sehrengiz 3 - WordPress.com

Transkript

sehrengiz 3 - WordPress.com
“çoktan beridir vardı benim bir derdim”
M.
Âbid
el-Câbiri
ve
Felsefi Mirasımız ve
Biz adlı eseri üzerine
Mustafa
Özçelik
ile
hasbihal
nuri
pakdil
okuyoruz
hafize betül durmuş + abdulkadir akdemir + leyla marankoz + aişenur fidan + ayhan aslan + fatih kaşçıoğlu
muhammet çelik + emine sümeyye genç + buket bostancı + abdulkadir altınhan + mustafa kadir medsus + zeliha akkaya
seher ortaöner + berfe + emre yakıcı + ahmet hamza şahinbey + ahmet eren + iklima mert + fatih dağlar + abdulsamet kılınç
esma mine saraç + bilal can + recep karaman + merve ayata + erman çekiç + necat akay + nebiye arı + billur dilber
fahriye şahap + gülnaz eliaçık + hasip çifçi + cihat karaman + ömer kemiksiz + emel benli + elif alaca + ali cançelik
İmtiyaz Sahibi ve
Yazı işleri Sorumlusu:
Cihat Karaman
Yayın Ekibi:
Fatih Kaşçıoğlu
Erman Çekiç
Merve Ayata
H. Betül Durmuş
Tasarım:
Muhammet Çelik
Merhaba
Diktiðimiz fidan yeþermek üzere ve biz her defasýnda
suyunu ve dallarýný kontrol etmekteyiz.
Ve bahçemizde yeþerecek tüm egzotik tatlarýn meyvesi,
Her gün yeni bir harf canlý bir yeþillik olacak,
Tutkusu ne ise dallarda yeþerecek,
Yeni bir beste deðil bizimkisi,
Her baharýn çýngýraðýndan çýkarmýþ olduðu melodi,
Bize ilham oldu.
Büyüklerin bestesi,
Heybemizde saklýdýr.
Beslendiðimiz tuba aðacý…
“Sen olmadan nereye?..”
Demiþtik ilkin, seni önemseyerek
“Bir garip veya bir yolcu gibi ol”
Hadisini rehber edinmiþtik, hayata geçici gülümseyerek
“Çoktan beridir vardý benim bir derdim”
Diyoruz bu defa Âkif'in diliyle…
İletişim:
Nuri Pakdil'in kitaplarýný okumaya baþlýyoruz,
Sonra diðer üstatlarýmýzý okuyacaðýz,
Sonra diðerlerini,
Diðerlerini,
Ve diðerlerini…
[email protected]
Görüþmek dileðiyle…
Satış Sorumlusu:
Bayram Çiftçi
0 536 287 38 72
Posta Çeki Hesap No:
5997263
Adres:
Çınar mah. Esenler
cad. No:57/9 Bağcılar
İstanbul
Baskı:
Milsan Basın San A. Ş.
0212 471 71 50
Cemal Ulusoy Cad.
No:38/A
Bahçelievler / İSTANBUL
-onlar ermiş muradına(!)-
büyükçe masallar
keşke hep çocuk kalsaydık
o masum, hassas yüreğimizle…
büyüdük,
bozuldu dünya…
kötüyüz biz, çok kötüyüz anne…
keşke hep oyunlar oynasaydık
ellerimizi silah yapıp giriştiğimiz savaşlar,
oyunlarda kalsaydı…
büyüdük,
kara kara lekeler yapıştı yüreğimize
isli ellerimiz, kanlı dişlerimiz var bizim anne…
keşke hep çocuk kalsaydık
o sevgi dolu, kıpır kıpır hayallerimizle…
büyüdük,
bitti iyilerin kazandığı masallar…
sevgiden yana olamadık anne…
keşke hep masallarda yaşasaydık
gökten bomba değil, elma düşseydi…
büyüdük,
unuttuk tekerlemeleri…
sömürdük, sömürüldük…
kerevetine çıkamadan toprağa gömüldük
diri diri…
gökten binlerce bomba düştü;
bini günahsızların başına,
bini haksızlığa göz yumamayanların...
biri, öteki, beriki derken,
kalmadı masaldan payını almayan…
bu masal baştan yazılmalı artık…
hasret kaldığımız mutlu son,
nerede anne?!!...
uzun zaman oldu
nehirlerden geçmedi gözlerim
uzun zaman oldu
tutmadım ellerinden bir menekşenin.
hani alını yanağına morunu saçına
takar gelirdi bahar
kaf dağının ardından
girerdi dünyamıza masallarla…
çocukluğumuz;
uçurtmasını yitirmiş düş kelebeği…
koşarken ellerimiz o kelebeğin ardından
biz sevdayı ateşe verdik
açmasın diye bahar
yağmasın diye ab-ı hayat…
bize fazlaydı bu çok renkli dallar
kendimizi hapsetmeliydik
siyah-beyaz bir fotoğrafa…
bu aşk bizde inadına gökkuşağı,
perdeleri çektikçe deliklerden sızan güneş
ve fındık kabuğunu doldurmayan sebepler
tebessüme…
bu aşk bizde ağaç ve toprak
anne sesinden bir ninni…
yeniden doğmuş gibiyiz ikimiz de
ellerimiz öylesine kenetli…
…
uzun zaman oldu
nehirlerden geçmedi gözlerim,
yerini ürkek ceylanlara bıraktı...
iz
abdulkadir
akdemir
Şehirler bizi sordu caddelerine
Ateşin düştüğü yer sulak bir alandı
Demir attık kan denizine, dibe indi gözlerimiz
Yağmura artan hüznüyle karışan kadın sustu
Müstakil yıkıntılar, her insan basamaksız yükseliş
sanarken
Milattan öncesine yuvarlanan ilerleyişlerdik mesela
Baş eğmeyen kelimeler sayıkladık uykumuzda
Uyanınca erittik buz dağlarını ve boğulduk sonunda
Kırdık mızrakları, kerkenez yarım kanat başucumuz
Ölümü koklayarak yaşamış, yolumuzu bulmuşuz
İz sürmüş melek, toprak yarılmış, karanlık kusmuş
Yürüyen uzaklara varmış, koşanlar çok yorulmuş
Zamane pencereler ardı isli önü sis bakınca
Alabildiğine göz kuşatmış karanlığın koynunu
Mahremiyet yalınayak dağılmış ortasından
Bebek suskun, anne küskün gidenin arkasından
Gök denizinin dibinde yürüyen insan
Vurgun en çok sana yakışır
Bırak sen gelmeyeni
Yosun bağlasınlar
Ardından
…
KÜÇÜK VALİZ
BÜYÜK AYRILIK
Leyla
Marankoz
Bir baba var
İşi başını aşmış
Bir baba var
İşi başını almış
Buradan sonrası valize çıkar
Şiirin solundan bakarsak
Babalar bazen yakın
Babalar bazen ırak
Valize koyacak ne kalır
Babaları saymazsak
Annelerin umudunu onarmazsak
Kısırlaşmaz mı babaların elleri
Sol yanından bir çiçeği koklama vakitlerinde
Bugün, yeniden başlamalıyım hayata, tüm hataları geride bırakıp
yeniden başlamalıyım. Küçük bir çocuk gibi mutlu ve kaygısızca
oynamalıyım oyunumu. İlk defa içimden geldiğince, korkusuzca
ve kusursuzca… Mızıkçılık yapmamalıyım bu sefer hayata.
Fakat nasıl?
Isırılmış bir elmam var avucumda.
Bugün, yeniden başlamalıyım hayata. Her şeyi geride bırakıp
başlamalıyım, masumca. Renkli balonlar misali, neşeli
görünmeliyim, rengârenk, cıvıl cıvıl… Ve tıpkı onlar gibi
özgürlüğe susamalıyım biraz. Fakat ipim çekilince itaatkâr
olmalıyım. Bilirim, bağlanmamaktan, bağlanamamaktan,
çektiğim bunca cefa.
Isırılmış bir yarım elmam var avucumda.
Gitsin! Derim, kaybolsun, yok olsun! Korkarım, gölgesi kalır,
kabuğu kalır, kokusu kalır avucumda.
Bugün, yeniden başlamalıyım hayata. Önceki her şeyi
unutmuşçasına, tüm kirlerden arınmışçasına…
Bugün, saklamak isterim kendimi. Saklamak isterim tüm olmamış,
ulaşılamamışlardan alıp fırlatmak isterim avucumdaki elmayı. Ve
bugün, ağlamak isterim hıçkırarak. Ortak olamadığım her acıya,
başını okşayamadığım her çocuğa, dolduramadığım her boşluğa
ağlamak isterim. Hissetmek isterim, ağlamaktan yorgun düşmüş
halleri vücudumda.
Bugün… Çekip gitmeliyim en uzaklara. En bilinmeyenlere
sarmalıyım bedenimi. Bilindik hiçbir şeye yüz vermemeliyim. Yüz
vermemeliyim artık duygulara. Fakat vakit geç! Yapamam, bu
günde olamam asla!
Çünkü bilirim, tövbeyle yıkanmayı bekleyen, ısırılmış bir elmam
var hala avucumda…
aişenur
fidan
AYHAN ASLAN
CEHALETİN BİLİRKİŞİLİĞİ
MATEMATİKSEL
Ardımıza bakmadan pişkinleşir,
Günah üzeri günah, işleriz de.
Bir ayağımız çukura girmeden,
Düşünmeyiz bir âh'ın karekökünü bile.
İlişkilerin bozuk ayarı
Ağzı olan gecenin yandaşı
Hoşgörünün mezarcısı.
Kâbusa yataklık eden
Kör inançlar hâkim
Cılızlaşan akıl kalelerinde.
Beslenme çantalarında
Kokuşmuş düşüncelerin
Özenle hazırlanmış salamura versiyonu.
Ve marifet;
Çamurlu sokakların, kör patikaların
Uç noktasına varabilmek.
Uçurumu hissetmek
Cehaletin bilirkişiliğiyle.
EYLÜLDEN
BİR YAPRAK
Fatih Kaşçıoğlu
«Güz geldiğinde, kelimelerin üzerine sönmüş bir
ateşin külleri savrulmaya başlar.»
Yapraklar sararır, benzemek için yüzüme.
Rüzgâr alıp götürür paltosuyla beraber bir
öğrenciyi, eczacı kalfasının gözlerini üşütür
rüzgâr; bir hademe bütün yorgunluğuyla siler
yerleri, yolcu yağmurun dinmesini bekler..
Kolkola girmiş iki sevgili heyecanla ıslanırlar
sulusepken altında, yaşlı bir nine uzak ülkeye
gönderdiği evladını düşünür. Her bulut şanslı bir
anne değildir, kimileri çocuklarını düşürür.
Mecaz da olsa, bu böyledir...
Hasan Cihat yeni bir besteyle meşguldür,
Tuluyhan notaları kovalar ısrarlı, bir çocuk gibi,
gözde büyütülür normal olan her şey. Profesör
amfide ders verir, oysa en hakiki dersi insana
bulutlar öğretir.
Yağmur madden kirletse de (!) manen temizler,
bu da böyledir...
Duyuyor gibiyim; Üsküdar eski bir sultan
hicranını taşıyor yeniyetme kırgınlığın üzerinde,
ağlıyor. Gözyaşlarının sesi geliyor buraya kadar.
Önümde üstüste dizilmiş kitaplar, kulağımdan
yüreğime fısıldayan güzel ses, keman vü farjâd.
İlişmesin kimse hüznüme, göğsümde yetişen
bîreng ve kokusuz güldür O. Bilirim kaç
eleğimsağma gördü hayatında, kaç ezanla yıkadı
kendini, öz suyuna batırıldığını da bilirim, yine
de renksiz ve kokusuzdur hüznüm benim...
Kimliği belirsiz acılarla savaştım, yaralandım,
mutluyum...
Yaşamadım şimdiye kadar, ama yaşarım bir gün,
umutluyum...
Doyumsuz kurşunlarla arkadaş oldu kalbim,
yahut şöyle söyleyeyim; yaşadıkça kurşunlanır,
kanayan kalbim; -sen, o- rüyama girdiğinden beri
orada atıyor, ben aranızda unutulmuş bir
cesedim...
Muhammet Çelik
ökçelerime basarak diyarlar dolaştığım
rahatlığım,
nerdesin?
belki dik duruşunla vitrinlerdesin
secdeye kapanmış kızıl saçlılar
yeşil gözlü ejderha ağızlı
uzun tarayışlı ordularıyla
ve keratalar, banyodan her çıkışımda
ne yazsam para ediyor sarsam saklasam muska
gülüşlerim güneş gibi doğup batıyor yastıklara
elesem elenmiyor işmarlarım
muştu oluyor kırlangıçlara
her sözüm küfür kadar kıymetli
konu komşunun diline dolanıp
savruluyor trenlerin ardı sıra
oysa geceleri dolgun elmalar gibi hüznüm
kırmızıdır etlidir ve etkilidir
ne çöller sulanır ağzımın kuruluğundan
yürürken elli yerimden akar yalnızlığım
sarkık dudaklar ölüm öncesi yanaklar
nasibini alır sevgili ısırıklardan
yeni dosyalar açıyorum yıldızların altında
öpüyorum günü arpayla sabahları
şımarık bir sarı oluyor gözlerimi kör eden
öğlenleri uyumak iyidir diyorum
bir tenha aranıyorum dinginliğime
abanıyor bir kumsal kızarıklığı
ikindi ve akşam ve yatsı
ve yatağa gönderiliyorum böyle hesapsız
parfümlerin çağrılarıyla
güzel şey
Bir güzel şeydi sevdiğim
Gökyüzüne açılan eller gibi sabaha karşı,
Ya da yeryüzünde toprağa değen alınlar
Bir gece vakti
Bir güzel şeydi sevdiğim
Galata' ya çıkmak gibi mesela
Salacak'tan Kız Kulesi'ne bakmak belki de,
Sevgiliyle birlikte
Bir güzel şeydi sevdiğim
Ağaçların belinde sarmaş dolaş mor salkım,
Ya da Boğaziçi'nde erguvan seyri
Bir Mayıs günü
Bir güzel şeydi sevdiğim
Nefes almak gibi mucizevi
Son nefesi verirken şahit edebilmek gibi
Güzel bir şeydi işte
Bir güzel şeydi sevdiğim
Yağmurdan önceki mavi bulut mesela
Ya da yağmurdan sonraki renk cümbüşü
Belki de
Yağmur altında yaşanan
Bir romantik an
Güzel bir şeydi sevdiğim
Yok yok sen değildin sevgilim
Sevdiğim bendim belki de,
Aynalarda gördüğümse sen…
emine sümeyye genç
yetişkinlik
treni
Suyu çıplak ayaklarıyla geçti. Ayaklarını çıplak
yapan şey çorabının olmaması değil, suyun
lastiklerine dolmasıydı. İçinden çırılçıplak bir su
geçti.
Suda aksini görüp geçiyordu her seferinde.
Kendi aksini ve güneşin, dağların aksini ve
ormanların… Karanlığa çalan bir yeşilin
aksini… İçinden tatlı küfürler geçti.
O genç sesini hatırladı. Nasıl da kız sesiydi,
bağırırken ardından hayvanların ve bütün
doğanın. Bağırırken ardından, koşan çocukluk
arkadaşlarının ve bükülen aşk boyunlarının…
Bir ağıt güzelliği bile vardır kaderimizde
sessizce. İçinden sulu sepken iniltiler geçti.
Trenlerin soğuk bölmelerinde yalnızlık
bestelenirdi. Ölülerin arkasından sıralanıp giden
gölgeler, o pencerelerden gözlenirdi. Tıkır tıkır
trenlere bakıp duran, pusup kalmış bir hüzün.
Yılların neşeli sesleri yerini ciddiliğe bırakmış
denize doğru sonsuz bakışlar gibi… Böylece
yakınmayla geçti yetişkinlik treni. İçinden
toprağını kaybetmiş yollar geçti.
Hasta ve umutsuz bir çocuk… Uyutmaya çalışan
annenin sesi… Bir dua ninnisi, bir ağlama
şarkısı… Ama çocuk da yok artık hastalığı da
yok ve artık ninniler, yakarışlar da yok… Sadece
sis var gece gündüz demeden karşıki tepeleri aşıp
giden örtüsü rüzgârın. İlahi bir zikir gibi salınan
dallar altında kalmış bir mezar ve ilahi bir zikir
gibi sessizlik. Sis o kadar büyüyor o kadar
büyüyor ki… O kadar kaplıyor ki bütün
tepeleri… İstediği kadar büyük bir patırtı
çıkarabileceğini ama sessizliği tercih ettiğini de
ima ederek sanki… Yamacı kartal gibi
tırmanarak… Pürüzsüz bir süzülüşle…
Karşısında sadece durup bakmak düşer bize,
belki biraz da hayale düşmek. Bırakıp geri
dönmekten daha büyük bir çığ düşmüş müdür
dağlarımıza? İçimizden geçmiştir bir çığ gibi
ölümler.
Atlara özenmek düşer bize ve çocuklara…
Çünkü onlardır saçlarını savura savura sislerle
yarışan bu dağlarda… Bize düşen yine bir tepeye
daha ulaşmak ve bir diğerine bakmak, sırtımızda
Muhammet Çelik
yorgunluklarla… O da öyle yaptı, sırtından asla
indirmedi yorgunluğunu, bir tepeden diğerine
taşıdı ve her tepebaşında durup diğer hedeflere
dikti şahin bakışlarını… İçinde bir kısrak
sancılandı.
Dudağında bir kıpırdama var ama şimdilik uçsuz
bucaksız yaylalar anlayacak bu okumayı sadece.
İçinde bir umut haleleniyor, Tanrıyı gören biri
ancak bu kadar mutlu ve kendinden emin olabilir,
yüzündeki gülümsemeyi bir görseniz ve elinde
sıkı sıkı tuttuğu dağ çiğdemini… Çiğdemi ve
diğer eline de aldığı papatyaları yüzüne
dokunduruşunu ve dokundururken gözlerini
yüreğine kadar kapatışını, kendinden
geçişindeki vecdi… Hiçbir kızın yüzü bu yaşlı
kadınınki kadar parlamamıştır belki de. Bu duruş
bir böceğin kanadını ve yumurtalarını bile
önemseyen bir tabiat bilinci… Ne varsa içinde
var böylelerinin.
Bu yaylalarda suyun nereden çıkacağını
bilemezsin ve gözyaşının. Ve bilemezsin nerede
ayaklarının seni bir tavşanın karşısına
çıkaracağını. Ya da birden kayan ayakların gibi
kayan yıldızlar, düşler, herkesler, ince sesli
delikanlılar, düğünler, şekerler… Bilemezsin…
İçindeki sese doğru gitmelisin.
Köylerin veya yayla evlerinin uzaktan beliren
siluetlerine karşı durup evrenin genişliği içinde
küçücük aşklarla mutlu olmak ve ölene dek
mutlu kalmak, ölüm de böyle bir günde işte…
Peri masallarında olmaz böyle şeyler. Kültür
atlaslarına bakarak da anlaşılmaz. İlla ki soğuk
suyundan bir maşrapa içmek, kırık köprüsünden
bir soluk geçmek nasip olmalı insana. Orada
yaşamak, orada aş yemek gerek. İlgiyle dokundu
hatıralara.
Onları elinde dudağında ve karşısında ilgi ve
saygıyla seyretti ve sonra sevgiyle bağrına bastı.
Göğüslerindeki sütü on yıl sonra bir kere daha
ona fışkırtmak istercesine bastırarak… İnsana
güvenden başka bir şey vermeyen bu sessiz
tabiat, bu dağlar, bu serin rüzgâr… İnsanı da alıp
güvenli bir sessizlikle koynunda saklıyordu. Son
gün olmuyordu sanki bir gün daha kalıyordu
geriye beklenilen.
YÂR(')E
Ey gamzesi kalbimi tarumar eden!
Ey çekip gidince âleme karalar bağlatan güneş
sima!
Diyeceklerim bakışlarının bir anlık yalımına
dairdir.
Yâr! Evvelde ben, yalnız hayal ederdim gözlerini
görmeyi, o şarabî buğuyu, o toprak kokusunu;
ama işte hayal gibi, gerçek olmazmış gibiydi.
Derdim ki, görsem gözlerini, kalbimdeki tüm
sevdayı dillendiririm; ama işte hayal derdim,
gönlüm, hayallere kapılma!
Sonra…
Ben ki mutluluktan aklımı yitirecekken o an,
sustum yalnızca. Konuşamadım ey efsunkârım!
Dilim dönmedi kalbimdeki buğuya. Nefesim
daraldığında, sen bir baktın öyle güzel, ılık ılık
nehirler süzüldü kalbimde; işte o an lâl oldum
aslında. Evvelde ismimdi lâl, kaderim oldu. Ben
ki diyecekken, gözlerin efsununu kalbime saldı,
kalbim buğulandı, lâller gözlerime bulandı, yâr,
aklım divane oldu; sustum yalnızca. Anladım,
yâr dilimi lâl eylemiş bir bakışıyla. Artık nasıl
diyeyim, ey güzel, ben divaneyi sensiz koma!
Yâr, ben divaneyi hor görme.
Seni beklediğim günlerde kara divanlar düzdüm,
zehir kıldım her satırı. Satır satır içtim zehri.
Zahir, sen kalbimi bilirsin. Kalbimin ateşleri
ancak sana aşikârdır. Ancak sen bilirsin kalbimi,
yâremi ve dahi merhemi. Salma bakışlarını başka
diyarlara. Kölen olurum kapında, kölenin de
kölesi olurum istersen, yeter ki…
Ey efsunkâr, efsunkâr, yâr!
Gülümse gözlerinle öyle güzel güzel, diyeyim ki
yâr beni şefkatine sarmış, saklar. Diyeyim ki
kalbimdeki buzlar tarumar. Lakin bakışlarının
efsununu öyle her yana salma, ben garip,
rayihadan sarhoş olur sonra.
Zamanı donduran bir şeyler vardı. Sen soluk alıp
verdikçe nefesin içerime doldu. Ilık ılık bir
rüzgâr sandım eser. Nefesin buz kesti kalbimde
de sanki zaman durdu. Sanki kalbim ebede değin
öyle mecnûn kalmak istedi de aldı nefesini,
dondurdu içerimde. Artık kalbimin atışında sen,
nefesimde sen ( nefesine denk olmasa da),
kanımın her damlasına sinen efsunda sen…
Sonra bir gülümsedin, ama öyle usul usul, ninni
gibi… Ağlamak istedim efsunkârım, bunca
sükûneti kaldıramadı kalbim. Ben hiç bu kadar
huzurlu olmadım bir tebessümle, üstelik yalnız
bir tebessümle. Kalbimdeki tüm öksüzlüğü silip
aldın sanki… Ey güzel, bir daha gülümsesen de
ben ölsem…
Hülâsa derim ki, yârin gözlerinin değmediği eller
yıkılsın!
Buket Bostancı
“FELSEFİ MİRASIMIZ VE BİZ”
ADLI YAPITIN ELEŞTİREL ANALİZİ
MAĞRİB Mİ? MEŞRİK Mİ? YOKSA…
Abdulkadir Altınhan
İlk olarak üçlü tasnifin modern babası ya da
çağdaş Kuşeyri
diye tanımlayacağımız
Câbirî'den Entelektüel Arap- İslam Tarihine
farklı bir bakış diye ifade edeceğimiz bu eser için
çok değerli bölümlerinin olduğu kadar
reddedilmesi kaçınılmaz bölümler olduğunu
söylemeyi bir sorumluluk biliyorum. Zîra Câbirî
çağımızın büyük bir problemine el atarak
Müslüman dünyada makamı güzel bir ses, göz
kamaştırıcı bir görüntü oluşturmuş ve bu konuya
temas edenler korosunda bir ahenk yakalamıştır.
Lakin aşırı batılı bir paradigmayla da bu koroda
tiz bir ses olarak ahengi bozmuştur. Niye mi?...
Malum Mağribli yazarımız Arab-İslam Tarihini
ayrı ayrı dört cilt olarak ortaya koymuş; ilk
ikisinde oluşumu ve yapıyı anlatmış, üçüncü
kitab olan 'Siyasal Akıl'da İslam Kelamının
özgünlüğünü ve arka planındaki siyasal ve
ekonomik olayları ustaca incelemiştir. Dördüncü
kitab olan 'Felsefî Mirasımız ve Biz' de ise Faslı
yazarımız; felsefenin İslam dünyasına girişini ve
bunu sağlayan filozofların eserlerini ve
epistemolojilerini, dönemin tarihsel verilerini de
ortaya koyarak incelemiştir. Lakin bu kitabın
diğer üç kitap gibi mahzâ değer taşıdığını
söylemek oldukça zor.
Çünkü bu eserinde araştırmacımız;
1) İdeolojik yaklaşmış.
2) Çelişkiler had safhada. Öyle ki aynı sayfada
hatta art arda gelen paragraflarda mevcud.
3) Tanım(lama)lar yerine oturmamış ve gereksiz
açılımlarla okuyucuyu boğmuş.
Amma velakin bu kadar hatanın yanında üstadın
bir ehemmiyeti var ki şu an çökmekte olan
kuvvet uygarlığı olan batı düşüncesinin yerini
İslam'a bırakacak olan bir Hakk medeniyeti
hissetmiş, amma bunun oluşumunu söylerken
biraz milliyetçi duygular ve nostalji bunalımı ile
bu yeni medeniyeti mağrib ekolüne hamletmiş.
Sanki ilk İslam Medeniyetinin mimarları da
onlarmış gibi.
Bu meseleyi şöyle isimlendirebiliriz: BİR
MEDENİYET PROBLEMİ VE GELECEĞİN
D Ü N YA S I N D A İ S L A M D Ü Z E N İ N İ N
ALACAĞI ROL.
İşte söylediğimiz gibi yeni oluşacak İslam
Medeniyetinin bizzat kendisi, yazarın dediği
gibi Mağribî düşünceden (mahzâ rasyonalite) mi
çıkacak? Meşrîki-hikmet(hermetik)
düşüncesinden mi çıkacak? Yoksa….
Bu noktada Câbirî ilk sınıfı esas almış ve eserini
bu düşüncesini kanıtlamak üzere oluşturmuştur.
Aynen Seyyid Hüseyn Nasr'ın eserlerini Meşriki
düşüncenin bu medeniyeti meydana getireceğini
düşünerek oluşturması gibi. Zira üstad bunu
yaparken çok kurnaz davranmış. Önce ikinci
grup olan doğu irfanının çelişkilerini tespit
etmiştir ve bunun için de İbn-i Sîna'yı yerden
yere vurmuştur. Gazzali'yi gerçekten felsefeyi iyi
anlayan fakat felsefeyi yıkmaya çalışırken
ideolojik davranan ve başarılı olan bir dahi olarak
lanse etmiştir. Mağrib içinde bu toplumun zirvesi
olarak İbn-i Rüşdü görmüş, lâkin çözümü ve
kendisini yeniden değerlendirme projesini İbn-i
Haldun'a tevdi etmiştir. Şimdi yazarın kitab
incelemesine geçip oradan kendi çözüm önerisini
sunduktan sonra biz kendi çözümümüzü
sunalım.
“Arab-İslam toplumunda felsefenin tarihi bu
toplumun bilincinde yer eden iki lahzanın
tarihidir diyebiliriz. Birinci merhale
epistemolojik açıdan sudur metafiziği sistemine
dayanılarak kurulmuş; ideolojik açıdan ise
dinin felsefeye sokulması esasına istinâd
edilmiştir. İkinci merhale; epistemolojik açıdan
İbn-i Hazm ve İbn-i Tumert'in eleştirelliğini esas
almış; ideolojik açıdan ise dini dünyaya,
dünyayı da dine sokan tek hilâfet devletiyle,
varoluşu dahi dinde birliğin çerçevesi
korunmasına rağmen dünyada egemenliğin
birden fazla olabileceğini teyit eden Mağrib ve
Endülüs devleti arasında ki siyasi kavgayı esas
almıştır.” (bkz.sf.37 4. Par.) Bu paragrafta da
ifade edildiği gibi;
1) İslam toplumunda felsefenin tarihi diye
başlıyor.. Yani İslam felsefesinin tarihi değil.
Bu da gösteriyor ki felsefe, bu topluma özgün
bir ürün değil. Zaten yazar 28. ve 29. sayfalarda
felsefenin zuhurunu bir kültür devrimi olarak
görmemiş; bir karşı devrimi engellemek adına
yükselen Fars aristokrasisini durdurmak adına
ortaya atılan Yunan felsefesinin bir
tercemesinden başka bir şey değildir adeta,
demekten de imtina etmemiştir. Evet, bu
noktada yazarı eleştiremeyiz. Zira bu tarihsel bir
realitedir. Zaten bunu sadece Mağribli yazar
değil tüm İslam tarihçileri anlatıyor. Lakin bir
farkla; onlar bu olaylara rağmen bu vakayı bir
kültür devrimi olarak ele almışlar, sanki Emevî
yandaşı bir rol üstlenmişlerdir. Neden acaba?
Evet, bu noktada yazarımızı eleştiremeyiz
dedik ama, şimdilik. Çünkü bu paragrafın
altındaki paragrafın ikinci cümlesinde yazarın
bu yorumun tam zıddını teşkil eden bir yorumu
göze çarpmakta:
2) Dinin felsefeye ve felsefenin dine sokulması
(idhal edilmesi) mevzuu… Bu noktada yazarın
din tanımı oldukça dar ve felsefe tanımı ise
felsefeyi aşacak şekilde geniş. Haliyle siz 300
cm3 lük bir kutuyu nasıl 30 cm3 lük bir kutuya
yerleştiremezseniz, yazara göre de felsefeyi
dinin içine sokamazsınız. Peki çözüm ne?
Çözüm belli; dinin ve felsefenin yeniden
tanımlanması… Zira yazar burada hepimizin
yaptığı gibi felsefeyi epistemoloji ve ontolojiden
ibaret saymıyor. Ya ne yapıyor? Felsefenin içine
bilimi de katıyor ve haliyle bilimsel düşünceyle
dinî (takva anl. Zira yazar dini böyle anlıyor ama
dinin tanımı bunu da kapsayan çok farklı bir
manayı ihtiva ediyor.) düşünceyi dengeleyen
doğu düşüncesini, tabiri caiz ise düşünce
yoksunu ve yoksulu olarak tabir ediyor. Ne
kadarı doğru, sizin tercihiniz?
Şimdi gelelim Câbirî'den okuduğumuz ilk
paragraftan çıkarsadığımız tezi eleştirmek için
hemen bir alttaki paragraftaki yazıyı okumaya:
“…. İşte Müslümanlığın doğu ve batıdaki
felsefî düşüncesinin problematiğine ait derin ve
geniş boyutlu macera budur. O halde ister
burada(=batı) isterse orada (=doğu) olsun.
Arab-İslam toplumunda felsefe hiçbir zaman
yabancı bir meta olmamıştır. Tersine, bu
toplumdan çıkmış ve yine bu topluma
dönmüştür. Buranın problem ve acılarını
yansıtmış yine buranın rüya ve emellerini
taşımıştır.”
Evet buradaki;“…Arab-İslam toplumunda
felsefe hiçbir zaman yabancı bir meta
o l m a m ı ş t ı r. ”
cümlesi, yazarın ilk
paragraflarından yola çıkarak ortaya
koyduğumuz teze taban tabana zıt bir nitelik
taşımaktadır. Hatta bu cümle bu kitabın tüm
bölümlerinde uyandırdığı izlenimlerle hafî bir
şekilde çelişmekle beraber, yazarın 27. 28. ve
29. sayfalarda bizzat kendisinin ortaya koyduğu
tezle celî bir şekilde çelişmektedir.
Bunlardan sonra yazar filozoflarımıza geçer ve
onları ince eleyip sık dokuduktan sonra hepsinin
temel verilerini eleştirel bir süzgeçten geçirerek
bugün bizim işimize yarayanları söyler. Lakin
doğu düşüncesine dair yazar iki isme bölüm
açmış ve üç ismi de satır aralarında
eleştirmekten imtina etmemiştir. Mesela
Fârâbi'ye ayrılan bölümde yazar en insaflı ona
davranmış ve birçok eserinin içinde sadece “ELMEDİNET'ÜL FADILA” adlı eserini bugünün
insanı için değerlendirmeye layık bulmuştur.
Dini ve felsefeyi ilk buluşturanlardan biri olması
hasebiyle onu yermiştir, ama sonunda her şeyi
dönemin siyasi kavgalarına hamletmiş ve onu
münzevî bir yıldız olarak toplumunun dertlerine
çözüm arayan bir filozof olarak da nitelemiştir.
Ama ne yazık ki aynı şeyi İbn-i Sina için
söyleyemeyeceğiz. Yazarımız sözü Şeyhu'rreise
getirdiğinde onu kafası karışık bir filozof olarak
bölüm sonunda söyler ve onu felsefe adına
Gazzalî'den daha tehlikeli bulur; çünkü o
felsefeyi içten içe hermetik kültürle yıkmıştır.
Yazar burada haksız sayılmaz, hatta çok da
haklıdır. Çünkü yüzyıllardan beri felsefe yıkımını
İslam tarihinde başlatan adam olarak Gazzali'yi
bilirdik buna mukabil İbn-i Sina'yı da felsefeyi
Fârâbi'den sonra geliştirip Aristo'yu bize ilk
anlatan bir aydın ve filozof kimliği ile tanıyorduk.
Özellikle de Kitabüş'şifa adlı ansiklopediyi
görünce… Fakat burada şu sorulabilir: Felsefenin
dibine baltayı vuran iki kişi birbirini niye
eleştirsin(Gazali'nin İbn-i Sina yı eleştirdiğini
hatırlayın)? İşte yazar buna mükemmel bir yerden
yaklaşıyor. Özetle; İbn-i Sina felsefe ile
hermetizmi(tasavvuf) birleştirmeye çalıştı.
Harrani kültürün felsefi açıklarını kapatmakta
zorlandı ve bunlara girift cevablar verdi. Felsefi
kültürü iyi seviyede olan Gazzali de “El-iktisad
fi'l itikad” kitabında Şeyhur'reisle felsefeye
öldürücü darbeleri indirdi ve bu açıkları bırakan
bu cinayetin büyük zanlıları arasına girdi. Aslında
yazar doğudaki hermetik kültürün eleştirisini çok
iyi bir şekilde yapmakta, ama aynı zamanda
pireye kızıp yorgan da yakmıyor değil…
Mağribli yazarımız önce de söylediğimiz gibi üç
ismi de satır aralarında eleştirmekte bunlar
Gazzali, Sühreverdi, İhvan-ı safa. Bunları
ideolojik gören ve hepsini bu minvalde ilim için
değil siyasal devamlılık için ya da birilerini
devirmek ve devrim ruhunun epistemolojik
boyutunu üstlenen kimseler olarak görmüştür(bu
satırlar daha çok ihvan-ı safanın muhalif
kimliğini anlatmakta). Gazzali meselesinde de
özellikle meşhur 20 eleştri mevcuddur bunlar
Gazzali'nin filozofların kuran ile çatıştığı ve
mantık ilmiyle çatıştığı noktalardır. Zaten
Gazzali'nin bir özelliği de Yunan kültür
mirasından gelen felsefeyi yine aynı kültürün
ürettiği mantıkla yıkmıştır. Her ne kadar İbn-i
Rüşd sağlam delillerle Gazzali'nin
temellendirmelerini yıkmak için “tehafütün
tehafütün” ü kaleme alsa da pek başarılı olduğu
söylenemez. Ama Faslı yazarımız bunu kabul
etmez ve İbn-i Rüşd'ün 5 meselede yıkıcı
darbelerini indirdiğini söyler. Bunlar da daha çok
varlık bilimi(ontoloji) ile ilgili mevzulardır.
1) HUDUS VE KIDEM
2) NİHAYET VE EN'LA NİHAYET
3) MÜMKİN VE VACİP
4) FEYZ YAHUT BİRDEN ÇOĞUN TÜREYİŞİ
5) İLİM KAVRAMI
İşte bu noktalarda Câbirî'nin deyimiyle Kurtuba
filozofu mükemmel bir matematiksel deha ile bu
mevzuları çözmüştür. Lakin Gazzali'nin ortaya
koyduğu 15 mesele hala açıkta kalmakta peki
bunlara ne oldu?
Evet Faslı yazar Endülüs düşüncesinin zuhurunu
İbn-i Bacce ile başlatır ve okumalarını Tedbîr-ul
Mütevahhid üzerine başlatıp Endülüs namına
İbn-i Haldun'un Mukaddime'sinde bitirecektir.
Yazarın mukaddimeyi derin bir şekilde ve
objektifliğe biraz daha yakın bir şekilde
incelemesi ise takdîre şayan bir olaydır bana göre;
çünkü bugün kendi dünyamızı sosyolojik olarak
bizden çıkan bir sosyoloji eseri tanımamızın
yöntemini verecektir. Bugün hala Müslüman
dünyada bu eseri aşan bir sosyoloji eseri
yayınlanmamıştır(bir kısım batılı araştırmacılar
ise bunu dünya geneline hamleder). Ama
yazarımız bunca mevzunun ardından bugün
kapısında bulunduğumuz medeniyetin felsefî bir
mirastan çıkacağını ve buna elverişli yerin de
Mağrib olduğunu söylemekten imtina etmemiştir.
Doğru, meşrikî düşüncenin bize medeniyet
noktasında yarar söylemesi beklenemez, ama bu
Mağribin felsefî açımlımı içinde böyledir. Zira bu
felsefe de batı kuvvet uygarlığının ürettiği
ideolojik bir felsefeden başka bir şey değildir.
Yani Ernest Renan'ın tabiri ile “…Yunan efsanesi
koca bir palavra.” Peki hala bu palavranın peşinde
koşup bu medeniyeti orada mı arayacağız? Tabiî
ki hayır. Peki çözüm ne?
İşte çözüm FIQH MEDENİYETİ. Nasıl
ilk Kuran medeniyeti bu isimle anılmışsa,
bugün de bu medeniyet bizim temel
düşüncelerimizle hatta bu fıqhın usuluyle
de bize gelen bilgilerin sınıflandırılması
ve her ilmî disiplinin de kendi fıqhını ya da
usulunü kurarak bu alanlarda ilerlemeyi
kendi paradigmam açısından doğru
buluyor ve bugün İslam coğrafyasında
bunun oluşacağı mekanı da Seyyid
Hüseyin Nasr misali 'hermetik- doğu'da
görmediğim gibi Câbirî misali 'mağrib'de
de bulmuyorum. Zira orası da doğu
irfanının getirdiği kültürle harmanlanmış
ve oluşmuştur. O zaman o da Meşrikiliğin
Mağribleşmiş ahvalinden başka bir şey
değildir. Zaten siyasi konjonktür olarak da
müsait değil. Aynı şekilde Bağdat ya da
Harran ekolü de; ilki hem epistemolojik
hem de siyasî olarak mümkün değildir.
ikincisi ise epistemolojik açıdan aynı
çıkmazları taşımaktadır. Peki neresi?
O yer der-saadet İstanbul'dan başkası
olamaz; hem usul-i fıqhda Molla Hüsrev
gibi bu işin ehli adamlar yetiştirmiş, hem
de son dönem İslamcılığın siyasal
versiyonu olarak usulun değerini bilen
Akif gibi, Mahmud Es'ad(Seydişehirli),
Seyyid Bey vs. gibi kaliteli insanlara ev
sahipliği yapmıştır. Jeopolitik olarak da
burası mühim ve rahat nefes almayı
sağlayan bir mekân olma özelliğini
taşımaktadır.
Sonuç; yeni hem de yepyeni bir
medeniyet.
Yazarımızın da belirttiği gibi temelde bir
medeniyet problemi ve kültürel mirasın bu
mevzuda değerlendirilmesi(usul ya da
felsefe) ve İSTANBUL'DA HEM
MAĞRİBİ HEM MEŞRİKİ
KUCAKLAYAN BİR MEDENİYETİN
HAZIRLIĞININ YAPILMASI. Son
olarak muhterem yazarımız Prof. Dr. M.
Abid el Câbirî de iki sene evvel İstanbul'a
geldiği konferansta İstanbul'un Endülüs ve
Bağdat arasında bir köprü konumunda
olacağını belirtmiş, görüşlerinin 1980
yılından bu yana biraz daha yumuşadığı
izlenimini vermiş, ama fıqh meselesini
ıskalamıştır. Demek ki Mevla bu meseleyi
de ondan sonra gelen gençlerin ifade
etmesini takdir etmiştir.
Ne diyelim takdir-î ilahi.
Bir
Şehir
Dolusu
Kavga
Korkma unutmaktan
Dokunmaz bana korkma
Çok mu ıslandım ne
Yoksa kesilen bunca fatura
Gelip geçer her şey
Bu da geçer yahu
Yahu yalan
Kıyacaklar işte
Hiçbir şey demeden
Birinden caysak diğeri hangar yorgunu
Ağlama diyemem
Hem de kıymık kıymık
Aşikâr da edemem
Kıyacaklar işte
Ne ise alıp götürdüğünüz hiç de iyi
etmediniz
Kim emrettiyse bir şehir dolusu kavga
Konvoy konvoy öldük kırmızı halılarda
Hiç önemi yoktu hırpalanan düşlerimizin
Neyin uğruna ki bu yapay bir hatıra
Ne ise alıp götürdüğünüz çok da iyi ettiniz
aslında
Öleceğiz işte hiçbir şey götüremeden
Biri melekse diğeri şahdamarın
Ağlama diyemem
Hem de gıdım gıdım
Kal da diyemem
Öleceğiz işte
Çok mu toz yuttum ne
Kapanmaz ki sahne de
Yoksa oynanan o kadar oyun..
Çok mu toz yuttum ne
Mustafa Kadir
M e d s u s
Zeliha Akkaya
Zavallılığını idrakten çok uzak, sol tarafına
düşen iki bina arasındaki boşluğa bakıyordu.
Gördüğü şey karşısında, gözleri nefretle doldu.
Gözlerindeki nefret dolgularının sebebi olan,
iki bina arasında büzülmüş titreyen bu bedene,
yardım etme isteğini bastıramıyor, hiç bir
güven kırıntısı göremiyordu bu ülkenin
insanları üzerinde. Kalan son kırıntıları da
süpürmüşler miydi?
***
Bu ülkenin insanları ondan ve yandaşlarından
daha çok nefret ederken, onunki nefret bile
sayılmazdı aslında. Bu insanlar; evleri
yakılmış, hayalleri yıkılmış, ırzlarına geçilmiş,
aç bırakılmış, haksızlık ve zulme uğramış bir
millete mensuptular. Misilleme yapan değil,
çaresizliğinin adını nefret koyanlardandı belki
de.
Buraya getirildiklerinden beri kendi ile
çelişiyor, buranın bir ülke olduğundan çok bir
köy olduğuna inanmak istiyordu. Bir kültürün,
bir bayrağın altında toplanmış aynı dine
mensup insanlar vardı. Burası bir ülkeydi.
Petrolü olan bir ülke! Petrol için gelmedik ki
biz! Size huzuru vaat ediyoruz! Siz
bilmiyorsunuz ülkenizdeki nükleer silahları,
biz biliyoruz. Biz özgürüz, siz değilsiniz! Size
özgürlüğü vaat ediyoruz. 'Biz savaşı değil,
barışı getirdik yanımızda' diye geçirdi içinden.
Sonra çantasına baktı, vaat edilen her şey
yalandı, çantada adaletsizlikten başka bir şey
yoktu.
***
Gece nöbetinin sabaha sarkan saatlerinde, bu
manzara ile karşılaştığında, harekete geçmişti
düşünceleri. Bir iç sıkıntısıyla soluna döndü.
Hava oldukça sisliydi. Puslu havayı, gece
boyunca evleri hedef alan bombaların dumanı
ve enkazlardan kalkan toz bulutu
destekliyordu. Son yarım saattir aralıksız yağan
yağmur ne bu toz bulutunu, ne acıları, ne de
vahşice akıtılan kanları alıp götürmeye güç
yetiremiyordu. Sol tarafına doğru etrafını
kolaçan ederek yürümeye başladı. Postalları
bağcıklarının başladığı yere kadar çamurun
içindeydi. İki bina arasındaki boşluğu, bir kafes
görünümünde sunan demir parmaklıklı kapıya
yaklaştı. Titreyerek ağlayan bedenin genç bir
kıza ait olduğunu neden sonra anladı. Buraya
geldiğinden beri, ilk defa yüzü açık bir kadın ile
karşılaşıyordu. Heyecanlandı. Doğrusu neye
benzediklerini merak ediyor ne sebeple
örtündüklerini anlayamıyordu. Burada kadını
kadın yapan bu olmalı diye düşündü. Değerli
olanı korumak, kıymetli olanı saklamak?
Geldiği yerde kadını kadın yapan değerlerin ne
kadar dumura uğradığını fark etti. Artık demir
kapının önündeydi. Islanmış tahtaların yanına
sinmiş, titrek vücut, onu çoktan fark etmiş,
elleri çamura bata çıka kendini geri çekiyordu.
Postallarının gömüldüğü çamurda,
parmaklıklarını kaybeden kapıyı var gücüyle
iterken, son bir kez daha etrafı kolaçan etti mavi
gözleriyle. Erketelik yapan gözlerine, titrek
vücuttan geleceğini umduğu seslere, dikkat
kesmiş kulakları eşlik ediyordu. Kızın hiçbir
inilti ve ses çıkarmıyor olmasına şaşırdı.
Sanırım korkudandı. Kapı ile arasındaki
mücadelede galip gelmiş, kızcağıza doğru iyice
yaklaşmıştı. Örtünün altındaki gözler korkunun
zirvesindeydi. Kız, çoğu katları harabe olmuş
apartman duvarlarının kesiştiği köşeye iyice
sinmişti. Asker, omzunda asılı namlusunun ucu
yağmurluğunun altından belli olan tüfeğini
indirmemişti. Eğildi ve yüzüne baktı. Sonra diz
çöktü ve gözlerine bakarak“sakin ol!”dedi.
“Buraya nasıl ve nereden geldin?'' diye ekledi.
Az önce korku ile dolup taşan kocaman kara
gözler şimdi merakla dolup taşıyordu.
Sözcüklerin döküldüğü bu ağza, fazlasıyla mana
yüklemeye çalışıyor, dikkatle bakıyordu. Anlam
veremediği bu dikkatin sebebini, kız zayıf
vücudunun içinde kaybolduğu abasının
altından, çamurlu ellerini çıkardığında anladı.
Çamurlu, fakat kibarlığı ve güzelliği aşikâr elleri
ile askere yalvarmaya başladı. Yalvaran ellerine,
yağmurluğun altındaki namluya korku ile bakan
gözleri eşlik ediyor, çaresizliğini büsbütün
ortaya koyuyordu.
/ Dilsizliğinden dolayı, kendini ifade etmesinin
zorluğu, her zaman karşılaştığı bir şeydi. Fakat
bu sefer şaşırdı. Mavi gözleriyle ona bakan
asker, onu anlamakla kalmamış, elleri ile “sakin
ol!”karşılığını vermişti. /
Asker, kıza bakarken bir an annesine baktığı gibi
baktığını fark etti. Yıllarca hareket etmesini
beklediği felçli yatalak annesi ile tek iletişim
yolu idi elleri. Ellerine baktı. İlk defa bu yolla
konuşmasına bir karşılık buluyordu.
Annesinden tek bir tepki beklediği yılları
anımsadı. Tüm benliği ile annesini düşünürken,
mavi gözleri, merak dolu kömür madeni
gözlerin içinde kaybolup gitmişti. Hızlıca ve
soğuk bir rüzgâr yalayıp geçince yüzünü, veda
etti annesine. Asker üşümüyordu fakat kızcağız
hem korkudan, hem soğuktan titriyordu. Ona
nereden geldiğini sordu. Sivillerin olduğu en
yakın bölge 13km uzaklıktaydı. Kaldı ki; 100
metre bile olsa bu keşmekeş içinde buraya kadar
yürüyerek veya koşarak gelmesi mümkün
değildi. Kız askerin arkasındaki cama baktı,
“Burası benim evim” dedi. “Evimdi” diye ekledi
içinden. “Ta ki siz gelene kadar”. Asker
“nereden geldin?” diye tekrarladı dili ile değil bu
sefer elleri ile.. Kızcağız korkuyordu “Bunları
neden sana anlatayım? Neden sana güveneyim?
Siz değil misiniz beni bu hale getiren?”diye
bağırmak istedi. En azından diyebilmeyi diledi.
Kız gözleri ile kurduğu cümleleri askerin
okumasını beklerken, elleri başka cümleler
kurmaya başladı. Askerlerin karargâh olarak
kullandığı, esir aldıkları sivillerin bulunduğu
okul binasında tutuklu bulunduğunu, dün akşam
ise, okul binasından daha rahat(!) ve büyük
olduğu için, yakındaki plastik fabrikasına
yapılan nakil sırasında kaçarak, ailesini görme
umuduyla evine geldiğini, fakat hepsini
yataklarında ölü bulduğunu anlattı. Tüm bunları
anlatırken bir an bile gözlerini ayırmadığı mavi
gözlerden nihayet gözlerini çevirdi. Gözleri;
kardeşlerini, annesini, babasını kanlar içerisinde
bulduğu yatak odasının camına doğruldu.
İçinden “Beni görmedikleri için seviniyorum
şimdi. Ben evimin tek kızı iken sebepsiz yere
kolumdan tutup götürdükleri günden beri deli
gibi beni merak ediyorlardı eminim”.
Asker devam et dercesine susuyordu. Eğildi,
yüzüne bakmaya çalıştı. Neden bu kadar uzun
zaman sustuğunu anlayamıyordu. İçinden geçen
bir şeyler olduğunu kızcağızın yüzüne oturan
utancı görünce anladı. “İyi ki görmedi babam,
annem. İyi ki bakmadı yüzüme kardeşlerim, iyi
ki bakmadılar bu asker gibi, merakla yüzüme…
Çok utanırdım, çok utanırdım” dedi kendi
kendine. İçinden geçen tüm düşünceleri askerin
de duymasını isterdi. Bir utanç da askerin
yüreğine oturmuştu. Asker şimdi kendinden ve
kendi ülkesindekilerden nefret ediyordu. Bu
utançtan kurtulmak için hızlıca kalktı. Kızın,
çelimsiz omuzlarından tuttu ve kaldırdı. Ne
yapabilirdi ki? Bu kızı daha fazla neyden
koruyabilirdi? Görebileceği daha kötü ne
olabilirdi bu kara gözlerin?
Kendisine bir kaçak ihbarı gelmemişti. Ellerinde
oldukça fazla tutuklu vardı. Kızın fark
edilmemiş olması olağandı. Bunu fırsat bildi ve
içindeki ezilmişlikten kurtulmanın tek yolunun
bu kızcağızı kurtarmaktan geçtiğini anladı.
Tan yeri ağarmaya başlamış, güneş tüm heybeti
ile kendini göstermişti. Nöbeti bitmiş, yemek
bulabilmeyi umut ettiği, çadıra doğru
ilerliyordu. Kısa zaman sonra, umduğunu
bulamasa da, ceplerinde birkaç parça ekmek ve
matarasına doldurduğu su ile kızın yanına
dönüyordu. Telsiz kulaklığından iyice hızlanan
konuşma trafiğini takip ediyor, karargâh
naklinin tamamlandığı haberleri arasında, bir
kaçak ihbarı olup olmadığına dikkat ediyordu.
Saat 8'i geçmiş, nöbetler değişmişti.
Bu saate kadar anlaşılmadıysa bu saatten sonrada
kimse bir kaçak olduğunu anlayamazdı. Gece
nöbetinin son saatlerini geçirdiği iki bina arasına
yaklaşmıştı. Fakat yerine geçen askeri
tanımıyordu. Askerin görüş mesafesinden
uzaklığını fırsat bilerek adımlarını hızlandırdı.
Kızcağız gizlediği yerde, tahtaların altında
büzülüp atılmış bir mendil gibi bekliyordu. Kız
yemeğini tedirginlik ve korku ile yerken, asker
onu binaya girmesi için ikna etmeye çalışıyordu.
Fakat ısrarları beyhude çıktı. Daha fazla ısrar
edemedi, bir an önce oradan uzaklaşmak
istiyordu. Güneş yükseldikçe yükseliyor, içindeki
korku daha da büyüyordu. Kömür gibi gözler,
içini güneşten daha da çok ısıtıyordu. Bu bile
korkusunu azaltmaya yetmiyordu. Eğer ona
tecavüz etmiyorsa, ya da vuracağı bir hedef
değilse, hiçbir şekilde onunla muhatap olması
kabul edilemezdi. Korkusu bundandı. Karargâha
döndü. İçeri girdiğinde, yüzüne çarpan sıcaklık
dün geceden kalma yorgunluğu gözlerine
bindirdi. Fakat uyuyabilmesi için rahat olmalıydı.
Beynini kemiren düşünceler, zihninde canlanan
insan cesetleri, kulaklarında uğuldayan tank ve
bomba sesleri olmamalıydı. Fakat tüm bunlara
rağmen oturduğu sandalye rahat gelmeye, kolları
ağırlaşmaya başlamıştı. Yavaşça uykusunun
içinde yitiverdi.
***
Uykudan sıçrayarak uyandığında, odanın
penceresinden gördüğü, yakıtı insanlar olan
devasa ateşin ışıkları, güneşin ışıkları ile
cebelleşiyordu. Sanki güneş utanmış da,
gidiyordu. Hızlıca dışarı çıktı ve ateşe doğru
koşmaya başladı. Etraftaki cesetler iki bina
arasındaki boşluğun tam karşısındaki meydan da
toplanmış, yakılıyordu. Başını sola çevirdi.
Merakla tahtaların olduğu tarafa baktı. Ne tahta
yığını ne de kızcağızdan bir eser vardı. Rahat
olmaya çalıştı. Kimseye bir şey soramıyor, merak
içerisinde yumruklarını sıkıyordu. Az sonra,
ailesine mezar olan binanın kapısından, kollarına
birer yılan gibi kolların dolandığı tüm acizliği ile
kızcağız çıkarıldı. Elleri daha çok çamurlanmış,
elbisesi yer yer kana bulanmıştı.
O uykuda iken kızcağız fark edilme korkusu ile
yatak odasının camından içeri girmiş, binanın en
üst katında saklanmak istemişti. Fakat binanın
içindeki cesetler toplanırken, ailesinin
cesetlerinin sürüklenmesine, bir çöp gibi
yığılmasına göz yumamamış, olduğu yerden
fırlayıvermişti. İşte şimdi ateşin karşısında,
ailesinin yanan cesetleri yanındaydı. Sıkıca
bağlanmış, kana ve çamura bulaşmış elleri
tükenmişliği ile beraber son çırpınışlarını
yaşıyordu. Sadece mavi gözlü asker anlam
vermeye çalışıyordu o kibar ellerin ne demek
istediğine… Gizlice izliyor, “sen elinden geleni
yaptın, sen iyi bir insansın” der gibi bakan gözlere,
yavaşça hareket eden parmaklara, ne demek
istediğini anlamak için bakıyordu.
“Bekleyeceğim”. Evet, eğer yanılmadıysa kızın
parmaklarından dökülen ifadeler bu anlama
geliyordu. Kızcağız son bir kez kara gözlerini
dikti askerin mavi gözlerine. .Sessiz çığlıklar atan
gözlerindeki sesler, yitip gitmişti şimdi. Ne
güvenmiştim sana diyordu gözleri, ne de kurtar
beni! Başından yitip gitmişti örtüsü. Beline
dökülen saçları uçuşuyordu şimdi ateşin harlı
rüzgârı ile… Farkında idi kendi çaresizliği gibi,
askerin de çaresizliğini…
***
Askerlerin verdiği selamdan teğmenin geldiğini
anladı, selam için elini başına götürdü. Teğmen “
kaçtığı birlik tespit edildi, götürün” emrini verdi.
Asker aniden atıldı ve “öldürelim efendim” dedi.
Eğer geri götürülürse her gün ölmeyi isteyeceğini
biliyor, burada ölmesinin onun için en iyisi
olacağını düşünüyordu. Tahmin ettiği gibi sırıttı
teğmen! Beklediği, istediği cevap buydu çünkü.
Evet, tam da buydu. Onun arzularını okşayan
şeydi; öldürmek! Ne işe yarıyordu ki zaten
karşısında ki zavallı! “Öldürün” dedi bir baş
hareketi ile. Ardından 'gidelim' dedi. Ve arkalarını
döndüler vahşete, katliama, adaletsizliğe…
Önlerine aldılar barışı, huzuru, özgürlüğü ve
selameti. Askerin önü, arkası, sağı, solu boşluktu.
Çaresizlik içindeydi. Ateş alan silah sesiyle çıktı
bocaladığı girdaptan. Nefes almak için hızla
yukarı doğru yüzen dalgıcın, su üstünde hava ile
buluşması gibiydi aldığı nefes. Derin ve kesik
kesik içini çekti. Gözlerini yumdu önce, sonra
hızla açtı. Her şey aynıydı. Demek ölmesini
istemediği zaman birinin insan böyle yaparmış.
Bunu ilk defa yapıyordu. Oysa bu ülkenin
insanlarının her biri kim bilir kaç kere yaşamıştı
bunları.
Duvara kanlar sürerek aşağı süzülen aciz vücuda
baktı. Tırnaklarına mücadelen kalma çamurlar
dolmuş, kana bulanmış, yine de kibarlığı aşikâr
elleri suçsuzdu. Hiç bir şey duymamış olan
kulakları, tek bir harfi bile meydana getiremeyen
dili suçsuzdu. Savaşı ve özgürlüğü, adaletsizliği
ve vaat edilen barışı, bir yerlere koymaya
çalışıyordu. Fakat bulduğu yanıt, son nefesini
vermeden önce, kara ellerin aklına çaktığı soru
işaretinin cevabıydı. 'Beni bekleyeceği yer cennet'
dedi. Cennetin harfleri sıralandı bir bir
dudaklarında. 'C-E-N-N-E-T' Masumların
buluşma noktası. İyilerin çıktığı yolculuğun nihai
durağı. Zavallılığını idrak etti. Sanırım buluşmaya
gidemeyecekti.
Figan
/.. Vurgun, iki satıra sığmazmış...
Lakin serseri bir düşten uyandı kalem../
/ sesi titreyen bir göreceyle
anlatabilseydim
meçhul virdimi /
naif bir üslupla sığındım
nicedir kayra kapısına
serendip midir dedim çoğu kere
bu miskin ülkeye
yoksa kanmak mıdır
gece baldıranına
unuttum soğuk duvarların arkadaşlıklarını
unuttum her şeyin kısalığını
sonra düş kuruntularına kandı ifadeler
ve yasak tılsımlar değiştirdi zamanı
kısalttı / bitirdi
İsmailce bir yudum aşk sundu
hülasa susturdu
neydi insanın bu nüktedanlığı
fenomen bir salınım mı
ya da çarmıha gerilen
bitmek tükenmek bilmeyen arzuları mı
- sahip çıkmadı bulvarlar asıllarına
mecalsiz notalar ki, artık sokak ortasında siyahın avazlığında vakit
beyazın siteminde ihtimaller
işte yine sen çıktın karşıma
anlat
gölgenden mi arta kaldı bu zikir
yoksa varlığından mı
/ dilimdeki pelesenkle
bir nevi yakaza halidir bu
anladım /
Seher Ortaöner
Ey sözüme sadığım diyen!..
Bu meydandaki zaferi, beni öldürüp elde
etmeyecektin.
Gerçeğe tutsak sözlerin içinden seçtim bu
yemini.
And olsun ki; tek bir kıvılcımla ateşe verdin
hilali,
Sayende can çekişmede bu ten, sevin.
...
Sözle ifşa ettiğin, aleme soğan kokusu
gibidir.
“RAHATIM” senden aldıklarımla dersen,
Kapına düşmüş bu aciz,
Ahireti, tutuşmuş bir kalple dünya huzuruna
tercih eder.
Ey ben(biçare)
Dua niyetiyle yalvar.
Düşerse avuçlarına gök, seni yakanın
yüreğindendir bu kor.
Bil ki; hoyrat bir bahardır yaşadığı...
Senin üstüne...
Bu yine sana...
Bağında açarsa gül, o zaman bağbanın olur.
Yok eğer, güzel koku sadece benim
duyduğum dersen,
O ebedi cennet sana haramdır.
...
Şimdi harap olmuş bir viraneyim.
Heyhat ki çehremi mamur edecek, Musa'nın
elinden mahrumum.
Musa ise Rabbin sözünden uzak,
Ellerinde kızıldeniz, ruhunda kızılca kıyamet.
İzin verirsem eğer,
Korkum o dur ki, kendi gözyaşlarında
boğulacak...
e
f
r
e
B
Mevlâna Hazretleri İle Hoşbeş
Geçtiğimiz haftalardan birinin herhangi
bir gününün dünü veya ertesinde gönül
dünyamızın serumlarından olan Mevlana
Hazretlerine rastladım. Bir iki ikazını dinledikten
sonra kendisinden daha evvel duymadığım bir
söz çıktı, alt ve üst dudağı arasından dilinin
yardımıyla. Dedi ki hazretleri: "Bir insanın neye
güldüğü zekâsını, nasıl güldüğü ahlâkını
gösterir." Allah Allah, irkilmemek mümkün
değildi. Hazretlerinin dedikleri ile zihnim karman
çorman olmuş bir şekilde kendisinin yanından
ayrıldım, günlük işlerim nedeniyle. Mevlana
Hazretleri sanki başta şahsım olmak üzere,
hepimizi yerden yere vurmuş idi. Zira, neye
güldüğümüzü düşündüğümüzde zekasız
sayılabileceğimiz kadar akli melekelerimizden
mahrum olduğumuz; nasıl güldüğümüzü
düşündüğümüzde ahlâksız sayılabileceğimiz
kadar da edepten yoksun olduğumuz ayan beyan
ortaydı. Şimdi, tefekkür etmenin tam zamanı idi.
Güldüklerimiz üzerine tarihe ve
günümüze müteallik lehte ve aleyhte birçok
değerlendirmeyi, her gün duyabiliyor,
okuyabiliyoruz. Bu hususlarda tenkit
edilebiliyor, “yahu bunun neresi komik”
serzenişine maruz kalabiliyoruz. Anadolu
coğrafyasının fiziki niteliklerinin de çok etki
ettiği mizahi sermayemiz her geçen gün artıyor;
ancak, ne yazıktır ki, biz bu sermayeyi artıran
unsurların gelecekte sermayenin yok olmasına
sebep olup olmayacağı üzerinde mülahazada
bulunmuyoruz. Her duyduğumuzu, her
gördüğümüzü sorgusuz sualsiz asırların birikimi
olan ve Hoca Nasreddin'in kıvrak zekasını,
Karagöz ve Hacivat'ın ince atışmalarını, unutulan
orta oyununu, 70-80'li yılların buhranları
arasında halkın bir nebze olsun gülümsemesini
sağlayan sinema tarihimizin en iyi oyuncularının
sunduklarını ihtiva eden sermayemize
katabiliyoruz.
“Kanaatkâr olamayıp ekmek derdinden
kafanın malûm yerlerini sıyırmış bir garibin
pantolonunun indirilmesine, bilmem neresinden
bir nev'i gaz çıkaran adamın yüz ifadesine, İslami
değerlerin ayaklar altına alındığı bir takım
sinema ve tiyatro eserlerine gülüyoruz, Ya
Hazreti Mevlana!” desek, acep hazretleri der mi;
“ne olursan ol, yine gel” diye? Mü'minlerin
birbirlerine tebessüm etmelerini sadaka addeden
bir dinin mensupları olarak, Tekirdağ'ın eski ve
yeni tüm rakılarını kafaya dikmiş adamın gece
yarısı kahkahalarıyla mahalleyi inletmesi gibi
güldüğümüzü, mahalleliyi kale almadığımızı
söylesek, yine der mi acep Mevlana Hazretleri;
“yüz kere tevbeni bozmuş olsan da yine gel”
diye?
Söylediklerimiz söylenenin tekrarından
başka bir şey değildir. Demiyoruz ki;
gülmeyelim, mizah ile iştigal etmeyelim. Neye
güldüğümüze ve nasıl güldüğümüze ehemmiyet
verelim. Ehemmiyet verdiğimiz bu hususların
Allah(c.c.) ve halifeleri olarak gördüğü insanlar
ile yakınlaşmamızın, muhabbetimizin Bâki
uğruna daim olmasına vesile olmasının
müsebbipleri olmasına gayret sarf edelim.
Mevlana Hazretleri'nden ayrıldıktan,
zihnim karman çorman bir şekilde gezindikten
sonra zikrettiğim hususlar üzerinde bir kanaate
varmış idim, böylece. Tam olarak hatırlamamakla
beraber yine, başka bir günün yine dünü veya
ertesi olduğundan emin olduğum günlerin birinde
bu sefer de Üstat'a rastladım. Necip Fazıl'a… Çok
sevdiğim dizinin yeni bir bölümü başlıyordu,
sanki. Yine, yeni bir söz duyuyordum. Genellikle
Marmara Denizi'nde bulunan çarpan balığının
insanı çarpması gibi çarpıldığım bir sözdü. Din ve
akılcılık arasındaki farkı nokta vuruşu ile tespit
etmişti, Üstat.
“Gözüm, aklım, fikrim var deme hepsini
öldür
Sana çöl gibi gelen, "O" göl diyorsa
göldür.”
Rabbim nasip ederse ve editör de bu
yazımdan sonra bana Şehrengiz'de yer verirse (ki
sanmıyorum) bu söz üzerinde de diğer sayıda
durmaya gayret edeyim, inşallah. Bakalım daha
kimlerle nerede rastlaşacağız. Kısmet…
Mütebessim kalabilmek ümidiyle…
ı
c
ı
k
a
Y
e
r
Em
SON SIR DA DÜŞTÜ
Ahmet Hamza
Şahinbey
Kırılsın son nefes çıkmadan bir çengel gibi boğazımdan
Kurusun ve takılsın mermer soğukluğunda
Meçhul inleyişlerle tazelensin sabrımız
Bugün de sabahı görmek nasip olur mu bilmem lakin
Ağır aksak da olsa bitmeye yüz tutsun yaşadığımız
Her an yeniden başlayan bir perişanlık bu
Ne kadar sürer bilinmez bu ulvi temaşa
Galip gelmesin felek tufan temizlemesin. Şafakta
Biraz da olsa kalsın güneş, kararmasın mezarımız
Kaburgamızda bir ölüm canlanmasın. Yaşamalıyız.
Son fasıl dedik ağladık, arklardan gelip geçti tuzlu sel
Vefasızı hayal ettik, yine hüsran ezdi bizi
Varoş doğmuş bir aşkın çıkmaz sokaklarında yapayalnız
Rutubetlenmiş duvarlar gibi dökülüyordu gözlerimiz
Eşip saklamadık da kıtmir gibi bir yerlere huzuru
Zannederdik ki bedel ödemeden de üstümüzedir rahmet
Hangi ağır ıstırapla pişman olsak da fayda etmez şimdi
Çıldırtmayan kışı ne edelim, dizimize vurmayan yağmuru ki vursun
Ve anılsın ismimizden göveren zaman yangınları
Bulutlu bir kışın sağanak akşamında sırrımıza sarılalım
Gözlerimizi kanatsak da beş vakit çıkmaz kirleri
Cesaret de bulamadık gitmeye dair, nice fırsat küflendi
Kaç ağıt yuttu, hala işleyen bulanık bir girdap bu
Kanlı bir sükûn yani ansızın ısırır dilimi
Ve cereyana tutulmuş bir korku gibi titriyorum şimdi
MENKIBE
Ölüm, aşk, sevda ve hüzün
Mayın dolu hisler ağzımda tütün
Huzur sana, bana taş sana yün
Gelme üzerime gece ve üçler
“sadece bir geceye mahsustur”
Bu gece hüzünlü, saat sekiz on iki
İçimde bir sızı, eskilerin izi
Ve sen kısık gözlüm es geçemem seni
Hüznüme randevun var masan bekler
Geceye ilerlerken zaman ve dönemeç
Beni de al götür bilmediğim, vazgeç
Ruhumu sar sadece, bedenimi ez geç
Bu gece uzun dayanmaz bu yürek tekler
Hüzün sürat yapıyor ciğerlerimde
İhlal ediyor tüm duygu yasalarımı ve
Ve diye biten bir mısra kafiye
Zaman gidiyor gözlerim geceyi zor seçer
Bende değilim ben, insin kapaklar
Mevsim atsın dökülsün yapraklar
Ötelerden bugüne seslenenler var
Kalanlar bihaber, geri gelmez gidenler
Hüzünle başlayan gecem muhtel
Bırak öyle kalsın dokunma el
Buruşuk bir nazar, birkaç beyaz tel
Ne bir iz ne de nam, kimsesiz göçer
Gecenin sihrinde, hüznün elinde
Yoruldu bana ayrılan vakit testide
Gitme vakti şair, yine bir şiir bitiminde
Bir iz, bir nam, haberdar olsun bizden
Bizden sonra gelenler…
BU, BİR ÖZRÜN PROVASIDIR
Filistin anısına..
Göğüne güneş değmeyen bir kentin serin
hüznüne verdim kendimi. Her taraf ölüm
içinde… Bahçelerden ölüm saçılıyor
sokaklara, taze yemiş yerine. Taze ölüm
kokuyor yeryüzü. Her dönemeç bir hüsran
yortusu, her kelime aczin başörtüsü…
Bu bir özrün provasıdır...
Gözlerinde kurşunlar büyüten çocuk!
Kinim kendimedir, susuşum sana. Bir
efkârı düğümleyen ahvalinle düştün
kalabalık caddelerin işlek yalnızlığına.
Herkesin her yerde olduğu (öldüğü) bir
vakitte oradaydın. Gözlerinden kan
damlıyordu senin. Bedenin esir edilmişti
zulme. En çok kırmızı vardı üstünde o gün.
Beyazın kalmamıştı kana boyanacak..
İntizar yüklü bir türkünün nakaratıydı
dilindeki feryatlar. Hangi esrik nota hangi
kutsal ezgi tamamlar ki bakışından artan
gözyaşlarını. Eksik kalır lügatler ve sayfası
düğümlenir. “Ahh keşke!” yerine “İyi ki!”
diyebilseydim. Kelimelerce yol olup
düşebilseydim önüne, bu kadar
çoğalmazdı adın. Bir heceden akıp
giderdin...
Şimdi; kaç ağıt biriktirsem içimde sesine
ulaşmayacak nefesim bilirim.
Sözlerden ırak düşünce, halin keyfin
yerinde sandım. Gözüm görmeyince,
gönlüm katlandı çocuk(!) Oysa ne çok
biriktirip de yitirdin çocuk kahkahalarını
cebinde sen. Ertelenmiş sevinçlerinle umut
ördün gökyüzüne. Örselenmiş hayallere
tutunma çaban vardı senin. Mücadelen
görünmez adsız bir zaferdi. Bir günlük
hırsların peşinde koştuğumuzu fark
ettiğimde anladım davan(m)ın kutsal
meşalesinin neden hiç sönmediğini. Çocuk
kadardı yaşın ama zaman kadar eskiydi
adın.
Gönül hanesinden satırlar arasına sızan
kadar değildi elbet Filistin ve çocuklarının
haykıran bakışları. Firakını yitirmiş
gönüllerde bir yangındı Filistin. Kan revan
sözünün kendisine biçildiği kalplerin
başkenti...
Ve;
gözleri bulutlu çocuk!
Şimdi bayrağın(m)a sardım utancımı
sırtımda taşıyorum. Affet beni!...
SAĞLIKLI BİR RUH İÇİN BEYİN KANAMASI
Ali Cançelik
dinmeyen acılarını anlatırken “karanlık
düşünceleri benliğimde toplayarak inliyorum.
(…) Üzerine ölümü hak etmediğim hiçbir
düşünce yoktur. (…) Her şey karanlığın
kucağında dinleniyor. Yalnız ben geceleyin
kederimin başında uyanık duruyorum ve yere
uzanmış, sanki kendimi tüketiyorum.”(4) diyor.
“Beyni kanayan tek kişi yok” N. Fazıl
Dünyaya gelmiş insanların çok azı düşünmüş;
çok azı soru sormuş ve çok azı cevap bulmuştur.
Egzistansiyalist kabul edilen Danimarkalı Sören
Kierkegaard, var oluş gerçeğinin
anlatılamayacağını ve bu realiteye ait
kavramları tarif etmekten kaçınmanın bir hüner
olduğunu savunmuştur.(1) Ayrıca, Vincent Van
Gogh gibi herhangi bir sisteme yapışmaktan ya
da kendini bağlı duyumsamaktan çok uzak
durmuştur.(2)
Allah'ın Maşrık'ta ve Mağrıb' ta nice kulları var
ki, iklimler değiştikçe değişen isimlerdir onlar.
Toprak yalnız kendinde yazılanı kutsar. Neden?
Oysa samimi ıstırap çeken isimler var. Hayatları
boyunca hep arayış halindeler. Onların vardığı
yeri bir yana bırakıp, ıstıraplarına eğilmek 'ev
ödevi'miz kabul edilmelidir.
Bizde “Çile, ıstırap, fikir…” anlamını
kaybedeli, başka toprakta neşv ü nema
bulmuşsa, sadece din-dil-ırk-coğrafya
farklarından dolayı bu, “hakkı inkâr” hastalığına
düşmemek gerekir. Hatta “O kullarım ki, onlar
sözü dinlerler, sonra da en güzeline uyarlar. İşte
onlar, Allah'ın kendilerine hidayet verdiği
kimselerdir. İşte temiz akıllılar da onlardır.”(3)
uyarısını hatırlamak gerekir.
Dışımızdakilerin(!) ıstıraplarını, çıkmazlarını
'idrak' gayreti, kendi aydınlığımızın yolunu
açacaktır. Mikelanj'ın, Russo'nun, Byron'un ve
daha nicelerinin derin ve elemli sıkıntılarına
hissimizi çevirmemiz ilim ve irfanımıza halel
getirmeyecektir. Mikelanj sebepsiz ve
Bende “şeyhini bulamayan derviş” intibaını
uyandıran Kierkegaard, kendini 'ıztırap'ı
anlamaya adamış ve “İbrahim'in ıstırabını
anlayamadığını; yalnız hayret edebildiğini”
i t i r a f e t m i ş d ü ş ü n ü r d ü r. “ K o r k u v e
Titreme”sinde hayret/anlama emeliyle, tayy-ı
zaman ederek, İbrahim (Efendimiz) ile bir eşek
üzerinde, ağır aksak adımlarla Moriah dağına
doğru üç günlük sehayat eder. Ateş yakmak için
odun keser, İshak'ı bağlar ve bıçağını keskinler.
Aklında daima İshak(5) vardır.(6)
Kierkegaard Bugüne dönüştürülemeyen bir
geçmişi hatırlamaya değer bulmaz.
“İbrahim' in hikâyesini kalpten bilen, sözcük
sözcük ezberleyen sayısız kuşaklar vardı. Bu
bilgi kaç tanesini uykusuz bıraktı?”(7) sorusu
önemlidir.
“Istırabı idrak” vazifemiz olmalı, çünkü
“ıstırap, harfsiz, sözsüz ve sessiz konuşabilen
kalbin dilidir. Onun diliyle, canlılarla, cansız
varlıklarla, mazi ve mekânla, sonsuzlukla
konuşabilenler vardır ve onun belâgati bizim
zahir dilimizi sonsuz bir şekilde geçmektedir.
İnsanı insan yapan kahramanca karşılanmış
ıstıraplardır.”(8) der Merhum Nurettin Topçu.
(Allah'ın rahmeti üzerine olsun.)
.......................................................................
1) Topçu Nurettin, Varoluş Felsefesi-Hareket
Felsefesi, Dergah Yay.,İstanbul 1999, s.28.
2) Van Gogh Vincent, Theo'ya Mektuplar, Ada
Yay., Nisan 1985, s.79.
3) Elmalılı Hamdi Yazır, Kur'an-ı Kerim ve
Yüce Meali,Huzur Yay., Zümer-18
4) Topçu Nurettin, İradenin Davası, Dergah
Yay., İstanbul 2004, s.104.
5) Moriah Dağı' ve 'İshak' kitapta geçtiği
şeklinde alınmıştır.
6) Kierkegaard Sören, Korku ve Titrme, Anka
Yayınları, İstanbul 2002, s.97.
7) Kierkegaard, s.70-72.
8) Topçu Nurettin, Var Olmak, Dergah Yay.,
İstanbul 2005. s.79.
kelimelerim şairin kalbine zarar
Abdulsamet Kılınç
Gör işte. Vuruldum yine bu gece çatına inmiş
kuşlar üşüdü. Yüreğim sarsıntılı bir aşkın ilk
girizgâhında. Sitem, bin yüklü kervan iner
suyuma. Göç ey karanlık, içime vaveyla
düşürmüş tomurcuklar bir bahar depreminde
taksimlerini söyletiyor. Hani çocuklar apansız
oyun zamanlarında düşürdükleri misketleriyle
kaldırır ya gözlerini uçurtmalara… İşte bir
feryadın ilk senaryosudur bu. Ölümler inerken
şehre, çocuklar vuruşmalarda kalpten bir söz
düşürür şairin kalbine.
Vecibeli bir yol söyle bana. Kelimelerim şairin
kalbine zarar. Vermesin seni güneş, ben seni
güneşten çalan bir bakışım. Rüzgârlarda kokunu
içime çeken bir deli, kalbine değen çarpıntı ve
siyahın gazelinde sönmez bir şafak. Kesilirken
ellerim sayfa aralarında bana mürekkep kondur,
yüreğim islenmiş bir duvarın en bedbaht hali.
Göster yüzünü aydınlansın bahar. Bahar insin
kuşatılmış kervanlarımın üzerine.
Bil. Bu bir hasret ifadesidir. Yani mecnun
güzellemelerinde elimin ''elim'' kelimelerde
dolanıp içimi döküp sayfaya, kurmaca
yalanlardan sıyrılıp sana en gerçek halimle, en
sade tarafımla uyanışımdır. Sen de ki bana,
nerden başladı bu türkü, ben sana hicaz olup
çekeyim çöllerin sahralarını. Sen de ki hasret bir
aşkçıl mevsimin girizgâhıdır ben sana tarihimi
dereyim. Anlatayım bin mevsimli kırağının
içerime düşürdüğü zemheriyi.
Yeniden sen. Yani ezberimi bozan duruşunda
beklettiğim onca zamanların sana gelişimdeki
tasvir. Aç kapılarını geldiğim gün senin baharını
ilan ettiğim gündür. Aç kapını sana geldiğim gün
tüm zamanların en bitimsiz kıyamında bir duanın
kabulüdür. Aç kapını, bu geliş mecnunun
Leyla'sına geldiği haldir.
Bir hasret pullu sayfa dökülür önüme. Sana
adarım tüm cümlelerin sevincini. İçerime düşen
cemrelere inat yeniden bahar, yeniden tomurcuk
yeniden kan gülleri adadığım bu gecede, ilan
ediyorum şahsımdaki karanlıkların aydınlanan
taraflarını. Şimdi seç ve ispat et. Kalbime değen
bakışın hangi düşten uyanmak olduğunu. Ben
sana akan çağlayanım. İçin doludizgin akarken
sana, sana mevsimlerin derinliğinden derdiğim
serinliğimle, ateş topluyorum aşkına. Artın diye.
Sevdiğim… Yeniden, bitimsizce atıldım
uykusuzluğuma. Artık zamanın değerini ''sen
mihengine'' vurup değerlendiriyorum. Sensiz bir
an en atılası kötülüğümdür. Damarlarımda
şahlanan haline selam ver. Sahiplen. Açılan en
güzel yaranın hatırına biraz bakış fırlat
ırağımdan. Sana geldim. Senin… Senin olmaya
geldim…
Aşktır bu. Tüm cümleleri yerinden eden ve
kalbimi bir sağanakta boydan boya ''sana''
boyayan adımlarda yolu kesip sana çeviren bir
ifadedir bu. Hangi tarafını döküp ortaya bir ''sen''
çıkartmalıyım şimdi. Bilemedim. Bilmiyorum.
Bilirsem şayet o zaman hasretin alevi yakıp tüm
benliğimi sana benzeyen bir hal olmuşumdur.
Kovma yüreğinden. Sakla beni… Isıt. Kucak
açalım baharların en sevinçli yanlarına.
Korkularımızdan aşk kadar emin olalım. Yok
edelim ıslaklığını gecenin, yakalım yıldızları. O
zaman anlayalım ellerinde uçurtmalarla
çocukların, ağız dolusu kahkahalarıyla neden
semaya baktıklarını.
P
KineTSaU
E
M
ç
a
r
M
a
m
s
E
Selam olsun en değerliye.. Bugün
cümlelerime sen katıp kavurmak istedim!
Mektubun ucunu yakıp küllendirmek, senden
geriye ve benden ilerisi için bir hatıra
diledim! Siyah beyaz resimler gibi satırlarımı
nostalji aşklara boğmak biraz da… Her şeyi
bir kenara bırakıp bugün son kez seni
düşünmek istedim...
Düşümde gözlerimden aşağı düşmesine izin
veremediğim şımarık zade var, olması
gereken ama kabul buyrulmayan bir dua...
Sarstığım tüm beşiklerdeki bebekler
büyüyünce başıma üşüştüler senin dilinden
ninni söyleyişlerimin kalıntısı... Gönlümün
yaşlanmış olduğunu tahmin etmeyi
denemediler bile... Gönlüm ki seni severken
yaşlanmıştı, yar dediğin aslında yar değildi...
Tek taraflı bir sevginin başucundayım,
gözlerinden düşerken geceleri de mi
tembihledin... Ben bırakıyorum geceler
koynunuzu açın onun saçlarının teline zarar
gelmesin sahi der miydin beni düşünür
müydün bir kez olsun iyiliğimi... Susayan
kelamlarına hasret iken bir sonun yol
kıvrımında manevra atar oldu sözlerim...
Kalbimin seçtiği harfler hazan estiriyordu
yüreğime satırlarda sen olmalısın dedim,
gözlerim yaşlı(lık) işte kabahat bende yar
seni haddinden fazla sevdim...
Bulutlara haber salmıştım oysaki rahmet
bildiğim yağmur damlaları yüzüme akarken
dua etmiştim... Geleceğini sanmıştım...
Ağlarken sevinen bir kul ben miyim ya
Rabbim; ağlarken o'nun sevdasını bildiğim
için... Ayrılırken sözlerini kendime zırh
ettiğim... Rabbim O kulun bir tane... Bu
sevgili Hazretlerinin hürmetine beni ona
bağ(ış)la... Kalbimin derinliklerindeki aşkı
sökme, bendim yanan yanamasa da...
Üşüyorum Habibim... Halet-i ruhiyem ne
halde bilmiyorum, karmakarışığım içerimde
kayboluyorum... Demiştin ya giderken yar
ben bu hengâmeden düzlüğe nasıl çıkarım...
Seni bilmiyorum ama o hengâmeye beni de
sürükledin...
Şimdi söyle halimin gözcüsü; ben bu
hengâmeden düzlüğe nasıl çıkarım! Hangi el
tutar gözlerimden... Hangi sebebim fırsat
kollar yola düşmeye... Hangi çamur bırakır
bu günahkârı çekene dek toprağın içine...
Şimdi sen yine suskunlardasın bir garip serçe
gibi, bense yine bülbül gibi şakıyorum
susaraktan... Susuşlarımın her biri bir
cümleye bedel bilirsin, ağlayışlara
haykırışlara gebe fişekler atıyorum gök
kubbeye şahit ruhdaşım sahi sen bilmiyorsun
sen gittin bir yel estirdi Rabbim, beni benden
iyi bilen bir dost eli dokundu omzuma..
Ben bile benden öteye gitmeye korkar iken,
yaşadıklarımı sundu dilim feryad-i figan
ederken.. Ben şimdi firakın eşiklerinde yatıp
kalkıyorum her sızışımda sağımda bir can
beliriyor, kalk üşüyeceksin diyip koluma
giren..
İşte böyle bir zamanın bekçiliğini üstlendim
Şımarıkzade.. Sözlerimin yangınında kendini
bulabilir misin bilmem ama ben bu hayatta
bir hu diyişim ile kapıldım senin rüzgârına
hem de hiçbir zaman benden ileriye
gitmeyecek bir rüzgâra! Tek kişilik bir
sevdanın diliminde sana bunları yazıyorum
ve söz kendime.. Her gün biraz daha seni
seveceğim lakin yaşamayacağım bu kaderi
affet.. Affet sözlerini yüreğime bedenini
Toprağa defnettiğim yar!
OKUMAYI YAŞAMAKLA
ZENGİNLEŞTİRMEK LAZIM
Hazırlayan:Bilal Can
1-Türkçeye 'yazın' olarak geçirilmiş, yedi
sanattan biri olan edebiyatı nasıl anlıyoruz
veya nasıl anlamamız gerekir? Edebiyat,
varmak istenilen hangi amacın aracıdır?
Hayatın nesidir edebiyat ve nasıl yapılır?
Çok mu zordur bunu yapmak?
insan yapan, hayatı anlamlı kılan “her şey”dir.
Varoluşu anlamlandırmak, kendimizi, insanı
ve hayatı tanımak şeklinde özetlenebilecek bir
süreçte edebiyat bize çok büyük imkânlar
sunar. Bu noktada hayatın asıl rengine
dönüşür. Varlığın esrarı edebiyatla görünürlük
ve anlaşılırlık kazanır. Bunu yapmak ise emek
ister, zordur ama imkânsız değildir.
İnsan, dünya görüşünden bağımsız bir varlık
değildir. Öyle olduğunu düşündüğünde ise
onun bir “kutsal”ı kalmaz zaten. Durum böyle
olunca edebiyat anlayışımızı da dünya
görüşümüz şekillendiriyor demektir. Buna
göre edebiyatı dünya görüşümüze bağlı olarak
vücut bulan bir faaliyet olarak görmek
durumundayız.
2-Tabiatın dilini çözmeli ve hayatın şiirini
yazmalıydık diyorsunuz... Hayatın şiirini
yazmanın yolu tabiatın dilinizi çözmekten
geçiyorsa, şiirin hayatı nereden geçiyor?
Kaynağı nedir şiirin?
Şairin kalbine
zembille mi iniyor şiirler.
Söz, basit bir tanımlama ile “anlatma ve
anlama” vasıtasıdır. Öyle olunca da bu temel
fonksiyonuna göre onunla bir şeyler yapabilir
ve ondan bir şeyler bekleyebiliriz. Bu
bağlamda edebiyatın malzemesi söz(kelime)
olduğuna göre, edebiyat öncelikle sözü “etkili
ve güzel” kullanma becerisini öğrenme
noktasında öncelikle kendisi bir amaçtır.
Fakat hadise burada biterse “sözperest”
oluruz sadece. Söz ehli olmayı öğrenebilenler,
edebiyatı bu defa daha “yüksek değerler” için
bir “araç” hükmünde kullanmak
durumundadırlar. Bu yüksek değer ise, insanı
Tabiat da yaratılmış her varlık gibi bir “âyet”
hükmündedir. Üstelik bozulmamış yani saf
gerçekliktir. Dünya görüşümüzde hayat-tabiat
ikilemi, çelişkisi yoktur. Her şey “bir” olanın
etrafında döner. İkilem, çelişki var deniliyorsa
bu bizim ortaya çıkardığımız bir sorundur. Bu
sorunu aşabilmek için, “Yaratılmışı
Yaratandan ötürü” sevebilecek bir gönle sahip
olmak ve vahdet(birlik) bilincine ulaşmak
gerekir. Biz böyle bir gönle ve bilince sahip
olursak evet rahatlıkla diyebilirim ki ilham
çiçekleri kalbin bahçesinde açar. Burada bir
tezat varmış gibi görünebilir.
Bu durumda şunu söyleyebilirim. Şiiri
oluşturan duygu, konu vb. bazen dıştan içe,
bazen de içten dışa doğru yapılan yolculukların
sonucunda yeşerir. Yani kimi zaman bir
karanfile bakıp ağlarsınız.
Kimi zaman
içinizdeki hassasiyet, başka gözlerin görmediği
o karanfili görmenizi sağlar. Sözün kısası, şiir
kalbin dilidir. Bu yüzden ilham, lirizm çok
önemlidir şiirde. Bu da şairin tabiatla kurduğu
içsel bağla sağlanabilir ancak.
3-Fıtratını şiirle bezeyen kişinin kaç hezimet
görmesi, kaç zaman geçirmesi gerektir
künyesine “şair” yazılabilmesi için? Şairlik
makamına geçiş sürecinde olmazsa olmazlar
nelerdir?
Şiir, çile elbisesini giymeyi göze almayı
gerektirir. Klasik bir mazmun olarak
kullandığımız mum-pervane
örneğinde olduğu gibi yanmadan
olmaz. Yanınca bu “yokluk” olur
mu? Evet, zahirde yokluktur. Ama
yokluk elbisesini giymeyen varlık
kapısının önünde duramaz. Şaire
yazıldıysa adımız şair oluruz ama bu
süreçte yol haramilerine dikkat
etmek lazım. En önemlisi de
dünyaperestliktir. En büyük tehlike
odur. Hedefimiz dünya ise şiiri de
bir varoluşsal mesele olarak
anlamaz ve onu dünyevi kaygıların aracı
yaparız.
Alkışlara tutunur, şan şöhret
elbiselerini giyerek mutlu olabiliriz ancak.
Bunlar, şairin yol haramileridir işte. Bu
tuzaklardan emin olarak bu yolculuğu
sürdürmek gerekir.
4- “Ellerimde bir demet karanfil” adlı
şiiriniz Selçuk Küpçük tarafından
bestelendi… Şiirin müziğe yakınlığı nedir?
Şiir midir müziği doğuran yoksa müzik
midir şiiri yaşatan? Neden şiirleşen şarkılar/
şarkılaşan şiirler vardır? Bu paradoks şairin
elinde midir? Tümden gelimden tüme varım
haline mi dönüşüyor yoksa bestekârın
dilinde bir ısırgan gibi belirirken şair ile
bestekâr aynı rüyada mı birleşiyor?
Şirinin bir kendi içsel müziği vardır ve bu
sayede insan gönlünde bir karşılık bulur. Bu
bakımdan şiirle müzik iç içe olgulardır. Şiir,
güçlü değilse müzik onu yaşatamaz. Yani
burada asıl olan şiirin gücüdür. Buradan müziği
küçümsediğimiz anlamı çıkarılmamalı… İyi
bir besteci, şiirdeki müzikal zenginliği
duyumsar ve onu daha da güçlü hale getirebilir.
5-“günümüz şairleri meselesizdir. Suya
sabuna dokunmazlar. Kudüs ve Filistin
dramı onları ırgalamaz bile. Oysa bu
yüzyılın en dramatik ve acı durumu
insanlığın gözleri önünde yaşanıyor. “Bu,
insanlıktan çok, şairleri ilgilendirmeli.”
diyor Ali Haydar Haksal. Siz bu konu
hakkında ne düşünüyorsunuz? Şairin kendi
yüreğinden başka yüreklere âyinelik
yapması ne ile mümkün olur? Ahmet Arif'in
işaret ettiği “namus işçisi, yürek işçisi” şair
nasıl olunur?
Şiir, mutlu zamanların ürünü
değildir; çünkü hayatta
sevinçlerden çok acılar vardır. Bu
da doğaldır; çünkü hayat bir
imtihandır. Şair, duyarlık gücünün
daha güçlü olması sebebiyle bu
acıları daha derinden duyar,
duymalıdır. Ama siz, şiiri, sanatı
sadece kendinden ibaret bir olgu
olarak görür, dünya görüşünüzden,
insandan ve hayatta bağımsız bir olgu olarak ele
alırsanız bu acıları hissetmez, dolayısıyla
anlatmazsınız.
Şeytan, sizi iğfal eder. Kelimelerin kısır
döngüsü içinde sıkışıp kalırsınız. Şair, bütün
insanlığın vicdanı olmak durumundadır.
6-“…gerek resmî baskılar ve kültürü,
edebiyatı da farklı bir dünya görüşüne göre
biçimlendirme çabaları ve buna bağlı olarak
çeviri kültürün kapılarını sonuna kadar
açma, gerekse gelenek birikimine sırt
çevirme şiirimizi de sokmuştur.” diyorsunuz
gelenekten geleceğe şiirimizi tahlil ederken.
Geleneğin şiirde boy göstermesi günümüz
edebiyatçılarının ne kadar umurundadır?
Gelenek şiire nasıl bir renk, nasıl bir
zenginlik katar? Modern şiirde bunun
öncülüğünü yapan isimler var mıdır?
Gelenek, yaşanmışı, tecrübe edilmişi ifade eder.
Gelenekten bugüne ulaşan, onun hayatiyetini
yitirmemiş taraflarıdır. Çağdaş sanatçı, kendini
bu halkaya eklemlemek, geleneğin dünyasında
çağının hayatını yaşamak ve yazdıklarını da
ona göre şekillendirmek durumundadır. Zira,
kökü olmayan ağaç çiçek, açmaz, meyve
vermez. Bu ülkede gelenek düşmanlığının
ardında din karşıtlığı fikri yatar. Çünkü
geleneğimizi şekillendiren en önemli unsur
dindir. Ama geleneğin ölü tarafları elbette bizim
benimseyebileceğimiz bir husus olamaz. Bu
yüzden gelenekten beslenmekle gelenekçi
olmak ayrı şeyleridir. Yine, gelenekten
beslenmeyi bir şekil meselesi olarak
düşünmemek lazım. Geleneğin yaşayan ve bizi
zenginleştiren canlı damarı özüdür. Bu anlamda
modern şiirde bunun öncülüğünü yapan en
önemli isim bana göre Sezai Karakoç'tur.
7-“dünle beraber gitti cancağızım/ ne kadar
söz varsa düne ait, şimdi yeni şeyler
söylemek lazım” diyor Mevlana Celaleddin.
Yeni şeyler söylemekten murat nedir sizce?
Yıllardır derinliğine inilmeyen, üzerine
konuşulmamış hiçbir kelime, hiçbir duygu
kalmamışken söylenecek yeni şey nedir, nasıl
söylenecektir?
Her insan, ayrı bir dünyadır. Cenab-ı Hak,
hepimizi ayrı bir şahsiyet olarak yaratmıştır. Bu
farklılıktan, özgünlükten dolayı, aynı konular
etrafında yazsak bile, bu yazılanlara Yaradılış'ın
getirdiği farklılıktan dolayı farklı anlatımlar söz
konusu olur, olmalıdır. Bu da zamanın idrakine
sahip olmayı gerektirir. Asıl çağdaşlık budur.
Yaşadığımız zamanı iyi kavramak ve ona uygun
bir dil geliştirmek gerekir. Dünyada bir
saniyelik bile aynı kalış söz konusu değildir.
Sürekli yenilenme, sürekli oluş vardır. Şiir de
buna göre olmalı, şair de dilini buna göre
ayarlamalıdır.
8-Özüyle arası açılan bir gençlikle karşı
karşıyayız. Değişen ve değiştikçe “öteki”
olan gençliğe bakışınız nedir? Hayatımızı
istila eden ve bizi yordukça, hızıyla
kavurdukça güzelliğimizden bir şeyler
götüren bu zamanda genç olanın kendine
sahip çıkması ne ile mümkündür?
Dünyada öyle çok fazla değişen bir şey yok…
İnsan, aynı insan çünkü… Sadece “öteki”,
“beriki” kavramlarında samana, zemine göre
birinin yahut diğerinin ağırlığı, çokluğu söz
konusu olabilir. Ama ne olursa olsun, insan
insandır. Özüyle arası açılmışsa bunu
k a p a t m a n ı n m ü c a d e l e s i v e r i l e c e k t i r.
Peygamberler bunun için gelmedi mi? Öyleyse,
bir mücadele gerekmektedir. Çalışan
kazanacak, emek sahibi olan hak sahibi
olabilecektir. Umudu yitirmemek lazım. İnsan,
eninde sonunda özüne döner. Yeter ki, onu
özüne döndürecek sözler söyleyebilelim, işler
yapabilelim. Edebiyatın özellikle de şiirin bu
anlamda çok önemli bir imkân olduğunu
düşünüyorum. Yeter ki yazdıklarımız hakikat
merkezli, insan merkezli olsun.
9-Gençlerin yazma heveslerini nasıl
karşılıyorsunuz? Bir şiiri analiz ederken
öncelikleriniz nelerdir?
Gençleri izlemeye çalışıyorum. Çünkü bizden
sonra sözün sahibi onlar olacaktır. Her şeyin
metalaştığı bir dönemde onların yazı ile
ilgilenmeleri sevindirici bir durumdur. Bu
bakımdan kutlanacak bir uğraşı içindeler.
Fakat ortada bana göre bir problem vardır.
Gençler, doğaları gereği acelecidirler,
ürünlerinin bir an önce yayımlanması onların
en büyük arzusudur. Bu durum anlaşılır
olmakla birlikte, edebiyatın bir sabır,
olgunlaşma meselesi olduğun göz ardı
etmemek lazım. İşte bu noktada genç
yazarların/şairlerin gelenekle bağı daha bir
önem kazanıyor. Beslenme kaynaklarının neler
olduğu meselesi çok önemli… Bu noktalarda
ortada bir sorun görüyorum. Yazarlık önce iyi
bir okur olmayı gerektirir. Bu süreç sağlıklı
olarak işlememişse ortaya “erken doğum”lar
çıkar. Tabi böyle bir ürünün yaşama şansı hiç
yoktur. Bu başarısızlık, o genci bu defa agresif
yapmakta, sağa sola saldırtmaktadır. İşin ahlaki
ilkeleri aşınmaktadır bu süreçte.
Analiz meselesine gelince; bir
ağacın gölgesinde kalan hiçbir bitki
yeşerip büyüyemez. Büyüklerden
beslenmeye evet, taklide, onların
tarzı etrafında yazarak şahsiyet
bulmaya hayır. Büyüklere saygı
duyulmalı fakat onlar
putlaştırılmamalıdır. Bu, şahsiyeti
öldürür. Bu yüzden ben okuduğum
bir şiiri analiz ederken özgün
söyleyiş, dile şahsi tasarruf gibi
unsurları öncelikli olarak ele
almaya gayret ederim. O şiirde
başka bir şairin gölgesinin olup
olmadığına bakarım. Bir de yeniğin doğal bir
gelişim içinde olmasını önemserim.
Köksüzlük, yenilik değildir. Şiirde mısra
önemlidir. Mısra kurmayı beceremeyen, cümle
kurup şiir yazıyor, sözü yoğunlaştıramayıp
uzun metinler ortaya koyuyorsa, bir de bunu
neo-epik gibi “cafcaflı” bir etiketle sunuyorsa
buna gülünür sadece… Çünkü ortada şiir
yoktur.
10-Şair- yazar güruhuna ulaşmak, onlar
tarafından muhatap alınmak pek kolay
olmuyor. Yazdıklarımızın kaleme ehil olmuş
isimler tarafından okunup,
değerlendirilmesini istiyoruz ve bu
istediğimiz çoğu defa istek olmaktan öteye
geçemiyor. Sizce şair-yazar neden bu kadar
uzak durur?
Bahsettiğiniz türde şairler elbette vardır ve bu
camianın yüzkarasıdırlar. Yazdıkları/
söyledikleri onların nefislerini kabartmış ve
kendilerini başkalarından üstün görme
psikozuna yakalanmışlardır. Dolayısıyla
“küçük dağları kendilerinin yarattığını
sandıkları için” başkalarını küçük
görmektedirler. İnsanı değerli kılan, ahlakıdır.
Yazdıkları değil. Yazılanlar bu ahlakın bir
sonucu ise anlamlıdır. Yalnız gençlerin
yazdıklarının usta yazarlarca değerlendirilmesi
konusunda şunu söylemem gerekir. Gençler,
bunu beklememelidirler. Olgunluk süreçlerini
kendi içlerinde, kendilerinden önce yazılan
önemli örneklerle kıyaslayarak
tamamlamalıdırlar. Bu gün usta bir yazarın
kendine gelen yüzlerce şiiri tek tek okuyup
gençlere yol göstermesi pratikte de
mümkün olmaz. Öte yandan böyle
yapan biri kendi ürünlerini de
yazacak vakit bulamaz. Onların yol
göstericilikleri dolaylı olmalıdır.
Geçler onları okumalı, edebiyatın,
şiirin tekniğini, ustalığını bu
şekilde öğrenmeli, kendi
yazdıklarını buna göre bizzat
kedileri değerlendirmelidir. Zaten
ortaya kayda değer bir ürün
çıkmışsa bu bir yerlerde birilerinin
dikkatini çeker ve gerek okur gerek
eleştirmen düzeyinde bir karşılık
bulur.
11-Edebiyat dergilerinin editörlüğünü ya da
içerik sorumluluğunu yapan büyüklerimiz
isim yapmış, kendini ispatlamış kişilerle
yürümeyi tercih ediyorlar. Ve kimi zaman
“şiir”den çok uzak şeylere bakılıyor. Doğru
kapıları, doğru zamanda çalabilmek için ne
yapmamız gerekiyor?
Dergicilik, bir kadro işi olursa yürüyebiliyor.
Bunun örnekleri ortadadır. Bu bakımdan
editörlerin belli isimlerle yürümelerini
anlayışla karşılamak lazım. Fakat bu durum,
onlara bu isimlerin dışındaki isimlere kapıları
kapatma hakkını da vermemelidir. Genç
yazarlar/şairler mutlaka önemli görülmeli ve
belli bir düzeye ulaşmış ürünleri bu tür
dergilerde yer bulabilmelidir. Ama bunun
yapılmadığı da bir sorun olarak ortadadır. Yani
eleştirinize katılıyorum. Zaten ortada bu kadar
çok derginin olmasının bir sebebi de budur.
Açık kapı bulamayan kendi dergisi kendisi
kurma yoluna gidiyor. Bu, tabi ki edebiyatımız
adına sağlıklı bir gidişat değildir. Burada bir
genel sorun da çok etkili oluyor. Yazarlar/şairler
başkalarını okumaktan sanki “ar” ediyorlar. Bu
n e f s a n î b i r t u t u m d u r. H i ç b i r e m e k
küçümsenmeyi, yok saymayı hak etmez. Çünkü
onu yazan bir insandır.
12-Şiir, deneme, antoloji, inceleme, biyografi
ve çocuk kitapları yazdınız. Kitaplarınızda
kullandığınız elit dil ve konuların ne kadar
anlaşıldığını düşünüyorsunuz?
Kitabın
geniş bir kitleye hitap edebilmesi için neler
gereklidir?
Ben, dilde aşırı bir tutumun sahibi olduğum
düşünmüyorum. Son derece yalın bir dil
kullandığımı hemen herkes söyler. Esas olan
ağır, karmaşık, anlaşılmaz dil kullanmak değil,
yalın, anlaşılır ama iç zenginliği olan bir dil
kullanmaktır. Önümüzde Yunus Emre gibi bir
örnek var. Mesela Yunus'u okumadan ve dilini
de bu manada çözmeden şiir yazma gibi bir
cüretimiz olmamalıdır. Geniş kitleye hitap
meselesine gelince, edebiyat eseri doğası gereği
çok geniş kitlelere hitap etmez. Çünkü edebiyat
eserinin okuru olmak da bir olgunluk seviyesi
gerektirir.
13-Edebiyata meyilli gençlere yazarken
yaşamak, yaşarken yazmak, yazdıklarını
yaşamak, yaşadıklarını yazmak
noktasındaki tavsiyeleriniz nelerdir? İyi bir
yazıcı olmak, iyi bir okuyucu olmaktan mı
geçiyor? Sizin vazgeçilmez yazarlarınız
kimlerdir?
Evet, asıl mesele burada…. İyi bir okur olmak.
İyi yazarlarla sabahlamak akşamlamak…
Onların gizli dünyalarına nüfuz edebilmek…
Onları iyi yazar yapan sırları çözebilmek…
Okumayı yaşamakla da zenginleştirmek lazım.
Tabiatın dilini çözebilmenin önemli olduğunu
düşünüyorum. Yine yazar, hayata ve dünyaya
sırtını dönmemeli… Yazının malzemeleri
onlardadır çünkü… Vazgeçilmez yazarlarıma
gelince, bu konularda isim vermenin riskleri
olmasına rağmen hiç değilse bir bölümün adını
vermek isterim. Genel anlamda edebiyatımızın,
bölge ve dünya edebiyatımızın bütün önemli
isimleri elbette tanınmalı ve okunmalıdır. Bu,
pratikte neredeyse imkânsız olduğu için hiç
değilse ruh akrabalığı kurabildiklerimiz
derinliğine okunmalı… Benim
vazgeçilmezlerimden bazıları şunlardır: Yunus
Emre, Şeyh Galip, Mehmet Akif, Necip Fazıl,
Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu, Behçet
Necatigil, Ahmet Muhip Dranas, Ziya Osman
Saba, Rilke, Tolstoy, Muhammed İkbal, Sadi,
kendi kuşağımdan Arif Ay, benden sonraki
kuşaktan Adem Turan…
HAFAKAN
Bu gün bende bir hal var, bana bakmayın dostlar
Görünmez bir hançerle ta sinemden vurgunum
Ümitler beslediğim, bel bağladığım yıllar
Saçıma ak düşürdü, bu yaşımda yorgunum.
Çölde su arar gibi, ararım mutluluğu
Ben peşinden koştukça, o hep seraba döner
Yoklukta varlık görür, varlıkta da yokluğu
Gayrı dayanmaz yaşa, gözümün feri söner.
Gülerken ağlamayı öğretti bana hayat
Gözyaşıma yol olur, yanağımda gamzeler
Acılar sevincimi bilir bulunmaz fırsat
Ne zaman yüzüm gülse; bir dert başıma çöker.
Ah çekerken veririm, aldığım her nefesi
Her bela beni bulur, her dert bende kördüğüm
Gelir karşımda durur, her Allah'ın gecesi
Kâbuslar gerçek olur, hayal diye gördüğüm.
Köhnemiş düşünceler gelir bende dirilir
Cehennemi bir azap görür gözüme bakan
Bir tek fikir çilesi çeken bu derdi bilir
Halimin müsebbibi; ruhumdaki hafakan.
Recep Karaman
///Nefesimin koyu yalnızlığı aynadan yüzüme
çarpıyordu. Ilık baharlar yerini ayaz getiren
poyrazlara bırakmıştı. Canhıraş bir çığlık
tenimde patlamaya hazır bombaydı. Pimi ha
çekildi ha çekilecek… Saçlarımı sırattan
toplarcasına yanıyordum. Kıvılcımlar elenen
gözlerimden fırtınalar geçiyordu.///
Ki uzaktan bir sesle irkildi bedenim. Benzeyen
bir şeyler vardı bu seste. İçimin öksüz yanını
andırıyordu sesin sahibi. Gözleri bir o kadar
masum bir o kadar ürkekti uzaktan.
Kirpiklerinin yüzüne düşen gölgesi O'nun
yaratma sıfatının en güzel hallerinden
sayılırken; öyle masum duruşun, Yusufu
kıskandırabilir. Dikkat et!
Evet sen tanımadığım ten… Dikkat et ki yazıcı
meleklerin başını döndürmesin güzelliğin.
Cevher gibi parlayan, su gibi arındıran bir
susuştu dillendirdiğin. Dilin ki Mecnunun
pervasızlığını kıskandıracak kadar şaibesiz.
Havva'dan Adem'den bu yana yaratılmışların
ezberini bozuyor yüzün… Yaklaşma…
/Uzaktan öyle güzelsin ki…/
Kalbin örtülü dualarında ismin canlansa aşk
namaza duracak. Secde ağlayacak suretinden.
Toprağa hayat verip canlandıranın, sonra
yeryüzüne elçi diye gönderenin tasdikçisi
ellerin. Dikkat et! Küsüşün dağları devirebilir.
Sabahın nuru ayinesinden fışkırmış gibi duran
cisminden memnun musun ki sen?
Memnuniyetin gözlerinin sebep olduğu günah
kadar büyük olmasın.. O kadar olmasın ki
emanete hıyanetin cezası ağırdır. Ruhuna
vurulmuş damgadan sefir yağıyor yeryüzüne.
Dikkat et! Züleyha'dan bu yana kimse böylesi
sınanmadı. İffetine gölge düşürme ey sen!
/Susarken de öyle güzelsin ki…/
Kalbin şehrayininden akan her damla ter diye
düşüyor yüzüne bakınca. Ateşte yanmak da ne
ki başımı kaldırsam içine düşeceğim. Tut
ensemden başım düşmesin içine. İçimdeki
boşluk öylesi büyükken isminden şiirler
çıkartacak kadar küçülemem. Kimse bilmez ki
sis kokan bir eylülde defnettim beni.
Bulduklarımda kayboldum hep. Bulunma ey
sen! Saklan…
/Gayb iken öyle güzelsin ki…/
Namluya sürülmüş gülüşlerim var benim.
S/aklımda… Şimdi sen de düşün ey
tanımadığım. Kendine ne kadar kalacaksın?
Kendinde ne kadar kalacaksın? Güzelliğin bir
ahu gözlüye zebun mu olacak? Yoksa
bulunmayı mı umuyorsun?
Dikkat et!!!
.:: MERVE AYATA ::.
SAHABENİN SÖZ BİRLİĞİNE
VERDİĞİ ÖNEM VE TEFRİKA
Selam ve Rahmet tüm dostların üzerine olsun...
Gerek Peygamber efendimiz zamanında, gerekse
efendimizin ölümünden sonra, söz birliğinin önemi
büyüktü. Görüş ayrılığı efendimiz ve sahabenin en
çok çekindiği hadiselerden biriydi. Ebu Bekir (r.a)
Benisaide kabilesinin mahalle odasında yaptığı bir
konuşmada: “Müslümanlar için başlarına iki emir
tayin etmek caiz değildir. Zira böyle bir şey olursa,
birlikleri bozulmuş, anlaşmazlığa düşmüş ve dini
hükümleri görüş ayrılığında bulunmuş olurlar ki o
zaman sünnet terk edilir, bid'atlar ortaya çıkar ve
büyük bir fitne ve anarşi ortalığı kaplar. Böyle
olduğu zaman da hiç kimse durumu düzeltmeye
muktedir olamaz.” diyerek görüş ayrılığından
doğan anlaşmazlığın fenalığından duyduğu kaygıyı
anlatmıştır.
Ebu Bekir (r.a)'ın kaygısının özellikle günümüzde
ne denli haklı olduğunu şimdi daha iyi idrak
edebiliyoruz. Efendimiz (s.a.v) hayatta iken çok
fazla ayyuka çıkmayan bu durum özellikle
vefatından sonra gündeme gelmiştir. Selim b.
Ubeyd'in rivayetine göre Resulullah'ın vefatından
sonra ensardan bir adam:
- Bizden bir emir, sizden bir emir seçilsin, dedi.
Bunun üzerine Ömer (r.a):
- İki kılıç birden, bir kına sığabilir mi? diyerek,
seçilecek iki emirin düşeceği görüş ayrılığından
duyduğu korkuyu bu şekilde dile getirmiştir.
Söz birliğine dair birlik ve beraberliğin önemine
İbn-i Mesud şöyle değinmiştir: “Şunu iyi bilin ki
hoşunuza gitmeyen birlik ve beraberlik, hoşunuza
giden tefrika ve ayrılıktan daha iyidir.” Peygamber
Efendimiz(s.a.v) fikir alış verişinde bulunmanın
önemine birçok kez değinmiştir. Ömer(r.a)'in
rivayetine göre, Efendimiz(s.a.v), Bedir Savaşının
esirleri hakkında, Ebu Bekir, Ali ve Ömer(r.a)'e
danışmıştır. Ebu Bekir(r.a) fikrini Efendimize
aktardıktan sonra, Efendimiz bu kez Ömer(r.a)'e
dönüp onun görüşünü de almıştır. Ebu Bekir'in
görüşünü daha uygun bulan Nebi(s.a.v), bu fikir
doğrultusunda hareket etmiştir.
Peygamber Efendimizin vefatından sonraki ilk
dönem; sahabenin sözbirliğine, birlik ve
beraberliğe ihtiyacı olduğu en hassas dönemdir.
Bunun bilincindeki sahabe, içlerinden halifeliğe en
layık olan ismi seçmeleri hususunda söz birliğine
varmış ve Ebu Bekir(r.a)'e “Bizim en iyimiz
sensin.” diyerek bu ağır görevi vermişlerdir.
Erman
Çekiç
İçlerinde Ömer ve Osman(r.a) gibi önemli ve lider
özelliklere sahip olan zatların bulunduğu sahabe,
büyük çoğunlukla görüş birliğine vararak,
Peygamber Efendimizin bıraktığı kıymetli mirası
en iyi şekilde teslim almışlardır.
Biz Müslümanlar, Efendimiz (s.a.v)'in vefatından
hemen sonraki mübarek sahabenin nasıl bir tutum
sergilediğinden ve Efendimizin bıraktığı o yüce
mirasa nasıl gözleri gibi baktıklarından önemli
dersler çıkarmalı ve bunu derhal davranışlarımıza
aktarmalıyız. Biliyor ve inanıyoruz ki kurtuluş yolu
ancak Efendimiz(s.a.v)'in sünneti ile bulunup takip
edilebilir.
Cenab-ı Allah birlik ve beraberliğimiz konusunda
bizlere, birbirimize sımsıkı sarılmamızı, doğru
yolda bulunana yardım etmemizi, yanlış ve kötü
yoldaki mümin kardeşlerimizi de doğru yola teşvik
için elimizden ne geliyorsa yapmamızı emretmiştir.
Anlaşmazlık ve tefrika müminlere hiç bir yarar
sağlayamayacağı gibi gerek bu dünyada gerekse
ahirette hüsrana uğratacak önemli nedenlerdendir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v), Ebu Zerr'in
rivayetine göre bir hutbesinde: “Benden sonra gün
gelir ki devlet idaresi hükümdarlık olacaktır.O
zaman sizden kim başındaki kimseyi hor görüp ona
değer vermezlik ederse, boynundan İslam
boyunduruğunu çıkarmış olur ve açtığı deliği bir
daha kapatmadıkça kendisinden hiçbir zaman tövbe
kabul olunamaz. Bunu da ancak, hatasından dönüp
başlarında bulunan kimseye değer verenler
arasında yer almakla yapabilir.” buyurmuştur.
Ayrıca Efendimiz, üç hususta onlara boyun
eğmememizi emreder: İyiliği emretmemek,
kötülükten nehyetmemek ve dinin ahkâmını
göstermemek.
Efendimiz (s.a.v)'in sözlerinde açıkça bahsettiği
tefrikanın sakıncaları mübarek sahabenin zihninde
hep yer almış ve omuzlarına yüklenen bu yüce
kutsal mirası gerektiği gibi en nadide şekilde
taşımışlardır.
Sözümüzün sonunda Cenab-ı yüce Mevla'nın bir
ayetine gönül verelim:
“Şüphesiz ki Allah adaleti, iyiliği ve akrabaya
bakmayı emreder; kötü işleri, azgınlığı ve fenalığı
da yasak eder. O düşünüp tutasınız diye size öğüt
veriyor.”
(Nahl suresi 30.ayet)
Cenab-ı Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi
üzerinize olsun...
Güneş doğarken doğudan, umutlarım birden
uyanıverir… /Karlara isyan edip yeşeren bir
kardelen gibi… /Kendimi kaybettiğim yerde
bulurum kendimi /Seni bulduğum yerde
benliğimi yitirdiğim gibi…
…
Bir çoban kaval çalar, bir ozan türkü söyler
Şu aşığın gönlüne birer tercüman gibi…
Ucuz aşk pazarının sahte bülbüllerine bak!
Naylon güllere konmuş ötüşüp duruyorlar!
Sen ise edebine bürünmüşsün ve susuyorsun
Meryem gibi…
Aman gülüm aman! Ne olur sus! Bırak
masumiyetin konuşsun!
Bir rüzgâra fısılda rüzgâr konuşsun!
Yüreğini dinle yüreğin konuşsun!
Sevdamın adını 'sen' koydum bırak sevdam
konuşsun!.. /Bırak ben konuşayım! Yıldızlar
sırdaş bana yıldızlar konuşsun!..
…
Bırak acılar biriksin yüreğime, dağlarıma karlar
konsun! /Sen sus gülüm, sen sus! Senin yerine
güller konuşsun!
…
Bırak kâh alevlenen, kâh sönüp yokluğa
gömülen umutlarımla yaşayıp gideyim…
Varsın evimin damına baykuşlar konsun,
karalar bağlayayım… /Yeter ki sen üzülme ne
olur! senin yerine ben ağlayayım!.. /Sus ne olur
gülüm senin yerine ben konuşayım!.. /Ama
kelimeler kilitlenirken kalemimin ucunda bu
sancının yankılarını sana nasıl aktarayım?!..
Sedâm boğazımda düğümlenirken sana neyi
nasıl anlatayım?!.. /Gözlerime mahcûbiyet
perdeleri inmişken söylesene bana seni nasıl
göreyim?!.. /Bütün umut ışıklarını
söndürmüşken, umutsuz karanlıkta nasıl yol
bulup da sana geleyim?!..
…
Yine de sen sus gülüm! Bırak ben konuşayım!..
Sen üzülme gülüm hüzünlerini ben
yükleneyim!... /Gurbete şemsin gurûbu karışsın,
Geceye gömülen umutlarımın cenaze namazını
ben kıldırayım!..
….
Sen sus gülüm sen sus senin yerine güller
konuşsun /Ben dinleyeyim…
Ve sen üzülme senin yerine ben ağlayayım!..
ÂŞIKLAR
DENİZİ
II
Nebiye Arı
Âşıklar denizi sular altı mezarlığına siyah bir
hüzün bulutu uzanır…
Ölünce bedenimin hislerinden arınacağını
sanırdım, oysa deniz suyunun, bedenimden sıcak
oluşunu, bedenimdeki heyecan dalgalarını
hissedebiliyorum. Düşüncelerden kurtulacağıma
sevinirdim, ama hala karmaşık düşünce
nöbetlerinde savrulmaktayım.
Kimseyle karşılaşmamak için kulaç atmayı
bıraktım, hikâyelerden öteye sakin bir kıyıya
çekildim sessizlik arzusu ile. Ölmek 'ne hoş'
demek istiyorum, işte aradığım huzur! Kıvrılsam
ılık suyun üzerine, uyusam son güne değin
(Ölüler uyur mu ki!). Kıyamete dek beklesem
öylece…
Hayalimin önünü kesiyor bir kadın bedeni,
düşüyor dibine doğru suyun sakinliğine uyumsuz
bir hızla. Uzun sarı saçları ışıltılı bir güzellikle
savruluyor, bedeni gürültüyle dibe ulaştığında.
Yüzünde, bu düşüşe bir cevap ararcasına
gözlerimi gezdirdim. Gözlerim geriye aynı
meraklı hal ve boş bir bakış ile geldiler. Kadın
vebalıymışçasına uzaktan bakmakla yetinmek
istedim. Kalbim, insana dair bu duyarsızlığıma
sinirlenmiş, aklım ise bu tavrımı desteklemişti.
Genç kadın otuz yaşlarında gösteriyordu. Bedeni
hareketsiz, sürmeli boncuk misali gözleri belirli
bir noktaya sabitlenmiş gibiydi. Aniden doğrulup
ayağa kalktı, etrafına göz gezdirip beni görünce
hızlı adımlarla yaklaşmaya başladı. (Yumruk
haline gelmiş elinin içerisinde bir kâğıt parçası
görünüyordu) Gözlerimin derinine değdi
bakışları (siyah gözleri öfke ve hüzünle
kavruluyordu.) Elimi tutup avucumun içerisine
kâğıt parçasını usulca bıraktı. Katlanmış kâğıt
parçası epey yıpranmış görünüyordu, üzerindeki
leke ve parçalanmalara rağmen el yazısının
güzelliği kaybolmamıştı. Kâğıdı ve yazıyı
merakla incelemeye koyulmuştum ki; kadının
ağlamaklı tondaki sesiyle irkildim:
—Meraklı gözlerinin derdini dindirecek satırlar
işte buradalar. Şimdi beni huzurla baş başa bırak!
Rahatsız olmak istemezken, verdiğim
r a h a t s ı z l ı k l a y ü z ü m k ı z a r ı y o r, h ı z l a
uzaklaşıyorum. Bu denizin garipliğine karşın,
olayları normal görmeye başladığımı fark
ederek, anormal hale gelişimden huzursuz
oluyorum.
Bakışlarımı geriye çevirip kadına göz
gezdiriyorum (hâlâ kovulmaya doymamış bir
halde, istemsiz bir merakla). Genç kadın, bir
kayaya sırt üstü uzanarak kendini denizin
durağanlığına kaptırıyor.
Parıltılı bir karaltı olan kadını siyah bir inciye
benzetiyorum, sönük denizin renksizliğine
bulaşmış ışığı, yitiriyor parlaklığını.
“Alışırım gözlerimi kapamaya”* deyip de
hayallere dalmıştım, fakat kirpiklerim yenik
düştü duygularıma.
“Bu mektup senin için sevgili Şair! Sana yazmak zor,
belki de devrik cümlelerim oynaşacak dört bir yanında
kâğıdın. (Ama hepsi benden, birer duygu parçaları
sarkıttım kalbimden, cümle kalıbına sokup saldım
mektubumun köşelerine tutunsunlar diye.)
Sarışın güzelin hüzünleri gözlerine, mavi gözlü
kızın neşeli dudaklarına, Irak'ta cesaretine âşık
olduklarına, Filistin'de onuruna hayran kaldığına,
Türkiye'de duruşuna destek olduğun herkese
harikulade şiirler yazdın. Şiirlerini okumaya
doyamadım, belki de hiç okumamalıydım. Binlerce
hayranın var, kalem tutuşunu fotoğraflayan. Yüzlerce
hayranın var, tanışmak için sıra bekleyen. Sigara
dumanını bile paketlemeye hazır insanların olması
şaşırtıyor beni. Toplumsal, duygusal, insana dair ne
var ise, şiirlerinde süslü cümlelerle evrimini
tamamlıyor, okuyanları büyülüyordu.
Şair! Seni tanıyalı uzun zaman oldu; fakat sevgili
eşim, seni tanıyamamıştım. Aşka dair kurduğun
cümlelerin, gözlerimin görmesine mâni idi. Belki
başkasına aittir bu satırlar, diye düşünür buldum
kendimi bu aralar. Aşka dair böylesi süslü satırlar
yazan birinin, aşktan bihaber olacağını
düşünmezdim. Oysa sevgili eşim! 'Seni seviyorum'
cümlesini dahi duyamadığım kişi sendin. Şiirlerinde
severdin Belkıs'ı, Yasemin'i, Leyla'yı… Beni hiç
sevmediğin gibi… Aşkı anlatırdın uzun düşünce
nöbetlerinde; hasretin tatlı acısından, vuslatı
beklediğinden bahsederdin. Ben de vuslatı bekler
oldum, şiirleri yazan Şairle tanışmayı umdum bu
zamana kadar. Geceleyin denizde olmak gibi varlığını
tatmak, buğulu camdan ötesini görmeye çalışmak
gibi, yorucu.
Hissetmekse eğer şiir, neden duygusuzca yazar ki
Şair?
Senin gibi acımı süsleyip sunamam altın tabakta
belki, yapabileceğim ancak duygularımı basit
kelimelere dökmekten ibaret. Seni seviyorum sevgili
eşim, martının denize âşık oluşu gibi. Koca denizde bir
başıma bağırmaktayım, sesime karşılık veren bir ses
var mı? Hep aynı yankı: Bir Ses Var mı?
Ses Var mı?
Var mı? Yok.
Denizin ortasında benden başka yüzme bilmeyen yok!
İlgisizlik, sevgisizlik, mutsuzluk, hepsi bende
toplandılar bu gece. Seni çekiştirdik, biraz da
kızgındık bize değer vermeyişine. Ağladık, huzuru bize
hiç getirmeyişine.
Bu sana ilk yazışım, boş vaktin olursa okursun
belki. Uzatmaya niyetim de yok aslında, senin gibi
büyük bir şairi kendi küçük meselelerimle oyalamak
haddim değil.
İşte sana yazarken bu mektubu kapıdan girdin
sessizce, belki de uyuduğumu zannederek, böylesi
incelikler yakışmaz ya sana yine de teşekkürler. Her
zamanki gibi uyumlu ve şıksın, gecenin bu saatinde
bile. Sana hayran oluşuma üzülüyorum bazen, kuşun
altın kafese âşık olmasına benziyor bu saçma halim.
Beni masanın başında otururken görünce
şaşırıyorsun, bir de kalem ve kâğıdı gördüğün zaman
gülüyorsun seslice.
-Hayırdır sen de mi yazmaya başladın? Aman çok
özenme! Beni geçersen rezil olurum. Deyip, yaptığın
espriye uzun uzun gülerek uzaklaşıyorsun yanımdan.
Gülüşünün güzelliğine aldırmayıp, bu tavırlarına
takılıyor aklım. İşte yine sen, sevgili eşim! Ağlamaktan
değişmiş gözlerime, dağılmış saçlarıma ve
sessizliğime aldırmayıp geçiyorsun işte.
Sanırım zamanı geldi seni terk etmemin, gerçi
bilmem ki terk edişimi fark eder misin? Artık şiirlerine
beni de konuk edeceksin, Belki beni de seveceksin
şiirinin bir köşesinde.
Seni seviyorum sevgili eşim! El-veda..”
Mektup burada bitiyor gibi görünse de farklı bir
el devamını getirmişti.
“Bitkin bir halde oturduğum yerden kalkıyorum,
ayaklarımı ilerletebilmek için dizlerimi zorluyorum
sanki. Evin dış kapısını yavaşça açıp kendimi
merdivenlere atıyorum. Merdivenleri çıkmakta
zorlanıyor vücudum, açlık ve yorgunluğun etkisiyle
sarılıyken bedenim. Merdivenlerin sonunu tırmanıp
çatıya ulaştım. Süreyi uzatmanın, beni kararımdan
vazgeçirmesinden korkarak hemen binanın
kenarına koştum. Soğuk havanın iliklerime kadar
işleyip bilincimi aydınlattığını fark ettim. Şehir
aldatıcı ışıklarıyla göz alırcasına parlıyordu,
insanlar karınca büyüklüğündeki görünümleriyle
sürekli hareket halindeydiler. Parmaklarımın
ucunda yükselip korkuyu hissetmek istedim; başım
döndü, sarsıldı bedenim. Gözlerimi kapatıp
kendimi boşluğa bıraktım hızlıca, kuşlar misali
süzüleceğimi düşlememiştim ki. Şehrin parlaklığı
ve kalabalığın uğultusu dağıldı, hayat durakladı ve
ömür bitti. Şair! Artık satırlarında anarsın beni...”
Aşk karşılıksız başlar, hasretle büyür, acıyla
yoğrulur...
Vuslata uzaklaştıkça harmanlanır ateşi,
vazgeçilmez olur.
Âşık ağlar, sevginin tatlı acısından haz alır,
Alışır bu ıslaklığına, hasretini azık edinir
yolculuğunda..
Şair! Şiirlerini unutup, eşini hatırlayacağım.
Sahi! Neden burada olduğumu anlamadığım
halde, bu denizden kabirde hikâyelerin arasına
sıkışıp kaldım ben de…
*Manga'nın Şehr-i Hüzün albümünden.
Viyana'dan çıktık yola... 13 saatlik bir
yolculuğun ardından bir ara uyuyakalmışım,
sonra gözümü açtığımda mola yerindeydik.
Almanya'daki mola yerlerine hiç benzemiyordu
indiğimiz yer, baktım kapılarda "poussez" ve
"tirez" yazıyor. Zannedersem Metz'deyiz. Başka
bir ülkeden geçerken en sevdiğim şeydir mola
yerlerinde tüm reklâm tabelalarının, yiyeceklerin
üzerindeki yazıların, markaların ve kapılardaki
“itiniz” , “çekiniz” ibarelerinin değişmesi.
Birkaç saat sonra Paris'e geldiğimizde gözlerimiz
fal taşı gibi açıldı. Yolları incelerken kimseden çıt
çıkmıyordu. Paris'te şehir merkezi ve görülesi
yerlerin çok büyük bir kısmı Seine nehrinin
etrafında toplandığı için hem gezmek bizim için
zor olmadı, hem de şehri gezerken sürekli nehrin
etrafında olmak içimizi açtı.
İlk olarak Place de la Concorde'da indik… Hani
şu Marie Antoinette (halkı için “ekmek
bulamıyorlarsa pasta yesinler” kelamının
sahibesi) ve 16. Louis'nin Fransız İhtilali
sırasında katledildiği mekân… Giyotinle idam
etmişti halk hani… Ve yine dikili taş da bu
meydandaydı. Place de la Concord'un yan
tarafında Seine nehri akıyordu. Hemen ilerisinde
Louvre Müzesinin bahçesi vardı... Bu yüzden ilk
istikamet Louvre Müzesiydi bizim için. Fakat
gittiğimizde gördük ki cuma günü 18.00'den
sonra 26 yasından küçüklere bedava… Boşuna 8
bucuk euro ödememek için istikametimizi
değiştirdik ve Seine nehrinin üzerindeki bir
köprüden geçip Orsay Müzesine gittik.
Seine Nehri'nin sol yakasındaki eski tren garı
Gare d'Orsay'ın içindeydi Orsay Müzesi. 1848 –
1914 yılları arasına ait sanat eserlerine ev
sahipliği yapan müzede o döneme ait resimler,
heykeller, eşyalar ve fotoğrafların yanısıra,
Monet ve Renoir'ın başyapıtlarını içeren
koleksiyonlar bulunmakta… Van Gogh'un
orijinal tablolarının olması da en sevdiğimiz
yanıydı müzenin. Eskiden tren garı olduğu için
dış cephede kocaman iki saat, içte de yine
kocaman bir saat var.
Bu arada buraya gelirken yolda cana yakın bir
amca “Sizin fotoğrafınızı çekeyim verin
makinenizi” dedi. Önce makineyi alıp
kaçmasından korktuysak da sonradan anladık ki
sadece iyilik yapmak istemiş. Yol sorarken
herkes çok sabırlı ve yardımsever davrandı. Yani
benim gördüğüm Paris'te insanlar gayet kibar ve
sıcakkanlıydı.
Sonra metroyla Notre Dame kilisesinin olduğu
yere İle de la Cite'ye (şehir adası) gittik. Küçük
bir ada burası, Seine Nehrinin ortasında. Notre
Dame kilisesinin içini gezdik. Notre Dame'ın
kamburu filmindeki o ejderhaya benzeyen
korkunç heykelleri seyrettik ve tekrar metroyu
kullanalım dedik.
Avrupa'da metroları en karışık şehrin Paris
olduğuna ben de kani oldum kullandığım
zamanlarda. Tunuslu bir amca metroda “Siz
Polonyalı mısınız” diye sordu. Oysaki biz de
Cezayirli ya da Tunuslu olabilirdik ama
Polonyalı değil.
Daha botla Seine Nehri turlarını sorduk
soruşturduk. Ama binemedik, vakit yoktu. Saat
6'ya geliyordu. Hemen gidip Eiffel Kulesine
çıkmamız lazımdı. 8'de otobüs bizi alacaktı Eiffel
Kulesi yakınlarından. Metroyla Eiffel Kulesinin
olduğu durağa geldik. Aslında çok da
önemsemeyeceğimi düşündüğüm bu an bana
idrak etmekte zorlandığım bir rüya gibi geldi. Bir
ara sokaktan girip karşımıza bir ihtişamla
çıkmasını beklemiyorduk sanırım. Ve altındaki
kuyruklar da inanılmazdı. 3–4 saati bulur
çıkmamız diye “En iyisi biz bir Nehir turu
yapalım” dedik. Bir sürü köprü, Notre Dame
kilisesi derken nehirde gezinti böylece sona erdi
ve otobüse binip otele döndük.
Ertesi gün otobüs bizi Moulin Rouge'un (kırmızı
degirmen) sokağından geçirip, Sacre Coeur (gizli
kalp) diye bir tapınakta indirdi. (Amelie'nin
çekildiği cafenin yakınında, Amelie'nin Nino'ya
fotoğraf albümünü geri verdigi meydan) Sonra
tapınağı gezdik. Tapınak şirindi. Camiye
benziyordu. Bunun hikâyesi de şu; sevgilisine
kavuşamamış bir kız kendini dine adıyor ve bu
tapınağa kapatıyor. Tapınak da ismini buradan
almış. Daha sonra plan yaptık: Arc de Triomphe'u
(zafer abidesi) görüp Champs-Elysee'ye (aşırı
zenginlerin alışveriş yaptıgı dev cadde. Bir “
Louis Vuitton” çantayı 25-30 milyar civarında
bulabilmeniz mümkün), sonra Paris Camiine ve
İnstitut du Monde Arab (Arap Dünyası
Enstitüsü)'ne, Louvre müzesine ve oradan Eiffel
Kulesine gideceğiz. Arc de Triomphe ve
Champs-Elysee bizi çok tatmin etmedi açıkçası.
Champs-Elysee, Arc de Triompha (zafer
abidesi)'ya çıkan bir cadde zaten… Yani Arc de
Triomphe'dan aşağı yürüdük Champs-Elysee
üzerinden. Caddenin bittiği yer de ilk gün
indiğimiz Place de la Concorde... Biz hepsini
yürüyemedik cadde çok büyük, alışveriş etmek
niyetinde de değiliz zaten… Sonra metroya
bindik, cuma namazı için Paris Camine gittik.
Araplarla doluydu cami. 2 saat istisnasız hutbe
dinledikten sonra 2 rekat namaz kıldık ve Arap
Dünyası Enstitüsü'ne gittik. Oradan önce Plantes
bahçesi diye kocaman bir botanik bahçesinde bir
şeyler atıştırdık ve Arap Dünyasi Enstitüsü'ne
geldik. Orda hoş bir sergi vardı. Nancy Agram
çalıyordu kafesinde de...
mükemmeldi... Sonra inerken yine her katta
asansör bekledik. Baktık saat 01:00 olmuş,
metrolar kapanmış… Kaldık mı Şehrin
ortasında... Taksiyle otele gitmek için 1 taksi 90
euro, 3 taksi 270 euro yapıyordu. Bu imkânsızdı
bizim için ve Bu yüzden de gece otobüslerine
talim... 2 -3 saatlik yoldan sonra sabaha karşı
otelimize döndük.
Enstitünün en üst katındaki cafede manzara çok
güzeldi. Notre Dame, İle de la Cite görünüyordu.
Seine nehri ayaklarının altında… Büyüklü
küçüklü evler, şirin bi sürü insan…
Oradan çıktık Louvre müzesine… Aslında
düşündüğünüz üzere, Louvre Müzesini gezmek
için bir gün yetmez belki. Ama biz seçtiğimiz
kısımlarını gezdik, bunlar da tatmin etti bizi.
Louvre da en belirgin eser tabi ki Mona Lisa
tablosu ve bizim için İslami eserler kısmı; içinde
bilumum Kütahya çinilerimizin olduğu…
Louvre'un bana göre en önemli özelliği ise, söküp
söküp getirmişler dünyanın her yerinden
bilumum eserleri... Louvre Müzesinde bizden 7
kişi vardı; Eiffel'e gece çıkmayı düşünen. Otobüs
bizi 10'da alacaktı, ama biz otobüsle dönmekten
vazgeçtik. Her ne kadar otel ucuz olsun diye şehir
dışından tahsis edilmiş olsa da, şehre 25 km olsa
da, metroyla döneriz diye umut ettik...
Eiffel'e çıkabilmek bir ölüm kalım meselesine
dönüştü sonra. Tam 5 saat bekledik ve bir sürü
grupla kavga ettik. Ancak en son önümüze
geçmeye çalışan İtalyanları geride bırakarak son
grup olarak gururla içeri girdik. Sonra her katta
tekrar asansör bekledik. Çıktığımızda hava yeni
kararıyordu, bu nedenle gündüz görmüş gibi de
olduk ve gece olduğunda ışık gösterileri oldu,
Son günümüz, gezdiğimiz yerleri şöyle bir tekrar
gezmekle ve şehrin tadını çıkarmakla geçti.
Versailles Sarayı'na gidecek vaktimiz yoktu,
fakat kimileri Disneyland'a gidecek vakti
buldular. Her gün yaptığımız şeyi yaptık, son bir
kez kreplerimizi yedik ve dönüş yolunu tuttuk...
Paris, Avrupa'da gezdiğim yerler içinde
gettolarıyla ve çarpık kentleşmesiyle İstanbul'a
en benzettiğim şehir olmuştur... Binaları küçüklü
büyüklü, her köşesinde bir farklılık olan,
görülmeye değer bir şehirdi benim için...
DUA VE TEVEKKÜL
Yolculuk önce bir damla suda başlar. Sonra kan
pıhtısı oluruz, ardından et parçası, en son ruh
üflenir ve insan oluruz. Dokuz ay süren bu
evrelerden sonra zorlu bir yolculukla geliriz
yeryüzüne. Gözlerimizi hayata açtığımız ilk
andan itibaren önümüzde uzunca bir yol vardır,
hayat yolu…
Hayat bazı zamanlarda bize büyük sevinç ve
mutlulukları yaşattığı gibi bazen de çıkardığı
sorunlarla ruh dünyamızın altını üstüne getirir. Ve
biz insanlar, uzun süren mutluluk ve rahat
zamanlarında Yaradan'a şükretmeyi çoğu zaman
aklımıza getirmezken, küçük bir sıkıntıda hemen
şikâyete başlarız. Aslında onu, ona şikâyet etmek
yerine neye uyarı ya da neyin imtihanı desek
belki daha huzurlu olacağız. Bu gibi şikâyet
durumları kişilerde alışkanlığa dönüşür ve
hayattan memnuniyetsizlik, kadere rıza
göstermeme yol açar ve bazı psikolojik sıkıntıları
da beraberinde getirir. Bu durumlarla başa
çıkabilmemiz için Allah(cc) ile aramızdaki
iletişimin kuvvetli olması gereklidir. Rabbi ile
iletişim kanalları açık olan kişiler “Beni zikredin
ki ben de sizi zikredeyim” ayetinin gereği olarak
o kanalları daima açık tutarlar. Burada rabbimizin
müjde ve ihtarı açıktır: Beni anın ki ben de sizi
anayım, anmazsanız!..
Rabbini hakkı ile bilen kişiler mutlulukların,
hastalıkların, sıkıntıların geçici ve imtihan
vasıtası olduğunu bilirler ve ona göre davranırlar.
An olur ki kalp iki taş arasında kalmış gibi sıkışır,
daralır. Bütün kalabalıklar üstüne gelir insanın,
ağlamak ister fakat hıçkırıklar boğazında
düğümlenir. Ruh öyle bir haldedir ki ölüm ile
yaşam arasında bir yerlerde can çekişmede… İşte
o an imtihan anıdır.
O anda karşısına iki kapı çıkar kişinin, birinin
üzerinde dua ve tevekkül yazar, diğerinin ise
isyan…
Tevekkül yolu görünüşte biraz sıkıntılı ve zordur,
fakat meyvesi tatlıdır. Sonunda Rahmanın rızası
vardır… Rabbimiz bize bu durumu Bakara
Sûresinde açıkça bildiriyor “Andolsun ki sizi
hem biraz korku ve açlıkla, hem de mallardan,
canlardan ve ürünlerden eksiltmekle mutlaka
deneriz. (Ey Resulüm!)
Sabredenlere de
müjdele; öyle ki onlar kendilerine bir bela isabet
ettiği vakit, 'Biz Allah için (teslim olmuş)
kullarız, elbette biz yine ona döneceğiz' derler.”
(Bakara 155/156). Ayetten de anlaşılacağı üzere
hayatta imtihan gereği bazı sıkıntılar karşımıza
çıkacaktır. Yaratıcıyı seven, ondan gelene razı
olur. Razı olunca da, bizlere zor görünen, aslında
manen mis kokulu cennet yollarına benzeyen
tevekkül yolundaki birkaç diken ve cam kırığı
ayaklarımızı yaralasa, ellerimize batsa da
canımız yanmayacaktır. Dua ve tevekkül kapısı
rahmanın cennet vatanına açılır. İsyan kapısı ise
ondan milyonlarca fersah uzağa…
İsyan kapısını aralayan kul için bundan daha
büyük bedbahtlık, acı ve elem; ahireti için ise
daha acı bir helak ve felaket düşünülemez. Hem
mademki Sultanımızın kapıları kıyamete kadar
açıktır; (o kapı öyle bir kapıdır ki gidenler asla
boş gönderilmez ve kimsede o kapıdan
kovulmaz.) işte şimdi o sultanın kapısına
yönelme vaktidir, günahkâr yüzümüzü secdelere
sürerek aramızda bir kez rabbim diyecek kadar
mesafe bulunan o sultanı ezeli ve ebediye
yaklaşma vaktidir.
Uzatıp günahlardan kirlenmiş titreyen ellerimizi,
gözyaşı dökerek günahlarımıza, affı kazanma
zamanıdır. Rahman ve rahim olanın,
merhametine mazhar olmamız duası ile…
SÖZ MUSKASI
Kelimelerin içi delinmiş, hüzün damlıyor
deliklerden. Anlatmak istemiyor artık hiçbir
kelime kendini. Sözlükteki görevinden istifa
etmek istiyor biri. Cümle durdurmaya çalışıyor
diğerini; “sen olmazsan ben anlam kazanmam”
diyor… Ve günceme saklanıyor harfler aşk
niyetine, bir cümle kuruyorlar sayfanın sol
yanına.
Parçalı bir bulut aşk şimdi güncemde, dokunsam
yağacak içime!
Kayda alınmış sözcükler
dilimden birer birer dökülenler. Sahi, az evvel ne
diyecektim ben? Ya da biraz evvel ne
söylemiştim? Hatırda kalmayan onca kelime
yığını! Kurtarmalıyım içimi bu cümlelerden.
Kimseye kâr etmeyen kelimelerimi düşmeliyim
cümlelerimden. Düşen kelimeleri kendi
aralarında istif edip, gönül kervanından aşağı
doğru yuvarlamalıyım. Bu olmadı deyip baştan
sona silmeliyim tüm yazılanları.
Ne çok
gereklilik kipi kullandım böyle! Hâlbuki cümle
kurarken gereklilik hissetmemeliydim!
Yazdıklarımı acımadan silmeliydim!
Keşke alın yazısı da silinebilen cinsten olsaydı,
beğenmediğiniz vakit üzerine yeni cümleler
kurulsaydı. Sahi o zaman yaşamak, yaşamak olur
muydu? Ya da soluk alış verişimizin sebebi
mahremiyeti, kime zimmetli olurdu?
Bazen böyle sorulara boğuluyor cümleler kendi
içinde, sonra birisi çıkıp; “Ben cevabım” diyor.
Kolay iş değil, zor bir soruya cevap olmak.
Sorunun manasını tam anlamıyla karşılamak…
Cevap olmaya aday cümle, kesinlikle içlerinden
en cesaretlisi diyorum kendi kendime.
Onca kelime yığını arasından bir teki göze çarpar
ya hani, cümle olur kaleminizin ucunda, aşk olur
gönül hanenizde, acı olur dökülür gözyaşı
niyetine yanaklarınıza, sevinç olur tebessüm
ettirir aynalarda… Sonra sözler var insanı
ağlatan, düşündüren, sinirlendiren. Söylenesi
sözler var içimize içimize işlenen. Aslında
hayatımızda izi olan o kadar çok kelime var ki…
Ağızdan çıkmaması gerekenler var mesela,
insanın canını kanata kanata acıtanlar yani.
Ağzınızdan çıktıktan sonra telafisi olmayan
cümleler ve daha nicesi.
Bunca cümlenin üzerine insanın söyleyesi
gelmiyor daha fazla. Ama dil susmak bilmiyor ne
fayda! Gönül bağlarını daha sıkı düğümlemeye
çalışıyor kelimeler. Kelimeler bir olup cümleleri,
cümleler bir olup satır başlarını oluşturuyor.
İnsan insana eklenirse ne oluyor peki? Anlamlı
bir cümle edebiliyor mu acaba kendi içinde? Zor
sorular cevapsız kalmaya mahkûm kendi
bendinde!
İnsanız, eksiltili bir cümle niyetiyle yüklemimizi
arıyoruz öznesi gizli yarınlarda. Kimi cümleler
kurtarmıyor artık bizi tükettiğimiz bu dünyada.
Kelâmın hükmü geçmiyor artık kaleme, sayfalar
dolusu ağlamışlıklar var ellerimde. Hiç birisi
halimi arz etmeye kifayet değil. Ömrü vefa
etmiyor kalbimden çıkardığım kurşun kalemin
uzun cümleler kurmaya.
Ucunu aşk yemişti oysa
kısa cümlelerle anlatılmak
adına! Özü tek olana kaç
cümle kurulabilirdi acaba?
Alfabeden firar eden
harfler, ben görmeden
cümle heybemin içine
g i r m i ş l e r. S u ç u y o k
kimsenin bu işte! Ne onları
yirmi dokuz sayıya
sığdıranların, ne de benim!
Ya l n ı z c a y a n y a n a
gelmemek adına kaçtılar
birbirlerinden. Sevda,
hasretin gölgesi üzerine
sinmesin istedi. Sıla,
gurbeti içine hiç
sindiremedi mesela. Ve
aşk, ayrılıktan yaka paça
kaçtı, gönlümün en ücra
köşesine saklandı.
Boynuna allı pullu bir
muska taktı! Kim bilir kaç insan, kaç sözcük
okuyup üfledi o muskaya? Hepsinin yarasını
sözcüklerle taşıyor boynunda. Hani en çok aşka
düşen insan yaralanır derler, yalandır! Aşk,
insanlardan daha çok yara alır. Üzerine öyle
cümleler devrilir ki, hicabından hiçbir kelime
varmaz eline. Kelime bağından cümleler
devşiriyoruz yarınlara, hudutlar çiziyoruz
ömrümüze. Sükût etmenin de harfleri
mevcutmuş, kelime yolunda adım attıkça
öğreniyoruz. Susmayı ve iç çeke çeke
kelimelerce ağlamayı.
Kelimelerin yükü omuzlarımı ağrıtıyor. Dua
niyetine yaşlı bir harf sözler savuruyor yüzüme.
Gücümün yetmediği cümleler dolanıyor
yüreğime. Yüreğimden akanlar ellerimin ucuna
varıyorlar. Olmaz yazamam sizi diyorum,
anlamıyorlar! Söz dinlemez öyle çok cümle var
ki içimde, yarınlarda söylenmeye gebe!
Kalemin rahmine dolan cümleler sükûtuma
dolanan, sancıyı veren tek kelime, tek cümle!
Aşk! Üzerine cümle cümle kilit vurmuştum
hâlbuki biliyorum ayrılık açtı kapısını. Aşk en
çok ayrılığa yakışıyor çünkü!
Defterin solundan başladık yazmaya, sağına
geldikçe cümle kelimeler tükendi ellerimde.
Hepsi sol tarafa yazılmak istedi bu yazgıda. İkra!
Dedi cümleyi yüreğe ilham eden Rab. Kün! Dedi
sonra. Cümle secdeye vurdu başını, kurulup çıktı
sol yanımdan. İkra! Dedi kendine.
Cümle kurulup da zuhur edince içimde, aşk söz
muskasını çıkardı boynundan. Cümleler
muskanın başında tir tir titremekte, içinden nasıl
bir cümle çıkacak diye. Aşk namına her cümlede,
şükrettik gönlümüze ilham verene. Söz
muskasının içinden çıkan tek cümle: “Nun ile
kaleme ve yazmakta oldukları şeylere
andolsun!”
Şükrolsun cümle sözlerin sahibine…
Bir Şair Yanar…
1
Son matemini taşıyor sol yanım
Yanımda eczası zor bulunur yâreler
Kanımda taşıdığım başka bir hüzün var bu
gece…
Bu gece taşar gözyaşlarım sığmaz içime
İçimde sezgilerden paçavra
Kırılmış gök kubbe
Hesaba alınmış son kalan şiirler
Nerdesin şimdi
Ruhuma gül yağından yangınlar süren sevgili
Sinemde kalan bir nar-ı amber var
Yalanlar söyle benim varlığım için
İçinde körpe tümceler devrilsin
Yalanlardan kızarmış yanakların olsun
avuçlarıma düşen
Omuzlarım kırılgan yağmurlarda
Alnımda senden kalan kurşun…
Sevgiliye diyorken geç kalıyorum
Geç kaldıklarımdan başlıyor zaman
Her döngünün kısır anında
Yanım parçalanıyor
Yarınlarım yığınlarca molozlarda kalıyor…
2
Son veda demiştik şu son demde
Rüzgârlar vuruyor saçlarıma
Saçlarımda kanlar
Sürüngen bakışlarla dağlanıyor
Düşürdüğüm yaşlarım ağlıyor ardımda
Ağlarım dağılıyor her atışımda
Sinemizde hüzünden kalma bir hançer
Bir söz söylenir bu gece
Aşk ölü bir kentin üzerine yığılırken
Aşksız gecelerin tövbekâr zindanlarında
boğulurum
Oysa ne çok sevdim ben seni
Sen yalanlardan bir yuva kurarken kaderime
İpek yüzlü bir şeytan kadar
Bir gece karanlığı vurur yanıma
Bir duvar karartısı altında
Dökülür yağmurlarca vurgunlar
Ne yazık bir şiir kadarmış aşkın
Bir şairin gözyaşlarında boğulacak kadar
Bir çöl yağmurunda eriyecek kadarmış
yalnızlığa meydan okuyuşlarım…
3
Gecenin şakağına bir namlu dayanır şimdi
Kan damlar içimden
İçimde yangınlarca hüzünler
Ve içimin içinde sonsuz kesifler…
Dök yangınlarını biraz daha içime
Ateşin suya hasreti gibi
Suyun yağmura muhtaç olduğu gibi
Bir zerre hüzün kat ellerinle içime
Narından bir ateş
Çöl yağmurlarından bir kuraklık
Bir şiir ver ellerime
Kan dökülsün satırlarından
Satırlarından süzülsün aşkın nameleri
Yansın gece magmalarca
Ve kudursun sensizlik
vursun beni bir sözün…
Umutlar yüklerken kervanlara
Aç ve susuz kalsın sensiz kalan ne varsa
Bir bade bir efsun gibi yayılsın içime
Kendimi kendimden çıkardığım gibi
Kendini kendimden çıkar şimdi
Kolayı var mı hasretin
Var mı bir yolu bu şehrin
Şehzadeler yürürken dökülürdü adımlarca bu
kaldırımlar
Ve şehzadelerin aşkı olurdu boş sokaklar
Şimdi bir sokağın başında
Bir kandil suretimde yanar
Bir sema dökülür başımdan aşağı
Semaları yakarım baştan aşağı
Aşağılık aşklarım olur benim de
hüzünlendiren yanlarımda…
4
Şimdi bir şiir yanar talihsiz bir tepede
Bir şairin gözyaşları yağmur olup yağar
en kurak zamanlara
Sürüklenir ardım sıra
sırtımda dağlar
Dağlar kadar sevdalar…
Bahar gitti…
Şafağındaki kızıllığı ile cıvıl cıvıl kuşların ötüşünü ve tüm rengârenkliği
Yemyeşil bayırları festival havalarını bütün yayla şenlikleriyle
Güneşin çekilişi ile soğuğun bir yorgan gibi bürümesi insanları, yolların çamurlaşması
Yağmurlar arasında dolaşan âşıklar, köşe bucak saklanan memurlar, Allahın rahmetine basmamak için
koşuşan insanlar. Bahar bitti. Her şeyi ile bütün varını yoğunu toplayıp, bir bavula bile koymadan gitti.
Rüstem abi soğuktan büzüşmüş ellerini ovuşturarak
Bu güz ebemizi ağlatacak diye söylenir üfleyip durur top gibi yaptığı avuç içine ısıtmak için…
“Ulan Rüstem abi baharda bu sıcaklar anamı ağlatıyor” diyen de sendin dedi Hayri on kiloluk boş
zeytinyağı tenekesine attığı
odunla ısınırken…
Ve bahar…
Dönüp bakmadı ardında
kalakalmışlara
Mimoza soldu ellerin elinde
Ne güzeldi bir çiçekle gelişinin
haberi
Ama şuan yerinde soğuk yeller
fırtınalar var
Dolu yağıyor yağmurla karışık
Âşıklar ıslanıyor…
Kediler kaçışıyor kendine
güvenen kuşlar uçuyor
Kış uykusuna geçiyor hayvanlar
insanlar koşturuyor
Soğuğun vermiş olduğu havayı
kırmak için
Bir çocuk düşüyor resimde üstü
çamur lekesi
Diğer yanda bir bayan sarmaş
dolaş erkeğine soğuktan
korunuyor
Bahar gitti bu âşıklar kentinde
Cüzamlı çiçekler aldı yerini bu
fahişe toprakta
Kimsesiz kaldı kardelen
“Der,
Herkese yeter, bahardan arta kalan
Razı olursak kışa…”*
*(i.tenekeci)
FARKLILIKLARA
SAYGI
DUYABiLMEK
Bir insana yapılabilecek en
büyük kötülük sanırım onun
“varlık”ığını “yok” saymaktır.
Hani halk arasındaki tabiriyle
“adam yerine koymamak”tır.
Çünkü bireyin, toplumdan en
büyük isteği kendisini
k a b u l l e n m e s i d i r. K ü ç ü k
çocukları hatırlayalım;
kendilerine cevap verilinceye
kadar ne kadar da çırpınırlar.
İsterler ki karşısındaki kişi onu
fark etsin, onu muhatap alsın ve
onunla ilgilensin. Psikoloji,
eğitim psikolojisi derslerinin
önemli konularından biri olan
“Maslow'un İhtiyaçlar
Hiyerarşisi”ni bilenlerimiz
vardır. Bu hiyerarşide bir
piramit üzerinde insanın
ihtiyaçları aşağıdan yukarıya
doğru bir silsile şeklinde
gösterilir. Piramidin yukarısına
doğru çıktığımızda kişinin,
topluma ait olma ve toplum
tarafından sevilme, saygınlık
görme gibi ihtiyaçlara eğilimli
olduğunu görürüz. İnsan için
fark edilmek, varlığının
benimsenmesini istemekten
daha doğal ne olabilir?
Her ne kadar dünyada yaklaşık
yedi milyar insan olsa da her
insan aslında başlı başına bir
dünyadır. İnsanın kendince
kocaman bir dünya olmasının
sebebi de sanırım farklı
olmasındandır. Düşünsenize,
yeryüzündeki bireylerin birkaç
gruba ayrıldığını ve bu
gruplardaki bireylerin yüzde
yüz aynı özelliklere sahip
olduğunu. Böyle bir durumda
karşımızda bin tane insan da
olsa bizim onu bir tane olarak
nitelendirmemiz oldukça
normaldir. Demek ki bizleri
farklı kılan şey, adı üstünde
“farklı” oluşumuzdur. Asıl
erdem ise bu farklılıkları kabul
edip insanları o farklılıkları
içinde sevebilmek ve
varlıklarına saygı
duyabilmektir.
Hiçbir kimse, bizim gibi
düşünmek, bizim sevdiğimiz
şeyleri sevmek zorunda
değildir, olamaz da. Bizim gibi
olmadığı için bir kişiyi
“öteki”leştirmek veya yok
saymak, varlığına tahammül
etmemek/edememek ne
bencilce bir yaklaşımdır! Böyle
bir tutum içine girmek, en başta
kendi varlığımıza ters
düşmek/kendimizle çelişmek
demektir. Zira bizden olmadığı
için dışladığımız kişiye göre de
biz, ondan değilizdir. Bu
durumda onun da bizim
varlığımıza tahammülsüzlük
göstermesi veya bizi
o l d u ğ u m u z g i b i
kabullenmemesinden doğal bir
şey olamaz. Tabiî ki olması
gereken/istenen bu değildir.
Olması gereken/istenen
farklılıkları zenginlik olarak
görüp, bu zenginliğin değerini
bilmek ve zenginliği
d e ğ e r l e n d i r e b i l m e k t i r.
Yeryüzünde tek bir mevsimin,
tek bir rengin, tek bir tadın, tek
bir kokunun olduğunu
varsayalım; sanırım bu çok
sıkıcı bir şey olurdu.
Fransız düşünür Voltaire'ye ait
olan ve Aydınlanma Devrimine
öncülük ettiği ifade edilen
“Düşüncelerinizin tamamına
karşıyım. Ama onları söyleme
hakkınızı hayatımın sonuna
kadar savunacağım." sözü ne
kadar manidar bir vecizedir.
Çünkü düşünceye saygı, bizim
hoşumuza giden bir düşünce
ortaya atıldığında gösterilen
saygı demek değildir. Herkesin
beğenileri farklı olduğu gibi,
düşünceleri de farklıdır, öyle de
olmalıdır. Çünkü bu, insanın
yaradılış fıtratının gereğidir.
Farklı fikirler ortaya atılmalıdır
ki, güzel şeyler yapılabilsin.
Herkesin aynı şeyleri
düşündüğü bir toplulukta
ilerlemeden nasıl
bahsedeceğiz? Bir fikir bir
projeyse, yüzlerce fikir
yüzlerce proje demektir. Buna
rağmen düşünceler, kavga
sebebi haline geliyorsa ortada
büyük bir “düşüncesizlik” var
demektir ki bu da istenen bir şey
değildir. Farklı düşünceler
ortaya atılmalı, bunlar üzerinde
tartışılmalı, kafa yorulmalı,
sonunda da ortaya güzel bir
“düşünceler armonisi”
çıkmalıdır.
Bugün “tartışma kültürü” denen
olgunun “tartışma
kültürsüzlüğü” durumuna
gelmesinde en büyük pay,
düşüncelere saygı duymayan
insanlara aittir. Belli bir eğitim
almış, üst düzey yerlere gelmiş
kişilerin, ekranlarda
düşüncelerini ortaya atarken
(Düşüncelerini paylaşırken
demek isterdim lakin bizde
genelde düşünceler
paylaşılmaktan ziyade
dayatılma noktasına gelir.)
birbirlerinin üzerlerine
yürüyecek kadar sınırı aşmaları
yoksa başka nasıl izah
edilebilir? Benim gibi
düşünenlere “bravo”, benim
gibi düşünmeyenlere “tu kaka”
demek, farklı fikirlere
tahammül edememek, “kaşının
üstünde gözün var” bahanesine
s ı ğ ı n m a k , “ s e n i
sevmediğimden ne söylersen
söyle fikirlerini de beğenmem”
anlayışıyla hareket etmek kime
ne fayda getirir? Seyredenler
bilir, bir filmde Şener Şen,
Kemal Sunal'a sık sık –hem de
çoğu zaman hiç sebep yokken-,
“Seni hiç sevmedim süt oğlan,
babanı da sevmezdim!” der.
Önyargının olumsuz
sonuçlarını göstermesi
bakımından güzel bir repliktir
bu. Hani Einstein'in dediği gibi
“ İ n s a n d a k i ö n y a rg ı l a r ı
parçalamak, atomu
parçalamaktan daha zordur.”
Daha diyalog kurmadığınız bir
kişiyi, sırf sizin kriterlerinize
uymadığı için yaftalamak,
“öteki” saymak, belki de
kurulabilecek çok güzel
dostluklara set çekmek daha da
kötüsü bu dostlukların temeline
dinamit koymaktır. Yapılacak
şey aslında çok basittir:
Anlamaya çalışmak. Anlamaya
çalışmadan anlaşılmayı istemek
abesle iştigal bir durumdur.
Kendi düşüncelerine saygı
duyulmasını isteyen birinin ilk
yapacağı şey olmalıdır başka
düşüncelere saygı duymak.
Başkasının fikirlerini kabul
ederiz veya etmeyiz, bu bizim
bileceğimiz bir şeydir ama o
fikirlere saygı duyma
mecburiyetimizin olduğunu
asla hatırdan çıkarmamalıyız.
“Barış, sevgi ve dostluk”un
pekiştiricisi olarak
gördüğümüz/görmek
istediğimiz sporun bile bugün
“şiddet” içerikli bir alana
dönüşmesinin altında yatan
sebeplerden biridir
tahammülsüzlük. Farklı
renklere saygısı olmayan
birinden de zaten başkalarının
başarısına saygı duyabilmesini
ve o başarıları, başarıyı
gerçekleştirenleri alkışlamasını
bekleyemezsiniz. Fanatizm,
ş i d d e t d e m e k d e ğ i l d i r.
Kendisinden olmayanı yok
saymak hiç değildir. Zaten
sporun amacı, farklı renkleri,
farklı milletleri bir araya
getirmek ve arada sevgi
köprüleri kurmaktır. Sporun
olduğu yerde sevgi olmalıdır.
Sevgiyi sahalardan, salonlardan
söküp aldığınızda orada sadece
kazanma üzerine kurulu bir
sistem kalır ve kaybetmeye
tahammül kalmaz. Kaybetmeye
tahammülü olmayanların da
kaybettikleri kişi veya takımları
tebrik etmeye cesaretleri olmaz.
Her maç öncesi ortaya çıkan
“intikam senaryoları” seneler
boyu sürer gider. Birileri sahada
mücadele ederken birileri de
tribünlerde mücadele eder ve
ortalığı savaş alanına çevirir.
Çevresindeki eşyalara ve
insanlara verdiği zarar onun
umurunda değildir. Çünkü o,
kendisinin sevmediği takıma
karşı mağlup olmuştur. Onun
için mutluluk, sadece kendi
takımının kazanması, herkesin
kendisi gibi düşünmesi, kendi
sevdiği şeyleri sevmesidir. Bu
düşüncede olan biri de hayal
ettiği mutluluğu bulamadan
yaşamaya devam eder.
Mevlânâ, “Ne olursan ol yine
gel.” derken hoşgörünün
ö n e m i n e v u r g u y a p a r.
İnancıyla, inançsızlığıyla,
yaşam tarzıyla, dünya
görüşüyle, daha aklımıza
gelebilecek birçok özelliğiyle
herkese kucak açabilmek,
herkese saygı duyabilmektir
marifet. “Ayrı” olmak ama
“aynılık”ları paylaşabilmektir.
Ayrılıklara tahammül etmektir.
Ben, sen ayrımı yapmadan
“biz”de buluşabilmektir. Yunus
ne güzel der: “Sevelim,
sevilelim/Dünya kimseye
kalmaz.” Gerçekten dünya
kimseye kalmıyor. Başka dünya
da yok ki, bizim gibi
olmayanları, bizim gibi
düşünmeyenleri, bizim gibi
yaşamayanları toplayıp oraya
gönderelim ya da biz oraya
gidelim. Zaten öyle yapmaya
kalksak milyonlarca belki de
milyarlarca dünyaya
ihtiyacımız olacak. Öyle bir
şansımız da olmadığına göre,
elimizde olan tek dünyada
birbirimizi severek, varlığımızı
kabul ederek, birbirimize saygı
duyarak, tahammül ederek
yaşamalıyız, yaşamak
zorundayız. Dünya oldukça
geniş, hem de hepimize yetecek
kadar. Bu dünyaya
sığamayanların, kinle, ihtirasla,
kıskançlıkla, nefretle dünyayı
çekilmez kılanların en sonunda
sığacakları yer iki metrelik bir
mezar değil mi sanki?
Giriş
İstanbul'a “İstanbul” olma özelliğini veren
denizdir. Boğaz, Marmara ve Haliç, şehri değerli
kılan unsurlardır. Şehir denizle iç içe olunca halk
da ulaşım için denize başvurmuştur. Hal
böyleyken Osmanlı döneminde birbirinden
renkli ve değişik özelliklere sahip deniz ulaşım
araçları, İstanbul sularını süslemiştir. Bu deniz
taşıma araçlarının en çok kullanılanı olan
teknelere milletimiz “Milli” olma özelliğini
katmış ve bu işe ilk olarak denizin üzerinden
kayarak gitmesi nispetiyle “kayık” adını vererek
başlamıştır.
Gündelik yaşamın önemli bir parçasını teşkil
eden kayıklar zamanla Osmanlı motifleriyle
süslenmiş, oymacılık sanatının değerli örnekleri
haline gelmiştir. Dönemin sosyal hayatına
münasip olarak gelişme devam etmiş ve
kayıkların etrafında başlı başına bir kültür
meydana gelmiştir.
Kayık Çeşitleri
İstanbul kayıkları; kullanım alanına, kullanan
kişilere, yapı ve şekil özelliklerine göre zamanla
çeşitlenir. Kayık cinslerinin başında sarayın
kullandığı saltanat kayıkları gelir. Saltanat kayığı
tarih boyunca İstanbul sularında görülen en zarif,
en estetik deniz taşıtı olarak kabul edilir. Gemi
sanatımızın oldukça başarılı bir temsilcisi olan
saltanat kayıklarında güzellik ve ihtişam,
mütevazı Osmanlı geleneklerinde olduğu gibi
“sade” bir üslupla ortaya konur. Saltanat
kayıklarının yanında dünyanın ilk toplu taşıma
araçlarından sayılan dolmuş kayığı da denilen
“Pazar kayıkları” da, bilinen ve en çok kullanılan
kayık türüdür. Pazar kayıklarında seyahat etmek
bir intizama bağlıdır. Kadın, erkek, yaşlı ve
çocukların kayık içinde oturacakları yer önceden
belirlenmiştir. Örneğin; kadınlar rahat etmek için
kayığın orta bölümünde seyahat ederlerdi. Belli
başlı bu kayıkların dışında hızları ve
zarafetleriyle göz dolduran “piyade kayıkları”,
hanımların seyahati için kullanılan “hanım iğnesi
kayıkları”, tulumbacıları taşıyan ve ilk deniz
itfaiyesinin temeli sayılan ateş kayıkları, diğer
bilinen kayık türleri arasındadır.
Kayık Kültürü
Kayık gündelik hayatın can damarlarından biri
olunca etrafında bir kültür teşekkül etmiştir.
Kayığa binme şekilleri, kimin kayığın neresinde
oturacağı, kayıkta yolculuk yapılırken uyulması
gereken kurallar, kayıkların şekil özellikleri,
kayıkçıların (kürekçi veya hamlacı) nasıl
giyineceği, yolculara nasıl davranacağı, kayığın
hızı belirli bir düzen dâhilinde gelişmiştir. Bir
süre sonra bu düzen kalıplaşmış ve bir ulaşım
aracı olan kayık, kültürel ve yapısal özelliklerle
İstanbullu olmuştur.
Kayıkların şekli, sürati ve kayıkçıların
kendilerine has tavırları, bu ulaşım aracını
İstanbul'a mal etmiştir. “İstanbul kayıkları,
şekilleri ve süsleri ile bir sanat eseri sayılacak
derecede zevkli yapılmış kayıklardı.”( Türk
Ansiklopedisi, Kayık, MEB Basımevi, Ankara,
1974, s. 421) Osmanlı devrinde kayıkçılık önemli
bir sanat olarak kabul edilirdi. Bu kayıklara ince
ölçüyü veren ustalar, becerikli nakkaşlar,
yaldızcılar bulunurdu.
üzerine, isterlerse kayıkların döşemelerin
rengindeki cepkenlerini alırlar, bazen da beyaz
şalvarları üzerine hep döşemelerin renklerine
uygun birer kuşak sararlardı.” Görüldüğü gibi
baştan sona birtakım kurallara bağlı olan
kayıkçıların kıyafeti dahi Türklük bilincindedir.
Kırmızı ve beyazın hâkim olduğu elbiseler,
Türklerin değer verdiği renkler ve şekillerle
bezelidir.
İstanbul kayıkları genellikle ıhlamur ağacından
inşa edilirdi. Denize değen kısmı verniklenir,
küpeştenin hemen alt kısmı sahibinin istediği
renge boyanırdı. Türk oymacılık sanatının eşsiz
temsilcisi olan kayıklar oldukça zarif süslenirdi.
Bu süsleri nakışlar ve oymalar teşkil ederdi. Renk
bakımından ilk dönemlerde Türk kırmızısı ve
yeşil tercih edilirken, son yüzyıllarda beyaz veya
açıklı koyulu sarı tercih edilirdi. Tahtanın
verniklenerek doğal halinin korunduğu piyade
kayıklarının kenarlarında ise süs amaçlı, bir iki
sıra lacivert, siyah, yeşil, mor renkten veya som
yaldızdan çizgiler çekilirdi. “Bakımlı bir ev
kayığı başlı başına bir sanat eseriydi. Klasik
telakki edilen portakal rengindeki bu kayıkların
kenarlarında yaldızla çizilmiş bir çift zıhın
arasında, eflatun yahut sular renginde mavi veya
havai lacivert bir şerit vardı. Kadife çuhadan
döşemesiyle yastıkları o zaman sevilen
renklerden birinde, al, vişne çürüğü, açık mavi
yahut kahve rengi olurdu.”( Abdülhak Şinasi
Hisar, Boğaziçi Yalıları, Bağlam Yayıncılık,
İstanbul 1997,s. 20)
Hamlacıların diğer bir özelliği ise üstün fiziki
güçleridir. Hamlacılar kürek çekerek kayığı
harekete geçirdiklerinde uzaktan onları gören
kimseler tek bir küreğin hareket ettiğini zanneder.
Yorulmak bilmeyen hamlacılar kayıkları süratli
bir şekilde hareket ettirir, kayığın sulara da kuş
gibi süzülmesini sağlar. Bu üstün fiziki güçlerinin
yanında kayıkçılar kibarlıklarıyla da göze çarpar.
Her zaman memnun ve güler yüzlüdürler.
Özellikle hanımlara karşı nazik davranırlar.
Kayıkların, kürekçileri, hamlaçları dönem
dönem muhtelif kıyafetler giyerler, kayıkçıların
en önemli özelliklerden biri de kuşkusuz bu
elbiseleridir. Kürekçiler, biri çuha, diğeri kalikot
patiskasından birer dizlik, ipek fermane işlemeli
yelek ve salta bürümcük hilali gömlek, uzun
konçlu sakız beyazı çorap rugan gül fiyonklu
yemeni ve fes giyerler. Piyade hamlacının
kıyafetleri ise diğer kayıkçılardan kalite itibariyle
ayrılır. Abdülhak Şinasi Hisar, Boğaziçi
kayıklarını anlatırken hamlacıların
kıyafetlerinden şöyle bahseder: “Hamlacılar da,
kayık takımlarının kadife ve çuhasiyle bir renkte,
hep bir örnek elbiseler, terlememeli için
boyunları açık hilali gömlekler, beyaz şalvarlar,
beyaz çoraplar, ayaklarının arkalarına basık
yemeniler ve başlarına da hep birbirinin eşi fesler
giyerlerdi. Krem renkli bol kollu hilali gömlekler
Bu kayıklara binme ve kayıklardan inme şekilleri
dahi zamanla bir gelenek halini almıştır. Kimin
hangi kayığa, kayığın neresine bineceği kat'i
kurallarla düzenlemiştir. Örneğin kadınlar
yanlarında erkek olmadığı zamanlarda gayr-i
müslim kürekçilerin bulunduğu kayıkları
kullanamazdı. Hanımların kayığa binerken
kayıkçıdan destek alması gerekir. Bu desteğin ne
şartlarda gerçekleştiğini Abdülhak Şinasi Hisar
şu sözleriyle açıklar: “Hanımlar kayıklarına
binerler veya kayıklarından çıkarlarken, en
öndeki kayıkçı, ayakta, ellerini değil, bir destek
olması için, ancak omzunu hafifçe uzatır ve
hanımlar, bu kuvvetli omuza bir an için konup
kalkmış olurlardı.” Dönemin sosyal şartlarında
kadınların erkeğe el uzatmamaları bu yöntemle
çözümlenmiştir. Tabii burada kadına omzuyla
destek veren kayıkçının gücü de ortaya çıkmış
olur. Çünkü suda, dalgaların arasında sallanan
kayığa binmek hayli güçtür. Hanımlara
omuzlarıyla yardımcı olabilmeleri kayıkçıların
ne kadar maharetli olduğunu ortaya koyar.
KAYNAKÇA:GÖKTAŞ, Uğur, Dünden Bugüne İstanbul
Ansiklopedisi, İstanbul 1994 /Türk Ansiklopedisi, MEB
Yayınları, Ankara, 1988 /HİSAR, Abdülhak Şinasi, Boğaziçi
Yalıları,Bağlam Yayınları İstanbul,1997 /SONMAN, Teryy,
Su Yolunun Dilberleri, Kültür AŞ Yayınları, İstanbul 2003
Elif Alaca
'Yarattığı herşeyi en güzel yapan' Allah,
insanın ruhunu güzelliklere karşı bir
duyarlılıkla yaratmıştır. İnsanın imanı
ve imanı vesilesiyle kazandığı akıl, bu
estetik anlayışının açığa çıkması ile
doğrudan iliş kilidir. İmanının
olgunlaşması ve cennete duyduğu
özlem, kişinin Allah'ın benzersiz
sanatıyla yarattığı güzelliklerden
alacağı zevki de artıracaktır.
Kuran'da, samimi iman sahiplerine
vaat edilen cennet ortamındaki güzellik
ve estetik anlayışı detaylarıyla
bildirilir. Sonsuz güzellikleri sanatının
içinde yaratan Allah, cenneti insan
ruhunun en çok hoşlanacağı, en çok
lezzet alacağı ve en çok etkileneceği
nimetlerle donatmıştır. Allah'ın 'en
güzel surette' var ettiği insan, her türlü
güzellikten, estetikten ve sanattan zevk
alacak yaratılışa sahiptir. İnanan insan
da dünyada, cennet ortamlarının
benzerleriyle karşılaştığında büyük
zevk ve haz alır.
İnsan ruhu doğada yaratılmış sayısız
türdeki çiçeklerden, muhteşem
görünümdeki ağaçlardan,
dinginleştiren denizlerden, eşsiz
manzaralardan tarifsiz haz alır. Bu
saydığımız doğal güzellikler, cennetin
muhteşem nimetlerindendir. Eşsiz
barınma yurdu cennetteki köşklerin ve
gölgeliklerin, bahçelerin içinde,
pınarların yanı başında, nehirlerin
üzerinde kurulmuş olması da ayrı bir
güzelliktir.
Cennet, "... ne (yakıcı) bir güneş, ve
ne dondurucu bir soğuk..." (İnsan
Suresi, 13) şeklinde bildirilen; insanı
rahatsız etmeyen ferah bir iklime
sahiptir. İnsanı sıkan, bunaltan sıcaklar
ya da üşüten, titreten soğuklar orada
yoktur. Yüce Allah müminleri cennette,
"... ne sıcak-ne soğuk, tam kararında
bir gölgeliğe..." yerleştirir.
"Tam
kararında" ifadesi, ikliminin yanı sıra,
cennetteki bütün ortam ve koşulların da
insan ruhunun gerçek anlamda tatmin
bulacağı, rahat edeceği şekilde
hazırlandığına işaret eder. Cennetteki
her koşul ve ortam, mümin için 'tam
kararında' olacaktır.
Cennetle ilgili ayetlerde en çok haber
verilen doğal güzelliklerden biri de,
"Durmaksızın akan su(lar)"dır.
(Vakıa Suresi, 31) İnsan ruhu sudan,
özellikle de akan sudan büyük keyif
alır. Bir akarsu veya bir şelale, ormanın
içinden akan bir ırmak, hatta durgun bir
göl insana büyük haz verir. Akan suyun
görüntüsü, çıkardığı ses insanın
yüreğini doyuma ulaştırır. "İçlerinde
durmaksızın fışkırıp-akan iki pınar
vardır." (Rahman Suresi, 66) ayetiyle
bildirilen de bir başka cennet
güzelliğidir. Yükseklerden akan
şelalenin görüntüsü ve sesi insanı
ferahlatır. Sarayların, konakların ya da
villaların bahçelerindeki göletler,
havuzlar, yapay akarsuların yapılma
amacı, genellikle ruhtaki bu estetik
ö z l e m i n e d e n i y l e d i r. E s t e t i k
görüntülerin hoşa gitmesinin gerçek
nedeni ise, inanan insanın ruhunun
cennete göre yaratılmış olmasıdır.
İnsan ruhunda güzel duygular
uyandıran bir başka güzellik de sestir.
Müzik de insan ruhunu derinden etkiler
ve her dönemde insan yaşamında
önemli bir yere sahip olmuştur. Bu
nedenlerledir ki insan ruhu, müzikten,
güzel insan sesinden, akan suyun ve
dalgaların sesinden coşku, huzur ve haz
duyar. Güzel görüntü ve güzel
seslerden haz alan insan ruhu, kötü
görüntülerden ve kötü seslerden de
sıkıntı duyar. Yüksek insan sesi,
parazitli bir müzik, gürültülü ortam,
trafikteki sesler kısa da sürse kişiyi
rahatsız eder. Bunlar da insanın
cehennem ortamını hatırlatan seslere
verdiği olağan tepkidir. Yüce Allah
Kuran'da, “İçine atıldıkları zaman,
kaynayıp-feveran ederken onun
korkunç homurtusunu işitirler.“
(Mülk Suresi, 7) ayetiyle,
cehennemdeki ürkütücü seslere
insanların dikkatini çeker.
İnsanda güzel duygular uyandıran güzelliklerden
biri de temizliktir. Temizlik, Allah'ın bir
buyruğudur ve “…Allah arınanları sever.
(Tevbe Suresi, 108) Müminler din ahlakının
getirdiği berrak akılları vesilesiyle temizliği bir
ibadet olarak uygularlar. Ruhlarına ve
yaratılışlarına uygun bir tutum olan temizlik,
onlara çok büyük bir huzur ve rahatlık verir.
Din ahlakında temizlik anlayışı, dinden uzak
yaşayan bir toplumun kavrayışından ve
uygulamalarından tamamen farklıdır. İnanan
insan temizliği öncelikle ruhunda yaşar. Allah'ın
Kuran'da tavsiye ettiği ahlaka uygun olmayan
tüm davranışlardan ve yaşam tarzından tam
anlamıyla uzaklaşmak ve çarpık mantık
örgülerinden arınmak, insana manevi bir temizlik
sağlar.
Manevi temizliği gerçekleştirmiş, arınmış bir
insan, her an doğruyu fısıldayan vicdanının
sesine uyar ve içinden tüm kötülükleri
uzaklaştırır. Kuran ahlakının üstün özelliklerini
üzerinde taşımayan kimselerin yaşadıkları
kıskançlık, kin, acımasızlık, bencillik gibi çirkin
özellikleri ruhunda asla yaşamaz. Sahip olduğu
yüksek ahlak nedeniyle, toplumda genellikle
normal karşılanan saydığımız bu özelliklerden
arınmıştır, masumdur. Samimi ve arınmayı
dileyen inananlar yalnızca görünen temizliği
değil, içlerinde yaşadıkları temizliği de aynı
oranda önemserler.
Allah Katından bir başka nimet olan iç açıcı,
aydınlık, ferah ve estetik görünümlü temiz
ortamlar, insanın ruhsal yapısını dengeli ve
huzurlu hale getirir. Bu ruh hali karşısındaki
insanlara da olumlu yönde yansır. Karanlık,
kasvetli ve pis bir ortam ise farkında olmayan
kişiye dahi sıkıntı verir. İnanan insan bu kasvetli
ortamlardan sıyrılır ve o an cenneti düşünürse
kalbi tatmin bulur.
İnsan ruhunun en çok zevk aldığı güzellik
kuşkusuz güzel ahlaktır. Kuran ahlakı, Allah'ın
hoşnutluğunu bildirdiği tüm güzel özelliklerin
toplamıdır. Bu ahlak fedakârlık, ince düşünceli
olmak, merhamet, sadakat, dürüstlük, adalet,
sevgi, güzel sözlü ve ılımlı olma, barış, kardeşlik,
hoşgörü, anlayış gibi birçok üstün ahlaki
değerleri kapsar.
Kendisi ihtiyaç içinde olduğu halde, yemeğini
yoksula ikram eden fedakâr insana karşı, sevgi ve
saygı duyulur. Yalnızca kendini düşünen
benmerkezci kişiye karşı ise doğal olarak
soğukluk hissedilir. Dürüst olmak da, insan
ruhunu olumlu duygulara yönelten bir sebeptir.
İnsan ruhu dürüst ve güzel ahlaklı kimselere
sevgi ve yakınlık duyar. Bu Allah'ın yaratmasıdır;
Allah insan ruhunu güzel ahlakı yaşayan kişilere
karşı sevgi ve muhabbet duyacak şekilde
yaratmıştır.
Allah'ın, ruhlarının hoşuna gidecek şekilde tüm
insanlara sunduğu bu güzelliklere karşılık yerine
getirilmesi gereken tek sorumluluk, O'nun
gücünü gereği gibi takdir edebilmek, O'na
şükredebilmek ve O'nun istediği gibi bir yaşam
sürmektir. O gün inanan insanların alacakları
güzel sonuç, “Takva sahiplerine vaat edilen
cennet; onun altından ırmaklar akar,
yemişleri ve gölgelikleri süreklidir. Bu
korkup-sakınanların (mutlu) sonudur, inkâr
edenlerin sonu ise ateştir.” (Rad Suresi, 35)
ayetiyle haber verilir.
Gerçek güzellik için, içimizi temiz tutmamız
gerek; nefsimizin bencil tutkularıyla birlikte
olduğumuzda çirkinleşiriz. “…(Güzel) sonuç
takva sahiplerinindir.” (Kasas Suresi, 83)
uyarısını dikkate alarak nefsimizi arındırmanın
ve temizlenmenin yollarını düşünmeliyiz. Çünkü
cennette nefis kalmayacağı için, pislik de
olmayacaktır. En önemli sorumluluğumuz,
kapıları sonsuzluğa açılacak cennet yurduna
layık güzel insan olabilmek için hazırlanmak:
“…Sonunda oraya geldikleri zaman, kapıları
açıldı ve onlara (cennetin) bekçileri dedi ki:
"Selam üzerinizde olsun, hoş ve temiz
geldiniz. Ebedi kalıcılar olarak ona girin."
(Zümer Suresi, 73)
NURİ PAKDİL'İ ANLAMAK
Ortalıklarda bir söylenti dolaşıyor ne zamandır. Bir grup
genç topla'ş'mışlar, “Nuri Pakdil” okuyorlarmış. Nerden
çıkmış ki birden bu Nuri Pakdil okuma sevdası? Acaba bu
gençler ne yapmaya çalışıyor?
Bir yandan “Bu gençlik nereye gidiyor böyle?” diye
yakınırken insanlık, öte yandan “Şehrengiz Dergisi”
etrafında toplanmış olan bu grup, gittikleri yolu çizmiş
gibi görünüyor.
Edebiyata gönül verdikleri her
hallerinden belli olan grup, usta birer edebiyatçı olma
yolunda kendilerini daha çok daha çok geliştirmek adına
çeşitli girişimlerde bulunmuş, şimdi de Nuri Pakdil
üstadımızı okumaya kalkışmışlar. Üstadı anlama, ondan
bir şeyler edinme çabası içine girmişler. Kendileri de
dâhil toplam 35 kişiyi toplamışlar etraflarına. Üstelik bu
gençler Türkiye'nin ve dünyanın birçok farklı şehrinden
katılıyor okuma çalışmasına: İstanbul'dan, Viyana'dan,
Ankara'dan, Konya'dan, Malatya'dan, Saraybosna'dan…
Okumaya şimdilik Pakdil'in 8 kitabıyla başlayan gençler
ilerde bunu çoğaltmayı, bu çerçevede seminerler,
sohbetler düzenlemeyi de düşünüyorlar.
Nuri Pakdil gibi bir üstadı okuyup anlayabilmek de her
yiğidin harcı değil tabi… Ne diyelim, Allah alınlarını pak,
yollarını açık etsin…
Şimdi madem bu şekilde bahsettik bu çalışmadan,
katılan arkadaşlarımızın isimlerini de zikredelim:
Betül Vural, Ayşenur Çelik, Hanife Yaşkın, Aişenur Fidan,
Hafize Saliha Memiş, Mahmut Öztürk, Cihat Karaman,
Merve Ayata, Ferhat Toka, Leyla Marankoz, Abdulsamet
Kılınç, Fatih Kaşçıoğlu, Muhammet Çelik, Hafize Betül
Durmuş, İhyanur Bahçe, M. Yasin Akbaş, Hatice Ebrar Kırtıl,
Hande Asutay, Elif Safiye Cengiz, Elif Bulut, Şeyma Sayımlar,
Ahmet Altuncu, Ruhan Öz, Sena Babacan, Esra Abaoğlu,
Zeynep Hicap, Tuba Keleş, Nebiye Arı, Nafiye Yıldız, Ahmet
Çakırca, Gülden Menekşe, Fatıma Arslaner, Gülnaz Eliaçık,
Erman Çekiş, Şeyma Derbeder, Gübsem Duru ...

Benzer belgeler