Editörden... İçindekiler [email protected] www.ydicagri.org

Transkript

Editörden... İçindekiler [email protected] www.ydicagri.org
•
editörden - içindekiler
Editörden...
Değerli okuyucu,
bugünlerde hem ülkelerimizde
yaşananlar, hem de uluslararası
alanda yaşananlar, aslında
kapitalizmin milyonlarca ve
milyonlarca emeğiyle geçinmeye
çalışan insan için yaşanacak
bir toplum düzeni olmadığını
bağıra bağıra gösteriyor. Bize
onyıllarca en iyi çözüm olarak
sunulan kapitalizmin, en büyük
sorunların asıl kaynağı olduğu çok
net çıktı ortaya. Burjuva düzenin
savunucuları o kadar şaşkınlar
ki, krizden çıkmak için Marx'ı
okuyorlar. Marx'ın kapitalizmin
krizinden kurtuluşun tek yolu
olarak gösterdiği, kapitalist sömürü
düzeninin bir proleter devrim ile
yerle bir edilip yerine sosyalist
düzenin kurulması yönündeki
çözümünü elbette görmek ve
duymak istemiyorlar!
Olsun, onlar Marx'ı kendi anlamak
İçindekiler
istedikleri gibi okusunlar, biz ise
Marx'ı onun gerçek bilgeliğinden
öğrenmek için, ama bu da yetmez,
dünyayı değiştirmek için okuyalım.
Marx'ın nasıl okunması gerektiğini
bundan 81 yıl önce Lenin ve
Bolşevik Partisi Büyük Sosyalist
Ekim Devrimi ile tüm ezilenlere ve
halklara göstermişlerdir.
Bu anlamda Ekim Devriminin 81.
yılında diyoruz ki: Yolumuz Ekim
Devriminin yoludur, Lenin'in,
Stalin'in ve onların önderliğindeki
Bolşevik Partisinin göstermiş
oldukları yoldur. Sosyalizmin
yoludur!
Gelecek yeni Ekim'lerde, yeni
Ekim'ler gelecek!
***
Yine ilgiyle okuyacağınızı
düşündüğümüz yazılarla dolu bir
sayıyla karşınızdayız.
Yeni İşçi Dünyası sayfalarında
yer alan ve bir işçi arkadaşımız
tarafından kaleme alınan "Ayağa
Kalkalım" yazısında da belirtildiği
gibi, bizler her türlü hırsızlığa
isyan ederken, hırsızlıkların en
büyüğüne, emek hırsızlığına, emek
sömürüsüne sessiz kalmayalım. Her
gün, her dakika emeğimizi çalan
kapitalistlerden ve onların toplum
düzenlerinden hesap soralım!
Uyanalım!
Ayağa Kalkalım!
Yeni sayıda tekrar buluşmak dilğiyle.
5 Kasım 2008,
Yeni Dünya İçin Çağrı ❧
GÜNDEM
Bu filmi seyretmek zorunda değiliz! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
Küresel mali kriz derinleşerek sürüyor… . . . . . . . . . . . . . . . . . 4
Kriz sermaye için yeni fırsatlar sunuyor. . . . . . . . . . . . . . . . . . 5
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
Çatı Partisi tartışmaları üzerine.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
İzmir’de ‘kardeşlik ve demokrasi’ mitingine yasaklama. . . . . . . . . .
İnkar ve imha siyaseti… Nereye kadar? . . . . . . . . . . . . . . . . .
“Ne Ergenekon, ne AKP, Çözüm Demokratik Cumhuriyet” mitingi . . . . .
Ulusal Sorun ve Kafkaslar Paneli . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
DTP basın açıklamasına saldırı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
YENİ İŞÇİ DÜNYASI
Yeni SSGSS Yasası yürürlüğe girdi. . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Birleşik Metal İş'den bilgilendirme toplantısı . . . . . . . . . . . . .
RSA Fabrikası işçileri greve hazırlanıyor . . . . . . . . . . . . . . . .
Entil ve Hapalki’de işçiler kazandı. . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Türk Metal Sendikasının yeni oyunları! . . . . . . . . . . . . . . . .
Metal İşçileri Dayanışma Gecesinde buluştu… . . . . . . . . . . . .
Taşeron sendika Türk Metal’den yeni ihanetler. . . . . . . . . . . .
Sağlık emekçilerinin sendikalaşma mücadelesi . . . . . . . . . . . .
Deri işçilerinden söyleşi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Ayağa kalkalım… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
IBM işçileri patronu protesto etti. . . . . . . . . . . . . . . . . . .
EK:1
EK:2
EK:3
EK:3
EK:4
EK:5
EK:5
EK:6
EK:6
EK:7
EK:8
YENİ KADIN DÜNYASI
25 Kasım 2008: Kadına Yönelik Cinsel Şiddete Hayır!. . . . . . . . . . . 9
PANORAMA
AFGANİSTAN
7. yıldönümünde de savaş ve işgal sürüyor…. . . . . . . . . . . . . . 10
BİRLEŞMİŞ MİLLETLERww
BM milenyum kalkınma hedeflerinde ilk devre…. . . . . . . . . . . . 11
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ
Marmaris’in yüzde 52’si maden sahası!. . . . . . . . . . . . . . . . . 13
Nükleer santral ihalesi yapıldı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13
YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ
Gelenek adı altında “işkence”!. . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Çukurova Üniversitesi'nde rektörlük ve polis baskılarına kınama… .
Çırakların ve Genç İşçilerin Ekonomik Korunması Üzerine Karar . . .
Atarax’sız hayat... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
.
.
.
.
.
.
.
.
14
. 14
15
15
• ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer
• Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi:
Hüseyin Ağa Mah., Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul
• Tel. /Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap:
Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654
• Sayı: 127 · Kasım 2008 • ISSN 1301-692X127
• Fiyatı: Türkiye: 1,00 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro
• Baskı: Uğur Matbaacılık · Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2.
Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul
• Yayın Türü: Yaygın Süreli
[email protected]
www.ydicagri.org
•
2
6
6
7
7
8
8
gündem
Bu filmi seyretmek zorunda değiliz!
B
iz bu filmi daha önce de,
Dağlıca baskınından sonra
seyrettik! Karakol baskınları, asker cenazeleri kullanılarak,
ırkçılık ve şovenizm zehirinin kışkırtıldığını, Kürt düşmanlığının
sokakta linçe dönüştüğünü yeni yaşamıyoruz. Balıkesir-Ayvalık ilçesi
Altınova beldesinde yaşanılanlar,
Kürt düşmanlığının, ırkçılığın, şovenizm zehirinin kitleler içerisinde
vardığı boyutları gösteriyor. Irkçılık
ve şovenizm, Kürt düşmanlığı adli
kavgalarda bir tarafın Kürt olması,
Kürtlere yönelik linçin oluşmasına
neden oluyor. Kürtlerin işyerleri ve
evleri tahrip ediliyor, “Kürtleri istemiyoruz!” histerik çığlıkları atılıyor.
Öbür yandan “Kürtler bizim birinci
sınıf vatandaşımızdır!”, “Ayrımız,
gayrımız yoktur”, “Et ile tırnak gibi
iç içe geçmişiz” edebiyatı yapılıyor.
‘Birinci sınıf ’ vatandaşa bunlar yapılıyor, reva görülüyorsa, vay ikinci
sınıf vatandaşın haline!
Aktütün karakol baskınından
sonra, ırkçılık ve şovenizm yine alabildiğince körüklendi. Kürtler topyekun hedef tahtasına konuldu. Güney
Kürdistan Federe Kürt Bölgesi
Yönetimi bir kez daha hedef gösterildi. “Girelim, asalım, keselim” edebiyatı yapıldı. Irak Özel Temsilcisi
Murat Özçelik başkanlığındaki bir
heyetin Güney Kürdistan Federe
Kürt Bölgesi Yönetimi ve Mesud
Barzani ile Bağdat’ta görüşmesi, Kürt
Yönetimi’nin düşman gösterilmesi
gerçeğini değiştirmiyor.
Yaratılan linç ortamında, tezkere
meclisten rekor oyla geçiverdi. Türk
ellerini kollarını bağladığını” söyleyerek, daha fazla yetki istemeye,
bu doğrultuda yasal değişikliklerin
yapılmasını talep etmeye başladılar.
Bir yıl önce Dağlıca baskınından
sonra, Polis Vazife ve Salahiyetleri
Kanununda, yine kolluk güçlerinin
talebi üzerine değişiklik yapılmış,
kolluk güçlerinin yetkileri artırılmıştı. Bunun sonucu olarak, işkencede, gözaltında ölümlerde, yargısız
infazlarda vb. patlama yaşandı.
Aktütün karakolu baskınından
sonra toplanan Terörle Mücadele
Yüksek Kurulu ordu ile hükümet
arasında yapılan uzun pazarlıklara
sahne oldu. Pazarlıklar tam anlaşma
ile sonuçlanmasa da, “terörle mücadelede koordinasyonu sağlamak
üzere İçişleri Bakanlığı bünyesinde
yeni bir kurumsal yapılanmaya gidilmesi” noktasında fikir birliği sağlandı. Genelkurmay Başkanlığı’nın,
düzenli askeri birliklere polisin kullandığı adli yetkilerin tanınması,
araçların kapalı yerlerinde ve evlerde
arama yapabilme yetkisi, gözaltı süresinin 4 günden 9 güne uzatılması,
bazı bölgelerde iletişimin süreli olarak engellenebilmesi vb. talepleri
üzerine ordu ile hükümet arasında
görüşmeler, pazarlıklar ise sürüyor.
Taraf gazetesi Aktütün baskının
“önceden bilindiğini, önlem alınmadığını, baskının Genelkurmay
karargâhında naklen izlendiğini” yayınladığı askeri belgeler eşliğinde iddia etti. Bu iddianın basında yer bulması ve üzerine tartışılması üzerine
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ,
sert bir üslup ile açıklama yaparak, bu
ordusuna, Güney Kürdistan’da askeri
harekat yapma izni veren tezkere bir
yıl daha uzatıldı. Bir yıl daha “terörizme karşı mücadele” adına dağlar,
yerleşim alanları bombalanacak!
Sadece bu mu? Hayır! Kolluk kuvvetleri AB uyum yasaları çerçevesinde yapılan kimi kısmi iyileştirmelerin, “terörizme karşı mücadelede
iddiayı dillendiren gazeteleri “tehdit”
etti. İlker Başbuğ “Herkesi dikkatli
olmaya ve doğru yerde bulunmaya
davet” etti. Mesajı alan Başbakan
Erdoğan; “Kendilerinin doğru yerde
olduğunu, yanlış yerde duranların
düşünmesi gerektiğini” açıkladı.
Savaşın olması, karakolların basılması, asker cenazelerinin gelmesi vb.
Savaşın olması, karakolların basılması, asker
cenazelerinin gelmesi vb. egemenlerin bir
bölümünün işine geliyor. Ordu merkezli Kemalist
kanat “terörizme karşı mücadele” adına, siyasetteki
egemenliğini geriletilmesine rağmen bırakmak
istemiyor. “Terörizme karşı mücadele” bu kanadın
iktidarının varlık nedenidir.
egemenlerin bir bölümünün işine geliyor. Ordu merkezli Kemalist kanat
“terörizme karşı mücadele” adına,
siyasetteki egemenliğini geriletilmesine rağmen bırakmak istemiyor.
“Terörizme karşı mücadele” bu kanadın iktidarının varlık nedenidir.
“Terör” ve “teröre karşı mücadele”
sürdüğü ve olduğu sürece ordu elinde
bulundurduğu ipleri bırakmak istemiyor, istemeyecektir.
Her karakol baskını sonrasında, her
asker cenazesi geldiğinde aynı filmi
seyretmek zorunda değiliz! İşçiler,
emekçiler senaryosunu, yönetmenliğini, çekimini ordunun, egemenlerin
yaptığı asker cenazeleri konulu, kan
üzerine şekillenen, ırkçılık ve şovenizmi körükleyen, halkları birbirine
düşman eden filmleri izlemek zorunda değil!
Irkçılığı, şovenizmi kışkırtan, geliştiren egemenlerin kendisidir. Türk
olmayanlar üzerinde ulusal baskı,
zoraki birlik, her türlü haktan yoksunluk, asimilasyon siyaseti vb.nin
sonuçları yaşanıyor günümüzde.
Ulusal baskıya karşı çıkıyorsan, hak
istiyorsan, “terörist”sin, “vatan hainisin”. Egemenlerin anlayışı budur!
“Başka halkı ezen bir halk özgür olamaz”. Türk ulusu eğemen
ulus olarak, başta Kürt ulusu olmak
üzere, diğer milliyetler üzerindeki
baskılara karşı çıkmadığı, zoraki
birliğe karşı çıkmadığı, ezilen ulusun ayrılma hakkını savunmadığı
sürece özgürleşmesi mümkün değildir. Halklar arasında düşmanlığı körükleyen, halkları birbirine düşman
eden sermayenin kendisidir. Halklar
arasına girilmediği, halklar birbirlerine karşı kışkırtılmadıkları sürece,
halklar kendi hallerine bırakıldıkları
durumda, aralarında düşmanlık da
olmayacaktır.
Bu ülkede düşman ne Kürt, ne
Ermeni, ne de Rum halkıdır. Düşman
bu sömürü düzenin kendisi, kapitalist sistemdir. ‘Böl ve yönet’ siyaseti
uygulayanlardır düşman olan!
Ulusal baskıya son vermek, zoraki
birliğe son vermek için, sermayenin
egemenliğine son vermek gereklidir.
Ayrılma hakkının kullanılabileceği
ortam, eşit ve özgür temelde bir yaşam, gönüllü birlik, milliyetçiliğin
her türünün kökünün kazındığı sosyalizm ile mümkündür.
Bu mümkünlüğü gerçeğe çevirmek elimizde! Yeter ki, gücümüzün farkına varalım, bilinçlenelim,
örgütlenelim!
Kahrolsun ırkçılık ve şovenizm!
Halkların kardeşliği için tek yol
devrim!
20 Ekim 2008 ✓
3
gündem
Y
4
Küresel mali kriz
derinleşerek sürüyor…
eni Dünya İçin Çağrı’nın 126.
sayısında, ‘Emperyalist dünyayı sarsan mali kriz üzerine’
başlıklı yazımızda; mali krizin nasıl
başladığını, dünyaya yansımasını,
krizin etkilerini, Marksist kriz teorisi ışığında değerlendirmeye çalışmıştık. Bu yazının yazıldığı tarih
olan 30 Eylül’den bu yana yaşanılan
gelişmeler, mali krizin etkilerinin
tahmin edilenden daha fazla olduğu
gerçeğini ortaya koydu. Kimi burjuva
iktisatçılarının “1929 ekonomik krizinden sonra, yaşanılan en önemli
kriz olarak” adlandırdıkları mali
kriz, giderek etkisini her geçen gün
daha fazla hissettiriyor.
Emperyalistler mali krizden en az
zararla kurtulmak için paket üstüne
paket açıyor, önlem üzerine önlem
alıyorlar.
ABD 850 milyar dolar, Almanya
500 milyar avro, 360 milyar avro,
Avusturya 100 milyar avro, İtalya 20
milyar avro, Norveç 350 milyar kron,
Portekiz 20 milyar avro, İrlanda 400
milyar avro, İspanya 30 milyar avro,
Hollanda 20 milyar avro, Rusya 86
milyar dolar vb. kurtarma, önlem
paketleri açıkladı. Ekonomisi bankacılık sektörüne dayalı İzlanda’da
finans sektörü çöktü.
G-7 olarak adlandırılan emperyalist
ülkeler, krizin etkilerini hafifletmek
için aralarında ortak bir planda anlaştılar. Bu plana göre, bankalardaki
hesaplara devlet güvencesi getirildi.
Faiz oranları düşürüldü. Bankaların
batmasına izin vermeme kararı
alındı. Zorda olan bankalara devlet
bütçesinden para aktarıldı. Batma
tehlikesi olan finans kuruluşlarının
bir bölümü devletleştirildi vb.
Emperyalist dünyayı sarsan mali
krizin bazı özellikleri kısaca şöyle
sıralanabilir:
Mali kriz ile birlikte devlet ekonomiye, piyasaya daha fazla müdahale
etmeye başladı. Sermayenin çıkarlarını korumak için örgütlenmiş zor
aracı olan devlet, zor durumda ki
serbest piyasanın, özel kapitalistlerin
yardımına koştu. Zor durumda olan,
batma tehlikesi olan finans kurumlarına para akıtıldı. Bir bölümü devletleştirildi. Kapitalist devlet zor günlerin dostu olduğunu gösterdi!
Krizden en az zararla kurtulmak
için emperyalist ülkelerde, finans
kurumları arasında birleşmeler gerçekleşiyor. Daha küçük finans kurumları batarken, büyükler daha da
büyüyor. Tekeller büyüme yoluyla
krizden kurtulmaya çalışıyorlar.
Mali kriz doğal olarak reel sektörü
de etkilemeye başladı. Tüm dünyada ekonomik büyümede gerileme,
düşme yaşanıyor.
Krizin Türkiye’ye etkileri
da eleştirilmektedir.
Krizin Türkiye’ye etkisinin ne olacağı
konusunda hükümet ile TÜSİAD
ayrı telden çalıyor. Hükümet özellikle de başbakan Erdoğan, “krizin
en az hasarla, en az maliyetle, en az
bedelle atlatılacağı” tavrını takınarak, aksini savunanları “felaket tellallığı yapmakla” suçluyor. TÜSİAD
ise, “ekonominin gündemin ilk mad-
Kapitalizm çöküyor mu?
Dünyayı sarsan mali kriz sonucu olarak, bazı çevrelerde, “kapitalizmin
bittiği, çöktüğü” tespitleri yapıldı. Bu
tespitler gerçek durumla örtüşen tespitler değil.
Kapitalizme özgü olan devrevi aşırı
üretim krizleri teorisi, kapitalizmin
Kapitalist aşırı üretim krizleri, kural olarak,
her şeyi kapsayan bir karaktere sahiptirler.
Herhangi bir üretim dalında başlayarak, tüm
ekonomiyi kapsarlar. İlkönce bir ülkede veya
bazı ülkelerde ortaya çıkıp, tüm kapitalist
dünyaya yayılırlar.
desi olması gerektiği” tavrını takınıyor. TÜSİAD ayrıca; “Krizin etkisini
en aza indirgemek için, IMF ile yeni
bir stand-by anlaşması imzalanmasını önerdi. AB ile müzakerelerin
hızlandırılması istedi. Ekonominin
yavaşlama içerisinde bulunduğunu,
topluma ve piyasaya güven vermek
gerektiği” vb. tavrını takındı.
Ma l i k r i z Türk iye’y i et k i lemeye başlamış bulunuyor. Borsada
önemli düşüşler, kayıplar yaşanıyor.
Ekonomik büyümede gerileme yaşanıyor. Önümüzdeki süreçte krizin
etkisi daha da ağırlaşarak sürecek.
Emperyalist dünyayı sarsan mali
krizin, emperyalizme bağımlı olan
Türkiye’yi etkilememesi mümkün
değildir. Tam tersine kriz bağımlı
ülke ekonomilerini çok daha fazla
etkileyecektir. “En az hasarla atlatacağız”, “Hamdolsun kriz bizi teğet
geçecek” söylemi, temenniden başka
bir şey değildir. Kaldı ki bu tavır, işbirlikçi büyük burjuvazi tarafından
en son ve en yüksek aşaması olan
emperyalizm (tekelci kapitalizm) için
de geçerlidir.
Emperyalizm kapitalizmin en yüksek ve son aşamasıdır. Emperyalizm
kapitalizmin çelişkilerini son sınırına kadar derinleştirip şiddetlendirir ve kapitalizmin temel çelişkisinin,
toplumsal üretim ile üretim araçları
üzerindeki özel mülkiyet arasındaki
çelişkinin kaldırılmış olduğu yeni bir
sisteme geçişin objektif temellerini
yaratır.
Emperyalizm ile birlikte üretici
güçlerin muazzam gelişmesi sonucunda emek üretkenliği, böylelikle
de sömürü oranı muazzam artar.
Bağımlı ülkelerle ilişkilerdeki ekstra kârlarla hem ticaret hem de çok
çeşitli biçimlerde sermaye ihracı yoluyla büyük sermayedarlar muazzam
para sermayeler biriktirmişlerdir.
Bu muazzam sermaye tutarlarının
sadece küçük bir bölümü üretimde
kullanılırken, büyük bölümü, en
kısa zamanda üretimdekinden daha
fazla kazanç vaat eden spekülatif işlemlerde kullanılmaktadır. Borsalar,
daha önceki dönemlerde olduğundan
çok daha büyük bir rol oynamaya
başlamışlardır.
Bugün durum öyledir ki, para sermayenin sadece yaklaşık yüzde 15’i
doğrudan üretimde veya üretimle
bağıntılı hizmetler sektöründe kullanılırken, yaklaşık yüzde 85’i borsa
işlemlerinde yer almaktadır. Bu, “reel
ekonomi”den, yani sınai ve tarımsal
üretim ve bunlarla bağıntılı hizmet
sektörlerinden kopuk, hiçbir gerçek
değer yaratmayan ve esas olarak spekülasyon üzerine kurulu ikinci bir
ekonominin var olmasını beraberinde getirmektedir. Sırayla birbirini
izleyen, spekülasyonla yüzlerce milyarın kazanıldığı ve yitirildiği borsa
“boom”ları ve borsa krizleri, reel
ekonomideki durumdan bağımsız
olarak da gittikçe daha sık gündeme
gelmektedir.
Emperyalist dünya sistemi bir bütün olarak, bir devrim için gerekli
olan bütün çelişmeleri bağrında
taşır. Devrimin olabilmesi için bu
çelişmeleri en üst sınırına vardırır.
Bugün her ülkede devrimin olmasını gerekli kılan objektif koşullar
vardır. Devrimin olması için objektif
koşulların olması kendi başına yeterli değildir. Ayrıca sübjektif koşullar olarak adlandırılan, işçilerin ve
emekçilerin bilinç ve örgütlenme seviyesinin devrimi isteme, devrim için
mücadele etme, savaşmaya uygun olması, bu mücadeleye önderlik edecek
güçlü Komünist partilerin olmasını
gerektirir. Bugün tüm dünyada eksik
olan budur. İşçilerin, emekçilerin bilinç ve örgütlenmeye düzeyi, devrimi
isteyecek, mücadele edecek düzeyde
değildir. Bu mücadeleye önderlik edecek güçlü komünist partiler yoktur.
Dünya komünist hareketi örgütsel ve
ideolojik olarak param parçadır. Bu
nedenlerde sübjektif öğe, eksik olduğu için ya da sübjektif öğe objektif
öğe ile denk olmadığı için özellikle
de emperyalist ülkelerde krizden
devrim yolu ile kurtulma durumu
bugün için yoktur.
Bir ülkede devrimin olabilmesi
için objektif koşullar ve sübjektif
koşulların uygun olması yanında,
grupların, partilerin iradelerinden
bağımsız olarak oluşan kimi nesnel
değişikliklerin tümünün bir arada
olması, devrimci durum olarak adlandırılan durumun olması gerekir.
Devrimci bir durum olmadıkça devrimin olması olanaksızdır. Ama her
devrimci durum devrimle sonuçlanmaz. Ancak devrimin olabilmesi için
devrimci durumun varlığı mutlak
gündem
Kriz sermaye için
yeni fırsatlar sunuyor
S
gerekliliktir.
Kapitalizm devre halinde tekrarlanan krizlerle kendiliğinden çökmeyecektir. Kapitalizmi yıkacak güç işçi
sınıfı önderliğinde birleşmiş, örgütlenmiş emekçilerdir. Kriz dönemleri
komünistlerin kitleler içerisinde çalışmasını, örgütleme, propaganda ve
ajitasyon olanaklarının genişlemesi
anlamında önemli olanaklar sunar.
Eğer işçilerin, emekçilerin bilinç ve
örgütlenme düzeyi kapitalizmi yıkacak düzeyde değil ise, kapitalistler
krizi işçilerin, emekçilerin sırtına yıkarak krizden kurtulurlar.
Bugün yaşanılan mali krizin, reel
sektörü de etkileyerek, devrevi ekonomik krizle birleşme tehlikesi vardır. Krizin yarattığı olanakları kullanarak, devrim yapma durumu sübjektif öğe eksik olduğu için krizden
devrimle çıkma durumu bugün için
yoktur.
Ayrıca şunların bilinmesinde de
fayda vardır:
Ekonomik kriz dönemlerinde işsizlik ve yoksulluk muazzam artar.
Fakat emekçi yığınlar için işsizlik ve
yoksulluk kapitalizmde yalnızca kriz
dönemlerinin değil, ekonomik krizin
olmadığı dönemlerin de, ekonominin canlandığı, hatta yüksek seviyede kalkınmanın yaşandığı dönemlerin de ayrılmaz yol arkadaşlarıdır.
Milyonlarca işsiz, kapitalizm açısından gerekli ve çalışanlara karşı da
her an kullanılabilecek “yedek sanayi
ordusu”dur. Emekçilerin önemli
bir bölümü için işsizlik dolayısıyla
yoksulluk kapitalizmin içsel ve yapısal bir olgusudur. Bu kapitalizmin
normal gelişme seyridir. İşsizlik ve
yoksulluğun artması, eşittir üretimde gerileme, eşittir sermayenin
karlarının azalması vb. demek değildir. Emekçiler için işsizlik ve yoksulluğun kapitalizmde yalnızca kriz
dönemlerinin bir görüntüsü olmadığının kavranması, sınıf mücadelesi
açısından çok önemlidir
Her kriz sabit sermayenin kitlesel
ölçekte yenilenmesine neden olur.
Girişimlerinin kârlılığını yeniden
sağlamak ve artırmak için, kapitalistler işçilerin sömürülmesini güçlendirir, yeni makineler, üretim teknikleri
ve yöntemlerini devreye sokarlar.
İşçilerin daha güçlü sömürülmesi ve
küçük üreticilerin mahvolması pa-
hasına ve keza çok sayıda rakip girişimi yutarak büyük kapitalistler yeni
sermaye yatırımları yaparlar. Bu anlamda kriz, kapitalizmin temizlenme
ve yenilenme sürecidir. Sabit sermayenin periyodik olarak kitlesel çapta
yenilenmesi, düzenli bir şekilde tekrarlanan krizlerin periyodikliğinin
maddi temeli olarak hizmet eder.
Her kriz yeni krizlerin zeminini
hazırlar. Kapitalizmin gelişmesiyle
birlikte krizler gittikçe derinleşirler,
krizlerin yıkıcı gücü artar.
Kapitalizmin tüm çelişkilerinin
şiddetle patlak verdiği ekonomik
krizler, kaçınılmaz olarak, bu çelişkilerin daha da derinleşmesine ve
şiddetlenmesine yol açarlar.
Kapitalist aşırı üretim krizleri,
kural olarak, her şeyi kapsayan bir
karaktere sahiptirler. Herhangi bir
üretim dalında başlayarak, tüm ekonomiyi kapsarlar. İlkönce bir ülkede
veya bazı ülkelerde ortaya çıkıp, tüm
kapitalist dünyaya yayılırlar.
Emperyalistler krizleri sürekli olarak hem kendi ülkelerindeki hem
de bağımlı ülkelerdeki emekçilerin
sırtından aşmaya çalışmaktadırlar.
Bağımlı ülkelerde de devrevi krizler
vardır ve özellikle de bunlar metropollerdeki devrelerle çakıştıklarında,
emekçiler için bunların sonuçları,
çalışanların büyük kütlesi için hâlâ
onların yoksulluk içine düşmesini
engelleyen birtakım sosyal programların olduğu emperyalist metropollerdekinden çok daha derin
olmaktadır.
Emperyalizm asalak, çürüyen, can
çekişen kapitalizmdir. Emperyalizm
bağrında barındırdığı çelişmelerle,
krizleriyle, kar uğruna doğaya verdiği
zararlarla, haksız savaşlarla, ırkçılıkla, şovenizmle, faşizmle, kadınlar
üzerindeki cinsiyetçi baskılarla vb.
barbarlıktır. Emperyalizmin panzehiri proleter devrimlerdir.
Ya ba rba rl ı k, ya sosya l i zm!
A lter nat i f ler i her ge ç en g ü n
daha da güncel hale gelmektedir.
Emperyalizmle birlikte dünyanın
yok olmasını engellemenin, barbarlığa son vermenin yolu, proleter
dünya devrimidir.
Krizin yükünü, krizi yaratanlar
taşısın!
20 Ekim 2008 ✓
on günlerde hem uluslararası
alanda hem de ülkelerimizde,
sermaye kriz olsun olmasın işçi
ve emekçilerin hak arama mücadelesine karşı, kriz vardır safsatasıyla
işçileri kapının önüne koymakta tereddüt etmemektedir. Bunun somut
örneğini Bursa’da çeşitli körük, lastik parçalarını üreten, Continental
fabrikasında yaşıyoruz. Yakın bir zaman önce işçiler Petrol İş’e üye olmak
için örgütlenme çalışması başlattılar.
Kısa süre içerisinde bu açığa çıktı
ve işçiler kriz var bahanesiyle kapının önüne kondu. Petrol İş ve işten
çıkarılan 18 kişi, Bursa'da var olan
hemen hemen tüm sendika temsilcilerin de katılımıyla basın açıklaması
yaptı. Fabrikanın önünde yapılan
basın açıklamasında şube başkanı
Nuri Han şunları dile getirdi: “Daha
geçtiğimiz yıl şirket Bursa’daki işyerini yeni yatırımlarla genişletmiştir. Bursa kamuoyunca da bilinen ve
memnuniyetle izlenen bu gelişmelere
karşın Contitech işverenin geçtiğimiz
günlerde hemen hepsi sendikamız
Petrol İş’e üye olan 18 işçiyi ekonomik kriz gerekçesiyle işten çıkartmış
olması bizi şaşırtmış ve üzmüştür.”
Nuri başkanın memnuniyetinin diğer reformist sarı sendika ağaların-
manda başlayan sendikalaşma çalışmalarını yürüten arkadaşlarımızın
seçilerek işten çıkarılmış olmaları
düşündürücüdür. Bu durum karşısında işverenin öne sürdüğü “kriz”
gerekçesine inanmak mümkün değil.
Böylesi güçlü ve prestijli bir Avrupa
şirketi açısından son derece talihsiz
ve güven sarsıcıdır. Genç insanların bir anda sanki birer suçlularmış
gibi kapı önüne konmaları kesinlikle
kabul edilebilir değildir. Onların ve
sendikamız Petrol İş’in istediği ne
gerilim ne de kavgadır. Sendikamıza
saygı duyulması ve sendikamızla
toplu sözleşme masasına oturulması
gereklidir" vs vs. Bizler de elbette
genç, ihtiyar vs. insanların iş yerini
kaybetmesine kesin karşı olmamıza
ve bunun için mücadele vermemize
rağmen, şunu da söylemeyi asla unutmayacağız: Emek sermaye çelişkisi
biz istesek de, istemesek de hep var
olacaktır. Yoksa N. Han'ın dediği gibi
sorun, “ istediğimiz ne gerilim ne de
kavgadır” sorunu değil. Sömürü düzeni bu kavgayı zorunlu kılmaktadır.
Biz istemesek de onlar artı değer için,
karları için hep bu kavgayı kendileri
çıkaracaklardır.
Sınıf hareketi böylesi reformistlere kalırsa, bundan daha ileri bir
dan bir farkı yoktur. O da ücretli
kölelik düzeninden rahatsız değildir.
Sadece çalışanları Petrol İş’e üye oldular diye, işten çıkartılmalarına şaşırmıştır. Aslında o da bu düzenden
memnundur, böyle kusurlar olmasa
tabii. Ve o sadece, düzenin aşırı uçlarına karşıdır.
Nuri Han konuşmasının devamında: “İşveren, işten çıkarmaların
daha bir hafta öncesinde, fabrika işçileriyle yaptığı toplantıda işçi çıkartmayı düşünmediklerini açıklamıştır.
Bu sözlerin dile getirilmesinden kısa
bir süre sonra, fabrikada yakın za-
tavır beklemek hayal olur. Bu görevi
yapacak olan bilimsel sosyalizmin
ilkeleriyle donatılmış sınıf öncülerinin ve onun partisinin görevidir.
.! Diğer söylediği Avrupa, prestij vs.
gibi mide ağrıtan tavırları bir tarafa
bırakıyoruz.
Başkanın konuşmasıyla beraber
işçiler şu sloganları haykırdılar:
"Sendika hakkımız engellenemez!
İşten atılan işler geri alınsın! İşçiyiz
haklıyız kazanacağız! İş ekmek
yoksa barış yok."
15. 10. 2008
Bursa'dan bir YDİ Çağrı okuru ✓
5
halkların kardeşliği için
Çatı Partisi tartışmaları üzerine...
D
6
TP, EMEP ve SDP’nin 2002
seçimleri ertesinde, yerel yapılan seçimlerde yaptıkları
ittifakın ertesinde gündeme getirdikleri çatı partisi oluşumu tartışmaları,
22 Temmuz genel seçimleri ertesinde
de sürdü.
Çatı partisini oluşturmaya çalışan
bu partilerin ortak görüşü; 2002
seçimlerinden bu yana, “ciddi bir
demokratik muhalefet boşluğunun
olmasıdır. Çatı partisi için harekete geçen üç partinin ortak görüşü
“halkın birliğinin” sağlanmasıdır.
Bu konuda emek örgütlenmesini temel aldığını söyleyen EMEP ve SDP
gibi partiler de, DTP’den farklı düşünmemektedirler. Bu partilerden
EMEP, çatı partisinden ne anladıklarını genel başkanları Levent Tüzel
şöyle açıklamaktadır: “DTP’nin de
içinde olduğu, geçmişte seçim işbirlikleri yapmış partiler olarak bizlerin yürüttüğü, çatı partisi diye ifade
edilen; halk güçlerini birleştirmeyi
hedefleyen çalışma, sadece seçimlere
dönük bir ittifak olmanın ötesindedir. DTP yöneticilerinin de belirttiği
gibi, böylesi bir çalışmanın Kürtleri
oy deposu yerine koyan bir anlayış
taşıması ya da böyle algılanmasına
yol açması, yapılabilecek en büyük
kötülüktür. Gerçekten de faydacı bir
şekilde parlamento ya da yerel yönetimlerde sadece seçilebilir olmanın
hiçbir şey ifade etmeyeceği, asıl olanın halkın çözüm bekleyen sorunları
için birleşme, kendi kurtuluşları için
mücadele ve örgütlenmeye yönelten
bir anlayış, program ve platform olduğu görülmelidir”
SDP Genel Başkanı Filiz Koçali ise
“Çatı partisi ile seçim ötesi bir şey hayal ediyoruz. Siyasete müdahale etme,
Türkiye’yi değiştirme projesi” olarak
çatı partisine baktıkları açıklamasını
yaparak, hedeflerinin, “Türkiye’nin
demokratikleştirilmesi” olduğunu
vurguluyor.
Çatı partisinin ortak platformunu
ise Levent Tüzel; “emperyalist saldırganlık karşısında, bağımsızlık
yanlılarının, Kürt sorununun barışçı
çözümünü ve her alanda demokratikleşmeyi savunanların, inanç istismarına karşı çıkan ve gerçek laiklik
talep edenlerin, küreselleşme adı
altında liberal piyasacı yağma ekonomisine karşı halkın ve emekçilerin taleplerini savunanların, çevre,
tarih ve kültür tahribatına karşı tutum alanların ortak mücadele platformuna ihtiyaç duymaktayız.” diye
açıklıyor.
Çatı partisi oluşumu için yapılan
toplantılara, Sosyalist Emek hareketi,
ÖDP ve Halk Evleri de gözlemci olarak katılıyor.
SEH, 'özgürlükçü islamcılarla' “geniş bir yelpazede” demokratik ittifak
zemininin olamayacağını savunarak,
ittifakın zemininin geniş tutulmasına karşı çıkmaktadır.
ÖDP, "Solun, sosyalist hareketin emek, demokrasi güçleriyle birlikte neoliberalizmle mücadeleyi
esas alan koalisyon, platform ve yan
yana gelişlerden yanayız.” Tavrını
takınmaktadır.
Halkevleri ise; “Türkiye solunun
toplumsal muhalefetinin daha görünür hale gelen, halkların sorunlarının çözümünün solda olduğunu
deklare eden bir çaba içinde olması
gerektiğini biz de ifade ediyoruz.”
Tavrını takınıyor.
Çatı Partisi taraftarlarının kısaca
görüşleri böyle. Sendikalar ve kitle
örgütleri de bu ittifakın içine çekilmeye çalışılıyor. Bu ittifak esas olarak var olan sistemin demokratikleşmesi, emekçi yığınların ekonomik ve
demokratik sorunlarının çözümü ve
“Kürt sorununun barışçı çözümü”nü
hedefleyen bir ittifak. Böyle bir ittifakın ne kadar demokratik olacağını
ileride göreceğiz. Bugüne kadar olan
ittifaklar, hep güçlülerin dayatması
sonucu, onların siyasetinin belirleyici
olduğu ittifaklar olmuştur. Bu ittifakın da çok farklı olacağını düşünmüyoruz. Yaklaşan yerel seçimlere böyle
bir ittifakla girilip girilemeyeceği ise
hala belirsizliğini koruyor.
Bu ittifakın demokrasi anlayışı ise,
Batı tipi burjuva demokrasinin ötesine geçen bir anlayış değil. Kapitalist
sistemi hedefleyen, onu bir devrimle
alaşağı edip halkların demokratik ittifakını hedefleyen bir siyaset bu ittifakta gözükmüyor. Bu ittifak Kürt
sorununun çözümünü, devleti yıkmadan sistem içinde çözmeyi hedefliyor. Biz çeşitli yazılarımızda defalarca kapitalizm koşullarında ulusal
sorunun çözülemeyeceğini vurguladık. İşçi ve emekçi yığınlarının ekonomik ve demokratik talepleri için
bu sistem içinde mücadele etmek
mutlaka gereklidir. Bunu yaparken,
bu sorunların nihai çözümünün dev-
rimde, sosyalizm de olduğunun işçi
ve emekçi yığınlara kavratılması ve
bu temelde bir örgütlenmenin yapılması temel alınmalıdır. Çatı partisi
ittifakının açıklamalarında böyle bir
anlayışın olmadığı açıktır.
Biz böyle bir ittifakın, devrimi
hedefleyen bir perspektife sahip olmadığı için sınıfı çok fazla ileriye
götüreceğini düşünmüyoruz. Bu
tür ittifakları aynı zamanda kökten
reddetmiyoruz da. Devrim perspektifine sahip olmayan reformistlerin, güç birliğine gitmeleri, seçim
ittifakı yapmaları, bazı sorunların
çözümü için birlikte çalışmaları vb.
olumludur. Aynıların aynı yerde, ittifak yapmaları, çatı partisi altında
biraraya gelmeleri nitelikleri gereği
olumlu olacaktır. Ancak bu olumluluk aynı zamanda kitlelerin bilincini
karartmaya da hizmet etmektedir.
Sermayenin egemenliği şartlarında,
‘barış ve demokrasi’nin geleceği savunulmakta, propaganda edilmektedir. Sadece bu durum, bu ittifakın
niteliğini ele veriyor!
Biz devrimci güçlerin kendi yapılarını dağıtmadan, asgari müştereklerde sınıfı, emperyalizme ve yerli işbirlikçisi bu devlete karşı örgütleme
hedefi doğrultusunda ittifak yapılabileceğini düşünüyoruz. Eylemde
birlik, propaganda ve ajitasyonda
serbestlik ilkesi bu ittifakın temeli
olmalıdır.
Önümüzdeki süreçte tartışmalara
bağlı olarak çatı partisi ile ilgili tavır
takınmaya devam edeceğiz.
24.10.2008 ✓
İzmir’de ‘kardeşlik ve demokrasi’
mitingine yasaklama
A
ralarında DTP’nin de bulunduğu çeşitli siyasi parti
ve devrimci kurumların 26
Ekim Pazar günü düzenlemek istedikleri, ‘kardeşlik ve demokrasi’
mitingine İzmir Valiliğince izin verilmedi. Mitinge izin verilmemesinin yanı sıra, Pazar sabahı Kürtlerin
yoğun olarak oturduğu semtlerde
polis otolarından “mitingin yasaklandığı, Gündoğdu ve Cumhuriyet
Meydanı’nda toplanılması durumunda, müdahale edileceği” anonsları yapıldı. Merkezi yerlerdeki otobüs duraklarına, mitingi yasaklayan
valilik kararı asıldı. İzmir bu durumu ilk defa yaşamıyor. Newroz’da
da aynı taktikle, Newroz’a katılım
engellenmeye çalışılmıştı.
Cumhuriyet Meydanı’nı demir bariyerlerle çeviren polis, alanda toplanılmasına izin vermedi. Konakta bulunan basın açıklamasının yapılacağı
Eski Sümerbank önünü de demir
bariyerlerle çeviren polis, alana giren
kişileri tek tek aradı.
DTP Bitlis Milletvekili Mehmet
Nezir Karabaş ve Urfa Milletvekili
İbrahim Binici’nin emniyet yetkilileri ile yaptıkları görüşme sonucunda basın açıklaması yapılabildi.
İlk konuşmayı Kürtçe Mehmet Nezir
Karabaş yaptı. Ardından İbrahim
Bi lici Türkçe ola ra k konuştu.
İbrahim Bilici; “Başbakanın, İçişleri
Bakanlığı’nın, Emniyetin DTP ve
devrimci güçlere karşı duruşunu” kınadı. “Kürt halkının 100 yıl önceki,
1921 Anayasasını aradığını” belirten
Bilici, “30 yıldır Kürt coğrafyasında
orantısız bir savaş yürütüldüğünü,
Kürt halkının kırmızı çizgileri olduğunu, bu kırmızı çizgilere müdahale” edilinmemesini istedi. “Her
halkın önder kabul ettiği bir önderi
olduğunu, Kürt halkının da yıllar-
dan beri Sayın Öcalan’ı kendisinin
önderi kabul ettiğini, Sayın Öcalan’a
fiziki işkence yapılarak bölgenin cehenneme çevrildiğini” açıkladı.
Yasaklanan ‘Kardeşlik ve demokrasi’ mitingini düzenleyen kurumlar
adına basın açıklaması okundu.
Yapılan konuşmalar, basın açıklaması sırasında; sık sık Öcalan lehine
sloganlar atılmasının yanı sıra, “Katil
Erdoğan!, AKP şaşırma, bizi dağa taşıma!, Yaşasın halkların kardeşliği!,
Bıji bıratıya gelan!, Yaşasın devrimci
dayanışma, Eşitlik, kardeşlik, Kürt
ulusuna özgürlük!, Kürdistan faşizme
mezar olacak!, Faşizme karşı omuz
omuza!” vb. sloganları da atıldı.
Polis ablukası, yoğun güvenlik önlemleri altında yapılan basın açıklaması bitikten sonra, Basmane yönüne
doğru giden kitleye polis saldırdı.
Gözaltına alınanlar oldu.
Ekim 2008/YDİ Çağrı/İzmir ✓
halkların kardeşliği için
1
İnkar ve imha siyaseti…
Nereye kadar?
7 Ekim günü Abdullah Öcalan’ın
avukatları bir basın açıklaması
yaptılar. Açıklamada Öcalan’a
yapılan fiziki saldırı hakkında şunlar söylendi: “İmralı Cezaevi’nde bulunan müvekkilimizin odası, ‘arama
yapacağız’ bahanesiyle görevlilerce
dağıtıldı. Müvekkilin bu duruma itirazı üzerine kendisine, “sus, sen konuşamazsın, bir kelime bile konuşma
hakkın yok,” denilip, akabinde iki
görevli kollarına girerek, müvekkil
yan odaya götürüldü, bir görevli de
arkadan sırtına bastırmak suretiyle
yere çöktürdü. Müvekkilimiz bu durum karşısında, “Bu uygulamadansa
beni öldürün daha iyi,” demesi üzerine bir görevli “Ona da sıra gelecek,”
şeklinde açık tehditte bulundu.”
Avukatları tarafından Abdullah
Öcalan’a İmralı’da fiziki saldırıda
bulunulduğunun açıklanmasının
ardından, Kürt illerinde protesto
gösterileri, yürüyüşler düzenlendi.
Kepenkler kapatıldı. Sadece Kürt illerinde değil, batıda da büyük şehirlerde gösteriler düzenlendi.
Kolluk güçlerinin düzenlenen gösterilere verdiği cevap; kurşun, gaz
bombası, cop, gözaltı vb. oldu. AğrıDoğubeyazıt’ta polis kurşunu ile
Ahmet Özkan katledildi. Gösterilerde
onlarca kişi yaralandı. Yüzlerce
kişi gözaltına alındı. Yüzlercesi
tutuklandı.
Öcalan’a f izik i saldırıyı peotesto eden gösteriler, Başbakan
Erdoğan’ın Diyarbakır’ı ziyaret etmesini protesto eden gösterilerle birleşti. Diyarbakır’da neredeyse hayat
durdu.
DTP Eşbaşkanları, milletvekilleri,
belediye başkanları, MYK ve PM’si
Diyarbakır’da toplanarak, son gelişmeleri değerlendirdiler. Yapılan
ortak basın açıklamasında; gelişmelerden, Öcalan’a yapılan fiziki
saldırıdan AKP hükümeti sorumlu
tutuldu. “İmralı Cezaevi’ne bir an
önce DTP’nin de dahil olduğu bir
heyet gönderilmelidir. İmralı cezaevi sistemi ve uygulanan tecrite son
verilmelidir. Sosyal ve siyasal yaşama
dahil olabileceği bir ortam yaratılmalı ve onur kırıcı davranışlardan
vazgeçilmesi” talep edildi.
Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin
ise yaptığı açıklamada, “herhangi
bir kötü muamele yapılmış değil,
herhangi bir olumsuz davranışta bulunulmuş değil, iddia edildiği gibi
herhangi bir işkence yapıldığı iddiası
asla doğru değil” diyerek, “Kurallara
herkes uyacaktır. Uymayanlarla ilgili
gerek güvenlik güçlerimiz, gerekse
yargı organlarımız gerekeni yapacaktır.” Tavrını takınarak tepkilerini
dile getirenleri bir nevi tehdit etti.
Günümüzde Kürt illerinde pratikte
OHAL yaşanıyor. Gösterilere ‘terör’
ile yanıt veriliyor. Egemenler Kürt
ulusal sorununu ‘terör sorunu, askeri
sorun’ görerek, askeri yoldan çözmeye çalışıyorlar. Kürt halkının en
basit demokratik hak istemine, kurşun, tank, panzer, gaz, gözaltı, tutuklama, işkence vb. ile cevap veriyorlar.
AKP hükümeti, ordu ile birlikte
aynı telden çalıyor. Bölgede savaş
tırmandırılıyor. Yeni askeri önlemler devreye sokuluyor. Bölgeye 11 yıl
aradan sonra, 7 bin özel tim polisinin
bu yıl sonuna kadar yerleştirilmesi
planlanıyor.
‘Terörle Mücadele Yüksek Kurulu’
ve MGK’da alınan karar gereği, ‘terörle mücadelede’ kurumlar arası
koordinasyonu sağlamak üzere yeni
yapılanma kararı alındı.
Y
Bu karara göre, İç Güvenli k
Yüksek Kurulu ve İç Güvenlik
Genel Sekreterliği oluşturulacak. İç
Güvenlik Yüksek Kurulu ve Genel
Sekreterliği’nin ‘terörle mücadelede’
eşgüdüm, koordinasyon, strateji belirleme, geliştirme, bilgilendirme ve
denetleme konularında çalışması
planlanıyor.
Ayrıca İç Güvenlik Yüksek Kurulu
ve Genel Sekreterliği’nin Avrupa’da
ve Ortadoğu’da temsilcilikler açması, bilimsel araştırmalar yapacak
bilgi bankasının kurulması, istihbarat havuzu oluşturulması, PKK’ye
katılımın önlenmesi ve ‘topluma kazandırmayla’ ilgili de projeler geliştirmesi planlanıyor.
Emniyet Genel Müdürlüğü müsteşarlığa dönüştürülecek. Sahil
Güvenlik Komutanlığı da bu yapılanmaya bağlanacak. Sınır güvenliği
konusunda ayrı bir müsteşarlığın
daha kurulması planlanıyor.
TC tarihi boyunca, ulusal sorunda
izlenilen siyaseti iki kelime ile ifade
etmek mümkün; inkâr ve imha! Bu
siyaset günümüzde de esas olarak
değişmiş değildir. İnkâr ve imha siyasetinin ulusal sorunu çözmediği,
çözemeyeceği görmek isteyenlere TC
tarihi yeterli veri sunuyor! Tabi görmek isteyene, anlamasını bilene!!
Kürt ulusal sorunu ne askeri önlemlerle, ne de defalarca açılan, ama
yerine getirilemeyen ekonomik paketlerle çözülemez. Kürt sorunu ulusal bir sorundur. Emperyalizm ve
proleter devrimleri çağında, ulusal
sorunun tek bir çözüm yöntemi vardır: Zoraki birliğin ortadan kaldırılması, ulusal baskıya son verilmesi,
ezilen ulusun kendi kaderini özgürce
tayin edeceği özgür ortamın yaratılması, eşit, özgür ortamın yaratılması,
halklar arasında kardeşlik ortamının yaratılması ile ulusal sorun çözülebilir. Bunun için de sömürgeci,
egemen devletin işçilerin, emekçilerin devrimi yıkılması, sermayenin
egemenliğine son verilmesi mutlak
gerekliliktir.
Ulusal sorunun çözüm ifadesi olan,
halkların kardeşliği için tek yol devrim şiarını daha gür bir sesle haykırmanın, devrim mücadelesini yükseltmenin zamanıdır!
25 Ekim 2008 ✓
“Ne Ergenekon, ne AKP, Çözüm Demokratik
Cumhuriyet” mitingi
ürüyüş 19.10.2008 tarihinde
çeşitli parti ve kitle örgütlerinin katılımı ile yapıldı. Yeni
Dünya İçin Çağrı olarak yürüyüşte
kortej oluşturarak yer aldık. Bizim
dışımızda yürüyüşe DTP, EMEP,
ESP, DEV- LİS gibi örgütler katıldı.
Yürüyüşün başından itibaren organizasyon komitesiyle polis arasında
gerilim yaşandı. Polis yürüyüşü
daha ilk başında engellemeye çalıştı.
Nedeni, PKK ve Öcalan lehine sloganların atılmasıydı. Yürüyüş saat
14:00’de DTP milletvekillerinin katılımıyla başladı.
Bahsi geçen sloganların atılmasına
devam edilmesi sonunda, yürüyüş
kortejinin önü Kadıköy alanına 300
metre kala polis tarafından panzerlerle kesildi. Polis, kortejin alana
sokulmayacağını, ısrar edilirse yürüyüşün dağıtılacağını söyledi. Yarım
saati geçen görüşmeler sonunda polis
yürüyüşün alana doğru devam etmesine izin verdi. Bundan sonra sokak
aralarında ve alana girişin yakınlarında toplanan MHP’lilerin provoke
etmesi sonucu ufak tefek arbedeler
yaşandı. Topluluğun alana girmesinden sonra DTP milletvekilleri konuşmalar yaptı. Yürüyüşe damgasını
Abdullah Öcalan’ın son günlerde
İmralı Cezaevinde kötü muamele
görmesi vurdu. Miting konuşmalar
sonunda sona erdi. Bir grup slogan
atan DTP’li gençleri takibe alan polis, otobüslere binerken gaz bombalarıyla saldırdı. 5-10 dakika süren saldırıda, yoldan geçen birçok kişi de
gaz bombalarından etkilendi.
21 Ekim 2008 / İstanbul ✓
7
halkların kardeşliği için
Ulusal Sorun ve
Kafkaslar Paneli
daha sonra 1917 Ekim devriminin
burada yaşayan halklar açısından
önemli bir tarihsel gelişme olduğunu
ve Komünist Partisinin özellikle
Lenin'in Kaf kasya'ya büyük önem
verdiğini vurguladı.
Sunumların ardından soru-cevap
ve söyleşi bölümüne geçildi. Bu
bölümde sorulan sorularla hem
Sovyetler Birliğinin ulusal sorundaki
marksist-leninist siyaseti hem de
Kafkasya sorununun daha iyi bir şekilde bilinçlere çıkarıldığı verimli bir
etkinlik gerçekleştirilmiş oldu.
3 Kasım 2008 ✓
DTP basın açıklamasına saldırı
B
8
u yıl Ekim devriminin 91.
yıldönümünde "Ulusal Sorun
ve Kafkaslar" konulu bir panel düzenledik. Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği'nde ulusal
sorunun ve özelde de Kafkaslarda
ulusal sorunun nasıl ele alındığını
ve bu konuda atılan adımların neler
olduğunu ortaya koymak ve bilince
çıkarmak istedik.
2 K a s ı m' d a G ü n e y Kü l t ü r
Merkezinde gerçekleştirdiğimiz panelde YDİ Çağrı Gazetesi adına Çetin
Desde ve Araştırmacı-Yazar Turabi
Saltık birer sunum yaptılar.
Çetin Desde sunumunda bir halklar hapishanesi olan Çarlık Rusya'sı
çatısı altında yaşayan halkların yaşadığı ulusal baskıları ve zulümleri
ortaya koyduktan sonra 1917 Ekim
devriminin ulusal sorunda bir dönüm noktası olduğunu, 1921 yılına
gelindiğinde gerek hukuksal alanda
gerekse de pratikte tüm ulusların özgür ve eşit birliktelikler içerisinde yaşamalarının sağlanması için önemli
adımların atıldığını, ulusların ayrılıp
ayrı devlet kurma hakkının tanınması ve bunun pratik bir hak olarak
hayata geçirilmesinin yanında henüz
ulusal bilince sahip olmayan küçük
halklar ve ulusal azınlıkların da tam
hak eşitliği için mücadele yürütüldüğünü ortaya koydu. SSCB'deki devlet
yapılanmasını ortaya koyarken birlik
cuhuriyetlerin, özerk cumhuriyetlerin, özerk bölgelerin nasıl bir yapıya
sahip olduklarını ve birbirleriyle ne
tür bir bağ içerisinde olduklarını
anlattı. İlk dönemlerde 4 tane olan
Birlik Cumhuriyetinin daha sonraki
yıllarda 16 Birlik Cumhuriyetine
yükseltildiğini belirterek, Sovyetler
Birliği Komünist Partisinin ulusal
sorundaki siyasetinin tüm ulusların tam hak eşitliğine sahip olması,
uluslar ve halklar arasındaki yüzyıllarca süregelen düşmanlıkların
ortadan kaldırılması, en küçük bir
milli topluluğun bile çıkarlarının gözetildiği bir siyaset olduğunu vurguladı. Bunun sonucu olarak Sovyetler
Birliğinde ulusal sorunun önemli ölçüde çözüldüğünü ve çeşitli milliyetlerden halklar arasındaki dostluğun
sağlandığını dile getirdi.
S ov ye t le r B i rl i ğ i Komü n i s t
Partisinin Kafkaslardaki ulusal siyasetine de değinen Desde, burada da
çıkış noktasının tüm uluslara tam
hak eşitliği, halklar arasındaki düşmanlığın ortadan kaldırılması ve büyük ulus şovenizmine karşı mücadele
olduğunu belirtti. Sovyet döneminde
1956'lı yıllara kadar önemli oranda
çözülmüş olan Kafkasya sorununun
geriye dönüş ile birlikte yeniden çelişkilerin ve çatışmaların merkezi haline geldiğini fakat bunun bazı burjuvaların iddia ettiği gibi Sovyetler
Birliğinin yanlış ulusal siyasetinden
kaynaklanmadığını ortaya koydu.
Sovyetler Birliğinin yıkılması ve
emperyalist paylaşım dalaşının bu
bölgede tekrar gündeme gelmesiyle
birlikte halkların birbirine karşı kışkırtılarak boğazlatıldığını, son dönemde yaşanan Güney Osetya sorunuyla bir kez daha gündeme geldiğini
dile getirdi.
İkinci konuşmacı, araştırmacıyazar Turabi Saltık ise çok önemli
bir kültürel zenginliğe ve çok eski
bir uygarlığa sahip olan Kaf kasya
denilen coğrafyada hangi ulus ve
ulusal azınlıkların yaşadığını ve
bunların tarihsel olarak nasıl oluştuğunu detaylı bir şekilde ortaya
koydu. Kafkasya'nın dil, din kültürler açısından son derece karmaşık bir
yapıya sahip olduğunu, bu nedenle
çıkar dalaşlarının çokça yaşandığını
ve esas sorunun buradan kaynaklandığını dile getirdi. Önemli bir göç
bölgesi olan Kaf kasya'nın zaman
içerisinde önemli bir ticari merkez
haline geldiğini, özellikle köle ticaretinin çok yaygın olduğunu, bununla
birlikte çeşitli krallıkların ve uygarlıkların meydana geldiğini belirtti.
Daha sonraları Çarlık Rusya'sının bu
bölgeyi ihlakı ile birlikte 400 yıllık
savaşların yaşandığını, 1.5 milyon
halkın Osmanlı imparatorluğu ile
yapılan bir dizi anlaşma sonucunda
Osmanlı topraklarına sürüldüğünü
ve geride kalan halkların ise özgürlük mücadelesine devam ettiklerini
belirtti.
Rusya'da 1905 devriminin ve
E
gemenler tarafından Kürt
ha lk ına karşı sürdürü len
ırkçı, şoven kışkırtma yer yer
linç boyutlarına vararak sürüyor.
Ayvalık-Altınova’da, Adana’nın bir
mahallesinde yaşanılanlar linçin vardığı boyutları gösteriyor.
Dağlıca’dan sonra kışkırtılan şoven dalga sırasında yaşanılanlar,
Aktütün’den sonra da yaşanmaya
başlandı. Asker cenazeleri kullanılarak ırkçı, şoven kışkırtma tırmandırıldı. Eğemenler, medya tarafından
kışkırtılan Kürt düşmanlığı sokakta
linçe dönüşüyor. Irkçı, şoven kışkırtmaya devletin kolluk kuvvetleri de
üzerlerine düşeni yaparak katılıyorlar. Bunun bir örneği 9 Ekim günü
İzmir’de yaşandı.
DTP il örgütü, "sayın Öcalan" kampanyası çerçevesinde topladıkları
imzaları ilgililere göndermek üzere
Konak Postanesi’ne gitti.
İnsan Hakları Derneği, Çağdaş
Hukukçular Derneği İzmir şubelerinin yaptığı açıklamaya göre polis
saldırısı şöyle gelişti:
“Bugün, 9 Ekim 2008 günü düşünce özgürlüğü kapsamında dilekçe
hakkını kullanan bir grup yurttaşımız, basın açıklaması yapmak ve savcılığa dilekçe göndermek üzere DTP
il binası önünden Eski Sümerbank
önüne doğru yürüyüşe geçmişlerdir. Saat 13.00’da Eski Sümerbank
önünde basın açıklaması yaptıktan
sonra savcılığa verecekleri dilekçeleri
göndermek üzere Konak Postanesi’ne
girmişlerdir. Dilekçelerini verdikleri
sırada isminin Ali İhsan olduğu öğrenilen polis amiri, “vatan hainleri!”
diye bağırmış, çevik kuvvet polislerine “Her tarafı kapatın!” şeklinde
talimat vermiştir. Bunun üzerine hiçbir uyarı yapılmaksızın çevik kuvvet
polisleri tarafından dilekçe veren
yurttaşlara saldırılmıştır.
Postane kapısında beklemekte olan
İnsan Hakları Derneği gözlemcileri
ve diğer yurttaşlar tarafından kolluk
kuvvetleriyle görüşülmeye çalışıldıysa da bir sonuç alınamamış, kolluk amirinin “hepsini alın” talimatı
üzerine çevik kuvvet ekibi kapıda
bekleyenlere de saldırarak gözaltına almaya başlamıştır. Gözaltı işlemi sırasında çevik kuvvet polisleri
eylemcilere tekme ve yumruklarla
saldırmıştır.
İnsan Hakları Derneği yöneticilerinden ve aynı zamanda olay yerinde
gözlemci olarak bulunan Resul Yıldız
da gözlemci kartı göğsünde takılı olduğu, gözlemci olduğunu ve İnsan
Hakları derneği adına orada bulunduğunu belirttiği halde darp edilerek
gözaltına alınmıştır.”
Saldırı sırasında İşçi-Köylü gazetesi muhabiri de gözaltına alındı.
DİHA’nın kamerası kırıldı. Toplam
44 kişi gözaltına alındı. 12 kişi polis
saldırısı sırasında yaralandı.
“Teröre karşı mücadele” adına “sınırsız yetki” istendiği, yetkiyi isteyen
ordu ile hükümet toplantısının olduğu günde, İzmir’de yapılan saldırı
tesadüf değildir. Daha önce yapılan
yasal değişikliklerle yetkileri daha
da genişletilmiş olan kolluk kuvvetleri giderek pervasızlaşmakta, daha
fazla yetki isteyerek saldırılarını
sürdürmektedirler.
Öyle ya da böyle, saldırılar özgürlük, demokrasi mücadelesini engelleyemeyecektir. Baskılara, saldırılara
son vermenin yolu, halkların kardeşliğini sağlamanın yolu, Kürt halkının
kendi kaderini tayin edeceği şartları
yaratmanın yolu, işçilerin, emekçilerin devrimidir.
9 Ekim 2008
YDİ Çağrı/İzmir ✓
Kasım 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Yeni SSGSS Yasası yürürlüğe girdi
U
zun bir süredir tartışılan,
yüzlerce kez eylem yapılan 5510 sayılı Genel Sağlık
Sigortası 1 Ekim’den itibaren yürürlüğe girdi. Yasa birçok açıdan işçi ve
emekçilerin kazanılmış haklarını
buduyor, Genel Sağlık Sigortası adı
altında sağlık hakkı özelleştiriliyor.
Yasanın neler getirdiğini, aslında neler götürdüğünü birçok kez bu sayfalara taşıdık. Bizlerde bu konuda
öncelikle işçi sınıfını, emekçileri aydınlatmaya çalıştık. Şimdi ise yasa
yürürlüğe girdiğinden nasıl uygulanacağına değineceğiz. Elbette yasanın tüm maddeleri veya değişiklikler
üzerine değil, sadece bazı konularına
değineceğiz.
Yaşlılık (Emeklilik şartları);
4a’lılar için 08.09.1999’da geçiş hükümleri uygulanmıştı. Bu tarihten
önce ilk defa sigortaya girenler için
5000 gün prim, kadın ise 20 erkek ise
25 yıl sigortalılık süresi gerekiyordu.
08.09.1999 tarihinden sonra 7000 gün
prim, 25 yıl ve kadın ise 58 erkek ise
60 yaşı doldurmaları gerekiyordu.
30 Nisan 2008 tarihinden sonra
sigortaya girenlerde ise prim ödeme
gün sayısı her yıl 100’er gün artırılmak sureti 2027 yılında 9000 güne,
yaş haddi ise 2036 yılından itibaren
kademeli olarak artırılarak 2048 yılında 65 yaşa çıkacak. 4b’lilerin yani
eski Bağ-Kur’luların ise ilk defa sigortaya girdikleri tarihten itibaren
9000 gün prim ödemeleri gerekecek.
Ortalama insan ömrünün 66 olduğu ülkemizde 65 yaşında emekli
olmanın hiçbir anlamının olmayacağı açık. Ki çoğu durumda eğer iş
bulabilirsek, bulduğumuzda ise sigorta primlerimiz yatırılırsa küçük
bir ihtimal olsa da 1 yıl emekli olarak yaşayabiliriz, pardon üç kuruşluk emekli maaşını almak için banka
kuyruklarında sürünebiliriz.
Aylık Bağlama Oranı; Malullük,
yaşlılık ve ölüm sigortası ödenen
her yıl için %2 oranında aylık bağlanacak. Bu oranın tamamı %90’ı
geçemeyecek. Mevcut sigortalıların
(30 Nisan 2008 den önce sigortaya
girenlerin) hak kaybına uğramaması
için 10 yıl tamamlanıncaya kadar
%3 daha sonra %2 olacak. Önceden
beri sigortalılığı devam edenlerin
bir kısmı eski hesaplamaya göre bir
kısmı yeni hesaplamaya göre yapılacak. Önceden Yaşlılık aylığı uygulaması için, ilk 10 yıl %3,5 sonraki 15
yıl için %2, sonraki yıllar için %1,5
gibi bir hesaplama ile maaş bağlanırken, 30 Nisan 2008 tarihinden sonra
ilk defa sigortalı olanlar için bu oran
her çalışılan yıl için %2 olacak. Yani
daha önce 25 yıl çalışan bir sigortalı
için %65 üzerinden aylık bağlanırken
yeni yasaya göre bundan sonra %50
üzerinden aylık bağlanacak. Buna
göre gelecekte bir emeklinin emekli
maaşı bugünkü emeklinin maaşına göre %30 oranında daha düşük
olacak.
Tabi ki bunda pek fazla üzülmemize gerek yok çünkü emekli olmak
dahi bir hayale dönüştü. Bu nedenle
emekli maaşının ne kadar olacağını
düşünmeye hiç mi hiç gerek yok!!!
4a, 4b ve 4c; SSK, Bağ-Kur ve
son verilecek ve bütün işlemler kişilerin TC kimlik numarasına göre
yapılacak.
Cenaze Yardımı; Emekli iken ölen
veya 360 gün malullük, yaşlılık ve
ölüm sigortası ödeyip de ölen sigortalının hak sahiplerine Sosyal Güvenlik
Kurumu (SGK) Yönetim Kurulunca
belirlenecek tarife üzerinden cenaze
yardımı ödenecek.
Evlenme Yardımı; Evlenmeleri
nedeni ile gelir ve aylıkları kesilmesi gereken kız çocuklarının aylık
gelirinin 2 yıllık tutarı bir defa da
ödenecek. Tekrar hak sahibi olması
durumunda ise 2 yıl boyunca maaş
Uzun bir süredir tartışılan, yüzlerce kez eylem
yapılan 5510 sayılı Genel Sağlık Sigortası 1
Ekim’den itibaren yürürlüğe girdi. Yasa birçok
açıdan işçi ve emekçilerin kazanılmış haklarını
buduyor, Genel Sağlık Sigortası adı altında
sağlık hakkı özelleştiriliyor.
Emekli Sandığı kurumlarının birleşmesi ile birlikte eski SSK’lılar 4a’lı,
Eski Bağ-Kur’lular 4b’li, Eski Emekli
Sandığına tabi olan Memurlar ise
4c’li diye anılacaklar.
Herkese Tek Sosyal Güvenlik
Numarası; Herkese tek sosyal güvenlik numarası verilecek bu da tabii ki T.C. Kimlik numarası olacak.
Ancak, bilgi işlem alt yapısı kuruluncaya kadar mevcut uygulamalara
devam edilecek. Gelecekte Kurum
Sağlık karnesi, sigorta kartı, vizite
kâğıdı gibi uygulamaların tamamına
bağlanmayacak.
Emzirme ödeneği; Emzirme ödeneği verilmesi için 4a ve 4b’lilerde
doğumdan önceki 1 yıl içinde 120
gün sigorta primi ödenmiş olması,
4b’liler için ilave olarak borcu bulunmaması gerekecek. Emzirme ödeneği eski yasada 50 YTL idi. Ancak
yeni yasaya Hükümet ile Türk-İş’in
“uzlaşması” ile bu rakamın içinde
işçi temsilcilerinin de yer aldığı SGK
komisyonu tarafından belirlenmesi
eklendi. Fakat SGK bu rakamı belirlemek yerine rakamın belirlenmesi
yetkisini Hükümete vermeye çalışıyor. Anlayacağız kısmi “uzlaşma”
dahi uygulanmıyor, Hükümet ve
SGK uzlaşılan tarafları kandırmaya
çalışıyor. Oysa beklenti bu rakamın
asgari ücreti 3’te 1’i yani 202,80 Ytl
olması yönündeydi.
Sağlıktan Yararlanma Şartları;
Sağlık Hizmetlerinden yararlanabilmek için, SSK’lı olanlar kendisi için
90 gün, bakmakla yükümlü oldukları
kişiler için 120 gün, Bağ-Kur’lular ise
ilk defa sigortalı oldularsa 8 ay, tekrar
sigortalı olduklarında ise 4 ay prim
ödedikten sonra ve hiç borçları yoksa
sağlıktan yararlanabiliyorlardı. Bu
sürelerin tamamı 30 güne düşürüldü.
İşe yeni başlayanlar için iyi olan bu
uygulama işten ayrılanlar için ise
iyi değil, çünkü işten ayrılan işçi en
fazla 10 gün daha sağlık hizmetinden
yararlanabilecek. Son bir yıl içinde
90 gün primi varsa işten ayrıldıktan
sonra 90 gün daha sağlıktan yararlanabilecek. Eskiden işten ayrıldıktan
sonra 6 ay boyunca sağlık hizmetlerinden yararlanabiliyordu.
Bağ-Kur’lular borçları varsa sağlık hizmetlerinden yararlanamıyorlardı. Yeni yasa sonrası ise 60
gün prim borcu olsa dahi yararlanabilecekler. Daha fazla borcu
olanlar yine sağlık hizmetlerinden
yararlanamayacaklar.
Katılım Payları; Ayakta tedavilerde ve diş hekimi tedavilerinde 2
YTL katılım payı ödenecek. Ortez,
protez, iyileştirme araç ve gereçlerindeki ve İlaçlarla ilgili katılım payı
emeklilerde %10, sigortalılarda %20
olarak uygulanacak. Araç ve gereçlerde her bir katılım payı bedeli asgari ücretin %75 ini geçemeyecek.
Malullük; Önceki yasaya göre bir
kişinin malul sayılması için gerekli
oran 2/3=%66 idi. 5510 sayılı yeni yasaya göre İş kazası veya meslek hastalığı sonucunda çalışma gücünün
%60’ını kaybeden malul sayılacak.
Malullük sigortasından yararlanma şartları 5 yıldan beri sigortalı
olmak ve 1800 gün prim ödemiş olmaktı. Ancak yeni kanun bu süreleri
10 yıla ve 1800 gün prime çıkardı.
Başkasının bakımına muhtaç olarak
malul olanlardan ise yıl şartı aranmayacak 1800 gün prim ödenmesi
yeterli olacaktır.
Malul sigortalılar 9000 günden az
sigortalı olmaları halinde emeklilik
maaş hesaplamaları 9000 gün üzerinden yapılacak ve maaşı da ortalama ödediği primin %50’sinden az
olamayacak. Başkasının bakımına
EK:1
Kasım 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
muhtaç ise buna %10 daha ilave
edilecek.
Ayrıca; Ücretlerin bankadan
ödeme zorunluluğu 08.05.2008 tarihinde yasalaşmıştı. Ancak konu
ile ilgili yönetmelik çıkarılmadığı
için zorunluluk henüz başlamadı.
Eğer bu yasa tam olarak uygulanabilirse bundan sonra işverenlerin sık sık başvurduğu farklı ücret
ödenmesine rağmen asgari ücret
üzerinden prim ödemenin sona
ereceği savunuluyor. Oysa yasa
bunu gerçekleştirmekten uzak. Biz
işverenlere hemen bir yol gösterelim, çünkü onlar zaten bu yöntemi şimdiden düşünüyorlar; işçiye asgari ücret banka üzerinden
ödenecek, eğer asgari ücretin üzerinde ücret ödeniyorsa bu da elden
ödenecektir. Bu sorunu yasalar
değil ancak işçilerin mücadelesi
çözebilir.
Çiftçiler, tarımsal faaliyette bulunanlar Asgari ücretin yarısı üzerinden prim ödeyerek (102 YTL)
sigortalı olabilecekler. 15 gün üzerinden ödenebilen primler her yıl
1 gün artırılarak 15 yıl sonra 30
güne çıkarılacak.
Genel Sağlık Sigortası; Yeni yasaya göre hemen hemen bütün TC
vatandaşları Genel Sağlık Sigortalı
(GSS’li) sayılacaklar. 4a-4b-4c’liler
ve isteğe bağlı sigortalılar direk
GSS’li olacak.
Aile içindeki kişi başı geliri
Asgari ücretin 1/3’ünden (212 YTL)
az olanların GSS Primleri devlet
tarafından karşılanacak. Ayrıca,
Vatansız ve sığınmacılar, 65 yaş
veya özürlü aylığı alanlar, şeref,
vatani hizmet aylığı ve gazi aylığı
alanlar, Çocuk Esirgeme Kurumu
tarafından bakılan çocuklar, 18
yaşından küçük olanlar ile dünya
olimpiyat şampiyonlarının da GSS
Primleri devlet tarafından karşılanacak. Bu sistemde Kürt halkının
mücadelesini kırmak için oluşturulan Köy korucuları da unutulmamış, onlarında primleri devlet
tarafından ödenecek.
4447 sayılı kanuna göre işsizlik
sigortalısı alanların GSS primleri
Türkiye İş Kurumu tarafından
ödenecek.
Aile içi toplam gelirin kişi başına
düşen payı asgari ücretin 1/3’ü ile
asgari ücret arasında gelir elde
edenlerin ödeyecekleri primler
“Prime Esas Kazancın (PEK) alt
sınırı x %12’nin 1/3’ü” kadar olacak (25,55 YTL). Asgari ücret ile
asgari ücretin 2 katı arasında geliri
olanlar PEK alt sınırı x %12 (76,64
YTL), asgari ücretin 2 katından
fazla olduğu tespit edilen kişiler
için PEK alt sınırı x 2 x %12 (153,28
YTL) prim ödemeleri gerekecek.
Zorunlu sigortalıkları bitenlerin
Aile içi kişi başına düşen geliri asgari ücretin 3’te 1’inden az değilse
10 gün içinde GSS’li sayılacaklar.
Genel Sağlık Sigortasından,
Sigortalı ve Emeklilerin, İsteğe
bağlı Sigortalı olmayan ve emekli
olmayan Eşi, 20 yaşını doldurmamış ve orta öğretime devam eden
çocukları, 25 yaşını doldurmamış
yüksek öğrenimini tamamlamamış evli olmayan çocukları ve
%60 özürlü olan çocukları yararlanır. Ayrıca geliri asgari ücretin
netinden az olan Ana ve Babası
da çocu k la r ı nı n GSS’si nden
yararlanabilir.
Yeşil kart uygulamasına ise 2
yıl daha devam edilecek. Sonra
bu kişilerde Genel Sağlık Sigortası
kapsamında devlet tarafından
sigortalanacak.
Ancak burada en önemli sorun
kişilerin kazancının devlet tarafından nasıl hesaplanacağı, kimin asgari ücretin altında kazandığının
nasıl tespit edileceği sorunudur.
GSS’in bu durumda nasıl uygulanacağını, bundan sonra hastanede
rehin kalınıp kalınmayacağını,
insanların hastane hastane dolaştırılıp dolaştırılmayacağını hep
birlikte yaşacak ve göreceğiz.
26.10.2008 ✓
İÇİNDEKİLER
Yeni SSGSS Yasası yürürlüğe girdi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:1
Birleşik Metal İş'den bilgilendirme toplantısı . . . . . . . . . . . . .
EK:2
RSA Fabrikası işçileri greve hazırlanıyor . . . . . . . . . . . . . . . . EK:3
Entil ve Hapalki’de işçiler kazandı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:3
Türk Metal Sendikasının yeni oyunları! . . . . . . . . . . . . . . . . EK:4
Metal İşçileri Dayanışma Gecesinde buluştu… . . . . . . . . . . . .
EK:5
Taşeron sendika Türk Metal’den yeni ihanetler. . . . . . . . . . . .
EK:5
Sağlık emekçilerinin sendikalaşma mücadelesi . . . . . . . . . . . . EK:6
Deri işçilerinden söyleşi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
EK:6
Ayağa kalkalım… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:7
IBM işçileri patronu protesto etti. . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:8
EK:2
Birleşik Metal İş'den
bilgilendirme toplantısı
M
etal iş kolunda 20082010 grup toplu iş sözleşmeleri görüşmeleri
devam ediyor.
Birleşik Metal İş Sendikası,
MESS (Madeni Eşya Sanayicileri
Sendikası) ile grup toplu iş sözleşmeleri süreci hakkında çıkardığı
bültenler üzerinden kendi tabanını
bilgilendirmekte, işyerlerinde iş
komiteleri ile toplantılar yapmasının yanı sıra, örgütlü olduğu fabrikalarda eylemler yapmakta, ayrıca
bölgelerde süreç hakkında bilgilendirme toplantıları yapmaktadır.
Bu toplantılardan biri de İzmir’de
yapıldı.
24 Ekim Cuma günü düzenlenen
toplantıya, BMİ Sendikası’nın örgütlü olduğu işyerlerinden (Delphi,
Jantsa, Totomak, Lemförder vb.)
işçiler, İzmir Şube yöneticileri
ve BMİ Sendikası’nın bazı Genel
Merkez yöneticileri katıldı.
Toplantı BMİ Sendikası İzmir
Şube Başkanı Ali Çeltek’in yaptığı
kısa konuşma ile açıldı.
BMİ Sendikası Genel Sekreter
Yardımcısı, toplu iş sözleşmesi
uzmanı Mehmet Beşeli, ‘Metal
İşçisinin Gerçeği’ konulu, slayt eşliğinde bir sunum yaptı. Mehmet
Beşeli yaptığı sunumda; MESS ile
toplu grup sözleşmesinin 100 bin
işçiyi kapsadığını, amacın 100
bin işçiyi birlikte hareket eder
hale getirmek olduğunu, BMİ
Sendikası’nın bunun için mücadele ettiğini, 100 bin işçinin birlikte hareket etmesi durumunda
yer yerinden oynayacağını anlattı.
Kendilerinin düşük ücretlilere
iyileştirme, insanca yaşamaya yetecek ücret zammı, işe giriş ücretlerinin yükseltilmesini, enflasyona
endeksi zamlara son verilmesini
istediklerini, sosyal ödemelerde
erimeye, esnekliğe karşı olduklarını aktardı. MESS’in teklifi hakkında da bilgi veren Beşeli, en kapsamlı esneklik dayatması ile karşı
karşıya olduklarını, bu dayatmayı
kabul etmeyeceklerini, bu teklifin
kavgaya davet olduğunu, kavgayı
kabul ettiklerini açıkladı.
Toplantıda BMİ Sendikası Genel
Başkanı Adnan Serdaroğlu’da bir
konuşma yaptı. Adnan Serdaroğlu
yaptığı konuşmada; Metal iş kolunun tüm dünyada ekonominin
lokomotifi olduğunu, metal iş kolunda toplu sözleşmenin diğer iş
kollarını da etkilediğini, bu nedenle grup toplu iş sözleşmesinin
sadece metal işçilerini değil, tüm
sektörleri ilgilendirdiğini anlattı.
Kazanılmış hakların geri alınmasına müsaade etmeyeceklerini,
amaçlarının kazanılmış hakları
daha da ileriye taşıma olduğunu
açıkladı.
Sadece MESS ile değil Türk Metal
Sendikası ile de mücadele ettiklerini, Türk Metal Sendikası’nın sarı
sendika, taşeron sendika, gangster
sendika ünvanlarına, komisyoncu
sendika sıfatını da eklediğini, Türk
Metal’in imzaladığı toplu iş sözleşmeleri karşılığında patronlardan
komisyon aldığını, bu paraların
ART televizyon kanalına aktarıldığını, metal patronlarının ART
televizyon kanalına yardım yaptığını, bütün bunların suç olduğunu
açıkladı.
BM İşçilerinin söz ve karar sahibi
olduklarını, sendikalarında açıklık ve şeffaflık olduğunu, MESS ile
mücadele sürecini işçilerle birlikte
yürüteceklerini, gerekirse fabrikaları terk etmeyeceklerini, fabrikalara sahip çıkacaklarını anlattı.
“Üyemiz az olsa da, yüreğimiz
büyük. Gittiği yere kadar gideriz.
Sizlerle birlikte gideceğiz.” Dedi.
Toplantı oldukça coşkulu geçti.
Coşku işçilerin alkışlarlarına, sloganlarına yansıdı.
“Yaşasın sınıf dayanışması!,
Yaşasın onurlu mücadelemiz!,
Kurtuluş yok tek başına, ya hep
beraber, ya hiç birimiz!, Direne,
direne kazanacağız!, İşveren zammını al başına çal!, İş, ekmek yoksa,
barış da yok!, Vur vur inlesin Türk
Metal dinlesin!” sloganları atıldı.
Metal işçileri, metal patronlarına
karşı ortak mücadele yürüttükleri
koşullarda kazanacaklardır. MESS
patronlarını dize getirmenin, sarı
sendika Türk Metal’in etkisini sınırlamanın yolu işçilerin örgütlü,
ortak mücadelesidir.
İşçilerin birliği sermayeyi
yenecek!
Ka hrolsun ücret l i kölel i k
düzeni!
24 Ekim 2008
YDİ Çağrı/İzmir ✓
RSA Fabrikası
işçileri
greve hazırlanıyor
A
ş a ğ ıd a DİSK / Bi rle ş i k
Meta l–İş Send i k a sı 2
No’lu Şubede örgütlü RSA
Fabrikası’nda çalışan 50 işçinin, 2.
dönem TİS görüşmelerinin anlaşmazlıkla sonuçlanması üzerine,
gündeme gelecek olası bir greve
hazırlık çalışmaları hakkında işyeri sendika baş temsilcisi ve aynı
zamanda Şube Yönetim Kurulu
üyesi Bayram Dilek ile yaptığımız
söyleşiyi yayınlıyoruz.
Ydi Çağrı: Çalıştığınız fabrika
kaç yıllık bir fabrika, hammaddeyi nereden alıyor, ne üretiyorsunuz? Kaç kişi çalışıyorsunuz?
Ürettiğiniz ürünler iç pazarda mı,
yoksa dış pazarda mı satılıyor?
Esnek çalışma var mı?
Baştemsilci: Çalıştığımız işyeri
İstanbul–GOP tarafında Küçükköy
semtinde kurulu RSA Tesisat
Malzemeleri San. Tic. A.Ş.’ne ait 8
yıllık bir fabrika. Bu fabrikada doğalgaz tesisatı için bağlantı (Flaş,
maşon, dirsek vb.) malzemeleri
üretiyoruz. Yaş ortalaması 30-35
arasında olan 75 çalışandan 50’si
işçi ve hepsi de sendika üyesi. Ben
fabrikada 5 yıllık işçiyim. En kıdemsizimiz 2, en kıdemlimiz 8
yıllık işçidir.
Fabrika kullandığı hammaddenin hepsini Ukrayna ve Rusya’dan
olan ve sağlığımızı tehdit eden çalışma ortamımızın düzeltilmesi
için gerekli tedbirlerin alınması
taleplerimiz var.
Fakat patron özellikle ücret ve
sosyal hakların artırılmasına yanaşmıyor. Birikmiş alacağımızı
ödemek istemiyor.
Şu an TİS görüşmeleri, uzlaşmazlık tutanağının tutulduğu ve
arabulucuya gidildiği aşamada.
Ydi Çağrı: Patronun uzlaşmaz
tutumundan dolayı hızla grev aşamasına yaklaştığınız şu günlerde,
işyerinde şimdiden grev için ne
gibi ön hazırlıklarınız var?
Baştemsilci: Patronun uzlaşmaz
tavrı yüzünden gidilecek olası bir
greve şimdiden hazırlıklara başladık. İşçi arkadaşlarla bilgilendirme
toplantıları, görüşmeler, iletişimi
artırma vb. çabalarını artırarak
sürdürüyoruz.
Arkadaşların çoğunun kredi
borcu var. Asgari ücretle çalışan
arkadaşlarımızın grev öncesinde
bu borçları kapatma olanağı yok.
Ancak grev boyunca kendi aramızda dayanışmayla, dost ve akrabaların yardımlaşmasıyla bu zorluğumuzun üstesinden geleceğiz.
Ydi Çağrı: Biliyorsunuz işçi
sendikalarının işkolunuzdak i
MESS’le Grup TİS görüşmeleri
sürüyor. MESS’li patronlar metal
işçilerinin kazınılmış haklarını
gasp etmeye çalışıyor ve düşük ücret ve esnek çalışmayı dayatıyorlar.
Siz sendikanız Birleşik Metal–İş'in
MESS’e karşı direniş, grev vb. eylemlerine katılacak mısınız?
Baştemsilci: İşyerimiz MESS’e
üye değil. Fakat MESS’in bu dayatmalarını biz tüm metal işçilerine
yapılan saldırılar olarak değerlendiriyoruz. Kölece çalışmaya karşı
sendika genel merkezimizin her
türlü mücadele kararına harfiyen
uyacağız. İşkolundaki bu greve en
aktif şekilde biz de katılacağız.
Ydi Çağrı: Bildiğiniz gibi 1 Ekim
2008 günü yürürlüğe giren SSGS
Yasası işçi ve emekçiler için nasıl
bir yıkım yasası olduğunu şimdiden “katkı payı” uygulamalarıyla
biliyoruz. İşyerinizde bu yasaya
karşı ne gibi bir tepki var?
Baştemsilci: Bunun adı “Sağlık
Sigortası” ama kendisi sağlığı yok
eden bir yasa. Sağlığı koruma değil ölümü getiren, güvencesizliği
sağlayan bir yasa olduğunu çoğu
arkadaş biliyor. Bundan kurtulmanın tek çaresi bu AKP hükümetinden bir an önce kurtulmaktır. Seçimlerde onu sandığa
gömmektir.
Ekim 2008 ✓
ler, işçi sınıfının sendikalaşmasının ve bilinçlenmesinin önünde
duramayacaklardır.
Her direnişin öğrettiği gibi
Hapalki ve Entil’ deki direniş de
kararlı olduğumuz ve demokratik
hak ve taleplerimiz için mücadele
ettiğimiz sürece sermayeye geri
adım attıracağımızı göstermiştir.
Kapitalizmden medet ummuyoruz. Biliyoruz ki temel çıkarı kar
üstüne kurulu olan bu düzende
ekonomik taleplerle sermayeyi yok
edemeyiz. Kapitalizmden kurtulmak ve insanca, onurlu sömürüsüz bir toplumda yaşamak için
Bolşevizmin kılavuzluğunda sosyalizmi kurmalıyız.
Kahrolsun kapitalizm!
Kahrolsun sermaye düzeni!
Yaşasın sosyalizm!
Entil ve Hapalki’de
işçiler kazandı
skişehir Organize Sanayi
Bölgesi’nde, Zey tinoğlu
Grubuna bağlı Entil ve
Hapalki demir döküm fabrikalarında çalışan işçiler, DİSK Birleşik
Metal İş sendikasına üye oldukları
için 09 Ekim 2008 tarihinde işten
çıkartıldılar. Entil’de 12 taşeron
işçi sendikalaştıkları için işten
çıkartıldı. İşçiler de işverenin bu
tavrına karşı fabrikanın önünde
direnişe geçtiler. Direnişe geçen
işçilerin tutumuna işveren 5 işçi,
sonra 12 işçiyi çıkararak karşılık
verdi. Hapalki’de de 60 işçi işveren tarafından işten çıkartıldı. Her
iki fabrikada işçiler kararlı bir şekilde fabrikanın önünde direnişe
geçtiler.
Birleşik Metal İş Sendikası Şube
Başkanı Bayram Kavak, yönetim
kurulu üyeleri ve Entil, Süsler,
Doruk Firmalarında çalışan 500
işçi fabrika önüne giderek direnişteki işçilere destek verdi. 09 Ekim
2008 tarihinde başlayan direniş, 14
Ekim 2008 tarihinde DİSK Birleşik
Metal İş ile Zeytinoğlu Holding
arasında yapılan görüşmelerin sonucunda, atılan işçilerin tamamının işe geri alınması ve sendikal
haklarının tanınması konusunda
anlaşmaya varılmasıyla bitirildi.
İşçilerin sendikalaşmasından
korkan ve bu doğrultuda her şeyi
mubah gören, demokratikleşme
ve özgürlük lerden ba hseden,
Anayasada güvence altına alınan sendikaya üye olmayı sadece
kâğıt üzerinde tanıyan egemen-
17.10.2008
Eskişehir’den YDİ/Çağrı okuru
Kasım 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
E
alıyor. Üretilen malzemelerin
%80’nini dış pazarda satıyor.
Ücretlerimiz asgari ücret düzeyinde. Bu kötü durumu bu TİS’le
aşacağız. Şu günler fazla mesai
yok, hafta sonu çalıştırılmıyoruz.
Şu an işyerinde esnek çalışma yok.
Fakat eskiden 120 işçinin yaptığı
işi biz 50 kişiye yaptırıldığı için
çok yoğun ve yorucu bir çalışma
temposu vardı. Fabrikada bugünlerde teknik yenileme çalışmaları
var. TİS imzalandıktan sonra 3040 işçi daha alınacağı söyleniyor.
Ydi Çağrı: Öğrendiğimiz kadarıyla TİS görüşmeleriniz anlaşmazlıkla sonuçlanmış. Bu kaçıncı
TİS dönemidir ve bu dönem talepleriniz nelerdir, görüşmeler hangi
aşamada?
Baştemsilci: Bu 2. TİS dönemimizdir. Üç aydır süren görüşmelerde neredeyse asgari ücret düzeyinde ücretlerimize en son ortalama %14 zam talep ettik. Fakat
patron %10’dan yukarı çıkmadı.
Ayrıca sosyal haklarımızın da artırılması taleplerimiz var. Patronun
ödemek istemediği, ancak yargıya
götürüp kazandığımız 1,5 yıllık
ücret farkı olan ve her bir işçinin 2
bin YTL üzerindeki alacağı da TİS
talepleri arasında. Yine ayrıca işyerindeki yoğun toz ve duman içinde
"İşyerimiz MESS’e üye değil. Fakat MESS’in
bu dayatmalarını biz tüm metal işçilerine
yapılan saldırılar olarak değerlendiriyoruz.
Kölece çalışmaya karşı sendika genel
merkezimizin her türlü mücadele kararına
harfiyen uyacağız. İşkolundaki bu greve en
aktif şekilde biz de katılacağız."
EK:3
N
Türk Metal Sendikası'nın
yeni oyunları..!
Kasım 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
ihayetinde beklenen oldu:
Bu dönemde Metal iş kolunda grup toplu iş sözleşmesi sürecinin yaşandığını hepimiz bilmekteyiz. MESS patronları
kriz vardır, “istediğiniz kesinlikle
olmaz” diye dayattıkları bir süreçten geçmekteyiz. Ve kısa bir
dönem önce, MESS patronlarıyla
uyuşmazlık tutanağı tutulduğunu
bilmekteyiz. Artık bundan sonraki süreç, Metal işçileri için zorlu
bir sürecin başlangıcı demektir. Bu
zorlu müzakere sürecinde, Türk
Metal sendikasından mücadeleci
tavır beklemek büyük bir yanılgı
olur. Büyük bir olasılıkla kapalı
kapılar ardında işçiler satılacaktır.
Sarı sendika Türk Metal’in tavrı,
MESS patronları gibi “kriz vardır
ancak bu kadar yapabiliriz, yoksa
tümden her şeyimizi kaybederiz”
tavrı olacaktır. İşçilerin yararına,
metal patronlarıyla uzlaşmak kolay olmayacaktır. Böylesi zorlu bir
süreçten başarıyla çıkmak Türk
Metal sarı sendika ağalarının tavrı
bilindiğinde kolay olmayacaktır.
Tam da beklenen oldu. 17 Ekim’de
Cuma günü saat 15.30’da Bosch
işçilerinin vardiya çıkışında, fabrikanın alanı içinde, Türk Metal
Sendika temsilcisi Pürmüz açıklama yaparak işverenin dayatmalarını kabul etmeyeceklerini ve fabrikayı terk etmeyeceklerini söyler.
Ve “dışarı çıkmayacaklarını” söyler. İşveren ise, “Esnek üretime geçilmesinin kabul edilmesi; ücretsiz
izinin zorunlu olduğu; işçi çıkarmak mecburiyetinde kaldıklarını
ve işçilerin lütfen fabrika alanını
EK:4
terk etmeleri gerektiğini söyler.
İşçiler buna anında tepkilerini
gösterir. Renault’da ve Mako’da
(Mako araba yedek parçası üreten
yan sanayidir) işçiler sınıf kardeşlerine destek verdiler. Türk Metal
adına konuşan zat, bunu kesinlikle kabul etmeyeceklerini; fabrikayı terk etmeyeceklerini, esnek
çalışmayı kabul etmeyeceklerini,
parasız iznin olmayacağını ve de
ne kadar işçi çıkaracaklarının somut olarak söylenmesi gerektiğini,
kendilerinin de ona göre çıkarılması gerekenler varsa çıkaracaklarını söyler.
Bu ‘militan’ konuşmanın ardından oyun sahneye konmaya
başlandı. İşçilerin o tepki gazını
almak için, sendika temsilcisi 20
kadar işçiyle beraber Bosch patronlarıyla toplantı yaptı. Gaye bu
toplantıda, işçilerle beraber, Bosch
patronlarıyla anlaşmaya varmaktı.
Bu görüşmede bir uzlaşma sağlanamaz, işverenin yukarıdaki şartları
dayatma sonucu toplantı yarıda
kesilir ve bekleyen işçilere dayatmaları kabul etmeyecekleri açıklaması yapılır. Uzun bir beklemeden sonra akşam üstü saat 20.15’te
cağı söylenir, Bu uzlaşma ya da
anlaşmanın yıl sonuna kadar geçerli olduğu söylenir. Sendikanın
Pratik bize bir kez daha sınıf içinde
örgütlü olunmazsa olmayacağını dayatmış
durumdadır. Ancak sınıf öncüleri bilimsel
sosyalizmin sınıf bilinciyle donatıldığı zaman
sınıf partisinin önderliğinde yenilmezlerdir.
Bu da ancak sınıf partisinin militanlarının
bilinçli müdahalesiyle olabilir.
yeniden bir görüşme yapılır. Ama
bu görüşmede işçiler içeri alınmaz.
Görüşmede anlaşmaya varılır. Bu
görüşmede işçilere “noter huzurunda anlaşmaya
vardık”ları açıklaması yapı lır.
Varan uzlaşma
sonucu esneklik
gündeme alınmaz! 5 gün parasız izin yerine,
patronlar ücretin yüzde ellisini
karşılayacağını,
geri kalan yüzde
ellisini de vereme ye c e k le r i n i
söylerler. İkincisi
bir aydan daha
uzun ça lışı lmaması koşullarında ücretin
yüzde yetmişaltısının patrondan,
geriye kalan da işçinin cebinden
çıkacaktır şekilde uzlaşır. İşçi çıkarmalar gündem dışı kalır, o da
sürece bırakılır. Bu uzlaşmada
sosyal haklarda kesinti olmaya-
bu anlaşmayı işçilere açıklaması
üzerine, işçiler tarafından alkışla
büyük destek verilir!
Maalesef bu komedi sahneye konur. Bu komediyi, ihanetçi Türk
Metal sendikası çok iyi oynar!
Önce işverenin hiçbir şey vermeyiz tavrı! Ardından sendikanın buna ‘diren’me tavrı vs.
Hemen ardından gayet pişkin bir
tavırla işçileri yanına alarak işverenle görüşme ve işçilerin tepkisini kendine kanalize etme. Türk
Metal’a olan güvensizliği çok usta
bir taktikle bertaraf etme manevrası. “Bakın biz elimizden geleni
yapıyoruz, insafsızlar hakkımızı
vermiyor” tavrı. Ve ardından gör
bekle tavrı. Akşama doğru, saat 20
dolayında işçileri yanına almadan
yeniden görüşme masasına oturulur. Ve görüşmenin ardından anlaşmaya varıldığı söylenir. MESS
patronlarıyla anlaşarak senaryo
tamamlanır. İhanetçi Türk Metal
patronlarının kısa zaman önce
açığa çıkan hırsızlıkları, işçiden aldığı aidatlarla yıllardan beri Türk
Metal başındaki Mustafa Özbek
y iy icilerin ortaya çık masıyla
‘korku bacayı’ sarmış misali, bu
taktiklerle bir kez manevra yaparak şimdilik bu sureci atlattıkları
ortadadır. Şunu biliyoruz bundan
daha önce, Ford’da ve Tofaş’da bu
anlaşma Türk Metal sendikası tarafından sağlanmıştı. Sanki yeni
bir şeymiş gibi gösterip bu oyunu
oynamaları, işçilerle alay edercesine bu komediyi oynamışlardı.
Şimdilik ‘rahat’ uyuyabilirler. Ama
hep devran böyle gidecektir kesinlikle sanmasınlar. Bunun hesabı
mutlaka bir gün sınıf bilinçli işçiler tarafından sorulacaktır!
Pratik bize bir kez daha sınıf
içinde örgütlü olunmazsa olmayacağını dayatmış durumdadır.
Ancak sınıf öncüleri bilimsel sosyalizmin sınıf bilinciyle donatıldığı zaman sınıf partisinin önderliğinde yenilmezlerdir. Bu da ancak sınıf partisinin militanlarının
bilinçli müdahalesiyle olabilir. Bir
kez daha sermayenin acımasızca
saldırısıyla karşı karşıyız. İşçilerin
yaşamlarını zor belayla sürdürdüğü bu sömürü düzeninde işçileri parasız izine, esnek çalışmaya,
mesai ücretlerini vermeme, fazla
çalışma, mesai saatlerini denkleştirme adı altında yapılan pervasız
saldırıların sınırı yoktur. Bu ücretli kölelik düzenini ortadan kaldırmadıkça; insanca yaşamanın
koşulları olmayacaktır. Onun için
işçiler kendi kurtuluşunu kendi
ellerine almalıdırlar. Bu bir kader
değildir. Bu köhnemiş düzeni tarihin çöplüğüne atmak işçilerin
omuzlarındadır. O zaman sınıf
bilinçli işçiler; sınıfa karşı sınıf
kavgasında onurlu, tarihi büyük
görevlerle karşı karşıyadır. Haydi o
zaman herkes ellerini taşın altına
koymaya! Mücadeleye!
20-10-2008 ✓
Metal İşçileri
Dayanışma Gecesinde
buluştu…
emekçilere kesildiğini hatırlatan
Serdaroğlu bu kez faturayı ödememekte kararlı olduklarını söyledi.
Türk Metal Sendikasının yöneticilerinin kendi televizyonlarına metal patronlarının reklam verdiğini,
bu reklamlar karşılığında ücret
zamlarının 2 puan aşağıya çekilmesine göz yumduklarını açıklayarak Türk Metal Sendikasının
“Sarı, taşeron” ismi yanına “komisyoncu” isminin eklendiğini
belirtti.
Adnan Serdaroğlu TİS taslağını
işçilerle birlikte hazırladıklarını
söyleyerek sonuna kadar birlikte
yürüteceklerini, 1980’lerde ödedikleri bedelleri gerekirse tekrar
ödeyeceklerini ve metal işçilerinin
bu mücadeleye daha fazla sarılma-
ları, TİS taslağının arkasında durmaları gerektiğini belirterek konuşmasını bitirdi. Serdaroğlu’nun
konuşması sık sık alkışlarla ve
“Yaşasın işçilerin birliği”, MESS
MESS şaşırma sabrımızı taşırma”
sloganları ile kesildi.
Konuşmaların ardından geceye
İzmir’den katılan Ercan-Gökhan
Çağıran kardeşler şarkıları, türküleri ile işçileri mücadeleye çağırdılar. Gecede Yeni Dünya İçin Çağrı
Gazetesinin Çukurova okurları ve
Genç-Sen adına mesajlar okundu.
Ayrıca işçilere Çağrı Gazetesinin
“Metal İşçileri, Şimdi Mücadele
Zamanı” başlıklı özel bültenleri
dağıtıldı.
29.10.2008
Adana/Ydi Çağrı ✓
Taşeron sendika Türk
Metal’den yeni ihanetler
B
dan BMİS Genel Başkanı Adnan
Serdaroğlu kürsüye çağrıldı. Adnan
Serdaroğlu 742 gün boyunca,
1980’lerden bu yana en uzun grevlerden birini sürdüren ve bu grevi
başarı ile sonuçlandıran SCT Filtre
işçilerini kutlayarak konuşmasına
başladı. Tega grevinin sürdüğünü,
bu grevle de dayanışmada bulunulması gerektiğini ve düzenlenen gecenin sendikaya yeni katılan üyelerin sendika ve eski üyeler ile kaynaşmasını sağlayacağını belirtti.
Adnan Serdaroğlu konuşmasında
85 yıl önce emperyalist devletler
tarafından işgal edilen topraklarımız, bu ülkenin emekçilerinin, işçilerinin her bölgede yürüttükleri
direniş sonucu işgalden kurtulduğunu, Türkiye Cumhuriyeti’nin
kurulduğunu söyleyerek bugünde
işçi ve emekçilerin sömürüye
karşı emperyalistlerle ve onların
ülkedeki uzantılarıyla mücadele
etmesi gerektiğinin altını çizdi.
Mali krize değinen Serdaroğlu bu
durumu “Kapitalist sistemin rutin
gelişmeleri ve sonuçları” olarak
değerlendirerek metal patronlarının bu durumu işçileri daha fazla
sömürmek, esnek çalıştırmayı dayatmak, ücret zamlarını enf lasyonun dahi altında tutmak için
kullandıklarını belirtti. Son 6-7 yıl
boyunca Türkiye’nin büyüme oranının %7’nin altına düşmediğini,
bunu özellikle metal işçilerinin
emeğinin yarattığını, Türkiye’deki
ilk 500 şirket arasında metal sanayinin üst sıralarda yer aldığını belirterek metal patronlarının bu 6
yıllık karlarının 1 yılı ile işçilerin
taleplerinin karşılanacağını söyledi. 2001’de ki krizin faturasının
8
E k i m’ de Tü rk Meta l ’i n
Manisa Şubesi’nin Başkanı
Mehmet Ali Özaltın’ın görevden alınması üzerine, Özaltın
tarafından ciddi iddialar ortaya
atıldı. Bu iddialar; Ergenekon
denen çeteye maddi kaynak aktarmak, Türk Metal’in başkanı
Mustafa Özbek ve şürekası tarafından Kıbrıs’tan yayın yapan, başında Mustafa Özbek’in oğlunun
bulunduğu ART’ye maddi kaynak aktarımı vs. gibi suçlamalar
Manisa’da yayınlanan yerel bir
gazetede ve Zaman gazetesinde
yayınlandı.
Sınıfa ihaneti tescillenmiş, bu taşeron sendikanın ihaneti bununla
sınırlı değil. Bugüne kadar yapılan
bütün toplu sözleşmelerden kapalı
kapılar arkasında sınıfa ihanet eden
bu sendika patronları, patronlar ve
devlet tarafından özel olarak korunmuşlardır. 33 yıldır bu sendikanın başında olan Özbek’in anti
demokratlığını kendisinin görevden alınmasıyla keşfeden Özaltın,
“15 yıldır bu işi yapıyoruz” diyerek
hava atmaktadır. Kendisinin 15
yıl, Özbek’in 33 yıl nasıl bu sendikanın başında kaldığı, bu sendika
patronunu rahatsız etmemektedir.
Bu sendika patronları arasındaki
çıkar ilişkileri temelindeki bu da-
laş, çıkar dalaşının ötesinde bir şey
değildir. Özaltın “Bu teşkilat hakkında çok ciddi detaylara ve bilgilere sahibim. Tabi bunlar bir takım
yerleri rahatsız ediyor. Hele bildiğim
şeyler çok önemli şeylerse, ilerleyen
zamanlarda bu teşkilatı kayyuma
götürecek şeylerse ve bunlar bazı
insanlara sokağa çıkartamayacak
şeylerse… Ama bundan sonra bana
çok kulplar takacaklar.” diyor. Bu
detaylar ve bilgileri Özaltın bugüne kadar niye sakladı acaba?
Çünkü tüm bu yolsuzluklardan
kendisi de birinci derecede sorumluydu. Bunlar sermaye ve devletle
öyle iç içe girmişler ki; Özbek TRT
2 televizyonuna çıkıp, kendisinin
malvarlığının Cumhurbaşkanı’nın
tayın edeceği bir heyet tarafından
denetlenmesini istemektedir. Aynı
çağrıyı diğer sendikalara da yapmaktadır. Bu sendika ağaları şunu
çok iyi biliyorlar; sınıfa ihanet edip
sermayenin çıkarlarını savundukları sürece herhangi bir soruşturmaya uğramayacaklardır. Bunun
rahatlığı içerisinde böyle açıklamalar yapmaktadır.
Gün gelecek işçi sınıfı bu hainlerden hesap soracak ve sermayenin iktidarını alaşağı edecektir!
24.10.2008 ✓
Kasım 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
irleşik Metal-İş Sendikası
Anadolu Şubesi tarafından
düzenlenen Daya nışma
Gecesine Çimsataş, Koluman ve
742 gün süren grev ardından Toplu
Sözleşme yapan SCT filtre işçileri
katıldı. Dayanışma Gecesi aynı zamanda SCT Filtre işçilerinin başarını kutlamak için bir moral etkinliği olarak düşünülmüştü.
28 Ekim Salı günü Mersin’de
33 Düğün Salonunda düzenlenen geceye Çimsataş, Koluman ve
SCT Filtre işçileri, eşleri, çocukları, BMİS Genel Başkanı Adnan
Serdaroğlu, Genel Örgütlenme
Sekreteri Özkan Atar, Anadolu
Şube Başkanı Seyfettin Gülengül,
Şube sekreteri Rasim Gündal ve
diğer yöneticiler, İskenderun’da
bulunan Yücel Boru işyeri temsilcisi, sendikaların (Genel-İş, Yol-İş,
SES, Tarım-İş, Genç-Sen) ve siyasi
partilerin (Emep, Sdp, Chp) temsilcileri katıldı. Gecenin sunuculuğunu yapan Sosyal İşler Sekreteri
Musa Benli Nazım Hikmet’ten
“Türkiye İşçi Sınıfına Selam” şiiriyle açılışı yaptı.
A rd ı nd a n SC T İş yer i Ba ş
Temsilcisi Erdinç Tümük ve sonrasında sırasıyla Çimsataş, Koluman,
Yücel Boru işyeri temsilcileri birer
konuşma yaptılar. Temsilcilerin
ardından Şube Başkanı Seyfettin
Gülengül bir konuşma yaptı.
Gülengül konuşmasında MESS’in
dayatmalarına boyun eğmeyeceklerini, patronların yıllardır işçiler
üzerinden elde ettikleri karların
bir kısmını artık metal işçileriyle
paylaşmak zorunda olduklarına
değindi.
Seyfettin Gülengül’ün ardın-
EK:5
Sağlık emekçilerinin
sendikalaşma mücadelesi
U
Kasım 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
ludağ Üniversitesi Tıp
Fakültesi Hastanesi’nde
çalışan sağlık emekçileri,
patronların sağlık emekçilerine
yönelik saldırıları ve tehditlerine
rağmen seslerini kamuoyuna duyurdular. Sermaye her sektörde
olduğu gibi, sağlık sektöründe de
pervasızca saldırıdan geri kalmamaktadır. Bu sektörde hem taşeronlaşmayı dayatmakta, hem de
sendikal hakkı kullananları kapı
önüne koymakta tereddüt etmemektedir. Sermayenin bu saldırılarına karşı, Bursa Tabip Odası,
Disk/Dev Sağlık-İş ve Ses Bursa
şubeleri tarafından yapılan basın
açıklamasında şunlar söylendi:
“Ne yazık ki milyonlarca insan
yaşamını sürdürebilmek, evine
aş, çocuğuna ilaç alabilmek için
gerekli gelire bile sahip olmadan
EK:6
yaşamaya çalışıyor. Bu milyonların tek istediği, bugüne ve geleceğe
güvenle bakabilmek için sürekliliği olan, yaşamsal ihtiyaçlarını
karşılayabildiği bir işte saygı görerek, insan yerine konarak çalışmak. Bu çok asgari talepler bile
ya işsizlik tehdidi ya da “ taşeron
firma” aracılığıyla çalışma dayatmasıyla karşılaşıyor. Emekliği
olmayan, sigortası düzenli yatırılmayan, her an hiçbir hak talep
etmeden işten çıkarılma tehlikesi
ile yüz yüze çalıştırılan milyonlarca taşeron şirket işçisi için bu
durum bir kadermiş gibi gösteriliyor. …Daha düşük ücretler, nerede ise iki kişinin işini bir kişiye
yaptırma, tüm sosyal hakları, ücretli izin ve kıdem tazminatı gibi
birçok hakkı gasp etme yoluyla işleyen taşeronlaştırma modeli emeğin örgütlü hak aramasını, yani
sendikalaşmayı varlığına tehdit
görmektedir. Sermayenin bu saldı-
rısı, sağlığı alınıp satılan bir piyasa
malına, hekimden hasta bakıcısına
kadar tüm sağlıkçıları da sözleşmeli veya taşeron firmanın ucuz iş
gücüne dönüştürmeyi istenmektedir.” Daha sonra hastanelerde
bebek ölümlerine dikkat çekilerek
şunlar belirtildi: “Hastanelerde
beşer, onar bebek ölümlerinin yaşanır olması, sağlık hizmetinin
insani özünden uzaklaşıp, taşeron
karlarının aracı haline dönüştürülmesindendir. Uludağ Üniversitesi
Sağlık Uygulama ve Araştırma
Merkezi’nde de, aynı işi yapan sağlık çalışanlarının bir kısmı memur
statüsünde çalışırken, bir kısmı
taşeron şirkette temizlik personeli
statüsünde, ama hasta bakıcısı,
tıbbi sekreter, teknisyen olarak çok
düşük ücretlerle ve güvencesiz çalıştırılmaktadır. Bursa sağlık emek
ve meslek örgütleri olarak; Eşit işe
eşit ücret için, herkese eşit, kamusal nitelikli sağlık hizmeti için, güvenli iş, güvenli gelecek için, sağlık
hakkımıza sahip çıkmak için, insanca yaşam için, sağlık emekçileri
güçlerini birleştirmelidirler."
Sömürülen işçi ve emekçiler
ücret kölelik düzenini sorgulamadıkça, direniş sonucu elde edilen kazanımların da her an heba
olacağı ortadadır. Bu nedenle bu
köhnemiş düzenin temellerini
ortadan kaldırmak için örgütlenmek ve güçlerimizi birleştirmek
gereklidir.
Ka hrolsun ücret l i kölel i k
düzeni!
Üreten biz, yöneten de biz
olacağız!
Yaşasın devrim ve sosyalizm!
23.10.2008
Bursa'dan YDİ Çağrı okuru ✓
Deri işçilerinden söyleşi
“D
eri, tekstil ve kundura sektörlerinde,
esnek üretim nedeniyle yaşananlar, bu alanda haklarımızı almak için nasıl örgütlenmeli?” konulu söyleşi Deri İşçileri
Ya rd ı m la şma ve Daya n ı şma
Derneği’nde 12 Ekim Pazar günü
yapıldı.
Söyleşi Deri İşçileri Derneği
Yönetim Kurulu üyesi, Aynur
Ahir’in yaptığı kısa selamlama konuşması ile başladı.
Söyleşiye konuşmacı olarak çağrılan, BATİS (Bağımsız Tekstil
İşçileri Sendikası) Genel Başkanı
Metin Burak bir konuşma yaptı.
Metin Burak konuşmasında;
“Sınıf bilinçli işçinin nasıl olması
gerektiğini anlatarak konuşmasına başladı. Sınıf bilinçli işçinin
düzen partilerine oy vermeyen,
düzene karşı kin duyan, savaşan
işçi olduğunu açıkladı. İş kanunu,
Sendikalar Kanunu, Grev ve Toplu
Sözleşme Kanunu’ndan işçilerin
bilmesi gereken kimi maddeler
hakkında bilgi verdi. “Bu yasaları
tanımıyoruz” tavrı takınmanın
doğru olmadığını, yasaların işçiler
tarafından iyi bilinmesi gerektiğini, yasaları bilmeyenlerin işçiler
içerisinde çalışma yürütemeyeceklerini açıkladı. İş güvencesini,
İşsizlik Fonunu, Eşit işe eşit ücret konusunu örneklerle anlattı.
1 Ekim 2008’de yürürlüğe giren
SSGSS hakkında kimi bilgiler
verdi.”
Toplantıda yer alan deri işçileri,
çalıştıkları atölyelerde yaşadıkları
sorunları aktararak çeşitli sorular
sordular. Karşılıklı sohbet havasında geçen toplantı, iş hukukunun dernek bünyesinde işçiler tarafından kavranması için eğitim
yapılması, bu eğitimin siyasi eğitim ile paralel yürütülmesi noktasında genel bir eğilim oluştu.
Toplantıya 40 civarında bir katılım oldu.
12 Ekim 2008
YDİ Çağrı/İzmir ✓
Bu broşürleri isteyin, okuyun...
A
Ayağa kalkalım…
değil. Peki, kimler nasıl çalıyor
emeğiyle çalışanların hakkını? Siz
hiç şöyle haberler duydunuz mu:
“Bir tekstil fabrikasında 100 kadar
işçinin bilmem kaç bin YTL'lik
emeği çalındı!" Yahut ta: “Bir patronun fabrikasında çalışan işçilerin haklarından % 60'ını patron
güvenlik gücü kullanmanız gerekir. Kilit takarsanız bu da iyi bir
yöntemdir.
Bulunduğumuz Türkiye coğrafyasında, üçkâğıtçılık, yankesicilik,
soygun, vb. olumsuz eylemlikler
gerçekleşmektedir. Bu çok yeni olmadığı gibi gelecekte kısa zaman
içinde bitecek te değildir.
Hani bir düşünelim ki bu yerleşmiş olumsuzluklar birden bire
kaybolsa, bir peri dokunmuş gibi.
O zaman kimse bir şey saklama
gereği duymaz. Güvenlik ihtiyacı
ortadan kalkar. Kilit fabrikaları
kapanır. Muhtemelen binlerce insan işsiz de kalabilir. Köpekler de
işsiz kalır. Bir villanın önünden geçerken kapısında “Dikkat! Köpek
var!” yazısına rastlamazsınız.
Acaba güvenlik sadece hırsızlık yankesicilik üçkâğıtçılık gibi
suçların önlenmesi için mi var?
Bence hayır. Biz televizyonlardan gösterilen ve gazetelerde yazan hırsızlardan bahsettik sadece.
Bir de emeğiyle hak ettiği halde,
karşılığını alamayan emekçilerin
hakları da çalınıyor. Bunu çalanlarsa öyle sıradan yankesici filan
gasp ederken yakalandı.” “Devlet
işçilerin maaşlarından işçilere danışmadan, onların iznini almadan
belli miktarda haraç keserken suçüstü yakalandı.”
Patronların işçilerin haklarını
gasp etmesi, devletin haraç kesmesi
çok net anlaşılan bir konu değildir.
Hatta işçiler arasında patronlar
maz, işçilerine selam bile vermez;
yok canım bizim patron işçileriyle
el sıkışarak bayramlaşır, hal hatır
sorar; bizim patron bizimle yemekhanede yemek bile yemez…”
Bu böyle uzar gider. Bu konuşmalar iş yerleri üzerinden de yürür:
“Bizim iş yeri çok iyi içme suyu
geliyor; bizim iş yeri çok soğuk ve
gürültülü; bizim iş yerinin camları
var dışarıyı görebiliyoruz; bizim
iş yeri bodrumda, havalandırma
da çalışmıyor…” Şöyle yaklaşımlar da vardır: Patronların işçilerin
emeğini çaldığı bir söylemde, patronlar olmasa milyonlarca insanın
aç kalacağı söylenir: “Adam parasıyla yatırım yapıyor, iş yeri açıyor,
binlerce insan ekmek yiyor. Adam
fabrikayı kapatsa binlercemiz işsiz
ve aç kalırız. Patronları kötülüyorsunuz ama onlar sizi bizi çalıştırıp
haklarımızı vermiyorlar mı? Her
ay maaşlarımızı almıyor muyuz?
Hasta olsak devlet hastanesine gitmiyor muyuz?” gibi...
Hakkın ne olduğunu anlayamadığımız sürece bu böyle sürer gider.
Hak nedir, önce bunu bilmemiz
lazım. Hak, bir ürünün üzerinde
onu üretenlerin emek gücü ve süresidir. Yani biz günlük veya maaş
hesabı yaparken böyle bir hesaplama yapmamız lazım. Örneğin bir
araba fabrikasında çalışan işçiler
bir arabayı üretirken kaç insanın
ne kadar bir sürede ürettiklerinin
üzerinden bir karşılık beklemelidir. Eğer bir otomobil 20 kişi ile 3
günde üretilmişse bunun karşılığı
bir ürün de ancak 3 günde ve 20
insan gücü ile üretilmiş olmalıdır.
Bu hak gaspının olmadığı üretme
biçiminde böyledir. Ama siz 25
gün 9 saat süre ile çalışıyor, bunun karşılığında 5 insan gücünün
1 günde ürettiği televizyonu bile
almakta zorlanıyorsanız, sizin 20
günlük üretim emeğiniz çalınıyor
İşçilerin emekleri çalınırken, hakları gasp
edilirken, ekonomik krizlerin yükü işçilere
yüklenirken, dış borç-iç borç ödemesinde yine
işçilere kemer sıktırılırken ilahi adalet diye
geçiştirilen su baskınları depremler işçilerin
evlerini bulurken, nedir bunun nedeni diye
sormak gelmiyor mu içimizden?
hakkında iyi ve kötü ayrımı bile
vardır. Farklı patronlara çalışan
işçilerin birbirlerine karşı kendi
patronlarının daha iyi olduğu tartışması da vardır. Mesela “Bizim
patron şöyle iyi; bizim patron yara-
demektir.
Siz, biz, bütün işçilerin her birimizin 20’şer günlük emeğimiz
gasp edildiğinde, bunu gasp edenlerin gücünü nereden aldığını düşünüyor muyuz? “Bizim patron”
diye söze başlayan bir düşünsün
bakalım, gerçektende “bizim patron” mu? “Bizim iş yerinde” diye
söz ettiğimiz fabrikalar gerçekten
bizim mi? Hatta “bizim ülkemiz”
diye bahsettiğimiz ülke gerçekten
bizim mi? Şayet bizim ülkemizse
neden kendi ülkemizde haklarımızın çalınmasına izin veriliyor?
“Patronlar olmasa işsiz aşsız kalırız” diye düşünüyorsak da yanılırız, insanlar karınlarını doyurmaya başladıklarında patron diye
bir şey yoktu. Patronlar olmasa
işçiler aç kalmaz. Asıl işçiler olmasa patronlar aç kalır. Bu soygun
böyle sürüp giderken işçiler arada
bir ayaklanıyorlar, fakat ne oluyor,
karşılarına güvenlik güçleri çıkıyor ve işten atılıyorlar.
İşçilerin emekleri çalınırken,
hakları gasp edilirken, ekonomik
krizlerin yükü işçilere yüklenirken, dış borç-iç borç ödemesinde
yine işçilere kemer sıktırılırken
ilahi adalet diye geçiştirilen su baskınları depremler işçilerin evlerini
bulurken, nedir bunun nedeni diye
sormak gelmiyor mu içimizden?
Geliyor ve soruyoruz: Nedir bunun nedeni? Öğreniyoruz: Bir avuç
azınlığın cennette yaşayabilmesi
için işçilerin haklarının sömürülmesi gerekiyormuş. Bu sömürücüler her yapmak istediklerini
yapabiliyorlar. Sabah kahvaltısı
Fransa'da bir otelde, öğle yemeği
İtalya'da bir restoranda, akşam da
artık bir yer bulunur... Hepimizin
bildiği gibi milyonlarca işçi ayakta
durma, midesini kandırma peşindeyken, bir avuç azınlık sömürücü
seller sular gibi para harcayarak
yan gelip yan yatıyorlar. Bu böyle
olamaz deyip karşı çıktığımızda
devlet yolumuza dikiliyor. Bu sorunu yasal yöntemlerle çözmemizi
istiyor. Sanki yasalar bizim haklarımızı korumak için varmış gibi!
Biz işçilerin de öğrendiği bir şeyler
var tabi ki, sendikalaşmak, grev
yapmak, direnişe geçmek gibi. Biz
bunları yapabiliriz, daha fazlasını
da yapabiliriz. Devlet patronların
devleti olsa da, polis patronların
polisi olsa da, askerler yine patronlar devletinin güvenlik güçleri
olsa da, bizim yapabileceğimiz
şeyler var. Onların kaybedecek
çok şeyleri var. O yüzden güvenlik güçlerine de ihtiyaçları var
tabi ki. Bizim kaybedecek neyimiz
var? Zaten sürekli biz kaybederken
onlar kazanmıyor mu? Bunu tam
tersine çevirip bizim kazanıp onların kaybetmesi için, patronların
devletinin yıkılması için, işçilerin
iktidarda olacağı sosyalist bir sistem için hazırlanmayalım mı?
Hadi ayağa kalkalım... ✓
Kasım 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
nlaşılır bir şeydir ki çok
sevdiğiniz bir eşyanızın
zarar görmesini istemezsiniz. Kaybetmemek için çeşitli güvenlik önlemleri alırsınız. Çünkü
o eşya sizin için çok değerlidir, hayatınıza bir anlam katar.
Çalınabilir, bunu önlemek için
EK:7
Kasım 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
IBM işçileri patronu protesto etti
EK:8
luslararası bir şirket olan
IBM, bilişim teknolojisi
üretip satan bir bilişim
U
rin yıllardır sendikalı olduğunu
belirttiler.
Patronun bu kadar basit gerekçe-
tekelidir. Dünyanın bir çok yerinde faaliyet yürüten IBM’nin
Türkiye’deki şirketinde çalışan
işçilerin %65’i 2008 yılı başında
Türk – İş’e bağlı Tez Koop–İş sendikasına üye olmuş ve Haziran'da
sendika bakanlıktan yetki alarak patronu TİS görüşmelerine
çağırmıştır. Fakat patron önce
çoğunluk, arkasından da işkolu
itirazında bulunarak 5 yıldır işçileri düşük ücretle köle gibi çalıştırmaya devam ediyor. Bu yetmiyormuş gibi bir de işçilere baskılar
uygulanıyor.
Geçtiğimiz günlerde 5 Eylül
2008 günü Tez Koop – İş sendikası
genel merkezi, İstanbul Türk – İş 1.
Bölge Temsilciliğinde hem kamuoyunu bilgilendirmek hem de patronun, işçilerin sendikalaşmasını
sudan gerekçelerle engellemesini
ve düşmanca tavrını kınamak için
iki uluslararası sendika delegasyonu ile ortak bir basın toplantısı
yaptı.
Burjuva medyanın oldukça ilgi
gösterdiği bu toplantıya katılan
gerek sendika genel merkezi adına
konuşan genel başkan G. Doğru,
gerekse uluslararası sendika delegasyonundan UNI Global Sendika
IT Örgütlenme Başkanı Gerhard
Rohde ve Belçika LBC Sendikası IT
Örgütlenme yöneticisi Koen Dries,
patronun uzlaşmaz ve sendikalaşmayı engelleyici tavrına bir anlam
veremediklerini, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere IBM’in faaliyet
yürüttüğü bir çok ülkede işçile-
lerle süreci uzatarak kolayca işçilerin sendikalaşmasını engellemelerinin esas nedeninin 12 Eylül hukuku olduğunu belirten G. Doğru
kazanana kadar işçilerle birlikte
mücadeleye devam edeceklerini
söyledi.
Konuşmasının devamında patronun uzlaşmaya yanaşmayarak
işyerinde işçilere baskılarını artırması ve ikinci bir kez işkolu itirazı
davası açmış olmasının sendika
kadar işçileri de öfkelendirdiğini
işçiler, Tez Koop – İş Sendikası
Genel Merkezinin 24 Ekim 2008
günü IBM Türkiye’nin İstanbul –
Levent’teki genel merkezi önünde
yaptığı kitlesel basın açıklamasında gösterdiklerini dile getirdi.
Sendikanın basın açıklamasını
yapacağı yer olan İBM genel merkezi İstanbul – Levent’teki Yapı
Kredi Plaza’nın önü çoktan sıkı
güvenlik çemberine alınmıştı.
İşçiler basın toplantısına hem
daha kalabalık hem de daha kararlı ve aktif katılmışlardı. Yüz kişiye yakın İBM işçisi ve 50’ye yakın
da destekçi olmak üzere toplam
150’ye yakın kitle katılımıyla yapılan bu basın açıklaması yine patronunun devam eden saldırılarını
protesto etmek ve gelişmeler hakkında kamuoyunu bilgilendirmek
amacına yönelikti.
Basın açıklamasını Tez Koop–
İş Sendikası Genel Örgütlenme
Sekreteri Osman Gürsu yaptı.
O. Gürsu sendikaları Tez Koop
– İş Sendikasının örgütlenmiş ol-
duğu 17 Nolu işkolu olan büro işkoluna dahil olduğunu o yüzden
noter kanalıyla yeterli işçi çoğunluğunu sendikalarına üye yaparak
yılın ortasında Çalışma ve Sosyal
Güvenlik Bakanlığından gerekli
TİS yetkisini aldıklarını, diyalogdan yana olduklarını fakat IBM
patronunun işçilerin sendikalaşmasına düşmanca tavırlarından
dolayı sahte ve geçersiz gerekçelerle
işkolu ve çoğunluğa itiraz davaları
açarak süreci bu güne taşıdığını
belirtti.
Son günlerde ikinci bir işkolu
itiraz davası daha açan patronun
samimi ve dürüst olmadığını,
amacının süreci daha da uzatmak
çalışanları yıldırmak ve bu davalar süresince işçileri sendikadan
koparmak olduğunu söyledi.
Patronun işkolu itirazı ile ilgili
iki dava açmış olmasının komik
olduğunu, Türkiye’deki IBM’nin
1960’dan beri 17 Nolu büro işkolunda faaliyet gösteren Bil – İş diye
bir sendika ile resmi veya gayriresmi sözleşme ve anlaşmalar yapmış olduğunu örnek göstererek anlattı. Bunun gibi çoğunluğa itiraz
davasının da gerekçelerinin asılsız
olduğu belirtilen açıklamada tüm
bu yapılanların bir dünya devi olan
IBM’ye yakışmadığını 5 yıldır hiç
zam yapmayarak, aynı işi yapanlar arasında ücret farkı yaratarak,
ayırımcılık yaparak çalışanları güvensizliğe itenlerin çözümü yanlış
rini ve işçileri yıldırmayacağını bu
durumda işçilerin kabaran öfkesi
karşısında IBM yöneticilerinin
dayanamayacağını belirterek patronu, Türkiye’yi sömürge işçileri
de köle görme anlayışından vazgeçmeye çağırdı. Sendika olarak
IBM’den defalarca görüşme talep
ettiklerini, sorunları konuşarak
çözmek istediklerini fakat kendileriyle görüşmek dahi istemediklerini, yazılı ve sözlü taleplerini görmezden geldiklerini yazılı olarak
ilettikleri randevu taleplerine bile
cevap verme nezaketinde bile bulunmadıkları belirtildi.
Osman Gürsu ça lışanlara
Avrupada farklı Türkiye’de farklı
davranmayı kabul etmeyeceklerini belirttiği açıklamada patrona
mahkemelerdeki itiraz davalarını
çekerek görüşmelere başlama çağrısını yineledi.
Basın açıklaması, IBM’in itirazlarını geri çekmediği ve diyalog
başlatmadığı taktirde sürekli eylem sürecine başvuracakları açıklaması ile bitirildi.
İsta nbu l EMO (Elek t r i k
Mühendisleri Odası) Başkanı ve
mühendislerin destek verdiği eylem boyunca işçiler sık sık “sendika hakkımız söke söke alırız!, Yaşasın sınıf dayanışması!,
İnadına sendika inadına Tez Koop
– İş!, İşçilerin birliği sermayeyi
yenecek!, ”IBM işçisi yalnız değildir!, IBM’in çimi olmayacağız!”,
yerlerde aradığı ifade edildi.
Çalışanların iradesine saygı göstermediği anti-demokratik davrandığı için tekrar tekrar IBM’i
kınadığını belirten Gürsu mahkemelerde geçen sürelerin kendile-
“Örgütlüysek herşeyiz örgütsüzsek
hiçbirşey!,”Yılgınlık yok direniş
var!” sloganlarını gür bir şekilde
attılar.
Ekim 2008 ✓
yeni kadın dünyası
25 Kasım 2008
Kadına Yönelik Cinsel Şiddete Hayır!
25
Kasım - Kadınlara Yönelik
Şiddete Karşı Mücadele
Gününün yaklaştığı şu
günlerde kadınlara yönelik şiddet ve
baskılar azalmıyor, hatta her geçen
gün daha da artıyor.
Şovenizmin, milliyetçiliğin ve militarizmin azdırıldığı ortam erkek şiddetinin yoğunlaşmasına da yolaçıyor.
Erkek egemen toplumda egemen olan
ise her alanda şiddet.
Bu şekilde biçimlenmiş bir toplumda onun en küçük birimi olan
aileden tüm diğer alanlara kadar
nereye bakarsanız bakın güçlünün
zayıfı ezmesine ve şiddete tanık oluyorsunuz. Devlet kendisine karşı koyanları, hakim sınıflar muhaliflerini,
patronlar işçilerini, aile içinde erkek
kadını, kadın çocuğunu, ağabeyler
kardeşleri bastırmak ve susturmak
için hiç tereddütsüz şiddete başvuruyor. Şiddet, insanlararası ilişkide
en yaygın, en çabuk başvurulan yöntemlerden biri... Ve bundan en fazla
zarar görenler yine tabii ki, toplum
içinde en zayıf konumda olan kadınlar ve çocuklar oluyor.
Hapishanelerde cinsel şiddet
Gözaltında ve hapishanelerde kadın
tutuklulara yönelik cinsel saldırılar
devam ederken cezaevlerindeki yakınlarını ziyaret etmek isteyen tutuklu yakınları da bu cinsel saldırılardan nasibini alıyor. En son 1 ve 4
Temmuz 2008 tarihinde, Tire B Tipi
Kapalı Cezaevinde babası Mehmet
Desde'yi ziyarete giden Derya Desde
arama bahanesiyle çırılçıplak soyulmuş ve cinsel tacize maruz kalmıştı.
Onunla birlikte çeşitli yakınlarını ziyarete giden 48 kadının da aynı muameleye maruz kaldığı ortaya çıktı.
Olayın basına yansımasının ardından
Tire Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından soruşturma başlatılmıştı. Tire
Cumhuriyet Başsavcılığı, 25 Temmuz
tarihinde, Tire Kaymakamlığına bir
yazı yazarak sorumlu polisler hakkında soruşturma izni verilmesini
talep etti. Kaymakamlık, kadınların
tüm giysilerinin çıkartılması, çömelip kalkmaları, saç tokalarının çıkartılması ve saçlarının içinin kontrol
edilmesini “kanun ve yönetmeliklere” uygun olduğunu belirterek soruşturma açılmasına izin vermedi.
Aile içinde cinsel şiddet
Kadınlara yönelik taciz ve tecavüz
özellikle aile içerisinde ensest ilişki,
son zamanlarda daha fazla günyüzüne çıkmaya başladı. Hemen hemen
her gün gazetelerde bir aile içi cinsel
istismar haberi okumak olağan hale
geldi.
En son 3 Kasım tarihli gazetelere
yansıyan bir habere göre İzmir'in
Küçükyalı semtinde 20 yaşındaki
Emine A. evinde boğazı kesilerek
öldürülmüş halde bulundu. Emine
A'nın annesi Türkan A. kocası H.A.'yı
elbiseleri kanlı bir şekilde apartmandan çıkarken gördüğünü, eve girdiğinde ise kızının cesediyle karşılaştığını söylüyor. Yapılan araştırmaların
ardından ortaya çıkıyor ki Emine
A. bir süre önce babası kendisine
cinsel tacizde bulunduğu için polise
şikayette bulunmuş, şikayetini geri
alması için babasının ölümle tehdit
kesim tarafından tartışılır hale geldi.
Vakit gazetesi yazarı 74 yaşındaki
Hüseyin Üzmez, Bursa'nın Mudanya
İlçesi'nde 14 yaşındaki B.Ç.'ye tecavüz ettiği iddiasıyla tutuklandı.
İnegöllü 14 yaşındaki B.Ç.'nin anne
ve babasıyla bir süredir Hüseyin
Üzmez'in Mudanya'nın Hasanbey
Mahallesi'nde bulunan eve gidip geldiğini söyleyen komşuları, mobilyacılık yapan baba B.Ç.'nin kızı B.Ç.'yi
dövdüğünü ve ailenin küçük kıza
Hüseyin Üzmez'le birlikte olması için
baskı yaptığını belirtiyorlar. Üzmez,
kendisinden 50 yaş küçük olan Ayşe
Yılmaz adlı bir kadınla evli. Ayşe'nin
Şovenizmin, milliyetçiliğin ve militarizmin
azdırıldığı ortam erkek şiddetinin yoğunlaşmasına
da yolaçıyor. Erkek egemen toplumda egemen
olan ise her alanda şiddet. Bu şekilde biçimlenmiş
bir toplumda onun en küçük birimi olan aileden
tüm diğer alanlara kadar nereye bakarsanız
bakın güçlünün zayıfı ezmesine ve şiddete tanık
oluyorsunuz.
etmesi üzerine yaklaşık iki ay önce
evden kaçmış ve cinayetten 1 gün
önce de eve geri dönmüştü.
Emine A’nın, babası tarafından
boğazının kesilerek öldürülmesi sırasında evde 18 ve 16 yaşlarında
iki erkek kardeşin de bulunduğu ve
bunların herhangi bir müdahalede
bulunmadıkları ortaya çıktı.
Kadına yöneli k cinsel şiddet
Hüseyin Üzmez olayıyla birlikte bir
kez daha gündeme gelerek geniş bir
babası Mustafa Yılmaz, ilk başlarda
bu evliliğe karşı çıktığını fakat sonradan bu evliliği onaylamasını şu
gerekçelerle açıklıyor: “Peygamber
Efendimiz de Ayşe anamız 9 yaşındayken evlenmişti. Kızımın evlenmesine ilk zamanlar karşıydım ama
sonradan normal karşıladım”.
26 Nisan'da "çocuğun cinsel istismarı" suçundan tutuklanan Üzmez,
28 Ekim'de Adli Tıp Kurumunun
raporu üzerine serbest bırakıldı.
Adli Tıp raporuna göre cinsel istismara maruz kalan B.Ç.'nin "beden
ve ruh sağlığı bozulmamıştı"!. Adli
Tıpın bu raporunun ardından yaşanan tartışmalar ve gösterilen tepkiler
sonucu Sosyal Hizmetler ve Çocuk
Esirgeme Kurumu (SHÇEK) rapora
itiraz ederek rapor hakkında inceleme başlattı.
3 gün gibi çok kısa bir süre içerisinde hazırlandığı belirtilen rapor ile
ilgili, İstanbul Tabip Odası da soruşturma başlatacağını ve raporu veren
hekimlerin disiplin kuruluna sevk
edileceğini açıkladı.
Üzmez'in tahliyesinin ardından
yaşanan yoğun tepkiler, AKP'li kadın milletvekillerinin bir bölümünü
harekete geçirdi. AKP'li Fatma
Şahin'in hazırladığı ve 16 kadın vekilin imza attığı yasa teklifi, Türk
Ceza Kanunu'nun cinsel taciz suçlarını düzenleyen 105. maddesinde değişiklikleri öngörüyor:
Cinsel amaçlı olarak taciz eden kişi
hakkında istenen 3 aydan 2 yıla kadar olan hapis cezası 6 aydan 4 yıla
kadar çıkarılması ve söz konusu suç
nüfuzu kötüye kullanılmak suretiyle
ya da iş yerinde çalışmanın sağladığı
kolaylıktan yararlanılarak işlendiği
takdirde verilecek cezanın yarı oranında arttırılması talep ediliyor.
Ayrıca eylem birden çok kez tekrarlanmış ve mağdurun fiziksel ve ruh
sağlığında tahribat olmuşsa ceza üst
sınırından verilecek, cinsel amaçlı taciz eyleminde bulunan kişi daha önce
de bu suçtan ceza almışsa verilecek
ceza 4 yıldan az olamayacak. Bu tür
suçları toplu olarak işleyenlerse 2 yıldan 6 yıla kadar hapis cezasına çarptırılacak vs.
Avrupa Birliği süreci ile birlikte kağıt üzerinde getirilen bir dizi olumlu
yasanın pratikte pek birşey ifade etmediği Hüseyin Üzmez olayıyla birlikte bir kez daha ortaya çıktı. Bu
düzenin savunucuları ve kollayıcıları olan AKP'li kadın vekillerin de
bu tür yasa değişikliği önerileri, bu
erkek egemen yapı sürdüğü sürece
pek bir anlam ifade etmeyecektir. Bu
tür düzenlemeler çoğu zaman göz
boyamaktan öteye gitmiyor. Kadına
yönelik şiddete karşı ciddi bir mücadele verebilmek için ilk adım olarak
bu erkek egemen düzenin ortadan
kaldırılması gerekiyor. Bu konuda
Sovyetler Birliğinde yaşananlar iyi
bir örnek oluşturuyor.
Bu nedenle bu 25 Kasım'da da şiarımız erkek şovenizmine karşı mücadele erkek egemen kapitalist sisteme karşı mücadele ile birleştirmek
olmalıdır.
Kahrolsun erkek egemen sistem!
Kasım 2008 ✓
9
panorama
PANOR AM A
7. yıldönümünde
de savaş ve işgal
sürüyor…
- AFGANİSTAN -
A
10
fganistan’daki savaşın ve işgalin durumu hakkında en
son 23 Nisan 2008 tarihli ve
122. sayımızda yayınlanan NATOZirvesi hakkında yazdığımız yazıda
tavır takınmıştık. Sözkonusu NATOZirvesi 2-4 Nisan 2008 tarihlerinde
Romanya’nın Başkenti Bükreş’te
yapıldı ve gündemde öne çıkan sorunlardan biri de Afganistan’daki
savaştı.
Daha önceki yazılarımızda da
Afganistan’daki savaşın NATO’nun
üzerlendiği rolüne layık olup olmayacağını gösteren savaş örneği olduğundan, bunun NATO’nun kaderiyle
birleştirildiği noktasına da dikkat
çekmiştik.
İlk başta Taliban rejimini devirip
Afganistan’a “demokrasi ihraç” etme
palavraları kamuoyunda tutmuştu…
Ama bu sahtekârlıkları, Taliban rejiminin devrilmesinden kısa süre
sonra giderek geniş kamuoyu için de
ortaya çıkmaya başladı.
“Yol haritası” ya da “geçiş takvimi”
vb. konularla sahtekârlıklarının üzerini örtmeye çalıştılar. Buna göre “geçiş takvimi” süreci tamamlandığında
Afganistan’a “Batılı demokrasinin temel değer ve ölçüleri” yerleştirilmiş
olacaktı! Olmadı… Olamazdı da!
Gerçekte işgalci emperyalist güçlerin –başta ABD emperyalizmi
olmak üzere AB içindeki diğer emperyalist müttefiklerinin– amacı ne
Afganistan’a “demokrasi götürmek”,
ne de “ kadınların kurtuluşunu
sağlamak”tı vb. vs. Olan, “terörizme
karşı mücadele” adına, dünyanın yeniden paylaşımı için dalaşta emperyalist güçler arasındaki çelişkilerin
üzerinin örtülmeye çalışılmasıdır.
Olgular, doğrudan Afganistan’ın işgal edilmesi olgusu da, emperyalist
güçler arasındaki çelişkilerin gizlenemediğini, her geçen gün bu çelişkilerin giderek daha açık dile getirildiğini ortaya koymaktadır.
Kısacası Afganistan’da yürüyen
savaş esas itibariyle emperyalist
güçlerin dünyayı yeniden paylaşma
dalaşının ayaklarından biridir. Başta
ABD emperyalizmi açısından –alanı
tek başına ABD’ye kaptırmak istemeyen AB içindeki emperyalist
güçlerin kendi hesapları ayrı olsa
da, bu emperyalistler açısından da–
Afganistan’ın işgal edilmesi hesabının perde arkasında yatan en önemli
meseleden biri, Çin ve Rusya’ya karşı
askeri olarak da üs edinme hesabıdır.
Kuşkusuz ki bu hesapta birçok farklı
hesap daha vardır. Ama sonuçta kimin sözkonusu bölgeye hakim olacağı, yeraltı zenginliklerini, özellikle
de petrol ve doğalgaz kaynaklarını
kontrol altına alacağı vb. hesapları,
emperyalistler arası dalaşı kızıştıran
hesap oluyor. Bu dalaşın Afganistan’a
yansıması ise 2001 yılı Ekim ayının
başından beri geçen yedi yıllık süreçte savaş ve kan, yıkım ve talan
oldu, oluyor. Afganistan’ın işgali ve
yürüyen savaş artık kanıksanmış bir
savaş görünümünde. İşgalci güçlerin
karşıtı kesimlerin –bunlar pasifistlerden, büyük çoğunluğu reformistlerden oluşan ve devrimcilere kadar
genişleyen bir yelpazeden oluşuyor–
tavırlarıyla, egemenlerin işgal ve savaşın durumunu tartışması tavırlarından oluşmaktadır.
Savaşa ve işgale son verilmesi talepleri, savaş karşıtlarından gelirken,
savaşın sürdürücüleri ise kendi konumlarına uygun olarak daha çok
asker, daha çok silah ve daha uzun
süre işgal yanlısı tavır takınmaktadır. Savaş ve işgal yanlısı tavırlarda
ise kitleleri aldatmak için başvurmadıkları sahtekârlık yoktur…
Kısaca savaşta durum…
Afganistan’ın işgalinden sonraki süreçte işgale karşı direniş Irak’taki kadar güçlü ve yoğun olmasa da –ki son
dönemlerde Irak’taki işgale karşı direnişde de bir gerileme var–, emperyalistler çok karmaşık bir durumla
karşı karşıya kaldı. Taliban rejimini
ABD’nin Afganistan’da –sadece Afganistan’da
değil, bölgede kalma, yerleşme planının bir parçası
olarak– uzun süre kalabilmesi için savaşın da
uzun sürmesi gerekmektedir. Yani ABD aslında
Afganistan’da savaşın bitmesini istemiyor. Tersine
müttefikleri de içine çekerek, onlardan savaş
giderlerini ve askeri gücü karşılayarak uzun bir
dönem Afganistan’da kalmak istiyor.
askerlerinin ölüm haberleri, ya da işgal gücü süresini uzatma, sayısını artırma vb. tartışmaları bu görüntüyü
bozmaktadır. Ama esas mesele geniş
kitlelerin bu savaşa ve işgale karşı
“kendi” hükümetlerinin siyasetine
fazla ses çıkarmama durumudur.
Tartışma esas olarak az sayıda savaş
devirip yerine Karzai’yi oturtup “geçiş takvimini” gerçekleştirip amaçlarına ulaşacakları yönlü hesapların
yanlışlığı, gerçekte daha işin başında
belliydi.
Taliban rejimi yıkılmış ama yerine
tüm ülkeyi birleştiren, yönetme gücüne sahip otorite vb. yoktu. Savaş
ağaları kendi bölgelerinde gerçek
yönetici olma durumundaydı ve bu
durumdan özde bir şey değişmedi.
Afganistan’ın “yerli” güvenlik güçlerini oluşturma bağlamında yetkili
polislerin büyük bölümü gerçekte
Taliban rejimi döneminde Taliban
yanlısı olanlardı. Değişik millet ve
milliyetler arasındaki çelişkiler de işe
karıştığında, işgalcilerin Afganistan’ı
yönetebilecek bir hükümet ya da iktidar oluşturma sorunundaki zorluklar kendisini dayatıyordu.
İşga lci ler ta ra f ı nda n ata na n
Karzai’nin yönetim gücü Kabul ile
sınırlıydı. Bu sınırlılık aynı zamanda
işgalci ISAF güçlerinin ilgili alanının
esasta Kabul ve çevresiyle sınırlı olmasıyla da bağlantılıydı. Süreç içinde
bu sınırlar değiştirildi, işin içine doğrudan NATO sokuldu…
2003 yılı Ağustos ayından beri
Afganistan’daki savaş NATO’nun
komutası altında yürütülüyor. ABD
emperyalizminin NATO komutası altındaki işgalci güçlerin dışında “Sınırsız Özgürlük Harekatı”
(Operation Enduring Freedom)
(OEF) adı altında toplanan işgalci
gücü de bulunuyor.
Afganistan’da işgale karşı direnişi
bitirmek, kendi yönetimlerini oturtmak ve istedikleri gibi “at oynatma”
amacına ulaşmayı, NATO’nun komutayı alması, ISAF ve bir bölüm
OEF güçlerinin birleştirilmesi de
sağlayamadı.
Taliban rejimini yaklaşık ikibuçuk
ayda deviren askeri güç sayısı –kimi
verilere göre 5-10 bin arası bir güç–,
Afganistan’da “iç barışı” sağlamaya
yetmiyordu… Her geçen sene işgalci
güç sayısı artırıldı, savaş araçları çoğaltıldı. 2001 yılı sonlarında 2002 yılı
başlarında ISAF ve OEF güçleri 10
bin ile 20 bin arasındaydı. Bugün verilen rakamlar 65 binin üzerindedir.
Bu sayı da giderek artırılmaktadır.
Yani sonuçta savaş, daha fazla güçle
sürdürülüyor.
panorama
İşgalciler tüm askeri güç ve silah
üstünlüğüne rağmen zorlanıyorlar!
Bu zorluğun günümüzdeki yansımalarından biri Taliban ile görüşme ve
bu temelde Afganistan’da işgale karşı
direnişe son verme çabasıdır.
İşgalin altıncı yıldönümü hakkında
yazdığımız yazıda bu konuda şunları
tespit etmiştik:
“Gelinen yerde ‘ılımlı Taliban’ güçleri olarak ifade edilen ve El Kaide
yanlısı olarak görülmeyen güçlerle
işbirliği öngörülmektedir. Tıpkı
Irak’taki kimi Baas rejimi artıklarını askeri veya sivil yönetime dahletme siyaseti gibi, Afganistan’da da
Taliban güçlerinin kimi kesimleriyle
işbirliği yapmaya yönelmişlerdir.
Bu siyaset kuşkusuz ki işgale karşı
direnişi sonlandırmanın bir aracı
olarak düşünülmektedir. Fakat aynı
zamanda bu siyasete yönelmeleri,
işgalci güçlerin kendi planlarını gerçekleştirmede zorlandıklarının da
açık işaretidir.” (Çağrı, sayı 115, sayfa
16)
Bu konuda son dönemde medyada
çıkan haberlere göre Afganistan yönetimi ile Taliban temsilcileri arasında görüşmeler Suudi Arabistan’da
(Mekke’de) yürütülüyor.
Sözkonusu görüşmeler “gizli” yürütülse de, tartışmaları kamuoyunda
açık yürütülmektedir. Özellikle
Afganistan’daki İngiliz birlikleri komutanı Tuğgeneral Mark CarletonShmith’in Ekim ayı başlarında,
Afganistan’da “kesin bir askeri zaferin mümkün olmadığı”, “bu savaşı
kazanamayız” vb. “Taliban ile masaya
oturulması” gerektiği yönlü açıklamaları işgalci güçlerin temsilcileri
arasında da tartışmalara yol açtı.
Kimileri bu açıklamayı “bakın, artık Taliban ile görüşmek istiyorlar”
diyerek “yeni” bir şey gibi kamuo-
yürütüldüğü bir durumda oluyor.
Yani gerçekte yapılmakta olanın kamuoyunda meşru kılınması için tartışma yürütülüyor! Bu tartışmalar
yürütülürken de Afganistan’a daha
çok asker, savaşa daha çok para talep
edilmektedir.
Tüm tartışmalar içinde öne çıkan
noktalardan biri ise, bu savaşın “askeri yöntemlerle” kazanılamayacağı,
bunun diplomatik ve siyasi olarak
“Bütün tarafların katılacağı diyalog
da dahil siyasi çözüm” temelinde
çözülmeye çalışılması yönlü yaklaşımdır. Bu yaklaşım, işgal ve savaşla
doğrudan karşı karşıya kalan işgalci
güçlerin yetkililerinin büyük bölümünün ve Birleşmiş Milletler’in temsilcilerinin de tavrıdır.
Sonuçta işgalci güçlerin temsilcilerinin büyük bölümü yedi yıllık savaşta yenilgiyi bir nevi teslim etmiştir ve bu temelde de resmen de “geri
adım” atma siyasetine başvurmaktadır. Bu “geri adım” atmada ABD
emperyalistleri de yer alıyor. Araya
koydukları sınır, El Kaide ile görüşmemedir. Yani Taliban ile görüşmeye
ABD de evet demekte, hâtta Irak’taki
örneği Afganistan’a aktarmada öncülük yapmaktadır.
Afganistan’ın işgali ve savaşta,
savaş alanının genişletilmesi bağlamında en önemli gelişmelerden
biri de Pakistan’daki gelişmelerdir.
Daha doğrusu ABD emperyalizmi
ile Pakistan yönetimi arasındaki ilişkilerde gündeme gelen çelişkiler, ya
da Pakistan’ın Afganistan ile sınırındaki çatışmalar, ABD’nin Pakistan’ın
sınırlarını ihlal edip “teröristlerin sığınaklarını” bombalama vb. biçimde
kendisini gösteren gelişmelerdir.
Medyaya yansıyan haberlere bakılırsa, ABD’nin Pakistan sınırlarına
geçip bombardımanlar gerçekleştir-
yuna sundu, sunuyor. Oysa, Irak’ta
Baas rejimi yanlıları ile yapıldığı gibi,
Taliban yanlısı kesimlerle de görüşme
meselesi en gecinden 2007 yılında
kamuoyuna yansıdı. Şimdi olan şey,
genelde, “ılımlı”, ya da “aşırı” ayrımı
yapılmadan Taliban ile görüşmeler
yürütülmesinin resmi ağızlarda ve
açıkça dile getirilmesidir. Bu resmen
dile getirilme ise, Afgan yönetimi
ile Taliban arasında görüşmelerin
mesi, Pakistan yönetiminin bunu şiddetle kınaması ve fakat sınırda kendi
askeri gücüyle “teröristlere” karşı saldırılar gerçekleştirmesi vb. tavırların
danışıklı dövüş olduğu söylenebilir.
Kuşkusuz ki bunun perde arkasını
anlatabilmek için uzunca yazmak
gerekiyor. Fakat özetle söylenirse,
ABD’nin Afganistan’da –sadece
Afganistan’da değil, bölgede kalma,
yerleşme planının bir parçası olarak–
uzun süre kalabilmesi için savaşın da
uzun sürmesi gerekmektedir. Yani
ABD aslında Afganistan’da savaşın
bitmesini istemiyor. Tersine müttefikleri de içine çekerek, onlardan savaş giderlerini ve askeri gücü karşılayarak uzun bir dönem Afganistan’da
kalmak istiyor.
Bu konuda tavır takınan kimi
burjuva yorumcular, ABD’nin Çin’e
karşı savaş hazırlığının bir üssü olarak Afganistan’da kalmayı planladığı
yönlü değerlendirmeler de yapmaktadırlar. Bu değerlendirmeler ise temelsiz değerlendirmeler değil.
Sonuçta yedi yıldır süren işgal ve
savaş sürüyor. Kendisiyle birlikte
yeni sorunlar da getiren bu işgal ve
savaşın, Afganistan halklarının, yoksullarının sorunlarına çözüm getirmediği, getiremeyeceği açıktır.
Emperyalistlerin, işgalcilerin ve
yerli gericilerin, halkların özgürlüğünü sağlayamayacağı, Afganistan
somutunda da yeniden belgelendi,
belgeleniyor. Somut gelişmelere bakıldığında Afganistan’daki işgal ve
savaşın daha birçok yıl gündemde
kalacağını söylemek için kahin olmaya gerek yok. Savaşın bitmesi yerine, uzaması ve genişlemesi olasılığı
daha yüksek görünüyor.
Hep yeniden vurguladığımız gibi,
sorun emekçilerin işgalci, emperyalist güçlere ve yerli gericilere karşı
mücadeleyi yükseltme ve onları yenilgiye uğratma sorunudur.
Sorun, işçilerin emekçilerin kendi
güçlerinin bilincine varma, ona uygun davranma sorunudur,
Sorun, sömürüsüz, sınıfsız özgür,
yeni bir dünyayı yaratmak için devrim
mücadelesine sarılma sorunudur.
28 Ekim 2008 ✓
BM milenyum kalkınma
hedeflerinde ilk
devre…
- BİRLEŞMİŞ MİLLETLER -
B
irleşmiş Milletler 2000 yılında
milenyum kalkınma hedefleri
adı altında 2015 yılına kadarki
amacını, daha doğrusu niyetini açıkladı. Sözkonusu milenyum kalkınma
hedefleri içinde dünyadaki aşırı yoksulların ve açların sayısını yarıya indirme de vardı.
2000 yılındaki milenyum kalkınma
hedefleri BM, IMF, Dünya Bankası ve
OECD’nin asgari müşterekte buluşup
ortak ilan ettiği hedeflerdi.
Dünya Bankası’nın Ağustos ayında
yaptığı açıklamaya göre dünyadaki
“aşırı yoksulların”, gerçekte açların
sayısı şimdiye kadar kabul edilen
sayıdan çok daha fazladır. Bu konuda Dünya Bankası’nın verilerini
de gözönüne alan BM Genelsekreteri
Bank-Ki Moon, BM’yi 25 Eylül’de
toplantıya çağırdı ve sözkonusu toplantıda milenyum kalkınma hedeflerinde durumu görüştüler. Bu konuda
BM de bir rapor sundu. Sözkonusu
açıklamalara göre bu rapor 25 BM örgütü ve uluslararası kurum ve örgütlerin istatistiklerinden derlenmiştir.
Dünya Bankası ve BM’nin raporları
dışında bir de “Dünya Açlık Endeksi
2008” adlı rapor yayınlandı. Kimi
burjuva gazeteler bile sözkonusu verilerden yola çıkarak dünyaya “Açlar
Gezegeni” tanımını uygun buldu.
Gerçekten durum, bolluk içinde açlığın kol gezdiği bir durum. GEZEGEN
olarak DÜNYA’da BOLLUK var,
ama insanların büyük bölümü AÇ!
İnsanların büyük bölümünün aç ve
yoksul olduğu bir gezegene “Açlar
Gezegeni” demek hiç de yanlış değil.
Sözkonusu raporlardaki verilere
geçmeden önce bilince çıkarılması
gereken bir gerçeklik, şimdi verilen
rakamların da, aşırı yoksulların ve
açların gerçek sayısını yansıtmadığıdır. Ayrıca değişik rakamlar veya
veriler birbirine karıştırılarak, kendilerine göre düzenlenmiş rakamların yansıttığı resim de dumanlara
büründürülmekte, görülmesi zora
sokulmaktadır…
Dünyadaki aşırı yoksulların ve
açların sayısını 2015’e kadar yarıya
indirme hedefini açıklayan BM, bu
sürecin yarı devresinde –hesaplarda
yapılan tüm sahtekârlıklara rağmen–, aşırı yoksulların ve açların
sayısında, düzeltme yapmak zorunda
kalmıştır. Bu düzeltmeyle gündeme
gelen yeni rakamlar, gerçekte artık
vitrinin düzenlenmesinde saklanamayan ve dışa yansıtılmak zorunda
kalınan rakamlardır.
Dünya Bankası ve BM’nin açıkladığı rakamlara göre şimdiye kadar
2005 yılı için (kimi bunu 2004 yılı
11
panorama
için hesaplıyor) kabul edilen aşırı
yoksul sayısı olan 986 Milyon insan,
şimdiki düzeltmeye göre 1.4 milyar
insandır. Aç insanların sayısı ise
–en son açıklamalar 854 milyondan
bahsediyordu, 1990 yılı için ise 822
milyon rakamı veriliyor– 923 milyon
olarak açıklandı.
İşin ilginç, ya da sahtekârlığın ilk
yansıması olan şey ise, 2005-2008
yılları arasındaki dönemde ne kadar aşırı yoksulun ve aç insanın bu
rakamlara katıldığı gizleniyor, ya da
hiç hesaplanmamıştır. Ki, hemen hemen bütün tavır takınan kesimler,
2007-2008 yıllarındaki gıda ve yakıt
fiyatlarının yükselmesi sonucu milyonlarca insanın aşırı yoksul ve açlar saflarına katıldığını, katılacağını
ifade etmektedir. Kısacası biz işçileri,
emekçileri geçmiş durum raporlarıyla oyalamaya çalışmaktadırlar. Bu
ise, andaki gerçek durumun onların
açıkladıklarından çok daha kötü olduğu anlamına gelmektedir. BM’nin
milenyum kalkınma hedef lerine
ulaşması, özellikle bu konuda mümkün görünmüyor.
Rakamlar ve sahtekarlıklar…
12
Her şeyden önce yoksulluk katmanlara bölünüp gerçek durumun farklı
yorumlanması sözkonusudur. Açlık,
aşırı yoksulluk, mutlak yoksulluk,
görece yoksulluk vb. terimlerle dünya
nüfusunun yoksullar sayısı gizlenmeye çalışılmaktadır.
Bunu gizlemenin yollarından biri
de, görece yoksulluk, mutlak yoksulluk (aslında bu aşırı yoksulluk) ve açlık sınırlarının konmasıdır. Şimdiye
kadar geçerli görünen hesaplara göre
yoksulluk sınırı günde kişi başı iki
ABD doları altındaki gelire; açlık sınırı ise günde bir ABD doları altındaki gelire sahip olmaktı. Gerçekte
bu sınırın kendisi, satın alma gücünün her ülkede farklı olduğu bilindiğinde, yoksulların sayısını düşük
göstermenin hesabından başka bir
şey değildi. Bu durumu kabul edilebilir hale getirmek için de Dünya
Bankası aşırı yoksulluk sınırını bir
dolardan 1.25 dolara çıkardı. Fakat
bunu kabul etsek bile, son yıllarda,
açlık sınırını aşırı yoksulluk sınırı
haline dönüştürmekle açların sayısını düşük göstermeye çalışma
sahtekârlığı ortadan kalkmıyor. Bu
temelde de aşırı yoksulların sayısı
1.4 milyar, açların sayısı 923 milyon olarak gösterildiğinde, aslında
yine açların sayısını düşük gösterme
sahtekârlığını yapmaktadırlar. 1.4
milyar insan –ki bu rakam da gerçeği
tam yansıtmıyor– gerçekte aç insan.
Ne demek aşırı yoksulluk?
Egemenlerin temsilcileri
sahtekârlıklarında sınır tanımıyor.
Bir de aşırı yoksullarla yoksullar arasında “yeteri gıda alamayanlar” kategorisi sokmaktadırlar.
Aşırı yoksullarla açlar sayısına bir
de günde iki ABD doları altındaki
gelire sahip 2.6 milyar insanı ekleyin,
karşımıza 4 milyar insanın yoksul, aç
olduğu verisi çıkmaktadır. Bu rakamları böyle hesapladığımızda yaklaşık
gerçek durumu görebiliriz. Fakat
onlar rakamları böyle hesaplamıyor.
Günde iki ABD doları altındaki gelirle yaşayanların sayısı 2.6 milyar
olarak verildiğinde, aşırı yoksulların ve açların sayısı da içinde gösterilmektedir. Ki böylesi bir durumda
da, yaklaşık 6.5 milyar insanın %40’ı
günde iki ABD doları altındaki gelirle yaşamak zorunda kalmıştır.
Yani gerçek durumu gizlemek için
yaptıkları sahtekârlıklar da durumu
kurtaramıyor. Öyle ya da böyle
gezenimiz DÜNYA, AÇLAR LA
YOKSULLARLA doludur. Yılda 8.8
milyon insan açlıktan ölüyor. Belki
bu da BM’nin açların sayısını düşürme yollarından biri oluyor…!
Gerçekten bunların hesapları içinde
neden kaç milyon insanın açlıktan
dolayı öldüğü verileri yok?
Bu hesaplamaları bir kenara bırakıp BM milenyum kalkınma hedefleri bağlamında yapılan hesaplara bir
bakalım. Dünya Bankası’nın hesapları da bunun içindedir.
BM 2000 yılında milenyum kalkınma hedef lerini ilan etti. Buna
göre normal koşullarda, 2015 yılına
kadar varılmak istenen hedef için
2000 yılı verileri baz alınması gere-
kirdi. Yok, onlar 1990 yılı verilerini
baz almaktadırlar. Yani yarıya indirmek niyetinde oldukları aşırı yoksullar ve açların sayısı, sözkonusu kararın alındığı andaki sayı değil. Ayrıca
1990-2000 yılları arasında sözkonusu
aşırı yoksullar ve açlar arasında sayılan insanların önemli bir bölümü,
Çin ve Doğu Asya’daki kimi ülkelerdeki gelişmelerle zaten aşırı yoksullar
arasında çıkmış durumdaydı. Kimi
burjuva yorumcuların bile eleştirdiği
bu sahtekârlık, hâlâ geniş kesimler
açısından bilinmiyor. BM ve birlikte
hareket eden IMF, Dünya Bankası ve
OECD, 1990 ile 2000 yılı arasındaki
verileri, daha doğrusu aşırı yoksulların sayısındaki azalmayı, 2015 yılı
için hedef olarak göstermiştir.
Tüm bu sahtekârlıkları taçlandırmak için Dünya Bankası aşırı yoksulların, açların mutlak sayısında büyük
bir azalma olduğunu propaganda etmektedir. Bunun için temel aldıkları
tarihler ise ne 2005 yılı ne de BM milenyum kalkınma hedeflerinin ilan
edildiği 2000 yılı, bilakis 1981 yılıdır.
Hesapları 1981-2005 yılları arasını
kapsamaktadır. Yani ölçüleri ve tarihleri düzenleyip bilançoyu güzelleştirmeye çalışmaktadırlar.
Onların azaldığını söylediği sayılarda gerçekte azalma yoktur –Çin
ve birkaç Asya ülkesindeki gelişmelerle, kişi başına düşen Brüt İç Ürün
vb. ile aşırı yoksullar arasında sayılanların sayısında azalma olmuştur,
ama bu da gerçekte aşırı yoksulların
ve açların sayısını düşük gösterme
temelinde yapılan bir hesaptır–, istatistiklerin ve rakamların kılıfa uy-
Sonuç olarak BM milenyum kalkınma hedefleri aşırı yoksulların ve
açların sayısını azaltma bağlamında
daha şimdiden başarısızlığa uğramış
durumdadır. 25 Eylül 2008 tarihindeki BM toplantısında söz verilen 16
milyar doların da bu hedefi tutturmaya yetmeyeceği açıktır.
Esas mesele dünya egemenlerinin
gerçekte aşırı yoksulların ve açların sayısını yarıya indirmek ya da
ortadan kaldırma diye bir istekleri,
amaçları yoktur. Bizzat bu sömürü
sistemi milyarlarca insanın açlığının,
yoksulluğunun kaynağıdır. Onlar,
daha fazla yoksulluğu, açlığı kendi
iktidarlarını tehlikeye sokacak ve
dünyanın yoksullarının ve açlarının
isyanına yol açacak bir neden olarak gördüklerinde ancak, bunu belli
sınırlara çekmeye çalışmaktadırlar
ve kitlelere kendilerinin ne kadar da
“yardımsever” olduklarını göstermenin aracı olarak niyet açıklamasında
bulunmaktadırlar.
Örneğin dünya çapındaki silahlanma bağlamında her sene rapor
yayınlayan ve merkezi Stockholm’de
bulunan SIPRI’nin 2008 yılı raporuna göre, 2007 yılında 1.339 milyar
dolar silahlanmaya harcanmıştır. Bu,
dünya çapında, yılda kişi başına 202
ABD dolarının harcandığı demektir.
Oysa, yapılan hesaplara göre BM milenyum kalkınma hedeflerine varabilmek için gerekli olan miktar kişi
başına 20 ABD dolarıdır.
Sözkonusu 1.339 milyar dolar
dünya çapındaki Brüt İç Ürün’ün
%2.5’ini oluşturmaktadır. Dünyanın
çevre felaketinden, iklim felaketin-
durulması vardır. Örneğin Afrika’da
aşırı yoksulların sayısı, sözkonusu
dönemde (1981-2005) 202 milyondan
384 milyona yükselmiştir. “Dünya
Açlık Endeksi 2008”in verilerine
göre 33 ülkede kronik açlık tehlikesi
yaşanmaktadır. Bu rapora göre %5’in
altındaki ülkeler hesapta bile yok…
% 5.0 üzeri açlığın olduğu 88 ülkeden 65’i çift rakamlı açlık oranına
sahiptir ve 10.2 ile 42.7 oranında değişiklik göstermektedir. Vurgulamak
gerekirse bu oranlar açlık oranıdır,
yoksulluk oranı değil!
den kurtarılması için önlem alınması
bağlamında gerekli görülen miktar
ise sadece %1’dir.
Burada aktardığımız kimi olgular gerçekte sömürü sisteminin,
kapitalizmin-emperyalizmin insanlığa, doğaya düşman karakterini
göstermektedir.
Açlığa, yoksulluğa son vermenin,
doğayı korumanın ve de kurtarmanın tek yolu, bu sömürü sistemine
son vermektir.
29 Ekim 2008 ✓
yaşam temellerini koruma mücadelesi
H
Marmaris’in yüzde 52’si
maden sahası!
emen her yerde maden arama
şirketlerinin, maden arama
ve çıkarma adı altında doğa
talanı sürüyor. Bu talana Marmaris’i
örnek olarak vermek istiyoruz.
İçmeler Beldesi ve Osmaniye
Köyü'nde Neslişah Madencilik tarafından açılan manganez madenine
karşı Marmarisliler mücadele etmeye
başladı. Bu mücadele içinde yer alan
Marmaris Kent Konseyi bir araştırma yaptı. ‘Marmaris genelindeki
maden alanı olarak saptanan yerler’ araştırması sonucuna göre, 86
bin 600 hektar yüzölçümüne sahip
Marmaris'te 45 bin 173.87 hektarın
(yüzde 52) maden arama ruhsatlı olduğu ortaya çıktı.
Marmaris’te 13 köy, 6 belediye bulunuyor. Marmaris’in tamamına yakın geliri turizmden sağlanıyor.
Marmaris Kent Konseyi Başkanı
Hakkı Şevket Bayındır düzenlediği
bir basın toplantısında şunları söyledi:
“Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı
ile Osmaniye'deki madenin kapatılıp
ruhsatlarının iptaliyle ilgili sürdürdüğümüz yazışmalar bizi çok ilginç
bir noktaya getirdi. Bakanlıktan bölgemizde kaç şirketin arama izni aldığını öğrenmek istediğimizde karşımıza 41 rakamı çıkınca bunun harita üzerinde gösterilmesini istedik.
Maden arama ruhsatı alan şirketler, maden
arama bölgesinde çevreyi altüst ediyorlar.
Maden arama sahası ormanlık alan ise, ağaçlar
kesiliyor. Yüzlerce, binlerce ton toprak kazılıyor.
1/25.000'lik harita üzerine ruhsatlar
işlenince karşımıza korkunç bir gerçek çıktı. Marmaris'in yüzölçümünün yüzde 52'sinin köstebek yuvasına
çevrilme ihtimali var. Muğla'dan 24,
İstanbul'dan 10, Ankara'dan 5, Adana
ve Bursa'dan 1'er olmak üzere toplam
41 şirket maden arama ruhsatı almış.
Sadece İstanbul'dan 1 firma 7 ayrı
yerde arama izni almış. Osmaniye
Köyü'ndeki madenin sahiplerinin
de 15 ayrı ruhsatı bulunuyor. Bu artık ulusal bir sorun konumuna geldi.
Turizm kenti olan Marmaris'te bu kadar ruhsatlı yer faaliyete geçerse artık
gerisini siz düşünün. Bu ruhsatlarla
birileri gidip yol açma bahanesiyle
önce ormanı katledecekler. Sonrasını
hiç düşünmek bile istemiyoruz.”
Kent Konseyi Yürütme Kurulu
Üyesi Elektrik Mühendisi Neşe Yüzak
da; “Hukukçu arkadaşlarımızın incelemesine göre, maden arama ruhsatı olanların bölge yaşayanlarının
izninden kurtulmak, bazı kurumlara
takılmamak için maden işletme ruhsatlarını 25 hektarın altındaki araziler için alıyor. Bu sayede birçok kamu
kurum ve kuruluşlarının onayı gereken Çevresel Etki Değerlendirmesi
(ÇED) raporu almaktan da kurtulmuş oluyorlar” dedi (16 Eylül 2008,
Radikal)
Maden arama ruhsatı alan şirketler, maden arama bölgesinde çevreyi
altüst ediyorlar. Maden arama sahası
ormanlık alan ise, ağaçlar kesiliyor.
Yüzlerce, binlerce ton toprak kazılıyor. Maden arama sahasına yol yapılıyor vb. Çevreye zarar verilerek çıkarılan maden, özel şirketler tarafından
kar uğruna kullanılıyor, satılıyor.
Maden arama işinde de temel dürtü
kardır. Kapitalist sistemde daha fazla
kar uğruna doğa hoyratça talan
ediliyor.
Kapitalizmde gözetilen doğa değil,
daha fazla kardır.
Doğanın gözetilmesi için de kapitalizmi yıkmak gereklidir!
18 Ekim 2008 ✓
Nükleer santral ihalesi yapıldı
Nükleer santral ihalesine bir teklifin gelmiş olması
nedeniyle, devlet nükleer santral kurmaktan vazgeçmiş
değildir. Bu durum biraz zaman kazandırmıştır, o
kadar!
M
ersin-Akkuyu’da kurulması planlanan nükleer
santral için, Mart ayında
başlayan teklif verme süresi 24
Eylül’de sona erdi. Nükleer santral
ihalesi için 13 şirket şartname satın aldı. Şartname alan, uluslararası
tekellerin, yerli şirketlerle oluşturdukları 5 konsorsiyum, “piyasa koşullarının kredi bulmak için uygun
olmadığı ve ihale şartnamesindeki
bazı belirsizliklerin giderilmesi için
6 ay erteleme talebi” Başbakan tarafından kabul edilmedi. 24 Eylül’de
düzenlenen nükleer santral ihalesine
yalnızca Rus Atomstroyexport ve
Inter Rao ile Turgay Ciner’e ait Park
Teknik’in oluşturduğu konsorsiyumundan teklif geldi.
Nükleer santralde üretilecek elektriği satın alacak kuruluş olarak ihaleyi
düzenleyen Türkiye Elektrik Ticaret
A.Ş.’ne (TETAŞ); Suez Tracktebel
(Fransa-Belçika), Unit Investment
N.V (Hollanda), Ak Enerji, AECL
Atomic Energy Of Canada Limited
(Kanada) ve Hattat-Hema, mektup
göndererek yarışmaya katılmayacaklarını bildirdi.
Verilen tek teklif içinde üç adet zarf
bulunuyor. İlk zarf açıldıktan sonra,
ikinci zarf teknik şartname açısından incelenmesi için Türkiye Atom
Enerjisi Kurumuna iletilecek. TAEK,
teklifi nükleer kriterlere uygun bulduğu taktirde, durumu TETAŞ’a bildirilecek, bu durumda ihale komisyonu tarafından satın alınacak elektriğin fiyatının bulunduğu üçüncü
zarf açılacak.
Nükleer santral ihalesine sadece bir
teklifin verilmiş olunması, devletin
istemediği bir durumdur. İstenilen
şartname alan 13 konsorsiyumun
ihaleye katılması, en uygun teklifi
veren konsorsiyuma ihaleyi kazanması idi. Fakat uluslararası mali kriz
nedeniyle, kredi bulma imkanın zor
olduğu bu dönemde, ihaleyi erteleme istemi yerine getirilmediği için,
ihaleye katılım beklenilen gibi olmadı. Bu durumda büyük ihtimalle
önümüzdeki süreçte, yeni bir ihale
yapılacaktır.
Nükleer santral ihalesine bir teklifin gelmiş olması nedeniyle, devlet
nükleer santral kurmaktan vazgeçmiş değildir. Bu durum biraz zaman
kazandırmıştır, o kadar! Rehavete
kapılmadan, gelecekte de nükleer
santral kurulmak istenmesine, geleceğin ipotek altına alınmasına karşı
durmaksızın mücadele edilmelidir.
Nükleer santrallere hayır!
4 Ekim 2008 ✓
13
yeni dünya gençliği
D
14
Gelenek adı altında “işkence”!
ünyanın birçok ülkesinde
gelenek adı altında kadınlara sünnet denilen işkence
uygulanıyor. Kadın sünneti birçok
insan tarafından hiç duyulmamış
birçoğu açısından da yüzyıllar öncesinde kalmış güncelliğini yitirmiş
bir konu olarak düşünülüyor. Fakat
dünyada sayıları 150 milyona yakın
sünnet edilmiş kadın ve kız çocuğunun yaşadığı bilindiğinde bunun
büyük bir yanılma olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Dünya bu işkenceye
kulaklarını kapata dururken her
yıl bu sayıya 8 bin kız çocuğu daha
ekleniyor. Bu geleneğin kökleri çok
eski çağlara dayanıyor. Mısırda yapılan arkeolojik kazılarda MÖ.1600’lı
yıllardan kalan duvar resimlerinde
kadın sünnetinin detaylı bir şekilde
gösterildiği söyleniyor. Kadın sünneti esasında 30 Afrika ülkesinde
uygulanıyor. Bu ülkelerde yaşayan
kadınların çok büyük bir çoğunluğu
“sünnetli”. Ancak bu uygulama yalnızca Afrika ülkeleriyle sınırlı değil. Umman, Yemen, Birleşik Arap
Emirliği, Endonezya, Malezya ve
Kuzey Irak'ta bazı Kürt bölgelerinde
yaşayan kadınlar da bu uygulamaya
maruz kalıyorlar. Üstelik bu ülkelerden gelen göçmenler gelenek denilen
işkenceyi devam ettirmek istedikleri
için Avrupa, Kanada, Amerika, Yeni
Zelanda, Avustralya gibi ülkelerde
de kadın sünneti görülüyor. Yüzyıllar
öncesinden bugüne dek sürdürülen
bu işkence yönteminin ne için ve nasıl yapıldığına gelince: Bu uygulama
kadınların cinselliklerini kontrol altına almak, bekâreti korumak ve erkeğin daha fazla zevk alması için yapılıyor. Kadın sünneti 3 ayrı şekilde
uygulanıyor.
Birincisi; klitorisin tümüyle kesilmesi, ikincisi; klitoris ile birlikte
küçük ve bir kısım büyük dudakların kesilmesi, birde en vahşi ve en
yaygın biçimi olan (Firavun Tarzı)
klitorisin, küçük ve büyük dudakların tümünün kesilmesi. Yaranın dış
cephelerini bir araya getirip sadece
idrar ve aybaşı kanamasının akabileceği küçük parmak genişliğinde
bir açıklık bırakılıyor. Bu uygulamalar dışında delme, dağlama, kazıma,
vajinanın içine çeşitli bitkiler yerleştirme gibi sünnet biçiminin olduğu
da biliniyor. Bazı ülkelerde sünnetli
kadınların %80-85 inde 1. ve 2. tür
sünnet uygulanırken Cibuti, Somali,
Sudan da kadınların %98 i firavun
tarzı denilen en vahşi şekliyle sünnet
ediliyor.
Sünnet esnasında narkoz kullanılmıyor. Birçok bölgede sünnet sırasında kızın elleri ve ayakları sıkıca
tutulduktan sonra ağzına bez parçası
yerleştiriliyor, sünnet sonrası bacakları bir bezle bağlanıyor ve iyileşene
dek idrarını yapmak bile bir işkenceye dönüşüyor. Cinsel organında
Sünnet esnasında narkoz kullanılmıyor. Birçok bölgede
sünnet sırasında kızın elleri ve ayakları sıkıca tutulduktan
sonra ağzına bez parçası yerleştiriliyor, sünnet sonrası
bacakları bir bezle bağlanıyor ve iyileşene dek idrarını
yapmak bile bir işkenceye dönüşüyor.
bırakılan açıklık ne kadar dar ise ve
sünnet esnasında kız ne kadar az bağırıyorsa o kadar değeri artıyor. Bu
işkence bu kadarla sınırlı kalmıyor
çünkü kadınlar her doğum yaptığında cinsel organları tekrar kesilip
dikiliyor. Ameliyat sırasında kullanılan malzemeler steril olmadığı için
kadınlar çeşitli hastalıklar kapıyorlar. İdrarlarını tutamıyorlar, şiddetli
iltihaplanmalar, kısırlığa yol açan
enfeksiyonlar, AIDS ve hatta kan
kaybı dolayısıyla ölümler yaşanıyor.
Kadınlara AIDS bulaşması başka bir
felaket, çünkü bu kadınlar hastalıklı
diye kocaları tarafından terk ediliyor.
Yapılan araştırmalarda kadınların
birçoğu ilişkiye istekli olmadıklarını,
ilişki sırasında acı çektiklerini, kocaları istediği için ilişkiye girdiklerini söylüyorlar. Sünnet yaptırmayan
kadınlar toplum tarafından dışlanır
ve evlenemezler. Kadınlar çok küçük
yaşlarında bazen (8-14) hatta bazen
(3-4) yaşında korkunç acılarla tanışıp yaşamları boyunca buna maruz
bırakılıyorlar. Kadın sünnetiyle mücadele eden Terre des Femmes kadın
örgütü sünnetin konuşulmasının
bile bir tabu olduğu bu ülkelerde bu
konuya eğilip mücadele etmenin oldukça zor olduğunu anlatıyor. Kadın
sünnetiyle mücadele verdikleri bölgelerde özellikle yaşlı kadınların
zorluk çıkardığını söylüyorlar, bunun nedeni ise sünneti genelde yaşlı
kadınlar yapıyor. Hem bu işten para
kazanıyor, hem de toplumda kadın
olarak ilk kez çok saygın kişiler oluyorlar. Bunun önüne geçebilmek için
bu kadınlara ebeliği öğrettiklerini
söylüyorlar. Sünneti engellemek için
bütün köyü örgütlemek gerektiğini
aksi taktirde kızını sünnet ettirmeyen aileleri tüm köyün dışladığını ve
ailenin yine kızını sünnet ettirmek
zorunda kaldığını açıklıyorlar. Bu
vahşetin yüzyıllardan bu yana süre
gelmesinin esas nedeni, emperyalist
barbarların bu ülkelerin yalnızca yer
altı yer üstü zenginlikleriyle ilgilenmeleri ve halkları bir sömürü aracı
olarak görmeleridir. 1950li yıllarda
Afrikalı kadınlar kadın sünnetinin duyulması ve müdahale edilmesi için oldukça zorlu mücadeleler
verir. Afrikalı delegeler Birleşmiş
Milletlerin (BM) her toplantısında
konuyu gündeme taşımaya çalışır
ve sonunda Birleşmiş Milletler topu
(WHO) Dünya Sağlık Örgütüne
atarak konuyu araştırmasını ister.
Aradan 9 yıl geçtikten sonra (WHO)
konunun kendi yeteneği dışında olduğunu söyleyerek reddeder. Afrikalı
delegeler konuyu ısrarla gündeme
getirmeye devam eder fakat 1975 yılına dek hiçbir gelişme kaydedemez.
1980’e gelindiğinde Avrupa’ya göçler
nedeniyle sorun gündeme gelir azda
olsa bir gelişme kaydedilir. 2000li
yıllara gelindiğinde bazı ülkelerde
yasal düzenlemelerin olduğunu kâğıt
üzerinde yasakların konulduğunu
görüyoruz. Ancak bunun kadın
sünnetini geriletmede ne kadar yetersiz olduğu bilinmelidir. İşlerine
geldiğinde “demokrasi”, “özgürlük”
sağlama adına Afganistan’ı, Irak’ı,
Filistin’i vd. ülkeleri bombalamaktan
çekinmeyen, her türlü seferberliği
gösteren ve bunu kendilerine görev
edinen emperyalistler, söz konusu bu
durumda âcizane oluveriyorlar. Tek
dertleri dünyayı yeniden paylaşmak
olan, halkların başına demokrasi
değil ölüm yağdıran bu emperyalist
haydutlar ne Afganlı ne Iraklı nede
Arabistanlı kadınlara çözüm getirmez, getirmedi. Ezilenlerin en ezileni
olan emekçi kadınların, erkek egemen düzeni yıkmamak için tek bir
nedeni bile yoktur. Emekçi kadınların dünyayı kendilerine zindan eden,
cehennemden farksız olan “erkek
egemen sistem”e ihtiyaçları yoktur.
Kadınların kendi elleriyle kuracakları, horlanmanın, işkencenin, cinsel
meta olmanın, taciz, tecavüzün ve
her türden kokuşmuşluğun barınamayacağı bir sistem olan komünizme
ihtiyaçları vardır.
(Kaynaklar: BİA Haber Merkezi,
Asuman Çetiner)
Yeni Dünya Gençliği / İstanbul ✓
Çukurova Üniversitesi'nde rektörlük
ve polis baskılarına kınama…
Ç
ukurova Üniversitesi’nde
yapılan tutuklama ve baskılara karşı bir grup öğrenci
Adana’nın İnönü Parkı’nda basın
açıklaması yaptı. Grup adına basın
açıklaması yapan kişi “Okulların
açılmasıyla birlikte, biz öğrencilere karşı tutuklamalar yoğunlaştı.
Okulda artan polis baskısıyla birlikte üniversite yönetiminin de
baskıları artarak sümektedir” dedi.
Basın açıklamasına katılanlar arkadaşlarını “Baskılar bizi yıldıramaz!, YÖK gidecek üniversiteler bizimle özgürleşecek!" vb. sloganlarla
desteklediler. Basın açıklamasını
alkışlarla bitirdiler. Bu sömürü sistemi devam ettikçe, üniversitelerin
bilimsel ve toplumsal gelişme için
çalışamayacakları açıktır. Özgür,
bilimsel ve toplumsal gelişme için
çalışmaların yapılabilmesi için
yeni bir dünyaya ihtiyaç vardır. Bu
dünya bilgiyi ve hizmeti para için
değil, insanların daha iyi yaşaması
için gerekli olan ihtiyaçlar için kullanacaktır. Bu sömürü dünyasında
bir takım kurumlarla insanların
baskı altına alınmak istenmesi ve
öğrencilerin öğrenme haklarını
daha özgür kullanamayacakları
açıktır. Bunun için üniversitelerde
olduğu gibi hayatın her alanında
örgütlü bir toplum yaratmalıyız,
hep birlikte…
Yaşasın özgür üniversiteler!
Ekim 2008
Bir YDİ Çağrı okuru ✓
yeni dünya gençliği
Çırakların ve Genç
İşçilerin Ekonomik
Korunması Üzerine Karar
K
apitalist üretim tarzı emekçi
gençliğin iki yönlü sömürülmesini beraberinde getirir.
Makinelerin mükemmelleştirilmesi daha önceki dönemlerin tersine
üretim sürecinde kuvvetli fiziksel
güçleri büyük oranda gereksiz kılmakta ve böylece çok küçük yaştan
itibaren genç işgüçlerin olağanüstü
artan oranda üretime çekilmesini
mümkün kılmaktadır. Kapitalistler,
genç işgüçleri tercih etmektedirler,
çünkü onların çalıştırma giderleri
yetişkin işçilerinkinden düşüktür.
Hizmetinde bulunan işgüçlerini
mümkün olduğunca sömürmek kapitalizmin özünde bulunmaktadır.
Genç işçilerin direniş göstermemeleri nedeniyle onların en yüksek
derecede sömürülmeleri mümkün
olmaktadır.
Kurbanlarını bugünkü ekonomik
sisteme karşı mücadelesinde bile
engelleyen bu sömürünün en rezil
aşırılıklarını yok etmek amacıyla
Konferans önce:
a) Genç işçilerin ekonomik korunmasının çıkarları doğrultusunda da
kurulmaları talep edilmesi gereken
gençlik örgütlerinden, genç işçilerin
korunması için mevcut hükümlerin
uygulanmasına dikkat etmek ve çalışma belgelerinin düzenlenmesini
de eline almak görevine sahip olan
genç işçiler için koruma komisyonları kurmalarını:
b) Sosyalist fraksiyonlardan, yasama organlarında şu talepleri
savunmalarını:
1 16 yaşını bitirmemiş genç işçileri
çalıştırmanın yasaklanması ve aynı
zamanda okula gitme mecburiyetinin bu yaşa kadar uzatılması.
2 18 yaşından küçük bütün işçiler
için, bu kavramdan her yerde kadın
işçiler de anlaşılmak üzere, altı saatlik azami iş günü.
3 18 yaşından küçük bütün işçiler
için gece çalışma yasağı.
4 18 yaşından küçük bütün işçiler
için 36 saatlik kesintisiz Pazar tatili.
5 Aynı yaş kesimi için iaşe (besleme
– BN) ve ibate (yerleşme – BN) zorunluluğunun yasaklanması. Böyle
bir zorunluluğun kararlaştırılması
batıldır (geçersizdir – BN).
6 Ticaret, ulaşım, sanayi, tarım ve
serbest meslekler denilen dallarda
çalışan bütün işçiler için 18 yaşını
doldurana kadar zorunlu meslek geliştirme dersinin konulması.
7 Bütün meslek teşvik, branş ve
meslek hazırlık okulları için iş günlerinde günlük dersin zorunlu olarak
konulması.
8 Özellikle bedensel dövme hakkıyla birlikte çırak patronunun babasal terbiye hakkının kaldırılması.
9 Genç işçiler için özel müfettişlerin işe alınması.
10 Sanayi müfettişliğinin zanaat
atölyeleri ve ev sanayisini kapsamına
alacak şekilde genişletilmesi.
11 Deneme süresi de içinde olmak üzere çıraklık süresi iki yılı
aşmamalıdır.
12 Çırakların ev işlerinde ya da
bir bütün olarak meslek dışı işlerde
ve sözleşmede kesin belirlenen işlerden başka işlerde çalıştırılmasının
yasaklanması.
13 Çıraklık ilişkisinin iptalini zorlaştıran bütün hükümlerin ortadan
kaldırılması. Böyle hükümlerin, özellikle cezai şartların kararlaştırılması
batıldır (geçersizdir – BN).
14 Yukarıdaki hükümleri çiğneyen işveren, usta vs.nin ağır şekilde
cezalandırılması.
c) Sendikalardan, talepler öne sürerken ve toplu sözleşmeler yakarken
b) maddesinde belirtilen noktaları
dikkate almalarını rica eder.
(Komünist
Gençlik
Enternasyonali’nin Tarihi Cilt:I
s.214217, İnter Yayınları, 1996)
(Yeni Dünya Gençliği 8. sayısından alınmıştır.) ✓
Atarax’sız hayat...
B
ir Pazar sabahı odamda uyuşuk bir şekilde otururken,
sigaramı içip çayımı yudumluyordum. Balkonun kapısını açıp
odayı havalandırdım. İçeri giren temiz havanın etkisiyle uyuşukluğu
atıp, müzik dinlemek için bilgisayarı
açtım. Vivaldi’nin dört mevsimini
dinledim. Vivaldi’yi dinlerken gözüm kütüphanemdeki kitaplara takıldı. Kütüphanedeki kitaplara göz
gezdirirken beni rahatsız eden atarax
şurubunu gördüm. Sabah, akşam tok
karınla şurubu içiyorum. Nedeniyse
iki gün önce psikologa gidip “mutsuz
olduğumu, gece uyumakta zorluk
çektiğimi ve halsiz olduğumu” söyledim. Doktorumsa ilaç verip, on gün
dinlenmemi söyledi. On gün sonra
ne olacaktı ki, hayatımda ne değişecekti? Atarax şurubuna bakarken,
birden şurubu koyduğum raftaki
kitaplara bakıp kala kaldım. Birden
her şeyin üstüme geldiğini sandım.
Nazım’ın kavga şiirleri, Marks’ın
hayatını anlatan Ateşi Çalmak,
Sverdlov’u anlatan Urallı Delikanlı ve
sayamadığım diğer kitaplar. Mark’ın
hayatında yaşadığı yoksulluklar, çocuklarını kaybetmesi, ama hiçbir zaman yaşama iradesini kaybetmemesi
ve insanlığa armağan ettiği ideolojisi.
Nazım’ın da yıllarca süren cezaevindeki yaşamı sonrası ülkeden ayrılıp
bir daha dönememesi ve her şeye
inat kavga şiirlerini yazması. Yeni
bir dünyanın kavgasına düşen, nice
insanların hayat hikâyeleri çektikleri
sıkıntılar ve o halde hayata gülümsemeleri. Kendimden utanmaya başladım. Benim mutsuzluğum aslında
toplumun mutsuzluğuydu. Aldığım
ücretle ölmemek için yaşamaya çalışıyordum. Milyonlarca insanda aynı
şeyi yapıyordu. Bu düzende insan nasıl mutlu olabilir. Açlık ve hastalıktan
dolayı her üç saniyede bir çocuk hayatını kaybetmekte. Sadece bu örnek
bu düzeni anlatmaya yeter. Tüylerim
diken diken oluyor. Herkesin ailesinde bir çocuk vardır. Benimse yegenim gözümün önüne geliyor. Ve
haykırmak istiyorum:
“Ey burjuvazi bugün kaç çocuk
katlettin? Kaç kişiyi işsiz bıraktın?
Kaç kişiyi iş kazası diye öldürdün?
Kaç aileyi dağıttın?”
Bunları düşünürken birey olarak mutlu olsam neye yarar ki.
Mutluluğum ve mutluluğumuz toplumsaldır. Çevremizdeki olup biten
her gelişme, bizden bazen bağımsız ama bizi etkileyen gelişmelerdir. Biz ezilenler izin verdiğimiz sürece, bu düzen çarkını çevirecektir.
Kapitalizmin yarattığı insan olmamak için karşısında olmalı(yım)yız.
Atarax şurubu ve diğer ilaçlar, beni
ne çektiğim sıkıntılardan, ne de kapitalizmden kurtaramaz. Umutsuzluğa
geçit vermemeli(yim)yiz. Sosyalist
olmanın gerekliliğini yerine getirmeliyim. İçimde kopan fırtınanın
ortasında, yüreğimi yalnız bırakmamalıyım. Bu ömür boşa geçmemeli. Bildiğim doğruların peşinden
gitmeliyim hep ileriye koşmalıyım.
Ben bunları yazarken, hayatımın en
değerli varlıkları kitaplarıma bakmaya devam ediyorum. Bana her
zaman doğruyu gösteren aramızda
hiç çıkar ilişkisi olmayan kitaplarım.
Kendi başıma, okuma azmini geliştirdim. Meslek lisesi mezunuyum.
Sabahtan akşama kadar okulda ders
görürdüm. Çevremde kitap okuyan
hiç kimse yoktu. Arkadaşlarım ya
atari salonlarına ya da kahveye giderdi. Mezun olduktan sonra hep
çalıştım. Askere gidip geldim. Şimdi
bir fabrikada beş yıldır çalışıyorum.
Fabrikanın da tek zorluğu üç vardiya
olması. Her hafta vardiya değiştiriyorum. Hayatın zorluklarına rağmen
kitap okumaya çalışıyorum. Beni
doğruya götüren, bilincimi aydınlatan her şeyi neden-sonuç içinde ele
almayı öğreten kitaplarım. Nasıl oldu
da birden boşluğa düşüp karamsar
ve mutsuz oldum. En kısa zamanda
kendimi toparlamalıyım. Her geçen
gün ömürden gidiyor. Her geçen gün
boşa gitmemeli. Hayatı, insanları,
doğayı daha iyi anlamalı ve bir şeyler
öğrenirken bir şeyler öğretmeli. Hem
öğrenci, hem de öğretmen olmalı.
Güneş her doğuşunda aydınlattığı
ve ısıttığı her yere umutları dağıtmakta. Bana düşen umutta umutsuz
olmamak. Zaman bizden çok şeyi
alıp götürüyor. Keşke hep çocuk kalsaydım. Büyümek hayatta kalmayı
öğrettiği gibi, acı da veriyor. Bir zamanlar televizyonlarda Afrika da
açlıkla ilgili haberler sürekli yayınlanırdı. Herhalde egemenler bundan
rahatsız olduğu için artık televizyonlarda yer verilmiyor. Bilinen gerçekse her şeyin kötüye doğru gittiği.
Değişen bir şey yok. Afrika da açlık
çekenler, Ortadoğu’da bombalar altında yaşayanlar. Asya da hayallerin ve düşlerin ortasında yaşarken
fuhuş’a zorlanan çocuklar. Anlatılan
hep bizim hikâyemiz. Marks’ın dediği gibi, “adını değiştir, anlatılan
senin hikâyendir.” Sorunlar olabilir,
sorunsuz hayatın zaten tadı da çıkmaz ki! Yazdıklarımdan sonra kendi
adıma diyeceğim. Mutlulukta benim,
mutsuzlukta. Kendimi dinç ve azimli
kılacakta benim. Kendi sonumu hazırlayacakta benim. Benim, bana
yapacağı en güzel şey bundan sonra
hayata daha sıkı sarılmak. Mutlu olacağım yolda yürümek.
19 Ekim 2008
Genç bir YDİ Çağrı okuru ✓
15
AYLIK
SİYASİ
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
SAY
Kasım 2008/10 • FİYATI 1,00 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X127
E
I l H JM
AR
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!