve
erkek beyni yapısal farklılıklar göstermektedir. Ay­
CİNSEL KİMLİĞİN GELİŞİM SÜRECİ
Psikoanaiitik teori psikoseksüel gelişim dönem­
leri ve bunun psikopatoloji ile ilişkisi üzerinde te­
mellerini oturtmaktadır. Bu kuramda biyolojik ve
toplumsal etkiler az vurgulanmakla birlikte, annebebek, anne-baba-çocuk etkileşimini irdeleyen göz­
lemler geniş ölçekli çalışmalarla büyük paralellik ta­
şımaktadır (Kernberg 1989). Psikoseksüel kuramın
25
K
R
İ
bu gözlemleri açıklayışı ise kişiler arası bireysel ve
kültürel farklardan kaynaklanan bazı eksiklikler ta­
şıyabilmesine rağmen, bu durum yapılan gözlemle­
rin değerini azaltmamaktadır.
Anneyle Kurulan Bağ ve Duygulanımın İzo­
lasyonu
Doğumda anne ve çocuk arasında, çocuğun
hem biyolojik hem de psikososyal gelişimini belir­
gin olarak etkileyen bir bağ oluşur. Geleneksel ola­
rak oral dönem adıyla anılan yaşamın ilk yılında,
bağlanma davranışı, özdeşim, güven duygusunun
gelişmesi ile ilgilidir. Anal dönem olarak adlandırı­
lan ikinci ve üçüncü yılda ise bebek ayrışmabireyselleşme (separation-individuation) ve otono­
mi kazanma çabası içine girer (Wolberg 1988;
Kernberg 1989). Bu dönemde, çocuk, cinsiyet fark­
larını ve toplum içinde farklılaşan rollerini de algıla­
maya başlar. Kız çocuğu, annesi ile bağını esnet­
meye başlamasına rağmen yaşam deneyimlerini
yine de bu ilişki sınırları içinde değerlendirmeye
devam eder. Küçük erkek çocuk ise anal dönemde
bir taraftan otonomi için mücadele ederken, diğer
taraftan babasıyla özdeşim kurarak erkek kimliğini
kazanmaya başlamak zorundadır. Bu, ilk bağ kur­
duğu kişi olan annesiyle ilişkisinde geliştirdiği öz­
deşimi, baba özdeşimi ile yer değiştirme çabasını
da kapsamaktadır. Çocuk davranışlarını inceleyen
geniş ölçekli klinik çalışmalar erkek çocukların bu
dönemde agresyonlarını kolayca eksternalize ettik­
lerine, sürekli vücutlarını ve çevreyi araştırdıklarına
işaret etmektedir (Earls 1980, Richman ve Graham
1971). Anne özdeşiminden ayrılış ve başta testesteron olmak üzere biylojik etkenlerin agresif tavırla­
rın ortaya çıkışında rolü olduğu düşünülmektedir
(Rubin ve ark. 1981; Greatrex 1997). Dışa yönelti­
len ve erkek rolü ile uyumlu olması nedeniyle daha
kabul gören agresif tavırlar, bir süre sonra egosintonik (ego ile uyumlu) hale gelir ve benlik duy­
gusunun kabul edilen bir parçası olur. Erkek ço­
cuktan, kız çocuktan olduğu gibi agresyonunu
kontrol etmesi değil, uygun yer, zaman ve şartlar­
da ortaya koymayı öğrenmesi beklenir. Bu dönem
erkek çocukların oyunlarında agresif duygular, impulsivite, aşırı merak, araştırmacılık, kolay risk
alma gibi aktivitelerde ve atma, vurma, boğuma
gibi temalar belirgindir (McDevitt ve Carey 1978;
Earls ve Cook 1984). Impulsivite ve agresif duygu­
ların kontrolü enerji gerektiren bir süreçtir. Psikoanalitik görüşe göre erkek çocuk bu çaba içinde ob-
Z
sesif-kompulsif savunma düzenekleri geliştirir. Geli­
şen, yapma-bozma, yer değiştirme, reaksiyonformasyon ve izolasyon gibi savunma düzenekleri
bu yaş çocuklarının davranışlarına da yansır (Greatrex 1977; Kernberg 1989). Psikoanalitik yayınlar­
da izolasyon olarak adlandırılan gözlem, bir duru­
mu akıl düzeyinde ele alabilirken eşlik eden
duygulanımları algılamama hali, agresif dürtülerin
ortaya konuşu esnasında hem erkek çocukların
oyunlarında ve hem de erişkin yaşamlarında sık
gözlenir (Greatrex 1997; McDevitt ve Carey 1978;
Earls ve Cook 1984). İzolasyon, gelişim dönemleri
içinde daha olgun savunmalar olan entellektualizasyon, rasyonalizasyon gibi savunmaların da sık
kullanılmasına yol açabilir. Aslında, tüm bu savun­
malar, bir taraftan erkek çocuğun karşısındakinin
ne hissettiğini anlayamamasına, empati yeteneğğinin azalmasına yol açarken, diğer taraftan diğerleri­
ne zarar vereceğim korkusu duymadan bazı eylem­
lerde bulunabilmesine olanak sağlar. Aşırı
izolasyon ve empati yoksunluğu ise en uç nokta­
dan patolojik bir örnekle şöyle açıklanabilir; bir ka­
dını döven ya da tecavüz eden bir erkek, çoğu kez,
olayın duygusal boyutunu yani bu kadına verdiği
acıyı ve oluşturduğu örselenmeyi algılayamamaktadır(Greatrex 1997).
Anal dönem kız çocuklarının oyunlarında anne­
lik yapma, bakım verme, ev-içi sahnelere yer
verme, ilgi çekmeye yönelme belirgin bir tema iken,
agresif içerikli oyunlara pek rastlanmaz (McDevitt
ve Carey 1978; Earls ve Cook 1984; Earls 1980).
Erkek çocuğun tersine, kız çocuklarda, diğerlerine
zarar verme olasılığı kendine zarar vermek gibi ya­
şanır. Anneye özdeşimin sürmesi, kurulan bağ ve
kız çocuğundan beklenen roller agresif dürtülerin
ya sessiz kalmasın ya da kendine yönelmesine yol
açabilmektedir. Gerçekte, annesi gibi kız çocuk da,
çoğu kez diğerlerine acı vermektense kendisi acı
çekmeyi yeğler (McDevitt ve Carey 1978; Greatrex
1977). Apandisit nedeniyle ameliyata girecek olan
3 yaşında bir kız çocuğu ağrısı nedeniyle ağlamak­
ta ve kıvranmaktadır, baba, kızına ameliyatın
hemen yapılacağını ve ağrısının kalmayacağını
söyleyerek, kızını rahatlatmaya çalışır; anne ise kı­
zını kucağına almış sakinleştirmeye çalışırken, hiç­
bir şey yapamamanın çaresizliği içinde, dayana­
maz ve ağlamaya başlar; kızı ise annesinin göz
yaşlarını görür ve annesine daha da sıkı sarılarak
ağlamayı keser. Bu örnek bir taraftan babanın izo­
lasyonu başarıyla kullandığının diğer taraftan ise
26
K
R
ailenin dişi bireylerinin, tipik kadınsı bir davranışla,
diğerinin acı çektiğini hissetmek yerine kendisinin
acı çekmeyi yeğlediğinin bir örneğidir. İlginç olarak,
ağlayan bir çocuk sesi karşısında, kadın beyninin
önemli bir kısmında kanlanma artarken, erkek bey­
ninde bu artış küçük bir alanla sınırlı kalmaktadır.
Kız çocuk oyunlarında anne özdeşimi yaygın­
ken, baba bir bağlantı ve kısmi özdeşim nesnesidir
(Earls ve Cook 1984). Çoğu kez erkek kardeşin­
den çok daha zayıf obsesif-kompulsif savunmalar
geliştirdiği gözlenir. Daha iki-buçuk yaşındayken
böceklerden, yılandan, fareden korkmaya başlar
(Earls 1980; Richman ve Graham 1971). Erkek
çocuk ise, aynı dönemde, böcekleri ezmek üzere
peşinden koşmayı yeğler. Bu, erkek çocukta dışa
dönüklük, merak ve araştırma duygusuna dönüştü­
rülen agresif dürtülerin, kız çocuklarda korku ile yer
değiştirdiğini gösteren sayısız örneklerden bir tane­
sidir. Kız çocuk, gelişim süreci içinde, agresif olma­
mayı, agresyonunu göstermemeyi ideal-ben içine
yerleştirir ve agresif dürtüleriyle inkar savunma dü­
zeneğini kullanarak başeder. İzolasyon, entellektüalizasyon, rasyonalizasyon savunmalarını erkeğe
göre çok daha az kullanan kız çocuk ve kadın,
bunun karşılığında, güçlü bir empati ve karşısında­
kine duyarlılık hislerine sahip olur (Greatrex 1997).
Öte yandan, psikoanalitik bakış açısı, kadınlardaki
sınır koyma güçlüğü, risk almaktan, başkalarına
zarar vermekten ve rekabetten korkma davranışla­
rını agresyonu ve diğer dürtüleri düzenleyen değil
inkar eden savunmaların gelişmiş olması ile bağ­
lantılı görmektedir (Person 1985; Lester 1990; Greatrex1997).
Anneyle Kurulan Bağdan Ayrışma (Separasyon) Süreci
Gelişim sürecindeki bir sonraki basamak her iki
cinsin de anne-çocuk ikili ilişkisinden, anne-babaçocuk üçlü ilişkisine geçiş sürecini ele alan ödipal
dönemdir. Psikoterapi esnasında gelişen erotik ak­
tarım ve karşı-aktarım olgularının çoğu bu dönem­
de belirginleşen cinsiyet farklılaşmasının gelişimi
süreci ile ilgili olarak ortaya çıkar.
Bu dönemde kız çocuğu yeni bir özdeşim nes­
nesi olarak babaya yönelir ve babayı annedenn ay­
rışma sürecinde kullanır. Babası tarafından beğe­
nilme, en özel kişi olma ve onun ihtiyaçlarını
karşılama isteği bilinç düzeyine çıkar ve çoğu kez
babasına olan hayranlığıı sözel olarak ve davranış­
İ
Z
ları ile ifade eder. Bu romantik tutumlar bazen ba­
banın aşırı hoşuna gider ve uygunsuz bir şekilde
desteklenir. Öte yandan, genç kızlık döneminde
kendisinden yaşça çok büyük kişilerle yaşanan tut­
kulu ilişkiler, bilinçdışı olarak uygunsuz destekle­
nen bu doyum ve güçlülük hissini yeniden sağlama
çabalarına yönelik olabilir. Erkeklerde bu tür eğilim­
ler daha az görülmektedir. Bunun psikodinamik
bakış açısına göre başlıca nedeni, erkek çocuğun
babaya yönelim ve özdeşiminin primer ve agresif
dürtülerle bağlantılı olması iken, anneyle özdeşimini sürdüren genç kızın babaya yönelişinin cinsel
kimliğini kazanma ile ilgili olan seksüel dürtülerden
kaynaklanmasıdır (Greatrex 1997).
Erkek çocuk, ayrışma sürecinde, ben-sen ayrı­
mına ulaşmak için anneyi özdeşim nesnesi olarak
kullanamaz. Anneyle özdeşim, annesi gibi olma,
yani, erkek kimliğini ve penisini terketme anlamına
gelmektedir. Freud annesinin genital organının
farklı olduğunu gören erkek çocuğun yaşadığı
korku ve sıkıntının onun erkek kimliğine yönelme­
sinde başlıca rolü üstlendiğine inanmaktadır (Wolberg 1988; Kernberg 1989). Psikoanalitik teoride
kastrasyon anksiyetesi olarak adlandırılan bu göz­
lemler gerçekten de erkek çocuğun gelişiminde
önemli rol oynayabilir. Ödipal dönemde erkek
çocuk yaşam boyu sürecek bir ikilemle yüzleşir;
bakım veren kişi ve sekesüel dürtülerinin yöneldiği
kişi aynıdır. Söz konusu kişi anne ise, gerek kast­
rasyon anksiyetesi gerekse toplumsal normlar açı­
sından, bu dürtüler "yasak" dürtülerdir. İzolasyon
ve diğer savunmalar duyguların ve dürtülerin kont­
rolü amacıyla burada da kullanılır. Ergenlikte erkek
kendisinden yaşça büyük bir kadınla ilişki yaşasa
bile çoğunlukla, genç kızlarda görülen gibi tutkulu
bir ilişki değildir, bilinç dışı olarak hem kastrasyon
anksiyetesi olmaksızın seksüel dürtüler hem de
karşı cinsin cinsel organlarını tanımaya yönelen
ama daha önce yasaklanmış merak ve araştırmacı­
lık dürtüsü doyurulmaktadır. Pornografik yayınlara
ve diğer görsel ve işitsel uyaranlara erkeklerin ka­
dınlara göre daha düşkün olması da bununla ilgili
olabilir. Erkek, büyüdükçe, anneden ayrışma süre­
cinde gösterdiği çabalarla da bağlantılı olarak,
kadın cinsiyeti değersizleştirme eğilimine girer,
kendisinden yaşça küçük ve daha az baskın kadın­
lara yönelir. Genç erkek için kendinden yaşça
büyük erkeklerle sürdürülen ilişkide özdeşim, yüceleştirme ve rekabet baskın özelliklerdir. Bu neden­
lerle, genellikle, genç kız erkek patronun en sevdi-
K
R
İ
ği, özel olarak gördüğü biri olmaktan haz alırken,
erkek onu bir usta olarak görür, özdeşim yapar
fakat nihai amacı onun yerini almaktır (Person
1985; Lester 1990; Pollack 1992; Greatrex 1997).
Z
Erkek terapistler hastaları ile empati yapmakta,
onlar gibi düşünmekte güçlük çekerler. Hastanın
yoğun duygusal yaşantılarını, çoğu kez, duygusal
boyutu ile değil entelektüel boyutu ile anlarlar. Te­
rapi esnasında değişen durumlara kolay adapte
olamazlar, hastanın duygusal boyutundaki değişik­
liklerini kolay yakalayamazlar. Bilinç-dışı olarak
tehlikeli duygulardan kaçınmaya yönelik oldukların­
dan kadın hastaları ile daha mesafeli ve soğuk iliş­
ki kurabilirler. Erkek hastaları ile ise sıklıkla bilinçdışı rekabet yaşarlar (Lester 1990; Lasky 1989;
Pollack 1992).
EBEVEYN OLARAK KADIN VE ERKEK
Genç erkek ve kadın büyüyüp çocuk sahibi ol­
duğunda ne olur? Çalışmalar her iki ebeveynin de
bebeğin ve çocuğun yukarıda betimlenen gelişim
süreçleriyle uyumlu roller aldıklarına işaret etmek­
tedir.
Anneler başlangıçta her iki cinsiyetten bebeğini
de kendisinin bir parçası olarak görürken, çocuk
büyüdükçe bilinçli ve bilinçdışı olarak, özellikle
erkek çocuklarını kendisinden farklı algılamaya
başlamaktadır. Anneler çocuklarına daha sakinleş­
tirici ve kabullenici davranırken, babalar uyarıcı, re­
kabeti körükleyici davranışlar göstermektedir. İl­
ginç olarak, kız bebeklerin, babalarına daha sakin
bir baba olmayı öğrettikleri de saptanmıştır. Kadın­
lar çocuklarını sakinleştirirler, daha empatik, duyar­
lı, bakım verici, kollayıcıdırlar ve beklemeyi öğretir­
ler; yenme-yenilme sonucu olmayan kitap okuma,
üst-üste koyma gibi oyunlar oynarlar; sürtüşmeler­
den kaçınırlar ve başta fiziksel agresyon olmak
üzere agresyondan korkarlar, sınır koymada güç­
lükleri vardır. Erkekler ise çocukları ile fiziksel riski
de olabilen ve yenme-yenilme sonucu olan oyunlar
oynarlar; mücadele ederler, boğuşurlar, güçlerini
ortaya koyarlar; sınırları daha keskindir; eşlerini
çoğu kez bilinç-dışı olarak kontrol ederler, bir top­
lantıda ilk sözü alırlar, aileleri adına konuşurlar
(Person 1985; Greatrex 1997).
Yukarıda ele alınan özelliklerin her biri terapistin
kendi bireysel gelişim süreçleri ve geliştirdiği cinsel
kimlik ile uyumlu tutumlardır. Ek olarak klinisyenler
terapi eğitimi sırasında kadının ve erkeğin rollerine
de atıfta bulunan çeşitli teoriler öğrenirler ve karşı­
laştıkları olguları bu teorik yönelim çerçevesinde
değerlendin, anlamaya çalışırlar. Buradaki tehlike
teorik ve klinik eğitimimizin bilinçli ya da bilinçdışı
olarak kendi inanç sistemimizde, yerleşmesi, karşı­
mızda bulunan her bireyi bu çerçeveye yerleştirme­
ye çalışma yanılgısıdır.
KARŞI CİNSE AKTARIM VE KARŞI-AKTARIM
Freud ve onun ilk dönemlerdeki izleyicileri, psikoanalistin, duygusal olarak katılımcı olmayan ve
seksüel açıdan nötr olduğunu düşünüyorlardı,
kadın ya da erkek terapistlerin hastalardan aşağı
yukarı benzer tepkiler aldığını kabul etmekteydiler.
Yine de hastaların erotik aktarım geliştirebilecekle­
rini ve bunun da terapistte karşı-aktarım problemi
ortaya çıkartabilme potansiyeli taşıdığını kabul edi­
yorlardı (VVolberg 1988; Fenichel 1974; Kernberg
1989; Parman 1996). Bu aşamada yukarıda ele alı­
nan gelişim dönemleri bağlamında terapistin ve
hastanın cinsiyeti kaçınılmaz bir şekilde terapiyi et­
kilemektedir.
CİNSİYETİN PSİKOTERAPİDEKİ GENEL ET­
KİLERİ
Psikoterapiye başvuru şekli, terapiye alınma öl­
çütleri, gelinmeyen randevu ve terapiyi sonlandırma ile ilgili genel kurallar erkekler tarafından kon­
muştur. Hasta-terapist ilişkisinde cinsel taciz ve
kötüye kullanma olgusu çoğunlukla erkek terapistkadın hasta arasında olmaktadır. Kadın terapistle­
rin hastalarıyla aşırı empati kurması, kimi zaman
bunun sempati düzeyine ulaşması sık rastlanan bir
durumdur. Kimi zaman hastaları için aşırı koruyucu
ve kollayıcıdırlar. Terapi seanslarını zamanında bi­
tirme ve uygun ücreti alma güçlükleri vardır. Hasta­
nın ihtiyaçlarının karşılanmadığını hissettiklerinde
suçluluk duyabilirler. Terapinin sonlandırılmasında
veya başka bir terapiste gönderme konusunda
güçlük yaşayabilirler (Lester 1990; Greatrex 1997).
Kadın Terapist ve Erkek Hasta
Kadın terapistler deneyimleri artıp, yaşları ilerle­
dikçe, terapiyi daha kolay uygulamaktadırlar. Öte
yandan, genç bir kadın terapist, aşırı duyarlılık ve
empati problemleri ile karşılaşmaya en yatkın oldu­
ğu dönemdedir. Hastalarının çoğu kendisinden
yaşça büyüktür ve annesine, babasına karşı geliş­
tirdiği aktarımları eyleme geçirebilecek pek çok
uyaranla karşı karşıya kalır (Lester 1990; Person
1985).
28
K
R
İ
Erkek hastaların kadın terapistlere, kadın hasta­
ların erkek terapistlere geliştirme sıklığına göre,
daha az erotik aktarım geliştirği gözlenmiştir (Person 1985; Pollack 1992). Bu daha önce ele alınan
erkek çocuğun annesini hem bakım veren hem de
seksüel nesne olarak algılaması ve sonuçta geliş­
tirdiği başetme düzenekleri ile açıklanabilir. Ek ola­
rak, kadın terapistlerin uyarıcı olmaktan çok sakin­
leştirici nitelikteki anaç (maternal) tutumu da bu
aktarımı engelleyen bir yön olabilir (Greatrex
1997).
Z
rapisti telaşlandıran bir durum olmaz ve terapist
kendi öğrendiği teknikte yer alan aktarımla başet­
me yöntemlerini kolaylıkla uygular. Öte yandan,
eğer terapist, örneğin, bir süredir hastasının kendi­
sine ilgi duyduğunu farketmekte ise ve bu kendisin­
de hoş bir duygu oluşturuyorsa, artık, karşıaktarımın da işin içine girdiğini düşünebiliriz. Tera­
pist bu aşamada ister öfke, hayal kırıklığı, şaşkınlık
isterse sevinç, cinsel uyarılma hissetsin duygularını
kontrol etmeli ve hastaya bu duyguları paralelinde
yansıtmalarda bulunmamayı becermelidir, ne akta­
rım bir suçtur ne de, varsa, karşı-aktarımın sorum­
lusu hastadır. Şimdi ve burada yaklaşımı ile "bu
kadar güçlü bir duygusunu aktardıktan sonra kendi­
sini nasıl hissettiği" sorularak seans bitirilip, bir son­
raki seansın saati hatırlatılarak, hastanın bu sean­
sa gelmesi sağlanabilir.
Genç bir kadın terapist ve kendisine yakın
yaşta yakışıklı bir erkek hastayı uzamış yas nede­
niyle bir süredir takip etmektedir. Hasta bir seansın
ortasında, aslında kendisini epeydir iyi hissettiğini
ancak terapistini görmek için seanslara devam etti­
ğini söyler. Terapistinden terapi anlamında çok ya­
rarlandığını ve saygı duyduğunu ancak tanıştıkça
bu saygıya yoğun bir sevgi de eklendiğini söyleye­
rek devam eder. Terapiyi sonlandırmak ama terapistiyle dışarıda arkadaşça görüşmek ve kendisini
bu ortamın dışında da tanımasını istediğini belirtir.
Terapist de, yasın doğal bir süreç olduğunu aslın­
da, bu bireye hasta bile denilemeyeceğini düşün­
mektedir. Bu terapi sırasında rastlanabilecek kimi
zaman hastanın sözelleştirdiği, çoğu zaman da sözelleştirmediği bir senaryodur. Terapist ne yapma­
lıdır?
Terapist bu aşamada, gerek arkadaşlarından
gerekse danışmanından süpervizyon almalı ve
özellikle karşı-aktarım duygularını tanımalıdır. Te­
rapist hastayı kendi geçmişinden en çok kime ben­
zetmektedir, neden daha önce hastanın düzeldiğini
farketmemiştir, terapinin bitmesini istememekte
midir, terapinin kontrolünü hastaya mı bırakmıştır
ve bunda geleneksel kadın rolünün kontrolü erkeğe
bırakma eğiliminin rolü var mıdır; hastanın kendisi­
ni beğenmesini istemiş midir; hastasıyla cinsel fantaziler kurmuş mudur; neden hastanın erotik duy­
gularını farketmesine rağmen bunu gözardı
etmiştir; terapi esnasında kendi tutumlarını ve moti­
vasyonlarını yeteri kadar "üçüncü göz" ile monitörize etmiş midir; hangi aşamada terapi esas amacın­
dan sapmıştır ve neden; hastayla erkek
meslekdaylarıyla yaşadığına benzer bir rekabet mi
yaşamaktadır... gibi soruların yanıtını terapist en
azından kendi gelişimi için mutlaka öğrenmek duru­
mundadır. Hiçbir terapist karşı-aktarıma karşı bağı­
şık değildir ve bu tür kendini değerlendirmeler, kör
noktalarını tanıma çabaları her terapistin olgunlaş­
masında gerekli aşamalardır (Sandler ve ark.
1970).
Terapist olarak hastanın kendisini geliştirebile­
ceği güvenli ve rahat bir ortam oluşturmak terapistlik görevlerinden biridir. Bu kısmen anne-çocuk iliş­
kisinin özelliklerini taşıyan bir ortamdır. Kadın oluş
ve kadın oluşun kazandırdığı özellikler de genç
kadın terapistin duyarlı ve empatik bir ilişki kurmuş
olma olasılığını arttırmaktadır. Terapist, özellikle
kendi kayıpları aklına geldiğinde, hastasına sem­
pati duymuş ve bunu sözel ve sözel olmayan iletişimiyle hastaya hissettirmiş olabilir. Özellikle has­
tası kendini kötü hissettiğinde ona daha fazla
yardım etme çabasına girmiş ve kimi zaman terapi
süresini uzatmış olma olasılığı da yüksektir. Bilinçdışı olarak, bakım verme, geliştiğini görme, acısını
paylaşma gibi anne-çocuk ilişkisinde var olan haz
da büyük olasılıkla bu genç kadın terapist tarafın­
dan hissedilmiştir. Buraya kadar olanlar, kadın te­
rapist erkek hasta arasında cinsiyet farkı nedeniyle
çoğu kez rastlanabilen ama genellikle ciddi ve kalı­
cı erotik aktarımla sonlanmayan durumlardır; sonlansa bile, çoğunlukla, eğer karşı-aktarım yoksa te­
Kadın terapistler kendilerinden yaşlı erkek has­
talarla daha da büyük güçlükler yaşayabilirler.
Kadın terapist kolayca, baba aktarımı geliştirebilir
ve ilişkinin kontrolünü daha güçlü hissettikleri baba
figürüne bırakabilirler. Yaşça büyük erkek hastaya
maternal aktarım geliştirme olasılığı, en azından te­
rapinin başlarında, düşüktür. Tersine, genç bir
bayan yaşça büyük erkek için uygun bir sevgi nes-
29
K
R
İ
nesidir. Terapide oluş çoğu kez, hasta açısından,
bu durumu değiştirmez. Hastanın tutumları genel­
likle genç bir bayana takındığı tutuma benzerlik
gösterir. Bu olgularda erotik aktarım gelişse bile
çoğunlukla kalıcı değildir ve hasta taciz edici olma­
dıkça, belirgin karşı aktarım yoksa kolayca başedilir. Karşı aktarımın değerlendirilmesi açısından te­
rapistin kontrolü hastaya bırakması, hastanın
terapiste kendinden yaşça küçük kadınlara davran­
dığı gibi davranması ama bunun gözardı edilmesi,
terapistin hastayı ebeveynine benzetmesi, istekleri­
ni kolay kabul etmesi, sınır koyamaması... gibi ko­
nular önemlidir (Sandler ve ark. 1970; Lester 1990;
Greatrex 1997; Lasky 1989; Pollack 1992).
Z
lik" rolü hakimiyet kazanır. Erotik aktarım yaşayan
kadın, gerçekte, incinebilir ve bağımlı bir durumda­
dır, şöyle ki, terapi esnasında kadın cinsel hayatın­
daki gizli konuları açık, sansürsüz ve tam bir tesli­
miyetle açıkladığınd, artık hem açık olup hem de
bekçilik görevini yerine getirmede çok zorlanmakta­
dır. İncelenen pek çok olguda, taciz edilen kadının,
ortalama bir kadından daha fazla bir baştan çıkarı­
cı tutum göstermediği de saptanmıştır (Greatrex
1997; Lasky 1989; Pollack 1992).
Öte yandan, erkek tarih boyunca, cinsel olarak
her zaman eyleme "hazır ve nazır" olması bekle­
nen bir rol üstlenmiştir. Toplum, erkekten, uygun
ortamı aramasını ve bulduğunda da cinsel eylemi
gerçekleştirmesini beklemekte ve bunu yapmayana
şüphe ile bakmaktadır. Bu toplumsal rol çerçeve­
sinde yetişen erkek terapistler, kadın terapistlere
göre daha fazla ve daha yoğun uyarılmakta, bun­
lardan bazıları da erotik aktarım yapan hastaları ile
cinsel deneyimler yaşayabilmektedirler. Bu tera­
pistler genellikle olgun, saygı duyulan ve terapi es­
nasında koruyucu baba-bakım veren anne rolünü
benimsemiş, feminen özdeşimleri sürmekte olan bi­
reyler olup, hastalar bu terapistleri duyarlı ve empatik olarak algılamaktadırlar. Öte yandan, terapis­
tin bireysel motivasyonu ister bilinçli ister bilinç-dışı
olsun, profesyonel bir ilişkide terapis eylemlerinden
birinci derecede sorumludur ve hastasıyla cinsel
ilişki kurmanın tek bir tanımı vardır: ahlaksızlık
(Greatrex 1997; Person 1985; Pollack 1992).
Erkek Terapist ve Kadın Hasta
Erkek terapist-kadın hasta ikilisi söz konusu
oldu mu, karışık buna karşın pek anlaşılmamış bir
konuyla karşılaşırız. Gelişim dönemleri açısından
pek çok etkileşim söz konusu olabilir. Kadın hasta­
lar erotik aktarımlarını erkek hastalardan daha sık
ve yoğun yaşamaktadırlar. Yine de, kadınlar, anne
ve kadın rolü çerçevesinde, terapist-hasta sınırları­
nı korumada erkeklerden daha başarılıdırlar (Person 1985).
Kadın bakış açısının topluma kazandırdığı bir
başka yön de birinin diğerine daha bağımlı olduğu,
diğerinin ise daha güçlü olduğu ikili ilişkilerde, cin­
sel sınırların tacizine yönelik farkındalığımızın art­
masıdır. Cinsel tacizi erkeğin ve kadının değerlen­
dirişi, özellikle üst ve orta sosyokültürel yapıda yer
alan bireylerde, bu bakış açısını temel almaktadır.
1990 yılında, Boston eyaletinde kurulan bir telefon
hattına, 500'den fazla kadın hasta, erkek terapistle­
rin kendilerine cinsel tacizde bulunduğu bildirmiş­
lerdir. Büyük olasılıkla bu istatistikler uzun yıllardır
ve pek çok yerde aynı olmakla birlikte, kız-erkek
arkadaşlığında rastlanan tecavüz olaylarında oldu­
ğu gibi, terapi sırasında da kadının "yeşil ışık yaktı­
ğı" inancı hakim olduğundan, bildirilmemektedir.
Adem ve Havva'dan beri, kadının erkeğin seksüel
dürtülerini kontrol ettiği ve erkeğin bir kez kadın ta­
rafından uyarıldığında artık kendini durduramaya­
cağı varsayılmaktadır. Kadından bir taraftan "bek­
çilik" görevi yapması ve erkeği "dönemeyeceği
noktaya kadar uyarmaması" beklenirken, diğer ta­
raftan da, tersine, erkeğin ihtiyaçlarını doyurması
istenmektedir. Bu hem güç bir görevdir hem de ka­
dının kendi seksüel ihtiyaçlarını geri plana itmesine
neden olur. Çoğunlukla ergenlik döneminde "bekçi­
Genç bir erkek terapistin karşı-aktarımlarını an­
laması, erkek rolünün profesyonel yaşamını nasıl
etkilediğini araştırması, kendisini hastanın oğlu mu,
kocası mı, erkek kardeşi mi yoksa babası gibi mi
değerlendirdiğini gözden gezirmesi, annesiyle nasıl
özdeşim yaptığını incelemesi ile mümkün olabile­
cektir (Sandler ve ark. 1970). Erkek çocukların geli­
şimi incelenerek seksüel dürtülerin ve bağımlılık
gereksinimlerinin nasıl yaşandığını daha iyi anlaşıl­
maktadır. Anneden ayrışma sürecinde, bu ayrışma­
yı travmatik bir kayıp olarak yaşayan erkek çocuk­
larda, erişkin yaşamda yakın ilişkir kurmaktan
korkma (fear of intimacy) geliştiği ve cinsellik ola­
rak ortaya konan davranışların, gerçekte, bağımlı­
lık duygularını doyurma amacı güttüğü ileri sürül­
müştür (Pollack 1992).
Erkek terapist kadın hastasının ödipal çatışma­
ları ile uğraşıyorsa, hem hastasından gelecek hem
de kendisinde oluşabilecek seksüel dürtüleri kabul
30
K
R
İ
etmeli ve başetmelidir. Beğenen, onaylanan ve ko­
ruyucu bir baba ve sakinleştirici, kabullenici anne
olmayı başarmalıdır. Dahası, kadın hastasının sek­
süel aktarımlarını aşmasına yardım ederken, ken­
disinde ortaya çıkabilecek preödipal bakım veren
anne özdeşimine yönelik korkusuyla da başedebilmelidir (Lasky 1989).
Z
ve gerektiğinde meslekdaşlarına danışabilme cesa­
reti gösterme yoluyla gerçekleşebilir. Terapistin en
önemli silahı ise sağduyu ve saygıya dayalı, hasta­
nın gelişmesini amaçlayan bir ilişki kurma becerisi­
dir. Terapi esnasında terapistin kendi duygularını
sürekli gözlemesi ve hasta bir duygu ortaya koydu­
ğunda bunun o an ve orada ortaya konuşunda
kendi davranışlarının etkisini araştırması ise karşı
aktarım olgusunun erkenden farkına varmasını
sağlayabilecektir. Terapistin kendi gelişim süreçle­
rinin, anne ve babasıyla özdeşimlerinin, cinsel kim­
liğinin terapi sırasındaki tutumlarına etkisini anla­
ması ise terapi sürecinde ortaya çıkabilecek
problemlerle daha kolay başetmesine yardım ede­
bilecektir.
SONUÇ
Terapi, satranç gibi, sonu olmayan bir öğrenme
sürecidir. Yapılan hamleler, kimi zaman yanlış kimi
zaman da eksik olabilir; bugün yapılan ve doğru
gözüken bir hamle, yarın yanlış veya eksik gelebi­
lir. Öğrenme ve ustalaşma ise tüm bu hamleleri
tekrar tekrar gözden geçirme, eleştirme, geliştirme
KAYNAKLAR
Lester E (1990) Gender and Identity Issues in the
Analytic Process. Int J Psychoanal, 71: 436.
Earls F (1987) Sex Differences in Psychiatric Disorders: Origins and Developmental Influences. Psych Dev,
1:1-23.
Mcdevitt SC, Carey WB (1978) The Measurement of
Temperament in 3 to 7 Year Old Children. J Child
Psychol Psychiatry, 19: 245-253.
Earls F (1980) The Prevalence of Behavioral Problems in Three-Year-Old Children: A Cross-National Replication. Arc Gen Psychiatry, 37: 1153-1157.
Parman T (1996) Psikanalitik Çerçeve. Türk Psikiyat­
ri Dergisi, 7: 29-32.
Person E (1985) The Erotic Transference in VVomen
and Man; Differences and Consequences. J Acad
Psychoanal, 13:159-180.
Earls F, Cook S (1984) Play Observations of ThreeYear-Old Children and Their Relationship to Parental
Reports of Behavioral Problems and Temperament Characteristics. Child Psychiatry Hum Dev, 13: 224-232.
Pollack W (1992) Should Man Treat VVomen? Dilemmas for the Male Therapist: Psychoanalitic and Develop­
mental Perspectives. Ethics and Behaviour, 39-49.
Richman N, Graham P (1971) A Behavioral Screening Questionnaire for Use with Three-Year-Old Child­
ren: Preliminary Findings. J Child Psychol Psychiatry,
15:5-33.
Rubin Rt, Reinisch JM, Haskett RF (1981) Postnatal
Gonadal Steroid effects on Human Behavior. Science,
211:1318-1324.
Sandler J, Dare BA, Holder D (1970) Countertransference. Britisih J Psychiatry, 117: 83-88.
Stahl SM (1988) Basic Psychopharmacology of Antidepressants, Part 2: Estrogen as an Adjunct to antidepressant Treatment. J Clin Psychiatry, 59 (suppl 4): 1524.
Stroller R (1985) Presentation of Gender. New
Haven. Yale University Press.
Swaab DF. Flierg E (1985) A sexually Dimorphic
Nucleus in the Human Brain Science 228. 1112-1115.
Svvaab DF, Hofman MA (1984) Sexual Differentation
of Human Brain: A Historical Perspectiv. Prog Brain Res,
61:361-374.
VVolberg LW (1988) The Technique of Psychotherapy. Philadelphia. Grune and Stratton, Inc. s.224-256,
435.
Ehrhardt A, Meyer-Bahlburg HFL (1981) Effects of
Prenatal Sex Hormones on Gender-Related Bahavior.
Science, 211:1312-1318.
Fenichel O (1974) Nevrozların Psikoanalitik Teorisi
(Çev: Tuncer S). İzmir. Ege Üniversitesi Matbaası, s.4893.
Greatrex TS (1997) Effects of Gender on the DoctorPatient Relationsip. M.D. Computing, 14: 266-273.
Hull EM, Nishita JK, Bitran D ve ark (1984) Perinatal
Dopamin-Related Drugs Demasculinize Rats. Science,
224:1011-1113.
Kelly DD (1991) Sexual Differentation of the Nervous
System. Kandel ER, Schwartz JH, Thomas MJ (eds)
Principles of Neural Science, New York, Elsevier Scien­
ce Publishing Co., Inc., s.959-972.
Kernberg O (1989) The Temptations and conventionality. Cooper AM, Kernberg O, Person ES (eds)
Psycho-analyis; Toward the Second Century. New
Haven. Yale University Press, s.12-35.
Lasky R (1989) Some Determinants of the Male
analyst's Capacity to Identif with Female Patients. Int J
Psychoanal, 70: 404-418.
31
K
R
İ
Z
Kriz Dergisi 6 (2): 33-41
BİR HASTALIK OLARAK AŞK: KARŞILIKSIZ AŞK SENDROMU*
Erol GÖKA*
ÖZET
"Karşılıksız aşk sendromu" bir spektrum bozuk­
luğudur. Arzusu umduğu düzeyde karşılık bulma­
yan, reddedilen ya da reddedildiğini düşünen kişi­
nin spektrumun neresinde yer alacağı, sağlıklı bir
kendilik organizasyonu gösterip göstermemesine,
nesne ilişkileri bakımından sergilediği performansa
ve kullandığı savunma düzeneklerine bağlıdır.
Neredeyse modern psikiyatri tarihinin başlangı­
cından beri aşk patolojileriyle ilgilenilmesine rağ­
men, hemen tüm insanların gündelik yaşamlarında
çok önemli olan "aşk", "arzu", "istek" gibi kavramlar
ve onların psikopatolojik görünümleri, günümüzün
betimleyici psikiyatrisinde yer bulabilmeleri çok zor­
dur. Bugün betimleyici psikiyatride, insanların aşk
ilişkilerinde ortaya çıkan psikopatolojik görünümle­
re, çok basit olarak sanrısal bozuklukların erotomanik alt-tipinde ve ilişki sorunları arasında yer veril­
mektedir.
Bu makale, yazarın konuyla ilgili literatürü araş­
tırması ve kendi klinik deneyiminin sonuncunda or­
taya çıkmıştır.
Anahtar Sözcükler: Aşk patolojileri, erotomani,
karşılıksız aşk.
Love as an illness:Unrequited Love Syndrome.
Bu yazıda, Hegelci felsefenin insan arzusu an­
layışından ve ilişki merkezli psikodinamik yakla­
şımlardan yararlanarak, betimleyici psikiyatri içinde
yeterince ele alınamayan, başkasına yönelik arzu­
nun karşılıksız kalması halinde ortaya çıkan du­
rumları, normalden en patolojik olana doğru bir
spektrum içinde ele alma fırsatı veren "karşılıksız
aşk sendromu" kavramını ileri süreceğiz.
SUMMARY
Although the pathologies of love have been
argued since nearly the beginning of the history of
modern psychiatry, concepts like "love", "desire",
"wish" vvhich are of very importance in daily lives
of almost any individual and psychotpathological
appearances vvhich these concepts had great difficulty taking up rooms within novvaday's descriptive
psychiatry. Today vvithin the descriptive psychiatry
the psychotpathological appearances that come
out in the love relationships of people are included
+ Bu yazının değişik versiyonları 3. Sosyal Psikiyatri
Sempozyumu (1996-Çanakkale) ve 7. Anadolu Psikiyatri
Günlei (1998-Malatya)'nde konferans olarak sunulmuş­
tur.
* Doç. Dr. Ankara Numune Hastanesi Psikiyatri Kliniği
Şefi.
33
K
R
İ
simply as the erotomaniac type of delusional disorders and relations problems.
Z
1983; Ellis ve Mellshop 1985) tanı ölçütlerinden ve
seyrinden (Raskin ve Sullivan 1974; Hallender ve
Callahan 1975; Seeman 1978; Ellis ve Mellshop
1985; Evans ve ark 1982; Jordan ve Howe 1980)
tedavisine (Hallender ve Callahan 1975; Jordan ve
Howe 1980; Rudden ve ark 1980; Taylor ve ark.
1983; Ellis ve Mellshop 1985; Stein 1986) birçok
farklı görüş ileri sürülen "birincil erotomani" konu­
sunda son zamanlarda birçok yeni toparlayıcı pro­
jeler ileri sürülmektedir (Meloy 1989; Rudden ve
ark 1990; Segal 1993; Mullen ve Pathe 1994). Ya­
şanan olayların da zorlamasıyla konuya adli psiki­
yatri açısından hukuksal çözümler bulmaya çalışıl­
maktadır (Perez 1993; Meloy ve Gothard 1995).
Ama "birincil erotomani" konusunda henüz yeterli
bir çerçeveye bile sahip olmadığımız kabul edil­
mektedir. "İlişki bozukluğu"nun romantik biçimleri­
nin neler oldukları konusunda ise genellikle psikoinamik yaklaşımla yapılan uygulamalardan edinilen
gözlemler ve kavramlaştırma girişimleri (Kemberg
1995) dışında, yeterince fikir sahibi değiliz. Oysa
"aşk" diye anlatılan yaşantının böylesine kolayca
ele alınamayacağını, onun en olağan seyrinde bile
kimi zaman psikolojik destek ve yardım olmaksızın
sürdürülemeyecek kadar zorluklarla dolu olduğunu
tüm klinisyenler bilmektedir. Kaldı ki aşk patolojile­
ri, böyle birincil görünümlerinin yanısıra, ruhsal ra­
hatsızlıkların seyri sırasında ikincil olarak da sıkça
ortaya çıkabilirler.
İn this we argue that the concept of "unrequited
love syndrome" can explain the cases in vvhich desire directed towards others has been unrequited
vvithin a spectrum ranging from the normal to the
most pathological and this can be realized not by
being engaged in the descriptive psychiatry but by
benefiting from the Hegelian understanding of human desire and the opportunities offered by the relation-centered psychodynamic appoaches. VVhere
to place in the spectrum the person whose desire
s/he thinks has not been requited at the expected
level or who has been rejected or who thinks has
been rejected depends on vvhether s/he displays a
healthy self-organization, on the development performance s/he exhibitis in respect of object rela­
tions and on the defence mechanisms s/he applies.
This revievv is based on the author's knovvledge
of reports in the joumals and books, supplemented
by medline searches to update particular subtopics
and his clinical experience.
Key Words: Love pathologies, erotomani, unrequited love.
GİRİŞ
Aşk yaşantılarının ve kimi zaman psikiyatrik
desteği zorunlu kılan psikopatolojik görünümlerin,
uygulamada karşılaşılma sıklıkları gözönünde bu­
lundurulduğunda, ayrıntılı bir şekilde tanımlanmala­
rına, aşk yaşantılarının patolojik görünümlerinin
nasıl ayırdedileceklerinin ve hangi durumda ne tür
bir yardım (tedavi) yaklaşımının gerekli olduğunun
belirlenmesine gereksinim vardır.
Bugün betimleyici psikiyatride, insanların birbir­
leriyle duygusal ilişkilerinde ortaya çıkan birincil
psikopatoloji görünümlere yalnızca "ilişki bozuklu­
ğu" ve "sanırsal bozuklukların erotomanik tipi" içeri­
sinde yer verilmektedir. "İlişki bozukluğu" başlığı al­
tında romantik ilişkilerin ne zaman klinik ilgi odağı
haline geleceğiyle ilgili hiçbir ölçüt belirlenmezken,
"erotomanik tip sanrısal bozukluk" ise yalnızca "ge­
nellikle daha yüksek bir konumu olan başka bir ki­
şinin kendine aşık olduğuna ilişkin sanrıları" kapsa­
maktadır. Tek başına bir fenomen olarak ele
alındığında bile oldukça tartışmalı olan, etiyolojisinden (Raskin ve Sullivan 1974; Hallender ve Callahan 1975; Seeman 1978) klinik görünümüne
(Pearl 1972; Rudden ve ark 1980; Taylor ve ark
Bu nedenle biz, aşkın "normal" ve patolojik gö­
rünümlerini geniş bir spektrum içinde kavramanın
olanaklı olduğu düşüncesiyle, başka birçok klinisyenin de çaba gösterdiği bu konularda bir ilk adım
olarak, yeni bir modelin ilk taslağını sunmak istiyo­
ruz.
34
K
R
İ
Modelimiz, birincil (primer) aşk patolojileri için,
psikodinamik yaklaşım içinde geliştirilmiş ama am­
pirik gereksinimleri karşılayabilecek şekilde geniş­
letilme olanakları bulunan, savunma düzenekleri­
nin matürden immatüre doğru kullanımlarını esas
alarak şekillendirilmiş bir spektrum bakışına dayan­
maktadır.
Z
da yalnızca bir duyguya sahip olan varlığın isteğin­
den) gerçek 'pozitif, veri olan bir nesneye değil de,
başka bir isteğe yönelmesiyle ayrılır. Böylece örne­
ğin erkek ve kadın ilişkisinde istek, eğer biri diğeri­
nin bedenini değil de, isteğini isterse; eğer o istek
olarak isteği 'elde etmek', 'kendinin kılmak' isterse,
yani istenmek ya da 'sevilmek' yahut insan olması
bakımından değerli olarak, insan bireyi gerçekliğin­
de 'kabul edilmek' isterse, bu insani bir istektir."
Aşk patolojilerinin yer aldığı bu spektrum bozuk­
luklarının tamamına ise, "karşılıksız aşk sendromu"
adını vereceğiz. Çünkü "karşılıksız" nitelemesi, bi­
rincil aşk patolojilerinin tümünde ortak olarak bu­
lunmakta, gerçek bir ilişki olsun ya da olmasın, aşk
patolojisi yaşayan kişinin bu yaşantıyı "yeterli" bul­
mayarak patolojik savunmalara yöneldiğine işaret
etmektedir. Bu yolla birincil aşk patolojilerine ve
son dönemde yoğun tartışmalara konu olan homo­
seksüel erotomaniyi ve diğer homoseksüel aşk pa­
tolojilerini de (Dunlop 1988; Boast 1994) "karşılık­
sız aşk sendromu spektrumu" içinde kavrama
olanağı ortaya çıkmaktadır.
"....Başka bir deyişle, insani, antropogene
(insan kılan) özbilinci ve insani gerçekliği doğuran
isteklerin tümü, sonuç olarak 'kabul edilme' isteği­
nin bir sonucudur... İnsan bir başka insana kendini
empoze etmeyi, ona kendini kabul ettirmeyi istediği
ölçüde insandır... Başlangıçta, henüz diğeri tarafın­
dan kabul edilmediği sürece, onun eyleminin hedefi
bu diğeridir ve onun insan olarak değeri ve gerçek­
liği bu diğeri tarafından kabul edilmesine bağlıdır;
hayatın anlamı bu diğerinde yoğunlaşır." (Kojeve
1988).
Hegel'in köle-efendi diyalektiğindeki bu bakışı,
psikiyatri dünyasında ilk yankısını, Fransız psikanalist Lacan'ın çalışmasında bulunmaktadır.
Lacan, Hegel'in tezinden insan isteğinin diğer can­
lıların isteklerinden farklı olarak, fiziksel gereksi­
İnsan arzusunun ayırt edici niteliği ve sağlık­
nimlerin karşılanmasının yanısıra, bir de sevgi ve
lı aşk yaşantısı
tanınma isteğini de kapsadığı ve sorunun ancak
Aşkı ve aşk patolojilerini inceleyebilmek için ilk
öznelerarası (intersubjective) bir bağlamda ele alı­
yapılması gereken, "insan arzusunun niteliği"ni
nabileceği sonucunu çıkartır. Lacan, bu nedenle
nasıl kavradığımızı ortaya koyabilmektir. Örneğin
istek (demand) ile arzu (desire) arasında bir ayrım
bugün çoğumuzun bakışına göre, insan arzusu­
yapar: İstek, bedeninn gereksinimlerinden kaynak­
nun, diğer canlıların arzulamalarından hiç de belir­
lanır ve daima kendine özgü bir biyolojik öge taşır
gin bir farkı bulunmamaktadır; "gereksinim", "istek"
ama arzu asla istek ile aynı şey değildir; arzu, her
ve "arzu" kavramlarının hepsi, hemen hemen aynı
zaman isteğin hem ötesindedir hem de ondan önce
anlama sahiptir ve insan bedenindeki organik bir
vardır. Arzu, isteğin ötesinde varolur demek, arzu­
işlevin zorlamasıyla ilgilidirler. Biz ise, insan arzu­
nun isteği aştığı yani sonsuz olduğu anlamına gelir;
sunun niteliği sorununun çözümünde Hegel'in
çünkü arzuyu doyurmak olanaksızdır. Arzu, her
"efendi-köle diyalektiği"ndeki bakışının oldukça yazaman söylenemez olanı imlediğinden hizçbir zarayışla olduğunu düşünüyoruz. Hegel'e göre,
mann doyurulamaz. En özgeci olanları da dahil
"İnsan isteği ya da daha iyi bir deyişle, bir bireyi
olmak üzere bütün insan eylemleri, "başkası"nı ta­
özgür ve bireyselliğinin, özgürlüğünün, tarihinin ve nımak yoluyla ortaya çıkar. Bu nedenle her kendini
sonuç olarak da tarihselliğinin bilincinde kılan ant- tanıma arzusu, aslında, bir biçimde "başkası"nı ta­
hropogene (insan kılan) istek, hayvanın duyduğu
nıma arzusudur. Arzu, arzu için arzulamak, yani
istekten (doğal, yalnızca yaşayan ve hayatı hakkın­ "başkasf'nın arzusunu arzulamaktır. Lacan için
Ama önce insanın duygusal yaşantısının bir bi­
çimi olarak aşka bakışımızı anahatlarıyla ortaya
koymalıyız.
35
K
R
İ
insan, gereksinim, istek arzu arasındadır; bunların
nerde başlayıp nerde bittikleri bir türlü bilinemez.
Örneğin ağlayan çocuğa, annesi bir parça çukulata
verdiğinde, çocuk, hiçbir zaman annenin bu eyle­
minin kendi gereksinimlerinin giderilmesi için mi
yoksa bir sevgi gösterisi olarak mı gerçekleştirildi­
ğini bilemeyecektir. Zaten bir bakıma arzunun ge­
lişmesinin temeli de isteğin yarattığı bu düş kırıklı­
ğıdır (Lacan, 1981; Madun 1995).
Z
Karşılıksız aşk sendromu spektrumu
Karşılıksız aşk sendromu için önerdiğimiz yeni
modelin üzerine inşaa olduğu temel özellikler, iki
karakteristliğe
dayanmaktadır. Birincisi, yeni
model, insanı tek başına, kapalı Nevvtoniyen bir
sistem olarak algılamaz; diğer insanlarla "ilişki"leri
ve "diyalog" içinde kavramaya çalışır; bu yüzden ni­
celiksel ve betimsel farklılıkların yanısıra, niteliksel
ve dinamik farklılıkları öne çıkarır; yalnızca aşk pa­
tolojisi yaşayan kişinin değil, insanın karşı-kişisinin
tutum ve davranışlarını da gözönünde bulundurma­
yı önerir. "Karşılıksız aşk sendromu spektrumu"nun
anlaşılabilmesi için, özellikle savunma düzeneği
olarak yansıtmalı özdeşimin (projective identification) kullanıldığı durumlarda, arzunun yöneldiği ger­
çek ya da imgesel aşk nesnesinin özelliklerinin de
ayrıca incelenmesi gerekmektedir.
Arzuya Hegelci bakış, daha sonra nesne ilişkile­
ri ve kendilik psikolojisi kuramlarında, belirgin bi­
çimde ortaya çıkmıştır. İnsan ilişkisine, insann va­
roluşuna yapılan basit eklemeler değil bizzat
varoluşun kendisi olarak bakan bu kuramlar saye­
sinde, insan psikiyatrideki bilimsel yalnızlığından
kurtulma şansına kavuşmuştur (Cashdan 1988).
Yine bu kuramlar sayesinde, aşk gibi arzulamanın
katışıksız biçimde kendini gösterdiği insan ilişkisi
formlarını ayrıntılarıyla ele alıp inceleme fırsatı
doğmuş oldu.
Modelin ikinci karakteristiği ise, insan arzusu­
nun ayırt edici niteliğinin "başkasının arzusunu ar­
zulamak" olduğu noktasından hareket edilmesidir.
Tanımladığımız spektrumun "karşılıksız aşk send­
romu" adıyla anılmasının nedeni de budur. Arzusu
aşk ilişkilerinde (gerçek ya da imgesel) karşılığını
bulamadığında kişi, eğer "sağlıklı aşk yaşantısı"
için uygun bir kendilik gelişimine sahip değilse, bu
sendrom spektrumu içerisinde yer alan davranışlar
sergilenmektedir. Sergilenen davranışlardaki psiko­
patolojinin şiddeti ise, kullanılan savunma düzenek­
lerine göre değişmektedir.
Bu kuramlara göre baktığımızda, en özet şekliy­
le, aşkın insanın ilişki içindeki varoluşunun yüksek
bir olasılığı olduğunu görebilir; "sağlıklı aşk yaşan­
tısını ise, aşkın evrensel fenomenolojisinin olgun
bir kendilik (self)'teki icrası olarak tanımlayabiliriz.
Olgun kendilik, aşk yaşantısını olgun savunma dü­
zenekleri içinde yaşar; aşkı ve sevgiliyi kendisine
sunulan varolma fırsatından dolayı yüceltmeyi
(sublimation); kendisini yeterince onlara adamayı
(alturism) bilir. Aşkı ve sevgiliyi üstün tutar ama
mutlaklıştırmaz; iyilik vaadine uygun biçimde eğ­
lenmeye, kendisini ve sevgilisini eylemeye (humor)
çalışır. Yaşamın gerçeklerine gözlerini kapamaz;
kendi sınırlarının farkındadır; isteklerinin radikal bir
savunucusudur ama durulması gereken yerde
durur, diretmez (supressionn). İlişkinin gerçekliği
içinde sağlıklı iletişimin yollarını arar; "öteki"nin
haklarını ihlal etmemek için gerekli özeni gösterir.
Cinselliği dışlamaz, eros ve agape'yi birbirinin kar­
şısına dikmez. Aşkına bir karşılığı talep eder ama
zorlamaz, sevileni özgür bırakır, manüpülasyondan
medet ummaz. Bunlar dışında kalan aşk yaşantıla­
rı ise, bizim "karşılıksız aşk sendromu" adını vere­
ceğimiz spektrumun içine düşer.
Buna göre, "karşılıksız aşk sendromu spektrumu"nun bir ucunda gerçek ya da imgesel düzeyde
sevdiğini düşündüğü kimsenin arzusunu istediği
düzeyde ele edemeyenlerin gösterdiği, çoğunlukla
mazokistik nitelikte olan ve normal sınırlar içinde
değerlendirebilecek tepkiler, diğer ucunda ise, gü­
nümüz psikiyatrisinde "Erotomani", "De Clerambault Sendromu" gibi adlar alan tekli-sanrısal (monodelusional) bozukluk yer almaktadır. Sendromun
ortasında, normale yakın olan kısmında, son za­
manlarda, üzerinde bir anlaşmaya varılamamasına
rağmen "karasevda" (infatuation) (12), "obsesif
aşk", "fanatik aşk" (Zona ve ark 1993; Moley ve
Gothard 1995) başlığı altında sınıflandırılmaya çalı-
36
K
R
İ
sılan bozukluk ile "De Clerambault Sendromu"na
yakın olan kısmında "borderline erotomani" adıyla
anılan, "sanrısal olmayan (nondelusional) erotoma­
ni" veya "çılgınca bağlanma bozukluğu" (violent attachment bozukluğu) gibi adlar da alan (Moley
1989) sanrının olmaması ve şiddet gösterileriyle
karakterize bozukluk bulunmaktadır.
Z
de bu dostlarının sağlığına bir şey olmasından endi­
şeliydi; onun için bir şey yapmak istiyor ama ne ya­
pacağını bir türlü kestiremiyordu. Doğrusu başın­
dan atmaya da pek niyeti yoktu; tüm bu olup
bitenden içten içe zevk almadığını söyleyemezdi;
zaten her şeyi allak bullak eden de yaşadığı bu ka­
rışık duygulardı. Henüz onun elini bile tutmadığı,
tek kelime olumlu bir söz söylemediği halde kendi­
sini kocasına ihanet etmiş sayıyordu. O tanınmış bir
kadındı, ne ihaneti ne karışık duygular yaşadığı bu
adama bir şey olmasını içine sindirebiliyordu.
Şimdi bunları birer örnekle göstermeye çalışa­
lım:
VAKA I: (Mazokistik, normal sınırlara yakın
aşk patolojisi)
Muayenehanenin telefon numarasını günlerce
düşündükten, birçok tereddüt yaşadıktan sonra
rehberden bulmuş, utanarak ve sesinin bile tanına­
bileceğinden korkarak temkinli bir şekilde almıştı.
Hala şüphe ve utanç içerisindeydi. Hiçbir not tut­
mamamı, kimliğiyle ilgili isminden başka bir şey bil­
memi istedi. Onun gibi elli yaşında, önemli bir iş
kadınının, ancak kızının yaşayabileceği böyle bir
duruma nasıl oldu da düştüğünü anlayamıyordu.
Evet onun da kafası karışıktı ama buraya aslında
kendisi için gelmemişti.
Bir süre sonra orta yaşın sonlarında, "görmüş
geçirmiş" olduğu izlenimi her halinden belli olan,
kibar, etkileyici bir bey randevusuna geldi. Önceki
kadının öyküsüden hiç söz etmedi, açıkça bu yaş­
tan sonra yaşamında ilk kez "aşk hastalığına yaka­
landığını söyleyerek söze başladı. Kendisine ne ol­
duğunu anlayamıyordu, eğer aşktan söz etmese
hiç tartışmasız "depresyon" tanısı alırdı. Ona dep­
resyon denilmesini engelleyen tek durum, "o beni
kabul eder, aşkıma karşılık verirse tüm bu halim
gider, dünyanın en mutlu insanı ben olurum" sözle­
riydi. Bunca yılın kazanovası, her türlü gönül işinde
usta olmasına rağmen kadın-erkek ilişkilerinde bir
genç kızdan bile daha acemi olan bir kadının kalbi­
ni nasıl kazanamazdı? Bu kadının eşi olmasının ya­
rattığı suçluluk da her şeye tuz biber ekiyordu.
Üç ay önce kocası kalp krizi geçirmişti; çok
şükür önemli bir şey olmadan atlatmışlardı bu soru­
nu. Fakat birlikte yürüttükleri iş yerinde, tüm so­
rumluluklar kendi üzerine kalmıştı. Kolay iş değildi;
milyarlarca liralık işlere imza atmak durumundaydı.
Bu adam, "o" adamdı ama böyle bir yüzleştirme­
Neyse ki, eşinin üst düzey bürokrat bir arkadış im­
ye giriş(e)medim zaaten böyle br girişimin nasıl bir
dadına yetişmişti; işlerin çekip çevrilmesinde ona fayda sağlayacağını da çözemedim. Birkaç oturum,
yardımcı oluyordu. Çok zeki bir adamdı; dünyayı da "aşk yaşantısında neler olduğunu konuşmadan
çok önemsemiyordu; yıllar önce karısından boşan­ dinledim; sonra birgün kazanova, telefonla kendisi­
mıştı; tek başına ve kendince yaşıyor, çevresinde
ni iyi hissettiğini, olumsuz bir gelişme olursa yeni­
çapkınlığıyla tanınıyordu. Büroda işlere ara verdik­ den başvuracağını kibar bir dille anlatarak görüş­
leri bir sırada birgün "kazanova", eşinden başka
meyi iptal etti.
hayatta hiçbir erkek tanımamış olan arkadaşının
karısına da kancayı takmak da gecikmemişti. Yok
Ve ardından nedense beklediğim bir gelişme
kancayı takmadığını, kancanın kendi kalbine sap­ oldu. Neredeyse kazanovanın "aşk hastalığı" belirti­
landığını söylüyordu. Hayatın o güne kadar anlam­ lerinin tıpatıp aynısı ve hatta biraz da disosiyatif gö­
sız olduğunu anlamış, tüm enerjisini ne pahasına
rünümlerle zenginleşmiş bir halde bu kez onuruna
olursa olsun arkadaşının karısının kalbini kazanma­ fazlasıyla düşkün hanımla başgösdermişti. Israrlı
ya adamıştı. Hiç uyuyamadığını, yemek yemediğini, çabalara dayanamamış, nihayet sonunda o da
kendisini içkiye verdiğini söylüyordu. Kötü durumu aşka karşılık vermiş olan birkaç gün süren duygu­
her halinden belli oluyordu. Kocasından sonra bir sal yaklaşma ve sonra ilk bedensel yakınlık, her
37
K
R
İ
şeyin bitmesi için yetip de artmıştı. Sanki kazanovanın bunca ısrarı ve yaşadığı duyusal altüst oluş,
yalnızca bu birkaç gün içindi. Kadın, henüz haya­
tında ilk kez aşkın coşkusunu yaşarken ve daha ne
olduğunu anlayamadan adam, tam bir geri çekilme
yaşamaya başlamıştı; düne kadar kadını kazanma­
ya yönelik ısrarı, şimdi terzine dönmüş, bir yolunu
bulup onunla görüşmemeyi başarabilmek tek
amacı haline gelmişti. Kadınsa çaresizdi, onurunu
ayaklar altına alarak ve hatta yakalanma riskini
göze alarak adamla görüşebilmek için inanılmaz
yollar deniyordu. Bütün bunları kendisine yakıştıramıyordu; yirmili yaşlarındaki üniversite öğrencisi
kızı yaşasa bile kaldıramayacağı olaylar, şimdi
onun başına geliyordu; her şeyi, bu kabusu unut­
mak istiyordu. Bu isteğinden ve hayattaki her şey­
den bir tek koşulu vazgeçerdi: "O" geri dönse ve
sevdiğini söylese..
Z
evlerine sıra gelmedi; mahallenin direnci işe yara­
mış, yıkım yarım kalmıştı. Derdini paylaşan polis
memuru, oradan ayrılırken bir sıkıntısı olduğunda
karakoldan kendisini arayabileceklerini söylemişti.
Ertesi gün, belki yıkıma engel olunabileceği ge­
rekçesiyle memuru karakolda ziyarete gitti. Tekrar
konuştular, konuşmakla kalmayıp bakıştılar, anlaştı­
lar. Memurun da iki çocuğu vardı. İlk zamanlar göz­
leri aşklarından başka bir şey görmezken, bir süre
sonra buluşmalar konusunda, ailesinin durumunu
gerekçe gösterip polis memuru ayak diremeye baş­
ladı. Memur giderek isteksizleşte, aralarındaki ilişki­
nin geçici bir heves olduğunu, ikisinin de aile so­
rumluluklarına dönmeleri gerektiğini söyleyerek
kendi kabuğuna çekildi.
O da böyle yapmaları gerektiğini biliyordu ama
yine de her gün karakolun önüne gitmekten, yemek
ve iş çıkışlarında memurla bir kez olsun konuşma­
VAKA II (Fanatik aşk; karasevda; obsesif
ya
çalışmaktan kendini alıkoyamıyordu. Çabasında
aşk)
hep başarısız oluyor ama adeta battıkça aşkına
Yaşadığı acıdan ve utançtan kurtulmak için yal­ daha çok saplanıyordu. Gözü ne kocasını, ne ço­
varan gözlerle bakıyordu; nasıl dayanılmaz bir du­ cuklarını ne de ayaklar altına aldığı gururunu görü­
rumda olduğu her halinden belliydi. Ankara'ya göç yordu; yaşamak anlamını yitirmiş, eza cefa halini
almaya başlamıştı. Antik dayanacak hali kalmamış­
edeli beş yıl kadar olmuştu. Geldikleri İç Anadolu
tı.
köyünde yaşarken belli belirsiz olan kocasının işe
yaramazlığı, sümsüklük düzeyindeki sıkılganlığı,
VAKA III (Borderline erotomani; sanrısal ol­
Ankara'ya geldiklerinde iyicene gün ışığına çıkmış,
maya
erotomani; çılgınca bağlanma bozukluğu)
kocasına iş bulmak da dahil olmak üzere tüm gö­
revler onun sırtına yüklenmişti. Bir süre iki küçük
27 yaşında, bekar, bayan, din dersi öğretmeni,
çocuklarıyla birlikte akrabalarının yanında idare et­
kendi isteğinin dışında, sevgilisi olduğunu ileri sür­
mişler ama sonra kadının girişkenliği, sorup soruş­ düğü bir gencin önerisi üstüne onunla ilişkisini dü­
turmaları ve dişleri tırnaklarıyla çabalama/arıyla birzeltebilmek amacıyla kliniğe başvurdu.
gecekondu inşa etmeyi başarmışlardı.
Bir yıl önce konferansta, İslam'ı kesimde gençler
arasında oldukça sevilen bir genç aydını görmüş ve
Ne olduysa o musibet gün oldu. Belediye zabı­
tası yanlarında güvenlik güçlerini de alarak yuvala­ aşık olmuş. Birgün tezini bahane ederek onunla ta­
rını yerle bir etmeye gelmişti. Gururluydu, içi yanı­ nışma fırsatı bulmuş, tezini bastırmak istediğini, as­
lında tezin bahane olduğunu, kendisiyle tanışmanın
yordu ama gerekirse evlerini yşeniden yapacak
peşinde olduğunu söylemiş. Bugünden sonra
kadar kendisini güçlü hisediyor, diğerleri gibi ortalı­
günde kimi zaman 40-50'ye varacak şekilde, bazen
ğı velveleye vermiyordu. Kocası işteydi; iki çocuğu­
cinsel içerikte olmak üzere gencin çağrı cihazına
nu yanına almış, bir köşecikte yıkımı izliyordu. Hal­ aşk mesajları geçmeye başlamış. Ona göre, ilk gör­
lerine acıyan bir polis memuru yanlarına gelmiş,
düğü anda genç aydın da ondan çok etkilenmiş
nereli olduklarını, ne yapacaklarını sorarak acılarını ama İslam'ı çevrenin baskısıyla sevgisini ifade ede­
biraz olsun hafifletmeye çalışıyordu. O gün onların miyor, çekingen davranıyormuş.
38
K
R
İ
Z
Son iki aydan beri çağrı cihazına mesaj bırak­
bayan hasta. Kafasında zonklama, kol ve bacakla­
makla yetmiyormuş; bu gencin evini bulmuş, bir
rında uyuşma ve gerilme hissi yakınma/arıyla acil
çok gece belki eve alır diye evin önünde bekleme­
servise başvurusu üzerine yatırıldı.
ye; gittiği yerlere gitmeye, arkadaşlarının önünde
Yakınlarından kendisinden 15 yaş büyük, evli ve
onun kendisiyle konuşmak için zorlamaya başla­
iki
çocuk
sahibi üst düzey bir bürokratın kendisine
mış. Bir keresinde bu gencin arkadaşları hastayı
aşık
olduğunu
ve önemli kişilerle bağlantısı bulun­
başlarından atabilmek için onu şehrin meydanında
duğunu
iddia
ettiği,
son zamanlarda ise bedensel
dövmüşler. Bu olayın ardından aralarındaki gerilim
yakınmalarının
ortaya
çıktığı öğrenildi.
ve genci takip ve ikna çabaları daha da yoğunlaş­
mış. Genci ölümle tehdit etmese, hiç değilse öbür
Üç yıl önce ölen babasının rahatsızlığı dönemin­
dünyada birbrine kavuşacaklarını söylemeye başla­
de
kendilerine
çok yardımcı olmuş bir kasaba dok­
mış. Hatta bir siyasi partiyle bağlantısı olan karate
torunun
başka
yere tayinini engellemek amacıyla
okulunun yöneticilerini kendi namusunu kirlettiği
gitmiş
olduğu
bakanlıkta
söz konusu üst düzey bü­
gerekçesiyle bu genci tehditte kullanmış. Sonunda
rokratla
tanışmış.
Ona
göre
bu bürokrat kendisini
genç, bir avukat tutmak ve gerekirse durumu mah­
görür
görmez
aşık
olmuş
ve
evlenme
teklif etmiş.
kemeye intikal ettirmek için harekete geçmiş. Bu
Hasta
ilkönce
bu
teklifi
reddetmiş,
ardından
kabul
arada eğer bir doktora giderse, kendisiyle konuşa­
edip
nişan
hazırlıklarına
başlandığı
sırada
bürokra­
bileceğini söyleyerek hastayı kliniğe göndermeyi
tın evli ve iki çocuklu olduğu ortaya çıkmış. Ancak
başarmış.
hasta buna rağmen müsteşar beyin kendisini çok
Kliniğe başvurduğunda yalnızca bu gençle ken­ sevdiğini bildiğini çünkü ilçelerindeki kaymakamı
disini bir yere konuşturmayı sağlamamız için geldi­ sevmediği devlet görevlilerini tayin etmesinden
bunu anladığını, günde 8-10 kere bakanlığı aradığı­
ğini, bu tek konuşmanın kendisine yeteceğini, bu
nı, hemen telefon kapansa bile onun "Alo!" deme­
gence onun kendisini ne kadar sevdiğini kanıtlaya­
sinden ne kadan sevgi dolu olduğunun belli olduğu­
cağını söyleyen hasta, siyasi partideki yakınlarına
nu söylüyordu.
baskı yaptırarak bu gençle tanıkların yanında gö­
rüşmeyi sağladı. Genç, tanıkların yanında hastayla
Bu tarzda "ilişkileri" sürerken iki yıl önce müste­
ilgili hiçbir duygusal bağlantısı olmadığını açıkladı.
şarın kendisiyle tartışması ve onu makamından
Bunun üzerine hastanın ajitasyonu daha da arttı;
kovması üzerine uykusuzluk, iştahsızlık, sıkıntı, çok
gencin kendi duygularını açıklamaktan korktuğunu,
sigara içme, üzüntü şeklinde yakınmaları olmuş; üç
çünkü İlahiyat Fakültesi hocalarının kendisiyle ilgili
ay süren bu yakınma döneminde onbeş kilo kay­
çıkarttığı dedikodulardan etkilendiğini söyledi. İlahi­
betmiş, ancak daha sonra müsteşar bey için hırka
yat hocalarını, hatta eşlerini tehdit etmeye başladı.
örmüş, bu hırkayı bir kravat ve gömlekle birlikte ad­
resine göndermiş. Bu hediyelerden sonra müsteşa­
Bu arada görüşmelere gelmeyi de aksatmadan
rın
onunla konuşmaya başladığını, barıştıklarını dü­
sürdüren hastaya bu tutumlarının devam etmesi
şünen
hasta, hastaneye yatmadan önce ilişkilerinin
halinde konunun adli psikiyatriye havalesinin
bozulduğunu,
müsteşarın telefonlara çıkmadığını,
önüne geçemeyeceğimizin bildirilmesi üzerine,
bu
nedenle
sıkıntıdan
hastalandığını söylüyor. Müs­
davranışlarını kontrol etmeye çalışacağına ve 4
teşarın
bu
tarzda
davranmasını
boşanmadığı için
mg/gün pimozid almaya söz verdi ve bir hanım te­
duyduğu
mahcubiyete
bağlıyor;
yoksa
aslında ken­
rapistin gözlemciliği altında bireysel psikoterapisi
disini
çok
sevdiğini
belirtiyordu.
sürdürülmeye çalışıldı, ancak başarı sağlanamadı.
VAKA IV (Primer erotomani; De Clerambault
sendromu)
28 yaşında, bekar, ilkokul mezunu, tarım işçisi
39
Hastaneye yatışından bir süre sonra oldukça
öforik ve canlı olan, devletin çeşitli kademelerinde
birçok tanıdığının bulunduğunu, hükümetin onlara
sunduğu projelerle icraat yaptığını söyleyen hasta,
K
R
İ
Z
lebilecek tepkiler, diğer ucunda ise, günümüz psiki­
yatrisinde "erotomani", "De Clerambault Sendro­
mu" gibi adlar alan tekli-sanrısal bozukluk yer al­
Hasta yakınları, o güne kadar belirgin bir davra­ maktadır. Sendromun ortasında, normale yakın
nış bozukluğu gözlemledikleri hastanın babasının olan kısmında, "karasevda" (infatuation), "obsesif
ölümünün ardından yaşadığı iki aylık ağır bir ma­
aşk", "fanatik aşk" gibi adlar verilen bozukluk ile
temden sonra bu aşk hikayesini uydurduğunu ve
"De Clerambault sendromu"na yakın olan kısmında
bu senaryoya göre davranmaya başladığını bildiri­ "borderline erotomani" adıyla anılan, "sanrısal ol­
yorlar.
mayan erotomani" veya "çılgınca bağlanma bozuk­
luğu" (violent attachment bozukluğu) gibi adlar da
Psikiyatrik değerlendirmesi sonucunda bipolar
alan sanrının olmaması ve şiddet gösterileriyle kamizaç bozukluğu (manik atak) + primer erotomani
rakterize bozukluk bulunmaktadır.
tanısı alan hastaya 15 mg/gün trifluoperazin veril­
mesi ve haftada üç gün bireysel psikoterapi yapıl­
Arzusu kendisinin istediği düzeyde karşılanma­
ması planlardı. İki ay sonra mizacında yatışma, yan, geri çevrilen ya da geri çevrildiğini düşünen ki­
sanrısal sisteminde yumuşama başladı. Tedaviye şinin tepkilerinin spekturumun neresinde yer alaca­
lityum eklenerek bir yıldan beri ayaktan izlenen
ğı, kişinin sağlıklı bir kendilik organizasyonu
hastanın duygularında hafif dalgalanmalar olmakla gösterip göstermemesine, nesne ilişkileri açısından
birlikte erotomanik sanhrısı değişmeden sürmekte­ sergilediği gelişimsel performansa ve başvurduğu
dir.
savunma mekanizmalarına bağlıdır. Kendilik orga­
nizasyonu veya nesne ilişkileri açısından hangi
Sonuç
noktaya gelindiği, hangi savunma mekanizmaları
ve hangi eş (partner) özelliklerinin "karşılıksız aşk
Bu yazıda, betimleyici psikiyatrinin sınırlayıcı
sendromu spektrumu"nu nasıl belirleyip etkilediği
bakışıyla yeterince kavranamayan aşk patolojileri­
bir başka yazının konusudur. Bir başka yazıda mut­
ni, insan arzusuna getirilen Hegelci tanım uyarın­
laka ele alınması gereken diğer noktalar da, bu
ca, geniş bir spektrum içinde ele alan yeni bir mo­
modelin kapsamı içinde ya da buna benzer bir
delin taslağını sunduk. Bu modelde aşk patolojileri
başka modelde, aşk patolojileriyle çok yakından
"karşılıksız aşk sendromu spektrumu"nun bir ucun­
bağlantılı olan kıskançlık patolojileri (Mullen ve
da gerçek ya da imgesel düzeyde sevdiğini düşün­
Pathe 1994) ve aşk ve kıskançlık patolojilerine
düğü kimsenin arzusunu istediği düzeyde elde
karşı tedavi yaklaşımlarıdır.
edemeyenlerin gösterdiği, çoğunlukla mazokistik
bütün bunları Allah vergisi yeteneğine, babasının
çok geniş bir çevresi olmasına bağlıyordu.
nitelikte olan ve normal sınırlar içinde değerlendiriHallender MH, Callahan AS (1975) Erotomania or De
Clerambault syndrome. Arch Gen Psychiaty, 32:15741576.
KAYNAKLAR
Boast N, Coid J (1994) Nomosexual erotomania and
HIV infection. Br J Psychiatry, 164:842-846.
Cashdan S (1988) Object Relations Therapy. New
York, W.W. Norton & Company.
Jordan HW, Howe G (1980) De Clerambault Syndro­
me (erotomania): a revievv and case presentation. J Natt
Med a s s o c , 72:979-998.
Dunlop JL (1988) Erotomania betvveen women. Br J
Psychiaty, 153:830-833.
Kernberg OF (1995) Love Relations: normality and
Pathology. New Haven-London, Yale University Press.
Ellis P, Mellshop G (1985) De Clerambault Syndrome a nosological entity? Br J Psychiatry, 146:90-93.
Kojeve A (1988) Köle-efendi diyalektiği. Çev. Bumin
T. Defter, 6:7-29.
Evans DL, Jeckel LL, Slott NE (1982) Erotomania, a
variant of pathological mourning. Bull Menninger Clin,
46:507-520.
Lacan J (1981) The Four Fundamental Concepts of
Psycho-analysis. Çev. Sheridan A. New York-London,
W.W. Norton & Company.
40
K
R
İ
Z
Madun S (1995) Postyapısalcılık ve Postmodernizm.
Çev. Güçlü AB. Ankara, Ark Yayınları, s. 7-31.
Rudden M, Gilmore M, Frances A (1980) Erotoma­
nia: a separate entity. Am J Psychiatry, 137:1262-1263.
Meloy R (1989) Unrecuited love and the wish to kili:
diagnosis and treatment of boderline erotomania. Bull
Menninger Clin, 53:477-492.
Rudden M, Sweeney, J Frances A (1990) Diagnosis
and clinical course of erotomanic and other delusional
patients. Am j Psychiatry, 147:625-628.
Meloy R, Gothard S (1995) Demographic and clinical
comparison of obsessional follovvers and offenders with
mental disorders. Am J. Psychiatry, 152:258-263.
Seeman M (1978) Delusional
Psychiatry, 34:1265-1267.
loving. Arch Gen
Segal JH (1993) Erotomania revisited: From Kraepelin to DSM-III-R. Am J Psychiatry, 146:1261-1266.
Mullen PE, Pathe M (1994) The pathological extensions of love. Br J Psychiatry,. 165:614-623.
Stien MB (1986) Two cases of "püre" or "primary"
erotomania successfully treated with pimozide (letter).
Can J Psychiatry, 31:289-290.
Pearl A (1972) De Clerambault Syndrome associated with folie a deux. Br J Psychiatry, 121:116-117.
Taylor P, Mahedra B, Gunn J (1983) Erotomania in
males. Psychol Med, 13:645-650.
Perez C (1993) Stalking: when does obsession become a erime? Am J Psychiatry Crim L, 20:263-279.
Zona M. Sharma K, Lane J (1993) A comparative
study of erotomanhic and obsessional subjects in forensic sample. J. Forensic Sci, 38:994-903.
Raskin DE, Sullivan KE (1974) Erotomania. Am J
Psychiatry, 131:1033-1035.
41
K
R
İ
Z
YAZARLARA BİLGİ
Kriz Dergisi, psikiyatrik kriz, krize müdahale, intihar, intiharı ön­
leme alanları ile ilgili çalışmalara yer verir Derginin yayın dili Turkçedır
A. Çalışmaya ait başlık, yazarların ısım ve unvanları, çalışma ve
yazışma adresi, telefonu, yazı daha önce bir kongre vb yerde sunul­
muşsa yerı/şeklı (poster, bildin vs), ayrıca, yazıda teşekkür edilecek
kışı ve kurumlar ayrı bir sayfada verilmelidir
Yazılar (araştırma yazıları, derlemeler, olgu sunuları) Türkçe,
İngilizce başlık ve 100 sözcüğü geçmeyen Türkçe, İngilizce özetleri,
Türkçe ve İngilizce olarak en az ıkı en fazla beş anahtar sözcüğü
içermelidir Araştırma yazılarına ait özetlerde amaç, yöntem, bulgu­
lar ve sonuç (objectıve, method, results, conclusıon) bölümlerinden
bilgiler yer almalıdır
4 Yazılar kolay anlaşılır olmalı, olabildiğince yabancı sözcükle­
rin Türkçe karşılıkları kullanılmalıdır Türkçe'de anlamı yerleşmemiş
sözcüklerin yabancı dildeki karşılıkları ilk kullanımlarında parantez
içinde verilmelidir Yazı içinde geçen ilaçların ticari adları yerine je­
nerik adları Türkçe okunduğu biçimiyle verilmelidir
5 Yazarlar A4 boyutlarında (21x29 5 cm) beyaz kağıda her ke­
nardan 2 5 cm boşluk kalacak şekilde ıkı aralıklı 3 kopya (temiz foto­
kopi olabilir) yazılmalı yazımda daktilo ya da NLQ ve LQ basım kali­
tesinde bilgisayar yazıcısı kullanılmalıdır
6 Yazılarda dipnot kullanılmamalı, açıklamalar yazı içinde veril­
melidir
7 Şekil ve tablolar anlaşılır olmalı Her şekil ve tablo ayrı bir
sayfada verilmeli Metin içinde bunların yen gösterilmelidir
1. Araştırma Yazıları
Çift aralıkla yazılmış 15 daktilo sayfasını geçmeyen, bilimsel
araştırma yöntem ve kurallarına göre yapılmış çalışmalardır Yazılar
"Giriş ve Amaç", "Yöntem ve Gereçler", "Bulgular" Tartışma" ve
"Sonuç" bölümlerini içermelidir
2. Derlemeler
8 a) Metin içinde kaynak gösterimi Metin içindeki kaynak gös­
teriminde yazarların soyadı ve yazının yayın tarihi belirtilmeli, yazar
ve tarih arasında virgül konulmamalıdır İkiden fazla yazar varsa bi­
rinci yazarın soyadı "ve ark" ibaresiyle verilmeli, ıkı yazar varsa her
ıkısı de belirtilmelidir
ÖRNEK: Yapılan bir araştırmada (Lester 1993)
Çift aralıkla yazılmış 20 daktilo sayfasını geçmeyen, derginin ilgi
alanını oluşturan dallarda güncel bir konuya ilişkin literatür inceleme­
lerini ve yazarın bu konudaki düşüncelerini içeren çalışmalardır
Lester ve Clark (1995) İntihara ilişkin çalışmalarında
ilgili yayınlarda (Sonneck ve Rıngel 1990)
Bu konuda yapılan araştırmada (Sözerveark 1991)
3. Olgu Sunuları
Çift aralıkla yazılmış 10 daktilo sayfasını geçmeyen, alanda uy­
gulamaları anlatan ve özelliği olan bildirilerdir
4. Çeviriler
Derginin ilgi alanını oluşturan konularda yabancı dilde yayınlan­
mış yazıların ve özetlerinin çevirileridir Makale, orijinaline ait bir
kopya ile birlikte gönderilmelidir Çift aralıkla yazılmış 15 daktilo say­
fasını geçmemelidir, gerektiğinde yazının özunu bozmayan kısalt­
malar yapılabilir
5. Editöre Mektuplar
Dergide yayınlanan herhangi bir konu üzerinde tartışma zemini
oluşturan bir daktilo sayfasını aşmayan metinlerdir
6. Kitap Tanıtımları
Çift aralıkla yazılmış 2 daktilo sayfasını geçmeyen, derginin ilgi
alanını oluşturan konularda yayınlanmış kitapların tanıtımı ve eleşti­
risini içeren yazılardır
ÖRNEK: (Shneıdman 1985, Lester ve Clark 1985)
9 Kaynaklar, metin sonunda ayrı bir liste olarak alfabetik sıra ile
verilmelidir Yazar(lar)ın soyad(lar)ı ve ad(lar)mın baş harf(ler)ı
arada nokta ya da virgül olmadan belirtilmelidir Bir kaynakta üçten
çok yazar varsa uçuncu yazardan sonra "ve ark" ibaresi yer almalı­
dır Bunların ardından kaynağın basım tarihi parantez içinde veril­
melidir
b) Makaleye alt kaynak gösterimi
Kaynak bir makale ise tarihin ardından makalenin tam adı ya­
yınlandığı derginin adı (lndex Medıcus'dakı kısaltmalarından yararla­
nılmalıdır ), cilt no (cilt no belirtilmemişse parantez içinde sayı no)
ve sayfa numaraları yazılmalıdır
ÖRNEK' Joffe RT Offord DR (1983) Suıcıdal Behavıour in
Chıldhood Can J Adoles, 3 335-346
7. Tez Tanıtımları
Çift aralıkla yazılmış 2 daktilo sayfasını geçmeyen, derginin ilgi
alanını oluşturan konularda yayınlanmış kitapların tanıtımı ve eleşti­
risini içeren yazılardır
Kosky R (1982) Suıcıde and Attempted Suıcıde Among Australıan Chıldren Med J Aust, 11 122-125
c) Kıtap-Edıtörlu kitap kaynak gösterimi
B.
1 Yayınlanması istenen yazılar daha önce herhangi bir yerde
yayınlanmamış olmalıdır
2 Yazılar iadeli taahhütlü gönderilmelidir
tendiğine dair bir yazı da eklenmelidir
Aynı yazarların aynı yıldaki değişik yayınları (Shneıdman
1985a), (Shneıdman 1985b), şeklinde belirtilmelidir Aynı yerde bir­
den çok kaynak belırtılecekse kaynaklar aynı parantez içinde birbir­
lerinden virgül ile ayrılmalıdır
Yayınlanmasının is­
3 Dergiye gelen yazılar geri gönderılmez Dergide yayınlanan
yazılar için ücret ya da karşılık ödenmez Gönderilen her yazının
kabul edilip edilmediği yazışma adresine bir mektupla 4 ay içerisin­
de bildirilir Gerektiğinde, yazıların, danışma kurulunun eleştiri ve
önerileri doğrultusunda, yazarlar tarafından gözden geçirilmesi iste­
nebilir Yazarlardan onay almak koşuluyla yayın kurulunca yazılarda
değişiklik yapılabilir
Kaynak bir kitap ise yazar(lar)ın adı ve basım tarihinden sonra
kitabın adı, (birden çok basım varsa) kaçıncı basım olduğu, basım
yen, basımevi ve sayfa belirtilmelidir Kitap bir çeviri ise hangi dilden
çevrildiği ve çevıren(ler)ın adı verilmelidir
ÖRNEK: Morto JA (1985) Treatment Concerns in Preventıng
Youth Suıcıde, ML Peck, NL Farberow, RE Lıtman (eds), Youth Suı­
cıde New York, Sprınger Publıshıng Company, s 92-111
Blanter HA (1973) Actıng-ın, Psıkodrama İle İletişim Dünyamıza
Adımlar Ing Çev Özbek ve ark Grup Psıkoterapılerı Yayınları, s
30
10 Kaynakların doğruluğundan yazarlar sorumludur

Benzer belgeler