Toplumsal cinsiyet ve din ilişkisi

Transkript

Toplumsal cinsiyet ve din ilişkisi
Toplumsal cinsiyet ve din ilişkisi:
Din dolayımıyla kadının denetimi mi sağlanıyor yoksa kadının kamusal alana
çıkma, böylece “özgürleşme” imkânlarının önü mü açılıyor?
Erkek iktidarının dili olarak din 1
Üstüngel Arı 2
Kocaeli 2011
1
Bu metin tarafımdan aynı başlık ile 2. sınıfta sunduğum Antropoloji dersi için hazırlanmış bir ödevdir. Metni yaklaşık 1 sene
sonra (yani şimdi) okuduğumda fark ettim ki, geçen sene ödevi hazırlarken bazı bölümlerde koymam gereken dipnotlar
sanırım gözümden kaçmış. Bu hususta metnin bilimsel bir makale olmadığını da göz önünde bulundurarak affınıza
sığınıyorum. Fakat bu bazı bölümlerdeki kullanılmamış olan dipnotlar dışında, kullanılmış olan dipnotlar ve kaynakçada
herhangi bir problem yoktur.
2
Kocaeli Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü 3. sınıf öğrencisi.
1.Giriş
Konumuz “toplumsal cinsiyet ve din ilişkisi” olunca aslında konuya öncelikle dinden mi yoksa
“toplumsal cinsiyet” kavramından mı girmem gerektiği konusunda biraz tereddüt ettim. Ama sonunda
ilk olarak girmem gereken konunun “toplumsal cinsiyet ayrımı” olması gerektiğine karar verdim.
Çünkü birazdan da göreceğimiz gibi din dediğimiz olgu, aslında kendini birçok yönüyle toplumsal
cinsiyet ayrımına göre şekillendirmiş ve kendince buna bir kılıf olma görevi üstlenmiştir.
Tarih boyunca yasa koyucular, din adamları, felsefeciler, yazarlar, bilginler, kadının
bağımlılığının Tanrı’nın hoşuna gittiği gibi, yeryüzünde de çok yararlı olduğunu gösterebilmek için
canlarını dişlerine takmışlardır. Erkeklerin kaynatıp kotardıkları dinler de bu egemenlik isteğini
yansıtmaktadır. Havva Anamızla, Pandora’yla ilgili efsanelerden kendi görüşlerini destekleyen silahlar
çıkarmışlardır.3
Yapmaya çalıştığımız şey, bilim yapmak ve bilimsel şekilde “insan”ı anlamaksa eğer
– ki öyle – bu toplumsal cinsiyet ayrımını anlamak için merkeze erkeği ya da kadını değil, merkeze
“insan”ı koymalıyız.
İnsan, var olduğu andan itibaren karşısına çıkan her şeyi kendi boyunduruğu altına almıştır, ya
da almaya çalışmıştır. Marx, “Kültür, doğanın yarattıklarına karşılık, insanoğlunun yarattığı her
şeydir.”4 derken aslında çok önemli bir noktaya değinmiştir; insan ve doğa ilişkisine. Marx’ın da
dediği gibi, doğa insanın önüne ne koyduysa insan o duruma ayak uydurabilmek için bir şeyler
yaratmıştır. Doğa insana yırtıcı hayvanlarla gelirken insan, üstünlük sağlamak için kendine aletler
yapmıştır. Doğa insana soğukla gelirken insan, kendini korumak için barınak yapmış, ısınmak için
ateşi kontrol altına almıştır. Sonuç olarak insan, doğaya uyum sürecinden, doğaya egemen olma
sürecine geçtikten sonra, yani doğa karşısında gücünü kanıtlayıp hayatta kaldıktan ve onu
boyunduruğu altına aldıktan sonra bu sefer kendine dönmüştür. Kendi içinde, kendine benzeyen, ama
bir o kadar da benzemeyen diğer canlıyı boyunduruğu altına almaya çalışmıştır. Hegel; “özne ancak
başka öznelere karşı çıkarak ortaya koyar kendini: temel varlık olarak kendini olumlamak, öteki
varlığıysa temel olmayan varlık, nesne durumuna sokmak ister.”5 derken tam da bunu söylemektedir.
İnsan kendi içinde, kadın ve erkek olarak, kendini ortaya koymak, olumlamak için öteki varlığı nesne
durumuna sokmaya çalışmıştır. Ve bu doğrultuda erkek, bedensel açıdan güçlü olması, topluluğu diğer
topluluklara ya da hayvanlara karşı savunma gibi üstün bir doğal görevlendirilme sistemiyle, kadın
karşısında bir üstünlük sağlamıştır. Ve yazımın başında da belirttiğim gibi, “din” dediğimiz olgu da,
erkeğin bu isteğini, bu arzusunu yerine getirebilecek kılıflara bürünüp evrimleşmiştir.
Lenin; kadının erkeğe boyun eğişi ile işçi sınıfının yönetici sınıfa boyun eğişi arasında
benzerlik kurmuştur. Fakat Lenin aslında şu ayrıntıyı gözden kaçırmıştır: kadın-erkek mücadelesi ne
bir sınıf, ne de bir ırksal milliyetçilik mücadelesidir. İşçi sınıfı, yönetici sınıfı kırıp geçmeyi
amaçlayabilir; aşırı tutucu bir Yahudi ya da Zenci, atom bombasının gizini ele geçirip yalnız
Yahudilerden yalnız Zencilerden kurulu bir insanlık yaratmayı düşleyebilir: kadınsa, düşünde bile
erkekleri kırıp geçiremez. Onu kendisini ezenlere bağlayan bağ, öbür bağlara benzemez. Kadının
karakterini belirleyen çok temel bir öğedir bu: o, iki parçası da birbirine gerekli bütünlüğün içinde
“Öteki” varlıktır6
İşte bence bu ödevin/çalışmanın temel cümlesi bu olmalıdır: “O, iki parçası da birbirine
gerekli bütünlüğün içinde ‘Öteki’ varlıktır.” Neden ikisi de birbirine “gerekli” olan iki ayrı cins bir
diğerini “öteki”leştirmeye çalışsın? İşte ben bu sorunun cevabını arayacağım.
2. Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet
Kişileri gruplamak ve farklılaştırmak için kullanılan ölçütlerden birisi, belki de birincisi, onun
cinsiyetidir. İsmimiz, işimiz, sesimiz, saçımız, giysilerimiz, tutum ve davranışlarımız, cinsiyetimizi
gösteren simgelerdir. Cinsiyet kavramı, dünya üzerindeki bütün insanları sayıca birbirine eşit iki gruba
3
Beauvoir, S., 1993: 24
Güvenç,B., 1984: 97
5
Beauvoir, S., 1993: 18
6
Beauvoir, S., 1993: 21
4
2
ayırır. Gruplardan birisine “erkek” ötekine “kadın” adı verilir. Toplumlar, “kadın” ile “erkek”
arasındaki biyolojik farkı o denli abartırlar ki, kadın ve erkek birbirine yabancı iki yaratık haline
gelebilir. 7
Cinsiyet, atfedilmiş bir statüdür. Bir diğer anlatımla, cinsiyet toplumda bireye atfedilen bir
konumdur. Bireyler, atfedilen statüleri üzerinde kontrole sahip değildirler. Bunun aksine, aldıkları
eğitim ve/veya meslekleri aracılığıyla kazanılmış statülerini belirleyebilirler. Bir atfedilmiş statü olan
cinsiyeti ise, değiştiremezler.8
“Cinsiyet” dediğimiz kavram daha çok biyolojik açıdan kadın erkek ayrımını anlatırken,
“toplumsal cinsiyet” erkeklik ile kadınlık arasındaki farklılığı anlatır. Ve toplumun kadın ve erkekten
beklentileri de, içinde bulunulan kültüre bağlı olarak şekillenir. İlkel toplumlarda beklentiler biyolojik,
bedensel ölçüdeyken uygar toplumun beklentileri, oluşan bu “toplumsal cinsiyet” farkına göre biçim
almıştır.
Cinsel ya da biyolojik işbölümünün geleneksel – fakat hiç de bilimsel olmayan – açıklamasına
göre, “erkek güçlü, kadın ise zayıftır” Türkçedeki “Saçı uzun aklı kısa”, “Elinin hamuru ile erkek işine
karışma” deyimlerine başka kültürlerde de rastlanır. Fakat bunlar biyolojik temelden yoksundur.
Kadınların, yorgunluğa, uykusuzluğa, açlığa, bazı hastalıklara erkeklerden daha dayanıklı,
bunalımlarda erkeklerden daha soğukkanlı ve yürekli, uçaksavar topçuluğu gibi hassas ölçme, sürat ve
eşgüdüm isteyen savaş hizmetlerinde erkeklerden daha başarılı oldukları bulunmuştur. 9 Antropolog
Margeret Mead (1935) yaptığı bir saha araştırmasıyla biyolojik gerekirciliğin yanlışlığını kesin olarak
göstermiştir. Kadın erkek farklarının büyük bir kısmı, cinsiyete değil, kültürel şartlanmaya
(enkültürasyona) bağlıdır. Kadının “korkaklığı” ve erkeğin “cesareti” kültürel öğelerdir. 10
Bu noktada günümüz toplumlarında görülen bu ayrımın nedenini bulup değerlendirmek için,
günümüz davranışlarının kökeninin ilkellerde gizli olduğu düşüncesinden yola çıkarak ilkel
topluluklardaki toplumsal cinsiyet ayrımının nedenlerine değinmenin yerinde olacağını düşünüyorum.
3. İlkel topluluklarda toplumsal cinsiyet ayrımı
İlkel topluluklarda toplumsal cinsiyet ayrımını iyi algılayabilmemiz için öncelikle ilkel
toplulukların yaşam ve düşün biçimleri hakkında bilgimiz olması gerekir. Bilindiği üzere en ilkel
topluluklarda cinsiyet ayrımı öncelikli olarak iş bölümüyle ortaya çıkmıştır. Erkek bedensel güce
dayalı avcılık ve savaşçılık gibi görevler üstlenirken kadınlarsa ev işleri denilen kap kacak üretme,
sebze yetiştirme gibi işleri üstlenmişlerdir. Aslında bu noktada giriş bölümünde Hegel’den yaptığım
alıntıdan yola çıkarsak, erkeğin kadını ezmeye kalkışmasını anlamak kolaylaşıyor ve insanın doğa ve
yırtıcı hayvanlar karşısında savunmasız olduğu o dönemlerde erkeğin bedensel gücünün kadına ağır
basıyor olmasını normal karşılamaktan başka yapılabilecek bir şey yok gibi görünüyor. Fakat eski
çağlardan itibaren süregelen bu gelenek günümüzde de varlığını sürdürmekte ve cinsiyete dayalı iş
bölümü doğrultusunda kadına uygun görülen toplumsal rollere ilişkin düşünceler henüz yavaş yavaş
değişmektedir.
Erkek, yırtıcı hayvanlarla kavgaya tutuştuğu zaman canını tehlikeye atar. Savaşçı, yaşadığı
kavmin, boyun onurunu artırmak için canını ortaya koyar. Böylece insanoğlu için canın en yüce değer
olmadığını, bunun kendinden daha önemli birtakım ereklere yaraması gerektiğini kanıtlar. Kadının en
büyük talihsizliği, bu tehlikeli işlerden uzak kalışıdır; erkek, başka bir varlığa can vererek değil,
canını tehlikeye atarak hayvanlıktan kurtulmaktadır; işte bu yüzden, insan topluluklarında, doğuran
cinse değil, öldüren cinse üstünlük tanınmıştır.11
7
Güvenç,B., 1984: 252
Demirbilek, S., 2007: 13
9
Güvenç,B., 1984: 253,254
10
Güvenç,B., 1984: 255
11
Beauvoir, S., 1993: 67,68,70
8
3
4. Din nedir?
Din, bir toplumun dünya görüşünün, yaşayışının ve kültürel sisteminin bir bölümünü ve
açıkçası bana göre de büyük bir bölümünü kapsayan bir olgudur. Din, ruhani gerçeklik ya da doğa
üstüyle ilgili görüşlerin yanı sıra birbiriyle ilişkili inançlar ve törensel geleneklerin örgütlü bir
sistemidir.12 İnsanların, açıklama getiremedikleri yahut aşamadıkları sorunlarla başa çıkmalarını, bu
sorunlara ve sorulara cevaplar vermelerini sağlayan din, aynı zamanda insanların dünyaya anlam
verme çabalarını da yönlendirir. Bu sorunların üstesinden gelmek için kişiler manevi ya da doğa üstü
varlıklara ve güçlere başvurur, onları etkilemeye, hatta kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya
başlarlar.13
4.1. Dinin işlevleri nelerdir?
Dini inançlar bazı toplumsal ve psikolojik işlevler görürler. Örneğin dinin psikolojik
işlevlerinden biri, insan zihninde düzgün bir evren modeli oluşturmak, böylece düzgün insan
davranışını yerleştirmeye çalışmaktır. Bunun ötesinde bilinmeyeni açıklayarak ve anlaşılır kılarak o
dine inanan bireylerin korkularını ve kaygılarını azaltır.14
Yukarıda da bahsettiğim gibi dinsel açıklamalar genellikle çeşitli türlerdeki doğa üstü
varlıkların ve güçlerin var olduğunu varsayar ve insanlar bu varlıkları yönlendirmeye çalışır. Krizle
başa çıkmanın aracı da bellidir: İlahi yardım, kuramsal olarak, diğer hiçbir şey işe yaramadığında
sığınılacak tek şeydir. 15
Kısacası din, insanları eylemleriyle ilgili suç ve kaygı duygularını harekete geçirerek insanları
bir düzen içinde tutmaya yardımcı olur. Bu bağlamda din toplumsal bir denetim aracıdır.
Dinin bununla bağlantılı bir de psikolojik işlevi vardır. Toplumun ahlak kuralları ilahi güçler
tarafından belirlendiği için, en azından önemli durumlarda insanların omuzlarından büyük bir yükü
kaldırmasıdır. Kişilerin işlerin gidişatından kendilerini değil de tanrıları ya da manevi güçleri sorumlu
tutması, inanılmaz bir rahatlık sunmuştur.16
Tarihte neredeyse hiçbir toplumun bir inanca bir inanışa bağlı olmadan yaşadığını söylemek
neredeyse imkansızdır. İnsan düşünmeye ve soyutlama yetisine kavuştuğu andan itibaren kendine
inanacak bir şeyler yaratma çabasına girmiştir. Bu da demek oluyor ki dünya üzerine günümüze dek
inanılmış bir çok inanç ve bir çok din vardır. Fakat bunların hepsini incelemek mümkün olmadığından
eski çağlardan günümüze kadar öne çıkmış olan din ve inançları, ve bu din ve inançlarda kadının
konumunu incelemek daha faydalı olacaktır.
Bu doğrultuda da en doğrusu ilk olarak belki de en eski din/inanış olan totemi ve totemin bir
getirisi olan tabuyu inceleyerek konuya başlamak olacaktır.
4.2. Totem ve tabu
Ünlü bir bilim insanı olan Frazer; ilkellerin dünya görüşünün çok değişik olduğunu, günümüz
toplumlarında basit olarak görülen bazı hareketlerin ilkellerde karışık olarak tanımlandığını ve bu
sebeple olayların ve inançların yönünün değişikliğe uğrayabileceğini belirtmektedir. Frazer;
totemizme dair inanç ve ayini tehlikeden korunmak isteyen insanların bir nevi kendilerini korumak
için başvurduğu bir büyü şeklinde görmüştür. 17
Bir çok ilkel toplumda bir çeşit bitki, hayvan veya nesnelere totem olarak bakıldığı ve hatta
bazen cansız bilinen bir şeye kaya v.b bazen bir tabiat olayı olan gök gürültüsüne, yıldırıma veya bazı
göksel bir sicime (Göktaşı-Meteor) totem şeklinde yakınlık gösterildiği tespit edilmiştir. Toteme
kendisini bağlı olarak gören toplumlar kendileriyle onları akraba olarak tanımlamaktadırlar. Bu bazen
bir sembol veya bir alamet olarak benimsenmektedir. Totemle klan topluluğu arasında bir kan bağı
12
Haviland,W., Prins, H., Walrath, D., Mcbride, B., 2008: 642
Haviland,W., Prins, H., Walrath, D., Mcbride, B., 2008: 642
14
Haviland,W., Prins, H., Walrath, D., Mcbride, B., 2008: 677
15
Haviland,W., Prins, H., Walrath, D., Mcbride, B., 2008: 677
16
Haviland,W., Prins, H., Walrath, D., Mcbride, B., 2008: 678
17
Tanyu, H., : 159
13
4
olduğuna ve hatta bu totem bir hayvan ise o kutsal hayvanın klan mensubu kişilerin atası olduğuna
inanılmaktadır 18 Totem canlıysa, onu
öldürmek veya eti yenilecek cinsten ise, onu yemek tabudur, yasaktır. 19 Totem inancıyla ilgili törenler
ve adetlerin toplamına “totemizm” denmektedir.20
Totem ile tabu aslında birbirlerinden ayrı düşünülemezler. Freud’un dediğine göre; Tabu, bir
müessesedir. Bu müessese bazı nesnelere dokunulmasını, bazı işlerin yapılmasını yasaklar ve böylece
kutsal olan ile olmayanı birbirinden ayırmış olur.21
Totemizmin önemli bir özelliği de kadının rahmindeki bebeğe totemin geçtiğine
inanılmasıdır. Bu yüzden de kadının totem sayıldığı söylenebilir. Totemizmde ölen bir
insanla akrabalığı bulunan kadınlar saçlarını kesmek, vücutlarına toprak sürmek ve yas
süresince konuşmamak zorundadırlar. Bazı yerlerde kadınların konuşma yasağının yıllarca
sürdüğü de olmuştur. Erkekler rütbece kadınlardan, yaşlılar ise, dine kabul edilmiş olsa
bile gençlerden üstündür.22
Burada aslında ilkel insanın Frazer’in dediği gibi tehlikeden korunmak için olduğu kadar,
anlam veremediği ve açıklama gereksinimi duyduğu şeyler için de totemi kullandığını görüyoruz.
Yani kadının ve doğan çocuğun totem sayılması aslında ilkel insanların “doğum” olayına anlam
veremeyip onu açıklama gereksiniminden doğmuş olmalıdır.
4.3. İlkellerde “doğum”; Toprak Ana – Ana Tanrıça
İnsanın kendine doğa ile olan mücadelesinde koruyucu olarak kabul ettiği kültlerden birisi de
Kadın’dır. Kadın, üretkenliği ve doğurganlığından dolayı, aynı zamanda eski çağlarda doğa olayları
karşısında çaresiz kalan insanoğlunun kurtarıcılardan bir tanesi olmuştur. Çevresindeki farklı
nesnelerden beklediğini bulamayan insanoğlu çareyi kendi hemcinslerinde aramaya başlamıştır.
Toprak gibi bereketli, doğurgan ve üretken bir canlı olan kadın, doğadaki olaylarla özdeşleştirilmiş ve
ondan yardım beklenmiştir. Bu beklenti o kadar artmıştır ki insanoğlu kadının bu vasfını önemseyerek
onu “Tanrıça” katına kadar yükseltmiştir.23
İlkel insan kadın ile toprak arasında mistik bir dayanışma kurduğu gibi kadının doğurganlığı
ile toprağın doğurganlığı arasında bir benzerlik de kurmuştur. İlkel topluluklar kadının rahmine
bırakılan spermin orada yeşererek bir çocuk dünyaya getirmesiyle toprağa bırakılan tohumun yeşerip
ürün vermesi arasında bir bağ kurmuşlardır: ölümün ve doğumun simgesi olarak Toprak Ana. Toprak
Ana, çocuklarının kemiklerini, ölümden sonra, yine bağrına basmaktadır. Demek ki, Ana-Kadın’ın
karanlık bir yüzü vardır: her şeyin çıktığı ve günün birinde döneceği kaostur o; Hiçlik’tir yani.24
Bir süre boyunca saygısından çok korkusundan Toprak Ana’ya boyun eğen erkek bir şekilde
onun üzerine çıkmak istemiş ve araçlar dünyasını keşfetmiştir. Erkek, araçlar dünyasının gücünü ele
geçirdiği andan itibaren toprağa bile bir işçi gibi kafa tutacaktır; toprağı zenginleştirmenin elinde
olduğunu, dinlendirmenin iyi sonuç verdiğini, tohumu şöyle yetiştirmek gerektiğini keşfeder;
topraktan dilediği verimi alan kendisidir; kanallar açar; toprağı baştan yaratır25 ve artık Toprak
Ana’nın, Ana Tanrıça’nın boyunduruğu altında kalmış olan erkek ona üstünlük sağlamış ve Ana
Tanrıça’nın karşısına kendi erkek tanrısını yaratıp koymuştur.. Eski Mısır’da İzis ile Horus, Fenike’de
Astarte ile Adonis, Anadolu’da Kibele ile Attis, Eski Yunan’daysa Rhea ile Zeus’tur bunlar.26
18
Tanyu, H., : 155
Tanyu, H., : 156
20
Tanyu, H., : 158
21
Özgü,H., 1994: 106
22
Gürhan, N., 2010: 63
23
Göğebakan, Y. 2011
24
Beauvoir, S., 1993: 162
25
Beauvoir, S., 1993: 82
26
Beauvoir, S., 1993: 83
19
5
5. Mitolojide toplumsal cinsiyet ve kadının yaratılışı
5.1. Mitolojinin tanımı
Mytos (Yunanca: μυθος)27 yani söylenen ya da duyulan söz ve bir nevi masal, öykü, efsane
anlamına gelir. Ama insanlar gördüklerini, duyduklarını anlatırken birçok süslemelere başvurdukları
için mytoslara güven olmaz. Bu yüzdendir ki Herodot gibi bir tarihçi mytos’a tarihi değeri olmayan
güvenilmez söylenti der, Platon gibi bir filozof da mytos’u gerçeklerle ilişkisiz, uydurma, boş ve
gülünç bir masal diye tanımlar. 28
Logos (Yunanca: λογος)29 ise gerçeğin insan sözüyle dile gelmesidir. Logos bir yasal düzeni
yansıtır, insanın bedeninde ve ruhunda bir logos bulunduğu gibi, evrenin ve doğanın da logos’u vardır.
Logos insanda düşünce, doğada kanundur, her yerde ve her şeyde vardır, ortaklaşa ve tanrısaldır.30
Mitoloji yani mythologia (Yunanca: μυθολογία)31 ise tanımlarda görüldüğü üzere birbirine
karşıt olan bu iki kavramın birleşmesinden oluşmuştur.
Mitler öncelikle kendi içlerinde birer kültür olgusudur. Ve kültür denilen kavram ise başta
çevresel faktörler olmak üzere gelenek ve göreneklere, yaşayış ve düşünüş biçimlerime göre şekillenen
kendine özgü bir kavramdır. Bu noktada mit denilen şey aslında kültürden kültüre farklılık gösterir ve
o kültürün izlerini üzerinde taşır.
Mitler, ilkel insan topluluklarının evreni, dünyayı ve tabiat olaylarını kişileştirerek
yorumlamak, henüz sırrını çözemedikleri hayatın ve evrenin çeşitli görünüşlerini bir anlam kolaylığına
bağlamak ihtiyacından doğmuş öykülerdir.32 Fakat “öykü” denilen şey bilinçaltımızda “gerçekten uzak
olan” şeklinde bir anlam ifade eder, oysa ki mitosta kendine özgü bir mantık ve iç tutarlılık vardır.
Levi Strauss; yazısız toplumlarda mitolojinin amacının geleceğin bugüne ve geçmişe bağlı kalmasını
sağlamak olduğuna, günümüzde mitolojinin yerini tarihin aldığına ve aynı işlevi gördüğüne dikkat
çeker.33
5.2. Mitoloji ve toplumsal gerçekliğin ilişkisi
Kültür felsefesi ve mitoloji felsefesinin kurucusu olarak kabul edilen Girambattista Vico (1668
– 1744) tarih ve kültür dünyasının tabiat dünyasından farklı yöntemlerle incelenmesi gerektiğini
vurgulayarak kültürü ve tarihi anlamayı görev edinmiş olan disiplinlerin yolunu açmıştır.34
Vico’ya göre ilk bilim mitolojidir. Ulusların tabiatı hakkında bir araştırma yapmak istiyorsak
öncelikle ulusların mitolojilerine bakmamız gerektiğini savunmuştur. Ona göre bu mitolojik anlatılar
bize ulusların toplumsal kurumlarını verecektir.35
Vico’ya göre tarih şiirle başlamıştır. İlk insanların şiir tarzında konuşması, yani, hayal gücüne
dayalı ölçü ve ritmle anlatıları tarihsel bağlam açısından bir anahtardır. Çünkü ilk ulusların mısra ile
konuşması doğal bir gereksinimdir. Ortak el yazısı karakterlerinin henüz icat edilmediği zamanda,
ulusların mısra biçiminde konuşmaları hayranlık uyandıran bir durumdur. Çünkü, bu ilk ulusların
ailelerinin ve şehirlerinin tarihlerini çok kolayca belleklerinde kolayca tutabilmeleri için ölçü ve ritim
gereklidir.36 Ona göre mitoloji ve şiir arasında keskin bir çizgi yoktur. Mitoloji, Homer’de olduğu gibi
şiir yoluyla insanî eylemleri kaydeder. 37
27
http://tr.wikipedia.org/wiki/Mitoloji#Etimoloji
Erhat, A., 2008: 5
29
http://tr.wikipedia.org/wiki/Mitoloji#Etimoloji
30
Erhat, A., 2008: 5
31
http://tr.wikipedia.org/wiki/Mitoloji#Etimoloji
32
Akkaş, S.Ö., 2008: 83
33
Akkaş, S.Ö., 2008: 83
34
Akkaş, S.Ö., 2008: 83
35
Akkaş, S.Ö., 2008: 83
36
Akkaş, S.Ö., 2008: 85
37
Akkaş, S.Ö., 2008: 83
28
6
Vico’ya göre, bu ilk insanlarda, soyut düşünme yeteneği henüz gelişmemiştir. Genel
kavramları yoktur. Düşünme güçlerinden ziyade hayal güçleri, imgelemleri gelişmiştir. İçinde
yaşadıkları evreni anlamaları, kendileri hakkındaki bilgileri kadardır. Yani kendilerini evrenle
özdeşleştirerek evreni anlamaya çalışmaktadırlar. Bu tür anlatımlar, günümüzde bile birçok
dilde benzer şekilde kalmıştır. Bütün dillerde, cansız şeyleri anlatan ifadelerin büyük
çoğunluğunun, insan bedeni ve bölümlerinden; ve insanî duyu ve tutkulardan çıkarılarak
metafor yoluyla biçimlenmiş olması dikkate değerdir. Örneğin, tepe veya başlangıç için baş;
bir yamaç için sırt veya omuzlar; iğnelerin gözleri, herhangi bir şeyin açılan yeri için ağız; bir
fincanın veya testinin dudağı; tırmığın, testerenin, tarağın dişleri; buğdayın saçağı,
ayakkabının dili, ırmağın oburluğu, kara parçasının boğazı (kıstak), denize dökülen kollar
(ırmaklar için), saatin kolları, merkez için yürek (Latinler göbek demek olan umbilicus’u
kullanmıştır), yelkenin karnı, son ve alt demek için ayak; meyvanın eti, bir taşın veya
mineralin damarı, şaraplık üzümlerin kanı, toprağın iç kısımları vs. Yine aynı şekilde, insani
duygular yüklenen şu ifadeler de hemen hemen bütün dillerde benzerdir: Gökyüzü veya deniz
gülümser, rüzgâr hiddetlenir, dalga mırıldar, bir beden, büyük bir ağırlık altında inler.
Çiftçiler, tarlaların susuz olduğunu, meyvanın doğduğunu, tarlaların taneyle kabardığını
söylerler. Aynı şekilde sayısız örnek, başka dillerden de toplanabilir. Bütün bunlar, bizi şu
sonuca götürür: “İnsan cehalet hâlinde kendini evrenin kuralı yapar.” Keza, örneklerde de
görüldüğü gibi insan, kendisine bütün bir dünya olarak anlam vermiştir. Öyle ki, akılsal
metafizik, insanın her şeyi öğrenerek insan olduğunu öğretirken, bu hayâl gücüne dayalı
metafizik, insanın her şeyi anlamadan insan olduğunu gösterir ve belki de, bu sonraki önerme
önceki önermeye göre daha doğrudur. Çünkü insan anladığı zaman zihnini genişletir ve
şeyleri daraltarak zihninin içine alır. Fakat anlamadığı zaman kendisinden şeyleri yapar ve
kendini onlara dönüştürerek onlar olur38
Yani kısaca tanımlamak gerekirse mitler bir nevi ilkel hikayelerdir. Fakat hikaye ve mit bir
noktada birbirinden ayrılır. Mitler doğaüstü olayların hikayeleridir ve bu yüzden bir noktada da dini
bir işlevleri de bulunmaktadır. Vico’nun dediği gibi “mitolojiyi incelemek folkloru incelemekten ayrı
düşünülemez” Çünkü mitler bir tür bilimsel bilgi açlığı çeken insanı doyurma ihtiyacından dolayı
ortaya çıkmıştır.
Mit, inancın ifadesidir. İnsan uygarlığının bir parçasıdır. İlkel insanlığın ve ahlaki bilgeliğin
bildirgesidir. Mit, boş bir zihinsel uğraşı değil, çevreyle pratik ilişkinin canlı bir bileşenidir. 39
5.3. Yunan Mitolojisinde Kadının Yaratılışı
Her dinin, kültürün, coğrafyanın ve topluluğun inanç sistemleri içerisinde bir nevi “kült”
olarak insanın yardılışı ile ilgili farklı yaklaşımlar vuku bulur. Özellikle mitolojilerde yaradılış öyküsü
çok farklı bakış açılarıyla ele alınmıştır. Bu bağlamda özellikle Yunan ve Hint mitolojilerinde insanın
yaratılış serüveni çok çeşitlilik ve bir o kadar da ilginçlikler göstermektedir. Özellikle Yunan
mitolojisinde insanoğlunun yaratılması konusunda değişik
görüşler ortaya sürülmüştür. Bazıları insanı yaratma işinin Titanlarla yapılan savaşta, Zeus’un yanında
yer alan Prometheus’a ve kardeşi Epimetheus’a verildiğini söylerler. Prometheus’un insanı maddeden
yarattığı ya da başka bir deyişle yaptığı efsanesi İ.Ö. IV.yüzyılda ortaya çıkmıştır. Prometheus diğer
bütün tanrılardan daha akıllı olmasının yanında, kardeşi Epimetheus akıl yönünden acizdi. Öyle ki
insanları yaratmadan önce en değerli
armağanları, hayvanlara vermişti; kuvveti, cesareti, kurnazlığı, kürkleri, tüyleri, kanatları, hepsini
dağıtmıştı. Sonra pişman oldu ve durumu Prometheus’a anlattı; Prometheus’da insanı diğer tüm
yaratıklardan üstün kılmanın bir yolu olarak onlara, tanrılara benzeyen bir biçim verdi. Ayrıca, güneşe
çıkarak aldığı ateşi de onlara sundu. İçinde halen, kendi ırkını yenen ve onları tahtından indiren Zeus’a
karşı bir öfke besliyordu. Böylece insanı yaratarak ondan öcünü alacaktı. Çünkü insanlar sonradan
tanrıları hiçe sayacak onların başına bela
38
39
Akkaş, S.Ö., 2008: 86
Akkaş, S.Ö., 2008: 87
7
olacaktı. Tanrılar katında bir yapıya sahip olması insanı her alanda üstün kılmaktadır. Ancak bu derece
üstün olsa da O’nun yine kusurları vardır. İşte insanın kusurlu olarak bazı özelliklere sahip olması
Yunan mitolojisinde ilginç bir şekilde ortaya konulmuştur: Prometheus yalnızca insanın değil,
içerisinde hayvanların da yer aldığı birçok heykel yapmıştı. Yapmış olduğu bu heykellerin inşasında
yaşanan bazı hususlar insanların kusurlarının oluşmasına kaynaklık etmiştir. İnsanda görülen bu
kusurların olmasının nedeni ise şundandır; Prometheus bir gün, yine kilden insana ait bir çok kafa, kol
bacak yapıyordu. Bunları birleştirerek raflarına diziyordu. O sırada şarap tanrısı Dionysos geldi.
Birlikte gezdiler; eğlendiler, şarap içtiler. Prometheus geri döndüğü zaman çok sarhoş olmuştu. Bu
yüzden bazı küçük hatalar yaptı, küçük bir gövdeye büyük bir baş taktı, büyük bir gövdeye
ait olan uzun kolları ise küçük bir gövdeye taktı. Hayatta da büyük başların veya uyumsuz gövdelerin
olmasının nedeni buymuş.
Ayrıca insanın yaratılışıyla ilgili bir mit ise şöyledir; Zeus insanı yarattıktan sonra 25 yıl
yaşamasını yeterli görüyordu. İnsan ise sızlandı bunun yetersiz olduğunu, zaten yarısının uykuyla
geçeceğini çocukluk dönemini de çıkarınca geriye pek bir şey kalmayacağını söyledi. Uzun ömür de
dahil tüm iyi özellikler diğer yaratılmışlara verilmişti. O anda insanın yanında altı hayvan bulunuyordu
bunlar; tırtıl, kelebek, tavus, at, tilki ve maymun. İnsan bu yaratıkları göstererek Zeus’dan onların
ömürlerinden kendi ömrüne eklemesini istedi. Zeus ise diğer hayvanlara haksızlık olacağını söyledi,
fakat insanın, hayatının belli dönemlerinde o hayvanlar gibi yaşamasını insana şart koşarak onun
ömrünü uzattı. Bundandır ki yeni doğan
bir insan önce tırtıl gibi yerde sürünür, emekler bu bebeklik dönemidir. Sonra kelebek gibi neşe içinde
koşar bu çocukluktur. Gençliğinde ise tavus kuşu gibi gururludur. 25-30 yaşlarına doğru ev bark sahibi
olunca at gibi hayatın yükünü çeker. Kırkından sonra insan olgunlaşır tilki gibi kurnaz olur. Elli
yaşından itibaren de maymun gibi çirkinleşir. İşte bu altı hayvanın özelliklerini üzerinde bütünleştiren
canlı: İnsan.
Yunan mitolojisinde insanın yaratılmasındaki ilginçlikler sadece bununla sınırlı kalmamıştır.
Nitekim kadının yaratılması ayrı bir öyküye sahiptir. Aslında mitolojide kadının yaratılması tamamen
bir ders verme üzerine kuruludur. Mitolojide ölümlüler (yani insanlar) ve ölümsüzler (yani tanrılar) bir
arada yaşamaktaymış. Ancak insanlar o dönemde sadece erkeklerden oluşmakta imiş. Prometheus'un
kurnazlıkla çalarak insanlara verdiği akıl
onları şımartınca Zeus o zamana kadar yalnız erkeklerden ibaret olan insan topluluğuna ceza vermek
istedi. İnsanlar Tanrılarla o denli laubali olup, sınırsız olmuşlar ki Zeus bu şımarık, ters, ahlaksız ,
kaba , kendini akıllı ve güçlü sanan aptallar ordusuna, kendilerini hale yola soksun ve incelsinler diye
az çok vücutça kendilerine benzeyen ama aslında kendilerinden çok farklı, bir varlık göndermiş:
"kadın".
Yunan mitolojisinde kadının yaratılma süreci ise şu şekilde gerçekleşmiştir: Zeus, oldukça
başarılı bir usta olan oğlu Hephaistos'tan kadını yaratmasını istedi. Hephaistos babasının isteği üzerine
çamuru su ile yoğurdu ve görenleri şaşırtacak güzellikte bir kadın
vücudu yarattı. Olympos'ta oturan tanrıçaların en güzeli olan ve kendi karısı olan Aphrodite'in
vücudunu model olarak kullanmıştı. Heykel bitince onun kalbine ruh yerine bir kıvılcım koydu. O
zaman heykelin gözleri açıldı. Kolları bacakları kıpırdamaya ve dudakları konuşmaya başladı. Onu
süslemek için bütün tanrılar ve tanrıçalar yardım ettiler. Herkes kendisinden ona bir şey armağan etti
ve ona Rumca "bütün armağan" anlamına gelen
Pandora adını taktılar. Athena ona güzel bir kemer, süslü elbiseler verdi. Letafet perileri Kharites
beyaz göğsüne parlak altın gerdanlık taktılar. Aphrodite başına güzellikler saçtı. Güzel saçlı Horalar
ilkbahar çiçekleriyle onu süslediler. Hermes Pandora'nın kalbine, hıyanet ve aldatıcı sözler yerleştirdi.
Zeus da ona esrarlı bir kutu armağan etti ve ona dedi ki; Sakın verdiğim kutuyu açma, içindeki iyi
şeyler uzaklara kaçar ve onların yerine fenalıklar gelir, seni rahatsız ederler. Bu kutuyu iyi sakla bütün
insanların saadeti ve felaketi bu kutunun açılıp
açılmamasına bağlıdır. Böyle dedikten sonra baş tanrı ilk kadını yeryüzüne indirdi ve Prometheus'un
kardeşi Epimetheus'a gelin olarak gönderdi. Prometheus kardeşine Zeus'dan hiç bir şekilde hediye
kabul etmemesini tembih ettiği halde Pandora'nın güzelliğine hayran kalan Epimetheus öğüdü tutmadı
ve onunla evlendi. Pandora da tıpkı tüm kadınlar gibi doğuştan meraklı olduğunda dünyaya gelir
gelmez kutunun içinde ne olabileceğini
düşünmeye başladı ve Zeus'un uyarısını unutarak kutuyu açtı. Kutunun içindeki hastalık, keder, ıstırap,
yalan, riya gibi insanları rahatsız edecek ve onları felakete sürükleyecek ne kadar kötülük varsa hepsi
8
açılan kutudan kuşlar gibi uçuştular. Pandora hatasını anlayarak biraz sonra kutuyu kapadı ancak
kutuya kapatılan kötülüklerin arasında, insanları yaşatacak, teselli edecek "ümit" te vardı. Fakat ümit
dışarı çıkamamış kutuda kalmıştı.. Böylece Zeus ilk kadını beraberinde kötülüklerle dolu bir kutuyla
yeryüzüne yollayarak insanlardan intikam
almıştı.40
5.4. Sümer mitlerinde toplumsal cinsiyet ve kadının yeri
Kısaca Sümerlerden bahsetmemiz gerekirse Sümerler; coğrafi olarak günümüz Irak’ının,
Bağdat’ın kuzeyinden Basra Körfezi’ne kadar olan bölümde uygarlıklarını kurmuş bir topluluktur.
İklimi aşırı sıcak ve kuru olan bu bölgede buna bağlı olarak neredeyse hiç madeni kaynağı yoktur.
Fakat buraya yerleşen insanlar bölgenin doğal dezavantajlarını kendi lehlerinde kullanarak bu bölgede
olasılıkla insanlık tarihindeki ilk yüksek kültürü geliştirmişlerdir. 41
Aslına bakarsanız bu bile bir tesadüf değildir. Coğrafi ve iklimsel koşullar doğrultusunda
Sümerler bir sulama sistemi geliştirmek zorunda kalmışlardır. Sulama, topluluğun çabasını ve
örgütlenmesini gerektiren karmaşık bir süreçtir. Kanalların kazılması ve sürekli olarak onarılması
gerekir. Su, ilgili herkes arasında adil olarak bölüştürülmelidir ve bunun güvence altına alınması için
de tek tek toprak sahiplerinden hatta tek bir topluluktan daha güçlü bir iktidarın oluşması
kaçınılmazdır. Hükümet kurumları ve Sümer devletinin ortaya çıkışı işte bu nedenle özünde sulamaya
ve dolayısıyla da coğrafi ve iklimsel şartlara dayanmaktadır. 42
Sümerler sulama ve teknolojik icatlara olan yetenekleri dışında, MÖ 3. binyılda, günümüz
dünyası üzerinde, özellikle de Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam aracılığıyla silinmez izler bırakan
dinsel fikirler ve tinsel kavramlar geliştirmişlerdir.43 Pratik ve işlevsel düzeyde, Sümer rahipleri ve
kutsal kişileri, tanrıları hoşnut etmeye ve yatıştırmaya hizmet etmek kadar, insanoğlunun gösterişli
tören ve gösterilere duyduğu sevgi için duygusal bir ortam44 sağlamak üzere de ayinler, ritüeller ve
törenlerden oluşan renkli ve çok çeşitli bir toplam geliştirmişlerdir. 45
Sümer bilginlerinin gözünde evreni oluşturan belli başlı öğeler gök ve yeryüzüydü. Nitekim
evren için kullandıkları terim, “gök-yer” anlamına gelen an-ki idi. Onlara göre dünya düz bir disk
şeklindeydi ve üzerinde çok geniş bir boşluk bulunuyordu. Bu boşluk da kubbe biçiminde katı bir
yüzeyle kaplanmıştı. (Burada Mimarlık Tarihi derslerimden aklımda kalan bilgilere dayanarak
Mezopotamya ve özellikle de Sümer mimarisinin geleneksel yapı tipinin konik kubbeli temeli dörtgen
yapılardan oluştuğu bilgisinden yola çıkarak, bölge insanının evren düşüncesini oluştururken aslında
kendi mimari yapılarının büyütülmüş bir biçimini kurguladığını söyleyebiliriz diye düşünüyorum.)
Gök ile yeryüzü arasında lil adını verdikleri bir madde olduğunu kabul eden Sümerlerde bu sözcüğün
yaklaşık anlamı rüzgar, hava, nefes, ruhtur. Bunlara ek olarak “gök-yer”i üstten ve alttan da olmak
üzere her tarafından sınırsız bir deniz çevreliyordu. Sümerli düşünürler bu düşünceden yola çıkarak
evrenin yapısıyla ilgili ilk olarak denizin var olduğu sonucuna vardılar. Fakat buların arasında, gök ile
yeri ayıran, hareketli ve genişleyen bir “atmosfer” bulunuyordu. Bu atmosferden de ışıklı cisimler,
yani ay, güneş, gezegenler ve yıldızlar yapılmıştı. Gök ile yerin ayrılmasından ve ışık veren gök
cisimlerinin yaratılmasından sonra bitki, hayvan ve insan yaşamı oluşmuştu. Sümerli din adamlarının
varsayımlarınca, bu evrenin işlemesini sağlayan şey, biçim olarak insana benzeyen, fakat insanüstü ve
ölümsüz olan, ölümlülerin gözüne görünmeksizin, kozmosu iyi hazırlanmış planlara ve uygun yasalara
göre yönlendiren ve denetleyen bir grup canlının oluşturduğu bir panteondu. Gök, yer, deniz ve hava
gibi büyük alemler; güneş, ay ve gezegenler gibi belli başlı gök cisimleri; rüzgar, fırtına ve kasırga
gibi atmosfer olayları; ve nihayet yeryüzündeki ırmak, dağ ve ova gibi doğa varlıkları, kent, devlet,
hendek, kanal, tarla ve çiftlik gibi kültürel varlıklar ve hatta kazma, tuğla kalıbı ve saban gibi aletler,
40
Göğebakan, Y., 2011: 501 - 504
Kramer, S.N., 2002: 13
42
Kramer, S.N., 2002: 15
43
Kramer, S.N., 2002: 152
44
Alıntının orjinalindeki kelime “subap” fakat sözcüğün anlamını bilemediğim için cümlenin gidişatından dolayı “ortam”
sözcüğünün uygun olacağını düşündüm.
45
Kramer, S.N., 2002: 152
41
9
insan biçimli fakat insanüstü olan, eylemlerini yerleşik kurallara ve düzenlemelere göre yönlendiren şu
ya da bu varlığın sorumluluğu altında olarak görülüyordu. 46 Fakat panteonu oluşturan tanrılar tümü
aynı öneme sahip değildi. Örneğin kazmadan ya da tuğladan sorumlu olan tanrının güneşten sorumlu
olan tanrıyla karşılaştırılamayacak olması gibi. Bu yüzden de Sümerler insan devletinin siyasal
örgütlenmesinden yola çıkarak tanrılar arasında da bir hiyerarşik düzen oluşturdular. Bu görüşe göre
kozmosu oluşturan temel öğeler gök, yer, deniz ve havaydı; bütün öteki kozmik görüngüler ancak bu
alemlerden biri ya da diğerinin içinde var olabilirdi. Dolayısıyla, gök, yer, deniz ve havanın denetimini
ellerinde bulunduran ilahların yaratıcı tanrılar olduğu ve bütün öteki kozmik varlıkları, hazırladıkları
plan uyarınca bu dört ilahtan birinin yarattığı çıkarımını yapmak mantıklı görünüyordu.47
Sümer tanrıları da tıpkı insanlar gibi planlar yapıp uyguluyor, yiyip içiyor, evlenip çoluk
çocuk sahibi oluyor, geniş aileler geçindiriyor ve insani tutku ve zaaflara yakalanıyorlardı. Bu da çok
açıkça gösteriyor ki Sümerler tıpkı tüm insanoğlunun vazgeçilmez ihtiyacı ve arzusu olan evreni ve
kendini anlama çabasında bilinenden bilinmeyene doğru yola çıkmıştır.
MÖ 3. binyılın ortalarında Sümerler arasında en azından ismen yüzlerce ilahın/tanrının var
olduğu yapılan arkeolojik kazılar sonucunda çıkartılan tabletlerin incelenmesiyle ortaya çıkarılmıştır.
Bu yüzlerce ilahtan en önemli dördü; gök tanrısı An, hava tanrısı Enlil, su tanrısı Enki ve büyük ana
tanrıça Ninhursag’dı. 48 Gök tanrısı An’ın bir zamanlar Sümer panteonundaki en yüce hükümdar olarak
kabul edildiği, fakat ardından pek de bilinmeyen ve açıklanamayan bir sebepten ötürü önemini
yitirerek yerini hava tanrısı Enlil’e kaptırdığı bilinmektedir.49 (Burada Yunan mitolojisindeki
Uranus’un elinden yönetimi/hükümdarlığı ele geçiren Zeus’la bir benzerlik kurulabilir. Bilindiği gibi
Zeus babasına karşı açtığı savaşı kazandıktan sonra Yunan panteonundaki baş tanrı olarak kabul
edilmiştir.)
Burada Enlil’in baş tanrı olmasına aslında çok da şaşırmamamız gerekir. Çünkü yukarıda da
bahsettiğim gibi kültürün şekillenmesinde en belirleyici etkenler bilindiği gibi en temelde bulunulan
bölgenin coğrafi ve iklimsel özellikleridir. Mezopotamya bölgesi de kurak bir iklime sahip
olduğundan dolayı insanlar geçinmek ve hayatta kalabilmek için tarım yapmalı, tarım için de yağmura
ihtiyaç duymaktadır ve dolayısıyla günün doğmasını sağlayan, bütün tohumların, bitkilerin ve
ağaçların topraktan çıkmasını sağlayan tanrı Enlil bölge insanı için hayati bir değer taşımaktadır.
(Fakat birazdan göreceğimiz gibi bereketin koruyucu tanrıçası İnanna Sümerler tarafından Enlil’e bile
istediğini yaptırabilecek bir güce getirilmiştir.)
Önde gelen bu dört tanrıya ek olarak üç önemli göksel ilah daha vardı: Ay tanrısı Nanna,
Nanna’nı oğlu güneş tanrısı Utu ve Nanna’nın kızı tanrıça İnanna (Samilerce İştar olarak
tanınıyordu)50
İnanna Sümerler için kuşkusuz en önemli tanrıçalardan biriydi. Bunun nedenin yine yukarıda
bahsettiğim coğrafi ve iklimsel koşullara bağlı olduğu kuşkusuzdur. Çünkü Sümer, bütün ekonomisi
tarıma bağlı olan bir tarım ülkesiydi ve bu yüzden ürünlerin, hayvanların üremesi, çoğalması
gerekliydi. Bunun için de cinsel güç kuvvetlenmeliydi. MÖ 3. binyılın başlarında, Dumuzi Sümerdeki
önemli kent devletlerinden Erek’in seçkin bir hükümdarıydı. Yaşamı ve eylemleri dönemindeki ve
sonraki kuşaklar üzerinde derin bir erki bırakmıştı. Erek’in koruyucu ilahı İnanna idi. İnanna bütün
Sümer tarihi boyunca, öncelikle cinsel aşk, doğurganlık ve üretkenlikten sorumlu tanrıça olarak
görülmüş, ve kuşkusuz İnanna ve Dumuzi’nin isimleri erken döneme ait mitler ve törensel ayinlerde iç
içe geçmiştir. 51Sümerler tanrıça İnanna’yı çoban tanrısı olarak algıladıkları Kral Dumuzi ile
evlendirirlerse bu birleşim sayesinde ürünler bollaşacağına, hayvanlar döllenecek ve ülkeye bereket
geleceğine inanıyorlardı ve bu doğrultuda İnanna’yı birçok hikayede kullanmışlardır. İnanna bu
öykülerle güzelliğin, çekiciliğin, sevginin, şefkatin, hırsın, kavganın, kurnazlığın, en önemlisi de
bereketin, çoğalmanın sembolü haline gelmiştir.52
46
Kramer, S.N., 2002: 152-154
Kramer, S.N., 2002: 155
48
Kramer, S.N., 2002: 159
49
Kramer, S.N., 2002: 159,160
50
Kramer, S.N., 2002: 165
51
Kramer, S.N., 2002: 187
52
Çığ, M. İ., 2009: 28
47
10
Bu düşünce MÖ 3. bin yılın ortalarına doğru “Sümer kralı kim olursa olsun ya da hangi
kentten gelirse gelsin, eğer ülkesinin ve halkının gönencini ve bolluğunu etkili bir biçimde güvence
altına alacaksa, yaşam verici aşk tanrıçasının yani Erek’li İnanna’nın kocası olmalı” şeklinde bir
gelişim göstermiştir. Kabul edilen bu fikir zamanla dogmatikleşerek ritüel uygulamalarında da
yürürlüğe kondu ve bir hieros gamos – kutsal evlilik – törenine dönüştü. 53 Kendilerine aşkı ve cinsel
gücü ile insanlara de doğaya yenilenme, çoğalma gücü vermiş olan tanrıça adına Sümer’in en saygın
kadınları kutsal evlenme törenlerinde yer almak için yarışmışlardır.54 Bu ritüel, kral ile İnanna’nın
Erek’teki tapınağından özel olarak seçilmiş bir cariye arasında büyük olasılıkla her yeni yılda
tekrarlanan evlilik töreninin cinsel birleşmeyle tamamlanması şeklinde yapılıyordu. 55
Buradan da anladığımız üzere bir kadın tanrı olan tanrıça İnanna’nın Sümer dünyasında
önemli bir yeri bulunmaktadır. Sümerler gibi tarımla yaşayan topluluklarda kadın çoğu kez olağanüstü
bir etki ve güce sahiptir. Bu etki ve güç, yeni ortaya çıkan bir olguya, toprağın işlenmesi temeline
dayalı bir uygarlıkta çocuğun kazandığı öneme bağlıdır; insanlar bir toprak parçasına yerleşmekle onu
kendilerine mal etmektedirler; böylece, toplu mülkiyet doğmaktadır; bu mal sahiplerinden soylarını
soplarını devam ettirmelerini istemektedir;56 dolayısıyla analık ve toprağın bereketi kutsal bir olgu
haline gelmektedir. Bu durumdan (mitlerden ve İnanna’nın öneminden) yola çıkarak Sümer kadınları
hakkında yorumlar yapmak elbette ki pek de doğru olmayacaktır. Fakat yine de bir halkın tanrılara,
tanrıçalara ya da ikisine de inanıp inanmamasının erkek ve kadınların günlük yaşamda birbirleriyle
olan ilişkisin yansıması olduğunun da unutulmaması gerekir. Genelde kadının erkeğe göre daha
değersiz olduğu toplumlarda, ilahlar arasındaki sıradüzende üstünlük, erkek olan tanrılara aittir. 57
Fakat en azından şunu anlayabiliriz ki, zihinlerinde çoban tanrısı ile bereket ve cinselliğin tanrıçasını
birleştirmeyi düşleyen bu insanlar toprağa, toprağın verdiklerine ve dolayısıyla kadına, kadının
doğurabilme mucizesine fazlasıyla değer veriyorlardı. Yani biraz düz mantıkla düşünürsek diyebiliriz
ki o dönem insanı için yaşamak eşittir toprağın verimi, toprağın verimi eşittir bereket, bereket eşittir
İnanna ve dolayısıyla en başa dönersek İnanna eşittir yaşamak.
6. Eski Çağ Yasalarında Kadın
6.1. Hitit Kanunlarında Kadın
Mevcut bilgilerimize göre, Anadolu'nun yerli halk unsuru olmayıp sonradan bu coğrafyaya
gelen Hititler, bölgede var olan siyasî yapıyı toparlayıcı ve reforme edici kavim özelliğini
taşımaktadırlar. Fakat sosyal ve kültürel yapı hususunda eski Anadolu halklarının geleneklerine bağlı
kalmaya çalışmış olan58 Hititlerin Anadolu’da merkezi bir devlete doğru attığı ilk adımlar, kökeni Orta
Anadolu’daki Kuşşara kentine dayanan Pithana oğlu Anitta(1750) ile atılmıştır. Neşa, Talpa ve
Hattuş’u eline geçiren Anitta kendisini “büyük kral” ünvanı taşıyacak kadar güçlü hissediyordu.
Anitta’dan bir süre sonra, aynı soydan gelen Kuşşaralı Labarna’nın eski bir Hatti beylik merkezi olan
Hattuş’u başkent yapıp kente Hattuşa, kendine de Hattuşalı anlamına gelen Hattuşili (1650-1620) adını
vermesiyle Hitit Devleti resmen kurulmuştur.59
Hititlerin önemli bir özelliği de yayılmacı bir politika izlemelerinin yanında ele geçirdikleri
ülkeleri tüm kültürel öğeleriyle ve hatta tanrılarıyla birlikte kabul etmeleri ve o ülkenin tanrılarını
kendi tanrısı ilan etmeleridir. Zaten bu nedenden ötürü Hititlere “bin tanrılı” denmiştir.
Hitit tanrılarının başında Hatti kökenli Fırtına Tanrısı Taru gelmektedir. Onun hemen yanı
başında Arinna adlı kentin Güneş Tanrıçası Vuruşemu bulunmaktadır. Ele geçen Hitit kabartma ve
metinlerinden Hititler’in tanrılarını insan şeklinde düşünüp betimlediği anlaşılmaktadır. Bu betimlerin
53
Kramer, S.N., 2002: 187
Çığ, M. İ., 2009: 29
55
Kramer, S.N., 2002: 187
56
Beauvoir, S., 1993: 71
57
Haviland,W., Prins, H., Walrath, D., Mcbride, B., 2008: 649
58
Kılıç, Y., Duymuş, H.H., sf. 97
59
Sevin, V., 2003: 163
54
11
bulunduğu en önemli kabartmalar başta Yazılıkaya olmak üzere Fasıllar ve Eflatunpınar şeklinde
sıralanabilir.60
Hitilerin bilinen başlıca efsaneleri arasında İlliyanka efsanesi, Kumarbi efsanesi, Hadammu
efsanesi, Ullikummi şarkısı ve Gurparanzah gösterilebilir. Bunlardan kısaca bahsetmem gerekirse
İllyanka Efsanesi; Fırtına Tanrısı ile İlluyanka adındaki yılan biçimli ejderha arasında geçen olayları
dile getiren bir Hitit efsanesidir. Kumarbi Efsanesi; gökyüzü krallığı için krallığın ilk yöneteni olan
bana Alalu, oğul Anu ve torun Kumarbi arasında geçen bir savaşın öyküsüdür. Hedammu efsanesi;
tanrıların babası Kumarbi ile Fırtına tanrısı Teşup’un çekişmesini konu alan bir Hitit efsanesidir.
Ullikummi Şarkısı; Kumarbi adlı tanrının bir kaya ile yaşadığı birliktelik sonucun dünyaya gelen
Ullikummi adındaki taş biçimli bir çocuğun öyküsünü dile getirmektedir. Gurparanzah; Hurri dilinde
Dicle Irmağı’nın adı olan “Aranzah”tan türemiş olduğu ve bu ırmağın kişileştirilmiş şeklini sembolize
ettiği tahmin edilen Hitit destan kahramanı Gurparanzah Akkad’da avladığı vahşi hayvanlarla altmış
krala ve yetmiş kahramana verdiği şölenin ardından yapılan ok atma yarışında Gurparanzah’ın yarışı
kazanmasını ve Akkad kralının kızıyla evlenmesini konu alır. 61
Görüldüğü üzere Hitit mitlerinde kadın öğenin az oluşundan yola çıkarak Hititler’in erkek
egemen bir yapıya sahip olduğunu söyleyebiliriz. Arkeolojik veriler arasında MÖ 2. binyılda Orta
Anadolu Hitit sanatında kadın-erkek ilişkilerini gösteren tasvirler sınırlıdır.62 Mühürler, kaya anıtları,
çanak-çömlekler ve kabartmalardaki kadın figürleri ve benzeri arkeolojik malzeme sadece Hitit üst
tabaka kadınını betimlediklerinden, halk kadını ile ilgili bilgilerin çoğunluğu yazılı hukuk
belgelerinden elde edilmiştir. Gerçekten, Hitit kanunları halk kadınının toplumdaki yeri ve sınırlı
haklarını gösteren bilgiler içermekte olup, diğer taraftan bu arkeolojik malzemeden ancak tanrıça,
kraliçe ve soylu kadınların ikonografisi çizilebilmektedir.63 Öte yandan, Hitit toplumunun genel yapısı
hakkında sadece kanun metinleri ve birkaç arazi bağış vesikası bilgi vermektedir. Nitekim Hitit
kanunları o dönem toplumunun bünyesine göre, yani fertlerin hür veya esir olmaları esası üzerine
düzenlenmiştir. Dolayısıyla bu dönem kadınlarını hür kadınlar ve esir kadınlar olarak iki büyük sınıfa
ayırmak gerekir.64 Hititli hür kadın tipini kraliçeler temsil etmektedir. Hititlerin kraliçelik müessesesi,
çağının kraliçelerinden ayrılan bir statüye sahiptir. Mısır ve Mezopotamya'da kraliçe, memleketin
mutlak hâkimi olan kralın eşi, karısıdır. Birtakım dinî görevlen dışında, genellikle, resmen politik
yetkisi, memleketi hakkında ve halkı üzerinde hükmetme nüfuzu olmayan, kralın meşru birinci kadını
rolündedir. Hititlerde ise kraliçe, Hitit kralına eşit, memleketinde hükmetme yetkisi olan, dış
politikaya bizzat karışan, devletlerarası hukukta söz sahibi, krallığın bağımsız bir kadın temsilcisidir. 65
Hititlerde kraliçe aynı zamanda dini görevleri de bünyesinde bulundurmaktaydı. Örneğin Hatti
ülkesinin başrahibi kralın yanında kraliçe de ona eşit olarak rahibelerin başında yer almaktadır. Hitit
kraliçelerinin bu faaliyetlerini özellikle bildiren belgeler “bayram tasvirleri” adı altında toplanmış olan
yazıtlardır. Bu belgelere göre kraliçe, baş rahip görevini yerine getiren kral ile bir çok dini törenin
yöneticisidir. Hitit panteonunun başında bir kadın tanrı, Arinna şehrinin Güneş tanrıçasının bulunduğu
hatırlanacak olursa, Hitit kraliçelerinin bu görevleri aslında doğal karşılanmalıdır. Alaca höyük ve
Aslantepe kabartmalarında da görüldüğü üzere kraliçelerin bu görevler yalnızca yazılı kayaklara
işlenmekle kalmamış aynı zamanda taş üzerine işlenmiş olan kabartmalarda da belirgin bir biçimde
betimlenmiştir. 66
Şimdi de Hitit kanunlarından kadınlar ile ilgili olan maddeleri sıralayıp kadının toplumdaki
yerini belgelere dayanarak yorumlamaya çalışalım. 67
1)
Bir kız bir erkeğe sözlü iken başkası tarafından kaçırılırsa sözlüsünün kıza verdiği
başlık, kaçıran erkek tarafından iade edilir. Eğer sözlü kızı, ana ve babası ayırırsa
ve başka erkeğe verirse ana baba başlığı iki misli olarak öder.
60
Korkmaz, M., 2009: 503,504
Korkmaz, M., 2009: 506-508
62
Darga, M., 1984: 93
63
Darga, M., 1984: 63
64
Kılıç, Y., Duymuş, H.H., sf. 90
65
Darga, M., 1984: 29
66
Darga, M., 1984: 48,49
67
Aşağıdaki 9 maddenin kaynağı :Darga, M., 1984: 64-67
61
12
2)
3)
4)
5)
6)
7)
8)
9)
10)
Herhangi bir kimse, bir kadını kaçırırsa ve arkasından ona yardım edenler giderse,
iki veya üç kişi (olayda) ölürse ceza yoktur. Fakat kaçırana “Sen kurt oldun” denir.
Eğer erkek kıza el sürmemişse sözünden vazgeçebilir, fakat başlığı ödemeye
mecburdur.
Eğer erkek karısını kendi evine götürürse kadın çeyizini de beraberine alır. Eğer
kadın kocasının evinde ölecek olursa, kocasının malı mülkü yanarsa, erkek onun
çeyizini kendine alır. Eğer kadın babasının evinde ölürse ve çocukları varsa kocası
onun çeyizini alamaz.
Eğer hür bir erkek esir bir kadını sevecek olursa ve onu eş yaparsa ve beraber bir
evde otururlarsa ve çocukları olursa ve sonradan araları bozulup birbirlerinden
ayrılırlarsa, her biri mal ve mülkün yarısını alır. Erkek çocukları alır; kadın sadece
bir tanesini yanına alabilir. (Bu madde esir bir erek hür bir kadın aldığı ya da iki
esirin evlenmesi durumunda da aynen uygulanmaktadır)
Herhangi bir kimse, herhangi bir sebeple bir kadının çocuğunun düşmesine sebep
olursa cezalandırılır.
Bir kadının kocası ölürse dul kadınla kayınbiraderi evlenir; eğer o da ölürse ikinci
defa dul kalan kadın, kayınbiraderinin kardeşi ile evlenebilir.
Eğer kadın dağda bir erkeğe yakalanır ve ram olursa bu kadının değil erkeğin
suçudur, ve cezası ölümdür.
Eğer bir adam hasatta işe gider, demetleri bağlar, yük arabasını yerleştirir, onları
samanlığa kapar (taşır), harman yerini hazırlarsa, üç ay için 30 yarım ölçü tahıl
onun ücretidir. Eğer bir kadın hasatta işe girerse iki ay için 12 yarım ölçü tahıl
verilir.
Şayet bir adam kendi validesine varırsa ceza vardır. Şayet bir adam kızına varırsa,
ceza vardır. Şayet bir adam oğluna varırsa ceza vardır.68
Öncelikle bu maddeler değerlendirilirse sadece kanunsal düzeyde değil sosyolojik açıdan da
bizlere bilgi sunabileceği görülebilir. Örneğin ilk maddede Hititlerde evlenmenin yahut biraz kaba bir
dil kullanırsak kadın almanın bedelinin başlık parası olduğunu öğreniyoruz. İkinci maddede ise kız
kaçırma olayının yaygın bir şey olduğunu görebiliriz. Çünkü kanun ve yasalar durduk yere değil belli
bir ihtiyaçtan ötürü doğar ve eğer ki Hitit insanı kız kaçırma olayını bir kurala, kanuna bağlama gereği
hissetmişse bu olayın yaygın olduğu sonucuna varabiliriz. Birde yine aynı maddedeki “sen kurt oldun”
ifadesinden yola çıkarak kızı kaçıranın toplum tarafından dışlandığı yolunda da bir düşünce
yürütebiliriz. Üçüncü maddedeki ödeme şekli bir tazminat niteliğinde olup muhtemelen kadının
küçülüp gururunun kırılmaması öngörülmüş olmalıdır. Dördüncü maddeden ise veraset sistemine
değinen bir kanunun yürürlükte olduğu anlaşılmaktadır. Beşinci maddedeki boşanma olayından sonra
mal mülkün kadın ve erkek arasında eşit olarak dağıtılması kanun önünde aile kurumundaki kadın
haklarını koruyucu bir nitelik taşıdığı söylenebilir. Altıncı madde ise Hititlerin çocuk düşürme
konusunda ne kadar sert olduğunun bir göstergesidir. Yedinci maddede dul kalan ve aileye girmiş olan
kadının güvence altına alınması öngörülmüş olmalıdır. Sekizinci maddede aslında Hititlerde zinanın
çok ağır bir suç olarak karşılandığı bilgisinden yola çıkarak diyebiliriz ki, kadın zorla bu durum altında
kaldığında Hititlerde ceza erkeğe veriliyordu fakat bazı metinlerden anlaşıldığı üzere böyle bir durum
zor kullanılmadan olmuşsa suç kadında bulunup ölüm cezasını kadın alıyordu. Dokuzuncu maddede
ise Hitit kadınının da erkeklerle birlikte hasat işçisi olarak tarımsal işlerde çalışmış olabileceği
belgelenmektedir. Onuncu maddede ilginç olan baba ile oğul arasında cinsel ilişkinin yasa ile
yasaklanmasının, Hitit’lerdeki eşcinsellik olgusunu ortaya koymasıdır.
Bu maddelerden de anlaşılacağı üzere Hititler temelde ataerkil olan aile düzenine karşın, daha
ilkel bir aşama olan “anaerkil aile”nin de izlerini taşımaktadır. Örneğin, ana oğlunu evlatlıktan
çıkarabilmekte; kızlarını veren yalnızca baba değil, ana ve baba olmaktadır.69
68
69
Tayanç, F., Tayanç, T., 1981: 33,34
Tayanç, F., Tayanç, T., 1981: 35
13
6.2. Roma Kanunlarında Kadın
Roma Hukuku gerek köleci toplumun, gerek köleci toplumda kadının ğst yapıdak durumunun
belirlenmesi bakımından en iyi örneklerden biridir. Bu örnek öncelikle özgür insanlar ile köleler
arasında keskin bir ayrım ortaya koymaktadır. Köle, bir hukuk öznesi değildir. Bundan dolayı ne
memleket haklarına ne aile haklarına sahip olamaz. Köleler arasında evlilik yoktur. Cinsiyete dayanan
birleşimleri neredeyse hayvanlarınkine denkti. Ama bir köle ile bir özgür arasındaki birleşme yasa
yoluyla Augustus tarafından düzenlenmiştir. Bu birleşme bir evlilik sayılmamakla birlikte çirkin bir
davranış olarak da görülmemektedir. Özgür kişi erkekse, zaten kadın köle üzerinde mülkiyet hakkına
sahiptir ve istediği gibi kullanabilir. Augustus’un düzenlemesi özgür kadın ile erkek köle arasındaki
ilişkidir. Özgür bir kadının kölesiyle evlenmesi hoş görülmediğinden, sürekli olacağı varsayılan böyle
bir cinsel ilişki (concubşnatus), Roma toplumunun ahlak düzeyinde kaçınılmaz göründüğünden,
yasaklanan bir çirkin davranış olmaktan çıkarılmıştır. Evlilik, kölenin özgürlüğü alması koşuluyla
geçerlilik kazanabilirdi ancak yine de bir sınırlama vardı; yüksek tabakadan kişilerin azat edilmiş olan
kimselerle evlenmeleri yasaklanmıştı. Peki Roma Hukuku’nın özgür kadına ilişkin yaklaşımları
nasıldı? 70
“Romalı kadının tarihçesi, aileyle Devlet arasındaki çatışmanın öyküsüdür”71 der Simone de
Beauvoir. Eski Yunan kadınından daha bağlı bulunan Romalı kadın, topluma ondan daha çok karışmış
durumdadır; evde, yurtluğun tam ortasına rastlayan, kemer altıyla geçilen ayrı bir bölümde yaşar,
köleleri yöneten odur; çocukların eğitimiyle uğraşır ve etkisi çoğu kez ileri yaşlara dek sürer;
kocasının çalışmalarına ve kaygılarına ortaktır, malların ortak sahibi sayılır, “Ubi tu Gaius ego Gaia”
(Senin kral olduğun yerde, ben de Kraliçeyim) sözü boşa söylenmemiştir herhalde; evin hanımına
“domina” (hanımefendi) denir; o, evin efendisi, kocasıyla aynı tanrıya tapan, ona kölelik değil eşlik
eden kişidir; onları birbirine bağlayan bağ öylesine kutsaldır ki, Roma’da beş yüzyıl boyunca tek bir
boşanmaya dahi rastlanmaz.72
Roma’lı kadına özgürlük yolu XII Yapraklı yasanın çıkışından sonra açılmıştır. Bu yasaya
göre Romalı kadın hem babasının, hem de kocasının ailesinden sayıldığı için, birtakım çatışmalar
doğmuş, bu da Romalı kadına özgürlük yolunu açmıştır. Gerçekten de, “hak devri” yoluyla evlenme,
baba yönünden akrabaların vasiliğine son vermektedir. O zaman, sine manu (hakları devretmeden)
evlenmenin doğduğunu görüyoruz; bu durumda, kadının malları vasilerin elinde kalmakta, koca
yalnızca onu almaktadır; bu hakkı bile, kızı üzerinde mutlak bir yetkeye sahip babayla paylaşmaktadır.
Aile mahkemeleri, babayla koca arasında doğacak çatışmaları karara bağlamakla görevlidir; bu kurum,
kadının kendisini babasına yaslanarak kocasından, kocasına yaslanarak babasından korunmasına izin
vermekte, böylece, herhangi bir kişinin malı olmaktan kurtulmaktadır.73
İmparatorluk döneminde çıkan yasalarsa, vasiliği tümden kaldıracaktır. Bunun sonucu olarak
da kadın, bağımsızlığı konusunda olumlu bir güvence elde eder: babası kendisine çeyiz hazırlamak
zorundadır; bu çeyiz, evliliğin bozulmasından sonra babaya ve onun akrabalarına dönmez, evlilik
sırasında da kocanın malı olmaz; kadın, dilediği an, apansız bir boşanmayla malını geri isteyebilir,
buysa kocanın boynunu eğik tutar. Analar, Cumhuriyet dönemi biter bitmez, çocuklarından babaları
kadar saygı görme hakkına kavuşurlar; koca iyi bir baba olamadığı ya da çocuğa bir koruyucu tayin
etmek gerektiğinde, yavrularını saklama hakkı verildi onlara. Marcus Aurelius döneminde Romalı
ailenin evrimi tamamlanır: MÖ 178 yılından sonra, ananın da mirasçıları vardır ve bunlar baba
yönünden akrabalardan önce gelmektedirler; aile, bundan böyle, conjunctio sanguinis’tir (kan bağına
dayalıdır) ve ana babaya eşittir; kızlar da erkek kardeşleri gibi mirasa konarlar. 74
Yalnız, Velleius döneminde çıkan bir senato kararı kadının başka biri için “dilekte
bulunmasını” (yani sözleşmeyle başkalarına bağlanmasını) yasaklamış, böylece onu hemen hemen
bütün toplumsal haklarından yoksun bırakmıştır.75
70
Tayanç, F., Tayanç, T., 1981: 35-37
Beauvoir, S., 1993: 87
72
Beauvoir, S., 1993: 88,89
73
Beauvoir, S., 1993: 88
74
Beauvoir, S., 1993: 90
75
Beauvoir, S., 1993: 90,91
71
14
Ancak şurası da bir gerçektir ki, Romalı kadınlar yeni kavuştukları özgürlüğü gereğince
kullanamamışlardır; ama bundan olumlu bir biçimde yararlanabilmelerine izin de verilmemiştir. Biri
onu ailenin boyunduruğundan kurtaran, öbürüyse birey olarak ezen bu iki çelişik bireyci ve devletçi
akımın sonucu, toplumsal durumu dengesizdir. Anasının babasının mirasına konabilir, çocuklarından
babaları kadar saygı bekleme hakkına sahiptir, vasiyetname yazabilir, çeyiz (drahoma) kurumu
aracılığıyla kocasının kölesi olmaktan kurtulmaktadır, dilediği zaman boşanıp yeniden evlenebilir:
ama gücünü somut olarak kullanmasına izin verilmediğinden özgürlüğünün tanınması olumsuz etkiler
doğurmaktadır. İktisadi bağımsızlık, siyasi hiçbir hak getirmediği için, soyut kalmaktadır; işte bu
yüzden, Romalı kadınlar, herhangi bir eylemde bulunamamakta, bir takım gösteriler yapmaktadırlar:
kentin sokaklarında bağıra çağıra dolaşmakta, mahkemeleri işgal etmekte, devlete karşı kundak
hazırlamakta, kocalarına öğütler vermekte, iç savaşları körüklemektedirler.76
Eski cumhuriyet döneminde Romalı kadının dünyada bir yeri vardır, ama soyut haklarla
bağımsızlıktan yoksun olduğu için eli kolu bağlıdır; çöküş dönemindeki Romalı kadınsa, somut alanda
hala erkeklerin egemen olduğu bir dünyada, işe yaramayan bir özgürlüğe sahip dişinin canlı örneğidir:
“boş yere” özgürdür.77
7. Semavi dinlerde kadın
7.1. Hıristiyanlıkta Kadın
Kadına ürkütücü bir etki gücü bağışlayan Hıristiyanlıktır: öteki cins korkusu, erkekte, bilinç
huzursuzluğunun belli başlı biçimlerinden biri olup çıkmıştır. Hıristiyan kendi benliğinden ayrılmıştır;
bedenle ruhun, yaşamla aklın ayrılığı işlenir hep: ilk günah bedeni ruhun amansız düşmanı haline
sokar; bütün bedensel bağlara kötü gözle bakılır. İnsanoğlu ancak, Tanrı katında günahları İsa
tarafından bağışlatıldığı ve yüzünü göğe çevirdiği zaman kurtulabilir; ama özü pisliktir; doğumu onu
yalnızca ölüme değil, ilence78 hazırlar; Tanrı’nın özel bağışıyla cennetin kapıları açılabilir ona, ama
doğal varlığının bütün serüvenlerinde bir ilenç vardır. Kötülük, mutlak bir gerçekliktir; ten de günah.
Ve tabii, kadın öteki varlık (cins) olmaktan kurtulamadığı için, kadının da, erkeğin de etten kemikten
yapılmış canlılar oldukları hiç akla getirilmez: Hıristiyan için düşman Öteki olan ten, böylece
kadından ayrılmaz olur. Toprağın, cinselliğin, şeytanın bütün kışkırtmaları kadında simgelenir. Kilise
Babaları’nın hepsi, Adem’i günaha sokanın o olduğu üzerinde ısrarla dururlar. Burada Tertullien’in
sözünü anmak yerinde olacaktır “Ey Kadın! Şeytana açılan kapısın sen. Senin yüzünden can verdi
Tanrı’nın oğlu. Hep karalar ve partallar içinde gezmelisin aslında.” Tüm Hıristiyan edebiyatı, erkeğin
kadın karşısında duyabileceği tiksintiyi artırmaya uğraşır. Tertullienn kadını Templum aedificatum
super cloacam (Lağım çukuru üstüne oturtulmuş toprak) diye niteler. Saint Augustin, müthiş bir
tiksintiyle, cinsel organla işeme organının iç içeliğinden söz eder: Inter foeces et urinam nascimur
(üreme organıyla işeme organından çıktık hepimiz). Hıristiyanlığın kadın vücudu karşısında duyduğu
iğrenme öylesine güçlüdür ki, Tanrı’sına küçük düşürücü bir ölümü yakıştırır da, bir anadan doğmuş
olmayı yakıştırmaz: Doğu’da Efes Din Bilginleri Kurulu, Batı’da Latranlı din bilginleri, İsa’nın kızlığı
bozulmamış bir anadan doğduğunu öne sürerler. İlk Kilise Babaları – Origéne, Tertullien ve Jérome -,
Meryem’in de öbür kadınlar gibi çocuğunu kan revan içinde doğurduğunu düşünmekteydiler; ama
sonradan, Saint Ambroise’la Saint Augustin’in görüşleri geçerli sayılmıştır.79
İsa Tanrı’dır; insanları yöneten de bir kadın, Meryem Ana’dır. Oysa, ancak toplumun dışında
gelişen mezhepler kadına eski toplumlardaki tanrıçaların ayrıcalıklarını vermektedir. Kilise, kadının
erkeğe bağlı kalması gereken bir topluma dilmaçlık80 ve hizmetçilik etmektedir. Kadın, ancak erkeğin
kuzu gibi sessiz hizmetçisi olduğu zaman Tanrı tarafından kutsanmış bir ermiş olacaktır. Böylece,
ortaçağın ortalarında, erkeklere uygun kadın örneğinin en yetkin imgesi çizilir: şanlarla şereflerle
76
Beauvoir, S., 1993: 91
Beauvoir, S., 1993: 92
78
İlenç: Beddua (TDK)
79
Beauvoir, S., 1993: 189,190
80
Dilmaç : Çevirmen (TDK)
77
15
donanmış İsa’nın Anası. O, günahkar Havva Ana’nın tam tersidir; yılanı ayağının altına alıp ezmiştir;
Havva’nın günaha sokuculuğuna karşılık, o, insanoğlunu bağışlattırandır.81
Eskiçağlarda din kadınları, Hıristiyan ermiş kadınların çoğu gibi, kız oğlan kızdırlar: iyiliğe
adanan kadının kendini bu işe el değmemiş olarak, tüm güçleriyle vermesi gerekir; dişiliğini el
sürülmemiş olarak saklamalıdır. Meryem’in eşliğinin reddedilişi, Ana Kadın yanının olanca
katkısızlığıyla göklere çıkarılabilmesi içindir. Ama bu durumda bile, ancak kendisine verilen ikinci
derecedeki rolü benimseyerek övgüye hak kazanacaktır. “Ulu Tanrı’nın kuluyum ben” Böylece
insanlık tarihinde ilk kez, ana, oğlu karşısında diz çökmekte; kendi isteğiyle ondan aşağı olduğunu
kabul etmektedir. Meryem Ana’ya gösterilen saygı, erkeğin elde ettiği en yüce utkudur: bu saygı,
kadının, tam bir yenilgiyle, eski yerine getirilişidir. Isthar, Astarte ve Kibele acımasız, maymun iştahlı,
görkem düşkünü tanrıçalardı: güçlüydüler; hem yaşam, hem ölüm kaynağı olduklarından, insanları
doğurup kendilerine köle ediyorlardı. Hıristiyanlıkta yaşam da, ölüm de yalnız Tanrı’nın işidir,
anasının karnından ayrılan insanoğlu bir daha oraya dönemeyecektir, toprak ana onun yalnızca
kemiklerini beklemektedir; ruhunun yazgısı, ananın elindeki güçlerin yok edildiği bölgelerde
belirlenmektedir; yeni doğan çocuğun kutsanması töreni, bebeğin çevresindeki ince zarın yakılması ya
da suya atılması törenlerini gülünç kılmıştır. Yeryüzünde büyüye yer yoktur artık: biricik efendi
Tanrı’dır. Doğa, özünden kötüdür; ama tanrının özel bağışı karşısında güçsüzdür. Analık, doğal
görüngü olarak, kişiye hiçbir güç sağlamaz. Bu durumda, ta başlangıçtan gelen eksikliğini aşmak
isteyen kadın için, istemiyle kendisini erkeğe köle eden Tanrı önünde diz çökmekten başka çıkar yol
kalmaz. Ve işte bu boyun eğişle, erkek mitologyasında yeni bir rol elde edebilir. Egemen olmak
istediği ve kendi ağzıyla haklarından vazgeçtiğini itiraf etmediği sürece saldırıya uğrayan, ayaklar
altına alınan kadın, uyruk olduğu zaman saygı görecektir.82
7.2. İslam’da Kadın
İslam dini tüm genel hatlarıyla ele alındığından inananlar tarafından bir “özgürlük” dini olarak
görülse de bu dine şüpheyle bakanlar için aslında tamamen kadını boyunduruğu altına almaya çalışan
tam bir ataerkil dindir. Ki bu en basitinden “iki kadının tanıklığı bir erkeğin tanıklığına bedeldir” diyen
Bakara suresi 282. ayette görülebilmektedir.83
İslam öncesi dönemin Bedevi kadınları, Kuran’ın kendilerine gönderildiğinden daha yüksek
bir toplumsal yere sahiptiler.84 Birlikte olacağı erkeği kendi seçen, istediği taktirde boşanma hakkına
sahip olan, giyim kuşam ve ticari yaşama katılmada son derece özgür kadınlardı. Bunun en temel ve
ilginç örneği zaten Muhammed’in ilk karısı olan Hatice’dir.85
İslam dininin insanı yanılgıya düşüren en temel özelliklerinden biri kadını özgürmüş gibi
gösterip aslında sınırlamasıdır. Örneğin Azhab suresinde “sabreden, oruç tutan, iyi” Müslüman
kadınlara büyük mükafatlar vaat edilmiştir. Nisa Suresi’nde “inanmış olarak yararlı iş gören”
kadınların cennete gidecekleri belirtilmiştir. Nalh Suresi’nde “kadın erkek inanmış olarak kim iyi iş
işlerse, onu temiz bir hayat ihya ede yaşatırız” diye yazılmıştır.86
İşte bu yada buna benzer metinlere bakılarak İslam’ın aslında bir cinsiyet ayrımı yapmadığı,
kadınları özgürleştirici bir misyonu üstlendiği düşünülebilir. Oysa ki bahsedilen hükümlerin her
birinde kadını hak ve özgürlüklerinden yoksun eden, küçülten ve erkeğin hizmetine ve sömürüsüne
terk eden gizli amaçlar yatmaktadır. Bu sureler kadına reva görülen itaatkarlık, hizmetkarlık ve
aşağılık durumu hiç sezdirmeden ona kabul ettirmek ve hazmettirmek için düşünülmüştür. Örneğin
“mü’min kadınların tıpkı mü’min erkekler gibi cennete alınacaklarına” ya da “analarının ayakları
altından cennetler geçtiğine” dair sözler özünde, gerçek olarak kadına ne kadın olarak ne de ana olarak
hak ve değer tanıyan bir anlam taşır. Çünkü bir kere kadınların cennete girebilmesi her şeyden önce
kocasının hizmetlerini en iyi şekilde görmesine, onu memnun etmesine, ona mutlak şekilde itaat
etmesine ve onun şehvetini, yine onun dileğine ve zevkine göre gidermesine bağlıdır. Öte yandan
81
Beauvoir, S., 1993: 193
Beauvoir, S., 1993: 194,195
83
Arsel, İ., 1991: 9
84
Beauvoir, S., 1993: 76
85
Arsel, İ., 1991: 24
86
Arsel, İ., 1991: 46
82
16
cennete alınan kadın için mutluluk ya da huzur diye bir şey söz konusu değildir. Çünkü cennetler,
sadece erkeklerin mutluluğu ve saltanatı için öngörülmüş ve buna yarar sağlayacak şekilde
hazırlanmıştır. Örneğin e’n Nebe suresine “çekinenlere bir kurtuluş ve murada eriş yeri” olarak
belirtilen cennette “memeleri yeni sertleşmiş kızlar ve dopdolu kadeh” olduğu yazılıdır. el-Vakıa
suresinde, cennete giren mü’minlere “kara gözlü huriler” vaat edilmiş ve bu hurilerin “kız oğlan kız
olarak” hak edildiklerini ve “cilveli ve şirin sözlü” olup “eşlerine aşık ve onlarla yaşıt” kılındıkları
eklenmiştir. Burada hatırlamak gerekir ki bu huriler ve kara gözlü dilberler, mü’min erkeklerin “asıl ve
gerçek” eşleridir. Buradan da anlaşılıyor ki mü’min erkekler yeryüzündeki eşleri önünde her zaman ve
her bakımdan üstündürler.87
Bilindiği gibi bir İslam geleneği olan erkek çocuk sahibi olmanın verdiği sevinç ve kız çocuk
sahibi olmanın verdiği üzüntü hala günümüzde görülmektedir. Erkek çocuk sahibi olan ana bana
kutlamalar yaparken kız çocuk sahibi olan ana babaya bir dahaki sefere erkek çocuk sahibi olması
temennisinde bulunulması durumu hala günümüzde bile görülebilmektedir.
İslamda kadın erkek ayrımcılığı bunlarla sınırlı kalmamaktadır. Örneğin Kur’an Müslüman
erkekleri için “hoşunuza giden kadınlara, iki, üç, dörde kadar evlenebilirsiniz”(4 Nisa 3) şeklinde bir
imtiyaz tanımıştır.88 Fakat elbette ki kadın için böyle bir imkan ve olanak diye bir şey söz konusu bile
değildir.
Aynı zamanda cinsel yönden de fazlasıyla gerici bir üslubu olan Kuran’da cennete gidecek
Müslüman erkeklere vaat edilmiş “biz ceylan gözlüleri, defterleri sağdan verilenler için yeniden
yaratmışızdır, onları bakire kılmışızdır”(56 Vakıa 35-38), “Cennetlerde bakışlarını yalnız erkeklerine
çevirmiş, daha önce ne insan ve ne de cinlerin dokunmuş olduğu eşler var”(55 Rahman 56) şeklinde
ayetler bulunmaktadır.89
Bu verilen örneklerin sayısını arttırmak mümkündür fakat en temelinde buradaki örneklerden
bile yola çıkarak İslam dininin de “toprak ana” inanışı ardından gelen tüm inanışlar gibi tamamıyla
erkek egemen bir yapıya sahip olduğunu ve kadınların ikinci plana atıldığını görebiliyoruz.
8. Sonuç
Sonuç olarak görüyoruz ki tarih öncesi çağlardan günümüze kadar gelmiş olan tüm inanç
sistemlerinde kadın, erkek tarafından hep ikinci plana atılmaya ve üzerinde baskı kurulmaya çalışılmış
bir varlık haline gelmiştir. En ilkel dinlerden, günümüzün modern(!) dinlerine kadar, tarihin her anında
kadının kamusal özgürlüğü erkekler tarafından kısıtlanmış ve kadın hem dinsel hem de toplumsal
açıdan hep ikinci plana atılmak istenmiştir.
Fakat bu ödevi hazırlayan bir “erkek” olarak aslında benim de söylediklerime kuşku ile
bakılmalıdır. Çünkü kadın hakları savunucusu Poulain de la Barre’ın XVII. yüzyılda söylediği gibi
“Erkeklerin kadınlar üstüne yazdıklarına kuşkuyla bakılmalıdır, çünkü onlar hem yargıç, hem
davacıdırlar”
87
Arsel, İ., 1991: 47
Arsel, İ., 1991: 169
89
Arsel, İ., 1991: 182
88
17
9. Kaynakça

Beauvoir, S., Kadın “ikinci cins” Genç kızlık çağı, Payel Yayınevi, İstanbul, 1993

Haviland,W., Prins, H., Walrath, D., Mcbride, B., Kültürel Antropoloji, Kaknüs Yayınları,
İstanbul, 2008

Güvenç,B., İnsan ve Kültür, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1984

Özgü,H., Psikanalizin 3 büyükleri Freud Adler Jung, Mart Yayıncılık, İstanbul, 1994

Erhat, A., Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2008

Kramer, S.N., Sümerler, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2002

Çığ, M.İ., Bereket Kültü ve Mabet Fahişeliği, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2009

Sevin, V., Anadolu Arkeolojisi, Der Yayınları, İstanbul, 2003

Korkmaz, M., Mitolojik Dinlerin Gizemi, Alter Yayıncılık, Ankara, 2009

Darga, M., Eski Anadoluda Kadın, Acar Matbaacılık Tesisleri, İstanbul, 1984

Tayanç, F., Tayanç, T., Dünyada ve Türkiye’de Tarih Boyunca Kadın, Tan Yayıncılık,
Ankara, 1981

Arsel, İ., Şeriat ve Kadın, Kurtiş Matbaası, İstanbul, 1991

Demirbilek, S., Cinsiyet Ayrımcılığının sosyolojik açıdan incelenmesi, Finans Politik &
Ekonomik Yorumlar 2007 Cilt: 44 Sayı:511

Hikmet Tanyu, Totem, Totemizm ve Tabu Üzerinde Yeni Araştırmalar, A.Ü.İ.F.D.

Gürhan, N., Toplumsal Cinsiyet ve Din, e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.esarkiyat.com- ISSN: 1308-9633 Sayı: IV, Kasım 2010

Göğebakan, Y.,Anadolu’da Ana Tanrıça Kültü Olarak: Kadın, İnönü Üniversitesi Sanat ve
Tasarım Dergisi ISSN: 1309-9876 E-ISSN: 1309-9884 ÖzelSayı/Special Edition Cilt/Vol.1,
2011

Akkaş, S.Ö., Mit ve Felsefe, Millî Folklor, 2008, Yıl 20, Sayı 77

Kılıç, Y., Duymuş, H.H., Hititlerde Kadın ve Siyaset, Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat
Fakültesi Tarih Bölümü
18

Benzer belgeler