Kebikec Dergisi

Transkript

Kebikec Dergisi
Hey sen!
Varsa bir
şikayetin,
söyle de içinde kalmasın.
“Nasıl olsa modern insan,
seni asla anlamayacak…’’
KISA FİLM
ROOM 8
KİTAPLARDAN
SEVDİĞİMİZ CÜMLELER
söyleşi
Tarık TUFAN
Gözünü açabilirsen her şey yola dönüşüyor.
Marifet gözü açık olmakta ve niyet etmekte.
YIL:1 SAYI: 1 2016
ŞEFKAT EĞİTİM KURUMLARI
Adına İmtiyaz Sahibi: Ahmet TÜRKBEN
GENEL YAYIN YÖNETMENİ:
Betül OCAKLI ([email protected])
Grafik ve Tasarım
Baskı Cilt
İslam ŞENSÖZ
Ceviz
YÖNETİM YERİ
Adres: Karadeniz Mah. Cebeci Cad.1168/2-GOP/İST
Tel : 02126496823 Faks : 02126496827
www.sefkat.k12.tr
EDİTOR
Betül OCAKLI
“Her yazı bir temel kazı; yaklaşmak için var oluşun giz alanlarına…”
Nuri Pakdil
Coşku, heyecan, umut, ümit, …Kelimelere dokunduğumuz ilk andan itibaren
hislerimizde hep bu notaların tınıları duyulmaktaydı... Dergimiz ilk sayısıyla
ve
iddialı içeriğiyle genç yüreklerin heyecanının en güzel sesi olma gururunu
yaşamakta.
İşimiz sözcükler olunca yolumuza çıkan noktalara bir virgül çalımıyla eserek
yüreğimizin derinlerinde, dimağımızın enginlerinde ne varsa ortaya koymaya
çalıştık.Heyecanlı ekibimiz hazırlığımızın her anını ilmek ilmek emekleriyle
işlediler.
Bazen hızlı koşuşturmalar arasında vücuda geldi bir öykü bazense bir yağmur
damlasının sırtında ulaştı kalem ucuna dizeler. Kimi zaman renklerin
cümbüşüyle geldi ilham kimi zamansa kapımızın önündeydi en latif
cümleler. Bizler hayallerimizin tokmağını çalan hisleri misafir ettik gönül
hanemizde şimdi icabet sırası sizlerde. En yüce, en derin, en kalbi muhabbetle
buyur ediyoruz sizleri dünyamıza.
“Kebikeç” ile ruhunuzun basamaklarında ince bir gezintiye davet ediyoruz
sizleri, Buyrun sevgili okurumuz…
Buyrun ki bizler daha da şevklenip “ilk emrin”
muhatapları olarak okumaya ve yazmaya hep birlikte aşkla,şevkle ve hatta
bitimsiz bir heyecanla devam edelim. Buyrun ki sizleri de bu müstesna ruha
ortak edelim…
Neden Kebikeç?
Eskiden kitapları kurtların yememesi için başına “Ya Kebikeç” yazılırmış.Yani
bir nevi “kitap kurdu” duası. Biz de dergimizde hem eskiyi yâd edelim hem de
unutulmuş bir geleneğin devam etmesine az da olsa bir katkı sağlayalım istedik.
Medet ya Kebikeç!..
Selam ile…
İÇİNDEKİ
6
11
16
18
24
26
Huzme-i Mercan
Esrar-ı Rayiha
Room 8
Karikatür
Eğik Sarı Çizgi
His Merceği
29
İstisna Çocuk
30
Yaşayan Adam
İLER
8
Manifesto
14
19
25
27
33
Gizli Özne
35
Mimbaz
Küçük Kent Kavanozları
Tarık Tufan ile Söyleşi
Kitaplardan Sevdiğimiz Cümleler
Zinderud
HUZME-İ MERCAN
Mercan Nisa Aykaç
Sevmek birini,
Kırmızı, kıpkırmızı sevmek
Derinden sevdalanmak ona,
Sımsıkı ve sımsıcak
Öyle ki, gönülleri ısıtacak.
Mavi, masmavi sevmek
Sular gibi tertemiz, berrak…
Bütün çocuksuluğuyla onu
Uçsuz bucaksız göklere uçuracak
Yeşil, yemyeşil sevmek
Her defasında yeni filizler çıkartacak
Toprağını asla unutmayıp
Ona sıkıca sarılacak.
Sarı, sapsarı sevmek
Yaz gelince ortalığı ısıtacak
Güz vakti etrafı kaplayacak
Kışın aniden çıkan güneş gibi umutlandıracak
6
okurken dinleyebilirsiniz!
NEARER MY GOD TO THEE
Pembe, pespembe sevmek
İlkbahar çiçekleri misali mis gibi kokacak
Ufacık bir tebessüm karşısında dahi,
Her daim yanaklarda al al duracak.
Siyah, simsiyah sevmek
Film şeritlerinden bir kare olacak
Leyl vakti mehtaba daldırıp
Huzurlu hayaller kurduracak.
Beyaz, bembeyaz sevmek
Masum ve tertemiz olacak
Kar taneleri gibi eşsiz olup
Gün yüzüne çıktığında mutluluk dağıtacak.
Ve Rengarenk sevmek…
Tüm renkleri içinde barındıracak
Zihinlerde hayranlık uyandırıp
Dillere değil, gönüllere destan olacak.
7
MANİFESTO
Ferhan Meryem YILMAZ
Mantar; dokunduğunda zehrini akıtan
ancak yavaşça etkisini gösteren...
Mantar; bir tebessüm ile dokunan her
dokunuşunda huzur saçan...
Endamı yüksek, yeşillere boyanmış ağaca dokunur bir mantar. Ancak zehirli mi
yoksa huzur kaynağı mı bilinmez. Ağacın
bir karar vermesi gerekir. Önünde iki
seçeneği vardır. Bu mantar ya yeşil elbisesinin en güzide süsü olacaktır ya da
yemyeşil yaşamının sonu... Birincil düşünceye kapılır. Çünkü zehirli dahi olsa
ona yaşam şansı sunan yeşilliğe zehri
akıtmak olmaz. Neden sonra çok halsiz
hisseder ağaç. Ustaca davranmıştır çünkü ağacın üzerindeki beyaz şapkanın altındaki zihin. Yavaşça akıtmıştır zehrini.
Öylesine yavaş ki yeşil elbisesi solana
dek algılayamamıştır zehirlendiğini. Büyük hayal kırıklığı içerisinde vücudundaki zehre panzehir üretmeye koyulur.
Evvela zehirli mantardan kurtulmuştur.
Mantar düştüğü anda yemyeşil elbisesindeki kapkara bölüm açığa çıkar. Bu
duruma üzülmez ağaç zira panzehiri
zamanla kendisini siyahlardan arındıracaktır. Bu bilinçle yaşamına devam eder
ve daha gür bir elbise oluşturur kendine.
Hata yapmıştır ağaç bir daha tekrarlamamak üzere. 8
okurken dinleyebilirsiniz!
BEETHOVEN’S 5 SECRETS-ONE
REPUBLİC CELLO ORCHESTRAL
9
okurken dinleyebilirsiniz!
TANBURİ CEMİL BEY
NİHAVENT TANBUR TAKSİM
10
ESRAR-I RAYİHA
Gül Ebrar BAŞAR
Güneş kendini ürkek bir çocuk gibi gösterirken söğüt yapraklarının
arasından, muhtelif kabilelere mensup kuşlar alır yerlerini her sabah, iri
çınarın görkemli dallarında...O saatte işe giden esnafın kundura sesleriyle,
yüzyıllık taşların efkarlı ama bir o kadar koyu muhabbetleri duyulur buralarda...Gün erken doğar Süleymaniye’nin bu dar sokaklarında...
Günün ilk ışıklarının yeni yeni aydınlattığı sabahın cilaladığı eski
ama yıllara meydan okuyan kunduraları, üzerinde henüz ütü izi silinmemiş hafif yerlere sürünen pantolon, kar beyazı gibi, yakaları kolalanmış
dirsekleri giyilmekten aşınmış gömlek ve başında fesi ile (-ki kış gelince
üzerine babasından kalma gri kırçıllı kaban eklenir) hayatın akışına rahatsızlık vermemek için parmak ucunda yürüyen ve sokak kedilerine ekmek
dağıta dağıta küçük dükkanının yolunu tutan, biraz çelimsiz ay yüzlü bir
delikanlı geçer bu sokaktan. Yüzünde manalı bir gülümseme ile boş sokakları selamlar önce, sonra kaldırır kafasını ve uzun süre seyreder Süleymaniye’nin Minareleri’ni...(Zaten bi onlarla dertleşirken gördüm kendisini...)Hatta bazen fazlaca uzatır bu faslı ama sokağın sonundaki kedilerin
açlıktan miyavlamaları duyulunca devam eder yoluna. Günün ağarmasıyla
daha da serinleşen rüzgar açmaya çalışır daha tam uyanamamış mahmur
gözlerini... Sonra sokağın sonundaki tarihi çeşmeye devreder görevini...
Yaldız işlemeli, mermer çeşme...Sokağın en eskilerindendir o, bu sokağın
tüm düğünlerine, cenaze törenlerine, mutluluklarına, kederlerine şahittir
ve her sabah Beşir’e nakleder sanki tüm birikmişliklerini. Üzerindeki çiçek motiflerini seçmeye çalışı Beşir ve uzunca süre hayranlık duyar bunu
yapan ustalara. Zihnindeki istifhamlara mana bulamayınca çeşmenin serin
sularına çarparak dağıtır onları ve devam ederdi yoluna... Çiçek motifleri
demişken tarihi bir esans dükkanında çıraktır Beşir.(Bu yüzdendir çiçeklere olan aşırı merakı) Aslen Bursalıdır. Altı kardeşi olduğundandır ki memur olan babasının maaşı yetmeyince daha bıyıkları terlemeden İstanbul’a
düşmüştür yolu.Ee bu mahalleyi nasıl bulmuş derseniz, Kapalıçarşı’da iş
ararken (-ki iş arıyor dediğime bakmayın Hasan Amca’nın dediğine göre
kaybolmuş orada) tutmuş bizim Hasan Amca bunun kolundan getirmiş
evini boş odasına...O gün bu gündür ( aradan yedi sene geçti )aralarında oluşan ülfete tanıklık etmiştir herkes. Öyleki Hasan Amca kendi dükkanında çırak olarak değil de kusursuz bir sanat eserine emek verir gibi
11
yetiştirirdi Beşir’i ...O ise hep mahçuptu ustasına, anne babasına olduğu
gibi...Her ay başı postanenin yolunu tutar kazancının önemli bir kısmını
ailesine gönderir sonra da küçük ahşap dükkanda ustasının himayesine
sığınırdı. Odası ile bu küçük dükkan arasında kendisine huzur veren sakin
bir hayatı vardı Beşir’in... Etrafının tumturaklı kalabalığına hiç aldırmaz
hayatın doğallığını bozacak ritimler karşısında hiç istifini bozmazdı. Odasında minik tahta divanı tam üzerinde kısık ateşli bir gaz lambası ve küçük
tahta penceresinin önünde renkli saksılar içerisinde türlü aromalar yayan
çiçekleri vardı.Bir de kitap kokusuyla çiçek kokusunun birbirine karıştığı,
Hasan Amcayla birlikte kullandıkları bir kütüphane...
Beşir tüm bunları geride bırakarak bu sabahta günlük nasibinin kapılarını besmeleyle açmak üzere dükkanının verandasının gölgesine ulaşmıştı
ki ,kapıya iliştirilmiş zarfa değdi gözleri...
****************************
Birkaç saat geçmişti aradan . İnsanlar evlerinden teker teker çıkmış,
sokaklar yavaşça uyanmış, güneş şehirle hasbihale başlamıştı bile. Beşir
hala mektubu ilk okuduğu yerde etrafına bakınıyordu şuursuzca...(İlk defa
diyorum çünkü tekrar tekrar saatlerce okudu mektubu aynı yerde...)Kim
getirmişti, ne zaman getirmişti ve en önemlisi neden getirmişti ? Belki ilk
okuduğunda kafasını toplayıp etrafına baksaydı görme şansı olabilirdi ama
kim olsa bu kadar çabuk ayrılamazdı okuduklarından. Nice kitaplar okumuştu bu yaşına kadar Beşir , ne dergiler ne gazeteler karıştırmıştı (hatta
Hasan Amca sayesinde hamuru kitapla yoğrulmuştu ) ama hiçbir söz inmemişti bu kadar derine, hiç birinin bu kadar tesiri olmamıştı yüreğine...
Hatırlamaya çalıştı sabahı Beşir, bugün dünden farklı ne görmüştü mesela... Biraz daha zorladı hafızasını, gözüne dikkate değer bir şey çarpmamıştı aslında...Her zamanki gibi evden çıkmış, sokağın sonundaki çeşmede kedilere ekmek dağıtmıştı. Bir de işine yarar bir bilgi mi bilmiyordu ama
( sabah gördüğü tek farklılık olduğundan söylüyorum ) sanki bu sabah
daha az kedi gelmişti yemek yemek için... Her zaman ilk dakikalarda biten
ekmeğin hatırı sayılır bir lokması bu sefer ağacın dibinde kalmıştı. Kendisi
sokaktan geçerken de kimsenin olmadığı düşünülürse sanırım mektubu
bırakan kişi, mahallenin kedilerini de unutmamıştı . Bu mahalledendi o
halde...( kedileri besleyeceği yeri bile bildiğine göre …)Zihnindeki bu suallerin gölgesinde geçen zamanın farkına varınca çalışma masasına doğru
gitti Beşir. Yanındaki merdivenle kütüphanedeki en üst rafa ulaştı ve içinde renk renk, koku koku çiçeklerin olduğu büyük karton kutuyu indirdi
aşağı...Tümüne baktı teker teker...Sonra siyah orkideyi tuttu elinde...
12
*******************************
‘’İki tarafı yüksek ağaçlarla kaplı, uzun toprak yolda yürüyordu şimdi de... Altında sonbaharda dökülen yaprakların hışırtısı, üzerinde hafifçe
çiseleyen yağmur, ağaçların dalları arasından yüzünü göstermeye çalışan
güneş ve bu ıssız yolda kendisine korkacak vakit bile tanımayan iç sesi...
Hepsi muazzam bir portre koyuyordu ortaya birleşince...Yaklaşık yarım
saat daha devam etti bu durum...Artık yağmur hızlanmış ve yere düşen
her damlayla kır çiçeği kokusu etrafını sarmıştı...O sırada nasırlı elleri,
kocaman yüreğiyle annesi geldi yanına. Tuttu elinden, yağan yağmurda
koyunların izlerini takip ederek yürümeye devam ettiler...
Bazı günler istediği kadar koyunların peşinden koşmasına izin verir,
yorulunca da istediği çiçeği bulmasını isterdi ondan.Beşir de akşama kadar sürüden kaçırdığı kınalı kuzusuyla arardı o çiçeği...Bulunca da doğru
annesine götürür, çiçeğin tüm hasletlerini öğrenirdi ondan.(bulamadığı da
oluyordu tabii , en son çiçeği bulmak için günlerce dağa gelmişti) İlk,
kır çiçeklerini tanımıştı mesela...Sonra nergis, karanfil, zambak, gül, menekşe, orkide, sümbül...Teker teker kimliklerini ezberlemişti çiçeklerin...
Hepsinin kokusunu kazımıştı hatırasına... Yalnızca çiçek kokusu da değil
, soba kokusu, kestane kokusu, portakal ve limon kokusu ,(babaannesi sabah namazından sonra kabuklarını koyardı sobanın üzerine) yağmur
kokusu, süt kokusu, ekmek ve kahve kokusu... Çiçekler sadece kokudan
ibaret değildi elbette. Hepsinin ayrı bir ruhu vardı...Nergis kibirliydi mesela, akasya zarif, gül her rengiyle bambaşka dünyaları açardı, fesleğenle
iyi dileklerini canlandırır, çuha çiçeklerini annesinin güzelliğine adardı...
Papatyalar, laleler, zambaklar...Ama o hep siyah orkidenin peşinde gezerdi...Ruhunu tamamlayan hayatının bütün kırıklarını onaran bir tarafı vardı
orkidenin....Asil ve onurlu...
*******************************
Elindeki orkide şişesini hayatını avuçlarının arasına sığdırmışçasına
sıkı sıkıya tuttu.Ve şişelerinin bulunduğu kutuya doğru döndü...Onları tanımak için isimlerini yazdığı şişelere uzun uzun baktı. Neden sonra elindeki şişenin boş bir levha gibi parıldadığını fark etti... Gayriihtiyari uzandığı
hokkayla mektubun içindeki ifadeyi elindeki şişenin üzerine nakşetmeye
başladı...
ELİF...;,,
13
KÜÇÜK KENT KAVANOZLARI
Şevval GÜNDAY
Küçük kentler vardır. İki bulut arası mesafe o kadar kısadır ki sürate
ihtiyaç duymazsın. Serbest bırakmak yeterlidir kendini, rüzgara teslim olursun. Bir de bahar geldi mi bambaşka olur buralar. Her yer mutluluk kokar.
Yemyeşil tebessümleri vardır. Sen güldükçe büyür ağaçlar. Sonra bir demet
koparır evine götürürsün. Kim bilir belki kendine verirsin, belki de bir vazoya
koyarsın. Sonra salonundaki gölden bir avuç şerbet alırsın ve ağaçlarına verirsin. Ağaçları doyurmak seni acıktırmıştır. Gölün yanındaki dönen kaydıraktan bir kat kaydın mı mutfaktasın. Burası senin küçük çikolatadan mutfağın.
İçi bol karamel kaplı dolaplardan ikincisinde seni doyuracak kavanozlar var.
Küçük kentlerin küçük olur kavanozları da kapakları da. Fazla anılar biriktiremezsin içinde zaten üç kaşıkta doyarsın. İlk kaşıkta ağzına biraz emek tadı
gelir. Çiğnemesi zordur, önce biraz yorar ama ekmekten daha doyurucudur.
14
Etrafı ekşi görürsün. İkinci kaşıkta başarıyı, hazzı tadarsın. Bilirsin ki kaşık
kaşık baldan tatlıdır. Şimdi altın rengine bürünmüştür göl suları, metrelerce
bal görürsün. Gözlerin etrafı bir mürekkep gibi boyamaya devam ettikçe mide
seslenir “ey göz doy!” diye. Üçüncü kaşıkta huzurun yoğun tadı seni alır küçük kentten uzaklara götürür. Bu defa kapatırsın gözlerini, duymayı doymaya
tercih edersin. Huzurun sesi. Acaba tadı kadar yoğun mu diye merak edersin.
Sonra şaşırtır seni huzur, Soğuk, buz gibi bir ses. Bu sıcakta tam da aradığın
şey. İyice dinlersin teninde bıraktığı mavi izleri. Tıpkı güneş gibi masmavi
buz gibi bir ses bu fakat fazlası üşütebilir. Bu yüzden yavaş yavaş kaldırırsın
fosforlu kirpiklerini. Sanki renksiz bir tebeşir tüm kenti sessizliğe boyamıştır,şaşırırsın. Ama kabul edersin ki küçük kentlerin kavanozları da küçük olur.
Fazla fazla koyamazsın kararında kapanır kapağı. Üç kaşıkta doyarsın.
okurken dinleyebilirsiniz!
O COME O COME EMMANUEL
15
ROOM 8
KISA FİLM YORUMU
Ayşenur ÇOBAN
2013 Birleşik Krallık- İrlanda ortak yapımı Room 8 ; yönetmenliğini James W.Eriffitins’in yaptığı, yazarlığını yine James W. Eriffitins ile birlikte Geoffrey Fletcher’ın ve yapımcılığını Sophie Venner’ın üstlendiği muhteşem ve düşündürücü bir kısa film örneğidir.
“En İyi Kısa Film” dalında BAFTA ödülüne layık görülmüş ve bir Rus hapishanesinde geçen
filmin başrollerini Tom Callon ve Michael Gould paylaşmıştır.
Bir suçlunun askerler tarafından hapishaneye götürülmesiyle başlayan film, odadaki
kırmızı bir kutuyu fark etmesi ve diğer kişinin ikazlarına rağmen kutuyu açmasıyla devam
eder. Kutuyu açan hükümlü, kutunun içinde odanın bir
maketi olduğunu görür ancak sonrasında kutunun içindekinin kendisi oluğunu ve kendisinin de daha büyük bir
kutuda olduğunu fark eder. Odanın tavanından –yani
kutunun kapağından- kaçabilme düşüncesiyle odanın tavanına tırmanır ve kutudan atlar. Daha büyük kutudaki
kendisi, adeta bir karınca gibi küçülmüştür ve kutudan
kaçmasıyla hücredeki diğer kişi tarafından kibrit kutusuna hapsedilir. Bu kibrit kutusunun konulduğu çekmecede ise daha nice kibrit kutuları vardır.
İnsandaki merak ve daha fazlasını isteme duygusu,
kader, insanın sahip olduğu irade gibi konuların işlenmiş
olduğu bu düşündürücü kısa filmde, çok fazla sembolize
edilmiş kavramlar olduğunu görebiliriz.
Gardiyan tarafından hücreye getirildiğinde gardiyanın suçluya “İyi ki doğdun” demesi aslında hücreye
girmesinin onun için bir doğuşu, yeni bir başlangıcı ifade
ettiğini düşünebiliriz. Bundan yola çıktığımızda hükümlüyü, dünyaya doğan insana benzetebiliriz. Çünkü insan da dünyada bir hapis hayatı yaşar.
Hücreye girişten sonra mahkum hep bir merak içinde etrafa bakınır. Ancak odada
bulunan ve bir masada kitap okuyan diğer kişi, mahkumu uyarır. Kutuyu görüp açmaya
çalışmasıyla birlikte diğer kişi son kez ikazda bulunur ve mahkum nedenini sorunca pişman
olacağını söyler. Ancak mahkum buna rağmen kutuyu açar ve bir kutuda olduğu gerçeğini
fark eder. Bu kısımdan da diğer kişinin Tanrı olabileceğini düşünebiliriz. Çünkü pişman
16
olacağını bildiği bir şeyi mahkumun yapmaması için uyarıyor fakat onu engellemiyor yani
ona seçenek sunuyor. Bu da insanın belli bir iradesi olduğunu gösterir.
Kutuyu açtığında Tanrı olarak sembolize edilmiş kişi gerçek karşısında şaşkına dönmüş
mahkuma mutlu olup olmadığını sorduğunda mahkumun “ Evet! “ diye yanıt vermesiyle de
insanın arzuladığı şeyin kötü veya iyi de olsa, ona hoş geldiği, onu tatmin ettiğini anlayabiliriz.
Mahkum kutudan çıkıp büyük kutuya düştüğünde her ne kadar bu sonsuz sayıdaki
ve mekandaki kutulardan çıkamayacak olsa da koşuyor.
Sonucunda pişman olacağını söyleyen kişi de onu bir
kibrit kutusuyla yakalıyor ve diğer kibrit kutularının arasına koyuyor.
Filmin son sahnesinde de insanın, Tanrıdan kendisine uyarılar gelmesine rağmen kendi istediğini yapması
ve sonucunda içinde bulunduğu ancak kaçmaya çalıştığı
dünya hapishanesinden daha korkunç ve sonsuz olan cehennem çukuruna düşmesi anlatılmak istenmiş. Burada
bize ateşi çağrıştıran kibrit kutusu da özellikle seçilmiş
olmalı.
Çekmecedeki kibrit kutularının varlığı ve sıradaki
mahkumun çağrılması da bu olayın sürekli tekrar ettiğini yani özgürlük tutkusu, merak gibi hislerin insanlığın
doğasında olduğunu gösteriyor.
Tüm bunlara karşın, filmdeki mahkumun aksine o ikaza uyan, sabredip bekleyen kişiler
zamanları dolunca mutlaka özgürlüklerine kavuşacaklardır.
İnsanoğlu dünya hapishanesinde bir hayat sınavındadır. Bu sınavda Allah’ ın emirlerine
ve ikazlarına uyanlar kazanacak; nefsinin ve şeytanın isteklerine uyanlar ise daima yanlış
cevaplar verecektir.
Kazananlar gerçek özgürlüğe kavuşacak, yanılanların ise istikameti kibrit kutuları olacak.
17
KARİKATÜR
Gül Ebrar BAŞAR
SÖYLEŞİ
Hilal AVŞAR
Şevval GÜNDAY
Tarık TUFAN
“Mesele bizim gözümüzü açabilmemizde.
Gözünü açabilirsen her şey yola dönüşüyor.
Marifet gözü açık olmakta ve niyet etmekte.”.
Kekeme Çocuklar Korosu, Ve Sen Kuş Olur
Gidersin, Şanzelize Düğün Salonu gibi kitapların
yazarı, radyo programcısı, senarist, edebiyatçı,
öğretmen Tarık Tufan ile bir söyleşi gerçekleştirdik.
Keyifli anlarımıza siz de ortak olun istedik.
Gerek yaptığınız TV programları gerekse yakın
çevrenizden edindiğimiz bilgiye göre çok enerjik, kendiyle
barışık bir karaktere sahip olduğunuzu biliyoruz, fakat
eserlerinizde daha çok yalnız, sefil, karamsar karakterlere
yer veriyorsunuz. Size zıt olan bu karakterleri nasıl bu
kadar güzel yorumlayabiliyorsunuz?
Tam olarak zıt olduğunu söyleyemeyiz bu
karakterlerin çünkü insanın sosyal hayatta kurduğu
ilişkilerle kendiyle baş başa kaldığında zihnindeki
dünya her zaman çok örtüşmeyebilir. Ama sizi
yakinen tanıyanlar o gördükleri yüzün dışında başka
bir yüzün daha olduğunu bilirler. Sosyal dünyada
insan kendini bu konuda gizlemek isteyebilir.
Herkesin
orayı
dokunmasını
istemeyebilir.
Herkesin o dünyaya aşina olmasını istemeyebilir.
Dolayısıyla ben çok başka bir insanımda çok
başka şeyler yazıyorum diye bir şey yok. Herkesin
dünyasında farklı farklı yüzler var. Bir tanesini
daha çok yazarken kullanıyorum. Yazmaya değer
bulduğum şeyi yazıyorum. Hikayenin başladığı
yer düşüş hikayeleridir aslında. Büyük hikayenin
başladığı yer insanın düştüğü yer. Dolayısıyla
ben oraya daha çok dikkat ediyorum. Doğru ama
gündelik hayatımda neşeliyim, sohbet etmekten
hoşlanırım. Ama bundan ibaret değil. Hayat da
bundan ibaret değil.
19
Felsefe okuduğunuzu ve sosyolojide
yüksek lisans yaptığınızı biliyoruz. Ben
genelleme yapsam ve desem ki felsefe ile
ilgilenmiş biri olarak eserlerinizde yaratıcıya
- dine - inanca karşı duruşun aksine daha
çok mistik bir hava sezilmekte. Felsefenin
de Rabb’e götüren bir yol olabileceğini
söyleyebilir miyiz?
Seni götüren yolun ne olduğu
meselesi bir çırpıda söylenecek bir şey
değil. Her şey yol. Sadece felsefe değil,
sadece edebiyat değil, sadece kitap
değil. Her şey yol yani. Birkaç şey var
bence yola etki eden bir tanesi: Senin
niyetin. Mesela insanın sürekli Kur’anla
muhatap olması onu her zaman yolda
tutan bir şey de değildir. Yani böyle
mutlak genel geçer sebepler kuramayız.
Mesela Kur‘an için Allah “Bu kitap iman
edenlerin imanını arttırır, küfredenlerin
küfrünü attırır.” diyor. Metin tek başına
seni yolda tutmaz. Senin ona nasıl
yaklaştığınla ilgilidir. Mesela Kur’an’ın
bir hidayet kaynağı olduğunu söylerken
Allah’tan korkanlar için öyle olduğunu
söyler ayette. Dolayısıyla bir şeyin yol
olması tek başına onun sahip olduğu
hakikat değeriyle onun sahip olduğu
anlam dünyasıyla ilgili değildir. Tek
başına bu yeterli olmaz. Bunun dışında
insanın o yolla temas etme biçimi niyeti
hakikat ile ilgili kendince kurduğu ilişki
biçimi, çaba. Bütün bunlar hepsi tek tek
etkendir. İnsan sayısı kadar nefes kadar
yol var. Allah her an yaratıyor. Allah her
yerde. Dolayısıyla her an yaratan ve her
yerde olan bir Rabb’e inanıyorsan her
şey de yol niteliği kazanabilir. Kuşkusuz
bazı yollar dolambaçlı olabilir. Ama
hakikat gibi bir niyeti olan insan için o
yol mutlaka bir yere varabilir. Temel soru
şu bence bir şeyi vesile olmakla perde
olmak arasında ayırt eden durum nedir?
Bir şey sizi bir yerden alıp başka bir yere
götürebilir vesile olabilir ama aynı şey
bir hakikatin önüne örtü de olabilir.
Bunu belirleyen sizin niyetinizdir.
20
Mesela İslam’da bütün ibadetlerin ön
koşulu niyettir. Dolayısıyla biz her şeyi
niyet ölçeğinde yapıyoruz. Allah’ın
ilk baktığı şey bizim niyetimiz. Sizin
niyetiniz hakikate yaklaşmak için bir
çabaysa her şey yol oluyor zaten sonra.
Hz. Ali’ye atfedilen “gören gözler için
gün ışımıştır“ diyor ya. Mesele bizim
gözümüzü açabilmemizde. Gözünü
açabilirsen her şey yola dönüşüyor.
Marifet gözü açık olmakta ve niyet
etmekte.
Yazmaya kaç yaşında başladınız?
Lise
dönemimde
yazmaya
başladım ama o yazdığım şeyler ortalama
bir lise öğrencisinin dünyasında yer
tuttuğu kadardı. Bazen şiire benzer
şeyler yazmaya çalışıyordum ama
sahici anlamda üniversite başladığımı
söyleyebilirim.
Üniversitede
ikinci
sınıfta radyo programları yapmaya
başladım. Radyo programları yaparken
de ister istemez daha çok okumaya,
daha çok yazmaya başladım. O benim
yazı sürecimi daha disipline etti,
hızlandırdı.
Peki yazar olmak en başından beri
aklınızda olan bir şey miydi?
Yazmayı hep sevdim ama yazar
olmak o zaman gerçekliğe taşınmasını
zor bulduğum bir şeydi. Çünkü kitabının
basılması önemli bir olay. Radyo
programlarına başladıktan sonra bu
da öbürlerinin yolunu açtı diyebilirim.
Dinlenen bir radyo programcısıydım
o zamanda. Programın dinleyicileri
çoğalınca bu yayıncıların da ilgisini
çekiyor. Acaba yazdığı bir şeyler var mı
diye.
İlk kitabınız basıldığında utanmış
mıydınız veya yazdıklarınız okunurken
kendinizi ifşa olmuş gibi hissediyor
musunuz?
Bunu hala yaşıyorum. Bazen
bakıyorum ve bunları nasıl yazmışım
diyorum. Keşke yazmasaydım bunları
yok edebilme imkânım var mı diye. Çünkü
çok yazdım yırttım. Her yeni başlayan gibi
ama bunlar oldu dediğim parçaları bir araya
getirdim ve kitap olarak bastım. Fakat bugün
geriye döndüğümde onların da çok felaket
şeyler olduğunu görüyorum. Ama insanın
tekâmülü böyle bir şeydir. Çok kibirli olmamıza
lüzum yok. Yapıyoruz. Bir süre sonra daha iyi
yapmaya başlıyoruz. Bundan utanmaya gerek
yok. Yazdığımız her şey başımızdan geçmez.
Okuyucu metinle kurduğu ilişkide ilginç bir
şekilde bütün bu yazılanların gerçek olmasını
içten içe istiyor. Bazen bana soruyorlar
“bunlar gerçek mi? “ aslında bu iyi bir şey.
Yazdıklarımın okuyucunun dünyasında bir
karşılık bulduğunu gösterir. Fakat edebiyat
böyle bir şey değil. Bir taraftan da bazıları
şöyle der: Yazar hep kendisini yazar. Bir şeyin
gerçekliğini belirleyen ille de onun bütün
koşullarıyla illa ki sizin başınızdan geçmesi
gerektiği anlamına gelmez. Hiçbirinin
olup olmamanızdan bağımsız olarak gelişir.
Edebiyatçı bir dünya kurar ve bu kurduğu
dünyayı okuyucunun önüne koyar. Okuyucu
bu dünyada bir takım duyguların içinde gidip
gelmeye başlamışsa o iyi bir edebiyat eseridir.
Önemli olan bu kurulan dünyanın gücüdür.
Karakterlerin gücü. Karakterlerin kendi içinde
yaşadığı dönüşümler. Kurduğunuz olay.
Karakterin çatışması. Bu bütün gerçeklikten
bağımsız olarak yaşanmıştır diyebiliriz çünkü
yazar bir hikâyeyi anlatmaya başlarken o
hikâye artık kendi içinde başka boyutta
bir gerçeklik alanı bulmuş demektir. Onu
yaşıyordur yani. Yazarken yaşıyordur. Bazı
karakterler ete kemiğe büründükten sonra
kendi kaderlerini bulurlar. Sizin elinizden
kaçıp kurtulduğunu kendi kaderinin peşine
düştüğünü hissedersiniz.
Peki sonunu yazdığınız bitirdiğiniz halde
onlar kafanızda hala bir hayat yaşıyorlar mı?
Kuşkusuz yazarın yazdığı karakterlerle
kendi arasında metafizik bir bağ vardır. Size
bahsetmeye çalıştığım başka bir gerçeklik
alanı kurulur dediğim şey aslında bu. Yazar
diğer insanlardan farklı olarak yeni bir yaşam
alanı kurgular kendisinin de içinde olduğu
yeni bir gerçeklik alanı. Edebiyat diğer alanlar
gibi sebep-sonuç ilişkisinin yerleşik olduğu,
rasyonel düşünmenin yerleşik olduğu bir alan
değildir. Edebiyat söz konusu olduğu andan
itibaren tefekkürden çıkıp tahayyülünde çok
kahramanı da olmayabilirsiniz. Önemli olan
şey sizin hayata tanıklığınızda yazdığınız
şeyin bu gerçekliğin neresine düştüğüdür.
Eğer iyi edebiyat eşittir yaşanmışlık diye
bir denklem kuracak olursak o zaman biz
bilim kurguyu nereye oturtturacağız? Çok
önemli edebiyat alanları bunlar. Bunları
görmezden gelemeyiz. Edebiyat neticede bir
kurgu üzerinden gider. Siz hayata şahitlik
etme biçiminiz, hayal etme biçiminiz içinde
21
güçlü olarak etki alanının ortaya çıktığı
bir üretim biçimidir. Tahayyül tırnak
içinde uydurmak demek değildir. Başka bir
gerçeklik alanına nüfuz etmeye çalışmaktır.
O da hakikatin bir parçasıdır. Aklın değil ama
kalbin duyguların etkin olduğu bir hakikat
alanıdır orası
Bu dünyaya tekrar gelseydiniz hangi
kitabın yazarı olmak isterdiniz? Niçin?
Zor bir soru keşke yazsaydım diye
gıpta ettiğim bir sürü kitap var ve her seferinde
geldiğimde niye bir başkasını söylemedim
deyip tekrar pişman olup tekrar gidip tekrar
gelmek isteyeceğim. Türk edebiyatında çok
bu kadim tartışma devam etti. Nuh
peygamber ile oğlu arasında da vardı.
Âdem peygamber ile oğulları arasında
da vardı. Bu insan doğasında çok
güçlü bir kavgadır. Pek çok şeyden
etkilenir.
Dolayısıyla
ben
sadece
bugünün meselelerine işaret etmek
için yazmadım. İnsanın hayatındaki en
sert en derin kavga alanlarından biridir
baba oğul çatışması. Babanın oğla karşı
oğlun babaya karşı hissettiği şeyler
kendi varoluş alanlarıyla ilgili. Baba
oğlu kendinden bir parça olarak kendi
varoluşunun sürekliliği olarak algılıyor.
Oğul kendi varoluşunu gerçekleştirmek
için babadan kopmayı tercih ediyor. İkisi
de kendi varoluşları açısında çatışan bir
duygunun peşinde. Yani baba süreklilik
için oğlunu bir yerde tutmaya çalışırken
ölümünden sonra bile, oğul kendi
varoluşu için bu kopuşu bir an önce
yaşamak istiyor. Birbirleriyle kaderleri
de tuhaf bir şekilde örtüşmüştür
aslında baba ve oğul olma rollerinin. O
yüzden oğlun ölümü de aslında babanın
ölümüyle başlar.
güçlü kitaplar var. Mesela Dokuzuncu
Hariciye Koğuşu’nu yazmak isterdim.
Bize hissettirir oradaki bütün duyguları.
Yani çok güçlü edebiyatçılar. Bizim
bugün dönüp dönüp onları okuyor
olmamızın Peyami Safa, Kemal Tahir,
Tanpınar, Oğuz Atay’ı sebebi de bu.
Onlar çok güçlü dünyalar kurabildiler.
Dolayısıyla her birini yazmak isterdim
bütün bu isimlerin.
Son kitabınız olan Şanzelize Düğün
Salonu’nda babası ile çatışan bir gencin
hikâyesini
anlatıyorsunuz.
Günümüz
gençliği sorunlarına değinmek için kaleme
aldığınız bir kitap mı yoksa eseriniz
yazarından izler mi taşıyor?
Bu sadece bugünün gençliği ile
ilgili bir şey değil. İnsan var olduğu
andan itibaren baba ile oğul arasında
22
Bizim yaşıtımız bir kızınız olduğunu
biliyoruz ona en çok hangi alanda öğüt
verme ihtiyacı hissediyorsunuz?
Benim için önemli olan şey
şu aslında: İnsan kendi varoluşunu
hangi değerler ölçeğinde kuracak.
Hayatımıza yön veren pek çok değer
var ve hayatımızın değişik alanlarında
bunları tercih ediyoruz. Bir varoluş
tercihi yapıyoruz. Güçlü bir karakter
yapısına sahip olmak bizim bu değerlerle
karşılaştığımızdaki hem tavrımızı hem
bu değerlere sahip olduğumuzda yaşama
biçimimizi belirleyecek. Benim sık sık
hatırlatmaya çalıştığım şey bu aslında.
İnsanın bu dünyada varoluş amacının
temel değerlerini hissedebilecek bir
karakter yapısına sahip olması. Eğer
gerçekten bir hakikat arayışçısı olursak
bu konudaki melekelerimizin güçlenmiş
olması gerekiyor. Mesela dürüst olmak
insanın hakikatle kuracağı ilişkiyi
güçlendiren bir melekedir. Bu bütün
dünyasını belirleyen şeyler. Böyle çok
temel ahlaki nitelikler var. Yani ben
de mümkün olduğu kadar bu temel
hakikatle ilişkisini güçlendirecek ahlaki
ilkeleri bir şekilde karakter olarak
dünyasında oturtmasını öğütlemeye
çalışıyorum. Fakat en nihayetinde bu
ilişki öğütlemekle değil gerçekten birlikte
yaşamakla ilgili bir şey. Ebeveynler bunu
göstermek zorunda. Belki de söylemenin
kar etmediği bir şey. Sizin tavırlarınız
en sahici öğüt biçimi bu. İnsanın kendisi
için söylemesi çok kolay değil ama
kendime öğütlediğim şeyler var. Kendi
çocuğuna öğütlemendense kendine
öğütlemen gerekir diye düşünüyorum.
Eğer kendin bunu yapabilirsen o çocuk
hayatı nasıl anlamlandırması gerektiğini
senin üzerinden okumaya başlıyor.
Çok küçük yaşlarda başlıyor. Senin
farklı durumlara gösterdiğin tavırları
anlamaya hissetmeye başlıyor. Bunun
değerli olup olmadığını hissetmeye
başlıyor.
Yazdığınız eserler arasında en çok
beğendiğiniz hangisi?
Ben ilk kitaplarımın edebi
niteliğini biraz düşük buluyorum
fakat duygusu yüksek anlatılardı
onlar. Kekeme Çocuklar Korosu Ve
Sen Kuş Olur Gidersin mesela. Son
yazdıklarımın edebi nitelik olarak bir
parça daha iyi olduğu kanaatindeyim
ama ilk yazdığım kitap benim için çok
önemli. Kekeme Çocuklar Korosu
birçok insanın dünyasında derin
duygusal karşılık bulduğu için önemli.
Bir kuşağın kitabıydı çünkü. Bir kuşağın
üzerini örtmeye çalıştığı duygularını
kaşıyan bir kitaptı. Değer ifadesi çok
soyut bir kavram. Neticede onların her
birini değerli bulduğum için basılmasını
istedim. Yoksa zaten hiçbiri olmazdı.
Yeni bir kitap hazırlığınız var mı?
Var ama henüz çok başındayım.
Sinema ile uğraşmış bir yazar olarak hiç
kitaplarınızın filmini çekmeyi düşündünüz
mü?
Hayır. Bazı arkadaşlar bu
konuda taleplerde bulundular. Kekeme
Çocuklar Korosundan bir bölümü kısa
film olarak çektiler. Böyle talepler var
ama kendim düşünmedim
Kitaplarınızla yeni bir üslup
oluşturup bir ekol olduğunuz ortada. Yeni
yetişen ya da yazarlık sevdasında olan
adaylara önerileriniz neler?
Bu çok iddialı bir şey. Tevazu
olsun diye söylemiyorum ama ekol
değilim. Bizden bir kuşak önce
yazan insanların üslupları daha çok
didaktik, çok idealleştiren kitaplardı.
Benim anlattığım karakterler hep bir
tarafıyla düşen kalkan, zaafları olan,
günah işleyen karakterler. Bu da
muhtemelen genç kuşak içerisinde
kendi dünyasından izler bulduğunu
“evet insan böyle olabilir. İnsan böyle
bir varlık.” Fakat en nihayetinde bütün
umudumuzun dönüp dolaşıp Allah
olduğunu hatırlatan anlatılardı. Belki de
o yüzden kendilerine yakın buluyorlar.
Kendi dünyalarına. Kendi hayatlarına.
Kendi düşüşlerine yakın buluyorlar. Bu
onları kısmen rahatlatıyor. Hayatın illa
kitabi idealize edilen şeylerle olmadığını.
İnsan denen şeyin hata yaptığını ama
bütün hatalarımıza rağmen Allah’tan
başka gidecek bir yerimizin olmadığını
bilmek. Belki de bu yüzden seviyorlardır
diye düşünüyorum. Çok okusunlar, çok
yazsınlar. Çünkü yazıyı geliştiren tek
şey yine yazmak. Yazdıklarınızı birtakım
insanlarla paylaşmaktan çekinmeyin.
Yazdığınızı okuyucuyla buluşturun.
Oradan gelen geri dönüşümü ciddiye
alın. Herkes başlangıçta birilerini taklit
ediyor. Bundan çekinmeyin. Bir süre
sonra ondan vazgeçersiniz ve kendi
dilinizi kurmaya başlarsınız. Kelime
dünyanızı genişletmek çok önemli.
23
okurken dinleyebilirsiniz!
CHRİSTİNA PERRİ
A THOUSAND YEARS
EĞİK SARI ÇİZGİ
Fikirler mahpustur kelimelere,
Ki konuşup, özgür kalana, aşk olsun.
Biz böyle öğrendik ki kafiye,
Sağlanmalı, gerekirse, tek harfle,
Cümleler,
Bulamazsam cümle sonuna bir “e”
Boncuk
Uydururum fiyakalı “e”li kelime.
Boncuk,
Dizilmeli.
Hayallere çizilebilir mi hudut,
Büyüyünce bulut olsam,
Bitireceğin yer ise, belli etmeli “.”
Yağmur olup aksam toprağa,
Kocaman bir, nokta, koysam ortaya,
Kırmızı çarpı, utan der gibi,
Yerleşecek, defterime, noktanın oraya.
Sonra rendelense iliklerim,
Kar olup düşsem camlara…
Denizler ıslanır,
Ateş üşür, dünyamda…
Fikre gem mi dayanır?
Sığar mı sayılara?
Altmış ikiye dört bacak uzatıp,
Merkep çizsem resim dersinde,
Ve hikâyeleri yarım bıraksam,
Tam böyle işte…
Rukiye Rahmet DEMİREŞİK
24
KİTAP
Kitap Adı: GİZLİ ÖZNE
Yazar: Nihan KAYA
‘’Hayır! Diye haykırmış Mavi Pelerinli Kız, çıkaramam! Çünkü benim
adım bu, Mavi Pelerinli Kız! Mavi pelerinimi çıkarsam Mavi Pelerinli Kız
olarak kalamam! Kendim olarak kalamam!!! Her şeysiz yaşarım, ama kendim olmadan yaşayamam!...’’ (sf 186)
Mavi pelerinimi çıkaramam!...’’
Ölen nişanlısının ailesiyle ilk defa
tanışmaya gelen Revna, kırılan bir
fincan, yayılan hoş kahve kokusu
ve bir hikaye hatıralarından…
Birçok zaman ve karakterin aynı
anda işlenmiş olduğu bu sürükleyici fakat dikkatle takip edilmesi gereken roman; küçük bir çocuğun,
genç bir kızın, bir annenin zihin
dünyasının kapılarını aralıyor…
‘’Anladım; gerçeğe dair tüm düşüncelerimiz birer kuruntudan ibaretmiş.
Meğer hayat ‘’ansızın’’ la eş anlamlıymış. Boynunda fular, başında şapka
, ağzında piposu olan ressamlar, eskimiş dantel yakalar, ipek şallar; hepsi
aslında yalanmış. Tek gerçek varmış;
o da ‘’ şu an’’mış.’’ (sf 277-278)
Ayşenur ÇOBAN
25
HİS MERCEĞİ
İrem Nur ÇELİK
Yine rahmetle buluştu toprak. İnceden bir musiki çalınıyor kulaklara. Suya
kanma günü bugün. Her damlanın şemsiyeme inişiyle ağırlaşıyor bacaklarım.
Otobüs durağı her zamanki gibi dolu. Kulaklarıma bırakıyorum dikkatimi. Önümdeki su birikintisine basan insanların telaşını hissediyorum. Kimi sağa koşturuyor,kimi sola. Ara sıra yoklayan rüzgar birinin şapkasını düşürüyor az öteye.
Islanan kedi yerini rahat bulmuş olmalı, ayağımın dibinde uyukluyor. Şemsiye
satıcıları etrafta dört dönerken, yağmura tutulanların sayısı da epey var,sanırım.
Yağmurun şiddeti azaldıkça senfoninin melodisi ağırlaşıyor. Güneş, bulutlarla
oynadığı saklambaç oyununu bitirince, yavaş yavaş kırıntılarını hissediyorum
iliklerimde. Kedi de bunu fark etmiş olacak ki,kıpırdanıyor. Arka sokaktaki taş
fırınından gelen ekmek kokusu önce sokağı, sonra bütün mahalleyi mis gibi sarıyor. Her zamanki telaş başlıyor yine sokakta. Koşuşturmalar,bağrışmalar,korna sesleri. Topuklu ayakkabılar iş saatinin bittiğini haber veriyor. Zaman geçtikçe etraf serinleşiyor, birkaç bisiklet sesi deliyor aniden sessizliği. Çocuklar güle
oynaya evlerine dönüyorlar. Hafif bir sıcaklık yayılıyor etrafa. Günbatımı olmalı
bu,diye tahmin ediyorum. Bugün de güzel bir gündü sanırım. Gözüme inen perdeler her ne kadar siyah da olsa, hissedebiliyorum...
26
KİTAPLARDAN SEVDİĞİMİZ CÜMLELER
“ Acıya alışık hayatların yaşandığı
bütün coğrafyalarda çaylar tatlı
içilir, bayramlarda baklava yenirdi.
Ürdün’ deki Filistinliler de acıya
alışık bir hayat yaşadıklarından
çaya şekeri fazla atardı.”
Büyükler sayılara bayılırlar. Yeni bir arkadaş edindiniz diyelim. Onun hakkında hiçbir zaman asıl sormaları gerekeni
sormazlar. “Sesi nasıl?” demezler örneğin ya da “Hangi oyunları sever?” “Kelebek koleksiyonu var mı?” diye sormazlar. Onun yerine “Kaç yaşında?” derler.
“Kaç kardeşi var?” “Kaç kilo?” “Babası
kaç para kazanıyor?” Ancak bu sorularla
tanıyabileceklerini sanırlar arkadaşınızı.
(BİR BUÇUK GÜNDE SER- İ ALEM syf 33)
(KÜÇÜK PRENS)
“ Ölene kadar sorumlusun
gönül bağı kurduğun şeyden”
“İnsanların arasında da yalnızdır insan.”
(KÜÇÜK PRENS)
Kalp susunca insanı toprağın altına koyuyorlar.
(SERGÜZEŞT)
(KÜÇÜK PRENS)
“İnsan bazı günleri
kitapların arasında
saklayıp kurutmak istiyor.”
(İSMET ÖZEL)
Sevmek denen şeyin rolü
bu kadar insanı yakıp
titretecek bir şey olursa,
kendisi kim bilir neydi?
(ÇALIKUŞU)
Ne arsız gönlüm var benim?
Etrafımdaki insanları
ne kadar da çabuk seviyorum.
(ÇALIKUŞU)
27
okurken dinleyebilirsiniz!
RİMSKY KORSA-KOV
SCHEHERAZADE
‫ب‬
İSTİSNA ÇOCUK
Kısıtlı bir zamanın istisna çocuğu
Zamanı iyiler misin? Yenen hep iyiler mi?
Sızım sızım derine işleyen dakikalar
Ömrüne mutlu son kondurabilir mi?
Zaman kötülenmeye mahkum bir kara delik
Geçmişim karartıyor içimi delik delik...
Hey dünkü çocuk mahzen olmuş hayallerin
Günün hortlağı hani nerede emeklerin?
Tacına muhtacım büyük dedelerin
İçimdeki kıvılcımı ateşlendirin!
Yoksa kölesiyim bu zamanın
Hapsin müebbetindeyim.
Zamanın körelttiği kahramanlar!
Yapamıyorum, ateşimi küllendiremiyorum
Gölgemin yere her teması ölümden beter.
Bu da son teması artık yeter!
Battı yine güneşim
Ömrü bitti kelebeğin
Baksana istisna çocuk
Ben zamanı neyleyim?
Ferhan Meryem YILMAZ
29
YAŞAYAN ADAM
Rukiye Rahmet DEMİREŞİK
Herkesin hayatında asla unutamayacağı kimseler tanımışlığı vardır. Ben de bu
jokeri çocukluğumda çekmiştim. “Yaşayan
Adam” yumuk ellerim ve kısa pantolonumla oradan oraya koşup, topa bir türlü vuramadığım o ilk çocukluk devremde, yüzümün çamurdan kurumuşluğuna karşın
gülümsetirdi beni, çocuklukta gülümsemek ayrı tatlıdır. Dükkânı daim kepenkleri
yarı açık duruşuyla açan kişinin tamamını
kaldırmaya üşendiği izlenimi verse de, yaşayan adam hiçbir şeyden üşenmezdi. Annemlerin komşu gezmesine gittiği bir gün
sokakta deli danalar gibi koşunca öğleye
kadar ter içinde kalmıştım ve her zaman
şekere aç vücudum susuzluğumdan ötürü
onu bile kabul etmiyordu. Az cam çerçeve
indirmediğimizden olsa gerek çevre esnafına yaklaşmaktan pek bir korkardık. Ben de
gururumdan ötürü bir arkadaşımın evine
de gitmek istemeyerek çevrede su bulacak
bir yer aramaya başlamıştım. Bir yandan
çölde devesini kaybetmiş bir Kara Murat
–her nasıl oluyorsa- edasıyla kendimi kahraman ilan ederek, dublaj sanatçısı edasıyla
karşılıklı konuşmaları seslendirirken çevremi sarmış düşmanların 15’ini de aynı anda
indirmek adına kendi etrafımda keskin bir
dönüş yaptım. Ve tam burada olaya dâhil
olan bir amcanın tam göbeğine çarptım!
Başımı ağır çekimde kal dırdım. Göz göze
geldiğimizde, etrafa şüpheli bir bakış atıp,
“Diğerleri gelmeden önce buradan gitsek
iyi olur.” diyerek müttefikliğini ilan etti. Ve
onun peşi sıra kıkırdayarak kepenkleri yarı
açık dükkâna girdiğimde, Kara Murat’lığımı dahi unutturacak bir manzarayla karşılaşmıştım. Antika bir sedir çaprazında işlemeli bir tütsüyle kapının solunda, üstüne
bir parçası gibi kondurulmuş, hızlı hızlı bir
şeyler işleyen ve arada bir sonradan aklına
gelmiş gibi tek tük nefes alan teyzeyle duruyordu. Koyu kestane masa ise üstüne kat
kat dizilmiş bir sürü eski kitap ve dergiy-
30
le, uzuyordu sanki göklere… En güzeli ise
şüphesiz, köşeye zarifçe sırtını dayamış tabloydu. Kokusunu buradan duyabileceğiniz
bir şekilde resmedilmişti köpüklü deniz ve
her an o eski İstanbul sandallarından birine
atlayıverebilirdiniz. Resme öylesi bir saygı
duydum pantolonumun içinden çıkardığım
gömlek eteklerini ters çevirerek gömleğin
içiyle toz toprak olmuş ellerimi temizlemeden içi dolmuş tırnak ucumu resme sürtmedim. Az sonra yaşayan adam yanımda belirip iki sandalye çekmişti bizim için. Ve bir
simidi ortadan bölerek yarısını bana uzattı.
Resimdeki denizin karşısında yaklaşık bir
saat oturup ince belli bardaktaki çayımıza
susamları damlayan simiti yedik. Oyalana
oyalana. Ve ben annemin şamarı korkusu
ile ayaklanınca yaşayan adam dudağının
ucunda küçük bir gülümsemeyle bakarak
adımı sordu bana.
-Beyk.
derken adımı anlamayacağından korkmaktan alıkoyamıyordum kendimi. Gülümsedi
ve arkasını bana dönerek bir şeyler paketledi, eve gelene kadar –bir an önce açabilmek adına nasıl da koşmuştum. – bakmamam kaydıyla uzattığı bu hediyeyi alınca
çocuk kalbimden yükselen bir heyecanla
kıpır kıpır olup teşekkürü hızlıca mırıldanarak uzaklaşmıştım dükkândan. Elbette bu
ilginç kişinin bana vereceği hediye pek çok
şey olabilirdi, ama aklıma gelecek en son
şeyin, o dönemde oldukça pahalı olan beyaz
kâğıtlı bir defter ve dolma kalem olacağına teminat verebilirim. Benim gibi pasaklı
bir çocuğa niye böylesi zarif bir şey verdiğini hep merak etmiştim doğrusu. Şimdi,
bu satırları yazarken içi temiz tırnaklarımla defteri okşuyorum. Acaba yaşayan adam
kendi öyküsünü yazmam için mi uzatmıştı,
kendinden bir parçayı. Çünkü onu ancak
ondan bir parçada yansıtmam mümkündü. Dudaklarımda beliren ufak gülümseme
anılarımdan bir buseyle hayatıma düşüyor
şimdi. O günden sonra kar gibi beyaz bir
mendili göğüs cebimde taşımaya başlamış-
tım. Arkadaşlarımla oynamanın zevki horoz
şekeri tadında olsa da yaşayan adamla konuşmayı bırakmam mümkün değildi. Birkaç
kere arkadaşlarımdan seçilmişleri oraya götürsem de, onlar sıkıldıklarında, ben mutluluğumun o ilk taze demlerinde oluyordum,
bu ise ortak bir haz almamızı engelliyordu.
Her gidişimde farklı bir kareyle karşılıyordu yaşayan adam, beni. Dükkânının şeklini
hiç değiştirmese de her seferinde farklı bir
ayrıntıyla yer ederdi kalbimde. Belki hayatı
görsellere kodlama yeteneğimi fark etmişti,
kim bilir? Bana ulaşmanın yolunu bulmuştu. Gülüşü maviyi anımsatırdı bana, huzurlu, taze, güven dolu... Gök gibi.
Bir gün ikimiz diz dize oturmuş çeşitli ülkelerdeki “yol” resimlerine bakıyorduk. Ve
yaşayan adamla her yol ile ilgili bir hikâye anlatıyorduk birbirimize. Kimler ne için
geçmiş, yol ağzında hangi kavuşmalar -yahut ayrılıklar- yaşanmış... Hikayelerimiz
karışırdı bazen, onun anlattığı yetim çocuğa
bir yol arkadaşı eklerdim mesela. Her kelimemi dikkatle dinlerdi. Ve bu bende, diğer insanların yanında görüşlerimin dikkate
alınmayışından ötürü doğan siliklik hissini,
tuzla buz ederdi. Bunu ona açtım bir gün.
Gözlerini bana dikti:
-Şu an ne hissediyorsun?
Yaşıyor gibi hissediyordum. Bunu ona söyleyince gülümseyerek çenemi okşadı.
-İşte bu, bir çocuğun ilk hakkıdır.
Şimdi, bu satırları yazarken anlıyorum o
zaman sadece hoş bir tınıdan duyduğum
karmaşık cümleleri. Çocuğun yaşama hakkı, sadece bedeni ihtiyaçlarından ibaret sananlar, ne de çok yanılıyorlardı.
Resim çizdiğimiz bir ilkbahar ikindisi, yap
rakların arasındaki güneşten gülümsüyordu. Çok güzel çizerdi yaşayan adam. O deniz ve eski İstanbul’u resmeden kişi de kendisiydi. İşin garibi tablonun adının “Çöl”
olmasıydı. Ona bunu sorduğumda:
31
“Deniz nasıl da çöldür bir bilsen!” demişti, larınla yüreğe dokunmaktı. O da fırça tu“İçine tuz kaçmışın suyu kime ne fayda.”
tardı. Dalgaları çizerken coşar, çağlar, sert
kayalara çarpardı.
Sonra öğrenecektim yaşayan adamın bir
zamanların kaptanı olduğunu. Ve bir kaza ***
sonucu iki hafta küçük bir filikada yardım
beklediğini. Bir denizin iç denizlere açıldı- “Ah, zavallı çocuk... O cani nasıl kıydı güğını görebilen gönlü dalgalı, gözü bulutlu, zelim Aslı’ya...”
nefis bir amcaydı yaşayan adam. Dinleme- “Belliydi zaten o adamdan bir halt olmayaye doyum olur mu? Sevmekte sınır olur mu cağı...”
gibi bir soru olacaktır bu da.
“Susun Allah aşkına cenaze evinde tövbe
Kendi kendiyle konuşmak güzel olsa da, bir tövbe!..”
dinleyiciye ihtiyaç duyar insan. Maalesef
Yâdigâr Nine –ilk gün sedirin üstünde gör- ***
düğüm o şirin teyze- konuşmaya pek istekli
Gece olmasına rağmen kırık bir aydınlık
sayılmazdı. Eskilerin o kibar yapısıyla pek
var dışarıda, kar yağıyor. Aşmam gereken
kelâm etmez, sadece işini görür ve mütebesduvarları ruhumu korumak için Yaşayan
sim çehresiyle bir kenarda durarak, severdi
Adam’la inşaa etmiştik. Kimseye onun kadar
eşini. Yaşayan adam da bunu bilirdi. Neyse.
güvenmemişken yalnız adımlamam gereken
Yanına ne zaman gitsem, anlamayacağımı
yollar var. Evet, korkuyorum. Ve demir parbilerek de olsa bir şeyler anlatırdı bana. Bu
maklıkların ardına yahut içine, herhangi bir
kadar kabiliyetli ve dolu bir insanla karşıyere yazıyorum. O beyaz deftere, kendime,
laşmamın, merak duygumun yüzeysel olözgürlüğüme ve insanlara... Kalemime sevduğu dönemlere gelmesi bazen üzer beni.
dalı binler olduğunu söylüyorlar.
“Ressam, kaptan, kaliteli bir dünya bakışı
var. Pek cici bir eşi, buruk bakan gözleri,
tam oturan sözleri...” cümlelere dökünce,
böylesi bir insan bulmanın zorluğu daha da
ortaya çıkıyordur, zannımca. Çocuk haklarına, insan haklarına, çiçek haklarına, boya
haklarına, aklınıza gelecek her hakka merakı vardı, adının Hakkı olduğunu öğrendiğim gün onu bu dünyadan uğurluyor olmasaydık buna gülerdim muhtemelen, ama
yaşayan adamdan ayrılış zamanı öğrendiğim
bu ayrıntı sadece hıçkırık takviyesi olmuştu,
gözyaşlarıma.
“Oğlum, Süleyman, fırçayı uzat!”, derdi,
“Boyayı yavaş sür yumuşak yumuşak, resmin hakkı emektir.”
Yazdıklarımı görse, eminim gülümseyecek,
belki çenemi okşayacak, “Süleyman adam
olmuş, Yâdigâr Hanım .” diyecekti. Ona
göre adam olmak, fikir sahibi olmaktı, ona
göre adam olmak, kalem tutmak, anlattık-
32
ZİNDERUD
Gül Ebrar BAŞAR
Ufacık bir tebessümle mutlu olan insanlardık biz… Yalnız var olana sığınan, ve onun rızasını arayan… Gönlümüz sevgiden başka her şey için tok, gözümüz harama karşı her daim kör, kulağımız küfre karşı
sağırdı o zamanlar…
Peki insanlığımızı kim öldürdü?
Her aybaşı vicdanımızı eksilttik biz banka
önündeki fatura kuyruklarında… Hayat gayemiz, elimizdekiyle diğer aybaşını çıkarmak oldu da, sokak başlarında elinde peçete sepetiyle gözlerimizin içine bakan
çocukları unuttuk…
Boynumuza atkı yerine kravat, üzerimize
hırka yerine ceket alınca büyük adam olduğumuza inandırdık kendimizi, ruhumuzun küçülmesine hiç aldırış
etmedik… Sonra sevdiklerimizi unuttuk teker teker, büyük adamların yaşadığı kocaman evlerde küçücük kafeslere sığdırdık ailemizi…
33
Sonra mesai saati diye bir şey attık ortaya, her saniyesinde içimizdeki huzuru kemirdi…
Zamanında birbirimiz için semaya uzanan eller, şimdi birbirimizi uçurumun aşağısına iter oldu. Yanaklarımızdaki elmaları
kurtlar kemirdi de, tüm bunları yaparken
güldük gözlerimizle…
İneği uzaklarda doğuran teyzenin sırtındaki yavruya takılmadı da hiç yüreğimiz,
daha önce hiç duyulmamışcasına hayvan
sevgisi gibi kavramlar uydurduk. Çeşit çeşit
kıyafetler aldık onlara, hala ayakkabısı yırtık olan insanları umursamazcasına…
Yağan yağmura şemsiye prangası çektik,
güneşi evlerimizin penceresine hapsettik…
Denizin sesini duymayalım diye kayıklarımıza devasa motorlar taktık… Ampullerimiz odamızın her köşesini aydınlattı da, bir
gönüllerimizin karanlığına ışık vuramadı;
kaloriferlerimiz evin her köşesini ısıttı da,
yalnız hayadan terleyen avuç içlerimiz bir
türlü ısınamadı… Uzun zamandır yaşarmayan gözlerimizin güneş gözlükleri tamamen
katili oldu…
Bütün bunlardan kimi suçlu tutmalıyım
bilmiyorum. Elektriği bulan… Amcayı mı?
Her türlü devrime şapka çıkaran aydınları
mı? Sömürgecilik, Fransız ihtilali… Belki
de kendim hariç hepsini…
(Yanlış yoldayım biliyorum!)
Şimdi arabamın ön koltuğundan sağımdaki aynaya bakıyorum. Arkadan gözü yaşlı bir çocuk (ben) geçiyor… Camı aralayıp
bağırıyorum arkasından…
Hey sen! Varsa bir şikayetin, söyle de
içinde kalmasın.
‘’Nasıl olsa modern insan seni asla anlamayacak…’’
34
MİMBAZ
Rukiye Rahmet DEMİREŞİK
Uçalım uzaklara.
Kabuklarımızı kırıp,
Belki alnımızda,
Şehadeti simgeleyen,
Tek bir yarayla...
Uçalım uzaklara.
Bir gökyüzü mesafesi,
Meleklerden yükseklere,
Aramızda bu kurşun süngülü duvar,
Buralardan ötelere.
Ulaşabilsem kardeşlerime,
“La ilahe illallah.” Veda sözümüz olsa.
Gecelerin korktuğu beton yığınlar içinde,
Yahut kavuşma…
Minik bebekleri kollamak gerek bize…
Kalbi pürüzsüz çocukların,
Kim ayırdı ki bizi?
Şarapnel yaraları ile delik deşik gövdelerini,
Kim düşürdü uzaklara,
Uçamayan uçurtmasının ipiyle,
Yetimleri sahiplenecek analar,
Darağacında sallanan minik bedenleri,
Niye?
Doldursam, kalbime, kalır mı bir nefes yeri?
Bulutlar, kurşunlar ve minik serçeler mesafesince?
Uçsak gitsek ötelere,
Neredeyiz?
Ruhumuz kanatlansa,
Nerede olmalıyken neredeyiz?
Kardeşlerimizin yüzüne bakamayış endişesi,
Kalbimizin içine bir yolculuk vakti…
Kalbimizde kalmasa…
Veda vakti, kavuşma vakti,
Şehitçe uçsak, Kudüs’çe uçsak…
Şehadet vakti…
35
YOL
Uzun zamanlar, uzun yollar bıraktı
arkamızda bu sefer. Ayağımıza daha
az takılıp düştük. Zira iki ayağın aynı
yolda yürümesi aynı adımı atması anlamına gelmezdi. Aynı yolun insanları bir tek gövdeyi taşırken ileriye,
hep ayrı durdular, ayrı, fakat ölümüne birlikte. Biz de öğrendik gövdenin
sağlam ilerlemesi için adımların sert,
düzgün ve güçlü olması gerektiğini.
Artık ilerliyoruz. Yolda öylesi taşlara
takılıyor ki ayağımız, sertçe düşüyor
acı içinde inliyoruz, fakat öbür ayak
yanımızda. Bizi kaldırmak için daha
güçlü basacak toprağa. Ve yeniden
yollara vurulmak, aynı davayı omuzlanmak için ayaklanacağız!..