Yeraltı Sularında Kirlenme

Transkript

Yeraltı Sularında Kirlenme
Yeraltı Sularında Kirlenme
Payal Sampat
Şu anda, Londra'da yaşayan biri musluğunu açıp, çaydanlığına su dolduruyor. Bu kişi,
çaydanlık dolarken, büyük bir olasılıkla suyun geçmişi üzerinde kafa yormayacaktır.
Suyun bir bölümü buhara dönüşmekte, bir bölümü de delikten akıp gitmektedir; suyun
kalanı da bir kaç dakika içinde içip tüketilecektir. Bu kadar kısa ömürlü gibi gözüken
bir şeyin, nasıl bir geçmişi, tarihi olabilir ki? Çaydanlığı dolduran kişi, musluktan
akan suyun binlerce yıl önce, tüylü mamutlar* Trafalgar Meydanı'nda dolaşırken
yağmur olarak toprağa düştüğünü bilseydi, şaşırırdı şüphesiz. Londra'nın suyunun
büyük bir bölümü Chalk aküferinden gelir; Chalk aküferi, kentin yüzlerce kilometre
altında bulunan devasa bir yeraltı su havzasıdır. Bu aküferde depolanan suların bir
bölümü, son Buzul Çağı kadar uzak bir geçmişte, yeraltına inmiştir.
Suyu, akan veya buharlaşan bir şey olarak düşünmek doğaldır. Yağmur olarak
düştüğünü, nehir ve derelerde aktığını görürüz. Ama kullandığımız tatlı suyun büyük
bir bölümü göremediğimiz kaynaklardan, yerin altındaki su havzalarından yani
aküferlerden gelir. Aküferler, kum ve çakıl gibi kolayca su geçiren maddelerden veya
yeraltındaki kayalar arasındaki boşluklardan meydana gelen jeolojik oluşumlardır.
Aküferler, çok büyük miktarlarda suyu depolayabilirler; yağmur suları, taşan nehirler
ve eriyen buzullarla beslenirler. Dolayısıyla kullandığımız suyun büyük bir bölümünü
yerkürenin yüzeyinde görmeyiz. Dünyanın sıvı halde bulunan tatlı su kaynaklarının
yüzde 97'si, aküferlerde depolanmıştır.
Son elli yıl içinde küresel nüfus ve gıda talebi ikiye katlandıktan sonra, nehirler ve
dereler çevre kirliliğine maruz kaldı. Bu nedenle, içme ve sulamalı tarım için gerekli
suyu sağlamak için aküferlerden daha fazla yararlanmaya başladık; bu süreçte de
aklımızı başımıza getiren bir keşif yaptık. Aküferlerin çevre kirliliğine yol açan
maddelerden korunduğuna ilişkin yaygın izlenime karşın, bilim adamları her kıtada
çiftlikler, kentler ve fabrikaların civarında yer alan aküferlerde çevre kirlililiğine
ilişkin kanıtlar bulmaya başladılar. Ayağımızın altındaki suların çevre kirliliğinden
zarar görebileceğini görmekle kalmadık, yeraltı sularının bazı açılardan yüzey
sularından daha fazla kirlenebileceğini de keşfettik.
Bu keşfin çok ciddi sonuçları var. Su, dünya yüzeyinde buzullar kadar ağır hareket
ettiği için, on yıllar içinde aküferler, çevre kirleten maddelerin biriktiği dev lavabolara
dönüştü. Bazı aküferler, içindeki suları oldukça hızlı dönüştürür ve yeniler; Chalk
aküferi gibi bazı yeraltı su havzaları ise suyu binlerce yıl boyunca saklarlar. Ama
yeraltı sularının aküferde ortalama kalış süresi yaklaşık 1,400 yıl; suyun bir nehirde
ortalama kalış süresi ise 16 gündür. Dolayısıyla denize döküldüğü veya sürekli tatlı
su eklendiği için, içindeki çevre kirletici maddelerin oranları giderek azalan nehir
sularının aksine, aküferde çevre kirletici maddeler birikmeye devam eder. Nehirlerin
aksine, aküferlerde çevre kirliliği sürecini geriye döndürmek genellikle imkansızdır.
1
İklim değişikliğinin başlamasıyla birlikte başımızın üzerindeki havanın devasa
güçlerin savaş alanı olduğunu keşfetmemiz gibi, su krizi de, çok ağır hareket etse de
yeraltı sularının güçlü bir hidrolojik sistemin parçası olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu
hidrolojik sistemin içinde dünya, yüzey suları, gökyüzü ve deniz karşılıklı etkileşim
içindedir; bu gerçeği göz ardı etmekle kendimizi ciddi bir tehlikeye atıyoruz. Birkaç
sene önce insani faaliyetlerin iklimi nasıl etkilediğini düşünmeye başlamışken,
Columbia Üniversitesi'nden bilim adamı Wallace Broecker şöyle bir uyarıda
bulunmuştu: "İklim sistemi kızgın bir hayvana benziyor ve biz de onu değneklerle
dürtüp, duruyoruz". Benzer bir ifade ayaklarımızın altında duran sistem için de
kullanılabilir. Yerin altına delikler açıp, yerin atıklarımızı yutup bize tatlı su vermeye
devam etmesini beklersek, dünyanın en önemli su kaynağını hiç tahmin etmediğimiz
bir biçimde tehlikeye atıyor olabiliriz.
Yeraltı Sularına Değer Biçmek
İnsanlık tarihinin büyük bir bölümünde yeraltı sularından, yüzey sularının kıt olduğu
kurak bölgelerde yararlanılmıştır. Yüzyıllar içinde insan nüfusu arttıkça ve tarım
arazileri genişledikçe, su o kadar değerli bir kaynak haline gelmiştir ki, bazı
kültürlerde yeraltı sularına ve su arayıcılarına özel güçler atfeden karmaşık efsaneler,
mitolojiler geliştirilmiştir. Ortaçağ Avrupası'nda su cadısı olarak adlandırılan kişilerin
çatal uçlu bir değnekle su bulabileceğine ve bu kişilerin mistik öngörü sahibi
olduğuna inanılıyordu.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısında patlayan su talebi, su cadılarının modern çağdaki
benzerlerinin büyük bir endüstriye dönüşmesine yol açmıştır. Günümüzde her kıtada,
büyük aküferlerin sularından faydalanılmaktadır; yeraltı suları dünya nüfusunun 1.5 2 milyarlık kesimi için en önemli içme suyu kaynağıdır. (Bakınız Tablo 2-1). Doğu
Çin'de Huang-Huai-Hai ovasının altında bulunan aküfer tek başına, yaklaşık 160
milyon kişinin içme suyunu temin etmektedir. Dakka, Jakarta, Lima ve Mexico City
de dahil olmak üzere, gelişmekte olan dünyanın en büyük kentlerinin bazıları
sularının aşağı yukarı tümünü aküferlerden temin etmektedirler. Merkezi su
sistemlerinin yeterince gelişmediği kırsal bölgelerde, yeraltı suları genellikle tek su
kaynağıdır. Kırsal ABD nüfusunun aşağı yukarı yüzde 99'u ve Hindistan'ın kırsal
nüfusunun yüzde 80'i, içme sularını yeraltı sularından temin etmektedir.
Yeraltı sularının daha fazla kullanılmasının arkasında, 1950 yılından bu yana sulu
tarım uygulamasının artması yatmaktadır. Her yıl kuyular ve nehirlerden çekilen tatlı
suyun üçte ikisi, sulu tarımda kullanılmaktadır. Sulu tarım yapılan toprak alanı
açısından dünya birincisi ve dünyanın üçüncü büyük hububat üreticisi olan
Hindistan'da, yeraltı sularını çıkarmak için kullanılan tüp kuyuların sayısı 1950
yılında 3.000 iken, bu sayısı 1990 yılında 6 milyona çıkmıştır. Halihazırda,
Hindistan'da sulanan arazilerin yarısından çoğunda kullanılan su aküferlerden elde
edilmektedir. Hindistan'da tarımsal üretiminin yüzde 40'ı yeraltı suları ile sulanan
bölgelerden gelmektedir; yani yeraltı sularının gayri safi milli üretime katkısı yüzde 9
civarındadır. Sulamalı tarım arazisi miktarı açısından dünya üçüncüsü olan ABD'de,
sulamalı tarım yapılan tarım arazilerinin yüzde 43'ünde yeraltı suları kullanılmaktadır.
2
Tablo 2-1 Bölgelere Göre İçme Suyunda Yeraltı Sularının Oranı, 1990'lı Yılların
Sonları1
Bölge
Asya-Pasifik
Avrupa
Latin Amerika
ABD
Avustralya
Yeraltı Sularının İçme
Suyundaki Oranı (%)
32
75
29
51
15
Dünya
Faydalanan İnsan Sayısı
(milyon)
1.000 - 1.200
200 - 500
150
135
3
1.500 -2.000
Yeraltı sularının tüketiminde en büyük rol oynayan sektör, tarımdır; ama diğer
sektörlerin su kullanımı da çok hızlı artmakta ve su kullanımı, bu sektörlerde çok daha
yüksek kârlar getirmektedir. Endüstride kullanılan bir ton su ortalama 14.000 ABD
dolarlık mal üretilmesini sağlamaktadır; bu miktar, hububat üretmek için kullanılan
aynı miktarda suyun yarattığı kârın yaklaşık 70 katıdır. Dünya sanayileştikçe, suyun
önemli bir bölümü çiftliklerden daha kârlı olan fabrikalara kaymaktadır. Endüstrinin
toplam tüketim içindeki payı yüzde 22'ye ulaşmıştır; büyük bir olasılıkla hızla
yükselmeye de devam edecektir. Dolayısıyla içme suyu miktarını kısıtlayan sadece
kaynağın sınırlı olması değil, aynı zamanda daha güçlü rakiplerle kullanım için
yaşanan yoğun rekabettir.
Nehirler ve göller sınırlarına dayandıkça, yani çoğunun üzerinde barajlar inşa
edildikçe, bu kaynaklar kurudukça veya kirlendikçe, insanlar da su ihtiyaçlarını yeraltı
sularından sağlamaya mecbur kalmışlardır. Örneğin Tayvan'da yeraltı sularının, su
kullanımı içindeki oranı sekiz yılda iki katına çıkmıştır; bu oran 1983 yılında yüzde
21 iken 1991 yılında yüzde 40'ı aşmıştır. Bir zamanlar su ihtiyacını tamamıyla nehir
ve derelerden sağlayan Bangladeş'te 1970'lı yıllarda, ciddi bir biçimde kirlenen yüzey
sularının yerine temiz su bulmak adına bir milyonun üzerinde kuyu kazılmıştır.
Günümüzde Bangladeş nüfusunun yüzde 95'i, içme suyunu aküferlerden temin
etmektedir. Daha zengin ülkelerde, büyük bir olasılıkla yeraltı sularından sağlanan,
şişelenmiş kaynak suyu satışları giderek artmaktadır; ABD'de şişe suyu satışları 19781998 yılları arasında dokuz kat artmıştır.
Yeraltı sularına bağımlılığımız arttıkça, aküferlerin sayısı da azalmaktadır. Aşağı
yukarı her kıtada, büyük aküferlerin hepsi, dolum hızından daha yüksek bir hızla
boşalmaktadır. Yeraltı su havzalarının boşalması Hindistan'ın bazı bölgeleri, Çin,
ABD, Kuzey Afrika ve Orta Doğu'da çok ciddi bir sorun haline gelmiş, dünyada her
sene 200 milyar m3 su açığı yaşanmasına yol açmıştır. Aküferden büyük miktarlarda
su çekmek, geride kalan yeraltı sularındaki kirlilik oranını da arttırmaktadır. Bazı
vakalarda, kirlenen yüzey suları veya tuzlu okyanus suları boşalan yeraltı sularının
yerini almak üzere aküfere akmakta ve aküferlerde depolanan su miktarının daha da
azalmasına yol açmaktadır.
Sorunun büyümesine yol açan başka bir unsur, hızla boşalan suların, aküferlerde
sedimentlerin birikmesine yol açarak, aküferin depolama kapasitesini düşürmesidir.
3
Aküferlerin depolama kapasitesindeki bu düşüş önemli boyutlara ulaşabilir ve bu
süreci geriye çevirmek mümkün olmayabilir. Örneğin California'nın Central
Valley'sinde aküferlerin yapısının değişmesi yüzünden kaybedilen su depolama
kapasitesi, eyalette bulunan insan yapımı rezervuarların yüzde 40'ına eşittir. Biriken
ve sıkışan aküfer sedimentleri, üstteki toprağın içeri göçmesine de yol açabilmektedir.
Mexico City , Beijing ve 45'ten fazla Çin kentinde bu tür "toprak göçükleri"
yaşanmıştır.
Fabrikalar, çiftlikler ve evler arasındaki rekabet arttıkça, lüzumlu ekolojik hizmetler
için gereken yeraltı suyu miktarını göz ardı etmek de kolaylaşmaktadır. Yeraltı suları
gezegenin hidrolojik döngüsünün önemli bir parçasıdır. Yağmur yağdığında, yağmur
sularının bir bölümü toprağın altına sızar ve aküferlerde depolanır. Aküfer, yüzyıllar
içinde depoladığı suyu yavaş yavaş yüzeye ve en sonunda denize ulaştırır. Dolayısıyla
nehirler, göller ve dereler, sadece yağmur sularıyla değil, yüzeye çıkan yeraltı
sularıyla da beslenir. ABD Jeolojik Araştırma Kurumu (U.S. Geological SurveyUSGS), ABD'nin farklı bölgelerinde yeralan 54 nehirde yapılan bir çalışma
sonucunda, yeraltı sularının nehirlerdeki suyun ortalama yarısını sağladığını
bulmuştur. Aküferler her gün ABD'deki yüzey sularına 1.86 km3 su eklemektedir, bu
miktar yaklaşık olarak Mississippi nehrinin günlük akışına eşittir. Yeraltı suları,
Mississippi, Nijer, Sarı Nehir (Yangtze) ve dünyanın en büyük nehirlerinin bazılarının
kaynağına da su temin etmektedir; bu su olmazsa, nehirler bütün yıl boyunca akmaya
devam edemez. Kuşlar, balıklar ve diğer yabanıl canlılar için önemli bir yaşam alanı
olan sulak alanların suları, aşağı yukarı tümüyle yeraltı sularından gelmektedir; sulak
alanlar, yeraltı sularının sürekli olarak yüzeye çıktıkları bölgelerdir. Yeraltı sularının
aşırı kullanıldığı yerlerde, nehirler ve sulak alanlar kurumaktadır.
Aküferler, yüzey sularının istikrarını korumaya yetecek kadar su sağlamanın yanısıra,
yüzey sularının taşmasını da önlerler. Fazla yağmur yağdığında, nehirlerin altındaki
aküferler su fazlasını emer, yüzey sularının hızla yükselerek, nehrin yakınındaki
arazilere ve köylere akmasını engellerler. Sıcak mevsimin dokuz ay kadar uzun
sürebildiği ve muson yağmurlarının çok yoğun yaşanabildiği tropik Asya'da,
aküferlerin sunduğu bu ikili hidrolojik hizmet kritik önem taşır. Aküferler, çok fazla
yüzey suyunun buharlaşma ile kaybedilmemesini ve tatlı suyun depolanmasını
sağlarlar; bu hizmet, su kaybının yüksek olduğu, sıcak ve kıtlık yaşanma eğilimi olan
bölgeler için yaşamsal önem taşır. Örneğin Afrika'da her yıl, rezervuarlardan gelen
suyun ortalama üçte biri, buharlaşma sonucu kaybolmaktadır.
Gizli Krizin İzini Sürmek
1940 yılında yani İkinci Dünya Savaşı sırasında, ABD ordusu Missouri eyaletindeki
St. Louis'de Weldon Spring ve komşu kasabalar etrafında 70 km2 arazi almıştı.
Amerikan Ordusu daha önce çiftlik evleri ve saman depolarının olduğu yerde,
dünyanın en büyük TNT fabrikasını kurmuştu. Bitkilerin bol olduğu bu verimli
bölgede inşa edilen fabrikada, patlayıcı madde üretiminde nitrik asitle birlikte
gazolinin bir bileşeni olan toluene kullanılıyordu; üretimin doruğa çıktığı dönemde
her gün milyonlarca ton patlayıcı üretiliyordu.
Üretim sürecinin bir bölümü, TNT'nin saflaştırılmasını gerektiriyordu. Saflaştırma
işlemi için, toulene ve nitrik asitin kimyasal reaksiyonu sonucunda ortaya çıkan
"nitroaromatik" bileşenlerin temizlenmesi gerekiyordu. Seneler içinde bu kırmızı
4
renkli çamurdan milyonlarca ton üretildi. Atıkların bir bölümü, atık işleme
tesislerinde işlendi; ama büyük bir bölümü, işleme tesislerindeki sızıntılı borulardan
geçerek, yeraltına sızdı. 1945 yılında ordu bölgeyi terk ettiğinde askerler çevre
kirliliğine maruz kalmış binaları yıktılar, ama rengi hafifçe kırmızıya dönmüş toprağı
ve fabrika sahasını olduğu gibi bıraktılar. Fabrika alanı onlarca yıl boyunca
terkedilmiş durumda, öylece durdu.
1980 yılında ABD Kongresi "Süperfon" yasasını kabul etti, bu yasaya göre ülke
içinde zehirli atıklarla kirlenen bir çok sahanın temizlenmesi gerekiyordu. Weldon
Spring, bu listede yer alan, yüksek öncelikli sahalardan biriydi. Ordu İstihkam Bölüğü
bölgeyi temizlemekle görevlendirildi; ancak işçilerin tespitleri, istihkam bölüğünde
görevli mühendisleri çok şaşırttı. Fabrikayı çevreleyen toprak tabakasının ve
bitkilerin, nitroaromatik maddelerle dolu olduğunu tahmin ediyorlardı; ama kirlilik
kaynağı tek ve bir yerde olduğu için, fabrikadan kilometrelerce uzaktaki kuyular ve
kasabalarda bile zehirli maddelerin mevcut olabileceğini hiç kimse öngörmemişti..
Jeologlar TNT fabrikasının altındaki yeraltı sularının büyük ölçüde kirlendiği
sonucuna vardılar; kireç tabakasındaki çatlaklar yüzünden kirlenen sular, 35 yıl içinde
aküferin diğer bölümlerine de sızmıştı.
Kötü planlamanın, kirlenmeye duyarlı jeolojik yapılarla bir araya gelmesi yüzünden
Weldon Spring'in hikayesi, istisnai bir durum gibi gözükebilir. Ama Weldon Spring
istisna olmaktan çok uzaktır. ABD'nın her yerinde, Avrupa, Asya ve Latin
Amerika'nın kimi bölgelerinde, insan faaliyetleri yüzünden her an çevreyi kirleten
yüzlerce madde aküferlere sızmakta ve yeraltı sularını kirletmektedir. Bu durum,
doğal olarak bütünüyle yeni bir olgu değildir. Yeraltı, ister ölüler, ister çöpler, ister
lağım suları için olsun, daima atık maddelerin biriktiği bir çöp tenekesi işlevi
görmüştür. Ama yirminci yüzyıldan önce bu uygulamalar, yeraltı sularına genellikle
ciddi bir zarar vermemiştir. Kullanılan malzemelerin hacmi arttıkça, bilim adamları
yüzyıllar önce varolmayan binlerce kimyasal keşfettikçe, durum değişmeye
başlamıştır. Yeni maddelerin çoğu, çevrede daha uzun bir süre varolmakla kalmazlar,
aynı zamanda daha önce üretilen benzerlerine göre daha da zehirlidirler. Günümüzde
kullanılan tarım ilaçlarının çoğu, 1975 yılında satılanlardan 10 ilâ 100 kat daha
güçlüdür.
Dünyanın bir çok bölgesinde, 30-40 sene önceki uygulamaların yol açtığı çevre
kirliliğinin etkilerini, yeni yeni keşfediyoruz.
Weldon Spring'te olanlar, suyumuzun nerede kirleneceğini veya çevre kirleten
maddelerin ne zaman ortaya çıkacağını bilmediğimizi gösteriyor. Kimyasal bir
maddenin yüzeyden geçip, yeraltı sularına karışması genellikle aylar veya yıllar
sürdüğü için, halihazırda aküferlere verdiğimiz zarar, onyıllar sonra ortaya çıkabilir.
Dünyanın bir çok bölgesinde 30-40 sene önceki uygulamaların yol açtığı çevre
kirliliğinin etkilerini yeni yeni keşfediyoruz. Ortaya çıkarılan en ciddi çevre kirliliği
vakaları soğuk savaş dönemi, nükleer silah denemeleri ve silah yapımından
kaynaklanıyor . Çevreyi kirleten maddeler bir kere yeraltı sularına karıştıktan sonra,
bu maddelerden kolay kolay kurtulunamıyor. Aküferler genellikle topraktan daha az
çözülmüş oksijen, mineral, mikrop ve organik madde içerdiği için, kimyasal
maddelerin çözülmesi çok daha zor oluyor. ABD'deki Ogallala aküferi gibi devasa
aküferler çok büyük bir alana yayılıyorlar; örneğin Ogallala sekiz orta batı eyaletini
5
kaplıyor. Bu devasa jeolojik oluşumlar büyük miktarlarda su içeriyorlar; ancak bu
aküferlere erişim ve temizleme imkanı çok sınırlı.
Bu gizli kriz yavaş yavaş ortaya çıktı, sorunun boyutlarını anlamaya yeni yeni
başlıyoruz. Hidrologlar ve sağlık yetkilileri bile, dünyanın çeşitli bölgelerindeki su
kirliliğinin boyutları konusunda belli belirsiz bir fikre sahipler. Çok az ülke
aküferlerinin durumunu düzenli bir şekilde takip ediyor; aküferlerin boyutları ve
erişim zorlukları, aküferlerin sağlığını izlemeyi çok pahalı bir uğraş haline getiriyor.
Yine de elimizdeki verilerden yola çıkarak, sorundan etkilenen bölgelerin kabaca
haritasını çıkarmak ve bu bölgelerin karşı karşıya bulunduklarını sorunları anlamak
mümkün (Bakınız Tablo 2-2).
ABD Jeolojik Araştırma Kurumunda (USGS) çevre kimyageri olarak çalışan Jack
Barbash, gelecekte yeraltı sularına neler olacağını tahmin etmek ve alarm durumuna
geçmek için pahalı testleri beklemek zorunda olmadığımızı söylüyor. "Şangay veya
Kalküta'daki aküferlerde ne olduğunu bilmek istiyorsanız, yüzeyin üstünde ne
kullanıldığına bakmanız yeter" diyor. "Yirmi yıl boyunca bir alanda DDT
kullanıyorsanız, yeraltı sularında bulacağınız kimyasallardan biri DDT olacaktır"
diyerek konuşmasına devam ediyor. Atık üreten ve kimyasal maddelere dayanan
günümüz ekonomisinin gelecekte yol açacağı sonuçlar, bir kuşak boyunca tam olarak
ortaya çıkmayacak olsa da, Barbash ve diğer bilim adamları, halihazırda varolan
tüketim ve atık alışkanlıkları sürdüğü takdirde, sonuçların ne kadar ciddi olacağı
konusunda bir fikir edinmeye başlıyorlar.
Ağır Ağır İlerleyen Azot
Tarım alanlarına uygulanan kimyasal gübreler ve zirai ilaçlar, dünyanın bir çok
bölgesinde yeraltına sızmıştır. Çiftçiler, 1950'li yıllarda üretimi arttırmak için azot
bazlı gübre kullanımını yirmi kat çoğaltmışlardı. Oysa bitkiler, büyük dozlarda verilen
besleyici maddelerin tamamını kullanamazlar. Kuzey Çin'de 140.000 km2'lik bir
alanda yapılan araştırma, tarım alanlarında kullanılan azotun sadece yüzde 40'ının
kullanıldığını ortaya çıkarmıştır. ABD Ulusal Araştırma Konseyi (U.S. National
Research Council), ABD'de bitkilere uygulanan azotun üçte biri veya yarısının boşa
gittiğini tahmin etmektedir. Oksijen içeren (aerobik) ortamlarda azot, azot nitrata yani
bitkiler tarafından daha kolay kullanılan bir biçime dönüşmektedir. Kullanılmayan
nitratın büyük bir bölümü yağmur ve sulama suyuna karışmakta ve en sonunda da
toprağın altına sızarak, yeraltı sularına karışmaktadır .
6
Tablo 2-2 Yeraltı Su Havzalarını Tehdit Eden Ana Tehlikeler
Tehlike
Tehlike Kaynağı
Nitrat
Kimyasal gübre fazlası;
büyükbaş hayvan dışkısı;
lağımlar
Zirai ilaçlar
Tarım alanları; bahçeler,
golf sahaları, çöplük
sızıntıları
Petrokimya
ürünleri
Yeraltındaki
petrol
depolama tankları
Klorinli çözücüler
Metal ve plastiklerde
uygulanan
yağdan
arındırma
işlemleri;
elektronik
ve
uçak
sanayii
Doğada doğal haliyle
bulunur
Arsenik
Yüksek
Konstrasyonun Çevre
ve Sağlık Üzerindeki
Etkisi
Beyne ulaşan oksijen
miktarını
kısıtlar,
bebeklerde
ölüme
neden olabilir (mavi
bebek
sendromu),
sindirim sistemi ve
diğer kanserlere yol
açabilir;
yüzey
sularında
alg
oluşumlarına
ve
ötrofikasyona
yol
açabilir
Organoklorinler doğal
yaşamda üretim ve
endokrin
sistemi
bozuklarına
yol
açmaktadır,
organofosfat
ve
karbamatlar
sinir
sisteminde tahribat ve
kansere yol açabilir
Benzin
ve
diğer
petrokimyasallar düşük
dozlarda bile kansere
yol açabilir
Üreme bozuklukları ve
bazı
kanserlerle
bağlantılı
olduğu
düşünülmektedir.
Sinir
sistemi
ve
karaciğerde
tahribat;
cilt kanseri
Sinir
sistemi
ve
böbreklerde
tahribat,
metabolizma
bozuklukları
Bazı kanser türlerinin
riskini arttırması
Diğer ağır metaller
Maden atıkları ve posası;
çöplükler; zehirli atık
depoları
Radyoaktif
maddeler
Nükleer denemeler
tıbbi atıklar
Florit
Doğada
bulunur
olarak
Diş sorunları; omurga
ve kemiklerde tahribat
ve sakat kalma
Tuzlar
Deniz suyunun karışması
Sulama ve içme suyu
amacıyla tatlı suyun
kullanılamaz
hale
gelmesi
doğal
ve
7
Risk Altına Bulunan
Ana Bölgeler
ABD'nin Ortabatı ve
Orta Atlantik eyaletleri;
Kuzey
Çin
ovası,
Kuzey Hindistan, Doğu
Avrupa'nın
bazı
bölgeleri
ABD'nin bazı bölgeleri,
Çin, Hindistan
ABD, İngiltere, eski
Sovyetler
Birliği'nin
bazı bölgeleri
California,
Asya'nın
bölgeleri
Doğu
sanayi
Bangladeş,
Batı
Bengal,
Hindistan,
Nepal, Tayvan
ABD, Orta Amerika,
Doğu Avrupa
ABD'nin batısı, eski
Sovyetler
Birliği'nin
bazı bölgeleri
Kuzey Çin, kuzeybatı
Hindistan, Sri Lanka,
Tayland
ve
Doğu
Afrika'nın
bazı
bölümleri
Çin'in ve Hindistan'ın
sahil şeridi, Meksika ve
Florida'nın
Körfez
sahili,
Avustralya,
Tayland
Tarım arazilerinde kullanılan kimyasal gübre fazlasına, tarım hayvanlarından gelen
atıklar ve kentlerin lağımları eklenmektedir; organik atık ve lağımların nitrat içeriği
yüksektir. Çevreye karışan önemli bir besleyici madde kaynağı, büyük baş
hayvanların atıklarıdır. Atık hacmi, sorunun ciddi boyutlara ulaşmasına neden
olmaktadır. ABD'de çiftlik hayvanları, insanların 130 katı atık üretmekte, sonuç
olarak milyonlarca ton inek ve domuz dışkısı nehirlere, oradan da yeraltı sularına
karışmaktadır. Kent atık sistemlerindeki taşkınlar ve sızıntılar yüzünden oluşan
atıklara, kent bahçelerinden, golf sahalarından gelen gübre fazlası ve çöp sahalarından
sızan atıklar eklenmektedir.
Yeraltı sularındaki nitrat kirlenmesi, özellikle insan nüfusunun en yoğun ve tarımda
verimlilik talebinin yüksek olduğu yerlerde ciddi boyutlara ulaşmıştır. Kuzey
Çin illeri Beijing, Tianjin, Hebei ve Shandong'da incelenen yerlerin yarısından
çoğunda, yeraltı sularındaki nitrat konsantrasyonu litre başına 50 milligramdan (mg/lt)
yüksektir. Dünya Sağlık Örgütü'nün (WHO) standartlarına göre, sudaki nitrat düzeyi
en fazla 45 mg/litre olmalıdır. Bazı bölgelerde nitrat konsantrasyonu 300 mg/litreye
kadar yükselmiştir. Testler 1995 yılında yapıldığı ve arada geçen altı yıl içinde gübre
kullanımı arttığı için, nitrat düzeylerinin günümüzde daha da yüksek olması kuvvetle
muhtemeldir. Çin'in nüfusu (ve gıda talebi) arttıkça ve daha fazla tarım arazisi
kentleşme, sanayileşme, erozyon ve besleyici madde eksikliğine kurban verildikçe,
sudaki nitrat düzeyi daha da artabilir.
Diğer bölgelerden gelen raporlarda da benzer sonuçlar görülmektedir (Bakınız Tablo
2-3). Hindistan'ın ekmek sepeti olarak nitelenen ve yoğun bir biçimde azotlu gübre
kullanılan eyaletleri Pencap ve Haryana, 1990'ların başında incelenmiş ve bu
eyaletlerde nitrat düzeylerinin güvenlik sınırının 5 ilâ 15 katına çıktığı görülmüştür.
USGS, 1990'lı yılların ortasında, araştırma yapılan tarım ve kent alanlarının altındaki
yeraltı su havzalarında nitrat düzeylerinin, güvenli sınırların üstünde nitrat içerdiğini
bulmuştur. Nebraska gibi bazı eyaletlerde kuyuların üçte birindeki sular, güvenli
düzeylerden yüksek oranlarda nitrat içermektedir.
Aküferlerin kirlenme eğilimi üzerine çok fazla tarihsel veri yoktur; ancak yapılan bir
çok çalışma, gübre kullanımı ve nüfus arttıkça nitrat yoğunluğunun arttığını
göstermektedir. Örneğin California'nın Central Valley'sinde yeraltı sularındaki nitrat
düzeyi, gübre kullanımının altı katına çıktığı 1950-1980 yılları arasında, 2.5 kat
artmıştır. 1940'lı yıllardan bu yana Danimarka'daki yeraltı sularındaki nitrat düzeyi ise
üç katına çıkmıştır.
Nitrat içme suyuna karışınca ne olur? Nitrat, yüksek oranlarda, yani 45 mg/litrenin
üzerinde tüketildiğinde, bebeklerde "mavi bebek sendromu" olarak da bilinen
methemoglobinemia'ya yol açar. Gastrik asit seviyesi düşük olduğu için, bebeklerin
sindirim sistemi nitratı, nitrite dönüştürür ve nitrit de kanın oksijen taşıma kapasitesini
azaltır ve bebeğin, boğulma veya nefes alamama yüzünden ölmesine neden olur. 1945
yılından bu yana dünya çapında 3.000 "mavi bebek" vakası bildirilmiştir; bunların
yaklaşık yarısı, özel kuyularda oldukça yüksek nitrat düzeylerine rastlanan
Macaristan'dadır. Keçiler, koyunlar ve inekler gibi büyükbaş hayvanlar da bebekler
gibi methemoglobinemia'ya kolayca yakalanabilmektedirler; bunun nedeni, geviş
getiren hayvanların sindirim sistemlerinin nitratı hızla nitrite dönüştürmesidir. Nitratın
kadınlarda düşüğe ve Hodgkins-dışı lenf kanseri riskinin artmasına yol açtığına ilişkin
bulgular da mevcuttur. Sindirim yolu kanserlerine yol açtıkları da iddia edilmektedir;
8
ancak nitrat ve bu tür kanserler arasındaki epidemiyolojik bağlantı hâlâ
kesinleştirilememiştir.
Tarım alanlarında, yeraltı sularında nitrat kirlenmesi, ikilem yaratacak sonuçlar
doğurabilir. Nitrat yüklü su, tarım alanlarını sulamak için kullanıldığında üretimin
artması yerine azalmasına neden olabilir. Örneğin Libya'da, 50 mg/litreden fazla nitrat
içeren suyla sulanan asma kütükleri, aşağı yukarı hiç meyve vermemiştir. Çok fazla
nitrat, bitkilerin bağışıklık sistemini de zayıflatabilir ve onları, hastalıklara ve zirai
zararlılara karşı daha dayanıksız ve savunmasız hale getirebilir. Aşırı gübre kullanımı
buğday bitkisinin bir tür mantar hastalığı olan buğday pasına karşı daha dayanıksız
hale gelmesine yol açmaktadır; ağaçlar ise çok daha kolayca tutuşabilmektedir. Nitrat
düzeyinin 30 mg/litrenin altında olması ve kimi zaman 5 mg/lt kadar düşük olduğu
durumlarda ise, bitkiler daha geç olgunlaşmakta, kimi zaman bitki kökleri zarar
görmekte, dalları ve kolları zayıfladığı için bitki kendi ağırlığını taşımakta
zorlanmaktadır. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), sulama suyunda
çok fazla azot bulunmasının genellikle, çok fazla gübre kullanımıyla aynı etkiyi
yarattığını bildirmektedir.
Tablo 2-3 Seçilmiş Bölgelerde Yeraltı Sularındaki Yüksek Nitrat Düzeyleri,
1990'lı Yıllar
Bölge
Nitrat Düzeyi
Kaynak
Kuzey Çin
Araştırma
yapılan
yerlerin
yarısından
fazlasında
50
mg/lt'nin üstünde
Araştırma yapılan kuyuların
yarısından
fazlasında
50
mg/lt'nin üstünde
Tarım arazisinden gelen sular
Muz plantasyonlarının altındaki
kuyularda 70 ilâ 265 mg/lt arasında
değişiyor
Küçük kasabaların yakınındaki
kuyularda 50 ilâ 500 mg/lt arasında
değişiyor
Araştırma yapılan yeraltı sularının
yüzde 35'inden fazlasında 50
mg/lt'nin üstünde
Araştırma yapılan 142 noktada 50
mg/lt'nin üstünde
Araştırma
yapılan
yerlerin
yarısından fazlasında sığ yeraltı
sularında 45 mg/lt'nin üstünde
Araştırma yapılan örneklerin yüzde
35'inde 45 mg/lt'nin üstünde
Muz plantasyonlarında aşırı azotlu
gübre kullanımı
Yogyakarta, Endonezya
Kanarya Adaları
Orta Nijerya
Romanya
Doğu Anglia, İngiltere
Yukatan
Meksika
Yarımadası,
Nebraska ve Kansas, ABD
Lağım tankları
İnsan ve hayvan dışkıları
Arıtma işlemine tabii tutulmayan
lağımlar
Tarım arazilerinden sızan gübreler
Evcil hayvan ve insan gübresi;
tarımsal atıklar
Tarım arazilerinden gelen sular
Verilere göre bulunan değerler, WHO'nun belirlediği sağlıklı içme suyu oranı olan litre başına 45
mg/lt değerinin üstündedir.
Yeraltı suyundaki nitrat, yüzey ekosistemlerine de zarar vermektedir. ABD'nin Orta
Atlantik eyaletlerindeki Chesapeake Körfezi örneğini ele alalım. Bir zamanlar gelişen
bir ekosistem ve verimli bir balık yatağı olan körfez, halihazırda besleyici madde
fazlasının doğurduğu sonuçlardan muzdariptir. Her gün aşırı miktarda azot ve fosfat,
bölgedeki tavuk çiftliklerinden, tarım alanlarından, lağım şebekelerinden sızarak,
körfezin sularına karışmaktadır; bu suların içerdiği besleyici maddeler alg
9
oluşumlarının gelişmesini teşvik etmiş ve körfezin yüzeyi alglarla kaplanmıştır. Bu
devasa alg oluşumları, kuşların gıdası, balıklar ve kabuklu deniz canlılarının evi olan
deniz otları için gerekli olan güneş ışığının yolunu keserek, yavaş yavaş ekosistemi
öldürmektedir. Alglar ölüp, çözülmeye başladıklarında da sudaki oksijeni emmekte ve
diğer deniz canlılarının ölümüne neden olmaktadırlar.
Nitratın kadınlarda düşüğe ve Hodgkins-dışı lenf kanseri riskinin yol açtığına
ilişkin bulgular da mevcuttur.
Körfezin içinde bulunduğu acıklı durum, bölgede yaşayan bir çok insanın endişe
duymasına yol açmıştır; ancak bu kişilerin büyük bir bölümü, ekosistemin çöküşünde
yeraltı sularının oynadığı rolden haberdar değildir. Körfeze dökülen besleyici
maddelerin yaklaşık yarısı, doğrudan aküferler veya bölgenin nehirleri aracılığıyla
körfeze taşınmaktadır. Yeraltı suları, her gün Chesapeake Körfezi'ne dökülen nehir ve
derelerin suyunun, yani 190 milyar litre suyun yarıdan fazlasını temin etmektedir.
Yeraltı sularına erişen kimyasal miktarını belirleyen birden çok faktör vardır; toprakta
kullanılan kimyasal miktarı, bölgenin jeolojik yapısı, iklim, tarım uygulamaları,
kimyasalın özellikleri, örneğin su içinde ne kadar hareketli veya çözünebilir olduğu
gibi. Aküferler bir çok bölgede parçalı bir yapıya sahiptir; kaba-yapılı ve kolayca su
geçiren toprakların altındaki aküferler kirlenmeden daha çok etkilenmektedir. Aynı
sorun, güneydoğu Washington'un patates ve mısır tarlalarının altında bulunan bazalt,
kum ve çakıl aküferler için de söz konusudur. Bu arazilerde yoğun bir şekilde
sulamalı tarım uygulanmakta, dolayısıyla yerin altındaki su havzalarına, su ve
kimyasalların akış hızı artmaktadır. Bazı yeraltı su havzaları kirlenmeye karşı daha
korunaklı olabilirler. ABD'nin ortabatısında kimi yerlerde görülen ve suyu oldukça
zor geçiren kil tabakası, su ve kimyasalların yeraltına sızmasını önlemektedir. Drenaj
kötü olduğu için, bölgedeki çiftçiler su fazlasından kurtulmak için kiremit oluklar inşa
etmişlerdir. Sonuçta, tarımda kullanılan kimyasallar topraktan süzülmeden göllere ve
nehirlere akmaktadır; bölgenin yüzey sularında ülkenin en yüksek nitrat oranlarına
rastlanmasının nedeni de budur.
Tarım alanlarının ormanlar ve koruluklara bitişik olduğu bölgelerde ise, yeraltı
sularındaki nitrat düzeyleri önemli ölçüde düşmektedir. Bunun nedeni, ormanlık
alanların, azotun nitrata dönüşmesini önleyen koşullar yaratmasıdır. Bitki örtüsü de
filtre görevi görebilir, yeraltı sularına karışmadan önce yüzey sularındaki besleyici
maddelerin bir kısmını emebilir. Besleyici maddelerle dolu olan Chesapeake
Körfezi’nin su havzasında, tarım alanları ile ormanlık bölgelerin içiçe geçtiği
bölgelerde yeraltı sularındaki nitrat düzeyleri, diğer bölgelerden çok daha düşüktür.
Öte yandan, bolca gübrelenen açık tarım arazilerinin altındaki yeraltı sularında nitrat
düzeyinin yüksek çıkma ihtimali çok daha fazladır.
Musluk Suyunda Zirai İlaçlar
Zirai ilaçların amacı öldürmektir. 1940'lı yıllarda ilk sentetik tarım ilacının
kullanılmaya başlamasından ancak seneler sonra, bu kimyasalların insanlar da dahil
olmak üzere zarar vermesi planlanmayan canlıları da öldürdüğü anlaşılmıştır. Zirai
ilaçların sağlık açısından tehlikelerinin kabul edilmeye başladığı 1960'lı yıllarda bile,
tehlikenin, kimyasalların bitkiler ve hayvanlar için kullanılmasından kaynaklandığı
düşünülüyordu, yeraltı sularına sızmasından değil. Zirai ilaçların çok küçük bir
10
bölümünün üst toprak tabakalarına erişeceği, kimyasallar toprak tabakasına erişse bile
daha derine inmeden parçalanacağı düşünülüyordu. Sonuçta toprağın, içinden geçen
suyu arıtan, doğal bir arıtıcı olduğu biliniyordu.Bakteri veya küf türü doğal çevre
kirleticiler gibi endüstriyel veya tarımsal kimyasalların da, su topraktan geçerken
süzüleceği ve arıtılacağına inanılıyordu.
Son 35 yılda güvenliğimiz konusunda yaptığımız bu varsayımın doğru olmadığını
gördük. ABD, Batı Avrupa ve Güney Asya'da aşırı zirai ilaç kullanımı yüzünden
yeraltı sularının kirlendiğini gösteren örnekler ortaya çıktı. Örneğin ABD'de 1990'lı
yılların ortalarında örnek alınan kırsal bölgedeki kuyuların yaklaşık yüzde 60'ında,
zirai ilaçlarda kullanılan kimyasal bileşikler bulundu. Tarımsal ilaçlar kent
bahçelerinde ve golf sahalarında, istenmeyen bitkiler, ayrık otlarından kurtulmak,
sivrisinek ve hastalık taşıyan böcekleri öldürmek amacıyla kullanıldığı için, kentlerin
ve banliyölerin altındaki aküferler de zirai ilaçlarla doludur.
Artık zirai ilaçların sadece aküferlere sızmakla kalmayıp, kimyasalın kullanımına son
verilmiş olsa bile, yeraltı sularında kaldığını biliyoruz. Örneğin organoklorinden
yapılan tarım ilacı DDT, otuz sene önce yasaklanmasına karşın hâlâ ABD'deki yeraltı
sularında mevcuttur. 1977 yılında yasaklanmadan önce meyve bahçelerinde ve
bağlarda yoğun bir şekilde kullanılan ve toprak mantarını önleyen DBCP'ya
(dibromokloropropan) California'daki San Joaquin vadisindeki su kaynaklarında hâlâ
rastlanmaktadır. 1971-1988 yılları arasında USGS'nin örnek aldığı 4.507 kuyunun en
az üçte birinde, içme suyu standartlarına göre izin verilen maksimum dozun en az 10
katı düzeyinde DBCP'ye rastlanmıştır. Atlanta civarında termitleri kontrol etmek için
kullanılan ve 1987 yılında yasaklanan bir organoklorin olan diedrin, 1990'lı yılların
ortalarında yapılan testlerde kentteki su kuyularında bulunmuştur.
Organoklorinlerin hâlâ yaygın bir biçimde kullanıldığı bölgelerde risk artmaya devam
etmektedir. Merkezi Çevre Kirliliği Kontrol Heyeti, Doğu Hint eyaletleri Batı Bengal
ve Bihar'da yarım yüzyıl boyunca kullanıldıktan sonra, yeraltı sularında DDT
miktarlarının 4.500 mg/lt kadar yüksek oranlarda çıktığını bulmuştur; bu oran kabul
edilebilir miktardan binlerce kat daha yüksektir. Organoklorinler, vücuttaki doku ve
yağlarda biriktiği ve besin zincirinde bir üst aşamaya geçildiğinde yoğunluk arttığı
için özellikle tehlikelidirler.
Son yıllarda, kimya şirketleri çok daha zehirli, ama çok daha kısa ömürlü olduğu için
ekolojik açıdan daha az zararlı kabul edilen yüzlerce bileşik geliştirmiştir. Zirai
ilaçların sürekliliği, kimyasalın yarı ömrüne, yani kimyasalın yarı kütlesinin toprakta
ne sürede çözüldüğüne bakarak hesaplanır. Bilim adamları, zirai ilaçların yeraltı
sularında toprakta olduğundan çok daha uzun süre kalabildiğini öğrendiler. Örneğin
zararlı bitkilere karşı kullanılan bir tarım ilacı olan alachor’un topraktaki yarım ömrü
20 gün, yeraltı suyundaki yarı ömrü ise yaklaşık 4 yıldır.
Organoklorinlerin yerini alan zirai ilaçların büyük bir kısmının, insanlar ve doğal
hayat için çok zehirli oldukları bilinmektedir. Örneğin böcek öldürücü ilaçlarda
kullanılan organofosfat ve karbamat, nöro-toksin, yani sinir sistemine zarar veren
zehirlerdir. Alachor, atrazine ve triazine de dahil olmak üzere yeraltı sularında
görülen böcek öldürücülerin çoğunun, vücudunun üreme sistemini bozduğu veya
kesintiye uğrattığına inanılmaktadır. Zirai ilaçların çoğunun kansere yol açtığı,
11
bağışıklık sistemini baskıladığı veya çocuklarda gelişim sürecini sekteye uğrattığı
bilinmektedir.
Tarım arazilerinin çoğunda değişik zararlılar, ayrık otları ve hastalığa yol açan
organizmaları öldürmek için farklı toksinler kullanıldığı için, genellikle zirai ilaçlar
değişik kimyasal bileşiklerinden oluşur. USGS, ABD'de araştırma yapılan arazilerin
dörtte birinde, yeraltı sularında bir veya birden fazla zirai ilaç bulunduğunu bulmuştur
(Bakınız Tablo 2-4). Washington ve Idaho eyaletlerinin altında yer alan orta
Columbia Platosu aküferinde, su örneklerinin üçte ikisinde birden çok zirai ilaç izi
bulunmuştur. Yeraltı suyunda zirai ilaca rastlanmadığı durumlarda da, tarımsal ilaç
çözüldüğünde ortaya çıkan elemanlara veya bu kimyasalların bozulmuş türlerine
rastlanmaktadır. USGS'de çalışan araştırmacılar yeraltı sularını incelediklerinde,
zararlı bitkilere karşı kullanılan ilaçların elemanlarına, orijinal bileşikten daha sık
rastladılar. Örneğin Iowa'da test edilen kuyuların sadece yüzde 1'inde 0.2
mikrogram/litrenin üstünde alachor bulunmasına karşın, kuyuların yarısından
fazlasında ilacın elemanları mevcuttu. Bu bileşikler orijinal zirai ilaç kadar, çoğu
zaman da ondan daha sürekli ve zehirli olabilirler.
1990'lı yılların ortalarında ABD'de yapılan bir araştırmaya göre kırsal bölgede
örnek alınan kuyu sularının yüzde 60'ında zirai ilaçlar mevcuttu.
Bilim adamları bu kimyasallar bir araya geldikleri zaman ne olacağından emin
değiller. Kullanılan yüzlerce zirai ilaç için su kalitesi standartları yok. ABD Çevre
Koruma Kurumu (EPA) bu bileşiklerin sadece 33 tanesi için içme suyu kalitesi
standartları geliştirmiş durumda. Yeraltı sularına sızmakta olan sonsuz sayıda toksik
bileşen için geliştirilmiş bir standart ise yok. Bu kimyasalların bir araya gelmesi
sonucunda, etkisi artan veya sinerjik sürprizler yaşayacağımıza ilişkin işaretler de
mevcut. Wisconsin Üniversitesi'nden araştırmacılar yeraltı sularında, ABD tarım
arazilerinin altında sıkça bulunan bir bileşim olan aldicarb, atrazin ve azot
bileşiklerinin etkisini araştırdıklarında, "yeraltı sularında çevre kirletici maddelerin
tek başına bulunduğu durumlara kıyasla, bileşiklerin bir arada bulunması durumunda
çok daha fazla biyolojik tepki oluştuğunu" buldular. Örneğin teker teker kimyasallara
verilmeyen, ama bileşiklere verilen bir tepki, tiroid hormonu salgılarındaki
oynamalardır. Bir başka araştırma, böcek ilacı spreyi kullananların çocuklarında
böcek ilaçları bileşimlerinin fetüste anormalliğe rastlama ihtimalini yükselttiğini
ortaya çıkartmıştır.
Her ne kadar bu kimyasallar daha çok içme sularını etkiliyor olsa da, zirai ilaçlarla
yüklü yeraltı sularının yüzeye pompalanıp, tekrar sulama amacıyla kullanılması
sonucunda neler olabileceği sorusu da endişe yaratmaktadır. Sonuçlardan birinin ürün
miktarının azalması olacağı açıktır. 1990 yılında, Senato Teknolojik Değerlendirme
Bürosu, sığ yeraltı sularında bulunan zirai ilaçların ürünlerin köklerini "budadığını"
ve bitkinin büyüme hızını yavaşlattığını bildirmiştir.
Zirai ilaçlar konusunda yapılan araştırmaların büyük bir bölümünün ılıman bölgelerde
yapılmış olmasına karşın, bu kimyasallar tropik bölgelerde yer alan yeraltı suları için
de ciddi bir tehlike oluşturmaktadır. Araştırmacılar Barbados'daki şeker kamışı
plantasyonlarının altında o kadar yaygın bir atrazine kirlenmesi saptamışlardır ki,
kimyasalın adanın mercan kireçtaşı aküferlerinde "adeta her yerde" olduğu sonucunu
12
Tablo 2-4 ABD'de Yeraltı Sularında Kirlenme, Seçilmiş Bazı Kimyasallar,
1990'lar
Kimyasal
Grubu
Nitrat
Zararlılara
kullanılan
İlaçlar
Uçucu
2
Bileşikler
Madde
Karşı
Zirai
Organik
Tek Bir Kimyasal İçin
Güvenli İçme Suyu
Standartlarının
Üstünde
Olan
Yerlerin Sayısı
Yeraltı Sularının Test
Edilen
Kimyasal
Maddelerin En Az
Birini İçeren Yüzdesi
Yeraltı Suyunda Bir
Gruptan Bir veya
Daha Çok Kimyasal
(%)
71
50
uygulanamaz
25
15
İstatistiki
önemsiz
473
29
6
1
açıdan
1
Genellikle nitratlara, zirai ilaç kalıntılarına rastlanan aküferlerde de rastlanmaktadır.
UOB'lerin küçük bir bölümü zararlılara karşı zirai ilaç olarak da kullanılmaktadır.
3
Örnekler sadece kentlerden alınmıştır.
2
çıkarmışlardır. Barbados'ta yaşayan insanlar su gereksinimlerinin aşağı yukarı hepsini
bu aküferden temin etmektedirler. Toprağın kumlu ve geçirgen olduğu Sri Lanka'nın
kuzey batı sahilinde sebze bahçelerinin altındaki yeraltı sularında da yüksek
karbofuran ve karbofenol düzeyleri saptanmıştır. Karbofuran toprağı ilaçlamak için
kullanılan bir zirai ilaç, karbofenol ise bu kimyasalın daha uzun süre doğada kalan
elemanlarından biridir.
Her Yere Yayılan Uçucu Organik Bileşikler
California'daki San Jose kenti, dünyanın yüksek teknoloji başkentidir. Arabayla kente
girdiğinizde, bilgisayar endüstrisinin bal dök yala titizliğinin altında ne gibi pisliklerin
gizli olduğunu hayal etmekte zorlanabilirsiniz. Silikon Vadisi, ABD'de kendisiyle
aynı boyutlara sahip bir alana göre çok daha fazla sayıda Superfon temizleme sahası
içermektedir. Vadideki çevre kirliğinin göstergesi ise duman saçan fabrika bacaları
değil, çevre kirliliğine maruz kalmış olan aküferlerdir. Kirliliğin kaynağı mı?
Elektronik firmalarının atıklarını, kullandığı kimyasalları ve klor içeren çözücüleri
depolayan ve sızdıran binlerce yeraltı tankı. Sanayileşmiş ülkelerde çöplüklerde dolgu
malzemesi olarak kullanılamayacak kadar zehirli atıklar, düzenli bir şekilde yeraltı
tanklarına gömülmektedir. Tanklar eskidikçe de, kaçınılmaz olarak sızıntı
başlamaktadır. Şubat 2000 tarihi itibariyle, ABD'deki yeraltı tanklarından 386.000
sızıntı olduğu teyit edilmişti. Silikon Vadisi’nde yerel yeraltı su havzası yetkilileri,
teftiş ettikleri tankların yüzde 85'inde çatlak olduğunu saptamıştır.
ABD'de her hangi bir benzin istasyonuna girdiğinizde büyük bir olasılıkla, yeraltı
suları açısından ikinci yaygın tehlikenin üzerinde park etmiş olursunuz, petrolün
depolandığı yeraltı tankları. Kimyasal çözücüleri depolayan tanklar gibi, bu tankların
çoğu, yerlerine bundan yirmi-otuz yıl önce yerleştirilmiştir. Beklenen ömürlerinin
üzerinde bir süre boyunca oldukları gibi bırakılan bu tankların çoğu iyice paslanmış
ve içindeki kimyasalların düzenli bir şekilde yeraltına sızmasına olanak verir hale
gelmişlerdir. ABD Çevre Koruma Kurumu (EPA) ABD'de 100.000 tankın sızıntı
yaptığını tahmin etmektedir. 1993 yılında petrol devi Shell, İngiltere'deki 1.100
13
benzin istasyonunun üçte birinin su ve toprak kirliliğine neden olduğunu bildirmiştir.
Tanklar yeraltında olduğu için, bu tankları tamir etmek veya çıkartmak çok pahalıya
mal olmaktadır. Bazı durumlarda sızıntı yıllarca devam etmektedir. Petrol ve petrol ile
bağlantılı kimyasalların, yani benzin, toulene, ve karbon monoksit emisyonlarını
azaltmak için benzine eklenen bir oksijen karışımı olan MTBE gibi katkı maddeleri,
ABD'deki yeraltı sularında en sık rastlanan çevre kirletici maddelerdir.
Hem petrokimyasallar hem de klorlu çözücüler uçucu organik bileşikler (UOB) olarak
bilinen sentetik kimyasallardır; bu kimyasallar, kimyasal ve fiziksel özellikleri
nedeniyle hava ve su arasında serbestçe hareket edebilmektedir. Kentler ve sanayi
bölgelerin altındaki su havzalarında sık sık uçucu organik bileşiklere (UOB)
rastlanmaktadır. 1985-95 yılları arasında, kentlerin yakınındaki kuyulardan alınan
örneklerin yaklaşık yarısında UOB görülmüştür. Bu bölgelerde yaşayan 35 ilâ 50
milyon insanın kullandığı içme suyunda, bu kimyasallar değişik oranlarda mevcuttur.
Kimyasal çözücüler bir çok açıdan, yeraltı suyunu kirletmek için mükemmel
adaylardır. İdeal aday olmalarının nedeni, üretimlerinin ve kullanımlarının yaygın
olmasıdır. 1935 yılında 150.000 tondan az olan sentetik organik bileşik üretimi, 1995
yılında 150 milyon tona çıkmıştır; artık bu bileşiklere boyalarda, yapıştırıcı
maddelerde, gazda, plastikte ve günlük hayatta kullandığımız yüzlerce üründe
rastlanmaktadır. Bu bileşikler elektronik, uçak ve uzay sanayinde temizlik ve yağdan
arındırma işlemleri için kullanılmaktadır. Fotoğraf basımı ve kuru temizleme işlemleri
yapan küçük işletmeler de bu bileşikleri kullanmaktadır.
Çevre kirliliğinin ikinci nedeni, klorlu çözücülerin kimyasal ve fiziksel özellikleridir.
Bu bileşikler toprağa yapışmamaktadır; bunun anlamı yeraltına doğru yolculuğunda,
toprağın kimyasalı aşağı yukarı hiç emmediğidir. Çözücülerin çoğu sudan daha yoğun
olduğu için, aküferin dibine batacaktır. Çözülmedikleri için de orada uzun bir süre
boyunca kalacak, yavaşça çözülecek ve Weldon Spring örneğinde olduğu gibi
aküferin diğer bölümlerine sızacaktır.
UOB küçük dozlarda tüketildiğinde bile insan ve hayvan sağlığı açısından ciddi bir
tehlike oluşturmaktadır. Benzin gibi petrokimyasallar çok düşük düzeylerde olsalar
bile kansere yol açabilmektedirler. Klorlu çözücülere maruz kalan kadınların, düşük
yapma olasılıkları iki ilâ dört kat artmaktadır. Bu bileşiklerin böbrek ve karaciğer
tahribatı ve çocuklukta görülen kanser türleriyle ilişkili olduğu bilinmektedir. 1970'lı
yıllarda Massachusetts'in Woburn kasabasında yaşananlar buna örnektir. Woburn
kasabasında görülen çocuk lösemisi vakalarının, kentin kuyu sularında görülen klorlu
çözücü, yani yüksek perkloroetilen (PERC) ve trikloretilen düzeyleriyle bağlantılı
olduğu belirlenmiştir.
Çevre kirliliğinin, insanların atıklardan kurtulmayı öğrendikleri yerlerde daha yoğun
olması ise ironik bir durumdur. Atıkları kokusu duyulmayacak ve görülmeyecek bir
yere koymak alışkanlığı o kadar başarılı olmuştur ki, dünyanın hiç bir şeyin yok
olmayacağı kapalı bir ekolojik sistem olduğu gerçeğini unutmak kolaylaşmıştır. Çöp
ve diğer atıkları gizlemek için kullanılan teknikler, yani çöp sahaları ve lağımlar,
yeraltı sularındaki kimyasal kirlenmenin temel araçlarından biri haline gelmiştir.
ABD'de işletmeler lağım şebekesine her sene yaklaşık 2 milyon kilogram kimyasal
dökmektedir, bu kimyasallar 1.3 milyon kişinin içme suyunu kirletmektedir.
14
Gelişmekte olan dünyanın bir çok bölgesinde fabrikalar hâlâ sıvı atıklarını toprağa
dökmekte ve atıkların gözden kaybolmasını beklemektedir.
İçme suyundaki arsenik 20-75 milyon Bangladeşli’nin yani ülke nüfusunun
yarısından çoğunun sağlığını tehdit edebilecek hale gelmiştir.
Bu bileşiklerin "uçuculuğu", onlardan kurtulmanın kolay olduğu yönünde kısmen
aldatıcı bir izlenim gelişmesine yol açmıştır. Woburn'da olduğu gibi toprağa
döküldüklerinde tamamen kaybolmakta, buharlaşıp atmosfere karıştıkları hissini
vermektedirler. Ancak bileşiklerin bir kısmı yeraltına sızmakta ve yeraltı sularına
karışmaktadır. Korunan çöp sahalarında bile, uçucu organik bileşikler önemli bir
yeraltı su kirliliği kaynağı olabilmektedir. Örneğin EPA, Maine'deki çöp sahalarının
dörtte birinin, yeraltı sularını kirlettiğini gözlemlemiştir.
Kimi zaman da atıklar doğrudan aküferlere yöneltilmektedir. ABD'deki en tehlikeli
sıvı atıkların yüzde 60'ı, yani 34 milyar litre çözücü, ağır metal ve radyoaktif madde,
ülke sathında açılan binlerce "delme kuyu" aracılığıyla derin yeraltı sularına
akıtılmaktadır. Zehirli sıvıların en derin içme suyu kaynağından daha derine
gömülmesinin şart koşulmasına karşın, bu atıklar Florida, Teksas, Ohio ve
Oklahoma'nın bazı bölümlerinde su talebini karşılamak için kullanılan aküferlere
sızmıştır. Hindistan'da endüstrileşmiş beş eyalette (Gujarat, Haryana, Pencap, Andra
Pradeş ve Karnataka) yapılan bir araştırma, bir çok fabrikanın atıklarını yasa dışı bir
şekilde sulama ve içme suyu temin etmek için kullanılan kuyulara zerkettiğini ortaya
çıkarmıştır.
Tarım ilaçları gibi, UOB'ler de genellikle bileşikler halinde bulunmaktadır. ABD'de
kent yakınlarında örnek alınan kuyuların yüzde 29'unda birden fazla UOB
bulunmuştur; yeraltı sularında toplam 46 UOB bileşiği saptanmıştır. Araştırmayı
yöneten ekibin başı olan bilim adamı Paul Squillace, "sağlık kriterlerinin çoğu tek bir
kirletici maddeye maruz kalmaya dayandığı için, bu bileşiklere maruz kalmanın
sonuçlarını bilmiyoruz" demektedir.
Diğer sanayileşmiş ülkelerin yeraltı sularında da UOB'lere rastlanmıştır. Hollanda'da
yapılan bir araştırmada, içme suyu olarak kullanılan yeraltı sularının yüzde 28'inde
kuru temizlemede yaygın olarak kullanılan bir kimyasal olan PERC'in l0 mg/lt
düzeyinin üstünde bulunduğu ortaya çıkmıştır. 1985 yılında yapılan bir araştırmada,
İngiltere'de içme suyu için kullanılan yeraltı sularının yarıdan fazlasında klorlu
çözücüler bulunmuştur. Japonya'nın 15 kentinde yapılan bir araştırmada yeraltı su
depolarının yüzde 30'unun değişik oranlarda klorlu çözücü içerdiği görülmüştür;
ancak su kaynaklarının sadece yüzde 3'ünde belirlenen sınırların üstünde kimyasal
madde bulunmuştur. Kirlenmenin kaynağı elektronik şirketlerinin sızıntı yapan atık
depolarıdır. Doğu Asya'da hızla sanayileşen ülkelerden çok az veri elde edilmiştir;
ama bu bölgede UOB kullanımı hızla artmaktadır. 1999-2003 yılları arasında Asya Pasifik bölgesinde (Japonya hariç) üretim sürecinde klorlu çözücülerin kullanıldığı
yarı-iletken çip üretiminin üç katına çıkması beklenmektedir.
En büyük şok, son yirmi-otuz yılda kimyasal kullanımı ve atık miktarının tırmandığı
yerlerde yaşanacaktır; ama bu bölgelerde yeraltı sularını korumak için en temel
önlemler bile alınmamıştır. Örneğin Hindistan'da Merkezi Çevre Kirliliği Kontrol
Kurulu 22 ana sanayi bölgesini incelemiş ve her bölgede yeraltı sularının içilemez
15
durumda olduğunu bulmuştur. Bu bulgular konusunda görüşü sorulduğunda Kurul
Başkanı D.K. Biswas, "sonuçlar korkutucu, ama gelecekte daha büyük şokların bizi
beklediğine inanıyorum" yorumunu yapmıştır.
Doğal Kirleticilerden Gelen Tehdit
1990'lı yılların başında, Hindistan'ın Bangladeş sınırındaki batı Bengal'de yaşayan
köylüler, derilerinde bir türlü iyileşmeyen yaralardan şikayet etmeye başladılar.
Kalküta'nın Jadavpur Üniversitesi'nden bir araştırmacı, Dipanker Chakraborti,
derideki lezyonların, kronik arsenik zehirlenmesinin belirtisi olduğunu hemen farketti.
Daha ileriki aşamalarında hastalık kangrene, deri kanserine, iç organlarda ölümcül
tahribata ve son olarak da ölüme yol açabiliyordu. Teşhisi izleyen aylarda
Chakraborti, Bangladeş'te de benzer belirtiler gösteren hastaların hastanelere akın
ettiğini öğrendi. 1995 yılında bölgenin daha önce görülmemiş boyutlarda bir krizin
eşiğinde olduğu ortaya çıkmıştı; zehirli suların kaynağı Bangladeş nüfusunun yüzde
95'inin içme suyunu temin ettiği sığ kuyulardı.
Uzmanlar bugün, içme suyunda bulunan arseniğin, ülke nüfusunun yarısından
fazlasını oluşturan 20-75 milyon Bangladeşlinin sağlığını tehdit ettiğini tahmin
ediyorlar. Hindistan'da batı Bengal'de yaşayan 6 ilâ 30 milyon insan da tehlike
altında. Bölgede halihazırda 1 milyon kuyu, ağır metallerle kirlenmiş olabilir; kirlilik
düzeyleri ise Dünya Sağlık Örgütü'nün (WHO) tavsiye ettiği standart olan 0.01
mg/litrenin 5 ilâ 100 katına ulaşıyor. Bangladeş'teki yerel yetkililer, arsenik
zehirlenmesinin en az 7,000 kişinin ölümüne sebep olduğunu söylüyorlar. Dünya
Sağlık Örgütü (WHO) bir kaç sene içinde güney Bangladeş'te gerçekleşecek 10
ölümden birinin, arseniğe bağlı kanserlerden kaynaklanacağını tahmin ediyorlar.
Peki arsenik yeraltı sularına nasıl karıştı? 1970'li yılların başına kadar Bangladeş'te,
içme suyunun büyük bir kısmı göller ve nehirlerden temin ediliyordu. Suyla yayılan
hastalıkların getirdiği risklerden endişe duyan uluslararası yardım kuruluşları, nehir
yerine yeraltı sularını kullanmayı hedefleyen bir kuyu açma programı başlattılar. Ganj
Nehri’nin aküferlerinin, doğal arsenik açısından zengin olduğundan bihaber olan
yardım kuruluşları, sığ kuyuları kazmadan önce toprağı test etmediler. Bilim adamları
hâlâ hangi kimyasal reaksiyon sonucunda arseniğin bağlı bulunduğu mineral
matriksten salındığını tartışıyorlar. Ne yazık ki, kronik arsenik zehirlenmesinin etkisi
15 yıl gibi uzun bir sürede ortaya çıktığı için, iyice vahim bir hale gelene kadar bu
salgının farkında varılmadı.
Tuz da genellikle insan faaliyetleri sonucunda yeraltı sularına karışan doğal çevre
kirleticilerinden biridir. Normal şartlar altında, kıyı bölgelerindeki aküferlerin suyu
denize boşalır. Ama aküferlerden çok fazla su pompalandığında, süreç tersine döner;
deniz suyu içeri girer ve yeraltı sularına karışır. Yüksek tuz oranı yüzünden, yüzde 2
deniz suyu karışması bile tatlı suyu, içmek ve sulamak için kullanılamaz hale
getirebilir. Bir kere tuzlu hale geldikten sonra, tatlı su aküferi çok uzun süre kirlenmiş
durumda kalabilir. Tuzdan arındırma işlemi çok pahalı olduğu için tuzlanan aküferler
genellikle terkedilir. Tayland'ın Bangkok kentinde, Hindistan'ın Gujarat eyaletinde ve
Madras kentinde yaşanan tam olarak bu durumdur.
Aşırı kullanım yüzünden yeraltı su seviyesinin 50 ilâ 80 metre düştüğü Manila
kentinde, deniz suyu kentin altında uzanan Guadalupe aküferinin 5 km içine girmiştir.
16
Aynı şekilde Jakarta'nın altında, ABD'de Florida eyaletinin bazı bölgelerinde, Çin'de
ve Türkiye kıyılarının bazı yerlerinde deniz suyu, tatlı su aküferlerine kilometrelerce
girmiştir. Su ihtiyaçlarını karşılamak için aküferlere bağımlı olan Kıbrıs ve Maldiv
gibi adalarda da deniz suyunun tatlı suya karışması ciddi bir sorun oluşturmaktadır.
Asya'nın kimi bölgelerinde milyonların sağlığını tehdit eden doğal çevre
kirleticilerden biri de florittir. Kuzeybatı Hindistan'ın kurak bölgelerinde, kuzey
Çin'in, Tayland'ın bazı bölgelerinde, Sri Lanka'daki bazı aküferler zengin florit
yataklarıdır. Florit, kemik ve diş sağlığı için gerekli bir maddedir, ama aşırı miktarda
tüketildiğinde sırt ve boyun sakatlanmalarına ve bir dizi diş problemine yol açabilir.
WHO, Kuzey Çin'deki 70 milyon kişi ve kuzeybatı Hindistan'daki 30 milyon kişinin
içme suyunda aşırı miktarda florit bulunduğunu tahmin etmektedir.
Yol Değiştirmek
Ayrıntıları ile tanımladığımız aküfer kirliliği örnekleri, birbirinden bağımsız vakalar
gibi görülebilir. Kuzey Çin'deki kuyularda nitrat sorunları, İngiltere'deki bir grup
kuyuda ise çözücüler bulunmaktadır. Her örnekte sorunun yerel olduğu ve kolayca
kontrol altına alınabileceği düşünülebilir. Ama bu örnekleri bir araya getirdiğinizde,
resmin bütünü ortaya çıkmaya başlar. Dünyanın en yoğun nüfusa sahip ve en hızla
büyüyen bölgelerinin bazıları, istemeden de olsa, tam anlamıyla kendi sularını
zehirlemekte ve hayati önem taşıyan tatlı su kaynaklarını kullanılamaz hale
getirmektedir. Belki de en kaygı verici gelişme, yeraltı sularının sadece sınırlı bir
biçimde izlenebilmesine ve test edilebilmesine karşın, gördüğümüz tahribatın bu
boyutlara ulaşıyor olmasıdır. Yüksek düzeyde kimyasal tüketimimiz ve atık
üretimimiz düşünülürse, etkinin zaman içinde ortaya çıkması yüzünden, gelecek daha
tatsız sürprizlerle dolu olabilir.
Bir çok örnekte yeraltı sularının kirlenmesine tepki, son aşamada çözüm sağlamak
olmuştur; su dağıtım şebekelerine filtre takılmış veya yeraltı su havzalarının
kullanımından tümüyle vazgeçilmiştir. Dünyadaki bir çok şehir, yeraltı suları
kullanılmaz hale geldiği için alternatif su kaynakları aramak zorunda kalmıştır
(Bakınız Tablo 2-5). Son yıllarda California'daki Santa Monica'daki kuyuların yarısı,
MTBE düzeylerinin tehlikeli boyutlara çıkması yüzünden kapatılmıştır. Alternatif
kaynakların kolayca bulunamadığı yerlerde, içme suyunu güvenli hale getirmek için
su dağıtım şebekelerine karmaşık filtreleme sistemleri kurulmuştur. Çevre kirliliğinin
çok yoğun olduğu bölgelerde, yüzlerce farklı filtre kullanılması gerekebilir. Bir
tahmine göre, ABD'nin ortabatı eyaletlerindeki su şebekeleri suyu tek bir
kimyasaldan, atrazinden arındırmak için her sene fazladan 400 milyon dolar
harcamaktadır; atrazin ABD yeraltı sularında sık sık görülen bir zirai ilaçtır.
Kimyasallar ayrı ayrı değil de, ne sonuçlara yol açacağı bilinmeyen bileşikler halinde
bulunduğunda, güvenli içme suyu sağlamak daha da pahalı bir işlem haline gelebilir.
Mühendisler ne kadar zor olsa da kirlenen aküferleri "temizlemeye" çalışmışlardır; en
popüler teknik "pompalama ve temizle"dir. ABD'de çevre kirliliğinin çok yoğun
olduğu alanların dörtte üçünde, temizleme için bu teknoloji kullanılmaktadır. Yeraltı
suları aküferin dışına çıkarılmakta, çevreyi kirleten maddeler dışarı atılmakta veya
yüzeyde kimyasal işlemlere tabii tutulmakta, daha sonra sular tekrar aküfere
pompalanmaktadır. Bu teknoloji, onlarca yıl boyunca işlem yapıldığı takdirde yeraltı
su havzalarındaki kirliliğinin seyreleceği varsayımına dayanmaktadır. ABD Ulusal
17
Araştırma Konseyi'nde görevli bir bilim adamı bir aküferi temizlemek için gerekli su
miktarını "hayal edilemeyecek kadar çok" olarak tanımlamaktadır. Bilim adamları
ayrıca tahmin edilen temizleme süresinin "basit hesaplara göre bir kaç yıldan, onlarca,
yüzlerce, hatta binlerce yıla kadar değiştiğini" de eklemektedirler.
Ulusal Araştırma Konseyi ABD'de çevre kirliliğinin çok yoğun olması yüzünden,
yeraltı sularının kirlendiği 300.000-400.000 alanı temizlemenin önümüzdeki 30 yıl
içinde 1 trilyon dolara mal olacağını tahmin etmektedir. 1980 yılında Süperfon yasası
geçtiğinden beri şimdiye kadar bu alanların sadece 4.000'ininde temizleme işlemlerine
başlanmıştır. Uzmanlar bir çok vakada, tam bir temizliğin imkansız olduğu konusunda
hemfikirdir. Bunun nedeni kısmen aküferlerin devasa boyutları, kısmen de yeraltında
bulunan sentetik kimyasalların kalıcı özellikleridir. Washington eyaletinin Orta
Columbia Platosu Aküferine sızan radyoaktif maddelerin yarı ömrü 250.000 senedir.
Tablo 2-5 Kimyasal Kirlenme Yüzünden Terkedilen Aküferlere Bazı Örnekler
Bölge
Kimyasal
Yorum
Bangkok, Tayland
Tuz
Santa Monica, California, ABD
MBTE, gaz katkı maddesi
Shenyang, Çin
Nitrat, amonyak, petrol, fenol ve
diğer
endüstriyel
çevre
kirleticiler
Yeraltı sularının aşırı miktarda
pompalanması deniz suyunun
aküfere dolmasına yol açmıştır.
Klorid düzeyi 60 kat artmış,
kuyuların büyük bir bölümü terk
edilmiştir.
Petrol
sızıntısı
MBTE
düzeylerinin
izin
verilen
düzeyin 30 katına çıkmasına yol
açmıştır. Kente su sağlayan
kuyuların yarısından fazlası
kapatılmıştır.
Aşırı pompalama ve çevre
kirliliği yetkililerin yeraltı su
kaynakları yerine daha pahalı
olan yüzey su kaynaklarından
yararlanmasına yol açmıştır.
1943 yılından bu yana yüzmilyarlarca litre radyoaktif atık, ABD Enerji Bakanlığı'nın
Hanford Nükleer Koruma Alanında, aküferlere ve toprağa gömülmüştür. Bu tür uzun
ömürlü atıklar, Washington'da olduğu gibi aküferlere sızdığında, temizleme seçeneği
bile yoktur.
Bir çok yerde farklı kurumlar ve sanayi kuruluşları her sızıntı, her kimyasal ile teker
teker uğraşarak çevre kirliliğini önlemeye çalışmış; ama sonuçta herkes bireysel
çözümlerin bir araya gelip fark yaratmadığını görmüşlerdir. Sızıntı miktarını azaltmak
için çöp sahaları sıraya sokulduğunda, yakındaki çiftliklerden gelen, tonlarca zirai ilaç
aküferlere akıyor olabilir. Yeraltı gaz tanklarındaki delikler tamir edilirken,
madenlerden gelen asitler yeraltına sızıyor olabilir. Gerçekleşen hasarı kontrol altına
almanın, toplumları ve ekosistemleri kirliliğin etkilerinden korumanın gerekli olduğu
açıktır. Ama şu andaki bilgilerimize göre, aküferlere verilen zarar aşağı yukarı geri
dönülemez olduğundan, bunu yapmak yeraltı sularındaki kirliliğin ortaya çıkmasına
kadar yıllar sürebilir. Kimyasallar etkileşim halinde ve genellikle beklenmedik etkiler
yaratabilirler. Yamalı bohça misali çözümlerin etkili olmayacağı da aynı derecede
açıktır. (Bakınız Tablo 2-6).Çevre kirliliğinin bir kere suya karıştıktan sonra halk
sağlığına, çevreye ve ekonomiye ne kadar çok zarar verebileceği düşünülürse,
18
üzerinde durulması gereken noktanın, zehirli maddeleri ayıklamak değil, daha baştan
onları kullanmamak olduğu anlaşılır. Uluslararası Hidrologlar Birliği'nin başkanı olan
Andrew Skinner'in ifadesiyle, "önlem en gerçekçi ve doğru stratejidir."
Bunu yapmak için tek tek fabrikalara, benzin istasyonlarına, mısır tarlalarına, kuru
temizleme tesislerine bakmak yetmez. Aynı zamanda bu işletmelerin bir parçası
olduğu toplumsal, endüstriyel ve tarımsal sistemlere de göz atılması gerekir. Ekolojik
açıdan savunulamayacak durumda olan bu sistemler, dünya sularının zehirlenmesinin
nedenidir. Örneğin, dünyaya hakim olan ve yüksek verim peşinde koşan tarım sistemi,
toprağı ve dolayısıyla yerin altındaki suyu da tarımsal kimyasallara boğmaktadır.
Otomobilin hakim olduğu, coğrafi olarak genişleyen kent sistemi toprakları ve
aküferleri, petrokimyasallar, ağır metaller ve lağım sularına boğmaktadır. Soruna
yeterli çözüm bulunması için her sistemin dikkatli ve ince bir değerlendirmeden
geçmesi şarttır.
Belki de en önemli kazanım, tarımı yeniden yönlendirmekten geçecektir. Bu sayede
tarım kimyasallara daha az bağımlı bir hale gelecektir. Avrupa, ABD, Çin ve
Hindistan'ın bir çok bölgesinde tarımsal atıklar yeraltı su havzalarındaki kirlenmenin
başlıca nedenidir. Çevre kirliliğini, bu parça parça çözümlerle kontrol etmek
mümkün değildir. Çevre kirliliğinin etkisini azaltmak için tarımsal atıkları ciddi bir
biçimde azaltan uygulamalara geçmek, daha da iyisi, daha az zirai ilaç ve gübreye
ihtiyaç duyan tarımsal uygulamalar geliştirmek gereklidir. Tarım yöntemlerimizde
kökten değişiklikler bile yapmadan, kimyasal kullanımında verimliliği arttırmanın bir
çok yolu mevcuttur. Tarımda kullanılan zirai ilaçların ortalama yüzde 85-90'ı
hedeflenen organizmaya hiç bir zaman ulaşmamakta, aksine çevreye yayılmaktadır.
Örneğin Brezilya'da, köylüler meyve bahçelerini her hafta hektar başına 10.000 litre
tarımsal ilaç ile ilaçlamaktadırlar. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO)
uzmanları bu kimyasalların onda birinin uygulanabileceğini ve yine de etkili
olabileceğini belirtmektedirler.
Hollanda'da 550 çiftçi, girdi oranlarını yüzde 30 ilâ 50 oranında azaltmış, tarım
tekniklerini inceleyerek ve değiştirerek, zararlılara karşı zirai ilaç kullanımını tümüyle
terk etmişlerdir. Kullandıkları teknikler arasında, daha ne kadar besleyici maddeye
ihtiyaç duyulduğunu anlamak için toprağın üretkenliğini test etmek ve değişik ürünler
ekmek gibi yöntemler mevcuttur. Daha az girdi kullanmalarına rağmen, hasat
miktarında azalma olmadığı için kâr marjları yükselmiştir. Bu arada çiftlikler çevreyi
çok daha az kirletmektedir, drenaj sularındaki azot ve fosfat düzeyleri yüzde 40 ilâ 80
düşmüştür.
Her ne kadar verimliliğin artması önemli bir gelişme olsa da, kimyasal kullanmadan
toprak üretkenliğini arttırmak ve zirai zararlıları kontrol altında tutmak için çevreye
zarar vermeyen yöntemler de vardır. Son yıllarda yapılan araştırmalar, bu yolu izleyen
çiftliklerin
yüksek
ürün düzeylerini
koruyabildiklerini
göstermektedir.
Pennsylvania'daki Rodale Enstitüsü’nün yaptığı on yıllık bir araştırmada, suni gübre
ve zirai ilaçlar kullanmayan doğal gübre ve sebzeye dayalı ürün sistemleri ile yoğun
tarım uygulaması karşılaştırılmıştır. Araştırmacılar geleneksel tarım uygulamaları
kullanıldığında, topraktaki organik madde ve azotun yoğun tarıma kıyasla çok daha
iyi korunduğunu ve çevreye çok daha az nitrat salındığını görmüşlerdir. Üç hasat
sisteminin, on sene içinde Amerikan mısırı ve soya fasulyesi üretimleri arasındaki
fark ise yüzde 1'den az olmuştur.
19
Tablo 2-6 Yeraltı Su Havzalarındaki Kirliliğe Tepkileri Değerlendirirken
Strateji
Değerlendirme
Nihai ürüne yönelik çözümler
Yeraltı suyu tek içme suyu kaynağı ise bu
yöntemi uygulamak şarttır. Ancak yöntemi
pahalıdır ve insanları birden çok kimyasalın
etkileşimine karşı korumaz, aküferlerdeki kirliliği
önleyemez.
Çok pahalıdır; su kalitesinin ciddi bir biçimde
gelişmesi onyıllar ve hatta yüzyıllar sürebilir.
Teknik açıdan bir aküferi tümüyle temizlemek
imkansızdır. Aküferlerin kirlenmesini önleyemez.
Çevre
kirliliğini
en
hassas
durumdaki
aküferlerden uzaklara yönlendirse de, çevreyi
kirleten maddelerin çevreye girmesini önleyemez.
Bütün
sistemdeki çevre kirliliğini azaltır;
aküferler ve diğer ekolojik sistemler üzerindeki
yükü azaltır.
"Pompalama ve temizleme" yöntemini ve diğer
teknikleri kullanarak aküferleri temizlemek
Kimyasal kullanımını ve hassas durumdaki
aküferlerin
üstüne
ve
aküferlerde
atık
depolanmasını sınırlamak
Kapalı devre tarım, kent ve endüstri sistemleri
kurarak çevreyi kirleten sistemleri değiştirmek
Charles Darwin 150 yıl önce yazdığı Türlerin Kökeni adlı eserinde, daha farklı
hububat türlerini barındıran buğday tarlalarının, tek bir tür barındıran buğday
tarlalarına göre daha verimli olduğu gözleminde bulunmuştu. Bunun nedeni karışık
türlerin patojenleri ve dolayısıyla da salgın hastalıkları kontrol altında tutmasıdır.
Köylüler, tarlalarını hastalıklara karşı korumak için yüzyıllardır "çok türlü üretim"
biçimini uygulamaktadırlar. Çin'de Yunnan Eyaleti'ndeki köylüler kısa bir süre önce
Darwin'in gözlemlerini teyit etmişlerdir. Köylüler 1998 yılına kadar, iki melez pirinç
türüne dayanan mono-kültür tarımı yapmakta ve sürekli olarak pirince dadanan bir tür
mantara karşı savaş vermekteydiler. Aynı arazilerde farklı pirinç türleri yetiştirerek,
pirinç üretimlerini iki katına çıkarmayı ve aynı zamanda mantara karşı kimyasal
kullanımından tümüyle kurtulmayı başardılar.
Tarım yöntemlerinde kökten değişiklikler yapmadan da, kimyasal kullanımının
verimliliğini arttırmanın yolları mevcuttur.
1986 yılından bu yana Endonezya köylüleri, Entegre Zararlı Yönetimi (EZY) olarak
bilinen ekolojik zararlı kontrolü yöntemlerini uyguluyorlar. Kullanılan stratejiler
arasında, farklı türler ekmenin yanısıra, zararlının doğal düşmanlarından yararlanmak
ve ürünlerin arasına zararlıların nefret ettiği bitkileri ekmek gibi yöntemler var.
Endonezya'nın ülke çapında uyguladığı programın ilk dört yılında, pirinç tarlalarında
zirai ilaç kullanımı yarıya indi ve üretim yüzde 15 arttı. Benzer programlar yedi farklı
Asya ülkesinde de zirai ilaç kullanımını yarıya düşürdü ve üretim miktarının ortalama
yüzde 10 artmasını sağladı. EZY uygulaması, Kenya, Küba, Peru ve ABD'nin Iowa
eyaleti gibi dünyanın farklı yerlerinde kökleşmeye başladı.
Tarımın kimyasallara olan aşırı bağımlılığını dizginlemek için, sadece köylülerin
değil, siyasi karar mekanizmalarında belirliyici rol oynayanların ve özel sektörün de
yaratıcı çözümler bulması sağlanmalıdır. Endonezya, başarısını büyük ölçüde izlenen
politikalarda yapılan değişikliklere borçludur. Pirinç ekilen arazilerde 57 tarım
ilacının kullanılması yasaklanmış, zirai ilaçlara sübvansiyon uygulaması terk edildiği
için devlet 120 milyon dolar kâr etmiştir. Danimarka, İsveç, Finlandiya ve Norveç'in
de dahil olduğu bir çok Avrupa ülkesi, çiftçileri daha az zirai ilaç kullanımına teşvik
etmek için tarım ilaçlarını vergilendirmeye başlamıştır. İsveç'in bir kilo aktif madde
20
başına yüzde 7.5 olarak uyguladığı verginin sonuçları etkileyici olmuştur. Ülkenin
zirai ilaç kullanımı 1986-1993 yılları arasında yüzde 65 azalmıştır. Zirai ilaç
kullanımını daha da azaltmayı, yarıya indirmeyi amaçlayan program hâlâ
yürürlüktedir. Fransız hükümeti, ülkede yaşanan su kirliliği sorunları yüzünden suni
gübre ve zirai ilaçlara büyük bir vergi getirmeyi planlamaktadır.
Almanya'da su dağıtım şebekesi sahibi özel şirketler, organik tarımın faziletlerini
hemen keşfetmişlerdir. Münih, Osnabrück ve Leipzig'deki şirketler organik tarıma
dönmeleri için yerel çiftçilere üç sene boyunca hektar başına 550 DM (250 $)
ödemektedirler. Müşterilerine temiz su sağlamakla sorumlu olan bu şirketler,
sürdürülebilir tarım uygulamalarına yatırım yapmanın, sudaki çevre kirliliğine yol
açan malzemeleri temizlemekten daha ucuza geldiğini keşfetmişlerdir.
New York kenti de su kaynaklarını korumak için çiftçilerle birlikte çalışmaktadır.
Kent, su ihtiyacını şehrin 250 km kuzeyinde bulunan 5.000 km2'lik su havzasından
sağlamaktadır. Su havzasında, hayvan yemi olarak mısır ve saman yetiştiren ve
sütçülükle geçinen küçük çiftlikler bulunmaktadır. 1980'li yıllarda siyasi karar
mekanizmasında belirleyici olan kişiler, tarımsal atıkların su kalitesini etkilediğini
biliyorlardı; ama su kalitesini korumanın tek yolunun karmaşık filtreleme sistemleri
kurmaktan geçtiğine inanıyorlardı. Filtreler New York suyunun maliyetini iki katına
çıkaracaktı; bu arada zorunlu tarım yönetmelikleri küçük çiftçilerin büyük bir
bölümünün tarım dışında kalmasına yol açabilirdi.
Bu çözümün maliyetinden ve kısa vadeli bakış açısından endişe duyan Al Appleton
alternatif bir plan geliştirmeye başladı. Al Appleton, kentin Çevre Koruma
Bölümü’nden sorumlu Belediye Komisyonu üyesiydi. Bugün çiftçilerin yönettiği Su
Havzası Tarım Konseyi, New Yorklu çiftçilere, tarımsal faaliyetlerini su kalitesini
korumaya yardımcı olacak biçimde yürütmeleri için yardımcı oluyor. Çiftçilere,
örneğin, daha verimli ve iyi sonuç almaları için gübre kullanımının zamanlamasında
yardımcı oluyor. Su kalitesinde sağlanan faydayı sayısal olarak ölçmek için vakit çok
erken olsa da, program sayesinde sağlanan kaynak tasarrufu etkileyicidir. Filtreleme
sistemi 4 milyar dolar veya daha fazlasına mal olacakken, New York'un su havzası
koruma programının 1.5 milyar dolara mal olacağı tahmin edilmektedir. EPA ülke
çapında tarımsal kirliliğin azaltılmasıyla, gelişkin su filtreleme sistemleri inşasına
gerek duyulmayacağı için en azından 15 milyar dolar tasarruf sağlanacağını tahmin
etmektedir.
Endüstride, "kapalı-devre" üretim ve tüketim sistemleri kurmak, kentlerin ve
fabrikaların çöp sahalarına, lağımlara ve atık su sistemlerine gönderdiği atık miktarını
düşürebilir. ABD'nin Tennessee eyaletinden, Fiji, Danimarka ve Namibya'ya kadar
farklı bölgelerde, çevre bilinci gelişmiş olan yatırımcılar, bir şirketin kullanılamayan
atıklarının diğer şirketlerin girdisini oluşturduğu "endüstriyel sembiyoz" parkları
kurmaktadırlar. Danimarka'nın Kalundborg kentinde kurulan bir endüstriyel parkta
kurulan atık değişim programı, her sene 1.3 milyon tondan fazla zehirli atığın çöp
sahalarına ve atık su sistemlerine gönderilmesini ve 135.000 ton karbon ve kükürtün
atmosfere yayılmasını önlemektedir.
Şirketler ve bireyler, kullanılmış malzeme ve kimyasalları yeniden kullanarak, ağır
metaller, yalıtıcı kimyasallar, temizleyici çözücüler ve çöp sahalarından sızan diğer
toksik maddelerin yeraltı sularını kirletme riskini azaltabilirler. Örneğin Xerox şirketi,
21
fotokopi makinelerinin üçte birinden fazlasını eski makine parçalarını kullanarak
üretmektedir; bu sayede sadece 1999 yılında 143.000 ton malzemenin çöp sahalarına
dökülmesi önlenmiştir. Yeniden üretim sonucu üretilen her makine, fabrikadan yeni
çıkmış bir makineyle aynı standartlara sahiptir ve aynı garanti süresiyle satılmaktadır.
Bazı bölgelerde atık üretimini azaltmak, toplumsal bir hedef haline gelmiştir. Örneğin
Hollanda'nın ulusal hedefi atık miktarını yüzde 70-90 azaltmaktır. Kirlilik vergileri,
1976-1990 arasında, ülkenin su yollarına dökülen ağır metal atıklarının yüzde 72-99
azalmasına yardımcı olmuştur. Avustralya'daki Canberra kenti 2010 yılında "Sıfır
Atık" hedefine ulaşmak için çaba sarfetmektedir. Yetkililer kampanyanın bir parçası
olarak, internet üzerinden ulaşılabilir bir kaynak değişim veri tabanı kurmuşlardır.
Internet üzerindeki bilgi merkezi atık madde sahipleri ile atık madde alıcılarını
buluşturmaktadır.
Bazı durumlarda belli bir kimyasalı kullanmanın maliyeti o kadar yüksek olabilir ki,
insan sağlığını ve çevreyi yeterince korumanın tek yolu, bu maddenin kullanımından
tümüyle vazgeçmektir. Örneğin, 1987 yılında, dünya ülkeleri ozon tabakasına zarar
verdiği anlaşılan maddelerin kullanımından aşamalı olarak vazgeçmek için antlaşma
imzalamışlardır. O tarihten bu yana, bu maddelerin kullanımı önemli ölçüde
düşmüştür. Bir kaç sene önce klima cihazları ve buzdolaplarında yaygın olarak
kullanılan kloroflorokarbonların kullanımı yüzde 88 azalmıştır. Halihazırda kalıcı
organik kirleticiler (KOK) olarak bilinen tehlikeli sentetik maddeler konusunda
uluslararası bir antlaşma yapmak için müzakereler sürmektedir. Belalı Düzine olarak
da bilinen bu 12 kimyasal maddenin aşamalı olarak kullanımdan kaldırılması için bir
sözleşme taslağı da kabul edilmiştir. Oniki kimyasal maddeden dokuzu, DDT ve
dieldrin de dahil olmak üzere zirai ilaçlardır. Sözleşme müzakeresine katılanların
çoğu, aşamalı olarak kullanımdan kaldırılacak kimyasallar listesine, çevredeki varlığı
insan sağlığı açısından kabul edilemez riskler yaratan düzinelerce ve hatta yüzlerce
kimyasalın da alınması gerektiğini savunmuşlardır.
Almanya'da su dağıtım şebekelerinin sahibi olan özel sektör firmaları, kirli
sudaki zirai ilaçları temizlemek yerine, sürdürülebilir tarıma yatırım yapmanın
daha ucuza geldiğini keşfetmişlerdir.
Siyasi karar alanlar güvenliğimize yönelik en büyük tehlikelerin askeri saldırılardan
değil de yaygın çevre ve toplumsal sorunlarından geldiğini fark ettikçe, uzmanlar
zaman içinde döngüyü tersine çevirmek için, insan hayatında sistematik, dolayısıyla
da devrimci değişiklikler yapacak siyasi iradeyi oluşturmanın zorluğundan endişe
duymaya başladılar. Liderler, artık ciddi bir biçimde belgelenen iklim değişikliği ve
biyoçeşitlilik kaybıyla karşı karşıya geldiklerinde, bir yandan ortaya çıkan tablonun
ne kadar karanlık olduğundan etkilenip felç oluyor, öte yandan geç kalmanın hemen
etki yaratmayacağı yanılsamasına kapılıp kolayca hiç bir şey yapmama yoluna sapıyor
gibi gözükmektedirler.
Ama aküferleri koruma gereği, değişim için, çok daha acil bir teşvik unsuru
oluşturabilir. Kirli yeraltı sularıyla, giderek daha değişken bir iklim, kirli hava veya
zenginliğini kaybeden doğal yaşamla, yaşayabileceğimizden uzun bir süre
yaşayamayabiliriz. Her ne kadar bazı aküferlere geri dönüşü olmayacak bir şekilde
zarar vermiş olsak da, bilim adamları kaynağın büyük bir bölümünün hâlâ temiz
olduğuna inanıyorlar. Ancak sadece, kimyasal sızıntıları temizlemek, sızdıran benzin
22
tanklarını yenileriyle değiştirmek, çöp sahalarının altına plastik tabakalar yetiştirmek
veya özensiz davranan domuz çiftlikleri ve bakır madenlerine daha fazla ceza kesmek
gibi soruna en son aşamada tepki gösteren taktiklere bağlı kalmayı sürdürürsek,
durumun hep böyle sürüp gideceğini söyleyemeyiz.
Suyumuzu zamanında korumak için küresel ekonominin kökten bir yeniden
yapılanmadan geçmesi gerekecektir. İklimin istikrara kavuşturulması ve biyosferin
korunması da ancak bu şekilde mümkün olacaktır. Doğal kaynakları tüketen, petrol ve
kömüre dayanan, yüksek girdi kullanan endüstri ve tarımsal ekonomiden,
yenilenebilir enerji, daha küçük alanlarda yoğunlaşmış kentlerin ve ayak izimizin çok
daha hafif olduğu bir sisteme hızla geçmek zorundayız. Bu gerçekle yüzyüze
gelmekte ağır davrandık, ama sonunda susuzluk bizi harekete geçmeye zorlayabilir.
23

Benzer belgeler