Kebikec Dergisi
Transkript
Kebikec Dergisi
Hey sen! Varsa bir şikayetin, söyle de içinde kalmasın. “Nasıl olsa modern insan, seni asla anlamayacak…’’ KISA FİLM ROOM 8 KİTAPLARDAN SEVDİĞİMİZ CÜMLELER söyleşi Tarık TUFAN Gözünü açabilirsen her şey yola dönüşüyor. Marifet gözü açık olmakta ve niyet etmekte. YIL:1 SAYI: 1 2016 ŞEFKAT EĞİTİM KURUMLARI Adına İmtiyaz Sahibi: Ahmet TÜRKBEN GENEL YAYIN YÖNETMENİ: Betül OCAKLI ([email protected]) Grafik ve Tasarım Baskı Cilt İslam ŞENSÖZ Ceviz YÖNETİM YERİ Adres: Karadeniz Mah. Cebeci Cad.1168/2-GOP/İST Tel : 02126496823 Faks : 02126496827 www.sefkat.k12.tr EDİTOR Betül OCAKLI “Her yazı bir temel kazı; yaklaşmak için var oluşun giz alanlarına…” Nuri Pakdil Coşku, heyecan, umut, ümit, …Kelimelere dokunduğumuz ilk andan itibaren hislerimizde hep bu notaların tınıları duyulmaktaydı... Dergimiz ilk sayısıyla ve iddialı içeriğiyle genç yüreklerin heyecanının en güzel sesi olma gururunu yaşamakta. İşimiz sözcükler olunca yolumuza çıkan noktalara bir virgül çalımıyla eserek yüreğimizin derinlerinde, dimağımızın enginlerinde ne varsa ortaya koymaya çalıştık.Heyecanlı ekibimiz hazırlığımızın her anını ilmek ilmek emekleriyle işlediler. Bazen hızlı koşuşturmalar arasında vücuda geldi bir öykü bazense bir yağmur damlasının sırtında ulaştı kalem ucuna dizeler. Kimi zaman renklerin cümbüşüyle geldi ilham kimi zamansa kapımızın önündeydi en latif cümleler. Bizler hayallerimizin tokmağını çalan hisleri misafir ettik gönül hanemizde şimdi icabet sırası sizlerde. En yüce, en derin, en kalbi muhabbetle buyur ediyoruz sizleri dünyamıza. “Kebikeç” ile ruhunuzun basamaklarında ince bir gezintiye davet ediyoruz sizleri, Buyrun sevgili okurumuz… Buyrun ki bizler daha da şevklenip “ilk emrin” muhatapları olarak okumaya ve yazmaya hep birlikte aşkla,şevkle ve hatta bitimsiz bir heyecanla devam edelim. Buyrun ki sizleri de bu müstesna ruha ortak edelim… Neden Kebikeç? Eskiden kitapları kurtların yememesi için başına “Ya Kebikeç” yazılırmış.Yani bir nevi “kitap kurdu” duası. Biz de dergimizde hem eskiyi yâd edelim hem de unutulmuş bir geleneğin devam etmesine az da olsa bir katkı sağlayalım istedik. Medet ya Kebikeç!.. Selam ile… İÇİNDEKİ 6 11 16 18 24 26 Huzme-i Mercan Esrar-ı Rayiha Room 8 Karikatür Eğik Sarı Çizgi His Merceği 29 İstisna Çocuk 30 Yaşayan Adam İLER 8 Manifesto 14 19 25 27 33 Gizli Özne 35 Mimbaz Küçük Kent Kavanozları Tarık Tufan ile Söyleşi Kitaplardan Sevdiğimiz Cümleler Zinderud HUZME-İ MERCAN Mercan Nisa Aykaç Sevmek birini, Kırmızı, kıpkırmızı sevmek Derinden sevdalanmak ona, Sımsıkı ve sımsıcak Öyle ki, gönülleri ısıtacak. Mavi, masmavi sevmek Sular gibi tertemiz, berrak… Bütün çocuksuluğuyla onu Uçsuz bucaksız göklere uçuracak Yeşil, yemyeşil sevmek Her defasında yeni filizler çıkartacak Toprağını asla unutmayıp Ona sıkıca sarılacak. Sarı, sapsarı sevmek Yaz gelince ortalığı ısıtacak Güz vakti etrafı kaplayacak Kışın aniden çıkan güneş gibi umutlandıracak 6 okurken dinleyebilirsiniz! NEARER MY GOD TO THEE Pembe, pespembe sevmek İlkbahar çiçekleri misali mis gibi kokacak Ufacık bir tebessüm karşısında dahi, Her daim yanaklarda al al duracak. Siyah, simsiyah sevmek Film şeritlerinden bir kare olacak Leyl vakti mehtaba daldırıp Huzurlu hayaller kurduracak. Beyaz, bembeyaz sevmek Masum ve tertemiz olacak Kar taneleri gibi eşsiz olup Gün yüzüne çıktığında mutluluk dağıtacak. Ve Rengarenk sevmek… Tüm renkleri içinde barındıracak Zihinlerde hayranlık uyandırıp Dillere değil, gönüllere destan olacak. 7 MANİFESTO Ferhan Meryem YILMAZ Mantar; dokunduğunda zehrini akıtan ancak yavaşça etkisini gösteren... Mantar; bir tebessüm ile dokunan her dokunuşunda huzur saçan... Endamı yüksek, yeşillere boyanmış ağaca dokunur bir mantar. Ancak zehirli mi yoksa huzur kaynağı mı bilinmez. Ağacın bir karar vermesi gerekir. Önünde iki seçeneği vardır. Bu mantar ya yeşil elbisesinin en güzide süsü olacaktır ya da yemyeşil yaşamının sonu... Birincil düşünceye kapılır. Çünkü zehirli dahi olsa ona yaşam şansı sunan yeşilliğe zehri akıtmak olmaz. Neden sonra çok halsiz hisseder ağaç. Ustaca davranmıştır çünkü ağacın üzerindeki beyaz şapkanın altındaki zihin. Yavaşça akıtmıştır zehrini. Öylesine yavaş ki yeşil elbisesi solana dek algılayamamıştır zehirlendiğini. Büyük hayal kırıklığı içerisinde vücudundaki zehre panzehir üretmeye koyulur. Evvela zehirli mantardan kurtulmuştur. Mantar düştüğü anda yemyeşil elbisesindeki kapkara bölüm açığa çıkar. Bu duruma üzülmez ağaç zira panzehiri zamanla kendisini siyahlardan arındıracaktır. Bu bilinçle yaşamına devam eder ve daha gür bir elbise oluşturur kendine. Hata yapmıştır ağaç bir daha tekrarlamamak üzere. 8 okurken dinleyebilirsiniz! BEETHOVEN’S 5 SECRETS-ONE REPUBLİC CELLO ORCHESTRAL 9 okurken dinleyebilirsiniz! TANBURİ CEMİL BEY NİHAVENT TANBUR TAKSİM 10 ESRAR-I RAYİHA Gül Ebrar BAŞAR Güneş kendini ürkek bir çocuk gibi gösterirken söğüt yapraklarının arasından, muhtelif kabilelere mensup kuşlar alır yerlerini her sabah, iri çınarın görkemli dallarında...O saatte işe giden esnafın kundura sesleriyle, yüzyıllık taşların efkarlı ama bir o kadar koyu muhabbetleri duyulur buralarda...Gün erken doğar Süleymaniye’nin bu dar sokaklarında... Günün ilk ışıklarının yeni yeni aydınlattığı sabahın cilaladığı eski ama yıllara meydan okuyan kunduraları, üzerinde henüz ütü izi silinmemiş hafif yerlere sürünen pantolon, kar beyazı gibi, yakaları kolalanmış dirsekleri giyilmekten aşınmış gömlek ve başında fesi ile (-ki kış gelince üzerine babasından kalma gri kırçıllı kaban eklenir) hayatın akışına rahatsızlık vermemek için parmak ucunda yürüyen ve sokak kedilerine ekmek dağıta dağıta küçük dükkanının yolunu tutan, biraz çelimsiz ay yüzlü bir delikanlı geçer bu sokaktan. Yüzünde manalı bir gülümseme ile boş sokakları selamlar önce, sonra kaldırır kafasını ve uzun süre seyreder Süleymaniye’nin Minareleri’ni...(Zaten bi onlarla dertleşirken gördüm kendisini...)Hatta bazen fazlaca uzatır bu faslı ama sokağın sonundaki kedilerin açlıktan miyavlamaları duyulunca devam eder yoluna. Günün ağarmasıyla daha da serinleşen rüzgar açmaya çalışır daha tam uyanamamış mahmur gözlerini... Sonra sokağın sonundaki tarihi çeşmeye devreder görevini... Yaldız işlemeli, mermer çeşme...Sokağın en eskilerindendir o, bu sokağın tüm düğünlerine, cenaze törenlerine, mutluluklarına, kederlerine şahittir ve her sabah Beşir’e nakleder sanki tüm birikmişliklerini. Üzerindeki çiçek motiflerini seçmeye çalışı Beşir ve uzunca süre hayranlık duyar bunu yapan ustalara. Zihnindeki istifhamlara mana bulamayınca çeşmenin serin sularına çarparak dağıtır onları ve devam ederdi yoluna... Çiçek motifleri demişken tarihi bir esans dükkanında çıraktır Beşir.(Bu yüzdendir çiçeklere olan aşırı merakı) Aslen Bursalıdır. Altı kardeşi olduğundandır ki memur olan babasının maaşı yetmeyince daha bıyıkları terlemeden İstanbul’a düşmüştür yolu.Ee bu mahalleyi nasıl bulmuş derseniz, Kapalıçarşı’da iş ararken (-ki iş arıyor dediğime bakmayın Hasan Amca’nın dediğine göre kaybolmuş orada) tutmuş bizim Hasan Amca bunun kolundan getirmiş evini boş odasına...O gün bu gündür ( aradan yedi sene geçti )aralarında oluşan ülfete tanıklık etmiştir herkes. Öyleki Hasan Amca kendi dükkanında çırak olarak değil de kusursuz bir sanat eserine emek verir gibi 11 yetiştirirdi Beşir’i ...O ise hep mahçuptu ustasına, anne babasına olduğu gibi...Her ay başı postanenin yolunu tutar kazancının önemli bir kısmını ailesine gönderir sonra da küçük ahşap dükkanda ustasının himayesine sığınırdı. Odası ile bu küçük dükkan arasında kendisine huzur veren sakin bir hayatı vardı Beşir’in... Etrafının tumturaklı kalabalığına hiç aldırmaz hayatın doğallığını bozacak ritimler karşısında hiç istifini bozmazdı. Odasında minik tahta divanı tam üzerinde kısık ateşli bir gaz lambası ve küçük tahta penceresinin önünde renkli saksılar içerisinde türlü aromalar yayan çiçekleri vardı.Bir de kitap kokusuyla çiçek kokusunun birbirine karıştığı, Hasan Amcayla birlikte kullandıkları bir kütüphane... Beşir tüm bunları geride bırakarak bu sabahta günlük nasibinin kapılarını besmeleyle açmak üzere dükkanının verandasının gölgesine ulaşmıştı ki ,kapıya iliştirilmiş zarfa değdi gözleri... **************************** Birkaç saat geçmişti aradan . İnsanlar evlerinden teker teker çıkmış, sokaklar yavaşça uyanmış, güneş şehirle hasbihale başlamıştı bile. Beşir hala mektubu ilk okuduğu yerde etrafına bakınıyordu şuursuzca...(İlk defa diyorum çünkü tekrar tekrar saatlerce okudu mektubu aynı yerde...)Kim getirmişti, ne zaman getirmişti ve en önemlisi neden getirmişti ? Belki ilk okuduğunda kafasını toplayıp etrafına baksaydı görme şansı olabilirdi ama kim olsa bu kadar çabuk ayrılamazdı okuduklarından. Nice kitaplar okumuştu bu yaşına kadar Beşir , ne dergiler ne gazeteler karıştırmıştı (hatta Hasan Amca sayesinde hamuru kitapla yoğrulmuştu ) ama hiçbir söz inmemişti bu kadar derine, hiç birinin bu kadar tesiri olmamıştı yüreğine... Hatırlamaya çalıştı sabahı Beşir, bugün dünden farklı ne görmüştü mesela... Biraz daha zorladı hafızasını, gözüne dikkate değer bir şey çarpmamıştı aslında...Her zamanki gibi evden çıkmış, sokağın sonundaki çeşmede kedilere ekmek dağıtmıştı. Bir de işine yarar bir bilgi mi bilmiyordu ama ( sabah gördüğü tek farklılık olduğundan söylüyorum ) sanki bu sabah daha az kedi gelmişti yemek yemek için... Her zaman ilk dakikalarda biten ekmeğin hatırı sayılır bir lokması bu sefer ağacın dibinde kalmıştı. Kendisi sokaktan geçerken de kimsenin olmadığı düşünülürse sanırım mektubu bırakan kişi, mahallenin kedilerini de unutmamıştı . Bu mahalledendi o halde...( kedileri besleyeceği yeri bile bildiğine göre …)Zihnindeki bu suallerin gölgesinde geçen zamanın farkına varınca çalışma masasına doğru gitti Beşir. Yanındaki merdivenle kütüphanedeki en üst rafa ulaştı ve içinde renk renk, koku koku çiçeklerin olduğu büyük karton kutuyu indirdi aşağı...Tümüne baktı teker teker...Sonra siyah orkideyi tuttu elinde... 12 ******************************* ‘’İki tarafı yüksek ağaçlarla kaplı, uzun toprak yolda yürüyordu şimdi de... Altında sonbaharda dökülen yaprakların hışırtısı, üzerinde hafifçe çiseleyen yağmur, ağaçların dalları arasından yüzünü göstermeye çalışan güneş ve bu ıssız yolda kendisine korkacak vakit bile tanımayan iç sesi... Hepsi muazzam bir portre koyuyordu ortaya birleşince...Yaklaşık yarım saat daha devam etti bu durum...Artık yağmur hızlanmış ve yere düşen her damlayla kır çiçeği kokusu etrafını sarmıştı...O sırada nasırlı elleri, kocaman yüreğiyle annesi geldi yanına. Tuttu elinden, yağan yağmurda koyunların izlerini takip ederek yürümeye devam ettiler... Bazı günler istediği kadar koyunların peşinden koşmasına izin verir, yorulunca da istediği çiçeği bulmasını isterdi ondan.Beşir de akşama kadar sürüden kaçırdığı kınalı kuzusuyla arardı o çiçeği...Bulunca da doğru annesine götürür, çiçeğin tüm hasletlerini öğrenirdi ondan.(bulamadığı da oluyordu tabii , en son çiçeği bulmak için günlerce dağa gelmişti) İlk, kır çiçeklerini tanımıştı mesela...Sonra nergis, karanfil, zambak, gül, menekşe, orkide, sümbül...Teker teker kimliklerini ezberlemişti çiçeklerin... Hepsinin kokusunu kazımıştı hatırasına... Yalnızca çiçek kokusu da değil , soba kokusu, kestane kokusu, portakal ve limon kokusu ,(babaannesi sabah namazından sonra kabuklarını koyardı sobanın üzerine) yağmur kokusu, süt kokusu, ekmek ve kahve kokusu... Çiçekler sadece kokudan ibaret değildi elbette. Hepsinin ayrı bir ruhu vardı...Nergis kibirliydi mesela, akasya zarif, gül her rengiyle bambaşka dünyaları açardı, fesleğenle iyi dileklerini canlandırır, çuha çiçeklerini annesinin güzelliğine adardı... Papatyalar, laleler, zambaklar...Ama o hep siyah orkidenin peşinde gezerdi...Ruhunu tamamlayan hayatının bütün kırıklarını onaran bir tarafı vardı orkidenin....Asil ve onurlu... ******************************* Elindeki orkide şişesini hayatını avuçlarının arasına sığdırmışçasına sıkı sıkıya tuttu.Ve şişelerinin bulunduğu kutuya doğru döndü...Onları tanımak için isimlerini yazdığı şişelere uzun uzun baktı. Neden sonra elindeki şişenin boş bir levha gibi parıldadığını fark etti... Gayriihtiyari uzandığı hokkayla mektubun içindeki ifadeyi elindeki şişenin üzerine nakşetmeye başladı... ELİF...;,, 13 KÜÇÜK KENT KAVANOZLARI Şevval GÜNDAY Küçük kentler vardır. İki bulut arası mesafe o kadar kısadır ki sürate ihtiyaç duymazsın. Serbest bırakmak yeterlidir kendini, rüzgara teslim olursun. Bir de bahar geldi mi bambaşka olur buralar. Her yer mutluluk kokar. Yemyeşil tebessümleri vardır. Sen güldükçe büyür ağaçlar. Sonra bir demet koparır evine götürürsün. Kim bilir belki kendine verirsin, belki de bir vazoya koyarsın. Sonra salonundaki gölden bir avuç şerbet alırsın ve ağaçlarına verirsin. Ağaçları doyurmak seni acıktırmıştır. Gölün yanındaki dönen kaydıraktan bir kat kaydın mı mutfaktasın. Burası senin küçük çikolatadan mutfağın. İçi bol karamel kaplı dolaplardan ikincisinde seni doyuracak kavanozlar var. Küçük kentlerin küçük olur kavanozları da kapakları da. Fazla anılar biriktiremezsin içinde zaten üç kaşıkta doyarsın. İlk kaşıkta ağzına biraz emek tadı gelir. Çiğnemesi zordur, önce biraz yorar ama ekmekten daha doyurucudur. 14 Etrafı ekşi görürsün. İkinci kaşıkta başarıyı, hazzı tadarsın. Bilirsin ki kaşık kaşık baldan tatlıdır. Şimdi altın rengine bürünmüştür göl suları, metrelerce bal görürsün. Gözlerin etrafı bir mürekkep gibi boyamaya devam ettikçe mide seslenir “ey göz doy!” diye. Üçüncü kaşıkta huzurun yoğun tadı seni alır küçük kentten uzaklara götürür. Bu defa kapatırsın gözlerini, duymayı doymaya tercih edersin. Huzurun sesi. Acaba tadı kadar yoğun mu diye merak edersin. Sonra şaşırtır seni huzur, Soğuk, buz gibi bir ses. Bu sıcakta tam da aradığın şey. İyice dinlersin teninde bıraktığı mavi izleri. Tıpkı güneş gibi masmavi buz gibi bir ses bu fakat fazlası üşütebilir. Bu yüzden yavaş yavaş kaldırırsın fosforlu kirpiklerini. Sanki renksiz bir tebeşir tüm kenti sessizliğe boyamıştır,şaşırırsın. Ama kabul edersin ki küçük kentlerin kavanozları da küçük olur. Fazla fazla koyamazsın kararında kapanır kapağı. Üç kaşıkta doyarsın. okurken dinleyebilirsiniz! O COME O COME EMMANUEL 15 ROOM 8 KISA FİLM YORUMU Ayşenur ÇOBAN 2013 Birleşik Krallık- İrlanda ortak yapımı Room 8 ; yönetmenliğini James W.Eriffitins’in yaptığı, yazarlığını yine James W. Eriffitins ile birlikte Geoffrey Fletcher’ın ve yapımcılığını Sophie Venner’ın üstlendiği muhteşem ve düşündürücü bir kısa film örneğidir. “En İyi Kısa Film” dalında BAFTA ödülüne layık görülmüş ve bir Rus hapishanesinde geçen filmin başrollerini Tom Callon ve Michael Gould paylaşmıştır. Bir suçlunun askerler tarafından hapishaneye götürülmesiyle başlayan film, odadaki kırmızı bir kutuyu fark etmesi ve diğer kişinin ikazlarına rağmen kutuyu açmasıyla devam eder. Kutuyu açan hükümlü, kutunun içinde odanın bir maketi olduğunu görür ancak sonrasında kutunun içindekinin kendisi oluğunu ve kendisinin de daha büyük bir kutuda olduğunu fark eder. Odanın tavanından –yani kutunun kapağından- kaçabilme düşüncesiyle odanın tavanına tırmanır ve kutudan atlar. Daha büyük kutudaki kendisi, adeta bir karınca gibi küçülmüştür ve kutudan kaçmasıyla hücredeki diğer kişi tarafından kibrit kutusuna hapsedilir. Bu kibrit kutusunun konulduğu çekmecede ise daha nice kibrit kutuları vardır. İnsandaki merak ve daha fazlasını isteme duygusu, kader, insanın sahip olduğu irade gibi konuların işlenmiş olduğu bu düşündürücü kısa filmde, çok fazla sembolize edilmiş kavramlar olduğunu görebiliriz. Gardiyan tarafından hücreye getirildiğinde gardiyanın suçluya “İyi ki doğdun” demesi aslında hücreye girmesinin onun için bir doğuşu, yeni bir başlangıcı ifade ettiğini düşünebiliriz. Bundan yola çıktığımızda hükümlüyü, dünyaya doğan insana benzetebiliriz. Çünkü insan da dünyada bir hapis hayatı yaşar. Hücreye girişten sonra mahkum hep bir merak içinde etrafa bakınır. Ancak odada bulunan ve bir masada kitap okuyan diğer kişi, mahkumu uyarır. Kutuyu görüp açmaya çalışmasıyla birlikte diğer kişi son kez ikazda bulunur ve mahkum nedenini sorunca pişman olacağını söyler. Ancak mahkum buna rağmen kutuyu açar ve bir kutuda olduğu gerçeğini fark eder. Bu kısımdan da diğer kişinin Tanrı olabileceğini düşünebiliriz. Çünkü pişman 16 olacağını bildiği bir şeyi mahkumun yapmaması için uyarıyor fakat onu engellemiyor yani ona seçenek sunuyor. Bu da insanın belli bir iradesi olduğunu gösterir. Kutuyu açtığında Tanrı olarak sembolize edilmiş kişi gerçek karşısında şaşkına dönmüş mahkuma mutlu olup olmadığını sorduğunda mahkumun “ Evet! “ diye yanıt vermesiyle de insanın arzuladığı şeyin kötü veya iyi de olsa, ona hoş geldiği, onu tatmin ettiğini anlayabiliriz. Mahkum kutudan çıkıp büyük kutuya düştüğünde her ne kadar bu sonsuz sayıdaki ve mekandaki kutulardan çıkamayacak olsa da koşuyor. Sonucunda pişman olacağını söyleyen kişi de onu bir kibrit kutusuyla yakalıyor ve diğer kibrit kutularının arasına koyuyor. Filmin son sahnesinde de insanın, Tanrıdan kendisine uyarılar gelmesine rağmen kendi istediğini yapması ve sonucunda içinde bulunduğu ancak kaçmaya çalıştığı dünya hapishanesinden daha korkunç ve sonsuz olan cehennem çukuruna düşmesi anlatılmak istenmiş. Burada bize ateşi çağrıştıran kibrit kutusu da özellikle seçilmiş olmalı. Çekmecedeki kibrit kutularının varlığı ve sıradaki mahkumun çağrılması da bu olayın sürekli tekrar ettiğini yani özgürlük tutkusu, merak gibi hislerin insanlığın doğasında olduğunu gösteriyor. Tüm bunlara karşın, filmdeki mahkumun aksine o ikaza uyan, sabredip bekleyen kişiler zamanları dolunca mutlaka özgürlüklerine kavuşacaklardır. İnsanoğlu dünya hapishanesinde bir hayat sınavındadır. Bu sınavda Allah’ ın emirlerine ve ikazlarına uyanlar kazanacak; nefsinin ve şeytanın isteklerine uyanlar ise daima yanlış cevaplar verecektir. Kazananlar gerçek özgürlüğe kavuşacak, yanılanların ise istikameti kibrit kutuları olacak. 17 KARİKATÜR Gül Ebrar BAŞAR SÖYLEŞİ Hilal AVŞAR Şevval GÜNDAY Tarık TUFAN “Mesele bizim gözümüzü açabilmemizde. Gözünü açabilirsen her şey yola dönüşüyor. Marifet gözü açık olmakta ve niyet etmekte.”. Kekeme Çocuklar Korosu, Ve Sen Kuş Olur Gidersin, Şanzelize Düğün Salonu gibi kitapların yazarı, radyo programcısı, senarist, edebiyatçı, öğretmen Tarık Tufan ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Keyifli anlarımıza siz de ortak olun istedik. Gerek yaptığınız TV programları gerekse yakın çevrenizden edindiğimiz bilgiye göre çok enerjik, kendiyle barışık bir karaktere sahip olduğunuzu biliyoruz, fakat eserlerinizde daha çok yalnız, sefil, karamsar karakterlere yer veriyorsunuz. Size zıt olan bu karakterleri nasıl bu kadar güzel yorumlayabiliyorsunuz? Tam olarak zıt olduğunu söyleyemeyiz bu karakterlerin çünkü insanın sosyal hayatta kurduğu ilişkilerle kendiyle baş başa kaldığında zihnindeki dünya her zaman çok örtüşmeyebilir. Ama sizi yakinen tanıyanlar o gördükleri yüzün dışında başka bir yüzün daha olduğunu bilirler. Sosyal dünyada insan kendini bu konuda gizlemek isteyebilir. Herkesin orayı dokunmasını istemeyebilir. Herkesin o dünyaya aşina olmasını istemeyebilir. Dolayısıyla ben çok başka bir insanımda çok başka şeyler yazıyorum diye bir şey yok. Herkesin dünyasında farklı farklı yüzler var. Bir tanesini daha çok yazarken kullanıyorum. Yazmaya değer bulduğum şeyi yazıyorum. Hikayenin başladığı yer düşüş hikayeleridir aslında. Büyük hikayenin başladığı yer insanın düştüğü yer. Dolayısıyla ben oraya daha çok dikkat ediyorum. Doğru ama gündelik hayatımda neşeliyim, sohbet etmekten hoşlanırım. Ama bundan ibaret değil. Hayat da bundan ibaret değil. 19 Felsefe okuduğunuzu ve sosyolojide yüksek lisans yaptığınızı biliyoruz. Ben genelleme yapsam ve desem ki felsefe ile ilgilenmiş biri olarak eserlerinizde yaratıcıya - dine - inanca karşı duruşun aksine daha çok mistik bir hava sezilmekte. Felsefenin de Rabb’e götüren bir yol olabileceğini söyleyebilir miyiz? Seni götüren yolun ne olduğu meselesi bir çırpıda söylenecek bir şey değil. Her şey yol. Sadece felsefe değil, sadece edebiyat değil, sadece kitap değil. Her şey yol yani. Birkaç şey var bence yola etki eden bir tanesi: Senin niyetin. Mesela insanın sürekli Kur’anla muhatap olması onu her zaman yolda tutan bir şey de değildir. Yani böyle mutlak genel geçer sebepler kuramayız. Mesela Kur‘an için Allah “Bu kitap iman edenlerin imanını arttırır, küfredenlerin küfrünü attırır.” diyor. Metin tek başına seni yolda tutmaz. Senin ona nasıl yaklaştığınla ilgilidir. Mesela Kur’an’ın bir hidayet kaynağı olduğunu söylerken Allah’tan korkanlar için öyle olduğunu söyler ayette. Dolayısıyla bir şeyin yol olması tek başına onun sahip olduğu hakikat değeriyle onun sahip olduğu anlam dünyasıyla ilgili değildir. Tek başına bu yeterli olmaz. Bunun dışında insanın o yolla temas etme biçimi niyeti hakikat ile ilgili kendince kurduğu ilişki biçimi, çaba. Bütün bunlar hepsi tek tek etkendir. İnsan sayısı kadar nefes kadar yol var. Allah her an yaratıyor. Allah her yerde. Dolayısıyla her an yaratan ve her yerde olan bir Rabb’e inanıyorsan her şey de yol niteliği kazanabilir. Kuşkusuz bazı yollar dolambaçlı olabilir. Ama hakikat gibi bir niyeti olan insan için o yol mutlaka bir yere varabilir. Temel soru şu bence bir şeyi vesile olmakla perde olmak arasında ayırt eden durum nedir? Bir şey sizi bir yerden alıp başka bir yere götürebilir vesile olabilir ama aynı şey bir hakikatin önüne örtü de olabilir. Bunu belirleyen sizin niyetinizdir. 20 Mesela İslam’da bütün ibadetlerin ön koşulu niyettir. Dolayısıyla biz her şeyi niyet ölçeğinde yapıyoruz. Allah’ın ilk baktığı şey bizim niyetimiz. Sizin niyetiniz hakikate yaklaşmak için bir çabaysa her şey yol oluyor zaten sonra. Hz. Ali’ye atfedilen “gören gözler için gün ışımıştır“ diyor ya. Mesele bizim gözümüzü açabilmemizde. Gözünü açabilirsen her şey yola dönüşüyor. Marifet gözü açık olmakta ve niyet etmekte. Yazmaya kaç yaşında başladınız? Lise dönemimde yazmaya başladım ama o yazdığım şeyler ortalama bir lise öğrencisinin dünyasında yer tuttuğu kadardı. Bazen şiire benzer şeyler yazmaya çalışıyordum ama sahici anlamda üniversite başladığımı söyleyebilirim. Üniversitede ikinci sınıfta radyo programları yapmaya başladım. Radyo programları yaparken de ister istemez daha çok okumaya, daha çok yazmaya başladım. O benim yazı sürecimi daha disipline etti, hızlandırdı. Peki yazar olmak en başından beri aklınızda olan bir şey miydi? Yazmayı hep sevdim ama yazar olmak o zaman gerçekliğe taşınmasını zor bulduğum bir şeydi. Çünkü kitabının basılması önemli bir olay. Radyo programlarına başladıktan sonra bu da öbürlerinin yolunu açtı diyebilirim. Dinlenen bir radyo programcısıydım o zamanda. Programın dinleyicileri çoğalınca bu yayıncıların da ilgisini çekiyor. Acaba yazdığı bir şeyler var mı diye. İlk kitabınız basıldığında utanmış mıydınız veya yazdıklarınız okunurken kendinizi ifşa olmuş gibi hissediyor musunuz? Bunu hala yaşıyorum. Bazen bakıyorum ve bunları nasıl yazmışım diyorum. Keşke yazmasaydım bunları yok edebilme imkânım var mı diye. Çünkü çok yazdım yırttım. Her yeni başlayan gibi ama bunlar oldu dediğim parçaları bir araya getirdim ve kitap olarak bastım. Fakat bugün geriye döndüğümde onların da çok felaket şeyler olduğunu görüyorum. Ama insanın tekâmülü böyle bir şeydir. Çok kibirli olmamıza lüzum yok. Yapıyoruz. Bir süre sonra daha iyi yapmaya başlıyoruz. Bundan utanmaya gerek yok. Yazdığımız her şey başımızdan geçmez. Okuyucu metinle kurduğu ilişkide ilginç bir şekilde bütün bu yazılanların gerçek olmasını içten içe istiyor. Bazen bana soruyorlar “bunlar gerçek mi? “ aslında bu iyi bir şey. Yazdıklarımın okuyucunun dünyasında bir karşılık bulduğunu gösterir. Fakat edebiyat böyle bir şey değil. Bir taraftan da bazıları şöyle der: Yazar hep kendisini yazar. Bir şeyin gerçekliğini belirleyen ille de onun bütün koşullarıyla illa ki sizin başınızdan geçmesi gerektiği anlamına gelmez. Hiçbirinin olup olmamanızdan bağımsız olarak gelişir. Edebiyatçı bir dünya kurar ve bu kurduğu dünyayı okuyucunun önüne koyar. Okuyucu bu dünyada bir takım duyguların içinde gidip gelmeye başlamışsa o iyi bir edebiyat eseridir. Önemli olan bu kurulan dünyanın gücüdür. Karakterlerin gücü. Karakterlerin kendi içinde yaşadığı dönüşümler. Kurduğunuz olay. Karakterin çatışması. Bu bütün gerçeklikten bağımsız olarak yaşanmıştır diyebiliriz çünkü yazar bir hikâyeyi anlatmaya başlarken o hikâye artık kendi içinde başka boyutta bir gerçeklik alanı bulmuş demektir. Onu yaşıyordur yani. Yazarken yaşıyordur. Bazı karakterler ete kemiğe büründükten sonra kendi kaderlerini bulurlar. Sizin elinizden kaçıp kurtulduğunu kendi kaderinin peşine düştüğünü hissedersiniz. Peki sonunu yazdığınız bitirdiğiniz halde onlar kafanızda hala bir hayat yaşıyorlar mı? Kuşkusuz yazarın yazdığı karakterlerle kendi arasında metafizik bir bağ vardır. Size bahsetmeye çalıştığım başka bir gerçeklik alanı kurulur dediğim şey aslında bu. Yazar diğer insanlardan farklı olarak yeni bir yaşam alanı kurgular kendisinin de içinde olduğu yeni bir gerçeklik alanı. Edebiyat diğer alanlar gibi sebep-sonuç ilişkisinin yerleşik olduğu, rasyonel düşünmenin yerleşik olduğu bir alan değildir. Edebiyat söz konusu olduğu andan itibaren tefekkürden çıkıp tahayyülünde çok kahramanı da olmayabilirsiniz. Önemli olan şey sizin hayata tanıklığınızda yazdığınız şeyin bu gerçekliğin neresine düştüğüdür. Eğer iyi edebiyat eşittir yaşanmışlık diye bir denklem kuracak olursak o zaman biz bilim kurguyu nereye oturtturacağız? Çok önemli edebiyat alanları bunlar. Bunları görmezden gelemeyiz. Edebiyat neticede bir kurgu üzerinden gider. Siz hayata şahitlik etme biçiminiz, hayal etme biçiminiz içinde 21 güçlü olarak etki alanının ortaya çıktığı bir üretim biçimidir. Tahayyül tırnak içinde uydurmak demek değildir. Başka bir gerçeklik alanına nüfuz etmeye çalışmaktır. O da hakikatin bir parçasıdır. Aklın değil ama kalbin duyguların etkin olduğu bir hakikat alanıdır orası Bu dünyaya tekrar gelseydiniz hangi kitabın yazarı olmak isterdiniz? Niçin? Zor bir soru keşke yazsaydım diye gıpta ettiğim bir sürü kitap var ve her seferinde geldiğimde niye bir başkasını söylemedim deyip tekrar pişman olup tekrar gidip tekrar gelmek isteyeceğim. Türk edebiyatında çok bu kadim tartışma devam etti. Nuh peygamber ile oğlu arasında da vardı. Âdem peygamber ile oğulları arasında da vardı. Bu insan doğasında çok güçlü bir kavgadır. Pek çok şeyden etkilenir. Dolayısıyla ben sadece bugünün meselelerine işaret etmek için yazmadım. İnsanın hayatındaki en sert en derin kavga alanlarından biridir baba oğul çatışması. Babanın oğla karşı oğlun babaya karşı hissettiği şeyler kendi varoluş alanlarıyla ilgili. Baba oğlu kendinden bir parça olarak kendi varoluşunun sürekliliği olarak algılıyor. Oğul kendi varoluşunu gerçekleştirmek için babadan kopmayı tercih ediyor. İkisi de kendi varoluşları açısında çatışan bir duygunun peşinde. Yani baba süreklilik için oğlunu bir yerde tutmaya çalışırken ölümünden sonra bile, oğul kendi varoluşu için bu kopuşu bir an önce yaşamak istiyor. Birbirleriyle kaderleri de tuhaf bir şekilde örtüşmüştür aslında baba ve oğul olma rollerinin. O yüzden oğlun ölümü de aslında babanın ölümüyle başlar. güçlü kitaplar var. Mesela Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu yazmak isterdim. Bize hissettirir oradaki bütün duyguları. Yani çok güçlü edebiyatçılar. Bizim bugün dönüp dönüp onları okuyor olmamızın Peyami Safa, Kemal Tahir, Tanpınar, Oğuz Atay’ı sebebi de bu. Onlar çok güçlü dünyalar kurabildiler. Dolayısıyla her birini yazmak isterdim bütün bu isimlerin. Son kitabınız olan Şanzelize Düğün Salonu’nda babası ile çatışan bir gencin hikâyesini anlatıyorsunuz. Günümüz gençliği sorunlarına değinmek için kaleme aldığınız bir kitap mı yoksa eseriniz yazarından izler mi taşıyor? Bu sadece bugünün gençliği ile ilgili bir şey değil. İnsan var olduğu andan itibaren baba ile oğul arasında 22 Bizim yaşıtımız bir kızınız olduğunu biliyoruz ona en çok hangi alanda öğüt verme ihtiyacı hissediyorsunuz? Benim için önemli olan şey şu aslında: İnsan kendi varoluşunu hangi değerler ölçeğinde kuracak. Hayatımıza yön veren pek çok değer var ve hayatımızın değişik alanlarında bunları tercih ediyoruz. Bir varoluş tercihi yapıyoruz. Güçlü bir karakter yapısına sahip olmak bizim bu değerlerle karşılaştığımızdaki hem tavrımızı hem bu değerlere sahip olduğumuzda yaşama biçimimizi belirleyecek. Benim sık sık hatırlatmaya çalıştığım şey bu aslında. İnsanın bu dünyada varoluş amacının temel değerlerini hissedebilecek bir karakter yapısına sahip olması. Eğer gerçekten bir hakikat arayışçısı olursak bu konudaki melekelerimizin güçlenmiş olması gerekiyor. Mesela dürüst olmak insanın hakikatle kuracağı ilişkiyi güçlendiren bir melekedir. Bu bütün dünyasını belirleyen şeyler. Böyle çok temel ahlaki nitelikler var. Yani ben de mümkün olduğu kadar bu temel hakikatle ilişkisini güçlendirecek ahlaki ilkeleri bir şekilde karakter olarak dünyasında oturtmasını öğütlemeye çalışıyorum. Fakat en nihayetinde bu ilişki öğütlemekle değil gerçekten birlikte yaşamakla ilgili bir şey. Ebeveynler bunu göstermek zorunda. Belki de söylemenin kar etmediği bir şey. Sizin tavırlarınız en sahici öğüt biçimi bu. İnsanın kendisi için söylemesi çok kolay değil ama kendime öğütlediğim şeyler var. Kendi çocuğuna öğütlemendense kendine öğütlemen gerekir diye düşünüyorum. Eğer kendin bunu yapabilirsen o çocuk hayatı nasıl anlamlandırması gerektiğini senin üzerinden okumaya başlıyor. Çok küçük yaşlarda başlıyor. Senin farklı durumlara gösterdiğin tavırları anlamaya hissetmeye başlıyor. Bunun değerli olup olmadığını hissetmeye başlıyor. Yazdığınız eserler arasında en çok beğendiğiniz hangisi? Ben ilk kitaplarımın edebi niteliğini biraz düşük buluyorum fakat duygusu yüksek anlatılardı onlar. Kekeme Çocuklar Korosu Ve Sen Kuş Olur Gidersin mesela. Son yazdıklarımın edebi nitelik olarak bir parça daha iyi olduğu kanaatindeyim ama ilk yazdığım kitap benim için çok önemli. Kekeme Çocuklar Korosu birçok insanın dünyasında derin duygusal karşılık bulduğu için önemli. Bir kuşağın kitabıydı çünkü. Bir kuşağın üzerini örtmeye çalıştığı duygularını kaşıyan bir kitaptı. Değer ifadesi çok soyut bir kavram. Neticede onların her birini değerli bulduğum için basılmasını istedim. Yoksa zaten hiçbiri olmazdı. Yeni bir kitap hazırlığınız var mı? Var ama henüz çok başındayım. Sinema ile uğraşmış bir yazar olarak hiç kitaplarınızın filmini çekmeyi düşündünüz mü? Hayır. Bazı arkadaşlar bu konuda taleplerde bulundular. Kekeme Çocuklar Korosundan bir bölümü kısa film olarak çektiler. Böyle talepler var ama kendim düşünmedim Kitaplarınızla yeni bir üslup oluşturup bir ekol olduğunuz ortada. Yeni yetişen ya da yazarlık sevdasında olan adaylara önerileriniz neler? Bu çok iddialı bir şey. Tevazu olsun diye söylemiyorum ama ekol değilim. Bizden bir kuşak önce yazan insanların üslupları daha çok didaktik, çok idealleştiren kitaplardı. Benim anlattığım karakterler hep bir tarafıyla düşen kalkan, zaafları olan, günah işleyen karakterler. Bu da muhtemelen genç kuşak içerisinde kendi dünyasından izler bulduğunu “evet insan böyle olabilir. İnsan böyle bir varlık.” Fakat en nihayetinde bütün umudumuzun dönüp dolaşıp Allah olduğunu hatırlatan anlatılardı. Belki de o yüzden kendilerine yakın buluyorlar. Kendi dünyalarına. Kendi hayatlarına. Kendi düşüşlerine yakın buluyorlar. Bu onları kısmen rahatlatıyor. Hayatın illa kitabi idealize edilen şeylerle olmadığını. İnsan denen şeyin hata yaptığını ama bütün hatalarımıza rağmen Allah’tan başka gidecek bir yerimizin olmadığını bilmek. Belki de bu yüzden seviyorlardır diye düşünüyorum. Çok okusunlar, çok yazsınlar. Çünkü yazıyı geliştiren tek şey yine yazmak. Yazdıklarınızı birtakım insanlarla paylaşmaktan çekinmeyin. Yazdığınızı okuyucuyla buluşturun. Oradan gelen geri dönüşümü ciddiye alın. Herkes başlangıçta birilerini taklit ediyor. Bundan çekinmeyin. Bir süre sonra ondan vazgeçersiniz ve kendi dilinizi kurmaya başlarsınız. Kelime dünyanızı genişletmek çok önemli. 23 okurken dinleyebilirsiniz! CHRİSTİNA PERRİ A THOUSAND YEARS EĞİK SARI ÇİZGİ Fikirler mahpustur kelimelere, Ki konuşup, özgür kalana, aşk olsun. Biz böyle öğrendik ki kafiye, Sağlanmalı, gerekirse, tek harfle, Cümleler, Bulamazsam cümle sonuna bir “e” Boncuk Uydururum fiyakalı “e”li kelime. Boncuk, Dizilmeli. Hayallere çizilebilir mi hudut, Büyüyünce bulut olsam, Bitireceğin yer ise, belli etmeli “.” Yağmur olup aksam toprağa, Kocaman bir, nokta, koysam ortaya, Kırmızı çarpı, utan der gibi, Yerleşecek, defterime, noktanın oraya. Sonra rendelense iliklerim, Kar olup düşsem camlara… Denizler ıslanır, Ateş üşür, dünyamda… Fikre gem mi dayanır? Sığar mı sayılara? Altmış ikiye dört bacak uzatıp, Merkep çizsem resim dersinde, Ve hikâyeleri yarım bıraksam, Tam böyle işte… Rukiye Rahmet DEMİREŞİK 24 KİTAP Kitap Adı: GİZLİ ÖZNE Yazar: Nihan KAYA ‘’Hayır! Diye haykırmış Mavi Pelerinli Kız, çıkaramam! Çünkü benim adım bu, Mavi Pelerinli Kız! Mavi pelerinimi çıkarsam Mavi Pelerinli Kız olarak kalamam! Kendim olarak kalamam!!! Her şeysiz yaşarım, ama kendim olmadan yaşayamam!...’’ (sf 186) Mavi pelerinimi çıkaramam!...’’ Ölen nişanlısının ailesiyle ilk defa tanışmaya gelen Revna, kırılan bir fincan, yayılan hoş kahve kokusu ve bir hikaye hatıralarından… Birçok zaman ve karakterin aynı anda işlenmiş olduğu bu sürükleyici fakat dikkatle takip edilmesi gereken roman; küçük bir çocuğun, genç bir kızın, bir annenin zihin dünyasının kapılarını aralıyor… ‘’Anladım; gerçeğe dair tüm düşüncelerimiz birer kuruntudan ibaretmiş. Meğer hayat ‘’ansızın’’ la eş anlamlıymış. Boynunda fular, başında şapka , ağzında piposu olan ressamlar, eskimiş dantel yakalar, ipek şallar; hepsi aslında yalanmış. Tek gerçek varmış; o da ‘’ şu an’’mış.’’ (sf 277-278) Ayşenur ÇOBAN 25 HİS MERCEĞİ İrem Nur ÇELİK Yine rahmetle buluştu toprak. İnceden bir musiki çalınıyor kulaklara. Suya kanma günü bugün. Her damlanın şemsiyeme inişiyle ağırlaşıyor bacaklarım. Otobüs durağı her zamanki gibi dolu. Kulaklarıma bırakıyorum dikkatimi. Önümdeki su birikintisine basan insanların telaşını hissediyorum. Kimi sağa koşturuyor,kimi sola. Ara sıra yoklayan rüzgar birinin şapkasını düşürüyor az öteye. Islanan kedi yerini rahat bulmuş olmalı, ayağımın dibinde uyukluyor. Şemsiye satıcıları etrafta dört dönerken, yağmura tutulanların sayısı da epey var,sanırım. Yağmurun şiddeti azaldıkça senfoninin melodisi ağırlaşıyor. Güneş, bulutlarla oynadığı saklambaç oyununu bitirince, yavaş yavaş kırıntılarını hissediyorum iliklerimde. Kedi de bunu fark etmiş olacak ki,kıpırdanıyor. Arka sokaktaki taş fırınından gelen ekmek kokusu önce sokağı, sonra bütün mahalleyi mis gibi sarıyor. Her zamanki telaş başlıyor yine sokakta. Koşuşturmalar,bağrışmalar,korna sesleri. Topuklu ayakkabılar iş saatinin bittiğini haber veriyor. Zaman geçtikçe etraf serinleşiyor, birkaç bisiklet sesi deliyor aniden sessizliği. Çocuklar güle oynaya evlerine dönüyorlar. Hafif bir sıcaklık yayılıyor etrafa. Günbatımı olmalı bu,diye tahmin ediyorum. Bugün de güzel bir gündü sanırım. Gözüme inen perdeler her ne kadar siyah da olsa, hissedebiliyorum... 26 KİTAPLARDAN SEVDİĞİMİZ CÜMLELER “ Acıya alışık hayatların yaşandığı bütün coğrafyalarda çaylar tatlı içilir, bayramlarda baklava yenirdi. Ürdün’ deki Filistinliler de acıya alışık bir hayat yaşadıklarından çaya şekeri fazla atardı.” Büyükler sayılara bayılırlar. Yeni bir arkadaş edindiniz diyelim. Onun hakkında hiçbir zaman asıl sormaları gerekeni sormazlar. “Sesi nasıl?” demezler örneğin ya da “Hangi oyunları sever?” “Kelebek koleksiyonu var mı?” diye sormazlar. Onun yerine “Kaç yaşında?” derler. “Kaç kardeşi var?” “Kaç kilo?” “Babası kaç para kazanıyor?” Ancak bu sorularla tanıyabileceklerini sanırlar arkadaşınızı. (BİR BUÇUK GÜNDE SER- İ ALEM syf 33) (KÜÇÜK PRENS) “ Ölene kadar sorumlusun gönül bağı kurduğun şeyden” “İnsanların arasında da yalnızdır insan.” (KÜÇÜK PRENS) Kalp susunca insanı toprağın altına koyuyorlar. (SERGÜZEŞT) (KÜÇÜK PRENS) “İnsan bazı günleri kitapların arasında saklayıp kurutmak istiyor.” (İSMET ÖZEL) Sevmek denen şeyin rolü bu kadar insanı yakıp titretecek bir şey olursa, kendisi kim bilir neydi? (ÇALIKUŞU) Ne arsız gönlüm var benim? Etrafımdaki insanları ne kadar da çabuk seviyorum. (ÇALIKUŞU) 27 okurken dinleyebilirsiniz! RİMSKY KORSA-KOV SCHEHERAZADE ب İSTİSNA ÇOCUK Kısıtlı bir zamanın istisna çocuğu Zamanı iyiler misin? Yenen hep iyiler mi? Sızım sızım derine işleyen dakikalar Ömrüne mutlu son kondurabilir mi? Zaman kötülenmeye mahkum bir kara delik Geçmişim karartıyor içimi delik delik... Hey dünkü çocuk mahzen olmuş hayallerin Günün hortlağı hani nerede emeklerin? Tacına muhtacım büyük dedelerin İçimdeki kıvılcımı ateşlendirin! Yoksa kölesiyim bu zamanın Hapsin müebbetindeyim. Zamanın körelttiği kahramanlar! Yapamıyorum, ateşimi küllendiremiyorum Gölgemin yere her teması ölümden beter. Bu da son teması artık yeter! Battı yine güneşim Ömrü bitti kelebeğin Baksana istisna çocuk Ben zamanı neyleyim? Ferhan Meryem YILMAZ 29 YAŞAYAN ADAM Rukiye Rahmet DEMİREŞİK Herkesin hayatında asla unutamayacağı kimseler tanımışlığı vardır. Ben de bu jokeri çocukluğumda çekmiştim. “Yaşayan Adam” yumuk ellerim ve kısa pantolonumla oradan oraya koşup, topa bir türlü vuramadığım o ilk çocukluk devremde, yüzümün çamurdan kurumuşluğuna karşın gülümsetirdi beni, çocuklukta gülümsemek ayrı tatlıdır. Dükkânı daim kepenkleri yarı açık duruşuyla açan kişinin tamamını kaldırmaya üşendiği izlenimi verse de, yaşayan adam hiçbir şeyden üşenmezdi. Annemlerin komşu gezmesine gittiği bir gün sokakta deli danalar gibi koşunca öğleye kadar ter içinde kalmıştım ve her zaman şekere aç vücudum susuzluğumdan ötürü onu bile kabul etmiyordu. Az cam çerçeve indirmediğimizden olsa gerek çevre esnafına yaklaşmaktan pek bir korkardık. Ben de gururumdan ötürü bir arkadaşımın evine de gitmek istemeyerek çevrede su bulacak bir yer aramaya başlamıştım. Bir yandan çölde devesini kaybetmiş bir Kara Murat –her nasıl oluyorsa- edasıyla kendimi kahraman ilan ederek, dublaj sanatçısı edasıyla karşılıklı konuşmaları seslendirirken çevremi sarmış düşmanların 15’ini de aynı anda indirmek adına kendi etrafımda keskin bir dönüş yaptım. Ve tam burada olaya dâhil olan bir amcanın tam göbeğine çarptım! Başımı ağır çekimde kal dırdım. Göz göze geldiğimizde, etrafa şüpheli bir bakış atıp, “Diğerleri gelmeden önce buradan gitsek iyi olur.” diyerek müttefikliğini ilan etti. Ve onun peşi sıra kıkırdayarak kepenkleri yarı açık dükkâna girdiğimde, Kara Murat’lığımı dahi unutturacak bir manzarayla karşılaşmıştım. Antika bir sedir çaprazında işlemeli bir tütsüyle kapının solunda, üstüne bir parçası gibi kondurulmuş, hızlı hızlı bir şeyler işleyen ve arada bir sonradan aklına gelmiş gibi tek tük nefes alan teyzeyle duruyordu. Koyu kestane masa ise üstüne kat kat dizilmiş bir sürü eski kitap ve dergiy- 30 le, uzuyordu sanki göklere… En güzeli ise şüphesiz, köşeye zarifçe sırtını dayamış tabloydu. Kokusunu buradan duyabileceğiniz bir şekilde resmedilmişti köpüklü deniz ve her an o eski İstanbul sandallarından birine atlayıverebilirdiniz. Resme öylesi bir saygı duydum pantolonumun içinden çıkardığım gömlek eteklerini ters çevirerek gömleğin içiyle toz toprak olmuş ellerimi temizlemeden içi dolmuş tırnak ucumu resme sürtmedim. Az sonra yaşayan adam yanımda belirip iki sandalye çekmişti bizim için. Ve bir simidi ortadan bölerek yarısını bana uzattı. Resimdeki denizin karşısında yaklaşık bir saat oturup ince belli bardaktaki çayımıza susamları damlayan simiti yedik. Oyalana oyalana. Ve ben annemin şamarı korkusu ile ayaklanınca yaşayan adam dudağının ucunda küçük bir gülümsemeyle bakarak adımı sordu bana. -Beyk. derken adımı anlamayacağından korkmaktan alıkoyamıyordum kendimi. Gülümsedi ve arkasını bana dönerek bir şeyler paketledi, eve gelene kadar –bir an önce açabilmek adına nasıl da koşmuştum. – bakmamam kaydıyla uzattığı bu hediyeyi alınca çocuk kalbimden yükselen bir heyecanla kıpır kıpır olup teşekkürü hızlıca mırıldanarak uzaklaşmıştım dükkândan. Elbette bu ilginç kişinin bana vereceği hediye pek çok şey olabilirdi, ama aklıma gelecek en son şeyin, o dönemde oldukça pahalı olan beyaz kâğıtlı bir defter ve dolma kalem olacağına teminat verebilirim. Benim gibi pasaklı bir çocuğa niye böylesi zarif bir şey verdiğini hep merak etmiştim doğrusu. Şimdi, bu satırları yazarken içi temiz tırnaklarımla defteri okşuyorum. Acaba yaşayan adam kendi öyküsünü yazmam için mi uzatmıştı, kendinden bir parçayı. Çünkü onu ancak ondan bir parçada yansıtmam mümkündü. Dudaklarımda beliren ufak gülümseme anılarımdan bir buseyle hayatıma düşüyor şimdi. O günden sonra kar gibi beyaz bir mendili göğüs cebimde taşımaya başlamış- tım. Arkadaşlarımla oynamanın zevki horoz şekeri tadında olsa da yaşayan adamla konuşmayı bırakmam mümkün değildi. Birkaç kere arkadaşlarımdan seçilmişleri oraya götürsem de, onlar sıkıldıklarında, ben mutluluğumun o ilk taze demlerinde oluyordum, bu ise ortak bir haz almamızı engelliyordu. Her gidişimde farklı bir kareyle karşılıyordu yaşayan adam, beni. Dükkânının şeklini hiç değiştirmese de her seferinde farklı bir ayrıntıyla yer ederdi kalbimde. Belki hayatı görsellere kodlama yeteneğimi fark etmişti, kim bilir? Bana ulaşmanın yolunu bulmuştu. Gülüşü maviyi anımsatırdı bana, huzurlu, taze, güven dolu... Gök gibi. Bir gün ikimiz diz dize oturmuş çeşitli ülkelerdeki “yol” resimlerine bakıyorduk. Ve yaşayan adamla her yol ile ilgili bir hikâye anlatıyorduk birbirimize. Kimler ne için geçmiş, yol ağzında hangi kavuşmalar -yahut ayrılıklar- yaşanmış... Hikayelerimiz karışırdı bazen, onun anlattığı yetim çocuğa bir yol arkadaşı eklerdim mesela. Her kelimemi dikkatle dinlerdi. Ve bu bende, diğer insanların yanında görüşlerimin dikkate alınmayışından ötürü doğan siliklik hissini, tuzla buz ederdi. Bunu ona açtım bir gün. Gözlerini bana dikti: -Şu an ne hissediyorsun? Yaşıyor gibi hissediyordum. Bunu ona söyleyince gülümseyerek çenemi okşadı. -İşte bu, bir çocuğun ilk hakkıdır. Şimdi, bu satırları yazarken anlıyorum o zaman sadece hoş bir tınıdan duyduğum karmaşık cümleleri. Çocuğun yaşama hakkı, sadece bedeni ihtiyaçlarından ibaret sananlar, ne de çok yanılıyorlardı. Resim çizdiğimiz bir ilkbahar ikindisi, yap rakların arasındaki güneşten gülümsüyordu. Çok güzel çizerdi yaşayan adam. O deniz ve eski İstanbul’u resmeden kişi de kendisiydi. İşin garibi tablonun adının “Çöl” olmasıydı. Ona bunu sorduğumda: 31 “Deniz nasıl da çöldür bir bilsen!” demişti, larınla yüreğe dokunmaktı. O da fırça tu“İçine tuz kaçmışın suyu kime ne fayda.” tardı. Dalgaları çizerken coşar, çağlar, sert kayalara çarpardı. Sonra öğrenecektim yaşayan adamın bir zamanların kaptanı olduğunu. Ve bir kaza *** sonucu iki hafta küçük bir filikada yardım beklediğini. Bir denizin iç denizlere açıldı- “Ah, zavallı çocuk... O cani nasıl kıydı güğını görebilen gönlü dalgalı, gözü bulutlu, zelim Aslı’ya...” nefis bir amcaydı yaşayan adam. Dinleme- “Belliydi zaten o adamdan bir halt olmayaye doyum olur mu? Sevmekte sınır olur mu cağı...” gibi bir soru olacaktır bu da. “Susun Allah aşkına cenaze evinde tövbe Kendi kendiyle konuşmak güzel olsa da, bir tövbe!..” dinleyiciye ihtiyaç duyar insan. Maalesef Yâdigâr Nine –ilk gün sedirin üstünde gör- *** düğüm o şirin teyze- konuşmaya pek istekli Gece olmasına rağmen kırık bir aydınlık sayılmazdı. Eskilerin o kibar yapısıyla pek var dışarıda, kar yağıyor. Aşmam gereken kelâm etmez, sadece işini görür ve mütebesduvarları ruhumu korumak için Yaşayan sim çehresiyle bir kenarda durarak, severdi Adam’la inşaa etmiştik. Kimseye onun kadar eşini. Yaşayan adam da bunu bilirdi. Neyse. güvenmemişken yalnız adımlamam gereken Yanına ne zaman gitsem, anlamayacağımı yollar var. Evet, korkuyorum. Ve demir parbilerek de olsa bir şeyler anlatırdı bana. Bu maklıkların ardına yahut içine, herhangi bir kadar kabiliyetli ve dolu bir insanla karşıyere yazıyorum. O beyaz deftere, kendime, laşmamın, merak duygumun yüzeysel olözgürlüğüme ve insanlara... Kalemime sevduğu dönemlere gelmesi bazen üzer beni. dalı binler olduğunu söylüyorlar. “Ressam, kaptan, kaliteli bir dünya bakışı var. Pek cici bir eşi, buruk bakan gözleri, tam oturan sözleri...” cümlelere dökünce, böylesi bir insan bulmanın zorluğu daha da ortaya çıkıyordur, zannımca. Çocuk haklarına, insan haklarına, çiçek haklarına, boya haklarına, aklınıza gelecek her hakka merakı vardı, adının Hakkı olduğunu öğrendiğim gün onu bu dünyadan uğurluyor olmasaydık buna gülerdim muhtemelen, ama yaşayan adamdan ayrılış zamanı öğrendiğim bu ayrıntı sadece hıçkırık takviyesi olmuştu, gözyaşlarıma. “Oğlum, Süleyman, fırçayı uzat!”, derdi, “Boyayı yavaş sür yumuşak yumuşak, resmin hakkı emektir.” Yazdıklarımı görse, eminim gülümseyecek, belki çenemi okşayacak, “Süleyman adam olmuş, Yâdigâr Hanım .” diyecekti. Ona göre adam olmak, fikir sahibi olmaktı, ona göre adam olmak, kalem tutmak, anlattık- 32 ZİNDERUD Gül Ebrar BAŞAR Ufacık bir tebessümle mutlu olan insanlardık biz… Yalnız var olana sığınan, ve onun rızasını arayan… Gönlümüz sevgiden başka her şey için tok, gözümüz harama karşı her daim kör, kulağımız küfre karşı sağırdı o zamanlar… Peki insanlığımızı kim öldürdü? Her aybaşı vicdanımızı eksilttik biz banka önündeki fatura kuyruklarında… Hayat gayemiz, elimizdekiyle diğer aybaşını çıkarmak oldu da, sokak başlarında elinde peçete sepetiyle gözlerimizin içine bakan çocukları unuttuk… Boynumuza atkı yerine kravat, üzerimize hırka yerine ceket alınca büyük adam olduğumuza inandırdık kendimizi, ruhumuzun küçülmesine hiç aldırış etmedik… Sonra sevdiklerimizi unuttuk teker teker, büyük adamların yaşadığı kocaman evlerde küçücük kafeslere sığdırdık ailemizi… 33 Sonra mesai saati diye bir şey attık ortaya, her saniyesinde içimizdeki huzuru kemirdi… Zamanında birbirimiz için semaya uzanan eller, şimdi birbirimizi uçurumun aşağısına iter oldu. Yanaklarımızdaki elmaları kurtlar kemirdi de, tüm bunları yaparken güldük gözlerimizle… İneği uzaklarda doğuran teyzenin sırtındaki yavruya takılmadı da hiç yüreğimiz, daha önce hiç duyulmamışcasına hayvan sevgisi gibi kavramlar uydurduk. Çeşit çeşit kıyafetler aldık onlara, hala ayakkabısı yırtık olan insanları umursamazcasına… Yağan yağmura şemsiye prangası çektik, güneşi evlerimizin penceresine hapsettik… Denizin sesini duymayalım diye kayıklarımıza devasa motorlar taktık… Ampullerimiz odamızın her köşesini aydınlattı da, bir gönüllerimizin karanlığına ışık vuramadı; kaloriferlerimiz evin her köşesini ısıttı da, yalnız hayadan terleyen avuç içlerimiz bir türlü ısınamadı… Uzun zamandır yaşarmayan gözlerimizin güneş gözlükleri tamamen katili oldu… Bütün bunlardan kimi suçlu tutmalıyım bilmiyorum. Elektriği bulan… Amcayı mı? Her türlü devrime şapka çıkaran aydınları mı? Sömürgecilik, Fransız ihtilali… Belki de kendim hariç hepsini… (Yanlış yoldayım biliyorum!) Şimdi arabamın ön koltuğundan sağımdaki aynaya bakıyorum. Arkadan gözü yaşlı bir çocuk (ben) geçiyor… Camı aralayıp bağırıyorum arkasından… Hey sen! Varsa bir şikayetin, söyle de içinde kalmasın. ‘’Nasıl olsa modern insan seni asla anlamayacak…’’ 34 MİMBAZ Rukiye Rahmet DEMİREŞİK Uçalım uzaklara. Kabuklarımızı kırıp, Belki alnımızda, Şehadeti simgeleyen, Tek bir yarayla... Uçalım uzaklara. Bir gökyüzü mesafesi, Meleklerden yükseklere, Aramızda bu kurşun süngülü duvar, Buralardan ötelere. Ulaşabilsem kardeşlerime, “La ilahe illallah.” Veda sözümüz olsa. Gecelerin korktuğu beton yığınlar içinde, Yahut kavuşma… Minik bebekleri kollamak gerek bize… Kalbi pürüzsüz çocukların, Kim ayırdı ki bizi? Şarapnel yaraları ile delik deşik gövdelerini, Kim düşürdü uzaklara, Uçamayan uçurtmasının ipiyle, Yetimleri sahiplenecek analar, Darağacında sallanan minik bedenleri, Niye? Doldursam, kalbime, kalır mı bir nefes yeri? Bulutlar, kurşunlar ve minik serçeler mesafesince? Uçsak gitsek ötelere, Neredeyiz? Ruhumuz kanatlansa, Nerede olmalıyken neredeyiz? Kardeşlerimizin yüzüne bakamayış endişesi, Kalbimizin içine bir yolculuk vakti… Kalbimizde kalmasa… Veda vakti, kavuşma vakti, Şehitçe uçsak, Kudüs’çe uçsak… Şehadet vakti… 35 YOL Uzun zamanlar, uzun yollar bıraktı arkamızda bu sefer. Ayağımıza daha az takılıp düştük. Zira iki ayağın aynı yolda yürümesi aynı adımı atması anlamına gelmezdi. Aynı yolun insanları bir tek gövdeyi taşırken ileriye, hep ayrı durdular, ayrı, fakat ölümüne birlikte. Biz de öğrendik gövdenin sağlam ilerlemesi için adımların sert, düzgün ve güçlü olması gerektiğini. Artık ilerliyoruz. Yolda öylesi taşlara takılıyor ki ayağımız, sertçe düşüyor acı içinde inliyoruz, fakat öbür ayak yanımızda. Bizi kaldırmak için daha güçlü basacak toprağa. Ve yeniden yollara vurulmak, aynı davayı omuzlanmak için ayaklanacağız!..