calvın ınstıtues revısed

Transkript

calvın ınstıtues revısed
CALVIN
HIRĐSTĐYAN DĐNĐNĐN TEMELLERĐ
Derleyen:
JOHN T. McNEILL
Auburn Union Đlahiyat Fakültesi
Kilise Tarihi
Emekli Profesörü
New York
BĐRĐNCĐ KĐTAP
YARATAN TANRI HAKKINDA BĐLGĐ
1
ĐÇĐNDEKĐLER
KISALTMALAR
I. Bölüm
II. Bölüm
III. Bölüm
IV. Bölüm
V. Bölüm
VI. Bölüm
VII. Bölüm
VIII. Bölüm
IX. Bölüm
X. Bölüm
5
Tanrı Bilgimizle Kendimiz Hakkındaki Bilgimiz
Birbiriyle Bağlantılıdır. Đkisinin Birbiriyle
Nasıl Đlişkili Olduğu
6
Tanrı’yı Bilmenin Ne Olduğu Ve O’nu Bilmenin
Hangi Amaca Hizmet Ettiği
8
Tanrı Bilgisi Đnsanların Zihinlerine Doğal Olarak
Aşılanmıştır
10
Bilgi, Bir Ölçüde Bilgisizlik, Bir Ölçüde Kötü
Niyetle Yumuşatılıp Yozlaştırılır
12
Tanrı Bilgisi, Evrenin Biçimlenmesinde Ve
Yönetiminin Sürdürülmesinde Görülür
15
Kutsal Yazı, Yaratan Tanrı’ya Gelecek Herkes Đçin
Rehber Ve Öğretmen Olarak Gereklidir
25
Kutsal Yazı, Ruh’un Tanıklığıyla Onaylanmalıdır.
Böylece Yetkisi Kesin Olarak Kanıtlanabilir;
Onun Güvenilirliğinin Kilisenin Yargısına Bağlı Olması
Habis Bir Sahtekârlıktır
27
Kutsal Yazı’nın Güvenilirliğini Kanıtlamak Đçin,
Đnsan Aklının Erdiği Kadarıyla Elimizde
Yeterli Sağlam Kanıtlar Vardır
31
Fanatikler Kutsal Yazı’yı Bırakıp Vahye Uçarak Tanrı
Đnsanlarının Bütün Đlkelerini Yerle Bir Ederler
38
Kutsal Yazı, Her Batıl Đnancı Düzeltmek Đçin,
Putperestlerin Bütün Tanrılarının Karşısına
Tek Bir Tanrı Çıkarmaktadır
40
XI. Bölüm
Tanrı’ya Görülen Bir Biçim Vermek Yasaya Uygun
Değildir Ve Genelde Kim Put Dikerse Gerçek
Tanrı’ya Đsyan Etmiş Olur
XII. Bölüm
Yetkin Saygı Sadece O’na Gösterilebilsin Diye Tanrı,
Putlardan Nasıl Ayırt Edilir?
51
2
XIII. Bölüm
XIV. Bölüm
XV. Bölüm
XVI. Bölüm
XVII. Bölüm
XVIII. Bölüm
Kutsal Yazı’da Yaratılış’tan Bu Yana Bize, Tanrı’nın,
Üç Kişiyi Đçeren Tek Özü Öğretilir
53
Kutsal Yazılar, Evrenin Ve Her Şeyin Yaratılışında
Bile Gerçek Tanrı’yı Sahte Tanrılardan
Apaçık Belirtilerle Ayırt Eder
76
Yaratılan Olarak Đnsanın Doğası, Canın Gücü,
Tanrı’nın Sureti, Özgür Đrade Ve Đnsan Doğasının
Başlangıçtaki Dürüstlüğü Konularını Đrdeleme
90
Tanrı, Yarattığı Dünyayı Gücüyle Besler Ve Korur,
Dünyanın Birçok Yerini Sağlayışıyla Yönetir
97
Bu Öğretiyi En Büyük Yararı Sağlamak Đçin
Nasıl Yaşama Geçiririz
105
Tanrı, Tanrısız Đnsanlarının Đşlerini Öyle Kullanır,
Kararlarını Uygulamaları Đçin Zihinlerini
Öyle Yönlendirir ki, Kendisinin Paklığı
Hiç Bozulmadan Kalır
116
3
KISALTMALAR
ACW - Ancient Christian Writers (Antik Dönem Hıristiyan Yazarları).
ANF - The Ante-Nicene Fathers (Đznik Öncesi Babalar).
Aquinas, Summa Theol.-Aquinas, Summa Theologica (Đlahiyatın Özü).
Augustine, Psalms (Mezmurlar)-Augustine, Enarrationes in Psalmos
(Mezmurlar Üzerine Yorumlar).
Augustine, John’s Gospels (Yuhanna’nın Müjdesi)-Augustine, In Joannis
evangelium tractatus (Yuhanna’nın müjdesi üzerine düşünceler).
Ayer, Source Book – Ayer J. C., A Source Book of Ancient Church History
(Antik Dönem Kilise Tarihinin Kaynak Kitabı).
Benoit, Institution (Temeller) – Benoit J. D., Jean Calvin: Institution de la
Religion Chrestienne (Hıristiyan Dininin Temelleri), 1-III. kitap.
Cadier, Institution (Temeller) – Cadier J. ve Marcel P., Jean Calvin, Institution
de la Religion Chrétienne (Hıristiyan Dininin Temelleri).
Calvin, Letters (Mektuplar) – Letters of John Calvin (John Calvin’in
Mektupları), der. J. Bonnet.
Calvin, Tracts (Risaleler) – Calvin’s Tracts (Calvin’in Risaleleri).
CC – Corpus Catholicorum. Werke catholischer Schriftsteller im Zeitalter der
Glaubens-spaltung (Katolik Külliyatı. Đmanda fikir ayrılığı döneminde Katolik
yazarların eserleri).
CCL - Corpus Catholicorum, series Latina (Katolik Külliyatı Latince Serisi).
CR – Corpus Reformatorum: Johannis Calvini Opera quae supersunt omnia
(Reformasyon Külliyatı: John Calvin’in Günümüze Gelen Bütün Eserleri)
CR Melanchthon – Corpus Reformatorum: Philippi Melanchthonis Opera quae
supersunt omnia (Reformasyon Külliyatı: Philippe Melanchthon’un Günümüze Gelen
Bütün Eserleri)
CR Zwingli- – Corpus Reformatorum: Huldreich Zwinglis sämmtliche Werke
(Reformasyon Külliyatı: Huldreich Zwingli’nin Toplu Eserleri)
CSEL – Corpus Scripturum Ecclesiasticorum Latinorum (Latin Kilise
Babalarının Yazılarının Külliyatı)
Doumergue, Calvin – Doumerge É., Jean Calvin – Les hommes et les choses de
son temps (John Calvin – Đnsanlar ve dönemlerindeki şeyler)
De Cange, Glossarium (Küçük Sözlük)- C. Du F. Du Cange, Glossarium ad
scriptores
mediae et infimae latinitatis (Ortaçağ Latincesi ve klasik
olmayan Latince yazan yazarlar için küçük sözlük)
FC – Fathers of the Church (Kilise Babaları)
Friedberg – Friedberg E. (der.) Corpus iuris canonici (Kanon hukuku külliyatı)
HDRE – Hastings J. (der.) Dictionary of Religion and Ethics (Din ve Etik
Sözlüğü).
Hefele-Leclercq – Hefele C. J., der. Leclercq H., Histoire des conciles
d’après les documents originaux (Özgün belgelere göre konsiller tarihi).
Heppe RD – Heppe H., Reformed Dogmatics (Reformcu Dogmatikler), Çev. G.
T. Thomson.
Herminjard, Correspondance (Yazışma) – Herminjard A. L., Correspondance
des Réformateurs dans les pays de langue française (Fransızca konuşulan ülkelerde
reformcuların yazışması).
GSC – Die griechischen Chrislichen Schriftsteller der ersten drei Jahrhunderte
(Đlk üç yüzyılda Grek Hıristiyan yazarı)
LCC – The Library of Christian Classics (Hıristiyan Klasikleri Kütüphanesi)
4
LCL – The Loeb Classical Library (Loeb Klasik Kütüphanesi)
LF – A Library of the Fathers of the Holy Catholic Church (Kutsal Katolik
Kilisesi Babaları Kütüphanesi)
Lombard, Sentences – (Hükümler) – Peter Lombard, Libri quatuor sententiarum
(Hükümlerin dört kitabı)
Luther, Werke (Eserler) WA – Martin Luthers Werke. Kritische
Gesammtausgabe (Martin Luther’in Eserleri. Toplu Eleştiriler) Weimer.
LXX – Septuaginta: Eski Antlaşma’nın Grekçe çevirisi.
m. – madde. Özellikle Hıristiyan Dininin Temelleri’nde rakamla belirtilen
maddeler.
Mansi – Mansi J: D., Sacrorum conciliorum nova et amplissima collectio
(Kutsal birlik yeni ve genişletilmiş derleme).
MGH – Monumenta Germaniae Historica (Anıtsal Almanya Tarihi).
MPG – Migne J. P., Patrologiae cursus completus, series Greace (Bütün
yönleriyle babalar, Grekçe seri)
MPL – Migne J. P., Patrologiae cursus completus, series Latina (Bütün
yönleriyle babalar, Latince seri)
NPNF – A Select Library of the Nicene and Post-Nicene Fathers (Đznik ve Đznik Sonrası
Babalardan Seçilmiş Kütüphane)
OS – Barth P. ve Niesel W., Calvini Opera Selecta (Calvin’in Seçilmiş Eserleri)
Pannier, Institution (Temeller) – Pannier J. ve d., Oœuvres complètes de Calvin: Institution de
la Religion Christienne (Calvin’in bütün eserleri: Hıristiyan
Dininin Temelleri).
Schaff, Creeds (Đnanç Açıklamaları) – Schaff P., The Creeds of Christendom
(Hıristiyanlıkta Đnanç Açıklamaları)
Smiths – Smiths L., Augustine dans l’oœuvre de Jean Calvin (John Calvin’in
eserinde Augustinus).
Vg. – Kutsal Kitap’ın Vulgata çevirisi.
VG – Versio Gallica. Hiristiyan Dininin Temelleri’nin Fransızca metni.
Wendel, Calvin – Wendel F., Calvin: Sources et évolution de se pensée
Religieuse (Calvin: Dinsel düşüncesinin kaynakları ve evrimi)
5
BĐRĐNCĐ KĐTAP
Yaratan Tanrı Hakkında Bilgi1
1. BÖLÜM
TANRI BĐLGĐMĐZLE KENDĐMĐZ HAKKINDAKĐ BĐLGĐMĐZ BĐRBĐRĐYLE
BAĞLANTILIDIR. ĐKĐSĐNĐN BĐRBĐRĐYLE NASIL ĐLĐŞKĐLĐ OLDUĞU
1. Benlik kavramı bilinmezse Tanrı da bilinmez
Bilgeliğimiz, yani doğru ve sağlıklı bilgeliğimiz neredeyse bütünüyle iki bölümden
oluşur: Tanrı bilgisi ve kendimiz hakkındaki bilgi. Bunlar birbirine çok bağlı olsa da,
hangisinin önce geldiğini ve hangisinin hangisini doğurduğunu anlamak kolay değildir.
Öncelikle, hiç kimse “Kendisinde yaşadığı ve hareket ettiği” [Elç. 17:28] Tanrı’yı hemen
aklına getirip derin derin düşünmeden kendisine bakamaz. Çünkü bize bahşedilen kudretli
armağanların pek bizden gelmediği çok açıktır; aslında varlığımız tek bir Tanrı’da var
olmaktan başka bir şey değildir. Bu durumda biz, gökten üzerimize yağan bu çiy gibi
yararlarla, küçük dereler gibi kaynağa yöneliriz. Aslında, yoksunluğumuz Tanrı’dan gelen
yararların sınırsızlığını daha iyi açıklamaktadır. Đlk insanın bizi içine ittiği başkaldırı, acınası
çöküş, özellikle bizi yukarıya bakmak zorunda bırakır. Bu durumda oruç tutarak ve aç kalarak
sadece yoksun olduğumuz şeyin peşinden koşmayacağız, korkuyla harekete geçerek
alçakgönüllülüğü de öğreneceğiz.2 Çünkü insanın içinde gerçek bir ıstırap dünyası vardır ve
bu nedenle, tanrısal giysimiz bizden soyulmuş, büyük utanç veren çok sayıda davranışımız
utanç verici çıplaklığımızı ortaya koymuştur. Bu durumda her birimizin, kendi
mutsuzluğumuzun bilinciyle, Tanrı hakkında en azından biraz bilgi edinmek için ıstırap
değersizliğimizi,
yoksulluğumuzu,
çekmemiz
gerekir.
Kendi
bilgisizliğimizi,
güçsüzlüğümüzü – ve dahası- bozulmuşluğumuzu ve yozlaşmışlığımızı hissederek, gerçek
bilgelik ışığının, sağlıklı erdemin, her iyiliğin bol bereketinin, doğruluğun saflığının sadece
RAB’be dayandığını kabul ederiz. Bu kapsamda, kendi kötülüklerimiz bizi, Tanrı’nın iyi
işlerini düşünmek için harekete geçirir; kendimizden hoşnut olmamaya başlamadan önce
O’nu gerçekten isteyemeyiz. Kendini tanımadığı, yani armağanlarıyla yetinirken kendi acınası
durumunu görmezden geldiği ya da aldırmadığı sürece hangi insan bu dünyada kendisinden
hoşnut olmaya devam etmeyecektir –hangi insan olduğu gibi kalmayacaktır? Bu durumda,
kendimizi bilmemiz bizi sadece Tanrı’yı aramak için harekete geçirmez, sanki bir el bizi O’nu
bulmaya yönlendirir.
2 . Tanrı bilinmezse benlik kavramı da bilinmez
1
Başlıktaki Tanrı’nın “varlığı” ya da “mevcudiyeti” yerine tercih edilen “bilgi” sözcüğü,
Calvin’in teolojisinin hem yapısında hem de içeriğinde vahyin önemini vurgular. Aynı şekilde
Üçlü Birlik, Yaratılış ve Sağlayış öğretilerini kapsayan “Yaratan” da, Tanrı’nın Kendisinden
çok, O’nun işini ya da eylemlerini vurgular. Buradaki “bilgi” sözcüğünün Latincesi
cognito’dur. Daha sonra ise notitia sözcüğünü kullanır. Calvin, bu iki sözcüğü eşanlamlı
kullanmaktadır.
2
Calvin, alçakgönüllülükle kendini bilme arasındaki yakın ilişkiyi sürekli tekrarlar.
Alçakgönüllülük yoksa kendini bilmek gurura hizmet eder ve bu da felsefedeki bütün
yanlışların kaynağıdır.
6
Yine, insan önce Tanrı’nın yüzüne bakmazsa, sonra da kendisini irdelemek için O’nu
düşünürken ayrıntıya girmezse, kendisi hakkında net bir bilgiye3 kesinlikle ulaşamayacağı
kuşkusuzdur. Haksızlığımıza, bozulmuşluğumuza, akılsızlığımıza ve pak olmayışımıza net
kanıtlarla inanmazsak, kendimizi her zaman doğru, dürüst, bilge ve kutsal görürüz –bu gurur
hepimizde yaratılıştan vardır. Üstelik bu yargıyı ölçerken gerekli tek standart olan RAB’be
bakmadan sadece kendimize bakarsak buna inanmayız. Hepimiz yaratılışımız gereği
ikiyüzlülüğe yatkın olduğumuz için, gerçek doğruluğun yerine doğruluğun boş bir sureti bizi
bol bol tatmin eder. Đçimizde ya da çevremizde büyük ahlaksızlıkla kirlenmemiş hiçbir şey
görünmediği için, -zihnimizi insanın bozulmuşluğunun sınırları içine hapsettiğimiz sürecedaha az iğrenç olan şey, çok pak bir şey diye hoşumuza gider. Böyle olduğu için, siyah
nesnelerden başka bir şeyi görmeyen bir göz, kirli beyaz ya da koyu renk benekli bir şeyin
bile beyaz olduğuna hükmeder. Aslında canın gücünü tahmin ederken ne kadar
yanılabildiğimizin, bedensel duyularımızla çok net olarak farkına varabiliriz. Hudutsuz gün
ışığında yere ya da çevremizde gözümüze ilişen bir şeye baktığımızda en güçlü ve en keskin
görme gücünün bize bahşedildiğini sanırız; ama güneşe bakıp gözümüzü doğrudan ona
diktiğimizde, özellikle yeryüzünde güçlü olan görme gücümüz birdenbire körleşir ve büyük
bir parlaklıkla bozulur. Bu durumda, yeryüzüne baktığımız zamanki gözümüzün
keskinliğinin, sıra güneşe gelince bütünüyle körleştiğini kabul etmek zorunda kalırız. Ruhsal
iyiliklerimizi tahmin ederken de böyle olmaktadır. Yeryüzünün ötesine bakmadığımız, kendi
doğruluğumuzla, bilgeliğimizle ve erdemliliğimizle yetindiğimiz sürece, kendimizle çok tatlı
bir biçimde gururlanırız ve yarı tanrılar olduğumuzu hayal ederiz. Düşüncelerimizi Tanrı’ya
kaldırdığımızı, O’nun doğasının, doğruluğunun, bilgeliğinin, gücünün – bizim buna göre
biçimlenmemiz gereken cetvelin- tümüyle ne kadar yetkin olduğunu düşündüğümüzü
varsayalım. Bu durumda, daha önce hoşa giden doğruluk maskemiz, dört dörtlük
kötülüğünün içinde kısa süre sonra murdar olacaktır. Bilgelik adı altında bizi olağanüstü
etkileyen şey, akılsızlığıyla bize iğrenç kokacaktır. Güç maskesini takan şey, en acınası
güçsüzlük olduğunu bize kanıtlayacaktır. Yani, içimizdeki yetkinlik olarak görünen şey
Tanrı’nın paklığı karşısında kötülüğe tekabül etmektedir.
3 . Tanrı’nın görkemi önünde insan
Kutsal Yazı’da genellikle, kutsalların Tanrı’nın varlığını hissettikleri her zaman bu
korku ve hayretle4 doldukları ve galip geldikleri anlatılır. Sonuçta, Tanrı’nın yokluğunda,
normalde değişmezliğini ve tutarlığını sürdüren insanların, Tanrı görkemini gösterdiğinde
ölüm korkusuyla yere serilecek kadar sarsıldıklarını ve donakaldıklarını görüyoruz –aslında
ölüm korkusu onları kahrediyor ve neredeyse mahvoluyorlar. Sonuç olarak, insan kendisini
Tanrı’nın görkemiyle karşılaştırıncaya kadar, durumunun aşağılığını fark etmeyerek, asla
yeterince etkilenmediğini ve duygulanmadığı sonucunu çıkarmalıyız. Dahası, hem Hakimler
Kitap’ında hem de Peygamberlerde bu korkunun sayısız örneği vardır. Tanrı halkı arasında şu
ifade çok sık kullanılıyordu: “Kesinlikle öleceğiz, çünkü Tanrı’yı gördük” [Hak. 13:22; Yşa.
6:5; Hez. 2:1; 1:28; Hak. 6:22-23; ve başka yerlerde]. Eyüp’ün, Tanrı’nın bilgeliğini, gücünü
ve paklığını anlatan öyküsü, insanların aptallıklarını, güçsüzlüklerini ve bozulmuşluklarını
anlamalarıyla kahrolduklarını gösteren güçlü bir tezi ortaya koyar her zaman (Krş. Eyü. 38:1
vdd]. Bu, nedensiz değildir: Đbrahim’in, Tanrı’nın görkemine bakmak için yaklaştığında,
kendisinin topraktan ve tozdan olduğunu çok daha net anladığını [Yar. 18:27]; Đlyas’ın, yüzü
açıkken O’nun gelmesini beklemeye dayanamadığını, O’nun görünüşünün bu kadar korku
verdiğini [1Kr. 19:13] görüyoruz. Serafların bile korkudan yüzlerini örtmesi gerekirken [Yşa.
3
“Sui notitiam”. Kendimiz hakkındaki bilgimizin hem insanlığı hem de (insanın bir
mikrokozmos olduğu) bütün yaratılışı kapsadığı yorumu yapılabilir.
4
“Horror ille et stupor”
7
6:2], çürük [Eyü. 13:28] bir kurt [Eyü. 7:5; Mez. 22:6] olan insan ne yapabilir? Peygamber
Yeşaya aslında bunu anlatmaktadır: “Ayın yüzü kızaracak, güneş utanacak. Çünkü Her Şeye
Egemen Rab…krallık edecek” [Yşa. 24:23]; yani Rab görkemini ortaya koyduğunda ve
görkeminin yaklaşmasını sağladığında en parlak şey bile onun önünde karanlık kalacaktır
[Yşa. 2:10, 19].
Yine de, Tanrı bilgisiyle kendimiz hakkındaki bilgimiz birbiriyle bağlantılı olsa bile,
doğru öğretiş sırasına göre, önce birinciyi tartışmamız, sonra da ikinciyi ele almaya
başlamamız gerekmektedir.
II. BÖLÜM
TANRI’YI BĐLMENĐN NE OLDUĞU VE O’NU BĐLMENĐN HANGĐ
AMACA HĐZMET ETTĐĞĐ
1 . Tanrı’yı bilmek için dine bağlılık şarttır
Benim anladığıma göre, Tanrı’yı bilmekle biz sadece Tanrı’nın var olduğunu
anlamayız. Bize neyin yakıştığını, O’nun görkemine neyin uygun olduğunu, kısaca O’nu
bilmenin bize ne yarar sağlayacağını da kavrarız. Aslında doğru bir biçimde söylersek, dinin
ya da dine bağlılığın1 olmadığı yerde Tanrı’nın bilindiğini söylemiyoruz. Kaybolmuş ve
lanetlenmiş insanların Aracı Mesih’te Kurtarıcı Tanrı’yı anladıkları bilgiye henüz
değinmiyorum; şayet Âdem dürüst kalsaydı, doğanın düzeninin bizi yönlendireceği ilkel ve
basit bilgiden söz ediyorum sadece.2 Aracı Mesih, O’nu bizimle barıştırmak için gelinceye
kadar, insanlığın bu yıkılmışlığında artık hiç kimse Tanrı’yı Baba, kurtuluşun Yazarı ya da
lütufkâr diye göremez. Yine de Yaratan’ımız olarak Tanrı’nın, gücüyle bizi desteklemesi,
sağlayışıyla bizi yönetmesi, iyiliğiyle bizi beslemesi ve her tür kutsamasıyla bizi koruması
başka – Mesih’te bize sunulan barışma lütfunu kucaklamak başkadır. Kutsal Yazı’nın genel
öğretişinde olduğu kadar, evreni biçimlendirirken de RAB, Kendisini önce sadece Yaratan
olarak ortaya koymaktadır. Sonra Mesih’in yüzünde [Krş. 2Ko. 4:6] Kendisini Kurtarıcı
olarak gösterir. Tanrı hakkında bu iki bilginin sonucunda, şimdi ilk veçheyi tartışacağız;
ikinci veçheyi, uygun bir yerde ele alacağız.
Üstelik Tanrı’ya saygı duymadan aklımız O’nu kavrayamasa bile, her iyiliğin
kaynağının O olduğuna, O’ndan başka hiçbir yerde hiçbir şey aramamamız gerektiğine
inanmazsak, herkesin saygı göstermesi ve tapması gereken tek bir Tanrı’nın olduğuna basitçe
inanmak yeterli olmayacaktır. Tanrı’nın sınırsız kudretiyle evreni (bir zamanlar kurduğu gibi)
sadece desteklediğini, bilgeliğiyle işleyişini denetlediğini, iyiliğiyle koruduğunu, doğruluğu
ve yargısıyla özellikle insanları yönettiğini, merhametiyle sabır gösterdiğini, korumasıyla
denetim altına aldığını değil; O’ndan gelmeyen ya da nedenin O olmadığı hiçbir bilgelik, ışık,
doğruluk, güç, dürüstlük, hilesiz gerçek damlasının da olmayacağını söylemek istiyorum. Bu
1
Calvin’in severek vurguladığı pietas yani dine bağlılıkta, Tanrı’ya saygı ve sevgi birliktedir.
Bu da, gerçek Tanrı bilgisinin ön koşuludur. Pietas’ın burada yapılan tanımı onun 1537’de
yazdığı şu sözlerle karşılaştırılabilir: “Gerçek dine bağlılığın asıl anlamı, Tanrı’nın
yargısından mutlulukla kaçınılan bir korku değil…daha çok, Tanrı’yı Baba olarak sevme, Rab
olarak O’na gerçekten saygı duyma, O’nun adaletini benimseme ve ölümden çok O’nu
gücendirmekten korkma yolunda gösterilen pak ve gerçek bir çabadır.”
2
Calvin için, Tanrı’nın yaratılıştaki açıklaması, “şayet Âdem dürüst kalsaydı” sağlıklı bir
doğa teolojisinin temeli olurdu. Bu tip bir teoloji günah nedeniyle mümkün değildir. Tanrı’yı
bilmenin ve O’nun yaratılış konusundaki açıklamasını anlamanın tek yolu Kutsal Yazı’dır.
8
nedenle, bütün bunları O’ndan beklemeyi ve istemeyi ve aldığımızda da şükrederek bunları
O’na yormayı öğrenmeliyiz. Çünkü bu anlamda Tanrı’nın gücü, bizim için uygun bir dine
bağlılık öğretmeni olmaktadır. Din, buradan doğar. Tanrı’nın iyiliklerine dair bilgiyi ortaya
koyan Tanrı sevgisiyle birleşen saygıya ben, “dine bağlılık” diyorum. Đnsanlar her şeyi
Tanrı’ya borçlu olduklarını, O’nun babaca ilgisiyle beslendiklerini, iyiliklerinin Yazarı’nın O
olduğunu, O’nun dışında başka bir şey aramamaları gerektiğini anlayıncaya kadar –O’nun
isteyerek yaptığı hizmeti asla kabul etmeyeceklerdir. Hayır, mutluluklarını tümüyle O’nda
kurmazlarsa, kendilerini O’na asla gerçekten ve içtenlikle vermeyeceklerdir.
2 . Tanrı bilgisi güven ve saygı gerektirir
Tanrı nedir? Bu soruyu soran insanlar sadece asılsız kurgularla oyalanıyorlar. O’nun
ne tür olduğunu ve O’nun doğasına neyin uygun olduğunu bilmek bizim için çok daha
önemlidir.3 Epicurus’la birlikte, sadece avarelik ederek eğlenmek için, dünyayla ilgilenmeyi
bir kenara bırakan bir Tanrı iddiasında bulunmanın ne yararı var? Kısaca, hiç işimiz olmayan
bir Tanrı’yı bilmenin bize ne yararı var? Tam tersine, bilgimiz önce bize korkuyu ve saygıyı
öğretmeye yaramalıdır; sonra da kılavuzumuz ve öğretmenimiz olan bu bilgiyle, O’ndan
gelecek her iyiliği istemeyi ve aldıktan sonra da bunun payesini O’na vermeyi öğrenmeliyiz.
O’nun elinin ürünü olduğunuz için, yaratılışın verdiği yetkiyle yenilendiğinizi ve O’nun
emrine bağlı olduğunuzu, yaşamınızı O’na borçlu olduğunuzu – üstlendiğiniz her şeyin,
yaptığınız her şeyin O’na yorulması gerektiğini- hemen anlamadığınızda, Tanrı düşüncesi
zihninize nasıl girebilir? Öyle olsa bile, bizim için, uyarınca yaşayacağımız bir yasa olmasını
istediği için, yaşamınızı O’na hizmet ederek kullanmadığınızda, bundan, yaşamınızın kötü
şekilde yozlaşmış olduğu sonucu çıkar. Ayrıca O’nu her iyilik pınarının başı ve kaynağı diye
kabul etmezseniz O’nu net olarak göremezsiniz. Bu da O’na sıkıca sarılma ve güvenme
istediği doğurur ama insanın bozulmuşluğunun, O’nu doğru şekilde aramaması için zihni
ayarttığı da gerçektir.
Önce, aklen dinine bağlı biri, hoşnut edilecek bir Tanrı’nın hayalini kurmaz ama tek
bir gerçek Tanrı’yı derin derin düşünür. O’nu, hoşuna giden şeylerle bağdaştırmaz ama O,
Kendisini ortaya koyduğunda O’na inanmakla yetinir; üstelik her zaman akıl, kötü yola
sapmamak ya da düşünmeden ve cesaretle O’nun isteğinin dışına çıkmamak için en büyük
gayreti ve özeni gösterir. Böylece akıl Tanrı’yı kabul eder, çünkü her şeyi O’nun yönettiğini
bilir; O’nun kendisinin kılavuzu ve koruyucusu olduğuna güvenir, bu nedenle O’na tam bir
güven duyar. Her iyiliğin Yazarı’nın O olduğunu anladığı için, baskı gördüğünde, bir şey
eksik olduğunda, O’ndan yardım bekleyerek hemen O’nun korumasına başvurur. Akıl, O’nun
iyi ve merhametli olduğuna inandığı için, yetkin bir güvenle O’na yaslanır ve O’nun sevgi
dolu şefkatinin, bütün kötülüklerinin çaresi olacağından kuşku duymaz. O’nu RAB ve Baba
olarak kabul ettiği için, aklen dinine bağlı biri, her şeyde O’nun otoritesine uymayı,
görkemine saygı duymayı, yüceliğine öncelik vermeye dikkat etmeyi ve emirlerine itaat
etmeyi uygun ve doğru bulur. O’nu, kötülüğü cezalandırmak için şiddetle silahlanmış adil bir
yargıç olarak gördüğü için, O’nun yargı makamına gözünü dikip bakmadan önce bu makama
inanır ve O’ndan korktuğu için, O’nu öfkelendirmesin diye kendisini dizginler. Yine de sanki
kaçış yolu açıkmış gibi, sıra geri çekilme isteğine gelince, O’nun yargısının farkında olmak
çok dehşet verici değildir. Ama dinine bağlı kişiye yardım ederken, kötüyü cezalandırdığı için
daha az kucak açılmaz. Çünkü aklen dindar olan biri, dinsizin ve kötünün cezalandırılmasının
ve doğru kişiler için sonsuz yaşam ödülünün, Tanrı’nın görkemiyle eşit derecede ilişkili
3
“Bizim için istediğinin ne olduğunu bilmek”. Calvin, Tanrı öğretişinin veçhelerinin
değerlendirilmesinde kurgusal düzeltmeleri eleştirir. Buradaki gönderme Skolastik
yazarlaradır ama Ocak 1552’de Bullinger’a gönderdiği “familiariter inter nos” mektubunda
Zwingli’yi “karmakarışık paradoksları” nedeniyle suçlar.
9
olduğunu anlar. Ayrıca bu akıl, sadece cezalandırılma korkusuyla değil, Tanrı’yı Baba olarak
sevdiği ve saydığı, O’na RAB olarak taptığı için, günah işlemeyi kendisine yasaklar.
Cehennem olmasaydı bile bu akıl, sadece O’nu gücendirmekten bile ürperirdi.
Đşte, aslında pak ve gerçek bir din: Đman içten gelen Tanrı korkusuyla o kadar
birleşmiştir ki, bu korku gönülden saygıyı da kapsar ve yasada emredilen yasal tapınmayı da
beraberinde getirir. Şu gerçeğin de daha çok gayret ederek farkına varalım: Genelde herkes
Tanrı’ya belli belirsiz saygı duyar ama çok az kişi O’nu gerçekten sayar ve törenlerde, büyük
bir gösterişin olduğu yerde samimî bir yürek aslında enderdir.
III. BÖLÜM
TANRI BĐLGĐSĐ ĐNSANLARIN ZĐHĐNLERĐNE DOĞAL OLARAK
AŞILANMIŞTIR5
1. Bu doğal Tanrı vergisinin karakteri
Đnsanın zihninde, aslında doğal bir içgüdüyle Tanrı bilinci vardır.6 Bunun tartışma
götürmez olduğunu kabul ediyoruz. Bilgisizlik taslamaya sığınmasını önlemek için, Tanrı,
bütün insanlara Kendisinin tanrısal görkemi konusunda belli bir anlayış aşılamıştır. Her
zaman bunun anısını tazeleyen yeni damlalar da yağdırmaktadır. Bu nedenle, bütün
insanlar bir Tanrı olduğunu, O’nun kendilerinin Yaratan’ı olduğunu algıladıkları için,
kendi tanıklıklarıyla kendilerini suçlu çıkarırler, çünkü O’na saygı göstermekte ve
yaşamlarını O’nun istemine adamakta başarısız olmaktadırlar. Tanrı’nın göz ardı edildiği
bir yer aranıyorsa, büyük olasılıkla bunun örneği, çok geri kalmış halklarda ve uygarlıktan
çok uzakta yaşayanlarda bulunur. Yine de önde gelen bir putperestin7 dediği gibi,
Tanrı’nın varlığına dair derinlere kök salmış bir inancı olmayacak kadar barbar bir ulus,
vahşî bir halk yoktur. Ve yaşamın başka yönlerinde, en azından canavarlardan farklı
oldukları görülenler, içlerinde bir din tohumu barındırmayı sürdürürler. Bu ortak kavram,
herkesin zihninin derinlerinde ne kadar çok yer alırsa, yüreğinde de doğuştan bu yana o
kadar çok dirençlidir! Bu nedenle, dünyanın başlangıcından bu yana din olmadan
yapamayan bir bölge, bir kent, kısaca bir ev olmadığı için, burada herkesin yüreğine
kazınmış, açıkça söylenmemiş bir Tanrı duygusu yatmaktadır.
Aslında putataparlık bile bu kavramın bol bol yetecek bir kanıtıdır. Đnsanın, başka
yaratıklara kendisinin üzerinde yer vermek için kendisini isteyerek alçaltmadığını
biliyoruz. O tarihten beri insan, Tanrı’nın olmadığını düşünmektense, tahtaya ve taşa
tapmayı tercih etmektedir. Açıkça bu, tanrısal bir varlığın en canlı izlenimidir. Đnsanın
Tanrı’ya saygı göstermek için, doğal kendini beğenmişliğinden vazgeçip, gönüllü olarak
5
Tanrı’nın insanın “içindeki” vahyini günah yok etmiştir. Tanrı’nın işaretleri ve belirtileri
“olmadan” insanın dış dünyada gördükleri için de aynısı geçerlidir. Bu nedenle bu iii-v.
bölümler Calvin’in, insanla ilgili bütün öğretişini çok iyi anlamayı gerektirir: Đnsan yaratılmış
ve günahla mahvolmuştur.
6
“Divinitatus sensum”. Biraz aşağıda kullanılan “dinin tohumu” terimiyle genelde aklın
almadığı Tanrı bilincinden söz edilmekte ve bu, Tanrı’ya manevi bir yanıt olan vicdanla
yakından ilişkilendirilmektedir. Calvin şunları yazmaktadır: “Bozulmuş doğada hâlâ kalmış
olan ışık başlıca iki bölümdür: Birincisi, din tohumu bütün insanlara ekilmiştir; ikincisi ise
iyiyle kötü arasındaki ayırım insanların vicdanlarına kazılmıştır.”
7
Buradaki putperest Cicero’dur.
10
çok derinlere battığında gerçekten değiştiği gibi, doğal mayasının da kolayca değişeceğini
insanın zihninden silmek imkânsızdır!
2 . Din, keyfe bağlı bir buluş değildir
Bu nedenle bazılarınıni, birkaç kişinin kurnazca ve düzenbazca, basit halkı hileyle
halkı köleleştirmek için dini icat ettiğini ve başkalarının Tanrı’ya tapmasını ortaya atan bu
kişilerin Tanrı’nın var olduğuna hiç inanmadıklarını söylemeleri son derece abestir.
Aslında insanların düşüncelerini çok daha büyük bir boyunduruğun altında tutmak için,
akıllı insanların, sıradan halka saygı esinlemek ve onları terörle etkilemek için, dinde
böyle birçok şey icat ettiklerini kabul ediyorum. Ama zaten insanların zihinlerine, din
eğiliminin geliştiği tohum olan kararlı bir Tanrı inancı aşılanmamış olsaydı, bunu asla
başaramazlardı. Bilgisiz halka din kisvesi altında kurnazca baskı yapanların Tanrı
bilgisinden bütünüyle yoksun oldukları aslında inanılır gibi değildir. Aslında Tanrı’nın
varlığını yadsıyan geçmişte birkaç kişi ve bugün de az sayıda olmayan insan varsa, zaman
zaman, inanmamakla ne istediklerinden sezgileriyle kuşku duyarlar. Hiç kimse Gaius
Caligula’dan daha büyük cesaretle ya da daha ölçüsüz hakaretle Tanrı’ya öfke duyan biri
olduğunu okumamıştır;8 yine de hiç kimse Tanrı’nın öfkesinin bir işareti belirdiğinde daha
acıklı şekilde titrememiştir; bu durumda, açıkça küçümsemek istediği Tanrı’nın karşısında
–istemeden bile olsa- ürpermiştir. Bunun, onun gibi olanların başına geldiğini ara sıra
görebilirsiniz; Tanrı’yı çok büyük bir cesaretle küçümseyen biri, düşen yaprakların
hışırtısından herkesten çok korkar [Krş. Lev. 26:36]. Bunun nedeni, vicdanlarına ne kadar
şiddetle çarparsa o kadar kaçmaya çalıştıkları tanrısal yüceliğin öcünden başka nedir?
Aslında kendilerini RAB’bin varlığından saklamak ve O’nu yeniden zihinlerinden silmek
için, her kaçış yolunu denerler. Ama kendilerine rağmen her zaman tuzağa düşerler. Kimi
kez bir anlığına kayıplara karışmış gibi gelse de bu, hemen geri döner ve yeni bir güçle
hücuma geçer. Bu durumda vicdan endişeden biraz soluklanmıyorsa, bu, kötü ve korkunç
rüyalar sürekli huzursuzluk verdiği için, uyurken bile esenlikle dinlenemeyen sarhoşların
ya da öfkeli insanların uykusundan çok farklı değildir. Bu nedenle imansızlar, Tanrı
kavramının bütün insanların zihinlerinde canlı olduğunun örneğini oluştururlar.
3 . Gerçek tanrısızlık olanaksızdır
Sağlıklı yargıya varan insanlar, asla silinemeyecek olan Tanrı duygusunun insanların
zihinlerine kazındığından her zaman emin olacaklardır. Aslında, öfke duyarak mücadele
etseler bile, Tanrı korkusundan kendilerini kurtaramayan imansızların sapkınlığı, bu
inancın yani Tanrı’nın bir şekilde olduğu inancının doğal olarak herkeste doğuştan var
olduğuna ve sanki iliklerine kadar işlediğinin bereketli bir tanıklığıdır. Diagoras9 ve
benzerleri her çağda dinsel inançla alay edebilseler de, Dionysus10 göksel yargıyla
eğlenebilse de bu acı bir gülümsemedir, çünkü dağlayan bir demirden daha etkili olan
vicdanın kurdu insanın içini kemirir. Cicero gibi ben de, bu yanlışların zaman aşımına
uğrayarak yok olduğunu, her geçen gün dinin geliştiğini ve daha iyiye gittiğini
söylemiyorum. Çünkü dünya Tanrı hakkındaki bütün bilgiyi atabildiğince çöpe atmaya ve
O’na tapınmayı her şekilde yozlaştırmaya çalışıyor (bundan biraz ileride söz etmek
gerekecek). Đmansızların büyük bir istekle Tanrı’yı reddetme hayaline kapıldıkları
8
Roma imparatoru, Đ. S. 37-41; Suetonius, bu ahlaksız imparatorun tanrıları küçümsediğini
ama gökgürültüsünde çok korkarak yatağının altına girip saklandığını anlatır.
9
Cicero; “ateist” denen Melos’lu Diagoras’ı (Sokrates’in çağdaşı), Cyrene’li Theodore’u ve
Sofist Protagoras’ı ateist imansızlığa örnek diye verir. (Bu nedenle üçü de Atina’dan ayrılmak
zorunda kalmıştır)
10
Siraküza’nın zalim yöneticisi Dionysus, Đ.Ö. 405-367.
11
akılsızca düşüncelerin sertliğinin aşınmasına rağmen, yok olmasını çok istedikleri
tanrısallık duygusunun serpilip filizlendiğini söylüyorum ben sadece. Buradan vardığımız
sonuç şu ki, bu önce okulda öğretilmesi gereken bir öğretiş değil, her birimizin ana
rahminde iyice öğrendiğimiz ve birçok kişi büyük bir cesaretle unutmaya gayret etse de,
doğanın kimseye unutma izni vermediği bir öğretiştir.
Ayrıca bütün insanlar Tanrı’yı öğrenebilmek için doğsalar ve sonuna kadar bunun için
yaşasalar bile, Tanrı bilgisi bu dereceye gelmeden istikrarsızlık gösteriyor ve uçup
gidiyorsa, yaşamlarındaki her düşünceyi ve davranışı bu amaca yöneltmeyen herkes
yaratıldığı yasayı yozlaştırmaktadır. Filozoflar için bu, bilinmeyen bir şey değildir. Platon,
canın en büyük hayrının Tanrı’ya benzemek olduğunu, can nerede ve ne zaman bu Tanrı
bilgisini edindiğinde, O’na benzemeye başlayarak tümüyle değiştiğini sık sık öğretirken
bundan başka bir şey demek istemiyordu. Plutarkhos’ın yazılarında Gryllus da aynı
şekilde, din yaşamları olmazsa insanların vahşî hayvanlardan daha üstün olmayacağını
ama birçok bakımdan çok daha acıklı durumda olacaklarını kabul ederek, ustaca akıl
yürütmektedir. Bu durumda, kötülüğün birçok şekline boyun eğerler, yaşamları bitip
tükenmeyen kargaşa ve endişeyle doludur.11 Bu nedenle, sadece Tanrı’ya tapma insanları
canavarlardan daha üstün kılmakta ve sadece Tanrı’ya taparak insanlar ölümsüzlüğü
istemektedirler.
IV. BÖLÜM
BĐLGĐ, BĐR ÖLÇÜDE BĐLGĐSĐZLĐK, BĐR ÖLÇÜDE KÖTÜ NĐYETLE
YUMUŞATILIP YOZLAŞTIRILIR
1. Batıl inanç
Deneyimin gösterdiği üzere, Tanrı bütün insanlara din tohumu ekmiştir. Ama yüz
kişiden birinin, bunu aldıktan sonra yüreğinde beslediği ender görülür ve hiçbirinde bu tohum
olgunlaşmaz – çok azı meyvesini mevsiminde verir [Krş. Mez. 1:3]. Ayrıca bazıları batıl
inançlarının içinde buharlaşıp giderken, diğerleri bile bile ve günahkârca Tanrı’yı terk ederler
ama hepsi O’nun gerçek bilgisini yozlaştırırlar. Ve bu durumda dünyada gerçek dine bağlılık
kalmaz. Ama bazılarının yanılgıya düşerek batıl inanca kaydığı yolundaki ifademe gelince,
bununla ben, onların saf oldukları için suçlanmaktan uzak tutulmaları gerektiğini söylemek
istemiyorum. Çünkü içinde bulunarak gayret gösterdikleri körlük, neredeyse her zaman boş
gururla inatçılığın karışımı. Aslında gururla birleşen batıldan şu gerçek ortaya çıkmaktadır.
Acınacak durumda olan insanlar, Tanrı’yı ararken, izin vermemeleri gerektiği şekilde,
içlerindeki kötülükten etkilenmeye izin veriyorlar. Tanrı’yı, kendi dünyasal akılsızlıklarının
ölçütüne göre ölçüyorlar ve sağlıklı sorgulamayı göz ardı ediyorlar; meraklarından boş
kurgulara kapılıp gidiyorlar. Bu nedenle, Tanrı’yı, Kendini sunduğu şekliyle anlamıyorlar
ama O’nu kendi varsayımlarında oluşturdukları gibi hayal ediyorlar. Bu uçurum açıldığında,
ayaklarını hangi yöne atarlarsa atsınlar tepe üstü yere çakılıyorlar. Aslında bundan sonra
Tanrı’ya taparak ya da hizmet ederek gayret gösterseler bile, O’na yücelik vermiyorlar, çünkü
Tanrı’ya değil, yüreklerindeki hayale ve rüyaya tapıyorlar. Pavlus, bu günahı açıkça
belirtmektedir: “Akıllı olduklarını ileri sürerken akılsız olup çıktılar” [Rom. 1:22]. Bundan
önce de “Düşüncelerinde budalalığa düştüler” demişti [Rom. 1:21]. Yine de hiç kimse suçuna
mazeret bulmasın diye, onların kör olduklarını söylemektedir. Ayık olmakla yetinmeyip,
11
Plutarkhos’un Bruta animalia ratione uti diyaloğuna gönderme. Burada Kirke’nin hayvana
dönüştürdüğü Gryllus, hayvan davranışının sapkın insanların davranışından daha üstün
olduğuna dair örneklere işaret eder.
12
kendileri için doğru olandan fazlasını iddia ederek, gereksiz yere karanlığı üzerlerine
çekiyorlar –aslında boş ve sapkınca kendini beğenmişlikleri yüzünden akılsızlık ediyorlar.
Bundan, akılsızlıklarının bağışlanabilir olmadığı, çünkü bu akılsızlığın sadece boş bir meraka
değil, uygun olandan fazlasını bilmek için, sahte özgüvenle birleşmiş ölçüsüz bir isteğe yol
açtığı sonucu çıkmaktadır.
2 . Tanrı’ya bilinçli olarak sırt çevirme
Davut’un, tanrısız insanların ve akılsızların yüreklerinde Tanrı’nın olmadığını
hissettiklerine dair ifadesi [Mez. 14:1; 53:1], az sonra yeniden göreceğimiz gibi, önce doğanın
ışığını söndürerek kendilerini bile bile şaşırtanlarla sınırlı tutulmalıdır. Bu durumda, alışıldık
saygısızca günahlarında nasırlaştıktan sonra birçoğunun, Tanrı’yı anmayı öfkeyle reddettiğini
görüyoruz ama bu anma doğadan gelen bir duyguyla içlerine aşılanıyor. Yine de onların
deliliklerini çok daha iğrenç duruma getirmek için Davut, düpedüz Tanrı’nın varlığını
yadsıdıkları anlatıyor; Tanrı’yı var olmaktan yoksun bırakmıyorlar ama yargısını ve
sağlayışını elinden alarak O’nu işe yaramaz bir biçimde gökyüzüne kapatıyorlar. Evrenin
yönetimini reddederek bunu kadere bırakmaktan, şehvetleri cezasız kalabilsin diye, insanların
günahlı işlerini görmemekten başka Tanrı’nın doğasına daha az uygun bir şey yoktur. Bu
durumda, aldırış etmeden kendisine teslim olan ve göksel yargı korkusunu yok eden biri,
Tanrı olduğunu yadsır. Günahlılar görmediklerini görerek gözlerini kapadıktan sonra,
Tanrı’nın onlara verdiği ceza, yüreklerine yağ bağlamaktır [Mat. 13:14-15; Krş. Yşe. 6:9-10;
Mez. 17:10]. Davut, başka bir yerde, “Günah fısıldar kötü insana, yüreğinin dibinden: Tanrı
korkusu yoktur onda” derken, bu düşünceyi en iyi şekilde yorumlar [Mez. 36:1]. Aynı şekilde
Tanrı’nın görmediğine kendilerini inandırarak, kendi yanlışlarını da gururla alkışlarlar [Mez.
10:11].
Tanrı’yı bir şekilde kabul etmek zorunda kaldıklarında bile, gücünü elinden alarak
O’nu görkeminden sıyırırlar. Pavlus, Tanrı’nın “Sadık kalacağını, çünkü kendi özüne aykırı
davranamadığını” kabul ederken, onların ölü ve boş bir put oluşturarak gerçekten de Tanrı’yı
inkâr ettiklerini söylemektedir [2Ti. 2:13]. Bu noktada şunu belirtmeliyiz, duygularıyla ne
kadar mücadele etseler de, Tanrı’yı sadece gökyüzüne sürmekle kalmayıp orada yok etseler
de, akılsızlıkları, zamanı geldiğinde Tanrı’nın onları yargı kürsüsüne getirmeyeceği noktaya
kadar asla varmaz. Ama hiçbir korku Tanrı’ya şiddetle saldırmalarını önlemediği için, bu kör
dürtü onları eline geçirdiği sürece, Tanrı’yı böyle aptalca unutmaları onları denetim altında
tutacaktır.
3 . Aklımıza estiği gibi bir Tanrı uydurmamalıyız
Birçok kişinin, batıl inançlarına sahte bir görünüm vermeyi alışkanlık haline getirerek,
yaptıkları abes savunma böyle çökertilmektedir. Çünkü din için gösterilen gayretin, mantık
dışı bile olsa yeterli olduğunu düşünürler. Ama gerçek dinin evrensel bir kural olarak
Tanrı’nın istemine uygun olması gerektiğini; Tanrı’nın her zaman Kendisi olarak kalacağını
ve O’nun, kişinin aklına estiği gibi değiştireceği bir hortlak ya da hayalet olmadığını
anlamıyorlar. Batıl inançla O’nu hoşnut etmeye çalışırlarken, sahtecilikleriyle O’nunla nasıl
alay ettikleri de açıkça görülebilir. Tanrı’nın, ilgilenmediğine tanıklık ettiği şeye neredeyse
sıkıca sarılan batıl inanç, Tanrı’nın hoşnut olması için emrettiği ve talimat verdiği şeyi ya
küçümser ya da açıkça reddeder. Bu durumda, Tanrı için sahte törenler düzenleyen herkes
kendi saçmalıklarına tapar. Önce kendi önemsiz saçmalıklarına uygun bir Tanrı uydurmamış
olsalardı, Tanrı’yla bu şekilde boş şeyler konuşmaya asla cesaret edemezlerdi.12 Buna uygun
olarak elçi, tanrısallıkla ilgili bu anlaşılmaz ve yanlış görüşün Tanrı’yı bilmemek olduğunu
12
Calvin’in, insanların ibadet konusundaki icatlarını reddetmesi, hem putperestliğe hem de
Roma Kilisesi’ne karşı sürekli tekrarladığı bir ana fikirdir.
13
belirtir. “Tanrı’yı tanımadığınız zamanlarda, gerçek olmayan tanrılara kölelik ettiniz” der
[Gal. 4:8]. Başka bir yerde de, Efeslilerin tek Tanrı’ya dair doğru bilgiden saptıkları
zamanlarda “tanrısız” oldukları söylemektedir [Ef. 2:12]. En azından bu koşullarda tek bir
Tanrı’ya ya da birçok Tanrı’ya inanmanız önemli değildir; çünkü gerçek Tanrı’dan sürekli
ayrılmakta ve O’nu terk etmektesiniz. O’nu terk ettiğiniz için de, lanetli bir puttan başka
elinizde bir şey yoktur. Bu nedenle bize kalan, Lactantius’la birlikte, dinin, doğruyla
birleşmezse gerçek olmadığını iddia etmektir.
4 . Đkiyüzlülük
Đkinci bir günah daha ortaya çıkar, yani zorunlu kalmadıkça Tanrı’yı hiç göz önünde
tutmazlar ve direnişlerine rağmen buraya sürükleninceye kadar Tanrı’yla yakınlaşmazlar.
Bundan sonra bile, tanrısal görkemden kaynaklanan istemli korku değil, ancak Tanrı’nın
yargısının onlardan kopardığı kölece, zorlamalı bir korku onları etkiler. Bundan
kaçamadıkları için, tiksinti verecek kadar korkarlar. Statius’un, dünyada önce korkunun
tanrıları yarattığı sözü dinsizliğe ama sadece bu tür dinsizliğe çok uygun düşer. Tanrı’nın
doğruluğuna zihnen yabancı olanlar, O’nun yargı kürsüsünün, Kendisine karşı işlenen bu
günahı cezalandırmak için hazır beklediğini bilirler ama bu kürsünün alaşağı edilmesini de
çok isterler. Böyle hissederek, yargısız kalamayan RAB’be savaş açarlar. Ama ne O’nun
gücünü yok edebildikleri ne de ondan kaçabildikleri için, O’nun kaçılmayan gücünün
başlarının üzerinde asılı durduğunu bilerek, korkuyla geri kaçarlar. Yüceliğinin ağırlığıyla
üzerlerine binen Tanrı’yı küçümsüyor görünmemek için, dini andıran bir şeyler yaparlar. Bu
arada kendilerini her tür günahla kirletmekten ve RAB’bin kutsal yasasını her açıdan çiğneyip
O’nun bütün doğruluğunu boş yere harcayıncaya kadar günahtan günaha koşmaktan
vazgeçmezler. Ya da en azından, bu sahte Tanrı korkusuyla kendi günahlarının içinde
kaygısızca yuvarlanıp övünmelerine ve bedensel taşkınlıklarını Kutsal Ruh’un dizginiyle
dizginleyecekleri yerde bunun içine batmayı tercih etmelerine gem vurulamaz.
Ne var ki bu, dinin boş ve sahte bir gölgesidir, hatta gölge demeye bile pek layık
değildir. Birbirine karıştırılan Tanrı bilgisiyle dinin kaynağını oluşturan ve sadece imanlıların
yüreğine yavaş yavaş aşılanan dine bağlılığın ne kadar farklı olduğu sonucu buradan yine
kolayca çıkar. Yine de ikiyüzlüler, kaçtıkları Tanrı’ya yakın görünsünler diye bu yılankavi
yolları arşınlarlar. Çünkü yaşamları boyunca sürekli itaat etmeleri gereken yerde, neredeyse
yaptıkları her işte O’na cesurca isyan ederler ve ufak tefek birkaç özveriyle O’nun gönlünü
almaya gayret ederler. O’na kutsal bir yaşamla ve dürüst bir yürekle hizmet edecekleri yerde,
O’nun sevgisini kazanmak için, anlamsız boş konuşmalar ve değersiz ufak tefek töreler
uydururlar. Yok, üstelik murdarlıklarının içinde daha da özgür, tembel tembel yatarlar, çünkü
gülünç kefaret eylemleriyle O’na karşı görevlerini yerine getirdiklerinden emindirler. O’na
güvenecekleri yerde, O’nu ihmal ederler ve O’nun tarafından yaratılmalarına rağmen
kendilerine güvenirler. Sonuçta, öylesine bir yığın büyük hataya bulaşırlar ki, bu kör edici
günahlılık boğucu olur ve en sonunda da, bir zamanlar Tanrı’nın yüceliğini göstermek için
yanan kıvılcımları söndürür. Hiçbir şekilde kök salamayan o tohum yine de kalır; bir tür
tanrısallık vardır; ama bu tohum o kadar bozulmuştur ki, sadece kötü meyveler verir.
Şu anda öne sürdüğüm, burada daha kesin olarak ortaya çıkmaktadır. Tanrısallık
duygusunu doğa insanların yüreklerine kazır. Günahlıların zorunlu buldukları güçler bunu
doğrulamaktadır. Sakin zamanlarda Tanrı hakkında esprili şakalar yaparlar, aslında bunlar
O’nun gücünü küçümseyen patavatsızca, gevezelikle yapılan şakalardır. Umutsuz bir
durumun baskısıyla karşılaştıklarında bu, onları Tanrı’yı aramaya iter ve baştan savma dualar
etmek için harekete geçirir. Tanrı konusunda çok bilgisiz olmadıkları ama kısa süre sonra
olacak olanla tekrar inatçılıklarına döndükleri buradan çok net anlaşılır.
14
V. BÖLÜM
TANRI BĐLGĐSĐ, EVRENĐN BĐÇĐMLENMESĐNDE VE YÖNETĐMĐNĐN
SÜRDÜRÜLMESĐNDE GÖRÜLÜR
(Tanrı, yarattığı işlerde görülmektedir)
1 . Tanrı’nın Kendisini açıklamasındaki netlik bizi her bahaneden yoksun bırakır
Üstelik bereketli yaşamın nihaî amacı, Tanrı bilgisine dayanır [Krş. Yu. 17:3]. Bu
durumda Tanrı, hiç kimse mutluluğa ulaşmaktan yoksun kalmasın diye, insanların zihinlerine
sözünü ettiğimiz din tohumunu ekmekle kalmaz, Kendisini açıklar ve evrendeki bütün
işçiliğiyle Kendisini ortaya koyar. Sonuçta, insanlar O’nu görmek zorunda kalmadan gözlerini
açamazlar. Aslında O’nun özü kavranılamaz; bu nedenle O’nun tanrısallığı insanın bütün
algılarını aşar. Ama görkeminin apaçık işaretlerini yaptığı işlere tek tek kazımıştır. Bu o kadar
belli, o kadar göze çarpıcıdır ki, okuması yazması olmayan ve akılsız bir halk bile bilgisiz
olduğunu bahane edemez. Bu nedenle peygamber, çok yerinde olarak, “Bir kaftana bürünür
gibi ışığa bürünmüşsün” diye haykırır [Mez. 104:2]. Sanki şöyle der: RAB, giysilerinin
görülebilir görkeminde Kendisini göstermeye başladıktan sonra, evrenin yaratılışından bu
yana her ne zaman ve her nerede gözümüzü dikip baktığımızda bize görkemini gösterdiği bu
belirtileri ortaya koymaktadır. Aynı şekilde aynı peygamber, gerilen gökleri O’nun krallık
çadırıyla ustaca karşılaştırır, evinin kirişlerini suların üzerine attığını, savaş arabasını
bulutlardan yaptığını, rüzgârın kanatları üzerinde dolaştığını, rüzgârın ve yıldırımların O’nun
ayağına çabuk habercileri olduğunu söyler [Mez. 104:2-4]. O’nun gücünün ve bilgeliğinin
görkemi yukarıda çok daha ışıl ışıl parladığı için, çoğunlukla gökyüzüne O’nun sarayı denir
[Mez. 11:4]. Yine de ilk önce, nereye göz atsanız evrende en azından O’nun görkeminin
kıvılcımlarını fark edemeyeceğiniz hiçbir yer yoktur. Bu çok geniş ve çok güzel evren
sisteminin parlaklığının sınırsız gücünden etkilenmeden, bütün enginliğini ilk bakışta
araştıramazsınız.13 Đbranilere Mektup’un yazarının, duyarlı bir şekilde evrene, görülmeyen
şeylerin görünmesi demesinin nedeni [Đbr. 11:3], evrendeki bu ustaca düzenin bizim için,
başka türlü görülemeyen Tanrı’yı derin derin düşünebildiğimiz bir tür ayna olmasıdır.
Peygamberin gökteki varlıkları her ulusun bildiği bir dili atfetmesinin [Mez. 19:2 vdd] nedeni,
burada en akılsız oymağın bile gözünden kaçmaması gerekecek kadar belli olan, tanrısallığa
dair bir tanıklığın yatmasıdır. Elçi bunu daha da net duyurmaktadır: “Tanrı’ya ilişkin bilinen
ne varsa gözlerinin önündedir… Tanrı’nın görünmeyen nitelikleri –sonsuz gücü ve Tanrılığıdünya yaratılalı beri O’nun yaptıklarıyla anlaşılmakta, açıkça görülmektedir” [Rom. 1:19-20].
2 . Tanrısal bilgelik görecek olan herkese gösterilmektedir
Hem gökte hem de yeryüzünde O’nun harika bilgeliğini duyuran sayısız kanıt vardır;
aslında sadece daha yakından gözlemlenen astronomi, tıp ve bütün doğal bilimler gibi daha
güç anlaşılır konulardan değil, tanıklık etmeye zorlanmadan gözlerini açamayan, hiç eğitim
görmemiş ve bilgisiz insanları bile görmeleri için dürten konulardan söz edilmektedir. Aslında
temel bilimleri kana kana içmiş ya da tatmış insanlar, bunların yardımıyla tanrısal bilgeliğin
çok daha derinlerine inerler.14 Ama bunları bilmemek, hiç kimsenin, Sanatçıya hayranlık
13
Böyle cümlelerin Calvin’in estetiğinde temel bir anlamı vardır ve teolojisini de bütünler.
Doğal insan, “bu görkemli tiyatroya” kör kalarak doğadaki kanıtlardan doğru bir Tanrı bilgisi
edinemese de, Hıristiyanlar, Mez. 145’deki gibi Tanrı’yı, yaptığı işlerde derin derin
düşünmekten hoşlanırlar.
14
Calvin’e göre, temel bilimler Kutsal Yazı’da bildirilen tanrısal bilgeliği anlamaya yardımcı
olur.
15
duymasına rehberlik edecek olan, Tanrı’nın yaratmadaki işçiliğinin yeterinden daha çoğunu
görmesini engellemez. Yıldızların hareketini incelemek, onlara verilen yerleri belirlemek,
aralarını ölçmek, özelliklerini fark etmek için, tabii ki, sanata ve daha ayrıntılı bir çalışmaya
gerek vardır. Bunlar gözlendiğinde Tanrı’nın sağlayışı daha açıkça görüldüğünden, O’nun
muhteşemliğini görmek için zihin daha yüksek bir seviyeye çıkmalıdır. Sadece gözlerinin
yardımıyla öğrenmiş olan sıradan halk ve hiç eğitim görmemiş kişiler, tanrısal sanatın
yetkinliğini fark etmeden duramazlar, çünkü bu sanat kendisini, göklerdeki ordulardan oluşan
iyi düzenlenmiş ama birbirinden değişik bu sayısız karışımda ortaya koyar. Bu durumda
RAB’bin, bilgeliğini bol bol göstermediği hiç kimse yoktur. Aynı şekilde, insan bedeninin
yapısına15 bakıldığında, kişi, bu bedenin kendisini dile getirmesini, simetrisini, güzelliğini ve
kullanılışını Galen16 gibi ustaca tartmak için, çok gayret etmelidir. Ama bütün bilgilerde
olduğu gibi, insan bedeninde de o kadar usta işi bir kompozisyon görülür ki, Sanatçısının
mucizeler yarattığına haklı olarak hükmedilir.
3 . Tanrısal bilgeliğin en yüce kanıtı olarak insan
Bu durumda, çok önceleri bazı filozofların insana mikrokozmos demeleri anlamsız
değildir, çünkü insan Tanrı’nın gücünün, iyiliğinin, bilgeliğinin ender bir örneğidir ve dikkat
etmekten bıkmazsak, içinde, zihnimizi meşgul eden yeterince mucize barındırmaktadır.
Pavlus, körlerin Tanrı’yı el yordamıyla aradığını belirttikten sonra, O’nun uzaklarda
aranmaması gerektiğini hemen ekler [Elç. 17:27]. Çünkü herkes, kendisine can veren göksel
lütfu kuşkusuz kendi içinde hissetmektedir. Aslında Tanrı’yı anlamak için kendimizin dışına
çıkmamız gerekmiyorsa, Tanrı’yı bulmak için kendi içinde alçalmaya17 isteksiz olan insanın
tembelliği hangi bağışlanmayı hak eder? Aynı nedenle Davut, Tanrı’nın hayran bırakan adını
ve her yerde parlayan görkemini kısaca överken, hemen haykırır: “Đnsanoğlu ne ki, ona ilgi
gösteresin?” [Mez. 8:4]. Aynı şekilde, “Çocukların, hatta emziktekilerin ağzından güç
kurdun” der [Mez. 8:2]. Davut, sadece Tanrı’nın işlerinin aynasının insan olduğunu değil,
analarının emzirdiği çocukların bile, başka hatiplere gerek kalmayacak şekilde O’nun
görkemini duyurmak için güzel konuşan dilleri olduğunu da duyurur. Sonuçta Davut,
çocukların sanki çok iyi öğretilmiş gibi, konuşmalarını tartışmaya açmaktan ve kendi şeytansı
gururları uğruna Tanrı’nın adını yok etmeyi isteyebilenlerin çılgınlıklarını çürütmekten
tereddüt etmemektedir. Sonuçta sıra Pavlus’un Aratus’tan18 yaptığı alıntıya gelir. Biz, O’nun
soyundanız [Elç. 17:28], çünkü bizi büyük bir yetkinlikle donatarak, Baba’mız olduğunu
kanıtlamıştır. Aynı şekilde seküler şairler, ortak bir duyguyla ve sanki deneyimleri dikte
ettiriyormuş gibi, O’na “insanların Baba’sı” demişlerdir. Aslında hiç kimse, O’nun Baba
sevgisini tadarak, karşılığında O’nu sevmeye ve O’na tapmaya yönelmezse, özgürce ve
isteyerek kendisini Tanrı hizmetine veremez.
4 . Ama insan nankörce Tanrı’ya sırt çevirir
Bununla beraber burada insanların iğrenç nankörlükleri de ortaya serilmektedir.
Đnsanların içinde, Tanrı’nın sayısız işiyle lutfettiği bir atölye ve aynı zamanda da tahmin
15
Calvin, Tanrı’nın bilgeliğinin insan bedeninde görüldüğünden birçok kez söz eder:
“Parmaklarımızdaki tırnaklara kadar” hiçbir şeyin sorun yaratmadan değiştirilemediği “insan
bedeninin oluşumunda akıl almaz bir ustalık görülür.”
16
Bergamalı Claudius Galenus (yak. 131-200), Antik Grek tıp bilgisini zirveye ulaştırmıştır.
Hekim, anatomi uzmanı ve filozoftur.
17
“In se descendere”, Tanrı’nın ve aynı zamanda da günahlılığımızın bizi yüzleştirdiği
kendimizi, dikkatle gözden geçirmemizle ilgili olarak Calvin’in sık sık kullandığı bir ifade.
18
Kilikya’nın Soli kentinde yaşayan Aratus, Grek şairidir ve astronomi konusunda da yazılar
yazmıştır. Pavlus, Elç. 17:28’de onun Phaenomena şiirinden alıntı yapmaktadır.
16
edilemeyecek zenginliklerin dolup taştığı bir depo vardır. O zaman insanlar O’na övgüler
sunmalıdır ama aslında gururlanarak daha çok böbürlenirler. Tanrı’nın, içlerinde çeşitli
olağanüstü yollarla çalıştığını hissederler; bunlardan yararlandıklarında, O’nun cömertliğiyle
çeşitli armağanlara sahip olduklarını da öğrenirler. Bunların, tanrısallığın işaretleri olduğunu –
öğrenseler de, öğrenmeseler de- öğrenmeye zorlanırlar; yine de bunları içlerinde saklarlar.
Aslında, gökten kendilerine verilen şeyin kendileri için olduğunu öne sürerek, Tanrı’yı net
olarak görmeleri için zihinlerini aydınlatan şeyi toprağa gömmedikleri takdirde, kendilerinin
dışına çıkmalarına gerek yoktur.
Bugün bile yeryüzü, Tanrı’nın adını mahvetmek için insan doğasına saçılmış bütün
Tanrısal tohumları yanlış yönlendirmekte duraksamayan birçok canavar ruhu
desteklemektedir. Size soruyorum, bu delilik yani bedeninde ve canında Tanrı’yı yüzlerce kez
bulan insanın, bu yetkinlik kisvesinin altında Tanrı’nın olduğunu yadsıması ne kadar
iğrençtir? Şans eseri vahşî hayvanlardan farklı olduklarını söylemeyeceklerdir. Yine de,
Tanrı’yı bir kenara bırakırlar, aynı zamanda da onlar için her şeyin sanatçısı olan “doğayı”
paravan olarak kullanırlar. Ağızlarından, gözlerinden ayak tırnaklarına kadar tek tek her
üyelerinde bu mükemmel işçiliği görürler. Burada da doğayı Tanrı’nın yerine koyarlar. Ama
canın bu kıvrak hareketleri, bu olağanüstü yetiler, bu ender armağanlar, –Epikouros’cular,
Kikloplar19 gibi, bu yükseklikten bütün utanmazlıklarıyla Tanrı’ya savaş açmazlarsaözellikle, kolayca gizlenmeye izin vermeyen tanrısallıkla onlara cepheden ateş açacaktır.
Bütün evren bu ayrıcalıktan yoksun kalırken, göksel bilgeliğin bütün hazineleri beş ayak
büyüklüğündeki bir kurdu yönetmekte aynı görüşte değil midir? Önce, canda evrendeki çeşitli
parçalara tekabül eden organik bir şey olduğunu saptamak, Tanrı’nın görkemini karanlığa
gömmez, tam tersine onu aydınlatır. Yiyeceği ve içeceği pişirmek, bir bölümünü dışkıya, bir
bölümünü kana döndürmek için hangi atomların bir araya geldiğini ve birçok canı ortak bir
kararla tek bir beden yönetiyormuş gibi, birçok üyenin görevini yerine getirmesi için böyle bir
işleyişi neyin oluşturduğunu bırakın Epikouros yanıtlasın!
5 . Yaratılanın Yaratan’la kavgası
Ama şimdi bu domuzlukla ilgilenmiyorum; daha çok, Aristoteles’in hem canın
ölümsüzlüğünü mahveden hem de Tanrı’yı doğruluğundan yoksun bırakan soğuk ifadesinden
dolaylı biçimde isteyerek etkilenen, hayalci kurnazlıklara verilen görevi ele alıyorum. Canın
organik yetileri olduğu için, bunu bahane ederek canı, beden olmadan var olmasın diye
bedene bağlıyorlar ve doğayı överek, Tanrı’nın adını bastırabildikleri kadar bastırıyorlar. Ne
var ki, canın gücü bedene hizmet eden işlevlerle sınırlı olmanın çok ötesindedir. Gökleri
ölçmeniz, yıldızların sayısını anlamanız, her birinin çekim gücünü saptamanız, yollarını hangi
hızda ya da yavaşlıkta aldıklarının ve şu ya bu yola hangi açıyla saptıklarının yanı sıra
aralarında ne kadar boşluk olduğunu bilmenizin bedeninizle ne ilgisi var? Astronominin bazı
yararları olduğunu kabul ediyorum; gök cisimlerinin bu çok derin incelenmesinde sadece
organik bir simetri olmadığını, buruda canın bedenden farklı bir faaliyeti olduğunu da
belirtiyorum. Ben, bir örnek verdim. Okurlarım için gerisini bulmak kolay olacaktır.
Yeryüzünü ve gökyüzünü araştırmak, geçmişi gelecekle birleştirmek, çok uzun zaman önce
duyduğu bir şeyi bellekte tutmak, hoşuna giden şeyi göz önünde canlandırmak canın pek çok
ve çeşitli becerisidir aslında. Bir şeyleri inanılmaz şekilde tasarlaması ve birçok olağanüstü
tasarılarının anası olan becerisi pek çok ve çeşitlidir. Bunlar, insandaki tanrısallığın yanılmaz
işaretleridir. Nasıl oluyor da, can sadece başıboş gezinmiyor, birçok yararlı şeye akıl
erdiriyor, birçok şey düşünüyor, hatta geleceği tahmin ediyor –bütün bunları insan uyurken
yapıyor? Đnsana aşılanmış olan ölümsüzlük işaretlerinin silinemeyeceğinin dışında burada ne
19
Fransızca metinde Kikloplar yerine “devler ya da vahşîler” denmektedir. Grek mitolojisinde
Titanlara karşı açtığı savaşta Zeus’e, sağladıkları silahlarla Kikloplar yardım etmişlerdir.
17
söylemeliyiz? Đnsanın tanrısal olduğuna inanmanın ve Yaratan’ını kabul etmemenin nedeni ne
olabilir ki? Aslında bize verilen bu yargı gücüyle doğruyu ve yanlışı ayırmalı mıyız? Ama
gökte de yargıç olmayacak mı? Uyurken bile bizde bir zekâ kalıntısı kalmayacak mı? Ama
dünyayı yönetirken bekçilik eden Tanrı olmayacak mı? Deneyim, başka bir kaynaktan bize
eşitsiz şekilde dağıtılan bir şey olduğunu yeterince öğretse bile, Tanrı’nın övülerek
kandırılabileceği bu kadar çok sanatı ve bu kadar çok yararlı şeyi bizim bulduğumuzu mu
düşüneceğiz?
Üstelik bazıları bütün evrene can veren gizli soluklar diye boş şeylerden söz ediyorlar
ama söyledikleri sadece akılsızca değil, tümüyle dindışıdır. Vergilius’un ünlü sözleri onların
hoşlarına gider:
“Her şeyden önce, göğü, yeri ve sulak alanları,
Ayın parlayan çevresini, Titan yıldızını içteki ruh besler;
Akıl onun üyelerine siner, bütün karmaşayı silip süpürür,
Büyük çerçevesiyle onu bütünleştirir. Đnsan ve
Hayvan ırkı, kanatlıların yaşamı, okyanusun
Cam gibi tabanında beslediği
Tuhaf şekiller buradan gelir.
Bu yaşam tohumlarının
Ateşi güçlü, kaynağı tanrısaldır.”20
Sanki Tanrı’nın görkeminin görünüşü olarak kurulan evren, kendi kendisini yaratmış
gibi! Böylece aynı yazar başka bir yerde de, Greklerde ve Latinlerde ortak olan görüşün
peşinden gider:
“Arıların akıldan pay aldıklarını öğretiyor, bazıları,
Tanrısal, göksel bir çekim… Çünkü Tanrı, diyor insanlar,
Her şeye, yeryüzüne, engin denizlere
Ve göğün derinliklerine egemendir. Büyük ve küçükbaş hayvan Sürüleri,
insanlar ve her tür hayvan doğduğunda
Bu kısa yaşamı tanrıdan alır; evet, sonra her şey
Ona döner; bozulmuşlardır, sonra düzeltilirler;
Ölümün yeri yoktur; ama hâlâ canlı olarak yıldızlı
Saflara, göğün yüksekliklerine uçarlar.”21
Đnsanların yüreklerinde dine bağlılığı oluşturan ve besleyen değerin, dünyaya hayat
veren ve harekete geçiren evrensel zihinle ilgili nasıl bir kurgu olduğuna bakın! Murdar köpek
Lucretius’un, bu ilkeyi edindiği, Tanrı’ya saygısızca sözlerinde bu, çok daha net görülür.
Aslında bu korkmamız ve tapmamız gereken gerçek Tanrı’yı kovmak için, sığ bir ilah
yaratıyor. Saygılı bir düşünceden gelmek koşuluyla, doğanın Tanrı olduğunun saygıyla
söylenebileceğini kuşkusuz kabul ediyorum; ama bu kaba ve uygun olmayan bir söz olduğu,
tam tersine doğa Tanrı tarafından emredilmiş bir düzen olduğu için, Tanrı’yı şaşkınlıkla alt
sıradaki işleriyle karıştırmak, özel bir içten bağlılık gerektiren böyle önemli konularda
tehlikelidir.22
6 . Yaratan, yaratılışın RAB’bi olduğunu açıklamaktadır
20
Vergil, Aeneid VI. 724-730 (çev. LCL Vergil I. 556 vd.)’dan H. R. Fairclough’dan uyarlama
Vergil, Georgias IV. 219-227 (çev. LCL Vergil I. 210 vd.)’dan H. R. Fairclough’dan
uyarlama
22
Bu cümleler, Seneca’yı, “doğanın Tanrı’dan başka bir şey olmadığını” gördüğü için,
Stoacıların en iyisi olarak öven Lactantius’un ifadelerini yansıtmaktadır. Ama Lactanius, bu
bir tutmanın yol açtığı şaşkınlığa da değinir.
21
18
Her birimiz ne zaman O’nun doğasını düşünsek, Kendisine güveneceğimiz şekilde
bütün doğalara egemen olan, imanımızı, tapınmamızı ve isteklerimizi Kendisine yönlendiren
tek Tanrı’nın olduğunu hatırlayalım. Đçimizdeki tanrısal doğaya tanıklık eden çok dikkat
çekici armağanlara sahip olmak ama istediğimizde bize bunları veren Yazara tepeden bakmak
kadar hiçbir şey akıl almaz değildir. Onun gücünün net tezahürleri bizi O’nu düşünmeye iter!
Sözüyle bu sonsuz gökyüzü ve yeryüzü kütlesini desteklemenin; kimi kez sadece başını
sallayarak şimşeklerle onu sarsmanın, yıldırımlarla her şeyi yakmanın, havayı ani bir
parıltıyla tutuşturmanın; kimi kez de çeşitli fırtınalarla bozmanın, sonra da Kendi zevki için
bunları bir anda durdurmanın; yüksekliğiyle, yeryüzünü sürekli yıkmakla tehdit eder gibi
görünen denizi zorlamanın, denizi sanki havaya asmanın23; kimi kez rüzgârların coşkun
gücüyle korkunç bir şekilde denizi harekete geçirmenin; kimi kez dingin dalgalarla onu
yeniden sakinleştirmenin O’nun gücünde yattığı bizim için yeter ki, bilinmez olmasın! Doğa
hakkında şurada burada, aslında özellikle de Eyüp Kitap’ında ve Yeşaya’da rastlanan
tanıklıklarda Tanrı’nın gücünü övmek de bu temaya dâhildir. Bunları şimdi isteyerek
geçiyorum, çünkü Kutsal Yazı’daki evrenin yaratılışı konusunu tartışacağım daha uygun bir
yer olacak. Şimdi bu yolla Tanrı’yı aramanın hem yabancıların hem de O’nun ev halkının
arasında yaygın olduğuna değinmek istiyorum. Yeter ki, bu şemanın altında ve üstünde
O’nunla diri bir benzerliğin ana çizgilerinin izinden gitsinler. Büyük olasılıkla bu, bizi O’nun
sonsuzluğunu düşünmeye sevk ediyor; çünkü her şeyin kökeni Kendisinden çıkan, sonsuz
olmalı ve O’ndan gelen bir başlangıç olmalıdır. Üstelik bir zamanlar bütün bunları yaratmaya
ve şimdi korumaya yönelmesinin nedeni aranırsa, bunun, sadece O’nun iyiliği olduğunu
görürüz. Ama bu tek neden bile, bizi O’nun sevgisine çekmek için yeterinden de fazladır.
Peygamberin duyurduğu gibi, Tanrı’nın, bütün yapıtları arasında sevecenliğinin kapsamadığı
hiçbir varlık yoktur [Mez. 145:9; Krş. Sirak 18:11; 18:9].
7 . Tanrı’nın hükümranlığı ve yargı
Doğanın sıradan işleyişinin dışında kalan ikinci tür işler de, O’nun gücünü apaçık
ortaya koyan kanıtlardır. Đnsan toplumunu yönetirken sağlayışını öyle ayarlar ki, herkese
sayısız tarzda sevecen ve cömert davranmakla birlikte, dinine bağlı insanlara merhametini,
günahlı ve suçlulara da sertliğini apaçık günlük belirtilerle duyurur. Günahlı işlerden nasıl öç
aldığı konusunda hiç kuşku yoktur. Böylece masumun koruyucusu ve hakkının savunucusu
olduğunu gösterir. Đyi insanların yaşamlarını kutsayarak gönendirir, ihtiyaçlarını karşılar,
acılarını azaltır ve dindirir yaşadıkları felaketleri hafifletir. Ve onların bütün bu olaylardan
kurtulmalarını sağlar. Aslında günahlıların ve kötülük edenlerin cezasız kalmakla
övünmelerine çoğunlukla izin vermediği gerçeği, O’nun doğruluğunun yanılmaz kuralını
karanlığa gömmelidir. Dürüstlerin ve ödüle layık olanların bile birçok sıkıntıyla
savrulmalarına, hatta dinsizlerin kötülükler ve haksızlıklarla onlara eziyet etmelerine izin
verir. Ama tam tersine çok farklı bir düşünce zihnimize girmelidir: Öfkesinin tezahür ettiğini
göstererek bir günahı cezalandırdığında bütün günahlardan nefret etmektedir; bütün günahları
cezasız bıraktığında henüz cezalandırmadığı günahları ertelediği başka bir yargı gelecektir.
Aynı şekilde, acınacak durumda olan günahlılara ayrıcalıklarını bildirip ve Kendisini babaca
sevecenliğinin ötesinde hatırlatarak, onların kötülüklerini yok edinceye kadar çoğunlukla
peşlerini bırakmaması, bize merhametini düşünmemiz için büyük bir fırsat vermektedir!
23
Calvin’in geleneksel kozmolojisine göre, deniz “çevrimli olmalı ve havadan daha ağır ama
yeryüzünden daha hafif bir unsur olarak, yeryüzünün bütün çevresini kaplamalıydı”.
Yaratılışta, kuru toprakların ortaya çıkması için denizi ayıran Tanrı, artık şimdi kumdan
engellerin ötesinde denizi “sürekli emir vererek” dizginlemektedir. “Bu nedenle, denizin
bütün yeryüzünü kaplamasını, itaat ettiği Tanrı’nın emrinden başka bir şeyin engellemediğini
öğreniyoruz.”
19
8 . Tanrı’nın hükümranlığı insanların yaşamlarını etkileyerek yönlendirir
Bu amaçla peygamber, umutsuz darboğazlarda Tanrı’nın aniden hiç umulmadık harika
bir biçimde yoksulların ve neredeyse kaybolanların imdadına koştuğunu unutmaz; çölde
dolaşanları vahşî hayvanlardan korur, sonunda yollarını yeniden buluncaya kadar onlara
öncülük eder [Mez. 107:4-7]; yoksullara ve açlara yiyecek sağlar [9. a.]; mahkûmları iğrenç
zindanlardan ve demir bağlarından kurtarır [10-16. a.]; gemi kazası geçirenleri zarar
görmeden yeniden limana götürür [23-30 a.]; neredeyse ölmüş birinin hastalığını iyileştirir
[17:20. a.]; yeryüzünü sıcaklık ve kurulukla yakar ya da lütfuyla esrarlı biçimde sulayarak onu
bereketli kılar [33-38. a]; kalabalığın içinden en alçakgönüllüyü kaldırır ya da çalımlıları üst
düzeydeki saygınlıklarından aşağı atar [39-41. a.]. Peygamber bu tür örnekler vererek, bizim
şans eseri meydana geldiğini düşündüğümüz böyle şeylerin göksel sağlayışın, özellikle de
babaca sevecenliğin çok sayıda kanıtı olduğunu belirtir. Tanrı adamına sevineceği bir dayanak
verilir. Günahlılara ve kötülere gelince, ağızları kapatılır [42. a.]. Ama hatalarının içine
gömülmüş birçok kişi bu göz kamaştıran tiyatroda24 körleştiği için, Tanrı’nın bu işlerini
bilgece tartmanın bambaşka ender bir bilgelik olduğunu haykırır [43. a.]. Aksi takdirde
onların, hiçbir şekilde yarar elde edemeyeceklerini görür. Kuşkusuz Tanrı’nın görkemi ne
kadar çok parıldarsa da, yüz kişiden biri ender olarak bunu görür!
O’nun gücü ve bilgeliği hiçbir şekilde karanlıkta gizlenmez. Herkesin fikrince
yenilmez olan imansızların gaddarlığı bir anda yenildiğinde, kibirlerinin hakkından
gelindiğinde, en güçlü savunmaları yıkıldığında, mızrakları ve zırhları paramparça
edildiğinde, güçleri kırıldığında, entrikaları tersine döndürüldüğünde, önemlerini
kaybettiklerinde; onları göklere çıkaran küstahlıkları yeryüzünün merkezine kadar
indirildiğinde; tam tersine, alçakgönüllü tozların içinden kaldırıldığında ve düşkün pislik
yığınının içinden çıkarıldığında [Mez. 113:7]; eziyet edilen ve bağrı yanan büyük
sıkıntılardan kurtarıldığında; umutsuzlara yeniden iyi umutlar verildiğinde; silahsız ve güçsüz
birkaç kişi zaferi silahlı ve güçlü çok sayıda kişinin elinden kaptığında O’nun gücü açıkça
görülür. Aslında her şeyi en iyi fırsatlarda bahşettiğinde; dünyadaki bütün bilgeliği
utandırdığında [Krş. 1Ko. 1:20]; “bilgeleri kurnazlıklarında yakaladığında” (1Ko. 3:19; Krş.
Eyü. 5:13] bilgeliğinin yetkinliği ortaya çıkar. Kısacası, O’nun en iyi şekilde düzenlemediği
hiçbir şey yoktur.
9 . Tanrı konusunda beynimizi yormamalıyız; ama daha çok O’nu işleriyle
düşünmeliyiz
Tanrısal görkemi aydınlatmaya ve doğrulamaya yarayan belirtileri bulmak için,
zahmet isteyen kapsamlı bir kanıt gerekmediğini görüyoruz; gelişigüzel verdiğimiz birkaç
örnekten, her nereye dönseniz, bunların gözle kolayca görülecek ve parmakla işaret edilecek
kadar çok tezahür ettiği ve apaçık olduğu besbellidir. Ayrıca burada Tanrı bilgisinin bize
haykırdığını görmeliyiz; bu, boş kurgularla yetinen beyinde uçuşan bilgi değil, gerektiği gibi
algılandığında ve yüreğe25 kök saldığında sağlıklı ve semereli olacak bilgidir. Çünkü RAB
Kendisini kudretiyle, içimizde hissettiğimiz gücüyle ve elde ettiğimiz yararlarıyla gösterir. Bu
nedenle, bizde hiçbir sezgi oluşturmayan bir Tanrı’yı tasavvur etmektense bu bilgiyle çok
daha derinden etkilenmeliyiz. Sonuçta, Tanrı’yı aramanın en yetkin yolunun ne olduğunu
biliyoruz. Bizim için en uygun sıralama, özenle aramaktan çok, tapmamız gereken özünü
24
Birçok yerde Calvin göklerden ve yeryüzünden Yaratan’ın görkemini görebileceğimiz bir
tiyatro (theatrum) diye söz eder.
25
Burada Calvin, Tanrı bilgisiyle bağlantılı olarak beyinle (cerebrum) yürek (cor) arasındaki
farkı belirtmektedir. Karakteristik olarak yüreğe önem vermektedir.
20
araştırmaya cesurca bir merakla girişmek değil, bize yakınlaştığı ve bizimle dost olduğu, bir
şekilde Kendisini anlattığı işlerinde O’nu derin derin düşünmektir. Elçi, Tanrı bütün gücüyle
bizim içimizde olduğu için, O’nu uzaklarda aramamız gerekmediğini söylerken bundan söz
ediyordu [Elç. 17:27-28]. Bu nedenle Davut, önce O’nun kelimelerle anlatılamayan
büyüklüğünü söyledikten [Mez. 145:3] sonra işlerinden söz etmeye başlamakta ve
büyüklüğünü duyuracağını açıklamaktadır [Mez. 145:5-6; Krş. Mez. 40:5]. Bu nedenle, bizi
çok heyecanlandırırken, aynı zamanda zihinsel gücümüzü de sürekli şaşkınlık içinde
bırakabilen, Tanrı’yı böyle ayrıntılı araştırmak da bizim için uygundur. Ve Augustinus başka
bir yerde, O’nun büyüklüğünden umutsuzluğa kapılarak O’nu kavrayamayacağımızı
öğretirken, biz O’nun iyiliğiyle yenilenebilelim diye işlerine bakmalıyız.
10 . Bu Tanrı bilgisinin amacı
O zaman bu tür bilgi bizi sadece Tanrı’ya tapmak için harekete geçirmemeli, gelecek
yaşam umudu uyandırmalı ve teşvik etmeli. RAB’bin bize hem şefkat, hem sertlik gösterdiği
örneklerin gelişmemiş ve eksik olduğunu fark ettiğimiz için, daha büyük şeylerin, başka bir
yaşama bırakılanların tezahür edeceğini ve bütünüyle sergileneceğini tahmin ederken
kuşkusuz bunu göz önünde tutmalıyız. Öte yandan – dinsizlerin dinine bağlı kişileri
üzdüğünü, haksız davranışlarla sarstığını, iftiralara boğduğunu, kötüye kullandığını ve
kınadığını; günahlılarınsa tam tersine ilerlediğini, gönendiğini, saygınlıklarıyla huzur
bulduğunu ve cezasız kaldığını gördüğümüz için- günahın cezalandırılması ve doğruluğun
ödüllendirilmesi gereken başka bir yaşam olduğu sonucuna hemen varmalıyız. Üstelik
RAB’bin sopasıyla imanlıları sık sık cezalandırdığını gördüğümüz için, bir gün günahlıların
da O’nun kırbacından daha az acı çekmeyeceklerine tam olarak güvenip inanabiliriz. Aslında
Augustinus’un şu sözleri iyi bilinmektedir: “Her günah şimdi açıkça cezalandırılsaydı, son
yargıya hiçbir şey kalmazdı. Ayrıca Tanrı şimdi hiçbir günaha ceza vermeseydi sağlayışın
olmadığına inanılırdı.”
Bu nedenle, Tanrı’nın gücünün, bir resim gibi, O’nun tek tek işlerinde –özellikle bir
bütün olarak- fiilen temsil edildiğini kabul etmeliyiz. Bu durumda, bütün insanlık davet
edilmekte ve O’nu tanımaya, buradan da gerçek ve eksiksiz mutluluğa çekilmektedir. Bu
güçler O’nun işlerinde çok açık görülür. Ancak alçaldığımızda ve RAB’bin yaşamını,
bilgeliğini ve gücünü bize hangi yollarla gösterdiğini; doğruluğunu, iyiliğini ve merhametini
bizim adımıza hangi yollarla kullandığını düşündüğümüzde bu işlerin asıl amaçlarını, değerini
ve onları neden düşünmememiz gerektiğini anlarız. Davut, imansızların, insanlığı yönetirken
Tanrı’nın derin tasarılarını düşünmedikleri için aptal olduklarından haklı olarak şikâyet etse
de [Mez. 92:5-6], başka bir yerde söylediği çok doğrudur: Burada Tanrı’nın olağanüstü
bilgeliği başımızdaki saçlardan daha çoktur [Krş. Mez. 40:12]. Ama bu görüş aşağıda çok
daha geniş ele alınacağından burada geçiyorum.
(Ne var ki, O’nu tanımayı ve O’na tapmayı başaramayan insan batıl inanca ve
kargaşaya düşer, 11-12)
11 . Tanrı’nın yaratılıştaki tanıklığı bize yarar sağlamaz
Ama RAB, hem Kendisini hem sonsuza dek sürecek olan Krallığını işlerinin
aynasında açıklasa da, biz o kadar aptalız ki, böylesine apaçık tanıklıklar karşısında
anlayışsızlığımız giderek artmakta ve bu tanıklıklar, bize yarar sağlamadan akıp gitmektedir.
Evrenin bu çok güzel yapısı ve düzeniyle ilgili olarak, gözlerimizi gökyüzüne kaldırdığımızda
ya da yeryüzünün çeşitli bölgelerine baktığımızda kaçımızın aklına Yaratan’ı hatırlamak gelir
ve kaçımız aylak aylak oturup O’nun işlerini, Yazarlarını göz ardı etmeden düşünürüz?
Aslında doğanın sıradan işleyişinin dışında her gün meydana gelen bu olaylarla ilgili olarak,
insanların, Tanrı’nın sağlayışıyla yönetilmelerinden çok, ayrım gözetmeyen kör talihin
anaforuna kapılarak eğilip büküldüklerini kaçımız sanmayız? Kimi kez bunların yol
21
göstermesi ve yönlendirmesiyle Tanrı’yı düşünmeye yöneliriz; bu, zorunlu olarak herkesin
başına gelir. Gelişigüzel bir Tanrısallık kavramı edindiğimizle, hemen bedenimizin
çılgınlıklarına ya da kötü hayallerine geri döneriz ve boş gururumuzla gerçek Tanrı’yı
yozlaştırırız. Bir açıdan aslında birbirimize benzemeyiz, çünkü her birimiz kendine özgü
hatasını kendince yapar; yine de hepimiz tek gerçek Tanrı’yı olağanüstü önemsemeyerek terk
etmekte birbirimize çok benzeriz. Sadece sıradan halk ve kıt zekâlı insanlar değil, en
yetkinlere ve olağanüstü farkındalık bahşedilmiş olanlara da bu hastalık bulaşır.
Bu açıdan, bütün felsefeciler kabilesi akılsızlıklarını ve ahmaklıklarını ne kadar net
konuşarak gösterirler! Başkalarını (son derece akılsızca davrananları) bağışlayabilsek de, dine
hepsiden daha çok bağlı ve basiretli olan Platon bile, yuvarlak dünyasının içinde
kaybolmaktadır. Görevleri, başkalarının yolunu aydınlatmak olan öncü zihinler yolunu şaşırıp
tökezlediğinde diğerlerine ne olmaz! Đnsanın yaptığı işlerin denetlenmesi, sağlayışı o kadar
açıkça gösterir ki, bunu yadsıyamayız; yine de bundan, talihin pervasız isteminin her şeyi
altüst ettiğine inandığımızdan daha çok yarar sağlamayız – boş gurura ve hataya yatkınlığımız
ne kadar büyüktür! Tanrı gerçeğine ölçüsüz saygısızlık eden çılgın kaba saba halktan değil, en
yetkinlerden söz ediyorum her zaman.
12 . Đnsanın batıl inançları ve filozofların yanlışları Tanrı’nın tezahürünü bastırıyor
Bütün dünyaya dolan ve yayılan sınırsız murdar hata batağı buradan çıkıyor. Herkesin
zihni labirente12 benzediği için, tek tek ulusların çeşitli hatalara sürüklenmiş olmasında
şaşılacak bir şey yoktur; sadece bu da değil – neredeyse tek tek herkesin bir tanrısı vardı.
Gelişigüzellik ve yüzeysellik bilgisizlik ve karanlıkla birleştiğinde kendisine Tanrı yerine put
ya da hayalet yapmamış tek bir kişi bile bulmak güçtür. Geniş kocaman bir pınardan
kaynayan su gibi, tabii ki, insan zihninden de büyük bir tanrı kalabalığı taşmıştır. Đnsanların
her biri büyük bir özgürlükle ortalıkta dolaşırken Tanrı hakkında şöyle ya da böyle yanlış
düşüncelere kapılmıştır. Yine de burada, dünyanın bulaştığı batıl inançların listesini yapmak
gerekmiyor, çünkü bunun sonu yoktur ve bunlardan söz etmeden de, insan zihninin ne kadar
korkunç kör olduğu bu kadar yozlaşmadan yeterince bellidir. Kaba saba ve eğitimsiz
kalabalıkları geçiyorum. Akılla ve eğitimle göğü anlamaya çalışan filozoflar arasındaki bu
farklılık ne kadar utanç vericidir! Her biri yüksek zekâyla donatıldığı, her birine sanat ve bilgi
lütfedildiği için, ifadelerini gizli tutuyor gibiler; ama daha yakından bakacak olursanız,
bunların hepsinin uçup giden gerçek dışılıklar olduğunu görürsünüz. Stoacılar, doğanın her
parçasından Tanrı için çeşitli adlar çıkarılabildiğini ama Tanrı’nın birliğinin bu nedenle
bozulmayacağını söylerken, çok net oldukları kanısındalar – aslında sanki bize yamanan
tanrıların çokluğu, daha çok ve daha vahim bir hata yapmamıza yol açmazsa biz zaten boş
gurura daha çok eğilimli değilmişiz gibi! Mısırlıların mistik teolojisi bile, hepsinin, nedensiz
eğleniyor görünmemek için, bunu özenle kara kara düşündüğünü göstermektedir. Belki ilk
bakışta bile olası görünen şey, basit ve dikkatsiz insanları aldatabilir; ama hiçbir ölümlü,
temelinde yozluk olmayan bir dini şimdiye kadar icat etmemiştir.
Kafa karıştıran bu çeşitlilik, Epikouros’culara ve dine bağlılıktan nefret eden diğer
avanaklara13 bütün Tanrı farkındalığını kaldırıp atma cesareti vermiştir. En akıllı insanların
bile zıt görüşlerle yetindiklerini gördüklerinde bu görüş ayrılıklarından –hatta kendi boş ve
saçma öğretişlerinden- insanların, olmayan bir tanrıyı aradıklarında boş yere ve akılsızca
başlarına üzüntü getirdikleri sonucunu çıkarmakta duraksamıyorlar. Bunu cezasız kalarak
12
Calvin, resimsel labirent figürünü, insanın düş kırıklığının ve içindeki kargaşanın simgesi
olarak yazılarında sık sık kullanır.
13
Kuşkusuz burada Calvin’in aklında, Cicero’nun Epikouros’cuları pratik ateizmle suçladığı
Nature of the Gods’ından birçok bölüm vardır; ama Rabelais gibi çağdaşlarını da örtük
şekilde eleştirmektedir.
22
yapacaklarını düşünüyorlar, çünkü Tanrı’nın varlığını açıkça inkâr etmeyi tanrılar
oluşturmaya ve bitmez tükenmez kavgaları kışkırtmaya tercih ediyorlar. Ama bu insanlar çok
akılsızca bir hükme varıyor ya da kendi imansızlıklarını gizlemek için insanların
bilgisizliklerinin yol açtığı bir bulut oluşturuyorlar; bu cahillik Tanrı’dan ayrılmak için en
küçük bir gerekçe değildir. Ama bilgili ve bilgisiz insanların aynı zamanda bu kadar görüş
ayrılığında olacakları bir şey olmadığını hepsi kabul ettiği için, insanların Tanrı’yı ararken
böyle yoldan çıkan zihinlerinin, göksel gizemler konusunda aptaldan ve körden daha fazlası
olduğu sonucuna varılabilir. Bazıları Simonides’in verdiği yanıtı övüyorlar. Despot yönetici
Hiero, Tanrı’nın ne olduğunu ona sorduğunda düşünmek için bir gün istemişti. Ertesi günü
despot ona aynı soruyu sorduğunda iki gün daha istemişti. Günlerin sayısı sık sık ikiye
katlandıktan sonra en sonunda “Ne kadar düşünsem bana o kadar içinden çıkılmaz geliyor”
yanıtını vermişti. Kendisine bu kadar içinden çıkılmaz gelen bir konudaki kararı aslında
akıllıca ertelemişti. Ortaya çıkan şu ki, eğer insanlar sadece doğadan öğrenselerdi, kesin,
güvenilir ya da net olmayan bir şeye inanmayacaklardı ama bilinmeyen bir tanrıya taparken
yanıltıcı ilkelere çok bağlı olacaklardı [Elç. 17:23].14
(Hatada ısrar etmek için özrümüz yoktur, 13-15)
13 . Kutsal Ruh, insanların icat ettikleri bütün kültleri reddeder
Saf dini yozlaştıran herkesin tek Tanrı’dan ayrıldığını kabul etmeliyiz – herkes kendi
fikrini ortaya koyduğunda bu, kesinlikle böyle olacaktır. Aslında zihinlerinde başka bir şeyin
olmasıyla övünürler; ama Kutsal Ruh onların zihinlerinin körlüğünde Tanrı’nın yerine cinleri
koyan, dinden dönen kişiler olduğunu söylediği için [Krş. 1Ko. 10:20], demek istedikleri ya
da inandıkları şeyin konuyla ilgisi yoktur. Bu nedenle Pavlus, Efeslilerin gerçek Tanrı’ya
tapmayı Müjde’den öğreninceye kadar tanrısız olduklarını duyurmaktadır [Ef. 2:12-13]. Bu,
tek bir halkla sınırlı tutulmamalıdır, çünkü elçi başka yerde de, Yaratıcının görkemi evrenin
biçimlenmesinde gözlerinin önünü serildikten sonra genelde bütün ölümlüler için
“düşüncelerinde budalalığa düştüler” demektedir [Rom. 1:21. Bu nedenle Kutsal Yazı,
eskiden putperestler arasında tanrısallık diye kutlanan şeyi gerçek dışı ve yalan diye mahkûm
eder; doğru Tanrı bilgisinin gelişmeye devam ettiği Siyon Dağı’ndan başka yerde hiçbir
tanrısallık kalmamıştır [Hab. 2:18, 20]. Kuşkusuz, Mesih’in yaşadığı dönemdeki
putperestlerin içinde gerçek dine bağlılığa en çok yaklaşanlar Samiriyeliler gibi
görünmektedir; yine de onların neye taptıklarını bilmediklerini Mesih’in ağzından duyuyoruz
[Yu. 4:22]. Bundan, saçma bir yanlışın onları aldattığı sonucu çıkmaktadır.
Kısaca, hepsi aptalca günahların acısını çekmese ya da açıkça putperestliğe düşmese
bile, tek bir ortak anlayış üzerine kurulmuş, kabul gören pak bir din yoktu. Birkaç kişi ortak
sürünün çılgınlığını paylaşmasa da, Pavlus’un, Tanrı’nın bilgeliğinin bu dünyanın prensleri
tarafından anlaşılmayacağına dair sağlam öğretişi geriye kalmıştır [1Ko. 2:7-8]. Ama en
ünlüler bile karanlıkta dolaşıyorsa süprüntüler için ne diyebiliriz? Kutsal Ruh’un insan
istemiyle icat edilmiş bütün kültler sahte diye reddetmesinde bu nedenle şaşılacak bir şey
yoktur; çünkü göksel gizemlerde insanların algıladıkları görüş her zaman büyük bir hatalar
yığını doğurmasa da yine de hatanın anasıdır. Zarara yol açmasa bile, bilinmeyen bir tanrıya
şans eseri tapmak [Elç. 17:23], hiç de hafif bir suç değildir. Bununla birlikte, Mesih’in Kendi
ifadesiyle, yasaya göre hangi tanrıya tapması gerektiği öğretilmemiş olan herkes bu konuda
14
Doğal teoloji (özel vahyin yardımı olmadan, günahın koşulları altındaki insanların Tanrı
konusunda akıl yürütmesi) 12. madde dâhil bu bölümün konusudur. Calvin’in bu konudaki
görüşünü belirten yukarıdaki sözlerin onun bütün yazılarında yer aldığı konusunda bütün
bilginler aynı görüştedir. Yine de bu doğal teolojinin Hıristiyanlara, özellikle de Hıristiyan’ın
doğaya bakışındaki rolüne ne yararı olduğuyla ilgili Calvin’in görüşü konusunda yorumcular
arasında kesin görüş ayrılıkları vardır.
23
suçludur [Yu. 4:22]. Ve kuşkusuz en iyi yasa uzmanları bile, dinin halkın genel görüşü
üzerine kurulduğunu kabul etmekten daha öteye gitmemişlerdir. Dahası Ksenofon’a göre,
Sokrates, herkesin tanrılara kendi atalarının tarzında ve kentinin töresine göre tapınmasını
emreden Apollon kahinini över. Ama sıra ölümlülerin kendi yetkileriyle yorumlayabildikleri
bu yasaya geldiğinde, dünyayı çok aşan nedir? Ya da kendisine insan şeklinde öğretilen bir
tanrıya tereddüt etmeden kabul etmek için kim atalarının buyruklarına veya halkın istemine
boyun eğebilirdi? Herkes başka birinin kararına boyun eğmektense kendi kararında
diretecekti. Bu durumda, kentin töresi ya da gelenek antlaşması dine bağlı kişiler zincirinin
Tanrı’ya taparken izlemeleri için çok güçsüz ve çok çelimsiz olduğu için, Tanrı’ya kalan,
gökyüzünden Kendisi hakkında tanıklık etmektir.
14 . Tanrı’nın doğadaki tezahürü bizimle boşu boşuna konuşur
Bu nedenle, Yazarın görkemini göstermek için evrenin işçiliğinde bizim için yanan
lamba boşunadır. Onlar kendi aydınlıklarının içinde yıkansa da kendi başlarına bizi doğru
yola götüremez. Elbette kıvılcım çıkarırlar ama ışıkları tam olarak parıldamadan önce bu
kıvılcımlar boğulup gider. Bu nedenle elçi, dünyalara görülmeyen şeylerin sureti dediği aynı
yerde, bunların Tanrı’nın Sözü’yle biçimlendirildiğini iman aracılığıyla anladığımızı
eklemektedir [Đbr. 11:3]. Bununla, görülmeyen tanrısallığın böyle görüntüler oluşturduğunu
ama Tanrı’nın içteki vahyi iman aracılığıyla bunları aydınlatmazsa bunu görecek gözümüzün
olmadığını söylemek ister. Pavlus, Tanrı’ya ilişkin olduğu bilinenin şeyin evrenin
yaratılışında apaçık olduğunu söylediğinde [Rom. 1:19], böyle bir tezahürü insanların
farkındalığının anlayabileceğine işaret etmez; ama tam tersine, bunun onlara bağışlanmazlık
vermekten daha öteye gitmediğini gösterir. Aynı elçi, başka bir yerde Tanrı’nın, bizim
içimizde olduğu için uzaklarda aranmasını reddetse bile [Elç. 17:27], başka bir yerde bu
yakınlığın yararının ne olduğunu şöyle öğretmektedir. “Geçmiş çağlarda Tanrı, bütün
ulusların kendi yollarından gitmelerine izin verdi. Yine de kendini tanıksız bırakmadı. Size
iyilik ediyor. Gökten yağmur yağdırıyor, çeşitli ürünleriyle mevsimleri düzenliyor, sizi
yiyecekle doyurup yüreklerinizi sevinçle dolduruyor” [Elç. 14:16-17]. Bu nedenle, Rab,
tanıklık istemese bile, çok sayıda ve çok çeşitli iyilikleriyle insanları Kendisi hakkında bilgiye
tatlı tatlı çekerken, onlar bunu hesaba katıp kendi yollarından gitmekten, yani öldürücü
hatalarından vazgeçmezler.
15 . Hiçbir özrümüz yoktur
Ama Tanrı hakkındaki pak ve net bilgiyi artıracak doğal yetimiz olmasa bile, bütün
özürlerin önü kesilir, çünkü sersemlik kusuru bizim içimizdedir. Ve aslında vicdanımız hem
adilikle hem nankörlükle bizi her zaman suçlamadan böyle cahillik taslamamıza izin vermez.
Sanki bu savunma yerli yerinde kabul edilirmiş gibi: Bunu duyurmak için melodili seslilerden
daha çok dilsiz yaratık varken insanın gerçeği duyacak kulaktan yoksunluk taslaması; ya da
gözü olmayan yaratıklar O’nu işaret ederken insanın gözleriyle göremediğini öne sürmesi; ya
da mantıksız yaratıklar bile bilgi verirken insanın zihninin güçsüzlüğünü bahane etmesi!15 Her
şey doğru yolu gösterse de, yolunu şaşıran ve başıboş gezen kişiler olarak sürüden
ayrıldığımız zaman her özrümüz reddedilmektedir. Ama bu olabilse de, insanların, doğanın
harika işçiliğiyle zihinlerine ekilmiş Tanrı bilgisinin tohumunu kısa sürede bozdukları (ve
böylece onun iyi ve yetkin bir meyve vermesini önledikleri) gerçeği kendi başarısızlıklarına
verilmelidir; bununla birlikte, yaratıkların Tanrı’nın görkemi konusunda olağanüstü ettikleri
bu gösterişsiz ve basit tanıklıktan yeterli dersi almadığımız da çok doğrudur. Gerçek Tanrı’yı
ihmal edip, evreni düşünerek tanrısallığın tadını biraz çıkarırken, aynı zamanda da O’nun
yararlı rüyalarında ve kendi beynimizin hayallerinde ayağa kalkıp her şeyi gerçek doğruluk,
15
Tanrı’nın yarattıklarının O’nun görkemini duyurması Calvin’in sevdiği bir düşüncedir.
24
bilgilik, iyilik ve güç kaynağından başka bir şeye bağlıyoruz. Üstelik O’nun gündelik
eylemlerini günahkârca yargılarımızla öyle gizliyoruz, öyle alaşağı ediyoruz ki, onların ve
övgüye layık Yazarlarının görkemlerini ellerinden kapıyoruz.
VI. BÖLÜM
KUTSAL YAZI, YARATAN TANRI’YA GELECEK HERKES ĐÇĐN
REHBER VE ÖĞRETMEN OLARAK GEREKLĐDĐR
1. Tanrı, Kendisi hakkındaki gerçek bilgiyi bize sadece Kutsal Yazı’larda bahşeder
Bütün insanların gözlerinin önünde, hem gökte hem yeryüzünde doğan bu parlaklık
insanların nankörlüğüne verilen desteğin geri çekilmesi için yeterinden fazladır –tıpkı
Tanrı’nın, insan ırkının aynı suçluluk duygusunu duyması için, yarattıklarında resmettiği
varlığını ayrıcalıksız herkesin önüne koyması gibi. Buna rağmen, evreni Yaratan’a daha
doğrudan yönlenmemiz için daha iyi başka bir yardımın da olması gereklidir. Kurtuluşu
öğreten Söz’ünün ışığını eklemesi boşuna değildir; bir araya getirmekten hoşlandığı,
Kendisine daha yakın ve daha içten olanları bu ayrıcalığa değer bulur. Bütün insanların
zihinlerinin karıştığını ve altüst olduğunu gördüğü için, Yahudileri Kendi sürüsü olarak
seçtikten sonra, diğerleri gibi onlar da unutup gitmesinler diye, onları korumaya almıştır.
Yoksa diğer herkesin önünde sağlam durdukları görülenler bile, kısa sürede eriyip gittikleri
için, Kendisi hakkındaki pak bilgide bizi geçerli bir nedenden dolayı aynı yolla korumaktadır.
Önlerine en güzel kitabı bile koysanız, tıpkı yaşlı ya da gözleri kızarmış ve iyi göremeyen
insanlar gibi, bunun bir tür yazı olduğunu anlasalar da, ender olarak iki kelimeye anlam
verecekler ama gözlük yardımıyla26 açıkça okumaya başlayacaklardır. Zihinlerimizde çok
karmakarışık, anlayışsızlığımız nedeniyle dağınık olan Tanrı bilgisini toplayan Kutsal Yazı
bize gerçek Tanrı’yı net olarak göstermektedir. Bu nedenle, Tanrı’nın, sadece dilsiz
öğretmenleri kullanmadığı, Kendi kutsal dudaklarını da açarak kilisesine bilgi verdiği yerde,
bu özel bir armağandır. Sadece seçilmişlere bir tanrıyı aramayı öğretmez, arayacakları
Tanrı’nın Kendisi olduğunu da gösterir. Kilisesi için bu planı O, başlangıçtan beri
sürdürmektedir, bu nedenle bu sıradan kanıtların dışında, Kendisini tanıtacak çok daha
doğrudan ve çok daha kesin bir işaret olan Sözü’nü de ortaya koymaktadır.
(Kutsal Yazı’daki iki tür Tanrı bilgisi)
Kuşkusuz Âdem, Nuh, Đbrahim ve diğer atalar, bu yardımı alarak, kendilerini
imansızlardan farklı kılan bir yolla O’nun hakkında ayrıntılı bilgiye ulaşmışlardır. Sonsuz
yaşam umuduyla aydınlandıkları doğru iman öğretisinden henüz söz etmiyorum. Ölümden
yaşama geçebilmeleri için, Tanrı’yı sadece Yaratan değil, Kurtarıcı olarak da kabul etmek
gerekiyordu, çünkü bu iki noktaya da kuşkusuz Söz’den gelmişlerdi. Önce kişinin, bu tür
bilgiyi edinmesi için evreni kuran ve yöneten Tanrı’nın kim olduğunu anlamasına izin verilir.
Sonra buna ruhsal bilgi eklenir. Bu da, ölü canları tek başına diriltir. Bu nedenle, Tanrı sadece
evrenin Kurucusu, tek Yazarı ve yaratılan her şeyin Yöneticisi olarak değil, Kurtarıcı olarak
Aracı kişiliğiyle de bilinir. Ama henüz dünyanın düşüşüne ve doğanın bozulmasına
gelmediğimiz için, şimdi çareyi tartışmayı bir kenara bırakıyorum. Bu durumda okurlarım
Tanrı’nın, Đbrahim’in oğullarını Kendisine evlat edindiği bu antlaşmayı ya da Mesih’te
kurulduğu için, imanlı halkla imansız halkı her zaman ayıran öğretinin bu bölümünü henüz
26
Olasılıkla bu benzetme Calvin’in, yaratılışta Tanrı’nın vahyiyle ilgili olarak, Kutsal Kitap’ın
rolünü belirten bir ifadesidir. Calvin konusunda yapılan modern çalışmalarda bu ifade ve neyi
belirttiği konusunda çeşitli tartışmalar vardır.
25
tartışmayacağımı hatırlayacaklardır. Ama burada sadece, evreni Yaratan Tanrı’yı, sahte
tanrılar kalabalığından ayıran kesin işaretleri Kutsal Yazı’dan nasıl öğreneceğimizi
tartışacağım. Sonra sırasıyla bu dizi bizi kurtuluşa götürecektir.27 Mesih’ten açıklamalı olarak
söz edilen Yeni Antlaşma’yla Yasa’dan ve Peygamberlerden de birçok tanıklık elde edeceğiz.
Buna rağmen her şey şu sonuca varma eğilimi göstermektedir, evrenin Sanatçısı Tanrı bize
Kendisini Kutsal Yazı’da göstermekte ve bilinmeyen bir tanrıyı yanlış yollarda aramayalım
diye, Kendisi hakkında ne düşüneceğimizi Kutsal Yazı’da ortaya koymaktadır.
2 . Kutsal Yazı olarak Tanrı’nın Sözü
Ama atalar Tanrı’yı kehanet ve görümlerle ya da çalışarak ve insanların hizmetleriyle
öğrenseler de, Tanrı onların zihinlerine gelecek kuşaklara aktarmaları gerekeni koymuştur.
Her halükarda öğrendikleri şeyin Tanrı’dan geldiğine inansınlar ve bunu anlasınlar diye,
sağlam öğretinin yüreklerine yazıldığından kuşku yoktur.28 Çünkü Tanrı, Sözü’yle, sonsuza
kadar sürecek net bir iman vermiştir. Bu, bütün düşüncelerin üstünde bir imandır. Sonuçta,
gerçek birbirinin ardı sıra gelen sürekli öğretilerle dünyada sonsuza kadar kalsın ve çağlar
boyunca yaşasın diye atalara verdiği aynı kehanetleri, olduğu gibi halkın tabletlerinin üzerine
kaydettirmek gözüne iyi görünmüştür. Bu niyetle yasa duyurulmuş ve sonra da peygamberler
ortaya çıkmıştır. Uygun yerde daha iyi görüleceği üzere29, yasa çeşitli amaçlar için kullanılsa
bile, Tanrı’yla insanlar arasındaki uzlaşma yolunu öğretmek özellikle Musa’ya ve bütün
peygamberlere emanet edilmiştir. Bu nedenle Pavlus, “Mesih, Kutsal Yasa’nın sonudur” der
[Rom. 10:4]. Yine bir kez daha tekrarlıyorum: Mesih’in, Aracı olduğunu belirten özel iman ve
tövbe öğretişinin yanı sıra Kutsal Yazı, sahte tanrılar kalabalığıyla karıştırılmasın diye, evreni
yaratan ve yöneten tek Tanrı’nın yanılmaz işaretleri ve belirtileriyle bezelidir. Bu nedenle,
Tanrı’nın işlerinin seyircisi olarak insana bu en görkemli tiyatroda yer verildiği için, Tanrı’yı
ciddi olarak düşünmek üzere gözlerini çevirmesi uygun olduğu gibi, daha çok yarar sağlamak
için kulaklarını da Söz’e dikmesi uygundur. Bu nedenle, karanlıkta doğanların
duyarsızlıklarının giderek nasırlaşmasında şaşılacak bir şey yoktur; çünkü kendilerini
sınırların içinde tutmak için Tanrı’nın Sözü’nü öğrenmek için başvuran ama değersizlikleriyle
övünen az kişi vardır. Gerçek dinin üzerimize parlaması için, başlangıcının göksel öğretişten
geldiğine ve hiç kimsenin, Kutsal Yazı’nın öğrencisi olmazsa doğru ve sağlıklı öğretişten en
ufak bir tat alamayacağına inanmalıyız. Böylece, Tanrı’ya tanıklık etmek için, burada
Tanrı’nın hoşuna giden şeyi saygıyla kucakladığımızda, doğru anlayış da başlamaktadır. Ama
sadece yetkin ve her şekilde eksiksiz iman değil, Tanrı hakkındaki bütün doğru bilgi de
itaatten doğar. Elbette bu açıdan Tanrı, tek bir sağlayışla çağlardan beri ölümlüleri
düşünmektedir.
3 . Kutsal Kitap olmazsa hataya düşeriz
Đnsan zihninin Tanrı’yı unutmaya düşmek için ne kadar kaypak, her tür hataya ne
kadar yatkın, sürekli yeni ve yapay dinler oluşturma düşkünlüğünün ne kadar büyük olduğunu
düşündüğümüzü varsayalım. O zaman göksel öğretişin ne unutularak yok olup gidecek, ne
hata sonucu tarihe karışacak, ne de insanların saygısızlığı nedeniyle bozulacak yazılı kanıtının
ne kadar gerekli olduğunu algılayabiliriz. Bu nedenle, evrendeki en güzel biçimin üzerine
vurduğu Kendi benzerliğinin damgasının etkisinin yetersizliğini önceden gördüğü için,
Tanrı’nın, yararlı bilgileri vermekten hoşlandığı herkese Sözü’nün yardımını sağladığı
27
Krş. II. v. 7; II. xvi. 20.
Calvin burada Kutsal Yazı’nın orijinalindeki esinlenme tarzını açıklamz. Yine de anlatım
tarzıyla, bunun mekanik bir sözlü dikte olmadığını, Kutsal Kitap yazarlarının yüreklerine
giren Tanrısal gerçeğin bildirildiğini öne sürmektedir.
29
Krş. II. vii ve viii.
28
26
açıktır. Tanrı’yı ciddi olarak pak bir şekilde düşünmek istiyorsak, bu doğru yolda ilerlemeye
gayret etmeliyiz. Tanrı’nın işlerinde gerçek ve canlı olarak anlatıldığı yere, Söz’e gelmeliyiz,
diyorum. Bu işler bizim bozuk yargımızla değil, sonsuz gerçeğin kuralıyla
değerlendirilmelidir. Az önce dediğim gibi, yorucu bir hızda gayret etsek bile, Söz’den
saparsak, yoldan çıktığımız için yine de hedefe ulaşamayız. Şöyle akıl yürütebiliriz, elçinin
bile, “yaklaşılmaz” dediği [1.Ti.6:16] Tanrısal desteğin görkemi, Söz’ün ipliği bize kılavuzluk
etmedikçe bizim için esrarlı bir labirent gibidir; bu nedenle, bütün hızla bunun dışında
koşmaktansa bu yolda toparlayarak gitmek daha iyidir. Bu nedenle Davut sık sık pak din
gelişsin diye yeryüzünden batıl inancı uzaklaştırmamız gerektiğini öğretirken Tanrı’dan
egemen diye söz eder [Mez. 93:1; 96:10; 97:1; 99:1 ve diğerleri]. “Egemen” sözüyle O’na
bahşedilen ve bütün doğayı yönetirken uyguladığı gücü değil, yasal hükümranlığında belirttiği
öğretişten söz eder. Çünkü gerçek Tanrı bilgisi insanın yüreğine ekilinceye kadar orada
hatalar kök salmadan durmayacaktır.
4 . Kutsal Yazı, yaratılışta vahyin bize anlatamadığını anlatabilir
Bu durumda, aynı peygamber, “Gökler Tanrı’nın görkemini açıklamakta, gökkubbe
ellerinin eserini duyurmakta” [Mez. 19:1] dedikten sonra, O’nun Söz’ünden söz etmeye
başlar: “RAB’bin yasası yetkindir, cana can katar, Rab’bin buyrukları güvenilirdir, saf adama
bilgelik verir, Rab’bin kuralları doğrudur, yüreği sevindirir, RAB’bin buyrukları arıdır,
gözleri aydınlatır.” [Mez. 19:7-8]. Peygamber yasanın diğer kullanılışlarını dâhil etse de,
genelde söylemek istediği, Tanrı, gökyüzünü ve yeryüzünü düşünerek bütün halkları boş yere
Kendisine çağırsa da, Tanrı’nın çocuklarının okulu budur. Mezmur 29’da da aynı amaç
önemsenir. Peygamber –gök gürlemesi [3. a. ], rüzgâr, yağmur, kasırga şeklinde yeryüzüne
çarparak dehşet uyandıran sesinin dağları sarstığından [6. a.], sedir ağaçlarını parçaladığından
[6. a.] söz ederek- en sonunda tapınağında O’na övgüler sunulduğunu, çünkü imansızların
Tanrı’nın havada yankılanan bütün seslerine sağır olduklarını ekler [9-11. a.] Aynı şekilde
denizin dehşet saçan dalgalarını anlattığı başka bir Mezmur’u da şöyle bitirir: “Koşulların hep
geçerlidir; tapınağına kutsallık yaraşır sonsuza dek” [Mez. 93:5]. Mesih’in Samiriyeli kadına,
halkının ve diğer halkların bilmediklerine taptıklarını; gerçek Tanrı’ya tapmanın sadece
Yahudilere sunulduğunu söylemesi de buradan çıkar [Yu. 4:22].Đnsan zihni, güçsüzlüğünden
ötürü, Tanrı’nın Kutsal Sözü yardım etmezse hiçbir şekilde Tanrı’ya ulaşamayacağından, Yahudilerin dışında- dönemin bütün ölümlüleri, Söz olmadan Tanrı’yı aradıkları için kendini
beğenmişlik ve hata ederek sendelemek zorundaydılar.
VII. BÖLÜM
KUTSAL YAZI, RUH’UN TANIKLIĞIYLA ONAYLANMALIDIR.
BÖYLECE YETKĐSĐ KESĐN OLARAK KANITLANABĐLĐR; ONUN
GÜVENĐLĐRLĐĞĐNĐN KĐLĐSENĐN YARGISINA BAĞLI OLMASI HABĐS
BĐR SAHTEKÂRLIKTIR
1. Kutsal Kitap, yetkisini kiliseden değil, Tanrı’dan alır
Daha çok yol almadan önce, sadece yüreklerimizi saygı duymaya hazırlamak için
değil, bütün kuşkuları dağıtmak için de, Kutsal Yazı’nın yetkisi konusunda bir şeyler
söylemeye değer. Bu böyle ortaya koyulup, Tanrı’nın Sözü olduğu kabul edildiğinde, - hem
sağduyudan hem insanlıktan yoksun değilse- Konuşanın saygınlığına dil uzatmaya cesaret
edecek kadar acınacak durumda olan saygısız biri yoktur. Her gün gökten kehanet
gönderilmemektedir, çünkü kutsal gerçeğin sadece Kutsal Yazı’da sonsuza kadar hatırlanması
RAB’bin hoşuna gitmektedir [Krş. Yu. 5:39].Tanrı’nın diri Sözleri sanki gökyüzünde işitilmiş
27
gibi, ancak insanlar bunların gökten geldiğini kabul ettiklerinde, imanlılar Kutsal Yazı’lara
tam yetki verirler. Bu konu çok daha ayrıntılı ele alınmaya ve üzerinde daha dikkatle düşünüp
taşınmaya değer. Ancak bu konunun öneminin gerektirdiğinden çok bu çalışmanın planının ne
gerektirdiğini göz önünde tutarsam okurlarım beni bağışlayacaklardır.
Ne var ki, çok zararlı bir hata geniş ölçüde yaygındır. Bu da, Kutsal Yazı’nın ancak
kilise onay verirse çok önemli olduğudur. Tanrı’nın sonsuz ve çiğnenemeyen gerçeği
insanların kararına bağlıymış gibi! Şunu sorarak Kutsal Ruh’la alay ediyorlar: Bu yazıların
Tanrı’dan geldiğine bizi kim inandırabilir? Kutsal Yazı’nın bugüne kadar tam ve el değmeden
geldiği güvencesini bize kim verebilir? Kilise bu konularda kesin bir kural belirlemezse bir
kitabı saygıyla kabul etmemize, başka birini dışlamamıza bizi kim ikna edebilir? Kilisenin
kararına bağlı olarak, Kutsal Yazı’ya nasıl saygı gösterilmeli ve hangi kitaplar kilisenin
kanonları sayılmalıdır, diyorlar. Bu durumda bu saygısız insanlar, basit düşünen insanlara
kilise her şeye yetkilidir düşüncesini dayatabilmek için, kilise kisvesi altında ölçüsüz bir
despotluk yapmak isteyerek, kendilerini ve başkalarını nasıl bir saçmalıklar ağına
düşürdüklerine aldırmıyorlar. Böyle olsa bile, şayet bütün sonsuz yaşam vaatleri insanların
kararlarına dayanıyorsa ve sadece buna bağlıysa, sağlam bir sonsuz yaşam güvencesi arayan
zavallı vicdanlara ne olacak? Böyle bir yanıt aldıklarında bocalamaları bitip, titremeleri
geçecek mi? Ayrıca bunun sadece insanların keyfine bağlı istikrarsız bir yetkisi olduğuna
inanırsak,
imanımız dinsizlerin alaylarıyla karşı karşıya gelecek, insanlar kuşkuya
düşeceklerdir!
2 . Kilise, Kutsal Yazı’nın üzerine kurulmuştur
Ama bu kavgacılar elçinin tek bir sözüyle pekala yalanlanabilir. Elçi, kilisenin,
“elçilerle peygamberden oluşan temel üzerine inşa edildiğine” tanıklık eder [Ef. 2:20]. Eğer
temel peygamberlerin ve elçilerin öğretişiyse, bu öğretişin, kilise var olmaya başlamadan önce
yetkisi olmalıdır. Kilise buradan başlamış olsa da, peygamberlere ve elçilere atfedilen yazılar
kilise karar verinceye kadar yine de kuşkuludur, yolundaki kurnazca itirazlarının da temeli
yoktur. Hristiyan kilisesi başlangıçta peygamberlerin yazılarının ve elçilerin vaazlarının
üzerine kurulduysa, her nerede olursun bu öğretişin kabulü kesinlikle kiliseden önce olmalıdır
– bu öğretiş olmadan kilise asla var olmazdı. O zaman, Kutsal Yazı hakkında karar verme
gücü kiliseyle bağlantılıymış, Kutsal Yazı’nın kesinliği kilisenin onayına bağlıymış gibi
davranmaları da son derece boştur. Bu durumda kilise kabul edip Kutsal Yazı’yı onaylamak
için mühür verirken aksi takdirde kuşkulu ya da tartışmalı olan bir şeyi doğrulamamaktadır.
Ama kilise Kutsal Yazı’yı kendi Tanrı’sının gerçeği diye kabul ettiği için, dine bağlılık görevi
olarak tereddüt etmeden Kutsal Yazı’ya saygı duyar. Sorularına gelince – Kilisenin kararına
başvurmazsak bunun Tanrı’dan geldiğine nasıl güvenebiliriz? – sanki biri şu soruyu
sormaktadır: Aydınlığı karanlıktan, beyazı siyahtan, tatlıyı acıdan ayırt etmeyi nereden
öğreneceğiz? Aslında Kutsal Yazı, kendi gerçeğini çok net bir kanıt olarak ortaya
koymaktadır, tıpkı beyaz ve siyahı renklerinin, tatlı ve acıyı tatlarının ortaya koyduğu gibi.
3 . Augustinus’dan aleyhte kanıt diye alıntı yapılamaz
Aslında Augustinus’un, kilisenin yetkisi kendisini harekete geçirmeseydi Müjde’ye
inanmayacağını söylediğinin sık sık belirtildiğini biliyorum. Ama bağlamına bakınca, bu
cümleyi ne kadar yanlış, ne kadar hilebazca yorumladıklarını anlamak kolaydır.
Augustinus’un, gerçeğin kendilerinde olduğunu iddia eden ama göstermeyen, karşı
çıkılmadan kendilerine inanılmasını isteyen Manicilerle bağlansı vardı. Aslında onlar, Mani
inancını tutundurmak için, Müjde’yi paravan olarak kullandıklarından Augustinus şunu
sormaktadır: Müjde’ye bile inanmayan insanlara ışık tutsalardı ne yapacaklardı? Onu kendi
düşüncelerine getirmek için nasıl ikna edeceklerdi?” Sonra da, “Aslında ben Müjde’ye
inanmazdım” vb diye eklemesi demek, imana yabancı olsaydı, kilisenin yetkisiyle zorunlu
28
tutulmasaydı Tanrı’nın kesin gerçeği olarak Müjde’yi kucaklamazdı, anlamındadır. Mesih’i
henüz tanımayan birinin, insanlara saygı duyması nasıl bir mucize olurdu! Bu durumda
Augustinus, Tanrı insanlarının imanının kilisenin yetkisi üzerine kurulduğunu öğretmiyor;
Müjde’nin kesinliğinin buna bağlı olduğu görüşünü de savunmuyor. Kilisedeki görüş birliği
imansızları zorlamazsa onları Mesih’e kazanmak için, Müjde’nin kesinliğinin olmayacağını
öğretiyor sadece. Biraz sonra şunları söyleyerek bunu onaylıyor: “Kendi inandığımı överken
ve sizin inandığınıza gülerken bizim yargılanacağımızı ya da bize bir şey yapılacağını nasıl
düşünüyorsunuz? Bizi kesin şeyleri öğrenmeye çağıran ve kesin olmayan şeylere inanmayı
yasaklayan insanları yüzüstü bırakmamalı mıyız? Bu imanla güçlenerek, önce inandığımızı
anlamaya layık olabildiğimizi görecek kadar yeterince güçlü olmadığımıza inanmamız için
bizi davet edenlerin izin gitmeli miyiz? – insanlarla değil, bizi içten güçlendiren ve zihnimizi
aydınlatan Tanrı’yla birlikte.”
Bunlar Augustinus’un kendi sözleri. Bunlardan, kutsal birinin niyetinin, Kutsal
Yazı’dan inandığımız imanı kilisenin onayına ya da hükmüne bağlamak olmadığı sonucuna
varmak herkes için kolaydır. O, sadece bizim de doğruluğunu kabul ettiğimiz şeye işaret
ediyor: Tanrı’nın Ruh’uyla henüz aydınlanmamış olanlar, kiliseye duydukları saygıyla
öğrenebilir duruma gelirler, öyle ki, Müjde’den öğrendikleri Mesih’e imanı sürdürebilsinler.
Bu nedenle Augustinus, kilisenin yetkisinin, bizi Müjde’ye iman etmeye hazırlayan bir
başlangıç olduğunu öne sürer. Çünkü gördüğümüz gibi, Augustinus, Tanrı insanının
kesinliğinin çok farklı bir temele dayanmasını ister. Başka yerde Augustinus’un, Manicilerin
yalanladıkları Kutsal Yazı’yı savunmak isteğinde, çoğunlukla bütün kilisenin oybirliğiyle
onlara baskı yaptığını yadsımıyorum. Bu nedenle, Faustus’u – çok sağlam, çok istikrarlı olan,
bu kadar muhteşem bir biçimde övülen ve elçilerin döneminden başlayarak birbirini izleyen
kuşaklara devredilen- Müjde’nin gerçeğine boyun eğmemekle suçlar. Ama bizim Kutsal
Yazı’ya verdiğimiz yetkiyi insanların belirlemesine ya da bu yetkinin insanların kararına bağlı
olduğunu öğretmek Augustinus’un aklına gelmez. Sadece kilisenin evrensel kararını belirtir,
çünkü bu durumda bunun büyük önemi vardır. Bu konuda Augustinus karşıtlarından
üstündür. Şayet biri daha iyi bir kanıt isterse, (s. 78) Augustinus’un küçük kitabı Đnancın
Yararı’nı okusun. Burada okur, onun, inanmamız için tek bir neden önerdiğini görecektir. Bu
da, yazarın da söylediği gibi, irdeleyici bir yaklaşım sağlayan uygun bir başlangıçtır; yine de
tek bir görüşü kabul etmemeliyiz, kesin ve sağlam gerçeğe güvenmeliyiz.
4 . Kutsal Ruh’un tanıklığı: Her kanıttan daha güçlüdür
Az önce söylediğimi30 hatırlamalıyız: Öğretinin Yazarı’nın, Tanrı olduğuna kuşku
duymadan inanıncaya kadar öğretinin güvenirliği olmaz. Bu durumda, Kutsal Yazı’nın
genelde en büyük kanıtı, Tanrı’nın burada bizzat konuşmasıdır. Peygamberler ve elçiler
zekâlarıyla ya da konuşurken kendilerine saygınlık veren bir şeyle övünmezler; mantıklı
kanıtlara da dayanmazlar. Tersine, bütün dünya Tanrı’ya itaat etsin diye, O’nun kutsal adını
ortaya koyarlar. Tanrı’nın adını pervasızca ve hatalı bir biçimde anmamalarının sadece
inandırıcı bir görüş değil, apaçık bir gerçek olduğunu da görmeliyiz. Vicdanımız– kuşkunun
ya da sendelemenin tutarsızlığıyla sürekli kuşatılmasın ve en küçük kelime oyunlarından da
çekinmesin diye - en iyi yolu elde edeceksek, inancımızı insanın aklının, yargılarının ya da
tahminlerinin daha üstünde bir yerde, yani Kutsal Ruh’un gizli tanıklığında aramalıyız.
Doğru, iddialarla yol almak isteseydik, -eğer gökte bir Tanrı varsa- yasanın, peygamberlerin
ve Müjde’nin O’ndan geldiğini kolayca kanıtlamak için birçok şey öne sürebilirdik. Aslında
en önemli kararın bahşedildiği bu kadar bilgili insanlar karşı çıkarak ayaklanıyorlar, bu
tartışmayı besliyorlar ve bütün zihinsel güçlerini bu tartışmada sergiliyorlar. Yine de umutsuz
bir küstahlık noktasına kadar nasırlaşmazlarsa, Kutsal Yazı’da konuşan Tanrı’nın, ortaya
30
I. vii. 1
29
çıkan işaretlerini gördüklerine dair zorla bir açıklamada bulunuyorlar. Kutsal Yazı’nın
öğretişinin gökten geldiği buradan bellidir. Kutsal Yazı’daki bütün kitapların diğer bütün
yazılardan üstün olduğunu biraz sonra göreceğiz. Evet, gözlerimizi saf ve duygularımızı
dürüst olarak Kutsal Yazı’ya çevirirsek, Tanrı’nın büyüklüğü hemen ortaya çıkacak, cesur
itirazımızı hizaya getirecek ve bizi itaat etmek zorunda bırakacaktır.
Ne var ki, tartışmayla Kutsal Yazı’da sağlam bir iman inşa etmeye çalışanlar olayları
geriye götürüyorlar. Bence, büyük bir beceri ya da güzel konuşma üstünlüğüm olmasa da,
Kutsal Kitap’ın aleyhinde konuşurken dirayetli ve hazırcevap görünmek isteyen, Tanrı’dan
en kurnaz şekilde nefret edenlerle mücadele etseydim, yaygaracılıklarını bastırmanın benim
için güç olmayacağına inanıyorum. Tartışmalarını çürütmek yararlı bir uğraş olsaydı pusuya
yattıkları yerlerde homurdandıkları övünmelerini yerle bir etmekte büyük zorluk çekmezdim.
Ama biri, Tanrı’nın Kutsal Sözü’nü insanın kötü sözlerinden arındırırsa, dine bağlılığın
gerektirdiği bu kesinliğin damgasını onların yüreklerine hemen vurmayacaktır. Đnanmayan
insanlara göre, din sadece bir fikir olarak ayakta kaldığından, hiçbir şeye akılsızca ya da
düşünmeden inanmamak için, Musa’nın ve peygamberlerin konuşmalarının Tanrı’dan
geldiğinin mantıklı bir kanıtını isterler ve bunu sorarlar. Ama yanıtlıyorum: Ruh’un tanıklığı
başka her nedenden daha yetkindir. Tanrı tek başına Sözü’nde Kendisine uygun şekilde
tanıklık ettiği gibi, Söz de Ruh’un içteki tanıklığıyla mühürlenmeden önce insanların
yüreklerinde kabul görmeyecektir. Bu nedenle, peygamberlerin ağızları aracılığıyla konuşmuş
olan aynı Ruh, peygamberlerin, Tanrı’nın emirlerini sadık şekilde duyurduklarına ikna etmek
için yüreklerimize işlemelidir. Yeşaya, bu bağlantıyı şu sözlerle çok yerinde olarak ifade eder:
“Üzerindeki Ruhum, ağzına koyduğum sözler şimdiden sonsuza dek senin, çocuklarının,
torunlarının ağzından düşmeyecek” [Yşa. 59:21]. Đmansızlar, cezaya çarptırılmamış olanlar
Tanrı’nın Sözü’nün aleyhinde homurdandıklarında, bazı iyi insanlar elde hazır net bir kanıt
olmadığı için endişe ederler. Sanki Tanrı insanının imanını onaylayan Ruh’a hem “mühür”
hem de “güvence” denmiyormuş gibi [2Ko. 1:22]; çünkü Kutsal Ruh yüreklerini
aydınlatıncaya kadar insanlar kuşkuların içinde sendeleyip dururlar!
5 . Kutsal Yazı kendi doğruluk belgesini taşır
Bu nedenle bu konu devam etsin: Kutsal Ruh’un manen eğittiği insanların gerçekten
Kutsal Yazı’ya güvenmesini ve Kutsal Yazı’nın aslında kendi doğruluğunu kendi
kanıtlamasını; kanıtlama ve akıl yürütme konusu haline getirmek doğru değildir. Kutsal Yazı,
bizimle kesinliği hak ederek Ruh’un tanıklığını kazanır. Çünkü kendi büyüklüğüyle saygı
kazansa da, ancak Ruh aracılığıyla yüreğimizi mühürlediğinde bizi ciddi şekilde etkiler. Bu
nedenle, O’nun gücüyle aydınlandığımızda ne kendimizin ne de başka birinin kararıyla Kutsal
Yazı’nın Tanrı’dan geldiğine inanırız; O’nun, insanların hizmetiyle Tanrı’nın Kendi ağzından
bize aktığını (sanki Tanrı’nın görkemine bakıyormuşuz gibi) insan kararını da aşan büyük bir
kesinlikle kabul ederiz. Kararımızın dayanabileceği hiçbir kanıt, hiçbir doğruluk işareti
aramayız; ama herhangi bir tahminin çok ötesinde kararımıza ve fark edişimize boyun eğeriz!
Bunu, yakından incelediklerinde hoşlarına gitmeyen, bilmedikleri bir şeyi almaya alışmış
insanlar gibi değil, itiraz kabul etmeyen bir gerçeğe inandığımızın tümüyle bilincinde olarak
yaparız! Bunu zihinlerini batıl inanca köle etmeyi alışkanlık edinmiş acınacak insanlar gibi de
yapmayız; ama bu tanrısal görkemin kuşku götürmez gücünün burada yaşadığını ve soluk
aldığını hissederiz. Bu güç bizi bilerek ve isteyerek ama salt insanın isteğinden ve bilgisinden
çok daha diri ve çok daha etkin şekilde O’na itaat etmeye çeker ve coşturur!
Bu nedenle Tanrı, bütün halkla beraber peygamberin de Kendisine tanık olduğunu çok
haklı olarak öne sürer; çünkü peygamberlerin bilgilendirdiği bu kişiler, Tanrı’nın aldatmadan
ve anlam bulanıklığına girmeden konuştuğuna tereddüt etmeden inanırlar [Yşa. 43:10].
Öyleyse bu akıl yürütmek gerekmeyen bir inanıştır; öyleyse bu, en iyi akıl yürütmenin kabul
ettiği bir bilgidir – düşünce, herhangi bir akıl yürütmeden çok daha güvenli ve daha sürekli
30
olarak buna dayanır; son olarak da, öyleyse bu, sadece göksel açıklamadan doğabilen bir
duygudur. Her imanlının kendi içinde yaşadığından başka bir şeyden söz etmiyorum ben -yine
de sözlerim konuyu tam olarak açıklamanın çok gerisinde kalıyor.
Şimdi daha fazlasını söylememek için kendimi tutuyorum, çünkü bu konuyu başka
yerde tartışma fırsatım olacak.31 O zaman, tek gerçek imanın, Tanrı’nın Ruhu’nun yüreğimize
vurduğu mühür olduğunu bilelim. Aslında en alçakgönüllü ve öğrenmeye en açık okur, bu tek
nedenle yetinecektir: Yeşaya, yenilenen kilisenin bütün çocuklarına “Tanrı’nın öğrencileri
olma” sözü vermiştir [Yşa. 54:13]. Tanrı, insan ırkından tümüyle ayırdığı seçilmişlerini bu
eşsiz ayrıcalığa değer bulmaktadır. Aslında gerçek öğretişin başlangıcı, Tanrı’nın sesine kulak
vermeyi hemen istemekten başka nedir? Ama yazılmış olduğu gibi, Tanrı, Musa’nın ağzından
duyurmak istemektedir: “O göklerde değil ki, ‘Kim bizim için göğe çıkacak? Kim yerine
getirmeniz için onu alıp yayacak?’ diyesiniz. Tanrı sözü size çok yakındır” [Yas. 30:12, 14;
Mez. 107:26]. Şayet Tanrı, bu anlayış hazinesinin çocuklarından gizlenmesini istiyorsa, bu
insan kalabalığının bu kadar bilgisiz ve akılsız olmasında şaşılacak bir şey ya da bir
anlamsızlık yoktur! Bu “kalabalığa”, kilisenin gövdesine aşılanıncaya kadar, bazı önde gelen
insanları da dâhil ediyorum. Ayrıca Yeşaya, sadece yabancılara değil, RAB’bin ev halkının
üyeleri diye sayılmak isteyen Yahudilere de peygamberlik öğretisinin inancın dışında olacağı
yolunda uyarıda bulunur, aynı zamanda da nedenini ekler: “RAB’bin gücü” herkese
“açıklanmayacaktır” [Yşa. 53:1]. O zaman imanlıların sayısının azlığı bizi huzursuz ettiğinde,
sadece bu açıklamanın yapıldığı kişilerin Tanrı’nın gizemlerini anlayabildiği sözünü
hatırlayın.
VIII. BÖLÜM
KUTSAL YAZI’NIN GÜVENĐLĐRLĐĞĐNĐ KANITLAMAK ĐÇĐN, ĐNSAN
AKLININ ERDĐĞĐ KADARIYLA ELĐMĐZDE YETERLĐ SAĞLAM
KANITLAR VARDIR
(Kutsal Yazı’nın eşsiz görkemi, etkileyiciliği ve çok eskiliği, 1-4)
1 . Kutsal Yazı insanın bütün bilgeliğinden üstündür
Đnsan hükmünden daha yüce ve daha güçlü olan bu kesinlik yoksa Kutsal Yazı’yı
kilisenin ortak görüş birliğiyle kanıtlamak ya da başka yardımlarla onaylamak için
tartışmalarla Kutsal Yazı’nın yetkisini pekiştirmek boşuna olacaktır. Bu temel atılmazsa onun
yetkisine her zaman kuşkuyla bakılacaktır. Tam tersine, saygınlığının layık olduğu tarzda onu
bir kez yürekten benimsediğimizde ve onun sıradan şeylerin üzerinde olduğunu kabul
ettiğimizde –Kutsal Yazı’nın kesinliği zihinlerimize aşılanmadan ve yerleşmeden önce
yeterince güçlü olmayan- tartışmaların yardımı çok yararlı olur. Doymak bilmez bir
çalışmayla – yazıların yücelik kazanabilen diğer niteliklerinin yası sıra- tanrısal bilgeliğin
tasarrufunun çok iyi düzenlenmiş ve çok iyi yerleştirilmiş olduğunu; öğretisinin, dünyasal
hiçbir şeyi andırmayan tümüyle göksel karakterini; her bir parçasının birbiriyle o güzel
uyumunu düşündüğümüzde ardından ne kadar harika bir onaylama gelir. Ama Kutsal
Kitap’ın, dilinin güzelliğinden çok konularının muhteşemliğine hayran bırakarak bizi
büyülediğini düşündüğümüzde, yüreğimiz daha sağlam bir temele oturur. Göksel Krallığın
yüce gizemlerinin basit ve mütevazı kelimelerle açıklanması da Tanrı’nın olağanüstü
sağlayışıydı. Yoksa daha parlak bir konuşma sanatıyla bezenmiş olsaydı, dinsizler onun
sadece güzel konuşma sanatı alanında güçlü olduğunu küçümseyerek iddia edeceklerdi. Bu
ham ve neredeyse ilkel basitlik herhangi bir güzel konuşma sanatından daha çok saygı
31
Üçüncü Kitap’ın konusu olan “Mesih’in lütfunu alma tarzımızın” ele alınmasına giriş
olarak, Ruh’un gizli çalışması ve tanıklığı III. i.ı’de özetlenmektedir.
31
esinlediği için, insan Kutsal Yazı’nın gerçeğinin gücünün söz sanatından açıkça çok daha
fazla olması gerektiğinden başka ne sonuca varmalıdır? Bu nedenle elçi, Korintlilerin
imanının, “insan bilgeliğine değil, Tanrı gücüne” dayandığını öne sürer [1Ko. 2:5], çünkü
onlara verdiği vaazı “insan bilgeliğinin ikna edici sözlerine değil, Ruh’un kanıtlayıcı gücüne
dayanmaya” emanet eder [1Ko. 2:4]. Gerçek, dış dayanaklarla desteklenmediğinde bütün
kuşkulardan arındığı için, kendi kendini desteklemektedir.
Kutsal Yazı’ya özgü olan bu güç, insan yazılarıyla karşılaştırıldığında, bu yazılar her
ne kadar sanatla parlatılsa da hiçbirinin bizi etkileyememesinden bellidir. Demostenes’i ya da
Cicero’yu okuyun; Platon’u ya da Aristoteles’i ve bu sınıftan başkalarını okuyun. Sizi
büyüleyeceklerini, hoşunuza gideceklerini, etkileyeceklerini, olağanüstü derecede aklınızı
başınızdan alacaklarını kabul ediyorum. Ama bunları bırakıp bu kutsal okumaya geçin. O
zaman kendinize rağmen bu sizi o kadar derinden etkileyecek, o kadar yüreğinizde yer
edecek, o kadar iliklerinize işleyecektir ki, bunun derinden etkisiyle karşılaştırıldığında
hatiplerin ve filozofların gayretleri neredeyse sıfır olur. Sonuç olarak, insan çabasındaki bütün
armağanları ve lütufları çok aşan Kutsal Yazıların tanrısallık soluduğunu görmek kolaydır.32
2 . Belirleyici olan biçim değil, içeriktir
Aslında bazı peygamberlerin hoş, net, hatta parlak bir konuşma tarzının olduğunu
kabul ediyorum. Öyle ki, konuşma sanatları seküler yazarlara hiçbir şey bırakmaz; bu
örneklerle Kutsal Ruh, başka yerde kaba ve incelikten yoksun bir biçim kullansa bile,
konuşma sanatından yoksun olmadığını göstermek istemiştir. Ama tatlı ve hoşa giden akıcı
konuşmalarıyla Davut’u, Yeşaya’yı ve benzerlerini ya da daha sert olan biçimlerinin köylülük
çeşnisi verdiği çoban Amos’u, Yeremya’yı ve Zekeriya’yı okuyun, söz ettiğim Ruh’un
görkemi her yerde bellidir. Đblis’in sahte bir benzerlikle basit halkın zihnine sızmak için,
birçok şekilde Tanrı’yı taklit ettiğinin farkındayım. Kültürsüz, hatta barbar bir dille, dinsiz
hataların tohumlarını akıllıca ekmekte ve bunlarla acınacak durumda olan insanları
kandırmaktadır. Çoğunlukla artık kullanılmayan bir dil kullanır ve sahtekârlıklarını bu
maskenin altında saklar. Ama makul bir duygu bahşedilmiş olan herkes bu etkilemenin ne
kadar boş ve iğrenç olduğunu görür. Yine de, Kutsal Yazı söz konusu olduğunda, ne kadar
çok inatçı insan onu kemirmeye çalışsa da, onun, insanların kavrayamadığı düşüncelerle dolu
olduğu bellidir. Her peygambere şöyle bakılsın: Đnsan ölçülerini aşan hiç kimse
bulunmayacaktır. Sonuçta, peygamberlerin öğretilerinin yavan geldiği kişilerin
tomurcuklardan zevk almaktan yoksun oldukları düşünülmelidir.
3 . Kutsal Yazı’nın çok eskiliği
Başkaları bu tartışmayı enine boyuna ele almaktadır; bu durumda bütün konuyu
özetleyen birkaç ana ayrıntıyı seçmek bugün için yeterli olacaktır. Daha önce değindiğim bu
noktaların dışında, Kutsal Kitap’ın çok eski olmasının önemi az değildir. Birçok Grek yazar
Mısır teolojisinden söz etse de, hiçbir dinsel anıt Musa’nın çağından çok daha öncesinden
kalma değildir. Musa yeni bir tanrı icat etmemiştir ama tersine, Đsraillilerin atalarının kuşaktan
kuşağa aktardıkları sonsuz Tanrı’yla ilgili kabul ettikleri şeyi ortaya koymuştur. Musa,
Đbrahim’le başlayan antlaşmaya onları geri çağırmaktan başka ne yapar ki [Yar. 17:7]? Ne var
ki, işitilmemiş bir şey ortaya koysaydı kabul edilmezdi. Ama kölelikten kurtulmaları o kadar
yaygın bir bilgi olmalıydı ki, bundan her söz edildiğinde insanların zihinlerinde canlanıyordu.
Aslında dört yüz yıllık zaman dilimi onlara öğretilmiş olabilir [Yar. 15:13; Çık. 12:40; Gal.
3:17]. Eğer (zaman olarak diğer yazarlardan yine de çok önce olan) Musa, öğretisinin
32
Calvin’in buradaki dili, klasiklere daldıktan sonra Kutsal Yazı’yı içtenlikle çalışmaya
girdiğini, edebi hoşluğun yerini yürekten inanmanın aldığını yansıtmaktadır.
32
değişiminin izlerini çok uzak bir kaynağa kadar sürdüyse Kutsal Yazı’nın eskilikte diğer
yazıları ne kadar geride bıraktığını düşünmeliyiz.
4 . Kutsal Yazı’nın doğruluğu Musa örneğinde görülmektedir
Eskilikleri dünyanın yaratılışından altı bin yıl öncesine tarihlendiren Mısırlılara belki
inanmak istenmeyebilir! Ama seküler yazarlar bile onların boş konuşmalarını her zaman alay
konusu ettikleri için, bunu yalanlama zahmetine girmeme neden yok. Üstelik Josephus,
Apion’a Karşı’sında hatırlanmaya değer çok eski yazarların tanıklıklarından alıntı yapar.
Bundan, yasada belirtilen öğretinin, okunmasa da bilinmese de çok eski çağlarda bütün
ulusların görüş birliğiyle yenilendiği sonucuna varılmaktadır. Kötü niyetli insanların inatçı
kuşkularını önlemek ve günahlıların kelime oyunlarına son vermek için Tanrı iki tehlikeye de
en iyi çareleri bulur. Musa, neredeyse üç yüzyıl önce göksel esinle Yakup’un gelecek
kuşaklarla ilgili duyurduklarını hatırladığında bir şekilde onun oymağını yüceltir mi? Hayır –
sonsuza kadar utanç verecek olan davranışa Levi’nin kişiliğinde işaret eder! “Şimon’la Levi
kardeştir” der, “Kılıçları şiddet kusar. Gizli tasarılarına ortak olmam, toplantılarına katılmam”
[Yar. 49:5-6]. Elbette bu utanca sessiz kalabilirdi, sadece babasını esirgemez, kendini de bu
ahlaksızlığın bir parçası olan bütün ailesini de lekelemezdi. Kutsal Ruh’un kehanetine göre,
atalarının son derece iğrenç olduğu ailesine ilk vaazını veren, kendi kişisel çıkarlarını
düşünmeyen ya da kuşkusuz bir sıkıntı olan ilişkilerinin utanç vericiliğinin acısını çekmeyi
reddeden Musa’dan nasıl kuşkulanılabilirdi? Erkek kardeşi Harun’la kız kardeşi Miryam’ın
kötü şikâyetlerini hatırladığında [Say. 12.1] benliğindeki duyguyla mı konuştuğunu ya da
Kutsal Ruh’un emrine mi itaat ettiğini söyleyeceğiz? Dahası o, en yüksek yetkili olduğu için,
en azından başkahinlik hakkını neden oğullarına bırakmadı da en mütevazı yere havale etti?
Birçok örnekten sadece birkaçını seçiyorum; ama yasanın şurasında burasında, Musa’nın
kuşkusuz Tanrı’nın gökten gelen bir meleği gibi geldiğinin güvencesini veren birçok
kanıtımız vardır.
(Mucizelerle ve peygamberlikle ilgili itirazların çürütülmezi, 5-10)
5 . Mucizeler, Tanrı’nın habercilerinin yetkisini güçlendirir
Onun anlattığı bu çok sayıda ve dikkat çekici mucize, verdiği yasada ve yaydığı
öğretide birçok kez doğrulanmıştır. Musa, bulutun içinden dağa çıktı; kırk gün ona kimse
paydaşlık etmedi; [Çık. 24:18]; yasayı ilk duyurduğunda yüzü güneş gibi ışıldadı [Çık.
34:29]; bütün gökte şimşekler çaktı, gök gürültüsü ve şiddetli sesler duyuldu, hiçbir insanın
ağzıyla çalmadığı bir boru sesi yankılandı [Çık. 19:16], bulutun örttüğü Buluşma Çadırı’nın
girişi halkın gözünden gizlendi [Çık. 40:34]; Korah, Datan, Aviram ve grubundakilerin
korkunç ölümüyle onun yetkisi çok olağanüstü biçimde gösterildi [Say. 16:24]; değneğiyle
kayaya vurunca hemen bir dere oluştu [Say. 20:10-11; Çık. 17:6; Krş. 1Ko. 10:4]; dua
ettiğinde gökten man yağdı [Say. 11:9; Çık. 16:13; Krş. 1Ko. 10:3]. Bu mucizeleri Musa’ya
emreden gökteki Tanrı değil miydi? Biri, tartışmalı bir şeyi ben gerçek olarak kabul
ediyorum, diye itiraz ederse bu kurnazca itiraza cevap vermek kolaydır. Musa bütün bunları
cemaatin önünde yaptığı için, olayların görgü tanıklarının sahtekârlık yapacak fırsatları var
mıydı? Kuşkusuz Musa, halkın önüne çıktı, imansızlıkları, inatçılıkları, nankörlükleri ve diğer
suçları için onları azarladı. Sonra da hiç görmedikleri mucizelerle öğretisi doğrulandığı için,
onların gözleri önünde övündü!
6 . Musa’nın mucizeleri tartışılmazdır
Şu da dikkate değer: Musa ne zaman mucizelerden söz etse, aynı zamanda, en küçük
bir fırsat çıktığında bütün insanları yüksek sesle karşı çıkmaya kışkırtabilen hoş olmayan
olaylar da vardır. Sadece kendi tecrübelerine çok inandıkları için, uzlaşsınlar diye onlara yol
gösterildiği bellidir. Ama seküler yazarların Musa’nın mucizeler gösterdiğini yadsıyacak
33
kadar özgür oldukları konusu çok açık olduğu için, yalanların babası iftira ederek bunları
büyü sanatlarına bağlar [Krş. Çık. 7:11 ya da 9:11]. Musa, büyücülere ve falcılara
başvuranların taşlanarak öldürülmelerini emredecek kadar bu batıl inanca karşı çıktı [Lev.
20:6]. Bu durumda onun neden büyücü olduğunu tahmin ediyorlar? Tabii ki, bir sahtekâr ün
kazansın diye kalabalıkların zihinlerini etkileme çabasıyla hokkabazlığını kullanır. Ama ya
Musa? Kendisi ve erkek kardeşi Harun’un, Tanrı’nın emirlerinden başka bir şey
yapmadıklarını duyurarak [Çık. 16:7], her türlü iftira izini yeterince silmektedir. Olaylar göz
önünde tutulursa halka yeterince yiyecek sağlamak için ne tür bir büyü her gün gökten man
yağdırabilir? Şayet biri, hakkından fazlasını alıp saklarsa ne tür bir büyü manın kurtlanıp
kokmasıyla ona, imansızlığını Tanrı’nın cezalandıracağını öğretir [Çık. 16:19-20]? Ayrıca
Tanrı, kulunu birçok ciddi kanıtla öyle bir dener ki, günahlı O’na karşı gürültü koparmakta
artık başarılı olamaz. Kimi kez bütün halk gururları ve küstahlıklarıyla ayaklanır; kimi kez
aralarından bazıları Tanrı’nın kutsal kulunu devirmek için suikast yapar. O zaman Musa,
onların öfkelerinden hokkabazlıkla nasıl kurtulabildi? Sonuç, onun öğretisinin her zaman bu
yolla kutsandığını desteklemektedir.
7 . Bütün insanların beklentilerinin tersine gerçekleşen peygamberlikler
Ayrıca ataları Yakup’un kişiliğinde peygamberlik ruhunun, önceliği Yahuda oymağına
verdirdiğini kim yadsıyabilir [Yar. 4:10] –özellikle sonucunun kanıtladığı üzere, bu davranışı
hesaba katarsak? Musa’yı bu peygamberliğin ilk yazarı olarak gözünüzde canlandırın. Ama
bu yazının kayda geçtiği zamandan bu yana dört yüz yıl geçmişti ve bu süre içinde Yahuda
oymağının asasından hiç söz edilmemişti. Saul’un kutsanmasından sonra [1Sa. 11:15] krallık
gücü Benyamin oymağında kalmış gibidir. Davut, Samuel tarafından meshedildiğinde krallık
gücünün aktarılmasının gözle görülen nedeni neydi? Bir çobanın mütevazı evinden kral
çıkacağını kim beklerdi? Ailede yedi erkek kardeş olduğu için, en küçüğünü bu onuru vererek
kim belirlemişti? Krallıktan nasıl umudumuz olabilirdi? Onun meshedilmesine, göksel
peygamberliğin yerine gelmesinden çok, insanın ustalığıyla, çabasıyla ya da sağduyusuyla
karar verildiğini kim söyleyebilir? Aynı şekilde Musa açıkça olmasa da, aslında neredeyse iki
bin yıl sonra meydana gelecek olan, öteki ulusların Tanrı’nın antlaşmasına seçilmesiyle ilgili
olayları önceden söylemektedir [Yar. 49:16]. Onun tanrısal esinle konuştuğunun açık bir
kanıtı değil mi, bu? Aklı başında adamı, konuşanın Tanrı olduğuna inandırmak gibi, tanrısal
vahyi çok net soluyan diğer kehanetleri geçiyorum. Kısaca, Musa’nın bir ezgisi [Yas. 32.
Böl.] Tanrı’nın Kendisini gösterdiği parlak bir aynadır.
8 . Tanrı, peygamberlerin sözlerini doğrulamıştır
Ama diğer peygamberlerde bu, daha net olarak fark edilmektedir. Sadece birkaç örnek
seçeceğim, çünkü hepsini bir araya toplamak çok emek ister. Yeşaya döneminde Yahuda
Krallığı esenlik içinde olsa da, belki bir şekilde kendilerini Kildanlıların korunmasında
görseler de, Yeşaya kentin düşeceğinden ve halkın sürgün edileceğinden açıkça söz
etmektedir [Yşa. 39:6-7]. Çok uzun zaman önce, inanılmaz gelen bir zamanda bulunulan ama
sonunda fiilen gerçekleşen bu kehanetin tanrısal esinin yeterince açık bir belirtisi olmadığını
kabul edelim. Yine de Yeşaya’nın aynı zamanda da kurtuluşla ilgili bu kehanetlerinin
Tanrı’dan başka hangi kaynaktan geldiğini söylemeliyiz? Yeşaya, Kildanlıları fethedecek ve
halkı özgür bırakacak kişi olarak Koreş’in adını vermiştir [Yşa. 45:1]. Peygamberin bu
kehanette bulunmasının üzerinden yüzyıldan daha uzun zaman geçti ve Koreş doğdu; Koreş,
peygamberin ölümünden yüz yıl sonra doğmuştur. O zaman hiç kimse Babillilere savaş
açacak, böyle güçlü bir krallığa boyun eğdirecek, Đsrail halkının sürgünde yaşamasına son
verecek Koreş adlı birinin geleceğini önceden haber verememişti. Sözlerle süslenmeyen bu
basit öykü, Yeşaya’nın, bir insanın varsayımını değil, Tanrı’nın kuşku götürmez kehaneti olan
olayları anlattığını açıkça göstermiyor mu? Ayrıca halk sürgüne gitmeden bir süre önce
34
Yeremya esirliğin süresini yetmiş yıl olarak belirlediğinde ve geri dönüp özgür kalacaklarına
işaret ettiğinde [Yer. 25 11-12; 29:10], dilinin Tanrı’nın Ruhu’nun yönetiminde olması
gerekmiyor muydu? Peygamberlerin yetkisinin böyle kanıtlarla onaylanmadığını söylemek ve
kendi sözleri için saygınlık iddiasında bulunmak için, bunların şimdiye kadar
gerçekleşmediğiyle övünmek ne kadar utanç vericidir! “Bakın, önceden bildirdiklerim
gerçekleşti. Şimdi de yenilerini bildiriyorum; bunlar ortaya çıkmadan önce size
duyuruyorum” [Yşa. 42:9]. Yeramya’yla Hezekiel’in, aralarında dağlar kadar fark olduğu ama
aynı zamanda da sanki birbirlerine sözleri dikte ettiriyorlarmış gibi, bütün ifadelerinde aynı
görüşte oldukları gerçeğini geçiyorum. Ya Daniel? Sanki genelde bilinen geçmiş olayların
tarihini yazıyormuş gibi, neredeyse altı yüz yıl sonraki olaylar hakkındaki peygamberliklerini
güzel bir dille anlatmadı mı? Şayet Tanrı insanları bunları yüreklerine alırsa, tanrısız
insanların havlamalarını engellemek için iyi donanmış olacaklardır; çünkü bu kanıtın,
kurnazca itirazlara açık olacağı çok bellidir.
9 . Yasanın iletilmesi güvenilirdir
Bazı alçakların, zekâlarının keskinliğini sergilemek için Tanrı’nın gerçeğine saldırarak
köşelerde avaz avaz bağırdıklarını biliyorum. Musa’nın ve peygamberlerin adlarıyla
okuduğumuz kitapları onların yazdığının güvencesini bize kim verir, diye soruyorlar. Bir
Musa’nın olup olmadığını bile sormaya cesaret ediyorlar. Eğer biri, bir Platon’un, bir
Aristoteles’in, bir Cicero’nun olduğundan kuşkuya düşseydi, böyle bir çılgınlığın yumruk ve
kırbaçla cezalandırılması gerektiğini kim söylemezdi? Musa’nın yasası, insan çabasından çok
göksel sağlayışla olağanüstü korunmuştur. Kahinlerin ihmalleriyle yasa kısa bir süre gömülü
kalmıştır, Kral Yoşiya onu bulduktan sonra [2Kr. 22:8; Krş. 2Ta. 34:15] yüzyıllar boyunca
okunmaya devam edilmiştir. Aslında Yoşiya, onu bilinmeyen ya da yeni bir şey olarak değil,
her zaman herkesin bildiği bir şey, o zamanlar bilinen bir anı olarak ortaya koymuştur. Đlk
kayıt Tapınak’a emanet edilmiş, bunun bir kopyası çıkarılmış ve krallık arşivi için ayrılmıştır
[Yas. 17:18-19]. Olan biten sadece şudur: Kahinler, dinsel töreye uygun olarak onu yaymayı
kesmişler ve halk da onu okuma alışkanlığını ihmal etmiştir. Nasıl oluyor da, onun
kutsallığının onaylanmadığı ve tekrarlanmadığı neredeyse hiçbir çağ yok? Davut’un
dizelerinde yazdığı kişiler Musa’yı tanımıyorlar mıydı? Ama bütün kutsal yazarlarla ilgili
genelleme yaparsak, yazdıklarının kendilerinden sonraki kuşaklara tek bir şekilde geçtiği
kesinlikle bellidir: Elden ele. Bazıları bunlardaki gerçek sözlerini duymuş, diğerleri, anıları
henüz taze olan dinleyicilerin anlattıklarından öğrenmiştir.
10 . Tanrı, Yasa’yı ve Peygamberleri olağanüstü korumuştur
Aslında Makabeler’in tarihindeki, Kutsal Yazı’nın gerçekliğini kötülemek için
iddialarda bulundukları bölüm, bundan daha iyisinin düşünülemeyeceği kadar böyledir. Önce
onların iddialarını yok edelim; sonra bize karşı doğrulttukları kuşatma makinesine geri
döneceğiz. Antiyokus33, bütün kitapların yakılmasını emrettiği için (diyorlar) [1. Mak. 1:5657], şimdi elimizde bulunan kopyalar nereden geldi? Ama karşılık olarak ben, bunların hangi
atölyede bu kadar çabuk üretildiğini soruyorum. Çünkü eziyetler bittikten hemen sonra
kitapların var olduğu ve öğretişlere uygun yetişmiş, bunları yakından bilen bütün Tanrı
insanlarının bu kitapları tartışmasız kabul ettiği çok iyi bilinmektedir. Ama bütün günahlılar
birlik olmuşlar gibi, Yahudilere o kadar utanmazca hakaret etseler de, hiç kimse onları sahte
kitaplar kullanmakla suçlamaya cesaret edememiştir. Onların görüşlerinde, Yahudi dini her ne
olursa olsun, yazarının Musa olduğu kabul edilir. Bu dedikoducular, (kutsal eskilikleri bütün
tarihin aynı görüşte olmasıyla kabul edilen) bu kitapların düzmece olduğu yalanını söylerken,
33
Suriye’yi yöneten IV. Antiokhos Epiphanes (Đ.Ö. 176-164), Yahudilere eziyet etti, acımasız
yönetimini Makabelerin ayaklanmasına yol açtı.
35
köpekten de fazla utanmazlıklarıyla neye ihanet ediyorlar? Ama böyle kötü iftiraları
yalanlamak için boş yere daha çok çaba harcamadan, RAB, herkesin beklentisinin tersine,
büyük bir yangından kaçırıyormuş gibi Sözü’nü en acımasız ve en vahşî despotun elinden
kaptığında, onu korumaya ne kadar dikkat ettiğini düşünelim burada. Kendi kahinlerini ve
başkalarını, bedeli ödenmiş bu hazineyi kendilerinden sonraki kuşaklara gerektiğinde
hayatları pahasına aktarmakta tereddüt etmesinler diye, böyle büyük bir istikrarla nasıl
silahlandırdığını; yöneticilerle dalkavuklarını vahşî kitap avlarında nasıl düş kırıklığına
uğrattığını düşünelim. Günahlıların, tamamen yok olduğuna kendilerini kandırdıkları bu
kutsal anıtların kısa süre sonra geri geldiği ve yerini bir kez daha hatta daha büyük bir
saygınlıkla aldığı gerçeği, Tanrı’nın dikkate değer ve olağanüstü bir işi diye neden kabul
edilmesin? Çünkü bunu, Kutsal Yazı’yı bütün dünyaya yayın Grekçe çevirisi izlemiştir.34
Mucize, sadece Tanrı’nın, antlaşma Tabletlerini Antiyokus’un kanlı fermanından
kurtarmasında değil, eziyet edilen ve böyle talihsizliklerle tükenen Yahudi halkının
öldürülmesi ama yazıların güvende ve el değmeden kalmasında da görülmektedir. Yahudi
diline sadece değer verilmiyor değildi, neredeyse bilinmiyordu da; elbette onların dinlerine
dikkat etmek Tanrı’nın hoşuna gitmeseydi, bu din tümüyle yok olup giderdi. Yahudiler
sürgünden geri getirildikten sonra ana dillerini doğru kullanmaktan ne kadar saptıkları o
dönemin peygamberlerinde görülmektedir. Bu, dikkate değer bir gerçektir, çünkü bu
karşılaştırmadan, Yasa’nın ve Peygamberin eskiliği çok daha net algılanmaktadır. Ve Tanrı,
Mesih’in kendi döneminde tezahür ettirebildiği Yasa’daki ve Peygamberlerdeki kurtuluş
öğretişini, kimin aracılığıyla bizim için korumuştur [Mat. 22:37-40]? Mesih’in en zorlu
düşmanları olan Yahudiler aracılığıyla. Augustinus, haklı olarak, Yahudilere Hristiyan
kilisesinin “kitapçıları” der, çünkü kendilerinin kullanmadığı okuma malzemesini bize onlar
sağlamışlardır.
(Yeni Antlaşma’nın yalınlığı, göksel karakteri ve yetkisi, 11)
11 . Yeni Antlaşma gerçeğinin daha sonra hangi sağlam desteklere dayandığına
gelince, üç Müjdeci, kendi tarihlerini alçakgönüllü ve yalın biçimde anlatır; bu yalınlık
gururlu birçok kişinin küçümsemesine yol açar. Bunun nedeni, öğretinin başlıca bölümlerini
dikkate almamalarıdır. Buradan, Müjdecilerin insan yetisinin üzerinde olan göksel gizemleri
tartıştıkları sonucu kolayca çıkarılır. Tabii ki, bir damla samimî alçakgönüllülük
bağışlananlar, Luka’nın ilk bölümünü okurken utanacaklardır. Bu üç Müjdecinin kısaca
özetlediği Mesih’in konuşmaları onların yazılarını bütün küçümsemelerden arındırmaktadır.
Ama yükseklerden gök gibi gürüldeyen Yuhanna, imana itaate yönelmeyenlerin inatçılığını
gökgürültüsünden daha şiddetle yere serer. Koku alma duyuları keskin olan, her şeye kusur
bulan –en büyük arzuları kendilerinin ve başkalarının yüreklerindeki Kutsal Yazı saygısını
önlerine katmak olan- bütün bu insanlar ortaya çıksınlar. Yuhanna’nın Müjdesi’ni okusunlar;
en azından kalın kafalarını harekete geçirecek bin tane özlü söz bulacaklardır – hayır, daha
çok, alaylarını dizginlemek için vicdanlarına kızgın demirle korkunç bir damga vuracak,
demeliyim. Aynı şey Pavlus ve Petrus için de geçerlidir. Birçok kişi onların yazılarına kör kör
baksa da, bunlardaki göksel büyüklük herkesi yanına çeker, sanki kendisine bağlar. Ama bu
tek gerçek, onların öğretisini yeterinden de çok dünyanın üzerine çıkarır; daha önce masasının
kazancına bağlı olan Matta, tekneleriyle dolaşan Petrus’la Yuhanna –hepsi kaba saba,
eğitimsiz insanlardı- okulda, insanlara aktaracak hiçbir şey öğrenmemişlerdi. Sadece can
düşmanı değil, azılı ve ölüm saçan bir düşman da olan Pavlus yeni bir insana dönüşmüştü; bu
ani ve beklenmedik değişim saldırdığı öğretiyi kabul etmek için göksel bir yetkinin onu
zorladığını göstermektedir. Bu köpekler, Kutsal Ruh’un onların üzerine indiğini inkâr etsinler;
ya da tarihi geçersiz ilan etsinler. Ne var ki, daha önce sıradan halktan olan bu basit insanların
34
Đ. Ö. 150 yılında bitirilen, Tevrat’ın en eski Grekçe çevirisi.
36
aniden göksel gizemlerden böyle görkemle söz etmeye başlamaları için, Kutsal Ruh
tarafından yönlendirilmiş olmaları gerçeği açıkça haykırmaktadır.
(Kilisenin onayı ve şehitlerin sadakati, 12-13)
12 . Kilisenin, Kutsal Ruh’a değişmeyen tanıklığı
Ayrıca önemi nedeniyle, kilisenin onayının neden reddedilmemesi konusunda başka
geçerli nedenler de vardır. Kutsal Kitap’ın yayılmasıyla, çağlar boyunca buna sebatla ve
uyumla itaat edilmesi kabul edilmiştir. Bütün dünyayla birlikte Đblis şaşılacak sayısız yollarla
ya onu bastırmaya ya da bozmaya, örtbas etmeye ve insanların belleklerinden tümüyle
silmeye çalışmıştır –yine de palmiye gibi o, her zaman yükselmiş ve saldırılamazlığını
korumuştur. Aslında ona karşı gücünü denememiş üstün yetenekli bir sofist ya da bir hatip
enderdir; ama hepsi başarısız olmuştur. Yeryüzündeki her güç onu yok etmek için
silahlanmıştır, yine bütün bu çabalar duman gibi geçip gitmiştir. Her yandan bu kadar güçle
saldırılan Kutsal Yazı, sadece insanın korumasına güvenseydi nasıl dayanırdı? Tam tersine,
bu tek gerçek, onu Tanrı’nın koruduğunu kanıtlamaktadır, çünkü ona karşı mücadele eden
bütün insanların çabalarına rağmen onun hâlâ üstün olan kendi gücü vardır. Bundan başka,
onu kabul etmek ve kucaklamak için, aynı görüşte olan tek bir ifade, tek bir insan değildir;
yeryüzünün uzandığı genişlikte, kendi aralarında ortak hiçbir şeyi olmayan insanlar tarafından
onun yetkisi kabul edilmiştir. Bu kadar birbirinden farklı ve aksi takdirde hiçbir şeyde fikir
birliği içinde olmayanların böyle aynı görüşte olması bizi etkilemelidir, çünkü bu görüş
birliğini tanrısal istemden başka bir şey beraberinde getirmez. Aslında herkesin değil,
RAB’bin, kilisesinde kandil gibi aydınlattıklarının böyle aynı görüşte olarak Tanrı’ya
bağlılığını görmemizin de buna dâhil edilmesinin önemi az değildir.
13 . Şehitler Kutsal Yazı öğretisi için azimle öldü
Bu kadar çok kutsal insanın kanıyla onayladığını ve şehit olduğunu gördüğümüz bu
öğretinin altında biz hangi güvenceden yardım isteyebiliriz ki! Şehitler, onu kabul ettiklerinde
hiç tereddüt etmeden, cesaretle ve yüreklilikle, hatta büyük bir istekle onun uğruna öldüler.
Bize böylesine bir güvenceyle bırakılan şeyi emin ve sarsılmaz bir inançla kabul etmeyecek
miyiz? Özellikle de birçok tanığın imanlarına tanıklık etmek için öldüğünü düşündüğümüzde,
bu, Kutsal Yazı’nın hiç de ölçülü bir biçimde kabul edilmesi değildir. O, (günahlı ruhların
kimi kez yapmaya alışık oldukları şekilde) fanatik bir aşırılıkla değil, azimli, istikrarlı ama
Tanrı’ya karşı coşkulu bir istekle birçok tanığın kanıyla mühürlenmiştir.
Ne az ne de güçsüz olan başka nedenler de vardır, bu nedenlerden dolayı Tanrı
insanlarının yürekleri sadece Kutsal Yazı’nın saygınlığını ve görkemini onaylamaz, aleyhinde
konuşanların kurnazlıklarına karşı onu ustalıkla da savunur; görkemini burada açıklayan
Gökteki Baba’mız, Kutsal Yazı’ya, çekişmeler âleminin dışında saygı duyuruncaya kadar,
bunlar sağlam bir iman edinmek için yeterince güçlü değildir. Bu nedenle Kutsal Yazı’nın
kesinliği, ancak Kutsal Ruh’un yüreği ikna etmesinin üzerine kurulduğunda, Kutsal Yazı,
Tanrı’nın kurtaran bilgisi için son derece yeterli olacaktır. Aslında insanların bunu onaylamak
için yaptıkları tanıklıklar, boşu boşuna olmayacaktır, yeter ki,
zayıflıklarımıza ikinci
derecede yardım eden unsurlar olarak, bu belli başlı ve en yüce tanıklığın izinden gitsinler.
Ama imansızlara Kutsal Yazı’nın Tanrı’nın Sözü olduğunu kanıtlamak isteyenler akılsızca
davranırlar, çünkü bu, ancak imanla öğrenilmektedir. Bu nedenle Augustinus, eğer biri bu
kadar büyük önemi olan bir şeyi anlayacaksa, önce, Tanrı insanı olmanın ve zihin esenliğinin
gelmesi gerektiği yolunda haklı olarak uyarmaktadır.
37
IX. BÖLÜM
FANATĐKLER KUTSAL YAZI’YI BIRAKIP VAHYE UÇARAK TANRI
ĐNSANLARININ BÜTÜN ĐLKELERĐNĐ YERLE BĐR EDERLER
1. Fanatikler Kutsal Ruh’a yanlış başvururlar
Üstelik Kutsal Yazı’yı bir kenara bırakarak şu ya da bu şekilde Tanrı’ya ulaşmayı
hayal edenlerin, çılgınca sürdürdükleri hatadan pek fazla etkilendikleri düşünülmemelidir.
Son zamanlarda büyük bir kibirle Kutsal Ruh’un öğretme görevini göklere çıkaran, bütün
okumaları küçümseyen, öldüren yazılı yasanın peşinden gidenlerin basitliğine gülen bazı
sersemlemiş insanlar ortaya çıkmıştır35. Kutsal Yazı’nın öğretisini çocukça ve basit diye
küçümsemeye cesaret ederek, bu ruhu kimin esiniyle bu kadar göklere çıkardıklarını onlardan
öğrenmek istiyorum. Eğer bunun Mesih’in Ruhu olduğu yanıtını verirlerse böyle bir güven
son derece gülünçtür. Aslında sanırım, Mesih’in elçilerinin ve ilkel kilisenin başka bir Ruh’la
aydınlatılmadıklarını kabul edeceklerdir. Yine de onların hiçbiri Tanrı’nın Sözü’nü
küçümsemeyi öğrenmemişlerdi; tam tersine, yazılarının en harika biçimde tanıklık ettiği gibi,
her biri büyük saygı duyuyordu. Aslında bu, Yeşaya’nın ağzından önceden söylenmişti.
“Üzerindeki Ruhum, ağzına koyduğum sözler şimdiden sonsuza dek senin, çocuklarının,
torunlarının ağzından düşmeyecek” [Yşa. 59:21] dediğinde Yeşaya, antik dönem halkını ABC
öğreniyorlarmış gibi, görünür bir öğretişe bağlamaz; tersine, Mesih’in hükümranlığı altında
yeni kilisenin, Ruh’unkinden daha az olmayan Tanrı’nın sesiyle yönetilerek, bu gerçek ve
yetkin mutluluğu elde edeceğini öğretir. Buradan, peygamberin dokunulmaz bir bağla bir
araya getirdiği şeyleri bu ahlaksızların iğrenç bir saygısızlıkla parçaladıkları sonucunu
çıkarıyoruz. Bundan başka, “üçüncü göğe götürülmüş” olan Pavlus [2Ko. 12:2], benzersiz
yetenekte bir öğretmen olan Timoteus’u okumaya özen göstermeye teşvik ettiği gibi [1Ti.
4:13], Yasa’nın ve Peygamberlerin öğretişinde uzmanlaşmada da başarısız olmuş değildir.
Kutsal Yazı’ya dizdiği övgü de hatırlanmaya değer: “Kutsal Yazıların tümü…öğretmek,
azarlamak, yola getirmek, doğruluk konusunda eğitmek için yararlıdır. Bunlar sayesinde Tanrı
adamı her iyi iş için donatılmış olarak yetkin olur” [2Ti. 3:16-17]. Tanrı’nın çocuklarını nihaî
amaca yönlendiren Kutsal Yazı’dan yararlanmak ömürsüz ya da geçiciymiş gibi davranmak
ne kadar şeytanca bir çılgınlıktır
Bu durumda da onlardan, Rab’bin öğrencilerine vaat ettiğinden başka bir ruhla mı
sarhoş olduklarının yanıtını bana vermelerini istiyorum. Đyice çıldırmış olsalar bile,
övünecekleri kadar büyük bir sersemliğin onları ele geçirdiğini sanmıyorum. Ama Rab, bunu
vaat ederken Ruhu’nun nasıl olacağını duyurmuştu? Kendiliğinden konuşmayacak ama Söz
aracılığıyla Kendisine verileni zihinlerine aşılayacak ve yavaş yavaş etkileyecekti [Yu.
16:13]. Bu nedenli Ruh’un görevi, duyulmamış yeni açıklamalar icat ederek ya da yeni bir
öğreti uydurarak Müjde’nin kabul edilen öğretisinden bizi uzaklaştırmak değil, Müjde’nin
emrettiği bu öğretiyi zihinlerimize mühürlemektir.
2 . Kutsal Ruh, Kutsal Yazı’ya uygunluğuyla fark edilir
Bundan, Tanrı’nın Ruhu’ndan gerçekten de bir kazanç ya da yarar elde etmek
istiyorsak, – Petrus’un, Müjde’nin ışığı ağardıktan sonra yerinden vazgeçmiş gibi görünebilen
peygamberlerin öğretişine dikkat edenlerin gayretlerini övdüğü şekilde [2Pe. 1:19]- Kutsal
Yazı’yı hem okumaya hem de ona kulak kabartmaya kendimizi gayretle vermemiz gerektiğini
kolayca anlayabiliriz. Ama tam tersine, bir ruh Tanrı’nın Sözü’ndeki bilgeliği görmeden geçip
giderek bize başka bir öğretiş yamarsa ancak boş gururundan ve yalancılığından
kuşkulanılmayı hak eder [Gal. 1:6-9]. Öyleyse ne? “Şeytan da kendisine ışık meleği süsü
35
Calvin, Contre la secte phantastique et furieuse des Libertins
Libertin’lerin bu görüşlerine hücum etmektedir.
(1545) adlı broşürde
38
verdiği” [1Ko. 11:14] için, çok belli bir işaretle farkına varılmazsa Ruh’un bizdeki yetkisi ne
olacaktır? Ruh, Kendisini RAB’den çok kendilerinde ararken, kaçınılmaz sonlarında
gezinmeyi isteyerek seçen bu zavallı halkın dışındaki bizlere RAB’bin sesiyle çok net işaret
eder. Aslında yine de, her şeyin boyun eğdiği Tanrı’nın Ruhu’nun, Kutsal Yazı’ya boyun
eğmesinin değmez olduğunu öne sürerler. Aslında sanki aynı şekilde her yerde ve Kendisiyle
uyum içinde olmak, her şeyde Kendisiyle aynı görüşte olmak ve hiçbir şeyde değişmemek
Kutsal Ruh için kepazelikmiş gibi! Şayet Ruh’a insanların, meleklerin ya da başka bir şeyin
egemenliği karar veriyorsa o zaman O’na gerilemiş ya da isterseniz, köleliğe indirgenmiş diye
bakılacaktır; ama Kendisiyle karşılaştırıldığında, Kendi içinde düşünüldüğünde, bu durumda
kim O’na haksızlık yapıldığını söyleyecektir? Ne var ki, O’nun böyle sınandığını kabul
ediyorum ama bu sınama, görkemini bize göstermek için O’nun hoşuna giden bir sınamadır.
Đçimize işler işlemez bizim için yeterli olmalıdır bu. Ama Đblis’in ruhu O’nun işaretiyle
içimize gizlice girmesin diye, Kutsal Yazı’lara damgasını vurduğu tasviriyle bize Kendisini
tanıtacaktır. Kutsal Yazı’ların Yazarı O’dur; O, değişemez ve farklılaşamaz. Bu nedenle,
burada Kendisini açıkladığı şekilde kalmalıdır. Kendisinden sapmanın ya da yozlaşmanın
O’na onur getirdiğini düşünmezsek, bu O’nu gücendirmez.
3 . Söz ve Ruh, ayrılmaz şekilde birbirine aittir
Bizi, öldüren yazılı yasada ısrar etmekle eleştiriyorlar ama bu konuda Kutsal Yazı’yı
küçümsemenin cezasını ödüyorlar. Çünkü Pavlus’un, burada [2Ko. 3:6] sahte elçilerin,
aslında yasayı Mesih’ten ayrı tutup överek, RAB’bin “yasasını içlerine yerleştirdiği ve
yüreklerine yazdığı” [Yer. 31:33] antlaşmasının, yani Yeni Antlaşma’nın yararlarından halkı
saptırdıklarını öne sürdüğü bellidir. Bu nedenle yazılı yasa ölüdür ve RAB’bin yasası hem
Mesih’in lütfundan ayrıldığında [2Ko. 3:6], hem de yüreklere dokunmadan sadece kulaklarda
çınladığında okurlarını öldürür. Ama Ruh aracılığıyla gerçekten yüreklere işlerse, Mesih’i
anlatırsa “cana can katarak ve saf adama bilgelik vererek” [Mez. 19:7] yaşam sözü olur [Krş.
Flp. 2:16]. Dahası aynı yerde elçi, verdiği vaaza, “Ruh’un hizmeti” adını verir [2Ko.3:8].
Kutsal Ruh’un, Kutsal Yazı’da açıkladığı gerçeği O’nun özünde vardır ve Söz’e uygun saygı
gösterilip değer verildiğinde Kutsal Ruh, gücünü gösterir, demektir bu, kuşkusuz. Son
zamanlarda söylenen –Ruh’un tanıklığıyla onaylanmazsa Söz’ün bizim için çok kesin
olmadığı- bunlarla uyumsuz değildir. RAB, Sözü’nün kesinliğiyle Ruhu’nun kesinliğini ortak
bir bağla bağlamıştır. Öyle ki, Tanrı’nın yüzünü bize düşündüren Ruh parladığında, Söz’deki
yetkin din, zihnimizde kalır; karşılığında biz de O’nu Kendi tasvirinde, yani Söz’de
tanıdığımızda kandırılma korkusu olmadan Ruh’a kucak açarız. Gerçekten de bu, böyledir.
Tanrı, Ruh’un gelişiyle bunu hükümsüz kılmayı amaçlayarak, anıtsal bir gösteri uğruna
insanlara Sözü’nü vermemiştir. Tam tersine, Söz’ün etkili şekilde kabul görmesiyle işini
tamamlamak için aynı Ruh’u göndermiş ve Söz’ü, O’nun gücüyle vermiştir.
Böylece Mesih, iki öğrencisinin zihnini, Kutsal Yazı’yı çöpe atsınlar ve kendi
başlarına bilge olsunlar diye değil, Kutsal Yazı’ları bilsinler diye açmıştır. Aynı şekilde
Pavlus da, Selaniklileri “Ruh’u söndürmeyin” diye teşvik ederken [1Se. 5:19], gururlu bir
şekilde onları Söz olmadan boş kurgularla donatmaz, peygamberliklerin küçümsenmemesi
gerektiğini hemen ekler. Kuşkusuz bununla, peygamberlikler hor görülür görülmez Ruh’un
aydınlığının söndüğünü açıklamaktadır. Tanrı’nın Sözü’nden dikkatsizce vazgeçerek ve ona
güle güle diyerek, cesaretlerinden daha az olmayan güvenleriyle, horlarlarken ne
anlayabiliyorlarsa onu yakaladıklarında bunun tek yetkin aydınlanma olduğunu düşünen
gururla şişinen bu fanatikler ne diyorlar? Kuşkusuz, Tanrı’nın Ruhu olmadan kendilerini
gerçeğin bütün ışığından yoksun gören Tanrı’nın çocuklarına yaraşan ayıklıktan çok farklıdır
bu. Tanrı’nın çocukları, Söz’ün, RAB’bin, Ruh’uyla imanlıları aydınlattığı bir araç olduğu
konusunda bilinçsiz değillerdir. Çünkü elçilerin içinde bulunan ve konuşan, Söz’ü
39
işittiklerinde kehanetlerini sürekli hatırladıkları Ruh’un O’ndan başka bir ruh olmadığını
bilirler.
X. BÖLÜM
KUTSAL YAZI, HER BATIL ĐNANCI DÜZELTMEK ĐÇĐN,
PUTPERESTLERĐN BÜTÜN TANRILARININ KARŞISINA TEK BĐR
TANRI ÇIKARMAKTADIR
1. Kutsal Yazı’da Yaratan Tanrı öğretisi
Evren sisteminde ve bütün yaratıklarda çok net açıklanan Tanrı bilgisinin, her şeye
rağmen O’nun Sözü’nde daha derinlemesine ve daha yalın açıklandığını öğrendik. Ama şimdi
RAB’bin bize Kendisini, daha önce işlerinde belirttiğini gördüğümüz gibi, Kutsal Yazı’da da
anlatıp anlatmadığını düşünmeye değer. Şayet biri susup, enine boyuna ele almayı isterse, bu
uzun bir konudur. Yine de Tanrı’yla ilgili olarak, Kutsal Yazı’da özellikle neye bakacakları,
araştırmalarını emin bir hedefe yönlendirecekleri konusunda Tanrı insanlarının düşünmeleri
için bir tür indeks sağlamaktan memnun olacağım. Tanrı’nın, Đbrahim’in ırkını diğer ırklardan
ayırdığı özel antlaşmasına henüz değinmiyorum [Krş. Yar. 17:4]. Düşman olanları karşılıksız
oğulluğa aldıktan sonra da Tanrı onlara Kurtarıcı olduğunu göstermiştir. Yine de biz hâlâ,
dünyanın yaratılmasında kalan ve Aracı Mesih’e kadar gelmeyen bu bilgiyle ilgileniyoruz.
Đlkel doğanın korunmasında Yaratan Tanrı’nın gücünün ve sağlayışının kanıtlandığı Yeni
Antlaşma’nın bazı yerlerinden alıntılar yapmaya değerse de, okurlarımı, kendilerine getirilen
sınırları aşmasınlar diye, şimdi ne yapmak istediğim konusunda uyarmak istiyorum. Sonuç
olarak şimdi, göğün ve yerin Yaratanı Tanrı’nın, kurduğu evreni nasıl yönettiğini kavramakla
yetinelim. Aslında O’nun hem babaca iyiliği hem de yardımseverlik eğilimi tekrar tekrar
yüceltilecektir; bu O’nun, kötü işlerin öcünü almakta haklı olduğunu göstermektedir.
Özellikle dik kafalılara göz yummasının hiçbir semeresinin olmadığı yerde…
2 . Kutsal Yazı’ya göre Tanrı’nın özellikleri, yarattıklarında görülenlerle bağdaşır
Aslında bazı ayetlerde bizim için daha net tanımlar yapılmaktadır. Bunlarda O’nun
gerçek görüntüsü, bir resimde görülüyormuş gibi ortaya koyulmaktadır. Musa bu resmi
anlatırken, insanların O’nun hakkında ne bilmelerinin doğru olduğunu kısaca söylemeyi
apaçık istemektedir. “‘Ben, RAB’bim’ dedi. ‘RAB, acıyan, lütfeden, tez öfkelenmeyen,
sevgisi engin ve sadık Tanrı. Binlercesine sevgi gösterir, suçlarını, isyanlarını, günahlarını
bağışlarım. Hiçbir suçu cezasız bırakmam. Babaların işlediği suçun hesabını oğullarından,
torunlarından, üçüncü, dördüncü kuşaklardan sorarım” [Çık. 34:6-7]. Burada bu sonsuzluğun
ve kendi kendine var olmanın iki kez tekrarlanan bu harika adla duyurulduğuna dikkat edelim.
Bunun üzerine O’nun gücünden söz edilmektedir. Bu gücüyle O’nun, Kendine değil, bize
yönelik olduğu gösterilmektedir; öyle ki, O’nu böyle tanımak boş ve aşırı yücelten bir
kurgudan çok, yaşanan bir deneyime dayanmaktadır. Gökte ve yeryüzünde parıldadığından
söz ettiğimiz aynı güçlerin burada tek tek sayıldığını duyuyoruz; sevecenlik, iyilik, merhamet,
adalet, yargı ve doğruluk. Güç ve kudret Elohim adının altındadır.
Peygamberler de O’nun kutsal adını eksiksiz anlatmak istediklerinde aynı sıfatları
kullanırlar. Birçok örneği toplamak zorunda kalmayalım diye, şimdilik tek bir Mezmur’la
yetinelim [Mez. 145]. Burada O’nun güçlerinin toplamı o kadar kesin olarak
kaydedilmektedir ki, hiçbir şey atlanmamış gibidir [özellikle Mez. 145:5]. Ne var ki,
yarattıklarında görülmeyen hiçbir şey de burada kaydedilmemiş değildir. Aslında deneyim
edindikçe, öğretmenimiz olan Söz’ünde, Kendisini açıkladığı şekilde Tanrı’yı buluruz.
Tanrı’nın, hangi karakteriyle Kendisini bize tanıtmak istediğini bildirdiği Yeremya’da
40
tamamıyla olmasa da aynı sonuca varan apaçık tek bir tanımlamayla Kendisini ortaya koyar.
“Dünyada iyilik yapanın, adaleti, doğruluğu sağlayanın ben RAB olduğumu anlamakla ve
beni tanımakla övünen övünsün” [Yer. 9:24; 1Ko. 1:31]. Özellikle şu üç şeyi bilmemiz elbette
gereklidir: Kurtuluşumuzun tek dayanağı olan merhamet; yanlış yapanları her gün yargılama
ve sonsuza kadar sürecek yıkımlarında onları bekleyen şiddet; imanlıları koruyan ve büyük
bir şefkatle besleyen adalet. Bunlar anlaşıldığında peygamber, Tanrı’yı övmek için bol bol
neden olduğuna tanıklık etmektedir. Ama O’nun ne gerçeğine, ne gücüne, ne kutsallığına, ne
iyiliğine öyle tepeden bakılır. Bu bilgi O’nun ödün vermeyen doğruluğuna dayanmazsa
adaleti, merhameti ve yargısı hakkında gerekli olan bu bilgiyi nasıl edinebiliriz? O’nun
gücünü anlamazsak yeryüzünü yargılama ve adaletle yönettiğine nasıl inanabiliriz? Đyiliğinin
dışında merhameti nereden gelir? Sonuç olarak eğer, “RAB’bin bütün yolları sevgiye”, [Mez.
25:10], yargıya ve adalete [Krş. Mez. 25:8-9] dayanıyorsa burada da kutsallığı görülmektedir.
Aslında Kutsal Yazı’da bize açıklanan Tanrı bilgisi, yarattıklarında damgasının
parıldadığı bilgiyle aynı amaca yönelir. Bizi önce Tanrı’dan korkmaya, sonra da O’na
güvenmeye davet eder. Böylece O’na hem yetkin, masum bir yaşamla ve samimî bir itaatle
tapmayı, sonra da O’nun iyiliğine tümüyle güvenmeyi öğrenebiliriz.
3 . Putperestler de Tanrı’nın birliğini bildikleri için, putlara tapmaları hiç
bağışlanamaz
Ama burada genel öğretiyi özetlemeyi öneriyorum. Aslında okurlarım önce, neredeyse
her çağda din genelde kirletildiği için, Kutsal Yazı’nın bizi gerçek Tanrı’ya yönlendirmek
amacıyla putperestlerin bütün tanrılarını dışladığına ve reddettiğine dikkat etsinler. Aslında
tek Tanrı’nın adının her yerde bilindiği ve saygı gördüğü doğrudur. Yığınla tanrıya tapan
insanlar, gerçek bir doğa algısından söz ederlerken, tek bir Tanrı’yla yetiniyorlarmış gibi,
sadece “Tanrı” adını kullanırlar; bunu bilgece fark eden Iustinos Martyros, Tanrı’nın Krallığı
adlı bir kitap yazmıştır. Tanrı’nın birliğinin herkesin yüreğine yazıldığını birçok tanıklıkla
göstermiştir. Aynı şekilde Tertullianus da, genelde kullanılan deyimlerle aynı konuyu
kanıtlamaktadır. Ama bütün putperestler kendi boş gururlarıyla insanın sahte icatlarına
sürüklenirler ya da yeniden sürçerler. Bu durumda, algıları o kadar yok olur ki, doğal olarak
tek Tanrı’yla ilgili hissettiklerinin onları bağışlanmaz duruma getirmenin dışında bir değeri
yoktur. En akıllıları bile, yanlarında olacak şu ya da bu tanrının özlemini çektiğinde ve
dualarında tartışmalı tanrılara yakardığında zihinlerinde kuşkunun gezindiğini açıkça belli
ederler. Bunun yanında, çeşitli doğalara sahip bir tanrı hayal ederlerken – Jüpiter, Merkür,
Venüs, Minerve ve diğerlerine tapan bilgisiz kalabalıktan daha az saçma görüşleri olsa daonlar da Đblis’in kandırmalarından özgür değildirler. Daha önce başka bir yerde dediğimiz
gibi, felsefecilerin ustalıkla düşündükleri bütün kaçamaklı yanıtlar ihlal suçunu çürütmez; tam
tersine hepsi, Tanrı gerçeğini bozmaktadır. Bu nedenle Habakkuk, bütün putları suçlarken,
imanlılar, Kendisini açıklayandan başka birini içeriye sokmasınlar diye, insanların Tanrı’yı
“tapınağında” görmelerini söylemektedir [Hab. 2:20].
XI. BÖLÜM
TANRI’YA GÖRÜLEN BĐR BĐÇĐM VERMEK YASAYA UYGUN
DEĞĐLDĐR VE GENELDE KĐM PUT DĐKERSE GERÇEK TANRI’YA
ĐSYAN ETMĐŞ OLUR
(Kutsal Yazı’da tapınmada tasvirlerin reddedildiği görüş, 1-4)
1. Tanrı’nın her türlü resimle tasviri bize yasaktır
41
Ama insanların ilkel ve aptalca zekâlarını gördükten sonra, halkın alıştığı sıradan
tarzda konuşan Kutsal Yazı, gerçek Tanrı’yı sahtesinden ayırırken, özellikle O’nunla putlar
arasındaki zıtlığı ortaya koyar. Bunu, filozofların daha zarif ve hassas biçimde öğrettiklerini
onaylamak için değil, herkes kendi kurgusuna sarılırken, dünyanın Tanrı’yı akılsızca, hayır
çılgınca aradığını daha iyi ortaya koymak için yapar. Bu nedenle, her yerde rastlanan bu bariz
tanım, insanların kendi görüşleriyle kendileri için oluşturdukları tanrısallığı bütünüyle yok
eder: Tanrı’nın, tek ve gerçek tanıdığı Kendisidir.
Bu arada, bu vahşî akılsızlık– Tanrı’nın görülen figürleri için yanıp tutuşmak ve
böylece tahta, taş, altın, gümüş ya da diğer ölü ve bozulabilen maddelerden tanrılar yapmak –
bütün dünyayı ele geçirdiği için, şu ilkeye sarılmalıyız: Tanrı’nın yüceliği, bir biçim
atfedildiğinde dinsiz bir sahtecilikle bozulmaktadır. Bu nedenle Tanrı, tanrısallığın yüceliğini
sadece Kendisi için istedikten sonra, hangi tapınmayı kabul ettiğini ya da kabul etmediğini
öğretirken, Yasa’da hemen şunları ekler: “Herhangi bir canlıya benzer put yapmayacaksın”
[Çık. 20:4]. Bu sözlerle Tanrı, Kendisini görülen bir tasvirle temsil etmeye çalıştığımız
inatçılığımızı dizginlemekte ve uzun zaman önce batılın O’nun doğrusunu yanlışa
dönüştürmeye başladığı bütün bu formları kısaca sıralamaktadır. Perslerin güneşe taptıklarını
biliyoruz; akılsız putperestler gökte gördükleri bütün yıldızları da kendileri için birer tanrı
yapmıştır. Mısırlılarda tanrı figürü olmayan bir hayvan yoktur. Aslında Grekler diğerlerinden
daha akıllı görünürler, çünkü insan şeklindeki Tanrı’ya tapmışlardır. Ama Tanrı, bu tasvirleri
sanki biri daha çok, diğeri daha az uygunmuş gibi birbiriyle karşılaştırmaz; ama bütün
benzerlikleri, resimleri ve batılın O’na yakın olduğunu düşündüğü diğer bütün işaretleri
reddeder.
2 . Tanrı’nın her figüratif tasviri O’nun varlığına aykırıdır
O’nun bu yasağa eklediği nedenlerden şu sonuç kolayca çıkarılabilir. Önce, Musa’ya
göre: “RAB, Horev’de ateşin içinden size seslendiği gün hiçbir tasvir görmediniz” ayetini
hatırlayın [Yas. 4:15; Krş. 4:12]. “Bu nedenle kendinize çok dikkat edin” [4:15]. “Öyle ki…
heykel biçiminde put yaparak yoldan sapmayasınız” [4: 16-18]. Tanrı’nın, gözle görülebilen
bir biçimini isteyen herkesin, O’ndan saptığını bilelim diye, bütün tasvirlerin nasıl aleyhinde
konuştuğunu görüyoruz. Peygamberlerden, bunu belirtirken en anlayışlı olan Yeşaya’dan
alıntı yapmamız yeter. Yeşaya bedensiz bir şey bedeni olan bir cisme, görülmeyen görülene,
ruh cansız bir nesneye, ölçülmeyen şey çelimsiz bir tahtaya, taşa ya da altına benzetildiğinde
Tanrı’nın görkemine uygunsuz ve saçma bir kurguyla gölge düşürüldüğünü öğretir [Yşa.
40:18-20; 41:7, 29; 45:9: 46:5-7]. Pavlus da aynı şekilde akıl yürütmektedir: “Tanrı’nın
soyundan olduğumuza göre, tanrısal özün, insan düşüncesi ve becerisiyle biçimlendirilmiş
altın, gümüş ya da taştan bir nesneye benzediğini düşünmemeliyiz” [Elç. 17:29]. Tanrı’yı
temsil etmesi için, insanın diktiği her heykelin, boyadığı her resmin, O’nun yüceliğini
lekelediği için, hoşuna gitmediği buradan bellidir. Şayet Kutsal Ruh, yeryüzündeki zavallı kör
putperestleri ikrarda bulunmaya zorluyorsa, gökten bu kehanetlerin gürlemesinde şaşılacak ne
var? Seneca’nın Augustinus’da okuduğumuz şikâyeti iyi bilinmektedir: “Kutsal, ölümsüz ve
dokunulmaz tanrıları en değersiz ve en aşağılık maddeden yapıyorlar ve onlara insanların ve
vahşî hayvanların görüntülerini veriyorlar; bazıları onları karışık cinsiyetli ve acayip
bedenlerde yapıyor, onlara tanrı diyorlar; eğer soluk alsa ve karşımıza çıksa canavar oldukları
düşünülebilir.” Tasvirleri destekleyenler, tasvirlerin Yahudilere yasak olduğunu, çünkü
onların batıla yatkın olduklarını öne sürdüklerinde değersiz bir kaçamağa başvuruyorlar.
Aslında sanki Tanrı’nın sonsuz özüyle ve doğanın devam eden düzeniyle ortaya koyduğu şey,
tek bir ulusa aitmiş gibi! Aslında Pavlus, Yahudilere değil, Tanrı’nın tasvirlerini
yaptıklarından dolayı hatalarını çürütmek üzere Atinalılara hitap etmektedir.
3 . Tanrısal var oluşun doğrudan işaretleri bile tasvirleri haklı çıkarmaz
42
Aslında Tanrı, zaman zaman varlığını kesin işaretlerle göstermiştir. Öyle ki, O’nunla
yüz yüze gelindiği söylenebilir. Ama gösterdiği bütün işaretler O’nun öğretiş planına uygun
olmuş ve aynı zamanda da insanlara, kavranılmayan özünü açıkça anlatmıştır. Bulutlar,
duman ve ateş [Yas. 4:11] göksel görkemin işaretleri olsa da, insanların, Kendisinin iç yüzünü
çok derinlemesine anlamalarını dizgin vurmuş gibi dizginlemiştir. Tanrı’nın, Kendisini
diğerlerinden çok daha yakından açıkladığı Musa dua etse bile [Çık. 33:11] O’nun yüzünü
görmeyi başaramamıştır; ama insanın böyle büyük bir parlaklığa dayanamayacağı yanıtını
almıştır [Çık. 33:20]. Kutsal Ruh, güvercin benzerliğinde görünmüştür [Mat. 3:16]. O, bir
anda gözden kaybolsa da, bu bir anlık simge, imanlıları, O’nun gücüyle ve lütfuyla
yetinmeleri için, Ruh’un görülmezliği konusunda uyardığından, imanlıların gözle görülen bir
tasvir isteyemediklerini kim anlamaz? Tanrı’nın zaman zaman insan biçiminde görünmesi
gelecekte Mesih’te yapacağı açıklamanın giriş müziğiydi. Bu nedenle, Yahudilerin
kendilerine insan biçiminde tanrı simgeleri yaparak bu bahaneyi kötüye kullanmaları
kesinlikle yasaktı.
Yasa altındayken, Tanrı’nın, gücünün var olduğunu gösterdiği merhamet kürsüsü,
O’nu düşünecek en iyi yerin, düşüncelerin hayranlıkla birlikte yüceltildiği yer olduğunu akla
getirecek şekilde yapılmıştı. Aslında keruv açık kanatlarıyla burayı örtüyordu; örtü onu
gizliyordu; gözlerden yeterince saklanan yer onu saklıyordu [Çık. 25:17-21]. Bu keruvlar
örneğini vererek, Tanrı’nın ve azizlerin tasvirlerini savunmaya çalışanların gözü dönmüş birer
deli olduğu buradan mükemmelce bellidir. Aslında size soruyorum, bu küçük saçma
tasvirlerin ne anlamı var? Tek anlamı, bu tasvirlerin Tanrı’nın gizeminin tasvir edilmesine
uygun olmadığıdır. Bu tasvirler bu amaçla yapılmış olduğu için, kanatlarıyla merhamet
kürsüsünü perdeleyerek, insanların sadece gözleriyle değil, bütün duyularıyla da Tanrı’yı
görmesine engel olmak ve böylece insanların ataklıklarını düzeltmektir. Buna ek olarak,
peygamberler görümlerindeki serafları bize anlatırlar, bize dönük olan yüzleri örtülüdür [Yşa.
6:2]. Bununla, tanrısal görkemin parıltısının meleklerin bile doğrudan bakmalarını
engelleyecek kadar büyük olduğuna ve bu parlaklığın küçük ışıltılarının bile bizim
gözümüzden uzaklaştırıldığına işaret ederler. Doğru hüküm veren herkes, şu an ilgilendiğimiz
keruvların eskiden yasanın korunmasında görevli olduklarını kabul eder. Onları, bizim
çağımızda yararlı bir örnek haline getirmek saçmadır. Deyim yerindeyse, bu tür ilkelerin
istendiği bu çocukluk çağı [Gal. 4:3] geçmiştir. Dindışı yazarların Tanrı’nın yasasını
papacılardan daha ustaca yorumlamaları çok ayıptır. Iuvenalis, sadece bulutlara ve gök
tanrısına taptıkları için Yahudileri azarlamıştır. Onlarda Tanrı’nın herhangi bir tasvirinin
bulunmasını kabul etmediğinde, aslında sapkınca ve imansızca ama Tanrı’nın gözle görülür
benzerlerine dair boş laflar eden papacılardan daha doğru konuşur. Bu insanlar, tıpkı büyük
bir kaynaktan suların şiddetli bir güçle fışkırması gibi, ateşli bir hızla kendilerine put aramak
için tekrar tekrar koşarlar. Bu gerçekten, Yahudileri yaygın bir kusurla suçlamaktan çok,
doğamızın putperestliğe ne kadar çok yatkın olduğunu, günahın anlamsız çekiciliği altında
ölüm uykusuna yattığımızı öğrenelim.
4 . Tasvirler ve resimler Kutsal Yazı’ya aykırıdır
“Ulusların putları altın ve gümüşten yapılmış, insan elinin eseridir” [Mez. 135:15; Krş.
Mez. 115:4] sözü de aynı anlamdadır. Peygamber, yapıldıkları malzemeye bakarak, bunların
altın ya da gümüş tasvirler olduğu, tanrı olmadığı sonucuna varır; zihnimizde Tanrı’yla ilgili
düşündüğümüz her şeyin tatsız tuzsuz bir kurgu olduğunu sorgusuz sualsiz kabul eder. Kil ve
taş yerine altın ve gümüşün ne görkeminin ne fiyatının putlara saygı kazandırdığından söz
eder. Genelde, cansız malzemelerden yapılan tanrılardan daha az övgüye değer hiçbir şey
olmadığı sonucuna varır. Bu arada başka bir konuda da daha az ısrar etmez: Tehlikeli bir
şekilde ara sıra kısa bir soluk alarak, Tanrı’nın onuruna, putların üzerinde yer vermeye cesaret
eden ölümlüler çok fazla deliliğe ve düşüncesizliğe sürüklenmektedirler. Đnsan, ölümlü bir
43
varlık olduğunu ve tanrısallığı kendinden menkul bir metal parçasıyla Tanrı diye görülmek
istediğini kabul etmek zorunda kalacaktır. Çünkü bu putların başlangıcı insan düşüncesinden
başka nereden gelmektedir? Birçoğu bu dindışı şairin alay konusu ettiği gibidir: “Bir zamanlar
küçük bir incir ağacının gövdesi, yararsız bir tahta parçasıydım. Bir oturak yapıp yapmamakta
tereddüt eden işçi, benim tanrı olmamı tercih etti”36 vb. Öyleyse bu durumda, neredeyse her
an yaşam soluğu veren bu dünyasal insancık, kendi zekâsıyla Tanrı’nın adını ve onurunu ölü
bir ağaç gövdesine veriyor! Ama akıllı bir espri yapan bu Epikouros’cunun, dine bakışı
olmadığı için, onun ve ona benzeyenlerin espri anlayışını geçelim. Daha çok, peygamberin
eleştirisi içimize otursun, aslında bizi afallatsın; ısındıkları, ekmek pişirmek için ateş
yaktıkları, et kızarttıkları ya da haşladıkları, aynı tahtadan dua ederken yakarmak için
önlerinde secde ettikleri bir tanrı yapmaları son derece akılsızlıktır [Yşa. 44:12-17]. Bu
nedenle, başka bir yerde onları sadece yasanın önünde suçlamaz, dünyanın temelleri atılalı
beri öğrenmedikleri için de azarlar [Yşa. 40:21]. Tabii ki, ölçülemeyecek kadar büyük ve
kavranılmaz olan Tanrı’yı beş ayaklık bir ölçüye indirmek istemekten daha az uygunsuz bir
şey yoktur! Ne var ki, doğanın düzenine, doğal insana apaçık düşman olan bu canavarca şey
törede görülmektedir.
Kutsal Yazı’nın batılı tekrar tekrar şu dille anlattığını aklımızdan çıkarmamalıyız:
Bunlar, Tanrı’nın yetkisinden yoksun, “insanların elleriyle yapılan” şeylerdir [Yşa. 2:8; 31:7;
37:19; Hoş. 14:3; Mik. 5:13]; bu, insanların uydurdukları bütün kültlerin iğrençliğini
göstermek için yapılmaktadır. Peygamber bir Mezmur’da öfke yağdırır, çünkü her şeyin
sadece Tanrı’nın gücünden geldiğini öğrenmek için zekâ bahşedilmiş insanlar, yardım için
ölülere ve anlamsız nesnelere başvurmaktadırlar. Ama doğanın yozlaşması tek tek herkesi
olduğu kadar bütün halkı da böyle bir çılgınlığa sürüklediği için, Ruh şiddetli bir tehditle ateş
püskürür: “Onları yapan, onlara güvenen herkes onlar gibi olacak!” [Mez. 115:8]. Ama
“benzerliğin”, “puttan” daha az yasak olmadığına dikkat etmeliyiz. Yunan Hristiyanların
yalanladıkları akılsızca vicdan budur. Resimlere diğer uluslardan gereksiz yere daha çok
düşkün oldukları için, Tanrı’nın heykellerini yapmazlarsa güzelce temize çıkmış olacaklarını
düşünürler.37 Ama Tanrı, sadece heykel yapan biri tarafından dikilen bu benzetmeyi değil,
herhangi bir sanatçı tarafından yapılan benzetmeyi de yasaklamaktadır, çünkü bu şekilde
yanlış ve görkemine hakaret ederek tasvir edilmektedir.
(Papa Gregorius’un buradaki hatası Kutsal Kitap’la ve babalarla çürütülmüştür, 5-7)
5 . Kutsal Kitap aksine hüküm vermektedir
Tasvirlerin, eğitimsizlerin kitapları olduğunu söyleyen oldukça eski bir deyiş
biliyorum. Bunu Gregorius söylemiştir; yine de Tanrı’nın Ruhu başka türlü duyurmaktadır;
eğer Gregorius bu konuda O’nun okulunda eğitim görseydi asla böyle konuşmazdı. Yeremya,
“Yararsız putlardan ne öğrenilebilir ki?” [Yer. 10:8] diye duyurduğunda; Habakkuk, “Đnsanın
biçim verdiği oyma ya da dökme putun ne yararı var ki, aldatmaktan başka?” [Hab. 2:18] diye
öğrettiğinde, bu ifadelerden kesinlikle şu genel öğretiyi çıkarmalıyız: Đnsanların Tanrı
hakkında tasvirlerden öğrendikleri yararsızdır, aslında sahtedir. Peygamberlerin azarladığı,
tasvirleri imansız batıl inançlar için yanlış kullanan kişilerin birer istisna olduklarını biri
söylerse, bunun böyle olduğunu kabul ederim. Ama peygamberlerin, papacılar tarafından,
tasvirlerin kitapların yerini aldığını bir aksiyom olarak kabul edilen bu görüşü tümüyle
suçladıklarının hepimiz için net olduğunu da eklerim. Çünkü peygamberler, tasvirlere asla
kabul edilmeyecek aykırılıklar olarak gerçek Tanrı’nın karşısında yer vermektedirler. Bu
karşılaştırmanın, az önce alıntı yaptığım ayetlerde belirtildiğini söylüyorum. Yahudilerin
36
Horace, Satires I. viii. 1-3
Burada söz konusu olan, Batı’dakilerin tersine Doğu Ortodoks Kiliselerinin tapınmada tanrı
heykelleri kullanmamalarıdır.
37
44
tapmaya alıştıkları tek bir gerçek Tanrı olduğu için, görülen figürler Tanrı’yı tasvir etmek
amacıyla günahkârca ve sahtekârca yapılmıştır; Tanrı hakkında bunlardan bilgi edinmek
isteyen herkes acıklı şekilde yanıltılmaktadır. Kısaca, Tanrı hakkındaki bilgiyi tasvirlerde
aramanın safsata ve yanlış olduğu doğru olmasaydı, peygamberler bunu genelinde
suçlamazlardı. En azından şuna inanıyorum: Đnsanların Tanrı’nın tasvirlerini yapmaya
çalışmalarının boş ve yanlış olduğunu öğretirken, peygamberlerin öğrettiklerini kelimesi
kelimesine tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyoruz.
6 . Kiliseilahiyatçıları da kısmen aksine hüküm vermişlerdir
Ayrıca görülen bütün bu tasvirlerin bir zamanlar ölümlülere ait olduğunu gerçek diye
kabul etmekte tereddüt etmeyen Lactantius’un ve Eusebius’un bu konuda yazdıkları
okunmalıdır. Aynı şekilde Augustinus sadece tasvirlere tapmanın değil, onlara Tanrı gücünü
atfetmenin de yanlış olduğunu açıkça duyurur. Augustinus, yıllar önce Elvira Konsil’inde
verilen hükümdekinden başka bir şey söylemez. Buradaki otuz altıncı kanonda şöyle denir:
“Kiliselerde hiçbir resim olmayacak, saygı gösterilen ya da tapılan şey duvarlarda
resmedilmeyecektir.”38 Ama aynı Augustinus’un başka bir yerde Varro’dan alıntı yapması ve
tanrı heykellerini ilk ortaya atan insanların “korkuyu kaldırıp yerine hatayı koyduklarını”
kendi imzasıyla onaylaması özellikle hatırlanmaya değer. Bunu sadece Varro söylemiş
olsaydı belki fazla hükmü olmayacaktı ama karanlıkta el yordamıyla böyle konuşan bir
putperestin, insan gövdesi resimlerinin Tanrı’nın yüceliğine yakışmadığını, çünkü bunların,
insandaki Tanrı korkusunu azalttığını ve hatayı artırdığını söyleyerek böyle aydınlanması
haklı olarak bizi utandırmalıdır. Tabii ki, gerçekler bunun akıllıca olmaktan daha az doğru
olmadığını kanıtlamaktadır; ama Augustinus, Varro’dan alıntı yaparak adeta bunu kendi
düşüncesi gibi ortaya atmaktadır. Aslında başlangıçta insanların Tanrı konusunda düştükleri
ilk hataların tasvirlerle başlamadığına, bu yeni unsur eklenir eklenmez hataların arttığına
işaret eder. Daha sonra Tanrı korkusunun azaldığını hatta yok olduğunu, çünkü tasvir
çılgınlığıyla ve akılsızca ve saçma buluşlarla O’nun tanrısallığının küçümsendiğini
açıklamaktadır. Bu noktalardan ikincisi, bizim bunu çok doğru bir biçimde göremememiz
olabilir! Bu nedenle, doğru şekilde öğrenmek isteyen biri, Tanrı bilgisini tasvirlerden başka
kaynaklardan öğrenmelidir.
7 . Papacıların tasvirleri hiç uygun değildir
Bu durumda, papacılarda biraz utanma varsa bundan böyle resimlerin eğitimsizlerin
kitabı olduğu bahanesi öne sürmesinler, çünkü Kutsal Yazı’daki birçok tanıklık bunu açıkça
çürütmektedir. Bunu ben onlara bahşetsem bile, putlarını savunmakla fazla bir şey
kazanmayacaklardır. Tanrı’nın yerine bu tür canavarları koydukları çok iyi bilinmektedir.
Azizlere adadıkları resimler ya da heykeller – en ahlaksız şehvet ve müstehcenlik
örneklerinden başka nedir? Şayet biri bunlara modellik ederse kamçılanmayı hak eder.
Aslında genelevlerdeki fahişeler, kiliselerin erden tasvirleri diye düşünülmesini isteyerek
gösterdiği bu nesnelerden daha erdemli ve daha alçakgönüllü giyinirler. Şehitler için, bir
nebze olsun saygınlığı olmayan bir alışkanlık oluştururlar. Bu nedenle, en azından ılımlı bir
saygınlığı olan putlar yapsınlar ki, bunların kutsallığı olan kitaplar olduğunu biraz daha
alçakgönüllülü bir sahtekârlıkla öne sürsünler.
(Kilise görevini yapmış olsaydı “eğitimsiz” hiç kimse olmazdı)
Ama bu durumda, Tanrı’nın bu çerçöpten çok farklı bir öğreti verilmesini istediği
imanlı halkı, bu kutsal mekanda eğitme yönteminin bu olmadığı yanıtını da vereceğiz. Tanrı,
Söz’ünü ve kutsal gizemlerini vaaz ederken, burada herkes için genel bir öğretinin
38
Elvira Konsili, yak. 303 yılı
45
açıklanmasını emretmiştir. Ama putlardan şikâyet ederek gözleri orada burada dolaşanlar,
zihinlerinin özenle ve sebatla bu öğretiyi istemediğini belli ediyorlar.
Bu durumda, papacılar kimlere bilgisiz diyorlar? Onların bilgisizlikleri sadece
tasvirlerle öğrenmelerine mi olanak tanıyor? Aslında onlar, Rab’bin öğrencileri diye kabul
ettiği, göksel felsefeyi açıklayarak onurlandırdığı, Krallığının esirgeyen gizemlerini
öğrenmelerini istediği kişilerdir. Bu konu sürdükçe, bugün böyle “kitaplar” olmadan
yapamayacakların sayısının az olmadığını kabul ediyorum. Ama sizden rica ediyorum, bu
akılsızlığın nedeni, öğretmelerine uygun olan bu öğretide sahtekârlık yapmak değil de nedir?
Aslında kilise yetkilileri, putlara, dilsiz olmalarının dışında başka bir neden olmadan öğretim
görevi vermişlerdir. Pavlus, Müjde’nin gerçek vaazında buna tanıklık eder, “Mesih çarmıha
gerilmiş olarak gözlerinizin önünde tasvir edilmedi mi?” [Gal. 3:1] Mesih’in, bizim için
lanetlenmek [Gal. 3:13], bedenini kurban diye sunarak günahlarımıza kefaret etmek [Đbr.
10:10], kanıyla günahlarımızı temizlemek [Va. 1:4-6], kısacası bizi Baba Tanrı’yla
barıştırmak [Rom. 5:10] için çarmıhta öldüğü gerçeği gerektiği gibi ve sadakatle öğretilseydi,
kilisenin şurasına burasına dikilen bu kadar çok sayıda –tahta, taş, gümüş ve altın- çarmıh ne
işe yarardı? Belki de, Tanrı’nın Sözü’nden çok, altın ve gümüşe duydukları inatçı açgözlülük
zihinlerini ve gözlerini bürümüştür.
(Tasvirleri kullanmanın kökeni; heykel ve resim Tanrı’nın armağanları olsa da,
sonuçta tapınmanın yozlaşması, 8-16)
8 . Tasvirlerin kökeni: Đnsanın dokunabileceği bir tanrı istemesi
Bu putların kökeni hakkında Özdeyişler kitabında düşünülen, aslında halkın izniyle
kabul edilmektedir: Bu putların fikir babaları bu onuru ölülere verenler, böylece batıla
dayanarak kendi anılarına tapanlardır.4 Bu sapkın geleneğin çok eski olduğunu elbette kabul
ediyorum. Dahası bunun, insanları putlara giderek deli gibi atılmak için tutuşturan bir meşale
olduğunu da inkâr etmiyorum; yine de kötülüğün kaynağının bu olduğuna inanmıyorum.
Çünkü bu istek yaygınlaşmadan önce de ölülerin tasvirlerinin kutsal sayıldığı Musa’dan
bellidir. Seküler yazarlar bundan sık sık söz etmektedirler. Musa, Rahel’in babasının putlarını
çaldığını anlatırken [Yar. 31:19] yaygın bir ahlaksızlıktan söz ediyordu. Đnsanın doğasının,
deyim yerindeyse sürekli put üreten bir fabrika olduğunu buradan anlayabiliriz. Tufan’dan
sonra dünya bir tür yeniden doğdu ama insanların kendi zevklerine göre tanrılar
yapmalarından önce çok uzun zaman geçmedi. Kutsal ata hâlâ sağken torunlarının kendilerini
putperestliğe verdiğine inanılabilir. Öyle ki, bozulmuşluğunu Tanrı’nın yakın zamanda
korkunç bir yargıyla arındırdığı yeryüzünün putlarla kirlendiğini (çok büyük bir acı duyarak)
kendi gözleriyle gördü. Yeşu’nun tanıklık ettiği gibi, Terah ve Nahor, Đbrahim’in
doğumundan önce sahte tanrılara tapıyorlardı [Yşu. 24:2]. Sam’ın soyu çok hızla yozlaştıysa,
zaten babalarının lanetlediği Ham’ın torunlarını kim yargılayacak? Bu böyle sürüp gider.
Đnsan zihni, gurur ve küstahlıkla dolarak, kendi kudretine göre bir tanrı hayal etmeye cesaret
etmektedir; isteksizce tembel tembel çalışırken aslında en ahmakça cesarete yenik düşer,
Tanrı olarak gerçek dışı ve boş bir görüntüyü kabul eder.
Bu kötülüğe yeni bir günah eklenir. Đnsan, manen algıladığı tarzda bir Tanrı’yı işinde
ifade etmeye çalışır. Bu durumda, zihin puta babalık eder; el onu doğurur. Đsrailliler örneği
putperestliğin kökenini göstermektedir. Đnsanlar, Tanrı fiziksel olarak var olduğunu
göstermezse O’na inanmazlar. “‘Kalk, bize öncülük edecek bir ilah yap’ dediler. ‘Bizi
Mısır’dan çıkaran adama, Musa’ya ne oldu bilmiyoruz’” [Çık. 32:1]. Aslında O’nun Tanrı
olduğunu biliyorlardı. Gücünü birçok mucizede görmüşlerdi; ama O’nun görünüşünün
fiziksel bir simgesini gözleriyle görmezlerse Tanrı onlara yakın değildi, onlar için bu,
yöneten Tanrı’ya tanıklık edecekti. Bu nedenle, yürüyüşlerinde Tanrı’nın önder olduğunu,
4
Süleyman’ın Özdeyişleri 14:15-16
46
önlerinde giden bir tasvirle anlamak istiyorlardı. Her gün yaşananlar, bedenin, kendisine
benzeyen hayal ürünü bir şey elde edinceye kadar her zaman huzursuz olduğunu
öğretmektedir. Tanrı tasvirindeki gibi, benlik bunda da şefkatli bir teselli bulmaktadır.
Dünyanın başlangıcından beri hemen her çağda insanlar, bu kör arzularına itaat edebilsinler
diye, bedensel gözlerinin önünde Tanrı’nın belirdiğine inandıkları simgeler oluşturmuşlardır.
9 . Tasvirleri herhangi bir şekilde kullanmak putperestliğe yol açar
Tapınmayı şöyle bir hayal izler: Đnsanlar tasvirlerde Tanrı’ya baktıklarını
düşündüklerinde bunlardaki Tanrı’ya tapmışlardır. Sonunda, insanlar zihinlerini ve gözlerini
bunlara diktiğinde, tasvirler daha çok beden almaya ve sanki bunların özünde bir tanrısallık
varmış gibi, insanlar duydukları hayranlığa yenilmeye başlamışlardır. Đnsanların, kendilerine
çok ahmak bazı fikirler aşılanmadan önce tasvir kültüne akın etmedikleri bellidir –aslında
bunlara birer tanrı diye bakmadıkları için değil, bunlarda bir tanrısal güç bulunmadığı için. Bu
durumda, kendinize bir tanrı ya da bir yaratık tasviri yaparak, saygıyla önünde yere
kapandığınızda batılın tuzağına düşersiniz. Bu nedenle RAB, sadece Kendisini tasvir etmek
için yapılmış heykellerin dikilmesini değil, tapınmaya davet eden herhangi bir yazıtın ya da
taşın kutsal kabul edilmesini de yasaklamıştır [Çık. 20:25]. Aynı nedenden dolayı, tapınmayla
ilgili ikinci bir bölüm daha yasanın kuralına eklenmektedir. Tanrı’ya görülür bir biçim verilir
verilmez O’nun gücü de buna bağlanır. Đnsanlar, nerede bir Tanrı yapsalar Tanrı’yı buraya
bağlayacak kadar aptaldırlar; böylece O’na tapınabilmektedirler. Bu nedenle, puta ya da
puttaki Tanrı’ya tapmaları arasında fark yoktur. Hangi bahaneyle olursa olsun, Tanrı’ya
verilecek onurun puta verilmesi her zaman putperestliktir. Batıla inanarak Kendisine tapılması
Tanrı’yı hoşnut etmediği için, puta her ne sunulursa sunulsun, Tanrı’dan esirgenmektedir.
Çağlar boyunca gerçek dinin bastırılması ve bozulmasıyla iğrenç putperestliği
savunmak için acınacak mazeretler arayanlar buna dikkat etsinler. Tasvirlere birer tanrı diye
bakılmadığını önü sürüyorlar. Yahudiler de buzağı yapmadan [Çık. 32:4] önce onları
Mısır’dan çıkaranın Tanrı’nın eli olduğunu [Lev. 26:13] unutacak kadar düşüncesiz değillerdi.
Ama Harun, onları Mısır ülkesinden kurtaranın tanrılar olduğunu söylediğinde, bunu cesaretle
kabul ettiler [Çık. 32:4, 8]. Açıkça bu, önlerinde buzağı biçimde yürüdüğünü görmek
koşuluyla, bu kurtaran Tanrı’yı korumak istedikleri anlamına geliyordu. Putperestlerin
Tanrı’nın ağaç gövdelerinden ve taşlardan başka bir şey olduğunu anlamayacak kadar aptal
olduklarını düşünmemeliyiz. Tasvirleri keyiflerine göre değiştirirlerken, zihinlerinde hep aynı
tanrıları korumuşlardır. Bir tanrının birçok sureti vardı; ne var ki, tasvirler kadar çok tanrı icat
etmiyorlardı. Dahası her gün yeni tasvirler adıyorlardı ama yeni tanrılar yaptıklarına kendileri
de inanmıyorlardı. Augustinus’un, kendi çağındaki putperestlerin öne sürdükleri bahanelerden
nasıl söz ettiğini okuyun: Suçlandıklarında kaba bir şekilde, görülen bir nesneye değil,
görülmezlikte yer alan varlığa taptıkları cevabını veriyorlardı. Bu “daha pak din” denen dine
mensup insanlar ne benzerliğe ne de ruha taptıklarını belirtiyorlardı; ama bu fiziksel tasvir
aracılığıyla tapmaları gereken şeyin işaretine gözlerini dikip bakıyorlardı. O zaman ne? Đster
Yahudi ister putperest olsun bütün puta tapanlar söylendiği şekilde motive oluyorlardı. Ruhsal
anlayışla yetinmeyerek tasvirler aracılığıyla daha güvenli ve daha yakın bir anlayıştan
etkileneceklerini düşünüyorlardı. Tanrı’nın bu sapkın tasvirinden bir kez hoşlandıklarında
yeni hilelerle aldanıncaya kadar o an Tanrı’nın, gücünü tasvirlerde gösterdiğini varsaymaya
son vermiyorlardı. Yine de Yahudiler bu tasvirlerde sonsuz Tanrı’ya, yerin ve göğün tek
gerçek Tanrı’sına taptıklarına inanıyorlardı; putperestlerse sahte olsa bile gökte bulunduğunu
hayal ettikleri kendi tanrılarına tapıyorlardı.
10 . Kilisede tasvirlere tapınma
Daha önce böyle bir şeyin yapılmamış olduğunu ve hatırladığımız kadarıyla bugün de
böyle bir şeyin yapılmadığını öne sürenler utanmadan yalan söylüyorlar. Öyleyse neden
47
bunların önünde secde ediyorlar? Dua etmeden önce Tanrı’nın kulaklarıymış gibi neden
onlara dönüyorlar? Aslında Augustinus’un söyledikleri doğrudur. Bir tasvire gözünü dikip
bakan biri, tasvirin kendisini işittiğini düşünerek ya da isteğinin kendisine bahşedileceğini
umarak etkilenmeden dua ya da ibadet etmez. Birinin aldırmadığı ya da genelde
onurlandırmadığı, başkasınınsa her tür dinsel saygıyı gösterdiği aynı Tanrı’nın tasvirleri
arasında neden bu kadar çok fark vardır? Benzerleri kendi evlerinde bulunan tasvirleri görmek
için neden adak haccıyla kendilerini yoruyorlar? Bunlar sunak ve ocak ateşiymiş gibi, bugün
bu tasvirleri savunmak için, neden katliam ve kıyım noktasına varıncaya kadar kılıca
sarılıyorlar ve putlarından yoksun kalmaktansa tek Tanrı’dan yoksun kalmaya neden daha
kolayca dayanabiliyorlar? Yine de, kalabalıkların ahmak hatalarını tek tek saymıyorum.
Bunların hemen hemen sonu yok ve neredeyse her insanın yüreğinde yer alıyor; ben, özellikle
kendilerini putperestlikten temize çıkarmak istediklerinde ne ikrar ettiklerini belirtiyorum
sadece. “Biz, onlara tanrı demiyoruz” diyorlar. Ne eski Yahudiler ne de putperestler onlara
böyle demiyorlardı, yine de peygamberler onları tahta ve taşla zina yapmakla tekrar tekrar
suçlamakta tereddüt etmezler [Yer. 2:27; Hez. 6:4. vdd; Krş. Yşa. 40:19-20; Hab. 2:18-19;
Yas. 32:37]. Ancak Hıristiyan diye kabul edilmek isteyenler, yani Tanrı’ya beden vererek
tahta ve taşta saygı gösterenler de her gün aynı şeyleri yapmaktadırlar.
11 . Papacıların aptalca bahaneleri
Az sonra ayrıntılarıyla söz edeceğim kurnazca bir ayırımla kaçtıklarının farkındayım
ve bu gerçeği saklamayacağım. Tasvirlere saygı gösterirler, bunun puta tapınma olduğunu
inkâr ederler, putla ayin yapmak olduğunu öne sürerler. Tanrı’ya karşı suç işlemeden, dulia
adını verdikleri saygının heykellere ve resimlere gösterilebileceğini öğrettiklerinde bunu
söylerler. Bu durumda, putlara tapmadan sadece hizmet ederlerse masum olduklarını sanırlar.
Sanki hizmet etmek, tapmaktan daha önemsizmiş gibi! Grekçe bir kelimeye sığınırlarken
çocuk gibi kendileriyle çelişirler. Grekçe λατρεύείν, “tapmaktan” başka bir anlama gelmediği
için, “tasvirlere tapmadan taptıklarını” itiraf ederlerken söyledikleri aynı anlama gelmektedir.
Onlara kelimelerle çelme takmaya çalıştığım için karşı çıkmalarına neden yok; ama basit
halkın gözünün önüne karanlığı yaymaya çalışırlarken, kendi bilgisizliklerini sergiliyorlar. Ne
kadar güzel konuşurlarsa konuşsunlar, bu güzel konuşmalarıyla bir ve aynı şeyin aslında iki
şey olduğunu bize asla kanıtlayamayacaklar. Bunları birbirinden ayrı duruma getiren gerçek
farkın eski putperestler olduğunu onlara gösterelim, diyorum. Zina yapan ya da adam öldüren
birinin, sabıkasına başka bir ad vererek suçundan kaçamaması gibi, mahkûm etmek zorunda
oldukları putperestlerden hiçbir şekilde farkları yoksa kurnazlıkla başka bir ad uydurarak
temize çıkarılmaları saçmadır. Şimdiye kadar kendi davalarını bu putperestlerin davasından
ayrı tuttular. Oysa bütün kötülüğün kaynağı, putperestlerle yarıştıkları akıl almaz benzeyiştir.
Đkisi de kendi akıllarıyla ve kendi elleriyle şekil vererek Tanrı’yı tasvir eden simgeler
yapmaktadırlar.
12 . Sanatın işlevleri ve sınırları
Batıl diye düşünerek hiçbir tasvire kesinlikle izin verilmemesini yine de anlamıyorum.
Ama heykel ve resim Tanrı’nın armağanları olduğu için, her birinin saf ve yasaya uygun
kullanılmasını istiyorum. RAB, Kendi yüceliğinin ve bizim iyiliğimizin sapkınca yanlış
kullanılarak yalnızca kirletilmemesi için değil, mahvımıza da yol açmaması koşuluyla bize bu
armağanları verdi. Tanrı’nın gözle görülür bir görünümde tasvir edilmesinin yanlış olduğuna
inanıyoruz, çünkü bunu Kendisi yasaklamıştır [Çık. 20:4] ve bu, O’nun yüceliğini bozmadan
yapılamaz. Bu görüşte belki bizim tek başımıza olduğumuzu düşünürler ama kendi
yazılarıyla ilgilenenler bütün dengeli yazarların bunu hiçbir zaman onaylamadıklarını
göreceklerdir. Tanrı’yı fiziksel bir benzerlikte tasvir etmek doğru değilse, bu tasvire Tanrı ya
da içindeki Tanrı diye tapmaya da çok daha az izin verilir. Bu nedenle, heykeli ya da resmi
48
yapılacak başka şeyler ancak gözle görülebilenlerdir; gözün algılayabilmesinin çok üzerinde
olan Tanrı’nın yüceliği yakışıksız tasvirlerle alçaltılmasın. Bazı tarihlerle bazı olaylar ve
geçmişteki olayların anlatılmadığı bazı tasvirlerle bedenin bazı formları bu sınıfa girer.
Birincisi eğitimde ve uyarmada kullanılmaktadır; ikincisine gelince, zevkten başka ne
verebildiğini anlamıyorum. Yine de, şimdiye kadar kiliselerde duran neredeyse bütün
tasvirlerin bu türden olduğu bellidir. Bundan, bu tasvirlerin karar vererek ya da seçerek değil,
akılsızca ve düşüncesizce isteklerle ortaya çıktığına hükmedilebilir. Bunların büyük
bölümünün ne kadar günahkârca ve ne kadar açık saçık yapıldığını, burada ressamların ve
heykeltıraşların aklına eseni yapan rolünü ne kadar ahlaksızca oynadığını söylemiyorum –bu
konuya biraz önce değindim.4 Sadece, bu tasvirlerin kullanılmasında kötü bir şey olmasa da,
eğitimde hiçbir değerinin olmadığını söylüyorum.
13 . Öğreti pak ve güçlü olduğu sürece, kilise tasvirleri reddetmiştir
Ama bu ayırımı bir kenara bırakarak, Hıristiyan kiliselerinde tasvirlerin bulunması
uygunsa bunların geçmişteki olayları mı, yoksa insan bedenlerini mi temsil edeceklerine
geçelim. Önce, eski kilisenin yetkisi bizi bir şekilde etkiliyorsa, dinin hâlâ gelişmekte ve
serpilmekte olduğu beş yüz yıl boyunca Hıristiyan kiliselerinde genelde tasvirlerin olmadığını
hatırlayalım.5 Bu durumda, hizmetin paklığı bir şekilde yozlaştırılarak kiliselerin süslenmesi
ilk kez ortaya atıldığında bunun ilk yazarlarını zorlayan nedenin ne olduğunu
tartışmayacağım; ama çağları birbiriyle karşılaştırırsanız, bu yeniliğin, tasvirler olmadan
bütünlüğü sağlayan unsurlardan çok saptığını göreceksiniz. Neden? Bu kutsal babaların
yararlı ve hayırlı bir şeye karar vermeden, kilisenin uzun süre gayret etmesine izin
verdiklerini mi düşünmeliyiz? Kuşkusuz bunun nedeni, bunda hiç ya da pek az yarar ama
büyük tehlike görmeleri, bilgisizliklerinden ya da ihmallerinden bunu küçümsemekten çok,
çok düşünerek ve akıl yürüterek bunu benimsememeleridir. Hatta Augustinus bunu net
kelimelerle belirtmektedir: “Tasvirler bu mekanlara saygın bir yücelikle yerleştirilir. Öyle ki,
– hem duygudan hem de yaşamdan yoksun olsa bile- diri üyeler ve duygular gibi, dua
edenlere ve Tanrı’ya sunuda bulunanlara eşlik eder. Kararsız zihinleri etkilerler. Öyle ki,
bunlar yaşıyor ve nefes alıyor gibidir” vb. Başka bir yerdeyse şunları söyler: “Putun bedeninin
üyelerinin biçimi etkileyicidir ve bir anlamda bedende yer alan zihni, putun bedeninin de
duyguları olduğunu varsaymaya zorlar. Çünkü bu, onun kendi bedenine çok benzemektedir”
vb. Az sonra da şöyle demektedir: “Tasvirlerin ağzı, gözleri, kulakları, ayakları olduğu için,
mutsuz bir canı doğrultmaktan çok eğme gücü vardır, çünkü tasvirler konuşmaz, görmez,
işitmez ya da yürümez.”
Yuhanna’nın bizi sadece putlara tapmaya değil, putlara karşı da uyarmak istemesinin
nedeni olasılıkla budur [1Yu. 5:21]. Şimdiye dek Tanrı’ya bağlılığı neredeyse tümüyle yok
edecek kadar dünyayı işgal eden korkunç çılgınlıkla, tasvirler kiliselere doldurulur
doldurulmaz adeta putperestliğin sancağının dikildiğini gördük. Çünkü insanların çıldırarak
batıl törenlerin içine balıklama atlamasını dizginlenemiyor. Bu kadar büyük tehlikenin tehdidi
altında olmasak bile, kiliselerin kullanılma amacını düşündüğümde, RAB’bin Sözü’yle
verdiği bu diri ve simgesel kutsallıktan başka bu tasvirlere verilen kutsallık şu ya da bu
şekilde bana değersiz geliyor. Demek istediğim, gözlerimizi büyük bir hararetle kavraması ve
4
I. xi. 7
Burada Calvin, daha sonra, Hıristiyan birliğinin ve reformunun temeli olarak, “ilk beş yüz
yıldaki görüş birliğini” savunan Vincent of Lérins’nin öğretisine dönen “sinkretistlerin”
öğretişine destek verir gibidir. Latince Đlmihal’inde Calvin, Hıristiyanlar arasında birlik ve
esenliği savunarak, şeytanın oklarının bizi sinkretizm –birbiriyle uzlaşmaz şekilde farklı olan
tarafları ve ilkeleri birleştirme görüşü- arayışına yöneltmesi gerektiğini açıklar.
5
49
başka tasvirler aramayacak kadar derinden etkilemesi gereken diğer törenlerle birlikte vaftiz
ve Rab’bin Sofrası insan becerisiyle kalpazanlığa dönüşüyor.
Bakın! Papacılara inanırsak, yerine koyulacak başka bir şeyin olmadığı tasvirlerin
nimeti karşılaştırma kabul etmez.
14 . Đznik Konsili’nde(787) tasvirlerle ilgili çocukça görüşler
Bu konuda yeterince konuşmuş olmam gerektiğine inanıyorum ama Đznik Konsili
gerçeği de dikkatimi çekiyor – Büyük Constantinus’un topladığı en ünlü konsil olduğu için
değil, sekiz yüz yıl önce Đmparatoriçe Eirene’nin emriyle ve kehanetiyle düzenlendiği için.
Burada yalnızca kiliselerde tasvirlerin bulunmasına değil, bu tasvirlere tapınılmasına da karar
verilmiştir. Benim söylediğim, Konsil’in yetkisinin karşı tarafın lehine büyük bir önyargıya
yıl açmış olmasıdır. Yine de doğruyu söylemek gerekirse, Hristiyan olmaktan daha çok
tasvirlere tutkun olma çılgınlığının nereye kadar gittiği hakkında okurlarıma bilgi verme
isteğim kadar bu beni etkilemiyor. Ama önce birincisini yok edelim. Bugün tasvirlerin
kullanılmasını savunanlar, bu Đznik Konsili’nin desteğini öne sürüyorlar. Bununla birlikte,
Charlemagne’ın adıyla bir kitap vardır. Kitabın üslubu nedeniyle, aynı tarihte yazıldığı
sonucuna varıyorum. Kitapta Konsil’e katılan piskoposların görüşleri ve başvurdukları
kanıtlar ortaya konmaktadır. Doğuluların elçisi John, şunları söylemiştir: “Tanrı insanı kendi
suretinde yarattı” [Yar. 1:27] ve buradan tasvirlerimizin olması gerektiği sonucuna varmıştır.
Aynı adam şu cümleyle tasvirlerin bize emredildiğini düşünmekteydi: “Boyunu bosunu göster
bana; çünkü…boyun bosun güzeldir” [Ezg. 2:14]. Bu tasvirlerin sunakların üzerine koyulması
için bir başkası şu tanıklıktan alıntı yapıyordu: “Kimse kandil yakıp tahıl ölçeğinin altına
koymaz” [Mat. 5:15]. Yine bir başkası da tasvirlere bakmanın bizim için yararlı olduğunu
göstermek için, Mezmurlar’dan bir ayeti kanıt gösteriyordu: “Ya RAB, yüzünün ışığıyla bizi
aydınlat” (Mez. 4:6]. Başka biri şu karşılaştırmayı benimsemişti: ataların, putperest sunulara
alışık oldukları gibi, Hıristiyanlar için de aziz tasvirleri putperestlerin putlarının yerini
almalıdır. Ayın amaçla şu ayeti çarpıtıyorlardı: “Severim, ya RAB, yaşadığın evi” [Mez.
26:8]. Ama şu yorum rakipsiz şekilde ustacadır: “Đşittiğimiz gözlerimizle de gördük” [1Yu.
1:1]. Bununla, insanların Tanrı’yı sadece Söz’ünü işiterek değil, tasvirlere bakarak da
öğreneceğini belirtiyordu. Piskopos Theodoros da aynı anlayışla konuşuyordu: “Tanrı,
kutsallarında yetkindir” [Mez. 67:36, Vulgata]; başka bir yerde şunu söylüyorlardı: “Ülkedeki
kutsallara gelince…” [Mez. 16:3]. Bu durumda bu tasvirlerden söz ediliyor olmalıdır.
Kısacası, saçmalıkları o kadar iğrenç ki, söz etmekten bile utanıyorum.
15 . Kutsal Yazı’daki ayetlerin gülünç bir biçimde kötüye kullanılması
Tapınmayı tartışırken, firavunun tapınmasını [Yar. 47:10], Yusuf’un değneğini [Yar.
47:31; Đbr. 11:21], Yakup’un diktiği direği [Yar. 28:18] öne sürerler.
Yine de bu son iddialarında sadece Kutsal Yazı’nın anlamını bozmazlar, hiçbir yerde
yazmayan bir şeyi benimserler. “Ayaklarının taburesi önünde tapının” [Mez. 99:5]; aynı
şekilde, “Tapının O’na kutsal dağında” [Mez. 99: 9]; “Halkın zenginleri lütfunu kazanmak
isteyecek” [Mez. 45:12” denilmektedir. Bunlar, sağlam ve onların kanıtlarına karşıttır. Şayet
biri, alay konusu olarak tasvirlerin koruyucularına gülünç bir karakter atfetmek isteseydi, daha
büyük ve daha önemli çılgınlıklar sayabilir miydi? Hiçbir kuşku kalmasın diye, Mira
Piskoposu Theodosius, tasvirlere tapmayı, başdiyakonunun rüyalarına göksel bir kehanetmiş
gibi dayanarak ciddi ciddi onaylamaktadır. Tasvirleri destekleyenler gidip bu sinodun kararını
bize dayatsınlar. Bu saygın babalar, Kutsal Yazı’yı böyle çocukça ele alarak ya da onu böyle
dinsizce ve hatalı olarak parçalayarak sanki kendilerine olan güveni sarsmıyorlarmış gibi!
16 . Tasvirlerle ilgili küfür niteliğinde sarsıcı iddialar
50
Şimdi korkunç küfürlere geliyorum. Bunları kusmaya cesaret etmeleri harikadır.
Herkesin büyük bir gönülsüzlükle onlara bağırmamasıysa iki misli harikadır. Ama papacıların
öne sürdükleri antik çağ en azından tasvirlere tapmaktan ayrı tutulabilsin diye, bu günahkâr
çılgınlığın halkın önüne serilmesi uygundur. Amorium Piskoposu Theodosius tasvirlere
tapılmasını istemeyen herkesin aforoz edilmesini telaffuz etmektedir. Başka biri,
Yunanistan’daki ve Doğu’daki bütün talihsizliklerini tasvirlere tapmama suçuna
atfetmektedir. Hiçbir tasvirin olmadığı o günlerde peygamber, elçiler, şehitler hangi cezayı
hak etmişlerdir? Bundan sonra da ekliyorlar: Şayet imparatorun tasvirine parfüm ve buhurla
yaklaşılıyorsa bu saygının daha fazlasını azizlerin tasvirlerine borçluyuz. Kıbrıs’ın Constance
Piskoposu Constantius tasvirlere saygıyla kucak açmayı kabul eder ve yaşam veren Üçlü
Birlik’e borçlu olduğu aynı tapınmayı ve saygıyı onlara göstereceğini onaylar. Aynı şeyi
yapmayı kabul etmeyeni, aforoz eder, Manicilerin ve Markion yanlıların yanına gönderir.
Bunun tek bir adamın kendi görüşü olduğunu düşünmeyin, diğerleri de aynı görüştedir.
Aslında Doğuluların elçisi John, daha büyük bir baskıdan etkilenerek, tasvirlere tapmayı
reddetmektense bütün genelevleri kentin içine almayı kabul etmenin daha iyi olacağı yolunda
uyarır. En sonunda, Samiriyelilerin bütün sapkınlardan daha kötü olduklarına ama tasvirlerle
mücadele edenlerin Samiriyelilerden de daha kötü olduklarına görüş birliğiyle karar
verilmiştir. Ayrıca, oyun alkışlanmadan devam etmesin diye, bir madde eklenmiştir: Mesih’in
tasvirine sahip olanlar tasvire kurban sundukları için sevinsinler, övünsünler. Tanrı’nın ve
insanların gözlerini bağlamayı alışkanlık haline getirdikleri latria’yla dulia arasındaki fark
nerede? Konsil, ayrıcalıksız olarak, diri Tanrı kadar tasvirleri de kabul etmektedir.
XII. BÖLÜM
YEKTĐN SAYGI SADECE O’NA GÖSTERĐLEBĐLSĐN DĐYE TANRI,
PUTLARDAN NASIL AYIRT EDĐLĐR?
1. Gerçek din, bizi tek Tanrı olan Tanrı’ya bağlar
Üstelik Tanrı bilgisinin soğuk bir kurguya dayanmadığını, beraberinde O’na saygıyı
da getirdiğini daha başlangıçta söyledik.39 Yeri geldiğinde O’na nasıl doğru tapınılacağına
değindik. Bu, başka yerlerde daha uzun uzadıya ele alınacak bir konu.40 Şimdi sadece kısaca
tekrarlıyorum: Kutsal Yazı’da sık sık dendiği gibi, tek bir Tanrı vardır. Bu, sadece apaçık bir
adı öne sürmek değildir, O’nun tanrısallığına ait olan hiçbir şeyin başkasına verilmemesidir.
Hangi açıdan pak dinin batıldan ayrıldığı buradan bellidir. Grekçe “din” anlamına gelen
εύσέβεια sözcüğü, kuşkusuz, yakışık alan saygının gösterilmesi anlamına da gelmektedir.
Körler bile karanlıkta el yordamıyla yürürken, Tanrı’ya sapkınca saygı göstermekten
kaçınmak için, belli bir kurala sarılma ihtiyacı hissederler. Cicero, “din” sözcüğünü doğru ve
bilerek, relegere* sözcüğünden türetse de öne sürdüğü neden, zoraki ve güç inanılırdır:
Tapınan dürüst kişiler çoğunlukla tekrar tekrar okumakta ve neyin doğru olduğunu gayret
göstererek tartmaktadır. Ben, daha çok bu sözcüğün delişmen özgürlüğün karşıtı olduğuna
inanıyorum; çünkü dünyanın büyük bölümü elinin altında ne varsa düşüncesizce onu
yakalıyor, hayır hatta oradan oraya uçup gidiyor. Ama Tanrı insanları, yere sıkı basmak için
uygun sınırlar içinde kalıyor. Aynı şekilde, bana öyle geliyor ki, bu nedenle buna batıl
deniyor, çünkü emredilen davranış ve düzenle yetinmeyerek, gereksiz bir saçmalık yığını
birikiyor.
39
Krş. I. ii. 2; I. v. 6, 9, 10
II. viii. 17-19; IV. x. 8-31.
*
Relegere: Latince, bir araya getirmek, toplamak (çev. n.)
40
51
Ama tartışma bir yana, sahtecilik ve hatanın dini bozduğu ve saptırdığı konusunda her
çağda her zaman görüş birliği edinilmiştir. Bundan, kendimizi kaygısız bir coşkunluğuna
bıraktığımızda batıla inananların başvurdukları bahanenin aptalca olduğu sonucuna varıyoruz.
Yine de bütün insanların dudakları bu itirafı haykırsa da, çirkin bir bilgisizlik ortaya
çıkmaktadır; daha önce öğrendiğimiz üzere,41 ne tek Tanrı’ya bağlanıyorlar ne de O’na saygı
göstermekten zevk aldıklarını gösteriyorler. Ama Tanrı, şayet bir kurgusal tanrıyla
karıştırılırsa hakkını almak için Kendisinin kıskanç ve şiddetle öç alan bir Tanrı olduğunu
duyurur [Krş. Çık. 20:5]. Sonra insanları itaat altında tutmak için yasaya uygun tapınmayı
tanımlar. Önce, tek yasa koyucu olarak imanlıları Kendisine bağladığında, sonra da Kendi
istemine göre gereğince onurlandırılmak için bir kural emrettiğinde bu ikisini yasa altında
toplamaktadır. Yasaya gelince, kullanılması ve amacı birden çok olduğu için, bunu yeri
geldiğinde tartışacağım.42 Şimdi sadece bu konuya, yani insanların ahlaksız törenlere
saplanmalarını önlemek için, dizginlenmelerine değiniyorum. Ama daha önceki maddede öne
sürdüğüm unutulmamalıdır. Bu da, O’nun tanrısallığına uygun olan her şey tek Tanrı’ya
verilmiyorsa, onurunun O’ndan alındığı ve O’na tapınmanın kirletildiğidir.
Burada batılın ortaya koyduğu kurnazlıklara daha dikkatle bakmalıyız. Aslında yüceler
yücesi Tanrı’yı terk etmekle ya da O’nu diğerlerinin düzeyine indirmekle diğer tanrılar
görünüşte olduğu gibi elin tersiyle itilmez. Ama en yüce yer O’na verilirken O’nun çevresini
daha önemsiz tanrılar kalabalığı sarar. Bu tanrılar O’nun işlevlerini parseller. Tanrısallığının
görkemi, (sinsince ve kurnazca bile olsa) öyle parçalanır ki, bütün görkem sadece O’na
bırakılmaz. Bu durumda geçmişte insanlar, putperestler kadar Yahudiler de, tanrıların
yöneticisinin ve babanın altına geniş bir tanrı kalabalığı koymuşlardır. Bu tanrıların her
birinin kendi mevkiine göre, en yüce tanrı olduğu ve yerin göğün hükümranıyla ortak bir yanı
bulunduğu kabul edilmiştir. Bu nedenle, bu yaşamdan ayrılan azizler birkaç yüzyıl önce
Tanrı’yla ortaklığa yükseltilmiş,
O’nun yerine onurlandırılmış, övülmüş ve onlara
yakarılmıştır. Aslında O’nun üstün gücü hakkında semeresiz bir görüşü sürdürmemizin
dışında bu, büyük ölçüde bastırılıp yok olup gitse de, böyle bir iğrençliğin Tanrı’nın
yüceliğini gölgede bile bırakmadığını sanıyoruz; bu arada tuzaklara düşüp kanarak, çeşitli
tanrılara sürükleniyoruz.
2 . Farksız bir ayırım
Verdikleri adlarla latria’yla dulia arasındaki ayırım, aslında cezadan muaf kalarak
tanrısal saygının, meleklere ve ölülere gösterilmesi için uydurulmuştur. Çünkü papacıların
azizlere gösterdikleri saygının Tanrı’ya gösterilen saygıdan farklı olmadığı bellidir. Aslında
ayırım gözetmeden hem Tanrı’ya hem azizlere tapmaktadırlar. Ancak kendilerine baskı
yapıldığında, latria’yı Tanrı’ya bırakarak O’na borçlu oldukları saygıyı bozmadan devam
ettirdikleri bahanesiyle sıyrılıyorlar. Ama sorgulanan sözcük değil, olay olduğu için, her
konudan daha önemli olan bu durumu hafife almalarına kim izin verebilir? Ama –bunu da
geçmek için- sonuçta yaptıkları ayrım şöyle özetlenir: sadece Tanrı’ya saygı gösterirler
[cultus] ama diğerlerine de kulluk [servitium] ederler. Çünkü Grekçe λατρεία Latince cultus’la
aynı anlama gelir; δουλεία aslında servitus demektir; ama Kutsal Yazı’da bu ayırım biraz
bulanıktır. Yine de bunun değişmediğini kabul ettiğimizi varsayalım. O zaman iki sözcüğün
de ne anlama geldiğini sorgulamalıyız: δουλεία köle; λατρεία saygı demektir. Kulluk etmenin
saygı göstermekten daha önemli olduğundan artık kimse kuşku duymaz. Çünkü saygı
göstermek istemediğiniz birine kulluk etmeniz çoğunlukla zordur. Bu durumda daha çoğunu
azizlere, daha azını Tanrı’ya vermek eşitsizliktir. Ne var ki, eski yazarların birçoğu bu ayırımı
41
42
I. iv. 1; I. v. 8
Özellikle bk. II. viii.
52
kullanmıştır. O zaman herkes bunun sadece anlamsız değil, bütünüyle değersiz olduğunu
anladığında ne olacaktır?
3 . Tasvirlere saygı göstermek Tanrı’ya saygı göstermemektir
Đnce ayırımı bırakıp olayı inceleyelim. Pavlus, Galatyalılara Tanrı bilgisinde
aydınlanmadan önce ne olduklarını hatırlatır. “Gerçek olmayan tanrılara kölelik ettiniz
[dulia]” der [Gal. 4:8]. Pavlus buna latria demediği için, bu nedenle onların batıl inançları
bağışlanabilir mi? Pavlus, “latria” sözcüğünü kullansaydı bu sapkın batıl inancı dulia yaftasını
yapıştırdığından elbette daha az suçlamış olmayacaktı. Mesih, Şeytan’ın hakaretini, “Tanrın
RAB’be tapacaksın” kalkanıyla savuşturduğunda, söz konusu olan “latria” kelimesi değildi
[Mat. 4:10]. Çünkü Şeytan O’ndan saygıyla diz çökmesini istemişti. Aynı şekilde melek,
Yuhanna’yı önünde diz çöktüğü için azarladığında [Va. 19:10; 22:8-9], Yuhanna’nın sadece
Tanrı’ya göstermesi gereken saygıyı meleğe göstermek isteyecek kadar düşüncesiz olduğunu
sanmamalıyız. Ama dinle karışık saygılı bir davranış tanrısal bir tat veremediği için, Tanrı’nın
yüceliğini alçaltmadan meleğe “diz çökemezdi”. Aslında insanlara tapılmış olduğunu sık sık
okuyoruz; ama böyle bir davranış, deyim yerindeyse, sivil bir saygıydı. Yine de, dinde başka
bir kaygı vardır; bu, saygılı bir davranışla birleşir birleşmez beraberinde tanrısallığın
kirlenmesini getirir.
Bunu Kornelius’ta görüyoruz [Elç. 10:25]. Kornelius, Tanrı insanı olurken, en büyük
saygıyı sadece Tanrı’ya göstermeyecek kadar kötü bir yola girmemişti. Bu nedenle, Petrus’un
önünde secde ettiğinde Tanrı’nın yerine Petrus’a tapmayı kuşkusuz istememişti, yine de
Petrus bunu yapmasını yasaklamıştı. Acaba insanlar Tanrı’ya ait olanı, farkında olarak
yaratılana verdiklerinde, Tanrı’ya saygı göstermekle yaratılana saygı göstermek arasındaki
ayrımı neden asla kolayca görmezler? Bu nedenle, eğer tek bir Tanrı’mızın olmasını
istiyorsak, O’nun yüceliğinin tek bir zerresini bile talan etmemeliyiz ve O’nun, Kendisine ait
olanı koruması gerektiğini unutmamalıyız. Bu nedenle, Zekeriya, kilisenin düzelmesinden söz
ederken, kuşkusuz, Tanrı’nın putlarla ortak bir yanı olmasın diye, sadece “Tanrı tek olacaktır”
değil, “adı tek olacaktır” diye de açıkça belirtmektedir [Zek. 14:9].Tanrı’nın nasıl bir saygı
istediği yeri geldiğinde görülecektir.43 Yasasında insanlara iyiyi ve kötüyü emretmek ve
böylece Kendi gözüne iyi görünen tapınmadan hiç kimse kaçamasın diye kesin bir standart
getirmekten hoşnut olur.
Ama birçok şeyi birbirine karıştırarak okurlarıma sıkıntı vermek uygun olmadığı için,
henüz bu konuya değinmiyorum. Herhangi bir dinsel itaat Tanrı’dan başkasına gösterildiğinde
dine saygısızlık edildiğini anlamak yeterlidir. Aslında batıl inançta tanrısal saygı önce güneşe
ve aya ya da putlara gösterildi. Sonra bütün kutsal şeyler kirletilmeye cesaret edilerek
Tanrı’dan yağmalananlarla ölümlülere tapma tutkusu bunu izledi. Yüce Varlığa tapma ilkesi
sürse bile koruyucu tanrılara, ikinci derece dönemli tanrılara ya da ölmüş kahramanlara ayırt
etmeden sunularda bulunmak yaygın bir gelenek oldu. Hataya düşmeye o kadar yatkınız ki,
Tanrı’nın dikkatle sadece Kendisine sakladıklarını büyük bir kalabalığa dağıtıyoruz.
XIII. BÖLÜM
KUTSAL YAZI’DA YARATILIŞ’TAN BU YANA BĐZE, TANRI’NIN, ÜÇ
KĐŞĐYĐ ĐÇEREN TEK ÖZÜ ÖĞRETĐLĐR44
43
II. vii, viii
Üçlü Birlik öğretisi bütün basımlarda, öncelikle Elçilerin Đnanç Açıklaması’nın ilk
maddesinin (Yaradan) analizine dayanır ama 1559 yılına kadar bunun ardından hemen tek
iman nesnesi (scopus) olarak Mesih tartışması gelir. Burada, Ruh’un kurtarma çalışmasının
altında III.ii’ye bırakılan imanla, öğretiş tam bir epistemolojik hazırlık olmadan
sunulmaktadır. Calvin’in yazılarında okur Tanrı için “hükümran” kelimesinin kullanıldığını
44
53
(Geleneksel imana sahip babaların Üçlü Birlik öğretisinde kullandıkları terimler, 1-6)
1 . Tanrı’nın doğası ölçülemez ve ruhsaldır
Tanrı’nın sonsuz ve ruhsal özüyle ilgili Kutsal Yazı’daki öğretiş, sadece popüler
yanılgıları kafamızdan atmak için değil, seküler felsefenin anlaşılmaz yanlarının aksini
kanıtlamak için de yeterli olmalıdır. Eskilerden biri45 yerinde olarak şunu belirtmiştir:
“Gördüğümüz ve görmediğimiz her şey Tanrı’dır.” Buna göre, tanrısallığın dünyanın çeşitli
yerlerine yağdığını düşünmüştür. Ama Tanrı bizi ayık tutmak için, özünden tedbirli şekilde
söz etse de, kullandığım bu iki adla hem akılsızca hayalleri kovar hem de insan zihninin
cesaretini dizginler. Tabii ki, O’nu kendi duygularımızla ölçmeye çalışırken sonsuzluğu bizi
korkutur. Aslında Tanrı’nın ruhsal doğası O’nu dünyasal ya da bedensel diye tasavvur
etmemizi yasaklar. Bu nedenle Tanrı sık sık gökyüzündeki konutundan söz eder. Ve
anlaşılmaz bir şekilde yeryüzünü de doldurur. Ama geç kavrayan zihnimizin yeryüzüne
saplandığını gördüğünde uyuşukluğumuzu ve durgunluğumuzu sarsmak için, haklı olarak,
bizi yeryüzünden yukarıya kaldırır. Bunun sonucu olarak, şeytanı neredeyse Tanrı’ya eşit
kılan iki ilke ortaya atan Manicilerin yanlışını yere serer.46 Kuşkusuz bu yanlış, Tanrı’nın
birliğini baltalıyor ve sonsuzluğunu kısıtlıyordu. Aslında Manicilerin Kutsal Yazı’daki bazı
tanıklıkları kötüye kullanma cesaretleri temeldeki bilgisizliklerinden ileri geliyordu; hatta
iğrenç bir çılgınlıktan kaynaklanıyordu. Kutsal Yazı’da sık sık ağzı, kulakları, gözleri, elleri
ve ayakları olduğu belirtildiği gerçeğine dayanarak, bedeni olan bir Tanrı tasavvur eden
Antropomorfitler47 de kolayca yalanlanır. Dadıların çocuklarla genellikle yaptıkları gibi,
Tanrı’nın bizimle “çocuk diliyle konuşmasının” bir ölçüde alışkanlık haline getirildiğini biraz
aklı olan kim anlamaz? Bu durumda bu konuşma tarzı, O’nun hakkındaki bilgiyi kıt
yeteneğimizle kolayca anlamamız için, Tanrı’nın ne olduğunu çok net olarak açıklamaz. Tanrı
bunu yapmak için, yüceliğinin çok altına inmelidir.
2 . Tanrı’nın üç “Kişiliği”
Ancak Tanrı, Kendisini putlardan çok daha kesin bir biçimde ayırmak için, Kendisini
başka bir özel işaretle de belirtir. Üç kişiliğinin olduğu net olarak düşünülebilecek bir biçimde
tek Tanrı olduğunu duyurur. Bunları kavramazsak, gerçek Tanrı’yı dışlarız, Tanrı sadece
çıplak ve boş bir ad olarak beynimizde uçuşur. Ayrıca hiç kimse Tanrı’nın üç parçadan
oluştuğunu tasavvur etmesin ya da yalın tek özünün üç kişiye bölündüğünü düşünmesin diye,
burada bizi her türlü hatadan uzak tutacak kısa ve kolay bir tanım aramalıyız.
Ama bazıları “kişi” kelimesini sanki insanlar uydurmuşlar gibi nefretle eleştirdikleri
için, önce bunu hangi adalete dayanarak yaptıklarını görmeliyiz. Tanrı’nın Oğluna, “Baba’nın
hypostasis’inin* mührü” diyen elçi [Đbr. 1:3], kuşkusuz Baba’ya Oğul’dan farklı bir öz48
boş boşuna arayacaktır. Yine de ana fikir burada, geleneksel “her şeye gücü yeten” terimi
kullanılarak genelde Sağlayış öğretişinde anlatılmaktadır.
45
Seneca, Natural Questions, Giriş I, 13 (çev. J. Clarke, Physical Science in the Time of Nero, s. 7)
Pens Manichaeus’un ya da Mani’nin (ölm. 277) kurduğu, birbirine zıt iki ilkeye dayalı mezhep.
47
Audius (ölm. 372) tarafından Mezopotamya’da kurulan bu mezhepte, insan Tanrı suretinde yaratıldığı için
(Yar. 1:26) Tanrı’nın insan formunda olduğu öğretilmiştir.
46
*
Hypostasis: Baba’nın ve Oğul’un tanrısal doğasının, onları farklı iki kişi haline getiren
belirgin ve farklı formu. (çev. n.)
48
Bu cümlelerde Calvin’in aklından Đbr. 1:3 geçmektedir. Vulgata’da figura substantiae eius,
KJV’de “kişiliğinin suretinin belirtisi”, RSV’de, “doğasının mührü” diye çevirilen “χαρακτήρ
τής ύποστάσεως αύτού”. 6. yüzyıl yazarları Boethius ve Cassiodorus ύποστάσεως’in Latince
çevrisinde substantia karşılığında subsistentia’yı benimsemişler ve Ortaçağ’da da böyle
kullanılmıştır. Bu dili kullanarak Calvin, Üçlü Birliğin kişilerinin birbirinden farklı olduğunu
kabul etmektedir.
54
atfeder. Hypostasis’in özle aynı olduğunu düşünmek sadece çirkin değil, saçma da olacaktır
(bazı yorumcular sanki Mesih, mührün bastığın balmumuymuş gibi, onun, Baba’nın özünü
Kendi içinde barındırdığı yorumunu getirmişlerdir). Tanrı’nın özü tek ve bölünmez olduğu
için, parçalara ayrılmadan ve türemeden ama yetkin bir bütünlükle her şeyi içermektedir ve
Oğul’a O’nun “mührü” demek uygun olmayacak, hatta akılsızlık olacaktır. Ama Baba, asıl
doğası farklı olsa da, Kendisini bütünüyle Oğul’da açıklamaktadır. Bunun çok iyi bir
nedeninin, Kendi hypostasis’ini Oğul’da görünür kılması olduğu söylenebilir. Oğul’un
“Tanrı’nın yüceliğinin parıltısı” [Đbr. 1:3] olduğu sözünün hemen ardından gelen sözler
bununla yakından uyumludur. Elçinin sözlerinden kuşkusuz, Oğul’da parlayan hypostasis’in
Baba’da olduğu sonucunu çıkarıyoruz. Buradan, Oğul’un hypostasis’inin Baba’dan farklı
olduğunu da kolayca anlıyoruz.
Aynı akıl yürütme Kutsal Ruh için de geçerlidir: Birazdan O’nun Tanrı olduğunu
kanıtlayacağız ama O’nun, Baba’dan farklı olduğunu düşünmek gerekir. Yine de bu, özde
farklılık değildir, özün sayısını artırmak yasal değildir. Bu nedenle, elçinin tanıklığının
inanılırlığı varsa, Tanrı’da üç hypostasis’in bulunduğu sonucu çıkar. Latinler aynı kavramı
“kişi” sözcüğüyle açıklayabildikleri için, bu apaçık olan konuda kavga etmek gereksiz
alınganlık, hatta inatçılıktır. Şayet biri kelime kelime çevirmek isterse, “varlık” kelimesini
kullansın. “Varlık” kelimesini birçok kişi aynı anlamda kullanmaktadır. “Kişilik” sözcüğünü
sadece Latinler değil, Tanrı’da üç prosopa49 olduğu öğretilen Grekler de, belki bunu kabul
ettiklerine tanıklık etmek için kullanmışlardır. Gerek Grekler gerek Latinler olsun, bu
sözcükte ayrılsalar bile, konunun temelinde tümüyle aynı görüştedirler.
3 . “Üçlü Birlik” ve “Kişilik” ifadeleri Kutsal Yazı’nın yorumlanmasına yardım eder
ve bu nedenle kabul edilebilirdir
Sapkınlar, “kişilik” sözcüğü için ağızlarına geleni söyleseler ya da bazı titiz insanlar,
insan zihninin oluşturduğu bir terimin kabul edilmesine yüksek sesle karşı çıksalar da, söz
edilen kişilerden her birinin tümüyle Tanrı olduğu ve birden çok Tanrı olmadığı inancımızı
sarsamazlar. O zaman, Kutsal Yazı’nın tanıklık ettiğinden ve mühürlediğinden başka bir şey
ifade etmeyen kelimeleri onaylamamak ne kadar günahtır!
Çekişmelerin ve anlaşmazlıkların fidesine yatak olacak yabancı terimleri yaymaktansa
sadece düşüncelerimizi değil, sözlerimizi de Kutsal Yazı’nın sınırları içinde tutmamız
yeterlidir, diyorlar. Bu yüzden, kelimeler üzerinde kavga etmekten bıktık, bu yüzden atışarak
gerçeği kaybediyoruz, bu yüzden iğrenç ağız kavgalarıyla sevgiyi mahvediyoruz.
Eğer Kutsal Yazı’da harf harf yazılmış bir kelimenin yerine kullanıldığı
gösterilemeyen bir kelimeye yabancı diyorlarsa, bütün yorumcuları Kutsal Yazı’nın dokusunu
bir araya getirememekle suçlayan adaletsiz bir yasa dayatıyorlar bize aslında. Ama bu tuhaf
bir şekilde uydurulmuş ve batıl şekilde savunulan, bilgi vermekten çok çekişmeye yol açan,
zamansız ya da meyvesiz kullanılan, acımasızlığıyla dine bağlı insanların kulaklarını
tırmalayan, Tanrı Sözü’nün yalınlığının değerini düşüren bir “yabancıysa” – onların ayıklığını
bütün kalbimle benimsiyorum. Tanrı’yla ilgili olarak, düşündüğümüzden daha bilinçsizce
konuşmamız gerektiğini sanmıyorum, çünkü bizim kendi başımıza O’nun hakkında
düşündüğümüz her şey akılsızca ve söylediğimiz her şey saçmadır. Bununla birlikte sınır
korunmalıdır: Hem düşünmenin hem de konuşmanın güvenilir bir kuralını Kutsal Yazı’da
aramalıyız. Hem zihnimizdeki düşünceler, hem de ağzımızdan çıkan sözler buna uygun
olmalıdır. Kafamızı karıştıran ve anlamamızı engelleyen ama vicdanla ve sadakatle Kutsal
Yazı’nın gerçeğine hizmet eden, tedbirli bir şekilde alçakgönüllülükle ve yeri geldiğinde
49
“πρόσωπα “, tekil: “πρόσωπον “ , Latince persona’nın karşılığıdır. “Yüz”, “görünüş”,
“maske”den “kişilik”e kadar değişen anlamlara gelir. Özellikle Üçlü Birlik’teki üç görünüm,
yani “Kişilik” için kullanılır.
55
kullanılan Kutsal Yazı’daki bu konuları daha net kelimelerle açıklamaktan bizi kim alıkoyar?
Bunun yeterince çok örneği vardır. Üstelik kilise “Üçlü Birlik” ve “Kişiler” sözlerini
kullanmak zorunda bırakıldığında söylenecek ne vardır? O zaman biri, bu kelimelerin
yeniliğine kusur bulursa, gerçeği sadece basit ve net anlatan bir şeye kusur bulduğundan,
gerçeğin ışığını taşımaya layık olmadığı için yargılanmayı hak etmez mi?
4 . Kilise, sahte öğretmenlerin maskesini düşürmek için “Üçlü Birlik”, “Kişilik” vb
gibi ifadeleri gerekli görmüştür
Yine de (şayet böyle demek gerekiyorsa) bu tür kelimelerin yeni olması bahaneler
bularak kaçamak cevap veren sahte suçlayıcılara gerçek anlatılırken özellikle önemlidir.
Bugün pak ve sağlıklı öğretişin düşmanlarını yenilgiye uğratmak için gösterdiğimiz büyük
çabalarda bu konuda bol bol deneyim sahibiyiz. Böyle sahtekârca ve yılan gibi kıvırdıkları
çarpıtmalarla bu kaypak yılanlar, cesurca peşlerinden gidilmezse, yakalanmazlarsa ve
ezilmezlerse süzülüp giderler. Bu nedenle ahlaksız dogmalara karşı çeşitli mücadeleler
başlatan eski insanlar, hatalarını kat kat laf kalabalıklarıyla ört bas eden imansızlara hiçbir
hilekarca bahane bırakmamak için, ne hissettiklerini dört dörtlük bir netlikle açıklamak
zorunda kalmışlardır. Arius, apaçık kehanetlere karşı çıkamadığı için, Mesih’in Tanrı ve
Tanrı’nın Oğlu olduğunu kabul etmiştir. Doğru olanı yapıyormuş gibi, başkalarıyla aynı
görüşte olduğunu iddia etmiştir. Yine de bu arada, yaratılmış olan diğerleri gibi, Mesih’in de
yaratıldığına ve bir başlangıcı olduğuna dair boş konuşmalarına son vermemiştir. Eski
insanlar, adamın ustaca hilekarlığını sakladığı yerlerden bulup ortaya çıkarmak için, daha
ileriye giderek Mesih’in, Baba’nın öncesiz ve sonrasız Oğlu olduğunu, Baba’yla aynı özden
olduğunu duyurmuşlardır. Arius yanlıları homoousios50 sözcüğünden en günahkâr şekilde
nefret etmeye ve ona küfür etmeye başladığında imansızlık galeyana gelmiştir. Ama Mesih’in
Tanrı olduğunu başlangıçta içtenlikle ve candan kabul etselerdi, O’nun Baba’yla aynı özden
olduğunu inkâr etmeyeceklerdi. Ufacık bir sözle böyle hararetli bir tartışmanın başlamasına
ve kilisenin esenliğinin zarar görmesine yol açtıkları için, bu dürüst insanları mücadeleci ve
kavgacı diye kim eleştirmeye cesaret edecekti? Ama bu tek sözcük pak imanlı Hristiyanlarla
günahlı Arius’çular arasındaki farklı belirtmektedir. Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un adlarını
neredeyse hiç önemi yokmuş gibi sayan Sabellius51 ortaya çıktıktan sonra, ortaya bir ayırım
koyulmadığı, bunların Tanrı’nın farklı özellikleri olduğu, O’nun böyle birçok özelliği olduğu
tartışıldı. Đş tartışmaya geldiğinde Sabellius, Baba’yı Tanrı, Oğul’u Tanrı ve Ruh’u Tanrı
olarak kabul ettiğini itiraf etmeye alışmıştı; ama sonra bir çıkış yolu bulundu. Tanrı’ya güçlü,
adil ve bilge demekten başka bir şey demediğini söylemekle yetindi. Bu durumda, hiçbir
mevki ya da ayırım olmadan Baba’nın Oğul, Kutsal Ruh’un Baba olduğu eski şarkıyı yeniden
yankılandırdı. O tarihte dine yürekten bağlı olan dürüst ilahiyatçılar, insanın günahlılığını
yerle bir etmek için, aslında tek Tanrı’da üç özelliğin de kabul edilmesi gerektiği yanıtını
yüksek sesle verdiler. Onun hilekar kurnazlığına karşı açık ve yalın gerçekle kendilerini
güçlendirmek için, tek Tanrı’da üç kişiliğin yer aldığını ya da Tanrı’nın birliğinde yer alanın
aynı şey olduğunu aslında onayladılar.
5 . Teolojik terimlerin sınırları ve gerekliliği
Bu durumda, eğer bu terimler alelacele uydurulmadıysa, bunları reddederek aşırı
ataklıkla suçlanmamaya çok dikkat etmeliyiz. Aslında bütün insanlar şu imanda aynı görüşte
50
Homoousios: Aynı özden. Arius’çuluğun reddedildiği Đznik Konseyi’nde (325) vurgulanan
kelime.
51
Buradaki sıra kronolojik değildir. Arius 337 yılında ölmüştür; Sabellius 250 yılı civarında
ortaya çıkmıştır. Onun πρόσωπα öğretişi Schleiermacher’ın savunduğu Üçlü Birlik görüşle
karşılaştırılabilir.
56
olsalardı bunların gömülmüş olmasını isterdim: Baba, Oğul ve Kutsal Ruh tek Tanrı’dır. Yine
de Oğul Baba, Ruh da Oğul değildir ama kendilerine özgü niteliklerle birbirlerinden
farklıdırlar.
Aslında, sadece kelimelerin üzerinde inatla mücadele edecek kadar titiz değilim. Bu
konulardan büyük saygıyla söz eden eski insanların kendi aralarında, hatta birey olarak her
zaman birbirleriyle de aynı görüşte olmadıklarının farkındayım. O zaman konsillerin
yararlandıkları ve Hilary’nin52 haklı gördüğü kurallar nedir? Hangi büyük özgürlüğe
dayanarak Augustinus kimi zaman öne atılmaktadır? Onlar Greklere ve Latinlere ne açıdan
benzemezler? Ama bu farkla ilgili tek bir örnek yeterlidir. Latinler homoousios kelimesini
çevirmek istediklerinde “aynı cevherden” dediler. Bu, Baba’yla Oğul’un özünün bir olduğunu
belirtiyordu. Böylece, “öz” yerine “cevher” kelimesini kullandılar. Aynı şekilde Jerome da,
Damasus’a bir mektubunda Tanrı’nın üç cevheri bulunduğunu belirtmeye saygısızlık
demektedir. Ne var ki, Hilary’nin yazılarında Tanrı’nın üç “cevheri” olduğunu yüzlerce kez
bulursunuz. Ama “hypostasis” kelimesi Jerome’un kafasını nasıl da karıştırır! Tek Tanrı’daki
üç hypostasis’ten söz edildiğinde zehrin pusuya yattığından kuşkulanır! Şayet biri, bu sözcüğü
dine bağlı bir anlamda bile kullansa, yine de Jerome bunun uygun olmayan bir ifade olduğunu
saklamaz. Haksız karalamaları nedeniyle nefret ettiği Doğu’daki piskoposları isteyerek ve
bilerek suçlamaktan çok, içtenlikle konuştuğunda bile bu doğrudur! Bütün dindışı okullarda
ousia’nın* hypostasis’ten başka bir şey olmadığını öne sürerken fazla dürüstlük göstermez.
Kelimenin yaygın ve sık kullanılmasıyla bu, tekrar tekrar çürütülmüş bir görüştür. Augustinus
daha ılımlı ve daha saygılıdır, çünkü hypostasis sözcüğünü bu anlamıyla Latinlerin
kulaklarının yeni duyduğunu söylese de, Greklerin konuşma tarzlarını kendilerine o kadar
bırakır ki, Grekçe ifadeyi örnek alan Latinlere sabır gösterir. Sokrates, Üç Bölümlük
Tarih’inin 6. Kitap’ında hypostasis’le ilgili yazarken, bilgisiz insanların bu kelimeyi bu
konuda yanlış kullandıklarını öne sürer. Ama aynı Hilary, sapkınlara büyük bir suç yükler.
Onların günahlılığı yüzünden, insanın, düşüncesinin kutsallığında kilitli kalması gereken
konuşmasının yarattığı tehlikeye boyun eğmek zorunda kalmaktadır; bunun yasaya uygun
olmayan şeyler yapmak, ifade edilemeyen şeyler söylemek, kabul edilmiş şeylere ihtimal
vermemek olduğu gerçeğini saklamaz. Biraz sonra da yeni terimler ortaya atmaya cesaret
ettiği için uzun uzun özür diler; doğal adları–Baba, Oğul ve Ruh- sıraladığında bunların
dışında ne aranırsa aransın dilin anlamının dışında, duyguların ulaşamayacağı yerde, anlama
yetisinin üzerinde olduğunu ekler. Başka bir yerde de Galya piskoposunun mutlu olduğunu,
çünkü elçilerin çağından beri bütün kiliselerin kabul ettiği eski ve çok yalın olandan başka bir
ikrarı ne anlamaya çalıştıklarını, ne kabul ettiklerini, ne de bildiklerini söyler. Augustinus’un
gerekçesi de buna benzer: bu kadar önemli bir konuda insanın konuşma yeteneğinin
yetersizliği yüzünden, “hypostasis” sözcüğü, ne olduğunu açıklamak için değil, sadece Baba,
Oğul ve Ruh’un nasıl üç kişi olduğu konusunda suskun kalmamak için bize dayatılmıştır.
Ve kutsal insanların bu alçakgönüllülüğü, aklımızın erdiği kelimelerin üzerine yemin
etmek istemeyen denetçiler gibi, çok ciddi şekilde görev almamız için bizi hemen
uyarmalıdır. Yeter ki, bu kibirli, sert ya da kötülük getiren bir kurnazlıkla yapılmasın. Ama
aynı kişiler sonunda yararlı bir konuşma tarzına giderek alışabilsinler diye, bizi böyle
konuşmak zorunda bırakan gerekliliği tartsınlar. Bir yanda Arius’çulara, öte yanda
Sabellius’çulara direnmeleri gerektiğinde, konuyu geçiştirme fırsatının kaçmasına
içerlerlerken Arius’un ya da Sabellius’un öğrencileri olduğu kuşkusunu yaratmasınlar diye,
çok dikkatli olmayı öğrensinler. Arius, Mesih’in Tanrı olduğunu söylemektedir ama O’nun
yaratıldığını ve bir başlangıcının olduğunu da mırıldanmaktadır. Mesih’in Baba’yla bir
52
Poitiers Piskoposu Hilary
Ousia: Tanrı’nın tek doğası, varlığı ya da özü. Baba ve Oğul bunu tamamıyla ve eşit olarak
paylaşırlar. Onları, Tanrı yapan budur (çev. n.)
*
57
olduğunu söyler ama kendi taraftarlarının kulaklarına, tek bir ayrıcalığı bile olsa, O’nun diğer
imanlılar gibi Baba’yla birleştiğini fısıldar. “Aynı özden” deyin ve bu döneklik maskesini
sıyırın ve Kutsal Kitap’a hiçbir şey eklemeyin. Sabellius Baba, Oğul ve Ruh’un Tanrı’da
farklı anlama gelmediğini söylemektedir. Onların üç kişi olduğunu söyleyin, üç Tanrı
olduğunu söylüyorsunuz diye feryat edecektir. Tanrı’nın tek bir özündeki kişilerin üçlü birlik
olduğunu söyleyin; tek kelimeyle Kutsal Yazı’nın bildirdiğini söyleyin ve boş konuşmayı
kesin. Aslında, tedirgin batıl inanç birine, bu terimlere dayanamayacağı kadar baskı
yapıyorsa, “tek” kelimesini duyduğumuzda “cevherlerin birliğini” anlamamız gerektiğini;
“tek özdeki üçlüyü” duyduğumuzda bu üçlü birlikteki kişilerden söz edildiğini hiç kimse
çatlasa da artık inkâr edemez. Kurnazlığa girmeden bu ikrar edildiğinde kelimelerle vakit
öldürmemiz gerekmez. Ama kelimelerin üzerinde kavga çıkaranların gizli bir zehri tedavi
ettiklerini uzun zamandan beri ve tekrar tekrar görüyorum. Sonuç olarak, onları hoşnut etmek
için anlaşılmaz şekilde konuşmaktan çok, onlara inadına karşı koymak daha uygundur.
6 . En önemli kavramın anlamı
Ama terimler konusunda tartışmayı bir yana bırakarak olaydan söz etmeye geçeceğim:
Dolayısıyla Tanrı’nın özündeki “varlığa”, “kişilik” diyorum. Bu, diğerleriyle ilişkili olsa bile,
anlatılamayan özelliğiyle fark edilmektedir. “Varlık” sözcüğüyle “özden” farklı bir şey
anlamalıyız. Söz, basitçe Tanrı olsaydı ve yine de başka bir karakteristik işareti olmasaydı,
Yuhanna, Söz’ün her zaman Tanrı’yla birlikte olduğunu söylerken yanılmış olacaktı [Yu.
1:1]. Söz’ün Tanrı olduğunu ekledikten hemen sonra özün birliğini bize hatırlatmaktadır. Ama
Söz, Baba’da olmadan Tanrı’yla birlikte olamayacağı için, buradan varlık fikri ortaya çıkar.
Söz, ortak bir bağla özle birleşse ve ondan ayrılamasa bile, özden farklı olan özel bir işareti
vardır. Üç varlıktan her birinin, birbiriyle ilişkisi olsa da, kendi özelliğiyle ayırt edilebildiğini
söylüyorum. Burada bu “ilişki” apaçık ifade edilmektedir: çünkü basitçe ve belirtmeden
Tanrı’dan söz edilen yerde bu ad Oğul’a ve Ruh’a Baba’dan daha az ait değildir. Ama Baba,
Oğul’la karşılaştırılır karşılaştırılmaz her birinin karakteri birbirinden ayırt edilir. Üçüncüsü,
her birine tek tek uygun olanın, sözlere dökülemez olduğunu öne sürüyorum, çünkü ayırt edici
bir işaret olarak Baba’yla atfedilen şey, Oğul’la bağdaşamaz ve O’na aktarılamaz.
Tertullianus’un, Tanrı’da özün birliğini etkilemeyen bir tür paylaşım ya da tasarruf olduğu
tanımından, doğru anlamda anlaşılması koşuluyla, hoşnutsuzluk duymuyorum.
(Oğul’un sonsuz Tanrılığı, 7-13)
7 . Söz’ün Tanrısı
Yine de daha çok yol almadan önce Oğul’un ve Kutsal Ruh’un tanrılığına işaret
etmeliyim. Daha sonra bunların birbirinden ne kadar farklı olduklarını göreceğiz.
Kuşkusuz, Tanrı’nın Sözü, Kutsal Yazı’da önümüze koyulduğunda ve hem atalara
duyurulan kehanetlerin hem de peygamberliklerin havaya fırlatılan, Tanrı’nın dışında ortaya
çıkan, uçup giden ve yok olan birer ifade olduğunu düşünmek saçmalığın zirvesi olacaktır.
Tam tersine “Söz”, hem bütün kehanetlerin hem de bütün peygamberliklerin kaynaklandığı,
Tanrı’nın sahip olduğu sonsuz Bilgelik anlamındadır. Petrus’un tanıklık ettiği üzere, eski
peygamberler tıpkı elçiler ve daha sonra da göksel öğretişe hizmet eden herkes gibi,
içlerindeki Mesih’in Ruhu’yla konuşuyorlardı [1Pe. 1:10-11; Krş. 2Pe. 1:21]. Aslında henüz
Mesih görünmemiş olduğu için, Söz’ün öncesizlikte Tanrı’nın Oğlu olduğunu anlamak
gerekir [Krş. Sirak 24:14]. Ama araçları peygamberler olan bu Ruh, Söz’ün Ruhu’ysa O’nun
Tanrı olduğu sonucuna hiç kuşkusuz varırız. Musa, evrenin yaratılışında bu Söz’e aracılık
ettiğini açıkça öğretmektedir. Tanrı’nın anlaşılmaz görkemi suretine yansıyamazsa Tanrı’nın,
yaratılışta tek tek yaptığı işlerde neden “şu ya da bu olsun” [Yar. 1. Böl.] dediğini Musa neden
bize açıkça anlatır? Kusur arayan gevezelerin Söz’ün bir emir ve hüküm olarak anlaşılması
gerektiğini söyleyerek bunu yaymaları kolaydır. Ama dünyanın Oğul aracılığıyla yaratıldığını
58
ve O’nun, her şeyi güçlü sözüyle sürdürdüğünü [Đbr. 1:2-3] öğreten elçiler daha iyi birer
yorumcudur. Burada Söz’ün, Oğul’un emri ve direktifi olduğunu görüyoruz. Oğul, Baba’nın
sonsuz ve esas Sözü’dür. Aslında aklı başında ve alçakgönüllü insanlar Süleyman’ın ifadesini
anlaşılmaz bulmazlar. Süleyman, bilgeliği öncesizlikte Baba tarafından oğulluğa alınma
[Sirak 24:14] ve yaratılışı ve Tanrı’nın işlerini yönetme [Özd. 8:22 vdd] diye tanımlar. Tanrı
değişmez ve sonsuz planını ve daha gizli şeyleri belirlediğinde Tanrı’nın isteminin geçici
olduğunu düşünmek akılsızlık ve aptallık olacaktır. Mesih’in şu deyişi burada da geçerlidir:
“Babam hâlâ çalışmaktadır, ben de çalışıyorum” [Yu. 5:17]. Dünyanın ilk başından beri
Baba’yla birlikte çalıştığını onaylayarak Mesih, Musa’nın kısaca değindiği şeyi daha net
olarak anlatmaktadır. Bu nedenle, Tanrı’nın, Söz’ün bu işte payı olduğunu ve bu işin ikisinin
ortak işi olduğunu söylediği sonucunu çıkarıyoruz. Ama Yuhanna, Tanrı olan, başlangıçtan
beri Tanrı’yla birlikte olan Söz’ün aynı zamanda Baba Tanrı’yla birlikte her şeyin nedeni
olduğunu duyururken daha net konuşmuştur [Yu. 1:1-3]. Yuhanna, anlattıklarıyla, Söz’e
hemen sağlam ve sonsuz bir öz atfedip, O’nu Kendisine özgü eşsiz bir özellikle bağdaştırarak,
Tanrı’nın evrenin Yaratan’ı olduğunu apaçık göstermektedir. Bu nedenle, Tanrı’nın yaptığı
bütün açıklamalar doğru olarak, “Tanrı’nın Sözü” terimiyle adlandırıldığına göre, bu
doyurucu Söz, bütün kehanetlerin kaynağı olarak en yüksek düzeye güzelce yerleştirilir. Söz,
sonsuza kadar değişmez olarak Tanrı’yla bir ve aynıdır ve Tanrı’dır.
8 . Söz’ün sonsuzluğu
Bazı köpekler burada havlarlar. O’nun tanrısallığını açıkça elinden almaya cesaret
edemeseler de, sonsuzluğunu çalarlar. Tanrı, evrenin yaratılışında kutsal ağzını açtığında
Söz’ün ilk kez oluşmaya başladığını söylerler. Ama Tanrı’nın özünde bir tür yenilik
keşfederken çok düşüncesizler. Çünkü Tanrı’nın (yerin ve göğün Yaratanı dendiğindeki gibi)
dışsal etkinlikleriyle ilgili olan adları, O’nun işinin var olmasından sonra O’na verilmeye
başlanmıştır. Bu durumda dine bağlılık, Tanrı’nın yeni bir şey bulduğunu anlatan hiçbir adı
kabul etmez ya da izin vermez. Eğer beklenmedik bir şey olmuşsa, Yakup’un ifadesi tam
yerine oturmaktadır: “Her mükemmel armağan yukarıdan, kendisinde değişkenlik gölgesi
olmayan Işıklar Babası’ndan gelir” [Yak. 1:17]. Bu nedenle, hem her zaman Tanrı olan, hem
de sonra evrenin sanatçısı olan Söz’ün başlangıcını tasavvur etmemizden daha hoş
görülmeyecek bir şey yoktur. Ama Musa’nın, o zaman Tanrı’nın ilk kez konuştuğunu
anlatarak, O’nda daha önce Söz’ün olmadığına ima ettiğini öne sürdüklerinde kurnazca akıl
yürütüyorlar. Hiçbir şey bundan daha saçma değildir! Bir şey belli bir zamanda görünmeye
başladığı için, onun, daha önce asla var olmadığı sonucunu çıkarmamalıyız. Ben, çok daha
başka bir sonucu varıyorum: Söz, Tanrı, “Işık olsun” [Yar. 1:3] demeden önce de vardı ve
Söz’ün gücü meydana çıkmıştı, devam ediyordu. Şayet biri, ne kadar zaman önce diye sorarsa
başlangıcının olmadığını görecektir. O, “Baba, dünya var olmadan önce ben senin
yanındayken sahip olduğum yücelikle şimdi beni yanında yücelt” [Yu. 17:5] dediğinde, belirli
bir zaman aralığı sınırı koymamaktadır. Yuhanna da, şunu görmezlikten gelmez: Mesih,
evrenin yaratılışına geçmeden önce [Yu. 1:3], “Başlangıçta… Söz Tanrı’yla birlikteydi” [Yu.
1:1] der. Bu nedenle, Tanrı’nın zamanı başlatmasının dışında algılanan Söz’ün her zaman
O’nunla birlikte olduğunu bir kez daha belirtiyoruz. Bu, O’nun sonsuzluğunu, gerçek özünü
ve tanrısallığını kanıtlamaktadır.
9 . Mesih’in Eski Antlaşma’daki tanrısallığı
Üstelik O’nun Aracı kişiliğine henüz değinmiyorum ama bunu kurtarışı ele alıncaya
kadar erteliyorum.9 Buna rağmen, Mesih’in ete bürünmüş Söz olduğunu herkesin kabul
etmesi gerektiği için, Mesih’in Tanrılığını onaylayan tanıklıklar uygun şekilde buraya dâhil
9
Bu konu II. xii-xvii’de tartışılmaktadır.
59
edilmektedir. Mez. 45’de, “Ey Tanrı, tahtın sonsuzluklar boyunca kalıcıdır” denir [Mez.
45:6]. Yahudiler10 buna arkalarını dönmekte ve Elohim adını meleklerle en yüce güçlere
uygun görmektedirler. Ama Kutsal Yazı’nın hiçbir yerinde yaratılan biri için sonsuz tahtın
yüceltildiğini görmüyoruz; aslında O’na sadece Tanrı değil, sonsuz yönetici de deniyor.
Ayrıca bu ad, Musa’nın firavuna karşı Tanrı gibi yapıldığı söylendiğinde [Çık. 7:1], bir
ekleme yapılmaksızın kimseye bahşedilmemektedir. Başkalarının bunu firavunun Tanrı’sı
diye okumaları son derece aptalcadır. Aslında, tek yetkinlik olarak dikkat çeken şeye,
çoğunlukla “tanrısal” dendiğini kabul ediyorum ama burada böyle bir yorumun güç, zoraki ve
aslında anlamsız olduğu bağlamdan kolayca anlaşılmaktadır.
Ama inatçılıklarından vazgeçmezlerse Yeşaya’nın, Mesih’i, hem Tanrı hem de tapılan
en yüce güç olarak belirttiği çok nettir. Bu da, Tanrı’nın karakteristik işaretidir. Yeşaya, “Ona
Güçlü Tanrı, gelecek çağın Babası diyecekler” vb demektedir [Yşa. 9:6, mealen]. Yahudiler
burada ağızlarına geleni söylerler ve böylece okumayı tersine çevirirler. “Güçlü Tanrı’nın,
gelecek çağın Baba’sının O’na vereceği ad bu olacak” diyerek Oğul’a sadece Esenlik Prensi
adını bırakırlar. Ama peygamberin niyeti, imanımızı Mesih’te inşa edelim diye, O’nu apaçık
işaretlerle donatmak olduğu için, burada Baba Tanrı’nın üzerine ne amaçla bu kadar ad
yığılır? Bu yüzden, O’na “Đmmanuel” demeden az önce aynı nedenden dolayı, “Güçlü Tanrı”
dendiğinden hiç kuşku yoktur. Yeremya’nın, “Đşte Davut için doğru bir dal…O, ‘Yahve
doğruluğumuzdur’ adıyla anılacak” [Yer. 23:5-6; Krş. 33:15-16] ifadesinden daha net
anlaşılan nedir? Ayrıca Yahudiler, Tanrı’nın diğer adlarının birer unvandan başka bir şey
olmadığını, ağza alınmaz olduğunu söyledikleri sadece bu adın [Yahve], O’nun özünü
açıklayan bir ad olduğunu öğrettikleri için, başka bir yerde [Yşa. 42:8] görkemini başka
birine bırakmayacağını duyuran tek Oğul’un sonsuz Tanrı olduğu sonucunu çıkarıyoruz.
Aslında Yahudiler buraya sığınıyorlar. Musa’nın yaptığı sunağa bu adı koyduğunu ve
Hezekiel’in de yeni Yeruşalim kentinde böyle yaptığını belirtiyorlar. Ama sunağın,
“Musa’nın övdüğünün” Tanrı olduğunu hatırlatmak için yapıldığını ve sadece Tanrı’nın
varlığına tanıklık etmek için, Yeruşalim’e O’nun adının damgasının vurulmadığını kim
görmez? Peygamber de şöyle der: “O günden başlayarak kentin adı ‘Yahve orada’ olacak”
[Hez. 48:35]. Aslında Musa, şu açıklamayı yapar: “Musa bir sunak yaptı ve adını ‘Yahve
sancağımdır’ koydu” [Çık. 17:15]. Ama Yeremya’nın başka bir ifadesi daha çok tartışılmaya
devam edilir. Burada şu sözlerle Yeruşalim arasında aynı bağlantı kurulur: “O, ‘Yahve
doğruluğumuzdur’ adıyla anılacak” [Yer. 33:16] Yine de bu tanıklık, destek vermekten çok
savunduğumuz gerçeği gölgelemekten çok uzaktır. Yeremya, daha önce Mesih’in, doğruluğun
kaynağı gerçek Yahve olduğuna tanıklık ederken, şimdi Tanrı’nın kilisesinin, aynı adı
yüceltecek kadar bunun apaçık farkında olduğunu duyurmaktadır. Bu durumda önceki ifadede
doğruluğun kaynağı ve nedeni ortaya koyulmaktadır; ikincisineyse etki eklenmektedir.
10 . “Sonsuz Tanrı’nın Meleği”
Ama bu kanıt Yahudileri tatmin etmiyorsa, Yahve’nin, melek kişiliğinde sık sık ortaya
çıktığı gerçeğinden hangi kurnazlıklarla kaçacaklarını ben anlamıyorum. Kutsal atalara bir
meleğin göründüğü ve onun, Sonsuz Tanrı’nın adında hak iddia ettiği söylenir [Hak. 6:11, 12,
20, 21, 22; 7:5, 9]. Şayet biri, bunu O’nun oynadığı rolle ilgili olarak söylenen bir kural dışılık
diye alırsa, güçlük bu şekilde kesinlikle çözülmez. Çünkü kul olarak melek, kendisine sunu
sunulmasına izin veremeyecek ve böylece Tanrı’yı saygıdan yoksun etmeyecektir. Ne var ki,
melek ekmek yemeyi kabul etmeyerek Yahve’ye sunu sunulmasını emretmektedir [Hak.
13:16]. Aslında bu gerçek, O’nun Yahve olduğunu kanıtlar [13. Böl.]. Bu durumda Manoah’la
karısı bu işaretten sadece bir melek değil, Tanrı’yı gördükleri sonucunu çıkarırlar. “Kesinlikle
10
Burada söz edilen görüşler Ortaçağdaki Yahudi yorumcuları Rashi (ölm. 1105), Abraham
Đbn Ezra (ölm. 1167) , Rashi (ölm. 1105) ve David Kimchi’nin (ölm. 1235) görüşleridir.
60
öleceğiz…Çünkü Tanrı’yı gördük” diye bağırmalarının nedeni budur [13:22]. Karısı, “Rab
bizi öldürmek isteseydi, yakmalık sunuyu ve tahıl sunusunu kabul etmezdi” [13:23] yanıtını
verdiğinde, daha önce melek dediklerinin aslında Tanrı olduğunu itiraf etmektedir. Ayrıca
meleğin yanıtı bütün kuşkuları dağıtmaktadır: “Adımı niçin soruyorsun?... Adım
tanımlanamaz” [13:18].
Servetus’un dinsizliği, RAB’in Kendisini Đbrahim’e ve diğer atalara açıklamadığını
ama O’nun yerine bir meleğe tapıldığını öne sürdüğünde daha da iğrençti. Ancak kilisenin
geleneklere bağlı ilahiyatçıları, o zaman önceden alınan bir tat gibi, Tanrı’nın Sözü olacak
başmeleğin, Aracılık görevini yerine getirmeye başladığı yorumunu doğru ve sağgörülü bir
şekilde yapmışlardır. Henüz bedene bürünmemiş olsa bile, imanlılara daha yakından
yaklaşmak için, deyim yerindeyse aracı olarak yere inmiştir. Bu nedenle, bu yakın ilişkiyle
O’na melek adını verilmiştir. Bu sırada Tanrı olarak, kelimelerle ifade edilemeyen yüceliğini
korumuştur. Hoşea da aynı şeyi söyler. Yakup’un melekle güreşmesini anlattıktan sonra, “Adı
Yahve, Orduların Tanrı’sı Yahve diye anılır” [Hoş. 12:4-5] der. Yine Servetus, Tanrı’nın
melek kişiliğini aldığını acı acı havlamaktadır. Sanki peygamber, Musa’nın, “Neden adımı
soruyorsun?” [Yar. 32:29] demesini aslında onaylamıyormuş gibi! Yakup, “Tanrı’yla yüzyüze
görüştüm” [30. a.] dediğinde, kutsal ata bu itirafıyla, O’nun yaratılmış bir melek olmadığını,
içinde bütünüyle tanrısallığın bulunduğunu yeterince duyurmaktadır. Pavlus’un, Mesih’in
çöldeki insanların önderi olduğu sözü de böyledir [1Ko. 10:4]; alçakgönüllülüğün zamanı
henüz gelmemiş olsa da, sonsuz Söz, geleceği önceden bildirilen bir görevliyi açıklamaktadır.
Zekeriya’nın ikinci bölümünü tarafsızca gözden geçirirsek, diğer meleği gönderen meleğin
[Zek. 2:3], hemen Orduların Tanrı’sı olduğu duyurulur ve en yüce güç O’na atfedilir [9. a.].
Đmanımıza güvenle uyan sayısız tanıklığı, bunlar Yahudileri bir nebze etkilemese bile,
geçiyorum. Yeşaya’da, “Đşte Tanrımız budur; O’na umut bağlamıştık, bizi kurtardı” [Yşa.
25:9] dendiğinde, burada halkını kurtarmak için tekrar ayağa kalkan Tanrı’dan söz edildiğini
herkes gözleriyle görebilir. Đki kez tekrarlanarak vurgulanan kanıtlar burada Mesih’ten
başkasından söz edilmesine olanak sağlamaz. Malaki’de daha net ve daha dolu dolu bir ifade
vardır. Bir zamanlar beklenen yöneticinin tapınağına geleceğini vaat eder [Mal. 3:1]. Elbette
bu tapınak tek yüce Tanrı’dan başkasına ait olmayan bir kutsal mekandı ama peygamber
onun, Mesih’in olduğunu öne sürer. Buradan, O’nun Yahudilerin her zaman tapmış oldukları
aynı Tanrı olduğunu sonucuna varılır.
11. Yeni Antlaşma’da Mesih’in Tanrılığı: Elçilerin tanıklığı
Dahası, Yeni Antlaşma sayısız tanıklıkla doludur. Bu nedenle, hepsini yığmaktansa
kısa bir seçim yapma zahmetine girmeliyiz. Ama Mesih, bedende göründükten sonra elçiler
O’ndan Aracı diye söz etseler de, benim ortaya koyacaklarım O’nun sonsuz Tanrılığına uygun
bir kanıt olacaktır.
Her şeyden önce, sonsuz Tanrı’yla ilgili olarak daha önceden söylenen şeyin zaten
Mesih’te açıklandığını ya da bir gün O’nda tezahür ettiğine dair öğretişleri özellikle dikkat
değer. Yeşaya, Orduların Rab’binin, “Đsrail’in iki krallığı için sürçme taşı ve tökezleme
kayası” olacağı konusunda peygamberlik ederken [Yşa. 8:14], Pavlus, bu peygamberliğin
Mesih’te yerine geldiğini duyurur [Rom. 9:32-33]. Bu nedenle Mesih’in, Orduların Rab’bi
olduğunu söyler. Aynı şekilde başka bir yerde de, “Tanrı’nın [Mesih’in] yargı kürsüsü önüne
hepimiz çıkacağız” demektedir [Rom. 14:10]. “Yazılmış olduğu gibi... her diz önümde
çökecek” [Rom. 14:11], “Her dil bana ant içecek” [Yşa. 45:23] denir. Yeşaya’da Tanrı,
Kendisiyle ilgili olan bu bilgiyi önceden verdiği ve aslında Mesih, bunu Kendisinde gösterdiği
için, buradan O’nun, yüceliği başkasına verilemeyen aynı Tanrı olduğu sonucuna
varılmaktadır. Pavlus’un, Efeslilere alıntı yaptığı Mezmur’un, sadece Tanrı’yı içerdiği
bellidir: “Yükseğe çıktı ve tutsakları peşine taktı” [Ef. 4:8; Mez. 68:18]. Tanrı dikkati çeken
bir zaferinde yabancı uluslara karşı gücünü ortaya koyduğunda böyle bir yükseğe çıkmanın
61
önceden bildirildiğini anlayan Pavlus, bunun tam olarak Mesih’te göründüğünü
duyurmaktadır. Böylece Yuhanna, Yeşaya’nın, Tanrı’nın yüceliğini gördüğünü yazsa da,
peygamberin görümü aracılığıyla açıklananın Oğul’un görkemi olduğuna tanıklık etmektedir
[Yu. 12:41; Yşa. 6:1]. Đbranilere Mektup’ta elçinin Oğul’la bağdaştırdığı Tanrı’nın unvanları
açıkça hepsinden daha görkemlidir: “Ya Rab, başlangıçta dünyanın temellerini sen attın” [Đbr.
1:10; Mez. 102:25]. Aynı şekilde, “Rab’be tapın, ey bütün melekleri” [Mez. 97:7; Krş. Đbr.
1:6]. Yine de bunları Mesih’e yorduğunda elçi yanlış kullanmış olmaz. Aslında Mezmurlar’da
söylediklerini, ancak O yerine getirir. Çünkü yükseğe çıkan, Siyon’a sevecenlik gösteren
[Mez. 102:13]; bütün ulusları ve bütün adaların üzerinde hüküm süreceğini söyleyen [Mez.
97:1] O’dur. Yuhanna, Söz’ün Tanrı olduğunu duyururken, Tanrı’nın yüceliğini Mesih’e
atfetmekte neden tereddüt edecekti [Yu. 1:1, 14]? Pavlus, daha öne, O’nun “sonsuza dek
övülecek Tanrı” [Rom. 9:5] olduğunu söyleyerek, Mesih’in Tanrı olduğunu bu kadar açık
bildirdiğinde O’nu Tanrı’nın yargı kürsüsüne oturtmaktan [2Ko. 5:10] neden korkacaktı? Bu
açıdan ne kadar tutarlı olduğunu belirmek için, başka bir ifadesinde, “O, bedende göründü”
diye yazar [1Ti. 3:16]. Pavlus’un başka bir yerde onayladığı gibi [1Ti. 1:17], Tanrı, sonsuza
kadar övülecekse, bütün yüceliği ve saygıyı hak eden O’dur. Pavlus bunu saklamaz, açıkça
duyurur: “Mesih, Tanrı özüne sahip olduğu halde, Tanrı’ya eşitliği sımsıkı sarılacak bir hak
saymadı” [Flp. 2:6]. Đmansızlar sahte bir tanrı için mızmızlanmasınlar diye, Yuhanna “O,
gerçek Tanrı ve sonsuz yaşamdır” diyerek daha da ileri gitmiştir. Yine de, özellikle birçok
değil, tek bir Tanrı olduğunu uygun şekilde bize duyuran tanıklıkla [Yas. 6:4] O’na Tanrı
denmesi bizim için yeterince fazladır. Üstelik, “Yerde ya da gökte ilah diye adlandırılanlar
varsa da…bizim için tek bir Tanrı vardır” [1Ko. 8:5-6] diyen de aynı Pavlus’tur. Aynı
ağızdan, “O, bedende göründü” [1Ti. 3:16], “Rab, kiliseye kendi kanı pahasına sahip oldu”
[Elç. 20:28] diye duyduğumuzda, Pavlus’un asla kabul etmediği ikinci bir tanrıyı neden
düşünelim? Bütün Tanrı insanlarının görüşü kuşkusuz aynıdır. Aynı şekilde Tomas da, O’nun,
Rab’bi ve Tanrı’sı olduğunu açıkça belirtmekte [Yu. 20:28] ve her zaman taptığı tek Tanrı
olduğunu böylece ikrar etmektedir.
12 . Mesih’in Tanrılığı yaptığı işlerde görülmektedir
Şayet Kutsal Yazı’da O’nunla bağdaştırılan işlere bakarak O’nun Tanrı olduğunu
düşünürsek, O’nun tanrılığı daha net ortaya çıkar. Aslında, ta başından bu yana Baba’yla
birlikte çalıştığını söylediğinde [Yu. 5:17], O’nun diğer bütün sözleri karşısında son derece
akılsız olan Yahudiler, O’nun tanrısal güçten yararlandığını yine de hissetmişlerdi. Ve bu
nedenle, Yuhanna’nın söylediği gibi, “Yahudi yetkililer O’nu öldürmek için daha çok gayret
ettiler. Çünkü yalnız Şabat Günü düzenini bozmakla kalmamış, Tanrı’nın kendi Babası
olduğunu söyleyerek kendisini Tanrı’ya eşit kılmıştı” [Yu. 5:18]. O’nun tanrısallığının burada
apaçık bildirildiğini anlamıyorsak ne kadar akılsız olmalıyız? Doğrusu, sağlayışı ve kudretiyle
evreni yönetmesi, gücünden kaynaklanan egemenliğiyle her şeyi düzenlemesi için Elçilerin
Mesih’le bağdaştırdıkları işler sadece Yaratan’ın işlevleridir. Mesih, sadece Baba’yla birlikte
dünyayı yönetme görevine katılmaz; yaratılanlara açıklanamayan başka kişisel görevler de
yürütür. RAB, peygamberi aracılığıyla, “Kendi uğruma suçlarınız silen benim, evet, benim”
demektedir [Yşa. 43:25]. Bu söze göre, Yahudiler, Mesih’in günahları bağışlayarak Tanrı’ya
karşı hata işlediğini düşündüklerinde, Mesih sadece kelimelerle iddiada bulunmuyordu, bu
gücün O’na ait olduğunu da mucizelerle kanıtlıyordu [Mat. 9:6]. Bu durumda Rab’bin, sadece
egemenliğe değil, Kendisinden başka birine verilmeyeceğini söylediği günahları bağışlama
gücüne de fiilen sahip olduğunu anlıyoruz. Ne? Yüreklerdeki sessiz düşünceleri araştırmak ve
anlamak sadece Tanrı’ya özgü değil mi? Ama Mesih’in de bu gücü vardır [Mat. 9:4; Krş. Yu.
2:25]. O’nun Tanrı olduğu sonucuna buradan varıyoruz.
13 . Mesih’in tanrılığı mucizelerinden anlaşılmaktadır
62
O’nun tanrılığı mucizelerinde ne kadar apaçık ve net görülür! Hem peygamberlerin
hem de elçilerin O’nunkiyle eşit ve benzer mucizeler yaptıklarını kabul etsem bile, yine de şu
açıdan çok büyük bir fark vardır: Onlar yaptıkları hizmetlerde Tanrı’nın armağanlarını
saçarlar ama O, Kendi gücünü ortaya koyar. Aslında kimi kez Baba’yı yüceltmek için duadan
yararlanır [Yu. 11:41]. Ama çoğunlukla bize Kendi gücünü gösterdiğini görüyoruz. Kendi
yetkisiyle başkalarına mucizeler dağıtan Mesih, neden mucizelerin yazarı olmayacaktı?
Müjdeci, O’nun, elçilerine ölüleri diriltme, cüzamlıları iyileştirme, cinleri çıkarma vb gücü
verdiğini anlatmaktadır [Mat. 10:8; Krş. Mar. 3:15; 6:7]. Ayrıca onlar da, bu gücün Mesih’ten
başkasından gelmediğini yeterince gösterecek şekilde bu hizmeti yapmışlardır. Petrus, “Đsa
Mesih’in adıyla yürü” demektedir [Elç. 3:6]. Mesih, Yahudilerin inançsızlığını yıkmak için bu
mucizeleri yaptıysa, o zaman bunların O’nun gücüyle gerçekleşmesi ve O’nun tanrılığına tam
olarak tanıklık etmesi çok doğaldır [Yu. 5:36; 10:37; 14:11].
Ayrıca Tanrı’nın dışında kurtuluş, doğruluk, yaşam yoksa ama Mesih bütün bunları
Kendisinde barındırıyorsa Tanrı gerçekten açıklanmaktadır. Mesih’in kurtuluşu almadığı ama
Kendisinin kurtuluş olduğu söylendiği için, yaşamın ve kurtuluşun Tanrı tarafından Mesih’e
aşılandığını söyleyerek kimse bana karşı çıkmasın. Tanrı’dan başka kimse iyi değilse [Mat.
19:17] sıradan bir insan nasıl kendi başına –iyi ve adil demiyorum- iyilik ve adalet olabilir?
Müjdecinin tanıklığıyla nasıl olur da yaşam, ta Yaratılış’ın başından beri O’nda olabilir ve O,
insanların ışığı olarak nasıl yaşam olabilir [Yu. 1:4]? Bu durumda bu kanıtlara dayanarak,
yaratılanlara güvenmenin Tanrı’ya karşı saygısızca bir dinsizlik olduğunu bilmemize rağmen,
O’na iman etmeye ve O’ndan ümit etmeye cesaretimiz vardır. “Tanrı’ya iman edin, bana da
iman edin” [Yu. 14:1]. Ve bu nedenle Pavlus, Yeşaya’daki iki parçayı, “O’na iman eden
utandırılmayacak” [Rom. 10:11; Yşa. 28:16] ve “Bir başkasının attığı temel üzerine inşa
etmemek için Müjde’yi Mesih’in adının duyulmadığı yerlerde yaymayı amaç edindim” [Rom.
15:12; Yşa. 11:10] şeklinde yorumlamaktadır. “Bana iman edenin sonsuz yaşamı vardır”
[örn.Yu. 6:47] cümlesine bu kadar sık rastladığımızda neden bu konuda Kutsal
Yazı’lardakinden daha çok tanıklık arayalım? Şimdi imana dayanan dua da Mesih’in hakkıdır.
Başka her şey gibi, bu dua da özellikle tanrısal görkeme aittir. Çünkü peygamber, “O zaman
RAB’bi adıyla çağıran herkes kurtulacak” demektedir [Yoe. 2:32]. Başka bir yerde, “Yahve
adı güçlü bir kuledir: doğru kişi ona uçacak ve kurtulacaktır” demektedir [Mez. 18:10] * Ama
kurtuluş için Mesih’in adına yakarılıyor; bu nedenle O’nun Yahve olduğu sonucu çıkıyor.
Ayrıca, “Rab Đsa, ruhumu al” diyen Đstefanos’un bu yakarışı bizim için iyi bir örnektir [Elç.
7:59]. Daha sonra da aynı kitapta Hananya, “Rab, senin adını anan bütün kutsallarına bu
adamın nice kötülük yaptığını biliyorsun” diyerek bütün kiliseye tanıklık etmektedir [Elç.
9:13-14]. “Tanrılığın bütün doluluğunun bedence Mesih’te bulunduğunun” [Kol. 2:9] daha iyi
anlaşılması için elçi, Korintlilere O’nu tanıtmaktan başka öğretişte bulunmadığını ve bundan
başka bir şey vaaz etmediğini kabul eder [1Ko. 2:2].
Soruyorum, Tanrı sadece Kendisini tanımakla övünmemizi emrettiğinde [Yer. 9:24]
sadece Oğul’un adının bize duyurulması ne kadar olağanüstü ve önemli? Bizim tek övünme
nedenimiz olan O’nun hakkında bilgi sahisi olduğumuzda kim O’ndan sadece yaratılan diye
söz etmeye cesaret etmiştir? Bunun dışında Pavlus, mektuplarının başına eklediği selamlarda
aynı bereketler için Baba’ya olduğu kadar Oğul’a da dua eder [Rom. 1:7; 1Ko. 1:3; 2Ko. 1:2;
Gal. 1:3 vb]. Bu bize, Oğul’un sadece Göklerdeki Baba’mızın bahşettiklerinin bize
ulaşmasına aracılık etmediğini, güce ortak olarak katılan Oğul’un bunların yazarı olduğunu da
öğretmektedir. Bu pratik bilgi, dayanaksız bir görüşten kuşkusuz daha kesin ve sağlamdır.
Aslında burada Tanrı’ya bağlı bir zihin, kendisini canlanmış, aydınlanmış, korunmuş,
aklanmış ve kutsanmış hissettiğinde Tanrı’nın varlığını kavramakta ve O’na neredeyse
dokunmaktadır.
*
Bir Keruv’a binip uçtu, rüzgâr kanatlar takarak hızla geldi” 2003³; 1995 (çev. n.)
63
(Ruh’un öncesi ve sonrası olmayan tanrılığı, 14-15)
14 . Ruh’un tanrılığı yaptığı işte görülmektedir
Bu durumda Ruh’un tanrılığının kanıtını aynı kaynakta aramalıyız. Aslında Yaratılış
tarihinde Musa’nın tanıklığı çok nettir: “Tanrı’nın Ruhu suların üzerinde” yani şekilsiz
maddenin üstünde “dalgalanıyordu”
(Yar. 1:12]. Bu (şimdi algıladığımız) evrenin
güzelliğinin sadece gücünü ve korunmasını Ruh’un kudretine borçlu olduğunu değil, Ruh’un,
bu güzelleştirmeyi yapmadan önce bile, bu karmakarışık kütleyle ilgilendiğini de
göstermektedir. Đnsanlar Yeşaya’nın, “Egemen Rab şimdi beni ve Ruh’unu gönderiyor” [Yşa.
48:16] ifadesini tam olarak anlayıp açıklayamıyorlar. O, peygamberleri göndererek, Kutsal
Ruh’la en yüce gücü paylaşmaktadır. O’nun tanrısal görkemi burada Kendini gösteriyor. Ama
dediğim gibi, bizim için en iyi kanıt, bilinen bereket olacaktır. Çünkü Kutsal Yazı’nın O’na
atfettiği ve bizim Tanrı’ya bağlılıktan edindiğimiz kesin deneyimle öğrendiğimiz,
yaratılanlardan çok uzaktadır. Her şeyi sürdüren, her şeyin gelişmesine neden olan,
gökyüzünde yeryüzünde her şeye ivme kazandıran, her yere yayılmış olan Ruh’tur. Hiçbir
sınırla kısıtlanmamış olduğu için, yaratılmışlar kategorisinin dışındadır; ama enerjisini her
şeye aktarır ve onlara öz, yaşam ve hareket solur. Aslında O, apaçık tanrısaldır.
Ayrıca bozulmayan bir yaşama yeniden doğuş, şimdiki gelişmeden daha yüce ve çok
daha olağanüstüyse O’nun, gücünü kimden aldığını düşünmemiz gerekiyor? Kutsal Kitap
O’nun yeniden doğuşun yazarı olduğunu birçok yerde öğretiyor. O, alıntı yapmıyor, kendi
enerjisiyle yazıyor ve sadece bunu değil, gelecekteki ölümsüzlüğü de yazıyor. Kısacası,
Oğul’a verildiği gibi, O’na da özellikle Tanrı’ya ait olan işlevler veriliyor. “Çünkü Ruh…
Tanrı’nın derin düşüncelerini bile araştırır” [1Ko. 2:10]. Yaratılanların arasında O’nun
öğütçüsü yoktur [Rom. 11:34]; O, bilgelik ve konuşma yetisi verir [1Ko. 12:8-10] ama RAB,
Musa’ya bunun sadece Kendisinin işi olduğunu duyurur [Çık. 4:11]. Böylece O’nun
aracılığıyla Tanrı’yla paydaşlığımız olur. Öyle ki, bize yönelttiği yaşam veren gücünü bir
şekilde hissederiz. Aklanmamız O’nun işidir; güç, kutsal kılma (Krş. 1Ko. 6:11], gerçek, lütuf
ve algılanabilen her iyi iş O’ndan gelir, çünkü her tür armağanın aktığı tek bir Ruh vardır
[1Ko. 12:11]. Özellikle Pavlus’un, “Çeşitli ruhsal armağanlar vardır” sözü dikkate değer
[1Ko. 12:4]. Bunlar çok yönlüdür ve çeşitli şekillerde dağıtılır [Krş. Đbr. 2:4], “ama Ruh
birdir” [1Ko. 12:4]. Bu O’nu sadece başlangıç ya da kaynak değil, yazar durumuna da getirir.
Pavlus az sonra şu sözlerle daha da net ifade eder: “Ruh, bunları herkese dilediği gibi ayrı ayrı
dağıtır” [1Ko. 12:11]. Ruh, Tanrı’da bulunan bir varlık olmasaydı seçim ve istem hiçbir
şekilde O’na bırakılmazdı. Bu nedenle Pavlus, Ruh’a tanrısal gücü apaçık atfeder ve O’nun
varlık olarak Tanrı’da bulunduğunu belirtir.
15 . Ruh’un tanrılığına dair kesin tanıklıklar
Aslında Kutsal Yazı, O’ndan söz ederken, “Tanrı” demekten çekinmez. Pavlus,
Tanrı’nın Ruhu bizde yaşadığı için, bizim Tanrı’nın tapınağı olduğumuz sonucuna varır [1Ko.
3:16-17; 6:19; 2Ko. 6:16]. Bu gerçeği kolayca geçiştiremeyiz. Aslında Tanrı, bizi Kendisine
tapınak olarak seçeceğini sık sık vaat ederken, bu vaadi içimizde yaşayan Ruh’undan başkası
yerine getirmez. Kuşkusuz, Augustinus’un çok açıkça ifade ettiği gibi, “Bize Ruh için
tahtadan ya da taştan bir tapınak yapmamız emredilseydi bu onur sadece Tanrı’nın hakkı
olduğu için, bu emir Ruh’un tanrılığının net bir kanıtı olurdu. Öyleyse şimdi O’nun için bir
tapınak yapmamamız ama kendimizin tapınak olmamız gerektiği daha net değil mi?”11 Elçi
de kimi kez, “Biz, Tanrı’nın tapınağıyız” [1Ko. 3:16-17; 2Ko. 6:16], kimi kez de aynı
anlamda “Kutsal Ruh’un tapınağı” [1Ko. 6:19] diye yazıyor. Nitekim Petrus, Kutsal Ruh’a
yalan söylediği için Hananya’yı azarlayarak, insanlara değil, Tanrı’ya yalan söylediğini
11
Augustine, Letters, clxx, 2 (MPL.33.749; çev. FC 30.62).
64
belirtiyor [Elç. 5:3-4]. Yeşaya’nın, Her Şeye Egemen Rab’bin konuştuğunu söylediği yerde
Pavlus da konuşanın Kutsal Ruh olduğunu öğretiyor [Yşa. 6:9; Elç. 28:23-26]. Aslında
genellikle peygamberler telaffuz ettikleri sözlerin Orduların Rab’binin sözleri olduğunu
söylediklerinde Mesih ve elçiler bu sözlerin Kutsal Ruh’un sözleri olduğunu söylerler [Krş.
2Pe. 1:21]. Buradan, peygamberliklerin rakipsiz yazarının aslında Yahve olduğu sonucu
çıkmaktadır. Ayrıca Tanrı, halkının inatçılığının Kendisini öfkelendirdiğinden şikâyet
ettiğinde, Yeşaya, “O’nun Kutsal Ruhu’nu incittiler” diye yazar [Yşa. 63:10]. Sonuçta, Oğul’a
küfür eden bağışlanabilse bile, Ruh’a küfür etmek ne bu çağda ne de gelecek çağda bağışlanır
[Mat. 12:31; Mar.3:29; Luk. 12:10]. O’nun bu tanrısal yüceliği, Kutsal Ruh’u
kederlendirmenin ya da küçümsemenin bağışlanamayan bir suç olduğunu açıkça
duyurmaktadır. Kilise babalarının yararlandıkları pek çok tanıklığı bilerek atlıyorum. Evrende
Kutsal Ruh’un işinin Oğul’unkinden daha az olmadığını kanıtlamak için, Davut’un, “Gökler
RAB’bin sözüyle, gök cisimleri ağzından çıkan solukla yaratıldı” [Mez. 33:6] sözünden alıntı
yapmanın bir gerekçe olduğunu düşünmüşlerdir. Mezmurlar’da aynı şeyi iki kez tekrarlamak
yaygın bir uygulama olduğu için ve Yeşaya’da “soluk”la “söz” aynı anlama geldiği [Yşa.
11:4] için bu yetersiz bir nedendir. Bu nedenle, Tanrı adamlarının düşüncelerinin güvenle
yaslanabileceği sadece birkaç noktaya değinmeyi tercih ediyorum.
(Üç Kişinin farklılığı ve tekliği, 16-20)
16 . Teklik
Dahası, Tanrı Kendisini Mesih’in gelişinde daha net açıkladığı için, O’nun üç kişi
olduğu çok daha yakından bilinmektedir. Ama bu birçok tanıklıktan biri bizim için yeterlidir.
Pavlus, bu üçü –Tanrı, iman ve vaftiz- arasında birbirinin nedeni diyerek çok iyi bağlantı
kurar [Ef. 4:5]. Yani Pavlus, iman bir olduğu için Tanrı’nın tek olduğunu belirtebilmektedir;
vaftiz bir olduğu için de, imanın tek olduğunu söyleyebilmektedir. Bu durumda, vaftiz
aracılığıyla tek Tanrı’ya imana ve tek Tanrı’nın dinine adım atıyorsak, adıyla vaftiz
edildiğimiz kişinin gerçek Tanrı olduğunu düşünmeliyiz. Aslında “Onları Baba, Oğul ve
Kutsal Ruh adıyla vaftiz edin” [Mat. 28:19] dediğinde Mesih’in, bu kutsal duyuruyla imanın
yetkin ışığının göz önüne serildiğine tanıklık etmek istediğinden kuşku yoktur. Kesinlikle bu,
Kendisini Baba’da, Oğul’da ve Ruh’ta bütün netliğiyle gösteren tek Tanrı’nın adıyla vaftiz
edilmek demektir. Bu durumda Tanrı’nın özünde, tek Tanrı olarak bilinen üç kişinin
bulunduğu çok bellidir.
Aslında iman oraya buraya bakmamalı, çeşitli konularda konuşmamalı ama tek
Tanrı’ya bakmalı, O’na bağlanmalı, O’ndan ayrılmamalıdır. Bundan, eğer birçok iman varsa
birçok tanrının da olması gerektiği sonucunu çıkarmak kolaydır. Vaftiz imanın sakramenti
olduğu için, vaftizin tek olması gerçeği bize, Tanrı’nın da tek olduğunu doğrulamaktadır. Bu
durumda tek Tanrı’nın dışında vaftiz olmamıza izin verilmediği, çünkü adına vaftiz
edildiğimiz kişiye iman etmeyi benimsediğimiz sonucu da çıkar. O zaman Baba’ya, Oğul’a ve
Ruh’a tek bir imanla inanmamızın dışında Mesih, vaftizin Baba’nın, Oğul’un ve Kutsal
Ruh’un adıyla yapılması gerektiğini emrederken ne demek istiyordu? Bu Baba’nın, Oğul’un
ve Ruh’un tek bir Tanrı olduğuna net olarak tanıklık etmekten başka nedir? Birden çok değil,
tek bir Tanrı’nın olduğuna yerleşik bir ilke diye bakılırsa Söz’ün ve Ruh’un Tanrı’nın
özünden başka bir şey olmadığı sonucunu çıkarırız. Arius’çular, Oğul’un tanrılığını kabul
ederlerken Tanrı’nın cevherini O’ndan ayırdıklarında çok akılsızca konuşuyorlardı. Benzer bir
çılgınlık, Ruh’tan sadece insanlara yağan lütuf armağanlarını anlamak isteyen
Makedonius’çulara12 da azap çektiriyordu. Bilgelik, anlayış, sağduyu, dayanıklılık ve RAB
korkusunun O’ndan gelmesi gibi, O tek bilgelik, sağduyu, dayanıklılık ve Tanrı’ya bağlılık
12
Kutsal Ruh’un tanrılığı öğretisini reddeden, yarı Arius’çu Đstanbul piskoposu Makedonius’u
(ölm. yakl. 360) destekleyenler.
65
Ruhu’dur [Krş. Yşa. 11:2]. Ve armağanlar ne kadar farklı bölüşülebilse de O, armağanların
dağıtılmasına göre bölünmez; buna rağmen elçi O’nun, “tek ve aynı” kaldığını söylemektedir
[1Ko. 12:11].
17 . Üçlü Birlik
Ayrıca Kutsal Yazı’larda Baba’nın Söz’den, Söz’ün Ruh’tan farklı olduğu ortaya
koyulmaktadır. Ama gizemin büyüklüğü, bunu soruştururken ne kadar saygılı ve ciddi
olmamız gerektiği konusunda bizi uyarıyor. Nazianzus Piskoposu Gregorius’un şu cümlesi
benim çok hoşuma gider:
“Üçünün olağanüstülüğü beni hemen sarmadan birini tek olarak düşünemiyorum;
hemen tek birine yönelmeden üçünü anlamıyorum.” O zaman düşüncelerimizi dağıtan ve bu
tekliğe yeniden yönlendirmeyen üç kişiliği düşünmeyelim. Aslında “Baba”, “Oğul” ve “Ruh”
kelimeleri gerçek bir fark belirtmektedir - Tanrı’ya, yaptığı işlere bakarak çeşitli adlar
verilirken bu adların anlamsız olduğunu kimse düşünmesin- ama bu, bölünme değil, farktır.
Daha önce alıntı yaptığımız ayetler (örn. Zek. 13:7) Oğul’un Baba’dan farklı bir karakterinin
olduğunu göstermektedir, çünkü Söz, Baba’dan başka biri olmasaydı Tanrı’yla birlikte
olmazdı. Baba’dan farklı olmasaydı Baba’yla birlikte yüceliğe sahip olmazdı. Aynı şekilde,
Kendisine tanıklık edecek başka biri olduğunu söylediğinde [Yu. 5:32; 8:16; ve başka
yerlerde] Baba’yı Kendisinden farklı tutmaktadır. Ve bu, başka yerde söylenen şeye, Baba’nın
her şeyi Söz aracılığıyla yaratmasına uygundur [Yu. 1:3; Đbr. 11:3]. Bunu, Söz’den bir şekilde
farklı olmadan yapamazdı. Üstelik yeryüzüne inen de Baba değildir, Baba’dan çıkandır. Baba
ölmemiştir, dirilmemiştir de ama Baba’nın gönderdiği ölmüş ve dirilmiştir. Bu farkın
başlangıcı O’nun beden aldığı zaman değildir. Bundan da önce O’nun, Baba’nın bağrında
bulunan tek Oğul olduğu görülmektedir [Yu. 1:18]. Oğul’un, insan tutumu edinmek için
göklerden ininceye kadar Baba’nın bağrında olmadığını iddia etmeyi kim üstlenebilir? Bu
durumda O, daha önce Baba’nın bağrındaydı ve Baba’nın huzurunda yüceliğe sahipti [Yu.
17:5]. Mesih, Kutsal Ruh’un Baba’dan çıktığını söylediğinde [Yu. 15:26; Krş. 14:26] Kutsal
Ruh’un Baba’dan farklı olduğunu belirmektedir. Baba’nın başka bir Yardımcı göndereceğini
söylerken olduğu gibi [Yu. 14:16-17] sık sık başka yerlerde de Ruh’a “başka” dediğinde
Kutsal Ruh’u Kendisinden ayrı tutar.
18 . Baba, Oğul ve Ruh’un farkı
Bu farkın gücünü açıklarken insanların durumuyla karşılaştırmanın uygun olup
olmadığını gerçekten bilmiyorum. Eski insanlar aslında bunu yapmayı alışkanlık edinmişlerdi
ama aynı zamanda da buldukları benzetmelerin çok yetersiz olduğunu da kabul ediyorlardı.
Bu nedenle burada gözü kara davranmaktan çekiniyorum: Bir şey uygun olmayan bir şekilde
açıklanırsa ya kötü bir iftiraya ya da bilgisizi yanıltmaya yol açabilir. Yine de, Kutsal Yazı’da
açıklandığını gördüğümüz farkı gizlemek uygun değildir. O da şudur: Eylemin başlangıcı, her
şeyin kaynağı ve pınarı olmak Baba’ya ve bilgelik, sağgörü, her şeyin mayasındaki düzen de
Oğul’a atfedilir ama bu eylemin gücü ve yeterliliği Kutsal Ruh’la bağdaştırılır. Aslında
Baba’nın öncesizliği ve sonsuzluğu Oğul’un ve Ruh’un öncesizliği ve sonsuzluğudur. Yine de
Tanrı, bilgeliği ve gücü olmadan asla var olamaz ve sonsuzlukta önce ya da sonra
aramamamız gerekir. Bu nedenle önce Baba, sonra da O’ndan gelen Oğul, en sonunda da
ikisinden gelen Ruh düşünüldüğünde, bir düzen olduğunu görmek anlamsız ya da gereksiz
değildir. Her insanın zihni önce Baba’yı, sonra O’ndan gelen bilgeliği, son olarak da
planındaki kararlarını uyguladığı gücü düşünme eğilimindedir. Bu nedenle Oğul’un sadece
Baba’dan, Ruh’un aynı zamanda Baba’yla Oğul’dan geldiği söylenmektedir. Bu, birçok ayette
görülür ama hiçbir yerde Romalılar 8. Bölüm’deki kadar net değildir. Burada fark
gözetilmeden Ruh’a kimi kez Mesih’in Ruh’u [9. a.], kimi kez de Mesih’i ölümden diriltenin
Ruh’u [11. a.] denir –ve bunun gerekçesi yok değildir. Petrus, peygamberlerin Mesih’in
66
Ruhu’yla peygamberlik ettiklerine tanıklık etmektedir [2Pe. 1:21; Krş. 1Pe. 1:11]. Hatta
Kutsal Yazı bunun Baba Tanrı’nın Ruh’u olduğunu sık sık öğretir.
19 . Baba, Oğul ve Ruh’un ilişkisi
Üstelik bu fark, Tanrı’nın son derece basit olan birliğini bozmaktan çok uzaktır.
Böylece buradan Oğul’un Baba’yla tek Tanrı olduğunu kanıtlayabiliriz, çünkü Baba’yla bir ve
aynı Ruh’u paylaşmaktadır. Ruh, Baba’dan başka ve Oğul’dan farklı bir şey değildir, çünkü
O, Baba’nın ve Oğul’un Ruhu’dur. Bütün tanrısal yapının bu özelliği –her birinin Kendine ait
bir özelliği olduğu- her varlıkta anlaşılmaktadır. Baba, tümüyle Oğul’dur. Oğul, tümüyle
Baba’dır. Oğul da bunu duyurur: “Ben Baba’da, Baba da Ben’dedir” [Yu. 14:10]. Kilise
yazarları özün farklılığı yüzünden birinin diğerinden ayrı olduğunu kabul etmezler. Farkı
ortaya koyan bu adlar (der Augustinus), onların aynı oldukları cevheri değil, karşılıklı
ilişkilerini belirtir. Eskilerin görüşleri bu anlamda bağdaştırılır. Yoksa bir şekilde birbiriyle
çakışıyor gelebilir. Aslında kimi zaman Baba’nın Oğul’un kaynağı olduğunu öğretiyorlar;
kimi zaman Oğul’un hem tanrılığının hem de özünün Kendisinden geldiğini ve böylece
Baba’yla aynı kökenden olduğunu duyuruyorlar. Augustinus, bu farklılığın nedenini başka bir
yerde iyi ve net olarak açıklar. Şöyle der: “Mesih’e, tek başına Tanrı denir, Baba’ya göreyse
O, Oğul’dur. Ayrıca Baba’ya tek başına Tanrı denir, Oğul’a göreyse O, Baba’dır. Oğul’a göre
O’na Baba dendiği için O, Oğul değildir. Baba’ya göre Mesih’e Oğul dendiği için O, Baba
değildir. Tek başına Baba hem de tek başına Oğul dendiği için, O aynı Tanrı’dır.” Bu nedenle,
Baba’yı göz önüne almadan sadece Oğul’dan söz ettiğimizde O’nun O olduğunu doğru ve
yerinde olarak duyururuz. Bu nedenle O’na tek kaynak deriz. Ama Baba’yla olan ilişkisini
belirtirken, doğru olarak Baba’yı Oğul’un kaynağı durumuna getiririz. Augustinus’un beşinci
kitabı Üçlü Birlik Üzerine bu konunun açıklanmasıyla ilgilidir. Aslında Augustinus’un ortaya
koyduğu bu ilişkiyle bitirmek, yüce bir gizeme çok kurnazca sızan, dayanağı olmayan ölümlü
düşüncelerde dolaşmaktan daha güvenlidir.
20 . Üçlü Birlik olan Tanrı
Bu nedenle, ayık olmayı çok sevenlere ve iman ölçüsüyle yetinenlere, bilmelerinde
yarar olan şeyi özet şeklinde verelim: Yani tek Tanrı’ya inandığımızı ikrar ettiğimizde Tanrı
adı altında tek ve saf bir özün bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu özde biz üç kişilik ya da üç
varlık algılarız. Bu durumda, Tanrı’nın adından, kim olduğu belirtilmeden söz edildiğinde
Oğul’la Ruh, Baba’dan daha az kastedilmez. Ama Oğul, Baba’yla bir araya getirildiğinde işin
içine ikisinin ilişkisi girer. Ve böylece biz kişiler arasında ayırım yaparız. Ama kişilerin
kendilerine özgü niteliklerinin kendi içlerinde bir düzeni vardır. Örneğin; başlangıç ve kaynak
Baba’dır. Birlikte Baba’dan ve Oğul’dan ya da Ruh’tan söz edilirken çoğunlukla Tanrı adı
özellikle Baba’ya verilir. Böylece özün birliği korunur ve mantıklı bir düzen sürdürülür. Bu,
Oğul’un ve Ruh’un tanrılığından hiçbir şey eksiltmez. Elçilerin O’nun, Musa’nın ve
peygamberlerin Yahve olarak tanıklık ettikleri Tanrı’nın Oğlu olduğunu duyurduklarını daha
önce gördüğümüz için, kuşkusuz her zaman özün birliği konusuna gelmemiz gerekir. Tanrı
adı tek başına hiçbir ilişkiyi ortaya koymadığı ve Tanrı’nın tek başına şu ya da bu olmadığı
söylenmediği için, Oğul’a, Baba’dan başka bir Tanrı denmesine iğrenç bir saygısızlık diye
bakıyoruz.
Yahve adının açıkça belirtilmeden Mesih’in karşılığı olduğu Pavlus’un sözlerinden de
bellidir: “Bundan kurtulmak için Rab’be üç kez yalvardım” [2Ko. 12:8]. Mesih’ten, “Lütfum
sana yeter” cevabını aldıktan biraz sonra, “Mesih’in gücü içimde bulunsun” [2Ko. 12:9] diye
ekler. “Rab” adının burada “Yahve” yerine kullanıldığı kesindir. Bu nedenle, duasında
Baba’yla Oğul’un ilişkisinden hiç söz etmeden kesin bir ifade kullandığı için, bunu Aracının
kişiliğine bağlamak akılsızca ve çocukçadır. Elçilerin Yahve yerine genellikle κύρıοσ [Rab]
dediklerini Greklerin ortak geleneklerinden biliyoruz. Hazır bir örnek verirsek, Pavlus
67
Rab’be, Petrus’un Yoel’den alıntı yaptığı “O zaman Rab’bi adıyla çağıran herkes kurtulacak”
ayetindekinden başka bir anlamda dua etmemiştir [Elç. 2:21; Yoe. 2:32]. Bu ad özellikle
Oğul’a verildiğinde, farklı bir nedenle doğru bir yere verildiğini göreceğiz. Şimdilik
Pavlus’un mutlak anlamda Tanrı’ya seslendiğinde hemen Mesih’in adını eklediğini
anlamamız yeterlidir. Böyle bile olsa, Mesih Kendisine, tüm “Ruh’uyla” Tanrı demektedir
[Yu. 4:24]. Tanrı’nın, Baba, Oğul ve Ruh’u kapsayan özünün tümüyle ruhsal olduğu
görüşünü hiçbir şey dışlayamaz. Kutsal Kitap’ta bu açıklanır. Orada Tanrı’ya Ruh dendiğini
işittiğimizde, Kutsal Ruh’u da işitiriz. Çünkü Ruh, özün bütünündeki bir varlıktır. Tanrı
olduğundan ve Tanrı’dan geldiğinden söz edilmektedir.
(Üçlü Birliğe karşıt olan sapkınlıkların çürütülmesi, 21-29)
21 . Bütün sapkınlıkların zemini: Herkese uyarı
Üstelik Şeytan imanımızı kökünden yolmak için, kısmen Oğul’un ve Ruh’un tanrısal
özüyle ilgili, kısmen de kişilerin farklılıkları konusunda her zaman büyük savaşlara
kışkırtmıştır. Hemen her çağda imansız ruhların ortodoks öğretmenleri bu konuda rahatsız
etmelerine yol açmıştır. Bugün de eski korlardan yeni bir ateş yakmaya çalışıyor. Bu
nedenlerden dolayı bazı kişilerin sapkın konuşmalarına direnmek önemlidir. Şimdiye kadar en
çok istediğim şey, öğrenmeye meraklı olanların ellerinden tutarak yol göstermek ama esnek
olmayan kavgacı kimselerle el ele gayret göstermemektir. Ama kötülerin bütün iftiralarına
karşı esenlik içinde gösterilmiş olan gerçek korunmalıdır. Tanrı’nın Sözü’ne kulak vermeye
hazır olanların sağlam bir zeminde durabilmeleri için, sonuna kadar özel bir çaba
göstereceğim. Aslında burada, Kutsal Yazı’nın saklı gizemlerinde ciddiyetle ve büyük bir
alçakgönüllülükle filozofu oynamalıyız. Düşüncelerimiz ve sözlerimiz Tanrı’nın Sözü’nün
gittiği yerin sınırlarını aşmasın diye çok ihtiyatlı olalım. Çünkü insan aklı kendi değersiz
ölçüsüyle Tanrı’nın ölçülemeyen özünü nasıl ölçebilir? Bu akıl, insanların gözünün her gün
üzerinde olmasına rağmen güneşin kütlesinin yapısını şimdiye kadar kesin şekilde
belirleyememiştir. Aslında akıl kendi özünü bile anlayamazken, kendi kendine kılavuzluk
ederek Tanrı’nın özünü nasıl araştırır? O zaman Tanrı hakkındaki bilgiyi seve seve Kendisine
bırakalım. Çünkü Hilary’nin söylediği gibi O, Kendisi için tek uygun tanıktır ve Kendi
aracılığı olmadan tanınmaz. Ama O’nu, Sözü’nün dışında başka bir yerde araştırmadan,
Kendisini bize açıkladığı şekilde anlarsak “bunu O’na bırakmış” oluruz. Chrysostomos’un bu
konuda beş vaazı, Farklılıktan Yana Olanlara Karşı günümüze gelmiştir13. Bunlar bile
haddini bilmeyen Sofistleri, geveleyen dillerini özgürce dizginlemekten alıkoymamıştır. Bu
konuda da genellikle her yerde davrandıklarından daha alçakgönüllü davranmamışlardır. Bu
haddini bilmezliğin mutsuz sonucu bizim için bir uyarı olmalıdır. Öyle ki, bu sorunu
kurnazlıktan çok öğretilebilir şekilde ele almaya dikkat edelim. Tanrı’yı Kendi Kutsal
Sözü’nden başka yerde aramamayı, O’nunla ilgili olarak Sözü’nde belirtilmeyen bir şeyi
düşünmemeyi ya da bu Söz’den alınmayan hiçbir şeyi söylememeyi kafamıza sokalım. Ama
Baba, Oğul ve Ruh’un tek tanrılığında –kavranması güç- bir ayırım varsa ve bazı akıllar
beklenenden daha çok zorluk ve sıkıntı çekiyorsa, insanların aklının meraka teslim olduğunda
labirente girdiği hatırlansın. Gizemin büyüklüğünü anlamaktan aciz olsalar bile, kendilerini
göksel kehanetlerin yönetimine bıraksınlar.
22 . Servetus’un Üçlü Birlik’e karşı iddiası
Bu öğreti konusundaki imanın içtenliğine bir zamanlar hücum eden yanlışlar
katalogunun çerçevesini belirlemek çok uzun ve gereksiz yere sıkıcı olacaktır. Hayvan gibi
gözü dönmüş pek çok sapkın, Tanrı’nın bütün görkemini yıkmak isteyerek, eğitim görmemiş
13
Farklılıktan yana olanlar, kelimenin de çağrıştırdığı gibi, Baba’yla Oğul’un birbirine
benzemediğini öğretiyorlardı.
68
kimseleri telaşa düşürmenin ve kafalarını karıştırmanın yeterli olacağını düşünmüşlerdi.
Aslında günümüzde de birkaç kişinin karışıklık yarattığı birçok tarikat vardır. Bunlar kısmen
Tanrı’nın özünü parçalamakta, kısmen de kişiler arasında var olan ayırımı birbirine
karıştırmaktadır. Aslında yukarıda belirttiğimiz Kutsal Yazı’ya –yani tek Tanrı’nın özünün
sade ve bölünmez olduğuna; bu özün Baba’ya, Oğul’a ve Ruh’a ait olduğuna; öte yandan
Baba’nın bazı özelliklerinin Oğul’dan, Oğul’un bazı özelliklerinin de Ruh’tan farklı
olduğuna- yeterince sıkı sarılırsak, kapı sadece Arius ve Sabellius’a değil, hataya düşen diğer
eski yazarlara da kapanacaktır.
Ama günümüzde her şeyi yeni aldatmacalarla karmakarışık eden Servetus ve
benzerleri gibi bazı çılgınlar ortaya çıktığı için, onların yanlış düşüncelerinden birkaç
kelimeyle söz etmek önemlidir. Servetus için “Üçlü Birlik” kelimesi o kadar çok nefret verici
ve iğrençtir ki, Üçlü Birlikçiler dediği herkese ortak bir ateist yaftası yapıştırmaktadır.14
Onlara ağzına geleni söylemek için düşündüğü anlamsız kelimeleri geçiyorum. Aslında onun
dayanaksız görüşlerinin özeti şuydu: Tanrı’nın özünde üç kişiliğin bulunduğu söylendiğinde
Tanrı’nın üçe ayrıldığı öne sürülüyordu. Bu hayale dayanan bir üçlüydü, çünkü Tanrı’nın
tekliğiyle çatışıyordu. Bu arada, üç kişi fikrinin kesinlikle dışarıdan gelen bazı fikirler
olduğuna inanıyordu. Bunlar aslında Tanrı’nın özünde yoktu ama Tanrı’yı bize şu ya da bu
görünüşte gösteriyordu. Başlangıçta Tanrı’da ayırım yoktu, çünkü Söz ve Ruh vaktiyle bir ve
aynıydı: Ama Mesih, Tanrı’dan gelen Tanrı olarak ortaya çıktığında Ruh da başka bir Tanrı
olarak O’ndan çıktı. Ama Servetus, Tanrı’nın sonsuz Sözü’nün, Tanrı’yla ve Tanrı’nın
fikrinin parlaklığıyla beraber Mesih’in Ruhu olduğunu söylediğinde ve Ruh’un Tanrı’nın
gölgesi olduğunu öne sürdüğünde olduğu gibi, bu saçmalıklarını kimi kez alegorilerle
renklendirse de, sonradan ikisinin de tanrılığını iptal etti. Tanrı, Kendi ilahi takdirine göre
paylaştırdığı için, hem Oğul’da, hem Ruh’ta Tanrı’nın bir parçasının bulunduğunu duyurdu.
Büyük oranda bizde bulunduğu kadar tahtada ve taşta da bulunan aynı Ruh, Tanrı’nın bir
parçasıydı. Aracı’nın kişiliği konusunda ne kadar boş laf ettiğini yeri geldiğinde göreceğiz.
Aslında “kişinin”, Tanrı’nın görkeminin görülebilen tezahüründen başka bir yel olmadığına
dair bu canavarca uydurmanın artık çürütülmesi gerekmiyor. Yuhanna, evren henüz
yaratılmadığında Söz’ün Tanrı olduğunu kabul etse de, Söz’le fikri bütünüyle birbirinden
ayırır [Yu. 1:1]. O zaman öncesizliğin en başından beri Tanrı olan Söz, hem Baba’yla
birlikteyse hem de Baba’yla birlikte kendi yüceliğine sahipse [Yu. 17:5], tabii ki, görünürde
ya da simgesel bir olağanüstülüğü olamazdı ama zorunlu olarak bundan O’nun Tanrı’da
bulunan bir varlık olduğu sonucu çıkmaktadır.
Üstelik evrenin yaratılış tarihinin dışında Ruh’tan hiç söz edilmemesine rağmen yine
de Ruh burada bir gölge olarak değil, Tanrı’nın esas gücü olarak öğretilir. Musa, evren henüz
biçimsiz bir kütleyken Ruh’un ona destek olduğunu anlatır [Yar. 1:2]. Bu nedenle sonsuz
Ruh’un her zaman Tanrı’yla beraber olduğu bellidir. Güzellik ve düzen ekleninceye kadar
göklerin ve yeryüzünün karmakarışık maddesini duyarlı bir sevecenlikle desteklemiştir.
Servetus’un hayal ettiği gibi, bu, Tanrı’nın benzerliği ya da temsili olamazdı. Aslında
Servetus başka bir yerde, Tanrı’nın, sonsuz aklıyla, Kendisi için görülür olan bir Oğul’a karar
verdiğine ve bu şekilde Kendisini görülür kıldığına dair dinsiz görüşünü daha açıkça
belirtmek zorunda kalmaktadır. Şayet bu doğruysa Mesih’e, Tanrı’nın sonsuz kararıyla
atanmasının dışında başka bir tanrılık kalmamaktadır. Ayrıca Servetus varlıkların yerine
koyduğu bu hayaletlerin biçimini o kadar değiştirir ki, Tanrı’ya rasgele yeni nitelikler
eklemekte tereddüt etmez. Aslında genelde Tanrı’nın Oğlu’yla Ruh’unu yaratılmış olan
varlıklarla ayrım gözetmeden birbirine karıştırması bütün hepsinden daha iğrençtir. Tanrı’nın
özünde parçaların ve bölünmelerin olduğunu, bu kısımlardan her birinin Tanrı olduğunu
14
Calvin, Servetus’un kendisine ve kabul edilen Üçlü Birlik öğretisini savunan diğerlerine
“Üçlü Birlikçi” demesine şaşırmış gibidir.
69
herkesin önünde duyurur: Başka bir yerde özellikle, sadece insanın canı için değil, diğer
yaratılanlar için de doyurucu bir tanrı olduğunu söylese de, imanlıların ruhlarının Tanrı’yla
birlikte sonsuz ve aynı özden olduğunu ifade eder.
23 . Oğul da Baba gibi Tanrı’dır
Bu bataklıktan benzer başka bir canavar çıkmıştır.15 Servetus’un imansızlığının
kışkırtıcılığından ve utancından kaçmak için bazı ahlaksızlar aslında üç kişilik olduğunu kabul
etmişlerdir; ama gerçekten ve tamamıyla tek Tanrı olan Baba’nın, Oğul’la Ruh’u oluştururken
onlara Kendi tanrılığını aşıladığı koşulunu eklemişlerdir. Aslında şu korkunç konuşma
tarzından kaçınmıyorlar: Baba, tek “özü veren”16 olarak bu belirtiyle Oğul’dan ve Ruh’tan
farklıdır. Önce Mesih’e genellikle Tanrı’nın Oğlu dendiği konusunda makul bir görüş öne
sürüyorlar ve doğrusunu söylersek bundan, Baba’dan başka Tanrı olmadığı sonucuna
varıyorlar. Ne var ki, “Tanrı”, Oğul’un da ortak adı olsa bile, tanrılığın asıl kaynağı ve
başlangıcı Baba olduğu için, kimi kez Baba’ya da bu adın mükemmelce verildiğini
görmüyorlar –ve bunu, özün pak birliğini göstermek için yapıyorlar.
Karşı çıkıyorlar: Eğer O, gerçekten Tanrı’nın Oğlu’ysa O’nun bir kişiliğin Oğlu
olduğunu düşünmek saçmadır. Đkisinin de doğru olduğu cevabını veriyorum: Yani O,
Tanrı’nın Oğlu’dur, çünkü Baba bütün zamanlardan önce O’nu oğulluğa almıştır [Krş. 1Ko.
2:7] (Aracı kişiliğinden söz etmeye henüz fırsatımız olmadı); açıklık getirme uğruna, niteliği
olmadan Tanrı adını aldığı için değil, Baba’sı tarafından böyle dendiği için, kişilik olarak ele
almamız gerekti. Baba’dan başka Tanrı olmadığını düşünürsek, Oğul’u kesinlikle düzeyinin
altına indirmeliyiz. Bu durumda ne zaman tanrıdan söz etsek, gerçek Tanrı’nın adı sadece
Baba’ya veriliyormuş gibi, Oğul’la Baba arasında hiçbir antitez kabul etmemeliyiz. Kendini
Yeşaya’ya gösteren Tanrı [Yşa. 6:1] kuşkusuz gerçek ve tek Tanrı’ydı. Yuhanna’nın, Mesih
olduğunu kabul ettiği Tanrı’ydı [Yu. 12:41]. Yeşaya’nın ağzıyla, Yahudiler için sürçme taşı
olacağına tanıklık eden [Yşa. 8:14] O, Pavlus’un Mesih olduğunu duyurduğu [Rom. 9:33] tek
Tanrı’ydı. Yeşaya aracılığıyla, “Varlığım hakkı için” [Yşa. 49:18] “her diz önümde çökecek”
[Rom. 14:11; Krş. Yşa. 45:24] diye duyuran tek Tanrı’dır; ama Pavlus aynısını Mesih diye
yorumlamaktadır [Rom. 14:11]. Elçinin yaptığı tanıklıklar buna eklenir: “Ya Rab... dünyanın
temellerini sen attın. Gökler de senin ellerinin eseridir” [Đbr. 1:10; Mez. 102:25-26]. Aynı
şekilde, “Tanrı’nın bütün melekleri O’na tapınsın” der [Đbr. 1:6; Mez. 97:7]. Bunlar sadece tek
Tanrı’ya uygundur: Yine de elçi, Mesih’e uygun unvanlar olduğunu öne sürmektedir.
Tanrı’ya uygun olanın Mesih’e aktarılmasındaki ince ayırımın önemi yoktur, çünkü Oğul,
O’nun yüceliğinin pırıltısıdır [Đbr. 1:3]. Yahve adı her yerde ortaya çıktığı için, O’nun
Tanrılığıyla ilgili olarak, varlığının O’ndan geldiği sonucuna varılır. Eğer O, Yahve’yse başka
bir yerde Yeşaya aracılığıyla, “Benden başka Tanrı yoktur” [Yşa. 44:6] diye duyuranın aynı
Tanrı olduğu inkâr edilemez. Yeremya’nın ifadesi de düşünülmeye değer: “Yeri, göğü
yaratmayan bu ilahlar, yerden de göğün altından da yok olacaklar” [Yer. 10:11].
Öte yandan Yeşaya’da, evrenin yaratılışından bu yana Tanrı’nın Oğlu’nun tanrılığının
çok sık kanıtlandığını kabul etmek gerekecektir. Ama nasıl oluyor da, herkese bir var oluş
veren Yaratan, Kendisinden var olmuyor ama özünü başka bir yerden alıyor? Her kim
Oğul’un özünü Baba’dan aldığını söylerse O’nun Kendisinden var olduğunu inkâr eder. Ama
Kutsal Ruh, O’na “Yahve” diyerek bunun doğru olmadığını göstermektedir. Eğer şimdi bütün
özün sadece Baba’da olduğunu kabul edersek, bu öz ya bölünecek ya da Oğul’dan alınacaktır.
Ve böylece özünden yoksun kaldığında sadece adı Tanrı olacaktır. Bunu geveleyenlere
inanılırsa Tanrı’nın özü sadece Baba’ya aittir. Baba, tektir ve Oğul’a özünü verendir. Bu
15
16
Valentine Gentile’yi kast ediyor.
“Essentiator”
70
durumda Oğul’un tanrılığı Tanrı’nın özünden soyutlanmakta ya da bütünden türeyen bir şey
olmaktadır.
Kendi tahminleri nedeniyle Ruh’un sadece Baba’dan geldiğini kabul etmek zorunda
kalıyorlar. Çünkü Kutsal Ruh, Sadece Baba’ya ait olan asıl özden türüyorsa Oğul’un Ruhu
diye düşünülmesi doğru olmayacaktır. Ne var ki, Pavlus’un, Ruh’u Mesih’te ve Baba’da ortak
kıldığı tanıklığı bunu kabul etmez [Rom. 8:9]. Üstelik Baba’nın kişiliği Üçlü Birlik’ten
çıkarılırsa, sadece Kendisinin Tanrı olmasının dışında Oğul’dan ve Ruh’tan hangi açıdan
farklılaşır? Mesih’in Tanrı olduğunu kabul ediyorlar ve O’nu Baba’dan farklılaştırıyorlar.
Tam tersine, Baba’nın Oğul olmaması için farklı bir belirtisi olmalıdır. Bu belirtiyi öze
yerleştirenler Mesih’in gerçek tanrılığını apaçık yok ediyorlar. Bu öz ve aslında bütünüyle öz
olmazsa tanrılık olamaz. Baba, Kendisinde Oğul’la paylaşmadığı benzersiz bir şey yoksa
kuşkusuz Oğul’dan farklı olmayacaktır. Onları birbirlerinden farklı kılmak için ne
bulabilirler? Şayet bu farklılık özdeyse Baba’nın bunu Oğul’la paylaşıp paylaşmadığının
yanıtını versinler. Nitekim kısmen bu yapılamaz, çünkü bir yarı Tanrı kurgulamak günahtır.
Ayrıca bu şekilde Tanrı’nın özünü sefilce parçalayacaklardır. Burada geriye kalan, özün
tümüyle ve mükemmelce Baba’yla Oğul’da ortak olduğudur. Bu doğruysa, aslında birinin özü
diğerininkinden farklı değildir. Eğer Baba’nın Kendisinde bulunan özü bahşederken yine de
Tanrı olarak kaldığı karşılığını veriyorlarsa o zaman Mesih, Kendisinde gerçeği barındıran
değil, simgesel bir Tanrı, sadece ad olarak, görünüşte bir Tanrı’dır. “Beni size Ben Ben’im
diyen gönderdi” [Çık. 3:14] sözüne göre, Tanrı’ya bundan daha uygun bir şey yoktur.
24 . Kutsal Kitap’ta “Tanrı” adı sadece Baba için kullanılmaz
Kutsal Kitap’ta ayrıca belirtilmeyen herhangi bir adın sadece Baba için kullanıldığı
iddialarının yalan olduğunu birçok metinden hareketle kolayca çürütebiliriz. Kendilerince
alıntı yaptıkları aynı ayetlede utanmadan düşüncesizliklerini ortaya koyuyorlar, çünkü bu
ayetlerde Oğul’un adı Baba’nın adının dışında geçmektedir. Buradan, Tanrı’nın adının göreli
bir anlamda anlaşıldığı ve bu nedenle Baba’nın kişiliğiyle sınırlandığı ortaya çıkıyor. Bu
durumda, “Şayet Baba gerçekten tek Tanrı olmasaydı Kendi Babası olurdu” diye yaptıkları
itiraz tek bir sözle yok edilebilir. Uygun bir yerde daha ayrıntılı olarak ele alacağım üzere17,
aslında sadece Kendi bilgeliğini Kendinden almakla kalmayıp Aracı Tanrı da Olan’a, mevki
ve düzeyi nedeniyle, özellikle Tanrı demek saçma değildir. Beden alarak göründüğü
zamandan beri Mesih’e, sadece bütün zamanlardan önce Baba tarafından oğulluğa alınan
sonsuz Söz olduğu için değil, bizi Tanrı’yla birleştiren Aracı kişiliğini ve görevini de
üstlendiği için, Tanrı’nın Oğlu denmektedir. Oğul’u tanrılık onurundan bu kadar yüzsüzce
dışladıkları için, Mesih, tek olan Tanrı’nın dışında kimsenin iyi olmadığını duyurduğunda
[Mat. 19:17], Kendini bu iyiliğin dışında tutup tutmadığını öğrenmek istiyorum. Đnsan
yaradılışındaki iyiliğin karşılıksız bir armağan olarak O’ndan aktığını söyleyerek karşı
çıkmasınlar diye, O’nun insan doğasından söz etmiyorum. Tanrı’nın sonsuz Sözü’nün iyi olup
olmadığını soruyorum. Bunu inkâr ederlerse, imansızlıktan yeterince suçlu bulunurlar; kabul
ederlerse kendi boğazlarını keserler. Ama ilk bakışta Mesih’in Kendisine “iyi” demeyi bir
yana bırakmış görünmesi bizim iddiamızı daha çok doğrulamaktadır. Bu, tek olan Tanrı’nın
kişisel unvanı olduğu için, genel konuşma tarzında O’na “iyi” diye selam verildiğinde Mesih,
sahte bir saygıyı kabul etmemiştir ve Kendisine bahşedilen iyiliğin tanrısal olduğunu
söyleyerek onları azarlamıştır.
Pavlus, sadece Tanrı’nın ölümsüz [1Ti. 1:17], bilge [Rom. 16:27] ve doğru [Rom. 3:4]
olduğunu bildirdiğinde, bu sözlerle Mesih’i akılsız ve yalancı bir ölümlü düzeyine mi
indirgediğini soruyorum. Bu durumda, başlangıçtan beri, meleklere ölümsüzlük verecek kadar
yaşam Olan, ölümsüz olmayacak mı? Tanrı’nın sonsuz bilgeliği Olan, bilge olmayacak mı?
17
II. xii. vdd.
71
Kendisi doğruluk Olan doğru olmayacak mı? Dahası Mesih’e tapılıp tapılmayacağını da
soruyorum. Her dizin önünde çökeceğini haklı olarak iddia ediyorsa [Flp. 2:10], buradan
O’nun, yasada Kendisinden başka kimseye tapılmasını yasaklayan Tanrı olduğu sonucu çıkar
[Çık. 20:3]. Yeşaya’ya “Benden başka Tanrı yoktur” [Yşa. 44:6] diyenin sadece Baba
olduğunu anladıklarını söylüyorlarsa, Tanrı’dan olan her şeyin Mesih’e atfedildiğini
gördüğümüzde bu tanıklığı onlara gösteririm. Mesih’in aşağılandığı bedeninde
yüceltilmesiyle gökteki ve yerdeki bütün gücün, henüz bedenindeyken O’na verilmesi
arasında yaptıkları ince ayırımın da yeri yoktur. Kralın ve Yargıcın yüceliği Aracı’nın bütün
kişiliğine yayılsa da, beden alarak görünen Tanrı O, olmasaydı, Tanrı Kendisiyle mücadele
etmeden O’nu bu kadar yüceltmezdi. Bu çelişkiyi Pavlus en iyi şekilde çözümler. Kul
şeklinde Kendini alçaltmadan önce O’nun, Tanrı’yla eşit olduğunu öğretir [Flp. 2:6-7]. Adı
Yah ve Yahve olan, Keruva binen [Krş. Mez. 17:10; 79:2; 98:1], bütün yeryüzünün [Mez.
46:8], ve her çağın Kralı olan O, aslında Tanrı olmasaydı bu eşitlik nasıl olurdu? Ne
söyledikleri önemli değil. Yeşaya’nın başka bir yerde, “Đşte Tanrımız budur, O’na umut
bağlamıştık” [Yşa 25:9] dediği şeyi Mesih’ten alamazlar. Bu sözlerle Yeşaya halka sadece
Babil’deki sürgünden dönmesi için yol gösteren değil, kiliseyi tüm halkıyla baştan başa
yenileyen Kurtarıcı Tanrı’nın gelişini anlatır.
Başka bir bahaneden de yararlanamazlar. Bu da Mesih’in Baba’sındaki Tanrı
olmasıdır. Düzen ve mevki açısından tanrılığının başlangıcının Baba’da olduğunu kabul etsek
bile, Baba Oğul’u tanrılaştırmış gibi, özün sadece Baba’ya ait olduğunu uydurmanın iğrenç
olduğunu söylüyoruz. Bu şekilde öz ya çoğalır ya da Mesih’e sadece bir ad ve hayal ürünü
olarak “Tanrı” derler. Oğul’un Tanrı olduğunu ama Baba’dan sonra geldiğini kabul ederlerse
Baba’da var olmamış ve biçimlenmemiş olan öz Baba’dan var olacak ve biçimlenecektir.
Kişiler arasındaki ayırımı Musa’nın sözlerinden çıkardığımız için eleştirmeyi seven birçok
kişinin bize güldüğünü biliyorum. Musa, Tanrı’nın,“Đnsanı kendi suretimizde yaratalım” [Yar.
1:26] dediğini öğretmektedir. Ama dinine bağlı okurlar, adeta tek olan Tanrı’da birden çok
kişi yokmuş gibi, Musa’nın bu konuşmayı ne kadar gereksiz ve saçma şekilde öğrettiğini
görüyorlar. Baba’nın konuştuğu kişilerin yaratılmamış oldukları kesindir; ama Tanrı’nın
Kendisinden başka yaratılmamış olan yoktur ve O, tektir. Bu durumda, bu yaratma gücünün
Baba’ya, Oğul’a ve Ruh’a, emir verme yetkisine özgü olduğunu kabul etmiyorlarsa bundan,
Tanrı’nın Kendisiyle değil, dışarıdaki başka yaratıcılarla konuştuğu sonucu çıkmaktadır.
Sonunda bir ayet bizi itirazlarının ikisinden kolayca kurtarıyor. Mesih, “Tanrı Ruh’tur” diye
duyurmuştur [Yu. 4:24]. Söz’ün doğası ruhsal değilmiş gibi, bunu sadece Baba’yla sınırlı
tutmak doğru değildir. Ama “Ruh” sözcüğü Baba’yla aynı şekilde Oğul için de uygunsa,
Oğul’un, ayrıca belirtilmediğinde “Tanrı” adı altında anlaşılması gerektiği sonucunu
çıkarıyorum. Yine de Mesih bunun ardından hemen, başkalarının değil, Baba’ya ruhta ve
gerçekte tapınanların Baba’ya gerçekten tapındıklarını kanıtladıklarını ekler [Yu. 4:23].
Bundan başka bir sonuç çıkar: Mesih, Baş’ın [Baba’nın] yönetimi altında Öğretmenlik görevi
yaptığından, kendi tanrılığını geçersiz kılmak için değil, bizi adım adım buraya getirmek için,
Tanrı adını Baba’ya atfetmektedir.
25 . Tanrısal doğa üç kişinin hepsinde ortaktır
Ama açıkçası bu bağlantıda yanılıyorlar, çünkü bireylerin her birinin özün ayrı bir
parçasına sahip olduğunu düşünüyorlar. Ne var ki, biz Kutsal Yazı’lardan, Tanrı’nın tek bir
özünün olduğunu, hem Oğul’un, hem de Ruh’un özünün Kendilerinden var olduğunu
öğretiyoruz; ama Baba ilk sırayı aldığı için ve bilgeliği Kendinden var olduğu için, dediğimiz
gibi O, haklı olarak bütün tanrılığın başlangıcı ve ana kaynağı sayılır. Yani ayrıca
belirtilmediğinde Tanrı Kendinden var olmuştur; Baba da kişi olarak Kendinden var olmuştur.
Bizim ifademizden, bir dörtlü oluşturduğumuz sonucunu da akılsızca çıkarıyorlar, üç kişinin
tek özden meydana geldiğini iddia ediyormuşuz gibi, kendi beyinlerinin ürettiği bu hayali
72
yalan söyleyerek ve iftira ederek bize atfediyorlar. Tam tersine, bizim üç kişiyi özden
ayırmadığımız ama onlar aynı özün içinde kalırken aralarında ayırım yaptığımız
yazdıklarımızdan bellidir. Bu kişiler özden ayrı olsalardı bu insanların çıkarsamaları bir
olasılıkla olabilirdi; ama bu durumda tek olan Tanrı’nın Kendinde barındırdığı kişiler değil,
üç tanrı olurdu.
Gereksiz sorularına şöyle yanıt verilir: Özden üç tanrı çıktığını düşündüğümüzü
varsayalım, Üçlü Birlik’in oluşumunda öz işbirliğine giriyor mu, girmiyor mu? Girmediği
karşılığını veriyorlarsa, bu durumda Üçlü Birlik’te Tanrı olmayacaktır. Bu da aynı
akılsızlıktan doğuyor. Üçlü Birlik’in bir parçası ya da üyesi olarak öz farklılığa dâhil olmasa
da, kişilerde öz yok değildir ya da kişiler özün dışında değildir. Çünkü Baba, Tanrı olmasaydı
Baba olamazdı; Oğul, Tanrı olmasaydı Oğul olamazdı. Bu durumda tanrısallığın kesin
anlamda kendinden var olduğunu söylüyoruz. Aynı şekilde Tanrı olduğu için Oğul’un, Kişilik
olarak değil ama Kendinden var olduğunu kabul ediyoruz. Aslında Oğul olduğu için O’nun
Baba’dan var olduğunu söylüyoruz. Bu nedenle özünün başlangıcı yoktur. Kişiliğinin
başlangıcı Tanrı’dır. Daha önce Üçlü Birlik hakkında konuşan bu ortodoks yazarlar, bu adı
sadece kişiler için kullandılar, çünkü bu, sadece saçma bir yanlış değil, bu ayırımdaki özü
kabul etmek için hiç katıksız bir imansızlık da olacaktı. Bu üçünden –Öz, Oğul, Ruh- bir Üçlü
Birlik oluşturmak isteyenler Oğul’la Ruh’un özünü açıkça yok etmektedirler. Yoksa bir araya
getirilmiş parçalar ayrılır ve bu, farklılaşmada hataya yol açar. Sonuçta, Baba’yla Tanrı eş
anlamlı olsaydı bu durumda Baba, tanrılaştıran olurdu. Oğul’a gölgeden başka bir şey
kalmazdı. Üçlü Birlik, tek olan Tanrı’nın yaratılmış iki şeyle birleşmesinden başka bir şey
olmazdı.
26 . Beden almış Söz’ün Baba’ya itaati aleyhte kanıt değildir
Şayet Mesih tam anlamıyla Tanrı’ysa, O’na Oğul demenin yanlış olduğunu söyleyerek
karşı çıkıyorlar. Buna, bir kişilik başka bir kişilikle karşılaştırıldığında Tanrı adının, aksi
belirtilmiyorsa, verilmeyeceğini ama Baba’yla kısıtlı tutulacağı yanıtını vermiştim.18 Çünkü
tanrılığın kaynağı, fanatiklerin geveledikleri gibi, özü bahşettiği için değil, sıralama nedeniyle
O’dur. Mesih’in Baba’ya, “Sonsuz yaşam, tek gerçek Tanrı olan seni ve gönderdiğin Đsa
Mesih’i tanımalarıdır” [Yu. 17:3] demesi bu anlamda anlaşılmalıdır. Aracı’nın kişiliğinden
söz edersek, yeri Tanrı’yla insan arasındadır. Ama bu durumda yüceliği azalmaz. Kendini bir
yana bıraktığında bile [Flp. 2:7] dünyadan gizlenmiş olan Babası’yla birlikteki yüceliğini
kaybetmemiştir. Đbr. 2. böl.’de elçi, Mesih’in kısa süreliğine meleklerden biraz aşağı
kılındığını kabul etse de [7, 9. a.] aynı zamanda da O’nun dünyanın temellerini atan sonsuza
dek kalacak olan Tanrı olduğunu duyurmakta tereddüt etmez [1:10].
Bu durumda Mesih, Aracı kişiliğinde Tanrı’ya seslendikçe, bu Tanrı adının altına
O’nun tanrısallığını dâhil eder ki, bu Mesih’e de aittir. Mesih elçilere, “Benim Baba’ya
gidişim sizin yararınızadır” [Yu. 16:7; Krş. 20:17] “çünkü Baba benden üstündür” [14:28]
dediğinde, sonsuz öz açısından Baba’dan daha aşağıda olduğu için, Kendisine ikinci sırada
yer alan bir tanrılık atfetmez; ama göksel yücelik bahşedildiğinden, imanlıları Baba’da paydaş
olmaları için bir araya getirir. Baba’yı en yüce mevkie yerleştirir, çünkü gökte görünen parlak
yetkinliğin olağanüstülüğü, bedene büründüğünde Kendisinde görülen yüceliğin ölçüsünden
farklıdır. Aynı niyetle Pavlus, başka bir yerde Mesih, “egemenliğini Baba Tanrı’ya teslim
edecek” (1Ko. 15:24], “öyle ki, Tanrı her şeyde her şey olsun” [1Ko. 15:28] demektedir.
Mesih’in tanrılığının sonsuza kadar olduğunu kabul etmemekten daha saçma bir şey yoktur.
Ne var ki, Mesih, Tanrı Oğlu olmaya asla son vermeyecekse ama her zaman başlangıçtakiyle
aynı kalacaksa bundan, “Baba” adı altında Tanrı’nın özünün tek ve bunun ikisinde de ortak
olduğunu anlamak gerektiği sonucu çıkar. Kuşkusuz bu nedenle Mesih, bizi Baba’yla ve aynı
18
I. xiii. 20, 23
73
zamanda da Baba’yla bir olduğu için, Kendisiyle yakınlaştırmak için gelmiştir. Bu nedenle
“Tanrı” adını Baba’yla sınırlamak ve Oğul’u dışlamak ne yasaya uygun ne de doğrudur. Bu
nedenle Yuhanna da, kimse O’nun tanrılığını Baba’nın altına, ikinci sıraya koymasın diye,
O’nun gerçek Tanrı olduğunu duyurmaktadır [Yu. 1:1; 1Yu. 5:20]. Ayrıca bu yeni tanrıları
yapanların Mesih’in gerçek Tanrı olduğunu kabul ettiklerinde, O’nu hemen Baba’nın
tanrılığının dışında tutmakla ne demek istediklerini de merak ediyorum. Sanki O, gerçek
Tanrı olabilirmiş ve tek olan Tanrı olamazmış gibi, aşılanmış bir tanrılık yeni model bir
kurgudan başka bir şey değilmiş gibi!
27 . Karşıtlarımız yanlış yere Irenaeus’a başvuruyorlar
Irenaeus’un, Mesih’in Babası’nın Đsrail’in tek ve sonsuz Tanrı’sı olduğunu duyurduğu
pek çok yazısını üst üste yığıyorlar19. Bu, ya utanç verici bir bilgisizlik ya da dört dörtlük bir
ahlaksızlık. Bu kutsal insanın, Mesih’in Baba’sının, eskiden Musa’nın ve peygamberlerin
aracılığıyla konuşan aynı Tanrı olduğunu inkâr eden ama dünyanın bozulmuşluğunun
oluşturduğu bir tür hayaletin hayalini kuran fanatikleri ele aldığını ve onlarla mücadele
ettiğini göz önünde bulundurmaları gerekiyor. Bu nedenle bu kutsal insan bütünüyle şu
konuyla ilgileniyor: Kutsal Yazı’da Mesih’in Baba’sından başka bir Tanrı’nın
duyurulmadığını ve başka bir Tanrı’yı düşünmenin yanlış olduğunu açıkça anlatmak. Bu
nedenle Mesih’in ve elçilerin övdükleri Đsrail’in Tanrı’sından başka Tanrı olmadığı sonucuna
sık sık varmasında şaşılacak bir şey yoktur. Şimdi de, başka bir yanlışa karşı direnmek için
aslında şunu söylemeliyiz: Eskiden atalara görünen Tanrı, Mesih’ten başkası değildi. Nitekim
biri bunun aslında Baba olduğunu söyleyerek karşı çıkarsa yanıtımız hazırdır: Oğul’un
tanrılığı için mücadele ederken Baba’yı asla dışlamıyoruz. Okurlar Irenaeus’un öğüdüne
dikkat ederlerse bütün tartışma bitecektir. 3. Kitap’ın 6. Bölüm’de bütün çekişme kolayca
sıfırlanmaktadır. Tanrı adamı burada tek bir şeyde ısrar etmektedir: “Kutsal Yazı’da kesin ve
farklı olmayan anlamda Tanrı adı verilen, tek gerçek Tanrı’dır ve Mesih’e aslında kesin
anlamda Tanrı denmektedir.” Bunun, bu tartışmanın temeli olduğunu unutmayalım. Bu,
bütün anlamıyla ve özellikle de 2. Kitap’ın 46. Bölüm’ünde bellidir: O’na gizemli şekilde ve
benzetmelerle Baba denmez.
Bunun yanı sıra başka bir yerde Irenaeus, peygamberlerin ve elçilerin hem Oğul’un
hem de Baba’nın birlikte Tanrı olduğunu duyurduklarını iddia etmektedir [3. Kitap, 9.
Bölüm]. Daha sonra da her şeyin Rab’bi, Kralı, Tanrı’sı ve Yargıcı olan Mesih’in her şeyin
Tanrı’sından nasıl güç aldığını, yani çarmıhtaki ölümünde bile alçakgönüllülük göstererek
itaat ettiğini anlatmaktadır [3. Kitap, 12. Bölüm]. Üstelik biraz sonra Oğul’un Musa’nın eliyle
yasayı veren, atalara görünen, göğün ve yerin Yaratan’ı olduğunu kabul eder. Şimdi biri,
Irenaeus için sadece Baba’nın Đsrail’in Tanrısı olduğunu gevelerse ona dönüp Habakkuk’un
O’nun hakkındaki peygamberliğinde “Tanrı güneyden gelecek” [Hab. 3:3] demesi gibi, aynı
yazarın Mesih’in bir ve aynı olduğunu açıkça öğrettiğini söylerim. [3. Kitap, 18, 23.
Bölüm’ler]. 4. Kitap, 9. Bölüm’de yazılanların da amacı aynıdır. Mesih, yaşayanların
Baba’sıyla birlikte Tanrı’dır. Aynı kitabın 12. Bölüm’ünde Đbrahim’in Tanrı’ya inandığını,
çünkü göğün ve yerin Yaratan’ının, tek olan Tanrı’nın Mesih olduğunu açıklar.
28 . Tertullianus’a başvurmanın da yararı yoktur
Tertullianus’u avukat seçmelerinde de bir nebze gerçekçilik yoktur. Tertullianus’un
konuşma tarzı kimi zaman kaba ve güç anlaşılır olsa bile, savunduğumuz öğretiye tamamen el
verdiği belirsiz değildir. Onun görüşüne göre, Tanrı tek olsa bile, ilahi takdir ya da tasarrufla
Söz vardır. Tanrı, özün tekliğinde birdir. Teklik ilahi takdirin gizemiyle üçlükte yer alır. Bu
durumda statü değil, derece olarak, öz değil, biçim olarak, güç değil, tezahür olarak üç kişi
19
Irenaeus, Against Heresies III. vi. 4 (MPG 7. 863; çev. ANF I. 419).
74
vardır. Aslında Oğul’u Baba’nın altına koyduğunu ama üstünlüğün dışında O’nu farklı
anlamadığını söylemektedir. Başka bir yerde Oğul’un görülebilirliğinden söz eder. Ama
sorunun iki yanını da tartıştıktan sonra O’nun, Söz olmasının dışında görülmez olduğuna
karar verir. En sonunda Baba’yı Kendi kişiliğinin belirlediğini kabul eder. Tertullianus,
çürüttüğümüz bu uydurmacanın çok uzağında olduğunu kanıtlıyor. Baba’dan başka Tanrı
kabul etmese bile, bir sonraki metinde açıkladığı üzere, özellikle Oğul’dan söz etmediğini,
çünkü Baba’dan başka bir Tanrı olduğunu kabul etmediğini ve böylece O’nun krallığının
kişilerin arasındaki ayırımla yıkılmadığını belirtiyor. Sözlerinin ne anlama geldiği onun bu
şaşmayan hedefinden kolayca çıkarılabilir. Praxeas’a karşı mücadele eder. Tanrı üç kişide
belirse bile bu, birden çok Tanrı’nın olduğu ya da bu tekliğin bölündüğü anlamına gelmez.
Prexaes’ın uydurmasına göre, Mesih, Baba’yla aynı olmadan Tanrı olamayacağı için,
Tertullianus bu ayırım konusunda bütün gücüyle çaba gösterir. Aslında Söz’e ve Ruh’a
bütünün bir parçası der. Bu, aşırı ama mazur görülebilir bir ifadedir, çünkü öz için
denmemektedir ama Tertullianus’un tanıklıkta bulunduğu üzere, sadece kişilerle ilgili bir ilahi
takdire ve tasarrufa işaret etmektedir. Şu ifade de buna dayanmaktadır: “Ey günahkârların ey
büyüğü Praxeas, bu kadar çok isim olmasaydı, kaç kişi olduğunu düşünürdün?” Biraz sonra
da: “Ki, Baba’nın ve Oğul’un her birinin kendi isimleri ve kişilikleri olduğuna inanabilsinler”
demektedir. Sanıyorum, Tertullianus’dan aldıkları yetkiyle basit insanları kandırmaya
çalışanların küstahlıklarını bu referanslarla yeterince çürütebildim.
29 . Tanınmış bütün ilahiyatçılar Üçlü Birlik öğretisini kabul eder
Eskilerin yazılarını gayretle karşılaştıran biri, kuşkusuz Irenaeus’ta, kendinden sonra
gelenlerin ortaya koyduklarından başka bir şey bulamayacaktır. Bunların en eskisi Iustinos’tur
ama bizi, her noktada destekler. Hem Iustinos’un hem de diğerlerinin, Mesih’in Baba’sına tek
Tanrı dediklerini söyleyerek karşı çıkacaklardır. Hilary de aynı şeyi öğretiyor. Aslında
sonsuzluğun Baba’da olduğunu daha net söylüyor. Bu, Oğul’u tanrısal özden yoksun
bırakmak mı? Yine de Hilary, bizim sıkıca sarıldığımız aynı imanı savunmakla ilgileniyor. Ne
var ki, karşıtlarımız bozdukları ifadeleri yağlamaktan utanmıyorlar. Bunlarla bizi,
yanlışlarının patronunun Hilary olduğuna inandıracaklar!
Ignatius’tan yaptıkları alıntılara gelince, bir ağırlığı olmasını istiyorlarsa elçilerin
Büyük Oruç ve benzeri yozlaştırmalar hakkında bir yasa koyduklarını kanıtlasınlar.
Ignatius’un adını kullanarak ortaya attıkları bu değersiz saçmalıklardan daha iğrenç bir şey
yok. Bu, kandırmak için kendilerini böyle maskelerle gizleyenlerin utanmazlığından bile daha
az hoşgörülebilir. Aslında eskilerin görüş birliği burada net olarak görülmektedir. Đznik
Konsili’nde Arius, kendini kanıtlamış bir yazar yetkisiyle rol yapmaya cesaret edememiştir.
Greklerden ya da Latinlerden hiç kimse kendinden öncekilerle aynı görüşte olmadığı için
mazeretler bulmamıştır. Augustinus’un, (bu alçakların en çok karşıt oldukları) herkesin
yazılarını ne kadar dikkatle araştırdığı ve onları ne kadar saygıyla kabul ettiği konusunda bir
şey söylememiz gerekmiyor. Elbette bazı küçük ayrıntılarda onlardan neden ayrılmak zorunda
kaldığını göstermeyi alışkanlık edinmişti. Bu tartışmada bile, diğer yazarların arasında belirsiz
ya da anlaşılmaz olan bir şey okusaydı bunu saklamazdı. Ne var ki, bu adamların saldırdıkları
öğretinin, en eski dönemlerden beri çelişkiye düşmeden kabul edildiği şekliyle doğru
olduğunu düşünmektedir. Hıristiyan Öğretisi 1. Kitap’ta, birliğin Baba’da olduğunu
söylediğinde, daha önce başkalarının öğrettiği şeyin kendisi için bilinmez olmadığını tek bir
kelimeyle açıklamaktadır. O zaman onun kendisini unuttuğunu mu söyleyip duracaklar? Ama
Augustinus başka bir yerde kendisini bu iftiradan kurtarır. Burada hiç kimseden yaratılmadığı
için Baba’ya tanrılığın başlangıcı der. Tanrı adının özellikle Baba’ya atfedildiğini, çünkü
75
başlangıç O’ndan gelmeseydi Tanrı’nın saf birliğinin anlaşılamayacağını bilgece göz önüne
alır20.
Şimdi umuyorum, Tanrı’ya bağlı okur, Şeytan’ın, şimdiye kadar bu öğretinin saf imanı
saptırmaya ya da karartmaya çalıştığı bütün hilelerini bu sözlerin çürüttüğünü kabul edecektir.
Sonunda bu öğretinin bütünüyle imanlı şekilde açıklandığına güveniyorum. Yeter ki,
okurlarım meraklarına sınır tanısınlar, gerçek bir baş belası olan ve kafa karıştıran
tartışmalardan daha çok isteyerek uzak dursunlar. Çünkü dayanaksız görüşlerden ölçüsüzce
zevk alanların asla doyuma ulaşamayacaklarından kuşkulanıyorum. Elbette bana karşı
olduğunu düşünebildiğim hiçbir şeyi kurnazlıkla atlamıyorum. Ama kilisenin bina edilmesi
için gayret ederken, yararı çok az olan pek çok şeye değinmemem ve okurlarımı gereksiz
zahmete sokmamam için bana tavsiyede bulunulurdu diye düşünüyorum. Baba’nın her zaman
baba olup olmadığını tartışmanın ne yararı var? Aslında babalık eyleminin sürekliliğini
düşünmek akılsızlık, çünkü öncesizlikten beri Tanrı’da üç kişinin bulunduğu belli.
XIV. BÖLÜM
KUTSAL YAZILAR, EVRENĐN VE HER ŞEYĐN YARATILIŞINDA BĐLE
GERÇEK TANRI’YI SAHTE TANRILARDAN APAÇIK BELĐRTĐLERLE
AYIRT EDER
(Đnsanın ve dünyanın yaratılışı, 1-2)
1. Tahminlerimizde Tanrı’nın yaratma işinin ötesine gidemeyiz ve gitmemeliyiz
Yeşaya sahte tanrılara tapanları, yeryüzünün ve gökkubbenin temelleri atıldığından
beri gerçek Tanrı’nın kim olduğunu öğrenmedikleri için haklı olarak akılsızlıkla suçlamıştır
[Yşa. 40: 21; Krş. 22. a.]. Buna rağmen zekâmız yavaş ve donuk olduğundan, imanlıların
putperestlerin uydurmacalarına terk edilmelerini önlemek için, gerçek Tanrı’yı
putperestlerden daha iyi anlatmalıyız. Evrenin zihni olarak Tanrı kavramı53 (bu, filozofların
gözünde en çok kabul gören anlatımdır) çok kısa ömürlü olduğu için, her zaman kuşku içinde
bocalamayalım diye, O’nu yakından tanımamız önemlidir. Tanrı’nın iradesine dayanan
kilisenin imanı, Musa’nın, evrenin Yaratıcısı ve Kurucusu olarak tanıttığı Tanrı’dan başka
Tanrı aramasın diye, Yaratılış tarihinin göz önüne serilmesi O’nun iradesiydi.
Zaman burada ilk kez belirtilmiştir. Öyle ki, yılların birbirini izlemesiyle imanlılar
insan ırkının ve her şeyin ilk kaynağına gelebilsinler. Sadece, eskiden Mısır’da ve dünyanın
başka bölgelerinde rağbette olan korkunç masallara direnmek için değil, evrenin başlangıcı
bilindiğinde, Tanrı’nın sonsuzluğu daha da net ortaya çıksın ve buna hayran kalarak daha çok
kendimizden geçelim diye bu bilgi özellikle yararlıdır. Aslında bu imansızca küçümseme bizi
etkilememelidir. Yeryüzünü ve gökleri kurmanın Tanrı’nın hemen aklına gelmemesi ama
ölçülemeyecek bir zamanın geçmesine tembelce izin vermesi bir mucizedir, çünkü bunu
binlerce yıl önce de yaratabilirdi. Ne var ki, şimdi sonuna gelmekte olan dünyanın ömrü
henüz altı bin yılı bile bulmamıştır. Tanrı’nın neden bunu bu kadar uzun zaman ertelediğini
sormamız ne yasaya uygundur ne de yararı vardır, çünkü insan aklı bu kadar fazlasını
anlamak için uğraşırsa, daha yoldayken yüz kez başarısızlığa uğrayacaktır. Tanrı’nın
20
“Her üçünde de aynı sonsuzluk…aynı güç vardır. Baba’da birlik, Oğul’da eşitlik, Kutsal
Ruh’ta birliğin ve eşitliğin uyumu vardır.” Augustine, On Christian Doctrine I, v. (MPL 34.
21; çev. NPNF II. 524). Ayrıca, Mesih’in, “Baba’nın göndereceği” değil, “Baba’dan size
göndereceğim” (Yu. 15:26) dediğine dikkati çeken Augustinus, Üçlü Birlik’teki Kişiler eşit
olsa da, Baba’nın principium totius deitatis, bütün tanrısallığın başlangıcı olduğunu belirtir.
53
Krş. I. v. 5 ve Cicero, Nature of the Gods, I. xiii. 33 (LCL basımı, s. 34-35).
76
imanımızın ölçülülüğünü sınamak için isteyerek gizlediği şeyi bilmenin de bizim için yararı
yoktur. Utanmaz bir adam dinine bağlı yaşlı birine dünyanın yaratılışından önce Tanrı’nın ne
yaptığını alay ederek sorduğunda, uygun bir şekilde yaşlı adam O’nun, meraklılar için
cehennem inşa ettiği yanıtını vermiştir.54
Sertten daha ciddi olmayan bu uyarı, birçoğuna eğlenceli gelen hatta onları günahlı ve
zararlı görüşlere sürükleyen kayıtsızlığı dizginlesin. Kısaca bilgeliği, gücü ve doğruluğu
kavranılamaz olan bu görülmez Tanrı’nın, Musa’nın tarihini, Kendi diri suretinin parladığı bir
ayna gibi önümüze koyduğunu unutmayalım. Gözlerin gücü yaş ilerledikçe, zayıfladıkça ya
da başka bir kusurla azaldığında gözlüğün yardımı olmadan hiçbir şeyi seçemez; bizim
güçsüzlüğümüz de böyledir. Kutsal Yazı, Tanrı arayışımızda bize yol göstermezse hemen
şaşırırız. Nitekim kayıtsızlıklarına gömülenler, Tanrı’nın gizli amaçlarını saygıyla kabul
etmenin, cenneti karanlığa gömen küfürler etmekten çok daha iyi olduğunu çok geç, ancak
korkunç bir yıkımla anlayacaklardır ama bu kişileri uyarmak artık boşunadır. Augustinus,
Tanrı’nın iradesinden daha yüce bir neden arandığında O’na karşı hata yapıldığından şikâyet
etmektedir. Aynı kişi başka bir yerde, uzayın genişliğinden çok, zamanın ölçülemeyen
genişliğiyle ilgili sorular sormanın daha küçük bir hata olmadığına dair bilgece uyarıda
bulunmaktadır. Aslında gökkubbenin yayıldığı genişlik ne olursa olsun yine de bir sınırı
vardır. Şayet biri, boşluğun gökyüzünün yüz katı olduğunu söyleyerek Tanrı’ya karşı çıkarsa
bu küstahlık Tanrı’ya bağlı herkese iğrenç gelmez mi? Tanrı’nın tembelliğine kusur bulanlar
böyle çılgınlaşıyorlar, çünkü Tanrı, onların evrenin hesaplanamayacak kadar çok yıl önce
yaratılması görüşlerine uymamıştır. Meraklarını gidermek için, dünyanın dışına çıkmaya
gayret ediyorlar. Sanki gökkubbede ve yeryüzünde akıl almaz parlaklıklarıyla duygularımıza
hitap edecek yeterince şey yokmuş gibi! Bu nedenle, bu sınırların içinde isteyerek kalalım.
Tanrı bizi bu sınırların içinde tutmak ve adeta abuk sabuk konuşma özgürlüğüyle yoldan
çıkmayalım diye zihinlerimizi bu sınırların içine hapsetmek istemiştir.
2 . Altı günlük çalışma Tanrı’nın insanlara karşı iyiliği gösteriyor
Aynı niyetle Musa, Tanrı’nın işini bir anda değil, altı günde bitirdiğini anlatıyor [Yar.
2:2].Bu koşulda, bunu düşünmenin bütün yaşamımızı işgal etmesi bezdirici gelmesin diye,
çalışmasını altı güne yayan tek Tanrı’yla ilgili bütün kurgulardan uzaklaştırılıyoruz.
Gözlerimizi hangi yöne çevirirsek çevirelim, Tanrı’nın işlerini görmek zorunda kalıyoruz ama
dikkatimizin ne kadar kararsız olduğunu ve bizi etkileyen tanrısal düşüncelerin ne kadar
çabuk dağıldığını görüyoruz. Đnsan aklı, imanla itaat etmek zorunda kalıncaya ve yedinci
günün kutsal tutulmasının bizi davet ettiği bu huzura kendini adamayı öğreninceye kadar,
sanki bu işler Tanrı’nın gücüne yabancıymış gibi, burada da söylenmeye başlıyor. Ama bu
düzende Tanrı’nın insanlığa babaca sevgisini düşünmeliyiz. Evrene her tür iyi şeyi bol bol
verinceye kadar Âdem’i yaratmamıştır. Eğer onu kıraç ve boş bir dünyaya getirseydi, ona
ışıktan önce yaşam verseydi onun gönencini asla yeterince sağlayamayacaktı. Đnsan
yararlansın diye güneşe ve yıldızlara hareket verdiğinde; yeryüzünü, denizleri ve havayı canlı
yaratıklarla doldurduğunda, yiyecek olarak yeterince bol meyve sunduğunda ileriyi gören ve
gayretli bir aile babasının sorumluğunu üstelenerek bize karşı olağanüstü iyiliğini ortaya
koymaktadır. Sadece kısaca değindiğim şey, daha dikkatle düşünülürse Musa’nın, Yaratan tek
Tanrı’nın güvenilir tanığı ve habercisi olduğu görülecektir. Musa’nın, bu net surette
görülebilenden başka bir tanrı olduğunu düşünmeyelim diye, Tanrı’nın apaçık olan özünden
sadece söz etmekle kalmadığı, O’nun sonsuz Bilgeliğini ve Ruh’unu da ortaya koyduğu
konusunda daha önce yaptığım açıklamayı geçiyorum.55
54
55
Augustine, Confessions XI. xii (MPL 32. 815; çev. LCC VII. 253).
I. xiii. 22-24
77
(Melekler, 3-12)
3 . Tanrı her şeyin Rab’bidir!
Ama insan doğasını daha ayrıntılı ele almadan önce araya meleklerle ilgili bir şeyler
eklemeliyim. Elbette sıradan halkın ilkelliğine ayak uyduran Musa, Yaratılış tarihinde
Tanrı’nın, gözümüze görünenlerden başka işlerinden söz etmez. Yine de daha sonra melekleri
Tanrı’nın hizmetlileri olarak tanıttığında, meleklerin, çabalarını ve hizmetlerini adadıkları
Tanrı’nın onların Yaratan’ları olduğu sonucu kolayca çıkarılabilir. Musa, sıradan halk gibi
konuşsa bile, meleklerin Tanrı’nın yarattıkları arasında sayılmasına dair temel ilkeleri hemen
koymaz. Ne var ki, Kutsal Yazı’nın başka yerlerinde onlarla ilgili olarak tekrar tekrar
öğrettiklerini açıkça aktarmamıza hiçbir şey engel değildir. Şayet Tanrı’yı işlerinden tanımak
istiyorsak şu açıklayıcı ve muhteşem örneği hiçbir şekilde küçümsememeliyiz. Ayrıca
öğretişin bu bölümü pek çok yanlışı çürütmek için çok gereklidir. Meleklerin doğasının
üstünlüğü birçok kişinin zihnini o kadar kaplamıştır ki, tek Tanrı’nın otoritesine boyun eğen
melekler hata yaptıklarında adeta grup olarak baskı göreceklerdir. Bu nedenle yanlış olarak
onlara tanrısallık verilmektedir.
Cemaatiyle birlikte Mani56 de iki ilke şekillendirerek ortaya çıkmıştır: Tanrı ve şeytan.
Đyi şeylerin kökenini Tanrı’ya atfetmiştir ama kötü nitelikleri şeytanla bağdaştırır. Bunların
yazarı şeytandır. Bu çılgınlık aklımızı tuzağa düşürürse, Tanrı’nın evrenin yaratılışındaki
yüceliği artık Tanrı’da barınmaz. Sonsuzluktan ve Kendini var etmekten – yani deyim
yerindeyse, Kendinden var olmaktan- başka hiçbir şey Tanrı için daha karakteristik
olmadığından, bunu şeytana atfedenler bir anlamda ona tanrısal bir sıfat vererek tapmıyorlar
mı? Tanrı’nın isteğine ve karşı koymasına rağmen her istediğini yapan şeytanın böyle bir
egemenliğinin olduğu kabul edilirse Tanrı’nın her şeye egemenliği nerede? Manicilerin tek bir
temeli vardır: Kötü şeyin yaratılmasını iyi Tanrı’ya atfetmemek. Bu, bütün evrende kötü bir
nitelik olduğunu kabul etmeyen ortodoks imana en küçük bir zarar vermez. Hem insanın hem
de şeytanın bozulmuşluğu ve kötülüğü ya da bunların yol açtığı günahlar doğadan değil,
doğanın bozulmasından kaynaklanır.57 Başlangıçtan beri Tanrı’nın, bilgeliğine ve
doğruluğuna örnek oluşturmayan hiçbir şey var olmamıştır. Bu nedenle, bu sapkın yanlışlığın
gereğini yapmak için zihinlerimizi, gözlerimizin erişebildiğinden daha yükseğe kaldırmamız
gerekir. Tanrı’ya her şeyin Yaratan’ı denen Đznik Đnanç Açıklaması’nda görülemeyen
şeylerden açıkça söz edilmesinin amacı olasılıkla budur. Bununla beraber, Tanrı’ya bağlılık
kuralının emrettiği ölçüyü korumaya dikkat etmeliyiz ki, okurlarımız uygun olandan daha
fazlasını düşünüp imanın yalınlığından uzaklaşmasınlar. Aslında Ruh, yararımızı bize
öğretirken aydınlanmamız için çok az değeri olan bu konularda ya kesinlikle sessiz kalmakta
ya da bunlara sadece hafifçe ve aceleyle dokunmaktadır. Yararı olmayan bu konuları isteyerek
bir yana bırakmak da bizim görevimizdir.
(Yaratılış ve meleklerin görevleri, 4-12)
4 . Melekler konusunda kurgular yapmamalıyız ama Kutsal Yazı’nın tanıklığını
istemeliyiz
Melekler Tanrı’nın buyruklarını yerine getirmek için atanmış hizmetliler olduğundan,
Tanrı tarafından yaratıldıkları tartışma götürmez [Mez. 103:20-21]. Meleklerin yaratıldıkları
zaman ve düzen konusunda sorun yaratmak gayretten çok inatçılığın kanıtı değil midir? Musa,
göğün ve yerin bütün öğeleriyle tamamlandığını söylüyor [Yar. 2:1]. O zaman yıldızların ve
56
Krş. I. xiii. ı. dn.3
Augustinus, Manicilere karşı, “natura, in qua nullum bonum est, non potest”, City of God
XIX. xiii (MPL 41. 641; çev. NPNF II. 408) ve insandaki kötülüğün doğadan değil, doğanın
bozulmasından geldiğini iddia eder, Against Julian I. v. 16, 17 (MPL 44. 650 vd; çev. FC 35.
16 vdd).
57
78
gezegenlerin dışında, daha uzaktaki göksel öğelerin hangi gün oluşmaya başladığını da
endişeyle sorgulamanın ne anlamı var? Bütün dinsel doktrinlerde olduğu gibi, burada da
alçakgönüllülüğün ve ayıklığın tek kuralına daha fazla yol almadan sarılmayı unutmayalım:
Tanrı’nın Sözü’nde bize açıklananların dışında kalan, bilinmeyen konuları konuşmayalım,
tahminde bulunmayalım, hatta öğrenmeye çalışmayalım. Ayrıca Kutsal Yazı’yı okurken, bu
eğitici konuları araştırmaya ve düşünmeye aralıksız gayret etmeliyiz. Meraka kapılmayalım
ya da yararsız şeyleri araştırmayalım. Rab bizi, semeresiz sorularla değil, Tanrı’ya sıkıca
bağlılık göstererek, O’nun adından korkarak, gerçek bir güvenle ve kutsallık görevlerinde
eğitmek istediği için, bu bilgiyle yetinelim. Bu nedenle, gerektiğince bilge olacaksak bu boş
tahminlerden vazgeçmeliyiz. Tanrı’nın doğayı, düzeni, meleklerin sayısını anlattığı Sözü’nün
dışında kalan bu konuları işe yaramayan insanlar öğretmişlerdir. Birçok kişinin bunlara, her
gün yararlanılan şeylerden daha açgözlülükle saldırdığını ve bunlardan daha çok zevk aldığını
biliyorum. Ama Mesih’in öğrencileri olmaktan utanmıyorsak, emrettiği yöntemi izlemekten
de utanmayalım. O’nun öğretişiyle yetindiğimizde bizi vazgeçmeye çağırdığı bu son derece
boş düşünceleri bırakmakla kalmayacağız, bunlardan tiksineceğiz de.
Bu Dionysius her kimse58 Gökteki Hiyerarşi’sinde birçok konuyu incelikle ve ustaca
ele aldığını hiç kimse inkâr etmeyecektir. Ne var ki, biri bunu daha yakından incelediğinde
büyük bölümünün sadece boş konuşma olduğunu görecektir. Đlahiyatçının görevi, kulakları
geveze konuşmalarla avutmak değil, gerçek, kesin ve yararlı şeyler öğreterek vicdanları
güçlendirmektir. Bu kitabı okuduğunuzda onun, öğrendiklerini değil, kendi gözleriyle
gördüklerini anlatan gökten düşmüş bir adam olduğunu düşünürsünüz. Ancak, üçüncü göğe
götürülen Pavlus [2Ko. 12:2] bu konuda hiçbir şey söylememekle kalmaz, insanın, gördüğü
gizli şeylerden söz etmesinin de yasaya uygun olmadığını belirtir [2Ko. 12:4]. Bu nedenle bu
akılsızca bilgeliğe elveda diyerek, RAB’bin meleklerle ilgili olarak bize öğrettiği Kutsal
Yazı’daki yalın öğretişi inceleyelim.
5 . Kutsal Yazı’da meleklere verilen adlar
Kutsal Yazı’da ara sıra meleklerin göksel ruhlar olduklarını okuyoruz. Tanrı karar
verdiği her şeyi yerine getirmek için onların hizmetlerinden ve görevlerinden yararlanıyor
[Mez. 103:20-21]. Aynı şekilde, Tanrı, Kendisini insanlara açıklamak amacıyla onları aracı
haberciler olarak kullandığı için de onlara bu ad veriliyor. Benzer bir nedenle onlara başka
adlar da veriliyor. Prenslerinin etrafını saran koruyucular gibi, O’nun yüceliğine taptıkları ve
yüceliğini dikkat çekici şekilde açıkladıkları için “ordular” adı da veriliyor [Luk. 2:13-14].
Melekler tıpkı bir asker gibi önderlerinin bayrağını taşımaya kararlılar. O’nun buyruklarını
yerine getirmeye hazırlar. O, bir işaret verir vermez göreve koyuluyorlar ya da daha çok,
işlerinin başında oluyorlar. Başka peygamberler, özellikle de Daniel, Tanrı’nın yüceliğini
duyurmak için tahtının görünüşünü anlatırlar. Tanrı yargı kürsüsüne çıktığında önünde
binlerce binlerin, on binlerce on binlerin durduğunu söyler [Dan. 7:10]. Aslında Rab elinin
gücünü ve kudretini onların aracılığıyla duyurduğu için, onlara “egemenlikler” denir [Ef.
1:21; 1Ko. 15:24]. Tanrı bu dünyada yetkisini onların aracılığıyla kullandığı ve uyguladığı
için, onlara kimi kez yönetimler, kimi kez güçler, kimi kez yönetimler denir [Kol. 1:16; Ef.
58
“Dionysium illum, quicunque fuerit”.
Burada Sözde-Dionysius’un De coelesti
hierarchia’sından söz edilmektedir. Olasılıkla Calvin’in aklından Luther’in Babylonish
Captivity’nin Atanma konulu bölümü geçiyordu. “Ama bence…her kimse (quisquis fuerit)
bu Dionysius’a fazla güvenmek benim için hoşuma gitmiyor, çünkü aslında bilgisi sağlıklı
değil”. Luther’in 15 Nisan 1521’de Sorbonne’da mahkûm edilmesi kısmen bu metne
dayanıyordu. 15. yüzyılın son yarısında Elç. 17:34’deki Ares Tepesi Kurulu üyesi
Dionisios’a atfedilen birçok isimsiz karakterin eseri, 17. yüzyıla kadar evrensel kabul
görmemiştir.
79
1:21; 1Ko. 15:24]. Son olarak da, Tanrı’nın yüceliği bir anlamda onlarda da bulunduğu için,
bu nedenle onlara “tahtlar” da denir [Kol. 1:16]. Yine de bu sonuncusu için bir şey
söylememeyi tercih ediyorum; çünkü farklı bir yorum da aynı şekilde hatta daha da uygun
olur. Ama bu adı geçelim. Kutsal Ruh, meleklerin hizmetinin yüceliğini övmek için bundan
önceki adları sık sık kullanmaktadır. Tanrı’nın, ilahi yüceliğinin varlığını özellikle ortaya
koyduğu bu araçları Kutsal Ruh’un onurlandırmadan geçmemesi akla yatkın değil mi? Aynı
şekilde bir kez de onlara ilahlar denmektedir (Mez. 138:1], çünkü bir ayna olarak yaptıkları
görevlerinde O’nun ilahiliğini bir ölçüde bize sergilemektedirler. Kutsal Yazı’da Tanrı’nın
meleğinin Đbrahim’e [Yar. 18:1], Yakup’a [Yar. 32:2, 28], Musa’ya ve diğerlerine [Yşu. 5:14;
Hak. 6:14; 13:10, 22] göründüğü anlatıldığında, eski yazarların bu meleğin Mesih olduğu
yorumunu getirmelerinden hoşlanmasam da, bütün meleklerden söz edildiğinde bunlara daha
çok “ilahlar” adı verilmektedir [Krş. örn.Yar. 22:11-12]. Bu tuhaf gelmemelidir; prenslere ve
yöneticilere, en yüce Kral ve Yargıç olan Tanrı’nın vekilleri oldukları için onur veriliyorsa
[Mez. 82:6], tanrısal yüceliğin parlaklığını çok daha zengin ortaya koyan meleklerin
onurlandırılmasında çok daha iyi bir neden vardır.
6 . Đmanlıların koruyucuları ve yardımcıları olarak melekler
Ama Kutsal Yazı bize, en etkili biçimde neyin teselli verebildiğini ve imanımızı
güçlendirebildiğini öğretirken çok ısrar eder: Yani Tanrı’nın bize karşı iyiliğini dağıtanlar ve
uygulayanlar meleklerdir. Bu nedenle Kutsal Yazı, onların güvenliğimiz için nöbet tuttuğunu,
savunmamızı üstlendiğini, bizi yönlendirdiğini, zarar gelmesin diye bizi gözettiklerini
hatırlatmaktadır. Her şeyden önce Kilise’nin Başı Mesih ve sonra da bütün imanlılar için
kullanılan ifadeler evrenseldir. “Tanrı meleklerine buyruk verecek, gideceğin her yerde seni
korusunlar diye. Elleri üzerinde taşıyacaklar seni, ayağın bir taşa çarpmasın diye” [Mez.
91:11-12]. Aynı şekilde; “RAB’bin meleği O’ndan korkanların çevresine ordugâh kurar,
kurtarır onları” [Mez. 34:7]. Böylece Tanrı, gözetim altına aldıklarının korunmasını meleklere
verdiğini gösteriyor. Bu hesaba göre, RAB’bin meleği kaçmakta olan Hacer’i teselli eder ve
hanımıyla uzlaşmasını buyurur [Yar. 16:9]. RAB, kulu Đbrahim’e yolculukta ona bir meleğin
yol göstereceğine söz verir [Yar. 24:7]. Efrayim ve Maneşşe’yi kutsayan Yakup, aracılığıyla
bütün kötülüklerden kurtulduğu meleğe onları gönendirmesi için dua eder [Yar. 48:16].
Böylece Đsrail kampını koruması için bir melek atanır [Çık. 14:19; 23:20]; Tanrı, Đsrail’i
düşmanın elinden kurtardıkça öç alanları meleklerin hizmetiyle sarsmıştır [Hak. 2:1; 6:11;
13:3-20]. Kısaca, melekler Mesih’e hizmet etmiş [Mat. 4:11] ve büyük sıkıntısında O’nunla
beraber olmuştur [Luk. 22:43]. Kadınlara O’nun dirildiğini [Mat. 28:5, 7; Luk. 24:5],
öğrencilere O’nun görkemle geldiğini [Elç. 1:10] duyurmuşlardır (başka örnekler vermek
gereksizdir). Melekler, bizi koruma görevini yapmak için şeytana ve bütün düşmanlarımıza
karşı mücadele ediyorlar ve bize zarar verenlere karşı Tanrı’nın duyduğu öfkenin gereğini
uyguluyorlar. Okuduğumuz gibi, Tanrı’nın meleği Yeruşalim kuşatmasını kaldırmak için, bir
gece içinde Asur Kralı’nın ordugâhında 185.000 kişi öldürmüştür (2Kr. 19:35; Yşa. 37:36].
7 . Koruyucu melekler
Ama imanlıların tek tek korunması için her biri için bir meleğin atanıp atanmadığı
konusunu güven içinde onaylamaya cesaret edemem. Kuşkusuz Daniel, Perslerin meleğinden
ve Greklerin meleğinden söz ettiğinde [Dan. 10:13, 20; 12:1] krallıklara ve valiliklere belli
meleklerin atandığına işaret etmektedir. Mesih de, çocukların meleklerinin Baba’nın yüzünü
her zaman gördüklerini söylediğinde [Mat. 18:10-11], onların güvenliğinin emanet edildiği
bazı melekler olduğuna işaret eder. Ama bundan, her bireyin kendi koruyucu meleğinin
olduğu sonucunu çıkarıp çıkarmamak gerektiğini bilmiyorum. Her birimizi gözetmenin
sadece tek bir meleğin değil, kurtuluşumuzu ittifak halinde gözeten tümünün görevi olduğunu
kabul etmeliyiz. Çünkü bir günahlının tövbe ederek dönmesinin, doğruluğu elinden
80
bırakmayan doksan dokuz kişiye duyulandan daha büyük sevinç yarattığı söyleniyor [Luk.
15:7]. Ve çok sayıda meleğin Lazar’ın canını Đbrahim’in sinesine götürdüğü de
söylenmektedir [Luk. 16:22]. Elişa kendisi için gelen ateşten savaş arabalarını uşağına boşuna
göstermez [2Kr. 6:17].
Bunu, diğerlerinden daha net biçimde doğrulayan bir ayet vardır. Petrus hapisten
çıkarıldığında kardeşlerinin toplandığı evin kapılarını çaldı, gelenin o olduğunu
düşünemiyorlardı. “‘Onun meleği olmalı’ dediler” [Elç. 12:15]. Her imanlıya bir koruyucu
melek atandığına dair yaygın görüş nedeniyle bu, akıllarına gelmişti. Burada da bunun
Petrus’u koruması için RAB’bin verdiği bir melek olduğunu anlamaktan hiçbir şeyin bizi
alıkoyamayacağı yanıtı verilebilir. Yine de o melek, Petrus’un sürekli koruyucusu
olmayabilir. Aynı şekilde sıradan halk, her kişinin iyi ve kötü birer meleğinin olduğunu –
sanki farklı ruhlarmış gibi- düşünür. Ne var ki, öğrenmekle fazla ilgilenmediğimiz bir şey
hevesle sorgulamamıza değmez. Gökteki bütün orduların insanın güvenliğine göz kulak
olması kişiyi tatmin etmeyecekse, kendisine özel bir koruyucu melek verildiğini bilmesinde
yarar görmüyorum. Aslında Tanrı’nın hepimize gösterdiği özeni tek melekle sınırlayanlar
hem kendilerine hem de kilisenin bütün üyelerine büyük haksızlık yapıyorlar; sanki bizi
destekleyen ve koruyan etrafımızdaki bu ordulardan biz daha mertçe savaşırmışız da bu, boş
bir vaatmiş gibi.
8 . Meleklerin hiyerarşisi, sayısı ve biçimi
Meleklerin sayısını ve aşamasını59 saptamaya cesaret edenler ne tür dayanakları
Yahuda’da
olduğuna baksınlar. Daniel Kitabı’nda Mikail’e “büyük önder” [12:1],
“başmelek” dendiğini [9. a.] kabul ediyorum. Pavlus bize, insanları borazanıyla yargıya
başmeleğin çağıracağını öğretiyor [1Se. 4:16; Krş. Hez. 10:5]. Ama buna dayanarak kim
meleklerin rütbesini belirleyebilir? Her birinin rütbe işaretinin ayrımına kim varabilir? Her
birini yerine ve görevine kim atayabilir? Kutsal Yazı’da var olan iki isme, Mikail’le [Dan.
10:21] Cebrail’e [Dan. 8:16; Luk. 1:19; 26] Tobit tarihinden üçüncü birini de [Rafael]
eklemek [Tobit 12:15] isterseniz, bizim yetimizin güçsüzlüğü nedeniyle bunların meleklere
verilen anlamlar olduğunu görebilirsiniz. Yine de bunu açık bir soru olarak bırakmayı tercih
ediyorum.
Sayılarına gelince, Mesih’in ağzından “tümenden fazla” [Mat. 26:53], Daniel’den,
“binlerce binler on binlerce on binler” [Dan. 7:10] sözünün çıktığını okuyoruz. Elişa’nın uşağı
ateşten savaş arabaları görmüştü [2Kr. 6:17]. Meleklerin, Tanrı’dan “korkanların çevresine
ordugâh kurduğunun” söylenmesi de [Mez. 34:7] büyük bir kalabalığa işaret ediyor.
Ruhların bedensel biçimden yoksun olduğu kesin ama Kutsal Yazı, bizim anlayış
ölçümüze uygun olarak yararlı bir biçimde, bize keruv ve serafim adlı kanatlı melekleri
anlatır. Öyle ki, gökten gönderilen şimşeğin alışıldık hızıyla bize doğru uçması gibi, koşullar
gerektirdiğinde inanılmaz çabuklukta bize yardım etmeye hazır olduklarından kuşku
duymayalım. Bunun dışında hem sayıları hem aşamaları konusunda peşinde koşulan şeyin
açıklanmasının Son Gün’e ertelenmiş bir sır olduğunu kabul edelim. Bu nedenle çok merakla
araştırmamamız ya da kendimize çok güvenerek konuşmamamız gerektiğini unutmayalım.
59
Origenes, başmelekler olan Rafael, Cebrail ve Mikail’e bazı özel görevler atfetmektedir: De
principiis I. viii. 1 (GCS 22. 228; MPG 11. 176; çev. ANF IV. 264 vd.; Butterworth, Origen
On First Principles, s. 193 vd.) Ortaçağ ilahiyatı, meleklerin rütbelerini ve çeşitli görevlerini
anlatırken Calvin’in kabul etmediği bir otorite olan Sözde Dionysius’un etkisi altındadır.
Yukarıdaki 4. maddede olduğu gibi, bu maddenin başlangıç ve bitiş cümlelerinde Calvin,
Aquinas’ın açıkladığı melekler konusunun özenle spekülatif tarzda ele alınmasını kabul
etmemektedir.
81
9 . Melekler sadece bir fikir değil, gerçektir.
Ne var ki, bazı huzursuz insanların60 doğruluğundan kuşku duyduğu bu konunun kesin
olduğu kabul edilmelidir: Melekler, “hizmet eden ruhlardır” [Đbr. 1:14]. Tanrı, Kendi halkını
korumak için meleklerin hizmetinden yararlanmaktadır. Tanrı, gönenci hem meleklerin
aracılığıyla insanlara dağıtır, hem de diğer işlerini yapar. Meleklerin, Tanrı’nın insana verdiği
esini harekete geçirmekten ya da Tanrı’nın ortaya koyduğu gücüne örnek olmaktan başka
hiçbir anlamının olmadığı aslında eski Sadukilerin görüşüydü [Elç. 23:8]. Ama Kutsal
Yazı’da çok sayıda tanıklık bu saçmalığa karşı öylesine haykırıyor ki, bu insanların kaba
cahilliğine nasıl dayanıldığı merak ediliyor. Yukarıda binlerce [Va. 5:11], tümenlerce [Mat.
26:53] melekten söz edildiğini söyledim. Onlara sevinç atfediliyordu [Luk. 15:10]. Đmanlıları,
Baba’nın yüzünü görmeleri için [Mat. 18:10]ellerinde taşıyarak [Mez. 91:11; Mat. 4:6; Luk.
4:10-11], canları dinlensin diye götürdükleri [Luk. 16:22] ve benzeri şeyler söyleniyordu. Bu
metinleri bir kenara bırakırsak, aslında meleklerin gerçekten var olan ruhlar olduğunu açıkça
anlatan metinler de vardır. Her ne kadar çok çarpıtılsa da, Đstefanos’un ve Pavlus’un
söylediklerinden, yasanın meleklerin eliyle verildiğini anlamalıyız [Elç. 7:53; Gal. 3:19].
Mesih’in, dirilişten sonra seçilmişlerin melekler gibi olacağı [Mat. 22:30], Yargı Günü’nü
meleklerin bile bilmediği [Mat. 24:36], o zaman O’nun kutsal meleklerle geleceği [Mat.
25:31; Luk. 9:26] ifadelerini de böyle anlamalıyız. Aynı şekilde Pavlus, Timoteos’u Mesih
Đsa’nın ve O’nun seçilmiş meleklerinin önünde buyruklarını tutması için uyardığında [1Ti.
5:21] özü olmayan niteliklerden ya da esinlerden değil, gerçek ruhlardan söz etmektedir. Ve
biri, Đbraniler’e Mektup’u şundan başka türlü okursa anlamı olmaz: Şayet meleklerin bu
karşılaştırmaların yapılabildiği kutsanmış ruhlar olduğunu kast etmiyorsak, Mesih,
meleklerden çok daha yetkin yaratılmıştır [Đbr. 1:4], dünya meleklere bağlı kılınmamıştır [Đbr.
2:5] ve Mesih’in doğası melek değil, insan doğasıdır [2:16]. Ve mektubun yazarı, imanlıların
canlarıyla kutsal melekleri Tanrı’nın Krallığı’nda aynı zamanda bir araya getirdiğinde ne
demek istediğini açıklamaktadır [Đbr. 12:22-24].
Daha önce söz ettiklerimizi, çocukların meleklerinin Tanrı’yı her zaman gördüklerini
[Mat. 18:10), onların gözetimleriyle korunduğumuzu (Luk. 4:10-11], bizim kurtuluşumuza
sevindiklerini [Luk. 15:10], Tanrı’nın kilisedeki çok yönlü lütfuna şaşırdıklarını ve Baş olan
Mesih’in altında olduklarını buna ekleyelim. Kutsal atalara sayısız kez insan bedeninde
görünmeleri, konuşmaları ve konuk olmaları buna dâhildir [Yar. 18:2]. Aracı kimliğinde sahip
olduğu üstünlük nedeniyle Mesih’e melek denmektedir [Mal. 3:1]. Đblis’in çağlar öncesi
ortaya attığı, zaman zaman yeniden patlak veren bu akılsız ve saçma görüşlere karşı, yalın
olanı pekiştirmek için yeri geldiğinde buna değinmek gözüme iyi gözüküyor.
10 . Melekler tanrısal yüceliğin üyeleri değildir
Meleklerin iyi olan her şeyi bize vermekle görevli olduklarına dair belli etmeden sık
sık ortaya çıkan batılla baş etmek geriye kalıyor. Đnsan aklı birden öylesine yanılıyor ki,
meleklere saygıda kusur edilmemesini düşünüyor. Böylece sadece Tanrı’ya ve Mesih’e ait
olan meleklere aktarılıyor. Tanrı’nın Sözü’nün tam tersine, meleklere cömertçe ölçüsüz
saygının gösterildiği birkaç yüzyıldan beri Mesih’in yüceliğinin birçok şekilde karanlığa
gömüldüğünü görüyoruz. Bugün birbiriyle çarpışan bu kötülüklerin içinde daha da eski olanı
artık pek yok. Görünen o ki, Pavlus, bazı kişilerle şiddetle mücadele etmiştir. Bu kişiler
melekleri o kadar yüceltmişlerdir ki, Mesih’i neredeyse onlarla aynı düzeye indirmişlerdir. Bu
nedenle, Koloselilere Mektup’unda sadece Mesih’in bütün meleklere tercih edilmesi
gerektiğini değil, sahip oldukları her iyi şeyin yazarının da O olduğunu büyük bir istekle
teşvik etmektedir [Kol. 1:16, 20]. Bunu Mesih’ten ayrılmayalım, bağımsız olmayan ama
bizimle aynı kuyudan su çekenlerin grubuna geçmeyelim diye yapmaktadır. Kuşkusuz tanrısal
60
Calvin, Libertin’lerin melekler konusundaki “putperest” görüşlerini aktarıyor.
82
yüceliğin olağanüstülüğü meleklerde parladığı için, onlara tapmak için yere kapanmamız,
şaşkınlığa kapılmamız ve sadece Tanrı’ya borçlu olunan her şeyi onlarla bağdaştırmamız
bizim için daha kolaydır. Vahiy’de Yuhanna bile bunun başına geldiğini itiraf etmekte ama
aynı zamanda bunun yanıtını aldığını da eklemektedir [19:10; 22:8-9]. “Sakın yapma! Ben de
senin… gibi bir Tanrı kuluyum. Tanrı’ya tap.”
11 . Tanrı Kendi adına değil, bizim adımıza melekleri kullanır
Tanrı’nın, gücünü, daha çok meleklerin hizmeti olmadan bizzat değil, onların
aracılığıyla duyurmayı, imanlıların güvenliğini sağlamayı ve iyiliğinden verdiği armağanları
imanlılara iletmeyi alışkanlık haline getirdiğini irdelersek bu tehlikeyi iyice önleriz. Elbette
Tanrı, onlarsız yapamazmış gibi bunu zorunluluktan yapmaz. Gözüne iyi göründüğünde
onları göz ardı eder ve işini sadece Kendi istemiyle yürütür. Bir dereceye kadar onlar, Tanrı
için zorluğu azaltan araçlardır. Bu nedenle Tanrı, düşüncelerimizde iyi bir umut besleyelim ya
da düşüncelerimizi güvence içinde gerçekleştirelim diye güçsüzlüğümüzde bizi teselli etmek
için meleklerden yararlanır. Aslında bizim için tek bir şey yeterli olmalıdır: RAB bize
koruyucumuz olduğunu duyurmaktadır. Ama – yumuşaklığımız ve kırılganlığımız gibiçevremizi bu kadar çok tehlikenin, bu kadar çok zararlı şeyin, bu kadar çok düşmanın
sardığını gördüğümüzde, RAB, lütfunun varlığını yetimize göre bize fark ettirmezse, kimi
zaman endişeye kapılırız ya da umutsuzluğa boyun eğeriz. Bu nedenle RAB, sadece bizi
gözetme vaadinde bulunmaz, güvencemizden sorumlu olmalarını emrettiği sayısız koruyucu
olduğunu da söyler. Öyle ki, tehlike ne olursa olsun, koruyarak ve savunarak çevremizi
sardıklarında bütün kötülük olasılığının dışında kalırız. Tek Tanrı’nın bu basit koruma
vaadinden sonra hâlâ nereden bize yardım geleceğini sorduğumuzda hata yaptığımızı kabul
ediyorum [Mez. 121:1]. Ama RAB, ölçülemeyen sevecenliği ve yumuşaklığıyla bu hatamıza
çare olmak istediğinden, bu büyük yararı göz ardı etmemiz için hiçbir neden yoktur. Elişa’nın
uşağı buna örnektir. Suriye ordusunun dağı kuşattığını ve hiçbir kaçış olmadığını gördüğünde
korkuya kapılmıştı. Sanki kendisi ve efendisi için her şey bitmişti. Burada Elişa, uşağının
gözlerini açması için Tanrı’ya dua etti. Uşak hemen, dağın ateşten atlarla ve savaş
arabalarıyla, yani peygamber kadar kendisini de koruyacak olan bir melekler ordusuyla dolu
olduğunu gördü [2Kr. 6:17]. Gördüğünden güç kazanarak kendine geldi. Görüntüsü neredeyse
gözünden silinmiş olan düşmanlarına yılmayan bir cesaretle küçümseyerek bakabildi.
12 . Melekler gözümüzü RAB’den başka yöne çevirmemize yol açmamalıdır
Öyleyse meleklerin hizmetiyle ilgili söylenenlerle, bütün güvensizliği kafamızdan
uzaklaştırıp, Tanrı’daki umudumuzu daha sağlamca pekiştirerek artık bitirelim. Aslında
düşmanın çokluğu, Tanrı’nın yardımını yenermiş gibi korkmayalım ama Elişa’nın “bizim
yandaşlarımız onlarınkinden daha çok” ifadesine sığınabilelim diye, bu yardımları bize RAB
hazırlamıştır [2Kr. 6:16]. Tanrı’nın yardımının bize bu kadar yakın olduğuna tanıklık etsin
diye belirlenmiş olan meleklerin bizi Tanrı’dan uzaklaştırmaları ne kadar saçmadır! Melekler
O’na bakalım, O’na başvuralım, O’nun tek yardımcımız olduğunu duyuralım diye elleriyle
bizi dosdoğru O’na yönlendirmiyorlarsa; meleklere, O yönlendirmezse O’nun hiçbir işe
girişmeyecek elleri diye bakmıyorsak; melekler tek Aracı olan Mesih’e tümüyle bağlı olalım,
O’na güvenelim, O’na gelelim ve O’na dayanalım diye bizi O’nda tutmuyorlarsa bizi
gerçekten de uzaklaştırırlar. Yakup’un görümünde anlatılan aklımızdan çıkmamalı ve iyice
yer etmelidir: Melekler yeryüzüne, insanlara inerler ve üzerinde Orduların RAB’binin
durduğu bir merdivenle insanlardan gökyüzüne yükselirler [Yar. 28:12]. Bu, meleklerin bize
hizmetinin ancak Mesih’in aracılığıyla gerçekleştiğine işaret etmektedir. Kendisi de bunu
şöyle onaylar: “Göğün açıldığını ve … meleklerin Đnsanoğlu üzerinde… indiklerini
göreceksiniz” [Yu. 1:51]. Đbrahim’in uşağı meleğin gözetimine emanet edilmesine rağmen
[Yar. 24:7] kendisine yardım etmesi için ona başvurmaz ama bu vaade güvenerek RAB’be
83
dualar yağdırır ve Đbrahim’e merhametini göstermesi için O’na yalvarır [Yar. 24:12]. Tanrı,
yüceliğini meleklerle paylaşmak için onları Kendi gücünün ve iyiliğinin hizmetlileri
yapmadığı gibi, güvenimiz onlarla Kendisi arasında bölünmesin diye, bize onların hizmetleri
aracılığıyla yardım etme sözü de vermez. O zaman Tanrı’ya melekler aracılığıyla yaklaşmak
ve bizi Tanrı’ya daha çok yaklaştırmaları amacıyla meleklere tapmak isteyen Platon
felsefesine elveda. Batıla inananların ve meraklı insanların baştan beri dinimizi sürüklemeye
çalıştıkları yer burasıdır. Bugün de bu çabayı göstermekte direniyorlar.
(Tanrı’nın amaçlarında şeytanlar, 13-19)
13 . Kutsal Yazı düşmana karşı bizi önceden silahlandırır
Kutsal Yazı’nın şeytanlar konusunda öğrettiği her şeyin amacı, onların hilelerine ve
entrikalarına karşı ihtiyatlı olmamız için bizi uyandırmak, ayrıca da bu en güçlü düşmanları
yenmek için yeterince güçlü ve kudretli olan silahlarla donatmaktır. Đblis’e ilah (2 Ko. 4:4), bu
dünyanın prensi (Yu. 12:31), tepeden tırnağa silahlanmış güçlü bir adam [Luk. 11:21; Krş.
Mat 12:29], havadaki hükümranlığın egemeni [Ef. 2:2], kükreyen aslan [1Pe. 5:8] dendiğinde
bu anlatımlar sadece daha ihtiyatlı ve dikkatli, böylece de mücadeleye girmeye daha çok
hazırlıklı olmamızı sağlar. Kimi kez bu daha açıkça belirtilir: Petrus, iblis “kükreyen aslan
gibi yutacak birini arayarak dolaşıyor” dedikten [1Pe. 5:8] sonra hemen bir teşvikle, imanda
sarsılmadan ona karşı direnmeyi ekler. Pavlus da, mücadelemizin insanlara karşı değil,
havadaki hükümranlığın egemenine, karanlığın güçlerine ve ruhsal kötülüklere karşı olduğu
uyarısını yaptıktan [Ef. 6:12] sonra bu kadar büyük ve tehlikeli bir yarışmaya dayanabilmemiz
için bize zırh kuşanmamızı emrediyor [Ef. 6:13 vdd]. Durmak bilmeden bizi tehdit eden bir
düşmana, atak bir cesaretin, asker gibi kahraman olmanın, kurnazca hilelerin, yorulmak
bilmeyen bir çabanın ve telaşın, savaş biliminde akla gelebilen her silahın ve her becerinin ta
kendisi olan bir düşmana karşı önceden uyarılmaktayız. O zaman her çabamızı şu amaca
yönlendirmeliyiz: Dikkatsizlikle ve cesaretsiz bir yürekle kendimizi yenilgiye terk etmeyelim
ama tam tersine, yeniden cesaretle yanıp tutuşarak savaş alanında sıkı duralım. Bu askerlik
hizmeti ancak ölünce bittiği için kendimizi dayanmaya teşvik edelim. Aslında zaafımızın ve
bilgisizliğimizin bilincinde olarak Tanrı’nın yardımına başvuralım. Her neye kalkışırsak
kalkışalım sadece Tanrı’ya güvenelim, çünkü bize teselli, güç, cesaret ve zırh verebilen
sadece O’dur.
14 . Günahkârlık âlemi
Üstelik daha çok başarmamız için uyanıp teşvik bulalım diye Kutsal Yazı bir, iki ya da
birkaç düşmanımızın olmadığını, bize savaş açan büyük orduların olduğunu bildirmektedir.
Mecdelli Meryem’in kendisini ele geçiren yedi cinden kurtulduğu söyleniyor [Mar. 16:9; Luk.
8:2] ve Mesih, bir cin çıkarıldıktan sonra, ona yeniden yer verirseniz, yanına kendisinden
daha kötü yedi ruh daha alarak çıktığı boş yere döneceğine tanıklık ediyor [Mat. 12:43-45].
Aslında bir kişiye bütün bir tümenin saldırdığı anlatılıyor [Luk. 8:30]. Bu örneklerde bize,
sayılarının birkaç tane olmasını azımsayarak savaşta çok gafil avlanmayalım ya da kimi
zaman biraz soluk almayı düşünerek tembelliğe kapılmayalım diye sonsuz sayıdaki
düşmanımıza savaş açmamız öğretilmektedir.
Ama Đblis’ten ya da şeytandan genellikle tekil söz edilmesi kötülüğün
imparatorluğunun Doğruluğun Krallığına karşı olduğunu gösteriyor. Kilisenin ve kutsalların
paydaşlığının Baş’ının Mesih olduğu anlatıldığı gibi, imansız ve dinsiz grubu da, üzerlerinde
çok büyük etkisi olan prensleriyle birlikte bize anlatılmaktadır. Bu nedenle, “Ey lanetliler…
Đblis’le melekleri için hazırlanmış sönmez ateşe gidin” denmiştir [Mat. 25:41].
15 . Uzlaşılmaz bir mücadele
84
Şeytana her yerde Tanrı’nın ve bizim düşmanımız denmesi, bize ona karşı sonu
gelmez bir mücadeleye girme heyecanı da vermelidir. Şayet yüreğimizde olması gereken
Tanrı’nın yüceliği varsa, bunu bastırmaya çalışan şeytana karşı bütün gücümüzle mücadele
etmeliyiz. Mesih’in Krallığını kabul etmemiz gerektiği gibi kabul etmeye dikkat ediyorsak
onu yıkmak için dolap çeviren şeytana karşı uzlaşılmaz bir savaş açmalıyız. Ayrıca
kurtulmayı önemsiyorsak kurtuluşumuzu mahvetmek için sürekli tuzaklar kuran şeytanla ne
barış ne de ateşkes yapmalıyız. Aslında o, Yaradılış 3. Bölüm’de anlatılmaktadır. Burada
insanı Tanrı’ya borçlu olduğu itaati göstermesin diye ayartır. Aynı anda da Tanrı’yı layık
olduğu saygıdan yoksun bırakır ve insan kendi kendini yıkıma sürükler [1-5. a. ]. Müjdeciler
de ona “düşman” derler [Mat. 13:28, 39] ve sonsuz yaşamın tohumunu bozmak için deliceler
ektiğini söylerler [Mat. 13:25]. Özetle, onunla ilgili olarak Mesih’in, “O başlangıçtan beri
katil…ve yalancıdır” [Yu. 8:44] diye tanıklıkta bulduğu şeytanın işlerini bütünüyle yaşarız.
Tanrı gerçeğine yalanlarla karşı çıkar, ışığı karanlıkla gizler, insanların kafalarını hatalarla
karmakarışık eder, nefret duygusu uyandırır, mücadeleleri ve kavgaları ateşler. Tanrı’nın
Krallığını yıkmak ve kendisiyle beraber insanları da sonsuz ölüme atmak amacıyla her şeyi
yapar. Doğasının bozulmuşluğu, kötülüğü ve hainliği bundan bellidir. Kendini Tanrı’nın
yüceliğine ve insanın kurtuluşuna saldırmaya atayan bu mayada tam bir bozulmuşluk
olmalıdır. Yuhanna, mektubunda “Đblis başlangıçtan beri günah işlemektedir” diye yazdığında
söylemek istediği budur [1Yu. 3:8]. Aslında Pavlus onun bütün kötülüğün ve günahın yazarı,
önderi ve mimarı olduğunu düşünmektedir.
16 . Đblis, Tanrı’nın yoz bir yaratığıdır
Ne var ki, iblisi Tanrı yarattığı için, onun mayasına atfedilen bu kötülüğün
yaradılışından değil, sapkınlıktan geldiğini unutmayalım. Sahip olduğu, mahkûm edilmesi
gereken her şey onun başkaldırısından ve düşüşünden kaynaklanmıştır. Bu nedenle Kutsal
Yazı, onun bu durumunun Tanrı’dan geldiğine inanarak, Tanrı’ya, Kendisine son derece
yabancı olan bir şeyi atfetmeyelim diye bizi uyarmaktadır. Bu nedenle Mesih, “Đblis yalan
söylediğinde, kendi doğası gereği konuşmaktadır” der ve bunun nedenini belirtir: “Çünkü
onda gerçek yoktur” [Yu. 8:44’den mealen]. Aslında Mesih, Đblis’te “gerçek yoktur” derken
bir zamanlar onda gerçeğin olduğunu ima eder ve onu, “yalanın babası” yaptığında şeytanın
yol açtığı suçu Tanrı’ya yüklemekten onu yoksun bırakır.
Bunlar çok net olarak değil, kısaca belirtilse de, Tanrı’nın yüceliğini bütün iftiralardan
temizlemek için yeterinden fazladır. Şeytanlar hakkında daha çok bilgi sahibi olmak ya da
onu başka bir amaç için tanımak bizi neden ilgilendirsin? Bazı kişiler Kutsal Yazı’daki çok
sayıda ayette şeytanların düşüşü, bunun nedenleri, tarzı, zamanı ve onun karakteri sistemli ve
net bir biçimde ortaya koyulmuyor diye söyleniyorlar. Ama bunun bizimle ilişkisi olmadığı
için, hiçbir şey söylememek ya da şöyle bir değinmek daha iyidir, çünkü hiçbir etkisi olmayan
boş öykülerle merakımızı doyurmak Kutsal Ruh’a yaraşmaz. RAB’bin amacının, gelişmemiz
için öğrenmemiz gerekenlerin dışında gizli kehanetleriyle ilgili hiçbir şey öğretmek
olmadığını görüyoruz. Bu nedenle, gereksiz konularla oyalanmayalım diye, şeytanların
doğasıyla ilgili bu kısa özetle yetinelim: Şeytanlar ilk yaratıldıklarında Tanrı’nın
melekleriydiler ama yozlaşarak kendilerini mahvettiler ve başkalarını da mahvetme aracı
oldular. Petrus ve Yahuda bunu açıkça öğretmektedir, çünkü bunu bilmenin yararı vardır.
Tanrı günah işleyen [2Pe. 2:4] ve ilk doğalarını korumayarak kendilerine ayrılan yeri terk
eden [Yah. 6] melekleri esirgememiştir. Pavlus, “seçilmiş meleklerden” söz ederken, onları
yoldan çıkmış meleklerle açıkça karşılaştırdığından şüphe yoktur [1Ti. 5:21].
17 . Şeytan Tanrı’nın gücüne tabidir
Đblis’le Tanrı’nın arasında var olduğunu söylediğimiz anlaşmazlığa ve mücadeleye
gelince, Tanrı istemezse ve onaylamazsa onun hiçbir şey yapamayacağı konusundaki
85
değişmez kesinliği kabul etmeliyiz. Eyüp’ün tarihinde şeytanın, Tanrı’nın emirlerini almak
için O’nun önüne çıktığını [Eyü. 1:6; 2:1] ve emir almadan önce hiçbir kötü iş yapmaya
cesaret edemediğini [1:12; 2:6] okuyoruz. Ahav kandırılacağı zaman şeytan bütün
peygamberlerin ağzındaki aldatıcı ruh olmayı üstlenmişti; Tanrı, ona bu görevi vermişti [1Kr.
22:20-22]. Bu nedenle Saul’e sıkıntı çektiren RAB’bin ruhuna “kötü” deniyor, çünkü imansız
kralın günahları böyle cezaya çarptırılıyordu [1Sa. 16:14; 18:10]. Başka bir yerde de
Tanrı’nın, “bir alay kötülük meleğiyle” Mısırlıları felaketlere uğrattığı yazılmıştır [Mez.
78:49]. Bu örneklere göre, Pavlus, iman etmeyenlerin gözlerinin görmemesine daha önce
Şeytan’ın etkinliği dese bile [2Se. 2:9; Krş. 2Ko. 4:4; Ef. 2:2], genelde Tanrı’nın işi olduğuna
tanıklık eder [2Se. 2:11]. Bu durumda Đblis, açıkça Tanrı’nın gücü altındadır ve O’na hizmet
etmek zorunda kalması için, O’nun buyruklarıyla yönetilmektedir. Nitekim Đblis’in Tanrı’ya
direnç gösterdiğini ve işlerinin Tanrı’nın işlerine ters düştüğünü söylediğimizde, aynı
zamanda bu direnişin ve muhalefetin Tanrı’nın göz yummasına bağlı olduğunu da öne
sürüyoruz. Đblis’in isteğinden ya da çabasından değil, sadece etkisinden söz ediyorum. Şeytan
doğası gereği kötü olduğu için, tanrısal isteme asla itaat etmeye değil, inatçılığa ve
ayaklanmaya son derece eğilimlidir. Tutkusu ve Tanrı’ya bile bile muhalefeti kendisinden ve
kötülüğünden kaynaklanmaktadır. Bu kötülüğü nedeniyle Tanrı’ya karşı çok düşmanca
olduğuna inandığı bir eylem rotasına girişmek zorundadır. Ama Tanrı, Kendi gücünün
dizginiyle onu bağlayıp alıkoyduğu için, şeytan sadece Tanrı’nın izin verdiklerini yapar.
Đstesin ya da istemesin Yaratan’ına itaat eder, çünkü Tanrı onu harekete geçirdiğinde O’na
hizmet etmeye boyun eğmek zorundadır.
18 . Zaferin güvencesi!
Tanrı, Kendi istemine göre, kötü ruhları şurada burada bağladığı için, onların
faaliyetlerini öyle yönetir ki, imanlıları savaşa sokarlar, onlara pusu kurarlar, esenliklerine
tecavüz ederler, savaşta onlara sıkıntı verirler ve çok sık olarak onları bezdirirler, bozguna
uğratırlar, dehşete düşürürler, kimi kez de yaralarlar; ama imanlıları asla yenemezler ya da
ezemezler. Ne var ki, imanlılar kötülere boyun eğip sürüklenirler; kötüler onların akılları ve
bedenleri üzerinde güçlerini uygularlar ve utanç verici her davranışta köle gibi onları kötüye
kullanırlar. Đmanlılar söz konusu olduğunda, bu tür düşmanlardan huzursuz oldukları için, şu
teşviklere kulak verirler: “Đblise fırsat vermeyin” [Ef. 4:27]. “Düşmanınız Đblis kükreyen aslan
gibi yutacak birini arayarak dolaşıyor…Đmanda sarsılmadan ona karşı direnin” [1Pet. 5:8-9]
ve benzerleri. Pavlus, gururunu terbiye etmenin bir çaresi olarak, alçakgönüllü olması için
kendisine Đblis’in bir meleğinin verildiğini yazdığında böyle bir iç kargaşadan uzak
olmadığını kabul ediyor [2Ko. 12:7]. Bu durumda bu, Tanrı’nın bütün çocukları için genel bir
uygulamadır. Ama Đblis’in başını ezme vaadi [Yar. 3:15] Mesih’e ve genelde O’nun bütün
üyelerine ait olduğu için, şeytanın, imanlıları ele geçireceğini ya da yeneceğini kabul
etmiyorum. Aslında çoğunlukla imanlılar sıkıntı çekerler ama iyileşmeyecek kadar yaşamdan
yoksun kalmazlar; şiddetli darbelere maruz kalırlar ama sonra ayağa kalkarlar; yaralanırlar
ama yaraları öldürücü değildir; kısacası, ömürleri boyunca o kadar didinirler ki, sonunda zafer
kazanırlar.
Yine de bunu bireysel faaliyetlerle kısıtlamıyorum. Tanrı’nın adil öcüyle Davut’un bir
süre Đblis’e verildiğini, Davut’u kışkırtarak halkı saydırdığını biliyoruz [2Sa. 24:1]. Pavlus,
insanlar şeytanın ağına düşseler bile bağışlanma umudundan imkânsız diye vazgeçmez [2Ti.
2:25-26]. Başka bir yerde Pavlus, yukarıda sözü edilen vaadin etkisini, mücadele etmemiz
gereken bu yaşamda göstermeye başladığını, mücadeleden sonra vaadin yerine getirileceğini
belirtiyor. Şöyle diyor: “Esenlik veren Tanrı çok geçmeden Şeytan’ı ayaklarınızın altında
ezecektir” [Rom. 16:20]. Aslında bu zaferi Baş’ımız tümüyle kazanmıştır, bu dünyanın
egemenin onun üzerinde hiçbir etkisi yoktur [Yu. 14:30]. Üstelik O’nun üyeleri olan bizde de
86
kısmen böyledir. Aczimize boyun eğdiğimiz bedenimizi çıkardığımızda bu tamamlanacak ve
Kutsal Ruh’un gücüyle dolacağız.
Mesih Krallığı’nın inşa edildiği ölçüde O’nun gücüyle Đblis düşer; Rab, “Şeytan’ın
gökten yıldırım gibi düştüğünü gördüm” diyor [Luk. 10:18]. Bu yanıtıyla Rab, elçilerin
vaazlarının gücüne dair anlattıklarını onaylıyor, Aynı şekilde, “Bir prens kendi sarayında
oturduğu sürece bütün malları zarar görmez. Ama ondan daha güçlü biri prensi yenerse, onu
dışarı atar” [Luk. 11-21-22 mealen] Mesih, “ölüm gücüne sahip olan” Đblis’i [Đbr. 2:14]
ölümüyle yendi ve şeytanın gücü artık kiliseye zarar veremesin diye zafer kazandı. Yoksa
onun gücü şu anda bu işi yüz kez bitirmiş olurdu. Biz bu kadar güçsüz ve şeytanın öfkesi bu
kadar güçlüyken, önderimizin kazandığı zafere güvenmezsek şeytanın çok yönlü ve sürekli
saldırılarına en küçük bir şekilde nasıl karşı durabiliriz? Bu nedenle Tanrı, Đblis’in, imanlıların
canlarına hükmetmesine izin vermez. Sadece Kendi sürüsünün üyeleri diye bakmama
tenezzülünde bulunduğu dinsizleri ve imansızları yönetmesine izin verir. Şeytanın, Mesih
tarafından dışarı atılıncaya kadar bu dünyada tartışmasız şekilde çalışacağı söyleniyor [Krş.
Luk. 11:21]. Aynı şekilde Müjde’ye inanmayanları kör ettiği söyleniyor [2Ko. 4:4]. Ayrıca
“söz dinlemeyen insanlarda etkin olan” işini yürütüyor [Ef. 2:2] ve bütün imansızlar için,
gerektiği üzere, gazap tasları var. Bu durumda imansızlar tanrısal öce hizmet edenden başka
kime itaat edecekler? Son olarak, onların babalarının şeytan olduğu söyleniyor [Yu. 8:44];
imanlıların, Tanrı’nın suretini taşıdıkları için, O’nun çocukları diye kabul edildiği gibi,
imansızlar da Đblis’in yozlaştıkları suretinde haklı olarak onun çocukları diye kabul ediliyorlar
[1Yu. 3:8-10].
19. Şeytanlar düşünce değil, gerçektir
Meleklerin iyi esinlerden ya da Tanrı’nın, insanların zihinde uyandırdığı itici
güçlerden başka bir şey olmadığını öğreten bu asılsız felsefeyi daha önce çürüttüğümüz61 için,
burada da şeytanların, bedenimizden gelen bu kötü duygulardan ve tedirginliklerden başka bir
şey olmadığını geveleyen insanlar yalanlanmalıdır. Bunu kısaca yapabileceğiz, çünkü Kutsal
Yazı’da bu konuda yeterince açık tanıklık birkaç tane değil. Birincisi, ilk durumları yozlaşmış
olanlara [Yah. 6] kötü ruhlar ve dönen melekler deniyor [Mat. 12:43]. Bu adlar, zihindeki itici
güçleri ya da eğilimleri değil, daha çok, algılama ve anlayış duygusu bahşedilmiş akıllara ya
da ruhlara bu adın verildiğini yeterince ortaya koyuyor. Aynı şekilde “şeytan” adı kötü
esinlerden başka bir anlama gelmiyorsa, hem Mesih hem de Yuhanna, Tanrı’nın çocuklarını
şeytanın çocuklarıyla karşılaştırdıklarında [Yu. 8:44; 1Yu. 3:10], bu karşılaştırma anlamsız
mıdır? Yuhanna, “Đblis başlangıçtan beri günah işlemektedir” diyerek daha da net bir şey
eklemektedir [1Yu. 3:8]. Yahuda da, başmelek Mikail’in Đblis’le çekişip tartıştığını öğretirken
[Yah. 9] iyi meleğin karşısına kötü ve asi bir meleği çıkarıyordu. Eyüp’ün tarihinde
okuduğumuz, Đblis’in kutsal meleklere birlikte Tanrı’nın önüne çıkması da bununla
bağdaşmaktadır [Eyü. 1:6; 2:1]. Üstelik cezadan, şeytanların Tanrı’nın yargısını hissetmeye
başladıklarından, özellikle de kurtuluşta hissedeceklerinden söz eden metinler hepsinden daha
nettir. “Ey Davut’un Oğlu…buraya vaktinden önce bize işkence etmek için mi geldin?” [Mat.
8:29]. Aynı şekilde, “Ey lanetliler… Đblis’le melekleri için hazırlanmış sönmez ateşe gidin”
[Mat. 25:41]. Ayrıca, “Tanrı, günah işleyen melekleri esirgemedi; onları cehenneme atıp
karanlıkta zincire vurdu. Yargılanıncaya dek orada tutulacaklar” [2Pe. 2:4] vb.
Şayet şeytanlar var olmasaydı, sonsuz yargıya gidecekleri, onlar için ateş hazırlandığı,
şimdi Mesih’in yüceliğinden acı ve eziyet çektikleri ifadeleri ne kadar anlamsız olurdu! Ama
RAB’bin Sözü’ne imanı olanların bu konuyu tartışmaları gerekmiyor. Aslında yeni değilse
hiçbir şey hoşlarına gitmeyen, boş kurgularda bulunan imanlıların arasındaki kişiler için,
Kutsal Yazı’daki tanıklıkların pek az yararı var. Bu nedenle bana öyle geliyor ki, yapmak
61
I. xiv. 9
87
istediğim işi, yani Tanrı’ya bağlı kişilerin zihinlerini bu yanılsamalara karşı donatmayı
bitirdim. Bu yanılsamalarla endişeli insanların kafaları karışıyor ve diğerleri de olduklarından
daha çok saflaşıyor. Bir düşmanı olmadığını düşünerek direnirken, ağır ya da dikkatsiz
davranarak hiç kimse bu yanlışın tuzağına düşmesin diye, şu konuya da değinmeye değer.
(Yaratılış’tan alınacak ruhsal dersler, 20-22)
20. Yaratılış’ın büyüklüğü ve bereketi
Bu arada dinine bağlı bir kişi olarak, bu en güzel tiyatroda görülen ve belirginlik
kazanan Tanrı’nın işlerinden keyif almaktan utanmayalım. Başka yerlerde de dediğim gibi,
imanın başlıca kanıtı bu olmasa bile, ne zaman göz atsak gördüklerimizin Tanrı’nın işleri
olduğunu unutmamamız, ayna zamanda da Tanrı’nın bunları ne amaçla yarattığını dine bağlı
bir şekilde düşünmemiz için, ilk kanıt doğanın düzenidir. Bu nedenle, Tanrı’yı tanımanın bize
ne yararı olduğunu gerçek bir imanla kavrayabilmemiz için, Musa’nın kısaca anlattığı [Yar. 1
– 2. Bölüm’ler], sonra da başta Basileios ve Ambrosius olmak üzere kutsal kişilerin daha
ayrıntılı açıkladıkları evrenin yaratılışının tarihini kavrayabilmemiz öncelikle önemlidir.
Tanrı’nın, Sözü’nün ve Ruh’unun gücüyle göğü ve yeri yokluktan yarattığını, bundan sonra
her tür canlıyı ve cansızı ortaya çıkardığını, bu harika türlerin arasından çok sayıda değişik
türü birbirinden ayırdığını, her birine bir doğa bahşettiğini, görevler verdiğini, yerlerini ve
durumlarını belirlediğini, hepsi bozulmaya maruz kalsa da, Tanrı’nın, Son Gün’e kadar her
türün korunmasını sağladığını bu tarihten öğreneceğiz. Aynı şekilde bazısını gizli yollarla
beslediğini, zaman zaman onlara adeta damla damla yeni bir yaşam gücü akıttığını,
diğerlerine, ölümleriyle bütün bir tür yok olmasın diye üreme gücü verdiğini, göğü ve yeri, en
nefis ve aynı zamanda çok sayıda mobilyayla doldurulup donatılmış geniş ve muhteşem bir ev
gibi, olabildiğince sınırsız bereket, çeşit ve güzellikle harika biçimde bezediğini de
öğreneceğiz. Son olarak da insanı biçimlendirip böyle tanrısal bir güzellikle ve böylesine
büyük ve çok sayıda armağanla bezerken, işinin en yetkin örneği olarak insanı ortaya
koyduğunu öğreneceğiz. Ne var ki, amacım evrenin yaratılışını yeniden anlatmak olmadığı
için, bu birkaç konuya şöyle yeri gelmişken değinmek benim için yeterli olsun. Okurlarımı
uyardığım üzere, Yaratılış öyküsünü sadakatle ve gayretle yazan Musa’nın ve diğerlerinin
yazılarını daha dolu dolu anlamaya çalışmak daha iyidir [Yar. 1-2. Bölümler].
21 . Tanrı’nın işlerine nasıl bakmalıyız?
Bu konunun büyük bölümünü başka bir yerde ele aldık62 ve şu andaki amacımız
doğrultusunda bunu birkaç kelimeyle bitirmek mümkün. Tanrı’nın işlerini hangi yönüyle
düşünmemiz ve bu düşüncenin amacının ne olması gerektiğini daha çok tartışarak bir şey
kazanmayız. Aslında Tanrı’nın, evreni biçimlendirirken ortaya koyduğu, tahminlerin
ötesindeki bilgeliğini, gücünü, adaletini ve iyiliğini açıklamak istesek, hiçbir görkem,
konuşmadaki hiçbir süs böylesine büyük öneme sahip bir işin dengi olmayacaktır. RAB’bin
şu kutsal düşünceyle hiç ara vermeden zihnimizi işgal ettiği şüphesizdir: Her yaratılanın
O’nun bilgeliğinin, adaletinin, iyiliğinin ve gücünün büyük zenginliklerinin aynası olduğunu
düşünürken, bunları gelişigüzel, deyim yerindeyse bir çırpıda gözden geçirmemeliyiz ama
bunları uzun uzun düşünmeliyiz, zihinlerimizde sadakatle ve ciddi biçimde evirip
çevirmeliyiz ve tekrar tekrar hatırlamalıyız. Ancak buradaki amacımız öğretmek olduğu için,
uzun bir söylev gerektiren bu konuları atlamak bizim için yerindedir. Bu nedenle, kısaca
belirtmek gerekirse, bütün okurlar göğün ve yerin Yaratanı olmanın Tanrı için ne olduğunu
gerçek imanla anladıklarını bilsinler. Her şeyden önce evrensel kuralı izleyeceklerse,
Tanrı’nın yarattıklarında ortaya koyduğu bu göze çarpan güçleri nankörce düşüncesizlik
ederek ya da unutarak atlamasınlar, sonra da yürekleri etkilensin diye buna başvurmayı
62
I. v. 1-4
88
öğrensinler. Bu kuralın ilk bölümünün örneğini Sanatçının büyüklüğünü dile getirirken
verdik. O, gökyüzündeki yıldızlar ordusunu öyle yerleştirdi, öyle düzenledi, öyle harika bir
düzenlemeyle birbirine uydurdu ki, bu görünümden daha güzel hiçbir şey düşünülemez.
Bazılarını hareket edemesin diye ayarlayıp yerlerini sabitledi. Diğerlerine daha özgür bir rota
çizdi ama belirlenmiş rotalarının dışına çıkacak kadar değil. Günlerin, gecelerin, ayların,
yılların, yılın mevsimlerinin hareketlerini düzen içinde ayarladı. Her gün izlediğimiz gün
değişimini öyle bir oranladı ki, hiçbir karışıklık çıkmadı. Böyle bir kütleye destek olduğunu,
böylesine hızla dönen gök sistemini yönettiğini ve benzerlerini gördüğümüzde de bu böyledir.
Evrenin yaratılışında Tanrı’nın gücünü kabul etmek için bu birkaç örnek yeterince nettir.
Yoksa dediğim gibi, bütün bu konuyu yazmaya karar verseydim, sonu gelmezdi. Çünkü
tanrısal gücün mucizeleri, iyiliğinin belirtileri, bilgeliğinin kanıtları aslında evrendeki büyük
küçük her şey kadar çoktur.
22. Tanrı’nın yaratılıştaki iyiliğini düşünmek bizi şükretmeye ve güvenmeye
götürecektir
Geriye, kuralın, imanla daha yakından bağlantılı olan ikinci bölümü kalıyor. Bu,
Tanrı’nın her şeyi bizim iyiliğimiz ve kurtuluşumuz için önceden belirlediğini kabul etmek
ama aynı zamanda da kendimizde ve bize sağladığı büyük yararlarda O’nun gücünü ve
lütfunu hissetmek, böylece O’na güvenmek, yakarmak, O’nu övmek ve sevmek için harekete
geçmektir. Aslında az önce belirttiğim gibi,63 Tanrı, Yaratılış’taki düzenle her şeyi insanın
uğruna yarattığını göstermiştir. Evrenin yaratılışını altı güne bölmesi anlamsız değildir [Yar.
1:31]. Bütün işi ayrıntılarıyla birlikte bir anda bitirmek, böyle bir gelişmeyi aşamalı olarak
tamamlamaktan daha güç olmayacaktı. Ama insana biçim vermeden önce, sağlayışını ve bize
duyduğu babaca ilgiyi göstermek için insana yararlı ve hayırlı olacağını önceden gördüğü her
şeyi hazırlamıştır. Daha biz doğmadan önce bizimle ilgilendiğini gördüğümüz bu çok lütufkâr
Baba’nın bizi koruduğundan kuşku duymak ne büyük nankörlüktür! Daha biz doğmadan önce
iyi olan her şeyin büyük bir bollukla sağlandığını gördüğümüzde O’nun sevecenliğinin
ihtiyacımızı karşılayamayacağından korkarak titrememiz nasıl da imansızlık! Ayrıca O’nun
cömertliğiyle, yeryüzündeki her şeyin bize tabi olduğunu da Musa’dan öğreniyoruz [Yar.
1:28; 9:2]. Bizimle alay etmek için boş bir armağan vererek bunu yapmadığı da kesin. Bu
durumda, gönencimiz için gerekli olan hiçbir şeyden yoksun kalmayacağız.
Sonunda noktayı koyalım, Tanrı’ya göğün ve yerin yaratıcısı dediğimizde yarattığı
bütün bunların vermesinin O’nun elinde ve gücü dâhilinde olduğunu, bizim gerçekten de
O’nun çocukları olduğumuzu, bizi beslemek ve eğitmek için sadakatle koruması altına
aldığını da aklımızdan çıkarmayalım. Bu nedenle, her iyi şeyi dolu dolu sadece O’ndan
beklemeliyiz. Kurtuluş için duyduğumuz ihtiyaçta bizi asla boynu bükük bırakmayacağına
güvenmeliyiz ve umutlarımızı O’ndan başkasına bağlamamalıyız. Đstediğimiz her şeyi O’ndan
dilemeliyiz. Payımıza düşen her mutluluğun O’ndan gelen bereket olduğunu anlamalıyız ve
şükranla kabul etmeliyiz. Cömertliğinin ve iyiliğinin büyük tatlılığının çağırısıyla bütün
kalbimizle O’nu sevmeye ve O’na hizmet etmeye çalışalım.
63
I. xiv. 2
89
XV. BÖLÜM
YARATILAN OLARAK ĐNSANIN DOĞASI, CANIN GÜCÜ, TANRI’NIN
SURETĐ, ÖZGÜR ĐRADE VE ĐNSAN DOĞASININ64 BAŞLANGIÇTAKĐ
DÜRÜSTLÜĞÜ KONULARINI ĐRDELEME
(Đnsan doğası çirkinleşmiştir; yine de canında, belli belirsiz olsa bile Tanrı’nın sureti
vardır, 1-4)
1. Đnsan, Tanrı’nın elinden lekesiz çıkmıştır; bu nedenle günahlarının suçunu
Yaratan’a yükleyemez
Şimdi insanın yaratılışından söz etmeliyiz; Tanrı’nın bütün işleri içinde en soylusu ve
adaletinin, bilgeliğinin, iyiliğinin en çok dikkate değer örneği olduğu için değil, başlangıçta
söylediğimiz gibi65, şayet kendimizi tanımıyorsak Tanrı hakkında net ve eksiksiz bilgimiz
olamayacağı için, kendimiz hakkında iki çeşit bilgimiz vardır: Yani ilk yaratıldığımızdaki ve
Âdem’in düşüşünden sonraki durumumuzun ne olduğunu bilmek. Bu acıklı yıkılmışlıkta
doğamızın nasıl çirkinleştiğini ve bozulduğunu kabul etmezsek yaratılışımızı anlamanın yararı
pek olmayacaktır. Başlangıçta temiz bir doğamız olduğunun anlatılması bize yeterli
gelecektir. Đnsanın şimdi karşı karşıya kaldığı acıklı duruma gelmeden önce, ilk yaratıldığında
ne olduğunu bilmenin elbette yararı vardır. Đnsanın bu doğal kötülüklerini doğanın Yazarına
atfetmeyelim diye, şimdi bunları tek tek seçip ayırmaya dikkat etmeliyiz. Dinsiz kişi, her ne
kusuru varsa Tanrı’dan geldiğini iddia ederse bu bahaneyle kendini yeterince savunduğunu
düşünür. Azarlandığında Tanrı’yla mücadele etmekte ve suçlanmayı hak ettiği şeyin kusurunu
Tanrı’ya yüklemekte tereddüt etmez. Tanrı’dan çok daha saygıyla söz etmek ister gibi
görünenler, daha belirsiz şekilde de olsa, Tanrı’ya hakaret ettiklerini anlamadan,
bozulmuşluklarını suçunu hâlâ bile bile doğaya yüklerler. Doğanın özünde bir kusur olduğu
kanıtlanmış olsaydı, bu O’nun suçu olurdu.
Bedenin, kendi kötülüğünün suçunu başka birinin üzerine atılabileceğini düşünerek
her bahaneye can attığını gördüğümüz için, bu kötü niyete gayretle karşı çıkmalıyız. Bu
nedenle, insanlığın düştüğü felaketi öyle ele almalıyız ki, her bahaneyi yok etmeliyiz ve her
suçlama karşısında Tanrı’nın adaletini savunabilmeliyiz. Sonra yeri geldiğinde insanların,
Âdem’e bahşedilen paklıktan ne kadar uzaklaştıklarını göreceğiz.66 Önce Âdem’in topraktan
ve çamurdan yaratıldığında [Yar. 2:7; 18:27] gururunun dizginlendiğini anlamalıyız. Sadece
“çamur evlerde oturanlar” [Eyü. 4:19] için değil, topraktan ve tozdan meydana gelenler için
de kendi yetkinlikleriyle övünmekten daha saçma bir şey yoktur. Ne var ki, Tanrı, sadece
toprak kaba yaşam verme tenezzülünde bulunmadığı, bu toprak kabın ölümsüz bir ruhun
konutu olmasını da istediği için, Âdem, Yaratıcı’sının büyük liberalliğiyle haklı olarak
övünebilmiştir.
2. Bedenin ve canın farklılığı
Ayrıca insanın candan ve bedenden ibaret olduğu tartışma götürmemelidir. “Can”
sözcüğünden, insanın daha soylu olan ölümsüz ama yaratılmış özünü anlıyorum. Kimi zaman
buna “ruh” da deniyor. Ancak bu sözcükler bir araya geldiğinde anlamları değişiyor; “ruh”
sözcüğü tek başına kullanıldığında canla aynı anlama geliyor; ölümden söz eden Süleyman’ın,
“Ruh onu veren Tanrı’ya döner” dediği gibi [Vai. 12:7]. Mesih, ruhunu Baba’ya [Luk. 23:46]
64
Calvin’in, Institutes’de insanla ilgili öğretişi başlıca iki bölüme ayrılır. Burada insanı,
yaratıldığı durumuyla ele almaktadır. II, iv’deyse düşmüş insanı tartışır.
65
Krş. I, i, 1; I. v. 2-3; I. xv. 1; II. viii. 1.
66
II. i. 3
90
ve Đstefanos ise Mesih’e [Elç. 7:59] teslim ettiğinde, söylemek istedikleri sadece, can
bedendeki hapsinden kurtulduğunda, onun sürekli gözeticisinin Tanrı olduğuydu. Bazıları
cana “ruh” demek gerektiğini, çünkü onun bir nefes ya da bedenlere Tanrı tarafından akıtılmış
bir güç olduğunu ama özü olmadığını düşünüyorlar. Hem gerçek hem de bütünüyle Kutsal
Yazı onlara, bu görüşte akılsızca bir gaf yaptıklarını göstermektedir. Đnsanlar olmaları
gerekenden daha çok toprağa bağlı olduklarında körelecekleri tabii ki, doğrudur. Işıklar
Baba’sından [Yak. 1:17] uzaklaşmış oldukları için, karanlıkta kör olurlar. Öyle ki, ölümün
üstesinden geleceklerini düşünmezler ama bu arada, karanlık, ışığı bastıramadığı için,
ölümsüzlüklerini algılayarak etkilenmezler. Tabii ki, iyiyle kötü arasında ayırım yapan
vicdanın, Tanrı’nın yargısına karşılık vermesi ölümsüz ruhun kuşku duyulmayan bir işaretidir.
Özü olmayan bir güdü Tanrı’nın yargı kürsüsüne nasıl gelir ve kendi suçundan nasıl dehşete
kapılır? Beden sadece cana gelen ruhsal ceza korkusundan etkilenmez. Bundan çıkan sonuca
göre, cana bir öz bahşedilmiştir. Tanrı bilgisi, dünyadan üstün olan canların ölümsüz
olduğunu, hiçbir ölümlü enerjinin yaşam çeşmesine giremediğini yeterince kanıtlamaktadır.
Kısacası, insan aklına bahşedilen birçok seçkin armağan, bunun üzerine tanrısal bir
şeyin yazıldığını duyurmaktadır; bütün bunlar ölümsüz bir özün tanıklarıdır. Vahşî
hayvanların doğasında bulunan algı duyusu bedenin ötesine geçemez ya da en azından
bedende verilmiş olan maddesel şeylerden daha ileri gitmez. Ne var ki, göğü, yeri ve doğanın
sırlarını araştıran insan aklının uyanıklılığı, insanda bedenden ayrı bir şeyin gizlenmiş
olduğunu açıkça göstermektedir. Đnsanın anlayışı ve belleği her çağda geçerli olmuş, her şeyi
yerli yerinde düzenlemiş ve gelecekteki olayları geçmiştekinden ayırmıştır. Görülmeyen
Tanrı’yı ve melekleri zekâmızla anlarız. Beden bunu asla yapamaz. Doğru, adil ve saygın
şeyleri kavrarız. Bunlar, bedensel duyularımızda gizlenmiştir. Aslında insanı uyuşturan, hatta
insanı yaşamdan yoksun bırakırmış gibi görünen uyku, ölümsüzlüğün bilinmeyen bir tanığı
değildir, çünkü hiç olmamış şeylerle ilişkili düşünceleri değil, gelecekle ilişkili önsezileri de
ortaya koymaktadır. Seküler yazarların göklere çıkardıkları ve çok daha parlak bir dille
anlatıları bu konulara kısaca değindim; bu basit hatırlatma Tanrı’ya bağlı okurlar için yeterli
olacaktır.
Can, bedenden ayrı, gerekli bir şey olmasaydı, Kutsal Yazı çamur evlerde
oturduğumuzu [Eyü. 4:19] ve ölünce her birimizin bedenimizdeyken yaptıklarımıza göre, Son
Gün en sonunda ödülümüzü alalım diye bedendeki bozulabilen şeyleri soyunarak
bedenimizdeki tapınağı bırakacağımızı bize öğretmezdi. Sadece canı bedenden açıkça
ayırmakla kalmayan, ona “insan” adı da vererek tekrar tekrar karşımıza çıkan bu ve benzeri
metinler asıl yerin bu olduğunu belirtiyor. Pavlus, imanlıları, bedenlerini ve ruhlarını her
kirden arındırmak için teşvik ederken günahın kirliliğinin barındığı iki yere işaret ediyor
[2Ko. 7:1]. Petrus, Mesih’e, “canların Çobanı ve Gözetmeni” der [1Pe. 2:25]. O’nun,
uğurlarına bu görevleri yaptığı canlar olmasaydı, Petrus hatalı konuşmuş olurdu. Canların
kendi özleri olmasıydı, Petrus’un, sonsuza kadar “canların kurtulması” ifadesinin [1Pe. 19] ya
da canlarımızı arındırma ve “cana karşı savaşın benliğin tutkularını” [1Pe. 2:11] saptama
uyarısının bir anlamı olmazdı. Aynısı, Đbraniler yazarının, “Önderleriniz… canlarınız için
hesap verecek kişiler olarak sizi kollarlar” ifadesi için de geçerlidir [Đbr. 13:17].Pavlus’un,
ruhuna tanıklık etmesi için Tanrı’ya seslenmesi [2Ko. 1:23] aynı sonuca işaret ediyor, çünkü
ruhu cezadan sorumlu olmasaydı, Tanrı’nın önünde suçlu olmayacaktı. Mesih’in sözlerinde
bu, daha açıkça ifade edilmektedir. Bedeni öldürdükten sonra canı Cehennem ateşine
gönderenden korkmamızı bize buyurmaktadır [Mat. 10:28; Luk. 12:5]. Đbraniler’e Mektup’un
yazarı, dünyasal babalarımızı, “Ruhların Babası” olan Tanrı’dan ayırırken [Đbr. 12:9] canların
özünü daha net ortaya koyamazdı. Ayrıca canlar bedendeki hapisten kurtulduğunda
yaşamıyorsa Mesih’ih, Lazar’ın canının Đbrahim’in sinesinde mutluluğu elde ettiğine, ayrıca
da, zengin adamın ruhunun korkunç ıstıraplar çektiğine işaret etmesi saçma olurdu [Luk.
16:22-23]. Pavlus da bunu doğrulamaktadır. Bu bedende yaşadıkça Tanrı’dan uzaklaştığımızı
91
ama bu bedenin dışındayken O’nun yanında olacağımızı bize öğretmektedir [2Ko. 5:6, 8].
Çok güç olmayan bir konuda daha çok yol almayayım diye, sadece Luka’nın, Sadukilerin
hatalarından birinin ruhlara ve meleklere inanmamak olduğunu belirttiği sözlerini
ekleyeceğim [Elç. 23:8].
3. Tanrı’nın sureti ve insana benzerliği
Bu konuda güvenilir bir kanıt, insanın Tanrı suretinde yaratıldığı gerçeğinde ortaya
çıkar [Yar. 1:27]. Tanrı’nın görkemi insanın dışında ortaya çıksa bile, bu suretin doğru yerinin
can olduğundan hiç kuşku yoktur. Aslında dışsal biçimimizin, bizi vahşî hayvanlardan
ayırdığı ve farklı kıldığı kadar, aynı zamanda da bizi Tanrı’ya daha çok yaklaştırdığını inkâr
etmiyorum. Biri, “Tanrı sureti” başlığının altına, “diğer bütün canlılar toprağa bakmak için
eğilirken, insana yukarıya kaldırdığı bir yüz verilmiş, göğe doğru bakması ve yüzünü
yıldızlara kaldırması emredilmiştir”67 gerçeğini dâhil etmek isterse, çok şiddetle mücadele
etmem –yeter ki, dışsal belirtilerde görülen ya da parıldayan Tanrı’nın suretinin, ruhsal
olduğuna yerleşmiş bir ilke diye bakılsın. Yazıları, yararsız buluşlarda sapkınca yaratıcı
olduğunu kanıtlayan Osiander68, Tanrı’nın suretine hem bedeni hem de canı ayrım
gözetmeden dâhil ederek yeri göğü birbirine katıyor. Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un suretinin
insanda yer aldığına, çünkü Âdem her ne kadar dürüst kalabilmiş olsa da, Mesih’in insan
olması gerektiğini söylüyor. Bu durumda onlara69 göre, Mesih’in önceden belirlenen
bedeninin tipi ve şekli, biçim verilmiş beden görünüşündeydi. Ama Mesih’in Ruh’un sureti
olduğunu nerede görüyor? Bütün tanrısallığın O’nun Aracı kişiliğinde kuşkusuz ortaya
çıktığını kabul ediyorum ama sonsuza kadar sürecek olan Söz’e, sıralamada daha önce geldiği
Ruh’un sureti nasıl denir? Kısacası, Oğul’a Ruh’un sureti denirse Oğul’la Ruh arasındaki fark
altüst edilir. Ayrıca Mesih’in aldığı bedende Kutsal Ruh’a nasıl benzediğini ve bu benzerliğini
hangi belirtiler ve ayırt edici özelliklerle ifade ettiğini ondan öğrenmek isterdim. “Đnsanı…
yaratalım” [Yar. 1:26] sözü Oğul’a da özgü olduğu için, bundan, O’nun Kendisinin sureti
olduğu sonucu çıkmaktadır. Bu, hiçbir nedene uygun değildir. Bundan başka, Osiender’in
uydurması kabul edilirse, Mesih’in tipine ve şekline göre insan biçimlendirilmiştir. Bu
durumda Âdem’in kalıbı Mesih’ten alınarak etle kaplanmıştı. Ama Kutsal Yazı çok daha
farklı bir anlam öğretiyor. Âdem, Tanrı’nın suretinde yaratılmıştı. Âdem’in, Tanrı’nın tek
sureti olan Mesih’e uyması için, Tanrı suretinde yaratıldığını açıklayanların zekâsı çok daha
renkli ama bu açıklamada da sağlıklı bir şey yok.
Yorumcular, bu iki sözcük arasında var olmayan bir fark aradıklarında, açıklama
yapmak için “benzerlik” eklenmesinin dışında, “suret” ve “benzerlik” konusunda da en küçük
bir anlaşmazlık yok. Öncelikle tekrarların Yahudilerde yaygın olduğunu biliyoruz. Bir şeyi iki
kez açıklıyorlardı. O zaman burada bir belirsizlik yoktur. Sadece insan, Tanrı’ya benzediği
için ona Tanrı’nın sureti denmektedir. Bu durumda bu sözcüklerin çok daha kurnazca
felsefesini yapanlar gülünç oluyorlar: canın özüne ya zelem yani suret diyorlar ya da
niteliklerine demuth yani benzerlik diyorlar. Veya farklı bir şey öne sürüyorlar. Tanrı, insanı
Kendi suretinde yaratmaya karar verdiğinde ki, bu anlaşılması oldukça güç bir ifadedir,
benzerliğinin işaretlerinin kazındığı bir suret halinde Kendisini temsil edecek bir insan
67
Ovidus, Metamorphoses I. 84 vdd (LCL basımı, s. 8); Krş. Cicero, Nature of the Gods II.
lvi. 140 (LCL basımı, s. 256 vdd)
68
Andreas Osiander (1498-1552) Nurnberg’de seçkin bir Lutheran pastörüydü. 1549’da
Köningsber’de profesör oldu. 1550 yılında aklanma konusunda bağımsız ve şaşırtıcı bir
öğretiş ortaya attı. Osiander’in, Kopernik’in çığır açan çalışmasıyla ilgili yazısıyla bilimin
ilerlemesine katkıda bulunduğu da dikkate değer.
69
Metinde “eos” olarak çoğuldur; Krş. Institutes’un Fransızca metninde, “selon leur reverie”
(Onların hayallerine göre).
92
yaratacağını söylüyormuş gibi, bunun açıklamasını “Kendimize benzer” ifadesinde
tekrarlamaktadır. Bu nedenle Musa, az sonra aynı konuyu anlatırken, “benzerlikten” söz
etmeden “Tanrı’nın suretini” iki kez tekrarlıyor. Osiander’ın, insanın bir organına –diyelim ki
kendisine bahşedilenlerle birlikte canına- değil, adını meydana getirildiği topraktan alan
Âdem’in bütününe Tanrı sureti dendiğini söyleyerek itiraz etmesi saçmadır. Sağlıklı düşünen
bütün okurlar neden saçma dediğimi anlayacaklardır. Đnsana bütünüyle ölümlü denirken can
ölüme tabi değildir; insana “düşünen hayvan” denilse de, akıl ya da zekâ bedene ait değildir.
Bu durumda, can, insan olmamasına rağmen, canı nedeniyle insana Tanrı’nın sureti denmesi
saçma değildir; yine de Tanrı’ya benzerliğin, insanın doğasını bütün canlı yaratıkların
üzerinde yükselten yetkinliği tümüyle kapsadığına dair az önce belirttiğim ilkeyi aklımda
tutuyorum. Anlayışı tümüyle doğru olduğunda, düşkünlüklerini akıl sınırları içinde
tutulduğunda, bütün duyuları doğru bir düzen içinde ölçülü olduğunda ve yetkinliğini
Yaratan’ının kendisine verdiği olağanüstü armağanlara içtenlikle atfettiğinde Âdem’e
bahşedilen dürüstlük bu sözcükle ifade edilir. Tanrısal suretin asıl yeri düşüncede ve yürekte
ya da canda ve canın güçlerinde olsa da, bazı kıvılcımlar insanın bazı organlarında hatta
bedeninde parıldamaktadır. Dünyanın birçok yerinde de Tanrı’nın yüceliğinin bazı izlerinin
parladığı kesindir. Đnsana O’nun sureti verildiğinde örtülü bir antitezin ortaya atıldığını
buradan anlayabiliriz. Bu, insanı bütün diğer yaratıklardan üstün kılar ve adeta onu sıradan
çoğunluktan ayırır. Aslında meleklerin Tanrı’ya benzer olarak yaratıldığını reddetmemeliyiz.
Mesih’in tanıklık ettiği gibi, bizim en büyük yetkinliğimiz onlar gibi olmaktır [Mat. 22:30].
Bu kendine özgü unvanla Musa, yerinde olarak Tanrı’nın bize olan lütfunu över, özellikle de
görülen yaratıkları insanla karşılaştırdığında.
4. Tanrı’nın suretinin gerçek doğası, Kutsal Yazı’nın, onun Mesih aracılığıyla
yenilenmesi konusunda söylediklerinden çıkarılır
Yine de, insanın üstün olduğu ve Tanrı’nın yüceliğinin yansıması diye düşünülmesinin
gerektiği yetileri açıkça göremiyorsak, “suretin” elimizde tam bir tanımı olmaz. Aslında bu,
insanın bozulmuş doğasının iyileştirilmesinden başka hiçbir yerde daha iyi anlaşılmaz.
Âdem’in, bulunduğu durumdan düştüğünde bu kusuruyla Tanrı’ya yabancılaştığından şüphe
yoktur. Tanrı’nın suretinin onda tümüyle yok olmadığını ve tümüyle mahvolmadığını kabul
etsek bile, o kadar bozulmuştur ki, geriye sadece korkunç bir çirkinlik kalmıştır. Sonuçta,
kurtuluşumuzun iyileştirilmesi, Đkinci Âdem de denen Mesih aracılığıyla elde ettiğimiz
yenilenmeyle başladı, çünkü O, gerçekten eksiksizce dürüst olalım diye bizi iyileştirdi. Pavlus
da imanlıların Mesih’ten aldığı yaşam veren ruhla Âdem’de yaratılan yaşayan canı
karşılaştırarak [1Ko. 15:45] yeniden doğuşta çok daha zengin ölçüde olan lütfu övmektedir.
Ne var ki, yeniden doğuşun sonucunun Mesih’in bizi Tanrı suretinde yeniden biçimlendirmesi
olduğuna dair diğer asıl konuyu anlatmaz. Bu nedenle, başka bir yerde, “yeni insanın,
Yaratan’ının suretine uygun olarak yenilendiğini öğretmektedir” [Kol. 3:10, mealen aktarma].
“Tanrı’ya benzer yaratılan yeni yaradılışı giyin” sözü de buna uygundur [Ef. 4:24].
Şimdi Pavlus’un bu yenilenmeden başlıca ne anladığına bakacağız. Pavlus, ilk sıraya
bilgiyi koyuyor, ardından da pak doğruluk ve kutsallık geliyor. Öncelikle bundan, Tanrı’nın
suretinin düşüncenin ışığında, yüreğin dürüstlüğünde ve bütün organların sağlıklılığında
görülebildiği sonucunu çıkarıyoruz. Bu tür konuşma tarzlarında dar anlamlı bir sözcüğün
geniş anlamda kullanıldığını kabul ediyorum. Ne var ki, Tanrı’nın suretinin yenilenmesinde
asıl olanın, yaratılışta da ilk sırayı almış olduğu ilkesi bozulamaz. Pavlus’un başka bir yerde
öğrettiği, “Hepimiz peçesiz yüzle Rab’bin yüceliğini görerek… O’na benzer olmak üzere
değiştiriliyoruz” bununla ilgilidir [2Ko. 3:18]. Mesih’in Tanrı’nın en yetkin sureti olduğunu
gördük. Biz de bu sureti benimsersek gerçek dine bağlılık, doğruluk, saflık ve anlayışla o
kadar iyileştiriliriz ki, Tanrı’nın suretine dönüşürüz.
93
Bu kanıtlandığında, Osiander’ın bedenin biçimiyle ilgili hayali kolayca uçup gidiyor.
Ama Pavlus’un, sadece erkeğe “Tanrı’nın benzeri ve yüceliği” dediği [1Ko. 11:7] ve kadını
bu saygın konumun dışında tuttuğu ifadesi, metnin belirttiği üzere, apaçık siyasal düzenle
sınırlı tutulmalıdır. Ruhsal ve sonsuz yaşamla ilgisi olan bir şeyin sözü edilen “surete” dâhil
edilmesi gerektiğinin yeterince kanıtlandığını düşünüyorum Yuhanna, başlangıçtan beri
Tanrı’nın sonsuza kadar kalacak olan Sözü olan “yaşamın… insanların ışığı” olduğunu
duyurarak aynı konuyu başka sözlerle onaylıyor [Yu. 1:4]. Onun niyeti, Tanrı’nın eşsiz
lütfunu övmekti. Bu eşsiz lütufta insan, kalabalıktan ayrı tutulmak için diğer canlı
yaratıklardan üstün kılınmaktadır, çünkü sıradan bir yaşama değil, anlayış ışığının yer aldığı
bir yaşama kavuşmuştur. Bu durumda Pavlus, aynı zamanda da insanın Tanrı’nın suretinde
nasıl yaratıldığını gösteriyor. Tanrı’nın sureti, kusurundan önce Âdem’de parıldayan insan
doğasının yetkin üstünlüğüdür ama sonunda çok bozulmuş, adeta ortadan silinmiştir.
Yıkımdan geriye, karmakarışıklığın, bozulmuşluğun ve hastalıklı olmanın dışında bir şey
kalmamıştır. Seçilmişler, ruhta yeniden doğduklarında, kısmen kendini ortaya koymaktadır
bu; ama tüm olağanüstülüğüne göklerde erişecektir.
Ama bu suretin hangi parçalardan oluştuğunu bilelim diye canın yetilerini ele almanın
yararı vardır. Augustinus’un, can, içinde anlayışı, istemi ve belleği barındırdığı için, Üçlü
Birlik’in yansıması olduğu tahmini hiçbir şekilde sağlıklı değildir. Tanrı’nın benzerliğini,
insan her şeyin mirasçısı ve sahibi olarak belirlendiği için, ona verilen egemenliğe oturtanların
görüşü de hiç mümkün değildir. Sanki insan sadece bu belirtiyle Tanrı’ya benziyormuş gibi…
Oysa Tanrı’nın sureti insanın dışında değil, içinde aranmalıdır. Aslında bu, canın içsel
iyiliğidir.
5. Canın oluşumu konusunda Manicilerin hatası
Daha çok yol almadan önce, Servetus’un bu çağda bir kez daha ortaya atmaya çalıştığı
Manicilerin yanılsamasının üstüne gitmeliyiz. Tanrı’nın insanın yüzüne yaşam soluğunu
üflediği söylendiği [Yar. 2:7] için, ölçülemeyen boyutlardaki tanrılığın bir kısmı insana akmış
gibi, canın Tanrı’nın özünden kaynaklandığını düşünüyorlardı. Bu şeytanî hatanın aptalca ve
çılgınca saçmalıkları kuyruğunda sürüklediğine hemen işaret etmek kolaydır. Đnsanın canı
türeme70 yoluyla Tanrı’nın özünden gelseydi, bundan, Tanrı’nın doğasının sadece değişime ve
tutkulara değil, cahilliğe, kötü isteklere, zayıflığa ve her tür günaha eğilimli olduğu sonucu
çıkardı. Hiçbir şey insandan daha değişken değildir. Aksine hareketler canını galeyana getirir
ve farklı şekillerde rahatsızlık yaratır. Cahilliği nedeniyle tekrar tekrar yoldan çıkar. En küçük
bir ayartılmaya yenilerek boyun eğer. Đnsan zihninin, her türlü murdarlığın batağı ve pusu
kurduğu yer olduğunu biliyoruz. Şayet canın Tanrı’nın özünden olduğunu ya da tanrısallığın
gizli akışı olduğunu anlarsak, bütün bunların Tanrı’nın doğasına atfedilmesi gerekir. Böyle
canavarca bir şey kimin tüylerini ürpertmez? Aslında Pavlus, bizim Tanrı’nın soyundan
olduğumuz konusunda Aratus’tan71 içtenlikle alıntı yapar [Elç. 17:28] ama aslında öz olarak
değil, Tanrı bizi tanrısal armağanlarla donattığı için nitelik olarak. Bu sırada herkes bir
parçasına sahip olsun diye Yaratan’ın özünü parçalara ayırmak büyük çılgınlıktır. Bu nedenle,
Tanrı’nın özü, canların üzerine kazınmış bile olsa, tıpkı melekler gibi canların da yaratıldığı
gerçeğini kabul etmeliyiz. Ama yaratılış özün akması değil, hiçlikten oluşmaya başlamasıdır.
Aslında ruhu Tanrı veriyorsa ve bedenden ayrıldığında O’na dönüyorsa [Krş. Vai. 12:7]
hemen O’nun özünden koptuğunu söylememeliyiz. Osiander, bu konudaki yanılsamalarında
70
Calvin tradusianizme, yani bütün insanların canının, başlangıçta Âdem’e aktarılan (tradux)
tanrısal özden türediği öğretişine karşı su götürmez biçimde tavır alıyor. Tam karşıtı olan
yaratılışçılık öğretişini, yani her bir çocuğa yaşam verildiğinde, hiçlikten (ex nihilo)
meydana gelen tanrısal yaratma eyleminde bulunulduğunu savunuyor.
71
Krş. I. v. 3. dn. 6
94
sürüklenirken bir imansızlık hatasına düşmüştür. Mesih’in Kendi özünü bize dökmesi bir
yana, Tanrı, Ruhu’nun tahmin edilemeyen gücüyle bizi Kendisine uyduramazmış gibi,
Osiander esas doğruluğun dışında insanda Tanrı’nın suretinin olduğunu kabul etmemektedir!
Bazıları bu aldatmacaları kamufle etmeye çalışsalar da, dengeli okurların Manicilerin bu
hatasının kokusunu almalarını önleyemezler. Pavlus suretin iyileştirilmesini ele aldığında
sözlerinden, insanın, özün akıtılmasıyla değil, Ruh’un lütfu ve gücüyle Tanrı’ya uydurulması
için yaratıldığı sonucunu çıkarmamız apaçıktır. Pavlus, “Rab’bin yüceliğini görerek… O’na
benzer olmak üzere değiştiriliyoruz. Bu da Ruh olan Rab sayesindedir” demektedir [2Ko.
3:18]. Rab, bize Tanrı’yla aynı özü vermeden kuşkusuz içimizde çalışmaktadır.
(Âdem’in düşüşü göz önünde tutulduğunda filozofların can konusunda eleştirilen
görüşleri, 6-8)
6. Can ve yetileri
Filozoflardan “canın” tanımını yapmalarını istemek akılsızlık olur. Platon dışında
içlerinden ancak biri canın ölümsüz özünü hakkıyla kabul etmiştir. Aslında diğer
Sokrates’ciler da konuya değinmişlerdir ama hiç kimsenin, kendisinin ikna olmadığı bir şeyi
açıkça öğretemediğini ortaya koyacak şekilde. Platon’un görüşü daha doğrudur, çünkü
Tanrı’nın suretinin canda olduğunu düşünür. Diğerleri canın gücünü ve yetilerini bu yaşama
öyle bağlarlar ki, bedenin dışında ona hiçbir şey bırakmazlar.
Aslında Kutsal Yazı bize canın manevi bir öz olduğunu zaten öğretiyor; mekânla
sınırlı olmasa bile, yine de bedende yer aldığını, bir ev gibi burada yaşadığını buna
eklemeliyiz. Can sadece bedenin bütün organlarına hayat verip, hareketlerinin uygun ve
yararlı olmasını sağlamaz. Sadece bu dünyasal yaşamın görevleri açısından değil, aynı
zamanda da insanı Tanrı’ya saygı göstermesi için teşvik ederek insanın yaşamını yönetmede
ilk sırayı da alabilir. Đnsanın bozulmuş durumunda bu son nokta net olarak algılanmasa bile,
insanın kötülüklerine damgasını vuran bir iz kalmıştır. Đnsanların iyi bir ada duydukları bu ilgi
utançtan başka nereden gelir? Saygın olanın dışında utanç başka nereden gelir? Bunun
başlangıcı ve nedeni doğruluk ekmek üzere dünyaya geldiklerini anlamalarıdır. Din tohumu
bunun içindedir. Ama tıpkı insanın göklerdeki yaşamı düşünmek için yaratılmış olması gibi,
bu bilginin de onun canına yazıldığı hiçbir çekişmeye yer bırakmaksızın kesindir. Yetkin
durumuyla Tanrı’yla birliktelik olan insan mutluluğu, insandan gizlenseydi aslında
anlayışından başlıca yararlanma şekli elinden alınmış olurdu. Bu nedenle, canın başlıca işi
orayı arzu etmektir. Đnsan, Tanrı’ya yaklaşmak için ne kadar çok gayret ederse kendisine akıl
bahşedilmiş olduğunu o kadar kanıtlar.
Đnsanda biri duygusal, diğeri mantıklı birden çok can olduğunu kabul edenleri, olası
bir şey öne sürüyor gibi görünseler de, önemsiz ve yararsız konularla kendimize eziyet
çektirmek istemiyorsak tanımamalıyız, çünkü sağlıklı akıl yürütmüyorlar. Organik
hareketlerle canın mantıklı kısmı arasında büyük bir uyumsuzluk olduğunu söylüyorlar. Akıl,
kendisiyle uyuşmazlığa girmiyormuş ve savaşan ordular gibi amaçlar çelişiyormuş gibi. Ama
bütün bunlardan, sadece yetiler birbiriyle düzgün şekilde uyuşmadığı için, iki can olduğu
sonucunu çıkarmak yanlıştır, çünkü bu karışıklık insan doğasının bozulmuşluğundan
kaynaklanmaktadır.
Ama bu yetileri ustaca tartışmayı filozoflara bırakıyorum. Tanrı’ya bağlılığı inşa
etmek için, basit bir tanım bize yeter. Aslında öğrettikleri şeylerin doğru olduğunu kabul
ediyorum. Bunları öğrenmek sadece zevkli değil, yararlı da. Ve bunları beceriyle
toparlıyorlar. Bunları isteyerek öğrenmek için çalışanlara yasak koymuyorum. Platon’un
organ demeyi tercih ettiği beş duyu olduğunu öncelikle kabul ediyorum. Bu duyular bir tür
hazne gibi bütün nesneleri sağduyuya sunuyor. Bunu, sağduyuyla kavranan şeylerin ayırımına
varan hayal gücü, sonra evrensel hükmü kapsayan akıl, en sonunda da anlayış izliyor.
Anlayış, kararlı ve dingin bir çalışmayla, aklın yersiz olarak ne düşündüğünü dikkatle izliyor.
95
Anlayış, akıl ve hayal gücü (canın üç bilişsel yetisi) benzer şekilde üç dürtü yetisine tekabül
ediyor: işlevleri, anlayış ve aklın sunduğu şeylere gayret etmeyi kapsayan istem; aklın ve
hayal gücünün kendisine sunduklarını benimseyen öfke kapasitesi; hayal gücü ve duyu
tarafından önüne koyulan şeyleri kavrayan ölçüsüz istek kapasitesi.
Bunlar doğru ya da en azından mümkün olsa bile, bize yardım etmekten çok belirsizlik
bulaştırabilmelerinden korktuğum için, önemsenmemeleri gerektiğini düşünüyorum. Canın
gücünü başka şekilde sınıflandırmak isteyen bir kimseye, hiç de bütün gücümle karşı çıkmam:
O, başka bir yere yönlendirildiğinde nedeni olmasa bile, akla itaat edene iştah der; kendi
yolunca akla katılan bir diğerine ise zihinsel der. Hareketin duyu, anlayış ve güdü diye üç
ilkesi olduğu görüşünü de çürütecek değilim.
Ama daha çok, hepsinin kapasitesini ayırmayı tercih edelim ki, filozoflardan bunda
başarılı olmaları beklenemez. Filozoflar son derece basit konuşmak isterlerken canı dürtü ve
anlayış diye ayırırlar ama ikisini de birer ikili yaparlar. Kimi kez anlayışın düşünmeye
dayandığı, çünkü sadece bilgiyle yetinirse aktif bir hareketinin olmadığını (Cicero’nun “deha”
sözüyle adlandırdığı şey); kimi kez de pratik olduğunu, çünkü iyi ve kötüyü anlayarak istemi
çeşitli şekillerde harekete geçirdiğini söylerler. Nasıl iyi ve adil yaşanacağına dair bilgi de bu
ayırıma dâhildir. Birinci bölümü de (güdüden söz ediyorum) istem ve şehvet diye ayırırlar;
βούλησις dedikleri güdü akla ne kadar çok itaat ederse όρµή olur; ama aklın boyunduruğunu
atarak aşırılığa kaçtığında παθος olur. Bu durumda her zaman insan aklını, insanın kendisini
doğru yönetebildiği bir yeti diye düşünürler.
7. Gerçek temel yetiler olarak anlayış ve istem
Bu öğretiş tarzından bir şekilde ayrılmak zorundayız, çünkü insanın kusuruna verilen
cezadan kaynaklanan insan doğasının bozulmuşluğunu bilmeyen filozoflar, insanın
birbirinden farklı iki durumunu yanlışlıkla birbirine karıştırıyorlar. Bu nedenle, insan canının
anlayış ve istem olarak iki yeti içerdiğini kabul edelim –aslında bu, şu andaki amacımıza da
uygundur. Üstelik anlayış kapasitesi, uygun bulunmaya ya da bulunmamaya değer görünen
her nesne arasında ayırım yapsın; istem de, anlayışın iyi dediği şeyi tercih edip peşinden
gitsin, onaylamadığını reddedip kaçsın. Aristoteles’in, zihnin kendi başına hareket
edemediğine ama seçerek hareket ettiğine dair küçük ayrıntılar bizi oyalamasın. O, buna
anlayış güdüsü diyor. Yararsız sorularla sıkıntıya girmeyelim diye, anlayışın adeta canın
önderi ve yöneticisi olduğunu; istemin, anlayışın söylediklerine her zaman dikkat ettiğini ve
kendi isteklerinin anlayışın kararını beklediğini anlamak bize yetsin. Bu nedenle Aristoteles
aynı şeyi doğru öğretiyor: Güdüden kaçınmak ya da onu aramak aklı onaylamaya ya da inkâr
etmeye tekabül ediyor. Anlayışın, istemin her yönünü kararlılıkla nasıl yönlendirdiğini aslında
başka bir yerde göreceğiz72; burada sadece, canın, bu üyelerden birine ya da ötekine gerektiği
şekilde başvurmama gücünün olmadığını söylemek istiyoruz. Ve bu şekilde, duyuyu anlayışa
dâhil ediyoruz. Öte yandan bu filozoflar şu ayrımı yapıyorlar: Duyu zevke eğilimlidir,
anlayışsa iyinin peşinden gider. Bu durumda, duyusal güdünün aşırı bir istek ve şehvet,
anlayışın eğilimininse istem olduğu ortaya çıkıyor. Ayrıca tercih ettikleri “güdü” sözcüğünün
yerine ben, daha yaygın olan “istem” sözcüğünü koyuyorum.
8. Özgür seçim ve Âdem’in sorumluluğu
Đyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırsın ve aklın ışığının rehberliğinde ne sonuç
çıkarması ve neden kaçınması gerektiğinin ayırımına varsın diye Tanrı, insana can ve zihin
vermiştir. Bu nedenle filozoflar bu yöneten kısma τό ήγεµονικόν diyorlar. Bu nedenle Tanrı,
seçimi kontrol eden istemi bununla birleştirmiştir. Đlk durumunda insan bu seçkin Tanrı
vergilerinde üstündü. Öyle ki, aklı, anlayışı, sağduyusu ve yargısı sadece dünyadaki yaşamını
72
Krş. II. ii. 12-16
96
yönetmesi için yeterli olmakla kalmıyor, insan bunlarla Tanrı’ya ve sonsuz mutluluğa
erişiyordu. Sonra güdülerini yönetmesi ve bütün organik hareketlerini kontrol etmesi için
seçim eklendi. Böylece istem bütünüyle aklın rehberliğinin sorumluluğuna bırakıldı.
Bu dürüstlüğü içinde insanın, özgür istemi sayesinde, isteseydi sonsuz yaşama
erişecek kadar gücü vardı. Tanrı’nın bir sır olan önceden belirlemesi konusunda soru sormak
burada yersiz kaçacaktır, çünkü şu andaki konumuz bunun ne olup olmadığı değil, insanın
doğasının ne olduğudur. Âdem kendi istemiyle düştüğünü görerek, isteseydi ayağa
kalkabilirdi. Ama istemi şu ya da bu yana eğilebildiği ve dayanmak için tutarlı olmadığı için,
bu kadar kolay düştü. Ne var ki, iyiyi ya da kötüyü seçmekte özgürdü. Sadece bu da değil,
zihninde ve isteminde en büyük dürüstlük de vardı. Kutsanmışlığını bozarak kendini
mahvedinceye kadar bütün organik kısımları itaat etmesi için doğru yaratılmıştı.
Filozoflar büyük bir belirsizlikle karşılaşıyorlar, çünkü binayı yıkıntıların içinde ve
sağlam yapılmış bir yapıyı da çevreye saçılmış parçaların arasında arıyorlar. Đnsan, iyiyle kötü
arasında özgür seçim yapmasaydı düşünen hayvan olmazdı ilkesine bağlı kalıyorlar. Şayet
insan kendi planıyla yaşamını düzeltmeseydi erdemlerle günahlar arasındaki ayırımın yok
olup gideceği de akıllarına geliyor. Buraya kadar iyi akıl yürütülüyor –eğer insan hiç
değişmemiş olsaydı. Ama bu onlardan gizlendiği için,
gökle yeryüzünü birbirine
karıştırmalarında şaşılacak bir şey yok! Mesih’in imanını ikrar etmiş öğrencileri olarak,
aptalca davranıyorlar. Filozofların görüşleriyle göksel öğretiş arasında uzlaşma sağlayarak ne
göğe ne de yere değindiklerinde –ruhsal mahvolmuşluğa batmış ve kaybolmuş- insanda hâlâ
özgür seçim arıyorlar. Ama bu konuları uygun bir yerde73 ele almak daha iyi. Şimdi sadece
şunu akılda tutmamız gerekiyor: ilk yaratılıştaki insan bütün gelecek kuşaklarından çok
farklıydı. Onların kökeni onun bozulmuş durumundan geliyordu. Ondan kalıtsal bir leke
almışlardı. Đlk insanın canının tek tek parçaları doğruluk için biçimlendirilmişti, zihin sağlığı
iyice yerindeydi ve iyiyi seçmek için özgür istemi vardı. Şayet biri, gücü zayıf olduğu için,
isteminin güvensiz bir durumda olduğunu söyleyerek karşı çıkarsa, durumunun herhangi bir
bahaneyi ortadan kaldırmaya yararı olurdu. Günah işleyemeyen ya da hiç işlemeyecek olan
bir insan yaratma gerekliliğiyle kısıtlanmak Tanrı için de mantıklı değildi. Aslında böyle bir
insan doğası çok daha yetkin olurdu. Ama bunu insana vermesi gerekiyormuş gibi, bu kesin
konuda Tanrı’yla kavga etmek haksızlıktan da ötedir, çünkü gözüne ne hoş görünürse onu
vermek O’nun seçimidir. Ama dayanma erdemiyle insanı desteklememesinin nedeni, O’nun
planında gizlidir; bizim için uyanıklık bilgeliğin bir parçasıdır. Aslında insan istemini
kullanabilme yeteneğini almıştır; ama bu yeteneği kullanma istemi yoktur, çünkü istemi
kullanmanın ardından dayanma gelmiş olacaktı. Yine de, kendi yıkımına isteyerek yol açacak
kadar çok şey aldığı için mazur görülemez. Aslında insanın düşmesiyle Kendi yüceliğini
ortaya koyabilme fırsatı bulduğu için, insana vasat hatta geçici bir istemden başka bir şey
vermesi gerektiği Tanrı’ya dayatılmamıştır.
XVI. BÖLÜM
TANRI, YARATTIĞI DÜNYAYI GÜCÜYLE BESLEYĐP KORUR,
DÜNYANIN BĐRÇOK YERĐNĐ SAĞLAYIŞIYLA YÖNETĐR
(Filozofların görüşlerine karşı Tanrı’nın, öne sürülen özel sağlayışı, 1-4)
1. Yaratılış ve sağlayış ayrılmaz şekilde kenetlenmiştir
Üstelik Tanrı’yı, işini bir kerede bitiren, bir anda yaratan bir Yaratıcı haline getirmek
soğuk ve anlamsız olacaktır. Bu konuda, özellikle de tanrısal gücün varlığının, evrenin,
73
II. ii. 2-4
97
başlangıçtaki durumu kadar sürüp giden durumunda da parladığını gördüğümüzde dinle ilgisi
olmayan insanlardan farklı olmalıyız. Dinsiz insanların zihinleri bile sadece yere ve göğe
bakarak Tanrı’ya yönelmek zorunda kalıyorsa, imanın, Yaratılış konusunda bütün saygıyı
Tanrı’ya göstermek için kendine özgü bir yolu vardır. Elçi’nin daha önce göndermede
bulunduğumuz74, “Evrenin Tanrı’nın buyruğuyla yaratıldığını… iman sayesinde anlıyoruz”
[Đbr. 11:3] sözü bununla ilgilidir. Tanrı’nın sağlayışına geçmezsek – her ne kadar hem
zihnimizle kavramış hem de dilimizle itiraf etmiş görünebilsek de- “Tanrı yaratandır”
demenin ne anlama geldiğini doğru düzgün kavrayamayız. Yaratılışta dünyasal duyu
Tanrı’nın gücüyle karşılaştığında orada durur ve olsa olsa böyle bir yapıtı tamamlayan yazarın
sadece bilgeliğini, gücünü, iyiliğini tartıp düşünür. (Bu konular kanıt gerektirmez ve isteksiz
olanlara da kendilerini dayatırlar.) Üstelik dünyasal duyu hareket gücünün kaynağı olan,
koruyan ve yöneten genel bir faaliyeti düşünür. Kısacası, dünyasal duyu başlangıçtan bu yana
bahşedilen tanrısal enerjinin her şeyi desteklemeye yettiğini düşünür.
Ama iman daha derine inmelidir, yani O’nun her şeyin yaratıcısı olduğunu görerek,
sonsuza kadar sürecek olan Yönetici ve Koruyucu olduğu sonucunu da hemen çıkarmalıdır –
evrenin hareketiyle göğün çeşitli parçaları kadar arka planını da yönetmekle kalmaz, en küçük
serçeye kadar yarattığı her şeyi destekler, besler ve bakar [Krş. Mat. 10:29]. Bu durumda
Davut, Tanrı’nın yarattığı evrene şöyle bir bakıp, sağlayışının kesintisiniz şekilde akışına
gelir: “Gökler Rab’bin sözüyle, gök cisimleri ağzından çıkan solukla yaratıldı” [Mez. 33:6].
Kısa süre sonra da hemen, “Rab göklerden bakar, bütün insanları görür” [Mez. 33:13] diye
ekler ve bundan sonra gelen sözleri de aynı tarzdadır. Herkes bu kadar net akıl yürütmez.
Ama evrenin Yaratanı Tanrı olmasaydı ve hiç kimse, Tanrı’nın, işlerine özen gösterdiğine
ikna olmadan, evreni O’nun yarattığına ciddi şekilde inanmasaydı Tanrı’nın, insanın işlerine
özen gösterdiğine de inanılmazdı. Bu durumda, Davut’un en iyi sıralamayla bizi birinden
diğerine yönlendirmesi yersiz değildir. Genellikle evrenin bütün parçalarının Tanrı’nın gizli
esiniyle canlandırıldığını filozoflar öğretiyorlar ve insan zihni de kavrıyor. Ama Davut,
Tanrı’ya bağlı herkesi peşi sıra sürükleyip, “Hepsi seni bekliyor, yiyeceklerini zamanında
veresin diye. Sen verince onlar toplar, sen elini açınca onlar iyiliğe doyar. Yüzünü gizleyince
dehşete kapılırlar, soluklarını kesince ölüp toprak olurlar. Ruhun’u gönderince var olurlar,
yeryüzüne yeni yaşam verirsin” [Mez. 104:27-30] dediğinde onun kadar büyülenmiyorlar.
Aslında Pavlus’un, O’nda yaşadığımız ve O’nda hareket ettiğimiz ifadesini [Elç. 17:28]
paylaşsalar bile onun övdüğü samimî lütuf duygusundan uzaktırlar, çünkü Tanrı’nın, babaca
sevgisinin öğrenildiği tek yol olan özel ilgisini hepsi tatmaz.
2. Kader ve şans diye bir şey yoktur
Kutsal Yazı’da öğretildiği üzere, Tanrı’nın sağlayışının kadere ve rastlantı sonucu
meydana gelen olaylara zıt olduğunu bilmeliyiz ki, bu fark daha iyi görülebilsin. Her şeyi
şansın meydana getirdiği her çağda genel olarak kabul edilmiştir ve bugün de neredeyse bütün
ölümlüler aynı görüştedir. Sağlayışla ilgili olarak inanmamız gereken, bu bozulmuş görüşün
kuşkusuz sadece bulutların ardına gizlenmesi değil, neredeyse görülmesinin gerektiğidir. Bir
adamın hırsızların ya da vahşî hayvanların arasına düştüğünü, aniden çıkan bir fırtınada
gemisinin kazaya uğradığını, evinin ya da ağacın yıkılmasıyla öldüğünü düşünün. Başka bir
adamın çölde giderken sıkıntısında yardım gördüğünü, dalgalarda çalkalanırken limana
ulaştığını, son anda mucize gibi ölümden kurtulduğunu düşünün. Dünyasal neden ister
gönençli ister tersi olsun böyle olayları rastlantıya bağlamaktadır. Ne var ki, başındaki
saçların sayılı olduğunu [Mat. 10:30] Mesih’in ağzından öğrenen biri, nedeni bulmak için
daha uzaklara bakacak ve bütün olayların Tanrı’nın gizli planına göre yönetildiğini
düşünecektir. Cansız cisimlerle ilişkili olarak, her birine yapısı gereği özellikler bahşedilmiş
74
I. v. 14
98
olsa bile, Tanrı’nın her zaman var olan eliyle yönetilinceye kadar kendi güçlerini
uygulayamazlar. Bu durumda bunlar, Tanrı’nın, isteminin çok etkin olduğunu sürekli belirttiği
araçlarından başka bir şey değildir ve bunları kendi amacı doğrultusunda şu ya da bu hareketi
yapması için eğip büker.
Yarattığı hiçbir şey güneşten daha mucizevî ya da görkemli değildir. Işığıyla bütün
dünyayı aydınlatmasının dışında sıcaklığıyla bütün canlıları beslemesi ve canlandırması ne
kadar büyük bir şeydir! Işınlarıyla yeryüzüne bereket solur! Toprağın sinesindeki tohumları
ısıtır ve tomurcuklanan yeşillikler sağlar, onları geliştirip güçlendirir, saplarında uzayıncaya
kadar yeniden besler! Bitki çiçek verinceye, çiçek de meyve verinceye kadar sürekli ısısıyla
onu besler! Sonra kızgın ısısıyla meyveyi olgunlaştırır! Güneşin ısıttığı ağaçlar ve asmalar da
aynı şekilde önce gonca ve yaprak verir, sonra da çiçeklenir, çiçekten de meyveler oluşur!
Ama Rab, bütün bunlar için saygınlık iddiasında bulunmak üzere, güneşi yaratmadan önce
ışığın olmasını ve yeryüzünün her türlü ot ve meyveyle dolup taşmasını istemiştir [Yar. 1:3,
11, 14]. Bu nedenle bir Tanrı adamı güneşi bütün bunların başlıca ya da gerekli nedeni haline
getirmeyecektir. Bunlar güneşin yaratılmasından önce de vardı. Güneş, Tanrı’nın istediği için
kullandığı bir araçtı. Güneşi, güçlük çekmeden kaldırıp atabilir ve Kendi başına hareket
edebilirdi. Yeşu’nun dualarıyla güneşin iki gün boyunca kımıldamadan durduğunu [Yşu.
10:13] ve gölgesinin, Kral Hizkiya’nın uğruna on basamak kısaldığını [2Kr. 20:11 ya da Yşa.
38:8] okuduğumuzda Tanrı bu birkaç mucizeyle güneşin, her gün doğanın kör bir içgüdüsüyle
doğup batmadığına, bize beslediği baba sevgisini hatırlamamızı tazelemek için, güneşin
rotasını Kendisinin yönettiğine tanıklık etmektedir. Kışın ardından ilkbaharın, ilkbaharın
ardından yazın, yazın ardından sonbaharın gelmesinden – her biri sırayla- daha doğal hiçbir
şey yoktur. Yine de bu zincirlemede insan öylesine büyük ve öylesine farklı bir çeşitlilik
görür. Her yılın, ayın ve günün Tanrı’nın yeni ve özel sağlayışıyla yönetildiği hemen görülür.
3. Her şeyi Tanrı’nın sağlayışı yönetir
Tanrı aslında gücünün her şeye yettiği iddiasında bulunmakta ve bizim de bunu kabul
etmemizi istemektedir –bu, Sofistlerin75 düşündükleri gibi boş, asılsız ve neredeyse bilinçsiz
şekilde değil, dikkatli, etkili, sonu gelmez bir faaliyet isteyen aktif bir şekildedir. Aslında bu,
Tanrı, bir ırmağa bir zamanlar belirlenmiş olan yollarından akmasını emrediyormuş gibi,
sadece düzensiz bir hareketin genel ilkesi değil, tek tek ve belirli hareketlere yönelik bir her
şeye egemen olmadır. Gerçekten faaliyet gösterebildiği ama kimi kez ara verip boş oturduğu
ya da önceden belirlediği doğanın düzenini genel bir itici güçle sürdürdüğü için değil,
sağlayışıyla göğü ve yeri yöneterek, her şeyi, Kendisi tasarlamadan hiçbir şeyin olmayacağı
şekilde düzenlediği için, O’nun gücünün her şeye yettiğine inanılmaktadır. Mezmur’da, “Ne
isterse yapar” [Mez. 115:3] dendiğinde tasarlanmış belli bir istekten söz edilmektedir.
Peygamberlerin sözlerini filozofların tarzında yorumlamak anlamsızdır. Bu yoruma göre,
Tanrı bütün hareketin başlangıcının ve nedeninin ilk etkenidir. Sıkıntılı zamanlarda imanlılar,
Tanrı’nın elinin altında oldukları için, O’nun kuralının ve buyruğunun dışında hiçbir şeyden
üzüntü duymayacakları avuntusuyla kendilerini rahatlatmaktadırlar.
Ama Tanrı’nın yönetimi bütün işlerini kapsamaktadır. Bunu doğadaki akışla
sınırlamak çocukça bir itirazdır. Aslında kendilerini en yararlı öğretişten yoksun bıraktıkları
kadar Tanrı’yı da yüceliğinden yoksun bırakanlar, evrensel bir doğa yasasına göre, Tanrı her
şeyin özgür bir rotada gitmesine izin vermiş gibi, O’nun sağlayışını dar sınırların içine
hapsederler76. Şayet insan göğün, havanın ve denizlerin her hareketinin etkisine açık olsaydı,
75
“Sofistler.” Calvin, diğer Reformcularla ve birçok Hümanistle birlikte bu sözcüğü, bu
konuları aksi yönde ele alan Skolastik yazarları tanımlamak için kullanmaktadır.
76
Andreas Hyperius, bu konuyu ölümünden sonra yayınlanan Methodus Theologiae’de aksine
bir görüşle ele alır. Hyperius (1511-1564) Reformcu bir bilgin ve Marburg’da profesördü.
99
bundan daha acıklı bir şey olmazdı. Ayrıca Tanrı’nın herkese karşı özel iyiliği de böylece
değeri olmayacak şekilde azalırdı. Davut, annelerinin emzirdiği çocukların bile yeterince açık
tarzda Tanrı’nın yüceliğini övdüklerini haykırır [Mez. 8:2], çünkü ana rahminden çıkar
çıkmaz O’nun göksel özeniyle kendileri için hazırlanmış yiyecek bulurlar. Yaşananların
açıkça gösterdiğinin gözümüzden ve duyularımızdan kaçmaması koşuluyla, aslında bu, genel
bir gerçektir. Bazı annelerin göğüsleri bol ve bereketli, diğerlerininkiyse neredeyse kurudur,
çünkü Tanrı birini daha cömertlikçe ama bir başkasını daha az beslemek istemektedir.
Böyle bir övgüyü Tanrı’nın her şeye yeten gücüne yoranlar iki şekilde yararlanırlar.
Birincisi, Tanrı’nın iyilik yapmak için yeterince bol gücü vardır. Gök ve yer O’nun
mülkiyetindedir. Bütün yaratıklar O’nun itaatinin altına girmek için başının bir işaretine
dikkat eder. Đkincisi, Tanrı’nın koruması altında güvenle dinlenirler. Kaynakları ne olursa
olsun korkabildiğimiz bütün zararlı şeyler O’nun istemine boyun eğer. O’nun yetkisi
Şeytan’ın bütün öfkesini ve donanımını dizginler. O’nun başının işareti bir şeyin bizim
gönencimize karşı olmasına bağlıdır. Yoksa tehlikelerin başlangıcında tekrar tekrar
algıladığımız bu kontrolsüz ve batıl korkularımızı gideremeyiz ya da azaltamayız. Batıl
inançlarımız yüzünden cesaretsiz olduğumuzu söylüyorum, yaratılanlar bizi tehdit ettiğinde
ya da bizi çok korkuttuğunda bize zarar verecek içsel bir güçleri varmış, yanlışlıkla ve kaza
eseri bizi incitebilirlermiş ya da Tanrı onların zararlı davranışlarına karşı bize yeterince
yardım etmezmiş gibi korkuyoruz.
Örneğin; peygamber, Tanrı’nın çocuklarının, “imansızların genelde yaptıkları gibi,
yıldızlardan ve gökteki belirtilerden korkmalarını” yasaklamaktadır [Yer. 10:2 mealen
aktarma]. Tabii ki, her korkuyu suçlamıyor. Ama imansızlar evrenin yönetimini Tanrı’dan
yıldızlara aktardıklarında mutluluklarının ya da mutsuzluklarının Tanrı’nın istemine değil,
yıldızların kararına ve belirtilerine bağlı olduğunu hayal ediyorlar. Bu durumda, sadece O’na
yöneltmeleri gereken korkularını O’nu bırakıp yıldızlara ve kuyrukluyıldızlara aktarıyorlar.
Bu durumda, bu imansızlığın farkında olan biri, yaratılanların hiçbir değişken gücünün,
davranışının ya da hareketinin olmadığını ama Tanrı’nın bilerek ve isteyerek hüküm
vermesinin dışında, hiçbir şey olmayacak şekilde bunların Tanrı’nın gizli planıyla
yönetildiğini hiçbir zaman unutmasın.
4. Sağlayışın doğası
O zaman daha başlangıçta sağlayışın Tanrı’nın, yeryüzünde olup biteni gökten tembel
tembel izlediği anlamına gelmediğini, anahtarların sorumlusu olarak bu sağlayışıyla her şeyi
yönettiğini anlasınlar. Bunun O’nun gözleriyle olan ilişkisi elleriyle olan ilişkisinden daha az
değildir. Nitekim Đbrahim oğluna, “Tanrı kendisi sağlayacak” dediğinde [Yar. 22:8] sadece,
Tanrı’nın gelecekteki bir olayı önceden bildiğini söylemek istemiyordu, kendisinin bilmediği
bir konuyu, kafa karışıklığına ve şaşkınlığa çare bulma alışkanlığında olan Tanrı’ya
bıraktığını söylemek istiyordu. Buradan, sağlayışın davranışta yattığı sonucu çıkmaktadır;
birçok kişi çok cahilce, sadece önceden bilmeyi geveleyip duruyor. Yönetimi Tanrı’ya
atfedenlerin yanlışı bu kadar aptalca değildir ama daha önce söylediğim gibi, O’nun, genel bir
hareketiyle, evren sistemini birçok parçasıyla birlikte döndürmesi ve hareket ettirmesi ama tek
tek yaratılanların hareketlerini özel olarak yönetmemesi, kolay anlaşılamayan karmakarışık
bir yanlıştır. Ama bu yanlışa göz yumulamaz; evrensel dedikleri bu sağlayışla bütün
yaratılanların şans eseri hareket etmelerini ya da insanın özgür istemiyle şuraya buraya
dönmesini hiçbir şeyin engellemeyeceğini öğretiyorlar. Tanrı’yla insan arasındaki şeyleri öyle
bölüştürüyorlar ki, gücü sayesinde Tanrı, insana, kendisine aşıladığı doğaya göre
davranabileceği bir hareket esinliyor ama Kendi hareketlerini Kendi isteminin planına göre
ayarlıyor. Kısacası, evren, insanların işleri ve insanlar, Tanrı’nın belirlemesiyle değil, gücüyle
yönetiliyor. Tanrı’nın tembel ve uyuşuk olduğunu düşünen, (dünyayı her zaman saran
öldürücü bir hastalık olan) Epikouros’cular için hiçbir şey söylemiyorum. Tanrı’nın havanın
100
orta bölgesinin üzerini yönettiğini, alt bölgeleri kendi kaderine terk ettiğini hayal eden eski
insanlar içinse sadece akılsız diyorum. Sanki aptal yaratıklar böylesine bir apaçık bir deliliğe
karşı yeterince çığlık atamıyorlarmış gibi!
(“Genel” ve “özel” sağlayış)
Şimdi O’na bir tür basiretsiz ve belirsiz hareketi bırakanların, (neredeyse evrensel
olarak kabul edilen) görüşünü çürütmeyi öneriyorum. Oysa asıl şeyi Tanrı’nın elinden
alıyorlar: O’nun, anlaşılamaz bilgeliğiyle her şeyi yönetmesini ve bunu Kendi amacı
doğrultusunda yapmasını. Ve bu, gerçekte değil, sadece isim olarak Tanrı’yı evrenin
Yöneticisi yapıyor, çünkü O’nu kontrolden yoksun bırakıyor. Sizden rica ediyorum, kontrol
sahibi olmak ama üzerinde tutulduğunuz bunca şeyi belirlenmiş böyle bir düzende yönetme
yetkisine sahip olmak nedir? Yine de evrensel sağlayışla ilgili söylenenleri tümüyle
yalanlamıyorum. Yeter ki, karşılığında Tanrı’nın, sadece Kendi yarattığı doğanın düzenini
koruduğu için değil, yaptığı her işe özel bir dikkat gösterdiği için evreni yönettiğini bana
söylesinler. Aslında birçok şeyin Tanrı’nın sonsuza kadar sürecek olan buyruğuna itaat
ediyormuş gibi doğanın gizli bir itici güçle hareket ettiği ve Tanrı’nın bir zamanlar belirlediği
şeyin kendi kendine sürüp gittiği doğru.
Bu noktada Mesih’in, ta başından beri Kendisinin ve Baba’nın her zaman iş başında
olduğu ifadesine [Yu. 5:17] ve Pavlus’un, “O’nda yaşıyor ve hareket ediyoruz. O’nda varız”
öğretisine [Elç. 17:28] göndermede bulunulabilir. Ayrıca Đbraniler’e Mektup’un yazarı77,
Mesih’in tanrısallığını kanıtlamak isteyerek, her şeyin O’nun güçlü sözüyle devam ettiğini
söylemektedir [Đbr. 1:3]. Ama Kutsal Yazı’nın kesin ve net tanıklığıyla duyurduğu bu özel
sağlayışın, herkesin kuşku duyabildiği bir mucize olduğu bahanesiyle üzerini örtüp gizleme
hatasına düşüyorlar. Bunun üzerine, sözünü ettiğim perdeyi çeken kişiler, düzeltme yaparak,
Tanrı’nın özel dikkatiyle birçok şeyin meydana geldiğini eklemek zorunda kalmışlardır. Ama
bunu, hatalı şekilde, sadece belirli bir hareketle sınırlamaktalar. Bu nedenle, Tanrı’nın
olaylara tek tek düzen getirmeye dikkat ettiğini ve hiçbir şey şansa bırakılmadan her şeyin
O’nun belirlediği plana göre devam ettiğini kanıtlamalıyız.
(Kutsal Yazı’daki kanıtın desteklediği özel sağlayış öğretişi, 5-7)
5. Tanrı, sağlayışını bireye de gösterir
Hareketin Tanrı’yla başladığını ve her şeyin, ya kendiliğinden ya da şans eseri doğanın
eğiliminin harekete geçirmesiyle yürüdüğünü söylediğimiz düşünün. O zaman günlerin ve
gecelerin, kışın ve yazın birbirini izlemesi Tanrı’nın işi olacaktır. Her birine Kendi rolünü
vererek önlerine belli bir yasa koymuş olmaktadır. Yani aynı şekilde ara vermeden devam
ederek günler geceleri, aylar ayları, yıllar yılları izlemektedir. Ama kimi zaman aşırı ısı
kuraklıkla birleşerek ekinleri yakar, başka zamanlarda mevsimler yağışlar tahıla zarar verir,
ani felaket dolu ve fırtına olarak darbe indirir –bulutlar ya da iyi hava, soğuk ya da sıcak
yıldızların kavuşmasından ve diğer doğal nedenlerden kaynaklanmıyorsa bu, Tanrı’nın işi
olmayacaktır. Bu yolla ne Tanrı’nın babaca sevgisine ne de yargılarına yer kalmaktadır.
Tanrı’nın insanoğluna yeterince cömert davrandığını, çünkü yiyecek sağlasınlar diye göğe ve
yeryüzüne alışılagelen gücünü döktüğünü söylerlerse bu, zayıf ve dindışı bir kurgudur. Bir
yılın ürünle geçmesi Tanrı’nın eşsiz kutsaması, kıtlık ve açlıkla geçmesiyse O’nun laneti ve
öcü değilmiş gibi! Ama bütün nedenleri saymak çok uzun süreceği için, Tanrı’nın yetkisi tek
başına yetsin. Yasa’da ve Peygamberler’de, yeryüzünü çiğ ve yağmurla sık sık suladığında
sevgisini kanıtladığını sık sık söylemektedir [Lev. 26:3-4; Yas. 11:13-14; 28:12]. Ne var ki,
buyruğu üzerine gök demir gibi sertleştiğinde [Lev. 26:19], tahıl tarlaları küfle ve diğer zararlı
77
Calvin’in Đbraniler’e Mektup’un yazarını Pavlus’tan ayırdığına dikkat edin. Calvin,
“Öğretiş tarzı ve üslubu, yazarın Pavlus olmadığını yeterince göstermektedir” der.
101
şeylerle yok olduğunda [Yas. 28:22], tarlaları dolu ve fırtına vurduğunda [Krş. Yşa. 28:2;
Hag. 2:18] bunlar O’nun kesin ve özel öcünün belirtileridir. Bunları kabul edersek, tek bir
yağmur damlasının bile Tanrı’nın kesin buyruğu olmadan düşmeyeceği bellidir.
Nitekim Davut, Kendisine başvuran kuzgun yavrularına yiyecek veren Tanrı’nın genel
sağlayışını övmektedir [Mez. 147:9; Krş. 146:9]. Ama hayvanları açlıkla tehdit ettiğinde kimi
kez bütün canlıları kıtlıkta, kimi kez de tıka basa en iyi yemekle doyurduğunu yeterince
duyurmuyor mu? Daha önce dediğim gibi, bu belirli işlere sınırlama koymak çocukçadır,
çünkü Mesih, ayrıcalık gütmeden minik ve önemsiz bir serçenin bile Baba’nın istemi olmadan
yere düşmeyeceğini söylüyor [Mat. 10:29]. Kuşların uçuşunu Tanrı’nın kesin planı
yönetiyorsa O’nun yücelerde oturduğunu, gökte ve yerde ne olduğunu görmek için
alçakgönüllülük gösterdiğini peygamberle birlikte itiraf etmeliyiz [Mez. 113:5-6].
6. Tanrı’nın sağlayışı özellikle insanlarla ilgilidir
Ama biz, evrenin özellikle insanoğlu uğruna yaratıldığını bildiğimiz için, bunun
amacını da O’nun yönetiminde aramalıyız. Peygamber Yeremya, “Đnsanın yaşamının kendi
elinde olmadığını, adımlarına yön vermenin ona düşmediğini biliyorum, ya Rab” diye
haykırmaktadır [Yer. 10:23]. Üstelik Süleyman da, “Đnsanın adımlarını Rab yönlendirir”
[Özd. 24:20] ve “Kaç kişi yüreğinde gideceği yolu tasarlar?” [Özd. 16:9] diyor. Tanrı’nın,
insanı doğasındaki yatkınlığa göre harekete geçirdiğini ama onun bu hareketi hoşnut olduğu
şekle getirdiğini söylesinler. Hatta aslında, O’nun özgür seçiminin insanın kontrolünde
olduğunu söylüyorlarmış gibi. Belki bunu kabul etmeyecekler, çünkü insan Tanrı’nın gücü
olmadan hiçbir şey yapamaz. Ama aslında bundan vazgeçemiyorlar da, çünkü peygamberle
Süleyman’ın, Tanrı’ya sadece güç değil, seçim ve kararlılık da atfettiği bellidir. Başka bir
yerde Süleyman, Tanrı’nın eliyle yönlendirilmiyormuş gibi, Tanrı’yı dikkate almadan
kendilerine hedef koyan insanları bu gözü karalıkları için zarifçe azarlıyor. “Đnsan yüreğinde
gideceği yolu tasarlar ama dilin vereceği yanıt Rab’dendir” [Özd. 16: 9, 1]. Zavallı insanlar
Tanrı’nın isteminin dışında konuşamazken bile, Tanrı’sız davranmaya kalkışmaları saçma bir
çılgınlıktır!
Nitekim Kutsal Kitap, O’nun kararı olmadan dünyada hiçbir şeye kalkışılmayacağını
daha açıkça anlatmak için, rastlantısal görünen birçok şeyin O’na bağlı olduğunu belirtiyor.
Ağaçtan kırılan bir dalın yoldan geçen birini öldürmesinden başka neyi şansa
bağlayabilirsiniz? Ama Tanrı, çok farklı konuşuyor. Onu katilin eline verdiğini kabul ediyor
[Çık. 21:13]. Aynı şekilde kim, attığı kurayı kör talihine bağlamaz? Ama Tanrı buna izin
vermiyor. Kendisinin karar verdiğini öne sürüyor. Çakıl taşlarının kucağa atılmasının ama
dışarıya düşmesinin onların gücü dâhilinde olmadığını öğretiyor ama şansa bağlanan şeyin
Kendisinden geldiğine de tanıklık ediyor [Özd. 16:33]. Süleyman’ın, “Zorbayla yoksulun
ortak bir noktası var; ikisinin de gözünü açan Rab’dir” sözü de aynıdır [Özd. 29:13; Krş.
22:2]. Dünyada zenginlerle yoksulların bir arada olmasına rağmen, her birinin durumu Tanrı
tarafından belirlenmiş olsa bile bu, bütün insanları aydınlatan Tanrı’nın kör olmadığına işaret
ediyor. Yoksulu sabır göstermeye teşvik ediyor; çünkü kendi paylarıyla yetinmeyenler,
Tanrı’nın kendilerine yüklediği yükü silkeleyip atmaya çalışırlar. Bu durumda da, başka bir
peygamber, kimilerinin yoksulluk içinde olmasını, kimilerinin de onurla ayağa kalkmasını
insanların sıkıntısına ya da kaderine bağlayan dinsizleri azarlıyor. “Çünkü ne doğudan, ne
batıdan, ne de çöldeki dağlardan doğar yargı. Yargıç ancak Tanrı’dır. Birini alçaltır, birini
yükseltir” [Mez. 75:6-7]. Tanrı, yargıçlık görevini bırakamadığı için, bazıları alçaltılmış
durumda kalırken, bazılarının sivrilmesinin nedenini Kendi gizli planına bağlıyor.
7. Tanrı’nın sağlayışı “doğal” olayları da düzenler
Farklı olayların genellikle Tanrı’nın eşsiz sağlayışının karakterine tanıklık ettiğini de
söylüyorum. Tanrı, çölde insanlara bol kuş getiren güney rüzgârını çıkarmıştır [Çık. 16:13;
102
Say. 11:31]. Yunus’u denize atacağı zaman da, hava çevrintisi çıkararak şiddetli bir rüzgâr
göndermiştir [Yun. 1:4]. Tanrı’nın evrenin yönetimini kontrol ettiğini düşünmeyenler bunun,
sıradan gidişatın dışında olduğunu söyleyeceklerdir. Yine de ben bundan, Tanrı’nın açıkça
buyruğu olmadan hiçbir rüzgârın esmeyeceği sonucunu çıkarıyorum. Tanrı verdiği kararla
hem bulutları hem de rüzgârları yönetmeseydi ve bunlarda gücünün eşsiz varlığını
göstermeseydi, rüzgârları Kendine haberci, yıldırımları hizmetkârı, bulutları savaş arabaları
yaptığı ve rüzgârın kanatlarına bindiği [Mez. 104:3-4] doğru olmazdı. Başka bir yerde de ne
zaman deniz aniden çıkan rüzgârlarla köpürse bu güçlerin Tanrı’nın eşsiz varlığına tanıklık
ettiğini öğreniyoruz. “O buyurunca şiddetli bir fırtına koptu, dalgalar şaha kalktı” [Mez.
107:25]; sonra da “Fırtınayı limanlığa çevirdi, yatıştı dalgalar” [Mez. 107:29]; başka bir
yerdeyse halkını yakıcı rüzgârlarla cezalandırdığını duyurur [Amo. 4:9].
Đnsana doğal olarak üreme gücü verilmesine rağmen Tanrı, bazılarını kısır bırakarak,
bazılarına döl lütfunda bulunarak özel sevgisini açıklamaktadır [Krş. Mez. 113:9]; “Çünkü
rahmin ürünü O’nun ödülüdür” [127: 3, mealen aktarma]. Bu nedenle Yakup karısına, “Ben
Tanrı mıyım ki, sana çocuklar verebileyim?” der [Yar. 30:2, mealen aktarma]. Bunu hemen
bitirelim: Bizim için doğada ekmekle beslenmek kadar doğal bir şey yoktur. Ama Ruh,
Tanrı’nın özel armağanının sadece yeryüzünü yaratmak olmadığını, “insanın yalnız ekmekle
yaşamadığını” da duyuruyor [Yas. 8:3; Mat. 4:4]; çünkü insanları besleyen bunun çokluğu
değil, Tanrı’nın gizli kutsamasıdır78; tam tersine, ekmek desteğini çekip almakla tehdit etmesi
gibi [Yşa. 3:1]. Aslında gündelik ekmek için edilen samimî dua [Mat. 6:11], Tanrı’nın babaca
sevgisiyle bizi yiyecekle donattığı şeklinde anlaşılabilir sadece. Bu nedenle, peygamber
imanlıları, Tanrı’nın onları beslerken en iyi aile babası görevini yerine yetirdiğine ikna etmek
için, bütün canlara yiyecek verdiğini belirtir [Mez. 136: 25]. Bir tarafta, “Rab’bin gözleri
doğru kişilerin üzerindedir, kulakları onların yakarışına açıktır” [Mez. 34:15], diğer tarafta da,
“Rab’bin gözü dinsizlerin üzerindedir, topraktan onların anılarını silmek için” [Mez. 34:16,
mealen aktarma] diye duyduğumuzda, yukarıdaki ve aşağıdaki bütün yaratıkların, Tanrı’nın
hoşnut olduğu şekilde kendilerini kullanması için, itaat etmeye hazır olduklarını bilelim.
Buradan, doğanın düzenini sürdürmek için O’nun, sadece genel sağlayışıyla yarattıklarını
geliştirmediği, olağanüstü planıyla da kesin ve uygun bir amacı benimsediği sonucunu
çıkarıyoruz.
(Kader, şans ve olaylardaki beklenmedik durumlar hakkında tartışma, 8-9)
8. Sağlayış öğretişi Stoacıların inandıkları kader değildir!
Bu öğretişi kirletmek isteyenler, ona Stoacıların kader dogması diye iftira ediyorlar.
Bir zamanlar Augustinus bununla suçlandı. Kelimeler üzerinde kavga etmek istemesek bile,
“kader” kelimesini kabul etmiyoruz, çünkü bu, hem Pavlus’un sakınmamızı öğrettiği dindışı
yeniliklerin kelimelerinden biri [1Ti. 6:20], hem de insanlar onu kirletmeye çalıştıkları için,
Tanrı’nın gerçeğinin bastırılmasına yol açıyor. Aslında biz yanlış ve kötü şekilde bu dogmayı
suçlamaktayız. Stoacılarla birlikte nedenler arasında doğada yer alan sürekli bir bağlantı ve
yakın bir ilişki bulmuyoruz ama Tanrı’yı her şeyin egemeni ve yöneticisi yapıyoruz. Bilgeliği
uyarınca Tanrı, sonsuzluğun en uzak sınırından bu yana ne yapacağına karar vermiştir ve
verdiği kararı gücü sayesinde artık uygulamaya koymuştur. Buna dayanarak, sadece göğün,
yerin ve cansız varlıkların değil, insanların planlarının ve isteklerinin de belirlenmiş amaca
doğru O’nun gücüyle dosdoğru gittiğini duyurmaktayız.
Öyleyse ne var, diye soracaksınız. Hiçbir şey şans eseri ya da beklenmedik şekilde
olmuyor mu? Yanıtlıyorum: Büyük Basileios, haklı olarak, “şansın” ve “kaderin”
putperestlerin sözleri olduğunu, bu sözlerin anlamının Tanrı’ya bağlı insanların zihinlerini
işgal etmemesi gerektiğini söylemiştir. Her başarı Tanrı’nın kutsaması, her felaket ve sıkıntısı
78
Krş. III. xx. 4
103
lanetiyse insanların işlerinde kadere ve şansa yer kalmamaktadır. Augustinus’un şu sözü de
bizi etkilemelidir: Akademisyenlere Karşı kitaplarımda kaderden bu kadar sık söz etmem beni
üzüyor; ama bu isimle şu ya da bu tanrıçanın değil, sadece dışsal iyilik ya da kötülükte
rastlantı eseri bir sonucun anlaşılmasını istiyordum.” Kullanmakta tereddüt etmememiz
gereken forte, forsan, forsitan, fortasse, furtuito [rastlantı eseri, şans eseri, belki, olasılıkla,
tesadüfen] kelimeleri de fortuna’dan gelir; yine de bunların tümü tanrısal sağlayışa
göndermede bulunur. Şunu sessizce geçiştirmeden söyledim, genellikle ‘kader’ denen şey de
belki gizli bir buyrukla yönetiliyordur. Mantığı ve nedeni sır olduğu için biz buna ‘şanslı
olma’ diyoruz. Aslında şunu söyledim: ama burada ‘kader’ sözcüğünü böyle kullandığıma
pişmanım, çünkü insanların çok kötü bir alışkanlıkları olduğunu gördüm. ‘Tanrı böyle istedi’
demeleri gereken yerde, ‘kader böyle istedi’ diyorlar.” Sözün kısası, genelde Augustinus bize
eğer bir şey kadere bırakılırsa dünyanın amaçsızca dönüp duracağını öğretiyor. Başka bir
yerde her şeyin biraz insanın özgür seçimiyle, biraz Tanrı’nın sağlayışıyla yürüdüğünü
belirtse de, az sonra insanların sağlayış altında bulunduklarına ve sağlayışla yönetildiklerine
yeterince işaret ediyor. Tanrı’nın buyruğu olmadan bir şeyin meydana gelmesinden daha
saçma bir şey olmadığını kendisine ilke ediniyor, çünkü o zaman bu, nedensiz meydana
gelecekti. Bu nedenle, beklenmedik durumların insanın istemine bağlı olmasını da hariç
tutuyor; kısa süre sonra bunu daha da netleştiriyor. Nedenini Tanrı’nın isteminde aramamız
gerektiğini kabul etmiyor. “Đzin” sözcüğünü bu kadar sık kullanmasının nedeni bu sözcük bir
yerde karşımıza çıktığında çok iyi anlaşılıyor. Burada Augustinus, her şeyin en yüce ve ilk
nedeninin Tanrı’nın istemi olduğunu, çünkü O’nun buyruğu ya da izni olmadan hiçbir şeyin
olmadığını kanıtlıyor. Elbette gözcü kulesinde boş boş yatan, şuna ya da buna izin verme
zamanını bekleyen, bir istek gerçekten Kendi isteği değilse, deyim yerindeyse, aksi takdirde
neden sayılamayacak olan bir müdahalede bulunan bir Tanrı hayalini kurmuyor.
9. Olayların gerçek nedenleri bizden gizlidir
Zihnimizin tembelliği Tanrı’nın sağlayışının yüceliğinin çok altında olduğu için, onu
canlandıracak bir farktan yararlanmalıyız. Bunu şöyle açıklayacağım: Her şey Tanrı’nın
takdirine göre, O’nun planının buyruğu altında olsa da, bizim için rastlantısaldır. Kaderin, her
şeyi tepetaklak ederek dünyayı ve insanları yönettiğini düşünmüyoruz, çünkü bu çılgınlığın
Hristiyanların gönlünden geçmemesi uygundur! Ama meydana gelen bu olayların düzeninin,
mantığının, sonucunun ve gerekliğinin büyük bölümü Tanrı’nın amacında gizli olduğu ve
insanın bakışıyla kavranılmadığı için, kuşkusuz Tanrı’nın istemiyle meydana gelen bu olaylar
bir anlamda beklenmediktir. Kendi doğaları göz önüne alındığında ya da kendi bilgimize ve
hükmümüze göre tartıldığında görünüşte başka bir neden yoktur. Örneğin; sadık adamlarıyla
birlikte ormana giden bir tüccarın akılsızca yol arkadaşlarından ayrıldığını ve dolaşırken bir
soyguncu inine rastladığını, hırsızların eline düşüp öldürüldüğünü düşünün. Tanrı, onun
ölümünü daha önce gözleriyle görmekle kalmamış, kararıyla da kesinleştirmiştir. Tanrı’nın
her insanın ömrünün ne kadar olacağını önceden gördüğü söylenmiyor ama insanın
geçemeyeceği sınırları belirleyip kesinleştiriyor [Eyü. 14:5]. Aklımızın kapasitesi söz konusu
olduğunda her şey beklenmedik görünüyor. Bir Hristiyan bu konuda ne düşünür? Sadece
şunu: Bu tür bir ölümde olup bitene doğası gereği beklenmedik olay diye bakar; ama bu
sonuca yönelmekte Tanrı’nın kaderin üzerinde yetkisini kullandığından kuşkusu yoktur. Aynı
tahmin gelecekteki beklenmeyen olaylar için de geçerlidir79. Gelecekteki bütün olaylar bizim
için bilinmez olduğundan, bir yana ya da diğer yana yatabilirlermiş gibi, onları belirsizlikte
tutarız. Yine de Rab’bin daha önceden görmediği hiçbir şeyin olmayacağı yüreklerimizde
değişmeden kalır.
79
Calvin bütün beklenmedik olayları Tanrı’nın sağlayışının sınırları içinde tutar.
104
Bu anlamıyla “kader” sözcüğü Vaiz’de sık sık tekrarlanmaktadır [Vai. 2:14-15; 3:19;
9: 2-3; 11)80, çünkü insanlar derinlere gizlenmiş olan nedeni ilk bakışta anlamıyorlar. Ne var
ki, Kutsal Yazı’da, Tanrı’nın bir sır olan sağlayışının her zaman karanlıkta parıldayan bazı
kıvılcımlar olmadan insanların yüreklerinden hiç böyle sönmemiş olduğu belirtilmektedir. Bu
nedenle Filistinli kâhinler, kuşku içinde bocalamalarına rağmen, kötü alınyazılarını kısmen
Tanrı’ya kısmen de kadere bağlamışlardır. Şayet Antlaşma Sandığı bu yoldan giderse bize
Tanrı’nın darbe indirdiğini ama öbür yoldan giderse bunun şans eseri olduğunu bileceğiz,
diyorlar [2Sa. 6:9] Kehanetleri onları aldattığında kadere sığınmaları aslında akılsızlıktır. Bu
arada başlarına gelen tersliğin sadece rastlantı eseri olduğunu düşünmekle kendilerini
kısıtlamadıklarını da görüyoruz. Ama Tanrı’nın, sağladığı dizginle her olayı istediği gibi
değiştirmesi bu dikkate değer örnekten anlaşılmaktadır. Davut’un tam da Maon Çölü’nde
tuzağa düştüğü anda Filistinliler ülkeyi işgal etmişler, Saul gitmek zorunda kalmıştı [1Sa.
23:26-27]. Tanrı, kulunun güvenliğini sağlamak isteyerek bu engeli Saul’un yoluna
çıkarıyorsa, Filistinlilerin insanın beklentisinin de üstünde aniden silahlarına sarılmalarına
rağmen bunun şans eseri olduğunu söylemeyeceğiz; ama bize beklenmedik bir olay gibi
gelenin, Tanrı’dan gelen gizli bir itici güç olduğunu iman bilir.
Böyle bir neden her zaman ortaya çıkmaz ama dünyada fark edilen değişikliklerin
Tanrı’nın elinin gizlice harekete geçirmesiyle meydana geldiğini kuşkusuz anlamalıyız. Ama
Tanrı’nın karar verdiği şeyin, koşulsuz ve alışılmadık bir durumda olsa da, kesinlikle
meydana gelmesi gerekir. Bilinen bir örnek Mesih’in kemiklerinde görülmektedir. Mesih,
bizim gibi bir beden aldığında, aklı başında hiç kimse O’nun kemiklerinin kırılabildiğini inkâr
etmeyecektir. Ama bu kemikleri kırmak mümkün olmadı [Yu. 19:33, 36]. Birbirini izlemeyle
sonuç arasında olduğu gibi, göreli gereklilikle kesin gereklilik arasındaki farkın okullarda boş
yere ortaya atılmadığını bir kez daha görüyoruz. Tanrı, Oğlu’nun kemiklerine kırılabilirlik
vermişti ama kırılmadı ve bu, doğal olarak meydana gelebilen planının gerekliliğinin sınırları
içindedir.
XVII. BÖLÜM
BU ÖĞRETĐYĐ EN BÜYÜK YARARI SAĞLAMAK ĐÇĐN NASIL YAŞAMA
GEÇĐRĐRĐZ
(Tanrısal sağlayışın, geleceğe ve geçmişe göndermede bulunarak yorumlanması, 1-5)
1. Tanrı’nın yöntemlerinin anlamı
Üstelik insan doğası boş kurnazlıklara yatkın olduğu için, iyi ve doğru kullanmak için
bu öğretişe sıkıca sarılmayan biri anlaşılmaz güçlüklere girmekten kendini pek koruyamaz.
Bu nedenle, Kutsal Yazı’nın, her şeyin Tanrı tarafından buyrulduğunu hangi amaçla
öğrettiğini burada kısaca ele almak yararlıdır.
Aslında üç şeye dikkat edilmelidir. Birincisi, Tanrı’nın sağlayışı geçmiş kadar gelecek
için de göz önünde tutulmalıdır. Đkincisi, her şeyi belirleyen ilke bunun kimi kez bir aracıyla,
kimi kez aracısız, kimi kez de aracıya zıt şekilde çalışmasıdır. Sonuçta Tanrı bütün insan
soyuna ilgisini, özellikle de daha yakından izleme tenezzülünde bulunduğu kiliseyi yönetmek
için gösterdiği dikkati açıklasın diye sonuna kadar gayret eder. Şunu da eklemek gerekir ki,
babaca sevgiye ve lütfa ya da sert yargıya rağmen bu, kimi zaman olayların nedenleri gizli
bile olsa, sağlayışın her aşamasında kendini gösterir. Zihin, kaderin kör dürtüsünde girdap
gibi dönen insan işlerine kayar; ya da beden bizi çelişkilere sürükler, sanki Tanrı insanları top
gibi atarak spor yapar. Aslında zihnimiz öğrenmeye hazır, sakin ve sessiz olursa nihaî sonuçta
80
“Eventus”
105
Tanrı’nın planında her zaman için çok iyi bir nedenin olduğunun görüleceği doğrudur:
Halkını sabırla eğitir, kötü eğilimlerini düzeltir ve şehvetlerini terbiye eder, kendilerini inkâr
etmeye boyun eğdirir, tembellikten kurtarır; ayrıca gururu alçaltır, dinsizin hinliğine karşı
çıkar, oyunlarını bozar. Nedenler gözümüzden kaçacak kadar gizli ve kısa ömürlü olsa da
kesinlikle Kendisine sakladığını kabul etmeliyiz ve Davut’la birlikte haykırmalıyız: “Ya Rab,
Tanrım, harikaların, düşüncelerin ne çoktur bizim için… Duyurmak anlatmaz istesem
yaptıklarını, saymakla bitmez” [Mez. 40:5]. Acıklı durumumuzda günahlarımızın her zaman
aklıma gelmesi gerekse de, ceza bizi tövbe etmeye teşvik edebilse de, Mesih’in, Baba’nın
gizli planının herkesi hak ettiği şekilde cezalandırmaktan çok daha adil olduğunu iddia ettiğini
görüyoruz. Kör doğmuş adam için şeyle demektedir: “Ne kendisi ne de annesi babası günah
işledi. Tanrı’nın işleri onun yaşamında görülsün diye kör doğdu” [Yu. 9:3]. Tanrı, layık
olmayanı böyle çok az merhamet göstererek cezalandırıyormuş gibi, felaket doğmadan önce
geldiğinde doğamız feryat eder. Ne var ki, Mesih, gözlerimizin pak olması koşuluyla, bu
mucizede Baba’sının yüceliğinin ortaya çıktığına tanıklık eder.
Ama Tanrı’nın bize açıklamada bulunması için gayret etmeyecek, her şeyin gerçek
nedeninin O’nun istemi olduğunu düşünerek O’nun gizli yargılarına saygı gösterecek kadar
ölçülülüğü benimsemeliyiz. Yoğun bulutlar göğü kararttığında ve şiddetli bir fırtına
çıktığında, kasvetli bir pus görüşümüzü karattığı, gök gürültüleri kulaklarımıza çarpığı ve
bütün duyularımız korkudan hissizleştiği için, her şey bize şaşırtıcı ve karmakarışık gelir.
Ama bu süre içinde gökte sürekli bir sessizlik ve dinginlik vardır. Buradan, dünyadaki
sıkıntılar bizi karar veremeyecek duruma getirse de Tanrı’nın, adaletinin ve bilgeliğinin saf
ışığında, bütün bu hareketlerin etkisini en iyi anlaşılacak şekilde azalttığı ve doğru bir sonuca
gidecek şekilde yönlendirdiği sonucu çıkmaktadır. Ve kuşkusuz bu noktada birçok kişinin,
Tanrı’nın işlerini büyük bir yetkiyle anlatmaya, gizli planını araştırmaya ve ölümlülerin
işlerinde yaptıkları gibi, bilinmeyen konularda acele karar vermeye büyük bir yetkiyle cesaret
etmeleri tam bir çılgınlıktır. Düşüncesizlikle suçlanmaktan çok kararı askıya almayı tercih
etmemiz, yine de Tanrı’nın saygı göstermemiz gereken gizli kararlarını mağrurca yermemiz
bu ölçülülüğü eşitlerimize göstermekten daha saçma değil mi?
2. Tanrı’nın kuralına saygıyla uyulmalıdır!
Bu nedenle, Yaratıcısı ve evrenin Biçimlendiriciyle işi81 olduğunu düşünen ve
alçakgönüllülükle korkuya ve saygıya boyun eğen kişiden başka hiç kimse Tanrı’nın
sağlayışını doğru düzgün ve yararlı şekilde düşünemez. Bugün birçok köpek, zehirli
ısırıklarıyla ya da en azından havlamalarıyla bu öğretişe saldırıyor: çünkü kendi akıllarının
onlara yazdığı reçeteden başka hiçbir şeyin Tanrı’nın yasasına uygun olmasını istemiyorlar.
Olabildiğince gereksiz yere bize de hırlıyorlar; çünkü biz, Tanrı’nın istemini içeren yasanın
ilkeleriyle yetinmeyerek evrenin O’nun gizli planlarıyla yönetildiğini de söylüyoruz82. Sanki
biz kendi beynimizin icadını öğretiyoruz, Kutsal Ruh her yerde aynı şeyi duyurmuyor ve
çeşitli ifade biçimleriyle tekrarlamıyor gibi. Ama utanç, bu küfürleri göğe kusmalarını
önlediği için, daha özgürce abuk sabuk konuşsunlar diye bizimle iddialaşıyormuş gibi
yapıyorlar.
81
Calvin için, herkesin her koşulda Tanrı’yla işi [negotium cum Deo] vardır. Krş. III. iii. 6; III.
iii. 16; III. vii. 2. Buna çok kişisel anlamda inanmaktadır. Örneğin; Cenevre’ye dönüşü
konusunda karar verme stresi yaşarken Farel’e yazdığı mektupta, “Bunu Tanrı’yla birlikte
yapmam gerektiğinin [mihi esse negotium cum Deo] farkındayım” diye yazar. Bu mektubun
tarihi Bonnet’in tahmin ettiği gibi Ağustos 1541 değil, 24 Ekim 1540’dır.
82
Burada Sebastian Castellio’nun ya da onun davasını savunanların Calvin’i eleştirmelerine
göndermede bulunulduğu bellidir.
106
Evrende olup biteni Tanrı’nın akıl almaz planlarının yönettiğini kabul etmiyorlarsa
Kutsal Yazı’nın ne amaçla O’nun yargılarının dipsiz bir kuyu olduğunu söylediğine cevap
versinler [Mez. 36:6]. Musa, Tanrı’nın isteminin uzaklarda, bulutlarda ya da dipsiz kuyularda
aranmamasını, çünkü bilinen şekliyle yasada ortaya çıktığını söylediğinde [Yas. 30:11-14]
bundan Tanrı’nın dipsiz derinlikle karşılaştırılabilecek başka bir gizli istemi83 olduğu sonucu
çıkıyor; bununla ilgili olarak Pavlus da, “Tanrı’nın zenginliği ne büyük, bilgeliği ve bilgisi ne
derindir! O’nun yargıları ne denli akıl ermez, yolları ne denli anlaşılmazdır! ‘Rab’bin
düşüncesini kim bilebildi? Ya da kim O’nun öğütçüsü oldu?’” demektedir [Rom. 11:33; Krş.
40:14-14]. Nitekim yasada ve Müjde’de duyularımızın ulaşabileceği yerin çok gizemler
olduğu anlaşılmaktadır. Ama Tanrı, sözüyle açıklamaya tenezzül ettiği bu gizemler anlaşılsın
diye, halkının zihnini farkındalık ruhuyla aydınlattığı için [Eyü. 20:3 ya da Yşa 11:2], artık
burada hiçbir dipsiz derinlik değil, tam tersine, güvenle yürümemiz gereken bir yol,
adımlarımıza rehberlik eden bir çıra [Mez. 118:105], yaşam ışığı [Krş. Yu. 1:4; 8:12],
güvenilir ve kesin gerçeğin okulu vardır. Yine de, evreni yönettiği olağanüstü yönteme haklı
olarak dipsiz derinlik denmektedir, çünkü bizden gizli olsa da biz ona saygıyla tapmalıyız.
Musa, her iki düşünceyi de çok güzel açıklamıştır: “Gizlilik Tanrımız Rab’be özgüdür
ama burada yazanlar sizin ve çocuklarınız içindir” [Yas. 29:29, mealen aktarma]. Musa’nın
bize, gayretimizi sadece yasayı düşünmeye yönlendirmekle kalmamayı, Tanrı’nın gizli
sağlayışına korkuyla bakmayı da söylediğini görüyoruz. Eyüp Kitabı’nda da
alçakgönüllülükle düşünelim diye böyle bir yücelik duyurulmaktadır. Yazar, evrenin
çerçevesinin altını ve üstünü inceleyip Tanrı’nın işlerini olağanüstü anlattıktan sonra “Bunlar
yaptıklarının küçücük parçaları, O’ndan duyduğumuz hafif bir fısıltıdır” diye eklemektedir
[Eyü. 26:14]. Başka bir yerde Tanrı’nın bilgeliğiyle Tanrı’nın bu bilgeliğinden insanlara
verdiği payın ayrımına varır. Doğanın sırlarından söz ederken bilgeliği sadece Tanrı’nın
bildiğini ama onun, “bütün canlıların gözünden uzak” olduğunu söyler [Eyü. 28:21]. Ama
biraz sonra, insanlara “Đşte Rab korkusu, bilgelik budur” [Eyü. 28:28] dendiği için, O’nun
bilgeliğinin araştırılmasının gerektiğini duyurmaktadır. Augustinus’un sözleri bu konuya
uygun düşmektedir: “Tanrı’nın en iyi düzenlemeyle bizimle ilişkilendirdiği her şeyi
bilmediğimiz için, biz sadece iyi niyete göre davranıyoruz ama başka şeylerde yasaya uygun
olan şeyleri yapıyoruz, çünkü O’nun sağlayışı değişmeyen bir yasadır.” Bu durumda, Tanrı,
evrenin yönetimini (bizim bilmediğimiz) bir hakla üstlendiği için, ayıklık ve ölçülülük
yasamız O’nun yüce yetkisini kabul etsin, O’nun istemi bizim tek doğruluk kuralımız ve
aslında her şeyin adil nedeni olsun. Aslında nedenler bizden gizli bile olsa, doğruluktan başka
bir şeyin akmadığı her şeyi belirleyen ilke, Sofistlerin, O’nun adaletini gücünden ayırıp
dinsiz ve kutsallıktan yoksun bir farklılık getirerek geveledikleri bu kesin istem değil –
sağlayıştır.
3. Tanrı’nın sağlayışı bizi sorumluluktan kurtarmaz
Kendilerini bu ölçülülüğe göre düzeltecek olan herkes geçmişteki sıkıntıları yüzünden
Tanrı’ya söylenmeyecektir. Kendi kötülüklerinin suçunu O’na atmayacaklardır. Homeros’un
Agamemnon’u böyle yapmıştı: “Neden ben değilim ama Zeus’la kader”84. Plautus’un yazdığı
genç gibi, kaderleri onları sürüklemişçe umutsuzluk içinde kendilerini yıkıma
atmayacaklardır: “Birçok şey istikrarsız, kader insanı kendi zevkine göre yönlendiriyor.
Malımı mülkümü ve yaşamımı kaybedeyim diye kendimi uçurumdan atacağım.” Onlar
83
“Alliam voluntatem absconditam.” Calvin, Tanrı’nın iki istemi olduğunu anlatmıyor,
Tanrı’nın iç varlığındaki ulaşılmaz dipsiz derinliği (Krş. I. xiii. 1-2) ve açıklamasındaki
gizemleri düşünüyor. Krş. I. xviii. 2-3: “Ama istemi tek ve basit olsa da, bize birçok gelir” (m.
3). Ayrıca bk. I. xviii, 1, 4 (istemle kural arasındaki fark); III. xx. 43.
84
Homer, Iliad, xix, 86 vdd
107
başkalarını örnek almayacaklar ve yaptıkları kötü işleri “Tanrı” adıyla örtmeyeceklerdir.
Başka bir komedide Lykonides, “Tanrı kışkırtıyor; Bunu tanrıların istediğine inanıyorum.
Bunu istemeselerdi, böyle olmazdı, biliyorum” demektedir85. Ama tam tersine onlar, Tanrı’yı
neyin hoşnut ettiğini Kutsal Kitap’ı inceleyip öğrensinler, böylece Ruh’un rehberliğinde
Tanrı’yı hoşnut eden şey için gayret göstersinler. Aynı zamanda da, Tanrı’nın çağırdığı her
yere gitmeye hazır olarak, bu öğretişi bilmekten daha yararlı hiçbir şey olmadığı gerçeğini
göstereceklerdir.
Kutsallıktan yoksun insanlar86 kendi saçmalıklarıyla akılsızca gürültü koparıyorlar,
böylece atasözünde denildiği gibi yeri göğü birbirine katıyorlar neredeyse. Eğer Rab,
öleceğimizi söylediyse, bundan kaçış olmadığını söylüyorlar. Bu nedenle, önlem almaya
çalışmak boşunadır. Bir adam, tehlikeli olduğunu duyduğu yoldan gitmeye hırsızlar onu
öldürmesin diye cesaret edemez; diğeri hekimleri çağırıyor, sağ kalmak için ilaçlar alıyor; bir
başkası zayıf sağlığı bozulmasın diye, ham yiyeceklerden kaçınıyor; diğeri yıkılmak üzere
olan evlerde oturmaktan korkuyor. Kısacası, hepsi istedikleri şeye ulaşmanın yolunu buluyor
ve bunu akıllarındaki önemli bir amaca uyduruyor. Ya Tanrı’nın istemini düzeltmeye çalışan
bütün bu çareler boş ya da Tanrı’nın yaşamı ve ölümü, sağlığı ve hastalığı, esenliği ve savaşı
ve diğer olayları belirlediği kesin bir kararı yok. Đnsanlar arzularına ve nefretlerine göre bu
olayları kendi çabalarıyla elde etmeye ya da önlemeye büyük bir ciddiyetle gayret ediyorlar.
Rab’bin, öncesizlikten beri zaten karar vermiş olduğu şeyleri sağlamak için istediği
imanlıların duaların gereksiz demeseler de sapkın olduğu sonucunu çıkarıyorlar. Özetlersek,
gelecekle ilişkili bütün bu planları, Tanrı’nın sağlayışının aleyhine hükümsüz kılıyorlar. Tanrı
ise onların başvurmadıkları bu planları yürürlüğe koymaya karar vermiştir. Her ne olursa
olsun Tanrı’nın sağlayışıyla o kadar bağdaştırıyorlar ki, bunu yapan insana karşı gözleri
kapalı. Kasten cinayet işleyen katil doğru biri mi? Onun, Tanrı’nın planını uyguladığını
söylüyorlar. Çünkü o, Rab’bin önceden görüp buyurduğu işi yapmıştır. O, Tanrı’nın
sağlayışının hizmetkârıdır. Ana babasının ilaçlarını ihmal eden, onlara hiç bakmayan bir oğul
ölümlerini mi beklemiştir? Öncesizlikten beri bunu belirlemiş olan Tanrı’ya direnememiştir.
Bu durumda, Tanrı’nın buyruğuna bağlı olduğu için bütün suçlara erdem demektedirler.
4. Tanrı’nın sağlayışı bizi sağduyu borcundan muaf tutmaz
Ama gelecekteki olaylara ilgili olarak Süleyman, insanın düşüncelerinin Tanrı’nın
sağlayışına uygun olmasını kolayca ortaya koyar. Rab’bin eliyle yönetilmiyorlarmış gibi, Rab
olmaksızın şunu ya da bunu cesaretle üstlenen kişilerin körlüğüyle alay ettiği gibi, başka bir
yerde de, “Kişi yüreğinde gideceği yolu tasarlar ama adımlarını Rab yönlendirir” demektedir
[Özd. 16:9]. Bu, Tanrı’nın sonsuza kadar sürecek olan hükmünün, O’nun istemine her zaman
boyun eğdiğimizde geleceğimizi düşünmemizi ya da bütün işlerimizi düzene koymamızı asla
engellemediği anlamına gelmektedir. Bunun nedeni bellidir. Yaşamımıza her zaman sınırlar
koyan Tanrı aynı zamanda da yaşamımızın gözetimini bize bırakmaktadır; yaşamımızı
korumanın yollarını göstermekte ve yardım etmektedir; tehlikeleri önceden bize
göstermektedir; tehlikeler bizi habersiz yakalamasın diye önlemler ve çareler sunmuştur.
Görevimizin ne olduğu çok bellidir: Rab, yaşamımızı korumayı bize emanet ettiyse görevimiz
onu korumaktır; yardım sunuyorsa, yardımdan yararlanmaktır; tehlikelere karşı bizi önceden
uyarıyorsa düşüncesizce kendimizi tehlike atmamaktır; çareleri ulaşılabilir kılıyorsa, bunları
ihmal etmemektir. Ne var ki, ölümcül ve bu durumda da, çaresiz değilse hiçbir tehlikenin bize
zarar vermeyeceğini söylüyorlar. Ama Rab, geri püskürtmeniz ve üstesinden gelmeniz için
çareler sağlarsa acaba tehlikeler ölümcül olur mu? Tahmininizin ilahî takdire ne kadar
85
Plautus, Aulularia 737, 742’de Lykonides’in konuşmasından. Daha önce sözü edilen genç,
Plautus’un Bacchides’indeki Pistoklerus’tur.
86
Bu “kutsallıktan yoksun insanlar” Libertinlerdir.
108
uyduğuna bakın. Hiçbir tehlikenin farkında olmamız gerekmediği, çünkü ölümcül olmadığı,
hiç önlem almasak bile kendimizi kurtaracağımız sonucuna varırız. Ama Rab, farkında
olmanızdan hoşlanır, çünkü onu sizin için ölümcül duruma getirmeyecektir. Bu akılsızlar,
gözlerinin önünde olanı düşünmezler. Rab, insanlara önlem alma ve dikkat etme sanatını
esinlemiştir. Bu da, yaşamı korunma sağlayışına uygundur. Tam tersine, O’nun gelecek için
sakladığı hastalıkları ihmal ve tembellikle üzerlerine çekerler. Her durumda delilik ve sağgörü
ilahi takdirin birer aracı değilse nasıl oluyor da sağgörülü bir adam, kendine bakarken
kendisini tehdit eden kötülüklerden kurtuluyor ama akılsız bir adam kendi düşüncesizce
ataklığı nedeniyle yok oluyor? Bu nedenle, gelecekteki bütün olayların üstesinden gelinceye
kadar ya da bu olaylar hiç dikkat etmeden geride kalıncaya kadar bunlara kuşkulu ve hazır
reçetelerle direnmeyi kesmeyelim diye, Tanrı bunları bizden saklamaktan hoşnut olur.
Tanrı’nın sağlayışının her zaman çıplak şekliyle karşımıza çıkmadığını, Tanrı’nın bir anlamda
onu, kullandığı yöntemlerle giydirdiğini daha önce belirtmiştim.
5. Tanrı’nın sağlayışı kötülüğümüzü temize çıkarmaz
Aynı insanlar, geçmişteki olayları yanlışlıkla ve aceleyle Tanrı’nın çıplak sağlayışına
bağlıyorlar. Meydana gelen her şey sağlayışa bağlı olduğu için, O’nun müdahalesi olmadan
ne hırsızlıkların ne zinanın ne de cinayetlerin olacağını söylüyorlar. O zaman, Rab’bin
yoksullukla cezalandırdığı birini yağmalayan bir hırsız neden cezalandırılsın diye soruyorlar?
Rab’bin, yaşamına son verdiği birini öldüren bir katil neden cezalandırılsın? Şayet bu
adamların hepsi Tanrı’nın istemine hizmet ediyorsa neden onlara ceza verilsin? Tam tersine
ben, onların Tanrı’nın istemine hizmet ettiklerini kabul etmiyorum. Kötü bir yatkınlığın
harekete geçirdiği birinin, sadece kendi kötü arzusuna boyun eğerek Tanrı’nın buyruğuna
hizmet ettiğini söyleyemeyiz. Tanrı’nın istemini öğrenen bir adam, aynı istemle çağrıldığı
amaç için gayret göstererek Tanrı’ya itaat eder. Öğrenmek için, Onun Sözü’nden başka hangi
kaynağımız var? Yaptığımız işlerde, O’nun Sözü’yle duyurduğu istemini bu tarzda
araştırmalıyız. Tanrı, bizden sadece buyurduklarını istemez. O’nun buyruğuna karşı olan bir
şey düşünürsek bu, itaat etmek değil, inatçılık ve günah işlemektir. Yine de, O istemezse, biz
bunu yapamayız. Kabul ediyorum. Ama O’na hizmet etmek amacıyla kötü işler mi
yapacağız? Ama Tanrı, bunları yapmamızı bize buyurmuyor; daha çok biz O’nun ne
istediğini düşünmeden pervasızca acele ediyoruz. Dizginlenmemiş şehvetimiz bizi o kadar
kudurtuyor ki, isteyerek O’na karşı geliyoruz. Bu şekilde kötülük yaparak O’nun adil
buyruğuna hizmet ediyoruz, çünkü O’nun bilgeliği o kadar büyük, o kadar sınırsız ki, kötü
araçlarla nasıl iyilik yapacağını çok iyi bilir. Onların tezlerinin ne kadar saçma olduğuna
bakın: günahkârlar sadece Tanrı’nın ilahi takdirine uyarak kötü işler yaptıkları için, onlara
ceza verdirmeyecekler.
Onlara daha fazlasını da bahşediyorum: Hırsızlar, katiller, diğer kötülük yapanlar ilahi
takdirin araçlarıdır. Rab, belirlediği yargılarını yerine getirmek için onları kullanır. Yine de
yaptıkları kötü işler için, kendilerine bahane bulmalarını kabul etmiyorum. Neden? Tanrı’yı
kendi adaletsizliklerine mi katacaklar ya da kendi bozulmuşlarını O’nun adaletiyle mi örtbas
edecekler? Đkisini de yapamazlar. Vicdanlarında kendilerini temize çıkaramayacaklarına çok
inanmaktadırlar; bütün kötülüğün kendilerinde olduğunu, O’nun, sadece onların kötü
niyetlerini yasaya uygun hale getirdiğini görürler. Bu da, O’nu suçlamayı imkânsız hale
getirir. Đyi ya da kötü, Tanrı onların aracılığıyla çalışır. Size soruyorum, hem de güneş
ışığında hem çürümüş hem de yarılmış bir cesedin kötü kokusu nereden gelir? Herkes bunun
güneş ışınlarından geldiğini anlar; yine de hiç kimse bu nedenle güneş ışınlarının kötü
koktuğunu söylemez. Đltihap ve kötülüğün suçu kötü insanın içinde olduğu için, Tanrı insanın
hizmetini kendi amacı doğrultusunda kullanırsa O’nun kirli bir işe karıştığını düşünmek için
bir neden var mı? Aslında Tanrı’nın adaletine uzaktan havlayan ama ona dokunamayan bu
köpek gibi arsızlık uzak olsun.
109
(Tanrı’nın sağlayış yollarını düşünmek: sağlayış işlerini anlamanın mutluluğu, 6-11)
6. Đmanlıların tesellisi olarak Tanrı’nın sağlayışı
Bu iftiralar ya da daha çok aklı başından gitmiş insanların abuk sabuk sözlerinin
arkası, sağlayış konusu, en iyi ve en tatlı meyveyi alalım diye, Tanrı’ya saygı kuralının
gerektirdiği dine bağlılıkla ve kutsallıkla düşünüldüğünde kolayca kesilir. Bu durumda
Hristiyanın yüreği, her şeyin Tanrı’nın planıyla meydana geldiğine ve hiçbir şeyin şans eseri
olmadığına iyice inandığı için, olayların asıl nedeni diye O’na güvenecek ama yeri geldiğinde
de ikincil nedenlere dikkat edecektir. O zaman yürek, Tanrı’nın eşsiz sağlayışının kendisini
korumak için bekçilik ettiğinden kuşku duymayacaktır. Meydana gelen ama kendisinin
iyiliğine ve kurtuluşuna dönüşebilecek olan hiçbir şeyden acı çekmeyecektir. Ama Tanrı’nın
işleri önce insanla, sonra da diğer yaratılanlarla olduğu için, yürek Tanrı’nın sağlayışının, bu
ikisini de yönettiğine güvenecektir. Đyi ya da kötü insanlar söz konusu olduğunda, Hristiyanın
yüreği insanların planlarının, isteklerinin, çabalarının ve yeteneklerinin Tanrı’nın elinde
olduğunu; hoşuna gittiği yerde onları bağlamının ve istediği zaman onları kısıtlamanın O’nun
seçimi olduğunu bilecektir.
Tanrı’nın eşsiz sağlayışının imanlıların gönencine gözetmenlik yaptığına tanıklık eden
çok sayıda ve çok açık vaatler vardır: “Yükünü Rab’be bırak, O sana destek olur. Asla izin
vermez doğru insanın sarsılmasına” [Mez. 55:22]. Çünkü O, bizi kayırır [1Pet. 5:7]. “Yüceler
yücesinin barınağında oturan, Her Şeye Gücü Yeten’in gölgesinde barınır” [Mez. 91:1]. “Size
dokunan gözbebeğime dokunmuş olur” [Zek. 2:8]. “Senin kalkanın benim” [Yar. 15:1],
“Seni… tunç bir duvar kıldım” [Yer. 1:18; 15:20]; “Seninle çekişenle ben çekişeceğim” [Yşa.
49:25]. “Bir anne çocuklarını unutabilirse de, ben seni unutmayacağım” [Yşa. 49:15, mealen
aktarım]. Kutsal Kitap tarihinin başlıca amacı, Rab’bin, kutsalların, ayaklarını taşa bile
çarpmayacakları tarzda yollarını büyük bir gayretle gözettiğini öğretmektir [Krş. 91:12].
Bu nedenle, Tanrı’nın evrensel sağlayışının, belli bir yaratığa özel ilgi göstermeye
tenezzül etmek olmadığını hayal edenlerin biraz yukarıdaki düşüncesine haklı olarak karşı
çıkıyoruz. Her şeyden önce bize özel ilgi gösterdiğini kabul etmemiz önemlidir. Mesih,
Baba’sının istemi olmadan değersiz minik bir serçenin bile yere düşmeyeceğini
duyurduğunda [Mat. 10:29] hemen şu açıklamada bulunur: biz serçelerden daha değerli
olduğumuz için, Tanrı bizi daha büyük bir ilgiyle gözetmektedir [Mat. 10:31]. Başımızdaki
saçların sayılı olduğuna güveneceğimiz kadar bunu geniş tutar [Mat. 10:30]. O’nun istemi
olmadan başımızdan tek bir saç bile düşemiyorsa kendimiz için başka ne isteyebiliriz? Sadece
insanlardan söz etmiyorum; Tanrı, Kendisine konut olarak kiliseyi seçtiği için, onu yönetirken
gösterdiği babaca sevgiyi eşsiz kanıtlarla göstereceğinden hiç şüphe yoktur.
7. Tanrı’nın, bereket sağlayışı
Hem bu vaatlerle hem de örneklerle güç kazanan Tanrı’nın kulu bu tanıklıklara
katılacaktır. Bu tanıklıklar, bütün insanların, zihinleri yatıştırılsın ya da kötülükleri zarar
veremeyecek tarzda kısıtlansın, O’nun gücünün yönetiminde olduğunu bize öğretmektedir.
Çünkü sadece iyiliğimizi isteyenlerin arasında değil, “Mısırlılar’ın gözünde bile” [Çık. 3:21]
bize lütuf veren Rab’dir; aslında O, düşmanlarımızın kötülüğünü çeşitli şekilde mahvetmeyi
bilir. Ahav’ı aldatmak için, bütün peygamberlerin ağızlarını yalanla doldurmak için Şeytan’ı
gönderdiğinde olduğu gibi, kimi zaman anlayışlarını alır, öyle ki, sağlıklı ve akla yatkın hiçbir
şeyi anlayamazlar [1Kr. 22:22]. Rehavam’ı, genç adamın verdiği kendi çılgınlığıyla krallığını
yağmalayacağı öğüdüyle çıldırtır [1Kr. 12:10, 15]. Kimi zaman onlara anlayış verdiğinde,
onları öyle korkutur ve morallerini bozar ki, düşündüklerini yapmak istemezler ya da
planlamazlar. Kimi zaman da şehvetlerinin ya da deliliklerinin yol açtığı şeyi yapmaya
kalkışmalarına izin verdiğinde, doğru anda zorbalıklarını kırar ve amaçlarını tamamlatmaz.
Ahitofel’in, Davut için ölümcül olacak öğüdünü zamanından önce çürütmüştür [2Sa.17:7, 14].
110
Bütün yaratılanları hatta O’nun izni olmadan Eyüp’e hiçbir şey yapmaya cesaret edemediğini
gördüğümüz [Eyü.1:12] Şeytan’ı bile kendi iyilikleri ve güvenlikleri için yönetmeye dikkat
etmektedir.
Đster istemez bu bilginin ardından, olayların lütufkâr sonucu için şükran duymak,
sıkıntılara sabretmek ve gelecekle ilgili kaygılardan inanılmaz şekilde özgür olmak gelir. Bu
nedenle Tanrı’nın kulu, ister insanların hizmetiyle Tanrı’nın cömertliğini hissetsin, ister
cansız varlıklar ona yardım etsin, yüreğinin arzusuna göre gönençli bir şey olduğunda, her
şeyi Tanrı’ya atfedecektir. Bu durumda şöyle akıl yürütecektir: onların yüreklerini bana
meylettiren, O’nun bana duyduğu şefkate araç olsunlar diye onları bana bu kadar çok
bağlayan Rab’dir. Meyvelerin bolluğunda şöyle düşünecektir: “Gökler yeryüzünü ‘işitebilsin’,
yeryüzü de ürünlerini ‘işitebilsin’ diye gökleri ‘işiten’ Rab’dir” [Krş. Hoş. 2:21-22]. Başka
şeylerde de, her şeyi bollaştıranın sadece Rab’bin kutsaması olduğundan kuşku
duymayacaktır. Bu kadar kanıtla uyarıldığında, nankör olmaya devam edemeyecektir.
8. Tanrı’nın sağlayışının kesinliği bütün sıkıntılarımızda bize yardımcı olur
Aleyhte bir şey olduğunda burada da hemen yüreğini Tanrı’ya kaldıracaktır. Sabır ve
esenlikli bir zihinsel ölçülülük damgasını bize en iyi şekilde O’nun eli vuracaktır. Yakup
kardeşlerinin ihanetinin üzerinde durmaya son vermiş olsaydı onlara asla kardeşi gibi
davranamazdı. Ama adaletsizliği unutarak, düşüncelerini Rab’be çevirdiği için, yumuşaklık
ve şefkat gösterebildi. Hatta “Beni Mısır’a siz satmadınız. Yaşamınızı kurtarayım diye Tanrı
istemi sizden önce beni gönderdi” [Yar. 45:5, 7-8, mealen aktarma] diyerek onları
rahatlatacak noktaya kadar gelmiştir. “Siz bana kötülük düşündüğünüz ama Tanrı… kötülüğü
iyiliğe çevirdi” [Yar. 50:20]. Eyüp, dikkatini kendisine sorun çıkaran Kildanilere verseydi
hemen öç almaya kalkacaktı; ama bunun Rab’bin işi olduğunu anladığı için, şu güzel
düşünceyle rahatladı: “Rab verdi, Rab aldı, Rab’bin adına övgüler olsun” [Eyü. 1:21]. Şimi,
Davut’a tehditler ve taşlarla saldırdığında, Davut gözünü adama dikmiş olsaydı zararın
karşılanması için adamlarını teşvik ederdi; ama Tanrı kışkırtmasaydı Şimi’nin, bir şey
yapmayacağını bildiği için, bunun yerine adamlarını yatıştırmıştır: “Bırakın onu” der, “ona
böyle yapmasını Rab buyurmuştur” [2Sa. 16:11]. Başka bir yerde büyük acısını aynı dizginle
durdurur: “Sustum, açmayacağım ağzımı” der, “çünkü bunu yapan sensin, ey Yahve” [Mez.
39:9, mealen aktarma]. Eğer öfke ve sabırsızlığın daha etkili bir çaresi yoksa Tanrı’nın
sağlayışını düşünmeyi öğrenmiş birinden kesinlikle büyük ölçüde yararlanırdı. Şu noktayı hiç
unutamazdı; bunu Rab istemişti; bu nedenle sadece insan buna karşı savaşamadığı için değil,
Tanrı adil ve uygun olandan başkasını istemediği için buna dayanmak gerekirdi. Özetlersek:
insanlar bizi adaletsizce yaraladıklarında kötülüklerine aldırmayalım (öç almak acımızı daha
da kötüleştirir ve düşüncemizi biler). Tanrı’ya dayanmayı unutmayın ve düşmanımız bize
karşı her ne kötülük yaptıysa Tanrı’nın adil takdirinin buna izin verip onu gönderdiğine
inanmayı kesinlikle öğrenin.
Pavlus kendimizi mücadeleye hazırlayalım diye, “savaşımızın insanlara karşı değil”
[Ef. 6:11], ruhsal düşmanımız iblise karşı olduğunu bilgece belirtir. Kırgınlıklarımıza
misilleme yapmamızı engeller. Ama öç alma güdülerimizi durduracak en yararlı uyarı,
Tanrı’nın, çarpışmada hem iblisi hem de kötüyü silahlandırdığı ve sabrımızı sınamak için bir
oyun hakemi gibi oturduğu uyarısıdır.
Ama bize baskı yapan yıkım ve acıklı durum insan unsuru olmadan meydana
geliyorsa, yasadaki öğretişi hatırlayalım: “Tanrı’nın bereket çeşmesinden gönenç akar ve
bütün uyarılar O’nun lanetleridir” [Yas, 28:2 vdd; 15 vdd, mealen aktarma]. Şu korkunç uyarı
bizi dehşete düşürsün: “Bana karşı çıkmaya devam ederseniz, ben de size karşı çıkacağım”
[Lev. 26:23-24]. Tembellik suçumuz bu sözlerle azarlanır; bedenin sağduyusuna göre biz, iyi
ya da kötü olsun olup biten şeylere rastlantı sonucu diye bakarız. Bu durumda ne Tanrı’nın
sağladığı yararlar O’na tapmamız için bizi harekete geçirir, ne de kamçılar tövbe etmemiz için
111
itici güç olur. Yahudiler hem iyinin hem de kötünün Tanrı’nın buyruğu olmadan meydana
geldiğini düşündükleri için, Yeremya ve Amos onları eleştirmişlerdir [Ağı. 3:38; Amo. 3:6].
Yeşaya’nın duyurusu da aynı tarzdadır: “Işığı biçimlendiren, karanlığı yapan, esenliği ve
felaketi yaratan, bütün bunları yapan Rab benim” [Yşa. 45:7].
9. Aracı nedenleri göz ardı etmek yok!
Ne var ki, bu arada Tanrı adamı ikincil nedenleri göz ardı etmeyecektir. Aslında
yararını gördüğü şeyleri tanrısal iyiliğe hizmet edenlerden aldığını düşündüğü için, iyi
yüreklilikleri nedeniyle teşekkürü hak etmemişler gibi, aldırmadan geçmeyecektir. Ama
yüreğinin derinlerinde onlara borçlu olduğunu hissedecektir. Borcunu içinden gelerek itiraf
edecektir. Fırsat çıktığında en iyi şekilde teşekkür edebilmek için içtenlikle gayret edecektir.
Kısacası, sağladığı yararlar için, bunların asıl yazarı olarak Rab’be saygı duyacak ve O’nu
övecek ama onun hizmetkârları olarak insanları da onurlandıracaktır. Aslında neyin doğru
olduğunu bilecektir: Tanrı’nın istemiyle o, bu kişilere borçludur. Onların elleriyle cömert
davranmak Tanrı’nın istemidir. Eğer bu Tanrı adamı ihmal ya da tedbirsizlik yüzünden kayba
uğrarsa, bunun Rab’bin isteğiyle olduğu sonucuna varacak ama bundan kendini suçlayacaktır.
Tedavisini ihmal ettiği birinin hastalıktan öldüğünü ama hastaya bakmanın onun görevi
olduğunu düşünün. Bu kişinin geçilmez bir sınıra gelmiş olduğunu bilse de, buna dayanarak
suçunu daha az ciddiye almayacaktır; tersine ona karşı görevini sadakatle yerine getirmediği
için, ihmal suçu nedeniyle onun öldüğünü kabul edecektir. Hatta katil ya da hırsız
dolandırıcılık ya da önceden düşünülmemiş bir kötülük yaptığında, tanrısal sağlayış
bahanesiyle böyle bir suç daha az bağışlanacaktır; ama kişi, aynı kötü işte Tanrı’nın
doğruluğunu ve insanın kötülüğünü, her birinin açıkça ortaya çıktığı şekliyle açıkça
düşünecektir.
Ama özellikle gelecekteki olaylara göndermede bulunurken, bu tür ikinci derecedeki
nedenleri göz önüne alacaktır. Güvenliği için kullanabileceği insan yardımından yoksun
değilse, bunu Tanrı’nın kutsaması sayacaktır. Bu durumda kendisine yardım etme imkânlarına
sahip olduğunu gördüğü kişilerin yardımına başvurmakta ne tembellik edecek ne de öğüt
almaya son verecektir. Ama yaratılanların kendisine sağlananları eline verenin Rab olduğunu
göz önünde tutarak, bunları tanrısal sağlayışın yasaya uygun araçları olarak kullanacaktır.
Üstlendiği işin sonucu (Rab’bin her şeyi onun yararına sağlayacağını bilmesinin dışında)
kesin olmadığı için, zekâ ve anlayışla elde edilebilenler kadar, kendisi için yararlı bulduğu
şeyleri de gayretle amaç edinecektir. Öğüt alırken kendi görüşünün ardından gitmeyecek ama
Tanrı’nın rehberliğinde doğru amaca yönlenmek için Tanrı’nın bilgeliğine güvenecek ve
kendisini teslim edecektir. Ama dış destekler varsa güvenceyle yaslanacak kadar bunlara
güvenmeyecek ya da dış destekler yoksa kendi haline terk edilmiş gibi titremeyecektir. Çünkü
zihninde her zaman Tanrı’nın sağlayışı olacaktır. Bunu, ısrarla düşünmekten kendisini
uzaklaştıracak olan şu andaki konularda aşırı ilgilenmeyecektir. Yoav, savaşın sonucunun
Tanrı’nın elinde olduğunu bilse de, tembelliği boyun eğmemiş ama çağrısının sorumlulukların
gayretle yerine getirmiştir. Üstelik sonucu belirlemeyi Rab’be bırakmıştır: “Halkımızın ve
Tanrı’mızın kentleri uğruna yürekli olalım! Rab, gözünde iyi olanı yapsın” [2Sa. 10:12]. Bu
aynı bilgi bizi acelecilikten ve kendimize aşırı güvenmekten vazgeçirtecek ve sürekli olarak
Tanrı’ya başvurmaya bizi itecektir. O zaman Tanrı, güvenle ve cesaretle çevremizdeki bu
tehlikelerden nefret etmekte tereddüt etmeyelim diye düşüncelerimizi iyi bir umutla
destekleyecektir.
10. Tanrı’nın sağlayışı kesin olmasaydı yaşam çekilmez olurdu
Tanrı adamının zihnindeki ölçülemeyen mutluluk buradan gelir. Đnsan yaşamanı
sayısız kötülük kuşatır. Tehdit eden ölümler de sayısızdır. Kendimizden daha öteye gitmemiz
gerekmemektedir: Bedenimiz binlerce hastalığın haznesi olduğu –aslında hastalık nedenlerini
112
kendi içinde barındırdığı ve beslediği- için, insan kendi yıkımının çeşitli şekillerdeki yükünü
taşımadan ve adeta ölümle kuşatılmış bir yaşamı çekmeden edemez. Tehlike olmadan ne
donmasına ne de terlemesine başka ne dersiniz? Nereye dönerseniz dönün çevrenizdeki her
şey sadece güçlükle güvenilebilir değil, açıkça birer tehdittir ve anında ölümle tehdit eder
gibidir. Gemiye binin, ölümün bir adım uzağındasınız. At binin, ayağınız kayarsa yaşamınız
tehlikeye girer. Kentin sokaklarında dolaşın, çatılardaki kiremitler kadar çok tehlikeye
maruzsunuz. Sizin ya da arkadaşınızın elinde bir silah varsa, kötülük kapıdadır. Gördüğünüz
bütün vahşî hayvanlar sizi mahvetmek için silahlanmıştır. Ama duvarların arasındaki bir
bahçeye kapanırsanız görünüşte hoş gelse de kimi kez gizlenip yatan bir yılan vardır. Sürekli
yangın tehlikesi olan eviniz gündüzleri sizi yoksul kalmakla, geceleri de üzerinize çökmekle
tehdit eder. Tarlanız doluya, dona, kuraklığa ve başka felaketlere maruz olduğu için, sizi
kıtlıkla ve böylece de açlıkla tehdit eder. Bizi kısmen evde kuşatan, kısmen de dışarıda
peşimizi bırakmayan zehirlenmeleri, pusuları, soygunları ve açık şiddeti geçiyorum. Bu büyük
sıkıntılar içinde insan, boynunda sürekli bir kılıç asılıymış gibi, yarı canlı olarak yaşamında
endişeyle ve isteksizce güçlükle soluk aldığı için çok acıklı durumda olması gerekmez mi?
Bu olayların ender olduğunu ya da en azından her zaman, herkesin aynı anda başına
gelmediğini söyleyeceksiniz. Kabul ediyorum; ama bunların bizim başımıza da gelebileceğine
ve yaşamımızın onlarınkinden farklı olmadığına dair başkalarının örnekleri bizim için birer
uyarı olduğu için, bu olaylar bizim başımıza gelmek üzereymiş gibi, korkmaktan ve dehşete
kapılmaktan başka bir şey yapamayız. O zaman böyle bir dehşetten neyin daha korkunç
olduğunu düşünebilirsiniz? Ayrıca Tanrı’nın yaratıkların en soylusu olan insanı kaderin her
tür kör ve düşüncesiz darbelerine maruz bıraktığını söylüyorsak Tanrı’ya sitem ederken
suçsuz değiliz. Ama burada, insanın, kaderin çizdiği yoldan giderse hissedeceği bu acıklı
durumdan söz etmeyi tasarlıyorum.
11. Tanrı’nın sağlayışının kesinliği yüreklerimizde Tanrı’ya karşı sevinçli bir güven
oluşturur
Tanrısal sağlayışın ışığı Tanrı adamına parladığında, sadece bir zamanlar kendisine
baskı yapan büyük endişeden ve korkudan değil, sıkıntıdan da kurtulup özgür olur. Haklı
olarak kaderden korktuğu için, kendini korkusuzca Tanrı’ya bırakır. Tesellisi Göklerdeki
Baba’nın her şeyi onun gücü dâhilinde tuttuğunu, yetkisini ve istemini yönettiğini, kendi karar
vermezse başına hiçbir şeyin gelmeyeceğini bilmesidir. Ayrıca Tanrı’nın koruması altında
alındığını ve meleklerin gözetimine emanet edildiğini, ne suyun, ne ateşin, ne demirin,
yönetici olan Tanrı’nın bunlara fırsat vermek hoşuna gitmezse kendisine zarar vereceğini
bilmek de onu rahatlatır. Nitekim Mezmur’da şöyle denilmektedir: “Çünkü O seni avcı
tuzağından, ölümcül hastalıktan kurtarır. Seni kanatlarının altına alır, onların altına sığınırsın,
O’nun sadakati senin kalkanın, siperin olur. Ne gecenin dehşetinden korkarsın, ne gündüz
uçan oktan, ne karanlıkta dolaşan hastalıktan. Ne de öğleyin yok eden kırgından” [Mez. 91:36].
Kutsalların övünebildikleri güvence buradan gelmektedir. “Rab, benden yana” [Mez.
118:6]; “Korkmam. Đnsan bana ne yapabilir ki?” [Mez. 56:4]. “Rab yaşamımın kalesidir.
Kimseden korkmam” [Mez. 27:1]. “Karşımda bir ordu konaklasa” [Mez. 27:3], “karanlık
ölüm vadisinden geçsem bile” [Mez. 23:4] “ben her zaman umutluyum” [Mez. 71:4]. Size
yalvarıyorum, dünya amaçsızca karışmış göründüğünde Rab’bin her yerde çalıştığını
bilmenin ve bu çalışmanın kendi gönençleri için olduğuna güvenmenin dışında bu asla yok
olmayan güvenceden başka neleri var? Şeytan ya da kötü insan, gönençlerine saldırırsa,
sağlayışı hatırlayıp güç kazanmazlarsa duydukları ihtiyaçlar için güvenlerini hemen
yitireceklerdir. Ne var ki, şeytanı ve kötülerin bütün destekçilerini Rab’bin tümüyle
dizginlediğini unutmasınlar. Öyle ki, Rab’bin izin vermesinin, aslında buyurmasının dışında
bize karşı kumpas kuramazlar, kursalar bile plan yapamazlar, planlasalar bile yürürlüğe
113
koymak için parmaklarını kıpırdatamazlar. Şeytanın ve mürettebatının sadece zincire
vurulmadığını, engellendiğini ve hizmet etmeye zorlandığını da hatırlasınlar. Bu düşünceler
onları çok rahatlatacaktır. Çünkü onların öfkelerini kabartmak, bu öfkeyi hoşlandığı yere
çevirip yönlendirmek Rab’be aittir; kendi şehvetleriyle ahlaksızca övünmesinler diye, bir ölçü
ve sınır getirecek olan O’dur.
Bir yerde Pavlus, bu inançtan destek alarak yolculuğunu Đblis’in engellediğini
söyledikten [1Se. 2:18] sonra başka bir yerde Tanrı’nın izniyle yola çıkmakta kararlı
olduğunu belirtmektedir [1Ko. 16:7]. Şayet bu engelin Đblis’ten geldiğini söyleseydi,
Tanrı’nın planlarını boşa çıkarmak Đblis’in gücü dâhilindeymiş gibi, ona çok büyük güç
atfediyor olurdu. Ama bütün yolculuklarının Egemen Tanrı’nın iznine bağlı olduğunu
duyurduğunda, aynı zamanda da Đblis’in, Tanrı’nın onayı olmadan hiçbir şey yapamayacağını
belirtmektedir. Aynı nedenden dolayı Davut, insanların yaşamlarını adeta bir girdap gibi
sürekli döndüren olaylar karşısında şuna sığınmaktadır: “Vakitlerim senin elindedir” [Mez.
31:15]*. Burada “yaşamın akışı” ya da tekil olarak “vakit” diyebilirdi ama insanların durumu
istikrarsız olsa da, zaman zaman değişiklikler meydana gelse de bunların Tanrı tarafından
yönetildiğini ifade etmek için, çoğul olarak “vakitler” demeyi seçmektedir. Bu nedenle,
Yahuda’yı yıkmak için güçlerini birleştiren Resin’le Đsrail Kralı, ülkeyi yakıp yıkmak için,
yanık odun parçalarını tutuştursalar da, peygamber bunlara “tüten yanık odun parçası”
demektedir. Bunlar tütmekten başka bir şey yapamaz [Yşa. 7:4]. Firavun hem zenginliği ve
gücü hem de ordularının büyüklüğü nedeniyle korku saçsa da, kendisi bir deniz canavarı,
ordusu da balıkla karşılaştırılmaktadır [Hez. 29:4]. Tanrı, önderi ve orduyu çengelle
yakalayacağını ve onları hoşuna giden yere kadar sürükleyeceğini duyuruyor. Kısacası, dikkat
ederseniz sağlayışı bilmemenin bütün ıstırapların en büyüğü olduğunu çok geçmeden kolayca
algılarsınız; en büyük bereket bunu bilmekte yatar.
(Đtirazlara cevaplar, 12-14)
12. Tanrı’nın “pişmanlığı”
Yetkin bir açıklamada bulunmak ve imanlıları rahatlatmak için Tanrı’nın sağlayışı
konusundan yeterince söz etmiş olmalıyız (boş insanların meraklarını doyurmak için hiçbir
şey yeterli olamaz, önümüze bazı parçalar çıkmasaydı doyurmak istememiz de
gerekmeyecekti). Bunlar, yukarıdaki açıklamanın tersine, Tanrı’nın planının sağlam ve kesin
değil, aşağıdaki şeylerin doğasına yanıt olarak değişken olduğunu akla getiriyor. Birincisi,
Tanrı’nın, insanı yarattığına [Yar. 6:6], Saul’u krallığın başına getirdiğine [1Sa. 15:11],
halkının yüreğinde bir değişiklik hisseder hissetmez başlarına kötülük getirme kararırından
[Yer. 18:8] pişman olduğundaki gibi, Tanrı’nın birçok kez pişman olduğundan söz
edilmektedir. Sonra, bazı kararlarını iptal ettiğine de göndermede bulunulmaktadır. Yunus
aracılığıyla Ninovalılara kırk gün sonra Ninova’nın yıkılmasına karar verdiğini bildirmiştir
ama tövbe etmeleriyle hemen ikna olarak onlar için daha iyi yürekli bir karar vermiştir [Yun.
3:4, 10]. Yeşeya’nın ağzından Hizkiya’nın ölümünü duyurmuştur; ama kralın gözyaşlarından
ve dualarından etkilenerek bunu ertelemiştir [Yşa. 38: 1, 5; 2Kr. 20:1, 5; Krş. 2Ta. 32:24]. Bu
nedenle birçok kişi, Tanrı’nın, insanların işlerine sonsuza kadar sürecek bir hükümle karar
vermediği ama herkesin payına düşene göre ya da Tanrı’nın, o kişiyi doğru ve adil diye kabul
etmesine göre her yıl, her gün ve her saat şu ya da bu kararı verdiği konusunda çekişirler.
Pişmanlığa gelince, bunun Tanrı’yı bilgisizlikle, hatalılıkla ya da güçsüzlükle
suçlamaktan daha fazlası olmadığını kabul etmeliyiz. Hiç kimse bilerek ve isteyerek tövbe
etme zorunluluğu altına girmiyorsa, Tanrı’nın da, ne olacağını bilmediğini, bundan
kaçamadığını ya da hemen pişman olması gereken bir kararı düşünmeden aceleyle aldığını
söylemeden Tanrı’ya tövbe atfedemeyiz. Bu, Kutsal Ruh’un isteğinden çok uzaktır. Kutsal
*
Mez. 31:15 “Hayatım senin elinde”, 2003³; “Vakitlerim senin elindedir” 1995 (çev. n.)
114
Ruh, pişmanlığa göndermede bulunurken, Tanrı’nın vicdan azabından etkilenmediğini, çünkü
insan olmadığı için pişmanlık duyamayacağını söylemektedir [1Sa. 15:29]. Aynı bölümde,
karşılaştırmanın, görünürdeki çelişkiyle çok bağdaşacak kadar ikisinin de birbiriyle çok
karıştırıldığına dikkat etmeliyiz. Tanrı Saul’u kral yaptığında pişman olduğunda kararını
değiştirmesi mecaz anlamında anlaşılmalıdır. Az sonra şu eklenmektedir: “Đsrail’in yüce
Tanrı’sı yalan söylemez, pişman olduğu için vazgeçmez; çünkü O, insan değil ki, pişman
olsun” [1Sa. 15:29, mealen aktarma]. Tanrı’nın değişmezliği bu sözlerle açıkça ve mecazsız
duyuruluyor. Bu durumda, Tanrı’nın insanın işlerinin yönetimine dair verdiği buyruk hem
sonsuza kadardır hem de her tövbenin üzerindedir. O’nun değişmezliğinden kuşku
duyulmasın diye, düşmanları bile buna tanıklık etmek zorunda kalmıştır. Balam bile, kendi
istemine karşı çıkarak şu sözleri söylemiştir: “Tanrı insan değil ki, yalan söylesin; insan
soyundan değil ki, düşüncesini değiştirsin. O söyler de yapmaz mı?” [Say. 23:19].
13. Kutsal Yazı, bizim anlayabilmemiz için Tanrı’nın “pişmanlığından” söz etmektedir
O zaman “pişmanlık” sözcüğü ne anlama geliyor? Kuşkusuz Tanrı’yı insanı terimlerle
bize tanıtan diğer anlatım tarzları gibi bir anlamı vardır. O’nun yüce konumuna ulaşmaktan
aciz olduğumuz için, anlayabilelim diye bu, kapasitemize uygun şekilde anlatılmalıdır. O’nu
için uygun olan tarz, bize Kendisini olduğu gibi değil, bize göründüğü tarzda anlatmaktır.
Tanrı, bütün zihinsel kargaşaların dışında bile olsa, yine de günahlılara öfke duyduğuna tanık
etmektedir. Bu nedenle, ne zaman Tanrı’nın öfkelendiğini duysak O’nun duyguları olduğunu
hayal etmemeliyiz, tersine, bu ifadenin bizim insan olarak tecrübelerimize dayandığını
düşünmeliyiz; çünkü Tanrı her ne zaman hükmünü uygulasa yakıcı ve öfkeli birinin
görünüşünü sergiler. Bu nedenle, “pişmanlık” sözcüğünden, davranış değişikliğinden başka
bir şey anlamamalıyız, çünkü insanlar kendilerinden hoşnut olmadıklarını kanıtlamak için
davranışlarını değiştirme alışkanlığındadırlar. Bu nedenle, insanlardaki her değişim, hoşlarına
gitmeyen bir şeyi düzeltmektir ama bu düzeltmenin kaynağı pişmanlıktır. O zaman
“pişmanlık” sözcüğü, Tanrı’nın davranışlarını değiştirmesi demektir. Bu arada Tanrı’nın ne
planı bozulmuş ne de isteği ve istemi değişmiştir. Ama öncesizlikten beri öngördüğü,
onayladığı ve hüküm verdiği şeyi, değişiklik insanların gözüne çok ani görünse bile, kesintisiz
bir akış içinde uygulamıştır.
14. Tanrı planını sebatla uygular
Din tarihi, Ninovalılara duyurulan yıkımın iptal edildiğini [Yun. 3:10], Hizkiya’nın
yaşamının, ölümü bildirildikten sonra uzatıldığını [Yşa. 38:5] anlatırken, Tanrı’nın
kararlarının feshedildiğini göstermez. Böyle düşünenler bu bildirilerde yanılgıya düşüyorlar.
Đkincisi basit bir onaylamada bulunsa bile, varılan sonuçtan bunun, açıkça belirtilmemiş bir
koşulu içerdiği anlaşılmalıdır. Neden Rab, kentin yıkılacağını önceden bildirmek için
Yunus’u Ninova’ya göndermiştir? Yeşaya aracılığıyla Hizkiya’nın ölümünü bildirmiştir?
Yıkım için hiçbir haberci göndermeden de, hem Ninova’yı hem de Hizkiya’yı yok edebilirdi.
Bu nedenle görünürde Tanrı’nın aklında, ölümleri konusunda önceden uyarıldıklarında bunun
uzaktan geldiğinin farkına varabilmelerinden başka bir şey vardı. Aslında ölmelerini değil,
ölmesinler diye değişmelerini istiyordu. Bu nedenle, Yunus’un, Ninova’nın kırk gün sonra
yıkılacağına dair yaptığı peygamberlik kentin düşmemesini sağladı. Hizkiya’nın daha uzun
ömür umudu, daha çok yaşayacağı ortaya çıktığında bitti. Bu tehditlerle korkuttuğu kişiler
tövbe etmek üzere harekete geçtiklerinde, günahları nedeniyle hak etmiş oldukları yargıdan
kaçabilmelerinin Rab’bin gözüne iyi göründüğünü kim görmez? Eğer bu doğruysa, koşulların
doğası, örtülü bir durumu basit bir bildiriyle anlamamıza yol göstermektedir.
Benzer örnekler de bunu doğruluyor. Rab, Đbrahim’i karısından yoksun bıraktığı için
Kral Avimelek’i azarladığında şu kelimeleri kullanıyor: “Bu kadını aldığın için öleceksin.
Çünkü o evli bir kadın” [Yar. 20:3]. Ama Avimelek kendini bağışlattığında Tanrı şöyle
115
konuşmuştur: “Şimdi kadını kocasına geri ver. Çünkü o bir peygamberdir. Senin için dua
eder, ölmezsin. Ama o kadını geri vermezsen, sen de sana ait olan herkes de ölecek, bilesin”
[Yar. 20:7]. Đlk ifadede Avimelek inansın diye Kendi niyetini söyleyerek zihnine çok daha
şiddetli bir darbe indirdiğini ama ikinci konuşmada istemini açıkça belirttiğini görüyor
musunuz? Diğer parçalar da aynı anlama geldiğinden, Rab’bin, duyurmuş olduğu şeyi
yürürlükten kaldırdığı için, ilk amacından saptığı sonucunu çıkarmayın. Rab ceza uyarısında
bulunduğunda, anlaşılması kolay olmayan bir şeyi hece hece açıklamasa da, istemindeki ya da
Sözü’ndeki bir şeyi değiştirmekten çok, esirgemek istediklerine pişman olmalarını ihtar
ediyor, sonsuza kadar sürecek olan buyruğunun yolunu hazırlıyor. Yeşaya’nın bu sözü aslında
geçerliliğini korumalıdır: “Her şeye egemen Rab’bin tasarısını kim boşa çıkarabilir? Kalkmış
durumdaki elini kim indirebilir?” [Yşa. 14:27].
XVIII. BÖLÜM
TANRI, TANRISIZ ĐNSANLARININ ĐŞLERĐNĐ ÖYLE KULLANIR,
KARARLARINI UYGULASINLAR DĐYE ZĐHĐNLERĐNĐ ÖYLE
YÖNLENDĐRĐR KĐ, KENDĐSĐNĐN PAKLIĞI HĐÇ BOZULMADAN KALIR
1. Sadece “izin” değil!
Tanrı’nın, Đblis’i ve bütün kötüleri Kendi istemi doğrultusunda yönlendirdiğinin ve
harekete geçirdiğinin söylendiği diğer parçalar daha güç bir soruya zemin hazırlamaktadır.
Bedensel duyu, Tanrı’nın, onların aracılığıyla işini yaptığında onların günahlarının kirliliğini
azaltmadığını, bu iş birliğinde bile bütün suçlamalardan uzak olabildiğini, aslında onların
hizmetlerini adil şekilde suçlu bulduğunu pek anlayamaz. Bu durumda, farkın, yapmakla izin
vermek arasında olduğu düşünülmüştür. Đblis ve bütün imansızlar Tanrı’nın elinin ve gücünün
o kadar yönetimi altındadır ki, Tanrı onların kötülüklerini Kendisine iyi görünen bir amaca
yöneltir ve onların kötü işlerinden Kendi kararlarının uygulanmasında yararlanır. Đşte bu
güçlük birçok kişiye açıklanamaz gelmiştir. Saçmalığın baş göstermesiyle alarma geçenlerin
ölçülülüğü belki hoş görülebilir. Ne var ki, gerçek dışı olanı destekleyerek, Tanrı’nın, her kötü
işaretindeki adaletini açıklamaya yanlış şekilde gayret edenler bunun dışındadır. Körlüğü
nedeniyle kısa süre sonra cezalandırılacak kişinin, Tanrı’nın istemi ve buyruğuyla kör olması
onlara saçma gelmektedir. Bu nedenle, bunun Tanrı’nın istemiyle değil, sadece izniyle olduğu
bahanesine sığınarak kaçıyorlar; ama yapanın Kendisini olduğunu açıkça duyuran Tanrı bu
bahaneyi yalanlıyor. Đnsanların, Tanrı’nın gizemli buyruğu dışında hiçbir şey yapamadıkları,
O’nun daha önce karar verdiği şeyin ve gizemli yönlendirmesinin dışında kendi istekleriyle
bir şey yapamadıkları sayısız ve apaçık tanıklıklarla kanıtlanmaktadır. Tanrı’nın istediği her
şeyi yaptığı konusunda daha önce Mezmur’dan yaptığımız alıntı [Mez. 115:3], kuşkusuz
insanların bütün işlerini de kapsıyor. Burada söylendiği gibi, Tanrı savaşlarda ve barışta
gerçekten Hakemse ve bunda hiçbir istisna yoksa Tanrı’nın bilmediği ya da kabul etmediği
bilinçsiz bir hareketle insanların apar topar doğduklarını söylemeye kim cesaret edebilecektir?
Ama birkaç örnek daha çok ışık tutacaktır. Seve seve itaat eden meleklerden geri
kalmayarak Şeytan’ın da, emir almak için Tanrı’nın huzuruna çıktığını Eyüp’ün birinci
bölümünden biliyoruz [Eyü. 1:6; 2:1] O bunu aslında farklı bir tarzda ve farklı bir amaçla
yapıyor; ama Tanrı istemezse hiçbir şey yapamıyor. Yine de, kutsal bir insanı üzecek basit bir
buyruk eklenmiş olsa bile, Şeytan’ın ve onun kötü hırsızlarının hizmet ettikleri bu
denenmenin yazarının Tanrı olduğu sonucunu çıkarıyoruz, çünkü şu ifade gerçektir: “Rab
verdi, Rab aldı, Rab’bin adına övgüler olsun” [Eyü. 1:21]. Şeytan, kutsal kişiyi umutsuzca
delirtmeye çalışır; Sevalılar acımasızca ve dinsizce yağmalarlar ve başkasının mallarını
116
çalarlar. Eyüp, bütün mal varlığının Tanrı tarafından elinden alındığını ve yoksul bir adam
haline getirildiğini anlar, çünkü bu durum Tanrı’yı çok hoşnut etmiştir. Bu nedenle, insanları
ya da Şeytanı her ne ayartıyorsa, yine de anahtar, Kendi kararlarını uygulatmak üzere onların
gayretlerini yönetmek için Tanrı’nın elindedir. Tanrı, sahte kral Ahav’ın aldatılmasını ister;
şeytan bu amaca hizmet eder; bütün peygamberlerin ağzından yalan söyleyen bir ruh olması
için kesin bir buyrukla gönderilir [1Kr. 22:20]. Ahav’ın körleşmesi ve deliliği Tanrı’nın
yargısıysa sadece izin uydurması ortadan kalkar: çünkü Yargıcın, sadece isteğinin
yapılmasına izin vermesi ama buna karar vermemesi, hizmetlileri tarafından yerine
getirilmesini buyurmaması saçma olurdu.
Yahudiler Mesih’i mahvetmek istemişlerdir; Pilatus’la askerleri onların delice
isteklerine boyun eğmişlerdir; yine de öğrenciler muhteşem bir duada bütün imansızların,
Tanrı’nın “Kendi eli ve planıyla” karar verdiğinin dışında başka bir şey yapmadıklarını kabul
ediyorlar [Elç. 4:27-28]. Daha önce de Petrus, “Tanrı’nın belirlenmiş amacı ve öngörüsü
uyarınca elinize teslim edilen [Mesih’in]” öldürüldüğünü vaaz etmişti [Elç. 2:23]. Sanki
başlangıçtan bu yana Kendisinden hiçbir şeyin gizlenmediği Tanrı’nın, Yahudilerin ne
yapacaklarına bilerek ve isteyerek karar verdiğini söylemiştir. Başka bir yerde de, “Bütün
peygamberlerin ağzından Mesih’in acı çekeceğini önceden bildiren Tanrı, sözünü bu şekilde
yerine getirmiştir” [Elç. 3:18]. Babasının yatağını ensest bir birliktelikle kirleten Avşalom
iğrenç bir suç işler [2Sa. 16:22]; ama Tanrı onun bu işi yapacağını duyurur; şöyle der: “Sen o
işi gizlice yaptın ama ben bunu … güpegündüz yapacağım” [2Sa. 12:12]. Yeremya,
Kildanilerin Yahuda’ya yaptıkları her zumlun Tanrı’nın işi olduğunu duyurmuştur [Yer. 1:15;
7:14; 50:25 vb]. Bu nedenle Nebukadnessar’a Tanrı’nın kulu denir [Yer. 25:9; Krş. 27:6].
Birçok yerde Tanrı, ıslığıyla [Yşa. 7:18 ya da 5:26], borazan sesiyle [Hoş. 8:1], yetkisiyle ve
buyruğuyla dinsizlerin savaşa kalkışacağını duyurmaktadır [Krş. Sef. 2:1-2]. Asurluların,
öfkesinin değneği [Yşa. 10:5] ve elinde tuttuğu balta [Krş. Mat. 3:10] olduğunu söylüyor.
Kutsal Kentin yıkımına ve Tapınağın yıkıntılarına Kendi işi diyor [Yşa. 28:21]. Tanrı’ya
söylenmeyen ama O’nu adil bir yargıç olarak kabul eden Davut, Şimi’nin lanetlerinin O’nun
buyruğundan kaynaklandığını kabul ediyor [2Sa. 16:10]. “Ona böyle yapmasını Rab
buyurmuştur” [2Sa. 16:11]. On oymağın ayrılması [1Kr. 11:31], Eli’nin oğullarının ölümü
[1Sa. 2:34] ve bu tür birçok örnekteki gibi, her ne olursa olsun Rab’den geldiğini Din
Tarihi’nde sık sık görüyoruz. Kutsal Yazılarda ılımlı olarak yazılan birçok tanıklıktan, kısa
tutmak adına ancak birkaçını belirttiğime dikkat edin. Tanrı’nın sağlayışının yerine –Tanrı,
gözcü kulesinde oturup fırsat bekliyormuş ve kararları insanın istemine bağlıymış gibisadece izni koyanların geveleyip saçmaladıkları bunlardan bellidir.
2. Tanrı insanları nasıl güdüler?
Đrdelediğimiz bu gizemli yönlendirmelerle ilgili olduğu kadarıyla, Tanrı’nın, kralın
yüreğini istediği yöne çevirdiğine dair Süleyman’ın ifadesi [Özd. 21:1] kuşkusuz bütün insan
soyunu kapsar. Sanki “Zihinlerimizde anladığımız her şey, Tanrı’nın gizemli esinlemesiyle
Kendi amacı doğrultusunda yönlendirilir” demiş kadar önem taşır. Tanrı, insanların
zihinlerinin içinde çalışmasaydı, doğru sözlü adamı konuşmaktan, yaşlıları sağduyudan
yoksun bıraktığı [Hez. 7:26], yeryüzünün prenslerinin, yolu izi belirsiz bir çölde dolaşsınlar
diye akıllarını başından aldığı [Eyü. 12:24; Krş. 107:40] sözleri doğru olmayacaktı. Sık sık
okuduğumuz insanların, O’nun dehşeti insanların akıllarını başından aldığında korkuya
kapılmalarının da bununla ilgisi vardır [Lev. 36:36]. Davut, kimse görmeden Saul’un
ordugâhından çıkmıştır, çünkü Tanrı’nın verdiği uyku hepsini ele geçirmiştir [1Sa. 26:12].
Tanrı’nın, insanların akıllarını durdurduğunu [Yşa. 20:14], onları şaşkınlıkla cezalandırdığını
[Krş. Yas. 28:28; Zek. 12:4], uyuşukluk ruhuyla onları sarhoş ettiğini [Yşa. 29: 9-10],
üzerlerine çılgınlık ruhu gönderdiğini [Rom. 1:28], yüreklerini sertleştirdiğini [Çık. 14:17 ve
vd] sık sık duyurmasından daha net bir şey kimse isteyemez. Bu örnekler de tanrısal izne
117
göndermede bulunmaktadır. Sanki kötüleri yüzüstü bırakarak, Şeytan’ın onları kör etmesini
istemektedir. Ama Ruh, Tanrı’nın adil yargısının körlüğe ve cinnete çarptırdığını açıkça ifade
ettiği için [Rom. 1:20-24], böyle bir çözüm yolu da saçmadır. Firavun’un yüreğini
nasırlaştırdığı [Çık. 9:12], onu inatçı yaptığı [10:1] ve katılaştırdığı [10:20, 27; 11:10; 14:8]
söylenmektedir. Bu akılsızca itirazla bazıları bu ifadelerin etrafında geziniyorlar. Oysa başka
bir yerde Firavun’un inatçılık ettiği söylenmektedir [Çık. 8:15, 32; 9:34]. Đnatçılığın nedenin
Tanrı’nın istemi olduğu belirtilmektedir. Bu iki ifade birbiriyle mükemmelce uyum içinde
değilmiş gibi, farklı şekillerde bile olsa insan Tanrı’nın isteğiyle davranırken, aynı zamanda
da kendi isteğiyle davranıyor! Ayrıca itirazlarını da onlara iade ediyorum: Eğer “katılaşmak”
sadece izin demekse Firavun inatçılığa doğru dürüst kışkırtılmayacaktı. Aslında bunu, Firavun
inat etmek için cefa çekmiş şeklinde yorumlamak ne kadar eksik ve akılsızcadır! Ayrıca
Kutsal Yazı böyle itiraz etmeye fırsat vermemektedir. Tanrı, “Ben onu inatçı yapacağım” der
[Çık. 4:21]. Kenan ülkesinde yaşayanlarla ilgili olarak Musa, savaşmak için ortaya
atıldıklarını, çünkü Tanrı’nın yüreklerini katılaştırdığını söylemiştir [Yşu. 11:20; Krş. Yas.
2:30]. Aynı şeyi başka bir peygamber de tekrarlamaktadır: “[Tanrı] tutumunu değiştirdi
düşmanlarının, halkından tiksindiler” [Mez. 105:25] Aynı şekilde Yeşaya’da da Tanrı, hile
yapan ulusa karşı Asurluları göndereceğini ve onları “soyup yağma etmeyi” buyuracağını
duyuruyor –dinsiz ve inatçı insanlara Kendisine isteyerek itaat etmeyi öğretmek için değil,
O’nun yüreklerine yazılmış buyruklarını taşıyorlarmış gibi, kararlarını uygulamaya yöneltmek
için; bundan, Tanrı’nın kesin kararının onları harekete geçirdiği ortaya çıkmaktadır.
Aslında, çoğunlukla Şeytan’ın müdahalesiyle Tanrı’nın kötülerde çalıştığını kabul
ediyorum. Ama bunu öyle bir tarzda yapar ki, Şeytan, Tanrı’nın harekete geçirmesiyle rolünü
oynar ve O’nun izin verdiği yere kadar gidebilir. Kötü bir ruh Saul’e sıkıntı verir; ama
Saul’un deliliğne Tanrı’nın adil öcünün yol açtığını bilelim diye, bunun Tanrı’dan geldiği
[1Sa. 16:14] söylenir. Aynı Şeytan’ın, “imansızların… zihinlerini kör ettiği” söylenmektedir
[2Ko. 4:4]; ama yanıltma çabası Tanrı’dan gelmiyorsa [2Se. 2:11] insanları yalana inandırmak
için bu yapıldığında gerçeğe itaat etmeyi kim reddeder? Đlk nedenden dolayı, “Bir peygamber
ayartılır da bir söz söylerse, onu ayartan benim” denmektedir [Hez. 14:9] . Đkinci nedenden
dolayı da Tanrı’nın onları “yararsız düşüncelere” [Rom. 1:28] ve yakışıksız davranışlara
teslim ettiği [Krş. Rom. 1:29] söylenmektedir, çünkü O, adil öcünün tek yazarıdır, Şeytan’sa
buna sadece hizmet eder. Ama Đkinci Kitap’ta insanın özgür ya da özgür olmayan seçiminden
söz ederken87 bu konuyu tekrar irdelememiz gerektiği için, bana öyle geliyor ki, fırsatın
gerektirdiği kadarıyla şimdi kısaca anlattım. Özetlersek, her şeyin nedeninin Tanrı’nın istemi
olduğu söylendiği için, O’nun sağlayışını, belirleyici bir ilke haline getirdim. Bu, gücünü
sadece Kutsal Ruh tarafından yönetilen seçilmişlerde gösteren ve kötüleri de itaate zorlayan
değil, bütün insanların planlarını ve işlerini de belirleyici bir ilkedir.
3. Tanrı’nın istemi bir bütündür
Şimdiye kadar sadece Kutsal Yazı’nın apaçık ve kesin olarak ne dediğini anlattım.
Göksel kehanetleri rezilliğin kötü belirtileriyle bağdaştırmakta tereddüt etmeyenler ne tür bir
eleştiri getirdiklerini görsünler. Ölçülülükleriyle övülmek için bilgisiz görünmeye
çalışıyorlarsa, “Bana öyle gelmiyor” ya da “Buna değinmek istemiyorum” gibi önemsiz bir
sözle Tanrı’nın yetkisine karşı çıkmaktan daha kibirli ne olduğu düşünülebilir? Ama açıkça
sövüyorlarsa göğe tükürerek ne kazanacaklar? Aslında bu çabuk öfkelenme yeni değildir.
Öğretişin bu bölümüne köpüren ve hırlayan dinsiz ve kutsallıktan yoksun insanlar her çağda
olmuştur. Ama Ruh’un eski insanlara, Tanrı’nın yargılandığında galip geleceğini Davut’un
ağzından duyurduğunun doğru olduğunu kesinlikle hissedeceklerdir [Mez. 50:6]. Davut, hiç
dizgin vurulmamış bir yetki konusunda insanların deliliklerini dolaylı olarak kınar. Kendi
87
II. iv. 1-4
118
kötülükleri yüzünden insanlar sadece Tanrı’ya karşı gelmekle kalmazlar, O’nu mahkûm
edecek güç iddiasında da bulunurlar. Bu arada Davut, göğe tükürdükleri sövgülerin Tanrı’ya
ulaşmadığı konusunda kısaca uyarıda bulunur ama onların iftira bulutlarını dağıtarak O’nun
haklılığını ortaya koyar. Đmanımız bile yüceliğiyle bu bulutları dağıtır (Tanrı’nın Kutsal
Sözü’nün üzerine kurulduğu için, bütün dünyanın üzerindedir [Krş. 1Yu. 5:4]).
Tanrı’nın isteğinin dışında hiçbir şey olmuyorsa O’nun birbirine zıt iki istemi olduğu,
çünkü yasasında açıkça yasakladığı şeye gizemli planında karar verdiğine dair ilk itirazlarını
yok etmek kolaydır. Ama cevap vermeden önce okurlarımı, bu itirazın bana değil, kutsal biri
olan Eyüp’e, “Tanrı’nın gözüne iyi göründüğü için böyle oldu” [Eyü. 1:21]* açıklamasını
yaptıran Kutsal Ruh’a karşı yapıldığı konusunda uyarmalıyım. Hırsızlar onu soyduklarında
onların bu adaletsiz davranışını ve yaptıkları kötülüğü Tanrı’nın adil cezası olarak kabul etti.
Kutsal Yazı’nın başka yerlerinde ne denir? Eli’nin oğulları babalarına itaat etmiyordu, çünkü
Tanrı onları öldürmek istiyordu [1Sa. 2:25]. Başka bir peygamber de, “Bizim Tanrımız
göklerdedir, ne isterse yapar” diye duyurmaktadır [Mez. 115:3]. Hata bulan bu kişilerin,
sadece O’nun ağırkanlılıkla verdiği izne bağladıkları bütün bu olayların Yazarı’nın Tanrı
olduğunu daha önce yeterince açık şekilde belirtmiştim. Tanrı, ışığı ve karanlığı yarattığını,
iyiyi ve kötüyü biçimlendirdiğini [Yşa. 45:7], Kendisinin yapmadığı hiçbir kötülük
olmadığını [Amo. 3:6] duyurmaktadır. Rica ediyorum, Tanrı’nın, yargılarını isteyerek mi
yoksa istemeden mi uyguladığını bana söylesinler. Ama Musa’nın öğrettiği gibi, baltanın
kayıvermesiyle ölen birini Tanrı, baltacının eline bırakmıştır [Yas. 19:5; Krş. 21:13].
Luka’ya göre bu durumda bütün kilise, Hirodes’in ve Pilatus’un, Tanrı’nın gücüyle ve
planıyla karar verdiğini yapmak için birlik olduklarını söylemektedir [Elç. 4:28]. Aslında
Mesih, Tanrı’nın istemiyle çarmıha gerilmemiş olsaydı, nasıl kurtulacaktık? Bu nedenle
Tanrı’nın istemiyle kendisiyle ne savaş halindedir, ne değişir, ne de istediği şeyi istemiyor
görünür. Đstemi tek ve basit olsa bile bize çok yönlü gelir, çünkü zihinsel kapasitemiz yetersiz
olduğu için, bir şeyin olmasını ya da olmamasını çeşitli şekillerde istediğini kavrayamayız.
Pavlus, öteki ulusların çağırısının “gizli tutulan bir sır” olduğunu söyledikten [Ef. 3:8-9], kısa
süre sonra, “Tanrı’nın çok yönlü bilgeliğinin” ortaya konduğunu eklemektedir [Ef. 3:10].
Tanrı’nın bilgeliği çok yönlü (ya da eski çevirmenlerin çevirdikleri gibi, “çok biçimli”)
göründüğü için, Tanrı planını değiştirebilirmiş ya da kendisiyle görüş ayrılığına düşermiş gibi,
anlayışımızın yavaşlığı88 nedeniyle, Tanrı’da bir değişiklik olduğunu mu düşünmeliyiz?
Tersine, Tanrı’nın yapılmasını yasakladığı şeyin meydana gelmisini nasıl istediğini
anlamadığımızda zihinsel kapasitemizin yetersiz olduğunu hatırlayalım ve aynı zamanda da
Tanrı’nın konutu olan ışığa nedensiz yere yaklaşılmaz denmediğini düşünelim [1Ti. 6:15-16],
çünkü o, karanlıkla birlikte yayılmaktadır. Bu durumda Tanrı’ya bağlı ve alçakgönüllü herkes
Augustinus’un şu sözleriyle aynı görüşte olmaya hazırdır: “Kimi zaman iyi niyetli biri,
Tanrı’nın istemediği bir şey ister… Örneğin; iyi bir evlat, Tanrı’nın ölmesini istediği
babasının yaşamasını ister. Aynı şekilde aynı adam, Tanrı’nın iyi niyetle istediği bir şeyi kötü
niyetle isteyebilir. Örneğin; kötü bir evlat babasının ölmesini ister; Tanrı da bunu ister. Yani
birincisi, Tanrı’nın istemediği bir şeyi ister; ama ikincisi Tanrı’nın da istediği bir şeyi ister.
Birinci evlat, Tanrı’nın istediğinden başka bir şey istese bile Tanrı’ya saygısı, Tanrı’nın
*
Calvin’in alıntı yaptığı bu ayet Đ.S. 5. yüzyılın başında Hieronymus’un çabalarıyla
hazırlanan Kutsal Kitap’ın Latince versiyonunda (Vulgate) yer almaktadır (çev. n).
88
Đman ve insanın kapasitesinin yetersiz olması (imbecillitus) ya da yavaşlık (hebetudo), Calvin’in. 3.
ve 4. maddelerde “yasakladığı” şeyi “isteyen” ama isteyerek “tek ve basit” kalan Tanrı’yla ilgili
ifadelerini bilinçli olarak çelişkili kılmasının temelidir. Bu durumda mantık, Kutsal Yazı’ya boyun
eğer ve açıklanan gizemlerin sınırlarının dışında kalan şeyi anlamanın bir yolu olarak kabul edilmez.
Krş. I. xiii. 1-3; III. ii. 14; III. xxiv. 17; ve III. XVĐĐ. 10’da aynı nedene dayanarak mantıksal bir sonuç
çıkarmanın reddi.
119
istediği şeyi isteyen ikincisinin dinsizliğinden çok daha Tanrı’nın iyi niyetiyle uyum içindedir.
Đnsanın istemesi için uygun olanla Tanrı için uygun olan arasında fark vardır. Her birinin
isteğinin amacı da farklıdır. Öyle ki, birinden biri kabul edilsin ya da edilmesin. Kötü
insanların kötü istekleri aracılığıyla Tanrı istediği doğru şeyi yerine getirir.” Az önce de kendi
kusurları nedeniyle düşmüş meleklerin ve kötü insanların, kendi bakış açılarından, Tanrı’nın
istemediği bir şeyi yaptıklarını ama Tanrı’nın her şeye kadir olduğu bakış açısındansa bunu
hiçbir şekilde yapamadıklarını, çünkü onların, Tanrı’nın istemine karşı gelirken, Tanrı’nın
istemini yaptıklarını söylemişti. Bu nedenle Augustinus haykırır: “Rab’bin işleri büyüktür.
Onlardan zevk alanlar hep onları düşünür” [Mez. 111:2]; öyle ki, olağanüstü ve sözle
anlatılamaz bir şekilde, Tanrı’nın istemi olmadan hiçbir şey yapılmaz, istemine ters olan bir
şey bile. Çünkü izin vermeseydi yapılmazdı; ne var ki buna istemeyerek değil, isteyerek izin
vermektedir; her şeye kadir olduğu için, kötülüğü iyiliğe çevirmeseydi, iyi olduğu için
kötülük yapılmasına izin vermezdi.
4. Tanrı, tanrısızların yaptığı işleri de Kendi amacı doğrultusunda kullandığında sitem
edilmesine üzülmez
Diğer itiraz da bu şekilde çözümlenmekte ya da daha çok kendi kendini yok
etmektedir: Tanrı, tanrısızların yaptığı işlerini sadece kullanmakla kalmayıp onların planlarını
ve niyetlerini de yönetiyorsa bütün kötülüğün yazarı O’dur; bu durumda insanlar, Tanrı’nın
hükmünü yerine getiriyorlarsa lanetlenmeyi hak etmiyorlar, çünkü O’nun isteğine itaat
ediyorlar. Tanrı’nın istemi, yanlışlıkla ilkesiyle karıştırılıyor: sayısız örnek bu ikisinin son
derece ayrı olduğunu açıkça göstermektedir. Hatta Avşalom, babasının karılarıyla zina
yaptığında [2Sa. 16:22], Tanrı, Davut’un yaptığı zinayı bu utanç verici davranışla
cezalandırmak istemiştir. Yine de kötü evladın ensest yapmasını buyurmamıştır. Belki de
Davut, Şimi’nin lanetleriyle ilgili konuşmadığı sürece. Ama Davut, Şimi’nin, Tanrı’nın
emriyle kendisine lanet ettiğini kabul ettiğinde [2Sa. 10-11], bu küstah köpek Tanrı’nın
yetkisine itaat ediyormuş gibi, onun itaatini övmemektedir. Ama Şimi’nin dilinin Tanrı’dan
gelen bir ceza olduğunu kabul ettiği için, cezaya sabırla katlanmaktadır. Aslında şuna sıkıca
sarılmalıyız: Tanrı, sır olan yargısıyla karar verdiği şeyi kötülerin aracılığıyla yaparken onları,
kendi şehvetleriyle çiğnedikleri Tanrı’nın ilkesine uymuşlar gibi bağışlamaz.
Kral Yarovam’ın seçimi [1Kr. 12:20] insanların sapkınca yaptıkları şeyin Tanrı’dan
geldiğini ve Tanrı’nın bunu sır olan sağlayışıyla yönettiğini açıkça gösteriyor. Halk, bu
seçimde düşüncesizliği ve çılgınlığıyla, Tanrı’nın kutsadığı düzeni bozduğu ve Davut
soyundan imansızca uzaklaştığı için mahkûm ediliyor. Yine de Tanrı’nın onun
meshedilmesini istediğini biliyoruz. Bu durumda, Hoşea’nın ifadesinde benzer bir çelişki var
gibidir: Tanrı bir yerde krallığın Kendisinden habersiz ve Kendi istemine karşı kurulduğundan
şikâyet etmektedir [Hoş. 8:4]; ama başka bir yerde de öfkeyle Kral Yarovam’ı verdiğini
duyurmaktadır [Hoş. 13:11]. Yarovam Tanrı’nın isteğiyle hüküm sürmediyse ama aynı Tanrı
tarafından atanmadıysa bu iki ifade nasıl anlaşılacaktır? Yanıt açıkça şudur: Halk Tanrı’nın
taktığı boyunduruğu silkip atmadan Davut’un soyuna başkaldırırdı. Ne de Tanrı, nankörlüğü
yüzünden Süleyman’a böyle bir ceza verme özgürlüğünden Kendini yoksun bırakırdı. Bu
durumda, Tanrı’nın imanın bozulmasını istemediğini, yine de başka bir amacı göz önünde
tutarak, ihanet edilmesini adil olarak istediğini görüyoruz. Bu nedenle, beklenenin tersine,
Yarovam’ı kutsal meshedişle kral olmak zorunda bırakmıştır. Din tarihi, Tanrı’nın, krallığın
bir bölümünü Süleyman’ın oğlunun elinden almak için, bir düşmanı ayaklandırdığını
anlatmaktadır [11:23].
Okurlarım bu ikisini dikkatle tartsınlar. Halkının tek bir kralın gücü altında
yönetilmesi Tanrı’nın gözüne iyi göründüğü için, ulus ikiye bölündüğünde bu, O’nun istemine
karşı yapılmıştır. Ancak ayrılığın başlaması da aynı Tanrı’nın istemiyle olmuştur. Peygamber
hem ağzından çıkan sözle hem de meshetme simgesiyle, böyle bir şeyi hiç düşünmeyen
120
Yarovam’da krallık beklentisi heyecanı uyandırdığında bu, bunun yapılmasını buyuran
Tanrı’dan habersiz ya da O’nun istemine karşı yapılmamıştır. Yine de halkın isyanını
suçlamak doğrudur, çünkü Tanrı’nın istemine karşı Davut’un soyuna asilik etmişlerdir. Bu
nedenle, daha sonra Rehavam’ın halkın yakarmasını kibirle küçümsemesi ve Tanrı’nın, kulu
Ahiya’nın gücüyle duyurduğu Sözü yerine getirmek için yaptığı bu iş de buna eklenmiştir
[1Kr. 12:15]. Kutsal birliğin bozulmasının Tanrı’nın istemine karşı olmasına rağmen, on
oymağın aynı istem doğrultusunda Süleyman’ın oğlundan uzaklaştığına dikkat edin. Ayrıca
benzer bir örnek daha vardır. Kral Ahav’ın oğulları halkın –aslında onlara elini uzatanınrızasıyla öldürülür ve bütün soyu yok edilir [2Kr. 10:7]. Nitekim Yehu haklı olarak, “Rab’bin
Ahav’ın ailesine ilişkin söylediği hiçbir söz boşa çıkmamıştır. Rab, kulu Đlyas aracılığıyla
verdiği sözü yerine getirdi” diye bildirmektedir [2Kr. 10:10]. Samiriye halkını, yardım
ettikleri için azarlaması da nedensiz değildir. “Efendime düzen kurup onu öldüren benim.
Sizin suçunuz yok. Ama bunları kim öldürdü?” [2Kr. 10:9]. Yanılmıyorsam, aynı eylemde
insanın kötü işleri ortaya çıkarken, Tanrı’nın adaletinin aydınlandığını da daha önce net olarak
açıklamıştım.
Alçakgönüllü düşünenler için Augustinus’un şu yanıtı her zaman yeterli olacaktır:
“Baba Oğlu’nu, Mesih bedenini, Yahuda Efendisini verdi. Bir şey yapıldığında, bunun
yapılmasının nedeni aynı değilse, bu verişte neden Tanrı adil, insan suçlu olsun?” Ama bazı
insanlar şimdi söylediğimiz şeyde–yani insan yapmaması gereken şeyi, Tanrı’nın itici gücüyle
yaptığında, Tanrı’yla insanın arasında bir anlaşma olmadığı- güçlük çekiyorsa aynı
Augustinus’un başka bir parçada işaret ettiklerini unutmasınlar: “Tanrı’nın istediği her şeyi
kötü insanların bile yüreklerine işleyip yine de onlara hak ettiklerini verdiğinde, bu yargılar
karşısında kim ürpermez?” Oğlu’nu hem vermeyi hem de ölüme teslim etmeyi Tanrı istemiş
olduğu için, kuşkusuz, Yahuda’nın ihanet günahının suçunu Tanrı’ya yüklemek, kurtuluşun
saygınlığını Yahuda’ya aktarmaktan daha doğru değildir. Aynı yazar başka bir yerde
Tanrı’nın, bu sınavda insanlara ne yapabildiklerini ya da ne yaptıklarını değil, amaçlarını ve
isteklerini hesaba katmak için, ne yapmak istemiş olduklarını sorduğunu doğru bir biçimde
belirtmektedir.
Bunu acımasız bulan kişiler, Kutsal Yazı’da apaçık kanıtlarla açıklanan bir şeyi
reddederlerken titizliklerinin ne kadar çekilebilir olduğunu biraz düşünsünler. Çünkü bu
onların zihinsel kapasitelerini aşmakta ve apaçık ortaya koyulan şeyleri hatalı bulmaktadırlar.
Şayet Tanrı, insanların öğrenmesinin yararlı olduğu hükmüne varmasaydı peygamberlerine ve
elçilerine öğretme buyruğu vermezdi. Bilgeliğimiz, Kutsal Yazı’da öğretilenleri
alçakgönüllülükle öğrenerek kucaklamaktan ve en azından hata bulmamaktan başka bir şey
olmamalıdır. Küstahça küçümseyenler, Tanrı’nın aleyhine gevezelik ettikleri besbelli olsa
bile, daha fazla yalanlanmaya değmezler.
121
CALVIN
HIRĐSTĐYAN DĐNĐNĐN TEMELLERĐ
Derleyen:
JOHN T. McNEILL
Auburn Union Đlahiyat Fakültesi
Kilise Tarihi
Emekli Profesörü
New York
ĐKĐNCĐ KĐTAP
MESĐH’TE KURTARAN TANRI’YLA ĐLGĐLĐ BĐLGĐ ÖNCE YASA
ALTINDAKĐ ATALARA, SONRA DA MÜJDE’DE BĐZE AÇIKLANDI
122
ĐÇĐNDEKĐLER
I. Bölüm
II. Bölüm
Âdem’in Düşüşü ve Đsyanıyla Bütün Đnsan Irkı Lanete
Uğradı ve Đlk Durumu Bozuldu; Doğuştan Günahlı
Olma Öğretisi
125
Đnsan Artık Özgür Seçimden Yoksun Bırakılmış ve
Zavallı Bir Köle Haline Getirilmiştir
132
III. Bölüm
Đnsanın Bozulmuş Doğasından Ancak Lanetli Đşler Çıkar 151
IV. Bölüm
Tanrı, Đnsanların Yüreklerinde Nasıl Çalışır
163
V. Bölüm
Özgür Đradeyi Savunurken Genelde Ortaya Atılan
Đtirazların Çürütülmesi
168
VI. Bölüm
Düşmüş Đnsan, Kurtuluşu Mesih’te Aramalıdır
VII. Bölüm
Yasa, Eski Antlaşma Halkını Dizginlemek Đçin Değil,
Mesih’in Gelişine Kadar Halkın O’nda Kurtulma
Umudu Beslemesi Đçin Verildi
VIII. Bölüm
Ahlak Yasasının (On Emrin) Açıklaması
IX. Bölüm
Yasa Altındaki Yahudilerin Tanımalarına Rağmen Mesih,
Sadece Müjde’de Uzun Uzadıya Açıkça Vahyedilmiştir
X. Bölüm
Eski Ve Yeni Antlaşma’nın Benzerliği
XI. Bölüm
Đki Antlaşma Arasındaki Fark
XII. Bölüm
Mesih, Aracı Görevini Yerine Getirmek için
Đnsan Olmalıydı
XIII. Bölüm
Mesih, Đnsan Bedeninin Gerçek Özünü Almıştır
123
XIV. Bölüm
Aracının Đki Doğası Nasıl Tek Kişi Oldu
XV. Bölüm
Baba’nın Mesih’i Gönderme Amacını ve
O’nun Bize Ne Verdiğini Öğrenmek Đçin,
Mesih’in Üç Özelliğine Bakmalıyız:
Peygamberlik Görevi, Krallık Ve Başkâhinlik
XVI. Bölüm
Mesih’in Kurtuluşumuzu Sağlamak Đçin Kefaret
Etme Görevini Nasıl Yerine Getirdiği. Burada,
Göğe Çıkışı Kadar Ölümü ve Dirilişi de
Ele Alınmaktadır
XVII. Bölüm
Mesih’in Tanrı’nın Lütfuna ve Bizi Kurtarmaya Layık
Olduğunu Söylemek Doğru ve Yerindedir
124
ĐKĐNCĐ KĐTAP
Mesih’te Kurtaran Tanrı’yla Đlgili Bilgi Önce Yasa Altındaki Atalara, Sonra da
Müjde’de Bize Açıklandı
1. BÖLÜM
ÂDEM’ĐN DÜŞÜŞÜ VE ĐSYANIYLA BÜTÜN ĐNSAN IRKI LANETE UĞRADI VE
ĐLK DURUMU BOZULDU; DOĞUŞTAN GÜNAHLI OLMA ÖĞRETĐSĐ
(Kendimizle ilgili gerçek bilgimiz özgüvenimizi yok eder, 1-3)
1. Kendimiz hakkında doğru ve yanlış bilgi
Eski atasözünde insana kendini tanımasının şiddetle önerilmesinin geçerli bir nedeni
vardır. Đnsan yaşamına dair konularda her şeyi bilmememizin yüz kızartıcı olduğu
düşünülüyorsa kendimizi tanımamamız daha da iğrençtir, çünkü gerekli konularda karar
verirken kendimizi acınacak şekilde kandırırız, hatta kör ederiz.
Ama bu ilke çok önemli olduğu için, bunu sapkınca yapmaktan kaçınmaya da daha
çok gayret etmeliyiz. Đnsanı kendini tanımaya teşvik ederken, kendi değerini ve
yetkinliğini bilmeyi bir amaç diye öneren bazı felsefecilerin bunu yaptığını görüyoruz.
Đnsana, boş bir güvenceyle şişinmekten ve gururla kabarmaktan başka bir işe yaramayan
şeyler düşündürüyorlar [Yar. 1:27]. Ama doğal yetkinliğimizin, lekelenmeden kalsaydı ne
kadar güzel olacağını bilmemiz için, kendimizi bilmemiz, önce yaratılışta bize ne
verildiğini ve Tanrı’nın bize olan lütfunu ne kadar cömertçe sürdürdüğünü
düşünmemizde; aynı zamanda da içimizdeki hiçbir şeyin bize ait olmadığını unutmayalım
diye, Tanrı’nın bize bahşetmiş olduğu her şeye dayanmayı sürdürmemizde yatmaktadır.
Bu durumda her zaman O’na bağımlıyız. Đkincisi, Âdem’in düşüşünden sonra acınacak
durumda olduğumuzu hatırlamaktır. Bu bilinç, bütün övünmemizi ve özgüvenimizi yere
serdiğinde, bizi gerçekten alçakgönüllü yapar ve utanca boğar. Başlangıçta Tanrı, hem
erdemli olalım hem de sonsuz yaşamı düşünelim diye, zihnimizi harekete geçirmeye
gayret edebilmemiz için bizi Kendi suretinde biçimlendirmiştir [Yar. 1:27]. Bu durumda,
(bizi vahşi hayvanlardan farklı kılan) ırkımızın büyük soyluluğu zekâmızın durgunluğuna
gömülmesin diye, bize anlayış ve akıl bağışlandığını kabul etmeye bizi zorlar. Öyle ki,
kutsal ve dürüst bir yaşam sürdürerek, kutsanmış ölümsüzlüğün belirlenen amacını devam
ettiririz.
Ne var ki, karşılaştırıldığında ortaya çıkan başlangıçtaki bu değerlilik,
bozulmuşluğumuzun ve lekelenmişliğimizin acıklı görüntüsü olmadan akla gelemez,
çünkü biz,
ilk insanın kişiliğinde başlangıçtaki durumumuzdan düştük. Gerçek
alçakgönüllülük kadar iğrençliğin ve hoşnutsuzluğun da kaynağı budur; bu nedenle
Tanrı’yı aramak için yeni bir gayret ateşi içimizde tutuşur. Her birimiz kesin olarak
tümüyle kaybettiğimiz bu iyi şeyleri O’nda eski durumuna getirebiliriz.
2 . Doğası gereği insan kendine hayran olma yanılgısına yatkındır
Öyleyse kendimizi incelerken Tanrı gerçeğinin bizden istediği şudur: O, kendi
yeteneğimize güvenmekten bizi yoksun bırakacak, bütün övünme fırsatlarını elimizden
alacak ve bizi boyun eğmeye yönlendirecek bir bilgi istemektedir. Eğer hem bilgelikte
hem de eylemde gerçek amaca ulaşmak istiyorsak bu kurala uymalıyız. Bizi utanca
boğması gereken acıklı yoksunluğumuza ve lekelenmişliğimize bakmak yerine, iyi
125
özelliklerimizi tartmaya davet eden bu ilkenin çok daha hoş olduğunun bilincindeyim.
Aslında insan doğasında övgüyü hevesle isteyecek bir şey yoktur. Đnsan doğası, kendisine
verilen armağanların oldukça saygın olduğunu fark ettiğinde, onlara gereğinden fazla
inanır. Bu nedenle, insanların büyük çoğunun bu açıdan bu kadar tehlikeli hatalar işlemesi
tuhaf değildir. Bütün ölümlülerin içinde sağduyudan yoksun özsevgi olduğu için,
doğalarında nefrete değer olarak düşünülecek hiçbir şeyin olmadığına çok rahatça
inanırlar. Dıştan destek görmese de, son derece boş olan bu görüş genelde, insanın iyi ve
kutsal bir yaşam sürdürmesi için kendisine bol bol yettiği inancına yol açar. Ama insan,
her şeyi kendi adına iddia ediyor görünmemek için, daha alçakgönüllü bir tutum benimser
ve bir şeyleri Tanrı’ya bırakırsa, bu saygınlığı öylesine ikiye ayırır ki, övünmesinin ve
özgüveninin başlıca temeli kendisinde kalır.
Đnsanın, aklını çeken bir sohbetten daha çok hoşuna giden bir şey yoktur. Bu, iliklerine
kadar kaşınan gururunun gıdıklar. Đnsan doğasını en hoşa giden kelimelerle yücelten biri,
hemen her çağda alkışlanarak dinlenmiştir. Ama insanın kendisinden hoşnut olması
sonucunu doğuran, yetkinliğine dair bu övgü ne kadar büyük olsa da, kendi tatlılığı içinde
bir zevkten başka bir şey değildir; aslında bunu kabul edenleri yıkıma sürükleyecek kadar
aldatır. Her boş güvenceye güvenerek uygun olduğunu düşündüğümüz işi göz önüne
aldığımızda, planladığımızda, denediğimizde ve üstlendiğimizde, sonra da –gerçek erdem
kadar sağlıklı anlayış da bizi ilk çabalarımızda fiilen yüzüstü bırakarak boynumuzu
bükerken- hızla yıkıma yuvarlanıncaya kadar devam ettiğimizde neyi başarmış oluruz?
Ama bu kendine güvenenler, kendi güçleriyle hiçbir şey yapamazlar, olaylar başka türlü
yürümez. O zaman sadece iyi özelliklerimizi düşünmemizi sağlayarak bizi gerileten böyle
öğretmenlere dikkatlerini verenler kendilerini tanımada ilerleme kaydetmeyecekler ama
en kötü cahilliğe batacaklar.
3 . Kendini tanımanın başlıca iki problemi
Bu durumda Tanrı gerçeği, bütün ölümlülerin, bilgeliğin ikinci bölümünün kendini
tanımayı kapsadığına dair vardıkları ortak kararla aynı görüştedir; ama bu bilgiyi nasıl
kazandığımız konusunda büyük bir görüş ayrılığı vardır. Dünyanın kararına göre, insan
kendini çok iyi tanımaktadır. Anlayışına ve dürüstlüğüne güvendiğinde cesur olur ve
erdemli işler yapmaya yönelir. Kötülüklere savaş açarak bütün gayretiyle yetkin ve saygın
olmak için çaba gösterir. Ama Tanrısal yargının standartlarına göre kendini bütün
boyutlarıyla ele alıp irdeleyen biri, özgüveninde sevinilecek hiçbir yan göremez. Kendini
ne kadar çok irdelerse o kadar karamsar olur. Sonunda bütün bu güvenceden yoksun
kalıncaya kadar hatasız bir yaşam sürdürmesi için kendisine hiçbir şey kalmaz.
Yine de Tanrı, atamız Âdem’e bağışladığı, doğruluğumuz ve iyiliğimiz için içimizde
gerçek bir gayreti harekete geçirmesi gereken ilk soyluluğumuzu bize unutturmayacaktır.
Ölümsüzlüğümüzü düşünmeye ve Tanrı’nın Krallığını çok arzu etmeye hazır olmadan, ilk
durumumuzu ya da ne amaçla yaratıldığımızı düşünemeyiz. Ne var ki, içimizdeki gururu
teşvik etmekten çok uzak olan bu bilgi cesaretimizi kırar ve bizi alçakgönüllülüğe iter. Bu
ilk nedir? Düştüğümüz yerdir. Yaratılışımızın amacı nedir? Tümüyle yabancılaştığımız
şeydir. Öyle ki, acınası payımızdan bıkıp feryat ederiz ve kaybettiğimiz bu değere feryat
edip ah ederiz.89 Ama insanın kendisinde, sevinmesine neden olacak hiçbir şey görmemesi
gerektiğini söylediğimizde, kendisine gurur vereceğine güveneceği hiçbir şeyinin
olmadığını söylemek istiyoruz.
89
Pannier, burada Calvin’in özgür olmayan irade öğretişinin dinamizmini açıkladığını
belirtiyor: Ahlak zayıflığımızla birlikte yaratılış amacımızı anladığımızda Tanrı’nın gücünü
ve kurtuluşunu aramaya yöneliriz. (Pannier, Institution I. 311, s. 84’deki dn. a).
126
Bu nedenle, insanın kendisi hakkında edinmesi gereken bilgiyi dilerseniz ikiye
ayıralım. Birincisi, ne amaçla yaratıldığını ve kendisine hiç de bayağı olmayan armağanlar
verildiğini göz önünde tutmalıdır.90 Bu bilgi onu Tanrı’ya ibadet etmesi ve gelecekteki
yaşamı düşünmesi için harekete geçirir. Đkincisi, yeteneklerini –ya da daha çok
yeteneksizliklerini- tartmalıdır. Bu eksikliğini algıladığında büyük bir şaşkınlıkla güçsüz
düşer, deyim yerindeyse sıfıra indirgenir. Đlk düşüncesi onu, görevinin doğasını, ikincisi
de bunu yerine getirme yeteneğinin boyutunu öğrenmeye iter. Bunu, öğretişin
sıralamasının gerektirdiği şekilde tartışacağız.
(Adem’in günahı insana yapılan ilk bağışın yitirilmesine ve bütün insan ırkının
mahvına yol açmıştır, 4-7)
4 . Düşüş tarihi bize günahın ne olduğunu göstermektedir [Yar. Böl. 3]: sadakatsizlik
Tanrı’nın bu kadar ağır bir ceza verdiği suç hafif bir suç değil, nefret edilecek ağır bir
suç olduğu için, Âdem’in bütün insanlığa karşı Tanrı’nın korkunç gazabını tutuşturan
sırtını dönüşünün nasıl bir günah olduğunu göz önüne almalıyız. Âdem’in günahına
açgözlü bir taşkınlık diye bakmak (yaygın bir düşünce) çocukçadır. Arzu edilebilir her
türlü tat her yerde bol bol bulunurken ve sadece bol da değil, yeryüzünün bu kutsanmış
bereketliliğinde mükemmel çeşitler de el altındayken, sanki bütün erdemlerin toplamı ve
en önemlisi tek bir meyveden uzak durmakmış gibi!
Bu nedenle daha derinliğine bakmalıyız. Âdem’in itaatini sınamak ve isteyerek
Tanrı’nın buyruğu altında olduğunu kanıtlamak için, iyiliği ve kötülüğü bilme ağacı ondan
esirgeniyordu. Ağacın adı bile, bu kuralın tek amacının, onun, payına düşenden hoşnut
olmaya devam etmesi ve kötü tutkularla şişinmesini önlemek olduğunu göstermektedir.
Ama yaşam ağacından yediği sürece sonsuz yaşamı ümit etmesi için ona verilen vaat ve
tam tersine, iyiyi ve kötüyü bilme ağacının tadını bir kez tadarsa korkunç bir şekilde tehdit
edilmesi, onun imanını kanıtlamasına ve yaşama geçirmesine yarıyordu. Bu nedenle
Âdem’in, Tanrı’nın gazabını hangi yolla kışkırttığını kestirmek güç değildir. Augustinus,
bütün kötülüklerin başlangıcının gurur olduğunu duyurduğunda haklı konuşuyordu.
Tutku, insanı uygun ve doğru olandan daha fazlasına yüceltmiyorsa, insan ilk durumunda
kalmalıydı.
Ama Musa’nın anlattığı ayartılmanın doğasından daha tam bir tanım çıkarmalıyız.
Kadın, yılanın kandırmasıyla sadakatsizlik ederek Tanrı’nın Sözü’nden saptığı için,
Düşüş’ün başlangıcının itaatsizlik olduğu zaten bellidir. Pavlus da, tek bir adamın
itaatsizliği nedeniyle herkesin kaybolduğunu öğretirken bunu onaylamaktadır [Rom.
5:19]. Ama aynı zamanda da, ilk insanın sadece Đblis’in kandırmak için söylediği tatlı
sözlere kandığı için değil, gerçeği küçümseyerek gerçek olmayana saptığı için de
Tanrı’nın yetkisine başkaldırdığına dikkat edilmelidir. Tabii ki, Tanrı’nın sözünü bir kez
küçümsediğimizde O’na olan bütün saygımız sarsılır. O’nu dikkatle dinlemezsek yüceliği
içimizde konut kurmaz, ne de O’na tapınmamız yetkinliğini sürdürür. Bu durumda,
Düşüş’ün asıl nedeni sadakatsizlikti. Ama daha sonra nankörlükle beraber tutku ve gurur
de baş gösterdi, çünkü Âdem kendisine verilenden daha fazlasını isteyerek Tanrı’nın, ona
bol bol gösterdiği büyük cömertliği utanmazca geri çevirdi. Yeryüzündeki oğul, Tanrı’yla
denk olmazsa Tanrı’ya benzer olmak önemli bir konu gibi gelmiyordu –korkunç bir
günah! Đnsanın, Yaratıcısının yetkisinden vazgeçerek–aslında boyunduruğunu küstahça
sarsarak- inancından dönmesi çirkin ve iğrenç bir suçtur. Âdem’in günahını ciddiye
almamaktır. Yine de bu, basit bir inançtan dönme değildi, Tanrı’ya karşı bayağı
suçlamalar da buna dâhildi. Bu kişiler Đblis’in, Tanrı’yı sahtecilikle, kıskanmakla ve kötü
niyetle suçlayan bu iftiralarını kabul ediyorlardı. Sonunda sadakatsizlik tutkuya kapı
90
Krş. I. xv. 1-4
127
açıyordu, aslında tutku inatçı itaatsizliğin anasıydı; sonuçta Tanrı korkusunu bir yana
bırakan insanlar, tutku onları nereye götürürse oraya gidiyorlardı. Bernard, bugün kendi
kulaklarımızla Müjde’yi duyup kabul ettiğimizde kurtuluşun kapısının bize açıldığını, bu
pencereler Đblis’e açıldığındaysa ölümün de aynı pencerelerden girdiğini haklı olarak
öğretiyor [Krş. Yer. 9:21] Âdem, Tanrı’nın Sözü’ne inanmamış olmasaydı Tanrı’nın
yetkisine karşı çıkmaya asla cesaret edemezdi. Aslında bütün tutkuları denetim altına
alacak en iyi dizgin şudur: Tanrı’nın buyruklarına itaat ederek doğruluğu yaşama
geçirmekten daha iyi bir şeyin olmadığı, sonra da mutlu bir yaşamın nihai amacının O’nun
tarafından sevilmek olduğu düşüncesi. Bu durumda Âdem, şeytanın küfürleriyle
olabildiğince sürüklenerek Tanrı’nın bütün görkemini yok edebilmiştir.
5. Doğuştan günahlılık olarak ilk günah
Âdem’in ruhsal yaşamı Yaratıcısıyla birlikte ve O’na bağlı olmaktı. O’na bu kadar
yabancılaşmasıysa canının ölümüydü. Başkaldırmasıyla, göklerin ve yeryüzünün
doğasının bütün düzenini saptırdığında soyunu yıkıma götürmesinde şaşılacak bir şey
yoktur. Pavlus, “Yozlaşmaya tabi olan bütün yaratılış kendi istemi dışında inliyor”
demektedir [Rom. 8:20-21]. Şayet neden aranırsa, insanın hak ettiği cezanın bir bölümünü
çeken tarafın onlar olduğundan kuşku yoktur. Onlar bu amaçla yaratılmışlardı. Dünyanın
her bölgesini gezen, Âdem’in suçu nedeniyle şuraya buraya akan bu lanetin onun bütün
soyuna yayılması mantıklı değildir. Âdem’in göksel sureti yok edildikten sonra, bu cezayı
çeken tek kişi sadece o olmadı, kendi soyunu da aynı acıları bulaştırdı –yani takılan bütün
bilgelik, erdem, kutsallık, gerçek ve adalet takılarının yerine en iğrenç felaketler, körlük,
acizlik, mundarlık, aşırı gurur ve haksızlık geldi.
Miras kalan bozulma budur. Kilise babaları buna “doğuştan günahlılık” demişlerdir.
“Günah” sözcü, daha önce iyi ve pak olan doğadan yoksun kalmak anlamındadır. Bu
konuda birçok uyuşmazlık vardı. Tek kişinin suçuyla herkesi suçlu düşüren, böylece de
günahı genelleştiren genel görüşten başka hiçbir görüş yoktur. Kilisenin önde gelen en
eski ilahiyatçılarının birçoğunun bu konuya bu kadar üstü kapalı değinmelerinin nedeni bu
gibi gelmektedir. En azından bunu uygun olandan daha az net biçimde açıklamışlardır.
Yine de bu çekingenlik, Pelagius’un, Âdem’in günahının kendi soyuna zarar vermeden,
sadece kendisinin kaybetmesine yol açtığına dair kutsallıktan yoksun bir kurguyla
başkaldırmasını önleyememiştir. Đblis bu kurnazlığıyla hastalığın üzerini örtmeye ve onu
tedavi edilemez duruma getirmeye çalışmıştır. Ama Kutsal Yazı’nın apaçık tanıklığıyla,
günahın ilk insandan bütün soyuna aktarıldığı ortaya koyulduğunda [Rom. 5:12],
Pelasgius lafı çevirerek bunun yayılmayla değil, taklitle aktarıldığını söylemiştir. Bu
durumda iyi insanlar (ve herkesten çok Augustinus) bizim kötülüğün türetilmesiyle
bozulmadığımızı, ana rahminden başlayarak kalıtsal bir kusur taşıdığımızı göstermeye
gayret etmişlerdir. Bunu inkâr etmek utanmazlığın zirvesiydi. Ama bu kutsal insanın
uyarısıyla Pelgagius’çularla Coelestius’çuların başka açılardan da ne kadar utanmaz
yaratıklar olduklarını algıladığında hiç kimse onların küstahlığına şaşırmayacaktır.
Davut’un, “Suç içinde doğdum ben, günah içinde annem bana hamile kaldı” diye itirafta
bulunduğundan şüphe yoktur [Mez. 51:5]. Burada anasıyla babasına günahları nedeniyle
değil çıkışmıyor, Tanrı’nın kendisine olan iyiliğini daha iyi övebilmek için, ana rahmine
düştüğü andan itibaren sapkınlığını itiraf ediyor. Bunun Davut’a özgü olmadığı apaçık
olduğu için bundan, insanlığın ortak payına onun örnek gösterildiği sonucu çıkmaktadır.
Mundar bir tohumdan gelen hepimiz, günahın bulaşıcılığına yakalanmış olarak
doğuyoruz. Aslında bu yaşamın ışığını görmeden önce Tanrı’nın gözünde kirli ve
lekeliyiz. Eyüp Kitabı’nda dendiği gibi, “Kim temizi kirliden çıkarabilir? Hiç kimse!”
[Eyü. 14:4].
128
6. Doğuştan günahlılık taklide dayanmaz
Ana babaların kirliliği çocuklara öyle aktarılıyor ki, daha vücuda geldikleri anda hiç
ayrıcalıksız hepsi kirleniyor, diye duyuyoruz. Ancak kaynak olarak hepsinin ilk ana
babasına kadar geriye gitmezsek bu kirlenmenin başlangıcını bulamayacağız. Âdem’in
sadece ata değil, bir yerde insanlığın kökeni olduğunu; bu nedenle de onun
bozulmuşluğunda insanoğlunun kirlendiğini kabul ediyoruz. Elçi, Âdem’le Mesih’i
karşılaştırarak bunu açıklamaktadır: “Günah bir insan aracılığıyla, ölüm de günah
aracılığıyla dünyaya girdi. Böylece ölüm bütün insanlara yayıldı” [Rom 5:12]. Mesih’in
lütfuyla da doğruluk ve yaşam bize geri verilmiştir [Rom. 5:17]. Pelagius’çular burada ne
saçmalıklar söyleyecekler? Âdem’in günahının taklitle yayıldığını mı? O zaman Mesih’in
doğruluğu sadece, taklit etmemiz için önümüze koyulan bir örnek olduğu için mi yararlı?
Bu saygısızlığa kim dayanabilir ki! Ama Mesih’in doğruluğunun ve bu durumda
yaşamının bağlantı yoluyla bizim olduğu tartışma götürmüyorsa, bundan hemen,
doğruluğun ve yaşamın Âdem’de kayba uğradığı ancak Mesih’te eski durumuna geldiği
ve günahla ölümün de Âdem’le yayıldığı ama Mesih aracılığıyla hükümsüz kılındığı
sonucu çıkmaktadır. Şunlar anlaşılmaz sözler değildir: “Bir adamın söz dinlemezliği
yüzünden nasıl birçoğu günahkâr kılındıysa, bir adamın söz dinlemesiyle birçoğu da
doğru kılınacaktır” [Rom. 5:19]. Bu durumda ikisi arasında bir ilişki vardır: Bizi kendi
yıkımına bulaştıran Âdem kendisiyle beraber bizi de mahvetmiştir; ama Mesih,
kurtulmamız için lütfuyla bizi doğru kılmaktadır.
Gerçeğin bu kadar net olan ışığında daha uzun ya da daha çok çaba isteyen kanıta
gerek yoktur. Pavlus, Korintlilere birinci mektubunda Tanrı’ya bağlı kişinin dirilişe
imanını pekiştirmek ister. Bu durumda Âdem’de kaybolan yaşamın Mesih’te yeniden
kazanılacağını belirtir [1Ko. 15:22]. Hepimizin Âdem’de öldüğümüzü duyuran Pavlus,
aynı zamanda da günah hastalığının bize bulaştığına açıkça tanıklık eder. Günah suçunun
dokunmadıklarına mahkûmiyet verilemez. Pavlus’un ne demek istediğinin en net
açıklaması anlatımın ikinci bölümündedir. Burada yaşam umudunun Mesih’te eski
durumuna getirildiğini duyurmaktadır. Ama bunun tek yolunun, Mesih’in, Kendi
doğruluğunun gücünü bize aktardığı bu harika ilişki olduğu iyi bilinmektedir. Başka bir
yerde yazıldığı üzere, “Doğruluk nedeniyle Ruh bizim için yaşamdır” [Rom. 8:10, mealen
aktarma]. Sonuçta, “Âdem’de öldük” ifadesini yorumlamamızın tek bir yolu vardır: Âdem
günah işleyerek sadece kendisini talihsizliğe ve mahva sürüklemedi, bizim doğamazı da
benzer bir yıkıma götürdü. Bunun nedeni, sadece bizimle hiç ilgisi olmayan suçu değildi
ama içine düştüğü bu bozulmuşluğu soyuna da bulaştırmıştı.
Pavlus’un, “Doğal olarak biz de gazap çocuklarıyız” [Ef. 2:2] ifadesi, ana rahminde
lanete uğramış olmasalardı geçerli olamazdı. Açıkçası Pavlus, “doğal” sözcüğüyle, bunun
Tanrı tarafından başlatıldığını değil, Âdem tarafından bozulduğunu söylemek istiyor.
Tanrı’nın, ölümün yazarı durumuna getirilmesi O’na hiç uymazdı. Âdem o kadar
bozulmuştu ki, bu bulaşıcılık bütün soyuna yayılmıştı. Bizim göksel yargıcımız Mesih,
“Bedenden doğan bedendir” [Yu. 3:6] dediğinde, bütün insanların kötü ve bozulmuş
olduğunu ve yeniden doğuncaya kadar yaşamın kapısının hepsine kapalı olduğunu [Yu.
3:5] yeterince net duyuruyordu.
7 . Günahın kuşaktan kuşağa geçmesi
Bu konuyu anlamak için kaygıyla tartışmak gereksiz. Bulaşıcılık aslında burada yattığı
için, babalar bu konuda az sıkıntı çekmemişlerdir –oğlun canının, babanın canından gelen
kaynağı devam ettirip ettirmediği konusunda. Şu bizi mutlu etmeli: Rab, insan doğasına
vermek istediği bu armağanları Âdem’e bahşetmiştir. Âdem aldığı armağanları
kaybettiğinde, bunları sadece kendi adına değil, hepimizin adına kaybetmiştir. Âdem’in
bizim için aldığı armağanların, kendisinin kaybettiği armağanlardan hiç de az olmadığını
129
ve bunların tek bir kişiye değil, bütün insan ırkına verilmiş olduğunu duyduğunda kim
canın kaynağı için kaygılanır? Âdem bozulduğunda insan doğasının çıplak ve yoksun
kaldığını ya da günaha bulaştığında, bu bulaşmanın bütün insan doğasına yayıldığını öne
sürmekte hiçbir saçmalık yoktur. Bu durumda çürük bir kökten çürük dallar çıkmıştır. Bu
dallar da kendilerinden süren diğer dallara kendi çürümüşlüklerini geçirmiştir. Ana
babalarında bozulan çocuklar da böyleydi. Öyle ki, hastalığı çocuklarının çocuklarına
geçiriyorlardı. Yani başlangıçtaki Âdem’in bozulmuşluğu atalardan soylara sürekli olarak
geçiyordu. Bulaşmanın kökeni bedenden ya da candan değil, Tanrı’nın, ilk insana verdiği
armağanlara hem onun hem de soyunun bir ve aynı zamanda sahip olması ve kaybetmesi
emrinden gelmektedir.
Ne var ki, Pelagius’çuların kelime oyunlarını çürütmek kolaydır. Onlar, Tanrı’ya bağlı
ana babaların çocuklarının, bozulmuşluğu devralmalarının mümkün olmadığına, çünkü
soyların, ana babalarının paklığıyla kutsanmaları gerektiğine [Krş. 1Ko. 7:14] inanırlar.
Çocukların soyu, ana babalarının ruhsal yeniden doğuşlarından değil, bedensel
doğuşlarından gelir. Augustinus’un dediği gibi, insan suçlu bir imansız ya da masum bir
imanlı olsun, masum değil suçlu bir çocuk olarak vücut bulur, çünkü bozulmuş bir
doğayla dünyaya gelir. Çocukların bir ölçüde ana babalarının kutsallıklarını paylaşmaları
Tanrı halkı için özel bir kutsamadır. Bu, insan ırkının evrensel lanetinin önce geldiği
gerçeğini inkâr etmek değildir. Suç doğadan gelir ama kutsanma doğaüstü lütuftan
gelmektedir.
(Cezayı hak eden ama yaratılmış olan doğadan gelmeyen doğuştan günahlılık,
doğanın doğru yoldan ayrılması olarak tanımlanmıştır, 8-11)
8 . Doğuştan günahlılığın doğası
Bu açıklamalar belirsiz ve bilinmeyen bir konuyla ilişkilendirilmesin diye, doğuştan
günahı tanımlayalım. Niyetim, çeşitli yazarların öne sürdüğü birçok tanımı irdelemek
değil, sadece bana gerçeğe en uygun gelen tanımı sunmak. Doğuştan günahlılık,
doğamızın kalıtsal ahlaksızlığı ve bozulmuşluğudur. Canın her yanına yayılmıştır. Bizi
önce Tanrı’nın öfkesine maruz bırakır. Sonra da içimizde Kutsal Yazı’da “benliğin işleri”
[Gal. 5:19] denen işleri ortaya çıkarır. Pavlus’un genellikle günah adını verdiği tam olarak
budur. Bu durumda Pavlus, bunun yol açtığı işlere –zina, fuhuş, hırsızlık, nefret, adam
öldürme, çılgın eğlence- “günahın ürünleri” demektedir [Gal. 5:19-21] ama Kutsal Yazı,
hatta Pavlus bunların hepsine birden “günah” adı vermektedir.
Şu iki konuya özellikle dikkat etmeliyiz. Birincisi, biz doğamızın her yanıyla öyle
kirlenmiş ve sapmış durumdayız ki, doğruluk, masumluk ve paklıktan başka hiçbir şeyi
kabul etmeyen Tanrı’nın önünde bu bozulmuşluğumuzla haklı olarak mahkûm ediliriz,
suçlu bulunuruz. Bu, başka birinin suçundan sorumlu olmak değildir. Âdem’in günahı
nedeniyle Tanrı’nın yargısına maruz kaldığımız söylendiği için bundan, suçsuz
olduğumuz ve hak etmediğimiz halde onun suçunun ceremesini çektiğimizi
anlamamalıyız. Burada Âdem’in günahı nedeniyle lanete bulaştığımız için, onun bizi
suçlu duruma getirdiği söylenmektedir. Ne var ki, sadece Âdem’in cezasını çekmiyoruz.
Âdem’den gelen bir bulaşıcılık da içimizde konut kurmuştur. Cezayı hak eden de budur.
Augustinus, günahın yayılarak aramıza dağıldığını daha açıkça göstermek için ona
genellikle “başkasınınki” demesine rağmen, aynı zamanda bunun herkese özgü olduğunu
da duyurmaktadır. Elçi de, en kolay anlaşılır şekilde, “Günah bir insan aracılığıyla, ölüm
de günah aracılığıyla dünyaya girdi” [Rom. 5:12] diye tanıklık etmektedir. Yani insanlar
doğuştan günahlılığa sarınmışlar ve onun lekeleriyle kirlenmişlerdir. Bu nedenle çocuklar
bile, ana rahminden başlayarak mahkûmiyetlerini taşırlarken başka birinin kusurundan
değil, kendi kusurlarından ötürü suçludurlar. Günahlarının ürünü henüz ortaya çıkmasa
bile, içlerinde saklı bir tohum vardır. Aslında bütünüyle doğaları bir günah tohumudur; bu
130
nedenle Tanrı’ya sadece iğrenç ve tiksindirici gelebilmektedir. Budan çıkan sonuç şudur:
Günah Tanrı’nın gözüyle doğru olarak düşünülmelidir, çünkü suç olmazsa suçlama da
olmayacaktır.
Sonra ikinci düşünce gelmektedir: Đçimizdeki bu sapkınlık asla sona ermez, sürekli
olarak yeni ürünler – daha önce anlattığımız benliğin işlerini- verir. Bu tıpkı, yanan bir
ocaktan güçlü alevlerin ve kıvılcımların çıkmasına ya da kaynağından çıkarken durmadan
köpüren suya benzer. Doğuştan günahlılığı, “içimizde konut kurması gereken doğuştan
doğruluğun olmaması” diye tanımlayanlar, bu tanımda kelimenin anlamını tam olarak
kavrasalar bile, gücünü ve enerjisini yeterince etkili biçimde açıklamamaktadırlar.
Doğamız sadece iyilikten yoksun değildir, her kötülük öyle bereketli, öyle semerelidir ki,
asla boş duramaz. Doğuştan günahın, “şehvet” olduğunu söyleyenler91 doğru bir kelime
kullanmışlardır. Keşke anlayıştan iradeye, candan bedene kadar insanda olan her ne varsa
bu şehvetle kirlendiğini ve tıka basa dolduğunu da ekleselerdi –çoğunluk bunu asla kabul
etmeyecektir. Ya da daha kısaca söylersek, bütün olarak insan şehvetten başka bir şey
değildir.
9. Günah bütün insanları altüst eder
Âdem doğruluk çeşmesini terk ettikten sonra canının her yerini günahın ele geçirdiğini
bu nedenle söylüyorum. Onu sadece basit bir arzu baştan çıkarmamıştı, zihninin kalesini
sözle ifade edilemeyen bir imansızlık işgal etmiş ve yüreğinin derinliklerine gurur
sızmıştı. Bu şekilde baş gösteren bozulmayı kısıtlamak nedensiz ve aptalcadır. Bozulma
sadece duyguları harekete geçiren güç ya da günahı çekici kılan, başlatan ve
“duygusallığa” sürükleyen “tutuşmuş tahta” değildir. Bu konuda Peter Lombard bütün
cahilliğini ortaya koymaktadır. Günahın yerini ararken ve araştırırken onun, Pavlus’un
tanıklık ettiği gibi bedende yer aldığını söylemektedir; ama bu, daha çok bedenden
kaynaklanıyor gibi göründüğü için özde değildir. Pavlus, canın bütün doğasına değil,
sadece bir bölümüne işaret etseydi bu, doğaüstü lütfa ters düşerdi! Pavlus, bozulmanın tek
bir yerde olmadığını ama bu ölümcül hastalığın canın hiçbir yerini pak ve el değmemiş
bırakmadığını öğrettiğinde bütün kuşkuları dağıtır. Bozulmuş doğayı irdelerken Pavlus
görülen arzuları ölçüsüzce harekete geçiren güçleri mahkûm etmez, özellikle düşüncenin
körlüğe, yüreğin de ahlaksızlığa terk edildiğini öne sürer.
Romalılar’ın üçüncü bölümünün tümünde doğuştan gelen günahın tanımından başka
bir şey yoktur [1-20. ayetler]. Bu gerçek, “yenilenme” sözcüğünde daha net ortaya
çıkmaktadır. Eski insana ve bedene karşıt olan Ruh, sadece canın daha alt ya da duygusal
kısmını düzelten lütfa işaret etmez, her kısmı tümüyle yeniden biçimlendirmeye girişir.
Sonuçta Pavlus, vahşi arzuların sadece sıfırlanmasını istemez, bize “düşüncede ve ruhta
yenilenmeyi” emreder [Ef. 4:23]; başka bir parçada da aynı şekilde, “düşüncenizin
yenilenmesiyle değişin” diyerek bizi teşvik eder [Rom. 12:2]. Buradan çıkan sonuç o ki,
özellikle canın yetkinliğinin ve soyluluğunun parladığı kısım yara almamıştır ama öyle
bozulmuştur ki, tedavi edilmeye ve yeni bir doğayı giymeye de ihtiyacı vardır. Günahın
düşünceyi ve yüreği ne boyutta işgal ettiğini birazdan göreceğiz. Burada sadece insanın –
tufan altında kalmış gibi- baştan ayağa bütünüyle boğulduğunu, hiçbir yerinin günahtan
bağışık olmadığını ve ondan gelen her şeyin günahla yüklü olduğunu öne sürmek
istiyorum. Pavlus’un dediği gibi, bedene dönen her düşünce Tanrı’ya düşmandır [Rom.
8:7], bu nedenle ölümdür [Rom. 8:6].
91
Augustinus “şehvet” sözcüğünü çok kullanır ve en geniş anlamıyla bu sözcük, “günahlı
bedenimizdeki günahın yasası” anlamına gelir. Peter Lombard, Âdem’in günahının soyuna
geçmesini irdelerken, doğuştan günahı “şehvet” olarak tanımlar. Ayrıca, “Âdem aracılığıyla
şehvete doğan bütün insanları kirleten doğanın kötülüğü” der.
131
10. Günah bizim doğamız değildir ama doğamızın dengesizliğidir
Kusurlarının üzerine Tanrı’nın adını yazmaya cesaret eden bu kişiler92 bizden uzak
olsunlar, çünkü biz insanların doğaları gereği kötü olduklarını ilan ediyoruz! Kendi
kirlenmişliklerini Âdem’in kirlenmemiş ve bozulmamış doğasında aramaları gerektiği
yerde sapkınca Tanrı’nın işinde arıyorlar. Bizim mahvolmamız Tanrı’dan değil,
bedenimizin suçundan gelmektedir. Bunun tek nedeni, ilk durumumuzdan itibaren
bozulmuş olmamızdır.
Tanrı, Âdem’in düşüşünü önlemiş olsaydı bize daha iyi bir kurutuluş sağlardı, diye
kimse söylenmesin. Dinine bağlı insanların akılları bu itirazdan iğrenmelidir, çünkü aşırı
bir merakı ortaya koymaktadır. Üstelik konunun, yeri geldiğinde daha sonra irdelenecek
olan önceden belirleme sırrıyla ilgisi vardır.93 Doğanın yazarı olan Tanrı’yı suçlamamak
için, bozulmuşluğumuzu doğanın bozulmuşluğuna bağlamayı unutmayalım. Doğrudur, bu
öldürücü yara doğaya sıkıca sarılır ama yaranın dışarıdan mı meydana geldiğini yoksa
başından beri mi var olduğunu sormak çok önemli bir sorudur. Evet, yaranın suç
yüzünden meydana geldiği bellidir. Bu nedenle, kendimizden başka bir şeyden şikâyet
etmemize neden yoktur. Kutsal Yazı’da bu gerçek gayretle belirtilmektedir. Vaiz, “Tanrı
insanları doğru yarattı, oysa onlar hâlâ karmaşık çözümler arıyorlar” der [7:29]. Açıkçası,
insanın bozulmuşluğu sadece kendisine atfedilmelidir; Tanrı’nın şefkatiyle doğruluğu
aldıktan sonra kendi akılsızlığıyla batıla batmıştır.
11. Tanrı’nın yarattığı “doğanın” “doğal” bozulmuşluğu
Đnsanın doğal kirlenme nedeniyle bozulduğunu ilan ediyoruz ama bu kirlilik doğadan
gelmemektedir. Bunun, başlangıçta insanın kafasına sokulan, cevherle ilgili bir özellikten
çok, insanın başına dışarıdan gelen bir özellik olduğunu belirtmek için, doğadan geldiğini
kabul etmiyoruz. Yine de hiç kimse bunun kötü hal ve gidişle edinildiğini sanmasın diye,
doğal diyoruz, çünkü kalıtım yoluyla edinilen bir hakla bütün insanlara sımsıkı tutunuyor.
Bu kelimeyi yetkisiz kullanmıyoruz. Elçi, “Doğal olarak… biz de gazap çocuklarıyız”
diyor [Ef. 2:3]. Đşlerinin en önemsizinden bile hoşnut olan Tanrı yarattıklarının en
soylusuna nasıl düşman olabilmiştir? Ama Tanrı, işin kendinden çok, işinin bozulmasına
düşmandır. Kirlenmiş doğası nedeniyle insanın, doğal olarak, Tanrı için iğrenç olduğunu
ilan etmek doğruysa insanın doğal olarak ahlaktan yoksun ve kusurlu olduğunu söylemek
de uygundur. Augustinus, Tanrı’nın lütfu yoksa insanın bozulmuş doğasından dolayı ister
istemez bedenimizde hüküm süren bu günahlara “doğal” demekten korkmamaktadır.
Böylece insanın cevherindeki kötülüğü düşündüklerinde, kötülüğün nedenini ve
başlangıcını doğruluk Tanrı’sına atfediyor görünmemek için, başka bir yaratıcı
uydurmaya cesaret eden Manicilerin akılsızca saçmalıkları tarihe karışmaktadır.
II. BÖLÜM
ĐNSAN ARTIK ÖZGÜR SEÇĐMDEN YOKSUN BIRAKILMIŞ VE ZAVALLI
BĐR KÖLE HALĐNE GETĐRĐLMĐŞTĐR
(Bu konunun tehlikeleri: Yerleşmiş bakış açısı, 1)
92
Calvin’in Contre la secte phantastique des Libertins (1545) ve Epistre contre un certain
Cordelier (1547) çalışmalarında Libertin’lere getirdiği suçlamalardan biri budur.
93
III. xxi-xxiv; Krş. I. xv. 8.
132
Günah, ilk insanı kendine köle yaptığından bu yana, onun egemenliğinin sadece bütün
insanlara yayılmadığını, bireylerin canlarını tümüyle işgal ettiğini de gördük. Şimdi bize
kalan, köleye dönüştürüldüğümüz için bütün özgürlüklerden yoksun kalıp kalmadığımızı ve
eğer en küçük bir günah kırıntısı hala içimizde yaşıyorsa gücünün nereye kadar gittiğini
irdelemektir. Ama bu konudaki gerçeği kolayca görebilelim diye, birazdan, konuyu bütünüyle
yönelteceğim bir hedef belirleyeceğim. Yanlışı önlemenin en iyi yolu, insanı iki yandan tehdit
eden tehlikeleri göz önüne almaktır. (1) Đnsanın bütün doğruluğu inkâr edildiğinde, hemen bu
gerçekten hoşnut olma fırsatını yakalar; kendi başına doğruluğun peşinden koşamayacağı
söylendiği için, kendisiyle ilgisi yokmuş gibi, böyle bir koşmanın hiçbir sonuca
varmayacağına tümüyle inanır. (2) Đnsan, Tanrı’yı onurundan yoksun bırakmadan ve
utanmazca bir güvenle bozulmuşluğa düşmeden, ne kadar önemsiz olsa da hiçbir şeyden
dolayı insana paye verilemez. Augustinus bu iki ilkeye işaret etmektedir.
Şayet bu kayalara çarpmayı önleyeceksek izlememiz gereken yol şudur: Đnsana, kendi
gücü dâhilinde iyi olan hiçbir şeyin kalmadığı ve dört bir yanının çok kötü şekilde
zorunlulukla çevrildiği öğretildiğinde, yine de yoksun kaldığı iyiliği, elinden alınan özgürlüğü
arzu etmesi için ona yol gösterilmelidir. Aslında bu durumda, en yüce erdemlerin kendisine
bahşedildiğini düşünmektense, hareketsizlikten çok daha çabuk sıyrılabilir. Bu ikinci noktanın
ne kadar gerekli olduğunu herkes anlamaktadır. Birinci noktayla ilgili olarak pek çok kişinin
şüphesi olduğunu görüyorum. Kendisine ait olan hiçbir şeyin elinden alınmaması gerektiği
kuşku götürmez bir gerçek olduğu için, sahte kibrine engel olmanın onun için ne kadar önemli
olduğu yeterince açıklanmalıdır. Aynı zamanda insan, Tanrı’nın cömertliği sayesinde en soylu
onur simgelerinin ayrımına vardığında bile kendisiyle övünmesine izin verilmemiştir. En yüce
görkemi – nankörlüğünden ötürü- büyük bir rezilliğe dönüştürdüğünde artık kendini ne kadar
çok alçaltmalıdır! O zaman en yüksek onur payesine doğru yol aldığında, Kutsal Yazı’nın
ona, Tanrı’nın suretinde yaratılmış olmasından başka bir şey atfetmediğini [Yar. 1:27], bunun
da, insanın kendi iyi işleri nedeniyle değil, Tanrı’ya katıldığı için kutsandığını belirttiğini
söylüyorum. Artık çıplak ve bütün yücelikten yoksun olan insana, Tanrı, lütfunun
zenginliklerini bol bol verdiğinde, O’nun şükretmediği cömertliğini tanımaktan ve en azından
kendi yoksulluğunu itiraf edip, kutsamalarını kabul ederek daha önce yüceltmediği Tanrı’yı
yüceltmekten başka kalıyor?
Bilgeliğimizin ve erdemimizin bütün payesinden yoksun olmamız, bunun Tanrı’nın
yüceliğine ait olmasından daha az yararımıza değildir. Bu gerçeğin dışında bize bir şey
bahşedenler, kutsallığa saygısızlık etmeyi de bozulmuşluğumuza dâhil etmektedirler. Bize
savaş açmak öğretildiğinde kamıştan bir direğin üzerinde dururuz, kırılır kırılmaz da yere
düşeriz! Ama kamıştan direğinkiyle karşılaştırdığımızda bile kendi gücümüzü boş yere
göklere çıkarırız! Gururlu insanın bu konulara bulduğu karmaşık çözüm ve boş laflar sadece
bir dumandır. Augustinus da, savunucularının özgür iradeyi pekiştirecekleri yerde ayak
altında çiğnediklerine dair ünlü ifadesini iyi bir nedenden ötürü sık sık tekrarlamaktadır. Bir
başlangıç yaparak bunu söylemek gerekmiştir, çünkü bazıları, Tanrı’nın gücü insanda inşa
edilsin diye, insanın gücünün temelinden söküldüğünü duyduklarında, gereksiz denmese de
tehlikeli bularak bu tartışmadan hiç hoşlanmamışlardır.94 Yine de öyle görünüyor ki, bunun
hem dinsel bir temeli vardır hem de çok yararlıdır.
(Filozofların ve teologların özgür irade konusunda belirttikleri görüşlerin eleştirel
tartışması, 2-9)
2. Filozoflar anlayışın gücüne güvenirler
94
Erasmus’un özgür irade konusunda Luther’e karşı tezindeki durumu.
133
Canın yetilerinin düşüncede ve yürekte bulunduğunu biraz yukarıda söylediğimiz
için95, şimdi bu ikisinin neler yapabildiğini inceleyelim. Filozoflar (açıkçası öze dair görüş
birliği içinde) aklın yerinin zihin olduğunu düşünüyorlar. Aklı, sağgörüyü bütünüyle
aydınlatan bir lambaya ve iradeyi yöneten bir kraliçeye benzetiyorlar. En etkili sağgörüyü
edinmek için aklın kutsal ışıkla birlikte yayıldığını ve gücünün, en etkili buyruğa boyun
eğdirecek kadar üstün olduğunu öne sürüyorlar. Öte yandan, uyuşuk ve donuk görme gücünün
duyu algısını ele geçirdiğini, öyle ki, her zaman bunun yerde sürünerek gittiğini, bayağı
olgularla karıştığını ve gerçek farkındalığa asla erişmediğini düşünüyorlar. Arzunun akla itaat
etme sorumluluğunu alıp kendine, duyulara boyun eğme izni vermezse erdemlerin peşi sıra
koştuğunu, doğru yolda gittiğini, iradenin onu biçimlendirdiğini düşünüyorlar. Ama
duyuların kölesi olmaya boyun eğerse duyular onu o kadar bozup saptırıyor ki, şehvetin
içinde yozlaşıyor.96 Onların görüşlerine göre, yukarıda söz ettiğim97 bu yetilerin – anlayışın,
duyunun, arzunun ya da (son tanımı artık daha genelde kullanılacak şekilde kabul edilen)
iradenin – yeri candır. Sonuçta bu filozoflar, anlayışın akılla birlikte verildiğini ilan ediyorlar.
Đyi ve kutsal bir yaşam sürdürmenin başlıca ilkesi budur. Yeter ki, bu yaşam yetkinliğini
korusun ve doğanın bize verdiği gücü sergilesin. Đnsanı yanlışa ve yanılsamaya sürükleyen,
“duyu” dedikleri daha alt itici gücün terbiye edilebileceğini ve aklın sopasının giderek onu
yeneceğini belirtiyorlar. Ayrıca iradeyi akılla duyunun tam arasına yerleştiriyorlar. Yani kendi
başına onun, akla itaat etme ya da duygunun tecavüzüne uğrayarak fahişelik yapma hakkı ve
istemi vardır –hangisi hoşuna giderse.
3. Filozoflar her şeye rağmen iradenin özgürlüğünü öne sürerler
Kimi zaman kendi deneyimlerinin inandırıcılığında, insanın, içindeki krallıkta akıl
kuralını büyük bir güçlükle koyduğunu inkâr etmiyorlar. Kimi zaman zevklerin baştan
çıkarıcılığı insanı gıdıklar; kimi zaman da iyi şeylerin sahte bir imajına aldanır. Birdenbire
aklına aşırı eğilimler gelir ve Platon’un dediği gibi98, onu iplerle ve tellerle farklı yönlere
çeker.
Cicero, bayağı düşüncelerimizin ve kötü alışkanlıklarımızın, doğanın bize verdiği
cansız parıltıyı hemen söndürdüğünü söylemektedir.99 Filozoflar, bu hastalıklar insanların
düşüncelerini bir kez işgal ettiğinde bunların, hiç kimsenin kolayca dizginleyemeyeceği kadar
hızla yayıldığı sonucunu çıkarmaktadırlar. Bu yazarlar bunları vahşi hayvanlarla
karşılaştırmakta da tereddüt etmiyorlar. Akıl, arabasından fırlayan arabacı gibi, alaşağı
olduğunda, bunlar, dizginlenemeyen bir taşkınlıkla ahlaksızı oynar.100
Yine de filozoflar erdemlerin ve günahların gücümüz dâhilinde olduğuna kesin
gözüyle bakıyorlar. Şunu ya da bunu yapmak bizim seçimimize bağlıysa, yapmamak da bizim
seçimize bağlıdır, diyorlar. Yapmamak kadar yapmak da… Görüyoruz ki, yaptığımızı özgür
seçimle yapıyoruz ve kaçındığımızdan özgür seçimle kaçınıyoruz. Đstediğimizde iyi bir iş
yapıyorsak, yapmamamız da mümkün; kötülük yapıyorsak, bundan kaçınabiliriz de.101
Nitekim bazıları, övünmeye böyle bir izin verildiğini açıklamaktadır. Biz, tanrıların bir
armağanı olarak yaşarız ama iyi ve kutsal bir yaşam sürdürüyorsak, bunu biz yaparız.
95
I. xv. 7
Plato, Republic IV. 14 vdd., 439 vdd; Aristo, De Anima III. x. 433.
97
I. xv. 6
98
Plato, Laws, I. 644 E
99
Cicero, Tusculan Disputations III. i. 2.
100
Krş. Plato, Phaedrus 74 vdd., 253 D-254 E
101
Aristo, Nicomachean Ethics III. 5. 1113b. “Erdemin bizim gücümüz dâhilinde olması gibi,
ahlaksızlık da gücümüz dâhilindedir. Eyleme geçmenin gücümüz dâhilinde olduğu yerde
eyleme geçmemek de gücümüz dâhilindedir.”; Seneca, Moral Epistles xc.1.
96
134
Cicero’nun Cotta kişiliğine söylettiği, “Her insan kendi erdemini kendi kazandığı için, bugüne
kadar hiçbir bilge bunun için Tanrı’ya şükretmemiştir. Erdemimizle ve erdemimizin
yüceliğiyle övünürüz. Eğer bu bizden gelmeseydi, Tanrı’nın armağanı olsaydı böyle olmazdı”
sözü buradan çıkmaktadır. Biraz ileride, “Bütün ölümlülerin kararı, bahtın Tanrı’dan istendiği
ama bilgeliği kişinin kendi başına kazanabildiğidir” demektedir.102
Bütün filozofların görüşünün özeti şudur: Đnsanın anlayışında konut kuran akıl, doğru
davranmak için yeterli bir yol göstericidir; duyular ise akla boyun eğen istemi kötü işler
yapsın diye ayartır; ama iradenin özgür seçimi olduğu için, aklın iradeye her şeyde önderlik
etmesi, aşağıdaki nedenden dolayı engellenemez.
4. Kilise babaları genelde iradenin özgürlüğünü kabul etmekte pek net olmamışlar
ama yatkınlık göstermişlerdir. Özgür irade nedir?
Bütün kilise yazarları, hem günahın insanın akıl sağlığında ciddi bir yara açtığını hem
de kötü arzuların iradeyi büyük ölçüde köleleştirdiğini kabul etmişlerdir. Buna rağmen,
birçoğu filozoflara çok yaklaşmıştır. Đlk kilise babaları bana, aşağıdaki nedenlerden dolayı
insanın gücünü iki niyete dayanarak yüceltiyorlar gibi görünmektedir. Birincisi, insanın
güçsüzlüğünü açıkça itiraf etmek, onları, çekiştikleri filozofların alaylarına maruz
bırakabilirdi. Đkincisi, iyiliğe karşı zaten kayıtsız olan benliğin tembelleşmesine yeni bir fırsat
vermekten kaçınmak istiyorlardı.103 Đnsanlarının geneldeki yargılarına saçma gelecek bir şey
öğretmemek için, Kutsal Yazı’nın öğretişiyle filozofların inançları arasında yarı yarıya uyum
sağlamaya çalışıyorlardı. Đkinci noktaya, tembellik fırsatı yaratmamaya özellikle dikkat
ediyorlardı. Sözlerinden bu anlaşılmaktadır. Chrysostomos bir yerde bunu şöyle
açıklamaktadır: “Tanrı, iyiliğe ve kötülüğe gücümüz dâhilinde yer verdiği için, özgür seçim
kararı da bahşetmiş ve istememeye kısıtlama getirmemiştir ama istemeyi benimsemiştir.”
Yine şöyle demektedir: “Kötü olan kişi, eğer isterse genellikle iyi birine dönüşür; iyi olan da
tembelliğe kapılarak kötü olur. RAB, doğamızı seçim yapmakta özgür bırakmıştır. Bize
zorunluluk dayatmaz ama uygun çarelerle donatır ve her şeyin hasta insanın kararına bağlı
olmasına izin verir.” Ayrıca, “Tanrı’nın lütfu bize yardım etmezse hiçbir şeyi doğru
yapamadığımız gibi, kendi payımızı ortaya koymazsak göksel iyiliği kazanamayız.” Daha
önce de şöyle demişti: “Her şey Tanrı’nın yardımına bağlı olmasın diye, aynı zamanda
kendimizden de bir şeyler koymalıyız.” Đyi bilinen ifadelerinden biri de şudur: “Bize ait olanı
ortaya koyalım; geriye kalanı Tanrı sağlar.” Jerome’un (Hieronymus) söylediği de buna
uygundur: “Bizim işimiz başlamak, Tanrı’nın işi tamamlamaktır; bizim işimiz ne
yapabileceğimizi sunmak, O’nun işi bizim yapamadığımızı sağlamaktır.”
Bu ifadelerde insanın hak ettiğinden daha çok erdem istediğine inandıklarını tabii ki,
görüyorsunuz, çünkü bizim sadece tembellik ederek günah işlediğimizi tartışmazlarsa bizi,
doğuştan tembelliğimizi bırakıp harekete geçiremeyeceklerini düşünmüşlerdir. Ama bunu ne
kadar beceriyle yaptıklarını sonuçta görüyoruz. Söz ettikleri bu görüşlerin son derece yanlış
olduğu biraz sonra çok iyi ortaya çıkacaktır.
Ayrıca herkesten daha çok Greklerin –özellikle Chrysostomos da onların arasındaydıinsanın irade yeteneğini yüceltmelerine rağmen, Augustinus dışında bütün eskiler bu konuda
çok farklı, çok tereddütlüdür ya da kafa karıştıracak şekilde konuşurlar. Öyle ki, yazılarından
neredeyse hiçbir kesinlik elde edilemez. Bu nedenle, tek tek yazarların görüşlerini daha kesin
şekilde sıralamaya son vermeyeceğiz; ama bu tezin açıklamasının gerektirdiği şekilde zaman
zaman birini ya da diğerini seçeceğiz.
102
Cicero, Nature of the Gods III. xxxvi. 86 vd.
Calvin, kilise babalarından söz etse de, bu görüşünde Erasmus dâhil, çağdaş Hümanistleri
hedef almaktadır.
103
135
Onlardan sonra gelen diğer yazarların her biri, insan doğasını savunurken kendi
zekâsını överek, giderek kötüden de kötü oldular. Sonunda öyle bir noktaya gelindi ki,
genelde insanın sadece duyusal yanının bozulduğu, aklının hiç kusursuz ve iradesinin de
büyük ölçüde bozulmamış olduğu düşünülüyordu. Bu arada iyi bilinen bir anlatım ağızdan
ağza dolaşıyordu: Đnsanın doğal armağanları bozulmuştu ama doğaüstü armağanları elinden
alınmıştı. Ne var ki, yüz kişiden biri ender olarak bunun önemini seziyordu. Benim açımdan,
doğanın bozulmasının ne olduğunu açıkça öğretmek isteseydim, bu sözlerle kolayca
yetinirdim. Ama doğasının her yanı bozulan ve doğaüstü armağanlardan yoksun kalan insanın
ne yapabildiğini dikkatle ölçüp biçmek daha önemlidir. Mesih’in öğrencileri olmakla
övünenler bu konudan daha çok filozoflar gibi söz ediyorlardı. Latinler, “özgür irade”
terimini, sanki insan hâlâ dürüstmüş gibi, her zaman kullanıyorlardı. Grekler, daha küstahça
bir kelime kullanmaktan utanmıyorlardı. Her insanın kendi gücü kendi elindeymiş gibi,
“özgüç” diyorlardı.104 Herkesin –sıradan halkın bile- kafasına insana özgür irade bahşedildiği
ilkesi sokulmuştu. Yine de seçkin görünmek isteyen bunlardan bazısı bunun nereye kadar
gittiğini bilmiyordu. Bu nedenle önce bu kelimenin etkisini irdeleyelim; sonra da insanın
doğasının iyi ve kötü olarak ne vaat ettiğine dair Kutsal Yazı’nın yalın tanıklığını
belirleyelim.
Özgür irade hepsinin yazısında tekrar tekrar yer alsa da, çok azı onun ne olduğunu
tanımlamıştır. Origenes özgür iradenin, aklın iyinin ve kötünün ayırımına varma yetisi,
iradenin birini ya da diğeri seçme yetisi olduğunu söylemiştir. Kilise yazarları da genelde
onun öne sürdüğü bu tanımda görüş birliğine varmışlardır. Augustinus bu konuda görüş
ayrılığına düşmemiştir. Bunun, aklın ve iradenin lütfun yardımıyla iyiyi, lütuf yoksa kötüyü
seçme yetisi olduğunu öğretmiştir. Bernard, “iradenin yok olmaması ve aklın güvenilirliği
nedeniyle” zarif bir biçimde konuşmak isteyerek, bunun “onay” olduğunu daha da anlaşılmaz
şekilde ifade etmektedir. Anselm’in iyi bilinen tanımı da yeterince açık değildir: Bu,
dürüstlüğü kendi adına koruma gücüdür. Sonuçta Peter Lombard ve Skolastikler,
Augustinus’un tanımını kabul etmeyi tercih etmişlerdir, çünkü daha nettir ve Tanrı’nın
lütfunu dışlamaz. Lütuf olmadan iradenin kendine yetemediğini anlamışlardır. Yine de daha
iyi olduğunu ya da bunu daha net açıkladığını düşündükleri kendi fikirlerini de ortaya
koymuşlardır. Birincisi, arbitrium adının daha çok, görevi iyiyle kötüyü birbirinden ayırmak
olan akla atıfta bulunması gerektiğinde; liberum sıfatının da şuna ya da buna dönebilen
iradeyle esaslı şekilde ilişkili olduğunda görüş birliği içindedirler. Thomas [Aquinas],
özgürlük esasında iradeye ait olduğu için, anlayışla arzunun karışımından türeyen, yine de
arzuya daha yatkın olan özgür iradeye “seçme gücü” demenin çok uygun olacağını
söylemektedir. Özgür karar verme gücünün bulunduğu yerin, akıl ve irade olduğunu
öğrettiklerini görüyoruz. Şimdi bize, her birine ne kadar atıfta bulunduklarına kısaca bakmak
kalıyor.
5. Kilise babalarına göre, farklı “irade” ve “özgürlük” türleri
Tanrı’nın Krallığı’na apaçık ait olmayan ama onunla bağlantı kurdukları gerçek
doğrulukla, Tanrı’nın özel lütfu ve ruhsal yeniden doğuş arasındaki şeyleri105 genelde insanın
özgür görüşü başlığı altında sınıflandırıyorlar. Öteki Ulusların Çağrısı kitabının yazarı bunu
göstermek için üç çeşit irade sayıyor: Birincisi duyusal, ikincisi ruhsal, üçüncüsü manevidir.
Đlk ikisinin insana özgürce bahşedildiğini, sonuncusunun insanın içindeki Kutsal Ruh’un işi
104
“αύτεξούσιος.” Bu kelimeyi ilk kullanan kilise babalarından Đskenderiyeli Clemens’tir.
Pavlus’un “Yetişkin biri olunca” (1Ko. 13:11) sözünü yorumlarken, “Söze itaat eden ve
kendimizin efendileri [αύτεξούσιος] olan bizlere” demiştir.
105
“Rex medias”, Grekçe άδιάφορα sözcüğünün çevrisi, aradaki ya da ortadaki şeyler.
136
olduğunu öğretmektedir.106 Bunun doğru olup olmadığını yeri gelince ele alacağız. Şimdi
kısaca diğerlerinin anlatımlarını çürütmek değil, zihnimde tartmak istiyorum. Olan şu ki,
kilise babaları özgür iradeyi tartışırken, önce sivil ya da dışsal davranışlar için önemini değil,
tanrısal yasaya boyun eğmeyi neyin harekete geçirdiğini irdeliyorlar. Bu ikinci sorunun
önemini kabul etsem de, birincisinin de tümüyle göz ardı edilmesi gerektiğini düşünmüyorum.
Kendi görüşümü çok iyi açıklayacağımı umarım.107
Şimdi okullarda üç özgürlük türü arasında birincisi ihtiyaç, ikincisi günah, üçüncüsü
de mutsuzluk diye ayrım yapılıyor. Bunlardan ilki, doğası gereği insanın özünde öyle yer
alıyor ki, olasılıkla yok etmek mümkün olmuyor ama diğer ikisi günah sayesinde kayboluyor.
Đhtiyacın bir dereceye kadar yanlışlıkla zorlamayla karıştırılmasının dışında ben, bu ayrımı
seve seve kabul ediyorum. Bunlarla akılda tutulacak ihtiyacın arasındaki farkın boyutunun
yeri daha sonra gelecektir.108
6. “Çalışan” ve “işbirliği yapan” lütuf?
Kabul etmek gerekirse lütuf, aslında sadece seçilmişin yeniden doğarak aldığı özel
lütuf, insana yardım etmezse insanın iyi işler yapabilmesi için özgür iradesinin yetersizliği
tartışma götürmez. Lütfun ayrım gözetmeden eşit olarak dağıtıldığını geveleyen o fanatiklerle
vakit kaybetmiyorum.109
Ama insanın iyilik yapma gücünden bütünüyle mi yoksun bırakıldığı ya da az ve zayıf
olmasa da hâlâ biraz gücünün kalıp kalmadığı belirtilmemiştir. Aslında bu, kendi başına
hiçbir şey yapamayan ama kendine düşeni lütfun yardımıyla yapan güçtür. Hükümlerin
Efendisi*, “Đyi işler yapabilmemiz için iki tür lütfa ihtiyacımız vardır” diye öğretirken bu
sorunu çözmek istemiştir. Birincisine, “çalışan” der. Bu, etkin biçimde iyi işler yapacağımızı
garanti altına alır. Đkincisine, “işbirliği yapan” der. Bu da yardım olarak iyi niyetin ardından
gelir.110 Bu ayırmada hoşuma gitmeyen, yazarın, etkin iyiliğin gücünü Tanrı’nın lütfuna
bağlasa da, doğası gereği insanın –etkisizce bile olsa- bir şekilde iyiliğin peşinden koştuğunu
ima etmesidir. Bernard, iyi niyetin Tanrı’nın işi olduğunu duyuruyor ama insanın, kendi itici
gücüyle böyle bir iyi niyet aradığını kabul ediyor. Peter Lombard’ın bu ayırımı
Augustinus’tan edinmiş gibi görünse de bu, Augustinus’un düşüncesinin çok dışındadır.
Đkinci bölümdeki belirsizlik bana itici geliyor, çünkü sapkınca bir yoruma yol açıyor.
Tanrı’nın ilk lütfunu geri çevirerek bunu etkisiz kılmak ya da itaatle bunun peşinden gitmeyi
Tanrı’nın yardım eden lütfuyla işbirliğine
kabul etmek bizim hakkımız olduğu için,
girdiğimizi düşünüyorlar. Öteki Ulusların Çağrısı’nın yazarı, bunu aşağıdaki gibi
açıklamaktadır: “Lütuftan vazgeçmemek hak edilen bir davranış olduğu için, aklın yargısına
başvuranlar bu lütuftan vazgeçmekte özgürdür. Ruh’un işbirliği olmadan yapılamayan iş,
kendi iradeleriyle bunu başaramayanların hakkı sayılsın.”111 Sen, okurum, benim görüşümün
daha sağlıklı olan Skolastiklerden ne farklı olduğunu görebilesin diye, bu iki noktayı
belirtmeyi tercih ediyorum. Yakın zamanlardaki Sofistlerden112 de çok daha farklı
106
Akitanyalı Prosper.
II. xii-xviii.
108
II.iii.5
109
Calvin, (olasılıkla burada ima ettiği) Laelius Socinus’un sorduğu soruya yanıtında (5
Haziran 1555), lütfun seçilmişlere etkin şekilde verilmesiyle, yoldan çıkmışlarda “Ruh’un alt
düzeyde çalışması” arasında ayrım yapmaktadır.
*
Sentences (Hükümler) kitabının yazarı Peter Lombard (çev. n.)
110
Lombard, Sentences II. xxvi. 1 (MPL 192. 710)
111
Akitanyalı Prosper, The Call of All Nations II. iv.
112
Daha eski ve daha “sağlıklı” Skolastiklerle recentiores sophistae (yakın zamanlardaki
Sofistler) arasındaki farka dikkat edin. Yakın zamanlardaki Sofistler derken, Calvin’in
107
137
düşünüyorum, çünkü onlar Eskiçağ’dan çok uzaklaştılar. Yine de en azından bu ayırımdan
insanın özgür iradesini ne şekilde kabul ettiklerini anlıyoruz. En sonunda Lombard, iyiyi ve
kötüyü aynı ölçüde yapabilmek ve düşünebilmek için değil, sadece zorlanmadan özgür olalım
diye, özgür irademizin olduğunu duyuruyor. Lombard’a göre, kötü ve günahın tutsağı olsak
da, günah işlemekten başka bir şey yapamasak da, bu özgürlük engellenmiyor.
7. Hiçbir zorluk çekmeden ister istemez günahlı olan insan özgür irade öğretisini
belirleyemez
Đnsanın, iyiyi ve kötüyü aynı derecede özgürce seçtiği için değil, hiçbir zorluk
çekmeden iradesiyle kötü davrandığı için, böyle özgürce bir karar verebildiği söylenebilir.
Aslında iyice belirtelim, böyle önemsiz bir şeyi görkemli bir adla etiketlemek hangi amaca
hizmet etmektedir? Aslında soylu bir özgürlük –çünkü insanın günaha hizmet etmeye
zorlanmaması ama bu kadar isteyerek köle olması, iradesinin, günahın prangasına
vurulmasıdır! Aslında amaçsız yere kiliseyi tedirgin eden sözlerle mücadele etmekten
iğreniyorum. Ne var ki, özellikle de ölümcül bir yanılgı söz konusu olduğunda saçma bir
anlama gelen bu sözlerden kaçınmaya özenle karar verdim. Ama soruyorum, insana özgür
irade atfedildiğini duyduğunda, onun hem düşüncesinin hem de iradesinin efendisi olduğu,
iyiye ya da kötüye yönelmenin kendi gücü dâhilde olduğu hemen aklına gelmeyen insan
sayısı az mı? Yine de sıradan halk bunun anlamı konusunda uyarılırsa bu tehlike ortadan
kalkar (diyorlar). Đnsan yaradılışı gerçek dışılığa çok isteyerek yatkındır. Öyle ki, uzun bir
söylevdeki gerçekten daha çok, tek bir kelimeyle hemen yanılgıya düşüyor. Bu konuda bu tek
kelimeyle ilgili olarak istediğimizden de çok kesin deneyimlerimiz var. Neredeyse hepsi
Eskiçağ yazarlarının halefleri olanlar, onların yorumlarını küçümseyerek kelimenin etimolojik
anlamına yapışırken yıkıcı bir özgüvene sürüklenmişlerdir.
8. Augustinus’un “özgür irade” öğretişi
Babaların yetkisinin bizim üzerimizde etkisi varsa bu söz sürekli olarak ağızlarındadır.
Aynı zamanda da bunun, kendileri için ne anlama geldiğini duyurmaktadırlar. Her şeyden
önce bunun, “özgürlük olmadığını” söylemekte tereddüt etmeyen Augustinus vardır. Başka
bir yerdeyse iradenin özgür olduğunu kabul etmeyenlere kızmaktadır. Ama başlıca nedenini
şu sözlerle belirtir: “Ancak hiç kimse günahı mazur göstermek isteyerek iradenin kararını
kabul etmezlik etmesin.” Başka bir yerde de, “Ruh yoksa insanın iradesi özgür değildir, çünkü
irade zincir vuran ve galip gelen arzuların altında yatmaktadır” diye açıkça kabul etmektedir.
Aynı şekilde irade, düştüğü günaha yenildiğinde insan doğası özgürlüğünü kaybetmeye
başlamıştır. Ayrıca insan özgür iradesini kötü kullanarak hem kendisini hem de iradesini
kaybetmiştir. Ayrıca özgür irade o kadar köleleşmiştir ki, hiçbir haklılık gücü olamaz. Ayrıca
Tanrı’nın lütfunun özgürleştirmediği biri, özgür olamaz. Ayrıca Tanrı’nın adaleti yasa böyle
buyurduğunda yerine getirilmez ve insan, kendi gücüyle davranıyormuş gibi davranır ama
Ruh yardım ettiğinde insanın özgür olmayan iradesi Tanrı tarafından özgür kılınarak itaat
eder. Başka yerde şunları yazdığında bütün bu konularda kısa bir açıklama yapmaktadır: Đnsan
yaratıldığında büyük bir özgür irade gücü verildi ama o, günah işleyerek bunu kaybetti. Başka
bir yerde özgür iradenin lütuf sayesinde pekiştiğini belirttikten sonra, kendileri için lütuf
olmadan bunu iddia edenlere çıkışmaktadır. “Öyleyse neden zavallı insanlar” demektedir,
“özgür olmadan önce, özgür bırakılmışlar gibi özgür iradeleriyle ya da kendi güçleriyle
övünmeye cesaret ediyorlar? ‘Özgür irade’ teriminde özgürlüğün ima edildiğine dikkat
etmiyorlar. ‘RAB’bin Ruh’u neredeyse orada özgürlük vardır’ [2Ko. 3:17]. Günahın
kölesiyseler özgür iradeyle nasıl övünüyorlar? Đnsan kendisini yenenin kölesi olur. Özgür
aklından açıkça Ockham, kendisi hakkında daha sonra yorum yapan Gabriel Biel (ölm. 1495)
ve dönemindeki Sorbon teologları geçmektedir.
138
bırakıldılarsa kendi çabalarıyla bunu başarmışlar gibi neden övünüyorlar? Ya da ‘Bensiz
hiçbir şey yapamazsınız’ [Yu. 15:5] diyenin kölesi olmak istemeyecek kadar özgürler mi?”
Başka bir yerde ise iradenin aslında özgür olduğunu ama özgür bırakılmadığını
söylediğinde bu sözün kullanılmasıyla alay eder gibidir: Doğrulukta özgür ama günahın
kölesi! Bu ifadeyi başka bir yerde tekrarlayıp açıklamaktadır. Đnsanın, iradesinin kararı
dışında doğruluktan, ayrıca Kurtarıcının lütfu dışında da günahtan özgür olmadığını
öğretmektedir. Đnsanın özgürlüğünün doğruluktan kurtulmaktan ya da azat edilmekten başka
bir şey olmadığını iddia ederken, bunun adının anlamsızlığıyla uygun şekilde alay etmektedir.
Biri, bu sözü kötü anlamını anlamadan kullanırsa onu üzmeyeceğim. Ama şuna inanıyorum
ki, bu büyük bir tehlike olmadan durdurulamayacağı için, hükümsüz kılındığında kilise için
tam tersine, büyük bir rahatlık olacaktır. Ben, kendi adıma kullanmamayı tercih ediyorum ve
başkaları da benden öğüt istiyorlarsa bundan sakınmalarını öneriyorum.
9. Kilise babaları arasında gerçeğin sesleri
Augustinus dışında bütün kilise yazarları bu konuda o kadar belirsiz ya da farklı
konuşmuşlar ki, yazılarından hiçbir kesinlik elde edilemiyor dediğimde, olasılıkla, üzerime
büyük bir önyargı çekmiş gibi görünebilirim. Bazıları, kendilerini bu konuda seslerini
çıkarmaktan yoksun bırakmak istediğim yorumunu getirebilirler, çünkü hepsi bana muhalif.
Ama ben, Tanrı’ya bağlı halka basitçe ve içtenlikle öğüt vermekten başka bir şey
istemiyorum. Şayet bu konuda bu insanların görüşlerine bağlı olsalardı, her zaman kararsızlık
içinde bata çıka ilerlerlerdi. Bu yazarlar bir seferinde insana özgür iradenin bozulmuş
gücünün ancak lütfa sığındığını öğretiyorlar. Başka seferindeyse insanı kendi zırhıyla
donatıyorlar ya da donatıyor görünüyorlar.
Yine de, öğrettiklerinin belirsizliğinde, insan erdemine hiç saygı göstermediklerini ya
da çok az saygı gösterdiklerini ama her iyi işin payesini Kutsal Ruh’a verdiklerini göstermek
güç değildir. Bu nedenle, bunu açıkça öğreten bazı kesin ifadelerini ortaya koyacağım.
Augustinus’un bu kadar sık tekrarladığı Cyprianus’un ifadesi başka ne demektir? “Hiçbir şeyi
yüceltmemeliyiz, çünkü hiçbir şey bizim değildir” ifadesi, hak ettiği şekilde yoksun bırakılan
insanın bütünüyle Tanrı’ya bağlı olmayı öğrenmesi gerektiğinin dışında nedir? Augustinus ve
Eucherius, yaşam ağacını Mesih diye yorumladıklarında ve ona elini kim uzatırsa
yaşayacağını söylediklerinde; iyiyi ve kötüyü bilme ağacını iradenin kararı olarak
yorumlayarak onun tadına bakan, Tanrı’nın lütfundan yoksun kalan kişinin öleceğini
söylediklerinde ne demek istiyorlar? Đçimizde hiç iyilik yoksa insan tepeden tırnağa bütünüyle
günahlıysa, iradesinin gücünün ne boyutta etkili olduğunu bile sınamasına izin verilmiyorsa –
iyi işler yapmanın payesini kim Tanrı’yla insan arasında bölüştürebilir? Başka yazarların bu
türde çok sayıda ifadesinden söz edebilirdim. Yine de, hiç kimse buradaki görüş farkını
kurnazca bastırarak amacıma uygun olanı tercih etmekle beni suçlamasın diye böyle bir
tanıklıktan kaçınıyorum. Yine de şunu kabul etme cesareti gösteriyorum: Kimi kez özgür
iradeyi her ne kadar aşırı yüceltseler de, görünürdeki amaçları şudur –sonunda insana kendi
gücüne güvenmekten vazgeçmeyi ve bütün gücünün sadece Tanrı’ya dayandığına inanmayı
öğretmek. Şimdi sıra, insanın doğasıyla ilgili gerçeğin basit bir açıklamasına geldi.
(Kendimizi övmekten tamamıyla vazgeçmeliyiz, 10-12)
10. Özgür irade öğretişinin her zaman Tanrı’yı onurundan yoksun bırakma tehlikesi
vardır
Ne var ki, bu bölümün başında söz ettiğimi burada bir kez daha tekrarlamak
zorundayım: Felaketinin, yoksulluğunun, çıplaklığının ve nankörlüğünün önünde sonunda
bilincine vararak üzülen ve kahrolan biri, böylece kendini daha çok tanımaktadır. Kendisinde
bulunmayanın Tanrı’da tazmin edilmesi gerektiğini öğrendikçe, insanın elinden daha
fazlasının alınmasında hiçbir tehlike yoktur. Boş özgüveninde kaybolmadan ve Tanrı’nın
139
onurunu gasp etmeden, böylece de korkunç bir saygısızlık suçu işlemeden kendi hakkı olanın
dışında çok az bir şey bile iddia edemez. Aslında bir şeyin Tanrı’nın yerine bizde bulunması
istememiz için bu tutku ne zaman zihnimizi işgal ederse, ilk ana babamızı, “Đyiyi kötüyü
bilerek Tanrı gibi olacaksınız” [Yar. 3:5] diye kandırandan başka bir akıl hocasının bu
düşünceyi bize önermediğini bilelim. Đnsanı yücelten iblisin sözüyse, düşmanımızdan öğüt
almak istemiyorsak ona yer vermeyelim. Aslında kendinize güvenmek için gücünüzün olması
sizin için ne tatlıdır! Ne var ki, bu boş özgüvene aldanmayalım diye Kutsal Kitap’taki bizi son
derece alçakgönüllü duruma getiren çok sayıdaki önemli parça bizi engellesin. Bunlar
şöyledir: “Đnsana güvenen, insanın gücüne dayanan… kişi lanetlidir” [Yer. 17:5]. Ayrıca “Ne
atın gücünden zevk alır, ne de insanın yiğitliğinden hoşlanır. Rab kendisinden korkanlardan,
sevgisine umut bağlayanlardan hoşlanır!” [Mez. 147:10-11]. “Yorulanı güçlendirir, takati
olmayanın kudretini artırır. Gençler bile yorulup zayıf düşer, yiğitler tökezleyip düşerler.
Rab’be umut bağlayanlarsa taze güce kavuşur” [Yşa. 49:29-31]. Bütün bu parçaların amacı
şudur: “Kibirlilere karşı olan ama alçakgönüllülere lütfeden” [Yak. 4:6; 1Pe. 5:5; Özd. 3:38]
Tanrı’nın bize iyi davranmasını istiyorsak, kendi gücümüz olduğunu öne süren hiçbir görüşe
güvenmemeliyiz. O zaman şu vaatler akla gelsin: “Susamış toprağı sulayacak, kurumuş
toprakta dereler akıtacağım” [Yşa. 44:3]. Ayrıca, “Ey susamış olanlar, sulara gelin” [Yşa
55:1]. Bütün bunlar, yoksulluğunun bilinciyle yanıp yok olmazsa hiç kimsenin Tanrı’nın
bereketini almasına izin verilmediğine tanıklık etmektedir. Yeşaya’nın şu ifadesi gibi bunlara
benzeyen diğer ifadeleri de atlamamalıyız: “Gündüz ışığın güneş olmayacak artık, ay da
aydınlatmayacak seni; çünkü Rab sonsuz ışığın… olacak” [Yşa. 60:19]. RAB tabii ki,
güneşinin ya da ayının ışığını kullarından almayacak; ama sadece içlerindeki görkemin ortaya
çıkmasını istediği için, onları, en yetkin dedikleri şeylere bile güvenmekten uzak durmaya
çağıracak.
11. Gerçek alçakgönüllülük sadece Tanrı’ya onur verir
Chrysostomus’un, felsefemizin temeli alçakgönüllülüktür sözü her zaman çok hoşuma
gitmiştir. Ama Augustinus’unki daha çok hoşuma gidiyor: “Bir hatibe konuşma sanatının
başlıca kuralının ne olduğu sorulduğunda, ‘Konuşma tarzı’, ikinci kuralı sorulduğunda,
‘Konuşma tarzı’, üçüncü kuralı sorulduğunda ‘Konuşma tarzı’ yanıtını vermiştir. Bana da
Hıristiyan dininin ilkelerini sorarsanız, birincisinin, ikincisinin, üçüncüsünün her zaman
“alçakgönüllülük” olduğu yanıtını veririm.”
Ama başka bir yerde duyurduğu üzere Augustinus, kişinin, bazı erdemlere sahip
olduğunun farkına vardığında, gururdan ve kibirden uzak durmasını değil, alçakgönüllülük
dışında bir sığınağı olmadığını gerçekten hissetmesinin alçakgönüllülük olduğunu
düşünmektedir. “Hiç kimse kendisini iyi göstermesin” der, “O, Đblis’tendir. Ancak Tanrı onu
kutsar. Sizde günahtan başka ne var ki? Sizden gelen günahtan uzak durun; çünkü doğruluk
Tanrı’dandır.” Ayrıca, “Đnsan doğasının yetenekleri konusunda neden bu kadar çok tahminde
bulunuyoruz? O yaralıdır, sert darbeler almıştır, tedirgindir, kaybolmuştur. Sahte bir
savunmaya değil, gerçek bir itirafa ihtiyacımız vardır.” Ayrıca, “Kişi, hiçbir şey olmadığını ve
kendi kendine yardım edemediğini anladığında, içindeki silahlar parçalanır, savaş sona erer.
Ama dinsizliğin bütün silahları yok edilmeli, parçalanmalı ve gömülmelidir; silahsız
kalmalısınız, size içinizden gelecek yardım yoktur. Ne kadar güçsüz olursanız RAB sizi o
kadar çabuk kabul eder.” Yetmişinci Mezmur’u yorumlarken Augustinus, Tanrı’nın
doğruluğunu bilelim diye kendi doğruluğumuzu hatırlamamızı bize yasaklamaktadır.
Tanrı’nın, hiçbir şey olmadığımızı bilelim diye bize lütufta bulunduğunu göstermektedir.
Kendi başımıza kötüden başka bir şey olmadığımız için, ancak Tanrı’nın merhametiyle ayakta
dururuz. Bu noktada, Tanrı’yla bağdaştırılan şey, bizim gönencimizden alınıyormuş gibi,
Tanrı’yla çekişmeyelim. Bizim alçakgönüllülüğümüzün O’nun yüceliği olması gibi,
alçakgönüllülüğümüzü itiraf etmemiz de O’nun merhameti için hazır bir reçetedir. Đkna
140
olmamış kişinin gönüllü olarak boyun eğmesi ve herhangi bir gücü varsa, gerçek
alçakgönüllülüğe boyun eğmek için bunu düşünmemesi gerektiğini iddia etmiyorum. Ne var
ki, ben sadece, insanın, kendini kör eden ve gerektiğinden daha çok kendini düşündüğü [Krş.
Gal. 6:3] özsevgi ve tutku hastalığını bir kenara bırakarak, Kutsal Yazı’nın sadık aynasında
kendini doğru tanımasını istiyorum [Krş. Yak. 1:22-25].
(Đnsana bağışlanan yetenekler bütünüyle yok edilmemiştir: anlayış, 12-17)
12. Doğaüstü armağanlar mahvolmuş, doğal armağanlar bozulmuştur; ama insanı
vahşi hayvanlardan ayıran yeterince akıl kalmıştır
Augustinus’tan edindikleri şu genel düşünce aslında hoşuma gidiyor: Doğal
armağanlar günah aracılığıyla bozulmuştur ama insan doğaüstü armağanlarından yoksun
bırakılmıştır. Cümlenin ikinci yarısından doğruluk kadar göksel yaşama ve sonsuz mutluluğa
erişmek için yeterli olan iman ışığını da anlıyorlar. Tanrı’nın Krallığı’ndan uzaklaşan insan,
aynı zamanda da sonsuz kurtuluş umuduyla donatılmış olduğu ruhsal armağanlardan yoksun
bırakılmıştır. Bundan çıkan sonuç, insan Tanrı’nın Krallığı’ndan öyle sürülmüştür ki, canın
kutsanmış yaşamına ait olan bütün nitelikler, yeniden doğuş lütfuyla geri alınıncaya kadar yok
olmuştur. Bunların arasında iman, Tanrı sevgisi, komşuyu sevmek, kutsallık ve doğruluk için
gayret etmek vardır. Mesih bunları içimizde yenilediği için, hepsinin sonradan edinildiği ve
doğanın dışında olduğu düşünülmektedir: Bu nedenle bunların geri alınmış olduğu sonucuna
varıyoruz. Öte yandan sağlıklı düşünmek ve yüreğin doğruluğu da aynı zamanda geri
alınmıştır. Doğal armağanların bozulması budur. Đradenin yanı sıra anlayış ve yargı tortu
olarak kalsa bile, hem zayıf hem de derin bir karanlığa gömülmüş bir zihne sağlıklı
diyemeyiz. Đradenin doğru yoldan ayrıldığını herkes bilmektedir.
Đnsanın iyiyi ve kötüyü birbirinden ayırdığı, anladığı ve yargıya vardığı akıl doğal bir
armağan olduğu için, tamamıyla yok olmaz; ama birazı güçsüz düşer, birazı da bozulur. Öyle
ki, çirkin kalıntıları ortaya çıkar. Yuhanna bundan söz etmektedir: “Işık karanlıkta parlar.
Karanlık onu alt edemedi” [Yu. 1:5]. Bu sözlerde her iki gerçek de anlatılmaktadır. Birincisi,
insanın sapmış ve yozlaşmış doğasında hâlâ kıvılcımlar çakmaktadır. Bu onun, vahşi
hayvanlardan farklı, akılcı bir varlık olduğunu belirtmektedir, çünkü ona anlayış
bahşedilmiştir. Đkincisi, bu sözler yoğun bir bilgisizliğin bu ışığı bastırdığını, öyle ki, ışığın
tam olarak ortaya çıkamadığını da belirtmektedir.
Aynı şekilde irade, insanın doğasından ayrılmadığı için, yok olmaz ama kötü arzulara
o kadar bağlıdır ki, doğrunun peşinden koşamaz. Aslında bu, eksiksiz bir tanımdır ama daha
çok açıklanması gerekmektedir.
Tartışma, insanın canını anlayış ve irade diye ayırdığımız başlangıçtaki sıraya göre
gitsin diye, her şeyden önce anlayışın gücünü inceleyelim.
Đnsanın anlayışını, hiçbir şeyi algılamayı ona bırakmayarak sürekli körlüğe mahkûm
ettiğimizde, sadece Tanrı’nın Sözü’ne karşı gelmeyiz, sağduyunun deneyimine de ters
düşeriz. Đnsan doğasına gerçeği arama arzusunun aşılandığını görüyoruz. Đnsan, şimdiye kadar
bunu tatmamış olsaydı hiç istemezdi. Đnsanın anlayışında biraz algı gücü vardır, çünkü doğası
gereği gerçek sevgisi onu tutsak etmiştir. Vahşi hayvanlarda bu yeteneklerin olmaması,
doğalarının kaba ve akılsız olduğunun kanıtıdır. Ne var ki, bu gerçeği arayış, insan doğasına
daha ayağını atmadan çürümektedir, çünkü hemen batıla düşmektedir. Aslında insan aklı,
durgunluğundan ötürü doğru yolu bulamaz ama karalıkta el yordamıyla yürüyormuş gibi,
yolunu şaşırıp sonunda kayboluncaya kadar çeşitli yanlışlarda gezinir, tekrar tekrar sürçer.
Gerçeği aramakta ve bulmakta aklın ne kadar beceriksiz olduğu buradan bellidir.
O zaman akıl başka tür bir batılda acı veren bir doğum yapar: Bilmesi için gayret
etmesi gereken bu konuların çoğunlukla ayrımına varamaz. Bu nedenle, boş ve değersiz
şeyleri araştırarak saçma merakıyla kendine eziyet eder. Özellikle anlaması gereken konulara
pek ya da hiç dikkat etmez. Aslında bunları çok ender olarak ciddi şekilde araştırır. Seküler
141
yazarlar bu sapkınlıktan şikâyet etmeyi alışkanlık edinmiştir, yine de hemen hepsi kendini
bunun içinde bulmuştur. Bu nedenle Süleyman, Vaiz’inin bütününde insanların kendilerini
çok bilge gördükleri bu işleri anlattıktan sonra bunların boş ve değersiz olduğunu
duyurmaktadır [1:2, 14; 1:11 vb].
13. Dünyasal işlerle ve insan toplumunun biçimiyle ilgili olarak anlayışın gücü
Yine de özellikle aşağıdaki konulara dikkat ettiğinde gösterdiği çabalar hiçbir zaman
hiçbir etkisi olmayacak kadar değersiz değildir113. Tam tersine, yukarıdaki konuların tadına
varacak kadar zekidir ama bunları araştıracak kadar dikkatli değildir. Söz edilen bu ikinci
eylemi aynı beceriyle yürütemez. Zihin şimdi yaşam düzeyinin üzerine çıktığında
güçsüzlüğüne özellikle inanır. Zihnin, herhangi bir konuda yeteneğinin derecesine göre ne
kadar ilerleme kaydettiğini daha net algılamak için, burada bir ayırımı ortaya koymalıyız.
Ayırım şudur: Dünyasal işleri anlamak başka, göksel işleri anlamak daha başkadır. Tanrı’ya
ve Krallığına, gerçek adalete ya da gelecek yaşamın kutsallığına ait olmayan ama şimdiki
yaşamda önemi ve onunla ilişkili olan, bir anlamda kendi sınırlarının içine hapsolmuş işlere,
“dünyasal işler” diyorum. Tanrı’ya dair pak bilgiye, gerçek doğruluğun doğasına ve Göksel
Krallığın sırlarına, “göksel işler” diyorum. Devlet yönetimi, ev idaresi, bütün mekanik
beceriler ve temel bilimler bu birinci kategoriye girer. Đkinci kategoride ise Tanrı bilgisi,
Tanrı’nın iradesi ve yaşamımızda uyduğumuz kurallar vardır.
Birinci kategori hakkında şunlar söylenmelidir: Doğası gereği insan bir toplumsal
hayvan olduğu için, doğal içgüdüsüyle toplumu teşvik etmeye ve korumaya yatkındır.
Sonuçta, bütün insanların zihninde adil ve düzgün işler yapan bir yurttaşla ilgili evrensel bir
izlenim vardır. Her tür insani örgütün yasalarla düzenlenmesi gerektiğini anlamayan ve bu
yasaların ilkelerini kavramayan tek kişi bile bulunmamaktadır. Her ulusun ve ölümlü bireyin
yasalar konusundaki değişmeyen görüş birliği buradan çıkmaktadır. Öğretmen ya da yasa
koyucu olmadan bunların tohumları bütün insanlara ekilmiştir.
Aniden ortaya çıkan çekişmelerin ve görüş ayrılıklarının üzerinde durmuyorum.
Hırsızlar ve soyguncular gibi bazıları yasayı ve düzeni yıkmayı, bütün meşru kısıtlamaları
çiğnemeyi, sadece kendi tutkularını yasa kılıfına sokmayı isterler. Bazılarının adil bulduğunu
bazıları adaletsiz (hatta sıradan bir kusur) bulur. Bazıları da yasaklanan şeyin övgüye değer
olduğunu öne sürer. Bu kişilerin yasalardan nefret etmesinin nedeni, yasaların iyi ve kutsal
olduğunu bilmemeleri değildir; ama pervasız tutkularıyla öfkeye kapılıp aklın göz önüne
serilmesine karşı mücadele ediyorlar. Anlayış olarak kabul ettikleri şeyden tutkuları nedeniyle
nefret ediyorlar. Söz edilen bu ikinci türdeki kavgalar başlangıçtaki eşitlik kavramını
hükümsüz kılmamaktadır. Đnsanlar yasanın tek tek bölümlerini aralarında tartışırken, genelde
bir eşitlik kavramı konusunda görüş birliğine varırlar. Đnsan zihninin bu konudaki güçsüzlüğü
kesinlikle kanıtlanmıştır: Zihin, doğru yoldan gidiyor görünse bile aksayarak sürçer. Yine de
geriye, herkese bir siyasal düzen tohumu ekildiği gerçeği kalır. Hiç kimsenin bu yaşamını
düzene sokarken aklın ışığından yoksun kalmadığının kapsamlı bir kanıtıdır bu.
14. Sanat ve bilim anlayışı
Sonra hem temel bilimler hem de el sanatları geliyor. Đnsan zekâsının gücü bunları
öğrenirken de ortaya çıkıyor, çünkü hepimizin belli bir yeteneği var. Ama herkes her sanatı
öğrenmeye uygun olmasa bile bu, ortak bir enerjinin yeterli göstergesidir, çünkü herhangi bir
sanata yeteneği olmayan birini bulmak güçtür. Sadece öğrenmek için değil, her sanatta yeni
bir şey bulmak ya da kişinin kendinden önceki birinden öğrendiğini yetkinleştirip düzeltmesi
için de enerji ve yetenek hazırdır. Platon’un, böyle bir kavrayışın hatırlamaktan başka bir şey
113
Aşağıdaki açıklamasında Calvin, hayran olduğu güzel sanatlardan söz etmemektedir. Krş.
I. xi. 12.
142
olmadığını yanlış olarak öğretmesine bu yol açmıştır. Bunun başlangıcının insan doğasında
doğuştan var olduğunu kabul etmek zorunda olmamızın iyi bir nedeni vardır. Bu kanıt aklın
evrensel kavrayışına ve doğası gereği anlayışın insana aşılandığına apaçık tanıklık etmektedir.
Bunun yararı o kadar evrenseldir ki, herkes bunun kendisi için, Tanrı’nın özel bir lütfu
olduğunu kabul etmelidir. Doğanın Yaratanı, geri zekâlıları yaratırken bize bu lütfu bol bol
vermiştir. Bunların aracılığıyla Tanrı, insan canının O’nun ışığıyla bu yeteneklerin keyfini
çıkarması gerektiğini belirtmektedir. Bu ışık herkes için o kadar doğaldır ki, kuşkusuz O’nun
herkese cömertçe verdiği karşılıksız bir armağandır! Sanatların bulunuşu veya sistematik
aktarımı ya da birkaç kişiye özgü olan içsel ve daha yetkin sanat bilgisi ortak bir sezginin
yeterli kanıtı değildir. Dinine bağlı olan ve olmayan herkese ayırım gözetmeden bahşedildiği
için bu, haklı olarak doğal armağan sayılmaktadır.
15. Tanrı’nın armağanı olarak bilim
Đnsan düşmüş ve doğruluğundan sapmış bile olsa, seküler yazarlarda bu konulara her
ne zaman rastlasak, onların içinde parlayan, hayran bırakan bu gerçeğin ışığı, yine de insan
zihninin Tanrı’nın yetkin armağanlarını giyinmiş ve bunlarla süslenmiş olduğunu bize
öğretsin. Tanrı’nın Ruhu’na gerçeğin tek çeşmesi diye bakıyorsak, Tanrı’nın Ruhu’na
saygısızlık etmek istemediğimizde ne gerçeği reddederiz ne de nerede ortaya çıkarsa çıksın
ondan nefret ederiz.114 Kutsal Ruh’un armağanlarını fazla değer vermeden düşünürsek Ruh’u
küçümseriz, O’na sitem ederiz. Öyleyse ne yapalım? Böylesine büyük bir eşitlikle yurttaşlık
düzenini ve disiplinini kuran eski hukukçuların üzerinde parlayan gerçeği inkâr mı edelim?
Filozofların, hassas gözlemlerinde ve doğayı sanatsal tanımlamalarında kör olduklarını mı
söyleyelim? Tartışma sanatını düşünen ve bize mantıklı konuşmayı öğreten bu insanların
anlayıştan yoksun olduğunu mu söyleyelim? Bizim yararımıza emek vererek tıbbı geliştiren
bu insanların deli mi olduğunu söyleyelim? Bütün matematiksel bilimler için ne diyeceğiz?
Bunların deli saçmalığı olduğunu mu düşünelim? Hayır, eski insanların bu konulardaki
yazılarını büyük hayranlık duymadan okuyamayız. Onlara şaşıyoruz, çünkü ne kadar üstün
olduklarını kabul etmek zorundayız. Ama aynı zamanda Tanrı’dan geldiğini kabul etmeden
bir şeyi övgüye değer ya da soylu diye kabul eder miyiz? Böylesine büyük bir nankörlükten
utanalım. Putperest şairler bile bu nankörlüğe düşmemişlerdir, çünkü felsefeyi, hukuku ve
bütün yararlı sanatları tanrıların icat ettiğini kabul etmişlerdir. Kutsal Yazı’nın “doğal kişi”
dediği [1Ko. 2:14] bu insanlar aslında zekiydi ve araştırmalarında bayağı şeylerin içyüzünü
anlıyorlardı. Đnsan doğasının gerçek iyiliği daha sonra yozlaşmış olsa bile, onların örneğine
bakarak RAB’bin ona ne armağanlar bıraktığını öğrenelim.
114
“Gerçek, her nerede ortaya çıkarsa çıksın” onun kökeninde tanrısallığın ve gerçekliğinin
kanıtlanmasının bulunduğuna dair bu iddia daha çok vurgulanamazdı. Đnsan zihninin doğal
kapasitelerini burada daha çok geçici ve “bayağı” alanlarla bağdaştırırken, başka yerlerde
Calvin, putperest filozofların dinsel gerçeğin temel ilkeleri konusunda yaptıkları ayırımı
çoğunlukla kabul etmektedir. Krş. I. iii. 1; 1:v.3. Kutsal Yazı’nın dışındaki kaynaklarda ve
doğal insanda bulunan gerçeğe sıcak bakarken, birbiriyle uyum içinde olmayan (en iyi
temsilcisinin Duns Scotus olduğu) iki kavrama dair hiçbir düşüncemizin olmadığı
belirtilmelidir. Daha çok onun, Tanrı vergisi gerçek konusuna bakışı iki zeminde ortaya
çıkmaktadır. Birincisi, sadece geçici ve dünyasal işlerin değeridir. Calvin filozoflar, “olayların
bütününü” yani insan Tanrı’ya tapsın diye dünyanın Tanrı tarafından yaratıldığını, yine de her
birinin gerçeğin birazını görebildiğini söyleyen Lactantius’la aynı görüştedir. Đskenderiyeli
Clemens’in açıklamasına göre, felsefe olguların doğasını araştırırken, felsefenin gerçeği,
“Rab’bin söylediği gerçektir: ‘Gerçek benim.’” Calvin, Comm. Titus 1:12’de, gerçeği günahlı
insanlar bile söylese Tanrı’dan geldiğini söylemektedir.
143
16. Đnsanın sanatta ve bilimde yetkinliğini de Tanrı’nın Ruh’u sağlar
Bu arada Tanrı’nın Ruhu’nun en mükemmel yararlarını unutmamalıyız. O, insanlığın
ortak iyiliği için bunları istediği herkese dağıtır. Buluşma Çadırını inşası için gereken anlayış
ve bilgiyi Tanrı’nın Ruhu, Besalel’le Oholiav’a damla damla akıtmalıydı [Çık. 31:2-11;
35:30-35]. Đnsan yaşamında her şeye dair en mükemmel bilginin bize Tanrı’nın Ruhu
aracılığıyla iletildiğinin söylenmesi tuhaf değildir. Tanrı’dan tümüyle uzaklaşmış olan
dinsizlerin Ruh’la ne işi olur, diye sormanın mantığı yoktur. Bizi, Tanrı’nın tapınağı unvanını
vererek kutsayan Ruh’tan söz edilirken [1Ko. 3:16] Tanrı’nın Ruhu’nun sadece imanlılarda
konut kurduğu [Rom. 8:9] ifadesini anlamalıyız. Yine de insan aynı ruhun gücüyle dolmakta,
hareket etmekte ve her şeye ivme kazandırmaktadır. Yaratılış yasasıyla herkese bahşettiği
karaktere göre bunu yapmaktadır. Ama tanrısızların çalışmasının ve hizmetinin fizik,
diyalektik, matematik ve benzeri disiplinlerde bize yardımcı olmasını Rab istiyorsa bu
yardımdan yararlanalım. Tanrı’nın bu sanatlarda karşılıksız sunduğu armağanı görmezden
gelirsek, tembelliğimiz yüzünden adil bir cezanın acısını çekmeliyiz. Đnsanın gerçekten
kutsandığını kimse düşünmesin diye [Krş. Kol. 2:8], bu dünyanın temel ilkelerindeki gerçeği
anlaması için birinin önemli bir güce sahip olduğuna inanıldığında, ardından gelen anlayışla
birlikte bütün bu anlama kapasitesinin altında gerçeğin sağlam bir temeli yoksa Tanrı’nın
gözünde istikrarsız ve geçici bir şey olduğunu hemen eklemeliyiz. Augustinus en büyük
gerçekle ilgili olarak, Düşüş’ten sonra insanın elinden karşılıksız armağanları alındığı gibi,
geriye kalan doğal armağanların da bozulduğunu öğretmektedir. Söylediğimiz gibi,
Hükümlerin Efendisi ve Skolastikler115 bu konuda onun görüşünü kabul etmek zorunda
kalmaktadırlar. Tanrı’dan geldiği için, armağanlar kendi başına kirlenemezdi. Ama kirlenmiş
insan için bu armağanlar artık pak değildi ve armağanlarından ötürü asla övgü alamazdı.
17. 12-16’nın özeti
Özetlersek: Bütün insan ırkında aklın doğamıza uygun olduğunu görüyoruz; vahşi
hayvanların sahip olduğu duyguların onları cansız varlıklardan farklı kılması gibi, akıl da bizi
vahşi hayvanlardan ayırıyor. Bazıları akılsız ya da aptal doğduğu için, bu kusur Tanrı’nın
genel lütfunu karanlığa gömmüyor. Tersine, bu manzara, içimizde kalmış olanı Tanrı’nın
şefkatine bağlamamız gerektiği yolunda bizi uyarıyor. Tanrı bizi esirgemiş olmasaydı
düşüşümüz bütün doğamızın mahvına yol açardı. Bazılarının aklı üstündür, bazıları
yargılamakta üstündür; bazılarının zekâsı ise şu ya da bu sanatı öğrenmeye daha çok hazırdır.
Hiç kimse, Tanrı’nın düpedüz cömertliğinden akan şeylerin kendisine ait olduğunu iddia
etmesin diye Tanrı, bu çeşitliliğin içinde bize lütufta bulunmaktadır. Biri, diğerinden neden
daha mükemmeldir? Birçoğunun yanından geçip giden, hiç kimseye bağlı olmadığını ilan
eden Tanrı’nın özel lütfunun sıradan bir doğada sergilenmesi değil midir bu? Bundan başka
Tanrı, herkese çağrısına göre özel faaliyetler esinlemektedir. Bunun birçok örneği Hâkimler
Kitabı’nda görülmektedir. Burada RAB’bin Ruhu’nun halkı yönetmeye çağırdığı insanları
yönlendirdiği söylenir [6:34]. Kısacası, her olağanüstü durumda özel bir itici güç vardır. Bu
nedenle, “Tanrı’nın isteklendirdiği yiğitler” Saul’e eşlik etmişlerdir [1Sa. 10:26]. Saul’un kral
olarak kutsandığı önceden belirtildiğinde Samuel, “RAB’bin Ruhu senin üzerine güçlü bir
biçimde inecek…başka bir kişiliğe bürüneceksin” demiştir [1Sa. 10:6]. Daha sonra Davut
için, “O günden başlayarak RAB’bin Ruhu onun üzerine güçlü bir biçimde indi” [1Sa. 16:13]
denmesi gibi, bu devlet yönetiminin bütününe kadar uzanmaktadır. Başka yerlerde de benzer
davranışlar konusunda aynı şey öğretilmektedir. Homeros bile, insanların her birinin doğal
yeteneğinin sadece Jupiter’in bahşettiği şekilde üstün olmadığını, “Jupiter’in her gün onlara
yol gösterdiği” söylemektedir. Bir zamanlar özellikle zeki ve becerikli olan insanlar
aptallaştıklarında insanların zihinlerinin Tanrı’nın elinde ve iradesinde olduğunu deneyim
115
Lombard, Sentences II. xxv. 8. Buraya “et scholastici”yi ekleyerek Calvin, Lombard’ın Sentences’ı üzerine
Skolastiklerin yazdığı çok sayıda yoruma göndermede bulunmaktadır.
144
tabii ki gösteriyor. Öyle ki, Tanrı onları her an yönlendiriyor. Bu nedenle, “Güvenilir
danışmanları susturur [Krş. Eyü. 12:20], yolu izi belirsiz bir çölde dolaştırır onları” [Eyü.
12:24; Krş. Mez. 107:40] denir. Bu çeşitliliğin içinde, bütün insan ırkını diğer yaratıklardan
farklı kılan Tanrı’nın suretinin arta kalan izlerini hala görmekteyiz.
(Ama biz yeniden doğuncaya kadar hiç ruhsal farkındalık yoktur, 18-21)
18. Anlayışımızın sınırları
Artık insan aklının Tanrı’nın Krallığı ve ruhsal kavrayış konusunda neyin ayırımına
vardığını analiz edebiliriz. Bu ruhsal kavrayış başlıca üç unsur içermektedir: (1) Tanrı’yı
bilme; (2), kurtuluşumuzu kapsayan, bize duyduğu babaca şefkatini bilme; (3) yasasındaki
kurala göre yaşamımızı nasıl bir çerçeveye oturtacağımızı bilme. Đlk iki noktada –özellikle de
ikincisinde- en büyük dehalar kör sıçanlardan daha da kördür! Felsefecilerin şurada burada
yazdıkları Tanrı hakkındaki uzmanca ve yerinde anlatımlarının okunabildiğini kuşkusuz
yadsıyamam ama her zaman burada, baş döndürücü bir hayal gücü görülmektedir. Yukarıda
belirtildiği üzere, dinsizliklerini bilgisizlik kisvesi altında saklamasınlar diye RAB gerçekten
de onlara tanrısallığını biraz tattırmıştır.116 Kimi zaman da onları, düzelecekleri bazı itirafları
telaffuz etmeye zorlamıştır. Ama onlar olaylara öyle bakmışlardı ki, bu bakışları onları
gerçeğe yönlendirmemişti, gerçeğe pek ulaşamayacak duruma gelmişlerdi! Gece tarladan
geçerken şimşek çaktığında bir an her yeri gören ama görüntü hızla yok olduğu için, - onun
yardımıyla yolunu bulmak şöyle dursun- tek bir adım bile atamadan gecenin karanlığına
gömülen yolcuya benzerler. Ayrıca, kitaplarına şans eseri gerçeğin damlacıkları serpilmiş olsa
bile, ne kadar korkunç yalanlarla kirlenmişlerdir! Kısacası, Tanrı’nın bize yardımının
güvencesini hiç hissetmemişlerdir (bu yardım olmazsa insan anlayışını sadece sınırsız
şaşkınlık doldurabilir). Đnsan aklı, gerçek Tanrı’nın kim olduğu ya da bize karşı nasıl bir Tanrı
olmak istediği gerçeğine ne yaklaşır, ne onun için çaba gösterir, ne de dosdoğru onu hedefler.
19. Yuhanna 1:4-5’de belirtilen insanın ruhsal körlüğü
Kendimizi kavramamızla ilgili yanlış görüş bizi sarhoş eder. Bu nedenle de tanrısal
konularda bunun son derece düşüncesizlik ve aptallık olduğunu kabul etmeye hiç gönüllü
değildirler. Bu gerçeği akıldan çok, Kutsal Yazı’nın tanıklığıyla kanıtlamanın daha etkili
olacağına inanıyorum. Daha önce alıntı yaptığım bir parçada Yuhanna bunu çok güzel
öğretmektedir117, şunları yazar: “Yaşam O’ndaydı ve yaşam insanların ışığıydı. Işık karanlıkta
parlar. Karanlık onu alt edemedi” [Yu. 1:4-5]. Yuhanna, Tanrı’nın ışığının parlaklığının
insanın canını, azda olsa parıltısız ya da en azından kıvılcımsız asla kalamayacağı kadar
aydınlattığını ama bu aydınlığa rağmen Tanrı’yı anlayamadığını belirtmektedir. Neden
böyledir? Çünkü Tanrı bilgisi söz konusu olduğunda insanın zihninin keskinliği körelir. Ruh,
insanlara “karanlık” derken ruhsal anlayış yeteneğini onlardan esirger. Bu nedenle Pavlus,
Mesih’e kucak açan imanlıların için, “Onlar ne kandan, ne bedenden ne de insan isteğinden
doğdular; tersine Tanrı’dan doğdular” demektedir [Yu. 1:13]. Bu, şu demektir: Benlik,
Tanrı’nın Ruhu’yla aydınlanmazsa Tanrı’yı ve neyin Tanrı’dan olduğunu anlayacak kadar
yüce bir bilgeliğe yatkın değildir. Mesih’in tanıklık ettiği gibi, Petrus’un O’nu tanıması
Baba’nın özel bir vahyiydi [Mat. 16:17]
20. Đnsanın Tanrı’yı bilmesi, Tanrı’nın işidir
Göksel Baba’mızın, yenileyen Ruhu’yla [Krş. Tit. 3:4-6] seçilmişlerine bahşettiği her
şeyden –tartışma götürmeyecek bir gerçek- doğamızın yoksun olduğuna inansaydık, burada
kuşku duyma fırsatımız olmazdı! Peygambere göre, imanlı halk şöyle demektedir: “Çünkü
116
117
I. iii. 1, 3.
I. xvii. 2
145
yaşam kaynağı sensin, senin ışığınla aydınlanırız” [Mez. 39:9]. Elçi, “Kutsal Ruh’un aracılığı
olmaksızın kimse ‘Đsa Rab’dir’ diyemez” dediğinde aynı şekilde tanıklık etmektedir [1Ko.
12:3]. Vaftizci Yahya, öğrencilerinin şaşkınlığını görünce, “Đnsan kendisine gökten
verilmedikçe hiçbir şey alamaz” diye haykırmıştır [Yu. 3:27]. Onun “armağan”dan, doğanın
sıradan bir bağışını değil, özel bir aydınlanmayı anladığı, kendisinden yararlanmayan
öğrencilerine Mesih’i övdüğü aynı sözlerle şikâyet etmesinden bellidir. “Rab, Ruhu
aracılığıyla anlayış vermezse benim sözlerimin Tanrısal konuları insanların zihnine aşılama
gücü olmadığını görüyorum” der. Musa bile unutkanlıkları için halkı azarlarken, aynı
zamanda da Tanrı’nın sırları konusunda hiç kimsenin O armağan etmezse bilge olamayacağını
belirtiyor. “Büyük denemeleri, belirtileri, o büyük ve şaşılası işleri gözlerinizle gördünüz. Ne
var ki, RAB bugüne dek size kavrayan yürek, gören göz, duyan kulak vermedi” diyor [Yas.
29:3-4] Tanrı’nın işlerini düşünme tarzımızda “taş” olduğumuzu söylediyse daha fazla ne
diyebilirdi? Bu nedenle RAB, eşsiz bir lütufta bulunarak, peygamber aracılığıyla
Đsrailoğullarına, Kendisinin RAB olduğunu anlayacak bir yürek vermeyi vaat ediyor.
Kuşkusuz bu, Tanrı aydınlattığı sürece insan zihninin ruhsal bir bilge olacağı anlamına
geliyor.
Mesih, “Beni gönderen Baba bir kimseyi bana çekmedikçe, o kimse bana gelemez”
[Yu. 6:44] dediğinde bunu Kendi sözleriyle daha net onaylamıştır. Neden? O, Baba’nın
yüceliğinin tüm görkemiyle açıklandığı [Krş. Đbr. 1:3] yaşayan görünümü değil mi [Krş.
1:15]? Tanrı’yı tanıma kapasitemizi Mesih, görünümü açıkça önümüzde sergilendiğinde bile
görecek gözümüz olduğunu kabul etmemekten daha iyi açıklayamazdı. Neden? Mesih,
Baba’sının insanlardan istediğini açıklamak için yeryüzüne inmedi mi [Krş. Yu. 1:18]?
Görevini bağlılıkla yerine getirmedi mi? Böyle olduğu apaçıktır. Ruh, içimizdeki öğretmen
olarak zihnimize yol göstermezse O’nu vaaz etmekle hiçbir şey başarılmaz. Ancak O’nu işiten
ve Baba’nın öğrettiği insanlar O’na gelir. Bu nasıl bir işitme, nasıl bir öğretmedir? Tabii ki,
Ruh’un harika ve eşsiz gücüyle, duyalım diye kulaklarımızı ve anlayalım diye yüreklerimizi
geliştirdiğinde. Mesih, bunun yeni bir şey olmadığını belirtmek için Yeşaya’nın
peygamberliğinden alıntı yapmaktadır. Kilisenin yenilenmesini vaat ettiğinde sadece
kurtulmak için bir araya gelecek olanlar [Yşa. 54:7] Tanrı’nın öğrencileri olacaktır [Yu. 6:45;
Yşa. 54:13]. Şayet Tanrı seçilmişleriyle ilgili özel sözler söylüyorsa, dinsizlerin ve
kutsallıktan yoksun olanların da paylaşabileceği türde açıklama yapmadığı bellidir.
Bu durumda bize Tanrı’nın Krallığı’nın yolunun sadece, O’nun Kutsal Ruhu’yla
aydınlanarak zihni yenilenen kişiye açık olduğunu anlamak kalıyor. Yine de Pavlus bu
tartışmaya açıkça girerek hepsinden daha çok anlaşılır şekilde konuşuyor [1Ko. 1:18 vdd].
Đnsan aklının aptallığına ve boşluğuna hüküm vererek, sonunda da sıfıra indirgedikten sonra
[Krş. 1Ko. 1:13 vdd] şu sonuca varıyor: “Doğal kişi, Tanrı’nın Ruhu’yla ilgili gerçekleri
kabul etmez. Çünkü bunlar ona saçma gelir, ruhça değerlendirildikleri için bunları
anlayamaz” [1Ko. 2:14]. Pavlus, kime “doğal” diyor? Doğanın ışığına bağlı olan adama. Ben,
onun, Tanrı’nın ruhsal sırlarından hiçbir şey anlamadığını söylüyorum. Neden böyledir?
Tembelliğinden ötürü bunları ihmal ettiği için mi? Hayır, çaba gösterse bile, bunlar “ruhça
değerlendirildikleri için” hiçbir şey yapamaz. Bu ne demektir? Bu sırlar insanın kavrayışından
daha derinlere saklandığı için, sadece Ruh açıklığında göz önüne serilir. Tanrı’nın Ruhu
bunları aydınlatmadığında aptalca oldukları düşünülür. Yine de daha önce Pavlus, gözün,
kulağın ve zihnin kapasitesini “Tanrı’nın kendisini sevenler için hazırladıklarının” üzerine
çıkarmıştır [1Ko. 2:9]. Aslında insanın bilgeliğini zihnin Tanrı’yı görmesini engelleyen bir
örtüye benzetir. Öyleyse ne? Elçi, “Tanrı dünya bilgeliğinin saçma olduğunu göstermedi mi?”
diye duyurur [1Ko. 1:20]. Bunu, insanın Tanrı’yı ve Göklerdeki Krallığın sırlarının iç yüzünü
anlayabildiği keskin anlayışına mı bağlayacağız? Böyle bir delilik uzak olsun!
21. Ruh’un ışığı yoksa her şey karanlıktır
146
Burada Pavlus insanları yoksun bıraktığı şeyi başka bir yerde dua ederken sadece
Tanrı’ya atfeder. “Tanrı…ve Yücelikler Babası size bilgelik ve esin Ruhu versin” [Ef. 1:17,
Vg.]. Şimdi bilgeliğin ve esinin Tanrı’nın armağanı olduğunu duyuyorsunuz. Pavlus başka ne
diyor? “Zihninizin gözleri aydınlansın” [Ef. 1:18, Vg.]. Tabii ki, yeni bir esine ihtiyaçları
varsa, kendilerini görmezler. Sonra şöyle der: “ki, O’nun çağrısından doğan umudu öğrenin”
[Ef. 1:18]. Đnsanların zihninin, çağrıldıklarını bilecek kadar yeterince anlayışlı olmadığını
kabul eder.
Hiçbir Pelagius’çu burada, Tanrı, rehbersiz ulaşılamayan Sözü’nü öğreterek, insanın
anlayışını yönlendirdiğinde bu aptallığın ya da isterseniz, bilgisizliğin deyin, çaresini bulur
diye gevelemesin. Davut’un, istediği bütün bilgeliği içeren Yasası vardı; yine de bundan
hoşnut değildi. “Tanrı’nın yasasının sırlarını düşünmek” için gözlerinin açılmasını istiyordu
[Mez. 119:18, mealen aktarma]. Bu ifadeyle Davut, Tanrı’nın Sözü insanların üzerinde
parlayınca yeryüzünün üzerine güneş doğar ama “Işıklar Babası” denen [Yak. 1:17], onlara
gözler vermezse ya da gözlerini açmazsa insanların bundan yararlanmadığını açıkça
söylemektedir. Ruh’un aydınlatmadığı yerde her şey karanlıktır. Aynı şekilde, öğretmenlerin
en iyisi, elçileri gerektiği gibi dolu dolu eğitmiştir. Yine de, daha önce duymuş oldukları bu
öğretiş konusunda zihinlerini açması için Ruh’a ihtiyaçları olmasaydı [Yu. 14:26], Mesih
O’nu beklemelerini buyurmazdı [Elç. 1:4]. Bizim Tanrı’da aradığımız şeyden yoksun
olduğumuzu kabul ediyorsak ve O, vaatte bulunarak bundan yoksun olduğumuzu kanıtlıyorsa,
hiç kimse, ancak Tanrı’nın lütfu kendisini aydınlattığı için O’nun sırlarını anlayabildiğini
itiraf etmekte tereddüt etmesin. Kendine daha çok anlayış atfeden kişi daha çok kördür, çünkü
kendi körlüğünü bilmemektedir.
(Günah bilgisizlikten farklıdır [Platon’a karşı] ama yanılma günaha yol açabilir, 2225)
22. Đnsanın elinde bulunan Tanrı’nın iradesinin kanıtı insanı bağışlatmaz ama doğru
bilgi de vermez
Geriye ruhsal kavrayışın üçüncü yanı kalıyor. Bu, doğru bir yaşam sürdürme kuralını
bilmektir. Buna biz doğru olarak, “doğruluğun işlerinin bilgisi” diyoruz. Kimi kez insan zihni
bunda, yüce şeylerdekinden daha ileri görünür. Elçi şu tanıklıkta bulunmaktadır: “Yasaları
olmayan öteki uluslar yasadaki işleri yaptıklarında kendi yasalarını koymuş olurlar…ve
yasadaki işin yüreklerinde yazılı olduğunu gösterirler. Vicdanları da buna tanıklık eder.
Düşünceleriyse onları ya kendi aralarında suçlar ya da Tanrı’nın yargısı önünde onları
savunur” [Rom. 2:14-14, mealen aktarma]. Doğaları gereği öteki ulusların, doğruluğu
zihinlerine yazan bir yasası varsa, yaşam konusunda son derece kör olduklarını elbette
söyleyemeyiz. Doğal yasanın bir insanı doğru davranma standardında yeterince eğitmesinden
daha yaygın bir şey yoktur (elçi burada bundan söz etmektedir). Yine de insanlara hangi
amaçla bu yasa bilgisinin bahşedildiğini düşünelim. Yasa, aklın hedefine doğru onlara ne
kadar öncülük edebilirse gerçek hemen ortaya çıkacaktır. Eğer bağlamına dikkat edersek,
Pavlus’un sözlerinden de bu bellidir. Az önce yasada suç işleyenlerin yasayla yargılanacağını,
yasa olmadan suç işleyenlerin yasa olmadan mahvolacağını söylemişti. Daha önce hüküm
verilmeden öteki ulusların mahvolması saçma geleceği için Pavlus, onlar için vicdanın,
yasanın yerini aldığını hemen eklemektedir; doğal yasanın amacı insanı bağışlanmaz
kılmaktır. Şu, kötü bir tanım olmayacaktır: Doğal yasa, vicdanın haklıyla haksızı yeterince
ayırma algısıdır ve bu algı, insanlara kendi tanıklıklarıyla suçlu olduklarını kanıtladığında
bilgisizliği bahane edemezler. Đnsan kendine o kadar hoşgörülüdür ki, kötülük yaptığında
günah duygusundan başka bir şeyi, elinden geldiğince çabuk düşünebilir. Platon’un
(Protagoras’ta) sadece bilgisizliğimizden günah işlediğimizi düşünmek zorunda kalmasının
nedeni budur. Đnsanın ikiyüzlülüğü, zihnin Tanrı’nın gözündeki kötüyü anlamasını önlemek
için, günahların üzerini yeterince beceriyle örtebilseydi bu, yerinde bir anlatım olabilirdi.
147
Günahlı iyiyle kötü arasında yargıda bulunmak için içsel gücünden kaçınmaya çalışır. Yine de
sürekli olarak bu güce doğru çekilir. Zaman zaman gözlerini açmak istesin ya da istemesin
zorluk çekmeden günaha göz kırpmasına fazla izin verilmez. Bu nedenle insanın sadece
cahilliğinden ötürü günah işlediğini söylemek yanlıştır.
23. Đyi ve kötü yargısı, keyfe bağlı olduğu sürece net değildir
Çok daha doğru olarak Themistius, genel tanım ya da olayın özü konusunda anlama
yeteneğinin çok ender yanıldığını öğretmektedir; ama daha ileriye gittiğinde yani bu ilkeyi
özel durumlara uyguladığında bu, yanıltıcıdır. Genel soruya yanıt olarak, herkes adam
öldürmenin kötü olduğunu kabul edecektir. Ama düşmanını öldürmek için komplo kuran biri,
adam öldürmenin iyi olduğunu düşünür. Zina yapan biri genelde zinayı mahkûm edecektir
ama kendi yaptığı zinadan gizlice gururlanacaktır. Đnsanın bilgisizliği buradadır: iş özel bir
duruma geldiğinde, kendi koyduğu genel ilkeyi unutmaktadır. Bu konuda Augustinus, Mez.
57’nin ilk ayetini açıklarken ne demek istediğini güzelce ifade etmektedir.
Yine de Themistius’un kuralı sıra dışı değildir. Kimi zaman kötülük yapmanın
utanmazlığı vicdana baskı yapar. Öyle ki, insan, iyiliğin sahte olmayan görüntüsünden
etkilenerek, bilerek ve isteyerek hiç düşünmeden kötülüğe koşar. Zihnin buna yatkınlığı
nedeniyle, “Neyin iyi olduğunu görüyorum ve kabul ediyorum ama daha kötüsünün peşinden
gidiyorum” ifadesi ortaya çıkmıştır.118 Benim düşünceme göre, Aristoteles, kendini
tutamamayla ölçüsüzlük arasında çok akıllıca bir ayırım yapmıştır: “Kendini tutamamanın
hüküm sürdüğü yerde” der, “dengesiz zihinsel durum ya da tutku, zihni belli bir konudaki
bilgiden o kadar yoksun bırakır ki, benzer durumlarda genellikle ayrımına vardığı suçun
kötülüğünü fark edemez; kafa karışıklığı hafiflediğinde tekrar hemen tövbe eder. Yine de
günahın bilincinde olmak ölçüsüzlüğü bastırmaz ya da yok etmez. Tam tersine alışkanlık
edindiği kötülüğü tercih etmekte inatla direnir.”
24. Đnsan bilgisi Yasa’nın birinci levhası konusunda tümüyle, ikinci levhadaysa kritik
durumlarda başarısız olur
Evrensel bir yasanın iyiyle kötü arasında ayırım yaptığını duyduğunuzda her açıdan
sağlıklı olduğunu düşünmeyin. Đnsanların, bilgisizliği bahane etmesinler diye, yüreğine
haklıyla haksızı ayırma yeteneği aşılandıysa bunun gerekli sonucu tek tek örneklerde gerçeğin
ayrımına varmak değildir. Anlayışları, kaçmayı imkânsız duruma getirecek kadar artarsa,
hatta vicdanlarının tanıklığında kendilerini suçlu bularak Tanrı’nın yargı kürsüsü önünde
titremeye başlarlarsa bu yeter de artar bile. Aklımızı Tanrı’nın yasasıyla, yetkin doğruluk
örneğiyle ölçmek istersek, ne kadar kör olduğunu görürüz! Birinci Levha’nın, Tanrı’ya iman
etmek, O’nun yetkinliğini ve doğruluğunu övmek, adını çağırmak, Şabat’a gerçekten uymak
gibi [Çık. 20:3-17] belli başlı noktalarına elbette tamamıyla itaat etmez. Hangi can doğal
algıya dayanarak, Tanrı’ya yasaya uygun tapınmanın bunları ve benzer konuları içerdiğinden
kuşkulanmıştır? Kutsal olmayan insanlar Tanrı’ya tapınmak istediklerinde, boş
konuşmalarından yüz kez vazgeçseler de bir kez daha bunlara kayarlar. Đçten bir niyet eşlik
etmedikçe Tanrı’nın kurbanlardan hoşnut olmadığını tabii ki, kabul ederler. Bununla, Tanrı’ya
ruhsal tapınma konusunda bir kanı sahibi olduklarını, yine de asılsız düşüncelerle bunu hemen
saptırdıklarını kanıtlamaktalar. Yasanın, tapınmayla ilgili buyruğunun gerçek olduğuna hiç
inanamamışlardır. O zaman ne kendi başına bilge olabilen ne de uyarılara dikkat edebilen
zihnin farkındalıkta üstün olduğunu mu söyleyeceğim?
Đnsanlar Đkinci Levha’daki kuralları [Çık. 20:12 vdd] bir şekilde daha iyi anlıyorlar,
çünkü bu sivil toplumlarının korunmasıyla daha yakından ilgili. Ne var ki, burada bile insan
118
“Video meliora proboque, deteriora sequor” Ovid, Metamorphoses VII. 20, Medea’nın
konuşmasından.
148
kimi kez dayanamadığını keşfediyor. En yetkin yaratılıştaki insan, giderek zorbalığa dönüşen
adaletsiz bir egemenliğe dayanmayı son derece anlamsız buluyor, keşke bir şekilde ondan
kurtulabilse. Đnsan aklının genelde yargısı şudur: Onurdan yoksun, köle olan insanın özelliği
sabırla buna katlanmaktır; onurlu ve özgür doğmuş insan bunu sarsmalıdır. Filozoflar da
yaraların acısını çıkarmanın suç olduğunu düşünmüyorlar. Ama RAB giderek artan bu kibri
mahkûm ediyor ve halkına, insanların gözünde utanç verici olan sabrı emrediyor. Ama yasaya
itaatimizde şehvetimizi hiç hesaba katmıyoruz. Doğal insan tutku hastalığını kabul etmeye
yönelmeyi kabul etmiyor. Doğanın ışığı, doğal insan dipsiz kuyuya daha inmeden önce
sönüyor. Filozoflar, zihnin aşırı kışkırtmalarına “ahlaksızlık” yaftası yapıştırırken, dışsal olan
ve daha kötü belirtilerle dışa vurulanlardan söz ediyorlar. Zihni tatlı tatlı gıdıklayan kötü
arzuları hesaba katmıyorlar.
25. Yolumuzu şaşırmayalım diye Kutsal Ruh’a her gün ihtiyacımız vardır
Platon’u, bütün günahları bilgisizliğe bağladığı için hak ettiği şekilde yukarıda
eleştirdiğimiz gibi, bütün günahlarda kasıtlı bir kötülük ve ahlaksızlık bulunduğunu öne
sürenlerin görüşlerini de çürütmeliyiz. Đyi niyetimize rağmen ne kadar sık düştüğümüzü
hepimiz tecrübelerimizle biliyoruz. Çeşitli aldanmaların karşısında aklımızın yenilmesi, bu
kadar engelin karşısında birçok yanılgıya ve düş kırıklığına boyun eğmesi, bu kadar çok
zorluk çekmesi bizi doğruya götürmekten uzaktır. Nitekim Pavlus, “herhangi bir şeyi kendi
başarımız olarak saymaya yeterli” olduğumuzu kabul etmediğinde [2Ko. 3:5], Rab’bin
gözünde aklın, yaşamın her yönünde boş olduğunu göstermektedir. Pavlus, iradeden ya da
duygulardan söz etmiyor; ama bir şeyi doğru yapmanın aklımıza nasıl geldiğini düşünebilme
yeteneğini bile elimizden alıyor. Gayretimiz, kavrayışımız, anlayışımız ve dikkatimiz o kadar
mı bozuldu da biz Tanrı’nın gözünde doğru olan hiçbir şeyi tasarlayamıyoruz ya da
hazırlayamıyoruz? Bunun bize çok güç gelmesi tuhaf değil. Biz, hepsinden daha değerli bir
armağan saydığımız aklın algılamasından yoksun kalmak için kendimize isteyerek eziyet
çektiriyoruz. Ama “bilgelerin düşüncelerinin boş olduğunu bilen” [1Ko. 3:20; Krş. Mez.
94:11] ve “insanın aklının, fikrinin hep kötülükte” [Yar. 6:5] olduğunu açıkça duyuran Kutsal
Ruh’a böylesi en uygun geliyor. Doğamızın algıladığı, harekete geçtiği, üstlendiği ve çaba
gösterdiği şey her zaman kötüyse sadece kutsallığı ve doğruluğu kabul eden Tanrı’yı hoşnut
eden bir iş nasıl oluyor da aklımıza gelebiliyor?
Bu durumda aklımızdaki nedenin, ne olursa olsun acıklı şekilde batıla boyun eğdiğini
görebiliyoruz. Davut, Tanrı’nın buyruklarını doğru öğrensin diye kendisine anlayış verilmesi
için dua ederken bu güçsüzlüğün farkındaydı [Mez. 119:34]. Yeni bir anlayış edinmeyi
isterken doğasının bunun için yeterli olmadığını söylüyor. Tek bir mezmurda bir kez değil,
neredeyse on kez aynı duayı tekrarlıyor [Mez. 119:12, 18, 19, 26, 33, 64, 68, 73, 124, 125,
135, 169]. Bu tekrarlamayla, onu böyle dua etmeye zorlayan gerekliliğin ne kadar büyük
olduğu izlenimini uyandırıyor. Davut’un sadece kendi için istediğini Pavlus, genelde kilise
için yakarmayı alışkanlık edinmişti. “Sizler için dua etmekten, tam bir bilgelik ve ruhsal
anlayışla Tanrı’nın isteğini bütünüyle bilmenizi dilemekten geri kalmadık” [Kol. 1:9; Krş.
Flp. 1:9]. Yine de bunun Tanrı’dan gelen bir iyilik olduğunu her açıklayışında, aynı zamanda
da insanın yeteneği dâhilinde yer almadığına tanıklık ettiğini unutmayalım. Ne var ki,
Augustinus, aklın Tanrı’nın işlerini anlamadaki bu yeteneksizliğini kabul eder. Aklımız için
aydınlanma lütfunun, gözlerimiz için güneş ışığından daha az gerekli olmadığına inanır.
Bununla da yetinmeyerek şu düzeltmeyi ekler. Işığı görmek için gözlerimizi biz açmalıyız
ama aklın gözleri Rab açmazsa kapalı kalır. Kutsal Yazı da bize, ancak bir gün aklımızın
aydınlanacağını ve bundan sonra kendini görebileceğini öğretmemektedir. Pavlus’tan az önce
yaptığım alıntıda sürekli ilerlemeden ve bunun sürekli artmasından söz ediliyor. Davut bunu
uygun şekilde şu sözlerle anlatıyor: “Bütün yüreğimle sana yöneliyorum, izin verme
buyruklarından sapmama” [Mez. 119:10]. Davut yeniden doğmuş ve gerçek Tanrı’ya
149
bağlılıkta hiç de azımsanmayacak bir yol kat etmiş olsa da, kendisine bahşedilmiş olan bilgide
gerilemesin diye, her an sürekli yönlendirilmeye ihtiyacı olduğunu kabul ediyor. Bu nedenle
başka bir yerde, kendi suçu nedeniyle kaybolan doğru ruhun yeniden verilmesi için dua ediyor
[Mez. 51:10]. Çünkü başlangıçta verdiği ama bir süre sonra bizden aldığı şeyi yeniden vermek
Tanrı’nın işidir.
(Đnsanın iyi olanı istemedeki yeteneksizliği, 26-27)
26. “Đyi” ve “kabul edilebilir” olana ayrım gözetmeden bakan doğal içgüdünün
özgürlükle ilgisi yoktur
Şimdi karar verme özgürlüğünün özellikle bağlı olduğu iradeyi incelemeliyiz: Seçim
yapmanın, anlayışın alanından çok iradenin alanına girdiğini daha önce gördük.119 Öncelikle,
filozoflar her şeyin doğal içgüdüyle iyiyi aradığını öğretiyorlar ve bu görüş genelde kabul
görüyor. Ama bu öğretişin insan iradesinin doğruluğuyla ilişkisi olduğunu sanmayalım. Özgür
seçim gücünün tutkuda aranmaması gerektiğine bakalım. Tutku, zihnin uzun uzadıya
düşünmesinden çok doğal eğilimden kaynaklanır. Skolastikler bile akıl ancak alternatif
olasılıkları göz önünde tuttuğunda özgür iradenin etkin olduğunu kabul etmektedir. Bununla,
tutku nesnesinin seçime tabi olması ve seçim yolu açılmadan önce düşünmek gerektiğini
söylemek istiyorlar. Aslında insanın iyi olana karşı bu doğal arzusunun karakterini
düşünürseniz, hayvanlarla ortak olduğunu görürsünüz. Onlar da kendi gönençlerini arar ve
duyularını harekete geçirebilen iyi bir şey ortaya çıktığında bunun ardından gider. Ama insan,
aklıyla seçim yapmamakta ve ölümsüz doğasının yetkinliğine göre, kendisi için gerçekten iyi
olanın gayretle peşinden gitmemektedir; düşünürken aklını kullanmamakta ve zihni de buna
eğilmemektedir. Daha çok, aklını kullanmadan ve düşünmeden hayvan gibi doğasının
eğilimini izlemektedir. Đnsanın, doğasının itici gücüyle iyi olanı aramaya yönelmesinin ya da
yönelmemesinin iradenin özgürlüğüyle ilgisi yoktur. Tersine, gereken şudur: Doğru bir akılla
iyinin ayrımına varması, bunu bilerek seçmesi, seçtikten sonra ardınca gitmesi.
Hiçbir okur kuşku içinde kalmasın diye, bunun iki şekilde yanlış yorumlandığı
konusunda uyarıda bulunmalıyız. Burada “tutku”, iradeyi harekete geçiren güç değil, daha
çok doğanın eğilimi anlamındadır. “iyi”yse erdeme ya da adalete değil, insanın işleri rast
gittiğinde olduğu gibi, bir duruma göndermede bulunmaktadır. Özetlersek, insan iyi olanın
ardınca gitmeyi ne kadar çok arzu etse de, gitmez. Sonsuza kadar kutsanmaktan hoşnut
olmayan hiç kimse yoktur, yine de Kutsal Ruh’un itici gücü yoksa kimse bunu istemez.
Đnsanlar için doğal olan gönenç arzusunun kanıtladığı iradenin özgürlüğü, metallerin ve
taşların, özlerinin mükemmelliğine eğilimli olmasının bu mükemmelliği kanıtlamasından
daha çok değildir. Bu durumda başka açılardan da, iradenin her yanıyla kötülükten başka bir
şey vücuda getiremeyecek kadar derinden kirlenerek bozulup bozulmadığını ya da iyi
arzuların doğabildiği bozulmamış bir yanının kalıp kalmadığını incelemeliyiz.
27. Kutsal Ruh olmadan irademiz iyi olanı arzu edemez
Öte yandan bizim etkin şekilde istememizi Tanrı’nın ilk lütfuna bağlayanlar, canın iyi
olanı içinden gelerek arzu etme yetisine sahip olduğunu ama insanın, niyetinde sebat ederek
ortaya çıkmakta ya da çaba göstermekte çok zayıf olduğunu ima eder gibidir. Origenes’le
diğer bazı Antik Çağ yazarlarından alınan bu görüşü Skolastikler kuşkusuz kabul ediyorlar:
Đfade ettikleri gibi, genelde insanın “salt doğa” olduğunu düşünüyorlar. Bu durumda insan,
elçinin sözleriyle, “Đçimde iyiyi yapmaya istek var ama güç yok. Đstediğim iyi şeyi
yapmıyorum, istemediğim kötü şeyi yapıyorum” [Rom. 7:18-19] diye tanımlanıyor. Ama
Pavlus’un burada savunduğu bütün görüşü yanılgıya düşerek saptırmaktalar. Pavlus
(Galatyalılar’da çok kısaca değindiği [5:17]) imanlıların bedenle ruh arasındaki çatışmada
119
II. ii. 4
150
sürekli yaşadıkları Hıristiyan’ın mücadelesini ele alıyor. Ama Ruh doğadan değil, yeniden
doğuştan gelmektedir. Üstelik elçinin yeniden doğanlardan söz ettiği açıktır, çünkü insanın
içinde iyi olan hiçbir şeyin bulunmadığını söylediğinde benliğinden söz ettiği açıklamasını
ekliyor [Rom. 7:18]. Kötülük yapanın kendisi değil, içinde yaşayan günah olduğunu ilan
ediyor [Rom. 7:20]. Şu düzeltmeyle ne demek istiyor? “Đçimde, yani benliğimde” [Rom.
7:18]? Sanki şöyle diyor: “Đyilik bende yaşamaz, çünkü benliğimde iyi olan hiçbir şey yok.”
Bunun ardından şu mazeret geliyor: “Bunu yapan artık ben değil, içimde yaşayan günahtır”
[Rom. 7:20]. Bu mazeret ancak canının büyük bölümüyle iyiliğe yatkın olan yeniden doğan
kişiler için geçerlidir. Şimdi eklenen sonuç bütün konuyu çok iyi açıklamaktadır: “Đç
varlığımda Tanrı’nın Yasası’ndan zevk alıyorum. Ama bedenimin üyelerinde bambaşka bir
yasa görüyorum. Bu da aklımın onayladığı yasaya karşı savaşıyor” [Rom. 7:22-23]. Tanrı’nın
Ruhu’yla yeniden doğmuş ama içinde bedeninin kalıntılarını taşıyan insandan başka kim
kendisiyle bu kadar çekişirdi? Augustinus, bir zamanlar bu parçanın insan doğasıyla ilgili
olduğunu düşünse de, daha sonra yorumunu yanlış ve yersiz diye geri almıştır. Ancak
insanların lütuftan ayrı olarak içlerinde (az da olsa) iyiliği harekete geçiren güçler olduğu
görüşünü kabul edersek, kavrama yeteneğimizin olduğunu bile kabul etmeyen elçiye [2Ko.
3:5] ne yanıt vereceğiz? Musa aracılığıyla insanın aklının fikrinin hep kötülükte olduğunu ilan
eden RAB’be [Yar. 8:21] ne yanıt vereceğiz? Tek bir parçayı bile yanlış yorumlayarak
sürçtükleri için, görüşlerinin üzerinde durmamız için bir neden yoktur. Tam tersine, Mesih’in
söylediğine değer verelim: “Günah işleyen herkes günahın kölesidir” [Yu. 8:34]. Doğal olarak
hepimiz günahlıyız; bu nedenle günahın boyunduruğu altındayız. Ama bütün insanlar günahın
gücünün altındaysa, günahın başlıca yeri olan iradenin elbette en kalın iplerle bağlanması
gerekmektedir. Şayet irade Ruh’un lütfundan üstün olsaydı, Pavlus’un “Kendisini hoşnut
edeni hem istemeniz hem de yapmanız için sizde etkin olan Tanrı’dır” [Flp. 2:13] sözünün
anlamı olmazdı. Birçoğunun gevelediği bütün bu “hazırlık” uzak olsun! Davut’un birçok
parçada yaptığı gibi, zaman zaman imanlılar yüreklerinin Tanrı’nın yasasına itaate uygun
olmasını isteseler bile, dua etme arzusunun Tanrı’dan geldiğine de dikkat etmeliyiz. Davut’un
sözlerinden bunu çıkarabiliriz. Kendisine temiz bir yürek verilmesini istediğinde [Mez.
51:10], bunun yaratılmasının başlangıcının payesini kendisine elbette vermemektedir. Bu
nedenle biz daha çok Augustinus’un sözlerine değer vermeliyiz: “Tanrı sendeki her şeyi
önceden gördü; şimdi sen onun gazabını –görebilecekken- önceden görüyor musun? Nasıl?
Bütün bunları Tanrı’dan aldığını kabul et; içinde iyi olan ne varsa O’ndandır; kötü olan ne
varsa sendendir.” Biraz sonra da, “Günahtan başka hiçbir şey bizim değildir” demektedir.
III. BÖLÜM
ĐNSANIN BOZULMUŞ DOĞASINDAN ANCAK LANETLĐ ĐŞLER ÇIKAR
(Đnsan doğası, zihnin ve iradenin tamamıyla yenilenmesini gerektirecek kadar
bozulmuştur, 1-5)
1. Đnsan bütünüyle benliktir
Ama insan, Kutsal Yazı’da belirtilen sıfatlarıyla kendini tanıtıyorsa, canının bu iki
yetisiyle daha iyi tanınmayabilir. Đnsan bütünüyle, Mesih’in (kolayca kanıtlanabildiği üzere),
“Bedenden doğan bedendir” [Yu. 3:6] sözleriyle resmediliyorsa insanın tümüyle zavallı bir
yaratık olduğu çok net görülmektedir. Elçinin tanıklık ettiği gibi, “Benliğe dayanan düşünce
ölüm, Ruh’a dayanan düşünceyse yaşam ve esenliktir. Çünkü benliğe dayanan düşünce
Tanrı’ya düşmandır; Tanrı’nın yasasına boyun eğmez, eğemez de…” [Rom. 8:6-7]. Benlik,
Tanrı’ya karşı kin beslemek isteyecek kadar yolundan sapmış da tanrısal yasanın adaletini
kabul edemiyor mu? Kısacası, ölümden başka bir durumu vücuda getiremiyor mu? Đnsan
doğasında benlikten başka bir şey olmadığını düşünün: Çıkarabiliyorsanız ondan iyi bir şey
çıkarın. Ama “benlik” sözcüğünün insanın canının yüksek yanına değil, sadece duyarlı yanına
151
ait olduğunu söyleyeceksiniz. Mesih’in ve elçilerin sözleri bunu tümüyle çürütüyor. Rab,
şöyle akıl yürütüyor: Đnsan, “beden” olduğu için [Yu. 3:6] yeniden doğmalıdır [Yu. 3:3]. Rab,
bize bedenin yeniden doğuşunu öğretmiyor. Can, sadece bir parçası yeniden biçimlenirse
değil, tamamıyla yenilendiğinde yeniden doğar. Đki ayette de ortaya koyulan antitez bunu
doğruluyor. Ruh, cana öylesine ters düşüyor ki, geriye, ikisinin ortasında bir şey kalmıyor. Bu
hesaba göre, insanda ruhsal olmayan şeye “bedensel” deniyor. Yine de, yenilenmenin dışında
Ruh’tan bir şey elde etmiyoruz. Doğadan elde ettiğimizse bedendir.
Ama Pavlus bu konuda bizi olası bir kuşkudan kurtarıyor. “Aldatıcı tutkularla
yozlaştığını” söylediği eski insanı tanımlayarak, “düşüncede ve ruhta yenilenmemizi” bize
buyuruyor [Ef. 4:22-23] Onun, yasaya uymayan kötü tutkuları sadece canın duyusal yanına
değil, zihne de yerleştirdiğini, bu nedenle düşüncenin yenilenmesini de istediğini
görüyorsunuz. Tabii ki, bir süre önce insan doğasının her yanının bozulmuşluğunu ve
sapmışlığını bize gösterdiği bir resim de çizmişti. Şöyle yazmaktadır: “Artık öteki uluslar gibi
boş düşüncelerle yaşamayın. Onların zihinleri karardı. Bilgisizlikleri ve yüreklerinin
duygusuzluğu yüzünden Tanrı’nın yaşamına duygusuzlaştılar” [Ef. 417-18]. Bu ifadenin,
Rab’bin, Kendi bilgeliğinin ve adaletinin doğruluğunu henüz yeniden biçimlendirmemiş
olduğu herkes için geçerli olduğundan en küçük bir kuşku yoktur. Đmanlılara, “Siz Mesih’i
böyle öğrenmediniz” öğüdünü vererek hemen eklediği karşılaştırmadan da bu bellidir.
Nitekim bu sözlerden, bizi bu körlükten ve bunun sonucundaki kötülüklerden kurtaracak tek
çarenin Mesih’in lütfu olduğu sonucunu çıkarıyoruz. Yeşaya da, “Dünyayı karanlık, halkları
koyu karanlık örttüğünde” [Yşa. 60:2] kilisesi için “RAB, sonsuz ışık olacak” [Yşa. 60:19]
diye vaat ettiğinde, Mesih’in Krallığı konusunda peygamberlik etmişti. Burada kilisenin
üzerinde sadece Tanrı’nın ışığının doğacağına, gölgelerin ve körlüğün kilisenin dışında
kalacağına tanıklık etmektedir. Her yerde, özellikle Mezmurlar’da ve Peygamberlerde insanın
batıllığı konusunda anlatılanları tek tek anlatmayacağım. Davut’un, “Sıradan insan ancak bir
soluk, soylu insansa bir yalandır. Tartıya konduğunda ikisi birlikte soluktan hafiftir” [Mez.
62:9] sözü önemlidir. Đnsandan gelen bütün düşüncelerle akılsız, anlamsız, delice ve sapkın
diye alay edildiğinde şiddetli bir mızrak insanın anlayışını delip geçmektedir.
2. Đnsanın bozulmuşluğunun tanığı olarak Romalılar’ın 2. bölümü
Yüreğin bu bozulmuşluğuna, “her şeyden daha aldatıcı” denmesi [Yer. 17:9] hiç de
daha az ciddi değildir. Ama kısa yazmaya gayret ettiğim için, tek bir parçayla yetineceğim;
yine de bu, doğamızın bütün suretini göz önüne alabileceğimiz en net ayna olacaktır. Elçi,
insanlığın kibrini fırlatıp bir yana atmak istediğinde, şöyle tanıklık ederek bunu yapar:
“‘Doğru kimse yok, tek kişi bile yok. Tanrı’yı arayan yok. Hepsi saptı, tümü yararsız oldu,
iyilik eden yok, bir kişi bile’ [Mez. 1-3; 53: 1-3]. ‘Ağızları açık birer mezardır, dilleriyle
aldatırlar’ [Mez. 9:5]. ‘Engerek zehri var dudaklarının altında’ [Mez. 140:3]. ‘Ağızları lanet
ve acı sözle doludur’ [Mez. 10:7]. ‘Ayakları kan dökmeye seğirtir. Yıkım ve dert var
yollarında’ [Yşa. 50:7]. ‘Tanrı korkusu yoktur onlarda’” [Rom. 3:10-16]. Bu şimşek gibi
oklarla elçi belirli insanları değil, bütün Âdemoğulları soyunu azarlar. Şu ya da bu çağın
ahlaksız ölümlülerini yermez, doğamızdaki değişmeyen bozukluğu suçlar. Bu parçada niyeti,
insanları tövbe etsinler diye azarlamak değil, daha çok, sadece Tanrı’nın merhametinin onları
kurtarabileceği kaçınılmaz bir felakete uğramış olduklarını öğretmektir. Bu, doğamızın
çöküşüne ve yıkımına dayanmıyorsa kanıtlanamadığı için, elçi,
doğamızın iyice
kaybolduğunu kanıtlayan bu tanıklıklarda bulunmaktadır.
Şu konuda anlaşmaya varılsın: Đnsanlar, sadece gelenek bozulduğu için değil, doğaları
bozulduğu için de burada anlatıldığı gibidir. Elçinin akıl yürütme tarzı başka türlü
kanıtlanamaz: Rab’bin merhametinin dışında insanın başka bir kurtuluşu yoktur, çünkü insan
kaybolmuş ve yüzüstü bırakılmıştır [Rom. 3:23 vdd.]. Elçi, bu parçaları yanlış anlamış
görünmesin diye, bunların uygulanabilirliğini kanıtlamaya çalışmayacağım. Sanki bu
152
ifadelerde ilk bulunan Pavlus’muş, onları Peygamberlerden almamış gibi devam edeceğim.
Her şeyden önce elçi, insanın doğruluğunu yani dürüstlüğünü ve paklığını, sonra da anlayışını
elinden almaktadır [Rom. 3:10-11]. Aslında Tanrı’dan dönmek, bir anlayış kusurunun
kanıtıdır, çünkü bilgeliğin ilk adımı O’nu aramaktır. Bu kusur, Tanrı’dan ayrılmış olan
herkeste ister istemez görülmektedir. Elçi, herkesin gerilediğini ve adeta kötü olduğunu, iyilik
yapan kimsenin olmadığını eklemektedir. Sonra da –kötülüğün içinde gevşemelerine bir kez
izin verildiğinde- çok sayıda üyelerini kötüye kullandıkları utanmazca davranışlarını
eklemektedir. En sonunda da Tanrı korkusundan yoksun olduklarını duyurmaktadır.
Adımlarımız, O’nun egemenliğine yönelmelidir. Bunlar insan ırkının kalıtsal bağışlarıysa
doğamızda iyi bir şey aramak boşunadır. Aslında, her insanda bu kötü özelliklerin hepsinin
görüldüğünü kabul etmiyorum; yine de bu çok başlı yılanın herkesin sinesinde pusu
kurduğunu kimse inkâr edemez. Đçindeki hastalığın nedenini ve özünü beslediği sürece (acı
henüz yayılmamış olsa bile), bedene sağlıklı denemeyeceği gibi, canın da günah ateşiyle
yanarken sağlıklı olduğu düşünülmez. Yine de bu karşılaştırma her ayrıntısıyla uygun
değildir. Hasta bedende yine de biraz yaşama gücü kalır; ama ölümün bu dipsiz kuyusuna
atlayan can, sadece günah yüklü değildir, bütün iyiliklerden de tamamıyla yoksundur.
3. Tanrı’nın lütfu, arındırmadığı yerde kimi kez dizginler
Daha önce yanıtlanan neredeyse aynı soru şimdi yeniden aklımızı karıştırıyor. Her
çağda doğanın yol gösterdiği insanlar yaşamları boyunca erdem için çaba göstermişlerdir.
Ahlaksal davranışlarında birçok yanlış görülebilse de, aleyhlerinde konuşmayacağım. Aynı
dürüstlükle gösterdikleri çabalar doğalarında paklık bulunduğunun kanıtıdır. Đşlerle hak
etmeyi tartışırken, bu erdemlerin Tanrı’nın gözündeki değerini daha ayrıntılı ele alacağız.
Yine de şu andaki görüşümüzü açıklamamız gerektiği için, bu noktada bundan söz etmeliyiz.
Bu durumda bu örnekler, insanın doğasının tamamıyla bozulmuşluğuna karar vermemiz
konusunda bizi uyarıyor, çünkü bazı insanlar bunun teşvikiyle dikkate değer işlerde üstünlük
göstermekle kalmamışlar, yaşamları boyunca çok onurlu davranışlar göstermişlerdir. Ama
burada, doğanın bu bozulmuşluğunda Tanrı’nın lütfuna biraz yer olduğu aklımıza gelmelidir;
bu lütuf onu arındırmayacak ama içsel olarak dizginleyecektir. Rab, her insan tutkuları
yüzünden başkaldırsın diye, onun zihninin dizginlerini serbest bıraksaydı, Pavlus’un suçu
tümüyle doğada aradığı her kötülüğün [Mez. 14:3; Rom. 3:12] gerçekten insanın içinden
geldiğini göstermeyecek kimse kuşkusuz olmazdı.
Öyleyse ne? Siz kendinizi, “ayakları kan dökmeye seğirtenlerin” [Rom. 3:15], ellerine
soygun ve cinayet bulaşanların, “ağızları açık birer mezar olanların, dilleriyle aldatanların,
dudaklarından zehir akanların” [Rom. 3:13], işleri yararsız, kötü, çürük ve öldürücü olanların,
yüreklerinde Tanrı bulunmayanların, içlerinin derinliklerinde ahlaksızlık bulunanların,
gözlerini hilelere dikenlerin, düşünceleri yermeye istekli olanların –özetle, her yanlarıyla
sonsuz kötülükler işlemeye hazır olanların- [Rom. 3:10-18] sayısının dışında mı
tutuyorsunuz? Her can elçinin cesurca ilan ettiği bu iğrençliklere boyun eğiyorsa, Rab, insan
tutkusunun kendi eğilimine göre başıboş dolaşmasına izin verseydi ne olacağını elbette
görüyoruz. Hiçbir çılgın hayvan zapt edilmeyecek şekilde kudurmaz; hiçbir ırmak her ne
kadar hızlı ve şiddetli aksa da öyle delicesine sel gibi akmaz. RAB, seçtiklerinin bu
hastalıklarını az sonra açıklayacağımız tarzda tedavi eder. Bütün bunların korunması için,
denetim altına alınmalarının uygun olduğunu önceden gördüğünden, dizginlerinden kurtularak
boşanmasınlar diye diğerlerini, üzerlerine sadece birer yular fırlatarak dizginler. Bazıları –
çoğunlukla saf olmadıklarını saklamasalar bile- çeşitli iğrençliklere dalmaktan utanç
sayesinde, diğerleri de yasa korkusuyla dizginlenir. Yine de bazıları, dürüst bir yaşam tarzının
kazançlı olduğunu düşündüğü için, bir ölçüde bunu ister. Diğerleri, mükemmel oldukları için
başkalarının kendilerine itaat etmesini sağlamak amacıyla, kendilerini genelden üstün gösterir.
153
Bu durumda Tanrı, eyleme dökülmesin diye sağlayışı aracılığıyla doğanın sapkınlığına gem
vurur; ama onu içsel olarak paklamaz.
4. Dürüstlük Tanrı’nın armağanıdır; ama insan doğası bozulmuşluğunu korur
Ne var ki, sorun henüz çözülmemiştir. Ya Camillus’u Catiline’le bir tutmalıyız ya da
doğanın, özenle gayret edilirse iyilikten son derece yoksun olmadığını kanıtlayarak
Camillus’u örnek almalıyız.120 Nitekim ben, Camillus’un göz kamaştıran armağanlarının
Tanrı’nın armağanları ve kendi içlerinde değerlendirilirse bunların oldukça övgüye değer
olduğunu kabul ediyorum. Ama bunlar onun içindeki doğal iyiliği kanıtlamak için nasıl
kullanılacaktır? Onun düşüncesinden söz edip şöyle akıl yürütmeliyiz: Şayet doğal insanda
böyle üstün bir ahlak dürüstlüğü varsa insan doğasının erdem geliştirme yeteneğinden yoksun
olduğu şüphesiz mi? Ama düşünce kötü ve çarpık olsa bile dürüstlükten başka bir şeyin
ardından gitmiyorsa? Camillus’un doğal bir insan olduğunu kabul ederseniz bunun böyle
olduğu kuşkusuzdur. Dürüstlüğün en yüce görünümü altında her zaman bozulmuşluğa doğru
bir itici güç bulunuyorsa, iyi niyetin hangi gücünü bu açıdan insan doğasına atfedeceksiniz?
Đnsanın suçları erdem görünümü altında sizi etkilediğinde onu erdemi nedeniyle
övmeyeceğiniz gibi, irade de kendi sapkınlığı içinde kaldığı sürece doğru olanın ardından
gitme yeteneğini insanın iradesine atfetmezsiniz.
Yine de bu sorunun en emin ve en kolay çözümü şudur: Bunlar doğanın sıradan
armağanları değil, Tanrı’nın özel armağanlarıdır. Aksi takdirde kötü olan insana Tanrı belli
ölçüde çeşitli armağanlar verir. Bu nedenle, doğasında ahlaksızlık bulunan birine genel
deyimle soylu demekten korkmayız. Ama ikisini de insanın ahlaksızlığının evrensel
durumuna dâhil etmekte tereddüt etmeyiz; ama RAB’bin özel armağanını birine bahşederken
diğerine bahşetmeye tenezzül etmediğine işaret ederiz. Saul’u krallığın başına geçirmek
istediğinde, “onu yeni bir insan olarak biçimlendirdi” [1Sa. 10:6, mealen aktarma]. Platon’un
Homeros’un destanını ima ederken, kralların oğullarının fark yaratan bir işaretle doğduklarını
söylemesinin nedeni budur. Tanrı, insan ırkına sağlayışta bulunurken, kaderinde emretme
bulunanlara genellikle kahramanca bir doğa bahşetmektedir. Tarihte kutlanan büyük
önderlerin nitelikleri bu atölyeden çıkmıştır. Özel bireyler de aynı şekilde yargılanacaktır.
Ama kişi ne kadar mükemmel olursa olsun, tutkusu onu her zaman kutsal olmayan kişilerde
övülmeye değer görünen bir şeye ittiği için, değersiz diye düşünülmelidir –bu, bütün
erdemlerine o kadar gölge düşüren bir kusurdur ki, Tanrı’nın gözünde bütün ayrıcalıklarını
kaybederler. Ayrıca Tanrı’yı yüceltme gayretinin olmadığı yerde, dürüstlüğün önemli bir yanı
yoktur. Ruh’la yeniden doğmamış olan herkes bu gayretten yoksundur. Yeşaya’nın, Tanrı
korkusu ruhunun Mesih’e dayandığı [Yşa. 11:2] yolundaki anlatımının geçerli bir nedeni
vardır. Bununla bize Mesih’ten uzaklaşan herkeste “bilgeliğin temeli olan” [Mez. 111:10]
“Tanrı korkusunun” olmadığı öğretilmektedir. Boş gösterilerle bizi aldatan erdemlilere
gelince, siyasal mecliste övülecekler ve insanlar arasında genelde ün kazanacaklardır; ama
göklerdeki yargı kürsüsünün önünde doğruluk kazanacak hiçbir değerleri olmayacaktır.
5. Đnsan zorunlu olduğu için günah işler ama zorlanarak değil
Đrade, kendisini bağlayan günaha tutsaklığı nedeniyle iyiye yönelmek için
kıpırdayamaz. Bunu yapmak için pek az çaba gösterir. Çünkü bu tür bir hareket Tanrı’ya
dönüşün başlangıcıdır. Kutsal Yazı’da bu, tümüyle Tanrı’nın lütfuna atfedilmektedir.
Yeremya, Tanrı’nın isteği onun Kendisine dönmesiyse RAB’be kendisini döndürmesi için dua
etmiştir [Yer. 31:18]. Aynı bölümde peygamber, inanan halkın ruhsal kurtuluşunu anlatarak,
120
Sallust, Catiline’in kötü doğasını anlatır, The War with Catiline iii. 5: LCL yayını, s. 8 vdd.
Cicero ona saldırır ve kınanması gerektiğine inanılır. Soylu ama ödüllendirilmeyen yurttaş
Camillus’u ise Horace, Vergil ve Juvenal överek kutlar.
154
onlardan, “kendilerinden güçlü olanın elinden özgür kılınanlar” [ 11. a.] diye söz etmektedir.
Kuşkusuz bununla, RAB’bin yüzüstü bıraktığı günahlının, sıkıca prangalara bağladığı sürece
şeytanın boyunduruğu altında yaşadığını söylemek istemektedir. Yine de irade, günaha hazır
ve günahı çabuklaştıran eğilimini çok isteyerek sürdürür. Đnsan kendini bu zorunluluğa
bıraktığında, iradeden değil, sağlıklı iradeden yoksundur. Bernard’ın hepimizin içinde istek
olduğu ama iyiliği istemenin kazanç, kötülüğü isteminin kayıp olduğunu öğretmesi yersiz
değildir. Basitçe, istek insandan gelir; kötülüğü istemek bozuk bir doğadan, iyiliği istemek
lütuftan gelmektedir.
Özgürlükten yoksun iradenin zorunlu olarak kötülüğe itildiğini ya da yöneldiğini
söylediğimde buna sert bir söz diye bakılması tuhaftır, çünkü kutsalların yararlanacağı tutarsız
ya da yabancı olan bir yanı yoktur. Ama bu, zorunlu olmakla zorlanmak arasındaki farkı
bilmeyenlere itici gelir.121 Birinin onlara sorduğunu düşünün: Tanrı zorunlu olduğu için mi
iyidir? Đblis zorunlu olduğu için mi kötüdür? Ne yanıt verecekler? Tanrı’nın iyiliği
tanrısallığına o kadar çok bağlıdır ki, iyi olmaya Tanrı olmaktan daha çok zorunlu değildir.
Ama iblis düştüğünde iyilikten pay almaktan o kadar kopmuştur ki, kötülükten başka bir şey
yapamaz. Ama bir küfürbazın küçümseyerek, Tanrı’nın iyi olduğu için pek övülmeyi hak
etmediğini, bunu korumakla yükümlü olduğunu söylediğini düşünün.122 Şu, ona hazır bir
cevap olmayacak mı? Tanrı’nın kötülük yapamaması şiddetli bir itici güçten değil, sınırsız
iyiliğinden gelmektedir. Tanrı’nın iyilik yapma zorunluluğu O’nun iyilik yapmak için özgür
iradesini engellemiyorsa; sadece kötülük yapabilen iblis kendi iradesiyle günah işliyorsa –
insanın, günah işleme zorunluluğuna boyun eğdiği için, daha az isteyerek günah işlediğini
kim söyleyecek? Augustinus bu zorunluluktan her yerde söz etmektedir; hatta Caelestius ona
haksız yere karşı çıktığında bunu şu sözlerle onaylamakta tereddüt etmemektedir: “Đnsan
özgür olarak günah işler ama ceza olarak ardından gelen bozulma, özgürlüğü zorunluluğa
dönüştürür.” Ve bu konudan her ne zaman söz etse günaha kölelikten bu tarzda söz etmekte
tereddüt etmez.
Bu ayrımın asıl konusu, insanın, Düşüş’le bozulmuş olduğundan, istemeyerek ya da
zorlandığı için değil, isteyerek günah işlediğidir. Đnsan zorlandığı için değil, yüreğinin en
ateşli eğilimiyle; dışarıdan gelen bir zorlamayla değil, kendi tutkusunun teşvikiyle günah işler.
Yine de doğası o kadar ahlak dışıdır ki, sadece kötülüğe itilir ya da yönelir. Ne var ki, bu
doğruysa insanın günah işleme zorunluluğuna elbette boyun eğdiği açıkça ifade
edilmektedir.123
Augustinus’la aynı görüşte olan Bernard şöyle yazıyor: “Bütün canlı varlıkların
arasında sadece insan özgürdür; yine de günah müdahale ettiği için, doğadan değil,
iradesinden gelen bir tür şiddete maruz kalmaktadır. Bu durumda bile içsel özgürlüğünden
yoksun değildir. Çünkü gönüllülük özgürlüktür de.” Biraz sonra şöyle demektedir: “Günahla
daha da kötüye giden irade kendisi için tuhaf ve aşağılık bir zorunluluk yaratmaktadır.
Zorunluluğun iradeden kaynaklanması ne irade için mazerettir, ne de iradenin yoldan çıkması
121
Luther bu ayırımı Erasmus’la tartışmasında yapmıştır: “Zorunluluk derken zorlanmaktan
değil, değişmezliğin zorunluluğundan söz ediyorum.” Kötü bir insanın kendiliğinden kötülük
yaptığını ama kendi başına kötülük yapmaktan vazgeçemediğini açıklamaktadır. De
Castro’ysa ikisini neredeyse bir tutmaktadır.
122
Calvin bu düşüncesi için Pighius’e şiddetle karşı çıkmaktadır. Albert Pighius, Roma’da VI.
Adrian’a ve daha sonraki papalara hizmet eden Louvain’li bir bilgindi. Çok sayıda Reform
karşıtı kitap yayını yapmıştır. Calvin’in tezi, onun De libero hominis arbitrio et divina
gratia’sına (Köln, 1542) cevaptır.
123
Reinhold Niebuhr, insanın “kaçınılmaz” ama “sorumlu” olarak günah işlediği görüşünde
bu ayırımı benzer şekilde ama farklı bir terminolojiyle yapmaktadır. The Nature and Destiny
of Man, ilk dizi, s. 251-264.
155
zorunluluğu dışlar. Bu zorunluluk bir bakıma gönüllüdür.” Daha sonra gönüllü köleliğin
boyunduruğundan başka bir boyunduruğun bize baskı yapmadığını söylüyor. Bu durumda
kölelik açısından zavallıyız ve irade açısından da bağışlanmaz durumdayız, çünkü irade
özgürken kendisini günahın kölesi yapmaktadır. Yine de Bernard şu sonuca varıyor: “Can,
tuhaf ve kötü bir biçimde, gönüllü ve yanlış bir özgürlüğün zorunluluğu altında aynı zamanda
hem köle hem de özgürdür: zorunluluk nedeniyle köledir; irade nedeniyle özgürdür. Özgür
olduğu için suçlu ve suçlu olduğu için de köle olması birden tuhaf ve daha acıklı gelir.
Sonuçta, özgür olduğu için köledir.” Tabii ki, okurlarım yeni bir şey ortaya atmadığımı kabul
edecekler. Bu, Tanrı’ya bağlı herkesin kabul ettiği, Augustinus’un eski bir öğretişi. Neredeyse
bin yıl sonra hala manastırların dehlizlerinde devam ettiriliyor. Ama Lombard zorunlulukla
zorlanmayı birbirinden ayırmayı bilmediği için, çok tehlikeli bir hataya fırsat veriyor.
(Đradenin Tanrı’ya dönmesi, içsel olarak bahşedilen Tanrısal lütfun etkisidir, 6-14)
6. Đnsanların iyi bir iş yapamadığı her şeyden önce, Tanrı’nın tamamıyla tek başına
yaptığı kurtarma işinde görülür
Öte yandan bu, doğanın bozukluğunu düzelten ve tedavi eden tanrısal lütfu bir tür çare
diye düşünmemizi gerektirir. Rab, yardımımıza geldiğinde bize eksiğimizi bahşettiği için,
işinin doğası içimizde meydana çıktığında yoksunluğumuz hemen görülecektir. Elçi
Filipililere, “Sizde iyi bir işe başlamış olan Tanrı’nın bunu Mesih Đsa’nın gününe dek
bitireceğine güvenim var” dediğinde, “başlanan iyi işle” iradede Tanrı’ya dönüşün başladığına
işaret etmektedir. Tanrı yüreğimizde doğruluk sevgisi, arzusu ve gayreti uyandırarak ya da
daha doğrusu yüreğimizi doğruluğa boyun eğdirerek, biçimlendirerek ve yönelterek içimizde
iyi bir iş başlatmaktadır. Üstelik dayanmamızı sağlayarak bu işi tamamlamaktadır. Başka bir
yerde Ruh, RAB’bin, kendi başına güçsüz olan iradeye yardım etmek üzere iyi bir iş
başlattığını kimse bahane etmesin diye, kendi başına bırakılan iradenin ne yapabildiğini
duyurur: “Size yeni bir yürek verecek, içinize yeni bir ruh koyacağım. Đçinizdeki taştan yüreği
çıkaracak, size etten bir yürek vereceğim. Ruhumu içinize koyacağım; kurallarımı izlemenizi,
buyruklarıma uyup onları uygulamanızı sağlayacağım” [Hez. 36:26-27]. Đnsan iradesinin
tümüyle değişmesi ve yenilenmesi gerektiğinde etkin şekilde iyiyi seçmek isteyebilsin diye
güçsüzlüğünün O’nun yardımıyla güçlendiğini kim söyleyecek?
Taşı bir yolla yumuşatan bir esneklik varsa taş bir şekilde eğrilir. Đnsanın yüreğin
doğruya itaat etmek için biçimlendirilebildiğini inkâr etmiyorum. Yeter ki, içindeki
mükemmel olmayan yan Tanrı’nın lütfuyla giderilsin. Ama bu karşılaştırmayla RAB,
yüreğimiz tümüyle başkalaşmazsa, iyi olan hiçbir şeyin yüreğimizden asla sökülüp
alınamayacağını göstermek istediyse, sadece Kendi adına iddia ettiği şeyi O’nunla bizim
aramızda bölüştürmeyelim. Tanrı bizi doğruluk için gayret etmeye yönlendirdiğinde taş ete
dönüşüyorsa kendi irademizden gelen herhangi bir şey silinip yok edilmektedir. Yerini,
tümüyle Tanrı’dan gelenler almaktadır. Đradenin silinip yok edildiğini söylüyorum; ama irade
olduğundan ötürü değil124. Đnsan Tanrı’ya döndüğünde ilk doğasına ait olan, bütünüyle
kalmaktadır. Đradenin yeniden yaratıldığını da söylüyorum; bu, iradenin şimdi var olmaya
başlaması değil, kötü bir iradeden iyi bir iradeye dönüşmesi demektir. Bunu bütünüyle
Tanrı’nın yaptığını kabul ediyorum, çünkü aynı elçinin tanıklığına göre, “Bizim düşünme
yeteneğimiz bile yoktur” [2Ko. 3:5, mealen aktarma]. Başka bir yerde de Tanrı’nın sadece
güçsüz iradeye yardım etmediğini ya da onu düzeltmediğini, irade sahibi olmamız için
içimizde çalıştığını da belirtiyor [Flp. 2:13]. Söylediğim gibi, bundan kolayca iradede iyi olan
her şeyin sadece lütfun işi olduğu sonucu çıkarılabilir. Başka bir yerde elçi, bu anlamda şöyle
demektedir: “Çeşitli etkinlikler vardır ama herkeste hepsini etkin kılan aynı Tanrı’dır” [1Ko.
124
Calvin’in irade terminolojisi konusunda krş. aş.bk. m. 7, 10, 12, 13, 14: irade ya yok edilip
yerine başka bir şey getirilir ya da aynı “doğal armağan” yenilenir.
156
12:6]. Burada evrensel yönetimden söz etmiyor, imanlıların üstün oldukları bütün iyi işler için
tek Tanrı’yı övüyor. “Hepsi” diyerek başından sonuna kadar ruhsal yaşamın yazarının
kuşkusuz Tanrı olduğunu belirtiyor. Aynı şeyi daha önce de başka sözlerle öğretmişti:
Mesih’teki imanlılar Tanrı’dandır [Ef. 1:1; 1Ko. 8:6]. Burada bayağı doğamızdaki her şeyi
silip götüren yeni doğamızı açıkça övüyor. Burada Adem’le Mesih arasındaki antitezi
anlamalıyız. Başka bir yerde, “Biz Tanrı’nın yapıtıyız, O’nun önceden hazırladığı iyi işleri
yapmak üzere Mesih Đsa’da yaratıldık” [Ef. 2:10] diye öğrettiğinde bunu daha net açıklıyor.
Her iyiliğin başlangıcı Mesih’te eriştiğimiz ikinci yaratılış olduğu için, kurtuluşumuzun
karşılıksız bir armağan olduğunu kanıtlıyor [Krş. Ef. 2:5]. Ama en küçük bir yetenek bizden
gelseydi, hak etmeyi de paylaşırdık. Ne var ki, Pavlus bizi asıl konuya getirerek, “Tanrı’nın
önceden hazırladığı iyi işleri yapmak üzere Mesih Đsa’da yaratıldığımız” [Ef. 2:10] için, hiçbir
şey hak etmediğimizi öne sürmektedir. Bu sözlerle, iyi işlerin her parçasının ilk ortaya
çıktığından bu yana Tanrı’ya ait olduğunu söylemektedir. Peygamber, mezmurda bizi
Tanrı’nın yarattığını söyledikten sonra yaratmayı O’nunla paylaşmayalım diye, “Bunu yapan
biz değiliz” demektedir [Mez. 100:3, mealen aktarma]. Ruhsal yaşamın başlangıcı olan
yeniden doğuştan söz ettiği bağlamdan bellidir; “O’nun halkı, otlağının koyunlarıyız” diyerek
devam eder [Mez. 100:3]. Üstelik kurtuluşumuz için Tanrı’yı övmekle yetinmeyerek, buna
herhangi bir şekilde katılmamızı da açıkça dışlamaktadır. Kurtuluş bütünüyle Tanrı’dan
geldiği için, insanın içinde yüceltilecek bir şeyin kalmadığını söylemek ister gibidir.
7. Bu, imanlının “lütufla” işbirliği yaptığı bir durum değildir; önce lütuf iradeyi
harekete geçirir
Ama belki de bazıları, iradenin kendi doğası gereği iyilikten uzaklaştığını, ne var ki,
hazır olduktan sonra eyleme katılacak tarzda sadece Tanrı’nın gücüyle değiştirildiğini kabul
edeceklerdir. Augustinus’un öğrettiği gibi her iyi işten önce lütuf gelmektedir; irade lider
olarak önden gitmez ama hizmetli olarak arkadan gelir. Bu azizin hiçbir kötü niyeti olmadan
yaptığı bu açıklamayı Lombard, inanılmaz bir düşünce tarzına dönüştürmüştür. Ama
peygamberin alıntı yaptığım sözlerinin diğer parçalarda da olduğu üzere, iki noktaya açıkça
işaret ettiğini öne sürüyorum: (1) RAB kötü istemimizi düzeltir ya da daha çok, bastırır; (2)
yerine, kendi iyi istemini koyar. Lütuftan bu, bu dereceye kadar beklendiği için, iradenize
“hizmetli” diyebileceğinizi kabul ediyorum. Ama iradenin yeniden biçimlenmesi RAB’bin işi
olduğu için, hizmetli olan iradesiyle beklenen lütfa itaat etmeyi insana atfetmek hatadır. Bu
durumda, Chrysostomos’un yazdığı yanlıştır: “Ne irade olmadan lütuf, ne de lütuf olmadan
irade bir şey yapabilir.” Az önce Pavlus’ta gördüğümüz gibi, iradeyi etkin kılan sanki lütuf
değilmiş gibi [Krş. Flp. 2:13]! Đnsanın iradesine lütfun hizmetlisi derken, Augustinuse’un
niyeti, iradeye iyi işlerde lütuftan sonra gelen bir görev biçmek değildi. Onun tek isteği, daha
çok, Pelagius’un, kurtuluşun ilk nedenini insanın hak etmesine bağlayan çok kötü öğretişini
çürütmekti.
Augustinus, lütfun hak etmeden önce geldiği konusundaki yakın zamandaki
tartışmaların yeterli olduğunu öne sürüyor. Bu arada diğer soruya, yine de başka bir yerde
açıkça tartışmadığı lütfun sürekli etkisi sorusuna geçiyor. Augustine birçok kez, Rab’bin
isteksiz bir insanın isteyebilmesini bekleyip, isteyen bir insanın da boşuna istememesini
izlerken, Kendisini iyi işlerin yazarı durumuna getirdiğini söylüyor. Yine de bu konudaki
ifadesi uzun uzadıya gözden geçirmeyi gerektirmeyecek kadar açık. “Đnsan, irademizde
Tanrı’ya değil, bize ait bir şey bulmaya gayret etmektedir” diyor, “Bunu nasıl bulabileceğini
bilmiyorum.” Üstelik Pelagius’a ve Caelestius’a Karşı’nın Birinci Kitap’ında Mesih’in,
“Baba’yı işiten herkes bana gelir” [Yu. 6:45] sözünü böyle yorumluyor. “Đnsanın seçim
yapmasına o kadar çok yardım edilir ki, sadece ne yapması gerektiğini bilmekle kalmaz,
bildiğini yapar da. Tanrı, yasada harflerle değil, Ruh’un lütfuyla öğrettiğinde, o kadar iyi
157
öğretir ki, insan öğrenmiş olduğu şeyi sadece bilerek anlamaz, isteyerek de arar ve başarıyla
yapar.”
8. Kutsal Yazı, bizim yararımıza olan her şeyi Tanrı’ya atfeder
Peki, artık asıl konuya geldik. Kutsal Yazı’daki çok açık birkaç tanıklıkla okurlarımız
için konuyu özetlemeye girişelim. Kimse bizi Kutsal Yazı’yı çarpıtmakla suçlamasın diye,
Kutsal Yazı’dan çıkardığımızı öne sürdüğümüz gerçeği bu aziz insanın –Augustinus’u
kastediyorum- kanıtlamadan bırakmadığını belirtelim. Görüşümüzü desteklerken, Kutsal
Yazı’daki örnekleri teker teker anlatmayı gerekli görmüyorum ama geriye kalanın hepsini
anlamaya götüren yolu döşemek için, şurada burada okuduğumuz çok seçkin birkaç parçayı
anlatıyorum. Öte yandan, Tanrı insanlarının ortak bir görüşle haklı olarak büyük bir yetki
verdikleri bu kişiyle aynı fikirde olduğumu açıklamam yersiz olmayacaktır.
Đyiliğin kaynağının sadece Tanrı’dan geldiğine inanmak için elimizde elbette yeterli
bir neden vardır. Ancak seçilmişlerde iyiliğe eğilimli bir irade vardır. Yine de seçilmişliğin
nedenini insanların dışında aramalıyız. Bundan, insanın doğru iradesinin kendinden gelmediği
ama dünyanın yaratılışından önce seçildiğimizin aynı iyi amaçtan aktığı sonucu çıkmaktadır
[Ef. 1:4]. Ayrıca buna benzeyen başka bir neden daha vardır: Đyiyi istemenin ve yapmanın
kaynağı iman olduğu için, imanımızın kaynağının da ne olduğunu görmeliyiz.
Ama bütün Kutsal Yazı’da imanın Tanrı’nın karşılıksız armağanı olduğu ilan edildiği
için, doğamız gereği bütün kalbimizle kötüye eğilimli olan bizler iyiyi istemeye
başladığımızda, bunu ancak lütuf nedeniyle yaptığımız sonucu çıkmaktadır. RAB, halkıyla
konuşurken bu iki ilkeyi–“taştan yüreği” çıkarıp, “etten bir yürek” vermeyi [Hez. 36:26]belirlediğinde, bizi doğruluğa yöneltmek için, bizden gelen şeyin yok edilmesi gerektiğine
açıkça tanıklık etmektedir; ama bunun yerini alacak olan, Tanrı’dan gelecektir. Bunu tek bir
yerde duyurmaz. Yeremya’da şöyle demektedir: “Tek bir yürek, tek bir yaşam tarzı vereceğim
onlara…benden hep korksunlar” [Yer. 32:39]. Biraz sonra şunu söyler: “Benden hiç
ayrılmasınlar diye yüreklerine Tanrı korkusu salacağım” [Yer. 32:40]. Hezekiel’de de,
“Onlara tek bir yürek vereceğim, içlerine yeni bir ruh koyacağım. Đçlerindeki taş yüreği
çıkarıp onlara etten bir yürek vereceğim” demektedir [Hez. 11:19]. Yeni bir ruhun ve yeni bir
yüreğin Tanrı’ya dönmemizi sağladığına tanıklık etmektedir. Đrademizdeki her iyilik ve
doğruluk damlasının bizden alındığını başka hangi gerçek bu kadar açıkça O’nun adına iddia
edebilir? Bundan her zaman, yeniden biçimleninceye kadar hiçbir iyiliğin irademizden
gelemeyeceği sonucu çıkmaktadır; irademiz yeniden biçimlendikten sonraki iyilik de bizden
değil, Tanrı’dan gelmektedir.
9. Kutsal Yazı’daki dualar özellikle kutsanmışlığımızın başlangıcının, devamının ve
sonunun sadece Tanrı’dan geldiğini gösterir
Kutsalların yazdıkları duaları da böyle okuyoruz. Süleyman, “Buyruklarına uymamız
için Rab yüreklerimizi kendisine yöneltsin” [1Kr. 8:58] demiştir. Bize yüreklerimizin
inatçılığını göstermektedir: Yüreklerimiz itaat etmezse, doğal olarak Tanrı’nın yasasına baş
kaldırarak övünür. Aynı görüş Mezmur’da da yer alıyor: “Yüreğimi… öğütlerine yönelt”
[Mez. 119:36]. Yüreğimizin inatçı itaatsizliğe sürüklendiği sapkın hareketle onun itaat etmeye
zorlandığı bu ıslah arasındaki antiteze her zaman dikkat etmeliyiz. Davut yönlendiren lütuftan
kendisini bir süre yoksun hissederek, “Temiz bir yürek yarat, yeniden kararlı bir ruh var et
içimde” diye Tanrı’ya dua ettiğinde [Mez. 51:10] yüreğinin ağzına kadar murdarlıkla dolu
olduğunu ve ruhunun ahlaksızlıkla saptığını kabul etmiyor mu? Ayrıca temiz bir yürek
yaratması için Tanrı’ya yakararak, eski yüreğini tümüyle Tanrı’ya atfetmiyor mu? Eğer biri,
bu duanın Tanrı’ya bağlı ve kutsal bir yaradılışın işareti olduğuna itiraz ederse125, bu kolayca
125
John Fisher, Assertionis Lutheranae confutatio, s. 565 vd.
158
çürütülür: Davut bir yanıyla tövbe etse bile, yaşadığı bu acıklı yıkımla eski durumunu
karşılaştırmıştır. Tanrı’dan uzaklaşmış bir adam rolünde, Tanrı’nın, yeniden doğuşta
seçilmişine bahşettiği şeyin kendisine verilmesi için haklı olarak dua etmektedir. Đblis’in
sahipliğinden kurtularak Kutsal Ruh’un aracı olabilmek için, ölümden ayağa kalkıyormuş gibi
yeniden yaratılmayı istemektedir.
Gururumuzun sefahati gerçekten tuhaf ve korkunç! RAB bizden, Şabat’ına çok sıkı
uymamızdan yani işimizi bırakıp dinlenmemizden daha kesin başka bir şey istemez [Çık. 20:8
vdd.; Yas. 5:12 vdd.]. Yine de işlerimize veda edip Tanrı’nın işlerine hak ettiği yeri
vermekten daha isteksiz yaptığımız başka bir iş yoktur. Mantıksızlığımız bize engel
olmasaydı, Mesih, sağladığı yararlar haince bastırılmasın diye, bunlara yeterince açık tanıklık
etmişti. “Ben asmayım siz çubuklarsınız” demektedir [Yu. 15:5], “Babam da bağcıdır [15:1].
Çubuk asmada kalmazsa kendiliğinden meyve veremez. Bunun gibi, siz de bende kalmazsanız
meyve veremezsiniz [15:4]. Bensiz hiçbir şey yapamazsınız” [15:5]. Kendi başımıza,
topraktan koparılıp nemsiz bırakılan dalın filizlendiğinden daha çok meyve veremiyorsak,
doğamızda daha fazla iyilik potansiyeli aramamalıyız. Şu sonuçtan hiç şüphe yoktur: “Bensiz
hiçbir şey yapamazsınız” [15:5]. Mesih, kendimize yetemeyecek kadar zayıf olduğumuzu
söylemiyor, bizi sıfıra indirgeyerek en küçük bir yeteneğimiz olduğu konusunda bile bütün
kanıları dışlıyor. Mesih’te aşılanırsak –büyümek için toprağın neminden, gökyüzünün
çiğinden ve güneşin yaşam veren sıcaklığından enerji alan- asma gibi meyve veririz.
Tanrı’nın olanda bozulmadan kalırsak, iyi işlerden bize hiç pay kalmadığını görüyorum. Şu
aptalca kurnazlık boşu boşuna öne sürülüyor: Dalın özsu ve meyve verme gücü zaten vardır;
her şeyi topraktan ya da ana kökünden almaz, çünkü o, kendinden bir şey sağlamaktadır.126
Şimdi Mesih basitçe şunu demek istiyor: O’ndan ayrıldığımızda biz kuru ve değersiz bir
tahtayız, O’nsuz iyilik yapma yeteneğimiz yoktur. Başka bir yerde şöyle demektedir: “Göksel
Baba’mın dikmediği her fidan kökünden sökülecektir” [Mat. 15:13]. Bu nedenle daha önce
alıntı yapılan parçada elçi, bütün toplamı O’na atfetmektedir. “Hem istemeniz hem de
yapmanız için sizde etkin olan Tanrı’dır” [Flp. 2:13].
Đyi bir işin ilk bölümü istemektir; diğer bölümü de bunu yapmak için güçlü bir çabadır;
ikisinin de yazarı Tanrı’dır. Şayet isterken ya da yaparken kendi adımıza hak iddia edersek
Rab’den çalmış oluruz. Tanrı’nın bizim zayıf irademize yardım ettiği söylenseydi, o zaman
bize bir şey kalmış olurdu. Ama iradeyi O’nun yarattığı söylendiğinde, bu iradede ne iyilik
olursa olsun, bizim dışımızdadır. Ne var ki, benliğimizin yükü, iyi bir isteği bile tartının
kefesini yukarı kaldıramayacak kadar aşağıya çektiği için, bu mücadelenin zorluklarının
üstesinden gelelim diye elçi, bunu başarmamız için bize yeterli çabanın sürekli sağlandığını
eklemektedir. Nitekim başka bir parçada öğrettiği aksi takdirde gerçek olamazdı: “Herkeste
hepsini kılan sadece Tanrı’dır” [1Ko. 12:6]. Daha önce gördüğümüz üzere, bu ifade ruhsal
yaşamın bütün akışını kapsamaktadır. Davut da Tanrı’nın gerçeğinde yürüyebilsin diye O’nun
yollarının kendisine bildirilmesi için dua ettikten hemen sonra, “Yalnız senin adından
korkayım” diye eklemektedir [Mez. 86:11; Krş. 119:33]. Bu sözlerle, iyi niyetli insanların
bile, dayanma güçleri pekiştirilmezse rahatça kaybolacak ya da düşecek kadar çok çılgınlığa
maruz kaldıklarını söylemek ister. Başka bir yerde, adımlarının Tanrı’nın sözünü tutmaya
yönlendirilmesi için dua ettikten sonra kendisine mücadele gücü verilmesi için de
yakarmaktadır: “Hiçbir suç bana egemen olmasın” [Mez. 119:133]. Böylece Tanrı içimizdeki
iyi işini başlatır ve bitirir. Đradenin doğru olanı sevmeyi algılaması, ona gayretle eğilmesi,
onun ardı sıra gitmek için canlanıp harekete geçmesi Rab’bin işidir. Seçmek, gayret etmek,
sürçmemek için çaba göstermek ama yapmaya da koyulmak kadar insanın bu gibi şeylerde
tutarlılıkla ilerlemesi ve sonuna kadar dayanması da Tanrı’nın işidir.
126
A. Pighius’un öne sürdüğü gibi, De libero hominis arbitro et divina gratia (1542). Fo. 97.
159
10. Tanrı’nın çalışması bitkin düşebilmemiz için olasılık yaratmaz ama bu, bizim
katkıda bulunamayacağımız bir çalışmadır
Tanrı, iradeyi, çağlardan beri öğretildiği ve inanıldığı tarzda değil –yani daha sonraki
seçimimiz ya itaat etmek ya da harekete geçmeye direnmektir- amaca hizmet edecek şekilde
isteklendirerek teşvik eder. Bu nedenle Crysostomos’un sık tekrarlanan ifadesi kabul
edilmemelidir: “Kim sürüklenirse isteyerek sürüklenir”. Bununla o, Rab’bin, sadece yardımını
almaktan hoşnut olup olmayacağımızı görmek için elini uzattığını söylemek istiyor. Đnsanın
hâlâ dimdik dururken de öte yana sapacak durumda olduğunu kabul ediyoruz. Ama Tanrı hem
istemezse hem de içimizde çalışmazsa, özgür iradenin ne kadar zavallı olduğunu
Chrysostomos bu örnekte gösterdiği için, Tanrı, bize böyle küçük ölçekte lütufta bulunmazsa
ne olur? Ama bunu karartan ve nankörlüğümüzle zayıflatan biziz. Elçi biz kabul edersek iyi
bir istek için lütuf bahşedildiğini değil, Tanrı’nın bizde çalışmak istediğini öğretiyor. Bu,
Rab’bin, Ruhu aracılığıyla yüreğimizi yönlendirdiği, itaat ettirdiği, yönettiği ve kendi
mülküymüş gibi ona hükmettiğinden başka bir anlama gelmiyor. Nitekim seçilmişler sadece
O’nun ilkeleri doğrultusunda yürüyebilsinler diye değil, fiilen de böyle yürüyebilsinler diye
Hezekiel aracılığıyla onlara yeni bir Ruh vermeyi vaat ediyor [Hez. 11:19-20; 36:27].
Şimdi Mesih’in, “Baba’yı işiten… herkes bana gelir” [Yu. 6:45] sözü, Tanrı’nın
lütfunun kendi başına etkili olmasından daha başka şekilde anlaşılabilir mi? Augustinus da
bunu öne sürüyor. Rab, ayrım gözetmeden herkesin, lütfuna değer olduğunu kabul etmiyor.
Ockham (yanılmıyorsam) bilinen sözünde bununla övünüyor: Đçinden geçeni yapan hiç
kimseden lütuf esirgenmiyor.127 Aslında insanlara, Tanrı’nın sevgi dolu şefkatini isteyen
herkese ayrım gözetmeden gösterdiği öğretilmektedir. Ama üstlerine göksel lütuf solunanlar
bunu enine boyuna aramaya başladıkları için, O’nun övülmesinin en ufak bir parçasında bile
hak iddia etmiyorlar. Tanrı’nın Ruhu’yla yeniden doğan seçilmişin ayrıcalığının, O’nun
önderliğinde hareket emek ve yönetilmek olduğu açıktır. Bu nedende Augustinus, özgür
seçime özel olarak tanıklık etmenin fark gözetmeden herkese verildiğini düşünen diğerlerini
şiddetle eleştirdiği gibi, isteme eylemini kendine mal edenlerle de alay etmektedir. “Lütuf
değil, doğa herkes için ortaktır” demektedir. Tanrı’nın, istediği herkese bağışta bulunmasının
genelde herkesi kapsadığı görüşüne Augustinus, sadece batılda parıldayan kurnaz bir zekânın
cam gibi kırılganlığı der. Başka bir yerde de şöyle demektedir: “Nasıl geldiniz? Đnanarak.
Doğru yolu bulduğunuzu kendi adınıza iddia etmeyin diye, doğru yolda can vermekten
korkun. Benim, kendi özgür seçimimle geldiğimi söylüyorsunuz; ben, kendi irademle geldim.
Neyle övünüyorsunuz? Bunun size de verildiğini bilmek mi istiyorsunuz? O’nun çağrısını
dinleyin: ‘Hayır, Baba bir kimseyi bana çekmedikçe, o kimse bana gelemez’ [Yu. 6:44]”.
Yuhanna’nın sözlerinden, şu yadsınmayacak sonuç çıkarılabilir: Dinine bağlı insanların
yüreklerini Tanrı o kadar etkin bir şekilde yönetir ki, sarsılmayan bir niyetle O’nun peşinden
giderler. Yuhanna, “Tanrı’dan doğmuş olan, günah işlemez. Çünkü Tanrı’nın tohumu onda
yaşar” demektedir [1Yu. 3:9]. Dayanmakta tutarlı olmanın istenen sonucu verdiği öne
sürüldüğünde, insanların kabul etmekte ya da etmemekte özgür oldukları, Sofistlerin
düşündükleri aracılık eden hareketin dışlandığını açıkça görmekteyiz.
11. Dayanma sadece Tanrı’nın işidir; bireysel işimizin ne bir ödülü ne de
tamamlayıcısıdır
127
Calvin, Gabriel Biel’in, Lombard’ın Sentences: Epythoma pariter et collectorium circa
quator sententiarum libros II. xxvii. 2 kitabı üzerine yorumundaki bir ifadeyi Ockham’a
kuşku duyarak atfetmektedir. Nicolas (Ferber’li) Herborn’un, “insan içindeki şeyi (quod in se
est) gerçekleştirirse, yeterince iş yapmış kabul edilir ve iş birliğine giren lütuf ona yardım
eder” ifadesiyle karşılaştırın.
160
Her insan, ilk lütfu alacak durumda olduğunu gösterdiğinde, dayanmanın insanlara hak
ettikleri ölçüde dağıtıldığına dair en kötü yanlış geçerli olmasaydı, dayanma hiç kuşkusuz
Tanrı’nın karşılıksız armağanı sayılacaktı. Ama bu yanlış, insanların Tanrı’nın sunduğu lütfu
geri çevirme ya da kabul etme gücünün kendi ellerinde olduğunu düşünmelerinden
kaynaklandığı için, ikinci görüş silinip gittiğinde birinci görüş de kendiliğinden ortadan
kalkıyor. Yine de burada iki yanlış vardır. Đlk lütuf ve bunu yasaya uygun kullandığımız için
duyduğumuz şükranın, daha sonra armağanlarla ödüllendirildiğini öğretmelerinin dışında,
lütfun içimizde kendi başına çalışmadığını, ancak bizimle işbirliğine girdiğini de ekliyorlar.128
Birinci konuya gelince: Rab, -kullarını her gün güçlendirip lütfunun yeni
armağanlarıyla doldururken- içlerinde başlattığı işi hoş ve kabul edilebilir bulduğu için,
onlarda, daha büyük lütuflarını devam ettirebileceği bir şey bulduğuna inanmalıyız. “Ona
verilecek” [Mat. 25:29; Luk. 19:26] ifadesinin anlamı budur. Aynı şekilde, “Aferin, iyi köle…
Sen küçük işlerde güvenilir olduğunu gösterdin, ben de seni büyük işlerin başına
geçireceğim” [Mat. 25:21, 23; Luk. 19:17]. Ama burada iki noktaya dikkat etmeliyiz: (1)
insan kendi çabasıyla Tanrı’nın lütfuna etkinlik kazandırıyormuş gibi, ilk lütfun yasaya uygun
kullanılmasının daha sonraki lütuflarla ödüllendirildiği söylememek; ya da (2) ödüle,
Tanrı’nın karşılıksız lütfu olarak bakmaktan vazgeçmeyi düşünmek. Đmanlıların, Tanrı’dan şu
bereketi bekleyeceklerini kabul ediyorum: Đlk lütuflarından ne kadar iyi yararlanırlarsa,
bundan sonraki lütuflar o kadar artabilecektir. Ama bu yararın da Rab’den geldiğini ve O’nun
karşılıksız cömertliğiyle arttığını söylüyorum. Çalışan ve işbirliği yapan lütuf arasındaki bu
köhne ayrımı yersiz olduğu kadar sapkınca da kullanıyorlar. Augustinus bunu gerçekten
kullanıyor ama uygun bir tanımla da ılımlı duruma getiriyor: Tanrı, çalışarak başladığı işi
işbirliğine girerek mükemmelleştiriyor. Lütuf aynı lütuftur ama farklı bir etki şekline
uyarlamak için adı değiştirilmiştir. Buradan çıkan sonuç şudur: Augustinus, tek tek her
hareketten karşılıklı bir yakınlaşma meydana geliyormuş gibi, bunu Tanrı’yla bizim aramızda
bölüştürmüyor, daha çok, lütfun arttığına işaret ediyor. Başka bir yerdeki sözlerinde şuna
dayanıyor: Tanrı’nın birçok armağanı, insanın iyi bir şey istemesinden önce gelmektedir ki,
bu da O’nun armağanıdır. Buradan, isteme kendi adına iddiada bulunacak hiçbir şey
kalmadığı sonucu çıkıyor. Pavlus, bunu açıkça duyuruyor. “Kendisini hoşnut edeni hem
istemeniz hem de yapmanız için sizde etkin olan Tanrı’dır” [Flp. 2:13] demektedir. Bu
ifadesiyle, Tanrı’nın sevgi dolu şefkatinin karşılıksız olduğunu söylemektedir. Bu konuda
karşıtlarımız genellikle, ilk lütfu aldıktan sonra bundan sonraki lütuf için kendi çabalarımızla
işbirliğine girdiğimizi söylüyorlar.129 Buna cevap veriyorum: Tanrı’nın gücü en sonunda bizi
dürüstlüğe itaat etmeye getirdikten sonra, kendi gücümüzle ilerleme kaydedip lütuf eyleminin
ardı sıra gitmeye yatkınlık duyduğumuzu söylemek istiyorlarsa, bunu inkâr etmiyorum.
Tanrı’nın lütfunun egemen olduğu yerde lütfa itaat etmeye hazır olmak da çok kesindir. Bu
hazır olma nereden gelir? Her yerde tutarlı olan Tanrı’nın Ruhu, önce meydana getirdiği,
dayanmadaki tutarlılığını pekiştirdiği itaat eğilimini beslemez mi? Ne var ki, insanda
Tanrı’nın lütfuyla ortaklaşa çalışma gücü olduğunu söylemek istiyorlarsa, çok acınacak
şekilde kendilerini kandırıyorlar.
12. Tanrı’nın lütfu olmadan insan, tek bir iyi işi bile kendine atfedemez
Elçinin şu sözünün anlamını cahilliklerinden yanlış şekilde çarpıtıyorlar: “Hepsinden
çok emek verdim. Aslında ben değil, Tanrı’nın bende olan lütfu emek verdi” [1Ko. 15:10].
Şöyle anlıyorlar: Pavlus’un kendisini diğer hepsine tercih etmesi biraz fazla kibirli
görünebildiği için, Tanrı’nın lütfuna paye çıkararak ifadesini düzeltmiştir; yine de bunu,
128
Lombard, Sentences II. xxvi. 8, 9; xxvii. 5 (MPL 192. 713. 715).
Erasmus, Luk. 15: 11-24, 1Ko. 5:10, Rom. 8:26’dan yaptığı yorumlara dayanan De libro
arbitrio (der. J. Von Walter), s. 75 vd.,
129
161
kendisine lütufta paydaş bir emekçi diyecek şekilde yapmıştır. Aksi takdirde iyi olan çok
sayıda insanın bu saman çöpünde tökezlemesi şaşırtıcıdır. Elçi, Rab’bin lütfunun, kendisini
emek vermekte paydaş duruma getirmesi için kendisiyle birlikte çalıştığını yazmıyor. Tersine,
bu düzeltmeyle, emeğin bütün payesini sadece lutfa veriyor. “Ben değil, Tanrı’nın bende olan
lütfu emek verdi” diyor [1Ko. 15:10]. Đfadenin belirsizliği ama özellikle de, Grekçe
tanımlamanın gücünün gözden kaçtığı saçma Latince çeviri onları aldatıyor.130 Şayet kelimesi
kelimesine çevirirseniz, lütfun kendisiyle birlikte paydaş bir çalışan olduğunu değil, her şeyin
nedeninin kendisindeki lütuf olduğunu söylüyor. Augustinus bunu kısaca ama net olarak
öğretiyor. Şöyle diyor: “Đnsanın iyiyi istemesi Tanrı’nın birçok armağanından önce gelir ama
hepsinden önce değil. Önce gelen bu istem başlı başına bu armağanların arasındadır. O zaman
şu sonuç çıkar: ‘Tanrım sevgiyle karşılar beni’ [Mez. 59:10] ve ‘Sevgi izleyecek beni’ [Mez.
23:6] diye yazılmıştır. Lütuf, isteksiz insanı isteyebilsin diye karşılar; boşu boşuna istemesin
diye onu isteyerek izler.” Bernard, Augustinus’la aynı görüştedir. Kiliseye şöyle dedirtir:
“Beni istekli kılmak için, istemeseniz de beni çekin; ayağına yavaş olan beni koşturmak için
beni çekin.”
13. Augustinus insanın iradesinin bağımsız bir etkinliğini de kabul etmez
Çağımızın Pelagius’çuları, yani Sorbonne’daki Sofistler alışkanlıkları üzere bütün
Antik Çağ’ın bize ters düştüğü suçlamasını getirmesinler diye, Augustinus’u kendi sözleriyle
konuşurken dinleyelim. Burada, bir zamanlar Augustinus’u da aynı arenaya çeken babaları
Pelasgius’u taklit ettikleri belli. Burada benim kısaca söz edeceğim konuyu Augustinus,
Valentinus’a Sitem ve Lütuf Üzerine adlı tezinde daha geniş ama kendi sözleriyle ele
almaktadır. Şayet Âdem istemiş olsaydı iyi olanda dayanma lütfu Âdem’e verilirdi. Bu bize,
isteyelim ve isteğimizle tutkunun üstesinden gelebilelim diye verilmektedir. Bu nedenle,
Âdem istemiş olsaydı bu yeteneğe sahip olacaktı ama bunu yapabilmeyi istemedi. Bu bize,
hem isteyelim hem de yapabilelim diye verilmektedir. Başlangıçtaki özgürlük günah
işleyememekti; ama bizimki, günah işleyememek değil, daha büyük bir özgürlüktür.
Lombard’ın yanlış yorumladığı gibi, Augustinus, ölümsüzlükten sonra gelecek bir
yetkinlikten söz ettiği düşünülmesin diye, az sonra bu kuşkuyu gidermektedir. “Tabii ki,
Kutsal Ruh kutsallarda o kadar çok istek uyandırmaktadır ki, bu kadar çok istedikleri için
yapabiliyorlar ve bu kadar istedikleri şeyi de Tanrı gerçekleştirdiği için istiyorlar. Yine de
sevinci engellemek için, Tanrı’nın gücünün yetkin duruma getirmesinin gerektiği bu büyük
güçsüzlüğü düşünün [2Ko. 12:9]. Đstiyorlarsa, Tanrı’nın yardımıyla yapabilsinler diye onlara
istemek kalıyor ve Tanrı, istesinler diye onların içinde çalışmıyor. Bu kadar ayartılmanın
arasında istek, güçsüzlüğe karşı direnemiyor ve bu nedenle dayanamıyorlar. Bu durumda,
Tanrısal lütuf, insanın tereddüt etmeden tutarlılıkla harekete geçmesi için, iradesinin
güçsüzlüğüne yardım ediyor ve ne kadar güçsüz olursa olsun başarısız olmasına izin
vermiyor.” Sonra Tanrı onlarda çalışırken yüreklerimizin O’na isteyerek nasıl yanıt verdiğini
ele alıyor. Aslında Rab’bin, insanlar istedikleri için onları Kendine çektiğini söylüyor. Bu
isteği O, yaratmıştır. Özellikle elde etmek istediğimiz tanıklığı Augustinus şimdi bize kendi
ağzıyla söylemektedir: Rab sadece kişinin kendi özgür seçimiyle kabul ya da reddettiği lütfu
sunmuyor; yüreğin hem seçimini hem de isteğini lütuf biçimlendiriyor. Öyle ki, bunun
ardından gelen iyi işler lütfun meyvesi ve etkisidir; bunun yarattığı isteğin dışında buna itaat
eden başka bir istek yoktur. Augustinus’un başka yerlerde de sözleri bulunmaktadır:
“Đçimizdeki her iyi işin nedeni sadece lütuftur.”
130
Burada Erasmus’un, De libero arbitrio (der. J. Von Wayter) s. 72’deki yorumuna
göndermede bulunulduğu bellidir. Modern editörler, “ή χάρις ή είς έµέ” diye okuyorlar. Söz
konusu edilen ikinci ή tanımlamadır.
162
14. Augustinus, insanın iradesini elemez ama onu bütünüyle lütfa bağımlı kılar
Başka bir yerde lütfun iradeyi insanın elinden almadığını ama kötüden iyiye
dönüştürdüğünü, irade iyi olduğunda da yardım ettiğini söylemektedir. Bununla sadece,
insanın yüreğinde bir kıpırtı olmadan, bir dış güçle davranmadığını, daha çok, yürekten itaat
edecek kadar içinden etkilendiğini söylemek ister. Augustinus, Bonifacius’a, lütfun
seçilmişlere şu tarzda özel olarak karşılıksız verildiğini yazmaktadır: “Tanrı’nın lütfunun
herkese verilmediğini biliyoruz. Verildiği kişilere ne yaptıkları işlerin karşılığını hak ettikleri
için ne de iradelerinin karşılığını hak ettikleri için değil, karşılıksız lütufla verilmektedir.
Verilmediği kişilere Tanrı’nın adil yargısı nedeniyle verilmediğini biliyoruz.” Aynı mektupta,
insanlar ilk lütfu reddetmeyerek kendilerine değer verdikleri için, daha sonraki lütfun hak
ettikleri için verildiği görüşüne şiddetle karşı çıkıyor. Pelasgius’a, bunun gerçekten lütuf
olması için, her davranışımız için lütfun gerekli olduğunu ve işlerimizin karşılığında bir
ödeme olmadığını kabul ettirecekti. Ama konu, Valentinus’a Sitem ve Lütuf Üzerine kitabının
sekizinci bölümündekinden daha kısa özetlenemez. Burada Augustinus önce şunu
öğretmektedir: Đnsan iradesi özgürlükle lütuf kazanamaz, özgürlüğü lütufla kazanır. Aynı
lütufla gönenç duygusu verildiğinde, insan iradesi dayanmak üzere biçimlendirilir. Galip
gelinemeyen bir cesaretle pekiştirilir. Lütufla denetlenir, asla yok olmaz ama lütuf ona yüz
çevirirse irade hemen geriler. Rab’bin karşılıksız merhametiyle irade iyiye doğru yüzünü
döner, bir kez yüzünü döndüğünde iyiyi sürdürür. Đnsanın iradesinin iyiye yönelmesi ve
yöneldikten sonra iyiyi devam ettirmesi insanın herhangi bir şekilde hak etmesine değil,
sadece Tanrı’nın istemine bağlıdır. Bu durumda insana, böyle demek hoşunuza gidiyorsa,
böyle bir özgür irade kalmaktadır. Başka bir yerde Augustinus bunu şöyle tanımlamaktadır:
Lütuf dışında irade ne Tanrı’ya dönebilir ne de Tanrı’da yaşar ve her ne yapabilirse yapsın
sadece lütuf aracılığıyla yapabilir.
IV. BÖLÜM
TANRI, ĐNSANLARIN YÜREKLERĐNDE NASIL ÇALIŞIR
(Đblis’in denetimi altındaki insan: Ama Kutsal Yazı yoldan çıkmışların yüreklerini
katılaştırmakta Tanrı’nın Đblis’ten yararlandığını göstermektedir, 1-5)
1. Đnsan, gerçekten de isteyerek şeytanın gücü altındadır
Yanılmıyorsam, yaradılışı gereği insanın, ne kararlılıkla iyiyi arzu edebilecek ne de
çaba göstererek iyinin uğrunda mücadele edebilecek kadar günahın boyunduruğunun kölesi
olduğunu yeterince kanıtladık. Ayrıca zorlanmayla zorunluluk arasında bir ayırım da önerdik.
Bundan, insan zorunluluktan günah işlerken pek de gönülsüzce günah işlemediği ortaya
çıkmakta. Ama şeytana köle olarak bağımlı olduğu için, kendi iradesinden çok şeytanın
iradesiyle eyleme geçiyor. Sonuçta bize, eylemde bulunurken şeytanın ve insanın rolünü
belirlemek kalıyor. O zaman, kötü işlerde Tanrı’ya herhangi bir rol atfetmemiz gerekip
gerekmediği sorusuna cevap vermeliyiz. Kutsal Yazı, aynı eyleme O’nun müdahalede
bulunduğuna işaret ediyor.
Bir yerde Augustinus insan iradesini, binicisinin emrini bekleyen bir atla
karşılaştırıyor. Biniciler Tanrı ve şeytan. “Tanrı ata bindiğinde, ılımlı ve usta bir binici olarak,
onu düzgün yönetir, yavaşladığında mahmuzlar, çok hızlandığında denetim altına alır, çok
haşin ya da çok vahşiyse onu dizginler, inat edip yürümediğinde ona boyun eğdirir, doğru
yola götürür. Ama semeri şeytan vurursa akılsız ve düşüncesiz bir binici olarak şiddet
uygular, atı yolun dışına çıkarır, hendekleri aşmaya zorlar, uçurumdan düşürür, onu inat
etmeye ve öfkelenmeye kışkırtır.” Akla daha iyi bir karşılaştırma gelmediği için, şimdilik
bununla yetinelim. Doğal insanın iradesinin şeytanın gücüne boyun eğdiği ve şeytanın
163
gücünün onu harekete geçirdiği söylenir. Bu, efendileri tarafından haklı olarak itaate zorlanan
isteksiz köleler gibi, irademizin, gönülsüz olsa ve karşı koysa da, şeytandan emir almak
zorunda kaldığı anlamına gelir. Bu daha çok, Đblis’in hileleriyle tutsak ettiği irademizin, onun
bütün yönlendirmelerine zorunlu itaatle boyun eğmesi demektir. Rab, Ruh’unun yönetmesine
değer bulmadığı kişileri adil yargısıyla Đblis’in eylemlerine terk etmektedir. Bu nedenle elçi,
“Bu çağın ilahı imansızların zihinlerini kör etmiştir” demektedir [2Ko. 4:4]. Onlar, müjdenin
ışığını görmesinler diye yıkıma mahkûm edilmişlerdir. Başka bir yerde de, Đblis’in, itaatsiz
oğullarda çalıştığını söylemektedir [Ef. 2:2]. Đmansızların kör edilmesine ve bunun ardından
gelen bütün günahlara, “Đblis’in işleri” denir. Yine de bunların nedeni insanın iradesinin
dışında aranmamalıdır. Kötülüğün kaynağı iradeden çıkar ve Đblis’in krallığının yani günahın
temelleri ona dayanır.
2. Aynı olayda aktif olan Tanrı, Đblis ve insan
Bu konularda Tanrı’nın davranış tarzı çok farklıdır. Bunu daha iyi anlayalım diye,
Kildanlıların kutsal bir kişi olan Eyüp’ü felakete uğratmalarını örnek verebiliriz. Onun
çobanlarını öldürdüler ve düşmanca sürüsüne saldırdılar [Eyü. 1:17]. Yaptıkları kötü eylem
mükemmelce bellidir: Bu işte Đblis hiçbir şey yapmamış değildir. Bütün işin ondan
kaynaklandığını tarihte belirtilmektedir [Eyü. 1:12].
Ama Eyüp bunun Tanrı’nın işi olduğunu anlar. Kildanlar aracılığıyla elde ettiğinin
kendisinden alındığını söyler [Eyü. 1:21]. Đblis’e Tanrı’yla bağlaşmaya girdiği için mazeret
bulmadan ya da Tanrı’yı kötülüğün yazarı haline getirmeden, bu işi yazar olarak Tanrı’ya,
Đblis’e ve insana nasıl atfedebiliriz? Önce sonucu, sonra tarzı ya da eylemi göz önüne alırsak
kolayca. RAB’bin amacı kulunun sabrını felaketle eğitmektir. Đblis onu umutsuzluğa
düşürmeye çalışmaktadır. Kildanlılar yasaya ve hakka ters düşerek başka birinin malından
kazanç elde etmeye gayret etmektedirler. O kadar farklı amaç vardır ki, işin eğilimi zaten
bellidir. Tarz da daha az farklı değildir. RAB, Đblis’e kulunu üzme izni vermektedir.
Kildanlıları Đblis’in yönetimine teslim eder. Bu görev için onları Kendine görevli olarak
seçmiştir. Đblis zehirli oklarıyla, Kildanlıların günahlı zihinlerini bu kötü işi yapmak üzere
harekete geçirir. Kildanlılar, deli gibi haksızlık yapmaya koyulurlar, bütün üyelerini suça
teslim ederler, onları suçla kirletirler. Đbis’in egemenlik, yani hainliğiyle egemenlik kurduğu
yoldan sapmış kişilerde eyleme geçtiğini söylemek yerindedir. Tanrı’nın da Kendi tarzında
eyleme geçtiği söylenebilir. Đblis, Tanrı’nın öfkesinin aracı olduğu için, O’nun adil yargılarını
uygulamak üzere O’nun başıyla verdiği işarete ve buyruğuna şurada burada itaat eder. Burada
bütün yaratıkların, desteklendikleri üzere, bir şey yapmak için kendilerine enerji sağladıkları
Tanrı’nın evrensel etkinliğine geçiyorum. Belli bir işte görülen özel eylemden söz ediyorum
sadece. Bu nedenle, aynı işi Tanrı’ya, Đblis’e ve insana atfetmekte tutarsızlık görmüyoruz. Ne
var ki, amaç ve tarz farklılığı Tanrı’nın doğruluğunun kusursuzca parlamasına neden olur.
Oysa Đblis’in ve insanın kötülüğü kendini nankörlükle ortaya koyar.
3. “Katılaşmak” ne demektir?
Kimi kez kilise babaları gerçeği basitçe söylemekten titizlikle çekinmektedirler, çünkü
imansızların Tanrı’nın işlerinden saygısızca söz etmelerine yol açmaktan korkmaktadırlar. Bu
ayıklığı yürekten onaylasam da, Kutsal Yazı’nın öğrettiklerine sıkıca sarılırsak bunu hiçbir
şekilde tehlikeli bulmuyorum. Zaman zaman Augustinus bile bu batıldan kurtulamıyordu.
Örneğin; katılaşmanın ve kör olmanın, Tanrı’nın etkinliğine değil, onun önceden bilmesine
göndermede bulunduğunu söylemektedir. Ne var ki, Kutsal Yazı’daki birçok ifade bu
kurnazlıkları kabul etmiyor ama Tanrı’nın önceden bilmesinden çok daha başka şeylerin işe
dâhil olduğunu açıkça gösteriyor. Augustinus, Julian’a Karşı’nın beşinci kitabında günahın
sadece Tanrı’nın izniyle ve hoşgörüsüyle değil, daha önce işlenen günahların bir tür cezası
olarak O’nun kudretiyle işlendiğini öne sürmektedir. Aynı şekilde, izin konusunda
164
söyledikleri dayanılmayacak kadar güçsüzdür. Başka bir yerde daha ayrıntılı olarak öğrettiğim
gibi131, Tanrı’nın yoldan sapmışı döndürmek, itaat ettirmek ve harekete geçirmek için kör
ettiği, katılaştırdığı çok sık söylenmiyor mu [örn.; Yşa. 6:10]? Biz önceden bilmeye ya da izne
sığınırsak bu etkinliğin doğası hiçbir şekilde açıklanmaz. Bunun iki şekilde olduğu yanıtını
veriyoruz. Tanrı’nın ışığı uzaklaştıktan sonra geriye karanlıktan ve körlükten başka bir şey
kalmaz. Ruh’u bizden alındığında yüreklerimiz taş gibi katılaşır. Yol göstermesinin arkası
kesildiğinde hileye saparlar. Görme, itaat etme ve doğru şekilde izleme gücünden yoksun
bıraktıklarını körleştirdiğini, katılaştırdığını, eğdiğini söylemek yerindedir.
Kelimelerin doğru anlamlarına yakın olan ikinci yol, Tanrı’nın, öfkesinin hizmetlisi
olan Đblis aracılığıyla yargılarını yürütmeye koymasıdır. Tanrı, hoşuna giderse insanlara
istediklerini verir. Đradelerini harekete geçirir, çabalarını güçlendirir. Musa, Kral Sihon’un,
Tanrı ruhunu katılaştırdığı ve yüreğini inatçılaştırdığı için, halkın geçmesine izin vermediğini
anlatırken, hemen O’nun planının amacını eklemektedir: “Onu elimize teslim edebilmek için”
[Yas. 2:30]. Tanrı, Sihon’un mahvolmasını istediği için, onun yıkımını yüreğinin inatçılığıyla
hazırlamıştı.
4. Tanrı’nın, tanrısızlara nasıl davrandığına dair Kutsal Yazı’dan örnekler
Birinci yöntem için şöyle deniyor gibidir: “Güvenilir danışmanları susturur, yaşlıların
aklını alır” [Eyü. 12:20; Krş. Hez. 7:26]. “Dünya önderlerinin aklını başından alır, yolu izi
belirsiz bir çölde dolaştırır onları” [Eyü. 12:24; Krş. Mez. 107:40]. Aynı şekilde, “Ya Rab,
neden bizi yolundan saptırıyor, inatçı kılıyor, senden korkmamızı engelliyorsun?” [Yşa.
63:17]. Bu parçalar, Tanrı’nın ne çeşit insanlarda çalışmasını sürdürdüğünden çok, terk
ederek onlara neler yaptığına işaret etmektedir.
Ama bunlardan başka tanıklıklar da vardır. Örneğin; firavunu katılaştırması böyledir:
“Sizi dinleyemesin diye… firavunu inatçı yapacağım [Çık. 7:3-4] ve halkı salıvermeyecek”
[Çık. 4:21]. Daha sonra firavunu “inatçı” yaptığını söylemiştir [Çık. 10:20, 27; 11:10; 14:8].
Onun yüreğini yumuşatmayarak mı katılaştırmıştır? Aslında bu doğrudur ama daha fazlasını
da yapmıştır. Yüreğinin inatçılığı pekişsin diye onu Đblis’e dönüştürmüştür. “Onu inatçı
yapacağım” [Çık. 4:21] demesinin nedeni budur. Halk Mısır’dan çıkar; bölgede oturanlar
düşman olarak onları karşılamaya gelirler. Onları ne kışkırtmıştır? Nitekim Musa halkına,
onların yüreklerini inatçı yapanın RAB olduğunu duyurmuştur [Yas. 2:30]. Aslında
peygamber aynı tarihi anlatırken “Sonunda tutumunu değiştirdi düşmanlarının; halkından
tiksindiler” demektedir [Mez. 105:25]. Onların, Tanrı’nın öğüdünden yoksun kaldıkları için
sürçtüklerini söyleyemezsiniz. “Đnatçı oldularsa” ve “değiştilerse” bilerek ve isteyerek buna
akılları yatmıştı. Dahası, halkın günahlılığını cezalandırmak ne zaman Tanrı’nın gözüne iyi
görünse yolundan sapanların aracılığıyla işini nasıl yürütmüştür? Öyle ki, halk sadece hizmet
verirken, yürürlüğe koyma işinin Tanrı’da olduğunu herkes anlayabilir. Bu durumda onları,
ıslıkla çağırmakla [Yşa. 5:26; 7:18], onları yakalamak için Đsraillileri ağ olarak kullanmakla
ve [Hez. 12:13; 17:20], sonra da balyoz gibi kırıp parçalamak için Đsraillilerden yararlanmakla
[Yer. 50:23] tehdit etmiştir. Ama Sanherib’e, onları Kendi eliyle öldürürken, nişan alıp
kullanacağı balta diyerek Kendisinin boş oturmayacağını açıkça duyurmuştur [Yşa. 10:15].
Augustinus başka bir yerde konuyu aşağıdaki gibi çok iyi anlatmaktadır: “Aslında insanların
kendileri günah işler; günah işleyerek şunu ya da bunu yapmaları, karanlığı gözüne hoş
geldiği gibi bölen Tanrı’nın gücünden gelir.”
7. Đblis de Tanrı’ya hizmet etmelidir
Rab, sağlayışıyla yoldan çıkmışları şu ya da bu amaca yönlendirdiğinde, Đblis’in onları
kışkırtmak için müdahalede bulunduğunu göstermek için, yine de tek bir parça yeter.
131
I. xviii.
165
Samuel’de “RAB’bin gönderdiği kötü bir ruhun” Saul’u “yakaladığı” ya da “ondan gittiği”
sık sık anlatılmıştır [1Sa. 14:14; 18:10; 19:9]. Bunu Kutsal Ruh’a atfetmek yasaya uygun
değildir. Bu nedenle, pak olmayan ruha “Tanrı’nın ruhu” denmiştir, çünkü O’nun isteğine ve
gücüne yanıt vermektedir. Yazar olarak kendi başına değil, daha çok Tanrı’nın aracı olarak
eylemde bulunmaktadır. Aynı zamanda Pavlus’un öğrettiğini de buna eklemeliyiz: “Gerçeğe
itaat etmeyip yalana inanabilenlere” Tanrı yanıltıcı belirtiler gönderir, onları aldatır (2Se. 2:910, 11]. Ama aynı işte RAB’bin ve Đblis’in yaptığıyla günahlının yapmaya çalıştığı arasında
her zaman büyük bir fark vardır. Bu kötü araçları Tanrı yaratmaktadır. Bunları elinin altında
tutmakta ve gözüne iyi göründüğünde adaletine hizmet edecek şekle dönüştürmektedir.
Bunlar kötü olduğu için, eylemlerle, ahlaksız doğalarla algılanabilen günahı doğurmaktadır.
Tanrı’nın görkemini suçtan arındıran ya da günahlının özrüne son veren diğer görüşler
sağlayış konulu bölümde ele alınmıştı.132 Buradaki tek niyetim, yoldan sapmış kişiye Đblis’in
nasıl egemen olduğunu ve RAB’bin ikisinde de nasıl çalıştığını kısaca göstermektir.
(Tanrı’nın sağlayışı insanların dışsal konulardaki istekleri üzerinde egemendir, 6-8)
6. Ne iyi ne de kötü olan eylemlerde kendi başımıza bırakılmayız
Bu konuya yukarıda değinmemize133 rağmen, ne doğru ne de kötü yolda olan
eylemlerinde insanın sahip olduğu özgürlüğü açıklamamış ve ruhsal yaşamdan çok fiziksel
yaşama bakmıştık. Bazıları bu konularda özgür seçimi daha çok kabul ediyorlar134
(sanıyorum), kabul ettikleri şeyi kesin diye öne sürmek istemekten çok, çok önemli olmayan
bir konuda tartışıyorlar. Kendilerini aklama gücüne sahip olmadıklarını düşünen bu kişilerin
kurtuluş için bilinmesi gereken asıl konuya sarıldıklarını kabul ediyorum. Yine de şu yanının
göz ardı edilebileceğini düşünmüyorum: Kendi yararımıza olan bir şeyi seçmek istediğimizde,
irademiz buna eğilim duyduğunda ya da zihnimiz ve yüreğimiz aksi takdirde zararlı olacak bir
şeyden bizi uzak tutup tam tersine bir eğilim gösterdiğinde – bu, Rab’bin özel lütfudur.
Tanrı’nın sağlayışının gücü şu noktaya kadar gitmektedir: Sadece uygun olacağını
önceden gördüğü şeyler değil, insanın iradesinin, aynı amaç doğrultusunda eğilim duyduğu
şeyler de meydana gelir. Nitekim dışsal olayların gidişatını düşünürsek, insanın kararına bu
kadara kadar bırakıldığından kuşku duymayız. Ama Rab’bin dışsal olaylarda da insanların
zihinlerini yönettiğine dair çok sayıda tanıklığa kulak verirsek, bu bizi kararın Tanrı’nın özel
teşvikinden sonra geldiğini anlamak zorunda bırakır. Mısırlıların istemlerini Đsraillilere kim
meylettirmişti ki, en değerli teknelerini onlara ödünç vermişlerdi [Çık. 11:2-3]? Gönüllü
olarak asla böyle bir eğilim duymazlardı. Bu nedenle zihinleri kendi yönetimlerinden çok,
RAB’be boyun eğmişti.
Aslında Yakup, Tanrı’nın, gözüne hoş göründüğü tarzda insanları çeşitli şekillerde
isteklendirdiğine inanmamış olsaydı, putperest olduğunu düşündüğü Mısırlılar hakkında oğlu
Yusuf’a, “Tanrı, adamın yüreğine size karşı merhamet koysun” demezdi [Çık. 43:14]. Bütün
kilisenin mezmurda kabul ettiği gibi, Tanrı, halkına merhamet gösterdiğinde acımasız
ulusların yüreklerini güzellikle eğitmiştir [Krş. Mez. 106:46]. Öte yandan, Saul’un savaşmak
132
I. xvi-xviii
II.ii.13-17
134
Augsburg Đnanç Açıklaması’nda Luther’in açıkladığı bildiriden söz ediliyor I. xviii:
“Đnsanın iradesi sivil doğrulukla ilgili çalışma yapmak özgürlüğüne sahiptir…Tanrı’nın
doğruluğu konusunda çalışacak gücü yoktur…Krş. Melanchton, Loci communes, 1535.
Burada insanın “görünürdeki sivil çalışmalar” konusunda belli bir seçim gücü olduğu
belirtilmektedir. Bu durumda, insanın iradesi yenilenmeden [suis viribus sine renovatione],
yasanın görünürdeki bazı işlerini yapacak gücü vardır. Bu, filozofların haklı olarak insanın
isteğine atfettikleri irade özgürlüğüdür.” (CR Melanchton XXI. 374). Calvin insanın bu tür
seçiminin ve eyleminin tanrısal sağlayışın çalışmasına dâhil olduğunu size göstermektedir.
133
166
için kılıç kuşanacak kadar öfkelenmesinin nedeninin, Tanrı’nın Ruhu’nun onu harekete
geçirmesi olduğu belirtilir. Avşalom’un aklını ne çelmişti ki, genellikle kehanet diye bakılan
Ahitofel’in öğüdünü benimsememişti [2Sa. 17:14]? Rehavam’ın gençlerin öğüdüne
inanmasına ne yol açmıştı [1Kr. 12:10, 14]? Fahişe Rahav’ın Tanrı’nın yaptığını kabul etse
de, önceden çok cesur olan ulusların Đsrail’in gelmesiyle titremesine kim yol açmıştı [Yeş. 2:9
vdd.]? Ayrıca yasada Đsraillileri, “titreyen yürekler” vermekle tehdit edenden başka kim
onların yüreklerine korku ve dehşetle umutsuzluk vermişti [Yas. 28:6; Krş. Lev. 26:26]?
7. Tanrı’nın egemenliği her olayda bizim özgürlüğümüzün üzerindedir
Bunların belirli örnekler olduğu, O’nun egemenliğinin hiçbir şekilde her durumda
geçerli olmaması gerektiği söylenerek karşı çıkılacaktır135. Ama benim iddiamı yeterince
kanıtladıklarını söylüyorum: Tanrı ne zaman sağlayışının yolunu açmak istese dışsal olaylarda
bile insanların istemlerine diz çöktürmekte, değiştirmektedir. Đsteyin ya da istemeyin,
gündelik deneyimleriniz sizi, kendi seçme özgürlüğünüzden çok, Tanrı’nın harekete
geçirdiğini anlamak zorunda bırakmaktadır. Yani yapılması kolay olan işlerde cesaretiniz
kırılırken, en basit konularda hükme varmak ve anlamak çoğunlukla sizi başarısızlığa uğratır.
En karmaşık konulardaysa tam tersine hemen seve seve öğüt verilir; önemli ve kritik
konularda her zorluğun üstesinden gelecek cesaretiniz vardır.
Süleyman’ın sözlerini ben böyle anlıyorum: “Đşiten kulağı da gören gözü de RAB
yaratmıştır” [Özd. 20:12]. Bana öyle geliyor ki, Süleyman bunların yaratılmasından değil,
işlevleriyle ilgili olarak verilen özel armağandan söz etmektedir. “Kralın yüreği RAB’bin
elindedir, kanaldaki su gibi onu istediği yöne çevirir” dediğinde [Özd. 21:1], aslında
Süleyman, tek bir biyolojik türle bütün familyayı algılamaktadır. Đnsanın istemi bütünüyle
özgürlükten yoksun olmaktan kurtulursa bu ayrıcalık her şeyden önce diğerlerinin istemlerine
bir ölçüde egemen olan kralın istemine bağlıdır. Ne var ki, kralın istemi Tanrı’nın elinde
biçimleniyorsa bizim istemlerimiz de bu durumdan muaf değildir. Augustinus’un bu konuda
ünlü bir sözü vardır: “Gayretle araştırılırsa Kutsal Yazı, sadece kötü isteklerden iyi istekler
yaratmanın değil, bunları iyi eylemlere ve sonsuz yaşama yönlendirmenin de Tanrı’nın gücü
dâhilinde olduğunu belirtir; ama bu dünyadaki yaratıkları koruyan iyi istekler de böyledir.
Bunlar o kadar O’nun gücü dâhilindedir ki, nerede ve ne zaman yararlandırmak ya da
cezalandırmak istese –aslında en gizemli ama en doğru yargısıyla- bunların meydana
gelmesine neden olur.”
8. “Özgür irade” sorunu istediğimizi elde edip etmemize değil, özgürce isteyip
istememize bağladır
Bazı bilgisiz halkın anlamsızca kabul ettiği gibi, insanın özgürce seçme yeteneğine
sonuçlara bakarak karar vermemek gerektiğini okurlarım hatırlasınlar. En yüce kralların bile
her şeyi kendi isteklerine göre yapmadıklarına bakıldığında, bunlar insanların isteminin
tutsaklığını düzenli ve zekice kanıtlamaktadır. Yine de söz ettiğimiz bu yeteneği insanların
içindeki haliyle göz önüne almalıyız, dışsal başarıyla ölçmemeliyiz. Özgür iradeyi ele alırken,
insanın yapmaya karar vermiş olduğu işi dışsal engellere rağmen yapıp yapmadığını ve bitirip
bitirmediğini değil, hem kararlı seçiminin hem de isteminin eğiliminin özgür olup olmadığını
soruyoruz. Đnsanlarda ikisi de yeterince varsa, şarap fıçısının içine çivi çakılarak kapatılan
Atilius Regulus’un özgür iradesi, emri altındaki dünyanın büyük bölümüne hükmeden
Augustus Sezar’ın özgür iradesinden daha az değildi.
135
Erasmus, De libero arbitrio, der. J. Van Walter, s. 60.
167
168

Benzer belgeler