Yaz 2010 3 Orhon Vadisi Anıtları Beytepe`de Mardin`deki Köy

Transkript

Yaz 2010 3 Orhon Vadisi Anıtları Beytepe`de Mardin`deki Köy
HÜDİL
Orhon Vadisi Anıtları
Beytepe’de
Sayfa: 2
6. Türkçe Konuşma
Yarışması
Sayfa: 8
Hanımın Çiftliği’nden
Misafirimiz var
Uğur Gürsu Hanımefendi ile Bir
Söyleşi
Sayfa: 5
On İki Hayvanlı
Türk Takvimi
Sayfa: 14
Mardin’deki Köy
Okullarına Yardım
Sayfa: 26
Yaz 2010
3
HÜDİL
Merhaba,
Her sayı ile biraz daha olgunlaşan HÜDİL dergisi gibi, her etkinlik ile
daha da güçlenen bir Dil Öğretim Merkezi olma yolunda hızla ilerliyoruz.
Dergimiz 3. sayısı ile sizlere ulaşmışken Merkezimiz de artık 1 yaşında.
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi
Uygulama ve Araştırma Merkezi Adına
Prof. Dr. Ülkü ÇELİK ŞAVK
Yayın Kurulu
Dr. Elif AYAN
Asuman BAYRAM
Dr. Hiclâl DEMİR
Faik Utkan DENİZER
Hafize ŞAHİN
Canan ÖKTEMGİL TURGUT
Dergi ve Kapak Tasarımı
Emre ALKAÇ
www.emrealkac.com
HÜDİL üç ayda bir yayımlanan
yerel süreli dergidir.
Basım Evi
ÖNCÜ BASIMEVİ
Kazım Karabekir Cad. 85/2
İskitler / ANKARA
Tel. 0312 384 31 20
Basım Tarihi
31.08.2010
Yazışma Adresi
Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi
Uygulama ve Araştırma Merkezi (HÜDİL)
06800 Beytepe/ANKARA
Genel Ağ Sayfası
www.hudil.hacettepe.edu.tr
E-Posta
[email protected]
Bu 1 yaşa nelerin sığdığının dökümünü yapacak değilim. Bunu zaten genel
ağ sayfamızdan herkesle paylaşıyoruz. Ancak bütün HÜDİL elemanları
olarak daha neler yapabiliriz ve neler yapmalıyız çabasında olduğumuzun
bilinmesini isterim.
Çok yönlü çalışmalarımızı içe değil dışa dönük, kapalı değil açık;
teknolojinin desteğinden sonuna kadar yararlanarak kolay erişilebilir;
yüzeysel bilgi aktarımından çok sorgulamaya ve kazanımlı olmaya önem
vererek sürdüreceğiz. Kısa bir süre sonra genel ağ sayfamızda hizmetinize
sunacağımız yeni uygulamamız ile de size yararlı olmak için neler
tasarladığımızı daha net göreceksiniz.
Dergimize ve www.hudil.hacettepe.edu.tr sayfamıza gösterdiğiniz ilgiden
dolayı teşekkür eder, her türlü eleştiri ve önerilerinizi bekleriz.
Saygılarımla,
Prof. Dr. Ülkü Çelik Şavk
İçindekiler
Orhon Vadisi Anıtları
2
Orhan Kemal
5
Uğur Gürsu Hanımefendi ile bir Söyleşi
6. Türkçe Konuşma Yarışması
Dil-Kültür İlişkisi
8
DİL
Oktay Rifat
Kedili Şiiri Hakkında Birkaç Söz
Yahya Kemal
Bugünkü Türkçe
On İki Hayvanlı Türk Takvimi
HÜDİL’de Hizmet İçi Eğitim Seminerleri
Deyimler
Onkoloji Hastanesi Projesi
Türk Kültüründe Renkler
10
12
13
14
17
18
20
24
25
26
28
29
Dergide kullanılan görsellerin bir kısmı genel erişime açık web
sitelerinden alınmıştır, yaratıcılarına teşekkür ederiz. Diğer görsel ve içeriklerin izinsiz kullanımı yasaktır.
Önerdiklerimiz
Etkinliklerimiz
Albay Kuş
Öğrencilerimizden
1
ORHON VADİSİ ANITLARI
BEYTEPE’DE
“Türk adının, Türk milletinin isminin geçtiği ilk Türkçe metin.
İlk Türk tarihi. Taşlar üzerine yazılmış tarih.”
Muharrem Ergin
Dr. Hiclâl DEMİR
[email protected]
katılımıyla yeniden yorumlandığı “Taş Heykel
Çalıştayı” idi. Şavk, her iki bölümü de çok önemli olan
bu Sempozyumun gerçekleşmesine katkı sağlayan kişi
acettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları ve kurumlara teşekkür ederek konuşmasını tamamladı.
Enstitüsü, Türk Dil Kurumu ve Uluslararası
Türk Kültürü Teşkilatı TÜRKSOY iş birliği
ile düzenlenen T.C. Kültür ve Turizm
Bakanlığı, T.C. Başbakanlık Tanıtma Fonu, Türk İşbirliği
ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı (TİKA), Elginkan Vakfı
ile Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi
Heykel Bölümü tarafından desteklenen III. Uluslararası
Türkiyat Araştırmaları Sempozyumunun açılış töreni
26 Mayıs 2010 Çarşamba günü Mehmet Akif Ersoy
Salonunda yapıldı.
H
Saygı duruşu ve İstiklal Marşı ile başlayan törenin
açış konuşmaları Hacettepe Üniversitesi Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Ülkü Çelik
Şavk, Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi
Heykel Bölümü Başkanı Doç. Dr. Turhan Çetin, Türk
Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın,
TÜRKSOY Genel Sekreteri Düsen Kaseinov adına
TÜRKSOY Başkurdistan Temsilcisi Ahad Salihov,
TİKA Başkanı Musa Kulaklıkaya ve Hacettepe
Üniversitesi Rektör Vekili Prof. Dr. Hasan Kazdağlı
tarafından yapıldı.
Prof. Dr. Ülkü Çelik Şavk, III.
Uluslararası Türkiyat Araştırmaları
Sempozyumunun
iki
önemli
etkinliği kapsadığını; bunlardan
ilkinin, yurt dışından 50, yurt
içinden 67 bilim insanının
katılımıyla 26-29 Mayıs 2010
tarihleri arasında yapılacak olan
ve 26 oturumda 114 bildirinin
sunulacağı
bilimsel
toplantı
olduğunu belirtti. Sempozyumun
diğer etkinliği ise Orhon Vadisi
anıt, heykel ve balballarının
Türk
Cumhuriyetlerinden
7,
Türkiye’den
3
heykeltıraşın
2
Konusu ve malzemesi ne olursa olsun üniversite
ortamında gerçekleştirilen çağdaş sanat etkinliklerinin
çok anlamlı olduğunu belirten Doç. Dr. Turhan Çetin,
üniversitelerin görevlerinden birinin de kültürel ve
sanatsal anlamda model oluşturarak çağdaş insanın
ve toplumun oluşumuna öncülük etmek olduğunu
vurguladı. Ayrıca bu tür çalışmaların, toplum yaşamında
sanatın gerekliliği konusunda bilinç
oluşturması yönüyle de önemli
olduğunu ifade etti.
Farklı ülkelerden gelen sanatçıların
ortak bir mekânda bilgi ve
teknik alışverişi sağlayarak eser
üretmelerinin bu tür etkinliklerin
bir diğer özelliği olduğunu belirten
Çetin, iki hafta gibi kısa bir sürede
eserlerini tamamlayan ve bizlere
armağan eden sanatçılara teşekkür
etti.
Sempozyumun adında geçen “Türklük Bilimi”nin
temellerinin Batılılarca atıldığı yönündeki düşüncelere
karşı çıkarak konuşmasına başlayan Prof. Dr. Şükrü
Halûk Akalın, Türklük Biliminin temelinin Türkçenin
ilk sözlüğü, ilk dil bilgisi kitabı hatta ilk ansiklopedisi
Kurumunun yaptığı çalışmalarla günümüzde Türklük
Bilimi araştırmalarının merkezinin Türkiye olduğunu
ifade etti.
Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı Genel Sekreteri
Düsen Kaseinov’un Sempozyumu düzenleyenlere
teşekkürlerini bildirdiği ve katılımcılara başarı
dileklerini ilettiği mesajı, TÜRKSOY Başkurdistan
temsilcisi Ahad Salihov tarafından okundu.
TİKA Başkanı Musa Kulaklıkaya, Türklerin tarihleri
boyunca pek çok medeniyetle karşılaştıklarını, ancak
özgünlüklerini hiçbir zaman yitirmediklerini belirterek
konuşmasına başladı.
Dünün tecrübelerinin, bugünün şekillendirilmesi ve
geleceğin inşasında kullanıldığında insanlığı aydınlatan
bir ışık olacağını söyleyen Kulaklıkaya, 1992’de
kurulan TİKA’nın kuruluş amaçlarının başında, Türk
dilinin ve kültürünün yaşatılması ve gelecek nesillere
aktarılmasının yer aldığını vurguladı. Bu bilinçle,
1993 yılında Moğolistan ve çevresindeki Türklere ait
eserlerin incelenip canlandırılmasına yönelik bir proje
geliştirildiğini, 1996-2004 yılları arasında yapılan
arkeolojik çalışmalar neticesinde Türk tarihine ışık
tutacak önemli bilgi ve belgelere ulaşıldığını ifade etti.
olan Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün yazarı Kaşgarlı Mahmut
tarafından atıldığını ancak daha sonra bu konuda TİKA’nın gerek dil gerekse ortak kültürel
çalışmalar yapılmadığı için Türklük Biliminin Avrupa’da değerlerlerimizin yaşatılması konusunda projeler
gelişen bir bilim hâlini aldığını ifade etti.
üretmekte olduğunu belirten Kulaklıkaya, bunların
başında Türk dilinin akademik anlamda öğretilmesi
Orhon Yazıtları’nın keşfi, okunması ve Dîvânu Lugâti’t- amacıyla geliştirilen ve 2000 yılından beri 25 ülkede
Türk’ün bulunuşu ile Türklük Biliminin altın çağını 35 üniversite ile iş birliği içinde yürütülen “Türkoloji
yaşamaya başladığını söyleyen Akalın, Projesi”nin geldiğini, her yıl 5000 civarında öğrencinin
Türk dilinin bilimsel yöntemlerle
düzenli ve sürekli bir biçimde
araştırılmasının ancak Cumhuriyet
Döneminde mümkün olduğunu
belirtti.
Akalın, 7 Mart 1933’te Türk
Dil Kurumunu ziyaret eden
Atatürk’ün
yapılmasını
istediği çalışmalar arasında,
Orhon Kitabeleri’nin Ragıp
Hulusi Bey tarafından tespit
edilen kelimeleri ve bunların
manalarının alfabetik sıraya
konarak kendisine verilmesi olduğunu da
hatırlattı.
bu projeden yararlandığını söyledi.
Musa Kulaklıkaya, ortak kültürel değerlerimiz olan
Atatürk’ün öncülüğünde 1935’te kurulan tarihî eserlerin restorasyonu ile de ilgilendiklerini,
Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin, Orta Asya, Balkanlar ve Ortadoğu’da devam eden 15
Türklük Bilimi araştırmalarına yeni restorasyon çalışmaları bulunduğunu belirtti.
bir boyut kazandırdığını belirten
3
Akalın, atılan bu adımlar ve Türk Dil
Bir diğer projelerinin de Osmanlı arşivleri ile ilgili olduğunu açıklayan Musa Kulaklıkaya, Devlet Arşivleri Genel
Müdürlüğü ile iş birliği içinde, sadece ülkemizde değil Suriye başta olmak üzere Ortadoğu ve Balkanlar’da bulunan
belgelerin dijital ortama aktarılması ve sağlıklı bir şekilde muhafazasını amaçladıklarını ifade etti.
Prof. Dr. Hasan Kazdağlı, bu Sempozyumun 13 yüzyıl önce yazılan ve bulunuşundan günümüze kadar 120 yıl
geçen Orhon Yazıtları’nın yeterince anlaşılması, anlatılması, tanıtılması, 21.
yüzyılda Türklük Biliminin durumu, küreselleşen dünya sistemi ve Avrupa
Birliğine uyum çalışmalarında Türklük Bilimine düşen görevler gibi
konuların tartışılması amacıyla düzenlendiğini söyledi. Çok değerli
bilim insanlarının bildirileriyle sözü edilen konuların tek tek
işleneceğini belirten Kazdağlı, bu tür bilimsel yaklaşımların
geçmişimizi daha iyi anlayıp geleceğimizi yorumlamada yol
gösterici olduğunu vurguladı.
Açış konuşmalarının ardından, Sempozyum kapsamında
gerçekleştirilen “Orhon Vadisi Anıtlarını Yeniden
Yorumlamak Taş Heykel Çalıştayı”nda eser üreten
heykeltıraşlara onurlukları takdim edildi. Daha sonra, heykellerin
hazırlık sürecinin anlatıldığı TRT tarafından hazırlanan ve
yönetmenliğini Hasan Ali Demircan’ın yaptığı belgesel film gösterildi.
Belgeselin ardından, Türk dünyasının çeşitli ülkelerinden gelen
heykeltıraşların çağdaş yorumlarıyla oluşturulan heykellerin
açılışı, Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Atölyesinde
düzenlenen bir kokteylle yapıldı.
Azerbaycan, Başkurdistan, Kazakistan, Kırgızistan,
Moldova, Tataristan, Tıva ve Türkiye’den 10
heykeltıraşın katılımıyla gerçekleştirilen Çalıştay sonucu
oluşturulan eserler, Hacettepe Üniversitesi Beytepe Yerleşkesinde kalıcı
olarak sergilenecek.
“ORHON VADİSİ ANITLARINI
YENİDEN YORUMLAMAK
TAŞ HEYKEL ÇALIŞTAYI”NA
KATILAN HEYKELTIRAŞLAR
Aleksandr Baranmaa - Tıva
Dair Tulekov - Kazakistan
Ercan Sağlam - Türkiye
Mahmud Rustamov - Azerbaycan
Ruslan Nigmatullin - Başkurdistan
Sadabek Ajıev - Kırgızistan
Sultan Grigore - Moldova
Tagir Subkhankulov - Tataristan
Tanzer Arığ -Türkiye
Turhan Çetin - Türkiye
4
Ayşe Nur Karlıkaya - İfakat Şahin
Orhan Kemal in Kız Kardeşi
Fransız Dili Öğretmenliği 1. Sınıf Öğrencileri
’
Uğur Gürsu Hanımefendi ile Bir Söyleşi
“Gerçek olan öğrenmektir. Nereden nasıl öğrenirsen öğren.
Nereden nasıl öğrendiğin, diploman hatta neler bildiğin de
önemli değil, ne yaptığın önemlidir.”
O kadar sıcak ve güzel bir sohbetti ki keşke bunu
yazıya dökmeye kelimeler yetse… Sanki kendi aile
büyüklerimizden birinden, yıllardır tanıdığımız
bir insandan dinledik Orhan Kemal’i. Öyle tatlı
bir hanımefendi ki sohbet hiç bitmesin istedik. Bize
gösterdiği ilgiden dolayı Uğur Hanım’a teşekkür
ederim. Bu güzel sohbetten biz çok faydalandık,
mümkün olduğunca da paylaşmak istedik:
― Öncelikle Orhan Kemal’i bize biraz anlatır mısınız?
Böyle muhteşem eserleri yazan birini nasıl bir anne-baba
yetiştirmiştir? Bunu en iyi öğrenebileceğimiz kişi sizsiniz.
Orhan Kemal nasıl bir aileden geliyor, nasıl yetişti bize
biraz bahseder misiniz?
Uğur Hanım: Babamız avukat, annemiz öğretmendi.
Herkes Orhan Kemal’in yazarlıktan sonraki hayatından,
evliliğinden sonraki sıkıntılarından bahseder, ama o gayet
iyi şartlarda yaşamış, iyi bir aileden geliyor. Dedemiz
Elazığlı, babaannemiz Rumelili. Babamız, zamanında
milletvekilliği ve gazetecilik yapmış. Muhalif olduğu için
suikaste uğrama korkusuyla Suriye’ye kaçmış. Yurtdışında
da avukatlık yapmış. O sırada Adana’daki mallarına haciz
gelmiş, derken babamın yakın arkadaşı Abdülhalik Renda
yeniden babamı çağırmış ve babam Ağır Ceza Reisi olarak
Bergama’ya tayin edilmiş. Tabiî ben küçüktüm, tam
hatırlamıyorum. O sırada ağabeyim de (Orhan Kemal)
askerdeydi.
― Biraz da bize evinin kapısını açan bu tatlı hanımefendiyi
tanımak isteriz. Uğur Hanım deyince, Uğur Hanım ve
Orhan Kemal deyince ne gelmeli aklımıza?
Uğur Hanım: Meslek lisesini bitirdim. Türk Kadınlar
Birliğinde, Çocuk Esirgeme Kurumunda çalıştım,
cezaevinde mahkûm kadınlara gönüllü öğretmenlik yaptım,
bir siyasî partide görev aldım. Resim yapıyorum, hatta
ağabeyim cezaevindeyken yolladığım resimlerimi Nazım
Hikmet çok beğenirmiş. Biliyorsunuz Nazım Hikmet de
resim yapardı ve babamızın bir resmini çizmişti, resim
şu an müzede. Ağabeyim ve bana gelince, ağabeyimle
de yengemle de aramız çok iyiydi. İkisini de çok
severdim. Birçok yazar, balolardan çıkmazken ağabeyim
baloya pek gitmezdi. Hatta oradaki kadınların nasıl
giyindiğini, şapkalarını, ayakkabılarını, kadeh tutuşlarını,
konuşmalarını, yazarken bana sorardı.
― Günümüz yazarları arasında son zamanlarda, adından
sıkça bahsedilen isimlerden biri de şüphesiz Orhan Kemal.
Orhan Kemal
Aramızdan ayrılalı 38 yıl olmuş ancak son 8 yıldır kitapları
yurt içinde ve yurt dışında daha sık basılıyor. Oyunları
oynanıyor; hatta günümüzün en çok izlenen dizilerinden
birinin yazarı kendisi. Peki, aradan bunca zaman geçtikten
sonra Orhan Kemal bugün yeniden nasıl keşfedildi? Değerli
yazarımızı tanımaya geç kalınmışlığın sebebini çok merak
ediyorum.
Uğur Hanım: Ağabeyim öldüğünde oğlu Işık, çocuktu.
Orhan Kemal’in yeniden değerlenmesinde Işık’ın payı
büyük. Işık, ona ait şeyleri bulup çıkardı. Ağabeyimin
aslında altı çocuğu var. Ama Işık ilgilendi babasının geride
bıraktıklarıyla. Büyümesi, babasını tanıması, sonra halka
yeniden hatırlatması uzun zaman aldı.
― Orhan Kemal’i bize çok iyi tanıtabilecek bir müze
var Cihangir’de. En küçük oğlu Işık Öğütçü tarafından
düzenlenip müze haline getirilen ve her geçen gün daha da
büyüyen bir yer… Bize biraz bu müzenin açılması fikrinden,
kimlerin destek olduğundan bahsedebilir misiniz?
Uğur Hanım: Cihangir’deki apartman Işık’a ait. Burayı
müze haline getirmek istedi ve iki katını müzeye ayırdı.
Ağabeyimin battaniyesi, daktilosu, kıyafetleri, aile
resimleri; Atatürk’ün babama hediye ettiği bir silah,
madalyalar gibi birçok değerli eşya var. Bazılarını bizlerden,
yakın akrabalarından topladı, biz de seve seve verdik.
― Orhan Kemal’in 1958’de verdiği bir röportajı
okumuştum, kendisine “İstikbaliniz hakkında ne bilmek
istersiniz?” diye sormuşlar. Cevabı, “Hiç olmazsa bir
kitabımın geleceğe kalmasını isterim.” olmuş. Oysa şimdi
birçok tiyatroda oyunları oynanıyor, Hanımın Çiftliği,
Gurbet Kuşları gibi eserleri televizyonlarda dizi olarak
yayımlanıyor. Bugünleri görebilse neler hissederdi acaba?
Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz? Sizce yazarın istediği
bu muydu, yoksa asıl istediği şey kitaplarının okunması
mıydı?
Uğur Hanım: Kitaplarının gelecek nesillere ulaşabilmesini,
onlar tarafından okunmasını gerçekten çok isterdi.
― Yazarlar, eserlerini yazarken genellikle dış dünyayı
unuturlar. Orhan Kemal’de de böyle bir durum söz konusu
olur muydu? Ailesini çocuklarını unuttuğu zamanlara şahit
oldunuz mu hiç?
5
Uğur Hanım: Yazarken sadece yazılarına odaklanırdı.
Unkapanı’nda iki katlı evleri vardı. Merdivenlerden yukarı
çıkılırdı. Yukarıda yazardı ve daktilo sesi kesilene kadar hiç
kimse onu rahatsız etmezdi. Kendisi ara verdiğinde zaten
aşağı gelirdi. Ben de bir şeyler yazarım ve o zamanlar
sadece yazıma odaklanırım.
― Peki, romanlarındaki karakterler hakkında ne söylemek
istersiniz? Örneğin Baba Evi’ndeki sert baba karakteri.
Oradaki baba karakterinin Orhan Kemal’le bir bağlantısı var
mı? Okuduğum kadarıyla çocuklarıyla arkadaş gibiymiş,
kızıyla İstiklal’de kol kola gezen, oğullarıyla arkadaş gibi
muhabbet eden bir babaymış; ama biz bunları yazılan
çizilenlerin dışında sizden dinlemek isteriz.
uğraşması gerekecekti. Yengem erkeklere yüz vermeyen,
tıpkı Hanımın Çiftliği’ndeki Güllü gibi bir kızdı o zamanlar.
Babası ve erkek kardeşiyle yaşıyordu yengem. Fakirlerdi.
Evlendiklerinde yengem daha on altı yaşındaydı, ağabeyim
de yirmi üç. Yengemin annesi de yoktu, bizim yanımıza
taşındılar. Yengem annemden öğrendi her şeyi; yemek
yapmayı, temizliği, giyinmeyi, birçok şeyi. Böyle olunca
da annemden öğrendiklerini yaptı. Ağabeyim de annem
gibi gördü yengemi. Annem, kendi kızlarından ayırmadı
onu, sonuçta ilk geliniydi. Yengem çok iyi biriydi ama
tahsili yoktu, fakat sonradan geliştirdi kendini. Ağabeyimi
çok seviyordu ama ağabeyim çok çapkındı. Zaten aşkı
yaşamayan insan yazamaz. Yani işin aslı, aşka çok inanıyor,
hep âşık, hatta en iyi yazılarını âşık olduğu zaman yazmıştır.
Uğur Hanım: Yazılarında hep çevresinden etkilenirdi.
Çevresindeki insanların hayatlarını yazardı. Orada
okuduğunuz o karakter, kendi babası. Sert bir babamız
vardı.
― Evlendikten sonra maddi açıdan zorluk çektiğini okuduk
ama evlenmeden önce nasıldı, gene maddi açıdan zorluk
çekiyor muydu? Hikâyelerinin bu kadar gerçeğe yakın
olmasını buna bağlayabilir miyiz?
Uğur Hanım: Tabiî ki hayır. Fakir değildik, eğer
televizyonlarda anlatıldığı gibi olsa her şey… Yirmi üç
yaşında neyine güvenip evlenebilir? Adana’da durumu
oldukça iyi bir ailemiz vardı. Bir televizyon programında
hamallık yaptığından söz ettiler. Ayıp değil, fakat öyle bir
şey yok. Ağabeyim asla hamallık yapmadı. Birçok yazarın
sahip olamadığı şartlara sahipti, kendisi değerini bilemedi.
Almanca öğrendi. Ama liseden sonra okumadı. Fabrikada
çalışmaya başlayınca da evlendi. Yengem de çalışıyordu,
fakat evlendikten sonra çocukları olduğu için işi bıraktı.
Bundan sonra maddi sıkıntıları başladı. Ama birçok
hesapsız iş yaptı. Mesela ticaret yapmak istedi bir doktorla,
annem bu iş için tüm bileziklerini verdi. Ama olmadı. Biraz
da kendisi sebep oldu para sıkıntısı çekmesine aslında. Çok
cömertti. Kim param yok dese çıkarır cebinden para verirdi.
Kalbi çok temizdi, belki de parasının hesabını bu yüzden
yapamadı.
― Adana’da fabrikada çalışmasının, romanlarındaki işçi
karakterlerini bu kadar iyi analiz etmesinde etkisi olduğunu
söyleyebilir miyiz?
― Eşiyle arasında inanılmaz bir sevgi varmış. Ancak
romanlarında aşkı pek konu edinmediğini görüyoruz; daha
çok hayatın gerçeklerinden bahsediyor. Arka Sokak adlı
kitabını en güzel aşk kitabı olarak gösterebiliriz, ancak
sevgiyi ve aşkı bu kadar içten yaşayan biri nasıl olur da aşkı
yazmaktan kaçar?
Uğur Hanım: Ağabeyim fabrikada muhasebeciyken
yengemi görmüş. Yengem Nuriye Hanım da fabrikada
çalışan bir işçiydi. Ağabeyim ondan hoşlanmış. Yengem
Boşnak’tı. O zamanlar çevremizde Boşnaklar Türklere kız
vermezler, Türkler de onlardan kız almazlardı. Ağabeyimin
6
Uğur Hanım: Evet, söyleyebiliriz. Ağabeyim halk
adamıydı. Sokakta top oynar, genç yazarlarla konuşurdu.
Yazılarının çoğunu Balat’taki kahvelerde dinlediği olayları
hikâyeleştirerek komşulardan esinlenerek yazardı. Yani
birçok şeyi bu kadar iyi ve gerçekçi yazmasının sebebi,
kendinin de bunları yaşamasıydı.
― Kime sorsak Orhan Kemal deyince Hanımın Çiftliği
diyor. Bence en az onun kadar çarpıcı başka eserleri de
var. Baba Evi, Ekmek Kavgası, Gurbet Kuşları bunlardan
birkaçı. Sizin en beğendiğiniz kitabı hangisi? İçinde
kendinizi bulduğunuz karakter ya da karakterler var mı?
Uğur Hanım: Evet, Ağabeyimin çevresindeki kişileri
gözlemleyerek yazdığı bir gerçek ve bu sebeple kendimi
bulduğum karakterler oluyor.
Ancak izlediğimiz dizide asla kendimi bulmuyorum. Ben
oradaki Halide gibi biri asla değilim. Onun yaşadığı gibi
bir aşk yaşamam her şeyden önce. Çünkü aşk kusursuz
olmalı. Oradaki Güllü karakteri biraz yengeme benziyor.
Biraz asi, erkeklere yüz vermeyen, fabrikada çalışan kendi
halinde güzel bir kız. Ancak yengemin asla elinde sopayla
kızını döven bir babası yoktu. Esinlenme var, fakat dizi
kesinlikle bizimle örtüşmüyor.
Uğur Hanım: Babası öldüğünde Işık çok küçüktü. Bu
nedenle babasının ölümünü bile tam algılayamamıştı.
Büyüdükçe babasını çok sahiplendi. Tam olarak vefa borcu
diyemeyiz, o yaşta bir çocuğun babasına ne kadar vefa
borcu olabilir ki?
― Işık Öğütçü’nün de Orhan Kemal’in Nazım Hikmet
için söylediği söze benzer bir sözü var: “Yazar olabilirdim
ancak önümde dağ gibi babam vardı.” Ailede yazan
başka birileri var mı? Örneğin siz yazıyor musunuz?
Uğur Hanım: Evet, ben de yazarım arada. Yazmayı
seviyorum. Babam da yazardı. Onun da anıları,
Orhan Kemal’in Babası Abdulkadir Kemali Bey’in
Anıları adıyla yayımlandı. Ama ailede yazan fazla kimse
yok. Ağabeyimin çocukları yazmıyor, Işık da yazmıyor.
Şimdi ben de ailemle ilgili anılarımı yazıyorum. Bunları,
bu konuyla ilgilenen torunum Kerem’e vereceğim.
― Sizce Orhan Kemal hakkında okuyucuların özellikle
bilmesi gereken şeyler neler?
Uğur Hanım: Ağabeyim çok temiz kalpli ve iyi niyetli
bir insandı. Genç yazarlara her zaman destek olmuştur,
bu bilinmesi gereken bir şey bence. Kitabını satınca
etrafındaki genç yazarlara da yardım ederdi. Çok cömertti.
Haksızlığa asla tahammül edemezdi.
― Peki, insanî yönleriyle Orhan Kemal gençlere sizce
nasıl örnek olmuştur?
― Orhan Kemal’i öyküye yönlendiren hapishane yıllarında
tanıdığı Nazım Hikmet olmuş. Şiir de yazarmış tabiî, ancak
bir röportajında okumuştum. Orada şöyle diyor: “Önümde
dağ gibi bir Nazım Hikmet vardı, şair olamazdım!” demiş.
Sizce bu gerçek bir engel mi, yoksa içindeki öykücünün
canlanması için bir ışık mı?
Uğur Hanım: Ağabeyim şiir de çok yazdı, ama şiir yazarak
hayatını kazanamazdı. Bir gün hapishanede Nazım Hikmet
bir şiirini okumuş, daha sonra öyküsünü. Ve ağabeyimi
öyküye yönlendirmiş. Öykü ya da roman yazmak için
birçok konu bulabilir, birçok şeyden esinlenebilirdi. Bu
açıdan bence öyküye yönelmesi gayet mantıklı oldu.
Oğluna “Nazım” adını vermesinden de belli olduğu gibi
ağabeyim, Nazım Hikmet’i çok severdi. Onun tavsiyesine
uyup öyküye devam etmesi edebî yaşamı açısından çok
önemli oldu.
Uğur Hanım: Ağabeyimin etrafında yazar olmak isteyen
pek çok genç vardı. Onlara her zaman destek olmuştur.
Ayrıca romanlarında anlattığı gerçek insan karakterleriyle
de gençlerin hayatı daha iyi tanımasını sağladığını
düşünüyorum.
― Size bu sıcak sohbetinizden dolayı teşekkür ediyoruz,
çok keyifli ve samimi bir söyleşi oldu.
Uğur Hanım: Ben teşekkür ederim.
― Bugün, Orhan Kemal’i daha iyi tanımamızdaki en
büyük pay, oğlu Işık Öğütçü’ye aittir, diyebiliriz. Işık Bey’i
bu konuda harekete geçiren güdü, 1980’lerden 2000’lere
kadar babasının unutulması mı, yoksa ona duyduğu vefa
borcu mu? Bildiğimiz kadarıyla, babasını 13 yaşında
kaybetmiş, 15 yaşına geldiğinde babasının kırk iki eserinin
tamamını okumuş; ancak son on yıl içinde anladığını fark
etmiş. Bu zaman, ihtiyaç duyulan bir süre miydi sizce?
7
Dr. Hiclâl DEMİR
[email protected]
TÜRKÇEYE SAHİP ÇIKANLARA
SAYGI
Karamanoglu Mehmet Bey’i Anma Günü
ve
6. Türkçe
Konusma
Yarısması
Karamanoglu
Mehmet
Bey’i
Anma Günü
ve
6. Türkçe Konusma Yarısması
Karamanoğlu Mehmet Bey’i Anma Günü ve 6. yayımlanan fermanın başka hiçbir dile nasip olmadığını
Türkçe Konuşma Yarışması, 13 Mayıs 2010 Perşembe
günü Üniversitemiz Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
ve HÜDİL işbirliği ile Türk Dil Kurumu, TİKA,
TÜRKSOY, Yunus Emre Enstitüsü, Ankara TÖMER,
Gazi TÖMER, TRT, Hacettepe Üniversitesi Türkçe
Topluluğu ve Hacettepe Üniversitesi Uluslararası
Gençlik Topluluğu’nun katkılarıyla gerçekleştirildi.
belirten Şavk, bu fermanla Türkçeyi baş tacı yapan
Karamanoğlu Mehmet Bey’e olan saygının bir ifadesi
olarak “Türkçe Konuşma Yarışması”nı düzenlediklerini
söyledi. Şavk, yarışmanın iki temel amacı olduğunu
belirtti: İlki, dilimizi öğrenmeye çalışanları takdir
etmek ve yüreklendirmek, diğeri ise bizim dilimizin de
öğrenildiğini kendimize göstermek.
13.30’da başlayan etkinliğin açış konuşmalarını
Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
ve Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve
Araştırma Merkezi (HÜDİL) Müdürü Prof. Dr. Ülkü
Çelik Şavk, Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Şükrü
Halûk Akalın, TÜRKSOY Genel Sekreteri Düsen
Kaseinov ve Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Hasan Kazdağlı
yaptılar.
Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın,
Türkçenin binlerce yıllık bir geçmişe sahip olduğunu,
geçmişinde pek çok dille etkileşim içine girdiğini ancak
hiçbir zaman yok olmadığını belirterek konuşmasına
başladı. Anadolu’da Arapça ve Farsçanın egemenliğinin
sürdüğü bir dönemde Karamanoğlu Mehmet Bey’in,
ünlü fermanıyla Türkçenin Anadolu’da kök salmasını
ve devlet dili olmasını sağladığını vurguladı. Akalın,
Karamanoğlu’nun diktiği bu fidanın Yunus Emre, Fuzulî,
Karacaoğlan, Ömer Seyfettin, Orhan Veli gibi şair ve
yazarlarımız sayesinde köklü bir çınar hâline geldiğini
ifade etti.
Prof. Dr. Ülkü Çelik Şavk, bundan altı yıl önce sadece
Hacettepe Üniversitesi öğrencilerinin katıldığı küçük
bir etkinlik olarak düzenlenen “Türkçe Konuşma
Yarışması”nın bugün ulusal bir düzeye ulaşmasının
kendisini çok duygulandırdığını belirtti. Türkçenin şanssız
bir dil olduğunu söyleyenlere, “Toplumun her katmanı
dile önem vermemiş olsaydı günümüzden 13 yüzyıl önce
bu dille yazılan çok ünlü anıtlar olur muydu?” diyerek
yanıt veren Şavk, Orhon Yazıtları’nda geçen “Türk
budun yok bolmazun tiyin” ifadesinin altında “Türkçe
yok olmasın.” düşüncesinin olduğunu vurguladı. Ayrıca,
Orhon Anıtları’nın Hacettepe Üniversitesi Heykel
Atölyesinde Türk dünyasından gelen 10 heykeltıraş
tarafından bugünlerde yeniden yorumlandığını ve bu
anıtların kalıcı olarak sergileneceğini belirtti.
13 Mayıs 1277’de Karamanoğlu Mehmet Bey tarafından
8
Çökmüş bir imparatorluktan ulusal devlete geçişte,
ulusun temel niteliklerinin ortaya çıkarılması, işlenmesi
ve geliştirilmesinin en önemli aşama olduğunu belirten
Akalın, bu niteliklerin başında dilin geldiğini bilen
Atatürk’ün 26 Eylül 1932’de İstanbul’da Dolmabahçe
Sarayı’nda 1. Türk Dil Kurultayının toplanmasına
öncülük ettiğini söyledi. Akalın, bugün pek çok dilin
bayramı olmadığını, Türk dilinin ise iki bayramı
olduğunu belirtti. İlki “13 Mayıs” Karamanoğlu Mehmet
Bey’in fermanının yıl dönümü, ikincisi ise Atatürk’ün
1932’de Dolmabahçe Sarayı’nda topladığı kurultayın
açılış günü olan “26 Eylül”.
Bazı olumsuz durumlar olsa da bugün Türkçenin en güçlü
dönemini yaşadığını belirten Akalın, radyo-televizyon
yayınlarının dünyanın dört köşesine yayıldığını ve
lehçeleriyle birlikte 220 milyona ulaşan bir nüfusun
Türkçe konuştuğunu belirtti. 2000’li yıllarda Türkçenin
daha yaygın ve daha güçlü bir dil olacağını da sözlerine
ekledi.
Yarışmalarından kısa bir video gösterisi sunuldu.
Yarışma iki bölümde gerçekleşti. İlk bölümde farklı dilleri
konuşan ülkelerin katılımcıları, ikinci bölümde ise Türk dil
ailesine mensup ülkelerin temsilcileri yarıştı. Yarışmacılar
beşer
dakikalık
konuşmalarıyla
performanslarını
sergilediler. Seçici kurul değerlendirmesini yaparken
Batıkent Celal Yardımcı Lisesinden Anıl Koçak, Caner
Özdemir ve Oğulcan Koçak küçük bir müzik dinletisi
sundular.
Değerlendirme sonuçları İnci Ertuğrul ve Ayşenur Yazıcı
tarafından açıklandı. Yarışmada ilk üçe girenlere Yunus
Emre Enstitüsü tarafından para ödülü, Gazi TÖMER ve
Ankara TÖMER tarafından da çeşitli hediyeler verildi.
TÜRKSOY Genel Sekreteri Düsen Kaseinov, geçmiş
yıllarda da katıldığı yarışmanın kapsamının bu yıl
daha da genişlediğini, Türkçenin özendirilmesi ve
yaygınlaştırılması adına bu etkinliği çok önemli bulduğunu
belirtti. Kaseinov, yarışma ile Türkiye’de eğitim gören
öğrencilerin Türkiye Türkçesini kullanma yeteneklerini
göstereceklerini, bunun aynı zamanda onların Türk
kültürü ile olan tanışıklık düzeylerini de ortaya koyacağını
vurguladı. Ayrıca, uluslararası bir kültür teşkilatının genel
sekreteri olarak Türk dilini yabancılara sevdiren böyle bir
etkinlik içinde olmaktan mutluluk duyduğunu ifade etti.
Hacettepe Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Hasan
Kazdağlı ise üniversite olarak Türk kültürüne sahip çıkmak
için yürüttükleri etkinlikleri çeşitlendirdiklerini, Orhon
Yazıtları’ndan, Kaşgarlı Mahmut’a, Karamanoğlu Mehmet
Bey’den bugüne kadar zengin bir geçmişe sahip olan Türk
dilini ve kültürünü bu tip faaliyetlerle ortaya koymaya
çalıştıklarını ifade etti. Kazdağlı, Türk dünyasından ve
diğer ülkelerden gelen ve Türkçeyi öğrenmek için büyük
gayret sarf eden öğrencileri bu çabalarından dolayı
kutladığını belirtti.
Yarışmaya seçici kurul üyesi olarak öğretim görevlisi olan
ve çeşitli kanallarda TV programı yapan İnci Ertuğrul,
Kanal 24 Spor Müdürü ve Takım Oyunu programı sunucusu
Okay Karacan, TRT Avaz Kanal Koordinatörü Adnan Süer
adına yardımcısı İbrahim Gürkan Sarı, Avrasya Haber
Spikeri Fatih Şahin, Kanal A Haber Spikeri Mustafa Usta,
yazar ve spiker Ayşenur Yazıcı katıldı.
YARIŞMADA DERECEYE GİREN ÖĞRENCİLER
Birinci Bölüm
1. Yahya Alhaji İBRAHİM (Nijerya)
2. Mahamed Rukumbue HASSAN (Tanzanya)
3. Abba İbrahim RAMADAN (Nijerya)
İkinci Bölüm
1. Madina RUSTEYEVA (Kazakistan)
2. Zinaida CALAC (Gagavuz Yeri)
3. Bayrammurat ORAZKULIYEV (Türkmenistan)
Yarışmaya geçilmeden önce Prof. Dr. Cihat Özönder’in
anısına, önceki yıllarda yapılan Türkçe Konuşma
9
Dr. Hüseyin YENİÇERİ
[email protected]
DİL-KÜLTÜR
İLİŞKİSİ
Bir toplumun sözlü ve yazılı bütün kültür değerleri dil
kabı ve kalıbı ile bir kuşaktan diğerine, bir mekândan
başka bir mekâna aktarılır. Türk edebiyatının bütün
örnekleri dilimizin taşıyıcılığı ile bugüne ulaşmıştır.
Türk tarihinin bütün dönemlerini dilimizle öğreniyoruz.
Dinimiz, töremiz, sanatımızla ilgili bilgilerimiz varlığını
dile borçlu.
gerçekleşir, ama bunlar asıl önemli olan yağmurdan
önce olur.
Bir toplumda yaşayan insanlar, evreni olduğu gibi değil,
dillerinin kendilerine sunduğu biçimde algılamaktadır. Dile bakarak bir milletin dünya görüşünün, inançlarının,
Humboldt bunu şöyle dile getiriyor: “İnsanlar bu dünyada töresinin, tarihinin, sanatının, kişiliğinin izlerine,
ana dillerinin kendilerine sunduğu biçimde dünyayı yansımalarına ulaşabiliriz. Sözcük dağarcığı dışında
görürler.” F. Bacon, L. Whore, E. Sapir gibi düşünürler de deyimler, atasözleri, tekerlemeler, ninniler, türküler,
her toplumun gerçeği ayrı biçimde yansıttığı konusunda masallar bu bakımdan yüzlerce ipucu ile doludur.
görüş birliği içindedir. Bu durum dillerin birbirinden Fransızca sözlüklere bakıldığında hemen her sayfada
farklılığının nedenini de açıklamaktadır. Çünkü bir “kilise” ile ilgili bir sözcüğe rastlanması bunun kanıtıdır.
toplumda dil anlayışı, o toplumun yaşama düzeninin Türkçede aile ilgili sözcüklerin çokluğu, aile bağlarının
bir ürünü olarak ortaya çıkıyor. Dil, insanların hayat güçlülüğünün bir kanıtıdır.
karşısındaki davranış özelliğine göre biçimleniyor. Söz gelişi Türklerde erkek-dişi ayrımı gözetilmemesi aynen Dil, milletlerin tarih boyunca ilişki kurdukları başka
Türkçeye yansımıştır. Yine Türklerin sözünde durma milletlerin kimliğinin de ipuçlarını taşır. Türkçe,
özelliği, dilde sözcük köklerinin kullanım sırasında Türklerin Sırplarla, Ermenilerle ilişki içinde olduğunu
değişmemesi sonucunu doğurmuştur. Bu da dili, ortaya koymaktadır. Sırpçada sekiz binden, Ermenicede
kültürün yansıtıcı bir parçası yapmaktadır.
dört binden fazla Türkçe sözcük bulunması bunun
kanıtıdır. Türkçede Arapça sözcüklerin çokluğu
Bir toplumun kültür değerleri dilde kendini gösterir. Araplarla ilişkilerimizin kanıtıdır. Toplumlar ne yiyor, ne içiyor, ne kullanıyor, neye değer
veriyor sorularının karşılığını dile bakarak verebiliriz. Dil, kültürün en önemli ögesidir. Bir yandan kültürün
Türklerin “at”a, Arapların “deve”ye önem verdikleri bu bütün ögelerini dünden bugüne taşırken bir yandan
dillerdeki sözcüklere bakılarak anlaşılabilir. Eskimolarda da kültürü yaşatan insanların birbirinin kardeşleri,
“kar”la ilgili, Peru ve Bolivya’da yaşayan Aymara adlı yakınları olduğu bilincini bilinçaltına yerleştirir.
Kızılderili kabilesinde “patates”le ilgili yüzlerce sözcük Aynı dili konuşan insanlarda, ortak duygu ve düşünce
bulunması, toplum yaşayışı ile dil arasındaki ilişkiyi çok oluşmaktadır. Böylece dil, ulusal birlik ve beraberliğin
açık biçimde ortaya koyar. de perçinleyicisi, sağlayıcısı olmaktadır. Atatürk bu
durumu şöyle belirtir:
Dil bir milletin düşünce tarzını da yansıtır. Bir toplumun
diline bakarak zihninin nasıl çalıştığı anlaşılabilir. “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkı, Türk
Söz gelişi, Türkçeye bakılarak Türklerin evrene nasıl milletidir. Türk milleti demek, Türk dili demektir. Türk
gerçekçi bir gözle baktıkları tespit edilebilir. Türkçe, dili Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk
parçaların birleşmesi düzenine dayalı bir dildir. Eklemeli milleti, geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde ahlakının,
de dediğimiz bu sistemde köklerin sonuna ekler takılarak ananelerinin, hatıralarının, kısacası bugün kendi
konuşma gerçekleşir. Evrene baktığımızda bütün doğal ve milliyetini yapan her şeyinin dili sayesinde muhafaza
yapma nesnelerin, parçaların birleşiminden oluştuğunu olunduğunu görüyor. Türk dili Türk milletinin kalbidir,
görürüz. Türkçede sözcük sıralanışında önemli ögenin zihnidir.”
sonra söylenmesi de dünyayı seslendirirken evrenin gerçeklerine bağlılığın bir sonucudur. Çünkü evrende Dil-kültür ilişkisini incelerken belirtilmesi gereken
önemli olan öge hep geri plandadır. Doğa olaylardan bir bir nokta da dilin, kültürün yaratıcısı olmasıdır. Sözlü
örnek verelim: Yağmur yağmadan önce birçok aşama ve yazılı bütün edebî ürünler, bilim ve sanat eserleri
10
dille oluşturulmaktadır. Annelerimizin kundakta
bizi uyutmak için söyledikleri ninnilerden, “Bir
varmış, bir yokmuş.” diye başlayan masallara kadar
her sözlü ürün, Köktürk Yazıtları’ndan İstiklal
Marşı’na kadar her yazılı ürün dille söylenmiş,
yazılmıştır.
Dil-kültür ilişkisinin bir yönü de kültür ve
uygarlık değişmelerinin dile yansımasıdır.
Köktürkçe ile Uygurca arasındaki sözcük
dağarcığı farkı, Uygurların Buda ve Mani
dinlerine girerek din değiştirmeleri
ile ilgilidir. Aynı durum Uygurca ile
Karahanlı Türkçesi arasındaki ayrımda
da gözlenmektedir. Karahanlılar da
İslâm dünyasının sözcüklerini eserlerine
almışlardır. Günümüzde de Batı uygarlığına
özgü sözcüklerin dilimize girmesi hep aynı
yansımanın bir sonucudur.
Dille kültür arasında bu kadar sıkı ilişki varken
bu toprakları bizim yapan kültür her bakımdan
varlığını dile borçluyken kültürü oluşturan,
yayan, işleyen, taşıyan düzen dille kurulurken
Türkçeden başka bir dille eğitim ve öğretime
yeşil ışık yakmaya yönelik her türlü söz,
davranış ve girişim ulusal birliğin çimentosu
olan dili sulandırmak anlamına gelir. Bunun
hem tarihimize hem atalarımızın mirasına sahip
çıkmamak olduğu açıktır. Böyle bir girişim, sonu
belli bunalımlara düşmek, tatlı aşımızı ağulu
aşa döndürmek sonucunu doğuracaktır. Üstelik
kendi elimizle…
KAYNAKLAR
Doğan Aksan (1977), Her Yönü ile Dil, Ana Çizgileriyle Dilbilimi
I, Ankara, TDK Yay.
Nurettin Demir- Emine Yılmaz (2009), Türk Dili Yazılı ve Sözlü
Anlatım, Ankara, Nobel Yay.
Süer Eker (2006), Çağdaş Türk Dili, Ankara, Grafiker Yay.
Ahmet Ercilasun (1987), “Sosyal Bir Kurum Olarak Dil’in
İnsan Hayatındaki Yeri ve Önemi”, Türk Yurdu, Ankara, s.348.
Muharrem Ergin (1986), Üniversiteler İçin Türk Dili, İstanbul,
Boğaziçi Yay.
Gökalp, Ziya, Türkçülüğün Esasları, MEB yay., İstanbul 1972.
Mehmet Kaplan (1983), Kültür ve Dil, İstanbul, Dergâh Yay.
Zeynep Korkmaz ve diğerleri (2009), Türk Dili ve Kompozisyon,
Bursa, Ekin Yay.
Zeynep Korkmaz (1980), Dil ve Kültür, İstanbul, Tercüman Yay.
Hüseyin Yeniçeri ve diğerleri (2009), Dil ve Anlatım, Konya,
Palet Yay.
11
OKTAY RİFAT’IN
“KEDİLİ GECE”
ŞİİRİ HAKKINDA
BİRKAÇ SÖZ
Hafize ŞAHİN
[email protected]
Gogh’un “Yıldızlı Gece” tablosunu da hatırlatmaktadır.
Sanatçı, kelimeleriyle bazen bir geceyi bazen batan bir
güneşi anlatır. Şairin dilinde gece de güneş de bildiğimiz
gecelerden, gördüğümüz güneşlerden farklıdır sanki…
Şairin seçtiği kelimeler ve kelimeleri kullanma biçimi, şiir
üslubunu oluşturur. Gündelik dilde bir araya getirmeyi hiç
düşünmeyeceğimiz kelimeleri şairlerin bir araya getirerek
şiir dilinde kullanmalarına “alışılmamış bağdaştırma” denir.
Modern Türk şiirine baktığımızda da şairlerin alışılmamış
bağdaştırmalar kullandıklarını görüyoruz. Şairi şair yapan,
özgün bir söyleyiş zenginliğini yakalamasıdır. Şairden
beklenen, beslendiği kaynağı estetize ederek sıradışı, akla
gelebileceklerden öte; fakat bir o kadar da içten bir anlatımla
gerçekliği yeniden yaratabilmesidir. Oktay Rifat, modern
Türk şiirine araştırma duygusunu getirmesiyle 1946-1960
yılları arasında şiir yazan ve şiirle ilgilenenler üzerinde etkili
olmuştur (Süreya 1992: 49). Bu bağlamda Oktay Rifat’ın
aşağıdaki şiirine bakalım:
Oktay Rifat bir tablo çiziyor kelimeleriyle. Parlak yıldızları
kedilerin gözlerine benzetiyor, denizin sakinliğini çarşaf
gibi dümdüz olmasıyla anlatıyor. Bir an bahçeyi görüyor,
“kedili geceyi” biz de yaşıyoruz. Sonra çekingen
“karadut”u fark ediyoruz. Vapurlar geçiyor,
sessizliği yırtan düdük sesleriyle… Yoksa bir
hayal mi şairin bizi ortak ettiği bu manzara?
Aynı zamanda ressam olan Oktay Rifat, şiirinde
kullandığı “gece, yıldızlar, deniz, karadut”
sözcükleriyle mavi-siyah bir görüntüyü getiriyor
hayalimize. Mavinin coşkusu, gecenin sakinliği; denizin
çarşaf gibi dalgasız, durgun olmasıyla dengeleniyor. Sonra
karadut ağacının yalnızlığı, ürkekliği gecenin ortasında şaire
birilerini anımsatıyor. Bir acı, burukluk var anımsadıklarında.
Vapurlar yol almaya başladı, düdüklerini çalarak; belki de
şair öyle zannetti. Yıldızlı geceyi “kedili gece” şeklinde
alışılmamış bağdaştırmayla betimleyen şair, bu şiirinde Van
KAYNAKÇA
Oktay Rifat, Bütün Şiirleri I- II, İstanbul:YKY,2007.
Cemal Süreya, Folklor Şiire Düşman, İstanbul: Can
Yayınları, 1992.
http://simgesiir.files.wordpress.com/2009/10/oktayrifat.jpg
12
“Kedili Gece” şirinde de gördüğümüz gibi alışılmamış
bağdaştırmalar, okuyucuda kolayca söylenmiş izlenimi
bırakmaktadır. Şair, geceleyin kedinin gözlerindeki ışıltıyı
yıldızlarla bağdaştırır ve gece yıldızlı olmak yerine kedili
olur böylece. Bu ifadeden biz yine geceye dair bir izlenim
ediniriz, ancak bu bizim bildiğimiz sıradan yıldızlı bir
geceden farklıdır. Şair, gece yarısı başıboş bir kediden
yola çıkarak insanoğlunun yalnızlığını gösterir bize.
Alışılmamış bağdaştırmalar, şiir dilini besleyen, şairlerin
özgün söyleyişlerinin birer parçasıdır. Günlük dildeki
kullanımların farklı bir şekilde bir araya getirilmesi ise şiir
dilinin zenginliğidir.
BUGÜNKÜ
TÜRKÇE
Yahya Kemal Beyatlı
Lisan bahsi açıldıkça: “Hâlâ mı o bahis?” diyerek
bezginlik gösterenler bana acınmaya lâyık, gözlerini
gaflet bürümüş, en zavallı kayıtsızlar gibi görünüyorlar.
Vatan bahsi açıldığı bir yerde: “Hâlâ mı o bahis!”
diyecek bir Türk, menfûr bir kayıtsızlık göstermiş
sayılır. Bu telâkkî, lisan bahsine olan kayıtsızlığa karşı
bu derece vâriddir. Vatan fikri bizde dâimâ vardı; fakat
Namık Kemal’in, bu fikri kalbimizde yeni bir nefesle
uyandırdığı günden beri daha uyanığız. Onun vatan
fikrini uyandırdığı gibi, bir dîğer Türk şâiri çıkıp da
lisan fikrinin kudsîliğini uyandırsaydı, bize öğretseydi
ki: Bizi ezelden ebede kadar bir millet hâlinde
koruyan, birbirimize bağlayan bu Türkçe’dir, bu bağ
öyle bir metîn bağdır ki vatanın hudutları koptuğu
zaman bile kopmaz, hudutlar aşırı yine bizi birbirimize
bağlı tutar; Türkçe’nin çekilmediği yerler vatandır,
ancak çekildiği yerler vatanlıktan çıkar, vatanını
kendi gövde ve rûhu Türkçe’dir. Bu bağ milyonlarca
Türk’ü birbirinden bugün ayırmıyor, fakat dımağdan
dımağa, kalbden kalbe geçmiş bir teldir ki, yarın Türk
edebiyâtının âteşîn, feyyaz, ceyyid bir devresi açılırsa,
millî rûhu, bir elektrik seyyâlesi gibi bütün o dımağlar
ve kalblerden geçirerek, bu dağınık kitleyi yekpâre bir
halde ayağa kaldırır.
Heyhât bir kimse zuhûr edip de lisan fikrini bizim
kafalarımızda kudsîleştiremedi. Türkçe’yi sevmiyor
değil, seviyoruz, fakat tıpkı vatanı Nâmık Kemal’den
evvel sevdiğimiz gibi. Bu kâfî değil. Lisan fikri bizim
kafalarımızda henüz sâdelik, güzellik, doğruluk,
tabiîlik gibi tâlî bahislerle yer tutmuş bir fikirdir.
Zannediyoruz ki bu bahisle ancak lisan meraklıları,
edîbler, muallimler alâkadardırlar. Ah bu gaflet,
gafletlerimizin en büyüğüdür. Aramızda kaç kişi
idrâk eder ki, yeni bir millet olmaya çalıştığımız bu
devrede gaayeye varmak için tasarladığımız bütün
terakkî, temeddün, terbiye, irfan, projeleri hep bu
Türkçe mes’elesine dayanıyor. Yeni bir millet olmak
için mektep lâzım; bu en doğru bir fikrimizdir; fakat,
mektep muallimsiz ve kitapsız olmuyor: Muallim bu
asırda ancak çekirdekten yetişebiliyor, mektep kitabını
ancak terbiye ve tâlim mütehassısları yazabiliyor.
Binâenaleyh, muallim yetiştirecek bir Dârülmuallimîn,
ilmi Türkçeleştirecek bir Dârülfünun, işte bu iki
müessesenin lüzûmu, bu kurtuluş işinde her şeyden
evvel göze çarpıyor. Tûbâ ağacı nazariyesini ortaya
atan Türk âliminin, bu ondört senelik inkılâpta en
doğru fikri söylediği anlaşılıyor:
Gelmiştir o nâzır-ı yegâne
Gûyâ bu kelâm içün cihâne
KAYNAK
Yahya Kemal (2005), Edebiyata Dair, İstanbul: İstanbul Fetih
Cemiyeti.
13
ON İKİ HAYVANLI
TÜRK TAKVİMİ
Türkler eski dönemlerden beri göçebe ve bozkır
hayatı yaşamışlardır. Bu yüzden de yaylaya
göçme, koyunları çiftleştirme, ot biçme, tohum
atma, tarlayı çapalama ya da hasat zamanlarını
hesaplamaya
gereksinim
duymuşlardır.
Yıldızların konumuna bakarak bu zamanları
hesaplamak, şaman ya da kabile büyücülerinin
işiydi. Böylece yılın belli zamanlarını hesaplama ve
ilkel bir takvim yapma işini ilk kez bu şamanlar, büyücüler
gerçekleştirmiş oldular. Türkler zaman içinde kendilerine has
olan bu on iki hayvanlı takvimi geliştirmişlerdir.
On İki Hayvanlı Türk Takvimi, Göktürklerde, Uygur
Türklerinde, Tuna Bulgarlarında, İtil Bulgarlarında ve
daha önceleri de Hun Türklerinde kullanılmıştır. Edouard
Chavannes’in “Le Cycle Turc des Douze Animaux (On
İki Hayvanlı Türk Takvimi)” adlı araştırmasında, Asya’da
kullanılan On İki Hayvanlı Takvim’in Türklere ait bir
takvim sistemi olduğunu ve Çinlilerin bu takvimi Türklerden
aldıklarını söyler.
Bu takvimin çıkışını Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lûgat-itTürk’te şu şekilde anlatır:
Türk hakanlarından birisi, kendisinden birkaç yıl önce
yapılmış olan bir savaşı öğrenmek ister, o savaşın yapıldığı
yıl konusunda herkes yanılır. Bunun üzerine hakan, ileri
gelenlerle bir kurultay düzenler: “Biz bu tarihte nasıl
yanıldıksa, bizden sonra gelecek olanlar da yanılacaktır.
Öyleyse şimdi göğün on iki burcu ve on iki ay sayısınca her
yıla bir ad koyalım ve yaptıklarımızı bu yılların geçmesiyle
anlayalım. Bu, aramızda unutulmaz bir anı olarak kalsın.”
der. Ulus, hakanın bu önerisini onaylar.
Bundan sonra hakan ava çıkar ve halka, yaban
hayvanlarını Ilısu’ya doğru sürmelerini
emreder. Bu ırmak çok büyük bir ırmaktır.
Halk, hayvanları sıkıştırarak bu ırmağa
doğru sürer. Hayvanlardan bazılarını avlar,
bazılarını ise ırmağa atarlar. Bu hayvanlar
karşı tarafa doğru yüzer. Bunlardan on ikisi
suyu geçer. Suyu geçen her hayvanın adı bir
yıla ad olarak verilir. Karaya ilk defa sıçan
çıktığı için, birinci yıla “Sıçan yılı” denir;
sıçandan sonra, sırasıyla “öküz”, “pars”,
“tavşan”, “timsah”, “yılan”, “at”, “koyun”, “maymun”,
“tavuk”, “köpek” ve “domuz” karaya ulaşır ve bu nedenle
sonraki yıllara bunların adları verilir.
Türkler, bu yılların her birinde bir hikmetin olduğunu
düşünerek fal tutarlarmış. Mesela sığır yılına girildiğinde,
savaşlar çoğalırmış; çünkü öküzler birbirleriyle vuruşur ve
14
Dr. Elif AYAN NİZAM
[email protected]
tos yaparlarmış. Timsah yılına girildiğinde yağmur çok yağar,
bolluk olurmuş; çünkü timsah suda yaşarmış. Domuz
yılına girilince kar ve soğuk çok olur, kargaşalık
çıkarmış.
Bu takvimin, 1900′lerin başına dek Orta Asya
Türkleri arasında yaygın olarak kullanıldığı
söylenmektedir.
1. Fare Yılı
12 yıllık sürenin birinci hayvanı “Fare”dir. Her sene 21
Mart’ta sona erer ve 22 Mart’tan itibaren yeni yıl başlar.
Fare yılını halk, bolluk, bereket, saadet ve barış yılı olarak
kabul etmiştir. Gerçekten de uzun yıllar boyunca fare yılında
zorluk, savaş ve açlık olmamıştır.
Bu tarihlerde doğan insanlar oldukça uyumlu, yaratıcı, kıvrak
zekâlı, sosyal ve zeki olurlar. Ayrıca konuşkandırlar. Para
konusunu çok sorun etmezler; eğer para durumları iyiyse bol
bol harcarlar, ama para sorunu yaşıyorlarsa kendilerini ona
göre ayarlamayı da bilirler. Dertlerini kendilerine saklar, tek
başına çözmeyi tercih ederler. Matematik, müzik, planlama,
yönetim ve sanata özel ilgi ve yetenekleri vardır.
Bu yılda doğan ünlüler: Tarkan, Tarık Akan, Platon, Haydn,
Mozart, Tchaikovsky…
2. Sığır Yılı
Halkın hafızasında genellikle zorluk, kavga ve tartışma dolu
bir yıl olarak kalmıştır. Sığır yılında bir uğursuzluk meydana
geldiğinde halk “bu yıl zaten zor bir yıldır” deyip geçiştirirmiş.
İnanışa göre sığır yılında doğan insanlar
kendi eliyle sığır kesmezlermiş.
Sığır yılında doğanlar çok güvenilir ve
dürüst olurlar. Çok iyi yöneticidirler, ama
heyecanlı olmamaları sebebiyle nadiren
yüksek makamlara gelirler. Başarılarının
sırrı çalışkanlıkları ve sabırlarıdır. El
işleri ve sanata eğilimlidirler. “Sığır”ın
Çin sembolizminde de çok önemli bir yeri
vardır; çalışkanlığı, azmi, dayanıklılığı ve
erdemi temsil eder.
Bu yılda doğan ünlüler: Cem Yılmaz, Cüneyt Arkın, Kadir
İnanır, Bach, Handel, Van Gogh, Walt Disney, Charles
Chaplin…
6. Yılan Yılı
3. Pars Yılı
Bu yıl, kötülük ile iyiliğin,
sıkıntı ile kolaylığın iç içe
yaşandığı bir yıl olarak kabul
edilir.
Parslar yılında doğanlar; insan kaynakları ve askerî alanda
çok başarılıdırlar. Yarışmayı severler ama yolları üzerinde
düşman oluşturmamaya dikkat ederler. Başkalarından
çok kolay etkilenmezler, otoriterdirler. Kendilerine çok
güvenirler. Duygusaldırlar; içlerinde büyük sevgi taşırlar.
Ancak savaşçı yanları nedeniyle aşkı savaşır gibi yaşarlar.
Pars, çoğu kültürde olduğu gibi Çin kültüründe de
hayvanların kralıdır.
Bu yılda doğan ünlüler: Zerrin Özer, Marilyn Monroe,
Queen Elizabeth II, Karl Marx, Beethoven…
Yılan yılında doğan insanlar, başarıya
giden yolu kendi başlarına oluştururlar. Oturaklı
bir karaktere sahiptirler. Çok çabuk ve sağlam
karar alırlar. Zeki ve dikkatli yılan insanı,
genellikle bilim adamı, filozof, dedektif ya da
profesör olur. Analitik zekâya sahiptirler, sezgileri
de çok kuvvetlidir. Zarafete ve pahalılığa düşkündürler.
Para konusunda, yakın çevresi tarafından eli sıkı olarak
nitelendirilirler. Yılan; suikast, skandal ve yolsuzlukla
yakından ilişkilidir. Uzun yılan, Çincede entrika, hile
anlamına gelir. Çin inanışına göre eve giren yılanı öldürmek
uğursuzluktur.
Bu yılda doğan ünlüler: ATATÜRK, Mendelssohn,
4. Tavşan Yılı
Bu yılda doğanlar, arkadaşlarıyla ve
bir toplum içinde oldukları sürece çok
mutludurlar.
Uysal
ve
yabancılara
kapalıdırlar. Tartışmaktan hoşlanmazlar; sakin,
barışçıl bir yaşam tarzları vardır. Çok dikkatlidirler ve bir
şeye karar vermeden önce epey düşünürler. Hoş sohbettirler,
okumayı ve entelektüel konular üzerine fikir yürütmeyi
severler. İçtendirler. İyileştirici yanları vardır; aktar ya da
doktor olurlar. Sezgileri çok kuvvetlidir; insan doğasını iyi
bilirler, yalan söylendiğini hemen anlarlar. Çin kültüründe
tavşanın ölümsüzlük iksirine sahip olduğu düşünülür.
Bu yılda doğan ünlüler: Hz. Muhammed, Hülya Avşar,
Michelangelo, Napoleon, Albert Einstein, Marie Curie,
Johnny Depp, Angelina Jolie…
5. Ejder Yılı
Eski Türkçede “ejder” yerine “uluv” kelimesi geçmektedir.
“Uluv Yılı” sakin, huzurlu, güzel bir yıl sayılmaktadır. Ama
bazen bu yılda başarısızlıklar da yaşanabilir.
Ejder, Çin burçları içinde en egzotik olanı ve en göze
çarpanıdır. Ejderler doğuştan liderdirler. İdealistlik,
mükemmeliyetçilik, saldırganlık ve kararlılık burcun genel
özellikleridir. Tasarımcı yanları ve geniş hayal güçleri vardır,
farklı fikirler üretirler. Ama bazen o kadar hayalperest olurlar
ki değişik fikirleriyle çevresindekileri deliye çevirirler.
Bahtları açıktır, hayat onlara güzel yanını sunar.
Bu yılda doğan ünlüler: İbrahim Tatlıses, Bülent Ersoy,
Sigmund Freud, Martin Luther King, Grace Kelly, Florence
Nightingale…
Jacqueline Onassis, Picasso, Audrey Hepburn…
7. At Yılı
Türklerin efsane, masal ve hikâyelerinde at yılı hakkında
kötü bir izlenim yoktur. Batıl inanca göre bu yılda doğanlar
atı kendi elleriyle kesmezler.
Asya’da at yılında doğanların devrimci ya da hırsız olacağına
inanılır. Diğer taraftan, işlerinde yükselebilme kapasiteleri
çok yüksektir. Para işlerinde oldukça beceriklidirler; ama
yaptıkları işten çabuk bıkarlar. Çinliler, atların doğuştan
yarışçı ve gezgin olduklarına inanırlar. Bu yüzden erken
yaşta evlerini terk ederek yaşamlarını kendileri oluştururlar.
Sabırsız ve kıvrak zekâlıdırlar. Bir yere çok uzun süre bağlı
kalamazlar. Grup içinde çok rahattırlar ve iletişim sorunu
çekmezler. Aşk, sevgi onlar için çok önemlidir; her şeyi
bırakıp romantizmin peşinden gidebilirler. Eski insanlar ata
“erkek” cinsiyetinin özelliklerini yüklemişlerdir.
Bu yılda doğan ünlüler: Sezen Aksu, Fatma Girik, Şener
Şen, Thomas Edison, Barbara Streisand, Clint Eastwood,
Ingmar Bergman…
15
8. Koyun Yılı
Kazaklar bu yılı “güzel” olarak nitelemekte ve
hep bu yılı beklemektedirler. Koyun yılında
çoğu zaman halk, huzur, bereket ve bolluk
içinde yaşamıştır.
Bu yılda doğanlar oldukça seçkin, çekicidirler.
Doğal olana düşkündürler. Zanaatkâr yönleri
daha güçlüdür. Muhafazakârlardır, yaratıcı yönlerini
bastırırlar. Kendilerini güvende hissetmek ve sevilmek isterler.
Çekingendirler; tek başlarına hareket etmektense çoğunluğa
uymayı tercih ederler. Başkaları tarafından güdülmekten
hoşnut olmaz, ama yine de onları takip ederler. Astrolojiye,
falcılığa, gizemli olaylara ilgileri vardır. Kararsızlıklarından
dolayı, iş hayatında başarısızlık yaşayabilirler. Oldukça
duygusal ve romantiktirler. Çok iyi eş olurlar.
Bu yılda doğan ünlüler: Müjdat Gezen, Müzeyyen Senar,
Bruce Willis, Rudolph Valentino, Boris Becker, King George
V I ,
Veronica Lake…
9. Maymun Yılı
“Bu nasıl bir yıldır?” denildiğinde bu yıla
“Uğursuzluk, karışıklık ve kötü hadiselerin çok
olduğu yıl” denilebilir. Gerçekten de tarihte
kıtlık, felaket gibi kötü olaylar bu yıllarda
olmuştur.
Maymun yılında doğanlar, kelime
oyunlarında çok iyidirler. En sıkıcı konuyu bile ilgi çekici
hale getirebilirler. Çok yaratıcı ve kıvrak zekâlıdırlar.
Şöhretlerine rağmen çok ciddiye alınmazlar. Ellerinden her iş
gelir. Yalnız bu başarıları onların şımarmasına sebep olabilir.
Problem çözme yetenekleri oldukça iyidir. Maymun, Çin
karakterlerinin en ünlü ve sevilenlerindendir.
Bu yılda doğan ünlüler: Orhan Gencebay, Julius Caesar,
Leonardo da Vinci, Captain Cook, Elizabeth Taylor…
10. Tavuk Yılı
Tavuk yılı da halkın aklında zor bir yıl olarak kalmıştır.
Yaşlılar, “Bu yıllarda halk çok çile çekmiştir.” der.
Tavuk, maymunun karşıt burcudur. Bu yılda doğanlar
çoğu zaman saldırgan ve sabırsızdırlar. Kaba olarak
değerlendirilirler. Dış görünümlerine çok önem verirler
ve ayna önünde saatlerce zaman harcayabilirler. Bir sürü
meziyetleri vardır ve hemen hemen tüm girişimlerinde başarılı
olurlar. İyi birer dedektif, doktor ve hemşire olabilirler. Çok
idealistlerdir ve onlar gibi olmayanlara hoşgörüleri çok azdır.
Bazen bu meşguliyet fazlalığı yakın çevresini ihmal etmesine
sebep olabilir. Geleneksel olarak açık sözlülüğün, doğruluğun
ve kaba kuvvetin temsilcisidirler.
Bu yılda doğan ünlüler: Farabî, Konfüçyüs, Zuhal Olcay,
Türkan Şoray, Jennifer Lopez, Katherine Hepburn…
16
11. İt (Köpek) Yılı
Köpek yılında doğanlar dürüst, sadık ve
içtendirler. Başkalarına yardımı severler.
Kolayca arkadaşlık kurarlar ve genellikle uzun ömürlü
olurlar. Zekidirler ve iyi dinleyicidirler. Ailesinin
ve sevdiklerinin hayatı söz konusu olduğunda çok
koruyucudurlar. Üzerlerine çok gidilirse ani tepkiler
verebilirler, ama kin tutmazlar. Çok aktiftirler, spor yaparlar.
Cömert ve sadık olmalarına karşın romantik değildirler.
Bu yılda doğan ünlüler: Ajda Pekkan, Winston Churchill,
George Gershwin, Michael Jackson, Madonna…
12. Domuz Yılı
On İki Hayvanlı Takvim’in son yılıdır. Kazakistan’ın bazı
yerlerinde buna “Kara Geyik Yılı” da denmektedir. Kazaklar,
On İki Hayvanlı Takvimi, Hun döneminden beri kullandığı
için (yani İslâmiyet’ten önce) domuz da bu yıllığa girmiştir.
Domuz yılını halk “Bela çok olur.” diyerek iyi saymazsa da
çoğu zaman huzur ve sükûnet yılı olarak bilirler.
Bu yılda doğanlar çok tutkulu değildirler ve emekliliklerini
iple çekerler. Amerikan inanışının aksine Çin astrolojisinde
domuz, çok sevilen ve üretici bir hayvandır. Ailelerine
çok düşkündürler. Bu burç, içtenliği, saflığı, hoşgörüyü ve
şerefi temsil eder. Her şeyi doğru yapmak isterler ve bitmek
bilmeyen bir iyi niyete sahiptirler. Hemen herkesle çok
iyi geçinirler ve geniş bir arkadaş çevresine sahiptirler. İş
hayatında da çok başarılıdırlar.
Bu yılda doğan ünlüler: Ferdi Tayfur, Adnan Şenses, Necati
Şaşmaz, Woody Allen, Ronald Reagan, Alfred Hitchcock,
Steven Spielberg…
KAYNAKÇA
Kaşgarlı Mahmud (1992), Divanü Lûgat-it-Türk, (Çev. Besim Atalay),
Ankara: TDK Yay., C. 1, s. 344-348.
Talat Tekin (1995), Orhon Yazıtları (Kül Tigin, Bilge Kağan, Tunyukuk),
İstanbul: Simurg, s. 52, 78.
http://www.paylas.eu/paylas/showthread.php?t=120928
http://www.bilgicik.com/yazi/12-on-iki-hayvanli-turk-takvimi-kesifler-vebuluslar/?cp=1
http://www.msxlabs.org/forum/satirlarla-turkiye/276092-12-hayvanliturk-takvimi.html (20.02.2010)
http://images.google.com.tr/imgres?imgurl=http://2.bp.blogspot.com/_
JJMtyKU3dtU/Swo6GwFOLhI/AAAAAAAAAqg/EwT0R233bVQ/
s1600/Oniki%2BHayvanl%C4%B1%2BT%C3%BCrk%2BTakvimi.
jpg&imgrefurl=http://yagmur-yagar.blogspot.com/2009/11/ski-turktqvimi.html&usg=__Ql69uMnJFywPcvkZ8n6VCQ6vnns=&h=432&w=4
32&sz=46&hl=tr&start=6&um=1&itbs=1&tbnid=tWpSlJFYTMo7bM:&t
bnh=126&tbnw=126&prev=/images%3Fq%3D12%2Bhayvan%2Bresiml
i%2Bt%25C3%25BCrk%2Btakvimi%26um%3D1%26hl%3Dtr%26sa%3
DX%26rlz%3D1W1SKPB_tr%26tbs%3Disch:1
http://www.marisglobal.com/frm/cin-takvimi/1600-cin-yeni-yili-cinyilbasisi.html
HÜDİL’DE
HİZMET İÇİ EĞİTİM
SEMİNERLERİ
Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi (HÜDİL) öğretim elemanları, 28
Haziran-9 Temmuz 2010 tarihleri arasında “Hizmet İçi Eğitim Programı”na katıldılar.
HÜDİL öğretim elemanları, gelen konuklarla dil ile ilgili son çalışmalar ve Türkçenin güncel sorunlarıyla ilgili
bilgi alışverişinde bulundular. Bu seminer programına dille ve özellikle de Türk diliyle ilgili çalışmalar yapan
çok önemli isimler katıldı. Bu isimler arasında; Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın, Prof.
Dr. Hamza Zülfikar, Prof. Dr. Nalan Büyükkantarcıoğlu, Prof. Dr. Âbide Doğan, Prof. Dr. Nurettin Demir,
Doç. Dr. Süer Eker ve Doç. Dr. Ender Ateşman bulunmaktaydı. Yazım ve noktalama işaretleri kullanımının
TDK uzmanlarından Belgin Aksu ile tartışıldığı seminerde, TRT’nin deneyimli spikerlerinden Şener Mete,
uygulamalı diksiyon ve etkili konuşma teknikleri üzerinde durdu.
Ayrıca, öğretim elemanlarının bilimsel araştırmalarda bilgiye daha kolay ulaşabilmeleri için Üniversitemiz
Kütüphanesi ve diğer kütüphanelerin veritabanlarından “End Note” programıyla nasıl yararlanabilecekleri
hususunda bilgiler verildi. Bu seminerler ise Prof. Dr. Serap Kurbanoğlu, Üniversitemiz elemanlarından
Haydar Yalçın ve Cihan Doğan tarafından verildi.
Bilgisayardan etkili yararlanma ve kullanma amaçlı seminerler, HÜDİL elemanlarının ihtiyaçları belirlenerek
hazırlanan bir program çerçevesinde, Hacettepe Üniversitesi Bilgisayar Öğretimi ve Teknolojileri Eğitimi
Bölümü elemanları ve Emre Alkaç tarafından yürütüldü.
HÜDİL elemanları iki hafta süren bu seminerler sonunda yaptıkları değerlendirmede, “Hizmet İçi Eğitim
Seminerleri”nin kendileri için çok faydalı olduğunu, gelecek yıllarda da bu tür seminerlerin olmasını
istediklerini belirttiler.
17
DEYİMLER
VE ÖYKÜLERİ
III
Asuman BAYRAM
[email protected]
“Deyimler ve Öyküleri” dergimizin artık klasikleşmiş bölümlerinden biri hâlini aldı. Bu sayımızda da
üç deyim ve bunların tarih, mizah ve tabii en çok da kültür kokan öyküleri içinde yaptığımız yolculuk
sürüyor ve her zamanki bu keyifli dil yolculuğuna sizleri de bekliyoruz.
BULGURLU’YA GELİN GİTMEK:
Bir işin bir an önce olup bitmesini
isteyen ve bunun için de gereksiz
yere aceleci tavırlar sergileyen kişiler
hakkında “Bulgurlu’ya gelin mi
gideceksin, bu acelen ne?” şeklinde
kullandığımız bu deyimin şöyle bir
öyküsü var:
Bulgurlu,
Osmanlı
zamanında
İstanbul’un
Anadolu
yakasında
yer alan, dillere destan tabiat
güzelliklerinin
bulunduğu
bir
tepeymiş ve ahalisi de zengin ve son
derece görgülü insanlarmış. Burada
levent delikanlılar yetiştiren analar,
gelinlerine pek kıymet verir, onları el
üstünde tutarmış.
DOKUZ DOĞURMAK: XIX.
yy. ortalarında bir dönem Osmanlı
deniz kuvvetlerinin başına getirilen,
o günkü adıyla kaptan-ı deryalık
görevini üstlenen Çengeloğlu Tahir
Paşa, İstanbul’da özellikle serserilerin
toplanma yeri hâline gelen Galata ve
Kasımpaşa semtlerinin asayişine ayrı
bir önem vermeye başlar. Çünkü,
buralar İstanbul’un serseri yatağıdır
ve Paşa, bu semtlerde düzenin
sağlanması için belli tedbirlerin
alınması gerektiği düşüncesindedir.
Bu doğrultuda alınan ilk tedbir, söz
konusu yerlerde sokağa fenersiz
çıkmanın yasaklanması olmuştur.
Adamlarını Galata ve Kasımpaşa
kıyılarına her gece teftişe yollayan
Paşa’nın bu emrine uymayanların
ise soluğu alacakları yer nezaretten
başka bir yer değildir.
18
İşte bu özellikleriyle Bulgurlu,
gelinlik çağına gelen her genç kızın
gelin gitme hayalini kurduğu bir
cennet köşesiymiş âdeta. Buradan bir
delikanlı ile evlilik şansını yakalayan
bir nişanlı kız da: “Aman evlenene
kadar bir aksilik çıkmasın, fitneciler
araya girme şansı bulamasın!”
diye dua edip telaşlanırken evlilik
hazırlıklarını bir an önce bitirmek için
de var gücüyle çalışır çabalarmış.
Bu
durumdaki
gelin
adayına
yönelteceğiniz “Bulgurlu’ya gelin mi
gidiyorsun, ne bu acelen?” sorusuna
alacağınız “Evet.” yanıtı aslında
bu deyimin kullanım yerini de size
dosdoğru gösterecektir.
Teftişlerini her gece düzenli olarak
devam ettiren askerler, bir akşam
yine fenersiz sokağa çıktıklarını
tespit ettikleri adamları karga
tulumba Paşa’nın huzuruna çıkarırlar.
Paşa, yakalananların her birine
emrine niçin karşı geldiklerini
sorar. Bunlardan biri tütün tiryakisi
olduğunu tütün almak için çıktığını;
diğeri
akşamcı
olduğunu
ve
Galata’daki bir Rum meyhanesine iki
tek atmak için gittiğini söyler. Paşa
sorguladığı dokuz adamdan da aşağı
yukarı aynı cevapları alınca sinirlenir
ve adamlarına sorguladıklarının
topunu nezarete atmalarını emreder.
Bu arada Paşa’nın sorgulamadığı
bir adam kalmıştır. Paşa, adamın
suratına bakınca bunun diğerleri gibi
serseri takımından olmadığını anlar.
Adam da niçin sokağa fenersiz çıktığı
sorusuna “Feneri sabah komşuma
ödünç verdim, ama getirmedi. Akşam
vakti karımın doğum sancısı tuttu.
Ben de ebe getirmek için fenersiz
çıkmak zorunda kaldım.” yanıtını
verir. Paşa, durumu soruşturmak için
adamın evine iki emir erini yollar.
Soruşturmadan dönen çavuşlar,
adamın karısının hakikaten doğurmak
üzere olduğu haberini getirirler. Paşa
da adamı salıverir.
Kan ter içinde evine varan adamı
bir bebek ve karısının asık yüzü
karşılar. Adam, bunu umursamaz.
“Hatunum, neyimiz oldu? Bana ne
güzel bir müjde verdin.” diyerek
karısının gönlünü almaya çalışır;
ama karısı huysuz tavrını sürdürünce
dayanamayıp: “Yahu hatunum! Şu
perişan halimi görmüyor musun?
Burada sen bir doğurdunsa sorgu
sırası bana gelene kadar vallahi ben
dokuz doğurdum!” diye feryat eder.
SABIR ÇANAĞI TAŞMAK: Zamanın birinde mutlu bir yuvası olan zengin ve genç bir adam varmış. Kader bu ya,
adamcağız bir gün aniden ölüvermiş. Karısı olan taze dul da bu acıya daha fazla dayanamamış ve kocasının ardından
o da canını teslim etmiş. Bu genç karı kocanın bir de küçük bir kızları varmış. Anne babasının ölümünden sonra bu
kızcağızı amcası yanına almış. Almış ama, amcasının yanında kız her gün âdeta bir köle hayatı yaşıyormuş. Kızın bütün
mirasına el koyan amca, kızı her tür nimetten mahrum ediyor; yengesi ise evin bütün işlerini ve çocukların bakımını
yüklediği bu zavallıya her gün ara vermeden dayak atıyormuş. Dünya kendine bir zindan olan kızcağızsa teselliyi,
her gece ev halkı uyuduktan sonra yastığına bol bol gözyaşı akıtmakta bulurmuş. Günler, amca ve yengenin zulmü,
kızın da çaresizliği içinde geçip giderken zavallı kızın artık neredeyse dayanacak gücü kalmamış. “Allah’ım n’olur
canımı al da şu zulümden kurtulayım!” diye dua edip gözyaşlarına boğulduğu bir gece rüyasında Eyüp Peygamber’i
görür. Eyüp Peygamber onun sırtını sıvazlar ve bir çanak verir. Bu çanak gözyaşıyla dolduğunda kızın çilesinin de
sona ereceğini söyleyip kaybolur. Kız uyandığında başucunda hakikaten bir çanağın durduğunu görür ve gözlerine
inanamaz. Kızcağız amcasının ve yengesinin bitmek bilmeyen eziyetine gözyaşlarını başucundaki çanağa doldurup
katlanmaya çalışır, artık tek dostu başucundaki sabır çanağıdır. Günler böylece akıp giderken kıza bir gün amcası
azarlar bir ifadeyle: “Denizaşırı bir seyahate çıkıyoruz. Sen evde kalıp eve göz kulak olacaksın, anladın mı? Ha,
anladın mı!” der ve kulağını çekip okkalı bir tokat attıktan sonra ailesiyle birlikte konağı terk eder. Kız da onların
ardından amcasına “Bana yaptıklarının inşallah kat kat fazlasını bulursun!” diye söylenir ve yine sabır çanağının
başına ağlamaya gider. Bir de ne görsün? Artık çanak taşmıştır. Ertesi günü amcasının ailesiyle birlikte bindiği geminin
battığı haberi ulaşır ve zavallı kız, babasından kalan mirasın yanında amcasının mirasına da sahip olur.
Kimsenin sabır çanağını taşırmamaya aman dikkat edin!
KAYNAK: İskender Pala (2009), İki Dirhem Bir Çekirdek, İstanbul, Kapı Yayınları.
“Kimseye kitap tavsiye etmem. Eğer tavsiye ettiğim kitaba layıksa onu araya
araya kendisi bulur. Layık değilse hediye etsem okumaz, hatırım için okusa da
anlamaz.”
Kemal Tahir
19
ONKOLOJİ HASTANESİ İLE İLGİLİ
PROJEMİZ ÜZERİNE
Esra AYDIN
OKL-1
EMİNE’M
Saçlarıma dokundu önce. “Yumuşacık” dedi. Elimi tuttu.
Sıcacıktı. Ateşle kavrulan bedeni güçsüzdü. Bir bir sayılan
kemikleri kırılırmışçasına ele geliyordu. Ah Emine’m!
Bir gün “Saçım olsa okşar mıydın ablam?” dedi saçlarıma
parmaklarını dolarken. Yüreğimi titretti. Unutulmamaya
Korkuyordum. Ona bir şey olmasından korkuyordum.
Hayalleri vardı, özlemleri…
Gittiğimde elinde bebeği, oynuyordu. Önce parmaklarına
şöyle bir “hoh” yaptı. “Üşümesin bebeğim.” Kolunu açıyor,
işaret parmağı ve orta parmağıyla bebeğinin damar yolunu
arıyordu. Sonra ona “cıs” diye iğne yapıyordu. “Ağlama
ağlama, acıdı mı?”
Oyununa ağladım. Gördüklerine ağladım. Yaşadıklarına
ağladım. Hasta bebeğine iğne yapmasına ağladım…
Hayat neydi? Bizim gördüklerimiz, hissettiklerimiz ne
kadarcıktı Emine’min yaşadıklarının yanında? Minicik
yüreğinde neler oluyordu? Neler düşünüyordu? Ve üşüyen
vücuduna kim bilir kaç soğuk el iğne yapmıştı da onu oynar
olmuştu…
inat mektuplarını uzattı, meraklı gözünü gözüme kenetleyip
benimkini istedi. Mektuplarının sonuna çizdiği resimler hep
uzun saçlı kız bebekleriydi…
Havayı, dışarıdan gelen kişinin ellerine dokunarak
öğreniyordu. “Ellerin üşümüş, bugün hava soğuk.” “Rüzgârda
savrulmuyor mu saçların abla?” “Hep gel abla!”
Sarıldım sımsıkı. Olmayan saçlarının derisini okşadım,
öptüm. Işıldadı yine gözleri. Anlatmaya başladı hemşire
ablalarını, beğenmediği yemekleri. Sonra ekledi yine: “Hava
nasıl abla?”
Kar yağıyordu. Kar ince ince yüreğime yağıyordu. Kışın en
soğuk gününde, havanın en karanlık tabakasında yüreğimde
Emine’nin olmayan saçları dalgalanıyordu. Yaşasaydı damar
yolu arayan parmakları gözümün yaşını silerdi belki… Kim
bilir yaşadıklarını, korkularını, yüreğindeki havayı... Kim
bilir uzamasını beklediği saçlarının rengini, yumuşaklığını…
Necla ÇOLAK
FDÖ-1
UFACIK BİR TEBESSÜM
Onkoloji Hastanesine gitmeden önce çok heyecanlıydım. Acaba oradaki hastalar ve yakınları bizleri görünce
olumsuz tepki verirler mi, diye soruyordum kendime. Fakat çok yanılmışım, oradaki insanlar, kapılarının
açılmasını ve içeriye birinin girmesini dört gözle bekliyorlardı. Onlar için hazırladığımız paketleri verince
yüzlerindeki o tebessümü görmek, insanı çok mutlu ediyordu. Birazcık da olsa onları mutlu edebildiysek ne
mutlu bizlere. Oradaki insanların sevgiye ve umuda çok ihtiyacı var. Fakat bizler o kadar duyarsızlaşmışız ki
kendimizden başkasıyla ilgilenmiyoruz. Ama şunu söylemeliyim, ileride bizlerin başına ne geleceği meçhul. Bu
yüzden o masum, tertemiz yürekli insanlardan manevi desteğimizi esirgemeyelim.
20
Ayşenur KARLIKAYA
FDÖ-1
Bazen bir insanın gözlerindeki ışıktır diğerine ışık
veren… Şu hayat karmaşasında gözlerimizde kalan
birazcık ışığı belki onlara verebiliriz, diye gidiyoruz
yanlarına. Bana bakan minicik, hayat dolu gözleri
o kadar masumdu ki “neden?” diyor bazen insan,
adalet arıyor, sorguluyor. Bakışlarındaki masumiyeti
unutamıyorum. Keşke ona hayat verebilsem,
birazcık ışık verebilsem! “Yine gel” derken, benden
hediye isterken bile içimi eritiyordu. Hiçbir çocuk
bu derece içimi titretmemişti. Aslında her biri ayrı
bakıyordu. Ta gözlerimin içine bakıyorlardı. Pırıl
pırıldılar, içtendiler. Biz sahip olduğumuz bunca
değere rağmen hayata küsmüşken onların bu
kadar mutlu olması çok canımı yaktı. İnsanların
kıymet bilmezliği, duyarsızlığıydı bir yandan
canımı sıkan! Sahip olduğumuz hayatlar elimizden
uçup gidebilecekken bize emanet olan bu canın
değerini, farklı dünyaları görmeyen insanlar nereden
bilebilir ki? Başkalarının acılarını görmeden kendi
mutluluğumuzu anlayamıyoruz bazen. Hani her
şey tezadıyla güzelmiş ya; acı mutlulukla, sevgi
özlemle, aşk yalnızlıkla... Acıları yaşamayan insan,
mutluluğun değerini nereden bilsin…
Size bazen öyle içten bakarlar ki çektikleri çileyi
kalbinizde hissedersiniz! İşte bunu hiçbir söze ve
kâğıda sığdırmak mümkün değildir…
Kübra SATICI
İMÖ-2
Gözyaşıyla başlayan yolculuğum yine gözyaşıyla bitti. Üç yıl önce ben de böyle bir ortamda iki aya yakın
bir süre bulunmuştum. Ama çocuk bölümü değildi. Babam yatıyordu hastanede. Şu an vefat etti. Bana her
adımda babamı yaşattı bu hastane. Şunu da belirteyim, inanın hastaların bedeni acıyor; ama yakınlarının
ruhları belki onun onlarca katı fazla acıyor. Bugün fark ettim, öğrenilmiş bir çaresizlik vardı hepsinin
yüzünde. Kolay değil sevdiğinin eli avuçlarındayken avucunu açıp baktığında o elin kelebeğin ömrü gibi
yok olduğunu izlemek...
21
Nilüfer ZEYBEK
DİĞER ÖĞRENCİ
ETKİNLİKLERİMİZ ÜZERİNE
İMÖ-01
FARKLILIKLARIMIZ VE BENZERLİKLERİMİZLE BİRİZ
Memleketimiz bir kilim gibi canlı, parlak, güzel... Her desende farklı bir renk, her motifte memleketimizin bir köşesi vardı.
Gördüğümüz cümbüşle gözlerimiz kamaştı. Bunların farkına varamamıştık ilk başlarda. Her yeri bulunduğumuz ortam gibi
sanıyorduk. Trabzon, Rize, Kastamonu, Tokat derken gezdiğimiz fuarlarla her yerin ayrı bir güzelliği olduğunu gördük.
Farklılıklarımız ve benzerliklerimizle birdik, bunu anladık. Kilimdeki her ilmek gibi birbirimize bağlıyız aslında. Ayrı
memleketlerden olsak da birleşerek eşsiz bir güzellik oluşturuyoruz. Gezdiğimiz fuarlar, bu güzellikleri görmemizi sağladı.
SATIR ARASI
Çalışmak… Harıl harıl çalışmak… Okuduğun bir kitabı
anlatmak insanlara; hem kolay hem zor! Okursun, kitabı
neden seçtiğini hiç bilmeden, belki hiç düşünmeden. Sonra
herkes bilsin istersin. O da okusun ki kaybolsun senin gibi
satır aralarında.
İşte bu fırsat verildi bize Yazılı ve Sözlü Anlatım Dersi’nde.
“Okuyun, okuduğunuzu sunun bizlere. Yeni kitaplar tanıyalım
sayenizde.”
Dörder beşer birleştik. Ne zordu hangi kitabı tanıtacağını
düşünmek! Her gruptan farklı sesler yükseldi, hiç
duymadığımız isimler…
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’yla hastane kokusu geldi buram
buram burnumuza. Başucumuzda müzikle Asya’nın kapısını
çaldık. Cengiz Aytmatov karşıladı bizi… Sunumlarımızı
hazırlarken Asya’dan Avrupa’ya uzanan bir sergüzeşt
yaşadık. Nemide’yle geçtik Mostar Köprüsü üzerinden ve
geceye okunan ezanları dinledik sessiz, kırgın…
Gözümüzde yaş hiç eksik olmadı şehitlerimizi anarken.
Çanakkale içinde vurulduk, Çanakkale Mahşeri’ni yaşadık
bayrak bayrak…
Üniversitede okumak hayaldi ya bir zamanlar, ya bu ders
için yaptıklarımız? Hiç aklımıza gelir miydi gazete arşivleri,
büyükelçilikler, dernekler, Millet Meclisi?
Alnımızın akıyla çıktıktan sonra sınıftan kaç okur kazandı o
kitaplar? Ankara’ya gelmeden önce hiç böyle okunmamıştı
kulağımıza o güzelim şiirlerimiz. Kitapları tanıdık, yanlarında
Anadolu’yu. Türkülerse hiç yalnız bırakmadı bizi…
Ahçiği yolladım Urum eline
Eser bâd-ı sâbâ zülfün teline
İrem ALTINOK
OKL-01
Estağfirullah:
“Allah’tan af dilerim, hiçbir zaman, mahcup ediyorsunuz, hâşâ, bir şey değil” gibi anlamlarda kullanılan bu kelime, ikramda bulunan ve saygı gösteren kişiye karşı alçakgönüllülük
göstermek için kullanılan bir tabirdir.
22
Taner TEKİN
Bu dönem içerisinde gezip gördüğümüz fuarlarla
Anadolu’muzu yeniden tanıma fırsatı bulduk.
Anadolu’nun güzellikleri sayesinde sahip
olduğumuz bu toprakların kıymetini
daha iyi bilmemiz gerektiğinin farkına
vardık. Karadeniz’in kemençesinden
Ege’nin efelerine bir yolculuk yaptık.
Gezdiğimiz kitap fuarları sayesinde
bazı yazarlarımızla tanışma fırsatı
bularak satırlar arasında gizemli
yolculuklara
çıktık.
Kültürel
bakımdan zengin olan ülkemizde
ne kadar fakir olduğumuzu fark ettik.
Bu yüzden Alemdar Yalçın hocamızın
da dediği gibi, Anadolu’yu bir ezgi gibi
işlememiz gerektiğini anladık.
FBÖ-02
“SERÇEV”LE ATILAN İLK ADIM,
ENGELLERİ AŞMAK İÇİN BÜYÜK BİR ADIM
23 Nisan haftası aynı zamanda “Geleneksel SERÇEV
Haftası” olarak kutlanmaktadır. Bu hafta içinde sereblal
palsili (beyin felçli) çocuklar için etkinlikler düzenlenmekte,
gönüllülük projeleri gerçekleştirilmekte ve farkındalık
yaratmak amaçlanmaktadır. Sereblal palsili çocuklar için
19 Aralık 2002’de Ankara’da kurulan SERÇEV, engelli
çocuklara ve ailelerine ulaşmak, onların sıkıntılarına çare
olmak, çocukların toplumda hak ettiklere yerlere gelmesini
sağlamak gibi hedeflerle faaliyette bulunmaktadır. Yönetim
Kurulu Başkanı Altan Erkekli, İkinci Başkanı ise Prof.
Dr. Sabiha Aysun’dur. Derneğin Yönetim Kurulunda çok
değerli sanatçılar ve akademisyenler görev yapmakta.
Bugüne kadar SERÇEV, sereblal palsili çocuklar için “MEV
Gökkuşağı İlköğretim Okulu” ve “Engelsiz Oyun Parkı”nın
kurulmasında, “Geleneksel SERÇEV Etkinlikleri”nin
düzenlenmesinde büyük sorumluluklar üstlenmiştir.
Tüm bu bahsettiklerim SERÇEV hakkında herkesin bilmesi
gereken teorik bilgiler. Ancak işin bir de manevi yönü var
elbette. Dernek; üyeleriyle, çalışanlarıyla, ailelerle, sereblal
palsili çocuklarla ve gönüllüleriyle bugüne kadar çok güzel
etkinlikler gerçekleştirdi. Ben “Geleneksel SERÇEV Haftası”
kapsamında bir alışveriş merkezinde gerçekleştirilen etkinliğe
gönüllü olarak katıldım ve bu maneviyattan payıma düşeni
aldım. Arkadaşlarım beni orada yalnız bırakmadı ve onlar da
benimle birlikte gönüllü oldular. Cuma ve cumartesi günleri
için gönüllü olduk ve üzerimize düşen görevi başarıyla,
büyük mutlulukla gerçekleştirdik. Görevimiz henüz bitmedi
elbette, bundan sonra sereblal palsili arkadaşlarımızın iyi ve
kötü günlerinde yanlarında olmak bizim görevimiz.
Biraz da o gün yaşadıklarımdan söz etmek istiyorum. Gönüllü
olarak ilk defa bir etkinliğe katılmanın verdiği acemilikle ilk
saatler pek fazla katkı sağlayamadık SERÇEV’e. Ortama
alışmaya başlayınca yoldan geçenleri çevirip SERÇEV’i
ve o gün ne için orada olduğumuz anlatmaya başladık. Bizi
dinlemeyen, dinlemek istemeyen, dinlemek için zamanı
olmayan, dönüşte dinlemek isteyen kişilerle karşılaşmadık
değil, ancak yine de bizi gönülden dinleyenler bu tepkileri
verenlerden daha fazlaydı. Bunda “23 Nisan Ulusal
Egemenlik ve Çocuk Bayramı” kapsamında gerçekleştirilen
törende yapılan konuşmaların da payı büyüktü. 23 Nisan
günü hem çocuklar ve alışveriş merkezine gelenler hem de
biz gönüllüler gerçekten çok güzel zaman geçirdik.
Ertesi gün, sereblal palsili Şeyda Senem Şahin’in Tauna adlı
şiir kitabının imza günü vardı. Ayrıca, Nasuhi Can Özaydın
kanunu ile çok güzel parçalar çaldı. Nasuhi Can, Şeyda’ya
küçük bir sürpriz yaptı; ben onun şiirini seslendirirken o da
doğaçlama müzikle eşlik etti.
Onlar, hayata küsmüşlere örnek olurcasına sıkı sıkı bağlıydılar
hayata. Bizim küçük bir tebessümümüzle, yüzlerine kocaman
mutluluklar yansıyordu. Orada onlar için bulunduğumuzu
bilmek bizim için gurur vericiydi, ancak engellere karşı
verdikleri savaşta yanlarında olduğumuz için onlar da bizimle
iftihar ediyorlardı.
İşte ilk gönüllülük günlerimizden kazandıklarımız: yeni yeni
dostluklar, hiç unutulmayacak mutluluklar ve alınmış büyük
dersler…
Nazlı BARIŞ
FBÖ-01
23
Gülnaz ÇETİNKAYA
TÜRK KÜLTÜRÜNDE
RENKLER
Kaşgarlı Mahmud Dîvân ü Lügat-it-Türk adlı eserinde
“Kılnu bilse kızıl kedher, yaranu bilse yaşıl kedher:
Nazlanmayı bilse kızıl giyer, yaranmayı bilse yeşil
giyer.” savına yer vererek güzellik anlayışında renklerin
önemini vurgular. Dede Korkut Hikâyeleri’nde Han
Bayındır yaptığı şölenlerin birinde bir yere ağ otağ, bir
yere kızıl otağ, bir yere kara otağ kurdurur. Oğlu olanı
ağ otağa, kızı olanı kızıl otağa, oğlu kızı olmayanı ise
kara otağa kondurur. Altına kara keçe serdirilir, önüne
kara koyun yahnisi getirilir.
[email protected]
bir mevsimin başlangıcına işaret etmiştir. Kök-luu,
Kara Yılan, Ak Bars, Kızıl Sakızgan yıldızlarının doğu
yönünde görünmesi, sırasıyla bahar, yaz, güz ve kış
mevsimlerinin habercisi olarak yorumlanmıştır.
Sözün yol gösterici olduğu sözlü kültür ortamında
“ak” renk, alkışların (hayır dualarının) vazgeçilmez
bir unsurudur. Önemli görülen, değer verilen, saygı
duyulan kişi ve kavramları ifade etmek için kullanılan
bu renk; saflığın, temizliğin, yenilenmenin ve olumlu
olarak nitelendirilen durumların sembolü olmuştur.
Dede Korkut, soylamalarının birinde “çarpar iken ağ
boz atın büdrimesin, ağ pürçeklü anan yiri behişt olsun,
ak sakallı baban yiri uçmağ olsun” (Ergin 1997: 9495) der. Kazaklara ait Barak Batır destanında da “Ak
bulut demek ak ruhtur, başına yerleşmiş evladım,
hayır dua edeyim.” (Karaca 2007: 73) ifadeleri iyi
dileklerin, temennilerin “ak” kavramıyla aktarıldığını
göstermektedir.
Bir işi sonlandırıncaya kadar çekilen sıkıntıları anlatmak
için “akla karayı seçmek”; talihin, kaderin kötülüğünden
bahsetmek için “alnımın kara yazısı”; çok üzülmek,
kederlenmek anlamında “başına karalar bağlamak”;
gerçek dostun kötü zamanlarda ortaya çıkacağını
belirtmek içinse “dost kara günde belli olur.” deyim
ve atasözlerini kullanırız. “Kara kış” deyimi, havaların
soğuduğu ve üretimin olmadığı çetin, zor dönemler
için kullanılır. Destanlarda “kara sis”, “kara duman”
felaketin, kötü haberin, olumsuz ve tehlikeli durumların Yeşil; bolluğun, bereketin ve doğanın simgesi olarak
sembolüdür.
görülmüştür. Türk mitolojisinde verimliliği, doğurganlığı
temsil eden hayır İlahı Ülgen’in doğanın yeşillenmesini
Divan edebiyatında sevgilinin dudağı kırmızı renkli sağlayan oğlunun adı “Yaşıl (Yeşil) Kağan” olarak
değerli bir taş olan “lal”e, yanağı “kırmızı gül”e, saçı geçmektedir. Halk inanışlarında “yeşil murattır.” Hayır
“misk”e, “gece”ye benzetilir. Destanlardaki güzel kadın, ve berekete işaret ederek isteklerin, dileklerin, amaçların
ay yüzlüdür, bir bakışıyla dalları yeşertir, üzüntüsüyle gerçekleşeceği anlamını taşır.
kara bulutlar çıkarır.
Kültür içerisinde her sembol, söylemsel alt yapısıyla
Renkler, estetik anlayışı ve sosyal statüyü temsil eden görünenin altında yatan gizli manaları kuşaktan kuşağa
işaretler olarak kullanılabildiği gibi kozmik zaman aktaran kodlar ve şifreler oluşturur. Renkler kimi zaman
anlayışının olduğu destanlarda yön ve mevsimlerin hayatın içindeki zıtlığın bir göstergesi, kimi zaman da
sembolü olarak da görülmüştür. Kızıl, güneyi; lacivert doğanın, bireylerin yaşamlarındaki tezahürüdür. Tarihî
ve gök, doğuyu; ak, batıyı; kara ise şimali (kuzey) temsil seyir içerisinde kimi olumlu, kimi de olumsuz anlamlar
etmiştir. Hayvanların isimlerinin önüne gelen renk yüklenen renkler; bir toplumun estetik anlayışının,
bildiren sıfatlar da yıldızlara ad olmuş; her yıldız
edebî zevkinin, hayatı ve doğayı yorumlayış tarzının ve
yaşamı anlamlandırma çabasının göstergeleridir.
24
KAYNAKÇA
Emel Esin, Türk Kozmolojisi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1979.
Kaşgarlı Mahmud, Divan u Lügat-it Türk Tercümesi, TDK Yayınları, 2006.
Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı, TDK Yayınları, 1997.
Oktay Selim Karaca, Kazak Destanları, TDK Yayınları, 2007.
Canan ÖKTEMGİL TURGUT
2.
[email protected]
ULUSLARARASI
TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI BİLGİ ŞÖLENİ BİLDİRİLERİ
(28-30 MAYIS 2008) KÂŞGARLI MAHMUD VE DÖNEMİ
Ali Emîrî Efendi, Kâşgarlı Mahmud’un, varlığı bilinen ama bir türlü bulunamayan
Dîvânu Lugâti’t-Türk adlı eserine 1915 yılında bir sahafta rastlamış ve bu mutlu
tesadüfün yaşattığı heyecanı “Bu kitap değil, Türkistan ülkesidir. Türkistan değil,
bütün cihandır.” sözleriyle ifade etmişti. Ali Emîrî Efendi’nin bu tespitinden 93 yıl
sonra 2008 yılı UNESCO tarafından “Kâşgarlı Mahmud Yılı” olarak ilan edildi. Aynı
yıl Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü de “Kâşgarlı Mahmud ve
Dönemi” konulu Uluslararası II. Türkiyat Araştırmaları Sempozyumu’nu düzenledi.
Bu sempozyumda sunulan bildiriler geçtiğimiz yıl sonunda Türk Dil Kurumu
tarafından bir kitap olarak yayımlandı. Eserin Ali Emîrî Efendi tarafından bulunuş
öyküsünün de yer aldığı altmış bildiri içeren bu kitapta, Dîvânu Lugâti’t-Türk ve
yazıldığı dönem, çeşitli bilimsel disiplinler açısından incelenmiştir. Her biri farklı
bir kapıdan Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün cihanına açılan bu bildiriler, Araplara Türkçe
öğretmek için yazılmış bu eserin, yazılış amacınının yanında, Türklük dünyasına ve
tüm dünyaya ne çok şey öğrettiğinin/öğreteceğinin bir belgesi niteliğindedir. Bu bilgi
şöleni ile Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün önemi bir kez daha gün ışığına çıkmıştır.
2. Uluslararası Türkiyat Araştırmaları Bilgi Şöleni
Bildirileri (28-30 Mayıs 2008)
Kâşgarlı Mahmud ve Dönemi
Türk Dil Kurumu Yayınları, 2009,
854 s.
Dilce
TÜRKÇE ÜZERİNE DEĞİNMELER
Dilce
Türkçe Üzerine Değinmeler
Toroslu Kitaplığı, 2009,
168 s.
Dilce, Maltepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı
Yusuf Çotuksöken’in Türkçe üzerine yazılarından oluşuyor.
Çotuksöken bu kitabında, Maltepe Üniversitesi yayın organı Günaydın
Marmara gazetesinde 2004-2009 yılları arasında yayımladığı aylık
köşe yazılarını bir araya getirmiş. Yazarın elli köşe yazısına yer verdiği
Dilce’de “Q, X, W Harflerini Türk Abecesine Alalım mı?”, “Tabela ve
Ürün Adlarını Türkçeleştirelim” gibi başlıklar altında Türkçeyle ilgili
güncel sorunların değerlendirilmesinin yanı sıra “Dilbilim Nedir? Ne
ile Uğraşır?”, “Kökenbilim (Etimoloji) Nedir? Ne İş Görür?”, “Yazı
ve Dil Devrimleri” gibi başlıklar altında, dil ve Türk dili ile ilgili
çeşitli konular da tartışılıyor. Uzun yıllar çeşitli üniversitelerde Türk
dili okutmanlığı da yapmış olan Çotuksöken’in bu dersler hakkındaki
saptamaları da hayli ilgi çekici. “Üniversitelerde Türk Dili Öğretimi”
adlı yazısında, bazı yüksek lisans ve doktora tezlerinde gördüğü
Türkçe dil yanlışlarının bu tezlerin verdiği bilgilerin anlaşılmasını
güçleştirdiğini söyleyen Çotuksöken, bu soruna çözüm olarak
lisansüstü eğitime de Türk dili dersi konulmasını öneriyor. Dilce,
Türkçenin kullanımıyla ilgili sorunlar üzerine düşünen okurlar için
farklı bakış açıları sunuyor.
25
Etkinliklerimiz
Aydan UMUNÇ
[email protected]
Mardin’deki Köy Okullarına Yardım
HÜDİL olarak Merkezimizde öğrencilerimize sadece dil eğitimi vermiyoruz. Onların aynı zamanda
sosyal sorumluluk bilinci yüksek, çevresindekilerin ihtiyaçlarına duyarlı, sorunların farkında
olan ve bunların çözümüne yönelik fikir üreten bir nesil olarak yetişmelerini de hedefliyoruz.
Bu hedef çerçevesinde, öğrencilerimiz büyük bir heyecan, mutluluk ve sorumluluk duygusu
içinde, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü ile de iş birliği yaparak Mardin Midyat Ortaca İlköğretim
Okulundaki kardeşlerine kırtasiye ve resim malzemeleri ile çeşitli giysiler gönderdiler.
Değişik Kültürleri Tanıma
Dil öğrenme sürecinde, ülkemizin farklı kültürlerini tanımaları için, Ankara Atatürk Kültür Merkezinde
şubat ve mart aylarında düzenlenen Trabzon ve Rize Günleri’ne öğrencilerimizle bir ziyaret gerçekleştirdik.
Burada sergilenen Trabzon ve Rize kültürüne ait yiyecek ve içecekler, yöresel giysiler, el yapımı çeşitli
eşyalar ile özellikle Karadeniz bölgesinin kültürünü yansıtan halk oyunları öğrencilerimizin ilgisini çekti.
26
Erasmus Yoğun Dil Kursu
Merkezimizce, ERASMUS programı çerçevesinde
ülkemize gelen üniversite öğrencilerine, burada
kaldıkları süre içinde, günlük hayatlarını devam
ettirecek düzeyde Türkçe öğretmek amacıyla
Erasmus Yoğun
Dil
Kursu
hazırlanmıştır.
kursta, öğrencilerimize hem başlangıç hem de
orta düzeyde Türkçe öğretmeyi planlıyoruz.
Planlarımız arasında, dil öğrenme sürecinin bir bütün
olduğu bilinciyle öğrencilerimize Türkiye’nin farklı
kültürlerini tanıtmak için yakın çevremize geziler
9 Ağustos-3 Eylül 2010 tarihleri arasında düzenlemek, müzeleri gezdirmek ve Türk filmlerini
Beytepe
Kampüsünde
gerçekleştirilecek
bu izletmek de bulunmaktadır.
27
ALBAY KUŞ MU?
O DA KİM?
Oyun, bir psikiyatri kliniğinde kalan sekiz akıl hastası ve sözde
onları tedavi etmek için gönderilen morfin bağımlısı bir doktor
arasındaki ilişkiyi trajikomik bir biçimde anlatıyor.
Klinikte hastalar ve doktor ilaç, yiyecek ve giyecek kıtlığıyla
boğuşmaktayken dışarıda süregelen savaştan dolayı kliniğe
yardım gönderilememektedir. Hastalara tanı koymakla uğraşan
doktor ise sakinleşmek için çareyi uyuşturucuda bulmuştur.
Fakat durumu ağır olan hastalar, iyice çığırından çıkmıştır
ve doktor duruma müdahale edemez hâle gelmiştir.
Derken hastalar, aralarında başlayan bir askercilik
oyunuyla ilginç bir şekilde saplantılarından sıyrılmaya
başlarlar. Artık iyice düzene girmişlerdir ve doktor bu
oyunun bu kadar ciddi bir biçimde benimsenmesini ve
hastaların bundan iyi etkilenmesini hayretler içerisinde
izlemektedir. Oyun öyle bir boyuta gelmiştir ki hastalar
bunun gerçek olduğunu sanmaktadır. Fakat doktor
yine de müdahale etmemektedir. Çünkü bu insanlar,
bu şekilde mutludur ve eğer onları bu rüyadan
uyandıracak olursa durumlarının tekrar eskisi gibi
olacağını bilmektedir. Doktor bir yandan bunları
düşünürken bir yandan da dışarıda normal
insanların birlikte yaşayamayıp savaşması ile
içeride deli olarak nitelendirilen ve birbirine
taban tabana zıt karakterli bu insanların nasıl
bu kadar iyi anlaşıp kendilerince mükemmel
bir dünya yarattıklarını sorgulamaktadır.
Acaba hangisi mantıklıydı, hangisi gerçek? Akıllı
(!) insanların bir hiç uğruna savaşıp yaşamlarını
sonlandırmaları mı, yoksa delilerin kendi dünyalarını,
düzenlerini yaratıp tüm bunlara karşı gelerek barış
içinde dimdik ayakta durmaları mı? Onlar bu oyunla
doğruluğu, dürüstlüğü, cesareti öğrenirken akıllılar
dışarıda hırsı, savaşmayı, öldürmeyi amaç haline
getirmişlerdi. Doğru olan hangisi? Doktor bu düşünce
selinde kulaç atmaya çabalarken ortadaki çelişkiyi
kendince yorumlayıp bir neticeye varmıştır. Artık o
da onlar arasına girip bu oyuna dâhil olacaktır…
Oyunu izledikten sonra akıllı ve deli kavramlarını
sorgulamaya başlıyorum. Eğer büyük bir hayalim
varsa bunun peşinden gitmek için yapacaklarım ve
zorluklar karşısında yılmadan, büyük bir umutla
beslenerek direnmem paranoya olarak görülüp sırf
bu yüzden deli damgası yiyeceksem tamam ben
bir deliyim… Akıllı olup amaçsızca savaşmaktan,
amaçsızca oradan oraya savrulup hayatımı bir hiç olarak
sonlandırmaktansa varsın deli desinler, hayallerimin
peşinden koşar, bunları gerçekleştirmek için savaşırım.
Sırf bu amaç için, mutlu olduğum için varsın deli
desinler… Deliyim ve mutluyum…
28
Çiğdem YILDIZAK
Elektrik-Elektronik Mühendisliği
1. Sınıf Öğrencisi
Hristo Boytchew Kimdir?
Kuzey Bulgaristan’da küçük bir köy olan Oriovetz’de doğan
Hristo Boytchew, 1974’te Makine Mühendisliği Bölümünden
mezun oldu. 1984’te ilk oyununu yazdı. 1985-1989 yılları
arasında Tiyatro ve Sinema Sanatları Ulusal Akademisinde
okudu. 1989’da Bulgaristan’da yılın oyun yazarı seçildi. O
sıralarda ülkenin kırk ayrı tiyatrosunda oyunları oynanmaktaydı.
1990’da televizyonda siyasal hiciv programı yapmaya
başladı. 1996’da cumhurbaşkanlığına aday oldu ve mizahi
yaklaşımıyla oyların %2’sini aldı.
1996 yılında Bosna Savaşı sırasında yazmış olduğu
Albay Kuş adlı oyunuyla British Council tarafından
düzenlenen uluslararası oyun yazma yarışmasında 400
oyun arasından birinci oldu. Yazmış olduğu diğer
oyunlardan bazıları şunlardır: Bölge Hastanesi,
Albayın Karısı, Titanik Orkestrası, Yer altı.
Ülkemizde Albay Kuş
Albay Kuş oyunu, Türkiye’de ilk kez 20012002 sezonunda İstanbul Şehir Tiyatrosunca
Macit Koper’in yönetmenliğinde Kuş
Operasyonu adı ile sahnelenmiştir.
Yazarı Hristo Boytchew’in en başarılı
metinlerinden olan bu oyun Nihal
Geycan Koldaş’ın çevirisiyle dilimize
kazandırılmıştır.
Son birkaç yıldır çeşitli ülkelerde sıkça
sahnelenen oyun, diğer tüm ülkelerde olduğu
gibi Türkiye’de de kapalı gişe oynuyor.
Hacettepe Üniversitesi Tiyatro Topluluğu
(HÜTİ) Hakkında
Hacettepe Tiyatro Topluluğu (HÜTİ), 1982 yılında
Akademik Danışman Doç. Dr. Füsun Balkaya
tarafından Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar
Fakültesi Seçmeli Dersler Birimine bağlı olarak
kurulmuştur. 1997 yılına kadar çeşitli oyunlar
sergilemiş ve o yılın sonunda tüm üniversite
öğrencilerine açık bir “Öğrenci Topluluğu” sıfatı
kazanmıştır.
Yaratıcı Yazarlık
Annem ve…
Tuhaftır,
çocukluğumdan
aklımdan
kalan en belirgin tatları hep babam bana
hazırlamış sanki. Sebebi muhteşem:
Voleybol antrenmanına gitmeden önce
yenmesi gereken koca bir dilim peynir
ve ekmeğin ağızda büyüyen büyüyen
büyüyen tadı… Yemek seçen çocuklardan
değildim pek ama yine de peynir kokusunu
hiç mi hiç sevmezdim. Babamın özenle
seçtiği o en kaliteli peynirlerden başkası
evimize girmezdi ve ben az yağlı inek
peynirinin tadına bakana kadar yıllarca
peynir yemedim. Arka bahçeye bakardı
balkonumuz ve arka bahçenin kedileri
çok severlerdi babamın bana hazırladığı
kahvaltıları. Portakal suyumu içer, “Ben
hazırım!” diye seslendirdim babama; boş
kahvaltı tepsisini görüp, saatine bakar
evden çıkmama onay verirdi. Spor çantamı
gururla omzuma takar, özgürlüğün tadı
damağımda fırlardım evden.
Annem memur emeklisidir, Karadenizlidir,
bir de yemeklere düşkündür. Rahmetli
babasının yaptırdığı pideler, daha gün
ortasında yorgun düşen emektar PTT çalışanı
arkadaşlarıyla Samanpazarı yokuşundaki
seyyar köfteciden getirtilen köfte ekmekler,
aile dostlarıyla çıkılan tatillerden tereyağlı
alabalık ya da yol üstünde tadılan Kayseri
mantısı. Yemekler ve tatları o anlattıkça
gözünüzde canlanır, diliniz kamaşır,
ağzınız sulanır. Özellikle emeklilik sonrası
geliştirdiği bilgi dağarcığıyla hemen her
yöreden ya bir baharat bilir ya da bir pişirme
şekli. Bazen televizyonda gördüğü yeni
bir yemek tarifiyle heycanlanıp telefona
sarılır, uzun uzun karman çorman anlatır
bana: Ha bir de maydanozları böyle incecik
incecik doğrayıp peynirlerle harmanladı;
baharatını, dur dur kekik mi kimyon mu
dedi, kimyondur o kimyon, bir kaşık kadar
ekliyorsun, kekik en son sosuna konuyor
ama sen Diyarbakırlı Kör Yusuf’tan aldığım
o karışık baharattan da koy azcık bak
yakışır...
Annem değişik tatlara doymuş da bir
babasına doyamamış malesef. Evet, hiç
tanımadığım efsanevi bir dedem var. Kendi
çağının aksine kızlarıyla arkadaşlık eden,
hatta evde yapılan yeşil erik savaşlarında
hızını alamayıp onlarla güreş tutan bir
baba. Annem 17 yaşındayken babasını
aniden kaybedip zengin ailenin biricik
büyük kızından, çalışıp kız kardeşlerine
ve annesine bakmak zorunda kalan küçük
kadına dönüşmüş. Annemi bilirim hâlâ daha
tanıdığı bütün babalarda kendi babasına
benzeyen bir hal görürse heyecanlanır.
Benim de çocukluğuma dönüp bir anı
arayınca gördüğüm renkli sahnelerin çoğu
Karadeniz’dedir ve anlatmak istediğim
o anlarda oralara has lezzetler gizlidir.
Annemin dedeme dair anlattığı şeylerin
büyük kısmı lezzetlerle ilgili. Mesela hep
anlattığı o meşhur yumurtalı Trabzon pidesi.
Çocukluğumdan beri bildiğim o pideyi hepi
topu iki üç yıl önce ev eşyaları bakmak
için Siteler’e gittiğimde yiyebildim. Siteler
Ankara’nın mobilya üretim merkezidir ve
civarda iyi esnaf lokantaları vardır. Bir de
Karadeniz pidecisi olduğunu duymuştum
gitmeden önce. Laf aramızda boğazına
düşkün kocamla Siteler ziyaretimiz bir pide
macerasından öteye geçemedi sonuçta.
Gerçeğiyle
ilk
kez
buluştuğumda,
aklımdaki o meşhur pideyle karşılaştırarak
ustanın notunu verdim. Kenarları içe doğru
kıvrılarak havuz şekli verilen yuvarlak pide
hamurunun ortasına bolca doldurulan özel
Trabzon peyniri ve havuzun tam göbeğine
kırılan altın sarısı bir yumurta… Tabii
bunlara eklenen bolca halis tereyağı…
Fırından çıkıp servise hazır olduğunda,
abartılı taşralı güzelliği ve yüksek kalorisi
sebebiyle utandığından mı bilmem, yer yer
kızarmış o mis kokulu sarı peynirlerden
bir mağma... Yumurta beyazı pişmiş,
sarısı dağılmamış hafif rafadan kıvamıyla
havuzun tam ortasında ilk hamlenizi
beklerken son derece davetkâr! O minik
havuzun tamamında altın sarısı tereyağı
yakamozları gözünüzü alır. Yeni pişmiş çıtır
pide kokusuyla karışmış, tereyağında erimiş
Trabzon peynirilerinin baskın ve enfes
kokusu da bu köylü güzelinin son süsleridir.
İşte bu pideler annemin çocukluğunda
Trabzonlu
dedemin
Zonguldak’taki
dükkânından eve sipariş edilirmiş. Bazen
dedem ailesiyle yemek için eve çıkar
bazen de dükkânda tek başına boğazından
geçmediği için kendisi kalfalarıyla yerken
bir parti de eve gönderirmiş. Yeme faslını
özellikle annemden dinlemek lazım aslında.
Pidenin kenarlarından çıtır bir lokma
kopartıp yumurtanın sarısını dağıtırsınız.
Bu pidenin sizi davet ettiği ilk oyundur.
Oyunu kuralına uygun oynadıktan sonraki
her hamlede, pidenin dışından içine
doğru kopardığınız lokmaların peynirini
sündürerek ortadaki yumurtanın sarısına
bandırmaya devam etmelisiniz. Böyle
böyle merkezine ulaşılan inanılmaz bit tattır
işte yumurtalı Trabzon pidesi. Zevkiyle,
enfes tadıyla, oyunlarıyla baştan çıkmanız
ve öğrenilmiş tüm yemek ritüellerini bir
kenara itmeniz gayet normaldir. Hani o
tereyağı pırıltısı ağzınızın kenarından göz
kırpmadan, elleriniz birazcık yumurtaya
bulanmadan asla tadına varamayacağınız
enfes bir yemek.
Yıllar sonra benim çocukluğumun da
en özel imgelerinden biri olan dedemin
yaptırdığı o pideler her ayrıntısıyla
aklımdadır da o gün Siteler’de yediğim
pideyi nedense tam hatırlayamam. İnsan
zihni de oyunlar oynamayı sever zaten. Bir
gün geçmişinizden bir tat ararken Karadeniz
pidesi gelir aklınıza ve yediğinizi değil de
annenizin anlattığı o meşhur pideyi tarif
ederken yakalarsınız kendinizi.
Esra ÖZKAN ÇELİK
Berhüdâr:
Kelimenin aslı Farsça “ber-hurdâr” olup zamanla “ber-hüdâr” şeklini almıştır. Kelimenin anlamı “mesut, mutlu”dur. Bizde kullanılan “Berhüdâr olasın” tabiri, “mesut,
mutlu olasın” anlamına gelmektedir.
29
DOKUNMANIN DİLİ
İlk karşılaşma anımız büyülü olmalı, diyerek uyudum. Kendime
gelmeye çalışırken coşkuyla “Pembe beyaz bir bebek” dediler. Cılız
bir ağlama sesi karışıyordu konuşulanlara. Uzun bir bekleyişten
sonra ilk duyduklarım bunlardı sana dair… Saniyelerce sana
bakamadım. O anın yaşamımda yeni bir dönem başlatacağı o kadar
açıktı ki! Artık annesin, dediler… Döndüm baktım, küçücük geldin,
çok küçük… İzlediğim çizgi film bebeklerine hiç benzemediğini
düşündüm. İlk banyon yaptırılırken korkuyla yıkandığın kabı
kavradığın an anladım ki sen muhtaçtın. Seni yaşamaya başladıktan
sonra dünya başıma yıkılmaz benim, dedim. Yıkılamaz!
Biliyor musun? Bedenimdeki değişimi hiç sevmedim ama sen
bana, hem çok yakın hem de çok uzakken dokunuyordun, kendini
kabul ettirmek istercesine. Gizli mabedinde masumca ve yalnız
büyüyordun. Hatırlayamadığım ama aynısını yaşadığım o sancılı
büyüme evrelerinin canlı tanığı oldum. Hayata ilk tutunuşlarının,
ilk emeklemelerinin şahidiydim.
Hızla büyüdük, hızla hayata hazırlandık beraber…
Ta ki, bir gün hastane odasında, başka bir gerçekle karşılana dek!
O an duyduklarım o kadar yabancı, o kadar korkunç gelmişti ki!..
Bedenim titremiş, kulaklarım uğuldamış, ellerim tutmaz olmuştu.
Aklıma ilk gelen, bunun neden benim başıma gelmediği, neden
senin seçilmiş olduğundu. Sana dokunmanın ayrıcalığını, sana
sesimin yetmediğini söylediklerinde fark etmişim ilk! Dünyanın
başına yıkılması neydi, o gün anladım! Bir daha dünya başıma
yıkılmadı, yıkılamaz da...
Bana yaşattığın, ama kimselerin bilemediği o özel paylaşımı yaşadık
biz seninle… Sen benim hayatımın ikinci yarısı oldun o andan
sonra. Yaşamın, zamanın yeni soluğu... Sevdiğim o sonsuz mavilik,
ucu bucağı görünmeyen o görkemli, sırlarla dolu deniz gibi. Sana
dair beklentim hiç olmamıştı, tek isteğim vardı belki, o da senin
bir enstrüman çalman, ellerinin ondan sonsuz tınılar çıkarmasıydı.
Ben sana hiç masal anlatamadım, seninle bağrış çağrış hiç bir
şarkıya eşlik edemedim de. Ama biliyorum ki ve yemin ederim
ki, bir çok annenin/insanın ıskaladığı bir şeyi yaşadım ben, sonsuz
dokunuşların keyfini… Bir körün dünyayı elleriyle anlamaya
çalışması gibi, ben de sana öfkemi, sabrımı, ihtiyacımı, karşılıksız
sevgimi parmak uçlarımla anlattım. Cevabını bilemediğin onlarca
soru vardı, gözlerinle hissettirmeye çabaladığın. Dinlediğim bir
müziği, bir filmin sahnesini, bir oyuncunun rolünü anlatmaya
çalıştım sabırla. Ellerim vardı, ellerimiz vardı... Yıllar boyu
birbirimize bakabilmemizi sağlayan eller ve dokunuşlar…
Biz birbirimizi ne kadar çok sevdiğimizi her seferinde dokunarak
anlattık... Kim anlayabilir bunu?.. Biz yüreklerimizin üzerine
kalp yaptık seni seviyorum derken… Dokunduk, ellerimiz sonsuz
kenetledi; dünya durdu, biz birbirimize kenetlenmişken aktı
sevgimiz sonsuz… Dokunmanın bir dilinin olduğunu çözdüm
sayende. Sesin alçalıp yükselmesi gibi dokunarak hissettirdik biz
birbirimize ne demek istediğimizi. Çok yorulduğumuz zamanlar
oldu ama başardık! Şimdi seni seviyorum diyebiliyoruz, kalp
işaretimizi de yapıyoruz ama illa ki dokunuyoruz çünkü bu bizim
dilimiz.
Beni evde pişen kurabiye kokularıyla değil, sana dokunmalarımla
hatırlamanı isterim... Umarım yaşam sana hep sevgiyle dokunanların
hediyesi olur. Tanrı’nın aslında bana bağışladığı bir şeydi dokunarak
sevmek… Sadece bana fark ettirdi, artık her şey benim için
dokunmak kadar var. Aklımdan hiç geçmedi farklı olduğun… Ben,
hayatın büyüsünü yakalamıştım sayende, senin sayende... Hayatta
var olman var olmama sebep! Beni hayatta senden daha huzurlu
kılacak bir nedenim yok! Ve sen iyi ki varsın…
Sen; kıyamadığım… Her seferinde nefesimin kesildiği, her
hareketinden gizli bir gurur duyduğum…Heyecanı hiç bitmeyen
masalsı bir süreç bu yaşadığımız… Sana sahip olmak, duyguların
en yücesi… Seninle sahip olduğum bu sıfatı, taşımanın keyfi ve
ağırlığıyla, günün birinde vedalaşıncaya kadar her yerimde sen
varsın...Ve umarım yaşam sana hep cömert olur. Hiç bir hayalim
yok seninle… Bir yerlerde nefes alman ve mutluluk sarhoşu olman,
tek dileğim…
Kıymet ÖZDEMİR
BURUN İMPARATORLUĞU
Mekânların belleği olduğu kadar kokusu da vardır ya, aklın
hafızasında değil de burnun hafızasında kalan, işte o kokular
anlamlandırır anları. Güzel bir koku da olabilir bu, kötü bir koku
da ama mevzu ediliyorsa, akılda kalmayı becermiştir belli ki ve bir
anının uçup giden tamamlayıcısı olmuştur. O kadar da çeşitlidir
ki bu kokular ve bir o kadar marifetli tabii ki, insanı içinden
çıkılması veya alışılması güç durumlara sokar. Eski sevgilinin
parfümünün aynısını tercih eden yeni sevgili mesela, hatta daha
kötüsü babanın parfümünü kullanan bir sevgili. Sevdiğiniz o koku
berbat bir kokuya dönüşür artık sizin için. Annenizin evini saran
ve sizin şikâyetçi olduğunuz yumuşatıcı kokusunun sizin evinizi
de sarması gibi. Zaman ve mekân değiştiren kokulardır bunlar,
yerine göre burnunuza ya tatlı tatlı gelir ya da burnunuza bir mandal
takma ihtiyacı hissettirir, burnumuzun da değişik halleri olduğuna
inandırır bizleri.
Burun bir bakıma vücuda hükmetmektedir; hoş olmayan bir şey
algıladığı anda nasıl tüm yüzünüze sahip olur ve size korkunç
30
mimikler yaptırırsa, hatta bununla da yetinmeyip tüylerinizi uyarıp
içinizi ürpertirse, hoş bir koku algıladığı anda da yelkenlerinizi bir
anda suya indirtir; vücudunuza mutluluk hormonu yollar, kaslarınıza
gevşemelerini emreder ve sizi ne hale soktuğunu tebessümle izler.
Yüzünüzün orta yerinde bulunan karakter simgesinin kölesidir tüm
hisleriniz. Onun da bir hafızası vardır; umulmadık anlarda koklatır
size anılarınızı, sizi o kokuyu ilk duyduğunuz mekâna, nesneye
götürüverir, o an beyninize de hükmetmiştir artık. Körfez kokusu
mesela; lağım kokan, can sıkan, nefes aldırmayan, burnunuzu iki
parmağınızla sıkı sıkı kapattırıp ya koku geçmediyse diye uzun
süre açtırmayan Körfez kokusu… Burun bu kokuyu bir kez aldıysa
unutmaz; benzer bir kokuda alır götürür sizi o pis kokunun en yoğun
olduğu vapur iskelesine. Size, istemediğiniz şeyleri yaptırmakta da
üstüne yoktur: Çok tokken geçtiğiniz yolda yakaladığı bir yemek
kokusunu öyle bir iştahla sunar ki yemeden edemezsiniz. Ya da siz
çok açken önünüze gelen yemekteki korkunç yağ kokusu o yemeği
mideye indirmenizi engeller. Çünkü kontrol daima ondadır!
Bebekken düğme gibi olan ve sevimliliğe sevimlilik katan, zamanla
ve karakterimizin oluşumuyla şekil değiştiren, laf dinlemeyen, tüm
algılarımıza hükmeden, kimi zaman memnun edip gülümseten
kimi zamansa duygularımızı yerle bir edip ağlatan burnumuz,
hislerimizin ve anılarımızın bu hükümdarı olmasa, hiçbir şey
kokmazdı. Her şeyin tadı yine olurdu belki ama anıların zevkli
tamamlayıcısı, kokusu eksik olurdu. Ne mis gibi temizlik ne de
yakıcı soğan kokan bir ev, eşsiz tereyağının kokusunu alamadığınız
bir yemek, yağmurdan sonra camı açtığınızda içinizi gıdıklayan
bir koku salmayan toprak ya da kokusuz bir sevgili… Anıları
canlandıramazdı belki, aynı keyfi vermezdi Körfez kokusu eksik
olan o şehir, tadını tam anlamıyla alamazdık kabuğunu soyar
soymaz etrafa tadını kokusuyla sunan muzun… Noksanlığına isim
bile verilmemiş olan bu duyumuzu hayatımızdan çıkarmayı hayal
bile edemiyoruz, değil mi?
Zeynep ÇINBARCI
ÇOCUKTUK İŞTE!
Herkes farklı yaşar çocukluğunu kimi sokak
çocuğu gibi büyür, annesi balkonlardan
bağırmadan girmez eve kimi çok usludur,
saçlarını taradığı Barbie bebekleri yeter.
Kimi şişmandır önüne gelen herşeyi
fazlasıyla yiyip “Aferin çocuğuma”
övgüsünü duyma hırsından kimi zoraki
lokmaları hazırolda bekleyen gözyaşlarıyla
yutmaya çalışır. Çocukluk işte, bambaşkadır
her seferinde. Özeldir ve güzeldir.
Annem hep “Uslu ama zor bir çocuktun”
der bana. Usluydum elbet, laf dinlerdim,
öyle yaramazlık yapmazdım. Zamanımın
elverdiği koşulları sonuna kadar kullandım.
Şimdiki gibi korkulmazdı sokaklardan.
Ailemin denize karşı bahçeli evinde,
akşamlara kadar sokaklarda koşturan, çoğu
zaman yara bere içinde eve dönen, bazen de
ertesi gün oynanacak oyunun heyecanıyla
gece uyuyamayan, mahalledeki her
bir noktanın hakkını verebilmiş, hatta
gözümüze uzak gelen o parka bile kaçıp
oynayabilmiş son çocuklardanım. Laf
aramızda kalsın, azıcık da şımarığımdır,
malum karşınızda bir ilk torun bulunmakta.
Kardeşleriminkinden
farklıydı
benim
çocukluğum. Siteye veya evin içine
hapsolmadan, yoldan geçenden korkmadan,
bakkal amcadan sakızlar kaçırarak,
bazen oğlan çocukları yüzünden elinde
silahla dolaşan, sonra isyan edip yine
bebekleriyle oynayan, hatta kuzeniyle
evlilik planları yapıp, akrabalık bağından
dolayı doğabilecek sakat çocuğu öğrenip
uzun bir dönem âşık olduğu o insana aşkını
içine gömen, ufak görünümlü, büyük bir kız
çocuğuydum ben. Çok şımartıldım ilk torun
olarak, diğerlerine göre özel anlarım oldu
bu yüzden. Dedemi en çok ben yaşadım
mesela. Ondan en çok şeyi benim öğrenme
fırsatım oldu ve kendimi hep çok şanslı
hissettim bu sebeple. Bana öğrettiği herşey
bir yana, yaşattığı her bir an silinmeden
bir bir aklımda. En değerli mirastır onlar
bana…
Pazar sabahlarım unutulmazdı. Haftanın
her gününden ayrı bir yeri vardı.
Heyecanla uyanıp, hemen cicilerimi giyip,
koştura koştura yukarı kata dedemlerin
yanına çıkardım. Çoktan uyanmış olan
anneannemin ve dedemin güleryüzlü
karşılamaları içimi açardı, hatırlarım. Sol
taraftaki şöminenin ateşi içimi ısıtırdı.
Hemen şöminenin yanına kurulur, normal
bir günde adamakıllı bir şeyler yemememe
rağmen, az sonra yapılacak kahvaltının
heyecanını yaşardım.
Şöminede pişen sucuklara hak kazanmak
öyle kolay da değildi. Önce bir tane
yumurta bitirmem gerekirdi. Görseniz,
her bir yumurta bana deve kuşu yumurtası
gibi gelirdi. Büyülü elleriyle dünyanın
en harika yumurtasına dönüştürürdü onu
anneannem. Az pişmiş olurdu bir kere ve
her bir lokmanın üzerine biraz tuz biraz
karabiber konduktan sonra bir küçük beyaz
peynirle birlikte ağzıma getirirdi kaşığı.
Çok kez “Sevmiyorum ben yumurtayı”
diye yaramazlık yapardım yememek için
ama itiraf ediyorum, hayatımın en lezzetli
anlarından biriydi o kaşık kaşık sevgi yüklü
lokmalar. Yumurtam biterse büyük ödüle
ulaşırdım sonunda: Şöminede pişmiş,
tadına doyum olmayan sucuklar!
Dedemin pişirirken ekmekleri sucukların
üstüne bastırdığını hatırlarım, sucuğun
yağı ekmeğe geçer, ekmek arası yaptığımız
bu sucuğu daha lezzetli kılardı. O ekmek
bile kocaman gelirdi bana ama büyük
bir zevkle ısırır yerdim her bir lokmayı.
Ağzımı hafif yakan tadı mıydı onu bu kadar
lezzetli kılan yoksa her bir sucuğun sıcak
sıcak şömineden çıkmış yağlı görüntüsü
müydü, bilemiyorum. Arada bir parça
peynir sıkıştırırdı ağzıma annneannem fakat
sucuğun tadı ağır basardı, umursamazdım
peyniri. Hem onun gönlünü hoş tutardım
hem de şömine başında duran dedemin. Ben
yedikçe mutlu olurlardı, “Çocuğun suratına
renk geldi” derlerdi. Bense televizyondaki
çizgi filme bile aldırmadan sonuna kadar
yerdim acılı muhteşem sucukları. Sucuk bu,
sağlıksız bir şey demeyin sakın bana. Her
bir lokmamda baharatıyla boğazımı yakan
o sucuklar gibisini yemedim, yiyemedim
daha sonra. Belki de dedemdi o sucuklara
bu kadar lezzetli anlamlar katan. Kim bilir...
Çocuktuk işte!
Pırıl YİTMEN
31
AHTAPOT IZGARA, BİBER DOLMASI
Farklı kültür, farklı lezzetlerle donanmış birilerine algıladığınız
bir tadı anlatmanın ne kadar zor olduğunu fark ettim. Tadın
karmakarışık dünyasını oluşturan nedir? Koku, görüntüler ve
hafızadaki birikimler mi? Tat, bende çift taraflı çözümü olan
denklem gibidir. Kimi zaman yediğim yemeğin oluşturduğu lezzet
aracına biner anılarıma dönerim. Kimi zaman da yediğim lezzeti
bulmaya o mekâna… Bazı tatlarda lezzetin büyüsünü mekânın
kendisi oluşturur.
Birkaç zaman önce, denizcilik maceralarını yeni yeni biriktirmeye
başladığımız dönemlerde, acemiliğimizin eseri yanlış rotaya
saptığımızdan, yolumuz Ege’nin adı sanı duyulmamış minicik bir
Yunan adasına düştü. Denizde mücadele ile geçen zorlu günün
sonunda Lipsi adasının içeriye iyice gizlenmiş limanını bulunca
sevinçle sığındık. Ada bizi gün batımında limana bakan mavi beyaz
binalarıyla karşıladı. Denizin hemen kıyısında yan yana birkaç
taverna var. Bunlar ailelerin işlettiği menüsü taze pişmiş mezelerden
oluşan salaş sevimli restoranlar. Ay ışığına destek, masalarda renkli
fenerleri olan, mavi ahşap sandalyeli tavernalardan birine oturduk.
Günün yorgunluğunu atmak için buz gibi reçine kokulu ve adaya
özgü Retsina şarabının yanına, işletme sahibinin önerisi ızgara
ahtapot istedik. Ahtapotlar mangalın yanında çamaşır gibi asılmış,
gün boyu güneşte kurutulmuş seçilmeyi bekliyorlardı. Izgaraya
vantuzları temizlenmeden atılan ahtapotu yiyemeyeceğimi
düşünüp başka siparişlerle masayı çeşitlendirdim. Gelen mezelerde
Yunan usulü pişmiş biber dolması da vardı. Bu tanıdık tat içimi
ısıttı, yabancılığımı dağıttı. Sarımsağının baskın tadı biberlerin etli
ve kalın oluşu bizim usul dolmadan ayırıyordu. Esasında annemin
dolması dışındaki bütün dolmalar benim için farklıdır.
Annemin pişirdiği sıradan etli biber dolmasının damağımdaki
tadını anlatabilmemin yolu, okul zamanında öğle tatillerinde
aceleyle yenen yemeğin, kardeş çekişmelerinin bıcır bıcırlığını
doğru aktarabilmekten geçer. Etli biber dolmasında ilk gençliğin
tadı vardır birazcık… Baharın geldiğini çağrıştıran turfanda
sebzenin pişerken çıkardığı, tüm evi sarmış davetkâr kokusu,
huzurun, aile olmanın tadını anlatır. Ağızdaki ilk lokmada pirinçle
kıymanın, biberle ahenkli geçişi hissedilir. Bu ahenk farkına bile
varmadan olağan bir sıradanlıkta erir gider. Kıvamınca kullanılmış
baharatında nane baskın bir iz bırakır. Ne zaman biber dolması
yesem tadındaki eksikliği, kısacık bir an bile olsa anılarıma dalarak
evimi, annemi, heyecanlarımı anımsayarak bütünlerim.
Dolmanın tadı, görüntüsü beni evimden çok uzak bir mekânda
geçmiş günlere taşıdı. Masaya gelen metal tabakta üzerine misler
gibi zeytinyağı gezdirilmiş ızgara ahtapotun leziz kokusuyla anı
yolculuğumdan adaya hızlı bir dönüş yaptım. Kömür ateşinin isi,
ahtapota tam kıvamında pişmiş bir güzellik katıyordu. Tadında
güneşin enerjisi olan bu yiyecek denizin özü gibiydi. Dolmanın
yumuşacık, huzurlu, tanıdık dokusunun yanında, ahtapotu yemek
sürprizliydi. Ağzıma attığım ilk lokmayla yepyeni bir tat serüveni
başladı. Yanaklarımdan itibaren ağzımın içini, ardından beynimi
ele geçiren tuzlu ve doğal tat ızgara edilmiş güneş ve denizin
zeytinyağıyla buluşmuş haliydi. Alışkın olmadığımız bir usulle
pişmiş ahtapotun vantuzlarına da çiğnerken beynimizdeki gacur
gucur seslerine de sertliğine de kısa sürede alıştık. Taverna sahibi
Yani, ikinci ahtapotumuzu istediğimizde bize katıldı. Sıcakkanlı
komşumuzla aramızda hızlı bir tarif alışverişi oldu, bizim usul
dolma, onların usul ahtapot tarifleri...
Sohbet, ayışığı, Retsina, gece, macera, annemin biber dolması ve
Lipsi adası… Hepsi birbirine karıştı…
Oya ERGENECİ
Türkçe Konuşalım
Ders Kitabı
1
Türkçe Konuşalım seti, ülkemizde kısa ya da uzun süre yaşamayı seçen yabancılar ile üniversiteler arası
anlaşmalar çerçevesinde, ülkemize kısa süre için gelen üniversite öğrencilerine, burada kaldıkları süre içinde
günlük hayatlarını devam ettirecek düzeyde Türkçe öğretmek amacıyla hazırlanmıştır.
Bu set, iki kitaptan oluşmaktadır. Kitaplar, kolaylık sağlaması amacıyla üç bölüme ayrılmıştır:
Birinci bölümde, öğrencilere, günlük hayatta karşılaşabilecekleri durumlarla ilgili metinler (hastanede, otobüste,
alışverişte…) sunulmuş ve yararlanabilecekleri kalıp ifadeler verilmiştir. Bu bölümde daha çok, okuma, anlama
ve konuşma becerilerinin geliştirilmesi hedeflenmektedir. Bu becerilerin yanında, öğrencilerin dilin yapısını ve
işleyişini de anlayabilmeleri amacıyla basit dil bilgisi tabloları ve kullanım bilgileri verilmektedir.
İkinci bölüm, dil bilgisi desteğine ayrılmıştır. Bu bölümde, her ünitede yer alan dil bilgisi tablolarındaki yapılarla
ilgili açıklamalar bulunmaktadır. Bu açıklamalar, daha kolay anlaşılabilmesi amacıyla Türkçe ve İngilizce olarak
hazırlanmıştır.
Kitabın son bölümünde ise cevap anahtarı ve küçük bir sözlük yer almaktadır. Bu bölüm, öğrencilerin dersleri
bireysel olarak da çalışabilmelerine olanak sağlamak üzere planlanmıştır.
Türkçe Konuşalım setinde, öğrencileri, Avrupa Konseyi’nin Ortak Avrupa Dil Kriterleri kılavuzuna uygun olarak
geliştirilen Avrupa Dil Portfolyosu’nda belirlenen A1 ve A2 beceri düzeylerine ulaştırmak hedeflenmektedir.
32
HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ
DİL ÖĞRETİMİ
UYGULAMA ve ARAŞTIRMA MERKEZİ
HÜDİL
Türkçe
Konuşalım
Ders Kitabı
1
İngilizce - Türkçe Açıklamalı
Cevap Anahtarlı
Aydan Eryiğit Umunç
HAC
UYG
UL A
ET T
E PE
ÜN
D
MA İL ÖĞR İVERS
İTES
ve A
E
RAŞ TİMİ
İ
HÜD TIRMA
İL
M ER
K EZ
İ
Türkçe
Konuş
alım
Ça
1
lışma
Ki
Cevap
Anaht tabı
arlı
Ayda
n Ery
iğit U
m
HACETTEPE
ÜNİVERSİTESİ
YAYINLARI
2010
HAC
ETT
ÜNİV
EP
Y A ERSİTE E
Y
2 0 1 I N L A Sİ
RI
0
unç
HÜDİL
Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi
Edebiyat Fakültesi D Kapısı 06530 Beytepe/Ankara
Tel: (312) 297 83 50 - 51
Belgeç: (312) 297 83 51
E-Posta: [email protected]
www.hudil.hacettepe.edu.tr

Benzer belgeler