l 1. Türkiye Sosyal Forumu yapıldı l Metal`de uzlaşma yok l Fındıkta

Transkript

l 1. Türkiye Sosyal Forumu yapıldı l Metal`de uzlaşma yok l Fındıkta
AYLIK
SİYASİ
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
SA
l 1. Türkiye Sosyal Forumu yapıldı
l Metal’de uzlaşma yok
l Fındıkta Kürt tarım işçisi olmak
l Ben de “Kürd”üm, “Gerçek Kürt” kim?
l Atom öldürür - Doğa güldürür (1)
l Türkiye’de linç manzaraları
l HE
J
AR
Ekim 2006/9 • FİYATI 2 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X104
YI
M
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!

editörden - içindekiler
Editörden...
Değerli Okuyucu,
Lübnan’a asker gönderme
tezkeresi meclisten geçti ve T.C.
askeri emperyalist planların hayata
geçirilmesi için yürütülen savaşa
fiilen katılmak ve kanlı pastadan
kendisine pay almak için yola
çıktı. Bu sayımızın başyazısını
Lübnan işgaline ve T.C. askerinin
işgale ortak olmak için Lübnan’a
gönderilmesine ayırdık. Bu konudaki
temel sloganımız “İşgalciler
defolun!”.
Savaş önümüzdeki dönemde de
gündemin baş maddelerinden birisi
olmaya devam edecektir. Görev, işçi
sınıfını bu konuya duyarlı kılmak
ve kendi savaşı olmayan bu gerici
savaşa karşı mücadele etmesini
sağlamaktır.
Bu sayımızda yer verdiğimiz
önemli konulardan biri de Kürt
halkına karşı faşist linç ve katliam
girişimleri oldu. Kürt halkının barış
talebine karşılık devletin yanıtı
savaşı sürdürmek biçiminde oldu.
Bu konuda da işçilere düşen görev,
Kürtlere karşı uygulanan baskılara
karşı çıkmak ve halkların kardeşliği
temelinde Kürt halkıyla dayanışma
içinde bulunmaktır. Unutmamalı ki
başka bir halkı ezen bir halk özgür
olamaz.
TMY (Terörle Mücadele
Yasası=Toplumla Mücadele Yasası)
tüm hızıyla devreye sokuldu ve bu
çerçevede devrimci-demokratik
kurumlara yoğun saldırılar
başlatıldı. Bu saldırıların bir
bütün olarak devrimci harekete
yönelik olduğunu da unutmadan,
İçindekiler
gözaltına alınan ve tutuklanan
devrimcilerin derhal serbest
bırakılmasını istiyoruz. 301. Madde
ile yazarların yargılanmasına da
tüm hızıyla devam edilmektedir.
Her ne kadar en son Elif Şafak bu
maddeden beraat etmiş olsa da,
bu madde özellikle devrimci basın
üzerinde demoklesin kılıcı gibi
sallanmaya devam etmektedir.
Gazetemizin ve başka devrimcidemokratik gazetelerin bu konudaki
yargılanmaları ortadan kalkmış
değildir.
Bu sayımızda atom reaktörlerinin
gerçek yüzünü gösteren kapsamlı bir
araştırma yazısının ilk bölümünü
bulacaksınız. Bu yazıyı büyük bir
ilgiyle okuyacağınızı düşünüyoruz.
Fosil yakıtlarla ilgili gelen bir
eleştiri yazısını ve bu yazıya
gazetemizin cevabını yer nedeniyle
önümüzdeki sayıda yayınlayacağız.
Bu arada birinici Türkiye
Sosyal Forumu 30 Eylül-1 Ekim
tarihleri arasında gerçekleşti. Bu
konuya ilişkin bu sayımızda iki
makale yayınlıyoruz, katıldığımız
diğer etkinlikler üzerine
yazıları önümüzdeki sayıda
yayınlayalayacağız.
Gazetemizin genç okurları
tarafından Yeni Dünya Gençliği
faaliyetlerinin başlatıldığını da
buradan bir kez daha duyuralım.
Bu konuda yapılacak faaliyetleri
nternet sitemizden takip
edebilirsiniz. Bir dahaki sayıda
buluşmak dileğiyle...
YDİ ÇAĞRI, 09 Ekim 2006
GÜNDEM
İşgalciler defolun!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
Türk askeri bugüne kadar nerelerde görev yaptı?. . . . . . . . . . . . . 3
PANORAMA
Afganistan: “Sınırsız Özgürlük Harekâtı” sürüyor… . . . . . . . . . . . . 5
Kongo: Seçim oyununda birinci devre… . . . . . . . . . . . . . . . . . 6
YENİ KADIN DÜNYASI
Sendikal örgütlenme sorunları ve sendikada kadın olmak.... . . . . . . . 8
Kadınlar artık susmayacak!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10
Çiğdem Nalbantoğlu ile dayanışmaya!. . . . . . . . . . . . . . . . . 10
YENİ GENÇLİK DÜNYASI
1. Türkiye Sosyal Forumu’nda gençliğin sorunları tartışıldı. . . . . . . .
12 Eylül’ün gençlik üzerindeki tahribatı. . . . . . . . . . . . . . . . .
Yeni Dünya İçin Çağrı Barışarock’taydı… . . . . . . . . . . . . . . . .
YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ’ne selam.... . . . . . . . . . . . . . . . . . .
YENİ İŞÇİ DÜNYASI
Metal’de uzlaşma yok . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
AL-Co işçileri tüm saldırılara rağmen direniyor…. . . . . . . . . .
Fındıkta Kürt tarım işçisi olmak…. . . . . . . . . . . . . . . . .
Tansaş Depo işçilerinin direnişi, kararlı bir şekilde sürüyor. . . . .
Kadıoğlu Kozmetik’te saldırılar devam ediyor… . . . . . . . . . .
Graniser işçilerinin sendikalaşma mücadelesi sürüyor... . . . . . .
İşten atılan Dokuz Eylül Üniversitesi Hastanesi
işçilerle dayanışma gecesi yapıldı. . . . . . . . . . . . . . . . .
Öncü Plastik ve Has Alüminyum’da mücadele sürüyor!. . . . . . .
“Sağlık hak olmaktan çıkarılıp, ödev haline getiriliyor” . . . . . . .
Yüksel Seramik’te sendikalaşan işçiler işten atıldı. . . . . . . . .
1. Türkiye Sosyalforumu’nda sendikaların sorunları tartışıldı... . . .
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
Biz de “Çingene”yiz, hayatımız “Roman”!. . .
Ben de Kürd’üm, “Gerçek Kürt” kim? . . . . .
Hiç bir faşist saldırı Kürt ulusunun
ulusal kurtuluş mücadelesini durduramaz! . .
Diyarbakır’daki faşist saldırıyı lanetliyoruz!. .
Sessiz Protesto . . . . . . . . . . . . . . .
11
12
12
12
Çekal: 1
Çekal: 2
Çekal: 3
Çekal: 4
Çekal: 4
Çekal: 5
Çekal: 5
Çekal: 5
Çekal: 6
Çekal: 7
Çekal: 8
. . . . . . . . . . . . . 13
. . . . . . . . . . . . . 15
. . . . . . . . . . . . . 16
. . . . . . . . . . . . . 16
. . . . . . . . . . . . . 16
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ
Zehirli atık çöplüğü olmaya hayır! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 17
Atom öldürür - Doğa güldürür (1) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18
Dünyada tatlı su kaynakları giderek yok oluyor!. . . . . . . . . . . . . 20
GÜNCEL
301. madde hiç boş durmuyor!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 21
Atılım Gazetesi’ne ve devrimci-demokratik kurumlara yönelik
saldırıları kınıyoruz!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 21
Türkiye’den linç manzaraları.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 22
v ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir
v Yönetim Yeri ve Adresi:
Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul
v Tel.: (0212) 235 35 70 v Fax: (0212) 253 19 27
v e-mail: [email protected] v web: www.ydicagri.com
v Banka Hesap:
Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654
v SAYI: 104 · EKİM 2006 ISSN 1301-692X104
v Fiyatı: Türkiye: 2 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro
v Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09)
v Yayın Türü: Yaygın Süreli
gündem
İşgalciler defolun!
G
eçtiğimiz günlerde Türkiye
gündemini işgal eden olaylardan birisi Türk ordusunun Ortadoğu’ya gitmesine olanak
sağlayacak ikinci bir tezkerenin çıkarılmasıydı.
Bilindiği üzere Siyonist İsrail devleti önce Filistin’e saldırmış, yakıp
yıkmış; ardından Lübnan’a saldırarak orayı işgal etmişti. Siyonist İsrail
devletinin Lübnan işgalinin bilançosu ağır oldu: Verilere göre 1500’ün
üzerinde Lübnanlı yaşamını yitirdi,
5000 kadar Lübnanlı yaralandı.
İsrail’in insan kaybının 150, yaralı
sayısının ise 2000 civarında olduğu
belirtildi. Siyonist İsrail devletinin
Lübnan’a yönelik hava saldırısı sonucu Lübnan’ın hemen tüm alt yapısı tahrip edildi; başta Beyrut olmak
üzere Lübnan’da yerleşim birimleri
harabeye çevrildi. Bir milyon kadar
insan evini barkını terkedip göç yollarına düştü.
Siyonist İsrail devletinin Lübnan’a
saldırısı ve işgali bütün tahribatıyla sürerken İsrail devletini sadece
“orantısız güç kullanma” konusunda
eleştiren başta Birleşmiş Milletler
Örgütü olmak üzere çeşitli güçler –
nihayet!– devreye girdi ve ateşkes ve
Barış Gücü Planı önerdi. Plana göre
İsrail işgal ettiği topraklardan çekilecek yerine BM Barış Gücü yerleştirilecekti.
Hizbullah’ın silahsızlandırılması
başta olmak üzere bölgede görev yapacak BM güçlerinin bölgeye yerleştirilmesine onay verilmesi planı
gerçekte bir ABD-İsrail planıdır. Bu
plan işletilirse Siyonist İsrail devleti
kendi savaşını BM güçlerine devretmiş olacaktı. BM planı aynı zamanda
bölgede güç göstermek isteyenlerin,
özellikle Avrupalı emperyalistlerin
de işine geliyordu. Ortadoğu’da kurulmuş bir kurtlar sofrası vardı ve bu
sofrada yer almak gerekiyordu!
Aynı düşünce Türk hakim sınıfları
için de geçerliydi.
Türk askeri Lübnan’a gidiyor…
Ve Irak saldırısı ve işgali öncesinde
yaşanan tartışma yine gündeme
oturdu: Türkiye Lübnan’a asker göndermeli miydi?
Türk ha k im sınıf ları bu konuda ikiye bölündü: AKP hükümeti
Lübnan’a asker gönderilmesini savunuyordu. Ana muhalefet partisi olarak CHP’nin başını çektiği bir kesim
ise Türk askerinin Lübnan’a gönderilmesine karşıydı.
L
Lübnan’a asker gönderilmesinin gerekli olduğunu savunanlar ile
karşı çıkanların gerekçeleri ortaktı:
Devletin âli çıkarları!
Hükümetin başı olarak Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan, Lübnan’a asker gönderme konusunda “ ‘bize ne’ci
bir anlayışla sorumluluklarımızdan
geri durmak, tarihimize, geleceğimize ve milletimizin yüksek menfaatlerine ihanet olacaktır’’ diyordu.
Başbakan’a göre “büyük devlet olmanın sorumluluğundan kaçınılamayacağını”, “yüksek menfaatlerin bunu
gerektirdiğini”, “buna uygun davra-
Türk askeri bugüne kadar
nerelerde görev yaptı?
übnan’a asker gönderme ile
ilgili tartışmaların yürümesi
sürecinde Türkiye’nin bugüne kadar “yurtdışına” ne kadar
asker gönderdiği, Türk askerinin
nerelerde görev yaptığı konusu da
verilerle ortaya kondu. Türk askerinin yurtdışına gönderilmesinin
yeni birşey olmadığına örnek olarak gösterilmesi temelinde ortaya
konulan verilere göre bugüne kadar 63 bin 686 Türk askeri “uluslararası barışın sağlanması amacıyla”(!) BM VE NATO kararlarıyla
13 kez yurt dışında görev yaptı.
Verilere göre hâlâ Kabil, BosnaHersek, Kosova’da bin 45 asker görev yapıyor.
Türkiye’nin katkısı, 1950 yılında
Kore Savaşı ile başladı. Daha sonra
Somali, Bosna Hersek, Adriyatik
Denizi, Arnavutluk, İran-Irak,
Kuveyt, Doğu Timor, Gürcistan ve
Afganistan’da görev aldı. 4 Mayıs
2006’dan bu yana, Kabil’de 260
Türk askeri görev yapıyor. Önce BM
harekatı olarak başlayan ve daha
sonra AB harekatı olarak Bosna
Hersek’te devam eden ALTHEA
harekatında 300 Türk askeri bulunuyor. Kosova’da, NATO-Sofa
Anlaşması gereğince 400 asker ve
polis görev yapıyor. Letonya’da ise
4 F-16 uçağı, 85 personeliyle görev
yapıyor.
Turgut Özal’ın “Adriyatik’ten
Çin Seddi’ne!” sözü böylece gerçekleşmişti ancak gazetelere yansıyan tüm bu verilerde “unutulan”
bir şey vardı: Kuzey Kıbrıs’ta bulunan Türk askeri varlığı! Bu bilgi
yoktu, oysa Kuzey Kıbrıs’ta Türk
askerinin varlığının da gerçekte
bugün işgalci güç olarak Lübnan’a
asker gönderen güçlerin niteliğinden özde bir farkı yok.
Evet buna değinen yoktur gazetelerde… Ama “haklılar”:
Kıbrıs “yavruvatan”dır, “yurtdışı” değildir;
Ve yine zaten Türk askeri Kıbrıs’ta
“işgalci bir güç değildir!”
nılacağını” söylüyordu. Başbakan’a
göre “asker göndermeye karşı çıkmak vatana ihanet”ti!
Karşı çıkanların gerekçesi de devletin yüksek çıkarlarını koruma üzerine kuruluydu. Karşı çıkan bu geniş yelpazenin bir kesimi asker göndermenin ulusun yüksek çıkarlarıyla
bağdaşmadığını belirtirken, bir kesim ise “Amerikan askeri olunmayacağı” söylemiyle sözümona antiemperyalist tavır takınıyordu.
Bu tartışmalarla birlikte Eylül ayının başında Meclis Genel Kurulu,
tek gündemle olağanüstü toplanarak,
Birleşmiş Milletler Barış Gücü’ne katılmak üzere Türk askerinin Lübnan’a
gönderilmesine yönelik Başbakanlık
tezkeresini görüştü. 533 milletvekilinin katıldığı açık oylamada 192 “ret”
oyuna karşılık 340 “evet” oyuyla tezkere kabul edildi. Bir milletvekili de
çekimser kaldı.
Meclis’ten Lübnan’a asker gönderme tezkeresinin çıkmasından
sonra bölgede “görev yapacak Türk
askerlerinin” “görev yerlerine” gitmesinin hazırlıkları yapılıyor.
Ne için?
Evet, Türk askeri Lübnan
yolunda… Ne için?
Bu soruya hakim sınıf lar örneğin
“Bölgemizdeki gelişmelere kayıtsız
kalamayız” diyerek yanıt veriyorlar
ve biz, işçileri, emekçileri bu görüşe
ve bu görüş temelinde atılan adımlara ortak etmeye çalışıyorlar.
Doğrudur! Türk hakim sınıf ları
gerçekte bölgedeki gelişmelere kayıtsız değillerdir: Onlar Lübnan’da
yürüyen savaşa kayıtsız değillerdir, savaş sonrasında yakılıp yıkılan
Lübnan’ın yeniden inşasına kayıtsız
değillerdir. Evet, onlar yeniden imar
edilecek Lübnan’da Türk şirketlerinin alacağı “işlere” kayıtsız değillerdir. Onlar Lübnan’da kurulan kurtlar sofrasına kayıtsız değillerdir.
Orada yürüyen paylaşım dalaşında
kendi paylarına düşecek paylara kayıtsız değillerdir.
Peki biz, işçiler, emekçilerin bu işte
çıkarımız nedir?
Koca bir hiç!
Evet biz, bu ülkenin işçileri, emekçileri olarak dünyada, bölgemizde
gelişmelere, savaşlara kayıtsız kalmamalıyız. Ama bu konuda bizim anladığımız ile hakim sınıfların anladığı
farklı şeyler? Biz, bundan, dünyanın
herhangi bir bölgesinde) ülkesinde sınıf kardeşlerimizle sınıf dayanışmamızı güçlendirmek, onlarla birlikte
bizi sömürenlere karşı ortak mücadeleyi anlarken, hakim sınıflar, çeşitli
ulus ve milliyetlerden işçileri, emekçileri kendi bayrakları altında toplayarak kendi çıkarları için birbirlerini
boğazlatmayı anlıyorlar. Onların bu
heveslerini kursaklarında bırakalım!
“Ne için?” sorusuna hakim sınıflar “milli çıkarlar bunu gerektiriyor”
diye de yanıt veriyorlar.
Peki onların “milli çıkarlar” diye
gündem
ileri sürdükleri şey nedir? Örneğin
Lübnan’a asker giderse işçilerin,
emekçilerin ceplerine üç-beş kuruş
daha fazla mı girecektir? Örneğin,
Lübnan’a asker giderse Türkiyeli işçilerin, emekçilerin yaşam koşullarında bir iyileşme mi olacaktır? Ya
da örneğin işsizlik, yokluk, yoksulluk, açlık… son mu bulacaktır, Türk
askeri Lübnan’a giderse?
Elbette hayır!
Onların kastettiği milli çıkarlar
gerçekte kendilerinin, yani hakim sınıfların, yani burjuvazinin, yani sermaye sahiplerinin ve onların devletinin çıkarlarıdır.
Bizim, işçilerin, emekçilerin önüne
sürdükleri ve kaşıklamamızı istedikleri “milli çıkarlar” lapasının gerçek
anlamı budur. Kendi çıkarları için
bizim gözümüzü boyamak istemektedir onlar.
Biz işçilerin, emekçilerin Türk askerinin Lübnan’a gitmesinden, oradaki savaşın bir parçası olmasından kazanacağımız birşey yoktur. O
halde onların “milli çıkar” lapasını
elimizin tersiyle itelim. “Milli çıkar”
diyerek kendi çıkarları için bizi de
savaşın bir parçası yapmalarına izin
vermeyelim. Destek vermeyelim; bırakalım onlar kendi çıkarları için savaşı bizsiz yürütsünler!!!
“Ne için?” sorusu karşısında hakim
sınıflar; “büyük devlet olmanın sorumluluğu bunu gerektirir” diyorlar
ve işçileri, emekçileri devletin attığı
bu adıma ortak etmeye çalışıyorlar.
Gerçekte bu devlet işçilerin, emekçilerin devleti değildir. Bu devlet sermaye sahiplerinin, burjuvazinin devletidir. Seksen küsur yıllık bu devletin biz işçiler, emekçiler için yaptığını
halimize baktığımızda görebiliriz.
Son dönemde sıkça vurgulanan bu
devletin “büyüklüğünden” biz işçiler,
emekçiler bir fayda görmedik. Sıkça
söylenen “büyüklüğünü” biz işsizliğin, yokluğun, yoksulluğun, açlığın…
büyümesi olarak yaşadık. Hal böyleyken “devletin büyüklüğünü” hakim sınıflar sermayelerini daha fazla
büyüterek yaşadılar. Onlara göre bu
devlet “büyük”; çünkü çıkarlarının
koruyucusu ve garantisi bu devlet!
Sadece bu kadarla bitmiyor devletin
“büyüklüğü”… Hakim sınıfların çıkarlarının koruyucusu ve kollayıcısı
olan bu devlet emperyalistlerin de
çıkarlarının koruyucusu ve kollayıcısıdır, onlara bağımlıdır, onların
Ortadoğu’daki çıkarlarının savunucusudur da…
Peki, bizim devletimiz olmayan,
emperyalizmin işbirlikçisi bu devletin “büyüklüğü” bizi niye ilgilendirsin? Biz, işçiler, emekçiler bu “büyük”
devletin çıkarlarının niye peşinden
gidelim? Niye emperyalistlerin ve
onların yerli işbirlikçilerinin çıkarları için cepheye gidelim, niye vurulalım, vuralım? Niye, aynı sınıfın
üyesi olan çeşitli ülkelerden işçiler,
emekçiler, yoksullar olarak birbirimizin boğazına sarılalım?
“Amerikan askeri olmamak…”
Yukarıda belirttiğimiz gibi son günlerin önemli gündem maddesi olan
tezkere bağıntısında hakim sınıfların bir kesimi tezkereye ve Türk askerinin Lübnan’a gönderilmesine
karşı çıkıyor.
Gerçekte onların karşı çıkışı samimi bir karşı çıkış değil. Çünkü
karşı çıkanlara göre de diğerlerinin
anladığı anlamda “bölgemizdeki gelişmelere kayıtsız kalınmamalı”,
“milli menfaatler neyi gerektiriyorsa
yapılmalı”, “büyük devlet olmanın
gerekleri yerine getirilmelidir”…
Onların Lübnan’a asker gönderilmesinden yana olan AKP hükümeti gibi
devlete ve onun görevlerine ilişkin
bir farklılıkları yoktur. Onların sermayenin çıkarlarını savunma konusunda siyasi hasımlarından farkları
yoktur. Onların biz işçilere, emekçilere yaklaşım konusunda da diğerlerinden ayrı değillerdir.
Ama onların bir farkları var:
İktidarda değiller! İşte bütün kıyamet de buradan kopuyor. Onlar
Lübnan’a asker gönderilmesine karşılar, çünkü Türkiye’de iktidar ilişkileri ve dalaşı onları böyle davranmaya itiyor. Gerçekte kendileri iktidarda olsa hiç de AKP hükümetinden farklı davranmayacak olan ve
Türk askerini çeşitli bölgelere gönderecek olanlar, bugün tezkere karşıtlığı ile siyasi çıkar elde etmeye, AKP
hükümetini yıpratmaya uğraşıyorlar.
Onlar bu olay üzerinden de AKP hükümeti ile emperyalistlerin, özellikle
de ABD emperyalistlerinin ilişkilerinin bozulması için uğraşıyorlar. Eğer
bu kez de tezkere geçmemiş olsaydı
ABD’nin AKP hükümeti hakkında
değerlendirmesinde bir farklılık olabilirdi. Ama olmadı, her ne kadar
önceki gibi değilse de ABD hâlâ AKP
hükümetinden yararlanabiliyor.
Tezkere karşıtı olan cenahtan daha
“ideolojik” takılanları da “antiemperyalizm” söylemine sarılıyorlar. Ve
sloganı patlatıyorlar: “Amerikan askeri olmayacağız!”
Peki ne olacağız?
Türk devletinin askeri örneğin?!
Neden olmasın? Niteliği açısından
özde hiç de farkı olmayan, gerçekte
sermayenin çıkarlarını koruyan
Türk devletinin askeri olursak mesele çözülecek, bunlara göre… Hatta
ABD emperyalizminin askeri olmadığımız için antiemperyalist bile olacağız böylece!!!
Hayır! Bu sloganı patlatanlar Türk
devleti hakkında yanlış görüşlere sahipler. Onlar Türk devletinin emperyalizme bağımlılığını görmüyorlar. Onlar antiemperyalistliği ABD
emperyalizmine karşı çıkmakla sınırlayıp emperyalizm karşıtlığını
iğdiş ediyorlar. Onlar ABD karşıtlığı adına, emperyalizme karşı olma
adına ırkçı ve şoven pozisyonlarda
duruyorlar vs. vb.
Bu yanlış görüşlere prim vermeyelim! Onların salt ABD karşıt-
lığı temelindeki sözümona antiemperyalistliğinin sakatlığını görelim.
Onların “ABD emperyalizmine karşı
çıkma” adına düştükleri ırkçı ve şoven politikalarını elimizin tersiyle
itelim. Gerçek antiemperyalist tavrın
Türk devletine karşı çıkmaktan da
geçtiğini görelim, buna uygun davranalım.
ABD emperyalizmine karşı çıkma
adına Türkiyeli işçiler ve emekçiler
Türk devletini savunmak, onun savunucusu olduğu sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket etmek zorunda değil. Bu gerçeği görelim.
Ne Türk devletinin Lübnan’a asker gönderme yanlılarının, ne buna
karşı çıkanların, ne antiemperyalistlik ayağına şovenizm savunucularının laflarına aldanalım!
Çağrımızdır:
Bizim Lübnan’da ya da dünyanın
başka bir bölgesinde sınıf kardeşlerimizle, işçileriyle, emekçileriyle bir
alıp veremediğimiz yoktur! Bizim
düşmanımız sermayenin iktidarıdır, burjuvazidir; onların devletidir.
Bizim düşmanımız, işçileri, emekçileri birbirlerine boğazlatan emperyalizmdir.
İşçileri, emekçileri birbirlerine karşı
kışkırtan, boğazlatanlara karşı mücadele edelim. Onların sistemini, devletini yerle bir edelim. Sermayenin hakimiyetini yıkalım, insanın insanca
yaşadığı, halkların kardeş olduğu
yeni bir dünya yaratalım; sosyalizmin dünyasını yaratalım!
Böyle bir dünya için mücadeleye
değer…
Haydi mücadeleye!
26 Eylül 2006 ✓
N
A
İL
Bu
kitapları
isteyin,
okuyun,
okutun...
DÖNÜŞÜM
YAYINLARI
5 i
l
200
lık dirim
a
r
A 0 İn esi
4
t
% t Lis
a
Fiy
ULUSLARARASI KOMÜNİST HAREKETİN BELGELERİ
•
•
•
•
•
•
•
•
3. ENTERNASYONAL'DE ÖRGÜTLENME SORUNU . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00
BURJUVA-DEMOKRATİK DEVRİMİN PROLETER DEVRİME DÖNÜŞMESİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50
POLİTİK BİR ÖRGÜTLENME BİÇİMİ OLARAK HALK DEMOKRASİSİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00
3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞMALAR BELGELER -I-…. . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00
3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞMALAR BELGELER -II-… . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00
3. ENTERNASYONAL'DE DEVRİM AŞAMALARI . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.00
KOMÜNİST PARTİSİ MANİFESTOSU (Kürtçe-Türkçe) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4.00
MOSKOVA 1937 Lion Feuchtwanger . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
GÜNCEL POLİTİKA
STALİN ELEŞTİRİLERİ ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10.00
EKİM DEVRİMİ ÜZERİNE. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00
İŞÇİ SINIFI HAREKETİ ÜZE. YAZILAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12.00
MAO ZEDUNG ve ÇİN DEVRİMİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00
FAŞİZM NEDİR? SOSYAL DEMOKRASİ NEDİR? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.50
DOĞA VE İNSAN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00
BOLŞEVİK PARTİ İNŞA ÖĞRETİSİ ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00
ESERLERİ VE MÜCADELESİYLE R. LUXEMBURG . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.50
KEMALİST DEVRİM (1. Kitap) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00
Halkın Sanatçısı/Halkın Savaşçısı YILMAZ GÜNEY
(2. Baskı) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
•
•
•
•
KADIN DİZİSİ
KADIN SORUNU ÜZERİNE YAZILAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50
SOSYALİST KADIN HAREKETİ İÇİN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00
KADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 1) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00
KADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 2) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00
• SİZİN MASALINIZ
Hasan Kıyafet . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00
• BİZİM LİSE
Hasan Kıyafet
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50
• ARTIK AĞLAMAYACAĞIM N. Doğan (ANI ROMAN). . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
• DİLAN
N. Doğan (ANI ROMAN) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
• NAZİ KIZLARI Hermynia Zur Mühlen. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00
• YAĞMUR MASALI SADULLAH Şaban Demir. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
ŞİİR DİZİSİ
• PANTA REİ
Hasan Erkul. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
• HİKMETİ MAVİ Hasan Erkul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50
• ACILAR DA ÜŞÜR Orhan Bahçıvan . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50
• 45’LİK Hasan Erkul. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00
• MEYDAN DÜŞÜ Hasan Erkul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00
Ankara Cad. No-31 / 51 Cağaloğlu–İstanbul Tel / Fax: (0212) 519 16 16
panorama
PANOR AM A
“Sınırsız
Özgürlük
Harekâtı”
sürüyor…
- AFGANİSTAN -
B
u yazıyı okuduğunuzda, ABD
emperyalizmi önderliğindeki
müttefik güçlerin Afganistan’a
karşı saldırıya geçmelerinin üzerinden beş sene geçmiş olacak. 11 Eylül
2001 tarihinde ABD’ye yönelik saldırılar gerekçe gösterilerek emperyalistler tarafından, uzun bir dönem
sonu gelmeyecek ve ezilen halklara
eziyet, acı, yokluk, yoksulluk, açlık
ve ölümden başka bir şey getirmeyen,
getirmeyecek olan bir savaş döneminin startı verildi. “Terörizme karşı
mücadele” adına halklar üzerinde terör estirilmeye başlandı… Bunun da
ilk adımı Afganistan’a karşı savaşın
başlatılması oldu.
Emperyalistler, yürüttükleri bu savaşın gerçek yüzünün kitleler tarafından görülmemesi, ya da bunu kitlelere şirin göstermek için tüm sahtekârlıklarını sergileyip “demokrasi
savunuculuğu” yalanına başvurup işgal ve talan savaşının adını “Sınırsız
Özgürlük Harekâtı” koydular.
Kavramlara takılıp kalmayanların
açıkça görebileceği gerçeklik, sınıflı
ve sömürü sistemi toplumlarında
egemen, sömürücü sınıflar ile ezilen, sömürülen sınıflar arasında uzlaşmaz bir çelişkinin olduğu; bunun
doğrudan bir parçası olarak da “demokrasi” ve “özgürlüğün” içeriğinin
de farklı farklı doldurulduğudur.
Bu açıdan bakıldığında “Sınırsız
Özgürlük Harekâtı” tanımı hem
kitlelerin bilincini karartmakta ve
emperyalistlerin “şirin” görülmesine hizmet etmektedir, hem de
emperyalistlerin gerçekte “sınırsız
özgürlüğe” sahip güçler olarak istedikleri ve işlerine geldiği gibi işgal ve
talan harekâtını gerçekleştirdikleri
gerçeğini ifade etmektedir.
Diğer örnekleri bir kenara bırakıp
sadece Afganistan’a baktığımızda da,
savaşın başlatıldığı günden bu yana
geçen beş yıllık süreç, şu gerçeği ye-
niden ispat etmiştir: Emperyalistlerin
“sınırsız özgürlüğü”, ezilenler için,
işgale maruz kalan ülke halkları için
sınırsız eziyet, baskı, işkence, tecavüz, yoksulluk, açlık, ölüm vb. vb.
anlamına gelmektedir.
Emperyalistlerin “sınırsız özgürlüğü”, ezilenlerin yaşam imkânlarını
ortadan kaldırmak, nefes borularını
tıkamak demektir.
Emperyalistlerin “sınırsız özgürlüğü”, işgal ve savaşın sürdüğü ülkelerde kadınlar üzerinde erkek egemenliğinin barbarlığının sınırsızlığı
demektir. Doğanın tahribi, talanı demektir. Geleceğin sahibi olması gereken çocukların, gençlerin yaşamının
karartılmasıdır emperyalistlerin “sınırsız özgürlüğü”…
Ezilenlerin cephesinde soruna bakıldığında, emperyalistlerin bu sınırsız “özgürlüğü”ne, barbarlığına
son verecek, ya da en azından sınırlayacak bir güç, hareket yok. Dalaş
emperyalistlerin kendi aralarında
yürüyor esas olarak. Devrimci, demokrat temelde mücadele yürütenlerin gücü çok zayıf, sınıf bilinçli insanların, komünistlerin durumu ise
çok daha zayıf.
Emperyalistler kendilerinin iktidarını tehdit edebilecek devrimci
bir gücün, hareketin yokluğunu tepe
tepe kullanmaktadır. Onlar bu bağlamda da “sınırsız özgür”ler…
Afganistan’a karşı savaşı başlattıklarında Taliban rejimini yıkıp ülkeye
“demokrasi” ve “refah” götüreceklerini vaat ettiler. Yaklaşık üç aylık “sıcak” savaş ile Taliban rejimini devirdiler ve ardından ülkeyi işgal güçlerinin denetimine böldüler. BM’ye bağlı
ISAF güçleri ile ABD emperyalizminin “Sınırsız Özgürlük Harekâtı”
güçleri Afganistan’a yerleşti. Ülkenin
Doğu’su ABD’nin, Batı’sı İtalya’nın,
Kuzey’ i A lma nya’nın, Güney’ i
Britanya’nın ve başkent Kabil ve çev-
resi ise Fransa’nın denetimine sunuldu.
Bir de vaat ettikleri “demokrasi”yi
ihraç edebilmek için konferanslar
yapıp “geçiş takvimini” belirlediler… “Kurucu Meclis”in toplanması,
Anayasa’nın kabulü, başkanlık ve genel seçimlerin yapılmasını öngörüyordu bu “takvim”. Bu planları istedikleri gibi ve istedikleri süre içinde
olmasa da 2005 Eylül ayında yapılan
genel seçimlerle tamamlanmış oldu.
İşgalcilerin planları tamamlandı
da, Afganistan’a demokrasi misafir
olarak bile uğramadı. Afganistanlı
halklar hâlâ demokrasiye, ekmeğe,
suya, başını altına sokacak bir çatıya,
hastasına bakacak doktora hasret…
Evet, Taliban rejimi devrilmişti
Afganistan’da. Ama, yerine gelen işgalciler ve onların işbirliği yaptığı savaş ağaları, uyuşturucu tüccarları,
hanlar vb.leri halka karşı Talibanı
aratmayacak düzeyde ve biçimde
baskıyı sürdürdü, sürdürüyor.
Emperyalistlerin borazanları, savaşın başlarında Afganistanlı kadınların Taliban rejiminden kurtarıldığı
yalanlarını yüksek tonla seslendirdiler. Formel olarak parlamentoya kadın milletvekilleri seçtirildi. Ama
Afganistan’da kadınlar hâlâ esir…
İşgalcilerin dayatmasıyla oluşturulan Anayasa bile İslam’a dayanmaktadır. Kısacası Taliban rejimi dönemi
ile sonrası dönem arasındaki fark öze
ait değildir. Kadınlara çok değer verdiği görüntüsünü yaratmaya çalışan
emperyalistlerin medyası, kalemşorları kısa sürede Afganistanlı kadınların sorunlarını bir kenara bıraktı.
Arada bir görüntüyü kurtarmak için
bu konuya da değinmektedirler işte,
o kadar. Bunlardan başka türlü bir
tavır, yaklaşım beklemek de zaten
boşunadır.
Afganistan’a yönelik savaşla ülkeyi
daha fazla yakıp yıktılar, taş üstünde
taş bırakmadılar. Ama beş yıllık süreçte yakıp yıktıklarını bile yeniden
kuramadılar. Yeniden yapılanma,
inşa vb. palavraları sürse de, gerçekte
halk için durum içler acısı. “Savaşın
yaralarının” sarılması sözkonusu değil, ama savaş sürüyor ve yeni “yaralar” açılıyor… Sözümona yeniden
inşa için öngörüldüğü söylenen paralar, önce tekellerin ardından da onların taşeronlarının kasalarına aktı,
ama halk için gerekli olan alt yapıya
hemen hemen hiç bir şey kalmadı.
Savaş ve işgalin beş yılı bir kez
daha Afganistan somutunda da, barışın ve demokrasinin, emperyalistler tarafından, onların savaşı ile sağlanamayacağını; savaşın ve evet barbarlığın doğrudan kaynağının emperyalist sistem olduğunu kanıtladı.
Emperyalist sisteme karşı mücadele
edilmeden ve bu sömürü sistemine
son verilmeden de gerçek barış ve
ezilenler için demokrasi ve özgürlük
gerçekleştirilemez.
İŞGALCİLER ZOR DURUMDA…
Taliban rejimi devrildi, Afganistan
işgal edildi. Ama Taliban güçlerinin işgalcilere karşı mücadelesi değişik düzeylerde sürdü, sürüyor.
Emperyalistlerin atadığı Karzai ve
parlamento gerçekte ülkeyi yönetme
durumunda değil. Afganistan, bir
yandan işgalci güçlerin ve onların
açık işbirlikçileri tarafından, bir yandan da savaş ağaları, hanlar, uyuşturucu tüccarları –çoğunlukla bunlar
içiçe ve parlamentoda da savaş ağaları, hanlar, uyuşturucu tüccarları
çoğunluğu oluşturyor–, Taliban kalıntıları vb. tarafından yönetiliyor.
Çok yönlü veya farklı güçler, kendi
nüfuz alanlarında egemenliğini sürdürüyor. Yani Afganistan’da hâlâ
gerçek bir merkezi yönetim sağlanmış değildir.
panorama
Taliban güçleri ise son iki yıllık süreçte yeniden güçlenmekte ve işgalcilere karşı mücadeleyi giderek sertleştirmektedir. Özellikle Irak’ta işgale
karşı verilen mücadele biçimlerini
–intihar eylemleri, arabalara patlayıcı madde yükleyerek patlatma vb.
biçimleri– devralarak işgal güçlerini
zor durumda bırakmaktadır.
Taliban rejiminin devrilmesinden
sonra, ABD emperyalizminin işgal
gücü dışında BM’nin de kararıyla
Afganistan’a “Uluslararası Güvenlik
Destek Gücü” (ISAF) adı altında işgalci güç yerleştirildi. İlk başta sayısı 5000 civarında iken, bu sayı giderek artırıldı. Şimdi ISAF gücü
sayısı 19 bin olarak veriliyor. ISAF
gücü sayısının artırılmasının perde
arkasında esasta iki olgu yatıyor.
Birincisi, Irak’ta ve başka bölgelerde
savaşta yer almıyor gibi görünen
güçlerin, Afganistan’daki asker sayısını çoğaltarak ABD emperyalizminin Afganistan’daki asker sayısını
azaltmak ve böylece ABD’ye destek
verme isteği, amacıdır. İkincisi ise,
varolan işgal gücü ile Afganistan’da
istedikleri “ölüm sessizliğini” sağlayamamalarıdır. Böylece ISAF’ın
askeri gücü giderek çoğaltılmıştır. Afganistan’da özellikle Taliban
güçlerinin son dönemde giderek
daha yoğun biçimde saldırı eylemlerini gerçekleştirmesi gerçeği de,
ABD emperyalizminin asker sayısını azaltmasına izin vermemektedir. Kısa süre öncesinde sayısı 19 bin
civarında olan ABD emperyalizminin işgal gücü sayısı 16.500’e düşürülmek istenirken 23.000’e çıkarılmıştır. Böylece Afganistan’da resmi
verilere göre varolan işgal gücünün
sayısı 40 bin civarındadır.
ISA F g üc ü nü n komut a sı 11
Ağustos 2003’ten beri NATO’da. Bu
güçlerin hareket alanı da bu süreçte
genişletildi. İlk başta esas olarak
Kabil ve çevresi ile sınırlıydı, şimdi
hemen hemen tüm Afganistan’a yayılmış durumda.
Afganistan halkları için ABD emperyalizminin “Sınırsız Özgürlük
Harekâtı” (Operation Enduring
Freedom) güçleri ile ISAF güçleri
arasında özde bir fark yoktur. ISAF
gücü her ne kadar “yardım gücü”
gibi görünse de, gerçekte işgalci ve
Afganistan halklarının güvenliğini
tehdit eden güç olma olgusunun
üzerini örtemiyor. Afganistan’daki
Britanyalı bir komutan görevinden
istifa etmenin gerekçesini açıklarken, “Biz önceden Amerikalıların
köylüleri kurşun yağmuruna tutması
ve köyleri bombardıman etmesinden
farklı davranacağımızı söylemiştik,
fakat daha sonra aynısını biz yaptık.”
itirafında bulunuyordu.
Gelinen yerde Taliban ile mücadelenin başarısının Eylül ayı başında startı verilen “Megusa” askeri
operasyonuna bağlı olduğu söyleniyor. Son iki hafta içinde 500’den
fazla Taliban gücünün öldürüldüğü haberleri verilmesine rağmen,
Afganistan’daki kimi işgal gücü komutanları, Taliban ile mücadelenin
3-5 yıl daha sürebileceğini söylüyor. NATO yönetimindeki güçlerin
anda esas çatıştıkları alan Güney
Afganistan. Güney Afganistan uyuşturucu tüccarlarının, savaş ağalarının cirit attığı bölge durumunda.
Haşhaş ve afyon üretiminde rekor
artış var. Haşhaş üretimi %59 artış
gösterirken, dünya çapında tüketilen afyonun %92’sinin Afganistan’da
üretildiği bilgisi veriliyor.
NATO yetkililerinin Afganistan’da
askeri gücü bulunan devletlerden, askerlerini çatışmaların yoğun olduğu
Güney Afganistan’a aktarması yönlü
talebi ise müttefik güçlerin kendi
aralarındaki tartışmaların yoğunlaşmasını getirdi.
Bu yazı yazılırken NATO yönetimindeki askeri operasyon sürüyordu. Taliban güçleri ile çatışmalar
işgal güçlerini zorluyor. Bunun doğrudan sonucu olarak da NATO yetkilileri 26 NATO ülkesinin yetkililerinin bir araya geldiği toplantıda
2500 civarında daha askere ihtiyaç
olduğunu açıkladılar. Türkiye’den de
daha fazla asker istenmektedir.
Pla nla na n bir başka şey de,
ABD’nin Afganistan’daki işgal güçlerinin büyük bölümünün de NATO
komutası altına verilmesidir. Bu tartışmalar sürerken Bush Afganistan’a
12 bin asker daha yollama yönlü düşüncesini kamuoyuna açıklıyordu.
Taliban güçleri, NATO yetkililerinin daha fazla asker talebine karşı cevabı, Kabil’de intihar eylemleri gerçekleştirerek verdi. NATO Komutanı
General James L. Jones, NATO’nun
daha fazla asker istemesinin de gerçekte sorunu çözemeyeceğini şu sözlerle ele veriyor: “Geçici de olsa, en
azından günü kurtarmak için bölgede daha fazla güce ihtiyacımız var.”
(Hürriyet, 8 Eylül 2006)
Evet, onların Afganistan halklarını
kurtarma diye bir sorunları yoktur.
Onlar günü kurtarmaya bakıyor…
Bu arada ama kendi günlerini kurtarmaya çalışırken, Afganistan halklarının canına okuyorlar… Onların
günlerini zindan ediyor, yaşamlarını çalıyorlar. Kısacası “Sınırsız
Özgürlük Harekâtı” tüm barbarlığıyla sürüyor.
Anda işgalci güçler Taliban güçlerine göre daha güçlü görünse de, işgalci güçlerin işi zor. NATO yetkililerinin imdat sirenlerinin ne kadar
çalacağı, ya da çatışmaların ne kadar
süreceği belli değil.
Afganistan’da da belirleyici olan
hem işgale, işgal güçlerine karşı,
hem de Taliban güçlerine karşı devrimci temelde bir mücadelenin verilmesidir. Emperyalist işgalden ve
ortaçağ gericiliğinden kurtulmak,
gerçek kurtuluşu elde etmek için
mücadele, devrim için mücadele olduğunda başarıya ulaşabilir. Gerisi
ham hayaldir.
18 Eylül 2006 ✓
Seçim
oyununda
birinci devre…
- DEMOKRATİK KONGO CUMHURİYETİ -
30
Temmuz’ da yapı lması
planlanan parlamento ve
başkanlık seçiminin birinci tur seçimleri gerçekleştirildi.
Parlamento seçimleri için kayıtlı olan 282 partinin 213’ü yarıştı. Ayrıca üç farklı seçim bloku da
oluşturuldu. Bunlar başkanlık yarışında da başa oynayan Kabila ve
Bemba’nın başını çektiği seçim blokları ile Mobutu döneminde bakanlık
yapan Jean Pay Pay’ın başını çektiği
Kongolu Demokratlar Koalisyonu
adlı bloktu.
Parlamento seçimlerinde toplam
500 koltuk için yarışan aday sayısı
ise 9000’in üzerindeydi. Eylül ayı
başında seçim komisyonunun yaptığı resmi olmayan açıklamaya göre
Kabila önderliğindeki blok seçimleri kazandı, ama hükümet kurmak
için gerekli çoğunluğu elde edemedi.
Parlamento seçimlerinin kesin sonuçlarının 9 Kasım’da açıklanacağı
söyleniyor.
Kongo’da iktidar mücadelesi için
parlamento seçimlerinin başkanlık seçimleri kadar önemi yoktur.
Parlamento seçimleri esasta başkanlık seçimlerinin gölgesinde kalan, ona bağlı ele alınan seçimler olduğundan, hem yerli güçlerin hem
de Kongo’da işgal gücü bulunduran
“yabancı” güçlerin öne çıkardığı se-
çimler, başkanlık seçimleri oldu.
20 Ağustos’ta kitlenin baskısı sonucu daha önce belirlenen tarihten
önce açıklama yapan seçim komisyonunun ilk resmi olmayan sonuçlarına göre, seçime katılım %70 civarında olmuştur. Kabila oyların
%44.8’ini, Bemba ise %20’sini alarak
ikinci tur seçimlere katılma hakkı
elde etmiştir. Üçüncülüğü elde eden
Gizenga ise oyların %13’ünü almıştır. Başkanlık seçimlerine katılan diğer 30 adaydan sadece biri %5 civarında oy almış, diğerlerinin büyük
bölümü ise %1 bile oy alamamıştır.
13 Eylül’de Yüksek Mahkeme seçimlere gelen itirazları da ele aldığı
görüşmede, açıklanan seçim sonuçlarını onayladı. İkinci tur seçimlerin tarihini ise anayasaya aykırı
diye önce iptal etti, ardından da yapılan itirazlarla bu kararını geri alarak 29 Ekim’de yapılmasını onayladı.
Kongo’daki seçimlerin sonuçlarının
rakamlarla verileri kısaca böyledir.
Fakat tartışılması gereken esas
nokta rakamlardan çok, siyasi olarak neler yaşandığı, kimin kime kazık atmaya çalıştığı ve Kongo’ya “yardım” adına emperyalist güçlerin sahtekârlıklarıdır. Kelimenin gerçek anlamıyla bir seçim oyunu oynanıyor.
Oynanıyor diyoruz, çünkü bu seçim
oyunu daha bitmedi.
panorama
Kongo ile ilgili, en son dergimizin 102. sayısında tavır takınmış ve
emperyalistlerin işgal planlarının
perde arkasında yatan kimi olgulara değinmiştik. Bu yüzden, bu yazımızda esas olarak seçimlerle bağıntılı tartışmalara değineceğiz.
Yazılarını ve haberlerini takip ettiğimiz burjuva medya ve yazarların
istisnasız tümünün üzerinde birleştiği nokta, 30 Temmuz seçimlerinin
40 yılı aşkın bir süre sonra “ilk hür,
demokratik ve şeffaf ” seçimler olduğu noktasıydı.
Bu süreyi belirlemelerinin perde
arkasında ise Belçika’nın sömürgesi
olmaktan çıkışın ve
resmi olarak bağımsızlığın elde edildiği
30 Haziran 1960 tarihinden sonra seçimlerin gerçekleşmiş
olmasıdır. Seçimleri
kazanan Lumumba
sadece formel olar a k B e l ç i k a’n ı n
Kongo’yu sömürge
olmaktan azletmesiyle yetinmeyip bağımsızlığın gerçek
hale gelmesi için
mücadele ettiğinden, yine Belçikalı
sömürgeci güçlerin
yönetimi ve yönlendiriciliğiyle 1961’de
katledildi. Bu süreçte gündeme gelen
ve CIA’nin de karıştığı ve yönettiği iç
çatışmalar 1965’e gelindiğinde demokratik güçlerin ezilmesi ve karşıdevrimci
güçlerin zaferiyle sonuçlandı. İşte
1965’i baz alanlar 40 yılı aşkın bir süreden, 1961’i baz alanlar ise 45 yıllık
bir süreden bahsediyorlar.
Aralarındaki bu farklılık ama,
bunların 30 Temmuz seçimlerinin
“hür, demokratik ve şeffaf ” seçimler olduğu konusundaki birlikteliğini
değiştirmiyor.
Sözkonusu seçimlerin “hür, demokratik ve şeffaf ” olduğu tespiti
büsbütün yalandır. Emperyalistlerin
medyasına söylettiği, kitleleri kandırmak için başvurulan bir siyasi
sahtekârlıktır.
Emperyalistlerin sahtekârlığı daha
en başta seçimlerin yapılmasının
planıyla başlamaktadır. Sözkonusu
seçimler 2002 yılı Aralık ayında savaşan Kongo’lu kesimlerin temsilcilerinin BM temsilcileri tarafından
bir araya getirildiği ve anlaşma sağlandığı Sun-City Anlaşması’na dayanmaktadır. Gerçekte seçimler emperyalist güçler tarafından gündeme
getirilmiş, Kongo halklarına dayatılmıştır. Bu olgu bile seçimlerin “hür
ve demokratik” olduğu yalanını ortaya koymaya yeterlidir aslında.
Sun-City Anlaşması’na göre Kabila
başkanlığında kurulan yönetim iki
sene içinde seçimlere gitmenin ön
koşullarını oluşturması gerekiyordu.
Buna göre 30 Haziran 2003’te kurulan geçici yönetimin görev süresi 30
Haziran 2005’te doluyordu. Fakat
yine Kabila gibi en güçlü savaş ağasını
destekleyen emperyalist güçlerin yetkilileri, bu sürenin bir yıl daha uzatılmasını da Sun-City Anlaşması’nı
imzalayan taraf lara dayattılar ve
süre uzatıldı. 30 Haziran 2006 tarihinden bu yana aslında Kongo’daki
yönetim meşruluğunu yitirmiştir.
Ama yine de iktidarda… Tüm bunlar Kongo’daki emperyalist güçlerin
ve en başta da BM’nin denetiminde
yapılıyor.
Kabila’nın başkanlığı da bu güçlerce destekleniyor. Peki Kabila kim?
En büyük savaş ağalarından biri.
Yardımcıları da, şimdi başkanlık seçiminde Kabila’yı en çok zorlayan
Bemba gibileri ve bunlar da savaş
ağaları. Her savaş ağasının kendisine
bağlı silahlı güçleri bulunuyor.
BM’nin ve emperyalist güçlerin
Kabila’yı, ya da bir başka başkan adayını desteklemesi durumu da, sözkonusu seçimlerin “hür ve demokratik”
ve de “şeffaf” olmadığının bir delili.
Kabila’yı seçimlerde en çok zorlayabilecek olan ve Kongo’da en büyük muhalif güç olarak bilinen
“Demokrasi ve Sosyal Kalkınma için
Birlik”in (UDPS) seçimleri boykot
etmesinin gerekçelerinden biri de,
Sun-City Anlaşması’na bağlı olarak
seçimlerden önce nüfus sayımının
yapılmamasıdır. 4-5 milyon insanın
yaşamını yitirdiği bir savaş sonrası
dönemde yapılacak seçimlerde –ki
yerel, bölgesel, parlamento seçimleri
de sözkonusu– seçmen sayısının ne
kadar olduğunun belirlenmesi gerekiyordu. Yapılmadı.
Yine Sun-City Anlaşması’na göre
ve UDPS’nin savunduğu şey, önce yerel, bölgesel ve parlamento seçimlerinin yapılması, bunlardan sonra başkanlık seçimlerinin gerçekleştirilmesi düşüncesidir. Emperyalist güç
ve kurumlar bunu da yok saymış, istedikleri gibi davranmışlardır. Fakat
UDPS’nin seçimleri boykot etmesinin gerekçeleri sadece bunlar değil.
Hani şu “hür, demokratik ve şeffaf ” seçimler var ya… bu seçimlere
hazırlık sürecinde, emperyalistlerin
desteklediği Kabila, muhalefeti devredışı bırakmak için değişik ayak
oyunlarına da başvurdu.
Bunlardan biri seçimlerde kendisini zorlayabilecek esas güç olan
UDPS’nin adıyla ve logosuyla dört
naylon parti kurmasıydı. Böylece
UDPS’nin seçimlere katılmasını engellemek, engelleyemediği durumda
da nüfusun büyük bölümünün okuryazar olmadığı seçmenlerin verdiği
oyların naylon partilere aktarılmasının, sayımda onlara sayılmasının yolunu açmaya çalıştı.
UDPS’nin temsilcilerinin yaptığı
açıklamalara göre seçmen kaydı yapılırken UDPS’nin sempatizanlarının
büyük bölümünün –7 ile 12 milyon
arası– seçmen listesine kaydı reddedilmiştir. Ayrıca bazı bölgelerde, ör-
neğin Karsai [dikkat Afganistan başkanı ile karıştırmayın] Bölgesi’nde
dört milyon insan seçmen kaydını
yapmayı reddetti.
Kayıt edilen seçmenlerin sayısı 25.7
milyon olarak verilmektedir. Bu kaydedilen seçmenlerin 1.2 milyonunun
da kaydı –her nedense artık?– kaybolmuştur. Bu durumda kabaca hesaplandığında yaklaşık 15 milyon seçmenin kaydının yapılmadığı, ya da
kaybedildiği ortaya çıkmaktadır. Bu
da yaklaşık seçmenlerin %40 oranını
oluşturmaktadır. Bir de seçimlere katılımın %70 olduğu, yani kayıtlı seçmenin de %30’unun seçimlere katılmadığı bilince çıkarıldığında, bu sayı
daha da yükselmektedir. Böylece gerçekte seçmenlerin yarısından fazlasının seçimlere katılmadığı ortaya çıkmaktadır. İşte size, seçimlerin “hür
ve demokratik” olduğunun bir belgesi daha!
Evet tüm bunlar UDPS’nin seçimlerin eşit ve demokratik seçimler olmasının önkoşulunun olmadığı sonucuna götürerek seçimleri boykot etme
kararını vermesine yol açmıştır.
Burada aktardığımız örnek ler
daha seçimler olmadan yaşananlardır. Kabila’nın muhalif güçlerini bertaraf etmek için başvurduğu oyunlar
ise daha da çoktur. Evet, Kabila veya
Bemba, hangisi seçilirse seçilsin, ikisi
de savaş ağası, katil, rüşvetçi, soyguncu ve bu mealde aklınıza ne gelirse söyleyebileceğiniz olumsuz karaktere sahip olanlardır. Bunların
sözkonusu karakterleri, soyguncu vb.
oldukları BM raportörleri tarafından
da tespit ediliyor. Ama buna rağmen bu soyguncuları destekliyorlar.
İşlerine böyle geliyor ve büyük soyguncuların küçük soyguncuları desteklemesinde de şaşılacak bir şey yok
tabii ki…
UDPS’nin temsilcilerinin haklı
olarak tespit ettiği gibi, bu seçimler
“ülkeyi talan edenlerle onların uluslararası destekçilerinin kılık değiştirerek meşru kılınmasının üzerini örten bir perdedir”. Kabila’nın zaferi de
seçimlerden önce programlanmıştır.
Çünkü Kongo’da kimin daha çok silahı ve silahlı gücü varsa devlet erki
de, iktidar da onun elinde oluyor…
Anda Kabila en büyük savaş ağası ve
emperyalistlerin ülkedeki çatışmaları kızıştırmadan onun yerine koyacak kuklaları yok bugün.
Seçimin kendisinde de sahtekârlık
yapıldığı burjuva medyaya yansımaktadır. Fakat bu tür haberler esas olarak seçim sonuçlarına itiraz eden ve
mahkemeye başvuran 300’ün üzerindeki başvuru haberlerini aktarma biçiminde veriliyor. Ya da oy sayımında
sahtekârlık yaptığı iddiasıyla onlarca
insanın tutuklandığı, gözaltına alındığı haberleri aktarılırken ortaya çıkıyor. Kullanılacak oy pusulalarının
basımında bile sahtekârlık yapıldığı
söyleniyor. Örneğin 25.7 milyon seçmen kaydedilmiş ama kimi haberlere
göre 33 milyon pusula basılıp dağıtılmıştır. Kabila’nın oyların %91-95’ini
aldığı kimi kırsal alanlar ise ülkenin
en ulaşılmaz ve teknik olarak en düşük donanımlı alanları olduğu halde,
seçim sonuçlarının en çabuk sonuçlandırıldığı alanlardı.
Da ha fazla detaya g irmeden
UDPS’nin temsilcilerinin dediği gibi,
savaş halinin sürdüğü, tarafsız bir
seçim ortamının olmadığı, her şeyin manipüle edildiği, sahtekârlık
yapıldığı; siyasi partilerin eşit haklara sahip olma durumunun izinin
bile olmadığı bir seçim yapılmıştır
Kongo’da.
Seçim sonuçlarının 20 Ağustos’ta
açıklanmasının hemen ertesinde
Kabila ve Bemba taraftarları, silahlı güçleri arasında çatışmalar yaşandı onlarca insan yaşamını yitirdi. Kabila’ya bağlı silahlı güçler Bemba’nın karargahına ağır
silahlarla, panzerlerle saldırdı.
Emperyalistlerin temsilcileri arabuluculuk yapmaya çalıştı, Kabila ile
Bemba bu arada görüştüler. Ama
özde değişen bir şey olmadı.
Kabila seçim öncesinde başvurduğu muhalefeti devredışı etme siyasetini Bemba’ya karşı da sürdürmektedir. Bunun en son görüntüsü,
Bemba’ya ait olan televizyon ve radyo
yayının yapıldığı stüdyonun-vericinin yanması oldu. Bemba yanlıları bunu Kabila yanlılarınca ve evet
Kabila’nın emrindeki devlet güçleri
tarafından yakıldığını söyleseler de,
kimyaktıya gitmiş durumda…
İşte kabaca aktardığımız bu koşullarda, eğer durum değişmezse
29 Ekim’de başkanlık seçimlerinin ikinci turu yapılacak ve Kabila
ile Bemba yarışacak. Seçimleri boykot eden UDPS’nin ve seçimlerde
üçüncü ve dördüncü olan diğer kesimlerin kimi destekleyeceği sorunu
önemlidir. Fakat Kabila’nın kazanacağına kesin gözüyle bakılabilir.
Bunun ilk turda belirlenmemesinin
bir nedeni de esas olarak kaybedenlerin seçim sonuçlarını kabul etmesine
zaman tanımaktır. Fakat Bemba’nın
veya bugün öne çıkmayan kimi diğer
savaş ağalarının meydanı öyle kolay
kolay Kabila’ya bırakacağını düşünmek saflık olur. Kabila resmen başkanlık koltuğuna oturmaya devam
etse de, Kongo’da barış ve istikrarın
sağlanması kısa sürede mümkün görünmüyor. Kongo’da da filler tepişiyor çimenler eziliyor…
Olan yine savaşın beraberinde getirdiği açlıktan, yoksulluktan, hastalıktan her ay ölen 31 bin insana ve nüfusun %80’inin mutlak yoksulluk sınırı
altında yaşayan insanlara oluyor.
Kongo’da yaşananlar da bir kez
daha ezilenlerin kurtuluşunun
hem içteki savaş ağalarına, ezenlere karşı, hem de onların destekçileri emperyalistlere karşı mücadeleyi gerektirdiğini; bu mücadelenin
zorunlu olduğunu gösteriyor. Seçim
oyununun ilk devresinin gösterdiği
en önemli sonuçlardan biri budur.
20 Eylül 2006 ✓
yeni kadın dünyası
Sendikal örgütlenme sorunları ve
sendikada kadın olmak...
Öncelikle kendinizi okurlarımıza
tanıtır mısınız? Kaç yıldır sendikacılık yapıyorsunuz?
Ekim 1964 Iğdır doğumluyum, lise
mezunuyum ve evliyim.
10 yıldır sendikal faaliyet yürütüyordum. Sendikadaki görevim
ise DİSK’e bağlı Genel-İş sendikasının İstanbul Konut İşçileri Şube
Başkanlığı. Haziran 2007 tarihine
kadar bu görevim devam edecek.
Sonrasında genel kurul yapılacak,
bir dahaki genel kurulda aday olupolmayacağımın kararını o süreçte
vereceğim. Bu mücadele mutlaka,
bu işe inananlara devredilmelidir,
uzun süre bu makamların işgal edilmemesi gerektiğini savunuyorum.
Benim uzun süreli bu görevi yürütmemdeki neden, üyelerimin baskısı
ve önermesi sonucudur. Üyelerimiz
konut işçileri çalıştığı işyerinden ve
her alandan dışlanan emekçilerdir.
En rahat ettikleri yer sendikalarıdır.
Onlarla ilişkilerimiz çok sıcak ve güvenilirlik içinde. Her sorununu, ailevi
meselelerini dahi taşıdıkları yer sendikaları, paylaştıkları kişiyse benim.
Bu da beni mutlu ediyor ve onurlandırıyor. Dolayısıyla üyelerimiz izin
verirse önümüzdeki genel kurulda
aday olmamayı düşünüyorum.
Son dönemde hareketli bir süreç yaşadınız. Bunu biraz anlatır mısınız?
Sendikamız 28. Işkolunda, yani
hizmet sektöründe örgütlüdür.
Sendikamıza çoğunlukla belediye işçisi üyedir. İki yılda bir örgütlü olduğumuz belediyelerde, üyelerimizin ekonomik ve demokratik haklarını yükseltmek ve varolan Toplu İş
Sözleşmesinden doğan kazanımları
korumak için, örgütlü olduğumuz
belediyelerde TİS görüşmeleri yürütülmektedir. Dolayısıyla bu yıl birçok
belediyelerde TİS görüşmeleri yapıldı.
Genelde ve yerelde iktidar olan AKP
belediyelerde de ciddi zorluklar çıkardı. Özellikle işçilerin sözleşme ile
elde ettiği birçok kazanımı geri çekip,
4857 sayılı iş kanununda işçi haklarını gasp edebilecek (taşeron, ödünç
işçilik, esnek çalışma, vb.) maddeleri
dayattı, ayrıca ücret politikaları oldukça sıkıydı. Genel Merkezimiz ve
bağlı şubelerimiz kararlı bir politika
izleyerek, bir kısım belediyelerde kısa
süreli grevler de yaşanarak, Toplu İş
Sözleşmelerimiz anlaşma ile sonuçlandı. Dolayısıyla bu süreç Şubat ve
Ağustos aylarında bizim sendikada
bir yoğunluk yaşattı.
Bu alanda çalışan işçilerin iş ve çalışma güvenliği, çalışma koşulları ve
aldıkları ücret ile ilgili durum nedir?
DİSK/Genel-İş sendikasına bağlı,
Aşağıda, DİSK Genel-İş Sendikası İstanbul Konut İşçileri Şubesi
Başkanı Nebile Irmak Çetin ile sendikal örgütlenme ve kadın işçilerin sendikal sorunları ile ilgili yaptığımız söyleşiyi yayınlıyoruz.
İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz. Ydi Çağrı
İstanbul Konut İşçileri Şubemiz esas
olarak, sitelerde görev yapan güvenlik personeli, temizlik işçisi, bahçe
düzenlemesini yapan, muhasebe kayıtları ve sekreterlik hizmetini yürüten, kısacası site yönetiminde sigortalı olan tüm işçiler ile bireysel
olarak apartmanlarda çalışan konut işçilerini üye yapmaktayız. Bu
alanda örgütlenme faaliyetlerini
yapmak oldukça zordur. Her şeyden
önce İstanbul büyük bir metropol.
Her geçen gün bir yerinde bir mega
kent, toplu konut ve siteler kuruluyor. Burada çalıştırılan güvenlik personeli oldukça genç ve sendikalaşmayı ve bunun yararlarını bilecek bilinç seviyesine sahip değil. Birçok site
yönetimi, güvenlik işini özel şirkete
yani taşerona devrediyor.
Taşeron, site yönetiminden işçi başına yüklü para alıp işçiyi asgari ücretle çalıştırıyor. Sigortasını ise deneme adı altında 4-6 ay sonra yapıyor. Bu alanda çalışan işçiler çoğunlukla sigortasız ve asgari ücret ile kuralsız çalıştırılıyorlar. Bazı yerlerin
konut işçisine tahsis ettiği lojmanlar
insan sağlığına elverişli olmayan ve
aile bireylerinin sağlık durumunun
tehdit altında olduğu yerler. Hafta
tatili yaptırılmaz, dini ve milli bayramlarda çalıştırılırlar, karşılığında
ücret dahi ödenmez. Çok işverenlik
olan tek işyeri apartman ve sitelerdir. Yani bir işçi 60 daire apartmanda
çalışıyorsa 60 işvereni var demektir.
İşçi sürekli hizmet ve emirlere hazırdır. Konut işçisi, işçinin de işçiliğini
yapan çağın modern kölesi durumundadır. Apartman ve sitelerde çalışan işçilerin doğru dürüst can güvenliği yoktur.
Türkiye’de, diğer iş kollarında olduğu gibi, bizim alanda çalışan işçilerin de iş güvenceleri yoktur.
Emekçilerin kaderi, ekmeği ve emeği
işverenlerin iki dudağı arasında olup
sermayenin keyfiyetine terk edilmiş
durumdadır.
İşçileri sendikada örgütlerken nasıl
bir yöntem izliyorsunuz?
Bilindiği üzere 1980 sonrası işçi profili oldukça farklı. Örgütlenme kelimesi onun için çok ürkütücü.
Toplumun diğer kesimleri gibi sindirilmiş, işsizliğin, yoksulluğun, sefale-
tin yoğunca yaşandığı Türkiye’de, asgari ücretli de olsa işini kaybetmek istemez. Dolayısıyla işçi, bir sendikada
örgütlenirsem işimi kaybederim kaygısı da taşımaktadır. Aslında haksız
da sayılmaz. Her ne kadar sendikalaşma anayasal bir hak ise de, gerek iş
kanununda gerekse sendikalar yasasında sendikal hak engellenemez ibareleri varsa da, sermayenin egemen
olduğu iktidarlarda bu ibareler kâğıt
üzerinde kalıyor ve sendikalaşma nedeniyle birçok sektörde işten çıkartılmalar yoğunca yaşanıyor.
Tüm bu saldırılara rağmen, emekçiler örgütlenmeyi ısrarla savunmalıdırlar. Bizler de örgütleyeceğimiz işçileri, çalıştıkları işyerindeki durumlarını, aldıkları ücreti, çalışma saat
ve koşullarını araştırıyoruz. Genelde
içinde bulundukları koşullardan şikâyetçiler. Bunun önüne geçmek için
örgütlenmenin faydalarını ve kazanımın elde edilebilmesi için kullanılacak yöntem ve argümanları anlatıyoruz.
İşçilere çoğu zaman referansla gideriz, çünkü sistemle iç içe olan kimi
sendikaların pratiğinde görülen güvensizlik duyumları, işçide iyi bir izlenim bırakmadığı için, işçiyi örgütlemek için güven vermek gerekiyor.
Bizler de çalışmalarımız ve sendikal
bakışımıza referans olacak kişilerle
diyalog kuruyoruz, bunlar da genellikle sendikamıza üye olan işçiler
üzerinden yapılıyor. Toplu iş sözleşmesi yapılabilecek işyerlerinde, kesinlikle çoğunluğu ya da tüm işçiyi
sendikaya üye yapmadan, işverenin
haberi olmuyor. İşçilere özellikle işverenin örgütlenme çalışmasının olduğunu asla duymaması gerektiğini,
duyduğu an üzerinizde baskı kuracağını ve caydırma yöntemlerine başvurarak başarısız olmanız için elinden geleni yapacağını anlatıyoruz.
İşçiyle iş saatlerinin dışında örgütlenme ilişkisi içinde oluyoruz. Bazı
işyerlerinde tüm kazanımları elde etmemize rağmen, yine işveren baskısına yenik düşmeler ve sendikadan
istifa etmeler yaşanabiliyor. Sendika
ile ilişiğini kesen işçi bile, çoğu yerde
işten çıkartılıyor. Yani patron bırakın sendikalı işçiyi, sendikayla tanışan işçiyi bile çalıştırmak istemiyor.
İşçiyi örgütlerken mutlaka öncelikle sınıfsal davranışı ve bu davranışın kazanımlarını, etik değerleri, mücadeleye saygıyı onlara kavratmaya
çalışıyoruz. Bu davranışın işçi olarak
kendilerine özgüven kazandıracağını
anlatıyoruz.
Örgütlenme alanında karşılaştığınız en önemli zorluklar nelerdir?
Örgütlenme koşulları oldukça zordur, bunun birçok nedeni vardır.
Mevcut yasaların yetersizliği, sendikal üyelikte noter şartının getirmiş
olduğu maddi külfet, işverenlerin çıkarının ön planda olduğu bu düzende
işverenden gelen dizginsiz saldırılar,
işverenin saldırısını destekleyen ve
işçiye karşı şiddet kullanan güvenlik
güçleri vs. Bu listeyi daha da uzatmak mümkündür. Yine adına Terörle
Mücadele Yasası denilen, aslında toplumla mücadele yasasında yer alan;
örgütlülüğü, demokratik mücadeleyi
ve dayanışmayı cezalandıran, antidemokratik yasalar da örgütlülüğün
önünde en büyük engellerden biridir.
Başka ve önemli bir etken de, sınıfsal
ve emekçilerin çıkarlarından uzaklaşıp, sermaye ve sermayedar iktidarların arka bahçesi olan mevcut bir
kısım sendikal anlayışlardır. Bunlar
emekçilerden temsil yetkisini alarak,
onların aleyhine ve sermayenin çıkarına göre, iktidarın çizdiği sınırlarda
kalarak, emeği istismar ediyorlar. Bu
durum işçiler üzerinde ciddi bir güvensizlik oluşturuyor.
Yine sendikal örgütlülüğün önünde
en büyük handikaplardan birisi taşeronlaştırmadır. Taşeronun olduğu
işyerinde, işçilerin sendikal örgütlenmesi imkansızlaşıyor. Diğer bir
etken, 12 Eylül darbesinin 21.yüzyıl
işçi jenerasyonu üzerinde yaratmış
yeni kadın dünyası
olduğu korkudur. İşçiler kimi yerde
çıkarlarından önce siyasal anlayışına
göre veya işverenin belirlediği sendikalarda örgütlenmekteler. Özellikle
belediyelerde bu durum çokça yaşanıyor. 1980 sonrası işçi kuşağı çoğunluğu sınıfsal davranıştan, toplumsal
sorunlardan oldukça uzaktır. Bu yapıdaki işçinin örgütlenmesi zordur
ve zaman almaktadır.
Bugün Türkiye’deki sendikal yapıları politikaları, işçi sınıfı içerisindeki örgütlülükleri bağlamında nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de 54 milyona yakın insan Emekli Sandığı, Bağ-Kur ve
Sigortaya dâhildir. Yani bu kurumlara, bağlı olanların eş ve çocuklarıyla beraber sayısı budur.
Bu rakamın yarısından fazlası sigortalıdır, yani işçidir. Ancak 1980
öncesi sendikalaşma oranı bugüne
göre daha yüksekti. 21. yüzyılda toplumların, sınıfların daha çok hak ve
özgürlükler anlamında örgütlü olması gerekirken, günümüzde daha
suskun, onaylayıcı, kaderci, umutsuz
bir durum söz konusudur.
Türkiye’nin de imza koyduğu uluslararası anlaşmalar hayata geçirilmiyor. İç hukukta anayasal bir hak olan
sendikalaşma hakkı maalesef kullanılamıyor. Bizim ülkemizde Dünya
Bankası, IMF ve bunların dayattığı
neo-liberal politikaları oldukça söz
sahibidir.
Yakın tarihte IMF başkan yardımcısı Anne KRUEGER’in dehşet verici bir açıklaması hepimizin kanını
donduracak cinstendi. Halen uygulamada olup, bize göre sefalet ücreti
olan asgari ücreti çok bulup, aşağıya
çekilmesini ve emekçilerin alınteri
olan kıdem tazminatının da ortadan kaldırılması direktifini vermişti.
Bütün bu pervasız saldırganlıklar,
örgütsüzlüğün temelini oluşturuyor.
Sermaye ve iktidarlar kendi sendikalarını yaratıyorlar. Buna karşılık
milyonlarca emekçinin örgütsüz olduğu Türkiye’de 700 bine yakın örgütlü işçi üç ayrı konfederasyonda
örgütlenerek bölünmüştür. Sınıfın
gücünü bölen bu zihniyet kendi istediğini mevcut konfederasyonlara rahatça yaptırabiliyor. Bunun örnekleri
çokça vardır.
Lübnan’a asker gönderilmesin diye
DİSK kampanya başlatıp, eylem yaparken, TÜRK-İŞ adeta AKP’nin
kuyrukçuluğunu yaparak Lübnan’a
asker gönderilmesini desteklemiştir.
Sermayenin ve sermayedar iktidarın çıkarını, emekçilerin çıkarlarının
üstünde tutan emek örgütleri, işçi sınıfının örgütlenmesini, politikleşmesini iktidarları için tehlikeli görüyorlar. Yani emeğe ve emekçilere inançları olmayanlar sınıf ve taban örgütlenmesinin önünde ciddi engeldirler.
Ayrıca bir dizi sendika emekçi yığınları toplumsal yapılardan uzak
tutarak, sırf ücret sendikacılığı anlayışı pompalanmakta, böylelikle
işçi sınıfı demokratik mücadeleden
ve adalet duygusundan uzaklaştığı
oranda sınıf ideolojisi de körelmektedir. Bu yaklaşım sınıf hareketini daraltmakta, örgütlülüğü zayıflatmaktadır. Maalesef günümüzdeki sendikal anlayış budur.
Çalıştığınız sektörde kadın çalışan
var mı?
Sektörümüz hizmet iş kollu olduğu
için, çalışan kadın sayısı azdır, yani
üyelerimizin ancak % 6’sı kadındır.
Kadın işçileri örgütlemede karşılaştığınız en önemli sıkıntılar nelerdir?
En büyük sorun kadının yoğun çalıştığı sektörde (tekstil) sendikal örgütlülüğün olmayışı, ya da zayıf oluşu,
kadınları harekete geçirecek iletişim ve araçların olmaması. Sendikalı
olunan hizmet, metal, sanayi ve inşaat sektöründe ise kadın sayısı oldukça azdır. Sendikalı olan kadınlar
genellikle sendikal faaliyetlerde bulunmak istemezler. Bunun çeşitli nedenleri vardır. Bu erkek egemen toplumda kadın olmaktan kaynaklı sorunlar başta geliyor. Çalışan kadın
işyerindeki mesaisi bittikten sonra,
evde ikinci mesaiye başlıyor. Ev işleri, çocuk bakımı, baba veya eşe bağımlılığı, onu sosyal ve siyasal sürecin dışına itiyor. Ücretli de çalışsa
ekonomik özgürlüğü yoktur, çünkü
kazandığı maaşı çoğu zaman babası
veya eşi harcama hakkına sahiptir.
Sendikal faaliyete katılmasını engelleyen faktörlerden biri, sendikalı olup
olmayacağına işçi kadının kendisi
değil babasının yada kocasının karar
vermesidir. Tabii önemli bir sebep ise
sendika yöneticilerinin yaklaşımıdır.
Sendikalar erkeklere göre şekillendiği
için kadın üyenin temsilci veya şube
organlarına seçilmeleri için bir yaklaşım içinde değiller. Ancak kendileri için oy isterken kadın işçiyle görüşürler. Yapılan toplu iş sözleşmesi
müzakerelerinde, yasada kadına tanınan haklardan başka, kadın taleplerini içeren bir madde konulmaz, ya
da kadın işçiye işyerinde sizin ihtiyaç duyduğunuz ve sözleşmede yer
almasını istediğiniz bir talebiniz var
mıdır diye sorulmaz. Dolayısıyla işyeri erkek çoğunluğu olduğu ve sendikaların yönetimleri de erkeklerden
oluştuğu için, sanki bu iş erkeklere
mahsustur mantığı kadınlarda oldukça yaygındır. Bunun aşılabilmesi
için özel bir çalışma gerekli, kadına
özgüven kazandırılmalı, kadını sendikal yönetime çekmek için özendirici faaliyetler yürütülmelidir, diye
düşünüyorum.
Sizin sendikacılık yaptığınız alan
oldukça erkek egemen bir alan. Siz
bir kadın sendikacı olarak ne gibi sıkıntılar yaşıyorsunuz?
Çok sıkıntı yaşadım, halen de yaşamaktayım. Başta içinde bulunduğunuz erkek egemen yapı, sizi kabullenmemekte ve ciddiye almamaktadır. Bu yapı kadın sendikacı olmaza
kendisini inandırmıştır. Aradan ge-
çen süre içinde, kürsüde yaptığınız
konuşmanız, önerileriniz, yaptıklarınız, yapmak istedikleriniz öğreniliyor. Size olan davranış biçimleri değişiyor, sizinle hangi konuyu ve ne
şekilde konuşacağını biliyor ve ona
göre davranıyorlar. Açık olan bir şey
var, politik bir kadınsan, onların her
söylediğini doğrulamayıp, eleştiriyorsan işlerine gelmez ve sizi kabullenmezler. Erkek sendikacıların çoğunluğu, kariyerist, takım elbise giymek,
önlerde oturmak, önlerde yürümek,
basında çıkmak isterler. Bu sıkça görülmektedir. Örneğin bizim sendikanın da katıldığı herhangi bir eylemde öne geçme sevdalarından dolayı çoğu zaman aralarında ezilme
tehlikesi yaşıyorum. Ya da örneğin sendikanın bir toplantısı oluyor.
Toplantılarda belli bir mola zamanı
var. Bu molalarda ben tek bayan olduğum için onlar gibi araya girme vs.
yapamıyorum. Birbirlerini geçme yarışı içerisindeler zaten. Ancak hepsi
çayını, kahvesini aldıktan sonra ben
gidip alabiliyorum. Bazen alamıyorum çünkü o zamana kadar mola bitmiş oluyor vs. Ayrıca tek bayansın
toplantı aralarında veya toplantı sonrası zamanlarda, tek başınasın, ortak paylaşacak, konuşacak ikinci bir
kadın yok. Kadın olarak davranışlarına, oturup kalkışına daha çok dikkat ediyorsun, yer yer tabucu ve feodal davranış içine girebiliyorum.
Bazen bunların arasında ne işim var
düşüncesi yoğunlaşıyor vs.
Fakat bunun tabi şöyle bir yanı da
var: Bir kadının o yapı içinde oluşu,
toplantılarda erkek sendikacıların
davranış biçimini de değiştiriyor.
Üsluplarına daha fazla dikkat ettikleri için toplantılar daha seviyeli geçiyor diyebilirim.
Yaşadığım tüm bu zorluklara rağmen sendikada olmam gerekliliğine
ve kadın sayısının daha fazla olması
ihtiyacına inanıyorum.
Sendikalarda özel bir kadın çalışmasını, pozitif ayrımcılık gibi uygulamaları nasıl değerlendiriyorsunuz, sendikanızda bu konuda özel
bir çalışma var mı? Ya da düşünülüyor mu?
Diğer demokratik mücadele veren
örgütlerde, siyasi partilerde olduğu
gibi, bu can alıcı sorun sendikalarda
da pandoranın kutusu gibidir. Kadın
örgütlülüğünün önemsenmesi söylem düzeyinde oldukça sık karşılaştığımız ama eyleme geçilmeyen bir
konudur. Sistemin yasalarından ve
koyduğu kurallardan beslenen sendikalar erkek egemen bir sistemle şekillenmiştir. Burada da yönetim düzeyinde kadının yeri yoktur.
Biliyoruz ki; nüfusun yarısını oluşturan kadınlar, verilen her mücadelenin dışında tutulduğu zaman başarı
şansı oldukça azdır.
Özellikle emek örgütlerinde kadının olmayışı, mücadelenin dibe vurduğunun gerekçelerindendir. Genel
ve yerel yönetimlerden tutun da, si-
yasi parti ve demokratik örgütler ile
emek örgütlerinde kadınlar ile erkekler eşitçe yönetimi paylaştıkları an,
demokratik işleyiş ve adalet mümkün
olacağına inanıyorum.
Sendikalarda ve sendikamızda kadınlar için özel bir çalışma söz konusu değildir. Bazı dergilerde, sendikal faaliyet ve yasalarla ilgili eğitim ve
seminerlerden söz edilebilir. Ancak
pozitif ayrımcılık, kota vb. konular
gündemleşmemiştir. Sendikamızda
son yıllarda 8 Mart ölçekli eğitim
çalışmaları, bildiri, afiş ve kutlama
çalışmaları yapılıyor.. Yakın tarihte
Temsilciler ve Başkanlar Kurulunda
pozitif ayrımcılık ve işçi kadın örgütlenmesiyle ilgili öneriler vardı.
Konfederasyonumuz DİSK’de benzeri çalışmalar yapılmakta. Bir kadın işçi komisyonu oluşturuldu.
Önümüzdeki dönemde sendikalarda
kadın çalışmalarının daha çok tartışma konusu olacağına inanıyoruz.
Son olarak önümüzdeki dönem faaliyetleriniz ile ilgili bilgi verir misiniz?
Neo-liberal politikaların egemen olduğu, DB ve IMF’in söz-karar sahibi olduğu dünyada ve ülkemizde,
emeğe saldırılar sürecektir. Özellikle
Türkiye’de sermaye emekçilerin
kazanımlarını yok edecek renklere, haki ve yeşile, bürünmüştür. Bu
renkler koyu ve karanlıktır, emeği
düşman gören renklerdir. Gelecek
emekçi kuşağın dünyasını karartacak güçtedir. Bu işsizlik, açlık, sefalet, yoksulluk demektir.
En büyük tehlike kıdem tazminatlarını ortadan kaldırmaya yönelik girişimler olacaktır. Emek örgütleri ve
emekçiler tek başına bu renklerle mücadele edecek güçte değillerdir. 1980
sonrası emek hareketini yaratmak
için, emeğin dostları ve müttefikleriyle ortaklaşmalıdır. Toplumsal sorunlar ve emekçilerin sorunları ortaklaştırılarak birleşik bir mücadele
ağı mutlaka örülmelidir. Dolayısıyla
bizi bekleyen bu zorlu süreçte, konfederasyonumuz ve bağlı sendikaların
alacakları eylem kararlarını desteklemek ve yaşamsallaşması için mücadele etmek görevimizdir. İleriki gün
ve tarihlerde bu eylem biçimi ve yöntemlerini hep birlikte tartışacağız ve
göreceğiz.
Esas dünya emekçi halkları ve
Türkiye emekçi halklarını yoksullaştıran savaş politikalarıdır. Kara para
sektörü olan uyuşturucu ve fuhuştur.
Emek örgütleri, uluslararası ve ulusal
emek güçleri ve demokratik halk hareketleriyle ortak mücadeleyi bu üç
noktaya odaklandırmalıdır.
Savaşların olmadığı bir dünya ve
ülke insanları daha özgür, eşit ve insan onuruna yakışır bir yaşama kavuşurlar. Bu emeğin iktidarını da yaratır. Böyle bir dünya ve ülke özlemiyle, derginizde görüşlerimizi paylaşma fırsatı verdiğiniz için, teşekkür
ediyor, yayın hayatınızda başarılar
diliyorum.
Eylül 2006 ✓
yeni kadın dünyası
K
Kadınlar artık susmayacak!
ürt halkının yoğun olarak
yaşadığı illerden biri olan
Diyarbakır’da bir kez daha
bombalar patlatıldı. Kontr-gerilla örgütler yine işbaşındaydı. 12 Eylül’de
patlatılan bombalar sonucu 7’si çocuk 10 kişi hayatını kaybetti. Burjuva
basın bunun ‘teröristlerin işi’ olduğunu hep bir ağızdan bağırsa da, olayın üzerinden çok geçmeden saldırıyı
‘Türk İntikam Tugayı’ (TİT) adlı bir
kontrgerilla örgütlenmesi üzerlenerek bu saldırının Kürt halkına yönelik baskı ve katliamların bir devamı
olduğunu ortaya çıkardı. Buna rağmen burjuva basın utanmazca başka
adresler göstererek olayın üzerini kapatmaya çalıştı, çalışıyor.
Başta Kürt halkı olmak üzere bütün devrimci demokrat çevreler yaşanan bu vahşeti kınayarak, kontrgerilla örgütlenmelerinin dağıtılması
ve Diyarbakır saldırısının faillerinin
bir an önce yakalanması talepleriyle
sokaklara çıktılar.
Bu saldırılarda en çok çocuk ve
kadınlar hayatını kaybetti. Çünkü
bombanın konduğu yer en çok kadın
ve çocukların bulunduğu bir parktı.
İstanbul Kadın Platformu da yaşanan bu barbarlığı protesto etmek ve
Kürt kadınları ve halkı ile dayanışma
içerisinde olduğunu haykırmak amacıyla İstanbul Galatasaray Lisesi
önünde 22 Eylül günü saat 19.00’da
bir eylem gerçekleştirdi. Yaklaşık 60
kadının katıldığı eylemde, yapılan
basın açıklamasında; Susurluk’taki
çetelerin ve ‘derin’ güçlerin korunarak güçlendirildiği, Şemdinli’de
arka arkaya patlayan bombaların faillerinin açığa çıkartılmadığı, üstelik
bombayı patlatanların değil, açığa
çıkaran halkın cezalandırılarak “iyi
çocukların” koruma altına alındığı
dile getirildi. Şimdi Diyarbakır’daki
bombalama bağlamında da faillerin
belli olmasına rağmen egemen güçlerin hedef şaşırtmaya çalışarak olayın
üzerini bir an önce kapatma çabası
içerisinde oldukları ifade edildi.
Kürt halkının yaşadığı baskı ve katliamlara değinilerek, erkek egemen
sistemin yönettiği savaş ve militarist
politikaların yine en çok kadın ve çocukları vurduğu, Erdoğan’ın “kadın
da olsa, çocuk da olsa gereken yapılacaktır” sözü hatırlatılarak, bu saldırıda bir kez daha kadın ve çocukların
hedeflendiği dile getirildi.
405 asker tarafından tecavüze uğrayan Ş.E.’nin davasının askerler lehine beraatle sonuçlanmasına da değinilerek, özellikle Kürt ve muhalif kadınlara yönelik devlet şiddetinin hangi boyutlarda olduğunun
açık olarak ortaya çıktığı söylendi.
Kadınlar olarak, bu memlekette bütün tecavüz suçluları cezalandırılıncaya kadar mücadeleye devam edileceği vurgulandı.
Basın açıklamasının sonunda; çözümün ne patlayan bombalarla, ne
öldürülen çocuklarla, ne katliamlarla, ne de TMY yasaları ile gerçekleşeceği, çözümün ancak halkların
birleşik mücadelesi ile mümkün olabileceği ifade edildi. Çözümün ancak
örgütlü mücadele ile geleceği belirtilen açıklamada, faillerin ortaya çıkarılıp cezalandırılmaları ve Kürt halkının demokratik istemlerinin kabul
edilmesi talep edildi.
Açıklamada son olarak; “Sesimizi
Amed halkıyla birleştirerek artık yeter diyoruz. Halkların katledilmesine karşı güçlerimizi birleştirip ezilen halkların şiddeti ve savaşı yaşayan kadınların yanında olduğumuzu
bir kez daha haykırıyoruz.” denildi.
Eylemde, Kürt halkı üzerindeki
baskıların protesto edildiği, halkların kardeşliğinin vurgulandığı, kadınlara yönelik şiddetin son bulması
ve Diyarbakır’daki katliamın hesabının sorulması taleplerinin yer aldığı çok sayıda döviz taşındı. Ayrıca
”Diyarbakır, Şemdinli, Susurluk….
Kadınlar Susmayacak” sloganın yer
aldığı bir pankart ise en önde taşındı.
23 Eylül 2006 ✓
Çiğdem Nalbantoğlu ile dayanışmaya!
Ö
10
yle bir ülkede yaşıyoruz
ki gece belli bir saatten
sonra kadın olarak sokağa
çıkmanız yasak! Tabii ki yasalarda
değil fakat gerçek hayatta bu böyle.
Eğer gecenin geç saatlerinde bir
başınıza dışarıdaysanız, hele bir
de bir barın önünde duruyorsanız
ve kadınsanız işte o zaman korkmalısınız! Sadece size asılacak,
size orospu gözüyle bakacak erkeklerden değil, aynı zamanda sözüm ona sizin güvenliğinizden sorumlu olan polislerden de! Çünkü
gecenin geç saatlerine kadar dışarıdaysanız kesinlikle “masum” değilsinizdir. Bu nedenle de gerek
çevredeki erkeklerden gerekse polis tarafından her türlü muameleyi
hak ediyorsunuzdur!
Bir kadın milletvekili için bir
erkek milletvekilinin “bir kadın
gece 2’den sonra eve geliyorsa o
kadına iyi gözle bakılmaz” dediği
bir ülkede aslında yukarıda saydıklarımızı çok görmemek lazım.
Erkek egemen sistemin kadına bakış açısı bu. Bu erkek egemen sistem korkunç bir ikiyüzlülükle bir
taraftan kadınları fuhuş sektörüne
sürükleyerek onların sırtından
trilyonlar kazanırken, diğer taraftan bir kadın geç saatte tek başına
sokağa çıktığı için onu “kötü kadın” olarak damgalayarak kadına
karşı her türlü muameleyi kendisine hak olarak görüyor.
Bu sistem en küçük yapılanmadan en üst organ olan devlete kadar erkek egemen.
Erkek egemenliğinin en barbar görüntüsü olan kadına yönelik şiddet bu sistem tarafından
hergün yeniden ve yeniden üretiliyor. Kadınların bu baskı ve şiddete karşı en ufak bir başkaldırısı,
polis dayağı ile, namus cinayeti vs.
ile karşılanıyor. Kadına yönelik
şiddet kapitalist-emperyalist sistemin ayrılmaz bir parçası ve bu düzen var olduğu sürece de kaçınılmaz bir durum.
Buna bir örnek yine geçtiğimiz
günlerde yaşandı.
11 Ağustos 2006 tarihinde
Beyoğlu Gümüşsuyu Mahallesi
Muhtarı Çiğdem Nalbantoğlu,
İstik lal Caddesi Sadri Alışık
Sokak’ta gittiği bir barın önünde
polisler tarafından durdurularak
kimlik kontrolü yapılmak isteniyor. Buna itiraz eden ve bu uygulamanın gerekçesini soran muhtar Çiğdem Nalbantoğlu’na kimlik kontrolü yapmak isteyen kadın
polisler “İlçeye yeni gelen ilçe emniyet müdürümüz, ne kadar travesti, ibne, orospu varsa hepsinden
iğrendiği için biz de defterlerini
düreceğiz, temizleyeceğiz” şeklinde cevap veriyorlar. Buna tepki
gösteren ve kendisini aratmayacağını söyleyen Nalbantoğlu kadın
polisler tarafından arkada bekleyen erkek polislerin üzerine atılıyor. Erkek polisler sokak ortasında
Çiğdem Nalbantoğlu’nu dövüyorlar. Bu yetmezmiş gibi Karakola
götürülen Nalbantoğlu muhtar olduğunu söylemesine rağmen burada da şiddete ve ağır hakaretlere maruz kalmaya devam ediyor.
Onun muhtar olması da kendisini
kurtaramıyor.
Bu olayın ardından Nalbantoğlu
kendisini döven polisler ve İlçe
Emniyet Müdürü hakkında suç
duyurusunda bulunarak başta
Gülsuyu Mahalle sakinleri olmak
üzere tüm duyarlı insanları kendisi ile dayanışmaya çağırdı.
Bunun üzerine İstanbul Kadın
Platformu 14 Eylül’de Perşembe
günü akşam saatlerinde Gülsuyu
parkında yaptığı bir basın açıklamasıyla Çiğdem Nalbantoğlu ile
dayanışmasını dile getirdi.
Çeşitli kurumlardan kadınların, Gülsuyu Mahallesi’nde yoğun
olarak yaşayan travesti ve eşcinsellerin ve içerisinde sanatçıların
da bulunduğu mahalle sakinlerinin katıldığı basın açıklamasında
Çiğdem Nalbantoğlu’na yönelen bu
saldırı kınanarak, kimsenin cinsel
yönelimleri dolayısıyla farklı muameleye maruz bırakılamayacağı
ifade edildi.
Basın açıklaması, kadına yönelik
her türlü şiddeti, özellikle de polis
ve devlet şiddetini protesto eden
ve kadınların dayanışması ve mücadelesini vurgulayan sloganlarla
sona erdirildi.
15 Eylül 2006 ✓
yeni gençlik dünyası
1. Türkiye Sosyal Forumu’nda
gençliğin sorunları tartışıldı
1. Türkiye Sosyal Forumu 30 Eylül - 1 Ekim tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleşti. 70’den fazla kuruluşun
yer aldığı toplantılarda Türkiye ve dünyayı yakından ilgilendiren konular ele alındı. Toplam 40 atölye ve
seminerlerin düzenlendiği forum Türkiye’de ilk olmasına rağmen ilgi oldukça yüksekti.
T
ü r k i ye S o s y a l For u m’u
(TSF) Porto Alegre’de başlayan Dünya Sosyal Forumu
ve daha sonra kurulan Avrupa ve
Akdeniz Sosyal Forum’larının bir
parçası olarak 14 Haziran 2005 tarihinde bir basın açıklamasıyla duyurulmuştu. 1. Türkiye Sosyal Forumu
30 Eylül - 1 Ekim tarihleri arasında
İstanbul’da gerçekleşti. 70’den fazla
kuruluşun yer aldığı toplantılarda
Türkiye ve dünyayı yakından ilgilendiren konular ele alındı. Toplam 40
atölye ve seminerlerin düzenlendiği
forum Türkiye’de ilk olmasına rağmen ilgi oldukça yüksekti. Katılımcı
olarak yer aldığımız 1. Türkiye Sosyal
Forumu’nda önerilerimizi ve çözüm
yöntemleri üzerine düşüncelerimizi
dile getirdik.
Yeni Dünya Gençliği olarak katıldığımız bazı atölye çalışmaları ve seminerler şunlardı:
* “Gençliğin çok yönlü ifade kanalları ve Üreti-yorum Gençlik
Günleri deneyimi.” Üreti-yorum kolektifinin düzenlediği bu atölye çalışmasında kolektifin gerçekleştirdiği
etkinliklere değinildi. Edindikleri
deneyimleri paylaşan kolektif, tartışma süresi içinde gençliğin kendini
ifade edebilme kanallarının tıkalı olduğundan ve gerçekleştirdikleri etkinlikler sonucunda kişilerin kendilerini ifade etme aracı olarak kültür,
sanat vb. alanlara yönelmesi gerektiğini ve bu konuda önemli değişimlerin gözlendiği belirtildi. Bu konu
toplumsal açıdan ele alındığında egemen olan yoz anlayışın mevcut sistemden kaynaklandığı ve buna alternatif olunması gerektiği tartışıldı. İki
saat süren atölye çalışması birçok açıdan verimli geçti.
* “Piyasa ve devlet kıskacında eğitim, eğitimin piyasalaştırılması
karşısında toplumsal hareketlerin
yanıtı ne olmalı?” sorusu altında
gerçekleşen söyleşide konuşmacılar,
eğitim hakkının özellikle 1980’lerde
başlayan neoliberal politikaların da
etkisiyle bir kamu hakkı olmaktan
çıktığını ve son dönemde eğitimin
özelleştirilmesine yönelik çalışmala-
ÖSS’ye yönelik eleştirilerde bulunan
katılımcılar, bunların kaldırılması
gerektiğini, yüksek öğretim kurumlarının sermayedarlar için birer rant
rın çözüm değil çözümsüzlük olduğunu, bunun parası olan okur anlamına geldiğine değindiler. YÖK’e ve
kapısı değil, eğitim kurumlarının
özerk olması vb. talepleri dile getirdiler.
* “Gençliğin sorunları ve gençlik
hareketinin geleceği” başlığı altında
gerçekleşen söyleşide, içerik olarak
öğrenci, işçi, işsiz gençliğin sorunları, yozlaşmanın boyutları, gençliğin mücadelesinde bugünkü durum,
neoliberal eğitim, gençlik hareketinin durumunu konu alan toplantıda
ağırlıklı olarak öğrenci gençliğin sorunları dile getirildi. Türkiye’de bugün bir gençlik hareketi var mıdır,
yok mudur tartışmasıyla başlayan
söyleşide, bugün gençlik hareketinin bitmediği, ancak çok zayıfladığı
ve darlaştırılmaya çalışıldığına dikkat çekildi. Konuşmacıların ve katılımcıların hemen bir çoğunu öğrencilerin oluşturduğu bu söyleşide, çözüme yönelik alternatif öneriler eksik
kaldı. YDİ ÇAĞRI gazetesinden gençler olarak (Yeni Dünya Gençliği) söz
aldığımızda, var olan öğrenci hareketlerinin proletaryanın yedek gücü
olması gerektiğini, çözümün onun
yanında yer alarak mücadele etmesiyle mümkün olacağını, işçi sınıfından bağımsız bir öğrenci hareketinin
her an yenilgiyle karşı karşıya olacağını belirttik. Burada öncelikle hedef alınması gereken mevzinin üniversiteler değil, fabrikalar olması gerektiği, fabrika ve atölyelerde günde
12 saat çalışan ve sömürü düzeninin ağırlığı altında ezilen, sanatla,
bilimle ve eğitimle hiç tanışmamış
genç işçilere yönelerek gençlik hareketinin sağlam adımlarla büyüyeceğini, aksi halde özlemle beklediğimiz
güzel günlerin daha uzun yıllar hayal olacağını vurguladık.
Genel anlamda değerlendirdiğimizde reformist taleplerin öne çıktığı ve aynı zamanda yeni olmasından kaynaklı bazı eksikliklerin yaşandığı, geniş kapsamlı bir Türkiye
Sosyal Formu gerçekleşti.
Yeni Dünya Gençliği ✓
11
yeni gençlik dünyası
12 Eylül’ün gençlik üzerindeki tahribatı
1
2 Eylül askeri darbesinin üzerinden 26 yıl geçti. ABD destekli bu faşist darbenin yarattığı ağır tahribat aradan çeyrek asır
geçmesine rağmen bugün de ekonomide, siyasette ve eğitimde hala etkilerini sürdürmeye devam ediyor.
Toplumun içine düştüğü bu ortaçağ
karanlığında faşizm tüm vahşi yüzünü göstermiş, kendi gerici yöntemleriyle önüne çıkan her türlü direnişi ezip geçmiştir. Sonuç binlerce
gözaltı, yıllarca süren hapis cezaları,
yasaklar, ölümler ve insanlık dışı uygulamalardır.
12 Mart’ın devamı olan bu faşist
darbenin gerçekte amacı emperyalistlerle işbirliği içinde bulunanların
24 Ocak Kararları’nın yolunu açmak
ve bu sömürü düzeninin daha da sistemleştirilmesinin tasarısıydı.
Bugüne gelindiğinde 12 Eylül uygulamalarının ve onun yasa koyucularının yarattığı içine sindirilmiş,
suskun bir halk ve belleğini yitirmiş milyonlarca genç bir nüfustur.
Hemen her alanda ezilen, sömürülen, yasaklar içinde yaşamaya zorlanan gençlik bu yozlaşma içinde her
geçen gün daha da köreltilmektedir.
12 Eylül’ün gençlik üzerinde yarattığı bu ağır tahribat toplumun geleceğini de karanlığa sürüklemiştir.
Toplumun bilim yuvaları olarak nitelendirilen üniversitelerde eğitimin
içi boşaltılmış, üniversiteler birer ticarethanelere dönüştürülmüştür.
YÖK’ün baskıcı uygulamaları sonucu
üniversiteler hapishanelere benzetilmektedir. Bu uygulamaların bilimle
uyuşan hiçbir yanı yoktur. Sopayla
eğitim vermek despot, hasta ruhlu
sistemin işidir. İşçilerin yasal haklarını arayabildiği bazı sendikaların
patronların kontrolünde oluşu, birçok gerici, dinci örgütün her alanda
bu kadar rahat ip atlaması vb. hepsi
12 Eylül zihniyetinin ürünüdür.
Bu sömürü düzeni daha ne kadar devam edecek? Baskı ve yasaklara hep böyle boyun mu eğeceğiz?
Yaşananlara hep böyle suskun ve se-
yirci mi kalacağız?
Değil tabi ki!
Biz gençlere düşen görev 12 Eylül
zihniyetini ve onu yaratan gerici burjuva sistemi yok etmek, onu kendi kokuşmuş zindanlarına; ait olduğu yere
mahkum etmektir. Bu ancak mücadele etmekle, proletaryanın devrimci
mücadelesinin safında yer almakla
mümkündür.
Yeni Dünya Gençliği ✓
Yeni Dünya İçin Çağrı Barışarock’taydı…
2
12
6-27 Ağustos tarihlerinde, 4.
Barışarock “karşı festival” mottosu ile Sarıyer Mehmet Akif
piknik alanında yapıldı.
2003 yılında Coca Cola şirketinin Rock’n Coke adıyla gerçekleştirdiği festivale tepki olarak doğan
Barışarock’a binlerce kişi katıldı.
YDİ Çağrı dergisi olarak bizler de
Barışarock’a katıldık.
St a nt a la n ı nd a ma s a aç t ı k .
Masamızın arkasına, “Ortadoğu’da
emperyalist işgal ve savaşa hayır!” pankartını astık. Masaya YDİ
Çağrı’nın son sayısını ve eski sayılarını, eğitim dizilerimizi, İnter ve
Dönüşüm yayınlarına ait kitapları
yerleştirdik.
1 Eylül “dünya barış günü” ile ilgili ve nükleer enerji, nükleer santral üzerine çıkardığımız bildirileri
de masaya koyduk. Bu bildirileri masamıza gelen kişilere verme yanında,
iki gün boyunca festival alanında
binlerce adet dağıttık.
Festival alanında iki gün boyunca
yapılan kimi toplantılara da katıl-
dık. Örneğin “Ortadoğu’da savaş”,
“Nükleer santral”, “İran Irak olmasın” konulu toplantılara katıldık.
Toplantılarda söz alarak, konu ile ilgili gazetemizin görüşlerini verili zaman içinde aktarmaya çalıştık.
İki gün boyunca gazetemizi ve
devrimci görüşlerimizi katılımcılara tanıtmaya, aktarmaya çalıştık.
Açtığımız masa ile katıldığımız toplantılarda anlattığımız görüşlerimizle, dağıttığımız bildirilerle, dergimizi tanıttık.
Kimi eksiklikler yanında devrimci görüşlerimizin yaygınlaşması ve Çağrı’nın
tanınması alanında olumlu işler yaptık.
Eylül 2006 ✓
YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ’ne selam...
S
elamlar! Ülkemizde apolitik
bir gençlik yaratan faşist devlet gençleri alkol, esrar gibi alışkanlıklara sürüklüyor, ama bizler
buna dur demenin zamanı geldiğini
savunarak yeni dünya gençlik çalışması yapıyoruz. Genç arkadaşlar, yarınların kurucusu bir gençlik yaratmaya varmısınız?
“OLMAZ DEME, BENSİZ OLMAZ
DE” sloganıyla yola çıktık dostlar!
Çalışma saatlerini uzatan burjuvazi şimdi de haklarımızı elimizden
alıyor. Bunlara dur demeyecek miyiz? Bana değmeyen yılan bin yaşa-
sın mi diyelim?
HAYIR dostlar! Yaşanmaz olan
bu hayatı gelin beraberce güzel ve
YAŞANIR BİR DÜNYA kurarak yaşanır hale getirelim.
Hiç fark etmez, Kürt, Türk, alevi,
suni, Arap, Bulgar vs.
Yaşasın hakların kardeşliği!
Güzellikler sizin olsun!
YA Ş A S I N
DOSTLAR!
MÜCA DELEN İZ
[email protected]
(Bu yazı internet sitemizin
ziyaretçi defterinden alındı)
Ekim 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
B
Metal’de uzlaşma yok
irleşik Metal-İş Sendikası
MESS ile 16 Ağustos 2006’da
başladığı toplusözleşme görüşmelerinin 3. Toplantısını 19 Eylül
2006’da yaptı.
MESS bu toplantıda sunduğu karşı
teklif le esasında esnekliği dayattı.
MESS bu teklifinde denkleştirme süresinin 4 ay olarak uygulanmasını
dayatmaktadır.
Sendika yaptığı açıklamada denkleştirme süresi hakkında şu bilgiyi
veriyor:
“Denkleştirme uygulaması 4847 sayılı yasa ile iş yasasına giren ve esas
olarak işçilerin fazla mesai ücretlerinin ödenmemesine dayanan bir uygulamadır ve yasanın 63. Maddesinde
de haftalık çalışma süresinin haftanın
çalışılan günlerine eşit olarak dağıtılmasının temel prensip olduğu açıkça
vurgulanmaktadır. Sendikamızın teklifi haftalık çalışma süresinin 45 saat
olduğu ve bu sürenin haftanın çalışılan günlerine eşit olarak dağıtılacağı
biçimindedir.”
Birleşik Metal-İş esnekliğe kapı
aralayan tüm hükümlerin çıkarılmasını teklif etmiştir. MESS bu teklifi son toplantıda reddetmiştir.
Sendika esneklikle ilgili şu belirlemeyi yapıyor:
“Esneklik, işçinin çalışma ve yaşam
koşullarının, piyasa koşullarına bağımlı kılınması, işçilerin güvencesini
azaltarak işverenlere olan bağımlılığının artması ve kölelik koşullarının
ağırlaşması demektir. Bu tespitlerden
hareketle sendikamız 2006-2008 grup
toplu iş sözleşmesi teklifinde, esneklik
uygulamalarına kapıyı aralayan, işçilerin güvencesini ortadan kaldırma ve
onların çalışma hayatlarını kuralsızlaştırma tehlikesi taşıyan maddelerde
değişiklik önermiştir.”
Birleşik Metal-İş, 2002-2004 Grup
Toplu İş Sözleşmesi ve aynı dönem
içinde yasalaşan 4857 sayılı yasa ile,
sözleşmelere giren esneklik hükümlerinin sözleşmelerden çıkarılmasının metal işçilerinin ortak hedefi olması gerektiğini savunuyor.
Sendika kaldırılmasını istediği
esnek lik hükümlerini “Sendika
Temsi lci leri ”, “Uy uşma zl ı k la rı
Çözüm Kurulu ve Özel Hakem”,
“Disiplin Kurulu”, “Çalışma Süreleri”,
“İş ve işyeri değişikliği”, “Kıdem
Tazminatı” başlıkları altında topluyor. “Çalışma Süreleri” konusunda
sendika şunları talep ediyor:
da yaklaşılmış oldu. 60 günlük yasal süre, Türk Metal için 9 Ekim’de,
Çelik İş için 13 Ekim’de ve Birleşik
Metal-İş için 14 Ekim’de doluyor.
“Denkleştirme uygulamalarına kapıyı kapatmak, işçilerin fazla çalışma
ücretlerinin ortadan kaldırılması girişimlerine karşı çıkabilmek için haftalık çalışma süresinin haftanın çalışılan günlerine eşit dağıtılmasını, fazla
çalışmaların günlük çalışma sürelerinin üzerinde olan süreler olarak hesaplanmasını teklif ediyoruz. Aynı şekilde, çalışılmış sayılan sürelerle ilgili
yaptığımız teklifle, telafi çalışmasına
karşı çıkıyoruz.”
3. toplantıda anlaşma sağlanamadığından ertelenen maddeler şunlar:
1. Çalışma Süreleri
2. Vardiya Çalışmaları
3. Çalışılmış sayılan süreler
4. Fazla çalışmanın düzenlenmesi
5. Hafta tatili
6. İş ve işyeri değişikliği
7. Deneme Süresi
8. Kıdem Tazminatı
9. Sosyal sigortalar ile ilgili izinler
10. İş sağlığı
Birleşik Metal-İş’in 3. toplantıda
kabul edilen teklifleri şunlar:
1. Ara dinlenmesi
2. Saat kartları ve işe geç kalma
3. İş sözleşmesinin Toplu İş
Sözleşmesi ile ilişkileri
4. Çalışma belgesi
5. İşe alınma
6. Toplu işçi çıkarma
7. Çıkarılan işçilerin işe çağrılması
8. İhbar tazminatı
9. Tazminatların hesabı ve ödenmesi
10. Hükümlü ve tutukluluk hali
11. Yıllık ücretli iznin toplu kullanımı
12. Yıllık ücretli izin kurulu
13. Ücretlerin ödenme şekli
14. Gebe ve emzikli kadınların izin
hakkı
15. Havlu ve temizlik malzemesi
yardımı
16. Mazeret izni
Birleşik Metal-İş ile MESS arasındaki grup toplusözleşme görüşmelerinin 4. Toplantısı 4 Ekim’de MESS’in
esneklik konusundaki dayatmalarını sürdürmesi nedeniyle yine uyuşmazlıkla sonuçlandı. Böylece görüşmelerin yasal sürelerinin dolmasına
5. ve sonuncu toplantıda görüşülecek olan ücret zammı konusunda
Çelik İş %18, Türk Metal ise %19 ücret zammı teklif etmişlerdir. Birleşik
Metal-İş ise zam oranı kadar, zammın
uygulanış biçiminin de önemli olduğunu savunarak şu teklifte bulunmuştur: Saat ücretleri 2.80 YTL’nin
altında olanların ücretinin bu düzeye çıkarılması ve bundan sonra ortalama olarak %8 artı 0.40 YTL zam
yapılması. Verilen bilgiye göre, 20012005 arası dönemde metal işkolunda
katma değer %81 oranında artarken,
aynı dönemde ücretler %38 oranında
artmıştır, yani göreli ücretlerde %24
oranında bir erime olmuştur, böylece
işçiler daha verimli ama daha ucuza
çalışmaya başlamışlardır.
Böylece parasal konulardaki ve esneklik konularındaki anlaşmazlık 5.
toplantıya ertelenmiş oldu, bu toplantıdan da büyük olasılıkla anlaşmazlık çıkacağı bekleniyor.
Birleşik Metal-İş 4. Toplantı ile il-
İÇİNDEKİLER
Metal’de uzlaşma yok . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1
AL-Co işçileri tüm saldırılara rağmen direniyor… . . . . . . . . . . . . . . 2
Fındıkta Kürt tarım işçisi olmak… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
Tansaş Depo işçilerinin direnişi kararlı bir şekilde sürüyor . . . . . 4
Kadıoğlu Kozmetik’te saldırılar devam ediyor… . . . . . . . . . . . . . . 4
Graniser işçilerinin sendikalaşma mücadelesi sürüyor... . . . . . . 5
İşten atılan Dokuz Eylül Üniversitesi Hastanesi
işçilerle dayanışma gecesi yapıldı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5
Öncü Plastik ve Has Alüminyum’da mücadele sürüyor! . . . . . . . . 5
“Sağlık hak olmaktan çıkarılıp, ödev haline getiriliyor” . . . . . . . . 6
Yüksel Seramik’te sendikalaşan işçiler işten atıldı . . . . . . . . . . . . . 7
1. Türkiye Sosyalforumu’nda sendikaların sorunları tartışıldı... . 8
Ekim 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
EK: gili yaptığı açıklamada şu görüşlere yer verdi:
“Metal işçileri son 2 yıllık dönem içinde gerçekleştirdikleri üretim artışlarının karşılığını istiyorlar. Çalışma ve sosyal yaşamlarını
alt üst edecek esneklik uygulamalarının toplu iş sözleşmesine sokulmasına karşı çıkıyorlar. Güvenceli
ve kurallı çalışmak istiyorlar.
MESS ise tarafların menfaatlerini dengeleyen bir toplu sözleşmesinden bahsediyor. Esneklik ve güvencesiz çalışma dayatması varken; aynı işi yapan işçiler arasında
4 misli 5 misli ücret farklılığı ortaya çıkmışken; işyeri ortalama ücretleri asgari ücrete doğru yakınlaşırken ve metal işçilerine gerçekleştirdikleri büyümenin karşılığı verilmeden tarafların menfaati dengelenemez.”
Açıklamanın sonunda şöyle deniyor: “Metal işçileri büyük bir sabırla, MESS’in karşı teklifini bekliyorlar.”
İşte biz de sorunu bu cümlede
ifadesini bulan yaklaşımda görüyoruz. Sermayenin esneklik saldırısı yeni gündeme gelen bir şey değil, özellikle de metal sektöründe
yıllardan beri dayatılan bir konu.
Patronların temel gerekçeleri hazır: üretim modelinin uluslararası
ve ulusal rekabete uyumlu hale getirilmesi gerekiyor. Ancak sermayenin rekabet koşullarını iyileştirmesi ve dolayısıyla karını artırması işçinin kazanılmış kimi hakları pahasına gerçekleştirilmek isteniyor. Sendikaların esnekliğe
karşı mücadelesi yeterli olmamıştır. Metal sektöründe örgütlenen
Birleşik Metal-İş sendikası esnekliğe karşı yürüttüğü mücadelesini maalesef etkili kılamamıştır.
Gelinen yerde patronların topyekün saldırılarına karşı topyekün
direniş ve mücadelenin örgütlenmesi yerine maalesef tek tek cılız kalan direnişler yürütülüyor.
Bu da kuşkusuz yetersiz kalıyor
ve patronların dayatmasına karşı
bekle-gör tavrı benimseniyor.
Görüşmeler son aşamasına da
gelmiş olsa Birleşik Metal-İş’in artık mücadeleyi daha aktif örgütlemesi gerekiyor, örneğin bildirilerini Türk Metal’in ve Çelik İş’in
örgütlü olduğu fabrikalarda da dağıtmalı, oradaki işçilerle de ortak
mücadeleyi örgütlemek için çabalamalıdır.
Bizim okurlarımız da metal sektöründeki gelişmelere seyirci kalmamalı, aktif bir şekilde işçilerin
haklı taleplerinin elde edilmesi
için işçilere destek vermelidirler.
(Bu yazıda Birleşik Metal İşçileri
Sendikası Gazetesi’nin Eylül 2006
Özel Ekinden ve http://www.birlesikmetal.org/ sitesinden yararlanılmıştır.)
6 Ekim 2006 ✓
AL-Co işçileri tüm saldırılara
rağmen direniyor…
İ
zmit’in Akmeşe beldesinde
kurulu olan teflon tencere fabrikası Al-Co, kamuoyunda organize suç şebekesi elebaşısı olarak
yargılanması ile tanınan Hayyam
Garipoğlu’na ait.
Al-Co Tencere fabrikası Trakya
Sanayi A.Ş. bünyesinde teflon tencere üreten iki yıllık bir fabrika.
Sadece teflon tencerelerde kullandığı boyayı ithal ediyor.
İşçiler, metal işkolunda faaliyet
yürüten ve birden fazla şirketi olan
bu holdingin çoğu fabrikasının taşerona verildiğini ve her fabrikada
6-7 tane taşeron olduğunu belirttiler. Altı ay önce fabrikalarında da
patronun taşeronlaştırmayı gerçekleştirmek için girişimlerde bulunduğunu, bunun var olan ağır
sömürü koşullarının daha da ağırlaşacağı anlamına geldiğini bildikleri için sendikalaştıklarını ve bu
yüzden tazminatsız işten atıldıklarını söylediler.
İşçiler kendilerini işten atmakla
kalmayan patronun iki-üç günde
bir ya çetelerini ya da yalan ve iftiralarla devlet güçlerini üzerlerine
saldırttığını dile getirdiler. Al-Co
işçilerinin yaşadığı bu baskıları
daha önce de YDİ ÇAĞRI gazetesi
olarak internet sitemiz üzerinden
kamuoyuna duyurmuştuk.
Eylül ayının ortalarında YDİ
ÇAĞRI gazetesi olarak işçilerin yaşadıkları süreci ve kendilerine yönelen saldırıları öğrenmek
ve dayanışmamızı göstermek için
İzmit’e gittik.
İşçilerde, 31 Mart’ta fabrikanın taşeronlaştırılacağı duyumlarını aldıktan sonra buna karşı neler yapılabileceği üzerine kafa yorarken sendikalaşma düşüncesi olgunlaşmaya başlıyor. Ve sendikalı
olmak gerektiği konusunda karar
alıyorlar. Bu sürece kadar işçiler,
kendi deyimleri ile, dostluğu, dayanışmayı, güveni kendi aralarında sağlayarak bir aile olmayı
başarıyorlar. Yaklaşık 4 aylık bir
sendikalaşma sürecinden sonra
İzmit’teki Al-Co fabrikasında çalışan toplam 112 işçiden 86’sı (10’u
kadın) üç günde sendikaya üye
oluyor. Sendikalaşmayı öğrenen
Al-Co patronunun iki işçiyi işten
atması üzerine örgütlü olan bütün
işçiler kendilerini 30 saat boyunca
fabrikaya kilitleyerek iş bırakıyorlar. Patron işçileri ancak jandarma
ve çevik kuvvet zoru ile fabrikadan
çıkarabiliyor.
Sendika üyesi tüm işçileri tazminatsız işten çıkaran patronun tüm
engelleme çabalarına rağmen işçiler yaklaşık bir ay boyunca fabrika
önünde direnişlerine devam edi-
Al-Co işçileri patronun ve jandarmanın bütün
saldırılarına rağmen direnişlerini sürdürmede
kararlı olduklarını belirtiyorlar.
yorlar. İşçilerin direnişini kıramayan ve beraberliğini bozamayan
patron, fabrikada çalışmak üzere
dışarıdan, başka illerden işçi getirterek çalıştırıyor. İşçilerin belirttiğine göre dışarıdan getirilen bu işçilerin bir bölümü ‘grev kırıcılığı’
yapmak üzere geldiklerini bilmiyorlar. Bunu öğrenen işçilerin bazıları geri dönüyor. Fakat gidenlerin yerine yenileri getirilerek, fabrikaya özel güvenlik önlemleri ile
sokuluyorlar. İşçiler, şu anda grev
kırıcısı olarak fabrikada yaklaşık
70 kişinin bulunduğunu tahmin
ediyorlar. Değişik şehirlerden getirilen ‘grev kırıcıları’, korktukları
için bir ay süre boyunca fabrikadan dışarı çıkmamışlar.
İşçilerin az sayıdaki bir bölümünün kapının önünde direnişte olduğu bir gün patron, dışarıdan getirdiği işçileri direnişteki işçilere
saldırtarak, çok sayıda işçinin yaralanmasına sebep oluyor. Saldırıyı
gerçekleştirenlerin polis tarafından gözaltına alınması gerekirken
bunun yerine direnişteki işçiler gözaltına alınıyor. İşçiler polisin çok
açık bir biçimde patronun yanında
olduğunu belirtiyorlar. Genç bir
işçi bu konudaki duygularını şöyle
ifade ediyor: “Eskiden bizim mahallemizde bir olay olsa polis iki
saat sonra gelirdi. Fakat burada biz
bir adım atalım polis hemen yanımızda bitiyor, önümüze barikatlar
kuruyor” diyerek bu süreçte polisin ve devletin kimin yanında olduğunu bir çok işçi gibi kendisinin
de çok açık bir şekilde anladığını
ifade ediyordu.
Fabrikanın kapısından uzaklaştırılan ve çadırları sökülen işçiler fabrikadan 300 metre uzakta
mahalle muhtarlığının binasında
bekliyorlar. Bu binada işçileri direnişlerinin 40. gününde ziyaret
ettiğimiz saatlerde emekli bir polis olan işçi dostu muhtar da geldi.
Hep birlikte sendikal hakların neden ve nasıl engellendiğini ve bu
saldırılara karşı nasıl mücadele eedilmesi gerektiğini konuştuk.
İşçiler, bu saldırının ertesinde 6
Eylül’de çevredeki halkın da desteği ile saldırıları kınayan ve sendikal haklarını savunan bir basın
açıklaması yaptıklarını ve 500’e
yakın kişiyle bir yürüyüş gerçekleştirdiklerini belirttiler.
Patronun, kiralık adamları aracılığıyla direnişteki işçilere saldırısı bundan sonra da devam etti. 18
Eylül’de yine 40 kişilik bir grupla
işçilere saldırarak 4 işçi çeşitli şekillerde yaralandı. İşçiler patronun ve jandarmanın bütün bu saldırılarına rağmen direnişlerini
sürdürmede kararlı olduklarını
belirtiyorlar. Sendikaları önderliğinde haklı ve meşru direnişlerini
İzmit kamuoyuna anlatmada başarılı olduklarını, halktan, Büyük
Şehir Belediyesi’nden, bölgedeki
çoğu sendika, demokratik kurum,
kişi ve partilerden destek aldıklarını belirttiler. Fakat bunun henüz
kazanmaya yetmediğini patronun
ve onun yanında yer alan devletin
saldırılarına karşı başarabilmek
için tüm emek dostlarından gösterdikleri dayanışmadan daha fazlasını göstermeleri gerektiğini söylediler.
Biz de YDİ ÇAĞRI gazetesi olarak tüm sınıf bilinçli işçi ve emekçileri Al-Co işçilerinin zaferi için
onlarla dayanışmada bulunmaya
çağırıyoruz.
Eylül 2006 ✓
T
Fındıkta Kürt tarım işçisi olmak…
“İşçi temsilcileri ile iş bağlantısı
yapmayan işçi ve işçi grupları ilçeye alınmayacaktır.” biçiminde
karar vermiştir.
Bu karar açıkça Kürt tarım işçilerine karşı alınmış bir karardır
ve öyle de uygulanmıştır. Tren ve
minibüslerle bölgeye gelen çok sayıda Kürt işçisi ilçelere alınmayıp
geri gönderilmiştir… İş bağlantısının bölgeye gelmeden nasıl yapılacağı ise bu kararı alanların gizi. Bu
ve benzeri kararlar 2006 yılında da
Kürt işçilerine karşı Türk şovenizminin, ırkçılığının bizzat devlet
yetkilileri tarafından uygulandığını ortaya koymaktadır.
Evet, fındık toplama sezonunun
başlamasıyla birlikte Kürt tarım
işçileri son yıllarda olduğu gibi
bu sene de, geçici de olsa iş bulma
umuduyla düştü yollara. Kimi işçilerin kendileriyle konuşan gazetecilere anlattığı gibi, yollarda onlarca kez polis kontrolüne maruz
kalmış, eşyaları indirilmiş, trafik
cezaları verilmiştir. Gittikleri şehirlerde, bizzat emniyet yetkililerinin açıklamalarına göre, şehre
gelenlerin tümünün –çoluk çocuk, kadın-erkek, yaşlı demeden
herkesin– kimliği belirlenmiş, ortaya çıkarılmıştır. Bunun perde
arkasındaki gerçek ise, Türk devletinin yetkililerinin Kürtleri potansiyel “terörist” olarak görmesidir. Sadece ve sadece Kürt kökenli
oldukları için işçileri PKK’li ilan
edip linç etmeye kalkışan kitlenin
yolunu, bizzat devletin ve yetkililerin Kürtlere karşı siyaseti ve uygulamaları açıyor.
Sakarya’da olduğu gibi fısıltı gazetesinin yaygınlaştırmasıyla 4
Kürt işçisinin PKK’li ve “terörist”
olarak ilan edilmesi ve linç edilmek istenmesi de Türkiye’de şovenizmin, ırkçılığın ve somutta
Kürtlere düşmanlığın ne kadar
yaygınlaştırıldığını ortaya koymaktadır. MHP’li faşistlerin öncülük ettiği bu linç etmeye kalkışma
eyleminde atılan sloganlar arasında “Katil Kürtler” ve “Akyazı
Kürtlere mezar olacak” vb. sloganlar da vardı.
Tüm bunlara rağ men a ma
Türkiye’de egemenler, aralarında
sözleşmiş gibi
“Türkiye’de etnik ayrımcılık
yoktur, herkes
birinci sınıf vatandaştır” teranesini dile getiriyor ve bizleri
de bu yalanlara
inandırmaya çalışıyor. Prati k
uygulamalar ise
tersini ispatlıyor.
Eğer Türkiye’de “etnik ayrımcılık” yoksa ve herkes “birinci sınıf
vatandaş” ise, neden Kürt tarım işçileri, ya da sezon işçileri istedikleri
yere serbestçe gidemiyor? Neden
birçoğu şehir sınırlarında gerisin
geriye yollanıyor? Neden yollarda,
şehir girişlerinde sık sık kimlik
kontrolleri yapılıp yine sık sık kimlikleri ellerinden alınıyor ve polisin andaki keyfine göre “hoşuna
gitmeyenler” dertop edilip sürgün
ediliyor? Neden, aynı işi yapan işçilere aynı ücret ödenmiyor? Neden,
yerleşme imkânları mümkün olduğunca kısıtlanıp yaşamları daha da
çekilmez kılınıyor?
Tüm bu soruların ve daha da çok
sorulabilecek soruların bir tek yanıtı var: Türkiye’de etnik ayrımcılık, ırkçılık var ve herkes birinci
sınıf vatandaş değil de ondan!
Ulusal varlığı inkâr edilen ulus ve
ulusal azınlıklara karşı baskılar
değişik biçimlerde sürüyor. Sadece
ulusal baskı temelinde ezen ve ezilenlerin varlığı sözkonusu değil
Türkiye’de. Tüm kapitalist, sömürü sistemlerinin kaçınılmaz
kıldığı sömürücüler, egemen sınıflar ile sömürülen ve ezilen sınıflar
da var. Sömürünün, sınıfsal baskının ve ulusal baskının olduğu bir
sistemde “herkesin” “birinci sınıf
vatandaş” olması mümkün değildir. Egemenler emekçi kitleleri aldatmak, siyasetlerine alet etmek
için açıkça yalan söylemektedirler.
En basitinden fındık toplamak için yollara düşen binlerce
Kürt işçisinin durumuna baksak
bile, egemenlerin bu söylediklerinin yalan olduğunu görebiliriz.
Türkiye’de herkes birinci sınıf vatandaş olsa, binlerce emekçi insan,
hem de çoluk çocuğuyla sonu bilinmeyen, iş bulup bulmayacakları
bile belli olmayan bir yolculuğa
çıkmaz.
Herkes birinci sınıf vatandaş
olsa, bu vatandaşların bir bölümü
sadece ve sadece ekmek parası için
–yani zengin olmak için değil–,
yaşayabilmek için her türlü zorluğa, aşağılanmaya, dıştalanmaya
katlanmaz. Birinci sınıf vatandaş
ise neden ekmek parası kazanmak
için yollara düşüyor ki?
Kürt tarım işçileri hem Kürt kökenli olduklarından ulusal baskıya,
hem de işçi olduklarından sınıfsal
baskıya, sömürüye maruz kalmaktadırlar. Sömürü çarkı katmer katmer… İş var deyip Kürt emekçilerini yollara düşürenler, işçiler geldiklerinde onları meydanda bırakmaktadır. Mümkün olduğunca
düşük ücret ödemek için çok çeşitli
yollara, sahtekârlıklara başvurulmaktadır. Bunun doğrudan sonucu
da Valilik, Kaymakamlık tarafından belirlenen ücretlerin büyük
bölümü “elçi”nin, “dayıbaşı”nın
ve adı her ne ise insan tüccarı olan
aracıların, simsarların cebine akmaktadır…
Kimi zaman işçiler ne kadar
yevmiye alacaklarını bile bilmeden çalışma durumundadır. İşleri
bittiğinde paralarının ödenmediği durumlar da yaşanan zorluklardan biri. Barınma sorunları çoğunlukla çadırlarda, barakalarda
tuvaletin, suyun, elektriğin vb. olmadığı koşullarda çözülmeye çalışılıyor. Yiyecek, sağlık vb. sorunlar
da yaşanan zorlukların doğal parçaları durumunda. Bu zorluklar
içerisinde iş bulup çalışanlar hallerine şükrediyor… Çünkü kimileri, iş bulamadığından borç ettikleri yol paralarını bile geri ödeyebilecek durumda olmuyor.
Kürt tarım işçileri, emekçileri,
tüm baskılara, zorluklara ve sömürü çarkına rağmen ekmek kavgasındadır. Sınıfsal baskı ile ulusal
baskının üstüste bindiği, somutta
Kürt işçilerinin yaşamında açıkça
görülmektedir.
Burada kısaca özetlediğimiz
Kürt tarım işçilerinin durumuna
ve karşılaştıkları baskılara karşı
mücadele en başta Türk ulusundan
işçilerin, emekçilerin görevidir.
Sınıfsal baskının, sömürünün ve
ulusal baskının da kaynağı kapitalist sömürü sistemidir. Bu devlet
sömürücülerin devletidir. Bu yüzden de sömürüden, sınıfsal ve ulusal baskıdan kurtulmak için mücadele sisteme karşı verilmek zorundadır. Kürt tarım işçilerinin
ekmek kavgası da emek kavgasına,
devrim için mücadeleye dönüşmelidir. İşçilerin emek kavgası ise,
tüm ulus ve milliyetlerden işçilerin, emekçilerin birliği, sınıf kardeşliği ve ortak mücadelesiyle kazanılacaktır.
Kürt işçilerine, emekçilerine
karşı ırkçı, şoven baskılara hayır!
Seyahat ve çalışma özgürlüğü gibi,
ulusal özgürlükler de onların en
temel demokratik haklarıdır. Her
millet kendi kaderini özgürce kendisi tayin etmelidir. Yaşasın halkların ve tüm ezilenlerin kardeşliği.
19 Eylül 2006 ✓
Ekim 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
emmuz ayı sonlarına doğru
fındık üreticilerinin eylemleri ve fındık alım fiyatlarının tespiti sorunları gündeme geldi.
Üreticilerin hükümeti ve diğer sorumluları protesto eylemleri Eylül
ayı ortalarına kadar değişik biçimlerde sürdü ve en son Giresun’da
olduğu gibi AKP’li milletvekiline
karşı protesto eylemi gibi eylemlerle de sürmektedir.
Fındık üreticisinin sorunları
sürüyor. Fındık alım fiyatlarının protestolar sonrasında 5 YTL
olarak belirlenmesi de üreticinin
talebini karşılamaktan uzaktır.
Çünkü alım fiyatının 5 YTL olması için konan önkoşullar, üreticilerin durumuna uygun değil ve sonuçta bu önkoşullar yerine gelmediği için de alım fiyatı 5
YTL’nin altında gerçekleşiyor.
Fındık üreticisi Fiskobirlik’ten
2005 yılı alacaklarını bile almadığı bir durumda, üreticinin patronu olduğu tarım işçilerinin –somutta fındık toplayan işçilerin–
durumu nasıl? Hele bir de bu işçilerin ulusal kökeni Kürt olursa?
Pamuk, çay, tütün ve fındık işleri sezonluk işler… Yaşadıkları
şehirlerde iş bulamayan, ekmek
parası için neredeyse yılın büyük
bölümünü oradan oraya göçerek
geçiren Kürt tarım işçilerinin karşılaştığı zorluklar, ırkçı tavırlar
Türkiye’de ulusal baskı ile sınıfsal
baskının içiçe geçtiğini gösteren
en açık örneklerden birini oluşturuyor.
Fındık toplamak için Ordu,
Giresun, Adapazarı, Samsun,
Trabzon vd. şehirlere giden Kürt
tarım işçilerinin ırkçı ayrımcılık
temelinde karşılaştıkları sorunlar
esas olarak son on yılda öne çıktı.
Bu süreçte yaşananlar valilerin,
kaymakamların, emniyetin değişik yasaklarıyla doluydu. Kürt tarım işçilerinin sözkonusu şehirlere girmesi bile yasaklandı, bir
nevi “gümrük kapıları” dikildi
karşılarına. Kürt tarım işçilerine
karşı baskılar daha onlar yollardayken polisin kontrolleriyle başlıyor, ceza kesilmesiyle sürüyor ve
gitmek istedikleri şehrin sınırlarında geri gönderilmekle zirveye
ulaşıyordu.
Bugün, yani 2006 yılının fındık toplama sezonunda da durum
özde farklı değil. Geçmiş yıllara
göre devlet yetkililerinin baskıları, yasakları biraz azalsa da sürüyor. Örneğin Sakarya’da Karasu
ve Kocaali ilçelerinde Kaymakam,
Belediye Başkanı ve Tarım İlçe
Müdürlüğü ve ilgili kuruluşların
temsilcilerinden oluşan komisyon,
Temmuz ayı ortalarında yaptığı
toplantıda fındık işçilerine karşı
aldığı kararın birinci maddesinde
EK: Tansaş Depo işçilerinin direnişi,
kararlı bir şekilde sürüyor
Ekim 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
İ
EK: zmir Pınarbaşı Tansaş deposunda çalışan işçiler, anayasal haklarını kullanarak 30
Haziran 2006 tarihinde DiSK’e
bağlı Nakliyat-İş Sendikası’nda örgütlendiler. Bu ülkede sendikalaştıkları için işçilerin başına gelenler, Tansaş depo işçilerinin de başına geldi.
Nakliyat-İş yetki almak için 5
Temmuz’da Çalışma ve Sosyal
Güvenlik Bakanlığı’na başvurdu.
Bu başvurudan sonra, sendikadan
haberi olan patron, önce Nakliyatİş’de örgütlenen 10 işçiyi, ardından
iki aylık deneme süresinde olan 25
işçiyi işten attı.
Tansaş mağazalar zinciri Koç
Holding tarafından satın alınmıştır. “Tansaş’ın Migros’a iltihak ettiği” gerekçe gösterilerek taşeron
firma A-Lojistik’in ihalesi Tansaş
deposunda feshedilmiştir.
A-Lojistik ’in 300 civarında
(282’si Nakliyat-İş üyesi) olan işçisinin çalışması bu şekilde engellenmiştir. 25 Temmuz tarihinde
Migros’tan getirilen işçiler çalıştırılmak üzere depoya sokulmuştur.
Bu durumu protesto etmek için,
depo işçileri ve Nakliyat-İş yöneticileri, depo önünde basın açıklaması yaptılar. İşyerine sokulmayan
işçiler, polisin coplu, biber gazlı
saldırısına uğradılar. Saldırı sırasında bir işçinin burnu kırılmış,
içlerinde sendika yöneticilerinin
de olduğu 10 kişi yaralanmıştır.
25 Temmuz’dan bu yana, Tansaş
deposunda Migros’tan getirilen işçiler çalıştırılıyor. MBM adlı taşeron şirket, A-Lojistik’in yerine işyerine sokulmuştur.
A-Lojistik işçileri, sendikalaştıkları için Tansaş deposunda çalıştırılmayan işçiler, 25 Temmuz
tarihinde direnişe geçtiler. Depo
önünde kurduk ları çadır ile
direnişlerini sürdürüyorlar. İşçiler
seslerini duyurmak için İzmir’in
çeşitli yerlerinde basın açıklamaları yaptılar. Migros’un Gümrük,
Konak, Şirinyer, Alaybey, Çankaya
mağazaları önünde basın açıklamaları yaptılar. İşçiler yer yer polisin müdahalesi ile karşılaştılar.
İşçiler 7 Eylül günü Basmane
Fuar girişinde basın açıklaması
yapmak istediklerinde, polisin
coplu, biber gazlı saldırısına maruz kaldılar. Bu saldırı sırasında
polis havaya ateş etmeyi de ihmal
etmedi.
11 Eylül günü Nakliyat-İş şubesini ziyaret ettik. Şubede sen-
dika dışında oluşturulan Direniş
Komitesinden üç kişi (Lütfü,
Mazlum, Onur) ile görüştük.
Direniş komitesinden arkadaşlar
şunları anlattılar:
“Günde 14-15 saat çalıştırılıyorduk. Fazla mesai zorunlu olmasına rağmen, mesailer saat olarak
az gösteriliyordu. İadesi olan malların parası bizlerden kesiliyordu.
Maaşlarımızdan 20, 30 YTL kesinti
yapılıyordu. Elimize ayda 360, 370
YTL geçiyordu.
İki hafta önce bakanlıktan yetki
geldi.
Diğer sendikalardan dayanışma
yok denecek kadar az. Sadece bir
kez Genel-İş bizi ziyaret etti, yemek
verdi.
İşten atılan 10 arkadaş için işe
iade davası açıldı. 60 civarında arkadaş iki aylık sözleşmeliydi. Bir
bölüm kişi yönetici olduğu için
sendikaya üye olmamıştı. Şu anda
200 civarında işçi direnişi sürdürüyor. Biz A-Lojistik’ in işçileriyiz. Biz çalışmak istiyoruz. Bize
Kemalpaşa’da, Akhisar’da iş gösteriyorlar. Verilen adreslere gidiyo-
Kadıoğlu Kozmetik’te saldırılar
devam ediyor…
Y
eni Dünya İçin Çağrı gazetemizin 103. sayısında,
“Sendikalaşmak suç mu?”
başlığıyla, İstanbul-Bayrampaşa’da
bulunan Kadıoğlu Kozmetik’te,
sendikalaştıkları için işten atılan
işçileri ziyaretimizle ilgili bilgi vermiştik.
Direnişteki işçileri 13 Eylül’de bir
kez daha ziyaret ettik. Direniş yerinde biri kadın (Gülbeyaz) biri erkek (Musa) olmak üzere iki tane işçi
arkadaş bekliyordu. Fabrikanın karşısındaki kaldırımda direnişlerini
sürdüren işçiler geçen zaman içerisinde yer konusunda büyük sorunlar yaşadıklarını, polisin ve işverenin baskısı ile karşılaştıklarını anlattılar. Kadıoğlu Kozmetik
bina olarak Zeytinburnu ilçe sınırları içerisinde. Yolun karşı tarafı ise Bayrampaşa. İşçiler yolun
karşısında direnişlerini sürdürerek
beklediklerinde polis fabrikanın
kendi sınırları içerisinde olmadığını, işçilerin burada bekleyemeyeceğini söylüyor. Fabrikanın kapısının önünde beklemek isteyen işçiler ise bu kez de mağazada çalışan
elemanları korkuttukları! söylenerek polisin ve işverenin müdahalesi ile karşılaşıyorlar. Bu gerekçeler dışında polisin öne sürdüğü gerekçelerden bir tanesi de kaldırımı
işgal ettikleri ve halkın şikayetçi
olduğu yönünde. İlçe halkı ile konuştuklarını belirten işçiler halktan böyle bir şikayet almadıklarını
belirtiyorlar. İşçileri son ziyaret ettiğimizde güneşten korunmak için
bir şemsiyeleri ve üzerinde talepleri
bulunan dövizleri vardı. Bu ziyaretimizde işçilerin üzerinde yalnızca
Petrol-İş Sendikası yazılı önlükleri vardı. Dövizler güneşten silik
hale geldiği için onları kaldırmışlardı. Yenilerini en kısa zamanda
yapacaklardı. İşçilerin üzerindeki
Petrol –İş Sendikası imzalı önlükler bile sadece Kadıoğlu Kozmetik
işverenini değil, yandaki BP Petrol
İstasyonu şeflerini de –önlüklerin
üzerinde petrol yazdığı için- rahatsız ediyor. Direnişteki işçilerin kendi işçileri ile karıştırıldığını
ve müşterilerin rahatsız olduğunu
söylemişler…
Direnişteki işçi sayısı 17 olmasına rağmen işçilerin hepsi direniş yerinde bulunamıyor. Bazı arkadaşlar uzaktan gelmek zorunda
olduğu için her zaman yol parası
bulamıyorlar. Ayrıca yemek de sorun olmaya başlamış. Sendika bu
konuda yeterli duyarlılığı göstermiyor. Bu nedenle işçiler direniş
yerinde ancak nöbetleşe bekleyebiliyorlar. İşçilerin beklediği kaldı-
ruz. Adresler doğru çıkmıyor. Boş
tarla ile karşılaşıyoruz.
Migros’un merkezi yerlerdeki mağazalarına gidiyoruz. Yüklü alış verişleri kasadan geçirip, “Koç paramızı vermedi” diyerek, malları poşetlenmiş şekilde bırakıp çıkıyoruz.
Depo içinde Çevik Kuvvet var.
içeriye girmemizi engelliyorlar.
600 YTL maaş, yılda iki ikramiye
ve sendikalı olmak istiyoruz. Fazla
birşey istemiyoruz.”
Tansaş depo işçileri, Lütfü arkadaşın belirttiği gibi çok şey istemiyorlar. Sadece daha iyi bir ücret ve
sendikalı olmak istiyorlar.
Sermaye için temel dürtü daha
fazla kardır. Onlar işçilerin sendikalarda örgütlenmesini istemiyorlar. Örgütlenen işçilerin bilinçleneceğinden, bilinç ve örgütlenme
seviyelerinin işçileri, iktidarı almaya götüreceğinden korkuyorlar.
Korkuları yersiz değil! Üretenler
bir gün mutlaka hakları olan iktidarı alacaklardır.
Tansaş depo işçilerinin bu haklı
direnişini desteklemek herkesin
görevidir.
YDİ Çağrı okurlarını, Türkiye’de
büyük burjuvazinin bir üyesi olan,
Koç Holding’e karşı Tansaş depo
işçilerinin verdikleri haklı mücadeleyi desteklemeye çağırıyoruz.
11 Eylül 2006, YDİ Çağrı/İzmir ✓
rıma bir kez daha mazot dökülmüş
fakat işçiler belediyeye yıkatmışlar
mazotu. İşçilere herhangi bir gelişmenin olup olmadığını sorduğumuzda, fazla bir gelişme olmadığını, 19 Eylül’deki işe iade mahkemesini beklediklerini, mahkemeyi
kötü yönde etkilememesi için de
henüz bir eylemlilik organize etmediklerini fakat son dönemde
düzenlenen savaş etkinliklerine
katıldıklarını belirttiler.
Direnişteki işçiler, patronun kendilerini tekrar işe alacağını düşünmüyorlar. Mahkeme sonuç olarak
patrona iki seçenek sunuyor; ya
işten attığı işçileri geri işe alacak
ya da kötü niyet tazminatı ödeyecek. Patronun çok büyük ihtimalle
ikincisini seçeceğini söyleyen işçiler, direnişlerinin devam edeceğini
belirtiyorlar.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen sonuna kadar gideceklerini,
sendika yetkiyi alıncaya kadar direnişe devam edeceklerini belirtiyorlar. Kendileri tekrar işe alınmasa bile fazla bir şey kaybetmeyeceklerini, önemli olanın diğer işçilere örnek olmak olduğunu, patronu korkuttuklarını ve patronun
artık işçilere eskisi gibi davranamayacağını söylüyorlar.
Direnişteki işçilere yanımızda
götürdüğümüz son sayımızdan
verdikten sonra en kısa zamanda
tekrar geleceğimizi söyleyerek ve
mücadelelerinde başarılar dileyerek direniş yerinden ayrıldık. 15 Eylül 2006 ✓ Graniser işçilerinin
sendikalaşma mücadelesi sürüyor...
M
anisa’nın Akhisar ilçesi, Organize Sanayi
Bölgesi’nde kurulu bulunan, Granit Seramik Sanayi ve
Tic. A. Ş. (Graniser)’de işçilerin
sendikalaşma mücadelesi sürüyor.
1999 yılında üretime başlayan
Graniser, günümüzde seramik
üreten ilk 4 üretici arasındadır.
Graniser’de, duvar ve yer karosu,
sırlı granit, bordür, dekor, fayans
yapıştırıcı, derz dolgu ve inşaat
kimyasalları üretimi yapılıyor.
Graniser fabrikası sürekli büyüyor. Patron sürekli zenginleşiyor.
Graniser’in ‘karı’ her yıl artıyor. Graniser patronunun zenginleşmesini sağlayanlar, zenginliğin
yaratıcıları olan işçiler ne kadar
ücret alıyorlar? Hangi koşullarda
çalışıyorlar?
Graniser’de işçiler, asgari ücret
karşılığında çalıştırılıyorlar. 380
YTL düzenli olarak patron tarafından ödenmiyor. Öyle ki, işçiler
yer yer iki ayda bir tek maaş alıyorlar. İşçilere yaptırılan fazla mesailerin parası ödenmiyor. Düşük ücret karşılığında, kötü koşullarda,
sosyal haklardan yoksun çalıştırılıyor işçiler.
Bu koşullar altında çalışan işçiler, Türk-İş’e bağlı, Türkiye
Çimento Seramik Toprak ve Cam
Sanayi İşçileri Sendikası, Çimse-İş
Sendikasında örgütlenmeye karar
veriyorlar.
980 işçinin çalıştığı fabrikada,
kısa süre içinde 800’e yakın işçi
Çimse- İş Sendikası üyesi oluyor.
Patronun işçilerin sendikalaşmasına verdiği yanıt, süreç içinde
51 işçinin işten çıkarılması oldu.
Graniser’de 24 Temmuz’da başlayan sendikalaşma mücadelesi,
kararlı bir şekilde sürüyor.
19 Eylül tarihinde, Çimse-İş
İzmir Şubesi’nde, şube başkanı
Kazım Belek ile Graniser’deki sendikalaşma mücadelesi üzerine konuştuk.
Kazım Belek Graniser’de süren
sendikalaşma mücadelesi üzerine
şu bilgileri verdi:
“Graniser işçisi sendikal örgütlenme için gayet kararlı. İşçiler
arasında birlik var. Mücadelemiz
sonuna kadar sürecek. İşveren sendikayı kabul etmek zorunda. Başka
çaresi yok. 11 Eylül’de çoğunluk tespiti geldi. Akhisar’da Graniser işçilerine yoğun destek var. Esnaf destekliyor. Sivil toplum kuruluşları
destekliyor. Destek konusunda bir
sıkıntımız yok. Verilen destekten
memnunuz. Sendikalaşma prosedürü, yasal prosedür uzun sürdüğü
için, biz de yapacağımız aktiviteleri
zamana yayıyoruz. İşverenin attığı
adıma göre, etkinlik belirliyoruz.
Şu an fabrika önünde, direniş çadırı yok. İşveren bizi zorlarsa onu
da yaparız.”
Graniser işçileri sendikal örgütlenme için oldukça kararlı. Yasal
prosedür, işten atılan işçilerin mücadelesi, fabrika içinde işçilerin
mücadelesi sürüyor.
Graniser işçisinde bu kararlılık olduğu sürece, sendikal örgütlenme de başarılacaktır!
20 Eylül 2006, YDİ Çağrı/İzmir ✓
Öncü Plastik ve Has Alüminyum’da
İşten atılan Dokuz Eylül
mücadele sürüyor!
Üniversitesi Hastanesi işçilerle
normal tazminatlarını aldıklarını
dayanışma gecesi yapıldı
İzmit-Gebze
D
süreci ile işe geri döneceklerini”
belirterek, konuşmasını “işçi sınıfının olduğu her yerde mücadele
devam edecektir.” vurgusu ile tamamladı.
Gece boyunca çeşitli sloganlar atıldı. “Yaşasın sınıf dayanışması!”, “İş, ekmek, yoksa, barış da
yok!”, “Zafer direnen emekçinin
olacak!”, “Direne, direne kazanacağız!”
Dayanışma gecesinde yapılan
konuşmalar içerisinde, en anlamlısı, Manisa Akhisar ilçesinde üç
aydır sendikalaşma mücadelesi
veren Graniser fabrikası işçileri
adına bir Graniser işçisinin yaptığı konuşma idi.
Graniser işçisi yaptığı konuşmada; “Graniser işçisinin sınıf dayanışmasını göstermek için geldik. Arkadaşların sıcak selamlarını getirdik. Üç aydır direniyoruz. 700 üyemiz var. 50 arkadaşımız işten atıldı. Asıl amacımız geleceğimiz olan gençlere onurlu bir
mücadele bırakmaktır. Sendikalar
sonuna kadar işten atılan işçilerin
yanında olsunlar, onları desteklesinler.” Tavrını takındı.
300 civarında insanın katıldığı dayanışma gecesine, bizler de
YDİ Çağrı olarak dayanışma mesajı ilettik. Mesajımız etkinlikte
okundu.
Cevdet Bağca’nın söylediği güzel türkü ve şarkılarla etkinlik son
buldu.
24 Eylül 2006
YDİ Çağrı/İzmir ✓
İzmit- Gebze Organize Sanayi
Bölgesinde kurulu ÖNCÜ Plastik
Fabrikası’nın işten atılan işçilerini
örgütlendikleri Petrol- İş Sendikası
Gebze Şubesi’nde ziyaret ettik.
Sendika üyesi fabrikada çalışan ve
sendikal nedenden dolayı işten atılan bir grup işçi ile yaptığımız kısa
sohbette edindiğimiz bilgilere göre
-eskisi kadar olmasa bile- sendika
üyesi işçilere patron tarafından yapılan baskıların sürdüğünü öğrendik. Sendikal nedenlerden dolayı
işten atılan 10 işçinin geçtiğimiz
günlerde İşe İade Davası görülmüş
fakat karar verilmemiş. Davanın
iki ay daha uzatılmasını büyük bir
adaletsizlik olarak değerlendiren işçiler, atılan işçiler olarak her sabah
ve akşam vardiya çıkışlarında fabrikanın önüne gidip alkışlı protestolarda bulunduklarını belirttiler.
Böyle yapmalarındaki temel amaçlarının hem patronun baskılarını
protesto etmek, hem de içerde çalışan sendika üyesi işçi arkadaşlarına
mücadelenin sürdüğünü ve yalnız
olmadıklarının mesajını vermek olduğunu söylediler.
İşten atılan işçiler olarak neden
fabrikanın önünde direniş çadırı
kurarak direnişlerini sürdürmedikleri sorumuza işçiler böyle bir
beklemenin pek yararı olacağına
inanmadıkları için sendikada beklediklerini belirttiler.
Burada bir düzeltme yapmak istiyoruz. İşçiler gazetemizi arayarak
yanlış anlamadan kaynaklı bir iki
noktanın düzeltilmesini istediler.
Bizi arayan işçiler, atılan işçilerin
İstanbul- Pendik
Pe n d i k-D o l ay o b a S a n ay i
B ö l g e s i ’n d e k u r u l u H A S
Alüminyum fabrikasında çalışan 130 işçiden 80’e yakını DİSK/
Birleşik Metal- İş Sendikası’na üye
oldular. Bunların 17’si tazminatsız
işten atıldı.
Bu işten atılan işçilerin bazıları
fabrika önünde kurdukları direniş çadırına gelerek akşam vardiya
değişiminde içerde çalışan sendika
üyesi işçi arkadaşlarıyla görüşüyor
ve gelişmeler hakkında bilgi alışverişinde bulunuyorlar.
Eylül ayında bu direniş çadırında
ziyaret ettiğimiz işçi arkadaşların
verdiği bilgiye göre içerde patronun sendika üyesi işçilere usanıp
işi bırakıp gitsinler diye halen her
türlü baskılara başvurduğunu öğrendik.
Sohbet ettiğimiz işçiler içerde
özellikle üretim müdürünün sendika üyesi işçilere yıldırma amaçlı
saldırılarının sürdüğünü, işçilerin
vardiyalarını ve yaptıkları işleri sık
sık değiştirdiğini belirttiler.
Gazetemizden ve gazetemizin
Yeni İşçi Dünyası ekinden alan işçiler tüm bu saldırılara rağmen
kazanana kadar mücadeleye devam edeceklerini ifade ederek kararlılıklarını dile getirdiler.
Eylül 2006 ✓
Ekim 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
okuz Eylül Üniversitesi
Hastanesi’nde çalışan taşeron işçileri, uzun bir
süre sendikalaşma mücadelesi yürüttüler.
İşçiler, 3 yıl yılmadan mücadele
ederek, 3. yılın sonunda, DİSK’e
bağlı Genel-İş Sendikası’nda örgütlenerek, Toplu İş Sözleşmesi
(TİS) yetkisi aldılar.
TİS sürecine girildiğinde, 9
Eylül Üniversitesi Rektörlüğü, TİS
yapma yerine, 212 işçiyi, 9 Haziran
2006’da işten attı.
Sendikalaşma faaliyetini yürüten, çalışmaya önderlik eden bütün
işçilerin işten atılması, hastane yönetiminin baskı ve karalama kampanyası, işten atılmayan, çalışan
sendika üyesi işçileri sindirdi.
İşten atılan işçiler, bir ay boyunca, hastane önünde beklediler. Maddi imkansızlıklar sonucu,
bu bekleyişlerine son vermek zorunda kaldılar.
İşten atılan işçilerin işe iade davaları sürüyor.
23 Eylü l t a r i h i nde, İzm i r
Narlıdere’de, işten atılan işçilerle
bir dayanışma gecesi yapıldı.
Dayanışma gecesinde; işten atılan işçiler adına, Özgür Aslan yaptığı konuşmada:
“Kötü çalışma koşullarını düzeltmek, insanca çalışılabilir koşullar yaratmak için, hastane yönetiminin bütün yıldırma ve karalama kampanyasına rağmen sendikalaştıklarını, TİS sürecinde 212
işçinin işten atıldığını, mahkeme
belirttiler. Ayrıca çalışan işçilerin
de fazla mesai ücretlerini aldıklarını belirttiler. Düzeltir ve işçi arkadaşlardan özür dileriz.
EK: “Sağlık hak olmaktan çıkarılıp,
ödev haline getiriliyor”
Ekim 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
“
EK: Sosyal Sigortalar ve Genel
Sağlık Sigortası Kanunu”
19 Nisan 2006 tarihinde,
TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilmişti. Cumhurbaşkanı
tarafından 10 Mayıs 2006 tarihinde veto edilen yasa, Meclis tarafından değiştirilmeden yeniden Cumhurbaşkanlığı’na gönderilmişti. Cumhurbaşkanı tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürülen, yasa hakkında Anayasa
Mahkemesi süreci devam ediyor.
Genel Sağlık Sigortası (GSS) hakkında, okurlarımızı kısmen de olsa
bilgilendirmek için, İzmir Tabip
Odası Doktorlarından, Uzman
Doktor Zeki Gül ile görüştük. 10 yıl
boyunca Türk Tabipler Birliği’nde;
Merkez Konsey Yönetim Kurulu
üyeliği, Genel Konsey Kongre
Delegeliği, İzmir Tabip Odası
Başkanlığı olmak üzere, çeşitli görevlerde bulunan, Dr. Zeki Gül halen İzmir’de Doktor olarak çalışmasına devam ediyor.
YDİ Çağrı: AKP hükümeti
GSS’nı savunurken hiç kimsenin
reddedemeyeceği argümanlar ileri
sürüyor. Mesela, herkesin sosyal
güvenlik çatısı altına alınacağı, tek
çatı altında verilecek sağlık hizmetinin hizmet sunumundaki eşitsizlikleri ortadan kaldıracağını, hasta
ile doktor arasında para ilişkisinin
bitirileceği gibi. Gerçekten durum
hükümetin savunduğu gibi mi?
GSS hangi olumsuzlukları taşıyor?
Dr. Zeki Gül: Aslında AKP hükümetinin, IMF programlarının
uygulandığı diğer ülkelerde olduğu
gibi sağlık alanında, özü itibariyle
savundukları gerçeği yansıtmıyor.
Toplumun aslında yanıltıldığı çok
açık. Çünkü, örneğin SSK’dan bakacak olursak, daha rahat anlarız.
SSK’nın devri sırasında, bir çok
kurum, kişi, SSK’nın devrine, tek
çatıya karşı çıkmakla birlikte, birey olarak, bazı bireyler, belki de
SSK’yı, “ya bu SSK’yı alalım, SSK
çok yoğun” cümleleri üzerinden
gerçeklik sağlamayı tercih etmişti.
Aslında bunun en somut örneği, GSS’na geçtikten sonra, herkese eşit ve ulaşılabilir sağlık hizmeti sunulamayacağının net göstergesi, SSK’nın devrinden sonra,
SSK’lara bakarak anlamak mümkün. Örneğin SSK’nın devrinden
önce, tamam kuyruklar vardı, bu
kuyruklar çözülebilirdi. Doktor
sayısı artırılabilirdi. Hemşire sayısı
artırılabilirdi. Kuyruklar çözülebilirdi. Ama bu tercih edilmemiştir. Örneğin SSK hastanelerinde
hekimlerin ve hemşirelerin yaklaşık yüzde 20’si varken, o kentte
yaşayan insanların zaman zaman
yüzde 70’i o hastanelere gidiyordu.
SSK’da çok daha fazla hastaya bakılıyordu. Bunlar düzeltilebilir
şeylerdi. Bunlar yapılmadı.
Peki SSK hastaları, SSK’nın devrinden sonra ne ile karşılaşmış oldular? Örneğin dediler ki, anlaşmalı bütün özel hastanelerle, SSK’lı
hastalar yararlanabilirler dediler.
SSK’lı hastalara sadece kamu hastanelerinden değil, özel hastaneler
hizmetlerinden sınırsız yararlanabilecekleri söylenmişti. Ne ile karşılaştık? SSK’lı hastalar, evet, özel
hastanelere gidebilirler. Fakat ceplerinden ek para ödemek kaydıyla.
Yani insan cebinden para ödedikten sonra, sosyal güvenlik sistemine ihtiyacı yok ki. Parası varsa,
dünyanın herhangi bir yerinde,
parasını verir, muayene olur.
Ne yaptılar SSK’lı hastalara?
Dediler ki, isteyen hastane istediği kadar para alabilir. Yani bir
apandisit ameliyatı için 1 milyar
lira civarında para alan hastane,
SSK’nın devrine kadar bunlar ücretsizdi. Böylece kamu hastanelerinin içi boşaltılarak insanlar zorunlu bir şekilde zaman içerisinde
özel hastanelere daha çok yönlendirilmiş olacaklar, her biri cebinden çok daha fazla para ödemiş
olacak. Muayeneler için ek para aldılar. Örneğin yakın zamana kadar ücretsiz olarak yapılan, gastroskopi dediğimiz, mideye sonda
ile bakma, bazı işlemler, bazı film
ve tetkikler, geçmişte de özel hastanelere sevk edilirken hastaların
cebinden tek bir kuruş para çıkmıyordu. Şimdi SSK’nın eskiden ödediğinin iki üç katı, hem SSK’dan
alınıyor, hem de hastalardan alınıyor. Bu basit örnek bile, GSS’nın,
bu dönemdeki niyetin, aslında gerçekleştiğinde, hastaların sandığı
gibi olmayacağını gösteriyor.
Bunun başka örnekleri de var.
Örneğin, söylem ve gerçek her
zaman birbirine uymuyor. Yani
inanmamak gerekiyor. Belki de
GSS’nın erken taslaklarına bakarak, bu yasanın hangi sosyal güvenlik sistemsizliğini yaratmayı
istediğini daha iyi kavrayabiliriz.
Çünkü yasaların son hali genelde
eleştirilerle, muhalefeti sürdürme
olarak örtülü bir hale getirilir.
Yani içerik, öz değiştirilmez. Fakat
itirazları baskılamak için daha
sonra, çıkartılacak yönetmeliklere, ek yasalara atıfta bulunarak,
aslında yasalar, bir anlamda kapatılır. Ama gelecek değişmez kendi
kafalarında.
Bu yüzden GSS’nı kavrayabilmek
için, bu yasanın erken dönemdeki
2. 3. 4. 5. taslaklarını okumakta
fayda var. Örneğin 5. taslağı çok
çıplak ve nettir. Çünkü eleştirilerin
süzgecinden geçmiş bir taslaktır.
Son çıkarılan, geçen 7. taslaktır yanılmıyorsam. Çok net olarak şunu
söylüyordu: “GSS hayata geçtikten
sonra, ödevini yapmayan hastalar
cezalandırılır.” anlamına gelen bir
cümle kullanılıyordu. Onu şöyle
söylüyordu: “eğer bir hekim hastasına tavsiyelerde bulunmuş olsun, ikinci muayenesinde doktor
hastasının kendi önerdiği tavsiyelere uymadığının farkına varırsa,
o hastanın, o hastalığın, sosyal güvenlik kapsamı dışına çıkarılması
gerekir.” Şimdi üzeri örtülü. Biraz
daha içini açacak olursak; şeker
hastası,. doktoru hastasını tedavi
ediyor. Eğer doktor şeker hastasının diyetine uymadığının kanaatine varırsa, -çünkü doktor evinde
yaşamıyor- artık şeker hastalığı ile
ilgili, teşhis tedavi, ilaç, ameliyat
masrafları, ne gerekiyorsa, artık
kişinin cebinden ödeyeceğini öngörüyordu. Bu çok vahim bir şey.
Birey ödevlerini yapmasa, tavsiyelere uymasa, artık o hastanın parasını, maliyetlerini karşılamam
diyor. Aslında burada sağlıkta ay-
rımcılığı da görmek mümkün.
Şeker hastalığı üzerinden bakacak olursak, yine iyi anlatır GSS’nı.
İki hasta alalım. Birisi kentin biraz
kıyısında yaşasın. Gelir durumu
oldukça düşük olsun. Ama sosyal
güvencesi olsun. Örneğin SSK’lı olsun. Diğer hasta gelir durumu iyi,
SSK’lı ya da Emekli Sandığı’ndan
olsun. Şimdi baktığımızda bu iki
hastadan, evinde şeker ölçme cihazı hangisinde var diye sorduğumuzda, geliri iyi olanda olacak. Çünkü kendi cebinden alıyor. Parası var. Şeker ölçtürmenin
bir maliyeti var. Diğer hastanın
evinde ölçüm cihazı olamayacak.
Çünkü yoksul zaten. Şimdi geliri
iyi olan hastaneye yakın oturuyor.
Onun ulaşım için maliyeti çok düşüktür. Oysa kentin kıyısında oturanın düşük gelirlinin ise, iki otobüs biletidir bir şeker ölçtürmesi.
Genelde kentin kıyısında, sosyo
ekonomik düzeyi düşük olanların, şeker hastalığı kötü seyreder.
Çünkü komplikasyon dediğimiz,
diyabetik ayak dediğimiz sakatlanmalar, organ kayıpları, maddi
durumları iyi olanlarla karşılaştırıldığında oldukça sık görülür. Bu
nedenle yoksul hastaların bir çoğu,
tek başına hastaneye gidemez. Bir
başkasının yardımına ihtiyacı vardır. Ne anlama geliyor bu? Gelir
durumu düşük olan şeker hastasının ileri dönemlerinde hastaneye iki kişi gelmesi, yol masraflarının ikiye çarpılması anlamına
gelir. Gelir durumu iyi olanın öyle
bir derdi yok. Zaten evi yakındır
sağlık kurumuna. Buradan baktığımızda, bu hastanın sık sık şeker ölçtürmesi mümkün değildir.
Çünkü hastanın bir kişi ile birlikte
gelmesi, geri dönmesi 8 bilet eder.
Ertesi gün sonucu almaya gittiğinde 16 bilet eder. Bunun maliyeti zaten 13 küsur milyon liradır. Hasta açlık sınırına yakındır.
Açlık sınırında yaşamaktadır kişi.
Bu nedenle ancak üç ayda bir şekerini ölçtürür hasta.
Geliri iyi olan hasta, özel nedenler yoksa, psikolojik nedenler
yoksa, aşağı yukarı şekeri daha
çok refiledir. Çünkü evinde şekerini ölçmektedir. Doktora ulaşması kolaydır.
Geliri kötü olan hastanın ayrıca
şekeri ölçmesi mümkün değildir.
Çünkü o maliyeti karşılayamamaktadır. Bu nedenle yoksul hastanın tedavisi aksar.
Ne diyor GSS? Ödevini yapmayan hasta, doktorunun dediğine
göre, ne dedi doktor, her gün şeker ölçtürsün, haftada bir şeker
ölçtürsün, şunu yesin, bunu yemesin. Yemek üzerinden bile iki
hasta arasında bir fark var. O halde
GSS sağlığı özel hale getirdiğinde,
sağlıkta ayrımcılığı da getiriyor.
Tam tersine parası olmadığı için
özel sağlık hizmetlerinden yararlanamayacak olan hastaya, diyor
ki, “ne yaparsan yap, ölürsen öl”
kelimeyi, her cümleyi, aslında negatif bir içerikle örterek bize karşı
kullanmış oluyorlar. Ek teminat,
temel teminat güven veren şeyler.
Oysa ki şunu söylüyor: SSK’lı,
Bağ-Kur’lu, Emekli Sandığı’nda
olan, tüm sosyal güvenlik kurumunda olanlar, şu an bir prim
ödüyorlar. Maaşlarından kesiliyor.
Sadece Bağ-Kurlular ceplerinden
öder. Diğerleri ceplerinden ödüyor,
ama maaşlarından kesiliyor. Şu an
ödediğiniz primlerle, artık eskiden olduğu gibi tüm ameliyatları
olamayacaksınız. Peki ne olacak?
Eğer sen daha önceden olduğu gibi
bütüncül sağlık hizmetinden yararlanmak istiyorsan ek teminat
yatıracaksın. Ek teminat ne? Özel
sigorta şirketlerine, benim karşılamayacağım masraflar için para
yatıracaksın. Peki neden? Bugüne
kadar tüm sağlık hizmetlerin-
den yararlanılıyordu. Hani daha
iyi olacaktı? Gerçek böyle değil.
Burada özel sigorta şirketleri tarafından, bu ülkenin kaynak olarak
kullanması gündemde. Özellikle,
özel sigorta şirketlerinin, ulus
ötesi şirketlerin özel hareket alanının Türkiye olacağı bekleniyor ki,
eğer bizler duyarlılık gösterip engellemezsek.
Daha sonra bu ek teminatın üzeri
örtüldü. TÜSİAD’ın çıkardığı kitaplara baktığımızda, ek teminat
üzerine sonsuz yayın var orada.
Aslında ek teminat ile başka şeyleri de hedefliyorlar. SSK’lı, BağKur’lu hastalar, kurumun anlaşmalı olduğu özel hastanelere gittiğinde, cebinden ayrıca para ödüyor. Diyor ki, para ödemek istemiyorsan, git özel sigorta şirketlerine
ek teminat yatır. Bütün bu mantık,
arabası olanların daha iyi anlaya-
bileceği kasko sigorta mantığıdır.
Kasko mantığı güdüyorlar.
Bu ülkede yaşanılan sorunlara
bakıldığı zaman, insanların bunu
bile kavramaları çok zor.
Ama kasko modelini yine de anlatacak olursak, orada bir zorunlu
sigorta var. Bunu herkesin yapması
zorunlu. Primi düşük ve kapsayıcılığı çok dar. Birde ne var. Kasko
var. Ama o kasko da eşit değildir.
Yani ne kadar çok para verirseniz o kadar çok kapsar. Örneğin
yangına, depreme, sele, yıldırıma
ya da kasıtlı hareketlere karşı sigortalı olacaksanız, bunun bir bedeli vardır. Eğer paranız yoksa, sadece hırsızlığa karşı yaparsınız.
Diğerlerine karşı yapmazsınız.
GSS’ da insan sağlığı üzerinden,
bu araba modelinde olduğu gibi,
bu noktayı kullanmakta. ✓
(Devam edecek)
Yüksel Seramik’te sendikalaşan
işçiler işten atıldı
A
ydın’ın Söke ilçesinde kurulu
bulunan, Yüksel Holding’in
şirketlerinden biri olan,
Yüksel Seramik işçileri sendika
üyesi oldukları için, patron tarafından kapı önüne konuldular.
1998 yılında üretime başlayan
Yüksel Seramik’te; duvar karoları,
yer karoları, granit yer karoları üretimi yapılıyor.
245 işçinin çalıştığı Yü ksel
Seramik’te, 26 işçi Çimse-İş üyesi
oldukları için, patron tarafından işten atıldılar.
Çimse-İş Sendikası’na üye olan işçiler, patronun yoğun baskıları sonucu,
kimi işçiler baskılara dayanamayarak,
sendika üyeliğinden istifa ettiler. İstifa
etmemekte direnen işçiler ise patron
tarafından işten atıldılar.
Yüksel Seramik’te asgari ücret ölmeye çok, yaşamaya az- karşılığında çalışan, sürekli
olarak maaşlarını bir ay gecikmeli olarak alan, yasal
yıllık izinlerini bile kullanmayıp çalışan işçiler, çalışma koşullarını birazcık olsun düzeltmek, biraz daha
fazla ücret almak için, yasal haklarını kullanmaya,
sendikalaşmaya karar verdiler.
Sendikal faaliyetten haberdar olan patron, Çimse-İş
üyesi olan işçiler üzerinde yoğun baskı yapmaya başladı.
13 Eylül günü Söke’de yapılan basın açıklamasında,
bu konuda, Çimse-İş İzmir Şube Başkanı Kazım Belek
şunları söylüyor:
“Yüksel Seramik dahilinde çalışan sendika üyesi arkadaşlarımıza üyeliklerinin ilk gününden itibaren fabrika işverenlerinin yoğun baskısı vardı. Bu baskı halen
devam etmektedir. Bazı işçi arkadaşlarımız işverenin
ağır baskılarına dayanamayıp, bıkkınlık getirip üyelikten istifa etmek zorunda kaldılar. Bu işçi arkadaşların daima destekçiyiz. Yüksel Seramik’ten atılan işçi
arkadaşlarım, zaten onlar da buradalar şu an. Çimseİş sizlere destek olmaya devam edecektir.”
Yüksel Seramik’te, üyelik işlemleri, sendikal mücadele devam ediyor.
Yüksel Seramik, MHP’li olarak bilinen Sazak aile-
sine ait. Yüksel Seramik’te çalışan işçiler de MHP’li
olarak biliniyor.
Sermayenin dini, imanı, rengi olmaz! Olmuyor!
Sermayenin tek bir derdi var: Daha fazla kar elde etmek! Sermayeyi daha fazla çoğaltmak!
Zenginliğin yaratıcıları olan, sermayenin çoğalmasının temelinde yatan ücretli emeğin çalışanları olan
işçiler, sınıf bilincine varmadıkları için, düzen partilerine, faşist partilere oy verebiliyorlar.
Yüksel Seramik deneyiminin gösterdiği gerçek şudur: Patronun MHP’li olması, onun MHP’li olarak
çalıştırdığı işçilerin dostu olduğu anlamına gelmiyor.
İşçiler kölelik koşullarında, düşük ücret karşılığında
yıllarca çalıştılar. Sendika üyesi olduklarında, kendilerini kapı önünde buldular.
Yaratan ve üreten işçi sınıfıdır. Yaratan ve üretenler,
hakları olan iktidarı da almalıdırlar. Bunun için sınıf
bilinçli, kendisi için sınıf olan, iktidar perspektifli, bir
sınıf hareketi gereklidir.
Yüksel Seramik işçileri de sınıf çıkarlarının farkına
varmalı, örgütlü işçi sınıfı hareketi içinde yerlerini almalıdırlar.
20 Eylül 2006
YDİ Çağrı/İzmir ✓
Ekim 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
noktasına getiriyor. Şimdi niyetin
özünü bu yansıtmaktadır.
Peki GSS’nda sağlığın bir ödev
haline getirilmesini, bu cümle kaldırıldı mı? Hayır. Yasa halinde çıktığında, sadece üzeri örtüldü. Nasıl
örtüldü? Diyor ki; “Kişiler için gereken ölçüde sağlık hizmetlerinin
bedelinin karşılanması esas alınmakla birlikte, bu hizmetlerin kişilerin her türlü bireysel isteklerini
ve taleplerini sınırsız olarak karşılaması beklenemez.” Gibi her tarafa uçan bir cümle veriliyor.
Bu önemli. Mevcut yasa ile, mevcut yasanın çıkmış hali, aynı zamanda, tüm hastalıklara karşı bir
güvence vermiyor. Bu çok önemli
Biraz önce konuştuğumuz, ödev
haline getirilmesi, aslında sağlıktaki, sosyal güvenlik sisteminin,
ödevlerini azaltmak, bireye yüklemektir.
Hastalarımızın artık eskisi gibi
davranmaması gerekiyor. Ben özel
hastaneye giderim. GSS beni kapsam dışı tutar. Olmaz. Otomasyon
sistemi var. Türkiye’de gerçekleşmek üzere.
Türkiye Cumhuriyeti kimlik numarası üzerinden, Türkiye’nin neresine giderlerse gitsinler, kendileri
ile ilgili konulan bir şerhi, veya daraltmayı, sağlık kartından mahrumiyeti karşılarında bulacaklardır.
Şeker hastalığına dair bir ameliyat gerekiyorsa, yine hasta cebinden ödemek zorunda GSS’na
göre. Bu bir kapsamı daraltma
meselesi idi. Kapsamı daraltılacak başka şeylerde var GSS’nda.
Yasa çıkmadan önce, erken taslaklarda bu durumu görmekteyiz.
Örneğin bazı hastalıkların kapsam dışına alınacağı söyleniyordu.
Bu durum, Dünya Bankası’nın,
IMF’nin programlarının uygulandığı ülkelerde var. Hangi hastalıklar bunlar? Bunlar kanser gibi, diyaliz gibi, böbrek hastalıkları gibi,
pahalı ameliyatlar, maliyeti yüksek hastalıklar, kapsam dışına alınacağı söyleniliyordu. Bunu yeni
taslakta şöyle söylüyor: “Maliyet
fayda, maliyet-etkinlik ve benzeri
ölçütleri temel alarak ve Sağlık
Bakanlığı’nın görüşleri alınarak
hangi hastalıklarda, hangi tedavi
metotlarının sosyal güvenlik kapsamına gireceğine daha sonra karar verilecektir.”
B e n d i yor, t e rc ü me e d e cek olursak, GSS’nı çıkardım.
Tereddütlerim var. Erken taslaklardaki, kurumların itiraz ettiği noktaları, ben yasaya koymadım. Ama
bilahare, bunu Sağlık Bakanlığı ile
görüşerek, nasıl daraltacağıma karar vereceğim diyor. Bu anlama gelen yasada cümleler var.
Yine son yasada, örtülmüş ve geleceğe miras bırakılmış, bir nokta
var ki, bu çok önemli. Erken taslakta şunu söylüyordu; Ek teminat
paketinden bahsediyordu. Aslında
Dünya Bankası’nın dili bu. Bizim
için pozitif anlam ifade eden her
EK: 1. Türkiye Sosyalforumu’nda
sendikaların sorunları tartışıldı...
Ekim 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
D
EK: ünya Sosyal Forumu’nu
marksist bakış açısıyla
eleştiren yazılar daha önce
dergimizde yayınlanmıştı.
Emperyalistlerin her yıl düzenledikleri Dünya Ekonomik
Forumu’na karşı “Yeni Bir Dünya
Mü m k ü n” sloga n ıy la Por to
Allegre’de kurulan Dünya Sosyal
Forumu önüne kapitalist küreselleşmenin sonuçlarına karşı küresel
direnişi örgütlemeyi hedef olarak
koymuştu. Ancak onun esas işlevi emperyalist sisteme karşı gelişen uluslararası mücadelenin devrimci bir dinamik kazanması riskine karşılık bu mücadeleyi emperyalist sistem için de kabul edilebilir hale getirmekti.
Türkiye Sosyal Forumu Dünya
Sosyal Forumunun bir parçası olarak kuruldu. TSF ilk toplantısını 30
Eylül - 1 Ekim tarihi arasında gerçekleştirdi. Yeni Dünya İçin Çağrı
dergisi olarak TSF’nin kurucuları
arasında yer almasak ta onun çalışmalarına katılmayı önemli bulduk.
TSF’u -olumlu olarak- önemli
bir muhalif potansiyeli biraraya
getirmeyi başardı. Bu toplantılara
katılan özellikle gençlerin önemli
bir kesimi “Başka Bir Dünyanın
Mümkün” olduğuna gerçekten
inanmaktadırlar. Biz özellikle bu
kesime doğru devrimci düşünceleri taşımak açısından, ama bir dizi
mücadele yürüten örgütün deneyimlerinden yararlanmak ve kendi
deneyimlerimizi onlarla paylaşmak açısından da bu toplantılara
katılmayı önemsedik ve ilgimizi
çeken toplantılara da katıldık.
Katıldığımız toplantıların hemen tümünde ortak konu küreselleşme saldırısına karşı eski yöntemlerin, eski tipte örgütlenmelerin yetersiz, etkisiz kaldığı, bunun
için yeni tip örgütlenmelerle yeni
yöntemlerin geliştirilmesi gerektiği düşüncesiydi.
Katıldığımız toplantılardan birisi “Neoliberal politikaların sendikalara etkileri ve çözüm önerileri”
başlıklı paneldi. Toplantıyı yöneten DİSK Genel Başkan Yardımcısı
Adnan Serdaroğlu yaptığı açılış
konuşmasında neoliberal politikalarla, esnekleştirmeyle, özelleştirmeyle, sosyal hakların budanmasıyla, örgütlenme hakkına saldırılmasyla işçi sınıfının haklarının
gaspedildiğini anlattı. Serdaroğlu
konuşmasında sendikaların güç
kaybettiğini söyledi.
İlk konuşmacı araştırmacı/yazar
Tarık Ali’ydi. Tarık Ali konuşmasında şu görüşlere yer verdi: SB’nin
ve doğu blokunun çökmesi dünyada başka bir alternatif yok algılamasına yol açtı. Kapitalizm ideolojik, politik, ekonomik, askeri
ve psikolojik alanda büyük başarı elde etti. Washington uzlaştırması adı verilen ideoloji dünyaya hakim kılındı. Bu ideolojiye
göre artık dünyada özel kapitalizmin giremeyeceği alan kalmadı.
Aslında SB’deki sistem oradaki
insanlar için olumlu değildi ama
yine de batıdaki işçileri olumlu etkilediği için batı kapitalizmi için
olumsuzdu. Özelleştirme ve kuralsızlaştırma dünyaya yerleştirildi. Washington uzlaştırmasının
iki ayağı var: 1. IMF, DB, DTÖ; 2.
ABD ordusu. Özellikle 90’lardan
sonra dünyaya bu şema yerleştirilmeye başlandı.
İnsanlar bugünkü sendikaların
neo-liberalizme karşı çıkamayacağını düşünüyor. İşte bu nedenle
sendikalar eski taktikleri değiştirmeleri gerekiyor. Sendikalar kapitalizmi sınırlamaya yönelik örgütlerdir. Batı Çin’de sendikaların, sendikal mücadelenin olmadığı sisteme hayran. Batı diyor ki,
biz Çin’le nasıl rekabet edebiliriz
ki, orada kapitalizm daha serbest.
Bu da sendikalara karşı getirilen
önemli bir argüman.
Dünyada kırlardan şehirlere
müthiş bir göç var. Şehirlere gelenler orada marjinal bir yaşam
sürdürüyorlar. Sendikaların yeni
dönemdeki görevleri, bütün cemaatlere ve topluluklara girebilecek
bir mekanizma yaratmaktır. Latin
Amerika’daki sosyal hareketler iyi
bir örnek.
1. örnek: Arjantin: Arjantin kısa
zaman öncesine kadar refahlı bir
toplumdu. Çünkü Arjantin’li yerlilerin tümü daha sonra yerleşenler tarafından imha edilmiştir. Neoliberal politikalar uygulamaya sokuldu. Sonunda sistem
çöktü. Neo-liberal düzene karşı
isyan başladı. Milyonlarca insan Buenos Aires çevresinde yaşıyordu. Geceyarısından sonra çocuklar çöpleri döküp yararlı şeyler arıyorlardı. Mahalle komiteleri
kuruldu ve mahelleler örgütlendiler. İşçiler fabrikaları ele geçirdiler.
Bu hareket tabandan gelmeydi ve
kendiliğindenciydi.
2. örnek: Venezüella. Dışarıdan
bakıldığında Chavez bir askerdir denebilir fakat bu doğru değil.
Aslında neoliberal düzene karşı
ilk büyük muhalefet Seatle’de değil, çok daha önce Caracas’ta gelişti. Ülke IMF proğramını kabul
etmişti. Yoksullara yönelik tüm
sübvansiyonlar kaldırılmıştı. Yarı
ayaklanma denen bir isyan başladı. Bu isyan askeri olarak bastırıldı. 600 kişi öldürüldü. Chavez
gibi ordudaki radikal subaylar dışarıdaki sol radikal kesimlerle ilişkiye geçtiler. Venezüella’daki hareketin temelini en yoksul kesim
oluşturdu ve bunlar şimdiye kadar
5 seçim kazandılar.
3. örnek: Bolivya. Bolivya Che
Guevara’nın öldürüldüğü ülkedir.
Son seçimlerde Che Guevara’nın
intikamı alındı, seçimi yoksullar
kazandı. Morales seçimden önce
özelleştirmeye karşı en büyük hareketin önderiydi. Suyun özelleştirilmesine karşı büyük isyan başladı. Bu isyancılar kendilerini ‘su
savaşçıları’ olarak adlandırdılar.
Bu su mücadelesi Morales’in zaferinin temelini oluşturdu.
Eskiden Latin Amerika’da çok
diktatör vardı, oysa bugün güçlü
sosyal hareketler var.
Bu neo-liberal dünyada eski yöntemlerle mücadele edemezsiniz.
Sendikalar da eskinin kuralları ile
mücadele edemezler. Nasıl ki kapitalistler birbirlerinden öğreniyorlarsa, sendikaların da birbirlerinden öğrenecekleri çok şey var.
2. konuşmacı K ESK Genel
Sekreteri Abdurrahman Daşdemir
konuşmasında şu görüşlere yer
verdi: Neoliberal politikaların insan psikolojisi, insanlararası ilişkilere olumsuz etkileri vardır. Esnek
üretim, kalite kontrol vb.’ne dayanan üretim biçimleri geliştirilmiştir. Fordist üretim sistemine göre
şekillenen bir sendikal anlayışın yeniyi örgütleme şansı yoktur.
Dünyada 100 milyonlarca işsizlik
ve 100 milyonlarca iç göç, çocuk
işçiliği, kayıt dışı istihdam vardır.
Bunu temel alan bir sendikal anlayış tartışılmalıdır.
Daşdemir konuşmasının devamında, ücret ve TİS sendikacılığının neoliberalizmin bir dayatması olan sosyaldiyalogcu anlayışa kapı açtığını, sosyaldiyalogcu
anlayışın devlet artı sermaye ittifakı ile ittifakçı duruma düşme
tehlikesini içinde barındırdığını
ifade etti. Daşdemir, eski modellere karşı yeni modelleri tartışırken, sınıf perspektif li geleneksel anlayışı yeniden oturtmak gerektiğini savundu. Daşdemir konuşmasının sonunda sosyalforum
hakkında şöyle bir değerlendirme
yaptı: “Sosyalforumlar sanki gazımızın alındığı organizasyonlardır, sanki bir el bilinçli bir şekilde
bunu amaçlıyor.”
3. konuşmacı Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi Yrd. Doç.
Dr. Metin Özuğurlu, dünya sendikal hareketi konusunda çok karamsar bir tablonun çizildiğni, büyük düşüş olduğunu ama yine de
sendikalarda çok sayıda örgütlü
insanın olduğunu, yeni liberal saldırıya karşı yeni bir emekçi hareketinin de ortaya çıktığını, bugünkü
sendikal krizin bir temsiliyet krizi
olduğunu, işçilerin iddia edildiği
gibi buharlaşmadığını, tam tersine
işçiler dışında geniş kesimlerin de
proletaryaya katıldığını savundu.
Ekim 2006 ✓
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer v Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir
Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul v Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27
e-mail: [email protected] v www.ydicagri.com v Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654
SAYI 104’ün İşçi Eki · Ekim 2006 v Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) v Yayın Türü: Yaygın Süreli
halkların kardeşliği için
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
Biz de “Çingene”yiz, hayatımız “Roman”!
Türkiye’deki ulusal
azınlıklar arasında devletin
ve evet değişik ulus ve
milliyetlerden halkların da
baskısına, horlanmasına,
dışlanmasına vb. uğrayan
azınlıkların başında
“Çingene” diye tanıdığımız
Romanlar gelmektedir.
Dergimizin 78. ve 79.
sayılarında Romanların
ve Sintilerin de AB
çerçevesindeki konumuna
ve Türkiye’deki durumuna
değinmiştik. Kuşkusuz ki
Sinti-Romaların durumunu
anlatabilmek için biriki makale yetmez. Bu
bağlamda esas mesele
sorunu bilince çıkarmak
ve pratik tavırlarda buna
uygun davranmaktır.
T
ürkiye’nin gündeminde yine
savaş var… Hem Kürtlere
karşı savaş kızıştırılıyor, devletin “gizli”, gerçekte bilinen güçleri provokasyonlar gerçekleştiriyor,
hem de Lübnan’a, savaşa asker gönderiliyor. Ortadoğu’da kazan kaynıyor ve barut fıçısı çoktan patlamış durumda. Gündemde öne çıkan bu olaylar yaşanırken, halkların
kardeşliğinin gerçekleştirilmesinin
önünde önemli engel oluşturan ama
geri planda kalan olaylar da yaşanıyor. Türkiye’de ulusal baskıya sadece
Kürt ulusu maruz kalmıyor. Tüm
ulusal azınlıklar da ulusal baskıdan
payını alıyor. Türkiye Cumhuriyeti
devletine boşuna “halklar hapishanesi” denmemiştir.
Türkiye’deki ulusal azınlıklar arasında devletin ve evet değişik ulus ve
milliyetlerden halkların da baskısına,
horlanmasına, dışlanmasına vb. uğrayan azınlıkların başında “Çingene”
diye tanıdığımız Romanlar gelmektedir. Dergimizin 78. ve 79. sayılarında
Romanların ve Sintilerin de AB çerçevesindeki konumuna ve Türkiye’deki
durumuna değinmiştik. Kuşkusuz
ki Sinti-Romaların durumunu anlatabilmek için bir-iki makale yetmez.
Bu bağlamda esas mesele sorunu bi-
lince çıkarmak ve pratik tavırlarda
buna uygun davranmaktır.
Sömürüsüz, sınıfsız yeni bir dünya
yaratma mücadelemizde ulusal baskının tüm türlerine karşı olduğumuzu ilan etmiş bulunuyoruz ve bu
düşüncemize de uygun davranmaya
çalışıyoruz. Bu bağlamda ulusal azınlıklara karşı uygulanan baskılara da
kökten karşıyız. Bizim özel olarak şu
ya da bu ulusal sorunu yaratma diye
bir amacımız yoktur. Ama irademiz
dışında varolanı da inkâr edemeyiz.
Sömürüsüz, sınıfsız bir dünya yaratma mücadelesinde ulusal baskıya
karşı mücadele de olmazsa olmazlardan biridir.
Esas olarak “Çingene” diye tanıdığımız Romanlara yönelik baskılar, yaşanan olaylar vb. durumlar da
burjuva medyasının esasta üzerini
örttüğü gelişmelerdir. Romanların
kendilerinin hakları için seslerini çıkarma durumu veya insan hakları
savunucularının tavırları da olmasa,
gerçekte yaşanan olayların neler olduğundan haberdar olamayacağız.
Burjuva medyası esas olara k
Romanlara karşı uygulanan baskıların üzerini örtmeye çalışırken bu yılın ilk yarısında “İskan Kanunu”nun
değiştirilmesi için tasarıyı “72 yıllık
‘Çingene ayıbı’ bitiyor” vb. başlıklarla
öne çıkardı.
Sözkonusu tasarı CHP tarafından
sunulmuş ve hâlâ –TBMM’nin internet sayfasındaki bilgiye göre– komisyonda bekliyor. Tasarı ile amaçlanan 14/6/1934’te kabul edilen ve
2510 sayılı kanunun 4. Maddesinde
Türkiye’ye muhacir olarak kabul
edilmeyecekler arasında yer alan
“Göçebe Çingeneler” tanımının yasadan çıkarılmasıdır.
Bu tasarının perde arkasında yatan gerçeklik ise esas olarak AB’nin
Romanlara yönelik uygulamalar
konusunda Türkiye’yi eleştirmesidir. Meclisin bu konuyla ilgili komisyonunda iki tasarı bekliyor. Biri
22.02.2006, diğeri de 31.03.2006 tarihli. İkisi de CHP tarafından sunulmuş ve birincisi Romanlardan bahsederken, ikincisinde “Çingeneler” sözkonusu. Yine birincisinde 1934’teki
yasanın 1. Maddesi de değiştirilmek istenirken, ikincisinde sadece 4.
Maddedeki “Geçici Çingeneler” tanımının çıkarılması talebi öne sürülmektedir. Yani ikincisi birincisinden
de kötü.
Sorunun özü ise, burjuva kalemşorların kitlelere empoze ettiği gibi,
“Göçmen Çingeneler” tanımının si-
linmesiyle, gerçekte “72 yıllık ‘Çingene
ayıbı’”nın sona ermeyeceğidir.
En başta Romanlara karşı devletin
yasalarıyla uygulanan ırkçılık varlığını koruyor, bu düzen varlığını korudukça ırkçılık da varlığını koruyacak. Sözkonusu tasarı onaylansa da
bu gerçeklik, olgu, ortadan kalkmayacaktır. Bunun en açık belgesi sözkonusu yasadır. Yasa değişikliği önerisi de aynı ırkçı yaklaşıma sahiptir.
Tasarıyı sunanların esas kaygısı “AB
ilerleme raporunda Çingenelerin,
Türkiye’deki kültürel haklarını gereğince kullanamadıkları belirtilmektedir. Ayrıca Çingenelerin Türkiye’ye
göçmen olara k girmesinin yasaklanmış olması eleştiri konusu
yapılma”sıdır. Sözkonusu yasa tasarısı ile bu eleştirinin maddi temeli
ortadan kaldırılmak isteniyor. Ama
çabaları boşuna… Evet onların çıkış
noktaları Romanlara yönelik ırkçılığın son bulması değil, AB’nin eleştirisinin gereksiz kılınmasıdır.
Çabaları boşuna dedik, çünkü yasanın tüm yaklaşımı, içeriği ırkçıdır.
Şu ya da bu tanımın yasadan çıkarılmasının, yasanın temel yaklaşımını
değiştiremeyeceği açıktır. Tersini savunanlar ya siyasi körlerdir, ya da
halkın bilincini karartmaya çalışan
13
halkların kardeşliği için
siyasi hokkabazlardır.
Olg u, gerek 1934’ dek i İska n
Kanunu’nda, gerekse de sunulan tasarı da, temel yaklaşımın Türkçülük,
ırkçılık olduğunu gösteriyor.
Yasanın en temel düşüncesi “Türk
kültürüne bağlılık ”tır. Kimlerin
“Türk kültürüne bağlı” olduğu ise
İcra Vekilleri Heyeti tarafından kararlaştırılıyor ve buna bağlı olarak
kimin göçmenliğe kabul edilip edilmeyeceği belirleniyor. Sunulan tasarıda da 4. Maddenin A şıkkı aynen
kalıyor. Buna göre “Türk kültürüne
bağlı olmayanlar” “Türkiye’ye muhacir olarak alınmazlar”.
1934’teki yasa tüm hatlarıyla ırkçılığı simgelerken, CHP’nin sunduğu tasarıda Türk ırkçılığı kendisini Romanların “Türk milletinin
bir parçası” olduğu yönlü düşüncede
göstermektedir. İnceltilmeye çalışılan ya da kılıfına uydurulmak istenen
bir ırkçılık sözkonusu… Tasarıda gerekçe bölümünde aynen şöyle deniyor: “Türk Milletinin eşit, saygın ve özgün bir parçasını oluşturan
Çingenelere ne yazık ki siyasal, ekonomik ve sosyal yaşamda farklı bir
gözle bakılmaktadır.” Bu tavır, “Türk
boyları, Anadolu’nun yerli halkları
ve Osmanlı coğrafyasının göçmenleri, bir arada bir bütün olarak, Türk
Milletini oluşturmuşlardır.” tespitine bağlı olarak takınılmaktadır.
Bu tavır Türkiye’de “azınlık mazınlık yok” tavrının bir versiyonu. İskan
Kanunu’nda değişiklik yapılmaya
çalışılırken bile Romanların ulusal
azınlık olduğu gerçeği reddediliyor
ve “Türk milletinin mozayiği” yaklaşımı sergileniyor. Türkiye’de ırkçılık,
inkârcılıkla elele yürüyor…
AB’ye uyum yasaları bağlamında
çıkarılan paketlere 9. Reform Paketi
de ek lenmeye çalışılıyor. İskan
Kanunu’ndaki değişiklik de bu çerçevede ele alınıyor. İlk anda demokratikleşmede olumlu bir adım atılacağı
kanısına kapılmak mümkün. Ama
gerçekte “72 yıllık ‘Çingene ayıbı’”
ortadan kaldırılmıyor. Hayatın gerçekleri bize şunları gösteriyor.
ROMANLARA YÖNELİK
BASKILARA KİMİ ÖRNEKLER
14
Türkiye’de son dönemlerde özellikle
Kürtlere ve devrimcilere yönelik linç
girişimleri sık sık yaşanıyor. En son
olaylardan biri Lübnan’a asker göndermeye karşı yapılan eylemlerde yaşandı. Devletin güvenlik mensupları,
ya da yetkilileri takındıkları tavırlarla böylesi çabaları teşvik etmekte,
desteklemektedir.
Linç olayı ama sadece devrimcilere
ve Kürtlere karşı yaşanmıyor. Türk
şovenizmi ve ırkçılığıyla beyinleri
yoğrulanlar, kendilerinden olmayanlara, farklı olanlara karşı gerçek yüzlerini fırsatını buldukça göstermektedirler. Burjuva medyanın fazla yer
vermediği olaylardan biri 29 Nisan
2006 tarihinde Afyon’un Şuhut ilçesinde yaşandı.
Yerel gazetenin internet sitesindeki
habere göre: “Şuhut’ta göçebe olarak yaşayan bir ailenin çocuklarının bazı kız
öğrencileri rahatsız ettikleri iddiasıyla
toplanan çok sayıda vatandaş, aileye ait
2 ev ve 5 at arabasını ateşe verdi.” (29
Nisan 2006, Cumartesi 20:36)
Ateşe verilip yakılan sadece at arabaları, evleri ve sığındıkları ev değil,
sözkonusu “göçebeler” de canlı canlı
yakılmaya çalışılmıştır. Sözkonusu
“göçebeler” ise Roman.
Afyon’un Şuhut ilçesinde İHD’nin
açıklamasına göre yaklaşık bin insan,
sadece iddia üzerine Roman ailenin
çocuklarını linç etmeye çalışmış, çocuklar evlerine kaçıp barakalarına sığındıklarında ise evleri ateşe verilerek insanlar canlı canlı yakılmak istenmiştir. Olaya müdahale eden polis
Roman aileyi yanmaktan kurtarmış
ama kitlenin romanlara saldırısı bitmemiştir. Polisin hayırhah tavrı sonucu da kitlenin saldırısına yeniden
maruz kalan Roman aile bir başka
eve sığınmış ve sözkonusu ev de kitle
tarafından ateşe verilip yakılmıştır.
Evet kabaca özetlediğimiz olay, okul
müdürünün şikayeti sonucu gözaltına alınan ve savcılığın ifade almasından sonra serbest bıraktığı; yani
suçsuz oldukları bizzat devlet mercileri tarafından onların serbest bırakılarak teslim edildiği bir durumda
yaşanıyor. İnsanlar diri diri yakılmaya çalışılıyor. Ve bu olay Milliyet
gibi gazetelerin “72 yıllık ‘Çingene
ayıbı’ bitiyor” haberlerini yaygınlaştırmasından kısa süre sonra yaşanıyor. Türkiye’nin tarihine bakıldığında kuşkusuz ki insan yakmaya
çalışmak ve yakmak yeni bir olay değil. Fakat bu olgu, özellikle de Hitler
faşizminin soykırımına maruz kalan
Sinti-Romalar için, açıkça faşizmin
zulmüne maruz kalmanın bir örneğini ortaya koyuyor. Türkiye’de her
gün barbarlığın değişik yüzlerini görüyoruz, yaşıyoruz. Fakat barbarlığın daha da yoğunlaşabileceğini, bunun potansiyelinin varlığını sürekli
bilinçlerde tutmak ve bu gerçekliğe
uygun olarak mücadele yürütmek
her samimi demokratın, devrimcinin görevidir.
Romanlara karşı devlet tarafından uygulanan baskıların bir örneği
de, sayısı 100.000 civarında tahmin
edilen Romanların Türkiye’de kimliksiz yaşaması durumudur. Bunlar
“vatansız” sayılıyor ve sadece kimlik
kartları var. Ama sözkonusu kimlik kartları da onlara hukuksal olarak hak arama hakkını ve imkânını
vermiyor. Yani her türlü haktan yoksunlar…
Türk vatandaşı olarak kabul edilmeyenlerin haklardan yoksunluğuna
vurgu yapmamız, Türk vatandaşı olarak kabul edilenlerin Türk milletinin
fertleriyle eşit haklara –ki Türkiye’de
Türk halkının, işçilerin, emekçilerin
de hakkı postallar altında– sahip olduğu anlamına gelmiyor.
Edirne’de yaşandığı gibi, Romanlar
fişleniyor da! Edirne Valisi “Yoksulları
tespit edin” direktifini veriyor ama İl
Sağlık Müdürlüğü Romanları fişleyen anket formları hazırlıyor. Yine
tarihe bir örnek düşülüyor… Nazi
Almanyası’nda da Sinti-Romalar katledilmeden önce fişlenmişlerdi!
Sözkonusu fişleme formlarının hazırlandığı, hazırlık aşamasında ortaya çıkması ve tepkilere yol açması
sonucunda yapılmak istenen fişleme
gerçekleşmedi. Buna rağmen ama,
İl Sağlık Müdürlüğü’nün bu çabası
bile, Romanlara karşı varolan ırkçılığın hangi boyutlarda olduğunu ortaya
koymaktadır. Edirne Valisinin “sorumluları” ortaya çıkarmak için soruşturma açması ise esas olarak Edirne’de
yoğun olan Roman nüfusun tepkilerinin “istenmeyen” olaylara yol açmamasını sağlamak amaçlıdır.
2006 yılının ilk yarısında öne çıkan gelişmelerden biri, özellikle
İstanbul’da esas olarak Romanların
yaşadığı mahallelere yönelik yapılan
operasyonlar oldu. Karabayır, Sarıgöl
ve Hacı Hüsrev mahallelerine yapılan
operasyonlara binlerce polis katıldı.
Çelik yelekli, kar maskeli özel harekat timleri “Bahar Temizliği” operasyonu gerçekleştiriyordu… Güvenlik
güçlerinin gerekçeleri, sözkonusu
mahallelerin “suç bataklığı” haline
geldiği biçimindeydi.
Medya sözkonusu baskınları bir
aksiyon filmi gibi aktarıyor ve operasyonların ne kadar haklı olduğu
imajını yaratmaya çalışıyordu. Bu
arada “Kapılar tek tek kırıldı”, “Evler
didik didik arandı” tespitleri de yapılarak bazı gerçekler teslim ediliyor
ve Romanlara karşı zaten varolan önyargılar kullanılarak düşmanlık körükleniyordu.
Tüm bunların zirvesi “Kentsel dönüşüm” adı altında gerçekleştirilen
yıkımlar, gerçekte ise Romanların
yaşadıkları mahallelerden sürgün
edilmesi anlamına gelen uygulamalar oldu.
Hacı Hüsrev, Kağıthane, Kuştepe,
Küçükbakkalköy ve Sulukule gibi
yerleşim alanlarında “kentsel dönüşüm” adına devletin eliyle Romanlar
yerlerinden sürgün ediliyor. Hürriyet
gazetesi gibi burjuva basında böylesi
haberler ancak “yabancı” basına yansıdığında yer alıyor… İngiltere’de
yayınlanan “Economist” dergisi
Sulukule’de yaşanan olaylara dikkat çektikten sonra Hürriyet de bu
olayı haber yaptı. Kimi yazarlar ise,
örneğin Radikal’de yazan Korhan
Gümüş, haklı olarak 24 Ağustos tarihli yazısının başlığını “Yoksullukla
değil, yoksullarla savaş” olarak attı.
Evet, Türk tarihinin resmi yazarları, ya da resmi ideoloji Türklerin/
Osmanlının bu coğrafyada 700 yıllık tarihi olduğunu yazar… Oysa
Romanların bu coğrafyadaki tarihi yaklaşık 1000 yıldır. Sulukule
ise en eski yerleşim alanlarından biridir. Gerçekte “dağdaki gelip bağdakini kovma” durumundadır. 19
Temmuz’da Küçükbak kalköy’de
Roman vatandaşlara eşyalarını al-
masına bile izin verilmeden evleri yıkılıyordu. Evleri yıkılan insanların
yıkıntılar altında kalan çeşmeden su
içmelerini engellemek için çeşmenin
suyu kesiliyordu…
Evleri yıkılmış insanların tuvaleti,
suyu, elektriği yok, operasyonda kullanılan biber gazının etkisinde kalan çocuklar hasta, insanlar sokaklarda, bebekler aç susuz, hastalık kol
geziyor… Durum özetle böyleydi
Küçükbakkalköy’de… Tabii ki diğer yıkım yapılan yerlerde de benzeri
durum yaşandı.
Tüm bunlar devletin çıkardığı 5366
sayılı yasaya dayanılarak ve “Kentsel
dönüşüm” adına devletin belediye
ve güvenlik güçleri tarafından gerçekleştiriliyordu. İskan Kanunu’nda
“Gezginci Çingene” tanımı çıkarılmaya çalışılırken, yerleşik Romanlar
yerlerinde sürgün edilip “gezginci”
hale getirilmeye çalışılmaktadır…
Ulaşılabilir Yaşam Derneği’nin
(UYD) verilerine göre sözkonusu
“kentsel dönüşüm” ya da “yenileme” projesi şimdiye kadar sadece
Romanların yaşadığı bölgelerde uygulanmaya çalışılmıştır.
Burada aktardığımız kimi örnekler de Türkiye’de Romanların ulusal baskıya maruz kaldığını açıkça
ortaya koymaktadır. Romanlar en
başta devletin yasalarındaki ırkçılıkla karşı karşıyadırlar. Ama sadece bu değil, devletin memurlarından, güvenlik güçlerine kadar ve ırkçılıkla, Türk şovenizmiyle beyinleri
yoğrulan kitlelere kadar herkes tarafından aşağılanmakta, hor görülmektedir. Hatta, kendisi ezilen ulus
olan Kürt ulusu mensupları tarafından bile hor görülmekte, aşağılanmaktadır. Yani ezilenlerin de ezileni
konumundadır bizim Romanlar…
İHD’nin 18.08.2005 tarihinde “Biz
Çingeneyiz” başlığı altında ve değişik
halkların kardeşliğine vurgu yapmak
için yaptığı açıklamaya atfen yazımızın başlığını “Biz de ‘Çingene’yiz,
hayatımız ‘Roman’” diye yazdık.
Romanların sorunlarına da sahip
çıkmak ve onlar üzerindeki baskılara
da karşı mücadele etmek için BİZ DE
“ÇİNGENE”YİZ diyor ve onların sorunlarına sahip çıktığımızı bir kez
daha ilan ediyoruz.
Evet, biz de “Çingene”yiz, hayatımız “Roman”! Sorunun özü, romanda
neyin yazılı olduğudur! Romanımıza
halkların kardeşliğini, sömürü sistemine son vermeyi, insanca bir düzeni, sömürüsüz, sınıfsız bir toplumu
kurmayı yazmak için; eşitliği, özgürlüğü, kardeşliği; insanlar, halklar
arasındaki farklılıkları zenginliğimiz olarak görüp birliği gerçekleştirmiş bir tarihin romanını yazmak için
mücadele etmek her sınıf bilinçli işçinin görevidir.
“Çingene”ler üzerindeki her türlü
baskıya son! Yaşasın halkların kardeşliği! Halkların kardeşliği için tek
yol devrim!
16 Eylül 2006 ✓
halkların kardeşliği için
A
Ben de Kürd’üm, “Gerçek Kürt” kim?
ğustos ayı sonlarında Antalya,
Marmaris ve İstanbul’da
meydana gelen ve sivil insanların ölümüyle sonuçlanan patlamalar, kimi burjuva kalemşorlar tarafından Kürt ulusuna karşı düşmanlığı körüklemenin, Türk şovenizmini
kışkırtmanın aracı olarak kullanıldı,
kullanılıyor.
Türk egemenleri borazanlarıyla,
tanklarıyla, toplarıyla yine saldırıda… Bu ortamda “barış” istemek
bile yasaklı durumda. Milyonlarca
Kürt insanı “barış” diye haykırıp duruyor, ama onların barış istemi bile
Türk milletinden işçilere, emekçilere
“terörizmi desteklemek”, “gizli tertip” vb. olarak gösteriliyor. Bir bakıma Kürt milleti çatışmaya, savaşa
zorlanıyor…
Kürtlere karşı düşmanlığı körükleyen kalemşorların başında gelen “köşe” yazarlarından biri de
Hürriyet’in yazarı Ertuğrul Özkök.
Özkök 30 Ağustos tarihli Hürriyet gazetesinde “Eğer siz gerçek Kürtseniz”
başlığıyla yazdığı yazıda kimi dernek
ve partilerin temsilcilerine seslendiği
gibi “Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt
vatandaşlarına” da seslendi. Ne sesleniş ama! Türk şovenizminin, sömürgeciliğinin, Kürt ulusu ve ulusal azınlıklar üzerinde egemen güç olmanın
tüm pisliği kusuluyor ortaya…
Özkök’ün bu seslenişine kimileri
haklı olarak Türk devletinin Kürtler
üzerindeki baskılarını teşhir ederek
cevap verdi. Kimi “eğer gerçek demokrat Türk iseniz” diye Özkök’ü
doğrudan muhatap alarak tavır takınmaya çalıştı, kimi de “eğer insansanız” diye.
Ben de devrimci bir Kürt işçisi
olarak Özkök’ün tavrı hakkında
görüşlerimi açıklamak istiyorum.
Muhatabım kuşkusuz ki Özkök’ün
kendisi değil. O, zaten egemenlerin,
sömürgecilerin düdüğünü çalıyor.
Görüşleri ise Türk şovenizminin
ağusunu kusuyor.
Türkiye’de günlük gazeteleri biraz
da olsa takip edenlerin teslim edeceği
gibi Hürriyet gazetesinin logosunda
“Türkiye Türklerindir” yazıyor.
Böylesi bir gazetenin “köşe” yazarlarından biri, hem de Kürt ulusunun
ulusal varlığını reddeden, daha düne
kadar Kürtleri “karda yürürken kartkurt sesleri çıkaran dağ Türkleri”
olarak gören, gösterenlerin temsilcisi,
bugün “Türkiye Cumhuriyeti’nin
Kürt vatandaşları”na sesleniyor. Ne
hikmetse artık?
İnsanlar değişir elbette, görüşleri
de… Sorunun özü ortaya konan görüşlerin temelinin ne olduğu ve nasıl
bir görüş savunulduğudur.
Özkök’ün yazısında dile getirilen
hemen hemen her düşünce üzerine
sayfalarca yazmak mümkün. Fakat
ben bu seslenişinde Özkök’ün şovenizmini ortaya koymakla kendimi sı-
nırlıyorum.
En başa konması gereken tespit
“gerçek Kürt” tespitidir. Bu tespitin
kendisi Özkök’ün ırkçılığının bir ifadesidir. Neden ve nasıl mı? En başta
şu ya da bu millete ait olmayı “gerçek”
“sahte” vb. biçimde ayırmaya kalkışmak yanlıştır. Bu yaklaşımın uç noktasında, kafatası ölçmek gibi ırkçılığın, faşizmin uygulaması vardır.
“Gerçek Kürt” kim? Buna nasıl cevap verilecek? Kim bunu belirleyecek? Ölçü nedir? vb. sorular sorulduğunda bile, cevap verilmeye kalkışıldığında işin içinden çıkılmaz olduğu
görülecektir.
Özkök kendi ırkçılığını bu temelde
ortaya koyarken aslında istediği “gerçek Kürt”ün ulusal kimliğini inkâr
eden, hakları için mücadele etmeyen,
hatta ve hatta Türk şovenizminin,
ırkçılığının yardakçılığını, devletin
işbirlikçiliğini yapan Kürt olduğunu
da ortaya koymaktadır. Yani “iyi
Kürt ölü Kürttür” düşüncesini başka
kavramlarla, taleplerle savunmaktadır. Özkök, Kürtlere “Bu ülkeyi seviyor musunuz?” sorusunu sorup ardından da eğer böyleyse “Sesinizi çıkartın…” vb. tavır takınmakla, aslında “Ya sev, ye terk et” ırkçı yaklaşımı da savunma durumundadır. Bu
mantıkla sesini Özkök’ün istediği
gibi çıkarmayanlar bu “ülkeye” ait
değildir…
Özkök gibi burjuvazinin çanak yalayıcılarının “mertlikten”, “kardeşlikten” bahsetmesi, insan haklarını
savunuyor rolüne girmesi normal insanın bile sabrını taşırmaya, burjuvazinin sistemine olduğu gibi, onun
düdüğünü çalanlara da nefreti taşırmaya yetiyor da artıyor bile.
Devrimci bir Kürt işçisi olarak bizim Özkök gibileriyle kardeşliğimizin mümkün olmadığını burada bir
kez daha ilan etme durumundayım.
Biz ezilen “Türkiye Cumhuriyeti’nin
Kürt vatandaşları”nın kardeşi, Türk
milletinden ve tüm ulusal azınlıklardan işçiler, emekçilerdir. En azından
biz devrimci Kürt işçiler diğer ulus ve
milliyetlerden halkları dost, kardeş
olarak görüyoruz. Ama hangi ulus ve
milliyetten olursa olsun, egemenleri,
sömürücüleri ve de bilimum burjuvazinin yardakçılarını sınıf düşma-
nımız olarak biliyoruz.
Özkök Kürtlere “Ülkenize, çocuklarınıza, gençlerinize, vatanınıza sahip çıkın.” çağrısında bulunuyor.
Kuşkusuz ki onun sahip çıkın dediği
“ülke” ve “vatan” Kürtlerin kendi ülkesi, vatanı değil, “Türklere” ait olduğu her gün Hürriyet gazetesinin
logosunda söylenen “Türkiye”dir.
Kürtler kendi ülkelerine, vatanlarına, çocuklarına sahip çıktığında Türk devletinin savaş aygıtının tümünü karşısında bulmaktadır. Kürtler anadillerinde eğitim talep ettiklerinde, en temel insani haklarını istediklerinde “terörist” olarak damgalanıp zindanlara tıkılıyorlar. Daha düne kadar bu memlekette
“Kürdüm” demek bile takibat gerekçesi, katletme gerekçesi değil miydi?
Bugün özde değişen ne?
Haydi elde silah çatışanlara karşı
devlet güçlerinin çatışmasını “normal” görelim. Ya 6, 9, 12… vb. vb.
yaşlarda çocukların “terörist” diye
sokak ortasında kurşuna dizilmelerine ne diyelim? Devlet güçleri
Amed’de, Kızıltepe’de, Batman’da…
çocukları kurşuna dizdiğinde bay
Özkök’ün Kürtleri “şımarık azınlık”
olarak gösterip Kürtlere karşı düşmanlığı körüklemesine ne demeli?
Kardeşlik şimdi mi aklına geliyor?
80 yılı aşkın Türkiye Cumhuriyeti
tarihinde Kürtlere uygulanan sürgünler, katliamlar, zorla Türkleştirme çabaları; Kürtlerin varlığının inkârı günümüze dek sürmüştür. Fakat Özkök
gibileri Türkiye’de terörün sorumlusu
ve suçlusu olarak Kürtleri gösteriyor.
Sanki tüm Kürtler aynı siyasetin savunucusu? Sanki Kürtlerin hepsi “terörist”? Özkök ve benzerlerinin ırkçılığı, tüm Kürtleri aynı kefeye koymakla da ortaya çıkmaktadır. Onlar
için şu ya da bu terör eylemini gerçekleştirenin ulusal kökeni Kürt ise, o zaman tüm Kürtler bu terör eyleminden
sorumludur, suçludur ve de tabii ki
yargılanması, hatta ve hatta temizlenmesi gerekir… Tersine ama, bir Türk
kökenli eğer benzeri bir şey yaparsa,
o zaman “Türklükle alakası olmayan”
biri olarak ilan edilir o şahıs.
Bu arada tabii ki yapılan bir sahtekârlık da, sanki tüm Kürtlerin savaş
yanlısı olduğu resminin çizilmesidir.
Bugün Türk güvenlik güçleriyle, askeriyle çatışmak zorunda bırakılan
PKK bile, yıllardır devletle barışmak
için çırpınıyor. Günümüzde çatışmaları isteyen ve körükleyen, PKK’yi de
çatışmalara zorlayan Türk devletidir. Kendileri arasındaki iktidar dalaşında, Ortadoğu’ya müdahalede,
Güney Kürdistan’da bir Kürt devletinin kurulmasını engelleme çabası
içinde, devlet erkini elinde tutan kesim, Kürtlerle savaşı kullanmaya çalışıyor. Savaşı körükleyen Türk devleti, kurban yine ezilen Kürt halkı
oluyor.
Devrimci bir Kürt işçisi olarak her
şeyden önce, Türk sömürgeciliğine,
şovenizmine, ırkçılığına karşı mücadelenin tüm ezilenler tarafından, ortak bir mücadele olarak verilmesinin
gerekliliğini savunuyorum.
Antalya, Marmaris vb. yerlerde gerçekleşen patlamaların değişik halkların, işçi ve emekçilerin sömürü sistemine karşı mücadelesine hizmet
etmediği; tersine devrimci mücadeleye zarar veren eylem biçimleri olduğunu düşünüyor ve bu tür eylemleri reddediyorum.
Özkök gibi tarihleri kanla, katl ia m la , soyk ı r ı m la dolu ola n
egemenlerin ve çanak yalayıcılarının baskıya karşı mücadele edenlere
söz söyleme, onlara akıl verme hakları yoktur.
Bizim insanlar arasındaki ayrımımız “gerçek Kürt, Türk” ya da “sahte
Kürt, Türk” vb. ırkçı yaklaşımlar değil, ezen ve ezilenler, burjuvazi ve işçiler, emekçiler ayrımıdır. Sözkonusu
patlamalara yaklaşımımız da, bu eylemlerin sınıf mücadelemize hizmet
edip etmediği temelindedir.
Özkök’ün tavrına karşılık “gerçek
Kürtler” işte şunu yapıyor, bunu yapıyor vb. tavır takınmak da yanlıştır, milliyetçiliğin, ırkçılığın başka
biçimlerde, hem de ezilen bir ulusun haklarını savunma perdesine
bürünen biçimde savunulmasıdır.
Devrimci bir Kürt işçisi olarak başta
Türk şovenizmine, ırkçılığına karşı
mücadele edilirken, Kürt ya da başka
bir milliyetçiliğe karşı da mücadele
edilmesinin tüm devrimci, sınıf bilinçli işçilerin görevi olduğunu düşünüyorum.
Türkiye’de Özkök gibilerine ve tabii
ki Türk şovenizmine karşı mücadelede Türk milletinden işçiler, emekçiler görevlerini yerine getirdikçe, sınıf kardeşliğimizin birliğe dönüşüp
pekişmesi de, ortak mücadelemizin
güçlenmesi de gerçek hale gelecektir.
Yaşasın proletarya enternasyonalizmi! Yaşasın değişik ulus ve milliyetlerden işçilerin, emekçilerin birliği ve ortak mücadelesi!
Kahrolsun Türk şovenizmi!
12 Eylül 2006
YDİ Çağrı okuru ✓
15
halkların kardeşliği için
HİÇ BİR FAŞİST SALDIRI KÜRT ULUSUNUN ULUSAL KURTULUŞ MÜCADELESİNİ DURDURAMAZ!
DİYARBAKIR’DAKİ FAŞİST SALDIRIYI LANETLİYORUZ!
F
16
aşist katiller yine iş başındaydı.
12 Eylül akşamı Diyarbakır’da
Bağlar beldesi Koşuyolu parkında çekirdek kırarak eğlenmeye
çalışan insanların arasına bırakılan
termos içerisine yerleştirilmiş olan
bombanın, bir çocuğun termosun
kapağını açması sonucu patlamasıyla
7’si çocuk 10 kişi hunharca katledildi.
Yetkililer, cesetlerin patlama nedeniyle parçalandığını ve tanınmayacak durumda olduğunu, bu nedenle
kimlik belirleme çalışmalarının güçlükle yapılabildiğini söylediler.
Katliamın hemen arkasından emniyet suçu PKK’nın üzerine atmak
için harekete geçti. Olayın hemen arkasından olayı üstlenen JİTEM taşeronu Türk İntikam Tugayı’na (TİT)
rağmen, Hükümet ve Emniyet olayı
PKK’nın üstüne yıkmaya çalıştı.
Uzun yıllardır herhangi bir saldırının olmadığı Diyarbakır’da
JİTEM’cilerin tekrar göreve çağrılmasıyla böyle bir saldırının gerçekleşmesi hiç de tesadüf değildi.
Diyarbakır’daki patlamayla ilgili ortaya atılan başka bir iddia da,
“Atabey gerillaları” adlı grupla ilişkili olabileceğiydi. İddialara göre,
Atabeyler operasyonunda ele geçirilen telsizlerle, Diyarbakır’da 10 kişinin ölümüne yol açan bomba düzeneklerinde kullanılan telsiz parçaları
aynı marka ve modeldi. Emniyet, bu
iddialara ilişkin herhangi bir açıklama yapmadı.
Tesadüfe bakın ki, Diyarbakır’daki
saldırıdan iki gün sonra mahkemeleri olan ‘Atabey gerillaları’nın üyeleri tahliye edildi.
Diya rba k ı r’ d a k i bombacı la r,
Şemdinli’nin bombacıları olan “iyi
çocuklarının” acemiliklerinden ders
çıkarmışlardı.
Biz komünistler, sosyalistler genel
kitleyi hedefleyen hiçbir saldırı ve
bombalama eylemini doğru bulmadığımızı burada bir kez daha açıklıyoruz.
DTP’nin ateşkes çağrısına provokatif bir cevap olan bu katliamdan
sonra, Diyarbakır’da bulunan İçişleri
Bakanı Abdulkadir Aksu’nun, TİT
açıklamalarını ciddiye almaması,
ikinci bir Şemdinli sıkıntısı yaşamamak için bu kez „dikkatli“ ve
Genelkurmay ile uyumlu hareket
etmeye çalışmaktadır. Bu katliamın arkasından yapılan barış çağrılarına Kara Kuvvetleri Komutanı
İlker Başbuğ “PKK terörünün sonu
gelene kadar savaşacaklarını“ söyleyerek PKK önderliğinde gelişen Kürt
Ulusal Hareketine karşı şiddet dışında bir çözüm görmediklerini açık
bir biçimde dile getiriyordu.
Aynı tavrı, ABD’nin PKK ile
Mücadele Koordinatörü emek li
Orgeneral Joseph Ralston’un; PKK’ya
karşı askeri operasyonun “son seçenek” olarak görülmesi gerektiği
şeklindeki tavrına karşı Edip Başer;
“PKK muhatap alınırsa bu iş biter”
diyerek sorunun çözümü konusunda
şiddet dışında başka bir çözümün seçenek olmadığını söylüyordu. Tüm
bu açıklamalar devletin, Kürt sorununun çözümünde (devlet için zaten
Kürt sorunu diye bir sorun yoktur,
terör ‘sorunu’ vardır) şiddet dışında
başka yol tanımadığını bir kez daha
ilan ediyordu.
DTP ve bazı aydınların PKK’ya tek
taraflı ateşkes çağrısı yapmasına, devlet, bunlar tamamıyla imha edilecek
tehdidiyle cevabını verdi. Kürt ulusu-
nun ulusal haklarının tarih boyunca
şiddetle ezilmesi, bundan böyle de bu
potikanın değişmeyeceğini gösteriyor.
ABD’nin Koordinatör atamasına
gelen eleştiriler karşısında Başer
“Koordinatör değil, özel temsilciyim” diyerek PKK’yla müzakereye
girecekmiş gibi gösterilmesine oldukça kızgın ve sert bir tavır takındı.
Kuzey Kürdistan’da sürekli operasyon halinde olan TSK’nın, Güney
Kürdistan’a operasyon düzenleyerek
sorunu şiddetle çözme dışında bir yol
tanımadığını açıkça gösteriyordu.
Devlet bir taraftan bu operasyonları yaparken, diğer taraftan Türk işçi
ve emekçileri arasında Kürtlere karşı
her türlü şoven, milliyetçi, ırkçı, kafatasçı saldırılarını da azdırarak sürdürmektedir. Bu saldırıların da bir
sonucu olarak Türk ulusundan işçi
ve emekçi yığınları sessizliğini koruyarak suç ortaklığına devam etmektedirler.
Başka bir halkın ezilmesine ses
çıkarmamak suça ortak olmak demektir. Özgür olmamak demektir.
Gerçek özgürlük eşitler arasındaki
özgürlüktür. Ezenle ezilen arasında
eşitlik olamaz. Tarih boyunca Kürt
ulusunun her türlü ulusal haklarını
baskı ile yok sayanların ve bu haklı
talepleri zorla bastıranların varlığı
şartlarında gerçek bir barıştan söz
edilemez. Gerçek barış ancak eşitler
arasında mümkündür.
Sermaye egemen olduğu sürece gerçek barış olamaz. Gerçek barış için
sermayenin egemenliğine son vermek gerekir. Bu da ancak devrimle
mümkündür.
Diyarbakır’daki katliamı burada
bir kez daha lanetlerken, bu katliamın hesabının da devrimle sorulacağını söylüyoruz.
Kahrolsun Türk şovenizmi!
Halkların kardeşliği için tek yol
devrim!
Bimre koleti, biji azadi!
19.09.2006 ✓
Sessiz Protesto
Amed’de (Diyarbakır) son günlerde çete=devlet tarafından sivil insanlara yönelik olarak bir bomba
patlatılmıştı. Olaya karşı yas ilan eden Amed’li kepenk kapatarak olayı kınadı ve saldırıların kendilerine yapıldığı bilinciyle haklı tepkisini koydu. Üçüncü gününde 32 sivil toplum örgütü ve çeşitli
siyasi partilerin destek verdiği bir miting yapılacaktı. Buna izin vermeyen valilik yine yasaklarına
devam etti. Ancak kitle saat 12.00’de olayın yaşandığı alana yakin olan Koşuyolu’nda insan hakları
anıtının önünde bir araya gelerek sesiz olarak bir protesto yapılacağı belirtilen basın açıklamasını
yaptı. Tabii kitle çoğunlukla buna uymayarak “Katil devlet hesap verecek!”, “Katil AKP hesap verecek!”, “Bebek katili Erdoğan!”, “Biji serok Apo!” ve “PKK halk, halk burada!” sloganlarını attı.
Basın açıklaması yapılan araçtan S. Tanrıkolu’nun bütün anonslarına rağmen kitle alkış ve sloganlarına devam etti.
Yaklaşık olarak 30-50 bin arasında katılan kitleye basın açıklamasında destek veren 32 sivil toplum
örgütü sayıldı. Bunların arasında 3 bin operasyonla Kürt halkının kanı üzerinde yükselen bir parti
de dikkat çekmekteydi. Ağar’ın Dogruyolu da vardı.
Ölenler için bir saygı duruşu yapıldı. Ortak açıklamayı Diyarbakır IHD başkanı da olan S. Tanrıkolu
yaptı.
Basın açıklaması bitiminde dağılmayan çoğunluğu genç olan kitle sloganlar eşliğinde yürüyerek olayın olduğu yere karanfil bıraktı. Buradan yürüyerek ölenlerin mezarlarına gitti. Polisin bütün uyarı
ve ikazlarına aldırış etmeden haklı tepkisini ortaya koydu.
Bu sistem sürdükçe ezilen emekçilere karşı yeni olayların gelişmesinin engeli yoktur. Engel bilinçli
bir örgütlülükle varılacak devrim ve sosyalizmle sağlanacaktır.
Yaşasın örgütlü toplum, yaşasın devrim ve sosyalizm!
Amed’den Yeni Dünya İçin Çagri okuru ✓
yaşam temellerini koruma mücadelesi
NE TÜRKİYE’DE, NE FİLDİŞİ SAHİLİ’NDE NE DE BAŞKA YERDE:
Zehirli atık çöplü ğü olmaya hayır!
G
erçekte yaşamanın çok pahalı olduğu ve insan değerinin sıfır olduğu bir toplumsal sistemde, sömürü üzerine kurulu kapitalist sistemde yaşıyoruz.
Barbarlık bu sistemin kaçınılmaz yol
arkadaşı. Küreselleşmenin kendisi
yeni bir şey olmasa da, dünyanın küçüldüğü, özellikle de çevrenin katledilmesinin de küreselleştiği, ya sosyalizm ya barbarlık içinde çöküş sloganının güncel ve acil durumu ifade
ettiği bir tarihi dönemdeyiz.
Türkiye’de de gündem çok hızlı
değişmekte ve insan hafızası bu kadar yoğun olan sorunları kaydetmekte zorlanıyor. Daha dün… evet
dün müydü? Yoksa çok daha önce
miydi? Tuzla’da ve… tüh be adını
yine unuttuğumuz şu ova bu ova
mıydı? Zehirli atıkların varillerle
toprağa gömüldüğü ortaya çıkmamış
mıydı? vb. diye sorulara cevap vermekte zorlandığımız bir durumdayız toplum olarak.
Sayısı belirsiz zehirli atık varillerinin insanların piknik yaptığı, gezdiği, oynadığı yerlerde ortaya çıktığında, kısa bir süre ayağa kalkıp
sesleniyoruz. Ardından hemen gerisin geriye oturuyoruz yerimize.
Otururken de bir yerlerimizi incitip
yatalak oluyor, uyuyoruz. Ta ki, acımız dinip uykumuz geçene ve bizi
ayağa kaldıran yeni bir skandal, rezillik ortaya çıkana kadar…
Evet, zehirli atıklar ortaya çıktı
Tuzla’da… kimilerine sorumlu diye
7500 YTL ceza kesildi ve sorunun
üzeri kapatıldı. Ama çevreye ve de
insanlara verilen zararın ne olduğu
kimseyi fazla ilgilendirmedi. Ve
biz de Tuzla’yı muzlayı unuttuk…
Asbestli gemi sorunu gündeme gelene kadar zehirli atık sorunu üzerine; Tuzla’daki atıkların gerçekte
hepsinin ortaya çıkarılıp çevreye ve
insanlara zarar vermeyecek şekilde
imha edilip edilmediği vb. sorunların üzerine gitmedik. Asbest yüklü
“Otapan” adlı geminin Hollanda’ya
geri iade edilmesi için mücadele biraz da olsa insanı teselli eder gibi oluyor ama, olmuyor.
Zehirli atık lar sorunu sadece
Türkiye’nin sorunu değil. Çevreyi ve
doğayı korumak isteyenlerin ve insan
yaşamına değer verenlerin, dünya çapında yaşanan barbarlığa sesiz kalmaları mümkün değil. Sermaye ne
kadar küreselleşmişse, doğamızı,
çevremizi tehdit eden emperyalist
barbarlık da o kadar küreselleşmiştir. Tıpkı, sınıf mücadelesinin enternasyonalliği gibi, doğanın talanına,
çevrenin kirletilmesine karşı mücadele de sınıf mücadelesine bağlı ele
alınması gereken enternasyonal bir
mücadeledir. Sömürü sistemine karşı
mücadelede dünya devrimi tek tek şu
ya da bu devlet sınırları içinde gerçekleşmesi gerekirken, radyasyon,
doğanın talanı ve çevrenin kirliliği,
sermayenin dolaşımı gibi herhangi
bir sınır tanımamaktadır. Sonucu tek
cümlede ifade edersek, dünyayı barbarlık içinde çöküşe gitmekten kurtarmak istiyorsak; gelecek kuşaklara
üzerinde yaşanabilecek bir dünya,
doğa ve çevre bırakmak istiyorsak,
sömürü sistemine, emperyalist dünya
sistemine karşı devrim için mücadele
vermek zorundayız. Mücadelemiz
uluslararası düzeyde olmak zorundadır. Dünyanın hangi köşesinde
olursa olsun, işçilere, emekçilere saldırılar; doğayı talan ve çevreyi katletme, biz dünyanın tüm işçilerine,
emekçilerine, doğamıza, çevremize
saldırıdır. Bunun doğal sonucu olarak da, sadece kendi ülkemizde yaşanan olaylarla ilgilenmek yetmiyor.
Tuzla’da, Hasankeyf ’te, Akkuyu’da,
Sinop’ta, Bergama’da, Aliağa’da vb.
vb. yaşananlara karşı pratik olarak
mücadele ederken, dünyanın şu ya da
bu ülkesinde yaşananlarla da ilgilenmek ve emperyalist barbarlığın her
türüne karşı mücadele etmek zorundayız. Aksi halde, barbarlık içinde
çöküşe gidiş engellenemeyecek.
Evet, Türkiye’de zehirli atık bağlamında gündeme gelen asbest yüklü
“Otapan” adlı geminin Hollanda’ya
geri iade edilmesi üzerine tartışmalar sürüyor. Türkiye’de bunlar yaşanırken yine Hollanda’nın işin içinde
olduğu ve kimi çevreyi koruma yanlılarının tespitlerine göre şimdiye kadar Afrika’da tespit edilmiş en büyük
zehirli atık skandalı Fildişi Sahili’nde
yaşandı.
Basına yansıdığı kadarıyla sözkonusu atık skandalının kısa öyküsü şöyledir. Panama bandıralı ve
Yunanistan’a ait “Proba Koala” adlı
tanker Hollandalı bir şirket tarafından kiralanıyor. Tankerde 580 ton civarında yüksek düzeyde zehirli atık
bulunmaktadır. Sözkonusu atıklar
aslında Hollanda’da atık yakan bir
firma tarafından imha edilmesi gerekiyor. Bu işleme başlanıyor da.
Atıklar boşaltılmaya başlandığında
dayanılamaz bir koku yayılmaya başlıyor ve boşaltma işlemi durduruluyor. Sözkonusu atıkları imha etmesi
gereken APS adlı firma, tankerde bulunan atıkların verilen bilgilere uygun olmadığını tespit ettiğinde, imha
etme fiyatını yükseltiyor.
Bunun üzerine sözkonusu firmanın
yeni fiyata atıkları imha etmeye yaklaşmaması, atıkların Amsterdam’dan
başka yere taşınmasını gündeme
getirmiştir. Rüşvet yiyen bir yetkili memurun sözkonusu tankerin
Amsterdam’ı terkedebileceğini onaylaması ile bu onaya dayanarak Çevre
Bakanlığının da onay vermesiyle zehirli atık taşıyan tanker Amsterdam’ı
terk ediyor.
19 Ağustos’u 20 Ağustos’a bağlayan gece tanker Fildişi Sahili başkenti Abidjan limanındadır ve zehirli atıklar Fildişi Sahili’li bir firma
tarafından en azından 14 ayrı çöplüğe taşınır. Aynı gece çöplüğe yakın
yaşayan insanlar dayanılmaz koku
ve boğazlarının yanmasıyla uyanırlar. Hatta çöplüğe başka kamyonların girişini engelleyerek daha fazla
çöpün dökülmesine engel bile olurlar. Kimilerine göre başka çöplüklere zehirli atıkların dökülmesinin
gerekçesi, sözkonusu çöplüğe yakın
oturanların kamyonlara engel çıkarmasıydı… Kamyonları engelleyen
insanların sözkonusu çöplüğe karşı
mücadelesi sadece şimdiki zehirli
atıkların dökülmesiyle sınırlı değil.
Onlarca yıldır sözkonusu çöplüğün
oradan taşınması isteniyor. İnsanlar
haklı olarak “sağlığımızı sattınız” diyerek barikat kurup kamyonlara geçit vermemeye çalışıyor. Kuşkusuz ki
her zaman başarılı olamamışlar bundan. Bu atıklar sadece çöplüklere değil, açık kanalizasyona, ya da cadde
kenarlarına da dökülmüştür.
Sözkonusu çöplerin zehirli atık olduğu ve öngörülen teknik yollarla
imha edilmediği, tersine rast gele
meydanlara serpildiği; Eylül ayı başlarında yüzlerce insanın hastanelere
düşmesinin ortaya çıkardığı merak
ya da soruya cevap aranırken hastaların anlattıklarıyla ortaya çıktı.
20 Eylül tarihli verilere göre 7 kişi
öldü, 66 kişi hayat tehlikesiyle hastanelerde özel muayene görüyor, toplam 44.000 kişi ise sağlık merkezleri
tarafından muayene edilip ilaçlar verilmiştir.
Evet, çöplüklere dökülmesinden
yaklaşık iki hafta sonra binlerce insanın hastalanmasına, onlarca insanın ölüm tehlikesi geçirmesine ve 7
kişinin ölümüne yol açmıştır bu zehirli atıklar. Bütün bunlar toplam bir
aylık süreçte yaşanıyor. Bunun uzun
süreli zararlarının ne kadar olacağı
ise bilinmiyor. Bu süreçte zehirli atıklardaki maddelerin ne olduğu bile bilinmiyordu.
Tüm bunlar göstermelik de olsa
geçici hükümetin istifa etmesine yol
açtı. Başbakan Charles Konan Banny
yeniden hükümet kurmakla görevlendirildi ve kısa sürede yeni kabine
kuruldu. Taşıma ve Çevre bakanları
sözkonusu skandalla ilişkileri olduğu
gerekçesiyle görevlerinden oldular.
Sonuçta sözkonusu at ı k la rı n
Avrupa’ya taşınacağı ve Fransız bir
firmanın bu atıkları imha edeceği
açıklandı. İş bununla bitmiyor tabii
ki. Zehirlenenlerin sağlığı gerçekte
yerine gelmeyecek. Hatta kimi yetkililer, sözkonusu atıkların döküldüğü çöplüklere yakın çevrede üretilen sebze ve meyvelerin, ya da üretilen balıkların yenmemesi gerektiği
yönlü uyarılar da yaptı.
Tüm bunlar arasında foyası ortaya
çıkanlar, sorunu kendilerinin uluslarası anlaşmalara uygun davrandığı,
suçlu olmadığı, ya da suçlunun yerli
firma olduğu ve benzeri temelde tartışmalar yürütmeye başladı. Ne büyük sahtekârlık ve pişkinlik…
Gerçekte suçlusu hangi firma
olursa olsun zehirli atıkların insanların yaşamını yok edecek, sağlıklarını
ellerinden alacak biçimde; zehirlerin yayılmasının önüne geçilemeyen
yerlere dökülmesinin kendisi insanlık düşmanı bir uygulamadır, edimdir. Kim suçlu diye tartışmak tabii
ki gereklidir. Fakat yapılan cürümü
uluslararası kurallara uygun olduğu
açıklamasıyla haklı çıkarmaya çalışmak da en azından işlenen cürüm
kadar yanlıştır, suçtur.
Biz sözkonusu suçlu olan firmanın,
ya da suçlu diye tutuklanan kimilerinin isimlerini bilmiyoruz. Fakat
suçlunun kim olduğunu biliyoruz.
17
yaşam temellerini koruma mücadelesi
18
Çünkü bunda belirleyici olan şu ya
da bu isim değildir. Belirleyici olan
bu cürümün işlenmesinin perde arkasında daha fazla kâr çabasının yattığı gerçeğidir.
Tuzla’daki zehirli çöp varillerinin
ortaya çıktığı günlere bir dönelim.
Bu çöplerin gizlice toprağa gömülmesinin nedeni nasıl açıklanmıştı?
İmha etmek için ödenecek para, ya
da fiyat yüksektir. Daha az para verilerek çöp varilleri oraya buraya gömülerek çöplerden kurtulunuyor…
Evet, tam da bu açıklama ile zehirli
atıklar imha edilecek Hollanda’dan
taaaa Fildişi Sahili’ne gönderiliyor. Neymiş efendim? Hollanda’da
imha fiyatı 250.000 Euro çok yüksekmiş. Eee… bu fiyat ödenmeyerek
daha ucuza atıklardan kurtulunmuş.
Afrikalı insanların zehirlenmesinden, ölmesinden ya da sakat kalmasından kime ne! İşin bir diğer yanı
da tabii ki Fildişi Sahili’nde de derdi,
amacı daha fazla kâr etmek olan tabakalar var. Onlar için de fakirin,
yoksulun hayatının değeri sıfırdır.
İşte, kapitalizmin doğayı talan etmesine, çevreyi kirletmesine karşı
mücadelenin sınıfsal mücadele temelinde ve ona bağlı olarak yürütülmesi gerektiğini söylerken, tam da bu
ilişkiyi bilince çıkarmak istiyoruz.
Kapitalizm için insanların, doğanın,
çevrenin değeri sadece onların çıkarlarına uygun olduğu, onlara hizmet
ettiği sürece ve ölçüde vardır. Onun
ötesinde hiç bir değeri yoktur…
Kâr, daha fazla kâr, azami kâr…
“büyük insanlığa” yaşamı zehirleyen,
onların geleceğini ellerinden alan,
nefes borularını tıkayan bu sömürü
sisteminin temel dürtüsüdür.
Basel Anlaşması’na göre zehirli
atıkların başka ülkelere taşınması ve
benzeri işler iyice kısıtlanmıştır, belli
ölçülerde yasaklanmıştır da. Ama
temel dürtüleri azami kâr olanların
kendilerinin koyduğu kuralları çiğnemesi de doğaldır. Çünkü onların
koydukları kurallar da esasta belli
sivri uçları törpülese de, yine onların
çıkarlarına uygun olduğu sürece geçerlidir. Çıkarlarına ters geldiğinde
ya sözkonusu kuralları değiştirirler,
ya da şu ya da bu yolla kuralları bir
kenara atıp, işi kılıfına uydururlar.
Fildişi Sahili’nde ortaya çıkan zehirli atık skandalı da, doğayı ve çevreyi koruma mücadelesinin uluslararası işçi sınıfının ve emekçilerinin
sınıfsal mücadelesine bağlı olarak ve
uluslararası düzeyde emperyalist sisteme karşı yürütülmesi gerektiğini
bir kez daha ortaya koymaktadır.
Bu bilinçle yürüyen mücadelelerin
birbirinden kopuk yürümesine karşı,
sözkonusu mücadelelerin bir mecrada birleştirilmesi için çaba göstermek gerekir. İster Türkiye çapında
olsun isterse de uluslararası düzeyde
olsun mücadeleyi sürekli ve sistemli
biçimde yürütebilmek amacıyla çabamızı yükseltelim.
Zehirli atık çöplüğü olmaya hayır!
20 Eylül 2006 ✓
ATOM (NÜKLEER) ENERJİSİ TARAFTARLARI YALAN SÖYLÜYORLAR…
YERİNE ATOM SANTRALI KURULMASIN! VAROLANLAR KAPA
Ş
Atom öldürür - Doğ
imdilik Anadolu’da Sinop’u
seçtiler, ses çıkarmaz isek yarın
bunlara yenileri eklenecek….
Başımızdaki doğal felaketler yetmezmiş gibi, bir de azami kar ve silahlanma hırslarının bedelini bize,
doğmamış çocuklarımız ve torunlarımıza ödetmek istiyorlar.
Torunlarımızın geleceğini ipotek
altına aldıkları yetmezmiş gibi, birde
onları doğarken sakat bırakmak için
planlar yapıyorlar.
Bu planın ismi atom santralleri
yapma işi. Neymiş efendim; „enerji
açığımız varmış, bu açık 2020’lere kadar daha da artacakmış, bunun önlemini bugünden almak için atom santrallerine ihtiyaç varmış“. Yalanınız
batsın!
Elbette; insan yaşamının bir parçası da enerji tüketimidir. İhtiyaçlar
ve refah düzeyi yükseldikçe enerji tüketimi de doğal olarak fazlalaşmaktadır. Doğadaki denge bozuk olduğu
gibi, enerji tüketiminde de korkunç
bir bozukluk-dengesizlik söz konusudur. Tabloda görüldüğü gibi insanlığın %75’i dünya standartlarının altında enerji tüketirken, bu tüketimde
büyük emperyalist ülkelerde durum
farklıdır. Birilerinde 2 haneli (fakirlerde) birilerinde ise 5 haneli (zenginlerde) rakamlar söz konusudur.
Bu durumu ülkeler somutuna indirgediğinizde de aynı tablo ile karşılaşmak çok doğaldır.
Aşağıdaki Tablo durumu göstermektedir:
nün refahı için kullanılmakta, pazarlanmaktadır. Dünya insanlığı, başından beri doğanın kendisine sunduğu
bu fosil enerji kaynaklarını kullanırken her yeni buluş ve keşifle hem
bu kaynaklara bağlılığını arttırmış,
hem de hep artan ölçüde bu kaynakları tüketmeye yönelmiştir. Fosil
enerji kaynaklarına bağlı kalışta üretim araçlarını, ormanları, akarsuları, madenleri, petrol yataklarını
özel malı haline getirenler, köleci sistemden zamanımıza kadar doğanın ırzına geçilmesinin öncülüğünü
de yapmışlardır. Bir avuç sömürücü
asalak bugünde bilinçli olarak insanlığın enerji ihtiyacını kendi kar hırslarına göre yönlendirebilmektedirler.
Bunun için gazeteleri, dergileri, televizyonları yani yeterli propaganda
ril fiyatı 78 Dolardır. Doğalgaz derseniz o da aynı.. Günlük piyasaya sürülen milyonlarca varilin 4 yıllık hesabını yapmaya kalkarsanız, kontrolü
elinde tutanların elde ettikleri karı
da hesaplamış olur ve Irak itler vadisindeki kurt dalaşının gerçeğini de
biraz olsa anlamış olursunuz.
İşte bizdeki yalancıların sahtekarlığı, tam bu noktada kendini göstermektedir. Neymiş efendim „petrole,
enerjide dışa bağımlılığa son vermek
istiyoruz, bunun içinde atom santrallerine ihtiyacımız var”mış. Yalanınız
batsın! Fosil enerjinin alternatifi yalnızca atom enerjisi mi??? Yoksa hesaplarda gizlenen başka gerçekler de
söz konusu mu? Atom dışa bağımlılığı da ayrı bir konu, onu aşağıda inceleyeceğiz.
Son aylarda dünya İran’ı atom santralleri bağıntısında tartışmaya başladı, atoma sahip devletler İran’ın
böyle bir güce sahip olmasına temelden karşılar. Acaba Türkiye’deki iktidar sahipleri de İran’ın bu isteğine
karşı kendi tedbirini mi almak istiyor, yani ilerde TC de atom gücü olmaya niyetli mi ? Bu sorulara cevap
vermeden önce atom enerjisi denilen
illetin içini biraz açalım..:
Enerji nedir, nasıl sağlanır?
Çok değil bir asırdır tüketilen fosil enerji kaynakları (kömür-doğalgaz-petrol) artık suyunu çekmeye
başladı. Bu kaynaklar doğada tüm
insanlığın malı olarak bulunmasına
rağmen, hala kapitalistlerin kasalarına saat başı milyonlarca dolar karlar bırakmakta, bir avuç sömürücü-
araçları mevcuttur.
En barizi ikinci Irak savaşından
bugüne kadar petrol fiyatlarındaki
oynamalarla elde edilen milyarlarca
dolar ekstra kardır. Irak’a ABDİngiliz ve müttefikleri saldırısı öncesi günlerde Varili 22 Dolardan piyasaya sürülen petrolün bugünkü va-
Enerji insanın ısınmasından, aydınlanmasına, pişirmesinden kurutmasına, bir noktadan bir başka noktaya
ulaşmasına kadar gerekli olan tüketim madde ve araçlarının toplamıdır.
Dünden bugüne bu alanda büyük
değişiklikler ve gelişmeler sağlanmıştır. Petrolden kömüre, doğalgazdan oduna onbinlerce yılda oluşmuş
olan bu doğal fosil yakıtlar insanlığın rahatı uğruna tüketilmektedir.
Terk edilen fosil enerji kaynakları
atıklar aracılığıyla hava, su ve toprağı da kirletmektedir. Bu kirlenme
yaşam temellerini koruma mücadelesi
… SADECE SİNOP’A DEĞİL DÜNYANIN HİÇBİR
ANSIN!… YALANA KARŞI DOĞRUSU..
ğa güldürür (1)
gelinen yerde yakın çevrenin ötesinde atmosferi de içine alarak iklim
değişikliğine yol açmaya başlamıştır.
Yani dünyadaki yaşamı tehdit eder
hale gelmiştir.
Fosil yakıtların çevre ve insan açısından yarattığı olumsuzluklar doğaya salınan 6 sera gazının zehirleyici ve kirletici etkisinde yatmaktadır. Bunların başında CO2 ve Metan
ve kükürt gelmektedir.
Atom enerjisi lobisi tam da bu noktada devreye girmekte, “kirli” fosil
enerji kaynakları yerine “temiz” atom
enerjisi propagandası yapmaktadır.
Gerçekte “çevre sağlığı” adına atom
enerjisi kullanımını savunmak bela
yerine daha büyük belayı savunmaktır. Neden yapılıyor bu? Çünkü daha
fazla kar söz konusudur. Yenilenebilir
enerjiye yatırım daha az kara yatırım
anlamına geldiği için kapitalizm doğasına uygun olan alana, atoma yatırım yapmayı daha uygun ve gerekli
görmüştür. Bir taşla birkaç kuş vurmak çok daha işe yarar strateji olduğu için atoma yönelinmiştir.
Atom ve atom enerjisi :
Nazım Hikmet 1958’de bir şiirinde
şöyle diyordu: “Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz, ya dünyamıza inecek
ölüm.” Barbarlığı bayrağına yazmış
emperyalist sistemde ölüm dünyaya
iniyor. Nazım’ın 48 yıl önce yazdıklarını anlamak onca zor olmamasına
rağmen, bugün O’nun Anadolu’suna
yeni “ölümleri indirme” çabasında
olanlar hangi kılık ve rütbe ile atom/nükleer enerji kullanımını savunurlarsa savunsunlar, onlar birer ölüm
taciridirler.
Atom enerjisi kullanımı hemen her
durumda aynı zamanda sömürücü
egemenlerin atom silahı, atom bombasına sahip olma amacıyla, hedefiyle bir arada yürümektedir.
Dünyada, BM verilerine göre şimdiye kadar gerçekleşen 200’ün üzerinde atom/hidrojen bombası denemesi sonucu 400 bin üzerinde insanın hayatını kaybetmiş, 20 milyon
üzerinde insanın sakat kalmıştır.
Denizlerde yapılan denemelerde ne
kadar deniz canlısının yok edildiğini
tespit etmek dahi mümkün olmamış ve olmamaktadır. İlk denemeyi
anlatan; “New York Times” muhabiri “Başka dünya’dan gelen bir ışık,
dünyanın şimdiye kadar görmediği
bir güneşin doğuşu. Şimdiye kadar
görülmemiş bu güneş, saniyenin bir
kaçta biri kadar zamanda 2.500 metreye yükseldi. Göğü ve yeri gözleri kör
eden bir ışıkla tutuşturdu. 2 kilometre
çapındaki ateş tüpü nerdeyse bizi yutacak diye korkup yere daha sağlam
yapıştık. Bunu içinde Denemenin yapılacağı yere “Jordano do la muerto”
(Ölüm bahçesi) adı verilmişti.” diyor.
Deneme ile kalmadı işler tabii. Atom bombası varsa, geliştirildi ise, bu kullanmak için var.
1945 Ağustosunda ABD Japonya’da
Hiroşima ve Nagazaki’ye bugünkülerle karşılaştırıldığında oldukça
“küçük”, 20’şer kilotonluk iki atom
bombası attı. Bu bombalar iki kenti
“ölüm bahçesi”ne çevirdi. Atom
bombaları Hiroşima’da 260 bin ölü,
Nagazaki’de 170 bin ölü ve onbinlerce sakat hasta insanı birkaç saniye
içinde geride bırakarak atom bombasının ne olduğunu görmek isteyen
herkese göstermişti. Japonya’yı kayıtsız koşulsuz teslimiyete zorlayan ilk
atom bombalarının ilk andaki yıkıcı
ve yakıcı etkilerinden çok daha kalıcı ve korkunç etkisinin radyasyon
etkisi olduğu daha sonra görüldü.
Fakat bu yeni atom bombaları üretmenin ve atom bombası denemelerinin engeli olmadı.
Atomun gücü içinde barındırdığı
korkunç enerjiden ileri gelmektedir.
Atom çekirdeği içindeki proton ve
nötronları birbirine bağlayan enerjiye „Nükleer enerji“ ismi verilmektedir.
Atomdaki bu olağanüstü enerji gücünü fisyon (nükleer parçalanmabölünme) ve füzyon (nükleer kaynaşma-birleşme) diye adlandırılan
teknik işlemler açığa çıkarmaktadır.
Pa rça la nma-bölü nme işleminde kullanılan ana madde
„Uranyum“dur.
Çek irdeğ inde
y ü k sek say ıda
proton ve nötron bulunduğu
için bu maden
aranan madenler listesine girmiştir. Örneğin
bir hidrojen atomunda 1 proton
ve 1 nötron bulunurken uranyumda 143 nötron ile 92 proton bulunur. Bunun
için de ikisinin toplamı olan U-235
izotop şeklinde de ifade edilir.
Dünyamızda canlı-cansız her şey
atomlardan oluşmaktadır. Atomların
nükleer tepkimelere girmelerini engelleyen doğada serbest halde bir çekirdeğe bağlı olmadan dolaştıklarından “beta bozumu” denilen bir bozulmaya uğrarlar. Bu durumda doğada
serbest nötrona rastlanmaz. Bundan
dolayıdır ki, bu durumu tespit eden
bilim insanı, nükleer tepkimeye girecek nötronları uranyumdan yapay
yollarla elde edilmesini sağlamıştır.
Öte yandan nükleer kaynaşma
(füzyon) ise; parçalanmanın tersine
iki çekirdeğin birleşerek daha ağır
çekirdek oluşturmasıdır. Çekirdekler
pozitif elektrik yüklü olduğundan,
bunların kaynaşmasını sağlamak için
aralarındaki itme kuvvetini yenebilecek güçte
b i r e n e rj i y e i ht i yaç vardır.
Buradaki
itme kuvvetinin sıcaklı k olara k
karşılığı 2
milyar derecedir.
İtme kuvvetini yenmek
için gereken
kinetik hareket enerjisi 20-30 milyon
derecelik sıcaklığa eşdeğerdedir.
İşte tartışması yapılan nükleer santraller bu görevi yerine getiren fabrikalardır. Şimdiye kadarki tüm deneyimler göstermiştir ki, bugünkü teknik gelişme ve dengesizlikler karşısında bu nükleer santrallerin 100%
kontrolü imkan dahilinde değildir.
Bu füzyon olayı bu güzelim dünyamızda yaşamın temel taşlarından
biri olan güneşte milyarlarca yıldır
hep olmaktadır.
İnsanlık; neyle uğraştığının ve ne-
yin üzerinde hakimiyet kurmaya çalıştığının bilincinde mi? Evet insanlık sırf zerre ile uğraşmamakta, aynı
zamanda onun içindeki proton ve
nötronlar üzerinde hakimiyet kavgası vermektedir. Bu kavgada azami
kar hırsı mevcut olduğu için, çok tehlikeli bir maceraya girmiştir.
Aşağıdaki şema kaba haliyle bir reaktördeki işlemi göstermektedir.
NÜKLEER GÜÇ SANTRALI
1. Reaktör kalbi (reactor core)
2. Kontrol çubuğu (control rod)
3. Reaktör basınç kabı (pressure
vessel)
4. Basınçlandırıcı (pressurizer)
5. Buhar üreteci (steam generator)
6. Birincil soğutma su pompası
(primary coolant pump)
7. Reaktör korunak binası (containment)
8. Türbin (turbine)
9. Jeneratör - Elektrik üreteci (generator)
10. Yoğunlaştırıcı (condenser)
11. Besleme suyu pompası (feedşater pump)
12. Besleme suyu ısıtıcısı (feedşater heater)
Sorun zerreyi parçalamaktan öte,
bu parçalama sürecinde ortaya çıkan
atıkların kontrolünde yatmaktadır.
Henüz kar hırsı yüzünden en basit
arıtma tesislerinin problem olduğu,
bacalarında filtre olmadığı için zehirli gazları dünyaya salan fabrikaların basit cezalarla sorunu hallettiği
bir memlekette atom santralı halkın
sağlığını, yaşamı hiçe sayan bir kumardır. ✓
(Devam edecek)
19
Dünyada tatlı su kaynakları
giderek yok oluyor!
Su konusunda 21. yüzyıl içinde en büyük çatışmaların, savaşların çıkabileceği bölgelerden biri Ortadoğu’dur.
Ortadoğu petrol bakımından zengin olmasına rağmen, su bakımından oldukça fakirdir.
Ortadoğu’da en önemli nehirler Nil, Ürdün, Dicle ve Fırat’tır.
S
20
u canlıların yaşaması için gerekli olan temel maddelerden
biridir. Susuz yaşam olmaz!
Yaşamın temel maddelerinden biri
olan su aynı zamanda yıkıcı, tahrip
edici etkiye de sahiptir. Örneğin sel,
büyük bir su kütlesi önünde ne varsa
alıp götürür.
Su her gün en az 1,5 litre içilmesi
şart olan bir maddedir. Suyun içinde
insanların organizmalarına gerekli
olan mineraller vardır. İnsan önemli
bir organik zarara uğramadan 30
gün aç yaşayabilir, ama 5 gün susuz
yaşayamaz.
Dünya yüzeyinde karadan çok, su
vardır. Fakat bu suların yüzde 97,5’ini
tuzlu su oluşturuyor. Yeryüzünde suların sadece yüzde 2,3’ü doğrudan
kullanılabilir tatlı sudur.
Tatlı suyun en bol olduğu kıta
A s y a’ d ı r. Onu sı r ay la Gü ne y
Amerika, Afrika, Kuzey Amerika,
Avrupa ve Avustralya izler. Kişi başına tatlı su tüketimi ise, neredeyse
tam tersi bir sıralamayı izler. Kişi
başına tatlı su tüketiminde birinci
sırayı Avustralya alır. Kişi başına
yılda 27.500 m3, en sonda Asya gelir 2000 m3.
Batıda diş fırçalamak için 8 litre,
sifonu çekmek için 10-35 litre, duş
almak için 100-200 litre su kullanılıyor.
Bir ABD’li günde ortalama 500
litre, bir İngiliz 200 litre su tüketiyor. Emperyalist ülkelerde suyun
bu şekilde hoyratça kullanımı yanında, bağımlı ülkelerde kişi başına
günde 10 litrenin altında su düşüyor.
Gambiyalılar günde 4,5, Malililer 8,
Somaliler 8,9, Mozambikliler 9,3 litre
su kullanıyor.
Bir araştırmaya göre; 2050 yılında
dünya nüfusunun yüzde 60’ının yeterli su kaynaklarına sahip olmadan
yaşamak zorunda kalacağı hesaplanıyor. 21. Yüzyılın stratejik kartı su
olacaktır. Öyle ki, su yüzünden çatışmaların, “su savaşları”nın olacağı
hesaplanıyor, daha şimdiden üzerine
yazılıp, çiziliyor.
Su konusunda 21. yüzyıl içinde
en büyük çatışmaların, savaşların çıkabileceği bölgelerden biri
Ortadoğu’dur. Ortadoğu petrol bakımından zengin olmasına rağmen,
su bakımından oldukça fakirdir.
Ortadoğu’da en önemli nehirler Nil,
Ürdün, Dicle ve Fırat’tır.
Su konusunda çatışmaların, savaşların çıkabileceği bölgeler şunlardır:
Etiyopya-Mısır
Nil nehri Mısır için çok önemli hayati öneme sahiptir. Mısır nüfusunun hemen hemen tamamı ülkenin
%3’ünü kaplayan Nil kenarında yaşamaktadır. Geri kalan %97’lik alan su
kaynakları yetersiz olduğu için neredeyse bomboştur! Nil nehri Uganda,
Sudan, Etiyopya’dan geçerek Mısır’a
varıyor. Mısır, Nil nehrinin geçtiği
ülkelerde, nehir Mısır’a gelene kadar
su miktarının azalmasından endişe
etmektedir.
İsrail-Ürdün-Filistin
Lübnan’dan çıkıp Lut Gölü’ne dökülen Ürdün Nehri, İsrail, Ürdün,
Suriye ve Filistin için çok büyük
öneme sahiptir. İsrail, komşularından beş kat daha fazla su tüketmektedir. Bu durum İsrail’i çevresindeki su kaynaklarını denetim altına
almaya itmektedir. 1967 savaşında
İsrail’in en büyük hedeflerinden biri,
su kaynaklarını kontrol altına almaktı. Ürdün Nehri’ni İsrail kontrol
ediyor. Nehirde su azaldığında, diğer bölgelere su akışını kesiyor. İsrail
Filistinlilerin bu sudan faydalanmalarını büyük ölçüde önlüyor.
Türkiye-Suriye
Dicle ve Fırat nehirleri Mezopotamya
için hayati öneme sahiptir. Türkiye
ile Suriye arasında yaşanan en bü-
yük sorun, Türkiye’nin Fırat üzerinde inşa ettiği barajlar nedeniyle,
su akışını azaltmasından kaynaklanıyor. Geçmiş yıllarda iki ülke arasında gerginliklerin yaşanmasına
neden olan bu sorun, küresel ısınma
ve tatlı su kaynaklarının azalmasına
bağlı olarak, yeni gerginliklere yol
açabilir.
Angola-Namibya
Botswana, Namibya ve Angola arasında Okavango havzası yüzünden
iki ülke arasında gerilim yaşanıyor.
Kuraklık yüzünden Namibya 400 kilometrelik boru hattıyla başkentine
su taşımayı planlıyor. Ancak deltanın kuruması halk için ölümcül sonuçlara yol açabilir.
Çin-Hindistan
Hindistan ile Çin arasında gerginliğe
neden olan Brahmaputra Nehri, iki
ülke arasında çatışma çıkmasına neden olabilir. 2000 yılında Hindistan
Çin’i, Hindistan ve Bangladeş’te sellere neden olan ve Tibet’te de toprak
kaymalarına yol açan nehirdeki su artışını önceden haber vermemekle suçladı. Çin’in nehrin yönünü değiştirme
önerisine Hindistan karşı çıkıyor.
Bangladeş-Hindistan
Himalayalar’daki buzulların erimesiyle taşan Ganj nehri Bangladeş’te
yıkımlara yol açıyor. Bu durum
Bangladeş’ten Hindistan’a kaçak
göçü artırıyor. Her gün 6 bin kişi
Hindistan sınırını kaçak olarak geçiyor. Hindistan kaçak geçişleri önlemek için sınıra dev çitler yerleştirdi.
Birkaç yüzyıl öncesine kadar tükenmez zannedilen su, zamanımızda
çok az ülkenin sahip olduğu bir kaynaktır.
Sanayinin gelişmesi ile birlikte,
üretim süreci içerisinde o zamana
kadar düşünülemeyecek boy utlarda su kullanımı gerekli hale geldi.
Fabrikalar kimyasal atıklarını filtre
etmeden nehirlere, denizlere akıttılar. Zehirlenmenin boyutları açığa
çıktığında, zehirlerini filtre ederek
akıttılar. Ancak filtre sistemi de zehirlenmeyi tamamen ortadan kaldırmıyor. Sadece zehirlenmenin miktarını azaltıyor.
Kapitalistler zorlanmadıkça zehirli
atıklarını temizlemek için filtre takmamaktadırlar. Çünkü onlar için kar
getirmeyen her yatırım fuzulidir.
Sanayi bölgelerinde fabrika bacalarından atmosfere karışan zehirler,
bulutlar aracılığıyla taşınıp yağmur
olarak tekrar toprağa düşerek su kaynaklarına karışıyor.
Evlerde kullanıldıktan sonra kanalizasyon vasıtası ile su kaynaklarına
ulaşan evsel atık sular da, doğal su
kaynaklarının kirlenmesine neden
olmaktadır.
Sanayinin gelişmesi ile birlikte
kimyevi maddeler de gelişti. Limon
ruhu, tuz ruhu, deterjan, şampuan
vb. piyasayı kapladı. Kimyasal maddeler doğal dönüşüm süreci içinde
yok olmayıp su kaynaklarına kalıcı
zararlar veriyor.
Çarpık kentleşme, plansız yerleşme, ormanların yok edilmesi vb.
de tatlı su kaynaklarının yok olmasına neden oluyor.
Doğal kaynakların sorumsuzca tüketilmesine kapitalist sistem neden
olmaktadır. Kapitalizm doğanın korunması, doğa ile uyum içinde bir
yaşam esası üzerine kurulu değildir. Kapitalizm azami kar için doğal
kaynakların sorumsuzca tüketilmesi
esası üzerine kuruludur.
Doğayı koruma, doğa ile uyum
içinde bir yaşam ve gelecek nesillere
içinde yaşayabilecekleri bir doğal
çevre bırakmanın yolu kapitalizmi
yıkmaktan geçiyor.
O halde kapitalizmi yıkmak için iş
başına!
4 Ağustos 2006 ✓
301. madde hiç boş durmuyor!
T
ürk hakim sınıf ları AB’ye
girme hazırlığı içinde yasalarda bir dizi değişiklik yaparak, AB’ne demokrasiyi yerleştirdiklerini anlatmaya çalışıyorlar. Eski
TCK’daki “ifade özgürlüğünü” sınırlayan 159. maddenin yerine getirilen
301. madde eskiyi aratmayacak uygulamaları ile gündemini korumaya
devam ediyor.
Bugüne kadar 301’den dolayı 170’in
üzerinde dava açılmıştır. Burjuva basın; Orhan Pamuk, Hrant Dink, Elif
Şafak gibi 301’den yargılanan bu ünlüler dışında, 301’in diğer muhalif
kesime karşı uygulamalarına mümkün olduğu kadar ses çıkarmamaktadır.
Mersin’de, DTP İl Başkanı Ali
Bozan’ın Mayıs ayı başında asılsız
gerekçelerle tutuklanmasını protesto
etmek için, Demokrasi Platformu
adına basın açık lamasını okuyan Emek Partisi İl Başkanı Gürsel
Şenşafak Sığınır hakkında 301. maddeden dolayı dava açıldı.
5 Mayıs 2006 tarihinde Demokrasi
Platformu, bir basın açıklamasıyla
Ali Bozan’ın tutuklanmasını kınamıştı. Platform adına açıklamayı
okuyan Gürsel Şenşafak Sığınır hakkında savcılık; 5337 S. TCK’nun 215,
301/2, 53/1 mad. dolayı, “suçu ve suçluyu övme, türkiye cumhuriyeti hükümetini organ ve kurumlarini tahkir” suçlarından dolayı dava açtı.
Açılan davada, işlenen suçlardan
biri “suçu ve suçluyu övme” olarak
belirtiliyor. Kendisi ile görüştüğümüz Sığınır, “Dava kesin hükmünü
verene kadar Ali Bozan şüphelidir,
suçlu değil. Böyle bir durumda bana
‘Suçu ve suçluyu övme’ gerekçesiyle
dava açılması abestir, çünkü Ali
Bozan’ın suçluluğu kesinleşmemiştir. Benim de suçu ve suçluyu övme
suçum oluşmamıştır” dedi.
Bu tür yasaların toplumu sindirme ve tepkisizleştirme politikalarının bir ürünü olarak doğduğunu
söyleyen Sığınır; “Ben konuşmamda
TMK’nın toplumu terörize edeceğini
savunmuştum. Bu düşüncemle ilgili de “Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin organ ve kurumlarını tahkir” suçlaması davanın ikinci suçlamasıdır. Ben bugün de TMY ve 301.
maddenin kaldırılmasını savunmaya
devam edeceğim. Çünkü bu yasalar,
toplumu terörize eden, sindiren yasalardır. O gün söylediğim sözlerimin
bugün de arkasındayım. Düşünce özgürlüğünü savunmak suçsa bu suçu
işlemeye devam edeceğim” dedi.
Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni
Hrant Dink’in daha önce “Türklüğü
aşağıladığı” için aldığı altı aylık hapis cezasının ardından, Elif Şafak ta
aynı maddeden dolayı yargılandı ve
beraat etti. Elif Şafak’ın beraatından
dört gün sonra Hrant Dink’e Reuters
Haber Ajansı’na verdiği bir demecinden ötürü tekrar dava açıldı. Şişli
Cumhuriyet Savcılığı 21 Temmuz’da
Agos Gazetesinde yer alan ve soruşturma açıldığını duyuran haberde kullanılan pasaja dava açtı.
İddianamede, Dink ile gazetenin
Sorumlu Yazıişleri Müdürü Sarkis
Seropyan ve Dink’in oğlu Arat Dink
hakkında, TCK’nın 301. maddesi gereğince daha önce mahkûm olduğu
‘Türklüğü aşağılamak’ suçuyla altı
aydan üçer yıla kadar hapis cezası istendi.
Dink bu dava ile ilgili basına şu
S
açıklamayı yaptı: “Elbette bu bir soykırımdır diyorum, çünkü sonuç kendisini zaten tanımlıyor ve adını koyuyor. 4 bin yıldır bu topraklarda
yaşayan halkın bu olanlarla birlikte
artık ortadan yok olduğunu görüyoruz. Beni hedef alanlar, Kerinçsizler
gibi insanların teşkil ettiği grupların
daha derinlerinden geliyor. Onların
arkalarında duranlar diye düşünüyorum. Burada amaç, hem beni yıldırmak hem de haddimi bildirmek
sanki. Bu çabanın sürdüğünü görüyorum. Ben Türkiye’de demokrasi
mücadelemden vazgeçmeyeceğim.
Herhalde onlar da benden vazgeçmeyecek.” (Kaynak www.radikal.com.tr,
26 Eylül 2006).
Türk hakim sınıflarının tarih boyunca devraldıkları baskı, zulüm ve
yasakçı zihniyetlerinden vazgeçeceklerini beklemek safdillik olur. Biz
Hrant Dink ve Agos gazetesi üzerindeki bu anti-demokratik uygulamaları kınıyoruz.
Tüm bu uygulamalar Türk hakim
sınıflarının; “Bir takım anti-demokratik yasaları değiştirsem de, antidemokratik uygulamalarımdan vazgeçmem” diyen niteliktedir.
Bu ülkede gerçek bir demokrasi
mücadelesi verilmek zorundadır.
Ama bu mücadele burjuva demokrasisi sınırları içerisinde olduğunda, bu
demokrasinin her zaman rafa kaldırabilir olduğunu unutmamak gerekir. Bunun tarihte ve günümüzde
birçok örneği vardır.
Biz komünistler; sermayenin egemenliğinin tarihin çöplüğüne atıldığı, ezenle ezilenin olmadığı, halkların eşit haklar temelinde bir arada
yaşadığı, ulusların kendi kaderini tayini anayasal bir hak olarak korunduğu bir demokrasiden yanayız. Bu
demokrasi ancak sermayenin egemenliğini yerle bir edecek bir devrim
sonucu kurulacak sosyalizmle mümkündür.
Onun için halkların kurtuluşu için
de tek yol devrim diyoruz.
Çeşitli milliyetlerden işçi ve emekçilere çağrımız; sermayenin egemenliğini yıkmak için mücadeleye...
26.09.2006 ✓
Atılım Gazetesi’ne ve devrimci-demokratik kurumlara
yönelik saldırıları kınıyoruz!
on dönemde devrimci basına ve
devrimci demokratik kurumlara yönelik saldırıların yoğunlaştırıldığı bir süreci yaşıyoruz. Bu
saldırıların son halkasını Atılım gazetesine ve değişik devrimci demokratik kurumlara yönelik yapılan saldırılar oluşturuyor.
Bu saldırılar kısaca şöyle gelişti:
16 Eylül’de İstanbul İHD Şubesinde
yapılan Basın Açıklamasında şu bilgilere yer verildi:
8 Eylül’de Atılım gazetesi Genel
Yayın Yönetmeni İbrahim Çiçek ve
Genel Yayın Koordinatörü Sedat
Şenoğlu gözaltına aldındı.
12 Eylül’de “Gaye Operasyonu” adı
verilen bir operasyon çerçevesinde
gazeteciler tutuklandı.
14 Eylül’de “Gaye Operasyonu”
hakkında haberleri içeren Atılım gazetesinin 124. sayısı gerekçe gösterilerek Atılım’a 15 günlük kapatma
kararı verildi. Karar yeni Terörle
Mücadele Yasası’nın 6. maddesine
dayandırıldı.
Sözkonusu operasyon çerçevesinde aralarında Atılım Gazetesi
Genel Yayın Yönetmeni İbrahim
Çiçek, Genel Yayın Koordinatörü
Sedat Şenoğlu ve Özgür Radyo Yayın
Koordinatörü Füsun Erdoğan’ın bulunduğu 23 kişi gözaltına alındı ve
daha sonra bunlardan 20’si tutuklandı.
21 Eylül 2006 tarihinde Atılım gazetesinin İstanbul Merkez Bürosu
ve Türkiye’deki tüm il büroları,
Atılım gazetesinin basıldığı matbaa, Güneş Ajans, Özgür Radyo’nun
Kadıköy Bürosu, Bilim Estetik,
Eğitim ve Kültür Araştırmaları Vakfı
(BEKSAV), Sanat ve Hayat Dergisi
Büroları, Ezi lenlerin Sosya list
Platformu (ESP) Taksim ve tüm şehirlerdeki büroları, emekçi semtlerindeki güzelleştirme dernekleri,
Emekçi Kadınlar Derneği (EKD) ve
tüm şubeleri, Tekstil-Sen, DİSK üyesi
Limter-İş Sendikası merkezi ve şubeleri, Sosyalist Gençlik Dernekleri
Federasyonu (SGDF) ve tüm şehirlerdeki üye dernekleri, İstanbul, İzmir,
İzmit, İskenderun, Adana, Malatya,
Antalya, Antep, Dersim, Diyarbakır
ve diğer illerdeki semtlerde birçok
devrimcinin evi özel timler eşliğinde
basıldı.
Baskınlar sırasında yüzün üzerinde
devrimci gözaltına alındı.
Bu uygulamalar adına “Terörle
Mücadele Yasası” denilen yasanın,
gerçekte toplumla, Kürt ulusal hareketiyle, muhalif, devrimci, sosyalist
basınla mücadele yasası olduğunu
açıkça gösterdi.
Egemenler, dikensiz gül bahçesi istiyorlar. Baskı, sömürü, talandan ibaret olan sistemlerinin rahatsız edilmeden ebediyen sürmesini istiyorlar.
Devletin faşist saldırılarına karşı,
yükseltilen şovenizm ve milliyetçilik dalgasına karşı, devrimci basına
yönelen saldırılara karşı, mücadeleyi
büyütmenin zamanıdır.
Bu bilinçle; Atılım Gazetesine ve
diğer devrimci-demokratik kurumlara yönelik saldırıları kınıyor, gözaltına alınan ve tutuklanan devrimcilerin derhal serbest bırakılmasını talep ediyoruz.
Muhalif basın üzerindeki baskılara
son!
Devrimci basın susturulamaz!
Baskılar bizi yıldıramaz!
Yaşasın devrimci dayanışma!
24 Eylül 2006, YDİ Çağrı ✓
21
Türkiye’den linç manzaraları...
“Tahrike kapılan
hassas vatandaşlar”
meydanlarda,
salonlarda, mahkeme
kapılarında vb.
linç girişimlerinde
bulunmaya devam
ediyorlar! Yayılan
söylentiler üzerine
“hassas vatandaşlar”
“tahrik”e kapılıyor
ve linç mekanizması
işlemeye başlıyor.
6
22
Nisan 2005 tarihinde,
Trabzon’da TAYAD üyesi 5
gencin linç edilme girişimiyle
başlatılan linç olayları giderek yaygınlaşıyor. Linç girişimleri için artık
Türkiye’de risk haritası çıkarmak gerekiyor! “Tahrike kapılan hassas vatandaşlar” meydanlarda, salonlarda,
mahkeme kapılarında vb. linç girişimlerinde bulunmaya devam ediyorlar! Yayılan söylentiler üzerine
“hassas vatandaşlar” “tahrik”e kapılıyor ve linç mekanizması işlemeye
başlıyor.
Linç girişimleri haberleri sıradan
bir olay haline geldi. ‘Ötekiler’ diye
adlandırılan sistem muhaliflerinin
üzerindeki baskılara yeni bir şiddet
biçimi daha eklendi. Devlet yetkililerinin yaptığı açıklamalar ‘lince’ maruz kalanları değil, linç girişiminde
bulunanları desteklediğini ortaya koyuyor.
Trabzon’da TAYAD’lı gençlerin
linç girişimine maruz kalması ertesinde, başbakan şu açıklamayı yapıyordu: “Herkes halkımızın hassasiyetlerini göz önünde bulundurarak
tavrını belirlemeli. Halkın, bu milli
hassasiyetlerine dokunulduğu zaman şüphesiz ki tepkisi farklı olacak.
Bunu da kimse istismar etmemeli.”
TAYAD’lı gençlerin ne yaptığını bir
hatırlayalım. Onlar, “Hapishanelerde
neler oluyor? Bilmek hakkımız, tecritte ölüm var” başlıklı bir bildiri dağıtmışlardı. Yani “demokratik” olduğu söylenen bir ülkede, demokratik haklarını kullanmışlardı. Ne diyor başbakan? Demokratik haklarınızı kullanmayın! Demokratik haklarınızı kullanırsanız, mutlaka “halkımızın hassasiyetlerini göz önünde
bulundurun”. Yani “halkın hassasiyeti” neyse ona göre davranın! Farklı
görüş ve düşünce doğrultusunda hareket etmeyin! Sakın halkımız iste-
miyorsa demokratik hakkınızı kullanmayın! Hak arama mücadelesi
yürütmeyin! Size dayatılan politikaları kabul edin! Resmi ideoloji dışına
çıkmayın! Başbakanın söylediklerini
başka türlü izah etmek mümkün değildir. İşte bu yaklaşım, lince maruz
kalanları değil, linç girişimlerini destekleyen bir yaklaşımdır.
Trabzon’da birinci linç girişiminden 4 gün sonra ikinci bir linç girişimi daha yaşandı. Trabzon valisi Hüseyin Yavuzdemir “huzur bozan cezasını çeker” açıklaması ile
linç girişimcilerine destek verdi.
Trabzon’da başlatılan linç girişimleri ve devlet yetkililerinin linç girişimcilerine arka çıkması sonucu, linç
eylemleri diğer kentlere de sıçramaya
başladı.
Irkçılık, şovenizm ve milliyetçilik giderek yükseliyor. Hakim sınıflar ırkçılık ve şovenizmin yükseltilmesinde başrolü oynuyor. Kürt halkı
potansiyel suçlu olarak görülüyor.
PKK ile yürüyen savaşta, şehit cenazeleri ırkçılığın yükseltilmesi için bir
araç olarak kullanılıyor. Tüm Kürtler
PKK’li olarak görülüyor. Kürt işçilerinin batıdaki kimi il ve ilçelere
girmesi yasaklanıyor. Sakarya’nın
Akyazı ilçesinde görüldüğü gibi,
Kürtlerin kendi aralarında ana dillerini konuşmalarına bile tahammül
edilmiyor. Kürtlere saldırı için önce
bir senaryo hazırlanıyor. Bunların
PKK’li oldukları ve PKK lehine slogan attıkları öne sürülerek, “hassas vatandaşlar” galeyana getiriliyor.
Böylece toplanan kalabalıklar linç girişimine başlıyorlar.
Ta ri h 29 Ağ ustos 20 06. Yer
Konya’nın Bozkır ilçesi. Kürt inşaat
işçileri ile mermer işçileri arasında,
elektrik kullanımı yüzünden başlayan tartışma linç girişimine dönüştü. Yaklaşık bin kişi sokağa dökü-
lerek ilçede Kürt istemediklerini haykırmaya başladılar. Bir Kürt işçi linç
girişiminden son anda kurtarıldı. 25
Kürt işçisi ilçe dışına çıkarıldı.
Tarih 30 Ağustos 2006. Yer İstanbul.
30 Ağustos kutlama törenlerinde 4
genç “İsrail Askeri Olmayacağız!”
pankartını açıyor ve slogan atıyor. Bu
eylem üzerine gençler linç girişimine
maruz kalıyor. İstanbul Emniyet
Müdürü “Vatandaşın tepkisi güzeldir, iyi de olmuştur” açıklamasını
yapıyor. Vatan Caddesi’ndeki Zafer
Bayramı kutlamalarında, “İsrail
Askeri Olmayacağız” pankartı açtıkları için linç girişimine maruz kalan
üniversite öğrencileri, polisin ‘bunlar vatan haini’ diyerek kendilerini
hedef gösterdiğini söylediler.
Tarih 8 Eylül 2006. Yer Sakarya
ilinin Akyazı ilçesi. Diyarbakır’dan
Akyazı ilçesine fındık bahçelerinde
çalışmak için gelen 10 işçi akşam saatlerinde bir çay bahçesinde oturuyorlar ve kendi aralarında ana dilleri olan Kürtçeyi konuşuyorlar.
“Hassas” olduğu belirtilen kişiler,
Kürtçe konuşmaya müdahale ediyorlar. Bu müdahale sonucu kavga çıkıyor. Dört Kürt işçi gözaltına alınıyor.
Fısıltı gazetesi harekete geçiyor. Kürt
işçilerin PKK’li oldukları ve Akyazılı
bir genci dövdükleri söylentileri üzerine iki bin kişi toplanıyor. Akyazı
emniyet binası önünde toplanan ve
bozkurt işareti yapanlar, gözaltında
bulunan 4 Kürt işçisinin kendilerine
teslim edilmesini istiyor. Polis, havaya ateş açarak, “hassas” vatandaşların linç eylemini önlemeye çalışıyor!
Dört Kürt işçi çelik yelek giydirilerek
emniyetten kaçırılıyor ve Akyazı dışına çıkarılıyorlar. Böylece sorunun
çözüldüğü düşünülüyor! Linç girişimcileri hakkında ise, hiç bir işlem
yapma gereği duyulmuyor.
Bu liste uzayıp gidiyor. Yukarıdaki
olaylar basına yansıyan kimi olaylar.
Bu ülkede “ötekileştirilen” insanlar
üzerinde uygulanan baskı, sömürü
ve yıldırma politikalarının yerini linç
etme eylemleri aldı. Kürtçe konuşan,
hak arama mücadelesi yürüten, devletin resmi ideolojisini savunmayan,
İsrail askeri olmadığını söyleyen insanlar linç girişimlerine maruz kalıyorlar. Linç girişimine maruz kalan insanlar suçlu görülüyor ve haklarında dava açılıyor. Hakim sınıflar dikensiz bir gül bahçesi istiyorlar.
Gülü seven dikenine katlanma cesaretini gösteremiyor. Onlar saltanatlarını sürdürmek istiyorlar. Ama güneş balçıkla sıvanmıyor. Tüm baskı
ve linç girişimlerine rağmen, gelişen
mücadeleyi engelleyemezler.
Irkçılık ve şovenizm bilinçli ve
planlı bir şekilde geliştiriliyor.
Milliyetçilik ağusuyla zehirlenmiş
kesimler Kürtlerin, devrimcilerin
üzerine saldırtılıyor. Bu saldırılarda
faşist MHP ve ülkücü faşistler başı
çekiyor. Hakim sınıflar ve ordu milliyetçiliğin azdırılması konusunda
gereken desteği veriyor. Ulusalcı olduğunu söyleyen Kemalistler de milliyetçiliğin yükselmesinde gereken
rollerini yerine getiriyorlar.
Biz işçiler ve emekçiler olarak, oynanan oyunun farkındayız. Azdırılan
ırkçılık ve şovenizme karşı mücadele edeceğiz. Milliyetçiliğin panzehiri proletarya enternasyonalizmidir. İşçilerin emekçilerin görevi, hakim sınıfların piyonu olmak değildir. Görevimiz, baskı ve sömürü sistemine, bu sistemin koruyucusu hakim sınıfların devletine karşı kendi
sınıf çıkarlarımız temelinde mücadeleyi yükseltmektir. Görev şovenizme,
ırkçılığa ve milliyetçiliğe karşı mücadele etmektir.
22 Eylül 2006 ✓
SÖZ MECLİSTEN DIŞARI
“Ben Erman Toroğlu olarak değil, bir Türk vatandaşı olarak
konuşuyorum ve şunu istiyorum. Ben, Genelkurmay Başkanı’nı
asker isterim abi. Askerin manâsı bende farklıdır. (…) ben
demokratik bir Genelkurmay Başkanı istemiyorum abi. (…)
benim Genelkurmay Başkanım yumruğunu masaya vuracak
abi. Ben asker Genelkurmay Başkanı istiyorum. Çok anlayışlı,
çok beyefendi, çok demokratik Genelkurmay Başkanı istemiyorum abi… Sokaktaki insan da asker gibi adam istiyor abi.
Yumruğunu koyacak ‘Ben bunu yapıyorum lan’ diyecek asker
istiyor… Benim askerim yumuşak inişe geçmeyecek. Benim
askerim kodu mu oturtacak, vurdu mu oturtacak.”
Evde sakın yumurta bulundurmayın!!!
İ
nternette bir sitenin haberine göre,
Adana’da düzenlenen bir “mutfak
operasyonunda” çok sayıda bomba
malzemesi ele geçirilmiş. Ele geçirilenlere bakılırsa polis mutfağı didik didik
etmiş. Ellerine sağlık, ülkeyi bölünmekten kurtarmışlar yine. Biz de vatandaşa
yardımcı olmak maksadıyla ele geçirilen bomba malzemelerini yayınlıyoruz.
Böylece halkımız evinde bulundurulmaması gereken bomba malzemelerini öğrenerek bilmeden vatanı bölme
gibi bir gaflete düşmeyecek!!! İşte nefes
kesen operasyonda ele geçirilen bomba
malzemeleri:
18 adet şişe, yaklaşık 6 litre benzin, yarım kilogram toz deterjan, 1,5
B
kilogram kimyasal madde (ne olduğu
belli değil, tuz ruhu veya çamaşır suyu
da olabilir mesela!), 4 adet eldiven, 5
adet sakız, 1 adet poşu, 3 adet yumurta ile 2 adet örgüt bayrağı.
Hepsi de tam bomba malzemesi allah
için… Mesela yumurta… deyip geçmeyin, iyi bakın, bir el bombasına benzemiyor mu? Ya da sakız… İki çiğne
bir şişir, arkasından patlat! Bommmm!
Poşu ile siz hiç bomba yapmadınız mı?
Vah, vah… Ne kadar cahil kalmışsınııız
caaaanım!
Yaaa işte, burası Türkiye…
Yumurtaların bomba olduğu, sakızların gümbür gümbür patlatıldığı caaanım memleket…
AYIN İBRETLİK OLAYI
u ayın olayı işine yeni başladık.
Ama niye? Başladık, çünkü geride
bıraktığımız ay Kuzey Kıbrıs’ta ibretlik
bir olay yaşandı. Bu kadar da olmaz
dedik ve bunu ayın ibretlik olayı olarak
yayınlamaya karar verdik.
Gelişmeyi biliyorsunuz ama yine de
anlatalım: Evet, Kuzey Kıbrıs’ta biraz
ucube de olsa bir “devlet” var. Bu
“devlet”in seçilmiş bir parlamentosu,
bir koalisyon hükümeti vaaaar… dı!
“Dı” diyoruz, çünkü bu koalisyon hükümeti bozuldu. Hem de ne
bozulma! Tam “anavatan” dedikleri
Türkiye’dekilere benzer bir yolla! CTP
(kestirmeden AB’ci parti diyebiliriz)
ile DP (kestirmeden Denktaş partisi
dersek nasıl bir parti olduğu sanırız
anlaşılır!) seçimlerden sonra koalisyon
kurmuşlardı.
Bu koalisyon hükümeti “anavatan”dan
AKP’li kimliği ile tanınan ve Kuzey
Kıbrıs’ta din işlerinden sorumlu olan
Ahmet Yönlüer sayesinde bozuldu.
Adam DP’nin milletvekillerini istifa
ettirip yeni bir parti kurdurdu. Bozulan
CTP-DP koalisyon hükümeti yerine
CTP, önceki koalisyonun ortağı olan
partinin milletvekillerinin çoğunluğunun kurduğu bu partiyle koalisyon
oluşturuyor.
“Anavatan”’da bu işlerin nasıl yapıldığı
Güneş Oteli örneğinde doruğa çıkmıştı.
Bu olayda Ecevit başkanlığındaki CHP,
Güneş Oteli’nde yaptıkları görüşmelerle 11 milletvekilini ayartıp bir çeşit
transfer etmiş ve hükümeti kurmuştu.
“Ana”da da, “yavru”da da burjuva siyaset aynı “değerler” üzerinden yürüyor. İmdi, “yavruvatan” “anasından” mı
öğreniyor demek lazım, “ana” “yavrusuna” öğretiyor mu demek lazım?!
Nasıl olursa olsun, iyi oluyor,
İbretlik oluyor!
Erman Toroğlu
—Eski Hakem, Lig TV’de Futbol Yorumcusu—
“Canım kardeşim, bakınız askerlik yan gelip yatma yeri değil.
Terörle savaşırken elbette şehitler olacak. Bu gerçeği sizinle
paylaşmaya mecburum.”
Recep Tayyip Erdoğan
—TC Başbakanı—
Başbakanın not defterinden...
lTezkerenin çıkması iyi oldu.
1 Mart tezkeresinin rövanşını aldık.
Lübnan’da kutlanacak…
lTezkereye karşı çıkanların “vatan
haini” olduğunu söyledim. Bu iyi
bir açılım. Geliştirilecek. Patates
soymaya, top oynamaya karşı
çıkanların da “vatan haini” olduğunu
söylesem mi acaba?
lElin ağzı torba değil ki büzesin…
Şimdi de Bilal’ın askere gitmesini
istiyor tezkereye karşı çıkanlar…
Elin ağzı bir çeşit torba yapılıp
büzülecek… Bilal askere gitmeyecek…
Askere gitmeyen Lübnan’a niye gitsin?
lİmam Hatip mezunu işsiz kalmadı
şükür. Övünülecek. Bu durumun
işsiz sayısında açtığı azalmaya vurgu
yapılacak.
lCumhurbaşkanlığı adaylığım
konusunda dünürümün yaptığı, sonra
geri aldığı açıklama ile niyetimin
olmadığı sonucu çıkıyor. Bu
durumu tersine çevirmek için diğer
dünürlerden yardım istenecek.
lRamazandan sonra Avrupa Birliği
yetkilileriyle üyeliğine maç önersek
nasıl olur acaba?
lYan yatılmayacak, düz yatılacak…
Belim feci şekilde ağrıyor çünkü.
lŞu başbelası YÖK’ten kurtulmak
için profesörlerin sandalyelerine
raptiye konulacak. Bunun için ihale
açılacak.
karika[türlü]
AYIN FOTOĞRAFI
—“Godumu oturtur” ama “yan gelip yatmaz” bir durum…—
35

Benzer belgeler

Editörden... İçindekiler [email protected] www.ydicagri.org

Editörden... İçindekiler mail@ydicagri.org www.ydicagri.org Atılım Gazetesi’ne ve devrimci-demokratik kurumlara yönelik saldırıları kınıyoruz!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 21 Türkiye’den linç manzaraları.... ....

Detaylı